04 HAK VE ÖZGÜRLÜKLER UGURUNA TUKETİLEN UMİTLER

Page 1

Makale ve Analizler - 2013

HAK VE ÖZGÜRLÜKLER UĞRUNA TÜKETİLEN ÜMİTLER

2013 Kasım - Aralık Makale ve Analizleri

1


2

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

HAK VE ÖZGÜRLÜKLER UĞRUNA TÜKETİLEN ÜMİTLER BULTURK BGSAM Yayınları Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi - BGSAM -4 BULTÜRK Genel Başkanı: Rafet ULUTÜRK Basım: Eylül-Aralık - 2013 Koordinatör: Dr. Nedim BİRİNCİ Editör: Raziye ÇAKIR İnternet sorumlusu : Kapak Tasarım: Murat ULUTÜRK Pazarlama Sorumlusu: Hamiyet ÇAKIR Arşiv: İbrahim SOYTÜRK İsteme Tel: 0212 511 63 47 www.bulturk.org; www.bghaber.org; info@bulturk.org İnternet sitesinin yazıları Adres: Yıldırım Mah. Şehit Kamil Balkan cad. No.114/A Bayrampaşa İstanbul Tel: +90 (212) 511 63 47 Belgegeçer: +90 (212) 526 51 98 https://bgsam.org/, https://issuu.com/bulturk, https://bulturk.org.tr/ Baskı : DİNÇ OFSET MATBAACILIK SAN. ve TİC. LTD. ŞTİ. Adres: Davutpaşa Cd. Emintaş San. Sit. No: 103/580-581 Topkapı - İstanbul Tel: 0090 212 493 24 67 TÜRKİYE CUMHURİYETİ YASASI GEREĞİNCE BU ESERİN YAYIN HAKKI BULTÜRK’e İZİNSİZ KISMEN VEYA TAMAMEN ÇOĞALTILIP YAYINLANAMAZ

Web: www.bghaber.org ; E.Posta: rafetuluturk@yahoo.com


3

Makale ve Analizler - 2013

“Bilgi Ordusu, Bizim Ordumuz, Bildiğimizi Öğretmek,Bizim Borcumuz.” Rafet ULUTÜRK

Düşünceler dizisi olan elinizdeki eserin anlamı derin bir uğraşın ancak başlangıcıdır. Bulgaristanlı Türk Müslümanların başına 1970-72, 1984-85’te düşen yıldırımın bir daha düşmemesi için bir uyarı ve ışık niteliğindedir. Saygılarımızla, B U LT Ü R K İ st a n b u l


4

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2013

5

Önsöz Yerine Yıl 2013 Elinizdeki .... Serilik kitabın ilk harfi Bulgaristan Stratejik Araştırmalar Merkezi (BGSAM) bilgisayarına düşerken olayın bir düşünceler serüvenine dönüşeceğini düşünememiştik. Bulgaristanlı olup vatanlarında ve Türkiye Cumhuriyetinde yaşayan Türk, Pomak ve Roman, Müslüman kardeşlerimizi anlatarak tanıtan bir yazar grubu toplayacağını da öngöremedik. Olayın motoru olan Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği (BULTÜRK) Türk Müslüman Kimliğimize inen öyle uzun bir yol yürümeye hazırlanmıştı ki biz de ilerlemeye doyamadık inşalah bunun devamı da gelecektir. BGSAM Ağustos ayı içerisinde yaptığı Bulgaristan analizlerinden çıkardığı sonuçla kovulduğumuz ata vatanımızda birlikte var olmanın sırrına varıp yol açıp taşlarını da dikerek hep olumlu, hoşgörülü ve sabırlı tutum aldı. Şöyle de diyebiliriz. Bir karınca gibi BGSAM gönüllüleri durmadan bıkmadan usanmadan çalıştı. Hatta anlatmak istediklerini kimseyi kırmadan ifade edebilmek için çaba sarf etti. Bunu yaparken de tescilli hain olanlara da acımasızdılar. Şekspiri de örnek aldık o, yaşadığı zamanla uzlaşamayınca, hayal ettiklerini 800 yıl önce yaşattı, Kral Lear’i, Kraliçeleri, Romeo ve Juliet’i sahnelerken, yaşadığı dünya hakkında söylemek istediklerini kurgu kahraman Hamlet söylemişti. Biz ise tarihe yapılmış zehir dolgularını söküp atmaya çalışırken yerine insan kardeşliği, hoşgörü, ortak umut aşılamaya çalıştık. Bu açıdan baktığımızda, elinizdeki eserde özel bir kronolojik ya da tematik dizim yapılmamış, araştırma ve inceleme uğraşıları www.bghaber.org sitesinde yayınlandıkları tarihsel sıralamaları da korunarak yayın seyrine göre sıralanmıştır. Bu yapıtın en değerli olan yanı yazarların daha fazlasının genç kuşaktan ve hem Bulgaristanlı ve hem de Türkiye’li olmasıdır. Bu bakıma kül yatımız bir başlangıç olarak da özel ilgi ve büyük beklenti odağı oluşturmuştur.


6

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İşlediğimiz konuların başında Bulgaristan’da Türk Müslüman kimliği oluşması, ahlak, hak, özgürlük, adalet ve demokrasi davası, faşizmin özgün uzantısı olan Bulgar totalitarizminin sökülmesi, memleketimizi esaret altında tutma çabalarını çok yönlü sürdüren Rusya’dan kopma ve Türkiye’nin de dâhil olduğu Batı medeniyetiyle sımsıkı bütünleşme sorunları yer aldı. Tartışmalar elektronik medya ortamından taştı, forumlarda ve ülkelerde gündem oldu. Biz artık 21.yüzyılda bir adım önde olmak zorundayız. Okurlarımıza bizden daha iyisini bulduğunuzda bizi çöpe atma hakkınız sizde saklıdır, dedik. Arkamızda okur ordusunun sıra düzdüğünü gördükçe yüreklendik. Sizinle gurur duyuyoruz. Raziye ÇAKIR


Makale ve Analizler - 2013

7

Önsöz: Toplumların hayatında yazılı tarih büyük bir öneme sahiptir. Ancak bizde yazılı olmayan tarih, yani nesilden nesile aktarılan tarih vardır. Bu nedenle bazı olaylar zamanla faklı şekilde anlatılmakta veya algılanmaktadır. Gelecek nesillere aktarılacak olan bilgi birikiminin arşivlenmesi, kitap, dergi veya gazete gibi yayın organları aracılığı ile kalıcı hale getirilmesi büyük bir öneme sahiptir. Bu nedenle edindikleri tecrübeleri, yaptıkları çalışmaları toparlamak ve kitaplaştırmak güzel bir çalışmadır. Bunu bireysel olarak yapımaktan öte kurumsal olarak da yapmaları takdire şayan bir davranıştır. Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği kısa bir süre önce 2013’te kurulan internet haber sayfası www.bghaber.org sitesindeki yazıları bir araya getirerek yapılan bu çalışmaları kitapçık halinde getirerek bu konuda büyük bir ciddiyet göstermektedir. Derneğin internet haber sayfasında çıkan yazıları ve çalışmalarının yıllıklar halinde kitapçık haline getirerek yer aldığı bu çalışma gelecek kuşaklara aktarılacak ve ışık tutacaktır. Öte yandan dernek büyük bir arşiv de oluşturmuş durumdadır. Dernek faaliyetlerini gerekli ciddiyetle yürüten dernek Başkanı öncülüğünde dernek kurucuları, Yönetim Kurulu ve üyelerinin yaptıkları özverili çalışmalarından dolayı kutluyorum ve başarılarının devamını diliyorum. Mehmet Çakır BULTÜRK Kurucu Üye

Değerli Hemşehrilerim, Bulgaristan’da hepimiz zor günler yaşadık, itildik, ezildik, çiğnendik, hatta gün geldi vurulduk, şehitler verdik. Bu nedenle bizler kendi içimize kapanarak, yaşam mücadelesi vermeye çalıştık. Ancak bu içine dönüklükten kurtulmalıyız ve Türkiye’de yaşadığımıza göre, yasaların bize verdiği tüm haklardan bizlerde yararlanmalıyız. Peki, neden bunu yapamıyoruz? 1877-78 Rus-Türk savaşından sonra Osmanlının Balkanlardan çekilmesiyle birlikte, savaş esnasında işlenen akıl almaz katliamlar nedeni ile atalarımız asırlarca yaşadıkları yerleri terk ederek göç yolunu tutmuşlardır.


8

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Geride kalanlar ise Bulgaristandevleti’nin uygulamaya başladığı soy kırım politikalarına karşı direnmiş ve hayatta kalmaya çalışmışlardır. Şimdi ise burada Türkiye’de yaşayanlar oralara yardım edebilmek için, burada ilk önce bir araya gelmek ve bir merkez oluşturmalıyız. Artık bir kurum altında toplanmalı ve birlikte hareket etmeliyiz. Bu birliğe hepimizin ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Artık bir birimizi kötülemekten vaz geçmeliyiz, birisi için yanında konuşamayacağımızı başka bir yerde konuşmamalıyız, yani kısaca arkasından konuşmamalıyız. En önemlisi samimi, hoşgörülü ve ahlaklı olmak. Zamanla her şey yerine geleceğine inanıyorum, ama tabi ki bu dava üzerinde kafa yoran, stratejiler üreten ve devamlı bunun üzerinde çalışan olursa. Bizim savaşımız insanlarımızı ahlaklı yetiştirmek olmalı, birlik ve beraberliğe kendi insanlarımızla başlayarak tüm Türk Dünyasına taşmalıyız. Bizler burada Türkiye’de yaşayan Bulgaristanlılar büyük bir kitle haline gelmiş durumdayız. İşte bu nedenle şimdi bu kitleyi yani kendi hemşerilerimizi, bir araya toplayarak bir merkez, bir güç birliği oluşturmalıyız, tabi ki bu bizim doğal tabii hakkımızdır. Bizler de artık toplum gücünü kullanabilmeliyiz. Toplum olarak haklarımızı elde etmek zorundayız ve bu yönde çalışmalıyız. Biz bunu söylerken, önderlerimizi seçerken, başkaları kötüdür demiyoruz. Biz bu işi onlardan daha iyi yapabileceğimize, Türkiye Cumhuriyetine ve Türk Dünyasına daha verimli olacağımıza, buralarda bu bölgelerde yaşayan Türklerin daha iyi, daha güvenilir, yaşamalarını sağlayacağımıza inandığımız için, Önderliğe, Yönetime talibiz. Bu arada Bulgaristan’da kalan kardeşlerimizin hepsinin siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel kimliklerini, muhafaza edebilmeleri için mücadele etmeliyiz ve bu konuda gerekeni yapmalı ve gerekli yardımları yapmalı ve yaptırmalıyız. Aramızda Ahlâklı, Adaletli olanları seçmenli ve yüceltmeliyiz. Geçmişi konuşmaktansa, gelecekten söz etmeliyiz, bugünü değil, yarınları görerek hareket etmeliyiz. Aramızdan stratejistlere imkân ve fırsat vermeliyiz ve onları bizler yetiştirmeli yön verebilmeliyizkısa-10 ve uzunvadeli -50 yıllık hedefleri gösterebilmeliyiz. Aramızda kötü niyetli insanları tespit etmeliyiz, bilmeliyiz ki, onların kusurlarından dolayı değil, bu güne kadar yapılması gerekenleri engelledikleri için aramızdan uzaklaştırmalıyız. Bu güne kadar neler yapılmamış, onları araştırmalı, bilmeliyiz ve neler yapılması gerekir onları söylemeliyiz ve bunları bir an önce hayata geçirmeliyiz.


Makale ve Analizler - 2013

9

Bizler gözyaşları dindirmek için, yaralara mehlem olmak için, her yüke ortak olabilmeliyiz. Gençlerimize, sadece balık pişirmesini değil, balık tutmasını da öğretmeliyiz, insanlarımızı denizlere, okyanuslara açılmalarını sağlamalıyız. Aramızda Tek Lider değil her sokakta, her mahallede bir lider yetiştirmeliyiz, biz dünyayı yönetmek için oğullarımızı yetiştirmeliyiz. Bizim insanlarımız yani Bulgaristan Türkleri şahsi başarıları Türkiye’de belkide en çok olanlardanız. İşte artık bizler toplum olarak haklarımızdan yararlanmasını bilmeliyiz. Her şeyden önce siyasi haklarımızı toplum olarak kullanmalıyız, daha sonra ekonomik ve kültürel haklar onu takip edecektir. Hepimizin gördüğü gibi, tarihte büyük güçler çok defa kötü politikaların kurbanı olmuşlar ve bunlar devam edecektir. Bir toplumun Lideri olmadan hiçbir şey olmaz, bu lideri de toplum çıkarmalıdır. Siyaseti güvenilir, sevimli hale getirmek bizim hedefimiz olmalı, bu gün çok zor, imkânsız olarak görünse de, yarınlara umutla bakabilmeli ve baktırabilmeliyiz. Var olabilmemiz için, var kalabilmemiz için, öncelikle temel hususlarda anlaşma sağlamalıyız. Aramızda bir birimize güveni kaynaştırmalıyız ve samimi olmalıyız. Her şeyden önce özgüvenimizi kazanmalıyız, birlik ve beraberliği ön planda tutarak insanları insan oldukları için sevip saymalıyız. İçimizde barışı sağlayıp, tek merkezde bir çatı altına toplanmalıyız. Bu çatı da “BULTÜRK Derneği” olmalıdır. Buradan tüm dünyaya sesimizi duyurabiliriz. Balkanlar konusundaki politikalarda etkili olabilmek için yolları aşındırmalıyız. Çünkü gelişmiş ve Bulgaristan’da etkili bir Türkiye Balkanlara tamamen hâkimiyet kurabilecektir. En önemlisi kararlı olalım ve birbirimize samimi, saygılı olmayı ve bir birimizi sevmeyi öğrenmeliyiz. Bizim derdimizi ve problemlerimizi en iyi anlayabilecek zaat bizden olduğunu idrak etmeliyiz. Bulgaristan Türkleri konusunda teşhisi bizler kendimizi yetiştirerek yetki mercileri alarak son noktayı biz koymalıyız, bu güne kadar ki eksikliğimiz budur. Ayrıca Balkanların anahtarı Bulgaristan’da yani Bulgaristan Türklerinden geçtiğini de öğrenmeli ve öğretmeliyiz. Sevgili dava arkadaşlarım. Kendimizde özgüveni, aramızda güveni ve merkezioluşturduktan sonra, kimsenin aramıza nifak tohumları ekmesi mümkün değildir. Bizim için önemli olan, eksiklerimizi bulmaktır. Geçmişi bırakarak artık bizler aydınlanma dönemine bir an önce geçmeliyiz. Halimizi tespit etmek çok kolay, gazete, dergi yayın hayatımız nerede,


10

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

kaç gazete, tv, radyo bizimle ilgili haber yapıyor.Burada suçlu değil, sebepleri aramalıyız. Gelin bunları tartışalım, niçin bu güne kadar bir Bulgaristan Kültür Merkezi olmamış, bunu şimdi nasıl gerçekleştirilebiliriz, bunlara yönelik çalışmalar toplantılar yapmalıyız. Hedefimiz Türkiye Cumhuriyetini daha güçlü, daha huzurlu ve daha iyi yarınlara götürmek için olmalı. Güçlü bir Türkiye Bulgaristan da yaşayan Türklerede güven ve huzur verecektir, onların daha rahat yaşamalarını hep birlikte sağlayabiliriz. Bunlar zannetiğiniz kadar zor işler değil. Dünyada insanlar bir iş için değil, bir İdeal için hayatını feda ederler. Bunun için güçlü olmak sesini duyurabilmek için öncelikle bir Kurum ve bunun Merkezini oluşturmalıyız. Çünkü Merkezi olmayan hiçbir topluluk bir yerlere gelmesi mümkün değildir. Bu güne kadar konuşmalar tartışmalar yapılmış fakat bir ağıç ekilmemiş işte bu gün bunu yaptık BULTÜRK tüm Bulgaristan Türklerinin biz öncelikle sadece Bulgaristanlıyız. Bizler elimizdeki kıt kaynaklarla bir merkez oluşturmaya çalıştık, bunda da muhafak olduk. Bu merkeze ulaşmakta büyük güçlükler ile karşılaştık bu konuda bizlere yardımcı olan emeği geçen herkese teşekkür ediyoruz. Ayrıca bizlere kendi yerini veren Mümin Hocamıza huzurunuzda kendisine tekrar tüm halkımız adına buradan teşekkür ediyoruz. Bundan sonraki hedef de Türkiye’nin her yerine ulaşmak ve bu birlikteliği her yerde tesis etmektir. Bu merkezimizde artık kendimize ait bir kültür merkezimiz oluştu toplantı salonumuz da mevcuttur her 15 günde bir toplanıyoruz. Amacımıza ulaşabilmek için devletin bir şeyler yapmasını beklememeliyiz. Birlikten kuvet doğar Atasözünde olduğu gibi güçlerimizi birleştirerek devlet yönetiminde söz sahibi olmalıyız ve geleceğimize kendimiz yön vermeliyiz. Gençlerimizin devlete girmelerinin yolunu aydınlatmalıyız. Artık bizim de Ankara’da TBMM’de kendi temsilcilerimiz olmalı. Bizler de buralara kendi içimizden birilerini gönderebilmeliyiz. Aramızda birlik ve beraberliğimizi oluşturduğumuz takdirde kendi içimizde samimi olduğumuzda başarıların ard arda geldiğini göreceğiz bunu başaracağımıza eminim. İhtiyacımız olan tek şey kendi içimizde daha adaletli olabilmek. Sevgi ve saygılarımı sunarım, Genel Başkan Rafet ULUTÜRK


Makale ve Analizler - 2013

11

Debelendikçe Batıyorlar

Neriman Eralp Kalyoncuoğlu-09.Kasım.2013

Bu Pazar sizlere “Zamanı Dolmuş İşler” başlıklı bir yazımı okutmak istiyordum. Bulgaristan’da 24 Üniversite, Yüksek okul ve Akademi’de devam eden öğrenci boykotlarının toplumda neden destek bulmadığını ve neden etkisiz kaldığını anlatmak istiyordum. Nedeni de, bir ülkede gençlik eylemleri etki uyandırmıyorsa, toplum bitmiştir, can çekişmektedir, mutlaka seçenek aramak zorundadır, gibi soruların nedenleri üzerinde durmayı düşünmüştüm, ama başka zaman, şimdi kısmet değilmiş. Kısmet değilmiş, çünkü konumu değiştirdim ve yine Bulgaristan’da son hafta gelişmelerini temel alarak, “Batağı yaratanlar debelendikçe batıyorlar” konusunu işlemek istiyorum. Fikir değiştirmeme neden, şu savcılığa intikal eden, Hak ve Özgürlükler Partisi Genel Başkan Yardımcısı yani parti içinde ikinci adam görevinde bulunan ve Bulgar parlamentosunda da Başkan Yardımcısı koltuğuna oturan Hristo Biserov’u bir insan olarak anlatmaktır. Doğrusunu söylememi isterseniz, Hristo Biserov Haskovo’lu olduğundan ben içten içe kendisine sempati besliyordum, çünkü bizim evde yaşlılar arasında yapılan sohbetlerde Hasdkovo’lu ve Strara Zagora bölgesinden Bulgar hakkında “geniş gönüllü”, “iyi yüreklidirler” dendiğini defalarca işitmiştim. Hak ve Özgürlükler Partisi Başkan Yardımcılığına atanmasından sonra da “bir de onlardan olsun canım, bir şey olmaz!” diyenler vardı. Biserov hasıraltından su yürüten, ne yaptığını kimseye söylemeyenlerdendi. Demokratik Güçler Birliği Başkan Yardımcısı sıfatıyla, İvan Kostov hükümetinde Başbakan Yardımcısı olarak görev aldığında, saç kesimini, takım elbiselerini, arabasını, çadırını, karizmasını bütünüyle değiştirmekle kalmadı, taşra mantalitesini Sofya’ya taşımadı, köy soylu olan karısını boşadı, bir oğlu vardı ona da yüz çevirdi. Bulgar burjuvazisinin eski ailelerinden bir çocuklu bir dulla yeniden evlendi, yine eski Sofya kent kodamanlarından birinin eski evini 50 bin USD satın aldı, onarttı ve şehir merkezine taşındı, yürüyüşünü bile değiştirdi. İnsanlar sırık fasulyesi gibidir, gökyüzü yakın sanıp devamlı tırmanırlar. O da Başbakan Yardımcılığını az buldu. Başbakan İvan Kostov’un istifasını istedi, olmadı ve şıp diye politik çöplüğe düştü.


12

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Düştü de kısa sürede işlerini yoluna koymuştu. Çöp arabasına yüklenip Sofya dışındaki “Suhodol” (Kuru dere) adlı çöplüğe atılmayacağını ve aç kargalara yem olmayacağını sanki biliyordu. Ona “al başını Haskovo’ya dön ve avukatlığına devam et!” diyen de olmadı, çünkü bu demokrasi kurallarına aykırı olurdu. Çöp kurusunda da olsa, kendisini mutlaka gelip bulacak birileri olacağını biliyordu. Hatta bu kişinin o zamanlar HÖH Genel Başkanı olan Ahmet Doğan olacağını da seziyordu. Çünkü Ahmet Doğan dalından düşmüş armut toplayıcısıydı, kendisi gibi, çaresizlere olanak sunarak onları kullanmayı ve kendilerinden yararlanmayı zanaat haline getirmişti. Sonra, Ahmet Doğan, Türkler ve Pomakların Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin tabanını biraz genişleterek, “etnik parti” ithamından kurtulmak istiyordu. Hristo Biserov’un Bulgar seçmen kitlesi arasında fazla nüfus sahibi olmadığını pek bilen yoktu, onun gönlünü kazandığı kesim “Romen kitlesiydi” daha da somutlaştırmamı istiyorsanız, “Kaldaraç” Romenleri “Çar”ını ve onların arasında seçim dolaplarını çevirenleri iyi tanıyordu. Artı evlerine girip çıkıyor, düğünlerine davet ediliyor, onların düzenlediği Hıristiyan törenlerine katılmayı ihmal etmiyor, sofralarında yemek yemekten içki içmekten tiksinmiyordu. Onun, Romenlerle olan ilişkilerini yakından takip eden birisi olsa, soyunda Romenlik var, diyebilirdi. Bu iddia, Başbakan İvan Kostov hakkında zaten vardı da, onun kullandığı krem ve pudralar ara sıra soyunun cilt rengini ele verirken, bakışları da iddiaları destekliyordu, fakat Hristo Biserov hakkında böyle bir sav öne sürmek imkânsızdı, çünkü Bulgarlardan daha beyaz tenliydi ve kafatasının biçimi de Çingenlerinkinden çok farklıydı. Onun hakkında, benzer bir iddiada bulunmak, cesaret isterdi. Olay böyleyken o, Haskovo’da avukatlık yaparken davalarında vekil oluyordu. Soy sopu Sırbistan’a uzanan ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Bulgaristan’a göç eden “Kaldaraş” boyu diğer Çingen kabilelerinden biraz farklı, kör cesaretli, daha hareketli, daha uyanık ve bazı hususiyetleri olan özgün niteliklere sahip olduğundan Todor Jivkov’un totaliter rejimi bile kendilerine bazı ayrıcalıklar sunmuştu. Örneğin, kayıtsız işler yaparak para kazanmalarına göz yummuştu. Tabii, bu özel yaklaşım onları biraz şımartmıştı. “Kaldaraş” Romenleri’nin kodamanı olan Romen Kiro, “Berlin Duvarı”nın yıkılmasıyla uyanık davranıp acele Viyana’ya gitti. Orada tanıdığı Macar ve Sırp Romen kabile şefleriyle anlaşarak, birkaç kısım para karşılığı kendine “Çar” unvanı satın aldı. Böylece çulsuz Romen Kiro “Çar


Makale ve Analizler - 2013

13

Kiro” oldu. 1990’dan sonra herkes “Kaldaraş” Romeni Kiro’ya “Çar Kiro” yani Bulgar dilinde (Tsar Kiro) demeye başladı. Avukat Hristo Biserov müvekkili Kiro’nun davalarına bakarken, evraklara “Çar Kiro” unvanını isim ve soy isim yerine işlemeye başlayan ilk Bulgar avukattır. Akabinde bu bir usul haline geldi ve mahkeme kararlarında “Çar Kiro” geçmeye başladı ve tabii, Romenin yoluk kanatlarında tüy bitti. Milli konularda çok hassas olan Bulgarların arasında, bir Cumhuriyet olan Bulgaristan’da çulsuz Romen Kiro’nun kamuoyunda, medyada ve devlet dairelerinde Çar olarak kabul ettirilmesinde eski başbakanlardan ve Demokratik Güçler Birliği (CDC) yöneticilerinden İvan Kostov ile Filip Dimitrov’la birlikte yine aynı bataklıktan Başkan ve Başbakan Yardımcısı görevinde bulunan Hristo Biserov’un çok büyük katkıları oldu. Ve bu “liderlerin” kendilerinin yarattığı bu bataklıkta debelenme ve debelendikçe batmaları, işte böyle tam 22 yıl önce başladı. Bu vesileyle sizlere, Çar Kiro’nun 50. yaş günü kutlama törenini anlatmışlardı ben de sizlere anlatmak istiyorum. Yıl 1992. Tören Plovdiv’e bağlı “Katunitsa” köyünde düzenleniyor. “Katun” göçebe Romenlerin at arabası alayının konaklamak üzere durduğu alana verilen isimdir. “Katunıtsa” ise, halk arasında ve medyada “Çar Kiro”nun köyü, yani Çarlığın konaklama merkezi anlamında kullanılır. Doğum günü kutlamalarında, Çarın 3 katlı konağının giriş salonunda sofra kurulmuş ve başköşede iki Bulgar politikacı yer almıştı. Biri, daha sonra Bulgaristan Başbakan olan ve halen Paris’in “Sorbona” Üniversitesi’nde sosyalist Bulgaristan’ı nasıl çökerttiği konularında konferanslar veren Filp Dimitrov; ikinci önemli şahıs da bir avukat, Demokratik GüçlerBirliği Başkan Yardımcısı, daha sonra Bulgaristan Başbakan Yardımcısı ve daha da sonra Hak ve Özgürlükler Partisi Başkan Yardımcısı, milletvekili, Bulgar parlamentosu Başkan Vekili olan Hristo Biserov’tu. Yemeklerin ve içkilerin arasında en fazla dikkati çeken Çar Kiro’nun Konak bahçesinde beslediği kaplumbağaların birsini, kıymetli konukları şerefine kesip, eşi Mara’ya hazırlattığı yemek öncesi özel kızartma oldu. Konuklar Çar’dan gelecek seçimlerde oy isterken, Çar da fırsat bu fırsattır ameliyle gelecekleri açık çok istidatlı yüksek konuklarından,ön hazırlıkları yaparken, avukatına yazdırdığı bir vaat listesini imza almak üzere önlerine sundu. Seçim öncesi vaat listesi imzalamaktan kolay ne var!


14

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Yakın geleceğin başbakanı Filp Dimitrov altın kalemini cebinden çıkarıp listeyi okumadan imzaladı ve böylece birkaç ay sonra Çar Kiro ispirto ticareti lisansı ve bir içki fabrikası kurma hakkı ile ödeneklerini elde etti. Büyük adamın kısmeti büyük olur misali Çar Kiro bataklığı böylece mayalandı. Yıllar geçti Çar Kiro iyice tüylendi, şunu tokatlayın, bunu iteleyin, onun ise canına kıyın diyecek kadar sorumsuzlaştı. O gün bu gün değişen iktidarlardan birisinin ellerini yakasında buldu. İçeri düştü. Geçen hafta Hristo Biserov’un, tüm görevlerinden bir anda alınmasına neden olan, uluslararası para aklama operasyonlarının açıklanmasından birkaç gün önce, Çar Kiro cezaevinden çıktı. Tamamen yasa dışı ve izinsiz olduğu tespit edilen konağın yıkıldığını gördüğünde, bahçesine gidip kaplumbağalarını aradı. Onlar da yoktu. Çok üzüldü. Kaplumbağalar onun canı ciğeriydi. Bir dişi bir erkek onları Arjantin’den getirtmiş ve özel bakımla çoğaltmıştı. Gelinleri kızları “kaplumbağa falı” bakmaya öğretmişti. Şehir şehir memleket geziyor fala bakıyorlardı, ama asıl işleri zavallı hayvanların sırtlarındaki hava balonuna saklanmış olan uyuşturucuyu dağıtmaktı. Ne yazık ki, iyi bir ekmek teknesi olan bu iş bitmişti. Kaplumbağa sırtında yaşayan Çarlığını yeniden yaratmak için Fransa reveransına tatile gitti. Hapisteyken, eşi Mara’nın hırsızlık yapmak için İngiltere’ye çıkardığı 350 Romen karısı da Londra’da bir dev alış veriş merkezinde paçayı ele vermiş ve bir uçağa doldurularak Sofya’ya geri gönderilmişti. Zaten bela gelince tek gelmez, ama onların başına gelen zincirleme belaydı. İşte böyle Çar Kiro’nun ardından onun büyük bataklığını yaratanlar debelendikçe batıyorlar, batmaya devam edecekler ve etmelidirler. Bu onların yazgısıdır. Ama bir korkum var. Bu işin ucu hep bize dokunmaya başladı. Dibe batanlar bizi de dibe çekecekler diye korkuyorum, endişeleniyorum ve endişemde haklıyım. Halkımızın önünde, soydaşlarımızın karşısında itibar yitirenler, partimizi, Hak ve Özgürlükler Hareketini Romenbataklığına kaydırdılar ve politika üzerinde kirli yağ gibi devamlı şakımak hevesiyle batmaya mahkûm olduklarını fark edemediler.Bataklıktan koparak, debelenerek batanlarla göbek bağımız olmadığını, kanıtlamak zorundayız.


Makale ve Analizler - 2013

15

Emsal karar

Ayşe Halide Ümitfer-10.Kasım.2013

42. Millet Meclisi’nin 6 Ekim 2013 oturumunda vekiller eski Başbakan Boyko Borisov’un 4 yılda özel makam uçağıyla yaptığı 144 uçuşa gök yüzünde bile her hizmeti sunan kadınlardan alıp almadığı tartışılırken ve bu arada kürsüye çıkan eski Kültür Bakanı Vejdi Raşıdov HÖH Fahri Başkan’ı Ahmet Doğan’a yıllar önce Sofya’da işkembe çorbası ziyafetleri verdiğini anlatmaya çalışırken, Plovdiv (Filibe) İl Mahkemesi hem tarihsel hem de emsal bir karar aldı. Tarihsel çünkü 100 yıldan beri Bulgar Mahkemeleri böyle bir karar almamıştı. Emsal, çünkü bu karar artık Bulgaristan’ın diğer mahkemelerde açılmış olan ve yıllardan beri devam eden Müslüman vakıf mülkleri, Baş Müftülük ve müftülükler mülkleri, taşınmazlar, medrese varlığı vb. mahkemelere sunularak, mülklerin gerçek sahiplerine geri verilmesi, yani iade kararı alınmasında esas olması talep edilebilir. Avrupa hukukunda olduğu gibi Bulgar hukukunda da emsal kararlar olağanüstü önemlidir. Plovdiv mahkemesinin aldığı karar bir ilktir. Şu anda Bulgaristan Mahkemelerinde vakıfların mal ve mülklerinin her türden taşınmazlarının iadesi talebiyle açılmış 83 dava vardır. Örneğin Stara Zagora’da eski camiye ait taşınmazların, Küstendil kentinde “Fatih Camii” vakfınsın taşınmazlarının geri verilmesi ve 600 yıla yakın ömrü olan ve hala dimdik ayakta duran bu eşi olmayan tarihi ve mimari eserlerin, camilerin onarımı ve hizmete açılması zamanı gelmiş ve geçmiştir. Plovdiv İl Mahkemesi’nin aldığı karar Karlovo şehir merkezinde bulunan ve 1485 yılında inşa edilen “Kurşun Camii”nin Plovdiv Müftülüğü’ne ve Müslümanlığa geri verilmesini son kararla kesinleştirmiştir. Adını, kubbesinin kurşun kaplı olmasından alan, o dönem mimarisinin ender eserlerinden biri olan bu Cami, aslında yakın zamana Karlovo şehrindeki 4 camiden biriydi ve avlusu da dâhil etrafında 2 dönüm de arazisi vardır. Bu vakıf mülkü 1923 yılında çıkarılan bir tapuya dayanılarak iade edilmektedir. 1949 senesinde ibadete aşık olan ve atanmış imamı olan Kurşun Camii, daha sonra kapatılmıştı. 1964 yılında ise Kültürel Eser ilan edilen Kurşun Camii, 1976 yılında ise, Güzel Sanatlar Eseri olarak ilan edildi. 1989 yılına kadar, mülkiyet durumu değiştirilerek, devlet mülkü statüsüne alındı da sonra ise Belediye Mülkü olarak gösterildi. Geçen yılın 27 Aralık günü Plov-


16

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

div Müftülüğü vakıf malını geri almak için Plovdiv İl Mahkemesi’nde dava açtı ve şimdi nihayet bu dava hayırlı bir kararını kamuoyuna duyurdu. Kurşun Cami Karlovo şehrindeki ayakta kalan 4 camiden biridir. 1973 yılında Todor Jivkov’un güller vadisi incisi olarak bilinen Karlovo şehrine yaptığı bir ziyaret esnasında, “bir gecede yıkılsın” emri vermesiyle yerle bir edilmiş ve yerine şimdi şehir merkezindeki ana meydanda bulunan Kültür Evi, hapar topar yıkılan camiinin yerine inşa edilmiştir. Karlovo’nun tam merkezinde bulunan ve bir gecede yıkılan büyük camiinin adı “Yalı Camii” idi. Bu camide 400 kişi birden namaz kılabiliyordu ve yıkıldığı güne kadar ibadete açıktı. Duruşmalarda Karlovo Belediye hukukçuları, Kurşun Camii’nin bir Kültür Anıtı olduğunu öne sürerek, belediye mülkü olarak kalmasında ve gerçek sahibine iade edilmemesinde ısrar etse de, mahkeme heyeti bu gerekçeleri dikkate almadı. Mahkeme Başkanı mütalaasında, “İade Etme Yasası esas, Kurşun Camii’nin bir Kültür Anıtı olduğu gerekçesinin, mülküne sahip olma hakkı ile mülkiyetin iade edilmesi üzerinde hiçbir etkisi olamaz. İade etme yasasının yürürlükte olduğu şimdiki dönemde, Kültür Anıtı özelliği olan bir nesne üzerinde gerçek sahibinin mülkiyet hakkı olmaz gibi bir sınırlandırma olmadığı gibi, böyle bir sınırlandırma Kültür Anıtları Yasası’nda da yoktur Halen geçerli olan Kültürel Anıtlar Yasası’nda, kültürel değerlerin kamu ve özel mülkiyette ait olabileceği; devletin, belediyenin, Bulgar Ortadoks Kilisesi’nin, diğer bölgesel dinlerin, ayrıca da fiziksel ve tüzel kişilerin mülkünde olabileceği özel olarak öngörülmüştür.” dedi. Gerekçeli mahkeme kararında ise, “Daha önce Kültür Anıtı” ilan edilmiş olan bir mülkün, Mülklerin İadesi Yasasına göre gerçek sahibine geri verilmesine engel olan herhangi bir hukuk hükmü yoktur.” Önemle belirtilmesi gereken bir husus da, 1923 yılında tesis edilen tapuda Karlovo camilerinin dördü de yer almış ve bütün vakıf mülkleri de birer birer kaydedilmiştir. Bulgaristan’da halen yürürlükte olan Din İşleri Yasası, Müftülük ve vakıf mülklerinin iadesi yolunu geniş olarak açmaktadır, fakat şimdiye kadar yürütülen davalarda bir emsal karar alınamamıştı. Bulgar kamuoyu, Plovdiv İl Mahkemesi kararına çok tepkili çıkışlar yapsa da, Müslüman mülklerinin iade edilmesine ve onarılarak ibadethane olarak kullanılmasına ya da taşınmazların işlenmesine engeller yaratmanın büyük ulusal ve uluslar arası sorunlar doğuracağının tamamen farkındadır. Başka bir örnek:


Makale ve Analizler - 2013

17

Şumen’in Mengişevo köyünde bundan 450 yıl önce inşa edilmiş olan başka hiçbir yerde rastlanmayan ahşap bir mescit onarıldı. Bu onarım Bursa’ya bağlı Osman Gazi Belediyesi’nin tasarruflarıyla gerçekleşti. Hizmete açma ve kutlama şeridini Bursa Vali Yardımcısı İsmail Kuş ile Osman Gazi Belediye Başkanı Mustafa Güngör kestiler, dualar edildi, temennilerde bulundu. Törene bütün köy halkı katıldı. Bu törende dikkati çeken özellik, Mengişevo’nun bağlı olduğu Vırbıtsa Beledi Başkanı Merdin Bayram ve Şumen Bölge Müftüsü Mesut Mehmedov’un onarımdan sonra caminin ibadete açılışına ve konuklara hoş geldin demeye gelmemeleri oldu. Nedeni, sözde eski camiyi tamir ödeneklerinin Özgürlük ve Onur Partisi Başkan Yardımcısı ve HÖH’ten ayrılan eski Başkan Yardımcısı Kasim Dal tarafından temin edilmiş olmasıdır. Din meselelerini camii problemlerini Hak ve Özgürlük Hareketi ile Özgürlük ve Onur Partisi, Ahmet Doğan ile Kasım Dal arasında sidik yarışına kurban edersek, yandığımız gündür. Bu kişilerden her biri her bir hareketleriyle politik sahneye yakışmadıklarını halkın güvenini ve oyunu alma yollarını, gönül almasını bilmediklerini her gün ispatlıyor. Mengişevolu Türk ve Pomaklar, tüm köy halkı bu gelişmeyi onaylamadı. Baş Müftülük başta olmak üzere İl Müftülükleri politik partilerden ve politikadan tamamen uzak kalmak zorundadır. Dinimizle politika arasında ne türden olursa olsun herhangi bir etkileşim olamaz ve olmamalıdır. Bu yüzden Şumen Müftüsünün tavrı ve hareketi halk arasında ciddi eleştiriye neden olmuş ve konukları da şaşırtmıştır. Müftülükler tarihsel ve dini mirasımızın onarılması ve ibadet hanelerin halka açık olmasını sağlamada ayrım gözetemez, politik yada kişisel tavır alamaz. Bu gibi hareketlere asla yol verilmemelidir.


18

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Demokrasinin Doğuşu - 1

Rafet Ulutürk-12.Kasım.2013

Demokrasi, futbol karşılaşması gibi bir oyundur ve hakem olmadan olmaz! Önce şu çok konuşulan, tartışılan ve yüceltilen Demokrasi’ye bir bakalım. Eski Yunan’dan gelme bir idare biçimidir. Demokrasi’nin sözlük anlamı, Halk Yönetimi’dir. İnsanoğlu tarafından bulunduğu ve uygulanmaya konduğu zaman ne şehirler bu kadar kalabalıktı, ne de ülkeler milyonluktu. Dünya nüfusu da 8 milyar değildi. Köylerde demokrasi diye bir şey olmaz. Göçebe çağında ve yerleşik dönemin ilk dönemlerinde de demokrasi yoktu. Göçebeleri idare eden yaşlılardı, aksakallılar, soy, sülale başlarıydı. Halk yönetimi dediğimiz demokrasi şehirlerle birlikte doğdu. Halkın seçtiği yöneticilerin (Belediye Başkanı, muhtar, meclis üyeleri yrd. vsy.) iradesi, kararlılığı, dürüstlüğü ve adil olmasıyla gerçekleşti. Her gün seçim olmaz. Belediye Başkanı, Muhtar, yöneticiler, idare meclisi belirli aralarla seçilir, ölüm, deprem, savaş gibi seçenlerin iradesi dışında gerçekleşen olaylar ara seçim, erken seçim adlarıyla bilinen, halk oylamasına yol açar. Adına demokrasi denen halk idaresi biçimi, şehirlilerin ellerine sopa alıp düzen sağlaması anlamında kullanılmamıştır, seçim, seçmenin kendisini yönetecek kişiyi yetki ile donattığı bir uygulama değildir. Seçime katılan ya da katılmayan, seçilen tarafından yönetilmeyi kabul etmiş olur. Aynı futbol karşılaşmasında olduğu gibi, sahada oynayan ya da yedekte bekleyen oyuncuların hepsinin yani bütün takımın, oyun kurallarına ve hakemin kararlarına uymak zorunda oldukları gibi bir şey. İlk seçimler nasıl yapılmıştı? Önce ilk seçimlerin de antik Yunan’da yapıldığını anımsayalım. Milattan çok önce eski Yunan’ın Başkenti Atina’da 1200 kişi yaşarken, şehrin giriş kapılarına, kalesine, yoluna, suyuna, asayişine ve yasal düzenine uyulmasına bakan sorumlu kişiye Şehir Muhtarı deniyordu. Şehir idarecisini seçme ihtiyacı bir de, şehirlere gelip yerleşen insanların ve ailelerin çok değişik soylardan gelmesinden, farklı görgülere sahip olmasından, birbirinden uzak hayat şartlarından, değişik yaşayış tarzlarından ve farklı örf ve adetlere, görgüye dayanan geleneklerden gelmelerinden kaynaklandı. Onları, şehir ortamında kavgasız, gürültüsüz dobra dobra hem beraber hem de


Makale ve Analizler - 2013

19

yan yana yaşatacak olan kuralları koyacak ve kendilerine hizmet verecek bir kişiye veya bir makama ihtiyaçları böyle doğdu. Aynı şehrin vatandaşı olarak beraberce yaşamayı; bu ortama ayak uydurmayı, herkesin kabul ettiği kurallara riayet etmeyi üslenirken, önceden hiç tanımadığı, fakat şehir halkı tarafının uygun görülüp seçilen bir İdaresi’nin kararlarını ve kurduğu düzeni de kabul etme zorunluluğu kural oldu. İlk ve değişmez şartı, kurallara uyarak ortak yaşama olan şehir hayatında, köy ve göçebe hayatındakinden çok farklı bir düzenlilik vardı. Bu düzeni sağlayan ve kontrol eden ise, seçimle iş başına gelen, emrinde zabıta, uzman ekipleri ve bilirkişiler olan Muhtar ya da Belediye Başkanıydı. İnsanların okuma yazma bilmedikleri, kalem kâğıdın, seçim bülteni ve seçim sandığının hala icat edilmediği bir şehirde muhtar yani Şehir İdarecisi Seçimi nasıl yapılırdı? Atina ile örnekliyorum: Klasik dünyanın ana kentinde, şehir sakinlerinin birlikte seçme ve seçtiklerini yine birlikte görevden alma usulüne Seçim adı verilmişti. Seçimler önce Şehir İdarecisi için yapıldı. Bu seçimlerde, günümüzde seçim aracı olan, liste, kimlik, bülten, seçim sandığı, imza atma, komisyon, gözlemci, kandırma toplantıları, köfte yedirme, bira ikram etme, ele para sıkıştırma falan yoktu. Bunların tümünün yerine, seçim ortamında sadece iki şey vardı: Biri, kimsenin alıp kaçıramayacağı büyüklükte beyaz mermer bir taş; İkincisi de, taşın kenarına dizilmiş birkaç çubuk odun kömürü. Beyaz taş üzerine çizgi çekmeye, kömür de beyaz üzerine siyah çizgiyi çekmeye yarıyordu. Her Atinalının bir yılda bu taşa sadece bir tek siyah çizgi çekme hakkı vardı. Hakkını iki defa kullanan ağır cezalandırılır ve anakentten sürülürdü. Bu iki klasik seçim aracı, yıl boyu şehir merkezinde, herkesin kolayca ulaşabileceği kuytu bir yerdeydi.Siyah çizginin anlamı “Hayır”dı. Ben şimdiki şehir yöneticisini istemiyorum, demekti. Her çizgi, bir olumsuz oydu. Çizgi çekmeyenler “idareciden memnunuz” oyu kullanmış olarak kabul ediliyordu. 1200 sakinlik Atina’da 600 çizgi şehir idarecisini makamından alıp 10 yıl sürgüne gönderiyordu. Bu kuralın istisnası yoktu. Seçimin bir günde değil, yıl boyu her an ve her yıl yeniden yapılması, sürekli canlı olan bir demokrasi olduğu yani halk idaresinin arasız işlediği anlamına gelir. Bu örnekle anlatmak istediğim, demokrasinin eski


20

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Yunan uygarlığı kadar yaşlı ama aynı zamanda bir bebek kadar masum ve hilesiz doğmuş olduğunu. Bebek büyüdükçe yanlış eğitim görüp hilebaz, aç göz, küstah, hatta insan düşmanı, ırkçı bir tip olabildiğini göstermekti. Demokrasiyi de, toplumsal gereklere göre değiştiriyoruz yalanıyla çarpıtıldığını, alabildiğine içsel ve biçimsel darbeler aldığından dolayı işlevlerini yitirdiğini anlatmaktı. Bu öz ve biçim çarpıtma, sosyalist Bulgaristan’da, sosyalist halk demokrasisinin bir baskı ve terör düzeni olan totaliter rejimle değiştirilmesi şeklinde oldu. Birincisinde devlet okulunda Türk dili öğretmeni yapan bir vatandaş, ikincisinde, Türk milliyetçisi iftirasıyla “Belene” sürgün kampında ezildi. Benzer örneklerimiz çoktur. Sınıflı toplum demokrasisinden bir basamak daha yüksek bir halk idaresi olması gereken sosyalist demokrasinin ırkçı çarpıtılmasıydı. Bunun sonucu 1989’da 500 bin yurttaşımız hayatlarını kurtarmak için göç etmek zorunda kaldı. Şu noktada anlaşılması gereken, demokrasinin özüne ve biçimine dokunmak, ateşe dokunmak kadar tehlikelidir, sonuçları acı olur.

24 Yıl Önceydi

Dr. Nedim Birinci-13.Kasım.2013

“Todor Jivkov düşmez, dünyayı birbirine katan rejim yıkılmaz” diyenler vardı. 10 Kasım 1989’da devrildi. Devrim diyenler oldu. Millet birbirine düşmedi, pis kan akmadı, yani devrim değildi. Sonra evrim dediler. Değişerek yenilenen bir şey olduğu dikkati çekmedi. Darbe demek isteyenler oldu, oda tutmadı, çünkü patlayan silah yoktu. Zorlama veya dayatma olabilirdi. Olan biten, Komünist Parti içinde bir görev değiştirme şeklinde kendini gösterdi. Bulgaristan Komünist Partisi (BKP) kâğıt üstünde kapatıldı. Komünistler hemen sosyalist oldu. Sosyalistlik pek beğenilmedi. Sosyaldemokratlık iyidir, dediler ve dünyaya kabul ettirdiler. Komünist Partisi baletleri toplanacak dendi, toplayan olmadı. Kimse kimseye borçlu kalmasın diye komünistlerin partiye ödediği aidatlar geri verilecek dendi, onları da veren olmadı. Herkesin eli kendi cebinde, bilinci kendi kafasında kaldı.


Makale ve Analizler - 2013

21

Eski olan her şey temizlenecek dendi, kafataslarını açıp içlerini temizleyen bir kahraman çıkmadı. Emekli komünistler Nikolay Ovstrovski’nin “Çelik Nasıl Sertleşti” romanını yeniden okumaya başladı. Küflü peynir kaliteli olur misali 24 yıldan beri küfleniyorlar. Onlarda yeni nitelik arayan yok. Eskiden bedava yemeye alışmış olan şimdiki yaşlı katman için özel yemekhaneler açıldı, fiyatlar onların cebine göre ayarlandı. Bu yerlerde gazete okumak parasızdır. Sigara içmekse yasaklandı. Parti Kuruculuğu kitabını elden düşürmeseler de değişen hiçbir şey olmuyor. Şimdi modern örgütlenme işleri cep telefonlarına yüklenmiş, okunan eski eserlerde ise, elektronik sözü yok. Yaşlılar, yani “devrim” yaptık duygusuyla yaşayanlar yeni hayatla kesişemiyorlar. Kesiştikleri anlarda, yeni günler onlara yol vermiyor, “algoritmanız eskimiş,” diyenlere cevap bulmak da zor, çünkü aralarında algoritmanın ne olduğunu bilen yok. Siz artık hiçbir işe yaramazsınız, rahatınıza bakın diyenlere diyecek söz bulmak zorlaştı. Çareyi mahzende yıllanmış şarap aramakta bulanların ise yedekleri tükenmek üzereymiş. Hepsinin elinde kala kala bir tek emekli maaşı kaldı, o da yetmiyor. Bizde, at yarışı ve iddia oyunu olmadığından rızıkları gibi şansları da kapanmış artık. Zaten olacağı buydu. En güzel filmin bile sonu var. 10 Kasım 1989’da neler olduğunu insanların yarısı anlayamamıştı, çünkü aynı gün meydana gelen başka büyük bir olay yani Berlin Duvar’nın önce delinmesi ve ardından da yıkılması dünyayı sarstı. Sarstı, çünkü bu duvarın Çin Duvarı gibi ebedi olduğunu kabullenmiş olanlar vardı. Aynı gün meydana gelen bu iki olayı yani bizdeki parti içi darbe ile koskoca Berlin Duvarı’nın yıkılmasını birbirine bağlayabilenler parmakla sayılacak kadar azdı. Sosyalizmin tüm kalelerinin birden zincirleme çöktüğünü ilan etmek, bir gazeteci için kötü sonuçlar doğurabilirdi. Artık 24 yıl sonra, Bulgaristan’da Nikolay Barekov’un Sansürsüz Bulgaristan hareketi güç toplamaya başladı. Genelde herkesin her şeyi bilmesi, hele halkın bol bol bilgilendirilmesi tehlikelidir, çünkü yoksul ve bilgisizleri yönetmek çok daha kolaydır. Bu hareket şimdi neden güçlenebiliyor biliyor musunuz? Çünkü insanlarımız dünyanın dört bir yanında meydana gelen olayları öğrenirken birbi-


22

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

rine bağlamak ve dünyada cereyan eden süreçleri kavramak, genel geçerli ve özellikli yasaların ve süreçlerin etkilerini takip etmek istiyorlar da ondan. 10 Kasım 1989’da hem Todor Jivkov’un düşmesi, hem de Berlin Duvarı’nın itilmesi birbirine sımsıkı bağlı olan iki olaydı, bir zincirin iki halkasıydı. Çöken sosyalist sistem, totaliter rejimler, yenilenemeyen üretim ilişkileri, kanatlanamayan kültür, bilim ve istenen refah düzeyini sunamayan bir yaşam tarzıydı. Berlin, dünya merkezlerinden biri olduğundan, o zaman Federal Almanya ve Demokratik Almanya olmak üzere, ikiye bölünmüştü. Almanya’nın birleşmesi gündeme geldi, bu niteliksel hamlenin tüm dünyada pek çok şeyi etkileyeceği, yeni süreçler başlatacağı ortadaydı. Bundan dolayı Berlin ve Almanya’da olup bitenler, tarihsel önem bakımından, Todor Jivkov’un koltuğundan kaymasından defalarca önemliydi. Yıkılan duvar üzerinde çalıp oynayanlar vardı. Bizde ise, Jivkov düştü diye ne çalan ne oynayan, ne de çörek dağıtan oldu. Yıllar sonra bir kozmetik rütüş olduğu ortaya çıkan bizdeki olaya sevinenler olsa da, insanımız hemen “yarın ne yapacağız?” derdine düştü. Parti ve devletin başına yine geri dönerlerse korkusu ağır bastı. Hepimizi 35 yıl ezen totaliter rejime alışmış olanlar, bundan böyle her gün ezilmezsek, anamızdan emdiğimiz süt her gün burnumuzdan getirilmezse, ne yaparız gibi, bir endişeye düşecek kadar afallamışlardı. Düşündükçe batanlarsa çoğunluktaydı. O zaman, Bulgaristan’da yaşayanların yarısı olayı duymadı, iki kişiden biri de, ne olduğunu tam olarak anlayamadı. Eski hamam eski tas, gece işlerine devam edenler iyi sonuç aldı. 31 Aralık 2012 istatistiklerine göre, son 23 yılda Bulgaristan’da 1 milyon 780 bin çocuk dünyaya geldi. Bir buçuk milyon genç ise ülkeyi terk etti. Bizim dış ülkelere gidip çalışarak kazanmamız ve eve para göndermemiz iyi karşılanırken, bize de gelenler oldu, onları sinemize sindiremedik, konukseverlikle kabul edemedik ve yarım insan olduğumuz ortaya çıktı, üstelik misafir ağırlamaya dünyadan para dilenerek rezil olduk. 24 yıl önce Bulgaristan’da meydana gelen ve ülkeyi sarsan en büyük olay, Todor Jivkov’un BKP MK Genel Sekreterliği ve Bulgaristan Cumhuriyeti Devlet Konseyi Başkanlığından indirilmesi değildi. Yerinden oynatan yarım milyon Türkün ülkeyi terk edip Türkiye Cumhuriyeti’ne gitmesi oldu.


