07 DOSYASIZ AJANLAR

Page 1

D O S YA S I Z AJANLAR

2014 Åžubat - Mart Makale ve Analizleri


DOSYASIZ AJANLAR BULTURK BGSAM Yayınları Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi - BGSAM -7 BULTÜRK Genel Başkanı: Rafet ULUTÜRK Basım: Şubat-Mart - 2014 Koordinatör: Dr. Nedim BİRİNCİ Editör: Raziye ÇAKIR İnternet sorumlusu : Kapak Tasarım: Murat ULUTÜRK Pazarlama Sorumlusu: Hamiyet ÇAKIR Arşiv: İbrahim SOYTÜRK İsteme Tel: 0212 511 63 47 www.bulturk.org; www.bghaber.org; info@bulturk.org İnternet sitesinin yazıları Adres: Yıldırım Mah. Şehit Kamil Balkan cad. No.114/A Bayrampaşa İstanbul Tel: +90 (212) 511 63 47 Belgegeçer: +90 (212) 526 51 98 https://bgsam.org/, https://issuu.com/bulturk, https://bulturk.org.tr/ Baskı : DİNÇ OFSET MATBAACILIK SAN. ve TİC. LTD. ŞTİ. Adres: Davutpaşa Cd. Emintaş San. Sit. No: 103/580-581 Topkapı - İstanbul Tel: 0090 212 493 24 67 TÜRKİYE CUMHURİYETİ YASASI GEREĞİNCE BU ESERİN YAYIN HAKKI BULTÜRK’ten İZİNSİZ KISMEN VEYA TAMAMEN ÇOĞALTILIP YAYINLANAMAZ

Web: www.bghaber.org ; E.Posta: rafetuluturk@yahoo.com


“Bilgi Ordusu, Bizim Ordumuz, Bildiğimizi Öğretmek,Bizim Borcumuz.” Rafet ULUTÜRK

Düşünceler dizisi olan elinizdeki eserin anlamı derin bir uğraşın ancak başlangıcıdır. Bulgaristanlı Türk Müslümanların başına 1970-72, 1984-85’te düşen yıldırımın bir daha düşmemesi için bir uyarı ve ışık niteliğindedir. Saygılarımızla, B U LT Ü R K İ st a n b u l



Önsöz Yerine Yıl 2014 70 yıldan beri anadili, dini, yaşadığı şekilde yaşaması, istediği gibi sevip sayması yasaklanmış olan Bulgaristan Trükleri’nin bir yıl önce başlayan bellek zarlarını sökerek kendilerini anlatma serüveni artık tay durmaya başladı. Ekibin yazdıkları kalemler dik, olaylara yaklaşımları cesur ve bilgedir. Okurları uyanmaya kışkırtan bu yazılar elektrik çağından elektronik çağ sıçrayan genç kuşağa hitap ederken, onların soy boy vatan geçmişlerini, kavgalarını, parçalanmalarını, göçleri, kader çizgisini değiştirme mücadelelerini anlatıyor. Anadilinde okuması yazması, kitap basması yasaklanmış bu etnik Türk azınlığının öz edebiyatını ve oradaki koşullarda özgün kültürünü oluşturması geleneklere dayanan yaşam biçimine nefes aldırmaya devam etmesi sanki bir kahramanlıklar serüveni. Türkiye ve Türkiye’deki yakınlarıyla ilişkileri kesilmeye çalışılırken yasaklanmış ama onlar közleri asla söndürmemişler. Türklük sevgisi ve Müslümanlık aşkı hayatlarını belirleyen temel etken olmuş. Dünya pencerelerini onlara kapayanlar ruhlarının sönmesini beklerken 1989’un Mayısında onlar İsyan edip hakları uğruna birlikte toplu olarak şahlanmışlar. Doğu Blok psikologları bu gelişmeleri öngörememiş, gafil avlanmış ve olayların sonunda aynı yılın 10 Kasımında komünist partinin totaliter baskı ve terör rejimi Bulgaristan Türkleri sayesinde devrilmişti. Bulgaristan Türk-Müslümanlarının Türk kimliğini oluşturup geliştirme davasındaki büyük özellik, mücadelenin genel insan hakları, adalet ve demokrasi kavgasına örülmesi, politik nitelik kazanması ve ulusal çapta alevlenmesidir. Bu dış dünyadan maddi yardım almadan örgütlenen ve kendi közünde alevlenen bu Ayaklanma çok yüksek bilinçlilik düzeyi sergilerken, okumuşluk düzeyi düşük olan halkların ruhu kör ve güçsüzdür tezini de kırdı.


6

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

2014 yılı yazılarımız, siyasi çalkantıları, seçim dalgalanmaları ile birlikte çok sevdiğimiz vatanımızı, diktiğimiz ağaçları, meyvelerimizin tadını, tozlaşmak için rüzgar bekleyen buğday denizlerimizi, Tuna’mızı, Balkanımızı, Ardamızı, Tunca’mızı, çilekeş insanlarımızı da anlattık. Bizden iyi anlatan şair ve yazarlarımızı hep aramızda bulduk. Saygılarımızla, Raziye ÇAKIR


Önsöz: Toplumların hayatında yazılı tarih büyük bir öneme sahiptir. Ancak bizde yazılı olmayan tarih, yani nesilden nesile aktarılan tarih vardır. Bu nedenle bazı olaylar zamanla faklı şekilde anlatılmakta veya algılanmaktadır. Gelecek nesillere aktarılacak olan bilgi birikiminin arşivlenmesi, kitap, dergi veya gazete gibi yayın organları aracılığı ile kalıcı hale getirilmesi büyük bir öneme sahiptir. Bu nedenle edindikleri tecrübeleri, yaptıkları çalışmaları toparlamak ve kitaplaştırmak güzel bir çalışmadır. Bunu bireysel olarak yapımaktan öte kurumsal olarak da yapmaları takdire şayan bir davranıştır. BULGARİSTAN TÜRKLERİ KÜLTÜR VE HİZMET DERNEĞİ kısa bir süre önce 2013’te kurulan internet haber sayfası www.bghaber.org sitesindeki yazıları bir araya getirerek yapılan bu çalışmaları kitapçık halinde getirerek bu konuda büyük bir ciddiyet göstermektedir. Derneğin internet haber sayfasında çıkan yazıları ve çalışmalarının yıllıklar halinde kitapçık haline getirerek yer aldığı bu çalışma gelecek kuşaklara aktarılacak ve ışık tutacaktır. Öte yandan dernek büyük bir arşiv de oluşturmuş durumdadır. Dernek faaliyetlerini gerekli ciddiyetle yürüten dernek Başkanı öncülüğünde dernek kurucuları, Yönetim Kurulu ve üyelerinin yaptıkları özverili çalışmalarından dolayı kutluyorum ve başarılarının devamını diliyorum. İsmail Gemici BULTÜRK Kurucu Üye


8

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Değerli Hemşehrilerim, Bulgaristan’da hepimiz zor günler yaşadık, itildik, ezildik, çiğnendik, hatta gün geldi vurulduk, şehitler verdik. Bu nedenle bizler kendi içimize kapanarak, yaşam mücadelesi vermeye çalıştık. Ancak bu içine dönüklükten kurtulmalıyız ve Türkiye’de yaşadığımıza göre, yasaların bize verdiği tüm haklardan bizlerde yararlanmalıyız. Peki, neden bunu yapamıyoruz? 1877-78 Rus-Türk savaşından sonra Osmanlının Balkanlardan çekilmesiyle birlikte, savaş esnasında işlenen akıl almaz katliamlar nedeni ile atalarımız asırlarca yaşadıkları yerleri terk ederek göç yolunu tutmuşlardır. Geride kalanlar ise Bulgaristandevleti’nin uygulamaya başladığı soy kırım politikalarına karşı direnmiş ve hayatta kalmaya çalışmışlardır. Şimdi ise burada Türkiye’de yaşayanlar oralara yardım edebilmek için, burada ilk önce bir araya gelmek ve bir merkez oluşturmalıyız. Artık bir kurum altında toplanmalı ve birlikte hareket etmeliyiz. Bu birliğe hepimizin ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Artık bir birimizi kötülemekten vaz geçmeliyiz, birisi için yanında konuşamayacağımızı başka bir yerde konuşmamalıyız, yani kısaca arkasından konuşmamalıyız. En önemlisi samimi, hoşgörülü ve ahlaklı olmak. Zamanla her şey yerine geleceğine inanıyorum, ama tabi ki bu dava üzerinde kafa yoran, stratejiler üreten ve devamlı bunun üzerinde çalışan olursa. Bizim savaşımız insanlarımızı ahlaklı yetiştirmek olmalı, birlik ve beraberliğe kendi insanlarımızla başlayarak tüm Türk Dünyasına taşmalıyız. Bizler burada Türkiye’de yaşayan Bulgaristanlılar büyük bir kitle haline gelmiş durumdayız. İşte bu nedenle şimdi bu kitleyi yani kendi hemşerilerimizi, bir araya toplayarak bir merkez, bir güç birliği oluşturmalıyız, tabi ki bu bizim doğal tabii hakkımızdır. Bizler de artık toplum gücünü kullanabilmeliyiz. Toplum olarak haklarımızı elde etmek zorundayız ve bu yönde çalışmalıyız. Biz bunu söylerken, önderlerimizi seçerken, başkaları kötüdür demiyoruz.


Makale ve Analizler - 2014

9

Biz bu işi onlardan daha iyi yapabileceğimize, Türkiye Cumhuriyetine ve Türk Dünyasına daha verimli olacağımıza, buralarda bu bölgelerde yaşayan Türklerin daha iyi, daha güvenilir, yaşamalarını sağlayacağımıza inandığımız için, Önderliğe, Yönetime talibiz. Bu arada Bulgaristan’da kalan kardeşlerimizin hepsinin siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel kimliklerini, muhafaza edebilmeleri için mücadele etmeliyiz ve bu konuda gerekeni yapmalı ve gerekli yardımları yapmalı ve yaptırmalıyız. Aramızda Ahlâklı, Adaletli olanları seçmenli ve yüceltmeliyiz. Geçmişi konuşmaktansa, gelecekten söz etmeliyiz, bugünü değil, yarınları görerek hareket etmeliyiz. Aramızdan stratejistlere imkân ve fırsat vermeliyiz ve onları bizler yetiştirmeli yön verebilmeliyizkısa-10 ve uzunvadeli -50 yıllık hedefleri gösterebilmeliyiz. Aramızda kötü niyetli insanları tespit etmeliyiz, bilmeliyiz ki, onların kusurlarından dolayı değil, bu güne kadar yapılması gerekenleri engelledikleri için aramızdan uzaklaştırmalıyız. Bu güne kadar neler yapılmamış, onları araştırmalı, bilmeliyiz ve neler yapılması gerekir onları söylemeliyiz ve bunları bir an önce hayata geçirmeliyiz. Bizler gözyaşları dindirmek için, yaralara mehlem olmak için, her yüke ortak olabilmeliyiz. Gençlerimize, sadece balık pişirmesini değil, balık tutmasını da öğretmeliyiz, insanlarımızı denizlere, okyanuslara açılmalarını sağlamalıyız. Aramızda Tek Lider değil her sokakta, her mahallede bir lider yetiştirmeliyiz, biz dünyayı yönetmek için oğullarımızı yetiştirmeliyiz. Bizim insanlarımız yani Bulgaristan Türkleri şahsi başarıları Türkiye’de belkide en çok olanlardanız. İşte artık bizler toplum olarak haklarımızdan yararlanmasını bilmeliyiz. Her şeyden önce siyasi haklarımızı toplum olarak kullanmalıyız, daha sonra ekonomik ve kültürel haklar onu takip edecektir. Hepimizin gördüğü gibi, tarihte büyük güçler çok defa kötü politikaların kurbanı olmuşlar ve bunlar devam edecektir. Bir toplumun Lideri olmadan hiçbir şey olmaz, bu lideri de toplum çıkarmalıdır. Siyaseti güvenilir, sevimli hale getirmek bizim hedefimiz olmalı, bu gün çok zor, imkânsız olarak görünse de, yarınlara umutla bakabilmeli ve baktırabilmeliyiz. Var olabilmemiz için, var kalabilmemiz için, öncelikle temel hususlarda anlaşma sağlamalıyız. Aramızda bir birimize güveni kaynaştırmalıyız ve samimi olmalıyız.


10

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Her şeyden önce özgüvenimizi kazanmalıyız, birlik ve beraberliği ön planda tutarak insanları insan oldukları için sevip saymalıyız. İçimizde barışı sağlayıp, tek merkezde bir çatı altına toplanmalıyız. Bu çatı da “BULTÜRK Derneği” olmalıdır. Buradan tüm dünyaya sesimizi duyurabiliriz. Balkanlar konusundaki politikalarda etkili olabilmek için yolları aşındırmalıyız. Çünkü gelişmiş ve Bulgaristan’da etkili bir Türkiye Balkanlara tamamen hâkimiyet kurabilecektir. En önemlisi kararlı olalım ve birbirimize samimi, saygılı olmayı ve bir birimizi sevmeyi öğrenmeliyiz. Bizim derdimizi ve problemlerimizi en iyi anlayabilecek zaat bizden olduğunu idrak etmeliyiz. Bulgaristan Türkleri konusunda teşhisi bizler kendimizi yetiştirerek yetki mercileri alarak son noktayı biz koymalıyız, bu güne kadar ki eksikliğimiz budur. Ayrıca Balkanların anahtarı Bulgaristan’da yani Bulgaristan Türklerinden geçtiğini de öğrenmeli ve öğretmeliyiz. Sevgili dava arkadaşlarım. Kendimizde özgüveni, aramızda güveni ve merkezioluşturduktan sonra, kimsenin aramıza nifak tohumları ekmesi mümkün değildir. Bizim için önemli olan, eksiklerimizi bulmaktır. Geçmişi bırakarak artık bizler aydınlanma dönemine bir an önce geçmeliyiz. Halimizi tespit etmek çok kolay, gazete, dergi yayın hayatımız nerede, kaç gazete, tv, radyo bizimle ilgili haber yapıyor.Burada suçlu değil, sebepleri aramalıyız. Gelin bunları tartışalım, niçin bu güne kadar bir Bulgaristan Kültür Merkezi olmamış, bunu şimdi nasıl gerçekleştirilebiliriz, bunlara yönelik çalışmalar toplantılar yapmalıyız. Hedefimiz Türkiye Cumhuriyetini daha güçlü, daha huzurlu ve daha iyi yarınlara götürmek için olmalı. Güçlü bir Türkiye Bulgaristan da yaşayan Türklerede güven ve huzur verecektir, onların daha rahat yaşamalarını hep birlikte sağlayabiliriz. Bunlar zannetiğiniz kadar zor işler değil. Dünyada insanlar bir iş için değil, bir İdeal için hayatını feda ederler. Bunun için güçlü olmak sesini duyurabilmek için öncelikle bir Kurum ve bunun Merkezini oluşturmalıyız. Çünkü Merkezi olmayan hiçbir topluluk bir yerlere gelmesi mümkün değildir. Bu güne kadar konuşmalar tartışmalar yapılmış fakat bir ağıç ekilmemiş işte bu gün bunu yaptık BULTÜRK tüm Bulgaristan Türklerinin biz öncelikle sadece Bulgaristanlıyız.


Makale ve Analizler - 2014

11

Bizler elimizdeki kıt kaynaklarla bir merkez oluşturmaya çalıştık, bunda da muhafak olduk. Bu merkeze ulaşmakta büyük güçlükler ile karşılaştık bu konuda bizlere yardımcı olan emeği geçen herkese teşekkür ediyoruz. Ayrıca bizlere kendi yerini veren Mümin Hocamıza huzurunuzda kendisine tekrar tüm halkımız adına buradan teşekkür ediyoruz. Bundan sonraki hedef de Türkiye’nin her yerine ulaşmak ve bu birlikteliği her yerde tesis etmektir. Bu merkezimizde artık kendimize ait bir kültür merkezimiz oluştu toplantı salonumuz da mevcuttur her 15 günde bir toplanıyoruz. Amacımıza ulaşabilmek için devletin bir şeyler yapmasını beklememeliyiz. Birlikten kuvet doğar Atasözünde olduğu gibi güçlerimizi birleştirerek devlet yönetiminde söz sahibi olmalıyız ve geleceğimize kendimiz yön vermeliyiz. Gençlerimizin devlete girmelerinin yolunu aydınlatmalıyız. Artık bizim de Ankara’da TBMM’de kendi temsilcilerimiz olmalı. Bizler de buralara kendi içimizden birilerini gönderebilmeliyiz. Aramızda birlik ve beraberliğimizi oluşturduğumuz takdirde kendi içimizde samimi olduğumuzda başarıların ard arda geldiğini göreceğiz bunu başaracağımıza eminim. İhtiyacımız olan tek şey kendi içimizde daha adaletli olabilmek. Sevgi ve saygılarımı sunarım, Genel Başkan Rafet ULUTÜRK


12

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Kaz Kafalılar

Neriman Eralp-23.Şubat.2014

Bizim kazlar avlu kapısından çıkıp dereye doğru yürümeye üşendiklerinde harman kenarından havalanıp uçarken zevk alırdı. Bir gün bizim harmanla dere arasındaki yamaca elektrik direkleri dikildi. Yüksek gerilim telleri gerildi. Teller kazların dört beş kanat çırpmakla erişebildikleri yükseklikteydi. Telaşa düştük ve aklımızdan geçen, laf anlamayan kazların tellere çarpıp telef olma ihtimaliydi. Ciğeri, eti, tüyleri, hatta ayakları ve gagaları para eden bu evcil kuşları kaybetme korkusu bacayı sardı. Çözüm arayanların çaresizliği yüzlerine vurdu. Endişelenmeyense kazların kendileriydi. Avlu kapısından çıkmalarıyla başlayan sabah yürüyüşünde düzen vardı. Tavuklar gibi gak gık kok kup yapıp, sağa sola saldırıp koşuşmuyorlardı. Harmanda toplanmayı hürriyete kavuşma gibi algılamadıkları da belliydi. Belirli aralarla devamlı sağa sol yapan yüzlerine bakıldığında ne istediklerini anlamak zordu. Kaz sürüsü ne kadar kalabalık olursa olsun, sefer sırası düzülürken başı çeken hep bir erkek kaz yani “kazaskerdi.” Dediği dedik olan kazlar başını öteki kazlardan ayıran, sürüde başı tutması, yerini bilmesi, saygı görmesi ve ilk adımını o atmadan sürüdekilerden hiçbirini avlu kapısına yönelmemesiydi. O sanki kazaskerdi. İzince yürüyüşe çıkanlar yana sıra olur, ön sırada yer alan kıdemliler gururlu ve ağır basardı. Hiç biri boşboğazlık edip baştakilerin önüne geçmeye çalışmazdı. Bizim kazlar askeri eğitim görmüş gibiydi. Avlu kapısından çıkışları resmi geçiş törenini andırıyordu. Bu törende bando yoktu. Kaz başı belirli aralarla “vak vak” dediğinde değişen bir şeyler oluyordu. Harmanın tam ortasında dere istikametine dönmek için sol yapılması gerektiğini hepsi bilseler de, acemi bir yayanın yeşil ışıkta geçmezden önce sağa sola baktığı gibi baş sallayanlar, kaz başı üç kez “vak vak vak” deyince yön değiştirirdi. Harmanın tam kenarına geldiklerinde ise kulağa gelen yeni “vak vak” sanki onlara “pisteki yerini al” emriydi. Emri veren kaz başı o an başını yukarıya diker ve sürü kendi halinde beklemeye girerdi. İşini gücünü bırakıp onu izleyen biri olsa, “nem oranını ölçüyor, rüzgâr yönünü tespit ediyor ya da havadaki kokuda yağmur mu yoksa kar mı var,” onu tespit ediyor, diye düşünebilirdi. Havadaki nem oranı kazlar için çok önemlidir. Bu tesiri yaşamamak için yaban kazların bulutların üzerinden uçtuğunu bilirsiniz. Hele yavruların 16. gününü doldurmadan yağmurda ıslanmaları istisnasız hepsi için ölümcüldür. Kaz çiftlikleri bu yüzden sundurmalıdır. Onlar su seven varlıklar olsa da, doğum tüylerini dökmeden yağmura dayanamazlar.


Makale ve Analizler - 2014

13

Havayı koklama işi bittiğinde, ardından bir “vak vaaak” gelir ve bunun anlamı belki de, isterseniz sırayı bozabilirsinizdir. Bu emir onları mobilize ederken, önde sırada olanlar silkinip koşmaya ve bir iki sıçramadan sonra harman kenarında kanat açıp boyunlarını alabildiğine uzatarak ve uçacakları yönü her defasında aynı şekilde bir pusula imgesi gibi belirleyen gagalarıyla göle yönelirlerdi. Onlar hep aynı hızla, aynı noktadan kalkıp göl kenarındaki yaylaya yumuşak iniş yapıyorlardı. Havalanırken ve konarken çıkardıkları sesler farklıydı. Birbirlerine “hadi sende” dermiş gibi havalara giriyorlardı. Bir aile olarak biz günlük işlerimizi kazların yaşam tarzına uydurmak zorundaydık. Avluda yiyip içmeyi sevseler de, zevk aldıkları yer gölbaşıydı. Yumurtalarını sundurmadaki pogluklara, sandık içine koyduğumuz samanların üstüne bırakıp daha rahat uçacaklarına, iri yumurtaları hep sultan otları arasından toplardık. Yumurtlayanların vakları bir başka, sanki daha neşeliydi ve erkek kazlar “can sıktınız” demeden kesilmezdi. Yumurtlama işinde de bir sıra olduğunu sanıyorum, çünkü yumurtaları küme küme buluyordum. Neredeyse aynı büyüklükte olan yumurtaları toplayıp sepete usulca dizerken aralarına pamuk bez koyulurdu. Yumurtaların sepete girdiğini hisseden dişi kazlar bir havalara girerken, erkekler tıslıyor, hırsıza karşı hücuma geçmeye hazırız havasına girip boğazlarını top namlusu gibi öne uzatıyor, ama kaz başından izin gelmeden saldırmıyorlardı. Kolumda sepetle onlara yaklaşırken ya da yanlarından uzaklaşırken üzerime saldırdıklarını hatırlamıyorum. Bir kez komşu köyden Hasan gelmişti. Ona sert saldırdılar. “Durun!”, “Yapmayın!” desem de laftan anlamadıklarından aldırış etmediler. Ammansızlıklarını daha önce görmemiştim. Saldırı esnasında hepsi tısladı. Kanatlarını sonuna kadar açıp tam yerden kopuş hali aldıklarında öne yumuldular ve dünya atletizm krosçuları gibi koşmaya başladılar. Bu defa “İleri!” emri kaz başından gelmişti. Ansızın gözü dönmüşler beni Hasan’dan mı kıskanmışlardı? Saldırıya geçen alayın başında albaylar vardı. Kenarda duran ve “ilgilenmiyorum” havası vermeye çalışan kaz başının farklı “vakvaklayışı” hepsini yerine mıhladı. Durdukları yer ile korkudan dilini yutan ve koşarken pabuçsuz ayakları birbirine dolaşan Hasan’ın olduğu yer ile kazların durdukları çizgi, birbirinde epey uzaktı. Kazların alan sınırını nasıl belirlediğini öğrenemedim. Hasan’a gözü kara dalanların stop ettiği yer sınır hattı olmalıydı. Saldırıya yürüyerek, koşarak değil, yıldırım hızıyla akarak geçen kazların düşmanla yalnız kendi alan sınırları içinde hesaplaşma kuralı, çok ilginçti. Öykümün ana fikrinde “Tarım Kredi Fonu” kaz bakmak isteyenlere ucuz kredi veriyor, “Gidin paraları alın ve işlerinizi yoluna koyun!” gibi duyuruda bulunmak yoktur. Bu işi Rodoplar’da yapanları gördüm. Eski barajları kirala-


14

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

mışlar. 500 kazlı sürüler beyaz bulut gibi dolaşıyor. Kaz bakmak ince ve deneyim gerektiren bir uğraşı olduğundan bu çiftçilerimizin gelecekte büyük çiftlik sahibi olmaları doğaldır. Kaz konusunu açmama vesile olan, bizim harmandan dereye ve yandaki göle uçan kazların yoluna çekilen yüksek gerilim hattının uyandırdığı endişedir. Taksim meydanından başka bir de uçuş pisti rolü gören harmanın kenarından havalanan ve cereyan yüklü tellere çarptıklarında telef olacaklarını sandığım kazlarımız şu an gözlerimin önündedir. İnsan ömrü gençlik yaşantılarını ve ilk umutlarını değerlendirmekle geçer deyenler haklı olabilir. Beklenen an geldi. Havalanan kazlar elektrik tellerine yaklaştığında daha önce hiç işitmediğim “Vaaak, Vaaak!” tonlu bir ses geldi ve kazlar rota alçaltıp tellerin altından geçip gittiler. Öten, uçanları seyreden baş kazdı. Onun kodlu komutu harfiyen uygulandı. Dedemler, babamlar, herkes bakakaldı. Söylenecek söz kalmamıştı. Bir gün bizim kaz başı tısladıkça tıslarken çılbırı avlumuzdaki erik ağacına bağlı “Makro” diye çağırdığımız boz eşeği fazlasıyla kızdırmış olacak ki, yeni nallanmış ökçesiyle çifte atarak, kaz başını yere serdi. O andan sonra yeni kaz başı belli olana kadar kazlar kendi aralarında bağrışıp çağrışırken ölümcül sahneler yaşandı. An geldi erkeklerin boyunları birbirine dolandı. Yemekten içmekten kesilenler oldu. Birbirlerini boğarak bayıltmaya çalışanlar, gagalaşanlar, kaz başı olma kavgası zordu. Daha sonraki yıllarda seyrettiğim kaz göçü filmlerinde, kıtadan kıtaya uçuş esnasında sürü başı bir kaza geçirse, liderlik için havada mı dövüşecekler diye düşündüğüm oldu. Onların ilahi kurallarında da güçler dengesi ve doğal üstünlüğü kabullenme kuralı var. Var oluş esasında bölünme, parçalanma, dağılma kuralı yok. Bir arı nasıl tek başına bal yapamıyorsa, soğuk kış gecelerinde ısınabilmek için nasıl kanat titreşimiyle ısınan yumaktan biri olmak zorundaysa, kazlar da kural bozmadan yaşamaktan zevk alır. Şahsi görüşüme göre, insanlar için kaz kafalı dendiğinde anlayışsız, kavrayışsız, kafasız, budala anlaşıldığından, bu sözü kazlar için kullanmamak gerekir. Tam bir hiyerarşi içinde, general, albay ve çavuşların sağladığı nizama uyarak, korumaları ve yaşam alanı olan, uçmayı ve yüzmeyi bilen en önemlisi, söz dinleyen ve tehlike belirdiğinde komuta uyan bu kuşlar, çok akıllı hayvanlardır. Onların, hele bizim Bulgaristan’daki lider politik kliğini oluşturan kaz kafalılardan defalarca üstün nitelikleri var. Yine benim görüşüme göre, kazların baş gösteren bir tehlike, değişen durum karşısında, verdiğim örnekteki yüksek gerilim hatlarına çarpmadan rota değiştirmeleri gibi ani tepkileri, insanların jet uçaklarında biler henüz başarılı uygulamaya başladıkları erken uyarı sistemlerindeki programlardan dakik çalışması düşündürücüdür. Kazlar kaz olduğunda elektrik


Makale ve Analizler - 2014

15

ve yüksek gerilim hatları olmadığından, sergiledikleri üstün davranışları değerlendirildiğinde, bu kuşlar düşünebiliyor, demek geliyor içimden... Bir düşünürsek, arkadaşlarımın yazılarında defalarca işaret ettiği üzere, Bulgaristan’ın ekonomik, sosyal, finansal ve iş gücü bakımından çöküşü ve bu yıkılış sonuçları önceden tespit edilerek gerekli önlemlerin alınmamış olması, af edilmesinden asla söz edilemeyecek derecede büyük suçtur. AB ülkeleri arasında en fakir, en yoksul ve en sefil duruma düşmüşüz. Son 24 yıllın sonuçlarına bakıldığında, bizdeki liderlerin tümü “Vaaak, Vaaak!” deyip yok oluşu önleyecek kadar akılları ve öngörüsü olmayan kaz kafalılardır. Neden çalışmaz bunların kafaları? Çünkü kazların kendi aralarında Kaz Başı olma kavgasını vermeden “Lider” olarak başımıza dikildiklerindendir. Sürü içinden gelmeyen bir kaz Kaz Başı olamazken, bizim başımıza kaz kafalı Lider dikildi ve işler her gün daha da sarpa sardı. Akıl öğrenmek için koyun çobanı olmak yetmiyor. Kaz çobanı olmak gerekiyor. Çünkü bizim koyun çobanlarının hepsinden kaz kafalı çıktı.

Memleketimizi Seçelim

İbrahim Soytürk-24.Şubat.2014

Bulgaristan Avrupa Birliği (AB) Parlamento seçimleri havasına girdi. Bu seçimler Bulgaristan da aralarında olmak üzere 25 Mayıs 2014 günü 28 ülkede birden yapılacak. AB Parlamentosunun Genel Kurul çalışma merkezi Brüksel ve Strazburg’tur. Seçimlerde aday olarak yalnız AB ülkelerinden şahıslar gösterilir ve AB üyesi ülkelerin vatandaşları tarafından seçilir. Türkiye ve KKTC’nde de yaşayan, çalışan veya şu anda orada bulunan soydaşlarımızın AB seçimlerinde oy kullanma olanağından yararlanmak için mutlaka Bulgaristan’a gelmeleri ve adres kayıtlarının olduğu yerde açılan sandıkta oy kullanmaları gerekecektir. AB üyesi Batı Avrupa ülkelerinde bulunan işçi ve öğrencilerimiz ise konsoloslukların açacağı seçim bürolarında oylarını kullanabilirler. 20 Şubat 2014’te kabul edilen Yeni Seçim Yasası 14 günlük bir süre içinde Cumhurbaşkanı tarafından onaylandığında aşağıdaki şekliyle yürürlüğe girecektir.


16

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bulgaristan’da bu defa da AB Parlamento seçimleri propotstional yani oranlı (nispi) seçim sistemine göre yapılacaktır. Bir önceki seçimler de oranlı sistem uygulanmıştı. Bu seçimin temel esası aday listelerinin Politik partiler tarafından hazırlanmasındadır, fakat bu defa Rus dilinden olup Bulgarca (preferensiya) terimiyle ifade edilen ve Türkçemizde tercih ettiğim, benim önerim olan veya ayrıcalıklı olmasını ve seçilmesini istediğim şeklinde açıklayabildiğimiz yeni bir özellik var. Bir başka özellik de listelerin integral olmasıdır. İntegral terimi burada değişik partilerin adaylarının aynı listede yer alacağı anlamındadır. Yeni seçim yasasıyla getirilen bu yeniliğin özelliği nedir? Seçim listeleri daha önce olduğu gibi, bu defa da politik partiler tarafından hazırlanacaktır. Yani kimin AB milletvekili olacağını önce parti listesinde göreceğiz. Şimdiye kadar yapılan propotstional yani oranlı seçimde liste sırasını bozmak mümkün değildi. Sizin gönlünüzde olan ve seçilmesini istediğiniz aday ilk sıralardan birinde yer almıyorsa, seçilmesi olanaksız ise, (arka sıralarda olanların seçilmediğini biliyorsunuzdur) çünkü oyları birinci her zaman ikinci sırada olan aday toplar. Şimdi bu durumda şöyle bir değişiklik var: Örneğin, parti listesinde 10 aday varsa seçmen bu listedeki sırayı bozabilir ve istediği asdayı Liste Başı yapabilir. Bu ona yeni seçim yasasıyla sağlanmış yeni bir haktır. Geçerli yasal ihtimaller şunlardır: a) Aday listesi üzerinde hiçbir işaretleme yapılmadan yani liste size verildiği şekilde zarfa koyup sandığa atarsanız, oyunuz partinin adayı olan liste başına, yani partinin birinci sırada aday gösterdiği kişiye gidecektir. b) Aday listesi üzerinde ismi bulunan örneğin 10 adayın isimlerinin önünde birer boş kutu olacaktır. Bu kutulardan birine çarpı işareti ya da kırlangıç kanadı işareti yaptığınızda, bu, işaretlediğim kişinin liste başı olmasını ve onun seçilmesini istiyorum anlamına gelir ki, siz gibi aynı işareti yaparak o kullananlar % 5 olduğu halde, adayınız kendiliğinden liste başı olur Bunun daha net ve kesin anlamı ise şudur: Oyunu kullanmazdan önce adayını işaretlemeyenlerin kullanılan oylar sizin gösterdiğiz adaya gider ve % 51 oy aldığında seçilen o olur. Yani parti listesi bozulur. c) Bu durumda % 5 ile Liste Başı olan, yüzde yüz seçilecek kişi yine % 51 oy toplayan aday olacaktır. Ne ki, % 5 oy alarak liste başına geçen adayın kendisine % 51 oy verilmesi şartı yoktur, o listedeki oyları toplayarak seçilen duru-


Makale ve Analizler - 2014

17

muna geçtiğinden, bu değişiklikte demokratik bir öz vardır. Bir adayın AB Parlamento vekili olmasına 125–135 bin oy gereklidir. Bu şekil bir oylama ilk kez Batı Almanya’da 1960’ta yapılmış ve iyi sonuç vermiştir. % 5’le Liste Başı olarak seçilme meclisteki politik iradenin halkın istediği majoriter çoğunluk sistemine karşı dayattığı seçim usulüdür. Açıklama: (1) Yeni Seçim Yasasında yapılan değişiklik tüm seçmenlerimiz için çok önemlidir. Bilinçli oy verildiği ve değişiklikle ilgili inceliklere ve özelliklere işaret eden örneklemeli izahatla listeler değiştirilebilir ve partilerin tekliflerine ve iradesine rağmen, derneklerin ve sivil toplum örgütlerin değerli adayları AB parlamentosuna gönderilebilir. Bilindiği üzere, 2013 yılının Haziran ayında kurulan şimdiki BSP - HÖH ve “ATAKA” hükümetinden ilk istenen Bulgar seçim yasasını değiştirmesi olmuştu. Değişiklik isteği yüzlerce yazı ve yorumda işlendi. Bu sloganı indirmeyen protesto gösterileri 8 aydan beri durmadı. Yuvarlak masa görüşmeleri ve meclis içi tartışmalarda değişiklik önerileri incelendi ve artık yukarıdaki şekliyle 21 Şubatta onaylandı ve 14 gün zarfından Cumhurbaşkanı tarafından onaylandığında yürürlüğe girecek ve seçimler yeni yasaya göre yapılacaktır. Açıklama: (2) Yeni Seçim Yasası meclisten çıkmadan önce, Cumhurbaşkanı Rosen Plevneliev bir öneride bulunarak Yeni Seçim Yasası’na a) (majoriter) çoğunluk sistemi b) seçimlere katılmanın zorunlu olması ve c) elektronik oy kullanma hakkı konusunda bir halkoylaması yapılmasına çağrıda bulunmuştu. Bulgaristan’da halk oylaması yapılmasına 500 bin imza gereklidir. 24 Şubat sabahı yapılan resmi açıklamalarda gerekli oyların toplandığı duyuruldu ve bu konuda gelişmeler bekleniyor. Hemen ilave edelim, Bulgar Anayasası elektronik oy kullanmayı yasaklıyor. 2 milyon 500 bin Bulgaristan vatandaşının dış ülkelerde bulunduğu koşullarda zorunlu oy kullanma sisteminin de başarılı olmayacağı şimdiden görülüyor. Not: Hak ve Özgürlük Partisi meclis grubu AB parlamentosu milletvekili seçimleri aday listesini henüz açıklamadı. Bu defa liste başının bir Avrupa Liberal Partisi yetkilisi olacağı önceden açıklanmıştır. Görüşümüz şudur: Bizi en iyi biz biliriz. Dilimizi, dertlerimizi, sorunlarımızı bilmeyen bir Avrupalı bizi temsil edemez. HÖH yönetim ekibi böyle bir alavere dalavereyle işleri yine çıkmaz sokağa sürmek istiyorsa, bir şey gizlemesine gerek yok, görülen köy kılavuz istemez. Soydaşlardan 100 bin oya karşı politik partilerden biriyle AP seçim pazarlığı kapısı aralanmıştır.


18

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Memleketimizi seçelim! Olayları izliyoruz. Devamı var...

Kiraya Verilmiş Halk

Ertaş Çakır-24.Şubat.2014

İşlerin bu kadar kötüye gideceğini önceden düşünemezdik. Kiraya verilmiş bir halk olacağımızı düşünemedik. Bu duygusu artık iyice yerleşmeye başladı. Burası Pomaklık. Pomaklığın ana kalesi. Bu köylerden gidiş ta 1990’da başladı. Artık gidip gelenler ve yeni gurbetçiler olarak ikiye ayrılıyorlar. İlk göçler Birleşik Amerika’ya oldu. Bu işte başı çeken, 1970 - 1990 arası isimlerin ve din haklarının iadesi, hak ve özgürlükler, sürgün ailelerine yardım kampanyaları ve hapislerdeki kardeşlerimizle dayanışmayı örgütleyen, Batı radyolarına Bulgaristan’da “etnik eritme ve Bulgarlaştırma” zulmüne üstüne bilgi akıtan, amansızca başkaldıran savaşçılar soyundan Byalkov ailesinin en küçük oğlu Hasan Byalkov’tu. O, isimlerimizin iade edilmesi mücadelesinde sert dayanıklılıkla sivrildiği için, “Bulgaristan Komünist Partisi ve gizli servis “DC” kulisinde hazırlanan Demokratik Bulgaristan Planlarında “daha rahat bir ortama çekilerek ekarte edilecek olanlar” listesine alındı ve kendisine özel vizeler verilerek Amerika’ya çekildi. Olaya tam bu açıdan bakıldığında, BULTÜRK Stratejik Araştırma Merkezi yazılarında işlenen, “sınır dışında neo-liberal Pomak elit yaratma” planı, Hasan Byalkov’un Amerikaya çekilmesiyle işleme kondu. Pomakları olaya ısındırmak için daha önce 1972’de Kornitsa İsyanmından sonra Yunanistana oradan da Amerikya geçen ve orada birkaç para biriktiren bazı Pomaklar demokrasi rahmeti habercisi kırlangıç kuşları gibi bizim köylerde uçuştu, Kuran’ın Bulgar diline tercümesini ödediler. Bol bol anlattılar. Kırlangıçlar Pomak gençleri Amerikaya ısıtmak için gelmişti. Amerika’ya yerleşen Byalkov’a, o yıllarda soydaşlarına garantör olma hakkı tanındı, vizeler verildi. Kimileri ailecek göçtü ya Virjinya ovalarında tütün işinde ya da Mayami’de “organik patates” yetiştiriyorlar. Yıllar geçti, devletin Pomak ailelerin hepsini tek yönü biletle “sonsuz imkânlar ülkesine” gönderecek hali olmadığından, yeni-liberal çekici örneğe tanınan fırsat giderek tıkandı. Ne ki, 1990’larda Başlayan Bulgar çöküşü Mesta vadisinde geçim imkânlarını sel gibi aldı götürdü. Tütüne bel bağlayanların umutları tarla-


Makale ve Analizler - 2014

19

larda kaldı. Tuz torbasını sırtlayanlar ırmak boyunca Ege ovasına inip Ruma kölelik etmeyi denediler. Bulgaristan Avrupa Birliği’ne girince, aynı topluluğun eşit haklı ülkelerindeki farklı geçim kamburu onları bu işten soğuttu. Şu günlerde gurbetçilerini gece uğurlayan. Satovça, Gırmen, Sırnıtsa, Kornitsa ve diğer Mesta vadisi köylü gurbetçiler Sofya uçak alanında Britanya Adasına uçuyor. Gidenlerden birçoğu ilk gurbetçilerin evlatlarıdır. Bulgaristan’da artık ikinci kuşan “gidip gelen” gurbetçi ordusu oluştu. Onların İrlanda, Şetlanda, İngiltere’yi seçmesi tesadüf değildi. Atalarından işittikleri eski efsanelerde, asırlar öncesi Orta Asya’dan Büyük Denizi aramaya çıktıklarında bütün Avrupa’yı geçip bir büyük adanın sonsuz mavi ufkuna kadar eriştikleri ve oralara yerleştikleri gerçeği vardı. Sonra yine asırlar sonra değişik nedenlerle geri dönüp dağlar güzeli Rodoplara “Vatan” dedikleri anlatılır. Bu kadim kavim hayat verdiği her şeyi çok zor elde ettiğinden dolayı hiç bir şeyi bırakıp gitmek, kapıyı geri dönmemek üzere kapamak istemiyor. Vatan bildiği dağlara, vadilere tırnaklarıyla yapışmış, adına hayat denen güzelliği yaşatmaya çalışıyor. Gittikleri yerlere de tırnaklarıyla tutunanlar çilek, ahududu, meyve ve sebze üretiyor. 7 - 8 seneden beri devamlı gidip geldikler tekerler üzerinde furgonlarda da olsa kendi yerleşim mıntıkalarını kurabilmişler. Gurbetçiler orta kuşaktır. Yaşlılar, ev, köy, cami, İslam bekçisidir. Hayvan ve torun bakıyor.Ana baba sevgisi görmeden ikinci bir kuşak yetişiyor. Kendi evlatları olan ilk gurbetçilerin ve şimdi de giden torunlarının hep ağlayan yaşlıların göz bebekleri kurumuş, ana baba şefkati bekleyen torunlara hep gelecek zaman konuşmaktan da usanmışlar. Gözleri hep yollardadır Yollarsa kendileri kadar eski, yürekleri gibi delik deşik, pantolonları gibi yamalıdır. Evler hep iki üç katlı, kışla gibi, içleri boş, kışı ocak yanan odada geçiriyorlar. Gün boyu akşamı bekleyenler var. Aslında onlar gurbetteki yakınlarının işten furgona dönmelerini ve skeyp bağlantısı kurmayı, hal hatır sormayı bekliyor, Torunlarına ana ve babalarını göstermeyi düşlüyorlar. Ana baba kokusu nedir bilmeyen, kulağı çekilmeden, yanağı öpülmeden büyümeye çalışan çocukların hayatı da başka bir trajedi. Ekranda yüzler göründüğünde, sesler gelmeye başladığında yaşlıların gönlünde bir ısınma meydana geliyor, gönülleri hoşlaşıyor ve fazla uzatmadan yatıp uyuyorlar. Köydekiler de yıl boyu boş durmuyor. Tütün, patates, mısır, domates, biber dikip, bağı bahçe bakıyor. Güney Doğu ve Batı Rodoplar’da bu yıl tütünler evde kaldı. Üretici önce 5 levaya vermek istemedi. Havalar birden ısındı. Tütünler sırıkta gevredi. Pastal ve denk yapamayanlar var. Elleri boş. Gençler gitmeye acele etti. Bu yıl her şey yüz üstü kaldı.


20

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Demokrasi oyunu başladı başlayalı Batı Rodoplar’da işler kötüleşiyor. 1990’da yaralar taze ve açıktı. 1972’de ve 1985’te içeri atılanlara 1989 yazında yuvalarından dönmemek üzere uçma hakkı tanındı. XX asır davamızın büyük güçlü motorları yurttan o zaman kovuldu. Bizi Ahmet Doğan’ın eline bıraktılar. Bilmem biliyor musunuz! Ahmet Doğan’ın ihbarcı ve hain dosyası 40 cilttir, artık 10 cilde toplamışlar, Ocak ayında bağımsız milletvekili Vejdi Raşıdov gidip sayfa sayfa okumuş. “23 gün sürdü” diyor. Varna’da görülen davada Ahmet Doğan hakkında yazılan mahkeme kararını bulamamış ama sözde içeri açılmasının gerekçelerini şöyle anlatıyor: 1) “DC” den aldığı bir daktilo ile Türk komünist yazar Nazım Hikmet’in bazı şiirlerini çoğaltıp Varna’ya bağlı Drından köyünde dağıtmak; 2) Varna limanında gemicilerden aldığı bir Türkçe gazeteden kesikleri dağıtmak ve 3) Bir ay yıldızlı bayrak resmi bulundurmaktan. O yıllardan önce Nazım Hikmet’in tüm eserleri Sofya’da 8 ciltlik bir kül yat olarak “Narodna Prosveta” yayınevinde Türk dilinde çıkmıştı ve Nazım Hikmet sever Bulgaristan Türklerinin evlerinde bu büyük kaynak gözde yerde duruyordu, köylerde ve kasabalarda Türk öğrenci olan her yerde okul kitaplıklarında ve okuma evlerinde vardı. Bulgarca çevirisi de 2 cilt olarak çıkmıştı. Bu davayı Üniversite bitirmemiş bir hukuk öğrencisi bile düşürebilir. Öteki savlarsa tamamen saçmadır. Ahmet hapse ispiyonluk yapmak için sokulmuştu. Neyse... Tarlalar bu yıl da eşekle, katırla, inekle öküzle sürülecek. Tütün işi kol emeği istiyor. Geçen yılın sırıkları çardakta asılı dururken Mart başında yastık açmaya, ocak ekmeye başlanacak. Bir devir bitmeden ikinci devir dönüyor. Daha önceleri böyle olmazdı, mal değerlendirilerek iyi fiyat üzerinden Pazar bulurdu. Şimdi her şey karman çorman, kimse ne bakana, ne muhtara inanıyor. Özgürlükçüler ekip biçiyor. Hepsinde boş söz çok, vaat etmeye geliyorlar ve bir daha uğramıyorlar. Ne zamandan beri hiçbir şey değişmedi. Değişmiyor, halkın eli boş, umutlar kırık, herkes hayallerin hamalı olmuş, sayıklıyor. Köylülerin en önde gelen ihtiyaçları üç kalem: 1) yiyecek, 2) giyecek ve 3) ilaç. Diğer giderlerin hepsini bir kalemde toplamışlar, elektrik, su, odun, kömür, ana yurdu ve okul giderleri ve yol parası bunları Western Union’la gelen parayı bozdurduklarında karşılıyorlar. Gurbetçiler evdekileri boş bırakmıyor, aile bütünlüğü böyle besleniyor, gönderdikleri dövizle ailelerini yaşatıyorlar. Şu dışa gidip gelmeler başlayalı köylerde aile bü-


Makale ve Analizler - 2014

21

tünlüğü yeniden düzdü, büyük aile şeklinde toplandı, yaşlılar eve, tarlalara, torunlara baktıklarından aktif duruma geldi. Gotse Delçev’e bağlı “Brışlen” köyünden Sali Hocov ile konuşuyoruz. O geçen sene İngiltere’de yılın iş örgütçüsü olarak ödüllendirildi. Onun neo-liberal rolü Hasan Byalkov’un Amerika’da sırtladığı vazifeden farklı. İngilizler şimdi bizden vize istemiyor. Ama bu, bu sene böyle oldu, şimdiye kadar İngiliz tarlalarında çalışacaklara davetiye gönderilmesi, işçi tasdik belgesinde davet edilenin resim ve adını ile birlikte pasaport numarası da olması şartı vardı. O bu kanalla Mesta vadisi köylerinde binlerce Pomak genci İngiltere’ye çekti. Emeği de gereği gibi ödüllendirildi. Bir Pomak-Türk köyünden gidip İngiltere’de iş girişimci olarak ödül almak, ancak bizim insanımıza yaraşır. Tebrik ettik kendisini. O, şimdi de İngiltere’ye işçi almaya gelmiş. Gençlere oradaki iş ve sosyal şartları anlatıyor. Yalnız ya da aile olarak giden işçilerin furgonlarda kaldığını, aile konutlarında mutfak ve tuvalet olduğunu, her furgonda TV ve internet bağlantısı bulunduğunu, yemekleri kendilerinin yaptığını, bir ayda 21 gün işe çıkan bir kişinin 800 Pound biriktirebildiğini anlatıyor. Ellerinde kalan paranın Bulgaristan’da 3 maaşa eşit olduğunu, saat farkının 3 saat olduğunu, aile fertleri, yakınları ve dostlarıyla görüşmelerin akşam saatlerinde yapıldığını, mevsimlik iş eli ihtiyacına göre, ek iş yapanların da kazançlarından memnun olduğunu, genç işçi arandığını sıralıyor. Hocov gideli 9 sene olmuş, “döndüm, çocuklarım sırık gibi uzamış, beni tanıyamadılar, kabul etmiyorlar, başım dertte, bakalım ne yapacağız,” diyor ve liseden sonra orada burslu okurlarsa beni ve eşimi daha iyi anlayacaklarına inanıyorum diye ekledi. O anlatmaya devam ediyor. Onun için gurbetçilikte en küçük detay da çok öenemlidir. Bulgaristanlıların kendi aralarında iş dili olarak ana dillerini kullandıklarını, dini ibadetlerini kaldıkları furgonlarda yaptıklarını, internet üzerinde Bulgar politikasını yakın izlediklerini, iş yerlerinde tercüman olmadığını, dil öğrenmek isteyenlere cumartesi ve Pazar günlerinde, bir de yağışlı günlerde konuşma dili ders verildiğini, bu derslerin ezberci ve alıştırmalı esas üzerinde olduğunu paylaşıyor.Klasik dil kursu masrafları yüksek olduğundan köylü gençlerin parayı ödemek istemediklerinden, bu yüzden İngilizcelerini sertifikalı düzeye yükseltemediklerinden yakınırken, bunu yapsalar “yeni kurulacak uluslar arası “Sapareva Banya” kış spor tesisinde görev alabilecekler” diye ekliyor.. Ayrıntılara değinirken, iş alanında örgütleyici veya idarecilerden birinin İngilizce bilen Bulgaristanlı biri olduğundan yönetim sorunları, para havalesi, sigorta, alış veriş ve sağlık konularında kendilerine yardım edildiğini, kimsenin bu ihtiyaçlarda problem yaşamadığını da sözlerine ilave ediyor. Hocov kurul-


22

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

muş ve çalışan bir iş kurumunu temsil ediyor. İşçi seçmek onun doğal hakkı olmuş, gençlerle konuşuyor, onları sorguluyor. İngiltere’de sosyal yardım alabilmek içinse, 2014’te yapılan yeni yasa değişikliğine göre, mutlaka bir işe kayıtlı olmak ve haftada en az 9 saat çalışıp ve 150 Pound ücret almış olma şartı getirilmiş. İngiltere’de okumak isteyen lise mezunu Bulgaristanlı gençlere tam burs ödenmesi sorunu kesin çözüm bulmuş. Sohbet bambaşka bir yön alıyor: Hocov, birden bire, “En iyi yer vatandır” diyor ve “Vatandan iyisi yoktur” diye ekliyor. Bu gelişinde köyünde Molla İbrahimler ailesine uğramış, onun ekibinde çalışan oğul ve gelinlerinin gönderdiği üç beş parayı yaşlılara verdikten sonra yavaşça yanlarına sokulan 5 yaşındaki Ayşe kız: “Nene, benim anam-babam var mı?” diye sorduğunda donup kalmış, gözyaşlarımı tutamadım, ağılamaya başladım, arkadaşlarımın evladını öperek avuttum, diyor. Onun kanısına göre, insanlar birbirini uzaktan da sevebilir ama kaynaşamaz, Bulgaristan’da şimdiye kadar sağlıklı ve birlik olan ailelerin gelecek kuşak dağılma tehlikesi var. Şimdiki genç kuşak ana baba sevgisi görmeden yetişiyor. Böyle bir durum İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’da yaşanmıştır.Alman örneğinde, aile ilişkileri harap olmuştur. Nikâhsız beraberlik İngiltere’de de çok yaygındır. Gurbetten dönenlerin getirdiği örneklerde ilham alınacak bir yan yoktur şeklinde konuşurken, “bizim en büyük gücümüz 2-3 katlı evlerimiz değil, şimdiye kadar parçalanmamış olmamızdır,” paralarımızı Bulgar bankalarına aktarmıyoruz, bütün Pomak-Türklerin paralarını birleştirip bir anonim ortaklık olarak kendi topraklarımızı gül bahçesi yapmak özlemiyle çekiyoruz bu çileyi derken içini döküyor. Hocov, “aile düzenimiz bozulursa bu çileye dayanılmaz, parası kör olsun”, dedi ve kesti. Başka bir gurbetçi olan Kör Allatın oğlu Aydın Geçiş Dönemi’nin neden kısır kaldığı, sorunca konu değişiyor. Bulgar halkının neden kendi imkân ve güçlerine güvenmeyip her şeyi dışardan beklediği gibi sorular sohbet masasına döküldü. 25 yıldan beri sürünen “Geçiş Dönemi” gurbetçilerimiz tarafından bu ülkeyi “iş bilmeyen adamlar yönetiyor” şeklinde yorumlanıyor. “Politikacılar artist” diyenler var. Gurbetçiler Ahmet Doğan’ın “turp gibi sağlıklı” olduğunu, Rodop barajlarından aldığı 2 milyon leva parayı kıtır kıtır yediğini, devletin onun için her ay 70 bin leva gideri olduğunu öğrenmişler, ortaya çıksın da “yüzüne şöyle bir tükürelim” diyorlar.


Makale ve Analizler - 2014

23

Şimdi Lütfü Mestan’a da koruma tesis edildiğini öğrenenler ise, çok korkuyorsa, dönsük köyüne, onların köyünden zaten adam çıkmamış, orta direk olur, diye laflıyorlar. Haskovo köylerinden Tevfik Mehmetov uzun süre Almanya’da sonra da Hollanda’da çiçek işinde çalışmış, yeter, çok oldu, bizde de işler yoluna girmiştir, başkalarına kölelik etmektense, kendi yerimizde, insanlarımızla beraber çalışırım niyetiyle, birkaç para toplayınca gurbet sevdasını boşamış ve dönmüş. Niyetini anlatıyor: “Bir sera üretimi geliştirip termal sulardan da bir nebze yararlanarak, iki kat raflarda talaş içinde, orada gördüğüm ve çalıştığım usulle çilek üretmeyi düşündüm.” diyor. Hele Hollanda’da öğrenip gördüklerinden faydalanarak bu işe sarılırsam başarılı olabilirim, kendime güveniyorum, derken, evrakları toplayıp “Tarım Fonundan” ödenek istediğini, beklerken işi elinden kaçırmaktan korktuğunu, işler çok yavaş geliştiğini, genel ve can sıkıcı bir durgunluk olduğunu, parayı verelim ama “% 15’ini geri vereceksin” dediklerini paylaşıyor. Bu geri topladıkları paralarla seçim arifesinden oy almak için Çingenelerin elektrik su borçları ödeniyormuş. Bu işin başı sonu yok, bende alıp ona vermek, bu arada yarısını cebe sokmak adetten oldu. Büyük ve kalın bir süpürge lazım, süpürge oynamadan bu çöp temizlenmez, yağmura kara alıştı, dayanıklı çıktılar. Bizim gurbetçilere göre, demokrasinin en büyük getirisi, Kırmızı Pasaportlar oldu. Genç nesil dünyaya açıldı. Okumuşlar 3 - 4 defa daha yüksek maaş almak için ülkemizden kaçıyor. Almanya, Avusturya, İrlanda, Fransa’dan aydınlar da 3 - 4 defa daha yüksek maaş için Birleşik Amerika ve Kanada’ya kaçıyor. Ama bu işten zarar gören yalnız Bulgaristan gibi yoksul ülkeler oluyor. Doğu Avrupa ve Güney Doğu Avrupa ülkeleri oluyor. Çünkü Almanya’dan Amerika’ya göç eden bir doktorun yerini Bulgaristan’dan giden bir uzman hekim doldururken onun köy ve belediye sağlık merkezlerinde, il hastanelerindeki yeri boş kalıyor. Bu iş tütünde, inşaatta, fabrika işlerinde de böyledir. Son iki yılda 7 bin doktor, bir o kadar mühendis, bir o kadar bilim adamı ve defalarca daha büyük rakamlarda tarım ve sanayi işçisi yurdumuzu terk etti. Onlar oralardan kaç para gönderirlerse göndersinler, beraberlerinde kaç Euro getirirlerse getirsinler, bizdeki çöküş ve genel gerileme devam ediyor. Boşalan bir gölün taşıma suyla dolmayacağını herkes biliyor. Bu gerçeğin en parlak ismi, Saraylılar tarafından kiraya verilen bir halk olmamızdır. Çok acı ama kader!


24

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

“Ekmek Teknesi, Eski Bulgaristan Evlerinin Büyülü Bir Parçası”

Raziye Çakır-24.Şubat.2014

“Burada kıyı, orada kıyı, ortada - beyaz kar Nedir O?” Ekmek, o kadar kutsaldır ki, hiçbir kötülük onun kutsallığını bozamaz. Ekmek ile büyü de yapılamıyor. Ekmeğin dahil olduğu her türlü gelenek ve adetlerden ve onların hazırlanmasında kullanılan ev eşyalarından bahsederken bunu göz önündebulundurmalıyız. Günümüz insanı, doğa ve doğanın verdiği ürünlerle iç içe yaşama arzusundan dolayı, her geçen gün daha fazla meraklı kişi eski kitapları açıp eskiden atalarımızın yaptığı şekilde ekmek yapmak ister. Bu arada yeni yeni kelimeler de öğrenmek zorundalar. Aksi takdirde “Burada kıyı, orada kıyı, ortada - beyaz kar Nedir O?” Bilmecesini nasıl çözecekler? Cevap tabii ki - ekmek teknesidir. Ekmek teknesi, ekmeğin karıldığı ağaç kaptır. Eski zamanlarda ekmek teknesi, aynen ocak gibi, evin bölünmez bir parçasıymış, Ekmek teknesi genellikle karağaç ve gürgen ağaçlarından yapılıyordu. Aynı zamanda karaağaçtan evin yeni avlusu da yapılıyordu. Karaağaçtan yapılan avlunun hiç bir zaman boş kalmayacağına ve hiçbir kötülük avluyu aşamayacağına inanılırdı. Gürgen de revaçta olan ağaçlar arasında yer alır. Efsane ve halk şarkılarına göre, Meryem Ana, küçük İsa’yı doğurduğunda bebek salıncağına bağlayacak ağaç aramış. Hasreti İsa’nın Anasının bulduğu tek yer “altın gürgen” ağacı olmuş. Ekmek ile ilgili tüm ev eşyalarının olduğu gibi, ekmek teknesi de kadının hakim olduğu evin bölümünden bir parçadır, fakat babadan oğlu miras olarak geçiyor. Bu eşyalar, bir kez belirli bir ev için yapıldığı ve kutsandığı zaman, evi terketmemelidir. Bir zamanlar “Eski ekmek teknesi neredeyse, eski ev de oradadır” denirmiş. Çünkü eski evde birkaç kuşak birarada yaşıyordu. Eğer bir baba, oğullarını evden ayırmak isterse ve onlara yeni ev alırsa, genç erkekler, eşlerinin ekmeği karacağı ekmek teknesini kendileri yapmaları gerekiyormuş. Yeni eve girer girmez erkeğin yaptığı ilk iş, ocakta ateşi yakmaktır, kadının ise ekmek teknesinde ilk ekmeği karmaktır. Genç gelinin aileye dahil edilmesi de aynı şekilde oluyor. Sembolik olarak yeni gelin ocağı ve ateşi karıştırdıktan sonra, erkek yakınları çiçeği burnunda gelini ekmek teknesinin önüne götürürler. Orada yeni gelin kendi elleriyle yaptığı, dokuduğu ve damat evine getirdiği hediyeleri bırakır- ekmek, su ve ekmek bezi. Kaynanın burada söyleyeceği söz-


Makale ve Analizler - 2014

25

ler şunlar: “İşte gelinim, sana ekmek teknesini armağan ediyor ve devrediyorum! Tanrıdan sana düğün ve bayramlarda, sevinç ve mutlu günlerde ekmek teknenin hep dolu olmasını ve bereketli olmasını dilerim!” Daha sonra yeni gelin, kayna ve kaynatanın önünde eğilip ellerini öpüyormuş. Ekmek teknesi, nazardan, büyüden, korkulardan korunmak için tüm törenlerde yer alıyor. Ekmek teknesine, düğün ekmeklerin hazırlanması, yeni doğan bebek için özel ekmeklerin hazırlanmsında yer alır. Ekmek teknesiyle ilgili bazı yasaklar da var. Bir tanesi, ekmek teknesinin hiçbir zaman açık kalmaması. Ekmek teknesi tersine de kapatılabilir. Ayrıca ekmek teknesinin içine hiç bir zaman basılmaz, çünkü evi büyük kötülük beklediği anlamına gelir. Bu hele hele küçük çocuklar için geçerlidir. Ekmek teknesi, evin bereketin bolluğun da bir simgesidir. Bir atasözünde “Boş ekmek teknesi - aç misafir” deniyor. Başka bir Bulgar atasözünde ise “Gözlerin yumaşak ise, ekmek teknen de boş kalır” Tek sözle, geniş parmaklı olup, herşey bağışlarsan, yoksulluğa düşersin. Halk inançlarında, un veya hamur dolu ekmek teknesini rüyanda görmek hayırdır. Ayrıca rüyanda ekmek teknesinde kendini un elerken görürsen, güzel bir haber seni bekliyor. Çok değerli misafirin geleceği anlamını taşıyor.

Pes Etmek Yok!

Dr. Nedim Birinci-24.Şubat.2014

Bulgar politika sahnesindeki figüranları değiştirip çöpe atmamız “X” ile “V” işaretlerine bağlandı derken, temel hak ve özgürlüklerimize yeni bir saldırı dalgasıyla yüz yüzeyiz. Bundan 8 ay önce sivil toplum örgütlerinin direnişleri sonucu yeni bir seçim kanunu yazılması kararlaştırılmıştı. Nihayet, Yeni Seçim Kanunu’nda 30 yeni değişiklik yapıldı, derken, taşın altından yılan çıktı. Kanun madde madde okunup onaylanması esnasında çok sert tartışmalar oldu. Kavgaların ikisi, bizim yani Bulgaristan Türklerinin doğal ve yasal haklarımızdan “seçim propagandasının Türk bölgelerinde Türkçe yapılması” ve “seçime katılanların aynı seçim bölgesinde 3 ay ikamet etmiş olması” gibi konularda sertleşti. Sert temas öncelikle şimdiki iktidar ortakları Hak ve Özgürlükler Partisi, Sosyalist Parti ve “ATAKA” Partisi arasında yaşandı. Temel demokratik haklarımız-


26

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

dan olan ana dilde seçim hazırlığı görme ve vatandaşın istediği yerde yaşama hakkı gibi konularında Hak ve Özgürlükler Partisi’ni öteki politik partiler desteklemedi. Hele hükümet ortağı olan Sosyalist Partinin tutumu katılıyla dikkati çekti. Parlamentodaki BSP, “Ataka” ve GERB partilerinin bu iki konudaki davranışı Türkiye Cumhuriyetindeki soydaşlarımızın AB seçimlerine katılma gibi doğal ve yasal haklarını kısıtlamaya, onları bu seçimlerinden uzak tutmaya ve 25 Mayıs 2014 günü oy kullanmalarını engellemeye yönelikti. Seçim Kanunu değişiklikleri mecliste tartışılırken, 1990’dan beri en büyük anti-Türk ve anti-İslam gösteriler, camı taşlamaları ve faşizan hortlama Plovdiv sokak ve meydanlarında yaşandı. 1000 yıldan beri bu şehirde böylesi bir etnik ve dini kargaşa yaşanmamış, geleneksel hoşgörülü esnaf şehri olarak bilinen Plovdiv tanınmaz hale gelmiştir. Memleketteki politik havaya anti-demokratik Türk ve İslam düşmanı bulutlar çöktü. Yeni seçim Kanunu’nda 498 madde ve 32 bent var.Yasanın bilinmesi gereken en önemli özelliklerine işaret edelim. Yeni yasa Avrupa Birliği Parlamentosu, Bulgaristan Halk Meclisi ve Bulgaristan yerel seçimlerini yani muhtar ve belediye başkanı seçimlerini yapılması kurallarını düzenliyor. Bu yasada bundan böyle kim ne gibi değişiklik yapılmasını isterse istesin, Bulgaristan’da AB Parlamentosu milletvekilleri seçimleri 25 Mayıs 2014 günü bu yasaya göre yapılması istendi de, Bulgaristan Türkleri ve Türkiye KKTC’de bulunan soydaşlarımız için Yeni Seçim Yasası’nda kabul edilmesi imkânsız 2 ana husus vardır. 1) 28 dilin resmi seçim dil olarak konuşulduğu Avrupa Birliği’nde parlamento seçimleri için temas, yazışma, haberleşme ve propagandanın Bulgaristan’ın Türk bölgelerinde, Türk seçmenle temaslarda ana dilimiz olan Türk dilinde yapılmasının yasaklanmış olması; Türkçe seçim propagandasına ceza öngörülmesi; 2) Bir yılda 3 ay Bulgaristan’da ya da Avrupa Birliği ülkelerinden herhangi birinde kalmamış olan Bulgaristan vatandaşlarının seçime katılma haklarının kısıtlanması. Bu iki kısıtlayıcı madde öz haklarımıza terstir, yasal haklarımızı baltaladığı için asla kabul edilemez. Bu yasakların bozulması için 2 açık kapı vardır: 1) Hak ve Özgürlük Hareketi Milletvekilleri grubu, diğer partilerden 12 vekilden daha imza alarak Yeni Seçim Kanunundaki kısıtlayıcı, yasaklayıcı ve insan haklarına aykırı olan, ana dilinde seçim propagandası yapma yasağının ve oy kullanmak için 3 ay Bulgaristan’da ya da başka bir Avrupa Birliği ülkesinde


Makale ve Analizler - 2014

27

kalma şartının kesin kaldırılması için BC Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na hemen başvurmalıdır. Bu güne kadar yürütülen çabalarda ancak birkaç bağımsız milletvekilinden imza alınabilmiştir. Hükümet ortaklığında, her konuda Hak ve Özgürlükler Partisi’nden destek alan Sosyalist Parti, Bulgaristan Türeleri’nin en temel demokratik hakkı olan ana dilde seçim hazırlığı görme konusunda ödün vermeden inatlaşmaya devam ederken, anti-Türk cephe sertleşmektedir. 2) Yeni Seçim Kanunu’na alınan, fakat Cumhurbaşkanı Rosen Plevneliev’in onaylaması için gerekli olan 14 günlük yasal süre henüz geçmediğinden HÖH Meclis Grubu hemen gerekli başvuruda bulunup ve Cumhurbaşkanı ile özel temasa geçip, ana dilde seçim propagandası yapma yasağına ve oy kullanmak için 3 ay Bulgaristan’da ya da başka bir Avrupa Birliği ülkesinde kalma şartına hemen veto koymasını talep etmelidir. Bu isteklerimizin yerine getirilmemesi halde, Bulgaristan’da son aylarda yapılan yasa değişiklikleriyle ve en sonra kabul edilen Yeni Seçim Yasasıyla temel demokratik ve yasal haklarımızdan olan seçme ve seçilme hürriyetimiz kısıtlanmıştır. Dünya demokrasisinin kalesi Avrupa Birliği’nde en yüksek yasama organı olan Parlamento seçimlerinin seçmenin ana dilinde bilgilendirilmesi ve AB vatandaşlarının istediği yerde istediği şekilde yaşama özgürlüğü çiğnenerek yapılması, en doğal insan haklarına aykırı olduğu kadar, en yasal hakkımız olan seçme ve seçilme hakkımız açısından da anti demokratik bir uygulamadır. Yeni Seçim Yasası ile getirilen yeni yasakların hemen bozulması için genel direniş hakkımızı kullanarak, hak arama davamızda hazırlıklarımız başlamıştır. Ana dilde propaganda yapma gibi, istemediğimiz yerde istemediğimiz kadar kalma hakkımız da en doğal, en yasal ve en demokratik haklarımızdandır. Demokratik haklarımıza kalkan eller kırılacaktır. Tüm haklarımızı söke söke geri alma hakkımız kutsaldır.


28

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Tarafsız Kalamazsın

Rafet Ulutürk-25.Şubat.2014

2014’e çok kötü girdik. Kökünde dil ve kültür ayrılığı olan Ukrayna trajedisinden ders alan yok. Yarısı Rusça konuşun Ortodoks Hıristiyan öteki yarısı da Lehçe konuşan Katolik olan Ukraynalılar 46 milyonluk devleti karpuz gibi ikiye yardılar. Ukrayna parçalandı. Dil deyip de geçme, din deyip de geçme demişler. Toplumda birikmiş kirli kanı, dertler, kin ve öfke “Maydan”a döküldü, “Dnepır” ırmağına aktı. Çeçen’den, Gürcü’den, Suriye’den ve Ukrayna’dan sonra sıra kime geldi dersiniz!? Bilsem de, asla söylemek istemiyorum. Vicdanlarını kiraya verenler aramızda... Şimdiki devrimler, Amerika Devrimi gibi, Fransız ihtilali gibi, Osmanlıdaki Meşrutiyet gibi yasal süreçler sonucu olarak hareket değil, emperyalizm açmış kara para çuvalını top, tüfek, gemi, uçak göndermeden “devrim” yaptırıyor. Ölüler yaralılar, arkada dul ve öksüz kalanlar kimsenin umurunda değil. Hazine tam takır, tarlalar ekilmemiş, sanayi tesisleri durmuş, hastaneler hasta almıyor, bütün Avrupa’yı besleyecek kadar buğday, mısır, ayçiçeği, şeker pancarı, süt tozu, sığır eti ile inşaat demiri ve saç üreten bir ülkenin çocukları yılbaşından beri adına “solyanka” denen lahana çorbasından başka bir şey tatmamışlar. Avrupa ve Amerika sanki zafer kutluyor. Avrupa Birliği pansuman için 23 milyar Euro gönderecekmiş. Kuşkusuz, kimse bir deri bir kemik olan bir pilici kesmez. Şimdi biraz kendilerine gelmeleri, semizlenmeleri beklenecek. Sonra, bizde olduğu gibi onları onlara yedirecekler, onlar birbirlerini yerken kendileri de seyredecekler. Onlar, onları son kemeciğinde bir zırnık et kalana kadar birbirine kemirecekler, erkekler sevmekten, gelinler sevilmekten gına getirecek, doğum yapmaktan vazgeçecek, çocuklar anaokuluna ve okula gidecekler ve lise diplomasını alırken bu kadar “okumalarına” rağmen, hiçbir konuda hiçbir şey öğrenmedikleri ortaya çıkacak. Dünya gittikçe giderken onlar yerinde sayacak ve gerilenmeyi ilerleme olarak kabul ederek istemeseler de bitecekler. Bu her yerde böyle oldu. Burada neden olmasın ki? Bizim tekstil mühendislerimizden hademe, doktorlarımızdan temizlikçi, ressamlarımızdan boyacı, manken kızlarımızdan fahişe yapmanın tek denenmiş yoludur bu. Kaç yerde şaşmadan uygulanana oldu! En iyi örneklerini birini bizde verdi. Balkanların İsviçremsiydik, dilenciler diyarı olduk...Profesörler çöp kofası karıştırıyor, sanat akademisi mezunlarından bazılar hala çekinseler ve hatta utansalar da, bu ancak bizde böyle, Amerika’ya gidip notasız ses çıkaran tabak kaşık gıcırtısından aldıkları ilhamla senfoniler yazıyorlar.


Makale ve Analizler - 2014

29

Sen Ukrayna’ya gitmiş misin? Yüzlerce kilometre engin buğday ovalarındaki yelişliğin gelincik kırmızısından taç örerken denizlerce dalgalanışını seyretmiş misin? Maden ve kömürle beslenen ve alev ve demir kusan Dnepropetrovsk, Dneprodjerjinsk, Novoçerkask devlerini görebilmiş misin? İsimleri Osmanlıdan kalma liman koylarından çıkan teknelerde balık şarap takasına şahit olmuş musun? Odesa, Reni, İzmail limanlarında mıknatısla demir, kepçeyle tahıl, şeritle gübre, tomruk, kalas vb. yüklemiş misin? Şu da var ya, oraların lehçesi cilveli güzel kızlarından Rusça öğrenmiş misin! Ukrayna, doludizgin akan Dnepır öykülerini dinlemiş misin? Karpat Dağlarında avlanmış mısın? Kabı ballı kabarırken taşmış, taştıkça çatlamış has ekmekten yemiş misin? Kara kavsın tadını, doğal suyu gazlı olan bir ülkede çeşme suyu içmeden yaşamış mısın? Bunların hepsini yapmış olabilirsin, orada bunların hepsi istediğiniz kadar, demek demet var ama maddi olan her şeyin boldan bol olmasına rağmen ateşi, yakan dil, kültür, din farkı olunca, düşünmeyenlerin de düşünmesi gerekir. Aslında, ben bugün, Kırcaali’ye Sofya, Plovdiv ve Burgas’dan gelen ve kendilerini Bulgar milliyetçiliğinin yeni ayarı durumuna koyan ve dört bir yanda el kol sallayarak tarihsel adalet hakemi olmaya çalışan futbol serserilerini yazacaktım. Oradaki ve bizdeki olaylar birbirlerine o denli benziyor ki, hukukun yerini hukuksuzluk, mahkeme başkanın yerini futbol holiganı aldığında işler tamamen karışıyor. Bulgar çapulcularının işi gücü yok mahkemelerin çalışmalarını engellemek için eşek arıları gibi sürü oluyor ve Adalet Saraylarını basıyorlar. AB ve dünya adaletine yüz karası olduk. Avrupa’nın hiçbir ülkesinde görülmemiş bir serserilik. Osmanlı ve İslam kültür, mimari ve din eserlerini bizden kıskanıyor ve yasadışı yollardan gasp ettikleri yetmezmiş gibi, ebediyen mal mülk olarak ellerinde kalması için çalışıyorlar. Verdikleri mücadele onlar için onur ve Bulgarlık sorunu oldu. Ölüm kalım davası haline geldi. Gerçeği ne işitmek, ne anlamak, ne de uygulamak istiyorlar, taş atıyorlar, sopalıyorlar, cam pencere indiriyorlar. Sanki her şey ters yüz oldu. Sanki eline para verenlerin iplerini çekenler var. Perde arkasında “seyirci babalar” oturuyor. Bu defa Kırcaali Belediye Başkanı Hasan Aziz’i de korkutuldu. Telefonla tehdit etmişler ya da yolunu kesmişler olacak ki, 25 Şubat 2014 Salı günü Kırcaali İl Mahkemesi Eski Türk Medrese Binası’nın Tük ve Müslüman topluluğuna geri verilmesi isteğiyle açılan davanın yapıldığı semtte, şehirde protesto mitingi ve gösteri yapılmasını yasaklayan bir karar çıkaramadı. Aynı gün Sofya, Plovdiv ve Burgas holiganlarının şehre istedikleri gibi girmesini engellemedi. Plovdiv’te yaşanan trajik olayları görmezlikten, bilmezlikten geldi. Ürktü, korktu ve pısırık olduğunu kanıtladı. İkircimli, hain Ahmetçi, sinsi ve kararsız olduğunu gösterdi ve ispat etti. Oysa bir hak uğruna mücadele kale ve özgür-


30

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lükler şehri olan Kırcaali’yi zehir kusan, külhan bey kesilen, faşist adalet dayatmaya çalışan, milliyetçi hortlamayla halkımızı korkutmaya çalışan aşırı ırkçıların önü Kırcaali’de kesilmeli, burunları kırılmalı ve götlerine baka baka geri dönmeliydiler. Bizim analarımızı, babalarımızı an yurdumuzdan, evimizden, yerimizden kovan, ekmek teknemizi kıran, ana dilimizde konuşacaklarmış diye bize karşı bugün de isyan eden bu faşist - totaliter kaz kafalıların babaları, dayıları, amcaları ve ağabeyleridir. Onların babalarından farklı olan bir yeri vardır ve biz bundan istifade etmeliyiz. Onların dedeleri, babaları, ağabeyleri bize karşı devletin silahlarıyla silahlanmış, yasasızlığıyla donanmış gelmişlerken, bugünkülerin ağızlarındaki küfürken, yüreklerini kemiren kıskançlıktan, kafalarındaki boşluktan başka silahları yoktur. Hiçbir okul binası olmayan sayıları milyonları aşan Bulgaristan Türk ahalisinin son aydınlık kalesi olan Kırcaali Medresesini nasıl olur da zorla, mahkemeye baskı yaparak, tüm demokratik hakları çiğneyerek, Türklerin doğal ve yasal haklarının tümünü ve Bulgar devletinin altında imzası olan uluslar arası insan hakları sözleşmelerini, her insanın okuma ve aydınlanma hakkını ayaklar altına alarak ele geçirmek, vermemek isteyebilirsiniz. Siz hangi medeniyetten geldiniz? Ne aç gözlülerisiniz? Tarihi, medeniyeti, kültürü olduğunu iddia eden bir halk bunu yapar mı? 1990’dan sonra herkesin her malı verildi de Türklerin ve İslam kurumlarının taşınmazları neden verilmiyor? Türk aydınlık ocaklarının lambaları neden söndürülüyor? Bulgar halkının % 48’i ne okuyabiliyor, ne yazabiliyor ne de okunanı anlaya biliyor, bu oranın ne kadar yükseltilmesi gerek! Gözünüzün doyması için istediğiniz nedir? Kırcaali İl Mahkemesi medrese’mizin geri verilmesi davasını 8 Nisan 2014’e erteledi. Mahkemelerin davalarımıza bakmasının engellenmesinden daha büyük adaletsizlik olur mu! Yediden yetmişe birlik olmamız, hepimizin tek yumrukta birleşmemiz, aynı bilinçle ve iradeyle hareket etmemiz günleri yeniden geldi, kapı çalıyor. Biz birleştikçe ve birliğimizden güç aldıkça kararsızlar, ödlekler, hainler saflarımızdan kendileri kaçacaktır.


Makale ve Analizler - 2014

31

“Y” ve “V” Oyunu

Seyhan Özgür-25.Şubat.2014

Her seçimde olduğu gibi, 25. Mayıs 2014 AB Parlamento seçimlerinde de, kutu içinde kutu olduğu ortaya çıktı. Şimdiye kadar katıldığımız bütün seçimlerde bizden aday ismindeki kutuya “x” işareti yapmamız isteniyordu. İnsanımız kalem tutan çizgiden, elimize verilen kalemler yazmadığından, fazla bastırdığımızda kâğıt delindiğinden vs. vs. Sebeplerle oylarımız hep çöp sepeti işini gören koliye ayılır ve ayrı sayılır ve geçersiz olurdu. Bu defa yani AB Parlamentosu için katılacağımız üçüncü seçimde bizim yani seçmenin “demokratik hakları çok genişletilerek” bize hem “x” hem de “y” işaretini kullanma hakkı tanındı. İki işaretin ikisinin de anlamı aynı, aralarında hiçbir fark yok. Bu işaretleri ne zaman ve nerede kullanacağız. 1. Seçim listelerini yalnız politik partiler hazırlayacak. Bu partilerin gösterdiği adayların hepsinin isimlerinin, baba adlarının ve soyadlarının yazılı olduğu uzunca bir liste oy pusulası olarak elinize verilecek. Sizden istenen, perde arkasına geçtiğinizde, a) Seçtiğiniz partinin aday listesini bulmak; b) Adaylar arasında hangisinin seçilmesini istiyorsanız onun adı önündeki küçük dörtken kutuya elinizdeki mavi tükenmekle “x” veya “v” işaretini koymaktır. c) Lütfen dikkat ediniz, “x” veya “v” işaretini kurşun kalemle ya da mavi dışında başka bir renk yaparsanız, oyunuz geçersiz sayılacaktır. d) Eğer sisin seçmek istediğiniz milletvekili adayı liste başı yanı “1” numara ise, o zaman hiçbir şey yapmanıza gerek yoktur. Bülteni zarfa koyar ve kutuya atarsınız ve seçime doğru katılmış olursunuz ve oyunuz geçerli olur. Bu ayrıntılar neden bu kadar önemlidir? 1) Yeni Bulgaristan tarihinde yani 1990’dan sonra, bu uygulamayla, yani seçmenine istediği adayın ismini işaretleme hakkı tanınarak, listeyi yeniden dizme hakkı verilmiş oluyor ki, böylelikle yalnız parti liderlerinin seçtiği, istediği ve listeye aldığı, birinci yere çektiği adayların meclise girmesi yolu birazcık da olsa daraltılmış oluyor. Kuşkusuz, yeni durumda seçim sonuçları seçmenle yapılacak olan ön çalışmalara, aydınlatma, görsel ajitasyona, reklâma ve ikna ermeye çok bağlı olacaktır. Bundan dolayı bu çalışmaların Türkler arasında Türk dilinde yapılmasında ısrarlıyız. Bu yüzden, bugüne kadar liste başı, aday listesi falan gösteren parti yok. Kimse kirli çarşaflarının önceden ipe serip herkesin görmesini istemiyor.


32

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

2) Biz bu işte biraz ağır tartmak istiyoruz. Soydaş oylarıyla bir AB Parlamentosu milletvekili çıkabilir. İyi İngilizce, Almanca, Fransızca gibi dillerden hiç olmadı birini bilen bir vekilimizi bir parti listesine pazarlayabiliriz. Dış ülkelerde yaşayan ve çifte vatandaş olan kardeşlerimizin aday göstermeye hakkı var. Eski kanuna göre yoktu ama yapılan değişikliklerle bize bu hak tanındı. Verdiği sözde duracak, Türklük davamıza sımsıkı bağlı, Bulgaristan ulusal çıkarlarına ihanet etmeyecek onları savunacak ve yurdumuzun demokratikleşmesine ve totaliter baskı ve terör rejimi geleneklerini gömerek gerçekten demokrasi bayrağı dalgalandırması gereğine yüzde yüz inanmış bir aday üzerinde durmalıyız. Bu arada bizim ana dil, okul, kültürel haklarımız. İslam kurumlarımızın savunulup geliştirilmesi, ana dil ve kültür dernek ve merkezleri kurulması, vakıf mallarımıza sahip çıkacak, onların işletilmesi yollarını ve formüllerini bulacak, din ibadetine saygı ve köklü ekonomik ve sosyal reformlar yapılması gereğine inanmış bir aday seçmeliyiz. 3) AB Parlamentosu için yapılacak bu seçimlerde, HÖH partisinin Bulgaristan’da Türkler var ama onların hepsi göbekten Türkiye’ye, oradaki yakınlarına bağlı, giderek azalıyorlar saçmalıklarının tamamen tutarsız olduğunu bütün Avrupa Birliği kamuoyu görmelidir. Türkiye’deki soydaşlarımızın oylarıyla AB Parlamentosuna girecek bir aday, çok büyük işler yapabilir, bizim varlığımız, gerçek mağdur durumumuz ve isteklerimiz, emellerimiz konusunda Avrupa kamuoyunu, aydınlarını uyandırabilir. Böylece, AB parlamentosu ilk kez bizi hakikatten hissetmiş olacaktır. Bulgaristan’ın bugün yerinde saydığını gören ve gerilemesinin nedenleri üzerinde düşünmeye başlayanlar, eski Bulgaristan’da işleri Türklerin yaptığını, işleme sanayine gerekli olan hammaddeyi tarımda üreterek sağladıklarını, sanayi üretimine katıldıklarını görüp anlayabileceklerdir. % 48’i cahil olan, okuduğunu anlayamayan bugünkü Bulgaristan nüfusunun yok olma tehlikesi görülen sırlarını çözemeyenler, Türk kimliğini ve kültürünü, süreklilik ve ısrarlı çalışkanlığını, iyi niyetli dünyamızı, bizim niteliklerimizi gördüklerinde fikir değiştirmek zorunda kalacak ve doğal, temel ve yasal haklarımızı elde etmemiz konusunda bize arka olacaklardır. Biz Bulgaristan’ın en çalışkan, en namuslu, en dürüst, en yardımsever, en vatansever ve hoşgörülü kesimiyiz. 4) Seçim ortamına dalıp gitmek yararlı olamaz. Hedefli çalışmalıyız. Birkaç önemli ayrıntıya işaret etmek istiyorum. - Politik partilerin seçime katılması için şimdiye kadar yatırdıkları depozito 5 bin leva iken 2 bin 500 levaya düşürüldü. - Girişlim komiteleri 1000 leva depozitle liste gösterebilir. Şimdiye kadar bu depozito 10 bin leva idi.


