03 Tarih Sır Saklamaz

Page 1

TARİH SIR SAKLAMAZ

2013 Ağustos - Eylül Makale ve Analizleri


TARİH SIR SAKLAMAZ BULTURK BGSAM Yayınları Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi - BGSAM -3 BULTÜRK Genel Başkanı: Rafet ULUTÜRK Basım: 2013 Ağustos - Eylül Koordinatör: Dr. Nedim BİRİNCİ Editör: Raziye ÇAKIR İnternet sorumlusu : Kapak Tasarım: Murat ULUTÜRK Pazarlama Sorumlusu: Hamiyet ÇAKIR Arşiv: İbrahim SOYTÜRK İsteme Tel: 0212 511 63 47 www.bulturk.org; www.bghaber.org; info@bulturk.org İnternet sitesinin yazıları Adres: Yıldırım Mah. Şehit Kamil Balkan cad. No.114/A Bayrampaşa İstanbul Tel: +90 (212) 511 63 47 Belgegeçer: +90 (212) 526 51 98 https://bgsam.org/, https://issuu.com/bulturk, https://bulturk.org.tr/ Baskı : DİNÇ OFSET MATBAACILIK SAN. ve TİC. LTD. ŞTİ. Adres: Davutpaşa Cd. Emintaş San. Sit. No: 103/580-581 Topkapı - İstanbul Tel: 0090 212 493 24 67 TÜRKİYE CUMHURİYETİ YASASI GEREĞİNCE BU ESERİN YAYIN HAKKI YAZARA AİTTİR.. İZİNSİZ KISMEN VEYA TAMAMEN ÇOĞALTILIP YAYINLANAMAZ

Web: www.bghaber.org ; E.Posta: rafetuluturk@yahoo.com


“Bilgi Ordusu, Bizim Ordumuz, Bildiğimizi Öğretmek,Bizim Borcumuz.” Rafet ULUTÜRK

Düşünceler dizisi olan elinizdeki eserin anlamı derin bir uğraşın ancak başlangıcıdır. Bulgaristanlı Türk Müslümanların başına 1970-72, 1984-85’te düşen yıldırımın bir daha düşmemesi için bir uyarı ve ışık niteliğindedir. Saygılarımızla, B U LT Ü R K İ st a n b u l



Önsöz Yerine Yıl 2013 Elinizdeki .... Serilik kitabın ilk harfi Bulgaristan Stratejik Araştırmalar Merkezi (BGSAM) bilgisayarına düşerken olayın bir düşünceler serüvenine dönüşeceğini düşünememiştik. Bulgaristanlı olup vatanlarında ve Türkiye Cumhuriyetinde yaşayan Türk, Pomak ve Roman, Müslüman kardeşlerimizi anlatarak tanıtan bir yazar grubu toplayacağını da öngöremedik. Olayın motoru olan Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği (BULTÜRK) Türk Müslüman Kimliğimize inen öyle uzun bir yol yürümeye hazırlanmıştı ki biz de ilerlemeye doyamadık inşalah bunun devamı da gelecektir. BGSAM Ağustos ayı içerisinde yaptığı Bulgaristan analizlerinden çıkardığı sonuçla kovulduğumuz ata vatanımızda birlikte var olmanın sırrına varıp yol açıp taşlarını da dikerek hep olumlu, hoşgörülü ve sabırlı tutum aldı. Şöyle de diyebiliriz. Bir karınca gibi BGSAM gönüllüleri durmadan bıkmadan usanmadan çalıştı. Hatta anlatmak istediklerini kimseyi kırmadan ifade edebilmek için çaba sarf etti. Bunu yaparken de tescilli hain olanlara da acımasızdılar. Şekspiri de örnek aldık o, yaşadığı zamanla uzlaşamayınca, hayal ettiklerini 800 yıl önce yaşattı, Kral Lear’i, Kraliçeleri, Romeo ve Juliet’i sahnelerken, yaşadığı dünya hakkında söylemek istediklerini kurgu kahraman Hamlet söylemişti. Biz ise tarihe yapılmış zehir dolgularını söküp atmaya çalışırken yerine insan kardeşliği, hoşgörü, ortak umut aşılamaya çalıştık. Bu açıdan baktığımızda, elinizdeki eserde özel bir kronolojik ya da tematik dizim yapılmamış, araştırma ve inceleme uğraşıları www.bghaber.org sitesinde yayınlandıkları tarihsel sıralamaları da korunarak yayın seyrine göre sıralanmıştır. Bu yapıtın en değerli olan yanı yazarların daha fazlasının genç kuşaktan ve hem Bulgaristanlı ve hem de Türkiye’li olmasıdır. Bu bakıma kül yatımız bir başlangıç olarak da özel ilgi ve büyük beklenti odağı oluşturmuştur.


6

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İşlediğimiz konuların başında Bulgaristan’da Türk Müslüman kimliği oluşması, ahlak, hak, özgürlük, adalet ve demokrasi davası, faşizmin özgün uzantısı olan Bulgar totalitarizminin sökülmesi, memleketimizi esaret altında tutma çabalarını çok yönlü sürdüren Rusya’dan kopma ve Türkiye’nin de dâhil olduğu Batı medeniyetiyle sımsıkı bütünleşme sorunları yer aldı. Tartışmalar elektronik medya ortamından taştı, forumlarda ve ülkelerde gündem oldu. Biz artık 21.yüzyılda bir adım önde olmak zorundayız. Okurlarımıza bizden daha iyisini bulduğunuzda bizi çöpe atma hakkınız sizde saklıdır, dedik. Arkamızda okur ordusunun sıra düzdüğünü gördükçe yüreklendik. Sizinle gurur duyuyoruz. Raziye ÇAKIR


Önsöz: Toplumların hayatında yazılı tarih büyük bir öneme sahiptir. Ancak bizde yazılı olmayan tarih, yani nesilden nesile aktarılan tarih vardır. Bu nedenle bazı olaylar zamanla faklı şekilde anlatılmakta veya algılanmaktadır. Gelecek nesillere aktarılacak olan bilgi birikiminin arşivlenmesi, kitap, dergi veya gazete gibi yayın organları aracılığı ile kalıcı hale getirilmesi büyük bir öneme sahiptir. Bu nedenle edindikleri tecrübeleri, yaptıkları çalışmaları toparlamak ve kitaplaştırmak güzel bir çalışmadır. Bunu bireysel olarak yapımaktan öte kurumsal olarak da yapmaları takdire şayan bir davranıştır. Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği kısa bir süre önce 2013’te kurulan internet haber sayfası www.bghaber.org sitesindeki yazıları bir araya getirerek yapılan bu çalışmaları kitapçık halinde getirerek bu konuda büyük bir ciddiyet göstermektedir. Derneğin internet haber sayfasında çıkan yazıları ve çalışmalarının yıllıklar halinde kitapçık haline getirerek yer aldığı bu çalışma gelecek kuşaklara aktarılacak ve ışık tutacaktır. Öte yandan dernek büyük bir arşiv de oluşturmuş durumdadır. Dernek faaliyetlerini gerekli ciddiyetle yürüten dernek Başkanı öncülüğünde dernek kurucuları, Yönetim Kurulu ve üyelerinin yaptıkları özverili çalışmalarından dolayı kutluyorum ve başarılarının devamını diliyorum. Mehmet Çakır BULTÜRK Kurucu Üye

Değerli Hemşehrilerim, Bulgaristan’da hepimiz zor günler yaşadık, itildik, ezildik, çiğnendik, hatta gün geldi vurulduk, şehitler verdik. Bu nedenle bizler kendi içimize kapanarak, yaşam mücadelesi vermeye çalıştık. Ancak bu içine dönüklükten kurtulmalıyız ve Türkiye’de yaşadığımıza göre, yasaların bize verdiği tüm haklardan bizlerde yararlanmalıyız. Peki, neden bunu yapamıyoruz? 1877-78 Rus-Türk savaşından sonra Osmanlının Balkanlardan çekilmesiyle birlikte, savaş esnasında işlenen akıl almaz katliamlar nedeni ile atalarımız asırlarca yaşadıkları yerleri terk ederek göç yolunu tutmuşlardır.


8

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Geride kalanlar ise Bulgaristandevleti’nin uygulamaya başladığı soy kırım politikalarına karşı direnmiş ve hayatta kalmaya çalışmışlardır. Şimdi ise burada Türkiye’de yaşayanlar oralara yardım edebilmek için, burada ilk önce bir araya gelmek ve bir merkez oluşturmalıyız. Artık bir kurum altında toplanmalı ve birlikte hareket etmeliyiz. Bu birliğe hepimizin ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Artık bir birimizi kötülemekten vaz geçmeliyiz, birisi için yanında konuşamayacağımızı başka bir yerde konuşmamalıyız, yani kısaca arkasından konuşmamalıyız. En önemlisi samimi, hoşgörülü ve ahlaklı olmak. Zamanla her şey yerine geleceğine inanıyorum, ama tabi ki bu dava üzerinde kafa yoran, stratejiler üreten ve devamlı bunun üzerinde çalışan olursa. Bizim savaşımız insanlarımızı ahlaklı yetiştirmek olmalı, birlik ve beraberliğe kendi insanlarımızla başlayarak tüm Türk Dünyasına taşmalıyız. Bizler burada Türkiye’de yaşayan Bulgaristanlılar büyük bir kitle haline gelmiş durumdayız. İşte bu nedenle şimdi bu kitleyi yani kendi hemşerilerimizi, bir araya toplayarak bir merkez, bir güç birliği oluşturmalıyız, tabi ki bu bizim doğal tabii hakkımızdır. Bizler de artık toplum gücünü kullanabilmeliyiz. Toplum olarak haklarımızı elde etmek zorundayız ve bu yönde çalışmalıyız. Biz bunu söylerken, önderlerimizi seçerken, başkaları kötüdür demiyoruz. Biz bu işi onlardan daha iyi yapabileceğimize, Türkiye Cumhuriyetine ve Türk Dünyasına daha verimli olacağımıza, buralarda bu bölgelerde yaşayan Türklerin daha iyi, daha güvenilir, yaşamalarını sağlayacağımıza inandığımız için, Önderliğe, Yönetime talibiz. Bu arada Bulgaristan’da kalan kardeşlerimizin hepsinin siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel kimliklerini, muhafaza edebilmeleri için mücadele etmeliyiz ve bu konuda gerekeni yapmalı ve gerekli yardımları yapmalı ve yaptırmalıyız. Aramızda Ahlâklı, Adaletli olanları seçmenli ve yüceltmeliyiz. Geçmişi konuşmaktansa, gelecekten söz etmeliyiz, bugünü değil, yarınları görerek hareket etmeliyiz. Aramızdan stratejistlere imkân ve fırsat vermeliyiz ve onları bizler yetiştirmeli yön verebilmeliyizkısa-10 ve uzunvadeli -50 yıllık hedefleri gösterebilmeliyiz. Aramızda kötü niyetli insanları tespit etmeliyiz, bilmeliyiz ki, onların kusurlarından dolayı değil, bu güne kadar yapılması gerekenleri engelledikleri için aramızdan uzaklaştırmalıyız. Bu güne kadar neler yapılmamış, onları araştırmalı, bilmeliyiz ve neler yapılması gerekir onları söylemeliyiz ve bunları bir an önce hayata geçirmeliyiz.


Makale ve Analizler - 2013

9

Bizler gözyaşları dindirmek için, yaralara mehlem olmak için, her yüke ortak olabilmeliyiz. Gençlerimize, sadece balık pişirmesini değil, balık tutmasını da öğretmeliyiz, insanlarımızı denizlere, okyanuslara açılmalarını sağlamalıyız. Aramızda Tek Lider değil her sokakta, her mahallede bir lider yetiştirmeliyiz, biz dünyayı yönetmek için oğullarımızı yetiştirmeliyiz. Bizim insanlarımız yani Bulgaristan Türkleri şahsi başarıları Türkiye’de belkide en çok olanlardanız. İşte artık bizler toplum olarak haklarımızdan yararlanmasını bilmeliyiz. Her şeyden önce siyasi haklarımızı toplum olarak kullanmalıyız, daha sonra ekonomik ve kültürel haklar onu takip edecektir. Hepimizin gördüğü gibi, tarihte büyük güçler çok defa kötü politikaların kurbanı olmuşlar ve bunlar devam edecektir. Bir toplumun Lideri olmadan hiçbir şey olmaz, bu lideri de toplum çıkarmalıdır. Siyaseti güvenilir, sevimli hale getirmek bizim hedefimiz olmalı, bu gün çok zor, imkânsız olarak görünse de, yarınlara umutla bakabilmeli ve baktırabilmeliyiz. Var olabilmemiz için, var kalabilmemiz için, öncelikle temel hususlarda anlaşma sağlamalıyız. Aramızda bir birimize güveni kaynaştırmalıyız ve samimi olmalıyız. Her şeyden önce özgüvenimizi kazanmalıyız, birlik ve beraberliği ön planda tutarak insanları insan oldukları için sevip saymalıyız. İçimizde barışı sağlayıp, tek merkezde bir çatı altına toplanmalıyız. Bu çatı da “BULTÜRK Derneği” olmalıdır. Buradan tüm dünyaya sesimizi duyurabiliriz. Balkanlar konusundaki politikalarda etkili olabilmek için yolları aşındırmalıyız. Çünkü gelişmiş ve Bulgaristan’da etkili bir Türkiye Balkanlara tamamen hâkimiyet kurabilecektir. En önemlisi kararlı olalım ve birbirimize samimi, saygılı olmayı ve bir birimizi sevmeyi öğrenmeliyiz. Bizim derdimizi ve problemlerimizi en iyi anlayabilecek zaat bizden olduğunu idrak etmeliyiz. Bulgaristan Türkleri konusunda teşhisi bizler kendimizi yetiştirerek yetki mercileri alarak son noktayı biz koymalıyız, bu güne kadar ki eksikliğimiz budur. Ayrıca Balkanların anahtarı Bulgaristan’da yani Bulgaristan Türklerinden geçtiğini de öğrenmeli ve öğretmeliyiz. Sevgili dava arkadaşlarım. Kendimizde özgüveni, aramızda güveni ve merkezioluşturduktan sonra, kimsenin aramıza nifak tohumları ekmesi mümkün değildir. Bizim için önemli olan, eksiklerimizi bulmaktır. Geçmişi bırakarak artık bizler aydınlanma dönemine bir an önce geçmeliyiz. Halimizi tespit etmek çok kolay, gazete, dergi yayın hayatımız nerede,


10

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

kaç gazete, tv, radyo bizimle ilgili haber yapıyor.Burada suçlu değil, sebepleri aramalıyız. Gelin bunları tartışalım, niçin bu güne kadar bir Bulgaristan Kültür Merkezi olmamış, bunu şimdi nasıl gerçekleştirilebiliriz, bunlara yönelik çalışmalar toplantılar yapmalıyız. Hedefimiz Türkiye Cumhuriyetini daha güçlü, daha huzurlu ve daha iyi yarınlara götürmek için olmalı. Güçlü bir Türkiye Bulgaristan da yaşayan Türklerede güven ve huzur verecektir, onların daha rahat yaşamalarını hep birlikte sağlayabiliriz. Bunlar zannetiğiniz kadar zor işler değil. Dünyada insanlar bir iş için değil, bir İdeal için hayatını feda ederler. Bunun için güçlü olmak sesini duyurabilmek için öncelikle bir Kurum ve bunun Merkezini oluşturmalıyız. Çünkü Merkezi olmayan hiçbir topluluk bir yerlere gelmesi mümkün değildir. Bu güne kadar konuşmalar tartışmalar yapılmış fakat bir ağıç ekilmemiş işte bu gün bunu yaptık BULTÜRK tüm Bulgaristan Türklerinin biz öncelikle sadece Bulgaristanlıyız. Bizler elimizdeki kıt kaynaklarla bir merkez oluşturmaya çalıştık, bunda da muhafak olduk. Bu merkeze ulaşmakta büyük güçlükler ile karşılaştık bu konuda bizlere yardımcı olan emeği geçen herkese teşekkür ediyoruz. Ayrıca bizlere kendi yerini veren Mümin Hocamıza huzurunuzda kendisine tekrar tüm halkımız adına buradan teşekkür ediyoruz. Bundan sonraki hedef de Türkiye’nin her yerine ulaşmak ve bu birlikteliği her yerde tesis etmektir. Bu merkezimizde artık kendimize ait bir kültür merkezimiz oluştu toplantı salonumuz da mevcuttur her 15 günde bir toplanıyoruz. Amacımıza ulaşabilmek için devletin bir şeyler yapmasını beklememeliyiz. Birlikten kuvet doğar Atasözünde olduğu gibi güçlerimizi birleştirerek devlet yönetiminde söz sahibi olmalıyız ve geleceğimize kendimiz yön vermeliyiz. Gençlerimizin devlete girmelerinin yolunu aydınlatmalıyız. Artık bizim de Ankara’da TBMM’de kendi temsilcilerimiz olmalı. Bizler de buralara kendi içimizden birilerini gönderebilmeliyiz. Aramızda birlik ve beraberliğimizi oluşturduğumuz takdirde kendi içimizde samimi olduğumuzda başarıların ard arda geldiğini göreceğiz bunu başaracağımıza eminim. İhtiyacımız olan tek şey kendi içimizde daha adaletli olabilmek. Sevgi ve saygılarımı sunarım, Genel Başkan Rafet ULUTÜRK


Makale ve Analizler - 2013

11

Bulgaristan Türkleri Tarihinden Esintiler

Bulgaristan Türkleri Tarihinden Esintiler (Anılar - Belgeler) Osman Gülmen/Tarih Dizisi-21.Ağustos.2013 Bulgaristan Türklerinin menşei (kökeni) ve onların nereden, nasıl ve ne zaman gelip yerleştikleri ile ilgili birçok yazılar yazılmıştır. Ancak konumuz gereği bunları derinlemesine incelemeye giremiyoruz. Sadece özet olarak değinip birkaç kaynak göstermekle yetineceğiz. Türk kavramı geniş çaplı ve ve geniş kapsamlı bir soyun adıdır. Birçok Türk Boyları bu soyun birer parçasıdır. Oğuzlar, Peçenekler, Kumanlar vs. gibi. Söz konusu boylar, bu topraklara göç edip yerleşmeleri belli bir süre zarfında olmayıp, 4. yüzyılda vuku bulan o büyük Kavimler Göçü’nden itibaren 19. yüzyılın ortalarına kadar sürmüştür. Genel hatlarıyla bu tezi İbrahim Yalımov da doğrulamaktadır. (Kitabın İçinden)

Zağra Müftüsü’nün Hatıraları Zağra Müftüsünün Hatıraları (Tarihçe-i Vak’a-i Zağr) Hüseyin Raci Efendi İz Yayıncılık / Araştırma-İnceleme Dizisi-21. Ağustos.2013 Bu kitap, Türklerin vatan edebiyâtında en samîmî, yüksek bir şâheserdir...” Bu sözler, meşhur edip ve şâirimiz Yahya Kemal Beyatlı’ya aittir... Bu kitap “93 Harbi” diye anılan 1877-78 Moskof Harbi’nde Rumeli’deki Müslüman kar-


12

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

deşlerimizin başına gelenleri bizzat yaşamış olan Zağra Müftüsü Hüseyin Râci Efendi’nin, hemen o günlerde kaleme aldığı hâtıralarıdır... Bu kitap, yıkılan büyük devletimiz Osmanlı’nın son asrında, düşman hücumlarının vahşet ve dehşetinin bir zaptı; mâsum müslüman halkın çektiği ıstırapların acıklı bir destanıdır... Evet, bu kitap, ecdâdımızdan bizlere bir mektup, bir şikâyet, bir tezallüm, bir vasiyettir.(Tanıtım Bülteninden)

Serdar Mahmud Tarzi Han ve Anıları

Süleyman Özmen-12.Ağustos.2013 Değerli Hanımefendiler, Beyefendiler, Dostlarım, Arkadaşlarım, Son kitabım olan “Afgan Aydınlanmasının Mimarı Serdar Mahmud Tarzi Han ve Anıları” isimli kitabım İş Bankası Kültür Yayınlarından geçen hafta içerisinde yayımlanmıştır. Söz konusu kitap, bu konuyla ilgili Türkiye’de yayımlanmış olan ilk kitaptır. Bu duyuruyu müteakip bayramınızı da en içten dileklerimle kutlar, sizlere sağlıklı ve mutlu günler dilerim. İçten sevgi ve saygılarımla


Makale ve Analizler - 2013

13

Bozdağ’ın ziyareti çarpıtılıyor ve siyasallaştırılıyor

Nahide Deniz-18.Ağustos.2013

Türkiye Cumhuriyeti Başbakan yardımcısı Bekir Bozdağ’ın Bulgaristan’a yaptığı Ramazan bayramı ziyaretinden birkaç hafta geçmiş olmasına rağmen, yankılar hala sürüyor. Bekir Bozdağ’ın Bulgaristan’da Osmanlı mirası konusunda söylediği ve içeriğinde haklı tespitler barındıran sözleri temcit pilavı gibi iki-üç haftadır Bulgar kamuoyuna sunuluyor. Sadece dini değil, tarihi, kültürel, hatta sosyal boyutları olan bir konu kasıtlı şekilde çarpıtılıyor ve siyasallaştırılıyor, her kesim kendi tarafına çekmeye uğraşıyor. Türkiye’de adettendir, iftar yemeğe sadece müslüman ahali değil, gayri müslümler de davet edilir, saygı ve hoşgörüyle sofrada buluşurlar, düşüncelerini paylaşırlar. Böyle bir iftar Bulgaristan’ın bence en hoşgörülü kenti olan Plovdiv, Bulgarların bile Filibeto dedikleri kente de düzenlendi. Ve bulgar cumhurbaşkanı Rosen Plevneliev’in Bulgaristan tarihinde ilk kez bir iftara katılması gerçekten de örnek bir davranış. Bulgar gazetecilerin iftara alınmaması yanlış, Ama bunu Bulgaristan cumhurbaşkanlığı yetkilileri ayarlaması gerekiyordu. Mademki gazeteci alacaksın, o zaman ayrım yapmayacaksın, bu benim, bu senin gazetecin diye ayrım yapmak hiç etik değil, bulgar gazeteciler kızmakta haklı. Oysa bir bulgar cumhurbaşkanının ilk kez bir Müslüman iftara katılması güzel bir örnek ve bulgar cumhurbaşkanlığı bu olayı inkar edeceği yerde gazetecilerini de iftara almalıydı ve böylece bulgar toplumu da neyin ne olduğunu cumhurbaşkanın ağzından öğrenirdi hiç olmazsa. Kaldı ki, Plevneliev, iftarda söyledikleri şeyleri geçen sene Türkiye ziyareti esnasında, İstanbul’da Bulgaristan göçmenleri dernekleri ile toplantısında söylemişti. Ama biraz geç olsa da, Plevneliev, yanlışı düzeltmeye yönelik, Bulgar basınına yaptığı son açıklamasında, gelecek sene yine iftara giderim diyor, iftarda konuşulan konular insani konulardı, diyor.


14

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ve konuyu Bulgaristan’ın,1989 yılında. 300 bin türkü topraklarından, evlerinden Türkiye’ye kovduğunu da vurguluyor. Ama maalesef, bazı bulgar çevreler ısrarla ve alay edercesine 1989 y.zorunlu göçe”golyamata ekskurziya “ demeye devam ediyorlar. Oysa Avrupa insan hakları mahkemesi de bunun bir zorunlu göç olduğunu tespit etmişti. Ama Türkiye’nin Batı komşusu AB ülkesi Bulgaristan’da bu söylem değişmiyor, nedense... Bulgaristan’da Osmanlıdan kalma varlıklara gelince... Nasıl ki bulgar yetkililer İstanbul’a gelince burada yaşayan Bulgar dini cemaati yetkilileriyle veya Fener Ortodoks Rum patriği Bartolomeus ile görüşüyor, yemek yiyorlar, Türkiye’de bulunan Bulgarlar malvarlıkların durumunu ve sorunlarını konuşuyorlar ve bu çok normal, ayni şeyi Bekir Bozdağ Bulgaristan’da yapmış... Bulgaristan yönetimi, son zamanlarda ülkedeki bazı camiler için düzenlemeler yaptı, bu biliniyor, ama yetersiz olduğu da bir gerçek. Sofya’dan ayrılan T.C.Büyükelçi İsmail Aramaz, Bekir Bozdağ’ın sözlerine açıklık getirdi, yani bu malvarlıkların Türkiye’ye iadesi söz konusu değil, bunların ayakları yok ki, geri gitsinler Türkiye’ye. Ama bunların mülkiyeti mahkemelerce ispatı doğru bir yöntem, çünkü ancak zaman restorasyonu ve bakımı, yaşatılması için gerekli merciler sorumluluğunu üstlenir, yatırım yapılır, bu meseleler parasız halledilmez, bu da bir gerçek... İki sene önce Antoni Georgiev adında bir bulgar gazeteci, Patevoditel za osmanska Balgaria adlı çıkardığı kitapta birçok Osmanlı malvarlıkların Bulgaristan’da ne kadar acınası durumda bulunduğunu resimlerle göstermişti ve sadece camii değil, hanlar, hamamlar, köprüler söz konusu... bu gazeteci bulgar, türk değil ve kitabı da Bulgar kamuoyunu bilinçlendirmeye yönelik... Bulgaristan’da Osmanlı malvarlıkları söz konusu olunca,konu hep 1925 yılına Trakya’dan Bulgar /ki aralarında Makedonlar da var/ göçmenlerin malvarlıkları ile bağlanıyor. Türkiye, bunlar 1925 Ankara antlaşması ile halledildiğini iddia ediyor. Nitekim prof.Bojidar Dimitrov ta, ki kendisi için asla türk dostu denilemez, Trakya göçmenlerden sadece yüzde 15yüzde 20′ sin elinde mülkiyet belgesi var, diyor... Anlaşılan, bu mesele de bazı bulgar çevreler tarafından abartılıyor. Türk hükümeti bundan üç yıl önce Türkiye’de Bulgar dini cemaatin, 50 yıl önce devlet tarafından alınan 53 sayıda malvarlıklarını iade etme kararı aldı. Bunların bazıları yok olmuş veya özelleştirilmiş, doğru, ama mahkemelerde görülen davalar sonucu bunların büyüklüğü tespit edildi ve bulgar


Makale ve Analizler - 2013

15

cemaati kiralarını alacak, yani kasaya para girecek. Şu ana kadar mahkeme yoluyla 7 sayıda bulgar malvarlığı iade edildi, diğerleri için de mahkemeler sürüyor... Ha, zorluklar yok mu, var tabii, hem de nasıl, mesela bulgar dini cemaati Şişli belediyesi ile mahkemelik oldu, çünkü belediye onların mülkü üzerine inşaat yapmış, sorun mahkemeye intikal etti... Ayni yöntem, yani Bulgaristan’da Osmanlı malvarlıkların mevzuata bağlanmasını Türkiye de istiyor. Son 10 yıl içersinde Edirne’de iki Bulgar kilise restore edildi, İstanbul’da Bulgarların en kutsal ve tarihi mekan Metoh restore edildi, Sveti Stefan kilisesini İstanbul büyük şehir belediyesi 2 milyon euro yatırımla restore ediyor. Ve bunların mülkiyeti belgelerle Bulgar cemaatin elinde. Birçok bulgar cemaat yetkilileri “Allah razı olsun Kadir Topbaş’tan”/ İstanbul büyük şehir belediye başkanı/diyor. Türk-Bulgar sanayi ve ticaret odası başkanı Zeki Bayram başta olmak üzere birçok Türk işadamı bulgar cemaatin en iyi dostaları, çünkü buradaki malvarlıkları konusunda onlara yardımcı oluyorlar... Neticede, binlerce Bulgar vatandaşı dini bayramlarını Türkiye’deki kiliselerde rahat ve huzurlu şekilde geçiriyorlar, bu da turizme yardımcı oluyor... Yani, bu meseleleri çarpıtarak, Anadolu Ajansının geçtiği haberi üzere spekülasyon yapmak ki AA’nın Sofya muhabiri İvo Radoykov, Türkiye-Bulgaristan ilişkilerinde uzman bir gazetecidir kamuoyuna sunmak tehlikeli... Bu meseleler karşılıklı anlayış ve diyalogla çözülür, sadece bir tarafa yüklemekle, şovenizm duygularını körükleyerek ve bir bardak suda fırtınalar koparmakla çözülmez... Hiçbir ülke tarihe miras bırakmayacak kadar fakir değildir. Bu mirasa sahip çıkmak her ülkenin borcudur, bu Bulgaristan için de, Fransa için de, Türkiye için de geçerli.


16

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ölümü Aşmak

Seyhan Özgür-20.Ağustos.2013

Kırcaali çarşısına uzanan ana sokakta Raşidov’un (herkes ona Raşko diye hitap ediyordu) bir ayakkabı dükkânı vardı. Daha fazla tütüncülerin ve çobanların giydiği lastik ayakkabı satılan bu mağazada eşi Ferihan teyzeyle birlikte çalışıyordu. Anlattığım olay 1984 yılında olmuştur. Bir sabah Raşko dükkânı açmadı. Eşine MVR’ye (milis müdürlüğüne) çağrıldığını ve belirsiz bir süre için ölüm kampı adıyla bilinen “Belene” adasına sürgün edildiğini söyledi. Küçük bir el çantasına bir şeyler doldurdu, yağışlı günlerde giydiği kunduralarını bağladı ve eşini iki yanağından öpüp çıktı. İki hafta geçmedi. Dükkâna giren genç bir gelin. “Ferihan teyze, Raşko ağabey “Belene”de müzevirlik yapıyormuş!” dedi. “Ne dersin be kızım sen!” diyen Ferihan teyzenin dolgun yanakları parladı, gözleri yerinden fırladı. “Başı beladan kurtulma yası bunu da yapmış! Utanmaz!” deyip, çığlık kopardı, kapıyı çekti ve defolup gitti. Bir ay sonra Ferihan teyze ile eşi Raşko, Kırcaali Mahkemesi önünde kapışmışlardı. Ferihan teyze boşanma davası açmıştı ve “İki oğlumuz var, onlardan bağli utanmadın mı, onların kaderini hiç düşünmedin mi? Bize kimse kız vermez! Evlatlarım senin eşekliğin yüzünden bekâr kalacak...” türünden savuruyordu. “Molla Çeşme” mahallesinden Romene kadınları gibi elindeki kara saplı çantayı da dört yana savururken, ara sıra Raşko’nun geniş sırtına var gücüyle indiriyordu. Haklı olduğunu anlatmaya çalışan Raşko, “kimseye kötülük etmediğini, hiç kimseyi gammazlamadığını anlatmaya çalışırken, çok gizli, kimsenin şüphelenmediği, bambaşka bir vazifeyle gönderildiğini” söylüyor, olayı kapatmak için sırrını açıklamayı bile göze alıyordu, fakat gözü dönmüş Ferihan teyze hiçbir şey duymuyordu. Bir ara Raşko çok yüksek sesle bağırdı: “Ayaklanacaklarmış, ayaklanacaklar mı yoksa açlık grevi mi yapacaklar, onu anlamaya gönderildim. Büyük oğlana daire verecekler!” dedi. Evlenmek isteyen büyük oğullarının dairesi yoktu ve aile sıkıntı yaşıyordu. Kız tarafı da gelinin kendi evinde olmasında çok ısrarlıydı. “Al da, istediğin deliğe sok. İstemiyorum. Gelin de defolsun. Ben kendi dairemi kendim aldım. Sıvasın kollarını, çalışsın, alsın! Ben kimseden da-


Makale ve Analizler - 2013

17

ire falan istemedim. Çalışır alır. Ben oğlumu sakat doğurmadım!” çığlığı çok yükselti ve Raşko’yu iyice ürküttü. 30 yıllık eşine söz geçiremiyordu. Ferihan, meydanda, sesi sonuna kadar açılmış bir bozuk plak gibi alabildiğine ötüyordu. Etraf mahşer yeri olmuştu. O, birden bire kel başına takkesini taktı ve hızlı adımlarla oradan kayboldu. Bu rezilliğe dayanamayan Ferihan teyze çok geçmedi hayata gözlerini yumdu. Toprağı bol olsun. Son sözü, “O kör olasıcayı mezarlığın öte ucuna gömün, yanıma yakın olmasın! Ne burada ne de orada görmek istemem onu!” oldu. Onur yarası ağırdır. “Belene” ölüm kampında müzevirlik yapanların günahını Tuna ırmağının bütün suyuyla yıkasak temizleyemeyiz. Kuşkusuz, 28 yıl geçmişi olan bu çok acıklı olay, bugün de, o gün gibi, canlı ve acıyor. “Belene”de yattım parasını cebe atıp, Türkiye’ye kaçmakla ya da kabre uzanmakla iş bitmedi. Gizli servisler bu parayı aslında “Belene”yi unutturmamak için vermişti. Her santimini harcarken orada can feda edenlerin kemiklerini, Tuna ırmağının uğultusunu, kurt köpeklerinin gece boyu ulumasını, silah seslerini hatırlamamak elde değildi. Bir de şu var. “Belene Parası” her sürgüne yani hepinize verildiği için, izleri karıştırma ödevi gördü. Beyaz taşlar pirincin içinde kaldı. Her an her biri diş kırabilir. Bu açıdan değerlendirildiğinde, “Belene Trajedisi” bir de kopmamış bir fırtına işaretidir. Birkaç Pazar önce yazarlarımızdan Nafiye Yılmaz, “Belene” ölüm kampını kokusu asla uçup gitmeyen bir soğan zarı örneği ile anlatırken “kokmaya devam ediyor” dediğinde, “anonimler” cenk cephesi açtı. “İp”, “sicim”, “bacaklarını kırarız”, “saçlarından asarız” diye kekelemeye başladılar. Korku saçmaktan çekinmediler. İdamın son ceza olduğu düşünülürse, usta kalemin çok acıyan bir yaraya bastığı ortadadır. Nedir bu yara? Yıllar içinde sararan pirinç tanelerinin arasında beyaz taşlar seçilmeye mi başladı? Biz, yani bugünkü genç kuşak, “Belene” sürgün kampı olayını artık irini akmış, savmış bir yara olarak algılamak istesek de, aslında Bulgaristan Türklerinin yakın geçmişindeki bu toplu izdiham, kalın bir kabın altında uyuyor, zonklamak için fırsat bekliyor. Şu şekilde anlatmam cazipse, halen bu kalın yara kabuğu altındaki kurtlar ikide bir oynaştıkça, durum hafif kaşıma ile sakinleştiriliyor. BG-SAM’ın kaldırdığı soğan zarları yarayı açmış olabilir mi? Anlaşılan şudur ki, Belene sürgünleri arasında şu 30 yıllık kaş erli kabuğu koparıp atmak, içini temizletip pansuman talep eden yok. Düşündürücü değil mi? Neden acaba?


18

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Biz yeni kuşak ölüm kaplarını görmediğimiz için 20. Yüzyılın insanı yere seren mantığını anlamakta zorlanıyoruz. Örneğin “Belene” ölüm kampında bizimkilerden ölen ya da öldürülen olmadığından dolayı, adada ateş etmeyen tüfeklerle savaş yapılmış gibimize geliyor. Biz artık 21. Yüzyılda yaşadığımızdan “gammaza” ödül olarak daire verilmesine akıl erdiremiyoruz. Biz bugün artık müzevirlere hayat hakkı olmadığına inanmak istiyoruz. Geçen yüzyılın alışkanlıklarını korumak isteyenler olabilir, ama yeni nesil bunu istemiyor. Eski asrın kirli çamaşırlarının şimdiki genç kuşağın ipine serilmesi de doğru değildir. Yani ben, Nafiye Yılmaza savrulan tehdidi haksız ve utanç verici buluyorum. Olaya bir de başka taraftan bakalım: İstanbul Üniversitesi doçentlerinden Müjgan Deniz’in BULTÜRK Genel Sekreteri sıfatıyla kaleme alıp yayınladığı “Suyunun suyunu çıkaracağız!” başlıklı yazıya halkımızın hak ve özgürlük davasında katkısı olan Malkoçoğlu’nun tepkisi kayda değerdir. “Ciddiyet Sınanmalı” diyen Sayın Malkoçoğlu’na soruyorum. “Nerede sınanmalı?” Bulgaristan’da olup biten olayları şimdi Türkiye’de sınamak mümkün mü?Öğrencilerin sınava çıktığı gibi, teker teker hepsini sorguya mı çekelim? Gerçek savaşçı Vatanını terk eder mi? Sonra o sözüm ona savaşçıların “usta lafebesi” olduğunu, gizli ajanlıktan vaz geçmediklerini nereden bilelim. İçine kapanan bu ajanlar birçoklarımız için anlaşılmaz birer yaradılış sergilemiyor mu? Tanrıdan başka kim anlar insan yüreğinden geçenleri? Eski ajanların hepsi bugün artık yaşlı yaşlı öksürüyorlar. Akciğerlerindeki son pisliği de tükürüp mezara hazırlıyorlar kendilerini. Hafızaları ne olacak, vicdanları nasıl temizlenecek!!! Evet, her şey geride kaldı. Tuna gibi su deryasında akıp gitti, denize yani bilinmeyene karıştı öyle mi? Ne yazık ki öyle değil! Biz, yeni kuşak Belene örneğinden mertlik dersi alamıyoruz. Olaylar arap saçı gibi karışık. Raşko mutluluğu “dairede” görürken, “Belene” parasını almayan olmadı. Sanki bu parayla her şey düzeldi, unutuldu. Bulgar verdiği birkaç parayla ellerini yıkadı. Gördüğünüz gibi paralar yetmedi, bitti, ihtiyaçlarsa bitmiyor. Daireler ajanlara verildi sonra, kimisi geri alındı. Al gülüm ver gülüm. Oysa mutluluk dairede veya parada değil, insanın kalbindedir. İhanet edenler zengin ve huzurlu olamaz. 23 yıl hiçbir HÖH toplantısına davet edilmeyen, devamlı dışlanan, kötülenen, hiçle nen, halkımızın şanlı tarihine yazılmış isimleri zorla silinen kahramanlarımız, HÖH’lü Başkan tarafından idare edilen Mestanlı Belediyesi’ne davet edilip kendilerine birer onurluk verilince el uzatıp aldılar. Hiç biri sunulan onurluğu alıp HÖH liderinin kafasına vuramadı. “Bizimle alay mı ediyorsunuz!” diyemedi.


Makale ve Analizler - 2013

19

Biz “Ölümü aşmış” şerefli kahramanlarız, ayağınızı denk alın!” diyen olmadı. Ne yani bir teşekkür belgesi (A4) olay bitti, alan memnun veren memnun öyle mi? Çıldırmak işten değil... Bizimle alay mı ediyorsunuz, deyip o kıyadı yırtamadılar. Nerede bu kahramanlar? Göremedik? Ölümü aşanlar yürekli insanlardır. Biz hakikat yolunu yürümeye devam ettikçe böbreklerinde taş, ciğerlinde ihanet kanseri olanlar ister istemez bizden gerilerde kalacaktır.Onlar er veya geç ameliyat masasına yatacaktır.Ciğerleri açılınca eski ve yeni gerçek ille görülecektir. Ferihan teyze Kırcaali’de bu büyük ameliyatı yıllar önce başlatıp gerçekleştiren onurlu bacılarımızdan biridir. Ölümü aşanlar ölümsüzdür.

Bir ziyaretin düşündürdükleri

Rafet Ulutürk-22.Ağustos.2013

Türkiye Cumhuriyeti Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın Ramazan Bayramı günlerinde Bulgaristan’a yaptığı yerli Müslümanlarla bayramlaşma ziyareti yankı uyandırmaya devam ediyor. Ankara’nın 21. Yüzyılın Balkanlar siyasetinin ve Osmanlı döneminden kalma Türk ve İslam eserlerini onarıp yaşatma ve bu yolla bütün yarımadada Müslüman ve Türk kültürünü geliştirerek ebedileştirme siyasetinin parlak bir belirtisi ve başarılı devamı olarak kabul ediliyor. Bozdağ, Ahmet Doğan partisinin Türk ve Müslüman düşmanlığına “Stop!” dedi, sözlü yorumlarda vurgulanan çizgi oldu. Bultürk bunu anlatabilmesi için 13 yılını aldı. Özellikle son yarım asırda Bulgaristan’da tapulu mülkleri üzerinde, kendi topraklarında, köy ve kasabalarında yaşayıp zar zor barınmaya çalışan insanlarımıza karşı baskı ve eritme, kültürsüzleştirme, ana dillerinde eğitim ve öğretim alma olanaklarından yoksun, eğitimsiz ve kör cahil bırakma yolunda süren devlet politikası, Hak ve Özgürlükler Partisi’nin olayı susarak desteklemesi ve görmezlikten gelmesiyle alabildiğine derinleşti. Bu açıdan bakıldığında Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın “Bayram vesileli hoşgörü ziyareti” boynu bükük Müslümanların gönlüne umut serpti. Sayın Bozdağ’ının da geniş kapsamlı samimi ziyareti esnasında görüp inandığı


20

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

üzere, Bulgar milliyetçileri, HÖH ajanları ve makamlarının “Müslümanların beynini yıkayacağız iddiaları” beklenen sonuçları vermemiş, insanımız namazında niyazında, işinde gücünde, evinde toplumda Müslüman Türkler olarak yaşama çabasında azimlidirler. Bu kayda değer ve önemli ziyaret sırasında Sayın Bekir Bozdağ’ın Bulgar devlet güvenlik sistemi ajanları tarafından yönetilen HÖH/DPS partisinden hiçbir yöneticiyle temasa girmemesi; ziyaret heyetine BAL-GÖÇ gibi Ahmet Doğancı dernek çevrelerinden temsilcilerin almaması yerli Türkler, Pomaklar ve tüm Müslümanlar tarafından büyük destek ve saygı buldu. Bu ziyaretinde Sayın B. Bozdağ’ın 93 harbinin yapıldığı Plevne’ye uğraması çok anlamlıydı. “Türksüz ve Müslümansız Bulgaristan!” isteyenlerin kutsal kalesi olan 1877/78 meydan savaşının şehri, Osman Paşa türkülerini söylemeye devam ediyor, efsaneleri anlatarak yaşatıyor, her erin aziz hatırasına sahip çıkıyor. Özellikle bu şanli savaşın yürütüldüğü tepeler şehrine yapılan bu ziyaret, Bulgaristan Türk ve tüm Müslümanlarının bugünkü kaderiyle sımsıkı bağlantılı olup, ibret dersleri kaynağıdır. Bu şehirde Rusların ve Bulgarların kurduğu ve ziyaretçilere açık olan Pleven Efsanesi Panoramasını her ziyareti çok derin anlamlı bir tarih, hem de güncel derstir. Umarız Sayın Bekir Bozdağ’ın yönetti heyet için de öyle olmuştur. 1877/78 Rus Osmanlı Savaşı Panoramasının da rehber ziyaretçilere birkaç detayı her defasında söylemeden geçiştiriliyor. Bunların başında, Osman Paşa kahramanlığının, Tüm Müslüman dünyasında Viyana çekilmesiyle başlayan Osmanlı çöküşünün durdurulacağı umuduydu. Savaş Türkler açısından haklıydı. Rus merkezlerinden çok uzakta, Osmanlı topraklarında yapıldığından bir saldırı savaşıydı. Osmanlıyı bir “hasta adam” olarak gören Rus İmparatoru Marmara ve Ege gibi sıcak denizlere inmek için saldırı savaşı yürütüyordu. Öyleyse Osman Paşa Plevne Savaşı’nı neden kaybetti? Tam İlmihal yani Hakikat Kitabı’nda Plevne Savaşı’nda yenik düşmemizin ana nedeni, o zamanın Osmanlı Baş veziri (Başbakanı) olan Mithat Paşa’nın İskoçya Mason Locası ajanı olmasından kaynaklanmıştır. Bu açıklama kuşku uyandırmayan bir kesinlikle yapılmıştır. Bir emperyalist ajanı olan Mithat Paşa, bu savaşta İngiliz İstihbaratını dinlemiş ve muhasara altında kalan Osman Paşa Ordusu’nu desteklemek ve Rusları mağlup etmek için yolunda aşılmaz dağlar ve dolgun ırmaklar olmayan Şumnu


Makale ve Analizler - 2013

21

Ordusu’nu ve Paşalarını göndereceğine, Genel Kurmay Başkanı Süleyman Paşayı kış aylarında geçilmesi olanaksız, geçitleri çok yüksek, Koca Balkan’ın dumanlı Şipka Tepesine sürmesi gösterilmiştir. Bir ajan Başbakanın bilinçli olarak yaptığı bu yanıltma o gün bu gün başımıza gelen çilenin ana neden olmuştur. Hakikat Kitabı’nda açıklanan Hakikata inanıyorum, çünkü başka hiçbir yerde, hiçbir eserde o denli açık, inandırıcı ve kesin kanıtlar bulamadım. Görülen köy kılavuz istemez. Ajanlık, hainlik Osmanlı’nın son döneminde çöküşe, en önemli savaşları kaybetmemize sebebiyet vermiştir. Türklere karşı 1877/78’de başlayan düşmanca politika günümüz Bulgaristan’ında tüm hızıyla devam etmektedir. Ve bugün de HÖH’lü ajanların eliyle bunlar sürdürülüyor. İstesek de, istemesek de, sözü günümüzde kol gecen hain ajanlara yani HÖH fahri başkanı Ahmet Doğan ile HÖH Genel Başkanı Lütfü Mestan’la ellerindeki ajan sürüsüne getirmek zorundayız. Osmanlı döneminde Plevne ilinde 623 Türk Okulu, medrese ve başka eğitim merkezi varken, bugün bir tek Türk ders odası yoktur. Yoruma gerek yok - Herkes doğru sonuca kendisi varmalıdır. “Türk ve Müslüman Nüfusu Olmayan bir Plevne” saldırıları bugün de devam ediyor. Halkımız iyice sindirilmiştir. Tabii geçmişi geri döndürmek imkânsızdır ama geçmişi bugünü ve geleceği birlikte iç içe armoni içinde yaşatmak olasıdır. Ve bu çan sesleriyle birlikte ezan sesi de işitilen bir Plevne özlemidir. Kaybedilen savaşlardan sonra yerli nüfusun yok edilmesi, sürülmesi, kovulması öteki Avrupa merkezlerinde de uygulanmış olsaydı, Almanya’da Alman kalmazdı. Biz hayatımızı herkesle birlikte devam ettirmek zorundayız ve bizi istemeyenler bile bizle yaşamayı kabul etmek zorundadır. Sonra eski harplerin ceremesinin 3 kuşak sonra eziyetlere devam ederek ödetilmesi, artık geçerli bir kural değildir. Fakat eziyet etme, köleleştirme, kültürsüzleştirme politikalarına karşı koyabilmemiz için bizim hepimizin modern bir bilinç düzeyine ulaşarak “Karşı Akım” oluşturmamız ve bunu güçlü geliştirmemiz kaçınılmaz oldu. Biz bunu şimdi de başlatabiliriz ve hatta başlatmış bulunuyoruz. Biz kendi Vatanımızda köle değiliz ve olmak istemiyoruz. Rusya’da kölelik devri 800 sene sürdü ama yıkıldı. Bin yıl süren Kölelik Devrinde kurtarıcı Spartaküs 25. Kuşakta doğmuş, Plevne mağlubiyetinden sonra biz Bulgaristan Müslümanları ancak 3.Kuşağız ve daha ne kadar devam edecektir.


22

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Biz Plevne şehir Meydanı’nda ya da “Kayalık”ta Osman Paşa Anıtı’na çelek ve çiçek koymak istiyoruz. Plevne’de Osman Paşa Caddesi olması zamanı artık gelmiştir. Tarihi kim nasıl yazarsa veya anlatırsa anlatsın, Osman Paşa dıştan gelen saldırgan Rus ordusuna karşı Pleven’in yerli Bulgar halkını da istiladan savunmuştur. Ne yazık ki, 93 harbiyle ilgili gelişmeler hep ters olmuştur. Bilindiği üzere, Hristiyanlıkta DİRİLME olayı vardır. Savaşta şehit düşen Osman Paşa asker ve subayları toplu mezara gömülmüştür. Yerli halk “aman dirilirlerse” kışkırtmasına kapılmış ve uykusu kaçmıştır. Korku dağları beklemeye başlamış ve Kral Ferdinant’ın ricası üzerine “Bulgar’ın korkusunu” Londra Lortlar Kamarasına konu olmuş, İngiliz Lortları çok özel bir karar alarak, toplu mezardaki kemiklerini çıkartıp, sandıklara koyarak, Varna üzerinden gemiyle Londra’ya taşıtmışlar, asla dirilemesinler diye değirmenlerde öğütüp bataklıklara saçmışlardır. O gün bu gün biz eski görüşlerin ve yalanların bataklığından çıkmaya çalışıyoruz. Kahramanların kemikleri Plevne toplu kabrinden çıkarılıp taşındı ama biz Vatanımızda yaşamaya devam ediyoruz. Olaya bu açıdan bakma zamanı gelmiştir. Bu olayın bugünkü anlamı da şudur: Bulgaristan Türkleri ve Müslüman kardeşlerimiz Bulgar ve Rus ajanlarının yeni modern esaretine düştük. Bizi HÖH partisiyle aldattılar ve kimliksiz ve kişiliksiz kaldık, uyutulduk eritildik. Modern köleliğin böyle olduğuna hiç aklımız ermedi. Biz Sayın Bekir Bozdağ’ın bayramlaşma ziyaretini Ahmet Doğan, Lütfü Mestan ve onların ajan çetesinin baskısından, yeni kölelikten kurtulmamız yolunda açılan bir kapı olarak görüyoruz. Türkiye Cumhuriyeti yönetimininim, birçok göçmen derneğinin ve soydaşlarımızdan ezici çoğunluğun bu gerçekleri anlamaya başlaması hepimizi çok mutlu ediyor. Halkımızı radyo yayınları ve özel basınla aydınlatma zamanı gelmiştir. Bu ziyaret bizi bu konular üzerinde düşündürdü.


Makale ve Analizler - 2013

23

Eski karanlıktan çıkalım

Hüseyin YILDIRIM-22.Ağusto.2013

İnsanoğlunu dünyaya getirmek ne kadar zor. Her kişi önce anasının karnında karanlık bir ortamda taşınıyor, doğarken anası derisi yüzülür gibi haykırarak bebe aydın dünyaya “Merhaba” diyor. Ya sonra? Bebe bakımı, çocuk yetiştirmek yıllar alıyor: yok dişiydi, yok kıza mıydı, yok kabakulaktı, yok birtakım istekleriydi, sonunda okul dertleri, meslek seçme konusu, herkesin başında. Oysa bir insanın hatta bir topluluğun hayatını mahvetmek ne kadar kolay. Biz yaşadığımız ortamda hep kendi kendimizi yatıştırarak ilerlemeye çalıştık. Çocuklarımız eski görüşlerin çamuruna saplanıp kalmasın, kötü ortamlara düşmesinler yani adam olsunlar diye gece gündüz çabalarız. Aslında biz kendimiz de eski görüşlerin, bizden habersiz etrafımızda olup bitenin kurbanıyız. Aydın bir ortamda yaşamadık ki, çocuklarımıza aydın ufuk gösterebilelim. Düne kadar bizde nasıl olurdu? Hep “bilenler” konuşurdu. Akıl verecek olan, bir şey anlatırken ağızından çıkanları unutur, yukarıdan bir telefon gelir, fikirlerini değiştiriverirdi. “Yöneticiler” papağan gibi öğrendiğini tekrarlıyordu. Biz de söylenen yalanların özüne inmeden hep uyuklayarak dinlerdik. Kimsede sabit, yeni, gönül açan fikir yoktu. Gün geldi hepimiz küflü enser gibi saplandığımız yerde donduk kaldık. Gökyüzünün belli belirsiz renklenmesini öyle bekledik ki. Vaktıyla cep feneriyle sokağı aydınlatıyor ve yolumuzu görüyorduk, şimdi her direkte elektrik ampulü ama önümüz karanlık. Olaylar gözden uzak gelişiyor. Son dönemde at hırsızlarının eline düşmemiz çok kötü oldu. Bir at hırsızı her zaman atını boyar. Bu defa bizi kendilerini boyayarak aldattılar. Atımızla birlikte insanca yaşama özlemimizi, mücadele azmimizi çaldılar. Bütün Bulgaristan Türklerini, Pomak kardeşlerimizi Bulgar gizli servisinin kendi eliyle kurduğu ve yönettiği bir partinin peşine taktılar. Aldatılarak kurban olmamız çok kötü oldu. Bu, yenir yutulur bir yanılgı değil. “Olan oldu” da yemeyiz. Buna hakkımız yok. Gençler bizi af etmez. Kör müydünüz? derler. Türkiye Başbakan Yrd. Bekir Bozdağ’ın Bulgaristan’a yap-


24

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tığı “bayramlaşma ziyaretinde” at hırsızlarından kimseyle temas etmemesi, artık dünyanın gerçekleri görebildiğine kesin işaret olduğu gibi, Türkiye bu işleri düzeltir umutları da pekişti. “Al pembe” yalan dünyasının çarşafını kaldıran aydınlarımıza, BULTÜRK Derneği bilge yönetimine, Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezinde görev alan kardeşlerimize bu vesileyle candan teşekkür etmek istiyorum. BG Stratejik Araştırma Merkezine gelen son haberlerde, son seçimlerde HÖH partisine, mevlitleri çoktan okunmuş “124 yaşında olan 800 soydaşın” ve yaşları 100’ü aşmış olup son duaları Bulgaristan’da veya Türkiye’de yine çoktan okunmuş olan birkaç bin kişinin oy verdiği bildiriliyor. Öyle ama bu konuda sesiz kalma kararında “yukardakiler” aralarında mutabık kalmışlar. Şu HÖH partisine “ölü parti” diyenler var ya, hakikatten gerçeği söylüyorlar. Yazı yazmakla bir şey olmaz diyenlere inanmayınız: Fransız aydınları halkı ve Avrupa’yı yaza yaza aydınlattılar. Rus klasikleri toprak kölelerinden eserleriyle devrimciler yarattılar. Bulgar milliyetçiliğinin uyanmasında İvan Vazov ile Hristo Botev’in rolünü unutmayın. Türk milli duygusu Namık Kemal ateşiyle alevlendi. Bir düşünsenize, Bulgar istihbaratı, bizi koyun gibi sayaya kapayıp uyutmak ve pes etmek için ne kadar erken, çok uzaktan çalışmaya başlamış. Dedesinin peşinde koyun çobanlığı yapan Ahmet’i köyünden alıp, ayran yerine viski içmeye öğretmişler, av köpek gibi eğitmişler, kafasına bir şey girmemiş olsa da okutmuşlar, “herkesten biri olsun” diye göstermelik mahkemelerden geçirip, hapis hücrelerinde beslemişler, böylece gerçek direnişçilerin arasına sızdırmışlar, o içerdeyken “iki maaş birden vermişler” ama hedeflerine ulaşmışlar. Neden mi aldandık, çünkü dost görünenlerin bu kadar sinsi, hain ve iğrenç davranacağını asla düşünemedik. Tabii gerçekler eşeledikçe ortaya çıktı. Biz biraz kalkık burunlu muyduk ne ki, etrafımızda olup biteni, önümüzü göremedik. Hayat insanın kedi köpekle beraber yaşadığı gibi, düşmanla da beraber yaşayabildiğini doğruluyor. “Beni ısırmayan yılan bin yalasın” sözü bizimdir. Aslında bu iş yalnız Ahmet ile de ilgili değil. Yine Stratejik Araştırma Merkezi tespitlerinde Osman Oktay’ın, Güner Tahir’in ve aynı kuşaktan olup HÖH partisinin değişik kademelerinde görev almış olan gençlerin hepsinin aynı askeri kıtada askerlik yaptığı, hepsini Askeri İstihbarattan aynı subayların eğittiği ve daha sonra aynı gizli çalışan istihbaratçıların HÖH dola-


Makale ve Analizler - 2013

25

yında görevler aldığı tespit edildi. Askerlik sırasında sınanmış olan bu kadrolar daha sonra HÖH Başkan yardımcılığı görevlerinde bulundular, sonra sürüden ayrıldılar ve söndüler.vBurada önemle vurgulanıp açılması gereken bir başka gerçek var: HÖH yönetiminde bulunmuş olan Osman Oktay, Kasım Dal, İsmail Korman, Güner Tahir ve birçok başka kadro partiden ideolojik tartışma, ayrışma veya herhangi bir konuda politik uzlaşmazlık yüzünden ayrılmadı, başka bir değişle HÖH’ten atılma nedenleri yani partiden kovulma sebepleri bambaşkadır, ama aynı tip olup hep para konusudur. Bu konuyu şöyle açabiliriz. Partinin bütün parası Ahmet Doğan’ın hesabındadır, üstündedir, kontrolündedir, Sofya’nın değişik semtlerinde bulunan kiralanmış dairelerdeki kasalarda ya da Saray mahzenindeki çelik kasalardadır. HÖH parasına dokunan yanmıştır. Şöyle örnekleyebiliriz: 1. Güner Tahir seçimlere parasal yardım için, o zaman CHP Merkez Yönetiminde görev alan eski Ankara Belediye Başkanı Ali Dinçer’den sözde 20 000 US Dolar almıştı. İstanbul’dan geçerken bu parandan 5 000 US Dolarını harcayan Güner Tahir, Sofya’ya döndüğünde Ahmet Doğan’a “15 bin USD gönderdiler diye yazıldı çizildi. İşte getirdim,” deyip parayı uzattığında, Ahmet’de HÖH merkezine 1 saat önce CHP MYK’dan gelen teleksi uzatır. Telekste Bulgaristan seçimleri için Güner Tahir’den 20 bin USD gönderildiği yazılıdır. Tabii bu durumda Ahmet, Güner’in yalanını tutmuş ve “aramızda yalancılara yer yok!” deyip kapıyı göstermiştir. Diyecek bir şey yok, sanki Ahmet haklı gibi yazıldı çizildi... 2. Osman Oktay olayı da, yine Parlamento seçimleri öncesine rastlar. Partiye yardım olarak 400 bin US Dolar gelir. Osman ile Ahmet iddialaşırlar. Osman 24 milletvekili çıkarsa bu para “benim” der. Ahmet ise paranın seçim kampanyasında harcanmasında direnir. 24 milletvekili çıkar ve Osman Oktay parayı kendi hesabına atar. Osman HÖH Örgüt sekreterliğinden serbest bırakılır. İddialaşırlar. Mahkemeye düşerler. Davayı Oktay kazanır ve paralar onda kalır. Bu durumda da sanki Ahmet haklıdır. Parti parası partinindir. Parti kimsenin babasının çiftliği değildir. 3. Kasım Dal olayı: HÖH Başkan Yardımcısı ve Bulgar-Türk Parlamenter Dostluk Grubu Başkanı sıfatıyla birçok gizli para kaynakları geliştiren K.Dal bu paraları kendi kasasına akıtır, partiye vermez. Tırgovişte “Şişe Cam” dan aldığı komisyonlardan partiye beş kuruş koklatmaz. Başbakan Tayip Erdoğan ile Başbakan Boyko Borisov görüşmesinde hazır bulunan Kasim Dal’a GERB partisi de bazı imkânlar tanır. Sonra Ankara’da çekilen resimlerin arkasından gelen paraları sanki “sıçan aldı götürdü ve


26

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

geri getirmedi.” Bundan dolayı Kasım Dal’ın HÖH yönetiminden atılma nedeni “Ahmet Doğan’ın bilinen DS ajanlığı, KGB ajanlığı falan değil, cebine attığı paraların hesabını vermemesi ve parti paralarının bir kısmının üstüne oturmasıdır. Burada da sanki Ahmet Doğan haklıdır. Parti parası kişisel para değildir, partinin parasıdır. 4. İsmail Kroman’a gelince o da para işlerinde ipleri birbirine dolaştırmış ve sonra da sökememiştir. Bir süre Türkiyennin Sofya Ziraat Bankası’nda da görev alan Korman mali işleri iyi bilmiyor olabilir. Buna rağmen, eski İstanbul Emniyet Müdürü ve Rotari Klüp T.C. Sofya temsilcisinin Plovdiv’te bir plastik çerçeve fabrikasına ortak olması ve HÖH adına bu işlere İsmail Korman’ın bakması ve sonunda finansları iyice karıştırdığı, vaktinden önce vefat eden Menzirin İstanbul’da yapılan cenazesinde, siyah gözlüklü bazı kişilerin Kroman’a “merhumun 70 bin US Doları sizde kalmış, tez zaman gönderin!” demeleriyle “Ahmet Doğan’ın ara sıra unutulan ajanlığı yeniden alevlendi ve İsmail Korman’ın “ajanlarla birlikte çalışmam!” gibi bu kez anlamsız bir patlamasıyla noktalandı. Burada Ahmet Doğan’ın tutumunu değerlendirmek biraz zor, çünkü İsmail Korman Eskişehir’de HÖH imkânlarıyla okudu, HÖH partisinden milletvekili seçildi, HÖH Gençlik Örgütü Başkanı görevinde bulundu, HÖH MYK üyesiydi ve sonunda 70 bin US Doların hesabını veremedi. Farklı bir yorum yapmak da mümkün olabilir. Hele şu DS’nin kapatılmış olması ve yeni ajan listelerinin de çok gizli tutulması kesin ve daha açık kanıtlarla yorum yapabilmemizi zorlaştırıyor. Bu kıyımın, bu çelişkinin özü yalnız para mıdır, nedir? Ahmet Doğan’dan istenen, anlaşıldığı üzere Bulgaristan Türklerinin ve tüm Müslümanlarının bütün parasına el koymak ve üzerine oturup parasal durumu kontrol altında tutmasıdır. İnsanlarımızın eline para geçmezse onlar tarlada inşaatlarda köle gibi çalışmak zorundadır. Parası olmayan iş yeri açamaz, demokrasi koşullarından, pazar ekonomisinden yararlanamaz. Hâkim olan mantık budur. Dahası var: Göçmenlerin bozdurduğu ve daha sonra T.C. den Bulgaristan’a TIR’la getirilen paralar Plovdiv’te artık ne adı ne de izi olan bir bankaya yatırılmış ve Kırcaali eski savcısının eşi olan HÖH MYK üyesi ve Bşk. Yrd. Şerife Mustafa bankanın Y.K. Başkan Yardımcılığına atanarak, bu paraları idare etmekle görevlendirilmişti. Sonunda Şerife Mustafa akıl hasta hanesine düştü, halen Plovdiv’in Anevo köyünde hayaller dünyasında yaşıyor ve o kadar çok paranın nasıl buharlaşıp uçtuğu konusunda kitap yazmaya çalışıyor ama bir türlü yazamıyor.


Makale ve Analizler - 2013

27

İtiraf etsek de etmesek de biz hepimiz koyu bir karanlık içindeyiz. Bebelerin analarının karnındaki karanlıktan gün gelip çıktıkları gibi biz de artık bu karanlıktan hep birlikte çıkmalıyız. Ajan oyunları baygınlık getiriyor.

Sağolun, sürünüyoruz işte

İbrahim SOYTÜRK-23.Ağustos.2013

Ölebilirsen öl, Konuşmadan, bakmadan, ağlamadan. Anımızdaki Bulgaristan Slavço için bağırmamak, düşüncelerini açığa vurmamak iradesiydi. Konuşmamak ise, bildiklerini içinde yaşatırken, onlardan güç alma kararlılığıydı. O ağlamak nedir bilmiyordu. Göz bebekleri tamamen kurumuştu. Zaten yüzünü temiz suyla yıkamayalı haftalar olmuştu. Slavço Diçev’in babası, Dimo Diçev,, 1923 anti-faşist ayaklanmasına katılmış, partizanlık yapmış, 9 Eylül 1944’ten sonra da, Bulgar DS (gizli istihbarat örgütü) kurucusu olup, 1944-1945 yıllarında Direktörü, hem de uzun yıllar müsteşarıydı. Başka bir değişle BKP MK Genel Sekreteri ve BHC Devlet Konseyi Başkanı Todor Jivkov zamanında Bulgar devletinin üçüncü değil, ikinci adamıydı. Konumuz, Dimo Diçev’in kendisi değil, oğlu Orgeneral Slavço Diçev’tir. Soyu Trakya’nın en verimli kesimi olan, iri karpuzlarıyla meşhur, etraf Türklerin de onlar hakıkında “iyi yüreklidirler” dediği Lübimets’ti. Ovadan ve kasabanın içinden geçen Meriç ırmağının getirdiği Ege havası bu topraklarda yaşayan insanları hep etkilemiş ve yakınlaştırmıştı. Bu şehirde Müslüman yaşamasa da, yaşayanların doğasında Türklere yakınlık vardı. Slavço on dokuzunda III. Boris’in faşist polislerince bir gece yarısı uyurken yakalandı. Gizli RMS (İşçi Gençlik Birliği) sekreteri olduğunu bilen ge-


28

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

rici rejimin polis ve jandarmaları onu uzun sürse kovaladı. Yakalaması kolay olmasa da, gece karanlığında yeni bağlanmış mısır demetlerinin arasına gömülmüşken nasıl ele geçtiğini sonra yıllarca düşünecekti. Aylarca polis mahzeninde, 24 saat ışıksız zindanda, aç susuz ve kir pas içinde kalan, tartaklanan, dövülen ve yara bereleri savmayan Slavço bir gün elleri kolları bağlı tren garına götürüldü. Bir yük vagonuna itildi. Bu onun için son garı olmayan bir yolculuktu. Sallana sallana giden yük vagon ununda 35 gün kaldı. Bir katardan boşandırılan vagon sanki bir ara istasyonda unutulur, sonra yine aynı tıkırtılarla başka bir trene bağlanıp, düdükler çalınınca çekilirdi. İstasyonlarda beklemenin saati, gecesi, gündüzü yoktu, ne zaman akıllarına gelirse kapı aralanır ve içeri birkaç ekmek, soğan, salatalık ve bir teneke su verilirdi. 19’unda olmasına rağmen, bir deri kemik kalmış, yürüyebilecek durumda değildir. Bir gün tren durdu. Düdükler çok uzun çaldı, kapı açıldı ve o vagondan beyaz çakılların üzerine çekildi. Jandarmaların küfür ve tekmeleriyle bir eski kamyona bindi. Tozlu Deliorman yollarında tüm hünerlerini gösteren bu kamyon eskisiyle Kubrat’ın Sevar köyü ’nün gölbaşına vardığında, ördek ve kazları vakvaklattı, köpekler havladı, elleri değnekli köylü Türk kadınların kış kışları arasında, toz duman içinde stop etti. Toplanan köy erkekleri bir iskeleti andıran, pislik ve ahırlardan gelenlerin bile burun direğini kıran dayanılmaz kokusuna aldırmadan, burun kıvırmadan, sanki çok pahalı bir kristal vazo indirirmiş gibi sürgünü aşağı aldılar. Büyük cevizin gölgesine oturttular. Sonra da, süngülü silahları sırtlarında asılı jandarmalara dönüp, “Efendiler Hoş geldiniz!” dediler. Cevap olarak “Yusuf’un Ahmet hanginizdi?” sorusu geldi. İmzalar alındı, evraklar muhtara verildi. Jandarmalar kamyonla yola devam etti. Artık evraklardan adını öğrendikleri Slavço’yu (Şanlıyı) iki tekerlekli bir çöp arabasına bindirip köyün öte ucundaki Ahmet’in geniş ve gölgeli avlusuna indirirken, “Gözünüz aydın! Sizin kısmetiniz de geldi.” sözleriyle hane sahibiyle şakalaşıp işe koyuldular. Köyde daha önce getirilen politik mahkûmlar da vardı. Karşılamaya onlar gelmediler. Getirilenlerin sıhhi ve temizlik durumları, üzerlerindeki pislik arınmadan, pire sirke kökten temizlenmeden yapılacak herhangi bir şey olmadığından, hemen ocak yaktılar, büyük kazanda su kaynatmaya başladılar, davar yağından dökülmüş sabunlarından iki kalıp istediler. Berber Ali tıraş düzenleriyle geldi. Aylarca sırtı su görmemiş Slavço’yu bir kütük üstüne oturtup sabunladılar. Bu genç sürgünün sırtından çıkan kirin ne kadar olduğunu anlatmak uzun sürer. Kirle kokular da dağılıp değişti. İyice


Makale ve Analizler - 2013

29

sabunladıktan sonra iş berber Ali’nin eline düştü. O da ayakucundan girdi ve kafasındaki son tele kadar kesip attı. Sonra sıra yeni ikinci kez sabunlayıcılara geçti. Bu arada berber Ali usturayı bir daha biledi. Slavço’nun derisini kanatmadan işini bitirdi. Şiş kesecilere geldiğinde şakalaşmalar başladı: “Ali bu adamda bir damla kan yok mu ne, nasıl olur, çizdirmeden bitirdin, öncekinin suratını kırmızı boyamıştın, kellesini kestin sandık, ama bu defa iyice ustalaşmışsın maşallah,” diyenler berbere laf atıyordu. Kesecilerden sonra ılık suyla durulanan Slavço da göz açtı. Ayna getirdiler, baktı, kendini tanıyamadı. 6 aydan beri aynada kendini görmemişti. Tertemiz olmuştu ve ak pak don gömlek aba potur, kuşak ve yelek getirdiler, giydi... yüzü gülmüştü. Slavço, Yusuf’un Ahmetlerde 2 yıldan fazla kaldı. Kendini sevdirdi. Dürüst ve tebessümlü olması temas kurmasında yardımcı oldu. Koyun kuzu ardında, tarlada ahırda yardımcı işleri görürken biraz biraz Türkçeyi de söktü, derken sofraya dahil edildi, hiç aç kalmadı, meyve ve sebze bahçesinden de gönlüne göre koparıyordu.... Sevar’daki öteki Bulgar politik sürgünler onu kıskanmışlardı. 9 Eylül 1944’ten sonra politik sürgünler kaldıkları evlerin halkıyla vedalaşırken, Svaço Diçev artık 21’indeydi, boylu poslu endamlı, hafiften kumral ve dalgalı saçlarıyla ergen güzeli, dayanamadı, ağlamaya başladı. Ev sahiplerini sevmişti, misafirperverliğin böylesi için Bulgar dilinde söz yoktu, göz bebekleri hepten boşandı, hiç konuşmadan ağlamaya devam etti. “İstersen kal, biz seni everelim, komşumuz olursun.” dediler ama Slavço artık hürriyet torbasını sırtlamış, gözü tozlu yoldaydı. Yakın geçmişte ölüm haberini gazetede okudum. Bizden ayrıldıktan sonra Prag’a askeri akademiye gönderilmiş ve Bulgar Halk Ordusu’nda Orgeneralliğe kadar yükselmişti. Bulgar Silahlı Kuvvetleri’nde Türk asker olmadığından onun bize karşı mayalanan saygı ve sevgisinin değişip değişmediğini izleyebilme olanaklarımız kısıtlı kaldı. Ne ki, 1984’te Yusuf’un Ahmetlerin torunu Fatma kız, Sevar köyünü de içine alan, Kubrat Belediyesi Tarım Sanayi Kompleksi (APK) inek fermasında çalışırken, sabah sabah çayıra saldığı sığırların ardından ahırı küremeye koyuldu. Havalandırmaya açtığı geniş kapıdan, kendini hiç fark ettirmeden giren bir üniformalı milis “adını değiştirmekten kaçıp ahıra saklandın ha” sözleriyle genç kıza çullanmaya hazırlanırken, elindeki küreği var gücüyle savuran Fatma silahlı milisi yere serdi, olandan korktu, elliyle ağızını kapadı, milisin öteki dünya yolculuğunun nasıl başladığını dehşetle izledi.


30

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Hepimiz için o çok acılı olan zamanda Fatma’nın duruşmasında savcının yüzüne karşı bağırdığı hakaretleri anımsatmaya gerek olmadığı görüşündeyim. Sliven Kadın koğuşuna düştü. Elinde bağlaması derdini vuramadan söylemeye döktü ama gam bitmiyordu. Bir gün kadın gardiyanlardan en kilolu olanı başı ucuna geldi ve “Gel!” dedi. Müdürün odasına çıkardılar. Girmezden önce sarı saçlarını lastikle bağlattılar, sırtına yeni elbise verdiler. İçeri girdiğinde karşısında Bulgar Halk Ordusu Orgenerali Slavço Dikov duruyordu. Fatma ne diyeceğini şaşırdı. General yumuşak ve hürmetli bir sesle: “Nasılsın?” diye sordu. Fatma’nın cevabı: “Sağolun, sürünüyoruz işte...” oldu. Slavço, Yusuf’un Ahmet’in yani Fatma’nın babasının sofrasında yediği ekmeği unutamamıştı, ama Fatma’yı cezaevinden kurtarmaya da gücü yetmedi.

Ahiretten borçlu gidilmez

Dr. Nedim Birinci-25.Ağustos.2013

Balkan insanı sağlıklıdır demek isteyenler “Dağlarda adam, ovalarda kabak” yetişir demişler. Dağlar, sinir hastalıkları, ruhsal bozukluklar, vurgunduymazlık, psişik kaymaları, akıl kayması gibi ağır rahatsızlıkların tedavisinde aranan şifa merkezleridir. Bu tedaviler sanatoryumlarda yapılır. Dünya klasiklerinden T. Mann, Nobel ödüllü “Dağın Sırrı” romanında Avrupa’da keçileri kaçıranların Alp Dağları şifa yuvalarında hayatını enine boyuna anlatır. Tabii 700 sayfalık eserde aylarca yıllarca süren tedaviden kimin şifa bulduğu pek anlaşılmaz. İnsan ruhundaki kıpırdamanın, ayar dingilinin laçkalaşmasının halk arasındaki adı deliliktir. Bu, aslında insanın normal durumunun değişerek bozulması, yeme, içmeden kesilme, uyuma, dinlenme rejiminde karışıklık, ne gece ne gündüz gözüne uyku girmemesi, daha önce gördüğü kişileri artık görmek istememesi, sevdiği yemeklerden tatmak bile istememesi, önceleri yapmadığı el kol hareketleriyle kendini anlatmaya çalışması, bağırıp çağırma gibi belirtilerle ortaya çıkar. Delilik durumunun teçhizi birden konamasa da, bu kişinin ruhsal çöküş döneminde


Makale ve Analizler - 2013

31

en sık rastlanır. Kişinin işlediği bir büyük suçun farkına varması, planlarının bozulması, iplerinin sökülmesi, suçlarının açıklanması, büyük bir ihanetin acısı, bir tecavüzün vicdan azabı vs. psişik hastalık, akıl kayması nedenleri arasında ilk sırada gelir. Bu olaya doğada da rastlarız. Örneğin şarabın bozulup sirke olması aynı durumdur. Bizde şaraplar bozulduğunda Samakov’un “Leylek Yuvası” (Stırkelovo gnezdo) mağaralarına taşınır, şişeler yatık halde raflara dizilir ve 7 günde bir 180 derece çevrilir. 3 ayda şaraplar düzelir ve eski duruma gelir. Burada başlıca rol oynayan basınçtır. Başka bir örnek: Rakı sirkeleşmez, yıllandıkça yağlanır ehlileşir. Bizde hakiki viski üretilmediğinden yıllanmış viskiler bozulursa iyileştirme imkânımız yoktur. Bizde viski tiryakilerini tedavi merkezimiz de yoktur. Sofya “Kliment Ohridski” Üniversitesi öğretim üyelerinden olup yakın zamana kadar Hak ve Özgürlükler Hareketi fahri Başkanı Ahmet Doğan’ın da politik danışmanlığını yapan Prof. Dr. Lübomir Georgiev Doğan’ın içmekten delirdiğini kamuoyuna duyuran ilk uzmandır. Ahmet Doğan’ın “keçileri kaçırdığını” ve “delirme safhasında akıl hastası olduğunu” sözlü ve yazılı açıklayan bu bilim adamı 2 ay önce susturuldu.Yeni yeni gelen haberde, eski “liderin” hırsını yenemediği, sakinleşmek için Rodop Dağ tepelerinde bulunan “Tsigov Çark” barajına gittiği duyuruluyor. Kuşkusuz herkesin ilk aklına gelen “hırsız olay yerine mutlaka döner” atasözü oldu. Hani Ahmet Doğan Rus ve Batı enerji devlerinin Bulgaristan’ı parçalayıp yutma kavgasında sözde aracılık yaptığı için 1 milyon 250 bin Avroyu kasasına attı ve sonra “bu lokma büyük olmadı mı?” diyenlerle mahkemeye çıkardılar ya. Ona bu para “Sigov Çark” müdürlüğünden baraj uzmanı olarak verilmişti. Tabii delirmiş olan bir kişi aklından geçenleri en iyi o kendisi bilir. Ahmet Doğan her yıl Ağustos ayında özel yatıyla deniz maviliğine açılırdı. Bu yıl karada kaldığına göre, anlaşılan yeni haliyle onu da deniz tutuyor. En yakın dostları parmaklıklar ardına hazırlandığı ve hepsinin Bulgaristan’dan çıkma yasağı olduğu için, yat tayfasız kaldı. Öyle ama denizlerde fıçı içinde yıllanan viski illetinin sebep olduğu “keçileri kaçırma hastalığına” dağ doruğunda tedavi arama çılgınlık sayılmaz mı? Bir başka Atasözümüz “diken battığı yerden çıkar” der. Prof. Dr. L. Georgiev gerçeği söyleyince HÖH MYK’daki danışmanlık görevinden atıldı. Yeni danışmanları Ahmet Doğan’a yanlış tedavi reçetesi yazmış olabilir mi! Ahmet, kendini ölümsüzlerden biri saydığından hastalıklarının gizli tutulmasını istemiş olabilir mi? Bizde artık özel ruh hastalıkları tedavi merkezleri kuruldu. Anlaşılan Ahmet Doğan doğrudan devletin ruh hastalıkları kli-


32

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

niğine başvurmuş ki, avukatı “deli” kliniğinden bir evrak alıp Genç Oktay dava dosyasına kimse görmeden eklemiş. Gazeteler, Ahmet Doğan’ın ciddi “hasta olduğu”na, okuduğunu doğru dürüst algılayamadığına yer veriliyor. Bu durum aslında 8. Kurultaydan beri değişmedi. Son durum bu denli vahim olmasa, Genç Oktay onu kürsüden indirene kadar HÖH Kurultay Raporu yerine “Bulgaristan’ın Enerji Durumu Raporu” okumazdı. Adam artık okuduğunun farkında değil. Delegeler de ona göre tabii, özel seçilmiş, 3.000 kravatlı delege “kuzuların suskunluğu” filmini seyreder gibi, kör kör izleyip, sağır sağır dinliyordu. Genç Oktay yerinden fırlamasa “Enerji Raporunu”, “HÖH Kurultay Raporu” olarak onaylayacaklardı. Başa gelen çekilir, ne yapalım? Fakat bu gerçekleri bizde kimse yaz(a)mıyor yorumla(ya)mıyor. Bulgar mahkemesi yeni duruşmada Genç Oktay’ı 20 yıl içeri atacak ve Ahmet Doğan’a dağ tepelerini dolaşma hürriyeti tanıyacaktır. Oysa içeri girmesi gereken Ahmet’in kendisidir. Kongreyi ve delegeleri uyutarak Bulgar milli istihbaratına “istediğiniz noktaya ulaştım, konuştuğumu anlamıyorlar, hiçbir şey istemiyorlar, hepsi kasaplık tosun gibi maşallah” diyecekti de, Genç Oktay oyunu bozdu. “Biz de bu, sözünü bile etmediğin, kendisinden utandığın ezilen, köle durumuna getirilen zavallı halkın evladıyız, defol kürsüden!” dedi. Neyse, biz Ahmet’e geçmiş olsun, diyelim. Bu adamın kafayı iyice yediğini, engereklerin kabuk değiştirdiği, kayalarda sıcaklarken azdığı ve çok saldırgan olduğu, yeri göğü Ağustos sıcaklarının kavurduğu bir zamanda “Sigov Çark”a çıkması da kanıtlıyor. Bu sıcakta dağ başında ne işi olabilir? Yoksa Ahmet Bey, Oktay’dan, yılandan, yengeçten, kurttan, ayıdan, kartaldan yani hiçbir şeyden korkmadığını göstermek mi istiyor? Olabilir de, işler o hadde dayandıysa insanın bir de kendi vicdanı ile hesaplaşması yok mu? Bu son cenkten nasıl çıkacak? Bu kadar ıstırabın, yalanın, yolsuzluğun, dalaverenin, müzevirliğin, hainliğin hesabını o vermezse, kim verecek! Bu hesap “Zigov Çark” gölünde el yıkamakla görülemez. Biz sağlık görevlileri, kimsenin ölümünün yılan zehrinden, akrep sokmasından, böcek ısırmasından, bozuk yumurtadan olmasını istemeyiz. Hele hele Ahmet Doğan’ın, çünkü o rahmetine, örneğin yosunlu bir taştan kayarak kavuşsa ya da bir yaban keçisi onu ardından iterek öbür dünyaya gönderse, gerçekten çok ama çok yazık, kötü olur. Adam öldü, olay bitti, he-


Makale ve Analizler - 2013

33

sap kapandı. İmamın geleneksel “merhum nasıl bir insandı?” sorusuna cevaplar hep bir ağızdan ve aynıdır - “iyi”. Ve böylece 30 yıllık ajan ve ihanet dosyası ebediyen kapanır, öyle mi bitecek bu oyun, çünkü ölülerden hesap sorulmaz. Bizim A. Doğanla görülecek hesabımız var. Yok, öyle yağma “taştan düştü”, “engerek ısırdı”, “barajda boğuldu”, “gelin ulusal matem ilan edelim”, “anıtını dikelim”, “çelenk örelim” ve buna benzer saçmalıklarla milleti aldatamazsınız. Kendine kıysa, onu zehirleseler bile çok yazık olur, çünkü Bulgaristan Türk halkı, Pomak kardeşlerimiz ve tüm Müslümanlarımız DC ve KGB ajanı Ahmet Doğan’la hesaplaşmaya hazırlanıyor. Bu fatura er veya geç kesilecektir ve ödetilecektir. “Türke kefen biçenin ölümü korkunç olur” atasözünü de hatırlatmış olalım. Ahmet Doğanı delirtenler ve yok etmek isteyenler onun malına mülküne, mirasına konmak isteyenlerdir. Dostların ölümü birbirine benzer. Onun en yakın dostu olan Multi Grup Başkanı İliya Pavlov tek kör kurşunla öldürüldü. Ve nerede şimdi Multi Grub milyarları, senin benim Aktsiyalarımı (Tazminat Bonoları -Özelleştirmede Halka düşen katılım payı) alınan şeker fabrikaları.... Hepsinin altından girip üstünden çıktılar. Bulagaristan’da bu talancıların Türk-Müslüman halkının payını alan da Ahmet Doğan’ın ta kendisidir. Sözümüz HÖH Başkanı Lütfü Mestan’adır. Ahmet Doğan delirdiğine göre, hemen özel bir MYK toplantısı yapması ve onu tüm görevlerinden serbest bırakılmalıdır, tüm görevlerden elini çektirmeleridir. HÖH adına konuşması ve işlevde bulunması yasaklanmalıdır. Ardından bir Kurultay toplayıp partinin 23 yıllık malının mülkünün Ahmet’in üstünden bir tüzel kişi olan partinin üstüne, Ahmet’in şahsi hesaplarındaki tüm parti paralarının parti hesaplarına, aldığı gayrı menkulleri, sarayları, Mercedesleri, yatları, dağda ve denizdeki tüm villaları, daireleri ve öteki değişmez tesisleri, hemen parti mülkü haline getirmelisiniz. Bunu yap(a)mazsanız yarın hesabı sizden sorulur. Bugün artık 23 yıldan beri HÖH partisine oy verenler ajan tayfasıyla kesin hesaplaşmak istiyor. Başımıza örülen zehirli örümcek ağını sökmede kararlıyız. İğrenç Doğan pisliğinden arınmak, yarınlarımızı apaçık görebilmemizin başta gelen ilk şartıdır. Onun aracılıyla ayağımıza dolanan ve hepimizi modern köle durumuna getiren DC ve KGB hesapları suya düşürülecek ve bundan öte sökmeyecektir. İnsanımız artık gözünü açtı, uyandı ayaklandı ayaklanacak. Hesaplaşmak istiyor. Aldatılmış olmanın acısı ağır, yüreğimiz acıyor. Ödevimiz, Genel Sekreterimiz Deniz hanımın altını çizdiği gibi “suyunun su-


34

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

yunu çıkarmaktır.” Bir de şu öteden beri kendine acıtma, mağduriyet havası yaratma, hastalandım, delirdim gibi dalaverelerin zamanı geçti. Delirdinse deliliğini bil, git deli hastanesinde yat. Deli adamın dağ başında ne işi olur? Vazgeç şu dalaverelerden “şu kadar para vermezseniz baraj duvarı çatlayacak ve su altında kalacaksınız” diyormuşsun. Çok işittik bu palavralarını. Biz iskambil kâğıdı değiliz. Dağlarda yılan vardır, koru kendini, hele şimdi hesap göreceğiz. Ahrette borçlu gidilmez, gidilemez. Ettiklerinin hesabını vereceksin...