Makale ve Analizler - 2013

23

Türklerin elini işten çekip yola düşmesiyle Bulgaristan ekonomisinin kalbi durdu, üretim sendeledi ve birkaç yılda çöktü. Tarım ve sanayi üretimi yüzlerce defa azaldı, yoksulluk taht kurdu. Şimdi Bulgaristan Avrupa Birliği ülkeleri arasında en sefil durumda bulunuyor. Türklerin göçüyle Bulgaristan dış ticaretinin suyu çekildi. Dünya ile alış veriş felç oldu. Gemilerle, trenlerle, TIR kamyonlarıyla yapılan alış verişimiz el çantasına düştü. Sofya’ya Moskova bile sırt çevirdi. Hemen ardından Geçiş Dönemi başladı. İleriye gidişimizi, geri vitese taktık. Niyetimiz, adı baskı ve terörle, adaletsizlikle damgalanan totaliter rejimden, demokratik düzene, pazar ekonomisine, insan haklarına saygı gösteren ve düzeni yasal çalışan bir topluma geçecekti. 24 yıl sonra “geçiş dönemi bitti,” dediler. Nereye geçtiğimizi ve neden bittiğini fark edemedik. Bitmemişmiş, biraz daha geçeceğiz diyenler oluyor. Belki de hala geçiyoruzdur ama biz farkına varamıyoruz, bu da olabilir. İşbu dünyanın güneş ve mihveri etrafında dönmesi gibi bir şey, fark edilmiyor. “Dönen adam düşer” diyenler oluyor, hem düşmekten hem de nasıl kalkacağımızı bilmediğimizden, halk korku içindeydi. Nasip olur da, hafif geçiştiririz, derdine düştük. Geçsek ne olur ki? Geçtikçe batıyoruz. Bu yıl 10 Kasım 1989’un yıldönümü pek anılmadı, çünkü her yıl biraz daha azalan yaşlılar, artık kimisi görme, kimileri de işitme özürlü olduğundan, bir de şu Huzur Evlerinden çıkmak problemli olduğundan olacak, toplanıp kadeh tokuşturamadılar. Bunun da nedenleri var tabii, doktorlar onların hepsine içki yasağı koymuş, yasaklı olmayanlarsa kahve içemez, şeker hastalığı olanlar pastaları seyredip göz banyosu yapıyor, şu Amerikan içecekleri var ya, coca cola, pepsi cola gibi onları da emperyalist içecekler olduğundan zaten eskiden beri içmiyorlardı. Makbule geçen içecekler arasında bitkisel çaylar rağbette, hele ballı “menta çayı” çok tutuluyor. Ne var ki, Bulgar kültüründe eksik yanlar da yok değil, örneğin çayla “Şerefe!” denmiyor. Araplarda kahve ile “Şerefinize!” demek çok makbul. Ömür boyu rakı şarap kadehi devirmiş olan bu yaşlılar çaya bu bakıma rağbet etmiyorlar. Zamanlar değişiyor ve ayak uydurmak lazım ama uydurabilirsen tabii. Dönüşüm diye gösterilen yer değiştirmelerine tepkili olan bugünkü Üniversite gençleri 10Kasım günü 24 Üniversite ve Yüksek Okulda boykot uyguluyordu. Bu boykotlara öğrencilerden sadece % 10’u katılır-


24

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ken, toplam sayıları 1.800 olan öğretim üyelerinden 600 kişinin derse girmediği açıklandı. Bulgar üniversitelerinde “okusan da ne olur, okumasan da, hep aynı!” havası hâkim. Üniversitelerden çıkanlar gerçek hayata, üretime enerji taşıyamıyor, çünkü okunan derslerde, ders veren hocaların sunduğu bilgide, hayat sorunlarına çözüm getiren sihir yok. Üniversiteliler sanki diploma almaktan ve hayata atılmaktan korkuyor. Devlet içinde reform yapılması için bugün görev alan 700 bin memurdan 200 binini sokağa atmak şart olmuştur. Eskiden 50 kişiden biri yüksek tahsilliydi, şimdi 70 kişiden 50’si yüksek öğrenim diplomalı ve daha fazlası işsizdir. Bunlar genellikle demokrasi koşullarında dünyaya gelmiş ve yetişmiş gençlerdir. Anne babalarının can sıkısı onlara geçiyor ve onlar da hedefi olmayan direniş eylemlerine kalkmakla stres atıyorlar. Bu yılki anma törenini ekran başında geçirenler de oldu. Konuşacaklarını 50 yıldan beri bitiremeyen İvan Garelov, Kevork Kevorkyan gibi paslanmış gazeteciler kravat takmış halen stüdyolardaydı. Garelov, Todor Jivkov devrildikten birkaç ay sonra onun Cumhurbaşkanı koltuğuna oturan ve “Boyana” Sarayı’na kurulan büyük demokrat Dr. Jelü Jelev’le söyleşi yaptı. Eski bir komünist olan Jelev’in demokrat olmasına neden, komünistliğin atalarından Vladimir İliç Lenin’in madde (meta) tanımında eksiklik bulması oldu. Lenin’in noksan yanını açıklamak isteyen o zamanın genç ve hevesli bilim adamı Jelü Jelev, madde tanımı üstüne mütalaasıyla kendisini profesör yapacaklarını sanmıştı. Ne yazık ki, olmadı, büyük adamların eksikliklerini göstermek “günahtan” da kötüydü ve o gerçekliği daha yakından tanıması için, eşinin köyüne soğan kazmaya gönderildi ve orada 11 yıl bu işte iyice ihtisaslaştı. Yıldönümü akşamı TV programına çıkan Jelev saf bir demokrat olarak, 24 ayar saf bir gerçeği dile getirdi. “Bulgaristan Türklerinin 1989 Mayıs İsyanı totalitarizmin çökmesinde ve Todor Jivkov’un devrilmesinde sonuç belirleyici rol oynadı” dedi. Biz de şunu ekliyoruz, son durumu ve genel niteliği, tüm icatları sahte bile olsa, Hak ve Özgürlük Hareketi’nin kurulmasıdır. Bulgaristan Cumhuriyeti politik yaşamında rol almasıdır. Türk, Pomak ve Müslümanların politikaya bağımsız ve başına buyruk bir subje olarak katılmalarına yol açılmasıdır. 19. ve 20. yüzyıl birikimlerimizle 20. yüzyılın


Makale ve Analizler - 2013

25

sonunda ve 21. yüzyılın başında gerçekleştirdiğimiz en büyük başarı, emsalsiz bir erdem, kutlanmaya değer bir kazanım işte budur. Biz, 10 Kasım 1989’un önemini bu nokrada değerlendirmek zorundayız. Bulgaristan’da kalan ve orada yaşayan Türk, Pomak ve tüm diğer Müslümanların tek bünyede birleşmeleri ve dünyadan kopmuş bireyler olarak değil, birbirine kenetlenmiş bir halk topluluğu olarak politika sahnesinde rol almaları, demokrasiye geçiş döneminin en büyük getirisidir. Vazifemiz derin karanlık içinde halkımıza nur olmaktır. Tabii bu yıldönümünde susanlardan biri de iktidardan düşen ve bir daha Başbakan koltuğuna oturabilmesi ihtimal dışı olan Boyko Borisov’tur. Onun bu 24 yılda Bulgar politikasına olan katkısı, yeni seçimlerin büyük bir olasılıkla yapılacağı 2014 Mayıs ya da Ekimi’nde seçmenin demokrasiyi ilerleterek daha da yerleştirme yönünde değil, Avrupa Birliği mi, Rusya mı? Yönünde olmasına neden olmasındadır. Aslında Bulgar Bunalımının derinliğindeki sızı, Rusya’dan kopamama ve Batıyla kaynaşamama şeklinde tanımlanabilir. İkilim bu nokradadır. Biri ileri biri de geri çeken bir toplumun yol alması ise 24 yıl sonra bile imkânsızdır. Demokrasi koşullarında özellikle 2013 Şubatında patlayan protestolarda bir de, 10 Kasım 1989 olayı ile ilgili diyecek sözü olmayan, Reformcu Blok oluşumu belirdi. Lider çıkaramayan ve kesin politik hedef belirleyemeyen bu hareket, daha tescilini yaptırmadan ve ilk kurultayını toplamadan saf seyrelmeye başladı. Çünkü Bulgar kitle hareketlerinde yinelenen yani kendini tekrarlayan bir eylem izleniyor, sokaklara dökülenler sözde hep en güçlü militanlar, en hiddetli olanlar, öncü nitelikliler, emsalsizler, özel olanlar, eşleri olmayanlar, daha akılı olanlar, daha karizmatik, daha yakışıklı, daha Avrupalı olanlar da, bunlar hep Halk kitleleriyle, seçmenlerle hiçbir bağlantısı bulunmayan kişilerdir. Benzer örneğin en iddialısını Demokratik Güçler Birliği (CDC) daha 1990’da gösterdi, balon gibi şişti ve ilk rüzgârda patladı. Bu öyle bir tabaka ki, ülkemizde yabancıymışlar gibi tavır alıyorlar. Hangi reformu yapacakları belli değil, çünkü ne yapacaklarını bilmiyorlar. Tabii artık geleneksel olmaya yüz tutmuş oluşumlar da yok değil. Kasım 1989 yıldönümünde kamuoyu önünde beyan veren HÖH temsilcisi ol-


26

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

madı. Hak ve Özgürlük için tankların üzerine çıkan Bulgaristan Türklerinin şanlı savaş tarihini anlatan da bulunmadı. Susmak, unutturma kapısının anahtarıdır. İsyandan söz etmek, yeni başkaldırılara eşik olur düşüncesi ağır bastı. Olabilir ya, bu defa HÖH Başkan Yardımcısı ve Meclis Başkan Yardımcısı Hristo Biserov’un açıklanan yüz karası işleri durumu etkiledi, görüşündeyim. Aslında isyan etmemizle neden olunan 10 Kasım 1989 anmasında suskun kalmamız politik sahnedeki rolümüzün azalmaya başladığına bir işaret olarak algılandı. Tüm bunların 24 yıl önce meydana geldiğini Özgürlük ve Onur Partisi Başkan Yardımcısı Kasım Dala da hatırlatmakta yarar olabilir. Türkiye’deki soydaşlarımız “kafası kırılası” Todor Jivkov’un devrilmesiyle başlayan süreçlere çok yönlü aktif katılmaya devam ederken, 24 yıldan beri mayası tutmayan, Bulgar demokratikleşme süreçlerinde, unun da bir daha elenmesi gerektiği görüşünde birleşmiştir.

Demokrasinin Doğuşu - 2

Rafet Ulutürk-14.Kasım.2013

Günümüzdeki demokrasi anlayışı ve ters işleyişi: İlk başta demokraside hakem olmadan olmaz, dedik. Kuşkusuz toplumsal hakem rolü derken, ombudsmanlığı (toplum hakemi) düşünmedim, Belediye Başkanı ve Belediye Meclisi haklarından ve yükümlülüklerinden söz etmek istiyorum. Belediye erkinin hakları ilk başta önleyici ve uygulayıcıdır. Örneklersek, Sofya Belediye Başkanı Yordanka Fındıkova faşizan ATAKA Partisinin Suriyeli savaş kaçaklarının Bulgaristan’a sığınmasına karşı öfkeli ve düşmanca bir protesti yürüyüşü düzenlemesini, Başkan sıfatıyla, toplumsal nizama aykırı bulup, yasaklama suretiyle engelleyebilir. Fakat aynı ırkçı güçlerce 2011’de Sofya merkezinde “Banya Başı” camiinde Cuma namazı esnasında ansızın başlatılan taşlı sopalı saldırısını önleyemedi. Bu durumda toplumsal düzen sağlamada hakemlik görevi Be-


Makale ve Analizler - 2013

27

lediye Başkanı’ndan çıkıp, adalet organı olan mahkemeye intikal etmek zorundadır. Milattan önce, ne Hıristiyanlık ne de İslam dini vardı. Toplumun milli mensubiyet esasında uluslara ve halk topluluklarına, milli azınlıklara ayrılmamıştı. O yüzden Belediye başkanlarının milliyetçilikle, ırkçılıkla, yabancı düşmanlığı ile mücadele etme gibi bir sorunu da yoktu. Irkçılık öfkeli patlamaların barutu değildi. Örneğimizdeki “devlet şehir” olan klasik ana kentin çözüm bekleyen sorunları farklıydı. Ne yazık ki, modern dünyada ırkçı hortlamaları sıklaştı ve toplumu sıkıyor, aynı zamanda bu düşmanlık olgularına Belediye Başkanı, Belediye Meclisi bakmaz oldu. Olaylar ulusal adalet sistemine intikal ediyor. Bu,“Banya Başı Cami” olayı da Sofya Şehir Mahkemesi’nde görüldü. Saldırıyı başlatanlar, namaz kılanları çiğneyenler, yaralayanlar cep telefonları ve TV kamaraları tarafından defalarca görüntülenmiş ve isim ve soy atları dosyaya eklenmiş olsa da, savcılık “bilinmeyen saldırgana” karşı dava açtı ve kimse ceza almadan dosya kapandı. Son yıllarda Bulgaristan’da düşmanca başkaldırıya, düşmanca dil uzatanlara, ırkçı öfkeye karşı açılan davalardan sonuç alınamadı. Toplumu kin ve öfkeyle karıştırıp birbirine düşürmeye son verilmesi ve tarih tarafından ret edilen bir faşizan ideolojinin temsilciliğini yapan Volen Siderov’la tartışmaya giren tanınmış toplum adamlarından sosyolog Andrey Rayçev ve gazeteci Nikolay Barekov hakaret davası açtı ama kaybettiler. Üstelik mahkeme onları en yüksek para cezalarına çarptırdı. Özellikle ırkçılığın elebaşılığını yapan Volen Siderov’un öfke kusan dili, sanki adaletin koruması altında bulunuyor. Halen, onun, Bulgaristan Türkleri ve Müslümanların partisi olan Hak ve Özgürlükler Hareketi ile ortak hükümette olması hepimizi incitiyor. Volen Siderov’un iğrençliğini örnekleyelim: Sofya Bölge Mahkemesi 21 Temmuz 2006 günkü duruşmasında, “ATAKA” partisi liderinin bir basın açıklamasına karşı açılan davaya baktı. Dava dilekçesinden: “En nihayet Bulgarların parlamentoda kendi temsilciliği olacak. Orada artık yalnız ibneler, Romenler, Türkler, yabancılar, Yahudiler ve başkaları olmayacak, yalnız ve bir tek Bulgar olacak.” Mahkeme heyeti Siderov’tan özür dilemesini bile istemedi. Öyle ki, Romenleri “sabun yapmak istediğini” meydan mitinglerinde bağırarak beyan eden bu faşistin gerçeği yüzüne söyleyene, Bulgar mahkemesi azami para cezası kesiyor.


28

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Önemle vurguluyorum, 2006’da görülen faşist hortlamaya karşı davadan gerçekçi bir karar çıksaydı, 2011’de Sofya “Banya Başı Cami” saldırı olmayabilirdi. Ve yeni ortamda şöyle bir özellik var: İki sene önce namaz kılanlara saldıranlar ki, bu hep aynı gözü dönmüş haydut çetesidir ve “demokratik bir toplumda ötekilerin haklarına tecavüz” ilkesinden hareketle yasalarca yolları kesilebilir, fakat kudurmuşların kıllarına bile dokunulmuyor, ölümcül virüs gibi üreyip yayılıyorlar.

Bir Mektup Yazdım Yâre...

Kamber Kamberoğlu-15.Kasım.2013

Doğduğu köy Çukur Dereköy’ ün başındaki “Asar” denilen yere, epey uzamış çamların arasından yürüyerek çıktı. Ev büyüklüğünde olan taşın üzerine tırmandı. Kollarını iki yana açarak şöyle etrafına göz gezdirdi. Rahımlı dağının eteğine serpilmiş köyleri bir bir bakışlarıyla okşadı. İçi göynüdü, çocukluk yıllarına döndü anılarıyla. Gözleri doluksamıştı. Ha boşandı, ha boşanacak ipil ipil yaşlar. Birden aklına geldi ve “erkekler ağlamaz” dedi kendi kendine. Gözyaşlarını içine akıttı. Anıları daha çok canlandı. Gözlerini kapattı. Öylece bir müddet kalakaldı. Yakınlarda yanık yanık öten bir bülbülün sesi, kulaklarına, içine aktı. Hafiften esen rüzgâra aldırmıyor, bülbülün nağmelerini dinliyordu. Yan taraftan bir başka bülbülün şarkısı işitildi. Oturdu, başını elleri arasına aldı. Bakışını karşı dağdaki bir noktaya mıhladı. Baktı, baktı, baktı. Bülbüller hala ötüşüyordu. Bir ara masalımsı, tatlı rüyalarla süslü, uykudan uyanırcasına kımıldadı. Önce kır çiçeklerinin kokusunu genizlerine, ciğerlerine dolduğunu hissetti. Sonra mis gibi temiz havayı derin derin içine çekti, bir daha, bir daha. Ardından kendi bestesi olan “Canım Rodoplar” türküsünü yandıra yandıra okumaya başladı. Sesi dağ-taş, dere boylarında yankılandı. Okuduğu birkaç


Makale ve Analizler - 2013

29

Rodop türküsünden sonra sıra „Küçük yaşta aldım sazı elime” türküsüne geldi. Berrak, dağ suları gibi berrak. Çın çın öten bir ses. Evet, Fahri sazın tellerine ilk dokunduğu günleri anımsadı. Henüz yedi yaşındaydı. Babası Nuri ağa bu yörede “kaza mehteri” diye ün yapmıştı. Bir akşam el yapımı güzel bir bağlamayla toplandı evine. Koşukavak yöresinin Çalköy’lü Ahmet ustanın yaptığı saz. O akşam Fahri’nin gözüne uyku girmemişti, meraktan adeta uçuyordu. Yüreğini güzel bir heyecan sarmıştı, pırıl pırıldı. Sazı elinden hiç bırakmıyor, çalıyor okuyor, okuyor çalıyordu. Müzik merakıyla yanıp tutuşan oğula ilk saz dersleri babadan geliyordu. “Dedem ilk sazı evimize getirdiği zaman, babam dokuz yaşındaymış” diye anımsıyor Rodop üstadı. Zvezdel köyü folklor festivalinde 4.sınıf öğrencisiyken sazla çalarak söylediği türküden etkilenen, Plevneli gazeteci-yazar, Fahri hakkında yazdığı makaleye “Geleceğin Orfey”i başlığını verdi. “Bu yazı beni müziğe daha sıkı sarılmamı teşvik etti” diyor Fahri. “Annemin yandıra yandıra okuduğu eski türküler bende derin izler bıraktı. Hala kulaklarımda çınlıyor.” “Derken lise yılları gelip çattı. Sazım bensiz, ben de onsuz olamıyordum. Rodop dilberi, genç kızlara âşık olmamdan önce sazıma bağlanmıştım. Sevda türküleri dökülüyordu sazımın tellerinden. Gönlümde bir sevinç, bir duygu dünyası. Yaprak yaprak açan duyguları, türkülerle insanların yüreğine de serpiştirmek istiyordum. Onlarla güzelliği ve ışığı doya doya paylaşmak vardı, filiz filiz açan emellerimde.” Sazıyla, ilk ayrılışı askerlik çağına geldiğinde olmuştu. Kışlada üç-beş ay sazından ayrı kalmış, dünyası kararmıştı. Her gece çok sevdiği sazını rüyasında görüyordu. Yârine sık sık mektuplar yazıyor, sazı ve yârinden ayrı kalmanın derin acısını dile getiriyordu. Bir gün komutanın huzuruna çıkıp derdini anlattı. Fahri artık sazına kavuşmuştu. Hem vatan borcunu ödüyor, hem de asker arkadaşlarına gurbet ve aşk türküleri okuyup, onları eğlendiriyordu. “Askerlikten sonra, festivaller, kız kınaları, düğün-dernek, dost meclisleri ve muhabbetleri derken, müzik benim için vazgeçilmez bir uğraşı oldu ve yaşam biçimine dönüştü. Neşet Ertaşı radyodan işitince, gerçek sazın nasıl çalınması gerektiğini anladım. O büyük üstadı kendime örnek seçtim. Tabi öz kaynağımız Rodop ve Rumeli türkülerinden hiç bir zaman vazgeçmedim” diyor Fahri.


30

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

89 göçü, Fahri’yi de doğduğu ve çok sevdiği Rodoplardan koparıp, Ege kıyılarına, İzmir’e sürükledi. Yine anılara dalıyor Fahri: “Türk-Amerikan kültür Derneğinde, kültür etkinliklerine, sürekli müzik icraatlarına davet edildim. O faaliyetler beni Ege Üniversitesi Devlet Türk Müziği Konservatuvarıyla buluşturdu. 1993-de Halk Müziği sınavlarına girdim ve konservatuvarı iyi başarıyla kazandım. Beş yıl eğitim aldıktan sonra, kendi bestelerimi de yapmaya başladım. Yerel ve Ulusal televizyon kanallarında defalarca programlara katıldım. Türkiye’de „Balkan” müzik grubunun kurulmasında öncülük ettim. Değişik yerlerde düzenlenen konserlerde başrolü oynadım.” Tarihin derinliklerinden bugüne kadar gelen ve insanlığa mal olmuş o büyük mitolojik ve destanlaşmış ozan Orfey’in geleneğini Rodoplar’da devam ettirme yönünde bir misyon duygusu ve mecburiyeti hasıl olmuştur Fahri’nin içinde. Birkaç yıl önce, yaşadığı İzmir’de emekliye ayrılınca doğup büyüdüğü ve çok sevdiği Rodoplar’a ve şirin köyüne kavuştu. Zvezdel köyünde 15 müzisyenden oluşan “Lira” grubunu oluşturup, ülkenin değişik yörelerinde konserler verdiler. Kısa sürede, güzelim türkülerimizle halkın gönlünde taht kurdular, sevildiler. Fahri’nin emelleri birer birer gerçekleşiyordu. İnsanlara, yüreğinde şiirleşmiş duygularını, müziğiyle, türküleriyle aktarıyordu. Kırda bayırda, çeşme başında eşini gördüğünü, suyolunda bakırından su içtiğini bile koymuş türküsüne. Türküleri, gönülleri doğan güneş gibi aydınlatıyor ve ısıtıyordu. İnsanı ince bir duygu sarıyordu. “Müzik bence hayatın ifadesidir, bu sonsuz evrende birtek insanoğluna bahşedilen yüce bir değerdir. Yaşantımıza dair herşeyin ifadesidir, ruhumuzun gıdasıdır. Her türkü, nesillere bozulmadan aktarılmalı”, diyor Rodop ozanı Fahri. “Çünkü taşıdıkları zenginlik çok değerli.” Kamber Kamberoğlu


Makale ve Analizler - 2013

31

Bir ‘utanç duvarı’ da Bulgaristan-Türkiye sınırında

BGSAM-15.Kasım.2013

Bulgaristan kaçak göçmen akışına karşı Türkiye sınırına duvar örmeye başladı. Şubat ayında bit­mesi planlanan 33 kilometre uzunluğundaki du­ varla özellikle Suriyeli mültecilerin Avrupa’ya geçişinin engellenmesi hedefliyor. Ancak mülteci kuruluşlar duvarın göçü engellemeyeceği ve mül­ tecilerin hayatını tehlikeye sokacağını düşünüyor. Suriye’deki iç savaştan kaçıp Avrupa’ya ulaş­mak isteyen mültecilerin çoğu Bulgaristan yolunu deniyor. 2013 yılının başında 11 bin civarında Suriyeli mülteci zorlu bir yolculuğun ardından Türkiye sınırını geçip Bulgaristan’a geçtiği açıklandı. Günde ortalama 100 Suriyeli’nin ayak bastığı Bulgaristan’da Sofya hükümeti çareyi sınır güvenliğini artırmakta buldu. Savunma Bakanı Angel Najdenow ise kaçak göçmen akışına karşı Türkiye sınırına duvar örmeye başladıklarını duyurdu. Sınırın sıkı korunmadığı bölgelerde inşa edilecek duvarın 33 kilometreyi bulacağını söyleyen Bulgar bakan, duvarın yanı sıra özel asker ve polis birlikleriyle sınır güvenliğini artıracaklarını bildirdi. Yunanistan da geçtiğimiz aylarda mültecilerin geçiş noktası olarak bilinen Orestiada (Kumçiftliği) yakınlarındaki kritik bir bölgeye 12.5 kilometrelik bir duvar çekmişti. Bulgar hükümetinin Şubat ayında bitirmeyi planladığı duvar 4 milyon Euro’ya mal olacak. Fakat uluslararası göçmen kuruluşları duvarın göçmen akışını durdurmayacağını düşünüyor. Birleşmiş Milletler Yüksek Mülteciler Komiserliği (UNCHR) ise duvarın örülmesinden sonra mültecilerin daha tehlikeli yollar deneyeceğine dikkat çekti. UNCHR ayrıca duvarın insan kaçakçılarının işine yarayacağına vurgu yaparak Sofya hükümetini uyardı. “Suriyeli Mülteciler Geri Gönderilmesin!” Bulgar güvenlik güçleri özellikle son aylarda sı­ğınmacıların girişine izin vermemeye başladı. Fa­kat Birleşmiş Milletler Yüksek Komiseri Antonio Guterres Bulgaristan ve Yunanistan’a ülkelerin­deki iç savaştan kaçan Suriyelilerin geri çevrilme­mesi için önemli bir çağrıda bulundu. Aynıca şe­kilde Avrupa Komisyonu’nun içişlerden sorumlu üyesi Cecilia Malmström’ün sözcüsü Michele Cercone de sığınmacıları geri itmenin AB ve uluslararası hukuka aykırı belirterek her iki ülkeyi uyardı. Duvarların çözüm olmadığı konusunda uyarılarda bulunduklarını belirten AB yetkilisi Cercone “Göçmen akışına karşı köklü çözümler bulmak gerekiyor. Bunu yaparken de


32

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

AB üyesi ülkeler temel haklar, uluslararası ve birlikten kaynaklanan yükümlülüklere göre hareket etmeliler” diye konuştu. Mülteciler Ağır Koşullarda Yaşıyor Avrupa Birliği üyeleri arasında en fakir olan ülke olan Bulgaristan’a ayak basan mülteciler ise ağır koşullarda yaşıyor. Mültecilere aylık 5 milyon Euro bütçe ayıran Sofya hükümeti, birçok kez Avrupa Birliği’nden acil yardım talebinde bulunmuştu. Avrupa Komisyonu mülteci akışıyla karşı karşıya olan kıtanın giriş kapılarında tedbirlerin alınması için Bulgaristan, Yunanistan ve Kıbrıs’ı kriz bölgeleri olarak ilan etti. Mülteci yardımı kuruluşları ise Avrupa’nın mülteci krizine karşı daha insani tedbirler alma­sından yana. Hükümetlerin iltica yasasını değiş­tirerek mülteciler arasında ayrımcılığı ortadan kaldırılmasını talep eden kuruluşlar Suriye, Irak ve Afganistan gibi iç savaş ile kriz bölgelerinden gelen insanların yalnız bırakılmamasını istiyor. Kaçak göçmenlerin Avrupa ülkelerine ulaş­malarını engellemek amacıyla kurulan Frontex (Avrupa Birliği Sınır Güvenliği Birimi)’nin verdiği bilgilere göre kıtaya iltica edenlerin yarısına yakınını Türkiye üzerinden geliyor. AB ülkelerinin Akdeniz’de denetimi artırma­larından sonra mültecilerin Türkiye üzerinden kara yoluyla Yunanistan ve Bulgaristan’a geçtiklerine dikkat çekiliyor. Türkiye’de son 15 yıl içinde 271 milyon yabancı uyruklu ülke giriş yaparken, aynı dönemde 266 milyonu ülkeyi terk etti.

Demokrasinin Doğuşu - 3

Rafet Ulutürk-16.Kasım.2013

Plovdiv İl Mahkemesi’nin 600 yıllık Müslüman vakıf mülkü olan “Kurşun Cami”yi Bulgaristan Baş Müftülüğüne iade etme kararına karşı, Karlovo Belediye Başkanı Emil Kabaivanov, 9 Kasım 2013 Cumartesi gün şehir merkezine topladığı 1000 kişi mahkeme kararını lanetledi. Karara uymayacaklarını beyan ettiler. Lanetlenen haklı bir karardı.


Makale ve Analizler - 2013

33

Bir belediye başkanı mahkemenin verdiği kararı kabul etmiyorsa; halkı adalete karşı ayaklandırıyorsa bu ülkede demokrasiden söz edilebilir mi? İslam dinini kötülemek, gasp edilmiş Müslüman vakıf mallarının iadesine karşı çıkmak, adaleti lanetlemek için otobüslerle kanı kaynamış ırkçı taşımak, iş mi? Bunların arasında modern şekillere bürünmüş çok azgın milliyetçi ve ırkçılar var: “Levski” futbol takımı taraftarları; rokerler; ülkenin birçok yerinden işsiz güçsüz serseriler hep bunlardandır. Ne imiş efendim: “Kurşun Cami”de ibadet yapılmasına izin vermeyeceklermiş! Mahkeme kararına uymayacaklarmış. “Kurşun Cami” bizim yalnız geleneksel ibadethanemiz değil, bir de şu fani dünya ile helâllaştığımız ilahi yerdir. Ölmemize de mi izin yok? Ne yazık ki, günümüzün Belediye Başkanları, ırkçıları şehrinin tarihini bile bilmiyorlar: Kısaca tarihi bir hatırlatmak isteriz; Bulgar diline Karlovo adıyla giren, güzelim Balkan eteğinde bulunan bu şehri, Türkçemizde “Karlı Ova” olup XV. Yüzyılda Türk paşalarından Karlı Bey tarafından kurulmuştur. Atlılarıyla Koca Balkan’dan deli dolgun, şelalelerden sıçrayarak inen “Stryama” - (Delice) ırmağı suyunun buz kesen berraklığına hayran kalan Paşa, subaşında durmuş, beş toklu kesmelerini ve bunları 10 kilometre arayla Balkan eteği ırmak ve dere boylarına asmalarını emretmiştir. Yedi gün sonra etleri geri istediğinde, bulunduğu yerde bir ağaç dalında sallanan koyun etinin asla kokmadığını görünce, “Şehri buraya kuracağız!” buyurmuştur. “Karlı Ova” şehrinin temelleri 600 yıl önce işte böyle atılmıştır. “Koca Balkan” ile “Orta Balkan” arasına serilmiş bu vadinin havası, suyu emsalsizdir. Kuzeyden geçit vermez siper olan ve adını “bal” ve “kan” birleşiminden alan, Kara Deniz’den Sırbistan’a uzanan bu sıra dağlara “Balkan” adını veren de yine Karlı Bey olmuştur. Bu uygun buluşuyla coğrafyaya girmiştir. Balkan yaylaları o zamanlar arı kovanı, koyun sürüleri ile doldu, Isparta ve Kafkaslardan getirilen “yağ gülü” vadiye yayıldı, adına


34

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

“Karlı Ova Gülü” dendi, dünyaca tanındı. Lavanta bahçeleri, kestane, ceviz ve ıhlamur koruları yetişti. Avlulara nar, incir dikildi. Komşu kapıları açıldı. Porta önlerinden arık dolusu sular akıtıldı. Duvarlardan, kapılardan mor salkımlar döküldü. Dağa önce insan ayağı basmamış dağ yamaçlarına al benekli “Ayşe Gelin” kirazları, “Misket” üzüm bağları dikildi. “Beş Pınar”da şehirliler Paskalya ve Hıdırellez coşkusu yaşardı. Bu şehirde her yıl doğayla diriliş, umutların yeşermesi ortaktı. Kendi lokmasını döktüğü alın teriyle çıkaranların saygın onuru ve ortak hayalleri vardı. Bölge insanın birlikte var olma kültürü kendiliğinden mayalanmıştı. Komşuluklar duvar delmiş ara kapılar açmıştı. Bunları hep bizim atalarımız Türkler yaptı. Bu şehre hâkim mimar sembolleri: Sendika Sarayı - XIX. yüzyılda kurulmuş Tosun Bey Konağı. Balkanlarda benzeri olmayan bir başka eser Doktorlar Sarayı. İkisi de, görmeye değerdir. Gül ve lavanta kokulu tarih sayfalarında, bal arısı vızıltısı ve şarlayan ırmağın şarkısı var. Ve gerçekler böyleyken 600 sene önce kurulan “Kurşun Cami” bizim diye hortlayanlara şaşalım mı? Gülelim mi? Bu şehrin tam merkezinde bulunan ve en büyük olan “Cami” 1978’de Todor Jivkov’un emriyle bir gecede yıkılmasından ve “Kurşun Cami”nin (mimari eser) statüsüne alınıp ibadete kapatıldı. Daha sonra, ibadethane olarak açık kalan bir tek “Yalı Cami” cemaatte dar gelmeye başladı. Bu nedenle, Karlovo’lu Türk ve Müslümanlardan bazıları Cuma ve Bayram namazına Ablalar köyüne gitmeye başladılar ve halen bu durum devam ediyor. Bu yüzden Karlovo Belediye Başkanı’nın “şehirde açık cami var” iddiası saçmalıktan başka bir şey değildir. Şunu da unutmayalım, totalitarizm döneminde Karlovo’ya “Levski” dendi. Ne var ki, sakinleri “Karlovo” isminin iade edilmesinde Bulgarlar direndi. Başarılı da oldular. Şehir bu zaferini kilise ve camileriyle, müze ve abideleriyle, köprüleri ve parklarıyla kutladı. Bu şehirde otobüsle haydut taşıyarak miting yapmak gelenekten değildir. Yakışmadı da! Yanlıştı! Kalabalık öğle saatlerinde toplandı. Etraf evlerin açık mutfak pencerelerinden sarma, dolma kokuları alanlar, başlarını sağ sola çevirdi. Evet, sarma, dolma, kurban çorbası, karnıyarık, pastırma, imambayıldı, baklava, irmik tatlısını, yağ tatlısı, etli bulgur, gül reçeli, gül lokumu, çifte damızlı


Makale ve Analizler - 2013

35

anasonlu rakı ve bunlarla kurulan sofralardaki muhabbetler, bu şehre Türklükle birlikte, çağın emsalsiz kültürünü yerleştirmiştir. Sen kaynatılmış kestane mezeli rakı masasında bulundun mu? Hiçbir bedel talep etmeden bildiklerini komşularına devredenlerin torunları olmakla gururluyuz... Bu şehirden hayırlı Bulgarlar çıkmıştır. Heykelleri Sofya Üniversitesi önündeki Evlogi ve Georgi kardeşler. Doğup büyüdükleri bu şehre has ipek fabrikası kurdu. Türk, Bulgar, Romendemeden, 500 kişiye bir asır boyu iş verdi. Günümüz demokratları fabrikayı kapattı. Makineler hurdaya çıktı. Kesti! Kıydı! Sattı! Önüne aldığı sümsük kitleye konuşan Beledi Başkanı’nın göz mihverinde, ocağı demokrasiyle sönen ipek fabrikasından, Balkan doruğuna el atan ve olup bitene öksüz gibi bakan, uzun bir baca kalmıştı. Doğup büyüdüğün şehrin ve Vatan tarihini bilmemek ne kötü bir bilseniz! Unutmayalım! Bulgaristan’da son 24 yılda doğan 1 milyon 760 bin çocuk var. Onlar okula gitmeden askere gittiler. Şimdi boş boş dolaşıyorlar. Onlar suçlu değiller çünkü bunlara Vatan tarihi tüm güzellikleri ve ortak yanlarıyla bunlar anlatılamadı. Bilinenleri bilmesinler diye, toplumsal bellek, teyp kaydı gibi silindi. Plak başa alındı. Ortalık milliyetçilik kokuyor. Bu bölgeyi bir ırkçı sisi basıyor. Oysa bu şehirde herkesin övünebileceği bir ortak yaşam hikâyesi var, hem de gül ve ıhlamur kokulu, damıtma anasonlu “misket” rakısıyla beslenmiş bir öykü, yaşlı ve genç Türk ve Bulgar avcıların “Delice” ırmağı boyunda ocak başında ne başı ne de sonu olan sohbetlerinde incelmiş, tatlanmış ve ballanmış öykülerde yaşıyordu. Şu meydandaki cami düşmanları nereden bilsin bunu... Ama biz bu yazımızı demokrasi hakemsiz olmaz tezimizi ispatlamak için soruyorum: Belediye Başkanı mahkeme kararını uygulamazsa adalet sağlanabilir mi? Demokrasi tesis edilebilir mi? Hakem taraf tutuğunda futbol karşılaşması oynanabilir mi? Ever, bunların ikisi de olmaz, çünkü Belediye Başkanı tarafsız olmalıdır, insan ayrımı yapmadan yasalara bağlı kalmalıdır, meydanlarda mahkeme kararlarına keyfi yorum getiremez, bu olunca oyun bozulur. (diyenleri duyuyor gibiyim)


36

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Deniz toprağa küstükçe git gel yaptığı gibi, doğal yasalar toplumsal adaletin uygulanmasına arka çıkar ve işler karışır. Ve biz, XXI. yüzyılda, XIX. ve XX. yüzyıl kafasıyla yaşamaya devam ettiğimizde, hangi demokrasiden söz edebiliriz! Eskiden, devir değişirken, yani 200 yıl öncesi insanlar milliyetçiydiler çünkü ulusal devletlerini kurmak istiyorlardı. Haklıydılar da. Çünkü imparatorluklar devri kapanmıştı. Bulgarlar da öyleydiler ve o zaman ne olmuş olurlarsa olsunlar, değişerek yenilenmek zorundadırlar, çünkü XXI. yüzyılın mantığı: Hümanist yani insansever; yaratıcı yani olumlu yaklaşımlı; pragmatik yani yaşama yakın olmamızı zorunlu kılıyor. Bu protesto mitinglerinde en fazla yükseltilen sözde uyumsuzluk gerekçesidir, yani “Kurşun Cami”nin Bulgar komitacılardan Vasil Levski Müze Evine 200 metre uzakta bulunması. Karlovo’da hem “Kurşun Cami”yi hem de Vasil Levski Müze Evini bilmeyen yoktur, birisi yolun sağ tarafından öteki de aynı yolun sol yakasındadır. Eğer V. Levski Bulgar Ulusal Davası sembolüyse, onun oluşmasında ve bir bayrak olarak dalgalanmasında yerli Türklerin çok büyük, hatta olağanüstü katkıları olmuştur. Bunu da Bulgar Milliyetçilerine anlatalım öğrensinler; Komitacı sıkıştığı zamanlar, Karlovo’lu Hanife ninenin evinde 5 defa gizlenmiş, gecelemiş ama ele verilmemiştir. Ulusal egemenliğinin ilan edilmesinden sonra kurulan Bulgar Parlamentosu Levski’ye yataklık eden Hanife nineye ömür boyu emekli maaşı vermiştir. Şerefliliğimize başka kanıt gerekmez. Bulgar egemenliği bizim de koynumuzda doğmuştur. Bulgar ulusal davasının bayrağı olarak kabul edilen Vasil Levski’nin Osmanlı saltanatına başkaldırıda yükselttiği yeşil atlas bayrağı üzerindeki şahlanmış aslanı kem gözlerden uzak gizlice nakış eden Mara teyzenin bir sert kış gecesi altın renkli ipek ipliği biter, komşu Bulgarlarda da bunlar yoktur. Son çileyi komşusu Hacet bacıdan alır ve aslanın yelesini tamamlar. Bu, Bulgar ulusal devrim alayında yükseltilen sancaktır. Levski, kiliseden çıkıp Balkana tırmanan bir komita başı olduğundan, bu mitingde “kutsalın kutsalı” olarak işaret edilen “Baba Evi” gece karanlığında giderken, ele verilmeyeyim diye hep Türk Mahallesi’nden geçmiştir. Gece vakti, yolluk için elini hep kümeslere uzatan bu “ulusal kahraman”ın Türkler arasındaki lakabı “tavukçu momçe”dir.


Makale ve Analizler - 2013

37

Karlovo’lu olgun Türk soyları bu durumları hep “bir şey olmaz!” la geçiştirmişlerdir “mahallede her çocuk bizim çocuğumuz!” hoşgörüsü ve mantıyla olumsuzlukları olumlayarak geçiştirmişlerdir. Geldik bu güne ve bugün birbirini tutmayan şddşalarla laf atılan şerefimizde şu da var. Karlovo’ya “Vasil Leski Müze Evi” yapılması, komitanın baba evinin onarılmasına gerekli olan ödeneği ilk veren, kuşağından çıkardığı 17 altını Belediye Başkanına gönderen Mıstık Mustafa olmuştur. Sonra, Vasil Levski, hiçbir Türk tarafından ele verilmemiştir, onun yakın dava arkadaşı olan Lüben Karavelov’un sevgilisi Natalya (Nata) Karavelova onun resmini Belgrat polisine vermekle, ihbarda bulunmuştur. Sonra Sofya Mahkemesinde Vasil Levski’ye ölüm cezası kesen, kendisine İstanbul’da en fazla komita parası veren İvanço Hacıpençoviç’tir. Aramızda söylenmemiş ne varsa ortaya dökelim ve anlaşalım, ne Osmanlının yükünü, ne de bize yöneltilen itham yükümü daha fazla taşımaya hiçbirimizin tahammülümüz kalmadı. Dönelim yazımızın konusuna, Karlovo Belediye Başkanı yazdıklarımızı biliyor da neden duruma hâkim olmuyor. Vasil Levski’nin başını yiyen de karışmadığı “Araba Konak” hırsızlığı değil midir. Bulgar tarihinde çalıp kapma, gasp etme seren cemleri çoktur. Ne güzel ki, tarihte geçiştirme zamanları gelip geçmiştir. Belediye Başkanlarının birinci vazifesi şehirlerini hakça, adaletçe, uyumlu ve şerefli yönetmektir. Tarihi ve hak olanı çarpıtmak, hukuku, halkın belleğini, onurlu vicdanı ters yüz göstermek, doğrudan doğruya kamuoyunu yanıltmak anlamına gelir ki, böyle bir ortamda adaletten güç alan demokrasi tesis edilemez, edilse bile yaşayamaz. Bakış açılarımızı ve tavırlarımızı zorunlu değiştirme çağında yaşıyoruz. Hakemler sahada, oyun esnasında kural yaratamaz, düdüğü kuralsız öttüremez, bir de zamanı doldurmuş kurallarla da karşılaşma yönetilmez! Uluslararası kurallar tüm futbol takımları için olduğu kadar, tüm demokrasiler için de geçerlidir, uymak zorunluluğu vardır, hakemsiz demokrasi olmaz, bir de demokrasinin hakemi olmak çok zordur. Demokrasi çağdaş istemlere göre arınmak zorundadır, bunu yapamazsa yani eski zehirden kendini arıtamazsa, yok olmayı, ölmeyi kabul etmek zorundadır.


38

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

360 Derece

BGSAM-17.Kasım.2013

Ömrümün baharındayım. Her şeyi bilmek, öğrenmek, alabildiğine sevmek ve sevilmek çağım. Etrafını görebilmek gerçekten çok önemli. Geleceği görebilmek içinse geçmişi yani tarihi bilmek gerek. Tarih öğrenmek de kendi başına bir işe yaramıyor. Olmuş olanı öğrenirken satır aralarını okumak, olgular arasındaki yasal ya da yasa dışı, ana ya da yan bağları, gelişim süreçlerini, eğilimleri sezerek izlemek gerek. Deve Kuşu kadar görebilsek, diyorum. İnsan onu kafasını kuma sokmuş, dev gövdesi dışta, dünyayı görmek istemeyen bir varlık olarak karikatürize etse de onda da bir keramet olsa gerek. O, yattığında, iki yana fırlamış patlak gözleriyle 360 derece gören ve dünyayı en iyi algılayan varlıktır. Başını yere neden mi sokar? Gözlerini dinlendirmek için. Deve kuşunun gözlerinde 3 kapak var. Biri güneşten, biri kumdan, biri de karanlıktan korur. Kendilerine yaklaştığımızda onların aptal mahlûk olduklarını düşünürüz ama onları izlemek fikrimizi hemen değiştirir. Biz, 1989’da Bulgaristan’dan ana vatana geçince yüzde 50 körleştik. Bir defa, geçmişimizden şükür kurtulduk duygusuyla, yaşadıklarımızı unutmak ve asla geri dönmeme sıcaklığı sardı içimizi. Oysa bizi geçmişimizi unutma bilincine yükselten geçmişimizin kendisiydi. Bugün hafızamızda, vicdanımızdaki onurda, bizi biz eden kimliğimizdeki her çizgi geçmişimizden geliyor. Bir de yarına dair hayallerimiz vardı. Ezilmiştik ve daha fazla ezilmek istemiyorduk. İnsanoğlu kendini her zaman kemale ermiş sayar. Oysa insanı hem eğiten hem de yücelten ezilmişliğin ta kendisidir. Ezilmeyen adam hamdır, toydur, gevşektir. Biz göç ederken elimizde olsa geçmişimizi yerin en dibine gömmeye, üstüne de en büyük ve ağır taşları koymaya hazırdık. Geçmişimiz bizimleydi ve bizimle yaşama hakkına sahipti. Ekmek su istemeden hafızamızın içinde, oracıkta bir yerde susarak yaşıyordu. Uzun zaman geçmişimizle ilgili olumlu hiçbir şey düşünemedik. Hafızamızdaki kötülükler o kadar çoktu ki, işe yarayacak bir fikir baş göstermiyordu. İyi ki, içimizde boğucu kin ve nefret doğmadı, anormal bir duruma düşmedik. Hayallerimizi ana vatanda gerçekleştirirken patolojik duruma kaymadan Türkiye’ye adapte olmanın geçiş dönemini aştık ve yerleştik, işler oturdu ve huzurumuz yuva buldu. Bugün artık dünyayı 360 derece görebiliyoruz. Baktığımız ve bizi ilgilendiren yer Bulgaristan, sevgili vatanımız. Bizi Bulgaristan’dan kovanların psikolojisi o zaman da tamamen bozuktu. Hepsi birbirinden korkuyordu. Ne yaptıklarını bilmedikleri gibi, ne olacağından da haberleri yoktu.


Makale ve Analizler - 2013

39

Adına sosyalizm denen fakat aslında bir devlet kapitalizmi olan, toplumsal düzenin çöküş acısını bizden çıkardılar. Daha az boğaz kalınca karınlarını tıka basa doyuracaklarını sanmışlardı. Ummadıkları başlarına geldi. Demokrasiye geçiş palavrasıyla toptan aldatıldılar. Olup biten devlet kapitalizminden oligarşi kapitalizmine dönüştü. Kalın olduğu için Karl Marx’ın “Kapital”ini okumadıklarından olayları algılayamadılar. Okumuş olsalardı, dünyayı 360 derece görür ve bu denli derin bunalıma düşmezlerdi. Çaresizlik körlüğün en ağır belirtisidir. Oligarşi kapitalizmi nedir diye hiç düşündünüz mü? Kendi kendinize sordunuz mu? Devlet tekelci kapitalizminin son aşamasıdır. Kapitalizmin temel gelişim aşamaları ise şunlardır: ilk birikim, serbest rekabet, tekelci kapitalizm, devlet Tekel Kapitalizmi ve Oligarşi Kapitalizmi. Karl Marx yukarıda adı geçen başat eserinde devlet tekel kapitalizmine kadar bu sürecin tüm yasalarını esaslandırarak, Kapitalizm olgusunu tüm çelişkileriyle, tüm illetleriyle, tüm olumsuzluklarıyla bir sömürü toplumu olarak anlatmıştır. Sömürü toplumundan sömürüsüz topluma geçişin insanlığın ana yolu olduğunu kanıtlamaya çalışmıştır. 1000 yılın düşünürü ilan edilen bu dehanın devlet kapitalizminden oligarşi kapitalizmine geçiş üstüne iki satırı yoktur. Yani Bulgaristan son 24 yılda ana ekonomik kuralların dışında olan, yasal tarafı olmayan, dünya tarihinde deneyimi veya benzer örneği bulunmayan, bir oluşum içindedir. Yakın geçmişimize 360 derecelik bir bakış açısıyla baktığımızda, 1997 yılında, Türkiye Cumhuriyeti devletinin Hak ve Özgürlük Hareketi partisine oralarda kalan kardeşlerimizin ilk sermaye birikimlerini desteklemek ve özel üretimi başlatmaları için 500 bin US Dolar göndermesini çok öngörülü ve derin düşünceli bir jest olarak değerlendiriyorum. Bu jestin mantığında, maya olmadan sermaye doğmaz, vardır ki, yasal başlangıçta sermaye bir ateş, olmadan olmaz itici güçtür. Gönderilen cömert yardım, daha fazlası köylerde oturan insanlarımıza iş örgütleyip şirketleşmede karşılıksız kredi şeklinde sunulsaydı, şimdi köylümüz küçük ve orta halli işletme sahibi olacak, belini doğrultacaktı. Oysa hala 1990 yılındayız. “Avrupa Programları yardım ediyor canım” diyenleriniz olabilir, ama hakikatten böyle düşünüyorsanız, birbirimizi anlamıyoruz, yani anlaşamıyoruz, demektir. Çünkü AB programı parayı, iş bittikten sonra öderken, T.C. yardımı peşin ve karşılıksızdı, işi mayalamamızı sağlayacaktı. Bu para sizindi, bizimdi ama elinize, elimize geçmedi. Multigrup adında bir Oligarşi Sermaye oluşumuna akıtıldı ve ardından da yerinde yel esti. Bu paranın dağılımından sorumlu olan yetkili, o zamanların


40

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

HÖH Genel Başkan Yardımcısı Şerife Mustafa’nın ise ruh hali bozuldu. Bir emaneti adresine teslim etmemek günahtır, cinler insanı aforoz eder ki, öyle de oldu. Yakın geçmişimize 360 derece bakarak, yapacağımızı gerçekçi değerlendirdiğimizde, totaliter düzenin çöküşüyle elinde 10 para olmayan insanımızın ekonomik durumunu belirleyen, sosyalist devlet kapitalizminden oligarşi kapitalizmine dönüş değil, dört aşama daha geri dönerek yani sermaye birikiminin ilk aşamasına dönme zorunluluğu batırdı ki, başka bir biçimde olamazdı, öyle de oldu ve sefillik egemenlik kurup oturdu. Kendilerini Yeni Liberal ilan eden Ahmet Doğan ve etrafındaki hırsız tayfası ise, Oligarşi Kulübü’ne girmeye heveslendiler. Oligarşiler toplumun en zengin en varlıklı insanlarıdır. Olayı tüm gerçekliğiyle anlayabilmeniz için açıyorum. Yeni Liberaller Amerika’da ve Batı Avrupa’da köle çağından seçilerek zenginler arasına alınmış ve yoksulları temsil eder geçinirler, onların kulüpleri, politik partileri vardır. Onlardan İngiltere Lordlar ve Avam Kamarasında, Amerikan Temsilciler Meclisi ve Senatosunda, Fransız Meclisinde görmek olasıdır. Bizde, Hak ve Özgürlük Hareketi milletvekilleri aynı rolü oynamaya kalktı. Bu noktada durmamız gerek. Biz köle bir toplumdan gelmedik, hiçbirimizin soy ağacında kölelik yoktur. Biz, mal mülk, ana dili, yaşam tarzı, öz kültür, din sahibi bir topluluğuz ve bu açıdan, tamamen kör olan ya da kendilerini zorla kör yapan HÖH yönetimi, kimi temsil ettiğinin bilincinde değildir. Onlar, ne yazık ki, topluluğumuzun en çulsuzları arasından seçilerek oligarşi sofrasına davet edildiler. Örnekleyelim: HÖH’ün şimdiki milletvekillerinde Sterü Sterev kimdir? Son dönem mahpusçularından, baş vergi kaçakçılarından, sabıkalılardan, iri dolandırıcılardan biridir. Meclis ona ve etrafındakilere 4 yıl boyunca ağzını yalnız yiyip içmek için açması, dilini yutması için maaş veriyor. İnşallah bu onların son limandır. HÖH ve çevresindeki şirketler kulübü Oligarşi Sermayesi’ne bulaşmaya başladığı gün halkımızı tamamen unuttu. Yukarıda geçmiş hafızada daima yaşar demiştik. Ama Oligarşinin halkı unutması doğaldır, çünkü halkımızın oligarşiye ortak geçmişi yoktur, olmayan bir şeyin hafızada izi olmaz. Oligarşi Sermayesi ile Bulgaristan’da yaşayan Türkler, Pomaklar ve tüm diğer Müslüman kardeşlerimiz arasında uzaktan yakından bir bağlantı ve ilişki yoktur. Fakat oligarşi temsilcileri ne yaparsa yapsın, faturası her seçmene, Hak ve Özgürlükler Partisi kitlesine, hepimize çıkıyor. Gördünüz, geçen hafta para aklama işinde HÖH Genel Başkan Yardımcısı Hristo Biserov’un yargıya düşmesi bütün partiye, bütün halk topluluğumuza, te-


Makale ve Analizler - 2013

41

ker teker hepimize büyük bir leke oldu. Bu olumsuz ve yüz karası olayların başında ve temelinde, bilinçsizlik, onursuzluk, vicdansızlık, adalet duygusundan ve terbiyesinden yoksun olma, Bulgaristan tarihini bilmemek, günümüzü ve yarınlarımızı 360 derece görememek, olayları yanlış değerlendirmek, Türk topluluğunun şerefi ardına gizlenerek iğrenç dolaplar döndürmek yatıyor. 1989’da ana vatana geçtiğimizde “adını anmak bile istemiyorum”, “yüzünü görmek bile istemiyorum”, “gözüm arkamda kalmadı” dediğiniz yerler hepimizin Vatanıydı. Ana baba unutulmadığı gibi, Vatan da unutulmuyor, sızısı dinmiyor, ata mezarlarımız oradadır. Bundan dolayı bir gözümüzü yumsak bile, bir gözümüz hep o tarafa bakmalıdır. Kulağımız açık olmalıdır. Bizim yüreğimiz oradadır, çünkü göbek bağımız oraya atılmıştır. İstesek de istemesek de, her gün yakınlarımızı düşünmek zorundayız. Bir telefon gelse yüreğimiz hoplar. Bir şey mi oldu acaba diye telaşa kapılırız. Bundan dolayı hem Türkiye’ye hem de Bulgaristan’a birlikte bakmak zorundayız. Gözlerimiz hep 360 derece görecek, kalplerimiz 360 derece duyum alacak. Bizim alın yazısı buymuş. Çok atıldık, çok aldatıldık, çok çektik, bunları bir serencam bilelim, dersimizi alıp, yolumuza devam edelim...