Makale ve Analizler - 2014

33

- Seçim günü sabah saat 06’da başlayacak, yani sandıklar sabah saat 06 da açılacak ve seçim günü saat 20’ye kadar devam edecek. - Çifte vatandaşlar Avrupa Birliği Parlamentosu’na milletvekili adayı olabilecekler. Kanun değişikliğine göre, çifte vatandaşlar muhtarlık encümenliğine de aday olabilecekler. - Seçim belgeleri şimdiye kadar olduğu gibi il ve ilçelerde parti örgütlerine değil, muhtarlara teslim edilecektir. - Yukarıda açıkladığımız üzere biri “x”, öteki de “y” olmak üzere iki işaret kullanılabilecektir. Bu işaretler ayrı kullanılacak, seçmen ikisinden birini tercih edip çizecektir. İkisinin de anlamı aynıdır. Yazımızın başlığında da işaret ettiğimiz gibi, bugün iktidarda bulunan politik partiler ve bu arada muhalefetçi GERB, “Sansürsüz Bulgaristan” ve Reformcu Blok ülkede eski statükonun muhafaza edilmesinden yana kesin tavır içindedirler. Bunu mecliste Seçim Kanunu değişikleri hazırlanırken, tartışılırken ve onaylanırken gördük. Biz, soydaş seçmen kitlesi olarak Cumhurbaşkanı Rosen Plevneliev’in Yeni Seçim Kanununda iki konuda veto hakkını kullanmasında ısrar ediyoruz. 1) Ana dilimizde seçim hazırlığı ve propaganda yapma yasağı mutlaka kaldırılmalıdır; 2) “Oy kullanabilmek için 3 ay Bulgaristan’da yaşamış olma” kısıtlaması da insan haklarına getirilen bir anti-demokratik sınırlama olarak hemen veto edilmelidir. Tüm soydaşlarımız “v” ve “x” işaretlerinin anlamını anlamış, çatal başlık yaratmak isteyenlerin hedefinin kafa karıştırmak olduğunu görmüş ve akla karayı kesin seçmiştir. Vatanımızda her seçime katılmak bizim için bir demokrasi hizmetidir, büyük bir şereftir.


34

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Total Saldırı

Hamiyet Yıldırım-26.Şubat.2014

Son 24 yılda Bulgaristan Cumhuriyeti’nde yapılan parlamento, yerel ve Avrupa Birliği yasama organı seçimlerinden önce Bulgaristan Türkleri, Pomaklar ve diğer Müslümanlara karşı kışkırtılan sindirme, ürkütme ve bezdirme saldırıları bu yıl artık kişisel, yerel ve bölgesel saldırı düzeyinden ulusal çapta total saldırı düzeyine çıktı. Bu yılkı hortlama sözlü ve yazılı haber araçlarında, meydan toplantılarında siyah takım elbiselilerin boy gösterilerini aştı. Her yer kürsü oldu. Ak koyun bildiklerimiz kara koyunun peşince gidiyor. Şimdiye kadar “Skat” TV, “Ataka” gazetesi, Alfa “Skat” TV yayınları tarafından kışkırtılan, bu yıl hemen hemen bütün haber araçlarının ana konusu haline gelen Bulgar olmayanları “ötekileştirme”, “sindirme”, onların bu topraklarda ekme, kovma, Bulgarlardan başka kimsenin Bulgar toprağında yaşama hakkı olmadığını kafalarına sokma propagandası yeni total, her yerde, her konuda, her zaman saldırı aşamasına girdi. Geçen yüzyıl pasif milliyetçilikten aktif ırkçılığa ve ötekilere karşı total saldırıya geçiş Almanya’da izlenmişti. Alman milliyetçiliğinin ırkçı yoğun saldırı aşaması 1929 - 1932 derin mali bunalım döneminde başladı. Öteki olanların malına mülküne el koymak en kısa birikim yoludur. Irkçı tırmanışın sonunda Yahudiler ve Çingeneler toplama kamplarında gruplar halinde imha edilirken, keyfi gasp olayları alabildiğine devam etti. 2014 Bulgaristan’ında Müslüman vakıf mallarını iade etmeme çabaları 1930’ların Almanya’sını andırıyor. O zaman Hitler Almanya’sında kurulan aşırı milliyetçi uç komandolar (spitzkomandolar) bizde de örgütlendi; oradaki sportif etkinlikleri destekleme kulüpleri, şimdi bizde 3 bin kişilik “futbol fenleri” şeklinde anti-Türk ve anti-Müslüman gösterici alayında örgütlendi; motor sporunu sevenler “rokerler” olarak her eylemin merkezinde motorize güç halinde vs. vs. Bu hareketlenmenin özünde anti-Türk ve anti-İslam dalganın uyanması var. Ülkenin ekonomik ve mali olarak çökmüş olması ırkçılığın sosyal temellerini oluşturdu. Sofya’da yapılan son mitingde “siz bizim havamızı nefes ediyorsunuz” diyecek kadar küstah olabilenler, çöküşten sorumlu olarak “ötekileri” göstermeye hazırdır. Kendileri her zaman, her konuda ve her yerde haklı olduklarından, her gün biraz daha fazla böbürlenenlerin, her şeyden sorumlu olan “ötekileri” cezalandırması doğal ve yasaldır. Bu gidişle “Bulgar her konuda haklıdır ve asla cezalandırılamaz” teorisinin geliştirilmesini bekleyebiliriz.


Makale ve Analizler - 2014

35

Bu arada, son çeyrek asırda, Bulgar milliyetçiliği davasının bilimsel teorik esaslandırılması için devlet maaşıyla usulca çalışanların eserleri çıkmaya başladı. Akademik Prof. Dr Grigor Velev, 8 ciltlik 1762 - 2012 Bulgar Ulusal Davası eserinin birinci cildini raflara dizdi. Bir inceleme-araştırma uğraşısı olan ve milliyetçiliğin ilham kaynağını oluşturan eserde, Bulgar kilise bağımsızlığının, ulusal bağımsızlık ve demokratik devrimin temellerinde bulunduğu ve Bulgar halkını nasıl uyanıp aydınlandığı anlatılırken, okurun kafasında Türkler ve Müslümanlar vakıf mallarını alır ve güçlenirlerse başımıza bela gelmez mi, fikri zonklamaya başlıyor. Karşılaştırmalı düşünme aşamasına geçen Bulgar milliyetçiliğinin antidemokratik ve insan haklarına aykırı olan şiddet eylemleri, hukuk açısından haklı gösterilemese bile, kin uyandırılarak, düşmanlık hafızası canlandırılarak, birbirini kışkırtan 3 bin kişilik holigan ordusu toplayıp harekete geçirilerek, bu hortlamanın başında bazı belediye başkanlarının, bilim çevrelerinden bilinen kişilerin ve sabıkalı tiplerin, faşizm yanlısı olduklarını gizlemeyen tiplerin yer alması, durumu değiştirdiği gibi, bütün Bulgaristan’da sert rüzgar estirdi. Böyle bir durumda birkaçı hariç bütün hak hukuk erlerinin Türklerin ve tüm Müslümanların haklı olan davasını çürütmek ve düşürmek için asılsız, esasız, sahte ve tamamen uydurma delil ve kanıt toplama işine sarıldığı, bin bir dereden su taşındığı dikkati çekiyor. 600 senelik camilere “benimdir” diyebilen Hıristiyan külhan beylerinden başka bir şey beklemek tamamen yanlış olur. Müslüman mal mülküne, vakıflarımızın taşınmazlarından büyük bir kısmına daha 1877 - 78 Rus - Osmanlı Savaşından hemen sonra, başka bir kısmına Çar Ferdinand ve oğlu III. Boris döneminde, klan kısmına da sosyalizm ve totalitarizm döneminde el konuldu. Şimdi, 25 Şubat 2014 günü Kırcaali İl Mahkemesi’nde 18 dönüm arazi üzerine Müslümanların başlarıyla 1922 - 1930 yılları arasında kurulan ve halen 11 dönüm arasısına tapusu olan ve mahkemeye sunulan “Medrese” binasının geri alınması için açılan davada, devlet tarafından gasp edilen malların iade edilmesi yasasının 1945 yılından geri işlememesi gibi bir saçma iddia ileri sürülmesi ilginçtir. Şöyle bir olay anımsatmakta yarar olduğu kanısındayım. Sofya’nın Batenberg Meydanında, Merkez Bankası bitişiğinde ve Cumhurbaşkanlığı Sarayı karşısındaki tarihi taş yapı Sofya Büyük Camii binasıdır. Osmanlı’nın son döneminde kurulan ve görkemliğiyle dikkati çeken bu mimari esere göz koyan Bulgar Çarı Ferdinand, binayı Müzikal Tiyatro haline getirmeye karar verdiğinde, Osmanlı Sultanı Abdülhamit Sofya’ya bir mektup göndererek Çar’dan camiye dokunmamasını, tiyatro binası için gerekli olan bütün parayı altın


36

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lira olarak kendisine göndereceğini bildirir. Buna rağmen, Büyük Camii bugün tiyatro binası değil ama Ulusal Tarih Müzesidir. Bu gasp olayı İkinci Dünya Savaşı’ndan önce olduğundan dolayı, 1990’da çıkan devlet tarafından gasp edilen taşınmazların geri verilmesi yasası kapsamına girmiyormuş... Birbirinin benzeri olan ve sürekli ateşlenen olaylar ateşlendiğinde, şimdiye kadar çakmak çakıp kıvılcım saçma ustası olarak geçinen faşistler başı “Ataka” şefi Volen Siderov, hükümetten ayrıldı, seçim hazırlıklarını yoğunlaştıran bir muhalefet gücü olarak, ırkçı saflarını sıklaştırmak için derlenip toparlanıyor. O da görüyor ki, artık yalnız hararetli konuşmalarla, küfür ve lanet savurmakla ırkçılık değirmeni dönmeyebilir, onun için yumrukları sıkıyor, gözünü Başbakanlığa dikmiş, büyük kargaşalık çıkarma yollarını arıyor. Bulgar milliyetçiliğinin ırkçılığa tırmanma aşaması Hak ve Özgürlükler Partisi yönetiminin pasifliğinde, Bulgar milliyetçiliğine karşı tutarlı bir ideoloji ve politik yaklaşım geliştiremeyişinde, faşist yayınların serbest basılıp satılmasında, faşist fener alaylarının yolunun kesilmemesinde, idesel gelişim ortamı ve güç kaynağı buldu. HÖH lideri Ahmet Doğan’ın hele ulusal sorun ve etniklerin geleceği konusunda yazıp çizdikleri, ıhlasak da gıklaşsak da kaderimizin erimek ve Bulgarlaşmak olacağına ima etmesi aşırı milliyetçilerin ekmeğine yağ bal sürdü. HÖH Genel Başkanlığı’nı üstlenen Lütfü Mestan’ın da tarihsel kimliğimizi savunma ve Bulgar ulusunun geleceğinin etniklerle dobra dobra anlaşmadan geçtiğine kimseyi ikna edememesi, ideolojik olarak yetersiz kalması ve ana dil konusunda bile saman ateşi gibi rüzgâra göre yanıp sönmesi umutsuzluk doğurdu. Öte yandan, Ahmet Doğan’ın Saray’da turp gibi olduğu, hastalığının numara olduğu açıklandı. Olumsuzluklara karşı kendi iç dünyasını tamamen kapayan Doğan’ın hiçbir şeyden ilgilenmediği, devletin onun yemesi içmesi, korumaları ve öteki ihtiyaçları ayda 70 bin vela ödediği ve ondan yalnız Türk ve Müslümanlık konularında tamamen susması talep edildiği öğrenildiğinde, halkımız daha da bir karamsarlaştı. Onun hepimizi aldattığına, oyuna getirdiğine, çok derin bir hain olduğuna artık herkes inanmaya başladı. Bulgar milliyetçiliğinin ırkçılığa tırmanması ve ulusal saldırıya geçmesi, HÖH yönetiminin iktidar ortaklığı pahasına kimliksiz ve niteliksiz kalması, dost olmayan güçlere tamamen teslim olması, politikada kalabilmek için davamıza sırt çevirdiği bir dönemde palazlandı. Ne yazık ki, 1989 öncesi mücadelelerimizi bilenler, Hak ve Özgürlükler Partisi’nden Bulgaristan’da demokratikleşerek yenileşme motoru olması beklenirken, parti yönetiminde görev alanların elini kolunu dalavere dolabına kap-


Makale ve Analizler - 2014

37

tırması, mafya babalarıyla sarmaş dolaş olması ve oligarşiye hademelik yapma yolunu seçmesi, milliyetçilere ekip biçme, seçip ezme, seçip kesme olanakları tanıdı, hortlamalarına ortam yarattı. HÖH partisi Bulgaristan Türklerinin anti totaliter davasına, adaletli bir toplum kurma davasına yüz çevirmemiş olsaydı, bugün bizde milliyetçilik hortlayamazdı. HÖH partisi vakıf mülklerimiz konusunda kesin kararlı bir karar alsa ve sağ sola sapmadan öz davamızı takip etse ne Plovdiv ne de Kırcaali hortlamaları olurdu. Cami taşlamanın ne anlama geldiğini anlatmamıza gerek kalmazdı. Şunu belirtmek zorundayız, mahkemede yenilmek, yüzde yüz haklı olduğumuz davaları kaybetmek savaş meydanında yenilmeden çok daha ağır sonuçlar doğurur. Bulgar milliyetçi faşizan zihniyeti tamamen haklı olduğumuz konularda bizi mahkeme salonlarında yıldırır ve haksız göstermeyi başarırsa sonuçlarına katlanmak çok zor olur. Bu denli ağır bir politik ortamda, HÖH partisi yönetiminin öz davalarımızı savunmada yetersiz kaldığı günlerde, birçok yerde öz davamıza sırt çevirdiği bir aşamada, “ben işleri düzelteceğim” sloganıyla seçmenimizden oy isteyen Kasım Dal’ın Onur ve Özgürlükler Partisi ne mi yapıyor? Ömründe hiçbir reform yapmamış, neyin nasıl yapılacağını bilmeyen ve bilse de halka açıklayamayan Reformcu Blok’a yamanan Korman İsmailov ile Kasim Dal ortaklığı idesel politik alanda ilk adımlarını henüz atamadı. Önce bu parti politik çalışmaların oy toplama kampanyası yürütmekten çok ama çok farlı bir şey olduğunu anlamada yetersizdir. Bulgaristan’da politik çalışmalar yürütmenin Türkiye’den alınan paraların üzerine oturmakla olmayacağını, aç susuz kalmış, elektriğini ödeyemeyenlere 20 leva sıkıştırmanın politik anlayış ve bilinci ne etkilediğini ne de değiştirebileceğini anlama zamanı da artık gelmiş olmalıydı, ama henüz gelmedi. Bu arada önemle vurgulanması gereken sorun da, HÖH ile OÖP partilerinin kendi aralarında kıvılcım çakan bir kavga eşiğinde bulunmalarıdır. Bilindiği üzere, aynı köyden olsalar da A. Doğan K. Dal küpünü açacak ve herkes bu kavganın kokusunu da koklayacaktır. Bilinen şudur ki, bu kavganın temelinde yatan, kokuşmaya başlayınca üzerinde sinekler uçulan ve söylenecek çok şeyler olmasına rağmen, devamlı neden susulduğu belgelenecek. Ahmet Doğan’ın arkaladığı Delyan Peevski basınının Dal ile eski Tarım Bakanı Nihat Kabil ilişkisinde 80 milyon Euro tutarında “al gülüm, ver gülüm” dalaverelerini ipe sermeye hazırlandığı gözden kaçmıyor. Bu ipte daireler, tarlalar, deniz kıyısındaki arsalar, Volvo ve Audi Jeep araçlar, özel şoförler, özel korumalar, viskiler ve purolarla köylü kokusunu uçurma çabaları olacak. “Parasızlığı” ve 24 yıldan beri “hiçbir gelirim ve param yok” boş vergi


38

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

beyanları asılacak. Daha ince tartan bir teraziden çıkacak yeni fişler olacak. Bu belgeler de “Temiz Eller” opersayonuna konu olduğunda, Onur ve Özgürlükler Partisi’nin Reformcu Blok’tan atılmasına vesile de olabilir. İşte böyle bir durum var memlekette. Bir yandan milliyetçilik kazanı kaynarken, aynı zamanda bu kazana odun taşıyanlar da “biziz” Politikada tok gözlü olmazsan olmaz, yem olursun, yenirsin, adamı bitirirler, iz bile kalmaz. Adam dediğimiz adam olmadığında yara alan hep halkım oldu ve olmaya devam ediyor. Politik mücadelenin kuralları vardır. Politika zenginleşme teknesi değildir. Çok imkânlar sunar ama insanı soyada bilir, sıfırlar, hiç eder. Hele şu milliyetçi ve ırkçılarla mücadele âmâsız ve gaddar bir aşamaya girdi. Bizim bütün yanlışlarımız yeniden başımıza vurulurken, hepimizi yeni ve kavgalı bir Vatan mücadelesi beklediğini haber verdim. Onlar total saldırıya geçtiğine göre bizim de total müdafaaya geçmemiz zamanı gelmiş demektir. Kolay gelsin.

Şartlı Yaşam

Dr. Nedim Birinci-27.Şubat.2014

Bulgar basını bizi “yoksullar”, “fakirler”, “kendi kendilerine yetemeyenler” tanımlarıyla anlatıyor. Bu haftaki örnekler hep Batı Rodoplar’ dan verildi. Osmanlı döneminin “Sultan Yerleri” olan, Çarlık döneminde en saf çayır ve çam balı, Saray’da kaynayan fasulye ile kızartılan patatesi, yaban meyve ve şifalı bitkilerle baharat eczanesi, kapama kuzu diyarı, yerle gökyüzü arasındaki güzelliklerin en nadir bütünlüğü içinde yaşamanın zevkine doya doya serpilip açan bu yörede, şimdi yalnız kendi kendine hizmet edemeyen yaşlı insanlar yaşıyor. Gençler uçup giderken onlar dağ köylerine bekçi olarak kalmışlar. Çam ormanlarının sabah ferahlığından, ormandaki kozalak çatırtısını, gülücüklerin gurklamasını, bülbüllerin sevdalı söyleyişini işitmeden yaşayamayız deyip kalmışlar bu dağlarda. Ne yazık ki, yalnız güzellikler karın doyurmuyor. Arı gömecini avludaki kuyunun boş kovası içine yapsa ve ağzına kadar dolan ballar bakırdan taşsa bile, kalkıp onu almaya da güç kuvvet lazım. Bizi yaşatan hayat yaşlandıkça güçsüz kuvvetsiz, çaresiz kalmak var, ölü canlı olmanın çok özel bir durumu bu. Dışımızdaki hayatla içimizdeki hayatın vedalaşması anlatılsa anlaşılır, anlaşılsa anlatılır gibi değil.


Makale ve Analizler - 2014

39

Güney Batı Bulgaristan’ın Satovça köylerinde durumları birbirinden farksız olan 71 yaşlı var. Onların biçare ihtiyarlığını değerlendiren bir özel devlet komisyonu 2010 yılında orada bir mutfak açılmasını ve hepsinin evlerine günde bir defa sıcak yemek götürülmesini kararlaştırdı. O gün bu gün 13 bin 792 leva harcanmış ve yapılan yeni hesaplara göre, önümüzdeki Nisan ayında paralar bitecekmiş. Yeni para ayrılıp ayrılmaması ile Plamen Oreşarski hükümetinde Çalışma ve Sosyal Politika Bakanlığı’na bağlı Sosyal Yardımlaşma Fonu’nda alınacak karara bağlı. Bu Bakanlıkta işlere bakan ise, Bakan Dr. Hasan Ademov’ tur. Sayın Bakan da karar almakta halen acele etmiyor. - “Gidin sorun bu ihtiyarların 25 Mayıs 2014’te yapılacak AB Parlamento seçimlerinde kime oy vereceklermiş!”, emretmiş. Gitmişler, sormuşlar, yaşlıların Avrupa’yı Amerika ile karıştırdıklarını, oğulları ile gelinlerinin çocuklarıyla birlikte 1992’de Amerika’ya gittiğini ve onlara yardımların Virjinya’dan geldiğini, Avrupa’da yaşadıklarını, fakat Avrupa işleriyle hiç ilgilenmediklerini anlatmaya çalışmışlar. Bu rapor, kuşkusuz Bakan Dr. Ademov’un da kafasını karıştırmış ve Satovça köylerine yeni bir heyet gönderilmesini istemiş. Gidip gelen heyet başkanı anlatıyor: - Bu insanların kafalarında karışıklık daha da artmış, Dr. Hasan oğlumuza söyleyin, bize dörder metre kefenlik kumaş göndersin, çocuklarımızın bıraktığı Amerikanlar 25 yılını doldurdu, bit, kile, güve, toz duman derken, bir de çatılar damlıyor, ıslanmış, iyice döküldüler. Ha bize bu iyiliği de yapsın, kırmasın bizi demişler. 4 yıldan beri ortak kazandan dağıtılan fasulyeler Çin belcesi, sert çiğneyemiyoruz, ağzımızda diş falan da kalmadı, bıktık usandık, bizim alaca fasulyemizden ve Polonya patatesleri de sakız gibi, bizim patateslerimizden istiyoruz, şartlarımızı kabul ederse oyu sandığın hangi deliğine isterse ona atarız, cevabını göndermişler. Kefenlikler gönderilirse, Hak ve Özgürlükler Partisi’ne Satovça köylerinden 71 oy garantiliymiş. Bu köylülerimiz artık hak hukuk aramaktan tamamen ve kesinlikle vazgeçmişler, özgürlük sözünün de tam anlamını bilmediklerinden, vuslat gününü bekliyorlar. Satovça köylerinde 1989’dan önce çok tütün dikilirdi. Dağ yamaçlarında yetişen yeşil altın iyi para ettiğinden, köylülerin yüzü gülmüştü. Ne ki, gülen yüzün ardında, gamlı kaderli yürek olunca, tebessüm sırıtma gibi duruyor.


40

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu köylüler 1913 yılında köylerinden atıldıklarını, camilerinin talan edilip yakıldığını, hayvanlarını alınıp götürüldü acı yılların kan damlayan öykülerini hiç unutmamışlar. Şimdi “3 Mart Birliği” kurup AB Parlamento seçimlerine birlikte girmeye çalışan “Sansürsüz Bulgaristan”, Makedonya İç Devrim Örgütü (VMRO) ve Yeşil Tarımcılar partilerinde birleşen eski ırkçı milliyetçilerin Türk, Pomak ve İslam düşmanı dazlak kafalıların torunlarıdır. Onların Çarlık döneminde “Yurtta Birlik” teşkilatı öncülüğünde Pomakların isimlerini ve soyadlarını birkaç defa değiştirip geri vermek zorunda kaldıkları unutulmamıştır. 1970 - 1972 “soya dönüş” ismi altında gerçekleştirilen “Bulgarlaştırma” politikasıyla çektikleri devlet terörü, sürgünler ve zülüm yılları, 1990’dan sonra sözde tüm haklarını ve özgürlüklerini elde etmiş olsalar da, aile meclislerinde kantara konan kalalım mı, yoksa kaçıp gidelim mi dengesinde ibre defolun gidinden yana ağır bastı. Gidiş o gidiş, kendilerine başbuğ seçtikleri ve Amerikan’ın da onu Pomak lideri olarak görebildiği Hasan Byalkov, arzu eden kararlıların hepsine “kardeşlerimsiniz” parçalanmadıkça hayatla mücadelede her zaman üstün geliriz, ben nereye siz de oraya deyip, sandıktan çıkan kovan gibi adam saydıklarını Okyanuslar ötesine taşıdı. Köyler, mahaller, evler böyle boşandı. Şimdi sevgilisinden ayrılmak istemeyen sevdalılar misali hayattı bu diyarda yalnız bırakmak istemeyenler, aslında kurtulan kurtuldu, avrette nasıl olsa buluşuruz huzuruyla yıl değil, mevsim değil, bazen kimileri gün, saat sayıyor. Şu Dr. Hasan, şu kefen işini dert etmese, gönülleri huzurlu, gidecekleri yer belli, bir cennetten öbür cennete gitmek de iş mi? Bulgar NATO’ya girdiğinde çok sevinmişlerdi. Sam Amca buralara da asker gönderir ve torunlar gelir görüşürüz geçmişti akıllarından. Bu olmadı da her özlemde kavuşma gizlidir derler ya, gün geldi dede kapısı çalan torunlar da belirdi. Amerika’da kimileri patates diğerleri de tütün işinde, yetişen yeni bir kuşak, biz nereliyiz, nereden geldik, kökümüz suyumuz yok mu derken, karlı Rodop tepelerini bulanlar oldu. Atalarının Vatanını gelip görmeye gelenler ne Türkçe ve Bulgarca tek söz bilmediklerinden, konuştukları dil Amerikan İngilizcesi olduğundan kimseyle anlaşamadılar. Onların canını en çok sıkan ise, köy marketlerinde Hot Dock olmamasıydı. Burası yakında “savaştan çıkmış”, “burada hangi savaş oldu?” soruları tercüme edildiğinde muhtar bile cevap veremedi.


Makale ve Analizler - 2014

41

Halen köy bekçiliği yapan “ölü canlılar” aslında kimseciği beklemiyor. Alıp başını gidenlerin aklı bambaşka yerlerde ve bambaşka işlerdedir. Günün daha fazla kısmını şekerleme yapmış gibi bir köşeye uzanarak geçirenlerin kendi kendilerine bir türlü anlatamadıkları çok büyük dertleri var. Onlar, cennet bildikleri ve içinde yaşadıkları doğal harikadan ayrılmak istemiyorlar. Vakit saat geldiğinde her şeyi alıp cenneteyse cennete cehennem nasipse cehenneme beraberlerinde görmeyi arzuluyorlar. Hepsi bu düşe sevdalanmışlar. Buysa olacak iş değil, çünkü ne doğanın ne de yaşamın kanunudur. Çözemedikleri bu gizem, onların yaşam koşulu haline gelmiştir.

ОтвореноПисмо

27.Şubat.2014

До Господин Президента На Република България Господин Президент, Много отблизо следим политическите действия и събития в Родината ни - Република България. Във Ваше лице като държавен глава виждаме, че полагате особено големи усилия за отърсването и освобождаването на страната от остатъците на тоталитарната система, ликвидирането на старото статукво и утвърждаването на новите европейски демократични принципи на управление. В тези Ви начинания, усилия и труд в тази насока Ви подкрепяме най искрено и винаги ще бъдем до Вас. Ние, подложените на асимилация от комунистическия тоталитарен режим в периода до 1989 година и прокудените от Родината си над 800 хиляди Български граждани от Мюслюмански произход, чиито майчин език е Турският все още се чувствуваме неразделна част от нашата Родина Република България.


42

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Въпреки многобройните издевателства, убийства и т.н. над наши хора поради единствената причина, че са Мюслюмани или Турци, ние никога не сме злепоставили Нашата Родина пред европейската и световната общественост. Никога не сме търсили възмездие съзнавайки, че тези действия върху нас бяха продукти и упражнявани от лидерите на тоталитарния режим. От друга страна много добре си знаеме правата произхождащи от международните норми и конвенции по правата на човека, които са ратифицирани и от страна на Република България. Казано накратко ние с нищо не сме заслужили и не заслужаваме да се лишим от конституционните си права. Господин Президент, имайки предвид престоящите избори за Европейския Парламент притеснени сме от действията на крайно десните представители в Българския парламент и сме абсюлютно против техните предложения относно участието ни в тези избори. Ние искаме да се възползвате от правата си давани ни от Конституциата на Република България, а именно чл.26 ал.1/ чл.35 ал.1, 2/ чл.42 ал.1, 2, 3. Законите противоречащи на конституцията не могат да бъдат приети в една нормална правова държава. Надяваме се и вярваме, че демократичният Български политически елит начело с държавния глава във Ваше лице са наясно, че със забрани не може да се гради истинска, модерна и европейска демокрация. За благоденствието на Бългрия и възтържествуването на трайния граждански мир драго ни е да бъдем до Вас и да подкрепим Вашия усърден труд по пътя на изграждането на модерна Европейска България. BULTÜRK


Makale ve Analizler - 2014

43

Mart Ayı Yazılarımız Yanmayan Lamba

Osman Bülbül-01.Mart.2014

Bizde Çobanlıktan Gelenler Çobanlığa Döner. LütfüMestan,AhmetDoğan’ın doğum gününde Saray’a gitmiş ve kafası iyice tütsülenmeden kadeh kaldırıp birkaç söz söylemiş: “Bayan ve baylar, herkes bizim Ahmet Doğan’ın gölgesinde olduğumuzu zannediyor. Bu asla doğru değildir. Kendi ışığıyla aydınlatan insanların gölgesi olmaz.” Tam bu sözler Lütfü’nün sakallarının arasından çıkarken, elektrik kesilmiş. Konuklardan biri “Nerde o kendi ışığınla aydınlatan, ha görelim” deyivermiş. Karanlık olduğuna, kimin kaç rakıdan sonra böyle cesaretlendiği tespit edilememiş. Lütfü “Ağaç gölgesinde fidan tutmaz!” atasözünü işitmiş olabilir ki, ortada ne hol ne yumurta, kalkıp bulanık kafayla biraz öveyim demiş, olabilir. Yeri gelmişken söyleyelim: Bir defa halkımız yanlış düşünmez! Bu defa incitmemek üzere söylendi hafiften ifade edilmiş olacak ki, Lütfü ayakaltında olduğunu yavaş yavan hazmetmeye başlamış gibi. Şunu da biz söyleyelim: Her gün birkaç politik yanlış yapan ve halkımızın öz davasına her gün yatıp kalkıp ihanet eden Lütfü’ den hiçbir iyilik, herhangi bir konuda hayır bekleyen olmadığından, ne yaptığı kimsenin umurunda değil. İşiniz yemek içmek, birbirinizi pohpohlamak, sefa sürmek, milletimizi oyalamak, aldatmak, soymaktır. Saraya toplanan şu hazır onculara şöyle bir bak:


44

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Şterü Şteref sabıkalı hırsızlıktan, dolandırıcının teki olabilirmi? Doğan kopoyu; Şarkıcı Esil Düran o da mı rütbeli DANS ajanı acaba? Eski Başbakan Yardımcısı Emel Etem - HÖH güvenilir kopoy. Azınlıkların kültür giderleri için gelen paraları sahi ne yapmıştı bilen var mı? AB kültürel yardım paralarını nereye vermişti bilen var mı? Doymayan talancı tabii afetler çetesinin başı ne derse o olur. Şimdiki HÖH Başkanı Lütfü Mestan eski “eski DC” ajanı; HÖH partisiyle ne eskiden ne şimdi, hiçbir konuda hiçbir yürek bağı, idesel dahi ilişkisi olmayan biri. 1995 yılına kadar HÖH’e karşı çalışan, eylem yürüten, propaganda yapan, saldıran, karalayan, yazı yazan ve kötüleyen en aktif ajanların başını çekenlerden birisi. Bulgaristan Cumhuriyetinde hak ve özgürlüklerini yok etmek ve kökünden kazımak için özel atanmış bir eğitimli ajan. Bir köy öğretmeni. Eski “CDC”ci. Her bakıma çok zavallı olduğundan ve çok tehlikeli olduğu kadar; yalan söyleme ustası; aldatma ve dolandırma erbabı. Hepimizi her zaman ve her yerde satabilir, silebilir ve kötüleyebilir. Asla kendisine güvenilecek bir tip değildir. Onun HÖH başına getirilmesiyle partide dönüşümü olmayan çöküş süreci başlamıştır. Mustafa Karadayı - halka yakın olduğu izlenimi uyandıran çok tehlikeli oyunlara sokulmayı sevilen bir tip. Sanıldığı kadar zeki değil. Zekâsı yaranmaya yarayacak kadardır. Şimdiye kadar aldığı görevlerde Bulgaristan Türk ve Müslümanları lehinde hiçbir iş yapmamıştır. 2011 seçimlerinde Bulgaristan Türk ve Müslümanlarının sayısını az gösterme işlerine matematikçi olarak katılmıştır. İçi boş olduğu için Ahmet Doğancılığıyla bilinir. Oktay Yenimehmedov’un kafasına tekmeyle vuran kabadayılardandır. Eski milletvekili ve Halk Meclisi Başkan Yardımcısı Ünal Lütfü, milletvekilliği döneminde Bulgaristan Türkleri ve Müslümanlarına yararlı olan bir tek hizmette bulunmadan 20 yıl maaş almıştır. Her gün kendini bir yerlerde memuriyette göstermekle yolunu bulanlardandır. Sabah öğle ve akşam alkolü çok sever, Ahmet Doğan’ın 60. doğum günü kutlamasında bir galon viskiyi tek başına devirmiş, çok konuşmuş, fakat bir ceviz kabı dolduracak bir şey söylememiştir. Emekli olmasına ve yüksek gelirliler kategorisine dâhil olmasına rağmen, bir eski “DC” ajanı olarak yeni ve mühim bir görevle 15 bin leva karşılığında “Petrol” akaryakıt şirketinde ismi var kendi yok bir göreve atanmıştır. Şumen milletvekillerinden Hasan Hasan. Matematik lisesi mezunu olduğundan dolayı kendini zeki zanneden biri oldunu zanneder. Mecliste ona buna el kol sallamakla sık sık biryerlerini kaşımasıyla ün yapmıştır. Şu anki vazifesi mec-


Makale ve Analizler - 2014

45

lis içinde para toplayıp iflas eden futbol takımlarını destekleyerek ayakta tutmak görevidir. Bu takımların futbol holiganları son dönemde cami, konak, mahkeme binası ve minare saldırılarında çok işe yaramış ve çok mobil ve ateşli bir hücum ekibi olarak, bundan sonra da Türk ve Müslümanları sindirme işlerinde işe yarayabilirler hesaplarıyla dağılmalarının önlenmesi gerekir. Hasan Hasan Şumen seçim bölgesinde aydınlar tarafından pek sevilmeyen biri diye bilinir. Şu dönemde Şumen belediye okul müdürlerinden Türklük ve Türk dilinde eğitim ve öğretim davasına bağlılıklarıyla sevilen 8 yüksek tahsilli Türk aydınlarını işinden uzaklaştırmak, sindirmekle ve bölgeden uzaklaştırmakla görevlidir. Bulgar enerji endüstrisinde Rus çıkarlarının başta gelen savunucusu, Ahmet Doğan’ın dalavereci dostu Bulgar oligarşilerinden olan Hristo Kovaçki de doğum gününde hazır bulunmuş. Saray’da birkaç kez elektrik kesintisi yapılacağını önceden haber aldığı için hazırlıklı geldi. Ahmet’e bir “madenci feneri” hediye etti. Madenci fenerleri de Ahmet gibi kendi enerjisiyle yandığından, elektik kesildiğinde karanlıktan böylece aydınlığa çıkıldı. Bu karanlıktan çıkma çok anlamlıdır. Oligarşi babası Kovaçki Petersburg’ta öğrenim görmüş, ömür boyu Rus çıkarlarına hizmet etmiş ve bir KGB ajanı olan Ahmet Doğan’la can ciğer olmuştur. “Fenerin” yanıp sarayı aydınlatması, bu bakıma çok anlamlıdır. Ne olur ne olmaz, Ahmet’in Saray’da bir Rus feneri bulundurması iyi olur. İkisi arasındaki gizli dostluk çok yakın ve derin ki, “Lider” partisinin başkanı olan Kovaşki, kutlamaya davet edilen tek parti önderi olmasından duyduğu memnuniyeti ifade etmiştir. Ahmet Doğan’ın özel masasında özel bir yere oturan, HÖH partisinin ikinci süre milletvekili ve birkaç gazete ve elektronik iletişim ortamı sahibi Delyan Peevski, sigara dağıtıcılığından el çekince, Batı Rodoplar’da ve Haskovo ilinde tütünler üreticinin elinde kalması nedeniyle kendini suçlu hissetmediğini, Patron huzurunda bir kez daha dile getirdi. Bu konu çok derin kuşkusuz, çünkü geçen sene, bir defa basma cins tütünle kaba kulak cinsin tohumları karışmış, sonra Avrupa Birliği’nin karışık cins tütüne prim ödemediği anlaşıldığında, bizden tütün alıp, ben kendim ürettim diye Brüksel’e yutturan ve özel prim isteyip alan Yunan tütün tekelleri pazardan acele el çekti. Meclise her defasında liste başı giren Peevski, Ahmet Doğan’ın kendisine verdiği özel ödevlerden birisiydi. Çıkardığı günlük ve haftalık gazetelerde Bulgar tarihinden bazı konularda değerler dizisi yani bakış açısı değişikliği sağlayıcı yayınlara yer vermesine ilişkin ayaküstü yaptıkları kısa bilgilendirme yaptı. Daha sonra “bundan derine gitmemiz doğru olmaz,” Loveç Devrim Komitesi Vasil Levski’nin hırsızlıkları yüzünden tutuklanıp idam edilmesi kararı almış, bunları yazamam, çünkü sorun olur, gibi cümleler, etrafta işitildi. Peevski’nin ve Bulgaristan’ın en zengin banka


46

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ve şirketlerinden sayılan BSP’li oligarşi babası Vasilev’le ortak firmalarının bizdeki Rus inşaat yatırımlarının hepsini ele geçirmiş olması Doğan’da büyük bir memnuniyet uyandırdı. Belki de onun 60. yaş günü hediyeleri arasında en sevindirici olan buydu. Hükümet ortağı partisi BSP Başkanı Sergey Stanişev herkesten önce Saraya gelip hediyesini sundu ve diğer konuklar gelmezden önce kimseye görünmeden çıkıp gitti. En fazla dikkat çeken ise, Kasım Dal’ın çok yakın politik bayan dostu olan ve aynı zamanda Birleşik Halk Partisi Başkanı olan Mariya Kapon’un kurye ile özel hediye göndermesi ve özel bu paketin Dal tarafından mı gönderildiği yoksa Bayan Kapon’un özel bir tasarrufu mu olduğu pek anlaşılamadı. Kafaları karıştırdı... Aynı zamanda Mart 2014 Bulgar politikacıları sıralamasında hemen Doğan’ın hem de Dal’ın liste dışı kalması da gözden kaçmadı. Yavaş yavaş çöktüğünü fark eden Doğan, geçen sene hasta olduğunu 4 özel raporla mahkeme nezdinde kanıtlarken, şimdi de kendimi 30’umda hissediyorum diye beyan verirken, yüzü bile kızarmadı. Doğum günü töreninde, daha önceki doğum günlerinde olduğu gibi Türkçe şarkı türkü söyletmedi. Roman şarkıları hem Rus Romansı şeklinde hem de “çalga” biçiminde söylenirken, Ahmet’i en etkileyen şarkının Bulgar “Para için” şarkısı olduğu anlaşıldı. Bu şarkı masa başında 5 - 6 defa çalındı ve Ahmet’in de eşlik ettiği güftede şöyle deniyor: “Ben parayı seksten de çok severim, Para de, para de, kadınlara para de, Kalbim de senin olsun, isterse yokla, Para de, para de, kadınlara para de,” Ahmet Doğan’ın yaş dönümü kutlama koro müziğini ise, doğrudan Hıristiyan Kilise korosundan Saray’a taşıyan ajan olduğunu kendisi itiraf eden sanatçı Elis Düran, bir kadın olmasına rağmen ve Hıristiyanlıkta kadının koru müziğini solo söylemesi gibi bir yaklaşım ve böyle bir ayin olmamasına karşın, hazır bulunanların hepsini ayağa kaldırdı. Ellerde kadehler papazsız papaz gibi söylediler, içtiler, söylediler. Ahmet Doğan’ın uzun zamandan beri beklediği büyük hediye, HÖH merkez yönetiminin zar zor getirdiği duvar TV ekranı değil, Varnalı HÖH İl Komitesi Başkanı Ercan Ebatin’in kucağında taşıdığı dört aylık ve adı “Karat” olan Kavkas Çoban Köpeği oldu. Bu uzun tüylü gözü yeni açılmış armağana çok sevinen Ahmet, yavruyu kucağına aldığında, Dobriç köylerinde çobanlık yapan


Makale ve Analizler - 2014

47

Hüseyin dedesini hatırladığını söylerken, gözleri yaşlandı. İşte burada insan olduğunu görmüş olduk. “Bu köpek iş yapar” sözleri ona ait. Ahmet daha önce GERB partisi Başkanı olan ve aynı zamanda Bulgaristan’da namı büyük, “Karakaçan” cinsi köpek bakıcısı, eski başbakan Boyko Borisov’un hediye ettiği bir kara beyaz alaca ve koca kafalı köpek enceğine gereği gibi bakamamıştı. Bir defa Saray bahçesinde koşarken “Tavruz Kuşları”nın boynunu büken “Karakaçan” daha sonra da Ahmet’i görüp kokladıkça havlamaya ve ulumaya başlamış ve gece gündüz kudurması kesilmeyince, hayvancağızı kapı dışarı edip, kaçtı ve kayboldu demişlerdi. Daha sonra Boyko Borisov’un “Karakaçan” yavrusunu hırsız bulma konusunda eğitimli verdiği öğrenildi. “Karat” dört aylık olduğundan halen her kokuyu seçemiyor ama onun da gözü hep kapıda. “Biz Ahmet Beyi Varna’da bekliyoruz” diye tutturmasın mı! Ne yapacak Ahmet Varna’da? artık yaşını başını aldı, dursun Saray’da diyen bir misafire şöyle cevap verdi. Büyük bir koyun çiftliği yapıp Katar’a kouyun kuzu satacağız. Desene sen, çobanlıktan gelen çobanlığa döner, diye.

Türk Kültüründe Kadın

Yrd. Doç. Dr. Ayfer Yılmaz-02.Mart.2014

Dede Korkut hikâyelerinde kadının tarifi dikkat çekicidir; “Beri gelsene başımın bahtı, evim tahtı! Evden çıkıp yürüyende selvi boylum, Kurulu yaya benzer çatma kaşlım İkiz badem sığmayan dar ağızlım, Güz elmasına benzer al yanaklım, Kadınım, direğim, döleğim!” Manas Destanı’nda ise kadın; “Rüzgârda saz gibi sallanan”, “Pembe yüzlü”, “Su gibi şeffaf çehreli”, “Kaz gibi uzun ve güzel boyunlu”, “İnce belli” olarak tarif edilir. Dede Korkut’ta Kanlı Koca Oğlu Kan Turalı’nın eş olarak seçeceği kadında aradığı özelliklerde de yiğitlik, ataklık ve cesaret ön plandadır: “- Baba, ben yerimden doğrulmadan o kalkmış, ayağa dikilmiş olmalı, ben karakoç atıma binmeden o binmiş olmalı; ben kanlı kâfir eline varmadan o varmış, bana baş


48

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

getirmiş olmalı” demektedir. Kanlı Koca’nın buna cevabı da ilginçtir: “- Oğul, sen kız istemezmişsin, bir cılasın bahadır istermişsin” Anlaşılan o ki, Türk kadını da erkeği kadar yürekli, gözü pek ve savaşçıdır ki: “Vatan sevgisi, topraklarına bağlılık, ülkesini savunma, yiğitlik, mücadele, askerlik” Türk insanının ortak karakterini oluşturur. İbn Fadlan ve Gardizî gibi İslâm yazarları da Türk kadınının temiz ahlâkını söz konusu ederler. Marko Polo’ya göre de, Türk kadınları “bütün dünyanın en temiz ve ahlâklı kadınlarıdır” Tarihte Türk kadını konusunda dikkat çekici bir diğer husus da kadın adlarıdır. Türklerin kız çocuklarına temiz, erdemli anlamlarına gelen Hun, Sabir, Arıg, Uygur Silig, Kazan Sılu gibi adları vermesi sebepsiz değildir.Tu-küe ve Uygur yazıtlarında, kadının devlet idaresi içindeki rolü kesin hatlarla bellidir. Han ya da kağan ile birlikte devletin varlığı için vazgeçilmez öneme sahiptir. Hatunların da devlet adamları gibi eğitildiği ve yetiştirildiği bir toplumda hatunlara da hakana verildi gibi “Bilge” unvanı verilmiştir. O dönemlerde Hatunlar da törenle tahta oturtulmuş ve eşleri veya oğullarının yokluğunda “Terken” unvanı ile eşlerine vekalet vazifesini üstlenmişlerdir. (http://goo.gl/IzQq5S) Türklerin tek kadınla yaşadıklarına dair kesin deliller olduğunu öne süren Rasonyi’ye göre ikinci kadın için eski Türkçe’de Türk kökünden bir kelimeye rastlanmamaktadır.

Türkiye’den İnce Ayar

Rafet Ulutürk-02.Mart.2014

27 - 28 Şubat Günler Türkiye Cumhuriyeti Diş işleri Bakanı Ahmet Davudoğlu Bulgaristan’daydı. Bulgar milliyetçiliğinin Türk ve Müslüman düşmanlığı sığınağından başını çıkardığı yeni bir dönemde yapılan bu ziyaretin önemi paha biçilmezdir. Ayrıca biz Bulgaristanda Türk ve Müslümanlar için çok ağırlaşan toptan saldırı döneminde yapılması paha biçilmez büyüklükte bir öneme sahip olduğu için, aldığımız destekle umutlarımız okşandı. Türkiye’nin yeni Balkan politikasının yüksek mimarı olan Ahmet Davut oğlu, Sofya’da Başbakan Plamen Oreşarski, Diş İşleri Bakanı Vigenin ve Meclis Başkanı Mikov ile görüşmelerinde Baş Müftülük ve Müslüman vakıf taşın-


Makale ve Analizler - 2014

49

mazlarımızın hukuksal usulle iadesi sürecinde baş gösteren olaylara dikkat çekti. Bulgaristan Müslümanları Baş Müftülüğünü ziyaret etti. Baş Müftü Mustafa Hacı ve İslam din erkânımızla temasta bulundu. Filibe’de ırkçı holiganların saldırısına uğrayan camideki hasarı gördü. Bu ziyaret Türkiye ile Bulgaristan ilişkilerine ince bir ayar niteliğindeydi. Zamanlama açısındansa, Türk ve Müslüman düşmanlığı cinini şişeden çıkaranlara ciddi bir uyarı olurken, dostluk ve iyi komşuluk ilişkilerini uygulamada karşılıklılık ilkesine yeni davet sundu. Türkiye dış işleri Bakanı’nın bu gelişi, bir de, Bulgar meclisinde, Yeni Ceza Yasası’nın görüşüldüğü günlere rastladı. Yasa önerindeki can alıcı olan ve sert tartışmalara neden olan madde, komünizm suçlarına zaman aşımı tanınması isteyen Dünya görüşüne karşı direniş oldu. Halkımızın bağrında totaliter komünizmin yaraları taze ve canlıdır. Yarım milyondan fazla insanımız 25 yıl önce totaliter komünizmin “Bulgarlaştırma” politikasından kaçmak ve Türkiye’ye sığınmak zorunda kaldı. Bulgaristan’ı son 70 yılda idare eden komünist-sosyalist zihniyet, XX. yüzyılda işlediği ağır suçların izlerini, etnik yok ediş cinayetlerini yalnız hafızalardan değil, tarihten de kazıyarak silmeye büyük bir küstahlıkla bir daha yeltendi. Dedeleri, babaları anaları kardeşleri komünizmin totaliter baskı ve zulüm mekanizmasına kurban giden bizler bu politikayı tasvip edemeyiz.Bu gelişmelerin seyrinde, öz partimiz bildiğimiz, HÖH partisinin Genel Başkanı Lütfü Mestan’ı işbu yasayı meclise sunan ve onaylanmasında direnen, Sosyalist Parti lideri Sergey Stanışev’in “Kartal Köprü” ulusal mitinginde neden öptüğü şimdi ortaya çıktı. Bu öpücüğün muhatabı olan Genel Başkan Lütfü Mestan bizim değil, kendi vicdanını satmıştır. İnsan hakkı suçlarına zaman aşımı olamaz! Binlerce kişinin canına kıyan gizli servis “DC” sistemine bağlı kişiler Bulgaristan Cumhuriyeti’nin yeni Anayasa ve yeni ceza kanununu yazamaz! Dayatsalar bile, bu yasayla ülkemiz demokratikleşemez, Avrupa Birliği sistemine ve medeni insanlar dünyasına şerefle dahil olamaz! Bu arada, Türkiye Cumhuriyeti, Bulgar Geçiş Dönemi’nde ekonomimize 2 milyar Euro’dan fazla direk yatırımla katıldı. 500 binden fazla Bulgaristan Vatandaşına Türkiye sanayi ve hizmet sektöründe iş vererek, binlerce Bulgaristanlı öğrencinin Türkiye Yüksek Okul ve Üniversitelerinde okumasına, uzmanlaşmasına ve sertifika almasına kapılarını açarken, her yıl yarım milyondan fazla Bulgaristanlı turiste de ev sahipliği yaparak gerçek iyi niyetinin boyutlarını en inandırıcı bir biçimde göstermeye devam etti.


50

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Totaliter rejimden demokratik düzene Geçiş Döneminde ülkemizde gerçekleştirilen görkemli alt yapı projelerinden Sofya - Pernik ana yolu, Sofya yeraltı treninin ikinci hattı, Kaspiçan Burgas ana yolu, Tırgovişte Şişe Cam Tesisi ve daha pek çok alt yapı, hafif ve ağır sanayi kuruluşu Türkiye’nin uzattığı elinden güç alarak inşa edildi. Sn. Ahmet Doğutolu’nun ziyareti bir başka açıdan da çok ince bir ayardı. Hepimizin ortak atılım ve direnişiyle kurulan, fakat yıllar içinde şanlı tarihimize sırt çeviren, Türkiye ile dostluk ve işbirliğine soğuk bakan, soydaşlarımızı yalnız oy deposu olarak gören, böylece halkımızdan iyice kopan, HÖH (Lütfi Mestan) ve OÖP (Korman İsmailov) partilerinin lider tayfası meclis içi ve dışında her bakıma yetersiz kalmaya devam ediyor. Türk ve Müslüman olarak eşit haklı ve özgürlükler içinde yaşayabilmemizde olmazsa olmaz olan ana dilimizle dayanan bir Türk yaşam tarzıyla, edebiyatımızla, kültürümüzle gururlanarak var olmamızın yolları tamamen tıkanmış durumdadır. Bu ziyaret esnasında, Türkçemizle etkileşme, kendi sanat dünyamızı yaratıp yaşatma problemlerine tamamen sırt çeviren, HÖH ve OÖP gibi tek anlamlı anti-Türklük ve anti-Müslümanlık yarışına giren politik subyelerin “liderleri” ile Türkiye Dış İşleri Bakanı arasında temasa geçilmemesi Sofya politik kamuoyunun dikkatini çekti. Türkiye devletinin, Bulgaristan ve Balkan devletleriyle ilişkilerinde dış Türk ve Müslümanların huzuru, dertleri ve çıkarları, tarihi ve mimari anıtlarımız, din müesseslerimizin korunup bakımını ön plana alması yeniden gündem oluşturdu. Bu açıdan Bulgar ırkçı milliyetçileri ile beyinleri faşist zihniyetle aşılanmış futbol severlerinin anti-Türk ve anti-İslam anarşisi, Bulgar ve AB hukuk ve adalet sistemine tamamen ters düştüğü gibi, taşınmazlarımızın iadesi konusunda Bulgar mahkemelerinin baskı altına alınması, şimdi de sert eleştirilere neden oldu. Hükümet ortağı olan HÖH partisinin şiddetli tepki göstermemesi, eylem düzenlememesi kabul edilir bir husus değildir. 27 Şubat 2014 akşamı Türkiye Cumhuriyeti Sofya Büyük Elçiliği’nin rezidansında verilen akşam ziyafetine şiddeti önleme konusunda yetersiz kalan ne Ahmet Doğan, ne Kasım Dal ne de Lütfü Mestan davet edildi. Görüldüğü üzere, Bulgaristan Türklüğünü maddi ve manevi olarak hiçe sayan ve 2 milyondan fazla Müslüman’ımızın barış ve huzur çağrılarını işitmezden gelen HÖH ve OÖP liderleri, izlendikler oligarşiye yamanma siyasetinde son uğrağın çıkmaz sokak olduğunu bu defa gördüler.


Makale ve Analizler - 2014

51

Türkiye devleti daha önce olduğu gibi bu ziyaret esnasında da, Türk ve Müslümanlarımızın öz davaları etrafında gerçek ve sıkı örgütlenmesinden yana çok yönlü destekleyici tavırını bu kez de dile getirdi. Ekonomik ve sosyal çıkarlarımızın savunulmasında, temel insan hak ve özgürlüklerimizin tanınmasında, kültür ve dini mirasımızın, vakıf taşınmazlarımızın geri verilmesinde ağır sözünü söylemeye devam etti. Bu vesileyle olmak üzere, rezidans resepsiyonuna Sofya Türkleri arasından ancak kimliğik ve geleneklerimize sımsıkı bağlı olan, Prof. Dr. Cingiz Hakov, Doçent Dr. İbrahim Yalamov, Dr. İsmail Cambazov ve yazar İsmail Çauşev gibi seçkin aydınlar davet edildi. Biz bu yeni yaklaşımla sağlanan ince ayarı, Bulgaristan’da Türklük ve Müslümanlığın öz ve biçim olarak, soydaşlarımızla yakın ve her yönlü bir kaynaşma içinde olmak üzere, şimdilik federasyon, dernek ve kulüp çalışmaları, hizmet merkezleri örgütleyerek dergi ve gazete yayınları, ana dilimizde özel radyo ve paket TV programlarıyla gerçekleştire bileceğimize inanıyoruz. Yeni dönem çalışmalarımızda Türk ve Müslüman kimliğimizi manevi olarak güçlü kılan yönlere ağırlık vererek sürdürme kararlılığımızı algılamış bulunuyoruz. HÖH ve OÖP gibi halkımızdan tamamen kopmuş, son 25 yılda yaşam tarzımızdan ve kültürümüzden bütünüyle uzaklaşmış bu iki partiden Türklük davası ve Müslüman yaşam tarzını yaşatma yolunda destek aramak tamamen yanlış olur. Öz ve biçim değiştiren siyasi oluşumlar dışında, onlardan tamamen bağımsız, dernekler ve diğer sivil toplum örgütleri düzeyinde geniş açılımlı olup kitlelere inen ve onunla kaynaşan etkinlik yolları aramak zorundayız. Bakan Davudoğlunun Bulgaristan’da yürütülecek çalışmalara verdiği yeni ince ayar budur.


52

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Köle Kaderi

BG-SAM-02.Mart.2014

Bugün, 26.Şubat 2014, Hak ve Özgürlük Partisi lideri Ahmet Doğan’ı 8. Parti Kurultay kürsüsünden çaktırdığı tarihten tam bir yıl bir hafta geçti. Bu tarihsel olayın kahramanı Oktay Yenimehmedov’a karşı açılan ve o günden beri devam eden davasında Sofya İstinaf Mahkemesinde gereği görüldü. Tutuklu bir sanık olarak yargılanan Yüksek Mimarlık öğrencisi Oktay Yenimehmedov’a 3 yıl 6 ay hapis cezası verildi. Mahkeme heyeti üç kişilikti. Hakimlerden biri kararı imzalarken cezanın yüksek olduğunu, 1 (bir) yıla mahkum edilmesinin adil olacağını ve zaten bir yıldan beri içerde olduğundan Oktay’ın salıverilmesi gerektiğini karara not etti. Savcı 17 yıl istemişti. Karar 2. ve 3. derece mahkemelerde itiraz edilecektir. Bulgaristan Türk ve Müslüman kamuoyu, demokratik adaletten yana olan pek çok Bulgar ve hele üniversiteliler Oktay’ın suçu olmadığını, HÖH Başkanlığından indirmeyi, onun değiştirilmesini halk adına istediğini, hemen beraat etmesini ve salıverilmesinde direndi. Bu istekle mahkeme başkanlığına büyük sayıda mektup geldi. Oktay Yenimehmedov savunma konuşmasında, suçlu olmadığını, HÖH Genel Başkanı Ahmet Doğan Bulgaristan Türk ve Müslümanları davasına ihanet ettiğini, hepimizi sattığını, sefil durumda bulunan halkımızın köle kaderi yaşadığını, topluluğumuz üzerinde oynanan iğrenç oyunlara son verilmesi gerektiğini, kendisi de köle kaderinden kurtulmak için böyle bir uyarı hareketinde bulunduğunu, söyledi. Bulgar kitle haber araçları duruşma salonundan canlı yayında, karar açıklanınca “Bulgar adliyesinde yaban otların boy attığına” işaret etti. Tüm ajanslar Oktay’ın “suçlu olmadığını” ve hemen salıverilmesi gerektiğini, Bulgaristan’ın ağır ekonomik ve mali bunalımından sorumlu olan Ahmet Doğan’ın oligarşi çevrelerine hademelik ettiğini, vurguladı. Ahmet Doğan’ın tavrıyla ilgili ise, salığı trup gibi olsa da, sahte doktor raporlarıyla kendini ruh hastası göstererek Oktay ile yüzleşmeye cesaret edemediği, kendisine yapılan saldırının gerçek nedenlerini halkımızın duymasına tahammülü olmadığı, defalarca duyuruldu. Bu tarihi olaydan tam bir yıl bir hafta sonra, dönüp geri baktığımızda, Hak ve Özgürlükler Partisi yönetiminde yeni şimşekler çaktığını görüyoruz. Bunlardan biri, Ahmet Doğan’ın en yakın yardımcısı ve sırdaşı olan ve Türk ve Müs-


Makale ve Analizler - 2014

53

lümanlar partisinin sırtına binerek HÖH Genel Başkan Yardımcılığı ve parlamento başkan vekilliğine kadar yükselen Hristo Biserov’un uluslar arası kara para aklama operasyonlarında yakalanmasıdır. Büyük dolandırıcılık ve rüşvet olaylarına karışan iki HÖH milletvekili, Ahmet Doğan’ın can ciğer dostları Varna hapishanesini boyladılar. Bu olaylar Oktay’ın HÖH partisi kullanılarak yapılan yolsuzluklara “DUR!” demek için Ahmet Doğan’a tabanca çıkarması ve onu tarih kürsüsünden itmesi, kamuoyunca haklı görüldü. Cesaret kutlandı. Bu olay, HÖH eski Genel Başkanı Ahmet Doğan etrafında dönen başka bir olaya da ışık tuttu: 3 yıl önce Ahmet Doğan HÖH Genel Başkanıyken, parti işleri Sofya “Al. Stanboliyski 45 A” adresinden Vitoşa Dağı eteklerindeki Saray’a taşındığı bir dönemde, onun özel kalem müdürlüğünü yapan Ahmet Emin görevi esnasında kurşunlanarak öldürülmüştü. Ahmet Emin’in intihar ettiği söylendi. İnanan olmadı. O, Ahmet Doğan’ın kabinesine götüren basamaklardan çıkarken kafasına sıkılan tek kurşunla öldürüldü. Onun elinde de tabanca vardı ve o tabancasını Ahmet Doğan’ın kafasında boşaltmak için doldurmuştu. Bu trajik olaydan çok kısa bir süre önce, Ahmet Doğan ile Ahmet Emin arasında çok sert bir tartışma yaşandı. Anlaşıldığına göre, bu görüşmede Ahmet Emin 50 milyon Euro tutarında bir dalavere belgesini imzalamayı kabul etmediğinden şiddetler eleştirilmiş ve işten arz edilmekle tehdit edilmişti. O, işinden atılan üçüncü özel kalem müdürü olacaktı. Evli ve öç çocuk babası olan Ahmet Emin’in vicdanı yenik düşmeyi kabul etmedi, Bulgaristan Türk ve Müslümanlarının gözbebeği olan HÖH partinin dolandırıcılıkla uğraşan bir ticaret şirketine dönüştürülmesine göz yumamazdı. Kötülüğün başının Ahmet Doğan olduğunu her gün her saat görüyordu. İthamları kabul etmedi. Odasına dönerek beylik tabancasını kuşandı. Ahmet Doğan’la son hesaplaşmaya giderken özel korumalar onu tek kurşunla öldürdü. 8. Kurultay’da Bulgaristan Türk gençliğinin gözde temsilcileri ikinci kez tabancaya sarılmıştı. O gün bu gün Ahmet Doğan korku içinde, özel korumalı yaşıyor. Sokağa, geziye, görüşmeye, eğlenmeye çıkamıyor. Saray hapsinde yaşıyor. Vitoşa eteklerindeki çayırlarda sıçraya oynaya onu öldürmeye gelen birine henüz rastlanmasa da “korku dağları bekliyor.” Geçen hafta, HÖH Partisinin çiçeği burnunda Genel Başkanı Lütfü Mestan’a da özel koruma tahsis edildiği açıklandı. Halkın dertlerini ve tasasını unutan ve zamanının yarısından fazlasını avda balıkta geçiren Mestan’a tehdidin nereden geldiğini, o gece gündüz elinde tüfekle gezerken, onun kimden ve neden korktuğunu anlamak çok zor. Atalarımız “İnsanın en büyük düşmanı en yakınında


54

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

olandır!” demişler. Onun en sık görüştüğü kişi Ahmet Doğan’dır. Hafta sonu kahve ve viskisini Saray’da içiyor. Bitmiş tükenmiş bir megalomandan ne öğrenmek ister ona da akıl ermiyor. Geçen hafta birbirini tanımayan iki koruma grubu Saray önünde az kala özdevinimli silahlarla birbirine ateş açılacakmış ki, besbelli Lütfü’nün verilmiş sadakası var, bu defa ucuz aldatmış. Geçen hafta, Bulgaristan Türk ve Müslümanlarının temel sorunlarını, acele çözüm bekleyen problemlerini tamamen unutan Ahmet, Lütfü’yü beklerken kışı geçirmek için Saray çayırına gömülen salyangozların yerlerini tespit etmeye çalıştı. Doğuştan sağır ve az görebilen ama ne de olsa bir saatte 50 metre yürüyüp istedikleri yere varabilen bu sürüngenleri düşünürken, son 25 yılda yürüttüğü yoğun çalışmalar sonucu sağır, kör ve aç yaşamak zorunda bıraktığı Bulgaristan Türk ve Müslümanları böyle bir süratle ilerlese kaç ay sonra Sarayı kuşatabilirdi. Sorun buydu. Lütfü’nün ayağını pabuç hemen sıkmadığından, kafası balık avındaydı. İkisi de camici olmadığından, kanı kabaran yeni Bulgar milliyetçilerinin, boynuzlarını yalnız Türklere yöneltmekle kalmayıp, anti-İslam ve anti-Müslüman havasına girmesi, hele şu Avrupa Birliği Parlamento seçimleri öngünlerinde “ekmeğimize yağ bal oldu” sonucunda birleştiler. Hele camilerin taş yağmuruna tutulduğu ve yargı sisteminin yeni yeni hacizlerle Baş Müftülüğü her gün bir az daha sıkıştırdığı bir dönemde Baş Müftülükten biraz para kopartmayı konu ettiler. Lütfü biraz sitem vurur gibi elini kaldırarak, “Kasım Dal HÖH Başkan Yardımcılığından ayrılalı imamlar işi gevşetti!” demek isterken, Ahmet “birkaç sudan sebep gösterip bazılarını mahkemelerden süründürün, diğerlerine ders olsun,” önerisinde bulundu. Ahmet ile Kasım Dal arasındaki sırdaşlığı iyi bilen Lütfü denge koruması gerektiğini iyi biliyordu. K. Dal konusuna gelmişken hem sözde ayrı ve hasım hem de can ciğer oldukları ebedi sır kalması için Ahmet Doğan, Kasım Dal’a yaptığı son görüşmede, ona “bazı şeylere katlanmak zorundasın!” dedi ve şu sitemde bulundu: “hakkımda demediğini bırakmadın, ama gördüğün gibi ben ağzımı açmadım!” Bu görüşmeden sonra Kasım, Ahmet ile ilgili ağzına sürme çekti. Son günlerde aktifleşen ve TV konuşmalarını ezberlerken fazla zaman kaybettiğinden dolayı kendisine “danışman - yorumcu” aylığı bağlanan HÖH Genel Başkan Yardımcısı dalından neredeyse 10 yıl önce düşen Osman Oktay, son konuşmasında samımıydı: “Ahmet bizi 1992’de topladı ve ben bir “DC” ajanıyım, beni olduğum gibi kabul ederseniz işinize devam edersiniz, beğenmeyenlere dış kapı açık” uyarısında bulundu, dedi.


Makale ve Analizler - 2014

55

Kasım Dal 1992’de Varna’daydı. Sofya Merkez Hapishanesinden 2 yıl önce çıkmıştı. Sofya’yı bir daha ne görmek ne de koklamak istiyordu. Ahmet’in yakın çevresiyle bu samimi görüşmesinde bulunmamıştı. Onun hakikatten “ben bir DC ajanıyım” iftirasına tanık olmadığından, bu konuyu yıllar yılı eşelemedi. Susmak altındır diyenlerin fikrine başka birinin “sır tutmak en büyük zenginliktir” gibi bir ilave getirdiğini işitmişti. Onun kozu, işittiğine sağır, gördüğüne kör kalmaktı. Öyle de yaptı ve kazandı. Bir gün geldi, Ahmet ona “şu dosyaları açtır da ortalığı karıştıralım!” dedi. Sonra, bu işe kimileri burun çevirince “birlikte kalmak için ayrılalım” - bu da bir sırrımız olsun, dedi. Öyle de oldu. Şu dönemde Kasım Dal ile Ahmet Doğan’ın arası her zamankinden daha sıkı fıkıdır. Şu güne kadar hiçbir konuda yazılı veya sözlü beyan vermeyen Kasım Dal’ın HÖH’ten yüz çevirenleri yemleyip avutmaya çalıştığı dikkati çekti. Ahmet ona “gizemli ol”, “insanları kendine özendir” önerisinde bulundu. Git gide lükse alışan Kasım’ın günlük masrafının 500 Euro’yu aştı. Kendini reyting sahibi biriymiş gibi göstermeleri için Sosyolojik Araştırma Ajanslarına para veriyor. Purosuyla günlük basına poz verdi. Genç Korman İsmailov’u çöp ateşine attı. Oktay Yenimehmedov’u savunmak için Ahmet’ten yüz görmedi. Son görüşmelerinde Ahmet ona “hiç bir şeyle ilgilenme, keyfine bak” dese de, ırkçı milliyetçileri şimdiki ürümesi bu defa kervanı durdurabilir, bardak iyice taştı. O, düşünmek istese de düşünemediğinden, bir puro daha yaktı ve dumanından çıkardığı halkaları saymaya başladı. Üçünün de en fazla korktukları Köle Kaderli halkımın uyanması ve saatte 50 metrecik de olsa ilerlemeye başlamasıdır. Salyangozlar sırtlarındaki kabuktan belki asla kurtulamayacaklar ama Oktay mahpusluktan, halkım da kölelikten mutlaka kurtulacaktır.


56

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Diz Boyu Batak

Neriman Eralp-02.Mart.2014

Öykü: Adem ile Ayşe’yi Sultan Ahmet’te tanıdım. Kırık dökük bir İngilizceyle - “Mısır Çarşısı nerede?”, diye soran gencin İngiliz olmadığı boyundan postundan olduğu kadar, tüm hallerinden de belli olduğu gibi, Türkiyeli olmadığı da gizlenecek gibi değildi. - “Yolum Sirkeciye, buyurun beraber gidelim”, diyebilmeme yarayan İngilizcem, kapı açtı. Kumru kuşları gibi önümde duran çifti süzdüm. Tramvay kartları olmadığından jeton almalarına yardım ettim. Bizim raylı sistemi çok beğendiler ki, boş bir koltuğa yan yana yerleştiklerinde, yüzlerinde güvenli rahatlık açtı. “Gülhane Parkı” duvarınca kıvranırken pencereden dürümcülere, dönercilere, simitçilere, tatlıcılara nasıl baktıklarını gördüğümde, birkaç günden beri hiçbir şey yemediklerini düşündüm. İndik. Alt geçitten sol yaparak “Eminönü Meydanı”na götüren basamaklardan hiç konuşmadan inip çıkarken, son ayakla bitişik genişçe alanda vedalaşmak üzere durdum ve: - “İşte Mısır Çarşısı” derken, elimle göstermek için kolumu kaldırdığımda: - “Siz nerelisiniz?” diye sordum. - “Satovça,” dediler, ikisi bir ağızdan ve başörtüsü bizim türban bezlerinden daha küçük ama açık yeşil, açık sarı ve kırmızının farklı bir tonu olan renkleriyle onu etraftaki kalabalıktan farklı kılan, kaşının kenarına sarkmış ve beyaz yüzünü birazcık örten ve çakır mavi gözlerine olağanüstü bir güzellik veren sarının saman sarısı tonlarının birine çalan saçlarının dili olsa bana: - “Ben sizden biriyim”, diyecekti de, ağzından, - “Bulgaria Satovça” çıktı. Ve elini bana uzatarak: - “İsmim Ayşe, eşim Adem”, dedi ve devam etmezden önce biraz sustu. Sanki bana bir şeyler anlatmak için kafasında aradığı sözleri bulamıyordu. Birden açıldı: - “Evliyiz”, dedi. Elini, sırtından öne sarkan çantasına soktu ve çıkardığı pamuk gibi beyaz bebe resmini bana uzatırken:


Makale ve Analizler - 2014

57

- “Kızım”, dedi. Başının ucuna bir muska ve iki altın iliştirilmişti. Benden, kendimi tanıtmamı beklediğini sezdim. Gözlerindeki sıcaklık: - “Sen kimsin?”, diye soruyordu. - “Ben de Bulgaria, Kırcaali”, dediğimde, ikisi de, ileri adım atmadan bana biraz daha sokuldu. Kız kitaplıydı. “Siz kimsiniz?,” diye soracağımı sezdi. Daha anlaşılır İngilizcesiyle: - “Pomak’ız. İngiltere’den geldik, orda işçiyiz, Bulgaristan’a gidiyoruz. Akraba düğün var. Alış veriş”., derken dili biraz daha çözüldü, gözleri artık “Mısır Çarşısı” kemerine bakıyordu. - “Gastarbeiter misiniz?”, diye sordum. Sorumu anlayamadıklarını fark ettiğimde “Gastarbeiter”in Almanya’daki işçilerimiz için kullanıldığını hatırlayarak, hemen: - “Sezon işçisi misiniz?”, diye ekledim. Tam neyi öğrenmek istediğimi bilmesem de, içlerindeki sıcaklığın büyüklüğü ve Türkiye’de yerli biriyle samimiyet derecesinde yakın ilişki kurabilmiş olmalarının verdiği heyecan, benim genç çiftte ilgimi arttırdı. Onlar sıradan turistten farklı, hele ilk görmek istedikleri yer “Ayasofya” olan ve ardından “Yerebatan Sarnıcı”na inen hantal İngiliz turistlerle uzak yakın ilişkili birileri değillerdi. Ayşe bir şeyler paylaşma gereği duydu ki: - “Biz 2001’den beri oraya gidip geliyoruz. Önce o gitti, sonra evlendik, ayrılık çok zor. Çocuk nenesinde, birlikte gidip geliyoruz.” Tümcelerini açık ve anlaşılır şekilde telaffuz ettikten sonra, kendi aralarında Bulgar dilinde bir şeyler konuştular ve Adem “Eminönü Cami”sine baktı. Ayşe: - “Açık mı?” diye sordu. Gene Bulgarca bir şeyler konuştular ve bu defa Ayşe söze karışarak: - “Biz orada “Brışten” yöresindeyiz, cami yok. Eşim girip namaz kılmak istiyor.” Bir yıldan beri camiye girmemiş, rica ediyor, derken Cami basamaklarına oturmuş güvercinleri beslemek isteyenlere yem satan yaşlı kadına yakın durduğumuzda, güzel gözleri, “çok istiyor,” girebilir değil mi? diye soruyordu. Adem basamakları ikişer çıkarken, Ayşe ile ortada kaldım: - “Gel, bir çay içelim. Çıktığını görürüz”, dediğimde o davetimi sanki bekliyordu. Çarşının kenarında saksı içinde açmış çiçek ve yaklaşan baharda dikilecek soğan ve baharat tohumu satan dükkân önünde yavaşladı, mesafeden koklar gibi bakışlarıyla okşadığı çiçeklere seviniyordu. Bana döndü ve:


58

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

- “Ben orada çok yaşlı bir bayanın bakıcısıyım, Ademse ahududu, yaban çilek, karamuk ve dut üreten bir çiftlikte çalışıyor. Eski bir at ahırında 50 hane kalıyoruz. Aynı çiftlikte çalışan erkek ve kadınlar, 800 Bulgaristanlı Pomak’ız”, diye başladı söze ve karşı çaycıda Aile Salonu’nda cami kapısına bakan cam kenarına oturduğumuzda devam etti: - “Bizde, kimseye iş yok. Tütün işinde para yok. Madenler kapandı. Gençler işsiz. 25 ile 40 yaş arası gençler, genç aileler İngiltere’de çalışıyor. Önce tramvaylarda, trenlerde, garlarda temizlik işleri yaptık, sonra birbirini tarım işlerine çektiler. Kır işleri ağır. Ben dayanamadım. Oralar yağışlı ve nemli. Kendileri çalışmıyor. Babaları devlet. Kayıtlıları besliyor. İşleri yabancılar yapıyor. Adem gün boyu diz boyu çamur içinde, işi ağır. Haftalığımız bir ay yetiyor. Bizim dağlarda yaşayabilmek için para biriktirmek zorundayız.” Adem ağır işte çalıştığı için olacak onu anlatırken ses tonu değişti. Kendindense söz etmedi. - “Senin işin zor mu? Gurbetçilik yani?”, diyebilmem için İngilizce dağarcığımda bulduğum sözleri birbirine eklerken, çaylar geldi: - “Orada Seylan çayı içiliyor. Yeşili güzel”, dedi ve ilk yudumdan sonra devam ederken: - “Ah, güzel”, demekten kendini alamadı. Çakır gözlerin bir ucunu Adem’in çıkacağı kapıdan ayırmadan, eliyle kendine işaret ederek: - “Bir ayda 700, Ademse 800 Pound biriktiriyoruz. Evimiz yok. Ayrılık çok zor, dayanamıyorum”, derken, hareket halinde olan eli çantasına bir daha girdi çıktı, resimdeki nur topunu kendiliğinden nemlenen gözleriyle okşadı. Ne sildi, ne de damlacık olup pınarından taşmasına izin verdiği sıvıyı nasıl yaptıysa içine akıttı. Sanki bu işi ilk kez yapmıyordu. Sanki gözyaşına baraj olan gözkapakları ardına topladığı berrak sıvı bu gidişle bana çok gerekli olacak, diyordu. Azalmasına, kurumasına müsaade edemem dermiş gibi, yeni bir hal alan yüzü, “akan su durulur, aktıkça insan huzur bulur,” sözlerine inanmıyorum der gibi isyan ediyordu. Bildiklerinden farklı olan bir şeyi işitmek istemediği gibi, gözlerinin umut pınarından gelen sıvıyla nemlendiğini, nem pınarlarının hep dolu olması gerektiğine inandığı, yeni tavrından okunuyordu. Çay ona da iyi geldi. Kâh sert, kâh okşuyormuş gibi hafifçe esen lodosun yüzümüze bıraktığı izler ikimizde de kendiliğinden kayboldu. Cami kapısını gözlemeye devam eden Ayşe’nin yüzü bir yerden bir haber bekler gibi bir hal aldı. İngiliz at ahırının tavan odası haline getirilen ve uzun zaman Ademle kaldıkları dar bir köşesinde akşam sabah dua ederken: - “Allah’ım sen beni dünyaya neden başka bir zamanda getirmedin?”, diye soruyordu. Şimdi başını öne bükmüş ve kendi kendini:


Makale ve Analizler - 2014

59

- “Ne işin var senin tanımadığın insanların bilmediğin memleketinde?”, diye sorguluyordu. Paranın değeri ne olursa olsun, ömrümün en iyi yılları bir at ahırında, bebesinden, yaşlı anasından ve babasından, yakınlarından, birlikte büyüdükleri ve köyde evlerinin avlusunda kuyruksallayan köpek ve kedilerinden uzakta, boşandığında dinmeyen yağmurların yarattığı bataklıkta, güneşin bulutları delemediği bir odada geçmesi, onu pek çok soruya cevap aramaya zorlamıştı. Köylerinin karşısında gökdelen “Pirin” ve “Rila” dağlarının alçak bayırları da ahududu, siyah ve kırmızı karamuk, tavukların bile yemeye bıktığı beyaz ve karadut, kırmızının allısından en koyusuna kadar renk değiştiren ve tatları tatsızdan mayhoşa kadar değişen yaban ve ev çilekleri bol mu boldu. Fakat onların malını mal bilip gönül okşayan parayı kimse vermiyordu. İngiliz meyveleri iri ve göz doyurucuydu, ama genleriyle oynanmış olduğundan, tatları tat değildi. Onların devleti diz boyu batak içinde üretim yapan çiftçileri teşvik primleriyle kolluyor, ceplerine para değil, desteler dolduruyordu. Üretim yapan yerlilere İngiliz devletinin akıttığı para ırmağından onların ve beraberce aynı çileye katlanan daha 800 hemşerilerinin aldığı pay, sinek pisliğinden azdı. Diz boyu çamurdan aldıkları nasipleri buydu, buna da şükür deyenlerin köylerinde bacaları tütmeye devam ediyordu. Oralarda sanki bir şeylerimiz var havasına girenlerin, aslında hiçbir şeyleri yoktu. Eve birkaç para daha fazla götüreyim hırsına kapılanlar, sigortasızdı. Kuru yemeklerine alışamayanlar, köy çorbası, sarma, güveç, börek, baklava hayal ederek ağızlarını ıslatıyordu. Hem beraberiz hem bir yıldan beri eşimle bir sofraya oturamadım, sıcak sohbetli bir akşamım yok, hasret öyle boğuyor ki bazen, “Allah’ım genç canımı al ve kurtar beni bu sıkıntıdan” demek isterken, onun ekmek arasını büyük bir iştahla dişlediğini gördüğümde, bir yastığa baş koyduk, sus, oyunbozanlık yapma, deyip önüme bakarken, gözyaşlarımı içime akıtıyorum, demek istediği camdaki simasından okunuyordu. Birden bire heyecanlandı ve: - “Çıktı”, derken yerinden kalktı. Garsona uzattığı paranın üstünü beklemeden koşar gibi yürüyordu. Adem’den çok önemli bir haber işitecekmiş gibiydi. Görüştüler, ikisinin ruhu birbiriyle karışarak bütünleşti ve huzur buldu. “Mısır Çarşısı” kemerinde geçerken ikisi de adeta cennet kapısından giriyor gibi mutluydular. Allah tüm Bulgaristan’da yaşayan bunlar gibi çiflere yardım etsin, demekten başka bir şey diyemedim.


60

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Kanlı Mektup ve 3 Mart

Rafet Ulutürk-03.Mart.2014

2 Şubat 2014 sabahı Bulgar haber ajanslarında ve TV programlarından “Nova”da Hak ve Özgürlükler Partisi (HÖH – DPS) Genel Başkanı Lütfü Mestan’a bir Bulgar Bayan tarafından gönderilen, (reklamını yapmak istemediğimden ismini yazmak istemiyorum) gönderilen bir Kanlı Mektubu konu etti. Mektup, Bulgaristan’da yaşayan Türk ve Müslümanların ana dillini kullanma, öz ve doğal hakkıyla ilgilidir. Metni kendi kanıyla yazdığını ilan eden “Bayan” Bulgaristan’da bir Anayasa olduğunu ve Bulgar devletinin tek etnikten, tek dilden ve tek kültürden oluştuğunu ve Türklerin ana dilinde konuşma, yazma ve seçim propagandası yapmalarına kesinlikle karşı olduklarını duyurdu. Bizler, Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi olarak, 2014 yılının ilk günlerinden beri Bulgaristan’da Türklere, Müslümanlara, İslam dinine, vakıf mallarımıza ve tüm taşınmazlarımıza karşı ve diğer etniklerin doğal ve uluslar arası tanınmış olan insan haklarına, demokratik hak ve özgürlüklerine karşı çok ciddi bir total saldırı başladığını duyurmuştuk. Bu “kanlı mektup” aynı genel hücumdan yeni bir halkadır. Dikkati çeken nokta, ırkçı aşırı uçların saldırı müfreza ve alaylarının başına Bulgar kadınlarından ağzı kaba konuşanları seçmesi ve lanse etmesidir. Karlovo, Kırcali, Filibe ve ertesi gün de Vidin İl Mahkemesinde Baş Müftülük taşınmazlarının iadesi davasının görüşüldüğü bir anda, mahkeme binasını kuşatıp çalışmasını engellemek için hazırlıklarını tamamlayan futbol holiganlarının şefliği de bir bayana devredilmiştir. “Bulgaristan Bulgarlarındır!”, “Bulgaristan’da Bulgarlardan Başka Kimsenin Taşınmazı Olamaz!” gibi saçmalıkları bir AB ülkesinde, AB Parlamento seçimleri arifesinde ana politik slogan haline getiren bu aşırı uçlar Bulgaristan Cumhuriyeti’nin çoğulcu bir politik ve kültürel demokrasiye açılma yollarını kesmeye çalışıyor. Bu konu, Bulgar Toplumunu derinden sarstığı gibi herkesi yakın ilgilendirmeye başladı. Bir yüzyılda Türkleri yerinden yurdundan ve Vatan’ından 6 kez kovan Bulgar devleti, baskı ve terör havasını polis ve gizli servisler gibi devlet mekanizmalarıyla değil, bu defa besleme aşırı uçlara estiriyor.