Türk Genç Yazarları Bakü’de Buluştu

Rafet ULUTÜRK

Dünya Türk Genç Yazarları Türk Dünyasının Şah Damarı Bakü’de “Geldik Gördük, Yazdık” adlı proje çerçevesinde bir araya geldilerBakü’de Dünya Türk Genç Yazarlar Birliği (DTGYB) Azerbaycan Cumhuriyeti Gençlik ve Spor Bakanlığı yanında Gençlik Fonu ve Avrasya Uluslararası Araştırmalar Enstitüsünün de desteği ile hayata geçirdiği, “Geldik, Gördük, Yazdık” Projesi kapsamında bir araya geldiler. Türk Dünyası’nın her yerinden katılan Türk yazarlar kendi aralarında kültürel yakınlaşma, bütünleşme ve işbirliği yapmak, geliştirmek ve pekiştirmek amaçlı “Geldik Gördük, Yazdık” adlı projenin 05 - 11 Kasım 2012 tarihleri arasında Azerbaycan’ın Bakü kentinde temelleri atıldı. Burada asıl amaç Azerbaycan halkının sıkıntılarını, haklı oldukları Dağlık Karabağ sorununu ilk önce Azerbaycan dışında yaşayan Türklere ve ardından tüm acı gerçekliği ile dünya gündemine taşımaktır. Bu proje adına, Balkanlar’dan Altaylar’a; Türkmenistan’dan Sibirya’ya; Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar, Türklerin yaşadığı her coğrafyadan gelen Türk Genç Yazarları bir araya geldiler. “Dilde, Fikirde ve İşte Birlik” şiarını hayata geçirmek için 12 devletten 18 delege bu toplantıya iştirak etti. Azerbaycan devleti dünya standartlarında Ben de İstanbul Atatürk havaalanından AZEL hava yolları ile yola çıktım. Azerbaycan uçakları da kalite ve hizmet hususunda Türk Hava Yolları’na eriştiklerini gördüm. Teknolojinin son ürünleri kullanıldığına tanık oldum ve çok memnun kaldım. Ayni zamanda burada Azerbaycan devletinin dünya standartlarına ayak uydurduğunu görüyorsunuz. Hosteslerde çok saygılı ve bilgilendiriciydiler, bu kısa za-


Makale ve Analizler - 2013

35

manda eskiden neredeyse hiçbir iz kalmamış. Yani dünyaya ayak uydurmada Azerbaycanlı kardeşlerimizi zirveye çıktıklarını görebilirsiniz. Uçak yolculuğunda bulutların üzerine o yüksekliğe çıktığında bulutlar kendi esrarlı yerini kaybetmeye başlarlar. Ulaşılmaz olmalarından kaynaklanan bir hayranlığımız vardır bulutlara karşı fakat şimdi bulutların üzerinde dans etmiş bir şövalye olarak, bulutların öyle insandan daha yüce bir şeyler olmadığı hissine kapılıyor insan. Ayrıca kuşlarında istediği yöne uçabilmelerinden başka, uçağa binen insanlardan daha hür olduklarına inanmazsınız artık. Uçaktan inseniz de hürriyet bıçakla kesilir gibi kesilmez, tekrar havalanacağını bilmek teselli ediyor insanı. Ama her şeye rağmen yine de uçaktan inmek her şey için yeni bir başlangıçtır. Dilerim her uçağa binişim de bu başlangıçların iyi meyveleri ile sonuçlanmış olur. Azerbaycan Devleti nereden nereye geldiği net olarak görünmektedir. İlk-1, 2 ve son 3 numarada Türk denizine niçin göl dediklerini düşündüm?... Uçaktan Azerbaycan Haydar Aliyev Hava Limanı’na indik bizleri kapıda Azerbaycanlı kardeşlerimiz hep bilinen o güler yüzleri ile karşıladılar. Aramızda o sıcak kucaklaşmalardan sonra İlgar kardeşimiz bizi kendi özel arabası ile kalacağımız yere doğru yola çıktık. Bizleri Bakü merkeze yakın “Modern” otele götürdüler. Burada da bizleri Ekber Goşalı Başka-


36

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

nımız ve ekibi samimi bir şekilde karşıladılar, hepimizle ayrı ayrı ilgilendiler ve odalarımıza kadar götürüp yerleştirdiler. Bakü’de otel çok güzeldi, balkona çıktım Hazar Denizi görünüyordu, birden geçmişe döndüm ve bu Türk denizine niçin göl dediklerini derin derin düşündüm?...Bakü’de güneş her gün genç olanlar ve de yüreği genç kalanlar için bambaşka doğar.Burada aramızda bir de İbad Hüseynov Gazimiz vardı, yanında da bir Albay kendisi gazimizin komutanıymış meğer. Albay anlatıyordu: “Biz ilk Kurultayda Türkiye’de 1993 yılında Özbek, Kırgız, Kazak, Azerbaycanlı, Türkmenlerin kardeş olduğunu orada öğrendim, hatta baya şaşırmış idim bu nasıl olur diye. Amma bu gün artık hepimiz bunu öğrendik, işte şimdiden sonra da aramızda kaynaşmayı da sağladıktan sonra artık büyük işler yapmaya başlayacağız” dedi. Gazimizin filmini seyrettik nasıl Ermeniler ile savaşmış. Yemekten sonra Gazimiz ile birlikte toptan hatıra fotoğrafı çektirdik. Güneş her gün genç olanlar ve de yüreği genç kalanlar için bambaşka doğar. Güneş ondan nasiplenmeyi bilenler için sonsuz bir güç kaynağıdır. Güneşin doğması yorgunlukların kader defterine devredilmesi demektir. Burada Türk Genç Yazarları da bu şekilde Hazar denizinin kıyısında her sabah güneşi karşılarlardı.Kahvaltıda akşam görüşemediğimiz arkadaşlarımızla kucaklaştık, yeni arkadaşlar ile tanıştık, önceden yapılan programda ufak bir değişiklikten sonra bu gün Azerbaycan’ın bağımsızlık savaşında şehit düşen kahramanlarının ziyareti ile başladık. Azerbaycan’ın Ölümsüz Şehitlerini Ziyaret Azerbaycan Milli Meclisi Milletvekili Ganire Paşayeva’nın ev sahipliğinde Azerbaycan’ın ölümsüz lideri merhum Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev’in mezarını, Şehitler Hiyabanı’nı ve Bakü Türk Şehitliği’ni ziyaret ettik. Şehitliğe girer girmez yamur çilemeye başladı, bu damlalar şehitlerimizin gözyaşlarıydı sanki çok etkilendik. Türk Dünyasından gelen tüm yazarlar şehitliklere hep birlikte çiçek ve çelenk koydular. Ardından Zarife Aliyeva, Fahri Hıyaban’a geçerek, gazetecilerden Çingiz Mustafayev, Salatın Esgerova, Şair Ali Riza Ulutürk ve Ali Mustafayev ile birlikte bir de burada Bulgaristan Türkü de Balkanlardan da şehitlerin olduğunu gördüm burada Türk şehitliğinde ve diğer kahramanları da ziyaret ederek dualar okundu. Şehitlik ziyaretinde basına açıklama yapan Azerbaycan Uluslararası Avrasya Enstitüsü Başkanı Sn.Ganire Paşayeva, “Karabağ sorununun çözümünde ve bu sorunun tüm dünyaya duyurulmasında ortak hareket etmeliyiz, 18 ülke ve topluluktan katılanlar, Azerbaycan’ın gerçekliklerini yakından tanıyacaklarını” söyledi. Karabağ


Makale ve Analizler - 2013

37

ve Hocalı soykırımının Türk Dünyası’nın ortak problemi olduğunu vurgulayan Paşayeva, bu sorunların çözümünde ve Hocalı soykırımının dünyaya tanıtılmasında ortak hareket edilmesi gerektiğinin üzerini çizerek “Burada yatan tüm şehitler Türk Dünyasının şehitleridir” diye belirtti. Karabağ-Türk Dünyası’nın Ortak ProblemiUluslararası konferans; Azerbaycan’ın Atatürk merkezinde düzenlenen “Karabağ-Türk Dünyası’nın Ortak Problemi” Uluslararası Konferansı ile görevimize başladık. Azerbaycan’da Atatürk Merkezi, TİKA, TÜSİAB, Avrasya Uluslararası Araştırmalar Enstitüsü SB, Azerbaycan Cumhuriyeti Gençliğe Yardım Fonu, ATHEM ile ortaklık içinde 18 Türk Devlet ve Topluluğundan (Türkiye, Türkmenistan, Bulgaristan, Romanya, Makedonya, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Gagauz yeri-Moldova, Başkurdistan-RF, Kırım-Ukrayna, Kerkük -Irak) 18 genç yazar ve gazeteci Azerbaycan’da bir araya geldiler. Açılışa Azerbaycan Milletvekili Sayın Ganira Paşayeva, konuşmasında; “Bu gün Türk Dünyası’nın her yerinden yazarların Bakü’ye gelmesi ve Azerbaycan Türklerine sahip çıkmanızdan dolayı sizleri kutluyorum. Sizlere Azerbaycan topraklarına hoş geldiniz sefalar getirdiniz” dedi. Devam etti, “Türk Dünyası’ndan gelen yazarların yeni bir bin yılın başında Azerbaycan’da toplanması çok anlamlıdır. Biz Türkler - dostluk ve sevgi hareketiyiz. Bizler tarih boyunca kendi kültürümüzün kıymetini pek bilmedik. Şimdi Türk ülkeleri istiklallerine kavuşuyor. İstiklalin korunması milli ve manevi güçlerin kuvvetlenmesine bağlıdır. Amacı Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ Problemi’nin Türk Dünyası’nın ortak problemi haline getirmek ve buraya gelen yazarların dili ile dünya kamuoyuna duyurmak olan bu toplantı, eminim ki, büyük sonuçlar doğuracak ve haklı Karabağ meselemizi Türklerin gözlemleriyle dünyaya yansıtılacaktır. Çünkü dünya artık içinde Türk’ün olduğu meseleler olunca önyargılı ve taraflı bir tavırla gerçekleri göz ardı etmekte ve haklı olan davalarını dünya görmezlikten gelmektedir.


38

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İşte değerli gençler bu gün Türk Birliği’ne ne kadar ihtiyaç olduğunu bir kez daha ortaya çıkmıştır.” dedi. Ardından Dünya Türk Genç Yazarlar Birliği Başkanı Ekber Goşalı ise, “Geldim, Gördüm, Yazdım” adlı bir proje kapsamında düzenlediklerini, misafir yazar ve gazetecilerin ülkelerine döndükten sonra Karabağ konusunda kaleme alacakları yazıların kitapta toplanacağını ifade etti. Toplantıda Dünya Türk Genç Yazarlar Birliği (DTGYB) Başkanı Ekber Goşalı, Türkiye Cumhuriyeti BaküBüyük elçiliği Kültür Müşaviri Seyit Ahmet Arslan, KKTC Bakü Temsilcisi Sadettin Topukçu, TUSİAB Başkanı Murat Bakır, Türk Cumhuriyetleri ve topluluklarından Türkiye, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Gagauz Yeri (Moldova) Bulgaristan, Romanya, Kırım, Makedonya ve Irak’tan gelen temsilciler birer konuşma yaptılar. Konuşmacılar Türk Dünyası Birliği konusunda, Karabağ gerçeklerinin dünya kamuoyuna duyurmak için yapılan ve yapılması gerekenler hakkında düşüncelerini belirtiler. Türk Dünyası’nın her köşesinden gelen yazarlar konuşmalarını genel olarak eğitim, ekonomi, kültür, siyaset ve gelecekleri üzerine yaptılar. Bu konuşmaları dinlerken bazen gözlerimiz doldu, bazen sevindik, bazen de göğsümüz kabardı. Bizler bu konuşmaların hepsini Türk Dünyası’nın umutlu geleceğine uzanan eller olarak görmekteyiz ve hepimiz öyle görmeliyiz. Şahsen bu toplantılarda Dünya Türkleri’nin durumu hakkında çok şeyler bilmediğimizi öğrendim. “İnsanlar için öğrenmenin başı olan, sonu olmayan bir uğraş” olduğunu bir kez daha idrak ettik. Bulgaristan Türklerinin mensubu olarak ben de Azerbaycanlı kardeşlerimize destek vermek için katıldığım toplantıda özetle aşağıdaki konuları vurguladım:


Makale ve Analizler - 2013

39

Rafet ULUTÜRK’ün konuşması; Türk Dünyasının Şah Damarı olan Azerbaycan Türklerine Bulgaristan’ın Kocabalkan, Rodop, Dağlarından ve Deliorman ovasından kucak dolusu selamlar getirdim. “Biz Türkler, devletsiz yaşamadık, yaşayamayız ve dünya devlet kurmayı bizlerden öğrenmiştir, ancak artık Türk gibi başlayıp Türk gibi bitir dedirtmeliyiz. Artık gerçek ve doğru tarihi anlatmak lazım, binlerce film yaparak, on binlerce dizi üreterek Türk tarihini dünyaya göstermemiz lazım. Her şey sabır işidir, benim Türk gençlerine üç tavsiyem olacak: 1. Hayallerinizin sonu olmayacak 2. Ağır şartlar karşısında düşüp yıkılmayacak 3. İnanç ve dava adına savaşırken kesinlikle mükâfat beklemeyeceksiniz. Bedenleri ruhlara galebe çalanlar, asla büyük işler başaramazlar, ruhlar bedenlere galebe çalmalı. Birde şahsınıza yapılan zulmü affedin ki zalim olmayasın. Fakat Devletinize veya Milletinize yapılan zulmü hiç bir zaman asla ve asla affetmeyiniz. Muhtaç olduğunuz kudret damarlarınızdaki asil kanda mevcuttur. Ayrıca buradan 2 önerim olacak; 1. Artık Türk Dünyası’nın bir takvimini yapmalıyız, bu da Türk Dünyası’nın önemli olaylarının sıralandığı ve belirli tarihlerde anma törenlerini anımsatacak bir takvim 2. 1950-60 yılları arasında komünizmi yaymak üzere Komünist Rusya tarafından Bulgaristan’a Azerbaycanlı öğretmenler gönderilmiş, fakat kısa sürede bunların Türkçülük yaptığının ve yaydığının farkına varınca apar topar rejim tarafından geri gönderilmişlerdir. İşte bu gün Bulgaristan’da Türkçülüğe hizmet eden bu öğretmenlerimizden hala sağ olanları araştırıp bulalım ve Bulgaristan’da sağ olanlarla tekrar buluşturalım. Gerek Bulgaristan’da gerek Azerbaycan’da bir araya getirelim, böylece Azerbaycan Türkü ile Bulgaristan Türkü’nün kaynaşmasında büyük bir adım atılmış olacaktır. Karabağ ve Hocalı soykırımının sadece Azerbaycan’ın problemi değildir bu artık tüm Türk Dünyasının ortak problemidir. Burada gördüklerimizi tüm Türk Dünyası’na kendi bölgelerimize ulaştıracağız. 200 yıldır bizim gözlerimizi kapatan Rusya artık başarılı olamayacaktır, bu dönemin sonuna gelindi. Artık Dünyada yeni bir güç oluşuyor ve bu gücün fikri desteği ve kuruculuğu bize hepimize görev yüklemektedir. Bu güç Türk Dünyası olacak, bu gücün bu günkü güçlerden farkı adaleti kendi çıkarına göre değil, çıkar-


40

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

larını adalete göre ayarlamasıdır. Bizler Türk Yazarları şunu çok iyi biliyoruz ki, “Bir Kalem, Bin Silahtan Üstündür” bunu çok kısa zamanda herkes kavrayacaktır. Buradan tüm Türk Dünyası’nın analarına sesleniyorum; “Çocuklarınızı yetiştirirken onları Dünyayı yönetebilecek bilgi, beceri, birikim ve ahlakla donatarak yetiştiriniz. Biz bu ağır işin altından kalkamasak da, sizin büyüttüğünüz gelecek kuşaklar bu ağır yükü bulunması gerektiği olan yüksekliklere rahatlıkla taşıyacaklardır. Türk Birliğine Dünyanın ihtiyacı vardır; bunu herkes idrak etmeli, dünyada kim adaletin hâkim olmasını isterse, bu birliğe destek olup sahip çıkmalıdır.” Son olarak da işgal altındaki Dağlık Karabağ, sadece Azerbaycan Türkleri’nin sorunu değil, bu sorun tün Türk Dünyası’nın hatta insanlığın sorunudur” diyerek sözünü bitirdi. Hayaller Beyaz Kâğıtlara Döküldü Buraya Türk Dünyası’ndan gelen yazarlar, genç beyinler geleceğe dair beklentilerinde ne varsa onları masaya koydular, ideallerini hayallerini bembeyaz kâğıtlar üzerine yazdılar. Bu hayallerin bizden sonra gelecek nesillerin gerçekler olacağının bilincindedirler. Buradan çıkan sonuç Karabağ, sadece Azerbaycan’ın sorunu değil. Karabağ bütün Türk Dünyasının sorunu olduğu ortaya çıkmış oldu. Bir ülkü için bir ülke için kalplerinde aynı şeyleri geçirenler bir aradaydılar. Lütfen Dünyaya Gerçekleri Duyuralım tüm bu gerçekler ortadayken bu organizasyonun amacına uygun olarak okuyanlardan ricamız, Dağlık Karabağ probleminin dünyaca tanınması ve netice alınması için elinizden gelen katkıyı yapmanızdır. Lütfen gerçekleri dünyaya duyuralım bir birimize yardımcı olalım. Bakü’nün en başarılı öğrencileri Türk okulunda. Bu gün 7 Kasım günü Azerbaycan Devlet Üniversitesinde “Geçmişten Günümüze AzerbaycanTürkiye’de Vakıflar” Uluslararası konferansa katıldık. Öğle yemeğinde Bakü’de bulunan Özel Türk okulunda bizleri misafir ettiler. Okulu gezdik ve gördük ki, bu okulda akıllı tahtalardan başlayarak her tür son teknoloji kullanılmış. Burada yok yok tüm odalarda kamera, müdür istediği dersi anında dinleyebiliyor. Bir problem yaşandığında velilere kim haklı, kim haksız anında olay izletiliyor. Bakü’nün en başarılı öğrencileri bu okulda olduğunu öğrendik ve çok mutlu olduk. Kız Kalesi (Kız Galası) Ardından Bakü şehrini gezmeye başladık ve ilk olarak Kız Kalesi’ni (Kız Galası) ziyaret ettik. Kız Galası’na gittiğimizde ise buradan Bakü’nün


Makale ve Analizler - 2013

41

büyüleyici manzarasını izledik, anlattıklarına göre aynı yere eskiden savaş esnasında kadın ve çocukları saklıyorlarmış. İçinde kuyu var su için, her katta ufak ufak odalar var, her odada da ufak pencereler var. Kız Galası Hazar’ın hemen yanında bulunmaktadır. Buraya düşman hiç bir zaman girememiş ve hiç bir yerinde de değişiklik veya yıkılma olmamış, bundan dolayı da burası hiç değişmediğinden bu yeri bakire bir kıza benzetiyorlar. Kız Kalesi Bakü’nün, aynı zamanda Abşeron’un en muhteşem ve gizemli mimarlık abidesidir. Kale eski kale duvarlarının (İçeri Şehir) güney doğusunda, Deniz kenarı Park’ın (Bulvar) yakınında yerleşmektedir. Yüksek kule şeklindeki bu nadir abidenin birçok tarihi ve mimari sırrı henüz açığa kavuşturulamamıştır. Yüksekliği 28 m, birinci katın çapı 16,5m’dir. Birinci katta duvarın kalınlığı 5 m.’ye ulaşır. Kalenin iç kısmı 8 kata ayrılmıştır. Her kat yonma taşlarla yapılmış, kümbet şekilli tavanla örtülmüştür. Kale 1964 yılında müze olarak faaliyete başlamış, 2000 yılında UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası Listesi’ne alınmıştır. Azerbaycan’ın simgelerinden biri olan Kız Kalesi Azerbaycan parası üzerinde defalarca tasvir edilmiştir. Ardından sahil boyunda dolaştık, burada bulunan kafeteryalarda kahve ve çay içtik. Türk Dünyası Yazarları Adına Verilen Yemek Burada yemeği Azerbaycan Milletvekili Sn.Ganira Paşaeva Turan Restoranda verdi. Restoranın sahibi Azerbaycan halkının sevdiği Azerbaycan Gazisi’ymiş. Onunla tanıştık sohbet ettik. Bu gecede de Türk Dünyası’nın problemleri konuşuldu ve herkes kendi problemlerini dile getirdi. Ayrıca bazılarının da çözüm önerilerini ortaya koydular. Sonunda bu anlamlı buluşmanın anısına Milletvekilimize hediyeler verildi. Ermeni ve Rus Mezalimini Yerinde Gördük Yollar çok güzel üç şeritli tek yöne doğru hızla ilerliyorduk, Rusya zamanından eser yoktu. Yolda giderken genel tarihi bilgiler verildi. Bakü, Ermeni değil Rus İşgalinden Kurtuldu dediler. Azerbaycan’da bu işgalin ve tecavüzlerin sonucunu bazı rakamsal değerler ile verildi: Bu işgal sonucu bir milyon yüz bin kişi göç etmek zorunda kalmış. 20 bine yakın insan katledilmiştir, 50 bin insan sakat kalmıştır. 5 bin insandan bugün halen haber alınamamaktadır. Bu işin insani boyutu da var veya olması gerekmez mi, nerede insan hakları?


42

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Birde bunun ekonomik ve sosyal boyutu vardır. Maddi boyuta detaylı girerek vaktinizi almak istemem ama o günkü değeri ile bu zulmün Azerbaycan`a maliyeti 60 milyar dolardır. 21. yılına girdiğimiz bu trajedinin ekonomik, sosyal, insani boyutunu tahmin etmek herhalde zor olmasa gerek. İşte bu zor dönemlerde Azerbaycan hem bağımsızlığını korumaya çalışıyor, hem de toprakları işgal olmuş, mecburi göçe zorlanan insanlara bakmak, doyurmak, okutmak, sağlığını korumak için çaba sarf ediyordu. Dolayısıyla Ermeni işgaline maruz kalan toprakların yeniden ülkenin kontrolüne geçmesi sağlanmalı ve 21 yıldır işgal edilmiş haklarının tazminat hakkını istemelidir bu konuda da tüm Türk Dünyası bu haklı davasında Azerbaycan’ın yanında olmalıdır. Kısa bir Tarih; 15 Eylül 1918 tarihinde Azerbaycan’da Mehmet Emin Resulzade tarafından kurulan Milli Azerbaycan Cumhuriyeti’nin varlığını kabul edemeyen Kızıl ordu güdümündeki Ermeni çeteleri Bakü olmak üzere Karabağ bölgesini tedrici olarak işgal etmişlerdi. Bu işgal ve katliamlar karşısında sıkıntı yasayan kardeş Azerbaycan Cumhuriyeti yöneticileri Osmanlı yönetiminden acil yârdim talebinde bulunur. Osmanlı yönetimi aldığı kararla, Genel Kurmay Başkan Vekili Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa komutasındaki Türk İslam Ordusunun Azerbaycan’a gönderir. Nuri Pasa komutasında ki Türk Ordusu 15 Eylül 1918 tarihinde kardeş Azerbaycan’a girer. İşgalci güçlerle yapılan çatışmalar sonrası, Agsu, Göyçay, Kürdemir ve Samahi gibi bölgeler kurtarılır. İki aylık süren çatışmalar ve ilerlemelerle Ağustos başında Türkİslam ordusu Bakü’ye girmeyi başarır ve Bakü düşman işgalinden kurtarılır. Azerbaycan Halkına Yapılan Soykırımlar; Ermenileri kullanarak Ruslar tarafından Azerbaycan halkına karşı yapılan soykırımları: 1) 31 Mart 1918 soykırımı- resmi düzeyde Azerbaycan Türklerinin soykırım günü olarak anılır. 2) 20 Ocak 1990 Bakü katliamı - Sovyet tankları Bakü’de yüzlerce Azerbaycanlıyı katletmiştir. 3) 26 Şubat 1992 Hocalı soykırımı - Bu acımasız ve amansız soykırım, insanlık tarihine en korkunç toplu terör eylemlerinden biri olarak geçmiştir. Hocalı trajedisi, yaklaşık iki yüz yıl boyunca Ermeni şoven-milliyetçileri tarafından Azerbaycanlıya karşı uygulanan etnik temizlik ve soykırım politikasının devamı ve en kanlı sayfasıdır. Soykırım politikasının ve icraatının ağır sonuçları iki milyon kadar Azerbaycanlının kaderini şu veya bu şekilde etkilemiştir.


Makale ve Analizler - 2013

43

4) 1994 Mayıs’ında zorlukla varılan ateşkese rağmen 17 yıldır 75 kilometrelik Azerbaycan – Ermenistan sınırında sular durulmuyor. Cephe hattı boyunca dağlarda yüzlerce keskin nişancı tutan Ermenistan ateşkese rağmen yüzlerce cana mal olan 1300 defa sınır ihlali yapmıştır. 5) 2012 yılının son aylarında cephe hattındaki hareketlilikte artış yaşanmaktadır. Azerbaycan devleti Rusya ve Ermenistan’dan tazminat hakkını istemelidir, bu haklı davasını dünyaya duyurabilmek Dünya’da yaşayan tüm Türklerin hepimizin görevi olmalı. Bu haklı davayı biz buraya Türk Dünyasından gelen yazarlar kalemlerimizle bunu önce insanlarımıza daha sonra da bunu dünyaya duyuracağız. 6)Ermeniler, her türlü yüzsüzlüğü, hileyi ve yalanı ortaya koymaktan çekinmiyorlar. Dünyanın çeşitli yerlerinde sempozyumlar, paneller düzenliyor, sergiler açıyorlar. Bütün hedef Dünyada Türkleri soykırımcılıkla, işgalcilikle suçlamaktır. Sözde Ermeni soykırımı ile ilgili düzenlenen bu etkinliklere İngilizlerin HSCB Bankası ve Brıtısh Aırways’ın sponsor olarak destek verdiği de tespit edilmiş. Axa Sigorta Grubu içinde yer alan bu kuruluşların Ermenilere destek vermesi “altımızı oyuyorlar” anlamına gelmiyor mu? Bazı konulara dikkat etmek, bizi içten ve dıştan vurmak isteyenlerin oyununa gelmemek gerekiyor. Bugüne kadar dış baskılar nedeni ile Ermenilere çok büyük tavizler vermek durumunda kaldık, değdi mi? Kendi milli çıkarlarımızı niye ön plana almadık, niye düşünmedik bunları da sorgulayalım. Bunları not edelim ve gereken ne ise halkımıza bunları iyi anlatalım ve halk gerekeni zaten yapacaktır. Tovuz Rayonundayız Saat 14.00 da Tovuz’a geldik, burada Ayan Palace oteline geçtik, bu hotelin içerisi muhteşem bir görüntüsü vardı, otelin her yeri altın kaplamalı her yerden ışık saçıyordu. Ayan Palace’nin hemen altında Haydar Aliyev parkı ve az ilerisinde Tovuz Olimpiyat Spor Kompleksinin yakın olması da ziyaretçiler için bir ayrıcalıktı. Eşyalarımızı otele koyduk ve hemen yemeğe geçtik. Burada Tovuz Valisi ile bir toplantı yapıldı bazı tarihi bilgiler verildi ve daha sonra Alibeyli köyüne gitmek için yola çıktık. Bakü’nün dışında ilk durağımızı Tovuz İlçesi oldu. İlçede İcra Başkanı Tevfik Zeynalovla yapılan görüşmede Ermenistan’la kilometrelerce sınırı olan bölgenin coğrafi konumu, altyapısı, kültür nesneleri vb. hakkında detaylı bilgiler verildi, bizi ilgilendiren sorulara cevaplar verildi.


44

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Gezi boyunca Azerbaycan Milletvekili Ganire Paşayeva bizlerle refakat etti. Aynı zamanda Avrasya Uluslararası Araştırmalar Enstitüsü Başkanı Dr. Ganire Paşayeva’nın eşliğinde önce Ermenistan’la ön cephede bulunan Tavus’un Alibeyli ve Hacallı köylerine gittik. Burada konuklar Ermenistan tarafından Rus silahları ile vurulmuş okul kapısını ve duvarlarını ve evleri gördük. Ermenilerin Rus snayperleri ile yaraladıkları köylülerle görüştük, sohbet etme imkânı bulduk. İnsanlar kendi köylerinde rahat dolaşamıyorlar bu gün dünyada böyle bir tane daha köy var mı? Ben bilmiyorum ve bunu ilk defa duydum ve gördüm, maalesef bunlar bu gün aylar Ekim 2012 yıllarında halen bunlar yaşanıyor olması çok acı çok. Ermenistan Silahlı Kuvvetleri’nin 1300 kez ateşkesi bozmuş ve sivil insanları, özellikle kadınları, çocukları, yaşlıları vurmuşlar. İnsanlarımızın kendi avlusunda, bahçesinde, evlerinin önünde, tarlada ve köyün neredeyse her yerinde Rus snayperlerle hedef alması gibi hiçbir kurala sığmayan vahşet eylemleri hakkında bilgiler alırken şaşkınlığımızı gizleyemedik. Tanık olduğumuz manzaralardan sarsıldık, Azerbaycan gerçeklerine bu ana kadar bu kadar olduğunu inanın düşünemedik bile. Maalesef bu yazılanlar hepsi gerçek. Ağdam İlçesi (Quzanlı) bölgesine gelen yazarlar Uluslararası Avrasya Basın Fonu (BAMF) Başkanı Umut Rahimoğlu, Ağdam İcra Başkanı 1. Yardımcısı Zülfü Gasimov ve İcra Başkanı temsilcilerinin katılımıyla Bayrak Meydanı’nı ve Şehitler Anıtı kompleksini ziyaret edildi. Ayrıca burada 8 bin yıllık tarih bulunmuştur ve bu gün tam sonuçlar bekleniyor Japonya’dan. İşte 8 bin yıllık tarih yakında ortaya çıkacaktır. Burada kazılar yapılmış üstleri örtülmüş, buraya açık bir müze yapılacağını da söylediler. Tuzak oyuncağınız oldu mu? Tovuz Alibeyli köyü Azerbaycan - Ermenistan sınırında 75 km’lik bir mesafede. Eski tarihlerde Azerbaycan-Ermenistan sınırında Ruslar Ermeni askerleri kullanarak Azerbaycan tarafına içine patlayıcı koydukları oyuncakları Tovuz nehrine bırakarak Türk çocuklarının ölmesine neden oluyorlar. Tovuz Bölgesindeki Alibeyli Köyü, keskin nişancıların gölgesinde yaşamaya alışık onlarca köyden bir tanesi. Tovuz savaş yıllarında da en çok Azerbaycan Türkü’nün şehit düştüğü bölge olarak kayıtlarda yer alıyor. Her şeye rağmen bu insanlar burada yaşamalarına devam etmektedirler. Burada bulunan bir nehir, bu nehir


Makale ve Analizler - 2013

45

Ermenistan’dan Azerbaycan’a akıyor ve Rus uşakları Ermeniler, bunu bile kendileri için ne kadar küstahça kullanıyorlar. Bu nehirce çocuk oyuncakları atıyorlar ve bu oyuncaklar Azerbaycan’a geçtiğinde çocuklar bu oyuncakları alıyorlar ve eve giderken oyuncaklar patlıyor. Bu oyuncakların içine Ermeniler patlayıcılar yerleştirmişler. Evet, yanlış okumadınız oyuncakların içine patlayıcı yerleştirip patlamasını sağlıyorlar... Ermenistan sınırında Ermeni askerler içine patlayıcı koydukları oyuncakları Tovuz nehrine bırakarak Türk çocukların ölmesine neden olanları şiddetle kınıyoruz. Bunu yapanlara insan diyemeyiz, bu insanlık olamaz. Evine Götürdüğü Oyuncak Elinde Patladı. Bu köyden 13 yaşındaki Aygün Şahmalıyeva nehirde bulduğu bir oyuncağı evine götürmüş. Bu oyuncakla oynamaya başlar ve bir anda oyuncak patlar. Aygün evine götürdüğü oyuncağın patlaması ve şarapnel yaralanması sonucu hayatını kaybetmiştir. İşte bu gün bu dünyayı yönetenlere oyuncakla çocuklara kıyanlardan hesap sormak için sesleniyoruz ve soruyoruz Türk çocukları gibi sizin çocuklarınızın da tuzak oyuncağı oldu mu diye. Neredesiniz, insan hakları, AGİT, Birleşmiş Milletler, adaletiniz nerede? Yoksa bunlar sizin çocuklarınız değiller, siz ikiyüzlülükle bunu da geçiştirip birilerini kandırdığınızı mı zannediyorsunuz.Dağlık Karabağ’da sınıra yakın Alibeyli Köyü’nde Ermeni askerler sürekli ateş açıyorlarmış. İki ülke arasındaki sınır çatışmaları 1994’teki ateşkese rağmen hala sürüyor. Bu Alibeyli köyünde evler dikkatimizi çekti, çünkü evleri Ermeni sınırına taraf olan yere duvar yapılmış ve tüm ev çatıya kadar kapatılmış. Bu tarafta hiçbir pencere bile yok nedeni de Rus keskin nişancılarından görülmemesi için. Çünkü Ermeni sınırından keskin nişancılar insanları vuruluyormuş. İşte bunu bu gün okuyanlar anlamakta zorluk çekebilirler, fakat maalesef acı gerçekler bunlardan ibaret. Köyde okul bombalanmış yeni bir okul yapılmış onu da eski okulun arkasına yapmışlar ki sınırdan görünmesin çocuklar diye. Düşünebiliyor musunuz? Burada yaşamak çok zor, gerçekten burada yaşayan bu kahraman köylüleri bir kere daha kutluyorum ve önlerinde saygı ile eğiliyorum. Her gün evine silah atılacak ve yaşamaya devam edeceksin bu kolay bir iş değil. Çocuğunu okula gönderiyorsunuz okula silahlar ile atış yapılıyor ve bunu da AGİT ve bir sürü uluslar arası sivil toplum kuruluşları gelip gidiyorlar buralara amma hiçbir çözüm bulunamıyor. Hatta insanların anlattıklarına göre AGİT yetkilileri bu köye maskelerle kurşun geçmez yeleklerle


46

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

gelip geziyorlarmış bu köyde düşünebiliyor musunuz? Ya bu köyde yaşayanlar, nasıl bir hayat sürdürüyorlar? Küresel güçlerKüreselAdaleti uygulamamakta ısrarcıİşte dünyada ikiyüzlü Avrupa, Rusya v.s. bunların hepsi de Ermenistan’da bir asker ölse pireden deve yapıyorlar. Ya bu çocuklar ne yapsınlar, yine sormadan geçemeyeceğim, nerede insan hakları, nerede Birleşmiş Milletler. Maalesef dünyada hak güçlü olanın olmuş, çünkü bu gün küresel güçler Küresel Adaleti uygulamamakta ısrarcı ve düşünülmüyor bile. Bu da Türkler dünya yönetiminden gittiklerinden beri hep böyle devam etmekteler. İşte bu gün şunu iyi anladık ki, Türk Dünyası artık birleşmeli, çünkü Birleşmiş bir Türk Birliği oluşturulana kadar bu olaylar, bu adaletsizlik devam edecektir. İşte bunun için Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Cumhuriyetleri tekrar bir araya gelerek dünyada söz sahibi olmaları ne kadar gerektiğini tüm dünyada yaşayan Türkler bunu çok iyi görmeleri gerekir. Ancak böyle dünyaya adalet dağıtabilir, dünya ancak o zaman adaletli yönetime kavuşabilir. Türkler Küresel Güç olduklarında Küresel adaleti de gerektiği gibi uygulayacaktır dünya ve insanlık bundan emin olsun... Azerbaycan Türkleri 17 yıl içerisinde bir sivil, çocuk veya ihtiyar öldürmemiştir, ya Ermeniler kaç çocuk ve sivil insan öldürdüklerini saya bilmişler midir? Dünyada küresel güçler bu soruyu hiç sormuşlar mıdır? Burada Azerbaycanlı kardeşlerimiz Ermeniler ile savaşmıyor, burada savaş Rusya ve Fransa’dır, bunların da yarınlarını düşünmeleri gerekir çünkü burada yetişen çocuklar nefretle büyüdüklerini bilmelidirler. Burada yaşayan yaşlılar da evlatlarına vasiyetleri bu şehitlerin kanı yerde kalmamasıdır. Bu gün güçlü olan devletler yarın güçsüz olduğu zamanı ve torunlarını da düşünmeleri gerekmez m.? Müze gezileri Bu hüzünlü tablodan sonra Tovuz şehrindeki Haydar Aliyev Müzesi ve Azerbaycan’daki ilk Âşık (Ozan) Müzesi olan - Hüseyin Bozalqanlı Müzesi tanışmış, şehrin gece manzarasını, ayrıca Haydar Aliyev Caddesini seyretmişlerdir. Tavuz’dan Ağdam İlçesi’ne giden misafirler Gence’de Nizami ziyaret edildi. Ardından Azerbaycan Milli ince sanat müzesine geçtik. Daha sonra âşıklar müzesine gittik, âşıkların sazlarını ve resimlerini gördük. Ayrıca Haydar Aliev Müzesinde hatıra defterini imzalamak Türk Dünyası Yazarları adına bize Bulgaristan Türkü’ne nasip oldu.


Makale ve Analizler - 2013

47

Akşam da Âşıkları dinledik, 3 erkek, 1 Bayan ve 1 Bayan piyanoda. Türküleri, besteleri, sözleri ve sazları ile çok anlamlı ve güzel bir geceydi. Köylerdeki 40 bin kişi cephe hattında Türkiye Cumhuriyetinin dünyada çok güçlenmesi gerekir Sıfır noktasındaki köylüler ile beraber gezdiğimiz bir köyün vatandaşlarının son birkaç yıldır evlerinden çıkıp bir iki kilometre ötedeki ata-baba mezarlıklarını ziyaret etmekten korkar hale gelmişler. Azerbaycan resmi makamlarının verdiği rakamlara göre toplam 180 bin nüfusu olan Tovuz Reyonu’nda 40 bine yakın kişi cephe hattında yaşıyor. Devlet, sınırda yaşayan halka mali yardım sağlıyor. Kaba bir hesapla üç kişilik bir aileye verilen para ayda 100 Manat: Devlet sınırda yaşamı destekleyen bir politika izlemeye çalışıyor. Zaten bölge halkının da Türk topraklarını bırakıp gitmeye niyeti yok. Savaşmaya hazırız Azerbaycan Milletvekili Sayın Paşayeva Azerbaycan’ın sorunun diplomasi ve görüşmeler yoluyla çözümünden yana olduğunu söylüyor ve ekliyor, “Ancak barış görüşmeleri bir sonuç vermezse, Azerbaycan devleti kendi toprak bütünlüğünü sağlamak için tüm imkânlarını kullanacaktır olmadı mı bizler artık savaşmaya hazırız” dedi. Peki, Azerbaycan Türkleri gerçekten de savaşmaya hazır mı? Askeri olanaklar düşünüldüğünde sorunun yanıtı “evet”. Hatta sokaktaki vatandaş bile “Beş günde tüm Ermenistan’ı temizleriz” görüşünde. Ancak Rusya’nın Erivan’a verdiği güçlü destek devam ederken savaş ilanı demek bölgede Türkiye’de dâhil birçok aktörü karşı karşıya getirebilecek bir fitili ateşlemek demek. İşte bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti’ni dünyada daha çok güçlenmesi gerekir. Bunu da, Türkiye dışındakiler bunu çok iyi bilmekteyiz tabi bunu Ankara’ya da bir anlatabilsek. Ziyaretimizi Ağdam İli şehri ile devam ediyoruz. Bu şehrin %70 işgal altında. Orta Garbent Köyü’ndeyiz Köyün içine girdik yürümeye başladık az ileride bir cenaze vardı ve bu cenazeye de katıldık İçeride hepimize çay ikram ettiler, birlikte dua ettik ve başsağlığı diledik. Daha ileride bir taş duvarının önünde bir ev vardı, o evden bir yaşlı anne çıktı elinde torunun resmini tutuyordu. Torunu Fariz evin önünde oynarken bir kurşun Ermeni sınırından çocuğun oyununu oracıkta bitirivermiş ve şehit olmuş 9 yaşında. Bu olayı yazmak ve okumak bile zor; ya bu ateşin düştüğü ailenin halin.


48

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Evet, dünya kadınlar gününü kutlar iken Fariz’in annesi ve babaannesine de bu dünyada insan haklarından bir “hediye” mi acaba? Geçtiğimiz yılın Mart ayında Ermeni snayperinin açtığı ateş sonucunda 2011 yılının 8 Mart dünya kadınlar gününde Ağdam reyonunda yaşayan 9y. Fariz Badalov evinin önünde vurulmuş. 8 Mart saat 17.00 da 2011 de sınırdaki Orta Garbent köyünde 9 yaşındaki Fariz Bedelov, Ermeni keskin nişancı askerlerin 2 km’den açtıkları ateş sonucunda Rus kurşunu ile can vermiş. Ardından bu evin arkasına Ermeni sınırı tarafına 886 metre duvar yapılmış. Sınırdan görülmesin diye, her şeye rağmen bu Ermeniler, yarın Ruslar onları bıraktıklarında ne yapacaklar merak ediyoruz diyor halk. Ateşkes ihlalinin son kurbanları çocuklar olunca Azerbaycan’ın rahatsızlığı öfkeye dönüştü. Dünyada yapılan hiç bir şey karşılıksız kalmaz, ektiğinizi inşallah çok yakında biçersiniz. Bu yaşananları tüm Türk Dünyası hiçbir zaman unutmamalıdır. Düşünebiliyor musunuz evinin önünde oynarken oğlunuz vuruluyor? Bunlara insan denebilir mi bilmiyorum. Halk ise burada evlatlarına şunu söylüyor, Rusları ve Ermenileri hiçbir zaman unutmayınız. Bir atasözümüz der ki, “rüzgâr eken fırtına biçer”, yarın Ermenilerin ve Rusların torunları bu rüzgârları biçmeye hazırlıklı olsunlar. Bir başka atasözümüzde “Türk’e kefen biçenin ölümü korkunç olur” der. Bizim evlatlarımıza vasiyetimiz bu akan kanlar yerde kalmamasıdır. Bu sınır boyunda köylerde yaşam aşağı yukarı hep aynıdır. Gazimiz Azer Nariyev Ağdam Köyü’nde yaşayan Azer Nariyev 2004 yılında Ermeni askerlerin okula saldırısı sırasında kendini siper ederek 7-8 balayı (çocuğu) kurtarmış ancak omuriliğine saplanan kurşunlar onu sakat bırakmış. Cansu Çamlıbel’e, sınırın sıfır noktasında o günleri anlatan Azer, ömür boyu koltuk değneklerine mahkûm kalmış. Her gün hayatlarının tehlikede olmasına, sıkıntılara ve çektiği acılara rağmen bir gün bile Ağdam’dan taşınmayı düşünmemiş. Tovuz’daki sınır birliğinin Azeri Komutanı, Ermeni keskin nişancıların kullandığı Rus yapımı silahların 2-3 kilometreden vurabildiğini, 1.5 ila 2 kilometreden ateşlendiğinde öldürdüğünü anlatıyor. Komutan anlattı; Tovuz Rayonu’nun Sınır Komutanı, son dönemde neredeyse her gün Ermeni tarafının tacizine maruz kaldıklarını anlatıyor ve bizim bölgede gezmemizden dolayı yaşadığı tedirginliği gizlemiyor. Komutan, komutasındaki Azerbaycan keskin nişancılarının saat başı nöbet değiştirdiği söylüyor. Dağın eteklerinde göze çarpan zırhlı araçlar, acil durumlarda askerlere destek sağlayacak teçhizatla donatılmış.


Makale ve Analizler - 2013

49

Düşünebiliyor musunuz yaşadığınız evinizin önünde bile vurulabilirsiniz. Ayrıca sınıra bakan pencereden varsa evinde de rahat değilsin demektir. Onun için sınır tarafta bulunan tüm pencereler kapatılmış yeni binalar ise duvarlarla kapatmaktadırlar. Evet değerli okuyucular belki anlamakta zorluk çekiyor olabilirsiniz, amma maalesef gerçekler bunlar. Bizlere köylüler yalvarıyorlar burada sadece gerçekleri ortaya çıkartın yazın ve sizlerden yalan yazmanızı istemiyoruz sadece gerçekleri gördüklerinizi yazın diyorlar. AGİT, İnsan Hakları ve benzeri kuruluşlar nerede. Bu duruma rağmen bu kahraman köylüler burada çoluk çocuk yaşamalarına devam ediyorlar ve biz burada ata topraklarını kimseye bırakmayacağız, bunu her kez böyle bilsin diyorlar. Biz Türkler Ermenilerden korktular, kaçtılar dedirtmeyeceğiz. Ayrıca bu köyde ve diğer yakın köylerde de bayramları insanlarımıza zehir ediliyor. Bayramda her zaman o Rus keskin nişancıları iş başında ve rahat bir bayram geçirdiklerini hatırlamıyorlar, asıl bayramlarda silah sesleri yükseliyor ve bayram zehir ediliyor. Bu köyde bir de traktörcü ile görüştük o da traktörü ile çift sürerken bacağından vurulmuş. Biz burada rahat çalışamıyoruz, kendi tarlalarımızda bile silah sesleri dinmiyor, daha çok geceleri çalışıyoruz. Gece ay ışığı varsa yine çalışamıyoruz, çünkü ay ışığından traktör görünüyor. Bunlara rağmen burada 1 - 2 m. boş kalmamıştır, tüm tarlaların işleniyor olması bizleri çok memnun etmiştir. İşte bunları gördükçe burada yaşayan Türk köylülere hayranlığımız bir kez daha da arttı. Kısaca evinin içinde, önünde, sokakta, okulda ve topraklarında bile çalışmak için gözler hep sınırda. Evet, buna da yaşamak diyen AGİT, İnsan Hakları ve benzeri kuruluşlar nerede? Buraya AGİT, BM’den gelenlerin raporlarını görmek isterdim, bu gördüklerinden neleri yazabildiklerini... Görmüyor musunuz, kör müsünüz, yarın sizin de bir evladınız ölmesi mi gerekir. Buraya gelen AGİT ve BM temsilciler kurşungeçirmez yelekler ile köylerde geziyorlar. Evet, buna iki yüzlülük değil de ne denilir... Bu da herhalde bu insanları korkup köylerini bıraksınlar diye yapıyorlar, amma yanılıyorlar hiç kimse buradan gitmeyi düşünmüyor, her şeye rağmen tarlalarını gece de olsa çalışıyorlar. Böyle bir köyde yaşayabilen bu kahraman köylülerin önünde saygıyla eğiliyor ve sabırlar diliyoruz kendilerine. Gülen her zaman gülmez, ağlayan her zaman ağlamaz. Biz Türkler 200 yıldır ağlıyoruz, artık gülmek bizim de hakkımız... Terter şehrine geldik.


50

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Azerbaycan - Ermenistan cephe hattında 2012 yılın 10 ayında 15 Azerbaycan askerinin şehit olduğunu belirtiyorlar, ayrıca 18 askerin de yaralandığını belirtiler. Son 10 aylık süre içerisinde Ermeniler Rusya’nın destekleri ile yaklaşık 1.300 dolayında ateşkes ihlali yaptığını söylediler. İşte ikiyüzlü insan hakları yine yok? Günün ikinci yarısı konuklar Terter İlçesi’nin düşmanla temas hattının yakınındaki Kapanl köyünde bulunmuşlar. Onlara eşlik eden Tartar İcra Başkanı yardımcısı Ramiz Şabanov işgalci Ermenistan ordusunun bu köye devamlı ateş altında tuttuğunu, ateş hattına yakın köylerde sivil halkın yaşadığı sorunlardan konuştu. Geçtiğimiz ay, Kurban Bayramı günü mayına basarak ölen 25 yaşındaki Elmaddin Guliyev’in ailesini ziyaret ettik. İki küçük torunu öksüz kalmış, dedesi her şeye rağmen bu iki oğlunun bunların kanını yerde bırakmayacağını, bunları sadece bunun için yetiştireceğini söylüyordu. Çatışmaların çoğu Ağdam, Füzuli, Goranboy ve Terter bölgelerinde meydana gelmiş. Kapanlı köyünde halk tarlalarını çalışamıyorlar, bir traktörcü konuşuyor; Ben akşamları çalışıyorum traktörüm ile çünkü gündüzleri silah atılıyorlar Ermeni sınırından. Hatta bazı geceleri ay ışı oldu günlerde de çalışamıyoruz. Bizler böyle kendi tarlalarımızda hatta köyde bile rahat dolaşamıyoruz. Kurban bayramında kurban kesmeye giderken yolda mayına basarak şehit olur arkasında iki öksüz çocuk kalır. Evet bu sınır boylarında insanların problemleri her yerde olduğu gibi hep aynı Rus snayperleriydi. Burada da köy halkı her yerde olduğu gibi bıktık artık bu silahlardan, dışarıdan yabancılar gelip gelip gidiyorlar amma hiçbir çözüm yok. Burada bu köyde mayınlara basanlar da çok. Yabancılar geliyorlar sözde araştırmalar yapıyorlar AGİT ve benzeri kuruluşlar ikiyüzlülüğünüz ortaya çıkmadı mı, sizlerde hiç mi vicdan yok, buraya gelenlerin raporlarını merak etmiyor değilim, amma bir sonuç yok... Allahaemanet Köyü mevkii, Burası Azerbaycan-Ermenistan sınırının en kuzeyindeki noktalardan biri olan Allahaemanet Köyü mevkii, son dönemde hareketliliğin en çok görüldüğü noktalardan. Sıfır noktasını simgeleyen demir bariyerler, Azerbaycan Terkleri’nin serbestçe gidebildiği son nokta. Buraya Tüm Türk Dünyasından gelen arkadaşlar hep birlikte sınıra kadar gittik. Bu sınıra yakın Azerbaycan Türklerine ait bir de mezarlık varmış 200 metre uzaklıkta. Bu mezarlığa giderken bile insanlar vuruluyor, evet insanlar dedelerinin mezarlarını ziyaret edemiyorlar. Bu da insan haklarından sayılıyor amma kime? Bir eve gidiyoruz evin camı yok aylardan ekim yıl 2012; evet, camları yok. Silahlarla kırılmış, bıktık artık diyor bir yaşlı nine yeter yeter ar-


Makale ve Analizler - 2013

51

tık diye bağırıyordu. Eve girdik evin duvarlarında içeride kurşunların izleri net görünmektedir, evet evin içinde dışındaki duvardan daha çok kurşun yaraları var. Ev iki kat 3 oda var katta amma onlar hepsi 5 kişi arka tarafta bulunan bir odaya yerleşmişler ve o odadan çıkamıyorlar. Bunlara rağmen ben evimi bırakmam diyor, camları onlar kıracak ben takacağım diyor ve ekliyor, Ruslar Ermenistan’ı bıraktığında ne yapacaklar merak ediyor ve o günü sabırla bekliyorum diyor. Evet, bizim çocuklarımız bu Rus keskin nişancıları unutmayacaklardır bundan emin olabilirsiniz. Bu gün bu Rus keskin nişancıları, Ruslar bu tohumları bizim köyümüze serpiyorlar ya yarın... Gence’de Nizami türbesini ziyaret Türk Dünyasının en büyük şairlerinden biri olan Nizami, 1141’de Gence’de doğdu. Asıl adı Cemaleddin Ebu Muhammed İlyas bin Yusuf’tur. Dünyada Fars şairi olarak tanıtılan Nizami kendi eserlerinde özellikle memleketi Gence’ye olan sevgisini dile getirmiştir. İlk kez Leylâ ile Mecnun’u, mesnevi şeklinde yazanlardandır. Tüm şiir Farsça yazılmıştır. Hemse (Khamse) ya da Beş mücevher (Panj Ganj) denilen eserleriyle meşhurdur. Henüz hayattayken ün kazanan Nizami en önemli eserini “Hamse” adı altında topladı. Hamse’de, Nizami’nin 1177’de yazdığı “Sırlar Hazinesi”, 1180’de yazdığı “Hüsrev ve Şirin”, 1188’de yazdığı “Leyla ve Mecnun”, 1196’da yazdığı “Yedi Güzel” ve 1197-1209 arasında yazdığı İskendername adlı mesneviler yer alır. Genceli Nizami’nin kıymetli eserleri, kendisinden sonra gelen büyük sair ve düşünürleri de etkiledi. Nizami’nin “Hamse”de işlediği konular, daha sonra Sadi Şirazi’nin “Bostan”ında, Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin “Mesnevi”sinde, Emir Hüsrev Dehlevi’nin “Hamse”sinde, Arif Erdebili’nin “Ferhadname”sinde, Ali Şir Nevai ve Abdurrahman Cami’nin “Hamsal”larında ve Muhammed Fuzuli’nin “Leyla ve Mecnun”unda yeniden işlendi. Nizami eserlerinde haksızlığa nefretler yağdırdı. İnsana ve insanlığı yüksek değer verdi. Sevgi, hürriyet ve mesleği yüceltti. Vatan, toprak ve hayat gibi kavramları ilahileştirdi. Hayatın anlamını insana ve insanlığa saygıda gören mütefekkir şair Nizami, eserlerinde Türkçe’deki deyim ve atasözlerini bol miktarda kullandı. Avrupalı araştırmacılar 17’inciyüzyıldan itibaren Nizami’nin eserleriyle ilgilenmeye başladılar, önce Fransız d’Erbelo, ardından Hammer Purgştal, Nizami hakkında bilgi veren yazılar yazdı. Daha sonra V. Baher, Eduard


52

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Braun, M. Hautsta, R. Levi, Rıpka ve Arberri başta olmak üzere, birçok batılı Nizami’nin eserlerini tercüme ederek, hakkında makaleler yayımladı. Eserlerinin önemli bölümünü, dönemin akımına uygun olarak ve Şah Ahistan’ın isteği üzerine Farsça kaleme alan Nizami, İran edebiyatı üzerinde de önemli etki yaptı. Rusça’ya da eserleri tercüme edilen Nizami’yi Türk Dünyası, Mehmet Emin Resulzade’nin ‘Azerbaycan Şairi Nizami’ (Ankara-1951) adlı eseriyle tanıdı. Son durak GUBA şehri Türk Devletleri ve topluluklarından yazarlar Azerbaycan’ın Guba kentinde Azerbaycan’ın Guba Şehrine Bağlı Eğri köyünde Kafkas İslâm Ordusu’nun 1918 yılında şehit olan 2 Türk Askerinin anısına yaptırılan Şehitlik bulunduğunu öğrendik. Bu şehitlerin isimlerinin Hacı Sefer ve Hacı Ali olduğunu ve memleketlerinin belirtilmediği söylendi. Azerbaycan’da 1130 Türk Askerinin Şehit olduğunu bildirilmiştir. Şehitlerin anılarını yaşatmak istediklerini söylediler. Türkler ve Yahudilere Soykırım Bu gün de Guba toplu mezarlığı ziyaret ettik. Ayrıca burada yeni bulunan bir toplu mezarlı olduğunu buraya da Soykırım Mezarlığı diyorlar. DTGYB Başkanı Ekber Goşalı ve Guba Gençlik-Spor İdaresi Müdürü Mustafa Nöhbalayev toplu soykırım mezarlık hakkında, genellikle 1918 yılında Ermenilerin kendi destekçilerinin yardımı ile yaptıkları soykırımlar hakkında konuk yazarları bilgilendirmişler. Mustafa Nöhbalayev iki ülke kardeşliğinin 1918’den daha öncelere dayandığını belirterek uluslararası arenada gururla Türkiye ile kardeş olduklarını ifade ettiklerini söyledi. Ağayev “Biz dünyada tek değiliz. Bizim dünyada Türkiye gibi bir kardeşimiz var’’ dedi. Türk Devletleri ve topluluklarından yazarlar 10 Kasım’da Azerbaycan’ın Guba kentindeki Soykırım Mezralığını ziyaret ettik. Buraya geldiğimizde gözlerimize inanamadık, 600 kişinin kafatasları çocuk, kadın hepsi var. İlginç olanı burada soykırıma uğrayanların Azerbaycan Türk’ü ve Yahudilerin bir arada olmalarıdır. Bunların kafataslarında çiviler var bazılarında, bazılarının başları parçalanmış ve her türlü işkence yapıldığı ortada. Buradan numuneler alınmış ve şu anda Japonya da halen araştırılıyormuş, ileride net olarak çıkacak bunların ölüm nedenleri ve kimler oldukları. Azerbaycan Doğalgazı Avrupaya Ulaşacak Ayrıca şu işbirliği de çok önemli; Türkiye ve Azerbaycan tarafından işletilecek olan TANAP, Azeri doğalgazının Avrupa’ya ulaştırılmasında Türkiye’nin önemli bir istasyona ev sahipliği yapması ile gerçekleşecek. Ya-


Makale ve Analizler - 2013

53

bancı enerji devlerinin büyük ilgi gösterdiği bu projeye İngiliz BP, Fransa Gaz de France, Almanya RWE, Avusturya OMV ile Norveç, Bulgaristan ve Macaristan’ın enerji şirketleri ortak olmak için çaba gösteriyor. Yapılan anlaşmaya göre projede Azerbaycan’ın payı % 80, Türkiye’nin payı % 20 olacak. Ortaklık başvuruları iki ülke tarafından değerlendirilip hayata geçirilebilecek. Eğer, diğer ortaklara pay verilecekse bunun Azerbaycan’ın % 80’lik payından olacağı da yapılan anlaşmada yer alıyor. Azerbaycan gazının Türkiye ve Avrupa’ya taşınması hiç kuşkusuz küresel güçlerin kontrolündeki kartellerin engellerine takılmıştı. Ancak, iki ülke arasındaki sıkı işbirliği, bunun kırılması ile sonuçlandı. Projenin hâkimlerinin Türk olması, Azerbaycan ve Türkiye petrol şirketlerinin bu işi üstlenmesi, enerji alanında atılan devrim gibi bir adım olarak görülmelidir. Buraları ziyaret eden genç yazarlar, burada gördüklerini kendi bölgelerinde ve kendilerinden sonra gelecek nesillere gerçekleri bırakacaklarının bilincindeydiler. Artık tarihten bahsederken, tozlu sayfalarda saklanan altın harflerden değil, bu harflerin oluşturduğu kelimelerden de değil, o kelimeleri fikirleştiren yepyeni bir tarihten söz etmeliyiz. Büyük ve genç potansiyeline sahip olan Türk Dünyası bizlere ayrı bir dinamik katacak ve birçok olayı daha bilinçli bir şekilde idrak etmemizde yardımcı olacaktır. Türk Dünyası Gençleri dünyanın dört bir yanından iman, bilgi, dürüstlük, cesaret ve ülkü getirip burada gerçeklerle harmanladılar bunları. Getirmiş oldukları bilgileri gerçeklerin süzgecinden geçirip, burada doğruları buldular. Sırtlarında geleceğin yükünü taşıyor muşçasına sorumlu davrandılar. Gördükleri her şeyi sorguladılar, öğrenmeye gayret ettiler ve böylece net olarak her şeyi gözleri ile gördüler, elleri ile dokundular buradan ötesi eline kalemleri alıp gördüklerini yazmak olacaktır. Türk yazarları şunu çok iyi bilmekteler ki, Hayat neyi niye yapacağımızı düşünebileceğimiz kadar uzun. Ama düşünmeden yaptıklarımızı telafi edebileceğimiz kadar uzun olmayabilir. Türk Dünyası’nın her yerinden gelen genç Yazarlar bu yaşananları yerinde görme imkânı buldular ve bu yönde bıkmadan, yorulmadan gecelerini gündüzlerine kattılar. Gördükleri her şeyi not ettiler ve insanlarına her bilgiyi ulaştırmaları için buraya gelen herkes çok büyük gayret gösterdiler. Burada gerçekten büyük işler yapıldığını herkes bilmelidir. Tarihten de bilindiği gibi Türk Milleti büyük işleri tarihten bu yana hep yapmıştır ve bizlerde bunu devam ettireceğiz. Yalnız zaman mekân ve metot değişebilir, dün


54

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Çanakkale’de top tüfek ve süngüyle yapılanlar bu gün burada eğitim, bilgi ve kalemle yapılıyor. Yarında neyi nasıl gerektirirse onu öyle yapacaktır. Kim ne derse desin, bütün dünya bunun karakter meselesi olduğunu er ya da geç anlayacaktır. Buraya gelen yazarlar, gelecekte Türk Dünyası’na çok daha önemli katkılarda bulanacaklarını inancımız tamdır. Son olarak “İşgal altındaki Dağlık Karabağ sadece Azerbaycan’ın değil, tüm Türk Dünyasının sorunudur” Bu sorunun çözümü için bizler el ele, omuz omuza olmalı; bu uğurda Türk Dünyası olarak birbirimize kenetlenmeliyiz. Bu “Geldik, gördük, yazdık” konulu etkinliğin hazırlanmasında hedefine ulaşması için tüm Türk Dünyasını dolaşmalarını diliyor, bu etkinliğe emeği geçenleri de yürekten kutluyoruz. Burada gördüklerini not ederek yarın bölgelerine gittiğinde onları daha detaylı yazacaklarının sözünü verdiler ve böylece bu araştırmalarının da sonuna gelindi. Ayaklarımızı geçmişin üzerine koyup, kollarımızı geleceğe doğru uzattık Görüyoruz ki yirmi yıl önce konuşulması, hatta düşünülmesi bile zor olan şeylerin bugün bütün açıklığı ile gerçekleştirdi. Burada Türk yazarları çok güzel sonuçlar çıkardılar. Türk Dünyası gençleri geleceklerini tayin edilmesini beklemiyorlar geleceğe yön verme yarışına giriyorlar. Evet, akıl ve gönül kesiştiğinde hakikat meydana çıkar. Bu noktadan bir birimizin çevresinde ellerimizi sallayarak vedalaşıyor ve memleketlerimize, geriye dönüyoruz. Bu gün sınırların kalkmasından bahsedenler çoktur, fakat bizler Türk Yazarları bu işi aramızda kalplerdeki sınırları kaldırdık işte bizimde amacımız kalplere, gönüllere girmektir. Azerbaycan’da misafirliğimiz sona erdi, şahsen yıllarca okuyup sahip olamayacağım şeyleri burada gördüm öğrendim. Ayaklarımızı geçmişin üzerine koyup, kollarımızı geleceğe doğru uzattık. Bu toplantını düzenlenmesinde emeği geçen Sayın Ekber GOŞALI kardeşimize, özellikle bizlere imkân sunan Azerbaycan’ın Kahraman Milletvekili Ganira PAŞAEVA’ya ve emeği geçen herkese bir kere daha teşekkür eder ve bizlere bu fırsatı tanıdıklarından dolayı kendilerini hiçbir zaman unutmayacağımızı ve her zaman gönlümüzde olacaklarını bilmelerini istiyoruz. Azerbaycan’da İlgar kardeşimiz bizleri hava alanına kadar yine kendi arabası ile götürdü.


Makale ve Analizler - 2013

55

Azerbaycan Milletvekili Ganira Paşayeva ve kardeşimiz Ekber Goşalı ile birlikte bize ayrılırken şunu söylediler “Kardeşlerim eksik kalanlar için özür dileriz, fazlası için teşekkür istemeyiz.” Bizlerde özür dilemek bize düşer, siz Türklüğü Türk yapan değerlerden biri olan Misafirperverliği bizden esirgemeyerek bu güzel topraklarda yaşamayı hak ettiğinizi ispatladınız. Her gün kurşunların altında bile yaşayabilen Kahraman Azerbaycan halkını kutluyor ve tüm Azerbaycanlı kardeşlerimiz sağ olun ve sonsuza dek var olsunalr. Tanrı Azerbaycan Halkını korusun ve yüceltsin. Silahımız olan kalemlerimizi Dağlık Karabağ için seferber ediyoruz Dağlık Karabağ probleminin dünyaya doğru bir şekilde anlatılması için silahımız olan kalemlerimizi tümünü seferber etmeye hazırız.

Buradan Azerbaycan “Turist” gibi gelip gidenlere (AGİT, BM vs.) sesleniyoruz: Lütfen Azerbaycan’ı gezerken sadece bakmayın, gerçeği görün ve “insan” olarak kendinizi orada yaşayanların yerine koyarak düşünün. Her gün tarlanıza giderken, sokakta yürürken, hatta evinizde çocuğunuza taciz ateşi açıldığını hayal edin. İnsan kalabilmiş isek bunun hayalinin bile ne kadar ıstırap verici olduğunu çok rahat anlayabiliriz. İşte o insanlar bunu her gün değil “hayal” bizatihi yaşıyorlar. Her gün ölüp ölüp diriliyorlar. İşte burada bizim görevimiz yaşanan bu insanlık dramını dünyaya duyurmak ve bu durum biran önce düzeltilmesi için sesimizi her yere ulaştırmaya çabalamalıyız. Buradan Ermenistan`a özellikle de Rusya’ya sesleniyor, derhal işgali altındaki Azerbaycan topraklarından çekilmesi çağrısında bulunuyoruz. Küresel Adaleti yeniden oluşturmalıyız Başta büyük Türk Dünyası’na, bütün İslâm ve Hıristiyan âlemine sesleniyoruz:


56

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Azerbaycan halkının haklı davasını görmezden gelmeyin... Gelin gerçekleri görün, “insanlık” adına destek verin. Eminim ki, bizim kalemlerimiz, bunlara hatta dünyaya ulaşacaktır yeter ki, insanlık insani duygularını kaybetmemiş olsunlar. Bugün dünya Küresel Güçlerden çok Küresel Adalete muhtaçtır. Eskiden olduğu gibi Türklerin başta olduğu Küresel Adaleti yeniden oluşturmalıyız. Azerbaycan Devleti Rusya ve Ermenistan’dan tazminat hakkını her platformda önemle dile getirmelidir. Türk Cumhuriyetleri bu konularda öncü olmalı Azebaycanı haklı davasında desteklemelidir. Türk Dünyası dünyada “adaletin tesisi için dünya çapında stratejiler geliştirmeye başlamalıdır. Bunun için hep birlikte emek sarf etmeliyiz. Biz Balkan Türkleri ve de özellikle Bulgaristan Türkleri zalimin zulmünün ne olduğunu çok iyi biliriz. Yirminci yüzyılda bütün insanlığın karşısında alınlarımıza silah dayayarak adımızı değiştirdiler ve zorla Hıristiyan yapmaya çalıştılar. Böyle zulümler ancak ortaçağda görülmektedir. Bu nedenle Azerbaycanlı kardeşlerimizin halini anlayabilenler bizleriz ve de onlara elimizden gelen desteği esirgememeliyiz. Hepimizin yapabileceği bir şeyler mutlaka vardır. Bulgaristan’da kamuoyu oluşturabiliriz ve de bunu mutlaka yapmalıyız.

Azerbaycanlı kardeşlerimizin dertlerine, sevinçlerine kayıtsız kalınmamalı, Türk Dünyası ile Azerbaycan arasında köprü kurarak bu çalışmaların devamı sağlanmalıdır. Tüm Azerbaycan Türkleri Sağ olsunlar ve sonsuza dek var olun. Rafet ULUTÜRK Bulgaristan temsilcisi


Makale ve Analizler - 2013

57

İnadına yaşamak

İbrahim SOYTÜRK-25.Ağustos.2013

Bir hafta daha geçti. Pazar sabahı keyif kahvemi içerken, Frank Schubert’ in “Piyano Kontsertini” dinliyorum. 18. ve 19. yüzyıllar arasında (1797-1828) yaşamış olan bu Viyana’ lı besteci birbirinden güzel eserlerini sanki inadına yaratmış. Kuyruklu piyano klavyelerinden akan müzikte geçmiş günümüz ve gelecek ile öpüşerek kaynaşıyor. İyilik yüreği okşuyor mu okşuyor, bekleyiş ışık arıyor, acılar mehlem buluyor. Kendimi unutarak dinlediğim bu eserde yaratıcının çağrısı, yani güne uyanın çağrısı var. Bir fırtınayı müjdeliyor besteci, yükselen dip dalgasından kopmuş, alabildiğine yelken açmış, kâh ipini koparıp deliren, kâh gemlenip uslanan, bir fırtına bu. Hava dolmuş ama damlalar dökülemiyor, akıp akıp boşalamıyor, sonra ansızın güneş açıyor, çiçek yaprakları titreşirken şarkıya durmuş kuşlara bir bilseniz ne kokular gönderiyor. Doğa ve hayat harmonide kucaklaşmış valsla yüzüyor. Böylesi bir esinti yaşatıyor bu eser. Duyumsamamda, fırtınalardan sonra insanoğlunun rahatlık beklediği dönem sırada. Ama öyle olmuyor, bizde öyle olmadı işte. Bizim için geçerli olan bakış açısında, “hayat kendi yolunu kendisi seçer”, “Bir deli başka bir deliği iyileştiremez!” Farklı söylersek “kronik hasta olanın yavrusu da solgun olur!” Hayatımızda, dünü bugünden, bugünü de yarınlarımızdan kopmuş göremeyiz. Çıkış noktamız bu olursa, her şeyimiz parça parça olur. Bir daha değerlenmemek üzere dağılıp kaybolur. Schubert, kulağımı okşayan ve hayal gücünü açan bu eseriyle geleceğin tüm insanlarına hayatın bütünlüğünü ima edip, anlatmak ve asla unutturmamak istemiş olabilir. Bizim dinamik hayatımız da ele avuca sığmıyor, güçlü bir müzik gibi akıp gidiyor. 1989 yılı patlamamızı örnek alırsak, bu öyle cesur ve güçlü bir infilaktı ki, tüm dünyaya dağıldık, Kanada, Avustralya, İsveç, Fransa vs. “Vatan” aradık, Türkiye’ye sellerle aktık. Bizim bu patlamamız öyle ki çok güçlü bir birikim sonucunda oldu. Şöyle bir baktığımda insanlarımız çok hırpalandı. Artık sakin, gururlu ve yine başı dik olmamız gururumu okşuyor. Kapkara fırtınalı bir havadan tsunamiden çıkmış bir halimiz vardı, giderek aşıyoruz. Vermedik ve vermiyoruz kendimizi, teslim olmadık ve olmuyoruz


58

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

dertlere, öleceksem ayakta öleyim gururuyla ilerliyoruz dimdik. Geçmişin tüm yükü sırtımızda olsa da, eklim büklüm değil, sürünmeyi akıldan geçirmiyoruz. Hissediyorum gelecek günleri, sesiz insanlarımızın gönlünde fırtına koparan yeni müzikler esecek. Günün sessizliğini can kulağıyla seve seve dinleyenlerin günü geliyor. Bazen kavga etmek, köpürmek gelir içten içe. Yakın hemşerimden biri İstanbul’da uzunca kalmıştı. Ofisimde doludan boşa doldururken eşinden telefon geldi. İlk sözle patlayan ses gürledi. Sitemler yağıyor. Kızarıp bozaran misafirin yüksek sesle “Dur be!”, “Rica ederim bi dur!” dedi “Ben seninle kavga etmeyi bile özledim!, ne diyorsun!” deyince, karşıdan gelen ses yumuşayıverdi... Bu sitede yayınlanan ilkyazımda “yalıları” anlatırken, deniz suyu ile kıyının buluşup öpüştüğü nedir, demiştim. Telefon aldım, denizin kudurduğu zaman ne olur: “Sevişiyorlar mı, yoksa dövüşüyorlar mı?” diye sordu kendini güçlü hisseden okurum. Hemşerimle verdiğim örnekten çıkarsak, sevişmek de kavga etmek de hayatın bir parçasıdır. Karda kışta, yağmurlu baharda ya da orak sıcağında sevgilinin gözlerine bakınca hep aynı duyguları hissetmiyor muyuz?... Schubert’ i dinlerken anneannemi anımsadım. İki kat bükülmüş bahçemize fasulye ekerken, hazırlanmış kazılmış çizilmiş gübresi saçılmış karıkların bazılarını boş bırakmak pahasına, tohumlardan birkaç tutam ayırır ve komşu Refiye teyzeye uzatırdı. “Al şunları, avlu boyuna ek, kardeşlerinle”, derdi. Sanki bizim bahçeye ekse kardeşlerine engel mi var, diye düşündürürdü beni. Bir defasında iyice daldığımı anlamış olacak “onların da olursa, göz hakkı kalmaz kızım, sen işine bak” dedi. Anneannem hayatın bütünlüğünün diplomasız profesörü gibiydi. Yattığı yerler nur olsun. Aklıma geldikçe kendimi bom boş bulduğum oluyor. Harmoninin hayat okulu yok gibi, olanda bol, olmayanda yok... Karmaşık bir çağda, bocalayarak arama içinde yaşıyoruz. Kâbuslu bir gecenin sabahında huzur arar gibi bir ruh hali hâkim. İç dünyamız kaynıyor. Hepimiz şu noktada fikir birliğindeyiz, durulamadık ama durulacağız. Bölünmüş, parçalanmış, birbirinin sıcaklığına muhtaç ailelerin yeni huzur dengesi arayan üyeleriyiz. Biz son yüzyılda budandık. Özümüzde, suyumuzda tüm yetenekler, her şey olsa da, şu an şair gibi şairimiz, sanatçı denecek şarkıcımız, teli kopmamış sazımız yok. Bilmem yazmama gerek var mı ama “Jigoli” bizi ne yüreklendirebilir, ne ru-


Makale ve Analizler - 2013

59

humuzu zenginleştirebilir, ne karanlıkların sisini kaldırabilir ne de bizi kanatlandırabilir. Ezilmişliğimizi artık yavaş yavaş aşmalıyız. Anneannemin Şerife teyze dediğim uzaktan bir kız kardeşi vardı. Yılda bir buluşurlar, gece boyu dertleşirler, anlatırlar anlatırlar da bitiremezler, birazını da yarına bırakırlardı. Şerife teyzenin bir esnaf şehrinin yerlisi olduğunu tane tane konuşması, üzerindeki gül kokusu, pastel renkli ipek iç giysileri anlatıyordu. Eşi ise konu açıkladığında Şerife teyze beni kucağına alır, saçımı okşayarak yavaş yavaş anlatırdı: Şu partiler var ya, o zaman da vardı. 1934’faşıt rejiminde tutuklandı Mehmet deden, Aleksandır Stanboliyski çiftçilerinin bizim orada başıydı, celepti, Bulgarlarla birlik olup “Maritsa” sucuk fabrikasını kurdu, “Karlovo lukantası” yaptı. Sen misin ileri geçen. Ölümü istendi. Kaçtı 5 yıl İzmir’de yakınlarımızın yanında kaldı. Döndüğünde de birimize rahat gün yoktu. En sonunda Koca Balkan’ın “Ambaritsa” mevkiinde mandıra kurdu. Beyaz peynir ve kaşar peyniri yaptı. 1943 kışında malı Balkan’dan indiremedi. Mandırada kaldı. Kar kış kuşak boyu. Bir gece Çar Boris jandarmaları basmış mandırayı, “sen partizanlara peynir veriyorsun” demişler, Mehmet dedenin abasını poturunu almışlar, bocukta anadan doğma dışarı atmışlar geberesicileri. O da kurda kuşa yem olmaktansa belki şehre inerim, inebilirsen demiş ve yürümüş diz boyu karda... Yol yordam yok, gece ay ışığında göz yordamına Balkandan salmış kendini, inmiş, indikçe donmuş, yüzü gözü buz, elindeki sopa parmaklarına yapışmış, neyse Kazanlığın Bademlik mevkiine kadar inmiş ve koskoca adam çırıl çıplak serilmiş ilk evin önüne. Komşular sabah bulmuşlar, arabayla getirdiler, ağalarmısın sızlar mısın kızım, derken hep bürgüsünün ucuyla gözyaşlarını silerdi. Ölmüş sandık, ılık suyla ovarken döndü hayata, soluğu Filibe devlet hastanesinde aldık. Sonraları bana “hayata dönmek ölmekten çok daha zormuş” dedi. O sızılar o ağırılar, iki ayağı da kangren olmuş, sol kolu da kangrenleşmiş, üçünü de kestiler. Ben, üç çocuk ve elsiz kolsuz ayaksız bacaksız adamla beş altı yıl yaşadım kızım, derken yüzüme bakıyor ve saçımı öpüyordu. Sonra ne oldu dediğimde: Satranç oynadı. Önceleri de satranç oyununda çok hevesliydi, gencini yaşlısını, Türkünü Bulgar’ını yenerdi. O zaman büyük savaş, açlık, kıtlık, elde yok pazarda yok. “Ben ailemi geçindiririm” dedi. Evimizin avlusunda


60

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

satranç kursu açtı, her hafta turnuva düzenledi, paralı yarışlar yaptı, hep kazandı, ölümü yendi. “Onlar bana vız gelir” derdi. Yendi aldı paralarını, avluya gelen Bulgarların hepsi burnu bükük çıkardı kapımızdan. Ne ağır, ne zor günlerdi. İş insanın ruhundadır kızım. Ruhlu olan her zaman kazanır. Sen saçını kestir ama ruhuna dokundurma. Oy güzel yavrum benim, deyip beni bağrına basar, daha da yürekten severdi beni. Sonra 9 Eylül 1944 geldi. Partizanlar balkandan indiler. Bir gün hepsi toplanmış, “Mehmet yoldaş, peynirlerini az mı yedik” diye şakalaşarak avluya doldular, oturdular. Hepsine kahve ikram etti, bayram ertesiydi, baklava sundum. Karlovo şehrinde faşizme ve kapitalizme karşı mücadele edenlere verilen emekli ve hizmet maaşını getirmişlerdi. Mehmet deden “komşularım ben sizi bilirim bugün verir yarın alırsınız. Ben inadıma yaşıyorum.” dedi ve almadı, hepsini güler yüzle uğurladı. O zaman bu zaman ben cesur erkekleri cesur ve yürekli analar doğurduğuna inanırım. Geçmişi bugünü ve bugünde hem geçmişi hem de yarınlarımızı bir bütün olarak gören ve yaşatan insanlarımız var bizim. Bize inadına yaşarken nice müjdeler bahşedecek kuşaklar geliyor. Bir yandan kulağımın kenarıyla Schubert ’i dinliyorum, Refiye teyze anılarımın etkisinde kaldım. Şu an hayat beni de inadına yaşamaya çağırdığını hissetim. Evet Biz vardık, varız ve var olmaya da devam edeceğiz.