BULTÜRK Afganistan Tarihine ışık tuttu

Raziye Çakır-17.Kasım.2013

Tekirdağ’lı yazar Dr. Süleyman Özmen, İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan son kitabı “Afgan Aydınlanmasının Mimarı Serdar Mahmud Tarzi Han ve Anıları” ile ilgili BULTÜRK Derneğinde Konferans verdi. Araştırmacı yazar Dr Süleyman Özmen; Mensubu olduğu Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde görev gereği Afganistan’da bulunduğu sırada, Afgan aydınlanmasının babası sayılan Mahmud Tarzi hakkında yaptığı araştırmaları kitaplaştıran Özmen, bu çalışmanın tarihin fazla


42

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

aydınlık olmayan bir noktasına tutulmuş bir fener olmasını düşleyerek kitabı yazdığını söyledi. Aynı zamanda bir Ortadoğu uzmanı olan Özmen, 2012’de yayınlanan kitabı son haline getirebilmek için yedi yıl boyunca çalıştığını söyleyerek konferansa başladı. Ortadoğu, İsrail ve Kıbrıs konularında araştırmaları bulunan ve Milli Güvenlik Stratejileri uzmanı olan Özmen, neden Mahmud Tarzi’nin hayatını yazma gereği duyduğunu şöyle açıkladı: “Mahmud Tarzi ve onun döneminin Afganistan’ı, Mustafa Kemal Atatürk ve ülkemizle ciddi paralellikler içeriyor. Tarzi, ülkesinden Şam’a sürgüne gönderildiğinde orada Jön Türklerle tanışıp Türk bağımsızlık hareketinden çok etkileniyor. Fikir olarak Afgan Devrimi’nin temellerini burada oluşturuyor. Daha sonra kendi ülkesine dönerek bu fikirleri hayata geçirmeye çalışıyor. 1919’da yani bizim Kurtuluş Savaşı’mızın başladığı yıl o da Amanullah Han’ın tahta çıkışıyla devrimlerini gerçekleştirmeye başlıyor. Bizim hikâyemizle çok büyük paralellikler bulduğum için Mahmud Tarzi Han’ın hayatını kaleme alma ihtiyacı hissettim. Afganistan’la hâlihazırdaki sıcak ilişkilerimizin temeli de yine o zamanlar atılmıştır. Daha sonra tutucu rejim onu yeniden sürgün ettiğinde bu kez Türkiye’ye gelerek İstanbul’a yerleşen Mahmud Tarzi gerçekten dünya tarihinde adı unutulmaması gereken bir değer. Ayrıca Tarzi’nin çok yönlü kişiliği de beni etkileyen bir diğer unsur oldu. Afganistan’ın ilk gazetesini yayınlamış bir gazeteci, bir gezgin, başarılı bir devrimci ve devlet adamı. Üstelik ülkesinin eğitim devrimini de gerçekleştiren bir eğitimci. Beni çok derinden etkileyen bu tarihi kişiliği ve onun anılarını kaleme almak benim için büyük bir mutluluk kaynağı oldu. Ayrıca T.C. Devletinin dışarıda ilk Elçiliği Afganistan’da açtığımızı Türkiye’de de ilk Elçiliği Afganistan açtığını ve en önemlisi de Türkiye’de burada bulunan Elçilik önünde bayrağı ilk göndere çeken bizzat Mustafa Kemal Atatürk olduğunu herkes bilmelidir.” 1839’da İngiliz ve Rus ordularının işgale giriştiği topraklarda yaşayan aşiretler, işgalciler karşısında birleşir. Afgan kimliğinin ortaya çıkışı ve merkezi yönetimin kuruluşu bu mücadele süreciyle birlikte yürür. Serdar Mahmud Tarzi Han, genç ülkesinin kadim kültür merkezi Gazne’de doğar. İngiliz kukla yönetiminin, Tarzi 17 yaşındayken Hindistan’a sürgün ettiği ailesi buradan Şam’a geçince, onun da hayatı değişir. Mahmud Tarzi Şam’da kuvvetli bir devlet geleneğiyle ve Jön Türklerin aydınlanmacı fikirleriyle tanışır. Sürgünlüğü bitip ülkesine döndüğünde zengin fikir dünyasıyla hanedanın dikkatini çeker. Projelerini hayata geçirmesiyse 1919’da Emanullah


Makale ve Analizler - 2013

43

Han’ın tahta çıkışıyla mümkün olur. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşanan devrimler, Afganistan’da da Tarzi sayesinde hızla karşılık bulur, eğitim devriminin ve parlamenter monarşinin mimarı olarak ülkesinin belleğinde yer eder. 1929’da tutucu bir darbeyle yine sürgün edilir. Afganistan’da reformlardan geri adımlar atılırken Tarzi Türkiye’ye yerleşir. Bu çalışmanın eksenini oluşturan anılarını ölümünden önce İstanbul’da kaleme alır. Süleyman Özmen; gazeteci, yazar, seyyah, eğitimci, devrimci ve başarılı bir diplomat olan Mahmud Tarzi’nin yaşamını, Afganistan tarihiyle birlikte ele alarak unutulmuş bir tarihe ışık tutmaya çalıştım” dedi. Özmen’in kitabı, Ortadoğu’nun yakın tarihine Afganistan özelinde ışık tutarken, büyük bir atılımın nasıl kan ve iç çatışmalarla sona erdirildiğinin de ibret vesikası olarak karşımıza çıkıyor. Bu kitap, tarihin karanlıkta kalmış bir yanını aydınlatma iddiasını rahatça yerine getiriyor. Bölgemizde yaşanan ve gözlerden gizlenen tarihe farklı bir pencereden bakmak isteyen ve tarihe merakı olan herkesin keyifle okuyacağı “Serdar Mahmud Han ve Anıları” tüm kitapçılardan temin edilebiliyor. Dr. Süleyman Özmen kimdir? 1967 yılında dünyaya geldi. İlköğrenimine Elazığ’da başladı. İlk ve Orta öğrenimini Ankara’da tamamladı. Kuleli Askeri Lisesi ve Kara Harp Okulu’ndan mezun oldu. 1998 yılında Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde “Avrasya’nın Kırılma Noktası, Kıbrıs” konulu yüksek lisans tezini, 2003 yılında Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü’nde “Orta Doğu’da Etnik, Dini Çatışmalar ve İsrail” konulu yüksek lisans tezini ve 2009 yılında İstanbul Marmara Üniversitesi’nde “Bir Afgan Aydını Olan Mahmud Tarzi Han’ın Hatıraları Işığında Afganistan Gerçeği” konulu doktora tezini savunarak doktor ünvanını aldı. Azerbaycan Silahlı Kuvvetlerinin ve Özbekistan Silahlı Kuvvetlerinin eğitilmesi ve yeniden organizasyonu safhalarında görev aldı. MCC (Military Coordination Center), Zaho / Irak’da irtibat personeli ve danışman, TIPH (Temporarily International Presence in the City of Hebron), Hebron / İsrail’de gözlemci ve danışman, Operation Enduring Freedom, Combined Joint Special Operations Task Force-South, TF K-BAR (Task Force Knife Bar), Kandahar / Afganistan’da terörizm uzmanı ve danışman, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı, SAREM (Stratejik Araştırmalar ve Etüt Merkezi), Bakanlıklar / Ankara’da Orta Doğu ve Milli Güvenlik Konuları Uzmanı, Stratejik Araştırmalar Kurulu Başkanı ve KKK EDOK (Eğitim Doktrin ve Okullar Komutanlığı), Balgat / Ankara’da Liderlik ve Kişisel Gelişim Konularında Eğitici Öğretmenlik, yapmış olan


44

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Dr. Süleyman Özmen’in kendi alanında yayımlanmış çeşitli makale ve kitapları bulunmaktadır. Dr. Süleyman Özmen, hâlihazırda Academy Network, İstanbul / Danışman ve Uzman Eğitmen, I - Clout Danışmanlık ve Eğitim Ltd. Şti, İstanbul / Orta Doğu Uzmanı, Danışman, Eğitmen, Harp Akademileri Komutanlığı SAREN (Stratejik Araştırmalar Enstitüsü), İstanbul / Milli Güvenlik Stratejileri Eğitmeni, Tez Danışmanlığı ile Etik Bildirim Hattı Ltd. Şti. İstanbul’da Danışman, Müşteri İlişkileri Yönetmeni, Gizli Müşteri Hizmetleri Koordinatörlüğü görevlerini yürütmektedir.

Fırsat kolluyorlar

BGSAM-17.Kasım.2013

Ülkemize sığınanlara ev sahipliği yapmak vatandaşlık görevimizdir. Suriyeli kaçak sayısının 200 bin olacağı haberiyle yabancı düşmanlığı iyice başkaldırdı. Cami önlerinde, sokak ve meydanlarda, göçmen kampları dolayında kişisel saldırı ve hastanelik etme olayları arttı.Sofya Belediye Başkanı Fındıkova başkentte ek polis gücü istedi. Anakentte Cuma namazı jandarma nezaretinde kılınıyor. Nöbet tutan polislerin kadın olması dikkat çekiyor. Olaya nereden bakarsan bak, Bulgaristan’ın bu denli yoğun bir kaçak dalgası kabul etmeye hazırlıklı olmadığı ortada olduğu gibi, toplumun aşırı sağ kanadında kızışan hareketlenme de hayır alameti değildir.Başka bir ülkede kızışan savaş nedeniyle göç kabul etme yönünde Bulgaristan’da hiçbir ön hazırlık görülmediği, basın, radyo ve televizyonların kamuoyunu benzer olaylar için hazırlamadığı ortaya çıktı.Böyle bir ortamda hoşgörüden ve insani yardımlardan önce düşmanlık ve ötekileştirme kanı kabardığı dikkati çekti. Hükümetin aldığı son kararda ülkemize sığınmak isteyen kaçaklardan belirli miktarda bir paraya sahip olduklarını kanıtlamaları isteniyor. Bulgaristan son durak mı? Türkiye üzerinden gelen göç ve kaçak akınında hem erkek hem kadın, çocuklar var. Avrupa Birliği’ne doğru yol almaları imkânsız, çünkü Bulgaristan “Şengen” üyesi değil ve AB Baş Komiseri Joze Barozo’nun açıkladığına göre,


Makale ve Analizler - 2013

45

2014 yılında olamayacak. AB ülkelerine gitmek vize uygulamasına ve pasaport kontrolüne tabiidir. Bu yüzden gruplar halinde gelenler eski askeri kışlalara, boş köylere, yaz ve kış kamplarına yerleştiriliyor. Herhangi bir geçim kaynağı, iş güç gösterilemiyor. Şimdilik durum iç imkânlarla ve AB yardımlarıyla idare ediliyor, ama ne zamana kadar. Bulgaristan’da oluşan bu yeni odak merkezinde bulunan legal ve illegal kaçaklardır.Basında çıkan haberlerde, Suriye’de çatışmalara katılan “Al Kaide” terör örgütüyle ilişkili bazı Arnavut aşırılar, Balkan ülkelerinde baskı ve terör eylemleri düzenlemeye hazırlandıklarını gizlemiyor. Bu haberler, yabancılar konusunda zaten derin olan durumu iyice sıkıyor. Hoşgörünün üstünlük sağlamasına zaman gerek. Öte yandan, ötekileştirme, eritme, yabancıları hor görme, ülkeyi yabancılardan temizleme ve başka konularda şimdiye kadar yarı legal bir söylevle gündem yapanlar artık hiç çekinmeden konuşuyor, bağırıp çağırıyor, bıçak savurup saplıyor. Son dönemde sık sık tek başına, ara sıra da gruplar halinde örgütlü hortlayan ırkçı milliyetçiler alanı tamamen boş buldu. Hoşgörü, ötekini anlama kültürü gökten düşmeyecek. Konukseverlik kavramının içeriğinin genişletilmesi zamanı geldi. Geleneksel konukseverliğimizin oluştuğu ve yaşayışımızı belirlediği zamanlardan farklı bir durum var. Uzak bir ülkeden kaçıp gelen, mağdur durumda olan, bizim hayat tarzımızı bilmeyen, kendilerine özgü yaşayış alışkanlıkları olan bu insanlarla belki de uzun zaman birlikte yaşamak zorunda olacağız. Biz sosyal yardım sistemi iyi oturmamış ve derin gelenekleri olmayan bir ülkeyiz.u yüzden uzak bir diyardan, farklı bir din ve kültürle aramıza gelenlere anlayışlı ve saygılı davranmamız zaman gereği olmuştur. Hoşgörü ve konukseverliğe karşı yeni gelişmeler. Göç akımına karşı olanlar var ve onlar da yeni adımlar atarak daha geniş örgütlenmeye çalışıyorlar. Irkçı bir yapılanma olan, Bulgaristan Milliyetçi Partisi (Bılgarska natsionalistiçaska partiya) dosyasını mahkemeye sundu. Tescil istedi. Sol kesecek bir kıpırdama yok. Huzur ve güven ortamının devam etmesini isteyenler faşizan örgütlenmeye engel olmayı hala ana öz görev olarak görmüyor. Demokratik cephenin kararlılığının belirtileri. Bu arada, demokratik örgütlerden İnsan Haklarını Savunucuları faşizan örgütlenmeyi durdurmak amacıyla artık ilk başvurularını yaptı. Helsinki Komitesi Baş Savcı Sotir Tsatsarov’tan Bulgaristan Milliyetçi Partisi’nin mahkeme kararıyla resmileştirilmesini durdurmasını talep etti. Bir önceki


46

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

üçlü koalisyonda Savunma Bakanı ve Yeni Seçenek Partisi başkanı Nikolay Tsonev da savcılığa başvurdu. Ülkede legal faşizan yapılanmaya imkân tanınmamasında ısrar etti. Yükselen faşizan dalgaya karşı demokratik kamuoyunda imza toplandı ve Başsavcıdan aşırı milliyetçi olduğu bildirilen bu partinin Bulgaristan’ı bölme tehlikesi olduğundan tescil edilmesini önlemesi istendi. Başsavcıya sunulan yazılı metinde şöyle deniyor: “Milliyetçi Parti Bulgaristan’da homojen (tek cinsten) ve temiz (tek etnikli ve tek uluslu) bir toplum; sadece Bulgar ulusal çıkarlarını savunacak bir devlet; var olan partilerin, ekonomik oligarşi ve yabancı temsilcilerle kesin hesaplaşmak istiyorlar.” Mahkemeye sunulan belgelerde, Milliyetçi Parti “ülkemizin yabancı ve farklı halktan yani bizden olan çöplerden temizlemek başta gelen ödevimiz olacaktır!” deniyor. Yeni milliyetçiler “Romenterörünü demir yumrukla ezeceklerini” beyan ederken, Helsinki Komitesi, Açık Toplumun ve diğer örgütlerin hemen yasaklanmasında direniyor. Bu partinin Anayasal olmadığı belirtilirken, ülkemizde ırkçı, ulusalcı, etnik ve dinsel düşmanlık ocakları yakacağı belirtiliyor. Faşist hortlamanın yolunu kesmeye çalışanlar, 9 Kasım 2013 günü kurulan bu yeni partinin ayrımcılık ve düşmanlık yaparak toplumu parçalamayı hedeflediğini açıkladı. Bulgaristan Helsinki Komitesi, bu vesileyle yayınladığı özel bildiride, yasa dışı eylemlerde bulunan, yabancı düşmanlığı kışkırtan, göç ve kaçaklarla açık hesaplaşma çağrılarında bulunan ve yaptıkları ayrımcı baskı, yeni totaliter, ırkçı, İslam düşmanı, öteki düşmanı aşırı sağ hiddet dalgasının ülke çapında yükselmesinden endişeli olduğunu ifade etti. Bu tehlikeli gelişmeye yol vermemek için, insan hakları örgütü, Baş Savcılıktan hemen çok titiz önleyici tedbirler almasında ve bunları uygulanmasında ısrar etti. Mobil aşırı sağ güçler. Son haftalarda, Sofya’da ve ülkenin diğer büyük kentlerinde dikkati çeken bir marjinal (aşırı sağcı) canlılık var. Art arda düzenlenen saldırılarla aktifleşen “Ulusal Mukavemet”, gibi futbol takımı taraftar kulüpleri ile yan yana “Bulgar Ulusal Radikal Partisi”, “Kan ve Satır” gibi faşizan örgütlerin tüm birimlerinde ve “Hücum” adlı yine futbol takımı taraftar kulüplerinin birimlerinde ırkçı şiddet dikkati çekiyor. Futbol karşılaşmalarında dalgalanan ırkçı örgüt bayrakları, atılan aşırı sloganlar tribünleri ateş ve duman içinde bırakırken, yumruklu ve sopalı sert çatışmalar yaşanıyor. Hafta ba-


Makale ve Analizler - 2013

47

şında Parlamento binasını yakmaya yeltenen aşırı sağcı maskeli gençlerin Plovdiv, Pernik ve Blagoevgrat’tan otobüslerle taşındığı açıklandı. Bulgar kamuoyu yabancı düşmanlığının geniş çapta hortlamasına biraz şaşırmış gibi görünse de, şaşılacak bir şey yok, kızaran közlerinde eritip yok etme, mazlum insanları topraklarından kovma olan ırkçı milliyetçilik ve öteki düşmanlığı ateşi alevleniverdi. Yıllar yılı iğrenç kimliklerini “en kutsal yurtseverlik” olarak tanıtanların saldırıları yönü Romen, Türk, Pomak, İslam alanından Suriyeli ve Afrikalılara kayarken genişliyor. Demokrasiyi sökmek istediler. Geçen birkaç yılda, B. Borisov iktidarı, demokratikleşmeye açılan toplumsal düzenimizi totalitarizme geri çevirmeye yeltendi. İç İşleri Bakanı Ts. Tsvetanov’un hükümeti, valileri, milletvekillerini ve önemli devlet makamı başkanlarını özel teknik donanımla dinletti. Ardından birçok valiyi görevden aldı. Bu işte Sofya savcılığından yararlandı. Demokratikleşme sürecini durdurup sökmeye çalıştığı ortaya çıktı. Yasa dışı uygulamalar toplumda güvensizlik ve korku yarattı. Kol gezen terör yol aldı. Bulgar toplumu, yönetim, yürütme ve adliyenin tek vücutta birleştiği totalitarizmden ayrılalı çok olmadı. Bizde demokratik düzen henüz yerleşmemiş ve naziktir. Hortlayan yeni faşizmi bu açıdan da değerlendirmek zorundayız. Mafya oluşumlarından gelen Boyko Borisov gibi parti liderlerinin gölgesinde ırkçılık büyük birikim yapabildi ve bugün yeniden başkaldırmasına güç topladı. Yeni zamana ayak uydurmak istemeyenler. Öteki düşmanlığı cephesinde tekrarlayan hortlamalar gelenek haline geldikçe güç topluyor. Her yıl Şubat ayında Sofya’nın ana sokaklarında ve büyük meydanlarında adına “Lukov Alayı” denen faşist gösteriler ve fener alayları yapılıyor. 24 yıldan beri, Boyko Borisov da dâhil, Belediye Başkanlarından hiç biri, faşist fener alaylarına yasak koyamadı. Faşistlerden kalma eski üniformalar, haçlı kamalar ve başka faşist sembollerle yürüyen kalabalıklar düşmanlık çığlıkları atarak eski yaralarını yalıyor. Bir de onlar bugün motorize olmuş, mobil ve saldırgan. Bir günde birkaç şiddet eylemine birden katılabiliyorlar. Banya Başı Cami saldırına katılanlar otobüslerle Gabrovo kentinden taşınmıştı. “Kurşun Camii”nin mahkeme kararıyla Baş Müftülüğe iade edilmesine karşı Karlovo şehir merkezine toplanan motorlu rokerler (onlar da aşırı sağcı gruba dâhil oldular) tüm ülkeden gelmişlerdi. Her yıl “Şipka”, “Vola” tepelerinde bağırıp çağıranlar devlet makamlarında ve kamuoyunun bir kısmında destek buluyor.


48

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Öte yandan, Karlovo Belediye Başkanı Müslüman vakıf mülklerinin Başmüftülüğe devredilmesi yolunu kesmek için bütün belediye başkanlarını ulusal toplantıya çağırdı. 1975’e kadar ibadete aşık olan Stara Zagora (Eski Zara) kentindeki Eski Cami’nin iade edilmesine karşı şehirde milliyetçi bayrak alayı düzenlendi. Günümüz faşistlerinin başbuğ olan General Hristo Lukov kimdir? Geçen yüzyılın 30’lu yıllarında Harp Bakanı olan General Lukov, faşist bir örgüt olan Bulgar Ulusal Lejyonu’nun kurucusu; Hitler Almanya’sına askeri yardım yapılmasında ayak direyen; faşizme Bulgar kapısı açandır. 1990’dan beri demokratikleşme iddialarıyla yaşayan Bulgaristan Cumhuriyeti’nde bir faşist generalin ve icatlarının anılmasına yasak getirilmesi zamanı çoktan gelmiştir. Bu konuda ne soldan ne de sağdan gelen bir üstünlük yoktur. Ayrıca, faşist general 1944 öncesi komünistler tarafından kurşunlanarak öldürüldüğünden yani işin içinde anti-komünizm olduğundan dolayı, sağ partiler susuyor. Onlar, gelenek haline gelen faşist gövde gösterisine karşı çıkarlarsa seçimlerde oy yitireceklerinden korkuyorlar. Görülen köy kılavuz istemez, bu yılın 12 Mayıs günü yapılan meclis seçimlerinde, eski başbakanlardan İvan Kostov’un yönettiği bir sağ parti olan Güçlü Bulgaristan Hareketi (DCB) Bulgar Ulusal Lejyon’unun devamcısı olduğunu alenen beyan eden Bulgar Demokratik Forum hareketiyle aynı seçim bülteninde birleştiler. Yeni zamanın istemlerini algılayamayan sağ partiler. Oysa diğer AB ülkelerinde olduğu gibi, Bulgaristan’da ırkçı milliyetçiliğin yerine yeni ılımlı bir yurtseverlik geliştirme ödevi sağ partilerin olmalıdır. Öyle ama bizim sağ partiler de komünist göbek bağından geldiğinden hiçbir şey yapmamayı yeğliyor. Bu kısır döngü bir gün toplumun başına bela olabilir. İşte böyle bir ortamda demokratikleşme sekteye uğruyor, toplum zamanını yaşamış değer yargılarından kurtulamıyor, eski bataklıkta debelenmeye devam ediyor. Son gelişmelerin başında bulunan veya hortlamayı finanse eden parti, Boyko Borisov’un GERB partisi destekliyor. Faşist hortlama konusunda sol partilerin bu arada HÖH partisinin suskunluğu. Sol alanda ana politik güç olan Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) ile Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH) ırkçılığa saplanmış gençlerin şiddet estirmesi karşısında dut yemiş bülbül gibi susmaya devam ediyor. İktidar partileri uzayan düşmanlık dilini kesmiyor, hiçbir tedbir almıyor. Hele şu, HÖH Başkan Yardımcısı ve Meclis Başkan Yardımcısı Hristo Biserov’un büyük para transferlerinin kamuoyunu meşgul etmesiyle nüfus kaybına ve


Makale ve Analizler - 2013

49

güvensizliğe neden olurken, kalıcı kötü etki yaptı. Böyle bir olayı fırsat bilen ve sevinçten ağzı kulaklarına varan, dili bir karış uzayan, iktidar ortağı ATAKA lideri Volen Siderov’un ırkçı, milliyetçi, faşist kazanı fokurdayarak kaynıyor, düşmanlık ocağa yeni odun atanlara kimse engel olamıyor. Siderov’un öfkeli tavrına ve iğrenç söylevine karşı açılan kamu davalarının hiç birinden lehte karar çıkmadı, bu ise günümüz faşistlerini daha da yüreklendirdi, ateşe benzin döktü. Sol inanç direnmelidir. Dünyanın dört bir yanında sol politik cephenin temel ödevler arasında, ötekileştirmeye, hor görmeye, aşırı milliyetçiliğe, ırkçılığa ve düşmanlığa karşı kamuoyunu uyarıp mücadele vermektir. Üstelik bugün iktidarda olan bizim sol cephe partileri, örneğin Sosyalist Parti (BSP) ve Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH) halkın öz menfaatlerini savunmada seferber olacaklarına milyoner tavlarken aralarında yarış ediyor. Bizim öz kimliğimize, varlığımıza ve savaş kaçaklarına karşı kızışan düşmanlık politikasına yanıt verecek zaman bile bulamıyor. Bu cümleden olmak üzere, şimdiki iktidar ortaklarına düşen başka bir önemli ödev de, ülkemize giren legal ve illegal yabancılar konusunda daha sıkı bir yasal düzen oluşturup duruma her yönüyle hâkim olmaktır. Yabancılar ülkemizde kendi memleketlerindeki kurallarla zor yaşar, yeni düzenin yerleşmesi ise, sabır ve zaman ister. Yani durumun çözüm anahtarı, ırkçılık ve yabancı düşmanı olmamalı, hoşgörü ve karşılıklı saygı üstün gelmelidir. Faşizmin önüne gerilmiş Çin Seddi yoktur. Demokratik toplumda yaşamanın ana kurallarından biri insan haklarına saygıdır. Yasalarımız önünde hepimiz eşitiz. Ülkemize gelip sığınan ya da belirli bir süre ikamet etme hakkı talep eden yabancılar da dâhil olmak üzere, hiç kimsenin başka bir vatandaşın ya da yabancının haklarına ve özgürlüklerine tecavüz etme hakkı yoktur. Yasalar mazlumdan yanadır. Adalet hoşgörüden geçer. Demokratik devletin bu konuda kesin ve kararlı olması gerekir. Bu konuda demokrasi şafağında Anayasa’da ve yasalarda yapılan değişikliklerin kozmetik ve yetersiz olduğu ve gereği gibi uygulanmadığı ortaya çıktı. Yeni durum daha geniş kapsamlı hak ve özgürlükler düzenlemesi yapılmasını gündeme getirmiştir. Yeni ortamda, totaliter rejimin özünü oluşturan ötekileştirme, kendinden olmayanı düşman belleme, azınlıkları eritme, baskı ve terörle yola gelmeyenleri dış ülkelere kovma, baş eğmeyenleri yok etme politikaları geçerli olamaz.


50

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

24 yıldan beri tamamen yok edileceği yerde hasıraltında korunan ve katılaşarak yeniden ortaya çıkarılan şiddetle karşı koyma uygulaması insan hak ve özgürlüklerinin daha kapsamlı sağlanmasına ve genişleyerek yerleşmesine temel engeldir. Ne yazık ki, şu son çeyrek yüzyılda Bulgar toplumu totaliter kalıntıdan kendini kısmen de olsa arıtamadı. Bunu yapabilmiş olsaydı, tesis edilen demokratik ortamda totaliter kalıttan güç alan faşist zihniyet bugün başkaldıramazdı. Bizde, fırsat kollayan gerici zihniyet ve güçlerin önüne gerilmiş Çin Duvarı yoktur.

İpi çeken kim?

Durmuş MUTLU-18.Kasım.2013

Bu yazıma başladığımda hükümet aleyhtarlarının belkemiği olan aşırı uçlar Plovdiv’in postane meydanını inletiyor, yalnız yerliler değil, şehrin tepeleri bile olana şaşıyor. Okuyucularım arasında çoğunluğun 1990–2013 Bulgar geçiş dönemini anlamakta güçlük çektiğini biliyorum. Gerçekten çok çelişkili bir süreç gelişti. “BULTÜRK” Derneğine bağlı olan, Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi’ne aldığımız tepkilerinizde, olaylara bu açıdan bakmamıştık, diyorsunuz. Şimdi de son gelişmeler ışığında çeyrek yüzyıllık süreci tamamen farkı bir açıdan analiz etmek istiyoruz. İlk değerlendirmelerimiz yüzeysiydi. Şimdi de irdelememizde kesin sonuçlara vardık, demiyorum. Son birkaç yazımda Hak ve Özgürlükler Partisi (HÖH) ve fahri başkanı Ahmet Doğan örneği üzerinden giderek, politik yapıda benzerlikler aradım. Yineleyen olayları açmaya çalıştım. Bu irdelememin ancak % 60 doğru olduğuna inanıyorum. Bilinmeyenler çok fazla. Politik sahnedeki oyuncular ikili ve üçlü oynuyor. Gerçeği üç boyutlu görmemize imkân yok. HÖH


Makale ve Analizler - 2013

51

Başkan vekili Hristo Biserov örneğinde olduğu gibi onları suçüstü yakalamak çok güç olup sabır ve zaman ister. Fahri başkan Ahmet Doğan’ın ajanlığını, liderliğini, mafyalığını konu ederken, bu işin ardında ya da üstünde görülmeyen bir güç, bir senaryo yazarı, bir reji olduğuna işaret ettik. Doğan’ın sadece bir kukla, bir oyuncu olduğunu yazdık. Ben buna inanmıştım. Sahnedeki oyunculardan sadece Ahmet Doğan mı kukladır. İpleri çekilen yalnız o mudur? Bulgaristan ortamında rejili politika sadece Ahmet Doğan için mi geçerlidir? İnanmıyorum! Olamaz! Ya öteki Bulgar politik liderler, keyfilerine göre mi hareket ediyorlar yoksa onlara da ne yapacaklarını söyleyen mi var? Cevapsız sorular. Bugün kızışan Bulgar politikasında “n” sayıda bilinmeyen var. Sorulan hiç birine tatmin edici yanıt verilmiyor. İşte devamlı sorulan 3 soru: 1.Delyan Peevskiyi gizli servis DANS Başkanlığına kim önerdi? (HÖH Milletvekili ve medya mafyasının şefi) 6 ay gösteri yapıldı bu soruya yanıt gelmedi. DANS servisine başkan olsaydı D. Peevski’nin gizli görevi ne olacaktı! 2. Şimdi cevabı aranan soru ise şu: Biser Kirov’u neden çöpe attıldı? (HÖH Başkan Yardımcısı, milletvekili ve Meclis Başkan Vekiliydi. Partide ikinci adam olarak geçiyordu. Kendisine Kardinal deyenler vardı Katoliklerde Kardinal en büyük ruhani rütbeye sahip olan kişidir.) Öyle olmasına rağmen bilinmeyen kişi bir üfledi ve Biserof’un geçmişini ve geleceğini sıfırladı, her şeyin yerinde yel esti. Şimdi İsrail’in casus servisi MOSSAD’ın işi diyorlar. Sözde Biserov Arap vakıflarından büyük miktarda paraları Bulgaristan’a ve Balkanlara akıtma işini yönetiyormuş ve bu işleri HÖH partisi dışında gerçekleştiriyormuş. Gözle görülmeyen elle tutulmayan bu gizli güç bir gün bir üflese Hak ve Özgürlük Partisi’ni de yerinden uçuruur mu dersiniz! Arkamızdan dönen dolapların başı sonu yok. 3. Meslek eğitimine göre bir itfaiye yüzbaşısı olan Boyko Borisov’u yeni yüzyılda Bulgaristan liderliğine kim önerdi? ( Bulgaristan’da en güçlü sigorta ve koruma şirketi olan (CİK) mafya kuruluşunu o kurdu; Sofya Belediye Başkan oldu; General; Şubat 2013’en önce 44 ay Bulgaristan Başbakanı; GERB Partisi lideri. 12 Mayıs 2013 seçimlerinde en fazla oy alsa da, hükümet kuramadı. Halen iktidar düşmanlığı kazanı kaynatıyor, aşırı taşkınlıklar kışkırtıyor.) Bulgaristan’da hem trajik hem de yüzkarası olan, 30 bin kişilik mitinglerle Bulgar halkına “moral devrimi” dersi verilmesidir. Üniversitelerde


52

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Sofya’yı kuşatma planları çizilmesi, başkent merkezinin Suriyelilerden arıtılmasıdır. Aktüel olan ve dayatılmak istenen aslında şpitzkomandoların (bu ad, Bulgar diline Almancadan girmiştir, Hitler faşizmi zamanında aşırı sağ gençlerden kurulan hücum gruplarının ismidir. Günümüzde, Bulgaristan’da oluşan ve Plovdiv, Pernik, Blagoevgrat gibi şehirlerde örgütlenen aşırı sağcı maskeli saldırgan gruplar için kullanılır.) diktatörlüğe doğru sürünerek ilerlemesidir. Yabancı düşmanlığında başı çeken, Almaya’da yasaklanmış olan “Kan ve Onur” ile “Kombat 18” birimleridir. Salı gecesi Parlamento Binasını yakmak isteyenler onlardı. Arkalarındaki güç Boyko Borisov’dur. Hükümetse ayak sesine pabuç bırakmak niyetinde değil. Boyko Borisov kimdir? İtfaiye Yüzbaşı. “Simyonovo” Polis Akademisi mezunu. Todor Jivkov’un koruması. Bu yüzbaşıyı devletin başına bela eden kimdir? Todor Jivkov mu? Çar mı? İstihbarat şeflerinden Lüben Gotsev ile Brigo Asparuhov mu? Gizli servis “DC” mi? İç İşleri Bakanlığı mı? Sigorta şirketi CIK mi? Bulgar Futbol Kulüpleri Federasyonu mu? “LevskiSpartak” futbol takımı mı? Amerikan dış istihbarat servisi CIA mı? Rus istihbarat dairesi KGB mi? İsrail istihbarat örgütü MOSSAD mı? İngiliz istihbaratı MI6 mı? Yoksa Boyko Borisov’un doğup büyüdüğü ve yaşadığı Sofya varoşu Bankiya kasabasındaki Vatan Cephesi örgütü mü? Kim? Kim! Kim? Bu üç sorudan birine yanıt bulan öteki denklemleri de çözer. Bugün artık iktidar hırsı gözünü tamamen kör etmiş olan ve meclis binasını ateşe vermeyi göze alan B. Borisov’u kışkırtan yalnız içgüdü mü yoksa dış etken mi var. Varsa, bu güç nerededir? Bulgaristan’ın karışmasından, ülkede politik diktatörlük kurulmasından, totalitarizm pratiğine dönülmesinden kimin yararı olabilir? Gizli gücü, senaryo yazanı başka örneklerde de arayalım: 1989’da kurulan Bulgar yuvarlak masasında önce Sosyalist Parti sıralarında oturan eki Başbakan İvan Kostov nasıl oldu da birden bire muhalefet güçleri tarafına geçti? Nasıl oldu da politik kariyeri döneklikle başlayan, politik ekonomi hocası, Moskova’da yükseköğrenim alan ve yıllar yılı Bulgaristan Komünist Partisi MK’ne danışmanlık yapan İvan Kostov’u, ortada neden yokken Demokratik Güçler Birliği (CDC) kabul etti, bağrına bastı ve Başbakanlığa yükseltti. Nasıl oldu da İvan Kostov başbakanken Bulgar Emeklilik Sandığı’ndan (NOİ) 2 milyar leva çaldı da, ne sol ve ne sağ çevreler, ha-


Makale ve Analizler - 2013

53

ber araçları ve bu soygundan sonra aylık gelirleri % 50 azalan milyonlarca emekli çıt demden göz yumdu, ağzını açamadı. Bir protesto yürüyüşü bile düzenlenmedi! Sol cepheden sağ cepheye geçenlerin hedefi Bulgar sağını felce uğratmaktıysa, kuşkusuz başarılı oldular. Bu kahramanlardan biri de, son seçimlere, 1930’ların faşist lejyon partisinin bugünkü uzantılarıyla birlikte giren İvan Kostovtur. İyi ki, seçmen onu ve partisini ve lejyoncuları meclise sokmadı. Demokratikleşmenin şafağına bakarsak, 1990 yılında Sofya’nın “Kartal Köprü” meydanına 1 milyon kişi çıkarabilen Demokratik Güçler Birliği (CDC) 4 yıl sonra bir balon gibi patladı ve etrafta “merhaba” denecek demokrat kalmadı. Bu nasıl bir iştir? Mahkemede hiçbir dava kazanmamış, politik ortamda adı işitilmemiş bir avukat olan Filip Dimitrov’u CDC partisinden Bulgaristan Cumhuriyeti Başbakanlığına öneren kimdi? O zaman eski Yugoslavya Savaşı ve Sırbistan ambargosu vardı. Kaçakçılık diz boyuydu. Bulgaristan’da ilk milyonerler doğuyordu dersek yanlış olur, yağmurdan sonra mantar gibi bitiyordu. F. Dimitrov, Bulgaristan’da kalın enseleri sigorta ve koruma işine sokan başbakandır.1994–1996 yıllarında ise, Sosyalist Parti iktidardayken, kısa adı CİK olan sigorta ve koruma şirketi harman savurdu ve devletten güçlü duruma geldi. Yine 90’lı yıllarda Bulgar banka mafyası oluştu. Yine o yıllarda, Bulgaristan mafya kucağına atılırken, Demokratik Güçler Birliği’nden Cumhurbaşkanı d-r Jelyo Jelev GENEL AF ilan etti. Ülkede kaçakçılık ve dolandırıcılığa teslim olmuşken Cumhurbaşkanı’na genel af çıkartan kimdi? Nasıl oldu da o sigorta ve koruma işleri devlet elinden çıkarıp mafyaya devretti! Tabii Bulgar politik sahnesine ipleri dışardan çekilen yeni oyuncular da girdi. 50 yıl Bulgaristan’a gelmemiş, kendini Bulgar dilinde ifade etmekte zorlanan Çar uzantısı Saks Koburggotski altın kilim üzerinde karşılandı ve Başbakan koltuğuna oturdu. O vazifelerini öğrenmiş de gelmişti: Önce mafya grubu elebaşı B. Borisov’u İç İşleri Bakanlığı Baş Sekreterliği’ne getirdi ve general yaptı. Bu gelişmeye ABD Sofya Büyükelçiliği ve ABD ve Avrupa medya ve özelleşmiş haber kaynaklarından itirazlar vardı ama dikkate alınmadı. Boyko Borisov’un geçmişi şeffaf değil diyenlerin sözleri dikkate alınmadı. B. Borisov Başbakan oldu. Maliye Bakanı ABD vatandaşı Simeon Dyankov Sağlık Kasası’ndan 1 milyar 400 milyon leva çaldı, tahkikat başlamadı, dava açılmadı. Soru: GERB S. Dyankov’u nerede buldu da Maliye Bakanı yaptı! GERB komu ihalelerinden, AB yatırım ödeneklerinden, oto yol inşaatlarından palazlandı. Neden göz yumuldu!


54

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

GERB partisinin yerel ve merkez kadroları polisten ve İç İşleri Bakanlığı’ndan kovulanlar arasından seçilmiştir. Öyleyse GERB bir polis partisi midir? Daha da önemli olan, bugünkü politik ortamda, eski komünist ve sosyalistlerden öne çıkmış figürler arasından Georgi Pırvanov, Rumen Petkov, Dimitır İvanov, Georgi Bliznaşkı gibiler şimdiki politik bunalımda neden Boyko Borisov cephesinde yer aldı. Bu memlekette soldan sağa, sağdan sola geçmek adet mi oldu! Tarafsız olması gereken Cumhurbaşkanı Plevneliev, “Kapital” çevresindeki iş adamlarına öncülük ederken Boyko Borisov’un iktidara dönmesinden ne çıkarı olabilir? Ve son soru, Başbakan olduğu dönemde, Boyko Borisov Afrika, Yakın Doğu ve özellikle de Suriye’den kaçak alma konusunda herhangi bir yükümlülük üslenmiş olabilir mi! Bu sorular yanıt beklerken, yanıtlar aranırken, Bulgaristan politikasını doğru okumak olanak dışı gibi görünse de sis kalkmaya başladı. Bütün olay 1989’da Bulgaristan’da yapılan BKP içi değişikliklerin bir görev devrinden ileri gitmediğinden, Anayasa değişikliğinden tutun da tarımın yok edilmesine ve yüzlerce fabrikanın kapatılmasına kadar uzanan dalavere işlerinin totalitarizmden demokrasiye götürecek derinlik ve nitelikte olmadığını kanıtlıyor. Bugün artık, 1980’li yılların sonlarında yenileşen Bulgaristan senaryosunu yazanların 3 ana hedef belirlediğini görebiliyoruz: Ne pahasına olursa olsun Komünist iktidarı elden vermemek. Bu hedef doğrulturunda BKP içinde iki ana akım oluşturuldu: 1.Şimdiki BSP Başkanı Sergey Stanişev liderliğinde, 1902’de kurulan BulgaristanSosyalist İşçi Partisi’nin sosyalist ve sosyal demokrat geleneklerinde yetişen kırmızı aristokrasiyi iktidarda tutmak. Bu arada, BKP’nin sol marjınalliğinden kaynaklanan baskı terör ve “eritme” politikalarına dayanan totalitarizmden arınmaktı. Bu eski komünistlerin sosyalistler adıyla iktidarını pekiştirmeliydi. 2. Boyko Borisov Başkanlığında iktidar olan kalın enseli kabadayılar, mafya daKomünist partisinin farklı bir ürünüydü. Solun bu iki kanadı, Bulgaristan’da “sağ” cepheyi yok etti. GERB partisi solcumarjinal-cinai bir gruplaşmadır ve buna rağmen, Avrupa sağ yapılanmasına girdi. 3. Büyük başarılarından biri de toplumun değer yargıları tamamen değiştirilerek, allak bullak oldu, sol sağın, sağ da solun yerini alırken, üniversiteliler de şaşırdı ve totalitarizme karşı olduklarını beyan etmelerine karşın, diktatörlüğe doğru sürünen aşırı sağların peşine takıldılar. Nere-


Makale ve Analizler - 2013

55

deyse, iktidar olunca katledileceklerin listesini hazırlamaya koyuldular. Şubat 2013’ten beri sokakta direnenlerin saflarından çıkan Reformcu Blok da artık felç edilmiştir. Henüz yapılanmadan, örgütlenmeden, program ve tüzük açıklamadan iktidara bakmaya başlayan Blokçulara Boyko Borisov “bir halk ayaklanması örgütlenerek” şimdiki hükümet devrilirse” Başbakanlık koltuğu vaat etmiştir. Aynı koltuk Haziran 2013’te A. Doğan’a da teklif edilmişti. Reformcular önderliğine neden T. Jivkov’un oğlunun davet edildiği de artık anlaşıldı. İpleri çeken kim? diye düşünürken şu sonuca vardım: İpleri ellerinde tutanlar Bulgaristan halkını bir koyun sürüsü olarak görüyor, vaktiyle domuzcu İvan tarafından yönetilen, sonra dayatılan Çarlara devredilen, ardından Pravets köyünden kasketli Toşo’ya sunulan bu sürüde bir itfaiyecinin çoban başı olmasından daha doğal ne olabilir. Bulgar Çobanı ihalesi yapılsa, anlattıklarımızı yazmaya gerek bile kalmaya bilirdi. Koyunların tercihi hep eski çoban olmuştur.

Kaldırım kabadayılığı

İbrahim Soytürk-19.Kasım.2013

Ankara’ya son gidişimde “DOST” kitabevinden Nikolay Çernişevski’nin (1828–89) “Ne Yapmalı?” romanını aldım ve okudum. Diyalektik düşünme seyrini Rusya gerçekliğine taşıyan bu büyük düşünürün eserinde, beni çok etkileyen şöyle bir cümle var: “Devrim yolu Neva Caddesi gibi düz değildir!” “Neva caddesi” o zamanın Rusya başkenti Petersburg’un ana caddesi olup, Neva suyu boyunca uzanır. Türkçesinde “cadde” olarak verilmiş olsa da, Rusça aslında “prospek” olan bu tabir caddelerin babası anlamındadır. Bir önceki ziyaretimde bu Prospekti görmüştüm. Çernişevski’nin burada vurgulamak istediği “düz” sözüdür ki, devrimin inişli çıkışlı olduğunu söylemiştir. Yazımın başlığında “kaldırım” dedim, çünkü Sofya merkezinde bu denli geniş bir cadde yok. Devrim sahneleri, adına “sarı paveler” denen, sarı kaldırım taşları döşenmiş meydanda başlayıp bitiyor. Hemen söyleyeyim 2013 Şubatında başlayan ve hala süren Bulgar itaatsizlik hareketi, itici


56

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

güç değişikliği yaptı ve başkent sivil toplum örgütlerinin yükselttiği üniversite öğrencileri kaptı. Ve son hafta, internette izlediğim merkez basında, ayaklanma, kargaşalık, isyan (metej) olarak geçen olay, aslında devrimin kaldırıma düşmesiydi. Gördüğüm kadarıyla Bulgaristan’da devrimci durum yok. Devrimci durum ne zaman oluşur? Yönetenler eskisi gibi yönetemediği, kitleler de eskisi gibi yaşamak istediği zaman devrimci durum oluşur. Devrimler aşamalıdır, inişli çıkışlı, barışçı ya da kanlı zor bir mücadele yolu izler. Çernişevski’nin dediği gibi devrim yolu “düz” değildir. Devrimler derin toplumsal çelişkileri kökten çözmek için yapılır. Devrimlerin politik öncüsü, itici gücü, bağlaşıkları ve devrim dalgasına kapılıp akan büyük kitlesi vardır. 1990 Mayısı’nda Büyük Millet Meclisi seçimleri arifesinde Hak ve Özgürlükler mitinglerinde kentten kente akan kitleler gibidir. Devrim gücünü ezilmişlikten, kölelikten, amansız sömürüden aldığı gibi, özlem ve hayal gücüyle de kanatlanabilir. 1989 başkaldırımızda yüzyıllık çekimiz motor, emellerimiz kanatlanmıştı. Dünya çok değişik devrimler gördü. Örneğin 15. yüzyılda Almanya köylü ayaklanmaları yaşadı. Daha sonraki asırlarda Rusya’da köylü isyan ve savaşları oldu. Ağılık düzeninin değiştirmek ve toprak kölelerini toprak sahibi yapmak istendi. Hedefte iktidar değişikliği olmadığından, çözüm toprak reformuyla oldu.1899’da Bulgar hükümetinin Osmanlı döneminden kalan % 10 toprak vergisini yeniden toplamayı öngören bir kanun çıkarması, Rusçuk, Varna, Lofça ve Plevne’de köylü isyanlarına neden oldu. Yapılan bir yasa değişikliği ile vergi kaldırıldı. İktidar değişikliği hedeflemeyen ayaklanmalar devrim niteliği taşımadığından, hemen söndü. Bu örneklerde, toprak mülkiyetinde el değiştirme devrimle değil, reformlarla olmuştu. Modern devrimlerin babası, 1789 -1794 Fransız Burjuva Demokratik Devrimidir. Çok aşamalı, inişli çıkışlı olmuştur. Kral 16. Lui’nin kafası giyotinde kesilmiş, Cumhuriyet ilan edilmiş, Anaya değiştirilmiş, iktidardan çekilmek zorunda kalan aristokrasi ve Krallık yerini büyük burjuvaziye bırakmıştır. Çok inişli çıkışlı, kanlı bir devrim olduğundan mirasında “Devrimler evlatlarını yer!” sözlerini bırakmıştır. Feodal üretim biçimini kapitalist üretim biçimiyle değiştiren ve dünyada burjuva devrimleri çağını açan ilk devrim Büyük Fransız Devrimi’dir. Burjuva devrimleriyle çözülen temel çelişki üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkidir ve bu devrimlerle toprak köleleri (marabalar) özgürlüğüne kavuştuğu gibi toprak sahibi


Makale ve Analizler - 2013

57

olmuşlar. İş gücü alıp satılan mal olmuştur. İşçi sınıfı doğmuştur. Böylece feodal ilişkiler sahneden inerken, dünyayı değiştirmeye çağrılan kapitalist ilişkiler sahneye çıkmıştır. Bulgaristan’da, stratejik araştırma merkezinin artık yazıya döktüğü üzere, adına sosyalist üretim ilişkileri denen ama aslında devlet kapitalizmi üretim ilişkisi olan, ilişkiler 1989 sonuna kadar hâkim durumdaydı. 1990’da başlayan ekonomik ve sosyal yıkılmayla, kapitalist devlet mülkiyetinin kesin ve son damlasına kadar yok edilmesi yolu seçildi. “Komünistler ne yaptıysa yok olacak” saçmalığına kapılanlara karşı koyan olmadığından, tarım bitirildi, ardından sanayi işletmeleri hurdaya çıkarıldı, satıldı, kesildi, eritildi, parası da yendi. Öyleyse 24 yıldan beri devam eden olay nedir? Devlet mülkiyeti nasıl el değiştirdi? İşçiler ve köylüler arasında bonolarla paylaşılan bu mülkiyet, aslında yeni mülk sahipleri olarak ortaya çıkan Oligarşiye devredildi. Bulgaristan’da yeni zengin zümre böyle oluştu. Bu işte biz talihsizdik. HÖH girişimiyle bonolarını Multigrub’a verenler yandı. Bu arada, 2007’de Avrupa Birliği’ne üye olmamızla birlikte başlayan ekonomik yardım ve mali teşvik programlarından paralar da yine oligarşiye akıtıldı. Bulgar devleti AB’ne üyelik ücreti olarak her yıl 600 milyon Avro ödüyor. Bu paralar, tarım, alt yapı, ekonomi ve sosyal programlarla geri dönerken yine dolaylı veya dolaysız yollardan oligarşi kasalarına akıyor. Ülkedeki durum buyken, devrime neden olacak temel çelişkiyi görebiliyor musunuz? Bu tabloda üretim ilişkisi yok. Baş kaldırmış işçi sınıfı yok. Ana sorun, devlet kaynaklarından sen değil, bırak ben yararlanayım kavgasıdır. Bu çatışmayı kızıştıran da eski Bulgaristan Komünist Partisinin iki varisidir. Biri, S. Stanişev’in yönettiği Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP), öteki de bu yılın Şubat ayında iktidardan itilen, eski başbakan Boyko Borisov tarafından yönetilen GERB partisidir. Bu kavga ne kadar kızışırsa kızışsın bir kemik kavgasından başka bir şey değildir. İktidarda olma hakkını seçim sandığında kaybeden Boyko Borisov, yemi biten sığır gibi kafa sallıyor, gözdağı veriyor. Üniversitelileri, dazlak kafalıları, eski faşistlerin torunlarını, aşırı uçları, kalın enselileri sarı kaldırıma toplayıp yasa dışı saldırı denemeleri yapıyor, silah olarak da yoğurt, bira ve boya kutuları kullanıyor. Gerçeklerin işbu ayrıntılarını dikkate alarak, 16. Kasım 2013 Cumartesi günü, BSP ile HÖH partilerinin Sofya “Kartal Köprü”de 50 bin kişilik, Boyko Borisov’un da Plovdiv’te 30 bin kişilik mitinglerinin Bulgaristan tarihine kaydedileceğine pek inanmıyorum. Millet gövde gösterisine doydu da bıktı. “Kartal Köprü”ye toplanan kalabalık önünde yaptığı konuşmasında Sergey Syanışev, 24 yıldan beri Hak ve Özgürlükler Partisi


58

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ile nikâhsız evlilik yaşayan BSP adına özümüzü ve kimliğimizi değiştiren “Bulgarlaştırma” süreciyle ilgili nihayet özür diledi. Bunu, Bulgaristan’da Suriye’den gelen sığınmacıların arttığı ve her yerde öteki düşmanlığının, yabancılara karşı kin ve nefretin olağanca gücüyle tırmandığı şu günlerde yapmış olması, iyi oldu. Şimdi dönelim kaldırım kabadayılarına. 2 aydan beri Üniversiteler işgal altında. 24 Yüksek Okul’da akademik gençlik ders görmüyor. Kendilerine “erken uyananlar” lakabını takmışlar. Erken uyanıp da ne yapacaklar! 1989’dan beri bizim burada hep sabah. Öğlen olmuyor, akşam da olmuyor. Devrimci dönüşümlere kem göz mü deydi, sabah tutulması mı oldu, neyse işte, her şey hep aynı yerde duruyor. Gençliği anlayamayan Üniversite hocaları var. Onlar verdikleri bilgilerin, öğrencilerse öğrendiklerinin yarın hiçbir işe yaramayacağını biliyor. Hem hoca hem öğrenci bunalımda, bu basit bir kriz değil, tüm bakış açılarının ve yargı değerlerinin değişmesi zorunlu oldu. yorgun demokratlar öğrencilere “biz kendimizi sizin yerinize koymak istiyoruz” diyorlar. Olsa ama olmuyor işte. Dünya, zaman, evren, gençlik ve devrimler ileri vitesli yaratıklar. Bu vites geri takılmıyor. Yaşlıdan delikanlı olmuyor, yolu yok. Eski müzikler bile artık devrim ateşleyemiyor. Ağustosta “Radison” oteli önüne piyano taşındı, gece boyu çaldılar, yalnız ağaçlardaki serçeler ve çatılardaki güvercinler uçup kaçtı. Bundan dolayı olacak, aslında gençlik enerjisi biraz uyandığında, Bulgaristan ulusunu yürekten kutladım! “Orada her şey birmiş!” diyenlere cevap oldu. Bitmemiş işte! Yaşayan bir ruh var, ama devrim açısından, henüz demlenmiş bir çay kıvamı yok. Gençlere devrimin bir süreç, bir risk olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Devrimler perde perde yükselir. Devrimden yeni orijinal protesto müziği doğar, gönülleri sarar, herkesi uçurur. Ahmet Kaya’yı düşünün, ne kadar çok sevilmişti. O, Türk Kürt kardeşliğinin derinlerde uyanan titreşimdi. Bizde doğmadı henüz, Bulgar Türk kardeşliğini şarkılarda müjdeleyeni bekliyoruz. Hayat çok sabırlı! Biz istedik diye kılını bile kıpırdatmıyor. Her kuşağın kendi devrimi, kendi sloganı, kendi şarkısı var. Bir de, kendi ormanımızı kesecek baltaya sap olmak vardır ki, bir kıvılcım her şeyi yok edebilir. Tabii, bu arada dönekleri, ikiyüzlüleri, kanımızı kene gibi emen şerefsizleri düşünüyorum. Boyunda her gün yeni kravat, sinekkaydı tıraş, keyif bel kemal, hem başkan vekili, hem meclis başkan vekili, hem de baş hırsız... Çok tehlikeli, yanan hep biziz, örneklemek istemiyorum. “Bir pire için yorgan yakarız!” bu söz bizimdir. Biz devleti soymak için değil, onurumuz için isyan ederiz, bu da böyle biline...


Makale ve Analizler - 2013

59

Devrimler sınıfsal çelişkiler çözer. Sen ben kavgası değildir. Üretim araçları elektronik de olsa, üniversiteliler üretim araçları üzerinde hak sahibi olmadığından, devrimci süreçte yan güç, ancak bir bağlaşık olabilirler. Sipariş üzerine devrim olmaz. Para karşılığı isyan edilmez. Devrimin yasallığı, örgütlenme süreci, kesin hedefleri, öncüsü, belkemiği, eli kolu, kendi gündemi vardır. Görüyoruz, üniversiteli gençler dedelerinden, babalarının doğduğu evden, köylerinden, toprak işlemekten utanıyorlar. Trenlerin taşlanmasına, çocukların satılmasına başkaldırıyorlar. Ortada yenilenmesi olanaksız, eski ile modern arasında aşılması zor bir uçurum, zıtlaşan nesil farkı var. Görüldüğü üzere, yeni kuşağın arzuladığı yeni yaşam biçiminin yerleşmesine düzensizlik engel oluyor. Eskinin yeniye güçlük çıkarması doğaldır. Son asrın etnik adaletsizliği yalnız Romenmahallelerini değil, ülkemizin yarısını bir öcü yuvası haline getirdi. Gençlik tiksiniyor. Peykelerinde uyuyanlardan parklarda, otobüs ve tren istasyonlarında oturacak yer kalmadı. Yeni yaşam alanı arayanlar haklıdır. Taşradan Sofya’ya okumaya gelenlerin ana kentte yaşadıkça görgüsü artıyor da, kaldırım çiğnemekle devrim olmuyor. Sabahleyin üniversiteye sonra da parlamento önüne kaldırım aşındırıp polisin karşısına dikilmek, gençler işsiz güçsüz dolaşıyor, izlenimi bırakıyor ki, bu da devrim kapısını açmıyor. Üniversiteler, yollar, kavşaklar, çevre yolları ve daha neresini isterseniz kuşatın, bu bir devrim değildir, kuşatma kalkar, hayat devam eder. Evet, hava açıldı, sabah oldu ama öğle olmuyor, ufukta akşam yok. 1989’da ufuktaki kızarma umut vericiydi. Bizdeki şafak tutulması gibi bir şey, dondu kaldı. Ve öyle şeyler oldu ki, üretim araçları elinden alınan işçi sınıfı iş gücüne pazar olmayan sefillerin ordusunu oluşturdu. Toprak parçaları geri verilen köylüler takatsiz anemik duruma düştü. Esnaf tabakası yok. Orta katma oluşamadı. Yeni olan, devleti soyarak palazlanan oligarşi, ona arkasındaki kalın enseli tayfa ve hizmetindeki mafya. Onlar Karadeniz kumluğuna oteller dikti. AVM’ler geldi. Hiç birisinin halka getirisi yok. Üreten toplum olmadan tüketici toplum olunmuyor. Biz ancak seyirci toplumu olabildik. Mağazalarda vitrin, stadyumda maç ve evdeyse TV seyrediyoruz. Umudu yaşatan tek güç gençler olsa bile, eve ekmek götüren onlar değil. İsyan eden üniversiteliler demokrasi şafağında doğdu. 24 yıl debelenerek yetiştiler. Ve hayattan su almadan, yaşama isyan ettiler. Üniversiteli olmayan kesim iş gücünü satmaya Batıya gitti. Batı Avrupa ülkeleri ile Bulgaristan arasındaki dev ücret ve fiyat farkından faydalanarak, 6 ay orada çalışıp altı ay evde yatmayı seçti. Devamlı büyüyen genç parazit tabaka böyle oluştu. Olmayan devrimin ana gücü çalışan sınıf, çaresiz


60

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ve felç durumda. Köylülerse Avrupa yardımlarıyla uyutuldu. Böyle bir ortamda, protestocu kalabalıktan yükselen: “Parlamentoyu yakalım!”, “Hükümeti devirelim!”, “Yabancıları kovalım!” ve “Sofya’yı temizleyelim!” sloganları ancak kaldırım kabadayılığıdır.