Makale ve Analizler - 2014

61

Filibe’de cami, hamam ve mezarlıklarımıza saldırı olayları, Bulgar devletinin ülkede duruma tamamen hâkim olmadığını, marjinallerin yerel erkle, merkez yönetim arasındaki çelişki ve uzlaşmazlıklardan ustaca yararlanarak, saldırılarına geçiş ve genişleme kapıları açabildiğini gösterdi. Bu kargaşada, mahkeme kararına rağmen, XV. Yüzyıldan beri bir yüksek mimarlık ve din şaheseri olarak, şehrin merkezinde yükselen “Kurşun Cami”nin Başmüftülüğe iade etmeye karşı başkaldıran Karlovo Belediyesi anti- Müslüman etkinliğini genişletiyor. Şehir sınırları içinde Baş Müftülüğe ve Müslüman Vakıflarına ait mal ve mülkler olan İl ve İlçe yönetimlerini, imza ve eylem kampanyasına çağırdı. Şimdilik, daha fazla Müslüman Pomakların meskûn olduğu Blagoevgrat belediyesi bu anti-Müslüman ve İslam düşmanı kampanyayı tamamen desteklediğini beyan etti. Küstendil, Stara Zagora ve Samakov gibi belediyelerde hava değişti. Bugüne kadar çerçevesi Baş Müftülüğe ait olan 1.800 adet tapulu taşınmazın mahkeme kararıyla gerçek sahiplerine yani Müftülük ve vakıflarımıza geri verilmesiyle sınırlı olan eylemler, Türkiye Cumhuriyeti Dış İşleri Bakanı Sayın Ahmet Davudoğlu’nun Şubat sonunda yaptığı Bulgaristan ziyareti esnasında “Ermeni Soykırımını kınama”, “Türkiye Trakyası’ndaki Bulgar taşınmazları için 10 milyar Dolar tazminat isteriz!” gibi renkler aldı. Yükseliş kaydeden anti-Türk ve anti-İslam protesto dalgasında motor rolünü gören aşırı milliyetçi “Ataka” partisi, AB Parlamento seçimlerine giderken, bir yandan AB ve NATO’dan çıkmamızda ayak diretirken Rusya’ya yardakçılık yapıyor. Bu gelişmelerin içindeki en acı ve en yüzkarası olan gerçek, bu aşırı milliyetçi partinin kurulmasına parayı HÖH fahri Başkanı Ahmet Doğan’ın vermiş olmasıdır. Saray’da yapılan hiçbir hesap çarşıya uymamıştır. 25 yıldan beri “Türkler ayaklanacak” politikasını sömürenlerin politik sahneden inmeleri kaçınılmaz oldu. Bugün 3 Mart 2014. Bulgaristan Osmanlı’dan kurtuluşunu kutluyor. Osmanlının kemikleri çoktan çürüse de, 3 Mart günü anti- Osmanlıdan anti-Türk hortlayışına dönüşen kutlamalar yıldan yıla azıyor. Bulgarların, Rus İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu arasında meydana gelen 1877 - 1878 Savaşı neticesinde bağımsız ve egemen bir devlet kurma hakkı kazandığı bile unutul gibi. Sanki Osmanlının ciğerini söken Bulgar komitaları... Herkesi düşünmeye iten konu ise şudur. Osmanlı döneminde 1500 Bulgar Okulu ve Gabrovo kentinde bir Bulgar Lisesi ile Bulgar din ve vakıf mülkiyeti serbestliği varken, Bulgarlar, 600 yıldan beri bu ülkede yaşayan Türklere ana dil hakkı tanımamakla, Baş Müftülük mülklerinin iade edilmesini bin bir dereden su getirerek engellemeye çalışmakla neyi hedefliyor?


62

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Temelinde düşmanlık olan bir politikanın sonu ne olur? Bulgar tarih kitaplarını 3 boyutlu kaleme alma zamanı geldi. Bir gün gelir Bulgar tarihi üç boyutlu yazılırsa, açıklık getirilmesi gereken ilk ve temel konu: Osmanlı İmparatorluğu’nda Bulgarların köle olup olmadığı konusudur. Radyolar, TV’ler “kölelik” diyor. Gazete ve kitaplar “kölelik” yazıyor. Kölelik nedir? Bir feodal imparatorluk olarak kurulan Osmanlıda “kölelik” yaşandı mı? Kölelik devrinde ana üretim gücü kölelerdi. Feodal çağda ana üretim aracı topraktı. Kapitalizmde ana üretim aracı iş gücüdür. Gelir kaynağı iş gücünün sömürülmesidir. Osmanlı’da ana üretim aracı olan “toprak”, Bulgar köylülerin öz mülkündeydi. Bu böyle olmasa, Diş İşleri Bakanımız Ahmet Davudoğlu’nu Sofya sokaklarında sıkıştırmaya çalışan “Ataka” aşırı milliyetçi milletvekilleri ve parti başkanı Volen Siderov, “Trakyada kalan Bulgar taşınmazları için neden bugünkü Ankara hükümetinden 10 milyar Dolar” istesinler. Yani Bulgar köylüleri Osmanlı döneminde “mal mülk sahibiymişler”, yani “köle” değilmişler. Kölenin evlenmeye, aile kurmaya, kiliseye gitmeye, törene katılmaya hakkı yoktur. Şimdi burada bu isteğin haklı ya da haksız olduğu üzerinde tartışma açmak istemiyorum. Fakat Bulgar Aydınlanma ve Uyanış çağının Osmanlı yıllarında ve Osmanlının içinde yaşandığı, Bulgar esnaf ve köy zenginleri (çorbacılar) tabakası belirdiği, Osmanlı devletine vergi ödendiği (köleler vergi ödemez), Osmanlı hükümetinde 2 Bulgar Başbakan ve birçok Bakan yer aldığı bilinen tarihsel gerçeklerdir. Bulgarların Balkan Savaşı’ndan sonra Doğu Trakya’dan Bulgar Prensliği’ne çekilmesi ikili sözleşmelere göre olmuş ve hukuksal olarak düzenlenmiştir. Bu böyle olmasaydı, Türkiye hükümeti de 1878’den beri büyük göçler halinde Bulgaristan’dan kovulan Türkler ve Müslümanlar için “orada kalan taşınmazlarımızın tazminatı” hakkını kullanırdı. Bu gerçeklerin okul sıralarında görülebilmesi için, yeni kuşağın bambaşka bir dünya görüşüyle donanması için, Bulgar okullarında ders kitabı ve yardımcı eserler olarak sunulan tarih kitaplarının tümünün yeni bir açıdan, çağdaş değerler ve insan hakları ilkelerine uygun olarak yazılması ve tarihin geniş perdeye üç


Makale ve Analizler - 2014

63

boyutlu sunumla çekilmesi kaçınılmaz olmuştur. O zaman Lütfü Mestan’a kanlı mektup yazan olmayacaktır. O zaman komşunun dilini bilmenin güzelliği yaşanacaktır. O zaman birçoklarının hafızası “boşalacak,” çünkü insanlarda düşmanlık izleri kalmayacaktır. Zamanla ortaya çıkmayan hiçbir sır yoktur! Bir de değişmeyen politika yoktur. Bugünkü ajanslar “Rusya Ukrayna’ya savaş açabilir” deniyor. Yeni politik durumda, Bulgaristan bir NATO üyesi olarak, Rusya’ya karşı olan cephede yer alacak. Bunun anlamı da “Belene” AES’ni; Kozloduy AES 8. reaktörünü; “Güney Akım” Doğal Gaz Boru Hattı’nı; Burgas Limanı Yunan Aleksandropolis Petrol Boru Hattını; yılda 1 milyon Rus turistin ülkemizi ziyaretini vs. vs. unutun!, değil de, nedir. Zaten her yönümüzle en dipteki taşın altındayız! Eee, o zaman ne olacak! O zaman, 3 Mart yine kutlanacak mı? Rusya hem “kurtarıcımız” hem de “düşmanımız” olamayacağına göre, 3 Mart’ta da, 3 Mart’ın doğurdu kudurmuş itler sürüsünü de, olabilir ya, daha münasip bir yer bulana kadar, önce şöyle bir “derin dondurucuya” koymanız gerekebilir. O zaman o sarışın kızcağız “kanlı mektubu” kime yazacak!?

Dosyasız Ajanlar

Şakir Arslantaş-03.Mart.2014

var.

Anlaşılan dosyaları açılan ajanlar arasında dosyasız ajanlık yapanlar da

Bir adamı ajanlığa uygundur diye belirlediklerinde, cahilliğinden, yüzsüzlüğünden, ikiyüzlülüğünden ve dönekliğinden ötürü, şubelerin kendi ajan kadrosuna almak istemediği kadrolar da var. Bazılarının da “fişi” var ama ajan dosyası


64

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

yok. Örneğin HÖH Genel Başkan Yardımcısı ve halen Ulusal Hak ve Özgürlükler Partisi Genel Başkanı Güner Tahir bey, fişine bakılırsa, Askeri Karşı İstihbarat ajan kadrosunda görünüyor, ama dosyası yok. Bu ajan olmak da zor işmiş aslında. İş yazıp çizmeyle bitmiyor. Bir de “fişleneceksin”. Sonra “ajan kadrosuna” gireceksin, daha sonra ajan olarak takdir edileceksin, ulusal menfaatlerin korunmasına hizmet ettiğini umarken başında patlayan kabak, çok canını sıkacak. Bir baktın ki, ulusal çıkarlar bir gecede 180 derece değişivermiş. Sen Varşova Antlaşmasına lehinde ve NATO’ya karşı casusluk ederken, birden bire bir bakıyorsun, Varşova Parti dağılmış, Bulgaristan NATO’ya girmiş, sen de istesen de istemesen de bir ajan dosyasıyla asılmışsın kirli çamaşır ipine, işten atılmışsın, ajanlığın açıklanmış, kitaplara ve en iğrenç bildiklerinin hicvine konu olmuşsun. Kader işte... Neyse! Diyorum ki, Bulgaristan’da dosyalar açıldı, gerçek ve sahte ayrımı yapılmaksızın tüm ispiyonlar hemen hemen belli oldu. Kuşkusuz herkese “ispiyon” denemez, adamın işi ispiyonluksa, seninle uğraşmak falan değilse, sana zarar vermemişse, onun yüzünden hiç kimsenin kılına dokunan olmamışsa, o zaman nasıl olacak! Çünkü karşındaki süt dökmüş kendi kadar bile bozulmadan gözüne bakabiliyorsa, ona nasıl “ajan” diyebilirsin! Bir de adamın “ajanlığından” sana ne? Bu işin pek çok ince ayrımlı olduğundan, ihbarcı, muhbir, gammazcı, hafiye, fesatçı, lanetçi, hain, casus vb. vb. isimler hep aynı meslek için icat edilirken, besbelli ki, bazı ayrıntılar vurgulanmak istenmiş olacak. Bu cümleden olmak üzere, HÖH Genel Başkanı Kasım Dal da, 1990’da hapisten çıktıktan ve politik basamaklardan ikişer ayak birden yükselmeye başladığında, Varna HÖH İl Birinci Sekreteri görevinde iken kısa adı “DC” olan Bulgar gizli servisinden bir subayla ilişki kurdu. Hapse girip çıkan fakat “hizmet etmeye başlamadan” yerinde saymaya, köyde bir eşek bir inekle çift sürmeye devam edeceğini iyi anlayan Kasim Dal, kendini ajan olarak kabul ettirene kadar çok zahmet çekti. İhbarcılığın da çok şartı vardı, insanların arasına bir salyangoz gibi sürünerek sızmak yeterli değildi, devletin çıkarı ile çıkarına ters olanı birbirinden ayırmak kolay iş değildi. Liman şehri Varna, hele yaz aylarında baldır sallayan mayosu düştü düşecek güzellerle dolup taşarken, “şüpheliyi” bulup ihbar etmek, zor yanları anlatılacak gibi bir iş değildi. O Sofya hapishanesinde, hiçbir çıplak kadın ayağı, hele çıplak baldırlar görmeden, ayakkabı dikmeyi öğrenmişti. Prova almadan ezberindekine göre çalışma ustasıydı. Ama şimdi, şu ispiyonluk işinde, hem adamın yanına yaklaşacaksın, hem derdine ortak olup, niyetini anlayacaksın, hem de “ispiyon” olduğunu gizleyeceksin... Bu iş, Ahmet Doğan’ın “illegal mücadele” olarak anlattığı lakırdıdan çok daha karmaşık ve çetrefilli bir işti. Neyse git gide bu işi de öğrendi ve sonra çok hayır gördü. Hele Türkiye Cumhuriyeti’nin Sofya Büyükelçilerinden Büyükelçi Burcuoğulu ile iş-


Makale ve Analizler - 2014

65

birliği çok verimli oldu. Onun sayesinde hiçbir şey yapmadan, çok iş yaptım felsefesini benimsedi. Örneğin, seçimlerden önce Türkiye’de soydaşlarla görüşmelere gidiyor ama hiçbir toplantıda konuşmadan sıyrılıp geliyordu. İş adamlarına çok şeyler vaat ediyor, ama hiç birini yerine getirmiyordu. Önemli olan gerektiğinde doğru dürüst rapor vermekti. Kalksa birisi kendini papazdan büyük papaz yapıp işleri eşelese şikayetler ona geliyordu ve bürosunun altındaki çöp sepeti boştu. Onunla çalışan subay da adam çıktı, onu “fişlemedi”, kayda geçirmeden çalıştırdı. Sonra o da kayırsız kitapsız çalışmaya alıştı, şimdi üstüne kayıtlı ne bir daire, ne açılmış bir banka hesabı, ne bir arsa, ne de bir JEEP var. Cebi “şalvar banka” gibi, Maşallah. Yaşasın Türkiye! Şimdi en önemli vazifemiz arasında Bulgaristan’da Ajanlar Günü’nün kutlanıp kutlanmaması konusu üzerinde anlaşmamızdır. Bir de eğer kutlanacaksa bu günü adını koymak ve tarihini belirlemektir. Dahası da var, yalnız “fişli” olanlar bu bayramı kutlayabilecek mi, üstelik “tamamen kayıtsız” görev alan ajanlar bu günden yararlanabilecekler mi? Bu konuda BSP ile HÖH iktidar olsalar dahi, ulusal mutabakat henüz sağlanamadı. Kuşkusuz yukarıdaki sıralamaya “ajan” ile “gönüllü yardımcı” farkı da eklenmelidir. İsterseniz bunlarla başlayalım. “Ajan” sözü Fransızcadan gelir. “Ajan, bir devlet veya kuruluşun gizli amaçları için çalışan kimsedir” ve “casus” anlamındadır. Bulgar istihbaratının kullandığı ve merkez basına “ajan” ile “gönüllü yardımcı” gibi iki kategoride yansıyan bu iki kavramdan birincisi ancak Bulgar gizli istihbarat servisine hizmet sunan “yabancılar” için kullanılır. Bulgaristan vatandaşı olup Türk, Pomak, Çingene, Yahudi, Ermeni gibi Bulgar ulusunu oluşturan ana topluluğun dışındaki başka bir etnikten olan kişiler için “ajan” denmesi, aslında çok üzücüdür. Çünkü insan kendi vatanında ajan olamaz. Dikkati çeken nokra, Bulgar gizli servisine hizmette bulunan Bulgar’a “gönüllü yardımcı” denmesidir. Güvenlik servisi “DC” dosyalarının açılmasından sonra sıkça gündeme gelen iki dönem Cumhurbaşkanı olan Georgi Pırvanov’un kod adı olan, “Gotse”, “ajan” mıydı yoksa “ajan” değil miydi, tartışması nihayet noktalandı. Pırvanov’un aynı zamanda Devlet Güvenlik Servisi “DS” Altıncı Şubesinde de görev aldığı yani iki serviste birden çalıştığı ortaya çıkınca, olsa olsa bu durumda “ajandır”, dediler. İhbarcılar:


66

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İhbar etmenin olumlu ve olumsuz yanı vardır. Bir fabrika bekçisinin fabrikayı yakmak isteyenleri ele vererek, ihbar ederek, tesisi yanarak yok olmaktan kurtarması olumlu nitelikli bir bildirimdir. Olayın kötü anlamda bir ihbar olarak yargılanması doğru olmaz. Ahmet Doğan’ın kışlada kaleme aldığı gizli bildirimlerden birinde bir Bulgar askerini ele vermesi ve buna karcı iplerini çeken subaydan, “biz daha Bulgarlara karşı bir şey yazma, biz Bulgarlarla ilgilenmiyoruz!” demesi ilginçtir. Bir Türk askerin Vatan haini olmaya hazırlanan bir Bulgar er hakkında ihbarda bulunma hakkına sahip olmaması, düşündürücüdür. Bu uyarı, Ahmet Doğan’ın kulağına küpe olmuş olacak ki, daha sonra hak ve özgürlükçülere sızan ve “liderin” birinci yardımcılarından biri olan Hristo Biserov’un uluslar arası para aklama operasyonlarına karışmış olduğunu bilse de, onu yıllarca ihbar etmemiştir. Pek tabii ki, gizli servise “vatan sevgisi” ve “ulusal menfaatler” adına hizmette bulunmak isteyenler için benzer bir özellik yaralayıcıdır. Vatanımız hepimizinse, hainlerle savaşmak da her yurtseverin öz ödevi olmalıdır ve bu işte etnik ve milliyet ayırımı yapılması kabul edilebilir bir husus olarak kabul edilemez. Bu bakıma, Bulgar hainleri ele vermemek yasal suçtur. Hele şimdi Bulgar ırkçı ve faşist komandoların Türklere karşı hortladığı günümüz ortamında, bu ulusu parçalara bölebilecek nitelliklidir. “DC” subaylarının gizli ajanları yanlış yönlendirmesi ise, daha da büyük suçtur. Anlaşılan Ahmet bu özelliklerden yağ bal çıkarmanın ustası olmuş da, Kasım ne durumdadır, bilmek iyi olur. Muhbirler: Muhbir Arapça bir söz olup dilimizde yasa dışı olan bir durumu yetkili makamlara, bu arada gizli polise bildiren kimsedir yani ihbarcıdır. Biz, Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi olarak bugüne kadar yayınladığımız araştırma yazılarında ve yorumlarımızda, “muhbirlik yapanları” kınadık ve lanetledik. Tenkidimiz, karıncaya yol veren, Bulgarların Türkleri, tüm Müslümanları “eritme politikasına kurban olmuş” kardeşlerimizi incitmek anlamında değildi. Biz “hürmetimiz sonsuzdur”, “başımın üstünde yeriniz var” anlayışına dayanan bir kültürel var oluş biçiminin egemenlik tahtı kurduğu, küçükten büyüye yükselen saygı hiyerarşisi ve sıkı yakınlık ortamında yetiştiğimizden, aramızdan çıkacak bir muhbirin topluluk ahlakına, cemaat kurallarına yüz çevirerek, kötüleyici bilgiler sızdıracağına inanmak bile istemiyoruz. Bu açıdan, toprağı bol olsun demekle yetinmek istediğim, bilinen şairlerimizden Ömer Osman’ın kaleme aldığı romanların birinde, bir baba olan köy hocasının, hiçbir konuda muhbirlik yazısı yazmasın ve ömür boyu kulağına küpe olsun diye oğlunun parmaklarını odun kütüğü üzerinde satırla kestiğini anımsamak tamamen yeterlindir, kanısındayım.


Makale ve Analizler - 2014

67

Bir ibret dersi olan bu kitap, halkımızın, insanımızın iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, namuslu ve namussuz olanı, adil ve adil olmayanı birbirinden ayırt ederek öğrenmesi, insan sarrafı olması için, devamlı düşünmesine bir uyarı olarak kaleme alınmıştır. Hatırlayacaksınız, büyük şair de ele verilmiş ve “Belene Ölüm Kampı”ndan sonra Kuzey Bulgaristan’ın Roman kasabasına sürgün edilmişti. Bu örnekte, bir vatansever olan öğretmen ve şair Ömer Osman’ı ele veren bir muhbir, bir hain, bir yüzkarasıdır. Bu gibi iğrenç hareketlerin özünde olan “çekememezlik”, “kıskançlık”, “o olacağına ben olayım”, “onda olan bende neden olmasın” gibi küçük ruhluluk, çarpıklık, yetersizlik yatar. Birçok kişi bu iğrenç hareketleri para karşılığında da yapmıştır ki, bu da “adamlığa” ve “insan şerefine” yakışmaz. Bunu yapanlar genelde suskun ve yere bakan tiplerdir. Kasım Dal örneğinde “hepsi bana hepsi bana” yüzsüzlüğünü görüyoruz. Ahmet Doğan ise, halkımızın tüm menfaatlerine oligarşiye peşkeş çekerken ve insanımızı aç bırakırken, bütün adalet ve namus sınırlarını aşan bir iğrençlik sergiledi. Gammazcı: Gammazlamak da aynı tip iğrenç hareketlerden olup, birinin yaptığı işi yererek, kötüleyerek, yerip çekiştirerek, kovalayarak, fitnecilik yapmaktır. Temelinde diğerlerin, tanıdığı birinin üstünlüğünü kendine yediremediği için onu kötüleyerek yerini almak için bulunulan bir harekettir. Bulgar gizli polisi “eritme sürecinde” Türkler arasında fitne yaratmaya, insanları, aileleri birbirine düşürmeye büyük önem vermişti. Bu hareketlerin temelinde, iş bilmeyeni, yeteneksiz olanı ekip şefi, ustabaşı vb. yapma ve diğerleri kıskandırma taktiği uygulanmıştı. İş bilmeyenin maaşına zam yaparak iş ehlilerini birbirine düşürme usule de yaygındı. Burada yermek ve eleştirmek değimleri, eleştirerek olumlu olanı aşağılama anlamında kullanılmamıştır. Yerme ve çekiştirmeden güç alan fitnecilik doğuştan birlik olmaya gelen insanları birbirine kırdırma yolu olarak seçilmişti. Gammazcılığın olumlu yanı yoktur ve olamaz. Ahmet Doğan HÖH davasına ömür boyu hizmet vermeye hazır bilinçli ve yürekli kadroları gammazlayarak davadan uzaklaştırdı ve eritti. Daha sonra aynı politik sindirmeyi Kasım Dal da sürdürdü. Kasım’ın özelliği gammazlayarak ötekinin elinde bulunan varı yoğu tüm olanakları ele geçirme noktasına kilitlenmiştir. Hafiyelik: Özel soruşturmalarla elde ettiği bilgileri gizli polise ileten kimse yani detektiflik yapan kişi için kullanılır. Yazılarımızda, Ahmet Doğan hakkında hafiye derken, onun bırakıp gitti köyüne döndüğünde yaşlılara, konu komşuya yaklaşımına sokulmasına, kimin ne düşündüğü, ne paylaştığı üstüne bilgi toplamasına işaret ediyoruz. Varna’da ve sözde kaydını yaptırdığı diğer iş yerlerinde işçi sınıfı saflarına sızıp Türk işçilerin o zor dönemde niyet ettiklerini, öğrenmeye ça-


68

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lışması, tüm konuşulana kulak vermesi, asker arkadaşlarından işittiklerini not etmesi ve polise iletmesi, Şumen’de Bulgar Filolojisinde okurken bazı Türk gençlik çevresine sızması dikkat çekicidir. Türklerin günlük yaşamında her ayrıntıyı izleyen Ahmet Doğan hafiyelik notlarına 10 cilt eklemiştir. Bu yüzden onunla beraber aynı sınıfta okuyan ya da onun yakın tanıdığı Türk gençlerin hiç biri mesleğinde yükselememiş, uzmanlaşamamıştır. Hepsinin umut dalları birer ikişer budanmıştır. Onlar hep milliyetçi ilan edilmiş ve başlarına gelmedik kalmamıştır. Onun yakın sokulmakla topladığı haberler ve birikimlerini yalan yanlış da olsa, yazıp görüştüğü gizli polis subaylarına teslim etmesi Türklerin kuyusunu kazma davasına hizmet olmuştur. Ahmet’in hafiyeliği pek çok kişinin tutuklanmasına, sorgulanmasına, sürülmesine sebep olmuştur. Biz bu yüzden bu tip sinsileri ve bir iğrençlik olan hafiyeliği lanetliyoruz. Hafiye bu hizmetlerine karşılık olarak, para almış, sigara, içki, gece kulübü ikramlarına “hayır” dememiştir. Yedikçe iştah arttığı gibi, hafiyelik alçaklığında da beklentiler artmıştır. Bu işin özel ödülleri de var tabii. 1. Doğan da hiç sınava çıkmadan Şumen Üniversitesi Bulgar Filolojisi Fakültesi’nden Sofya Üniversitesi Felsefe Fakültesi’ne sıçrayabilmiştir ki, bu (hele o zamanlar) her yiğidin yutabileceği bir lokma değildir. Kuşkusuz, “isteyen bir dilenci vermeyen iki dilenci” atasözü bizimdir. Hainlik örneklerin arasında ne inciler var bir bilseniz! Sofya Üniversitesi’nden “Belene kampı”na gönderilen ve kamptan Sofya Üniversitesi Matematik Fakültesi diplomasıyla çıkan “sihirbazlar” görmek nasipmiş. Alçaklığın sınırı olmasa da, bizde bedeli vardır. Ahmet Doğan’ın hapishaneye düşen Türkler arasında hafiyelik yapmak için Sofya, Pazarcık, Stara Zagora hapishanelerinde bulunduğunu unutmayalım. Bu alçaklık için iki yerden maaş aldığı da bilinir. Düşman güçlerin gizli servislerine sunulan bu “sır” hizmetlere biz hafiyelik diyoruz. Türk milleti ve hele hele Bulgaristan Türkleri çok onurlu ve saygıda kusur etmeyen kişiler olduklarından, çok onurlu ve birbirine bağlı ve sadık ailelerden, soylardan geldiklerinden dolayı, sizin de dikkatinizi çekmiştir, ana dilimizde, söz dağarcığımızda “hafiye” sözü yoktur. İnsanlarımızın kültüründe olmayan bir şeyin dillerinde sözü nasıl olur ki? İnsanlar bilmedikleri, daha önce işitmedikleri bir şeyi nasıl yapar ki! Fesatçı: Arabozucu, karışıklık çıkaran kişiler fesatçıdır. İşlerin olmasını istemeyen, engelleyen “önder” konumunda olan yetkilidir. En kötü olan fesatçıların bilinçli ve başkalarının haklarını ve imkânlarını kullanarak hareket etmeleridir. Yine kendi yöremden birkaç örnekle fesatçılığı açıklayalım. HÖH lideri Ahmet Doğan, Drın-


Makale ve Analizler - 2014

69

dar köyüne “Seçilmiş Öğrenciler İçin Lise” kurdu. Herkes çocuklarımız modern bir okulda okuyacak diye sevindi. Altı yedi yıldan beri okul kapılarını açmadı. Kapalı tutuluyor. İnsanlarımızın “bir şey olacak” umudu kırıldı. Köylülerimizin emelleri, umutları, hayalleri boşa çıktı. İnsanların arası bozuldu, Ahmet’i övenler şimdi lanetliyor. Onun adına HÖH partisi de kınanıyor. Fırsatçı Ahmet, devletten HÖH için aldığı karşılıksız paralarla kurdurduğu “okulu” şimdi 6 milyon Euro’ya satmak istiyor. Fırsat kollayıp insanlarımıza sunulan imkânlardan kendisi palazlanmaya çalışıyor, bu şekil fırsatçılara bizde “iki gözü kör olsun, onun da hayalleri çürüsün!” diyorlar. Gizli polisin bu iş içindeki rolü, hizmet sunan fırsatçıların yaptığı yolsuzlukları görmezden gelmektir. Bu da ulusal hainliğin bir türüdür. Bulgaristan’da fırsatçılara hak ettikleri cezayı kesen hakim ve kanun maddesi yoktur. Fırsatçılık için açılmış dava da yoktur. Kasım Dal bu kirli işlerin hep içindeydi. Her şeyden pay aldı. Palazlandı da palazlandı. Köy okulunun açılmasına engel olanlardan biriydi. Ben okul görmedim “adam oldum”, onlar da görmese ne olur, mantığı ağır bastı. Lanetçilik: Dilimizde birinin kötülüğünü istemek şeklinde kullanılır. Çok büyük kötülük eden kişiler lanetlenir. İlenmek şeklinde de dile gelen lanetleme, bir davaya ihanet eden, halkın umutlarını boşa çıkaran, halkı açlığa ve çileli yaşama iterek süründüren “liderler” lanete layıktır. Stalin, Hitler, Musolini, Ahmet Doğan lanetlenmiş liderlerdir. Halkımız onları her namazda, dua ettikçe lanetler. Son 24 yıldan beri iki neslin birbirine lanet ettiğine tanığız. Yeni kuşak halkımıza ihanet edilmesini kabul etmiyor. Hapiste tutulan Oktay örneği, gençlerimizin onurlu ve bilinçli davranışları ortadadır. Oktay 3.6 yıl hapis aldı, ama onurlu duruşunu bozmadı. O, halkımızın davasına sadık mayalanmış olduğunu, helal süt emmiş olduğunu gösterdiği gibi, totalitarizm zahirinden içen ihanetçi kuşağı ret ettiğini, yok etmeye, hepsine hak ettikleri dersi vermeye hazır olduğunu bütün Bulgaristan’a gösterdi. Hain: Hain sözünün dilimizdeki anlamı zarar vermekten, üzmekten ve kötülük yapmaktan, hedef şaşırtmaktan ve aldatmaktan hoşlanan kimsedir. Hiçbir şey yapmadan, hiçbir işe hiçbir katkısı olmadan, boş boş böbürlenen kimse haindir. Ama ileri gitmiyor musunuz? Diyebilirsiniz. Kendisini başkası gösteren, sihirbazlık eden, öz davamıza ihanet eden, kardeşlerini ele veren, halkına çektiren, halkını aldatan, işleri ters yola süren, olacak işlerin olmasına da engel olan her lider halkının gözünde haindir. Hainler gün gelir mutlaka hesap verir, sorgulanır ve cezalandırılır. Halkımız A. Doğan ile Kasım Dal ikilisi ve etrafındaki mafya


70

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

takımının hain bakışlarından, hain oyunlarından, doymazlığından, sömürüsünden, baskısından, zulmünden bıktı. Başa gelen çekilir derken, konumuza devam edeceğiz, önemli olan bundan böyle halkça kutlayacağımız yeni bayram gününün adını koyabilmek. Eskiden “Çobanlar Gününe” en çok seviniyorduk. Sizde düşünün ve yukarıdaki örneklerden münasip bir isim bulalım. Bu yeni anma gününde hainlerin hainliği, ihbarcıların ihbarcılığı, gammazcıların gammazcılığı, ajanların ajanlığı, dosyası olmayan dosyasız ajanlığı da tüm ayrıntılarıyla okunacak ve bir daha böyle tipler belirmesin ve hayatımızı körletmesin diye lanetlenecektir.

Tez ve Antitez - 1

Murat Ulutürk-04.Mart.2014

“Biz mi mecalsiziz, yoksa yasalar mı aksine Neden toplumumuz hayrât ve müberrâta destek vermiyor? Bulgar mahkemelerinde, Bulgaristan’daki Baş Müftülük ve vakıf taşınmazlarımızın geri verilmesi için Bulgaristan Baş Müftülüğü ve Vakıflar Genel Müdürlüğü ve bazı yerlerde de İl Müftülükleri tarafından açılan davalar devam ediyor.Bugün (04.03.2014) Vidin Konağı’nın geri verilmesi davasına Vidin İl Mahkemesinde bakılacak. Mahkeme çalışmalarına baskı yapmak için, Bulgaristan Cumhuriyeti Yüksek Yargı Konseyi’nin bu davalara bakan Bulgar yargı organlarına baskıda bulunulmasına son verilmesinde ısrar eden bir özel karar almasına rağmen ırkçı çapulcular, aşırı milliyetçiler, futbol holiganları ve bazı belediye görevlileri Vidin İl Mahkemesi’ni kuşatacaklarını beyan etti. Bulgaristan Müslümanların malı mülkü olan söz konusu taşınmazların ve yasa dışı olarak gasp edilmiş olan toplam 1.800 mülkün iade edilmesine karşı 2013 yılının ikinci yarısında başlayan ulusal anti-Türk ve anti- Müslüman kampanyası, karalama ve lanetleme eylemleri “Bulgaristan’daki Müslüman Malları Bulgar Devletinin ve Kamunundur, Geri Verilemez” sloganıyla güç topluyor. “BULTÜRK” çatısı altında ve Genel Başkan Rafet Ulutürk yönetiminde faaliyet gösteren Bulgaristan Stratejik Araştırmalar Merkezi, Bulgaristan’da Türklere, diğer Müslümanlara, onların öz mallarına, vakıf taşınmazlarına, yüksek mi-


Makale ve Analizler - 2014

71

mar eserleri ve kimliğine karşı başlatılan ve yürütülen tüm davalarla ilgili okurlarımızı Tez ve Antitez şeklinde en küçük ayrıntılarla bilgilendirme konusunda karar almıştır.Bugün sizlere (28.02.2014, sayı 8, ‘BANKER’ gazetesi) “Alternatifsiz” /iki şıktan birini seçme imkânı olmayan/ başlıklı yazıyı aynen sunuyoruz. Konu Dobriç’te bir ilkokul binası ve arsası ile ilgili iki ayrı mahkemede görülen ve birbirini tamamen ret eden iki kararla sonuçlanan bir davadır: Gazetede çıkan yazıyı aynen veriyoruz: “Müslüman taşınmazları konusunda, Dobriç İl Mahkemesi’nden yargıç Diyana Dyakova, Sofya Kent Mahkemesi’nden olan meslektaşı Nikolay Markov’tan farklı olarak hiç konuşmak istemedi. Yargıç Dyakova, Dobruca’nın il merkezindeki “Hristo Smirnenski” adlı ilkokulun mülküne hak iddia eden Baş Müftülüğün isteğini esas olan Markov’un verdiği kararı kesinlikle kabul etmedi. 4782 m² olan bütün mülkün, 1975’lik payını isteyen Baş Müftülük üzerine inşa edilmiş olan 639 m² ilkokul binasının bütününe bizimdir, diyor.” Yalnız hocaların dava dilekçesini kabul etmemekle yetinmeyen Yargıç Dyankova, onları 7 bin 418 leva dava harcı ödemeye de zorlayarak, meraklarını söndürdü. Gereği görülürken eksiklik olduğunu iddia eden Yargıç Dyankova, başkent hakimi Markov’un aldığı mahkeme kararını ancak bilgi olarak dikkate aldığından dolayı, “hüküm gücü olmadığına” karar verdi. İlkokul binasının “iade edilmesi” konusunda ise, Yargıç Dyankova, “ülkede yaşayan ama başka etnikten olanların özel okullarının mal ve eşyalarının hepsinin, başka etnikten olanların ilgili okullarının ihtiyacı için kullanılmak üzere karşılıksız olmak üzere ilgili halk konseylerine verildiği”ni yazan, 1948’in Eylül ayında yayınlanan, Halk Eğitim Yasası’nın 135. maddesini zikrediyor. Yargıç Dyankova, halka açık kamu mülkiyetinin tescil ettirilmesi maddesine ilişkin olarak ise, bu uygulamanın, Anayasa Mahkemesi’nin 11 Mart 1998 tarihli ve 4 no’lu kararının uygulanmasını zorunlu kılan, Yüksek Temyiz Mahkemesi’nin 3 Ağustos 2012 tarifli ve 184 no.’lu bütün mahkemeler için uygulanması mecbur olan ve Usul Yasasının 290. maddesine uygun olarak olduğunda kesin kararlıdır. Bu yasa, yalnız özel mülkiyet kapsamında olmak üzere, devlet ve kamu mülkiyetini tüzel ve fiziki kişi mülkiyetine dönüştürüyor. Bu değişikli halka açık devlet ve kamu taşınmazlarına ilişkindir, çünkü halka açık mülkiyet belirli anayasal menfaatlere hizmet verdiği gibi ve Anayasa savunmasındadır.


72

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Hocaların bu taşınmaz üzerindeki hak iddialarına ilişkin daha gerekçelerini Bulgar Çarlığı Yasası ile Bulgar Devlet Yasasına dayanarak esaslandırmış olmaları da ilginç bir ayrıntıdır.Hocalar, mahkemede açılan davalarda kararların, 1909’un 3 Nisan günü Sank Peterburg’ta imzalanan adrefendum’un yerine getirilmesine ilişkin, bir uluslar arası Antlaşma olan, Bulgar ve Türkiye hükümetleri arasında Nisan 1909’da İstanbul’da imzalanan ve vakıf taşınmazları sorunlarını da konu eden sözleşmeye” göre esaslandırılmasında ısrarlıdır. Baş Müftülüğün bu tezine karşı öne sürülen anti-tezde, 1913 ile 1941 yılları arasında işgal altındaki Güney Dobruca’da, “delil” olarak gösterilen belgelerin etkisini geçersiz kılan, Romanya yasaları uygulanmıştır. Bununla birlikte, hocaların dava dosyasına, bu taşınmazın 1978’de sahibi oldukları veya bu mülkü 1879’da yürürlüğe giren “Zaman Aşımı Kanunu”na göre elde edildiğine ilişkin kanıt belgeleri sunmadığı, mahkeme tutanaklarından anlaşılıyor. Romanya işgali döneminde Dobruca’da bir Müslümanların din cemaatti olduğuna ya da bu cemaattin Bulgar Prensliği yasalarına göre tescil edilmemiş olduğuna ilişkin ya da Romanya makamlarından bu okulun inşa edilmesine ilişkin izin alındığını gösteren kanıt da sunulmamıştır. Üstelik Dobriç Belediyesi’nin avukatları, 1940 yılında bu binanın faşist idare tarafından alındığı ve buraya asker yerleştirildiği ve onların tedavi edildiği bir yer olarak kullanıldığını ispat eden belgeler sundu. Bu arada, mahkemeye sunulan dilekçede iade edilmesi istenen binanın, 1960 - 1977 yılları arasında Dobriç Halk Konseyi parasıyla inşa edildiği iddia ediliyor. 1989’da bu ilkokul binası devlet mülkiyetinde bulunuyordu. 1991’de halka açık kamu mülkiyeti olarak ilan edilen ilkokul eski sahiplerine geri verilemez. Bu kararın daha üst düzey yargı organları tarafından kabul edilip edilmeyeceği henüz bilinmiyor. Bu gerçekleşirse, Bulgar adliyesinin bağımsızlığına inanılabilir... Yazılarımızın daha kolay ve doğru anlaşılması için açıklamalar: Sözlükte VAKIF kelimesi Arapça isim olarak belirtilen bir kelimedir. Osmanlıca - Türkçe Sözlük’e göre, birinci anlamı duruş, durma, kımıldamama anlamı taşır. İkinci anlamı ise, bizi asıl ilgilendiren “Mal veya mülkü satılmama şartıyla bir hayır işine bağlamak”tır.


Makale ve Analizler - 2014

Cesaretsizler

73

BG-SAM-04.Mart.2014

Bulgar nüfusun yarınları konusu, sıradan Bulgarları ilgilendirdiği gibi, bilim çevrelerini de sardı. Alelade bir insanın herkesi telkin edecek doğru bir görüş üretmesi, bilim çevrelerinin hele bilimle uğraşan kurumların yalan üretmesinden çok daha zordur. Şu kış günlerinde evlerine kapanmış yaşlı Bulgarlar, değişik sıkıntılardan oluşan dert yumağını sökecek ipucunu ararken, 132 enstitüsü olan, bünyesinde 9 bin 900 kişi çalıştıran Bulgar Bilimler Akademisi’nden (BBA) 153 bilim adamları “Bulgar nüfusunda çöküş” konusunu ele almaya toplandı. Konferans Rusçuk’ta (Ruse) toplandı ve birbirini dinleyenler, bazı kararlar aldı. Bu olay o kadar hayat belirleyici ve son derece önemli bir duruma gelmiş olacak ki, konu Birleşmiş Milletler Örgütü ile Dünya Bankası’nda görüşüldü. “Bulgaristan’da Nüfus Dinamizmi” konulu özel bir tez hazırlandı. Araştırmaya göre, Bulgaristan nüfusunun 2.050 yılında % 28 oranında azalacağına işaret ediliyor. Bu arada, 2014 yılında, resmi rakamlarda 7 milton 500 bin olarak açıklanan Bulgar nüfusundan 2 milyon 500 bin öncelikle gençler Türkiye’de ve Batı ülkelerinde çalışıp yaşıyor. Geri dönüp dönmeyeceği kesin değildir. Nüfusun % 28 oranında azalacağı tezi, dışa göç olayı dikkate alınmadan yapılmıştır. Konuya hâkim olan ve bağımsız bir grup oluşturan bilim adamlarının görüşü şudur: “Son Bulgar 2134 yılında ya ölecek, ya da başka bir yere göç edecektir.” Derin incelemelerden sonra, “Bulgar Ulusu eriyor” sonucuna varılmıştır. Raporda kullanılan kavramlardan biri de tufan. Bulgar ulusunun XXI. yüzyılda yok olacağına ne yaradılış, ne İncil ne de Kur’an’da işaret edilmemiştir. İslam gönderilerinde, “Allah doğru olmayan her hangi bir görüş ifade edemez” denir. Başka bir açıdan baktığımızda Müslümanların dininde zıtlaşma yoktur. Esas olan insanlara gerekli olan uyum yani harmonidir. Gönderilerde ne de çağdaş bilimsel araştırtmalarda açığa kavuşmamış, özel bir husus gizleniyor olabilir mi? Böyle bir şey varsa, devamlı zıtlaşan, zıtlaşmayı kaşıyan ve kendi dolayında olanlara yaşam hakkı tanımak istemeyenleri nefes almaktan mahrum etmeyi bu işi zaman ve mekân olarak belirleme ve biçimlemeyi, acaba yaratan kendine özel bir ödev olarak ayırıp “gizli hak” olarak saklı tutmuş olabilir mi?


74

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Çünkü tarih içinde yok olmuş insan soylarının sayısı büyüktür. Sorunun mistik felsefi olasılığından çıkıp Rusçuk Bilimsel Konferansında 136 Bulgar bilim adamının beyin güçlerini birleştirerek aradıkları çözümlere bir göz atalım: Kuşkusuz aranızdan birçoğunuz, Pastyör mikropları keşfetmeseydi, onlarla mücadelede yenik düşer ve şimdiye kadar onlar bizi diri diri yiyip bitirirdi, diyebilirsiniz. Öyleyse kendisiyle zıtlaşanlardan rahatsız olan hayat, istemediklerini oyun dışı etme hakkına sahiptir, deyelim mi? Yaratan hayatı bahşederken koyduğu kuralları uygulamadan yaşamak isteyenlerin cezasını hep vermedi mi! Kötülük eden kötülük bulur ve en sonunda yok olur, tezini bir gerçeklik kuralı olarak kabul ede bilir miyiz? Yok oluşun nedenleri içsel çelişkilerde mi, yoksa dış dünya ile tezatlaşmakta mı aranmalıdır. Rusçuk Konferansına katılan Bulgar bilim adamları, Bulgaristan’ın 2014 nüfus tablosunu incelerken Çingene nüfusun çok hızlı kalabalaştığını ve artık Bulgaristan nüfusu içinde % 24 gibi bir azınlık oluşturduğunu tesit ettikten sonra, şu sonuçta birleşti. “Çingeneler arasında ölüm oranı çok yüksek olduğunda, onların Bulgar nüfusu içinde en büyük etnik azınlığı oluşturmaları olanak dışıdır.” Akla gelen: Çingenelerin arasında ölüm oranı neden Bulgaristan ortalamasından çok daha yüksektir? Bu bir devlet siyaseti sonucu mu böyledir yoksa Çingeneler sefalete dayanamayarak tahtalıköy yolunu kendileri mi genişletiyor? Konferans bu iki sorunun yanıt vermese de, bir etnik azınlığın büyümesi ya da azalması ölüm oranıyla izah edilirken “çok ölüyorlar, bizden fazla olamazlar” tezi, XX. yüzyılın bilim çevrelerinde devrimler yaratan bazı fikirleri gündeme çağırdı. Bir de Türklerin de çoğunluk olarak yaşadığı Deli Orman’ın Razgrad ilinde yeni doğan çocuklar arasında ölüm oranının % 28 olması çok düşündürücüdür. En gözde bilim adamlarının ikinci tespiti şöyledir: Göç iyi bir şeydir, çünkü yabancı ülkelere işe gidenler veya göç edenler Bulgaristan’daki yakınlarına para havale ediyor. BBA benzer bir dengeyi uygulamaya özel karar almadılar ama bu görüşe saplanmaları birçok kafada değişik fikirler doğurdu. Bulgaristan’da yalnız 10 bin kişi kalsak. Gelen bütün paraları, yardımları, hibeleri, devlet bütçesini ve daha ne gibi kaynaklar varsa hepsini kendi aramızda paylaşıp bol bol harcasak...


Makale ve Analizler - 2014

75

Diyenler oldu. Ne güzel olur, değil mi? Hem ne kadar daha ay kalırsak, kişi başına o kadar daha fazla para düşecek. Fakirlik bitecek. İşlerimiz yoluna girecek. Olsa da olur ha! Sayıca git gide azalmayı ve giderek yok olmayı kabullenen zihniyet kendine kapı açar. Bunun Türkçesi: “Durumun vaziyeti bu!” Ailelerin parçalanması, nesiller arası boşluk ve kopukluk belirmesi, ülkenin nitelikli iş gücünden damızlık bile kalmaması, çocukların babası büyümesi, yaşlıların çilesi - bu sıralama bitecek gibi değil, ama önemli de değil! Nüfus Sofya, Varna ve Filibe gibi merkezlere ya da ana otoyolların veya modernleştirilen demiryolu hatlarının boyunca yoğunlaşıyor. Postane ve banka olmayan yerde insan bulmak zor oluyor. Dışardan para bankalara geliyor. Biz artık dışa göbekten bağlıyız. Raporlarla sunulan üçüncü ana konu: Tarihsel demografi. Devamlı savaşan Osmanlı Nüfus Sorununu Nasıl Çözdü? Konusu ayrıntılı dinlendikten sonra, Bulgaristan’daki demografi krizinin belli başlı aşamaları ele alındı. 1989’da 9 milyon varken halen topu topu 5 milyon insan kalmadığına işaret edilirken, demografik çöküşün ana nedenlerine ışık tutulmadı. Nüfus erimesine çare gösterilmedi. “Kıran gelmedi ya, nedenler ekonomik, sosyal, mali vb. olabilir,” denmedi. Politik gidişe gölge düşürecek konulardan uzak kalındı. İş bulamayan, giderleri karşılayamayan, çaresiz kalan, çocuklarına bakabilecek aile geliri olmayan, yaşlılara asla yardım edemeyen kişilerin çareyi gurbetçilikte bulduklarına işaret edilmedi. Rusçuk Demografi Konferansında temel konu olarak görüşülen sorunlardan biri de, etnik toplulukların birbirini etkilemesinden kaynaklanan değişimlerdi. Bugün, 3 Mart 2014. Yeşil Köyde (San Stefano) 1878 Barış Antlaşması’nın imzalanması ve Bulgaristan’ın egemen bir devlet ilan edilmesinin yıldönümüdür. 1878’de Bulgaristan nüfusunun % 64’dü Müslüman’dı. Bugün ülkede yaşayanların en fazla % 20’siyiz. O zaman “ümmetten” olan Çingene azınlığın çoğunluğu artık Hıristiyanlaştırılmıştır. İkinci kuşak Bulgar isimlerine alıştılar. Pomakların da bir çoğu bu yeni isimlere alıştı. Bunlar Hıristiyan yaşam tarzını kabul etmek zorunda kaldilar. “Bulgarlaşarak” Hıristiyanlık içinde erimeyi kabul etmeyen Türkler ve Pomakların büyük kısmı Türkiye Cumhuriyetine göç etti. Yerleşti.


76

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Osmanlı döneminde Türk ve Müslüman yaşam biçiminden, aile ve sofra kültüründen, teknik bitkiler yetiştirme geleneklerinden birçok şey öğrenerek, kısacası çadırdan yerleşik ev hayatına geçen Bulgar toplumu dil, din, kültür ve uygarlık konularında Müslüman hoşgörüsünden uzak kalmayı yeğlediği için, Batı ve Doğu emperyalist güçlerin kışkırtmalarına kapıldı. Bugün bu süreç çeyrek yüzyıllık durgunluktan sonra yine alevlendi. Diğerlerin rahatını bozmaya çalışan kendilerine yuva sıcaklığı yaratamaz, sözleri şimdi de geçerlidir. Bulgar nüfus yıldan yıla fiilen azalmaya devam ediyor. Rusçuk Konferansında belirtildiği üzere, eriyen Bulgar halkının baş ağrısı artık Türk ve Müslümanlarla fazla kalabalaşmaya devam eden Çingenelerden geliyor. “Genç kan yaşlı kanı yener” atasözünden çıkarak, günümüzde Bulgar ulusunun kültür normlarında değişikler kaydettiği dikkati çekiyor. Etnikler arası zıtlaşmada, yerinde sayarak dayanıklılık gösteren Çingene geleneklerini yaşatan direşken etnik kültür kendi adalet anlayışını dayatmaya çalışırken, Bulgar kültüründe erimiyor. Diline ve yaşam tarzı özelliklerine bağlı kalmakla birlikte, içinde barındırdığı haylazlık ve tembellik gibi yaşam normlarını kabul ettirmede ısrar ederken, 2-3 kuşak işe gitmeyen Çingene kuşağı belirdi. Çingene baronlarının, çarlarının, çete başlarının dediği dedik kestik kestiktir. Sosyal sefaletin temeli çamura atıldığı için bir türlü kurutulamadı. AB yardım fonları kaç kişiyi yaşatabilir ki? Çocuk yapıp Yunan’da satmak moda oldu. Avrupa’da Bulgaristanlı Çingene hırsız ve dolandırıcı çeteleri kol geziyor. Bu bulaşıcı illet Bulgar ulusunu esir ediyor. Kültürel etkileşimde üstün geliyor. Bu güçler hiçbir ceza almadan 1945 1990 yıllarında inşa edilen Bulgaristan’ı her bakıma talan edildi. 15 binden fazla sanayi işletmesi yıkıldı, kesildi, hurda olarak satıldı, yerine yenileri kurulmadı. Hırsızlık tarımsal üretimi felç etti. Son aylarda hırsızlık tufanı köylü evlerini, yazlıkları ve kışlıkları çökertiyor. Jandarma ile polis çaresizlik içinde debeleniyor. Bununla birlikte Çingene tembelliği de Bulgar’ın gönlünde taç etmeye başladı. Görüldüğü üzere, olumsuz şeylerin kendini sevdirmesi ve hayatta yer yapması kolay oluyor.


Makale ve Analizler - 2014

77

Bu sorunları görüşen Rusçuk Konferansımda Çingene kültürünün Bulgar kültüründen kan emdiği ortaya çıktı. Bulgar gençlerin üremeye tepkisi, aile düzeni kurmaya yanaşmaması XXI yüzyıl bunalımıyla yerleşen sosyal sefalet ve adaletsizlik ortamında yaşamaya tepkidir. Son dönemde, Bulgar nüfus yaşam hakkını kaybetme korkusu içine girdiğinde manevi sorunlar ikinci planda kaldı. Batıda çalışıp da Bulgaristan’da yurtseverlik yaşatma çabaları, kaynaması istenen tencerenin sönmüş ocağa konduğu izlenimi yaratıyor. İki gün önce, Hıristiyan takvimine göre “özür dileme” günüydü. Aynı gün Türkiye Cumhuriyeti Dış İşleri Bakanı Sayın Ahmet Davudoğlu Bulgaristan’ı ziyaret ediyordu. Kimse gelip de elini öpüp “özür dileriz,” demedi. Çelişkilerin bütünlüğüne dayanan politikalardan halen yalnız kıvılcım çıkıyor.Anlaşarak bütünleşme ve karşılıklı hoşgörü sayfası açılamıyor.Cesaretsizlerin derdine derman da zamandır.


78

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bultürk’te Konferans ve Ziyaret

Dr. Nedim Birinci-05.Mart.2014

Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği’nin (BULTÜRK) onbeş günde bir yapılan geleneksel konferanslarında geçtiğimiz pazar günü “Bulgaristan’ın Geleceğinde Türk Gençliğinin Yeri ve Önemi” konulu konferansta konuşan Gazeteci Araştırmacı Yazar Şamil Kucur, Türkiye ve Bulgaristan geleceğinde, gençliğin çok nemli yetki ve inisiyatif hakkını elde etmesi için çaba sarfedilmnesi gerektiğini söyledi. Konferansa Araştırmacı Gazeteci Yazar Şamil Kucur katıldı. Gençlerin geleceği ile ilgili önemli konulara değinen Kucur, “Türkiye ve Bulgaristan’ın bu günü ve geleceği ile gençlerin, öğrencilerin okullarında ya da meşgul olduğu her saha ve her meslek grubunda, başarılı ve tercih edilen liyakatli kişiler olmaları gerekir” dedi. Liyakat, ahlâk ve kültürlü gençlere ihtiyaç duyuyoruz. Liyakat, bilgi, kültür ve ahlak sahibi olan gençlere, Türkiye’nin de, Bulgaristan’ın da her zamankinden daha çok ihtiyacı olduğunu belirten Şamil Kucur, siyaset, genel ve yerel yönetimlerde ahlak, bilgi, kalite ve liyakatin önde tutulduğu bir yönetim arzu ediliyor ise, o halde gençlere imkan ve şans sağlanması gerektiği, gençlerin de bu verieln hakkı en iyi şekilde değerlendirmeleri gerektiğini söyledi. Bulgaristan, Kırım, Bosna, Hocalı hepsi de canımız. Yaşanan dünya ve yakın coğrafya gündeminde, sadece Bulgaristan’daki Müslüman-Türklerin problemleri ile değil, Balkanların bütünündeki soydaş ve dindaşlarımızı da ilgi sahalarımız içine alınması gerektiğini belirten Kucur, “Hatırlayınız bu mekanda bir süre önce yaptığım konuşmada ‘Bu gün Hocalı Soykırımı için burada toplandık. Ama yakın bir zamanda Bosna’da ya da Kırım’da benzeri işgal ve katliamların yaşanmayacağının garantisi yok. O nedenle Hocalı da bizim, Kırım da bizim, Bosna da bizim, anlayışına sahip olmamız gerekir’ demiştim. Ne yazık ki Bosna Hersek de de karışıklıklar yaşandı. Ne yazık ki bu günlerde de Kırım Rusya tarafından işgal edldi. O halde, bu gün Kırım için de, Hocalı için de, Bosna-Hersek için de, Sancak, Makedonya, Kosova, Yunanistan – Batı Trakya, Romanya, Azerbaycan, Kırım, KKTC, Suriye-Türkmen, Irak-Türkmen, Kafkaslar ve eski Sovyetler Birliği sonrasında kurulan Türk Devletleri ile ilgili gelişmeleri ve yaşanan problemleri takip etmek ve gerektiğinde de insani ve sivil toplum unsuru olarak müdahil olmak gerekir” dedi.


Makale ve Analizler - 2014

79

Konferansa Bayrampaşa Belediye Başkanı Atilla Aydıner ve AK Parti ilçe Başkanı Cemil Yıldız ve ekibi de katıldılar. Toplantıyı yöneten Bultürk Genel Sekreteri Dr. Müjgan Deniz, derneğin kısa tarihçesini ve önemli faaliyetlerini anlattı. Bulgaristan’daki faşist saldırılar rahatsızlık verici BULTÜRK Derneği Genel Başkanı Rafet Ulutürk’ün Türkiye ve Bulgaristan ilişkileri ile Bulgaristan’da son günlerde Türkler ve Müslümanlar aleyhine yaşanan saldırı ve tahrikler ile ile gelişmelerden duyduğu rahatsızlığı dile getirdi. Bayrampaşa Belediye Başkanı Atilla Aydıner yaptığı konuşmada, BULTÜRK ile tanıştığı günden bugüne kadar, yakinen faaliyetlerini takip ettiğini ve Bulturk’ün diğer Balkan derneklerine nazaran bizlerde farklı bir yeri olduğunu söyledi. Özellikle Bultürk Derneği’nin, Bulgaristan seçimlerinde aktif rol almalarının ve ilk kez Bulgaristan’da bir Türk-Müslüman Cumhurbaşkanı adayı çıkarmalarının kendisini derinden etkilediğini anlatan Aydıner “Bu çocuklar yeni bir tarih yazdılar, tarih. Bulturk yönetimi özellikle Genel Başkanı Rafet Ulutürk’ü takdir ediyor ve huzurunuzda kendisini kutluyorum” dedi. BULTÜRK ile çalışmaktan şeref duyuyoruz. Ayrıca Rafet Ulutürk ve BULTÜRK ekibi ile çalışmaktan onur ve şeref duyduğunu ifade eden Aydıner, “Bu tür faaliyetler için bu Genel Merkez çok küçük bu toplum için, ileriye dönük inşallah tekrar kazanır isek daha büyük daha imkânı bol olan bir yer hak ettiklerini düşünüyorum ve gerekeni yapmaya da hazır olduğumu şimdiden hepinizin önünde belirtmek isterim.” dedi. Kendisine BULTURK ile birlikte çalışmaları ve destekleri nedeni ile plaket taktim edildi. Plaketi Çanakkale Milletvekili İbrahim Köşdere taktim etti. Konuşması bitiminde yoğun programları olduğu için, Başkan Atilla Aydıner, programın soru ve cevap bölümüne katılmadan salondan ayrıldı. Neden sizden bir tek meclis üyesi bile yok? Çanakkale AK Parti milletvekili İbrahim Köşdere, başkan Aydıer’in konuşmasından etkilendiğini ifade ederek, “Ancak, Bulgaristan Türklerinden ve BULTÜRK Derneğinden Bayrampaşa Belediye Meclis üyesi kaç kişi verdiklerini sordu. “Hiç”, cevabını alınca, nasıl olur diye büyük tepki gösterdi. Bunca övgüden sonra böyle bir sonuçla karşılaşmak hiç hoş değil ve hiçbir siyasi anlayışa sığmaz” dedi. Bulgaristan Türkleri iyi bir potansiyele sahip olmalarına rağmen Türkiye Cumhuriyeti siyasetinde çok cılız, çok yetersiz bir temsile sahip olduklarını ifade eden Köşdere, sözlerini şöyle sürdürdü: ”Artık Şumen, Kırcaali, Razgrad, Varna, Tırgovişte, Silistra, Plovdiv gibi derneklerle değil artık tüm Bulgaristan’ı


80

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tek çatı altında toplamalıyız. Yani tüm Bulgaristan’ı kucaklayacak bir tabela ile hareket edilmesi gerekiyor. İşte Bulturk’ün de yıllardır amaçladığı hedef ve felsefesiydi bu, demek ki mantığın yolu bir diye katılımcılardan bir ses verdi. “Siyasette daha fazla söz sahibi olmalıyız. Bu birlik ve beraberliğin sağlanması adına her türlü imkânlarını (maddi ve manevi) seferber edeceğini bu kitleyi bir araya getirmek için ne gerekirse yapacağını hemşerilerinin önünde söz veren Köşdere “Bulgaristan Türkleri için, Türkiye’de ve Bulgaristan’da yıllardır bütün olumsuzluk ve imkansızlıklara rağmen, mücadeden hiç bir zaman yılmayan ve BULTÜRK’ün siyaet gündemine taşıyan Genel Başkan Rafet Ulutürk’ün emrinde ve ne emir verilirse çalışacağım. Artık, birlik ve beraberlik zamanı bundan sonra Bulgaristan Türklerinin siyasette söz sahibi olma zamanıdır. Bizlere söz hakkı tanımayan siyasi partilere, bizden de size destek olmayacak diyebilmeliyiz. Artık STK Başkanları bunları yapabilmeliler, toplumunu temsil etmeyenlere, toplumuna destek çıkmayanlara oy yok diyebilmeliler. Bunu yapabildiğimiz günden itibaren bizlerde artık siyasette varız diyebiliriz” dedi.

Oyalamaya Son!

İbrahim Soytürk-08.Mart.2014

Bulgaristan okullarında ana dili zorunlu okutma tasarısı meclise giriyor. Bulgaristan’daki tüm azınlıkların çocuklarına ana dilini okul programlarına (müfredata) alıp devlet okullarında zorunlu okutma sorunu en nihayet parlamentoya giriyor. Bulgar Halk Meclisi Başkan Yardımcısı ve Hak ve Özgürlükler Partisi (HÖH - DPS) milletvekili Aliosman İmamov ana dilin öğretiminin zorunlu bir ders olarak okulların ders programına alınmasına ilişkin yasa değişikliğinin hazırlandığını ve parlamento genel kuruluna görüşülüp onaylanmaya sunulacağını açıkladı. En nihayet, HÖH yönetimi ve parlamento grubu zorunlu ana dil öğretimi Milli Eğitim ve Teknolojiler Bakanlığı’na bağlı bütün okullarda ders programına alınmadan ve bu konuda kesin ve kararlı ayrıca başarılı adımlar atılmadan azınlık sorunlarının çözümünde olduğu gibi öteki politik alanlarda da da semereli bir


Makale ve Analizler - 2014

81

tek adım atılamayacağını ve bir parti olarak kendi kendini fes edip dağılması gerektiği gerçeğini idrak etmiş bulunuyor. Son 25 yılda Bulgaristan Türk azınlığı bu konuda ısrarlı olmaktan bir an bile vazgeçmeden çok ağır bir mücadele vererek ve çok büyük fırsatlar kaçırarak bu günlere geldi. Bu sorunu daha N. Berov hükümeti zamanında kesin ve geri dönüşü olmayan bir şekilde çözebilirdik ve çözmeliydik. Biz, o zamanlar, Profesör Berov’un aklından Başbakan koltuğuna oturmak geçmediğini iyi biliyorduk. Çok güzel hatırlıyoruz. Bulgaristan Halk Cumhuriyeti Devlet Konseyi Başkan Yardımcısı, yazar ve şair, bilinen Bulgar aydınlarımızdan biri olan Georgi Cagarov’un cenaze töreniydi. Sofya Erkânı Merkez Ordu Evinde naşı başında veda törenine toplanmıştı. HÖH Başkanı Ahmet Doğan’ın o zamanlar kestiğim kestik biçtiğim biçtik günleriydi. O da oradaydı. Matem Salona, bir arada eşiyle birlikte Prof. Berov da girdiğinde, HÖH Başkanı Ahmet Doğan ve beraberindeki HÖH zirve temsilcileri ile “Multi Grup” yöneticileri Profesörün etrafına sokuldu. Kimse hiçbir şeyden şüphelenmiyordu. Hepimizin bildiği üzere, Prof. Berov, Balkan istik Enstitüsünde çalışan bir bilim adamıydı, diplomatik tavırlı, dişsiz, neredeyse kimliksiz, evrensel insan haklarına saygılı, Bulgaristan Türk ve Müslümanları konularında ılımlı ve ne olursa olsun gerektiğinde her şeye göz yumabilen bir şahsiyetti. Belki o günlerde, totalitarizmin tüm yaralarının tamamen açık olduğu bir dönemde, Bulgaristan’a daha uygun bir başbakan adayı bulunamazdı. Ve o an, kafa hafif çakır, Ahmet Doğan: “Bu memlekette ben ne dersem o olur” havasındaydı. (Tam o gün Cumhurbaşkanı Jelü Jelev yeni hükümet kurma süresini HÖH’e verilmişti.) Ansızın ve matem havasının da etkisi altında olacak, hiç kimsenin beklemediği biranda bir anda Ahmet Doğan bir adım daha öne çıkıp Profesöre iyice yaklaşarakşöyle dedi: Berov, seni Bulgaristan Cumhuriyeti’ne Başbakan yapıtorum! Berov’un cevabı bir soru şeklinde oldu ve hemen, anında, birdenbire şöyle geldi. Benden ne isteyeceksin? Sanki onun da kulağı delikti de, Ahmet ile ikisi karşımızda sahne oyunu oynuyordu.Kuşkusuz biz hepimiz, o an orada, ilk başta ve en can alıcı sorun olan,1974 yılından beri kapalı olan, yasaklanmış olan anadilimiz Türkçemizin Bulgar Okullarında Zorunlu Ders Olarak müğfredata uygun bir şekilde okutulmasına ilişkin bir Kararnameyi hemen çıkarmasını isteyeceğini düşündük. Fakat Ahmet Türk okulunda ders görmediği için Türkçenin ne harfini, ne kelimesini, ne edebiyatını, ne konuşma dişlini ne de melodisini bilmediği, ruhunda taşımadığı için, kendini yine hindi kuşları gibi şişirdi, kafası kaf dağlarında dumanlı biz Türk ve Müslüman aydınlara değil, değil, Multi Grup yetkililerine baktı. Sonra “ne istersek onu yapacaksın” dedi.


82

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İstedikleri daha sonra anlaşıldı: dalavere dolandırıcılık sahtekârlık ve rüşvet. TC ve NATO müttefik güçleri Bosna Hersek ve Kosovo’da kardeşlerimizi soy kırımından kurtarmaya çalışırken, Sırp ordusuna kaçak petrol sağlamak vb. vb. Devleti soymak, kardeşkanı emmek, halkımızı amansız ve küstahça aldatmak ve talan ederken binlerce sanayi ve tarım tesisimizin dibine kibrit suyu ekmek ve insanlarımızı dilenci durumuna getirmek vs. oldu. Bugün ülkemizi iki buçuk milyon yurttaş terk etmişse kökünde yatan zehir budur. 25 yıldan beri onların açgözlücünün duymazlığına seyirciyiz. Elimiz kolumuz o zaman bağlandı, bize gözdağı o zaman verildi, dilimiz o zaman tutuldu. “Ver Çingeneye iktidarı, kessin babasını” atasözü asırlarındır. Yalnız kendini düşünen, egoistin egoisti Ahmet Doğan o zaman ana dilimizin müfredata alınması konusunda fırsat kaçırdı. O zaman Sergey Stanişev henüz tüy düzmemişti. Ahmet isimlerimizi değiştirenlere yaltaklık yaptı. Ağızlarına baktı. Sözlerinden çıkmadı ve ana dil sorunumuzu askıda bıraktı. Ne ki, o gün bu gün ana dil mücadelemiz sürerken halkımız uyandı. Ana dilimiz Türkçenin zorunlu ders olarak devlet okulları programlarına alınması konusunun parlamento Genel Kurul gündemine alınması hazırlıklarının artık tamamlanmış olması çok vahim gelişmelerin ve beliren yeni tehlikelerin yeni bir sonucudur.Şubat ayı sonunda açıklanan ve Mayısın 25. günü yapılacak Avrupa Birliği parlamento seçimlerinin tahmini sonuçlarına ilişkin yeni tabloda, GERB ile BSP’nin 5’er milletvekili, HÖH partisinin de yalnız 2 vekil çıkarabileceğini görüldü. Dengeler değişiyor. Halka rağmen çalışanların yelkenlerine rüzgâr dolmuyor. Tabandaki adaylar “Sansürsüz Bulgaristan” ile Reformcu Blok partisine kaymaya devam ediyor. Yeni gelişmelerin analizi şöyledir: 1) Ahmet Doğan Velingrat’ta 5 yıldızlı otellerde Şubatın başında HÖH ana kadrolarından 4 milletvekili istemişti, ama planları tosluyor gibi. Neden, soydaşlarımızın oluşturduğu büyük yedek ordunun bu kez yerinde durması ve her söylenene inanmamasıdır.Bu sorunu görüşen dernek ve federasyon toplantılarında HÖH partisi meclis grubunun ancak şimdi biraz ateşlendiği görüşüne yer verenler çoğunluktur. 2) Sosyalist Parti (BS) Başkanı Sergey Stanişev ise “GERB’ten fazla oy almazsam seçime gideriz” demişti. Öyleyse kapıda seçim var demektir ki, burada da 150 bin oyluk bir potansiyele sahip olan soydaş seçmen kitlesi Sofya parlamentosunda yeni dengeleri kurmada seçimin akıbetini belirleyen kesin oyuncu olabilir.Avrupa Birliği parlamento seçimleri Bulgaristan politikasına barometre oluyor.Politikacıların saraylarda ve ofislerde yaptığı hesaplar çarşıya uymuyor.


Makale ve Analizler - 2014

83

Bastonla gezen dede ve nineleri gidip köylerinde ve kasabalarında bulan, onlarla konuşan dün kurduğu bir hareketi Nikolay Barekov, HÖH partisi kadar milletvekilini Brüksel’e gönderebilirse, bizim için hiç de iyi sayılmaz.Bu partinin sularına karışan Makedon komitacıların torunları, komünizm çuvalından düşen ve sosyalist ya da sosyal demokrat olmayı kibirlerine yediremeyenler, Bulgaristan Türkleri ve Pomaklarla ilgili güncel politikada aşırı milliyetçilerle koroda ses ayarı arıyorlar. Onların politikada öncelikli konuları: “3 Martı”, “İstanbul’da Ermeni Katliamını”, Türkiye’den tazminat talep etme konularıdır. Başmüftülüğün mal ve mülklerinin, vakıf mallarımızın ve topraklarımızın geri alınması davamız konusunda seçim önü suskunluğu içine girmiş olsalar da, kime göz kırptıkları görünüyor. Politik gündem oluşturmaya çalışanların solo sözcülüğünü yapan, Kasım Dal’ın yakın dostu, birlikte Cumhurbaşkanı adayı olduğu, seçim gruplaşması yaptığı Bayan Kapon da milli azınlıklarımızın hak ve özgürlükler ve özellikle ana dili okullarda öğrenme, ana dilde basın yayın işlerine serbestlik getirilmesi, Türkçe Radyo ve TV yayınları gazete ve dergi çıkarılması konuşlarında azılı milliyetçilerle duy et halindedir. Kuşkusuz, bu yorumu yaparken, başka bir noktaya da değinmeden geçilemez. Ahmet Doğan’ın yıllar yılı dizinin dibinde duran, soluğunu nefes eden halen “Presa” gazetesi Baş yayımcı yardımcılığı görevinde bulunan Valetya Veleva, milletvekili ve meclis başkan vekili Aliosman İmamov’un “okullarda ana dilin zorunlu öğretilmesi yasası hazır ve meclise sunuyoruz” dediğinde dayanamadı içinde ne varsa gazetesinde başyasınadöktü. “Yeter Ayrılık Çizgisi Çektiğiniz” başlıklı yazısında, “HÖH - DPS partisinde akılı ve akil vekiller var ama bu yaptıkları iş değil,” diyerek başlamış ve biz okullarımızda ana dili olarak “Türkçe, Arapça, Çingenece, İfrit, Ulahça, Ermenice” okutmaya başlarsa çökeriz, diyor. Bir de şimdi Pomaklar, Pomak olduklarını beyan etmelerinden sonra onlar da “Pomakça” okumak istediklerinde ne yaparız? velvelesi koparıyor. Biz hepimiz, Türkiye’de yaşayan soydaşlar olarak Sofya meclisindeki “ana dilin okul programına zorunlu ders olarak alınması” tartışmalarını yakından ve ilgiyle izlemeye hazırız. Bu yasa çıkrığında, Avrupa Birliği Parlamento seçimleri ile ilgili HÖH yönetimiyle müzakere masasına oturulabilir. Olaylar, 1) HÖH Genel Başkanı Sofya “Kartal Köprü” mitinginde “isimlerin değiştirilmesi konusunda” havadan sudan gelişi güzel özür dileme havalarına ka-


84

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

pılarak çok büyük ve halkım açısından af edilemez bir yanılgıya düştüğünü anladığı izlenimi belirmeye başladığına tanıklık ediyor. 2) Sosyalist Parti meclis grubunun bir önerisi olan ve “Komünist rejim suçlularının af edilmesi”ni öngören yasa teklifine HÖH milletvekillerinin GERP meclis grubuyla birlikte oy kullanarak, halk düşmanı bu yasa önerisinin onaylanması önlemesi, HÖH meclis grubunda tutum değişikliği ve sedaya gelme izlendiğine kanıtlar sundu. 3) HÖH ile BSP yönetimleri ve meclis gruplarının Sofya yakınlarındaki “Borovets” kış kampında yaptıkları ortak toplantıda “bundan böyle bütün yasa önerilerini önceden beraberce tartışıp onayladıktan sonra meclis genel kuruluna sunarız” şeklindeki yuvarlak sözleşmeye varmışlardı. BSP Türkçe seçim propagandası yapılmasına karşı oy kullanmakla bu sözleşmeyi bozmuş durumdadır. “Avrupa Birliği parlamento seçimleri başta olmakla bütün yerel ve genel seçimlerde ana dilinde propaganda yapmayı yasaklayan BSP” Bulgar milli çıkarlarıyla birlikte Hak ve Özgürlükler Partisinin Türk ve Müslümanlık davasını savunmak üzere parlamentoda bulunduğunu unutmasın. HÖH aslında sert ve kesin kararlı bir iradeyi savunmak üzere meclistedir. Son gelişmeler BSP’lileri istediğini tavlayıp ele alamayacaklarını idrak etmiş olıdır. Vekil Hüseyin Hocov’un Türk dilini savunmasına tepkileri de buna işarettir.HÖH milletvekili grubunun “zorunlu ana dil öğretimi” yasa önerisini mecliste onaylata bilme esnekliği göstermesini umut ederken, başarılar diliyoruz.

Tez ve Antitez - 2

Murat Ulutürk-08.Mart.2014

Tez ile Antitezin anlamı, Bizimdir tezine gelen hayır sizin değil, Bizimdir antitezidir. Şu dönem Baş Müftülük ve vakıf mallarımızla ilgili kızışıyor. Baş Müftülük tarafından Bulgar mahkemelerinde açılmış 26 dava devam ediyor. Bunların sayısının en yakın zamanda 58 olması muhtemeldir. Baş Müftülüğümüze ve vakıflarımıza ait olan 1800 taşınmazımızın hepsini geri almak için mücadelemiz sonuna kadar devam edecektir. Bulgar ırkçı milliyetçilerin anti-tez olarak savundukları


Makale ve Analizler - 2014

85

Bulgaristan’da olan bütün taşınmazlar, tarih ve yüksek mimar eserleri Bulgar Devleti’ne aittir söylevi ve bundan ilham alıp ateşlenilerek yürütülen protesto eylemleri ve çapulculuk yasadışı, tutarsız ve faydasızdır. Ülkede gerginlik yaratma ve düşmanlık közlerini alevlendirmekten başka hiçbir işe yaramaz, çünkü Bulgaristan Cumhuriyeti anayasal ve demokratik bir ülkedir ve özel ve kamu mülkiyeti adaletin temellerini oluşturur. Başmüftülük neredeyse 109 yıllık öz geçmişi olan bir Bulgar kamu kurumudur, vakıflarımızın hayır ve hizmet için kurdukları eserler ve işlettikleri taşınmazlar Bulgaristan için çalışmıştır, verdilerini Bulgar devletine ödemişlerdir. Bulgaristan Çarlığında, sosyalist Bulgaristan’da ve 1990’dan sonra yerleşmeye çalışan anayasal demokratik düzende “Başmüftülüğün, Müslüman vakıflarının, Türklerin, Pomakların ve çingenelerin, birey ve tüzel kişi olarak taşınmaz sahibi olma hakkı yoktur” diye bir anayasa maddesi, yasa ve kararname ve karar yoktur. Anayasa tüm yurttaşlara hak eşirliği, mal mülk edinmede yasal eşitlik ve koruma tanımıştır. Kutsal bir davamız haline gelen bu didişmede bizim tezimiz, Anayasal hukukun esas alınması, etnik, dini ve başka hiçbir ayırım yapmadan devlet ve belediyeler tarafından gerek Çarlık döneminde gerekse sosyalizm yıllarında gasp edilmiş olan mal mülklerin iade edilmesini öngören yasaların herkese uygulandığı gibi, bize de adilce ve hakça uygulanmasıdır. Bu yasal durumun gerçekleşmesinden bazı çevrelerin menfaatine olmayabilir, hak hukuk davalarında adalet tarihsel gerçeklere ve evraklara dayanır. Hatır için ya da ben böyle olmasını istiyorum deyen adalet olmaz, olsa da ömrü olmaz. Tez ve Antitez başlıklı yazı dizimizin bu bölümünde, II. Yazımızın devamı olarak, bugün geri almak üzere mahkemelerde mücadelesini verdiğimiz mülklerimizin tarih içindeki oluşum sürecini anlatıyoruz. 1868’de kabul edilen Tazminat yasalarından ve kararnamelerinden sonra Bulgaristan topraklarında gelişen Türk eğitim ve öğrenim sisteminden aydınlatıcı örnekler sunmaya devam ediyoruz. Kaynağımız, Baş Müftülük Tarihi, birinci kitap, sayfa 88 / 89. 1868 Nizamnamesi’nin istemleri Bulgaristan’da önce mahalle mekteplerinde uygulanmıştır. Bu okulların programlarına din derslerinin yanı sıra Türkçe, tarih, coğrafya, hesap gibi dersler alınmış, okumaya ve yazmaya aynı ölçüde önem verilmiştir. Okullarda teftiş usulü uygulanması, öğrencilerin devam mecburiyetinin sağlanması da uygun görülmüştür.


86

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

(İşte bu devam mecburiyeti şu dönem Bulgaristan’da zorunlu ana dil öğretimi konusudur ki, Osmanlıda da 1869’da uygulanmıştır. 150 yıllık tarihi vardır.) Aynı zamanda rüştiye okullarının açılmasına ve geliştirilmesine de önem verilmiştir. İlk kuruldukları zaman mahalle mekteplerinin daha iyi eğitim veren üst sınıfları gibi düşünülen rüştiyeler, daha sonra genel orta öğrenimin en alt düzeyindeki okullar haline gelmiştir. Bulgaristan’da ilk rüştiye okulu 1857 yılında Vidin’de açılmıştır. Bundan sonra 1858 yılında Sofya’da, 1862 yılında Varna’da kurulmuş, ardından Rusçuk, Lovça, Küstendil, Eski Cuma / Tırgovişte, İslimiye, Yambolu vs. şehirlerin okulları gelmiştir. 1864 yılında Osmanlı ülkesinde bir pilot bölge olarak kurulan Tuna Vilayetinde eğitime çok önem verilmiştir. İşte bir iki rakam: 1873 - 1874 ders yılında Tuna Vilayetindeki Türk okullarının sancaklara göre dağılımı şöyle bir tablo arz etmektedir. Rusçuk sancağı 802 okul; Vidin 129 okul; Sofya 149 okul; Tırnova 591 okul; Varna 433 okul olmak üzere toplam 2 bin 102 okul faaliyette bulunmuştur. 1982 yılında Tuna Vilayetinde 15 bin 842’si kız; 38 bin 624’ü erkek öğrenci olmak üzere toplam 54 bin 466 öğrenci eğitim görmüştür. Bulgaristan sınırları içinde bulunan o zamanki Edirne vilayetinin Filibe ve İslimiye sancaklarında da pek çok Türk mahalle mektebi olduğu bilinmektedir. Bunların kazalara göre dağılımı şöyledir: Filibe 28, Tatarp Pazarcık 6, Haskovo 6, Eski Zara 11, Çırpan 10, Kazanlık 13, Paşmaklı 6, İslimiye 46, Yambolu 5, Burgas 6, Ahyolu/Pomorie 2, Aytos 2, Yeni Zağara 5, Nesebır 4, Cizr- i Mustafa Paşa 4.Tuna vilayetinde rüştiye okullarının sayısı 1873 yılında 39’a ulaşmıştır. Bu ders yılında Rusçuk sancağında 6, Vidin’de 6, Sofya’da 5, Tırnova’da 14, Varna sancağında da 3 rüştiye okulu öğretime susamış olan yavrucuklara kapılarını açmışlardır. 1875 yılında Tuna vilayetinde 40 dolayında rüştiye çalışmıştır. Doğu Rumeli Vilayeti’nin Filibe ve İslimiye sancak şehirlerinde ve kaza merkezlerinde de rüştiye okulları vardır. Mithat Paşa Osmanlı devletinde ilk meslek okulları açan ilk ıslahatçıdır. Bu okulların tarihi Tuna Vilayeti’nin merkezi olan Rusçuk şehrinde başlamaktadır.


Makale ve Analizler - 2014

87

Paşa, Rumeli’deki askerlerin elbise ihtiyaçlarını karşılamak için Rusçuk’ta bir fabrika kurmuş ve bu fabrikanın dikiş işlerinde çalışacak elemanları yetiştirmek amacıyla 1865 yılında bir kız sanat mektebi açmıştır. Mithat Paşa’nın tavsiyesi üzerine bu okula paralel olarak öksüz ve yetim çocukların eğitim ve terbiyelerine bakmak için ve zanaat öğretmek gayesiyle 1863’te ilk defa Niş’te, 1864’te Rusçuk’ta ve daha sonra Sofya’da ıslahhane adı altında pratik meslek okulları açmıştır. Tuna Vilayeti’ne bağlı üç yerde açılan ıslahhanelerle kurulmuş olan araba şirketinin ustalarını, vilayet gazetesinde mürettip, mücellit ve litografi uzmanı yetiştirmeye, Tuna vilayetindeki ordunun kumaş ihtiyaçlarını karşılamak üzere çuhacılık zanaatına özellikle önem verildiği anlaşılmaktadır. Islahhaneler, TürkBulgar, Müslüman-Hıristiyan ayrımı yapılmaksızın devletin bütün tebaasına açıktır. Rusçuk’taki ıslahhanede okuyan 137 öğrencinin 85’i Müslüman, 51’i Bulgar ve biri de Yahudi’dir. Rusçuk’taki erkek ıslahhanesinin yanında, 1872’de bir de kız ıslahhanesi açılmaya başlamıştır. Öksüz veya eve beyini fakir ve iş yapamaz durumda olan muhtaç kız çocukları, nu ıslahhanede barındırılmıştır. Kız ıslahhanesinde 27 Müslüman, 21 Bulgar öğrenci eğitilmiştir. Filibe ve Vidin’de de birer ıslahhane açılmıştır. Bu eğitim durumlarında meslek öğretmekle birlikte yazıp okuma ve hesap da ön planda tutulmuştur. Bununla birlikte öğrencilere parasal yardımda da bulunulmuştur. Devam edecek. IV bölümde, Bulgaristan’da Vakıflar tarihi, ilk vakıflar ve bıraktıkları eserler, vakıf sahiplerini ve hayır işlerini anlatacağız. Bugün Bulgaristan’da bunların kavgası veriliyor.