Vardar Ovası ve Balkan Politikası

Barış Doster-27.Ağustos.2013

Bir başvekil muavini, katıldığı bir etkinlikte “Vardar Ovası” türküsünü seslendirmek isteyen sanatçıyı, “o türküde rakı sözcüğü” geçtiği için uyardı kısa süre önce. Sanatçının başka türkü söylemesini istedi. Ve Atatürk’ün çok sevdiği türkü bir kez daha Balkanları, Rumeli’yi, Makedonya’yı taşıdı ülke gündemine. Biz işin kültürel ve sanatsal boyutuna değil, diplomatik ve siyasal boyutuna bakalım. Türkiye’nin zaten çok da kuvvetli olmayan


Makale ve Analizler - 2013

61

Balkan politikasının nasıl çöktüğünü ele alalım. Bir süredir Ege Denizi’ndeki küçük adacıkları işgal etmekte olan Yunanistan, son olarak Batı Trakya’da müftü atadı, anlaşmalara aykırı olarak. Bir başka başarısızlık Bulgaristan’daki genel seçimlerde yaşandı. Türklerin kurumsal partisi olan Haklar ve Özgürlükler Hareketi, Türkiye’deki mevcut hükümet eliyle bölündü. İçinden Türkiye’deki iktidara yakın bir parti çıkarıldı. Türkiye, siyasi kadroları, kimi diplomatları, valileri, belediye başkanları ve işadamlarıyla bu yeni partiyi destekledi. Bulgaristan’daki seçimlerde oy kullanma hakkı olan ülkemizdeki soydaşlara bu partiye oy vermeleri yönünde baskılar yapıldı. Sonuçta Bulgaristan’daki Türkler bölündü. Kurulan yeni parti seçimlerde hezimete uğradı. Haklar ve Özgürlükler Hareketi ise güç kaybetti. Gelelim Balkanların bizim için önemine... Balkanlar, tarihi ve kültürel açıdan zengindir. Üç yanı denizlerle çevrilidir. Avrupa uygarlığının temelinin dayandığı yerlerdendir. Üç tek tanrılı dinin yanında kimi hesaplara göre, 19 ırk, 16 dil bulunur. Karışıklık ve siyasi istikrarsızlık süreklidir. Hem dil, hem kültür, hem din açısından sürekli çatışma yaşanır. Nitekim uluslararası ilişkilerde sık kullanılan “Balkanlaştırmak” deyimi, “bir sorunu içinden çıkılmaz hale getirmek” anlamındadır ki, tam da bölgeye uygundur. Ayrıca, pek çok sebzenin karıştırılmasıyla yapılan salataya “Makedon Salatası” da denir. Ekonomik açıdan geri kalmış olan Balkanlar’da


62

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tarımda çeşitlilik sınırlıdır. Yeraltı kaynakları zayıf, sanayi altyapısı eskidir. Son yıllarda birbiri ardına AB üyesi olan Balkan ülkelerinin birkaçı dışında, ekonomik açıdan parlak durumda olanı yoktur. Balkanlarda en çok öne çıkan 5 etnik gurup; Yunan, Bulgar, Arnavut, Türk ve Güney Slavlardır. Güney Slavlar da; Sırp, Hırvat, Sloven ve Karadağlı olmak üzere dörde ayrılırlar. Bölgedeki ulus devletlerin çerçevesiyle bünyelerindeki etnik yapılar genellikle örtüşmez. Slavlık ve Ortodoksluğun da etkisiyle Rusya’nın tarihsel olarak ağırlığı büyüktür. Balkanlardaki en temel 5 sorun; ülkelerin toprak bütünlüğü, egemenliği, içişlerine karışmama ilkesinin sık sık ihlali, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ve azınlık hakları olarak sıralanabilir. Kendi aralarında sık sık çatışan Balkan devletleri, bölgedeki karışıklıkları çözmek için tarih boyunca bölge dışından müttefik aramışlar, bu durum da dış müdahaleleri beraberinde getirmiştir. Sonuçta bölge büyük güçlerin çatışma alanı olmuştur. Osmanlı, Avusturya- Macaristan ve Rus imparatorluklarının yerini günümüzde ABD ve Rusya almıştır. ABD,


Makale ve Analizler - 2013

63

kendi başına olduğu gibi, NATO üzerinden de devreye girmektedir. Nitekim NATO tarihindeki ilk alan dışı operasyonları Bosna ve Kosova’da gerçekleştirmiştir. Balkanlardaki sorunların çözümünde bütüncül bir tavır alamayan AB’nin etkisi çok azdır. Ekonomisini başarılı bir güç unsuru olarak kullanan Almanya’nın etkisi ise hızla artmaktadır. Bölgeye en çok yatırım yapan ülkedir. Geleneksel olarak doğu ve güneye açılmak isteyen Almanya, özellikle Slovenya ve Hırvatistan üzerinden Adriyatik Denizi’ne inmeye çalışmaktadır. Türkiye’nin bölgede ciddi bir etkisi yoktur. Geçmişte Bosna, Kosova sorunlarının çözümü için katkı sunsa da, siyasi ve iktisadi ağırlığı sınırlıdır. Oysa Balkanlar Türkiye için her açıdan çok önemlidir. Trakya topraklarımız Balkan coğrafyası içindedir. Boğazları ileriden korurlar. Avrupa ile aramızda köprü olan Balkanlar’daki sınırımız Meriç Nehri’dir. Birinci Dünya Savaşı sonunda Balkanları kaybettiğimiz zaman, aslında anavatanı kaybettiğimizi geç de olsa anlamışızdır. Balkanların tarihine kabaca bakıldığında, Romalıların “böl ve yönet politikası” izledikleri, Bizanslıların bölgeyi Slavlaştırdıkları, Osmanlıların ise etkili, otoriter ve dinsel açıdan akılcı, hoşgörülü bir anlayışla bölgeyi kendilerine bağladıkları görülür. Batıya doğru genişlemeyi önceleyen, Balkanlara özel önem veren Osmanlı, Balkan çocuklarını devşirerek imparatorluk yönetiminde önemli mevkiler vermiştir. Bir hesaba göre; 215 sadrazamından 62’si Balkan kökenlidir. Kıssadan hisse: Balkanlar, Balkan türkülerinden ibaret değildir. Kısa, orta, uzun vadeli stratejiler geliştirilmeden, ulusal güç unsurları ahenk içinde seferber edilmeden, kuvvet, zaman, mekân dengesi gözetilmeden atılan diplomatik adımların karşılığı yoktur. İç siyasette hamaset belki, bazen işe yarar. Ama dış politikada işe yaramaz. Tarihten ders almayanlar, bugün Vardar Ovası türküsünü gözleri yaşlı ve özlemle söyledikleri gibi, yakın gelecekte de “Mardin Kapı Şen Olur” veya “Urfa’nın Etrafı Dumanlı Dağlar” türkülerini gözü yaşlı ve uzaktan iç çekerek söyleyebilirler. O zaman “açılım” için türkü yakmak yetmez, ağıt yakmak gerekir.


64

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Rodoplar’da XIX. Yüzyılda kurulan Türk devletleri

Rafet Ulutürk-29.Ağustos.2013

Ey kör! Bu yer, bu gök, bu yıldızlar boştur boş! Bırak onu bunu da gönlünü hoş tut hoş! Şu durmadan kurulup dağılan evrende Bir nefestir alacağın, o da boştur boş! Türk Milletinin tarihi milattan önceki yüzyıllara kadar gider. Araştırmacıların tespitlerine göre Türk Milleti 116 Türk devleti kurmuştur. 1990 sonrası da Türk Cumhuriyetlerinden Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan, Tacikistan, Kırgızistan ve Özbekistan ile Türk Milleti günümüze kadar 122 devlet kurmuştur. Rodoplar’da kurulan 3 Türk Devleti ve KKTC de bunların arasında yer almaktadır. Bilindiği gibi Rodoplar’da kurulan ilk Türk Devleti Ahmet Ağa’nın Başkanlığında Batı Trakya Rodop Türk Devleti’dir. Bu devlet 1878 yılından 5.Nisan 1886 yılına kadar devam etmiştir. Burada Rodoplarda 2. Devlet ise 31.08.1913 yılında Kuşçubaşı Eşref Beyin yönetimindeki Batı Trakya Türk Cumhuriyeti kurulmuş ve bu devlet de 25.10.1913’e kadar devam etmiştir. Son 3. Devleti de Peştereli Tefik Bey ve Fuat Balkan’ın yönetiminde merkezi Hemetli olan 3. Batı Trakya Türk Devleti kurulmuştur. Bu devlette Müttefik devletlerin baskılarıyla yıkılmıştır. 1. Rodoplarda Batı Trakya Türk Devleti’ne Giriş 19. yy. sonlarına doğru Rusya Çarlığı Balkanlar’daki Ortodoksların hamiliğini elde etmeye çalışırken panslavist fikirlerini de sürdürüyordu. Bulgar bağımsız kilisesinin kurulması Slav azınlıklarda Panslavizm’in yayılması ve kışkırtmalar ile ayaklanmalar bir birini izliyordu. Bosna Hersek-1873-75; Karadağ ve Sırbistan 22.07.1976’da Osmanlıya savaş açıyorlar. Fakat sonuç Sırpların istediği gibi olmuyor. Osmanlı Sırpları üst üstte bozguna uğratıyor. Sırpların barış istekleri sonucunda İstanbul’da büyük devletlerin gözetiminde bir Konferans toplandı. Büyük Devletler bu konferansa Osmanlı delegelerini almadılar. Önce kendi aralarında anlaşarak bir ön anlaşma tasarısı hazırlandı. Bu tasarıyı da zorla Osmanlı devletine kabul ettirmeye kalkışırlar. Red cevabını alınca da, İstanbul konferansı dağıldı. Büyük devletler, yine kendi aralarında 1877’de de Londra Protokolü’nü imzaladılar. Bu protokole göre, Osmanlı İmparatorluğunda azınlıkların durumunun düzeltilmesi, bu düzeltmenin yapılıp yapılmadığının kontrol edil-


Makale ve Analizler - 2013

65

mesi, Osmanlı Devletinin silahlarının azaltılması, Karadağ ile zorunlu barış yapılması kararlaştırılmıştı. Ruslar ise, Londra Protokolü’nün Osmanlılar tarafından reddi halinde bunu savaş nedeni sayacaklarını ilan etmişlerdir. Osmanlı 11.04.1877’de bu Protokolü reddetti. Bunun üzerine önceden Romanya ile anlaşmış olan Rusya 24.04.1877 Tuna nehrini aşarak Osmanlı topraklarına girdi. Büyük devletler tarafsızlıklarını ilan ettiler. İngiltere ise İstanbul ve Suveyş kanalının el değiştirmesi söz konusu olursa tarafsız kalamayacağını ilan etti. Karadağ ile savaş sürüyordu, 11.08.1877’de Romanya da Türkiye’ye Osmanlıya savaş ilan etti. Bir süre sonra Sırbistan’da savaşa girdi. Savaş gittikçe aleyhimize gelişti. Bu savaşta birkaç başarı dışında Osmanlı orduları tam bir hezimete uğradılar. Plevne müdafaası ve Rodoplar’daki direniş ise bu savaşın unutulmayan kahramanlık destanlarıdır. 1878 ocak ayında Osmanlı delegeleri Rus ordu karargahına gönderildi. Görüşmeler sürerken Rus birlikleri, Edirne’yi alarak Ege ve Çatalca’ya kadar ulaşmışlardı. Bu arada Rodoplar’da Ruslara karşı mücadele devam ediyordu. Daha sonra 3.03.1878 tarihinde Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması imzalandı. Çok ağır şartları olan bu antlaşmaya göre, tüm Balkanlar tanınmayacak şekilde parçalanıyor, geriye kalan Osmanlı topraklarının birbiri ile bağlantısı dahi kesiliyordu. Bu anlaşmaya göre, Adriyatik denizi, Karadeniz ve Tuna nehri arasında Büyük Bulgaristan Devleti kuruluyordu. Ayrıca Karadağ ve Sırbistan, topraklarını genişleterek tam bağımsızlıklarına kavuştular. Rodop Türk Hükümeti Kurucuları Rodoplar’da yaşayan Türkler bu anlaşmayı kabul etmeyerek, ayaklanıyorlar ve Rusya’ya karşı kurtuluş savaşını yürütmeye devam ediyorlar. Rodoplar merkez olmak üzere, bir hükümet kuruluyor. Kırcaalili Abdullah Efendi, Hidayet paşa, Ahmet ağa, Hacı İsmail Efendi, Hacı Mümin, Hacı Halil, Kara Yusuf ve Ali Ağa bu Rodop Trakya Devletinin kurucuları idiler. Rodop-Batı Trakya Yönetimi, Murat Ağa’nın Komutanlığı ve Kahramanlıkları: Herkesin bildiği gibi Rodop Türkleri bilhassa Kırcaali sancağı, 1877-78 Rus-Osmanlı savaşında büyük fedakârlıklarda bulunmuşlardı. Bu savaşta Tuna nehrini kolayca aşan Rus Ordusu Bulgarların desteği ile Filibe’yi geçerek Rodoplara doğuru yol alıyorlardı. Fakat Kırcaali halkının direnişi ile karşılaşmışlardır.


66

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Burada Ruslara karşı direnen Osmanlı ordusu değildi, bizzat Kırcaali Türk halkının kendisiydi. Kırcaali’nin Fındıcak köyünden Murat Ağa Süleyman Paşanın yanında götüremeyip Kırcaalide bıraktığı silah ve cephanenin yerini biliyordu. Murat Ağanın örgütlediği Rodoplu delikanlılar ile Rusların ve Bulgarların Rodoplara geçit noktalarını tuttu. Rusların hiç beklemedikleri bir noktada karşılarına çıkan bu cesur vatanseverler karşısında Rus askeri ve Generalleri neye uğradıklarını şaşırdılar ve Osman Paşanın direnişinden sonra ikinci bir direniş karşısında ilk defa büyük bir hezimete uğradılar. Bu direniş karşısında Ruslar çok büyük bir kayıp verdiler. Fındıklı Murat ağa Rusların tekrar geri döneceğini biliyordu, bunun için Kırcaalinin tüm köylerine adamlar göndererek Yunus oğllarından İsmail Ağa, Halil Ağa, komutasında Ahi Çelebi, Mestanlı, Eğridere, Koşukavak, Karagözler ve tüm Kırcaali civarından silahlı gönüllü Rodoplu vatanseverleri toplayarak hepsi koşup geldiler. Rodop halkı ile Rus Ordusu arasında mütiş bir savaş başladı. Rus General Hesikov komutasındaki Rus piyade alayı ile bir kozak alayı taarruza geçtiler. Ayrıca bir alay haline getirilmiş Bulgar çeteleri de Ruslara yardım ediyordu. Ruslar Bulgar çetelerini arkadan kuşatmaları için bir plan hazırladılar. Fakat bunu hisseden Murat Ağa kıvrak zekası ile daha önceden davranarak Çetecileri içeri çekti ve Türklerin Hilal taktiği ile hepsini yok etti.Murat Ağa kendi yönetimindeki 354 köyde bir idare kurdu. Burada Rodoplu Türk kadınları evinde yaptıkları yiyecekleri Katırlarla taşıyaşan Rodop’lu Askerlere ve Gazilere yiyecek taşıyorlardı. Ruslar şiddetli top ateşi ile Rodoplu Mücahitleri yıldırmak istediler. Fakat düşen top mermileri Rodop dağlarında parçalanıyordu, Rodoplu Mücahitler ise bir adım bile geri adım atmıyorlardı. Rus Generali yine hücum emri verdi fakat Rodop’lu Mücahitler öyle bir kurşun yağmuru yağdırdılar ki Rus taburları perişan oldu. Rus Askerleri Rodoplu Mücahitlerin karşısında duramadı ve kaçmaktan başka çareleri de kalmamıştı. Bunun üzerine Rus Generali Hersikov Murat Ağa’ya haber göndererek kendi ile görüşmek istediğini bildirdi. Murat Ağa elinde tüfeği ile bir katırın sırtında yalnız başına Rus Generalin karargâhına gitti. Rus Generali bütün askerlerine emir vererek bu kahramanı selam ile karşılamalarını ister. Murat Ağa ile Rus Generali görüşerek Murat Ağa Rodop dağlarından bir karış toprağı bile kendilerine teslim etmeyeceğini kesin olarak belirtti.Bu görüşmeden sonra Rus kuvvetleri geri


Makale ve Analizler - 2013

67

çekildi ve Rodoplar kurtuldu.Burada Rodop insanının bu büyük kahramanlıklarını hiç kimse unutmamalıdır, Rus askerinden herkes kaçarken Rodop Mücahitlerinin karşısında ise Rus askerleri kaçardı.Berlin’de toplanan kongre Osmanlı İmparatorluğunu parça parça ederken. Kırcaali sancağını da Bulgaristan prensliğine dâhil ediyordu kâğıt üzerinde yapılan bu anlaşmadan sonra iki Bulgar taburu Kırcaali’ye geldiğini duyan murat ağa aya kalktı. Kırcaali’yi teslim almaya gelen Bulgar askerlerinin ellerinden tüfeklerini alarak, memurlarla birlikte hepsini geri gönderdi.İşte bundan sonra Kırcaali’de Trakya Rodop Türk hükümeti kurulmuş oldu.Bu hükümet 1886 yılına kadar devam etti. Daha sonra Osmanlı Devletine ilhak oldu. Bu Rodop Türk mücahitlerinin yapmış olduğu fedakârlıklar unutulmamalı ve unutturulmamalıdır. Bu kahramanlar daha sonra Eşref Kuşçubaşının yapmış olduğu Edirne ötesi harekâta da canla başla destek vererek ilk Batı Trakya Türk Cumhuriyetinin temellerinin atılmasında da öncü olmuşlardır. 2. Batı Trakya Türk Cumhuriyeti - İlk Türk Cumhuriyeti Balkan savaşı sırasında ve sonrasında Osmanlının hüküm sürdüğü Balkanlarda yaşayan Türkler önceleri düştükleri durumu pek anlayamadılar. Balkanlar’da tüm azınlıklar ihtilal hazırŞarki Rumeli Vilayeti ve Batı Trakya lığı yaparken, Türk Milleti böyle bir harekete gerek duymamıştır. Çünkü onlar devletine ve ordusuna güveniyorlardı. Çeşitli unsurların yaşadığı Osmanlı topraklarında tüm okullar azınlık Hıristiyanların idi. Onların kiliseleri bile bu konularda hazırlıklar yapmıştı ve zamanı gelince birden toparlanabiliyorlardı ve böylece bağımsızlıklarına kavuşabildiler. Kısacası kendi aralarında teşkilatlanmalarının alt yapılarını hazırlamışlardı. 30.05.1913 yılında Trakya, Edirne, Tekirdağ ve Kırklareli’nin bazı bölümlerinin Bulgar’lara bırakılması, buralarda bulunan Türkler üzerinde şok tesiri yaptı. Ümitler kesmemişti amma, sokaklarda Bulgar askerleri dolaş-


68

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

maya başlamıştı. 10.08.1913 tarihinde Bukreş Anlaşmasının imzalanması ile İskeçe, Gümülcine, Dedeağaç Bulgaristan’a kaldı. Çünkü Rusya’nın direktifleri ile Bulgaristan, Ege denizine bağlantı istiyor ve bu hususta çok direniyordu. Büyük devletler de Bulgarların yanında yer aldılar ve barış Bulgarların lehine döndü. Türk yurdu olan topraklar düşman eline bırakıldı. Bulgarlar da burada görülmemiş gaddarlıklar ile halka etmediklerini bırakmadılar. Türklerin hayatlarını yaşanmaz derecede zorlaştırıyorlardı. Bulgar askerlerinin hepsi de aç ve çıplaklardı. Köy halkının kendilerine gizledikleri yiyeceklerini buldurup alıyorlar ve olmadık hakaret ve işkenceler yapıyorlardı. Türkler kendi aralarındaki husumetlerin, partileşmelerin, sen ben kavgalarından kurtularak, artık bir araya gelmeleri birlikte hareket etmeleri gerektiğini anlamış oldular. Böylece geç de olsa yer yer kıpırdamalar, gruplaşmalar başladı. Çaresizlik durumuna düşen Türkler de kendilerine dönerek teşkilatlanmayı bu fikirlerden cemiyetler oluşmaya başlamış oldular. Balkanlar’da önce Ocak 1913 tarihinde “Müdafa-i Milliye” cemiyeti kuruldu. Bu cemiyetin yaptığı ilk toplantı “Vatan içinde ortaya çıkan görüş ayrılıklarının, particiliğin, hizipçiliğin geride bırakılması, tüm kaybolan toprakların yeniden Türk hâkimiyetine kazandırılması çabalarının başlamasına” karar verildi. Ardından Türkler bir sürü cemiyetler peş peşe kurulmaya başlandı. Bu cemiyetlerin hepsinin tek amacı vardı. “Kaybedilen Türk topraklarının esas sahiplerine geri verilmesi ve bu uğurda mücadelenin hızlandırılarak, tek vücut halinde savaşılması.” Kurulan bu cemiyetler de amaçları doğrultusunda çalışmalarına başlayarak bunu Kurtuluş Savaşı sonuna kadar yürüttüler. Fakat bu işe geç başlanması kaybolan Türk topraklarının hepsinin kurtarılması mümkün olmadı. Edirne’yi kurtarma harekâtı - 3 ay 27 gün Bulgarların elinde kalan Edirne’nin tekrar ele geçirilmesi için Eşref Kuşçubaşının nefes kesen anılarını paylaşmak isteriz: Eşref Kuşçubaşı İlk Batı Trakya’nın kuran kişilerin başını çeker, yani tüm teşkilatlanmaları o başlatmıştır. Eşref Kuşçubaşı 25 arkadaşı ile buralara gelişini anlatıyor; “İlerleyişimizin Kıyık ve Kafkas Tabyalarındaki gözcülerden mümkün olduğu kadar saklayarak karanlık içinde yürüyorduk. Bir köye girdik hiçbir evden ışık gelmiyordu. Çünkü köyde kapı namına bir şey kalmamıştı. Tavanlar bile sökülmüştü. Köy bomboştu. Kapı ve tavan tahtalarını Bulgar askerleri kışın yakmışlar veya köylü bu ateş hattında kalamaya-


Makale ve Analizler - 2013

69

cağını anlayınca kendileri söküp getirmişler. Bütün didinmemize rağmen, coşkun Arda nehrini geçecek hiçbir yol bulamadık. Karanlıkta ilerliyorduk, şafak sökerken bir insan boyu yükselmiş süpürge tarlası içine düşmüştük. Burası Ayşe kadın mahallesi idi ve Edirne tabyaları birer kartal heybeti ile üzerimize yükseliyor, ağır topların namluları adeta bizi tehdit ediyordu. Süpürge tarlasının içine dağılarak kendimizi gizledik. Şoseye çok yakındık caddede bir adamın alaca karanlık içinde koşmakta olduğunu gördük. Çakır Efeye işaret ettim, kaplan gibi atıldı ve adamı boğazından yakalamasıyla beraber ortamıza sürüklemesi bir oldu. Zavallı neye uğradığını şaşırmış, korkudan titriyordu. Kendisini teskin ettim, kıyafeti Türk olmadığını gösteriyordu. - Türkçe bilir misin? - Bilmez olur muyum Beyim? Ben şu yandaki köydeki Rumlardanım. Türk askeri geldi diye Edirne’de kargaşalık var. Mahpustum, bizi de bıraktılar, şimdi köyüme kaçıyorum. Şehrin panik halinde olduğu anlaşılıyordu. Tam teçhizatlı idik, bir baskın macerası arzusu karşı gelinemez bir hasret halinde benliğimize hâkim oldu. Arkadaşlarımın da aynı arzu içinde olduklarını yanıp tutuştuklarını hissediyordum. Birden ileri diye haykırdığımı hatırlıyorum. Birkaç dakika sonra Ayşe kadın Topçu kışlasının önündeydik. Kapıdaki Bulgar nöbetçi bizi görünce şaşırdı ve hemen içeri kaçtı. Büyük kapıdan içeri daldık. Yanıma Bulgarca bilen 4 kişi almıştım, bunlar tepeden tırnağa kadar silahlı, mümkün olduğu kadar da muntazam kıyafetli idi. Birisine emir vererek ileri fırlattım, patırtıyı duyarak koşup gelen kumandanını önledim: Şehir tamamen Türk askerleriyle çevrili. Hayatınız emniyettedir, kışladan çıkmayınız. Bulgar ordusundaki panik her haliyle gözüküyordu. Başını önüne eğdi, odasına doğru yürüdü. Kapıyı yüzüne kapattık ki ne görelim. Bir tabura yakın Bulgar askeri ricat hazırlığı halinde paltoları simit gibi boyunlarında büyük avluda saf nizamındalar. Allahtan ki silahları ileride çatılmış, emir bekliyorlar. Hiç tereddüt etmeden yanımda Bulgarca tercümanımla kumandan olduğu anlaşılan ve karşısındaki hazır ol vaziyette küçük zabitle görüşen subayın üzerine yürüdüm.


70

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Beni görünce afalladı Selam verdim, nezaketle selamımı aldı. Tercümanım, emir tekrar ediyormuşçasına tekrar etti. Bu sırada bizimkiler çatılmış vaziyette olan silahların etrafını kuşatmışlardı. Kumandana, kışla kumandanını da içeride teslim alarak muhafaza altında olduğunu bildirdim. O da aynı akıbette çaresiz boyun eğdi. Şimdi kışla bizim elimizde idi. Süratle hükümete girmek ve yardım istemek lazımdı. Silahları altta bir salona doldurarak ve Dudullu’lu Pehlivanı da üç kişi ile kapı önünde bırakıp hükümet binasının önüne yöneldik. Hükümet binasının önüne gelmiştik, binada bir tek müfrezeden başka Bulgar kuvveti yoktu. Onları bir araya tıkmak, silahlarını almak hiç de zor olmadı. Burada kapalı 50 kadar Türk esiri varmış. Bunlar da bize katıldılar, Kendilerine hemen Bulgarlardan aldığımız silahları kendilerine verdim. Kuvvetimiz çoğalmıştı, hükümet binası da elimizdeydi. Hemen tüm mahalle muhtar ve imamları topladım. İmam ve muhtarlara asayişten mesul olduklarını, kimseye asla fenalık yapılmamasını tembih ettim. Edirne’nin çevresi Türk askerleri ile sarıldığını sanan Bulgarlar durmadan kaçıyordu. Bu durumu Enver Bey’e en hızlı atlardan biri ile Çakır Efe’yi haberci olarak gönderen Eşref Bey, daha da ileri giderek Cizri Mustafa Paşa (Svilengrad) ve Habibçe kasabalarını da Bulgarlardan temizler. İstasyondaki bütün malzeme ve erzaka da el koyarlar. Eşref Bey şunları söylüyor: “O andan itibaren bizim bugünkünden daha da ilerlemiş olan sınırlarımız içinde bir tek düşman kalmamıştı. Şükran secdesine kapandım ve bize bu günleri nasip eden Allah’a minnettarlığımızı arz ettim ve bu uğurda kanlarını döken şehitlerimize de şefaat niyaz eyledim.” Milletlerarası sorun haline gelen, içte ve dışta birçok tartışma ve didinmelerden sonra niyet Edirne ciddi hiçbir mukavemetle karşılaşılmadan 21.07.1913 günü kurtarıldı. Edirne’yi ele geçiren askeri kuvvetlerin, özellikle önde yürüyen milislerin ilerleme ve savaş hevesi artmıştı. Balkanlarda Bulgar çetelerinin çok fazla zülüm yaptıkları haberleri de geliyordu. Bulgarların kini tükenecek gibi değildi. Zira Bulgarlar, Doğu Trakya’dan kovulmalarının acısı Bulgaristan, Yunanistan ve Makedonya’da yaşayan Türklere akla gelme-


Makale ve Analizler - 2013

71

yecek işkenceler yaparak intikam alıyorlardı. Buralardan gelen haberler tüyler ürperticiydi. Yine Enver Bey’in himayesinde olanlar Meriç nehrini geçmeye karar vermiş ve gönüllü arkadaşlarının arasından seçtiği 100 Er ve 16 Subay ile birlikte yani 116 kişilik seçme bir gönüllü Kuvvet ile Rodop bölgesinde bulunan Ortaköy ilçesine doğru ilerlemeye başladılar. 15.08.1913’te Ortaköy’e vardığımızda hayretle gördük ki, buralarda hiç kimseler kalmamıştı. Bir ara bitkin perişan bir ihtiyar gördük. Başından geçenleri anlattı, bizi olay yerine götürdü. Manzara feci idi üst üstte atılmış, çürümeye başlamış bir yığın kadın, erkek cesetlerini gördük. Ölülerin sayısı 400 civarında idi. Eşref Bey’in hatıralarından; - Raporumuzu Edirne’de bulunan Enver beye gönderdik. Fakat bu hal karşısında geri dönmeye de utandık, herkes bunları bulup hesaplaşmak istiyordu. Hepimiz bundan sonra Koşukavak yolunu tuttuk. Birkaç kilometre kala öncü takımdan bir haber geldi. -Üniformalı ve sivil kıyafetli atlı ve yay bir kafile gelmektedir. Hemen üzerlerine ateş açtık, karşılık veremeden dağıldılar ve kaçmaya başladılar. Öldürdüklerimiz arasında Koşukavak kazasının Belediye Başkanı Vasil de vardı. Diri olarak yakalanan bir Bulgar çavuşu Koşukavak içerisinde Bulgar çeteleri ile dolu olduğunu öğrendik. Milli kuvvetler Koşukavak kazasına girişinde, şiddetli bir ateşle karşılandı. Eşref Bey Bulgarlar kaçmak için ateş etmektedir. Kazanın sağ tarafı tutuldu, tek geçit yeri olarak demir köprü ele geçirildi. Bundan sonra kazanın içine girildi ve sokak savaşı başladı. Bulgar çetelerinin kumandanı elinde tabancasıyla meydana çıkarak Türkçe “Abe... “Başınızdaki komutan gelsin” diye haykırdı. Hemen gidip teslim alındı ve diğerleri de teslim oldular. - Bulgar çetecilerden 3 Subay, 1 Doktor, 1 Çete başı ve 83 kişi teslim alındı. Ölenlerin sayısı ise 1200 kişi. Bizde Nişantaşılı Teğmen Sıtkı ile altı şehit ve 16 da yaralımız vardı. Burada alınan esirler Edirne’ye gönderildi. Alınan silahlarla da yerli Türklerden bir tabur teşkil ettik. Halk kurtuluşu göz yaşları içinde kutluyordu ve her fedakârlığı da göze alıyordu. Koşukavak kazasında hemen Milli bir idare kuruldu. Kamber Ağa adında


72

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

yaşlı bir Türk Hükümet Reisi olarak atandı. Asayiş ve emniyet korunması bunlara bırakıldı. (16.08.1913) Bu arada Mestanlı kasabasına yola çıkıldı, burada bir Bulgar nakliye koluna rast geldi. Bunlar Gümülcine de bulunan Bulgar askerlerine erzak ve cephane götürüyorlardı. Çatışma başladı, kısa bir zamanda tüm Bulgarlar ele geçirildi. Kuşçubaşı-13.08.1913 sabahı Mestanlı’ya geliyorum, büyük sayıda elimizde erzak ve cephanelik, nakliye arabaları elliyi ve mekkâre hayvanları yüzün üstündedir. Mestanlı kazasında da diğer ele geçirilen yerlerde olduğu gibi hükümet idaresi kurulur. Burada yakalanan askerlere ayaküstü kurulan askeri mahkeme kuruldu. Tahkikat sonunda, bunların kumandanlarının korkunç bir zorba olduğu, birçok masum Türkü kılıçtan geçirdiği, atlarına çiğnettiği tespit edilmiştir. Bundan sonra kanunca yol üzerinde kurşuna dizildi. Gönüllü Milisler Kırcaali ili önlerine geldikleri zaman Türkler ilkindi namazına hazırlanıyorlardı. Gelişimiz adeta sürpriz olmuştu, Bulgarlarla yapılan hafif bir çatışmadan sonra Milli kuvvetler kente girdiler. (19.08.1913) Burada Talat Bey’in dayısı, yeni teşkil olunan 600 kişilik milli taburun komutanı oldu. Eski Belediye Başkanlarından Mustafa Bey adında yaşlı bir kişi hükümet Başkanı yapıldı. Gönüllü kuvvetlerden de bir subay askerliğe ait işler için danışman olarak tayin olundu. Kuşçubaşının azından: Şimdi Batı Trakya ordusu 2 bin kişiden kurulu bir milli kuvvetin sahibidir. Edirne’de bıraktığımız 4 bin kişilik asıl kuvvetimiz de bize katıldığında 6 - 7 bin kişilik bir kuvvetimizle kurtuluş çaresi arayan Milletimizin emrindeyiz. Balkanları kurtarmaya giden bu Türk Milli Kuvvete “Kuvayı Milliye” deniyordu ki, Anadolu’daki Milli Mücadeleden önce “Kuvayi Milliye” ismi ilk defa Balkanlarda kullanılmıştı. Kısa zaman züllüme uğrayan Balkanlardaki soydaşlarımız ve topraklarımızın bu milli “Kuvvayi Milliye” kuvvetlerince geri alınması üzerine, elde edilen başarılar, İstanbul’da hükümet çevresinde, halkın kendilerine bir tepkisi olarak algılanıyor, dış baskıların da etkisi ile bu ilerlemeyi resmi olarak tasvip etmiyorlardı. Bu arada Eşref Bey’e İstanbul’dan gelen bir telgraf: -Koşukavak’tan daha ileriye gitmemize izin verilmiyor. Durum icabı, belki geri çekilmek gerekebileceğinden, harekete hazır bulunmanız gerekir.


73

Makale ve Analizler - 2013

Agustos Türk Dünyası Kıpçak’ta Buluştu

29.Ağustos.2013

Moldova’nın başkenti Kişinöv’dan Türkiye Büyükelçisi Sayın Mehmet Salim Kartal, Tika’nın Temsilcisi, Türkiye’den Bursa’nın Mustafa Kemal Paşa belediyesinin Eski Başkanı, ABD Büyükelçisi Politika ve ekonomi sorumlusu Sn. Michael Boll, Rusya Büyükelçi Temsilcisi Vladimir Timofeeviç Hakov, Bulgaristan Büyükelçisi Georgi Panayotov da protokolde yerini aldı. Ayrıca Moldova Milletvekilleri, Türk Dünyasından Çuvaşiya, Bulgaristan, Bulgaristan’ın Devin şehrinden, Tataristan, Dağıstan, Başkurdistan v.s.y. ve çevre Belediye Başkanları da bu toplantıya katılanlar arasındaydı. İlk Köyün çalışanları gruplar halinde, eğitimciler, doktorlar, öğretmenler, belediye çalışanları, sporcular, Ana okul öğretmenleri v.b. gruplar halinde geçişler yaptılar. Ardından protokol konuşmaları başladı. İlk Özerk Gagauz Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı Formuzal sözü aldı; “Bu tabloyu burada görmekten çok mutlu olduğunu belirtti. Ardından Ev sahibi Moldova Milletvekili Oleg Garizan sözü aldı; Tüm katılımcılara geldiklerinden dolayı teşekkür etti. Konuşmalar sırasıyla, Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçisi, Bulgaristan Büyükelcisi, ABD Büyükelçisinin temsilcisi, Milletvekilleri, Belediye Bşk. Ve Türk Dünyasından gelenlerde birer konuşma yaptılar. Bulgaristan Türklerini temsilen gelen Rafet ULUTÜRK’ün konuşması; Sayın Başkan, Sayın Cumhurbaşkanım, Sayın Ekselansları, Sayın Milletvekillerim, Değerli Gagauz kardeşlerim, değerli misafirler, Geleneksel, güzeller güzeli festivalinize, köyünüzün 222 yılı ve kilisenizin kutlamalarına bu yıl da katılmaktan ve gönül açan böylesi bir or-


74

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tamda sizlerle birlikte olmaktan büyük bir mutluluk duyuyorum. Bu orijinal ve artık evrensel forumun düzenlenmesine özverili katkıda bulunan herkesi içtenlikle kutlarım. Festivaller uygarlık sergileridir. Bu emsalsiz harmoniyi birlikte yaşamak üzere bizleri de bu büyük organizasyona davet eden değerli kardeşim Moldova Milletvekilimiz Sayın Oleg Garizan’a Bulgaristan heyeti olarak teşekkür ediyoruz. Hepinize konuksever ve kardeş, Bulgaristan’dan ve Türkiye’de yaşayan “Türk, Bulgar, Pomak, Gagavuz kardeşlerimizin ”gönülden kucak dolusu selamlarını getirdim. Bizler Türklüğün meyvesi olan Orta Asya Bozkırlarından yola çıkarak, Anadolu’dan önce Türkleşen Rumeliye ulaşan, bu bölgeyi. bu toprakları Balkanları da Türk Dünyasına katan Evlad-ı Fatihanlarız torunlarıyız. Bizler Tuna’dan, Deliormanı geçerek, Koca Balkanı aşarak, Pirin, Rodop dağlarına ulaşanlarız. Rodoplardan kıvrım kıvrım akarak Anadolu’ya doğru hızla ilerlediği Akıncılar yurdundan, birçok türkülere, hikâyelere, romanlara ve manilere konu olan Rodop insanının ayrılmaz parçası nazlı yâri arda boyundan Türkiye’ye ulaşanların selamlarını getirdim. Hepinize Dünya Türklerinin kalbinden Türkiye’deki kardeşlerinizden de Kıpçak kardeşlerimize kucak dolusu selamlar getirdim. Değerli Kıpçaklı kardeşlerim, Modern dünya sizin güzel köyünüz kadar küçük oldu. Her şey büyürken küçülür diyenler haklı çıktı. Çağdaş teknik ve teknoloji herkesi ve her şeyi birbirine yaklaştırdı. Teknikle iletişimin kolay öğrenilen kendi dili, özgün kültürü oluştu. Biz, Bulgaristan Türkleri ve Müslüman topluluk olarak bir yandan ana dilimiz Türkçeyi, geleneksel kültürümüzü korumaya çalışırken, siz değerlerin değeri güzel Gagavuz Türkçenizi geliştirerek yaşatırken, aydı zamanda dünyanın doğurduğu yeni sözleri, terimleri, kategorileri öğrenip özümsüyoruz, benimseyip güncel dilimizde dahi kullanmak zorundayız. Bu çağdaşlığın özünü oluşturansa, modern uygarlıktır. İnsanoğlu toplumsal hayat yaşamaya başladığından beri dünyada uygarlıklarla gelişti. Oğuzların Orta Asya’da çeltik tarlalarını sulamak için Azov gölünü dolduran ırmakları bentlerle durdurması, kış aylarında da pirinç pilavı yiyebilmek için mahsulü büyük toprak küpler içinde yer altında saklamaları; talancıların ise bentleri yıkıp küpleri kırması, bunlar hep uygarlıklar sorunudur. Biz Bulgaristan Cumhuriyeti olarak Avrupa Birliği’ne girdik.


Makale ve Analizler - 2013

75

Elen kültürüne, Bizans hukukuna ve Hıristiyan dinine dayanan modern Avrupa kimliğinde hepimize bol bol yer var. Bizim, Bulgaristanlı etnik Türk halk uygarlığımızın bu kültürel mozaik deryasından bir parça olabilmesi çabalarımızın özündedir. Bu orkestrada bizim yaylı tamburalarımız da onların kuyruklu piyanoları kadar etkili müzik yaratabiliyor. Hedefimiz büyük kültür ve uygarlık dünyasında adımızın ve adınızın geçmesidir. Bu yolda sizlerle, hepinizle omuz omuza ele ele vermiş ebedi kardeşleriz. Biz büyük bir orkestranın bağımsız solistleriyiz. Hayatın her dalında birlik ve beraberlik sağlamada ve var olmamızda çağdaş Türk uygarlığında bütünleşmemizin çok büyük etken olacağı kesindir. Bu atılımlarda en dev ödev Türk dünyası gençliğine düşmektedir. Bizler modern uygarlıkta bütünleşme yolcularıyız. Biz, küçük Bulgaristan olarak, Avrupa Birliği’ne üyeyiz. Bulgaristan’da yaşayan Türkler, Pomaklar, diğer Müslümanlar ve Gagavuz kardeşlerimiz, hepimiz hem Avrupa Birliği, hem de engin Türk Dünyası’nın üyesiyiz. Bu açıdan, eğer birbirimiziz olamıyorsak, dillerin, geleneklerin, kültürlerin, uygarlıkların büyü küçüğü, önemlisi önemsizi de olmaz. Bunu böyle kabullendiğimizde farklılıklarımız bütünleşir, açıp bağlar, semereli olur. Yani büyüklük ve küçüklük önceden verilmiş bir nitelik ya da bir hak olmayıp, ancak ihtiyaca göre belirlenir. Türk Dünyası gençliğinin sizlerden her bakıma her an ve her yerde ihtiyacı var derken, çok mutluyum. Çağdaş uygarlığın çok önemli bir özelliği daha var. Aslında bu özellik öne çıkarılmadan örneğin şimdiki Avrupa uygarlığından söz etmek bile olanaklı olamaz. Bu, çağdaş uygarlığın farklılıkların bütünlüğü olmasından yaşam gücü almasıdır. Farklılıklar olmadan bütünlük olamaz, çünkü oluşturucu etken farklılıkların kendisidir. Farklılıkların taşıyıcısı ise, siz, biz yani öz günlüklü küçük topluluklarız. 28 AB ülkesinde 28 dil konuşuluyor. 28 AB ulusunun özgün, yani birbirinden farklı kültürleri var. Etnik halk toplulukları dil, gelenek ve özgün kültürleri, aynı zamanda ulusal ve uluslararası kültürün oluşturucudur, ayrıca özden ayrılmaz bir parçasıdır.


76

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Kendi ülkelerinde huzur, özgürlük ve mutluluk bulamayanlar yenidünyanın başka bir yerinde aynı değerleri arama hakkında özgürdür. Bu, günümüzde yepyeni bir ortam tabi ki, Post modern dünyaya bu açıdan baktığımızda, biz Türk dünyası gençliği, aynı soylardan, boylardan, sulardan, kardeş ana dillerin güzelliğinden geldik ve yerli kültürlerimizin çeşitliliğinde yaşıyoruz, kendi devletlerimizi kendimiz kurduk, son dinle gelen uyum dünyasında özgürce yaşadığımız için, ötekilerden daha mutlu olma şansına sahibiz. Bir de, yaratan, bize adı SABIR olan bir cevher vermiş ki, yeni olan her şeyi beklerken, kendimiz de değişerek yaratıyoruz, yüceliyoruz. Bir yıl önce buraya yaptığım son ziyaretimden beri sizler de değişmişsiniz, ne mutlu, kendinize olan güveniniz artmış, Gagavuz ülkesi daha da güzel olmuş. Hele şu Ağustos ayında meyveler ve özellikle üzümlerle yüklü Gagavuz rahmeti gönlümü okşadı. İş Allah tüm beklentileriniz de gerçek olur. Değerli kardeşlerim, İnceliği ve özgünlükleriyle artık hepimizi defalarca büyüleyen Gagavuz Türkçenizin herkesi kucaklamış dirilişin, değişimin ve yenileşmenin özgün dili olarak, ulusal edebiyatını derleyip Türk dünyası edebiyatından daha etkin bir bölüm oluşturması temennilerimle, bir sonraki gelişimde kitap raflarınızda Türk dünyası ve dünya klasiklerini Rusça değil, Gagavuz Türkçesinde görmek ve okumak arzumu da terennüm etmek istiyorum. Kanaatimizce bu atılım Gagavuz halkının kültür ve medeniyet tarihinde bir devrim, bir dönüm noktası olacaktır. Bu organizasyona katkıda bulunanlara özellikle dostumuz Moldova Milletvekili Sayın Oleg Garizan başta olmak üzere Kıpçak Belediye Başkanı ve Kıpçak Meclis Bşk. Sayın Ivan Nikolaevic ile emeği geçen tüm görevlilere teşekkür eder, katılımcıları gönülden kutluyorum. Bizler Bulgaristanlı kardeşleriniz olarak Kıpçak Köyünün 222. yılını kutlar, Kıpçak’ta yaşayan tüm Gagauz kardeşlerimizin ilelebet yaşatılmasını temenni eder, kardeş Gagavuz halkına başarılar dileriz.


Makale ve Analizler - 2013

77

Dip dalgası hareketleniyor

Hüseyin Yıldırım-02.Eylül.2013

Bulgaristan’daki gelişmeleri yakından izlemeye çalışıyorum. Sosyalizmin son dönemini kapsayan baskı rejiminden halkın iradesinin ağırlıklı olduğu demokrasiye geçişi başarıyla oturtamayan ülkemde kitle memnuniyetsizliği çok değişik biçimlerde kendini gösteriyor. İşsizliğe, parasızlığa, sefalete dayanamayanların aldığı yeni önlemler çok aşırı oluyor. Bulgaristan’da gençler ülkeyi terk ediyorlar. Kooperatifçi üretimden çıkıp özel üretim biçimine, özel üretime yani yeni toplumsal düzene alışamayıp dış ülkelerde ekmek parası aramaya çıkanların sayısı neredeyse 3 milyon kişiyi buldu. Yaz aylarında köyler kentler tamamen boşalmış gibi bir hal var. Bazı yerli yayınlarda ülkeye dış ülkelerden gelen havaleler “yatırım” şeklinde gösterilmeye çalışsa da, bu paraların yarısı işe gidenlerin yakınlarına yani yaşlılara, ailelere, çocuklara geçim için gönderdikleri paradır, yatırım değil tüketim amaçlıdır. Geleneksel bir üretici toplumdan, aniden tüketici bir toplum yaratmak zor iş. Pazar ekonomisi koşullarında bizde yaşları artık 20-25 olan yeni bir kuşak yetişti. Daha fazlası lise bitiren bu gençler iş bulamıyor. Yeni nesil birçok konuda pratik olmayı seçiyor. Değerler listesinde “yurtseverliği” öne çeken yok. Vatan sevgisi buharlaşmış. Üniversite sınavlarında “Botev ya da Vazov” düşerse zayıf alanların sayısı çok yüksek. Sanki 19.Yüzyılın romantizmi ve milliyetçiliği sabah çiği gibi kalkmış ve yerini yamak olma hevesi oturmuş. Bulgaristan’da iki sözden biri “para” olmuş. Para için yapmadıkları, bulamayacakları, satmayacakları yok. Yeni oluşan koşullarda yetişen şimdiki kuşak artık devletten yaşamdaki yerini talep ediyor. Onlardan belirli bir kesim Türk, Pomak, Romendir. Geçen hafta HÖH partisi gençlik örgütlerinden bir gençlik heyeti Türkiye’yi ziyaret etti. Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ ile görüştü. Türkiye konusunda değerlerinde bir değişme, farklılaşma, daha sıcak bir bakış açısı dikkati çekiyor. Bütün dünya krizde inlerken nasıl olur da Türkiye kalkınma


78

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

trendini koruyabildi gibi sorular yanıt arıyor. Türkiye’de okumak isteyenlerin sayısı büyüyor. Basına da yansıyan Bulgaristanlı gençlerle görüşmede Türk, Müslüman gençler Bekir Bozdağ ile tercüman yardımıyla konuştu. Bu işe, Bekir Bozdağ hafiften bozuldu. Sebep: Konuk gençlerin Türk dilini bilmemeleri. Evet, onlar Türk ve Müslüman gençler olsalar da, vatanlarında ana dillerini öğrenme imkânı bulamamışlar. Bu büyük gerçek birçok can alıcı sorunu ortaya koydu. Bunlardan en önemlisi, ana dili olan Türkçeyi konuşamayan, anadilinde yazıp okuyamayan ve kendisine söyleneni anlamayan, anlayamadığı için cevap veremeyen, camiye gitmeyen, oruç tutmayan, kurban kesmeyen, Müslüman geleneklerine uygun bir yaşayış sürdürmeyen, aynı zamanda Avrupa Birliği ülkelerinden birinde yaşayan bu gençlerimizin dört dörtlük TÜRK olup olmadığı sorunudur. Anadilini konuşamayan ve dini mensubiyeti olmayan bir genç kişinin kimliği ne olabilir? Zihinlerde masaya yatırılan sorun bu oldu. Sayın Bekir Bozdağ kendilerine “bir daha gelirken, ana dilinizi öğrenin de öğle gelin” gibi öneride bulundu da, 20’sini aşan gençlerin ana dillerini kolayca nasıl öğrenebileceklerini o da söyleyemedi. Sayın Bekir Bozdağ yalnız TV seyretmekle Türkçe öğrenmenin zor olduğunu biliyor olmalı, her halde. Son dönemde, Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın Bulgaristan Türklerinin durumu konusunda aktifleşmesi dikkati çekti. O, geçen ay, Bulgaristan’da yaşayan kardeşlerimizle “bayramlaşma” ziyaretine gitti. Bulgaristan’daki Osmanlı eserlerine sahip çıktı, zamanla dökülmüş olanların onarılarak yaşatılması gereğini gündeme getirdi, bu işte yardımcı olmaya hazır olduklarını Başbakanlık düzeyinde ifade etti. Buna karşılık olarak olacak ki, HÖH fahri Başkanı Ahmet Doğan ve şimdiki Başkan Lütfü Mestan işgüzarlık göstererek “Türk dilini bilmeyen” bir grup Türk ve Müslüman genci hemen Türkiye’ye gönderdi. Bu mukabil ziyaretin ne anlama geldiğini, hiç düşündünüz mü? Bunun anlamı, “biz zaten Türkçeyi bilmiyoruz, Osmanlıdan ve Türkiye’den koptuk, Türklüğümüz de yok oldu, biz AB üyesi yeni bir kuşağız, bizi rahatımıza bırakın, HÖH partisi de bir Türk partisi olma kabuğundan artık sıyrıldı, etnik bir parti değiliz. Osmanlı tarihsel eserlerinin durumu bizim rahatımızı bozmadığına göre, hiçbir şeyi dürtmeyin, onarmanıza da gerek yok!” gibi bir saçmalık olabilir mi? Bu gençler “bir turistik gezide” politik amaçla kullanılmış olabilir mi? Ülkemizde artık yarım asırdan beri Türk okulları kapalı, Türkçe konuşanlar hep ezildi, sürüldü, para cezasına çarptırıldı, baskı hiç sona ermedi.


Makale ve Analizler - 2013

79

Anadilini bilmeyen mağdura söyleyeceğimiz söz de kalmadı. Ne yapsın zavallılar? Türkçe bilmeyen Türk Müslüman genç temsilcilerin bu ziyareti, Ankara ile arası tamamen açık olan HÖH yönetiminin “bizle uğraşmayın”, “bizim sizinle alıp vereceğimiz yok” mesajı şeklinde de algılanamaz mı? HÖH’ün 1990’da kurulması misyonlarından biri Türkler, Pomaklar ve öteki Müslüman kesimle Türkiye, soydaşlar ve İslam dünyası arasındaki temasları, işbirliğini kesmek miydi. Olsa da ne gezer, günümüzde artık Bulgaristan komşusu Türkiye olmadan ekonomik, ticaret ve turizm dallarında belini doğrultabilecek durumda değil. İki komşu arasındaki dış ticaret hacmi 1.2 milyar US Doları aştı. Bulgar şirketler Türkiye kapısında ortak arıyor. 12 Mayıs seçimlerinin gösterdiği üzere, HÖH yönetimi, partiyi Romenkitlesine doğru kaydırdığına göre, Romenlerin ana dili Romencedir, bizde ancak Müslüman Romenmilleti Türkçe konuşur, “DC”-cilerin partisi HÖH/DPS Ankara ile temaslarını ve ilişkilerini tamamen koparma yolunu seçmiş olabilir mi? HÖH yönetimi “Ankara’nın canı cehenneme!” diyecek kadar ileri gidebilir mi? Olaylar bu yönde gelişiyorsa, Bursalılar, Bal-Göç neden seyirci kalıyor? HÖH yönetimi totalitarizm döneminde başımıza gelenlerin, en kötü olanın unutulması için hiçbir şey yapmadı ve yapmıyor. Bizim için kötünün kötüsü ana dilimizin yasaklanmasıydı. Dilsiz insan hayvandır. Yani biz hayvanlaştırılmak istenmiştik. Dilimiz sorununu çözmeyen HÖH eliti, durumda köklü değişikliğe gitmedi, gitmek de istemiyor, Toşko’nun ırkçılığına bağlı kaldı, Türkleri ve tüm Müslümanları eritme politikasını sürdürüyor. Son haftalarda yeni ders yılı için Türk dili kitapları basılacakmış, iş Allah ilk adımlar başarılı atılır. Özgürlük haklarımız tamamen tanınmış olsaydı, iyilikler kötülükleri silerdi. Bize yapılan kötülüklerin yalnızca iyilikle silinip unutulabileceğine güven artmış olurdu. Başka bir değişle, insanoğlu çocukluk yıllarında iyiliklerle yüklenir, olumlu enerji taşıyıcısı olarak eğitilir. HÖH yeni insanımızın oluşması için çocuklarımıza gerekli olanakları bugüne kadar sağlamadı ve sunmuyor ve istemiyor. 23 yıldan beri bir tek Türkçe anaokulu açmadı, açmıyor. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlarının çocuk kitaplarını getirse ve açacağı anaokullarına dağıtsa işin yarısı kendiliğinde çözülecek, ama parmağını kımıldatmıyor.


80

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Yeni kuşak sadece ana dilinden değil, tarihimiz, edebiyatımız, çevremiz vs. üstüne en temel bilgiden de tamamen yoksun, ayrıca öz kimliğini yitirmiş, canlandırabilecek durumda değildir. Bulgarca yalan yanlış bilgiler çocukların hafızasına sıkıştırılarak, kimlik değiştirme süreci değişik biçimlerde devam ediyor. Sayın Bekir Bozdağ konuk gelen ve Bulgaristan Türk gençliğinin örneklerinden olan bu gençlerle yüzleşti. Türkiye’ye ziyarete getirilen gençlerin Müslüman görgü kuralları ve etiğinin taşıyıcısı olmadığı gözledi. Şimdi en önde gelen birinci ödev bu gençlerden çakıldıkları anti-Türk bataklıktan söküp koparmaktır. Totalitarizm bu gençlerin yetiştiği ortamdan Türklük ve Müslümanlık erdemlerini tamamen emerek kurutmuştu. Şu da var, bu gençliğin yetiştiği ortamında herkes birbirinden, okul arkadaşlarından, komşularından, iş arkadaşlarından, gevezelerden, kışkırtıcılardan, casuslardan, küçük yaşta satılmışlardan, gönüllü genç muhbirlerden, çifte kimliklilerden, aylıklı casuslardan, karanlık işlere karışmış olanlardan, siyasetten zehirlenmekten, hatta karşı futbol takımını tutanlardan çekine çekine korku içinde yetişti.Netice ortadadır. Onlar Türklükten farklı bir görüntü temsil ettiler. Onların yetiştiği psikolojik ortam, günümüzde de bir sis gibi toplumu sarmış, dağılmıyor, kalkıp gitmiyor. Ne olursa olsun, gençlerimiz hangi komploya düşerlerse düşsünler, Bulgaristan’da direniş hareketi başkaldırıyor ve durmayacaktır. İnsanımız, modern anlamda ve istediğimiz gibi mektepli olmasa bile, ciğeri beş para etmeyenlerin kölesi olmayı kabul etmeyecek. Daha derin düşünebilmek için artık sessizliği özleyen gençlerimiz, yarın birbirlerine destek olup omuz omuza yürüyeceklerdir. Genç heyetin Türkiye’yi gelip görmesi de iyi oldu. Ana vatanda 80 milyon kişinin Türkçe konuştuğunu işittiler. Medeni ve çağdaş Türk genliğiyle kucaklaştılar. Enerji değiş tokuşu oldu. Ara sıra aynı yöne baktılar. Onlar burada insan yüreğine ve ruhuna hükmedilemeyeceğini anladılar. Hiçbir şeyin bir çırpıda yok edilemeyeceğini ya da hiçbir şeyin kötülüklerle hal olmayacağını görebildiler. Uyanışın, dirilişin, yükselişin en güç anı nedir bilir misiniz? Gençlerimiz katıldıkları konferansta bunu da öğrendiler. Bizdeki dip dalgasının şimdiki gibi çatırdamaya başladığı an, kitlenin yukarıya tırmanmaya başlandığı sıra tepeye bakıldığı an değildir. Direnişlerde, yolun tam ortasına varıldığında, dönemecin ne olduğu öğrenildiğinde yaşanır en güç an. Bizde de öğle oldu: Cezaevleri, sürgünler, Belene vb. iğrençlikler, ama


Makale ve Analizler - 2013

81

aynı zamanda “Liga” direniş hareketinin öncülüğünde, 1989 Mayısında kadınlarımızın ayaklandığında olduğu gibi. Ayaklanmacılarımız tankları bile durdurdular. Ölümsüz şehitler verdiler ama Türkiye kapısı açılınca, direnişi daha yukarı sürüklemektense, zafer için mücadeleye devam etmek yerine, sürü sürü sürünerek göç etmeyi tercih ettiler, çünkü bu seçenek çok daha kolaydı. Bu olgunluk düzeyidir ve öncelikle bilinçlenme süreci olup, devrim yoluna açılanların su alarak çelikleşmesi gibi etkenlerle ölçülür. 1989 Mayısında, direnişten uzak kalmayı tercih etmemiş, göçe yönelmemiş olsaydık, yılmayaydık, güçlüklerle, korkunç yaşantılarla, kurbanları çoğalan yola devam etseydik, şimdi her şey bambaşka olacaktı. Kabul etmeliyiz, dayanamadık, yılmadık ama durduk, korku kültüründen gelen yarı inanmışların yürekliliği güç kaybetti, korkanlar oldu, saflardan kaçanlar oldu, yükseliş dalgası seline kendiliğinden kapılmışlarla bu kadar oldu. Zaferi içinde yaşamak var ya, eğer o yoksa, direnen zaferi kendi içinde hissetmiyorsa, karanlıkta olsa da yarınların aydınlığını kendi gözleriyle göremiyorsa olmuyorsa işler yarı yolda kalıyor, ama yine de yürünen yol yoldur... Toplumumuzun değer yargıları değişmeye devam ediyor. “Türkçe bilsem ne olur, bilmesem ne...” görüşü ağırlık kazansa da yerleşemiyor. “Türkiye’den de Bulgaristan’a okumaya geliyorlar...” görüşü de yayıldı. Önünü göremeyenler, geri dönmekten korkuyor. Açıklık isteyenlerse çoğalıyor. Ne yazık ki, artık büyük hayal gücü olan insanlara hemen hemen rastlamıyoruz. Hiç beklemediğin yerde dengesiz yaratıklar gibi dolaşanlar var. Kendini sanata edebiyata yönelenler az. Bu gidişle uyurgezer bir tabaka oluşabilir mi? Öte yandan, istediği gibi yaşayamadığını anlayanlar çoğalıyor. Kendi kendini tanımaya başlayanlar da arttıyor. Durumu günden güne kötüye gidenler, sanki eskiden de böylemiydiler! Krizin şu aşamasında yeni durumu aşamazsak bize yabanıl, diyeceklerinden korkuyorum. Otobüs garlarında esneyenlere baktıkça, yalnız bunu düşünüyorum. Artık toplumsal ortamda elinde gazete, kitap olana veya bir şeyler okuyanlara rastlamak imkânsız gibi bir şey. Camiye girip çıkmak durumu değiştirmiyor. Hocalar, ruhlara hitap etmiyor. İnsanoğluna anlamadığı bir dilde bir şey anlatmak kadar anlamsız bir şey olamaz. Camilerdeki durum da bu.Mideleri açlıktan zil çalan insanlar maneviyat olarak hafiflediler ve buna devam ediliyor. Ağızımdan söz kaçar diye korkanlar var. Toplumun tamamı susuyor. Bek-


82

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

liyor. Uyanmaya hazırlanıyor. Sırada kişiler, etrafına bakınarak çıkış yolu arıyor. Durgunluk aşılmayı bekliyor. Yeni hareketlenme dip dalgasını çekiyor.

Susma zamanı

Dr. Nedim Birinci-02.Eylül.2013

Gerçeğin genel geçerli ve ölümsüz ilkeleri var. Bunlardan biri, her şeyin gelişim ve değişim halinde olduğudur. Bu bir devinim ilkesidir. Değişimin ilkesi varsa, Sabrın yaşam biçimi olan susma da bir ilkedir. Atasözümüz: “konuşmak gümüşse, susmak altındır,” der. Bunlar, hepimizin her gün şu ya da bu şekilde yaşadığımız şeylerdir. Ve bu ilkeler her yerde ve her zaman geçerlidir. Bundan 23 yıl önce bir grup seçkin insan Varna’da onlar için peşin kurulan Hak ve Özgürlükler Partisi bayrağını kaldırıp s.o. direniş yoluna çıktı. Birlikte yürüyeceklerdi ama aralarında hır mır çıkmış, kavga edip dağıldılar, şimdi o gruptan tek kişi kalmadı, lider olarak gösterilen Ahmet Doğan da “delirdim” dedi ve yoldan ayrılacağına işaret verdi. Onlar parçalandı ama kendi potansiyeliyle arkalarından çekilen kitle yola devam etmeye hevesliydi. Kurucu “ilkelere” sözde ihanet edenler daha yolun başında sürüden ayrılmak zorunda kaldı. Daha uyanık olan ve tutum ve tavırlarını kişisel çıkarları beleyenler “lider”e yamanarak, kestirmeden ilerlediler. Arkalarında iz bırakmadan yol aldılar, torbalarını doldurma derdine düştüler. Öte yandan, gizli servisin görevlendirdiği “lider” Ahmet Doğan ise, halktan ve onun sorunlarından tamamen koptu koptu ve tez zamanda Saraylara yerleşmişler. Öyle ki, git gide kalabalıklaşan partili kitle “lider”siz kalınca yolunu kaybetti, karanlığa saplandı ve güvendiği dağlara kar yağdığını çok zor görebiliyor.


Makale ve Analizler - 2013

83

HÖH kitlesi artık yoluna, düz yerlerden değil, çalı ve dikenlerin arasından, ağaç köklerinin üzerinden geçerek güçlükler içinde devam etmeye çalışıyor. Hevesliler alayı sefer planı ve gelenekleri bozulmuş bir sürü gibi dağılmıştır. İşte bu gidişin içinde HÖH grubu ikiye ayrıldı. Birinci grup, hiç durmaksızın, yürünen yolda ilerlemek gerektiğini söyleyenlerdi. Kendilerini ve başkalarını doğru yolda olduklarına, eninde sonunda hak ve özgürlüklerini kazanıp hedefe varacaklarına inandırmaya çalıştılar. Liderleri faklı sudan geldiğinden, yol ortasında kaldılar. Onun farklı kimlikli olması kendilerine doğru yolu gösterebilmesine engel oldu. Hak ve özgürlükler kafilesinden her gün biraz daha uzaklaştığından, halkın dertlerinden, ihtiyaçlarından ve menfaatlerinden tamamen koptuğundan, başka bir değişle tarifi imkânsız bir durumda başsız kaldıklarından ilerledikçe yürümeleri güçleşti, ihanete uğradıklarını anlayabilmeleri yıllar aldı. Bugün de bocalıyorlar, yolları yok. Belki de karanlık orman içinde zifiri karanlıkta kalmaları önceden çizilmiş bir plan sonucu kaderleri olmuştu ama bunun bilincine varmak, kurumuş bir kütüğü sularken meyve beklemek kadar umutsuz oldu. İkinci grup, tutulan yolun yanlış olduğunu, liderlerden hiç birinin doğru yol bilmediğinden, kendilerine yanlış yol gösterildiğini, oyalandıklarını, çıkmaz yol izlendiğini, bu yol doğru olsa, bu zamana kadar hedefe çoktan varmış olmaları gerektiğini söylüyor. Doğru yolu bulmak için de, her yöne mümkün olduğu kadar hızlı yürümek gerektiğini ileri sürüyor. İşte böyle, çok kalabalık olan bu kör yolcu kafilesi, tüm yolcular, iki gruba ayrılmış halde, ayrıca da birçok farklı grupçuklar halinde, bir kısmı aynı yönde (HÖH saflarında), bir kısmı da (Osman Oktay, Kasım Dal, Güner Tahir vb. particilerle) tüm yönlerde hiçbir yere varamadan yıllarca yürüdüler. Bugün artık yürümekten usandılar, yoruldular, ateşleri bitti, ruhları söndü. Fakat aralarında bir kişi (halkın bilinci) yürüme heveslilerinin her iki fikrini de kabul etmemişti: Onların kararları doğrultulusunda hareket etmeden önce, bir müddet durup, içinde bulundukları durumu iyice düşünmek, kimin kim olduğunu görmek, her adımı değerlendirmek, işin başına bir daha göz atmak ve o zaman hedef belirlemek ve ancak ondan sonra bir karar vermek gerektiğini söylüyordu. Heyecana kapılan ve yolsuzluktan korkmuş olan yolcular, doğru yolu kaybetmediklerine, ancak yoldan biraz saptıklarına (partilerinin esas ilkeler-


84

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

den kaydığına) kısa zamanda tekrar yolu bulacaklarına inanıp, kendilerini hep avuttular, kurultaydan kurultaya hep aynı sahtekârları “lider” seçtiler, onların sesine ve isteğine uyarak yanlış kişileri yanlış yerlere gönderdiler, hep yanlış seçim yaptılar. Aynı yolda yürüye yürüye koyuna döndüler, bakmasalar da doğru yolda olduklarına inanmaya başladılar. Alışkanlıkları onları bitiren büyük kötülük değil, kaderleri oldu. Yollarını şaşırmış olmalarına rağmen, doğru yolda olduklarına inançları o kadar güçlüydü ki, halk zekâsının ileri sürdüğü fikirleri her iki taraf da öfkeyle, şiddetle ve alayla, lanetlerle karşıladı, halk nurunun açtığı yola katılmak isteyenler tartaklandı, iki taraflardan da bombalandılar, yok edilmek için elinden geleni ardına koymadılar ve hep sindirildiler. Çoğunluktan ayrılan halk zekâsı, yanlış yolda bundan böyle de pusulasız ilerlemenin, kendilerini yani her iki tarafı da büsbütün doğru yoldan ve hedeften tamamen uzaklaştıracağını, bir o tarafa bir bu tarafa giderek bütün yolları denemenin de aynı şeyi yapmak demek olacağını, güç kaybettiklerini, doğru yolu bulabilmek için tek çarenin, tarihsel deneyimlere, ilkelere, güneşe, yıldızlara bakarak hedefe giden yolu saptamak olduğunu, ama bunun için her şeyden önce durmak gerektiğini, duraklamanın o yerde kalmak demek olmadığını, halkla ilişkileri daha da pekiştirerek, insanların bilgeliğinden ve deneyimlerinden daha fazla yararlanmak gerektiğini, ancak bu şekilde doğru yolu bulabileceklerini, doğru yolu bulduktan sonra da o yoldan hiç sapmadan ilerlemek gerektiğini ama bunu gerçekleştirmek için her şeyden önce durup, durumu incelemek, aralarından yeni rehberler seçmek, lider belirlemek gerektiğini söylemişse de kimse onu dinlemedi. Böylece birinci grup (HÖH’lüler) o zamana kadar ilerledikleri yoldan ilerlediler. İkinci grup, bir o tarafa bir bu tarafa giderek (önüne gelen partilerle müttefiklik kurmaya çalışarak) bütün yolları denedi ama yol alamadı. Sonuçta her iki taraf da sonuca ulaşamadı, hedeflediklerini gerçekleştiremedi, yeni amaç belirlemede güçlük çeker duruma düştü, hakları ve özgürlükleri elde edemedi. Hedefe ulaşmaları şöyle dursun, dikenlerin çalıların içine gömülüp kaldılar. Sürünenler ordusu kuruldu. Denildiğine göre, bugün bile hala yollarını arıyorlar, fakat bir türlü bulamıyorlar. Liderleri ise, onları neredeyse tamamen unutmuş, sefa dünyasında sefilleri temsil etme görevini üslenerek sadece kendileri ve yakınları için cennet kurmuşlar. Gece karanlığında ormandan çıkılmaz, düşeni içine çeken bataklıktan yalnız kimse çıkamaz, diyen halk bilgeliğine kulak vermeyenlerin arasından sivrilip, “Bize yanlış yol gösterildi!”, “Aldatıldık!”, “Çıkmaz yolda yorgun


Makale ve Analizler - 2013

85

düştük!” diyen bir tek kişi olmadı. Kurtuluşun her ne pahasına ulursa olsun tutturulan yolda ilerlemeye devam etmekte olduğuna inananlar (HÖH’lüler) de, farklı yönlerin denemekte olduğunu sananlar da; Onu (halkın bilincini) dikkate almadılar. Onların tezi şudur: “Sürüden yarılmayın. Bizimle beraber gelin. Durup düşünmeye ne lüzum var. Çabuk yürümelisiniz.” (“Oylarınızı hep Ahmet Doğan’ın gösterdiği kobaylara verin.”) “Nasıl olsa her şey kendiliğinden yoluna girer” diye bağırdıkça bağırdılar. Evet, yollarını ta baştan, aldatıldıklarından dolayı, şaşırmış olanlar bugün de yanlış yolda olup, bataktan kurtulma yolunu bulamadılar. Bu yüzden hepsi acı çekiyorlar. Öyle sanıyorum ki, yapılması gereken şey, bizi içinde bulunduğumuz yanlış yola düşüren adamı (zaten artık delirmiş) güçlendirmeye değil, durdurmaya çalışmak lazım. Ancak o zaman, bu yola devam etmeyip durduğumuz zaman, içinde bulunduğumuz durumu doğru tespit edebilir; birkaç sahte lider kişinin değil de tüm insanlarımızın aradığı büyük saadete, insanlığın özlediği büyük gönenç ve mutluluğa götüren yolu başarıyla bulabiliriz. Öyle ki, şimdi ne yapılıyor? İnsanlar bir sürü şey uyduruyor, kendilerini aldatıyorlar, yanılmış olduklarını itiraf etmiyorlar, fakat kendilerini kurtaracak asıl şeye, hallerini biraz olsun düzeltecek çareye başvurmuyorlar. Korktuklarından bir an olsun durmaya cesaret edemiyorlar. Kendilerine aldatılan yalanları üzerinde hiç düşünmeden doğru olarak kabul ediyorlar, yalan yanlış şeylere inanarak kendileri oyalıyorlar. Böylece, yanlış hareket etmeye, felaketleri çoğaltmaya devam ediyorlar. Onlar için içine düştükleri aldatılmışlıklarından kurtulmak, abartmadan ifade ediyorum, ölüm kalım sorunu olmuş durumdadır. Yalanı savunmak çılgınlık olmuştur. İnsanımız içinde bulunduğu korkunç sahte durumu bir az olsun kavramaya başlayınca, ellerinden geleni yapmak için cesaret toplarken, durumlarını gerçekten düzeltecek olan şeyden uzaklaşmayı kabul etmek istemiyorlar. Ürkütülmüş olduklarından, hendeği atlamaya cesaret gösteremiyor; koyunlar gibi yeni çobanın ardından suya atlayıp ırmağı geçmeye yanaşmada çekingenliklerini koruyorlar. Yalanla yaşamayı kabul etmiş olmak çaresizliğe teslim olmaktır. Lütfen üzerinde düşünün. Bir de şu var, çare kendilerine öğretildiği zaman öfkeleniyorlar. Doğru yolu kendilerinin göremediklerini kabul etmek istemedikleri gibi, birbirlerinden güç almadan, gruplaşmadan yeni yola çıkmak, yeniliğe açılmak istemiyorlar. Kendini yenemeyen insanlarla çalışmak çok zordur. Siz hepiniz, daha önce, yolunuzu rehbersiz biliyordunuz. Sürgünlerde direnenler, ayaklananlar, başkaldıranlar, dağa kaçanlar, iz bırakmadan kaybolanlar siz değil miydiniz? Sizin kabul etmeniz gereken, Ahmet Doğan


86

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ve tayfasının, DC gizli istihbaratın kurduğu HÖH partisiyle hak ve özgürlükler yolunuzu size kaybettirip unutturmuş olması, hepimizi hedeflerimizden saptırması ve ümitsizlik batağına saplaması, bizim değil, yalnız onun başarısıdır. Atalarımız: “dostuna bile güvenme!” demiştir, ama biz, siz, hepimiz boş bulunduk, gafil avlandığımızı biliyor amma itiraf edemiyoruz, içimizdeki sahte büyüklüğü, ben’i yenemiyoruz. Biz hastayız. Neyse... Şimdi Ahmet Doğan delirdiğine göre, yolumuzu bulmak için şöyle bir oturup, göz göze bakarak bir kaçak sigara yakabiliriz. Yeni fikirler insanlar dinlenirken veya susarken doğar. Susuyorum. Susalım! Nereye kadar...

Kötülüğü dünyadan kaldırabilirmiyiz?

İbrahim Soytürk-02.Eylül.2013

Bu yazımı, dün akşam serinliğinde, Gazi Osman Paşa’daki Pierr Loti Tesisleri’nin Teras Kahvesinde Haliç’in eşsiz manzarasını seyrederken düşündüm. Önce, İstanbul Belediye Başkanı olduğu dönemde Haliç’in çürümüş sularını borularla Marmara Denizi’ne akıtan Dalan geldi aklıma. O, “Haliç balık dolacak,” demişti. Yani suyun bulanıklığı temizlenecek, suya yapılan kötülük kaldırılacaktı. Derken, Galata Köprüsü’nün ardından, ikincisi 100 yıl sonra kurulan, Haliç’in otoyol gibi geniş yeni Köprülerini seyre daldım ve ardı arası kesilmeyen arabaların ek sos dumanında, halen Bursa’da oturan, Kırcaali Tarım Sanayi Kompleksi (APK) eski Başkanı Ahmet Kadir’i anımsadım. O, Kırcaali Barajı’nın berrak sularında alabalık yetiştirmek ve Almanlara satmak için, müşterisinden 5 milyon DM kredi almıştı. İlk balıkları birlikte kızartıp yedikten sonra, yüklemelere başlamadan önce Alman 5-10 canlı balığı Almanya’ya götürüp test ettirmiş ve güzelim balıkların hepsinde % 0.05 oranında kurşun ve çinko bulununca, Almanlar almaktan vazgeçmişlerdi. Bacaları baraj sularından 10-15 km uzakta tüten, Kırcaali Kurşun Çinko Fabrikası’nın dumanlarının taşıdığı zehirlerin karla, yağmurla yazovire bu bölgeye düşmüş ve baraj sularına toplanan balıklar zehirlenmişti. Tabi bunlar gözle görünemezdi.


Makale ve Analizler - 2013

87

Bu günlerde; İki gün önce “Kırcaali. Eu” internet sitesinde, Su Aynasından Balıklar kaçmış haberini verdi. Üstü Kırcaali Baraj duvarı, altı Soğuk Pınar Baraj duvarı, arada da Su Aynası duvarı, nereye kaçmış olabilirler ki? Balıklar da kirli sudan yani suya yapılan kötülük bana da yapılabilir korkusundan kaçmıştır. Kaçmış olmaları kötü tabii... Gözlerimle Kâğıthane’ye doğru uzanırken Karadeniz’in temiz “hayat suyunu” dağ taş altından Haliç’e akıtan kalın boruya sevindim ama yine köprülerdeki eksos sisini düşünmeden edemedim. Karadeniz suları Haliç’e akınca Haliç suyuna yapılan kötülükle baş edilecek tabii, ama kötülükle baş etmek çok büyük bir uğraşı ve pahalı bir iş... Pierre Loti Tepesinde, gün batımı İstanbul kuşlarını dinlerken, bu hafta okuduğum iki yazının etkisi beni rahat bırakmadı. Bunlardan biri, “Osman Paşa Hakkında Bulgaristan’ı Kim Aldatıyor?” başlığı altında “svobodaya com.” saytında yayınlandı. Bu yazıda gerçekçi bir tarihsel irdeleme yapılarak, dün olduğu gibi bugün de Bulgarların en büyük düşmanının neden Türkiye, en büyük dostlarının da, neden Rusya olduğu açıklanıyordu. Yanıt odağı olarak, okul kitapları, tarih ve edebiyat dersleri gösteriliyor. Bulgar okulunda okuyan bir öğrencinin Bulgar milliyetçisi yani Türk düşmanı olmadan diploma almasının olanaksız olduğuna işaret ediliyor. 1877/78 Rus-Türk Savaşı, 93 harbi diye de anılan Plevne Muharebesi ters yüz anlatılarak Türklere karşı düşmanlık körüklenip Rus sevgisi aşılanması, tarihin çarpıtılarak öğretilmesi günümüzde faydasının olması bir yana her bakımdan zararlı olup Bulgar Türk işbirliği için engelleyicidir, diye yazıyor. Osman Paşa’nın kahramanlığına geniş yer verilen bu araştırmada, aslında Osman Paşa’nın Rus Ordusunu yendiği, Rus Baş Komutan olarak tanıtılan General Totleben’in bir Alman olduğu, savaşı kaybettiğini anlayan Çar I. Nikolay’ın, Romanya’ya büyük ödünler vererek, Romen Ordularını savaş meydanına sürmekle mağlubiyet yönünü değiştirebildiğini, anlatıyor. Tarihin çarpıtılması, yalan yanlış anlatılması, böylece halklar ve insanlar arasına düşmanlık tohumları serpilmesi, kötülüklerin en büyüklerindendir. Bu kötülüğün ilacı, tarihi gerçekçi açıdan değerlendirip yazmak, anlatmak ve yeni kuşaklara devretmektir. Çünkü tarih geçmişten bugüne ve yarına akan bir derya, suyu yalan yanlış, asılsız sözlerle zehirlersek, zehirli sudan içeriz ve kötülükleri yenemeyiz. Zamanla hepimiz kanser olabiliriz. Bizim trajedimiz Plevne Savaşı’ndan sonra başlayıp derinleştiği için bu irdelemeye çok büyük değer veriyor ve bu yönde yeni araştırma yazıları okumak isti-


88

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

yorum. Aslında, böyle yazılar çok fazla ama Bulgaristan’da yayınlanmadı ve yayınlanmıyor. Kanımca, Osmanlı’nın son dönemde yürüttüğü savaşların haklı savaşlar olduğunu en esaslı ve gerçekçi anlatanlar Karl Marks ve Friedrich Engels’tir. Bu iki düşünür, Batı’nın Orient yani doğu Politikasına çok büyük ilgi göstermişler ve yaşadıkları dönemde araştırmalarından pek çoğunu bu konuya adamışlardır. Örneklersek, sosyalizm yıllarında BHC’nde Bulgarca basılan K. Marks ve Fr. Engels’in Toplu Eserleri 56 cilttir. Oysa bu iki düşünürün toplu eserleri Almanca ve İngilizce basımda 153 cilttir. İçinde pek çok Bulgarca yayınlanmamış Doğu Politikası yazısı olan bu eserlerin Almanca 143. Cildinde Fr. Engels Plevne Savaşı’ndan sonra topraklarından, köylerinden, vatanlarından zorla kovulan Bulgaristan Türkleri, yani bizim atalarımız hakkında şu satırları yazmıştır: “Bulgarların yerli Türklere yaptığı zulmü, eğer Osmanlılar Bulgarlara karşı sadece bir gün uygulamış olsalardı, tek bir Bulgar kalmazdı!” Bu, o zamanın ve dünyanın en büyük düşünürlerinden birinin yazılı olarak yaptığı, dünya kamuoyunu uyarıcı kesin ve kuşku götürmez bir tespittir. İşte şimdi, artık 135 sene sonra, gerçekçi Bulgar kalemlerinden “Osman Paşa Hakkında Bulgaristan’ı Kim Aldatıyor?” başlıklı bir araştırma yazısının yayınlanması beni çok etkiledi. Okuyunca karanlık tünelde bir ışık bir aydınlık görebildim. Ben, ancak böyle eski bakış açılarının değişeceğine, tarihsel gerçeklerin su yüzüne çıkacağına, Karadeniz’den borular dolusu akan hayat suyunun Haliç’te balıkları yaşatacağına inandığım kadar inanıyorum. Böyle gerçekçi yazılar çıktıkça, 19. Yüzyılın sonunda Doğu Politikası ve Balkanlar konusunda Batı aydınlarınca kaleme alınan yazılar eksiksiz ve seçmesiz basılmaya başladığında, büyük klasik F. M. Dostoyevski gibi Rus dehaların “Plevne Savaşı’na katılan Rus Subaylarla Görüşmelerinden Anılar” Bulgarlar tarafından da okunmaya başladığında, her şeyin değişme yoluna gireceğine gerçekten inanıyorum. O zaman biz Bulgaristan Türkleri olarak çok büyük bir tarihsel adaletsizlikten, yükü bugün de çok ağır bir kötülükten giderek arınacağız. Şu konuya da değinmek istiyorum: Bu hafta Kırcaali bölgesinde sevilen ve sayılan aydınlarımızdan Skalişteli Mehmet Hoca ile sanal ortamda geniş bir söyleşi yayınlandı. Okurken, bende, bu köyde mübarek bi insan yaşıyor, ancak günahlarını bağışlatmak isteyen insanlar böyle yaşar, izlenimi uyandı, sonra da bu dertsiz, tasasız, sevinçli bir halde yaşamaya devam eden güzel insanların ne günahı olabilir ki, geçti aklımdan. Artık “delirmiş” ol-


Makale ve Analizler - 2013

89

duğu haberi yayılan Ahmet Doğan hakkında “bir iç savaş çıkmasının önlenmesinde hizmetleri olmuştur” gibi asılsız bir değerlendirmeye gelip dayanana kadar, her şeyine katılmak isterim de, bu noktada durdum. Bir defa, 90’lı yıllarda bizde asla bir iç savaş olamazdı, çünkü Bulgar devleti daha 1989’un Ağustos ayında bizim gazımızı aldı, yükselen direniş öfkesini söndürdü ve hemen bir parti kurup başına Ahmet Doğan’ı getirerek demokrasi vitesine geçiverdi. O zaman Bulgaristan’da DAC’den getirilip Sliven Balkanına üslendirilen “SS 20” ve “SS 22” füzeleri vardı ki, bu silahları elinde bulunduran bir ülkeye dış müdahale söz konusu olamazdı. Yani Ahmet Doğan’ın bizim öz davamızı asılsız propaganda ile engellemekten başka asla hiçbir hizmeti olmamıştır, kanısındayım. Lütfü Mestan’ın “Bulgar dilini iyi bildiği” için HÖH Genel Başkanlığı’na münasip görmeniz de, akıl fikir işi olmasa gerek. Siz bu partinin yönetim katlarında bulunmuş bir saygın aydın olarak, nasıl oldu da, böyle bir değerlendirmede bulunabildiniz, aklım almıyor yine de açıklamanızı bekliyoruz. Bu iki değerlendirme konusunda sizi baskı altında tutan etkenler hangileri olmuştur! Bu değerlendirmelerinizle yaptığınız haklı davamıza... Biz hem eski hem de yeni kötülükleri ruhumuzdan söküp atma sevdalısıyız.