Hortlayan Düşmanlık

BGSAM-23.Kasım.2013

2013 güzünde Suriye ve Afrika’dan gelen göç dalgası, kaçak ve göç kampları kurulması ve havanın sertleşmesiyle kamplarda ağırlaşan durum, 35 yaşında bir Suriyelinin soğuktan ölmesi, birkaç kampta ayaklanma patlaması ile birlikte ülkede yabancılara karşı ırkçılık hortladı ve Bulgaristan’da sosyal ve politik ortam değişerek gerginleşti. Cilt rengi bakımından ülkemizin yerli nüfusundan pek farklaşmayan Suriyelilerle aynı zamanda sokak ve meydanlarımızda, taşıt araçlarında, camilerde illegal Afganlar, Somali, Mianmar, Kongo ve Nijerya’dan vb. gruplar belirdi. Bu gelişmeye paralel, önce Sofya’da, yabancı düşmanlığı, aşırı milliyetçilik ve hatta ırkçılık baş gösterdi. Siyah elbiseli Bulgar gençler devriye geziyor. Hele akşam ve gece saatlerinde olaylar devlet organları kontrolünden çıkmaya başladı. Polisin kavşak başı nöbet tuttuğu başkentin “Pirodska” sokağında bir Bulgar kızın Suriyeli bir gencin saldırısına uğradığında, hemen adından, bizden biri olan Metin’in ırkçı bir grup tarafından hastanelik edilmesi, huzur ortamını iyice karıştırdı. Son 24 yılda bir Bulgaristanlı Türk gencin bir Bulgar faşizan grup tarafından Başkentin tam merkezinde gaddar bir saldırıya maruz kaldığı görülmemişti. Ağır yaralı Metin hala taburcu edilmedi. Başta HÖH Başkanı Lütfü Mestan ile T.C. Sofya Büyükelçisi İ. Anmaz hastanede ziyaret ettiler ve hepimiz adına Metin’e geçmiş olsun dilekleri ifade ettiler. Bu gibi olaylar barut fıçısına atılan kibrit rolü oynayabilir. Göçmen ve kaçaklar Bulgaristan güvenliğine tehlike midir? Olay, Cumhurbaşkanlığı Ulusal Danışma Konseyi’nde görüşüldü. Büyüyen göç akımının son yıllarda meydana gelen en ciddi olaylardan biri olduğu tespit edildi.


Makale ve Analizler - 2013

61

Göçlerin sağlık, barınma, yiyecek içecek ve eğitim ihtiyaçlarının karşılanması için bütçeden 250 milyon leva ayrıldı. Gelenlerde Bulgar vatandaşı kimlik belgeleri yok. Yerlilerle kaynaşmalarına ne olanak ne de açık yol var. Dil bilmeyen ve yaşam tarzımızı ve çalışma ortamımızı tanımayan bu yabancılara Bulgaristan’ın yaşadığı ağır bunalım şartlarında şimdilik herhangi bir iş önerilmesi imkânsızdır. Eşleri ve kimisi kucakta çocuklarıyla gelmiş olmaları, normal barınaklardaki yetersizlikler içinde mevcut durum her geçen gün daha da zorlaşıyor. İlk elde poliklinik ve hastanelere Arapça bilen tercümanlar atandı. Anlaşılan, göç almakta geleneksel deneyimi olan Batı Avrupa 26 milyon göçmenle başa çıkabilirken, Türkiye Cumhuriyeti yaklaşık 3 milyon Suriyeliyi barındırırken, Bulgaristan 10 bin kişiyi kucaklayacak kapasite bulamadı ve vahim durumu dünya gördü. Brüksel’den ve Arap devletlerinden yardım talep edildi. Bu arada, illegal gelenlerin uçakla ülkelerine geri gönderilmesi kararı alındı. Göç dalgasını durdurmak için Türk Bulgar sınırına 30 km set çekme ve hem Bulgar hem de AB sınırı olan Bulgar Türk hududuna yeni 1200 polis gönderme gibi önlemler uygulamaya koyuldu. Gazeteler “ulusal güvenlik sınavda” başlığıyla çıktı. Sığınmaya gelenlere düşmanca davranan aşırı gruplar.1989’da Türklerin büyük ölçüde kovulması ve ekonomik göçün 1 milyon Bulgaristan vatandaşını Batı Avrupa ülkelerine çıkarmasıyla başlayan “ülkemiz boşaldı” velvelesi ne yazık ki, ilk 10 bin Suriyelinin gelmesi düşmanlık doğurdu. Aslında Bulgaristan boşalmaya devam ediyor. Son 6 ayda 36 bin Bulgar evini barkını bırakıp Almanya’dan daimi kalma hakkı istedi. Almanya’daki Bulgar vatandaşlarının sayısı 106 bin oldu. Bu yıl ülkeyi terk edenlerin sayısı yüzde yüz arttı. Ülkelerinde 2 yıldan beri devam eden ve giderek kızışan iç savaştan kaçan ve Bulgaristan’a sığınanların artmasını fırsat bilen aşırı milliyetçi ve ırkçılar yollarda devriye geziyor. Gece gündüz “gönüllü” nöbet ve gözdağı veriyor. Sığınmacılar konusunu işleyen totaliter kalıntısı politikacılar bir yerden bir yere hareket etmek isteyen yabancılardan “izin belgesi” (otkrit list) istenmesini geveliyor. Benzer sıkı kontrol uygulaması Todor Jivkov zamanında Vatanımızı politik hapishane haline getirmişti. Bu uygulama 10 Kasım 1989’da komünist rejimin düşmesiyle kaldırıldı. Devlet sınırdan başlayarak ülke Birinci Bölge, İkinci Bölge ve Üçüncü Bölgeye ayrılmıştı ki, seyahat ederken her bölge için ayrı izin kâğıdı çıkarılıyordu. Irkçıların politik liderleri olan Volen Siderov’un “yabancı-


62

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lar arasında 150 terörist var” gibi bir iddiası ise, 1930’ların Almanya faşist şpits komandolarını (aşırı uç komandolar, polis jurnalcileri) gibi sözüm ona “devriye gezen muhbirlerin” yasa dışı eylemlerine sanki yasallık kazandırdı. Bulgaristan’da bir Güvenlik Kanunu yok. Bu durum, faşizan heveslilerin elini kolunu sallayarak gezmesine ve istedikleri gibi at oynatmasına olanak veriyor. Irkçı gönüllü örgütlenmenin başında Boyan Rasate, Plamen Çernev gibi aşırılar bulunuyor. Onları birleştiren “Bulgaristan Bulgarların!” slogan hedefi tüm yabancılara yaşam hakkı tanımıyor. Bu arada, son günlerde kızışan TV tartışmalarında Plovdiv kentindeki “Stolipenovo” ve “Şeker mahalle”, Sofya’daki “Filipovtsi” ve “Fakulteta”, Sliven’deki “Yukarı Mahalle”, “Aşağı Mahalle” semtleri için de marijinal (aşırı uç) dendi. Bu semtlerde sabah erken işe giderken ve iş dönüşü kız ve kadınların korku yaşaması, saldırı ve tecavüz tehlikesi ve güvenlik organlarının gerekli önlemleri henüz almamış olması, sayıca çok kalabalık olan Rom toplumunda savunma amaçlı iç örgütlenme doğurdu.

Sirkeli kafalar

Neriman Eralp-24.Kaım.2013

“İyi söz şifadır, kötü söz hasta eder.” Anlaşılmayan bir şey yok değil mi? Katıldınız mı? Bulgar toplumunu hasta eden nedir? Bulgaristan’da başkaldıran faşizmi susmakla önlemek mümkün müdür? Batı dillerinden çaldığı ve Bulgar parlamentosunda bile anlaşılmayan yabancı kelimelerle konuşarak ün salan Hak ve Özgürlükler Partisi Başkanı Lütfü Mestan aşağıdaki isimleri, lakapları, örgüt atlarını neden kullanmıyor? Hortlayan faşizm tehlikesini neden yorumlamıyor?


Makale ve Analizler - 2013

63

Oyumuzu verdiğimiz parti (HÖH) - “Kan ve Hançer”, “Kombat 18” Milliyetçi Parti gibi faşizan örgütlenmeler üstüne fikirlerini, politik konumunu, onlarla mücadele yöntem ve biçimlerini ne zaman açıklayacak? Mezarda olduğunu sandığımız ama birden hortlayan faşizan örgüt ve eylemlere iktidardaki ortak hükümet ne zaman yasak getirecek? Sayın okurum, dilimizden olmayan, bize yabancı şu anlaşılmayan söz ve değimler ve onların ardındaki eli sopalı gençlerin tehlikeli başkaldırışı hakkında fikriniz nedir? “Kan ve Hançer”, “Kombat 18” Milliyetçi Parti, OMON örgütlerini tanıyor musunuz? “Rasizm - ırkçılık”, “ksenofob”, “sinheds”, “dazlak kafalı”, “şpits komando”, “mutra”, “siyah gömlekliler”, “kafasında siyah bez taşıyanlar”, “sivil koruma grupları” vb. isimlerle ortaya çıkanları, grupları, hareketleri ve bunların arkasında duran politikacıları tanıyor musunuz? Peşin söyleyeyim, adlarını sıraladığım güçlerin hepsi Bulgaristan’da yaşayan Türklerin, Pomakların ve tüm Romenlerin, tüm azınlıkların, yabancı öğrencilerin, Suriye, Afganistan, Cezayir ve diğer ülkelerde gelen tüm yabancıların can düşmanıdır. Düşman örgütlendi, başkaldırdı, eli sopalı sokaklarda, fener alaylarıyla hepimize gözdağı veriyor. Benzer eylemlerde bulundukları ya da birlikte saldırdıkları için “Kan ve Hançer” ve “Kombat 18” örgütlerini beraber ele alalım. Adlarını Almancadan almış ve bizde kol gezseler de, ikisi de Almanya’da yasaklıdır. Bulgaristan’ın büyükçe şehirlerinde birbirine bağlı ama birbirinden ayrı eylem yapan küçük gruplar halinde örgütlenmiş olan bu aşırı milliyetçilerin ulusal lideri yoktur. Her grubun kendi iç hiyerarşisi vardır. Örgüt içinde yükselme basamaklarında uygulanan “ne kadar aktif olursan, o kadar çok fikrin olur ve böyle yükselirsin” ilkesidir. Irkçı fikirlere hizmet eden bu gruplar arasında uyum sağlanmış değildir. Bazıları hiper aktiftir. Örgüt bireylerine verilen isim “skinar”dır. Kendi değimleriyle hedefleri “toplumdaki kanser oluşumlarını temizlemektir.” Onların gözünde tüm azınlıklar ve tüm yabancılar Bulgar toplumunda bir kanserdir. Bu oluşumun içinde, tepeden gelen emirlere uymayan, anarşistler gibi kendi başına eylem yapanlar “Bonhed” adıyla bilinir. “Bonhed”ler neo-faşist gruplar arasında en tehlikeli olanıdır. İsimleri sıralanan oluşumların tümü aşırı sağ milliyetçi, ırkçıdır. Bir de, adına “Redskin” denen aşırı sol gruplar vardır. Sağ ve sol uçlar kendi aralarında da sıkça kavga edip dalaşır. Üyeleri:


64

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Aşırı sağcı milliyetçi sürüsüne işsiz güçsüz serserilerle birlikte devlet katlarında önemli görev alan, öğrenimli, orta yaşlı kişilerin de katıldığı dikkati çekti. “Skinar” bir gencin basına yaptığı bir açıklamasında, “biz hepimiz yükseköğrenimliyiz ve birkaç yabancı dil biliyoruz” dedi. Onlar, Bulgar olmayan herkese karşı olduğu gibi, gelen tüm yabancılara, çöp kofası karıştıranlara ve farklı cinsiyeti olanlara da tamamen düşmandır. Bilinmesi gereken: Sağ milliyetçi aşırılar (marjınaller) Bulgaristan’da yaşayan azınlıklara düşmandır. Onlar yabancıları “soysuzlar” olarak nitelerken, Romenlere de XXI. asrın “Numanları”, temizlenmesi gereken “hastalar”, “uyuşturucu tutkunu”, “anarşistler” olarak bakıyorlar. 2011’de meydana gelen ve çok aktif rol oynadıkları Plovdiv’in Katunitsa köyünde Romenbaşbuğ Çar Kiro olayını öne süren “skinarlar” Romenlerin doyumsuz arsızlığından söz ederken, Bulgar devletinin artık bittiğini ve yakın zamanda bütün erkin ve yasal durumun ellerine geçeceğini ve azınlıklara karşı amansız yasalar çıkaracaklarını beyan ediyorlar. Kavga bir de seçim ve oy kavgasıdır. 2011 Katunitsa köyü olayının ardında, zengin ve Romenortamında saygın olan Çar Kiro’nun oğlu Angel’in bir Romen Partisi kurması da yatıyordu. Irkçı patlamaya seyirci kalan politik partiler sayıca çok kalabalık olan ve emir üzerine oy veren Romen seçmenlerin oylarını yitireceklerinden korkmuştu. Burada önemli olan neo-faşist, ırkçı “skinarların” çok aktif ve saldırgan rol oynayarak Çar Kiro’nun evlerini ateşe vermesi, ailesini Katunitsa köyünden kovması, malına mülküne el konmasıdır. Halen Çar Kiro Fransa’dan sığınma hakkı istemiştir. “Kan ve Hançer”, “Kombat 18” örgütlerine bağlı olan “skinarlar” konusunda İş İçleri Bakanlığı’nın aldığı kesin önlem yoktur. Son iki ayda çok fazla aktifleşen, sokaklarda devamlı nöbet veren “skinarlar” bir sıra kanlı olaya karıştı. Hiç bir hakları olmasa da yabancılardan kimlik isteyen bu gruplar, kollarındaki şeritlerle kendilerine resmi görevli havası vermekte, polise jurnalcilik yapmakta ve birçok defa da hiçbir suçu olmayan kişileri sindirmek için tartaklamakta ve dövmektedir. Bu olaylardan biri, Sofya merkezinde 5 kişinin 28 yaşındaki Bulgaristan Türkü Metin Şterev’e acımasız saldırır ki, iki haftadan beri “Pirigov” hastanesinde komadadır. Metin’den sonra biri Suriyeli ve biri de Afrikalı iki genç daha dövüldü. Başkentin “Al, Stanboliyski” sokağında 2 yabancı, yabancı öğrenci


Makale ve Analizler - 2013

65

yerleşkesi “Studentski Gratta” simit evinde Türkiyeli bir öğrenci saldırıya uğradı. Basın bu saldırıları “skinhed”lerin yaptığını yazdı. Saldırganlar ayrım yapmaz oldular. Dövülenin bir Romenya da bir Suriyeli olması arasında bir fark yoktur. Irkçı gelişmeler seyrinde, önemle vurgulanması gereken bir nokta, Bulgar TV yayınlarında çok sık ekrana çıkan neo-faşistler, ırkçı liderler kendi yasa dışı tavırlarını savunma, idelerini yaygınlaştırma ve kendilerini haklı göstermek için bin bir dereden su getirme imkânı bulmalarıdır. Sözde tarafsız yayın yapan TV’lerin taraf tuttuğu dikkat çekiyor. Bu arada, merkez ve yerli basının olaya daha gerçekçi bakarak, tehlikelere dikkat çektiği ve faşist saldırıları kınadığını da hatırlatmış olalım. Politikacılara gelince, Sol Parti - BSP Başkanı sıfatıyla iktidarı yöneten Sergey Stanışev, aslında sağ politika izlediğinden dolayı neo-faşistlerin yayılarak sivrilmesine seyirci kalıyor. İktidarın ana ortağı HÖH Başkanı Lütfü Mestan ise yediden yetmişe seçmen kitlesini derin düşündüren son saldırılar konusunda suskunluğunu korumaya devam ediyor. Hükümetin üçüncü ortağı ATAKA şefi Volen Siderov ise, “devriye gezen neo-faşistlerin kılına dokunulmasın!” emrini verdi. Ortam bu denli çelişkilidir. Yabancı sözlerden Rasizm - Irkçılık da Bulgar diline Alamca’dan girmiştir. Bu, insanların toplumsal özelliklerini, ırksal özelliklerine indirgeyerek bir ırkın başka ırklara üstün olduğunu öne süren bir öğretidir. Osmanlı toplumunda ırkçılık yoktu. Irkçılık Rumeli’ye Bulgar milliyetçiliği olarak XIX. yüzyılda Batıdan taşındı ve olayın üzerinde Rusya adağa döktü. Rumeli’de yaşayan Türklere karşı “ibrikçi”, “fes”, “poturlular” gibi aşağılama ve ötekileştirme amaçlı alay lamalarla ortaya çıktı. Bir ırkın başka bir ırktan üstünlüğünü kanıtlamak için kullanılan bir araç olmuştur. Bizdeki ırkçılık hele geçen yüzyılın birinci yarasında Almanya nazizminden çok etkilenip o zamanlar köklenmiştir. Irkçılık, Almanya’da aşırı Yahudi ve Romendüşmanlığı doğurmuş, ötekilerin kökünün kazınması hedeflenerek “insanların canlı olarak yakıldığı toplama kampları” kurulmuş, en iğrenç ve vahşi bir toplumsal düzen olan faşizm, 50 milyon insanın telef olduğu İkinci Dünya Savaşı’nı başlatmıştır. Bizde, 1934 askeri darbesinden 1944 yılının 9 Eylülüne kadar Çarlık rejiminin faşist uygulamaları hâkimdi ve o zaman ırkçı gençlik örgütleri ve faşizan partiler kuruldu. 1944’ten sonra sosyalist düzen insancıl yönleri ve enternasyonalist iddialarla ortaya çıkınca, faşist kalıtların kökünün tamamen ve bir daha yeşermemek üzere kazındığını sanmıştık. Bugün artık görüldüğü


66

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

üzere, üçüncü kuşak Bulgar faşistleri yeniden sokaklarda, fener alaylarında, kendileri dışında herkesi yakmaya hazır olduklarını gizlemiyor. Suriyeli ve değişik Afrika ülkelerinde 10 bin kişilik bir sığınak arayan grubun Bulgaristan’a yerleşmesiyle öteki düşmanlı “bizden olmayanlar” anlamına gelen KSENOFOB sözünde ifade buluyor. “Bizden olmayan” grupların Türkiye sınırından Bulgaristan’a geçmesine kamuoyu pek sıcak bakmadı. “Bu toprak bizimdir, içinde yabancının işi olamaz!” havası esmeye başladı. Meydanlarda “Bulgaristan her şeyin üstünde!”, “Bulgaristan Bulgarlarındır!” gibi İkinci Dünya Savaşı öncesinden marş ve sloganlar çınladı. Sanki Bulgaristan’ı birisi sırtına yüklenmiş ve başka bir yere götürüyordu. Ksenofob’lar dış görünüşte diğer gençlerinden ayrılıyor. Özellikle kafalarının ustura ile kazınmış olması, dazlak kafalı olmaları dikkati çekiyor. Demokratik kamuoyunda adları “sirkeli kafalılar” oldu. Başları olan Boyan Rasate kükrediler. Meydanlarda “SİNHEDS” gruplarıyla birlikte geziyorlar. İşleri siyah takım elbiseli nöbet vermek, polise jurnalcilik yapmak, fırsat bulduklarında öteki olana saldırmak ve gözlerine kestirdiklerini öldüresiye dövmektedir. Genelde okul kaçağı, işsiz güçsüz olan bu serseri gençler kendilerini “toplumu temizleyenler” rolünde görüyor, evsiz barksız kişilerden, kenarda köşede barınanlardan, sıcak tramvay koltuğunda, yeraltı treninde uyuyakalıp gün boyu şehri dolaşanlardan, parklarda yaşayanlardan vs. hesap soruyor, onları kovalıyor, tartaklıyor, dövüyor. Göç dalgasıyla gelen ve barınacak yeri olmayan birçok yabancının başı Rasate çeteleriyle belada. Huzurlu olmayan yabancılar da sokaklarda gruplar halinde geziyor. Giyim kuşam ve tavırlarıyla korku ve dehşet uyandıran aşırı sağ uç gençler azınlıklar ve yabancılar için ciddi endişe kaynağı oldu. Yabancıların “bit sirkesi” olduğunu söyleyen dazlak kafalılar, tüm yabancıların kovulmaları veya yok edilmeleri gerektiğine kendilerini inandırmışlardır. Başka bir saldırı gücü de “spits-komandolar”. Kanları kabarmış ve kamu binalarına, örneğin geçen hafta polis kordonundan geçip Sofya parlamentosuna saldıran, cam kapı kırarak içeri girmeye çalışan, bu iş için Pernik, Blagoevgrad ve Plovdiv şehirlerinden otobüslerle getirilmiş olan kalın enseli gruba Sosyalist Parti (BSP)Başkanı S. Stanişev, “Şpitz Komando” dedi. Almancadan gelen bu tanım, yine Hitler döneminden olup, bir eylemde başı çeken yani ön saflarda hücum eden azgınca saldıran komandolar anlamındadır. Todor Jivkov’un totalitarizm döneminde ve özellikle 1980’li yıllarda Türklerin isimlerinin zorla değiştirildiği yıllarda her yerde


Makale ve Analizler - 2013

67

kol gezen, “kırmızı baretler”, “mavi baretler”, “siyah baretler” bunlardandı. Bu komandoların o zamanki ana kampları Pomaklık bölgesindeki Razlog kasabasında ve yoğun Türk bölgesi olan Şumen ili Yeni Pazar (Novi Pazar) şehrindeydi. Geçen hafta parlamento binasına zorla girmek ve bir darbe düzenlemek üzere “şpits komandoları” Sofya’ya taşıyan kişinin eski başbakan Boyko Borisov olduğu açıklandı. Bu vur kırma ekibi para karşılığı iş yaparken, kendilerine devlet içinde devlet süsü vermekte ve halen büyük tehlike arz etmektedir. Şimdiki karışıklıkta “mutra” rolü nedir. “MUTRA” sözünü Bulgarca Almancanın “mut” sözünden almıştır. Almancada MUT cesaret, yiğitlik, korkmaz, güçlü olma anlamındadır. Sosyalizm döneminde Bulgar dilinde “mutra” sözü yoktu. 1990’dan sonra ansızın moda oldu. Siyah takım elbiseli, sinekkaydı tıraşlı, saçları modern kesilmiş, ayakkabıları parlayan, hep aynı pahalı kahve ve lokantalara girip çıkan, lüks siyah arabalarla dolaşan gençlere “murta” dediler. Onlar, el altı döviz bozma, kadın pazarlama ve benzer işlerin dışında, kısa bir sürede “CİK”, “VİTZ–1” ve “VİTZ–2”, “Tron”, “Oktopod” gibi sigorta ve güvenlik şirketlerinde örgütlendi. Boyko Borisov döneminde iktidara yükseldiler. Örneklemek gerekirse, Boyko Borisov’un Katar ziyaretine refakat eden 100 kişilik Bulgar iş adamı heyetinde Sofya caddesinde döviz dalavereleri yapanların da olduğu anlaşılınca, Katar Amiri heyetle görüşmedi. Son yıllarda kayıt dışı işlerde aktif olmakla birlikte, adları insan kaçırma, yaralama, öldürme, uyuşturucu dağıtımını denetleme, faizcilik gibi suç olaylarına karıştığında ya içeri düştüler veya ülkeyi terk ettiler. “Siyah Gömlekliler” - isimlerini İtalyan mafyasının gençlik oluşumlarından almıştır. 2013’un Ekim ve Kasım aylarında, onlar gruplar halinde, Sofya merkezinde, diğer büyük kentlerde, şehirlerin ana caddelerde, büyük alış veriş merkezlerinde, cami, otel, pansiyon ve “yabancılar kampları” çevresinde dolaşmaya başladılar. Liderleri Boyan Rasate bu faşizan grupları basında ve TV’de “sivil savunma grupları” olarak tarif ediyor, yabancı akımına karşı önlem olarak gösteriyor, Suriyelilerle birlikte Bulgaristan’a “Al Kayda” ajanları ve komandoları sızdığı iddia edilerek, görev ve eylemlerinin “yasal” olduğu iddia ediliyor. İşaret edilen saldırıları gerçekleştirenler onlardır. Aralarından tutuklanıp yargıya sevk edilen yoktur. Neo-faşistlere karşı Romen örgütlenmesi.


68

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Kafada Siyah Bez Taşıyanlar – Romen mahallerine yapılan saldırılara karşı durmak ve faşist tehlikelere önlemek amacıyla gerçekleştirilen gençlik örgütlenmesidir. Romen gençlerin kurduğu mukavemet örgütüne OMON’cular da denir. OMON - Romen azınlığın 2011’de kurduğu Ulusal Azınlıklar Savunma Örgütüdür. Nüfusun artık neredeyse bir çeyreğini oluşturan Bulgar Romenler 2011’de ırkçı ve Romendüşmanı Bulgar gençlik örgütleriyle sert ve cesur bir kavga verdi. Romen semtlerini basan Bulgar dazlaklarla sert çatışmalar oldu. Kavgacıların dağıtılmasında sonuç belirleyen rolü polis oynadı. Kafalarında siyah bezlilerin merkezi Kuzey Batı Bulgaristan’ın Mihaylovgrad şehrindedir. Bu örgütün mukavemet araçlarıyla donatılmasını, giyim kuşamını ve giderlerini zengin Romen “Baronları”, “Çarları”, “Maşere başı” karşılamayı üslenmiştir. Bulgaristan’da faşizan, ırkçı, dazlak kafalı saldırı gruplarının kol gezmesi ve aşırı milliyetçi faşist partilerin kurulması Bulgaristan’ın Anayasal düzenine, ulusal bütünlüğü, istikrarı ve halkın huzur içinde, anlaşarak, hoşgörülü ve dostça yaşamasına ciddi tehlike oluşturmaya başladı. Sofya merkezinde her zamankinden daha kalabalık polis grupları görebilirsiniz. Polisin ana vazifesi Anayasal düzeni, Cumhuriyet rejimini korumak, demokratik toplum kurallarına uymayanlara engel olmak ve tüm ülkede huzur ve güven ortamı sağlamaktır. Önemli olan demokratik yasaların uygulanmasıdır.

Dünya Cenneti

Mustafa Bayramali-26.Kasım.2013

Alanya yolculuğumuz kasım ayı başlarına rastladı. Bizim buralarda, doğu Rodoplara kırağ çoktan düşmüş, orta Rodop dağlarının başı dumanlı, daha yüksekleri ise karlıydı. Havada gri renkli bulutlar. Güneşin yüzü seyrek görülüyor, ışıkları toprağa ha değdi, ha değecek. Yerde otlar sararmış. Ağaçlar bakır rengini almış.


Makale ve Analizler - 2013

69

Orman renk cümbüşü içinde. Bahçelerdeki çiçekler solmuştu. Alanya’nın ılık iklimini bildiğimizden, ilk telaşımız acap nasıl giyinsek?! Yanımıza hangi giysileri alsak? oldu. Neyse herkes bilindiğine göre yaptı işini. Biz Bulgaristan grupu beş kişi, İstanbul Atatürk hava limanında buluştuk. Beni uğurlamaya gelen yeğenim Sevim “Dayı, mayonu aldın mı?”, dedi. Şaka yapıyor, diye gülümseyiverdim sadece. “ Onur” havayolu şirketi uçağı bizi bir saatta Antalya’ya indirdi. Oradan servizle 130 km. mesafede olan Alanya’ya ulaştık. Sağımız deniz. Akdenizin mavi suları sabah sabah sanki bize göz kırpıyor, “hoşgeldiniz”, diyordu. Yol düzgün, yolculuk rahattı. Solda ara ara zehtin yağı fabrikaları, zehtin tarlaları. Doğa yemyeşil. Meyva ağaçları meyva yüklü, bahçeler çiçekli. Manavgatta verilen moladan sonra ver elini Alanya. Orada Bu yılki geleneksel 25. Kıbrıs, Balkanlar, Avrasya Türk Edebiyatlar Kurumu’nun Alanya belediyesi ve Alanya Turizm şirketleri derneği ile ortaklaşa “Edebiyatta Dağ” konulu sempozyumuna katılacak bizleri Taç Premier Hotel ve Spa oteline yerleştirdiler. Sonradan aldığımız bilgilere göre, kentteki 2000 fazla otelden biriymiş. 12 ay güneşin gülümsediği Alanya’da farklılığı ve tarzı ile öne çıkan bu otel ailesi bize keyifli anlar yaşayacağımız, unutulmaz bir tatile davet ediyor görünümü vardı. Güzelliği destan olmuş Kleopatra sahiline sadece 5 km mesafede, tarihi Alanya Kalesi’ne, Kızılkule’ye, Tersane’ye, Damlataş Mağarasına ve eğlence mekânlarına yürüme mesafesinde, Alanya şehir merkezinde olup bize şehrin gürültüsünden uzak keyifli bir tatil imkânı sunucağı görümündeydi. Daha sonradan aldığımız bilgiye göre otel 199 odaya sahip ve tesis yakın zamanda yenilenmiş. Tüm modern odalar, klimalı ve küçük mutfak, saç kurutma makinası ve kablo/uydu TV içermektedir. Hero dada buzdolabı, ütü hizmetleri ve mini bar mevcut. Bünyesinde bir restoran ve bir adet bar bulunmaktadır. Ben iki odalı dairede Kırgistan’lı, iyi Türkçesi olan, ozan Altınbeg ile kaldım. Beraber olduğumuz günlerde dostlaştık. İyi bir insan. Komunist diktatoryasının Kızgizistan’a ve Bulgaristan’da azınlıklara karşı uyguladığı amansız politikasını eleştirdik, sıkça sıkça. Yerleşip, dışarı çıktımızda ilk işimiz sahile gidip, plâja göz atmak oldu. Oraları fıkır fıkır insan, tatilciyle doluydu. Tıpki bizim yaz ortası Karadeniz sahilleri gibi. Hava buralarının ağustos havasıydı ve hak verdim, yeğenim Sevim’in mayo sorusuna. Neyse o sorun değildi. Kolay hallolundu. İlle sempozyum programının yoğunluğu nedeniyle ilk günlerde kendimi suya atamadım. Gözlerim hep o Akdenizin mavi, ılık sularında kaldı. Programın son günü Alanya’nın görü-


70

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lecek yerlerini gezmeye ayrılmıştı. Tarihi kent merkezi gezisine, limandan başladık. Önce vapurla bir deniz turu yaptık. Sabah olduğu için hava yakıcı değlidi. Korsanlar ve Âşıklar mağaralarını karşıdan gördük. Dönünce limanın hemen yanıbaşındaki Selçuklu döneminden kalan tarihi tersaneyi gezdik. Anadolu Selçuklu Sultanı I. Alaeddin Keykubad’ın kenti almasından altı yıl sonra Kızılkule’nin yakınında 1228’de yapımına başlanmış ve bir yılda bitirilmiş. Kemerli beş gözden oluşan tersanenin denize bakan cephesi 56,5 metre, derinliği 44 metre. Tersane için seçilen yer, gün ışığından en fazla yararlanılacak şekilde planlanmış. Tersanenin giriş kapısındaki yazıt, Sultan Keykubat’ın armasını taşıyor ve rozetlerle süslü. Alanya Tersanesi, Selçukluların Akdeniz’deki ilk tersanesiymiş. Tersanenin bir yanında mescit öteki yanında muhafız odası mevcut. Bitişiğinde denizden 10 metre yüksekliğinde bir kayaya burasını korumak amacıyla yapılan Tophane var. 1228 yılında kesme taştan inşa edilen üç katlı ve dikdörtgen planlı yapıda aynı zamanda savaş gemileri için top döküldüğü bilinmektedir. Neresi var ki, zaman kıtılığından bize orasını görmek nasip olmadı. Tersane yakınındaki kentin sembolü olan Kızılkule’ye de hayran kaldık. Sekizgen planlı yapı 13. yüzyıl Selçuklu eseridir. 1226 yılında Selçuklu Sultanı I. Alaeddin Keykubad tarafından Sinop Kalesi’ni yapan Halepli yapı ustası Ebu Ali Reha el Kettani’ye yaptırılmış. İnşaat sırasında belli bir yükseklikten sonra taş blokları kaldırmak güç olduğu için üst kısmı pişmiş kırmızı tuğlalarla yapılmış ve bu nedenle Kızılkule adını almıştır. Kule duvarlarında antik çağdan kalma mermer bloklar görülmekte. Sekizgen planlı ve her bir duvarı 12.5 metre genişliğinde olan kulenin yüksekliği 33 metre, çapı 29 metredir. İçinde zemin dâhil beş kat vardır. Kulenin üstüne yüksek aralıklı ve dostum Kırgız Altınbeg ile saydığımız tam 85 basamaklı taş merdivenle çıkılıyor. Kulenin tepeden aldığı güneş ışığı birinci kata kadar ulaşıyor. Ortasında bir sarnıç var. Kulenin sağlamlığını arttırmak için harcında yumurta akı kullanılmış. Kırmızı rengini veren ise dış yüzeyine sürülmüş olan yumurta sarısıdır. Kule denizden gelecek saldırılara karşı limanı ve tersaneyi korumak amacıyla yapılmış ve yüzyıllar boyunca askeri amaçla kullanılmış. Kızılkule’den başlayan Alanya Kalesi de var. Neresi var ki, biz burasını gezemedik. Kaleye iki yoldan gidiliyormuş. Biri çarşıdan, Kuyularönü camisinin hemen arkasından, diğeri de Damlataş Mağarası yönünden. İç kaleye çıkarken yol üzerinde iki tarihi kapı varmış. 11.yy Bizans kilisesi olan ve sonradan camiye çevrilen Arap Evliyası, Süleymaniye Camii, hemen yanında restore edilerek lokanta, bar, kafeterya ve otel olarak kullanılan Bedesten. Kale komutanının oturduğu Ehmedek, Selçuklu ve Osmanlı’lardan


Makale ve Analizler - 2013

71

kalma küçük Alanya evleri, Akşebe Sultan Mescidi ve Türbesi var sırada. Biz buralarını limandan seyretme fırsatını yakaladık sadece. Ayni gün, son olarak, 40 km. ötede bulunan Sapadere Kanyonu’ na gittik. Yol boyunca yeşilin her tonunu görebildik. Ciğerlerimizi tertemiz orman havasıyla doldurduk. Sarp yoldan ilerlerken bazı bazı korkudan tüylerimiz ürperdi. Sapadere köyünde bulunan bu kanyon 750 mt. uzunluğunda olup yaklaşık 400 mt. Yüksekliğesahiptir. Sapadere çayının çıkış noktasında bulunan kanyon, kır gazinosu vs. yatırımlar ile görülmeye değer bir turizm alanı haline getirilmiş. Kanyon girişinin hemen 300 metresinde görmeye değer bir şelale ve bu şelalenin döküldüğü yerde yüzmeye müsait büyüklükte bir doğal havuz bulunmakta. Kanyon içerisine, gelen misafirlerin rahatlıkla yürüyebilmesi için planlanmış yürüyüş yolu platformu, ahşap ve çelik yapı malzemesi kullanılarak oluşturulmuş. Çevreye herhangi bir şekilde zarar verilmeyecek şekilde inşa edilmiş platform gerektiğinde kaldırılabilecek şekilde yapılmış. Kanyonun içerisinden merdivenlerle suya girilecek noktalara ulaşılıyor. İsteyene berrak suda serinleme imkânı sunuluyor. Gerçek anlamda serinlemekten bahsediyorum, yılın en sıcak zamanında bile suyun ısısı ancak 12 dereceye ulaşıyormuş. 600 metrelik yürüyüş parkurunun sonunda en dikkat çekici nokta olan şelaleye ulaştık. Yine burada yüzme imkânı bulduk. İlle hiç birimiz cesaret edip de kendimizi suya atamadık. Zaten vaktimizde dardı. Dönüşte Sapadere Restaurantında bir çay molası verdik. Burada adını Mahmut olarak bağışlıyan bir Sapandere’liyle konuştum. “Etrafta tarla tabla görmedim. Neyle geçiniyorsunuz?”, diye sordum. “Kış olmayan yerde geçinmek kolay efendim. Birki baş hayvanımız var” cevabını aldım. Sempozyumun son günü bize bırakıldı. Yaz aylarında belki de nufusu 300 bini bulan Akdenizin incisi bu şehir sokaklarında dolaşırken adım başına yabancıya rastlıyor adam. Yerlilerin çoğu hızmet sektöründe çalışıyor. Öteller batılı yabancılarla dolu. Sokaklar pırıl pırıl. Mağzalar, marketler ağzına kadar malla şişik. Ne arasan onu bulmak mümkündür. Öğleden sonra kendimizi denize attık. Kasıma iki gün kala Akdeniz’in keyfini çıkardık. Veda günü! Bu dünya güzeli cennet şehirden ayrılmak nekadar zor gelse de sayılı günler bitiyor. Herkes memleketine! Biz de buralara, bu doğdumuz Rodop dağı eteklerine döndüğmüzde, yüzlerimizi kavuran serin hava, içimizi ısıttı. Dağlının birine sormuşlar, “Hep Rodopları övüyorsun, sen oradan dışarı çıkmadın mı? Yalnız Rodoplar mı güzel zannediyorsun?”


72

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

diye. O da “Güzelleğe gelince her ana güzel, fakat herkese en güzel gelen kendi anasıdır,” cevabını kondurmuş.

Ulusal Rom Merkezinin tepkisi...

Rafet Ulutürk-26.Kasım.2013

Rasate’nin faşist kolluk güçleri “sivil örgüt” kılığında keyfi harekete geçmesiyle, önce Azınlıkların Savunma Örgütü(OMO) İç İşleri Bakanlığı’na başvurarak faşistlere karşı sivil savunma ve topluma yerleşen korkuyu yok etme hakkını kullanma istediğinde bulundu. Yeni durumda ülkede faşizm ve düşmanlık köklerinin çok derinlere indiği görüldü. Romengençler başlarına siyah bey bağlayarak, Rasate’nin faşistlerine karşı diklendi. Bu bilinçli cepheleşme hattında, son üç ayda, henüz bir çatışma meydana gelmemiş olsa da, Romenmahallerinde yaşayanlar diken üstünde, gerginlik hat safhadadır. Romenmahalleri kapalı yerleşim yerleri halini almıştır. Milliyetçiliğin hortlamasına politik açıdan; Demokratik bir ortamda, gerçek milliyetçilik kavramında, ırkçılık ve öteki düşmanlığı asla yer olmamalıdır. Çünkü Bulgaristan Anayasası ve yasalar Bulgar ulusu kapsamına ülkede yaşayan tüm halk topluluklarını, tüm etnik grupları ve azınlıkları dâhil etmiştir. Bulgaristan vatandaşı olan herkes doğduğu vatanında hür ve eşit, tüm yasal haklardan yararlanarak yaşama hakkına sahiptir. Irk ayrımı ulusu parçalara böler ve ulus devleti çökertir. Bundan 135 yıl önce, Üçüncü Bulgar devleti oluşurken, onun birleşmesi ve var olması mücadelesinde, geçen yüzyıl bu uğurda verilen tüm savaşlarda, Bulgar bayrağı altında, Bulgar soyundan olanlarla yan yana ve omuz omuza Pomak, Türk ve Romenler de yer almıştır. Köy ve kentlerimizdeki anıtlar, kabirler milliyetçiliğimizin bir sembolüyse, bizi birbirimize düşüren ve ötekileştiren hiçbir aşırı milliyetçi, ırkçı, öteki düşmanı, faşizan tavra, harekete, gruplaşmaya ve partiye asla yer olmamalıdır. Hem Bulgar devleti üniter bir devlettir diyeceksin, hem de Müslüman ayrımı yapacaksın, bu olmaz. Olamaz, devlet hiçbir ayrımcılığa yol vermemelidir. Hele hele faşist partilere, cemiyetlere, derneklere, gruplaşmalara izin verilmemeli, hepsi yasaklanmalıdır. Bu arada, ırkçı, öteki düşmanı, faşizan partilerin kendilerini milliyetçi veya ulusçu adıyla tanıtmalarına da olanak verilmemelidir. Çünkü gerçek milli-


Makale ve Analizler - 2013

73

yetçilik, yani ulusçuluk ile ırkçılık ayrı şeylerdir. Her vatandaşın mensup olduğu milleti sevme ve bununla gururlanma hakkı vardır. Aşırı milliyetçilik ise ötekileri düşman bilmek anlamındadır. Irkçılıksa, aynı toplumdan insanlar arasına soy, ırk temelinde nifak sokup düşmanlık kızıştırır. Irkçılığın toplumumuzda yeri olmamalıdır. Savaş ateşinden kaçıp, geçici bir süre için yurdumuza sığınan Suriyeli kardeşlerimizin can güvenliği olmasa, muhtaç olmasalardı bize gelmezlerdi. Kendilerine ikinci el insan muamelesi yapılmasına gerek yoktur. Bulgar halkını yakından tanımakta fayda var. 1930 yıllarında Bulgaristan’da birkaç faşist parti, lejyon vs. kurulmuştu. Paraları Almanya’dan geliyordu. Sofya meyhanelerinde toplanan faşistler, gece eylemlerinde Yahudi evlerinin ve dükkânlarının camlarını kırıyorlardı. O zaman Almanya’nın Sofya Büyükelçisi görevinde bulunan Bekerle şöyle demişti: “Bulgarlar, aynı okulda okurken arkadaşlık ettikleri, bayramları birlikte kutladıkları ve savaş cephelerinde birlikte oldukları Moşe’ye neden kızacaklarını bilmediklerinden dolayı, Bulgaristan’da faşist parti tutunamaz.” Aynı şey Müslümanlar için de söylenebilir, ama düşmanlığın halkın yaşamında temeli olmayan, gerçek kaynakları görülmeyen bir olgu olduğunu unutmayalım.1940’lar da Çar II. Boris hükümetinin, Almanya’nın dayatmasıyla Bulgar Yahudilerinden yakalananların da sarı yıldız taşımalarını istediğinde, Gabrovo kentinde yaşayan Bulgarların hepsinin yakalarında sarı yıldızla dolaşmaya başlaması, dünya anti-faşist mücadele tarifinde parlak dayanışma örneklerinden biri olarak gösterilir. Daha sonra, Hitler’in toplama kamplarına gönderilmek üzere vagonlara doldurulan Bulgar ve Makedon Yahudilerinin Almanya’ya değil de, bir gemiyle Kudüs’e gönderilmeleri de, Bulgar halkının derin insan haline varma, dayanışma, yardımlaşma duygularına ve cesaretine sahip olduğunu kanıtlamıştır. Ülkemize gelen mağdur Suriyelilere aynı sıcakkanlılıkla yaklaşılması ve yardım gösterilmesi beklenirken, faşizan hortlamalara yol verilmemesi en önemli ulusal ödev haline gelmiştir. Irkçılık (rasizm) bir öz Bulgar olgusu değildir. 200 yıldan beri hem Rusya’dan, hem de Batı’dan Bulgar toplumuna aşılanmaya çalışılan bir illettir. Osmanlı hanedanlığına karşı ulusal egemenlik mücadelesi veren Bulgarlar, işte bu yanılgıya düşerek, Sultana başkaldırırken, beraberce yaşadıkları Türklere, İslam dinine ibadet edenlerin tümünü hedef aldı. Bulgar milliyetçiliğinin mayasındaki Türk ve İslam düşmanlığı bu yanılgıdan, bu çarpıklıktan gelir. Yılların geçmesiyle kendini arıtmayan bu milliyetçilik günümüzde daha da yoğunlaşarak ırkçılık nitelikleriyle ortaya çıkıyor. 18. ve 19. yüzyıl Avrupa milliyetçiliği 20. yüzyılda evrim geçirdi ve ılımlı yurtseverlik halini aldı. 21. yüzyıla ayak uydurmak istemeyen günümüz Bulgar


74

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

milliyetçiliği son 3 aydan beri yeni bir cephe açarak yabancı düşmanlığı başlattı. Bulgaristan hem Avrupa Birliği’nde olmak, hem de artık kalkmış olan ulusal sınırları içinde yabancı görmek, barındırmak istemiyor. Bu çelişkiden kaynaklanan öteki düşmanlığı Bulgar toplumunun diğer ülkeler ve halklarla çok yönlü bütünleşmesine büyük bir engeldir. Osmanlı döneminde Balkanlar’da 300 yıl savaş olmadığı dikkate alınırsa, dış kışkırtmalar başlamadan önce, Bulgaristan halkının en başta tüm Türkler ve Müslümanlar olmakla birlikte husumeti dışlayan ılımlı ve uzlaşıcı bir ruh hali taşıdığı dikkati çeker. Geçen yüzyılın birinci yarısında faşist Çar rejiminden ve çeyrek yüzyıl önce totaliter rejimden çok çekmiş olan bir halk topluluğu olarak Bulgaristan Türkleri bugün ırkçı, faşizan mayalanmanın her türüne karşı koymak, bu yolda birleşenlerin ortak cephesinde yer almak zorundadır. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce ve savaş esnasında faşizme karşı mücadelede çok kurban veren, totalitarizmin de ağır acılarını yaşayan Bulgaristan halkı faşist kalıtların bugün yeniden yeşermesine seyirci kalamaz. Fırsat bulduk diye faşist güçlerin hortlaması ve ülkemizde ırkçı partilerin kurulmasında, ne yazık ki, HÖH fahri Başkanı Ahmet Doğan ve ekibi de önemli rol oynamışlardı. Türklerin korku ortamında yaşamasından yana olan Ahmet Doğan, ATAKA partisinin kurucusu Volen Siderov’a 1 milyon 600 leva hibe etmekle ömrünün en büyük yanlışını yaptı. Hayatın gösterdiği üzere, günümüz faşist parti ve örgütleri, ya çok zengin bir liderin parasıyla, ya da “zor zamanda lazım olur” mantığıyla, politikacıların parası ve himayesinde kuruldu. Bulgaristan’da ATAKA’nın iktidar ortaklığı buna en parlak örnektir. Yeni ırkçı faşist hortlağın, Suriyeli savaş kaçağı sığınmacılar ile mülteci Afrikalıları fırsat bilip canlanacağını öngörmek ise, hakikatten zordu. Bulgar tarihinde aşırı milliyetçilerin iktidar olduğuna örnekler çoktur. Yakın ve uzak gelecekte başımızı ciddi bir şekilde rahatsız edecek ırkçı oluşumlar şimdi iktidar olabilir mi? Bir defa % 4 barajını aşabilmenin birkaç şartı var: 1.Banka hesaplarında en az 10 milyon leva bulundurmak; 2.Irkçı ve faşizan propaganda yapan bir TV yayını sahibi olmak; 3. Bir de en önemlisi, büyük devletlerden birisinin gönlünü almak. Ayrıca, Bulgaristan halkının ülkeyi tamamen tecrit duruma düşürebilecek, yeni bir faşist partinin hortlamasına seyirci kalacağına inanmıyorum.


Makale ve Analizler - 2013

75

Geleceğe Damga Vuran Miting

Osman Bülbül-27.Kasım.2013

16 Kasım 2013 cumartesi sabahı gün doğarken Smolyan ile Blagoevgrat’ın dağ köylerinden, Gotse Delçev’e bağlı Kornitsa’dan, Devin, Velingrad, Kırcaali, Mestanlı, Koşukavak ve Eğridereden, Haskovo köylerinden, Burgas’ın Koca Balkan köylerinden, Deli Orman, Tuna Boyu kasabalarından, Dobruca’dan, Şumen, Razgrad, Silistra ve Rusçuk’tan Sofya’ya 450 otobüs ile en güçlü lokomotiflerin çekebileceği kadar uzun, tıka basa istifli iki tren katarı kalktı. Türk ve Pomak kadro Sofya’ya taşınıyordu. Hak ve Özgürlükler Hareketi kuruldu kurulalı 30 bin kişiyi birden aynı anda değişik yerlerde bir araya toplayıp harekete geçirememişti. Davet edilenler işini gücünü bıraktı ve Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) ile HÖH / DPS partisinin başkentin “Kartal Köprü” meydanında Ulusal Ortak Miting çağrısına uydu. Basın katılımcıların 50 bin ile 70 bin arasında olduğunu yazdı. 30 bin Türk ve Pomak’ın Sofya’ya toplandığından kimse söz etmedi. Radyo ve TV ‘de büyük olaya ana haber dışında değinse de, bir hafta sonra balon patladı. Büyük bir yaraya dokunuldu, sızısı bütün Bulgaristan’da duyuldu. Sofya’da Üniversite boykotları devam ederken, eski başbakan Boyko Borisov ücretli saldırganlarla meclisin kapısını ve penceresini kırıp içeri girmeyi denerken, kitle haber araçları başkenti taşradan, taşrayı da başkentten koparmaya çalışırken, ayakları sallanan BSP-DPS hükümetine Ulusal Destek Mitingi düzenleme fikri sosyalistlerin aklına geldi. HÖH Genel Başkanı Lütfü Mestan’ın ağzı arandı. “Bulgarlaştırma” sürecinden özür dileme bahane edilerek, hazırlıklar yapıldı. Bu miting, aynı zamanda, aynı gün ve aynı saatte Boyko Borisov’un Plovdiv’e toplayacağı kalabalığa karşı bir kitle gösterisi olacaktı. BSP ile HÖH geçiş döneminde dört defa ortak hükümet kurdu, fakat bugüne kadar hiçbir yerde ve hiçbir zaman yığınsal ortak gövde gösterisi yapmamıştı. Ayrıca, HÖH / DPS partisinin belkemiğini oluşturan Bulgaristan Türkler ve Pomakları, başkentte örgütlenen bu denli kalabalık ve önemli bir ulusal foruma şimdiye kadar hep beraber davet edilmemişlerdi.


76

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Türkler ve Pomaklar, Bulgaristan Müslüman topluluğunu oluştursalar da, hem iki dünya savaşı arasına uzanan faşist Çarlık rejimi tarafından, hem de 1944’ten sonraki sosyalist ve totaliter dönemde birbirlerinden uzak tutulduklarından, bu güne kadar gerçekleştirdikleri ortak ulusal eylem yoktu. 1989’un karlı ve sert 29 Aralık sabahı Smolyan, Gotse Delçev, Blagoevgrad, Loveç, Tırgovışte, Kazanlık ve daha birçok şehir ve köyden Sofya’ya toplanan yaşlı genç, kadınlı erkekli Pomak vatandaşlar, kendi kendilerine, herkesten bağımsız yani Türklerden ve Müslüman Çingenelerden ayrı bir eylem başlattı. Parlamento binasını kuşattılar. Bütün Bulgaristan ve dünya önünde dimdik durup Türk isimleri ile İslam dinine göre ibadet ve yaşama haklarını geri aldılar. Bu güçlü eylem, onların XX. asır zaferi oldu. Bu da 10 Ocak 1990’da Hak ve Özgürlükler Partisi kurulduğunda, onlar beraberce ve kararlı hareket ederek, politik iradede pekişip, yeni partinin saflarına ana güç olarak girdiler. O zamandan bugüne, HÖH kurultayları dışında, Pomak ve Türk Bulgaristan Müslüman temsilcilerin Sofya’da ortak ya da ayrı kitle eylemi görülmedi. 16 Kasım 2013 ulusal mitingi, yarım asırdan beri aynı politik örgüte üye olan, oy ve kulak veren Pomak ve Türklerin gerçekleşen ilk ulusal ortak eylemi olduğundan, tarihsel bir öneme sahiptir. Onları, ulusal mitinge davet eden, örgütleyen ve taşıyan BSP’nin ricası üzerine, HÖH/DPS partisidir. Sofya mitingine çağırılırken BSP Başkanı Sergey Stanışev’in önemli bir konuşma yapacağı, Pomak ve Türklerin etnik kimliğini değiştiren “Bulgarlaştırma” süreci için herkes önünde özür dileyeceği kendilerine bildirildi. Daha 1913’ten başlayarak inişli çıkışlı ama hep ağır bir yaşam sürdüren Bulgaristan Pomaklarının isimleri çok defa değiştirildi ve geri verildi. Barutin, Ribino, Kornitsa ve daha birçok köyde baskı ve terörle Müslüman kimliklerine 5 - 6 defa saldırıldı. Mezar taşları söküldü ardından tekrar dikildi. En son kez 1972’de bu kadim dağlarda Müslüman dinine ve Türklüğe ait ne varsa sert kavgalarda yıkıp yakıldı. Adı zülüm olan olup bitenle ilgili yarım asır sonra özür dilemek, ne işti? Kurşunlarla ölenler mi, dayaktan ölenler mi dirilecek!Hapishane ve sürgün


Makale ve Analizler - 2013

77

çileleri mi unutturacak!Annelerin yürek yarasında sızı diner mi?İnsansız kalan köyler yeniden canlanacak mı! Ne olacak? Yoksa bir silgi mi bulundu, yazılmamış tarih sayfalarını hafızalardan silecek... İsimleri defalarca değiştirilse de, onlar rüyalarında ataları ile hep Türkçe konuştu, Kuran dinledi, eşlerine Ayşe, Fatma adıyla hitap etti, Müslüman gibi doğdu ve şehit oldular. Hiç kimsenin anlamadığı yalnız kendilerinin bildiği bir dilleri olmasa da, ruhlarının sesinde ezan, yaşlılara hürmette İslam vardı. Pomakların 1990 zaferine tepki büyük oldu. Totaliter komünistler, parti sekreterleri, polis amirleri, kendilerini adamdan zanneden aydınlar ile birlikte aşırı Bulgar milliyetçileri Sofya’yı sarstı, taşradan başkente akın edenler de oldu. Hem demokrat hem de boynuzlu faşist olan Demokratik Güçler Birliği (CDC) ileri gelenlerinin borusunun ötmeye başladığı zamanlardı. Sol kanattan sağ cepheye geçtikten sonra, dönekliği dikkate alınmayarak Başbakanlığa yükseltilen İvan Kostov, farklı düşünürken fırsat kolluyordu. Anti-komünizm ateşini körükleyip parlamentoda “totaliter rejimin soya dönme süreciyle Bulgaristan’da etnik temizlik” yapıldığını söyleyerek Türkiye’ye geçti ve Bursa’da gözüyaşlı soydaşlardan özür diledi. Bir asır süren, sayısız can alan, hapishane ve sürgün çekileri yaşatan, tarifsiz acılara neden olan, soyları, aileleri parçalayan, acılara dayanamayanlar için Türkiye’ye göç kapısını defalarca aralayan “eritme süreci” ile ilgili defteri bir özürle kapatabileceklerini düşünenler, yanılgı içindeydiler. Bizden özür dilediler diye, Hak ve Özgürlükler Partisi’nden çıkıp, Demokratik Güçler Birliği’ne (CDC) geçen olmadı. Özür dileme işinin içinde bir başka yanlış daha vardı. “Eritme” politikasından Bulgaristan’da en fazla çeken Pomak kardeşlerimizdi. Sanki onların defteri dürülmüş, esamileri hiçbir yerde okunmuyordu. Bursa ve İzmir’de kabul edilen özür “zaman geçtikçe acılar diner, geçmiş unutulur” anlamında olduğundan, üzerinde pek duran da olmadı. Bulgaristan Türklerin isimleri 1984 - 1985’te değiştirildi. Onlar da çok kurban verdi, acı çekti, parçalanıp göç etti, dağıldılar, ama özür yalnız Türklerden değil, faşist-totaliter kıyımdan geçenlerin hepsinden dilenmeliydi.