Silistre

Raziye Çakır-09.Mart.2014-hatırlatma

Hasan Üzeyir Süleyman Küçücük, şirin,çok canlı bir kasaba O güzelliğini dostlar, koymamıştım hesaba Her yanı pırıl pırıl,mermer taş döşeli


88

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) O denli güzel bir şehir, o denli şirin Silistre. Tunayı gördüm, azgın bir deniz gibi akıyor Kıyısında insanlar, o güzelliğe bakıyor Rengârenk çiçeklerle, bahçeleri şakıyor Hayran oldum güzelliğine, ey güzel Silistre. Osmanlı eserleri, tabyalar, yıllamış ağaçlar gördük Bir an, Osmanlının nal sesleri çalındı kulağıma Ürperdi her yanım, kahroldum, kendimi tutamadım Ah tuna güzel Tuna ,seni bir türlü unutamadım. Ali Bayram, Naim Bakoğlu Nurten ve Ben Fotograflar çekti Tuna boyunda, dostluk anısına Hatıraları orada bıraktık,gömdük Tuna kıyısına Ah Tuna Tuna, ilham verdin sen Hasan dostuna. Silistrenin şirin bahçelerinde kendimi avuttum Osmanlının eserlerini görünce, kendimi zor tuttum O anda haykırmak geldi içimden, her şeyi unuttum Böyle bir macera yaşadık, bu şirin kent Silistrede. Buram buram tarih kokan, ey güzel Vatan Silistre Neler gelmiş geçmiş, senin güzel bağrından Sana sevgiler getirdik, Deliorman, Rodop diyarından Biz’de senin dostunuz, ey güzel Silistre.

Tez ve Antitez - 3

Murat Ulutürk-09.Mart.2014

Kırcaali Medresemiz Mahkemede (Sözlükler “Medrese”nin ‘boş tartışmaların yapıldığı bir yer olduğu yazsa da, Bulgaristan Türk ve Pomakları Medreselerimizin bir aydınlık ocağı olup, bunlarda İslam dini ile birlikte çağdaş bilimin ana kollarında ders verildiğini iyi


Makale ve Analizler - 2014

89

bilir. Kırcaali Medrese’si de Doğu Rodop aydınlarının yetiştiği bir irfan merkezi olarak yıllar yılı görev yapmıştır.” Bulgaristan Cumhuriyeti’nde bundan böyle eşit haklı vatandaşlar olarak varolabilme davamızın çok önemli ve aktüel bir halkasını oluşturan Müslümanlara ait olan fakat XX. yüzyılda iktidarlar tarafından el konarak elimizden alınıp devlete, belediyelere veya başka Bulgar kurumlarına devredilen ve daha sonra da değişik vesilelerle defalarca el değiştiren tüm mal ve mülklerimizi geri alma, sahiplenme ve işletme mücadelemiz devam ediyor. 07.03.2014 günü Vidin İl Mahkemesi’nde görülen Vidin Konağı’nı geri alma davamız bir ertelendi. Mahkemeye baskı yapmak için şehre iki koldan milliyetçi güçler geldi. Protestocu alayının birinde futbol holiganları Bulgar bayrağı sallayıp sloganlar atarken, bir de ırkçı Volen Siderov’un “Ataka” partisinin vurucu güçleri aşırı sloganlar atıp pankartlarla belirdi. Polis protestocuları İl Adliye sarayından uzakta gemleyebildi. Bir önceki mahkeme Kırcali İl Mahkemesinde görülmüş ve 7 Nisana ertelenmişti. Kapalı kapılar aradında yapılan duruşmanın tespit ve belgeleri dosyaya girdi. Şimdi konuya sizinle birlikte daha detaylı bakmak istiyoruz. Başmüftüğün devletine karşı yürüttüğü Kırcaali Medresesi Davası: Duruşma günü: 25 Şubat 2014. Duruşma yeri: Kırcaali İl Mahkemesi. Mahkeme Başkanı: Georgi Miluşev. Dava konusu: Halen Kırcaali Tarih Müzesi olarak kullanılan ve “Medrese” adıyla bilinen tarihi binanın ve arazisinin Kırcaali İl Müftülüğüne geri verilmesidir. İkinci oturum. Duruşma salonunda tarafların avukatlarından, bilirkişilerden ve birkaç gazeteciden başka kimse salınmamıştır. Duruşma 2 saat sürmüştür. Müftülük temsilcileri bina ve arsası üzerindeki mülkiyet haklarını hukuksal gerekçelerle kanıtlamıştır. Duruşmada bilirkişiler dinlenmiş ve dört tanığa sorular sorulmuştur. Dimitır Dimitrov isimli bir bilirkişi tarafından hazırlanıp dava dosyasına alınan teknik uzman incelemesinde (ekspertiz) eksiklikler olduğu tespit edilmiştir. Mahkeme Başkanlığı, Dimitrov’tan, 1922 - 2006 yılları arasında yapılan şehir düzenlemesi kayıtlarında bu arsanın geçirdiği değişikliler de dahil olmak üzere, mülkün sahibini de-


90

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ğiştirmesi gibi kamulaştırma gibi tedbirleri de dosyaya alması gibi bazı ek tespitlerde bulunması istemiştir. Duruşmada, Kırcaali Müftülüğünün medrese binasının kurulduğu arsa mülkiyetiyle ilgili 1922 yılında tesis edilmiş bir tapuya sahip olduğu görülmüş ve kanıtlanmıştır. Bununla birlikte, aynı dönemde, Kırcaali Müftülüğünün Medrese binasını değişik süreler için kiraya verdiğini belgelendiren kira sözleşmeleri de mahkemeye sunulmuştur. Bu evraklar 1951 yılına kadarki yıllara aittir. 1951’de medrese binasına ait arsa ve Medrese binası devlet tarafından kamulaştırılmıştır. 1978’de her hususunda bir devlet mülkü olan bu taşınmaza ait olan evraklar ikinci kez tanzim edilmiştir. 1994’te Medrese binası Kültür Anıtı olarak ilan edilmiş ve halen Kültür Bakanlığı idaresinde bulunuyor. Bir Orta Asya yüksek mimari stilinde kurulmuş olan Medrese binasının mimarı, Sankt Peterburg Sanat Galerisi’nde görev yapan Rus yüksek mimar Pomerantsev’tir.Bu bina İslam Okulu Medrese olarak tasarlanmış ve inşa edilmiştir. Duruşma esnasında beliren gerilimi dikkate alan yargıç Veselina Kaşıkova, duruşmayı erteledi ve gereğini görme tarihi olarak 8 Nisan 2014’ü belirleri. Yargıcın dava tutanaklarına giren yeni istekleri: a) 1950; 1994 ve 2008 yıllarına ait olup Medresenin devlet mülkiyetine ait olduğuna ilişkin tanzim edilen evrakların detayları üstüne bilgiler; b) Medrese binasını ve bütün arazisini komple yeniden değerlendirecek yeni bir teknik ve yüksek mimar bilirkişi heyeti raporu hazırlanması. Belirli bir süre önce konuyla ilgili bir açıklamada bulunan Bulgaristan Müslümanları Yüksek Tinsel Konseyi Başkanı Şabanali Ahmet Müslümanların Medreseyi ve arsasını geri alma davası ve öteki mal mülklerinin iade edilmesine ilişkin açtıkları davalarla ilgili şöyle demiştir: “Yıllar önce Müslüman Müftülüklerine ve vakıflarına ait olan taşınmazlar için 2012 yılında yürürlüğe giren Diyanet Yasasına göre davalar açılacaktır. Bu gerekçeyle arşivlerden çıkardığımız evraklarla bütün ülkede davalar açtık. Halen Tarih Müzesi olarak kullanılan Kırcaali Medresesi için açtığımız dava, bunlardan biridir. Yapılan araştırmalar, Sofya Başmüftülüğü ve Kırcaali İl Müftülüğü’nde davanın kazanılmasından sonra Medrese binasının hangi amaçla ve hangi işlerde kullanılacağı konusunda şimdilik kesin bir karar alınmamış olmasıdır. Bazı görüşlerde ki Şabanali Ahmet de benzer


Makale ve Analizler - 2014

91

bir görüş arz etmiştir. Medrese binası Tarih Müzesi olarak kullanmak üzere kiraya verilebilir. 2013 yılında Kırcaaliyi ziyaret eden, o zaman Türkiye Cumhuriyeti Başbakan Yardımcısı görevinde bulunan Bekir Bozdağ’a, medrese binasının büyükçe bir resminin hediye edilmesidir. Yine bu ziyareti esnasında Sofya’da BC Başbakan Yardımcısı Zinaida Zlatanova ile görüşen Bekir Bozdağ Kıraali Medresesi konusunu masaya yatırmıştır. Kırcaali’deki Medrese’nin yasal yoldan iade edilmesi isteği, Kırcaaliye bağlı Cebel şehrinde 19 Mayıs 2013 tarihinde yapılan “Bulgarlaştırma sürecini protesto etme” ve “soya dönüş” çılgınlığı kurbanlarını anma mitinginde gündem oldu. Edirne Göçmenler Derneği Başkanı Zürfeddin Hacı oğlu, yerli Müslüman topluluktan kalabalık bir grubun ve Hak ve Özgürlükler Partisi yöneticilerinin hazır bulunduğu bir ortamda yaptığı hararetli konuşmasında, Kırcaali Medrese Okulunun bir an önce Kırcaali Müftülüğüne iade edilmesi çağrısında bulundu. Hacı oğlu bu anma töreninde şöyle dedi:Bir okul ve eğitim irfan merkezi olan bu Medrese Okulu halkımıza hizmet etmesi için, dedelerimizin topladığı kurban derisi paralarıyla kurulmuştur. Medrese bizim mülkümüzdür ve devletin bütün vakıf taşınmazlarımızı geri vermesinde direneceğiz. Medrese arsasına kuracağımız bir camide Cuma namazımızı kılabiliriz.Pek tabii ki, Kırcali şehrinde Balkanların en modern ve çok zengin ve derin eğitim veren, Türkçe, Bulgarca ve İngilizce öğretimiyle birlikte, teknik bilimlere ve sosyal bilimlere ağırlık tanıyan, ortak değerlerimizi ön plana çıkarıp yaşatacak bir kolej eğitim merkezi, ardından da Blagoevgrat’ta Amerikalıların kurduğu gibi bir enstitü kurulabilir. Burada büyük sayıda Bulgaristanlı öğrenciyle birlikte tüm Balkan ülkelerinden ve Doğu Avrupa ülkelerinden öğrenciler de eğitim alabilir. Özellikle Türkiye’de Doğu Avrupa ülkelerinde Feytullah Gülen derinin kapanmasıyla, daha etraflı, daha bilinçli, daha onurlu ve egemen kadro yetiştirme gereksinmelerine böylece kapı açılmış olur. Bizi ve geçmişimizi, tarihimizi ve geleceğimizi başkalarının bilmesini ve savunmasını istiyorsak onlara kültürel değerlerimizi ve açılıklarımızı aşılamak zorundayız. Bunu ancak derneklerimiz, soydaşlarımızın federasyonları ve kültür ve yardımlaşma kulüpleri ile birlikte yapabiliriz. Dava ortaktır.


92

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

BSP, DPS ve Dosyalar

Şakir Arslantaş-09.Mart.2014

Çok uzayan ama içinde bir şey çıkmayan Dosyalar ve Dosyasızlar konusunu bir nebze daha eşelemek istiyorum. Aylardan Mart 2014. Dosyalar lahana olsaydı, artık turşu bozulurdu. Bizde dosyalar yaz sıcağında çiği seme gibi. Okuyanı serinletiyor, ama toprağa faydası yok. BSP ve HÖH / DPS kadrosundan dosyan var diye içeri atılan oldu mu? Yok hatta kimilerine saray, diğerlerine koruma verdiler. Burada özellikle vurgulamak istediğim bir nokta var:Artık inanıyorum ki, henüz gizli tutulan ve açılmamış olan gizli servis “DC” dosyalarının hepsi de açılsa, yine de bir şey hem bir şey olmayacak, hem de bir şey anlaşılmayacak, çünkü Bulgaristan Halk Cumhuriyetini (BHC) yöneten politik erk, “DC” değildi. Bulgaristan Komünist Partisiydi yani (BKP). Bundan dolayı, gerçek dosyalar “DC” arşivinde değil, BKP Merkez Komitesi arşivinde aranmalıydı. Şimdiye kadar açılıp okunan “DC” dosyalarından çıkan büyük “gerçek” nedir? “Bir ihbarcı başka bir fesatçıdan, başka bir hainin Todor Jivkov’a karşı konuştuğu, başka birinin Türkiye’yi ya da Federal Almanya’yı düşündüğünü” işitmiş olmasıdır. Kuşkusuz zamanlar öyleydi, sınırdan geçip Yunanistan’a oradan da Amerika’ya kaçanlar kahramandı. Türkiye çok kötü olduğundan devlet İstanbul’u düşünmemizi istemiyordu. Kısacası “Soğuk Savaş” dönemiydi. İç İşleri Bakanlığı, BKP’nin iç ve dış düşmana karşı aldığı politik tavrı gerçekleştiren önemli bir organdı. Düşmanı iç ve dış olarak ikiye ayıran “DC” de gizli bir servisti. Kuş yuvasını, insan vatanını savunur. Arı kovana sokulanı mutlaka sokar. Açılması gereken şöyle bir durum var. Bulgaristan’da 1944’ten sonra en az 200 bin Bulgar toplama kamplarında ve sürgündeydi. Köyler, bölgeler boşaltıldı. Çok insan hapis yattı. Yakınlarını yitirenler bugün de sinir küpüdür. Ayrıca bunların % 10’nu Türk ve Pomak’tır. Burada sözü edilenler politik olaylardır. Adli işler için polise alınan ne kadar kişi politik polis tarafından kullanıldı. Yurtseverlikle insan düşmanlığı birbirine karıştırıldı. Bu gerçekler bilindiği için, geçen hafta Hak ve Özgürlükler Partisi meclis grubu ile GERP partisi meclis grubu, BSP “sosyalistlerinin “Komünizm Döneminde İşlenen Suçlarının Af Edilip Unutulması” yasa önerisine “Hayır” oyu vermekte haklıydı. Babası öldürülen bir kişi babasının neden öldürüldüğünü unutabilir mi! Evinden köyünden kovulanlar, neden evsiz barksız, köysüz ve Vatansız kaldıklarını nasıl unutsun-


Makale ve Analizler - 2014

93

lar? BHC tarihinde okunması, asla unutulmaması ve ders çıkarılması gereken en büyük dosya Komünizm Suçları yani politik rejim ve totaliter devlet suçları dosyasıdır. 25 yıldan beri en ince elekte elenmesi gereken dosya buydu. Bu, BKP’nin ülkeyi, devleti ve halkı yönetirken işlediği suç dosyasıdır ve mutlaka ayıklanmalıdır. Bu yapılmadan adı sosyalist olsa da, BSP sağ politika izlemeye devam edecektir, sermayesi olmadığı içinde ebediyen yerinde sayacaktır. Kuşkusuz bu konuda başka dostluk yapacak kimseciği bulamadığından HÖH / DPS partisini de keşkek kazanı gibi kaynatacaktır. Evet, dosyalar açılınca, şişenin içinden gaz çıktı, ama şeytan içinde açmış gözlerini sana bana bakmaya devam ediyor. Olan budur. İhbarcı Ahmet’in, Müzevir İvan’ın, hain Mitko’nun ya da fesatçı Lütfü’nün veya kıskanç Önal’ın dosyasını açtık da ne oldu, açmasaydık ne olacaktı. Değişen bir şey yok. Hatta dosyaları açılınca kendilerini “adam” saydılar ve milletvekili oldular. Halkımıza karşı aynı tavırı takınmaya devam ettiler. Şunu unutmayalım, BKP MK Sekreterliğinin özel bir kararı vardı. BKP MK Sekreterliğinin özel izni olmadan gizli servis “DC” komünist partisi üyelerinden ajan yapamazdı. Önal Lütfü, Lütfü Mestan, Ahmet Doğan, Kasım Dal, Osman Oktay, Güner Tahir çok değişik nedenlerden ötürü BKP’ne üye alınmamıştır. Bunların hiç biri parti üyesi değildi. Hatta Ahmet Doğan gibiler sabıkalıdır. Sekreterlikten özel izin olmadan ajan tavlamak, karton açmak, yaz da götüreyim oyunları yoktu. Bu yüzden BKP’nin 1950 - 1960 suçları bakımından değil ama Türkler arasından “ajan” tavlama ve çalıştırma konusuna çok dikkatli yanaşmamız gerekir. Hatta bugün Sofya’da “ben DC subayıyım diye böbürlenen Mümün Tahir” de BKP üyesi değildir. Bu iki olayı birbirinden ayırmadan dosya işini iyi anlamamızın yolu yoktur. Bir bakıma “DC” ajanlığı yalnız devlete değil, bir de partiye yaranma tahtası olmuştur. Bugünkü duruma bir göz atalım: Sofya Meclisi, kamuoyu, basını ve elektronik medyası 2 aydan beri HÖH / DPS’nin yüz karası etkinlikleriyle meşgul oluyor. HÖH / DPS Blagoevgrat İli Gırmen Belediyesi milletvekili Ahmet Başev ile Şumen milletvekili Emin Emin ana babaların ve halkın çok sevip saydığı öğretmen ve okul müdürlerini GERB partisine göz kırpıyorlar diye işten atıyor. Ribnevo köy okulunda öğrenci ve öğretmenler halkın desteğiyle grev yaptı. GERB partisinden oldukları düşünülen 7-8 öğretmenin işine son veriliyor. Politik sebeplerle baskı yapmak işten atmak, hem faşizm, hem komünizm hem de demokraside suçtur. Ahmet Başev ile Emin Emin “DC” yani yeni adıyla DANS ajanı mıdır. İnanmıyorum, çünkü milletvekillerinin ajan olup olmadıkları seçimden önce açıklanıyor. Ama bugün HÖH / DPS’li olmak, eskiden BKP’li olmak


94

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

gibi, feodal gibi hareket etmeye, biçip kesmeye, halkımıza kan kusturmaya yetip artıyor. Bu sahnelere Lütfü Mestan neden sağır ve kör kalıyor, dersiniz? Çünkü bunlardan hiç birinin kafasında ne adıl, ne merhamet, ne anlayış, ne Türklük, ne de Bulgarlık var. Bunlar bu dünyaya öküz gelmiş öküz gidecekler. Bir düşünelim. İşten atılanlardan biri Venets “N.Y. Vapsarov okul müdiresi Sevinç Kırcalieva. Türk filolojisi bitirmiş, pedagoji öğrenimli, üstelik bu işin doktorasını yapmış ve köyünde okul müdireliği yapıyor. Okulda bütün öğrencilere bedava öğle yemeği örgütlemiş, kültürel faaliyetler geliştirmiş, çocukların dünyası açılmış, Türkçe yeni ders kitapları sağlanmış. Hitrino belediye okulu müdürü Allatin Salı, Byala Reka köyü okul müdürü İdris Gerçekov ve daha 12 yüksek öğrenimli öğretmenin işine son verildiği haberi yayıldı.” “Şumenska Zarya” gazetesi, HÖH DPS ve BSP partilerinin Belediye görevlileri ve okullarda GERB’e kanı kaynayan kadroların hepsini politik nedenlerle işten atıldığını yazıyor. Buna hiçbir kimsenin hakkı yoktur. Aydınlara baskı tamamen haksızdır ve hemen durdurulmalıdır. Yüksek başarı elde eden öğretmenlerin baskı altına alınmasına devlet de seyirci kalamaz. Al sen şimdi bu kadroyu at yola, çamurun içine. Neden “o istediğimi yaparım” dedirtmek için. Utanıyorum. Ah Ahmet, ah! Sen bu günahları ödeyemezsin. En zırhlının en zırhlı korumalarıyla da korunsan Allahın hakkı bulur seni... Bu gidişle AB seçimlerinde aldığın oylar sandığın dibini kapatmaz. Şimdi bu Hamid Hamid deyelim ki, DANS ajanı değil, zaten böyle kişisel hesaplaşma peşinde olan birini politik polis ajan yapmaz, önemi olan HÖH / DPS milletvekili olmasıdır. Yanlışlık da buradan başlıyor. Vatandaşı birbirine düşürmek suçtur. HÖH / DPS, BKP yöntemleriyle, feodaller gibi yönetme hevesinden hemen vazgeçmelidir. Gözle görülen bir gerçek var, zamanlar değişti, Batı Rodoplar’da Deliorman’da şu dönemde, özellikle 2014 başından beri HÖH partisine karşı mukavemet gelişiyor. Bu direniş yerli “feodallere” karşı güç kazanıyor. HÖH yönetimi hele eğittim işlerinde halkımızı sindirmeye ve korku içinde yaşatmaya büyük önem veriyor. Görüldüğü üzere, bugün de Bulgaristan’da polis var, gizli polis var, yüzde yüz muhbirler de vardır, ama son söz politik partilerin elindedir. Öğretmen dosyalarını elinde tutan “gizli polis değil, politik partilerdir.” Eski hamam eski tas, Venets köyünde okul müdiresi Kırcalieva’ya karşı köylü kadınlara yalan yanlış ithamlarla ihbar mektubu imzalatıldığı ortaya çıktı. HÖH ne zamandan beri Gestapo gibi çalışmaya başladı? Batı Rodoplar’da ve Delirman’da devam eden öğretmen ve okul müdürü kıyımı polis talimatıyla değil, HÖH - DPS ve BSP koordineli ihanetiyle güç topluyor. Bunların içi değişmedi. Milletvekili de olsalar gammazcılıktan, fesatçılıktan halk hainliğinde vazgeçemediler.


Makale ve Analizler - 2014

95

Düne kadar hiç birinin cebinde sigara parası olmayan bu yeni “kahramanların” kuvveti nereye kadar yeter ki? Hepsi muhbir olsa değişen ne olur? Almanya’da deyyusun deyyusu Hitler bile Yahudilerin hepsini öldüremedi. Söylemek istediğim şudur: Biz bir piliçten deve kuşu yumurtası beklersek yanılırız. Ruhsuz adamlar ömür boyu küçük kalır. Bulgar basınına bakıyorum da, dosyalar, bir şeyler çıkmasını bekleyenlerin önüne “şu samanı karıştırın” niyetiyle atılmadı mı? Tabii, ben, ara sıra da olsa kendime “Asıl dosyalar bunlar mıdır? Yoksa bu işin içinde de mi iş var?” gibi sorular da sormaya başladım. Olsa ne olur!Şöyle bir şey de var 1970’li yıllarda Bulgaristan’da Pomak muhalefeti vardı. 1980’lerin ortasından sonra Bulgaristan’da Türklerin muhalefeti ve direnişleri gelişti. Ne 1970’lerde, ne de 1980’lerde İvan Kostov, Vladimir Kostov gibi Batı’ya iltica edenler ciddi bir muhalefet ateşi yakamadı. Ne de, tarihsel olarak daha da geriye gidersek, 1956’da T. Jivkov’a başkaldıran ordulu “Gruev Grubu” halkı hareketlendirebildi. Muhalefet hareketini başlıca Pomaklara, Türklere yani etnik baskıya ve devlet terörüyle gerçekleştirilen “soya dönüş” saçmalığına bağladık. Fakat bir de, iç etkenlerle yan yana, bizde iki dış etmen de susarak muhalefet edenler katmanı yaratmıştı. 1960 Macaristan ve 1968 ‘de Varşova Paktı orduları Prag’ işgal etti. Çekoslovakya’nın istilası bizde de korku kadar, tepki yaratmıştı. Yani İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bizde belli başlı muhalefet olmadı. Daha sonraları 1989’da “Ekoglastnos” adıyla ünlenen Yeşiller Hareketi Rusçuk gösterilerinde ve Sofya’da “Kristal Park” eyleminde ilk kez polisle, gizli polis “DC” ve BKP MK ile yüz yüze geldi. Tabi sopalar, coplar oynadı, tutuklananlar oldu. Vurgulamak istediğim 50’li ve 60’lı yılların terörüyle beli kırılan ve tamamen sindirilen Bulgar muhalefeti bildiri bile dağıtamıyordu. Daha da derine inersek, 1990’da Demokratik Güçler Birliği (CDC) oylarıyla ilk demokratik Cumhurbaşkanı seçilen Jelü Jelev’ın 1970’lerin ikinci yarısında kaleme aldığı felsefi tezinde öne sürdüğü “Lenin’in madde tanımında eksikler var” fikri büyük bir cesaret ürünüydü ama bu tezin derin anlamı halk tarafından anlaşılamamıştı. Hatta halk ne olduğunu işitmedi bile. Halk, Jelev’in Türkiye’de de yayımlanan “Faşizm” eserinde, “Totaliter rejim yapısı ile Alman faşizminin devlet yapısı birbirini aratıyor,” dediğinde, onun bu cesaretine parmak ısıranlar oldu, fakat yine de “sosyalist demokrasi”, “gelişmiş sosyalist demokrasi” gibi laf ebeliklerinin içinde neyin ne olduğunu ve neyin değişmesi gerektiğini pek anlayan yoktu. En basit


96

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

bir ifadeyle sosyalizmi kapitalizmden daha ileri ve daha demokratik bir toplum düzeni kabul edenler, ki bunu böyle algılayan kalabalık çok büyüktü ve yatalak bir hastanın yalnız hap içerek iyileşmeyi beklediği gibi bu “gerçekleri” hap şeklinde idrak edenler, düşünmeyi istemediği gibi, düşünerek bir şeylerin yapılabileceğine de inanmak istemiyordu. Bu bakıma, ezici çoğunluk ne olduğunu anlayana kadar, 1989’da Yuvarlak Masa toplandığında, etrafına koyacak adam yoktu. Herkes birbiri hakkında bir şeyler söylemiş, bütün çamaşırlar kirliydi ve önce çamaşırhaneye götürülmesi gerekiyordu. İşte böyle bir ortamda ve 10 Kasım 1989’da BKP’nin de kendini lav etmesiyle, sahneye yeni çıkan oyunculardan bazılarının “dosyalarının” birazdan biraza ayıklanması gerekti. İşin içinde bir de şöyle bir gerçek var işte. Yuvarlak masada muhalefet güçlerinin oturacağı sandalyelerde komünist olmaması gerekirdi. Ama komünistlerin arasında “DC” dosyası olmayanlar vardı. BKP içinde de muhalefet vardı. BKP gizli servisi “DC”ye partili “ajan” kullanma hakkı tanımadığından, “Altıcı Şube” denen BKP MK’ ne bağlı gizli polis teşkilatı kurulmuştu. Bu teşkilatın dosyaları “DC” dosyalarına karışmadı. Onlar BKP MK’deydi. MK binası yakıldı. Dosyalar yandı ve iş bitti. Ve işte böyle bir ortamda Yuvarlak Masa toplanırken şöyle bir fısıldı çıktı. Muhalefet olmayan Bulgaristan’da muhalefet hangi güçlerle oluşturulacaktı. Örneğin, 518 “Belene” kamp mağduru, o kadar hapisçi, o kadar sürgün, o kadar dövülen ve ezilen varken, Yuvarlak Masa’nın etrafına Bulgaristan Türkleri ve Müslümanlar adına bir tek Baş Müftü Nedim Gencev çıktı. Damızlık için bir Pomak yoktu. Bir Çingene yoktu. Oysa külahlı N. Gençev gizli servisten subaydı. Muhalif falan değildi. Daha sonra Demokratik Güçler Birliği (CDC) ve Güçlü Bulgaristan Hareketi (DCB) Başkanı ve Başbakan olan İvan Kostov, önce Ukrayna’da, sonra Moskova’da okumuş ve komünist düşünü tarzının temellerini oluşturan Ekonomi Politik dersinden üniversite hocasıydı. Önce yuvarlak masanın BKP’li “demokratlar” tarafına oturdu ve birkaç gün sonra yeni demokratlar tarafında boş sandalye bulunca hemen oraya atladı. Demek istediğim, “demokrasi liderleri” Bulgar sosyal kalıtı içinden cımbızla çekilip, yıkanıp kurutulurken “dosyaları” da gözden geçirildi ya da tamamen rafa kaldırıldı. O zaman istihbarat ve aksi istihbarata çalışanların hepsinin hain olduğuna da inanmıyorum. Bu nokrada, şöyle bir soruya yanıt aramalıyız. Yukarıda sözü edilen Bulgaristan iç muhalefetini incelerken, o yıllardaki durumu isabetli algılayabilmek için, birkaç yıl önce, 50 yıllık bir aradan sonra gelip Bulgaristan’a Başbakan olan Sakskoburgotski’nin, babası olan Çar III. Boris’in 1944’ten önce ülkemizde kaç kişiyi tutuklattığı, öldürttüğü gibi olaylara da bakmamız gerekir. Ne yazık ki, ne II. Boris zamanında, ne de sosyalizm zamanında tutuklanan, sürgün edilen, ha-


Makale ve Analizler - 2014

97

pis edilenlerin toplam kaç yıl içerde kaldığı hesaplanmadı, kurşuna dizilerek öldürülenlerin bile tam olarak sayısı açıklanmadı. Bu konu ne mecliste açıldı ne de ders kitaplarına alındı. Bir de, son zamanda hepimiz, gece gündüz “demokrasiden” dem vururken, 50 yıl memleketini görmemiş bir kişiyi, İspanya’da balona bindirip, Sofya’da Başbakanlık koltuğuna oturtan güce hayranlık duymamak elde değil. Acaba dosyaları çöp ilan edip sokağa atan, ama aynı yıllarda ölüp kalanların hesabını bile yaptırmayan güç aynı güç mü? Başka bir özellik de şu: Bulgaristan’da dosyaları açılanlar yanlış tanıtıldı. Önce “casusluk” ile “muhbirlik” birbirinden ayrılacaktı. Önce şu iyi bilinmeli ki, “DC” “muhbirleri” poliste adli suç dosyası olanlar arasından seçiliyordu. Yani tabanları sosyal bataklıktı. Bir iktidar partisi olan BKP parti saflarından gizli polis seçilmesini yasakladığında, hain muhbirlerin dışarıdan seçilmeleri gerekiyordu. Bunlar boş sözler değildir. 1989’da BKP iktidardan düştüğünde, bütün sanayi işletmelerinin, okulların, üniversitelerin vb. “gizli servisten” adam vardı. Öyle bile olduğu halde, yönetim kadrolarının seçiminde son söz partideydi. Ve herkes bilir ki, bugün de Bulgaristan’da hem partiler ve hem de gizli servis çalışır ve değişen hiçbir şey yoktur, çünkü kadro işlerinde son söz iktidarda olan partinindir. Demokratik bir toplumda bunun böyle olmaması gerekir, işine bakan müdireye S. Kırcalieva’yı işten atmak adaletsizliktir, ama hırsını yenemeyen HÖH milletvekili ne yapsın? Kuralları anlaşılamayan bir toplumda yaşamaya devam ederken, biz yaza yaza, siz de okuya okuya hem birbirimizi tanıyacağız, hem de doğru ile yanlış olanı birbirinden ayıracağız.

Ortak Nokta Yok

Dr. Halide Ümitfer-10.Mart.2014

Biz eritme politikası devam ediyor derken, bunun yalnız ilimlerimiz ve soyadlarımızı kapsadığını hiç düşünmedik. Müslüman mallarının her kıymığı bizim öz kimliğimizden parçadır, koparılamaz, vermeyiz, vermeyeceğiz. Hiç kimseye sormadan el konan taşınmazlarımızı iade etmek için “halka sormak” isteyenlerin adaletine inanmıyoruz. Hiçbir adalet halka tapu ver-


98

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

memiştir, tapu kişiye, tüzel kişiye ve kurumlara verilir. Tapu imzalayan kalem taş, sopa değildir ve olamaz. Bulgarcadan çeviridir. “Presa” gazetesi, 8 Mart 2014, Sofya.Bulgaristan Cumhuriyeti Halk Meclisi Dini İşler Komisyon Başkanı Plamen Slavov ile bir söyleşi. Dini kurumların taşınmazları konusunda BSP ile HÖH / DPS partilerinin görüşleri taban tabana zıttır. Gazeteci Vanya DRAGANOVA. Soru: Sayın Savovdevlette o kadar çok işimiz varken, neden Karlovo, Plovdiv ve ülkemizin daha birçok yerinde etnik gerginlik kükreten, din kurumlarının taşınmazlarının geri verilmesi sorunu gündem oluşturdu? Yanıt: Önce, Karlovo’da “Kurşun Cami”nin iade edilmesi de bunlar arasında olmakla birlikte, ülkenin birçok yerleşim yerinde mal ve mülklerinin geri verilmesi isteğiyle Başmüftülüğün hukuk davaları, 39. Halk Meclisi tarafından, 2002 yılında kabul edilen ve hala yürürlükte olan Din KurumlarI Yasasına göre açıldı. Bu bakıma, bu hukuk davaları ile parlamento komisyonlarına sunulan ve orada ancak birinci oylamada tartışılan yasa değişiklikleri arasında herhangi bir bağlantı kurulması doğru olmaz. Soru: Bunun böyle olmasına karşın, Meclis Başkanı Mihail Mikov ve bir grup milletvekilinin yasa önerisi din kurumlarının yeni yeni taşınmaz sahibi olmalarına kapı açıyor. Sizin yasa öneriniz ise, kültür anıtlarını iade edilecek mülkler cetvelden çıkarsa da, din kurumlarının mal mülklerini geri alma iştahları git gide daha da artıyor.. Yanıt: Her öneri, parlamentoda Genel Kurulu’nda ikinci oylamadan sonra yasalaşır, sunulan yasa önerilerimiz halen Genel Kurul gündemine alınmamıştır. Bundan dolayı şimdiki aşamada her şey tartışma konusudur. Önerilen değişiklikler, devlet ile Kutsal Sin od, Başmüftülük ve öteki dinsel kurumları arasında yürütülen diyalogun bir sonucudur. 2002 yılından sonra din cemaatleri tarafından öne sürülen birçok sorunla birlikte, taşınmazlar sorununa çözümü de onlar sunacaktır. Soru: Bir kilisede papazlarla münasebetlerin düzenlenmesini konu eden Mikov’un yasa önerisini göz önünde bulundurduğunuzda, bu kurum içi bir sorun olduğundan dolayı, sıradan insanları pek ilgilendirdiği kanısında değilim. Plovdiv’te Cuma Cami’ye taş ve bombacıklar atanlar canilerin ve toprakların iade edilmesini protesto ediyordu. Yanıt: Öyledir, bundan dolayı bizim önerilerimiz de toplumun ruh haline uyumlu olarak hazırlanmıştır. Bulgaristan Sosyalist Partisi milletvekilleri grubun-


Makale ve Analizler - 2014

99

dan Dimitır Dıbov ve Tatyana Burucieva ile birlikte meclise sunduğumuz yasa önerisinde, hiç kimsenin hangi dine ait olduğuna bakılmaksızın, halka açık devlet ve kamu mülkü olan kültür anıtlarına, tarihsel belleğimizin, ulusal kimliğimizin veya herhangi bir kültürel ya da bilimsel değerin taşıyıcısı olan kültür abidelerini eşit kullanma hakkı tanıyoruz. Soru: Ben, Plovdiv İl Mahkemesi’nin ülkemizde emsal teşkil eden bir örnek olmamasına karşın, Karlovo’da “Kurşun Cami”yi Başmüftülüğe geri vermeyi karara bağladığına göre, sizin sunduğunuz yasa önerisinin Minkov’un yasa önerisiyle yanan ocağı söndürmeye çalışıyor izlenimiyle kaldım. Mikov’un yasa önerisinde din kurumlarına tam şu “Kurşun Cami” örneğinde olduğu gibi, din anıtlarının da geri verilmesi kapısı açık tutuluyor. Yanıt: Öyle değil. Bu iki yasa önerisine, iki öneri sunma hakkımız vardır, bu hakkımızı kullanmış olmamız gibi, bakmanız gerekir. Bizim yasa önerimizde, biz Kültür Bakanlığı, Ulusal Belediyeler Konseyi Başkanlığı, Bulgar Bilimler Akademisi, ulusal müzeler ve kültür anıtlarının halka açık devlet ve belediye mülkleri olarak korunmasını isteyen diğer kurumların istekleri dikkate alınmıştır. Biz, devlet, Bulgar Ortodoks Kilisesi ve öteki dinsel kurumlar arasında kamu çıkarlarında denge aradık. “Kurşun Cami” ile ilgili olarak ise, Filibe İl Mahkemesi’nde Karlovo Belediyesinin hakları hukuksal açıdan olmak üzere iyi hazırlıklı avukatlarla, gerekli olan evraklar sunularak ve bilirkişi raporları ve tanık ifadeleriyle gereği gibi savunulamadı. İkinci dereceli mahkemede, hukuksal savunma daha yüksek bir derecedeydi ve şimdi Filibe İstimdat Mahkemesi kararını bekliyoruz. Soru: Hazırladığınız yasa önerisinin eleştirmeni olan kişilerin din kurumları kültürel geçmişimizden olan taşınmazlarını geri alamasalar bile binlerce dönüm toprağı geri alabilecekler iddiasına nasıl yanıt verebilirsiniz? Yanıt: Bundan sonra yapılacak olanlar, ilgili tarafların hepsiyle, Bulgar vatandaşlarıyla, sivil toplum örgütleriyle diyalog halinde çözüm aramak olacaktır. Ve bu yasama girişimlerimiz, ancak Genel Kurul’da gerekli çoğunluk sağlandıktan sonra uygulanacaktır. Öyle ki, bu sorun yalnız bir ya da iki meclis grubu tarafından çözülemez ve milletvekillerinden ezici çoğunluk oyu alınması şarttır. Soru: Diğer meclis gruplarıyla diyalog ve uyum sağlanmazdan önce, sizin parlamento grubunuzun 2 yasa önerisi olduğuna göre, Bulgar Sosyalist Partisi içinde ne yapılması üstüne görüş birliği sağlanmışımdı? Yanıt: Bu, bir sorun teşkil etmez. Soru: Hak ve özgürlükler Hareketi (HÖH / DPS) ile bu konuda diyalog kurdunuz mu?


100

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Yanıt: HÖH / DPS milletvekilleri, hem Meclis Kültür Komisyonunda hem de Din İşleri Komisyonunda bizim yasa önerimize karşı oy kullandılar. Görüldüğü üzere kültür anıtlarının halka açık mülkiyet olarak muhafaza edilmesini istemiyorlar. Fakat önerdiğimiz metinlere Genel Kurulda her milletvekilinde oy istenecektir. Soru: Yasa önerinize GERB milletvekillerinden destek isteyecek misiniz? Yanıt: Milletvekillerinin hepsinden destek isteyeceğiz. Ötesi vicdan meselesidir. Soru: Dinsel işler yasa önerisi değişiklikleri hükümet ortaklığını sallamasın? Yanıt: Hükümeti yıkamaz, çünkü meclis usulü birinci ve ikinci oylama arasında yapılan tartışmalarda var olan görüş ayrılıklarını aşılma ya da asgariye indirme imkânı tanıyor. Soru: Sinod ile Başmüftülük, kültür anıtı olan mülk sahibi olma haklarını ellerinden alan önerinizle aynı görüşte olmadıklarını açık olarak beyan ediyorlar. Yanıt: Evet onlar kendi menfaatlerini savunuyor ve biz onların görüşlerini biliyoruz. Aynı zamanda Bulgar kamuoyunun, ters görüşte olan kurumların görüşlerini de biliyoruz. Soru: Metropolit Nikolay’ın, tasvip etmediği insanlarla ilgili yaptığına göre, bir aynin sonunda sizi lanetleyebileceğinden korkmuyor musunuz? Yanıt: Kutsal Sin od, Baş Müftülük, Katolik Kilise Episkop Konferansı, Yahudi Merkez Ruhani Konseyi, Ermeni Havariler Ortodoks Kilisesi ve Birleşik Evangelist Kiliselerin temsilcileriyle görüşmelerimizde uyum sağlama isteğimizi açıkladık. Bir de kendilerine yasa önerilerimiz görüşülürken aldığımız eleştiriler ve onaylamayanların görüşleri üstüne fikirlerimizi ilettik. Öyle ki, bu kurumlar, ülkedeki gerginlik ve Bulgar kamuoyundaki korkular üstüne bilgi sahibidir. Karşılıklı anlayış nokrasında buluşacağımızı umut ediyoruz. Not: Dini İşler Komisyon Başkanı Plamen Simyonov kimdir? Simyonov Karlovo şehri eski Belediye Başkanıdır.


Makale ve Analizler - 2014

101

Dalga Dalga

Neriman Eralp-10.Mart.2014

Fransız klasiklerin babası Balzac romanlarını yazarken sık sık ağılıyormuş. Soranlara: - “En sevdiğim kahramanlardan birisi öldü. Hâlbuki onu doğurup yetiştirince ne kadar zahmet çekmiştim”, cevabını veriyormuş. - “Kahramanı yaratan şekillendiren sen değimlisin? O kadar seviyordun da neden öldürdün”, diye takılanlarında, verdiği cevap şu oluyormuş: - “Yok, ben öldürmedim, olayların akışı öldürdü kahramanımı”, diye ağlamaya devam ediyormuş. Bizim hayatımız da dalga, dalga. Bir yandan yeni doğarken, bir şey yaratırken sevinip gülüyoruz, aynı zamanda ölüp gidenin ardından matem tutup üzülüyoruz. Her gün her yerde yeni olan bin bir güçlük içinde doğarken, aynı çilelerin bir başka biçiminde zamanı dolan giderek gözlerini yumup aramızdan ayrılıyor. Yine aynı zaman içinde yeni olan günleri dolanın yerini alıyor. Dünya kesintisiz bir süreç yaşıyor. Tüm bu kesintisizliğin içinde, yeni olan gidenden üstündür sözleri baştan aşağı saçmalık. Geçerli olan “gelen gideni aratır” sentezinde gizlidir. Balzac’ın son kahramanları birincilerden daha mı üstündü? Olamaz. Bilinmeyen bir şey varsa, o da, onun her biri için ne kadar ağıladığıdır. Yoksa hep hepsi için mi ağılıyordu! Milli bilince tırmanışı, uyanış sürecimizi, kimliğimizin biçimlenerek gelişmesini ve olgunlaşmasını ele alalım. Ne kadar çok zaman geçmesi gerekmişti. İçimizde kahraman yaratmak, onu dışarıda bir örnekle beslemek, eski bir zaman kesiminde yaşamış bir kahramanı günümüze dikip baş tacı etmek, emsalini kitaplarda bulduğumuz kahramanı şimdiki hayatımıza orta direk yapmak, bunlar çok zor işler, hatta imkânsızdır. Hele birisi önerdi diye hayatını ona bağlamak. Sayı Ahmet Doğan’ı kim önermişti. Bilen yok. Bunlar çok tehlikeli işlerdir. Örneğin, Doğan’dan ayrıldı diye, Kasım Dala ümit bağlayanlar oldu. Keşke ümitlenmeselerdi. Boş olduğu görüldü. Bu kahramanları yaratanların ağlama zamanıdır. Kimse ağlamıyor, çünkü zamanı dolanlar hapishanelerde otelde gibi yaşamışlar. Her “kahramanın” kendi zamanı vardır. Kimileri zamansız kahramanlardır. Yirminci yüz yılda Bulgaristanlı Türklerin kahramanları soykırım ve kültürümüzün yok edilmesine karşı mücadelede yetişti. Mücadelemizin ne özünü ne de biçimini bilmeyenler de “kahraman” oldu. Adettendir, düğüne gelen


102

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

misafirdir. “Hoş Geldiniz,” denir. Kahve ikram edilir. Yemek verilir. Fakat hoşgörü yalnız bizdedir. Tek uluslu bir Bulgar devleti oluşturmak isteyenlerin son hedefini göremeyenler mahpustan sonra başımıza bilirkişi kesildi. Karpuz ile kavun bile aynı tarlada sürünerek yetişir ama birbirinin aynı değildir. Rengi başka, kokusu başka, tadı başkadır. Bunu biliyoruz deyenler, karışmazlar, karıştırılamazlar, zorla tozlaştırılsalar bile insanların ağzından çıkan söz “tadı kabak gibi” olur. Adamın başka eşeği olmadığında, topal eşeğe bel bağladığı gibi, biz de kabak kafalılara inanmak zorunda kaldık. Anlatanlar anlattılar da, bunu anlamayanlar anlayamadılar. Bir nimet olarak, karpuz karpuz kalmak, kavun da kavun kalmak ister deyenler, ne kadar çok çile çekti, kökleri, çiçekleri, yaprakları ayakaltına alında çiğnendi. Ve biz o zaman bu zaman, dünyayı, kapuzla kavunla, çiçekler, kuşlar ve ağaçlarla anlatmaya devam ediyoruz, çünkü varlıklara anlatıma ilişkin yasal yasak yoktur. İnancıma göre, karpuz kalmak isteyen karpuz ve kavun kalmak isteyen kavun kalpsiz değildir. İkisi de kimliklerini koruduğu için sevilir. Onları birbirine katıp ikiden bir, dörtten iki yapmak isteyenler, onları kıskananlardır. Güzeli sevmemek için kalpsiz, çeşitlilikten ilham almamak için ise, aşırı kıskanç, egoist olmak gerekir. Hem kıskançlık, hem kalpsizlik, hem hainlik insanda doğuştan karakter çizgisi midir?, diye sorsanız, Balzac ne cevabı verirdi? - Kıskançlığı da, kalpsizliği de, hainliği de yaratan olayların akışıdır mı diyecekti. Öyleyse bütün hastaneleri yıkalım, iyi yürekli, çok asil, yüksek alınlı, lüle saçlı, mavi gözlü yeni kahramanlar dünyaya gelsin diye kadınlar doğumu bahar aylarında tüm çiçeklerin açtığı çayırlarda yapsın. Dünyaya yeni gelen gözünü ilk açtığında mavi gökyüzünde gülümseyen bereket yüklü bulutlar görsün, sevgilisini sohbete çağıran bülbüller işitsin, ciğerlerinde ekin tarlalarında başaklarla oynaştıktan sonra hafifçe esen umut rüzgarı dolsun, birbirini kovalarken kelebekler saçlarına lüle lüle tasarımlar çizsin.... Ne dersiniz? Zamanla, “çamurda doğduk, bataktan çıkamadık” sözleri de unutulur. Birbirlerine nöbet teslim edenler kötülüklerden söz etmezler. Zaten bahar mevsiminin gelişini doğada hep tüm canlıların uyanması, çiçeklerin açmasıyla simgeliyoruz. Biz gibi etnik toplulukların bahar mevsimi neden gelmesin? Neden tüm azınlıklar da çiçeğe durmasın! Türkler tüm cezaevi hücrelerini istila ettikleri zaman, dünyada tüm çiçekler çiçeğe durmamış mıydı! Örs ile çekiç arasında sertleşmek, bahar çiçeklerinden en güzel buketi derlemek için mutlaka çile çekmek mi gerek. Çiçeklerin geniyle oynanması, dağların taşların güzelliklerini seralara hapsetmek, şırıldayarak akan o kadar çok berrak su


Makale ve Analizler - 2014

103

varken, güzellik simgelerini yalnız ilaçlı suyla beslemek mi gerekir!. Bugünkü hainler genleri bozuk politikacılar değil di? Onların Balzac’ın roman kahramanları gibi ölse de doya doya ağlasak... Düşünen Türk aydınlarını “daha iyi adam yapmak” için izleyip ihbar edenler kadar, çiçeklerin güzelliğini “daha güzel yapmak” için onları “seralara” kapayanlara da içten içe kızıyorum. Ahmet Doğan Pazarcık hapsinde Türk mahkûmlara yıl boyu her cumartesi Şükrü Tahirov”un “Gerçek” kitabını anlattı. Dinlemek zorunda olanlara “Türklerin Bulgar, ama bir de Bulgarların da Türk” olduğunu söyleseydi, ama söylemedi. Dinleyenler, karpuz kavunsa, kavun da karpuzdur, deye düşünürken, akıllarında “paçayı kurtarmak” vardı. Dün, 8 Mart Uluslar arası Kadınlar günüydü. Kız arkadaşımla çiçekçi gezdik. Bayram günü çiçekçilerin önü ardı, etrafları çok çiçekli oluyor ya. Böyle bir güzelliği İstanbul’da dahi her an yaşamak olanaklı değil. Çiçek sevenlerin bayramı. Çiçekler gözlerimi okşuyor, bir parfümeride gibiyiz, her demedin gönül okşayan özelliği farklı. Bakındım da, beyaz gül göremedim. Sordum, “yok” dediler. En çok beyaz gül severim. Dünyada yüzlerce beyaza çalar bulmuşlar da, şu beyazın ne pastelini, ne başka bir ince renk ayarı bulamamışlar. Sarıya ya da ala çalanı, bembeyazı arattır bana. Kendini sordurur.Renklerin birinde olmayan bir bambaşkalıktır o. - “Neden yok beyaz gülünüz?” diye sordum, çiçekçi kıza. - “Beyazın geni ile oynanırken özü bozulmuş, tam beyaz gelmiyor artık”, diye cevap verdi ve ekledi: “Şu Gönül Çelen” filmi var ya, ondan sonra “Çingene sarısı” moda oldu, elindeki sarı gülü bana uzatarak, buyurun bayanım, bayram hediyem olsun, dedi. Aklım beyazda, anneannemin bürgüsü, anamın süttü, komşuların yaptığı “beyaz helva” gibi, ak pak beyazda. Yok işte, ölmüş. Balzac kahramanı öldüğünde ağılıyorsa, ben de “beyaz gülün” pazardan, çiçekçilerden çekilişine ağlamak istiyorum. Şhakespeare, anlaşılan hepimizden akıllıymış, gevezenin gevezesi kahramanlar yaratırken, 800 sene önce olmuş bitmiş olayları süslü püslü nakışlarken, istediği renkleri kendi seçmiş. Başkaları tarafından canlandırıldıkça yaşıyorlar. Beyaz gül olsalar koklanacaklar. Oysa hepsi yaşayıp ölmüş, arkalarından ağlayanlar da ölmüş ve onların ardından ağlayanlar da. Bizde bir şey bitmiyor, Bulgar kadınlar kabirlere rakı şarap, börek köfte taşıyor. Çingeneler tıka basa yiyip dönmemek üzere gidenlerin ruhunu besliyorlar. Balzac öyle değil tabii. Romanlarını yazarken, “beyaz saksı, kırmızı saksı” oyunu oynuyordu. Pencereye beyaz açmış saksı koyduğunda, karşı pencereden


104

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

onu izleyen “gönül eğlencisine”, “aman şimdi gelme, çok işim var, kahramanlarım sevişiyor” haberi iletiyordu. Cama kırmızı saksı çıktığında, “yanıyorum, gel söndür ateşimi” diyordu. Dünya işleri. Sevgi işleri renklerle anlatılırken gönle hoş geliyor. Bu, saksı değişti meselesinden öte, yaşamış olan ve yaşamaya devam eden kahramanları anlatabilmek için kullanılan iki simgedir. Şhakespeare, bir çiçekle, iki çiçekle değil, güller ozanı Ali Baba gibi bahçe bahçe gülle bile tatmin olmamıştır. Şetlanda vadilerinde en güzel çiçek kilimleri üzerinde ay ışığında olup bitenleri sevgilisini beklerken oya öğren bir kız sabrıyla yazmış ve anlatmıştır. O, Balzac gibi, kahramanlarını başkalarından çalmadan hep kendi yaratmış ama öldüler diye arkalarından gözyaşı dökmemiştir, çünkü tarih katlarına sıkışmış çağların içinde onları bulup, rafa dizili kitaplardan birini alır gibi, çekip alırken, bir doktorun hiçbir zaman yapamadığını yapmıştır. Can verdiği ölüleri kahraman yapıp eserlerinde yaşatmıştır. Biz önce sahte kahramanlarla hakiki kahramanları birbirinden ayırma işini bitiremedik. Bildiklerini anlatmayanların hepsinden kuşkulanıyorum. Sofya hapishanesinde Türkler ölüm hücrelerini istila etmişlerdi. Birinden çıt çıkmadı. 1985’te bu cezaevinde Türk asıllı siyasi mahkûmlar yüzleri aşmıştı. Politik bilinci olmayan politik mahkûm olamaz diyeceğim ama nedense diyemiyorum. Çeken daha da bilinçlenir. En nihayet ırkçılık körüklendiği sürece bu ülkede Türk azınlığın sorunları kanamaya devam edecektir. Bugün mücadele alanında olanlar mahpuslarda bilinçlenen kadrolar değil. Ahmet ile Kasım hepsinden üstün çıktı, hepsini ektiler. İnsansız kalmak kahramanlıksa ikisi de kahramandırlar. Ömürlerinde camiye gitmeyen, mihver görmemiş bu “kahramanlar” şimdi ikisi de minare gölgesinde demlenmek hevesindedir. Hepsinin ekmeği meclis fırınında pişiyor. 1989 öncesi ve 1990’dan sonra birbirine omuz verenlerin aynı kuyuya su taşıdığına inanmayan kalmadı. Şimdi Ahmet-Lütfü çetesi Batı Rodoplar’da ve Deliorman’da öğretmenlerle öteki aydınlar sıkıştırıyor. Kasim Dal dilini yutmuş bakıyor. Baksa da görmek istemiyor. Görmek işine gelmiyor. Hırsız hırsızın, hain hainin sırdaşıdır. Bu sözlerinde gerçek arayanlar çoğalıyor. Vuranla tekmeleyen aynı yolun yolcusudur. En kötü şey nedir biliyor musunuz? Çiçek misaline dönersek, en kötü olan, yeşil denizi içinde çayırın bir köşeciğinde, tam başını kaldırıp yaprak açarken, tam arılar kanatlarına kondu konacak onu rüzgârdan önce sevmek isterken, bütün çayırı kendinin sayan ama ne tapusu ne senedi olan biri gelip ayağındaki çamuru silinmemiş köylü ayakkabısıyla, herkes için kör olan ve nereye çıkacağı belli olmayan bir yolda bir adımcık ilerlemek için, üzerinize hayvan gibi bastığı anda yaşadığınızdır. Kötü olan ezilmendir, yetmedi, sülalenin yok edilmesidir. Örneğin vaktiyle Şükrü Tahir’in Ahmet Şerif Şerefli hakkında “o şiir kitabında


Makale ve Analizler - 2014

105

ay yıldızlı Türk bayrağı dalgalandırıyor, siz ise, uyuyun!” ihbarında bulunduğu an gibi. Kişisel inancıma göre, çiçekler kendiliğinden açmaz. Doğa onları hayata çağırdığında taşırlar toprak altından toprak üzerine güzelliklerini. Serpilip açan güzellikler ters okunduğunda kahramanlar ölmez, öldürülür. Hainlik noktası bir ihbarla insanı, güzelliği öldürmede düğümlenir. Çünkü o hayatın bittiği noktadır. Tozlaşamayan çiçek tohum bağlayamaz. O vir dava eriyse, onun için bir çile dolu hayat başlar ve bu tırmanışın son noktası bir kurşunla devrilmek, dar ağıcında sallanmak veya hücrede çürümektir. Balzac’ın ağlayarak uğurladığı kahramanı, bizi deli etmiş olan bir sürünmenin ancak başlangıcıdır. Bu kahramanı biz yazmaya çalışıyoruz ama henüz yazamadık. Bu bir bakıma, Balzac’ın cama yamanmış ve kırmızı çiçekli saksıyla işaret bekleyen kıza, “dur şimdi, bekle” ifadesi gibi bir şey ve beyaz açmış saksı göstermesinden çok fecidir. Toplumda bu “sen değil, ben olayım” hırsından doğan sonu olmayan bir kavgadır ve bu acımasız çatışmada ezilenler mi, açmadan yolunan goncalar mı, kırılan umutlar mı, sürgünler mi, hapisler mi, vatandan kovulmalar mı, ne istersen bol bol var. Var da var. Bu bakıma Shakespeare bir az dağa çoğulcu, “nerde çokluk, orda bolluk”, “birinden birine, illaki birinden bir şey olur” umuduyla yazmış çizmiş. Şanslı olacak, insanlar erişemediği meyveleri hep tatlı sanıp ağız sulandırdığı gibi, o da tarihin derinliklerinde kimsenin cesaret edip inemediği derinliklerden incileri birer birer çıkarmış, gün ışığına sererken, romantik çizgilerle ay ışığında Şetlant çayırlarını anlaşmıştır. Biz yitirdiklerimizin hep cennete gittiklerine inandığımızdan, arkadan pek fazla ağlayıp sızlayan bir millet değiliz. Hayatımız zaten dalga dalga, kâh alçalıyor, kâh yükseliyoruz, şöyle böyle bir sebeple yükselemesek de, dibe çökerken de hareket zevki yaşadığımızdan, hep hareket halinde olmanın sefasını beraberce yaşıyoruz. Bu, dünya dönerken hareket ettiğimizi fark edemediğimiz gibi bir şey. Bir de hem kendi eksenimiz etrafında hem de güneşin etrafında dönüyormuşuz ki, bu iki hareketi şimdilik birbirinden ayırmak, halen bizim işimiz değil. Beni düşündüren başka bir incelik var. Eski ortamlarda bir insanın ilerleyebilmesi için asla ayırım yapmadan birinin üzerine basıp onu yalnız hafifçe ezmesi yetmiyordu. Makine harekete geçtiğinde suyunun suyu çıkanlar bilir, bu işler şimdi de öylemidir dersiniz, yoksa çiçekler seralara girdiğine ve sera içinde asfalt patikacıklardan yüründüğüne göre, yenidünyanın güzellikleri birbirini ezmeden yaşamayı becerebiliyor mu! Genleri değiştirilince hepsi tamamen yok olma korkusu içinde yaşadığından belki her şey birbirlerine bir az daha bağlanmıştır. İnanamıyorum. Bu kadar gaddarlık olur mu? Baksanıza, tezgâhtaki güller pazarın kraliçesi ben olayım hırsıyla


106

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

en sevdiğim beyaz gülümü çöpe atıp unutmuşlar. Ben aramasam, ne arayan ne soran var. Beyaz gül benim temizlik ve dürüstlük simgemdir. Kıstas değişti mi? Temizin temizi, pakın pakı, beyazın pür beyazı, tüm renklerin esası sertifikasını hangi renk aldı? Faşizan gençler kahverengiyi, kimileri de karayı seçtiler. Tarihi karıştırıp, renk arayanlar çoğalıyor. Onlarınki de pek kolay değil, çünkü kahverengi ile kara dürüstlük ve şerefli olma kıstası olsa, temel renk olurdu, uydurma renkler oldukları için, artık bir defa tarih çöplüğüne gömüldüler! Benim kahramanlar kahramanım, güzeller güzelim, ak pak beyazım... Sen öldün de, ne kimse iki satır yazdı, ne mevlidin okundu, ne de mezarına taş dikildi. Keşke seni yaratan Balzac olsaydı. Hem ağalar hem de klasik birkaç cilt daha yazardı. Sorum şudur. Acaba karşı pencerede bekleyen kız o zaman ne yapacaktı? Bundan böyle beyaz yerine şeffaflık kıstası kirli beyaz mı oldu? Kirli beyaz aşk sinyali olabilir mi? İşin yoksa düşün! Ama nereye kadar! Her şey dalga dalga.

“E” Kavgası

BGSAM-11.Mart.2014

Kendilerine verilen formlar İngilizceydi. Doldurtmak için tercüme bürosuna gittiler. Sonunda onlardan istenen doğru dürüst, okunaklı, fazla bastırmadan, kâğıt hırpalamadan atacakları bir tek imzaydı. Hepsinin elinde cebinde eğri bürü de olsa imza vardı. - “Nasıl doldurdun kızım,” diye sorduklarında, çevirmen kız başını kaldırmadan hep aynı cevabı, aynı tonla ve aynı inandırıcılıkla veriyordu: - “Emigrant.” Bu şekil verilen bir cevabın, soranın yüzünde uyandırdığı yankıyı peşin bildiğinden olacak, sağ elini uzatarak, parmakları arasına sıkıştırdığı tükenmezin sivri ucuyla “Vezne”ye işaret ederek, ses tonunun en otoriter ifadesiyle: - “Git, 50 leva öde ve geri gel!,” demesi beklenirken, müşterisi olan Çingene karısına, adı Bulgar adı olmasına karşın, ve şu ana kadar ona çarşıda pazarda, yolda sokakta nerede görürse görsün hitap etmesi gerekse asla kullanmayacağı bir ses tonuyla: - “Lütfen parayı kasaya ödedikten sonra geri geliniz!” dediğinde, sanki “Bu gidişle belki Almanya’da sosyal sigortalı olabilirsen, nasıl olsa birazdan


Makale ve Analizler - 2014

107

biraza birazcık değişirsen, hürmetin ne olduğunu azar azar da olsa, tatmaya başlayacaksındır.” - “İlk lokmayı benden al ve diğer yolcuları da bana gönder de paralarını alayım,” der gibi havalara giriyordu. Çevirdiği hayal dolaplarını, bir ben bir de sen bilsen, yeter be kızım havalarına giren Çingene karısı ise, birbirine doladığı elleri davul gibi yuvarlak göbeğinin üstünde, bura bura bir sigara haline getirdiği paraları açmaya çalışırken, kimse görmeden, 50 yerine 60 uzatırken, - “Aman, ne yapılacaksa sen düzeltiver! Ben bir şeyler karıştırırım, şu günlere elim biraz uğursuz!” dedi ve - “İstedikleri gibi yaptınsa, başına sonuna, yüzüne tersine birkaç mühür daha vur da, olacağı varsa, olsun” diye ekledi. Eli kalemli kız, paraları aldı, açtı, buruşuklarını düzlerken - Sen bir “emigrantsın” unutma “migrant” değil, “emigrantsın” bu sözü ezberle, seni sorguya çekerlerse şöyle konuşacaksın: - Yıllardır işsizim, eskiden dokumacıydım, çalışırdım. Fabrika kapandı. Elektriğimi ödeyemiyorum. Hiçbir gelirim yok. Çocuklarım alıp başını gitti. Nerede olduklarını bilmiyorum. Parasızım. Sığınmaya geldim. Kadına nasıl hareket edeceğini, ne söyleyeceğini usulca, kandırır gibi, aman şu işi yap da senden de kurtulalım, der gibi, anlatıyordu. - “Sakın geri dönme! Bütün umudumuz sensin!” diyor gibiydi. Evrak işleri ince işti. Fransız kolejini bitirenler, ilk formlarda yanlış yapmışlardı. - “Gidip gelirsin be, orada kalacak halin yok ya, samimiyetine düşmüşler ve memleket insansız kalırsa korkusuna kapılarak, forumlara “emigrant” yerine “migrant” yazmışlar ve işte olan o zaman olmuştu. Gel gör sen Çingene kavgalarını...” Forumları Avrupa ülkelerinden getirip 5 levadan satan, gidip gelenlerden biriydi. - Almanya’ya indiklerinde uçak alanından el kol sallayarak çıksalar da gidecekleri ilk yer “Polizeiamt” (Polis Amirliği) ve ardından “Arbeitsamt” (İş ve İşçi Bulma Kurumu) kapısı olduğunu bilmiyorlardı. İmzalı ve mühürlü formları oralara kadar valizde, torbada, el çantasında değil, koynunda götürmüştü. Polis gişesinden içeri uzattığında, bakan bile olmadı. Al yanaklı, sarışın Alman bayan polis poşetten çıkarmadan, aldığı gibi çöp kutusuna attı. Eliyle başka bir forum uzattı ve soğuk bir sesle - “Lütfen bunları doldurun!”, dedi.


108

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Onların dili de dil mi? İçinde ne Bulgarcadan ve Türkçeden çalınmış iki kelime yok! Almanların yabancılar şubesindekilerin Fransız ve İngilizce ile araları açık olduğundan, ne “migretion” ne de “emigretion” formları dikiş tutmadı. Birkaç dakikada gişe etrafında büyükçe bir grup oluşturan bizim Çingenelerin hepsinin elinde Almanca doldurulması gereken boş formlar belirdi. Sözde herkes birbirinden saklı evrak topluyor, form doldurtuyor da, buraya gelince geçilecek ırmak aynı olduğundan, onlar birer ikişer paçaları sıvarken, hepsinin ayakaltlarının beyaz olduğu göründü. Bizim Çingeneler kendileri kavrulmuş buğday renginde olsalar da, ayaklarının altı bembeyazdır. Diyeceksin ki, vaktiyle onlar topluca bizim oralara gelirken, Mısır’dan geçmişler, çöllerden o geçiş bu geçiş, sarı kum onların ayakaltlarındaki deri renginin kabını soyup almış ve o deri bir daha kap tutsa da, renk alamamış. O zamanlar, Nil Irmağının yayıla bayıla Akdeniz’e karışmaya hazırlandığı bir yalıda, şimdi buralara gelip Almanlardan mağduriyetten sığınma hakkı isteyerek sosyal emeklilik alma hesapları yapan bizim Çingenelerin karşısına gökten inip dikilen Çingene Tanrısı dile gelmiş ve - “Yapmayın etmeyin, gitmeyin, bu kıtada kalın! Geçmeyin bu denizi! Size toprak hakkı tanıyayım! Güneş ne kadar onlarınsa, o kadar da sizin. Ağaç diker, gölgeniz olur!” demiş. Demiş ama dinleyeni olmamış. - “Bize dilenme hakkı tanı, yeter de artar!” demişler ve başka bir şeycik istememişler. Ogün bu gün bu hakları hep bakidir. Gözleri ve elleri hep hazıra açık olduğundan, boş form kâğıtlarıyla ne yapacaklarını bilmeyen bu kalabalığı buralarda süründüren, kutsal saydıkları işte bu, hiçbir devletin kanunlarına girmemiş olan, ebedi sandıkları haktır. Ve o Hak öyle bir şey ki, her doğan Çingeneyle doğuyor, ada öteki dünyaya göç edenlerle gitmiyor, ne yapıp yapıp burada kalıyor. Genel geçerli bir kuralla yaşamaya devam ediyor: “İsteyen bir dilenci, vermeyen iki!” Yut zokayı yutabilirsen! Kurtar paçayı kurtarabilirsen... Bizden 10 bin, Romanya’dan 35 bin Çingene tarafından istila edilen Almanya’da “Polisamt” ile “Sosialamt” arasında işsizlik, açlık ve sefalet yüzünden sığınma hakkı ve sosyal emeklilik talep eden evraklar taşırken, Avrupa Birliği Parlamentosu Liberaller Grup Başkanı Hans Lansdorf’a Brüksel dar gelmiş ve Sofya’ya indi. Sofya’da yeni AB SARAYI açıldı. Hemen ilk konferans çağrıldı: Konusu: Almanya’daki emigrantların durumu.


Makale ve Analizler - 2014

109

Başbakan yardımcısı Daniela Bobeva’dan, Etnik ve Demografi Sorunlarında Yardımlaşma Konseyi Sekreteri Rositsa İvanova, AB Komiseri olarak önerilen, eski dış işleri bakanı Pasi’nin yeni eşi Gergana Pasi, AB ülkeleri Büyükelçileri, Bulgar erkânı, hatta Onur ve Özgürlükler Partisi Başkan Korman İsmailov ve yalnız bir Çingene, yazar ve şair, kaleme keskin gazeteci Georgi Paruşev davetliler arasındaydı. HÖH’cüler, yani bizim Liberaller, bu gibi konferanslara katılacak kadar küçük düşmediler. Bulgaristan Pazar Ekonomisi Enstitüsü’nden Krasen Stançev, ana raporu sundu. Ülkemizde Çingene sorununun çoooooktaaaan çözüldüğünü, 100 yıldan beri sayılarının heeeep 340 bin olduğuna hatırlatır gibi işaret etti. Hepsinin özel programlarla eğitildiklerini, iş bulabilirlerse çalıştıklarını söyledi. Birçok yerde 2, bazı yerlerde 3 kuşak işsiz Çingene kat unları olduğuna değinmeye gerek görmedi. Son 25 yılda Bulgar nüfusun azalma eğilimini gemleyici formül arandığını ve artık bulunduğunu müjdeledi. Bulgar Bilimler Akademisi bu sorunu da başarıyla çözmüştür. Artık 2 çocuk doğuran yüksek öğrenimli genç Bulgar ailelere büyük parasal yardımlar yapılacak. 3 çocuk doğuran üniversite mezunu olan genç Bulgar Bayanlara anne yardımlarıyla birlikte tatmin edici emekli maaşı da verilecek. Genç Çingeneler arasında yüksek öğrenimli oranı sıfırın altında sıfır olduğundan bu yardımlardan faydalanamayacaklar. Ama zarar yok. Zaten gözleri dışarıdadır. Gidiyorlar. Şimdi sayıları birden bire 340 bin çıtasının altına düşerse, kime nasıl hesap verilecek, bu henüz tespit edilmemiş. Ödenecek paralara kaynak da bulunmuş. Emekli maaşları yalnız 15 yıl ödenecekmiş. O günden öte herkes cennet kapısını kendi arasın!!! İşte böyle çok ilginç bir rapor dinlendi. İyi ki sunum çevirili idi de, 28 devletten 28 Büyük Elçinin hepsine kendi dillerine ayrı tercüme mi edildi, yoksa hepsine tek dilde mi dinletildi, pek anlaşılmadı. Çünkü bana verilen çeviri aracı, dinletme değil, dinleme ayarında olduğu için, ben sustum o da sustu. Salon çok huzurluydu. Belki de bütün araçların ayarı tersti. Eğer çeviri İngilizce yerine, en önemli konuk olan Avrupa Liberallerinin vekiller şefi Alman asıllı Hans Lansdorf olduğundan, ona saygı ifadesi olarak, rapor Almancaya tercüme edildiyse, anlatılanlardan pek bir şey anlaşılmamış olabilir. Çünkü raporda anlatılanların özünde, anlaşılır bir dille anlatılması gereken iki kelime vardı: Bunlardan biri “migration” ikincisi de “emigration.” İkisi arasındaki fark çok büyük olduğundan karışıklık da olabiliyor. Örneğin biz Suriye’den “migrasyon” (göç) aldık, ama çalıştırmadan besliyoruz. Bizim Çingenelerin ellerindeki kırmızı pasaportlar onlara “migration” yani iş için, gezi için vatandaşlık aramama şartıyla göç etme hakkı tanıyor. Bulgaristanlı biri gidip oralarda iş bulabilirse “konuk işçi gibi” çalışabilir, gençse okuya-


110

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

bilir, seyahat edebilir, tatil yapabilir. Fakat “emigration” hakkı yoktur. Yani Bulgaristan ve AB vatandaşı olarak, Almanya’dan Alman vatandaşlığı, ardından da sosyal yardımla yaşama hakkı talep edemez. Evlilik halleri istisnadır tabii. Almanya’ya gidip de, “Bulgaristan’da hayat yok, iş yok, insan haklarına saygı yok, doğal haklarımızdan bile mahrumuz. Çingene alfabesini öğrendik ama okuyamıyoruz, okumayı sökenler yazamıyor, Çingene dilinde rakamlar eksik, çok olduklarından gelirken getirmemişiz, Bulgar rakamlarını kullanıyoruz, bizden kira isteyecekler giye korkuyoruz. Bize politik mülteci, siyasi göçmen hakkı tanıyın, bizi sosyal yardıma bağlayın da, bu derlerimizden kurtulalım, deme hakları yok. Olacak iş mi? Bu çok eksik bir yasal durumdur. Çingeneler, dertleri anlatırken, biz bize laf arasında, isterseniz siz bize sosyal yardımlarla yaşama hakkı tanıyın, işlerinizi karıştırmamak manasında, bizi çalışma hakkımızdan men edebilirsiniz, hırsızlık ile dilenmek zaten işten sayılmadığından biz zanaatımıza devam edelim, demişler. Demişler demesine de, düşüne biliyor musunuz? Koskocaman birleşik Almanya’da doğru dürüst Çingenece bilen bir tercüman bulanamamış. Öz vatanları olmadığından olacak, AB ülkelerine dağılmış Çingeneler 28 lehçede konuştuklarından ve hiç olmazsa rakamları yani saati, tarihi, yılları, asırları, paraları, ölüp kalanların sayısını herkesin anlatacağı bir şekilde ifade eden bir edebiyat dilleri de olmadığından, bu önemli sorun da hala çözüm bekliyormuş. Fransa’da Sorbona Üniversitesinde Çingene Kültürü Fakültesi açılmış, Çingenece de öğretiyormuş, ama verdiği diplomaların altında, Çingene ortamında kullanılamaz yazıyormuş. Besbelli Çingenelerin kafasının karışmasından korkanlar var. Bu dil karışıklığından olacak şu “emigratiyon” işinde “E” harfini fazla bulanlar işin içine su kaçırıyor. Al sen şimdi, Bulgaristan, Romanya tercüme bürolarında “emigrasyon” talep ediyorum diye tapu gibi evrak hazırlat, imzalı, mühürlü ve sonunda koskoca Almancada “emigration” sözü yokmuş, yerine “Asyl” kullanılıyormuş. Çingenelerin hepsi “Asyl” hakkı istediklerinden kolektif hak oluyormuş, sosyal yardım işi bireysel kanunlara göre ayarlandığındansa, Çingenelere böyle bir ortak hak tanınması yasalara, anayasaya ve daha ne gibi yazılmış yasa varsa hepsine karşıymış, zaten Çingeneler yasal hak değil, paracık istediklerinden, sosyal tezat belirmiş. Sofya toplantısında, bu işe açıklık getiren Çingene yazar, şair ve keskin kalemli gazeteci G. Paruşev oldu. Onun anlattıklarını Çingeneler zaten bildiğinden olacak, toplantıda ondan başka Çingene yoktu ve katılımcılar Çingenelerin bildiklerinden bazı şeyleri öğrenmiş oldular. Paruşev konuşmasına en büyüklerin üstadı sayılan Bulgar şair Boris Hristov’tan bir dörtlükle başladı: “Aldattılar seni,


Makale ve Analizler - 2014

111

Başka birinin mezarı başında ağılıyorsun. Kaldırmış bıçağını, Yakınında olana, baksana! Öldürecek seni” Salon karanlık olduğundan Çingene şairin ne demek istediğini anlamak isteyenler öteye beriye bakınsa da, pek bir şey göremediler. Paruşev’e göre anlaşılmayan birkaç nokta vardı. Bir yalnız para sayan bir adam başka bir şey düşünemezdi. İki, günde altı defa yemek yiyen bir almanla günde bir defa atiştiran bir Bulgar Çingenesi eşit haklı değildi. Üç, Yaşanan etnik sorunlar da, sosyal ortama ait olmaktan kaynaklanmıyordu. Dört, Bulgaristan’dan son göçler yalnız ekonomik nedenle değil, politik nedenle de artıyordu. En fazla çiğnenen yaya yolları değil, insan haklarıydı. Beş, İnsanların toplum ve devlet karşısında üstlendikleri yükümlülüklerini yerine getirebilmeleri için, onlara demokratik hakların tanınmalıdır. Altı, Vatandaş olmak, Anayasal engel olmadığı sürece eşit haklı olmak anlamına gelir. Altı. Almanya’ya göç eden Çingeneler aç kalırsa, Almanya’nın güvenliği için tehlike yaratabilir. Paruşev’i en dikkatle dinleyen konuk Hans Landsdorf oldu. O, durumun vaziyetine şaştı kaldı. Ve bir “E” harfinin bu kadar iş karıştıracağı kimin aklına gelirdi!

Cezası 2000 Leva

Dr. Nedim Birinci-12.Mart.2014

Hak ve Özgürlükler Hareketi Genel Başkanı Lütfü Mestan Kırcaali “Vızrojdentsi” seçim mitinginde ana dilinde konuştun diye kesilen fişin Sofya’da Mahkemesinde gereği görüldü. Cezası: 2 bin leva.


112

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İşler böyle, ister ödesin, ister yastığının altına koysun ve beraberce yatsınlar, isterse girip birkaç ay yatsın!. Her şey bu kadar basit. Özgürdür. İstediğini seçebilir. Hak ve Özgürlükçü olduğu için bizim Lütfü’ ye özgürce seçme hakkı artık tanındı. Ben, bu HÖH yönetim ekibinin hiç birine inanmadığımdan dolayı bu işin içinde bir iş mi var diye düşünmeye başladım. Mahkeme kararı, sosyalistlerin önerisi olan “ana dilde seçim propagandası yapmak yasaktır” kararının onaylandığı gün, öğleden sonra saat 16.59’da almış. Yargıç biliyor tabii, “ana dili konuşmayı yasaklayan” bir kanuna dayanmadan vereceği cezanın başını yiyebileceğini. Şöyle ki, iş satının sonunda zar zor yetiştirmiş ve yazılmasını birkaç gün erteleyip, “bu işi de bitirdik” kutlamalarına şerefle katılmak için milletvekilleriyle birlikte tatile çıkmış. Bir taşla birkaç kuş vurmak Bulgar’da adettendir. Bir defa, bu kararla Bulgar kendini yine toleranslı göstermeyi başardı. Lütfü Mestan hakkında “en iyi Bulgarca konuşan milletvekili” dedi. Dilimizi istediğiz kadar konuşun kıskanmıyoruz, demek istedi. Yani adamlar bu konuda cömert. İki, Türk ana anadili Bulgarca olan doğurabilir tezini kanıtladı. Üç, dert ve istekleri bitmiyor. Bize yeni masraf yaptırmayın diyorlar. Şu “ana dil” konusunda eski borcunuz var diyorlar. Neymiş o demeyin! 1984 1989 yılları arasında “Türkçe konuşanları cezalandırma fişleri kesmişler” rejim değişir, hesap değişmez, o fişler için yapılan masraf ödenmeden kalmışmış. Hani bilirsiniz bir masal vardır: Yaşlılar, meyhaneye gitmişler. Emekli maaşları az olduğundan iştahları olsa da kendilerini salamadıklarını gören garson yanlarına yaklaşarak, bir şeyler seçmeleri için ellerine verilen menüyü usulca toplamış ve şöyle demiş: - “Söyleyin canınızın çektiğini. Rahat olun. Kasmayın kendinizi. Girerken kapıdaki yazıyı okumadınız mı? Bizde hesabı torunlar öder.” İyi haber tabii. Ye iç, hesabı torunlar ödeyecek. Gel keyfim gel! Canlarının çektiğini yemişler içmişler. Kalkmışlar, kapıda hoş beşten sonra, başgarson yollarını kesmiş. Yaşlılar: - “Sabırlı ol oğlum, torunlarımız ödeyecek dediniz ya”, derken, tez davranan başgarson elindeki fişi sunarken: - “Bu, sizin hesabınız değil, dedelerinizin hesabıdır”, diye eklemiş. Tabii, külah düşünce, kel görünmüş ve yaşlılar ırım kırım etseler de parayı bayılmışlar. Şu bizim Lütfü’den istenen 2 bin leva ceza da böyle bir şey. Vaktiyle bir ona bir buna yaranırken, köy ile Kırcaali arasında muhbirlik yaparken,


Makale ve Analizler - 2014

113

insanlarımızdan Türkçe topladığı gamlı dertleri, allayıp bulayıp Bulgarca satarken ödenmemiş fişlerin parasıdır bu ceza. Allah işi işte. Borçlu unutsa da, alacaklı unutmaz. “Keser sapı gibi, sağ döner sol döner, en sonunda başa döner!” Anlaşıldığı üzere, bu 2 bin leva, o zaman kesilmemiş fişler için Bulgar devletinin yaptığı masrafların hepsini kapatıyorsa, 25 yıl sonra kapanırken bu defter kapanırken, yeni yasaya göre, yeni hesap açılıp ve yeni fiş tanzim edilmez mi? Ha şimdi aklıma geldi. O zaman bu fişleri milisler kesiyordu. Şimdi köylerde ne polis ne de milis olduğundan, ceza kesmeye adam yok demeyin sakın. Son zamanda bizde, köylerde adam kalmadı da, herkes şuyum çalındı bunum çalındı, rüzgârın kırdığı camı Çingeneler kırdı, derken koparılan velvelede a) Jandarma köylerde nöbet tutacak; b) Köylerde gönüllü ekipler devriye gezecek yasaları çıktı. Şimdi bu adamlara iş bulmak lazım. Yeni fişleri jandarma ve futbol serserileri keser artık. Ne yapacağız bilmiyorum, çünkü Türkçe konuşanlar da seyreldi, yaşlılar ana dillimizi iyi biliyorlar da, aralarındaki konuşmalar fısıltılı olduğundan, pek bir şey anlaşılmıyor. Bu yasanın Çingeneler için geçerli olup olmadığına Anayasa Mahkemesi bir karar verse de biz de rahatlasak. Şahsen bana kalsa demir sıcakken dövülür misali hiç zaman kaybetmeden bir kanun daha çıkarılmalı! Türkçe dinleyenlere ceza kanunu. Lütfü 2 bin leva ödese de ne olacak! Sakalını sinek ısırdı, gibi bir şey. Lütfü’ye koymaz bu iş. Zaten herkes danışlı doğuş gibi bir şey var ortada, diyor. Bu eskiden totalitarizmde de böyle olurdu. Todor Jivkov diğerlerine gözdağı vermek için birini cezalandırır, işten atar, tutuklatır, sürgün ederdi. Bu oyun bitmedi gibi. Stanişev’in kafası hiç mi hiç basmıyor. Biz Türklere eski hamam eski tas oyunu yakıştırıyor. Lütfü’yü ağzından öptü. Jivkov da tuttuğunu yanağından değil, ağzından öperdi. Çık çıkabilirsen işin içinden. Dün Avrupa Birliği Parlamentosu “transseksual” ve “interseksual” tipler yasası kabul edilmiş. Şu iki yeni insan tipinin tam ne anlama geldiğini ben de pek anlayamadım da, Bulgaristan’da elimize verdikleri kimlikler ve pasaportlar da tamamen değişebilir, çünkü kimliklerimize “transseksual” veya “interseksual” tip olup olmadığımız işaretlenecekmiş. Ben de diyorum ki, bir iki işaret daha konsun. a) Türkçe ana dilidir, cezalandırılabilir. b) Ana dil cezasını ödemiştir. c) Ana dil cezasını ödememekte direnen tiptir. Bu işaretleme Bulgar polisinin işini çok kolaylaştıracaktır. Çünkü Bulgaristan’da bir yandan ana


114

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

dili Türkçe olup da Türkçe konuşmayan serseriler sürüsü daha da kalabalaşırken, bir de ana dili Bulgarca olup da Türkçe konuşanların meraklı grubu var, onlar da çoğalıyor. Bütün belgeler yeniden tanzim edileceğine göre, bir de anadil vergisini ödemiştir veya ödememiştir işaretlemesi yapılsın. Yasaklarla hiçbir yere varılamayacağına göre, her kes ana dil vergisini öder ve kimse kimsenin kılına dokunmaz, hem özgürlüklerimiz artar, hem bir hak daha elde etmiş oluruz, hem de Bulgar polisi tüm dünyaya bilimsel yöntemlerle çalıştığını kanıtlamış olur. Polisin yolsuzluk yaptığı kuşkuları da kalkar. İşte sana birkaç gelir kaynağı daha, ne de olsa Saraylarda yaşamanın bedeli var, ekmeden biçmeden, kim düşürmüş de biz bulalım, en kolayı masrafı halka yüklemek... Bilimsel çalışma denince aklıma bir şey geldi: Bulgar bilimler akademisinde çalışan 9 bin kişi son 15 yılda hiçbir şeycik icat edememişler. Dosyalarını açıp hepsini sokağa atsalar, ne yapar bu insancıklar diye düşündünüz mü? Polislerin hepsi otopark bekçisi oldu. Ben çöp kofası karıştıran besteciler gördüm. Ama şu profesörler var ya, yağmurdan sonra mantar misali bittiler. Herkes Profesör olsa ne olacak ki. Zaten Avrupa Birliği’nde kişi başına düşen Profesör bakımından birinci yerdeymişiz. Ama onlar bize “cahil” diyor. Cahil olmamız imkânsız. Ben her sabah işe giderken, Sofya kahvehanelerinde son santimlerini birkaç defa sayan profesörler görüyordum. Koskoca Profesör, bir kahve parasını sayarken yanlış yapıyor dedirtmek istemez de, onların derdi zaten bir şey olmak değil, birisi bana “bizim bayırlarda karaçalı dikeninden başka bir şey olmaz” dediğinde, belki de haklıydı. Son 25 yılda dünyanın hiçbir üniversitesi şu yeni Bulgar Profesörlerinden hiçbir tanesine iş vermemiş, konferans okutmamış. Birisi gitmiş, doğal insan hakları konusunda doktora tezini göstermiş. Okumuşlar ve içinde eksik bulmuşlar. “Ana dil konusunu” doğal hak olarak işle ondan sonra görüşelim demişler. Ana Bulgaristan’a dönmüş, ana dilde konuşanlara 1984 -1990 arasında 100 bin fiş kesilmiş, ama Türkler mahkemeye düşersem sudan sebepten içeri düşerim korkusundan, hep peşin ödeme yapıp bu işten sıyrıldıklarından, belge yok, iz yok. Bir de 1989’da Türkiye’ye geçerken ödedikleri fişleri Kapı Kule’de gümrükçülere verdiklerinden, sağlam bir dayanak kalmamış ve neticede adamcağız doktora tezini savunamamış. Konuya yeniden dönersek Lütfü Mestan’ın ödeyeceği, öderse tabii, 2 bin levanın vezne belgesi ile, “ana dilde propaganda yapma yasasının” gazete kupürünü Batı Profesörlerine gösterip bir “Aferin!” alabilir. Bu çok uzun bir konu olduğundan burada bitirmek istiyorum. Kuşkusuz, ana dili kolektif dinlemek, hani mitinglerde meydanlara, stadyumlara dolup birlikte dinliyoruz ya. “Ana dilde dinledi” fişi kesilse diyorum. O zaman


Makale ve Analizler - 2014

115

ana dilde dinleme fişi bir meydan bir stadyum, bir kasaba, bir köy insana birden kesilecek. Hem devletin fiş geliri artacak, hep jandarmaya iş olacak, hem devlete gelir kaynağı açılacak. Belki bu yasa, meclisten geçmez, çünkü “ana dili kolektif dinleme” yasası bizim büyük bir halk olduğumuzu kanıtlar, bizim kolektif haklarımızı da gündeme getirebilir ki, kolektif haklarımız Anayasal bir yasaktır ve hepimizin başı birden girip sıkışabilir. En iyisi ve en kısa yol, Lütvi cezasını paşa paşa ödesin. Hem ceza ödemeye alışsın. Biz de eczanelere uğrayalım ve biraz kulak kapası alalım. O konuşurken kulaklarımızı tıkayalım ki, ikinci cezayı keserlerle, “kulakları tıkalıydı” o konuştu ama “dinleyeni olmadı” maddesinden paçayı kurtarabilir. Önemli olan cezayı ödememek yani paçayı kurtarmak yani Türk kalmak, yani Türkçe sevmek, yani Türkçe yaşamak ve Türk onuruyla ölmektir.