HÖH partisinden muhtar seçilip Todor Jivkov’un heykelini dikti

BGSAM-07.Eylül.2013

HÖH partisinden muhtar seçilen Svilen Ognianov, komünist diktatörün heykelini diktirdi. Plevne’nin Odırne Köyü HÖH partili muhtarı Svilen Ognianov, köy meydanına iktidarı döneminde binlerce Bulgaristan Türküne zülüm uygulayan komünist diktatör Todor Jivkov’un heykelini diktirdi. Seçim öncesi köylülere Jivkov’un heykelini diktireceği sözü verdiğini belirten Ognianov, “Köydekilerin çoğu Jivkov’un dönemini seviyor” dedi.


90

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Barışın Adı: Topal Yusuf veya İki Heybe Altın

Hüseyin Yıldırım-08.Eylül.2013

Bu haftam çok yoğun geçti. Harbiye’de düzenlenen ilk Türk Cumhuriyeti yıldönümü törenlerine katıldım. Çok konuşuldu da hiçbir şey anlamadım. Ya Sultan, ya Enver Paşa, ya Eşref bey ya haklı veya suçlu gösterildi. O zamanlar Doğu Rodoplar’da yaşayan insanların ağır durumundan acısından sızısından, toplumu hareket ettiren güçlerden, feodal toplum düzeninden güç alan bir İmparatorluğun başkentinin burnu dibinde ulusal egemenlik ilan edilmesinin hareket güçlerinden, halkın bilincindeki derin köklerinden, dönüşüme götüren bezginlikten söz bile edilmedi. Artısı eksiği bir yana bu tarihsel olayın İstanbul’da anılması iyi oldu. Osmanlı topraklarında Türk ve Müslümanların kurduğu ilk Cumhuriyet bizim oralarda yani Kırcaali yöresinde kurulmuştur. Ne güzel değil mi? Bizim oralara o dönem yani Osmanlıda “Sultan Yeri” adı verilmiş, saraya yağ bal peynir kuzu dana yün tütün ceviz tedarik ettikleri için atalarımızdan hiç vergi alınmamış ve onlar da seve seve çalışıp gönüllerince yaşarken, bir tek dertleri varmış, o da Osmanlı Savaşlarının çok uzun sürmesi, biri bitmeden ötekinin patlak vermesi ve erkeklerin de hep askerde, bilinmeyen bir cephede olması... Arabistan’da kutsal İslam şehirlerinin korunması için XIX. Yüzyılın başında verilen ve tarihe Yemen Muharebesi adıyla bilinen Savaşlar, bizdeki ilk Cumhuriyetin ilan edildiği yıllara rastlar. Rumeli Türkleri bu savaşlardan ne denli bıktığını “Yemene gitti, gelen yok” gibi yerli türkülerle anlatmıştır. Şahsen benim hafızamda tarihimizin çok özel bir dönemi olan ve erkekler hep cephelerde olduğundan kadın iradesinin uyanıp harekete geçmesinde Barış Çağrısı olarak ifade bulan bu dönemi, sevgili okurlarıma, yine bu hafta kutlanan Dünya Barış Günü’nü de vesile bilerek, biri Koşu Kavak öteki de Eğri Dere bölgesinden iki kısa öykümüzle siz okuyucularımıza anlatmak istiyorum. 1. Topal Yusuf: İngilizlerin kışkırttığı Mekke İsyanını bastırmak için Topçuların Mehmet askere çağrıldığında, eşi Fatma gelin ikinci çocuğuna hamileydi. Torbası sırtında, tüfeği omuzda gidiş o gidiş aylar geçti aske-


Makale ve Analizler - 2013

91

rinden hal haber alamadı. O yola gidenlerden ne geri dönen, ne de “bekleyin döneceğim,” diyen oldu. Biri eteğinde, öteki yolda, öküz inek, koyun kuzu, hasat harman cesaretle bocalıyordu. Ruhunu en cüretkâr umutla da beslese, yollara kayan gözleri hep boş döndüğünde, göz pınarından birkaç damla kayıyordu. Cesur hareketleri onu konu komşu gözünde olduğundan daha güçlü gösteriyor, herhangi bir şeyden ihtiyacı olduğunu hissettirmiyordu da, hamileliği ilerledikçe işlerin yükü onu her gün biraz daha bezdiriyordu. Köyün ebesi olan Hanife teyze kalaylı leğeni, bol su ısıtmak için büyük çinko gümü, bakır tası artık Fatma gelinin büyük odaya taşıdı, ocak yanına kuru çalı çırpı bir iki kucak da kesilmiş odun yığılmıştı. Hatta bir gün Fatma odada yokken bakırı asacağı çengelin sağlam olup olmadığını da çekerek yoklamıştı. Ailenin ilk çocuğu Ayşe’den kalan beşiği tavandan indirdi. Sıcak suyla güzelce haşladıktan sonra güneşte havalandırıp kuruttuktan sonra, yeni dokuma çatmalıdan döşecik, atlas yorgancık, oyalı bir yastıcık dikip hazır etti. Fatma gelinin iyice ağırlaştığını görüyor, uzak yola gitmesine mani oluyor, çok gerektiğinde yanından ayrılmıyor, geceleri de onlarda kalıyordu. Kocasına hasret gelinin acıyan yalnızlığı güçlü hissetmesine mani olmaya, gönlünü eğlemeye elinden geleni yapıyordu. Göz pekliği Fatma’nın insanlardan ayrı kalabilmesine yardım ediyor, cesareti ona başka bir varlık kazandırıyor, onunla temas halinde olan köydeşleri onun efsanevi özellikleriyle sanki gurur duyuyorlardı. Fatma, suskunluğuyla da dikkati çekse de, “Teyze oğlan olursa adı ne olacak?” diye soran kız çocuklara “Yusuf” deyip ardına bakmadan yoluna devam ediyordu. Kararlı ve emin hareketleri o anda ona acımak isteyenleri bile yüreklendiriyor, etrafına güç veriyor, sanki kendi kendine konuşuyor ve “tereddüt çukur açar, cesaret onları kapatır!” der gibi tavırlar alıyordu. Nihayet beklenen, o gün, geldi. Nur topu gibi bir Yusufçuk dünyaya geldi. Oğullunu gördü, göbek bağından kurtulup ilk suyunu da aldıktan sonra Hanife nine, “Ben geldim!” çığlığını doya doya işitsin diye yavruyu sıcacık ana gövdesi yanına, beliklerden boşanıp yenidünyaya gelen için açılarak serilen siyah saç döşeğine yavaşça koydu. “Ben legen suyunu atayım” deyip, odadan çıktı. O an Fatma gelin dirseği üzerine biraz doğruldu, yavrusunu hafifçe öptü “seni ben korumazsam, kimler korur!” deyip yavrusunun tepişmeye başlayan sağ ayağına uzandı, oynağını “çıt” diyene kadar büktü, ardından sırt üstü düştü ve kırılan ayağın neden olduğu hıçkırıkla “ben geldim” çığlığı birbirine karışarak iyice şiddetlenirken kendinden geçti. Uyandığında Yusuf hıçkırmaktan tıkanmış ebesinin kucağında avutulurken, anası


92

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

hıçkırmasını ne işitiyor ne de işitmek istiyordu. Onun aklındaki bir yaşlı kadınlardan işittiği tek cümleydi: “Osmanlı topalı asker almaz!” Evet, oğlu Topal Yusuf, askere gitmeyecekti. Kocasının Yemen Savaş’ından dönmesini, Osmanlı Savaşları’nın bitmesini hatta savaş üretmekten başka bir şeye yaramayan ve her savaşta yenilen Osmanlı’nın da ebediyen gitmesini istiyordu. Onun için savaşlar insanla beslenen, insan yiyen ejderhalardı. Topal Yusuf’un anası sulh sözünün tam anlamını bilmiyordu ama yaşamın devam etmesi için “Barış” istiyordu. Askere göndermemek için kendi çocuğunun ayağını kendi elleriyle kıran bu ana her zaman ve her yerde barıştan yana olduğu, şu günlerde 100. Yıldönümünü kutladığımız öz Cumhuriyetimizin tarihine “Biz barıştan yanayız!” sözlerini işte böyle yazmıştı. Anneler hem yaratmak hem de yaratılanı yaşatmak için vardı. Topal Yusuf’un anası Fatma gelin bu güzel analardan biriydi. İki Heybe Altın: Balkan Savaşı arifesinde Kırcaali’ye bağlı Eğri Dere köylerinde erkek nüfus çok seyrelmişti. Savaş bulutlarının her geçen gün dağ tepelerinden indiğini gören yaşlı kadınlar bir gün bir mevlide toplanıp kendi aralarında gece yarılarına kadar süren önemli bir istişare yaptılar. Gelinlik kızları, dul genç gelinleri parmak hesabı saymışlar, yetişkin eli ayağı tutan gençleri ince eleyip sık dokumuşlar. Ortaya yürekler acısı bir gerçek çıkmış, son seferberlikten beri erkek kıtlığı iyice artmış, evlilik çağındaki gençlerin hepsi Osmanlı cephelerinde olduğundan, bir yıldan beri kız isteyen, düğün kaldıran, kına duvak nişan geze olmamış, aracılar görücüler ortada kalmış, gören gözler uzaklarda dolaşmaya başlamıştı. Artık ayak sesleri kulaklara gelen, hocanın cumada sözünü ettiği yeni seferberlik kadınların tüylerini iyice ürpertmiş ki böyle olağanüstü bir bilgelik istişaresi yapmışlardır. Hedef, Osmanlı’nın bu savaşına asker vermemek şeklinde gönül etmişti. Bu iş istişarelerden haberdar olan yaşlılar da kadın şurasının fikrini isabetli bulurken, söze karışarak, bu, “askerlik çağında gençleri davarlarla dağ kaçırmakla olacak iş değil,” fikriyle ortaya çıkmışlar ve “devletle anlaşmalıyız,” demişlerdi. Demesine demişler de, cami içinden, mescit ve odalardan çıkıp öncülük eden olmamıştı. Devleti Aliye kendi devletleri ama yaratanın yaratığı ve halen yaşayanların birinci vazifesi yaşamı devam ettirmektir, görüşü ağırlık kazanınca, Yaşlı Kadınlar Şurası “iki heybe altın toplayıp, gençlerin askerlik bedelini ödeyelim” kararı alıp işe birlikte koyuldular. O zaman Osmanlı’da bedelli askerlik olmadığından istenen bir özel istisnaydı. Eğridere bölgesi kadınları altınları tez zaman toplayıp cami imamına teslim etmişler. Altınlar Sofya’ya götürülüp o zaman Osmanlı’nın Sofya Askeri Ataşesi ve bölgedeki seferberlik işlerinden sorumlu Sultan görevlisi olan Mustafa Kemal ile Büyük Elçi Fikret Okyar’a teslim edilmek


Makale ve Analizler - 2013

93

üzere iki heybeye doldurulup eşeğe yüklendi ve imamla ona eşlik eden iki genç yola düştü. İstanbul hükümetinden özel bir kararla bu seferberlikte kendilerinden asker alınmaması istenecek, gerekçe olarak da bölge nüfusunun erkeksiz kaldığı gösterilecekti. Mustafa Kemal bu isteği büyük bir dikkatle dinledikten sonra, Sultana ve hükümetine iletilmiş ve Balkan Savaşı, Müttefikler arası Savaş ve Birinci Dünya Savaşı için Eğridere bölgesi köylerinden asker alınmamıştı. Bizim için kadınların yaşamı sürdürme öz ödevi başta olmak üzere barış davasına hizmet etme ve öz katkı sunma çabaları bu iki örnekte de ifade bulduğu üzere çok derin anlamlı ve cesur kararlarla dilden dile bugünlere kadar yaşaya gelmiştir. Oğlu Yusuf’un ayağını barış ve huzur olması adına, eşine susamışlık adına, yaşamı hayata çağırmak ve onu alabildiğine sürdürmek adına kırarken bireysel bilinç ve cesaretle hareket etmişti. Eğri Dere kadınlarının hareketi ise yaşam ve barış adına örgütlü ortak bir eylemdir. Barışı yaşatmak, hayatı sürdürmek özleminden doğan aydın bir umut ve büyük bir öngörü, tüm kadınlar tarafından kucaklanan bugünkü kuşaklara da örnek olabilecek nitelikli emsalsiz bir kahramanlıktır. Bu parlak örneğin özünde hayat ve barış para pulla, altınla falan değiştirilemez olduğu gerçeğidir. Ben, Harbiye Salonu’nda bizim oralarda bundan 100y. Önce Osmanlı’yı, harpleri, haydutları, yenilgileri, yaşamı durma noktasına getiren ne varsa her şeyi, hantallığıyla gönül defterinden silen, çok sevse de yadsıyan, ret eden, gönülden koparıp atan ve yerine egemenliği, Cumhuriyeti, yani halk iradesinin yaşam gücünü, barış ve huzuru çağıran, belki de Avrupa ve dünya tarihinde bulunamayan parlak örnekler arasındadır. Atalarımızın dünya insanlarına ve halklarına ibret dersleri verdiğini hissettikçe yürekleniyorum. Bizimkiler tarih içinde yok olmayı beklememişti. Her zaman ve her yerde yaşam aramış ve onu en iyi bir şekilde yaşatmaya çalışmıştı. Onlar da düşünen, seçen, seven, savaşan, yol arayan sen ben gibi insanlardı. Ne güzel ki, her zaman isabetli yolu arayıp bulabilmişlerdi. Osmanlı devrinde kadın haliyle savaşa karşı, barıştan yana isyan etmek ne cüret? Bildiğinize inandığımdan ötürü kısaca anlatmakla yetindiğim bu iki öz öykümüz, bir asır önce köylerimizde Osmanlı yaşam tarzı adaletindeki yetersizliklere, sonrasız savaşlara, yenilgi serüvenlerine ve onlardan kaynaklanan, anımsanması acı, anlatılıp kaleme alınması çok güç olaylara karşı, okuma yazması olmayan, ömründe köyü dışına çıkmayan ve ömürleri beklemekle geçen anneannelerimizin başlattığı dip dalgasında, halk arasında, tabanda hareketlenme, susarak konuşanların başkaldırısı, bugünlere çok


94

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

parlak kanıt ve iki öğretici örnektir. Bu hafta bir de Barış günüydü. Barış Günü’nü nasıl andınız? Sormuyorum. Geçmişimizden benzer trajik olayları hatırlamak barış savaşı alayında bugün de ön saflarda olmaktır. Anımsayarak eyleme katılmak ve “Biz hepimiz yediden yermişe hem de kökten köke barıştan yanayız demek, ne güzel!” Barış bizim en büyük kazanımlarımızdan biridir ve onun yerine hiçbir şey konamaz. Bundan tam bir asır evvel yaşamış, ne büyük cesaretle ayakta kalmış ninelerimizin yiğitlik, cesaret ve kararlılığını anımsadıkça tüylerim diken diken oluyor. Vatanımızda son yıllarda ana dilimizi unutmaya zorlandığımızı düşündükçe direnç gücü ararken, nenem rüyama gelir, kulağımı uzatıp “Utanmak yok mu?” der, diye korkuyorum. Yazımı okurken bu korkuyu birlikte yaşadığımıza inanıyorum.

İçsel Dönüşüm Yasası: Bağımlı Kılma ve Bağımlılıktan Kurtulma

BGSAM-09.Eylül.2013

Hak ve Özgürlükler Partisi’nin çok derin bir stratejik öngörü sonucu kurulduğuna her geçen günle daha da inandım. Bugün artık kötülüğün iki ana temel nedeni olduğu kanısındayım. Kişisel bağımlılık ve parti içi bağımlılık: Birincisi herhangi bir güce bağımlı olan insanların, bağımlılıktan kurtuluşun felaket hatta ölüm olacağı korkusudur. Bu böyle olmasa da bu kâbus içine düşenler bunun böyle olduğuna inanır. Bağımlılıktan kurtulma yolu çok uzaklara kaçmaktır. Bu kaçış sanki son çaredir. Bağımlılık ipini koparma yolu, insanı bağımlı eden güçle bağımlı duruma düşenin birbirinden çok uzaklara düşmesi ve birbirini arayıp sormaması, görüşmemeleri, birbirlerinden ilgilenmemeleri şartıdır. Bağımlı kılan ile bağımlı olan aynı ortamda yaşadıkları


Makale ve Analizler - 2013

95

takdirde bağımlılıklarının kopma yolu yoktur, çünkü ilişkinin kopması her iki taraf için de tehlike doğurur. Modeli açıklayalım: Bir kişi Bulgaristan’da değişik nedenlerle gizli servis “DC” ağına düşmüş ve ajanlığı kabul etmiş olabilir. Hiç kimseyi itham etmiyorum, hiç kimse gidip de “beni DC’nin paralı ajanı, gönüllü muhbiri, ihbarcısı vb. yapın” dememiştir, böyle bir olay yoktur, olamaz da, bunu kimse diyemez, çünkü hiçbir ülkede ihbarcı dilekçesi sunulacak bir gişe, dilekçenin gönderileceği herhangi bir adres veya makam yoktur. Gizli servisler, gizli çalışır yani gözden kulaktan uzak çalışır, sır bulan kişileri, “kurbanlarını” kendileri seçer, bu konuda hiçbir makama, seçtiği kişi hakkında hesap vermek zorunda değildir ve işe ancak karşılıklı mutabakat sağlandıktan sonra başlar. Gönüllük ilkesini kabul etmeyenleri ajanlığa zorlanmak çok özel yöntemlerle olur. Köstebeklerin çalışma usulü, çalışma alanı, iş yöntemleri, taktikleri, hedefleri, kurallar birbirine benzemez, bireyseldir, çok farklıdır. Hiçbir gizli istihbarat servisi ajanlarını açıklamaz, ele vermez, ancak zorunlu olunca ajan değiş tokuşu yapılır. Birçok ülkede gizli serviste çalışmak bir onur meselesidir. Büyük başarı sağlanınca bu çalışmalar özel ödüllendirilir. Bulgaristan’da gizli servis DC ajan dosyalarının açıklanması, sosyalist düzenin çöküşüne ve demokratik bir düzene geçişe bağlıdır ve dünya demokratik kamuoyunun ve Batı devletlerinin baskısı sonucu mümkün olmuştur. Bulgaristan’da ajan avı bazen zirveye ulaşsa da özel eğitilmiş ajanlara hiçbir zaman hiçbir şey olmamıştır. Bağımlılık kurma yöntemleri farklıdır: Zor şartlara düşmüş, örneğin tutuklanmış ve ceza evine itilmiş, “Belene” sürgün kampına atılmış kişiler içine düştükleri ağır durumdan kurtulabilmek için gönülden, inanarak samimiyetle değil, sözüm ona “ajanlık” kabul etmiş olabilirler. Bu kişilere “ajanlığı kabul ettim” belgesi de imzalatmış olabilirler, ama ajanlık vicdan meselesidir, atılmış imza hayat kılavuzu olmamışsa, beş para etmez, kurur gider, geçersizdir. Bu insanlara hoşgörüyle bakmak gerekir. Kişisel çıkarlar, belirli bir edinim için ajanlık yapmayı kabul edenler tehlikelidir. Şahsen ben hem Belene kampında, hem de aynı sürgünlerin daha sonra yaşamaya zorlandıkları Kuzey Batı Bulgaristan köy kamplarında benzer olaylar yaşandığına inanıyorum, çünkü 1989’da özgürlüklerine kavu-


96

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

şan binlerce kişi çoluğunu çocuğunu topladığı gibi, Kapı Kuleyi boyladı. Türkiye’ye göçtü. Bunun başlıca nedeni bu DC– “gizli ajan bağımlılığından” kurtulmak, sürgünden sonra temasların yenilenmesini beklemeden hemen uzaklaşıp iz kaybettirerek, kayıplara karışmak, istenmeyen bağımlılığın iplerini koparmak olduğuna inanıyorum. 23 yıldan beri dönüp köyünü görmeyenlerimiz var, buna esaslı bir neden olması gerekir ki, ecdadımızın mezar taşları tapularımız oradadır. Bursa’da, İstanbul’da veya herhangi başka bir yerde bir göçmen ailesine girdiğinizde sözden söze atlarken, “orada işimiz iyiydi, diye anlatmaya başlayan bayanların, eliyle eşini işaret ederek, “Te bu” palayı pırtıyı topladı, kapıyı kapamadan, arabayı yaktı” dediğini duymuşsunuzdur. Bu durumda erkeğin cevabı hep “sen işine bak!” olur, çünkü açıklanacak, anlatacak, çiğneyip yutulacak, derman olan bir durum olmadığını en iyi bilen ve sorumluluğu üstlenen o kendisidir. Olayın dilimizdeki adı “paçayı kurtarmaktır!” Bu kişiler paçayı kurtarmış olmanın mutluluğu içinde yaşamayı seçmişlerdir. Son göçle gelenlerden yıllar yılı yakınlarına mektup yazmayanlar, arayıp sormayan başka bir grup da var. Onlar adreslerini kimseye bildirmedi. Fazla konuşmayıp hep dinledi, anlatılanda benzerlikler aradı. Onlar yeni soyadlarıyla kimseyle temas kurmadılar. Hatta 15 bin civarında insanımız Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni boyladı. Oradan Bulgaristan’a dönmeyen, hiç kimseyi arayıp sormayan sindirilmiş kardeşlerimiz var. Australiya, Kanada’da da yaşayan bu gruplar hakkında da aynı şeyleri söyleyebiliriz. Çam ormanlarındaki tertemiz göllerin dalgalanmasını beklerken, kar suyu içerek geçmişlerinden kurtuluyor ve Türk ruhu besliyorlar. Büyük bir kuşağımız korku kültürünü sırtından atamadı, ayak bağlarını koparıp hala kurtulamadı, rahat bir nefes alamayanlar var. Bu insanlarımız kendileri açısından olabilir ya, belki de vazgeçilmez değildi. Yaşadıkları ortamda farklı bir özellik sahibi oldukları doğru olabilir, çünkü onları bu kadar uzun zaman bağımlı duruma getiren güç, işte o, onların içindeki küçücük farklılıklarından yararlanmak istemişti. Örneği ters okursak, satranç oyununu bilmeyen bir kişiden satranç takımı içinde ajan olmasını istemek saçmalık olur. Aynı şey, namaz kılmayan, camiye girmeyen bir adamı imam olmaya zorlamak gibi bir şey bu. Ne var ki, ajanlığı kabul etmiş kişi, vazgeçilmez değilse, öyleymiş gibi görünmeye de zorlanmış olabilir. Çok özel bir bilgi, bir sır, başka birinin


Makale ve Analizler - 2013

97

idamına neden olmuş olmak veya olmayan bir yeteneği sahip mişsiniz gibi görünmek, üstünüzdekilerin sizsiz yapamayacaklarına inanmalarını sağlar ve ağdan çıkıp kopmanızı imkânsızlaştırmış olabilir. Bu işler bizde çok uzun zaman uygulandığından dolayı ve ayrıca DC çalışmalarını analiz eden kitaplar yazılmadığından düğümü çözmek zordur. Yazılan kitaplar genelde Türk ajanlar hakkındadır ve sipariş üzere kaleme alınmıştır. Şahsen bana kalırsa, Ahmet Doğan hakkında yazılan analiz eserleri DC’ye reklam yapmak amacıyla yazılmıştır, söylenmek istenen biz “onlara o kadar güvenmiştik ki, hem DC hem KGB işlerini bile onlara havale etmiştik!” demek istenmiştir. Bu ise, bir saçmalıktır. Tüm Türk ajanlar TürkMüslüman hepsi Bulgaristan’dan kovulmak için kullanılmıştır. Belki siz de, kaderleriyle yoğruldu deyimini işitmişsinizdir. İşte bu içinizde olmayan bir özellikle yaşamak zorunda kalmak, kendin dışında ikinci bir yaşamda olmayı mutlaka kabul etmek anlamına gelir ki, bu da ajanlıkta sık uygulanan bir yöntemdir ve bu gibi ajanların açıklanması çok zordur, çünkü karşınızdaki göründüğü gibi değildir. Kısaca görüntülere aldanmamak, görüntünün arka planını görebilmek veya okuyabilmek gerekir. Bu durum için bizde kullanılan “kendini imambayıldı yapıyor” değimidir ve bu durumu tam olarak yansıtır. Böyle çalışan bir ajan, ona söylenmeden önce ne yapacağını bilmediğinden, kendini sürünen bir sarmaşık gibi hisseder, gücün kaynağına dolamıştır ve ondan kurtulması için onu kesip atmak büyük travmaya neden olur. Bu durumda, en sık uygulanan gizli istihbarat taktiği, ajan aracılığıyla başka insanların sırrını öğrenmek, bu sırları ortalığı yayarak, ulaşmak istediğiniz başka bir adama ulaşmaktır. Sırrını bildiğiniz kişiyi en pis bataklığa sokup çıkarırsınız ve aynı zamanda dokunulmaz kalırsınız. Bu iğrenç ilişkiyi, sevmek ve saymak açısından ele alırsak. Bağımlı olduğunuz kişiden sizi sevmesini beklemek doğru değildir. Bu uşaklık doğurur. Çünkü o kişi de işini yapmaktadır. O kişi, ajanlığı kabul edenin yöneticisi olarak, ajana kızabilir ve hatta ondan korkması olağan karşılanır. O, dostluğunuza duyulan sevgi yerine, sizi kaybetmekten korkar, bundan dolayı sizinle daha sıkı bağımlılık araması doğaldır. Bu işin mantığı budur. Bu ilişkiler hafızada çok derin izler bırakır ve durmadan acıyan bir yara gibidir. Ajanlar ortamına düştüm bilinci ise insanı hasta eder.


98

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Sarmaşık örneğine dönersek, o kökleri derine doğru yayılarak büyür. Bu, insanın ve ailenin soy ağacı tarihi, geçmişi ve eski bağlarıdır. Bir istihbarat için bu bilgiler çok değerlidir. Sarmaşık yukarıda asma çalıların arasında yolunu bulur, kendini, ağaçlara, direklere ve pencere pervazlarına dolanır. Bir ajan hem işyerinde, hem mahallede hem de apartmanda, dairede aile ortamında görevlendirilmiş olabilir. Sarmaşıktan kurtulmak gibi, ajanlardan kurtulmak da çok çaba ve zahmet gerektirir, onlardan kurtulmaktan daha kolay olan, tırmanmasına izin vermektir. Tekelci durum: Kişisel ajanlıkta tekelci durum olmaz ama bu yöntem kurumsaldır ve parti çalışmalarında da uygulanır. Bu açıdan bakılırsa Hak ve Özgürlükler Partisi daha kurulduğu günden beri Bulgaristan Türk, Pomak ve tüm Müslümanlarının tüm enerjisini toplama ve hepsini kendisinden bağımlı kılma taktiğini seçti ve uyguladı. Daha ilk günden bir tekeldi. Bulgar istihbaratı DC tarafından kurulduğu dikkate alınırsa HÖH bir istihbarat tekeliydi. Gizli ajanların ele geçirilmesi ve çalışmaları sır olduğu gibi HÖH partisi de herkesten habersiz tescil edilmiş ve ana kadroları kimsenin haberi olmadan bünyesine ve yönetimine yerleştirilmiştir. Onları HÖH bünyesinden söküp atmak zordur, yaprak dökümünü beklemek gerekir. Tekel yaratma taktiğinin en önemli özelliklerinden biri rekabetin tümünden kurtulup tam kontrole sahip olmaktır ki, Bulgaristan’da 1984-90 döneminde kurulan politik Türk, Pomak ve tüm Müslüman direniş birimleri, ALİANS, partilerin hepsi yasaklanarak, HÖH partisine tekelci durum tesis edilmiştir. Bu başarılı yolu temizleme uygulamasında sonradan ortaya çıkan ve tekelci durumdan pay isteyen yedekler hakkında kuru yaprak ya da köksüz kuru dal imajı yaratıldı. Osman Oktay, Kasım Dal, İsmail Korman ve Güner Tahir gibi sözde muhalif politikacılar hakkında yaratılan imaj “çekirdeği çürüktür” oldu. Ve onlar Bulgaristan Türk ve Müslümanların mücadelesinde doğmuş havasıyla ortaya çıksalar da kök salamadılar, tüm ümitler boşa çıktı. HÖH, onunla rekabet etmek isteyenleri vazoda plastik çiçek gibi gösterdi. Bir ölü canlı bir canlı varlığın tekelini alamaz. Hedefini gerçekleştirip onları felçe uğratmak uğruna kendini savunan HÖH “Doğan DC ajanıdır” diyenlere, “sararan yapraklar bizde de dökülür, bu doğaldır” yanıtını verdi ve ajan partisini yaşattı. HÖH partisi, politik sahnede kendisine rakip olmak niyetiyle sahaya çıkan birkaç başka partiye ise, amansız savaş açtı, tüm medyayı ayağa kaldırdı, adamcağızları dünyaya geldiklerine pişman etmek için elinden geleni


Makale ve Analizler - 2013

99

ardına bırakmadı. Tekelci ezme taktiğini uygulayan HÖH, insanların ümidini canlı tutmayı biliyor ama isteklerini asla tatmin etmiyor. “Ölme eşeğim ölme bahar gelecek” misali, insanları kendinden bağımlı kılıyor. Çaresizliği yaşatmak HÖH partisinin esas taktiklerinden biridir. Bu durumdan yani politik bağımlılıktan kurtulma ancak insanların, seçmenlerin tüm ihtiyaçlarının üretim ilişkileri değiştirilerek tatmin edilmesinden geçecektir. HÖH halen Türk, Pomak ve Müslüman ortamında tekelci, baskıcı bir parti durumunu sürdürüyor. İçe dönük baskı yöntemi: Politik bağımsızlık bedelsiz olarak gelmez. Kişinin kendisini başkalarından ayırmada, kurtarmada kişi zorlanır. Bu iş yıllar ister. Bilinçlenme sürecini direnişler izlemelidir. HÖH’ü azınlık ortamında bir politik tekel olarak ele alırsak, onun bir de içe dönük tarafı vardır ki, böyle partiler kendilerini ancak iç baskıyla yok ederler. HÖH içinde bu süreç başlamıştır. Şimdi güç toplamaktadır. Başkaldırının ilk belirtilerini HÖH 8. Kurultayında Genç Oktay’ın eyleminde gördük. Onun kişiliğinde, bağımlı duruma gelmemiş olan genç partililer üzerlerindeki yoğun baskıdan kurtulmak için patladılar. Halen tutuklu olan, Genç Oktay silahla kürsüye fırlayıp Bulgar gizli servisinin Türkler, Pomaklar ve tüm Müslümanlar arasından yetiştirdiği baş ajan olan Ahmet Doğan’a “Kürsüden İn!” demesi, büyük bir birikim sonucu oldu. Bu eylem kişisel bir intikam olayı olarak ele alınmamalıdır. Bugün artık, yenilgiyi kabullenemediğinden “delirdiği” söylenen A. Doğan’ın Bulgaristan Türk, Pomak ve tüm Müslümanlarının geleceğini körelten, onları ekonomik olarak çökerten ve politik köleleştirme politikası halkımız tarafından sezildi, okundu ki, kurultay delegelerinden biri olan Genç Oktay örneğinde patladı. Bu, HÖH örneğinde, içe dönük patlama çok güçlü bir kızgınlık sonucudur. Tekelci kontrolün kendisi için yıkıcı olmuştur. HÖH’ ün politik özde boş olduğuna da işarettir. Sosyal devinimin, ilerlemenin motoru politik rekabettir. Bireyler, gruplar ve tabandan tepeye örgütsel karşılıklı bağımlılık yasam gücü kaynağı olan bir yasadır. Bu önemli yasaya uymak şarttır. Sizi kendilerine bağımlı kılanların köleniz olması yolunu, ancak içsel dönüşüm yasası açacaktır.


100

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bunları hep yaşadık

Şakir Arslantaş-10.Eylül.2013

Çocukluğumda “Örtülerin Dansı” filmini izlemiştim. Sahnelerinde değişik örtüler güzel dansözü sarıp sarmalardı. Bacaklarından, kalçalarından, omuzundan açıkta kalan yerler heyecan doğururdu. Örtülerin gizlediği yerler ise ilgiyi arttırırdı. Gizemin özünü gıdım gıdım gösterirken ne rüzgârlar eserdi sahnede, bir bilseniz. Gizemli havayı yaratmak çok büyük hazırlık ve ustalık ister. Politik hayatta gizem çok büyük rol oynar. Bizde de öyle oldu. Bulgar gizli servisi DC Demokrasiye geçişte 1990-2000 yılları arasında Bulgaristan’da Müslümanlar arasında gizemli bir hava yaratılmaya çalışıldı. Totalitarizmin kin ve öfkesi dağıtılmak istenmişti böylece. Ülkede kolayca açıklanamayan ve yorumlanamayan, gazete sayfalarında okunamayan, radyodan işitilemeyen, TV’den anlaşılamayan bir hava oluşturuldu. O zaman DC -gizli servis tarafından kurulan Hak ve Özgürlükler Partisi gazete çıkarıp, kitap basıp, ana dilimizde radyo ve TV yayınları başlatacağını söylemeye başladı, çarpıcı kitaplar, makaleler yazarak bize işin özünü açmadı. Manevi alanda her şey gıdım gıdım tadımlık kadar sunulurken sonra hiç verilmez oldu. İlk dönemde kalabalık mitingler öncesi ve sonrası Rakılar “Grozdova”, “Mastika” ve “Bira” büyük kadehlerden içiliyor, meydan mitingi kaçırmayan iki büklüm yaşlı kadınlar bile evlerinden getirdikleri taslarla kazan başına giderken “bir kepçe daha koysana, be gülüm” demeden, taslar doluyordu, tasını ikinci defa uzatan da geri çevrilmiyordu. Bir adam bir oy mantığı hiç değişmedi, yaşlılar öldüler ama muhtarlık kaydına geçirilmediler, canlı ölüler de hep adam kaldı ve oy kullandılar ve kullanıyorlar. O zaman bizden gizlenen, konuşulması istenmeyen, yavaş yavaş unutturulmak istenen “barbar geçmişimizdi.” Bize “yiyin, için, unutun!” diyenlerin söylemediği, gizlediği başka bir şey daha vardı, artık anlaşıldığına göre, hepimizi gıdım gıdım avutarak “bir ileri, bir geri” oyununa dâhil edilmiştik. Yerimizde saymaya alıştık. Hep kendi ayaklarımıza bakıyor, başımızı kaldırıp şöyle bir ileriye bakmaya üşenir olmuştuk. Çünkü bizim için düşünenler, ileriye bakanlar vardı sözde... Büyük bir “kısır döngüye” girdiğimizi fark edemedik. Yedirmek içirmek bu büyük bir plandaki taktik, bizi kalıplayıp dürme ve kapsüllüme onların stratejisiydi. Böylece yıllar yılı süren eziyet, baskı, terör, sürgün ve hapislikten sonra davullar gümbürdüyordu. Yıllarca çalmayan zurnaların kamışları çatlamış ama o günlerin şenliklerinde işe ya-


Makale ve Analizler - 2013

101

rıyordu. Yaratılan bayram havası öyle bir öyküydü ki, kürsülerden okunan politik bildirilerden yirmi kat daha etkili, yirmi bin kat daha güçlü bir balyoz etkisine sahipti. Bütün bunların bizim için özel hazırlanmış bir kapan olduğunu hissedip algılamak, tepki gösterip, isyan etmek olanaksızdı. Çünkü halkın öyle bir şey söyleyeni olsa bile o zaman o adama gülerlerdi. O törensel günlerinde, önümüze ilk kez çıkan, gizemli ama güvendiğimiz, gönül bağladığımız, göze çarpan eksikleri olsa da “düzelir canım” dediğimiz kişilerin bizi aldatmak için kapan avcıları olduğunu, oyuna getirildiğimizi, çanta dolusu gelen paralarla bedava yedirip içmekle avutulduğumuzu anlayıp kavramak, böyle bir şeyin bilincine varmak o günlerde tamamen imkânsızdı. Öyle bir ortamdı ki, 23 yıl sonra “Yoksulluk Yasası” çıkarılmasını isteyeceğimiz, kimin aklından geçebilirdi ki? Hapisten yeni çıkmış, saç sakal içinde gençlerin usta ajan olduğu, gözlerindeki parıltıda zekâ aradığımız, söylemlerinde dönüşümler yönetecek akıl aradığımız bu genç adamların, Ahmetlerin, Ünalların, Oktayların, Kasımların bizi hayal kırıklığına uğratacağı, nasıl olur da aklımızdan geçebilirdi? Hak ve özgülüklerimizi ellerine bir tutam yeşil karanfil gibi almış, köy köy meydan meydan gezip bizi gizli servisin koğuşuna ebediyen kapamak ve orada yok etmek için tuzak kurdukları akla nasıl gelebilirdi ki? Ama oldu! Tam da böyle oldu. Daha da ileriye giderek öyle oldu ki, mücadelemizi yönetmek için politik sahneye sözde kendi ellerimizle, alkışlarımızla çağırdıklarımız, aslında politik sahneden atılması ve çöplükte çürütülmesi gereken kişilermiş. Onların asıl hedefi yoksulları yoksul bırakmakmış. Biz herkesin her şeyden haberi olmasını emel ederken, onların hedefi bizi bilgisiz bırakmak, ana dilimizi bile unutturmak, hepimizi karanlıkta kör etmekmiş. İlk yaptıkları da bilinç reformu yapılmasını engelleyip bizi derin uykulara yatırmak oldu. Çünkü toplumumuzun yeni bir dünya görüşüne, yargı değerlerinin değiştirilmesine, adalet kıstaslarının tamamen yenilenmesine, hak ve özgürlükte fark gözetilmemesine, yepyeni bir uygarlıkta farklılıklar oluşturmaya gerek vardı. Pencereler yepyeni bir bakış açısına açılmalıydı. Ne yazık ki son çeyrek asırda hiçbir şey yapılmadı. O kadar yıl geçti, köprülerin altından o kadar çok su aktı da, git gide ilk görünümleri olan zavallılıktan git gide lider durumuna tırmanan mendeburlar, bu mankafalar hiç değişmedi, hepsi baka kör kaldılar, devlet sofrasında bedava yiyip içmekten başka hiçbir şey yapmadılar, artık bundan sonra da yapamaz-


102

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lar zaten. Bunların küçücük beyinlerinde daha önce hırsızlık, çöpçülük ve fahişelik vardı kendilerini geliştiremediler ve öylece kaldılar. Eskiden ufak ufak çalıyorlardı, şimdi 120 bin levayı benzincide düşürüyorlar, çaldıkları kim ne kadar, bir Allah bilir. Haramı ise çoktan unutmuşlar bile. Kendileri, ışıl ışıl Saraylarda yaşadıklarından ve korumalı saraylardan çıkmaya, telefon açmaya, sıradan insanlarımızla, yoksullaşan kitlelerle görüşmeye bile artık korktuklarından dolayı, köylerde, kırsal kesimde yaşayanların açlık çektiği, hastalanınca gidecekleri sağlık merkezinin olmadığı, hasta hanede yatmak için paralarının yetmediği, “sağlık çizgisi” adı verilen dalaverenin bizim için Büyük Tıp Merkezlerine, enstitülere uzanmadığı, cehalet ve hastalıkların tabiatın eseri olarak değil, dayatılan toplumsal düzenin ürünü olarak belimizi büktüğünü işitmek bile istemiyorlar. Dahası var. Ahmet Doğan son defa Cebel mitinginde kürsüye çıktığında insanımızı selamlamayı bile unuttu. Bunu fark eden olmadı zannettiler amma Rodop halkı seçimlerde onun faturasını verdi. Artık hepsi titriyor. Birisi ağızını açıp soru sorar diye korkuyorlar. Lüx Mercedeslere atlayıp kaçıyorlar. Ey şu seçtiklerimiz ve başımıza geçip bizi yönettiklerini iddia edenler ve bu iş için maaş alanlara sesleniyorum: “burjuva enteli” olsaydınız, bizimle daha fazla ilgilenirdiniz. Siz ise sözde bizlerdensiniz, hiç olmazsa düne kadar öyleydiniz!!! Sanayi olmayan yerde burjuvazi, iş adamı ne gezer, adalet olmayan yerde demokrasinin ne işi var. Aslında biz nasıl bir toplumda yaşıyoruz? Şu bizim HÖH partisi yöneticileri 17. ve 18. Yüzyıllarda ticaretin gelişirken sanayi atılımları doğduğunu işitmiş, belki de okumuş olabilirler ama o zamanın tüccarları Avrupa’nın, Amerika’nın ve Çin’in satılmayan mallarını halka dayatmak için ülkelerine harıl harıl taşımıyordu. Onlar, kendi ülkelerinde bizdeki adı MOLL olan, alış veriş merkezleri – AVM zincirleri kurmadılar. Kendi ülkedeki üretimin dibine kibrit suyu ekmediler. Bugünkü MOLL alış veriş devleri hem ticaretimizi hem esnaflığımızı hem de imalatımızı ve uluslararası alış verişimizi yok edip çöpe attı. Güncel politikanın gizemine dönersek, şimdi mevsimlerden güz, güz çimeni çıktı, Sosyalist Parti, Halk ve Özgürlükler Partisi ve yeni faşist “Ataka” lideri Volen Siderov’un çayırlarında da güzün yeşili bitti, etraf yeşerdi. Bu üçlü hükümetin bahçesinde hangi politik çiçeklerden açtı dersiniz? Müsaadenizle göz gezdirelim. Biz, Türkler, Pomaklar ve tüm Müslümanlar terörcü Todor Jivkov zaliminin tüm köklerinin aramızdan, tarlamızdan, ülkemizden, toplumumuzdan tamamen temizlenmesini beklerken, adamın 102. Doğum günüymüş, Varna sahili Todor Jivkov’lu bilboard doldu, neredeyse herkes kutlama törenlerine çağrılıyor. 12 Mayıs seçimleri öncesi HÖH’den eleba-


Makale ve Analizler - 2013

103

şılar Biserov ile Mestan el ele verip Vratsa, Pleven Rom köylerini gezmişti, ektikleri tohumlar yeşerdi. Gizli vaatleri artık ortaya çıktı. Ektikleri tohumlar yeşerdi. Plevne Romeneköylerinde mermer T. Jivkov anıtı dikiliyor, Osman Paşa ve askerlerini hatırlayanlar ise hala yok. Muhtarlar HÖH/DPS’li . Olur olur da ama bu kadarı da biraz değil, çok fazla olmuyor mu? Pes doğrusu. HÖH partisi “Romen tabanına kaydı,” demiştik. “İdeolojisine ihanet ediyor,” demiştik. Örnekleri ortada! Jivkov’un totalitarizmi kimliğimizi ateşe verip, külünü savurdu, imanımızı gevretti, özümüzü kuruttu, mezarlıklarımızı sürdü, mezar taşlarımızı kırdı, camilerimizi yıktı, binlerce insanımızı ceza evlerinde sürgünlerde ezdi, dayak yemeyen Türk ve Pomak kardeşimiz kalmadı. Sonuç, HÖH Partisi Todor Jivkov Anıtları Kurduruyor. Diyecek söyleyecek sözüm yok. Siz oy verenler düşünün. Dozu kaçmadı mı? Çok ileri gitmediniz mi? Fes düştü ATAKA ile hükümet kurdunuz keliniz görünmedi mi? Hala ne diye geziyorsunuz, utanmanız yok mu? İşgüzarlığınız Sergey Stanışev’le at başı gidiyor. O, “Ruslarla aramızı iyileştireceğim, “Belene” AES’ni kuracağız,” havasına girdi. Kazanlık sosyalistleriyle görüşmesinde “Moskova olmadan olmaz!” dedi. Sayın Stanışev, bundan 20 yıl önce Moskova bizden 1000 adet üretim lisansını birden çekti. “Kölem olmazsanız, sizinle işim olmaz”, dedi. 1.234 irili ufaklı sanayi işletmemiz bir haftada kapılarını kapadı, hurdaya çıkarıldı, kesildi, satıldı, yerlerinde yeller esti. Bize kaybettiğimiz milyonlar için tazminat ödendi mi? Hayır! Biz Moskova kucağına yeniden oturacaktık da, Avrupa Birliği’ne ve NATO’ya niçin girdik? Bu sezon üç milyon Bulgaristan vatandaşı, gençlerimiz, birçokları aileleri ile birlikte ekmek parası için Rusya’ya değil, Avrupa Birliği ülkelerine, 500 bin kişi komşumuz Türkiye’ye gitti. Oralarda didiniyorlar. Hayatı gerçekçi okumak için gözlüklerinizi mi değiştirmeniz gerekecek ne! Gençlerimiz yurdumuzu terk edip giderken biz yeni teknolojik devrim, modern sanayi devrimi yapamayız. Bizim ülkemizde yeni koşullarda değişmeyen tek şey insanlarımızın maddi yaşam koşullarıdır. Yaşam standardımız yerde sürünüyor. Halkın daha fazla fakirleşme imkânı yok, kemerimizi daha fazla sıkamayız, ne delik kaldı ne de yeni delik açacak yer. Yönetimlerin iyi yaşadıkları eski günlerin devam etmesi özleminden gözlerini kaldırıp, halkımızın çektiği acıları, ıstırabı paylaşmanızı, bağımsız ve tarafsız bir dünya görüşüyle etrafınıza ve ileriye doğru bakmanızı ve her şeyi değişim raylarına çekmenizi temenni ediyoruz. Biz kötülükleri artık yaşa-


104

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

mış olmak istiyoruz. Gizemli bir dünyadan çıkıp gerçekleri ve olanakları çıplak görmek hakkımızdır.

Düşünmeden edemiyorum

Dr. A. Halide Ümitfer-11.Eylül.2013

Ben Varna’dan ayrılalı yıllar geçse de, insanın göbeği nerede kesilirse aklı hep orada. Çocukluk yılları, okul, lise, üniversite, yakınlar, akrabalar hafızamın temellerine yerleşmiş, zekâmın özünde, her an gözümün önünde... Stratejik araştırma merkezimizin yayınlarını izliyorum, etkileniyorum, öfkeleniyorum, zaman zaman arkadaşlarla tartışıyoruz “boş ver”, “üzme tatlı canını bir şey değişmez” diyenler oluyor, “biz de okuyalım” deyip ilgi gösterenler artıyor. Şu HÖH partisinin Bulgaristan Türk, Pomak ve Türk Müslümanlarını devamlı baskı altında tutup ezme taktiğini açıklayan birçok yazı çıktı, her kalem kendi açısından yorumluyor, her dar cık kendi ipinle büzülüyor. Bizi bir ıstakoz (midya) gibi kabuğuna kapayıp bunaltma konusunda çok yazıldı. Bu örnekte eksiklik görüyorum. Belki de Varna kızı olduğumdan ıstakoz ve yengeç masallarını çok dinlediğimden olacak, bana anlatımda eksiklik var. Bir defa yengeçlerin ana besin maddesi ıstakozdur. Yengeçler ıstakoz yediklerine göre yaratan onlara neden o kadar çok ayak vermiş, kerpeten gibi parmak (ştipka) vermiş, diye sorabilirsiniz. Açıklaması şöyle: Yengeçlerin yalnız öldürdükleri ıstakozların etini yer. Öyleyse yengeçler kabukları içine büzülmüş ıstakozları nasıl öldürür? İşte sorunun yanıtı ve gözle görülmeyen tarafı burada gizlidir. Istakozlar kabuğu dolunayda açılır ve serilir. Bu geceleri yengeçlerin bayram geceleridir. Uyumazlar, bütün gece çalışırlar. Aşılan ıstakoz kabuklarının içine parmaklarıyla koparıp koparıp su bitkilerinden yaprak, çöp, yosun, yerden kum, küçük taş vb. atıp kabukların kapanmasını engellerler. İçine yabancı bir madde düşen ıstakoz kapanamaz ve ölür ve yengece yem olur. Yengeçleri yaşatan işte bu kurnazlıktır.


Makale ve Analizler - 2013

105

Bu öyküde yengeç HÖH - ajan liderleri, kapakları kapanmayan ıstakozlar ise, iki ucunu bir türlü birbirine bağlayamayan insanlarımızdır. Bizim bunalmamız devamlı sürünmemizdendir. Öyküde, dolunayda açılan ıstakoz mutluluk ararken, sinsi yengecin planlı hedefi ve kurbanı olur. Kaderimiz örneğin benzeridir. Türklerin, Pomakların ve tüm Müslümanların başına art arda olumsuzluk gelmesi, kapsüle edilmiş olduklarından ötürü değil, açılmak ve mutlu olmak istediklerinden dolayıdır. Ölümcül kötülük, dolunayda açılmayanın değil, açılan ıstakozun başına gelir. Bunu şöyle ifade etmek de mümkün: Hayat güzel olsaydı, doğarken ağılamazdık; yaşarken temiz kalsaydık, ölünce yıkanmazdık! Fakat bunun bir de tersi var, “Sürünen düşmekten korkmaz!” Doğrudur, ıstakoz ile yengeç ikisi de ıslaktır, sudadır, birbirlerine sen beni neden ıslattın diyemez. Yengeç ıstakoz kabuğuna kum atarken hile yapar, ıstakozu öldürme ve yeme niyetini belli etmez. Bunun için biz sinsi planlara kurban olduk derken, haklıyız. Bizdeki olay tam böyle olmuştur. Türkler, Pomaklar, tüm Müslümanlar 1989’da ayaklanmıştı, halkın öfkesi dağları aşmıştı, gizli örgütlenme oluşmuş, legal partileşme kapıdaydı. Bu durumu doğru okuyan gizli servis DC – bizim Varna’da gizlice ama yasala uygun bir parti (HÖH) kurdurup, “demokrasi geldi, dolunay, ıstakoz kapaklarını aç!” dedi ve hepimizi hak ve özgürlük zehiriyle öyle bir otaladı ki, o gün bu gün biz hiç birimiz kendimize gelemedik. Istakozun ölümü kapaklarının kapanmamasındansa, bizim ölümümüz ise, yavaşça zehirlenip bunalmamızdandır. Bu öyküde ıstakoz tepki veremez, ama biz insanlarda tepki vermek birinci içgüdümüzdür. Yayınlanan yorumlarda ana konu olan Ahmet Doğan’la ilgili görüşlerimi şöyle açıklamak istiyorum. Ahmet’i ben de birkaç defa gördüm. Hakikatten onda bizim insanımızdan farklı bir tutum ve davranış vardı. Bizden biri olmadığı belliydi. İlk temasımdan sonra, üniversiteli yıllarında okuduğum “Ben Devletim” kitabını anımsadım. Bu eserde Fransa Kralı XIV. Louis anlatılır. Gözlemim ve intibalarımda hem Ahmet hem de XIV. Louis az konuşan insanlardır. Bu tiplerin kanısına göre, az konuşmaktan etkili hiçbir şey yoktur. Cevapları her zaman “Bakalım” olmuştur. İkisi de hiçbir olaya hiçbir zaman bakmamış, hiçbir sorun çözmemiş ve hiç kimseye yardım etmemiştir. “Bakalım” tüm ricalara karşı verilen son derece kısa yanıtlardan biri olup, “olursa olur, olmazsa Allah kerim” anlamındadır.


106

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Düzgün konuşmasında doğal pürüzler olan ve bu yüzden her konuşmasında sıradan dinleyenlerin anlamadığı “vektör”, “algoritma”, “multi medya”, “multiplıkationen metod”, “subektivna identiçnost” gibi somut pratik anlamı olmayan terimler kullanan Ahmet, bir ara uzun konuşmalar yapmaya sevdalanmıştı da, konuştukça battığını tez anladı. Şimdiki suskunluğunu kendisi seçmiştir. “Laf anlatamayan ve laftan anlamayanlar var!” sözleri onundur. Aynı zamanda, susmanın bir oyun olduğuna inanıyorum, susmak Ahmet’in kendinden aşağıdaki her kesi şaşırtmak için kullandığı bir eski maskedir. Yıllar yılı, taa DC ve KGB ajanı olduğu kitap sayfalarını doldurana kadar, kimse onun fikrini bilmedi ne de taktı maskenin arkasındaki tepkiyi okuyabildi. Yalnız iki defa, Sofya Kültür Sarayı’nda bir defa Sosyalist Partiye bir de III. Simeon Partisine açık ve kesin destek verdi. Bu da, hem faşizm yıllarında dedeniz Ferdinant’ın ve babanız 3. Boris’in Türklere, Pomaklara ve tüm Müslümanlara ettikleri eziyeti ve ayrıca Todor Jivkov’un totaliter rejimle uyguladığı “eritme” politikasını tamamen destekliyoruz anlamındaydı ki, bu tam bir rezillikti. O zaman ayaklanmalıydık, ama olmadı. Doğan bizim işitmek istediğimizi hiçbir zaman ve hiçbir yerde söylemedi. Biz de ona işitmek istediklerini söyleyemedik, çünkü onun ne işitmek istediğini asla tahmin bile edemedik. Yapılan yüzlerce görüşme, toplantı, forum ve kurultayda çevresindekiler susan Ahmet ile konuştukça kendileri hakkında çok fazla şey açıklıyorlardı ve Ahmet Doğan daha sonra işittiklerini onlara karşı kullanıyordu. Sonuç olarak Ahmet’in sessizliği etrafındakileri korkuttu. Hepsinin onun kontrolü altına girmelerini ve orada ezilmelerini sağladı. HÖH MYK’dabn atılanlar dayanamadılar. Ahmet Doğan’ın gücünün dayanaklarından biri konuşmamak oldu. Artık delirmiş olduğu söylentileri yayılsa da, ben izlenimlerimi paylaşıyorum, devamlı susan Ahmet sözcüklerini, gülümsemesini, bakışlarını satmayı iyi bildi. Onun için her şey değerliydi, her bilgiden yararlanma ustalığı ona verilmişti, bu bakıma o hepimizden çok farklıydı ve başka bir ifadeyle söylersem, Ahmet Doğan gizli, servis DC’nin gemisinde kaptan olduğunu asla unutmadı ve bu bakıma o sözlerinin azlığıyla güçlüydü. Zaten Ahmet Doğan’a her şey hoparlörde bildiriliyordu, onun konuşmasına gerek bile yoktu. Bu gemi 23 sene böyle yürüdü. Konuşmadan sefa sürenlerin partisi böyle yaşatıldı. Fakat sesiz kalmanın akıllıca olmadığı durumlar da vardır. HÖH örneğinde olduğu gibi, sessizlik şüphe ve güvensizlik uyandırmıştır, istenme-


Makale ve Analizler - 2013

107

yen yorumlar yapılmasına neden olmuştur. Sözler, yapmaya çalışılan aldatmaca için bir sis perdesi oluşturmaya da yarar. Bu işi genelde konuşan ama hiçbir şey söylemeyen soytarılar yapar, bizdeki saray soytarılarından biri Osman Oktaydı. O ne kadar çok konuşursa o kadar az şüphe uyandırıyordu. Şu da var tabii, gereksiz şekilde çok konuşanlar, kurnaz ve manevracı olarak değil, çaresiz ve eğitimsiz olarak görülürler. Halkımızın zekâsı O. Oktay’ı okuyabildiği için partisinin ardından kimse gitmedi. Çok konuşmak güçlü kişinin uyguladığı susma politikasının tersidir. Şu da var, çok konuşanın anlatacak fikri olmalıdır. Değindiğimiz konuların bir başka anlatımı da şöyle olabilir: Lider ne kadar uzun süre sesiz kalırsa, diğerleri o kadar kısa sürede dudaklarını kıpırdatmaya başlar. Ahmet örneğinde, Lütfü Mestan’a bakınca bu gerçeği görürüz. Çok konuşan çok yanılır atasözümüz derin anlam taşır. Dün BTV’de HÖH Başkanı’nın Peevskiyi dört elle savunması, onun başını yiyebilir, halkın istemediğini, kul asla istememelidir. Beni düşündürenler bunlardı.

Halka kötülük yapmanın sınırları vardır, siz bardağı taşırdınız!

BGSAM-11.Eylül.2013

Bugün 11.09. 2013. Bulgar “BTV TV”nin sabah programında HÖH/ DPS Başkanı Lütfü Mestan çok çelişkili bir konuşma yaptı. Düne kadar medya mafyasının şefi olan Delyan Peevski’nin Hak ve Özgürlükler Partisi üyesi olmadığını iddia eden Lütfü Mestan bu sabah D. Peevski’nin HÖH Merkez Yürütme Kurulu üyesi olduğunu açıkladı. Bu işler böyle devam edemez, bütün sorumluluğu üslenerek, Bulgaristan Türklerinin hepsini, Pomakların tümünü ve diğer Müslümanların tamamını, bugüne kadar HÖH/DPS Partisine oy veren veya sempati besleyen tüm Bulgar vatandaşlarını Hak ve Özgürlükler Partisi’nden topluca istifa etmeye, yüz çevirip uzaklaşmaya ve yeni bir partide birleşmeye davet ediyorum. Biz mafya şefleriyle aynı partide olmak istemiyoruz, mafyacıların


108

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

bizi yönetmesini, kaderimizi belirlemesine tahamülümüz olamaz ve böyle bir gerçeyi kabul edemeyiz. Ahmet Doğan ile Lütfü Mestan iki eski ajan olarak baş başa versinler ve mafya şefi, Rus oligarşi parasıyla satın alınmış, Bulgaristan’da Türklük ve Müslümanlık davasına, milli menfaatlerimize hiçbir katkısı olmayan 5 gazete ve 2 TV yayını sahibi olan, toplumun kendisinden iğrendiği Delyan Peevsgi’yi gizli polis ajansı (DANS) Başkanlığına neden atamak istediklerini, bu konuda Meclisi neden zorladıklarını, Bulgar ve dünya kamuoyuna hemen açıklamalarını 100 günden beri devam eden direniş adına ısrarla talep ediyoruz. Sosyalist Partisinin Başkanı Stanişev ile Başbakan Oreşarski resmi açıklama yaparak D. Peevski’yi DANS Başkanlığına kendilerinin yani BSP’nin önermediğini açıkladılar. Cumhurbaşkanı Plevneliev ise atamaya karşı çıktı ve durdurulmasını istedi. Lütfü Mestan şimdi konuya dönmek istemiyor, olayı ört bas etmek istiyor. Bu olayı açıklamazsa, bu, onun HÖH Başkanlığı’nın da kesin sonu olur. Bu sinsilik şakaya gelmez, Bulgaristan’da son 23 yılın en ciddi olayıdır. HÖH Başkanı L. Mestan’a soruyoruz: 1. Delyan Beevski’yi DANS Başkanı atayıp 1990 öncesinde hapislerde, tutuk evlerinde, ceza evlerinde, sürgünlerde “Belene Ölüm Kampında” ve daha pek çok yerde kendilerine “DC ajanı olmayı kabul ediyorum” belgesi zorla imzalatılan ve 1990’dan hemen sonra Türkiye Cumhuriyeti, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, İsveç, Almanya, Fransa, Kanada, Birleşik Amerika, Avusturalya gibi uzak yakın devletlere kaçıp daha sonra sığınmacı, yabancı işçi ve göçmen olarak aileleriyle yerleşen Bulgaristan Vatandaşı Türk, Bulgar, Pomak ve Romenlerin dosyalarını ele geçirip onları ve yakınlarını HÖH/DPS partisine oy vermek için zorlamak istediğiniz, kabul etmezlerse yerli polis makamlarına bu “ajandır” diye ihbar etmeyi planladığınız doğru mudur? 2. Bulgaristan Türk, Pomak, tüm Müslüman ve Hıristiyan yurttaşlarının onuruyla, namusuyla ne zamana kadar oynamayı düşünüyorsunuz? İnsanlarımızı bezdirdiniz, her şey herkesin canına geçti, siz bunun farkında değil misiniz? Bir insana, kişiye, aileye, halk topluluğuna ve bir halka kötülük yapmanın sınırları vardır, siz bardağı taşırdınız! Biz, Bulgaristan’dan korku içinde yaşamak istemediğimiz için kaçtık, Bulgaristan’da yaşayan yakınlarımızı bir an önce rahat bırakınız.


Makale ve Analizler - 2013

109

Vecdi neden sustu?

İbrahim Soytürk-11.Eylül.2013

HÖH/DSP’nin zamanı dolan eski başkanına karşı parlamento büfesinde sert patlayan eski Kültür Bakanı Vecdi Raşidov’ un sesi soluğu kesildi. Şu gazeteciler de insanın iyi gününde başını saçını yolarken, sahneden düşünce arayıp sormuyorlar. İçkisini içiyordur, diyeceksiniz, biliyorum ama sanki bilemediniz. Vecdi ömründe birkaç defa patladı ve bütün basında manşet oldu. Her patlayışından sonra da bir durgunluk ve suskunluk dönemine girdi. Patlayınca uzaklaşıyor ve fazla rahatsız edilmesini istemiyor olabilir. Onun ilk infilakı, çocukken, anası, sevilen ses sanatçısı Bulgaristan Türklerinin bülbülü Kadriye Lativova’nın Mestanlı’ya bağlı Güren (Zvezdel) yolunda bir kamyon devrilmesinde hayata gözlerini yummasından sonra oldu. Kırcaali “Mitko Palauzov” ilkokulunda Bulgar öğrencilerin arasında zorlanınca, Soğuk Pınar (Studen Kladenets) yetimler okuluna gönderildiğinde, oraya da çok zor alışmıştı. Başlıca Türk çocukları için açılmış olan yetimhanenin 24 yıllık Müdürü Elkenov ondan bir matematikçi yetiştirmeyi düşünse de, Vecdi kelemi fırçayı elinden bırakmadı ve sonunda bir heykeltıraş ve ressam olarak ün yaptı. İlk denemelerinde Güzel Sanatlar Akademisine giremedi. Bulgaristan Komünist Partisi Kırcaali İl Komitesi Birinci Sekreteri Georgi Petrov’un özel girişimleriyle üniversiteli oldu. O yıllarda çok sık uğradığı yerlerden biri Yeni Işık Gazetesi’nin yazı işleri müdürlüğünün bulunduğu “Poligrafiçeski Kombinat” binasının 4. Katıydı. Kimi yazıyor, kimi çiziyor harçlığını çıkarıyordu. Annesinin bütün halkımız tarafından çok sevilen bir sanatçı olması, Kırcaali Devlet Güzel Sanatlar Tiyatrosu’nun dillere destan, gönül dağlayan özel sesi olması, ona kapıları kolay açmasında ve temas kurmasında kolaylıklar sağlıyordu. Sert mizaçlı ve çekingen bir heykeltıraş ve sanatçı olması Güzel Sanatlar Akademisinde asistanlık ve hocalık yapmasına engel olurken, işinde devamlılıkla azimli olması sanat basamaklarında yükselmesine yardımcı oldu. Sosyalizm yıllarının sonunda, hepimizin Türklüğü ateşe verildiği, ruhumuz Bulgar kılıfına sokulmaya çalışıldığı ağır dönemde, Vecdi’nin Paris ziyaretleri, Avrupa Güzel Sanatlar Akademisi’nin Altın Madalyası ile ödüllendirilmesi, TV Programlarında yıldız gibi parlaması, senaryosu Komünist Partisi tarafından yazılmış bir oyunun ışıltılı sahneleriydi. Aydınları-


110

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

mız “Belene Ölüm Kampında” çürütülürken heykeltıraş Vecdi Raşidov’un Paris’te viski içip puro tüttürmesi “bu işin içinde de iş var” diyenlerin dikkatini çekse de, o yıllar herkesin dilini yuttuğu yıllardı. “Bulgarlaştırma” sürecinde BKP, Bulgar devleti ve Vatan Cephesi’nin azınlıklardan “politikanız doğrudur” onay bildirilerine imza atacak Türk aydınları mumla aradığı günlerde, Vecdi, herkes Bulgaristan’dan kaçma yollu ararken Paris’ten dönmüştü. Oltaya belki de kendi arzusuyla yani isteyerek yakalanmıştı, çünkü gönlünde Saray Ressamı olmak hevesi olabilirdi. Şunu da ekleyelim: Balık oltaya takıldıktan sonra yıllarca çekebilirsiniz, o her zaman olumlu bir rol oynayabilir yani çıkarılıp kızartılıp yenebilir, çünkü bir de eğlenmek isteyenlere sunulan oltaya takılmış balıklar var, herkesin kendi başına bulamayacağı bir eğlencedir bu. Oltaya takılmış balığı her zaman kontrol edebilirsiniz, ondan hiç şüphelenmeye bilirsiniz, hatta şüphelenenler bile aldırmayabilirler, çünkü birçokların kendilerini iyi hissetmelerini sağlamış olursunuz ki, bu her bedele değerdir. İşte böyle uzunca bir zaman kesimi içinde, Vecdi’nin Kırcaali’den milletvekili seçilmesini ve partisi bile olmayan bir vekilin Bakan atanmasını, daha önce Cumhurbaşkanı Turgut Özal’la görüşmelerini vb. istediğiniz gibi yorumlaya bilirsiniz. Ortaya çıkan soru şudur: Bizdeki dosyaların hepsi açıldı mı? Açılmayanlar neden açılmadı? Vecdi’nin zayıf noktaları çok mu fazla ki, korunuyor, korunuyorsa ne istiyor da mecliste nefretle patlıyor. Onun içini sıkan, paylaşamadığı şey nedir? Bu denli uzun susma sebebi nedir? Acaba konuşsa ne diyecek? Vatan Cephesi Milli Şûrası’nın 1984’te “Vitoşa” caddesindeki Ulusal Konsey Salonunda masa başına oturan ressam ve heykeltıraş Vecdi Raşidov’a tarihsel utanç belgelerini imzalaması imza için bir tükenmez kalem uzatıldığında, onun bacaklarının titremesinden kocaman masanın deprem varmış gibi ırgalaması, hala anlatılan “aydın” anılarından biridir. O zaman o “ben BKP ve Bulgar devletinin Türklerin Bulgarlaştırma politikasını onaylıyorum” imzasını atarken, “kimse duymaz, zaten odada kaç kişiyiz” diye düşünmüş olabilir ama hayat onun bildiği gibi gelişmedi, sürprizlerle dolu gelişiyor. O, akademide öğrenciyken yalnız boya ve çamur karıştıracağına bir az da klasiklere baksaydı, hele sır saklama konusunda, belki daha hazırlıklı olurdu. Örneğin, Sigmund Freud’un ifade ettiği gibi “Hiçbir ölümlü sır saklayamaz.” Eğer dudakları sessizse parmaklarıyla konuşur; vücudundaki bütün deliklerden ihanet sızar dışarı.


Makale ve Analizler - 2013

111

İnsanların zayıflığı görünüşte önemsiz jestler ve rastgele söylenmiş sözlerle, eserlerinde açığa çıkar. Örneğin Vecdi’nin bilgilerinin çok sığ olduğu yazdığı kitaplarında ortaya çıktı. Herkesin bir zayıf noktası vardır. Genellikle güvensizlik kontrol edilemez, bu bir duygu, ya da ihtiyaç, bu gizli bir zevk de olabilir. Bu noktada hemşerim olduğundan dolayı detaylara girmek istemiyorum. Atalarımızın dediğine göre, akıllı adam iki dibi olan bir sandık gibidir. Açıkken içine bakınca insan her şeyi göremez. Vecdi’ nin ikinci bir dibi var mı? Varsa sırrı nedir? Biz bu kutu içinde kutularla nasıl başa çıkacağız? Bu gidişle bizde dünyanın beni aldatmasına izin vermektense ben dünyayı aldatmayı tercih ederim, gibi kurguları aramızda ortam bulabilir mi! Aldatan ve aldatılan ikisi de kahraman olabilir mi? Yoksa sürünen düşenin halinden anlamaz deyip, geçiştirelim mi? Vecdi’ yi düşünürken aklıma bir geyim fıkrası geldi: Bizde, kış günleri geyik için tuzağa yem koyulduğunda, kokuya gelen ilk geyiği kimse vurmaz. Bütün sürü toplanana kadar beklenir. İlk çifteyi patlatacak avcıyı seçmek de zordur, çünkü kimse geyiğe ateş açmak istemez. Bu oyunda Vecdi nasıl davrandı. O tek başına Türk oyları ile milletvekili seçildi, fakat arkasından hiç kimseyi sürükleyemedi. Onun bir möre gibi kullanılmasına kendisi razı oldu mu dersiniz? Hedef HÖH partisini parçalamaksa, başka bir kişi bulunamaz mıydı? Bu kapan acaba suyu bulandırmak amacıyla mı kurulmuştu ve sonuç alınamayınca ve halen GERB partisi şimdi artık dağılmak yolunu seçmişse, bu seçeneğe hayatta yer olamaz. GERB dağılırsa Vecdi ne yapar, atölyesine döner mi? Eski Bakanın zayıf bir kişilik sahibi olduğu “Bulgarlaştırmaya evet imzasını attıktan birkaç gün sonra” belki de votkanın etkisiyle olacak bir lokantanın tuvaletinde bilek damarlarını kesmesinde ifade buldu. Anasız yetişen her çocuğun özgüveni zayıftır. Bu gibi durumlarda, yani trajik ve komik sahneler de her zaman zirvede bulunan kişinin üzerinde çok büyük etkisi olan, fakat gözle görünmeyen bir kişi vardır. Bakan olduğu yıllarda verdiği söyleşilerde o sanki her şeyi anlattı gibi ama onun üzerinde bulunan ve hayatına yön veren kişiyi açıkla(ya)madı. Örneğin Ahmet Doğan’ın dosyası açıldı, kitaplar yazıldı ve gerçek görüldü. Vecdi’nin üzerindeki bu kişi paranoyak bir korku sisi yaratabilen biri olmalı ki onu çok güçlü etkileyebiliyor. Biz bu durumu, onun Vasil Levski ile ilgili Sofya’da yaptığı yıldönümü konuşmasında ve bugün kendisine karşı küfür


112

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

savurduğu Ahmet Doğan’ın onayıyla Bulgaristan Cumhuriyeti’nin Washington Büyük Elçiliği önündeki “Apostol Büstü”nü yapmayı kabul etmesinde, yapmasında ve “Multi Grup” Başkanı İliya Pavlov’un kendisine sunduğu büyük para ödülünü almasında açıkça görebildik. Ahmet’e küfür ediyor ama paradan kaçmıyor. Çok ilginç... Doğan ve Pavlov bu ödevi verirken Vecdi’de tatminsiz, mutsuz ve güvensiz birini sezmiş olabilirler ki, bu tavır ihtiyaçlarının karşılandıktan sonra onun para sahiplerinden uzaklaşmasına neden olmuştur. Güçsüzler güçlülerin hıncından korkar. Öyleyse o şimdi neden korkmuyor? Neden pat pat patlıyor? Ahmet Doğan’ın “delirmiş” olduğuna inanmış olabilir mi? Ahmet’in oyunları ve dolapları bitmez, sınırsızdır! Fakat bu tutumun başka bir açıklanması da olamaz, çünkü hem Ahmet Doğan hem de Vecdi Raşidov BKP’nin yetiştirdiği iki önemli kadrodur. Bu iki kişi için çok para harcanmıştır. Bunların ikisi de bu (BKP) oltasından kendini boşandıramazlar. İkisinin arasındaki kıskançlık 50’den sonra ortaya çıkmış, ne yazık. Öyleyse tabii. Ahmet şöhret oldu. Vecdi de şöhreti tattı. Şöhret gücün temelidir, edinilmesi gereken bir hazinedir, ama sonsuz değildir? Vecdi sırada bekleyenlerden biri olamaz mı? Bir de şu var, bizde artık her şeyi yöneten ihtiyaç oldu, Vecdi’nin kaprislerini ve sanatçı kumpanyasının masraflarını karşılamada zorlandığından, artık yetişemediği yeni gereksinimler yaratmış olabilir mi? Bu ihtiyaçlar nedir? Son seçimlerde o kendini yine bağımsız hissetmek istedi. Plovdiv’te de kazandı. Gururlandı böbürlendi. Boyko’nun ardında ve yanında birkaç foto çektirdi ve o kadar, sonra GERB ateşi sönmeye başladı. Kuşkusuz Boyko Borisov’un ödlek bir kişilik sahibi olduğu anlaşılınca, bizde yeni rastlanan tiksinti ateşi iyice parladı. 100 günden beri meclise girmiyorlar. Korktukları bir şeyler var. Çaldıklarımız yüzümüze söylenecek diye korkabilirler mi? İşe gitmeden maaşlarını alıyorlar mı? Vecdi parasız pulsuz kalmış olmasın? Tamamen bağımsız bir insan bir tek ormandaki kulübede yaşayabilir, istediği gibi gelip gitme özgürlüğüne sahiptir. Kırcaali’ye dönse, baba evinin çatısı duruyor mu acaba! Sonunda beni düşündüren bir de şu oldu:Bizim toplum bölük pörçüktür ve çatışmayla doludur. GERB dağılırsa Vecdi ne yapar! İnsanlar ancak ruhların mistik birleşimiyle bir araya gelebilirler, değil mi, Vecdi ruhunu ça-


Makale ve Analizler - 2013

113

murla karıştırdığı için, bundan böyle hiçbir kimseyle sıkı fıkı birlik olamaz, belki bu yüzden susuyor...

Derin Analiz - 1

Rafet Ulutürk-13.Eylül.2013

Öyle oldu ki, Türkiye’de yaşasak, Yunanistan’da üzüm de toplasak ya da Bulgaristan’da tütün filizi kırsak, ceviz silkelesek hiç önemi yok, politikanın her detayı her gün hepimizi buluyor. İstesek de istemesek de Biz Bulgaristan Türk, Pomak, tüm Müslümanlar ve Türkiye’deki soydaşlarımız Bulgaristan iç ve dış politikasının ana hattını, iktidar kavgasının özünü oluşturmaya devam ediyoruz. Artık hepimizin Bulgar gizli polis ajanlarınca aldatılmışlığımızı kabul ettiğimiz bir dönemde, daha dikkatli, bilinçli ve uyanık davranmamız kimsenin gözünden kaçmıyor. Başımızdakiler olarak kabul ettiklerimiz dolaplarını çevirmeye devam ede dursunlar, çok yakın zamanda, Bulgar’ın kendisi hepsinin hesabını kendisi görecektir, çünkü kötülükleri boylarını çoktan aştı. Son günlerin sıcak gelişmeler yine, HÖH partisi Pazarcık milletvekili Delyan Peevski’nin parlamento kararıyla gizli güvenlik ajansı (DANS) Başkanı görevine atanması üzerinde yoğunlaştı. 2.5 ay önce alınan bir meclis kararı, Bulgar devletini yıkacak nitelikte olduğundan dolayı, o gün bu gün devam eden kitlesel protesto eylemleri, yürüyüş ve kuşatmalar, yol kesme, Sofya’nın sarı kaldırımında sabah kahvaltısı ve gece nöbetlerine neden olduğu için de, politik dorukta tartışılma devam ediyor. Birkaç soru artık netleşti: Aynı zamanda, hem 2.süre HÖH milletvekili, hem de kanun dışı çalışan, mafyalaşmış ve Bulgar medya grubunun başı olan D. Peevski’yi DANS Başkanlığı’na kim önerdi?


114

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

1) HÖH Başkanı Lütfü Mestan bu konuda bilgi vermekten kaçıyor. 2) Sosyalist Parti Başkanı Sergey Stanişev teklifin kendisinden çıkmadığını tekrarlıyor. 3) Başbakan Plamen Oreşarski de böyle bir öneride bulunmadıklarını defalarca vurguladı. 4) Cumhurbaşkanı Rosen Plevneliev ise, bu atamayı durdurdu. Adı şanı olan politikacıların arasında 2 kişi daha var: biri HÖH fahri Başkanı Ahmet Doğan, ikincisi de iktidardan düşen eski başbakan Boyko Borisov. Son haberler Boyko Borisov ile Ahmet Doğan arasında gizli ilişkiler olduğunu ve birbirlerinin hatırını kırmadıkları yazılar yazıldı çizildi. Sözde Ahmet Doğan, Borisov’un ısrarı üzere, D. Peevski’yi DANS Başkanlığı’na önermiştir. Borisov, kaderi pamuk ipliğinde sallanan ve bir tek oyla iktidar olan, şimdiki hükümeti düşürmek istediğine göre, bu ihtimal doğru olabilir. DANS Başkanı atamasıyla ilgili gerçek ortaya çıkarsa şu da bekleniyor: Halen Bulgar Yüksek Mahkemesi’nde devam eden (YM). Sofya YM’si (kasatsionen sıd) Anayasa’ya göre, herhangi bir yüksek devlet makamına başkan olarak atanan milletvekili meclise dönme hakkını yitirir maddesini görüşürken, D. Peevski milletvekili haklarını yitirmiştir kararı alırsa, bir oyla da olsa BSP-HÖH- “Ataka” koalisyon hükümeti düşecek. Güven oylamasında “Ataka” Başkanı yeni faşist Volen Siderov’tan başka yeni bir Ataka ırkçısı milletvekili “evet” oy kullanmazsa, hükümet düşecek. ATAKA iktidar günlerini iple çekiyor. Ortaya çıkan yeni soru: Boyko Borisov, bundan 100 gün önce, bu kadar ince hesaplar yapıp, bu kadar uzak görülü adım atmış mıdır, yoksa Peevski olayı, Ahmet Doğan’ın lüksünde olup, bir mafyacı parti olan HÖH finans ve ekonomik gruplarının daha serbest çalışabilmesi, AB paralarının daha fazlasına el atabilme ve daha serbest bir ortamda çalışmak için atılmış, başarısız bir adım mıdır. HÖH-mafyacılarının bu yönde başka adımlar attığı artık kamuoyunun dikkatini çekti. Örneğin, Bulgaristan’ın dış sınır kapısı olan bütün şehirlerindeki Valiler HÖH partisi tarafından atandı. Kanun dışı çalışarak mafyalık yapan takım erkinin (oligarşi) ülkemizle ilgili planlarının son hedefi nedir, sesli düşünelim şunlar olabilir mi? 1. Bulgaristan’ı Rusya’ya yeniden bağlamak; ülkeyi ikiye bölüp Rusya ile Avrupa Birliği arasında paylaşmak; 2. Bulgaristan’ı Türkiye ve öteki komşularından tamamen koparmak;


Makale ve Analizler - 2013

115

3. Bulgaristan’da Hak ve Özgürlükler Partisi’ne yeni daha geniş olanaklar tanımakla, Türkiye’deki Kürt hareketini yeniden kışkırtmak ve komşumuzu zor bir duruma düşürmek; 4. Rusya’nın Suriye konusunda ABD’yi durdurup geriletmesiyle Bulgaristan’ı Moskova’nın kucağına oturtmak için gerekli olan ortamı yaratmak vb. Son TV söylevlerinde HÖH Başkanı Lütfü Mestan’ın D. Peevski’ye sahip çıkmaması dikkatleri çekerken, onun B.Borisov’un partisine geçmesi ya da Reformcu Blok partisine yönlendirilebileceği gibi yorumlar belirdi. Bulgaristan politikasını baştan aşağı Bulgaristan gizli polisin yönettiği ortaya çıkmışken, ceza evinde tutulan ve duruşma gününü bekleyen Ahmet Doğan’a tabanca çıkaran Genç Oktay’ın Kasım Dal’ın Onur ve Özgürlük Parti kurucu üyelerinden biri olduğu, Bulgar polisinin Burgas kentindeki evinde yaptığı aramada, parti belgeleri, üye listeleri ve bazı başka evraklar ele geçirdiği, yerli gazetelerde manşet oldu. Sivrilen soru: HÖH 8. Kurultayı’nda Ahmet Doğan’a saldırı Kasım Dal tarafından azmettirilmiş olabilir mi? Kasım Dal Genç Oktay’a para mı vermiştir ve verdiyse kaç para vermiştir. Bu trajik bir gelişmedir, mahkeme Kasım Dal’ı azmettirici gösterirse, verdiği paraların menşeini sorar ve hem Onur ve Özgürlük Partisi’nin kapatır, hem de ardından Kasım Dal hakkında cezai uygulama getirir. Yeni durumda eski bir soru yeniden canlanıyor: Kasım Dal, eski dostu ve ona ve ailesine hayatta en fazla yardım etmiş olan Ahmet Doğan’a “sen DC ajanısın” ithamıyla başkaldırırken, onun bu hareketini somut olarak motive eden neydi? Kasım Dal’ı HÖH Başkan Yardımcılığı’ndan ayrılmaya ve hareketten kopmaya, yeni parti kurmaya isteklendiren, güdüleyen somut sebep, eski yol arkadaşı olan Ahmet ile Kasım arasında dostluğu bozdurup, onları birbirine hasım eden büyük gerçek hangisidir. Günümüzde yanıt arayan en büyük soru budur. Olayı izleyenlerden her biri bu sebebin para olduğunu belirtiyor. Acaba para mıdır yoksa başka planlar mı var. Birkaç kişinin görüşüne başvuralım. 1. HÖH MYK üyesi ve Eski Tarım Bakanı Mehmet Dikme, Kasım Dal üzerine 80 milyon leva tutarında toprak, orman, sahilde arsa ya da koru olduğunu anlatıyor.