78

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

O zaman yıl 1994’tü, şimdi ise 2013. Bu açıdan, Sofya’ya, bu defa, hem Türklerin hem de Pomakların birlikte davet edilmesinin önemi görkemliydi. Sofya yolunda Stanişev’in kimin adına özür dileyeceği düşünüp tartışıldı. Hafızalardaki vahşet izleri Çarlık döneminden, faşist rejimden, totaliter yıllardandı. Nesiller değişmişti. Bir insan işlemediği bir cinayet için özür dileyebilir miydi? “Eritme”, “Bulgarlaştırma” devlet adına, devlet eliyle, devlet mekanizması baştanbaşa harekete geçirilerek, hiç ayrım yapmadan istisnasız herkes ezilip çiğnenerek gerçekleştirilmişti. Bu tarihsel cinayeti devlet işlemişti. O, bir Cumhurbaşkanı değildi. Devlet adına özür dileme yetkisi yoktu. Kendilerine dayanarak iktidar olmuştu. Özür dilemekle arınmak isteyen BSP ise, BKP’nin tarihsel suçunu üslenmiş olmuyor muydu? Sosyalist Parti, Dimitır Blagoev’in tarihi 1902’ye dayanan, klasik Bulgar Sosyalist İşçi Partisi’nin mi yoksa Todor Jivkov’un totaliter Komünist Partisi’nin mi mirasçısı ve devamcısıydı! Modern sosyal demokrat parti görünümüyle süslenip püslünse de, her ağacın kökü, acıların yarası, bugünün geçmişi, Bulgaristan sosyalist hareketinin de tarihi vardı. Hem Türklerin hem de son defa Pomakların isimleri, Todor Jivkov döneminde değiştirildi. İsimlerin geri verilme ise, totaliter rejimin yıkılmasının 50. gününde (30 Aralık 1989) yine aynı BKP’nin seçkin kadrolarından biri olan, ama isim değiştirmeyi yüzkarası bir saçmalık bulan, daha sonra kurşunlanarak öldürülen Başbakan Andrey Lukanov zamanında oldu. Yoksa isimleri değiştirme ve iade etme konusunda BKP yönetimi ikiye mi ayrılmıştı? Derinleşen ikilemde, Lukanovcu Sergey Stanişev’in yönettiği BSP, Boyko Borisov ile şimdiki kapışmada Pomak ve Türklerden bir daha destek mi alıyordu! Evet, yazılmayan, çizilmeyen ama gösteri alaylarında sloganlara çarpan, keşkek kazanı gibi kaynayan, sorun bu olmalıydı... Mitinge katılmak üzere otobüslerden inenlere birbirlerine göz kulak olmaları tembih edildi.


Makale ve Analizler - 2013

79

Komünist ülkü çökse, Marksist Leninist öğreti güncelliğini kaybetse, baskı ve terör politikası rafa kaldırılsa, totaliter rejim yıkılsa ve sözde demokrasiye geçilse de, başkentten korku havası henüz kalkmamıştı. Etrafı dört gözle süzen ikili üçlü polis ekipleri mitingcilerden az değildi. Kalabalığa karışıp yeni açılan yeraltı tren hattının “Kliment Ohridski Üniversitesi” durağı üzerinde durdular. Anakentte trafik iki kat olduğundan, alttan geçenler üstekilerden pek ilgilenmiyordu. Yılbaşına doğru emekli maaşlarına 50 leva bekleyen yaşlı başkentliler, ikinci çocuk zammına sevinen genç anneler, okullulara bir defalık yardım verileceğini öğrenen ana-babalar onlardan önce gelmiş ve artık kürsüye bakıyordu. Herkesin beklentisi başkaydı: Gotse Delçivliler geçiş dönemi ile demokrasi sözlerini birbirine karıştırdıklarından yalnızca bir cami için inşaat izin istiyorlardı. Plovdivliler suları sıkça kesildiğinden dolayı, yarım asır kapalı kalan köprübaşı hamamının hizmete açılmasını ve göbek taşını ısıtmaya hevesliydi. Hamam keyfi nedir bilmeyen belediye başkanlarını ve ömründe Türk hamamına girmemiş Boyko Borisov’u defil, köylü olsa da, kendilerinden saydıkları Lütfü Mestan’ı dinlemeye gelmişlerdi. Koca Balka’nın deniz gören Planinintsa köyü heyeti yaşlı ve yorgundu. Onlar kendi tasarruflarıyla diktikleri yeni camileriyle gururlu ve mihrabı Çanakkale çinileriyle kaplayıp imamdan cennetlik öyküler dinlemeye sabırsızdı. Dağ köylerinde hak ve özgürlük üstüne konuşulandan pek bir şey çıkaramadıklarından suyu kaynağından içmeye gelmişlerdi. Kırcaali heyeti de kalabalıktı. Otobüs ve trenle gelenler buluştu. Hepsinin içinden, şimdi müze olan Medrese Binasını Türk Okulu yapmak, Aylık “Kırcaali Haber” gazetesini haftalık politika, kültür, edebiyat ve tarih yayını olarak geliştirmek ve her haneye dağıtmak geçiyordu. Son bir iki yılda çok aktifleşen “Kırcali.Eu” sitesi gibi görsel haber ve derin yorum yayınlarının her haneye ulaşması sorunu günceldi. Yaşlıların internet kullanmada geri olması, kitle haberleşmesinde engeldi. Bu işte, HÖH gençlik örgütlerine, Sofya, Plovdiv ve Varna’da okuyan üniversitelilere büyük ödevler düşüyordu. Arzularında her cami odasında, her kahvede bir bilgisayar olması, haber ve yorumların sesli okunması ya da detaylı açıklanması gönüllerindeki sıcak özlemdi. Şumnulular kültür sanat işleri için ek kaynak arıyordu.


80

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İlde birçok sanayi işletmesinin bunalımdan etkilenmeden ayakta kalması kültür sanat işlerine yardımları kendiliğinden arttırmıyordu. Yaz aylarında Türkçeye hevesli öğrencilerin Türkiye’de dil kampında eğitim almalarından memnun oldukları yüzlerinde okunuyordu. Razgratlılar Türk dilinde 4 saatlik TV yayını geliştirmeyi, haftalık gazete çıkarmayı, kış aylarında güreş antrenmanları için birkaç köyde kapalı spor salonu açmayı heves etmişlerdi. Karşı kış gecelerinde ocak başı sohbetlerine daha derin bilgili konuşmacılarla hoşgörü ve insan kardeşliğinin derin kaynaklarını açan Şeyh Bedrettin öyküleri dinlemeyi özlemişlerdi. Sarı Sal tuk dedelerden gelen ve Demir Baba tekkesinde simgelenen iyilik ve güzellik simalarını gönüllerinde yaşatarak hayat gücü toplayan bu insanlarımız, yaşadıkları topraklara sımsıkı sarılmış olduklarından, öfke kültürünü çoktan rafa kaldırmışlardı. İnanlarında ana motif, “bir kapıyı kapatan Allah, başka bir kapıyı açar” olduğundan, her şey en sonunda umut kapısına varırdı. Ruseliler Sofya’ya gelmişken, başkaldırmış faşistlerin hastanelik ettiği Metin’i ziyaret etmeyi düşündüler. Nasıl olur da birlikte ekip biçtikleri tarlaların ekmeğini yiyen 6 kişiden biri insan düşmanı olur? Bulgaristan’da 1 milyon yabancı düşmanı olduğunu işittiklerinde üzüldüler. Kötü haberler art arda gelince, içlerinden “şu Tuna ırmağı Avrupa’nın bütün suyunu değil, bütün kültürünü Bulgaristan’a taşısa, gene bir şey değişmez,” demek geçse de, susmayı tercih ettiler. Yapacak bir şey yoktu. Onların hemen yakınında yer alan Akkadınlı heyet, Ahmet Doğan’ın büyük dostu eski milletvekili Günay Seferin malına mülküne el konduğunda ve 400 kişinin işsiz kalmasından tedirgindi. Tribünlerde de göremedikleri Ahmet Doğan’ın ciddi hastalandığı, sık sık dengesini kaybettiği kulaklarına gelmiş, kasabalarından iki milletvekilinin birden yargıya düşmesi ve hapis cezasına çarptırılması hepsini ürkütmüştü. Şu demokrasi olayını tam olarak anlayamadıklarından bir de Sofya kaynağından öğrenmeye gelmişlerdi. Mitinge toplananları seyrederken Stanişev’i dinliyordum. Birinci derdi, önce totalitarizm ve devleti soymakla suçladığı


Makale ve Analizler - 2013

81

Borisov’u iktidar köyünden daha uzak tutmak, bir önceki koalisyon hükümetinde Başbakan iken başlattığı “Belene Atom Elektrik Santrali”, Rus doğal gazını Varna’dan Avrupa’ya taşıyacak “Kuzey Akım” Boru Hattı gibi dev enerji projelerini bitirmek, yeni teknolojilere dayanan üretimleri hem Rus, hem Amerikan hem de Çin sermayesi ile Bulgaristan’a çekmekti. Bu ödevlerin yerine getirilmesinde nüfusun en dinamik, disiplinli, dürüst, işe yatkın ve çalışkan kesimi olan Türk ve Pomakları yüreklendirmek amacıyla konuşurken gurur duyduğu belliydi. “Soya dönüş” süreciyle ilgili özür diledi, faşist ve totaliter çılgınlığın hangi bir aşaması yoksa tümüyle ilgili mi özür dilediği, pek anlaşılmadı. Bir de, bu büyük özrün Sosyalist Parti Ulusal Konsey kararı mı olduğu yoksa hükümet adına mı yapıldığını açıklamadı. Neyse, sonunda kendinde cesaret bulmuş ve bütün Bulgaristan Müslümanlarından özür diliyordu ki, bu da dinleyenler saflarında kendisine olan yakınlığı bir o kadar arttırdı. Olayın derin kökleri arandığında, bir Ukrayna Yahudi’si olan Stalin zamanında uzak Sibirya’nın Burabecan köyüne sürgün edilmişti. Bu olay onun ırk ve insan düşmanlığını, genel Bulgar tiplemesinden farklı anlamasında kesin rol oynarken, Türk ve Pomaklara hitabında özel bir sıcaklık vardı. Bu davranış Türklerin ve Pomakları kendi içlerine kapayıp cephe politikası stratejisi geliştiren Ahmet Doğan defterini kapatıyor ve ulusal çıkarlar etrafında kardeşçe beraberlik sayfası mı açıyordu acaba. Dişlerini ve yumruklarını soğuktan değil hiddetten sıkmış katı milliyetçi dinleyicilerin köpürdüğü dikkati çekti. Yapacak bir şey yoktu. Yeni sorumluluğu üslenenler 450 otobüs ve 2 katır dolusu Türk ve Pomak Sofya’ya davet edenler, iktidar ortakları, sosyalistler ve özgürlükçülerdi. Aslında bu devletin geleceği de başkalarının değil onların güç birliğindeydi. 50 binlik kitlenin havasını aldıkça, bu işe başka bir çözüm olsaydı, insanlarımız “Kartal Köprü” meydanına toplanmazdı, diye düşündüm. Bu meydanda yapılan görkemli eylemler Bulgar hükümet ve devlet politikasına her zaman damga vurmuştur.


82

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Hortlayan Düşmanlık - 2

Durmuş Mutlu-27.Kasım.2013

Özgürlüklere EVET! Nefrete HAYIR! Bu, Sofya’da Cumhurbaşkanlığı Sarayı’ndan Başbakanlık Binasına kadar “Bağımsızlık” meydanı boyunca Sosyalist Parti ile Hak ve Özgürlükler Hareketinin birlikte uzattığı slogandı. Üzerinde Avrupa Birliği, Bulgaristan Cumhuriyeti, Sosyalist Parti ile Hak ve Özgürlükler Hareketinin zeytin dallı bayraklarının dalgalandığı bu muazzam istek yazısını Vatanımızın dört bir yanından gelen HÖH / DPS’li göstericilerle başkentli sosyalistler birlikte taşıdılar. Nefrete hayır! Düşmanlığa hayır! Şiarları kitleleri sarınca sivil toplum soluklanmaya başladı, demokrasi ufukta ağırdı. 16 Kasım 2013 günü aynı sert adımlarla, aynı kararlılıkla, başkenti çınlatan aynı haykırışla muhteşemliği daha önce görülmemiş bir beraberlikle başkentin en geniş caddelerini ve en büyük meydanlarını doldurmasından bir hafta sonra beklenen karar çıktı. Başsavcılık, İçişleri Bakanlığı ve istihbarat birimi DANS Başkanları ortak karar açıkladı. Sözüm ona “sivil nöbetçi devriyeleri” lanetledi ve yani faşizan ırkçı güçlere, azınlık ve yabancı düşmanlarına, “skinlere”, şpits komandolara, “hedlere”, Boyan Rasetecilere, siyahlı gezenlere, kolu şeritlilere, ezmek için “düşman arayanlara, hastanelik etikleriyle övünenlere” ve Romların “öz savunma gruplarına” karşı olan devlet görüşü ve kararlılığı duyuruldu ve hepsine diş sıkıldı. Kamuoyuna yapılan duyuruda, devletin resmi polis gücü Sofya merkezinde herhangi bir başka gücün düzen sağlamasına olanak tanınmayacağı bildirildi. Başsavcı Tsatsarov, İçişleri Bakanı Yovçev ve DANS Başkanı Pisançev iki hafta gecikmeli yayınladıkları ortak görüşle kendileri tarafından yönetilen devlet organlarını kullanarak, hiçbir “öz savunma”, “sivil savunma” ve benzer örgütlere asla olanak tanımayacaklarını ve sivil hakların savunulması ve kamu düzenin güvence altına alınmasında, tüm yasal yetkileri kullanacağını duyurdular. Başsavcının sıraladığı somut önlemlerde, başkent merkezinse güvenlik daha fazla polis gücüyle sağlanacak ve üniformalı güç, “hiçbir ayrıcalık tanınmadan” kaba kuvvet kullanma da dâhil her imkâna başvuracaktır. Başkent sokaklarında, değişik sembol, nişan ve işaretler taşıyarak, gövde gösterisi yapılmasına, yasal düzenden farklı bir nizam uygulanmasına olanak


Makale ve Analizler - 2013

83

tanınmayacaktır. Bu kesin kararlı tepki, iki hafta önce başkentin ana caddelerinden biri olan “Pirotska” sokağında, polisin burnu dibinde ve gözü önünde faşizan “sivil devriyelerin” gelip geçene kimlik kontrolü uygulamasına gecikmiş tepkidir. Bu olaydan birkaç gün sonra “sivil devriyelerin” başbuğu olan Boyan Rasate Bulgar ulusal TV programlarında, polisin bilgisi dâhilinde hareket ettiklerini, “şüpheli kişilerin tespit edip jurnalleme amacıyla” ve“kişisel savunma için” örgütlendiklerini açıkladı. Devlet makamları ortak açıklamalarında, bilgileri dışında hareket edildiğini, organlarla uyulmanmış bir eylem olmadığını bildirerek, Rasate’nin iddialarını yalanmadı. Bulgar devletinin savcılık ve polis gücü yöneticilerinin ortak görüşünde, Bulgaristan’da Ulusal Rom Gelişim Merkezi lideri Petko Asenov’un “Rom komandoların baskıya karşı öz savunma örgütü” kurma girişimine sıcak bakılmadı. Başsavcı Yardımcısı Asya Petrova ile Asenov arasında Ekim ayında onun isteği üzerine bir görüşme yapıldığı ve “trenlere yapılan Rom saldırılarına karşı önleyici tedbirler alınması” konusunu görüştüğü açıklandı. 26 Kasım günü ırkçıların başı Boyan Rasete ile OMON lideri Petko Asenov polis müdürlüğüne çağrıldı. İkisi de, yasa dışı eylemlere son vermelerini öngören bir tutanak imzaladılar. Bu arada, Sofya “Banya Başı” caminde ibadete engel olunmasını önlemek amacıyla cami dolayında daha fazla üniformalı polis ve jandarma bulundurulacağı duyuruldu. Başsavcılık ve İş İşleri Bakanlığının ırkçı milliyetçilere diş sıkmasının ardından ırkçı hortlamaya neden olan Bulgaristan’a yayılan göç dalgasıyla ilgili olarak 14 ile 18 Kasım günleri arasında, bir kamuoyu araştırması yapıldı. “Mediana” ajansının gerçekleştirdiği bir ulusal temsili sosyolojik araştırma sonuçlarına göre, Bulgarların % 78’i, ülke çok yoksul bir durumda olduğundan dolayı, göç yükü taşıyamaz, görüşündedir. Gazetelere göre, bizde nüfusun % 80’ni yıllardan beri para biriktiremiyor ama borçlanmak da istemiyor. Ankete katılanların üçte biri, Bulgaristan’ın göç ve kaçaklara sınır kapılarını kapaması gerektiğini ileri sürerken, % 5’i de illegal ve illegal tüm yabancıların sınır dışı edilmesi görüşündedir. Yabancıların kamplara yerleştirildiği dikkate alındığında, ankete katılanlardan % 42’si gelenlerin kamp dışına bırakılmamaları görüşüne katılmıştır. Artık 45 kişilik ilk illegal kafile uçakla Bağdat’ta geri çevrildi. Gelen yabancıların sayısı 10 binde durmuşken, 10 bin Bulgar da İngiltere’de kalmak için başvurdu ve izin bekliyor. Zaman giden-gelen zamanı! Anketin sonuçları düşündürücüdür. Yabancılar konusunda, Sofya, Plovdiv, Varna ve Burgas gibi kentlerimiz, “cilt rengi” ve “dilleri” farklı olanlarla dolup taşmış Londra, Paris, Brüksel ve Berlin’den çok farklı bir tepki


84

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

sergiledi. Savcılık ve polisin ortak çıkışı yerli etniklere ve gelen yabancılara karşı ırkçı nefret patlamasına tepki oldu. Kuşkusuz, Bulgaristan’a yönelen göç dalgasının ardında bir “Arap Baharı”, bir savaş felaketi, Suriye’de bir halkın iç savaşta kendini katletme faciası, insanın ölümden uzak kalma, canını kurtarma arayışı, anaların çocuklarını yaşatabilmeye yeni ortam arama hakkı var ki, bu doğal bir hak olup saygıya değerdir. Her insan bu dünyaya yaşamak üzere geldiğinden, hayat hakkı kutsaldır. Avrupa’nın anakentlerine olan yabancı akımı da yalnız bir nimet olarak kabul edilmemişti. Anti güç ve hareketler doğurup milliyetçileri sokaklara dökmüştü. Bulgaristan’ın şimdiye kadar göç dalgalarına hedef olmamasının temel nedeni, fakir bir ülke olmasıdır. Gerçek budur. Şunu da unutmayalım, ülkemizden diş ülkelere giden yüz binler oldu, onlar da her yerde gönül hoşluğu ile karşılanmadı. Birkaç defa Paris ve Londra’dan uçaklara bindirilip gri gönderildiler. Gidip geldiler, yerleşenler oldu, kahredip dönenler var. Bunalım döneminde hayat her yerde zor. Sofya’da düzenlenen Özgürlüklere EVET! Nefrete HAYIR! Ulusal miting ve yürüyüş çok anlamlıydı. Şubat ayından beri birbiriyle çarpışan ama bir türlü yenişemeyen iki sosyal ve politik kanadı biraz da olsa şimdilik birbirinden uzaklaştırabildi. Son dönemde, sarı kaldırımlı meydana, son on yılda biriken istikrarsızlığın, hiçbir şey başaramamanın yarattığı düş kırıklığından, devlet, hükümetler, makamlar, polis, jandarma vb. organların nüfus yitirmesinden kaynaklanan güvensizlik her gün biraz daha yığıldı. Fırlatılan yumurta, patates, yoğurt ve boya kutuları göstericileri deşarj edemedi. Olaylar bir nefret boşalma denemesiydi. Protestocu üniversiteli, aydın, işçi, memur kümesinin yanında son haftalarda iri yarı, kalın enseli, kara gözlük ardında kanlı gözlü, erkekleri gördükçe fikirlerim değişti. Büyük bir kargaşa olabilirdi. Parlamentoyu bekleyen 2 bin 3 bin polis demir çitleri bir an kaldırsa ve yumruk savuranlara buyurun beyler! dese, ne olur fikri geçti aklımdan!... Böyle düşünmeme gerekçe, düzen sağlanması gereğiydi, çıban zonklarken huzur olmaz! Kötünün kötüsü olsa daha iyi mi olacaktı! Tabii, düzen oturtmak için güç lazım! Faşistler ön sıraya çıkmış güçlü olan biziz diyor. İzlediğim abesliğin doruk noktası, saldırı hedefinde hep parlamento olmasıydı. Dikkatinizi çekerim, bir diktatör sarayına hücumdan, erki zorla ele geçiren ve seçim yapmadan aklına estiğince yönetmek isteyen bir zümreye karşı ayaklanma-


Makale ve Analizler - 2013

85

dan söz etmiyorum. Biz, Bulgaristan’da 12 Mayıs 2013’te bültenler teker teker birer birer sayılıp seçilen ve demokrasimizin kalbi olan Halk Meclisi’ni taşlıyor, önünde protesto ediyor ve ona saldırıyoruz. Seçim sonuçlarından hoşnut değiliz efendim, diyorlar. Nedenmiş o, çünkü “köylülerin”, “Türklerin”, “Pomakların” ve “Romenlerin” satılmış iktidarına boyun eğmek, ilkesizlik olurmuş. En fazla oy almışlar da iktidar olamamışlar ve bu da moralsizlik olurmuş. Oysa demokrasi var olan durumu herkesin beğenmesi anlamına gelmediğinden, öz isteklerini kurallara ve çoğunluğa tabii kılma ustalığıdır. Ve benim, yukarıda işaret ettiğim varsayıma dönersek, protesto edenlerin çok kalabalık olduğu bir anda, kalın enseli grubun girebileceği bir yerden, polisin çitleri bir an için de olsa, aralamasını hakikatten düşündüğüm. Onlar, camları kapıları kırarken, halıları, perdeleri yakarken, bilgisayar ve yazıcıları paramparça ederken rüşvetin nasıl kalkacağını, demokrasinin ve özgürlüklerin nasıl genişleyeceğini, hakça düzenin nasıl kurulacağını görmek istedim... Kırıcı yıkıcı zümrenin modern politik öyküsünde bunların hiç birinin olmadığını da önceden biliyordum. Böyle durumlarda, tarih sahnesine genelde yeni biri çıkar ve şöyle buyurur: “Ben sizden daha fazla nefret ediyorum, daha iyi görüyorum, daha güçlüyüm ve daha iyi idare edebilirim. İktidarda olanların çürük armut gibi düştüğünü gördünüz. Her gün toplanıp sarı kaldırımlı meydanda protesto oyunu sergileyenlerin de bir b.. olmadığına hepiniz inandınız.Ben sizden yalnız bir şey istiyorum, şu parlamento kapısının üzerindeki yazıyı okuyun ve ona uyun:” Kapı üzerinde altın harflerle şunlar yazılıdır: “Birlikten Güç Doğar!” Güç benim. Diktatörlükler hep böyle doğmuştur. O zaman herkes susar. Özgürlüklere EVET! Nefrete HAYIR! Göstericialayının “Kartal Köprü”den “Bağımsızlık Meydanı”na yürümesi ve sıraladığım varsayımların hepsinin saçmalıktan başka bir şey olmadığını herkese kesin kararlı göstermesi büyük bir olaydı. Bu ülkede demokratikleşmenin an iti gücünün 16 Kasım günü başkenti dolduran Bulgar Pomak ve Türkler olduğunu herkes açıkça görebildi. Birkaç günden beri Sofya bembeyaz kar örtülü. Etrafta eşelenen güvercinler yem arıyor ve huzura seviniyor.


86

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Politikacı Denince Suçlu Anlaşılıyor

Ertaş Çakır-01.Aralık.2013

Bulgaristan’da yapılan son sosyolojik araştırmada, üç kişiden biri politikacı denince suçlu anlaşıldığını iddia ediyor. “Nefretin Dili” konulu bu ankette öteki düşmanlığının en fazla TV yayınlarında işlendiği ve yabancı düşmanlığın neredeyse körüklendiği, ortaya çıktı. Konuyu işleyen “Sega” gazetesi, 29 Kasım 2013 tarihli sayısında şunları yazıyor: Her üç Bulgar’dan biri “suçlu” sözünü işitince, bir politikacıyı düşünüyor. Bu yılın Temmuz ayında “Nefretin Dili” konusunda kamuoyu soruşturması yapan “Açık Toplum” ajansı şu sonuçları elde etmiştir: Bulgaristan nüfusunda suç işleyenlerin % 19,9’u Romen % 14,9’u ise “skinheds” adıyla tanınan ve günümüzde faşizan, ırkçı ve aşırı milliyetçi saldırıları düzenleyen, başkent ve bazı büyük şehirlerin meydan ve sokaklarında kollarında Bulgar bayrağından bir şerit taşıyan, yabancılardan ve yerlilerden kimlik kartı isteyip yoklama yapma hakkı elde etmeye çalışanlardır. Suç işleyenlerin üçüncü büyük grubuna giren ve % 13,9 gibi yüksek bir oranla dikkat çeken grup, iş adamlarıdır. Kamuoyu her 10 avukattan birinin suç işlediğine inanıldığını ortaya koydu. “Suç İşleyemeye yatkın” grubunda Bulgaristan Türkleri, Yahudiler, Ermeniler ve son dönemde genel yabancılar da % 2 gibi bir yer tutuyor. Ankete katılanların yarısı, son yıllarda, etnik, dini ve seksüel azınlık temsilcilerine karşı hoşnutsuzluk, nefret ve saldırı itiraf konuşmalar içittiklerini itiraf etmiştir. Aynı grubun üçte biri ise, azınlıklara karşı baskı uygulanmasını özendirici konuşmalara tanık olmuştur. “Açık Toplum” ajansının Hukuk Komisyonu Başkanı İvanka İvanova’nın saptamalarına göre, “nefret dili ve söylemi toplumun yarısından fazlasına inmiştir.” Anket sonuçları, Yabancı ve azınlık düşmanı söylemi öncelikle ve en başta olmak üzere, TV akranından geliyor ve geliştiriyor. Ankete katılanların % 75’i azınlık düşmanlığı söylemine sokakta değil, evde TV başında tanık olduklarına tanıklık ediyor. Bu grubun içinden % 68’i “nefret dili”ni kullananların en büyük grubunda politikacıların bulunduğunu, % 32’sine göre ise, gazetecilerin ve TV sunucularının önde geldiğini gösteriyor. Gençler ve öğrenimli yaşlılar grubunda, “nefret dili” internet ortamında çok kullanılıyor. “Nefret Dili”nin en yoğun kullanıldığı üçüncü sosyal ortamsa, şehir toplum taşıma araçlarıdır. Bu ortamda % 34,3 yoğunlukla Sofya başta


Makale ve Analizler - 2013

87

gelirken, taşrada bu oran % 18,2’de kalıyor. Bulgaristan yurttaşlarının yarıdan fazlası yani % 51’i ülkede yaşayan ve yerleşik nüfustan olanların temsilcilerine karşı sosyal ortamda saldırı dili kullanılmasına karşı olduklarını açıklıyor. Bu konuda ikircimli olanlar % 35,1’dir. Bulgaristan’da yabancı düşmanlığı, öteki düşmanlığı, azınlık düşmanlığı söylemini, dilini onaylayanlar % 6’dır. Ankete katılanların % 68’i devlerin faklı olanları desteklemesini ısrarla isterken, kesin görüş beyan edenlerden % 73’ü düşmanlık dili kullanan ve saldırgan milliyetçilikten yana olduklarını beyan eden gazeteci, TV sunucusu ve politikacılar hakkında Bulgar savcılığının soruşturma başlatmasından yana olduklarını söylemiştir. Aynı zamanda, kendiliğinden ortaya çıktığına göre, ankete katılanlardan üçte biri saldırgan milliyetçi dil kullanmanın yasalara aykırı olduğunu ve suç teşkil ettiğini bilmediklerini itiraf ederken, yarısı da öteki düşmanlığı dili kullananların ithamlarını işitseler bile, polise ihbar etmeyeceklerini beyan etmiştir. Ankete katılanların % 45’i yabancı ve öteki düşmanı dili kullanmadıklarını itiraf etmiştir. Öteki düşmanı ve nefret dilini “sık” ve “çok sık” kullandıklarını itiraf edenler % 10’dan azdır. Ankete katılanlar, son aylarda gerçekleştirilen gösteri ve mitinglere katılanlara hitaben söylemde, protestoculara “işsiz güçsüz serseriler”; Romenlere “haylaz” ve “hırsız”; fırsat varken dış ülkelere kaçıp gitmeyenlere “aptal” ve emekliler hakkında ise, “kalitesiz malzeme” deyip hakaret edilmesini çok incitici bulduklarını ifade etmekten çekinmemişlerdir. Son yıllarda, hele de son 2 ayda Bulgaristan’da politik söylemin çok saldırgan olduğunun altını çizen “Sega” gazetesi, değişik politik parti temsilcilerinin arasında yürütülen görüşmelerde kullanılan dilin ve bir yandan da hekim ve hâkim gibi meslek grupları hakkında kullanılan dilin çok aşırı ve tehlike içeren bir söylem olduğuna dikkati çekiyor. Ankete katılan her dört kişiden biri son 12 ay zarfında politikacıların basın, radyo ve TV yayınlarında kullandıkları dilden tiksinme hissettiğini ve korktuğunu itiraf etmiştir. Avrupa Birliği’ne üye öteki 28 ülkede yapılan anketlerden alınan sonuçlarla karşılaştırıldığında,Bulgar atandaşlarının ülkemize gelen yabancılardan fazla, yerli “azınlıklardan” endişe ve korku duyduğunu açıklamıştır. Bu anketin sonuçlarında, Bulgarların yerli azınlıklar arasında en fazla Romenlerden endişelendiği ortaya çıkmıştır. Bu sonucun yorumunda, yerli azınlıklardan endişe ve korku duyan Bulgarların yabancılara karşı daha hoşgörülü ve anlayışlı davrandığı anlamına gelmez. Şuna dikkat çekmek yerinde olur, anketin yapıldığı Temmuz 2013’te henüz Türkiye sınırından Bulgaristan’a kaçak ve göç akımı yoktu, yabancı-


88

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ları köyümüze, kentimize, bölgemize sokmayalım hareketi başlamamıştı. Kasım 2013’te Bulgaristan’da 10 bin 766 yabancı bulunuyor, bunların hiç biri Türkiye’den Bulgaristan’a sınır kapısından geçerek gelmemiştir, sınır ihlalinden sonra tutuklanmışlar ve 4 bin 188’i devlet yabancılar ajansının sığınaklarında daha fazla bir bölümü oluşturan 4 bin 595 kişi de kendi imkânlarını kullanarak barınmaktadır. Geçen hafta 45 kişilik ilk kafile Bağda’da özel uçakla gönderilmiştir. AB olaya seyirci kalma durumundan çıkmış ve kaçaklara yardım için 5 milyon Avro göndermiştir. Yasadışı örgütlenmiş azınlık ve yabancı düşmanları: Konu ettiğimiz anket sonuçlarının yayınlandığı son günlerde, Bulgar basını “öteki düşmanlığı” konusunu faklı açılardan incelemeye devam etti. Örneğin, “168 Saat” gazetesi son sayısında (29 Kasım– 5 Aralık 2013) Bulgaristan’da örgütlenen ve sokaklara dolan yeni faşistlerin 20 ile 30 yaş arasında iri vücutlu, korkunç, birkaç dalga spor yapmış, fiziksel olarak heybetli, dazlak kafalı, ızbandut tipi gençler olduğunu yazdı. Irkçılık anlayışına hizmet eden bu gençler, “biz devamlı spor yapıyoruz ve kendimizi her durum için hazırlıyoruz,” diyorlar. Faşist parti tesciline olanak verilemez. Henüz kurulmadan sıkı örgütlenmiş olan, Bulgaristan Yeni Milliyetçi Partisi liderlerinden biri olan Simeyon Konstantinov “biz üyelerimizi eski ve yeni sporcular arasında seçiyoruz ve dış görünümüne büyük önem veriyoruz,” şeklinde konuşuyor. Kullanılan spor dalları arasında, boks, güreş, teker atma, body bil ding, striyts fitne başta gelirken, savaş sporları dalında judo, sambo, güreş ve atış sporu öndedir. Yeni faşistlerin daha büyük kısmı avcıdır. Aralarında dostluk ilişkileri geliştirilmiş ve gruplar halinde hareket ederler. Aynı kişiler spor kulübü taraftar gruplarında da yer alır. Örneğin Pernik şehrine yabancı gelmesine karşı gösteri yürüyüşüne örgütleyen 120 kişi hem “Minyor” futbol takımı taraftarı hem de yeni faşisttir. Toplanmaları küçük gruplar halinde daire ve kahvehane ziyaretleri şeklindedir. Bu toplantılar gizlidir. Örgüt zinciri açıklanmaz. Onlar sosyal etkinliklere katılmazlar. Bu gruplarda askeri disiplin uygulanmakta, askeri terimlerle konuşulurken, örgütlenme şekli de tabur ve kol ordu şeklindedir. Halen mahkeme kararını bekleyen, Bulgar milliyetçileri uyguladıkları iç Tüzükle çok sıkı bir disipline bağlı olup, 7 dereceli cezalandırmayı kabullenmiştir. En hafif ceza partiden ihraç edilmektir. Yeni milliyetçi partinin mali kaynakları sırdır. Parti üyelerinden yarıdan fazlası içsiz güçsüz serseri olsa


Makale ve Analizler - 2013

89

da, en iyi takım elbiseleri taşıyan da onlardır. Bu gençlerden birçoğu İskandinavya dillerini, Flamanca, Fransızca ve İngilizce kullanırken, daha önce “ATAKA”, Makedonya İç Devrim Örgütü (VMRO) ve Boyan Rasate yapılanmasında görev aldıklarını, fakat eylemlerden tatmin olmadıklarından dolayı ayrıldıklarını ve yeni partide toplandıklarını gizlemiyorlar. Yeni faşistler aşırı milliyetçiliği ve ırkçılığı ulusal ideoloji olarak benimsemiş ve ulusal politika olarak uygulamada kararlıdır. Yeni faşistlerin son 2 ayda sokaklarda kullandıkları “silahlar” şunlardır; Gruplar halinde dolaşmak. 30 kişilik bir skinar grubuna gece bir Suriyeli, evsiz, çöp tenekesi karıştıran, eşcinsel rast gelse, ona karşı silah kullanılmaz, yumruk ve tekmeyle dövülen adam ölmemişse, ağır yaralı hastanelik olmuş demektir. Tek başına hareket ederken polis tarafından yakalanan skinarlarda sopa, cop, demir yumruk, ayakkabılarının uç kısmında kalın demir nalça bulunmuştur. Skinarlar taşıdıkları saldırı araçlarının kullanımı konusunda eğitimlidir. En sık başvurdukları saldırı araçları, bıçak, cop, kırılmış cam şişe, zincir, maske ve tabancadır. Milliyetçi partinin içinde vurucu yumruk gücü olarak eğitilip örgütlenmiş olan skinarlardan tutuklanmışlar olsa da, yargılanmış ve içeri düşmüş olan yoktur. Gerçek durum buyken, Bulgar demokratik kamuoyunun Milliyetçi partinin yasallaşmasına yol verilmemesi konusunda Baş Savcılıktan istekleri tamamen haklı ve yerindedir


90

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Umutla Beklerken

Dr. Nedim Birinci-01.Aralık.2013

Problemler mevsimlerin değişmesiyle de değişiyor. Bizim tütüncülerin bahar ve yaz aylarında, işten başkaldıracak vakti yokken, havanın sertleşmesi, ilk karın düşmesi tütünleri gevrettiği gibi tütüncülerin de canını sıktı. Kırcaali bölgesinde ekmek teknesi tütün olan hanelerin sayısı son yıllarda 3 defadan fazla azaldı. 1994’te tütüncü isyanında Benkovski’de bayrak dalgalandıran ve bütün Rodopları saran direnişlerin başladığında 20 binden fazla aile tütüncüydü. Bu yıl denk yapan ve tüccar bekleyenler topu topu 6 bin 132 ailedir. Tütüncülerin başkaldırdığında grev komiteleri, seçkin liderler ve Bulgaristan Tütün Üreticileri Birliği vardı. Tütüncülerin öncüleri, başı çeken, sözleri iki edilmeyen, dinlenen kişilerdi. Bir de şu var, son dört yılda ulusal bir örgüt olan Bulgaristan Tütün Üreticileri Birliği’nin Boyko Borisov’un iktidardan düşen ve son aylarda memleketi karıştırmak için can atan GERB partisine yakınlığı tütüncülerin gönlüne pek yatmadı. Dikkati çeken bu gelişmeler, görüldüğü üzere, merkezden gelen bir işaret, evlerine kapanmış tavı kaçırmadan pastal yapmaya devam edenleri meydanlarda şimdilik çıkaramayacak. Ocak yetiştirirken, dikip, kazıp sularken, gübreleyip ilaçlarken, her sabah şafağı tarlalarda karşılarken üreticinin yanında olmayanlar liderlik etme rolünden düşmüşler. Son gelişmeler, politikayı tütün işlerken öğrenenler ve dıştan dışa görüldüğünden çok daha zeki olan esas tütüncüler, her yıl olduğu gibi bu yıl da fiyat düşürmeye fırsat kollayan şirketlerin oyununa kurban olmak istemiyor. Olayları dikkatle izleyen yerel söz sahipleri, artık sıkılmış olan denkler kaldırılmazsa, tüccarların gecikmesi, sözleşme sürelerinin ihlal edilmesi ve hava değişikliklerinin etkisiyle tütünler küf almaya başlarsa, tepkilerini ifade etmekten ve direniş bayrağını kaldırmaktan geri durmayacaklar. Bu direnişlerden kaynaklanan ve Bulgaristan tarım politikasını etkileyen çok önemli sonuçlar var. Tütüncü ayaklanmalarına önderlik etmiş yerel liderler arasından bakanlık koltuğuna yükselen olduğu hafızalarda canlıdır. Ardino Belediye Başkanı Mehmet Dikme Tarım Bakanlığına bu direnişlerden sonra atanmıştı. Yılların güçlü tütüncü direnişleri iyi sonuçlar verdi. Sosyalizmde her şeyi devletten bekleyenler demokrasi koşullarında hak arama davasına kalkarak tütün şirketlerine, yerel yönetimlere ve devlete diklendiler. Çok sabırlı, derin bilinçli ve cesur olduklarını gösterdiler. Haklıydı-


Makale ve Analizler - 2013

91

lar ve galip geldiler. Tütüncülerin kararlılığı yıllar içinde pekişti. Bu gelişmelerde genç ailelerin tarlaları boş bırakıp tütünden el çekmesi Türkiye’yi ya da Batı ülkelerini boylaması safları seyreltse, kuşaktan kuşağa geçen geleneksel ata mesleğinde birlikte çalışırken yardımlaşarak süreklilik yaratılmasına engeller olmakla birlikte işleri kolaylaştıran teknolojilerin uygulanmasına da mani oluyor. Çünkü yenilikleri ve kolaylıkları iş alanına taşıyan hep gençler olmuştur. Yani güç geleneksel deneyimlerle onların bulgucu atılganlığının birleşmesiyle kullanılır hale gelmiştir. Tütüncü hanelerin azalmasına rağmen, en lux paketli, en modern, en ince, en kokulu, kat kat filtreli sigaraların içim kıvamı alabilmesi için Basma Tütün yani bizim tütün kıvamında, altın sarı yapraktan, ele yapışmaz katrandan, gönül rahatlatan kokudan olması gerektiğini öğrenmeyen kalmadı. Dünya yeniliklerini bilmemizi istenmeyenleri artık öğrendik. “Tütün değil mi, olsa da olur, olmasa da” deyen uzun dillilerin, sesi kesildi. Yıllar işimizin önemi bir daha ortaya çıktı. Bu böyle olmasa, göz nurumuz alın terimize, iki büklüm hak ettiğimiz ekmek paramıza “eyvallah eden” olur mu? Tarımsal gelişme büyük adımlarla ilerliyor, teknolojiler bize de geliyor. Dobriç ve Stara Zagora kentlerinde yapılan tarım makine ve teknoloji fuar ve sergilerini gezip gördüm. Buğday, arpa, mısır, ayçiçeği, pancar, patates vb. üretimlerinde işleri insan eli değemeden yapılabiliyor. Tütün işine yeni makine icat edilmemiş. Çotuk sıralarının arasını sürüp tırmıklamaktan, ilaçlama ve bağ bozumu işlerini baştan sona makinelere yaptıran çiftlikler bizde de kuruldu. Karnobat ovası baştanbaşa değişti. Karlovo ve Kazanlık ovaları gül bahçesine dönüştü. Etraf lavanta kokuyor. Yüksek verimli modern teknolojiyi tarlaya, ovaya taşıma işi sınırların tamamen kaldırılmasından, toprak mülkiyetinin katılım payı esasında senede bağlanmasından, tarımda anonim şirket ortaklıkları kurulmasından, irade, niyet ve güç birliğinden, tarımsal uzmanlaşma, markalaşma, sertifikalaşma ve amaca uygun makineleşmeden, bu uğurda alınan ortak kararlardan geçiyor. Büyük işlerin, daha önce yapılmamış atılımların gerçekleştirilmesi ortak kredi ve yatırım, kadro politikası gerektiriyor. Bu işlerde, genelde küçük arazilerde teknik kültür üreten ve hayvancılıkla meşgul olan Rodop bölgesine kıyasla iç Bulgaristan oldukça ileri gitti. Kooperatifçi gelenekleri canlandırıp modern teknolojiyle birleştirme yolunu buldu. Bunu tahıl, ayçiçeği, şaraplık ve sofralık üzün üretiminde, biber, havuç ve pancar gibi sebze üretimlerinde izliyoruz. Burada atılacak ilk adım her zaman toprağın mülkiyet tapusunu ele almak olmuştur.


92

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Tapusuz toprak üzerine kuş bile konamaz. Kuşkusuz yukarıda okuduklarınız, sözü edilen büyük makineler ve çağdaş hububat üretim teknolojileri Doğu Rodoplar, Orta Rodoplar, Batı Rodoplar, Deliorman ve Koca Balkan Dağı’nın güneyi ve kuzeyi gibi dağlık, yamaçlık, tarlaları ufak parçalardan oluşan bölgelerde uygulamak için özel olarak geliştirilmediğinden, büyük ölçekli tarımsal üreticilerin yeni teknolojiye uzanması daha kolay oldu. Şirketleşen tarımcıların bankaları ardına alması da zor olmadı. Bankalar büyük ölçekli üretimde risk faktörünü büyütmüyor, kredi hattı açarken engel üstüne engel yaratmıyorlar. Bu atılımların sonucu, 2013 yılında Bulgaristan artık 3 milyon ton buğday ihraç etti. Aynı zamanda memleketin ekmeklik ve yemlik buğday stokları garanti altına alınmıştır. Tütün işinde şimdi de traktör ve su pompası dışında makine kullanılamıyor. Bizde 1960 yılında dekar başı üretim 60–70 kili iken, 1982’de ortalama 150 kiloya çıkarılmıştı. Sulanmayan gübrelenmeyen tarla yoktu. 1984 yılında Bulgaristan’da 270 bin ton tütün üretilmişti. Bu yılın kotası neredeyse 10 kez daha az ve sadece 30 bin tondur. Cins ıslahı çalışmalarından da iyi sonuçlar elde edilmişti. AB’nin sınırlayıcı kota sistemi, sigara konusuna dünyanın yeni bakış açısı, sigara içmeye karşı dünya sağlık örgütü önlemleri, ulusal ve yerel yasaklar kaldırılmadıkça tütün üretimini eski düzeye çıkarma yollarımız halen kesilmiştir. Bundan dolayı yeni hem geleneksel ve bizim doğal koşullarımıza uygun yeni üretimler başlatmamız ve geliştirmemiz kapıyı çalıyor. AB içinde en sefil ülke olmaktan kurtulmak istiyorsak tarım kesiminde, hayvancılıkta çalışanların gelirini defalarca yükseltmek zorundayız. Hele tarımda yeni ekmek teknesi açmak çok zor bir iştir, tabii. Yatırım, kadro, hevesli ve bu işe gönül verecek insanlara, ailelere, köylere ihtiyaç var. “Bu toprakta tütünden başka bir şey olmaz, tütün yasaklanırsa aç kalırız!” şeklinde tarif ettiğimiz bizim yarı dağlık yurdumuzda hep yamaç topraklarımızda üretim seçenekleri arasında en uygun ve geliri yüksek olan kozacılık üzerinde daha dikkatli durulmaya başlandı. Kozacılık artık Sofya’da Tarım Bakanlığı’nda da günden oluşturmaya başladı. 3 bin ton koza kotası veren Brüksel’den bu işin arkasına mali olarak da durması istendi. Tütünü tamamen bitirmemek şartıyla, kozacılığa geçilecek bölgelerde, tütünden elde edilen yıllık gelirle mukayese edildiğinde,


Makale ve Analizler - 2013

93

köylülere 4 -5 kez daha yüksek gelir vaat eden bu üretime olumlu bakanlar çoğalıyor. Bilindiği üzere geçen yüzyılın 50’li ve 60’lı yıllarında hatta Svilengred, Harmanli gibi bölgelerde yerleşmiş koza üretimi vardı. Svilengrat, Karlovo, Sofya ve Ruse şehirlerinde 4 has ipek fabrikasının tezgâhları gece gündüz şarkı söylüyordu. Bulgaristan has ipeği dünyaca ünlüydü, aranıyordu. Yeni başlayacak dutçulukta teknolojik yenilikler olacak. Genelde bodur (kısa boylu) yaprak dudu yetiştirilecek. Yaprakların gerekli nem oranını koruyabilmek için ağaçlar damla sulama sistemiyle sulanacak. Budanan dalların zahmetsiz ve kolayca taşınması, yumurtaların uyanması ve tırtılların ilk dönemine gerekli kıyılmış yaprak sağlamada, işi ince kıyım yapan bıçaklı makineler kullanılacak. Dut fidanlarının sigortalanabilmesi için kayıtlı topraklar üzerinde üretim yapılacaktır. Tütünde tohumların şirketler tarafından sağlandığı gibi, kozacılıkta da yumurta kutuları şirket tarafından temin edilecek ve her kutu için bakıcıya 136 Avro AB teşviki ödenecektir. Haskovo, Kırcali, Smolyan, Pazarcık, Blagoevgrat köy üreticilerinin bu geleneksel üretimimizin canlandırılmasında örnek ve öncü olacağına inanmak istiyorum. Bunları özel olarak yazmamın nedeni şudur. Anlaşıldığı üzere AB Bulgaristan’ı bir sanayi potansiyeli olarak görmüyor. Örnekleyelim: Burgas’da son 12 yılda Bulgaristan’ın en büyük değirmenleri; “Kambana” kablo fabrikası; Bira Fabrikası; “Coca Cola” fabrikası; “Şarap Üretim Tesisleri” ve daha birçok irili ufaklı üretim kapandı. Önceleri 30 devlette müşterisi olan ve 490 işçi çalıştıran tersane de kapısına kilit vurmaya hazırlanıyor. Anlaşılan, AB bizden tarımla, bir yere kadar hayvancılıkla ve turizmle uğraşmamızı istiyor. Bu cümleden olmak üzere kozacılık yatırımları başladığında olaya, yeni bir umut kapısı, yeni bir ekmek teknesi, perspektifi yani geleceği olan uzun süreli bir iş olarak bakmanızı sağlık veriyorum.


94

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Utanmak, Korkmaktan Kötüdür

Hamiyet Yıldırım-01.Aralık.2013

Dilimizin ucuna gelen kırıcı, incitici bir sözü bazen utandığımızdan, çekindiğimizden söyleyemediğimiz olur. Utanmak bir onur sorunudur. Şerefsizler utanmaz, küstahtır. Biz Türkler, Müslümanlar yüksek onurlu bir millet olduğumuzdan, onur kırma işini hep art planda tutmuşuzdur. Birbirimizden utandığımızdan karşı karşıya donup kaldığımız, dilimizi yutup konuşamadığımız, ne ileri ne geri adım atamadı-

ğımız olmuştur. Utanma duygusu anadan doğma bir duygu değildir. Toplum içinde, aile ortamında, okulda, arkadaşlar arasındaki ilişkilerden belirip gelişir. Utanma hissi gelişmemiş olanlara dilimizde gön suratlı deriz. Halk arasında yaygın olan bu deyim, Bulgar diline de yerleşmiştir ve “utanmaz adam” anlamında kullanılır. “Yüzüne işesen yağmur sanır!” değimi gön suratlılar için kullanılır. Bu örnekte de görüldüğü gibi iç içe yaşayan halklar, kendilerinde olmayan bir şeyi diğer halkların dilinden ve kültüründen kalıp olarak alıp, anlam değiştirmeden kullanır. Gön suratlılık bir örneklemedir. İnsan, savurduğu küfürden, yaşlı birini incitmekten, küçük bir çocuğu pataklamaktan, zorda kalmış birine yardım eli uzanmamış olmaktan vb. utanır, vicdan azabı çeker ve sonuçta kendi hareketine, öz davranışına uzun zaman üzülür. Utanma ve vicdan azabından gelen çekinme, üzülme, kahrolma kişisel bir duyarlılıktır. Korku farklı bir duygudur. Dilimizde “Korkutan korkar”, “Eden kendine eder!”, “Kötülük geri döner!” anlamlarında yer etmiştir. Lehçemizde sıkça kullanılır duruma gelen, bumerang sözü, kötülüğün yapana geri dönmesi anlamda olup genel geçerli yani her olay için geçerli olarak kabul edilmiş olup buna inanılır. Halk dilimizde “korku yaşatan kâbus yaşar”, “kötülük eden kötülük bulur” değimleri hafıza etmiş olup, tutum belirleyicidir. Türkün sabırlı oluşunda esas belirleyicidir. Korkudan öfke, öfkeden de nefret ve düşmanlık doğar. Bize öfkeli olanlar, bize karşı düşmanca davrananlar bizden korkanlardır. Korkudan doğan eziklikte gizlenen egoizm ve düşmanlıktır.


Makale ve Analizler - 2013

95

Bizim ürememizden korkan Bulgar devleti 1984’te bıçağa sarıldı. Utanmak ve korkuya bireysel ve toplu örneklerle bakalım. Kıbrıs Cumhuriyetinin Larnaka şehrinde Maria adında Lovçeli (Loveç) bir bayanla birlikte çalıştık. Rumca kursuna gitti. İşinde ilerledi. Sertifika aldı, maaşını yükseldi. Boşanmıştı. Eski eşinden ilgilendiğini, söz ettiğini, onu telefonda aradığını görmedim. Yaptıklarını İngiliz Lisesi’nde okuyan kızı Nina için yapıyordu. Kızına daha fazla para göndermek, onu dertsiz, endişesiz yetiştirmek, üniversite okutmak, onunla her an her yerde gurur duyarak yaşamak istiyordu. Hastalansa, ya bir kaza olsa ve geri dönmesi gerekse, “yapamadı, bir kızı okutamadı” deyecekler diye korkuyordu. Gün gelir kızının gözüne bakarak, ben her şeyi senin için yaptım, kendimi sana feda ettim canım kızım, deyebilmek istiyordu. Bizdeki bunalımlı çöküş, işsizlik, itibarsızlık yüzünden kızını okutamazsa, kendinden utanacağından korkuyordu. O zaman insan arasına çıkamazdı ve bu yabancı şehre çalışmaya bu yüzden gelmişti. “Parasızlıktan yapamadı” dedirtmeme, bu hırsını yenebilmek için, atılgan olmayan, kocasını bile bırakmıştı. Başka bir değişle yurdunda para gibi bir melete pes olmamak için buradaydı. Onu burada paradan başka hiçbir şey, ne limana girip çıkan dev gemiler, ne üzerinden geçerek hava alanına inen uçaklar, ne sıcakta dolaşmaktan bezmiş turistler, ne de ara sıra rastladığı genç Bulgar çiftler ilgilendiriyordu. O onları görmek ve bilmek istemiyordu. O, hiçbir şeyle ilgilenmiyordu. Ne kadar az dert işitse, Bulgaristan’da olup bitenlerle ilgili ne kadar az bilgi alsa, hatta ruh halini bozacak hiçbir şey işitmese, bilmese, onun için çok daha iyiyiydi. Konsantrasyonu bozulmuyor, kafası dağılmadan işine gidip geliyordu. Aklında olan bir tek kızıydı. Nina liseyi bitirdiğinde 19’ undaydı. Telefonda, tam not ortalamasını soracaktı ki, “ana ben evlendim,” deyiverdi. Eli ayağı kesildi. Çok koktu. Kızının daha yaşanası yarınları nasıl olacaktı! O, Kıbrıs’ın yakan güneşi altında terleye dursun, çakmak yıldızlar altında hayal kurmaya devam etsin, biricik kızı anasını duvağına, nişanına, düğününe davet etmeden, tanıştırmadığı bir gençle “ben evlendim” deyiverdiğinde kendinden utanacağına, korkuya kapıldı.


96

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Oysa kızının sorumsuzluğundan, çarpık eğitilmiş olmasından utanması gerekirdi. Kız onun nesine kapılmıştı? Her ay istediği parayı havale ederken “yetiyor mu?” diye sorduğunda “yetiyor anacığım, teşekkür ederim” derken, nasıl aldanmıştı. Tanımadığı bu oğlanın elinde olan ve Nina’nın gözünü boyayan sihir neydi? Bir de onu korkutan neydi! Kendisi de, gencecik hem de severek evlenmişti de, bunalım dediğin, işsizlik ve parasızlık sözleriyle tarif edilen melet, aşklarını söküp çöp tenekesine attı ve onları kopardı. Sevgisini yaşatamadığından utanmıyordu. Bunalım fırtınasında, aşk dediğin neydi? Yoksa hala yaşıyor ve parası olanları, Nina gibi bir şeyi eksik olmayanları esir etmeye devam mı ediyordu! Ninayı o tanımadığı oğlanın kucağına atan neydi? Korku mu? Anasının Kıbrıs’tan Western Union’la gönderdiği paralarla bir serseri, bir asalak gibi sürünmekten utanmış olabilir miydi? Hazır onculuk vicdanlılar hastalığıdır. Yoksa eğer anam bana para gönderemezse, ben ne yaparım, korkusuna mı yenildi? Mariya’ya göre para günahları aklayabilirdi, fakat para ile sadet olmadığı gibi, parasız kalmaktan utanmak da günah sayılmazdı. Başkasının parasıyla yaşamaktan utanmaya başlayanlar hayatı kendi ellerine almalıydı. Düşündü kaldı. Çocuğunu yanlış eğittiğini kabul etmek istemediği için, bugüne kadar yaptıklarından utanmıyordu. Onun anlayışına göre dikilen her ağaç sulandıkça büyümeliydi. Ona göre sulamak, para göndermek anlamına geldiğinden, ilaçlama ve bazı dalları budayarak seyreltme gibi işlerin de gerekli olduğu aklının ucundan bile geçmiyordu. Kızının herhangi bir şeyden korktuğundan değil, anasının sılada bin bir güçlükle kazandığı parasıyla liseden sonra da yaşamak istemeyişinden kaynaklanan vicdan azabının zorlamasıyla hayatını kendi ellerine almaya karar verdiğini anlayana kadar uzunca bir zaman geçti. Kuzey Kıbrıs’a sığınan 15 bin soydaşımızdan hiçbiri geri dönmedi. “Beceremedi, tutunamadı, yerleşemedi” utancını yaşamak istemediler. Hala vatandaşlık alamadılar ama oradalar. Yeni kuşağın “buralara bizimkiler gelip yerleşmiş” demesi, belki daha kolay olur.