Gün Gelir Hesap Döner...

Alptekin Cevherli-12.Mart.2014

Allah, bu milleti gerçekten de seviyor... Hikâye bu ya; Allah-ü Teala’nın makamına melekler gelirler, savaş çıktığını ve İngilizlerin sıkıntıda olduğunu söylerler. Allah (c.c.), “Onlar sömürgecidir, işlerini bilir” der. Aradan bir süre geçer bu kez Almanların savaşa girdiğini anlatırlar. Allah (c.c.), “Almanlar çalışkan insanlardır onlar başlarının çaresine bakar” der. Ardından Japonların güç durumda olduğunu girdikleri savaşı kaybetmek üzere olduklarını haber verirler. Allah (c.c.), “Onların öyle teknolojileri var ki, her türlü engeli aşarlar” der. Melekler bu sefer Türklerin savaşa girdiklerinden ve sıkıntıya düştüklerinden bahsederler. Allah (c.c.) bu kez ise, ”Getirin çizmelerimi, onlar bensiz yapamaz” der. Ne kadar güç duruma düşerse düşsün, kimler nerelerde ne kumpaslar kurmaya kalkarsa kalksın, Allah (c.c.) bir şekilde bu milleti selâmete erdiriyor.


116

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Aziz milletimiz, ne kadar derin uykuya dalarsa dalsın; bütün tershanelerine girilse de, bütün orduları dağıtılsa da yine de Rabbim dengeleri öyle bir değiştiriyor ve kartları yeniden karıyor ki; bütün hesaplar altüst oluyor. Siz istediğiniz kadar Washington’da, Moskova’da, Londra’da, Erbil’de veya Tahran’da sözüm ona think tank yapın; millet istediği kadar gözü kapalı bir heyulanın peşine takılsın, yine de memleket bir şekilde düze çıkıyor. Meşhur şiirdeki gibi “Galip et, çünkü bu son ordusudur İslâm’ın” duasını edenler hâlâ çoğunlukta. Demek ki bütün hesapların üstünde de bir hesap var... Siz ne kadar hesap yapsanız da Allah bir şekilde Türk Milleti’ne yardım ediyor. Eee,atalar boşuna dememiş, “Keser döner, sap döner. Gün gelir hesap döner” diye. *** Kırım’da işler iyice karıştı. Rusya tahminimizden de önce ve ama gereken hazırlıkları da yapmadan fiili bir durum oluşturdu ve Kırım’ı işgal ediverdi. Böylece Putin-Medvedev ikilisinin yıllarca uğraşarak hazırladıkları ve yeniden SSCB benzeri “Büyük Rusya” kurma hayalleri daha birinci sınavda öngörüsüzlük ve hesapsızlık sonucu yerini büyük bir hüsrana ve yıkıma bırakmak üzere... Kırım’ı işgal için 6 ay kadar sonra şartların olgunlaşmasını beklemek ve bölgedeki Ruslara çifte vatandaşlık vermek yerine Kızılordu’yu Kırm’a sokarak, Suriye’de elde ettiği diplomatik başarıyı askeri bir zaferle taçlandırmak isteyen Putin, oluşturmaya çalıştığı güçlü Rusya hülyasını da kâbusa dönüştürdü. Buna son çarın kâbusu da diyebiliriz... Kırım Türkleri’nden beklemediği bir tepki alan Ruslar, Türk Dünyası’na asırlardır yaptıkları eziyetin diyetini az az da olsa ödemeye nihayet başlamış oldu. Dünyada en çok savaş ettiğimiz iki milletten biri olan Ruslar, daha 1944 sürgününün mazlumları sağ iken yeniden Kırım’ı işgale kalkacak kadar, Türkleri unutkan zannetmiş olmanın bedelini sert tepki ile gördüler. Şu anda Türkiye’nin yapması gereken, direkt olarak Rusya ile temasa geçip net bir ifade ile Kırım’daki soydaşlarımızın başına bir hal gelmemesi konusunda uyarmaktır. Ayrıca NATO’nun ikinci büyük gücü olan Türkiye’nin, Ukrayna’nın NATO’ya tam üyelik sürecini hızlandırması gereklidir. Diğer yandan ülkemizde beşinci kol faaliyeti olarak hızla süregelen Rus ve ABD propaganda çalışmalarına da bir son verilmesi gereklidir. Bu engellenme-


Makale ve Analizler - 2014

117

diği müddetçe aziz milletimizin tek bir hedef etrafında net bir kararla güç birliği yapması zor olacaktır. Çünkü güç durumlar, fikir ve inanç birliği ile aşılır.

Yasalarda Kalan Haklarımız

Rafet Ulutürk-13.Mart.2014

Bulgaristan Türk ve Müslümanlarına bahşedilen, fakat yasalarda kalan haklarımız. 1877 - 1878 Osmanlı - Rus Savaşı sonuçları Bulgaristan’da ve Balkanlarda kalan Türklerin yazgısını kökünden değiştirmiştir. Rumeli’nin 500 yıl hakimi olan Türkler yedi ay içinde azınlık durumuna indirilmiş, artık hak-hukuk dağıtan konumundan çıkarak kendisine hak bağışlanmasını bekleyen zavallı insanlar durumuna düşmüşlerdir. Anlatımız durum bundan 135 yıl önce başlamıştır ve bugün devam etmektedir. “Büyük Bozgun”dan sonra Bulgaristan’da kalan ve azınlık statüsüne sokulan Müslümanların hak ve özgürlükleri birçok uluslar arası ve ulusal yasalar tarafından garanti altına alınmıştır. Bulgaristan’daki azınlıklar meselesini ilk inceleyen ve yazgılarını yasalara bağlayan uluslar arası oluşum 1878 yılında toplayan Berlin Kongresi’dir. Bu Kongre Osmanlı devletini parçalarken Balkanlar’da ve Bulgaristan’da kalan Müslümanların durumunu, hukuki statüsünü de belirlemiştir. 13.07.1878 tarihinde imzalanan Berlin Antlaşması’nın Dördüncü Maddesi “Tırnovo’da düzenlenecek olan Bulgaristan seçkinlerinin toplantısı prens seçiminden önce Prenslik seçimi için organik tüzük hazırlayacaktır. Seçimler yapılırken ve Tüzük hazırlanırken Bulgarların Türkler, Rumlar, Romenler veya başka ahali ile karışık yaşadıkları bölgelerde bu halk gruplarının hakları ve çıkarları göz önünde bulundurulacaktır.” Hükmünü getirmiştir. Bu formülden anlaşıldığı gibi 4. madde, Bulgaristan’da azınlık haklarının ele alıp düzenlenmesini isteyen ilk buyurucu maddedir. Tırnovo’da teşkilatlandırılacak olan Kurucu Meclis seçimleri yapılırken ve bu Meclis tarafından ele alınacak olan Anayasa incelenirken azınlıkların hak ve çıkarlarının formüle edilip hesaba katılmasını istemektedir. Burada çözüm değil buyruk vardır. Arkasın-


118

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

dan gelen 5. madde artık çözüm yollarını da göstermektedir. Bu maddeye göre, din ve mezhep farkı hiçbir surette mülki ve siyasi haklardan faydalanmaya mani olmayacaktır. Bu da, Bulgaristan’da kalan Türklere Bulgarlarla eşit haklar vaat etmek demektir. Bu maddede bir taraftan etnik azınlıklara eşit şahsi haklar tanırken, öte taraftan tam bir din serbestliği de vermektedir. Çünkü maddenin ikinci kısmında“Bütün dini ayinlerin serbestliği ve açık yerlerde uygulanması, bütün Bulgaristan ahalisinin hem de yabancıların hakkıdır. Çeşitli dini cemaatlerin teşkilat yapısında ve onların önderleriyle olan ilişkilerde hiçbir kısıtlama yapılmayacaktır.”Denmektedir. Bulgaristan Türklerinin konumuyla doğrudan bağlantılı olan bu maddenin nasıl uygulandığından ilerde sık sık bahsedeceğiz. Fakat hemen şimdi burada söylemek istediğimiz şey, gerçekten tarihi Berlin Antlaşması’nda dinsel özgürlüklerin çok geniş tutulduğudur. Bir defa bütün dinler kendi iç işlerinde tam özerk bir yapıya kavuşturulmuşlardır. Hangi dinin ülkede nasıl bir teşkilat kuracağı, bu teşkilatın birimlerinin neler ve nasıl olacağı tamamıyla dini cemaatin kendisine ait bir meseledir. Her dini topluluk dini liderini kendi seçecektir. Cemaat ile bu lider arasındaki ilişki mekanizmasını, o cemaate mensup olan insanlar düzenleyecektir. Burada altının kalın çizilmesi gereken başka bir durum da dinlerin kendi ibadetlerinin ve ayinlerinin icrasında serbest bırakılmalarıdır. Hiç kimsenin sana sen kurban kesiyorsun, sünnet oluyorsun, şöyle ya da böyle giyiniyorsun demeye hakkı olmayacaktır. Her dinin mabetler dışına taşan bir toplu ayinleri vardır. Cuma namazları, Bayram namazları, cenaze namazları, düğünler, sünnet merasimleri, kurbanlar, mevlitler ve ezanlar gibi... Böyle toplu anlarda camiler cemaate dar gelmektedir. Müminler, meydanlara çıkmakta, toplu yürüyüşe geçmektedirler. Böyle hallerde ayinlerin çoğu açık yerlerde uygulanmaktadır. Beşinci madde din müntesiplerine bu hakkı ve özgürlüğü de vermiş ve tanımıştır. Azınlık hakları açısından Berlin Antlaşması’nın 12. maddesi de çok önemlidir. Çünkü Türklerin özel mal-mülk meselesini, devlet, vakıf emlakinin durumunu çözüm yollarını gösterir. Bu madde, “Prensliğin dışına, orada kalmak amacıyla göç eden Türkler veya başkaları, Prenslikte kalan taşınmaz mallarını, onları kiraya vermek veya başkalarının iradesine teslim etmek suretiyle muhafaza edebilirler”, denmektedir. Madenini ikinci Paragrafında “Devlete ait taşınmaz mal-mülkün, vakıf mallarının nasıl satılacakları, tasarruf edilecekleri meselesinin çözümü bir Türk-Bulgar Komisyonu’na havale edilecektir. Komisyon bu maddeleri iki yıl içinde bir çözüme bağlayacaktır. Özel şahısların buy ku-


Makale ve Analizler - 2014

119

rumlarla olan mal-mülk ilişkileri de bu komisyon tarafından hamledilecektir.” Emri bulunmaktadır. Bu paragrafta birbirinden farklı üç çeşit mal-mülk meselesinin çözüm yolları gösterilmektedir: 1) Özel taşınmaz mal-mülkler; 2) Devlet sicilinde bulunan kamu emlaki; 3) Vakıf emlaki. Bunlardan bizim son aylarda üzerinde dikkatle durduğumuz ve konumuzu ilgilendiren vakıf emlakidir. Bu maddenin açık hükümlerine rağmen, Osmanlı - Rus Savaşı esnasında ve sonrasında vakıfların başına gelen feci olaylar olmuştur. Birçokları talan edilmiştir. Aslında Berlin Antlaşması’ndaki bu üç madde bağımsızlığını elde eden Balkan memleketlerinde kalan ve azınlık durumuna düşürülen Türklerin canını, malını, namus ve şerefini garanti altına almakta, geniş ferdi, (bireysel) hak ve özgürlükler vermektedir. Lakin bunlar sadece birer tavsiye olarak kalmışlardır. Onların yürürlüğe konması, hayata geçirilmesi için ilgili devletlerin anayasalarına ve tüm diğer kanunlarına alınması gerekir. O zaman bu zaman haklarımız yasalara alınsa uygulanamadan kaldı, yasalara alınmayanlar ayaklar altına alındı, şimdi de bu gidiş doğal haklarımıza, uluslar arası insan haklarımıza kadar ilerledi. Ana dilde konuşma, görüşme, sohbet etme, yayın yapma, yazma çizme, propaganda hakkımız da şu günlerde yok edilmek ve unutturulmak üzere hedef edilen, üzerinde pazarlıklar edilen en öz ve en kutsal haklarımızdan biridir. Gerilersek ilerleyemeyiz. Biz geçmişe yara kaşımak için bakmıyoruz. Bizim istediğimiz ana dilimizi yazılı ve sözlü istediğim yerde istediğimiz şekilde kullanma hakkımız kutsaldır ve daha bundan 135 yıl önce Uluslararası antlaşmalarla düzenlenmiş ve Bulgar Prensliğinin kuruluş belgelerinde yer almıştır. Biz ancak elimizden yasa dışı yollardan alınan haklarımızı geri istiyoruz. Mücadelemizin anlamı budur.


120

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Temellere Bakalım

Dr. Nedim Birinci-13.Mart.2014

HÖH Genel Başkanı Lütfü Mestan, Bulgaristan Sosyalist Partisi ile işbirliğinden aldığı son iki yumruğun acısını Strazburg Avrupa İnsan Hakları Mahkemedi’nde (AİHM) sardırmak istiyor. Plansız, Programsız, bağlaşıksız, strateji ve taktiksiz iş yaparsan, aklını kaz kafalıların Saraylarından almaya devam edersen, çareyi Bulgaristan ringi dışına kaçıp haklarını körler köyünde aramak zorunda kalırsın. AİHM’i seni bekliyor, sanki başka işi yok... Yakın dostların olan sosyalist liderlerin istediği oldu. Seni ringden kaçmaya zorlamak, atmak. Seni kullanmak, tarihlerindeki kirliliği, zalimliği sana sildirmek, sonra kokun değişsin diye seni kolonyalı sularla yıkatıp paklatmak ve en sonunda da “ha bak işine” ya da “zamanın doldu” demektir. Sen, Sayın Mestan, Bulgaristan Türkleri adına Sofya parlamentosuna giren ne birinci ne de sonuncu Türk vekilsin. Deden Gümürcüneden sırtında tuz çuvalı taşırken, o Meclislerde vekillerimiz vardı. Senin o Yüksek Tahsil aldığın Tırnovo’da vaktiyle Kurucu Meclis çalıştı. 1879 Berlin Konferansı emriyle kurulmuştu. Büyük Millet Meclisi ya da Anayasayı hazırlayan meclis olarak bilinen III Kurucu Mecliste abalı poturlu 40 Türk Milletvekili vardı. Son 25 yılda HÖH bu rakamı asla bulamadı. Yerinizde dura dura, kafalarınızın içi küflene küflene, son çareyi, Bulgaristan Türk ve Müslümanlarının etnik azınlık haklarının harfiyen uygulanmasında direnen Avrupa kapılarını bugün yani 135 yıl sonra yeniden aynı hak ve özgürlükler için çalmaktan medet umuyorsunuz. 25 yıldan beri hak ve özgürlüklerimiz uğrunda en ufak bir adım atmak için çaba göstermiş olsaydınız, bugün bu gülünç durumlara düşmezdiniz. Senin ve sizin yaptığınız hesapların hepsi yanlış. Programsız bir hükümete, Stanişev’e tek bir şart koşmadan ortak oldun, kendini kullandırdın, kullandırıyorsun. Adam zaten gitti gidecek, zamanı dolmuş. Koskoca BSP saflarında Başbakan yapacak bir adam bulamadı. Gitti eski Demokratik Güçler Birliği’nin (CDC) dökülmüş saflarından, Türk ve Müslüman düşmanlıyla ün yapan İvan Kostov hükümetinin Maliye Bakanı’ndan Başbakan yaptınız. Plamen Oreşarski iyi bir maliyeci olabilir, ama bize karşı ne gibi yükümlülükleri, bizimle ne gibi bağlantıları var ki? Yoksa adam kıtlığında adamlara iş mi buluyoruz. Bir defa, Stanışev’in, senin de övdüğün Oreşarski,’den Başbakan yapması tamamen yanlıştır. Anlıyorum Stanışev’i bir sol partinin lideri olarak, sağ politika izleyebilmek için Başbakanı sağcı, tutucu saflardan seçmesi şarttır. Öyle de yaptı. Ne ki, bugünkü Reformcu Blok girişimlerinde izlediğimiz kümelenmeyle


Makale ve Analizler - 2014

121

sağ cephe birazcık canlanıp güç toplamaya başlarsa, ilk parçalanacak olan güç Sosyalist Partidir. Zaten 2013’te Tatyana Donçeva ve Georgi Pırvanov’un ayrılmasıyla sol cephe oylarının % 7’i kaymış durumdadır. Yeni bir bölünmeyle totalitarizm kalıntılarının çoğunluğu tarihteki yerleri hak ettikleri şekilde bulacaklardır. O zaman sen, yani biz Türk ve Müslümanlar, sana oy verenler ne yapacağız Sayın Mestan! Yeni ötmeye başlayan “Sansürsüz Bulgaristan” horozu Nikolay Barekov yalnız “temiz elleri” saraylara göndermekle kalmayacak, seninle, yani Hak ve Özgürlükler Hareketiyle asla işbirliği yapmak istemediği gibi, yüzünü bile görmek istemiyor ve istemeyecek. Etrafına topladığı kaşarlı Makedon haydutlarının torunlarından olan Karakaçanov (Makedonya İç Devrim Örgütü Başkanı) senin yüzünü görmek istemiyor. Bunların akıl hocaları totaliter rejimin akıl hocalarından olan Çakırov gibi yine Makedon, aşırı milliyetçilik közüyle ısınan politikacılardır. Demek istediğim onların bugünkü GERB lideri Boyko Borisov’la sanki aralarında kan davası varmış gibi sert tartışmalı ve ithamlı kavgası, ekmeğin sıcacık yumuşak yerini sen değil ben ağızlayacağım didişmesidir. Bu ekmek yenir yutulur, fırından yeni ekmek zaten sıcak çıkacağı için, ısır ısırdığın yerinden, bu kavga biter. O zaman ne yapacaksın? Sana şunu da anımsatalım, belki Tırnovo’da okutmamışlardır. Şu Karakaçanların, Çomaksokanların, Mankafaların, Çatalbaşların dedeleriydi Batı Rodoplar’da 1913’lerde Devin, Velingrad, Gotse Delçev, Satovça, Smolya köylerini gece gündüz gezip köy halkını topluca Müslüman’dan Hıristıyan yapanlar. Sonra aynı kadroların babalarıydı isimlerimizi değiştirmek için hepimize etmediklerini bırakmadan önce suyumuzu, canımızı, ruhumuzu çıkarmaya çalışanlar. Artık, sosyolojik yayınlarda HÖH / DPS partisini sollayan ve 3. politik parti durumuna tırmanan “Sansürsüz Bulgaristan” hareketi, aşırı milliyetçi, ırkçı ve ayrımcı bir parti olduğunu gizlemiyor. Örneğin demografik sorunları çözüp, tükenmekte olan Bulgar nüfusunu arttırmayı şu plana göre düşünüyor. 1) 10 çocuk doğurup da sosyal yardımlarla yaşayan Çingene ailelere ek yardım kesilecek. 2) Doğum ve çocuk bakımı için büyük paralar orta öğrenimli, lise bitirmiş Bulgarailelere verilecek. İki çocuk doğuran Yüksek öğrenimli ailelere daha büyük yardımlar yapılacak. 3) Moldova’daki 100 bin Bulgar Bulgaristan’a çekilecek, bu ailelerle devlet arazilerinden toprak dağıtılacak ve Bulgaristan’daki boş arazilere yerleşmelerine yardım edilecek. 4) Diş ülkelerde çalışan 2 milyon 500 bin Bulgar işçisiyle temasa geçilecek, onların gurbettekazandıkları paraların Bulgaristan’da devlet teşvikleriyle kazançlı işlere yatırılmasına olanaklar sunulacak.


122

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Onların kafalarındaki hesaplar böyle. Karakaçanov gibilerin Makedonya Cumhuriyetinde yaşayan Bulgar asıllılar olarak kabul edip kendilerine Bulgar vatandaşlığı verilmesinde ısrar ettikleri Makedonlara yakın geçmişe kadar hemen Bulgar kimliği ve Kırmızı pasaport veriliyordu. Üsküp’ten gelip Petriç, Blagoevgrat, Sandanski, Küstendil köylerine kayıt yaptıran binlerce kişi, köy kütüklerine sığmıyor. Bastonla dolaşan 5 - 10 yaşlı kadının gezindiği köylerin muhtarlık kütüklerine bakıldığında köyde birkaç bin genç yaşıyor sanırsın. Oysa kırmızı pasaportu cebine atan Makedonlar batı Avrupa’yı boylamış ve bir dahaki gelişleri galiba pasaport değişiminde olacak. Durum bu olduğuna göre, Moldova’dan getirilip bizim boş köylere yerleştirilecek olan Basarabya Bulgarları kimlik ve kırmızı pasaport aldığında, Avrupa Birliği’nin en yoksul, en fazla işsizi olan, hayat pahallılığı gelire göre en düşük olan, şiddetli yoksulluk yaşanan, eğitim ve sağlık sorunları çözülmemiş bir ülkesinde yaşayacaklarına kim güvence verebilir? Sonra insan toplamakla nüfus çoğaltmak dünyanın neresinde görülmüş ki. Dışardan insan çağırmakla nüfus sorununu çözebileceksek, ırkçılıktan vazgeçelim ve Harmanlı, Sofya, Stara Zagora ve daha birçok yerlerde kapalı kamplarda tutulan Suriyeliklere, Afrikalılara devlet arazisi tahsis edelim, kredi verelim ve başlasınlar çalışmaya, çalıştıkça da onlar bize biz de onlara ısınırız. Zaten gelmişler. Vazgeçelim Bulgar Türk sınırına 3 metre yüksek tel örgü germe hevesinden, gelen gelsin, gelene Hoş Geldin, Sefa Getirdin, al çapayı başla kazmaya. En sonunda tüm insan hakları işlemekle ve dişlemekle başlar, işlemeyen dişlemez sözlerini biz Türkler uydurmadık. Kimin uydurduğu da önemli değil, herkesin işleyip dişlemek doğal hakkı değil mi? Kullansınlar işte. Zaman geldiğinde din kitaplarımızda “insanlar bir tarağın dişleri gibi eşittirler” yazar, deyen siz değimlisiniz? Yoksa bu işler bir şairin dediği şu sözlerde hakikatten kilitleniyor mu? Kitaplar yazdım, harf olamadım.Öğütler verdim, ders alamadım.Her şeyden önce Bulgaristan vatandaşlarının yurdumuzdan neden kaçtığı araştırılmalıdır.Bu tespit edildikten sonra eksik olan yanlarımızı aşmamızın yolları aranmalıdır. Seçimde oy alıp iktidarda kalmak için Türk ve Müslümanları Bulgar Milliyetçilerine, onları da bize karşı kışkırtma sağlıklı ve kalıcı bir iş değildir ve olamaz. Özel haklarımız için genel mücadeleye başlamazdan önce, doğal haklarımızı kullanma serbestliği ve genel geçerli insan haklarımızın anayasaya ve yasala alınması ve uygulanmasında birleşelim ve direnelim. Bütün sosyal olayların, kişisel ve sosyal hakların bir geçmişi ve esasa dayanan temel ilkeleri vardır. Bulgaristan’da bizim durumumuz da böyledir. 1879 Berlin Konferanslarından, Tırnovo Kurucu Meclisi’nde ve 1908’de Bulgar egemenliğinin kurulmasıyla elde etiğimiz temel hak ve özgürlüklerimize dönüle-


Makale ve Analizler - 2014

123

rek, bunların yeniden tesis edilmesinde, 1923’te Aleksandır Stanboliski Hükümetinin biz Bulgaristanlı Türk ve Müslümanlara tanınan öz haklarımızın, 1945 ile 1970 arası sosyalist devletin bize sağladığı eşit haklılık ve ayrıcalıkların yeniden elde edilmesi uğrunda birleşmemiz, ortak olmamız ve omuz omuza mücadele etmemiz şart olmuştur. Saraylar ve yeni saraylılar ile Ahmet Doğan ve etrafındaki tayfa onların olsun, biz kendimiz davamızın bilincine varmış bir kitle olarak, mücadelemizi sürdürmeye kararlıyız. Biz, onlardan daha önce hak etmediğimiz hiç bir şeyi istemiyoruz, bir asırdan beri süren ağır mücadelemizin edinim ve kazanımlarını yasal haklarımız olarak elde etmek ve kullanmak uğruna direnmekte kararlıyız. Biz ezelden beri ana dilimizde konuşuyoruz. Biz ezelden beri doğup büyüdüğümüz ve yaşadığımız köylerde muhtar seçiyorduk. Bu işi Strazburga taşırsak, kara koyun dereyi geçmiş demektir ve sürüyü durduramayız. Kendinizi bırakın halkı düşünün.

Geçmiş Olsun, Politikaya Hoş Geldin Oktay!

Seyhan Özgür-14.Mart.2014

2013’ün politik kahramanı Oktay Yenimehmedov hapisten çıktı. 12 Mart 2014 günü Sofya İstinaf Mahkemesi Oktay Yenimehmedov için, savcılığın istediği önce 17 yıl, daha sonra birinci derece mahkemenin istediği 3 yıl 6 ay hapis cezasını gereksiz gördü ve gereği ev hapsi ile değiştirerek, salıverdi. Olay 13 Mart 2014 günü saat 16’da gerçekleşti. Bilindiği üzere, Hak ve Özgürlük Hareketi’nin 9 Ocak 2013 günü Sofya’da Ulusal Kültür Sarayı’nda yapılan 8. Olağan Kurultayı’na delege olan Yüksek Mimarlık Öğrencisi, Burgaslı Oktay Yenimehmedov, kürsüde saçmalıkla dolu bir raporla delegelerin zamanını doldurmaya çalışan HÖH Genel Başkanı Ahmet Doğan’ın kafasına tabanca dayadı ve kürsüden indirerek def olmasını sağladı ve Bulgaristan Türklerinin sırtından indirdi. HÖH yönetiminin, sözde “liderin” yıllardan beri Bulgaristan Türkleri ve Müslümanlarının öz davasına, hak ve özgürlük uğruna verdiği çok ağır, çok çileli, çok kurban alan ihaneti, ajanlığı biliniyordu.


124

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Fakat 1989 öncesi çok sindirilmiş ve ezilmiş olan halkımız, 1990’dan sonra aynı ajanlar ve arkalarındaki baskı organları tarafından bir daha korkutuldu. Hepimize karşı düzenlenen saldırılarda polisle, ırkçılarla, milliyetçilerle yakın işbirliğinde bulunan, sürekli yardımlaşan, koordineli çalışan hatta sinsi politikasını yaşatmak ve geliştirmek için maddi ve manevi yardımlar vererek “Ataka” partisini kurduran, korunan, saraylarda yaşatılan, zırhlı araçlarla gezdirilen Ahmet Doğan’ı politika sahnesinden indirmek çok zor bir işti. O, ardına gizli polisi, üniformalı polisi almış, Todor Jikovla sık sık görüşüyor, danışıyor, Türkleri yok etme davasına baş koyan, totaliter rejimin politik devamcısı olan BSP ile sarmaş dolaş olan Ahmet Doğan’ın ne olduğunu ve kime hizmet ettiğini anlayana, açıklayana, algılayana ve halkımızı uyandırıp mobilize edene kadar yıllar geçti. HÖH kurucuları, gerçek hapisçiler, “Belene”ciler alıp başını gittiler. Türkiyede kahraman gibi dolaşmak kolaydı. Böyle bir durumda sıkı fıkı olabileceği, kendine yakın, güvenebileceği birini bulamayan, dost bildiklerinin hepsiyle kapışan Ahmet Doğan, HÖH davası dışından, döneklerin oluşturduğu politik bataklıktan, Bulgar partisi “CDC” eylemcisi geçinen Lütfü Mestan’ı yanına çekti ve ihanetçi çizgide çok yakınlaşıp birleştiler. Birleşme nokrasında Ahmet politik sahneden düşüyordu. Kariyer yapmaya can atan Lütfi de rol almak için babasını bile satmaya hazırdı. Böyle bir noktada birleştiler. Partiyi birlikte kapsüle ettiler, dünyayı göremesinler diye insanlarımızın gözüne kara bez bağladılar, Bulgaristan Türklerini aç susuz bırakacak kadar ileri gittiler. Bu yıl bile, yani seçim yılında bile, oyun üstüne oyun çevirirken tütünler insanımızın elinden parasız denecek kadar ucuza alındı. Aç kalmaktan korkan 2 milyon 500 bin vatandaş ülkeyi terk etti. Dış ülkelerde kazanabildikleri birkaç paradan eve yakınlarına, çocuklarına, yaşlılara yardım göndererek hayatı yaşatma davasına devam ediyorlar. Ülkeyi çok ağır duruma düşüren politikanın temelinde çok büyük ölçüde Ahmet Doğan çetesinin izlediği isabetsiz, perspektifsiz, çöküşü durdurulamayan ve her bakımdan duvara toplamış politika bunduğunu herkes gördü ve işte böyle bir anda genç Oktay Yenimehmedov Ahmet Doğan’ı kurultay kürsüsünden değil, politika kürsüden, Bulgaristan Türk ve Müslümanlarının liderliği kürsüsünden indirdi yere çaktı ve zamanını doldurmuş politikacılar çöplüğüne attı gitti. Bu paha biçilmez büyüklükte bir olaydır. Ahmet Doğan HÖH davasından saptıkları için tepki gösterenlere sert baskı ve terör uyguluyordu.


Makale ve Analizler - 2014

125

İnsanları işsiz bıraktı. Bulgaristanda çocukların geleceğini hayatını karartı. Pek çok kişiye eziyet edildi. Oylarımız mafya ızbandutlarının meclise sokulması için kullanıldı. Vatandan kovulmalarına kadar uzanan çileler çoğaldı. İnsanımız bir daha ürkütüldü, korkutuldu. Oktay Yenimehmedov’un davranışı 2013 yılının en önemli politik olayı oldu. Halkımız büyük bir dertten kurtuldu. Ahmet Doğan’ın kürsüden atılmasıyla HÖH partisi politikasında yeniden ayarlanma, uyanma, silkinme dönemi başladı. Bu cesur olay, politik yönetimin halka ihanet politikasını lanetleme kapısını araladı, politik hainliğin giz perdesini açtı, boşa kürek çekme politikalarına son verme yürekliliği doğurdu. Milletvekili Hüseyin Hocov’un kürsü konuşması bunun kanıtıdır. Genç kuşak politikacılar Oktay’dan ayar aldı. Bulgaristan politik tarihinde benzer bir olaya daha önce rastlanmamıştır. Aynı zamanda, bu yiğitlik örneği, Bulgaristan Türklerinin izlemeye çalıştığı politikasında yani bir sayfa açtı. Bu, sahte hapisçilerin politik dalaverelerine son verme çağrısıdır. Genç kuşağı politika sahneye davet eden inançlı haykırıştır. Bulgaristan Türklerini ve Müslümanlarını bitirdik diye bayram eden hasımlarımız bile genç Oktay’ın sahneye çıkışıyla bir kudurmadıkları kaldı. Kahraman gencimizin emsalsiz hareketi pek çoklarının uykusunu kaçırdı. Uyuyanları ise uyandırdı. Biz iyice bittik deyenlere can suyu oldu. Genç umutlara enerji verdi, esin oldu, herkesi kanatlandırdı. Kurultay salonu özel muhafızlar, “liderin” çok pahalı özel korumaları, gizli ve üniformalı polisler, dosyalı ve dosyasız ajanlar ve HÖH saflarından olup ihanet olsun da ne olursa olsun havasına girmiş gönüllüler tarafından çok sıkı korunuyordu. HÖH kurultayı feodal bir derebeyin ruhlarına gem vurulan kölelere istediğini anlattığı, istediği yalanı amerikan sakızı gibi uzattığı, hiçbir delegeye salonda uçmaya çalışan aç bir sinek kadar önem vermediği, hiç kimsenin esemesinin okunmadığı bir ortamda, elinde tabanca sahneye şişeden çıkan devim ruhu gibi dolan, herkesi donduran ve küstah satılmışları donduran ve kimileri kudurtan, Oktayı nalçalı kundurularıyla ezmeye çalışan, ama ezemeyen ve asla ezemeyecek olanlar artık pısırıklaştı. Son zamanda keçisakalını taramaya vakit bulamayan bugünün genel başkanı Lütfi, Oktay salınıverince, salıverilmesinden değil, yargı karşısında aklanmasından korktu. Nasıl olabilirdi, savcılık 17 yıl derken, mahkeme “sen haklısın” deyiverdi - berat ettirdi. 6 yıl halkımın parasını hukuk okuyoruz diye Paris


126

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

banyolarında harcayan, aslında bir tek şarkı türkü söylemeyi öğrenen, sohbetçi hukukçularımız ikiz Kazaklar da büyük hayal kırıklığına uğradı. Gönüllerinden Oktay’a ömürlük ceza beklerken, aklanması onların kariyerinde en büyük leke oldu. Hiç davaya girmeden, duruşmaya çıkmadan, dava dilekçesi bile doldurmadan, Meclis Hukuk Komisyonu Başkanı olmak da ne tuhaf bir şeydi. Onların ikisi de hiç sözü geçmeyen Bulgaristan hukukçularına emsal oldular. Ahmet’in balonları birer ikişer, kimi çifter patlamaya devam ediyor, hepsi patlayacak. Bu balon asıl kurultay salonunun korkudan donduğu an patladı. O gün bu gün HÖH yönetiminden, Ahmet Doğan çevresinden olup ta bir adım atmazdan önce beş defa arkasına bakmadan kımıldayabilen kanladı. Korku dağları bekliyor. Halkımızın öz davasını benimsemiş ve kucaklamış olan genç Oktay hiç bir şeyden gözü kırpmadan A. Doğan putunu kırdı, devirdi, yok etti. Kardeşlerimizi yalanlarla aldatıp kandırma, uyutup soyma politikasına ölümcül darbe indirdi. İnsanımızı, soydaşımızı, hepimizi bir seçim kuluçkasına çeviren sahte ve kör politikaya tapanları uyandırdı. Ahmet Doğan, bu defa, bu davada, kirli iç yüzünü aklayamadı, sahteliğin, yalanların, dolandırıcılığın hesabını veremedi, 25 yıldan beri insanımızın onurunu eritme, şerefiyle oynama, namusunu ayakaltına alma, halkımızla birlikte devleti de dolandırma, hiçbir konuda hiçbir soruna çözüm bulamama politikasına mahkeme salonunda yanıt veremedi. Ahmet Doğan, bu defa, tütüncüyü, ekinciyi, hayvan bakıcıyı, genci yaşlıyı, işi olanı ve olmayanı devamlı yalandırma, ard arda dalavereler çevirme politikasına mahkeme salonunda, yargıçlar, savcılar, avukatlar ve genç Türk kuşak temsilcisi Oktay karşısında, halk önünde hesap veremedi. Ahmet Doğan, bu defa, bu davada, duruşma salonuna gelecek kadar yürekli de olamadı. Aslında gerçek lider olmadığı da ortaya böylece çıkmış oldu, korkak olduğunu herkese gösterdi. Bulgaristan halkının karşısına çıkıp ben elinden bir şey gelmeyen ve hiçbir işe yaramayan, ancak ve yalnız ona buna ajanlık yapan bir zavallıyım, deyemedi. Tüm gücü afiyelikti çünkü. Ahmet Doğan, bu defa, bu davada yenik düştü.


Makale ve Analizler - 2014

127

Ahmet Doğan, bu defa, bu davada, deli hastanelerinden ekspertiz raporları ardına gizlenerek kendini, paçayı kurtarsa da, yalan söyleyip turp gibi şişip yatsa da, artık ruhu huzur içinde olamaz ve değildir. Ahmet Doğan, bu defa, bu davada baştan aşağı sahtekâr, baştan aşağı hilekâr, baştan aşağı namusuz olduğunu gizleyemedi, en geç bugünden başlayarak, genç Oktay, BTV, “Nova” TV, Ulusal TV, TV 7 be başka yayınlara vereceği özel demeçlerde onun kirli çamaşırlarını birer birer ipe sermeye başlayacaktır.Mahkeme salonunda yapamadığını TV ekranında yapacaktır. Ahmet Doğan Saray’dan pısırık pısırık çıkacak, “Drındar” köyüne tıpış tıpış dönmek zorunda kalacaktır. Korumalarla değil, “Mercedes” arabayla değil, “Metro” otobüsünün Varna seferiyle bile değil, geliyor diye kurban kesen de olmayacak, üçüncü sınıf bir yolcu treninde kardeşçikleriyle kıkır kıkır sohbet ederek, çekirdek soyarak dönecektir. Bu halkımızın iradesidir ve bu iradeden daha büyük hiçbir şey olamaz. 9 Ocak 2013’te sonra Bulgaristan Türk gençliğinin cesaret ve zekâsı üstün gelmiştir. Bulgar mahkemeleri Avrupa kanunlarına dayanarak verdikleri kararda, Oktay Yenimehmedov’un elinde tabancayla gerçekleştirdiği eylemi adil, hak ve hukuk adına işlenmiş mert davranış olarak değerlendirdi ve haklı buldu. Oktay aklandı.Mahkeme Başkanlığına, hapishaneye Bulgaristan Türklerinden, üniversite gençlerinden, değişim ve demokrasi için bir yıldan beri sokaklarda mücadele veren insanlardan gelen mektuplarda Bulgaristan’ın Genç Oktay gibi cesur insanlara gereksinme duyduğu dile getirilirken, onun haklı olduğu, davasının ve davranışının adil olduğu ve bu nedenle hemen salıverilmesi istendi. Bulgaristan’da adalet ve demokrasi kapısı belkide mahkeme kararlarıyla açılacak. Biz Bulgaristan Türkleri, tüm dernek ve federasyonlar, tüm soydaşlar Oktay’ı bağrına basıyor ve kendisiyle açık görüşmeler, dertleşmek, sohbet etmek istiyor. Onu bağrımıza basmak istiyoruz. Geleceğin planlarını yüksek ruhlu ve kararlı gençlerle birlikte çizmek, görmek arzusuyla yanıp tutuşuyor. Avrupa Birliği Parlamento seçimleri öngünleri, propaganda girişimleri, forumlar böyle bir karşılıklı açılma ve dertleşme için fırsattır. Bulgaristan Türk ve Müslüman gençleri Oktay Yenimehmedov’u politikaya davet ediyor. Kesişme nokrası, HÖH’ün izlediği kişisel çıkarlar gözetme, işimize gelmeyeni hapishaneye tıkma, başkaldıranı yıldırma, halkın sayesinde zenginleşme, varımızı yoğumuzu, kimliğimizi, benliğimizi, geleneksel haklarımızı ve onurumuzu iktidarda kalma adına ödün vermeye kesinlikle karşı olduğunu bir daha duyuruyor. Kendisini, Türk ve Müslüman kimliğimiz etrafında düğümlen-


128

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

miş bilinçli ve kararlı eylemlerimize katılmaya davet ederken, onu kürsülerde, en ön saflarda görmek istediğimizi duyuruyoruz. Oktay kardeşimize geçmiş olsun, derken davamızın bugünden sonra daha da ortak, daha da bilinçli ve daha da kararlı olduğunu herkese duyuruyoruz. Temel hedeflerimiz: 1) Saray kurdu Ahmet Doğan’ın politikadan tamamen el çektirmek; 2) HÖH fahri başkanlığından istifaya zorlamak; 3) Sofya’dan uzaklaştırılmasından önce HÖH partisi kasasına halka açık teftiş yapmak; 4) HÖH partisinden Ahmet Doğana para ödenmesini kesin yasaklamak; 5) Ahmet Doğan’ın HÖH paralarıyla kendi üstüne, anasının üstüne, yakınlarının üstüne uzak yakın tüm akrabalarının üstüne aldığı tüm taşınmaz mülkilerin HÖH partisine aktarılmasını sağlamak; 6) İki dönem milletvekilli yapmış HÖH parlamenterlerine bir daha seçilme hakkı tanınamaz; 7) Oktay Yenimahmedova 17 yıl hapis cezası isteyen Çetin ve Metin Kazakların adalet ve hukuk işlerinde kör cahil ve tamamen bilgisiz olduklarından dolayı el çektirilmesi vb. istekler uğrunda birleşelim. Politikaya Hoş Geldin, Oktay!

Tez ve Antitez - 4

Murat Ulutürk-14.Mart.2014

Bulgaristan Topraklarındaki Vakıflarımız Bulgaristan’da Vakıf Yoktu Tezine Cevabımızdır Atalarımız Bugünkü Bulgaristan topraklarında yüzlerce vakıf bırakmışlardır. İlgili arşivlerde 403 adet vakıf bulunmaktadır. Bulgaristan’da ilk Osmanlı vakfı, Eski Zara (Stara Zagora) şehrinde, şehrin fethinden 52 yıl sonra yani 1415 yılında kurulan Sarım Beyoğlu Urum Bey Vakfıdır. Filibe’deki (Plovdiv) Rüstem Paşazade İskender Bey Vakfı 1470 yılında, yine orada 1471 yılında İsfendiyar oğlu İsmail Bey Vakfı kurulmuştur.1500 yılında Sadrazam Çandırlı İbrahim


Makale ve Analizler - 2014

129

Paşa Vakfı, 1501’de ise Vezir-i Azam Mustafa Paşa Vakfı kurulmuştur. Köstendil şehrindeki vezir Vezir Halil Paşa Vakfı 1488 - 89 yıllarında kurulmuştur. 1495’te Plevne şehrinde Mihail oğlu Ali Bey Vakfı, Sofya ve Niğbolu’da 1506’da Yahya Paşa Vakıfları, yine Sofya’da 1547 yılında Sofu Mehmet Paşa Vakıfları faaliyete geçmiştir. Bu vakıfların % 69,7’si taşınmaz mal mülk, akar ve hayrat vakıflarıdır.Tüzde 25,6’sı yani 95’i para vakfıdır. Bir başka açıdan bakılırsa vakıfların 326’sı erkekler ve % 11,8’i yani 44 adedi de kadınlar tarafından kurulmuştur. Bulgaristan topraklarında 3 bin 339 Osmanlı vakıf eseri olduğu ileri sürülmektedir. Bunlardan 2 bin 530’u cami, tekke ve zaviyedir. 415’i mektep ve medrese 370’i han, hamam, çeşme, köprügibi sosyal yapılardan oluşmakradır. Vakıf sayısı bakımından Filibe 38 vakıfla başta gelir. Onu 35 vakıfla Tırnova (Veliko Tırnovo) izler. 33 vakıfla Şumnu (Şumen), 22 vakıfla Varna, 21 Vakıfla Eski Zara, 20 vakıfla Silistre takip etmektedir. Daha çok yerde vakıf vardır. Örneğin Sultan-ne dahil olan Koşukavakta (Krumovgrad)’ta da 5 vakıf, Eğiri-derede (Ardino) 8, Kırcaali’de 7vakfın faaliyet yürütmüştür.Bunları kuranlar Sultanlar ve aileleri, devlet hiyerarşisinde yüksek görev alan kişilerdir. Örneklemek üzere birkaç isme değinelim: Sultan İkinci Beyazit Han, Kanuni Sultan Süleyman Han ve onun validesi Mehd-i Ulya Ayşe Sultan, Saadet Giray Han ve validesi Mahzune Hatun, Sultan İkinci Selim’in kızı ve Sokolu Mehmet Paşa’nın zevcesi İsmihan Sultan, Rakas Sinan Bey vb.Zikrettiğimiz isimlerin ve daha nicelerinin Bulgaristan topraklarında insanımıza yardım eli uzatmaları, ihtiyacı olanlara kapılarını gerilere kadar açmaları sayıp dökmeye olanaklarımız yoktur. Gerekmez de zaten. Önemli olan tarihi bilmek ve tarihsel gerçeklere saygılı olmaktır, çünkü onların reddedilmesi de günümüz açısından sorunlar doğurmaktadır.Dikkate şayan başka bir taraf da şu ki, Bulgaristan topraklarında Osmanlılar döneminde inşa edilen hayrat kurumlarına kadınlarımız da faal olarak katılmışlardır. Örneğin Provadı’dan 48, Karnobat’an 49, Yambol’dan 63, Aytos dağlarından 8 kadın vakıf kuranlar arasında yer almaktadır. Hayır, yapma işi din ve mezhep, milliyet farkı gözetmemektedir. Daha Osmanlılar zamanında Provadı’dan 2 Hıristiyan çeşme ve köprü tamiri için imkanları dahilinde para vakfetmeleri bunun bir göstergesidir. Şumnu şehrinde 17 vakıftan söz edilebilir. Kamil Paşa oğlu Hakkı Mehmet Paşa, Mehmet oğlu Osman Efendi, Haydar oğlu Hüseyin Efendi, Ali oğlu Mehmet Sadık Efendi, İbrahim oğlu Süleyman Ağa, Salih oğlu Davut Lütfi Efendi, Abdurahman oğlu Timur, Ahmet oğlu Mustafa, Mustafa oğlu Abdullah,


130

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Veysi oğlu Ahmet Çavuş, Mustafa oğlu Nasreddin, İmrahim kızı Rabia, Hasan kızı Ümmühan, Ahmet kızı Fatma, Halil Paşa oğlu Şerif Paşa, Recep oğlu Ahmet, Musli Ağa ve oğlu Abdülbaki vakıfları. 1877 - 78 Rus - Osmanlı Savaşı’ndan sonra Şarki Rumeli olarak sahneye çıkan kesimin başkenti olan Filibe’yi Evliya Çelebi XVII. yüzyılın ortalarında ziyaret ettiğinde şehirde 53 camiden söz etmektedir. E.H. Hayverdi ise, cihat defterlerine dayanarak 78 cami göstermektedir. Ancak İngiliz belgelerinde ve Michiel Kiel’in salnamelere dayanan çalışmalarında 1877 - 78 savaşı öncesi 33 camiden söz edilmektedir. Rus Osmanlı Savaşı’ndan sonra imzalanan Berlin Antlaşması gereğince Filibe’yi ziyaret eden Avrupa Komisyonunun İngiliz Temsilcisi H. D.Wolff (10 Kasım 1878) Londra’ya gönderdiği raporunda Ruslar 33 camiinin bir kısmını tamamen yıktığını, bir kısmını çeşitli derecede tahrip ettiklerini ve geri kalanlarını da depo ve samanlık olarak kullanıma izin verdiklerini bildirmektedir. Yine 1878 yılında Kazanlık ve civarında 24 cami, Tatar Pazarcıkta 22 camiden 9’u yıkılmış, 7’si de değişik ölçüde tahrip edilmiştir. Şarki Rumeli Vilayetinde kuruluşundan 1 Ekim 1879 tarihine kadar 756 İslami vakıf eseri yok edilmiştir. 1877 - 1878 Savaşı sonrasında Türk Bulgar Vakıf Komisyonu Bulgaristan’daki vakıf eerlerini beş druba ayırmaktadı: 1) Camiler, mescitler, medreseler, imaretler ve tekeller Müslümanlara mahsus hayır kurumlarına “Hayrat”. Çeşmeler, köprüler ve kaldırımlar gibi Müslüman gayr-i menkul herkese hizmet veren yapılara da “Mübarat” denir. Hayrat ve Müberra vakıfları birinci grubu oluşturur. Savaştan sonra yerlerinde kalan Müslümanların ihtiyaçlarını karşılayacak kadar cami ve mektep, ammeye ait çeşme ve köprüler kurulmuştur. Müslümanların tamamen göç ettikleri yerlerde ise kendilerine ihtiyaç kalmamış cami ve mescitler yıkılarak enkazları ve arsaları ayrı ayrı satılacak, sağlanan gelirle de Osmanlı topraklarına yerleşen Müslümanların ihtiyaçları için cami, mescit, mektep ve medrese inşa edilecektir. 2) Bu gruba “icare-i vadeli” denilen evler, hanlar, hamamlar vs. vakıflardan ibarettir. Bunlarla hiç kimsenin ilişkisi yoktur ve bunlar vakıfları tarafından rahatlıkla yıllık ve aylık kiraya verilirler. Bunlar açık arttırmayla satılarak gelir getireceklerdir. 3) Üçüncü grubu oluşturan “icareteynli” vakıflardır. Bunların senelik kiraları ne kadarsa bunları tasarruf edenden kırk misli alınıp vâkıfa gelir sağlanır. 4) Dördüncü grup “mukataalı” vakıflardır. Onların yeri vakfın binası ise, sahibinin mülküdür. Bunlar yıllık kiralarının 30 misli karşılığında bir bedele eski statülerinden çıkarılıp satılabilirler.


Makale ve Analizler - 2014

131

5) Beşinci grup da vakıf arazileri, arsaları, çayırları, ormanlarıdır. Bir köyün, bir çiftliğin veya belirli bir miktar arazinin öşrü (ondalık) bir vakfa tahsis olunur. O araziyi kullanan kişiler öşürlerini bu vakfa verirler. Başkent Sofya’daki vakıfların durumu: Sofya’da 82 cami ve mescitten söz edilir. 7 medrese ve darü’l-kura, 19 mektep, 15 tekke ve zaviye, 3 imaret, 13 han, 11 hamam, kaplıca ve ılıca, 2 türbe, 7 kervansaray, 10 çeşme ve bir de sebil gösterilmektedir. 1902 yılına gelinceye kadar tek camia bırakılır, diğerleri yıkılır ve tahrip edilir, devlet tarafından türlü amaçlarla kullanılır.Bulgar gazetecisi Rosen Tahov’un 1877 - 1878 Rus - Osmanlı Savaşından sonraki ilk günlerinde Sofya’daki camilerin durumu ile ilgili “24 Çasa” gazetesi sayfalarında yayınlanan bir yazısında ek ve tamamlayıcı olarak Rus komutanlığının İslamiyet ve cami düşmanlığını vermiştir. Savaştan sonraki ilk günlerde hala her mahallede bir cami vardır Sofya’da. Minareler durmadan ilk Sofya belediye başkanı Aleksandır Mosolov’un gözüne batar. Bir gün Mosolov, Prens Dondukov’a bu minarelerin bazılarının yıkılmasını önerir. Fakat Prens: “Bu iş o kadar kolay değil!, der. Ben çirkin görünümlü Kara Camiyi yıkmaya kalkışınca bana hükümeti adına protesto notası gönderdi. Osmanlılar ile birlikte yabancı elçiler de Rus barbarlığını kınıyorlar. Fakat her şeye rağmen, şehri temizleme işinin şimdi yapılması lazım. Aksi takdirde Bulgaristan’ın gelecek yöneticisi çok güç durumda bırakılacak...” Bir gün Sofya semalarını şimşekli bir bora kapmıştır. Dondukov emirlerini göndererek Mosolov’u kabinesine davet etmiş. “Yıldırımların daha fazla minareler üzerine düşmesini sağla.” diyerek hem göz kırpmış Mosolov’a hem de uyarmış. Ve küstahça sormuş: “Ne demek istediğini anlıyorsun değil mi?” Mosolov “Evet” cevabını vermiş. Belediye başkanı Sofya sokaklarında şimşek çaktırmaya başlıyor. Yanına on kadar bombacı alarak camiden camiye koşuyorlar. Yiğit bombacılar minarelerin yarılarına kadar tırmanıp bombayı yerleştirip oradan uzaklaşıyorlar. Ertesi gün,7 minarenin havaya uçurulduğu haberi gidiyor Dondukov’a. Uzmanlar yıkılan minarelerin etrafındaki ahali ve evler için tehlike oluşturduğunu ileri sürüyorlar. Bir hafta içinde ondan fazla minare yıkılıyor. Böyle bir durum karşısında hiçbir diplomat ses çıkaramıyor... Çünkü 1858 yılında Siyavuş paşa Camii’nin minaresi de depremde yıkılmıştı. Mosolov, aradan birkaç zaman geçer geçmez Kara Cami’nin minaresini de dinamitliyor. Minaresiz kalan camii ilk analarda hapishaneye dönüştürülüyor. Birkaç zaman depo vazifesi görüyor. 1903’te kiliseye çevrildi. Ve “Sveti Sedmoçislenitsi” adını aldı. Tek kalan cami Kadı Seyfullah Efendi (Banyabaşı) Camiidir. Bugün görüldüğü gibi Bayram namazları bir yana, Cuma namazları bile


132

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

sokakta kılınmaktadır. Demokrasi sözde geldi , haklarımızı alacağız zannettik, sözüm yabana, “ağzımızı açmış havada kuş avlıyoruz sanki”. Rusçuk şehrine gelince, 1877 - 1878 Rus - Osmanlı Savaşı öncesi Rusçuk şehrinde 29 cami vardı. 1897 yılına kadar 7 cami yıkılır, 16 cami de şehir planına aykırı düştü bahanesiyle yıkılmıştır. Kalan camiler de tahrip edilmiştir. Vakıf ve Camilerin arazisi: Bulgaristan sınırları içerisinde vakıfların ve camilerin 32 bin 543 dekar toprağı vardır. 1908’de bu rakam 41 bin 374 dekara çıkar. Varna vakıflarının payı en büyük olup 12 bin 461 dekardır. Toprak bakımından ikinci yerde Rusçuk gelir - 10 bin 479 dekar. Şumnu bölgesinde ise, 7 bin 652 dekar toprak görünür. Ancak bugün bu araziler sıfıra düşmüştür desek hata etmiş olmayacağız.Demek, vakıflarımız varmış.

Bulgarların Kökeni Türktür

Murat Ulutürk-15.Mart.2014

Yazar:Bulgar tarihçi Stoyan Dinkov, “Turan- İskitler ve Hunlar’dan Türkler ve Bulgarlara” isimli kitabıyla bir anda dikkatleri üzerine çekmişti. O dönemde, bugün iktidarda olan Bulgaristan Sosyalist Partisi ile seçim koalisyonu kuran Yeşil Bulgaristan partisinin Genel Başkanlığı’nı da yürüten Dinkov, Avrasya Birliği’ni savunan isimlerdendir. Bugün ülkesi Bulgaristan’da bir anlamda “istenmeyen adam” muamelesi gören Dinkov, Bulgarların kökeninin Türk olduğunu savunması ile ünlü bir tarihçidir. Son dönemde Hazar bölgesindeki Bulgarları araştıran Dinkov, AB’den sonra Asya Birliğinin kurulacağını ardından AB ile Asya Birliği’nin birleşerek Avrasya Birliği’nin ortaya çıkacağını savunuyor. Dinkov’un kitabı ve açıklamaları iki yönüyle Bulgaristan’da tepki çekmiştir. Bulgarların kökeninin Türk olduğunu söylemesi, üstelik bunu destekleyen verileri gündeme getirmesi, eleştiri oklarını çekmesinin ilk nedenidir. Aslında gerek Türkiye’den gerekse dünyadan bağımsız tarihçilerin önemli bir kısmı zaten Bulgarların kökenini Kumanlara dayandırmaktadır. Dinkov da, Bulgarların kökenlerinin Slav olduğu tezlerini reddetmekte, bunların zaten bilimsel hiçbir veriye dayanmadığını, destekleyici verilerin bulunmadığını söylemektedir. Dinkov’a göre Panslavizm, Bulgarların kendi tarihini öğrenmesini engellemiştir.


Makale ve Analizler - 2014

133

Dinkov’un, Bulgarların Osmanlı idaresi altındaki dönemini değerlendiren yaklaşımı da tepki görmektedir. Bulgaristan resmi tarih anlayışı Osmanlı dönemini, “istila, kölelik dönemi, boyunduruk altındaki dönem” şeklinde değerlendirmektedir. Dinkov ise Osmanlı İmparatorluğu idaresi altında asimile edilen, etnik kökenini kaybeden hiç bir millet olmadığını, aksine milletlerin Osmanlı yönetimince korunduğunu savunmaktadır. Bulgar topraklarının bölünmekten, Bulgarların da asimilasyondan Osmanlı yönetimi ile kurtulduğunu ifade etmektedir. Dinkov bugün içinse Türk topluluklarla daha yakın ilişki kurulmasını önermektedir. Her ne kadar Dinkov’un görüşleri Bulgaristan’da geniş bir kesime yayılamamışsa da Macaristan’daki Turancılardan sonra Bulgaristan’da da Turancı görüşün farklı nedenlerle de olsa gündeme geldiğini söylemek mümkün. Bulgar Gazeteci Dimitr Nikolov’un Stoyan Dinkov ile yaptığı röportajı, Dinkov’un görüşlerinin daha geniş çevrece görülmesini sağlamak adına sizlerle paylaşıyoruz. Söyleşi ilk olarak 26 Haziran 2011 tarihli Novinar Gazetesi’nde (Bulgaristan), Bulgarca olarak yayınlanmıştır. Ardından 24 Ocak 2012’de Mehmetemin Mehmetemin’in tercümesiyle Dünya Bülteni’nde “Bulgar tarihçi: Bizi yok olmaktan Osmanlı kurtardı” başlığıyla yayınlanmıştır.) “Yeşil Bulgaristan” partisi lideri yazar Stoyan Dinkov, aynı zamanda ünlü Bulgar şair İvan Dinkov’un oğlu. Yeni çıkan “Osmanlı - Roma imparatorluğu, Bulgarlar ve Türkler” adlı kitabında Atilla döneminden günümüze kadar genel Bulgaristan ve Türkiye tarihini ele alıyor. Kitabında genel kabul güren “Türk köleliği” tezine ters düşüyor. Müellife güre Osmanlı İmparatorluğu Roma İmparatorluğunun devamı ve Bulgar halkı etnik kimliğini koruma konusunda zor bir süreçte olduğu halde Osmanlı sayesinde etnik varlığını koruyabilmiştir. Dinkov’a göre Osmanlı sultanları zamanın Avrupa idarecilerinden daha toleranslı bir idare sürmüştür. Dinkov Bulgaristan’ın Türki topluluklarla çok sağlam bir ilişki kurması gerektiğinin altını çiziyor. Ona göre dünyanın geleceği birleşmekte saklı. Avrupa Birliği’nden sonra Asya Birliği’nin de kurulacağına ve sonrasında Avrasya birliğinin geleceğine inanıyor.


134

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ah Vah Etmek Yok. Hak da “Oy”, Özgürlük de “Oy”

Hamiyet Çakır-15.Mart.2014

Değişen hiçbir şey olmadığı için, Ah, vah da olmaması gerekirdi! Öyle de oldu ama Ah Vah gene yok. Totaliter rejimin mirasçıları önce halkıma kandi mezarını kendine kazdırma yolunu seçti. Halkı koyun bildiler, koyun gördüler. Bacağımızdan ya da kafamızdan değil, boynumuzdan bağlıyız, ipi çeksek, kendi kendimizi boğarız. Bizimki, çok zor ve acıklı bir hikâyedir.1990 dönüşümü dediğimiz toplum olayını, yani 1945’ten sonra dünyaya gelen ve adına 1968 kuşağı dediğimiz nesil gerçekleştirdi. Ama bizde bu ruhta bir mayalanma olmadı. Biz, yani 1968’de Bulgaristan’da sınıfsız topluma açılan sosyalist refah düzenini kurmaya çalıştığımızdan, 1968 olaylarını yaşayamadık. İşitsek de anlayamadık. Bize öğretilen üretim formasyonlarının değişimi teorisinde ana çelişki üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaydı ve 1968’de kimin ne istediğini biz pek kavrayamadık.Paris’te üniversite gençliğinin başlattığı ve özünde bilimsel teknik devrim ya da başka bir değişle teknolojik devrim olan (elleri nasırlı işçilerin üretimdeki yrini beyaz yakalı elleri beyaz eldivenlilerin alması anlamına gelen) ve aslında kol emeğini makinelere yaptırarak, işçi sınıfını üretim halelerinden çıkarıp yerini otomatik (kendi işler) çalışan üretim bantlarına bırakması olan bu değişim, bu yenilenme, emek ve sermaye ilişkileri açısından devrimsel bir yenilik olduğundan tarihseldir.O yıllarda Türkiye’de de devrimci yükselişi göklere çıkarak, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının Ankara’da asılmasıyla tarih olan bu devrimci atılım, bir de anti-emperyalist, anti-amerikan özlü olduğundan geniş halk kitlelerince, tüm demokratik güçlerce, demokratik üniversite gençliği tarafından Kemalist devrimlerin yeni ve daha yüksek bir aşaması olarak desteklenmiş ve kucaklanmıştı. Ne yazık ki bu dirilişin beli art arda gelen 3 askeri darbeyle kırıldı. Bulgaristan 1968 atılımını yaşayamadı, anlayamadı. Bizde 1968 kuşağı yani kafası kökten değişmiş yürekli modern nesil oluşmadı. Bunun için son dönemde 2.5 milyon emekçimiz Batıyı boyladı. Çaresizliğin çıkışını kaçmakta aramak yıkım doğurur.1970’lerde bizde her kasabaya iki, bir de her köye bir üretim atölyesi kurularak, herkesi hem tarlada, hem fabrikada, kimseye başını kaldırıp bakmasına izin vermeden çalıştırdığımızdan, ana iş gücü olan insan emeğinin özdevinimli makinelerle yapılabileceğini düşünemiyorduk. Yeni teknolojinin insan emeğinden defalarca yüksek verimlilikle hayat hakkı istediğini göremiyorduk.Bize. Kuranı Kerimde “gün gelecek insanlar kendi kendilerine konuşacak” diye ya-


Makale ve Analizler - 2014

135

zıyor, deyenler, ne söylemek istediklerini açmadıklarından, cep telefonları çağının kapımızda olduğunu, total iletişim devriminin büyün dünyayı bir köy kadar küçülteceğini düşünemedik.Başımızı kaldırıp düşünmeye vaktimiz de yoktu aslında. Okuduğumuz kitaplar eskiydi. Düşünce tarzımız zamanını doldurmuştu. Yöneticiler halkın toplu zekâsından defalarca geri olan bir kafayla laf salatası yaparak yeniliklere sözde “yol açmak” peşindeydi. Olmuyordu. Olmadı. Olamazdı da. 1960 - 1980’ler arasında bizim dünyadan ne kadar geride olduğumuzun doğru anlaşılabilmesi için inandırıcı bir örnek vermek istiyorum.1917’devrimiyle Rusya’da gerçekleşen Ekim Devri, üretim tarzı daha fazlasıyla step köylülerinin orak çekiç gücüne dayandığından, ne sanayide, ne de tarımda üretimsel atılım (modern sanayileşme) yapabilmesi için güç kaynağı bulamadı.Kapitalist üretim tarzıyla rekabette yalnız işçi sınıfının heyecanı yeterli değildi. Lenin “kapitalizmle sosyalizm arasında emek verimliliği yarışını kazanan, dünyanın yeni efendisi olacak” derken haklıydı. Feodal üretim biçiminden modern kapitalist ya da sosyalist üretim biçimine geçmek o kadar zordu ki, üretim ilişkilerini değiştirmek için hayata çağırdığı yeni üretim güçleri henüz ufukta yoktu. Öyle de olsa, herkesin bir kısmeti vardır, sözü de deneyimlerden gelmiştir ve öyle de oldu. Kapitalist dünya 1929’larda çok derin bir dünya bunalımına düştü. Buhara dayanan üretim tarzı zamanını doldurmuştu. Ekonomide ve sosyal hayatta durgunluktan hareketlenmeye geçilerek, bunalımdan çıkılması ancak buhar gücünün dizel ya da elektrikli devinimle değiştirilmesiyle mümkün olabilecekti. Aynı toplumsal düzen içinde iki ayrı aşama olan üretim biçimine gerçekleşmesine gerekli olan bir ana mali kaynak gerekliydi. Eski makineleri satarak kurtulmak ve elde edilen parayla yeni üretime yaşam gücü verme zamanı gelmişti. Demir çelik kömürle ısıtılan fırınlarda cevherden elde ediliyordu. Dönüşüm yapacak sanayinin bel kemi olan “A” sınıf ağır sanayi idi. Yenilenebilmesi için eski “A” sınıf sanayiden kurtulmak gerekiyordu. Grafit çubukla elektrik gücüyle demir çelik hurda eriten potalar henüz üretilmemişti. Dermansız derde Sovyetler derman oldu. O ağır bunalım yıllarında kapitalist dünyadan eski donanımı, eskimiş fabrikaları satın aldı. Onlar yıkılıp, hurdaya çıkarılsaydı, elden beş paraya çıkarılsaydı, elektriğe dayanan üretime geçmeye gerekli kaynak bulunamazdı. İşte tam o zaman Batının yardımına koşan Ekim Devrimi Sonrası Rusya olmuştu. Batı kapitalist dünyasında ne kadar sökülen makine, torna, freze, baskı ve başka ne varsa hepsini Stalin Rusya’sı satın aldı. Ve böylece dünyaya “büyük sosyalist sanayileşmeyi” olarak tanıtılan olayı gerçekleştirdi.


136

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Evet, Batı kapitalizminin hurda makineleriyle sosyalist sanayileşme devrimi gerçekleştirilmişti. Ve İkinci Dünya Savaşı’nı Stalin bu üretim araçlarıyla yaptığı silahlarla ve Rus halkının kahramanlığıyla kazandı.Sosyalizm yıllarında Bulgaristan’a getirilen Sovyet teknolojisi işte bu üretim tarzına dayanıyordu.Biz 1989’da sosyalist üretim tarzı totaliter diktatörlük biçiminden kurtulurken aslında, işte bu eski üretim teknolojisinden kurtuldu. 1980’lere kadar “büyük başarı” olarak tanıtılanlar aslında zamanını daha İkinci Dünya Savaşı’ndan önce doldurmuş üretimlerdi. “Kremikovtsi” Demir Çelik Fabrikası, silah üretim tesisleri, gübre fabrikaları, konserve fabrikaları ve hatta bütün tekstil sanayimiz böyleydi. Japonlar 100 metrede bir düğüm olmayan kumaş üretiminde dünyanın başını çekerken, bir metre karede 10 - 15 düğüm atıyorduk. Batı dünyası “derin dondurucu çağına geçtiğinde” biz soyulmuş ve soyulmamış domatesleri kavanozlara doldurmaya çalışıyorduk. İtalya ve İspanya’da portakal bayramı günlerinde 1000 ton narinciye ezilirken biz yılbaşında bir muz ya da bir portakalın tadına baktık diye seviniyor, kivi ile mandarinin ne olduğunu kırkımızda öğrendik. Yasak olan her yerde toplumsal gelişmenin durduğuna akıl erdiremiyorduk.Bilgi gökten Kitapla inmişti, Mark ile Engels 156 cilt, Lenin ise 105 cilt yazmıştı, Todor Jivkov da başkalarına yazdırıyor ve kendi adından gece gündüz kitap çıkarıyordu. Kitapla gelen bilgiler bize geliyordu. Ötekiler “kör cahildi.” okusalar da anlamıyorlardı. Oysa işler hiç de öyle değilmiş. Hurdaya çıkarılan ve yerine bir tek yeni makine konamayan bir dönem yaşıyoruz. 1968 atılımını yaşamayan insanımız 1990’da çaresizdi. Üzerimize yıkılan, hurdaya çıkarılan ve ihraç edilip Türkiye demir çelik potalarda eritilen üretim araçlarımız aslında tarihsel açıdan zamanını tamamen doldurmuştu. Basra Savaşında elimizdeki tanklar çölde kaldı. Yani eritilip yok edilmesi gerekiyordu. En büyük gücü düdüğü olan trenler, elektrik lokomotiflerine yenik düştü. Bulgaristan’da üretim araçlarının eskimesi yeni bir olgu yarattı, üretim güçlerini işsizler ordusuna kattı. Zamanını yaşamış üretim araçları, yeni teknolojiyi kucaklamaya hazırlıklı olmayan üretim güçleri, kızışan üretim ilişkileri, mühendislerimizden bulaşıkçı, öğretmenlerimizden çilek toplayıcısı, işçilerimizden çöpçü, hatta opera sanatçılarımızdan temizlikçi yapan, görülmeyen sihirli güçtür.Ben bu yazımda, Ah Vah Etmek Yok! demek istiyorsam, tam bunun içindir.Ve bu işin bir acı ve durmadan sızlayan bir yanı da var, ona da değinmek istiyorum. İsimlerimizin değiştirilmesi, bize, babalarımıza, analarımıza uygulanan devlet terörüdür.


Makale ve Analizler - 2014

137

Sonunda 1945 - 1990 arasında yaşanan 3 büyük göç. Bu zülüm, yukarıda anlatmaya çalıştığım, üretim güçlerinin tarihin gerisinde kalmasından, üretim biçiminin “sosyalizmin temellerini atma”, “reel sosyalizm”, “gelişmiş sosyalizm”, “ileri sosyalizm”, “komünizme son adım” gibi aşamalarla göz boyaması, çıkmaza battıkça halkı korkutmak için beraberinde değişik zülüm, sindirme, sındırma, korkutma, cezalandırma, kovma ve bezdirme yöntemleri uygulanmıştır. Ben bu yazımı sizlere şunu söylemek için yazdım. Sosyalist sistem üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki mücadelede Batı üretim tarzına yenik düşerken bizdeki rejim Batı devlet kapitalizmini kopyalamaya çalıştı. Bugün tam çöküş yaşanan bir Bulgaristan’da ayakta duran bir ceset, “dimdik görevdeyim” diyen bir iskelet, “beni batı sulasa ben yine yeşeririm” diyen bir saçmalık var. Bu saçmalığın bekçiliğini de devlet tekel sosyalizmini yaratan ve bir türlü elinden çıkaramayan, aslında elinden çıkarmayı pek istemeyen Bulgaristan Sosyalist Partisi (BKP) var. Bu partinin yamağı olan Hak ve Özgürlük Partisi de aynı işin (çıkmazın) içinde bir oyuncaktır. 1990’dan önce korkutulan ve sindirilen, yaşaması haram edilen halkımız bugün aynı korkunun içinde olduğundan, koyu yaz sıcağında başlarını birbirine dayamış ve beyaz bir bulut gibi ovanın ortasında, ikindi vakti yakıcı sıcakta hep aynı yerde tutuluyor. Havada yakıcı güneş, dilleri bir karış dışarıda köpekler gölgede, her yer anız, her yer diken, her yer taş tezek. Kutsal hakkın tezek kırmaktır. Koyu sıcağın titreşerek dalgalandığı uçsuz ova boş - “siz özgürsünüz, istediğiniz yere gitmekte hürsünüz” diyenler, koyu sıcakta birbirinin nefesiyle serinlemeye çalışan koyunların hiçbir yere gidemeyeceğini çok iyi biliyorlar.Değil bir yere gitmeyi, başlarını bile kaldırmayacaklarını da iyi biliyorlar.Baksanıza! Batıdan, komşudan gelen tütün tekellerine, anlaşmalara, sözleşmelere, vaatlere, kandırmalara rağmen, tütünler üreticimizin elinde kaldı. Tütünün yıllanmışı para etmez, desek de tutmadı. “Zararınızı devlet karşılayacak!” diyorlar. Hükümetten düşerseniz ne olacak? Diyoruz cevap olarak.Hangi devlet ha!? Diyoruz. 25 Mayıs 2014’te “oyunuzu verin!” ve “Paranızı alın!” diyorlar. Ah Vah Etmeyin, “oyunuzu verin!” diyorlar. Artık bizim hiç birimizin hiçbir şeyi “oyumuz” kadar kıymetli değil. Ne tarihimiz, ne kimliğimiz, ne hünerlerimiz, ne gençliğimiz, ne de güzelliklerimiz. Hiçbir şeyimizin bir kâğıt parçası kadar geçerliliği yok! Herşeyin üstünde olan “oy.”


138

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Biz artık insan değiliz, biz oy makinesi olduk. Hak da “oy”, özgürlük de “oy.” Yaşamasak da “oy” verip yaşamaya devam ediyoruz... Oyunuzu verseniz, Ah Vah etmek yok, tütün parası da “yok.” Oy yoksa, çeşmede su, ampülde elektrik, meydanda otobüs, çocuklara okul, fırında ekmek hiçbir şey “yok!” Hiç bir şey “yok.” Zaten hiçbir işe yaramayan hurda haline gelmişiz. Biz her yerimizden ve her bakıma sımsıkı bağlanmışız. Ahırdaki eşekten farklı, boynuzundan bağlı öküzden farkı, biz her yerimizden her her bakıma sımsıkı bağlıyız. Dünyamız yıkılmış haberimiz yok. Biz sımsıkı ve kıskıvrak bağlanmışız. Biz hak ve özgürlük zincirleriyle elimizden belimizden, ayağımızdan başımızdan bağlanmışız, haberimiz yok. Ah Vah Etmek Yok!

Hak İddiaları Dolandırıcılıktır

BGSAM-15.Mart.2014

Bulgar “Banker” Gazetesi, sayı 9, (1078) tarih 28.02- 07.03.2014 Bulgaristan Cumhuriyeti’nde Müslüman Suni Hanefi Dini Yüksek Manevi Konseyi Başkanı ve eski Baş Müftü Prof. Nedim Gencev ile bir söyleşi: Nedim Gençev kimdir? Prof. Nedim Gencev Razgrad’a bağlı Locova (Glocevo) köyünde 1945’te dünyaya geldi. 1974 yılında Yüksek Hukuk Öğrenimini tamamladıktan sonra İç İşleri Bakanlığı’nda görev aldı. “İslam’da ve Sosyalizmde Sosyal Adalet” konulu doktora tezi savundu.1986’da Baş Müftü seçildi. 1992’ye kadar bu görevde kaldı. 1990 - 1996 ve 2006 - 2011 yılları arasında Bulgaristan Müslüman Din Adamları Yüksek Müslüman Manevi Konsey Başkanı oldu. Prof. Nedim Gencev halen Bulgaristan Müslüman Suni Hanefi Dini Yüksek Manevi Konseyi Başkanıdır. Soru: Sayın Gencev, mahkemelere sunulan dilekçelere bakıldığında, sözüm ona “vakıfların” olduğunu iddia edip “tapu haklarını geri alma”


Makale ve Analizler - 2014

139

amacıyla yaptığı başvurularla Baş Müftülük mahkemelere çıkarma yaptı. Oysa. Çağdaş Türk dilinde “vakıf” hayırsever cemiyeti anlamına geliyor. Osmanlı İmparatorluğu’nda (ve başka İslam ülkelerinde) ise, “vakıf” dendiğinde ise, devlet tarafından herhangi bir dini veya hayırsever cemaatine yalnız hayrat işlerinde kullanılmak üzere tesis edilen mülk anlaşılıyor. Bu konuda, Müftülüğün taleplerini haklı buluyor musunuz? Yanıt: Mustafa Hacı tarafından yönetilen Başmüftülüğün açılan davaları finanse etmek amacıyla Türkiyeli hayırseverlerden aldığı büyük paraları kullanırken geniş kapsamlı bir eylem başlattığı doğrudur. O, bağışta bulunanları doğrudan doğruya aldatıyor, çünkü yasa dışı yollardan Müftülüğe 2011 yılında girdiğinde, mal ve mülklerin geri verilmesi konusunda tüm yasal usul istemlerine tamı tamına uyarak “taşınmaz haklarımızın halefi” olduğumuza ilişkin açtığım davaların hepsinden vazgeçti. O, daha dilekçelerimizle başlatılan süreçten vazgeçerken, “mülklerle” ilgili yasal isteklere dayanan süreci geçersiz kıldı. Davaların sürdürülmesiyle ilgili hukuksal esasa dayanan gerekçelerin olmadığına göre, gerçek isteklerin ne olabilir? Rusçuk’ta “Balkan” Oteli’nin, Varna’da yüksek mimari ve mülk değeri olan üç binanın, ülkenin değişik yerleşim merkezlerinde büyük sayıda taşınmazın tapusunu çıkarırken, bu arada Sofya’da “Banya Başı” camii mülkiyetini Müftülüğün üzerine geçirirken bana engel olan olmadı. Müslüman Din Kurumlarının yasa dışı yollardan gasp edilmiş olan mal ve mülklerinin geri alınmasına Taşınmazların İadesi yasası da kapı açtı. Fakat Ankara’nın baskısı altında Mustafa Hacı’nın gerçekleştirmeye çalıştığı ise, Bulgaristan’da Osmanlı taşınmazlarının iade edilmesi anlamına gelir ki, bu mal ve mülkün halefi acaba Mustafa Hacı’mıdır? Benim kanıma göre, bu lokma ona büyüktür. Soru: Olup bitenler sizin hoşunuza gidiyor mu? Yanıt: Burada benim hoşuma giden bir şey yoktur. Bulgaristan İslam dini yöneticilerinin bu ülkede bir iğnesi bile yoktur. Onların malı mülkü Türkiye’dedir. Bir Bulgaristan Kurumu olan, il müftülüklerinde, Türkiyeli 28 hoca dublörlük yaparken, Ankara’nın talimatlarıyla çalışıyor. Bu beni tatmin edebilir mi? Ben dün olduğu gibi bugün de Bulgar vatandaşıyım. Ben vatanımı seven biriyim, dedelerimin kemikleri bu toprakta gömülüdür, çocukların burada yaşıyor, torunlarım bu ülkede yetişiyor ve ben memleketime Vatanım derken kıvanç duyuyorum. Bu, memlekette hiçbir mülkü olmayan, eşleri ve çocukları Türkiye’de yaşayanlar için de böylemidir, çünkü onlar ailelerinin yanına göçüp gitme gününü bekliyorlar. Ben ise burada kalıp Müslüman din kurumlarımızın Bulgar toprakları içinde ve devletinde özerk ve bağımsız bir kurum haklarını elde etme mücadelesine devam edeceğim.