116

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

2. Cumhurbaşkan adayı Sali Şaban Kasım Dal’ın mülk değiştirme gibi kirli işlerden 80 milyon kazandığını seçim görüşmelerinde açıkladını söylüyor. 3. Eski Dış İşleri Bakan Yardımcısı Çavuşev HÖH’ün mafyaya bağlı işlerinin Kasım Dal üzerinden yürüttüğünü ortaya koydu. Politik ortamda yorumlanan başka bir özellik de, HÖH ile Türkiye arasındaki temasların ve görüşmelerin Kasım Dal üzerinden yürütüldüğü için, bu konuda Kasım Dal, Ahmet Doğan’ı baskı altına almış olabilir mi, sorusudur. Çünkü Kasım Dal’ın HÖH Başkan Yardımcılığı’ndan ayrılmasıyla Türkiye’den HÖH’e giden oylar 5-6 defa azaldı ama aynı zamanda bu oylar İsmail Korman ile Kasım Dal’ın Onur ve Özgürlük Partisine de toplayamadı. İki eski dostun kavgası seçmeni ürküttü. Seçmen yeni partiyi inandırıcı bulmadı, çevirdiği işleri karanlık gördü, fakat eski partiden de geri adım atmada gecikmedi. Son dönemde, Oreşarski hükümetine karşı başkaldıranlarla yakınlaşma ve ortaklık arayan Kasım Dal, Reformcu Blok’a 50 bin oy ve para teklif etmiş olsa da teklifi kabul edilmedi, kimse çamurluğu eşeğe binmek istemiyor, blokçu gençler geçmişinin şeffaf olmadığı için kendisiyle ortaklık istemediklerini yüzüne söylemişlerdir. Atılımcı Bulgar gençlerin ve orta tabakanın K. Dal’a kuşkulu bakması ilginçtir. Bildikleri bir şey olmalı. Son günlerde, Kasım Dal’ın Bulgar gizli servisinden maaşlı bir subay olduğunu bazı gazeteler yazmaya başladı. Dosyası varsa, açılmamasının sebebi bu olabilir. Çünkü subay dosyaları açılmadı. Kasım’ın somutluğunu buna da bağlayabiliriz. Bir subay olarak kapanan DC’den DANS’a aktırılmışsa, dosyası korunmuştur. Kasımın susmasının, hep yere bakmasının, kimsenin gözüne bakamamasının, sınırdan büyük miktarda parayı kolaylıkla, üstü başı aranmadan geçirmesinin nedenleri böylece açıklanmış oluyor. Öyleyse Ahmet Doğan’a azmettirici durumuna düşmesinin nedeni ne olabilir? DANS Ahmet Doğan’ı neden öldürtsün ki. Kasım Dal’ın anlamsız davranışları Ahmet Emin’in kendine kıymasıyla da bağlı olabilir. Belki Kasım Dal da Vecdi Raşidov gibi iki tabanlı bir kutudur. Sır kutularını açma ve içine düşürüldüğümüz sihirli durumdan kurtulma günleri geliyor. Atasözümüz, “aptalmış gibi yapan aptal değildir!” der, acaba doğrumudur. Görüldüğü üzere, derin analizimize devam edebilmemiz için, HÖH partisinin arka bahçesine ve Bulgar milli istihbaratının Türklerle çalışan şube-


Makale ve Analizler - 2013

117

sinin çalışmalarına büyük bir dikkatle bakmamız gerekecek. Herkesin bir zayıf noktası olması, başarıya ulaşacağımıza güç kaynağıdır. Kaleyi yıkmak için duvarındaki deliği bulmamız gerekiyor. Bu, samanda iğne aramak gibi bir iş, ama ne yapalım, başa gelen çekilir, çünkü gizli ajanlar bugün de aramızda çalışıyor, duygudaşlık gösterip sempatimizi kazanıyor ve kuyumuzu kazıyorlar. Bizimle oyun oynayanların zayıflığı, genellikle gösterdikleri güvensizlik kontrol edilemez bir duygudur ya da belirecek yeni bir ihtiyaçtır, aynı zamanda küçük gizli bir zevk de olabilir, bunu sezip, kulağından tutup gün ışığına çıkarmalıyız. Gün gelir hayat bazı insanların zayıflıklarını açıkça gösterir, önemli olan, bizim onu görebilmemizdir.

DERİN ANALİZ - 2

Rafet Ulutürk-14.Eylül.2013

Bizi sattılar Başbakan Oreşarski sır tutmada başarılı. Dün basın mensuplarının HÖH Milletvekili ve mafya şefi Daniel Peevski’yi gizli servis ajansı (DANS) Başkanlığına kimin teklif ettiği sorusuna yine cevap vermedi. Bu yanıtı bekleyen bütün halkı karşısına almasına rağmen dayanıyor. Tabii bu konuda da derin analiz yapılacak, kendini ele vermeyen sır yoktur. Halk susmakla aldatılamaz ve bu arada, sıcak haberler gelmeye başladı, yumak söküldü. Eski başbakan Boyko Borisov ile skandalları bitmeyen HÖH’lü Daniyel Peevski arasında Karadeniz sayfiyelerimizden “Altın Kumlarda” yapılan son görüşmede taraflar el sıkışıp anlaşmışlar. Bu sene iktidardan düşence partisi çözülen ve parçalanan Boyko Borisov Cumhurbaşkanı olmak istiyormuş, bu iş için D. Peevski ile Varnalı grup TİM’ın bankası olan “Koorperativna Banka’ya” 35 milyon Avro ödemeyi kabul eden Borisov’a Dalielço Hak ve Özgürlükler Partisi HÖH/DPS desteğini ve tüm oylarını şimdiden satıp garantilemiştir. Kölelik devri öncesine döndük artık canımızla oyumuzla alıp satılıyoruz. Bu işin buralara varacağı belliydi zaten. Artık bu çözümsüz sanılan gerginlik de çözüldü diyebiliriz. Taraflar el sıkınca alış veriş bitmiş demektir.


118

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ülkemizdeki Rus oligarşi paraları bir daha el değiştirmiş oldu. Hak ve Özgürlükler Hareketi, HÖH/DPS partisi, yani senin benim bizim 3 yıl sonra vereceğimiz oylarımız, 3 yıl önceden yani yeşilden, eşek pazarında saman gibi satıldı.Ha kızma! Ha küfür etme! Ha yazma da göreyim seni... Bu iş böyle devam edemez, siz düşünün, ben yazmaya devam ediyorum. Hayat geçmişten ve gelecekten oluşur. Bugün ise, geçmişin uzantısı ve geleceğin müjdecisidir. İnsan sanki ikiyüzlüdür, biri geçmişe ve biri de geleceğe bakar. Biz geçmişe acılarımızı hatırlamak veya kimilerine kin beslemek için bakmıyoruz, bugün için ders çıkarıp, kötülüklerin tekrar etmesini engellemeye çalışıyoruz. Geçmişimizi öfke kaynağı olarak kullanırsak gücümüzü engelleriz, zayıf düşeriz. Geçmişin en önemli derslerinden biri, bizi yiyip bitiren ve mantığımızı örten kötü olayları, anımsamak istemediğimiz hatıraları nasıl unutacağımızı, atalarımızın bunu nasıl yaptığını öğrenmek ve öğretmektir. Geriye doğru bakmamızın, olayları tekrar tekrar sık dokuyup ince elememizin amacı, kendimizi sürekli olarak eğitmektir, biz geçmişe bizden önce gelenlerden bir şeyler öğrenmek için bakarız. Bu yazılarımızda doğru olarak kabul ettiğimiz anlayışımızı örnekliyoruz. Bizi okudukça siz de geçmişinize dönerek, kendi hareketlerinize ve arkadaşlarınızınkine daha yakından bakabilirsiniz. Bu çalışmalar sizin kendiniz, yaşadığınız ortam, toplum ve daha birçok için bir şeyler öğrenebileceğiniz bir okuldur. Bu yazımızın başındaki örnek geçmişimizden misal aramamızı lüzumsuz kıldı. Biz kapsüllendik, sayaya tıkıldık, bunaltıldık, uyutulduk, zehirlendik demiştik, artık eşek gibi, kurbanlık koç gibi satılıyoruz. Oylarımız 3 yıl önceden satılıyor. Bunun hak neresinde, özgürlük neresinde. Biz hayvan pazarında hayvandan aciz duruma düştük. Yaratan, onların suratları ne suratına bakılır, ne de sözü dinlenir çirkinlikte yaratmış mutra babaları bizi alıp satıyor. Ne yazık... Bu konuda büyük klasik Honore de Balzac’ın bundan 170 yıl önce yazdığı şu sözler ibret vericidir: “Geçmişle ilgili prensipler yoktur, yalnızca olmuş olaylar vardır. İyi ve kötü yoktur, yalnızca alış veriş vardır. Eğer prensipler ve sabit yasalar olsaydı, ülkeler onları bizim gömlek değiştirdiğimiz gibi değiştirmezlerdi ve bir insanın bütün bir insandan da etkili olması beklenemez. İnsan satılamaz!” Bu işleri, bu derece ayaklar altına alınmamızı, oy pazarlarında alınıp satılmamızı başımıza dolayan, 1954 doğumlu, babası Varna şoparı, HÖH


Makale ve Analizler - 2013

119

Fahri Başkanı, Kasım Dal’ın köydeşi ve birinci dostu Ahmet Hüseyinov Ahmetov (Ahmet Doğan) dır. Daniyel Peevski kurdu HÖH/DPS ağacını devirecek, kesecek, kıyacak, satacak duruma gelmiş, ne güzel.... Başa gelen çekilir. Bu defa yalnız satıldık! Acaba şu kalın enseli D. Peevski bizi kaça satın aldı da 35 milyona sattı. Adamı gizli polisin başına neden geçirmek istedikleri şimdi anlaşıldı. Herif devleti ele geçirmiş biz servisine yanıyoruz. Ohoo, daha neler öğreneceğiz, neler.

Kin gütme Hastalığı

Raziye Çakır-14.Eylül.2013

Katırtırnakları (akasyalar) bu yıl yazla erken vedalaşıyor, sanki bahara ve yaza küsmüşler ve kış soğuğunda kinlerini dondurmak istiyorlar. Çocukluk yıllarında bağlanan kin unutulur mu? Birine karşı kin duyan öç alma duygusundan kurtulabilir mi? Bir kişiye karşı duyulan kin bütün bir halk topluluğuna karşı sonsuz bir öfkeye dönüşebilir mi? Öç alma duygusu bir insanın canına, kanına, beynine ve kimliğine işlemişse bu hastalıktan kurtulmak mümkün müdür. Kin hastalığının şifası var mıdır? Karşımdaki bahçede yaprakları kuruyunca bir sere uzamış katırtırnağı dikenlerine baktıkça, yapraklarla onlar da dökülecek mi, diye düşündüm. Düşündüm de, dökülseler ne olacak, gelecek bahar yenileri biterler, oldu, kendi kendime cevabım. Kin, birine karşı duyulanöçalma isteğinin bizdeki adı, garazdır. Garazlı kötü insanlar için kullanılır. Kötü olan insan genelde iyileşmez. Bu cumartesi günü Stratejik araştırma merkezinde bu konuda yaptığımız tartışmada, Bulgaristan


120

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Türkeri’nin kendilerine yani Türklere, Türk halkına, Türklüğe garaz bağlamış ve bu hastalığı her geçen gün ilerleyen insanlar tarafından yönetildiği sonucuna vardık. Biz bu insanlardan iyilik bekleyemeyiz. Delilerin yararı kendilerine bile olmaz. Büyük bir iddia, fakat kanıtlanabilir bir tez. Kin, ömrümüz varoluşumuz boyu bizimle olan bir husustur. Türk halk kültürünün yaratıcısı büyük ozan Yunus Emre şöyle demiştir: Adımız miskindir bizim. Düşmanımız kindir bizim. Miskin sözü, yine bizim lehçemizde uyuşuk, tepki göstermeyen kimse, hatta cüzam hastalığına tutulmuş olan kimse için kullanılır. Aslında olup bitenin farkına varması yüzyıllar alan insanımız hakkında yapılmış çok doğru bir tespittir. Kine gelince. Konuya, Diş Hekimi Sayın A. Halide Ümitfer’in geçen hafta yayınlanan yazısından şu alıntıyla girmek istiyorum: “Hayat güzel olsaydı, doğarken ağlamazdık; yaşarken temiz kalsaydık, ölünce yıkanmazdık!” İnsanların kinle, kin besleyerek, garaz tutmak için dünyaya geldiğine inanmıyorum. Yaratanın her an dünyada büyüklüğü sonsuz olan “n” sayıda yeni şeyler doğurduğu ve yine “n” sayıda yaşamını dolduran şeyi alıp, değişerek yeniden doğmaları için çöpe attığı gibi, kin de, yaşam içinde, hayat koşullarının etkisi altında oluşan, doğan, beliren ve gelişen, geliştikçe katılaşıp katmerleşen, acıktıkça zehirlemek isteyen, yapılan bir kötülüğün acısını daha büyük kötülük yaparak çıkardıkça, intikam alma hevesi artan; derin iz bırakmış kötü bir davranışı cezalandırmak için devamlı fırsat kollayıp karşılık vermek isteyen, şöyle de diyebilirim, tuzlu deniz suyu içenin içtikçe susadığı gibi, ya da katırtırnaklarının her yıl daha da büyük, daha da sivri, bir o kadar daha zehirli dikenlerinin hep büyüdüğü gibi bir şey. Artık bilim ilacını buldu bulacak duruma geldiğinden dolayı kanser gibi demek istemiyorum, çünkü kanser artık tedavi edilen illetlerden oldu ama kin hastalığı “özür dilerim”, “bayramlaşalım da unutalım” türünden bir şey değildir. Kin illeti edebiyatımıza şöyle girmiştir: “Sen öz babanın öcünü almadın diye o da dedesinin ahını yerde mi koyacak?” Nazım Hikmet. Şu tümcemi


Makale ve Analizler - 2013

121

yüzde yüz inanarak ve vicdanımı önüme koyarak yazıyorum. Biz Bulgaristan Türkleri gönül borcu, minnet nedir bilen bir halk topluluğuyuz, öç alma damarlarımıza işlememiş, kanımızı devamlı kaynatmaz, özümüzü intikamcılık belirlese topraklarımız ter değil, kan kokardı. Konumuza dönelim: Kin insan dokusunda doğuştan yoktur, çünkü öç alma maksatlı ve hedefli bir duygudur. İnsanın büyük beyni doğuştan boştur. Küçük beyin ya da omurga iliği ana bağrındaki oluşumdan taşıdığı çizgi belirtilerinde “keskin gözlülük”, “iyi işitme”, “hareketlilik”, “iskelet yapısı özellikleri” vb. taşısa da, insanın dünyaya hoş geldiğinde sinir sistemi oluşmuştur ama yüklü değildir. Psişiğimiz, yani sürekli tetikte duruş halinde olan ruh halimiz, kinle yüklendikçe, öç alma enerjisi üretir, ardından ikiyüzlülük, gizli ya da açık tutumlar ve saldırı hazırlığı ve tecavüz doğar. Somut ya da genel saldırıya geçilemediği durumda, yanı durum kötülük yapılarak öç alınmasına elverişli değilse, öç alma motoru elektrik üreten bir jeneratör gibi devamlı çalıştığından, çığ gibi kin yükler. Kin yükleme süreci insan iradesi dışında gelişen bir süreçtir. Bundan dolayı kin insan dokularına doğuşundan sonra işler savı, kabulümdür. Çocuğun kanına kaynayan öç alma duygusu, önce sinsilik, fırsatçılık, fesatlık, kavgacılık vb. tutumlar yaratır. Kin tutkusu derinleşirse ömür boyu temizlenmez ve kan kanseri gibi tehlikeli bir hal alır. Kin besleyen insanlar hileli, sinsi, suskun, bencil, kapalı olurlar. İnsan onların suskunluğunu “akıl küpü” diye nitelese de, sırları kin enerjisini besleyen gizemdir. Onlar, kimsenin tahmin etmediği bir kaynağa sahip olan kişilerdir. Gizemli sırları açıklandığında, onlardan kendi kendilerini yok etmek, çıldırmak veya intihar etmek beklenir. Yengeç örneği. Bu teorik ve pratik deneysel düşünceleri psikolog Friedrich Nitzsche’den aktardım. Müsaadenizle olayın gerçekliği ile ilgili örneklemelerimi herkesçe bilinen ve hayatı kitaplara ve Bulgar basınına yıllardır konu olan Ahmet Doğan örneğiyle açıklayayım. Bu incelemede yer alan verilere ulaşabilmem, yıllar önce Kasım Dal’ın Bulgar Millet Meclisi’ne sunduğu Hak ve Özgürlük Hareketi milletvekillerinin oylarıyla kabul edilen “Dosyalar Yasası” ile mümkün oldu. 10 cilt olan ve Bulgaristan’da Türklere ve Müslümanlara karşı yıllarca arasız yürütülen amansız ve ilkeli mücadelenin parlak bir örneği gibi parmakla gösterilen, bu dev ajanlık eseri yani Ahmet Doğan Dosyası “Sergey”, “Sava”,


122

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

“Angelov” ve “Dönek” kod isimleriyle ciltlenmiştir. Bulgaristan’da yaşayan Türklere karşı Bulgar dilinde kaleme alınan bu devası yazımda Ahmet İsmailov Ahmedov - bugünkü HÖH Fahri Başkanı Ahmet Doğan’ın hakiki adı, baba adı ve soyadıdır. Ahmet 1976 yılında inşaat eriyken, hiç itiraz etmeden, gizli Bulgar servis ajanı olmayı kabul etmiş ve ömrünün sonuna kadar onun hayatını kayıtsız koşulsuz Bulgar gizli servisi belirlemiştir. Bu dosya açıklanmazdan önce Kasım Dal’ın Ahmet Doğan’ın bir DC ajanı olduğunu bilmemesi de insanı şaşırtan başka bir mucizedir. Geçerli olan atasözü “karga karganın gözünü çıkarmaz” olabilir mi? Bunlar can kan dostu. Kasım bu işi kaça yaptı, başka bir sır kutusu da budur. Devam edelim: Şu hususa dikkat etmemiz gerekir. Bulgar gizli servisi (DC) ya da bugünkü adıyla (DANS) harikalar makinesi değildir yani erikten armut, sudan odun, pamuktan altın yapamaz. İnsan neyse odur, insan özündeki değişim ve dönüşüm birikimi ancak keskinleştirilir ya da körleştirile bilinir. Örneğin Bulgar okullarında ve Bulgar ordusunda yoğun anti-Türk eğitim sonucu Bulgar milliyetçiliği ya da ırkçılığı oluşur ama bu ancak bir kimlik dokusu şeklindedir, kişisel temelde saldırı, taciz doğurması devletçe engellenir, çünkü bu hasımlığın üzerinde bir de milli huzur gerektiren Hristiyanlık ve tolerans erdemi vardır. Oysa bizde Türk düşmanlığı, Bulgarlaştırmayla birlikte ırkçı devlet politikası yani totalitarizm şekli almasıyla Arapsaçı gibi karıştı. Ahmet Doğan örneğinde, Ahmet, bir Bulgar milliyetçisi, bir ırkçı değildir. Bulgarlaştırmayı desteklemiştir ama totaliter şiddete “evet” dediğini kanıtlayan belge yoktur. Onun durumuna başka bir açıdan bakmazsak çizgileri doğru okuyamayız. Ahmet’in Türk düşmanlığı 1976 yılında “ben gönüllü olarak Bulgar gizli servisi için çalışacağım” taahhütnamesini imzalamasıyla başlamamıştır. Bulgar gizli servisi onu Türk şubesinde çalışmaya mayalanmış, kini birikmiş, öfkesi kabarmış, saldırıya hazır bulmuştur. Ahmet’in askere alınmazdan önceki hayatı onu nesnel olarak, yanı dış etken olmadan Türklere düşman etmiştir. Öyle yetişmiştir. Biçimlenişi budur. Camiye gitmeyen, Türkçe okuma yazması olmayan bir çocuğun Türklüğünden söz edilemez. Onun Türk kimliğinin oluşturulmasına çaba gösterilmemiştir. Bu yüzden gizli servise bağlanması, yaşadığı bir büyük acının mutlu sonucudur. Bu açıdan bakınca, Ahmet Doğan’ın Türk düşmanlığı anasının, onu doğurduğu, bir şoparla yaptığı başarısız ilk evlilikten 6 ay sonra


Makale ve Analizler - 2013

123

boşanmasında, ikinci evliliğini bir Türk’le yapmasında, üvey babanın anasını kabul etmesi, fakat Ahmet’i dışlamasında, her zaman ve her yerde ona çok sert ve acımasız davranmasında aramalıyız. Çıbanın başı işte burasıdır. Doğuşta olmayan kin böyle oluşmuştur. Anasını sevenin oğlunu kabul etmemesi bir trajik travmadır. Kinin bir çıbanbaşı gibi zonklayan kaynağında, annesini isteyen hem de çocuk ardına çocuk yapan üvey babanın, Ahmet’i hor görmesi, onunla asla ilgilenmemesi, parasız pulsuz bırakması, evden kovması yatar. Bir düşmanlığın doğması için bunlar yeterli ve geçerli sebeplerdir. Bu düşmanlık ırkçı bir nedenle doğmuştur. Şopar bir babanın evladını Türk bir baba kabullenmemiş ve Türk kimliğinden fazla rastlanmayan bir özellik çizgisi - merhametsizlik çocuğun yaşam çizgisinde belirleyici olmuştur. Bu durumda Ahmet’in hayat basamaklarından çıkabilmesi için ki, yalnız başına bunu yapabilecek maddi gücü yoktur, cebinde beş parası yoktur, beliren gizli ilişki onu şans eseri bulmuş ve fırsattan yararlanıp güç alarak sivil polisle el ele vermiştir. Hayat yolu Türkler arasına sızıp muhbirlik yapmak olmuş ve bu 40 yıl sürmüştür. Türkler arasında muhbirlik yapması kin beslediği babasına karşı çalışmasını da kapladığı için huzurludur. Öç alma defteri böyle açılmıştır. Bulgaristan’da Türk düşmanlığı bugün de bitmemiştir, Ahmet Doğan Türk düşmanlığını bitirememiştir, çünkü Bulgaristan’da Türklerden öç almak bir kadınla eşleşmek gibi bir mutluk kaynağıdır. Göçe zorlasan malına mülküne konarsın, gitmeyenlerin oyunu alırsın. Her ikisi de kazançtır. Bu kazançlı ilişkide o Türk düşmanı olduğunu asla açıklamamıştır, açıklamadıkça kazançlı olmuştur. Türklere, Pomaklara ve Müslümanlara kötülük yapmak akan su gibi bir şeydir, akan dere aktıkça dolar. Yıllar onu yormuş, üvey babası ölmüş, kin beslediği açıklanmasın diye adamın hesabını görememiş ama cenazesine de gitmemiştir, başka Türklerin cenazesine de gitmemiştir, artık iş arkadaşları arasında Türk kalmamıştır, yanına bazı Romanları toplamış, onlar da onun kokusunu yabancı bulmuşlar ve ondan uzaklaşmışlardır, sonra hıncını Türk kızlarından çıkarmayı denemiş, evlenmiş boşanmış evlenmiş boşanmış ondan da bir şey çıkmamış, herkesle çıkar ilişkisi kurulabilir ama kin gütme, öç alma çıkar ilişkisi değildir, bu bir düşmanlıktır ve ancak başka bir düşmanlıkla çiftleşir.


124

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bundan dolayı yıllar içinde, Saray’da kapalı yaşaya yaşaya ancak hille üreten ve bu hilelerle Türklere olan hıncını ve öfkesini yavaş yavaş ama mütemadiyen almaya çalışan bir cellat durumuna gelmiştir. Kin gütme hastalığına ilaç bulunamamıştır ve bulunamayacaktır bu şifası olmayan bir ruhsal durumdur. Özünde siz beni istemediniz ama bakın ben ne oldum, hepinizi süründüreceğim psikolojisi yatar. Evet, sürünen sürünmeye devam ettikçe süründüren mutludur. Evet, sevgili dostlarım işte bu durumdan kurtulmalıyız. Bu yazımı yazmamın nedeni, katırtırnağı dikenlerine baktıkça ürpermemdir. Sürünenleri gördükçe üzülmemdir. Yazılarınızı okudukça düşünmemdir. Hepinizi ben de çok seviyorum.

Bulgar Türkü mü? Bulgaristan Türkü mü?

Rıdvan Tümenoğlu-22.Eylül.2013

Bulgar Türkü ve Bulgaristan Türkü ifadeleri, Bulgaristan ve Bulgaristan Türkleri ile ilgili haber, yorum ve yazılarda sürekli karşılaştığımız ifadelerdir. Kullanılan bu iki kavramın da gerçekliği ve kullanılırlığı vardır. Ancak günümüzde yazıldığının aksine bu iki farklı kavram aynı topluluğu değil birbirinden farklı toplulukları ve farklı olguları ifade etmektedir. İlk olarak, Bulgar Türkleri tarihsel süreç içerisinde yaşamışlar ve zaman içerisinde tıpkı, Sümerler, İnkalar, Hazarlar ve birçok topluluk gibi misyonlarını tamamlayarak tarihin tozlu sayfaları arasındaki yerlerini almışlardır. Bulgaristan Türkleri tabiri ise bundan yüzyıllar sonra 19. Yy’da Berlin Antlaşması (1878) literatürlere girmiş bir kavramdır. Biz bu çalışmamızda bu iki kavramı biraz açarak ülkemizin güzide basın mensuplarına ve aydınlarına! bu konuda yardımcı olmaya çalışacağız. Bulgar Türkleri Orta Asya Türklerinin bir kolu olan Ogur Türkleridir. Türk Dünyasının en geniş kitlesini Oğuz Türkleri oluşturmaktadır. Türkçede doğu batı lehçeleri arasında z - r ses değişimi neticesinde doğuda Oğuzlar olarak adlandırılan Türkler batıda Ogurlar olarak adlandırılmıştır. Bulgar Türkleri-


Makale ve Analizler - 2013

125

nin esas nüvesini teşkil eden Ogur Türkleri tarihte üç büyük devlet kurmuşlardır. Ogur Türklerinin kurduğu ilk devlet olan Büyük Bulgar Devleti maalesef uzun ömürlü olamamış ve ve bu devletin bünyesinden Volga Bulgar Devleti ve Tuna Bulgar Devleti olmak üzere iki farklı siyasi teşekkül ortya çıkmıştır. Yapılan son araştırmalardan da anlaşıldığına göre Volga Bulgar Devleti İslamiyet’i ilk kabul eden Türk devletlerinden birisi olmuştur. Tuna Bulgar Devleti yöneticileri Abbasi Halifeleri ile bağlantılar kurarak, Başkentleri Bulgar şehrinde, camiler, medreseler, hanlar, hamamlar inşa ederek Bulgar şehrini bir ilim, irfan kültür ve ticaret merkezi haline getirmişlerdir. Balkanlarda kurulan Tuna Bulgar Devleti ise gerek doğudan gelen Türk göçlerinin yavaşlaması ve Slav nüfusun fazlalığı nedeniyle, gerekse Bizans İmparatorluğunun etkisi Hıristiyanlığı kabul etmişleridir. Söz konusu bu gelişmelerin etkisi ile Balkanlardaki Bulgar Türkleri kısa süre içerisinde milli kimlik ve kültürlerini kaybederek Slavlaşmışlardır. Ancak yeni yapılan araştırmalar göstermektedir ki devletin yönetimi yıkılışına kadar Türk kökenli ailelerin denetiminde kalmıştır. Bulgaristan Türkleri kavramı ise daha önce belirttiğimiz gibi Osmanlı Devletinin yıkılışının ve parçalanmasının önemli dönüm noktalarından birisi olan Berlin antlaşması ile literatürlere girmiş bir kavramdır. Osmanlı Devleti Balkanlarda ilerlemeye başlaması ile birlikte fethettiği bölgelere Anadolu’dan getirdiği Türkmen (Oğuz Türkleri) kitlelerini yerleştirmiştir. Bu iskân faaliyetleri sürecinde genellikle Karamanoğulları ve Saruhanoğulları beylikleri ahalisi bu günkü Bulgaristan coğrafyasında iskân ettirilmiştir. Osmanlı Devletinin Balkanlarda ilerlemesi boyunca iskân faaliyetleri devam etmiştir. Evald-ı fatihan ve Rumeli ahalisi olarak adlandırılan Balkan Türkleri ve dolayısı ile Bulgaristan Türkleri, Devletin zayıflamaya başlaması ve geri çekilme süreci boyunca Balkanlarda yeni bir takım devletler kurulmaya başlaması sonucu sınırları içerisinde kaldıkları ülkelerin isimleri ile birlikte Bulgaristan Türkleri, Romanya Türkleri gibi ifadeler ile adlandırılmaya başlanmıştır. Bulgaristan coğrafyasında yaşayan Türkler 19.y.y’ın sonarından itibaren Berlin Antlaşması ortaya çıkan Bulgaristan Devletinin adıyla anılmaya başlanmışlar ve günümüze kadar bu şekilde devam etmiştir. Bulgaristan’da yaşayan Türklerin, günümüz Bulgarları ile tek ortak noktası aynı coğrafyayı paylaşmalarıdır. Bunun dışında hiçbir ortak noktaları bulunmamaktadır. Bulgaristan Türkleri Yüz yılı zaman bir aşkın zaman boyunca kendilerini Bulgarlara benzetmeye çalışan, kendilerini Bulgar olarak adlandırmaya çalışan yönetimler ile mücadele etmişler bu durumu kabul etmemek ve Türk kalabilmek Türk olarak anılabilmek için, için gerektiğinde uğuruna kanarlını akıttıkları yüzlerce yıllık vatanlarını terk etmekten tered-


126

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

düt etmemişlerdir. Bulgaristan Türklerinin Bulgarlar ile hiçbir ortak noktasının bulunmadığı gibi Anadolu Türkleri ile de küçük bir detay dışında hiçbir farklılıkları yoktur. Söz konusu küçük detay da Orta Asya’dan başlayan ve Anadolu dâhil birçok yeri Türk yurdu haline getiren göç hareketini Anadolu Türklüğünden bir adım daha batıya taşımış olmaları ve günümüz Türk dünyasının Adalar denizinden değil de Tuna Nehrinden Adriyatik Denizinden başlamasını sağlamış olmalarıdır. Terimler ile ilgili yaptığımız bu kısa açıklamalar göstermektedir ki Bulgar Türkleri ile Bulgaristan Türkleri birbirlerinden çok farklı kavramlardır. Öncelikle Bulgar Türkleri günümüz için tarihte yaşanmış bir nostalji, bir ansiklopedik bilgidir. Bulgaristan Türkleri ise en az Anadolu Türklüğü kadar gerçek bir olgudur. Bulgaristan Türklerinin her gündeme geldiğinde bu konu ile yazı yazan yorum yapan yazarlar gazeteciler aydınlar! Bu iki kavramı aynı olguyu ifade etmek için kullanmaktadırlar. Bunun iki nedeni olabilir; birincisi Bu günkü Bulgaristan Devletine adını veren Bulgar Türkleri Nostaljisini yaşatmak veya Bulgaristan Türklerini bununla özdeşleştirmek, bu bizim iyimser tahminimiz ve sayın aydınlarımızın yanlışlığının altındaki nedeni aramak için iyimser bir yaklaşımımız. İkinci neden ise aydınlarımıza! Yakıştıramadığımız ve söylemeye dilimizin varamadığı ancak söylemek zorunda olduğumuz ülkemize has bir durum olan sözde aydınlarımızın Aydın cehaletidir. Bulgar ile Türk’ü ayırmayan Bulgaristan’da kendilerine Bulgar denilmemsi için adı Türk milleti Türk kardeşlerinin ülkesine sığınan ve bu ülke için bu sözde aydınlarımızdan çok daha fazlasını yapan ve yapacağından şüphe duyulmayan yüz binlerce Bulgaristan Türkünün gözünde daha fazla küçülmeleri için ve bu konudaki karanlıklarına bir mum ışığı olması amacı ile yüzlerce kitaptan sadece üç tanesini okumalarını en azından göz gezdirmelerini tavsiye ediyorum. Böylece insanları aydınlatmaya çalışmaktan önce kendi karanlıklarına bir kibrit yakaralar. Böylece hem bizi rencide etmekten vazgeçerler hem de kendilerini küçük düşürmezler. Rıdvan Tümenoğlu * Geza Feher. Bulgar Türkleri, Ankara: TTK,1999 * İbrahim Kafesoğlu. Türk Mili Kültürü. İstanbul: Ötüken Yayınevi, 2000 * Bilal Şimşir. Bulgaristan Türkleri. Ankara: Bilgi Yayınevi.,1986


Makale ve Analizler - 2013

127

Bulgar Kilisesi’nde Gizli Ajanlar iddiası

Bojidar Çipof-30.Eylül.2013

20 Eylül Cuma günü Bulgar Patriği Neofit ve bir heyet İstanbul’a geldiler. Bu ziyaretin amacı, yeni Bulgar Patriği sıfatıyla, İstanbul’daki Bulgar Ortodoks Cemaati’ni ve Rum Patrikhanesi’ni ilk kez ziyaret etmekti. Ziyaretin evvelinde, geçtiğimiz yıllarda da sıkça medyada yer alan, eski Bulgar Patriği Maksim ve diğer üst rütbeli ruhaniler hakkındaki komünist rejimin gizli ajanları olma iddiaları yeniden ortaya atıldı.[1] Müteveffa Patrik Maksim; Bulgaristan’ın 1989’da demokrasiye geçmesinin ardından, 1990 yılında yapılan, “Ulusal Yuvarlak Masa Toplantısı”nda komünist yönetimin adamı olmakla itham edilmiş, dini açıdan yasal bir şekilde seçilmemiş(antikanonik)ve eski idareciler tarafından bu göreve atanmış olduğu iddiası ortaya atılmıştı. Bu söylemler o kadar ileri gitti ki; Patrik Maksim’in Eski ve Yeni Ahid’i dahi tam olarak okumamış olduğu iddia edildi. Bu sürecin ardından Bulgaristan Kilisesi, uzun sürecek bir süreç ile iki başlı oldu ve Dünya Hıristiyanlık Tarihi’nde eşi benzeri olmayan bir rezalet ortaya çıktı. Yeni Bulgar Patriği Neofit’in İstanbul temasları çerçevesinde, 20 Eylül Cuma günü Rum Patrikhanesi ziyareti vardı ve görüşmelerin ardından bu tür ziyaretçiler için mutat olduğu gibi, Patrikhane kilisesi olan Aya Yorgi Kilisesi’nde Bulgar Patriği’nin onuruna bir ayin icra edildi. Ayinin ardından Rum Patriği Bartholomeos Bulgar Patriğine (özetle) şöyle hitap etti: “Umarım sizinle eski Patrik Maksim ile olduğu gibi uyum içinde olacağız.” Sanıyoruz ki Rum Patriği Bartholomeos, bu sözleri eski Bulgar Patrik Maksim ve ekibine vermiş olduğu desteği anımsatmak adına sarf etmiştir. Zira Bartholomeos o süreçte, Bulgaristan’ı birkaç kez ziyaret ederek Patrik Maksim’e destek olmuş ve dini açıdan onu yasal (kanonik) olarak kabul ettiğini vurgulamıştı. Burada bahse konu olan Bartholomeos’un Bulgaristan ziyaretleri değildir. Bahse konu; Patrik Maksim’in kendi ülkesi içinde acze düşmüş, kendi halkının bir bölümü tarafından “Antikanonik” (kanon=dini yasalar)addedilerek “Komünist Ajanı” nitelemesi yapılmasıdır. Bu bağlamda; Bulgar


128

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Patriği ve bir kısım üst rütbeli Bulgar ruhanilerin o dönemde makamlarını muhafaza etmek adına her türlü dış desteğe ihtiyaçları vardı... Bulgaristan’ın komünistlikten demokrasiye geçtiği dönemde büyük bürokratik sıkıntılar yaşanmış, Komünist Parti zamanında kurulan Bulgaristan Diyanet İşleri Müdürlüğü de demokratikleşen rejime etkisiz ve basiretsiz bir başlangıç sergilemişti. 1990’da, ülkenin sorunları arasında; Bulgar Patriği Maksim’in komünist yönetimin adamı olması ve yasal bir şekilde seçilmemiş -komünistler tarafından bu göreve getirilmiş- olması da gösterildi. Devlet Araştırma Komisyonu’nun hazırladığı bir rapora istinaden; Patrik ile 12 metropolitten oluşan Bulgar Kilisesi Sen Sinodu’nda komünist dönemde “Bulgar İstihbarat Teşkilatı” olan “DS”nin (Darzhavna Sigurnost) 11 ajanı bulunduğu açıklandı. (Yeni Bulgar Patriği Neofit de bu 11 kişi arasında gösterildi.) Ancak Patrik Maksim, kendisi aleyhine sürdürülen tüm karşı iddialara rağmen, 98 yaşında vefat edene kadar makamında kalmıştır. Bulgar Patriği Maksim’in komünist yönetimin adamı olması ve yasal bir şekilde seçilmemiş olduğunun açıklanması üzerine bir grup din adamı yeni bir oluşum gerçekleştirmek için harekete geçti ve Patrik Maksim ile ekibine karşı çalışmaya başladılar. 30 Mayıs 1992’de “Diyanet İşleri Komisyonu”nun başında olan Metodi Spasov, “Komünist Ajanı” olduğu gerekçesiyle, Patrik Maksim’in ve ekibinin azli için emir verdi ve aynı emirle yeni bir Sen Sinod tayin etti. 1 Haziran 1992 günü sabahın erken saatlerinde yeni tayin edilenler ve fedaileri Sen Sinod merkezini işgal ederek Patrik Maksim, ruhbanlar ve sivil memurların binaya girmelerini önlediler, içeride olanlar yaka paça dışarı attılar. Fedailerle çıkan arbede sonunda içeri giremeyen Patrik Maksim ve diğerleri çaresizce Sofya Metropolitliği’ne sığındılar ve uzun bir süre orayı Patrikhane merkezi olarak kullandılar. Böylece yukarıda da zikrettiğimiz gibi Ortodoksluk Tarihi’nde yaşanmamış bir süreç, iki başlılık başladı. Nevrokop Metropoliti Pimen ikinci sinodun başına seçildi. Bu suretle Bulgaristan’daki her metropolitlik bölgesinde, Patrik Maksim’e bağlı olanlar ve Pimen’e bağlı olanlar şeklinde iki başlı bir yönetim başladı. (Bunun ne anlama geldiğini şöyle tarif edebiliriz: Türkiye’de her ilde bir İl Müftüsü vardır. Her ilde farklı gruplara bağlı 2 il müftüsü olmasını tasavvur edelim.) Bulgaristan’daki iki başlı kilise skandalının ilk iki senesi boyunca Patrikhane’nin idari yönetim merkezi olan Sen Sinod binası, diğer grubun


Makale ve Analizler - 2013

129

elinde kaldı. Bu süre zarfında, Patrik Maksim’in yasal olarak yaptığı tüm itirazlar sonuçsuz oldu. Bir tarafta yasal Sen Sinod’un başı olduğunu iddia eden Maksim; diğer tarafta “Maksim komünist ajanıdır. O ve tarafları tayin ile gelmişlerdir. Biz gerçek Sen Sinoduz.” şeklinde konuşan Pimen taraftarları, dini açıdan rezalet sayılabilecek bu kavgayı sürdürürken Bulgaristan Devleti hadiselere sadece seyirci kaldı. 1 Haziran 1994 tarihinde Metropolit Neofit kalabalık bir fedai gurubuyla, binayı kaba kuvvet kullanarak geri aldı... (O günün metropoliti Neofit bugün Bulgar Patriği’dir.) Ocak 2012’de Bulgar ajanslarında ve gazetelerinde, Patrik Maksim ve diğer papazlar hakkındaki gizli ajanlar iddiası yeniden alevlendi. Devlet Araştırma Komisyonu’nun raporuna istinaden 40 yılı aşkın süredir kilisenin başı olan Maksim’in gizli servis elemanı olduğu ayrıca Sen Sinod üyelerinin arasında da 11 eski gizli servis elemanı bulunduğu 17 Ocak 2012’de açıklandı. İddiaya göre diğer adı geçen metropolitler arasında; Stara Zagora Metropoliti Galaktion, Vidin Metropoliti Dometyan, Plevne Metropoliti İgnati, Sliven Metropoliti Yoaniki, Veliko Turnovo Metropoliti Grigori, ABD, Kanada ve Avustralya Metropoliti Yosif, Vratsa Metropoliti Kalinik, Nevrokop Metropoliti Nataniel ve Orta Avrupa ve Rusçuk Metropoliti Simeon bulunmaktadır. Devlet Araştırma Komisyonu tarafından gizli ajan oldukları iddia edilenlerin kullandıkları kod adlarının ise şöyle olduğu iddia edildi: Galaktion = Misho Dometyan = Dobrev İgnati = Penev Yoaniki = Kirileviç Grigori = Vanyo Yosif = Nikolov Kalinik = Rilski Nataniel = Blagoev Simeon = Hristov Şu an Bulgar Patriği olan Neofit’in kod adı = Simeonov (Makalenin fotoğrafı= Patrik Neofit ve Bulgaristan İçişleri Bakanlığı’nın “Simeonov” kod adlı bir zarfı.) Devlet Araştırma Komisyonu’nun araştırmasında sadece 12 kişi olan Sen Sinod üyeleri değil, diğer tüm metropolitler, manastırların ve Teolojik Seminarya’nın (İlahiyat fakültesi eşdeğerinde) yöneticileri de mercek altına alınmışlardır. Başta Varna Metropoliti Kiril olmak üzere diğer Sen Sinod üyelerinin pahalı arabalar kullandıkları ortaya çıktı. Adı geçen dosyanın komisyon Başkanı Georgi Yovchev, Sofya ve Plovdiv Katolik Cemaati


130

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Piskoposu, Petır için de 31 Temmuz 1988’den itibaren ajandı açıklaması yaptı.24 Şubat’ta yapılan patrik seçimiyle Neofit işbaşına gelir gelmez Bulgar ajanslarında şu manşet yer aldı: “Eski komünist ajan Bulgar Kilisesi’nin başında.” Patrik Maksim’in 6 Kasım’da ölümünün ardından medyada Bulgar Kilisesi içindeki Bulgar istihbarat örgütü “Darzhavna Sigurnost” ajanlarıyla ilgili haberler tekrar yer almaya başladı. Komünizm hayaletinin yeni bir patrik seçmeye hazırlandığı şeklinde benzetmeler de yapıldı. Merhum patrik ve diğer üst düzey ruhbanlar, Sofya Üniversitesi’nde felsefe profesörü ve dini bir yayın organı olan “Christianity and Culture” adlı derginin baş editörü Kalin Yanakiev örneğinde olduğu gibi anti-komünist davranışları eski rejime bildirmekle suçlandılar. Seçimlerin ardından Varna Metropoliti Kiril’in 9 Temmuz’da Karadeniz sahilinde ölü olarak bulunması ise hayli şüphelere yol açtı ve komünist ajanlar iddiaları tekrar ortaya atıldı. Bulgar Haber Ajansı ölüm nedenini boğulma olarak bildirdi fakat Kiril’in üzerinde bir dalış maskesi ile şnorkel vardı ve Kiril çok iyi bir yüzücü olarak tanınmaktaydı. Maksim’in ardından seçim için yoğun kulis yapan fakat sonra aday olmayan, 1954 doğumlu Kiril için de Gizli Servis ajanı olduğu iddia edilmekteydi. Kiril’in bu hizmeti devlet güvenliği için değil de ABD Başkanı Barack Obama’nın da kullandığı Lincoln MKS marka hibrid lüks otomobil için yaptığı iddialar edilmiştir. Ancak kendisi bu aracın zengin bir Bulgar işadamı tarafından hediye olarak verildiğinde ısrar etti. Metropolit Kiril;1981 yılında Moskova’ya Bulgar Ortodoks Kilisesi Temsilcisi olarak gönderilene kadar DS’nin ajanı olduğu, 1989 yılında Varna Metropoliti olarak atandığında tekrar “aktif” olduğu iddialar arasındadır. Kiril’in bu yeniden aktif ajan olması kısa sürmüş olmalı ki; 10 Kasım 1989’da, iktidardaki Todor Jifkov yönetimi kansız bir darbe ile indirilerek “Büyük Demokrasi Dönemi” diye adlandırılan süreç başlayana kadar devam edebilmiştir. Metropolit Kiril’in 1981 yılında Moskova’ya Bulgar Ortodoks Kilisesi Temsilcisi olarak gönderilene kadar aktif olması ve sonra vazifeyi bırakmış olması ise gidilen yerin Moskova olması sebebiyle inandırıcı değildir.Bulgaristan’da, Müteveffa Patrik Maksim, yeni Patrik Neofit ve Karadeniz’de şüpheli bir şekilde boğulmuş olan Metropolit Kiril ve diğer metropolitler hakkındaki “Komünist Ajanı” iddiaları bitmeyecek gibi görünüyor... Bojidar Çipof


Makale ve Analizler - 2013

131

EKİM - 2013 Yılan yuvası

Rafet Ulutürk-06.Ekim.2013

Mutluluk sakin bir hayattadır! Sofya’dayım. Merkez Bankasının bitişiğindeki Büyük Cami’nin doğu eki sosyalizm zamanında Genel Kurmaylığa bağlı Askeri Aksi İstihbarat Müsteşarlığıydı, son 10 yılda önünden eksik olmayan Volen Siderov’un “ATAKA” partisinin Türklere karşı imza toplama çadırları sökülmüş. “Pirodska” sokağı başındaki imza masası da kaldırılmış. Bunlardan bir de Merkez Tren İstasyonu salonundaydı, o da sökülmüş. Bulgar halkı bunlara “yılan yuvası” demişti. Yani Volenço (Ataka) partisiyle sosyal demokratlar (BSP) ve Türklerle (HÖH) iktidar oldu ya, “yılan yuvalarını” bozması doğal. Aşağılık herifler. V. Siderov bu aşırı milliyetçi, bazı söylevlerinde ırkçı, modern faşizan partiyi kendi aklın ile cebinden çıkardığı para ile kurmadı. Biz Türklerin en fazla ağırına giden de bu zaten yani bu parayı o donsuza Ahmet Doğan’ın vermesidir. Bu gerçek bizi deli eden iğrençliktir. Bu modern faşist ırkçı parti neden mi kuruldu? “ATAKA” partisi, hoşgörümüzü, tüm komşularımızla iyi geçinme hünerimizi, insan sevgisi ateşimizi söndürmek, özgürlük azmimizi öldürmek, öz geleneğimiz olan demokratik yaşam biçimimiz yok etmek, kafamızı bulandırmak, hepimizi, tüm demokratları sürekli diken üstünde yaşatmak, ürkütmek, korkutmak için 15.04.2005’te kuruldu. Bu partinin kurulması Bulgar milliyetçiliğinin hortlaması değil, zorla hortlatılması oldu. 21. Yüzyıla asla gerekli olmayan böyle bir partinin tescil ettirilmesi, Sofya’da MULTİGRUP ofisinde kararlaştırıldı. Gizli toplantıya Başkan İliya Pavlov, HÖH Başkanı Ahmet Doğan ve gizli servis şefleri katıldı. Kişilik olarak döneğin teki, ideolojik olarak ise “hiçlik” örneği olan, parasızlıktan dilenirken sürünen, bir arada da “Demokrasiya” gazetesi yazı işleri müdürlüğü yapan ve ara sıra gözde bir “demokrat” olarak geçinen Volen Siderov’un Bulgaristan’da yaşayan etnikleri sindirmek için ırkçı “Ataka” partisini kurmayı ve başkanı olmayı kabul etmesi, onu aynı anda oligarşi ve gizli servis köpeği haline getirmiştir.


132

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

“Bulgaristan’daki etnikleri huzurlu ve mutlu yaşatmayacağız!” anlamına gelen bu iğrenç karar, V. Siderov’a bildirildiğinde onun havası değişti, o oligarşiyle işbirliği yapıyorum havasına girdi, salına salına yürümeye başladı. O gün bu gün “biz hamur tatlısıyla yetinmeyiz, üstüne kaymak da gerekli” dedi herifçioğlu. “Ataka” partisi, demir para mantıyla hem Yazılı hem de Turalı kesildi. Bir yandan etniklere amansızca saldıracak, öte yandan da özelleştirilen malları yeniden devletleştirmek sloganıyla eski komünistleri okşayacak, bir de askeri ücretleri 500 Avro yapacağız çağrılarıyla işsizleri ve iki ucunu bağlamayanları etrafına toplayacaktı. V. Siderov’tan istenen, kara düşünceler üretmek ve doğru dürüst düşüneni mahvetmekti. O günden beri sekiz yıl geçti. Siderov toplayacağını hala toplayamadı, çünkü hem kendi kayışı hem de torbasının ipleri başkalarının elinde kaldı. Süslü üslubu konuşarak, amansız saldırarak, bol bol mitolojik kişilerinden söz ederek aradığını hala bulamadı. Bulamaz İş Allah.“Ataka’nın kurulması aşamasında, Bulgaristanlı Türk, Pomak ve öteki Müslümanlar, Hak ve Özgürlükler Partisinin seçmenden kopmuş, ayarı bozuk bir parti olduğunu sezmiş, sırt çevirmeye başlamıştı. Bundan dolayı birinci neden, HÖH saflarındaki politik gevşemedir. Sıradan HÖH üyeleri ve seçmen kitlesi halka dönük bir politika istiyordu. Ahmet Doğan’ın vazifesi ise, onları kapsüle edip, havasız, ekmeksiz ve susuz bırakarak bayılmak ve “ölü canlılar” halinde muhtaç yaşatmaktı. Türkleri bu duruma getirmek için, bir dürtüye, havlayacak ite ihtiyaçları vardı. Onlara göre, Türkleri yönetebilmeleri için, onları devamlı ürkütüp sindirmek, muhtaç bırakıp korku içinde yaşatmak şart olmuştu.1989 Mayıs’ında ayaklanıp Bulgar ordusu tanklarının üzerine çıkan Türklerini kımıldamamak üzere yere çakmanın başka yolu sanki yoktu. Zamanlar öyle değişti ki “Komşumuz olun! Birlikte yaşayalım!” sloganını kabul etmek bile, modern milliyetçi Bulgarlara ağır geliyordu. Bu ödev, sümüklünün birine verilip, Türklerin, Pomakların, Romenlerin ve öteki Müslüman katmanın rahatını bozmak, bu kesimden kimseye göz açtırmamak yeniden güncel olmuştu.HÖH yönetimi ve şahsen Ahmet Doğan bunun böyle olmasını çok istedi.Bu hainliği açık açık kendisi yapsa, anında biterdi ve o bunun bilincindeydi. Zaten bu sinsiliğin ve sahnelenen iğrenç oyunun anlaşılmasıyla HÖH kitlesi göz açtı. Herkes başlarının büyük bir derde girdiğini anladı. HÖH’ün dip dalgası tepişti ve yükseliyor. V. Siderov, Türkler, Pomaklar, Romenler ve tüm öteki ezilenleri sindirmek için parti kurma parasını Ahmet Doğan’ın elinden aldı. Önce 1 milyon 600 bin Leva ödendi. Siderov’a söylenen söz “Türklerle ağır ol, anlaşıldı mı? Ağır ağır ez!” oldu.


Makale ve Analizler - 2013

133

2005 Mayısının ilk pazarında Sofya’nın “Malaşevtsi” Mahallesinde saksafon bir sokak köpeği gibi inliyor, davul sesi gümbür gümbürdü, kızlar kıvırıyor, şişeler kafaya dikilmiş içkiler içiliyor, yaşlı kadınlar, birkaç tane de akşamlık olsun diye mangal sırasına yeniden girip, köfteleri koyunlarına atıyorlardı. Romenlerin gönül müziği seslendiren kemancılar çaldılar ama böyle gürültünün içinde keman sesi çocuk hıçkırandan öte gidemedi. Birden ses kesildiğinde, meydan dipsiz bir uçurum oldu: Kiminin başı döndü. Kelleri kazınmış, takım elbiseleri siyah, gömlekleri beyaz bir kalabalık indi Jeeplerden. En önde adımlayan, çok sinirli bakışı kurban arayan yılan gibi, Ahmet Doğan ile Multigrup tarafından görevlendirilmiş olan, Bulgar finans oligarşisinin yeni kuduz kopoyu Volen Siderov oldu. O, köfte kebap derdinde olan Romenkalabalığının önünde durdu. Yakın geçmişte dünyayı baştanbaşa yakmaya kalkan Hitler gibi sağ elini kaldırdı ve bağra bağra konuşmaya başladı: İlk cümlesinden hiç beklenmedik bir niyet fışkırdı: “Hepinizi sabun yapacağız!” Bu ilk değil son sözü olmalıydı, ama yeni fürer tepeden başlamıştı. Köfteyi yeni ağızlamış Romenkarıları boğulacak gibi oldu. Birisi yere düşüp bayıldı. Rakıdan ilk yudumları alan genç Romenler “Ölümden korkmamak gerek!” demek isteseler de sustular. Ödleğin teki olduklarını, ciğerlerinin beş para etmediğini gösterdiler. Bağırmak geliyordu işlerinden: Hadisenize, ne duruyorsunuz, ezin şunu kene gibi... Gazeteciler de belirdi. V. Siderov’tan ilk mitingde “Fazla yüklendiysem özür dilerim!” demesini beklediler. O, buna gerek duymadı. “Dersimizi verdik!” dedi. Daha sonra fırsat bulan gazeteciler üstelediğinde, “Keçiyi nereye bırakırsan orada otlar. Her kurbağa göldeki yerini bilmeli!” dedi. Romenlerden büyük bir kısmı ulusumun acı kaderini paylaşmak istemiyorum deyip, başka ülkelere kaçtı. Diğerleri ise, nereden öğrendilerse diyalektiğin ikinci yasasını öğrenmişler, niceliklerin birikmesinden yeni nitelik doğduğuna inanmışlar ve habere çocuk yapıyorlar, artık Bulgar nüfusunun % 24’ü olmuşlar. İş Allah % 51 olurlar da Avrupa’da ilk Romendevleti kurulur. Hedefe süratle ilerliyorlar. Neo-faşist Siderov “Kazananların ordusunda er olmak, yenilenlerin ordusunda mareşal olmaktan iyidir!” mantıyla oligarşiye yamandı. Demokratikleşti diye tanıtılan Bulgaristan’ın zenginler kulübüne kaydını yaptı. Kapılar ardına kadar açılmaya başladı.


134

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Artık BSP-HÖH-ATAKA hükümet ve meclis makamlarında “yolsuzluklardan” sorumlu Komisyon Başkanıdır. Yani hırsızın teki olan, baş hırsızlardan sorumlu oldu. Son dönemde o da para hırsından hastalanmaya başladı. Vazifelerini benimsemiş ve guguklu saat gibi çalıyor. Para bol. Mangallar çoğalıyor. Mitingleri tıklım tıklım. Bulgar halkı onun partisine “Haydutlar Partisi” dedi. Volen Siderov’un kafasının bom boş olduğu, kendisini sattığı anlaşıldı. Votka tutkunu oldu. Alman basını onun hakkında “Aklını kaçırmış” diye yazdı. O, Ahmet Doğan’a çok gerekliydi. Selam vermediği ve “özgürlük isteyen et duvarı” dediği insanlarımızı, ancak kendinden daha saçma konuşan kuduz köpeklerle durdurabilirdi. Ne ki, onun katılmadığı hürriyetler uğruna savaşımda insanımız çeliktendi. Bu yüzden 12 Mayıs öncesi V. Siderov’a daha şiddetli saldırması için, ek paralar tesis edildi. Sofya “Banya Başı” ve başka camilere namaz esnasında saldırıldılar değerlendirildi ve zayıf bulundu. Genç Müslümanların burnu kanamalıydı. Kiralık itler Gabrovo’da özel eğittiler, yedirdiler, içirdiler, otobüslerle taşındılar, her saldırı için onlara 500’er leva verdiler. Namaz esnasında Türk, Pomak ve Araplar tartaklanmalıydı Bugün artık kötülüklerin babası Ahmet Doğan ve kuduz itlerine karşı mücadelenin kepenklerin çekilmesi, perdelerin kapatılması, panjurların salınması veya çelik kapılar ardına kilitlenmekle yürütülemeyeceğini herkes gördü, görmek istemeyenler de görecektir. Yakın geçmişimizde gece gece evlerimizi basan ve bizi araba karoserine atıp istedikleri yere götürüp tartaklayanların yeniden gelebileceğini düşünsen yanlış olmaz. Bu defa onları Ahmet Doğan illetinin göndereceğini artık açık açık biliyoruz, çünkü o, eski Başbakan İvan Kostof’un sözleriyle “Bulgaristan’ın başına gelen en büyük kötülüktür.” Gözü dönmüş, aklı kaymış bir hastadır ve deliden her şey beklenir. O da unutmasın, halkımız neşter kullanmayı bilir ve ameliyatı er veya geç yapılacak ve hain ciğerini kangala asacaktır. Tabii hırsımız anılarımız gibi, gelip geçen bulutlar gibi değişiktir. Aramızda anıları karma karışık olan, işten dertten başını kaldıracak hali olmayan birçok insanımız var, onların duygular ayrışmamış bir topaç gibidir. Fakat artık iyi ile kötüyü birbirinden ayırıp doğru yolumuzu bulma zamanımızdır. Yakın geçmişte bizi itip kakan, bize işkence eden, ırza geçenlerle kardeşleşip birlikte olmak, iktidar ortaklığı dahil, hiçbirimize yakışmaz. Biz hepimiz bugün dünden daha akıllı ve yürekliyiz, aldatıldığımızın farkına ve bilincine vardık, iş güç arasında birçok şeylerin sızısı dinmiş olabilir, bazı detayları unutmuş olabiliriz, ama kuşkusuz yeni bakış açımızla çok şeyler öğrendik, cesaretlendik, yenilendik, hesaplaşmaya hazır olmalıyız. Eskiden


Makale ve Analizler - 2013

135

bize ıslak oduna baktıkları gibi bakıyorlardı. Şimdi alev çıkaracağımızı biliyorlar. Bizden korkuyorlar. Her halk topluluğu kendi hayatını yaşar, onlar bizim özgür ve mutlu yaşama yönümüzü değiştiremezler. Eminim biz birlik olursak, gerçeğin diline kulak verirsek, Volen Sideov gibi itler, faşistler bizden korkup uyuz köpekler gibi kaşınacak yer arayacaklardır. En yakın zamanda hepsine “sinirleri bozulmuş” teşhisi konulacaktır. Ahmet artık “delidir” raporunu aldı. Hepsi için kaçınılmazdır. Onların bir daha uyanmamak üzere uyuyacakları zaman yakındır. Zaten şimdiden porsuk gibi yaşıyorlar. Bugün ödünü patlattıkları insanlar yakında hepsinin hesabını görecektir.

Her işi aşkla yapmak gerekir

Mecbure Efraimova-15.Ekim.2013

Bulgaristan Türkleri ve Adım Adım Türkiye proje kapsamında Deliorman’da ve Türk Geleneğinde Aşıklık ve Zakirlik Geleneği bilim konferansı 12 Ekim 2013 Razgrad, Kovanlıka otelinde büyük bir başarı ile gerçekleşti. Organizasyonu Razgrad, CEM Alevi Derneği tarafından düzenlenen konferansın başında Malatya filmi ve proje tanıtımı Gönül Mehmedova tarafından sunuldu. Bulgaristan Türkleri ve Adım Adım Türkiye projesi 2011 de dört, 2012 de beş, 2013 de altı derneği bir çatı altına getirdi. 2014 yılında proje kapsamında çalışcak derneklerin sayısı yediye ulaşmaktadır: Türkiye ile Kültürel İlişkiler Derneği “Güneş” Rusçuk, “Cem” Alevi Derneği - Razgrad, “Sabahattin Ali” Türk Kültürevi - Varna, “Biz” TKD - Şumnu, “Kuzey ve Doğu Bulgaristan Türkçe Öğretmenler Derneği” - Şumnu, “Dobruca” TKD - Dobriç, Recep Küpçü TKM - Burgas. Konferansta Ankara’dan Prof. Dr. Alemdar Yalçın, Prof.Dr. Hasan Onat, Nevena Gramatikova bildirilerini sundular. Nevena Gramatikova’ya göre “Aşık geleneği Türk kökenli milletlerin müziğe ve şiire karşı sevgisinin en belirgin örneğidir. Bu gelenek şiiri, müzik kompozisyonu ve onların saz genel adı taşıyan telli enstru-


136

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

manla uygulamasını çok mükemmel mükemmel bir şekilde birleştirir. Aşık geleneği başlangıcını eski Türk sözlü-şiirsel geleneğine kadar götürür, ancak diğer halk türlerin aksine bireysel yaratıcılığın sonucudur. Aşıklar ayni zamanda kendi şiirsel eserin hem yaratıcılarıdır, hem bu şiirlere müzik bestecileridir”. Prof. Dr. Hasan Onat ise Bulgaristan Türkleri kendi bilim adamlarını yetiştirmek ve bilime öncülük tanımak yönünde konuştu. Prof. Dr. Alemdar Yalçın, biz - Türkler’in kültürünü daha iyi tanıtmak amacı ile asırlar önce eski yıllara dönerek örnekler sundu. Tanımadığımız kişiyi, milleti, kültürü, sevemeyiz o yüzden: “Gelin tanış olalım, İşi kolay kılalım, Sevelim sevilelim - Dünya kimseye kalmaz.” Alevi - Bektaşi kültüründe insani ilişkilerin değerlerini anlatarak, yüzyıllar önce söylenenler, günümüzde de nekadar geçerli doğrultusunda “kendine yapmak istemediğin şeyi karşında olana yapma” veya “Bir kez gönül yıktın ise, Bu kıldığın namaz değil, yetmişiki millet dahi, Elin yüzün yumaz değil” gibi örnekler sundu. Sevar köyünden sunulan müzik programı duygu dolu güne ayrı bir renk kattı. Bildiri sunumları arasında ise Kuzey ve Doğu Bulgaristan’ın farklı yörelerinden gelen zakirler, sazları ve sözleri ile neşeli anlar yarattı. Sliven ili, Yablanovo köyünden gelen bir grup sema sunarak, izleyciler – Deliorman ve Gerlovo fazla mesafede olmamalarına rağmen, semaları ayni olmadığının farkına fardı. Program Holanda’dan katılan aşık Fedai’nin sazı ve nefeslerinle sona erdi. Türkiye, Yalova Cem Derneği’nden gelen 40 kişilik bir grubun başında olan BAL-GÖÇ Başkanı Lütfi Özgür, Bulgaristan Türkleri ve Adım Adım Türkiye projesinin nekadar başarılı ve yararlı olduğuna ikinci defa canlı şahit olduğunu ve çalışmaların devamını cani gönülden merakla izleyeceklerini ve destekleyceklerini belirtti. Misafirlerin arasında TC Burgas Başkonsolosluğu temsilcisi, siyasetçiler, proje ortakları dernek başkanları: Emine Halil, Gürsel Kırnak, Mecbure Efraimova, M. Bilal, Rustem Aziz, İsmail Köseömer yer aldılar. Madde karanlığı akıl ışığı ile aydınlanır. Cehalet karanlığı bilgi ışığı ile aydınlanır. Nefs karanlığı erdem ışığı ile aydınlanır. Her işi aşkla yapmak gerek. Mecbure EFRAİMOVA, Rusçuk Türkiye ile Kültürel İlişkiler Derneği “GÜNEŞ”


Makale ve Analizler - 2013

137

Sis kalktı amma!!!

Rafet Ulutürk-17.Ekim.2013

Bulgar sağı bugün de mayası bozuk bir hamur gibi, toparlanırken dağılıyor. 100 gün önce Bulgaristan’da Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH), Bulgaristan Sosyalist Parti (BSP) ve sağ uçtan ATAKA lideri Volen Siderov’la birlikte 4. kez iktidar oldular. Erk kavgası bu yılın yaz akşamlarında gelişip biçimlendi. Kenar semtlerden alay alay gelip Sofya’nın “Bağımsızlık” alanını balon gibi şişiren, Bakanlar Kurulu önüne dikilip yeni iktidarı bağırış çağırışla engellemeye çalışanlar, bu işi, kimi defa ücretli yapsalar da, başarılı olamadılar. Elektronik ortamda oluşan bu yüzeysel ve slogansal eylemdeki kalabalık bulanık su gibiydi, ancak ne güneş, ne yağmur, ne kar bizi engelleyemez, yürümeliyiz, yürüyenlerin ayak izleri tarih olur inancında birleşmişlerdi. Yıllar boyu şekillenmiş fikirleri olmayan, fakat aynı serüveni güz aylarında da yaşamak isteyenler, ansızın gelen sert kıştan korkarak evlerine kapandılar. Güne meclis kaldırımında sabah kahvesiyle başlayan ve gecesi kuyruklu piyanoda çalınan klasik eserlerle sona eren bu direniş erken miydi, geç miydi, anlaşılamadı. Eylem dalgasının yükselişini ve bütün ülkeyi sarmasını ayakta bekleyenlerin heyecanı tez söndü. Paralı protestocuların gözü önünde kabaran deniz dalgalarının kum hisarları yıktığı gibi, boş hayaller de kendiliğinden yerle bir oldu. Aylarca süren ama bir türlü şahlanamayan bu serüvenden aydınlığa açılan yolu gösteren mükemmel bir hitabe çıkmadı, olup bitende anlam aramadan, her şeyden zevk alan kendini beğenmişler, hep aynı insanlardı. Bu yıl Bulgar gündemini yakın takip eden gözlemciler, hassas bir barometre kadar duyarlı olan politik kamuoyundaki bakış açısı değişikliğini hemen sezdi. Avrupa Birliği üyesi olan ülkede, 12 Mayıs 2013 parlamento seçiminde sandıktan çıkan cin, son 4 yılın Başbakanı Boyko Borisov’un kurduğu ve artık resmen parçalanan GERB partisinin tek başına ve kontrolsüz iktidar olma hakkını elinden çekip aldı. “Günlerin doldu” ilâmı eski başbakana ilk anda şok yaşatsa da, en sık kullandığı “Düşersek kalkmayı bileceğiz!” andını anımsamasıyla birlikte ayağa kalktı, araç değiştirdi ve karanlık sokaklardan “Boyana” semtindeki Ahmet Doğan “Saray”ına yöneldi. O, Türk ve Müslüman partisinin kurucusu, 23 yıllık önderi ve son kurultayda fahri başkanlığa seçilen, her kes tarafından kabul edilen “lider”le aynı ha-


138

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

murdan olmadığını iyi biliyordu. Yıllardır baş başa verip iki söz etmemişlerdi. O, arkasında bıraktığı bataklıkta sivrisineklerin üreme zamanı geldiğini düşündükçe ürperiyor, içi içine sığmıyordu. Tek sandalye kaybetmeden 36 milletvekiliyle ayakları üzerinde sağlam duran Türk ve Müslüman partisi ile ortaklık kurup yarattığı toplumsal kokuşmuşluğu bir an önce kurutmazsa, kirli çamaşırları ipe serilecek, korktuğu kâbus balyoz gibi başında patlayacak, meyve vermeden kuruyan ağaçlar gibi yok olup gidecekti. Aldatan bir dış görünüm sergileyen heybetiyle saraya girdiğinde, konuyu “En kazançlı yatırım iyiliktir!” sözleriyle açan, Borisov’un iyilik yapmak yoksa iyilik aramak için mi geldiğini anlayan olmadı. “Gel ortak olalım, sana 1 milyar leva para ve İç İşleri Bakanlığı hariç, dokuz bakanlık veriyorum!” dediğinde, bakla ağzından çıktı. Yükün omuzlarından indiğini gizleyemedi. Oturduğu koltuğa yayıldı. Rahatlamak için derin bir nefes alırken, hemen cevap bekliyordu. İkinci dönem erkte olmak için alıcı bulsa neredeyse memleketin yarısını gözden çıkarmış gibi bir hali vardı ve onu gözle kaş arası süzen Ahmet az kalsın “Vay! Vay!” demek üzereyken, kendini zor tuttu. Davetsiz gelen konuğun teklifi onun dilini damağına yapıştırdı. Yerinde donup kaldı. Susuyordu. Bir ara yavaşça kalktı, salonunda dolaştı, güzel şehrin gece pırıltılarına bakan cama gitti. Şehrin nabzı atıyor, geceyle sarmaş dolaş, yarını bekliyordu. Soruyu yanıtlamadı. Bu işin içinde bir iş var, diye düşündü. “Eşek senin, nalı benim!” mantığı Nasrettin Hoca masallarında bile işlenmemişti. Her zaman her yerde bir seçenek olmalıydı. Döndü ve selam sabahsız kabul ettiği konuğunu, geldiği gibi uğurladı. Sarayda son söz onundu ve hiçbir kimse ona zorla hiçbir şey yaptıramazdı. İki arada bir Sarayda, gece karanlığında işi oldu bittiye getirme huyunda yoktu. Dedesinin incilerinden “Dokuz dönüm bostan, yat oğlum Osman!” atasözünü hatırladığında kendini gülümserken buldu, o an gönlünde ferahlama olduğunu hissetti. Beklediği an gelip avucuna düşmüştü. Meydanlardaki gösteriler, yürüyüşler, sloganlar, hakkında tutup savuranlar onu ilgilendirse de, ne kararını ne de tavrını etkileyebilecek durumda değildi. Bulgar Sosyalist Partisi Merkezi’nin bulunduğu “Pozitano 20” önünde zırhlı aracından indiğinde, 100 yaşındaki partinin genç lideri Sergey Stanişev onu kapıda bekliyordu. Konuya hemen girdi. “Devlet Güvenlik Ajansı DANS Başkanlığı, bir de bakanlıkla sınır kapılarının bulunduğu illerin valilikleri HÖH’e verilirse, bir daha ortak iktidar oluruz!” dedi. Sosyalist Parti ile Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin oy toplamı da 120 olduğundan dolayı, çoğunluk sağlamaya yetmeyen bir oyu da, aşırı milliyetçiliğiyle ün yapan “ATAKA” partisinden alacaklardı. Öyle de oldu. Kabineyi


Makale ve Analizler - 2013

139

partisiz milliyetçi Plamen Oreşarski kurdu ve güvenoyu aldı. O gün bu gün, Boyko Borisov yönetiminde aktif muhalefet yapan GERB’in yeni milletvekilleri meclise girip kayıtlarını yaptırmadı, genel kurula, grup oturumlarına, komisyon çalışmalarına katılmıyorlar. Eylülde gen soruları geçmedi. Meclis kürsüsü boş dururken politikayı sokakta geveleyen vekiller önce kendi aralarında sonra da kendi kendine konuşur duruma geldi. Politik tarihi ve gelenekleri olmayan GERB partisinin çözüm öneren algoritması, direniş deneyimlerinde dayanıklılığı olmadığı ortaya çıktı. Uzak Doğu güreşlerinden siyah kemer sahibi olan Borisov’un ise, yüreksiz ve entrikacı kişiliğini görmeyen kalmadı. Yeni Başbakan Oreşarski kabineyi yapılandırmaya çalışırken, HÖH milletvekili ve aynı zamanda iletişim araçları holdingi başkanı, özel 5 gazete ve 2 TV sahibi olan, Bulgar oligarşisinde Rus yanlısı olarak bilinen 32 yaşındaki D. Peevski meclis kararıyla Devlet Güvenlik Ajansı DANS Başkanlığına atanınca, sokaklarda tepinenlerin tepkisi alev aldı ve göklere çıktı. Peevski’nin ödevleri ve rolü sır olarak kalsa da, oligarşiye ait kişiliği meydanlarda uzun zaman hiddet uyandırdı. Ruhlarıyla Batıya bağlı kişilerle dolu dolu dalgalanan alanlar taşma safhasına geldiğinde, meclis yeni bir kararla Peevski’yi görevden aldı. Bulgar pusulasının Rusya’ya dönmesini engellemek isteyenler, bu defa “Ahmet Doğan Mafya!” sloganı yükseltirken, Türk ve Müslümanlara, onların politik partisine ve sivil toplum örgütlerine kin kusan, saldıran olmadı. GERB partisi, bu olaylarda eylem yapanların sırtına binmeye çalıştı, ne ki, fırsat bulamayınca ruhen yıkıldı ve parçalanmaya yöneldi. Türk milletvekillerinden Dr. H.Ademov’un Sosyal Hizmetler Bakanı olarak katıldığı koalisyon hükümeti işe eski kabinenin icat dosyalarını halka açmakla başladı. Önce, son 4 yılda tüm milletvekili ve valilerin özel araçlarla arasız dinlendiği kanıtlandı. İşpiyonlama işinin başında GERB Başkan Yardımcısı, İş İşleri Bakanı Ts.Tsvetanov olduğu açıklandığında partide büyük manevi çöküş yaşandı, savcılık olaya el koydu. Bulgaristan üzerinde 4 yıldan bu yana yatan koyu sis işte böyle yavaşça, kimseyi rahatsız etmeden kalkmaya başladı. Meydanlarda tepinirken modernleştiğini sanan, kendi kendini hâkim görüp, evde TV izlerken sözde politik bakış açısı değiştiren yaşlı katmanın gerçekleri görmesinde Sağlık Bakanı T.Andreeva’nın “eski hükümetin sağlık kasasından 1,4 milyar leva çaldığını ve sağlık sektörünün çökmek üzere olduğunu” duyuran şok beyanı büyük rol oynadı. Halen 250 leva emekli maaşı alanlar, yolsuzluk yapılmasaydı her ay 1.000 leva. emeklilik alabilirdi olasılığını kanıtlayan merkez basın, bu işte tesirli oldu. Tarım Bakanlığı’nın gayrı menkul değiş tokuş dosyaları yolsuzluk zincirini çok uzattı. AB ulusal ekonomilerindeki yolsuzluklara çok duyarlı, beklenen 2 milyarlık yaptırım paketi herkesi sarstı. Su-


140

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

riyeli savaş kaçaklarının büyük gruplar halinde Bulgaristan’a da sığındığı son aylarda, yerli işsiz gençlerin “hava artık bozdu, inşaatlar dondu” demeden AB anakentlerine akını daha da yoğunlaştı ki, bu da Bulgaristan’da ekmek kapılarının iyice kapanmış olduğuna kesin işarettir. Tamamen boşalmış köylerimizi satın almaya gelenler var. Bu olaylar normal yaşayarak modern olmak isteyen kitledeki büyük derdin artık tarifsiz herhangi bir korku olmayıp geçim sıkıntısı olduğunu ortaya koyuyor. Dış ülkelerde sigortasız ve tazminatsız çalışmayı kabul edenleri motive eden budur. Bizdeki toplu göçlerin temelinde yatan ekonomik ve sosyal sıkıntılardır. Kalkan sisin altında kütleşmiş üç temel sorun gün ışığına çıktı: 1) 28 AB ülkesi arasında Bulgaristan’ın yenidünya düzenindeki yeri bugün de belirsiz. Bulgaristan’da ekonomik ve mali bunalım henüz dipten kopmamıştır. Güç bulup dirilmeye geçilememiştir. Pazar ekonomisine başarıyla geçildiği dillere dolansa da, üretim araçları ile üretim ilişkilerinde köklü değişiklik yapılamamıştır. 28 AB ülkesinden biri olan ülkenin yenidünya düzenindeki yeri bugün de belirsizdir. Düşünenlerin düşüncelerinde, bir güvercinin bir fincan yem ve bir avuç su ile hiçbir yere konmadan Avrupa’dan Amerika’ya uçabilmesinin sırrı artık bir harika olmaktan çıkıp yeni enerji kaynağı arayanlara büyük ödev olarak sunulmuştur. Peşkeş çekilen enerji sektörü hem altyapı hem de üstyapı çelişkilerinde çıbanbaşıdır. 2) Politikayı belirleyenin seçmenin kendisi olmadığı ortaya çıktı. Demokrasilerde, politikayı belirleyenin seçmenin kendisi olmadığı, bu işi parlamentoya gönderilen vekillerin yapması gerektiği, halk bilincinde yer yapmaya başlamıştır. Yeni anlayış, Oreşarski hükümetini, hem seçmen hem protestocu hem de yönetici olmak isteyenleri fazla dikkate almamasında haklı çıkarmıştır. Hükümet, yerinde duran karın kendiliğinden çöktüğü gibi, seçilen fakat meclis kapısından içeri girmeyen, aynı zamanda karışıklıkların ardında duran GERB’in itibar kaybedip parçalanmasını ustaca ve sabırla bekledi. 3) Sosyalist rejimde sağ politika yasaklandı, 10 yaşını doldurmuş sağ parti bulunamıyor. Olabilir ya, 40 yıl süren sosyalist rejimde tamamen yasaklı olan sağ politika Bulgaristan’da başka ülkelerden farklı özellikler göstermesine temel nedendir. Ülkede 10 yaşını doldurmuş sağ parti yok. Kurulup dağılmalar halkı yordu. Bu açıdan bakıldığında, hele bu yıl yerli sağ siyaset Bulgar demokrasisine değişik ve özgün çizgiler kazandırdı. Arada bir marjinal renklerle ortaya çıkan ve aslında sürekli yoğun bir arayış içinde olan demokratikleşme sürecinde sağ yarısı sokakta bir meclis ortaya çıktı. Tek oylu çoğunlukla kurulan ve geleceği pamuk ipine asılı olan sol hükü-


Makale ve Analizler - 2013

141

met artık yere sağlam basıyor. Kuşkusuz, kabul edilmesi güç olsa bile, erk çarkı başarılı döndü. Bilinç olmaya uzanmış bir hakikati her gün yineleyen gündemse şudur: Demokrasiyi doğuran ve yaşatan organ meclistir. Hükümet mecliste kurulur. Ne ki, sağ yarısı devamlı boş olan bir meclis özürlüdür. Günümüze kadar Bulgar parlamento tarihi arasız süren boykot şeklinde bir anormallik yaşamamıştır. Deneyimsiz bir parti olan GERB boykot hareketleriyle kendi ipini kendisinin çektiğini anlamak istemese de, gerçek budur. Bulgar halkının güvensizliği dışlama ve beğenmediğini sahneden alaşağı etme geleneği çok güçlüdür. Tarih, büyük yolsuzlukların imparatorluklar devirdiğine şahittir. Böyle bir ortamda sıkıntıları bitmeyen toplumda politik gerginlik şiddetlenmeye devam ederken, GERB’ten kopanların kurduğu yeni partiye Korkuya, Totalitarizme ve Duyumsamazlığa Seçenek Sunan Bulgarlar (BASTA) adı verilmesi rastlantı değildir. Evet, yok olmaktan korku illeti GERB’in içinde kaynıyor. Kamuoyunu elektronik kulaklarla dinletip izleten GERB totalitarizmi besledi. Halkımız doyumsuz ve umursamaz bir duruma getirildi. Bu şartlarda hükümetle birleşip yolsuzlukların tümünü açıklanma cephesi kurulması beklenirdi. Tarih, büyük yolsuzlukların imparatorluklar devirdiğine şahittir. Her şeye rağmen, sağ politik alana yayılma niyetiyle yola çıkan BASTA partisi henüz ideoloji ve program açıklamasa da, son hedefinin iktidar olduğunu işaret etti.Örgütsel belkemiği olmayan bir başka politik oluşum da, yaz direnişlerine katılan 24 sivil toplum örgütünden çıktı ve kaydını REFORMCU BLOK adı altında yaptılar. Barajı geçip meclise giremeyen küçük partilerle yıllar yıllı politik kimlik gösteremeyenleri bir araya toplayan bu BLOK’un demokratikleşme reformlarından hangilerine öncelik tanıyacağı henüz açıklanmadı. Bulgar sağı bugün de mayası bozuk bir hamur gibi olduğundan, toparlanırken dağılıyor. Bu arada Hak ve Özgürlükler Partisi Genel Başkanı Lütfü Mestan, Mecliste yaptığı bir konuşmada, kullandığı eksiksiz Bulgar diliyle, tüm vekillere aydınlığa giden yolun mükemmel bir dilden geçtiğini parlak bir biçimde gösterdi.2013 Bulgaristan politik fırtınasında demokrasi derken Batı’nın 1000 yıllık deneyimlerini özümsenmiş olarak görmek isteyenler vardı. Buna işaret eden yeni bir halk lideri veya politik platform çıkmadı. Öte yandan, halkın dertlerini dinleyerek dip dalgasını hareketlendirmek için il ve ilçelere inen, TV 7 ekranında ün yapmış gazeteci Nikolay Barekov gibi genç aydınlar, düşünceleriyle dünyayı dönüştüren Karl Marks’ın KAPİTAL eserini, 1850’lerde Londra’da hiçbir fabrikaya girmeden, sadece Çarls Dikens’ı okuyarak yarattığını ya bilmiyor ya da unutmuş olabilir. Kaldırımdaki piyano gönülleri sanatla doldurdu. Ne yazık ki, dinleyenlerden bir şiir, bir çarkı çıkmadı. Genç yazarlar arasında kalemi en


142

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

keskin olan, örneğin dizi ve köşe yazarı Furnacieva ve arkadaşları, demokratikleşme davasına kendilerini feda edercesine polis araçları önüne atladılar. Olayın karşılıklı özür dilemekle geçiştirilmesi, erk organlarının güçlü durumuna yeni bir kanıt oldu. Bu arada, ellerinde yalnız dokunmalı cep telefonu taşıyan itaatsizler, klasik romanları, hatta V.İ. Lenin’in “İki Adım İleri Bir Adım Geri” eserini okuyarak modern devrim yapılamayacağını anladı. Kalabalığın önüne çıkıp yeni değerler yaratarak farklı bakış açısı sunulmalıydı. Vaktiyle fikirlerinde güncellik olan, ama günümüzde bir yazarın ana görevinin toplumda hâkimlik yapmak değildi. Kalabalığın önüne birikimli bir aydın olarak çıkıp yeni değerler yaratarak farklı bakış açısı sunulmalıydı. Olabilir ya, belki de kavrayamamış olan, bilinen gazeteci Kevork Kevorkiyan’ın geçen yüzyıl karaladığı ve zaman aşımına uğrarken sararıp solan, nem alan sayfaları küflenen çarşaf çarşaf yazılarını okumanın da, baştan aşağı anlamsız olduğu ortaya çıktı. Totalitarizmin yıkıldığı 1990’larda milyonlarca insanı dev bir güçle birdenbire meydanlara indirebilen sağcı elit, maalesef zamanını tez doldurdu ve artık sahnede değil. O vakit, Demokratik Güçler Birliği (CDC) ilk hamlede tek başına erke yükselmişti. Ardından ünlü demokrat Jelü Jelev Türk, Pomak, Rom ve diğer Müslümanların da oylarıyla Cumhurbaşkanı seçilmişti. Böyle bir kıyaslamayla anımsanmaları rahatsızlık verici olsa bile, o yürekli demokratlar nedense, tüfek sesi işiten kuşlar gibi birden uçuşup dağıldılar. O gün bugün tüm çabalara rağmen, kalıcı bir oluşum biçimi ortaya koyamayan politik sağ, 50 yıldan sonra İspanya’dan dönen Bulgar Çarı III. Simeon Sakskoburgotski etrafına kısa bir süre için yeniden toplansa da, boşa kürek çekildiğini fark edince, ümit kırıklığı yaşadı ve dönüp arkaya bakmadan bir daha dağıldı. 2008’deki sağ kanat çöküşüne rastlayan bozgundan Boyko Borisov’un GERB partisi doğdu. Günümüzde açıkça görüldüğü üzere onun izlediği politik çizgi ile halkın teması git gide kesildiği gibi, can yakınlığı bitiyor. Hayat hakkı isteyen yeni politik akımlarından biri de daha çok Türk ve Müslüman topluluğu arayan Hüriyet ve Şeref Halk Partisidir. 10 Ocak 1990’da kurulan HÖH’ten kopan, fakat ayrılma nedeni henüz resmen açıklanmayan, Başkanı İsmail Korman ve Başkan Yardımcısı Kasım Dal olan bu parti geniş kitlece sıcak karşılanmadı. Bu partiyi kurmak için, İsmail Korman HÖH Gençlik kolları başkanlığını; HÖH milletvekilliğini; HÖH Merkez Yürütme Konseyi üyeliğini; 4 kez HÖH milletvekili olan Kasım Dal da, Ahmet Doğan’ın birinci yardımcılığını, Sofya parlamentosunun Türk Bulgar Dostluk ve İşbirliği Komisyonu Başkanlığını acaba ne sebeple feda etti sorusuna anlaşılır bir yanıt henüz gelmedi.