Makale ve Analizler - 2013

97

1990-1991’de 500 bin gidenden 150 bin geri döneni anımsayın. Bunların birçoğu “gül gibi Vatanı bırakıp dört duvar arasına gelmişsiniz” sözlerinden utandı, korkudan değil, vicdan azabına dayanamayıp geri döndüler. Soydaşlarımız arasında, üniversiteye yazılan kızlarının umutlarını gerçekleştirmek onları mahcup etmemek, utandırmamak için, biz ömür boyu ayrılmayacağız diye yemin etmiş olmalarına karşın, her şeyini İstanbul’da bırakıp Orduya, Samsuna, Sinop’a, yıllarca ayrılığa katlanmayı göze alarak hasta bakıcılık yapmaya gidenleri düşünün. Sevarlı hemşire Fatma iki kızını Boğaz içinde nasıl okuttu dersiniz! Evlatlarını boynu bükük bırakmamak, asla utandırmamak adına bin bir zahmete katlanan, fedakârlığını asla esirgemeyen ne bacılarımız var, bir bilseniz! 16 Kasım 2013’te Sofya’ya Ulusal Özür Dileme Mitingine toplanan Pomaklardan çoğu 1972’ten sonra doğmuş orta yaşlılardı. Onların adları değiştirilmemişti. Onlar doğuştan Bulgar adıyla kaydedildiklerinden, imamın kulaklarına üflediği Türk isimlerinse kaydı olmadığından, iade olayı imkânsızdı. Gaspı yapılmamış bir şey nasıl iade edilir ki! Bulgar kendi kafasında “Türklüğü zaman aşımına” uğrattı. Özür dilerken BSP lideri Sergey Stanışev’te ne utanma ne de korku duygusu vardı. Başka bir değişle özür dileyen de, özür alan gibi, özür dilenen bir olayın faili değildi. Evrensel hukukta, işlenen bir suç için başka birisinin cezalandırılması suçtur. Doğu töresindeki kan davası kuralı, medeni hukukta yoktur. Oğul babasının suçundan ötürü yargılanamaz. Bundan dolayı Ulusal Özür Dileme Mitingi gön suratlıların tiyatro sahnesigibi bir şeydi. Senaryo yazarları, Shekspire’in “Hamlet” trajedisini örnek almış olabilirler. “Hamlet” yazıldığında 800 sene önce olmuş gibi kurgulandığından, ne yargılanan, ne kanı akıtılan ne de ipe çekilen vardır. Her şey insanoğullunun rahatlaması için laf salatası yaparak içsel boşalmaya dayanır. Bizim Lütfü Mestan da Pomaklardan 100 yıl sonra, Türkler’den ise 30 yıl sonra özür dilenmesini alkışlarken, bir de bizimle aynı çileyi çeken ama esemeleri okunmayan Müslüman Roman kardeşlerimizle alay etmiş oldu. Büyük olay yaratmak için kimsenin aklına gelmeyeni yaşatmak her zaman geçerli olmuştur. Önemli olan olup bitenin özü sır kalsın.


98

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bugünkü konumuz anlaşıldığı üzere genç kuşak ve utanmaktır. Çünkü unutulan bir şeyin hesabı sorulmaz, unutulandan utanılmaz, hatta korkulmaz bile. Genç kuşağımız neden utanır? Tavrı utansak mıdır? Yukarıda Mariya ve kızı Nina örneğinde açtığımız olayı genelleştirirsek özünde çok üzücü, hatta yüz karası bir acı var. Anlatmak istediğimiz, Bulgaristan’da artık işten utanan, iş göreni küçümseyen gençler olduğudur. Yunanistan ve birçok Batı Avrupa AB ülkesinde bulaşıkçı, hademe, hasta bakıcı, çocuk bakıcı, köpek kedi bakıcısı, bahçıvan, çöpçü gibi çalışan yükseköğrenimli ana babalar ve onların gönderdiği paralarla bacak bacak üstünde, bir elinde sigara bir elinde kahve fincanı, gel keyfim gel yaşayan, genç bir kuşak var. Alnından ter damlamadan yetişen nesil, Romlarla aynı otobüse, tramvaya binmekten, çocuğunun Roman çocuklarıyla aynı anaokulunda, aynı okulda okumasından, ders odasında aynı sırada oturmasından, arkadaşlık ve dostluk etmesinden, trende yabancılarla ya da mangallarla aynı küpede yolculuk etmekten, aynı lokantalarda birlikte yemek yemekten utanıyor, sıkılıyor, hoşlanmıyor. Sosyal ortamlarda birbirine ısınamayanların, birbirini hor görenlerin sayısı artıyor. Bir şey olamamanın vicdan azabıyla yaşayanların gece saldırıları başladı. İşbu çok sıradan ilişkilerin temelinde ırk, din, dil gibi faktörlerle birlikte yatan gelir dağlımı farklılığı, yaşam tarzı kesişmezliği, doruk ile dip arasındaki doldurulması imkânsız derin uçurum insanların gözlerine, bakışlarına, kokusuna, el hareketlerine, yürüyüşüne yansıyor. Birinci ve ikinci sınıf olanların yeni ortamları doğuyor. Okulda kullandıkları kalemler, defterler, okudukları kitaplar, seyrettikleri filmler farklılaşıyor ki, yargı değerleri, bakış açıları, insana olan yaklaşımlarına ve istense de istenmese de “öteki” ve “ötekine olana farklı tavır” beliriyor ve şekilleniyor. Toplumsal şiddeti doğuran yukarıdan gelen bir emir değil, toplumun iç dinamitleridir. İç dinamitleri harekete geçiren ise sosyal çelişkiler, eşitsizlik, adaletsizlikler ve devlet mekanizmasının olup biten karşısındaki çaresizliğidir. Çaresizliği derinleştiren ise, alınacak yeni tedbir olmaması, tüm olanakların tükenmesidir. Umutların tükendiği ortamda doğan ve en kötü olan ise, var olan durumdan ve çaresizlikten utanmaktır. Korkuyu doğuran yaşatan ve besleyen de budur. İnsanın kendinden korkması değil, utanmasından daha büyük bir dehşet yoktur ve olamaz.


Makale ve Analizler - 2013

99

Derin düşünürsek, evlerinden kovulmuş ve sokaklarda yaşayan serseri Bulgar gençler yaşam ortam ve biçimlerinden utandıklarından ötürü ve korkuyu yenmek için faşizan örgütlerde kenetlenip mücadele alanı olarak gördükleri sokaklara dökülüyor ve her akşam birkaç yabancıyı “öteki” sandıklarını dövüp kakalıyorlar. Onların yaşam ortamlarını ve umutsuzluklarını yenmek için aradıkları yol, aslında utanmayı yenme yoludur. Faşizm sokak serseriliğinden doğmuştur. Faizimden totalitarizm doğdu. Totalitarizmden de görüldüğü üzere yeni bir faşizmden başka bir şey doğacağa benzemiyor. Utançtan vicdan azabı, vicdan azabından öfke, öfkeden nefret doduğu gibi. Dünya terennümden ibarettir dememişler miydi? Bu gerçeği faşizm kitabında faşizimden totalitarizm doğduğunu kanıtlayarak anlatan Jelü Jelev’i Bulgaristan halkı Cumhurbaşkanı seçmişti. Neden acaba? Dönüp bir baksak: Utanmayı dürtenin aşağılama olduğunu görürüz. Osmanlının son döneminde Türkleri aşağılamak için onlara “fesli”, “ibrikli”, “sarıklı”, “yeteneksizler” diyenlerin torunlarının bugün ağzında olan: “Romanlar Toplumumuzda sorun yaratıyor!” Oysa bugün dış ülkelerdeki Bulgar’ın da Çingenenin de anası babası yakınları Kıbrıs’ın Rum kesiminde çalışan Mariya gibi, bulaşıkçı, yatalak hasta bakıcısı, köpek çobanıdır. Kazanılıp eve gönderilen paradan utanan yok. Korkmayan para değişik ellere geçtiğinde, diller farklı konuşuyor. Har vurup harman çeviren bol paralı gençler, evden, aileden, vatandan uzak yabancı diyarın ağır koşullarında kazanılan paranın değerini düşünmüyor. Ana ve babalarının sıladan uzak, evlatları adına ve uğruna paraya kölelik ettiğinin farkında değil. Allah kendisini başkalarına adayan insanlara utanma duygusu vermemiştir. Aslında insanlık kölelik çağını tarihe gömerken, bir utanç olgusu olan insanın insana köleliğinden kurtulurken ve yeni uygarlığı kurarken, kendi kendini yenmiş ve özgürlükleri hayata çağırmıştı. Herkes için özgürlük, adalet, eşitlik ve kardeşlik sloganları kavgalarda yükselmişti. Kölelik çağı yaşamayan Osmanlı bu kanlı kavga sahnelerini bilmez. Bunun için insanlarımızda kölelik duygusu yoktur. Utanmaksa büyük bir soyluluk olup kültürümüzün ayarıdır.


100

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Soylarımızın yaşadığı toplumlarda yerleşmiş olan ümmet sistemi, insan ve dil, din, cilt rengi ayırmadan egemen olduğundan, hiç birimizde ana dilimizden,soyumuzdan, kültürümüzden, yaşayış biçimimizden, giyimimizden, geleneklerimizden utanma duygusu izi yoktur. İnsanoğullunun soyundan, milli mensubiyetinden, dininden, dilinden çekinmeden, sakınmadan, utanmadan yaşaması, korkmadan, endişelenmeden yaşaması anlamına gelir. Korkuyu yenen en büyük silah insanın kendi kendine hâkim olmasıdır. 16 Kasım 2013 günü Sofya’da düzenlenen Ulusal Özür Dileme mitingi acıları savmayan “eritme sürecinden” hala utanıldığını göstermiştir. Bulgar ulusu için yüzkarası olan bu totaliter uygulama, yaraları bir türlü sarılamayan, milli çöküşe neden olmuştur. Sofya’nın TV 7 televizyon programı, Kasım ayının son gecesi ulusal özür dileme mitingini bir daha ele alarak “eritme ve Türkiye’ye kovma” sürecini Dulovo (Ak Kadınlar) olaylarına dayanan bir belgeselle bir daha sahneye küçük ekrana çekti. İzleyip ağlamayan, görüp etkilenmeyen kalmadı. Yapan utansın! Bizim isimlerimiz zorla değiştirilmekle kalmadı, biz Vatanımızdan da zorla kovulduk. Burada kalanların başına gelenlerse yüreklerimizi daha da parçalayıcıdır. Ahmet Doğan ajanının yetiştirdiği yeni köy ağalarından olan eski milletvekili ve hak-özgürlük bozuntusu Günay Sefer Ak Kadınları ele geçirmişti. Hırsızlığı ortaya çıktı ve koca kasaba anaokulundan, otobüs garına kadar toptan satışa çıkarıldı. İyi ki, Allah Türke öç duygusu vermemiş. Tarihsel gerçeklik açısından bir yüz karası olan ve Avrupa’nın merkezinde cereyan eden bu iğrenç olaylar bir meydan özrüyle kapanacak ve vicdanlardan silinecek bir utanç yarası olarak kabul edilemez. Utanç duygusu besleyen olaylar, yenilgi ve yok olmayı yaratır. Türk, Pomak ve öteki Müslümanların isimleri değiştirilerek, etnik ve dini haklarına saldırılması bütün Bulgaristan için tarihsel bir utanç lekesi olmuştur. Bütün tarih kitaplarının yeniden yazılması, yaşanan olayların silinmeyen utanç değerlerinin bir daha ele alınması, Bulgar millet ve devleti üstüne yeni değerlendirmelerin utanma, korku ve dehşet açısından yeni kıstas ve istemlere uygun yazılması artık kaçınılmaz olmuştur. Yaptıklarından utanan bir halkın şerefinden söz edilemez! Pomaklar önünde bir asır sonra, Türkler önünde ise 30 yıl sonra özür dilendi.


Makale ve Analizler - 2013

101

Bu, “Bulgarlaştırılma” sürecinde kırılan kemiklerimizin ve onurumuzun artık sızlamayacağı anlamına gelmez, çünkü Müslüman etniklere devlet adına ve devlet gücüyle kan kusturanların suçları kanıtlıdır. Bugüne kadar hiçbir cani yargılanıp cezasını çekmemiştir. Avrupa ve dünya önünde ülkemize dört yabancı geldi diye hortlayan faşistler, ırkçılar, aşırılar, ızbandutlar “Bulgarlaştırma” yıllarında azmıştı. Baskı ve terörü demir yumrukta birleştirenler onlardı. Bugün yaptıkları sözde özür dilenen vahşet politikasının devamı, totaliter zihniyetin başkaldırısıdır. Toplumsal suçların zaman aşımı olmaz! Utanma duygusu olmayan bir milleten utanması istenemez ama korkusu da asla dinmez! Son zamanlarda halkımızın içinde bulunduğu karanlığı daha da karartmak isteyenler, Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi’nin halkımızı aydınlatan yazılarını yayınlamaktan vazgeçen “Kırcali eu” yeni dönem yöneticilerine bir sözüm var: “Yazılarımızdan sakın utanmayın, size korku yeter!

Avrupa’da En Bunalımlı Ülke

İbrahim Soytürk-03.Aralık.2013

Ekonomi, maliye ve politikanın arasından hangisi belirleyici olandır? Çağdaş dünyada en gerçek olan para değil, ekonomidir. Politika da, doğal yapısıyla paradan doğan bir sonuç değildir. Para ile en karışık işler çözülse bile, genel anlamda sonuç belirleyici olanın para olduğunu kabullenmemiz zordur. Temelde olan ise ekonomidir. Genelleştirirsek, özde, ekonomi, politika ve para üçlüsünün insanlara hizmet sunmak için yaratıldığını görürüz. XXI. yüzyılın ilk büyük bunalımı Bulgar ekonomisini hem sanayi hem de tarımda çökmüş buldu. Leva, maliye sistemi de Döviz Konseyi tarafından sıkı kontrol altındadır. EURO’yu esas alan döviz kuru değişmiyor. Dövizde dalgalanma olmuyor. Demokrasiye ve serbest Pazar ekonomisine geçmeye çalışan bir ülkede kullanılan para biriminin başının bağlanmış olması sosyal ve ekonomik hayatı baştanbaşa etkiliyor. Döviz Konseyi kalksa ve ben artık bu işe bakmıyorum, Bulgar parası leyavı serbest dalgalanmaya bıraktım dese, 1 Avro belki 4 leva olur. Kon-


102

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

sey işini kim icat ettiyse iyi düşünmüş, kanımca, ekonomisi yaralı bir ülkeye daha büyük bir yardımda bulunulamaz. Örneklememizi Bulgaristan’dan yaparsak, her şeyin tepetakla olduğunu, ekonomik durumun izlenen politikaların bir dolaysız olumsuz sonucu olduğunu, insanlarınsa paranın kölesi durumuna düşürüldüğünü açıkça görebiliriz. Parası olan çalışmasa da bey gibi ama selam versen sahteliği ortaya çıkacak. Artık kimin gerçek, kiminse sahte “zengin” olduğunu ayırt etmek zorlaştı. Eski milletvekili Günay Sever’in de çok zengin olduğunu zannedenler mahkeme kararı çıkınca ve icra yargıcı açık arttırmalı satış günlerini açıklayınca, olayın iç yüzü görüldü. 23 milyon leva borç! Ne yaptı, ne aldı, nereye kaçırdı, kime verdi, nereye sakladı belli değil. “Gelik” şirketinin işleri çürük çıktı. Olan bütün Dulova’ya oldu tabii. Bir adam çalıyor, bin kişi çekiyor. Bir şirket çöküyor, herkese vuruyor. Önemli olan, bu defa Ahmet Doğan da yardım edemedi, kurtaramadı dostunu. Gerçek demokrasiye geçildiğinde hukukun üstünlüğü sağlanacak ve hak ve özgürlüklerimizi adil yoldan elde etme kapısı açılacaktır. İşler çok sancılı gidiyor ama yapacak başka bir şey yok. HÖH partisine büyük darbeler indiren, ak yüzümüzü kara eden tüm bu kadroları Ahmet Doğan MULTİ GRUP’tan almıştı. Onları besledi, “politikacı” yaptı ve sonunda halkımızın namusuna leke sürdü. Olaya bir başka açıdan bakalım: Ekonomik bunalımlar, üretim hayatındaki çöküşler yalnız onun bunun çalmasıyla, çarpmasıyla, götürmesiyle, yıkmasıyla olan işler değildir. Olayı ulusal açıdan değerlendirirken insan faktörünü öne alıyoruz. Bulgaristan konusunda yapılan tüm analizlerin temelinde yer alan ve ekonomik toparlanması ve dirilmeyi kıskıvrak bağlayan ana faktör kuşkusuz, demografi faktörüdür, yani insan etkeni yetersizliğidir. Çok farklı sonuçlar elde edilebilmesinde yol kesen engel, insan kıtlığıdır. Tüm planların, tüm yatırımların odak noktasında bulunan insan olmayınca, üst yapıyı (politikayı) bütünüyle oluşturan ve alt yapıyı da yapılandıran tüm ekonomi, maliye ve sosyal modeller anlamsız kalır. Geçiş döneminde yani son 20 - 25 yılda Bulgaristan insan kaynakları açısından çok acınası bir durumdadır, derin bir salgın hastalığına kapılmıştır. Genç iş gücü ülkeyi terk etmiştir. Bulgaristan’da kalanlarsa işe yarayan meslek ve ihtisas sahibi değildir. Üniversiteli sayısı çok yüksek olan ülkede üniversite mezunlarına iş sunan kurum yoktur. Bundan dolayı, Bulgar altyapısındaki gerçekler dehşet verici olup, en çarpıcı şekilde şöyle ifade edilebilir:


Makale ve Analizler - 2013

103

“Bulgaristan’da insan eksiklği var!” XXI. yüzyılın başında Bulgaristan Avrupa’nın HASTA ADAMI durumuna neden düştü? Avrupa’nın Batısındaki devletlerle karşılaştırıldığında Bulgaristan’da işsizlik iki kat fazladır. Kadın sorunu da çok önemlidir. Bulgaristan’ın bazı bölgelerinde 20 ile 30 yaş arası kadın sayısı % 50 oranında azaldı. 2 milyon Bulgar vatandaşı Vatanını terk etti. Bu çok önemli gerçeklerle ilgili binlerce soru sorulabilir. Cevap hep aynı olacaktır. İnsan eksikliği var. İnsan olmadığı yerde hiçbir şey olmaz, hiçbir sorun çözülemez. Her şeyden, tüm olup bitenden hep ötekiler, azınlıklar, yabancılar sorumlu ve suçludur. Oysa işin özündeki neden, insan kıtlığıdır. İnsan olmayan yerde ilerleme olmaz. Hayat durur. Sosyal yaşamda yeni patlamalar zamanı yakınlaşan, asıl bomba Demografi Bombası olacaktır. Bu bomba, 2014’te infilak ettiğinde, insan kaynaklarındaki yetersizlik çok daha kötü etki yapacaktır. Öyle görülüyor ki, sanki çok büyük bir felaketin başındayız. Bizde 23 yıldan beri dipten kopamadık. İşin içinde olanlarda batmaya devam ediyoruz havası var. Geçen hafta Almanya’dan son 23 yılın ilk gönül okşayan haberi geldi. Berlin Duvarı yıkıldı yıkılalı, Doğu Avrupa sosyalist ülkelerinden bir tek Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde yani Federal Almanya ile birleşen Doğu Almanya’da ekonomik istikrarı sağlayıp dirilmeye geçişin ilk kıpırdanışı yaşanmıştır. Bulgaristan dâhil, sosyalizme sırt çeviren, tüm öteki Doğu Avrupa ülkeleri batmaya devam ediyor. Bu ülkeler, AB içinde olmalarına rağmen, ne bir yeni ekonomik yapılanma modeli ne de diriliş motoru ve yönü yaratabildi. Olabilir ya, diriliş ve kalkınma yoluna açılabilmek için, belki tüm AB ekonomisi yeniden yapılandırılıp tesis edilecektir. Nüfus yapılanmasındaki çarpıklıktan doğan büyük tehlikeler: Bulgaristan’da doğum oranı o derece düştü ki, geçen yüzyılın savaş dönemlerinde bile, bu denli azaldığı görülmemişti. Bulgarlar çocuk doğurmaktan ve çocuk bakmaktan sanki vazgeçti. Devlet teşvikleri işi ateşleyemiyor. Durum o denli ciddi ki, kesin ve uzun vadeli çözümler gerekiyor. Şimdiki ağır bunalım yükünün AB ülkeleri arasında eşit paylar halinde dağılması gerekebilir. Bu yapılmazsa, Bulgaristan’dan İngiltere’ye kaçıp sosyal yardımlarla yaşamak isteyenler her gün artacaktır. Bu bunalımın sonuna kadar AB ayakta kalırsa, eşitsizlikten kurtulup durumu sakinleştirmek için genel Avrupa sağlık ve emeklilik sistemine geçilmesi zorunlu duruma gelebilir. HÖH partisinden Sosyal Hizmetler Bakanı Dr. Hasan Ademov’un 2013 sonunda 2014 mali yılı sosyal bütçesini açıklarken, aileleri destekleyici önlemler pa-


104

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

keti sundu. 2. çocuğa ek para yardımı, emekli maaşlarına 50 leva zam, en yüksek emekli maaşının 840 levaya çıkarılması, tüm emekli maaşlarına 4 leva 55 stotinka zam, asgari ücretlilerden gelir vergisi alınmaması gibi tedbirler açıklandı. Bunun ardından aynı gün ilaçlara % 20 zam gecikmedi. Bu örneklemeyle Bulgaristan, “bir şeyden bir şeye” geçiş adı verilen klasik Avrupa örneği olabilir. Sıfır çarpı sıfır neticede hep sıfırdır. Nüfus probleminde yeni çerçeve: 2011 istatistiklerine göre, Türkiye’ye olan son (1989 - 1991) büyük göç dışında, Bulgaristan’ı son 10 yılda 582000 kişi terk etti. Bu, son nüfus sayımında açıklanan resmi rakamlara göre, nüfusu 7,3 milyon olan Bulgaristan için çok büyük bir kayıptır. Bununla birlikte,1990 yılından sonra ülkeyi 1,5 milyon kişinin daha Batı istikametinde terk ettiği hesaba katıldığında, yalnız AB içinde değil, tüm dünya tarihinde çok küçük bir ülkede, daha önce rastlanmamış bir nüfus kaybı ve getirdiği felaket dikkati çeker. 1985 yılında Bulgaristan nüfusu 9 milyondu. Şimdi ise nüfus, bir ulusal felaket olan, İkinci Dünya Savaşı’ndan ve faşist Çarlık rejiminden kurtuluş dönemi nüfusuna eşittir. Sayıca azalan Bulgar nüfusu bir de çok yaşlandı. 2001 yılında nüfusun % 16,8’i 65’i geçmişti. 12 yıldan sonra bu oran % 19 oldu. Bulgar nüfusunun yaş ortalaması da 40 yaşından yüksektir. Bunun anlamı şudur: ülkede işgücü azalmıştır. Nüfusun yaşlanma nedenleri: Bir, doğum oranının düşmesi; iki, dış ülkelere göç, ülkede kalan nüfusun yaş ortalamasını yükselten iki ana nedendir.. Bulgaristan’daki gerçek durumu, Romanya, Baltık ülkeleri ve Ukrayna gibi ülkelerde izlemek mümkündür. Bölge nüfusunda hızla azalma gözleniyor. Ukrayna sorunların üstesinden gelmeye çalışırken, ülke topraklarının % 10’unu Çin’e 50 yıllığına kiraladı. Bulgaristan’da milliyetçi damar hala atıyor. Yabancılara toprak satma yasası meclisten geçmedi. Yabancılara ülke topraklarının satılmasına malî işler kaynağı olarak bakılıyor. Dış ülkelere göç bir felakettir. Kimse bir ülkenin yaşlılık, işsizlik, ekonomik ve sosyal bunalım, dış ülkelere, uzak kıtalara göçler nedeniyle boşaldığını itiraf etmek istemez. Bulgaristan’da dış ülkelere göçle ilgili yayınlanan veriler ya yanlıştır ya da gerçek rakamlar değildir. Yarım yamalak yani kısmı de olsa, gerçek rakamların dili çok acıdır. Avrupa yayınlarında, 2010 yılında İspanya’ya giren ve orada kalmak isteyen Bulgar göçmenlerin sayısı 104 bin kişi iken, 2007’ye göre % 7 oranında artmıştır.


Makale ve Analizler - 2013

105

Son yıllarda en fazla Bulgar göç alan Yunanistan’a gidenlerle ilgili kesin rakam yayınlanmıyor. Son altı ayda Almanya’ya 36 bin Bulgar yerleşti. İkamet alanların toplam sayısı 109 bindir. Son aylarda Bulgaristan göç verme bakımından, Ukrayna’yı solladı. Milli hâsıla ve emeklilere bakma sorunu: Yaşlı emekli sayısı göz önünde bulundurulduğunda, Gayrı Safi Milli Geliri azalan Bulgaristan, bu kadar kalabalık emekli ordusuna bakabilecek durumda olmadığından, çok ciddi bir tehlikeyle yüz yüzedir. Reel gelir artmadan, emekli maaşlarına ve sosyal yardımlara zam yapılmaması imkânsızdır. 2014 zammı 4 ekmek parasıdır. Gelirlerin aynı kalması, ekonomide birikime geçilmesini köstekliyor, iş hayatına nefes aldırmıyor. Sayıca azalan ve yoksullaşmaya devam eden nüfusa uygun tüketim kredisi sunma olanakları da daralıyor. Ekonomide dirilme ihtimalini boğan faktörlerden biri de bu. Şimdiki ekonomik ve mali bunalımın devresel değil de sürekli olması, dış alımın dış satımı çok aşması ve bu nedenle de üretim olanaklarının daralması, iç tüketimin de azalmasına ana neden olan bir etkendir. Dış gözlemcilerin saptamalarında da yer aldığına göre, son 90 yılda Avrupa’da Bulgaristan’da şimdi yaşanan bunalımdan daha derin bir kriz yaşanmamıştır. Dirilme yolu arayan, yerli uzmanlar da, Bulgar ekonomisinin dirilme yolunun Türkiye’den geçeceğini öngörmeye başladı. Yakın komşuluk ve sıkı işbirliği ön plana çıkarılıyor. Ortak projelere ortak çözümler arayarak geliştirilecek komşu yardımlaşması karşılıklı yarar temelinde ekonomik canlanmamıza temeli ve anahtarı olabilir. Komşu komşunun külüne muhtaçtır.


106

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Hem Ona, Hem Buna - 1

Seyhan Özgür-07.Aralık.2013

6 ay önce kurulan Bulgar hükümeti “Rila” dağı’nın “Borovets” (Çam Koru) kış sayfiyesinin beş yıldızlı tesislerinde sosyalist ve hak ve özgürlükçü milletvekilleriyle ilk görüşmesini yaptı. Bir mali uzman olan Başbakan Plamen Oraşarski’ye moral ve güç vermek için toplandıkları açıklandı. Hükümet ve milletvekilleri birliktelik (aralarında tam dayanışma halinde olduklarını) gösterdiler. Bu buluşmada, Sosyalistler (BSP) ile hak ve özgürlükçüler (HÖH/DPS) aralarındaki çelişkileri biraz körelterek, en güçlü GEÇİŞ DÖNEMİ HÜKÜMETİ olduklarını ilan ettiler. Aşabildikleri çelişkilerden biri politik partilere yapılan devlet yardımları oldu. Şimdiye kadar barajı geçip parlamentoya giren partilere devlet her oy için12 levaverirken artık 11 leva verecek. Bu, Almanya ve İtalya’da oy başına ödenen paradan fazladır. Bu iki ülkede oy fiyatı 1.5 Euro’dur. BSP ile HÖH’ ün bu defa boştan doluya doludan boşa aktarıp anlaşma yolu bulamadıktan sonra sarıp sarmaladığı ve rafa kaldırdığı konulardan biri ise, politik imtiyazlar(ayrıcalıklar, öncelikler) sorunudur. BSP seçim listelerindeki imtiyazlı baraj % 7 olmasında ısrar ederken, hak ve özgürlükçüler milletvekili adaylarına olan parti desteğini kabul eden çoğunluk iradesinin gözden düşürüldüğünü öne sürerek, bu ayrıcalığın % 50 oranında olmasında diretmeye çalışınca ipler koptu. Basına yapılan açıklamadan öğrenildiğine göre, bu hafta sonuna kadar, Seçim Yasası Değişiklik Önerisi’ni hazırlamak için toplanacak olan bilirkişi grupları işin içinde çıkmaya çalışılacak. İmtiyaz konusu neden güncel oldu? 24 yıldan beri Bulgaristan’da oranlı (proporsiyonal) seçim sistemi uygulanıyor. Bu sistemde milletvekili adayları tabandan (seçmen kitleri tarafından) gösteriliyormuş gibi bir görüntü olsa da, aslında milletvekili aday listeleri yüzde yüz parti merkezlerinde hazırlanıyor. Öyle olmasa, Sofya Halk Meclisi % 10 dışında tamamen kalitesiz bir “sabıkalı köylü meclisi” halini alır mıydı! Şimdi Başkan Lütfü Mestan, neymiş efendim sözde seçmenin barına bastığı milletvekili aday listelerini hazırlarken % 50 imtiyaz hakkı kullanacakmış.


Makale ve Analizler - 2013

107

Zaten seçim listelerini yüzde yüz hazırlayan sensin değil misin? Biz öyle biliyoruz çünkü! Yoksa Ahmet ağa sana bu imtiyazı henüz tanımadı mı? Bu işi yapanızbandutların çete başı Ahmet Doğan bu hakkı yüzde yüz kendine saklamış olabilir mi! Lütfücüğüm, biz senin kendini “demokrat” göstermek istediğini anlıyoruz anlamasına da, “köylü kurnazlıkları” artık geçmiyor. Sizin köyden, dedenin soyundan herhangi birine şimdiye kadar kaç kişi selam vermiş de, sizden kim insan arasında söz sahibi olmuş da, sen ahsam kesiyorsun? Biz birbirimizi tanırız. Hak ve özgürlükçüler sürüsünde ikinizden başka çoban mı var ki, sizden başka kimin sözü geçiyor ki, ha unutuyordum, Roman baronları arasında Hristo Biserov’un havası iyi idi de, adam mahkemelik oldu, onun yerine kumarhaneler kralı Yordan Tsonev’in borusu her gün biraz daha ötmeye başladı. Ötsün bakalım nereye kadar ötecek..... Örneklerimizi hep hak ve özgürlükçüler sürüsünden veriyoruz. İsterseniz renklendirelim. Eski bir savcı ve bu haftaya kadar GERRP partisi milletvekillerinden olan Georgi Markov isminde sinsi bir şahıs, şimdiye kadar hiçbir yerde ve hiçbir konuda adı geçmezken, birden parladı. İki sebebi var: 1) GERB meclis grubundan ayrıldı, çünkü baskıya dayanamıyormuş. 2) 41. mecliste GERB vekillerine her ay el altından 17 bin 500 leva ödenirken, (susmaları ve yerinde durmaları için) şimdiki 42. halk meclisinde, 12 Mayıstan beri 8 ay geçmesine rağmen beklentileri boşa çıkmış, adam bir para alamamış. Şimdi artık GERB grubundan ayrıldığını açıkladı ve oyunu açık arttırmayla pazarlayacakmış. Ne güzel be! Şimdi artık hem ona, hem buna - çifte mekik, çifte dikiş, ikili standart, akmasa bile birinden birinde damlar değil mi... Markov isabetli bir karar almış aklınca, GERB partisinin çangal inek olduğu anlaşıldı. Başkalarına örnek olursa tarihe geçebilir. Onun rolü kara koyun rolüdür. Bilirsiniz, kara koyun suyu geçerse, sürü suya atlar. Tabii, Georgi Markov benim için bir hain değil. Parti içi baskı ve el altı ödemeleri konularında yaptığı açıklamalarla büyük ulusal hizmette bulundu. Görüyorsunuz yaralar deşilmeden akmıyor. Akmadan savmıyor. Şu GERB neden hemen dağılmıyor, Boyko Borisov milletvekillerinin ödünü


108

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

mü almış, işin yoksa gece gündüz düşün. Markov hepimize iş içinde iş olduğunu gösterdi. Parti içi çelik disiplin kaynağı aylık kalpak başı 17 bin 500 leva imiş. Fazla verebilirsen GERB’i dağıtabilirsin. Veremezsen sürünürsün. Adam kendini bir defa sattı mı, bin defa da satar. Bu işi yapan bir milletvekili olunca, o bir “politik fahişedir.” Fahişeler, kovulsa da, genel evi kolay kolay terk etmez. Ekmek kapısıdır. Ne yazık değil mi! Milletvekili seçilip, Sofya’da sürüye katılan koyunların sürüden neden ayrılmadığı anlaşıldı değil mi? Kişilikli kadro yetiştirmek çok zor bir iştir. Bulgaristan’da en kolay işin “köylü zihniyetli bir parlamento toplamak” ve içindeki koyunları “köylü kurnazlığıyla” gütmektir. Koyun yeme gelir tuza gelir, vekiller de paraya gelir. Her şey bu kadar basit... Köylü zihniyetli bir vekil Sofya’ya gelip, iki Sofyalı tanımadan, iki aydınla oturup sohbet etmeden, bir tek konuda münasebet almadan, dört kitap okumadan, gazete resimlerinde ve fıkra sayfalarında kendini arayıp bulamazsa, evde okuyacakmış havasıyla hemen çantasına toplayıp, daireden meclise, meclisten sıcacık daireye, şoförlü siyah Mercedes içine kurulmuş gidip gelen, kravat bağlamayı bilmediği için her sabah komşusunu rahatsız eden bu “politik imtiyazlı ızbandutlar” ile ilgili BGSAM yayınlarında yazan arkadaşlar, GERB partisi söküldü, parçalanıyor, yeni parti kuracaklar, kurdular diye yazdıkça yazarken, öyle bir umut yarattılar ki, G. Markov gözünü yumup ağzını açana kadar, GERB partisi hakkında, sanki dibine bir ton dinamit konmuş ve patlamadan 5 dakika sonra çökecek, yalnız fitilin ateşlenmesi kalmış izlenimi yarattılar. Olmadı! Neden olmadığını da bir türlü açıklayamamışlardı. Artık anlaşıldı. Hem ona, hem buna yani herkese olunca oyun bozulmuyor.


Makale ve Analizler - 2013

109

Dobruca Yollarında

Raziye Çakır-08.Aralık.2013

İlk karın alaca beyazı kara tezekler üzerinde fırça darbesi gibi, tohumdan yeni çıkmış filizler birkaç yaprak ve gözün gördüğü yere kadar yemyeşil bir ovadayım. Dobruca’dayım. Dobriç’ten Tuna’ya uzanan asfalt yol etrafında toprak bin ile on bin dekar arasında parsellenmiş, iri çiftçilerden 100 bin dönüm işleyen, 500 ile 1000 adet inek bakan var. 24 yıl önce Bulgaristan’da en fazla hayvan buradaydı. Kapısındaki kilit 20 yıldan beri sallanan ve iyice küflenmiş olan büyük salhane, bu nedenle burada kurulmuştu. 300 işçisi işsiz, tarımsal kalkınmanın tay durup adımlanmasını bekliyor. Binlerce dönüm işleyenler taksitle aldıkları amerikan makineleri kullanıyor. Tarım Sanayi Kompleksi dağılmış, sayısı 5 bini bulan iri baş hayvan sürülerinde siyah beyaz 50 inek kalmış, makine parkı kesilmiş, “Belarus” model birkaç traktöre artık yedek parça bulmak çok zor. Modern üretim yapan tarımsal sermayenin dönüş yolunu kısaltmaya can atan birkaç modern çiftlikçi buğday, mısır ve ayçiçeğini dış pazara ham madde olarak sürüyor. Dış satım Budapeşte Tahıl Borsası üzerinden yapılıyor. Halen Balçık limanında ayçiçeği tonu 320 Euro, ekmeklik buğday tonu da 160 Euro’dan gemiye doluyor.. Burada çalışan 2 yağ fabrikası kalmış, yerlilerin gururu olan “Kaliakra” fabrikasını satın alan bir Hollanda şirketi önce ocağı söndürmüş, ardından Pazar yapmış marka ve etiketi koruyarak Romanya’da imal ettiği yağları bizde satıyor. Köylerde kaz çiftlikleri var. Kaz kursaklarını tıka basa doldurup Fransız zevki ciğer büyütme zamanındayız. Bu yıl kaz ciğerinin kilosu 25 Euro. Köy üretimleri arasında Avustralya tavşanı rağbette, kesme, parçalama, paketleme ve şokolama işleri de yapılan bir özel mezbaha çalışıyor. Kooperatifçilik dönemindeki büyük piliç çiftlikleri şimdi hububat dolu, ambar olarak kullanılıyor. İş bulup çalışanların maaşları aylarca geciktiğinden aileler veresiye yaşamaya alışmış, dayanamayanlar gurbette, köy sokaklarında dolaşan genç, harmanda top oynayan afacanlar görmedim. Yolumuz General Toşevo yakınındaki “Altın Dobruca” piliç çiftliğinedir. Çiftliğin iyi günlerini anlatıyorum: Yıl 1985. 400 dönüm üzerine sıralı kibrit kutulu gibi konmuş, 6 sırada on ikişer kümesten 72 adet var. Üniteler arası asfalt yol. Boş alanlarda kocaman ceviz ağaçları yerini sevmiş. Kuyudan çekilen temiz su 50 metre yüksek iki kulede depolanıyor. Atık suları derin yeraltı kuyularından toprak emiyor. Kümes gübreleri samanla takas ediliyor. Özel


110

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

elektrik ve doğal gaz şebekesi, kümes girişinde bakıcı aile için daire, 200 kişilik çiftlik mutfağı, yemekhane, doktor odası, bekçi evi ve garaj yan yana dizilmiş. Yem fabrikasında günlük reçete üzerine üretilen yemler kümeslere dağıtılıyor. Kümesteki ısı ve havalandırma özdevinimli ayarlanmış. Tek yüklemede 200 bin piliçler kuru saman üzerinde oynaşarak 45 günde 3 kilo büyümeye yarışıyor. Üretim donatımı Hollanda’da getirilmiş. Günlük sağlık kontrolü yapan veteriner hekim ve yardımcıları 24 saat hizmet veriyor. Çiftliğe hizmet veren salhane kesimle birlikte parçalama, paketleme, kıyma, ayak, ibik ve gagadan köpek ve kedi yemi, tüylerden balık yemi üretiliyor. İhracata giden 40 fit soğutmalı konteynerler da burada doluyor. Ne yazık ki, bu güzellik 1993 yılında Filip Dimitrov’un CDC - hükümeti kurulana kadardı. O gün bugün bu büyük üretim halleri kuşların kış sığına oldu. Biz çiftlikte avlanan avcılar bulduk. Köpekler kuytulara in kazmış tavşan arıyordu. HÖH fahri Başkanı Ahmet Doğan buralıdır. Köylüler Ahmet’i tanıyor ama sevmiyorlar. “Bu harabelik onun işi, hiçbir şeye sahip çıkmadı. Kendi köyüne içme ve atık su kanalı, okul ve cami yaptı. Bizi öksüz bıraktı.” diyorlar. Türkiye’den soydaş oyları Dobriç seçim bölgesi üzerinden dağılıyor. Bursalı soydaşların aktif olduğu yıllarda Dobriç HÖH / DPS seçim sandığına Türkiye’den gelen 90 bin oy eklenince, oranlı seçim sistemi kurallarına göre, Türk partisi bu ilden birkaç milletvekili birden çıkarmış gibi gözükse de, aslında seçilenler kimsenin tanımadığı ızbandutlardı. Bu uygulamadan, hem politik sistem yara aldı, hem de zarar gören ve ezilen oy verdiği kendi temsilcilerini parlamentoya gönderemeyen Dobrucalılar oldu. Devlet desteğinden her bakıma yoksun kaldılar. Hep göz ardı edildiler. Paranın kölesi haline getirildiler. Ziyaret ettiğimiz “Altın Dobruca” çiftliği bu cennet diyarda sebep olunan yıkımın en kesin örneklerinden biridir. Demokrasiye geçişin 2. özgür seçiminde Dobruca köylüleri oylarını beraberce Bulgaristan Sosyalist Partisi’nin kurucusu olan, büyük demokrat ve politika strateji bilimcisi, bize saldıran ve isimlerimizi değiştiren T. Jivkov’un totaliter rejime karşı çıkan Aleksandır Lilov’a vermişti. Türkiye’den gelen oyların oranlı sisteme göre denge değiştirmesi sonucu Lilov seçilemedi. Adaletsiz bulunan bu olay burada her adımda anlatılmaya devam etti. Daha sonraki yıllarda da dış ülkelerden, Büyük Elçiliklerden ve gemilerde gelen ve dağılmak üzere burada toplan oylar, Dobriç ilini politikanın ötmez deliği durumuna düşürdü, adaletsizlik hâkim oldu, halkın sesi susturuldu, demokrasi iradesi gölgelendi ve kurutuldu.


Makale ve Analizler - 2013

111

Türkiye’de kullanılan oyla seçilen ve Dobriç kotasından çıkan bir milletvekilinin ne Bulgaristan’ın üçte birini besleyen ve bu yıl bir dönümden 850 kilo buğday alan bu ova insanına ne de adı hak ve özgürlük olan öz davamıza bir faydası olur. Olmadı da! Böyle durumlarda, bir defa oyunu veren, ikincisi seçilen ve üçüncüsü de seçtiren hep pişmandır. En büyük ceremeyi çekense, şu dökülmüş çiftlikler, delik eşik yollar, gençsiz kalan köyler ve tay duramayan köy ekonomisidir. Saraylarda sefa süren Ahmet Beyler doğup büyüdükleri köylerine son 20 yılda bir kez bile uğramadıklarından artık bacaları tütmeyen şu basık tavanlı dar çatı evlerde barınan insancıkların kokusunu bile unutmuştur. Dobruca yollarında kilometre taşlarını sayarken araba radyosundan gazete dökümü dinledik. 3 Aralık 2013 tarihli Bulgaristan Bugün haberinden, bundan sonra Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) ile Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS) partisinin aralarında ön mutabakata varmadan meclise yeni kanun tasarısı ya da yasa değişiklik önerisi sunmama konusunda anlaştıklarını öğrendik. Araç kapısı açık olsa düşecektim. Bu haber, HÖH partisinin kendi başına yasa sunma özgürlüğünü elinden aldığı gibi, yasama özgürlüğünü de bitiriyor. Partinin politik kimliği sıfırlandı. Politikadan anlamayan insanların bu işlere neden burun soktuğunu anlamakta güçlük çekiyorum. HÖH milletvekillerinin kendi başlarına tek tek ya da grup olarak, BSP’ye sormadan ve sosyalistlerin razılığını almadan yasa önerisi sunma hakkı elden gitti. Böylece BSP bizim AĞABABAMIZ oldu. Haberin devamında, BSP - HÖH “kardeşliği”nde çözümü en güç sorunlardan ikisinin Ortaklık Protokolü olmadan ve programsız görev yapan Oreşarski Hükümeti ile Seçim Yasası olduğu açıklandı. BSP - HÖH hükümeti kurulurken Koalisyon Protokolü imzalanmamıştı. Hükümet Programı da henüz kabul edilmedi. İyi ki, şans eseri büyük bir doğal felaket olmadı ya da içinde batarak yaşamaya alıştığımız bunalım yön değiştirip başımıza yeni belalar açmadı. Hükümet, yolunda şelale olmayan büyük bir ırmak akıntısınca yüzen bir yolcu gemisi gibi, hızlanmadan ve yavaşlamadan, kıyıya çarpmadan ve batmadan şans eseri ilerlemeye devam edebildikçe ne güzel! Ah şu protestolar, ah şu grevler, ah şu istekleri bitmeyen itaatsizler hareketi olmasa ne harika olurdu, değil mi! Geminin motorunu yakmaya bile gerek yok, yüz babam yüz... Şu sosyalistlerin işgüzar milletvekili Maya Manolova var ya, HÖH’çü kör cahillere okutmadan BSP Seçim Yasası Değişiklik Önerisini gizliden meclis kalem odasına sunuvermiş. Ya kardeşim, okuduğumuzu anlayıp an-


112

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

layamamamız bir yana bize “okutmadan” onayımızı almadan Seçim Yasası Taslağını kalem odasına sunman bile, bu cumartesi gün “Borovets Kış Kampında” ziyafet çekerken imzaladığımız son ortaklık sözleşmemizin hem özüne hem de ruhuna tamamen aykırıdır. İmzalamışsak uyacaksın, tekrar ediyoruz, okuduğumuzu anlayıp anlamadığımız önemli değil, biz okumadan, onaylamadan, üstüne bir soğuk su içmeden, bundan böyle yer yerden oynasa tasarımmış, önerimmiş, tutanakmış sunamazsın, bitti o günler, biz size esirsek, siz de başıboş değilsiniz. Gazeteler, HÖH’lü kör cahiller daha okumadan, “seçim yasası önerisinde iki ortağın anlaşamayacağı birçok madde var,” haberini yaydı. Bulgaristan Türklerine ve Pomaklara Ahmet Doğan’ı ve yalnız ve bir tek Ahmet Doğan’ı ve onun önerdiği ızbandutları seçme hakkından başka hiçbir hak ve hiçbir özgürlük tanınmamışken, AB’ne girerken, istediğiniz bir şey var mı diye sorduklarında, Ahmet Doğan cebinden altın kalemini çıkarıp, hiçbirimize hiçbir şey sormadan “YOK” diye imzalamadı mı? Biliyorum, az canlısınız ve biz artık uyandık, o zamanları unut, dediniz. Öyleyse, bundan sonra, her birimizin her zaman istediği yerde hem yerel, hem meclis ve hem de AB meclisi seçimlerinde oy kullanma hakkını savunabilecek miyiz? Yoksa Türklerden ve Pomaklardan özür dileyen BSP lideri Sergey Stanışev’in aklından başka bir şeyler mi var? “Ben özür diledim alıp verecek meselleri kapandı!” demesin. Aslında istenecek bir şey kalmadı. Koalisyon sözleşmesi imzalamadan BSP hükümetine ortak olduk. BSP olmasa bize böyle bir şans kim tanır! Yeni günde kimin beklentisi nedir belli değil! Sefil halkımızın beklentilerini ise, ne soran ne de öğrenmek isteyen var. Göz önünde yıkılan çiftlikler insan eli deymeden çökmeye devam ediyor. Hiçbir özel gayret gerekmiyor. İşi tıkırında olanların arabası yoluna devam ediyor. Dobruca tipi, birbirine benzeyen evler ve avlular boş. Sayıları 10 - 15 olan yeni zenginler, yaz sıcağında ayaklarını “Albena” sayfiyesinde Kara Denize sokmuş serinliyor, kış aylarında ise, kar yüklü dağ saraylarında ocak başı sohbetlerinde buluşuyor. Ve burada, kuzey rüzgârlarına dayanıklı hayat yeni ders almadan devam ederken, daha ilk yağışlar iri tezekleri dağıtmış, güzlükler birkaç yaprak büyümüş, güneş gören her şey samimiyetini gizlemeden gülümsüyordu. Doğa, insan eli sürülmeden bir İsviçre Saati gibi çalışsa da, aynı şekilde çalışan bir çiftlik bulamadık. Biz ayrılırken tek katlı köy evleri yol lambalarının soluk ışımasını yeniden beklemeye başlıyordu.


Makale ve Analizler - 2013

113

Kara Liste

İbrahim Soytürk-09.Aralık.2013

Bir Üniversite hocası olduğumdan dolayı, Bulgaristan’da aylardan beri devam eden ve 2013/14 sömestır yılının normal başlamasını engelleyen öğrenci protestolarını analiz etmek istiyorum. Birçok soydaş ailesinden Sofya, Varna, Plovdiv, Pernik ve Blagoevgrad ve başka üniversitelerde okuyan çocukları oldu için yazımın ilgi göreceğine düşünüyorum. “Rüzgar Gibi Geçti” üniversiteli yıllarımda severek okuduğum romanlardan biriydi. Margaret Miçıl’dan ve bazı klasiklerden etkilenmiş olduğum dikkatinizi çekmiştir. “Tanrım, değiştiremeyeceğim ne varsa, ona katlanabilmem için bana güç ver. Değiştirebileceklerimi değiştirebilmem için bana kararlılık ver. Değiştirebileceğimi ve değiştiremeyeceğimi birbirinden ayırabilmem için bana bilgelik ver.”, “Hayat, hayallerimizi gerçekleştireceğine bize söz vermedi. Biz hayatın bize sunduğunu minnettarlıkla kabul etmeliyiz, çünkü daha kötü de olabilirdi.” Büyük yazar Miçıl Amerikan İç Savaş (1861 - 1865) gerçekliğinden çıkardığı ve tüm insanlığa ibret veren bu tümcelerle günümüzde de dünyanın her yerinde meşale olmaya devam ediyor. O savaşla, Güney ile Kuzey Amerika, zenci kölelerle köle sahipleri aralarındaki kara kan akıtıp, ırkçılık gömmüştü. İnsan haklarını, eşitliği, özgürlük çağrışımını dünya sahnesine taşıyan çağ böyle başlamıştı. Bugün bizde aynı kavga alabildiğine devam ediyor. Kızışıyor, soğuyor, yine kızışıyor. Bu savaşım birçok kez hedef yönünü kaybediyor. Şimdiki gibi. Bir defa devlet kapitalizminden yani sosyalizmden Pazar ekonomisine geri dönme atılımı beklenenden çok daha büyük bir durgunluk doğurdu. Değiştiremeyeceğimiz şeyleri değiştirmeye kalktık, neyin değiştirilmesi gerektiğini bilemedik. Zaten, bize ne de yapsak, sonucun iyi olacağını söyleyen olmamıştı. İşleri yalnız ekonomik alanda değil manevi alanda da karıştırdık. Ahlak gibi, doğruluk gibi, dürüstlük gibi içimizde ve toplumda olmayan şeyleri savunmaya başladık. Hele üniversiteliler sokaklara dökülmeye hazırmış, ellerine biraz da para sıkıştırılınca, dersleri iyice unuttular. Bugün 8 Ara-


114

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lık 2013, Bulgar Üniversite gençliği günü. Sofya Üniversitesi işgal altında. “Aula” da arasız gitar konseri var. Sokaklarda kimsecikler yok, sarı kaldırımlı meydan bomboş, ne bağırıp çağıran, ne haykıran, ne soyunan, ne de polislere domates atan vaya dalaşan, sürüklenen, tutuklanan var. Öğrencilere bayram parası dağıtılmış, oteller, lokantalar tıka basa dolu, hepsi her zamankinden daha fazla içiyor, sanki devrim yapmışlar, sanki dünya yenilenmiş, sanki artık yapılacak hiçbir iş kalmamış gibi, bir şey işte. Dalavere curcunası alabildiğine dönüyor. Üniversitelilere diploma tezleri yazan ofisler açıldı. 24 saatte yazılan çizilen diploma tezi 1000 leva, 1 ay bekleyenden 300 leva alınıyor. Her 8 çocuktan biri okula başlamıyor, her 5 öğrenciden biri ilkokulu bitirmeden okuldan ayrılıyor. Üniversiteliler boykot yapıyor. Kamuoyu, Miçel’i hatırlayarak: “Tanrım, değiştirebileceğimizi görebilmemize yardım et!” duası ediyor. Hocalar derste ne anlatıyor diye iyice düşünmeye başladım. Gençler nasıl oldu da bu denli kışkırtılabildi. Sokaktakilerin solcu ya da sağcı olduğuna inanmıyorum. Politikanın en yakın açık kapısı Milliyetçilik ve Irkçılıktır. Üniversite gençliğinin ruhu hasta düşmüş. Kiev’de dün gece “Lenin Anıtı” yıkılmış. TV haberlerine göre, bu işi yeni-faşist, aşırı milliyetçi, ırkçı gruplar yapmış. Oysa Ukrayna devlet sınırlarını 3 defa büyüten Vladımır İliç Lenin’di. İsyan edenler yarınsız olduklarından hınçlarını tarihten almaya çalışıyor. Sofya’da Çingeneler “Vasil Levski Anıtı”ndan parçalar kesip hurdacıya satmışlar. Parlamento gençliğinin boy gösterdiği sarı kaldırımlı meydanda “Kurtarıcı Çar” anıtı var. Ne işse, Üniversite önündeki “Kurtarıcı Sovyet Ordusu Anıtı” kâh kahverengi kâh kırmızı boyanıp yıkanıyor, ama Rus Anıtlarından henüz yıkılan yok. Bugünkü üniversiteliler okusalar da, okumasalar da, bir baltaya sap olmayacaklarını kendileri çok iyi biliyorlar. Artık raf ömrü 7 yılla düşen teknik bilgiler dışında, tüm öteki öğretilenlerin ömrü 3 - 4 yıla saplanmış. Şimdiki protestocular diploma alana kadar öğrendiklerinin sertifikasına “geçersizdir” damgası vurulacak. Hitler Almancasından verilen yüksek tahsil diplomalarının son sayfasında “Almanya dışında geçerlidir!” notu olduğu gibi. Öğrenimde ırkçılık olur mu diyebilirsiniz! Anlattıkların dünden ve bugünden örneklerdir. Bu ay Nelson Mandela öldü. “Asimilasyon insanlık suçudur!” diyen kara Afrika’nın dev kahramanı. Mandela, “Düşman yok edilmemelidir! O kazanılmalı ve davamız uğrunda birlikte mücadele etmeliyiz!” diyen büyük bir düşünürdü. Savaşanlar düşman seçmek zorundadır. Çünkü düşmansız mücadele olmaz.