140

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Soru: Size göre, şu an devlet ile diyanet işleri arasında fark gözetiliyor mu? Size bu soruyu yöneltmemin nedeni, birçokları birçok yıl önce kültürel ve tarihi anıt olarak ilan edilen bu Bulgar mülklerin üzerinde tapu hakkı olduğunu iddia eden herhangi bir dini cemaat çıkarları ile devletin çıkarları arasındaki fark nedir? Yanıt: Birkaç mülkle ilgili öne sürülen iddialarda Mustafa Hacı’nın gerçek yüzü göründü. O, 350 camiyi imamsız bıraktı, işine bakan hocalarla ilgilenmiyor, Türkiye’den aldığı paralarla sadece 300 kişilik küçük bir grubu yemliyor, sayıları 700 olan, diğer Müslüman din adamları 30 levalık köylü emeklilikleri ve iman edenlerin bağış olarak topladıkları 80 leva ile sefalet içindedir. 1990 yılında yeniden açtığım din okulları halen perişan durumdayken, Mustafa Hacı ve etrafındaki grup sefa sürmektedir. Okullardaki durum yürekler acısı olduğu için çocuklar din eğitimi aşmaktan kaçıyor. Başbakan Andrey Lukanov’tan aldığım izinle eğitim öğretim etkinliklerini başlattığım Yüksek İslam Enstitüsü ise, kendi giderlerini karşılayamazken, kayıtlı öğrenci sayısı 50’den fazla değildir. Mustafa Hacı’nın idare işlerinde 28 il müftüsü görevlidir, camiler boştur, dini öğretim ayrıkçı hizipçilerin elindedir. Kitap ve dini edebiyat için para yoktur. Rodoplardaki ahali için Kuran’ın Bulgar diline tercümesini yaptırdım, dua kitapları bastırıp dağıtım, Ahmet Doğan’ın hapishanelerde bıraktığı 31 politik tutuklunun serbest bırakılmasını 1992’de özel bir kararla sağladım. Bu politik tutuklular Cumhurbaşkanı Jelü Jelev tarafından benim dilekçeme uyularak serbest bırakıldılar. O zaman henüz dağıtılmamış olan devlet güvenlik teşkilatı “DC” serbest bırakıldıklarında ellerine 50 US Dolar verdi ve hepsini ya Viyana’ya ya da İstanbul’a gönderdi. Başmüftülüğün yönetimi o zaman değişmişti. Devlet istihbarat örgütü ajan ”Sava” aracılığıyla ajan “Andrey”i dayattı. Ben ise, “soya dönüş” sürecinden önce devlet güvenlik örgütünün Türkiye şubesinde çalışmış, yani Bulgaristan’daki Türk ajanlarına karşı görev almış ve apoletleri koparılmış bir subay olarak ortada kaldım. Soru: Halen görev başında olan, a) 2002 yılında kabul edilen Diyanet İşleri Yası’na göre, Bulgar Ortodoks Kilisesi hariç, (Yehova Tanıklarından Müslüman Dinine kadar) hepsi için olmak üzere tüzel kişi statüsü kazanmaları için tescil olma usulü uygulanma getirilmişti. Şimdi gerçek durum göz önüne alınırsa, şimdiki Müslüman Din İşleri (Başmüftülük) kendisi ile yerel müftülükler, 1949 yılına kadar var olan dini, dinsel eğitim ve sosyal hayır işleri gören tüzel kişilerin tartışmalı belgelere dayanan haleflik haklarının veli yatı olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Bu istekler ne kadar geçerlidir. Daha büyük bir kısmında böyle bir hukuksal hakkın olduğu tespit edilse bile, bu hak mülkiyet sahibi olma bakımından esas oluşturur mu?


Makale ve Analizler - 2014

141

Yanıt: Bulgaristan’ın yarısını kendisine tanıyan ve üçte birini vermeyi de kabul etmeyen, Mustafa Hacı tarafından sunulan “dilekçe” öyküsünü bir az önce kısaca anlattım. Bu bir dolandırıcılıktır, yasa dışıdır ve Anayasa’ya aykırı olarak başlatılmış olan bir süreçtir. Biz, bir Müslüman, bir suni - Hanefi diyaneti olarak Sofya Şehir Mahkemesi’nde alınan karara itiraz ettik, hatta Anayasaya aykırı nitelikli alınmış bir karar olarak savcılık nezdinde itirazlarımızı bildirirken, bozulmasında ısrar ettik. Yargı organları şimdilik acele etmiyor. Bu gecikmenin, açılmış davalardan alınacak sonuçların beklenmesine ilintili olduğu görüşündeyim. Bu davalar, Mustafa Hacı’nın ve onun çevirdiği dolapların samimi işler olduğuna inanmayan insanlara karşı polisi, savcılığı, Yüksek Adalet Konseyini ve Bulgaristan Yargıçlar Konseyi adalet vicdanını ayağa kaldırdı. Şu veliaht hakları konusu bir dolandırıcılıktır. Öyle ki, adil olan bir davayı savunurken dahi, dolandırıcılık esasına basıldığında, işler baştan sona büyük bir cinai serüven halini alabiliyor. Anlayamadığım bir şey var. Acaba Yüksel Adalet Konseyi, Savcılık ve İç İşleri Bakanlığı da bu cinai serüvenin bir parçası mıdır! Onlar bu serüvene hakikatten katılıyor mu, yoksa susan tanık rolünde midir. Katılıyorlarsa, kötü kahramandan yana tavır almışlardır, katılmayıp suskun seyirci rolünü benimsemişlerse de kötü, çünkü onlar fark edene kadar ruh şişeden çıkabilir. Soru: Size bir örnek vermek istiyorum. Bulgar devleti Sofya Üniversitesi ile “Rektörlük” binasının mülk sahibidir. Daha 1888’de temelli atılan yüksek eğitim kurumu binasının kurulması için 1906’da Bulgar devleti açık arttırma ilan etmiştir. En büyük yatırımı (Evlogi ve Hristo Georgiev kardeşler) vermiş olmasıyla birlikte, bütün yatırımın daha büyük kısmı özel bağışlarla toplansa da, üniversite halka açık devlet mülkiyeti olmuştur. Bu durumda, bir tüzel kişi olan “Sofya Üniversitesi” bu mülkiyet üzerinde hak iddia edebilir mi? Örneğin bazı okullar üzerinde tapu hakkı iddia eden Baş Müftülüğün istekleri ile verdiğim örnek arasında emsal teşkil edecek bir benzerlik görebiliyor musunuz? Yanıt: Mustafa Hacı aracılığıyla Tayyip Erdoğan’ın hak talep ettiği taşınmazlar yeni Osmancılık sembolleri olup, Türk Halifenin hülyalarıdır. Fakat Bulgaristan’da bu taşınmazların bazıları, kurtuluştan önce de ibadet yeri olarak kullanılmamıştır. İşlevleri başka olduğundan dolayı daha sonra da bakımsız bırakılmıştır. Üstelik Osmanlı İmparatorluğu dağılırken bu taşınmazların bir kısmını Bulgar Çarlığına yani Bulgar devletine bırakan özel sözleşmeler de imza altına alınmıştır. Diyanet işlerine ilişkin Yasanın amacı, yasa dışı yollardan el konan ve devlet mülküne geçen taşınmazların Başmüftülüğe iade edilmesini öngörmüştür. Fakat şimdi gürültülü tartışma konusu olan mülklerle ilgili bu nitelikte değildir. Mirasın (Osmanlıya ait özelliği de dahil) zengin bir kültür hazinesi olduğu değer-


142

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lendirmesini yapacak olan devlet, Avrupa Fonlarından da yararlanmak suretiyle bu eseri onarıp gerekli şekilde düzenleyerek ve Bulgaristan’daki Türk-Müslüman kültür kalıtının bir parçası olarak dünyaya göstermekle yükümlüdür. Ne yazık ki, Mustafa Hacı Osmanlı devleti gibi bir devlet öznesinin artık olmadığını görmezden gelerek, bizi Osmanlı devrine geri çevirmeye çalışıyor. Soru: Avrupa’da sadece kalıcı bir uygulama olmakla kalmayıp değer yargıları sistemi haline dönüşen, (birçok Avrupa direktifinde, ayrıca devletlerin iç genelge ve yasalarında yer alan) Anayasal “vicdan hürriyeti” olarak tarif edilen, bir dinde ibadet etme hakkı grup hakkı olarak değil, kişisel bir hak olarak tanımlanır. Biz bunu şöyle yorumlaya bilir miyiz: Üye devletlerden her biri, yasalarca uygun bulunan farklı dinlerde ibadet yapılmasına izin verebilir, fakat bu devletin onlara mülkiyet temin etme yükümlülüğü olduğu anlamına gelmez. Yalnızca kullanmak üzere devletin kendi mülkünü devretmesi iyi niyet ifadesi olmaktan başka bir anlam taşıyabilir mi? Yanıt: Prens Dondukov - Korsakov’un barış dönemi kurallarıyla birlikte, Baş Müftülük bir Bulgar kurumu olarak daha 1887’de belirdi. Yeni kurulan Bulgar devleti topraklarında kalan Müslüman ahali için böylece belirli dinsel haklar tesis edilmiş oldu. Şu küçük özelliğin unutulmamasında yarar vardır. Bulgar Müftüler, ilk Bulgar Anayasası olan Tırnovo Anayasası’nın hazırlanmasına bizzat katılmıştır. Daha sonra, yani 1919’da kaleme alınan Baş Müftülüğün İlk Tüzüğü Prens Batenberg tarafından onaylanmıştır. Bulgar devleti Baş Müftülüğün idari organlarına her zaman gönüllü hizmet vermiş ve bu makamda çalışanlar devlet memuru statüsünden yararlanmışlardır. Müftülüğün tarla ve orman olan mülkleri, okulları ve camileri vardı. Çar Boris, Şumnu İslam Enstitüsü olan Nüvvab’a 300 bin dönüm toprak vermiştir. Bu yüzdendir ki, ben, devletin fazlasıyla demokratik davrandığını ve siz, dini haklar grup hakkı değil, kişisel haklardır dediğinizde, tamamen haklıydınız. Size, aşırı sofilerin bu tartışma götürmeyen demokratik gerçeği kabul etmediklerini, farklılık temelinde ayrılma ve tecrit olmayı yeğleyerek sosyal tavırda grup davranışlarını esas almaya çalışıyor. Selefiler için belirleyici olan ise, köktendinci vaizlerle gerçekleştirilen, aktif propaganda şartlarında sosyal ayrılmayı aramalarıdır. İbadet edenlerin tüm haklardan yararlanarak uyguladıkları sosyal aktivitelerde bu bir risk teşkil etmektedir.Bu risk, diğer dinlere ibadet edenlere ve dinsizlere olan yaklaşımla bağlandığında, kuşkusuz dini ayrımcılığın temellerini oluşturan, öteki dinlerden insanların tam değerli olmadıkları inancına bağlı Selefilerin temel davranışlarını oluşturur. Bu da toplumu İslam’a inananlar ile ötekiler şeklinde ikiye bölünmesine neden olur. Bu da demokratik insan haklarının temellerini oluşturan, hak eşitliği ilkesinin ihlalidir. Bu durumda, vatandaşların anayasada savunulan özgürlüklerinden olan, din özgürlüğü yani ibadet


Makale ve Analizler - 2014

143

hakkı engellenmiş olur. Grup halinde zikrederken doğan intikamcılıkla laik devlet ilkesi ret edilirken, şeriat devleti ütopisi hayat hakkı arıyor. Soru: Bulgaristan’da Müslümanlığın sorunlarıyla yıllardan beri meşgul olan bir kişi olarak, Baş Müftülüğün oluşturduğu topluluktan farklaşmasıyla dikkati çeken bir Müslüman ortamı oluşturan Pazarcıklı Selefilerin eylemlerinden endişeli misiniz? Bir de şu var, onlar Müslümanların tescili kurumsal haklarından yararlanmak suretiyle kendi faaliyetlerini tescil ettirmeden çalışıyorlar. Yanıt: Ben sorunuza daha yöneltmeden yanıt vermeye başladım, görüşümü açmaya devam ediyorum: Selefilik geleneklerine sıkı bağlı olarak eylemde bulunan din adamları hiçbir şeyden kuşkulanılmasına olanak tanımaz. Benzer anlayış Bulgar devletinin laik niteliğiyle ve yanı zamanda farklı olma hakkı tanıyan sivil haklarla da kalıcı çelişki halindedir. Mustafa Hacı, kendilerine himaye eden ve onları kamuoyu önünde savunan selefçileri mi savunayım yoksa resmi törenlerde devlet erkânı yanında yer almaya devam mı edeyim çelişkisi yaşıyor. Kuran’ı geleneksel yorumlama şekli dışında farklı bir standart sunan bir propaganda üslubu getiren örgütlü bir etkinliğin olduğu ortadadır. İzlenimlerime göre, yargı önüne çıkarılanların örgütlü etkinlikleri uzunca bir zamandır, amaca yönelik dini edebi eserlerin seçilmesi ve duaların hazırlıklarında geçmiştir. Onların, Bulgaristan’da yürüttükleri çalışmaların tümünün ve dava dosyasına alınan delillerin analizinden, belirli bir zaman sonra, toplulukta oluşan gerginliğin sivil halk için ciddi tehlike oluşturabilecek bir çatışma halini alabileceği sonucu çıkarılabilir. Soru: Buraya kadar söylenenlerden sonra, bizde kökten dinci İslam belirmesine elverişli ortam ve koşul olduğu görüşüne katılıyor musunuz? Ve bu böyleyse, misyonerler nereden geliyor, ülkemize nasıl yerleşiyorlar ve onları özendiren kimdir? Yanıt: Yöneticisi ve üyeleri olan bir örgüt ortadadır. Yeni tip bir dinsel ideolojiyi propaganda ediyorlar. Mustafa Hacı’nın bütün çalışmalarında saptandığı üzere, bu örgüt gizli bir örgüttür, tescili yapılmamıştır, hedefleri somuttur, yöneticisinden üyelerine yüksek düzeyde bir örgütlülük gözlenir. Selefilik ideolojisine himaye eden ve Pazarcıkta davaları görünenleri koruması altına alan çalışmalarını bir dış kaynak finanse etmiştir. Bunları, hoşgörü anlayışı sahte veya tamamen yanlış olan Bulgar evleti özendiriyor. Bu, çok büyük tehlike arz eden bir gelişmedir ve hepimiz sonuçlarına katlanmak zorunda kalacağız. Bir Bulgar başbakanı, bir yabancı başbakan ile bir milletvekilinin sözlü tercüme ve aracılık ettiği bir telefon görüşmesinde kendisine “Gencev’in Müftülükten Atılmasını İstiyorum!!!” şeklinde konuşulmasına nasıl müsaade edebildiğini anlamakta güç-


144

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lük çekiyorum. Ve Bulgar Başbakanı’nın bu emri yerine getirmesine de hayret ediyorum. Ben bu konuşmaya katılan “kahramanları” asla unutamam. Emirleri veren Recep Tayyip Erdoğan ve yerine getirenlerse Boyko Borisov ile Kasım Dal’dır. Bu olay, Başmüftülüğe ve Başmüftü Mustafa Hacıya 2005 - 2010 dönemine ilişkin ilk teftişin uygulanmasını sağladığım gün oldu. Teftiş yapıldı. Mustafa Hacı’nın devlete milyonlarca leva borcu var. O bu paraları halktan topluyor. Savcılık onun yakasına yapılması gerekirken vergi daireleri teftiş evraklarını Müslümanlardan ve kamuoyundan gizliyor. Biz de gerekli makama dilekçe sunamıyoruz. “Banker” gazetesinin bir önceki sayısından öğrendiğimize göre, Baş Müftülüğün icraya verilmiş 3 milyon 500 bin leva vergi borcu var ve bütün malı mülkü hacizli olup, açık artırmayla satışa sunma hazırlıkları devam etmektedir. Satılınca ellerinden çıkacak olan taşınmazlar vakıf mal ve mülkleri değil midir? Parasını toplama yolunu seçen devlet, hepsini satarsa biz ne yapacağız. O zaman suçlu olan kim olacak? Mustafa Hacı mı yoksa devlet mi? Yoksa bu, Bulgaristan’daki uzantıları olan Mustafa Hacı’nın vergi borçlarını bir yere kadar ödeyip, işi çıkmaza sürerek, konsoloslarına Bulgar devleti Müslüman din cemaatini talan edip baskı uyguluyor diye gerekli mercilere mektup yazmalarına yol mu açıyor?

Tık Tık

Şakir Arslantaş-16.Mart.2014

Bazen hayatta en önemli olan, bir insanın başkalarının gözünde nasıl biri olduğudur. Büyük Alman yazar Goethe bir şiirinde şöyle der: “Şairi anlayabilmeniz için, Yaşadığı ülkeyi görmeniz gerekir.” Söylenmek istenen olayı her yönlüce görebilmektir. Bulgaristan’da dosyası olan bir kişiyi, dört yanlıca görüp değerlendirebilmemiz için, onun hakkında başkalarının yazıp anlattıklarını, diğer kanallardan toplanan bilgileri de okuyup öğrenmemiz gerekir. Bu süreç içinde, ilk yapılacak olan şey, arşive gidip, filanın dosyasını isteyip, etraflıca okuyup bilgi almamız, dosya sayfalarına yazılmış olan bilgilerin ne maksatla toplanmış, kasıtlı mı, te-


Makale ve Analizler - 2014

145

sadüfen mi vs. öğreneceğimiz şarttır. Bir kişi hakkında bilgilerin ne amaçla toplandığını bilmeden sonuç çıkarmamız, hepimizi yanıltabilir. Bu konuya eğilmezsek, teniste tıkladıkça sıçrayan top izler gibi sağ sola bakarken hayatımız gelip geçer. Örneğin, Ahmet Doğan hakkında birçok gazeteci, araştırmacı yazar, arşivci yazar bir şeyler yazdı, kitaplar bastı. Bu eserlerle, 25 yıldan beri “lider” konumunda tutulan, Ulusal Güvenlik örgütü tarafından ağır silahlarla korunan, yalnız zırhlı araçla gezdirilen, yani Papa’dan fazla üzerinde titrenen bir tip yaratıldı. Milletvekili ve heykeltıraş Vejdi Raşidov da aynı dosyayı 23 gün okuduktan sonra, kimsenin bilmediği hiçbir şey söyleyemedi. Dosyalılara iş verilmezken, neden Ahmet’in Saray’da yaşatıldığını anlayıp açıklayabilen de yok. Dosyası olan bir kişiye neden devlet kulislerinde önemli vazifeler verilsin! Bunu öğrenebilmemiz de imkansızdır. Bulgaristan tarihinde ne Prens Batenberg, ne Çar Ferdinand, ne oğlu Çar III. Boris, ne Georgi Dimitrov ne de Todor Jivkov böyle korunmamıştı. Bu işin içinde daha derin, daha büyük bir iş olmalı! “Dağları bekleyen korku” Bulgaristan’da yaşayan ve en barışçı insanlar olarak bilinen bir Türk’ten ve Müslümanlardan kaynaklanan bir korku değildir. Ahmet Doğan milletvekili olsa da özel koruması olsa, anlarız, ama seçilmedi. Bu endişe verici durumda, her şeyin bir sır düğümü olarak korunması herkesin dikkatini çekmeye başladı. Hayatı bir gizem, işleri devlet sırrı, temsil ettiği hiçbir kimse ve güç olmayan bir kişinin devlet tarafından korunması demokrasi ilkeleri aykırı olduğu gibi adalet ve hukuk düzenine de aykırıdır. Demokrasi Amerikan Başkanından hesap sorulabilen bir düzendir. Açılan dosyalardan hiçbir şey anlaşılamadığına göre, bunların anlamı “kullanıldıktan sonra çöpe atılan selpak” değil de nedir. Muhbirin ya da ajanın toplayıp bildirdiği bilgilerin en ufak anlamı ve değeri olsa, kimseye gösterilmezdi. Bu bilgilerle “kaç kişinin canı yakılmış” o da anlaşılmıyor. Dosyası olan kişiye karşı muhbirlik eden hakkında hiçbir bilginin olmaması da tamamen şaşırtıcıdır. Eğer bir insan günlük tutan biri değilse, ona karşı çalışan hafiyelerin kim olduğunu asla anlayamaz. Bu bakıma dosyalar bir muammadır. Durum böyle olduğuna göre ve bir de kimin kaç kişiyle, neden, nasıl ve ne zamana kadar korunacağını özel bir Bulgar devlet komisyonu her defasında yeniden toplanıp belirlediğine göre, bu durumdan bir tek sonuç çıkarılabilir. Bu da şudur. Her gün değişik yerlerden, çok farklı yol ve araçlarla, birçok devletten ve çok sayıda anonimden Ahmet Doğan’a “seni öldüreceğiz” tehdidi geliyor ki, devlet bu tedbirleri alıyor ve bu masrafa katlanıyor. Bu ne zamana kadar


146

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

devam eder ve ardında ne vardır? HÖH partisi Ahmet Doğansız idare edilemez mi? Yoksa Ahmet başka dalavere peşinde ve diğer kodamanların da bu kazanda kaynayan keşkeği mi var? Bu soruları şöyle de sorabiliriz: Soru 1). Ahmet Doğan’ın bugünkü çok masraflı özel durumundan çıkarak, Bulgaristan Türkleri ile ilgili gerçekleştirilmeye hazırlanan yeni bir plan mı var? Soru 2) Bulgaristan Türk ve Müslümanlarının erk yamağı olmasında Ahmet Doğan özel bir ödev mi yerine getiriyor? Soru 3) Ahmet Doğan olmasa Rusya’nın Bulgaristan’daki çıkarları zarar görebilir mi? Soru 4) HÖH partisi Bulgaristan içinde ve AB ile Rusya’nınb Bulgaristan çıkarları dengesinde bu kadar önemli bir konumdaysa, bu işten Bulgaristan Türk ve Müslümanları için bazı özel haklar elde etmeye neden çalışmıyor? Anlaşıldığı üzere, milliyetçi çizgide sağa çok kayan Nikolay Barekov’un “Sansürsüz Bulgaristan” partisi HÖH - DPS partisiyle hükümet ortaklığına girmeyeceğini her fırsatta tekrar ediyor. Bu parti önümüzdeki hafta parlamentoya “Temiz Eller” Yasa Tasarısını Sunuyor. Hedefi ülkeyi “mafyacılar” ve “ezilen halk” olarak ikiye ayırıyor. Bu yasayla birlikte Baş Savcılığa içinde HÖH - DPS evrakları da olan, BSP ve GERB partilerine karşı birçok dava kanıtı sunulacak. Bu parti, 25 Mayıs 2014’te yapılacak AB parlamento seçimlerinde birkaç sandalye kazanırsa. Ekim 2014’te genel seçim isteyeceğini ilan etti. Bu durumda, izlemeye hazırlandığı, AB - yanlısı politikayla HÖH - DPS partisini başsız bıraka bilir mi? Bu dünyada tek taraflı olan hiçbir şey yoktur. “Eden kendine eder” atasözünün özünde olan tahrik edenin tepkiye hedef olacağına bir işarettir. Soru: “Sansürsüz Bulgaristan” halen hız toplayan Türk ve Müslüman düşmanı eylemlerde yer alır mı! Bu partideki bazı güçlerle bizim tarihsel zıtlaşmamız vardır. Bunlar ortak hareket ettiklerine göre, bir Bulgar atasözü olan “ortak işi köpekler bile yemez”, onlar için geçerli olacak mı? Yakında dağılırlar mı? Yine bu cümleden olmak üzere, hafta sonunda Sofya’da yapılan “Reformcu Blok” toplantısına HÖH - DPS ve “Sansürsüz Bulgaristan” partisinden temsilcilerin katıldığını gören, eski başbakan ve Demokratik Güçler Birliği Başkanı İvan Kostov salonu terk etti. Politik analizcilerin ve gözlemcilerin ortak tespitine göre, Bulgar parti liderleri kendi aralarında iletişimi kesilmiş olup seçim kampanyası başlarken gerginlik tırmanışa geçmiştir.


Makale ve Analizler - 2014

147

Çok önemli bir gerçeği değiştirebilmenin temelinde, değiştirilecek olanla ilgili geçmişin, insan belleğinden silinmesi gereği bulunur. Bu nasıl yapılır. Bir defa, “fidan eğrilir, yaşlı ağaç kesilir” atasözü doğrudur. Çocukluk yaşında olanın dünyaya bakış açısı etkilenebilir. Yaşlılarınsa dünya görüşünde ancak yeni bir ayar yapmak olasıdır, bütünsel değişiklik beklemek yanılgı olur. Bulgaristan’da nüfus yaşlı olduğu için ikinci yol deneniyor. İktidar seçim öncesi üç beş üç beş emeklileri kolluyor. Sandığa davet ediyor. Bir de şu dosyalarda, dosyası olan bir kişinin (hafiyelik yapanın) başkaları hakkında yazıp çizdiği dışında, bir de hafiye olduğu bilinmeyen ama gizli gizli yazanların yazıp çizdikleri var. Şunu demek istiyorum. Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde gizli servis “Ştazi”nin 170 bin tayinli olmayan ajanı olduğu açıklanırken bir de 18’ini doldurmuş olan her 50 kişiden birinin “Ştazi” için çalıştığı açıklandı. Ajan ordusu dışında görev alan bu milyonluk kalabalık, kime karşı çalıştı? Ajanlar birbirini mi yedi? Büyük Rus yazarı İlya Erenburg’un “Fırtına” eserinde, beş kişilik bir grup içinde önder (yönetici) seçerken önce bu beş kişinin arasından işi bilmeyen, yeteneksiz olan, sevilmeyen, takdir edilmeyen seçilir ve diğer dört kişiden onun hakkında bilgi alınırken, onu “şu işe” atasak nasıl olur dendiğinde, herkes ondan kurtulmak istediğinden “olumlu” yanıt gelir, diye yazar. Görüldüğü üzere “karşı olmak” devletin istediği politikayı desteklemiyorum, anlamına gelmiyordu. Böylece beceriksiz olan kişi herkesin razılıyla “şef” konumuna getirilirdi. Bizim haklarımız ve özgürlüklerimiz uğruna yürütülen mücadelede de öyle oldu. Önce adına temel istemlere uygundur gerekçelendirmesi oluşturmak için Ahmet Doğan sudan sebeplerle, hatta mahkeme kararı olmadan “hapse atılmıştı.” Hapisten önce olduğu gibi, hapislik yıllarında da, gerek hapishane personelinden, gerek içerdeki arkadaşlarından ve mahpusçulardan onun hakkında daha sonraki kariyerine basamak olacak “bilgiler”, “gözlemler”, “kanıtlar” ve “intibalar” toplanmıştı. Ne yazık ki, bizim insanımızda çok farklı bir özellik var: “Herkes geçmişi konuşurken. Biz susuyoruz!” “Belene” konusu açılsa, kahvede adam kalmaz! Bir kişinin görevinde yükselebilmesi için kendisinin yaptığı muhbirlik kadar, onun hakkında toplanan bilgiler de önemlidir. Kişisel aktiflikle yol alınmaz. Şu da var, onu bunu gammazlamak insanımızın karakter çizgili olmadığından, Bulgar polisi Ahmet Doğan gibi bir tip hakkında olumlu ya da olumsuz bilgi toplamada zorluk çekmiştir. İnsanımızın özündeki hoşgörülü bakış açısı, zavallıya merhamet duygusu, özünde olumsuz (negatif) bir tip olan Ahmet Doğan’dan olumlu (pozitif) tip yaratılmasında basamak olmuştur. Bunu kimse bilinçli ola-


148

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

rak yapmamıştır. Bu işte sosyo - politik ve tarihsel ortamın rolü de büyüktür. Ahmet Doğan’ın yetiştiği ve eğitildiği dönem, Bulgaristan Türklerine karşı büyük saldırının alabildiğine şiddetlendiği yıllardı ki, o soy özünde Türk olmadığından bu şiddeti ezilmeden, acısız yaşamış ve hatta serem cemsiz atlatabildi diyebiliriz. Hakkındaki bilgiler, olabilir ya, “danışıklı dövüş” ortamında toplanmış olsa da, “çekenlerle birlikte içerde ‘çekiyor’ olması” olumsuzdan olumlu yaratma işinde kullanılmıştır. Bu emsal, özünü ihanet belirleyen bir tipten, olumlu bir sima yaratılmasına parlak örnekler arasında yer alır. Bütün bu uygulamayı Bulgar polisinin profesyonel başarısı olarak tanımak zorundayız. Örnek canlıdır ve gizli faaliyet halindedir. Tarihsel açıdan bakıldığında bu yöntem en “başarılı” bir şekilde cihan İmparatoru Timurleng tarafından başka bir usulle uygulanmıştır. O, ele geçirdiği genç savaş esirlerinin kafalarını sinekkaydı kazıttıktan sonra başlarına taze yüzülmüş oğlak derisi, deve boynu derisi geçirir ve iki hafta böyle kalmalarını buyururmuş. Bu iki hafta içinde Orta Asya steplerinde sıcaktan kurudukça büzülen deri kafayı sıkar ve büyümeye çalışan saçları geri çevirip başa batırdığında, yaşanan dayanılmaz acılar esirin anasını, babasını, kardeşlerini, soyunu, vatanını ve dilini bile unutmasına neden olurken, çok sağdık ve geçmişini öğrenmeyi asla istemeyen erler eğitilirmiş. Ahmet’i ise Türklerle Müslümanlara düşman kılmıştır. Bulgaristan’da da insanları geçmişleriyle ilgili hafızasızlaştırma politikası yüz yıldan daha uzun bir zaman uygulanırken, “soya dönüş” ve “Bulgarlaştırma” aşamasında feci olaylar yaşandı. Hedef tarih ve kimliğimizin hafızamızdan silinmesiydi. Öyle ama insan belleği bir havuz değil ki, içindeki suyu çekip yerine ayran doldurasın. Dil olmasa bellek olur mu konusu tartışıladursun, biz gördüğümüz, işittiğimiz ve duyulmadığımız her şeyin belleğimizde kaydedildiğine ve bilinç ve irade oluşturduğuna inanıyoruz. Hepimiz için gergin geçen bu uzun süren baskılı dönemde, pek çok şeyler kaybettiğimizi kabul ediyorum. XV. Yüzyıldan beri Rumeli’de yaratılan bir sanat kültürü, bir edebiyat, bir folklor zenginliği olmalıydı, ama bu son derece büyük bir zenginlikten, 3 - 5 parça değerli eser kalmıştır. Bugünkü hayatımız hafızamızdaki geçmişin demir zonklayışını her an hissederken eziliyor. Örneğin Bulgarlar “Türk” deyince olumsuz (negatif) enerjiyle şarj oluyor ve kendi değimleriyle “500 yıllık Osmanlı döneminin geri dönmesinden” korkuyor. Aslında bugün bunu “Yeni Osmanlı” adıyla düşünenlerin hiç biri Osmanlı’da yaşamamıştır. Fakat “Osmanlı dönemi” onlarda önü alınmaz bir korku ve dehşet duygusu yaşamalarına engel olamıyor. “Muhteşem Yüzyıl” gibi filmler korkuyu gerçeklikle etkilemeye çalışsa da yol çok uzundur. Zaman iöçinde unutma-


Makale ve Analizler - 2014

149

nın engellenmesinin olanaklar dahilinde olmadığına bir şiirinde değinen Alman yazar, anti-faşist Bertrolt Brecht şöyle demiştir: Zamanı durdurmak elde değildir. Hükmetmeyi ele geçirenler çok isteseler de, Mümkün olmayanı yapmak, bir heves olarak kursaklarında kalacak. Ben olayım diye, Dövüşseler de kan ter içinde horozlar gibi, Güçle gemlemeye çalışsalar bile, Zamanı durdurmak asla ellerinde olmayacak. Zaman durmadıkça, geçmişin hatıralardan silinmesi süreci de devam edecektir. Sorun şudur: Öyleyse geçmişin vahşetini cezalandırmanın anlamı yalnız ibret dersi almak mıdır, yoksa başka anlamı da var mı? Ahmet Doğan’ın son 25 yılda çevirdiği oyunlar, halkımız üzerinde uygulanan sinsi baskılar ne olacak? Cezasız mı kalacak! 250 yıl geçsin ve hafızamızdan silkinsin diye bekleyecek miyiz? Her neslin kendi ödevi vardır. Biz temel ödevlerimizin bilincine bir gün önce varmalıyız.Bunu yapamazsak, tenis tahtası üzerinde sıçrayan top gibi, bir orada bir burada tıklamaya devam ederiz.

Tanıyabildiniz mi?

Hüseyin Yıldırım-16.Mart.2014

Bulgaristan’da yeni tip bir vatandaş oluştu.Beş kişiden biri çeşmeden su içmiyor. Beş kişiden bir bira ya da rakıyla yaşıyor. Beş kişiden biri işe gitmiyor. Beş kişiden biri sadece yalan söylüyor. Beş kişiden biri seçimlerde oy kullanmıyor. Beş kişiden birinin cebinde deli raporu var vs. Bu yeni tip insanları etki altında tutup hareketlerini yönlendirmek pek zor bir iş sayılmaz. Hepe iktidarın araçlarını kontrol altında bulundurup iste-


150

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

dikleri şekilde yapanlar, bu işin ustası olmuştur. Şunu da belirtelim, bu insanlara ana dillerinde bilgi vermemek, gazete, kitap, radyo, televizyon izleme özgürlüklerini kapmak da aynı ustalığın bir başka eseridir.Bu bilinç yıkama makinesinin çalıştırılmasında açları, yoksulları, sefilleri, birden bire çok zor durumlara itmek önemli bir yöntemdir. Ömür boyu çalışmış bir kişiyi, yaşlanınca çaresiz bırakıp sosyal yardımlarla, evlere yemek dağıtarak durumu aklamak da başka bir uygulamadır. Hıdrellez için emekli maaşlarına 20 leva eklemek de aynı cümledendir. Süre giden dolandırıcılığın esas temellinde olan gerçekleri görmemiz gerekir. Bu insanların kafasındaki korku, aman daha kötü olmasında, nasılsa dayanacağız, endişesidir.Olgun çağda olan insanlarımızın hafızasında bir defa totalitarizmin son 20 yılından kalmış devlet teröründen derin izler var. Onlar bu izleri ömür boyu taşımak zorundadır. Hafızamızı, beynimizi kuru temizlikçiye vermemeyiz. İnsanın ruhuna sinen korku psikolojisinden kurtulması zor iştir. “Belene” kampında yatmış her mahkûm, “sürgün”, “Belene”, “milis”, “DC” gibi sözleri işittiğinde ruhen birden değişir, hafızası canınca ya çöker ya ürperir, eskiden başına gelenlerin etkisi onu esir alır. Değişim, ancak yer, vatan, ortam, iş, arkadaş grubu v.b değiştirmekle, güvenli bir yeni ortamın etkisiyle olur. Bu açıdan Türkiye Cumhuriyeti’nin 1989’da sınır kapısını açması, sakat bir topluluk olmamıza engel oldu. Ruhumuzu korku esaretinden kurtardı. Şimdi soydaş çocukları hayata ve geleceğe başka bir açıdan bakıyor. Bu, hepimizi çok yakından ilgilendiren bir konudur. Korku faktörünü çalıştırmanın çok değişik biçimleri vardır. Kendimizden değil de, Almanya’dan bir örnekleme getirelim: İkinci Dünya Savaşından önce ve savaş esnasında Almanların en fazla korktuğu “Hitlerin insanları canlı yaktığı ve yağlarından sabun yaptığı toplama kamplarına düşmekti.” Bu esir kamplarında Yahudi ve Çingenelerle birlikte büyük sayıda Alman komünist, sosyal demokrat, yurtsever de öldürüldü. 1950’li yıllarda Almanların korku kâbusundan kurtulmasına engel olmak isteyen Amerikalılar, “Holkost” adlı bir dizi çekerek, Almanya’da toplama kampı döneminin geri geleceği korkusunu topluma aşılamayı başardı. 30 yıl devam eden Hitler faşizmi korkusu yeni nesil de dahil, herkesi çok sarsmıştır. Bulgaristan’da Türklere, Pomaklara ve İslam dinine karşı, Tük diline ve Türk gibi yaşamaya karşı uygulanan devlet baskı ve teröründen 1990’dan sonra demokratikleşmeye yelken açan bir toplumsal ortamda tüm vatandaşların kurtulması yolları süreli aralarla tıkandı. Dehşet saçan korku ejderhası ininden çıkarılıp işe koşuldu. Hep “isimleriniz yine değiştirilecek”, “yine İslam yasaklanacak”, “yine zorla göç olacak” saçmalıklarıyla oy toplandı. Korku salanlar, bir de kendilerini koruyucu, kurtarıcı, garantör gösterdi. 25 yıl çifte stan-


Makale ve Analizler - 2014

151

dart içinde geçti. Totalitarizm döneminde rafa kaldırılan insan sevgisi (hümanizm) ilkesi, demokrasi ortamında yaşam hakkı isterken zorlanıyor. Gördüğünüz üzere, son haftalarda Türk ve İslam düşmanlığı yeniden gemiz aza aldı. Bizde, olumlu (pozitif) gelişmelerle toplumdaki etniklerin kaynaşması yolu her seçimden önce kesildi ve düşmanlıklar körüklendi. Bu gelişmeler, toplumun içinde bulunduğu genel ağır bunalımlı durumla ilintilidir. Totalitarizm döneminin mirasçıları olan Bulgar sosyalistleri ile “DC” ajanlarının, Ahmet Doğan ekibinin tolumun demokratikleşmesinden, halkın huzura kavuşmasından menfaati yoktur. Onlar şimdi, totaliter düzeni çökmüş bir yapı olarak olsa da yaşatmak isterken, esin olarak Rus örneğini buldular. Rus örneğinde önemli olan, tek partili totaliter baskı rejiminin yerine tek partili ve bir iki destekleyici minikle birlikte (HÖH - DPS gibi) çok uzun süre ayakta kalmayı sağlayabilmesidir. Putin bütün küçük politik partilerin mukavemetini kırdı ve onları dağıtarak, kendi partisinin egemenliğini güçlendirdi. Bulgaristan’da totaliter miras özellikle 2007’den sonra aynı ağıcın iki dalı şeklinde, yani bugün iktidarda bulunan Sergey Stanışev’ın BSP partisi ve geçen yılın Şubat ayında iktidardan düşen, ama meclis grubu en büyük olan, Boyko Borisov’un GERB partisi şeklinde gelişti. Bu iki partinin 2014 yılında seçim yapması çok zor oldu. Bir defa, Ukrayna olayları, Kırım Adasındaki gelişmeler, Suriye krizi, Avrupa Birliği’nin bu gelişmelere bakışı Sofya hükümetine nefes alacak alan bırakmıyor. Yalnız, AB Başkanlığı’nın Rusya’ya ambargo uygulama tehdidi, Bulgaristan’ı dondurdu. Biz hem AB üyesiyiz, aynı zamanda dış ticaretimizin ana bölümü Rusya iledir. AB ambargosu, enerjimizin % 90’nını da Rusya’dan aldığımız dikkate alındığında, yarın bitebiliriz anlamına gelir. Böyle bir ortamda Bulgar siyaseti’nde Viladimir Putin’in politik yapılanma örneğini uygulamak pek kolay iş sayılmaz. BSP’nın GERB partisini tek başına bitirmesi olanaksız gibi.Bunun için, ne olur ne olmaz, Türklerin istekleri bitmez hesaplarıyla HÖH - DPS partisine yedek olarak, politik sahneye medya tekelinden Nikolay Barekov’un “Sansürsüz Bulgaristan” hareketi çıkarıldı. Bu parti, iki önemli ödevle kendine yaşam alanı arıyor. Bir, sosyalist ideyi daha önce de benimsememiş olan tutucu köylülük tabakasının, Makedon milliyetçilerinin, koyu komünist kaskatılıktan kurtulamayan yaşlı kadroların ve havada bulut gibi soldan sağ dolaşan yeşiller ve çevreciler hareketinin oylarını orta sağında birleştirmeye çalışıyor. İki, GERB partisine ve Boyko Borisov’a arasız ve şiddetli saldırılarla, “seçimi kazansan bile sizin iktidar yolunuzu tıkayacağız” işareti veriyor. Ve halen üçüncü politik güç olarak biçimleniyor. Henüz devlet yardımı almayan bu partinin (Bulgaristan’da politik partilere her ay 50 milyon leva karşılıksız yardım veriliyor) paralarını saymakta güçlük


152

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

çektiği de gündem oldu. Parti lideri Barekov’a milyonluk villalar, ofisler, lüksün lüksü arabalar, pırlantalı saatler, kalemler, ipek elbiseler vb. karizmatik sima yaratma masraflarının Moskova tarafından karşılandığı gizlenmiyor. Yine böyle bir politik mayalanma ortamında, hem Moskova’ya göz kırpan, hem AB üyesi olarak kalmak isteyen, hem de Washington’u pohpohlayan Stanişev önderliğindeki BSP politikasından pek memnun olmayan Putin, gelişen durumu pek güvenli bulmuyor. BSP içinden olup, eskiden iki dönem Cumhurbaşkanlığı görevinde bulunan ve daha önce de Sosyalist Partinin başkanı olan Georgi Pırvanov’un “ABV” adından büyükçe bir grup partili ile BSP’den çıktı ve Rus yanlısı mayalanmaya çalışıyor. Daha yakından bakıldığında bu adımların Bulgaristan’da Moskova’ya ters bakan GERB ve Reformcu Grup gibi politik oluşumlar yaşam hakkı bulmakta git gide daha da zorlayacaktır. Hele şu, 2014 Kiev “Maydan” Ayaklanmasından sonra gelişen olayların politik dengeleri değiştirmesiyle Bulgaristan’ın Rusya etki alanına düşmesi, Bulgar siyaset alanında don havası estirdi.Politik havanın sertleşmesine başka bir delil de, Sofya yakınlarında bulunan “Borovets” sayfiye köyünde kapalı kapılar ardında yapılan Başbakan Oreşarski hükümetiyle ikinci görüşmeye, BSP partisinin HÖH - DPS ortaklarını davet etmemesidir. Birinci toplantıda, BSP - HÖH ortaklığının meclise sunulacağı bütün yasa önerilerinde önceden uyum sağlayacağı konusunda anlaşılmıştı. Fakat hiçbir şey rakı masasında konuşulduğu gibi olmadı. Sosyalist parti seçim kanunu değişikliklerini HÖH partisiyle uyulmayıp anlaşmadan Genel Kuruldan geçirerek “Türkler arasında seçim propagandasının Türk dilince yapılmasını yasakladı” ve çifte vatandaş olup zamanının daha fazlasını Türkiye’de geçiren seçmenin yaşadığı yerde “en az 3 ay yaşamış olması” kısıtlamasını getirerek, ortağına kesin bir şiddet yumruğu daha indirdi. Yine iki gizli toplantı arasındaki dönemde, HÖH milletvekili grubu “komünizm suçlularının affı” yasasına “hayır” oyu kullanarak cevap verdi ve ortaklar arası hava iyice sertleşti. Unutmamak gerekir ki, 12 Mayıs 2013’te yapılan son parlamento seçimlerinde Hak ve Özgürlükler Partisi izlediği çok karışık ve netlik kazandırılamayan politikasına tepki olarak Türk, Pomak ve soydaş kesiminden, yani temel seçmen kitlesinden 220 bin oy kaybetti. Netlik kazanamayan ve çok karışık politika, şu günlerde Oktay Yenimehmedov’un Sofya hapishanesinden salıverilmesiyle daha da karıştı. Çünkü 19 Ocak 2013’te HÖH 8. Kurultayı’nda HÖH Genel Başkanı Ahmet Doğan’a tabanca çıkarak ve onun parti başkanlığından düşmesine neden olan Oktay’ın Sofya mahkemesinde aklanması politikaya “ak ile karayı” birbirinden ayıran yeni bir çizgi çekti. Mahkeme Mestan’a işime karışamazsın” restinde bulundu. Oktay’ın salıverilmesine tepki bu defa HÖH Genel Başkanı Lütfi Mestan’dan parti adına yayın-


Makale ve Analizler - 2014

153

lanan bir bildiri şeklinde geldi. Yazmak zorundayım, Mestan haksızdır. Çünkü o, iki çok önemli olayı birbirine karıştırmaya devam ediyor. Oktay HÖH - DPS partisine, 8. Kurultaya, delegelere değil, bu hareketiyle gizli polis ajanlığı ve hak ve özgürlükler davamıza ihanet etmesiyle ünlü Ahmet Doğan’a şahsen saldırdı ve bir sahte lider olarak onu kürsüden indirdi, kendisine en direk yoldan “partiden ayrıl”, mesajını verdi. Bu mesajı da yanlış anlayan Genel Başkan Lütfü Mestan yine hata yapmaktadır. Onun politik hatası, bugün tüm Bulgaristan’da “onlar ve biz” politikasında ifade bulmakta, partiyi izole etmekte, hükümet ortağı olmasına rağmen, hükümet kadrosuyla görüşmelere bile katılması yollarını tıkamakta, “biz” dediği, Türkler ve Müslümanları, “onlar” olarak tarif ettiği Bulgarları birbirine karşı kışkırtıyor. “Ayır buyur” politikasını vakıf ve Başmüftülük taşınmaz - mülklerinin geri verilmesi için açılan mahkeme davalarında da izliyoruz. Bulgarları Türklere saldırıya kışkırtıp, tüm Müslümanların oyunu elde etme stratejisi artık bir taktik olarak bile geçersizdir. Bulgaristan’da bugün gelişen bir anti-Doğan havası, hareketi, kükremesi var. Bu hareket 2013 yazında “Doğan Mafya” protesto eylemlerinde, “Hayır” hareketi gelişti. Bu direnme HÖH partisine karşı değildi. Şahsen anti-Doğan eylemi olarak biçimlendi. Nedenini ise, Bulgaristan’da yaşayan herkes iyi bilir. Temelinde Bulgar mafyasının oluşması gerçeği vardır. Bulgar mafyası ise, Yugoslavya krizinin birinci aşamasında ve Yugoslavya savaşı sırasında oluştu ve palazlandı. Bosna-Hırvat- Kosovo cephelerinde NATO güçlerine karşı savaşan Mıloşeviç hükümetine yakıt ve mühimmat sevkıyatını Bulgar mafyası yaparken, sınır kapılarını aralayan Başbakan Lüben Berov hükümetiydi, bu hükümet ise, HÖH DPS görev süresinde iktidar oldu. Bulgaristan’da yaşayan herkes Ahmet Doğan’ın Lüben Berov hükümetini baskı altında tuttuğunu ve Yugoslavya ambargo ihlal edilirken Bulgar mafyasının milyonlar yığdığını bilir. Bu yüzden, bizde anti-mafya özlü her direniş, şahsen Ahmet Doğan’a karşı olan bir başkaldırıdır. Doğan’ın kurnazlığı ise, kendisini politikadan atmak için örgütlenen protesto eylemlerini Türk ve Müslümanlara karşı hareketler olarak göstermesidir. Kendini Türklerle ve Müslümanlarla aynılık içinde göstermesi, tamamen yanlıştır. Bu olay 1990’da böyle başlamış olsa da bugün durum yüzde yüz değişmiştir. Bu politik çarpıtmaya Lütfü Mestan’ın HÖH Genel Başkanı olarak yorum getirerek destek vermesi de hem hareket hem de öz davamız açısından son derece zarar vericidir. HÖH tabanı kurtuluş yolunu Ahmet Doğan’dan kurtulmada görüyor.


154

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Yeni ortamda anti-Doğan hareketi, Bulgaristan’da HÖH - DPS yönetimi kulisinde olan, ama siyaset iplerini çeken iletişim ortamı mafyası, mali mafya, ihale mafyası, AB paraları mafyası ve başka gruplaşma ve güçlerin ortaklarının Saraya girip çıktığına aracılarına karşı güç almaktadır. Bu hareket Bulgaristan oligarşisine uşaklık etmekten kurtulma yolunu açmaya çalışıyor ki, bu daha hem Bulgarların ve hem de Türklerin ortak öz davası şeklinde biçimlenmeye başlıyor. Bugünkü ortamda, HÖH - DPS partisi yönetimi ana saldırı yönünü aydınlara ve özellikle de okul müdürlerine, öğretmenlere, tarım mühendislerine karşı yöneltirken, halkın uyanmasını engellemeye çalışıyor. Bu işleri bazılarımızı hapislere attırmakla halledebileceğini zannedenlerin yanıldığı görülmeye başladı. Oktay Yenimehmedov’un serbest bırakılması Bulgar adalet sisteminin bağımsızlığını koruma kavgasında yenik düşmediğine bir büyük kanıttır. Belki bu ülkede her beş kişiden biri şöyle ya da böyledir, ama eminiz ki, raporlu deli olanların biri Ahmet Doğan’ın kendisidir ve öteki dört kişi ona karşıdır ve idaredeki delilerin yaşam alanını sınırlamada kararlıdır.

Kırım ve Biz

İbrahim Soytürk-18.Mart.2014

Dünya politikasını ve hak ve özgürlük işlerini pek anlamayan bir başkanın söylevleri Dünyanın önemli merkezlerinde kıran kırana devam eden bir savaş var. Çatışma merkezleri değişiyor. Bir kıtadan başkasına kayıyor. Bazen kavga birkaç yerde birden başlayıp uzunca sürüyor. Toprak, deniz ve okyanus içinde, hatta dibinde dağların kökleri (temelleri) olduğu gibi, ayaklanma, çatışma ve devrim şeklinde patlayan sosyal olayların da ülkelerin ekonomi ve yaşam biçimlerinde derin bir yerlerde kökleri var. Sebep olmayan hiçbir yerde netice olmadığı gibi, öz olmayan yerde şekil, kızışma olmayan yerde de ateş ve duman yoktur. Dünyanın en büyük yüzölçümüne sahipti Avrupa ve Asya’da 15 devleti çatısı altına toplayan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB). Soğuk Savaş’ın bitmesiyle sanki ipleri koptu ve dağıldılar. Herkes bağımsızlığını ilan etti. Yeni


Makale ve Analizler - 2014

155

sınırlar gönüllü çizildi. Büyük işleri insanın yalnız iki elliyle ve kendi başına yapamadığı gibi, devletler de öyle daha kolay yol alabilmek için yeniden birleşmek zorunda kalıyorlar. Aynı zamanda bir başka eğilim de var, bir topluluktan kopan devleti başka bir topluluk içine çekiyor. Bulgaristan da öyle olmadı mı? SSCB yörüngesindeydik, Ekonomik Yardımlaşma Konseyi (Comecom) üyesiydik, Varşova Paktına (VP) katılıyorduk. Sosyalist dünya dağılınca Avrupa Birliği’ni (AB) seçtik, Kuzey Atlantik Paktı (NATO) üyesi olduk. Bütün ülkelerle aynı şey olmadı tabii. Örneğin Ukrayna 1990’dan beri hiçbir pakta ve konseye katılmadan bağımsız kaldı. Bu devlette sosyalist düzen, Rusya harikaları olan ağır demir çelik ve kimya sanayi harikaları kurmuştu. Bu denli büyük bir ekonomiyi dönüştürmek hiç de kolay olmadı. Sonra İkinci Dünya Savaşında omuz omuza savaşan ve savaşın ağır çilesini birlikte çeken Rus ve Ukrayna halkları birbirine yakınlaşmış, dil birliği ve kültür birliği kurma yolunda çok ilerlemişti. Ukrayna Cumhuriyeti’nde tek partili ve tek devlet düzenine dayanan sosyalist esastan demokratik ve çoğulcu toplumsal yapıya geçiş yavaş, ağır ve sancılı gelişti. Demir çelik ve kömür üretiminde, ağır sanayi tesislerinin gücü bakımından Avrupa’nın en ileri devletlerinden biri olan ve arpa, buğday, ayçiçeği, et ve sütlü mamuller üretim hacmi olarak da kendi kendine defalarca yetip artan bu Karadeniz devleti adına “turuncu devrim” denen çok şiddetli bir sosyal saldırı ve çatışmadan geçti. Bu yılın sert kış şartlarına rağmen başkent Kiev’in ana şehir alanı olan “Maydan”da gece gündüz defalarca birbirine giren zıt tarafların çatışmaları Cumhurbaşkanı ve hükümetin değişmesiyle sonuçlandı. 2014’te Ukrayna sınır çizgisinde adeta ikiye bölünmüş olan modern dünyada Rusya ile AB, tuttukları bir avı paylaşamayan iki canavar gibi hırıldanıp mırıldandı ve bu didişme yeni şekiller alıp devam ediyor. Bu çatışmanın göbeğinde bir de Amerika var. Ajans haberlerine bakıldığında “Maydan”da dökülen kanın bedeli artık 8 milyar Euro’yu buldu. Bu paraların kaynağı 1991’den sonra Ukrayna’nın ağır sanayi sektörüne bir ahtapot gibi el atıp onu aforoz etmeye çalışan, dünyayı karıştırma işlerinde paraya para demeyen ve artık iyice ustalaşan Soros grubu gibi, Batı gruplarıdır. Dünya emperyalist saldırı güçlerinin ön saflarında çarpışan soyguncu ve talancı, kaynağı belirsiz sermaye önce Ukrayna’yı bütün ele geçirip ABD ve Batı Avrupa’nın etki bölgesini Rus sınırlarına dayamaya çalıştı. Bunu yapabilseydi Avrupa kıtasının en büyük hububat ambarını ve ağır sanayi ham-


156

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

madde yataklarını onların kontrolüne, ellerine geçirmiş olacaktı. Görüldüğü üzere, Ukrayna’yı Rusya’nın etki alanından koparmak için şimdiye kadar dökülen 8 milyar Euro’yla başarılı henüz pek başarılı sonuçlandığı kabul edilemez. Büyük sinsi plan gerçekleşseydi, aç olduklarına, komünizmden kalma yasalarına, henüz açıla uyum dosyaları olmadığına bakılmaksızın Ukrayna 29. AB ülkesi olacaktı. Ukrayna’yı AB zincirine takmak isteyen güçler “turuncu dönüşümün” yarım kaldığını görünce, ekonomik ve mali sıkıntılarını unuttular, hemen 2 milyar Euro için keseyi açmaya hazır olduklarını açıkladılar. Dünyanın son derece derin ve süreğen nitelikli, henüz aşılabileceğine ufuk açılmayan ekonomik ve mali bunalım yeni toprakları yutma, yeni devletleri bünyesine katma, etki alanlarını genişletme davası için her zaman istenen parayı buluyor. Bonkörce de savuruyor. Savrulan bu paralar bilimsel – teknik ve teknolojik bulgu işine yatırılsa çözülmedik sorun kalmaz. Ne yazık ki, eskiden olduğu gibi günümüzde de ön planda olan ve keseleri açtıran modern sömürgecilik politikaları oluyor. Bu politikalar, eskiden olduğu gibi bugün de, etnik olarak farklı olan ama ulusal bütünlük oluşturan halkların, din, dil ve kültürel nüanslarını kaşıyarak ayrılık ateşi yakmakla sürüp gidiyor. Osmanlı parçalanıp çökerken de böyle olmuştur. O zamanlar, Büyük Kaynarca Barış Antlaşması gereğince Rusya Çarlığı Osmanlıda yaşayan Hıristiyanlar üzerinde dini himaye ve koruma hakkı elde etmiş ve onları ayrılmaya kışkırtıp yöneltmişti. Balkanlarda Osmanlı’nın çekilmesine neden olan milli ayaklanma ve aka bindeki savaşların temelinde işte budur. Osmanlı devletini din ve dil damarlarından ayrıştırmada Batı ile Rusya’nın el ele verip birlikte tahrikleri ve düşmanlık politikası izlemeleri oldu. 1500 Bulgar Okulu, kilise bağımsızlı, mülkiyet hakkı ve seçme ve seçilme hakkı, istediği yere seyahat serbestliği olan bir halkın kardeşçe beraberliğe sırt çevirme çığlıkları kışkırtma sonucu değil de, nedir? “İyilik götüne battı” atasözü o zamanların ürünüdür. 150 yıl sonra Ukrayna örneğinde “demokratikleşme” ve “plüralizm” kılıfı içinde “ayır buyur” politikasının defalarca denenmiş özünü görüyoruz. Burada hatta çok tuhaf olan bir şeyle karşılaşıyoruz. Dinsel yapı olarak, Katolik, Doğu Ortodoks ve İslam dinlerinin aynı çatı altında yıllar yılı var olabildiğini izlediğimiz bu ülkede, dil çeşitliliği ise daha da fazladır. Sonra faşizme karşı Ukrayna, Rus ve Müslüman milletlerin ortaklı söz konusudur. Savaşın derdi ve yükü birlikte çekilirken, zafer de ortak kutlanmıştır. Bu beraberlikten doğan bir ruh vardır, bir güç kaynağı belirmiştir. SSCB yıllarında, resmi dil olarak Rus dili kullanılırken ve 1990’lardan sonra ülkenin Batı bölümünde Lehçeye yakın olan Ukraynaca yerleşti. Bulgar


Makale ve Analizler - 2014

157

azınlık Bulgarca, Kırım Tatarları da kendi dillerince konuştu. Ukrayna’yı kendi etki alanı içine alıp, AB sınırlarına çekmeye çalışan ve bu çabalarını “demokratik dünyaya katılma” sloganı altında yürüten Brüksel aslında üye olan 28 devletin hiç birinde dil ve din, kültürel ve yaşam tarzında özgünlük sorunlarını çözmemiştir. Özgürlük sorunlarını ne Anayasasına ne de gündemine taşımıştır. Bu konuda çabalarını derleyip toparlamayı hedef bile etmeyen, seferber olmayı da kabul etmeyen AB Parlamentosu, üye devletlerin ulusal yasaları ardına gizleniyor. “Her devletin etnik sorunları kendi özgün koşullarına göre çözme hakkına” saygılı olduğunu ön plana çıkarıp, olup biteni görmezden geliyor. Ulusal sorun, etnik hak ve özgürlükler, dinlerin ve dillerin eşitliği konularında yazıp çizilenin çok gerisinde bir politika izliyor. Bulgaristan Türklerinin hakları ve İslam dini özgürlüklerimiz açısından bakıldığında AB üyesi olduğumuz son 7 yılda bir arpa boyu yol alamadık. Neden mi? Çünkü Ahmet Doğan ve tayfası Bulgaristan AB’ye girerken “bizim hak ve özgürlük” sorunumuz yok diye imzalı bildiri verdiler ve olayı kapattılar. Böylece, kendilerine saraylarda sefa sürme, halka da çile çekme hakkını kutsallaştırmış oldular. Biz bugün Ukrayna’da kanlı çatışmalara, hükümet değişikliğine, Cumhurbaşkanı’nın görevini terk etmesine ve en sonunda Ukrayna devlet sınırlarında bulunan Kırım Yarımadasının bir halk oylamasıyla Ukrayna’dan kopup Rusya Federasyonuna katılmasının altında şunları görüyoruz: Bir, büyük devletler ve güçler (ABD, AB ve Rusya) etki ve egemenlik alanı kavgasındadır. İki, dil ve din, etnik hak ve özgürlükler, halk topluluklarının geleneksel yaşam tarzında var olma kavgasıdır. Üç, ikinci grup problemler, birinci grubun politika ve stratejilerin gerçekleştirilmesine alet ediliyor. Bu arada, Bulgaristan devleti Ukrayna olaylarından çok rahatsız oldu. Bu devlette yaşayan 100 bin civarında Besarabya Bulgar’ından resmi konuşma ve yazışma dili olarak Rusça yerine Ukrayna dilini kullanmalarını zorunlu kılan yeni hükümet politikası tepkiler doğurdu, bu nüfusun Bulgaristan’a göç etmesi sorunu gündeme getirdi. Aynı gelişmeyi Kırım’daki Bulgar azınlığı ile ilgili de izledik. Fakat şu anda AB üyesi olan ve kendi başına politika izlemekte zorlanan bir de Rusya’nın büyük etkisi altında olduğundan baş kaldıramayan Bulgaristanlı politikacılar, daha fazla susmayı ve gelişmeleri izleme noktasında sanki birleştiler. Bir yandan, Ukrayna ile ilgili genel AB politikasına bağlılığını her fırsatta teyit eden Sofya hükümeti, öte yandan bu devletin Brüksel suyuna girmesinden kendiliğinde olmak üzere hemen doğacak olan iç politik ve azınlık toplulukları sorunları ve bu arada Bulgar etniği ile ilgili rahatsızlığını dile getiriyor. Bu gelişmelerin seyrinde ve Ukrayna devlet yapısının tam çatırdadığı bir anda, Hak ve


158

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Özgürlükler Partisi Genel Başkanı Lütfi Mestan aktifleşti. “Biz, etnik soruna çözüm konusunda, Kiev’e Bulgar Etnik Modelini öneriyoruz” diyerek Ahmet Doğan’a yağ çekti. Bulgaristan Türklerini ana dilsiz, öz kültürsüz, tamamen haksız, hukuksuz ve özgürlüksüz bırakan, din haklarını dar çerçeveye sıkıştıran, birçok yerde kısan, vakıf ve müftülük mallarını geri vermeyen ve sonunda kimlik olarak hepimizi yok etmeyi hedefleyen Ahmet Doğan’ın “Bulgar Etnik Modeli” sonuçları itibarıyla Bulgar halkı ve toplumuna da zararlıdır. Etnik sorunun çözümü açısından “kendisi zehirli ve meyvesi de zehirli” bir ağaç olan “Ahmet Doğan etnik modeli” AB açısından da olumsuz bir örnektir. Lütfü Mestan “Ukrayna bunalımı, Bulgar etnik modelinin alternatifsiz olduğunu kanıtladı”, demekle aslında “HÖH olarak Türk ve Müslüman hakları uğrunda mücadele etmeye niyetimiz yok,” demiş oldu. Mestan, Türklük köküne kibrit suyu döken ve İslam’ın da kökünü kazımayı amaçlayan Ahmet Doğan politikasının bir yamağı, düşüncesiz devamcısı, kimliksiz bir Saray ağasına uşaklık ettiğini ve bu gidişle Genel Başkanlıktan mutlaka çekip gitmesi gerektiğini, dünyaya duyurmuş oldu. “Ulusal devlet korunarak, devlet sınırları içinde etno-dinsel farklılıklar arasında denge bulunması gerektiğine” işaret eden Mestan, Bulgaristan’da bu dengenin neden kurulamadığını, camilerin bu gün de neden taşlandığını, Müftülük ve vakıfların taşınmaz mülkilerinin neden iade edilmediğini açıklayamadı. Türk partisi olarak bildiklerinden dolayı her seçimde özgürlük ve hak davasına oy veren Sliven köylerinden yengelerimizin konuşma dili olarak kullandıkları Türkçemizle sohbet etmeye çalıştı diye, kendisine 2.000 leva ceza kesilen L. Mestan doğal ve temel insan haklarımızı elde etme konularında “bizim de birçok çözülmemiş sorunlarımız var” diyemiyor. Çünkü sorunların çözümüne yanaşmayan hükümetin ortağıdır. Plevne ve Lofça HÖH temsilcileriyle görüşen Lütfü Mestan “Kiev bunalımı bizi çok etkiledi” derken, “Kiev bunalımından sonra yapılan Kırım halkının referandumla öz kaderini belirlemesi, yani Ukrayna’dan ayrılıp Rusya Federasyonuna bağlanması, Bulgaristan’ın dört bir yanında ana konu oldu. Şu haklarımız haklarımız diye sızlayan Türkler Kırcaali bölgesinde bir halk oylamasıyla Bulgar’dan kopar ve Türkiye’ye katılır, korkusuyla ah vah edenlerin çoğaldığını” söylemedi. Kısasını isterseniz, hükümet ortağı olan Mestan’ın etnik konularda yalın ayık olduğu ve tamamen bilgisiz ve ayarsız olduğu dikkati çekti. Dış İşleri Bakanı Vigen’in aman Ukrayna’da yaşan soydaşlarımıza bir şey olmasın, hakları korunsun diye Kiev’lere koşarken, Ahmet Doğan’ın etnik saçmalığını tezgâha çıkarmasıyla baştan aşağı tutarsız bir politikayı savunarak bir daha alay konusu oldu. Bulgaristanlı Türk ve Müslümanların hangi hakları yüzde yüz tanındı da


Makale ve Analizler - 2014

159

da, bizi örnek alsınlar. Eski Baş Müftü Nedim Gencev’in oğlu Avrupa Birliği Parlamentosu milletvekilleri için 25 Mayıs günü yapılacak genel seçimde Bulgaristan Sosyalist Partisi’nden aday listesine alınmasını istedi. Adının aday listesinde belirmesiyle silinmesi bir oldu. Orada hiçbir iş yapmayan ve hak hukuk savunmayan bir HÖH var diye, Bulgaristan Türk ve Müslümanlarının başka partiden seçme ve seçilme hakkı ellerinden alınmış durumda mıdır? Deliorman belediyelerinde öğretmen ve okul müdürlerinin çekisine sebep nedir. Siz hepiniz HÖH partisinin kölesi misiniz? AB parlamentosuna seçilebilmeniz için ana dilinizden başka neyiniz eksik? Biz Bulgaristan Türk ve Müslümanları Kırım emsalini örnek olarak görüşmek bile istemiyoruz. Bu halk oylamasına katılmayan Kırımlı Tatar kardeşlerimiz olaya negatif yaklaştıklarını dünyaya duyurdu. Bu Yarımada aslında onların anavatanıdır. Sonradan gelenler ev sahibi oldular. Yarımada üzerinde tapu hakları olmayan ama ilhak ettikleri, gelip üzerinde egemenlik kurdukları adayı bir oylamayla ana vatanları olan Rusya’ya bağlayacak kadar ileri gittiler. Kırım Yarımadası sorunu, aslında Rusya tarafından Büyük Petre zamanlarından bu yana izlenen imparatorluk olarak yayılma ve sıcak denizlere çıkma politikasının “halk oylamasıyla ilhak biçimidir,” aynı siyasetin değişen şartlara uygun farklı bir usulle sürdürülmesidir. Kırım, öncelikle Kırım Tatarlarının vatanıdır. Rusya bu yarımada için 1856’dan beri yürüttüğü savaşlar ve diplomasıyla Karadeniz havzasında bulunan bu toprak parçasını yerli Tatar nüfusu sürgün edip yerine Rus nüfus yerleştirerek ve orda etnik Rus çoğunluğu sağlayınca referandumla ele geçirdi. Dünya kabul etmese bile, olayları buraya getiren din, dil, kültür ve yaşam tarzı hakları üzerinde çevrilen dolaplardır. Bu bakıma Kırımın ve Ukrayna’nın bizden değil, bizim Kırım ve Ukrayna’dan alacağımız çok dersler var. İleri adım atıla bilmesi için, AB içinde, genel geçerli tüm üye haklar ve meclisler tarafından onaylanmış bir azınlıkların hak ve özgürlükleri politikası izlenmelidir. Bu genel geçerli ve ilkeli politikaya “Bulgar Etnik Modeli”nin örnek ya da emsal alınmasına kesinlikle karşıyız.


160

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bulgar Gizli Arşiv Belgeleri - 1

Murat Ulutürk-19.Mart.2014

Bulgaristan’da Türk ve Müslümanların “Adlarını değiştirmek” suretiyle uygulanan asimilasyonun 30. Yıldönümünde yayınlanan Bulgar Gizli Arşiv Belgeleri - 1 2013 Yılında Sofya’da iki cilt ve 2 bin sayfa olarak yayınlanan, Bulgaristan’ın Komünist Rejim Dönemindeki Devlet Güvenlik (DS) ve diğer kurumların Gizli Arşiv Belgeleri, bu konudaki en son bilgilerdir. Bunlardan seçmiş olduğumuz en çarpıcı olanları tercüme edip yayınlamaya ve neyi kapsadığını anlatmaya devam ediyoruz: (Ömer DORUK) Çok Gizli (1. Cilt - Belge No: 83 - Tarih 28.05.1983 syf. 391 - 394) “Bulgaristan Türkleri ile karışık evlilikler yapan, İslam Dinini kabul eden Bulgarların Torunlarının Türk-Arap isimlerinin değiştirilmesi.” (Başlık) BKP (Bulgar Komünist Partisi) MK (Merkez Komitesi)’nin almış olduğu ve Sekreterlik vasıtası ile tebliğ edilen karar gereğince, Bulgaristan Türkleri ile karışık evlilikler yapan İslam Dinini kabul eden Bulgarların Torunları (Pomaklar)’nın, geçen yıl ülkenin değişik vilayetlerinde başlatılan Türk-Arap isimlerinin değiştirilmesi işlemi sonuçlanmıştır. Bu güne kadar ülke genelinde karışık evliliklerden oluşan toplam 8 bin 689 şahsın ismi değiştirilmiştir. Kırcaali Vilayetinde bu konumda 5 bin 625 kişi tespit edilerek, bunlardan 4 bin 270 kişinin ismi değiştirilmiş ve bunların da 1659’una yeni adları ile Nüfus Kimlikleri verilmiştir. Burgas Vilayetinde toplam 1001 kişi tespit edilerek, 450’sinin ismi değiştirilmiş. Plovdiv (Filibe) Vilayetinde 1600 kişi tespit edilerek, bunlardan 1000 kişinin ismi değiştirilmiştir. Pazarcık Vilayeti, özellikle Yeni Mahalle Köyü’nde bu konumda 463 kişi tespit edilmiştir. Belirtilen karışık evlilikler yapan kişiler, nüfus kayıtlarında, doğum belgeleri ve diğer belgelerden yapılan araştırmalar neticesinde tespit edilmekte ve sayıları giderek artmaktadır, bu durum özellikle Kırcaali vilayetine özgüdür.Türklerle karışık evlilikler yapan ve Müslümanlaştırılan Bulgarların büyük bir kısmı hızla Türkleşmektedir.Uzun yıllar Türklerle yaşamış ,onların ortamında (örfadetleriyle) ve Müslüman dininin de etkisiyle bu insanlar Bulgar Milli bilincini yitirmişlerdir.


Makale ve Analizler - 2014

161

İsim değişikliği sırasında, Türkiye’nin yıkıcı etki ve propagandasına maruz kalan Türk milliyetçi ve Fanatik Dini çevreler tarafından desteklendiği anlaşılan bazı direniş olaylarına da rastlanmıştır. Örneğin, Kırcaali Vilayetinde Türk milliyetçisi bir şahıs, karışık evlilik yapmış ve isimleri değiştirilmekte olan kişiler arasında, uygulama yapan MVR (İçişleri Bakanlığı) Görevlilerini öldürmeleri, yeni kimlik belgelerini yakmaları, yangınlar çıkartmaları, Gösteri ve can kayıpları dahil, sair direniş yolları da kullanılarak, Türkiye ve Uluslar arası Kuruluşların dikkatini çekmek için propaganda yapan kişi mahkum olmuştur. Özellikle bu karışık evliliklere taraf ailelerde, isim değiştirmeleri sırasında Bulgaristan Türkleri çok şiddetli tepki göstermektedirler. Bu yıl 20 Mart’ta Kırcaali vilayeti, Kran, Kukuryak ve Malkoç köylerinde karışık evliliklerden oluşan ailelerin isimlerinin değiştirilmesi sırasında bir grup şahsın direnişi ile karşılaşılmıştır. Balta ve diğer aletlerle yapılan saldırıda görevli ve yardımcılarının yaralanması üzerine, MVR görevlileri de ateş açmak mecburiyetinde kalmış, bunun neticesinde iki saldırgan yaralanmıştır.Karşı koymalar diğer köylere sıçramadan önlenmiş ve isim değişikliğine sakin bir ortamda devam edilmiştir. Yine ad değişikliği işlemi sırasında Burgas Vilayeti, Karageorgiovo köyünde bu yıl. 4 Mayıs 1983’te 150 kişilik Bulgaristan Türkünden oluşan bir grup, işlem yapılan ilçe binasını kuşatmıştır. Grup bağırışlarla “Irkçılar, katiller”, “Gavurlar, sosyalizminiz bu mu” diyerek ıslıklamalarla,isim değişikliği yapan gruptaki arkadaşları protesto etmişlerdir. Bu sırada köyün elektrik sisteminde bir arıza meydana gelmiş ve elektrikler kesilmiştir. Gece yarısı bir ahır ateşe verilmiş ve bir Bulgar’ın evi de yakılmak istenmiştir. Aynı köyde duruma hakim olmak için çok hızlı önlemler alınmış,olaylara sebebiyet veren ve organize edenler anında tespit edilmiştir. Kırcaali ve Filibe Vilayetlerinde karışık evlilikler yapanlardan oluşan bazı grup ve şahıslar ise Vilayet Meclis ve Yetkililerini ziyaret ederek, zorla yapılan isim değiştirmelerini şikayet etmişlerdir. Bu gruplara da usulüne uygun, Partinin politikası ve Devletin İslam Dinini kabul eden Bulgar’la ilgili görüşleri ve neden isimlerinin değiştirildiği anlatılmıştır. İsim değişikliği sırasında, karışık evliliklere sahip birçok aile ve şahıs evini terk ederek kaçmış ve başka yerlere sığınmıştır. Bir kısım aileler de çalışmak için başka vilayetlere göç etmiştir. Bu arada isim değişikliği sırasında zor kullanılmakta olduğu şeklinde dedikodular da yapılmaktadır. Türk milliyetçileri, Türklere “zorla asimilasyon” yapıldığı şeklinde söylentiler yaymaktadırlar. Parti ve


162

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Devlet Yetkililerine, bu konuda şikayet mektupları ve asılsız iftiralar ile isimsiz terör ihbarları yapmaktadırlar. Gelen istihbaratlardan, ayrı-ayrı şahısların yeni isim değiştirmelerine karşı koymak veya terör eylemleri gerçekleştirmek için patlayıcı madde ve silah aradıkları tespit edilmiştir. Karışık evliliklerde gerçekleştirilen isim değişikliği, Bulgaristan Türkleri arasında bu yöndeki operasyonel çalışmaları zorlaştırmaktadır. Aralarında yapılan açıklayıcı çalışmalara rağmen, bir kısmı hala “zorla asimilasyondan” korkmaktadır, bu da onların göç eğilimlerinin artmasına sebebiyet vermektedir. İçişleri Bakanlığı Yetkililerinin, Bölge Parti ve İlgili Devlet Kuruluşları ile sıkı işbirliği yaparak, bu yöndeki çalışmaları ve devam edecek isim değişikliklerinin sağlıklı bir şekilde gerçekleştirilmesi için, güvenlik önlemlerinin artırılması, Türk milliyetçilerinin faaliyetlerinin ortadan kaldırılması, yeni karışıklıkların önlenmesi, terör ve diğer düşmanca tüm eylemlerin önlenmesi için gerekli tedbirlerin alınması gerekmektedir. Bilindiği gibi, Bulgar Devleti Berlin Antlaşması ile kurulduğu tarihten itibaren Devleti Yönetenler, toprakları içinde yaşayan yoğun Müslüman nüfusu ve Bulgaristan Türklerini çeşitli metotlarla birbirinden ayırmaya ve düşman etmeye çalışmışlardır. Birbirinden ayırmak için önce Soydaşlarımızın yoğun olarak yaşadıkları bölgelerden, Bulgar çoğunluğun bulunduğu yerlere sürgün ile bir kısım Bulgarları da Türklerin yoğun yaşadığı bölgelere yerleştirmişlerdir. Savaşlar sırasında Etnik arındırma ve Zorla Din Değiştirmeler de yaşanmıştır. Ancak Müslüman ve Türklerin bu şekilde asimile edilmesinin çok uzun zaman alacağı anlaşılınca Komünist Rejim döneminde, 1950 - 51 ile 1968 - 78 yıllarında,Türkiye’ye toplu göç de rejimin arzu ettiği ölçüde Türk nüfusunu azaltamamıştır. Bunun üzerine Bulgar Komünist Partisi ve Bulgar Hükümeti bir dizi gizli kararlarla, zorla isim değiştirmek suretiyle Müslüman azınlığın nüfusunu azaltmaya başlamıştır.1970’li yıllarda Bulgaristan’da yaşayan Müslüman Pomaklar ve Çingenelerin isimlerinin değiştirilmesi ile başladığı asimilasyon uygulamalarına, 1980’li yıllarda Bulgaristan’da (tek uluslu) bir “Bulgar Sosyalist Devlet” yaratmak sevdası ile devam etmiştir.Burada ilginç olan isimleri değiştirilenlere tercih hakkı tanınmamakta ve Bulgar,Slav ve Hıristiyan isimleri almaya mecbur edilmektedirler,ancak söylemde biz sizin dininize dokunmuyoruz demektedirler. Komünist Partisinin almış olduğu kararlar yönünde, bu defa Bulgaristan’da yaşayan Müslümanların aslında Osmanlı Döneminde zorla İslam Dinini kabul eden Bulgarların torunları olduğu “Tezi” işlenmeye başlanmıştır. Bulgar Bilimler Akademisi (BAN) ve Sofya Üniversitesi bünyesinde oluşturulan bir “Bilim


Makale ve Analizler - 2014

163

Koordinasyon Kurulu” tarafından sipariş üzerine bulunan, sözde tarihi belgelerle de tez desteklenmiştir. Yukarıda ele alınan gizli belgede, ad değiştirmek suretiyle asimilasyonun karışık evliliklerden oluşan (Türk-Pomak) ailelerde nasıl uygulandığı anlatılmaktadır. Hiç bir hukuki dayanağı olmadığı gibi,bütün iç hukuk,antlaşmalar ve temel insan haklarına aykırıdır. Yani Pomaklar, kendi tezlerine göre Bulgar olduğundan, ilan ettikleri “Yeniden Doğuş Sürecinde” Özel görevliler tarafından nüfus kayıtları, doğum Belgeleri ve diğer belgeler taranarak, tespit ediliyor ve onlarla evlilik yapan Türkler de onlarla birlikte sözde “Gönüllü” isimlerini değiştirerek Bulgar adları aldıkları anlatılmaktadır.

Uyumlu ve Hedefli Saldırılar

Osman Bülbül-19.Mart.2014

Türk, Türklük ve Müslüman düşmanlarının 2013 ve 2014 saldırıları koordineli ve tek hedefe yöneliktir. Bu aşırı hareketlenmenin tırmanış yönleri analiz edildiğimde, bir yere kadar uyumlu ve isabetli olmaya çalıştıklarını da itiraf etmek zorunda kalıyoruz. Bulgar milliyetçiliğinin sosyal tabanı genişledi ve politik yapılanması netleşti. Bize karşı güç ana bu saldırıların hareketlenen kol ordusunda, sabit sosyal tabanı oluşturanlarsa, ömründe hiçbir iş tutmamış, hep gezip tozmuş, kadın kızlarla gün boyu gönül eğleyen motorcu alayı (rokerler); daha kalabalık bir grup olan, yine ömür boyu yararlı hiçbir iş yapmamış, hiçbir baltaya sap olmamış, boş gezen, zengin ve orta hallı ailelerin varlıklı ortamında yetişmiş futbol serserileri; üçüncü büyük grup ise eğitimde Bulgar milliyetçiliğine ağırlık veren okullardan ve kulüplerden çıkan serserilerdir. Son aylarda Karlovo Belediye Başkanı başta olmak üzere, bazı belediye başkanlarının örgütlediği büyükçe bir mobil grup görüyoruz. Bu kalabalığın sözcülüğünü yapan bazı avukatların sınır tanımayan küstahlığı, ırkçılık sınırını aşan aşırı milliyetçi kükremeye devam ediyor. Onlar, şimdiye kadar Sofya, Plovdiv, Karlovo, Stara Zagora ve Vidin şehirlerinde “uyanık milliyetçi vatandaşlar” olarak ortak eylem gerçekleştirdiler. Plovdiv’te birlikte çatıştılar.


164

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Dayatmak istedikleri ve ana hedefinde Bulgaristan Cumhuriyetinde Anayasa ve hukuk yasaları dışı bir adalet düzeni uygulamak vardı. Onların asıl amacı, Bulgar kanunlarını Türk ve Müslüman, vakıf ve müftülük malları konusunda geçersiz kılmak, bazı yargıçlara gözdağı vererek, mahkeme kararlarını hiçe saymaktır. Bunun anlamı totalitarizme heveslenmektir, anarşizmdir, daha ötesi faşizm karanlığıdır. Yeni yeni sivrilen bu uygulamada, 1908’de başlayan III. Bulgar Çarlığı dönemini içine alan ve hukukta devamlılık ilkesini askıya alan bir özeniş var. 500 yıl süren (Osmanlı dönemine ilişkin) hiçbir konuda ve hiçbir hukuksal alanda çözülmemiş olan ilişki kalmadığı ve ruhsal ve maddi bakıma hiçbir alanda devamlık olmadığı, taşınmaz mal mülk konularında alıp verilecek hiçbir şey olmadığını zorla, skandalla, milleti bıkıp usandırmakla dayatmaktır. Tezlerinde bu anlamada bir Bulgar hukuk devleti olduklarını kabul ettirmektir. Yeni Bulgar devletinin, feodalizmin bir Sultanlık tipi olan Osmanlı İmparatorluğuyla ne uzaktan ne de yakından hiçbir ilişkili olmadığı saçmalığı onların kafalarına derin bir anlayış olarak yerleşmiştir. Geçen hafta Sofya’da yapılan vakıf mallarının iadesi ile ilgili mahkemelerde süren davalar üstüne düzenlenen Türk aydınları toplantısını basan futbol serserileri temsilcileri konuşmalarından çıkan sonuç budur. Dikkati çeken bir başka nokta ise şudur: 1877 - 1878 Osmanlı - Rus Savaşı’ndan buyana Bulgar Türk ilişkileri her konuda ince elenip sık dokunmuş ve kalburüstü kalan tüm taşlar silah olarak kullanılıyor. Bulgar milliyetçileri bugün izledikleri politikada haksız oldukları halde kendilerini haklı çıkarmak siyasetidir. Dünyaya yeni bir bakış açısından bakan, olayları AB hukuku, insan hakları ve demokratik yasal haklar açısından değerlendiren kişilere amansız saldırı yoğunlaşıyor. Bu saldırıda ön saflarda yer alan ve minik köpekler gibi devamlı havlayan 3 politik parti var. Bunlardan birincisi Volen Siderov tarafından kurulan, ülke çapında örgütlenen, “Alfa Ataka” TV sahibi “Ataka” Partisidir. Bulgar milliyetçilerine sıra dizdirmek ve onları seferber etmek ve uyandırmak için Çingenelere karşı ırkçı söylevle başlayan Volen Siderov hareketi artık 10. yılını doldurdu. Bu parti bugün mahkeme kararları ve taşınmazların iadesi konularında sokak serserileri şeklinde hareket edenlerden biraz ayrı duruyor, konuya ilkesel yanaşarak, Türkiye’ye saldırıyor. Politikasının özünde Türk ve Müslüman düşmanlığına ağırlık verse de, sosyal, ekonomik ve dış politika konularında diğer politik partilerden çok farklı olan ve aynı zamanda halkın sevgisini kazanan önlemlerde direnmesi bu partiyi ayakta tuttu. Volen Siderov yazdığı kitaplarda, parlamento konuşmalarında ve TV yayınlarında diğer partilerin politik söyleşiden çok farklı, Avrupa ülkeleri milliyetçiliğine yakın bir hava estiriyor. Savunduğu tezlerin özünde daha


Makale ve Analizler - 2014

165

fazla Türkiye ile Bulgaristan Türkleri ile Müslümanları arasında bağların ve iletilimin faydalı olmadığına vurgu yapıyor. Dalavereci, yalancı, dolandırıcı ve rüşvetçi olarak nitelendirdiği GERB partisi ve lideri Boyko Borisov’a soğuk bakan ve şimdiye kadar hiçbir konuda desteklemeyen “Ataka” partisi Bulgar ulusalcı aydınlarının geniş bir tabakasını etkisi altına almış ve idesel tabanda birleştirmiş durumdadır. Bunu, Bulgaristan’da yabancılara toprak satılmasını durdurmak için halk oylaması isteğine imza toplama kampanyasında izledik. Parti lideri V. Siderov’un Türk düşmanlığına çok özel vurgulamalarda, ıskasız destek arıyor. Yerli Türkleri hedef almayan, onlara direk saldırmayan, hatta ara sıra namuslu, çalışkan ve iyi niyetli yardımsever insanlar olduğunu söyleyen konuşmaları dikkati çekiyor. Bulgar ulusal ruhunun fikirsel temellerini ören, Osmanlıya karşı bağımsızlın programını kaleme alan Vasıl Levski’nin “biz Türklerle de beraber yaşayacağız” sözlerini ara sıra ustalıkla hatırlatıyor. Siderov, Türkiye, Ankara hükümeti, Tayip Erdoğan politikası, Türkiye devlet adamlarının Bulgaristan ziyaretleri (Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ 2013 ve Dış İşleri Bakanı Ahmet Davudoğlu Şubat 2014) vb. konularda sert ve şiddetli saldırı politikasına geçiyor. Sofya Şehir Kütüphanesi binasından yayın yapan “Alfa Ataka” TV yayınlarına dış ülkelerde tahsil görmüş, yabancı dil bilen, yüzü gözü düzgün, farklı bakış açısıyla yetişmiş genç aydın kişilerin kadrolu konumdan tutum savunmaları yeni bir politik uyum arayışına işaret ediyor. Bu politikanın gündeme gelmesinde, son yıllarda gerek cami saldırılarında, gerek vakıflarımızın taşınmaz mülkünün geri alınması konusunda, gerekse Baş Müftülüğün değişik konularda yaptığı açıklamalar, devlet erkânına gönderdiği mektuplar gibi konularda HÖH partisi yönetiminin hep seyirci kalması, destekleyici tavır almaması, belki de aralarında olan gizli bir sözleşme gereği de olabilir, “Ataka” yı da 3–5 derece gerçekçiliğe çekti. Tabii bu gelişme, taktik icabı, hükümet ortaklığından gelen bir icap da olabilir. Bu yeni politik havada, Bulgaristan’da yaşayan Türklerden ve Pomaklardan fazla Türkiye’yi, Ankara hükümetinin “Yeni Osmancı Politikası” ile “ılımlı İslamı” ve genişleyerek yayılan İslam’ın Araplardan gelen dalgasını hedefleyen bir nem var. Pazarcıkta selefi imamların Pomak ve Çingene yerleşim yerlerinde farklı bir yaşam tarzı yerleştirme çabalarına saldırıları çok şiddetli oldu. Volen Siderov’un son 10 yılda geliştirdiği Bulgar milliyetçiliğinin daha derin incelemeyi amaç edindik ve onun bugüne kadar çıkan eserlerinde işlediği Batı tipi modern ve özünde geleneksel koyu Bulgar milliyetçiliğinden farklı renk tonlarına işaret edeceğiz.