Makale ve Analizler - 2013

143

Aynı zamanda, K.Dal ile Ahmet Doğan’ın totalitarizm yıllarında ortak cezaevi geçmişi var. Bu iki politikacının HÖH’ten ayrılma gerekçelerini Doğan’ın izlediği politikaya bağlayıp onun Bulgar gizli polisi “DC” ajanı olduğu şeklinde esaslandırmaları pek ciddiye alınmadı, çünkü liderin dosyası 10 yıl önce açıldı ve hakkında yazılan bütün kitaplarda onun ajan geçmişi anlatılmıştı. Bulgar gizli servisine bağlı çalıştığı için Ahmet Doğan’a karşı açılmış dava yoktur. Çekmediği çile kalmayan halk topluluğumuz totaliter rejim koşullarını iyi tanıdığından ve Ahmet Doğan’ın yaşam öyküsünü en küçük ayrıntılarına kadar bildiğinden, ayrıca onun Hak ve Özgürlükler Partisi’nin kuruluşunda oynadığı yapıcı rolü takdir ettiğinden olacak, öne sürülen gerekçeleri bakış açısı ve tavır değiştirmeye yeterli bulmadı, “gelip geçer” demekle yetindi. Halk topluluğumuz kinci değildir. En fazla ajan dosyası Boyko Borisov zamanında açıldı. Ne ki, bu hamle de toplumsal depreme neden olmadı. Hatta Todor Jivkov rejiminde uzun dönem Dış Ticaret Bakanlığı yapan, Bulgar Türk alış verişini zirveye çıkaran Hristo Hristov son demeçlerinden birinde, açılan dosyalarla ilgili olarak “vatanını sevenin devletine hizmet etmesi boyun borcudur!” sözleriyle olaya nokta koydu. Eski bakanı destekleyenler “Belene” ve “Güneşli Kamp” gibi sürgün merkezlerinde olup bitenleri, yargısız infazları, devlet kararıyla etnik kimlik değiştirme gibi yüz karası olayları kınadıklarını açıkça ifade etmekten geri durmadı. Yakın geçmişimizden olayları yeniden değerlendirmemiz, İsmail Korman’ın HÖH tasarrufuyla yetişmiş bir genç olduğundan, Kasım Dal’ın Ahmet Doğan’la yıllar süren yakın omuzdaşlığından, öz tarihimizin ihanet edenlerle hesaplaşma geleneklerimizden hareketle adı geçen politikacılara bel bağlamanın doğru olmayacağını ortaya koydu. Gönül açıcı olmayan bu gibi örnekler, Mayıs seçimleri ortamında “Ahmet ajan olsa ne olur, olmasa ne olur, artık tutuklanan yok, sürülen yok, sokakta tavuğunuza kış diyen yok!” zihniyetini öne çıkardı. Yüreği temiz gönlü ferah seçmenler, seçim günü Hüriyet ve Şeref Halk Partisi bültenine pek el sürmedi. Meclise girmeye can atan ayrılıkçıların GERB partisine ortaklık talebi, kabul görmedi. Bu konuda nihai olarak söylenecek bir şey varsa o da şudur. Kasım Dal’ın HÖH’ten kopmasıyla açılan yara kapanmamıştır. Ömrünü, Bulgar politik gerçekliğini sosyolojik açıdan çözümlemeye adayan, bilinen sosyolog Andrey Rayçev, internet ortamında yayınlanan “Geçiş Dönemi Bitti” eserinde, Bulgaristan’da totalitarizmin yıkıldığı 10


144

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Kasım 1989 öncelerinden günümüze uzanan tahlillerinde, son 23 yılda politik sahnede rol alan simaların daha 1985’lerde teker teker belirlendiğini, listeye alındığını ve bu işi, o zaman Sofya’ya gelen CİA ajanlarının yaptığını yazıyor. Daha ilginç olan bir saptama ise, isim değişikliği ile “Bulgarlaştırma” sürecine rastlayan bu zaman kesiminde, yetkili CİA ajanlarının totalitarizm sonrası dönemde Bulgaristan’da yaşayan Türk, Pomak, Rom ve diğer Müslümanlar arasından önemli rol oynayacak bir kişi olarak bir tek Ahmet Doğan’ı cetvele almalarıdır. Tahsilsiz ve deneyimsiz bulunan Kasım Dal listede yoktur. Son yıllarda Sofya kitapçılarında sık sık alış veriş yapan, kalın kalın kitaplar satın alan bir Kasım Dal görmüş olabilirsiniz. Bu eserlerden tek birini okumayan Kasım Dal, alış verişi Ahmet Doğan’ın hazırladığı sipariş listesine göre yapmıştır. Öte yandan, eserde, adına Geçiş Dönemi dediğimiz ve totaliter sosyalizmden burjuva demokratik düzenine geçiş anlamına gelen, halen Yaşayageldiğimiz dönüşümde, Ana Ödevin demokratik düzeni yerleştirmek olmayıp, ancak totaliter rejimi kökten yok etmek olduğu altı çizilerek verilmiştir. Eğer yaşanan tüm sıkıntılı gerçeklerin son özeti buysa, sosyalist tarım, sanayi, kültür ve yaşam tarzı yok edildiğine göre, hakikatten geçiş dönemi bilmiş olmalı ki, sisin kalkmasıyla şekillenen görünümde, bomboş bir alan ve sefil yaşlı insanlar var. Bu manzaranın son dünya savaşından sonra çizilen tablolardakilerden daha dehşetli olduğunu iddia etsem, acaba abartılmış olur mu? Yoksa yaz boyu meydanlarda tepinenler geçiş döneminin bittiğini ve sosyalist geçmişin tarihe gömüldüğünü kutlamış olabilirler mi? Öyleyse, Sosyalistler, Müslümanlar ve Yeni Faşistlerin ortak kurduğu yeni hükümete “siz kurun, yaratın, halkı da yaşatın” biz sonra fırsat bulup her şeyi altüst ederiz, denmek mi istendi! Sağlık olsun! Hiç kimseye hiçbir şey vermeden hep alıp götüren geçiş dönemi nihayet bittiğine göre, yeni seçime gitmek için meydanlardaki direnme meraklılarının neden kaybolduğunu artık hepimiz anladık. Başbakan Oreşarski’nin hükümet programını kaleme almakta neden acele etmediği de anlaşıldı. Ne diye acele etsin ki? Sis kalktı! Tüm yollar açık... Geçiş döneminin bir sembolü olsaydı, hiç olmazsa geri dönmezdik. Demokrasinin de sembolü yok. Uygar ve modern bir Bulgaristan’da yaşamak isteyenlere sisli havaların getirdiği boğucu sıkıntı artık dert olmayacak. Sis kalktı ama sisli havaların da kendi güzelliği vardı.


Makale ve Analizler - 2013

145

Bayram buruk geçmedi

Raziye ÇAKIR-20.Ekim.2013

Hepinizi özledim diyerek başlıyorum, çünkü hepinizi çok özledim. Bayramınız kutlu olsun! Bayram seyran, alış veriş, gidiş geliş, bayramlaşmalar, küçük bir grip derken bu yıl İstanbul bahçelerindeki güz çiçeklerine bile sevinemedim. Ardino’da memleketimdeydim. Bayramın ikinci günü hava çök güzeldi, güneşli, mevsime göre sıcak, okşayan rüzgârı ferahlatıcıydı, bu yüzden değinmeden geçemiyorum. Çok etkilendim. Bizim oralarda güz çiçeklerine gark olmaz. İlk yağmurlarla yeşeren yamaçlarda çiçek kökleri uyanmaz, bahar toprakta beklenir. Öyle olmasına rağmen, güzlerimiz yavan değildir. Yaratan, güz mevsimini insanların gönlünü doldurmak ve nefsini okşamak için yaratmıştır. Hâkim olan sarı rengin bin bir renk ayrımı her gün biraz daha koyulaşır, sertleşen havayla mücadeleye dayanamayıp geldiği yeşili tamamen unutur. Dalından kopan yaprakların oynaşarak düşüşünü dikkatle izlediğiniz oldu mu? Bir an yaprağın boşta kalışı, rüzgâra esir olup uçup gitmezse hafifçe titreşimi, takla atıp pike yapması yerde bekleyen birine tüm hüner ve güzelliğini gösterip kendini sevdirme cilvesine benzemez mi? Gökten yere uçarak inme, yaşayan dünyadan kopup cansız bir dünya arama, küçük bir an harikası değil mi? Ardından bir yağmur bir yağmur, yeşil çimen üstünde sarı nakışlı bir halı, yapraklarla inen ve gölcüklerde toplanan, küçürek bentçikleri dalga dalga aşan, akıntıya katılıp uzarken seçtiği yapracıkları da sırtına alan mübarek su çır çıplak bir öksüz gibi ardında bıraktığı ağaçların gözyaşıdır desem, sizce de kabul görür değil mi! ; İte bu devranla dönen bu hayat felsefesinin içinde yaşamaya çalışıyoruz. Doğrunun doğrusunu isterseniz, kurban bayramını pek sevmem. Kutsal da olsa, ucunda hayattan kopuş var, o yüzden olabilir! Hiç bir şeyin ansızın olmasını istemeyenlerdenim. Kurban en keskin bıçakla ve en acısız


146

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

sızısız kesilse bile, özünde ölüm denen yeni bir başlangıç olduğu için, gönlümde taht kuramadı. Yaratan adına kurban etmek bizden önce de varmış. Örneğin Şaman kültüründe kurban, bir koçun boynuna bir kırmızı kurdele bağlayıp çayırın en sulak yerine ya da bir berrak ırmak kenarına, önceden bildiği otlaklara salıverme şeklinde olurmuş, yani can almadan, yani yaşamaya devam... Bu şekil kurban adama anında hayvan özel sahipli mülkiyetten serbest yani sahipsiz yani özgür mülkiyete dâhil edilir. Milyonlarca koyun, keçi, dana, manda ve devenin aynı anda kurban edilmesi büyük bir irade birliğinin ifadesi kuşkusuz, ne ki, bunu şahsen benim kabul etmem biraz zor değil, aklım almıyor. Bana öyle geliyor ki, sanki insanoğlu milyonlarca kurbanı birden kesip yaratandan kendisi için bir az daha geniş yaşam alanı talep ediyor. Tabii işin içindeki adamıyla birlikte, özünde yardımlaşma, uzanamayanı ve olmayanı da nafakalandırma, beraberlik ve barışma, uzlaşarak yaşamayı yaşatmak olduğundan, kurban bayramının günümüz boyutlarında genel adalet, dünyada barış çağrılarında büyük emelleri de haklı buluyorum. Yoldayım. Bir Türk şirketi tarafından inşa edilen ve Kırcaali iline demokrasi döneminde yapılan en büyük Türk yatırımın harika bir eseri olan asfalt güzeli üzerinde uçar gibiyim. Bayramın ikinci gününde Makaz yolunda tur atıyorum. Bu yol insanlarımızı hafta sonlarında Ege sahillerine akıtacak en kısa yoldur. Gaza basıp sürat yaparken Güney Doğu Rodop Dağları’nın güz renklerini giymiş doğal güzelliğini etkileyici ve büyüleyici buldum. Yol kenarında, yarı çıplak ağaçların altında, dere içlerinde birbirine benzeyen kısa boynuzlu koyu kestane renkte inek ve danalar geziyor. Kafasını kaldırıp yeni yoldan geçen araçlara selam olarak “muuuu” demeye üşenen bu sığırlar, başıboş, çobansız dolaşıyor. Doğrusu kurban bayramı onları pek ilgilendirmiyor, çünkü bizde ineği danayı kurban etmek pek adetten değildir. Sahiplerinin çobana verecek para olmadığının farkında olan bu hayvanlar, gıda bulma sorununu kendileri çözerken, yemliklerde taş tuzu bulduklarında mutlular. Avrupa Birliği bize bölgede sığır bakımı için teşvik vermeye yanaşmıyor. Çoban paralarını Yunan alıyor. Komşuya teşvikler daha yılbaşında ödeniyor. Bu, taa Ortak Pazar zamanından beri böyle gelmiş böyle gidiyor. Bulgar Yunan sınırı kalktıktan buyana Brüksel’in parasını tavernalarda harcar-


Makale ve Analizler - 2013

147

ken sirtaki oynayan Rum çobanların başıboş danaları bizim örülere uzanıyor. Renkleri koyu kırmızı ve boynuzları sivri olan bu inek ve düveleri uzaktan seçmek kolay oluyor. Sınırın tel çitleri söküldüğünden beri kuyruk sallayarak çekinmeden geliyorlar. Hayvan bu, sen-ben, Yunan-Bulgar tanımıyor. Yiyecek ve temiz su arıyor. Yabancı sığırlar bizimkilerden yürekli, aradığını bulamayınca bahçelere giriyor, çit kakıyor, sap ve ot yığınlarına yanaşıyor. Sınır çizgisine aldırmayan iri baş hayvanlar özgürce gezip tozmaya devam ederken, gün gelir şu sınırları kaldıran kahpe dünyada hayvanlar insanlardan daha özgür olur diye aklımın ucundan bile geçmemişti. Totalitarizm döneminde, arabamla yaklaştığım şu Yunanla sınır boyu baştanbaşa, uçtan uca mayın döşenmişti, buralarda kuş uçamazdı. Şu tepeler Varşova Paktı ile NATO’nun yüzleştiği yerlerdi. Kuş uçmazdı, uçturmazlardı. Mayına basar diye eşek, katır, inek başıboş örüye salınmazdı. Ormanlarda dala uzanır diye keçiye bakmak yasaktı. Bu köylerde, sevilen sanatçımız Pakize Hasanova’nın büyük bir yanıklıkla seslendirdiği ve herkesçe çok sevilen “Aman Ormancı” türküsü pek söylenmezdi, çünkü ağaçlık bölgeler mayınlıydı, oralara giden hep salla dönerdi, hayvanlar da mayından telef olurdu. Bitmez çilede orman korkusu vardı. Ormancı olmayı da kimse istemezdi. Halkın bilincine “ateşle oynayan ateşten gider” iyice yerleşmişti. Geçimleri bir tek tütüncülüğe dayanan bu insanların ahırları boş, avluları boş, sayalarda yalnız koyun kuzu vardı. Yine bu nedenle olmalı ki, bizim buralarda kurbanda inek, dana, keçi, teke kesmek adetten değildir. Kurban kazanında yalnız toklu, koyun ve koç eti kaynar. Kolunu koparana kadar kurban pazarlığı etmek de adetten değildir, çünkü insanlar kurbanı kendi malından keserlerdi. Yola yakın evlerin avlularında tuzlanıp gerilmiş ve ağaç dallarına asılı kurban derileri, her şeyin alışıla geldiği gibi devam ettiğini gösteriyor. Bayram günü, kurban kesilirken kız çocukları uzakta tutulurdu. Cami avlusuna serilen sofralara götürülmezdi. Kızlar anne ve nineleriyle birlikte evde kalır, kurban payını evde beklerdi. O törenli günde, bin bir telaş içinde ninem fırsat ve zaman bulur bir ara beni koynuna alır, kınalı elini öptüğümde, o da benim alnımı saçımı öper, dizine oturtur, eliyle beliklerimi sıvazlardı. Odada kimsenin kalmadığı bir anda koynunda bir yerde sakladığı sıkı düğümlü ve birbirine şeritle bağlı irili ufaklı altın dizisini çıkarır, boynuma takardı. Yeleğinin yan cebinden çıkardığı bir avuç şekeri ellerime sıkıştırırken, şimdilik al, bunları ye, büyünce bunlar da senin olacak derken diziyi gösterirdi. Sonra takıları avucuna toplar ve kimsenin bulamayacağı bir yere yine kimsecikler görmeden sıkıştırırdı. Bayram günü okul tatil ol-


148

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

masa da, biz okula gitmez, belki de artık bir hatıra olan bu güzel anları yaşamak üzere, en cici elbiselerimizle evde kalırdık. Yolun sağında solunda bayırlara serpilmiş köylerin bacaları tütüyor. Bu köylerde yaşayan Bulgar yok. Bir de köy kenarlarında karaçalı dikeniyle sarılmış mezarlıklar, soy anıtlarımız, varlığımızın sembolleri ayakta duruyor. Mezar taşlarından ay yıldızlar yontulmuş, yonga izleri yara gibi savmıyor. Biz kabirlerimizi kıble yönünden, taşın boyundan, üzerindeki yosundan, defin sırasından tanırız. Bizim cennetimiz ve cehennemimiz, şu görünen yan yatmış kabir taşlarının dinmeyen yarası, hem altı, hem de üstüdür. Dün mezarlıkta Fatiha okunmuş. Bugün her yer ferah. Son yıllarda geçim derdinden uzaklara gidenler oldu, artık toprağımızın sıcağına dönüyorlar. Hele şu Türkiye Diyanet İşlerinin bayram tatillerini bir hafta tutması insanlarımızı kavuşturuyor, herkes özlem gideriyor. Kurbanı doğduğun büyüdüğün yerde kesmek bir başka sevaptır, buna gönülden katılıyorum. Birlikte yenen kurban etinin lezzetleri de bir başkadır, bu da kabulümdür. Elbasan köprüsünü de geçip olaylı tarihiyle bilinen Makaz’a yaklaştığımda 1942’de eski yoldaki tünelde Alman istila güçlerine Yunan partizanları tarafından kurulan tuzak ve çarpışma aklıma geldi. Buralar “Makaz Tüneli” adıyla bilinir. Büyük savaşta Bulgar Ordusu’nu peşine takıp Yunan adalarına çıkmak hevesiyle gelip Koşukavak ve Mestanlı kasabalarımıza yerleşen Alman askerler İskeçe’ye kısa yoldan nasıl çıkılır planlarını çizerken Makaz’dan geçmeyi seçip büyük hazırlıklar yapmışlar. Savaş yıllarında bu bayırlarda kol gezen ve Almanların sefer hazırlıklarını takip ederken tünelden geçeceklerini öğrenen Yunan partizanları etraf köylerde ne kadar eşek varsa toplayıp boyunlarında birer fener tünele doldurmuşlar. Tünelde düşman var imajı yaratmak içinse Rumca şarkı söyleyen teyp kayıtları kullanmışlar. Fırsat bu fırsat deyip partizanları yok ederek kendilerine Ege yolu açmak için gece tünele giren Alman askerleri hem girişten hem de çıkıştan Makaza alınmış ve iyice sıkıştırılmış, düşman askerleri bire birde kıyılmış. Tünel MAKAZ adını bu olaydan almıştır. Öküz ve at araları bir hafta on gün Mestanlı tren garına ceset taşınmıştır. Almanlar bu toprakları vatan bellemediğinden, kayıplarını bizim buralarda bırakmamıştır. İstanbul’a geldikçe hatırımı sayan bir arkadaşımla bayramlaşmak üzere yol kenarındaki Tokaçka köyüne uğradım. Kurban kazanlarının kaynadığı ocak yerinde taşlar isli, isiler tütmüyor ama ocaktan alınmamış. Köyün göz-


Makale ve Analizler - 2013

149

bebeği yenilenmiş okul güzelliğiyle dikkati çekiyor. Birkaç yıl önce Türkiye şirketlerinden ER PA, yerlilerimizden başmühendis Ramazan Öztürk yönetiminden okul binasını baştan aşağı yenilemiş, sıva yeni, boya yeni, cam yeni pencere kapı yeni, döşeme yeni, su ve ısı tesisatı yeni çocukların okuma hevesi de bir o kadar artmış, daha büyük ve azimli olmuş. Bu işe Ankara’dan TİKA yardım programıyla el atılmış, umarız yakın gelecekte bu eski devlet sınırı köylerinde onarım bekleyen diğer okul, medrese ve camilere de yardım eli uzatılır. Yine bir Türk şirketinin yaptığı ve aslında tabiat olarak bir bütün olan Ege ve Doğu Rodop bölgesini her bakımdan kaynaştıracak olan okuma evlerine, anaokullarına, kültür ocaklarına, üretim işliklerine, atölyelere yeni Pazar ve fuar alanları açılmasına yeniden el atılmasıyla yaşamın kökten değişmesine inanıyoruz. Arkadaşım Hörrü, beni bayram sıcaklığıyla kucakladı, evine davet etti ve “sen uzun kalmaz kaçarsın, bir kahvemi iç te, sana İstanbul’da sözünü ettiğim, köy tereyağı ve kırmızıbiber terbiyeli pirinçli tavuk ciğeri çorbamı tattırayım” dedi. Şimdi kurban, tavuk da nereden çıktı, diyecek olsam da, cevabı dilinin altındaydı. “Bu sene bizim kurban biraz yağlıca, sana ağır gelir, sen buraları unutalı yıllar oldu, ben sana yumurtaya çıkmamış bir piliç besledim, karışma”, diyerek sözümü kesti. Çorbayı, hal hatır ederken, önceden hazırlamıştı ki, hemen dayadı, olabilir ya, haberimi alan komşu gelinlerin baskınından önce eline tez hareket ediyordu. Tam çorbayı tadacağım derken, komşu gelin Ayşe geldi, “Maa geldin mi, geleceğini işittim de, pek inanamamıştım, hoş geldin”, diyerek kendi ellerinle açtığı köy peynirli su böreğini sofranın ortasına yerleştirirken, şöyle kadın kadına bir sarmaştık, öpüştük. İnsanımızın kokusu bir başka, belki de başka hiç kimsede olmayan içtenliğimiz var, gönül gönülle kaynaşma saniyelik bir iş, senli benli iç içe olmaları da saliselik bir hamle. Ne güzel değil mi? Çorbanın bu derece nefis kıvamlısını başka bir sofrada yemedim desem yalan olmaz ama söze başka kapıdan girdim: Ben anamdan doğduğumda hiçbir yemeğin tadını bilmediğimden ve o zaman bu zaman senin çorbana benzeyeni de başka bir ortamda içmediğimden yani bu ilk olduğundan değil, hakikatten, eline sağlık, üstüne yok, geldiğime değidi, dedim. Çok sevindi, kavurmalı yumurta falan diyecek oldu, el işaretimle derdimi anlattım, fakat su böreğinden birkaç dilimin bir plastik kutuya yolluk olarak konmasına itiraz edemedim


150

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Köyden ayrılırken sökülüp bir yere toplanmış beton sınır kazıkları ve dolanarak yumak haline getirilmiş dikenli teller dikkatimi çekti. Doğu ve Batı dünyasını birbirinden ayıran bu çitte gece gündüz elektrik akımı vardı. Yanan canlar bir değil beş değil. Sosyalizmden batı demokrasisine kaçmayı deneyen 134 Doğu Almanyalı genç bu tellere yapıştığı an can vermişti. Tele konan kuş yanar, altından sürünmeye çalışan tavşanlar yerinde kalırdı. Özgürlük özlemini öldüren sınır burasıydı. Geçebilen kurtuluyor kalan yanıyordu. Beton kazıklı yüksek çitin telleri hem dikenli, hem de elektrikliydi. Bu acımasız çit totalitarizmden kaçmak isteyen birçok Bulgaristan Türkünün de yolunu kesti. Şair Adalı bunlardan biriydi. Tutuklanınca 26 yılı sürgün ve hapiste geçti. O, “Vatanın kıyısı köşesi merkezi, güzel ve kötü yeri olmaz, Vatan Vatandır,” derdi. Bu bakımdan şairin sevgilisine yazdığı bir mektupta “senin badem gözlerini, kalem kaşlarını özlediğim kadar, yol boyundaki sarıdikenleri de özledim,” deyişi çok manidardır. Buralarda sezilen bir başka özellik ise, bu toprakları avucunda tutan, işleyen, teriyle sulayan insanlarımızın büyük bir Vatan sıcaklığı, Vatan sevgisi yaşatmasıdır. Sınırdan dönerken birinci köprü Elbasan ırmağı şırıl şırıl berrak sularıyla geçmişi denize taşıyor. Sular insanlar gibi, dalından kopup yere düşen yaprak gibi bir de fa çıktı mı kaynağından geri dönmüyor, hep yolcu hep yolcu... Hiçbir arıtma tesisine gerek duymadan içilen bu ırmak suyunun aktığı vaadinin sağ yakasında Guduz Köy adında bir mahalle bardır ve evlerinin birinde Bulgaristan Türklüğünü, bu toprakların güzelliğini, sularının bereketini anlatan büyük şairlerimizden Ömer Osman (Erendoruk) dünyaya gelmiştir. Ömrünün daha büyük kısmını Elbasan’ın sağ ve sol yaka köy okullarında Türk dili ve edebiyatı öğretmenliği yaparak geçiren ve yeni kuşak bölge insanının yerel ağızdan İstanbul ahengine geçmesinde çok büyük uğraşısı olan bu felsefe düşünceli aydınımız birkaç yıl önce Türkiye’de hayata gözlerini yumdu. Bundan 2 ay önce hemşerileri Koşu kavak’ta Ömer Osman anma gecesi düzenlediler. Yazarın özgün yaratıcılığını büyük bir törenle andılar. Sevenlerin önünde yine Elbasan boylarında yetişen yazarlarımızdan Mehmet Türker konuştu, Yaratıcıdan seçme şiirler okundu. Ömer Osman’ın romanlarının birinde yarattığı imam siması anımsamaya değerdir. Bu yapıtta imam, asla müzevirlik yapamaması, kimseyi ihbar edememesi için evladının parmaklarını keser. Onun yarattığı simalar totaliter rejimle mücadelede Bulgaristan Türklerinin ruhsal derinliğini gösteren bir ayna gibidir. Yazarın ömrünün büyük bir kısmı sürgünde geçmiştir. Sular


Makale ve Analizler - 2013

151

akarken hatıraları götürmüyor, anılar yaşayanlarla yaşamak için hayatta kalıyor. Bayram buruk geçmedi. “Kapat gözlerini kimse görmesin, görünce nazar deymesin!” sözleri bu günlerimizi kazasız belasız yaşatabilmemiz için söylenmiştir. Nice bayramlara.

Dilden dile anlatılan acı anılar

Resmiye Turgut-23.Ekim.2013

Dokuz, on, yaşlarında küçük bir kızdım, bir gün anneannemlere misafir gitmiştim, yakın komşuları olan Halaçlar’ın eski evlerinin yanlarında oynarken, anneannem: “Oradaki mezarların üstüne basmayın” diye seslendi. Eve toplandığımızda anneanneme, o mezarların kimin olduğunu ve niçin mezarlıkta değil de orada olduklarını sordum. Rahmetli anneannem şöyle anlatmaya başladı: - “Kızım oradaki her mezarda üçer kişi yatıyor. Balkan harbinde kaçamayıp evde kalan yaşlı erkekleri Bulgar askeri öldürmüş. Asker çekilince, önce kadınlar saklandıkları yerlerden gelip öldürülenleri gömmüşler.” Balkan harbi 1913 yıllarında sona erirken Bulgar asker birlikleri geri çekilirken bizim köylerimizden geçmişler. Şimdi her sene okutulan mevlitlerimiz bu şehit olan köylülerimiz içindir. Allah rahmet eylesin cümlesini. Dedeler’den, K a r a m u st a l l a r ’ d a n , Amatlar’dan, Hallar’dan, Şerifler’den, Tosçalı’dan sıralayarak geçmişler. Bu cani askerler posta posta geçmişler. Vicdanlı olanları, köylü ne verdiyse almışlar. Ve geriden gelenler, cani ruhlularmış, çalıp çırpanlar, öldürenler, yakıp yıkanlarmış.


152

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Anneannem 1901 yılı doğumlu. Balkan harbinde on iki yaşlarındaymış, rahmetli. Onun babası Osman dede, bir eli sakat bir adammış, tek eli ile çok işler yaparmış. Karamustallar’da yaşıyorlarmış. Bulgar askerleri köye girdiğinde evde anneannemle ikisi varmış, karısı ve diğer çocuklar tarladaymışlar, onlar oralara, bayıra saklanmışlar. Ama Osman dede akıllı bir adammış, kaçamayacaklarını anlayınca, anneannemi odaya yatırıp üzerine bütün yorgan, döşek ne varsa yığmış, köşede hava alacak küçük bir yer ayırmış. Hemen hamur teknesine, bir tekne hamur yapmış ve saç kayasını ocağa koymuş ve kulaç kokusunu duyan askerler, dedemin evine üşüşmüşler. Tabi bütün askerler bir nebze açlar. Saatlerce kendisine kulaç pişirtirmişler ve dedeme: “Sen hem yalnızsın hem sakatsın, kulaçlarını aldık hadi canını almayalım” demişler. Onlara yalnız yaşadığını hiç kimsesi olmadığını söylemiş. Askerleri çok sevdiğini ve o yüzden çok kulaç yaptığını anlatmış onlara. Böylece kurtulmuşlar. Dedeler köyünde, Amatlar köyünde, Hallar’da hep yakaladıklarını öldürmüşler, güzel evleri yakmışlar. O zamanlar 1913’te, dedem Hafız Muhammed Tosçalı köyünün muhtarı imiş. Çok dürüst ve çok akıllı bir Müslüman’mış. Yeni yaptırdığı köşklü güzel bir evi varmış. Balkonuna oturup köylüye dikiş dahi dikiyormuş. Köylü, askerin yaklaştığına haber alınca muhtar Hafız Muhammed’in evine değerli eşyalarını alıp gelmişler, hatta tereyağı çömleklerini bile almışlar: “Sen muhtarsın, sana dokunmazlar diye geldik” demişler. Dedem: “Bu gavur, başka gavur, muhtar falan tanımaz, haberler kötü, ben dahi “Keçi Kaya’ya, Kuzgun Kayası’nın altına saklanmalıyız” deyip, köylüyü alıp yola koyulmuş. Çok yaşlılar: “Biz yaşlıyız, bize bir şey yapmaz” diye kaçmamışlar. Ellerine beyaz çarşaf alıp (beyaz bayrak) karşılarına çıkmışlar. “Hoş geldiniz, hoş geldiniz” diye karşılamışlar. Bu askerler insafsız caniler o tatlı yaşlılarımızı hunharca öldürmüşler. Bellerindeki uzun sarıkları birbirlerine bağlayıp hepsini kurşuna dizmişler. Bu yetmiyormuş gibi, bir de süngülemişler. Şerifler mahallesinde ne kadar pınar varsa hepsinin içine birer ihtiyar teperek, boğmuşlar, bu yetmezmiş bir de sırtlarından süngülemişler. Bu vahşeti görenler, kaçmaya kalkmışlar ama nafile, onları da yakaladıkları yerde canice öldürmüşler. Gençleri göremeyince olanca hınçlarını (öfkelerini) kalan zavallı ihtiyarlardan almışlar.


Makale ve Analizler - 2013

153

Bu gözü dönmüş canavar hızını alamamış olacak ki, bütün yeni evleri yakmış, yağmalamış. Dedem Muhtar Hafız Muhammed’in evi de bu yakılanların arasındaymış. Rahmetli Hafız dedem evinin yandığını görünce çok üzülmüş. Evini yeni yaptırmış, elinde avucunda hiç metelik kalmamış. Saklandıkları Kuzgun Kayası’nın üzerine çıkıp hep köye doğru bakıyormuş, durumun takibindeymiş. Köy taraftan silahlar patlamaya başlayınca: “Eyvah, benim evi yaktılar” demiş. Köyden dumanlar yükselince yangının tek evden değil birçok evin yandığını anlamışlar. 1927 sensine kadar muhtarlık etmiş ve aynı sene vefat etmiş. Tosçalı köyünün Tumba denilen bir sırtı var, o sırta bütün o civardaki yaşlıları toplamışlar bellerindeki kuşaklarından birbirlerine bağlamışlar ve kurşuna dizmişler, bu yetmiyormuş gibi birer kere de süngülemişler, tıpkı Şerifler mahallesinde olduğu gibi. O evin etrafından bir sürü mezarlar olan ev sahibi Halaç Naim diye bilinen dedenin süngü bacağına gelmiş ve kurşun da kendisine isabet etmemiş. Askerler çekip gidene kadar öylece sesini çıkarmadan orada yatmış. Benim çocukluğumda epey yaşlı idi topallayarak zorla yürüyordu. Benim çocukluğumdaki Nadiye arkadaşımın dedesi vardı. Sali dede ona Gaban Sali derlerdi çok tatlı bir dedeydi. Balkan Harbinde Sali dede üç yaşındaymiş. Annesinin anlattıklarını bize anlatmıştı. Cani sözde asker, Tumba denen sırta geldiğinde Sali dedenin annesi Keçikaya’ya kaçarken, Kotmaklar’ın evinin arkasındaki bahçesinden biraz yeşil soğan da toplamak istemiş, Sali dede annesi anlamadan askerlerin yanına gitmiş. İki askerin yanına yaklaşmış ve o iki askerden biri Sali dedeyi almış havaya atmış altına da kılıcı çekmiş. Ama diğer askerin vicdanı buna el vermemiş, arkadaşını iterek çocuğu kucaklamış ve yere bırakıp gitmesi için onu kovalamış. İki asker tartışırken çocuk annesinin bulunduğu yere gitmiş. Annesi olup biteni Kotmaklar’ın evinin köşesinden büyük bir soğukkanlılıkla izlemiş. Çocuğu yanına doğru gelince askerlere çaktırmadan çocuğun azını kapatıp Keçikaya’ya doğru kaçmış. Bütün şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyorum. Resmiye Turgut - Tosçalı Köyü, Kırcaali


154

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bunalım İnsanların Beynindedir

BGSAM-25.Ekim.2013

Yılbaşında Bulgaristan’a gittiğimde “168 SAAT” ile “Uikent” haftalık gazetelerine abone olmuştum ve gelen gazeteleri okuduktan sonra benim için toplamalarını rica etmiştim. Ellerine sağlık hem okumuşlar hem de istif etmişler. Kurban Bayrama gittiğimde kana kana okudum. Böylece Bulgarcamı da besliyorum. “168 SAAT” 21/09/2013. sayısında ilk kez olmak üzere Türkiye’den Bulgaristan’a gelen bir işadamı için olumlu bir fikir yazısı okudum. Hem sevindim hem etkilendim ve şimdi Türkçeleştirerek dikkatinize sunuyorum. 2 Mayıs 1949’da Türkiye’nin Amasya şehrinde dünyaya gelen Türk işadamı Fikret İnce Balkanların en büyük alüminyum işletmesinin gözetim müdürüdür. Fikret İnce 1995’da özelleştirilen devlet işletmesi “Alumina”nın sahibidir. O zamandan beri bu fabrikaya 65 milyon Evro yatırım yapılmıştır. Yıllık tedavülü 140 milyon Euro olan işletme Avrupa mutfak folyosu üretiminin %20’sini kontrolünde bulunduruyor. Bu işletmede 800 işçi çalışıyor. Fikret İnce birkaç yıl yılın bağışçısı ilan edildi. 2013’te Fikret İnce Şumen şehrinin onursal sakini ilan edildi. Söyleşiyi kaleme alan Gazeteci Kristina Taseva. Bulgaristan ağır sanayinde öteki işletmeler bunalım içindeyken işçi ücretlerini yükselten, makinelere yatırım yapan işletmenizle nasıl oluyor da işler tıkırında gidiyor? - İyi yönetiyoruz da ondan demek istemiyorum, fakat insan hedef belirleyip gayret ve sabır gösterince, başarı geliyor. Pazarı izliyoruz ve onda nasıl bir elde etmek istediğimizi biliyoruz. 3 yıl önceden planlıyoruz. Metalürji mühendisi olmamız ve işimizi bilmemiz yararlı oluyor. Biz Avrupa’ya sürüm yapıyoruz, oradaki yaşamı yakın takip ediyoruz ve ayak uyduruyoruz. Bizim gücümüz mutfak folyosu üretimindedir, bir ev hanımının bizim folyodan ne beklediğini ve öteki üretimlerin önünde neden bizim malımızı seçtiğini biliyoruz. Analizden sonra planlıyoruz. Ben her zaman bu işte biraz da kısmet olmalı derim. O kadar uzaktan ve derinden derine planladığınıza göre sizin pencerenizden bunalımın sonu görünüyor mu? - Dünya 2008 - 2009 krizinde çok çekti, yükselme gösteren çizgi hala çok dalgalı. Bunalım insanların beyinlerine girmiştir, onların gelecekleri için endişeli olduklarından alış veriş yapmamaları, bunalımı daha da derinleştiriyor.


Makale ve Analizler - 2013

155

En genel hatlarıyla durum bu. En büyük pazarımız olan Almanya’da satışlarımız sadece % 2 oranında düşerken, Bulgaristan, Yunanistan ve Portekiz’de durum vahimdir. Ticaretimizin başlıca, kriz dönemini biraz daha hafif geçiren, Orta Avrupa ile olması, ayakta sabit kalabilme şansımızdır. İkinci olarak, biz gıda sanayinde kullanılan ürünler üretiyoruz, bunalımda insanların satın almaktan vazgeçtiği en son ürün gıdadır. Bir Alman aile yeni araba almayı 1-2 yıl erteleyebilir ama gıda almaktan en son vazgeçer. Bulgarlar hakkında, daha fazla avanta aradıkları için, canlı şeytan, diyorlar, bununla yüzleştiniz mi? - Ben de Balkan ülkesinden geldiğimden buradaki davranış tarzı bana yabancı gelmedi. Şans eseri de olabilir ama ben Bulgar muhataplarıyla sorun yaşamadım. Erişmeye çalıştığımız iş verimliliğine ulaşamadığımızdan dolayı ilk zamanlar işçilerle sorunlarımız oldu. Bizi ve devlet mülkiyetinin özel mülkiyetle değiştirilmesini zor kabullendiler, onlar işletmenin nasıl yönetileceğini bilmiyorlardı. Ben bugün, öncellikle genç meslektaşlarımdan çok memnunum. Düşünme değişti. İşçiler kendi gelecekleri ile işletmenin yarınlarını birleştirdiler. Artık bize dışardan ve kısa bir süre için gelmişiz gibi, bakmaz oldular. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül işletmeye yeni üretim hattının ilk kazısına geldi, sonra Başbakanımız üretime başlama şeridini kesti. Politik temsilcilerden gelen diğer önemli yetkililer de oldu mu? Siz bu ziyaretlere nasıl anlam veriyorsunuz? Kanımca, bunlar gördüğümüz işe saygı ve onay işaretidir. Şumen’de bir Türk yatırımcı olarak ve bu işletmeyi yönetirken, ben şehre elimden geldiğince katkıda bulunmak istiyorum. 4 bin kişinin geçimini sağlayabiliyorsam, yapılan yüksek düzey ziyaretler, bana doğru yolda olduğumu gösteren işarettir. Aynı zamanda biz bir şirket olarak, şimdiye kadar Bulgar devletinden olduğu gibi Türk devletinden de yardım almadık. Bu bir serzeniş midir? Asla. Ben hiçbir şey beklemedim ve böyle bir hevesim de yoktu. Böyle bir şey olmasının usule uygun olacağını da sanmıyorum. Bir devletin, vatandaşlarından vergi olarak topladığı paralarla iş çevrelerini desteklemesi, doğru bir mantık değildir. İlk kez olmak üzere, henüz şimdi, çevre sağlığına ilişkin bir tasarımla Avrupa fonlarından faydalanmaya aday olduk. Bu yarımın % 50’sini de kendimiz yapacağız. Siz birkaç Bulgar hükümeti zamanında çalıştığınız için sordum.


156

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

- İvan Kostov’tan bugüne kadar. Kötü bir şey görmedik. Ben yazılık yabanlar gibi beyan verip, her şey mükemmeldi, demek istemiyorum. Sorunlar var, bürokrasi de yok değil, yeni makinelerle ilgili izin alma süreci uzuyor. Öte yandan, ödediğimiz vergi % 10, yatırım kolaylıklarımız var. Devletin vazifesi normal çalışma ortamı yaratmak, engel olmamak ve ellinden geldiğince bize arka olmasıdır, başka bir istediğimiz bir şey de yok zaten. Bizde sendikalı özel işletmeler parmakla sayılacak kadar azaldı, “Alkomet”te sendika var. Siz sendikacıları özendiriyor musunuz yoksa sadece müsamaha mı gösteriyorsunuz? - Bu sorunun iki yönü var. Ben ne de yapsam, ne kadar gayret gösterirsem göstereyim, işçilerin menfaatlerini sendika gibi savunamam. Sendikayı işçilerimde daha iyi iletişim kurma aracı olarak kabul ediyorum. Saygımız karşılıklıdır ve her konuda konuşabiliyoruz. Aynı zamanda işçilerimin daha büyük kısmı sendikalı değildir. 800 kişiden 300’ü sendikalıdır. Ben onları birbirinden ayırmıyorum, hepsinle münasebetim birdir. Şu yapılsın mı yapılmasın mı diye kimi defa tartışmalarımız uzuyor ama sonunda uzlaşıyoruz. İşletmenizdeki sosyal edinimler komünizmle karşılaştırılıyor. - Kanımca komünizmdeki gibi çalıştığımız ima edilmiyordur. İşçiler hepsine bedava yemek veriyoruz, taşıma sağlıyoruz, Paskalya, Noel ve Metalürji işçisi günü gibi bayramlarda bir defalık ek ödemede bulunuyoruz. Yıllık belirli sınır dâhilinde ücretsiz ilaç sağlıyoruz. Yeni doğan ve ilkokula başlayan çocuklar için yardım veriyoruz. Herhangi bir gönüllü emekli sandığında hesap açan işçilerin ek emekli tasarruflarına parasal yardımda bulunuyoruz. İşçilerin öğrenimi ve uzmanlaşması işlerini daha ciddi üstlenmek istiyorum. Burs ödeme iyi bir fikirdir. Biz öğrencilere şimdi de burs ödüyoruz, Şumen Üniversitesi’nde iyi başarı gösteren öğrencilere yardım ediyoruz ama onlar “Alkomet” ile bağlantılı değildir. Hayır yapan hayır bulur derken işletmenizin karşılıksız yardım programını düşündüm. Bu işe çok büyük paralar ayırıyorsunuz, bunu daha az vergi ödemek için mi yapıyorsunuz? - Bağışta bulunduğumuzda vergi yükü ancak % 10 iniyor. Bana, sizin bu işten yararınız nedir, diye soran birçok kişi var. Ben Türkiye’de “Koç Holdıng”in en büyük işletmelerinden birinde müdürlük yaptım. Ben korporatif sosyal sorumluluğun ne olduğunu öğrendim. Ben şehirde yaşıyor ve çalışıyorum, havasından suyundan istifade ediyorum. Bunlardan faydalanıyorsam bu şehir için sorumluluk taşımam da gerekir. Başka bir şey de var. Bilirsiniz, Türkler ve Bulgarlar arasında eski engeller var. Ben, bunu, bu en-


Makale ve Analizler - 2013

157

gelleri yıkmak için yapmasam da, burada bulunduğum şu yıllarda, bazı engellerin aşılmasında yardımcı olduğum kanısındayım. Bundan 10 yıl önce benim Türkiyedeki dostların Bulgaristan’da iş yapıyorum diye bana tuhaf bakıyorlardı, sanki başka yapacak iş bulamadın mı, demek istiyorlardı. Bulgaristan’da da Türk yatırımlarına ciddi bakılmıyordu, bizim gerekli düzeyde öğrenimli ve kültürlü olmadığımız, niyetimizin de ciddi olmadığı düşünülüyordu. Ben bu yıllarda bu görüşleri çürütmeye çalıştım ve başarılı olduğum kanısındayım. Git gide Bulgaristan’a yatırım yapan Türk iş adamları sayısının artığını ve onlara olan güvenin de büyüdüğünü görüyorum. Bunalım konusuna dönüyorum. Siz kendiniz her hangi bir şeyden tassa ruf ediyor musunuz? - Evet, ediyorum. Ben savurgan bir kişi değilim. Arabamı ve cep telefonumu her yıl değiştirmiyorum. Bir de burada çok para harcanacak yer de yok. Biraz da çekinerek şunu itiraf etmek zorundayım, bunalım başlayalıdan bu yana, imkânımız elverse bile, ben ve eşim, olanaklarımızı zorlamadan, büyükçe giderlerin hepsi üzerinde görüş alışverişinde bulunuyoruz, çevremizdekilerin olanaklarını göz ardı etmiyoruz. Bende değişen bir şey olmadı, önceleri de böyleydim. Benim varlıklı bir ailede yetişmem ve kendimin de iyi paralar kazanmış olmam, yaşam biçimimi fazla değiştirmedi. İnsan ne için harcar? Onu mutlu edecek bir şey için. Benim mutluluğum pahalı değil.

Tarih Sır Saklamaz

BGSAM-25.Ekim.2013

Totaliter rejimin yıkılmasından 23 yıl sonra, aynı zamanda Çarlık dönemine ait ve Çar gizli polis şefi Nikola Geşev’in ajan fişleri arşivi olarak bilinen ama yıllardan beri nerede olduğu bilinmeyen dosyalar 50 yıl sonra Moskova’da açılıyor. 1944 sonrası gerçekler ortaya çıkıyor Geçen asır Bulgar tarihinin bilinmeyenlerini sayfalarca anlatan bu arşiv Sofya süreli merkez basınında Geşev Arşivi açıldı başlığıyla ilgi odağı oldu.


158

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Faşist polis şefi Geşev’in ajanları Bulgaristan Komünist Partisi’ni (BKP) darbeyle ele geçirdiler bölümünde Sofya’da komünist partisi iktidarının Vılko Çervenkov’tan Todor Jivkov’un eline geçişi anlatılıyor. Konuyla ilgili yorum sunanlar arasında, büyük Bulgar tarihçisi ve 9 Eylül 1944’ten sonra Bulgar Milis Amiri Rusi Hristoskov’un oğlu Georgi Hristoskov ile 20 yıldan fazla Todor Jivkov’un yardımcısı görevinde bulunan ve 1990’dan sonra yazdığı birkaç kitapla kimsenin işitmediği gerçeklere parmak basan Konstantin Çakırov ön plana çıkıyor.Bu yazı dizisinde dikkati çeken çok önemli bir özellik, Bulgar Çarlığı’nın ünlü gizli polis şefi Geşev’in olağanüstü değerli olan Bulgar ajan arşivini Sovyet Ordusu 1944 Eylülünde Tuna’yı geçip Bulgaristan’a girdiğinde beraberine almasıdır. İlginç bir ayrıntı da şudur: XX. yüzyılın en tanınmış casuslarından biri olarak bilinen, İngiliz MI6 dış casusluk servisinin ajanı ve Büyük Britanya’nın İstanbul sefaretinde istasyon şefi olarak çalışırken aynı zamanda bir de, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) dış casusluk servisi KGB’nin de ajanı olan Kim Filbi tarafından Büyükelçilikte bulunmuş ve daha sonra kopyalanıp bir nüshasını Moskova’ya iletilmiş olmasıdır. Bulgar basınında sayfa dolusu ele alındığına göre, Moskova Geşev’in arşivini ele geçirdikten sonra yanı İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, sosyalizm yıllarında bir Balkan Ülkesi olan Bulgaristan’da faşist rejimin ajan kadrolardan istediği şekilde yararlanma imkânını ele geçirmiştir ve bu ajanlardan biri, son açıklamalara göre, BKP Genel Sekreteri ve BHC Devlet Konseyi Başkanı Todor Jivkov’tur. 1944’te Sovyet Ordusu’nun Bulgaristan’a girdiğinde faşist idarenin gizli polis şefi Geşev’in Türkiye’ye geçmek için Sofya’dan çıkıp güneye gitti biliniyordu. Onun, Svilengrat (Musta Paşa) öldürüldüğü lafları yayılmıştı Hakkında çıkan kitaplarda ve gazete tefrikalarında savunulan tez buydu. Öyle ama halen 91 yaşında olan ve Sofya’da yaşayan Dyanko Markov’un anlattığına göre, o cezaevinde bulunduğu yıllarda, Yunanistan’dan Bulgaristan’a casus olarak gönderilen, fakat yakalanan ve sonra ceza evine atılan ve kendisiyle aynı koğuşta kalan Yunan gençlerden birinin anlattığına göre, o Geşev’i Kuzey Yunanistan’da kendi gözleriyle görmüş ve konuşma imkanı olmuştur.


Makale ve Analizler - 2013

159

Geşev’in Bulgaristan Komünist Hareket liderleriyle yakın ilişkide bulunduğu ve İkinci Dünya Savaşı başladığında, onları yanına çağırıp, “çocuklar sizin için zor bir dönem başlıyor” dediği iyi bilinir. Markov bu açıklamasında, gizli polis şefinin genç komünistlere siz şimdi “balkana çıkarsanız sert havalarda işiniz zor olur, isterseniz hafifletilmiş bir ceza ile hepinizi içeri alayım, hem sıcak, hem karnınız tok, hem de güvende olursunuz,” dediğini anımsıyor. Bu yüzden olacak ki, bundan 50 yıl evvel BKP militanlarına tuzak yapılmıştı. 9 Eylül 1944’ten hemen sonra babası milis örgütü müsteşarı olan Georgi Hristozov, “1956 senesinde Ruslar müdahale edip BKP yönetiminde değişiklik yapılmasını emrederek, kadro bileşimini baştan aşağı değiştirmiştir. Moskova’nin Geşev ajanı olan kişileri anahtar konumlara yerleştirdiği iddialarıyla ilgili kuşkuları kaldıran kanıtlar var.” diye yazıyor. Onun kanısına göre, Todor Jivkov’un ancak yakın çevresinden olup kendisinden her bakıma bağımlı olan kişilere tahammül göstermesi tesadüf değildir. Bunlar onun nasılsa ama sımsıkı elinde tutabildiği ve kendisine tabii kıldığı kişilerdir. O herkes hakkında derin bilgiye sahip olduğundan, kendine uymayanları etrafından uzaklaştırırken, her zaman kendinden emin hareket ediyordu, bu davranışlarında, başkalarının bilmediği bazı bilgilere dayanmış olması gerekiyordu ki, bu bilgiler onda vardı. Bu fikirleri paylaşan yazar Hristozov şöyle devam ediyor: “Herhangi bir nedenden dolayı olacak ki, Todor Jivkov sadece kendine çok sağdık olanları çevresinde bulunduruyordu, fakat bu bağlılığın nitelik çizgilerinin ne olduğu, boyutları bugün de hala tamamen sırdır.1953-1954 döneminde GEŞEV’in ajanı olduklarından kuşkulanılan komünistler komünist partisinde darbe yapmayı planlamıştı.” 1962’de partide temizlik gerçekleştirildi. Stalin’in ölümü Jivkovcuları harekete geçiren sinyal oldu. O zaman Bulgaristan tarımı kooperatifleştirilmeye çalışılıyordu.1955’te, BKP Birinci Sekreteri olan Vılko Çervenkov, tarımımızın kitlesel bir şekilde tez el kolektif-leştirilmesinde ısrar eden Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri (SBKP GS) Nikita Kruşçev’e karşı çıktı. V. Çervenkov’a göre, köylülere baskı ve zorbalık uygulayarak topraklarının ellerinden alınmasında ve kooperatifçilik işlerinde son söz sahibi olan Todor Jivkov, Moskova’da sıcak kabul görüyordu. 1954 yılında T. Jivkov partiden ihraç edileceğine, BKP MK Birinci Sekreterliğine yük-


160

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

seltildi. Meydana gelen yeni durumda, partinin hala lideri olan V. Çervenkov ile darbe adayları Todor Jivkov, Rayko Damyanov ve Georgi Çankov hep birlikte Moskova’ya gittiler. Bu heyete Çervenkofun yakın dava yoldaşı olan Anton Yugov da dâhildi. Bulgar parti heyetini karşılayan Kruşçev ve yoldaşları, Stalin döneminde kişiye tapma siyasetinden neler çektiklerini anlattıktan sonra, söz Bulgar yoldaşlara verildiğinde, heyet başkanı olarak Çervenkov’un bir giriş konuşması yapması beklenirken, ani bir atılımla sözü Todor Jivkov aldı ve cebinden çıkardığı bir kâğıdı okudu. Evet “Biz de kişiye tapma politikasından büyük yaralar aldık, ülkenin dört bir yanına Çervenkov yoldaşın anıtları dikildi.” dedi. Aynı anda SBKP Politik Büro üyelerinden M. Suslov yanında oturan N.Kruşçev’in ayağını hafif dürterek onaylayıcı işaret yaptı. Ardından Kruşçev “anlattıklarınız bizde olup bitene benziyor” diyerek okunanları onayladı. Rüzgârın yönünü hisseden, Çervenkov’un günlerinin dolduğunu anlayan Yugov da, bu sözleri alkışladı. Çervenkov’un parti birinci sekreterliğinden düşürülmesi işte böyle oldu. O tüm görevlerden alındıktan sonra Ruslar, Bulgaristan Komünist Partisi’nde temizlik hareketine devam etti. Ruslar, önce Çar polisinin laf anlamaz ajanlarından olan, hakkında efsaneler anlatılan partizan komutanı Slavço Trınski’yi hedef aldı. S.Trınski, GEŞEV’in ajanlarından biri olarak yargılanan Trayço Kostov’un yakınıydı. Halk arasında çok saygın ve güçlü biri kişilik sahibi olan Sl.Trınski’ye etkide bulunmada güçlük çeken Rus istihbaratının Sofya istasyon şeflerinin canı sıkkındı. O, Trın Partizan Müfrezesi’nin kurucusu ve komutanıydı. 9 Eylül 1944’te kadar 3 defa gıyaben idam cezasına çarptırılmış olsa da, bir komünist katili olan GEŞEV’in polis tuzaklarından başarılı bir şekilde kurtulmayı başarmıştı. Araştırmacı yazar Hristozov bu konuda şunları yazıyor: “Trınski’nin GEŞEV ajanı olduğu biliniyordu. Bulgaristan ile SSCB Yugoslavya ile ilişkilerini bozduktan sonra bile, Trınski Yugoslav’ya generalleriyle temaslarını sürdürdü. Bu yüzden, o Batı komşumuzda büyük saygıya sahiptir. Trınskı’ye karşı soruşturma 1951’de başladı. Yugoslavya kahramanı olarak tutuklandı. Hapiste çok ağır işkence gördü. Hücresine su doldurmuşlar ve onu boğmakla tehdit etmişlerdi. Bağımsız bir politika izlemeye çalı-


Makale ve Analizler - 2013

161

şan, Yugoslavya Başkanı Y.B. Tito’ya çok yakın olduğundan dolayı Ruslar Trınski’ye karşı kan kusuyordu. Tito, Batı yanlısı olarak algılanırken, Büyük Britanya’ya kanı kaynıyordu. Moskova başka sosyalist devletlerin Yugoslavya politikasını izleyeceğinden korkuyordu. Aynı korkuyu, Bulgaristan’daki GEŞEV ajanları ve diğer Moskova daki olan sosyalist ülkelerdeki Batı köstebekleri de yaşadı. Aynı yıllarda, Todor Jivkov ve Slavço Trınski ile birlikte GEÇEV’in ajanı olarak kendinden kuşkulanılan bir de Mirço Spasov’tur. İstihbaratçı Krıstü Radoynov, “daha o yıllarda Mirço Spasov’un bir GEŞEV ajanı olduğu konuşuluyordu.” diyor. M.Spasov en acımasız işkenceci ve canilerden biriydi. Belene, Loveç, Skrevena ve başka tutuklu kamplarında çirkefliğini göstermişti. Onun emriyle hiçbir suçu olmayan binlerce kişi yok edildi. Bu gibi kötülükleriyle ün yapmıştır. Toplama kamplarındaki işkenceler, cana kıymalar ortaya çıkınca Todor Jivkov cani Mirço Spasov’u görevinden almamış, sadece “uyarı” ile cezalandırmakla yetinmiştir. Dikkati çeken bir özel nokta, Mirço Spasov bir GEŞEV ajanı olduğundan dolayı, Todor Jivkov’un da ajan olduğunu gerçekten bilen sayıları bir elin parmakları kadar az olan kişilerden biri olduğundan, her an her yerde güçlüydü. 9 Eylül 1944’ten sonra ikisi de Büyük sayıda cinayete bizzat katıldıklarından dolayı, her ikisinin de ajanlığından kuşkulanan kimse yoktur. Burada dikkati çeken bir başka özellik de şudur: 9 Eylül 1944’ten sonra GEŞEV arşivini arayan ve Çar polisi arşivinde gece gündüz araştırma yapan kişilerin başında T. Jivkov ile M. Spasov gelir. GEŞEV’in ajanlarının sayısı büyüktür. 1948 yılında polis arşivi parti Merkez Komitesi’nden İç İşleri Bakanlığı’na geri verildiğinde, dosyalardan birçok sayfanın koparıldığı ya da kesildiği, bir de birçok sayfada ifade veya isimlerin jiletle kazınmış olduğu dikkati çekmiştir. Mirço Spasov’un bir ajan faşist olduğunu kanıtlayan özelliklerden biri de, onun tutuklulara karşı tutum ve tavrının, GEŞEV’in sopacılarından Petır Fereştanov’un barbarlığına tıpa tıp bezlemesidir. Fereştanov hakkında Hristozov şöyle yazıyor: Amansız bir işkenceci olup GEŞEV’in yanında maaşlı bir eleman olarak çalışmıştır. Büyük Bulgar şairi Nikola Vapsarov’u döven de odur.


162

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

1942’de parti Merkez Komitesi üyelerine karşı davada, itirafta bulunmayanların hepsi Ferenştanov tarafından dövülmüştür. Kemikleri kırılmış, aletleri koparılmıştır. 9 Eylül 1944’ten hemen sonra Milis Şefi görevinde bulunan Radenko Vidinski’nin de GEŞEV’in ajanı olduğu tahmin ediliyor. Bu kişilerin dışında, Burgas BKP Birinci Sekreteri Mihail Proykov’un da GEŞEV’in ajanı olduğu kanıtlanmıştır. Bu liste uzundur. GEŞEV ajanlarının sosyalizm yıllarındaki tavrını analiz eden Hristozkov şunları yazıyor: “GEŞEV ajanları yeni koşullara ustaca ayak uydurarak, SSSB’ne tamamen boyun eğmiş bir şekilde hareket ettiler. Bunu doğal karşılamak gerekir, çünkü ajan fişleri Moskova’nın elinde olduğundan dolayı, çok bilince, itiraz edince veya isteneni yapmadıkları takdirde eski kimliklerini kanıtlayan fişler hemen açıklanacaktır. 1962 yılında, Todor Jivkov, GEŞEV’in bilinen ajanlarını toplattı ve böylece alanda tek lider olarak kendisi kaldı. Bulgaristan’ı 1989 yılına kadar yönetenler, Nikita Kruşçev’e biz 1980’de komünizme gireceğiz vaatlerinde bulunanlardır. Bu kişilerin isimleri ve soyadları, fişleri Moskova arşivi açıklamadan sonra tamamen ortaya çıkacaktır. İngiliz istihbaratı için çalışan GEŞEV’in Bulgaristan’daki ajan sayısının çok büyük olduğundan dolayı, Ruslar Bulgaristan’da bir darbe olması ihtimalinden de korkmuştur. Rus istihbaratı işte bu nedenle olacak ki, 1949’da Ruse ve Varna şehirlerine birer alay, Sofya’ya da tümen Rus askeri göndermiştir. O zaman Moskova, Büyük Britanya için faaliyet yürüten ajanların ayaklanmasından ve Bulgaristan’a Türkiye ve Sırp ordularının girmesinden korkmuştur. Bulgaristan Komünist Partisi yönetimine faşist-GEŞEV ajanlarının yerleşmesinde en büyük hizmeti, XX. asrın top casusu Kim Filbi vermiştir. Filbi, İstanbul’daki İngiliz Konsolosluğu’nda GEÇEV’e bağlı olan Bulgar ajanlarının listesini ele geçirmiştir. 1947 yılında İngiliz SIRKET İNTELEJENS SERVİS istasyon şefi olarak atanan bu İngiliz casusu, aslında SSCB için çalışan bir Rus ajanıdır. Filbi, ele geçirdiği, GEŞEV fiş kutusundan tüm ajanların isimlerini ve bilgilerini kopyalayıp Moskova’ya göndermiştir. Bu büyük hizmetinden dolayı olacak, Moskova’nın önerisiyle Filbi, 1973’ten sonra bütün sosyalist ülkelerde bulunmuş ve Bulgaristan’da yılda bir 15-20 gün tatil


Makale ve Analizler - 2013

163

yapmıştır. Bu bilgileri doğrularken T.Jivkov’un yardımcılarından Konstantin Çakırov şunları ekliyor: Sofya’da bulunduğu günlerde Filbi’ye İç İşleri Bakanlığı’nın Simeonovo Enstitüsü’nde özel bir ev tesis ediliyordu. Güdülen hedef, onun yaşamı için hala tehlike olduğundan dolayı, sıkı korunan bir yerden kalmasını sağlamaktı. Bu ziyaretler esnasında, o zamanın İç İşleri Bakan Yardımcısı Grigor Şopov konuğunu bir Sofya varoşu olan Pançerovo’da gizli bir yazlıkta kem gözlerden uzak özel akşam yemeğine davet ediyordu. Çakırov, Bulgaristan ziyaretleri esnasında Filbi’nin 4-5 kişi tarafından korunduğunu, gayet mütevazı davrandığını vb. anlatıyor. O yıllarda artık saygın bir emekli olan Filbi, Bulgaristan’ı ziyaretlerinde gizli görüşmeler de gerçekleştirmiştir. Ülkemize Moskova’nın siparişi üzerine geldiği bilinir.Bu konu, isimlerimizi ve soy atlarımızı değiştiren, geçmişimize ve geleceğimize el kaldıran Todor Jivkov’un hem faşizm hem de sosyalizm döneminde çalışmalarıyla yakın ilgili olduğundan, Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi’nin analiz odağında kalmaya bundan sonra da devam edecektir. BG-SAM - Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi


164

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ajanları Gizleyen 12. Bent

Dr. Nedim Birinci-25.Ekim.2013

Bulgar devlet istihbaratı “DC”nin eski ajanlarından 50 kişinin açıklanmasını engelleyen bir yasa değişikliği önerisinin meclise sunulması “168 Saat” gazetesinde yıl 2013, sayı 42’de gazeteci Sima Vladimirova’nın etraflı araştırmasına konu oldu. Sivil ve askeri istihbarat görevlileri arasından birçok politikacı, milletvekili ve bakan olduğu açıklandı. Böylelikle Dosyalar Yasası’nda istenen değişiklik 12.Bent olarak kabul edildi. Birçok politikacı, milletvekili ve eski bakanın gizli servis ajanı olduğu artık açıklanamayacak ve ebediyen gizli kalacaktır. Yalnız bir fıkradan oluşan yasa değişikliğinde Devlet Güvenlik “DC” görevlisi olan ve 1990’dan sonra Ulusal İstihbarat Dairesi’nde ve Savunma Bakanlığı’na Bağlı “Askeri Bilgi” şubesinde Şube Şefi veya Kısım Amiri görevine yükselmiş olan görevlilerin ajan dosyalarının açılmamasını öngörmüştü. Bu yasa değişikliğinin politikacı, milletvekili veya eski bakan görevlerinde bulunan birkaç kişi için hazırlandığı ortaya çıktı. Bu yasanın Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH) veya Boyko Borisov’un GERB partisi tarafından hazırlanmadığı ve meclise sunulmadığı belli oldu. Dizli dosyaları açıklanmayan ve isimleri gizli kalan ajanların 30 ile 50 kişi arasında olduğu sanılıyor. Bu kişilerin bazıları devlet görevinde çalışmaya devam ederken kimileri emekli olmuş, bazıları da politikaya katılmıştır. Eski Savunma Bakanı Anyu Angelov’un yaptığı bir açıklamada, askeri istihbaratta görev alan subaylardan % 44’ü 1990’dan önce de askeri istihbaratta çalışmış olan kişilerdir. Ajan Dosyaları Komisyonu Başkanı Metodi Andreev açıklanan oran Şube Amirlerine ilişkinse, daha yüksektir, % 50’den fazladır, dedi. Yasa değişikliğiyle bazı ajanların kimliklerinin açıklanmasına engel olunmasına çalışıldı. Önerinin gerekçesinde, bu kişilerin “bu şahısların çok önemli bilgilendirme kaynakları yönettiğine” işaret edildi. Bu ajan kimlikli kişilerin adları ve soyadlarıyla açıklanması, devlet sırrı olarak nitelenmiş olan çok önemli bilgiye ulaşılmasına yol açabilir, deniyor. “Askeri Bilgi” ve Ulusal İstihbarat Dairesi dış ülkelerde sığınak olarak kullanılan bazı kaynakların açıklanmasına ve ayrıca operatif istihbarat


Makale ve Analizler - 2013

165

etkinliklerinde yardım gösteren veya göstermiş olan kişilerin saptanmasına ön koşul sağlamış olacaktır. Bu kaynakların etkinliği ilgili Bulgar yasalarına göre devlet sırrı niteliğinde olup, ilgili kişilerin dosyalarının açıklanması sözü geçen iki istihbarat örgütü çalışmalarını uzun zaman için engelleyip çok büyük ek harcamalarda bulunulmasını da gerekli kılacaktır. Ayrıca, yasayı sunanların gerekçelerinde, “muhatap teşkilatlarla operativ” işbirliği alanında artık yükümlenilen ödevlerin bir daha gözden geçirilmesine de neden olacaktır. Bir de, “bu dosyaların açıklanması, ilgili kişilerin hayatını yitirmesine neden olabilir” deniyor. Bu yasa değişikliğini meclise sunan milletvekillerinden biri olan Sosyalist Partiden Mladen Çervenkov, konuyla ilgili yorumunda şöyle dedi: “Bu yasa teklifinden dosyalarının açıklanması istenmeyen şube amirlerinin yüksek değerli kişiler olup olmaması pek önemli değildir. Yasa, bu şekliyle kabul edilmiştir yasa önerisini bu şekilde sunanın kesin görüşü budur, değişikliğe uğrayan sadece bir fıkradır. Bir devlet ya vardır ya yoktur. Hedefimiz devleti kapatmaksa, iyi. Kötü olan şudur ki, teklifte yer alan kişiler dış devletlerde çalışmışlardır ve bu gerçek ortaya çıktığında, kopacak skandalın boyutlarını tasavvur edemeyiz.” Muhalefetin görüşüne göre ise, devlet güvenliği söz konusu olduğunda, “DC” ajanlarının isimlerinin açıklanmasını engelleyen başka genelgeler de yürürlüktedir. Yasanın 32. maddesinin 1.bendinde, kendi hayatları ya da yakınlarının yaşamı hakkında tehlike olduğu kanısına varan ve ortak bir karar alan dosyalar komisyonu, bu kişileri gizleyebilir. Konuyla ilgili yapılan yorumlarda, ayrıca günümüzde idarede bulunanların dosyaların açıklanması yasasına düşmanca bir tavır içinde bulunduklarına da işaret ediliyor. GERB partisi milletvekillerinden Valentin Vuçkov ise, dosyalar komisyonunun isabetli karar alabilmesi için devlet güvenliği “DC” arşivinin bütünüyle komisyona teslim edilmesi gerektiğine dikkat çekiliyor. Dosyalar Komisyonu Eski Başkanı Metodi Andreev’in bu konudaki görüşü ise şöyledir: “Şimdi yürürlükte olan yasanın gereklerine uymak zorunda olan Savunma Bakanlığı” “Askeri Bilgi Dairesi ile Ulusal İstihbarat Teşkilatı kadro listesini bilinçli olarak açıklanmıyor.” Metodi Andreev şu görüşü açıklamaktan da geri durmuyor: “İktidarda olanlar, istihbarat şube amirlerini yasayla saklamakta kısa sürede başarı elde ederse, dosya komisyonuna ek bilgi vermeye asla yanaşmazlar.


166

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Altı çizilmesi gereken gerçek, isimleri gizlenmeye çalışılan kişilerin tümü 1990’dan beri gerçek erkte görev almış kişiler olup, ülkemizde cereyan eden bütün süreçleri etkilemişlerdir.” “İlgili kişiler kulis ardındaki güç tarafından görevlere atanmışlardır. Dış ticaret şirketlerinin dış ülkelerdeki hesapları, dış istihbarat ve askeri istihbaratın şube amirleri tarafından kolayca denetlenebilir.” Görüldüğü üzere, devlet güvenlik “DC” ajanlarından bir kısmının isimleri ve soyadları ileride de açıklanmadan kalacaktır. Yeni kabul edilen 12. bentle bu durum yasalaşmıştır, hayırlı uğurlu olsun BSP, DPS ve ATAKA’ya.

Kavşaktayız

İbrahim Soytürk-25.Ekim.2013

BULTÜRK Genel Sekreteri Dr. Müjgân Deniz ile Bulgaristan’daki son gelişmeler üstüne bir söyleşi. Soru: Tarihsel olarak Bulgar toplumunun şimdi bulunduğu yer neresidir? Yanıt: Bugün, biz, bir toplum olarak, yolların ve ırmakların toplandığı kavşaklar var ya, öyle bir yerdeyiz. İnsanlarımız yaşayışımızdan memnun değil, var olan durumdan da memnun değiller, reform yapmak yani dönüşmek için değişik seçenek ve yollar arıyorlar. Bu çevirimsel olarak belirli zaman aralarıyla yani devre devre ortaya çıkan bir durumdur. Bizde Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra (1914); İkinci Dünya Savaşı esnasında ve hemen ardından (1939–1945) yaşanmış ve 1990’larda başladı ve halen tekrar etmektedir. Soru: Uzun süren bu bunalımdan çıkmamıza seçenek var mıdır? Yanıt: Kuşkusuz, kan ve savaşlarla simgelenmiş bir dönemle şimdiki aşamayı karşılaştırmak pek uygun değil gibi olsa da, bunalımın yinelediği ortadadır ve biz, dediğim gibi, yine yeni bir kavşaktayız. İki şey dikkat odağındadır:


Makale ve Analizler - 2013

167

1) Halk devamlı memnuniyetsizlik ortamında yaşama alışkanlığına girmiştir; 2) Yeni çağda toplumumuzda bunalımlar artık 3. kez tekrarlıyor. Geçmişte yaşanan toplumsal depremlerde gelecek için seçenek aranmıştı. Denenen değişik yolların umutsuz oluşu hep bunalım yaratmıştır. Bugün de benzer bir durumla karşı karşıyayız. 23 yıldan beri ileri gideceğimize dolap beygiri gibi aynı yerde dolanıyoruz, bunu açıklamak, yazmak, bana da ağır geliyor. Bitip bitmediği üzerinde tartışılan Geçiş Dönemi çok uzun sürdü. Ne yazık ki, toplumumuz, Bulgaristan halkının daha büyük kesimi için iç açısı olmayan geçiş döneminin devam etiği duygusuyla yaşıyor. Soru: Bulgar toplumunda şu dönemde de düşmanlık var mı? Yanıt: Nereye gittiğimizi bile açık olarak bilmeden yaşadığımız geçiş döneminde günlük yaşamımıza, Bulgaristan halkı için her zaman yıkıcı olan, Düşmanlık yine yerleşti. Bu Bulgar Türk ya da Bulgar Rom düşmanlığı değildir. Tarihimize bakılırsa Bulgar toplumunda en büyük düşmanlık 1923 Eylül Ayaklanmasında, yani bundan 90 yıl önce yaşanmıştı. Gelecek sene, toplumumuzda çok büyük gerilim birikiminin patlaması sonucu kanlı geçen 9 Eylül 1944’ün 70. yılına rastlıyor. Bu iki olayı, toplum içinde büyük bir düşmanlığın yüzeye vurması şeklinde de yorumlamak mümkündür. Buradaki temel çelişki sınıfsaldır. Yani sözü edilen husumet, sınıfsal bir düşmanlıktır. Bugün de Bulgar toplumunda düşmanlık var, fakat 3 aydan beri süren gösterilerde onun toplumdaki temel itici güç olduğunu iddia edemeyiz. Soru: Şimdiki sosyal karamsarlığın ana nedeni nedir? Yanıt: Bulgar toplumunda politik sistemden ve politik sınıftan tiksinme birikmiştir. Sokak gösterilerini kör sokaktan çıkma denemesi olarak kabul ediyorum. Gösteriler sivil ortamı sıhhileştirme bakımından Bulgar toplumu için sağlıklıdır. Onlar Bulgar Sosyalist Partisi ve Hak ve Özgürlük Hareketi politikacılarına ölçülü ve akıllı olun, işareti verdi. Harekete geçen tabaka toplumumuzun ana üretici gücü değildir. Soru: 2013 yaz eylemlerinden sonra toplumda uzlaşmaya gitme yolu açıldı mı? Yanıt: Bulgaristan’da uzlaşma sağlanabilmesi için toplumsal silkinmeye, manevi ve etik olarak içsel temizlenmeye gerek var ki, uzlaşma yolunu açacak olan da aslında bu arınma olacaktır. 2000 yılı eşiğinde Bulgaristan’da sosyal depremin aşıldığı düşünülmüştü. Ne yazık ki, toplum silkinemedi, yeni bir niteliğe geçemedi, aradığını bulamadı.