Makale ve Analizler - 2013

115

Hedef belirlemek zorundadır, çünkü hedefsiz de mücadele olmaz. Parlamentoya domates atarak zafer kazanılmaz.Çok eskiden bir buğday tarlası, sonra Osmanlı mezarlığı, daha sonra Sofya Parlamento olan, o meydan bundan böyle domates bahçesi olursa, şaşmayın. Sofya üniversitesi öğrencilerinin düşmanı kim, pek belli değil. Onlar düşmanı kendi soyut ölçütlerine göre belirliyorlar. Bu, aynı sınıftan bir öğrenci, Afrikalı bir zenci, Bulgaristan’a parasıyla İngilizce öğrenmeye gelen bir Türk genç, bir solcu asisten, bir tutucu akademisyen yani “onlardan olmayan”, “onları kabullenmeyen” herkes olabilir. Sofya Üniversitesi’nde Kara Liste hazırlandı. Faklı düşündüklerinden ötürü yok edilmek istenen öğrenci, doçent ve profesörler var Kara Listede! Kara Liste gece hazırlanmış. Bilirsiniz, gece peydahlanan gece doğar. Karar ortamı bir ders odası. Yerde tekerlenen boş bira ve ya rakı şişeleri. Her yeri pislik, çöplük, okunması gereken kitaplar yerde. Yarın el bombası yerine kullanılacak kasa kasa iri domatesler, sopalar, bıçaklar belde... Gözler dönmüş, kafalar dumanlı, üniversitelerde akıl tutulması var. Trajedi! İlk kurban bir profesör oldu. Profesör Dragomir Draganov. Söylemek istediğim son cümle şudur: Tanrım, bizi kafaları karışık olanların dünyada yeni düzen yaratma hevesinden koru! “UİKENT” gazetesinin 87 / 2013 sayısını açıyorum. Ressam, sosyal demokrat görüşlü, tarih profesörünü darağacına çekilmiş, etrafında fesli poturlu Türkler, belki Bolşevikler, belki Hunveybinler, belki Talibanlar, belki haydutlar, belki ızbandutlar, ne önemi var ki? Bulgaristan’da darağacında sallandırmak adettendir. Taraflar düşmanın darağacında sallandığını görmeden rahat nefes alamaz. M. Miçey “Aramadığımız belayı her zaman bulabiliriz!” demişti.


116

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Hem Ona, Hem Buna - 2

Seyhan Özgür-08.Aralık.2013

Yazımın birinci bölümünde size Bulgar politikasında şimdiye kadar yüzde yüz geçerli olan “hep bana, hep bana” mantığının yerine “Hem ona, hem buna” uygulamasının nasıl belirdiğini ve gelişmeye başladığını anlattım. Konumuzu seçim sistemi açısından derinleştirmeye devam ediyoruz: Bulgaristan Cumhuriyeti’nde 24 yıldan beri uygulanan seçim sisteminde “Hep bana, hep bana” yani “Hepsi bana” mantığı egemendi. Bu mantık komünist seçim sisteminin devamıdır. 1945 ile 1990 yılları arasında oyların % 99,99 ‘nu BKP’ye vermeye alışmıştık. O zaman ne oranlı (proparsiyonal) ne de çoğulcu (majoriter) seçim sistemi vardı. Seçmen, BKP tarafından gösterilen milletvekili adayı seçerdi. Seçilenler ara sıra Sofya’ya gider, Meclis Genel Kurul toplantılarına katılır, gerektiğinde münasebet alır, oy kullanır ve işler böyle giderdi. Bulgaristan “Hepsi bana, hepsi bana” anlayışını Komünist Partisi getirdi. Bütün hırsızlık, soygun ve talan hep halk adına, halkın gönenci adına yapıldı, soyulan halk oldu, çeken de hep halktı. Aynı parti hem yöneten, hem yürüten, hem de adalet dağıtandı ki, bir öznenin hem iktidar, hem muhalefet olması mümkün olmadığından, işler sarpa sardı. Demokrasi yani politik çoğulculuk isteyenler üstün geldi. 1990’dan sonra birçok parti kuruldu, bunlardan biri olan Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH / DPS) aslında hep bana, hep bana sistemini yaşatmak için kurulmuştu. Todor Jivkov’a yakınlıyla bilinen DC ajanı Ahmet Doğan’ın en önemli vazifesi Türk, Pomak, Müslüman sürüsünü dağıtmadan gütmek ve seçimlerde oyların hepsini alarak, gerektiğinde BKP varislerine destek olmaktı. Demokratik sistemde barajı aşan politik partilerin hepsi Halk Meclisi’ne girebilir. 10 milletvekili partili ya da bağımsız meclis grubu kurabilir. Komisyonlara katılır. Oyların % 51’i ile Bakanlar Kurulu’nu meclis seçer. Mecliste güvenoyu alamayan hükümet düşer v.s. politik tiyatronun yeni sahnesi bu mizansene göre oynanacaktı. Bu hafta Sofya parlamentosunda Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) ile hak ve özgürlükçüler partisi (HÖH / DPS) milletvekilleri bir yuvarlak masa


Makale ve Analizler - 2013

117

etrafına toplandı ve Seçim Yasası’nda değişiklik önerisini müzakere etti. Yani sahne dekorunda bazı değişiklikler öngörecekler. Olabilir ya, hepsi bana mantığı biraz yontularak hem ona, hem buna şekli alabilir. Onlar içeride çalışadursun hayatları için şu anda direk tehlike yok, çünkü dün göstericiler parlamentoyu domates yağmuruna tutmuşlar. Domatesten ölense hala yok. Biz, bu toplantıda neler görüşüldüğünü tahmin ediyoruz. Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi politik sonuca bağlanması gereken ana sorunların bazılarıyla ilgili somut görüş açıklıyor. Bir: İki sistemli seçimden yanayız: Oranlı (proparsiyonal) ve çoğulcu (majoriter). Seçmen, aynı anda, hem parti listesine, hem de tanıdığı, bildiği ve güvendiği bir milletvekili adayına oy verebilir. Aynı ayda iki oy kullanılması yasaldır. Parti listesine alınan adayların ancak % 5’i parti merkezlerinde belirlenmelidir. % 95’i de seçmen kulüpleri, dernekler, mahalle, semt ve köy cemaati tarafından gösterilmelidir. Ayrıca adayların karakter sahibi, yaşam tarzımızı, gelenek göreneklerimizi bilen, dış görünümü gönül alan, ana dilinle birlikte Bulgarcayı hem yazılı hem de sözlü iyi öğrenmiş, sabıkasız, halkın sevgisini kazanmış, öğrenimli ve dürüst kişiler olmalıdır. Izbandut tipi uyurgezerler meclise alınmamalıdır. Çünkü halk ızbandut Delyan Peevski tipini gördü ve 6 aydan beri eve toplanmıyor. Çoğulcu yani en fazla oy alanın kazandığı (majoriter) seçim yarışına ise, seçmen topluluğunun göstereceği okul müdürü, deneyimli öğretmen, mühendis, sanatçı, gazeteci, avukat ve başkaları aday olabilir. Bu milletvekili adayların partili ya da partisiz olması pek önemli değildir. Önemli olan onları halkın tanıması, sevmesi, kendilerine güvenmesidir. Majoriter sistemle HEM ONA HEM BUNA felaketi aşılabilir. İki: Değişikliklerin başında milletvekilinin seçmen tarafından görevden alınması hakkı gelmelidir. Bu hususun çok iyi anlaşılması gerekir. Yani seçilen bir milletvekili işine bakmıyorsa, haklarını kötüye kullanıyorsa, seçmenle tüm ilişkilerini kesmişse, hiçbir şeyle ilgilenmiyorsa, seçmen, kendisine ve millet meclisine 3 yazılı ihtar gönderdikten sonra, 500 imza toplayıp vekilini milletvekilliğinden geri alabilmelidir. Bu onun kutsal bir hakkı olarak yasallaşmalıdır. Bu direk yasal hakkın seçmene tanınması, Bulgaristan’da politik sisteminde değişiklikler motoru olabilir. Şimdiki geçerli sistemde, sizlerinde çok iyi bildi-


118

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ğiniz gibi, parti şefleri yani Ahmet Doğanlar’ın, Lütfü Mestanlar’ın gösterdiği (bizi yanlış anlamayınız bizim Doğanla Mestanla alıp veremediğimiz birşey yok, aynı şeyleri Volen Siderov, Boyko Borisov ve Sergey Stanışev için de söylemek mümkündür) ve sizin sandık başına gidip seçtiğiniz milletvekilleri politik dürüstlük açısından hep çürük çıktı. Örnekliyorum: HÖH/DPS Silistra milletvekili Günay Sefer, HÖH/DPS Dulovo Belediye Başkanı ve milletvekili Mithat Tabakov, HÖH / DPS Başkan Yardımcısı ve 42. Halk Meclisi Başkan Yardımcısı, milletvekili Hristo Biserov ve daha başkaları bu çürükler listesindendir. Bir Türk milletvekilinin yolsuzluktan mahkemelik olması hepimize yüz karasıdır. Şu anda meclis koltuklarında otururken, savcılık kapımı çalacak korkusundan içi titreyen vekillerimiz var. Onları savcı polis gönderip toplatana kadar, seçmenin “hadi yeter lütfen kenara çekil!” deme hakkı yasallaştırılmalıdır. Bu iş başka partilerde bu denli cıvıtmazken, bizden neden bu kadar kokuştu? Sebebi, Ahmet Doğanlar’ın, Lütfü Mestanlar’ın sabıkalı kişileri milletvekili adayı gösterip, dokunulmazlık yasasından yararlandırarak hapisten kurtarmasından kaynaklanıyor. Ama nereye kadar? Kamu davalarında zaman aşımı olmadığını siz de bilirsiniz. Bir çekirge bir sıçrar iki sıçrar... Liderlerin “Biz ne dersek o olur!” havaları var ya, O, dürüstlüğün bittiği noktadır. Biz,1877/1878 Rus Osmanlı Savaşı’nda Bulgar düvelinde kaldığımızda partimiz falan yoktu. Bir asır partisiz süründükten sonra ilk kez 1990’da politik parti kurabildik. Ne yazık ki, ters ters icatlar, halkı küçümseme ve zorlama, hainlik politikaları kısa sürede işin tadını kaçırdı. İşleri yeniden durultabilmemiz için, oyumuzla seçilen bir milletvekilimizi istediğimizde görevden alma hakkımızı istiyoruz. Bulgar Savcıdan, mahkemeden daha hızlı karar alıp hareket etme hakkımızı elde etmede ısrarlıyız. Seçmenin de hakları olmalıdır. Seçmen, karar verdiği an vekilini görevinden alabilmelidir. Bu gerçek demokrasinin önemli kurallarından biridir. Bizde uygulama zamanı gelmiştir. Şimdi bir de Bulgar devletinde ilk seçimlerin nasıl ve hangi sisteme göre yapıldığına bakalım: Bulgaristan’ın ilk seçim yasası 1882’de kabul edildi. Bu dolaylı bir seçim sistemiydi. Seçmen milletvekilini değil, milletvekili seçecek olan oy hakkı olan yetkilileri seçiyordu. Oy sahibi olanların seçime katılma zorunluluğu vardı ve seçimleri boykot etmeleri durumunda ciddi para cezalarına çarptırılıyorlardı. O zamanlar bizde iki aşamalı seçim vardı diyebiliriz.


Makale ve Analizler - 2013

119

1882 Seçim Yasası 1919’da değişiklikler gördü. Milletvekili, il, ilçe ve muhtarlık görevlileri için seçime katılma zorunlu hale getirildi. Seçime katılmayan cezalandırıldı. Fakat bu, oy kullanmayana ceza kesme uygulaması, seçimlere katılma özgürlüğünü kısıtladığından bir süre sonra kaldırıldı. Günümüzde 33 devlete seçime katılma zorunlu, 160 ülkede de seçmen iradesine bırakılmıştır. Farklı uygulamalar değişik ülkelerde farklı sonuçlar doğuruyor. Bulgaristan’da 12 Mayıs 2013 parlamento seçimlerine katılma oranı % 53 olup, seçmenin % 47’si sandığa gitmemiştir. Katılmayanların oranı en fazla oy alan partinin aldığı oylardan 2 defa daha fazladır. Halkın gerçek iradesinin hangi noktada oluştuğunu söyleyebilmek gerçekten çok zor bir iştir. Kuşkusuz, seçime zorunlu katılma yani mutlaka oy verme sistemi yasama ve onların seçtiği yürütme organlarına daha büyük ligi timlik (meşruluk) yasalık ve saygınlık kazandıracaktır. Seçimlere zorunlu katılma süreci serüvenini sosyalizm ve totalitarizm döneminde yaşayan Bulgar seçmenler olaya olumlu bakmıyor. Mecburi seçimlere “ölü canlar” yani alınacak sonuçlardan asla ilgilenmeyenler de katıldığından, aslında bu, içi boş bir seçim olur. Seçime zorunlu katılma sisteminde “oylar alıp satılamaz” diyenler var. Bunu doğru kabul edemeyiz, çünkü mecburi sistem oy ticaretini yoğunlaştırır. Bulgaristan’da seçime katılma hakkı Anayasal bir haktır ve herkes kullanmada özgürdür, değişiklik görmese de olur. Seçim Yasasındaki değişikliklerin BSP ile HÖH / DPS partileri arasında hem sana, hem bana şeklinde yapılacağına inanıyoruz. Çoğulcu sistemin uygulanmazsa demokrasi yara alır. Çoğulcu sistem uygulanmaz ve seçmene vekilini görevinden alma hakkı tanınmazsa Bulgaristan demokratikleşemez, parti egemenliği devam eder, partilerin iplerini de oligarşi çektiğine göre, para babaları hükmetmeye devam eder ve halkımız köle gibi çeker. Bulgaristan tarihinde gerçek demokrasi hiç olmamıştır. Demokrasiyi tatmamış olan halkımız bu nedenle sandığa küskündür. Sandıktan büyük beklentisi yoktur. Geçen yüzyıl yarım asır faşizme bel bağlayan Çarlık idaresi hüküm sürerken, faşizmden totalitarizm doğacağını düşünemeyenler gafil avlandı. Devir değiştikçe birisi gidip öteki geliyor. Dünya hala yasaksız demokrasi de görmemiştir.


120

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Anlatmaya çalıştığımız ve seçim yasasında boşlukları dolduracak değişikliklerden hangisi dikkate alınır, pek bilinmiyor, çünkü bunların gerçekleştirilmesi Doğanların Mestanların pek işine gelmez. Yeni ortamda istedikleri gibi at oynatamazlar. Biz bugün Bulgaristan’da rüşvet ve dolandırıcılık curcunası, oligarşi dengeleri, yoksulluk ve sefalet ile güvensizlik tarafından bloke edilmiş yani abluka altına alınmış bir devletten söz ediyoruz. Şubat 2013’ ten son bu devletin hem ona, hem buna kurallarınca çalıştığını görüyoruz. Şubat ayında kışkırtılan göstericilere Soros para verirken, 8 ay sonra polislere de 4 milyon leva harcandığı anlaşıldı. Kasım ve Aralıkta Üniversiteli gençliğin para ile protesto ettiği açıklandığında, milletvekillerinin maaşlarına ilaveten aldıkları 3/2 ödenekten hesap sorulmadığı öğrenildi. Tabii buna al gülüm, ver gülüm de denebilir ama daha doğrusu hem ona, hem buna mekanizmasının iyi çalıştığını görüyoruz. Bugün de sarı kaldırım üzerinde devam eden gösterilerden, bocalamadan, didişip itişmeden, söz düellolarından, ekran kavgalarından toplumsal durulma ve sivil toplum doğmasını arzu ediyoruz. Aynı zamanda büyük bir üzüntüyle izlediğimiz süreçler arasında, politik elitten söz sahibi olanların niteliklerini yitirdiği de ortadadır. Orta tabakanın bir türlü oluşamadığı; öğretim ve eğitim sisteminin bozulduğu; hiçbir şeyin istenilen yönde değişmediği genç neslin ülkeden kaçtığı ve halkın tüm bu olup biteni bir futbol karşılaşmasına gösterdiği heyecanı bile göstermeden alakasız seyrettiği, dikkati çekiyor. Hem ona, hem buna konumuza gelecek hafta devam edeceğiz. Bu yeniliğin geleneksel ızbandutlardan entel-ızbandut zümresi doğurmasını, yenilerin % 300 kazançlı ne işler çevirdiğini, devleti soyarak nasıl zenginleşmelerini, HÖH partisinin bu işlerdeki rolünü ve 2014 seçim hazırlıklarında “oyları şimdiden kapatma” taktiklerini açıklayacağız.


Makale ve Analizler - 2013

121

Hem Ona, Hem Buna - 3

Seyhan Özgür-09.Aralık.2013

“Noba” TV izliyorum. Bulgaristan’ın “Kosovo” (Karatavuk) köyünden bir röportaj veriyor. Görüntüde, yeşil güz çimeni üzerine kirli beyazdan sarıya çalan yonulmuş duvar taşları yıkılmayacak bir şekilde üst üste düzgün yığılmış. Birkaç güçlü kuvvetli iri genç istifleri ölçüyor. İki ayrı yığına yanaşmış iki kamyon yükleniyor. Gazeteci siyahlar giymiş belki de seksene merdiven dayamış elinde bastonlu bir Karatavuklu nineye yaklaşarak “Bu taşlar nereden?” diye soruyor. Yaşlı kadın iki büklüm hem yürüyor, hem de cevap vermeye çalışıyor. “Köyümüzün taşları. Evleri yıkıp taşları alıyorlar. Borçlanmışız. Bittik! Bittik!” diyor. Gazeteci, lehçemizde “çap taşı” dediğimiz taşlar büyüklüğünde ama çap taşı gibi kenarları yontulmamış sadece düz kesilmiş istifin önüne durmuş anlatıyor: “Bu köydeki yaşlılara kısa vadeli kredi verilmiş ve geri ödeyemedikleri için evlerini yıkıp taşlarını alıp gidiyorlar vs.vs.” Toprak ağılığı zamanında köy satıldığını okumuştum. Bulgar yazarlardan Elin Peli “Andreşko” öyküsünde borcu olan bir köylünün icra memurunu bataklıkta nasıl boğduğunu anlatmıştı. Fakat Bulgaristan’da yargının, icranın, polisin ve muhtarlık müessesinin tamamen rafa kaldırıldığını ve eskiden hitabımızda kendilerine “murta” derken, son zamanlarda çok orijinal icatlarla sahneye çıktıklarından dolayı “entel-ızbandut” adını verdiğimiz bu gençlerin yaptığını daha önce işitmedim, okumadım ve belki de dünyanın başka yerinde görülmemiş bir örnektir. “Mutralar” Bulgar sahnesine Filip Dimitrov hükümeti zamanında yani 1990’lı yılların başında çıktı. HÖH’ün önerdiği Lüben Berov hükümeti zamanında, Ahmet Doğan’ın elinden yiye yiye kök saldılar. Hükümetin politik partilere oy başı yardım vermediği dönemde, “mutralar” şirketleriyle hak ve özgürlükçüler liderinin çevresinde kenetlendi. Zamanların değişmesiyle, Ahmet’in de derin ruhsal çöküş yaşadığı şu dönemde, gözlerini başka gelir kaynaklarına çevirmelerinde yadırganacak bir şey olmasa gerek. “Entel-ızbandutlar” gazete okuyan, eline kitap alan, “Mercedes”le gezen, dokunmalı telefon kullanan, hatta kibar konuşan gençlerdir. Son haftalarda onların Sofya merkez basınını dikkatle izlediği göze çarptı. Basın sayfalarında aradıklarının ne olduğu kısa sürede anlaşıldı. Bilmeyen adam başkan olamaz! Onlar, gazete haber ve yorumlarından, dalavereci ini olan HÖH / DPS / Saray partisinden Hristo Biserov’un yerine ön sıraya kimin çıkarıldığını öğrenmeye çalışıyordu.


122

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bildikleri vrdı: HÖH lideri Lütfü Mestan yumuşak huylu biri gibi görünse de, sert karakterli biri olup artık “dediğim dedik” politikası uygulamaya hazırlanıyordu. Hrirto Biserov olayında da öyle oldu. Lütfü Mestan ile Hristo Biserov, birisi Kırcali’den öteki de Haskovo’dan, Demokratik Güçler Birliği (CDC) 13. Kurultayı delegesiydi. Büyük sayıda delege ve CDC taban örgütlerinden birçoğu Hristo Biserov hakkında Kurultay Başkanlığına yazılı ihbarlarda bulundu. Kirli işlere karışmış ve karanlık bir geçmişi olduğundan dolayı görevlerinden serbest bırakılmasını istediler. Bu ihbarlar vaktiyle “Monitor” gazetesinde basıldı. Lütfü Mestan HÖH / DPS Genel Başkan Yardımcılığına Hristo Biserov’u önerirken bu gerçekleri bütün ayrıntılarıyla biliyordu. “Bilmiyordum” dedi ama inanan kim? Hayatta bazı izler silinmez, soğan zarı gibi kokar gider... Yani, beyazlanmış saçlarını haftada bir zeki ve akıllı görünmek için kar beyazı boyatan ve kirli ve karışık özgeçmişini hatırlamamak için alaca kravat takmayan Hristo Biserov, büyük miktarda para aklama dolabının açıklanmasından sonra, bir “politikacı” olarak yer aldığı gazetelerin iç sayfalarından hemen renkli fotoğraflarıyla birinci sayfaya hatta başlığa taşındığında, iç sayfalar boş kaldı ve bu boşluğu HÖH’ten kimin dolduracağı “entelızbandutları” ilgilendirdi. Onlar bulmacayı çözünce rahatladı ve hayal kurmaya koyuldu. Yordan Tsonev. Tam istedikleri adamdı. İkinci ve üçüncü sayfadan lanse edilmeye başlanmıştı. Yordan Tsonev kimdi ve “entel-ızbandutlar” neden bu kadar sevindi? Yordan Tsonev kimdir? Bulgar merkez basını için harcanan paranın % 90’nı Moskova’dan gelir. Bu bir resmi açıklamadır. Yani bazı kişilerin defterinin dürülmesi ya da yıldızının parlaması tamamen Rusya’nın elindedir. Rusya, artık evlilik bağlarını tamamen kopardığı Bulgaristan’ı Avrupa Birliği (AB) içinde bir fahişe olarak kullanırken, bu davaya hizmet edeni yükseltiyor, “Putin diktatördür” diyeni ise, çöpe itiveriyor. Yordan Tsonev, Rusya’nın bizde uygulattığı “Hem ona, hem buna” politikasını onayladı. Türk partisinden milletvekili olmak için, Varna’nın “Aksakovo” semtine bir cami kurduran, gerektiğinde parti değiştiren, daha da zorunlu olursa


Makale ve Analizler - 2013

123

Ahmet Doğan’ın ayağını yıkayıp suyunu içmeye hazır olduğunu açıkça belli eden Tsonev’in yola gelir biri olduğu anlaşıldı. O, kumarhanelerde yetişip biçimlenmiş bir “şahsiyet” olarak, hedefine ulaşan veya başka bir değişle hatır için, çiği tavuk yiyen, bir tipti. O kazananların yargılanmadığını ve paranın da kokmadığını iyi biliyordu. Hele son dönemde, 280 milyon leva gibi bir kumar gelirlerini Devlet Gelir Ajansı elinden yasayla alması; hele Meclis Bütçe Komisyon Başkanı sıfatıyla maharet gerektiren sihirbazlıkları, herkesin dikkatini çekerken, “entel-ızbandutların” gözünden kaçmadı. “Entel - Izbandutların” beklentileri: Böyle olaylarda her zaman işin içinde iş olduğu gibi, bu dalaverenin de perde arkası var. Onlar, çöplükten adam toplama ustası olan Ahmet Doğan’ın Başbakan İvan Kostov’un sıfırladığı, suyunu sıkıp çöpe attığı Yordan Tsonev’e ne için el uzattığını düşünmeye koyuldular. Önce bir cevap bulamadılar. Cami kurma falan işleri seçmen gözünü boyamak için yapılmıştı. Tsonev, eğer kullanılmamış bir koz ise, onu kullanma zamanı gelmemiş miydi? Oyunu Ahmet kuracaktı. Çünkü Ahmet onları Saray’dan uzaklaştırmakla, aslında aralarında ödenmemiş bir hesap kaldı. O onları yaratmış ve bu işten hayır görmüştü. Bir Yahudi bile kendinden olana üç kez yardım ediyordu. Ahmet’in onlara bir borcu daha vardı. Şimdi ödeme zamanı gelmişti ve bunu kendine hem ona, hem buna felsefesinin yüksek mimarı havası veren Yordan Tsonev’e yaptırabilirdi. Sonra Yordan Tsonev Bulgar politik sahnesine tek başına çıkmadı. Onlar sahip olmadıkları bir şeyi yani akıl kullanmadan “mutradan” daha yüksek bir düzel olan “entel-ızbandut” seviyesine yükselirken, Tsonev de kumarhane ebeliğinden papazlığa, sonra CDC dalavereciliğine, bir sonra HÖH milletvekilciğine, ardından da Halk Meclisi Bütçe Komisyon Başkanlığına yükseldi ki, bu atılımlı inkişafın faturası henüz ödenmedi. Zaten hem ona, hem buna uygulamasından beklediklerini de henüz alamadılar. Bu noktada “entel-ızbandutların” mola yaptı. Devleti soymak için yeni formül bulundu: “Kosovo” (Karatavuk) köyündeki evlerden sökülen taşlar onlarındı. Son zamanda kazançlı yeni bir iş tutuk diye sevinirken, baltayı taşa vurduklarını sonradan anladılar. Turistleri döviz bozarak aldattıkları “Madura” döneminden sonra, el altından yüksek faizli borç verip zor zar toplarken birçok kişinin bacağını, kimisinin kolunu, bazılarının da başını kırıp içeri düşünler artınca, bu “kirli işi” kanuna uydurmaya karar verdiler.


124

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Gizli paraları çıkarıp 200 biner leva sermayeli yüzlerce para işleri şirketi kurdular. Bangladeşli birinin köylüleri borçlandırarak çok zengin olduğunu kitapta okumuşlardı. Sofya’dan çıkıp nakit ihtiyacının yüksek olduğu köy ve kasabalara dağıldılar. İnsan seçmeden hem ona, hem buna kredi vermeye (para dağıtmaya) başladılar. Sefalet sınırının altında yaşayan insanlar zorda, kış geldi odun yok, dam akmış çatacak, cam kırılmış takacak, musluk patlamış yenisini alacak, düğün geze yapacak, diş çektirecek para lazım, kör olası para yok da yok. İşgüzarlar, her köşe başına “Kredi Evi” açtılar. İçlerine kuruldular. Uğrayana çay kahve ikram ediliyor. At imzayı al parayı. Kural bu. Sıkışan parmak basıp para cepliyor. Ardından faiz üstüne faiz, katmerli cezalar. Gecikme faizi % 300. Ödeyemeyenler ürperdi. Entel-ızbandutların geliştirdiği % 300 kazançlı bu işte geri dönüş olmayınca, musluk tıkandı. Dağıtılan para şirketlerin sermayesinden yüzlerce defa fazla, beklenti ona keza. Bunalım. Gelir yok. Ödemek isteyen de ödeyemiyor. Akıllarına son gelen borçluların evlerini yıkmak ve taşlarını satmak oldu. Kuzulamamış koyunun kuzusu bağlandı. Yumurtlayan tavuklar sayıldı. Topraklar, avlular, bahçeler tapusuz. Hem tapusuz hem de sigortasız. İş tehditle de yürümeyince, gözdağı vermek için evlerin taşlarını söküp kaldırıyorlar, o da para etmiyor. Köylerde kalan son haneler kaçıyor. Kaçarken yıkılıp telef olanlar var. Resmi istatistikte, “bilinmeyen nedenlerle” her gün 5 kişi ölüyor, 2 kişi de yabancı ülkeye kaşıyor. Başa çıkılacak gibi değil. Sanki arı kovanına çomak sokulmuş. TV Bulgaristan ve Romanya’da 29 milyon insan İngiltere’ye gitmek istiyor haberini veriyor. Herkes o kadar var mıyız, diye düşünüyor! Şu da var. HÖH, BSP ve GERB köylüye verdiği parayı geri istemediğinden, köylü almaya alışmış, aldığı parayı borçtan bilmiyor, geri çevirmekse adetten değil. Borç ödeme kültürü yok. Ödeşme hep seçim sandığında olmuş. Borçlu borcunu oyuyla ödüyor. Seçim günü hesap kapanıyor. Alan memnun veren memnun, işler tıkırında devam ederken, yine partililer gibi, siyah arabalı, giyimli kuşamlı köyleri gezen “entel-ızbandutlar” işi karıştırdı.


Makale ve Analizler - 2013

125

Köylü, seçim zamanı olmadığından anlatılanı pek anlayamadı, duysa da işine gelmeyince vurdumduymaz oldu, öteden beri bildiğinden başka hiçbir şey yapmayan ihtiyar köylüleri şaşırtmak zor. Planlamaya, istatistiğe ve tasarımlamaya gelmeyen bu işten tamamen usanan “entel-ızbandutlar” okuması olmayan köylülere imzalattıkları evraklarla dava da açamıyor, çünkü okuma yazması olmayanların imzası geçersiz, mahkeme kararı olmadan haciz de konamadığından, işler iyice sarpa sarmış. Onları fazla inciten bir başka özellik de var. Naftalin kokan bu yaşlıların köylü zekâsıyla kendilerini aldatması içlerini durmadan kemiriyor. Onurlarına yediremedikleri içlerine sığmazken Yordan Tsonev’in günün ağırlıklı politikacısı olması, gecelerini gündüz etti. Gazetelerden, radyo ve TV’den Tsonev’i daha da yakın takibe aldılar. Nereye oturduğunu, hangi sözleri kullandığını, kiminle kaç dakika konuştuğunu, eşini, çocuklarını, akrabalarını, yakın dostlarını arasız izlediler. Telefonda en sık görüştüğü kişi Ahmet Doğan’dı. Bir araya geldiklerinde fıs kös konuşuyorlardı. Aynı kabağa osurdukları belliydi. Tsonev emirleri perde ardından alsa da, “entel-ızbandutlar” başına danışmadan hareket etmiyordu. Hedef belirlendi: Dağıtılan paraları % 300 faizle devletin sosyal fonlarından koparabilirlerdi. Kaynak 2014 bütçesi de olabilirdi. AB programları da yeterliydi. Öneri de hazırladılar. Borçlular hem AB seçimlerinde hem de gelecek parlamento seçimlerinde oylarını DPS’ye vereceklerdi. Hem ona, hem buna mantığı uygulanırken “Paralar bize, oylar size” yöntemine geçilecekti. Borçluların oyları, kap orası verilmiş oylar olarak kabul edilecekti. Bu işin mantıksız bir yanı yoktu. Alan belli veren belliydi. Bundan daha dört dörtlük bir iş olamazdı! Yeni slogan: “Paramızı aramayız garantili oy alırız!” Devlet parasıyla seçmeni yemleme işi ne kadar cana yakındı..... Cana yakın olması bir yana % 300 kazanç getirmesi, pilav üstü fırınlanmış yağlı köylü tavuğu lezzetindeydi. Çok isabetli bir seçim yapmışlardı. Devlet parasını bir ona bir buna bir oyun kâğıdı dağıtıcısı gibi dağıtan Tsonev’in kumar ebeliği deneyimleri yeni günlerde ne kadar değerli ve yararlı olacaktı.


126

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bir harman makinesi gibi durmadan çalışan hem ona, hem buna mekanizmasından “entel-ızbandutlara” verilecek % 300’lük pay sosyal hayırdan da geçebilirdi. Sosyal yardımların dağıtımında ise önemli olan kime verildiği değil, evrak üzerinde dağıtılmış olmasıydı. Hem de şu taş, istif, yükle boşalt işlerinden kurtulacaklardı. Köylüleri her gün beş on defa rahatsız etmemek de başlı başına bir hayırdı. Bunun bir Müslüman partisinden gelmesi Kutsal Kitaba bile uygundu. Ortada cevap bekleyen yalnız 2 sorucuk kaldı: Soru 1: Özgürlükçü milletvekilleri neden dut yemiş bülbül gibi susuyor hiç düşündünüz mü? Soru 2: Sofradan sofraya gidenlerin isyan ettiğini hiç gördünüz mü?

Onlar Dün İnsan, Bugün Eşek Olan Hainlerdir! - 1

Rafet Ulutürk-13.Aralık.2013

8 Aralık 2013, Pazar akşamı Sofya Kültür Sarayı’nda Anadolu Ateşi 5 bin izleyiciyle birlikte Türk-Bulgar hepsini ayağa kaldırdı. Alkış tufanı uzun zaman dinmeyen gösteride, işin içine her defasında bir şeytan sokan, Batı klasiklerinden farklı olarak, tarihsel uygarlıklar yağdan kıl çekercesine ve tek kırmalı patlamadan birleşti. Tüm tarihsel devirlerin müzik ve dans senfonisi adrenalin yükseltti ve heyecan gönüllerden taştı. Bu gösteri sanki ikide bir uygarlıklar arasında savaştan söz edenlere bir cevap oldu. Ülkemizin oyun sahnelerinde gösterilenle hayatımızın gerçekliği arasında çok derin bir uçurum var. Biz XIX. yüzyılın pop müziği olan Strauss’un valslarını bugün de dinlemeyi, bu müziğin uçuran rüzgârında dans etmeyi seviyoruz. Fakat başka bir halk bu müziğin etkisiyle kendi sanat müziğini yaratsa, fitneden çatlarız. Bulgar şehir müziği Batı müziğinin tesiriyle doğmuştur desek, fesat oluruz.


Makale ve Analizler - 2013

127

Yüzyıllardan beri bu ülkede beslenen ve hem özgürlük ve hem de hak ve adalet anlayışının temellerine oturan, “benim olan benimdir, başkasının olan bütünüyle benim olana kadar ortaktık” mantığı, tüm başarısızlığın ve bugünkü yalnız ekonomik değil, manevi çöküşün de temelinde bulunur. Biz o kadar kötüyüz ki, iyi ki, kim olduğumuzu dünyaya gösteren bir ayna, bir sahne oyunu yok, olsa, utancımızdan yerin dibine batmayı gönüllü kabul etmek zorunda kalırız. Nasıl olu da 2013’te bir Hıristiyan ya da ateist anlayışla 1475’te kurulmuş “Kurşun Cami” hakkında “benimdir” diye biçip kesilir? Nasıl olur da Türk kültürünün olmazsa olmazı olan hamamlarımızı kapatıp “benim” deyip gasp edersin. Nasıl olur da kokudan çekinen kamu taşıt araçlarına binilmeyen bir ülkede, insanların kişisel sağlık bilgisi hakları kısıtlarsın? Nasıl olur da düne kadar iktidar partisi olan GERB’ten yeni ayrılan bir Milletvekili olan Georgi Markov bile dört harften uzun kelimeleri okuyamazken, ana dilde, vatan dilinde ve yabancı dillerde okuyup yazma sorunlarını çözmeyi ulusal eğitim sorunu haline getirilmezsin! Nasıl olur da başka bir dinden olan insanların kutsalı olan kabirlerine el koyarsın! Yaşamak ne kadar kutsal bir haksa, ölmek de o kadar kutsal olduğuna göre, nasıl olur da bir cenazeyi ne zaman, nereye ve nasıl gömüleceğine müdahale edersin! Bu durum dünden ve bugünden değil, ulusal tarihimiz boyunca böyle olduğundan, tarihimizde ters olan nedir sorusuna cevap ararken, yine Sofya’da Bulgar ulusal kahramanı ve Baş Komitacı Vasil Levski’nin 1885’te kurulan anıtından birkaç el kol kesen Çingenelerin, çaldıklarını hurdaya sattığı haberini aldım. Anıtları yıkanların tarih yazdığına inanmıyorum.


128

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İnsanlık Öldü mü? - 1

Dr. Nedim Birinci-13.Aralık.2013

Plovdiv İl Mahkemesi Karlovo’daki “Kurşun Cami”yi belediyeden alıp Baş Müftülüğe verme kararı alalıdan beri, Türk ve Müslüman ter ve kanı emenler kudurdu. Bizim öz malımızı, cami, medrese, okul, vakıf mal mülkümüzü, çeşme, pınar ve kuyularımızı, çayır ve korularımızı, tapulu topraklarımızı gasp ettikleri yetmezmiş gibi, geri verme zamanı geldiğinde, bu konuda mahkeme kararları çıkınca kâfirler Müslüman’dan Müslüman kesildi, kin, öfke ve düşmanlık söylevi iyice taştı. Ulusal eylemler gerçekleştiriyorlar. Sözde “Borovets” sofrasında, Sosyalist Parti ile Hak ve Özgürlük Parlamento gruplarının Genel kurul dışında önceden tartışmadan ve kabul etmeden hiçbir yasa veya yasa değişiklik önerisini Meclis Genel Kurul’una sunmayacaklarını açıkladılar! Ne oldu? Plovdiv İl Mahkemesi “Kurşun Caminin iade edilmesi” kararının durdurulması, Stara Zagora Camiinin geri verilmemesi, Razdrat’ta iki caminin birini ele geçirenlerin rahatı bozulmasın diye BSP şahinleri, kimseye danışmadan, kimseye sormadan, Lütfü Mestan’ı ve ardındaki milletvekili kalabalığını hiçe sayarak yasa önerilerini Din İşleri Komisyonu’ndan bir günde geçirip Genel Kurul’dan oy istediler. Her konuda ortaklık isteyen Sergey Stanışev kopoylarına “yasa değişiklik önerilerini, mahkeme kararlarını dondurma ve çürütme tekliflerini” hemen geri çekin deyemedi, demek de istemiyor. Bu arada politik sahneye çıkan bazı haberler herkesi sarstı: BİR: Biz hepimiz Müslüman mal mülkünün Baş Müftülüğe geri verilmesi kanun tasarısını Meclise sunan kim biliyor musunuz? ATAKA partisi. Evet, bu yasa önerisini ATAKA meclise para karşılığı sunmuş. İKİ: Maliye Bakanı Simeyon Dyankov zamanında Bakanlıkta çalışan her memurun maaşına ek olarak her ay aldığı primi biliyor musunuz? 5 bin leva. Evet, bizim anamız babamız orada 200 leva emekli maaşına çürümeye devam ede dursun!!! ÜÇ: Bir sorum daha var. Siz Ahmet Doğan’ın kaldığı ve adına saray denen villa evin kimin üstüne kayıtlı ve tabulu olduğunu biliyor musunuz? Evet, ama bilmiyorsunuz. Lütfen bir yere tutunun da düşmeyin. En büyük


Makale ve Analizler - 2013

129

Türk düşmanı, Jelü Jelev’e “fes” ve “ibrikçi” deyen Vılko Vılkanov’un üstüne tapuludur. Sonuç: İşler böyle iken, siz Ahmet Doğan ile Lütfü Mestan’ın ve tüm HÖH milletvekili grubunun lehimizde çıkan mahkeme kararlarını neden savunmadığını hiç düşündünüz mü? Neden karşı çıksınlar ki! Onlara göre, biz Bulgaristan’da yaşadıkça onların Bulgarların üstüne tapulu saray ve iki katlı dairelerde yaşadığı gibi, bizim “çendilliler” namazını Bulgarların tapulu malı mülkü olan camilerde ve mescitlerde kılabilir ve cenazelerini Bulgar mezarlığından yer kiralayıp oralara defnedebilir. Hani şu, totalitarizm döneminde 323 imam, hoca, müftü ve Baş Müftünün maaşını Bulgaristan Dış İşleri Bakanlığı’ndan aldıkları gibi. “Paralar kokmaz” deyen onlar değil mi? Değişen bir şey oldu mu? Yok! Bulgarlar bize “iyilik” yapmaya devam ediyor. Aslında tabular senetler işin kılıfı, içerik “cömertçe yapılan sonsuz iyilik” değil mi? Aralarında pazarlık yapmışlar, Lütfü Mestan susarsa, ajan kaltağı Ahmet Doğan ise, kendini tilki bayıltması yapmaya devam ederse, “ben derin ruh hastasıyım” yalanını yutturmayı sürdürürse, hırsız dostları Hristo Biserov mahkemeye verilmeden, hapse girmeden paçayı kurtaracakmış. Vay be!... Biz hepimiz, dünümüz bugünümüz, tarihimiz ve geleceğimiz, topu topu her şeyimizle Hristo Biserov’un sirozlu ciğerine takas ediliyoruz. Uyan kardeş uyan!!!!! Bizim oyunda baş aktör tek kişi olmalıymış. Perde ardındaki oyun kurucular, Lütfü ile Ahmet karakter olarak birbirine çok benzediklerinden, Boyko Borisov’un dediğine göre “Yeni bir formülle değiştirmek üzere, Hak ve Özgürlükler Partisi’nin aslan kafesine atmaya karar vermişler.” Doğru olabilir mi bilmiyoruz, fakat “nikâhsız evlilikle” aile kurulamadığını anlayan Bulgar halkı, sön sözünü söyleyebilir. Hükümet ortaklığından, Sözleşmesiz Parlamento ortaklığından, boş sözler lam lan lum lumdan başka ne beklenebilirdi ki! Biz, Bulgaristan politikasında kuru kalabalık olmaya devam ediyoruz. Lütfü, Türkçeyi öğrenemediği gibi, İslam din işleriyle ilgili Veliko Tarnovo üniversitesinde anlaşılmayan, içeriksiz, kurusıkı sözler öğrenememiş olacak, bu defa parlayamadı. Ben, “dilini yuttu,” demek istesem de, erken davrananlar, “Nikul Den” balık bayramında boğazında kılçık kalmıştır, tahmininde bulundular.


130

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Nedir derdin be kardeşim? Diline inme mi indi! Hadi konuşsana! Bizim olanı savunsana! Hainliğin başı sonu yoktur. Kendine gel! Perde arkasındakilerin elindeki kalemi alıp kıracak olan halkımızın oyudur, sen işine baksana! Olaya bu defa daha derin bakalım: İyilik ve insanlık öldü mü sorusunu sorarken, bir bilseniz neler geliyor çekeceği ve göreceği olan baştan. Bizim kalbimizde ve ruhumuzda iyilik ve insanlık ölmedi. Başkasının iyiliğine de her zaman iyilikle yanıt vermişizdir. Olaya önce fitneci Bulgarlar açısından bakalım. Görülen köy kılavuz istemez. İyilik, Bulgarların hayatından uçup gitmeye başladı. “Benim iyi olmam önemli değil, önemli olan komşumun kötü olmasıdır!” derken, Sofya Şoplarında iyileşeceğiz umudu belirdi. Anlaşılan, yakın geçmişte hasetlik üstüne çok eski bir Osmanlı masalı dinlemişler ve Yane Vute’ye anlatırken “onlar da eskiden bize benziyormuşama baksana artık büyüden kurtulmuş ve düzelmişler, iş Allah biz de kurtuluruz” demeye başlamış. Yeni öğrendikleri kıskançlık masalı şudur: Vezirin yeğenlerinden biri bir gün denize düşer ve o anda orada bulunan ve iyi yüzücü olan adamın biri onu boğulmaktan kurtarır. Vezir bu denli fedakâr ve çok büyük iyilik yapan adama nasıl teşekkür etse az, onu alır ve Sultan hazretlerinin huzuruna götürür. Olayı öğrenen Sultan adamı mükâfatlandırmak ister ve şöyle der: “İste benden ne istersen, ama şunu bilmelisin ki, sana verdiğimin iki katını komşuna vereceğim.” Adam düşünür taşınır ve en sonunda. “Emrediniz! Bir gözümü çıkarsınlar.” der. Kıskançlığın sonu yoktur. İyiliği kemirip bitiren kıskançlık ve hasetliktir.


Makale ve Analizler - 2013

131

Hem Ona, Hem Buna - 4

Seyhan Özgür-14.Aralık.2013

İnsan olmak çok zor, bir arı kadar olabilsek, ama nerede e e e!!! Doğa düzeni ile toplumsal düzen işleyişi arasındaki farkı düşünürken, akla gelen, doğa toplumsuz da yaşamına devam eder ama toplum doğasız hemen söner oluyor. Benim hafızamda ise, hep bal arıları vızıldıyor. Doğup büyüdüğüm evin bahçesinde arı sandıkları vardı. Güzün bu vakti arı yumağı gömeç üzerine toplanır. Kışın kovan zayıf düşmesin diye kapağını açıp ham şeker şerbetiyle beslerken elime konan arılar, bahar ve yaz arılarından farklı olarak, sokmazdı. İlk yaz giriş çıkış kapıları açıldığında dışarı fırlayan arılar beni çayırda çiçeklerin üzerinde bulduklarında “kalk” dercesine sokulur, sonra hayatları pahasına da olsa canımı acıtarak beni bahçeden kovardı. Can yakan bu varlıkları çok izledim. Onlar bir çıkışta iki tür çiçeğe konmazdı. Arılar, kekik vakti, kekik çiçeğinden kekik çiçeğine gezer. Akasya salkımından akasya salkımına uçar. Bir gülde bir sümbülde bal aramaz. Bu onların çok önemli bir özelliğidir. Doğayı tozlaştırmak, var olanın devamı için en önemli iş olsa da, onların bunu sırtlarındaki ince kıl örtüsüyle bir yan iş olarak yaptıklarını çok sonra öğrendim. Ana işleri zehirle tatlıyı birbirinde ayırıp, tatlı olandan bal yaratmaktır. Bu işi arılardan başka bilen ve öğretebilecekleri başka biri de yoktur. İnsanoğlu ile arı arasındaki en büyük fark, birinin ne yapacağını anadan doğma bilmesinde, ötekinin ise, vur patlasın oyna çatlasın düğün alayı izlemesindedir. Arılar balı herkes için yani hayatın sürmesi için yapar ve kimin nasipleneceğine karışmaz. Toplumda hem ona, hem buna felsefesi denge kurmak için icat edilmiştir. Toplumda hem iç hem de dış dengeler vardır. Dizimizin ilk üç bölümünde sosyal dengenin Bulgar seçim sistemindeki eksiklikleri ve seçim kanununda yapılacak değişikliklerle tamamlanması gereken boşlukları ayrıntılı olarak göstermeye çalıştık.


132

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bozuk dengelerin devlet malının, bütçenin çarçur edilmesiyle, bizim toplumda herkese yardım eli uzatacak bal arıları yerine, zorbacı “murta ve devamında entel-ızbandutları” nasıl yarattığını, onları yöneten ve koruyucularını, akıl almaz derecede iğrenç olan son dalaverelerini örnekleyerek anlattık. Parlamento içinde ter ve kan emicilere vb. işaret ettik. Onların, oyumuzu verdiğimiz Hak ve Özgürlükler Partisinden olmasından hüzünlü olduğumuzu gizlemedik. Bu yazımızda da dış dengeleri, akbabaların ve köpek balıklarının Bulgaristan saldırısını anlatacağız. Araştırmalarımı soydaşlarım adına ve onlar için yapıyorum. Bağlı olduğum ve neredeyse bir yaşını dolduran ve “BULTÜRK” Derneği Başkanı Sayın Rafet Ulutürk yönetiminde çalışan Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi (BGSAM) yoksulluktan sefalete geçen, alın yazısını değiştirmenin yolunu hala bulamayan halkımıza her bakıma hizmet vermeye devam ediyor. Bu yazılarımı bu açıdan değerlendirmenizi rica ediyorum. Hiçbir şey kendiliğinden olmayacağına göre, biz yazmadan siz okumadan ve hepimiz aynı noktada buluşmadan uyanmamız mümkün değildir. Bu Arıların doğayı koklaması, polen toplaması, gömeçlere doldurması ve bal üretmesi gibi bir şey işte. Ne yazık ki, emekli maaşlarına eklenen 4.50 levaya bile kanat kılan, neredeyse gözyaşıyla sevinecek duruma getirilen kardeşlerimiz, canlarımız, en kıymetlilerimiz sizin için yazıyorum. Bu yıl Bulgaristan enerji sektörü köpek balıklarının saldırısına uğradı. Şubat 2013’te patlayan elektrik faturaları ödeyemeyenler isyanı aslında ... köyünde Hasan ağanın ya da ... kasabasında Bay Mihail’in parasızlıktan elektrik faturasını ödeyebilecek durumda olmaması (bu da var ya) nedeniyle değil, hem ona, hem buna talan formülünden yabancı Akbabaların ve köpek balıklarının bekledikleri payı alamamasından kaynaklandı. Akbabalar üçtür. Biri Rusya, ikincisi Amerika Birleşik Devletleri, üçüncüsü de Avrupa Birliğidir. Üçüne de ayrı bakalım. 1) Bulgaristan Rusya ile ipleri çeyrek asır önce koparmış olsa da, Moskova Bulgaristan’ı asla gözden çıkarmadı. Sanayi ve tarım ürünlerimize pazarlarını kapattı ve ekonomimizi çökertti. Şimdi “sizi Balkanların enerji kalbi yapalım”; “Güney Akım Gaz Borusunu Kuzey Bulgaristan’dan geçireyim ve size senede 2 milyar Euro kira ödeyeyim!” gibi ninnilerle hasta yatağına düşürdüğü halkımızı, ağzı


Makale ve Analizler - 2013

133

açık bekletiyor. (Arılardan farklı olarak) dev güçlerden birine bağlanmadan ne yapacağını bilemeyen Bulgaristan halkı, Rus zamanında iyi yaşardık anısını kaşıyarak, ambarda sıçan olma hayalleri besliyor. Bu umutlardan, inşası başlayan ama yarıda kalan, reaktörleri sipariş edilen, üretilen ama alınamayan “Belene Atom Elektrik Santrali” başta geliyor. Bu tasarımla Bulgaristan’ı 20 milyar Euro borçlandırmak isteyen Moskova, elimizi kolumuzu çok sıkı bir şekilde ve çok uzun bir zaman için bağlamak ve sonra da, “serbestsiniz AB içinde ne istersen onu yapabilirsiniz!” demeye hazırlanıyor. Perde arkası senaryoda bu yazıyor. Baş artistler ise henüz prova yapıyor. Oyun bu. 2) Washington ile Sofya arasında da NATO Müttefiklik Anlaşması dışında bağlayıcı bir Sözleşme yoktur. Buna rağmen, sanki “demokratikleşme” modelinin “ızbandutlar bölümünü” onlardan almışız da parasını ödememişiz havası yaratan ABD de, gözünü enerji santrallerimize dikti. Belki de, Balkanlarda enerji hâkimiyeti kurmaya çalışan Rusya’yı kıskanan Amerika, altı reaktörden dördü çalışmayan “Kozloduy Atom Elektrik Santral”imizde yedinci reaktörün inşasına ve yerli kömürle elektrik üreten “Maritsa İztok” Isı Elektik Santralimizin devlet hisselerine ve üretim tesislerine ihalesiz el attı. Ben akbabalar ile köpek balıklarının canına kıymak istedikleri “aziz kurbanları” için kendi aralarında açık arttırma yaptıklarını işitmedim. Rusya ve Amerika da aynı şekilde hareket ederek, saldırıyor, koparıp alıyor, el koyuyor, senin olana “benim” diyor ve sonra “sizden iyisi yok!” öyküsü yazıyorlar. Bizde bu piyesin birinci perdesi yeni sahnelendiğinden, millet nerede alkış tufanı koparacağını bilemiyor. İlk kara şaşırmış kaldırım serçeleri gibiyiz. Şaşkınlığımızın bir sebebi de, kimi kimden kıskanacağımızı bilemememizden ileri geliyor. Rusya’yı Amerika’dan mı yoksa Amerika’yı Rusya’dan mı kıskanalım derdine düştük ve kıskançlığın inan oğlunun başkalarından fazla, kendi kendine zarar verme sanatı olduğunu unutmuş gibiyiz. 3) Bulgaristan Avrupa Birliği (AB) üyesidir. Uluslar arası dengeler açısında bu şu anlama gelir. AB yasaları, Bulgar ulusal yasalarının üstündedir. AB, 28 üye devleti bağlayan bir Anayasaya sahip değildir. Fakat üye ülkelerden herhangi biri, ulusal yasalarına göre, AB üyesi olmayan başka bir devletle ikili ya da uluslar arası bir sözleşme imzaladığında, belgeye bir de Brüksel gözüyle bakan Uyumluluk Kuralı var. İmzalanan sözleşmeler usul gereği, AB üst yasalarına uygun-


134

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

luk açısından değerlendiriliyor. Uyumsuzluk halinde değişiklik yapılması isteniyor ya da para cezalarıyla uygulanması engelleniyor. Bu hususa işaret etmemin nedeni, son dönemde, Bulgaristan’ın Balkan komşuları ile enerji konusunda imzaladığı sözleşmelerin Brüksel’de tepki uyandırmasıdır. AB yasalarına uyumsuz olanlarda değişiklik yapılması istendi. Kabul edilmeyen sözleşmelerden biri Bulgaristan ile Rusya arasında imzalanan ve Sofya açısından çök önemli olmasına karşın, AB’nin kabul etmediği “Kuzey Akım” Rus Gaz Boru Hattı Sözleşmesi’dir. Böylece, enerji konusunda, Rusya ile Avrupa Birliği arasında ateşlenip sönerek süre giden kavganda yeni bir sayfa açan bu sözleşme, ocak başına kurulmuş beklenti içinde yaşayanları yeni bir hayal kırıklığına uğratacak kadar ciddidir. Öte yandan AB yönetimi, Amerika’nın Bulgaristan’da bir atom elektrik santrali reaktörü kurmasına da “eh” demem, dedi. Demek oluyor ki, Bulgar diplomasisi hem buna, hem ona formülünü başarılı işletemiyor. Bu formülün değiştirilmesi ve hem buna, hem ona hem de ötekine şeklindeki üçlü uygulama ağzını açmış hayat hakkı bekliyor. Politikanın hem içi hem de dışı bir. Kuşkusuz, hep bana, hep bana sisteminden gelen, “Bulgar demokrat diplomatlar” yaş bakımından genç de olsalar, kafalarındaki sistem eski şekil çalıştığından, yeni mekanizmaya uyamıyorlar. Vazife, hem eski sistemi hem de usulü değiştirmektir. Kadro arayışlarımız devam ede dursun, Washington’dan özel olarak gönderilen, Batı eğitimli, genç politikacılarımızdan olup Boyko Borisov kabinesinde, Maliye Bakanı görevi alan Simeyon Dyankov ise, sağlık kasamızdan bir milyar 400 milyon leva çalarak tüm kuralları bozmakla kalmadı, hastane kapılarında sürünenlerin tüm hayallerini suya düşürdü. Tabii bu istisnalar ve kuşak altı ani darbe vuran dalavereler dış denge kurma çabalarımızı hırpalarken, hem buna, hem ona hem de ötekine formülüne başarılı geçiş yapmamızı gölgeliyor. İki üç arı bir çiçekte kakışmaz, birbirini sıkıştırmaz ama akbaba ve köpek balıkları bu kurala uymuyor. Neyse, bu formüllerin hiç birinin ne içinde olan ne de bunlardan bir beklentisi olan halkımız sabırlıdır. Bizde, Allah vermiş kısmet onlarınmış, atasözü herkesçe bilinir. “Tanrının gönderdiği nimetler adaletli dağıtılsa herkese yerer de artar” deyip kendimizi avutmaya çalışsak bile, bu ilahi gerçek bile artık geçerli değil.