166

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Biliyorsunuz, “SKAT” TV’ yayınları Burgaz şehrinden yapılıyor. Bu milliyetçi yayınlar “Ataka” partisinin kurulmasına fikirsel temel oldu. Ne var ki, yılların geçmesiyle “SKAT” TV’ program yönetimiyle Volen Siderov’un kurduğu “Ataka” partisinin politik hedefleri çelişkiye düştü. Bu bağdaşmazlık o derece derinleşti ki, Siderov partinin temel yayın organı olan “Ataka” gazetesinin yayın müdürlüğünü yapan eşi bile ona boşanma davası açtı ve boşandı. “Ataka” partisinin AP Parlamentosunda milletvekili olan oğluyla da arası açıldı. Böyle bir durumda Volen Siderov liderliğindeki “Ataka” partisinden kopan Burgaz merkezli “SKAT” TV’ sahibi (Valeri Simyonov) ve kadrosu Bulgaristan’ı Kurtarmak İçin Ulusal Cephe (BKUC) partisini kurdular. Bu yeni parti bir yıldan beri merkezini Sofya’ya taşıma yollarını ararken en sonunda “Biz” yurtsever akımıyla ve yine “Ataka” partisinden AB milletvekili olan Binev’le birleşerek başkente yerleşti. İkinci bir “Ataka” olarak sahnede yerini genişletmeye çalışan “BKUC” partisi Volen Siderov’un hükümet ortaklığını “hainlik” olarak nitelerken, hem “Ataka”ya, hem, Bulgaristan Sosyalist Partisi’ne (BSP), hem Hak ve Özgürlükler Hareketi’ne (HÖH - DPS) ve hem de Boyko Borisov’un GERB partisine karşı olduğunu açıkladı. Tabii Bulgaristan Türkleri ve Müslümanlarının varlığı, dili, kültürü konularındakı bağdaşmaz tutumları devam ediyor. Partinin fikir babası, “Sofya Pres” yayın merkezinin eski “Türkiye Şubesi” şefi olan, Ankara ve İstanbul’da yıllarca Bulgar gazetecisi olarak görev alan, yeni partinin basın organı olan haftalık “Desant” gazetesinde yazan ve son Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olan ve oyların % 2’sini alan Stefan Solakov yazılarında, Ukrayna krizini ön plana çekerek, Bulgaristan’ın doğal gaz tedariki konusunda bir ekmek arası “Magdonalds” köftesi haline getirildiğini ve Türkiye ve Rusya tarafından ortak ısırıldığını yazıyor. Solakov, Bulgar parlamentosunun Genel Kurulunda “soya dönüş” yani “Bulgarlaştırma” dönemi suçlarının zaman aşımına uğramasını önleyen yasanın onaylanmasından son derece rahatsız olduğunu gizlemiyor. Aynı zamanda Solakov ve temsil ettiği parti görüşü, Türk ve Müslümanların “ana dil” haklarının, Başmüftülük ve vakıfların taşınmaz mülklerinin geri verilmesine kesinlikle karşı olduklarını da gündemden düşürmüyor. Üstelik bu parti ve “SKAT” TV etrafında toplanmış olan milliyetçiliğin fikir babaları, eski samanı yellendirip içinde buldukları eski sarıdikenleri yeni politikaya konu etmeye çalışıyor. Örneğin onlara göre, Bulgar devletinin Türklerin ana dilde öğrenim görme hakkını vermemesinin ana nedeni, 1976 Türkiye’ye göç dalgasının durdurulmasını isteyen Ankara hükümetinin Bulgaristan’a seçkin diplomatlar gönderip devlet elçilerine “göçü artık durduralım Bulgaristan’da Türk kalmadı” dedirtmiş olmasıdır. Dahası da var, 1989’un 30 Aralık günü aynı Türk diplomatların sözlerini dikkate alarak ve o yılların TC. Dış İşleri Bakanı Mesut


Makale ve Analizler - 2014

167

Yılmaz’ın Kuveyt’te Bulgar-Türk görüşmelerinde “Bulgaristan’da Türk olmadığı için, Türklerin ana dillerinde okuma yazma haklarını dahi istememesi”, Sofya makamlarının yalnız Pomakların istediği “isim, baba adı ve soy ismi, İslam dininde ibadet” hak ve özgürlüğünü iade ettiklerini yazıyor. Şunu da önemle belirtmekte yarar var, aynı yayınlar, Saray’da saklanan Ahmet Doğan’ın yalnız “mafya dalavereleriyle” uğraştığına, Saray’ın bir “mafya kulübü” olduğuna yer veriyor. Bu parti kendi öz gösterileri dışında futbol serserilerinin mahkemelerin çalışmalarını aforoz etme protestolarında da aktif rol alıyor. Aslında “kardeş” olan bu iki partinin dışında anti-Türk ve ant-Müslüman politik söylevde tırmanmaya geçen bir başka politik oluşum da, geçen ay “Sansürsüz Bulgaristan” partisine resmen katıldığını açıklayan Makedonya İç Devrim Örgütü (VMRO) partisidir. Sağcı bir parti olduğunu gizlemeyen ve bütün politikasını “Makedonların Bulgar milletine dahil olduğuna” dayandıran bu partinin Türklere, Türk kültürüne, ana dilimize ve İslam’a ve İslam ibadet kültürüne karşı saldırılarında gelenekselliği koruyarak yeniden sivrilmeye başladı. Bu partinin savunduğu ideolojik saçmalığın esasında “Türksüz” bir Bulgaristan özlemi yatıyor. “Zehirli ağıcın meyvesi de zehirli olur” atasözünden çıkarsak, bu “zehirli meyvenin” “Sansürsüz Bulgaristan” sepetine giren öteki partileri de zehirlemeye başladığı dikkati çekiyor. “Ermeni soykırımı” bildirisi yayınlamaları, “3 Mart” - özel kutlama grubu kurmaları, HÖH - DPS aleyhinde söylevleri, yeni parti yönetimine ne Pomak ne de Türk hiçbir kimseyi almamaları buna işarettir. “Sansürsüz Bulgaristan” partisinin içinde bir ayrı politik olarak kendini hissettiren VMRO - partisi Plovdiv ve Karlovo anti-Türk ve anti-Müslüman mitinglerinde aktif olduğu gibi, Pazarcıkta görülen İslam din adamları davasında da aşırı milliyetçi kınamalarla kendini duyuran bir taraf oldu. Bu irdeleme seyrinde politik kodamanlar olarak bilinen Sosyalist Parti (BSP) ile muhalefet başı GERB ve Boyko Borisov’un da Türklere ve Müslümanlara karşı minikler sürüsü yelken şişirdiklerinde aynı havaya girdiklerini söylemeden geçemeyiz. Onlar, mecliste “ana dil derslerinin devlet okullarında zorunlu ders olarak okul programına alınması;” yasasının onaylanmasına engel olunurken beraberdiler. İki, “25 Mayıs AB Parlamentosu seçim propagandasını ana dilimizde yapmamızın yasaklanması” çok üzücü oldu. Onlar bu doktada da aynı örsü dövdüler. Şaşılacak iş, AB ülkelerinde 28 dilde konuşuluyor. Seçim hürriyetleri bütün AB ülkeleri içinde yasaldır. Etniklerin kendi dillerinde propagandasını sınırlayan herhangi bir genel geçerli yasaklayıcı veya sınırlandırıcı karar yoktur. Buna rağmen, Türkçe denince, parlamenterlerimiz işi bitiremediler. Üç, “herkesin doğduğu ve kayıtlı olduğu yerde serbestçe ve hiçbir sınırlama olmaksızın AB Parlamentosu seçimlerinde oy kullanma hakkını kullan-


168

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ması” gibi konularda büyük partilerin bize, halkımızın hak ve özgürlüklerine karşı oy kullandığı ve haklarımızı Anayasa Mahkemesinde hak aramaya göndermesi ortadadır. Ne yaparlarsa yapsınlar, son hedefte piliçler güzün sayılır ve biz Bağımsız Milletvekili yükseltme yolunu seçip bu platformda birleştiğimizde soydaşlar olarak, Bulgaristan’da yaşayan Türkler ve Tüm Müslümanlar olarak birkaç temsilcimizi seçip Brüksel’e gönderebiliriz. Brüksel de Bulgaristan Türk ve Müslümanlarının, Türkiye’de kalan soydaşlarımızın hak ve özgürlüklerinin politik partiler tarafından gereği gibi temsil edilip savunulmadığı için bağımsız vekil seçerek temsili yet hakkı kazandığını öğrenmiş ve özel değerlendirmiş olur. Ayrıca konularımızla sorunlarımız gündemlere alınır. Biz bu yola baş koymuşuz davadan dönenin kaşığı kırılır. Daha da açık olalım isterseniz. Biz hepimiz istesek de istemesek de büyük politikanın içine atılmışız. Görüyorsunuz büyük politikanın içinde olmayanlara yaşam hakkı değil, nefes alma hakkı bile tanınmıyor. Bilirsiniz yoğurdu dövdüğümüzde (çalkaladığımızda) içinden tereyağı çıkar. O yoğurtan çıkmıştır ve ayranın üzerinde top halindedir. Taşıdığı özellik ilginçtir: Ne yaparsak yapalım tereyağı ne ayranda ne de yoğurtta eriyip asla kaybolmaz. Biz hepimiz 135 yıldan beri gelişen bir politikadan geliyoruz: aldatılmışız, itilmişiz, ihbar edilmişiz, karalanmışız, zindana atılmışız, yurttan kovulmuşuz. Önemli olan kahramanlıklarla dolu bir politik geçmişten gelmiş olmamızdır. Söylemek istediğim politikasız bir dünyada yaşamamızın hiç birimiz için mümkün olmayışıdır. Politikanın başarıları ise, örgütlü bilinçlenmeden geçer ve bu davada dernek ve federasyonlarımıza, kulüplerimize, politik partilere düşen ödev dağlardan büyüktür. Onlar uyumlu ve hedefli çalışıyorsa biz daha da koordineli ve tam isabet hedefle ilerleyelim.


Makale ve Analizler - 2014

169

Bizden Biri Olsun

İbrahim Soytürk-19.Mart.2014

Türkiye’de yerel seçimler ile Avrupa Birliği olağan Parlamento seçimleri bu defa yakın tarihlerde yapılacağı için biz Bulgaristanlı soydaşlara heyecan yaşatmaya devam ediyor.İki vatanlı iki dilli bir topluluk olduk. Propaganda ne kadar ince hesaplanmış yapılırsa yapılsın, bazen hedefe ulaşmıyor. Hele şu Bulgaristan seçimlerini anlamak ve bu işten bir yarar sağlamak, yıldan yıla bizden uzaklaşmaya başladı. Seçim önü heyecanı, saman ateşi gibi, üç gün yanıp bir günde sönüyor. Şu AB Parlamento ateşi ise hala yanmadı, vekillerin listesi açıklanmadı, her zaman olduğu gibi bu defa da hesaplar gizli yapılıyor ve sonunda pazarda tutmuyor. Hak ve Özgürlükler Hareketi biz gençler birkaç yaşımızdayken kuruldu.24 yaşında olan, Türkiye’de dünyaya gelen, çifte vatandaş olduğu için Bulgaristan seçimlerine de birkaç defa katılan ve şu ya da bu partiye değil, oyunu her defasında HÖH - DPS partisine veren akranlarım var.Her seçimde otobüsle Kırcaali yolunu tutan anne annem, “onlar orada kaldı desteklemezsek hakları üzerimizde kalır” diyerek yakınlarımıza hep teselli veriyordu. Yakınlarımızdan kimileri sürgündeyken onların evlatlarına o bakmış ve yine “bakmasak olmaz, onlar bizim için oralarda” sözleriyle ruh beslemiştir. Bulgaristan Müslümanları arasında “ben kopmaz ve parçalanamaz bir bütündenim” duygusu işte böyle gelişmiş ve güç toplamıştır. Hemşerilerim için “çok dürüst, çok çalışkan, çok temiz” insanlar sözlerini duyduğumda her defasında kıvanç duydum. “Biz onlardan pek çok şey öğrendik” diyenlerin hoş sohbetleri de kulaklarımı arada bir okşuyor. Birlik ve beraberlikten daha iyi bir şey olmadığını dedem ve ninemden öğrendim, derken, tekrarlamış oluyorum. Onların anavatan yolculukları çok zahmetli geçmiş. Bir defa evimizle, bahçemizle, ana annemin “hanım kızlarım” diye hitap ettiğini anlattığı tavuklarımızla, yola çıkma niyetinde ikircimli olan komşularımızla akrabalarla vedalaşma zor olmuş. Anne anneme şu göçlerin en kötü tarafı neresidir?, diye sorulduğunda, “ailelerin parçalanmasıdır evladım” cevabı basma kalıptır. Aile bütünlüğü, anne annem için en değerli olandır. Aile bütünlüğünün altında olan ise, birbirine destek vermek, yardımlaşmak, iyi kötü günde birlik olmaktır. Birlik olmanın temellerinde de ailenin bütünlüğü ve sağlıklı olması yatar. 500 bin Bulgaristan Türkünün birden sel gibi anavatana akması, bu göçün yükünü yüzde 50 hafifletmiştir. Ana babalarının anavatana yerleşme coşkusunu birlikte yaşayan çocuklar da açılan ağır yaraların daha kolay sarılmasında yardımcı olmuştur. Bu göçün en büyük özelliklerinden biri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kalkınma dönemine rastlaması oldu. Anavatan yiyecek içecek


170

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

sorunlarını, konut sorunlarını hemen hemen tarihte bırakmıştı. Türkiye halkının geleneksel Müslüman ve Türk misafirperverliğini yaşam tarzının özünde korumuş, bize kapılarını sonuna kadar açmıştı. Bulgaristan Türkleri bundan 25 yıl önce Türkiye’ye inerken beklediklerinden çok daha sıcak ve tamamen hoşgörülü bir ortam buldular. Fakat o kavuşma anlarına kavuşmazdan önce haftalarca yollarda süründük, beraberlerine aldıkları kavanoz ve kutulara sıkıştırdıkları, bohçalara sardıkları ekmekler, yiyecekler, peynirler, domatesler tamamen bitmişti. Torbalara doldurdukları sular yal olmuş, toz toprak içindeydiler. Zorlu yolculuk sabır canlarını iyice daraltmıştı. Dedemin en çok tekrarladığı sözler hep “çekiler, taşkın dere gibi akıp diner, sızılar geçer unutulur, yeni günleri yalnız biz değil, bahar yaz da bekler” diyordu. Köy yaşamı hayatı mevsimlerin nöbet devredişi olarak algılarken, büyük şehirlerde bu etki bahçe çiçekleri ve sokağımızdaki ağaçların yeşerip sararmasıyla sınırlıdır. Biz, hayata yeni giren genç kuşak, Bulgar devletinin gerek Çarlık döneminde gerekse sosyalizm ve totalitarizm yıllarında dede ve ninelerimize, ana ve babalarımıza, yakınlarımıza uyguladığı sıkıntılı politikayı, bizden önce kuşağın ve daha geriye uzanan birkaç kuşağın başından geçeni katıldığımız sohbetlerde, kahve köşelerinde, dernek toplantılarında ve anma törenlerinde öğrendik. BULTÜRK Derneği’nin bu yoldaki bilgilendirme çabaları çok etkin oluyor. Okul hayatı Türkiye’de başlayan bizler, öğrenimimizi burada bitirdik. Bulgaristan Türkleri hakkında edebiyata girmiş bilgileri Osman Kılıç’ın “Öyküsü”nden, Embiya Çavuş’un “Belene” ve hapishane anılarından, Sabahattin Özbayram’ın “Bulgaristan Türkleri Şiir Ansiklopedisi”nden, araştırmacı yazar Mehmet Türkler ile şair ve yazar Ömer Osman Erendoruk’un seve seve okuduğum kitaplarından öğrenebildim. Bu arada, üyesi olduğum BULTÜRK Kültür ve Hizmet Derneği Başkanı Rafet Ulutürk’ün soydaşların vatan yaşamından uzak kalmamaları için yürüttüğü yoğun çalışmalar ve düzenlediği etkinlikler kıvanç duymaya ve takdir edilmeye değerdir. Onun yönetiminde çıkan “Bultürk Gazetesi” ve Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi yayınları, bu merkezin “www.bghaber. org” haber, yorum ve röportajları geçmişe ait olduğu kadar, aktüel Bulgaristan politikasını kesintisiz bir bütünsellik içinde anlamamıza ve anlatmamıza yardım oluyor. Dernek görüşmelerinde hapislerde ezilmiş, “Belene” toplama kampından geçmiş kahramanlar totalitarizm yıllarını anlatırken genç kuşağı yalnız bilgilendirmekle kalmıyor, aynı zamanda her bakımdan uyarıyor. Bu etkinliklerin AB Parlamento seçimleri arifesinde daha da kızışması, “Kimi Seçelim!” sorununu güncelleştirdi. Şimdiye kadar hep HÖH - DPS


Makale ve Analizler - 2014

171

ne dediyse onu yaptık, tanımadığımız insanlara oy verdik. Şu adına demokrasi denen ve halkın vereceği oydan güç alan sistem çok güzel de, Bulgaristan’ da demokrasiye geçişin başarılı yapılamaması, komünistten sosyalist ya da sosyal demokrat olarak, kabuk ve biçim değiştiren, kâh birleşen, kâh parçalanan totalitarizm kalıntısı partilerin özgür politika üzerine şemsiye germiş olması değişimin karakterini etkiliyor. Hiçbir konuda seçmene hiçbir şey sorulmadığı izlenimi doğuruyor. Birde devlet politikasının % 20 gibi seçmen katılımıyla belirlenmesi, işten anlayan ve iş yapacak olan isabetli şahısların seçilmediği izlenimi yaratıyor. Yeni seçim kanununda halkımızın menfaatlerinden yana hiçbir şey olmadığı görülünce Cumhurbaşkanı Rosen Plevneliev’in majoriter (çoğunluk seçim) sistemi uygulanmasını da öngören bir yeniliği yaşama çağırmak ve uygulamak için halk oylaması yapılması çağrısı için 560 bin oy toplandı. Meclis Genel Kurulunda gerekli oylamanın yapılması gerekiyor. Bu yasanın kanunlaşması durumunda, seçmenlerimiz de dernekleri aracılığıyla kendilerinin gösterecekleri, tanıdıkları, bildikleri, kendisine güvendikleri ve inandıkları adaylara oy verecekler ve meclise kendi adamlarını göndereceklerdir. Avrupa Birliği Parlamentosunda halen seçilmesi yüzde yüz garantili bir Bulgaristanlı Türk ve Müslüman aday gösterilmedi. HÖH - DPS partisi adaylarını açıklamadı. Kimi göstereceği belli değil. Ne düşündükleri de belli değil. İzledikleri politik çizgi halkımızın ve özellikle soydaşlarımızın menfaatlerine ters olduğundan dolayı kimseyi ilgilendirmez oldu. Batı Avrupa Yeni- Liberallerinden bazı kodamanlara söz verdikleri basında açıklandı.Oysa bizim genç, okumuş tahsilli, şerefli kadrolarımız var. Onlarcası AB Parlamentosunda çok başarılı çalışabilir. Tartışmalara katılır ve menfaatlerimizi savunabilir. Bu arada bazı isimler açıklandı. Eski Başmüftü Nedim Gençev’in oğlunun BSP aday listesinde 6. sırada belirmesi ilginçti. Fakat, hemen ertesi gün Bulgaristan Sosyalist Partisi sözünden vazgeçti ve listeyi bozdu. Demokratik Güçler Birliği (CDC) birleşik listesinin başını Nadya Neyska çekti. Bu eski Dış İşleri ve AB komiserini televizyoncu Boyko Stankuşev’ten izlrken liste üçüncüsü olarakRazgdarlı Evgin belirdi. Bu ölü partiden milletvekili çıkması zor olur. Reformcu Blok listesinde Türk isme rastlanmadı. Böyle bir durumda, Bulgaristan Türk ve Müslümanlarının kendi sorunlarını ve dertlerini AB Parlamentosuna taşıyabilmeleri için 2-3 bağımsız AB milletvekili çıkarma kapısı açılmış bulunuyor. Yeni bir bağımsız liste oluşturma zamanı gelmiştir. Böylece, bu liste ile Bulgaristan Türkleri, Pomaklar ve Müslüman Çingeneler bir olup, daha kapsamlı bir propaganda ile tüm sorunlarını sistemli bir biçimde ve halkın anlayacağı bir şekilde mey-


172

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

danlara, gazete, radyo ve TV programlarına taşımalıdırlar. Kampanyanın ona buna karşı olmasına gerek yok. Biz kendimizi en iyi biliriz ve iş yapacak adamı tanırız. Bu bakıma halkımız şaşmaz. Oyunu boşa atmaz. Türkiye’den soydaşlarımızın aktif katılımla vereceği oylarla Bulgaristan Türklüğü ve Müslümanlığı ile olan kader ve sorun birliği, çözüm yollarının tek oluşu ortaya çıkacak ve herkes seçim doğruluğuna inanacaktır. Türk ve Müslüman kimliğimiz üzerindeki tehlike çanlarının durdurulması yolu budur. Bizi savunmayan, saraylara saklanan, halkımızın sorunlarına yüz çeviren, tokları değil açları görmek istemeyen HÖH - DPS vurdumduymazlığından kurtulma yolumuz budur. Seçmenimiz Ahmet Doğan, halktan kopmuş, yiyici içici, yarısı içerde öteki yarısı sarayda HÖH - DPS yönetim tayfasından kurtulma kapısını böyle açacaktır. Açmalıdır! HÖH - DPS çadırı altından çıkarak, hak ve özgürlük yolunda ilk bağımsız adımlarımızı atmamız zamanı geldi. Böyle bir seçimde, AB Parlamentosuna 2 -3 milletvekili göndermek çok büyük bir fırsattır. Bu milletvekillerimiz Bulgar parlamentosunda gün boyu kavga edelim mi etmeyelim mi?; uyuklayalım mı uyuyayım mı, hafta sonu balık avına mı gideyim yoksa tavşan avına mı? hesabı yaparak zaman öldüren 20 milletvekilinden çok daha faydalı işler görecektir. Halkımız buna inanmaktadır. Fitili çekelim ve yola dökülelim! Etnik sorunlarımızın AB parlamentosu Genel Kuruluna başarılı bir şekilde taşınması adalet ve hak eşitliği zaferlerimizin en büyü olacaktır. Bu konu çok güncel, çok önemli olduğu kadar, tüm derneklerin can alıcı sorunu olmalıdır. Tüm federasyonlar, kulüpler, dernekler vb kuruluşlar bu sorunları ayrıntılı tartıştıktan sonra görüşlerini halkımıza açmalı ve duyurmalıdırlar. Ortak karar alarak yola çıkmamız selamet yolumuzu bulduğumuz anlamında olacaktır. Kararlı, koordineli, amaca yönelik ve verimli çalışmalarımızla hedefimiz ulaşabiliriz. Demokraside zafer anahtarı sandıkta gizlidir. Bizim zafer yolumuz, kendi adamlarımızı seçmek ve seçtirmekten geçer. Tanımadığımız kişileri seçmekle hak hukuk ve adalet sağlayamayız.


Makale ve Analizler - 2014

173

Dilini Yuttu

Dr. Nedim Birinci-21.Mart.2014

Çüuuşş! Bizim eşek olsa, laftan anlar, söz dinler ve “Çüş” dendiğinde, dururdu. Ama şu “Çüş!” sözünü emir olarak anlamayanlar var. Bu dünyada hem tarih hem de güncellik olarak “Çüş” sözünü anlamayan bir devlet varsa o da Rusya’dır.Bir arada Hitler Almanya’sı, daha sonra Amerika Birleşik Devletleri “çüş” dendiğinde vurdumduymaz havalarına girmiş olsalar da, burunları kırıldıkça akıllanmışlardır. Helen tutun tuzlu, şekerin de tatlı olduğunu onlar da anladı. “Çüş” demeden de durmayı öğrendiler. “Çüş” sözü bazı dillerde yoktur. Bizim gibi düne kadar diyeceğim ama bir de bugün bile eklemek geliyor içimden, eşekle ineği aynı arabaya, aynı sabana koşan halklarda hayvanların hepsi “çüş”un ne olduğunu iyi bilir. Bizde “kadın ve hayvan dövme” yasağı olmadığından, eşeklerle öküzler “çüşün”, “Dur!” olduğunu anlayana kadar çok dayak yemişler, bellerinde kırılan sopaların hakkı hesabı yoktur.Rus dilinde “çüş” sözü olmadığında, “period” (hadi ileri) politikasını Rus Çarı Dehşetli İvan’ın (İvan Grozni - 1533 Çarı oldu) bundan altı asır önce Müslüman Dünyası ve İslam’a karşı başlattı. Tarihin çarkının dönüşünü etkileyen bu olay, Fatihin 1453’te İstanbul surlarını delmesinden tam 100 yıl sonra Kazan Kalesi Surlarının Ruslar Orduları tarafından delinmesi ve Tatar hanlığının 1552’de yıkılmasına isabet eder. Bu olaydan sonra dünyada birçok şey değişti. Bir defa, Dehşetli İvan Moskova’yı III. Roma İmparatorluğu Başkenti ilan etti. İki, yeni imparatorluğun simgesi olarak Rus Ortodoks kiliselerinin kubbelerini altın kaplattı. Üç, hem batı hem de doğu dünyasına egemen olma hevesini duyururken sancağına bir başı Batıya bir başı da Doğuya bakan, dilleri bir karış dışarıda iki başlı kartal nakış etti. Ogün bu gün bu iki başlı kartal Rus devletinin güç ve niyet simgesidir.Rusya İmparatorluğu’nun tarihi savaşlar tarihidir. Osmanlıyla da asırlarca didişen ve onu güçsüz düşüren Rus İmparatorlarıdır. Osmanlı Rusya savaşları içinde 1856 Kırım Savaşı ile 1877 - 78 Osmanlı - Rus Savaşının yeri çok önemlidir. Aralarında tam çeyrek asırlık bir ara olan bu iki meydan muharebesi, Rusya’nın Karadenizden sonra daha sıcak olup daha güneydeki Ege ve Akdenizlere inme stratejisinin bir devamıdır.Plevne Savaşından bir asır sonra yani bugün, biz artık dünya de-


174

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ğişir, politikalar değişir, sınırlar yeniden çizilir söylevine karşın, son hamlede yani geçen hafta yapılan bir referandumla Kırım Yarımadasının yine Rusya devlet sınırlarına dahil olduğunu ve Türkiye Cumhuriyet sınırlarını güneyden dolanıp Suriye üzerinden Akdeniz’e çıkıp üslenen Rusya deniz kuvvetlerinin hiçbir top patlatmadan Akdeniz’deki Amerikan filosunu Halaç edip, susturduğunu ve Washington politikasının viraj yapıp gerilemeye başladığını izliyoruz. Konuşurken artık askerlerinin gözüne bakamayan ve başını ya sağı ya da solla çevirerek konuşan ama kime konuştuğu belli olmayan Başkan Obama “biz Kırım için savaşa girmeyiz” deyiverdi. 200 küsur yıllık bir tarihsel geçmişi olan ABD ilk olarak Rusya tarafından Vietnam’da durdurulmuştu. Ardından Afganistan Savaşı’nda Amerika Rusya’yı durdurdu.Bir 50 yıl Yakın ve Orta Doğu dağlarını ve çöllerini bombalayan Amerika, Irak batağından sonra, bu işin içinden çıkamaya karar verdiğinde, tırmanmaya başladığında berelini 21 dolardan aldığı ham petrol için Rusya’ya 150 dolar ödemeye başladığını anlayınca elinde, avucunda ne varsa yitirdiğini fark etti. Gidiş bu gidiş dilini yutmuş olanlara bu gelişmeler ağır geldikçe konuşanlar çoğaldı. İlk önce “tedbir alalım” dediler. Tedbir deyince yiğit olmayanların aklından “karısına kızına” saldırmak geçerken, hırsızların aklına “para” gelir. Öyle de oldu 13 Rus ve 8 Kırımlının Batı bankalarındaki hesapları donduruldu. Zaten “insan hakları” ve “demokrasi ile özgürlükler” için başlatılan ve yürütülen savaşların hemen hepsi “ganimetlerin paylaşımıyla” sona erer. 1918’de Birinci Dünya Savaşı Sonrası’nda Pariste toplanan Uluslara arası Konferans’ta ganimet paylaşılmasına ve tazminat talebinde bulunulmasına karşı çıkan ABD Başkanı Wilson’un aklında, “bütün ganimetler benim olacak” saçmalığı olduğu kimin aklına gelebilirdi. Aklına gelen olsa bile, o zaman Wilson ile bu meseleyi masaya yatıracak yürekli yoktu.Oysa Wilson’un uykusunu kaçıran, Rusya’nın Korkunç İvan zamanlarından beri ele geçirdiği tüm ganimetleri askeri sanayi ve yeni tür silah üretiminde kullanmasıydı. Ruslar bu planı bu defa tam o zaman gerçekleştiremeseler de, Baba ve Oğul Buch zamanında devlet bütçelerini hep barel fiyatı 21 US Dolar üzerinden bağlayarak, bütçe dışı kalan barel başı 100 - 125 US Dolarla geliştirdikleri yeni orta ve uzun menzilli füzeler, radar tanımaz atom denizaltılar ve elektronik savaş araçlarıyla Amerika’ya olduğu gibi, Batı Avrupa’ya da dilini yutturdu demeyeyim ama yutkunmalarına neden olabildi.Rusya’nın askeri üstünlüğünün doğurduğu politika ancak İkinci Soğuk Savaş olabilir. Ben şimdi


Makale ve Analizler - 2014

175

bu yazımı yazarken, AB devlet ve hükümet başkanları Rusya’ya karşı tedbirleri görüşmek üzere bir araya geliyorlar. Derin düşünüldüğünde ne yaptırımı alabilir ki? Almanya gazından başka hammaddelerinin % 40’ı Rusya’dan alıyor, Finlandiya’nın Rusya ile 1300 km ortak sınırı var. Batı Kıbrıs’ın parası, bankaları, ekonomisi, limanlarının idaresi Rusların elinde, Rusya’nın Finans Merkezi Londra’da, Fransız Bankaları’nın Rusya yatırımları 50 milyar Euroyu aşmış, Batı ile Doğu Dünyası iç içe girmiş. Zaten Ukrayna Rus etki alanından koparılıp AB etki alanına geçse bile değişimler olur da, çok fazla bir şey değişeceğini de düşünmüyorum.Bazı dillerde politik, top ve havanın dişil olduğundan olacak, futbol topu her iki kaleye de girdiğinden, hava durumu sürekli değiştiğinden, politikanın da devamlı rota değiştirmesinin kaçınılmaz olduğu anlatılır. Kuşkusuz politikayı değiştirmek için ve savaş yürütmeden yeni ganimetler elde etmek için Batı finans kaynakları Ukrayna’ya büyük paralar akıtmıştır ve şimdiki buluşmalarında akıtmaya devam etme kararı da alabilirler. Fakat en sonunda işlerin çözümü hakikatten demokratik yollarca olacaksa, halkın iradesinin de bir etken olarak dikkate alınması zorunluluğu vardır. Kırım örneğinde, Rusya politikasında da değişiklik izliyoruz. Gürcistan’a bağlı olan Kuzey Osetya ile Karadeniz sahilince uzanan Abhazya’yı askeri güçle ilhak eden Moskova, Kırım’da referandum silahını kullandı. Suriye olayında ise, ABD Akdeniz gücünü saf dışı bırakarak, olayların yönünü değiştirebildi.Evet, bu politik gelişmeler, Bulgar parlamentosunda da “Yaşasın Rusya” bayrağı dalgalanmasına neden oldu. Gazetelerden bazıları sevinçten renk değiştirdi. Fakat son yıllarda Bulgar politik hukukunda sık sık kullanılmaya başlayan “asosiativno mislene” yani emsal göstererek düşünme taraftarları dilini yuttu. Herkesin aklına ilk ve son gelen Kırcaali bölgesi oluyor. Koyu Rusçuların kulis başı olan Sosyalist Parti Başkanı Sergey Stanişev’le, Kırcaali deyince sanki ruhsal dengesi bozulan HÖH Genel Başkanı Lütfü Mestan çatıştılar. “Politik düşünme tarzında emsal gösterme” konulu sert tartışmada şimdilik durum 0 - 0 (sıfır sıfır). “Her bakıma sözde ortak” olmalarına rağmen, sorun fazla kızışınca ipler kopar tehlikesi belirdi ve bekletiliyor. Başbakan Oreşarski AB zirvesinden dönünce konu Cumhurbaşkanı Plevneliev nezdinde masaya yatırılacak. Belki Başbakan Brüksel’den güzel kokulu yeni politik baharatlar getirir ve kokuşmasın diye dürülüp sarılır. Bu çok kargaşalı ve belirsizlikle belirlenen ortamın içinde içten içe, kıkır kıkır gülen ama güldüğünü ve sevindiğini belli etmeyen bir de yeni Saraylı başı, “fahri” başkan Ahmet Doğan var. Onun hakkında yazılan kitapların hepsinde “KGB - Moskova Ajanı” olduğu yazıyor. Bu gerçeği bir tek göremeyen varsa, o da, bu yılın 23 gününü “Dosya Arşivinde” “Sava” dosyalarının 10 cildini de okumakla geçiren milletvekili Vejdi Raşidov’tur. Yüksek heykeltıraşımız bazı


176

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

gerçekleri görememiş, çünkü “biz ortada kazık gibi durup dururken Moskova Ajanı olarak neden Ahmet’i seçmişler” gibi insan içine sığacak ölçülerden çok büyük bir hırsa kapılmış. Bu huzursuzluk onu kemirdikçe kemiriyor ki, 10 ciltten ve 23 günlük çalışmadan doğru dürüst bir cümle çıkaramadı. Biz ise, onu her gün gitsin okusun da o da öğrensin diye, güle güle uğurladık. Şu kıskançlık var ya, vallahi insan düşmanları arasında en büyüklerin devi... Neyse, gelelim Ahmet Doğan başkana “dilini yutturana!” Adam bir defa tarihi biliyor. Dedelerinin Kırım Savaşından sonra dört koyunla Karadeniz boyunca yürüye yürüye Dobruca’ya kadar çilesini de unutmamış. Ama asıl bildiği, Kırım Yarım Adasında çıkan kargaşalardan sonra hemen kıvılcımın Balkanlara kaymasıdır. Zaten onu ayakta tutan “kıvılcımın yanmasına, alevlerin ateşlenmesine” bir sözüm yeter o da dudaklarımın arasında diye herkesi tehdit eden, hep o değimleri olmadı mı? İşte onun o “Büyük Günü” geldi. Adaya dalga dalga dalgalanıyor ve Rusya’ya akıyor. Olaylar şimdilik ona dilini yutturdu. Ama içinden kıkırdamaya devam ediyor.

Tez ve Antitez - 5

Murat Ulutürk-24.Mart.2014

Sofya’da çıkan haftalık “Banker” gazetesi, sayı 11 (1080), tarih 14.03 – 21. 03. 2014. Vakıflar üstüne ulusal tartışmada farklı bir görüş: Nikolay Pankov - Bulgaristan’da etnik ve din sorunları bilirkişisidir. 1968’sw Sofya’da dünyaya gelmiştir. 1997’de yüksek öğrenimini mühendis olarak tamamlamıştır.1998’den başlayarak Baş Müftülük Protokol ve Halkla İlişkiler Bölümü Şefidir. (Nedim Genc2v’in Baş Müftü olduğu dönem). 2004 yılından başlayarak Yüksek Müslüman Manevi Konseyi Kalem Odası Müdürüdür. Etnik gerginliğin dumanı ile düşmanlığın alevlenmesi arasındaki sınır incedir.Musa’ma göstermek ile husumet arasındaki sınır ise daha da incedir.Özellikle, düşmanlık dine bağlı olarak kışkırtılıyorsa, o zaman, bu sınır yok gibidir.


Makale ve Analizler - 2014

177

“İnsanlar aralarında savaşa başladıklarında ilk kurban Tanrı olur.” - yargısında bulunan Avgustın isimli havari olmuştur. Bulgaristan’da son aylarda baş gösteren problemle ilgili saf hukuksal yorumumu sunmaya işbu sözlerle başlıyorum. Edebiyat dünyasından fazla tarihte yaşadığımız Balkanlarda, elimizi bir analız aracı olan divitten fazla barut fıçısına uzattığımızı, hayatın kendisi gösteriyor. Örneğin mahkeme gibi, kamu araçlarıyla adalet aramaktansa, kendi adaletimizi dayatmayı yeğliyoruz. “Osmanlı dönemini” tescil ettirmekten ya da silip yok etmekten önce, kim ve neden sorularına mutlaka yanıt verip, belki de bahis konusu olanı açıklığa kavuşturmamız daha isabetli olur. Yurttaşlarımızın bir kısmı neden nefret ediyor? Onlardan bir kısmı da neyi geri almak istiyor? XV. yüzyılın başlarında, Balkan Yarım Adasını ele geçirmelerinden hemen sonra, Osmanlı İmparatorluğu buradaki toprakların büyük bir bölümünü devlet yeri olarak ilan etmiştir. Şunu hemen belirtelim, söz konusu olan topraklar daha önce, bu yerlerin hakimi olan egemenlerin, Aristokrasinin ve kilisenin yani başkalarının yerleriydi. “Osmanlı Sosyo - Ekonomik Tarihi” adlı derin inceleme eserinde Vera Mutafçieva, Osmanlı İmparatorluğu topraklarının üçe bölünmüş olduğunu yazar: Birinci bölüm, devlet hazinesinin malları yani memleket. Bu yerlerden toplanan gelirle Sultan Sarayı ve idare amirliği giderleri karşılanırdı. İkinci bölüm, Sipahi ve tımarcılara işletmek üzere dağıtılan araziler. İşleten ordu mensubu olarak görev aldıkça bu topraklar satılmaz ve aile üyelerine devredilmezdi. Üçüncü bölüme ise bugün Bulgaristan’da büyük tartışmalara konu olan “vakıf” taşınmaz-mülkleri dahildir. Bunlar minnettarlık ifadesi olarak ya da İslam dinine bağlı olarak hayır işlerinde kullanılmak için tahsis edilmiştir. Böylece bugünkü Bulgaristan topraklarında, 40’kı Filibe (Plovdiv) bölgesinde olmakla, Yablanıtsa, Mezdra, Dryanovo, Gorna ve Dolnya Oryahovitsa, Lyaskovo vs., toplam sayıları 180 adet olmak üzere, bunlarda çalışanlarla beraber vakıf köyleri kurulmuştur. Bir vakıfın ne olduğu anlaşılması için şu tanım verilmiştir: “Gelirleri ancak hayır işlerinde kullanılacak olan ebedi taşınmaz mal ve mülk mirasıdır.” Bu mülkler genelde köy ve şehir dahilinde olup, cami, medrese, mescit, kervan saray, köprü, çeşme ve su havuzu kurmak için verilir. Gelirlerinin bir kısmı onarım ve bakım giderlerine kullanılırken, diğer bir kısmı da fakir fukaraya yardım olarak sunulur. Vakıfların tarihçesi budur. Oysa sorun halen şudur: Vakıflar şimdi bizi neden birbirimize karşı çıkardı?


178

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Tarih, bugünkü gerçekliği içinde gördüğümüz bir çerçevedir.Topraklarımızın Osmanlılar tarafından ele geçirilmesinden sonra (XIV - XIX yy.) Çok farklı bir düzende bulunduğu herkes tarafından kabul edilir. Bu düzen, Birinci ve İkinci Bulgar Çarlıkları döneminde daha başkaydı. Doğrusu ya, 1878’den sonra, 1907’den sonra ve 1944’ten sonra daha bir başkaydı.Osmanlı İmparatorluğu’nun mezar taşında 10 Ağustos 1920 yazar.Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk dini vakıfların hepsini millileştirmiştir. Diyanet İşlerini kuran da odur. Bulgaristan’da Osmanlı İmparatorluğu’nun birçok vakfın taşınmaz - mülkü devletleştirilmiş ya da belediyelere tahsis edilmiştir. 1949 yılından sonra idaresi, taşınmazları, malı mülkü ve faaliyeti olan bir Bulgar dini kurum olarak Başmüftülüğün kendi yargı yetkisi vardı. Fakat “Luçnikov” yasası ve 2003 yılında kabul edilen Din İşleri Yasası’nın etki süresi dahilinde olmak üzere, taşınmaz- mülklerin iade edilmesi gerçekleştirilmiştir. Bu kanun esas alınarak 870 bin dönüm tarım arazisi, 450 bin dönüm orman, şehirlerde büyük sayıda kapalı alan geri verildi, yeni kurulan 340 âdeti de bu sayıda olmakla birlikte toplam sayıları 1500 olan camilere tabu çıkartma hakkı tanındı. Bazıları bunun böyle olmasını isteseler de istemeseler de, bir tarihsel dönem değişirken kaçınılmaz olarak diğerini siler ve bunun aklıselim olan her kişi tarafından bilinmesi gerekir. Bundan ötesi bazı avukatların yalvarıp yakararak vakıf taşınmaz-mülkilerine tapu çıkarmalarına bağlıdır. Üzerinde son Bulgar Çarı İvan Şişmanın çehresi olan bir fetha ile Rila Dağının baştanbaşa Kilisenin olduğunu kanıtlayabilir, aynı yerlerle ilgili Müslüman belgeleri sunmak da olasıdır. Yasalar tarihin hakemi değil, günümüzün uyulayıcısıdır. Bundan dolayı bu tartışmaların çözümü için gerekli olan çatışma değil, sabırdır. Bulgaristan Başmüftülüğü de yüreğinden geçeni değil, gerçek menfaatlerini bir daha gözden geçirmek zorundadır. Mahkemeye sunmuş olduğu eski vakıf mülklerinin iade edilmesini isteyen, yaklaşık 100 dava dilekçesiyle Osmanlı taşınmaz-mülklerini öz malı olarak yada hukuki mirasçısı olarak mı geri almak istediği konularında açıklık getirmek zorundadır ki, bunların birçokları bugün onarım ve bakım için büyük paralar gerektiren tarihsel mimari anıtlar statüsünde bulunur. Biz burada Balkanlarda bir özellik olan herkesin fikrine aykırı olan bir durumla yüzleşmek zorundayız. Baş Müftülük bu konuda “kanunlarca tanınmış olan hakların sahibinin kendisi olduğunu kanıtlamasını” gerektiren dava dilekçesine taraf olmak istemiyor. Öte yandan, bir politik parti olarak Hak ve Özgürlükler Partisi ise “dava dilekçesi” sözünü “isteme” sözüyle değiştirdiği hukuksal yorumunda kendini saf dışı etmiştir. Bu durumda, bir iki örnekte gördüğümüz üzere, bağımsız Bulgar hukuk sistemi, açılan savunma davası yoru-


Makale ve Analizler - 2014

179

munda, Başmüftülüğe Osmanlı İmparatorluğu “vakfını” miras olarak devretme kararı alıyor. Türkiye devletinin bile varlığını sona erdirmiş olan Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı olduğunu uluslar arası arenada savunmadan çekinirken, Bulgar mahkemesi (Yargıç Nikolay Markov’un baktığı 1669/2003 no ve tarihli şirket davasının, 4 Haziran 2013 tarihli kararında) gereken bağlantıyı buldu ve Başmüftülüğün hukuksal haklara dayanan mirasçı olduğunu kanıtladı. Bu emsal karardan ilham alan Ankara, tarihi dönüştürmeye gerekli mali ve politik kaynaklar sağladı. Bunun özünde olan, Balkanlardaki Osmanlı taşınmaz-mülklerinin iade edilmeyle onarım ve bakımıdır. İşte böyle bir durumda ve ortamda Bulgar toplumunda, yargıçlar, milletvekilleri, konsoloslar ve kulis ardı oligarşi temsilcileri arasında çok koyu sisli bir ortamda usul dışı bir şeyler yapıldığı, dolap çevrildiği yönünde adaletsizlik duyulmaması belirdi. Pragmatik ve kuru yargıç düşünüsünün sağlam mantığını aradığımızda, önce, bu davalarda, sorunu bütünüyle çözmek için, tam yetkili olan hakimlerin kesin hüküm verme hakkını kullanarak, Dobriç, Montana, Berkovitsa, Vidin, Haskovo, Küstendil, Strara Zagora, Vratsa, Plovdiv ve Dubnitsa’da bunu yapmaya çalıştıklarını görürüz. Şimdi bu yargıçlardan her biri Başmüftülük dava dilekçelerini neden düşürdüklerini açıklamak için 20-şer sayfa gerekçe kaleme almıştır. Onlar, adliyede hızlı kariyer yapma hevesinde olmayan, il mahkemeleri yargıçları olduklarından, benzer sıcak durumlarda sok sık olduğu gibi, tarla ortasından yürümeyip, davaya yasaların kapısından girerek baktıklarından, adiye sisteminde sıradan hakim olarak kalmaktadırlar. Karlovo’daki “Kurşun Cami”nin iade edilmesi davasındaki gelişme bir örnektir. Bu davaya bakan hakime hanım gereğini görünce kendini Filibe İl Mahkemesi Başkan Yardımcısı koltuğunda buldu. Yargıç Markov ise, yargıç görevinde mesaisi sadece 3 yıl olmasına rağmen uzak bir taşra kasabasından Sofya işçe Mahkemesi’ne, ardından da Sofya Şehir Mahkemesine atandı. Osmanlı taşınmaz-mülkleri üzerinde devri kabul hakları olduğunu karar bağlayınca, hemen Sofya İstinaf Mahkemesi’ne geçirildi. Uzlaşmak için biraz akıl biraz da iyi niyet olması yeterlidir. Bir de, yumruk şeklinde sıkılmış olmayan uzatılmış bir el olması gerekir. Biz Bulgarlar, kendimizin etnik olarak toleranslı olduğumuza tamamen inanmamıza karşın, örneğin adına “soya dönüş süreci” denen olaydan sonra da başımıza hiçbir kötülük gelmediğine göre, herhangi bir etnik çatışmanın her hangi bir gün başımıza toslamayacağını umuyoruz. Gördüğünüz gibi şimdi de, havaiyi fişek ve bayram maytaplarından duman çıktı, camilere taşlandı, gördüğünüz gibi her şey gelip geçiyor, biz, yeni olan bir


180

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

şeyin ömrü üç gündür diye tekrarlamaya devam ediyoruz. Levski’yi anma gününde alınan olağanüstü önlemler olduğu gibi, Filibe’de “Cuma Cami”ye atılan bombacık ve taşlar, bizi ciddi bir şekilde düşünmeye itmelidir. Düşünmemiz gereken nokta, özel çıkarları olan birilerin, bir daha olmak üzere, sözde (asla olamaz denen) etnik senaryoya bizi bir daha sokmak istemesidir. Not: 1) Bu uzmanın iade edildiğini yazdığı 870 bin dönüm yer Baş Müftülüğün mülkler listesinde yoktur. 2) Bulgaristan’daki 1500 cami ve mescit olduğu gerçeğine, Baş Müftülüğün mülkünde olmayan ve iade edilmeleri için dava açılanlar da dahildir. 3) Bulgaristan Başmüftülüğü 1949’da değil, 1879’da kurulmuştur. 4) Bulgaristan’daki camiler ve diğer vakıf mirası, Osmanlı devlet mirası değil, bu topraklarda yaşayan Müslümanların öz mirasıdır. 5) Bulgaristan’daki vakıflar yalnız Padişah hibesiyle kurulmuş hayır kurumları değildir. Bunların daha büyük kısmı yerli zengin hayırseverlerin ve halk tasarruflarının yapısal ürünüdür.

Türkler Artık Siperlerden Çıkıyor

Rafet Ulutürk-24.Mart.2014

Bulgaristan’da Feryat edenler; Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin şu “Yeni Osmanlıcı” politikasını anlamada güçlük çekenlerdir.Aslında anlaşılmayacak hiçbir şey yoktur.XXI. yüzyılda politika bir sahne oyununu andırıyor. İzleyen sırların hepsini birer ikişer çözebilir.Tarihe gömülen hiçbir imparatorluk asırlardan sonra eski haşmetliliğiyle yeniden kurulamamıştır. Bu Osmanlı İmparatorluğu için de geçerlidir. Öyle bir şey ki, tarih Hıristiyanlığın doğuş simgesi olan “Yeniden Doğuşu” kabul etmiyor. Geçerli tez, her şey bir başlangıcın devamıdır.


Makale ve Analizler - 2014

181

Geçmişten ders alınırsa, yanlışlıklar tekerrür etmez yani acılar bir daha yaşanmaz yani olumsuz olanda yineleme olmaz. Ders çıkarılmaz ve çıkarılan dersler hak yolunda kılavuz edilmezse, tarih trajedi veya dram olur. İmparatorluklar sıralamasında en büyü sayılan Moğol İmparatorluğunun kurucu hanı Timurleng /Tamerlan/ (1336 - 1405) havanın en temizini nefes etmek için engin Hint ormanlarına kadar uzanmış da, Taşkent’teki Büyük Anıtı olmasa, mezarı da hala bulunamadığına göre, belki halkların tarih belleğinden giderek azarcık-azarcık silinmeye yüz tutacaktı. Yüz ölçümü olarak Roma İmparatorluğundan büyük olup üç kıtaya uzanan Osmanlı İmparatorluğu suyunu çektiğinde, susuz kalanlar dere dibinde kalan gözleri pörtlemiş, ağzı açık kurbağalar gibi, halen su bekliyor. Başka bir İmparatorluk olan Rus İmparatorluğu ise; XV. Asırda Kırım Tatar Hanlığı’na haraç verdiğini çoktan unutmuş.Günümüz fermanlarını Kremlin’deki İmparator Sarayı’nda imzalamaya başlayan modern lider Vladımir Putin, bir yandan İstanbul’u ele geçirip atalarımın III. Roma İmparatorluğunu yani yeni bir Ortodoks İmparatorluğu olarak kurmayı düşündüğünü bile ara sıra belli ederken, son dönemde İstanbul kilidi’nin Kırım’dan açıldığı fikrine saplandı. Soğuk Savaş ateşinin sönmesiyle daha kuytu ve biraz da ılıman bir sığınak ararken Avrupa Birliği’ne giren ve NATO şemsiyesi altına sokulan Bulgaristan ise, kafa karıştıran çok çetrefilli yeni bir duruma düştü. Batı dünyası ile tamam sarmaş dolaş olup neredeyse birazcık ısınmayı beklediği şu sırada, isteyerek mi bir rastlantı sonucu mu pek belli olmasa da, kendini dondurucu Rus politikasının etki alanında buldu. Bir de, şu Yeni-Osmanlıcılık, Bulgaristan’da kamuoyuna paralel konumlu aklı başında sandığımız birçok kişinin uykusunu kaçırıyor. İnsan bilmediğini, anlayamadığını, görmediği bir şeyden korkmalıdır, fakat nedense memleketimde korku dağları bekliyor. “Korku dağları bekler” sözü Türkçemize ait olduğundan, Osmanlı döneminde tekerlenip Bulgar dil hafızasına düşmemiş ama orayı boş yer bulan “insanın gönlünü kemiren korkudur” iyice yerleşmiş. Korku denilen şey de büyüyen, küçülen, sindiren, sis gibi koyulaşan ve bilmem ne hallere giren bir melet. Siz de, şu Amerikan filmlerinde kâh çocuk, kâh cadı, kâh iyi yürekli beyaz sakallı gözlüklü bir dede ya da dehşet saçan patlak gözlü bir canavar hali alan BARBY’yi izlemişinizdir. Yeni Osmanlı politikası da Barby’nin son şekli gibi girdi Bulgarların rüyasına.


182

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Hele Türkiye Cumhuriyeti’nden bir hükümet heyeti, Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan veya Dış İşleri Bakanı Ahmet Davudoğlu ülkemize geldiğinde, korku ayyuka çıkıyor. Sayın Bakan Ahmet Davudoğlu’nun son ziyareti sırasında da öyle oldu. Bir akademisyen olan Bakan’ın bir birimsel araştırma şeklinde kaleme aldığı ve çok tutulan eserler kül yasından olan “Stratejik Derinlik” yapıtı Bulgar diline tercüme edilince endişe alevlerinin boyu daha da yükseldi. “Stratejik Derinlik” bir yandan Batılı araştırmacıların başını çeken ama yapıtlarındaki irdelemelerinde Müslümanlara karşı tandanslı olma özelliğinden sıyrılamayan “Medeniyetler Çatışması” gibi eserlerin müelliflerine yanıt olurken, aynı zamanda son yüzyıl dünya stratejik düşünüsünü esaslı kaleme alan eski ABD Dış İşleri Bakanı Henry Kizinger’in araştırmalarının da bölgemize ve Türk gerçekliğine tamamen uyulmanmış bir derinlikle devamı olduğundan, kimi okurlar ruhsal sarsıntı geçirdiler. Bizde, Bakanımız Ahmet Davudoğlu’nun kitapları “Yeni-Osmanlıcı” politikanın stratejik esası olarak kabul ediliyor. Konuşmaları ve dış ülke ziyaretleri ise, sanki bu politik açılıma zemin hazırlamak için atılan adımlar şeklinde algılanıyor. Bizdeki milliyetçi kesimi, “Yeni-Osmancılık” dendiğinde endişelendiren nedir? Dış İşleri Bakanımızın Ahmet Davudoğlu’nun “Stratejik Derinlik” kitabında “Askeri Bölüm” yoktur. “Saldırı Savaşı Hazırlıkları” ya da “Balkanlara Çıkarma Yapılmalı” bölümleri de yoktur. Yeni - Osmanlı politikasını sanki ordusu, topu, tüfeğiyle görmek isteyenler var ki, bu eserde silahtan, toptan, roketten, deniz altından, uçaktan vs. söz edilmediğini görünce şaşıran, ağzı açık kalanlar var.Onlar, değişen dünyanın yenilenerek kalkınma, bunalımları aşma yasalarını bilseler, “Yeni - Osmanlıcı” politikaya belki sevinirler. Bilgi iyi bir şeydir. İnsan ruhunun güven besinidir. Durum tahlillerinin gösterdiği üzere, insanoğlu bilmediği, bilmemekte ve anlamamakta ısrar ettiği yenilikleri çözmede zorlandığı ortadadır. Yeni olanı anlayabilmek için önce, niyet etmek gerek, bu olmadan bir sırrı çözmek ve özünü açıp anlamak olanaksızdır. Önce şunu kabul edelim: ne “Stratejik Derinlik” eseri, ne de içindeki “Yeni - Osmanlıcı” politik stratejisi parmaktena emilmediği gibi, gökten de düşmedi. Bu zamanla süzülen bir sentezdir. Türkiye’yi yıllardan beri içinde bulunduğu siperden çıkaracak ve heybetini doğrultmasını sağlayacak, anavatanımıza dünya politikasında en önemli rolü verecek, büyük bir atılımın yeni adıdır, yeni ufkudur stratejik derinliğidir.


Makale ve Analizler - 2014

183

Bu heybet, kendiliğinden olmak üzere, yeni bir dünya ayarıdır. Özünde, Batı’nın finans ve ticaret merkezi olan Londra’nın, Avrasya ticaret, meykül kıymetler ve ticaret merkezi olarak İstanbul’a kayması ve yerleşmesi anlamına gelir. Yepyeni bir bakış açısıdır. Bu Türkiye’nin dünya devlerinden biri olmasına açılan yoldur. 30 Mart’ta Türkiye halkı yerel seçime gidiyor. Bu seçim kampanyası Cumhuriyet tarihinin en huzurlu, iyi güven veren bir ortamında yapılabildiyse, bunu her şeyden önce, geniş kitlelerinin yeni açılıma bel bağlamış olmasında görüyoruz.Artık dünya devleri arasına giren Türkiye’de kimsenin içine kapanma lüksü yoktur. Yarını görenler, “Hedefler Büyük, Birlikte İleri!” diyorlar. Bu büyük hedefleri nasıl okuyoruz? Öncelikler: Biz bugün artık yıllar yılı uyuşturulmuş olan Türkiye de halkın uyandığına şahidiz. Biz bugün artık Türkiye’de yaşayan herkesin kardeşlikten başka seçeneği olmadığına inandığına inanıyoruz. Biz bugün artık, Viyana kuşatmalarından beri asırlarca gerileyen ama gerilemesi Sakarya Savaşı’nda durdurulan, büyük bir halkın yeni şahlanışını izliyoruz; Biz bugün artık sınırlar değişmeden, başkentler değişmeden, yalnız sanal ortam üzerinden gerçekleşecek yeni bir dünya politikasına açılan Türkiye’nin şahlandığını ve bu işi başaracağını görüyoruz. Türkiye’ye inanıyor ve ona güveniyoruz. Biz bugün, Balta Liman Antlaşması’ndan beri yatan ama artık uyanan ve siperden çıktı çıkacak duruma gelen heybetli bir Türkiye’yi artık görüyoruz. Biz bugün artık, İstanbul’u Birleşik Avrasya Konfederasyonu Başkenti olarak görmeye başlıyoruz. Biz bugün İstanbul’da Avrasya Menkul Değerler Borsası kurulmasıyla Araplardan Ruslara, İngilizlerden Almanlara dünyanın İstanbul’a koşmaya hazırlandığına tanık oluyoruz. Türkiye kimsesiz değildir. Osmanlı İmparatorluğu çöktüğünde içinden 45 devlet çıktı. Anadan ayrılan 45 yavru artık bir asırlık oldu. Tarihe yaş sorulmaz ama yaşları yüzü aşan yavrular Tozlaşmak için analarına danışmaya Ata Ocağına geliyor. Onlar Yeni-Osmanlı ormanında ağaç olmak istiyorlar. Hedeflerinde kökleri birbirine örülmüş büyük ormanından uzak düşmemek için çabaları görüyo-


184

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

rum. Parçalanmanın getirebileceği tehlikeleri biliyorlar. Güç kaynağımızın Türkiye Cumhuriyeti çatısı altında birliğimizdir. Bugün geri gelenlere, bir asır önce ayrılırken “seçtiğin yolda mutlu ol!” denmişti. Şimdi “Geldiğin yerde mutlu ol!” selamı veriliyor. Başka bir değişle, yalnız Türk insanının değil, tüm insanların gözü Türkiye’dedir. Bu anlamda Yeni Osmancılığın özünde öncelikle gönüllü gelene “Hoş Geldin!” vardır. Bu özde devlet sınırı yıkmak değil, gönül sınırlarını kaldırmak, menfaat ortaklığında sınırsız olmak ve ruhsal görünen zenginliğini biçimlendirmek gerekir. Ne yazık ki, bir asır önce, bir kuluçkanın kanatları altından dağılan, bu arada Türkiye hariç, bu 45 devletten her biri toprağı eşelerken kurt bulup yemeği analarından öğrenmemiş piliçler gibiydi. “Kendimiz hallederiz” gururuna kapılsalar da, bazıları petrol denizi gibi zenginlik deryası içinde yüzdü ama 500 yıl boyunca başlarına geleni yaşamak zorunda kaldıklar. O gün bu gün bunalımların pençesinden kurtulamadılar ve çıkarken aralık bıraktıkları kapıya dönüp dönüp bakmaya başladılar. Bir arı kovanında bir Bey olduğunu anlamaları, başka kovan beyinden kendilerine fayda gelmeyeceğini anlamaları zamanı da artık dolmuş gibi. “Yeni - Osmanlı” stresi yaşayan Bulgaristan’da tarihten gelen kibirliliğin renk izleri var.Bir defa Bulgar yönetimi, “Bulgarlaştırma” siyasetinin bıraktığı darbe yaralarını iyi okuyamadı. İsimler, soy ağıcı, gelenekler, edebiyat, sanat, alışkanlıklar, din vb. genel anlamda kimlik oluşturuyorsa ve bu önemli olgunun günümüzdeki öz ve biçim adı kültür ise, baskı ve terör uygulayarak, eziyet ederek bir toplumun kültürü ancak ve yalnız kötüye doğru değiştirilebilir. Bulgarlar erki, Tanrı tarafından yaratılanların dışında olan kültürdür saçmalığına takılarak, “elimizdeyken hemen değiştirelim” havasına gerdiler ve tosladılar. Şu nokta çok önemlidir. Hafıza kaybına uğramaksa evrimsel değişimi bile engelleyip durdurandır. “Yeni - Osmanlı”nın anlaşılıp ona ılımlı yaklaşılacağına, tamamen ters bakılması da, işte bu hafıza kaybından kaynaklanır. İnsan bilmediği görmediği şeyi sevemez. Tanımadığı bir güzele de aşık olamaz. 136 yıldan beri ezen kesen bir ejderha olarak tanıtılan Osmanlı’dan çıkan “Yeni - Osmanlı” yavrusuna olumlu bakılmasını beklemek yanlış olur.


Makale ve Analizler - 2014

185

Hafızasına yalnız olumsuzluk sıkıştırılmış olan bir kişiden olumlu hareket etmesini bekleyemeyiz. Burada konuyu daha derin açabilmemiz açısından üzerinde özellikle durmamız gerenken bir durum var. Çarlık döneminde Bulgaristan başbakanlarından olan Aleksandır Tsankov’un 15 yıl kaldığı Arjantin’de yazdığı “Anılarım” kitabında işaret ettiği “Balkanlar’da yalnız Türkler ile Bulgarlarda devlet kurma niteliği var” tanımı biraz açılmalıdır. Fakat devletler: a) Menfaatlerin evrimi sonucunda gereksinime yanıt olarak, tabanın çekisinden yükselerek oluşur; b) El altındaki toprakları idare etme araçtır. İşte bugünkü Sofya yönetiminin (b) tipi bir devlet olduğunu, halkın kendini özgür hissetmediğini, gücünü halktan almadığını, bu nedenlerle demokratikleşemediğini yani Bulgar devletinin çilesi çekilmiş bir erk biçimi olmadığını görüyoruz. Bundan dolayı da “Yeni - Osmanlı” yaklaşımına ters bakış sergilendiğine şahidiz. Bir de, Osmanlıya dönelim feryadı bugün her dönemden daha büyük ve dört yanda işitilir oldu. “Yeni - Osmanlı” sihirinde, yeni bir Osmanlı İmparatorluğu kurulmadan yani 45 devlet arasındaki sınırların bozulmadan, onlara asla dokunulmadan, tek başlı idareye geçilmeden, yepyeni bir sentezle yeni bir huzur dengesi ufukta yükseliyor. Bu gün AB’nin olduğu gibi biraz da fark olabilir vsy. Bu huzur dengesi yaşam hakkı kazanırken Türkiye’nin hiçbir ülkeyi, hele Balkanları, hele Bulgaristan’ı işgal etmesine gerek yok, yaşasın herkes istediği yerde istediği gibi. Buradaki sorunu şöyle açalım: Bugün Türkiye’ye akın var! Biz Bulgaristan’da nüfus kalmadığından Makedonları Bulgar kabul edip vatandaşlığa davet ediyorlar ya da son haftalarda Besarabya Bulgarlarına aman gelin size vatandaşlık verelim, derken boşluk doldurmak istiyoruz. Oysa öz olan, herkesin yaşamak istediği yeri kendisinin seçmesidir.Bir yandan, bir asırda altı defa Türkleri sınır dışı eden Bulgar devleti, şimdi kendi soyu da onu terk edince ya da davet ettikleri bile gelmeyince, ortada kaldı.Bulgar halkın şimdiki devleti, çilesi çekilmemiş bir devlettir, derken bunu kastetmiştim. Öte yandan, Türkler, Bulgar ulusunun dikenli yapısını iyi bilir.Bal gibi tatlı görünürken, birden bire bozulduğunu görmüştür yaşamıştır.


186

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İçi başka dışı başka olmak bize uymaz. Biz, sulanan tarlada sarıdiken olduğunu unutmayız, unutamayız. “Gezi parkı”olaylarından beri, neredeyse artık bir yıldan bu ya da İstanbul’da ve ardından Türkiye’nin öteki büyük merkezlerinde kışkırtılan, para akıtılarak geliştirilen ve bazen azan olaylar oldu.Avrasya merkeziolmaya yönelen Türkiye’yi sanal bir darbeyle aforoz etmek istediler. Sanal olanı oluşturan borsa karıştı, Türk Lirası yara aldı. 17 Aralıkta patlayan hükümeti hırpalama provokasyonları aslında Türkiye halkını siperde tutma, siperden çıkmasını engelleme operasyonuydu. Türkiye’nin siperden çıkıp şöyle bir doğrulmasına tahammül edemeyenler “gezi olayları”dan beri uyumuyor. Dünya yerde sürünürken Türk insanının belini doğrultmasından korktular. Türkiye elden gidiyor endişesine kapıldılar. Türkiye’yi daha mutlu olma kavgası alanından çıkarıp ağaç, çalı, çırpı kavgası yürütülen bir ülke haline getirmeye yeltendiler.Dünyanın gözünden düşürmeye çalıştılar.Onlar, Türkiye’nin Avrasya merkezi olmasından, Avrupa borsalarının Londra’dan İstanbul’a taşınmasından, İstanbul üçüncü Havaalanının kurulmasıyla iki kıta merkezinin Trakya’ya kaymasından korktular. Üçüncü Boğazın ve Kanal İstanbul’un açılmasıyla Avrasya Ticaret yolunun Türkiye üzerinden mekik dokumasından korktular. Türkiye ve Türkler artık Siperlerden çıkıyor. Biz onlara gitmiyoruz, hepsi bize geliyor.

Varniye

Neriman Eralp-24.Mart.2014

Ben bu yerde yaşamadım. Yaşlılığıma doyamadım Vatanıma hasret oldum. Vatansız olamadım. Hey güzel Kırım, Hey güzeller diyarı Kırım! Hey... Vataniye, babaları vatan hasretiyle yaşayan, Kırımlı kızların adıdır.


Makale ve Analizler - 2014

187

Vatana sonsuz sevgi, Vataniye bu dünyada helalleşemeyen ve belki orada halleşme umuduyla çileli bir hayatı olan Kırım Türklerinin ölmeyen ümit şarkısıdır. Vataniye’yi İstanbul Haliç Hilton Oteli’nde 2013’te yapılan 16. Dünya Türk Gençlik Festivali’nde tanıdım. Kırım Türk Gençliğini temsil ediyordu. Yüzü pamuk kadar beyaz, gözleri gökyüzü gibi mavi, tek demette toplanmış saçları, belki de o kadar olmasa da, adı Atilla’dan gelen İdil (Volga) ırmağı kadar dolgun ve uzundu. İnsanlar aralarında yaşadıkları ağaçlara benzerler diyenler yüzde yüz haklıydı, onun da boyu endamlı ve yüzü Kırım yurdunun bin bir çiçeğinden en güzellerin açmışı kadar güzeldi. Konuşmasına gerek yoktu. O konuşmadan da konuşuyordu. Güzel yurdunu anlata anlata bitiremiyordu. Öz Türk adı Ceyhun olan ve Amudarya olarak Rusçalaştırılan, öz Türk adı Seyhun olan ve Sırdarya olarak Rusçalaştırılan ama eskiden olduğu gibi bugün de Türk Dünyası’nın sonsuz step güzelliklerine hayat bahşeden bu iki ırmağın sessizce uzadıkça uzadığı gibi, örgüsüne çiçek döşenmiş saçları beline iniyordu. Ruh halinde sonsuz bir gurur vardı. Kaynağını sorsam, atalarım Moskova’dan haraç almıştır, diyebilirdi. Ne ki, ırmaklar kuzeyden güneye doğru aktığı gibi, büyük olaylar olduğunda insanlar da belirli kapılara yöneliyordu. Onun öz yurdu Güneyin giriş kapısıydı. Kale duvarları dayanır ama olan hep kapılara olduğundan dolayı, onun yurdu da daha geniş kapı açmak isteyenler tarafından kaç kez yakılıp yıkılmış ve olan hep onlara olmuştu. O, faciaların en büyüğünden kalmış bir ümit pırıltısıydı. Sen, Türk Gençlik Dünyasının güzellikler sembolü müsün diye sorsam, bilmem ne cevap verirdi. Koskoca Asya kıtasında ne varsa Anadolu’da da olduğu gibi, Macaristan’dan Macurya’ya uzanan Türk Dünyası peteğinin öz balı sanki Kırım Türk Yurduna damlamıştı. O da adeta başka hiçbir şey yememiş içmemiş, ballanmış da ballanmıştı. Dağlarda, Kara Kum ve Kızıl Kum çöllerinde, stepleri sulamaktan yorgun düşen Azov Gölünde, rüzgârın yalnız atlarla ve şahinlerle yarışabildiği boz kırlarda hayat bulan her şeyin bir arada olduğu Kırım Yurdu, tarih boyu iyilik ve kötülüğün, istenen ile istenmeyenin kesiştiği, kem gözlerin odak yeri oldu. Biz, tarihten ders alınsa kötülükler yaşayamaz desek de, bu sözler, Kırımlıların kara yazgısını bilenler için hiçbir anlam taşımıyor. Son 2 yüzyılda onların hayatlarına ister trajedi, ister trajik bir dram desek, her ikisi de, çok zayıf kalır. Çünkü trajik ve dramatik olan insan olduğu yerde olur. Kırım Türkleri ise, topyekûn değil, soy köklerinin en derin kökleri sökülerek yok edilmek istenmişti. Ve bu öyle bir imha idi ki, dağlar taşlar ırmaklar göller orman ve ovalar ve bu dünyada daha ne kadar ağzı var dili olmayan varsa hep-


188

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

sinin gözü önünde ve sanki tüm insanlığa gözdağı verircesine olmuştu. Bu, kurşunlardan delik deşik olan, aylarca kendi tükürüğünden başka hiçbir şey yemeyen, kapalı hayvan vagonlarında son adresi olmayan ve uzadıkça uzayan yolculuğa dayanamayanların facialı feryadıdır. Kör, sakat, yaşlı, emzikte bebe, genç kız ve oğlan, ana babalar, yediden yetmişe Vatan toprağından sökülen Kırım Türkleri sonrası olmayan bir yolculuk yaptı. Hiçbir yerde bir saat arayı bile bekleyemeden ölen yeni birini gömmeye ne yaşayanlarda takat, ne bir kazma kürek vardı. Buz kesmiş cesetlerin başucuna üst üstüne iki taşcağız bile koyamadılar. Fatihasız bir katliam! Kırım Türk katliamı! 2 milyondular 300 bine düştüler. Ve o, bu Kırımlı Türk kızlarından biriydi Vataniye. Bana baktıkça, ben de ona bakarken işte böyle kız kıza, göz göze, koklaşarak tanıştık. Ben de anamın karnında gelmişim Ana Vatana. Ben de Ata Vatanından kovulanların bir kızıyım. Doğmadan ayaklanmışım anamla. Doğmadan içmişim mücadeleci suyundan. Ben de kardeşlerim ve akranlarım gibi doğmadan ağlamışım şehitlerin ardından. Doğmadan sevmişim hürriyeti, sevdalıyım özgürlüklere, kavgaya, sevildikçe sevmeye... Vatan iye’nin dedesi, Karadeniz’in birbirini kovalayan güzelim dalgalarında yüzerken yüzleşmiş dünyasını kör eden acıyla. Yetiştirdiği bahçenin duvarına vuran köpüklü dalgaları görememiş bir daha. Koparamamış diktiği ağaçların meyvelerinden, koklayamamış güllerini. Kadim Türk bozkırlarının en uç noktasına, en yalçın dağların en yüksek tepesine ve neredeyse yerin dibinin dibine sürgün edilirken nenesi, bünyesinde taşıdığı Vatan iye’nin annesiyle gitmiş o uzaklara. Babası Vatan hasretiyle hayata gözlerini yumarken kızımın adı Vataniye olsun demiş... Bizim durmadan akan çeşmeler gibi bir şey işte...Akıyor da su, artık içeni yok. Alışmışız suyun sesini dinlemeye, aktıkça akar demeye... “Su uyur yılan uyumaz!” atasözünü bile unutmuşuz. Yılanın düşman olduğunu düşünenimiz bile kalmadı. Oysa yılan uyurken yapıyor işini, korkuyu koşmuş işe... Sokup zehirlemeden, boynuna sarılıp boğmadan yapabiliyorsa istediğini, neden zorlasın kendini? Suyun hoş sesi, yılan korkusundan önce unutuldu, ne yazık. Ve güzellik geçicidir ve korku ebedidir deyenin de gözü kör olsun. Ve ben bu hayatta güzelliklerin galibiyetinden yanayım. Karşımda insan ruhunun en güzeliyle yüklenmiş sakince süzülen ve bizim lehçemizde adı belki de “Vatansever” olan bir enderliğin, çok acı bir dünyada yetişmiş, bir nur topu var. Ona bakıyorum da, Vataniye isminin anlamı Vatanseverle tam örtüşmüyor, diye düşünüyorum. Vatansever senin ata vatanını ya da ana vatanını sevdiğin anlamına gelirken, Vataniye bir babanın yaşamaya doyamadığı vatanına yanık has-


Makale ve Analizler - 2014

189

retidir. Sıradan vatan sevgisi ile hasretlik ortamında doğan Vatan sevgisi arasında dağlar kadar fark vardır. Kırım kızlarının birkaç tanesinden birinin ismi hep Vataniyedir. Vatan iye’nin tam anlamı biz var oldukça Kırım bir Türk Yurdu olarak var olacak anlamındadır. Vataniye bir kız adıdır ve Vatan’a olan sevgiyi çoğaltarak yaşatmak üzere hayata çağrılmıştır. İnsanın en ağır çileleri yenebileceğini, yendiğini ve zaferi simgeler. Rusya Başı Kruşçev, “Kırım Türkleri dönebilir” dediğinde kimin nereden döneceğini söylemedi. Dönenler bambaşka bir dünyadan adeta cehennemin dibinden emekleye emekleye sürüne sürüne geldiler. Anayurdu doya doya koklamaya ve artık ebediyen burada kalmaya dönmüşlerdi. Yurt meydanlarından herhangi birine dikildiklerinde sanki üzerlerinden bin ton yük iniyordu. Evlerinin yakılmış yıkılmış olması hiç önemli değildi. Her yer bomboştu. Gelenleri yabancı sanıp havlayan köpek bile yoktu. Sevinçten coşan deniz uğulduyor, ne zamandan beri ekilip biçilmeyen tarlalar yılların hasretine dayanan sevgililer gibi sevinç gözyaşları dökerken, rahmet çağırıyordu. Kırım Türkleri unutulmaya mahkûm bir trajedinin kurbanıdır. Hitler çizmesi Kırıma bastığında başlarına gelen “Efendi değiştirmek” trajedisidir. “Vatanperverlik” ile “Vatan Hainliği” arasında kalmışlardı. Onlara hem Stalin hem Hitler “bağımsızlık” vaat etmişti. Zor zamanda verilen sözler vaatten sayılmazdı. Hitler sürülerine taktıkları “Mavi Alay” bir işe yaramadı, fakat onların başlarını yedi. Cani Stalin onları Vatansız bıraktı. Bir mızır ot gibi söküp attı. Oysa kaynayan bir suyun buharlaşmasına neden, altında yanan ateşti. Ateşi söndüremeyen Stalin, kinci çıktı ve hıncını onlardan aldı, onları çamurda yuvarlanan manda gibi ezdi bitirdi. “Oh! Şükür Allah’ıma! Bitti!” diyenler, sonsuz çileler dünyasından, vatansızlıktan dönenlerdi. Göz bebekleri bir daha yerlerine dönmemek üzere çöktükçe çökmüş erkek ve kadınlardı. Ben yalnız bir deri değilim, kemiklerim da var diye haykıran almacık kemikleri, olmayan yanaklarında yumruk gibi fırlamış dayılarım ve amcalarımdı. Saçlar karman çorman, ayaklar yalın ayak, nasırlı eller kocaman, hayatı yaşatmaya dönmüşlerdi. Yorgun bakışlarda umut kıvılcımları vardı. Kırım Türklüğünü yaşatmak! Kırım’da ölmek! Köy kabristanlığına gömülmek! Hem burada hem orada beraber olmak! Bu da mutlu olmaktı. Çileler, çekiler, eziyetler, gözyaşları unutulmak için vardı. Dünya dünya olalı onların acısını tartacak bir kantar bile icat edememişti. Güneşin bir damla suda yansıdığını anlatanlar, onların başına gelenlere serence deyemedi. Çok savaşlar olmuş ama bir halkın öz yurdundan bu kadar gaddar bir şekilde söküldüğü asla görülmemişti.


190

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bir miller olarak çok az kalmışlardı. İnançlarında bir orman bir ağaçla başlar gerçeği vardı. Çok parçalanmışlar, çok dağıtılmışlar, hayır, onlar bir daha toplanamamak üzere tüm tüm saçılmışlardı. Ve artık yeniden ezan sesini, yeni doğan bebelerin çığlığını, baharı yazı beklerken canlanıp yeniden açmışlardı. Son günlerde Kırımlılar kendilerini yeniden dünya siyaset merkezinde bulduklarında Vatanıye’yi düşündüm. Ne yapıyor acaba? Oturmuş kendine çeyiz mi hazırlıyordur! Meydanlara çıkmış bayrak mı savuruyordur! Gençleri toplamış yalın sesiyle nutuk mu atıyordur! Acaba neler anlatıyor diye düşünürken telefona sarıldım. Hemen açtı. - “Buyurun, ben Vataniye”, dedi. - “Vataniye, tanıyamadın mı? Ben İstanbul’dan. Neriman. Nasılsın?” - “Kuyruktayım. Rusya Pasaportu alıyorum. Kırımdan koptuk.” Hiçbir şeye karışmıyoruz. Ada yerinde duruyor. Biz de üzerindeyiz, derken espri yaptığı belli oldu. - “Tamam, sonra yine ararım”, diyerek kapadım. Kürsüde değildi. Kürsüye çıksa, hiç ağzını açmadan yalnız güzelliğinin sihrinden diller yutulur, silahlar iner, bayraklar dürülür ve niyetler değişirdi. Tarihin çırası olan bir milletin güzel dilberi, itirazların geçiciliğine inanmış bir halkı simgeliyordu. En önemli olan pasaportun rengi değil Vatan sevgisine sarılmış hayatın yaşamasıydı. Güzellerin bir bakışı nice savaşlar başlatmış, nicelerini de durdurmuş, Tanrılara başkaldırmış başkomutanlar güzelliğin ayağına kapanmış ve pes olmuştu. Önemli olan büyük savaşları da savaşmadan kazanmaktı.