168

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Soru: Yaz aylarında hareketlenen dip dalgası ne gibi işaretler verdi? Yanıt: Toplumda temizlenme yani olumsuzlanma gerçekleşmediği ortadadır. Totalitarizm yükü toplumun sırtındadır. Görüldüğü üzere 2000 yılından beri memnuniyetsizlik, tatmin edilmemiş olan bir durum dibe çökmüş ve sokakta baş göstermeye başlıyor. Bu, Bulgar toplumunun kendi içinde ve geçmişe ilişkin öz anısı bakımından problemli olduğuna işarettir. Biz bugün, 1990 yıllı başında ortaya çıkan yüzleşmenin bir daha kısmen sahnede olduğunu görüyoruz. Şimdiki yüzleşmede eski oyuncular da yer alıyor, ama bu direnmenin yapılanması farklıydı. Yaşlılar, kendileri gelmedikçe meydanlara davet edilmiyorlar. Bir de, komünist mirası üstüne tartışmanın yapılmamış olduğu gün ışığına çıktı. Yeni bir bakış açısının oluşması birçok şeyi değiştirebilir. Gençlerimizin gidip AB’yi, ABD’yi görmesi iyi oldu. İki kişi bir araya gelip konuşmaya başlasa Washington’dan örnekler sunması ne güzel oluyor, bir bilseniz. Bizimkiler de Türkiye gerçekliğini gördüler. Soru: Toplumsal uzlaşmaya seçenek var mı? Bu nasıl olabilir? Eski kitabı bir daha okuyup ebediyen kapayarak mı, yoksa her şeyi unutup arkaya bakmadan ileri çekilerek mi? Biliyorsunuz İtalya, İspanya, Yunanistan bu yolu yürüdüler. Bizim derdimize şifa olacak örnekler var mı? Yanıt: Anımsayacağınız üzere, Yunanistan geçmişe dönmemek üzere ajan dosyalarını yaktı. İspanya halkı ise Faşist Franko dönemi dahil, her şeyi tarihe gömdü. Simeon Sakskoburggotski 50 yıl sonra Bulgaristan’a döndüğünde sanki ikinci yolu seçmiştik. Neredeyse her şeyi unutarak ileri gitmeye hazırdık. İspanya bu yoldan arınmıştı. Bugün artık bu modelin işlemediğini, iflas ettiğini görmeyen kalmadı. Bizde tarih yeniden okunup farklı bakış açısı ve yorum da aranmadı. Totalitarizm demokraside eritilemedi. Kendi yolumuzu bulmak ve tarihimizle hesaplaşma cesaretini bulamadık. Sorun, bizdeki toplumsal ayrışımın problemli oluşundadır. Bulgar toplumu geçmişinden silkinemiyor, henüz olgunlaşmamış ve bizim yaşlanan nesil geçmişin illetlerinden kurtulmadan tarih olacağa benziyor. Kan akmadan yenilenemezsek bu böyle biraz daha sürünür gider. Yine de başarılıyız. Yugoslavya örneğini gördünüz. Soru: Tarihin bir daha okunmasının şart olduğunu siz de biliyorsunuz, fakat bir de şu var, tarih değişik bakış açısından okunabilir, değil mi? Yanıt: Evet, ama geçmişin değişik versiyonları günümüzde hala çok etkin. Yaşayışımızı her yönüyle etkiliyor. Bu yüzden, Bulgaristan’da yukarıda sözünü ettiğimiz iki silkinme biçiminin -Yunan ve İspanyol- birleştirilmesinden oluşacak olan, üçüncü bir model uygulanabilir, diye düşünüyo-


Makale ve Analizler - 2013

169

rum. Bu birleşmeyi ne yazık ki bizim kuşağımız belki de yapamayacaktır. Bu büyük ödev, son 23 yılda bocalayarak yetişen yeni neslin büyük ödevi olacaktır. Bu mümkündür, çünkü günümüzde Bulgar toplumu İkinci Dünya Savaşından sonra Almanya’da olanları, orada yapılan toplumsal sorgulamayı neredeyse tekrar ediyor. Alman örneği Bulgar toplumuna yakın ve olası geliyor. Soru: Almanya örneğini biraz daha açar mısınız? Yanıt: Almanya’da Naziler geçmişinin yeniden değerlendirilmesinden, olup bitenle toplumun içsel hesaplaşmadan, olanların olabilmesinin nasıl mümkün olabildiği tartışmasından ve Alman toplumunun savaş ve nasyonal sosyalizm illeti ile neden bu kadar geç hesaplaştığı gibi konular üzerinde yürütülen tartışmalardan söz ediyorum. Aslında bu tartışmaların hem Federal Almanya’da hem de Doğu Almanya’da yürütüldüğü vakit Almanya’da nazizm artık gömülmüş, savaş da bitmişti, fakat aynı zamanda toplumsal yaşamda önemli ve etkin bir faktör olarak tesirini sürdürmeye devam ediyordu. Ben Bulgaristan’da 1989’dan sonra yetişen genç kuşağın geçmişle hesaplaşmak için bu sorunu Bulgar toplumu gündemine çekeceğine ve iki metodu birleştirerek sorunun üstesinden geleceğine inanıyorum. Geçiş dönemi kuşağının çekileri yeni kuşağı ezmediğinden dolayı o bu sorunla hesaplaşacaktır. Bu arada etnik sorun konuları da çözüm bulmalıdır. Hele kalabalıklaşan Romların öz sorunları toplumu zorlayabilir. Şu da çok önemlidir. Geçmişimiz, gerek 1923 Ayaklanması, gerek 1944 darbesi, gerekse çok uzun süren “Bulgarlaştırma” trajedisi toplumumuzda çok derin bir ayrım çizgisi oluşturdu, izleri silenemedi, anılar henüz canlıdır. Tabii, BSP ne istediğini kesin açıklamadan, her yıl binlerce insanı Buzluca Tepesine toplamaya devam ettikçe, 9 Eylül 1944 zaferini gizlice kutladıkça, ATAKA camilere saldırı planladıkça ayrım çizgileri derinleşecektir, deyenler de var. Toplumumuz ve halkımız hem partilere, hem etnik belirtilere göre derin ayrım içindedir ve bu aşılmalıdır. Tabii Hak ve Özgürlükler Hareketinin de, Sosyalist Partinin de parti törenleri düzenleme hakkı vardır. Tarihleri olsa bunu GERB ve ATAKA da yapardı. Ne ki, bugünkü sosyalistlerimiz (BSP) hem 1891’de Blagoev Dede’nin kurduğu Sosyal Demokrat Partisi’nin hem de 1989’da iktidardan devrilen komünist partisinin mirasçısı olmak istiyorlar. İki mirasa birden talep ise çatal başlık yaratıyor. İki sevgilisinin de gönlünde tahtı olduğunu iddia edenler örneği gibi bir şey. Burada önem kazanan bu konuya ışık tutulması gereğidir. Toplum bilgilendirilmelidir. Örneğin, Bulgar Türk


170

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ve Pomaklarının Blagoev partisiyle alıp veremediği bir şey yoktur. Komünist Partisi’nin öz kimliklerine saldırması sorun yaratmıştır. Sosyalizm yıllarında Bulgaristan’da iktidar olan komünist partisinin sosyal demokrat fikirlerle uzaktan yakında ilişkisi olmadığından dolayı, BSP’nin hangi fikirlerin ve geçmişin mirasçısı olduğu konusunda şeffaflığa tez varması gerekli oldu. Etnik azınlık konusunun da Brüksel’de falan değil, tüm sorunların Bulgaristan içinde çözülmesi gerekiyor. Geçmişin yükünden kurtulmadan ilerleyemeyiz, bu ise, öncelikle kararlılık istiyor. Taçça çıkmış topla gol atılamaz. Sorunları yüz yüze çözmeliyiz. Soru: HÖH yönetimi bu kavşaktan çıkabilir mi? Yanıt: Gönül ister. Fakat siz de biliyorsunuz ki, onların sürdüğü araba bugün durdu. İlerleyemiyor. Yol alması olanaksız. Ne olacak, ya şoför değişecek ya araba, 50 sene yerinde sayacak değiliz. Her kuşağın kendi zamanı var, gelecek gençlerin olduğu için onları birer ikişer şoför yapalım da arabayı sürsünler. Bu iş, Ahmet, Mehmet işi değil, senin benim de değildir, toplumsal bir davadır, irade halkındır, seçmenindir. Soru: Seçim sistemi değişse yenilenme süreci hızlanır mı? Yanıt: Şimdi uygulanan orantılı sistemdir. Seçmen oyunu parti listesine verir. Seçmen seçtiği vekili görevlendirip politik sahneden iner. Politikaya dolaysız etki yapma hakkı yoktur. Biz Bulgaristan Türkleri ve Türkiye’de yaşayan ve Bulgaristan seçimlerine katılan soydaşlarımız için çoğulcu sistem daha yararlı olur kanısındayım. Bu sistemde seçmen vekilini tanır. Oyunu verdiği adamı bilir ve ondan hesap sorabilir. Seçilen milletvekili oyunu aldığı kitleden fazla kopamaz, verdiği sözleri yerine getirmek zorundadır. Şimdiye kadar bir Türkiye’de oyumuzu veriyorduk ve oylar, örneğin Dobriç seçim bölgesinde vekil adayı gösterilen bir HÖH’lüye gidiyordu. Tanımadığımız, görmediğimiz bir kişi bizim oylarımızla parlamentoya giriyor ve seçmenle tanışmadan süresi doluyor ve çekip gidiyordu. Bu işin içinde bir adaletsizlik olduğunu sezen seçmen sandıktan uzaklaştı. İki sistem de işlemelidir. Soru: Parlamentoda işlerin pekiyi durumda olmadığından çıkarak, geçici de olsa faklı bir yönetim sistemi aransa ne dersiniz? Yanıt: Demokrasinin yuvası parlamentodur. Hükümeti meclis seçer. Bulgaristan parlamenter bir cumhuriyettir. Bu sistemin değiştirilmesi için Anayasa değişikliği gerekir. Başkanlık ya da yarı başkanlık Cumhuriyet yönetimi gibi uygulamalar demokrasi kurumlarının saygınlığı yüksel olmayan ülkede diktatörlük doğurabilir. Parlamenter demokrasi ve Parlamenter Cumhuriyet geleneklerine bağlı kalınması iyi olur.


Makale ve Analizler - 2013

171

Soru: Şöyle bir sorum daha var. Bulgar halkının tarihsel belleği var mıdır? Yanıt: Bulgaristan halkı gelecekte kendisine yararlı olabilecek olayları, delil ve simaları bile tez unutan bir millettir. Bu tespite Bulgaristan’da yaşayan Türkleri ve tüm Müslümanları da dahil edebiliriz. Kendi masal ve öykülerimizle öz tarihimizi yaşatma sanatımız zayıftır. Eleştirilmeyi de pek sevmeyiz. Eleştirinin eleştirisinden gerçek doğar saptaması doğrudur ama bize uygulanmasa iyi olur anlayışımız esastır. Öyle ki, şu devresel yineleme içinde olduğumuzdan bugün de her şey yineliyor. Bunun tarifi zor tabii, bu bir daha görme, bir filme ikinci defa bakma gibi bir şey oluyor. Soru: Devre devre, çevirmeli ya da daha yüksek bir devrede tekrar etme mantığını bir az açar mısınız? Yanıt: Daha yüksek bir devrede ya da düzeyde yineleme derken, bu tekrar etmenin tarihsel açıdan bir daha oluşması anlamındadır. Burada söz konusu olan yerinde dönmek değildir. Yerinde dönen, dervişler gibi düşer ve bilinç kaybına uğrar. Bu açıdan biz devreyi daha yüksek bir vites olarak algılamak zorundayız. Bu biçim anlatım, ters çağrışım ya da çelişki uyandırmasın lütfen. Soru netice mantığına göre bir gelişmedir. Soru: Politik şahsiyetler açısından Bulgaristan’ın şansı açık mıdır? Ülkeyi şimdiki bunalımdan çıkarabilecek liderleri görebiliyor musunuz? Yanıt: Olumlu bir şey söyleyemem. Bu hükümette de dönüşüm motorları yok. Bulgar politik düşünce odağı XIX. yüzyıl sonlarında oluşabildi. Geçen yüzyılın başlarında Bulgar politik sahnesinde Stambolov, Aleksandır Malinov, Petko Karavelov, Andrey Lyapçev, Nikola Muşanov gibi kişilik sahibi, öngörülü ve zeki, ülkenin bağımsızlığını ve egemenliğini başarılı savunan politik kişilikler başarılı rol oynadı. Bulgaristan Türk ve Pomaklarından yakın döneme kadar ön plana çıkmış politikacımız yoktur. Bir imparatorluktan sıyrılıp bağımsız cumhuriyet fikirleriyle politika yapmak bizde gerçekleşen uyanış devrinin özüdür. Bunu, dev güçlere bağlı kalmadan, egemen yapmak ise, bugünkü ana çelişkinin özüdür. Günümüzde Bulgaristan Rus etki alanından başarılı çıkamamış ve Batıyla başarılı entegre olamamış bir hasta gibidir. Yenilenmenin özünde bağımlılıkları koparmak ve onlardan sıyrılmak da vardır. Yaşananı olumsuzlamadan beklediğimiz yenilenme hayat ortamı bulamaz. Halktan kopukluk gibi görünseler de Hak ve Özgürlükler Hareketi milletvekilleri ve önderleri çağdaş Bulgaristan dönüşümüne Bulgaristan Türk ve Müslümanlarını katmakla görevlidirler. Bunu yapamazlarsa ilerleyemeyiz, yok oluruz. Onların politik yaşamındaki rollari önemlidir. Bir an önce bunun farkına varabilmeleri teğmenimdir. Geçiş


172

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

döneminde 10 Bakan ve birçok bakan yardımcısı, meclis başkan yardımcıları vb. çıkaran HÖH politik yaşamda önemli yer almaya devam ediyor. Kendini halka sevdirebilmesi için tarihsel yükü gençlere aktarırken onları ezmemeye dikkat etmelidir. Soru: Ne yapılmalıdır? Yanıt: Totaliter dönemin yıkılmasına katılan ve demokrasiye geçiş döneminde yaşamaya devam eden daha yaşlı kuşağa, devamlı olarak “siz iyi gün görmeden yaşadınız”, “hürriyet nedir bilmezsiniz” ve “gençliğinizde haklarınız tamamen elinizden alındığından köle gibi ezildiniz” gibi sitemlerde bulunulması doğru değildir, herkes kendi zamanında kendi hayatını yaşar, yaşamadığı bir hayatın iyi ya da kötü olduğunu değerlendirebilecek bir durumda da değildir. Eski kuşağın yaşadığı zamanın istemlerine uymadığı da sitem edilemez. Su yeraltında veya yer üstünde akarken aynı sudur. Geçmişte ezilenler bugün o yılların ibret dersleriyle yaşarken yetişen kuşağa nasihatleriyle faydalı oluyorlar. Hayatta her gün her şey iyi ve güzel olamaz. Önemli olan toplumun ve bireylerin geçmişin yararsız yükünden zamanında ve beraberce kurtulmaları, kimilerin yarı yolda kalmalarına müsaade etmeden, yüreklerde biriken memnuniyetsizlik ve kötürümlerden sıyrılmaları ve düşmanlıklardan da kurtularak ileriye açılmalıdır. Başında da dediğim gibi, halen bir yol kavşağındayız, işlerimiz açılmadı. Bulgaristan halen bir seçenek arıyor. Bu kavşaktansa birçok yol çıkıyor, hangisinin en iyi ve bize en uygun olduğunu birlikte bulacağız. Ödevimiz bizi mutluluğa ve daha iyi günlere götürecek yolu bulmak ve hep beraber ilerlemektir.

Uluslararası Göç ve Bulgaristan’da Örülen “Duvar”

Yrd. Doç. Dr. Caner Sancaktar-25.Ekim.2013

Uluslararası göçün nedenleri açıklanırken göç literatüründe iki kavram kullanılır: İtici Faktörler (push factors) ve Çekici Faktörler (pull factors). İtici faktörler (push factors); terk edilen ülkedeki olumsuz koşullardır: İşsizlik, yoksulluk, açlık, savaş, baskılar, politik istikrarsızlık gibi... Çekici


Makale ve Analizler - 2013

173

faktörler (pull factors) ise gidilen ülkedeki olumlu ve cezbeden koşullardır: İş imkânı, daha iyi çalışma şartları, politik istikrar, barış, güvenlik, demokrasi ve özgürlükler gibi... Uluslararası göç, işte bu itici ve çekici faktörlerden kaynaklanır. Günümüzün uluslararası göçlerinde itici faktörlerin etkisi daha fazladır. Çekici faktörlerin etkisi ise giderek azalıyor. Çünkü gidilen (göç alan) ülkelerde (özellikle Batı ve Kuzey Avrupa, ABD, Kanada, Japonya, Avustralya’da) ekonomik koşullar -geçmiş yıllara göre- pek de iç açıcı değildir. Ama buna rağmen diğer bölgelerde (özellikle Afrika ve Ortadoğu’da) ekonomik koşullar çok kötü olduğu için ve ayrıca süreklilik kazanan savaşlar ve iç çatışmalar nedeniyle özellikle Batı Avrupa hâlâ uluslararası göçün hedefi durumundalar. Uluslararası göçün nedenlerini ayrıca “ekonomik nedenler” ve “sosyopolitik nedenler” olarak iki grupta incelemek de mümkündür: 1) Ekonomik nedenler; işsizlik ve yoksulluktur. 2) Sosyo-politik nedenler ise; iç savaş, devletlerarası savaş ve politik, dini, etnik, ırksal, sınıfsal veya düşünsel baskılardır. Dolayısıyla göçün engellenmesinin en önemli yolu, tüm bu olumsuzlukları asgari düzeye indirmektir. Bu olumsuzluklar devam ettiği sürece özellikle Afrika ve Ortadoğu’dan Batı Avrupa’ya göç kaçınılmazdır. Ama Batı Avrupalı devletler ve genel olarak AB, bu gibi olumsuzluklarla mücadele etmek yerine daha kısa vadeli bir önleme başvuruyorlar: Göçlerin kolluk kuvvetleri ve çeşitli güvenlik politikaları yoluyla engellenmesi, yasadışı yollarla gelmiş olan göçmenlerin ise derhal ülkelerine geri gönderilmesi. Bu “kolluk” önlemlerine bir de Bulgaristan’ın “duvar”ı eklendi: 21 Ekim’de Bulgaristan hükümeti, artan sığınmacı akını nedeniyle Türkiye sınırında 30 kilometrelik duvar inşasına başlama kararı aldı. Bu duvarın iki nedeni ve anlamı vardır aslında: 1) Batı Avrupalı devletler (özellikle Fransa ile Almanya), göçle ilgili güvenlik önlemlerinin alınması için Balkan devletlerine baskı uyguluyor. Çünkü Batı Avrupalı devletler, göçmenlerin Balkan ülkeleri üzerinden geldiklerini söylüyorlar ve bu nedenle de, Balkanlı devletlerden, etkin güvenlik (kolluk kuvvetlerinin etkin biçimde kullanılması dahil) önlemleri almalarını istiyor. Bu “Batılı” baskıya maruz kalan Bulgar devleti de, ne yazık ki çareyi duvar örmekte buldu.


174

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

2) Bulgaristan’da ve genel olarak Balkanlar’da yükselişte olan aşırı milliyetçi dalga mevcuttur. Bu dalganın Bulgaristan’daki en önemli temsilcisi Ataka Partisi’dir. Buna benzer partiler diğer Balkan ülkelerinde de mevcuttur. Örneğin Sırbistan’daki Radikal Parti ve Yunanistan’daki Altın Şafak Partisi bunlardan ikisidir. Yükselmekte olan aşırı milliyetçiliğin en önemli nedeni, Bulgaristan’daki ve diğer Balkan ülkelerindeki işsizlik ve yoksulluktur. Balkan memleketlerinde yoksul-işsiz kitleler ve ekonomik durumları gerileyen orta sınıf, giderek milliyetçileşiyor ve milliyetçi partilere yöneliyor. Milliyetçilik yükseldikçe “öteki” milletler, dinler, etnik gruplar “suçlanıyor”. Bulgar milliyetçiliği için en önemli “öteki”, hiç kuşkusuz bu ülkede yaşayan Türkler ve Türkiye’dir. Bulgar milliyetçileri, ne yazık ki Türkleri ve Türkiye’yi, “en tehlikeli düşman” ve “Bulgaristan için en büyük tehdit” olarak görüyorlar. Dolayısıyla, örülmesi planlanan “duvar”, aslında Bulgaristan’da yükselişte olan aşırı milliyetçiliğin bir ürünü olacaktır. Bu duvar, Bulgar milliyetçilerine göre, “düşman” Türkiye’ye ve Afrika ile Ortadoğu’dan gelen Müslüman göçmenlere karşı bir güvenlik duvarı olacaktır. Bu bağlamda son tespitim şudur: 1) Afrika ve Ortadoğu’dan sürekli olarak göç almakta olan Batılı devletlerin Balkan hükümetleri üzerindeki baskısı devam ettikçe ve; 2) aşırı milliyetçilik yükseldikçe Balkan ülkeleri arasında yeni “duvarlar” örülmeye devam edecektir. Bu duvarlar, bazen “sınır duvarı” olacaktır, bazen de “siyasal-toplumsal-kültürel duvarlar” olacaktır. Ama ne tür olursa olsun, duvarlar göçleri önleyemeyecektir. “Duvarlar”, ancak komşu ülkeler ve halklar arasında ilişkileri olumsuz etkileyecek, karşılıklı güvensizliği ve kuşkuyu arttıracaktır. Bu nedenle Balkanlar’da, bırakın yeni “sınır duvarları” inşa etmeyi, var olan tüm “siyasal-toplumsal-kültürel duvarları” yıkmak gerekir. Duvarları yıkmanın yegâne yolu ise; 1) Batı Avrupalı merkez kapitalist devletlerin baskılarına karşı birlikte direnmek ve; 2) Aşırı milliyetçiliğe karşı birlikte mücadele etmektir. Acaba Balkanlılar bunu başarabilecekler mi? Umarım başarabiliriz... Yrd. Doç. Dr. Caner Sancaktar Kocaeli Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi


Makale ve Analizler - 2013

175

Toprak Ağlıyor

Neriman Eralp-26.Ekim.2013

Bayramdan dönüyorum. Haskovo üzerinden eski yolu takip ediyorum. Haskovo denice bizimkilerim aklına hep “has ekmek” gelir. Oysa şehir ismini Osmanlı zamanında bu topraklarda Trakya tımarlarının en büyük olmasından alır. “Mineralni Bani” kaplıcaları yolunca şehre indiğimde sabah erkendi, sütlü kahvemi içmeden gitmeyeyim, dedim. Belediye binasının ardına dizilmiş geceleri ışıklı içkili, sabahları ise, yalnız kahvehane olarak çalışan bu yarı açık yarı kapalı tesislerin birine oturdum ve siparişimi verdim, ama ne ikramdan ne de kahveden pek memnun kalmadım. Gece boyu düşmeye yer arayan güzelim güz yapraklarından bazıları yolları, kaldırımları beğenmeyip masa ve sandalyelerin üzerlerine serilmişler. Garson genç kızların işi yaprak süpürmek olmasa gerek, kahvemi içerken renklerine gönlümce sevindim, aralarından en güzellerini seçerek saplarından tutup bir demet yaptım ve ayrıldım. Haskovo’dan Dimitrovgead yolunca eski yola çıktım. Köylerin kenarından geçiyorum. Evlerinin önüne tezgâh açmış patates, soğan, kabak ve lahana satanlar var. Güzel bir köşede Balkan çiçeklerinden “buket bal”, “akasya balı”, “ıhlamur balı” ile yan yana “eşek dikeni” balı kavanozda dikkatimi çekiyor. Harmanlı kasabasından sonra kaşar peynir yuvarlakları, beyaz peynir tenekeleri hep aynı yerde, file torbalarda 5 kiloluk kabuklu ceviz, bir kilo paketlerde ise kelebek ceviz sunuluyor, fiyatlar uçmuş. Yine aynı mıntıkada bir köylü çavuş ve kırmızı pamit üzüm kasalarını üst üste dizmiş, 3 leva fiyat yazmış, üzümleri tadan alıyor, iri salkımlar İvaylovgrad (Orta Köy) bağlarından seçilmiş. Sağ ve sol yanda düzlük alanda güz ekiminin son işlerini gören traktörler, birer ikişer dikkati çekiyor. Tarlalar baştanbaşa sürülmemiş, bölge, bölge, keleme keleme işlenmiş. Kırda güz işleri tamamlandı tamamlanacak. Sosyalizm yıllarında özellikle tütün gibi teknik ürünlerin üretiminde hem başı


176

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

çeken hem de ana üretim gücü olan Türkler, tütüne kota uygulanmasıyla üretici güç olarak geri plana geçti. Bu ovalarda toprak mülkü sahibi olan insanımızın arazileri küçük parseller halinde. Göçlerle küçüle küçüle, kayıplara karışa karışa ufalmış ve el değiştirmiş. Bu el değiştirmenin özünde eski savaşlar sonrası göçlerde sınırdan şu kilometreye kadar topraklara senden gelenler, şu kilometreye kadar ise, benden gidenler yerleştirilecek mantığı hâkim olmuş, ikili Türk Bulgar Sözleşmeleri rol oynamıştır. Bu gibi uygulamalar sonucunda nadas kalan, otlak haline gelen, işlenmeyen, kimilerine verilse de beğenilmeyen arazilerin, göç edenlerin bırakıp gittiği toprakların belediye ya da devlet mülküne geçmesi türünden örnekler çoktur. Yakın geçmişte kooperatifçilik döneminde bu toprakların hepsi işleniyordu, alabildiğine sınırsız ve engin ovalar insanın gönlünü dolduruyordu. Şurası senindi burası benimdi şeklindeki uygulamalarla sözde köylü toprağına geri çevirilerken aslında ileri bir üretim biçimi bozuldu. İnsanlarımızın ortak çalışma, tarım araçlarını, suyu, ambarları, tesisleri ortaklaşa kullanma kültürü gömüldü, değerli geleneklerimiz baltalandı. İş yüz üstü yatırıldı. Küçük toprak parçalarına traktörler sığmadı. Yerine iş gücü olarak öküz, at, katır ve eşeğe dönülmesi genç kuşağı topraktan iyice soğuttu, kopardı, köyden şehre geçip orada da iş bulamayanlar soluğunu Avrupa ana kentlerinde aldı. Şimdi dış ülkelerde çalışan gençlerimizin ailelerine yakınlarına yılbaşından beri 1 milyar Evroya yakın para gönderdiği haberleriyle övünüyoruz. Ne yapsınlar yakınlarını sefalet içinde mi bıraksınlar? Bu iş böyle olmamalıydı. Tarım kooperatiflerimizin bozulması çok acemice yapıldı. Şu an göz gezdirdiğim Vatan toprağımız öksüz gibi. Toprak sürülmek, sevilmek, ekilmek, doğurmak, başak verip işleyeni mutlu etmek ister. Bu yapılmazsa ağalar. Şöyle de düşünüyorum. 1989’da Bulgaristan Türküne göç kapısını açmakla, onu ana toprağından koparmakla çok büyük bir yanlış yaptığını anlayan Türkiye Cumhurbaşkanı Sn.Turgut Özal bu yanılgıyı telafi etme yolu aradı. 500 bin kişilik bir kafilenin yurt değiştirmesiyle Bulgaristan gibi küçük bir ülkenin ekonomik ve sosyal olarak çökeceğini hesaplamış olmalıdır. Bulgar ekonomisi çöktü ama gelemeyenler, oralarda kalan, harabe altında ezilenler de bizim canlarımız değil mi? Filip Dimitrov hükümeti kooperatifçiliğimizi likide etmeye kalktığında, köylülerimizin eline bir iki kâğıt parçası tutuşturarak, traktör parkları, ma-


Makale ve Analizler - 2013

177

kineler, su pompaları vb. hurdaya çıkarıldı, tesisler, binalar, hatta barajlar satıldı, kiralandı ve asıl bozgun o zaman oldu. Özal, bu ekonomik ve sosyal çöküşün altında kalanların ağır ve derin yara aldığını gördü. Onarılmasının da ekonomik birikimi, özel çalışma deneyimi olmayan soydaşlarımız için ağır olacağını düşündü, görmüştü. Topraksız, az topraklı ve orta halli Bulgaristan Türk ve Pomak köylülere arka olmak gündeme geldi. Tam o dönemde sefil düşen köylülerimize karşılıksız destek verilerek, yeniden ufak ölçekli üretime başlamalarına arka olunmasını sağlamak üzere Türkiye Cumhuriyeti devleti Hak ve Özgürlük Hareketi yoluyla hepimize milyonlara varan US Doları para yardımı göndermişti. Bu paralar Hak ve Özgürlük Hareketi (HÖH) gösterdiği bir Filibe, Plovdiv bankasına girdi. “Sayın” Ahmet Doğan, bu milyon US Dolarla Rodoplar’da, Plovdiv ovasında, Deli Ormanda ve Dobruca’da sefil düşen, iş başı yapamayan, eli kolu bağlı köylü ailelerimiz küçük ölçekli tarım işletmelerinde yeniden örgütlenmelerinde, herhangi bir işe başlatmasında arka olacağına, traktör, biçerdöver, alıp köylerimize dağıtacağına bu paralar nereye gitti acaba? Daha sonra paralar kayıplara karıştı. Yapılan araştırma bu kadar büyük bir paralardan sadece bir “DC” generaline Kuzey Batı Bulgaristan’ın Tuna kıyısında bulunan Vidin ilinde bir inek çiftliği kurulup hediye edildiği izine ulaşılabildi. Bu yolsuzluklarda mülkiyet belgeleri bambaşka kişiler üzerine hazırlanmıştır. Türkiye devletinin HÖH’e karşılıksız yardım etme eylemlerini kesmesinin ardında bir de bu gibi gerçekler bulunuyor. Bunları düşünürken etrafımdaki tarlalara bakıyorum, öksüz gibi, kargalar uçuşuyor, kış yakın, eskiden bu topraklarda gelip geçenin durup imrendiği elma bahçeleri olduğunu anımsadıkça, doğrusu ağlayasım geliyor desem az, başım zonkluyor. Burada milliyetçi partileri ise hiç göremiyoruz ne yazık. Bir devletin hünersiz yönetimi halkına ancak bu kadar büyük kötülük edebilir, diye düşünüyorum. Ayrıca hep konu edilen, sohbetlerden inmeyen şu hesap sorma meseleleri var. Kimden hesap sorulacak, kardeşlerim hesap sorulacak insanlar kazık gibi aramızda, etrafımızda, önümüzde. Tuvaletsiz bir evden çıkıp halen Zırhlı araçlarla gezen, korumalı Saraylarda yaşayan, hafta sonlarında Viyana Kahvesini Bern’de içenler gözlerimizin önünde, kulakları duymaz oldu, Türkiye’yi de Bulgaristan’ı da sağdılar, hala aramızda yaşıyorlar sefa sürerek sırtımızdan... Onları adam eden Türk halkı hep beraber bizlerdik,


178

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

bizleriz. Onları ayakta tutanlar bizdik, ve halen bizleriz. Aklımız başımıza gelmezse ve oyumuzu suya giden koyun sürüsü gibi vermeye gidersek ve hep onları desteklersek suçlu olan aslında sen, ben, biziz. Evet değerli hemşerilerim, artık hesap soran da tarih ve vicdanımız olacak ve olmalıdır. Ortada faili meşgul bir olay yok, her şey gözlerimiz önünde oldu, bilmeyen yok, ama hesap soran da hala yok. Belki gelecek nesil, tamamen vatansız kalınca, vicdanı konuşabilir. Aklıma şu fıkra geldi. Bulgar gazeteci Elena Kuleziç TV’de anlattı. Adı Erişilemeyenler! Bir at Sirk Müdürü’ne telefon etmiş. - Allo! Alooo! - Buyurun Efendim. Ben Sirkin Müdürüyüm. - Ben ise, şarkı söyleyen bir atım. İş arıyorum, Lütfen beni işe alın. Seyircileriniz artacak, Şarkı söylemekte çok başarılıyım. Lütfen! - Saçmalama. Şarkı söyleyen bir at görmedim. Kapatıyorum. - Lütfen kapatmayınız. - Kapatıyorum. - Lütfen kapatmayınız! - Neden! - Çünkü sayın müdürün, ben bu nallanmış tırnaklarımla 5 günden beri telefon açmaya çalışıyorum. Biliyor musunuz size ulaşmak ne kadar zor. Lütfen kapatmayınız. Durum bu, yukarısı sakal, aşağısı bıyık. Siz Ahmet Doğan veya ya Lütfü Mestan ile görüşmeyi hiç denediniz mi? *** “Kapitan Andreevo” sınır kapısına yaklaştıkça sıkıntı artıyor. Turistik otobüsler sırada, yolcular inmiş, ellerinde sigara laflıyorlar. Önümdeki otobüse iyice yaklaştıktan sonra ben de indim. Kafile memleketin dört bir yanından toplanmış, sohbete ben de katılıyorum. Gelibolu’ndan çıkmışlar, Selanik şehrini ziyaret etmişler. Mustafa Kemalin doğup büyüdüğü müze evine uğramışlar. Kaleyi gezmişler. Makedonya’ya Demir Kapıdan girip Vardar ırmağının iki yakasındaki bağların güzelliğinden etkilenerek Üsküp’e varmışlar. “Büyük büyük


Makale ve Analizler - 2013

179

heykeller şehri olmuş” diyorlar, güzel binalar hep Makedonların yaşadığı tarafa dikilmiş, birbirini aşmış dev heykeller, dev atlar üzerinde tarihi simalar, şehir merkezi bir arkeolojik müze haline gelmiş. Türk çarşısı, medreseler, camiler geleneksel haliyle korunmuş, yemeklerin tadı hep aynı, çarşıda emsalsiz bir şark havası var. İnsanlarının yürüyüşü, mütevaziliği, konukseverliği dillere destandır. Çarşı kapısında içilen ayran, sunulan su börekleri, Makedon kol börekleri tatmaya değer gibi izlenimler sıralanırken kafile çekildi ve hiç kimseden bir adres, bir telefon dahi aşmadan ben de sınır kapısından geçip Anavatan’a girdim. Hepinizi sevgiyle kucaklıyorum.

KASIM-2013 Taban değişmeye başladı

BGSAM-02.Kasım.2013

Seçimler bugün olsaydı. “Sava Haris” sosyolojik araştırma merkezince yapılan son anket sonuçlarına göre, Bulgaristan parlamento seçimleri geçen hafta yapılsaydı “ATAKA” partisi meclis dışına itilecek, Reformcu Blok ile Nikolay Barekov’un oluşan politik hareketi meclise girecekti. Sofya’da çıkan 1 Kasım 2013 tarihli Standart gazetesinde yayınlanan sosyolojik nabız yoklama sonuçları aynen şöyledir: Yürürlükte olan oranlı (majoriter) seçim sistemine göre, geçen hafta bir genel seçim yapılmış olsaydı, % 4 barajı 5 politik parti geçecekti. 1) Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP); 2) Bulgaristan Cumhuriyeti İçin Vatandaş Birliği Partisi (GERB); 3) Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH); 4) Bu yılın yaz aylarındaki gösterilerde oluşan REFORMCU BLOK; ve


180

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

5) Gazeteci Nikolay Barekov tarafından yönetilen Sansürsüz Bulgaristan adlı halk hareketi. Elde edilen sonuçlarda, Sosyalist Parti oyların 21,7’sini alarak, 19,7 oranında oy alan B. Borisov’un GERB partisini % 2 oranında aşmıştır. Bu sonuçlar, seçime katılma oranı % 60 gibi saptanmış olup, katılım oranının yükselmesi durumunda BSP’nin daha büyük bir seçim başarısı kazanması olasıdır, çünkü 100 yıllık geçmişi olan bu partinin yedek oy kaynağı geniştir. 12 Mayıs 2013 seçimlerinde en fazla oy alan parti olmasına karşın, Haziran ve Temmuz aylarında hızla güven ve seçmen kitlesi kaybeden eski başbakan Boyko Borisov’un partisi, Eylül ayında hatta parçalansa da, şimdilik çöküş sürecini durdurduğu gibi saflarını sıklaştırmıştır. Sağ kanadın en büyük politik parti olan GERB, BSP, HÖH ve ATAKA’nın kurduğu üçlü koalisyonu yaz boyu kışkırttığı ve arkaladığı gösterilerle “İstifa!” haykırışlarıyla hırpalamaya çalışırken, parti yönetiminde safları sıklaştırabildi, üzerine gelen saldırılara göğüs germeye başladı. Kuşkusuz her hareket bir de tepki doğurur mantıyla analiz edildiğinde, Bulgaristan’da GERB partisinin son 4 yıldaki yönetiminden memnun olmayanlar bu defa Sosyalist Parti etrafına sığınıyorlar. Bazı çevrelerin hoşuna gitmeye bilir, fakat günümüz Bulgaristan’ındaki politik kapışma GERB ve BSP partileri arasındadır ve devam ediyor. Bu anket sonuçlarında HÖH % 10 gibi bir paya sevinebilir. Geçiş Döneminde parlamento dışı kalan küçük partileri, seçkin bilim, sanat ve politika adamlarını ve aktif gençleri saflarına alan Reformcu Blok’a yeni politik güçlerin daha kararlı katılması beklenirken, anket sonuçlarına göre, henüz 4 aylık olan bu politik oluşum % 4’lük barajı aşıp meclis koltuklarında yer alıyor. Halk arasında REFORMCU BLOK’a artan bir cana yakınlık ve fiili destek dalgası almış kendini gidiyor. Mayıs 2013’te yapılması kesinleşmiş olan Avrupa Birliği (AB) parlamento seçimlerine katıldığında bu genç partinin daha ilk hamlede Brüksel’e 3 milletvekili gönderebilmesine kesin gözle bakılıyor. Şimdiki anket sonuçlarında, % 7,2 oranında oy alan Reformcu Blok’tan beklenen başarısını pekiştirmesi ve seçmen yığınına daha emin inerek bütün ülkede kendini halka açması ve tanıtmasıdır. BLOK’un arkasında duran kitle başkent ve öteki büyük şehirlerin orta katmanı ve gençlerdir. Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezimizin analiz ve tespitlerine göre, Reformcu Blok Bulgaristan’da totalitarizmi ayrıştırıp eski çöplüğü


Makale ve Analizler - 2013

181

temizleyecek bir politik güç olarak çığ gibi büğeyerek kuvvet toplayabilirse, soydaşlarımızı ve yerli Türk, Pomak ve diğer Müslümanların büyük bölümünü arkasına alması muhtemeldir. Soydaşlarımız tarafından ihanetle suçlanan HÖH politikasının getirdiği küskün durgunluk ve dolayısıyla sandıktan uzaklaşmak aşılabilirse, kararlı bir hamleyle Reformcu Blok adımlarının desteklenmesi, bu yeni partiye kan verip onu Bulgar politika sahnesinde 3.parti durumuna yükseltebilir. Brüksel Parlamentosuna da 5 milletvekili göndermesine yol açılır.) Yeni koyu sağcı, faşizan Volen Siderov başkanlığındaki ATAKA Partisi ile yine Türk düşmanlı kusarak politikaya heveslenen ATAKA TV yayınları etrafında kümelenmiş, Burgas kentinden yola çıkarak bütün ülkede örgütlenmeye heveslenen Özgür Bulgaristan Ulusal Federasyonu (NFSB) bu anket sonuçlarına göre 43. Halk Meclisi kapısını aşamayacak, parlamento dışında kalacaktır. (Bu ırkçı oluşumların HÖH parasıyla kurdurulduğu asla unutulmamalıdır) Bulgar seçmen ATAKA’nın izlediği dönek ve çıkarcı, huzur bozan bir politikayı artık desteklemek istemiyor. Türklere, Pomaklara, tüm Müslümanlara ve halen kızıştırılmak istenen Suriyeli göçmenlere karşı politika bu defa tutmayabilir. Bu insanların onları HÖH’e verirken ATAKA’ya karşı olduklarındandı. Seçim öncesi ATAKA geliyor ona karşı biz olmalıyız derken şimdi onlarla hükümet oldular. Yani onlar kendini bitirdiler çünkü Ataka’yı hüküm kurdular, kısaca kendilerini düşündüler. Fakat düşündükleri gibi olmadı, Sosyalist Parti ile Hak ve Özgürlükler Partisi’nin birer memesine yapışmış ve altın çağını yaşayan elebaşı V. Siderov ve ATAKA ‘ya muhalefet yolu görünmesi ve bu mücadelede bel kemiği ve öncü güç olarak Reformcu Blok’un ortaya çıkması destek buluyor. Halen 42. mecliste grubu olan ve 1 oyla hükümet ortaklığı yapan ATAKA partisi seçmen oylarının bir kısmı da tanınmış gazeteci, genç ve aktif politikacı Nikolay Barekov tarafından yönetilen ve bir halk hareketinden politik bir partiye dönüşmesi beklenen “Sansürsüz Bulgaristan” seli, 43. millet meclisinde yer alacaktır. Bu harekete verilen oy oranı % 4,6 dır. Bulgaristan politikacıları arasında en fazla güven toplayan politik figürler sıralamasında oyların % 17’sini N. Barekov aldı. Halkla buluşmalarına devam ediyor, derdine derman arayanlardan ayrılmıyor, köy köy, kent kent dolaşarak meydan görüşmelerinde sıradan seçmeni, onun dileklerini, şikâyetlerini, önerilerini dinliyor ve sosyo-politik ortamın nabzını tutuyor. Bu hareketin daha bu ay sonuna kadar Sofya’da ARMEETS kapalı spor salonunda bir kurultay toplayarak yeni bir politik parti olarak tescilini yaptırması bekleniyor. TV 7 televizyon yayın-


182

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

larında ülkenin ekonomik ve politik sorunlarına aktif eğilen, insan haklarının kesin savunucusu olarak ortaya çıkan, çevrecilik konusunda etkin konum sergileyen, işsizden, kovulandan, ezilenden, hor görülenden, sefilden yana konum sergilerken, dolandırıcılık ve rüşvet olaylarına amansız tavır alan N. Barekov’u destekleyenlerin ordusu gitgide genişliyor. Bulgaristan’da bugün öfkesi haklı insanlar var. Halkın sağlık birikimlerine, sosyal edinimlerine, emeklilik haklarına sorumsuzca el uzatıldığı, birçok yerde insan haklarının hiçe sayıldığı bir ortamda hareketlenmeye ve politik konum değiştirerek durumu değiştirme yolu arayanların haklı sebepleri var. Stratejik Araştırma Merkezinin tespitleri: 1. Bulgaristan demokrasisinin en büyük sorunu hiç kimsenin muhalefette olmak istememesidir. 2. Demokrasinin ana kurallarından biri olan, seçim sonuçlarına öfkelenmeden politika yapmaya alışamamalarıdır. Seçmen oylarıyla demokrasiyi ileri taşımayı üstlenmezse, komünist partinin 2 “evladı” olan BSP ve GERB büyük koaliston kurabilir. Bu olursa Bulgaristan’da karanlık çok uzun sürecektir. Değişim şart amma kiminle...

Sofya böyle bir kutlama yaşamamıştı

BGSAM-02.Kasım.2013

Sofya diplomatik erkânı, iktidar ve kamuoyunun seçkin temsilcileri Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği ev sahipliğinde, 2013 Cumhuriyet Bayramı’nı Princess-Dedeman konukseverliğiyle kutladı. 90 yıl önce, tarihin en büyük imparatorluklarından birinin yerine, hem saltanata hem de emperyalizme karşı çifte zaferler kazanarak Cumhuriyet ilan eden bir halkın çağdaş medeniyet duygusuna gömülmek ve Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk ile bir daha ruhen de olsa birlikte olmak, örgütleyicilerin çok ince bir zarifliği sonucu olanaklı oldu. Sayın Büyük Elçi İsmail Anmaz görev süresinin tamamlanması vesilesiyle kendisiyle son buluşma anlamına da gelen bu törenin sadeliği, ev sahipleri ile bütün dünyadan konukların içtenlikle kaynaşması, bir Balkan


Makale ve Analizler - 2013

183

Başkentinde geleneksel Türk kültürünün çağdaş bir Avrupa ortamında yaşanması açısından daha önce görülmemiş bir kutlamaydı. XXI. yüzyılın başında öz kaynaklarına dönmeye açılan ve devamcıları olduğumuz Osmanlıda Beylerbeyliği Başkenti olan güzel Sofya’da dünyanın gözde diplomatlarının ve yerli seçkinlerin önünde herkesin ruhuna hitap eden keman eserlerinin etkisi altında oluşan misafirlere “kendinizi evinizde hissediniz” havası, emsalsiz bir ustalıkla yaratıldı. Böylesi bir şöleninde, resmiyeti aşarak halka inen diplomasiye emsal bulmak hakikatken zor olur. Bulgaristan Dış İşleri Bakanı Volgin’in hazır bulunduğu, Amerika’dan Çin’e, Rusya’dan Avrupa ve Araplara tüm Elçilik temsilcilerinin Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Büyük Atatürk’e sonsuz saygı gösterisine dönüşen bu yoğun katılım, aslında Türkiye’nin modern dünyadaki rolüne, Orta Doğu’da ve Balkanlar’da barışı koruma ve kalıcı güvenlik sağlama çabalarına, ayrıca dünyanın yüzyılın başından beri aşamadığı derin bunalıma uyguladığı yeni yaklaşıma olan büyük takdirin de bir ifadesi oldu. İki devletin NATO üyeliğine bağlı yakınlığı, Bulgaristan’ın AB üyeliğinden ve Türkiye’nin de AB aday üyeliğinden güç alarak katlanan ekonomik ve ticari işbirliği ve yardımlaşma, Bulgarların yaz tatillerini Ege ve Akdeniz sahillerine Türklerinse kış turlarını Panporovo, Borovets ve Bansko pistlerine yönlendirmesi, değişen bakış açıları, geçmişte kalan önyargılar ve itirazlar, iyi komşuluk geleneğinden gelen ve ortak sofralarda buluşan damak tatları yıldönümü kutlamasını bambaşka renklerle ve tadına doyulmaz sohbetlerle donattı. Bulgaristan Türk ve tüm Müslümanlarının politik örgütü olan Hak ve Özgürlükler Partisi Genel Başkanı Lütfü Mestan’ın kutlamaya katılımı kısa süreli ve ayaküstü oldu. (17.02.2011 tarihinde “Osmanlı soykırım yapmıştır” parlamentoda ATAKA partilileri ile birlikte oylamasında evet oyu kullandığından olabilir mi bilemiyoruz?) Baş Müftüsü Hacı Mustafa öncülüğünde yerli İslami erkânın törende hazır bulunması, laik bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nde dini hak ve özgürlüklerin genişlemesi, bu topraklarda Osmanlı çağından kalan ve yüksek tarihsel ve mimari değere sahip olan camii, medrese, han, kervan saray ve hamamların onarılıp modernleştirilerek kapılarını halk kullanımına açması gibi konularda öngörülü temaslarda bulunması çok yararlı oldu. Totalitarizmden çıkıp demokrasiye açılırken zorluklarla dolu bir geçiş dönemini ardında bırakan Bulgaristan’ın komşu külüne muhtaç olduğu günlerde Türkiye halkı hep kuzey komşusunun yanında oldu. İyi komşuluk karşılıklı yarar sağlayan işbirliğine boy atarken en büyük katkıyı sağlayan


184

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Türkiye’nin dev şirketlerinden “Doğuş Holding”, “Mapa-Cengiz Konsorsiyum”, “Şişe Cam” AD, birçok yüksek mimarlık, inşaat, tekstil, gıda şirketi, yükseköğrenimlerini Bulgaristan’da gören öğrenci dernekleri temsilcileri vb. kutlamaya etkin katıldı. Cumhuriyetin atası Mustafa Kemal’in Sofya askeri ataşeliği yıllarından anılar canlandıran Bulgaristan Türk aydınları ilgi çekti. “Atatürk ve Bulgaristan” konusunu dikkatle izleyen üniversiteliler Müttefikler Arası Savaşta Makedon çetelerin Güney Batı Rodoplar’da Pomak köylerine saldırılarının durdurulmasında sonuç belirleyen rol oynayan Mustafa Kemal’in diplomatik incelikleri üzerine odaklandı. Dünya mazlum halklarına örnek olan, pek çok Bulgaristan Türkü’nün de elinde silahla katıldığı, yaralandığı, esir düştüğü, can feda ettiği Türk halkının Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan doğan Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihsel rolüne ve ilkelerine değinen aydınlar konuya ilişkin Bulgarca kitaplara işaret ettiler. Deliorman’dan olup Çanakkale zafer meydanlarını gidip gören ve Cumhuriyetin kuruluş yıldönümüne heyecan katan konukların anıları dinlemeye değerdi. Atatürk zaferlerinin Bulgaristan Türklerinin de zaferi olduğu, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetin de Bulgaristan Türklerinin Cumhuriyeti olduğu, tüm soydaşlarımızın kalbinde yaşadığı gururla dile geldi. Törene katılan ve ayrı bir köşede toplanıp kendi aralarında dertleşen Hak ve Özgürlükler Partisi Merkez Yürütme Kurulu ve milletvekili grubu diğer konuklarla kaynaşmadı, kaynaşamadılar. XXI. yüzyılın özünü belirleyen ve T.C. Başbakanı Sayın Recep Tayip Erdoğan önderliğinde güç toplayan, Atatürkçülük ve Cumhuriyet ruhunu daha da zenginleştirerek genişletme atılımını henüz kavrayamayanlar olsa da, çağ atlayan Türkiye Cumhuriyeti’ni yükseklere taşıyan motorun Atatürkçülük ve Cumhuriyet sevdası olduğunu anlamayan kalmadı. Genç ve enerjik bir duayen oluşuyla sevgi ve saygıların en güzeline layık, bulunduğu hizmetlerle her zaman kalplerimizde yaşayacak değerli Büyük Elçimiz Sayın İsmail Anmaz ve yönettiği genç ve usta diplomat orkestrası geçmişi geleceğe bağlayan bu geceyi hatıralardan silinmeyen bir şarkı gibi sundu. Sofya böyle bir kutlama yaşamamıştı Bulgaristan’da Türk-Müslüman topluluğa böyle bir gururu yaşattığınız için sizlere minnettarız.


Makale ve Analizler - 2013

185

İz Bırakmak

Neriman Eralp-03.Kasım.2013

Siz bu Pazar da Nafiye Yıldız’ın yazısını bekliyor olabilirsiniz. Kendisini sevdirmiş bir usta kalemden ayrılmanın zor olacağını tahmin ettiğim kadar, onun yerini doldurmanın da çok zor olacağını biliyorum. Ben de Bulgaristan göçmeni ve Kırcaali köylerindenim, aynı ak yeller yüzümüze vura vura saçlarımızı savura savura yetişsek de, her insan farklıdır, sizin beklentilerinizin de farklı olduğu gibi. Yazıma başlarken düşündüm kaldım, kahve falı açsam olmuyor, çünkü filtre kahve içiyorum, güz çiçeklerinin renklerini, kokusunu anlatsam yine olmuyor, çünkü kır çiçeklerinden fazla oda çiçeklerini seviyorum, onlarsa kokmuyor maalesef. BGSAM bir iz bıraktı. Yüreği ve gözleri kadar düşünceleri de şeffaf olan bir kalem ustasının beyin çizen, hafıza açan, unutulanları hatırlatan, acı ve tatlının kardeş olduğunu anlatan, her şeyin bütünsellikte gizlendiğine işaret eden bir izdi bu. Bir de görülmeyeni gösterdi bize, Gelin Armudu öyküsü, İç Karga Masalı, Belene mahkeme hükümlünün Tuna ırmağının taşmasında özgürlük araması, ihanet illetini soğan zarıyla dile getirişi, her ustanın uzanabileceği doruk değildir. Onun yazdıkları, bedelleri çoktan ödenmiş tecrübelerin damlalarıydı. Bulgaristan Stratejik Araştırmalar Merkezi kalemlerinden bu ısıtılmış köşeyi kaptım da, bana verilen güveni hak edebilir miyim diye düşünmeye başladığımdan beri, dedemin bir sözü geliyor hep aklıma “yetenek doğurandandır” derdi rahmetli. Yazmaya yazarım da, okurun kıvamını tutturabilir miyim acaba? Fikrimi şöyle açabilirim: Recep Bilgin adında bir baba dostumuz 1960’larda bir heyetle ABD’ye gitmiş. Orada sudur, sabundur, jilettir demeyeyim diye Bayer tıraş makinesini beraberine almış. Varmışlar varacakları yere ve bir otele yerleşmişler, sabah tıraş olacak, takmış prizi makine çalışmıyor. Sormuş soruşturmuş oysa Amerika’da cereyan voltajı 220 değil, 110 imiş. Niyet başka sonuç başka! Şu bizim araştırma merkezinde hep politika konuşuluyor. Konuşulanın farklı bir yazılışı var. Bulgaristan’da çıkan bütün kitapları okuma heveslilerimiz, göğüs kabartıyor artık. “Oku, baban gibi eşek olma!” diye yavaştan dokunduracağım, alınan olur diye çekiniyorum. “İlgilenmeden öğrenilemez,” diyenler de çoğalıyor. Dünkü gün, başka bir arkadaşımla havadan sudan konuşurken “dâhiler zor anlaşılır” dedi.


186

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Dahi olan kimdi! Benimle alay mı ediyordu? Bana, sen anlaşılır bir biçimde yazamazsın, her pınarın suyu içilmez mi demek istedi diye gece boyu düşünürken, gözüme uyku girmedi. Ben müzik dinlemeyi, dans etmeyi seven biriyim. Bundan dolayı her olayın iyi örneklendiğinde ve irdelendikten sonra emsalleriyle ustaca mukayese edildiğinde, her zaman her yerde anlaşılacağına inanıyorum. Bir de, olayların aldığı olumlu ve olumsuz tepkiler çok önemlidir. “Kör Fişek” yazısını okudum. Sofya Üniversitesi öğrencilerinin dersleri boykot ederek, yol keserek hükümeti istifaya çağırışını anlatıyor. Bildiğim kadarıyla 1990’larda böyle bir olay yaşanmış Sofya’da. İnandığım bir gerçek varsa o da şudur, 1990’daki öğrenci olaylarıyla Bulgaristan’da demokratikleşme süreci bir milim ilerlememiştir. Olayların seyri içinde gerçekler ortaya çıkmaz. 23 yıl sonra totaliter rejimin bir yavrusu olan sosyalist partinin ve aynı baskı rejiminin istihbarat teşkilatının bir yavrusu olan Hak ve Özgürlükler Partisinin sarmaş dolaş olup aynı iktidarı yanı ayni yatağı paylaştıkları ortadadır. Yatak odasından kadın erkek kavgası bile işitilmiyor. Olağanüstü ilginç olan ise, şu sosyalist partinin babası olan komünist partisi bizim babalarımızın ve annelerimizin adlarını değiştirmişti, dedelerimizin mezar taşlarını yıkmıştı, ben de beraber hepimizi, evimizden, yurdumuzdan. Vatanımızdan kovmayı başardılar. İş “kör olasıları” demekle demek bitmiyor. 23 yıldır bu derin yara izleri kapandı mı? Ben, 1984’en 1990’lara kadar Bulgaristan’da bir Türk ya da Müslüman’a gün gelecek bizim kuracağımız bir partimiz olacak ve bu parti şu imanımızı gevreten ve hepimize kan kusturan totaliter partinin devamcılarıyla dans edecekler, ortak hükümet kuracaklar, yalnız yedikleri içtikleri ayrı gidecek, demiş olsaydınız, en hafif lanetleme “bunun da kafası iyice boş!” olurdu. Boş kafalarda da izler var, boşluğun izleri... Oysa ne oldu, şimdi olup biteni bir dans olan “tango” ile karşılaştırmalı anlatayım. “Tango” sevinç ve öfkenin dansıdır. Adını, zenci kölelerin toplanıp açık arttırmalı satıldığı pazarlardan almıştır. Bir hayvan gibi satılan köleler, elleri kolları kelepçeli, kamçılana kamçılana, asla geri dönmemek üzere, ite kaka gemilere istif edilirken yaşadıkları acı ve kükreyen öfke ile ayrılık sevgimi söndüremez inancının kapıştığı andır. Biz şimdi Bulgaristan’da


Makale ve Analizler - 2013

187

ikisinin de son bileti kesilmiş olan, BSP ile GERB partilerinin yakan bakışlarla çevirdiği “Arjantin Tangosu”nu seyretmiyor muyuz? Sevgi ve öfkenin yandığı ocak yataktır. Tango her zaman yatakta sona erer. Çok yakında biz de bu sahneyi izleyeceğiz. Çünkü arkada kalmış izler var. Ayrılan yollar bir gün yine bir arada kesişir. Gerçekleri yazmak ağır iştir. Şu, BSP ile GERB’in yakında sarmaş dolaş olmaya hazırlanması, ölüm yatağından bir türlü kaldırılamayan ya da artık mumyalanmış olduğu bize bildirilemeyen totalitarizm cesedine hizmetin devam edeceği anlamına gelmiyor mu? Bunun işaretlerini ilk önce veren, HÖH/DPS lider tayfasından Başkan Yardımcısı Hristo Biserov ile milletvekili Yordan Tsonev oldular. Onların ikisi de bundan 3 ay önce parlamentoda gazeteciler tarafından fazla sıkıştırınca “koalisyonun genişlemesinin ihtimal dışı olmadığını” telaffuz etmişlerdi. Onların beyanları “attan düşer belim kırılır” korkusuna kapılan Başkan Lütfü Mestan tarafından hemen tuşlandı. Ardından gelen açıklamalarda, şu Tsonev zaten eskiden kumarhanelerde oyun ebeliği (krupiyelik) yapmıyor muydu, dendi. Ahmet Doğan’ın onu çalma kapma dolandırma işlerinde hova olarak çağırdığı ortaya çıktı. “O pek bilmez!” dendi. Ve olay yatıştı. Tabii bu sözlerden izler kaldı. Koalisyonun dağılabileceği, yeniden kurulabileceği ya da yeni ortak alınabileceği gibi esaslı esasız düşünenler oldu. BSP-Bulgaristan Sosyalist Partisi HÖH-Hak ve Özgürlükler Partisi ile “Arjantin Tangosu”nu müziği tek telle çalan kemancı ATAKA’nın keyfine göre oynamak istemeyebilir, değil mi? Sosyalist Parti HÖH’ü boşarsa, ortalık yanar, tutuşur. Bu da, derin izler bırakır, kuşkusuz.


188

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Geçim Kaynağı!

Dr. Nedim Birinci-03.Kasım.2013

Bulgaristan’da ana geçim kaynağınız nedir? sorusunu kime sorarsanız sorun, bizim insanlarımızdan alacağınız cevap çocuklarımız sağolsun!, olacaktır. Avrupa ülkelerinde çalışan gençlerimizin bu yılın başından beri evdeki yakınlarına gönderdikleri döviz 1 milyar Evro’yu geçti. Gençlerimizin ana bölümü normal sigortalı işçi, birçoğu mevsim işçisi, başka bir bölüm de kayıtsız işçi olarak çalışsa da, 2014’ten başlayarak hepsi Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde yasal olarak kayıtlı işçi olarak çalışma hakkını elde ettiler. Bu yıl gerçekleşen en büyük ve hayırlısı edinim kuşkusuz budur. Avrupa merkezlerinde de çalışmak var çalışmak var. Sigortalı olunca emeklimiz, sağlığımız güvence altında olacaktır. Ne var ki, Bulgaristan’ın Avrupa Birliği üyeliği, büyük uğraşlar sonucu elde edilen edinimler değişik etniklerimiz tarafından farklı kavrandı ve amaca yönelik ve kurallara uygun şekilde kullanılmıyor. AB bir Geçim Kaynağı konusunu bu açıdan ele almak istiyorum. Bu güzel temenni ve tespitlerden sonra gerçek duruma bir de daha yakından bakalım. AB ülkelerinde medya Ekim ayında “Göçler Haftası” düzenledi. Radyo ve TV konuya büyük yer ve zaman ayırdı. Bu yıl Avrupa anakentlerinde en fazla yolsuzluk yapan grubun Bulgaristan ve Romanya Romenleri olduğu defalarca tekrarlandı. “Fayneyşıl Tayms” gazetesi bu vesileyle özel bir araştırma gerçekleştirdi. Yayınlanan yorumlarda iki sonuç dikkati çekiyor: Bir, göçlere karşı dalga yerli nüfusun % 72-83 oranına yükselmiştir. İki, 6 ay sonra yapılacak olan AB parlamento seçimlerinde seçmenlerin % 20’si milliyetçi partilere oy vererek, yabancı akımına karşı daha sert tedbirler alınmasından yana çıkmıştır. AB parlamentosuna aşırı milliyetçi vekiller dolarsa yabancılara karşı “Berlin Duvarı” örülmesi bile gündeme gelebilir. Biz Bulgaristan vatandaşları olarak AB içindeyiz ve yabancı düşmanlığı bizi doğrudan etkileyemez, kanısındayım. AB ve yabancılar konusunu rakamların diliyle konuşursak, 2012 yılında Avrupa Birliği’ne üye 27 devletteki yabancıların toplam sayısı 47 milyon 200 bindi. Şunu noktayı açsak iyi olur. Bu rakamın % 17 milyon 200 bini AB ülkelerinde dünyaya gelmiş ve orada oturmaktadır, belirli ölçüde yerleşiktir. Bu arada, “Arap Baharı”ndan sonra Kuzey Afrika’dan ve şimdi de Suriye’den göç dalgası sel gibi akmaya devam ederken, Bulgaristan’da


Makale ve Analizler - 2013

189

yaşayan yabancı sayısı ancak 100 bin kişidir. Son tahminlere göre, BulgarTürk kara sınırını kolayca geçebilen Suriyeli savaş kaçaklarının sayısının 500 bin kişiyi bulmasından söz ediliyor. Şunu önemle vurgulamak yerinde olur: XX. yüzyılın ikinci yarısında başta Almanya olmak üzere, önce Ortak Pazar sonra da Avrupa Birliği ülkelerinin hızlı ekonomik kalkınmasının temellerinde Türkiye, Portekiz ve İspanya’dan ucuz iş gücü, “konuk işçi” ithali çok büyük rol oynamıştı. 60 yıldan beri aynı yerde oturan ve üçüncü kuşak AB içinde yaşayan bu insanlar vatandaşlık haklarını da kazanmış olup, İslam dini yaşam kurallarına bağlı kalmak suretiyle kendi özgün yaşayış biçimlerini oturtabilmiştir. Türklerle ilgili durumun böyle olmasına karşın, yabancı işçiler ve ardı arası kesilmeyen göçler AB ülkelerinde birçok açıdan problem olmaya devam ediyor. Bu sorunların başında AB ülkelerinde yerli nüfusun yaş ortalaması 41,9 iken, yabancıların yaş ortalaması 34,7’dir ve bu, sayıları artık 28 olan üye ülkelerin tümü için geçerlidir. Yabancıların yerlilerden genç olması kendiliğinden bazı sorunlar doğururken, sıkıntıya neden oluyor. Bulgaristan’dan AB ülkelerine akan geçici göç içinde çok ilginç bir ayrışımın başlaması ve derinleştiği dikkati çekiyor. Etnik Bulgarlar ve Bulgaristanlı Türk ve Pomaklar, kendilerini “Bulgar’dan Bulgar yapan” ve arada Vatanımızda kabul gören genel kültürden çok farklı bir kültürle Avrupa’ya çıkmış olan bizim Romenlerden uzak durmaya, onlarla senli benli olmamaya, işte beraber olmamaya gayret gösteriyorlar. Çingenler ise, her yerde kırmızı pasaportlarını sallayarak “biz Bulgar’ız” yaygarası koparırken, Avrupalıları hayrete düşüren sahneler sergiliyorlar. Resmi istatistiklerde, Bulgaristan dışı AB ülkelerdeki toplam Bulgar Romu sayısının 700 bin olduğu ve genellikle Paris ve Brüksel gibi büyük ana kentlerin varoşlarında barındıkları dikkati çekiyor. Ortaya çıkan bir başka özellik de, Bulgar Çingenelerin Bulgarca konuşmaları, pasaportlarında dil, din, etnik kimlik gibi, onları öteki gurbetçi Bulgaristan vatandaşlarından ayırt eden başka bir belirti olmamasıdır. Bu, evrak üzerinde Bulgarlar ile Çingenelerin eşit olmasından kaynaklanıyor. Avrupa makamları bu konuda işi gırgıra bindirmiştir. Sınır kapılarında, uçak alanlarında ve resmi makamlarla temaslarda Bulgar pasaportlulara sorulan sorular arasında şunlar dikkati çekiyor: “Sliven’de kaç milyon Romen var?” bu soru bir Bulgar vatandaşına Avusturya Almanya sınırında sorulmuştur. “Sen bir Bulgar isen, cildin neden beyaz, neden kara değilsin?” bu soru da Belçika sınır kapısında sık sık sorulan sorulardan biridir. Benzer sorular, AB ülkelerinde polisin ya da gümrükçülerin toplulu-


190

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ğun değişik coğrafya bölgelerindeki nüfus dağılımı üstüne gerekli ayrıntılı bilgiye sahip olmadığı anlamına gelmemelidir. Bunlar, bizim Çingenlerle ilgili vakaların sıklıkla gündem oluşturmasından kaynaklanıyor. Sık sık meydana gelen cinai ve cezai vakalar başlıca Bulgar pasaportlu Romen yabancılardan kaynaklandığında dolayı, AB’de Bulgarlara bakış olumsuz etkileniyor. Bulgaristan Türkleri ve etnik Bulgarlar Batı Avrupa ana kentlerinin Romlarla dolup taşmasından tiksinmiş olup, onlardan uzak durmanın yollarını arıyorlar. Çingen ev eğitiminden gelen ve çalıp kapmayı geçim sağlamada esas alan yaklaşım, 350 Çingen kadı ve kızın bir özel uçak seferiyle Londra’da Sofya’ya gönderilmesine neden oldu. Durum böyleyken, bir de, AB ülkelerinden biri olan Yunanistan’da basın, sözde kayıp olan, aslında bir başka Bulgaristanlı Romenailesinden 500 Euro’ya satın alınan, sahte kimlikle evlatlık edinilen, bir Rom ailesinin dramını uluslararası sahneye çekti. Bu ailenin “bakmak” niyetiyle Çingen talikası (furgon ev) etrafına topladığı çocuklar için 2 bin 790 Euro sosyal yardım aldığı gündem konusu oldu. Çingen çergesindeki feci durum, pislik, sorumsuzluk, sefalet kitle iletişim araçlarında işlendi., olay Yunanistan’dan Bulgaristan’a sıçradı. Şimdiki ağır mali bunalım koşullarında, komşu bir ülkenin sosyal yasalarından yararlanarak geçim sağlama konusu enine boyuna tartışıldı. Bu gibi durumlarda her zaman olduğu gibi, bu kez de sınır tanımayan çocuk ticareti konusu gündeme geldi. Vakaların bir ucu hep Bulgaristan’a uzandı. Bulgaristan’da hamile kalıp Yunanistan’da doğuran ve çocuklarını satanlar Çingen bayanlar birinci sayfalara çekildi. Alıcı olmasa Pazar kurulmaz, diyebilirsiniz. Çocuk satın alanlar olmasa çocuğunu satmak isteyen de olmaz. Öyle ama bu iş artık çığından çıkmış, önünü kesmek zor. Bebek alıp satma, kaçırma, evlatlık edinme olaylarıyla ilgili son araştırma Bulgaristan’ın Novi Pazar (Yeni Pazar), Yambol, Burgaz şehirlerine kadar uzandı. Son 20 yılda dönen bu çarkın asıl Kuzey Bulgaristan’ın Pavlikeni, Mihaylovgrat, Vidin ve Lom gibi merkezlerinde geçim kaynağı olduğu ortaya çıktı. Bu yasa dışı pratiğin temelinde şöyle bir gerçek var. Romenkarısı Bulgaristan’da hamile kalıp ilk aylarında Bulgar sosyal hizmetlerden hamilelik parası, sağlık kurumlarından bedava sağlık hizmeti alıyor. Hamileliği ilerlediğinde, elindeki pasaportla Yunanistan’a çıkıyor. Doğumu orada yapması önceden tezgâhlanmıştır. Sınırda beklenen hamileye doğum esnasında yardım gösterilir. Doğumdan sonra da, bebek ticaretini kontrol eden özel kliniklerde bir süre kalır. İlgili “sağılık kurumu” bebeği sahiplenir, ana-


Makale ve Analizler - 2013

191

sına bir miktar parayla birlikte Bulgarcaya tercüme edilmiş ve tasdikli “ölü doğdu” belgesi verilir, mezarlıkta boş bir kabrin iki başına iki haç dikildikten sonra, doğum yapan ve evladını satan Romenkadını Bulgaristan’a dönüp olayı muhtara anlatır, evrakları sunar, sağlık kurumlarına “ölü doğan” bebek hakkında belgeler sunulur ve o artık yeniden hamile kalmaya hazırdır. Bu konuda basında çıkan söyleşilere bakılırsa, kim ana kim baba, alan kim satan kim, çalan kim meseleleri Arap saçı gibi öylesine karışıktır ki... Yunan başkenti Atina kenarındaki Larisa kasabasında polis baskını esnasında bazı kadınların 9 çocuğu olduğu, bunlar normal olarak dünyaya gelmiş olsa, bir kadının 6 ayda doğum yaptığı gibi saçmalıkların ortaya çıktı. Akla fikre sığmayan sahtekârlıklar, rüşvet olayları vb. gizlenemedi. Sahte evrak tanzim eden şebekeler var. Bu olay öyle bir parladı ki, Kanada, Birleşik Amerika, Polonya ve Fransa gibi gelişmiş ülkelerde kaçırılan çocukların DNK testiyle bulunmasına çalışıldı. Dünyanın en kötü ticaretlerinden olan çocuk ticaretinin çok geniş boyutlarda uluslar arası yaygınlaşması hem büyük bir sıkıntı, hem endişe hem de korku uyandırdı. Çocuk ticaretinin ardında, organ mafyası gibi, dünya çapında örgütlü kuruluşların bulunduğu, bu işte büyük paralar döndüğü ortaya çıktı. Bu Çarşamba çıkan Sofya “Standart” gazetesi, Yunanistan’a gitmeyi başaramayan, 14 yaşında Burgazlı Çingen kızı Mariya’nın parkta peyke üzerinde doğum yaptığını ve hem polise hem de sağlık ekiplerine zor anlar yaşattığını yazdı. Mariya bir yıl önce aynı şekilde yine parkta bir de oğlan doğurmuştu. 30 Ekim tarihli “Presa” gazetesi, Bulgaristan’da ancak 350 bin Çingen olduğunu yazarken, sanki kanunda “yalan yazana ceza yok” gibi davransa da, Dış İşleri Bakanı Volgin “Bulgaristan’ın en büyük sorunu Çingen nüfus sorunudur” demekten geri durmadı. Çingenlere oy deposu olarak bakmaya başlayan Hak ve Özgürlükler Partisi’nden bu konuda resmi açıklama beklendiğini bir daha beyan ediyoruz. Kuşkusuz bu durumda, herkesin aklına ilk gelen, insanları adli suça sevk eden yalnız Geçim Sıkıntısı mı gibi sorulara yanıt aranmalıdır. Konumuz geçim kaynağıdır ve ister istemez şu noktalara da değinmek zorundayız. Karınları şişmesin, yüzleri kırışmasın, doğururken çıkan haykırışlardan ses tellerine bir şey olmasın diye doğurmayan ve evlatlıklarını “kov yoz salonundan” seçen ve bunu yaparken “yaratanın kav yoz” olduğunu sanan emsalsiz güzeller, bir kadının en önemli vazifesi olan, ana olma görevini yerine getirmekten aciz olmakla, aslında “modern köleliği” yaratanlardır. Avrupa İnsan hakları bildirgesinde 14 yaşında doğum yapmak, teca-


192

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

vüz sonucu olup, kölelik biçimidir. Kısırlığı ilahlaştıranlar için, bu gidişle belki sütanaları çiftlikleri kurulacak. Yetenekli ana babalar meslek ve güzellik peşinde koşarken doğurmamaya devam ederse, dünya kaç asır gerilere gider, hiç düşündünüz mü? Bu doğal ya da rastlantı gelişmelerin insanların geçim kaynaklarını etkilediğini, her gün değiştirdiğini, değişime ayak uydurulamasa işlerin zorlaştığını, kimileri için “U” dönüşü yapmanın ahlak sorunu bile olmadığını, anlatmaya çalışıyorum. Bulgaristan’da 50’den fazla anasız babasız, bırakılmış, ortada kalmış, kimsesiz, sefil çocuk yurtları, ilk ve ortaokullar var. Son çözüm bumudur, yoksa bu ağır sorunu çözmek için de yeni anahtarlar aranmalımıdır. AB üyeliğimiz kendiliğinde çözüm sunmadı. Eğitimsiz, parasız, mesleksiz insanların AB’de kentlerinde dilenmekten ya da çalmaktan başka ne işi olabilir. Ahlaklı ve düzenli bir ortak yaşam yolunun yalnız sosyal yardım dağıtmaktan geçmediğini artık kabul etmeliyiz. Konuyu işleyen Alman basınında, insanlık “modern kölelik çağı”na girdi, cümlesi belirdi. Çocuk ticareti geçim kaynağı oldu mu? Olay değişiyor kuşkusuz. Bu soruyu soran bizler XXI. yüzyıl kaprislerini, derinleşen mi yoksa yerinde mi sayan bunalımın yarattığı yeni olguları algılamakta güçlük çekiyoruz. Uluslar arası çocuk ticareti ülkemize uzanmış, uluslar arası suçlara kaynak durumuna gelmişiz ve olay iyice yerleşmiş, kendi mekanizma, usul ve ruhunu yaratmış, mafyalaşarak belirli bir kesimin geçim kaynağı durumuna gelmiş, ben utanıyorum. 14 yaşındaki kızlar doğuruyor. Doğurup peyke üzerine bırakıyor. Dünyaya getirdiği çocuğu görmeden yeniden yükleniyor. Yalnız biz, namuslu ve dürüst, Bulgar vatandaşı olma onuruyla yaşayan ve yasalara uyulmasında ısrarlı olan sıradan vatandaşlar değil, AB içinde, Alman insan hakları savunucuları da biz kadar tepki gösteriyor. Hala olgunluk çağına girmemiş olan bir kız çocuğu istese de, istemese de, eğer devamlı hamilelik durumunda yaşamak zorunda bırakılıyorsa, tek geçim kaynağı buysa, hamile kalıp çocuk taşımak ve sonra doğurup peykede bırakmak, bebe satmak modern dünyada bir kölelik biçimiyse, ben bu dünyada yaşamak istemiyorum. Erkeğin hamile bıraktığı kadını tanımadığı, doğacak oğlan ya da kızını hiçbir zaman görmeyeceği, tanımayacağı, annenin satmak için yüklenip doğurduğu bir dünyada her şey olur ama mutluluk olamaz, kanısındayım. Yarın “köle köle doğurur” inancı uyanacak. Moral bakımından en geri ülkelerin en gerisinde kalmaya namzediz. Modern köleliğin ana kaynağının Vatanımız olması ne kadar acı bir şey, değil mi... Roma İmparator-


Makale ve Analizler - 2013

193

luğu zamanında, bizim topraklarımızda bin yıl süren kölelik devrinin yeni biçimini insanlık yeniden yaşamayı kabullenir mi acaba? Biz uzak kalalım lütfen. Buna razı olamayız! Bunları yanıtlanması zor sorular.Etnik kökeni ne olursa olsun, yaşadığımız ve modernleşmesi ve demokratikleşmesi için mücadele ettiğimiz toplumumuz insanı bir meta durumuna getirilmemeli. Bu yolu kesmeliyiz. Modern dünyada çocuklar alım satım nesnesi yapabilir mi? olmamalıdır. İnsanlığın şimdiye kadar ömrü bedenle ruhu birbiri içinde ve birbirinden ayrı anlamaya çalışmakla geçti. Ben bir bebenin eşdeğerinin para olabileceğine inanmak istemiyorum. Çocuk sevgisi parayla değiştirilebilir mi? Ana sevgisinin karşılığı olabilir mi? Hele para hiç olamaz! Birimiz hepimiz için yeni geçim kaynakları yaratalım. Bu konuda uyanalım.

Mal Canın Yongasıdır

BGSAM-03.Kasım.2013

Deliormanın incisi Şumen’deyim. Aynı ismi taşıyan otelin balkonunda İsrailli dostum Jackob Alsheich ile karşılıklı oturmuş kahve içiyoruz. Jackob 60’ın oldukça üstüne merdiven dayamış, onun okuduğu zamanlar elektronik bilim doğumuz muydu bilmiyorum ama o bir elektronik mühendisi ve “SAL İnternational” Şirketinin Müdürü onuruyla yudumluyor az şekerli ve az sütlü expresoyu. 2 günden beri konuğumdur. Daha doğrusu bir işle gelmiş de, her sabah bir taksiyle Varna yolu boyunca bir yerlere gidip geliyor, fakat derdini henüz dökmedi. Bulgarcası senden benden düzgün, dil problemi yok, çocukluğu bizde geçmiş, Tel Aviv’de Vatan dilimizi beslediği belli oluyor. Dürüst, anlaşılır ve gramer kurallarına uygun konuşuyor. - Bu sabah pek düşüncelisin, bir şeyler mi oldu?, diye sorup, ağzından laf almaya çalışıyorum, gözüne bakarak tabii. Bir telaş, bir heyecan var sanki üzerinde, içine sığmayan endişesi kendini ele veriyor. - Yeni toprak kanunu oya sunuldu, dedi. - Hayır, ola Yahudiler bizde toprak işlemezdi, ne iş diye sorduğumda bir SMS aldı, telefona sarıldı ve haberi açıp okumaya koyuldu ve anlatmaya başladı. “Bugün Sofya parlamentosu ATAKA partisinin yabancı-


194

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lara toprak satılma yasağınızı uzatan tasarısı onaylanacak, bilmiyor muydun?” diye sordu. Yabancılara toprak satmayı yasaklayan kanun süresinin 2020 yılına kadar uzatılmasına ilişkin ATAKA partisinin sunduğu önerinin bugün tartışılacağı ve onaylanacağı aklımın ucundan bile geçmemişti. Zaten hem hükümeti hem de devleti parmağında oynatan Volen Siderov’a öteden beri öfkeliydim. Ahmet’ten sonra Lütfü’nün de onun oyununa gelmesine zaten tepem atmıştı. Ben, Bulgarlar milliyetçilerin yabancılara toprak satılmasına karşı olduklarını biliyordum. Avrupa Birliği’ne gireli bu sorunun bir çıbanbaşı gibi zonkluyor. Biz gidip Hollanda’dan toprak, ev, bahçe satın alabiliyoruz da, aman bizim malımıza dokunan olmasın havası atmada da ustayız. Bulgarların gözü dışarıdadır. Birkaç gün önce Cumhurbaşkanı Rosen Plevneliev Yunanistan’dan 700 bin Evroya bir malikâne satın aldı. Kapısında şu kadar bekçi, mutfağında şu kadar hizmetçi olduğunu gazeteler sayfa dolusu yazdı. AB üyeliğimize dayanarak biz dışardan istediğimiz gayrı menkulü satın alabilirken, AB üyesi devletlerden yabancıların bizden arzu ettikleri toprağı satın almalarına yasal yasak uygulanması, hem birçok kişiyi rahatsız ediyor, hem de dış basında da yorum konusu oluyor. En fazla rahatsız olan da AB yönetim organlarıdır. - “Şu Volen Siderov faşisti var ya, o toprak satmayı yasaklıyor”, Derken, Yahudi konuğum hazır cevap bir cümleyle düşüncelerimi kesti ve gözlüklerini takarak gözlerini “Bulgaristan 1300 Yaşında” heykelinin bulunduğu karşı tepeye dikti. - “Siz faşistlerden çok çektiniz, unutamıyorsunuz tabii”, derken onu avutmak istesem de Jackob’un yarası hem derin hem de tazeydi. - Doğrudan konuya girdi, “şu “Bağlar Ardı” mevkiinde, şuracıkta, hem de topluca bir yerde, İkinci Dünya Savaşı sırasında buradan kovulan bazı Yahudi ailelerin 11 dönüm yeri var, parsellenmiş, geçen yıl şehir planına alınmış olan bu toprağımızı hayırlı bir müşteriye kısmet olursa satmaya geldim”, sözlerini üstüne basarak ifade ederken, derdini açtı. - “İyi de, bu bunalımda, herkes sıkışık, keseler boş, alıcı bulunur mu?” Dedim hafifçe ve bense ters yöne yani Varna yolu istikametine çevirdim başımı ama önüme dikilmiş cevizin henüz dalında olan yapraklarından uzağı göremedim.