Makale ve Analizler - 2013

135

Kendi kovanı dışında başka bir sepete girmeyen, bal üstünde uyusa bile canının çektiğinden fazla yemeyen bir arı kadar olamıyoruz, ne yazık değil mi!, demek geliyor içimden. Bir Sultan masalı var aklımda. “Sultanlardan biri ile Napolyon bir Barış Anlaşması imzalama vesilesiyle bir araya gelmişler. “Acelesi yok, imzalarız” lütfünde bulunan Fransa İmparatoru, “Görüşmemiz şerefine önce birer kadeh tokuşturalım!” buyurmuş. İçki getirin işareti vermeye hazırlanan genç generali süzen Sultan hazretleri, “İçelim de, ne gibi içelim?” diye sormuş. “Siz Cihan Sultanı, bense Avrupa İmparatoruyum, insan gibi içelim!” sözleriyle yanıtlamış Napolyon. Sultan, eliyle “vazgeçtim” işareti yaparak “İnsan gibi içeceksek ben yoğum!” demiş ve kenara çekilmeye hazırlanır gibi hareketlenirken, Napolyon yetiştirmiş: “Siz buyurun, ne gibi içelim?” “Hayvanlar gibi.” demiş Sultan hazretleri. “Nasıl olur, olmaz, rezil oluruz!” demiş general. “Hayvanlar subaşına gider ve arzu ettikleri kadar içtiklerinde, çekilirler. İnsanlarsa, hayvanlaşana kadar içmeden bırakmazlar. Bu yüzden hayvan gibi içeceksek, içelim” diyen Sultan kadehe uzanmış.” 2014 devam etmek niyetiyle, her şey gönlünüzce olsun.

Onlar Dün İnsan, Bugün Eşek Olan Hainlerdir! - 2

Rafet Ulutürk-14.Aralık.2013

Kıskançlığın sonu yoktur. İyiliği kemirip bitiren kıskançlık ve hasetliktir. Şopların halk zekâsında kıskanan, kıskandıran, kıskanç ve fena olan simaları Yane ve Vute’dir. Bulgar halk ruhu üzerine derin araştırmalar yapan ve 1940’ta “Halkımızın Yaşayışı ve Ruhu” adlı, günümüzde de geçerli olan tespitler içeren, bir temel eser yayınlayan İvan Haciyski (1907 -


136

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

1949) kıskançlığın, bir basitlik (aleladelik) “alt düzey insan olma) hastalığı olduğunu yazar ve şöyle der: “Kıskançlık, öt çiğneyen dulu bir ağzın bir mengene halini alıp etrafa zehir sıçrattığı gibi, ellerinden gelen hiçbir şey olmayan ufak ve orta dereceli mal mülk ve maneviyat sahiplerine zevk veren bir hususiyettir.” Haset kişiler herkesin her şeyini kıskanır. Türkün camisini, Romenin çadırını, Yahudilerin parasını, Körün tek gözünü kıskanmaları için özel bir neden yoktur. İşin kötü olan tarafı, bizde hasetliğin bir bulaşıcı gibi bütün ülkeye yayılmış olmasındadır. Olayı yumuşatmak için, “Kime bol keseden verilmişse, o da eli açık dağıtır” halk değimine yer veren bu araştırmacı yazar, kıskançlık, çok ağır bir ruh hastalığıdır tanımında bulunur. Kin tutmanın, garaz, kötülük ve kuvvetli hınç tutmanın da çok kötü bir ruh hastalığı olduğuna işaret eden Bulgar bilim adamı, kötü niyetle, garezle, bilinçli düşmanlıkla hareket etmenin kötünün kötüsü olduğunu yazar. Düşmanlık ve öç alma duygusu besleyen bir halkın ne yapacağını kestirmek güçtür. Dedikten sonra ise, bu iki illetin yaşam ortamında şu vasıf olduğunu anlatır: Yoksulluk, sefillik, insanların birbirinden yabancılaşması, iradesizlik, gerekçesizlik, kötü eğitim, kör cahillik, bayağılık, aşağılık, sorumsuzluk, disiplinsizlik, hırsızlık, kaba kuvvet kullanma, kabalık, adaletsizlik vs. Bugünkü derin ekonomik bunalım koşullarında bunların hepsi toplumumuzda var. Bu bakımdan, dazlak kafaların hedefsiz sokak ve meydan eylemlerine, “erken uyananların” Meclisi taşlamasına, işsizlerin gün boyu mühendisler gibi yolları ölçmesine, asgari ücret 400 Euro olsun, deyen Avrupa Birliği makamlarına iktidarın bile başkaldırışına şaşmamak gerek. Tabii Bulgar karakteri üstüne temel tespitlerini bundan 70 yıldan fazla bir zaman önce yapan İvan Haciyski yaşadığı zamanı yansıtır. O zamandan bu yana ırmakların altından çok sular aktı. Dünya kötülükler bakımından çeşitlendiği gibi, birçok başka açıdan da değişti. İvan Haciyski yaşasaydı, yukarıdaki sıralamaya işsizliği, asgari ücretin ve emekli maaşlarının çok düşük olmasını, iş başlatma zorluklarını, evrak bürokrasisini, kredi borçlarını ve icra hâkimlerinin kesilmeyen baskısını yüzde yüz eklerdi. Şunları da yazmadan edemezdi. Tütünleri satın almada geciken tüccarların oyunlarını, çocuk paralarının gecikmesini, birçok yerde hastanelerin kapanmasını, sağlık hizmetlerin-


Makale ve Analizler - 2013

137

deki yetersizlikleri, eczanelerdeki ilaçların kullanım süresinin geçmiş olmasını, her gün gelen yeni zamları, Avrupa Birliği’nde en yoksul ülke olmamızı, birbirinden kopmuş, parçalanmış ve dört bir yana ve her kıtaya dağılmış ailelerimizin sıla izdir abını, Avrupa’ya iş aramaya gidişte gelişen gelememe duygusunu ve daha neler neler eklerdi. Ben eminim ki, İvan Haciyski Ahmet Doğan ve Lütfü Mestan gibi Türk politikacılığı yapmakla geçinenlerin, âlicenap, hayırseverlik, hoşgörü ve dürüstlüğü başa alan gerçek Türk karakterinden çok uzaklaştıklarını önemle vurgulayacaktı. Bulgaristan’da yaşayan her ailede, her fertte bu duyguların birinden değilse ötekinden tonlarca var. Bu illetler bizi birbirimizden uzaklaştırırken, değişik gruplara kapadı, düşmanlıklar körüklenmesine neden oldu. Ve bizim beraber yaşama, birlikte olma, Vatanımızı dün olduğu gibi bugün de sevme arzumuzu yaşatacak direnç güçlerimiz tükendi mi yoksa?! Vatan sözünün anlamı da değişti desene! İnsanlık öldü mü? Çünkü aslında insanlığın, insan sevgisinin tükenmesiyle hayatımız dayanılmaz oldu. İyilik, totaliter ideoloji ve sistemin saldırılarına bile göğüs gerebilmişken, şimdi bizi her şeyden önce terk eden o oldu. İyilik buharlaştı, kayboldu. Şapkasını aldı ve kapıdan çıkıp gitti. İyilikle birlikte yüzümüzdeki tebessüm de değişti. Birine karşı saygılı olmak artık tuhaf oldu. Bizim bir olduğumuz, aynı toplumdan olduğumuz ve birbirimize karşı genel geçerli saygınlık kurallarına uymamız zorunluluğu bozuldu. Bunu, TV mi, yollardaki trafik keşmekeşi mi, hep aynı bulamaçları yememiz, lüks paketten en kötü sigaraları içmemiz, hep parasız dolaşmamız mı, bir iş için 10 kez kapı çalmamız mı yaptı, bilmiyorum. Yedi ahlak kuralları, yeni moral değerler, yüksek erdemler öğreneceğimiz kaynaklar kalmadı. Kitap okuyorduk. Bakıyorum İvan Vazov, Hristo Botev, Lüben Karavelov, Yordan Yovkov, Elin Pelin gibi klasikleri kilosu 12 stotinkadan hurdacıya yığmışlar. Elin Pelin’e üzüldüm. Şopların yaşayışını çok iyi anlatmıştı. Bir icra memurunu bataklıkta boğan Andreşko öyküsünde tanımıştım.


138

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bugün için çok aktüel, yüreklendirici ve ibret olan bir öyküdür. Yordan Yovkov’a da üzüldüm. Dobrucalı Arabacı Sali simasında insan iyiliğini en üstün kaleme almıştır. Ötekilere boş ver. Aralarında 12 stotinka etmeyenler de var. Kitaplardaki iyilik ölürse, küçük ekran ve beyaz perdedeki iyilikle mi yaşayacağız? Biz komşumuzun adını bilmediğimiz yeni bir dünyada yaşıyoruz. Herkes bize, biz de herkese yabancıyız. Bu yazın birkaç defa protestoculara karıştım, orada da pek sakin değildim, kimin hafiye olduğu belli değil. Herkes herkesten şüpheleniyordu. Bundan 23 yıl önce bizi iyi Bulgarlardan ayırmaları çok kötü oldu. Hem onlar hem biz öksüz gibi kaldık. Nedense oyuna getirildik ve mukavemet gücümüzü harekete geçiremedik. Eski kitaplarda, bir kişiliğin oluşması iyilikten, gerçeklikten ve sabırdan geçer, diye yazmışlar. Şimdi bizde iyilik kalmadığına göre, artık gelişemeyecek miyiz? Aslında iyilik Sofya ve bazı büyük kentlerde kalmadı ama mayasının bizim köylerde hala bulunabileceğine inanıyorum. Bizim insanımız hiç bir şeyi tamamen asla tüketmez. İyiliğin mayasını da korumuştur. Biz, eskiden ev yolunda geciken, yolunu şaşıran olur inancıyla yol kavşaklarına sini çıkaran, oda kapılarını hep açık tutan, sülalelerdeniz. Masallarımızda insan ayrımı yoktur. Bizde iyilik her zaman her yerde üstün gelir. İyiliğin nereden başlayıp nerede biteceği bilinmez. Bizim yaşayış tarzımızın özünde, kültürümüzün atkı ve dokusunda iyiliğin bin bir çeşidi vardır. Deliorman, Dobruca Güney Doğu ve Batı Rodoplar’ın hangi köyünde hangi kapıyı çalarsan çal, misafire ocak sıcaklığı yaşatacak, karnını doyuracak, döşek açacak birileri bulunur. Suriye’den Araplarda dini imanı bütün “kaçak” dedikleri dar gün konuklarımız geldi. Kendilerine devlet sahip çıkarken dil uzatanlar oldu. Esamesi okunmayanlar kendilerini memleket sahibi yerine koymaya çalıştılar. Sofya’da “Kartal Köprü” mitinginden sonra ülkenin havası değişti. İleri gidenler yerine oturdu. Biz hepimiz yuvamızdan uçan kuşlarız. Kimimiz köyden Türkiye’ye uçtuk. Diğerlerimiz Bulgaristan kasabalarına, ova köylerine uzadık. Yeni yere yerleşmek her zaman zordur.


Makale ve Analizler - 2013

139

Hele şu bunalım yıllarında iş bulmak büyük sorun. Masraflarsa çocuklarla birlikte büyüyor. Deliklerin birini tıkarken yenisi açılıyor. Yaşlısı hastası olanların problemleri daha da ağırdır. İktidarlar da ikide bir değişiyor. Bakıyorum da hem muhalefet hem de iktidar öfkeli. Seçim sandığında sosyalist partiyi 6 yılda 5 defa yenen GERB partisi, muhalefette kalınca hırsını alamadı, öfkesi içine sığmıyor. HÖH / DPS partisine, Sosyalistlerle ortaklık yolunu bulan Genel Başkan Lütfü Mestan’a da öfkeli. Boyko Borisov eski başkan Ahmet Doğan ile yeni Genel Başkan Lütfü Mestan’ın arasını açmaya çalışıyor. Bu vesileyle şunu önemle anımsatmak istiyorum. İktidar olmak iyi de, halkın yararına hiçbir şey yapmamak çok kötü. Bulgar toplumunda kabaran öfkenin değişmeyen kaynağını gösteren İvan Haciyski kin tutma olayını başka bir vesileyle şöyle açıyor: “Vaatlerde bulunarak, umut uyandırarak, hatta pembe hayaller kurarak aklı aldatıp kazanabilirsiniz! Fakat mideyi ne yapalım. Hayır, mide asla aldanmaz!” Bulgar kapitalist girişimcileri arasında başı çekenlerden olan Burov yıllar önce şöyle demişti: “Her yeni iktidar önce vermelidir. Umut değil, boş vaatler değil, ele, keseye, cebe bir şeyler vermelidir. Sofraya bir şeyler koymalıdır. Hangi iktidar olursa olsun önce bunu yapmalıdır. Vergileri indirmeli ve sofrayı doldurmalıdır. Çünkü insanoğlu yalnız aklıyla değil, midesi ile de düşünür. İyilik bu noktada önce mideden geçer. Bugünkü toplumsal gelişmemiz açısından iyilik kötülüğü yenemezse biz ileri gidemeyiz.” “Biz camileri daha iyi koruyacağız” yalanlarıyla İslam dini müesseselerine el atanlar yasaya uymamada ısrar ederse, iyiliğe götüren hoşgörü yolunda birlikte ilerlememiz olanaksız olur. Yaşlılarımıza hürmette kusur etmemeye kararlıysak camilerimize, mescitlerimize, vakıf mallarımıza ve kabristanlarımıza sahip çıkmalıyız. Çocuklarımızın gönlünde iyilik ruhunun galip gelmesini istiyorsak, onlara ana dilimizi, öz kültürümüzü, geleneklerimizi, saygı kurallarımızı, yaşam biçimimizin özelliklerini devretmeliyiz.


140

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Toplumda huzur olmasında kararlıysak hastalara, sakatlara, özürlülere her gün her yerde yardım eli uzatmalıyız, hiçbir yerde hiçbir kimseyi aç ve soğukta bırakmamalıyız. Her zaman ve her yerde elimiz ve gönlümüz yardıma açık ve hazır olmalıdır. Biz her zaman onurlu ve her yerde yüksek ruhlu olmalıyız. Bizim insan ve hayır serliğimizin eskimeyen masallarından biri şöyledir: “Bir köylü tarlasını sürüp güz ekimine başlamazdan önce, ekeceği tohumdan tarla komşularına da verirmiş. Her sene de çok iyi ürün toplarmış. Bir gün, “her yıl komşularına bedava tohum dağıtıyorsun, bunun anlamı nedir!” diye sorduklarında şu cevabı vermiş: “Buğdaylarım komşularımın buğdaylarıyla tozlaştıkça iyi ürün alıyorum. Onlar kalitesiz tohum ekse, benim tarlamın bereketi biter.” Bu öyküyle İvan Haciyski’nin “Kime bol keseden verilmişse, o da eli açık dağıtır” sözleri arasında çok büyük benzerlik ve ufak tefek farklılık var. Biz bu farklılığı kaldırırsak, Bulgarlarla anlaşır ve kardeşçe yaşayabiliriz, inancındayım. Çünkü bizim olan bizim oldukça bize yerer. Tarih boyu bu topraklar bizden daha iyiliksever, daha yardımsever ve daha fedakâr birilerini görmemiştir ve gelecekte de bulamaz. Biz bu bahçenin iyilik ağıcı olarak açmaya ve bağlamaya devam edelim. Yarın olmazsa öbür gün mutlaka bizim güneşimiz de doğacaktır. Gönlümüzdeki iyilik asla ölmedi ve ölmeyecektir.


Makale ve Analizler - 2013

141

Sofya Uluslararası Kitap Fuarı’nda Türk Standı Neden Yok?...

Neriman Eralp-15.Aralık.2013

10 - 15 Aralık 2013 Sofya Ulusal Kültür Sarayı Uluslararası Kitap Fuarı’nda Türk standını arıyorum. Birkaç yıl önce ziyaret ettiğimde İş Bankası Kültür Yarınlarından çok değerli orijinal ve çeviri eserler almıştım. Aynı niyetle gelmiştim amma... Giriş katında Moskova Kremlin Sarayı Yayınevi, raflar baştanbaşa harika görünümlü eserlerle dolu ama satış yapmıyor. Bulgarlara, siz Rus dilini ve kültürünü küçümsediniz, fakat ben yaşıyorum, dermiş gibi, bir hali var. İlgimizi görenlerden hemen açıklama geldi, son zamanlarda Sofya’nın “Şipka” sokağında bulunan Rus Kültür Merkezi ziyaretçilerinde azalma kaydedilmiş ve ilgiyi arttırmak için şu paha biçilmez, aranan yayınlar oraya bırakılacak, şeklinde açıklamada bulundular. Sadece çağdaş Rus yazarlarının Rusya’da Bulgar diline tercüme edilen eserlerini satışa sunmuşlar. Lehler, kültürleriyle gurur duyan bir millet, kendi eserlerini AB dillerinin hepsinde sergilemişler. Bulgaristan da, Avrupa Birliği üyesi olduğundan, Bulgar diline de çevrilmiş tabii. Kapak düzenlemeleri gözden kaçmıyor. Çekler de öyle. “Altın Prag”ı bin bir eserde ve her dilde anlatmışlar. Asker Seyk’in serüvenleri bu sergide de ilgi görmeye devam ediyor. Bulgar okur modern Avrupa ve dünya edebiyatını izlemekten has alırken, geçmişin ibret derslerine de toz kondurmuyor. Sırp standında Nobel ödüllü eserlere ağırlık verilmiş. Osmanlı sadrazamlarından Sokolu’nun kurdurduğu ve işin içinde rüşvet ve zorlama olunca tarihin yüzkarasına dönüşen taş köprü günahını, altından akan sular asırlarca aklayamayan “Drava Köprüsü”nü bşlen ve bilmeyen okusun özel bir baskıyla sunmuşlar. Tanıtım amaçlı turistik broşürler ve yemek kitapları dağıtılıyor. Makedonya bizim dilimiz Bulgarcadan farklı bir dildir, derken, bunu ispat edercesine, son yıllarda ne yayınladılarsa, Bulgar dilinden ve dünya klasiklerinden neler çevirebildilerse ziyaretçinin gözünü kamaştırmak için mi, yoksa göz çıkarmak için mi, üst üste yığmışlar, isteyene hepsini bedava vermeye hazır bir bekleyişle müşteri ağırlıyorlar. Bir kitap sa-


142

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tın alana bir de resimli çocuk kitabı veya Makedonca bir masal kitabı, Ohri gölünü tanıtma broşürü hediye ediyorlar. Özelleşen Bulgar yayın evleri çeviri işlerinde çok ustalaşmış, kendilerini daha iyi tanıtmak ve kabullendirmek için, tüm kitaplarda % 10 indirim uygularken, cep ve duvar takvimleri sunuyor. Şimdi Bulgar zekâsının Avrupalıdan 5 - 6 yıl geride olduğunu iddia edenler sanki Avrupalıyı aşmak için kolları sıvamışlar. Bulgarca sunulan çağdaş Türk yazarlarının Bulgarca basılması çok güzel de, bu Livaneli ve Şafak gibi yazarların eserlerini tanıtım amaçlı anakentimize yaptıkları ziyaretlerden yalnız ben değil arkadaşlarım da çok rahatsız olduk. Livaneli Sofya ziyareti sırasında yıllar önce kendisine Türk pasaportu verilmediğini ve buna benzer saçmalıklarla hepimizi tiksindirmişti. Ciğeri parçalanmış insanlara, elime batan sarıdiken ne kadar çok acıdığı hikâyesi anlatmak, biraz hava cıva etkisi yapıyor. Bir de, Amerikan Harvard falan üniversitelerinde son yıllarda yapılan psikolojik ve karakter araştırmalarını anlamı dilimizde yerleşmemiş deyim ve terimlerle açarken, Türk kimliği ve karakter özelliklerinin güzelliğine gölge düşürülmesi, bir olaya Batılının tepkisi ile Türkün yankısının nüans farkına inilmeden sonuç çıkarılması, ötekilerin değer yargılarını bizim olayları irdelerken kıstas olarak kullanmak var ya, bu da okurda salatacıya hıyar satma gafilliği havası yaşatıyor. Kesin inancıma göre, bir Türkün aldığı mevki ne olursa olsun, kitaplarını ister altın kalemle yazsın Türklüğümüzü aşağılamaya, kimliğimizle alay etmeye asla hakkı yoktur, bunun karşılığında alacağı paranın hiç önemi olmadığı gibi, kirli niyetlerle alınan paralarda hayır gelmez. Elif Şafak için de aynı sözler geçerlidir, Sofya’da eski Büyük Cami’de içkili bir ortamda kitaplarını tanıttığı, İngilizce konuşmaları, 50 bin Paund çeki alışı ve sonra da kor diplomatiğimizin konuğu olarak özel ilgiler vs. Öz en önemli olandır, fakat şekil var ya, bir kazan pişmiş aşa bir kaşık....atmak gibidir, tüm işi bombok eder, insanı kırar, heyecanı söndürür, son güvencimiz olan ana vatandan gelenler pot ardına pot kırınca, acaba para vicdanı esir mi aldı, kültür ve geleneklerin yaşatılarak devamı ilkesi felç geçirip hastanelik mi oldu, diye düşünmemek elde değil. Biz, olana olmuş biliriz ve umarız iş Allah tekrar etmez, inancında varız. Aslında olaya öz açısından bakarsak, önemli olan Bulgarların Türk edebiyatının gelişme halinde görmeleri ve kabullenmeleri değil mi? Modern Türk edebiyatındaki amaç, Reşat Nuri Güntekin’in ne kadar güzel olursa


Makale ve Analizler - 2013

143

olsun bizi bize anlatan dünyasını aşarken, içindeki büyüme gücüyle dışındaki dikenli zırhı çatlatıp parçalayan ve ağıcın tepesinden dünyaya düşen bir kestane olabildiğimizi herkese kabullendirmek değil mi! Bu arada, kucağındaki yavrusuna meme verirken ninni söylemeye devam eden, hiçbir gramer kuralı bilmeden Türkçemizi evladına doğru dürüst akıtan, aritmetik kitabı açmadan Türkçe hesap yapabilen güzellerimiz varken, bize ana dilimizde edebiyat ne gerek! Türk standını arıyorum. Yoooooook. Yooook, Yook da yok... Hayal kırıklığına uğramak üzereyim. Aklıma ilk gelen Sultanlardan birinin bir masalı oldu. Küflü mıh gibi saplandı beynime. Size anlatmadan üzerime çöken sıkıntıdan kurtulamayacağım. İşte masal: Büyük savaşların birinden sonraymış. Osmanlı 500 bin askerini kaybetmiş. Timur’a Ankara Meydan Muharebesi olabilir. Savaş meydanında kesilmiş başlar tekerlene dursun Sultan, adı önemli değil, Yüksek Divan çağırmış. İşini gücünü bırakıp gelenlere, bir sorun görüşeceğiz. Günümüz ve geleceğimizin en önemli sorunu, dil sorunudur demiş ve şöyle devam etmiş. “Erler savaş meydanında kaldı. Hatunlar eve işe baksa da, erkek işi bilmezler, erkeğin iş dili olmadan, âşıklar çalıp söylemeden edebiyat dili olmaz. Obalarda, köylerde hatunlar durumu geleneksel ağızlarla idare etsin. Ben Sarayı, haremi, Divanı, ferman işlerini ve dış yazışmaları Farsça sürdürürüm. Hocalar da camiyi ve şeriat işlerini Arap dilinde yürütsünler,” dedikten sonra huzura çekilmiş, bu işler de öylece kalmış ve yolunu bulmuş su gibi öylece devam ede gelmiş. Masaldaki gerçek 600 yıl fazla değişmeden yaşarken, sizden gelecek hafta yine buluşmamızı ve yazının ikinci bölümünde Televizyon Türkçesi şeklinde gelişen çağdaş Türkçenin bizdeki durumunu ve gösterdiği özellikleri ele alacağız.


144

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Televizyon Türkçesi - 1

BGSAM-16.Aralık.2013

Sofya uluslararası kitap fuarını gezerken, Hıristiyan Din bilgi ve geleneklerine ait lüks baskılı kitapların çeşitliliği ile gençlik yayınlarında batı dillerinden çevrilmiş kurgu eserlerin çeşitliliği gözümden kaçmadı. Bu yayınlar üzerinde göz gezdirirken hep Türk standını arıyorum. Sofya’da dört binden fazla Türkiyeli Üniversite öğrencisi ve 132 yerli Türklerden yükseköğrenim gören var. Pernik ve Plovdiv gibi anayol bağlantılı ve bir saat mesafede bulunan, binlerce üniversiteli, büyük sayıda iş adamı ve esnaf barındıran ve genelde kültürel bilgiyi hep Sofya’dan alan önemli merkezler var. Türk dilinde sunulan yayınlara ilgi duyan, onları ülkenin dört bir yanındaki kadrolara iletmek isteyen Bulgaristan Türkleri Baş Müftülüğü ve Sofya Müftülüğü, Hak ve Özgürlükler Partisi Ulusal Merkezi, HÖH Gençlik Merkezi, Bulgaristan Türkleri Kültür Merkezi vs. Sofya’da bulunuyor. Türk milletvekili ve Bulgaristan devlet kurumlarında görev alan soydaşlarımız ve başkentteki Türkiye’den gelen şirketlerde çalışanlar, onların aileleri, Sofya’da yaşayan ve çalışan yerli Türk aileler, Bulgaristanlı olup yüksek öğrenimini Türkiye’de bitirmiş gençler, Türkiye’nin muhtelif yerlerinden gelip burada iş kurmuş aileler, “Zaman” ve “Filiz” gazeteleri “Kaynak” dergisi vs. vs. bu şehirdedir. 2013 Bulgaristan Türklerinin ana diline ilginin arttığı bir yıldı. Türk edebiyatına ilgi eski günlerini yaşamaya başladı. Hem Güney Rodoplar’da hem de Deliorman ve Dobruca’da Türk şiiri geceleri düzenlendi, Türk dilinde kaleme alınmış kitap yanıtımı yapıldı, anadilimize olan ilgi uyandı. Yaz aylarında öğrencilerimizin hem tatil hem de Türkçelerini geliştirmek için Türkiye ziyaretleri Türkçemize kan getirdi. Bu yıl T.C.Büyükelçiliği’nin yardımlarıyla ilkokul Türkçe ders kitapları yeniden basıldı ve öğrencilere kavuştu. Türkçe bir sıcaklıktır, gönül bağlarını açan, dünyayı ilgiyi büyüten bir sihirli anahtardır. Türk dili öğretmenleri, kendi aralarında birleşerek dernek kurdular. Kuyez Bulgaristan ve Güney Bulgaristan Türk dili öğretmenleri derneklerinde örgütlendiler. Hocalarımızın anadilimizi her gönülde yeşertebilmesi için dernek evlerinde Türkçe kitaplıklara gerek var. Halen raflar boştur. Birisi Kırcaali’de, ikincisi Şumen’de ve üçüncüsü de Razgrat’ta olmak üzere ça-


Makale ve Analizler - 2013

145

lışır üç Türk kültür derneğine ihtiyacımız var. Yonus Emre Vakfı’nın bizi bulma zamanı geldi de geçti. Bu ülkede rahat edebilmemi için Şeyh Bedrettin felsefesini ve Bogomil Hareketi’ne temel oluşturduğunu Bulgar dilinde açmamız zorunlu oluyor. Bu konuda Türk yazar ve düşünürlerin görüşleri biraz ağdalı olduğundan, ilk dönemlerde konuya kolayca girilebilmesi açısından Radi Fiş gibi Rus yazarların açık anlatımlı eserlerinden yararlanılması yollarını bulmalıyız. Bunları düşünürken olmayanı aramaya devam ediyorum. İkinci kattayım. Son 30 yılda vatanımızda anadilimizi geliştirip sözlü ve yazılı biçimde yerleştirme açısından çok büyük bir hamle yapamadık. Her gün her haneye ulaşan Türkçe gazetemiz yok. Düğmesine dokununca Türkçe konuşan ve bizim sorunlarımızı anlatan bir radyomuz da yok. Bulgaristan sorunlarına Türkçe eğilen röportajlı, söyleşili, yorumlu, Avrupa’yı Bulgaristan açısından ve Bulgaristan’ı da AB açısından değerlendiren paket programlı televizyon yayınlarımız da yok. Hak ve Özgürlükler Hareketi Bulgaristan Türk, Pomak ve diğer Müslümanlarımızı iktidar ortaklığına kadar yükseltti, fakat onların etnik farklılığının temeli olan öz kültürümüz için parmağını oynatmadı. Bugün Bulgaristan’da Türkçe yaşamaya devam ediyorsa bu HÖH yönetiminin bir edinimi olarak kabul edilemez. Unutmayalım. Kitle haberleşme araçlarının dilleri yaşatmada ve geliştirmedeki önemi çok büyüktür. 21. yüzyıl kitle iletişim yüzyılıdır. Bu iletişimin temel aracı anadildir. 24 yıldan beri yasaklı geçmişi silkecek ve bizi kendi dünyalarımıza taşıyacak yeni ve kararlı bir adım atamadık. Sofya Radyosu’nun Türk dilinde yaptığı yayınlar ve bu programlara çok büyük bir ilgi olmasaydı, 1970’li yıllardan sonra kullandığımız dil, Türk dili baskı ve yasaklara dayanamaz ve kururdu. İyi ki 225 programlı Türk TV yayınları imdadımıza yetişti. Gençlerin aralarında çatır çatır konuştuğu dil TV Türkçesidir. Kullandıkları sözlerden birçoklarını anlamayabilirler, fakat bu onların aralarında anlaşılır bir Türkçe iletişim ortamı kurmalarına engel olmuyor. Türk dizilerin son dönemde Bulgaristan Türklerinin dil kültürü üzerindeki olumlu etkisinin büyüklüğünü düşündükçe bu büyük nimetten alabildiğine yararlanma yollarını nasıl daha da genişletebiliriz diye düşünüyorum. Türkçemizi ana kucağında, dede nene yanında, aile ortamında öğrenmeden sokağa çıkan çocukların Türkçelerinde aksama olduğu, okul ve top-


146

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lum etkisiyle Bulgarcaya kaydıkları, kurdukları tümcelere daha fazla Bulgarca sözler kattıkları dikkati çekiyor. Böyle olunca anadilimizin iç uyumu bozuluyor, ses ahenginde farklı ve yabancı dalgalanmalar beliriyor. Bu doğaldır diyebilirsiniz, çünkü insan hep daha kolay olanı arar. Bulgarcada yolun somuttan özele ve genele doğru gitmesi, işin yokuşla başlamadığına işarettir. Türkçemizle pazara çıkmak için sadece söz havzasının beslenmesi yetmeyebilir, değimlerin, nükteli sözlerin, genelden özele ve bireye giden yolun gönüllü yolcusu olmak gerekir. Türkiye televizyonlarında gösterilen tüm diziler yıllardan beri Bulgar TV’lerinde gece gündüz art arda Bulgarca olarak gösteriliyor. Bulgarlar Türk dizilerini çok beğeniyorlar. Dilinden ötürü değil tabi. Onların avucuna düşen yitirdikleri aile sıcaklığına sığınmak, özlem duydukları ilişkiler yaşamak, aile ortamı bulmak, Türklerin cana yakın ve huzurlu yaşayış tarzını öğrenmektir. Olaylar Türk dünyasının, tarih ve geleneklerinin Bulgarlara yanlış ve çarpık anlatıldığını kanıtladı. Bulgarlar Türklerin insan sevgisini, hürmetini, hoşgörüsünü kendi ev ortamlarında TV izlerken görebildiler, ama pek fazla değişmediler, daha doğrusunu öğrenmek isterseniz biraz daha katılaştılar. Çünkü kıskanıyorlar. Kendi kendini, öz geçmişini lanetleyen bir ulusun Avrupalı olabilme şansının olmadığını da hissetiler ki, bu da öfkelerini bir o kadar daha arttırıyor. Şu anda, sanki şeytanın başka işi yok da aklıma, Bulgarların da bildiği “yap iyiliği, bul kötülüğü” atasözünü getirdi. Bizim özümüzü gördüler ya, sanki kinleri daha da kabardı. Bu bizde neden yok fırtınaları etrafı kasıp kavuruyor. Tabii yumuşayanlar, gevşeyenler, kendine gelenler ve etrafına bakınmaya başlayanlar da yok değil. Hele şu Avrupa’ya gidip boş elle dönenler var ya, onlar bize daha sıcak selam vermeye başladı. Bulgar toplumuna, “Türkiye bizim en büyük komşumuzdur, aynı zamanda en iyi komşumuzdur, Türk’ten bize kötülük gelmez!” anlayışını giderek yerleştirme zamanları kapı çalıyor. Kültür silahı savaş silahından çok daha güçlüdür. Bulgaristan’ın en büyük özel yayın evlerinden “Helikon” standındayım.


Makale ve Analizler - 2013

147

Kitaplar lüks baskı ve çok fazla. Hemen dikkatimi çeken “Birlik Vatan” kitabı oldu. İki cilt olarak yayımlanmış. Bu eserde 1937’de Çarlık döneminde kurulan ve Batı Rodoplar’da Pomak Türkleri arasında faaliyet yürüten, 1913 yılında isimleri zorla değiştirilen ve İslam tapınak ve ibadet yerlerine çok sert darbe indirilen dönemi yeniden yaşatmaya başlayan “yurtseverlik” kılıfı içindeki faşizan çalışmalar bir örgütü anlatıyor. Pomak Türklerin isimlerinin ikinci defa değiştirilmesi bu örgüt zulmüyle gerçekleşmişti. İkinci Dünya Savaşı yıllarında aynı bölgede anti-faşist hareketin gelişmesi ve “Anton İvanov” partizan çetesinin kurulmasıyla “Birlik Vatan” güçlerinin yerli halka kan kusturan saldırıları kat kat artmıştı. 1944’ten sonra sosyalist iktidar bu örgütü yasaklamıştı. Oysa şimdi, halk düşmanı faşizan faaliyetlerini “yurtseverlik” olarak anlatan ideolojik yayınları raflarda görünce çok fazla üzüldüğümü itiraf ediyorum. Dikkati çeken bir husus ise, bu saygın yayın evinin sunduğu eserler arasında Ahmet Doğan’ın ajanlığını ve hafiyeliğini anlatan yeni kitaplar olmamasıdır. Jurnalleme ve ihanet etme konusu bitmiş gibi görünse de, konu çok daha derindir. Kasım Dal gibi bir baltaya sap olamayanların yasa önerisiyle çıkan “Dosyalar” yasası, aslında insanların yazgısını belirleyen gizli servis “DC” yerine, 10 yıldan beri “Dosya Komisyonu”nu getiren bir oyun olup, eski hafiyelerle onların iplerini çeken gizli servis subaylar arasındaki bağları tamamen kesemediğinden, her yerli hem de yabancı casusluk merkezlerine hafiyelik yabanların ülkemizde at oynatmasına devam ettiğinden ötürü, pek çok yeni araştırma eserine konu olacaktır. Mafya ve gizli çetelerin eylemlerini anlatan “Zorla Girme”, “Vzlom”, “Şantaj”, “Andrey Lukanov Davası” gibi başlıkların ve yabancı casus örgütlerinden bazılarının Bulgaristan üzerindeki etkinliklerini açıklayan “CIA, KGB ve MOSSAD” kitaplar ilk sırada ön planda sunulmuştur. 2013 yılı yaz ve güz protestolarını saat saat izleyen yazar G. Mizov’un toplam 1.200 sayfalık araştırma yapıtını fuarda bulabilirsiniz. Yakınlaşma ve anlaşma kapılarını açan turistik ziyaretler. Totalitarizm döneminde Bulgaristan’da Türkiye ve Türklükten övgüyle söz etmek yasak olduğundan, sınır kapılarının tek taraflı da olsa aralanmasıyla yılda yarım milyondan fazla Bulgar vatandaşının Akdeniz ve Ege De-


148

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

nizi sahillerinde tatil, Edirne ve İstanbul’da alış veriş yapması gönül yakınlığı doğurdu. İstanbul’un balını böreğini anlatanların ağzı sulanıyor. Türkiye’nin bakımlı bir ülke olması, Türk halkının genel temizliği ve sıcak konukseverliği, hızlı tempolarla modern dünyaya ayak uydurması gönül okşuyor. Türk pazarında bolluk denizinde kaybolmak, Türk gençliğinin yüksek ruhunu hissetmek, ülkenin kentleşme, kentsel dönüşüm, deniz, kara ve hava ulaşımı problemlerine yaklaşımı, Boğaz köprüleri ve hızlı trenler herkesi çok etkiliyor. Kimliğimizi korumaya çalıştığımız ağır dönemimizde Türkçemizin öldürülmek istendiği yıllarda, bizi anlayanlar sussa da, biz onların devlet politikasını tasvip etmediğini hissediyorduk, onların bize karşı büyük günah işlendiğinin bilincinde olduğunu biliyorduk. Bu bakıma, İkinci Dünya Savaşı örnekleri vardı, Yahudilere yapılan düşmanca uygulama unutulmamıştı, Romanlar da yıllar içinde zorbalıktan nasibini almışlardı. 1972 Pomak faciası da hafızalarda canlıydı. Bundan dolayı olacak, Bulgar devletinin ileri gelenlerinden İvan Kostov’tan sonra, 16 Aralık 2013’te halka açık bir mitingde BSP Başkanı ve Avrupa Sosyalistlerinin uluslar arası örgütü PES lideri Sergey Stanişev’in de “Bulgarlaştırma” süreciyle ilgili Türklerden ve Pomaklardan özür dilemesi pek derin etki yaratmadı. O gün bu gün, bir asır devam eden olayların üzeri kap bağlamadan, ülkedeki azınlıklara karşı uygulanan düşmanca politikaların yanlış olduğunu kanıtlayan birçok eser beklenirken, Bulgar edebiyat seçkinleri konuya eğilmediler. Gazeteler de bu kitabın bir af dilemekle kapanmayacağını yazmadı. Bu bakıma, ne yazık ki, Bulgar, Türk ve Pomak dostluk ve kardeşliği Bulgar edebiyatında işlenmiyor. Tarihin ters anlatılması düşmanlık kazanı kaynatıyor. Yapılan kötülüklerden pişmanlık duyulmasını geciktiriyor. Bir ülkede yazarlar toplumu ve devleti sarsan, çökerten, bitiren, insanları süründüren olayları işlemiyorsa, onları durduran bir şeyler var, demektir. Eli kalem tutanlar bazı konulara değinmek istemiyorsa, bu, konular yazılmaya, şair ve yazarlar yazmaya, okurlar da yazılanı okumaya olgunlaşmamıştır, anlamına gelir. Olgunlaşmamış bir meyvedense tohumluk çekirdek alınmaz.


Makale ve Analizler - 2013

149

Bu açıdan değerlendirildiğinde bir meydanda 50 bin kişinin önünde bir kişinin özür dilemesi başka birisinin ise, şükür deyip özür dileyenin boynuna sarılması, bizim adalet anlayışımıza ters düşer. Özür dileyen şapka çıkarıp eğilip el öpmelidir. Eli öpülecek adamın da hakikatten eli öpülecek biri olmalıdır. Öteki icatların hepsi bir perdelik sahne oyunudur. Bizdeki büyük ve küçük olaylara tepkiler hep marjinallerden yani aşırı uçlardan gelir. Şimdi de öyle oldu. Tarihin önünde koşmak isteyenler var. Kahramanlık özleyenler var. Bulgar tarihinde Türkleri ve İslam’a bağlı olan herkesi ve her şeyi Günah Keçisi bilenleri günah çıkarmaya zorlayacak ve içine düştükleri yanılgıdan arıtacak olan büyük ateş henüz tutuşmadı, yükselecek alevler bekleniyor. Ateş bacayı sarmayınca ocağa gizlenen zehirli böcekler, yaşlı ağaç kurtları, iri sıçanlar ve normal yaşam ortamını kirleten daha neler neler sığındıkları yerde rahat, bekliyor, yaşadıkları gibi yaşamaya ve hiçbir şey yapmasalar bile havayı zehirlemeye, kötülükler üretmeye devam ediyorlar. Bütün toplumu temizleyecek büyük ateş bir gün ille yanacak, yanmak mecburiyetindedir. Geçen yüzyılın bütün küfü silkinecek, çok kirlenmiş olan eski kar kalkacak, Bulgarlar kendileri de “biz bitiyoruz”, “biz tükeniyoruz”, “50 yıl sonra ülkemizde Bulgar kalmayacak” korkusundan arınacak, temizlenecek ve normal yaşayıp normal severek üremek ve hayata sevinmek zorundadırlar. Ben sergide dolaşırken, ileri geri gezerken bu çağrının ulusal kültür sarayına girmeye bir pencere, açık bir kapı aradığını hissediyorum. Etrafımdaki insanlar okumaya özlediklerini yeni yazılan kitaplarda beklediklerini bulamadıklarından üzgün ama yorulmadan usanmada aramaya kararlılar. Bu arayışı onların gözlerinde okuyorum ve ben de Türk kitap standını aramaya devam ediyorum.


150

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

2013’ün İzleri - 1

Rafet Ulutürk-16.Aralık.2013

Demokratikleşme sürecinde 1989’den sonra en önemli yıl 2013 oldu. Bulgaristan’da Sivil toplumlar gerçekten oluşmaya başladı. Şubat ayında başlayan ve bugünlere kadar arasız devam eden protestolar kesin başarıya ulaşamadığından, insanlarımız hayal kırıklığına uğramış gibi olsalar da, yenik düşmediler. Biz Bulgaristan Türkleri de sosyal dönüşümlerin bağırıp çağırmakla, yalnız arzu etmekle gerçekleşmediğini gördük. Toplumun yeniden yoğrulması ve yapılanması istenene kadar, önce fikirlerin doğmasına, bilinç olmasına ve herkesi yüreklendirmesine yeniden inandık. Bilgisi olmayanların fikir yürütemediğini de görmüş olduk. 10 aydan beri sönmeyen alevler politik partilerin iradesi ve kontrolü dışında, boyun eğmeyen bir sivil halk hareketi olarak gelişti, dallandı budaklandı ve dört bir yanda duyuldu. Yenilmeden yürümelerine devam ediyorlar. Bulgar tarihinde ilk defa sivil toplumun politik iktidardan daha kuvvetli olduklarını gösterdiler. Elektrik faturalarını ödeyemeyenlerin Şubat isyanıyla başlayan ve yaklaşık 10 ay devam eden itaatsizlik hareketi kesin zaferle sonuçlanmadığına göre, sivil toplum hareketinin politik erkten daha kuvvetli olduğunu iddia etmek saçmalık olurdu ama olmadı. 2013 yılının sivil toplum eylemlerinin başarılarını şöyle sıralayabiliriz: 1) Bu hareket Şubat ayında Boyko Borisov hükümetini düşürdü, 12 Mayıs 2013’te yapılan seçimlerde, GERP partisinin 27 milletvekilliği yitirdi, (GERB’in117 milletvekili vardı.) Tek partili iktidar defterini dürdü. Seçimlere katılma oranı % 47 olsa da, gelişmeler toplum tabakalarında hareketlenme olduğunu kanıtladı. Politik bakıldığında sökülmeye başlayan GERB partisi ve lideri B. Borisov yeni karar almak zorundadır. 4 Eylül günü sarı kaldırıma toplananları yönetmeye giden Borisov kabul edilmedi, çünkü protestocuları motive eden sivil toplum enerjisiydi. O, bundan sonra tek başına iktidar olamayacağını gördü. Reformcu Blok’un ondan istediği “parmağındaki yüzüğü çıkar at ve birleşelim” teklifi kabul görecek mi? Yoksa bencilliğini yenemezse yok olup gidecek mi? 2) Sivil toplum direnişleri, koalisyon ortaklığı sistemine göre kurulan Başbakan Plamen Oreşarski hükümetinin politik oyun iplerini perde ardın-


Makale ve Analizler - 2013

151

dan çeken HÖH fahri Başkanı Ahmet Doğan’ın sahne oyuncusu, 2. dönem HÖH Milletvekili, basın holding şefi, ızbandut Daniel Peevski’yi gizli servis DANS Başkanlığına atama yolunu halk kesti. Bulgaristan tarihinde daha önce böyle bir olay yaşanmamıştı. Sivil toplum örgütleri bu denli kararlı, güçlü ve başarılı olmamıştı; Sivil toplumcular, dış kaynaklı para kullanan ATAKA partisi lideri Volen Siderov’u adım adım izleyip sahte kimliğini halka gösterme işinde büyük bir kısmına başarılı da oldular. 3) Halkın uyanışı ve sivil toplum örgütleri olarak hareketlenmesi HÖH eski başkanı Ahmet Doğanı ve HÖH Başkan Yrd. Hristo Biserov’u politik sahneden indirdi. GERB Partisi Başkan Yardımcısı ve İç İşleri Bakanı Tsvetan Tsetanov’ u savcılık ve yargı kapısına dayadı. vs. vs. 4) Yine 2013’te ilk kez olmak üzere Bulgaristan’da kükreyen sivil toplum hareketi ile dernek ve federasyonlarda örgütlenmiş olan soydaşlarımızın gerçek temsilcileri arasında ilk temaslar, görüşmeler kuruldu, ortak dil bulundu, geleceğin aynı yönde olduğu görüldü. Bu 70 yıllık Komünistlerin birlikteliğini yok etmek için tek yol muhaliflerin birlikte hareket etmeleri gerektiğini büyük bir çoğunluğu anlayabildiler. Sivil toplum hareketi enerjisini korudu: Bu arada en önemli olan, hiç bir politik parti 10 aydan beri süregelen sivil toplum ayaklanmasının enerjisini kendi bünyesine şarj edemedi. İlk defa olmak üzere Bulgaristan kamuoyu sivil toplum hareketi ile politik başkaldırı arasındaki farkı gördü. İki sosyal eylemi birbirinden ayırdı. Farklı şeyler olduğunu gösterdi. Politik partilerin sokak başını gemleme ve meydanları ardına takma ve yönetme planları boşa çıktı. Sokak ve meydanlar gece gündüz dolup taşarken, itaatsizler lider aramadı, politik örgütlenme yolunu seçmedi, politik güçlerden birine yaslanmadı ve dimdik ayakta kaldı. Bu, Kasım 2013’te protestocu öğrenciler oradan buradan para alıp işi cıvıtmasına, daha önce yaşamadığı muhalefet ortamında sıkılıp boğulmaya başlayan Boyko Borisov, eli sopalı ızbandutları Sofya’ya taşıyıp parlamento karşısına dikerek tarihin akışını değiştirmeyi denemesine kadar böyle devam etti. Sivil toplum hareketi ile politik eylem farkı ortaya çıktı: Politik eylemler her zaman bir ide, bir ülkü uğrunadır, bir politikPrograma dayanır, stratejisidir, belirlenmiş bir hedef, çağrışan bir hayal peşinde koşmadır. Sivil toplum eylemleri bir “hayır” protestosudur. Pembe yarınlar çizmez. Gü-


152

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

nün direnişidir. Olumsuzlaşması yani ret edilmesi gerekene, olmaması gerekene işaret eder. “Bu olmamalı!” der. 2013 yılının arkada kalan 9 ayı, Bulgar sivil toplumuna istemediği bir şeye “olmaz” demesini öğretti. Protestoların istenmeyenin olmasını durdurabilecek bir güç olduğuna inandırdı. İlk zafer günlerini yaşadı. 54 bin polisi olan iktidara “hayır” diyenleri ezip geçmenin asla mümkün olamayacağını gösterdi. İşte bu özellikler, artık mayalanmıştır diyebileceğimiz Bulgaristan sivil toplum eylemleri için son derece olumlu örnekler oldu. Başkaldıran sivil toplum hareketlerinin kuşkusuz eksik yanları var. Bir defa bu hareket insanlarımızın son haddine kadar zorlandığı, su, elektrik, kalorifer faturalarını, yüksek banka faizlerini, benzine gelen zammı ödeyemeyecek duruma gelmesinden patladı. İkinci olarak, rüşvetin devlet yönetiminden kaldırılması istendi. Üçüncü planda, kamu ihalelerinden oligarşi ve tekellerin çıkarılması talep edildi. Mayıs ayına doğru kristalleşen isteklerde sabıkalı ve geçmişi şeffaf olmayan kişilerin milletvekili aday listelerine alınmasına karşı çıkıldı; kişisel çıkarlar için parti değiştirenlere meclis kapılarının kapanması istendi; partiler devlete karşı çalışamaz sloganı yükseltildi ve bu gelişmelerin seyrinde ülkede demokrasi yükünü sırtlamaya hazır iyi yetişmiş kadroların olmadığı gördü. Dolup taşan sokaklarda “Ahmet Doğan Mafya!” sloganları temelsiz değildi. Bulgaristan’da gizli ajan dosyaları yıllar önce açılsa ve devletin eski ajanlarla iş yapması yasaklanmış olsa da, eski ve yeni gizli servisler “DS” ve “DANS” ve kökü dışarıda olan politik vesayet Ahmet Doğan gibi 40 cilt dosyası olan küflü ajanları kullanmaya ve memleketimizi onları kullanarak idare etmeye devam ediyor. Bu eylemlerin seyrinde, Hak ve Özgürlük Hareketi gibi partilerin medya ve enerji oligarşisi tarafından kullanıldığı, halkın sorunlarından ve beklentilerinden tamamen kopmuş olduğu bir daha ortaya çıktı. Sivil Toplum Hareketlerinin çıkış yolu hep soldur. Mayıs ayından sonra direnişlerin yönü, en yoksul kesimin oylarını alan Hak ve Özgürlükler Partisi ile aşırı milliyetçi bir oluşum olan ATAKA partisini yanına alarak yeni bir koalisyon hükümeti kuran Sosyalist Partiyi hedef alarak, sağ politika istese de, tarih boyu sivil toplum hareketlerinin çıkış yolu hep sol olmuştur.


Makale ve Analizler - 2013

153

Bundan 100 yıl önce bir sol parti olarak kurulan, fakat tarih boyu terör olaylarından uzak kalamamış olan, sosyalist dönemde de baskı ve terör silahını elinden bırakmayan, Sosyalist Parti (BSP) sol alanı kirlettiğinden dolayı, ondan uzak kalmak isteyen ve sağ bir hareket olarak boy göstermeye çalışan sivil toplum hareketi geliştikçe durulacak ve gerçekler en nihayet yerli yerine oturacaktır. Bulgaristan hem sol hem de sağ hareketler bir kavram karışıklık yaşıyor. XXI. yüzyıl taban dalgasının yeni bir süzgeçten geçmeye ve bambaşka bir şahlanışa gereği var. Burada şahlanma sözü, sınıfsal bilinçlenme ve politik bilinç yüklenme anlamında kullanılmıştır. Sivil toplum hareketi politik boşluk doğurdu. Sosyalist Parti ile GERB eski Komünist Partisi çekirdeğinden, HÖH ise “DC” mayasından olduğundan dolayı Bulgaristan’da gerçek politik ayrışım gerçekleşmedi. İsmi olan ama kendisi olmayan 356 politik parti kuruldu. 35 Romenparti var, nüfusun % 24’ü Rom olmasına karşın, Romen partilerden hiç biri %4 barajını aşamıyor ve parlamentoda temsilcileri yok. Ülkede kapitalist üretim gelişmediğinden ve sınıfsal ayrışım gerçekleşmediğinden gerçek anlamdan sağ parti yok. Sivil toplum hareketi güç toplarken kendini Reformcu Blok olarak tanıtan ve esamisi okunmayan sağ partileri bir kümede toplamaya çalışanlar, kendilerini protestocu sivil toplum hareketinin politik şapkası olarak göstermeye çalışıyorlar. Aslında hepsi CDC, BSP ve HÖH’ ten atılmış veya kopmak zorunda kalmış, ihanet ruhuna hizmet eden politik çöplerdir. Şerefli yola çıkan ve 23 yıldan beri dalgalanmayan demokratikleşme sürecini dipten karıştıran ama aynı zamanda sivil toplum hareketinden enerji istemeyen Nikolay Barekov’un “Sansüzsüz Bulgaristan” hareketinin politik sahnedeki yeri genişliyor. “Sansürsüz” sözünün içeriğinde, ana dilde basın yayın, radyo programı ve TV yayınları ve internet yayınları olup olmadığı konusunda henüz bir açıklama yapmayan Barekov, geleceğin Bulgaristan Başbakanı olmaya hazır olduğunu gizlemiyor. Sendikalar ve sivil toplum hareketi: Sivil toplum hareketinin omurgası olan sendikal eylemler de henüz oturmadı. Tarımı ve sanayisi çöken bir ülkede sendikalaşma ve sendikal bilince ulaşmak için yıllar geçmesi gerekiyor. “Dayanışma” adlı Sendikal Kuruluş, İşçi Sendikaları Konfederasyonu ve öteki işkolu sendikaları 2013 sivil toplum protestolarında omurga oluşturan yapılanmaya uzanamadı. Protestolara ayrı ayrı katılan, ortak çatısı olmayan,24 sivil toplum örgütü, herkesi kucaklayan bir lider çıkaramadı. Direnişler, örgütlü ve sıkı disiplinli, çatışmasız biçimde devam etse de, lidere, temas ve koordinasyon komitesine, örgüt konseyine, ortak bir iletişim merkezine ihtiyaç duyulduğu


154

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

her gün belli oluyor. Bu örgütlenme içine Tütün Üreticileri Birliklerini ve Bulgaristan Türk dili öğretmen derneklerini de içine alma ve onları da kazanma zamanı geldi. Sivil toplum örgütleri bu yıl sahneye çıktı. 1980’lerin sonunda Türk ve Pomakların hak ve özgürlük arayışı ve kitle isyanlarıyla yükselen demokratikleşme dalgası, çevrecileri, yeşilleri, sanatçıları ve demokratik aydınları sarsa da eski ve derin geleneklere dayanmıyor. O zamanlar protestolar ezgin, bitkin, sabrı tükenmiş olanların isyanıydı. 1990’ların başında demokratik Avrupa’yı aramaya koyulan Bulgaristan, kitlelerin kendini emanet ettiği Demokratik Güçler Birliği’nin (CDC) özünde geçmişin zehrini taşıyan bir oluşum olduğunu tahmin etmedi, bunu uyaranlar olmadı. Ne olursa olsun “komünistlerden kötü olamaz” zihniyeti üstün geldi. CDC’li olan Başbakanlardan Filip Dimitrov “komünizmden öç alma hırsıyla” kooperatifçi tarımı kökten likide etti. Ardından Başbakan olan Moskova tahsilli ve KGB ajanı olduğu iddia edilenler (CDC kopoyları) sanayimizi çökerttiler. “Kim ne alırsa alsın ve olayı bitirelim!” dediler. Bu gelişmelere sağır ve kör kalan işçi sınıfı ve emeği örgütleyen sendikal hareket boş bulundu, direnme yolunu seçmedi, gafil avlandı. Bolluktan açlığa götüren süreç böyle başladı. Politik karışıklık ve güvensizlik doğdu. Bu yüzden, yeni mayalanan ve sokaklarda ve meydanlarda saf sıklaştıran sivil toplum hareketimizi orta katman, aydın kesim, geniş emekçi kitleyi peşine takacak bir yığınsal hareket olarak görüyoruz. Toplumsal dengelerin sağlanmasında, meydanın politik partilere boş bırakılmaması için sivil toplum hareketi gereklidir ve güçlenmelidirler. 16 Kasım 2013’te Türklerin ve Pomakların Sofya’ya toplanması ve “Kartal Köprü” mitingi ve “Bağımsızlık” meydanı yürüyüşü sivil toplum hareketinin içine gecikmeli de olsa katılmaya hazır olduğumuzu dünyaya göstermiştir.


Makale ve Analizler - 2013

155


156

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2013

157


158

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2013

159


160

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2013

161


162

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2013

163


164

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2013

165


166

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2013

167


168

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.