Makale ve Analizler - 2013

195

- “Moralimi bozan, Sofya’da yapılan oylama, işte bak, haber SMS olarak geldi. Hak ve Özgürlükler Partisi dışında, üç partinin milletvekillerinin yarısı yabancılara toprak satımına karşı oy kullanmış. ATAKA ise, tümüyle “yasaklanmalı” diyor. Yabancılara toprak satmayı yasaklayan yasa 2020’ye kadar, yani 7 yıl daha uzatılmış.” - “Bu iyi mi? Kötü mü?” diye sormama izin vermeden devam etti: - “Alıcım hazır, Hollandalı bir müşterim var, hemen bu akşam uçakla inecekti, neyse, sonu iyi olsun”, dedi, içini çekti ve bir SMS’le değişen durumu müşterisine bildirmeye koyuldu. “Adam aktarmış ve bizim Koca Balkan eteğimde şifalı çiçek, ot, kök ve yaprak kurutma tesisi yapacakmış. İyi aslında, birkaç kişiye iş de olur.” - “Kaça verecektin? Aktarmış ha! Pazarı varsa iyi iş... Hollandalı buraları sever.” “Onun Vatanı olan vaadi deniz seviyesinden alçak olduğundan kuzey buzları eridiğinde su altında kalacakmış”, diyorlar. “Su üstü, deniz dibi Vatan olmaz, gelsin, gelsin, sevap olur!” Aslında bir yabancıya satılacak olan bu arazi bizim Vatanımızdan bir parça olduğundan ilgim daha da arttı. 65 yıl önce, Almanya’da ırkçı Hitler hortlamasından sonra o zamana kadar, belki de 500 yıl Vatan bildikleri topulu topraklarından tasını tarağını toplayıp canlarını kurtarmak pahasına kaçmak zorunda kalan karşımda oturan Jackob ve soyu, artık bizden tamamen yabancılaşmış şu haliyle Vatan toprağımızı bambaşka bir yabancıya satmak istediğinden ötürü ilgimin büyümesinde haklıydım ve 1 metre kare Vatan toprağımızın kaça pazarlandığını bilmek istedim. - “O, metre karesini 8 Evro’dan alacaktı. Parayı bloke etmişti. Fakat bu durumda gelmez ve pazarlık şu an bozuldu, yazık oldu”, derken, onun bakışında bir arayış belirdi. “Bir bira içsem belki kendime gelirim, biraz sıkıldım,” dedi. - “İkramım olur, sen misafirsin, burasının en güzel birası yerli biramızdır, fıçıdan isteyelim nefistir”, dedim ve el işaretiyle garson kızı aradım. Biraları beklerken hayretim yüzüme vurdu. Jackob’ın sıkıntısını sindirirken, bizde bir metre kare kırsal toprağın 2-3 levadan alıcı bulmada zorlandığı şu dönemde, bir ucu İsrail’de bir ucu da Hollanda’da internet üzerinden sürüp giden pazarlıklarla topraklarımızın metre karesinin 16 levadan alıcı bulmasına, şaşmadım desem, yalan olur. Bir ay önce yakın tanıdığım şu bayırın ardındaki Hitrinolu Ayşe nine evinin kiremitlerini aktartmaya para ararken, yoncasının bir köşesini 300 le-


196

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

vaya satabildim diye seviniyordu. Şu internet denen alet var ya, istediğin toprak parçasını ekrana çektiğinde ve köşesine tapusunu eklediğinde dünya çapında pazarlık başlıyor. Yeme de yanında yat! Biz bu diyarın her yerine özel bir duyguyla bağlı olduğumuzdan, güzelliklerimizin buketi bozulmasın diye bir tek çiçek koparılmasın, tek ağaç kesilmesin diye titrerken, ne su ne de para isteyen Vatan sevgimizi geleceğimize taç ederken, oyun bozulmazsa bir müddet daha böylece mutlu olabiliriz. Jackob’un sülalesi bu memleketten gitmek zorunda bırakıldığı zaman, Deli Orman’a olan tutkuları yüreklerini yakıp cız etmeden sönmüş. Oysa bizim buradan toprak almış olmaları, onların da burasını bizim kadar sevdiği anlamına gelmeliydi. Ne yazık, zamanla sevgileri buhar olup gitmiş gibi. Burada kalan Vatan toprağı değil, bir avuç para... Satılacak bir mülkü! Elinden çıkarıp, buraları iyice unutmak istiyor. Evlatları ve torunları “Bağlar Başı”nı bilmiyor, gelip görmek istemiyor. Tek istekleri var: “Bağlar Başı”nın parasını banka hesaplarında görmek. Fiyatların alçalıp yükselmesini beklemeden bu işi bitirmek için dedelerini Şumen’e göndermişler. Karşımda oturan konuğum bir yurtsever değil, bir satıcı durumunda, hedefi para kazanmak. İyi ki bizde emlakçılık gelişmedi, emlak pazarı kapalı. Kapalı kapalı olmasına da değiş tokuş şeklinde memleketin yarısı el değiştirdi. Bizde toprak pazarının gelişmesine en büyük engel aslında toprak mülkiyetimizi yani öz topraklarımızı tapulu senet haline getirememiş olmamızdır, hele şu 1990’larda terk edilen topraklarda, çayırlarda, korularda, bağ bahçelerde Romlar at oynatıyor. Yollara dökülmeyen üreticimiz bir, elinde birikmiş parası olmadığından, iki, elimdekini de kaybederim korkusuyla yaşadığından dolayı özel mülkiyete dayanan üretim geliştirmek için banka kredisine başvurmadı. Köylümüz, her Cuma, Hz. Muhammed (sav)’in “bana tarlayı değil, pazaryerini gösterin” sözlerini hatırlatan imamı dinledi. “Demokrasi geldi.”, “Pazar ekonomisi yerleşti” diyenlerin saçmaladığını biliyordu. AB, “her derdinize derman olacağım” kandırmacısıyla şimdiye kadar Bulgaristan’dan 5 milyar Evro yıllık üyelik parası aldı da, ancak 2, 6 milyarını kredi olarak geri verdi o da köylere uğramadı. Bu işten de zararlı çıkıyoruz. Çingenelerin kırda, hasat zamanı tarlada bağda bahçede hâkim bir durumu var. Mülkiyet hakkı tanımıyor, saldırıyor, yoluyor, talan ediyor, altından girip üstünden çıkıyorlar. Kalabalık oldular. Bağ bahçelerde meyvelerimizi ham yiyen hep onlar. Ellerinde sırıklarla süt cevizlerimizi dalından indiren onlar. Bu bollukta dilenmeden geçinmeye alıştılar. Gözleri kesince


Makale ve Analizler - 2013

197

istedikleri mülke istedikleri gibi girip çıkıyorlar. “Alsın geber esiciler yesin patlasın” lanetini savuranlar bu defa haklı çıkmadı, kısmet Romen şoparlarınınmış... Aşılması gereken sorun da bu aslında, malımızı mülkümüzü gelecek kuşağa tapulu olarak devredip yeniden sahiplenmek. Satıp kurtulmak işten değil. 2020 yılı yakında gelecek, toprak pazarı yabancılara açılacak, biz bu defa hazırlıksız yakalanmadan tedbirlerimizi zamanında almalıyız. Bu arada, HÖH’ün daha önceki iktidar ortaklığı döneminde, hele de Tarım Bakanlığını Nihat Kabil’in yönettiği yıllarda, bilinen demokrat ve araştırmacı yazar Edvin Sugarev’in geçen hafta çıkan “Lanetli Zamanlar” kitabının 7. sayfasında toprak değiş tokuş işlerinde koalisyon hükümetleri döneminde 6,2 milyar leva tutarında yolsuzluk yapıldığını yazıyor. Kuş uçmaz kervan geçmez yalçın tepeler deniz kıyılarıyla, Kamçiya Irmağı ovasına ve sahil kıyılarına parsellenerek değiştirilmiştir. Türkiye’ye gidenlerin yerleri de ne hikmetse köy muhtarlarının oluverdi. Ülkemizin en verimli bölgelerden devlet ve belediye mülkleri dağa taşa peşkeş çekilmiştir. El değiştiren orman, koru, çayır ve işlenir arazilerin toplamı 440 bin dekardır. Bu değiş tokuş işlemleri yasalara terstir, usulsüz yapılmıştır. Olaya savcılık el atmalıdır. Bu işte milyarlarca Evro tutarında yolsuzluk var, birçok insanımızın hakkı yendi. Bu rüşvet denizinde o zamanlar HÖH Başkan Yardımcısı sıfatıyla eli uzun olan Kasım Dal da vardı. Onun yaptığı değiş tokuşun toplam 80 milyon US Dolar tutarında olduğu basına sızdı. Başbakan Stanışev’in kardeşi ve eski bakanlardan Nikolay Vasilev ve başkaları yolsuzluk çetesinin başını çekmiştir. Halen bu yolsuzluk olaylarını masa üstüne yatıran Avrupa Birliği Adalet Komisyonu’ndan Bulgaristan’ı 2-3 milyar Evro cezalandırması bekleniyor ve bu büyük bir sıkıntıya neden oluyor. Bu gidişle AB’ye ceza ödemekten başımız ağaracak. Derinlere daldığımı anlayan misafirim Jackob birasını “şerefe” demeden yudumlamaya başladı. Onda olan para kazanma duygusu, dede mülkünü satıp para kazanma hissi, biz Türklerde henüz kristalleşmemiş. Aramızda bunu ağzına alan, düşünen bile yok. Birisi tarlasını, bağını, bahçesini, ormanını satsa camiye zor girer, cemaat içinde gözden düşer. Toprağımız bizim için azizdir. Allah bize onu bizi beslemesi için vermiştir. Elimizden çıkarmamız, kaptırmamız,


198

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

talan ettirmemiz günahtır. Toprağımız Vatanımızdır. Vatan satılmaz. Satılsa parası yenmez, içilmez... Biz en sevdiklerimizden ayrılırken, “ayrılık bizi yıkamaz, bir şey olmaz” deriz, iki insanın birbirini sevmesi için devamlı beraber olmaları gerekmediği gibi, bir meta, bir mal, bir mülke beslenen duyguları uzaktan yaşatmak da olasıdır. Çünkü biz başka yere gitsek de “zor ısınırız” hep aklımızda olan bizi yaratanın bize uygun gördüğü, Vatan olarak bahşettiği yerlerdir. Atalarımız, soy kültürümüz hep oradadır. Tabii düşüncelerim derinleşmeye başladı. Şu işe bak. Sultan Süleyman’ın XV. yüzyılda İspanya’dan enkvizisyon imhasından, ateşte yakılmaktan kurtarıp Anadolu ve Balkanlara taşıdığı, ev bark verip topraklandırdığı ve Osmanlı tebaasına kabul ettiği Yahudiler mallarına ne güzel sahip çıkıyorlar. Hele biz Bulgaristan Türk ve Müslümanlarına her bakıma örnek bir harekette bulunuyorlar. Onlar, buralarda misafir, esnaftır, tüccardır, tefecidir derken tapulu mal mülk sahibi olmuşlar. Büyük Savaşta dünya yanarken, Yahudiler Aushwitz, Gissenbau, Varşova toplama kamplarında gaz kamaralarında acımasızca yakılmıştı. Bazıları da o zor günlerde bile mal mülk evraklarını büyük bir özenle koruyabilmişler. O dehşetli yıllardan 65 yıl sonra geri dönüp Şumen’in Varna Yolu kenarsında “Bağlar Başı”da 11 dönüm benimdir, tapulu malımdır, deyip, Hollandalı birine metre karesini 8 Avrodan pazarlamıştır. Deyecek sözüm yok vallahı. Ancak biz bu işlemi yapabilmekten ne kadar uzağız diye düşünüyorum, kafamda bir hararet dalgası yükseldiğini fark ediyorum ve ben de Jackop gibi bu sıkıntımı şimdilik ancak şu köpüklü bira düzeltir, gibi bir içecekten medet umarken, kadehime uzanıyorum ve kaldırırken “şerefe” diyorum. Ya biz neden böyleyiz. Ya biz neden modernleşemiyoruz, neden bu kadar geri kafalıyız. Ya hepimizin aklımız başımıza ne zaman gelecek! Osmanlı 513 yıl önce şu Jackob’un dedelerini ta İspanya’dan infazdan kurtarıp bize bir şeyler öğretsin diye gemilere doldurup buralara getirmiş ve istihkâm etmiş ama biz onlardan düzgün evraklı mal mülk sahibi olmayı, malımızı mülkümüzü, yeri değişmezlerimizi belgelendirmeyi, belgelendirerek ebedileştirmeyi, evrakları tanzim ve tasdik etmeyi, bizim olanı istediğimize, evlatlarımıza devredilebilir duruma getirmeyi, mülk evraklarımızı dünya var oldukça geçerli duruma getirme konularının inceliklerini bir türlü öğrenememişiz. Aklıma gelen şu oluyor. Tüm topraklarımızı tapulu halde birleştirsek ve Avrupalı bir tarımcı menajere kiralasak ve parasını kıtır kıtır Boğaz kenarında yesek, ne güzel olur, değil mi. Biz bu işten sadece bir adım uzağız. Biz AB içinde en büyük ve en modern


Makale ve Analizler - 2013

199

soydaş çiftliği kurabiliriz. Bu defa Volen Siderov’un milliyetçiliğinden yağ çıkarmalıyız. Tapusunu alırsak vergisi olur, sigortalarsak harcı olur korkusunu yenmeliyiz. En basit bir tapu alma işinde neden atılgan değiliz. Son göçte kanımızı emen, bizi bitiren tapusuz üretime dayanan kooperatifçilik oldu desek, katılmaz mısınız? Şu her şeye boş verme gevşekliği kanımızda olmadığına göre, nereden geliyor acaba? Tanrıya inanınca, gece gündüz iman ederken, iş bu basit işlerin kendiliğinden oluvereceği anlayışını aşmamız mümkün olmadığına göre, el ele verip bir daha bir daha ne zaman yola çıkacağız, bir söyler misiniz! Şu büyükçe camilerimizde vaaz üstüne vaaz veren hocalar, aynı şeyleri bilmem kaç defa anlatmaya çalışacaklarına, bizim insancıklarımıza, şu derdinizin dermanı şudur, demeye ne zaman başlayacaklar, hiç düşündünüz mü? Vatan toprağı denizimizi baştanbaşa bırakıp gittik, şırıl şırıl akan ırmaklarımıza dönüp bakmadan çekildik, biz sılayı kendimiz seçerken, sahipsiz mülkün öksüz çocuk gibi çaresiz kaldığını bilsek de, en kötüyü düşünmedik. Düşünmek istemedik. Yaptığımız yanlışların hesabını kendi kendimizden bir gün soracak mıyız? Ya şu her seçimde, kendilerine sandık dolusu oy verdiğimiz Ahmet Doğan ve tayfasına “bir tapu bir oy!” demeye ne zaman başlayacağız. Tarlalarını evlerini, çayırlarını, bağlarını, bayırlarını elinin tersiyle itip göç etmek zorunda kalan ve halen maddi durumları iyi olmayan soydaşlarımızın oralarda kalan mal ve mülklerinin tapuları tamamen bedava olmak üzere, ne zaman ellerine verilecek? Bu kavşaktan tek çıkış var: bir tapu bir oy! Politikası olmalıdır. Bunları haykırmak geliyor içimden otel balkonunda otururken ama Jackob’dan utanıyorum. Siz anlatanı anlamaz, ne kalın kafalı insanlarsınız, diyecek diye korkuyorum. O bir şey demeden susuyor. Bizim Türklerle sorunumuz olmamıştır, siz iyi insanlarsınız, iyi komşularımız-dınız, hoşgörünüzden çok şeyler öğrendik diyerek durumu idare ediyor. Korksam da ne olacak. İçimi bira ile serinletip aynı kör yolun yolcusu olmaya devam ediyorum. - Jackob, “sizin milletvekilleri bu defa çok yüksek Avrupalı bilinci gösterdiler”, diyerek giriyor söze, HÖH partisi yabancılara toprak satma konusunda beraberce “satılsın” dedi. Satılsa ne olur ki. Bizim Cumhurbaşkanı Yunanistan’dan ev alıyor da ne oluyor, değişen bir şey yok. Ben dış ülkelerden birinin gelip bizim tarlaları satın alıp tütün işleyeceğine inanmıyorum. İrlandalılar, Şotlandalılar ve İngilizler Veliko Tarnovo ili köylerinden ev aldılar, evlendiler tozdular ama ısınamadılar, çekip gittiler. Çünkü işin içinde helal yoktu. Kaptı çaldı sattı... olmuyor işte. Bize gelen Japon-


200

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lar da aynı kaderi yaşıyor. Ne olacak öyleyse, biz satamıyoruz, onlar alamıyor, ama bize satıyorlar... Ukrayna’nın engin buğday ve ayçiçeği ovaları geldi gözlerimin önüne, para işleri krizi oranın da belini bükmüş, Kiev hükümeti ülke toprağının % 10’unu Çin devletine 50 yıllığına kiralamış ve 2 milyar US Dolar almış. Avrupa nüfusunu besleyecek durumda olan bu bereketli toprakları önümüzdeki yarım asır, neredeyse bir insan ömrü Çinliler ekip biçecekler. Bu ovalardaki Ukrayna köylüleri Çin kuşatması içinde yaşayacaklar, belki de o bölgeyi tamamen boşaltacaklar. Çok acı değil mi! İnsan Vatan toprağını başkasına kiralar mı? Vatansız yaşanır mı? Bizde tarım kooperatifleri (TKZS) ve Tarım Sanayi Kompleksleri (APK) bozulurken, köylülerin topraklarının, çayırların, ormanların tapuları geri verilmeliydi, ne yazık ki verilmedi. HÖH bu konuda hiçbir şey yapmadı. Kooperatifçilik düşmanlığı köylerimizi ve köy ekonomimizi yıktı. Köylü ahırlarında 960 bin iri baş hayvanımız vardı, bugün AB bize 90 bin inek ve manda size yetsin diyor. Darlık içinde bolluk olmaz. Göç yüzünden 150 bin hanenin malları ve mülkleri telef oldu. Halen işlenmez durumdadır. Kimse geri gelip tapu peşinde koşmadı. Sözde işler düzelirken bir yandan da işte böyle derin bir bozgun oldu. Bu gerçekliği iyi bilen HÖH partisi hazır oncuları da insanımıza ve soydaşımıza arka olmadılar. Tabii ben, birlikte bira yudumlamaya devam ettiğim İsrailli mühendis Jackob Alsheich’in bu yolsuzlukların hepsini bilip bilmediğini bilemem ama onun Bulgar yayınlarını yakından takıp ettiğinden eminim. Beldi de bu nedenle, hala Yahudi malları ve mülkleri yerli yerinde dururken, satıp kurtulayım zihniyeti onu buralara getirmiştir. Geldiği yerse yıllardan beri Suriye ve İran füzelerinin menzilinde, Hamas Grubunun hedefindedir, ama Vatandır ve hiçbir şeye değişilmez. Ne var ki, bizim yani Bulgaristan Türklerinin böyle bir zihniyete yükselmemiz gerekli oldu. Vatan toprağı yabancıya satılmaz. Başkalarının Vatan toprağına da göz konmaz. - “Şerefe diyorum!” İçtiğimiz biranın arpasının bizim tarlalarda yetiştiğini düşünmem bile, toprağımızın bu denli harika bir tat ve lezzet taşıması, ruhumu okşuyor. İzet Hocaoğlu


Makale ve Analizler - 2013

201

Kör Fişek

Durmuş Mutlu-03.Kasım.2013

136 gün devam eden “No Oreşarski” protesto hareketinden sonra, şimdi de bütün Bulgaristan’da birçok üniversite ayaklandı. Hemen söyleyelim, Sofya “Kl. Ohridski” Üniversitesi başta olmak üzere, yükseköğrenim enstitüleri politik hedefleri gerçekleştirme merkezi haline getirilmek isteniyor. Ara sıra özellikle Sofya’da Üniversite ve yüksekokullardan sokaklara taşan ve sokak çatışmaları yaşayan, fakat henüz kristalleşmiş belirli bir program sal hedefi olmayan bu eylemiyle ilgili çok farklı görüşler açıklanmaya devam ediyor. Bunların arasında, üniversite hocalarının fikirleri ve değerlendirmeleri merkez basında yayınlanarak kamuoyuna açıklık getiriliyor. Üniversite öğrencilerinin kitle eylemleri denince herkesin aklına hemen 1968 Paris Üniversiteli direnişi gelir. Bulgaristan’da 1990’daki değişim rüzgârının önünde yine Sofya Üniversitesi öğrencileri vardı. Onlar, daha sonra iktidar olan Demokratik Güçler Birliği (CDC) nin kuruluşuna da katılmışlardı. O eylemlerin hedefinde komünist rejimin yıkılması; totaliter düzenin dönüştürülmesi ve demokratikleşme, insan hak ve özgürlüklerinin verilmesi, adaletli bir düzen kurulması vardı. Geçen 23 yıl, öğrencilerin ve beyaz yakalıların Bulgaristan’da toplumsal yenilenmede ana itici güç olmadığını kanıtladı ve Demokratik Güçler Birliği yelkenlerini dolduran politik rüzgâr dindi. Tek partili totaliter rejimden çok partili demokratik düzene geçilmesinin temelinde üretim biçiminin dönüştürülmesi yasalarının yattığı gerçeği bizde de belirleyici rol oynadı. Geçiş döneminin dünya çapındaki şu mali ve ekonomik bunalıma rastlaması işleri bir o kadar zorlaştırdı. Eski üretim teknolojilerine dayanan ekstanziv üretim biçiminden modern teknolojilerle donatılmış yeni ve daha yüksek bir üretime geçilememesi, Bulgar ekonomisini çökertti. Geçiş döneminde, ekonominin batık durumu ve tüm çabalara rağmen toparlanıp başkaldıramaması, Bulgar politik sağının örgütlenmesine de temel engel ol-


202

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

muştur. Politik sağın olmadığı bir ülkede toplumsal gelişme de çarpıklıktan kurtulamıyor. Bu bakıma, şimdi patlak veren öğrenci olaylarının politik istekler öne sürmesi tutarsızdır ve toplumsal destek bulması olanaksız gibidir, çünkü 5 ay önce kurulan Plamen Oreşarski hükümeti köklü reformlar yapacak bir imkâna ve birikime sahip değildir. Bir AB ülkesi olan Bulgaristan yıllardan beri bağımsızlığını kazanma için kopmak istediği Rusya’dan pek çok açıdan kopamadı; bütünleşmek istediği Avrupa ile de henüz bütünleşemedi ve bu sürecin acılarını çekmeye devam etmektedir. Şu gerçek iyi görülmelidir: Üretim araçlarından uzak olan öğrenci başkaldırısı, her yere ve her bakıma az gelişmişlik damgası olan ekonomik çöküntü içinde sivrilmiştir. Ne ki, şimdiki üniversiteli boykot dalgası aslında toplumun dip tabanında bir hareketlenmenin simgesi veya müjdecisi değildir. İşçi sınıfı, sendikalar, kamu kuruluşları üniversiteli hareketlerini desteklediğine işaret vermiyor. Köylü tabaka ise kış uykusuna hazırlanıyor. Bulgaristan’da yaz aylarındaki kitle eylemlerinde temel güç olan ama ülkeye yeni bir üretim biçimi yerleştirmeye henüz gücü yetmeyen beyaz yakalıların politik öncüsü henüz sahnede yoktur. 4 yıllık yönetimi esnasında dört fabrika açamayan Boyko Borisov’un tek partili GERB yönetimi anlaşıldığı üzere, demokrasinin ana kuralını henüz öğrenememiştir. O ise, demokrasiye inanan bir güç, seçim sonuçlarına kızmaz! Gerçeğidir. Bu modern dünyanın olmazsa olmaz bir kural olup, demokrasinin ana kurallarından biridir ve uyulması şarttır, uyulmadığı zamanlarda anarşi kapı çalar. Bu yüzden, Ekim ayında Üniversite derslerinin boykot edilmesinde kokusu burunlara gelen parayla kışkırtılan bir anarşidir.. Geçen yüzyılın hem Avrupa hem de Bulgar deneyimleri, okumak için özel ve devlet eğitim kurumlarına toplanan gençlerin protestolarıyla, derse girmeme eylemleriyle, gösteri yürüyüşü ve meydan mitingleri düzenlemekle üretim güçlerinin, makinelerin, fabrikaların sahibini değiştirmesinin olanaksız olduğunu kanıtlamıştır. Bugün de, devrimlerin ana gücü işçi sınıfı, üretenlerdir. Akademilerde yapılan eylemlerle Gayrı Safi Milli Hasıla artmaz, para borsalarının bile kılı kıpırdamaz. Üretici kudret üniversitelilerin ardında durmadan değişikliğe gidilemez. Dönüşümler kozmetik kalır. Bu konuya daha derin açıklık getirmek amacıyla Bulgar Üniversitelerinden ve kamuoyundan bazı bilinen kişilerin görüşünü aradık:


Makale ve Analizler - 2013

203

Sofya Üniversitesi’nden tarihçi Prof. Dr. İskra Baeva: “Gençler her şeyi birden istiyor. Ne yazık ki, hedeflere ulaşmak için evrimin devrimden daha güvenli bir yol olduğunu, kendilerine iyi anlatamamışız.” Devrimler üretim araçlarının el değiştirmesiyle gerçekleşir. Üniversite öğrencileri üretim araçlarının sahibi değildir ve olamaz. Üniversiteler devlet bütçesi tarafından finanse edilen irfan yuvalarıdır. Bizde 1990’da Sofya Üniversitesinde patlayan ayaklanmayı demokratik güçler birliği ve toplumsal değişiklik isteyen geniş halk kitleleri desteklenmişti. İşte şimdi de bu üniversiteleri destekleyen partiler kazanır. Şimdiki öğrenci isyanını yorumlayan bilinen sosyolog Andrey Rayçev şu tahminde bulunuyor: “Ya elit politik duruma hâkim olacak ya da hepsi birden çöpe gidecekler. Bulgaristan’da yeni bir şey olacağını beklemek hayal olur, çünkü seçmenlerin yeniden gruplaşması cereyan etmiyor. Bu hükümet çikolata dağıtabilir ama reform yapamaz!” Öğrenci eylemleri konusunda Prof. Dr. Emil Mitev ise, kışkırtıcının GERB partisi olduğuna işaret ederken şöyle diyor: “İktidar dışında olan bir parti, o artık iktidar partisi değildir, fakat yakın zamanda iktidara döneceği yanılgısını canlı tutmak zorundadır.” Prof. Mitev’e göre, Bulgar toplumu “ya olacak ya olacak” yolundan geçmemiştir. “Biz, genç ve güzellerle pek o kadar genç ve güzel olmayanların birlikte yaşaması gerektiğini henüz öğrenemedik.” Politik bilimci Dimitar Ganev ise konuya şu açıdan bakıyor: “Akademik kurumlardaki bunalımın gelişmesinde iki şık belirdi: Birinci Şık: Hükümet bundan öte yönetmeyi başaramazsa yıkılır! İkinci Şık: Hükümet çoğunluğu dağılabilir. Profesöre göre, hükümet çoğunluğunun istikrarı ile ilgili oyunbozanın Volen Siderov olduğunu düşünmek yanlıştır. Bu hükümetin ayakta durmasından en fazla çıkarı olan parti ATAKA’dır, çünkü “parlamentoda altın çağını yaşıyor.” Sözü işitilen bir politik gözlemci olan P. Simeyonov’un görüşü ise şudur: “Bulgaristan’da iki politik, ekonomik ve medya grubu arasında ölüm kalım savaşı var. Kişiler ve kurumlar olmak üzere nüfuz sahiplerinin kolektif olarak birbirlerini yok ettiğine tanık oluyoruz. Şu durumda Bulgaristan’da ya tamamen sağ yok edilecek ya da uzlaşma yolunca ilerlenerek, herhangi bir biçimde olmak üzere, bir Büyük Koalisyon oluşturulacaktır.


204

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Yukarıdaki görüşler, Plamen Oreşarski hükümetinin kurulmasından 5 ay sonra başlayan şimdiki üniversiteli eylemlerinde tek merkez ya da bir lider ortaya çıkmadı, eylemsel uyulmama olduğu dikkati çekmiyor, politik örgütlerle dayanışma geliştirilemiyor. 2013’ün yaz direnişlerinde kendiliğinden oluşan Reformcu Grup boykot olaylarıyla ilgili görüş beyan etmeden hazıra bekliyor. Üniversite rektörleriyle yapılan görüşmelerde uzlaşma sağlanamıyor. Sofya “Kl. Ohritski” Üniversitesinden taşan derslere girmeme eylemi, Yeni Bulgar Üniversitesine, Sanat Akademisi NATVIZ’e, Teknik Üniversite’ye, Ulusal ve Dünya Ekonomisi Üniversitesi (UNSS), Tıp Akademisi, Güney Batı Üniversitesi, Plovdiv, Veliko Tarnovo ve Burgas Hür Üniversitesi’ne yayılsa da, hala gazete başlıklarına taşınmadı, TV’lerde birinci haber değil. Sofya’nın merkez caddelerinden “Rakovska” caddesinde yol kesen NATVİZ öğrencileriyle polis arasında ilk çatışmalar yaşandı ama savrulan yumrukların daha güçlüleriyle göstericiler birbirlerini tartakladı. Bu eylem henüz muhteşem bir haykırış olamadı. Pernik Üniversitesi ile Varna Teknik Üniversitesi boykot eylemlerine katılmıyor. Yabancı öğrencilerin Bulgar dili kursları düzenli devam ediyor. Öğrenci yurtlarında henüz bir hareketlenme yok. Geceyi üniversite salonlarında geçiren öğrenciler şarkı söylüyor, bel ot oynuyor, aralarında tartışıyorlar. Bu arada, değişik üniversitelerden öğrencilerin öne sürdüğü politik istekler çelişkili bulunurken, hükümeti istifaya çağırmaları da pek desteklenmiyor. Öğrencilerin birleştiği ve destek gören ana istek, yüksekokullarda herkesin öğrenim görebilmesi ve öğrenimin tamamen parasız olmasıdır. Üniversite öğretim üyeleri öğrencilerin direniş, boykot, yürüyüş ve miting düzenleme eylemlerine hemen hemen arka çıkmıyor. Şumen Üniversitesi’nde bir konuşma yapan Milli Eğitim ve Bilim Bakanı Aneliya Klisarova, Üniversite rektörlerinden boykota son verilmesi yolunu bulmalarını istedi. Üniversitenin bir ulusal kurum olarak politika üstü olduğunu belirten bakan, üniversitelerde politika yapılmasına karşı çıktı. Sofya Üniversitesi rektörlüğünden kurum içi sorunlara başka çözümler üretmelerini istedi. Konuyla ilgili basına açıklama yapan, Plovdiv “Paisiy Hilendarskı” Üniversitesi Akademik Konsey üyelerinden Prof. Ognyan Saparev, “öğrencilerin derslerini politik nedenlerle boykot etmesi ve hükümetin istifa etmesini istemesi yanlış anlaşılmış bir hürriyet ve anarşidir. Toplumumuz çarpık özgürlük ve anarşi anlayışına kurban oluyor” dedi.


Makale ve Analizler - 2013

205

Profesör Saparev “boykot eyleminin ardındaki güç GERB partisinin hükümet düşmanlığıdır. GERB’in yayınladığı destek bildirisi bunu doğruluyor. Öte yandan parlamento önünde aylardan beri protesto yapanların büyük bir kısmının da GERB partisinden maaş aldığını unutmayalım.” şeklinde konuştu. Şimdiki üniversite boykotları işçi sınıfına, sendikalara, kamu kuruluşlarına inemedi, sosyal dönüşümler isteyen köylü üreticilerin huzurunu bozmayan dip dalgasını harekete geçiremedi, GERB hariç politik partilerin ve parlamenterlerin eylem karşısında sağır ve kör kalması dikkati çekiyor. Kamuoyu olayı, Bulgar dilinde çok kullanılan bir değim olan “Kör Fişek” olarak algılıyor.

Uçaktan Düşen ÇOP

Rafet Ulutürk-05.Kasım.2013

Yıllardan beri birbirine selam vermeyen Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) Başkanı Sergey Stanişev ile Bulgaristan Cumhuriyeti için Vatandaş Birliği (GERB) Başkanı Boyko Borisov Brüksel’den dönerken uçakta bir görüşme yaptı. Tesadüf olmasa gerek. Çünkü bu görüşme, ne zamanlardan beri hazırlanıyordu bir bilseniz. Nihayet politik tavır kişisel kibirden üstün gelince gerçekleşti. Ne konuştuklarını, bilen yok. Kişisel nedenler denince akla ilk gelen sağlık oluyor, ömründe hastanede yatmayan bir adamın kişisel nedenlerle istifa istemesi de, akıl işi değil. Sofya gazetelerine göre, bazıları bir saat, kimileri bir ay, ötekiler ise, yeni yıla kadar veya 6 ay ömür veren BSP -HÖH -ATAKA kabinesi, her gün sökülüyor, düşüyor. Yıkılıyordu da hiçbir şey de olmuyordu, ama HÖH Başkan Yardımcısı, Merkez Yürütme Kurulu üyesi, 42. Halk Meclisi Başkan Yardımcısı Hristo Biserov’un hem partide hem de meclisteki tüm görevlerinden birden istifa ettiği haberi politikayı sarstı. Kişisel nedenlere inanan yok. Ahmet Doğan’ın korporatif sermaye ve oligarşi ile ilişkilerini düzenleyen hukukçu Hr. Biserov’tu, bu yüzden herkesin fikri önce o yana kaydı.


206

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Öte yandan, Ahmet Doğan’ın rahatsızlığı dillere dolaşalı, Hristo Biserov gözünü onun yerine dikmiştir, fısıltıları yükseldi. Bir de şu gerçek var ki, 42. Halk Meclisi’ndeki HÖH vekillerinden 10 kişi şahsen Hristo Biserov’un adamıdır ve eski “CDC” zihniyetli olduklarından, Türk ve Müslüman vekillerin havasına girememişlerdir. Buna şunu da eklemek gerekir ki, Başbakan Pl. Oreşarski hükümetinde Sağlık Bakanı Tanya Andreava; Çevre Sorunları Bakanı İskra Mihaylova, Sosyal İşler Bakan Yardımcısı Svetlana Dyankova hep Hristo Biserov’un gösterdiği küflü “demokrat-sedeseci” ve tamamen “canlı ölü” kadrolardır ki, durağanlığa alışmış bu kişilerle hükümet ne yakınını ne de uzağını görebilecek durumdadır. Nedenleri ne olursa olsun, gözle görünmeyen ama çok kudretli bir gücün Hristo Biserov’u, yani Hak ve Özgürlükler Partisi’ndeki ikinci adamı, yağdan kıl çeker gibi, politikadan çekip alması ve çöpe atması, her şeyin ne kadar ince hesaplandığına yeni bir kanıt oldu. “Biserov ne yaptı acaba?” sorusu yankılanıyor. Kimsenin bilmemesi gereken çok büyük bir politik pot mu kırdı; Uyuyan Türk, Pomak ve Müslümanları uyandırmış olabilir mi? HÖH partisinin sırlarını Boyko Borisov’a sızdırsa, o da olmaz, çünkü ağzı sıkı bir kişidir. Dosyası bile yokmuş, güvenilir biriydi yani. Öyleyse matematiksel düşünelim ve bir daha sıfırdan başlayalım. Olaya olumlu ve gerçekçi analiz: 1) Soru: Hükümetler ne zaman değiştirilir? Yanıt: Yeni alternatif bulunduğunda. 2) Soru:BSP-HÖH-ATAKA hükümetine yeni alternatif ne olabilir? Yanıt: a) BSP-GERB kabinesi. Yanıt: b) BSP-GERB-HÖH kabinesi. Yanıt: c) BSP-GERB-ATAKA kabinesi. İmkânsız. (GERB istemiyor.) 3) Soru:BSP ile GERB arasındaki anlaşmazlık konularından en önemlisi nedir? Yanıt: Boyko Borisov’un Başbakan olma isteği. 4) Soru:Boyko Borisov başbakan olmazsa, BSP ile anlaşabilme yolu açık mıdır? Yanıt: Muhtemelen “Evet”


Makale ve Analizler - 2013

mi?

207

5) Soru:BSP-GERB hükümeti teknokrat ya da partiler dışı olabilir

Yanıt:“Hayır”, çünkü dolandırıcılık yolları kapanır. 6) Soru: Başbakan Hak ve Özgürlükler Hareketi’den (HÖH) partisinden olsa BSP-GERB hükümeti kurulabilir mi? Yanıt: Kurulabilir ama sokak kabul etmez. 7) Soru: Ne yapmalı? Yanıt: Hristo Biserov’u HÖH’ten ve Meclisten çıkarıp çöpe atmalı, sonra oradan alıp bir saunadan geçirerek BSP-GERB hükümetinin başbakan koltuğuna oturtmalı. O zaman hem eski komünistler, hem sosyal demokratlar, hem sağ kanat, hem “ölü canlı” CDC’liler, hem Yeşiller ve hem de zevali Türk, Pomak ve Müslümanlar memnun olacaktır. Ve işbu sebeple olacak Hr. Biserov daha sonra kullanılmak üzere şimdilik uçaktan çöp gibi atıldı. İşte böyle durumlarda Ahmet Doğan’ın işine akıl erdirmek zor. Bir yandan, iki defa milletvekili yaptığı, aynı zamanda Sofya polisine bağlı sorgulama amirliğinde HAKİM olarak görünen, aynı zamanda ülkenin en büyük medya grubunun sahibi olan Deyan Peevski’yi gizli istihbarat örgütü DANS’ın şefi yapmaya çalıştı; hem de parti başkan yardımcılığında ajan bile olmayan Hristo Biserov’u partide belki de bu günler için tuttu. Bu gidişle Hak ve Özgürlükler Partisi bir yapay duvar şelalesine benziyor, bir yandan duvardan şarıldayarak akan su havuzda toplanıyor, aynı zamanda pompalarla yine duvarın üstüne çıkarılıp yeniden akıtılıyor. Başka bir değişle al gülüm ver gülüm. Gizli istihbaratın şefi de HÖH’lü; ajan olmayan Başkan Yardımcısı da HÖH’lü, çöpe atılan Hr. Biserov da hem HÖH’lü hem “çöpçü.” Anlayabilen hacı olsun. Kurtla kuzu aynı sayada olur mu? Olmaz! Olmaz!. Bu durumda Hristo Biserov’un (eğer samimiyse) “Bakın işinize!” demesi mantıklı gibi. Bu sadece bir ihtimal tabii. Olabilir ya, istifaya çok fazla zorlamış da olabilirler. Ahmet Doğan’ın intikamcı biri olduğunu söyleyenler bir değil, beş değil. Kasım Dal ile İsmail Korman’dan sonra kimseyi kovmamıştı. Oldukça zaman geçti. Aslında bir gün parti saflarından Türklerin hepsini, Pomakların tümünü ve Müslümanları kökten kovsa, saha kendisine boş kalacak, hem rahat eder, hem işi azalır, sırtından yük iner...


208

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Olmayacak bir şey yok. Bekliyoruz! 2000 yılında, İvan Kostov hükümetinde Başbakan Yardımcısı olduğunda, şimdi başına gelenleri ilk defa o zaman yaşayan Hristo Biserov, kendini sokakta bulmuştu. Ne hikmetse, o vakit, 1) Başbakan İvan Kostov’tan istifa etmesini; 2) Demokratik Güçler Birliği (CDC) Partisi’ni Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH) ile yakınlaştırmasını istemişti. “İnsan başına bir defa gelen bir defa daha gelir” demişler de, acaba bu defa Hristo Biserov, Ahmet Doğan’ın HÖH Fahri Başkanlığı’ndan istifa etmesini istemiş olabilir mi? Bir de, Lütfü Mestan’a HÖH Başkanlığı’ndan çekilmesi için nota vermiş olmasın! Vallahi kafa karıştıran çok soru var. Politikanın kötü tarafı da bu işte, sır yumağının çözülmesini 20 -30 yıl beklemek lazım. Ömür mü yeter! İnsanoğlu hep aklından geçeni yaparmış, kim bilir ne geçti Biserov’un aklından? Olan olunca, hükümeti ayakta tutan, “ATAKA” partisinin ipi daha da inceldi. Volen Siderov’tan başka bir “atakacı” daha mecliste Plamen Oreşarski hükümetini desteklemezse, ip kopacak ve hükümet düşecek. Ne 2014 bütçesi kabul edildi, ne bir iş görüldü, yeni seçim kanunu da çıkmadı, bunlar devleti çökertecek, haberleri yok... Borisov ile Stanışev’in neden 12.000 metre yüksekte bulutların içinde uçak kabininde görüştükleri anlaşıldı. Cemaat içinde anlaşamayanlar, kem gözlerden uzak, “biz bize” kalınca anlaşırlar. “Bizness klas”ta ikisinden başka kimse yoktu, konuştukları aralarında kaldı. Stanişev, Borisov’a “gen soru verme, ne istersen iste,” demiş olabilir! Borisov’un kafasında bir bit yeniği olmasa Stanişev’le görüşmek için gökyüzüne çıkmazdı. Eski başbakan, Hristo Biserov’un herhangi bir kusurunu bulmuş ya da bir seçenek geliştirmiş ki, Stanişev’ ile paylaştı. Boyko acele etmekte haklıdır, çünkü partisi dağılıyor, 4 sene dayanacak hali yok. Bu durumda Hristo Biserov planı Borisov’un kafasından çıkmış olabilir. Olacak ya, Biserov bir basamak daha yükselip Başbakan olmak hevesiyle kısa bir süre çöplükte beklemeyi kabul etmiş olabilir. Fakat düşüp de kalkamamak da var... Stanişev de uçaktan iner inmez, ayağının tozuyla Doğan’ı karşısına alıp senin adamların şunu şunu yapıyor, ya da şöyle şöyle yapmak zorundayız dediyse, olay bitmiştir. Zaten birkaç gün önce Hristo Biserov’un hem Demokratik Güçler Birliği’nden hem de Hak ve Özgürlük Hareketi’nden sıkı dostu HÖH milletvekili Yordan Tsonev, ana muhalefet partisi başkanı


Makale ve Analizler - 2013

209

B. Borisov hakkında ağmazını açıp şöyle demişti: Ülkede asayişi bozan, uyuşturucu işlerine karışan, kaba kuvvet kullanan “Güvenlik ve Sigorta Şirketi” (CİK) örgütünün kurucusu sensin. Ben bunu mahkemede kanıtlayabilirim.” Borisov’un partisi 12 Mayıs 2013 parlamento seçimlerinden sonra hızla oy ve itibar kaybederken, biraz parçalandı. Ülkenin en büyük uyuşturucu şebekesinin kurucusunun eski başbakan Borisov’un olduğu dünyaya duyurulduğunda, GERB partisi politikadan çekilmek zorunda kalır. Hr. Biserov’u istifaya zorlayan ama tamamen açıklanmayan neden böyle bir şeyse, politik bunalımın daha da derinleşmesinin önlenmesi amacıyla BSP ile GERB arasında anlaşma ve yakınlaşma kapıları açılmıştır. BSP ile GERB partisi 1990’da yasaklanan Bulgaristan Komünist Partisi kökeninden gelir. Bunalımlardan çıkışın ve halk tepkisini önleyebilmenin tüm yolları tıkanınca, kişisel itirazlarla bu iki partinin birbirini yemesine son verip, politik hedefler ve ulusal çıkarlar uğruna anlaşarak yakınlaşmalarına karar vermiş olabilir. Böylece B. Borisov’un totaliter diktatör Todor Jivkov’un koruması ve S. Stanişev’in de Bulgaristan Komünist Partisi MK Sekreteri D.Stanişev’in oğlu olmasından kaynaklanan “sen kim oluyorsun, ben şuyum” sürtüşmesi noktalanmış sayılmalıdır. Bulgarların şu nükteli sözünü anımsatıyorum: “eski hizmetleriniz için yeni ödül beklemeyin!” Böyle bir anlayış liderleri gökyüzünden yere indirmeye yeterlidir. 26 Üniversitede birden 2 haftan beri devam eden ve hükümetin istifa etmesinde direnen öğrencilerin ve yaz aylarında 4 ay süren orta kesimin güçlü başkaldırışı dikkate alınırsa, süreğen ayaklanma dalgasının ana nedenleri hep Hak ve Özgürlükler Partisi’nin kapısını çaldı. Yanlış kararlar masaya yatırıldığında, halkın huzurunu bozanın HÖH olduğundan, hesap vermesi gereken de HÖH olmalıdır ki, şimdiki koalisyon bozulduğunda HÖH partisi politik sahneden inmek ve çarmıha gerilmeyi kabul etmek zorunda kalacaktır. Zaten 5 ayda 3 adım atamayan Pl. Oreşarski hükümetine yol gösterip yeni alternatifi göreve çağıran isyancıların hedeflerinden biri de budur. Alternatif formülle geniş kitlenin okşanması ve ülkede huzur bekleniyor. Brüksel dönüşünde, yıldızlar arasında yapılan pazarlıklardan BSP-GERB hükümeti çıktı. Yazıp çizdiklerimiz doğru çıkarsa, Ahmet Doğan, Lütfü Mestan ve irili ufaklı tüm HÖH yönetim tayfasına muhalefette emekli olmayı bekleme kısmeti çıktı. Hayırlı olsun! Hristo Biserov ve Yordan Tsonev gibi çöplükten toplanan “politikacılarla” bu iş bu kadar olurdu. Atalarımız, “yabancı kaşığıyla yemek yen-


210

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

mez,” demişler ve haklı demişler. Yazık sizlere, yazık bizlere, oy veren zavallı çilekeş ve yoksul halkıma...

Güneş Tutulmuştu

Rafet Ulutürk-05.Kasım.2013

21 Ekim 2013 akşamı Sofya’da Ulusal Kültür Sarayı’nın 7. salonunda, 1983 yılına kadar Bulgaristan Komünist Partisi (BKP) Politik Büro üyesi, 1990’dan sonra kısa bir dönem Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) Başkanı olan ve 1961’den 2001 yılına kadar devamlı milletvekili seçilen Aleksandır Lilov’u anma töreni düzenlendi. O, BKP’yi - BSP’ye dönüştüren ideolog olarak bilinen, uzun yıllar Çağdaş Sosyolojik Teoriler Enstitüsü Rektörlüğü’nde bulunan Aleksandır Lilov’un sağlında halk tarafından fazla anlaşılamayan bir politikacıydı. Sağcı siyasetiyle bilindiğinden dolayı Bulgaristan Sosyalist Partisi’ni Sosyalist Enternasyonal’e (SE) değil, Avrupa Sosyal Demokratlar Birliği’ne (PEC) üye yapan da yine o olmuştu. Şimdiki dönem BSP Başkanı Sergey Stanışev PEC Başkanı görevini yürütüyor. Gerçekleri görebilmemiz için, daha derinlere bakalım başlığıyla başka birini değil de Aleksandır Lilov’u konu etmemiz, 1983’e kadar BKP MK Polit Büro üyesi ve ideoloji işlerinden yani yapılan her şeyin fikirsel esaslandırılmasından sorumlu bir Merkez Komite sekreteri sıfatıyla onun çalışmalarını büyüteç altına almamız, aslında çok büyük önem arz etmektedir. Bulgaristan’da yaşayan Türklerin adları, baba adları, soyadları, köy adları, mezardakilerin adları, bulundukları yerlerin, dağ tepe, tarla bayır isimleri, iş hayatındaki bütün değişim ve sözler vb. değiştirilirken amaç neydi? Türk dilinde yazılmış ve Bulgaristan’da basılmış tüm eserler, Bulgaristan Türk sanatçıların seslendirdiği Türkçe müzik kayıtlarını toplatıp yok etmek bir saçmalık değilmiydi! Kitap yakmakla kaset kırmakla bir halk topluluğunun ruhu yok edilebilir mi? Türkün belleğinden Türklük kazınabilir mi?


Makale ve Analizler - 2013

211

Bulgaristan’da Türk ve Müslüman geçmiş yalnız devlet kayıtlarından değil, umumiyetle Türklük ve İslam varlığı olarak, coğrafyasından, tarihinden, kültüründen, etnografisinden vb. tamamen silinebilir mi? Bulgaristan’daki camiler yıkmakla biter mi? Bu bakış açısından analiz edince, Aleksandır Lilov’un büyüklüğü, planlanan vahşetten en büyük zarar görecek olanın sonunda, Bulgar devletinin kendisinin olacağını öngörebilmesidir ki, hakikaten de öyle olmadı mı, devletin tüm katlarında yönetici rol oynayan BKP, onun totaliter rejimi çökmedi mi? Şöyle ya da böyle, özünde Türklük ve İslam düşmanlığı olan diktacı totaliter politikanın oluşturulduğu, biçimlendirildiği, meclis kararlarıyla, genelge ve yürütmeliklerle, polis, jandarma ve asker gücüyle, yargısız infazlarla uygulandığı tarihsel dönemin belirli bir aşamasında, Aleksandır Lilov politika üretildiği ateşle sunun örsle çekicin bulunduğu yerdeki usta demircilerden biriydi. Başka bir kıyaslamayla eşek arıları yuvasındaydı. Onun Todor Jivkov’un en yakınında olan biri olarak vahşet ve düşmanlık politikasına karşı koyması öngörülü büyüklüğünün ölçüsüdür. Kültür Sarayın’da düzenlenen anma töreninden sonra, Aleksandır Lilov’la birlikte çalışan o yılların Bulgar TV Genel Müdürü Pavel Pisarev gazetecilerle yaptığı söyleşide, seçkin düşünürün bu yönlerini anlattı. Ne yazık ki, bu anma toplantısına, bugün BSP ile hükümet ortaklığı olan Hak ve Özgürlük Partisi (Sözde Türk Partisi) yönetiminden gelen olmadı. Bugünkü BSP bizi seven ve sevmeyenlerin bir kartopudur. Öz geçmişini kendisi ayrıştıramazsa eriyip bitmek zorundadır. Bu açıdan hem dostu ve hem de düşmanımızı çok yakından tanımamız ödevlerin ödevidir. “Türklüğü eritme” döneminde komünist partisi ve sosyalist devlet dâhil, Bulgar toplumu dipten tepeye hastalanmıştı desem, genç kuşaklar yazdığımı anlamakta güçlük çekebilir. Çünkü bir gün önce beraber olduğun, komşuluk ettiğin, hiçbir sorun yaşamadan aynı iş yerinde birlikte çalıştığın bir arkadaşın, devlet böyle dedi diye, bir gün sonra yüzde yüz döneklik etmesi, sana acıyorum numarası yapması veya hiç sebepsiz düşman kesilmesi, ancak ve ancak zehirlenmiş, çarpıtılmış bir toplumsal ruhta baş gösterir. Komünistlerin düşünme biçimi deterministtir (gerekirci). Yani sebep netice mantığına dayanır, sebep olmadan netice olmaz. Bu mantığa göre, Türk’ten Bulgar yapmak, saçmalıktan başka bir şey değildi, çünkü Türkün Bulgar olmasına ortada bir geçerli neden yoktur.


212

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bunu derinden anlayan, olup bitene içten içe öfkelenen, kendini tutamadığı için cezaevini boylamayı göze alan, zindanlarda Türklerle birlikte yatan Bulgarlar da vardı. 1980’li yılların ikinci yarısında normal Bulgar’ın ne anlamak ne de algılamak istediği ruhsal ve bilinç sel ters dönüş zorla dayatılmıştı. Olaylar kuş uçmaz kervan geçmez bir ortamda, her şey herkesten gizli yapılıyordu. Öyle de olsa, Türk cemaatinin içinden bir iki kişi değil, herkesin aynı anda, aynı günde, aynı konuda, aynı şekilde değişerek, kâğıt üzerinde bile olsa, ben Türk değilim, Bulgar’ım demesinin asla mümkün olamayacağını çok iyi anlayan Bulgarlardan birçoğu büyük bir soğukkanlılık göstererek komşuları ve dostlarıyla iyi münasebetlerini korumaya çalıştılar. Olup bitene içten içe gülüyorlardı. Ve bu alaylı gülüş daha 1972’te Pomakların başına Bulgar kafesi geçirildiği zaman başlamıştı. Bu gülümsemede içsel tepki vardı. Bu tepkiyi dost çevrelerinin dışına sızdıran ve BKP MK Politik Büro gizli toplantılarına taşıyan Aleksandır Lilov’du. Onun görüşleri, yine bu çevreden kaynaklanan bilgilere göre, 1981’de vefat eden (kimilerine göre canına kıyan) bir başka Politik Büro üyesi olan Lüdmila Jivkova tarafından destekleniyordu. 80. jübile yıldönümünü anmak için şimdiki BSP Yönetim Konseyi üyelerinin hemen hemen hepsinin hazır bulunduğu 7. salonda, pek tabii ki, Aleksandır Lilov’un “eritme” politikasına tepkili düşünceleri ve bu fikirlerin 1983 yılında Politik Büro ve Merkez Komitesi Sekreterliğinden uzaklaştırılmasına neden olduğu anımsatılmadı. Uzak görüşlü bir stratejik düşünür adamı olduğuna değinilirken en çok korktuğu iki hususa yer verildi: Biri, Bulgaristan halkının çok sefil bir duruma düşeceği; İkincisi de, sosyalist parti içinde liderlik kavgalarının çok fazla kızışacağı öngörüsüdür. O, bunların ikisini de, daha o zaman, doğru biçimde ön görmüştü. Bulgaristan halkı hakikatten çok sefil durumda bulunuyor, Avrupa Birliği ülkelerinde en yoksulların bizler olduğumuzu söylemekle yetinmeyelim, artık ne yapılacaksa yapmaya başlayalım, çünkü tüm devrimler yoksulların öfkesinden alevlenmiştir.


Makale ve Analizler - 2013

213

BSP yöneticileri arasındaki kavga da almış yürümüştür, eski parti başkanı ve cumhurbaşkanı Georgi Pırvanov’a oligarşi içinde aldığı yer artık dar geldiğinden, tepiniyor. Eski İç İçleri Bakanı Rumen Petkov ise, sefillerin saflarına düşersem, bir daha kalkabilmem mümkün olabilir mi, diye düşünüyor. Bulgar dilinde yazılan birçok ideoloji ve politik stratejisi yapıtını kaleme alan Aleksandır Lilov, (Todor Jivkov hiçbir kitabını kendisi yazmamıştır, fakat Al. Lilov’un kendi eserlerini kendisi yazdı) hem derin hem de önü açık bir fikir adamı olarak takdir edildi. Onunla aynı çağda yaşayan, Amerikalı politik deha Zbignev Bjejinski, onu dünya siyasetini belirleme merkezinde görev almaya, Washington’a davet etti. O, daveti elinin tersiyle geri itse de, böyle bir teklif almasının temelinde, onun “Türklerin Bulgarlaştırılmasına karşı çıkışı” ve aldığı politik tavrın önemli rol oynadığına işaret etmek yerinde olur sanırım. Çok ısrar edilmesine karşın, Aleksandır Lilov bir anı eseri kaleme almadan gitti bu dünyadan. Üsteleyenlerin kanısına göre, onun bildiği çok sırlar vardı ve o bildiklerini beraberinde götürerek, sosyalist partiyi parçalanmaktan korudu. “Bulgarlaştırılma” hedefinde amansız bir saldırı vardı. İşin özüne bakıldığında bu, can çekişen birinin çığlığı, derin bir kuyuya düşmüş ve oradan çıkamayan, kendini kurtaramayan birisinin son haykırışı gibi bir şeydi. Tarihsel açıdan bakıldığında “eritme” politikasına gerekçe yoktu. Türkler Türk olduğu kadar Bulgarlar da Bulgar’dı, aynı kökten gelseler bile iki ayrı kardeş dal olarak gelişirken iki farklı dinle biçimlenmişlerdi. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce ve savaş yıllarında faşizme karşı mücadelede omuz omuza olmuşlardı. 1944’ten sonra sosyalist dönüşümleri birlikte gerçekleştirmişlerdi. Sosyalist üretim büyük yükünün daha ağır kısmını sırtına alan aslında Türklerdi. Dürüst, namuslu, huzurlu, hoşgörülü bir halk topluluğu olarak bilinen Müslüman Türkleri zorla kışkırtmak, hayır alameti değildi. BKP üyeleri arasında bizim huzurumuza çomak sokulmasına karşı olan, ama sesini yükseltemeyenler çoktu. İdeolojik olarak, partinin enternasiyonalist bir davanın müfrezesi olduğuna inananlar, bizden yanaydı. Bu inançta komünistin milleti olmayabilirdi, ama komünistler soysuz, köksüz ve mil-


214

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

letsiz değildi. Enternasiyonalizm milli mensubiyeti yadsımıyordu. Bu anlamda, Türk adları kimsenin huzurunu bozmuyordu. O zamanlar, Türklerin Türklüğüne karşı yazı yazan herhangi bir Bulgar ya da Türk aydının bunu kendi isteğiyle, inanarak kaleme aldığına inanmadığım gibi, gizlice zorlamalardan onur ve vicdan meselesi yapmak istemediklerini, her şeyin geçici olduğuna inandıklarını, başlarına gelenleri suskunlukla geçiştirdiklerini bilmeyen kalmadı. Yaratılan ortam, sertti, dağda başında geçen yıldan kalmış kar değildi, ansızın düşmüş, her yeri kaplamış ve sert bir havada tutunmaya çalışırken çok kaygandı. O, elle temizlenecek, süpürüp savrulacak, ayakla itilecek bir baş belası olmaktan çok, hepimizi felce uğratan bir felaketti. Güneş tutulmuştu! Ben bu tabloda, Aleksandır Lilov’u çardak kuytusuna sığınmış cırlayan bir kuş gibi görüyorum. Herkesin gönlünde beslediği umut “sabreden derviş, muradına ermiş” olarak şekillenmişti. “Hepsi birdir,”, “Hepsi Bulgar değil mi!”, “Komünist dediğinin gözü kör olsun vb.” işitmeye alışık olduğumuz hazır cevaplar varken, böyle bir yazı yazmanın ve okura sunmanın anlamını anlamakta güçlük çekenler olabilir. Biz, “kendi tarihimiz var bizim!” diyoruz. Bulgar devletinde Bulgar ulusuyla birlikte yaşarken başımıza gelenlerin özel bir tarih sayfası oluşturduğundan eminiz ve bize ait sayfada diğer tarih anlatımlarında rastlanmayan özellikler olduğuna da inanıyoruz. Buna dayanarak, Bulgar okullarındaki Türk, Pomak ve diğer Müslüman öğrencilere “kendi etnik tarihlerinin okutulmasında ve onlara kimlikleri üstüne derin bilgi sunulmasında” ısrarlıyız. Bunu yaparken, Bulgar halkını ve bizim de yaşadığımız bu ülkede 40 yıl iktidar olan BKP’yi bir homojen bütün olarak görmemeliyiz. Aleksandır Lilov örneğinde görüldüğü üzere, en tepelerde bile kimliğimizle, onurumuzla, geçmiş ve geleceğimizle alay edilmesine karşı olanlar vardı. “Bulgarlaştırma” süreci de dâhil, yakın geçmişimize ait olan her bir olayın bir daha ele alınarak incelenmesi zamanı geldi. Çünkü Bulgaristan politik ortamındaki güç dengeleri devamlı değişim gösteriyor, taktik ve stratejik bağlaşıklarımızı tekrar tekrar gözden geçirmemiz gerekiyor.


Makale ve Analizler - 2013

215

Değişik akım ve gruplaşmalara karşı yeni tavır almamız kaçınılmaz oldu. Öte yandan, geçen yüzyılın politik kişileri ve olayları üstüne birçok eser yazıldı, daha önce sır olan pek çok şey açıklandı. Yenileri de yazılıyor, fakat nedense, HÖH partisi geçmişimize ayna tutma konusunda çok pasif. Neden acaba? Bulgaristan’ın yakın tarihinin en büyük yüzkarası olan, “Bulgarlaştırma” sürecinin son ayrıntıya kadar irdelenmesinde, bu konuda sık eleyip sık dokunmasında nedense ısrarlı değil, yazılıp çizilenler ancak güncel politikaya hizmet ediyor. Ara sıra salınan bir balon var. “Eritme” politikası gizli servis “DC”ye bağlı Türk ve Müslümanların isteğiydi, saçmalığını yayanlar oluyor. Öyle olsa, Türk ajanlar başka neler neler isteyebilirdi. Türkler istediler de, gerçekleşen bir şey mi oldu? Dosyalar açıldı. Kitaplara döküldü. “Türk adımı istemiyorum, bana Bulgar adı vermezseniz kendimi yakacağım!” gibi muhbir yazısına rastlandı mı! Yok! Yok! Ve Yok! Öyleyse, kanımca cilt cilt dosyaların birçoğu uydurmadır polisler yaza yaza yazar oldu... Gerek soydaş aydınların uğraşısı olarak, gerekse Türkiye Cumhuriyeti bilim adamları tarafından yapılan araştırma da nedense ele aldığımız konunun tam dibine inilmedi. Bulgarca çıkan bazı kitaplarda, Bulgaristan tarımında ve inşaat ve hafif sanayi gibi sektörlerde ana üretim gücü olan Türklerin rahatını ve huzurunu bozacak olan “Bulgarlaştırarak kimlik eritme” politikası sosyalist düzeni yıkmak ve komünist rejimi devirmek için Amerika tarafından icat edildiği ve kışkırtıldığı ileri sürülüyor. ABD’nın, Bulgaristan Türklerini bu iş için eğittiğine, silahlandırdığına, onlara para gönderdiğine kanıt yok. Olmayan şeyin kanıtı da olmaz. Etkin olan radyo yayınlarıydı. “Stratejik derinliği ve tutarlılığı olmayan Bulgarlaştırma politikasını” yenilikçi M.Gorbaçov’un dayattığını yazıp çizildi. Bu da bir balondu. Başımıza örülen bu olayın, politik olarak dibe çöken, diktatör T. Jivkov’un kendi eşekliği olduğuna inanalar bugün de çoğunluktadır. Onu da, 1944’te devrilen faşist rejimin istasyon şefi Geşev’in ajanı gösterip, ellerini yıkamak isteyenler, bugün de yazıp çiziyor. Arada bir “bu sayfa okundu” diyenler ortaya çıkıyor. Eğer bu sayfa okunmuşsa, bu


216

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

defa Türklere, Pomaklara, Türklüğe ve İslam’a karşı yazılıp çizilenler toplatılıp yok edilsin. En önemlisi, 1983’te meydana gelen ve Aleksandır Lilov’un bizim kimliğimize dokunulmasını tehlikeli bulduğunu doğrulayan bilgilerin 30 yıl sonra halka ulaştığı dikkate alınırsa. Bazı gerçeklerin çok daha derinlerde olduğunu kabul ederek, araştırmamıza devam eldim görüşünde birleşelim. Aleksandır Lilov 1983’te “Bulgarlaştırarak eritme” politikasını onaylamadığından dolayı BKP MK Politik Bürosu’ndan ayrılmaya zorlandığı ve süt dökmüş kedi gibi, Çağdaş Sosyolojik Teoriler Enstitüsü Rektörlüğü’nü kabul etmek zorunda bırakıldığı, artık tüm basına yansıdı. 1990 yılının başında Bulgaristan Sosyalist Partisi Başkanlığına seçildiğinde bir forum toplayarak “soya dönme” politikasını büyük bir yanlış olarak yorumlayan da o oldu. Demek oluyor ki, o bildiğinden şaşmayarak, ilk fırsatta, fikirlerini politik güç haline getirmekte ısrar etti ve muvaffak oldu. Aleksandır Lilov’un birbiri ardından gerçekleştirdiği adımlarla, bildiğinden şaşmayan ve prensipli bir siyasetçi olduğunu kabul eden, hayattaki eski tüfekler “Lilov ‘soya dönme sürecine’ tamamen karşıydı ve gizli parti toplantılarında bu ruhta konuşmalar yapıyordu.” ifadeleriyle sohbet açmaya başladılar. Aleksandır Lilov, eserlerinde Bulgaristan’daki etniklerin kimliği üstüne milliyetçi tavır almamıştı. “Türk vatandaşların kimliğine saldırılması çok ağır bir sonuç doğurur, bu işe girişilirse, hesabını ödemek çok zor olur,” diyordu. Bulgar basını aslında bu konuyu işlemelidir. Yardımlaşarak daha derinlere bakalım, ya bunu kim yapacak, ebetteki ilk bu işi Türkler başlamalı daha sonra Bulgarlar da bunun peşinden gelecektir. İşte halk bu gerçekleri çıkarabilecek kişileri Bulgaristan Parlamentosuna göndermelidir. Tabii, kader diyelim gitsin, demek de, elde bir....


Makale ve Analizler - 2013

217

Uluslararası Göç ve Bulgaristan’da Örülen “Duvar”

Yrd. Doç. Dr. Caner Sancaktar-06.Kasım.2013

Uluslararası göçün nedenleri açıklanırken göç literatüründe iki kavram kullanılır: İtici Faktörler (push factors) ve Çekici Faktörler (pull factors). İtici faktörler (push factors); terk edilen ülkedeki olumsuz koşullardır: İşsizlik, yoksulluk, açlık, savaş, baskılar, politik istikrarsızlık gibi... Çekici faktörler (pull factors) ise gidilen ülkedeki olumlu ve cezbeden koşullardır: İş imkânı, daha iyi çalışma şartları, politik istikrar, barış, güvenlik, demokrasi ve özgürlükler gibi... Uluslararası göç, işte bu itici ve çekici faktörlerden kaynaklanır. Günümüzün uluslararası göçlerinde itici faktörlerin etkisi daha fazladır. Çekici faktörlerin etkisi ise giderek azalıyor. Çünkü gidilen (göç alan) ülkelerde (özellikle Batı ve Kuzey Avrupa, ABD, Kanada, Japonya, Avustralya’da) ekonomik koşullar -geçmiş yıllara göre- pek de iç açıcı değildir. Ama buna rağmen diğer bölgelerde (özellikle Afrika ve Ortadoğu’da) ekonomik koşullar çok kötü olduğu için ve ayrıca süreklilik kazanan savaşlar ve iç çatışmalar nedeniyle özellikle Batı Avrupa hâlâ uluslararası göçün hedefi durumundalar. Uluslararası göçün nedenlerini ayrıca “ekonomik nedenler” ve “sosyo-politik nedenler” olarak iki grupta incelemek de mümkündür: Ekonomik nedenler; işsizlik ve yoksulluktur. Sosyo-politik nedenler ise; iç savaş, devletler arası savaş ve politik, dini, etnik, ırksal, sınıfsal veya düşünsel baskılardır. Dolayısıyla göçün engellenmesinin en önemli yolu, tüm bu olumsuzlukları asgari düzeye indirmektir. Bu olumsuzluklar devam ettiği sürece özellikle Afrika ve Ortadoğu’dan Batı Avrupa’ya göç kaçınılmazdır. Ama Batı Avrupalı devletler ve genel olarak AB, bu gibi olumsuzluklarla mücadele etmek yerine daha kısa vadeli bir önleme başvuruyorlar: Göçlerin kolluk kuvvetleri ve çeşitli güvenlik politikaları yoluyla engellenmesi, yasadışı yollarla gelmiş olan göçmenlerin ise derhal ülkelerine geri gönderilmesi. Bu “kolluk” önlemlerine bir de Bulgaristan’ın “duvar”ı eklendi: 21 Ekim’de Bulgaristan hükümeti, artan sığınmacı akını nedeniyle Türkiye sınırında 30 kilometrelik duvar inşasına başlama kararı aldı. Bu duvarın iki nedeni ve anlamı vardır aslında: Batı Avrupalı devletler (özellikle Fransa ile Almanya), göçle ilgili güvenlik önlemlerinin alınması için Balkan devletlerine baskı uyguluyor. Çünkü Batı Avrupalı devletler, göçmenlerin Balkan ülkeleri üzerinden geldiklerini


218

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

söylüyorlar ve bu nedenle de, Balkanlı devletlerden, etkin güvenlik (kolluk kuvvetlerinin etkin biçimde kullanılması dahil) önlemleri almalarını istiyor. Bu “Batılı” baskıya maruz kalan Bulgar devleti de, ne yazık ki çareyi duvar örmekte buldu. Bulgaristan’da ve genel olarak Balkanlar’da yükselişte olan aşırı milliyetçi dalga mevcuttur. Bu dalganınBulgaristan’daki en önemli temsilcisi Ataka Partisi’dir. Buna benzer partiler diğer Balkan ülkelerinde de mevcuttur. Örneğin Sırbistan’daki Radikal Parti ve Yunanistan’daki Altın Şafak Partisi bunlardan ikisidir. Yükselmekte olan aşırı milliyetçiliğin en önemli nedeni, Bulgaristan’daki ve diğer Balkan ülkelerindeki işsizlik ve yoksulluktur. Balkan memleketlerinde yoksul-işsiz kitleler ve ekonomik durumları gerileyen orta sınıf, giderek milliyetçileşiyor ve milliyetçi partilere yöneliyor. Milliyetçilik yükseldikçe “öteki” milletler, dinler, etnik gruplar “suçlanıyor”. Bulgar milliyetçiliği için en önemli “öteki”, hiç kuşkusuz bu ülkede yaşayan Türkler ve Türkiye’dir. Bulgar milliyetçileri, ne yazık ki Türkleri ve Türkiye’yi, “en tehlikeli düşman” ve “Bulgaristan için en büyük tehdit” olarak görüyorlar. Dolayısıyla, örülmesi planlanan “duvar”, aslında Bulgaristan’da yükselişte olan aşırı milliyetçiliğin bir ürünü olacaktır. Bu duvar, Bulgar milliyetçilerine göre, “düşman” Türkiye’ye ve Afrika ile Ortadoğu’dan gelen Müslüman göçmenlere karşı bir güvenlik duvarı olacaktır. Bu bağlamda son tespitim şudur: Afrika ve Ortadoğu’dan sürekli olarak göç almakta olan Batılı devletlerin Balkan hükümetleri üzerindeki baskısı devam ettikçe ve aşırı milliyetçilik yükseldikçe Balkan ülkeleri arasında yeni “duvarlar” örülmeye devam edecektir. Bu duvarlar, bazen “sınır duvarı” olacaktır, bazen de “siyasal-toplumsal-kültürel duvarlar” olacaktır. Ama ne tür olursa olsun, duvarlar göçleri önleyemeyecektir. “Duvarlar”, ancak komşu ülkeler ve halklar arasında ilişkileri olumsuz etkileyecek, karşılıklı güvensizliği ve kuşkuyu arttıracaktır. Bu nedenle Balkanlar’da, bırakın yeni “sınır duvarları” inşa etmeyi, var olan tüm “siyasal-toplumsal-kültürel duvarları” yıkmak gerekir. Duvarları yıkmanın yegâne yolu ise; Batı Avrupalı merkez kapitalist devletlerin baskılarına karşı birlikte direnmek ve aşırı milliyetçiliğe karşı birlikte mücadele etmektir. Acaba Balkanlılar bunu başarabilecekler mi? Umarım başarabiliriz... Yrd. Doç. Dr. Caner Sancaktar Kocaeli Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi


Makale ve Analizler - 2013

219

Ölüm Kurşunu

Dr. Nedim Birinci-06.Kasım.2013

2013’te Bulgaristan’da politik partilerden oluşan yapıda değişime işaret eden oluşumlar ortaya çıktı. Bir defa, 2012 Mayısında yapılan meclis seçimleri daha fazla amerikancı ve AB’ci kesimi iktidar koltuğundan indirip, Batıya bakarken Rusya’ya göz kırpan kesimi hükümet etti.Tarihsel deneyimler çatal baş politikaların büyük meyveler vermediğine tanıklık etse de, 1990’da geleneksel Rusya ve Doğu Avrupa pazarlarını kaybeden ve Batı Avrupa ülkeleri pazarlarına da, AB üyesi olsa bile, ayak uydurmada güçlük çeken, standart tutturamayan, istemlere uyamayan Bulgaristan, yere basmaya hazırlanıyor. Sosyalist üretim biçimi çöken ülkede, sermaye biçimi olmadığından serbest Pazar üretimine açılmak zor oldu. Avrupa Birliği’nde tüm üretimler kotaya bağlı olduğundan geleneksel üretimlerde büyük kısıtlamalar yapılmasının kabul edilmesi, geniş halk kitlelerini sefalete itti. Siyaset bilimi uzmanlarının “yoksul halk kolay yönetilir” iddiasına, “bir yere kadar” tamamlamasını yapmak zorundayız ki, bu sene Bulgaristan’da 10 ayın 6-sını protesto meydanlarında “hükümet istifa” sloganlarıyla geçirenler var. Şubat ayına kadar Boyko Borisov’un GERB partisinin tek başına kurduğu hükümeti istifaya zorlayanlar, Haziran ayından beri sosyalistlerin, Türklerin partisi olan Hak ve Özgürlükler Hareketi ile yeni yeni boynuzlanmaya başlayan Bulgar neo-faşistlerinin partisi ATAKA partisinin birlikte kurdukları “çehresiz” hükümetin istifasında ısrar ediyorlar. Yerini sevmeyen ve kök salamayan bir fidan gibi süzülen Pl. Oreşarski hükümeti dereye taş atmadan balık tutma ustası olmadığını olamayacağı da belli oldu. Politikayı meslek edinenler, politik partilerin, belirli sermaye çevrelerinin, genelden farklı olan özelliklere sahip halk toplumlarının, emekçi kitlelerin ya da değişik sosyal grupların çıkarlarını savunma uğruna yola çıktıklarını temsil ettiğini iddia eder ve bu böyledir. Ne yazık ki, Bulgar toplumu, politik partilere rağmen, ayçiçeği (gündöndü) gibidir, kafasını bir batıya, bir Doğuya çevirmede ne sakınca, ne kötülük, ne günah ne de sevap görüyor. 1908’den 1944’e kadar Batıya ve öncelikle Almanya’ya bağlanmış olan Bulgar toplumu, 1945–1990 arası ka-


220

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

yıtsız şartsız Rusya’ya bağlandı, 1990’dan sonra da Rusya’dan kopmanın acılarına zor dayanırken, Batı’dan umduğu medet de mehlem olmadı ve iki arada, yol ortasında kaldı. GERB partisi daha fazla uzak ve yakın Batıya bakarken, BSP eski sevdası Doğu’ya gülümseyip, Batı’ya şirin gözükmeye çalışıyor. BSP gemisine binen HÖH parti tayfası, “ırmak nereye akarsa, gemi nereye giderse” yolumuz orasıdır, mantıyla halktan iyice koptu. Neo-faşit Volen Siderov ise, bu iki partinin oğulluk kızı olduğundan, kaptan odasına girdi ve neredeyse tek başına yön vermeye başladı. Politik durumun ve yapılanmanın özeti bu olsa da, sermaye dediğin melet bütünselliğini korumak ister, karıyla koca gibidir, sabah kavga eder, akşam yatağa birlikte girer. Hastalanmaya, bölünmeye, parçalanmaya, ayrılmaya, boşanmaya hem istekli hem de isteksizdir. Bulgaristan’da, GERB ile BSP oligarşi sermayesini ikiye bölmüştür. Parçalanmışlık aslında büyük bir yara olduğundan sızlamak, acımak bir yana, ağırı yapar, ağardıkça da bütün sermayeyi hastanelik eder. Bu sebepledir ki, GERB ile BSP’nin temsil ettiği oligarşi grupları, Ahmet Doğan’ın aynı emzikle bir birini bir ötekini beslemesine tahammül yitirmiştir. Sermaye büyüdükçe dadıya gerek kalmaz. Hristo Biserov bu yüzden merkeze alınmıştır. Oligarşi bir emzikten beslenmek ve aynı emziğin devamlı ağzında olmasını ister. Ahmet kendisi yıllar yılı hem “DC” hem de “KGB”den emdiği, yani iki memeden birden emdiğinden dolayı, bir memeyle iki kişiyi birden besleme konusunda deneyimsiz ve boş bulunmuştur. Bir de insan başka birinin aç mı tok mu olduğunu anlayamaz. İpler bu noktada kopmuştur. Bu gidişle Ahmet Doğan ben bu işi bundan sonra yapamayacağım, “pes” olduğumu kabul etmek zorundayım, beyanında bulunmak ve tespihini alıp fahri başkanlıktan da çekilmeyi düşünmelidir. Eşyanın doğası bunu gerektirir. Ve böylece, Ahmet Doğan ve ardındaki muammalı tayfa, bu gidişle, görüldüğü üzere, bütünüyle emekli oluyor, başka bir değişle ana kadrodan atılacak ve bahçeye ve yolların temizliğine bakmak, kahvelerde sayıklamak üzere Saray’dan çıkacaktır. Başkan Lütfü Mestan, Başkan Yrd. Hristo Biserov’un tüm görevlerinden ansızın istifasıyla gelen kokuyu alır almaz soluğu Brüksel’de “Yeni Liberaller” sarayında aldı. Ve hemen anlatmaya


Makale ve Analizler - 2013

221

koyuldu, anlattı anlattı, Bulgarcası ne kadar güzel de olsa, dinleyenler Bulgar dilini bilmediğinden, çeviriyi yapanın hep ağzına baktılar. Çevirmen kız, tercüme edip anlatırken Lütfü’nün ağırmış keçisakalına bakıyor, bir de bu adam Türk değil mi, benim dedelerimin 300 sene Avrupa’ya köle etmeye çalıştığı çıtaklardan biri olmalı, diye düşünüyordu. Ayrıca, şimdi kalkmış Neo-Liberal havasına giriyor. Hem de iktidar sofrasından çekilmek istemiyor. Bu incelikleri hafızasının bir yanına istiflemeye çalışırken, Sofya’dan gelen bir acil mesaj dalgınlığını bozdu: Gönderen, Lütfü’nün pek alıp veremediği GERB şefi Boyko Borisov şöyle diyordu: “Biz hükümet olacağız, ama Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) ile birlikte yönetmek istemiyoruz.” Bu haber bir ölüm kurşunuydu. Hafta sonunu Brüksel’de geçiren Sergey Stanişev ile Boyko Borisov, Lütfü’nün gittiği yerlerden dönmüşlerdi. Şimdi gelelim Sofya’daki duruma. Yine hafta sonunda “Sansürsüz Bulgaristan” hareketini yaratan Nikolay Barekov Büyük Camii ile Cumhurbaşkanlığı arasındaki meydanda elline aldığı oyuncak sıçanları saatlerce salladı ama durmadı salladı konuştu, konuştu salladı. Canı sıkılan çekti gitti, sabırlılar dinledi. Ona göre, baş aşağı duran bu sıçanlardan biri Cumhurbaşkanı Rosen Plevneliev; ikincisi: Sosyalist Parti Başkanı Sergey Staşinev; üçüncüsü ise GERB partisi Başkanı ve eski başbakan Boyko Borisov’du. Konuşmacıya göre, bu seçkin politikacıların üçü de sıçan yani ödlek olduğundan ve bir kedi olan halktan korktuklarından, kalabalığın arasına inemiyorlar ve meydanlarda halkla açık tartışmaya çıkamıyorlardı. N. Barekov dört beş aydan beri Bulgaristan il ve ilçe merkezlerini dolaşıyor, halka görüşüyor, sıçanları sallıyor, dert yananları dinliyor, çareler öneriyordu. Barekov’un sıçanları o benim bir yazımda anlattığım kani bal sıçanlardan değil, birbirlerini ara sıra eleştirip ısırsalar bile, bir grup oluşturduklarının farkındalar. Barekov görüşmeleri TV programlarında canlı yayınladığı için eleştirinin eleştirisinden gerçek doğduğunu bilse de, ayar olmak zorunda olduğunun bilincindedir. 24 yıldan beri politika suyunda yüzen politikacıları “dolandırıcı”, “rüşvetçi”, “istidatsız”, “ülkeyi bunalımdan çıkarmaya muktedir olmayan” niteliksiz kişiler olarak tanımlasa da henüz kimseye karşı dava açmadı.


222

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Başbakan olmak istediğini meydan konuşmalarında beyan eden Barekov politik reytinglerde % 17 destek buluyor ve parlamento seçimleri bugün yapılsa “Sansürsüz Bulgaristan” barajı aşıp meclis sıralarında yerini alıyor. Ne var ki, bu gelişme Bulgaristan’da bir sosyal devrim olduğu anlamına gelmiyor. Halkın isteklerini bir çizgide toplamak çözümlere açılan yolun henüz başlangıcıdır. Barekov’un agitasyon ve propaganda ilkesi şudur: “Oturup bir yerde beklerken hiçbir sorun çözülemez!” Şu da var tabii, çözüm fikirlerin doğduğu yer meydanlar değil, insanın kafasının içidir. Yola çıkan her çeşme başında durduğunda yol alamaz. Aralık ayında, Sofya’da “Sansürsüz Bulgaristan” hareketi bir ulusal kurultay toplayıp yeni partinin program ve tüzüğünü kabul edecek ve kaydını yaptırıp seçim hazırlıklarına başlayacaktır. Kötü olan yeni seçimlerin ne zaman yapılacağı henüz belli değil. Barekov’un beyanlarına göre, hareketi yoksul, sefil, işsiz ve durumu ağır olan emeklilerle birlikte küçük ve orta sermaye de destekliyor. Sofya, Plovdiv ve Veliko Tarnovo şehirlerinde ofis açan bu hareket, halkı dinlemeye ve yüzleşmeye devam ediyor. Ayrıca iktidar olduğunda oligarşi, tekel, mafya ve hasıraltı iş gören yapılanmaların bütün imtiyazlarını ellerinden alacağını, dolandırıcı ve hırsızlara karşı “temiz eller” operasyonu gerçekleştireceğini açık açık söylüyor. Parti örgütleme ve niyetlerini duyurma işini kendi parasıyla ve dost yardımlarıyla gerçekleştirdiğini gizlemeyen Barekov, Bulgaristan gerçekliğinde 1990’dan sonra ilk defa olmak üzere, sınıfsal daha doğrusu yeni bir tabakayla yüzleşmeyi meydanlara taşırken, bugünkü iktidarın tüm musluklarını elinde tutan oligarşi ve mafya oluşumlarına karşı can çekişen küçük ve orta ölçekli sermayeyi yüreklendiriyor. Bulgaristan’da yerleşmiş ve gelenekleri olan bir esnaf tabakası olmadığından, küçük ölçeklileri aralarındaki rekabet prangasından kurtarıp çıkar kenetlenmesinde bir araya toplamak olağanüstü zordur. Bu orta hali sermaye temsilcileri için de geçerlidir. Bu tabakaların ikisi de genelde batı bankalarının şubeleri olan Bulgar bankalarına her bakıma bağlı ve mahkûmdur. Oligarşi ülkedeki bankaların yerli egemenidir ve gözüne kestirdiği küçük ve orta boylu sermayeyi istediği gibi ve istediği an yok edebilir. Aslında bu işi kendisinin yapmasına gerek bile yok, bizde “MOLL” adıyla dikilen Alış Veriş Merkezleri (AVM) bir ejderha kadar güçlü ve ustalar. Ev ev ikinci el giysi veya meydanlarda ekmek köfte dağıtmadan onurlu geniş kitlenin sıkıntılarını giderme yolunda güç toplayan “Sansürsüz Bul-


Makale ve Analizler - 2013

223

garistan” hareketi, BSP, GERB, HÖH ve ATAKA partilerinin politikalarını bütünüyle olumsuzlaşıyor. Onların karşısında ve uzağında siper alıp mevzileniyor. Propagandasını tek başına, halkla görüşmeler şeklinde, bir uzman ekibiyle devamlı danışarak yürüten ve katılanlar arasında hiçbir ayırım yapmadan geliştiren bu genç siyasetçi, asgari emekli maaşının 260 leva olmasında, öğretmenlerin maaşlarında % 30 zam yapılmasında, işsizliğin aşılması için geçlerin 1 yıllık meslek kurslarında eğitilmesinde ilkeli öneriler sunuyor ve destek topluyor. Bulgar oligarşisinin politik çadırı olan, BSP ile GERB partileri yeni bir ortaklıkta birleşirse, HÖH partisi parlamento içinde ana muhalefet duruma itilecektir. Şimdilik “Sansürsüz Bulgaristan” hareketi de parlamento dışında ana muhalefet oluşturuyor. Omurga kemiklerinde ülkenin en yoksul ve sefil kesimi temsil etmenin ıstırap izlerini taşıyan bu oluşumlar ortak yolda yürümeli ve ortak hedef peşinde olmalıdır. Bulgaristan’da yaşayanlar arasında en zor ve sıkıntılı bir kışa hazırlanan Türkler, Pomaklar ve tüm Müslümanlar olduğundan dolayı, ortak davanın ortak bayrağı altında toplanmak zorunlu olacaktır. HÖH partisi bir daha ne GERB ne de BSP ile ortak hükümet kuramaz. Kopan armut aynı dalda bir daha sallanamaz. Büyüklerle ortaklık politikasına sıkılan kurşun bu defa ölümcüldür.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.