Fakirler ve Zenginler

Ertaş Çakır-24.Mart.2014

Dünyanın derdi, geçim derdi mi? Zengin devletlerde işsizlik sorunu sosyal fonlardan idare ediliyor. Bulgaristan gibi, fakir ülkelerde durum farklıdır. Böyle olanaklar sınırlıdır. Emekliliğe bel bağlayanlar büyük şehirleri terk etmek zorundadır. Yaşlıların tarım kesiminde yapabileceği pek bir şey kalmamış. Kentleşme


Makale ve Analizler - 2014

191

bugün de ana akımdır. 2050’de dünyanın % 80’i şehirlere toplanacak. Sıfırdan başlayıp yeni bir hayat kurmaya yalnız iyi niyet yetmiyor. Acaba mesele yalnız ekmek mi? Dünya aç kalabilir mi? Kışın uzun ve ağır olacağı yıllarda bizim meşeler 5 - 6 defa daha fazla pelit üretir. Sincaplar, kuşlar, bayır domuzları ve başka canlılar kar altında açlıktan ölmesinler diye olabilir mi?! Evet, desem, öyleyse söyleyin rasathaneyi kapatsınlar, kışın nasıl olacağını pelitleri sayarak söyleyiversinler, diyeceğinizi biliyorum. Ben bir öğretmenim ve doğanın henüz açıklanıp kitaba dökülmemiş iç yasaları olduğuna inanıyorum. Sizden de aynı şeyi istemek hakkım mı bilmiyorum. Hayatı yaşatma yasaları bakımından birbirinden farklı olan doğa ile toplum. Derin bunalım dönemlerinde, yani Birinci ve İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında Japonya’da üniversite bitiren gençleri devlet köylerine geri gönderiyor ve atalarının, yaptığı işleri, onların üretimlerini sürdürmelerini zorunlu kılıyordu. Amerika’ya gidip bol para kazanmak heveslilerine, ancak 10 yıl köyünde çalıştıktan sonra pasaport veriliyordu. 1989 öncesi bizde mahsulü üniversite öğrencileri ve asker topluyordu. TC.’de her yıl milyonca ağaç diken gönüllüler saygıya değer. Kendini güvenceye alarak hayatı yaşatma yasası doğanın içinde yaratılıştan varken, toplum bu işin mekanizmalarını bulmak ve geliştirmek zorundadır. Bu sorular çok yazılıp çizilmeye başladı ve ufuktaki çözüm. Kuzey Afrika çeltik ve tahıl ovalarındaki köle emeğinden beslenen Roma İmparatorluğu toplum sosyal açıdan parçalandığında çöküşünü durduramadı. Bir yanda, toprağını kaybetmiş, işinden olmuş yoksul, sayısız sefil yığıldı. Öte yanda ise, doymak bilmez oligarşi (çok zengin tabaka) sefa sürdü. Roma m. ö. 395 yılında çöktü. O gün bu gün 2 bin yıldan beri dünyada bazı şeyler pek fazla değişmedi. Aynı tabloyu bugün de görüyoruz. Neo (yeni) liberaller ile onlara perde (cephe ve ya maske) olan demokrasi dünyası yok oluyor. Hak ve Özgürlükler Partisi (HÖH - DPS) neo-liberallere yamandı. Neo - liberalizmin günümüze dayattığı formül bir zengin 100 bin fakir formolüdür. Bu kölelik, toprak ağılığı (feodalizm) ve sermayenin ilk birikim çağı olan kapitalizmden çok daha büyük bir vahşettir.


192

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Roma İmparatorlarından Sezar yoksullar partisi lideriydi. Yani şimdi Bulgaristan’da “Ataka” şefi Volen Siderov ve “Sansürsüz Bulgaristan” lideri Nikolay Barekov olduğu gibi. Sezar darphaneyi (birkaç zenginin elinde olan para kesme merkezini) devletleştirme istediğinde kellesi gitti. Üç Yahudi şirketinin elinde olan US Dolar kesme merkezini devletleştirmek isteyen R. Kennedy de Dalasta tek kurşunla gitti. Bizde oligarşi deyince, Ahmet Doğan, Lütfü Mestan, Plamen Oreşarski, Boyko Borisov, Rumen Ovçarov akla gelir. Sezar bugün yaşasaydı, Sofya meclisinde bitmez kavga konusu olan bazı yasaları hemen çıkarırdı. Ve bunu yaptı diye onu bugün de hemen öldürürlerdi. Çünkü toplumun kaymağı olan doymaz toklar (oligarşi) herkesin her şeyine el koymak istiyor. Harcını ödeyemeyenler hapistedir. Parayı basan uyuşturucu patronları girip çıktı. Soyulan Dr. Tabakov Varna zindanında gün sayıp çürüyor. 2000 yılda sanki değişen bir şey yok: Roma, açların karnını tok tutmak için dış ülkelerde “özgürlük” ve “demokrasi” savundu. Ötekileri soymak, buğdaylarını çalmak için açılan savaşlara vesile olan hep sözüm olan çiğnenen “özgürlükler” veya olmayan “demokrasi”ydi. Tunus merkezli Kartagen İmparatorluğunu buğday için yiyip bitirdi. Ve kendi özgürlüğünü ve diğerlerin demokratik haklarını savunurken büyüklük bakımından Timur Hanlığından ve Osmanlı imparatorluklarından sonra üçüncü Cihan İmparatorluğu oldu. Roma boyunduruğuna giren devletlerin iki statüsü vardı: 1) Foedera aequa - egemenliği şeklen korunan devletler. 2) Foedera iniqua - egemenliğini yitiren devletler. Günümüzle karşılaştırdığımızda tam şimdiki AB ve NATO üyeleri ve üye olmayan devletlerde olduğu gibidir. Üyeliğe heveslenen ve “turuncu devrim” yapan Ukrayna AB ve NATO’nun lütfünü beklerken, Putin, Kırım’da emekli maaşlarına yüzde yüz zam yaparak kantarın topuzunu kendinden yana çekti. Sezar, Roma meydanında bıçaklanmazdan önce, yoksul ve sefillere çok para vaat etmişti. Bu iki tablo arasındaki zaman farkı 2300 yıl olsa da, isim ve simalardan başka farklı olan bir şey görebildiniz mi? Yoksulların adı değişiyor ama ceplerine giren yok. Batı ülkelerinde işçilere, Marks zamanında, “proleter”(emeğini satanlar yani işçiler) dendi. Şimdi “proleter”in yerini “precarious” alıyor. Anlamı kendisine güvenilmeyen, risk taşıyan, şüpheli insanlardır. Bizden giden 2.5 milyon henüz bu kategoriye alınmadı, çünkü artı değerin sosyal alanda yeniden paylaşıl-


Makale ve Analizler - 2014

193

masından henüz kendilerine pay istemiyorlar. İki hafta önce Sofya’ya gelen AB Parlamentosu Neo-liberaller Grup Başkanı, “25 bini Romanya’dan, 10 bini de Bulgaristanlı Çingene”nin Düseldorf’a toplandığını ve çalışmadan, yalnız sosyal yardımla yaşamak istediklerini bildirirken, “NEİN!” dedi. Neden olmuyormuş? Çünkü kepçe AB sosyal kazanına girecek. Kendisine güvenilmeyen, risk taşıyan, şüpheliler. “Precarious”un tahsili, diploması, sertifikası her şeyi var. Bunlar mürekkep yaşamış insanlar. Okumuş olmaları iş bulmalarına yetmiyor. Aralarında yetkinlik sertifikası alma salgınına kapılmış olanlar da var, ama işsiz. Kursa gidip, istenen mesleği hemen öğrense bile, yeni mesleklerin ömrü artık en fazla 3 - 5 yıldır. 3 adet doktora tezli işsizler var. Diyelim ki, Sofya Teknik Üniversiten programcı çıktınız. Ama artık program yapan programlar var. Bugünün programcılarının birkaç yıl sonra masajcı, kuaför ya da yoga kursunda rastlarsanız şaşırmayın. Bir özellik de şu, bu insanlar kendilerine güveniyor, bu işi yapmaya hazırlanmış ama mesleğin raf ömrü dolmuş. Bu kategorinin tepkisi, protestoları çok şiddetli olmaya başladı. Örneğin, TC.’de atama bekleyen 30 bin öğretmenin feryadı gibi... Yarını olan meslek var mı? Yere sağlam basmak ve hiç olmadı önümüzdeki birkaç yıl için şimdilik ayağım yerde deyebilen yüksek öğrenimli meslek sahipleri arasında doktor ve inşaat mühendislerinden başkasını göremez olduk. Öğretmenler bile dersi tahtaya dönmeden vermeye başladı. Ressamlar programlı çizdiğine göre, yaratıcılık bitti mi ne? Aşçılar da yemekleri günün programına göre yapıyor, bir gram şaşırma, özel misafire sosundan adasından güzellik yapma hakları yok. Doğuşun ve ölümün vatanı sanki Hindistan’dır. Vaktiyle dokuma tezgâhını herkesten önce icat etmişlerdi. Şimdi köylü çocukları programcılık öğrenirken parasız pulsuz olduklarından, bilgisayar klavyesini kartona çizmişler işi birkaç ayda kapıyorlar. Önemli olan iş tekniği öğrenmek değil mi? Sonra ne olacak! Bizim Çingene gençler asker olmak istiyor. Roger yevmiyesi 100 US Dolar. Garantili, ölecek mi öldürecek mi, onlar için pek önemli değil, bu işin içinde artık vatan sevgisi, davaya bağlılık, Türklük, Çingenelik, ideoloji falan da kalmadığından, Fransız lejyonlarına katılanlar mı istersin, Afrika’ya gidenler mi! 2013 - 2014 protestocuları yumurta atmak ve yumruk sallamakla geçindiler. Dünya o kadar değişti ki, açım, fakirim, işsizim, vergimi ödeyemedim diye ah vah edenler, bir bakmışsın hapse düşmüş, 30 bin leva kefaletle çıkıp yumruk sıkmaya devam ediyor.


194

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Balkanlar’da işçi sınıfı İngiltere’den 150 sene sonra oluştu. Şu kendisine güvenilmeyen, risk taşıyan, şüphelilerse bizde yağmurdan sonra mantar gibi çıktı. İş ve İşçi Bulma Kurumunda kuyruğa girmeden, meydanlara bittiler. Baştanbaşa bir protesto yılıydı 2013. Sözün özü şudur: Çağlar, devirler değişiyor, ama mevcut durumun (statükonun) mezar kazıcısı - elleri nasırlı ya da eldivenli ama özde hep aynı güçtür. Bizde kötü olan, köylülerin bastona sarılması ve işçilerin de yurttan kaçması oldu. İşe yaramayanlarsa boş kalan meydanlara doldu. Şunu da ekleyelim: Bu defa güncel durumu eski Roma ile karşılaştırmalı anlatırken, benzerlik noktaları arasında en belirgin olana işaret etmek istiyorum: Duymak bilmez, talanı bitmez oligarşi o zaman olduğu gibi şimdi de orta direk benim diyor. Bizde öyle bir oligarşi oluştu ki, her gün biraz daha devlete, hem de biraz daha kendine benziyor. Başka bir değişle, kendini devlet sanıyor. Başbakana genel müdür gözüyle bakıyor. Şu Kırım’ın referandumla Moskova’ya bağlanmasından sonra sesi hemen çıkan Başkan Obama, Rus ve Ukraynalı milyar dolar sahipleri listesini açıkladı. Cezalandırılmalarını istedi. Banka hesaplarını dondurdu. Roma İmparatorluğu’nda diktatör L. K. Sulla (M.S. 179) da birkaç kez zenginler listesi yayınlamıştı. O zaman hırsızlık elle yapıldığından, bazılarının bilekler kesildi. Ne yazık ki, oligarşinin nasıl çaldığı bilinmediğinden, cezalar hafifletildi. Bizimde yeni Sula rolüne soyunan çiçeği burnunda lider Barekov, geçen hafta “Temiz Eller Yasası”nı meclise sundu. Sofya’ya ökçesi çatlak ayakkabıyla gelip bugün korumalı saraylı oligarşi kopyaları için bu yasa önerisinde, ağırlaştırılmış hapis cezası veya idam cezası ön görülmüyor. Çocukluğu Filibe’de geçen Barekov’un kulağına “başkasına kuyu kazan, içine kendi düşer” şakamız çalmış olabilir. Bir Bulgar atasözü “Karga Karganın Gözünü Çıkarmaz” der de, bunun “Kör Karga Yoktur!”dan başka, bir de “Zenginler Kardeştir!” gibi bir modern anlamı da olabilir mi? Oligarşi Locasını kurmuşsa, zenginler paçayı kurtarmıştır. Postu İsviçre’ye atanlar arasından bir grup eski kodaman geçen yıl 3.7 milyon Frank faiz almış, çalıp sakladıkları para 2 milyar İsviçre Frankı imiş. Fuzuli işler için 100’er bin Frank’çık paylaşmışlar... çok mu, az mı bilmiyorum!... Kiraz kiraza bakarak kızarsa da, Düseldorf’ta bizim Çingenelere ayda 1500 Euro’cuk verilmesine arka olan olmadı. Oysa İsviçre ile Almanya komşudur. İsviçre Bankaları’nda faizcik yumurtlayan Franklar Tüm Bulgar Halkının, bu arada sosyal yardım bekleyen etekleri ve kucakları çocuklu Çingene kadınlarının paracığı daolsa, “Zenginden komşu olmaz” diyenler, haklıymış. Olaylara, kişiselden çıkıp, bir de uluslar arası açıdan bakalım:


Makale ve Analizler - 2014

195

Yeni durumda uluslar arası politikada zenginlerin daha da zengin olmaları ya da yukarıda işaret ettiğimiz üzere, Roma’nın sözüm ona “açları beslemek için” ötekilerin özgürlük ve demokratik hakları uğruna savaştıkça savaşması açısından, yeni tablo şöyledir. O zamanlar tahıl ambarı Kuzey Afrika ve baş düşman Karta gen İmparatorluğu idi. Amerika için günümüzün Karta gen’i Rusya’dır.Yakın tarihlerde Avrupa’nın buğday ambarları üstüne şöyle denmiştir: Osmanlı Tarihini yaşmazdan önce 17 yıl İstanbul’da kalan ve 10 ciltlik Osmanlı Tarihi yazan büyük deha Hammer: “Ege 100 milyon insan besleyebilir!” diye yazdı. Sonra Ukrayna stepleri “Bütün Avrupa’yı besleyebilir,” dendi. 35 yıldır hırpalamaya çalışılan ülke Türkiye’dir. Ukrayna’nın başına geçirilen çuvalı görüyorsunuz? Yoruma gerek yok görüşündeyim... Mesele hep o eski buğday sorunu... Bundan 30 yıl öncesine kadar devlet sınırları dokunulmazdı. Yugoslavya, Afganistan, Irak, Suriye savaşlarından sonra ve Kırımın Ukrayna’dan koparılmasıyla oyun kabalaştı. Sanki gerçek Ukrayna dramı “Maydan”da bitmedi, yeni dekor şimdi yapılıyor.Fakirlerle zenginleri konu eden bu büyük kavgada Bulgaristan henüz alev almadı.Ukrayna’daki bir milyon Bulgar etnik azınlığı, Kırım Türkleri “Bulgar”dır gibi konularda kendi kendine gelin güveyi oluyor. Şu bakış açısı değişmezse, hiçbir şey değişmez deyenler tamamen haklıdır. İspanya boğaları güreşirken iyice yorulduklarında mavi rengi de kırmızı görüp her gördüğüne saldırmaya başlıyor. Bizimki de öyle bir şey işte...Tarihin bizim için de geçerli olan bir kuralı var: Yoksullar çok fazla sefilleştiklerinde ve zenginler de fazlasıyla palazlandığında, zaman savaş zamanıdır. Bu Roma zamanında böyleymiş de, şimdi dönüşümler zamanıdır, diyoruz. Bu kuralın, birinci olasılıkta geçerli olmasını istemiyorum. Ben istemesem de, 20 bin sıra askeri olan ülkemde, 500 bin işsiz, ordu olmuş, sıra dizmiş emir bekliyor. Oligarşi saraylara gizlenmiş ve korumalarına güveniyor. Her gün ve her saat halkı yeni yalanlarla oyalayan çark dönmeye devam ediyor. Somutlaşırsak, bu ortamda Bulgaristan’da iki tip insan görüyoruz: Bir, kendisine, kendi dilimizle halkımız dediğimiz, ekip biçenler, işte şimdi tütün ocaklarını ekerken, geçen sene tütünü satamadık, bu sene Allah verir de çok olursa, her taraf dolu, nereye arasız, derdine derman bulamayanlar. Bu grupta büyük bir gelişme var. Tütünleri Sofya’ya getirip parlamento önüne indirip tütünle birlikte kendilerini de yakacaklarmış.


196

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu işi protestodan sayamayız, çünkü yanıp gidenler protestocular listesinden siliniyor. Geçen sene 28 kişi kendini yaktı. Biri de Varna’da “Asparuh” köprüsünden atladı ve telef oldu, o da cetvelde yok. Çaresizlerin kendilerini yakması bir şey değiştirmiyor, çünkü meclis bu olaylardan ne gibi ders alınması gerektiği konusunda hala tartışmaya devam ediyor. Biz de devam edersek, bu grubun işi asla bitmiyor, inekler, koyunlar, bağlar bahçeler, gübre çıkarmak, ağaçların bellerini kireçlemek, kazmak, çapalamak, sulamak hep onları bekliyor. Bizim toplum her gün parasız iş üretiyor. İnsanımız bankalara da borçlandığı için kımıldamaya takati kalmamış durumda olanların ordusu girmek zorunda kalmış. Bir gün birine, ya şu Müslümanlara yapmadığımız kalmadı, ama yine de İslam’a bir şey olmadı. Bana bunu bir açıklar mısın?, diye sordum ve şu cevabı aldım: “İngilizlerin golf çayırlarını düşün. Her gün biçilir, koyunlar üzerinde gezer. Bir arpa boyu uzayıp tohum bağlayamaz da, sıklaşır ve yeşerdikçe yeşerir. Sebebi kökten kardeşleşmelerindedir. İslam da öyle, aile dinidir. Anlatabildim mi?” Anlatmaya çalıştığım birinci tip insanda, Türkleri, Pomakları ve Çingeneleri ararken, 100 bin kişide bir zengin (çoban) formülüne dönersek, işi çözeriz. Bizim çobanımız Ahmet Doğan ile Lüfü Mestan’dır. Başka hiç kimse beş para sahibi olmasa, iş yine değişmez. Aç mezarı yok. Gerekirse hepsini pasta ile besleriz. Önemli olan 25 Mayısta oy garantisi olsun! HÖH seçmeni olarak son seçimde (12 Mayıs 2013) 250 bin azalmışız. O da önemli değil. Zaten 1990’dan beri 9 milyonken 3 milyona doğru azalıyoruz. Kimse neden azaldığımızın sırrını bulamadı. 2050’de 150 aileden yalnız % 5’inin çocuğu olacakmış. Rakamlar doğrudur. Sebep açlık falan değil. Yediğimiz içtiğimiz erkeklerin erkekliğini ve kadınların kadınlığını etkilediğinden artık çiftleşemez duruma geliyormuşuz... Demek istediğimiz Çingeneler bile artık cankurtaran simidi olamayacak. Biz fakirler, yoksullaşarak sefilleşen, yoksulluk çizgisinin hep altında olmak zorundayız. Biz yalnız değiliz, koskocaman Afrika bizimledir. Amerika’da yeraltı istasyonlarında yaşayanlar hep bizimledir. İngiltere’de durum farklıdır. Orada çalışmadan yaşama bir gelenek olmuş, biz soğan saksam ekmeden yapamayız vs. Şu sefiller, bitkin, yaralı ama yaşamak isteyen kesimdir. Büyük ve küçük politikaya, büyük ve küçük işlere bir oyla katkıda bulunsam diye yanıp tutuşuyorlar. Onlar, her gün üç öğün bedava yemek yeseler bile hiçbir şeyin değişmeyeceğinin henüz farkına varamadılar ama olsun! İkinci grup, kendini elit olarak tanıtır ama birinci grup olmadan yapamaz.


Makale ve Analizler - 2014

197

Zenginler, hayatı kulaktan dolma, gazeteden kitaptan öğrenen kesimdir. En önemli problemleri saçlarının şekli, tırnaklarının boyası, taktığı gözlük, saat ve taşıdığı tükenmez gibi aksesuarların markası, süt iyen numarası, yürüme şekli, oturma biçimi, el hareketleri, konuşurken vurgulama, yüksek sesle konuşmamaktır. Bunlar kurbağalar gibi üzerlerine basmadan cırtlamayan tiplerdir. Televizyonda, bazı pahalı lokantalarda, mecliste kıvranarak dolaşan, elbiseleri yün ipek, kravatları has ipek tiplerdir. Tavuk yumurtayı yumurtlamadan, kuluçka tavuğun altından horoz mu yoksa tavuk mu çıkacağı önceden asla bilinmese de, onlar her zaman ve her yerde her şeyi bilen kişilerdir. Bildiklerindense hiç kimseye hiçbir yerde ve hiçbir şekilde faydası yoktur. Şöyle bir gerçek var, hayat kitaptan öğrenilemez, iş ustasından öğrenilir. Toprağı kokusundan okuyamayan bir kişiden, beş diploması bile olsa, yine de tarım mühendisi olmaz. Baharın milyarlarca bitkiyi ve canlıyı dünya yüzüne çağırmasının kitabı yok ki... İneğin muğulamasından, eşeğin anırmasından, kuzunun melemesinden ne istediğini anlamaya kulak lazım. Bu seslerin kitaplarda kamer tonu yok. Bundan dolayı zenginlerin fakirleri ve yoksulların da para babalarını anlamasına yol yoktur.

İmamlar Davası Yankılanıyor

BGSAM-26.Mart.2014

“Kapital” gazetesi, yıl 22, sayı 12, tarih 22-28 Mart 2014. Yazan: Zornitsa Stoilova. 13 imamın Pazarcıkta yargılanması Bulgar Müslümanlarında kötü anılar uyandırdı. 15 yıl önce Pazarcık (Tatar Pazar) şehrinin “İzgrev” semtinde hırsızlar, ayyaşlar ve uyuşturucular kol geziyordu. Şimdi mahalle üzerinde Allah’ın gözü var ve her şey değişti. Hırsızlık olmuyor, yalan söyleyen yok, içki kullanılmıyor inanmıyorsanız, “Polise sorabilirsiniz”, bunlar mahalle sakinlerinin itiraflarıdır. Pazarcığın “İzgrev” mahallesinde imam Ahmet Musa’yı tanımayan yok. 13 imamın yargılandığı Bölge Mahkemesi’nde gözler 39 yaşında olan, fazla tahsili olmayan ama manevi önder olarak kabul edilen Ahmet Musa’nın üzerindedir. Yargıç yalnız ona bir yıl hapis cezası verdi. Karar bir üst mahkemede onay-


198

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lanırsa, daha önce de yargılandığı için, 4 yıl içeri girecek. Gerekçesi, dini düşmanlık aşılama, sözlü anti-demokratik ideoloji yayma ve Bulgaristan’da tescili olmayan “Al Vakıf Al İslami” örgütüne olmasıdır. Halkın yorumu: “Bu dava Ahmet’e karşı değil, Müslümanlara, hepimize karşıdır”. “İstok” sakinleri hayal kırıklığına uğradılar. Herkesin gönlü kırıldı. Mahkemeye ve devlete öfkeliyiz. Gazetecilere de öfkeliyiz. Siz bir insanı değil bir dini mahküm ettiniz. “Bizim Ahmet’le dinimiz aynıdır. O neye inanıyorsa, biz de aynısına iman ediyoruz. Allahın bir olduğuna ve resulle inanıyoruz.” Ahmet Musa mahkeme kararını sakin ve suskun karşıladı. TV kamaralarına dava “adil değil” dedi. Savcı iddianamesinde imamların faaliyetlerinde “demokrasi için tehlike” gördüğünü söylemişti. Aynı soruyu cami içinde orta yaşta bir görevliye ben soruyorum. Olgun bir yanıt verirken şöyle konuştu: “Demokrasinin temellerinde olan adalettir. Bulgaristan’da adalet nerede var? Ben adaleti neden göremiyorum. Bir yerde gizlenmişse, ben de geleyim ve birlikte arayalım.” “Soya Dönüş Süreci Elbise Değiştirdi.” Mahkeme kararının okunmasından sonra adaletsizliğin acı adası yalnız Pararcık şehrinde Çingene mahallesine değil, Smolyan’dan (Paşmaklı) Blagoevgrat’a kadar bütün Rodoplara çöktü. Yargılananlar bu insanların ruhani önderleriydi. Bu halk topluluğundan en iyi okumuş ve en saygın olanlar yargılandı. Onlara danışıyor, cesareti onlardan alıyor ve yön gösteren onlardı. Kararın açıklanmasından sonra bu gerçek değişmeyecektir. Musa’dan başka iki kişi daha anti-demokratik ideoloji yaymaktan yargılandı, kaydı olmayan bir örgüte üyeliktense hepsi ceza aldı. Duruşmayı izleyen kalabalık, çocukluktan tanıdığı imamlarının ardında sımsıkı durdu. Yargılanan gençlerin dedeleri de imamdı ve onların sözüne inanmayan yoktu. Bir buçuk yıl devam eden duruşmalarda savcılığa karşı olumsuz birikim toplandı. Yıllardan beri söylenmeyen sözler dile geldi. Davayı izleyenler, bu uydurma davanın “elbise değiştirmiş bir soya dönüş süreci” olduğuna inanıyor. Bu dava hakkında “Petelsi” mahallesinde cami önüne toplanmış ve ikindi kılmaya hazırlanan “Sırnıtsa”lı Pomaklara sorduğunuzda, isimlerinin değiştirilmesine karşı çıktıklarından dolayı, yargılanmadan gönderildikleri sürgün yıllarını anlatmaya başlıyorlar. Diğerleri ise, buradaki “Eski Cami”nin 1967’de milisler tarafından bombalandığını hatırlıyorlar. O zaman cevredeki evlerin camları da kırılmıştı. Adının değiştirilmesine karşı çıktığı için bir yıl “Ostrov” köyüne sürgün edilen Salih dede ise, infilak esnasında beşikte olan kızının korkup dilini yuttuğunu anımsadı.Bulgaristan’da 13 imama karşı düzenlenen duruşma hafife alındı. Radyo ve TV-muhabirleri mikrofonlarını mahkeme önüne toplanan ve bağırıp çağıran milliyetçi gruplara yönelterek, onları adeta kışkırttı. Ve bu gazetecilerin


Makale ve Analizler - 2014

199

aklına, bu konuda, “değişik bakış açısının” Volen Siderov’un “Ataka” partisi, Makedonya İç Devrim Örgütü (VMRO) ve onların grubundan olanların ve politik hesapları olduğundan olayı histerik biçimde kışkırtanların görüşü olmadığı bir an için akıllarına bile gelmedi. Öteki görüş Bulgar Müslümanlarının kendileriydi. Çünkü imamlara ve onlara karşı yürütülen hukuk davası, onların kendi ve aile hayatını doğrudan etkiliyordu. Muhabirlerin hiç birisi, bu davanın sizin için taşıdığı anlam nedir, diye sormadı.Bu davada sorulmadan kalan diğer sorular da kaldı. Alınamayan cevaplar da var. Örneğin şu soruya bakalım: İmamlar davasında “Bulgar ulusal güvenliği nasıl korundu?” Daha fazlası hapis cezası almadı, Bulgar sicilinde kaydı olmayan bir örgüte üyelikten para cezasına çarptırıldılar. Tescili yapılmamış, yasaklı anlamına gelmez. Pazarcık’ın “İztok” mahallesi imamı Ahmet Musa, Sırnitsalı Sait Mutlu ile Pazarcık Bölge Müftüsü Abdullah Salih İslam’ın sel afet hizbine dayanarak anti-demokratik olan bir ideoloji yaydıkları gerekçesiyle şartlı mahkûmiyet aldılar. Öyle ki, bu mahkeme kararının ilamından sonra da bu imamlar camilerde vaaz verme işine devam edeceklerdir, çünkü mahkeme yaptıkları işin yasa dışı olduğunu kanıtlayamadı. (Ahmet Musa hariçtir, çünkü o tahsilsiz olduğundan, müftülük görevlisi olarak atanmamıştır.) İmamlar, bugün de, bakış açılarında veya işlerinde herhangi bir değişiklik yapmaları gerektiğine inanmıyorlar. Aslında bunu onlardan hiçbir kimsenin isteme hakkı yoktur, çünkü yasalar devletin din işlerine müdahale edilmesine yasak koymuştur. 2010’da başlayan dava öncesi sorgulama süreci, Bulgaristan’da çok olumsuz bir etki dalgasına neden olmuştu. Müslümanlar kendilerini yeniden baskı altında hisseti, hor görüldüklerini incitildiklerini düşündüler. Öteleşme eğilimi güçleniyor. Müslümanlar kendilerini kapsüle kapıyor. Hıristiyanlar arasında da korku ve güvensizlik arttı. Mahkeme karası suçlama paralelinde Duruşmayı izleyen bağımsız gözlemcilerden biri olan, Uluslararası Azınlıklar ve Kültürlerarası Etkileşimi Araştırma Merkezi Müdiresi Antonina Jelyaskova, gururlandığımız ve kendi kendimizi övdüğümüz, etnik ve dinsel topluluklar arası denge çok bozuldu, diyor. Bu sonuç, daha fazla güvenlik çabalarımıza ters düşer. Müslüman toplumun kendi içine çekilip kapanması, onu sağlıklı olmayan dış etkiler karşısında daha iyi korunur duruma getirmez. İmamlara karşı davanın başlamasıyla azınlıkları tanıyan ve onlarla çalışan bilirkişiler, İslam dinini politik olarak sömüren tehlikeli fikirlerin sızmasına en iyi kalkanı Müslümanların kendilerinin oluşturabildiğine uyarıda bulundular. Güvenlik anahtarının, etnik azınlıklar arasına korku körüklemek olmayıp, ülkedeki farklı etnik gruplar arasında iyi ilişkiler te-


200

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

sis edilmesine yapılan yatırımlarda, etnik gruplar arasındaki ilişkilerin yoğunlaştırılmasında gizlendiğini belirttiler. Bu dava ve kararları ötekileşme, uzaklaşma ve gerginlik doğurdu. Mahkeme kapısına yığılan milliyetçiler imamların yüzüne “Anadolu’ya Gidin!” diye bağırdılar. İmamlara olduğu kadar bu bölgede yaşayan Müslümanlar için de, bu gibi davetlere anlam vermek güçtür. Bu insanların ana dili Bulgar dilidir. Asırlar ötesinden onların evi ve yurdu Rodoplardır. Bu davete cevap veren “Rudozem” imamı Hayri Şerifov şöyle dedi: “Bizim başka devletimiz yoktur. Bizim başka dilimiz de yoktur. Bana söyler misiniz, çocuklarımı Bulgaristan sevgisiyle nasıl eğiteyim?” “Sırnitsa” imamı Sait Mutlu şunları ekliyor: “Eğer biz yurtsever ve milliyetçilersek, işleri öyle bir düzene koyalım ki, bu devlette herkes kendini eşit haklı hissedebilsin. Evet. Aynı güvenlik içinde yaşamalıyız. Herkes için aynı arşınla ölçülsün.” Ve şöyle devam ediyor: “Bu davadan sonra ikili standarttan nefret ettim. Şu milliyetçilik de tamamen ters anlaşılmıştır. Adalet yalnız Bulgar Hıristiyanlar için var. Diğerleri kendi başlarının çaresine kendileri baksınlar ya da defolsunlar.” Bu davada savcılık ile mahkeme heyeti arasında uyum vardı. İmamlar “çifte standart” sözünü sıkça kullanıyorlar. “Rudozem” imamı Hayri Şerifov davayı şöyle anlatıyor: “Devamlı işaret aradığımız bir yol gibiydi. Üzerinde bir örtü olduğundan tabelayı göremiyorduk. Görebilmemiz için üzerindeki örtüyü çekip almaları gerekiyordu. Altından: “Mahküm oldular!” çıktı. Mahkeme Başkanı Tsveta Parpulova savlığın istediklerine tamı tamına uydu. Sanıklar duruşmadan önce verdikleri ifadelerden vazgeçtiler. Buna rağmen mahkeme heyeti kararı bunlara dayandırdı. Tanıkların bazıların devlet organlarının anlara baskı yaptığını söylediler. Uluslararası Azınlıklar ve Kültürlerarası Etkileşimi Araştırma Merkezi Müdiresi Antonina Jelyaskova mahkeme kararını açıkladıktan sonra şöyle dedi: “Tanıkların ve savcılık bilirkişilerden daha fazlası o derece iş bilmez, olaydan habersiz ve kendilerine güvenilemez, verdikleri ifadeler yanıltıcı ve uyduruktu ki, esası mütalaa üzerinden gerçek bir ceza duruşması yapılmasına ya da gerçek bir duruşma yapılması yollarını tıkadılar. Duruşmaya İslam dini üzerinde Arap bilgini olan kimse davet edilmedi. Yorumları sosyolog, tercüman, başka dallardan bilim adamları yapmak zorunda kalınca, dava esastan kaydı.”


Makale ve Analizler - 2014

201

Bu dava ile ilgili söylenecek çok şey var. Şimdiki Bulgar İç İşleri Bakanı Svetlin Yovçev, o zaman gizli güvenlik servisi “DANS” başkanı olarak 2010’da düzenlenen bir özel arama tarama operasyonuyla yargılanan imamların evlerini basmıştı. Daha sonra İç İşleri Bakanı olan Tsvetan Tsvetanov ise, aynı davayı, aralarında ölenlerden biri bir Bulgaristanlı Müslüman olan ve toplam 7 kişinin can verdiği Burgas uçak limanındaki infilak konusunda ilerleme kaydettiğini gösterebilmek için Brüksel’de kullanmıştı. Bu olaylar arasında bağlantı olmadığı kuşkusuzdur. Şu da bizim koşullarda şüphe götürmez. Bulgaristan’da imamlar davasından politik yarar sağlamak istemeyen politik parti bulabilmek zordur. HÖH ve Milliyetçiler bu işten en fazla çıkar sağlama peşindedir. HÖH partisi biz iktidarda olmasak, sizi kim korur, yandığınız gündür, derken, milliyetçiler ise, bu dava da olmasa, zor sorulara ucuz cevap bulma ustaları olarak halkı nasıl kışkırtsınlar! “Sırnıtsa” köylüleri biz yalnız seçim günü “seçmeniz” derken bıyık altından gülüyor. Seçim olmadığı zaman politikacılar onların sorunlarına kulak tıkıyor yada gözlükle bakıyorlar. Bu çok önemli davada imamlara kesilen cezaları bir dakika için bir yana bırakabilirsek, Bulgar kamuoyunun Bulgaristan Müslümanlarının toplumumuzdaki yeri üstüne şerefli ve derin bir tartışmaya hazırlanmasını tavsiye ederim.

Barutin’de Anma Töreni

Rafet Ulutürk-26.Mart.2014

1972 isim değiştirme trajedisini andık. Smolyan’a bağlı Barutin Türk köyünde 1972 ad değiştirme trajedisi şehitleri anıldı. Bulgaristan Türk köylerinden isim ve İslam dinini yasaklama amacıyla ilk saldırıya uğrayan yerleşim merkezimiz Barutin olmuştu. 1990’a kadar bölgede çök gerin bir kimlik kavgası verildi. Köylü baskı ve terör altında ezildi. Sürgün ve göç yaşayan haneler çok çile çekti. Hafızalara kazınmış trajik geçmişe karşı direnenlerin aziz hatırasını bir daha anmak dolayısıyla köyde bir tören düzenlendi. Merasime HÖH Genel Başkan’ı Lütfü Mestan ve 3 bakanla Meclis Başkan yardımcısı A. İmamov da katıldılar.


202

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Baskın, bundan 42 yıl önce gece basılmıştı Barutin. Paşmaklı (Smolyan’a bağlı) bir orman içi Rodop Türk köyüdür. Asırlar önce at üzerinde gelen ataların Vatan deyip derin kazık kaktığı bir dağ yaylasının yamacındadır. Patates, tütün ve fasulye üretimi ile hayvancılıkla geçinir. Erkekler orman işlerinde uzmanlaşmıştır. 1972’de Pomakların isimleri, baba ve ana atları ile soyadları değiştirilip iman hakları yasaklanırken, Barutin kurunun yanında yanmıştı. Baştan başla ve asırlar ötesinden saf Türk köyü olması fayda etmedi. Direndiler direnmesine, 2 kurban ve birçok yaralı verdiler. Törende öksüz büğeyenlerin evlatları da hazır bulundu. İnsan ve din düşmanlarının ellerine hiç bir şey geçmedi. O gün bugün art arda 2 kuşak geldi ve jöyde yaşıyor. Gençlerin bir kısmı ülkenin değişik merkezlerindeki Türk ünitelerinde görev alıyor. Dikilen çamlar gökleri deldi. Çok çekili dönemde ağlayıp sızlamayan ve yakınmayan Barutin şöyle der: “Ağlayıp sızlamayan ve yakınmayan bir milletiz. Kurudur göz bebeklerimiz, aldıklarında ismimizi, dinimizi ve her şeyimizi, kuru bir canla, aynı kaldık. Rodop dağlarının öteden beri çam ormanı olduğu gibi onlar da değişmediler ve Türk kaldılar. Bu orman köyü insanları kadım dağların güzellikleri arasında yaşıyor. Buraya onları hangi rüzgârın attığı, hangi leyleğin getirdiği pek bilinmiyor. Yolları nereden gelmiş olursa olsun işte burada, bugünkü Barutin yaylasında durmuş ve kök salmıştır. Bu gelişin kaç asır önce olduğunu, kimlerden önce ve kimlerden sonra olduğunu, gelirken beraberlerinde bir torba ekmek, atlara bir heybe arpa ve bir kese tütünden başka ne getirdiklerini söylemek de çok zor. Burada şimdi evler yüksek, beyaz, avlulu, bahçeli, asvat yol köy içini ileri geri dolanıyor. Anlattıklarına göre, yerlilerle dostluk etmeye çalışanlar hemen onlardan biri olmak istiyor. Komşu kızlarını yabancıya kaptırmak istemeyen köy gençleri, dünyanın dört bir yanından damatlarla skayp sohbeti yapıyor. Burada gençler çamlara, çamlar da onlara bakarak büyüdüklerinden, her şey bir başka, çok farlı ve değişerek gelişiyor. Doğayla iç içe yaşayan insanlar ortaklıklar kurmuşlar. Su kaynaklarına özel ilgi bunlardan biridir. Dağların gözüdür ayazmalar. Dağlar bizim, biz dağların. Evet, biz dağlıyız. Dayanamayız gözyaşına ayazmaların.” Burada şişeden su içen yok. Köyün içinde köşe başı çeşme var. Lütfü Mestan ekmek arası köfte dağıttı. İçecekler de ondandı. Hatır için aldılar, fakat ek-


Makale ve Analizler - 2014

203

mek içine pek alışmamışlar, doğada Hıdrelez havası var. Çayırlarda meleşen kuzular, görüşmeye katılanlara, biz ne güne duruyoruz, ekmek içiyle iş olur mu, ayıp ettiniz, der gibi baktılar. Çok çekmiş Barutin köylüleri. Onları bulmayan yok, yargısız infazlar, sürgünler, hapisler, hep inmeye çalışsalar da dağlardan, yurt bildikleri tepelerde yumakla birlikte sevgi örüp sevgi sarmışlar. Bakışlarında olağanüstü sıcaklık olan yerliler güneşli ve huzurlu bir günün keyfini çıkardılar. Akar dağın derdi dereye, Çaylara, ırmaklara, denize ve Dönmemek üzere bir daha dağlara, Katılır okyanusta engine. Çok zor da olsa, Barutinliler bu güzel dağlarda Türk kimliğini koruyabilmişler. Dilleri, örf ve adetleri, şarkılarıyla yaşıyorlar. Bahar yaz derken, çömlekte fasulye, kül altında patates, kayıkta yoğurt ve bakırda tarhana yetmiş en ağır kış altından hayatla çıkmalarına, unutmamışlar hiç, işte o dehşet dolu 1972’de vahşi bir saldırıyla bozulan oyunu ve 42 yıl sonra tencere kapağını bulmuş ve devam ediyor yavaş yavaş yeni yolda tekerlenerek ilerlemeye. Bu köyde demokrasi kavgası yapılmıyor. AB Parlamentosuna kimi göndereceklerine de karar vermemişler, zaten kendilerinden bir şey sorulacağından inanmıyorlar. Onlar için çok önemli olan, büyük politikanın altında kalmamaktır. İnandıkları konularda çok kararlı olsalar da halen araba yokuş aşağı ve bildiğince gidiyor. Biz dere yollarını kestik. Yamaçlara duvarlar gerdik. Sakladık dağların gözyaşını. İstemedik kayıplara karışmasını. Bu denli güzel bir doğaya devlet tarafından özel programlar uygulanmadan dört elle ve vicdanlı şekilde sahip çıkmak, onlara bahşedilen her şeyi korumak ve yaşatmak vazifeden olmuş. Bu konuda köyde ayrım gayrım yok. Yılmayan usanmayan sevdikçe seven ve sevilen, tabiat ve toplumla tam bir uyum sağlayarak yaşamayı beceren bu insanlardan öğrenilecek çok şeyler var. İyi kötüden ayırıp hayat yoluna dikmek, en büyük özellikleri şeklinde yerleşmiş. Birbirlerinin emeğine, hedefine, emeline saygı, ana dayanak noktalarından olmuş. Bu köyde birinde bir şey varsa herkeste olduğu anlamına gelir. Belki hele kış doldurduğunda şehirlerden bir az uzak kaldıklarından gelişmiş bu duygular. Böyle bir yardımlaşma anlayışı yerleşmiş ve herkes bambaşka bir harmoni içinde arı-


204

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

yor birliktelikteki yerini. Komşuluk ve hoşgörüden daha sıkı bir birliktelik dokusu bu. Birliktelikten çok derin bir manevi dünya oluşmuş ve aile dallarında serpilip açmıştır. Son damlalar hep bizimdir, Ayazma sularının dağlar denizinde Biz akarız, dolarız, taşarız, Su gibi uyurken, deniz gibi dalgalıyız. Barutin köyünde bir fabrika kurmak aklına gelmemiş kimsenin ve HÖH’ün. Kuru gelip kuru gitmek adettendir buralarda. Orman köylüleri kimseden bir şeycik beklemediklerinden, aldatılsalar da, kusur bağlamazlar. Burada köylüler, köylerinde yaşayan, doğal köylü kalmışlar. 1972’den sonra da çapalara çapa, oduna odun, ateşe ateş, masala masal, yıldızlara yıldız demeye devam etmişler. Bir bakışla anlaştıklarından aralarında, değiştirilen isimlerini öğrenmeye gerek kalmamış. Başka köylerden çok çatal baş çıkmış, ama Barutin insanı tek kalem dimdik ayakta kalmış ve biz onları gururlu bulduk. Kutsal olan için öldü hep insan. Köy, dere, tepe adına tepelenir mi adam, Can feda, ufukta hep Vatan. Önemsiz mi, isim, soy ad, dil ve iman? Bulgaristan Türklük kolyesinde bir incidir Barutin. Hem de kocama ve parlak. Bu dağ köylerinde HÖH - DPS davasının yerleşmesinde ve gelişmesinde çok katkıları olmuştur. Bu köy doğanın ve toplumun her cilvesine dayanabilmiş kalın gövdeli çamlarımızdan birdir. Ve bugün her yerde sen ben, ileri geri, olur olmaz kavgası devam ederken, düzenle huzuru iyi ayarlayan çavuşlarımız var Barutin’den. Komşu kızı Zeynep’ti gönül yakan. 1972’de aldılar adını babasına sormadan, Şekerden şekerdi, eridikçe ballanan Çocuklar doğurdu, bugün saflarımızda olan. Barutin köyünde, 1972’nin 23 Mart faciasını hiçbir zaman unutmamak üzere birlikte anarken, BULTÜRK Kültür ve Hizmet Derneği Genel Başkanı ve BG Stratejik Araştırma Merkezi ekibi adına hepinizi bağrımıza basıp, saygıyla kutlarken, sağlık ve başarı dileklerimizi lütfen kabul ediniz. Her şey için çok teşekkür ederiz. Görüşmelerimiz gönül ve dava birlimizin güven ifadesi oldu. He-


Makale ve Analizler - 2014

205

pinizi kutlarken, tümünüze en iti dileklerimizi sunarız. Sizinle birlikte olmak o kadar güzeldi ki.

BULTÜRK Seçimlerde Kimi Destekliyor

BGSAM-26.Mart.2014

Tarih: 22.03.2014 Değerli Basın Mensupları, Kıymetli misafirlerimiz, 30 Mart günü yapılacak olan yerel seçimlere yönelik olarak Balkan göçmenlerinin tamamını temsil ettiğini iddia eden bazı STK’lar açıklama yapmışlar ve maalesef AK Partiden memnun olmadıklarını ve seçimlerde de AK Partinin dışındaki siyasi partileri destekleyeceklerini beyan etmişlerdir. Gerekçe olarak ise, Rumeli-Balkan göçmenlerine aday listelerinde yer verilmemesi gösterilmiştir. Diğer bir ifadeyle, Balkan Rumeli camiasından aday adaylarına ne belediye başkanı adayı olarak, ne de meclis üyesi adayı olarak yer verilmediğini iddia etmektedirler. Ancak doğrusunu söylemek gerekir ise bu iddia edilenler gerçek değildir. Çünkü geçmiş seçimlerde olduğu gibi bu önümüzdeki seçimlerde de çok sayıda insanımız AK Parti listelerinden aday gösterilmiştir. Umut ediyoruz ki, inşallah da, kazanacaklar ve ilçelerimize, ülkemize faydalı oldukları gibi gelmiş oldukları memleketlerine de faydalı olacaklardır. Örneğin; Sultangazi Belediye Başkan Adayı Sayın Cahit Altunay Bulgaristan göçmenidir, Ümraniye Belediye Başkan Adayı Sayın Hasan Can da Bulgaristan göçmenidir. Ayrıca Belediye Başkan Yardımcısı ve meclis üyesi adaylarımızda azımsanmayacak kadar çoktur. Hâlihazırda ise birçok il ve ilçede Belediye Başkan yardımcıları ve meclis üyelerinin önemli bir kısmı yine Balkan kökenlidir. Kısaca asıl mesele AK Partinin Rumeli Balkan göçmenlerinin temsilcilerine aday listelerinde yeterince yer vermemesi değildir. Biz Bultürk olarak diyoruz ki;


206

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Rumeli Balkan camiası - Anadolu biz hepimiz Osmanlının bakiyesiyiz ve hiç bir ayrım yapmadan birlikte bu ülkenin öz evlatlarıyız. Bize göre mesele bazı şahsi hesapların ve çıkarların toplum çıkarlarının önüne geçmesidir.Burada mesele neyi amaçladığınız veya hedeflediğinizdir aslında. Bizim BULTÜRK Derneği olarak esas hedefimiz, Balkanlarda yaşayan Türk- Müslüman topluluklarının bekasını, can ve mal güvenliğini, kültürlerinin geleneklerinin, örf ve adetlerinin korunmasıdır. Tarihi eserlerimizin korunmasına yönelik çalışmalar yapan herkesin neferi olmaya bizler BULTÜRK Derneği olarak hazırız. Bu bağlamda olaylara baktığımızda on yıl içinde Türkiye Cumhuriyetimizin TİKA, Yurt Dışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı aracılığı ile olduğu gibi Yunus Emre Vakfı, İstanbul, Bursa Büyükşehir Belediyeleri yanında birçok AK Parti Başkanlığındaki ilçe Belediyesi ile birlikte Balkanlara hiçbir dönemde yapılmayan yatırımlar yapılmış. İnsanlarımızın geleceğine katkılar sağlanmıştır. Buna en çarpıcı örnek Bayrampaşa Belediyemizin 9 yıldır büyük bir başarı ile yaptığı Balkanları yeniden ayağa kaldıran “Kardeşlik sınır tanımaz” projesidir. Bunları hepimiz görüyoruz ve bunları görmezden gelmek gerçekleri inkâr etmektir. Son yılarda öksüz ve kimsesiz kalmış izlenimi veren sayısız tarihi eserimiz cami, han, hamam, türbe v.s. yeniden hayat bulmuş ve görkemli geçmişimizi adeta haykırır hale gelmiştir. Filibe’de tamamı ile restore edilmiş olan Muradiye camisinde kılacağınız cuma namazından aldığınız feyzi başka hiç bir yerde alamazsınız. Çünkü burada Balkanları fetheden Akıncıları, Evlad-ı Fatiha’nın ruhunu hissedersiniz. Makedonya’da Atatürk’ün doğduğu evin restorasyonu, soydaşlarımızın kalkınması için yapılan yardım ve eğitim çalışmaları gibi birçok faaliyeti sayabiliriz. Atamızın huzuruna çıkan ilk Başbakan sıfatını alan da bu hükümetimizin Başbakanı olmuştur. İşte biz BULTÜRK olarak toplumumuza yapılanları göz önünde tutarak bu hizmetlere değer verir ve bunların çoğalarak devam etmesini arzu ederiz. Evet, siyasette ülke idaresinde de olmak lazım ve gereklidir. Ama bizler Akıncıların torunları ve Evlad-ı Fatiha’nlar olarak öncelikli hedefimiz Balkanlarda var olmaktır. Bu nedenle biz önümüzdeki yerel seçimlerde bu değerlere önem verenlerle birlikte olacağız. Hiç kimse sanmasın ki, tüm Balkan camiası kendi tekellerindedir. Seçim sonuçları da gösterecektir ki, Balkanlara yapılan katkılar hiçbir dönemde karşı-


Makale ve Analizler - 2014

207

lıksız kalmamış bu seçimlerde de kalmayacak ve bu katkıları yapanlara oy olarak geri dönecektir. Özellikle Bayrampaşa’da bunu hep birlikte hissedeceğiz. AK Parti Belediye Başkan Adayı Atila Aydıner Rumelili olmamasına rağmen geçmişte Balkanlara yaptığı hizmetlerle bir Rumeli-Balkan sevdalısı olduğunu kanıtlamıştır ve muhtemelen karşılığını alacaktır. İnanıyoruz ki, bu seçimleri de hemşerilerimizin desteği ile kazanacaktır. Çünkü bizim camiamız vefakârdır, yapılan icraatları ve iyilikleri hiçbir zaman unutmamıştır ve karşılıksız da bırakmamış ve bırakmıyacaktır. Tarihte bunun örnekleri çoktur. Bultürk Yönetimi olarak yerel seçimlerin Vatanımıza ve Milletimize hayırlı ve uğurlu olmasını, birlik ve beraberliğimizi pekiştirmesini temenni ediyoruz. Rafet Ulutürk - Genel Başkan

Stratejik Vazife

Dr. Mujgan Deniz-27.Mart.2014

Gergin ve sokakları protestolarla dalgalı geçen 2013 yılından sonra 2014 yılı Bulgaristan politikası için yeni renklerle geldi. 12 Mayıs 2013 tarihinde yapılan parlamento seçimlerini kazanamayan Sosyalist Parti (BSP), etnik bir parti olmadığında 25 yıldan beri ısrar eden ama hep Türk ve Müslümanların oylarıyla meclis giren Hak ve Özgürlükler Partisi, ilk kez olmak üzere geçen sene birkaç çok önemli değişiklik yaşadı. Osman Oktay, Güner Tahir gibi Bulgaristan Türk ve Müslümanları arasından sivrilen ve HÖH Genel Başkan yardımcılığına yükselmiş olan kadroların tavsiye edilmesiyle başlayan yeni süreç (yıkım süreci) şöyle devam etti. HÖH


208

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Başkan Yardımcısı Kasım Dal ve MYK üyesi İsmail Korman da kullanılmış selpak kâğıdı gibi sokağa atıldılar. HÖH merkezinden Özel Kalem Müdürü Ahmet Emin ve Sofya İl Örgütü Başkanı Kristo Botev gibi partinin esas kadroları sebebi hala açıklamayan nedenlerle intihar etti. Partide tepeden tabana hızlı çözülme başladı. HÖP iç çelişkileri o denli derinleşip sivrildi ki, Kuzey Bulgaristanlı milletvekillerinden Sever ile Dr. Tabakov mahkemelik oldu, sonunda Varna hapishanesini boyladılar. Herkes girip çıkıyor onlar içerde yatıyor. Bu işlerin ardında Ahmet Doğan oyunları olduğunu bilmeyen yoktur. Yoktur çünkü 2013 meclis seçimlerinde HÖH partisine 250 bin öz Türk seçmen oyunu verilmiştir. Bu, HÖH tarihinde bir politik kaza olmakla birlikte, yepyeni bir sayfa açtı. Bu sayfanın adı “Ya ayağınızı denk alırsınız ya gidersiniz”dir. Seçmen HÖH’e 2013’te art arda birkaç ders verdi: İkinci ders de Rusya’nin Bulgaristan politik ortamındaki önemli ajanlarından sayılan Ahmet Doğan’ın meclis oyunuyla olmak üzere medya mafyası şefi Delyan Peevski’yi gizli güvenlik servisi DANS Başkanlığına atamasına tekiler oldu. Birinci tepkisinde sandığa gitmeyen seçmen, ikinci tepkisinde HÖH Başkanı’nın kendi başına, yönetime ve halka danışmadan dayattığı kararları suya düşürmesinde kendini gösterdi. Bu iki olan Bulgaristan kamuoyunu çok etkiledi. Bu iki gelişme, 19 Ocak 2013’te Sofya Kültür Sarayı (NDK) 9. salonunda HÖH 8. Olağan kurultayı yapılıyordu. Genç parti delegelerinden Oktay Yenimehmedov’un kaşarlanmış, partiyi babasının mirası ya da gizli polis “DC” şubesi haline getiren, seçmene ve halkıma koyun gibi muamele eden, HÖH Başkanı Ahmet Doğan’ın kafasına tabanca dayadı. O an, kükreyen tepkilerden, tarif edilmesi olanaksız olan son derece büyük etkiden, buyük bir hareket çıktı ve güç aldı. Bu önemli olay Bulgaristan Türklerinin HÖH - DPS Partisinin kökten yenilenmesi isteğini dile getirirken, bu dönüşü olmayan gelişmeyi ne Ahmet Doğan’ın kendisinin, ne onun özel ve devlet tarafından görevlendirilmiş zırhlı korumalarının, ne yeni ve eski gizli ya da üniformalı polisin engelleyemeyeceğini, gemleyip durduramayacağını gösterdi ve ispatladı. 19. Ocak 2013 günü Bulgaristan Türkleri Tarihin için olduğu kadar, tüm yeni Bulgar tarihinde de çok önemli bir gündür. Bu olay doğru okunmadan Bulgaristan’da Geçiş Dönemi tamamlanamaz, demokratikleşme yapılamaz, yeni bakış açısı asla yerleşemez. O gün Bütün Bulgaristan deprem geçirdi. Ağzı açık bakanlar dil yuttu. Olay bütün tüm iletişim araçlarının gözü önünde, TV programlarının açık olduğu bir ortamda, dış gözlemcilerin, konukları ve po-


Makale ve Analizler - 2014

209

litik kamuoyunun gözü önünde oldu. Önemli olan bu olay bir tuzak falan olmayıp, hoşnut olmayan ve kötü gidişatı durdurmak isteyen bir kitle patlaması ifadesi oldu. Oktay, Bulgaristan’da elini kolunu sallayarak politika yapma zamanının son biletini kesti. Davası görülen, aklanan, dosyası kapanan, haklı bulunan ve halkın gönlünde bir kahraman olarak taht kuran genç Oktay’ın her yiğidin işi olmayan kahramanlığı Hak ve Özgürlük davasına bel bağlamış tüm kadroları yüreklendirdiği gibi bir de düşündürdü, parti saflarını silkti ve bütün partiden kör gidişe son vermesi istenmiş oldu. Bir yıl önce olan bu olayın etkisini 2014’ün daha ilk günlerinde HÖH üyesi Türk aydınlarının partiden ayrılma ve GERB’e katılma eğilimi izliyor. Olaylara bu açıdan bakıldığında, derneklerimizin, soydaşlarımızın HÖH yeni genel başkanı Lütfü Mestan’ın Sofya “Kartal Köprü” mitinginde, babası Dimitır Stanışeb isimlerimizin değiştirilmesiyle gelişen baskı ve terör politikasının tamaen destekleyen BKP MK Politik Büro üyelerinden biri olan şimdiki Sosyalist Parti (BSP) Başkanı Sergey Synişev’le neden sarmaş dolaş olmasına, öpüşmelerine ve Höl’ün BSP’ ye teslim olmasına neden tepki gösterdiğimizi daha iyi anlayacaksınız. BULTÜRK Genel Başkanı Rafet Ulutürk yönetiminde çalışan Stratejik Araştırma Merkezimizin yayınlarını izliyorsanız bu ağız ağza, burun buruna Mestan-Stanişev öpüşmesinden sonra ne olduğunu hatırlamanız zor olmayacak. Önce iki parti ve hükümet “Borovets” otelinde “gevşeme kampına” davet edildi ve bundan böyle aramızda peşin mutabık kalmadığımız konularda Meclis Genel Kurulu’na yasa önerisi sunmayalım, dendi. Ardından ne mi oldu. BSP cebinde gizli tuttuğu “Müslüman mülklerinin iadesi engelleme yasasını”, “ana dilde seçim propagandasını yasaklayan yasayı”, “komünizm suçlarını unutup rafa kaldırma” ve “isim değiştirmeyi aklayan” bu gibi suçlarda zaman aşımı alamayacağı görüşünü kaldıran, yasa önerilerini Genel Kurula dayatıverdi. Tabii, bu yasaları çekmecesine kilitleme ve orada yıllarca uyutma, yasallaşmalarını engelleme hakkı olan Meclis Hukuk Komisyon Başkanı Kazak hakkını kullanmadı. Neden kullansın ki? Hukuktan ve usulden başka her şeyi anladığından, bu yasaların elinin altından bulanık sudan kaçan balıklar gibi nasıl kaçtığını ve Genel Kurulda belirdiğinin farkına bile varamadı. Zaten varsa da ne olacak! Adamın bir kulağı Sarayda, öteki kulağı da DANS’ta, kafa mı kaldı. Sorsan ne okuduğunu bile unutmuştur. Duruşmaya çıkmadan bir dava kazanmadan Meclis Hukuk Komisyonu Başkanı seçilince olacağı budur işte. “Ana beni kısmetimle doğur da, ister çöpe at, fark etmez!” diyenler haklıdır. Başka bir HÖH Genel Başkan Yardımcısı olan Hristo Biserov’un uluslar arası para aklama suçundan yargılanmak üzere, BC Meclis Başkan Yardımcısı ve HÖH MKY üyesi ve Genel Başkan Yardımcısı görevlerinden indirilmesinden sonra, etrafta başka “hukukçu” olmadığından, vezir görevine Kazak geti-


210

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

rilmişti. Şimdi herhangi bir konuda kalem kırmasını bekliyoruz da, cebinde ve bürosunda kırılacak kalem yok. Olaylar böyle bir seyir aldığında ve “Kartal Köprü” öpüşmesine rağmen ilk kez olmak üzere, HÖH politikasında yeni nüanslar, (ince ayar) izleniyor. Gönül ister ki, bu ince ayar Ahmet Doğan’ın izlediği yüzde yüz teslimiyet, yüzde yüz kölelik ve yüzde yüz hainlik politikasından kopma ve biraz bağımsız, biraz akılcı, bir azda halka karşı dürüst ve bir az da emekçilerin ve emeklilerin menfaatlerine bağlı ve uyumlu bir politikaya yelken açma anlamında olsun. Bu konuyu ele almamın nedeni de işte budur. Hafta sonunda Kırcali’de Lütfü Mestan ile Boyko Borisov arasında bir görüşme yapıldı. Bu görüşmeden önce Meclis Genel kurul oylamasında bir iki konuda HÖH milletvekili grubu Sosyalisterin istediği şekilde oy kullanmadı ve B. Borisov’un GERB partisini destekledi. Hele bu “komünüzm suçlarında zaman aşımı olamaz” konusunda isabetli oldu. Böylece komünizm dönemi sularının tek mirasçısı olan BSP ortada kaldı. Totaliter dönemde en fazla ezilen Türk ve Pomakların bu konuda BSP yanında, bir destekçi, bir yamak olarak yer alması doğru olmazdı. Böylece bugünkü Sofya iktidarında yumurtanın akı ile sarısı ilk kez birbirinden ayrılmaya başladı. HÖH Lideri L. Mestan’ı uyanması için dürten başka bir gelişme de izlendi. Fakir fukaradan oy isteyen eski gazeteci ve günümüzün intikamcı politik çizgisinde lider rolü üstlenen “Sansürsüz Bulgaristan” partisi başkanı Nikolay Barekov, GERB ve HÖH partisiyle birlikte olmak, iktidar ortaklığına gitmek ya da koalisyon kurmak istemediğini her gün bağra bağra anlatıyor. Memnun olmayanların orta tabakasından da oy kapması olası olan bu partinin meclise girmesi bekleniyor. HÖH partisi denge sağlayan parti rolünü kaptırmamak isterse, anti-İslam ve ant-Türk çizgiden ödün vermeyen bu milliyetçi partiye dikkat etmesi şarttır. Bu seçimde Bulgaristan seçmenin daha aktif olması bekleniyor. HÖH’e 36 milletvekili çıkartan gerçek, aldığı oylarda artma kaydı olmadı, Bulgar seçmenin sandığa gitmemesi oldu. Orantılı (proportsiyonal) seçimin özelliği ve sihir budur. Bunun için seçim kanunu değiştirilmiyor. HÖH açık oynar, Ahmet Doğandan kurtulur ve halkımıza dönerse önümüzdeki seçimde 70 milletvekili çıkarabilir. Tek şart Ahmet Doğan’dan kopmaktır. Bu gizli istihbarata kölelikten kurtulma anlamına geldiğinden, boşluğu başka bir şeyle doldurulamaz ve politik olarak seçeneksizdir. Bunun, başka bir olmazsa olmazı yoktur. Sosyolojik araştırmalarda, birinci parti GERB, ikinci BSP iken, üçüncü yerde “Sansürsüz Bulgaristan”ı görmeye başladık. HÖH üçüncüden dör-


Makale ve Analizler - 2014

211

düncü yere mıhlanıyor. Bu durumda, 2014 güzünde yapılacak olan bir genel seçimde HÖH partisi yine iktidar koltuğuna uzanmak niyetindeyse, GERB lideri Boyko Borisov’la arasındaki buzları eritmek zorundadır. Öte yandan, Sosyalist partiden Eski BSP Başkanı ve iki dönem Cumhurbaşkanı olan Georgi Parvanov ve 4 süre milletvekili olan Donçeva grupları gibi büyük grup halinde BSP’den ayrıldı. Bu olay, hele Pırvanov’un yönettiği “ABS” sivil örgütünün AB seçimlerine kendi listesiyle girmesi BSP’ye “penaltı” oldu. Partiyi sarstı. Bu bakıma, 25 Mayıs 2014 AB Parlamento seçimleri çok anlamlıdır. Sosyalist parti su seçimlerde mevzi kaybettiğinde iktidarda kalması zor olur. Bu, HÖH de, iktidar ortaklığından düştü anlamında olacaktır. HÖH tabanından çekilen, partinin Türk tabanıdır. HÖH’ün halka göz akıyla bakan politikası tepki alıyor. HÖH yönetimini tütün işini boka sarması, hayvancılığı iyi örgütleyememesi, yaşlıların yürekler acısı durumu, Avrupa fonları dağıtımında halkın menfaatlerini ve ihtiyaçlarını dikkate alıp kollayacağına, kişisel kazanç kovalaması, dalavereler döndürmesi kimsenin gözünden kaçmadığı gibi, tabanı politik elitten kopardı. Ahmet Doğan ve etrafındaki tayfa oligarşinin işini yapıyor. Halkın hizmetinden çıkmıştır. Tepkilerin kaynağı buradadır. Ahmet Doğan’ın Tayyip Erdoğan’ı dikkate almaması da bu gelişmeyi hızlandırdı. Çünkü Bulgaristan’da yaşaya Türkler ve TC. ve KKTC’de bulunan soydaşlarımız HÖH partisinin Türkiye ile çelişen bir politika izlemesini kabul etmiyor. İşte şimdi 30 Mart 2014 günü TC. de yerel seçim var. Tüm dernek, federasyon ve kulüpler art arda açıklamalar yaparak soydaştan oyunu AK Parti’ye yani Tayyip Erdoğan politikasına verelim diye çağrı yapıyorlar. AK Parti yalnız Türkiye’de değil, Balkanlarda ve Yakın Doğu’da en başarılı belediyecilik geliştirdi. Bu işin baş ustası olduğunu gösterdi. Göçmenlere en büyük yardımları yapan da yine Tayyip Erdoğan hükümeti ve belediyeleridir. TC. Seçimlerinde Bulgaristan, Balkan ve Kırım Türk seçmenin oyunu, desteğini, dost omzunu hissetmek çok önemlidir, bu birliktelik sandıkta denge değiştiren niteliktedir. Bu noktaya değinmemin nedeni ise, son Sofya ziyareti sırasında AK Parti idesel aslarından ve Dış İşleri Bakanı Ahmet Davudoğlu’nun Ahmet Doğan’la değil, HÖH Genel Başkanı Lütfü Mestan ile özel bir görüşme yapmış olmasıdır. Bu görüşmede halkın menfaatlerine rağmen gidişin gidiş olmadığı konusunun masaya yatırılmış olduğuna inanmak istiyoruz. Lütfü Mestan yönetimindeki HÖH ayarının bu önemli ve stratejik anlamlı görüşmeden sonra başlaması önem arz ediyor. Bu arada, biz daha önceki yazılarımızda da belirtmiştik. Totaliter dönemin mirası olup şu anda yok edilmesi olanaksız olan, Komünist Partisinin renk ve


212

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

isim değiştirip sosyalist partisi (BSP) olmasından sonra gelişen ve 25 yıldan beri dönüşemeyen, demokratikleşemeyen, Pazar ekonomisini, hak ve özgürlükleri, sosyal adaleti bir türlü oturtamayan bir ülke durumuna düşmesi sahneye başka ülkelerde görülmeyen bir özellik sergiledi. Bu öyle bir özellik ki, sol politika izlemek üzere sahneye çıkan BSP hep sağ politika izlediğinden ötürü, sağ kanatta örgütlemeyi de defalarca ezdi ve çöpe attı. Filip Dimitrov, Jelü Jelev, Renata İnjova, Stefan Sofyanski, İvan Kostov, Saks Koburgotski vs. hükümetleri bunlardan bazılarıdır. Çatlayan komünist partisinden Sosyalist Parti (BSP) den sonra bir de GERB çıktı. Bu iki parti de zamanını dolduran BKP’nin reel mirasçısı (oy havzasına kepçe salan partilerdir) durumundadır. Toplumun yeni baştan dönüştürülmesinde yapacakları hiçbir şey yoktur. Bu nedenle kurdukları hükümetler program bile açıklamadan hep “su akar gemi yüzer” havasında oldu. Sosyalist parti daha fazla Amerika’ya ve AB’ye bakıyorum havası estirip Moskova’ya göz kırpıyor. Nedense GERB partisi Moskova’ya pek göz kırpmadan Brüksel ve Washington taraftarı gözüküyor. Bulgar medyası son haftalarda HÖH yönetimi için Ankara’dan fazla Moskovacı diyor. Biz buna da razıyız, çünkü Ahmet Davudoğlu Şubatta gelmezden önce, Ankara sözü hiç kullanılmadan, sadece Moskovacı deniyordu. HÖH partisinin “orta direk”, “merkezci” ve “politik evliliklerden uzak” bir politik çizgiye konumlanmasını kutluyoruz. Bu çizginin parti kararlarıyla saptanması gerekiyor. Lütfü Mestan yönetiminin Ahmet Doğan saplantılarından ve ihanetle sınırlaşan politik oyunlarından uzaklaşması hem halk kitlelerinin ve hem de soydaşlarımızın gözünden kaçmaz. Bu ilk adımı Lütfü Mestan, bakanlar ve Milletvekillerinin Rodop Dağlarının esaslı Türklük Kalelerinden olan Barutin ziyareti sırasında, köylü bazıların sıcak karşılama samimiyeti sergilemesinde izleyebildik. Bu yakınlaşma ve halka inerek dertleriyle yoğrulup kaynaşma politik çizgisi devam etmelidir. Şu dönemde çok büyük bir önem kazanmış olan ve TC. politikasından kaynaklanarak emsal olarak hayata çağrılması zamanının gelmiş olduğuna inandığım Bulgaristan Türkleri Akil Adamlar Heyeti kurulmasında ve HÖH partisinin Bulgaristan Türk ve Pomaklarına ilişkin politikasındaki sapmalarla birlikte, TV ve KKTC’deki soydaşlarımız kök salamayan politik yaklaşımının ele alınmasında, halkla yeniden bütünleşme ve uzlaşma yollarının aranmasında yarar görüyorum. Bu heyet HÖH’ü Ahmet Doğan etkisinden kesin koparmalıdır. Bu heyete bütün katmanlardan ve derneklerden temsilci girmelidir. Biz soydaşlar yalnız bir “oy havzası” olmak istemiyoruz. Politikanın içinde yön belirleyici durumunda olmak arzusuyla yanıp tutuşuyoruz. HÖH partisi, bu dava hepimizindir, ortaktır. HÖH’ü yenilenme rotasına çekmek stratejik vazifemizdir.


Makale ve Analizler - 2014

213

Davalar Durduruldu

BGSAM-28.Mart.2014

Sofya’dan bir haber: Bulgaristan Başmüftülüğü’nün 2013’te bazı camiler ve vakıf taşınmaz mülklerinigeri almak için açtığı hukuk davaları, birinci dereceli mahkemelerde karara bağlandıktan sonra, bir itiraz üzerine 25 Mart 2014 günü durduruldu. Durdurulan davalar 29 vakıf malına ilişkindir. Eski Başmüftü Nedim Gencev Sofya İstinaf Mahkemesi’nde aynı mülklerde ilgili daha önce bir dava açmıştır. Bu durumda, Vakıf mülklerinin mirasçısı bir tek Suni Hanefi Müslümanlardır iddiasında bulunulan N. Gencev ile Bulgaristan Müslümanları Baş Müftülüğü arasında ortaya çıkan anlaşmazlık aşılana kadar davalar durdurulmuştur. Sofya İstinaf Mahkemesi’nde yapılan yoklamadan, 4 Haziran 2013 tarihinde Sofya Şehir Mahkemesinde, mahkeme heyeti başkanı yargıç Nikolay Markov tarafından Dobriç şehrindeki “Hristo Smirnenski” okulunu ve içinde bulunduğu tapulu araziyi Başmüftülüğe iade eden karar Hanefi Müslümanlar adına itirazda bulunan Ali Bayraktar’ın dilekçesiyle usulden durdurulmuştur. İtiraz edilen kararda, Bulgaristan Müslümanları Başmüftülüğünün ülkede bulunan Müslüman taşınmaz mülklerinin mirasçısı olduğu yazıyor. Başmüftülük 29 taşınmaz mülkle ilgili davaları bu karara dayanarak açmıştı. Yargı süreci İstinaf Mahkemesinde bir emsal karar çıkana kadar kesindurduruldu. Sofya İstinaf Mahkemesinde vakıf mallarının iade edilmesi konusunda devam eden bir dava olup olmadığı konusunda bilgi isteyen Plovdiv (Filibe) İstinaf Mahkemesi, Karlovo “Kurşun Cami” duruşmasını erteledi. Pazartesi gün Yambol şehrindeki Bezi sten Davasına bakan Burgas ikinci dereceli İstinaf Mahkemesi kararını yasal süre içinde açıklayacağını bildirse de, erteleme kararı alabilir. Öte yandan kötü haberler art arda gelmeye devam ediyor. Baş Müftülük Dobriç şehrinde Müslüman Kabristanlığını, Vratsa şehrindeki Eski Camiyi vs. geri alma davalarını birinci dereceli mahkemelerde kaybetti. Bu arada, Sofya İstinaf Mahkemesi itirazı görüşülmeye henüz başlamadı. Yargıçlar dosyadan toplu el çektiklerini açıkladılar. Şimdi bu dava dosyası, Sofya


214

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İstinaf Mahkemesi Başkan Yardımcısı ve Ticari Davalar Bölüm Başkanı Stefan Grozdev’in önünde bulunuyor. Görüldüğü üzere bizi birbirimize düşürmeyi düşüren güçler bayram edebilir. Artık etnik ve dinsel “tolerans” yine hakim, camilere taş atılmıyor, namaza duranlar tekmelenmiyor. Camilerin ve tüm vakıf mallarının hepsini onlara versek belki hepten susacaklar. Anti-Müslüman kampanyanın bu defa iyi örgütlenmiş ve çok yönlü sindirme saldırısı olarak gerçekleştiği dikkati çekti.

Simülasyonlu Dünya ya da Dünya Simülasyonu

Alptekin Cevherli-28.Mart.2014

ki:

Nasreddin Hoca`ya sohbet esnasında sorarlar: - “Hocam, kıyametin alâmeti nedir bize anlatır mısınız?” - “Neme lâzım” demiş Hoca. Soruyu soran cemaat Hoca’nın verdiği cevabı anlayamamış ve demişler

- “Nasrettin Hocam, Siz de neme lâzım derseniz biz kime sorup kıyametin alâmetini öğreneceğiz?” Nasrettin Hoca yine ısrarcı bir şekilde tekrarlamış: - “Dedim ya neme lâzım diye. Herkes ‘neme lâzım’ dediği zaman, işte bu kıyamet alâmetidir!” *** Geçtiğimiz gün bazı internet haber sitelerinde (http://turkish.ruv.ru/ news/2014_03_25/Obana-Merkel-SiCinping/) enteresan bir haber vardı. Nükleer silaha sahip ülkelerden bir kısmının başkanı bilgisayarın başına geçip, bir nükleer savaş simülasyonu oyunu oynayacaklarmış. Oyunun içeriği şöyle: Bir terörist devlet, ‘kirli’ atom bombasını üretiyor veya bir terör örgütü adı açıklanmayan bir ülkenin kötü korunan cephaneliğinden atom bombası çalıyor. Oyun, teröristlerin Avrupa’nın büyük kentlerinden birinde (örneğin Londra veya Milan’da) bombayı patlatmasıyla başlıyor. Oyuna katılan liderler, tatbikat


Makale ve Analizler - 2014

215

durum odasına çevrilen bir salonda oturarak, tabletler üzerinde verilen komutlar yardımıyla ve kişisel müzakereler ile krizi aşma yöntemleri tartışacak ve gerekli adımları atacak. Veya nükleer savaşı başlatacaklar. Devlet liderlerinin tepkisini ve adımlarını bağımsız anonim uzmanlar değerlendirecek. Oyuna, ABD Başkanı Barack Obama, Almanya Şansölyesi Angela Merkel, İngiltere Başbakanı David Cameron, Çin Başkanı Şi Cinping ve zirveye katılan diğer ülkelerin liderleri katılacak. Şimdi bazıları “Eee ne olacak adamlar, bilgisayarda oyun mu oynayacaklarmış” diyebilir. Ama gözden kaçan bir gerçek var. Simülasyonlar, genel olarak hayata geçirilmeden önce yapılan denemelerdir. Pilotlar, belediye otobüsü şoförleri, bazı askeri eğitimlerde vb. öncelikle simülasyon uygulanır ve ardından gerçek hayatta uygulamaya geçilir. Şimdi insanın aklına şu geliyor: “Acaba dünya bu kez ciddi ciddi bir nükleer savaş tehdidi ile gerçekten karşı karşıya mı ki, önce simülasyonu gerçekleştiriliyor?” Dünyadaki hayat bu kadar mı ucuz ki; hakkımızdaki kararı Lahey’de yabancı birkaç devletin başkanı veriyor? Haberde Rusya’dan hiç bahsedilmemesi Putin’in bu oyunun dışında kaldığı anlamını veriyor. Acaba söz konusu terörist devlet tanımı Rusya için mi yapılmış o da belli değil. Ancak şu var ki, Suriye’de elde ettiği diplomatik başarıyı Ukrayna’dan Kırım’ı tek mermi atmadan düzenlediği askeri harekâtla taçlandıran Rusya, bu bakımdan Batılı ülkeler ve Çin için ciddi bir tehdit haline gelmektedir. Üstüne üstlük ABD’yi ve Batı Avrupa’yı sıkıştırmak için Filistin’de Gazze yönetimi içindeki bazı taraftarları tarafından ve Alaska’da yerlilerce toplanan imzalarla her iki bölgenin de Rusya’ya bağlanmak için resmi başvuruya hazırlanması ciddi başka adımlar olarak göze çarpmaktadır. Filistin’de oluşacak küçük bir Rus devletçiği Ortadoğu’daki bütün dengeleri değiştirebilir. Unutmadan söyleyelim ki bölgede 50 bine yakın Rus vatandaşı yaşıyor. Ayrıca Alaska’nın ABD tarafından kaybı ise Kuzey Kutbu’nun tamamen Rusya’nın kontrolüne geçmesine neden olur ki, bu kadar bakir bir dev kara parçası hem tarım, hem de yer altı kaynakları yönünden tahmin edilemeyecek bir zenginlikler sunmaktadır.Ayrıca Rusya’nın Türkistan’a ve Moğolistan’a yönelik olarak yeniden BDT’yi işler hale getirme çalışmaları Çin’i de rahatsız etmiştir. Peki bu yeniden SSCB’yi kurma rüyasının Türkiye’ye etkileri ne olur?İşte esas tehlike de bu noktada...


216

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Aynen Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması devrinde olduğu gibi, kısa vadede Türkiye ile sıkı bir işbirliği gelişebilir. Ancak daha sonra Stalin’in Doğu Anadolu’daki vilayetlerimizi istemesi gibi sonuçlar doğurmayacağını ve Türkiye’yi yeniden bu kez daha çok eli kolu bağlı bir şekilde ABD’nin kucağına itmeyeceğini kim garanti edebilir... Şair Nabi’nin dediği gibi, “Fettan zamanlar, dikkatli olmak lâzım...” Yoksa bu nemelâzımcılıkla, aynı oyunları tekrar tekrar oynar dururuz...

Bir Oy Bir Kaderdir, Tüm Oylar Halkımızın Kaderidir

Murat Ulutürk-28.Mart.2014

Sayın soydaşlarımız, 30 Mart 2014 Pazar günü, yerel seçimlerinde, seçmen kütüklerinde ismi olan hepinizi oyunuzu Adalet ve Kalkınma Partisi AK Parti’ye vermeye davet ediyoruz. Çağrımız, 100 yıllık seçme ve seçilme geleneği olan, Türk demokrasi tarihinde halkla kaynaşmış ilk yönetim ve adalet biçimi olarak gerçekleşen, başka bir elle tutulur örnek olmadığına dayanır. Bu seçimlerde, bütün Türkiye’de, AK Parti’den daha birikimli ve deneyimli, daha iyi örgütlenmiş ve daha iyi yönetebilen, güvenilir bir politik güç olmadığı ortadadır.Aranızda, “bir değişsinler, demokrasi icabıdır, şu CHP veya MHP de görev alsın,” diyenler olduğunu biliyoruz. Demokrasi, saklambaç oyunu değildir. Şu dönemde sevgi duyduğunuz bu iki partinin yerel erki ele geçirmesi, Türkiye’mizin içine kapanıp yeniden yerinde saymaya başlaması anlamına gelir. Bilirsiniz, meşrutiyet, egemenlik, cumhuriyet fikir ve gücü, büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün kendisi, hep bizden, bizim Rumeli’den geldi. Osmanlıyı Cumhuriyete dönüştüren ana motor bizim insanımızdı. Cumhuriyeti bir asırlık birikimle yeni daha yüksek bir aşamaya taşıma ise, artık yalnız bazı bölgesel güçlere değil, Türk ulusunda daha geniş tabana görev oldu. Bu bakıma, Türkiye’yi daha bütünsel, her açıdan daha demokratik, herkes için daha adil bir Cumhuriyete taşıma şerefi de, son 10 yılda modern Türkiye tarihini dünyayı imrendirecek şekilde yazan AK Partiye, sizlere, hepimize nasip oluyor. Yönetim güçleri ebedi değildir. Ağaç yerden kalkıp davransın, taçlanıp yayılsın diye alt dallar kesilir, doğaldır. Her açıdan baktığımızda,


Makale ve Analizler - 2014

217

AK Parti halkı kucaklamış, herkese yakın ve herkese el uzatan bir yapılanmadır.Son dönemde içindeki Pensilvanya kurdunu da söküp attı. Halka hizmet yolunda yeni atılımlara şahlandı.Yükselirken görev üstlenme, kavak ağıcı gibi boş dallarla boy atma anlamına gelmez. AK Parti inkişaf ederken kafesin sorumluluk, güven ve meyvelerle dolduğunu gördük. Olmayan yerden çalınmaz ve eli boş sadaka bile veremez. Atatürk’ün 20 milyon bıraktığı Türkiye’miz 80 milyon oldu. Çadırda barınanlar gökdelenlere doldu. Biz göçmenler ev bark, iş güç sahibi olduk. Çocuklarımız tüm okullara serbesçe gitmiyor mu? Herkesin bir beklentisi vardır. Bize uzanan en yakın el AK Parti’nin her zaman dolu sıcak elidir. Hepimiz hepimiz için daha değişik bir yerel yönetim hak ettiğimizi görüyoruz. Seçeceğiniz adaylar bizim kendi insanlarımızdır. Basın açıklamasında da söylediğimiz gibi biz hepimiz Osamnlı Bakiyesiyiz. İnanınız! Atatürk sağ olsa, halkın önüne çıkar ve “AK Parti benim partim, oyunuzu ona verin”, derdi. Burada Orhun Abidelerini ayağa kaldıranı değil, Ortadoğu, Ortaasya, Afrikaya, Kafkaslara, Balkanlara bu hükümetin yaptığı yatırımlardan bahsetmiyorum, ben sadece Bulgaristan’a yapılan yatırımları görüyor ve kendilerini takdir ediyorum. Şunları göremeyecek kadar kör olmak bize yakışmaz. Ey, anti-emperyalizme sevdalı kardeşlerim. Pensilvanya kurdunu denize döktük. Bundan büyük antiemperyalizm mi olur! Ey anti-terörist kardeşlerim! PKK teröristlerine bu hükümet silah bıraktırdı. Bundan büyük anti-terörizm mi olur. Ey bölgesel politikacılar. Türkiye İsrail’e teslim oldu dediniz. İlk defa İsrail Ankara’dan özür diliyor. Bundan büyük zafer mi olur! Ey, oy vermede nereye oy vereceğini düşünen kardeşlerim. Ey, oyunu kime vereceğinde kararsız kardeşim. Ey, oy vermesem de bir şey olmaz deyen kardeşim. Bir oy bir kaderdir. Türkiye’nin bütün oyları tüm halkımızın kaderidir.Oyunu AK Partiye ver ve kaderimizi ak pak yap, güzel kardeşim! Seçim zaferiniz Türkiye’ye ve Türk Dünyası’na Kutlu olsun.


218

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İki Kutuplu Olamadık

Dr. Nedim Birinci-28.Mart.2014

Korku imparatorluğundan gelen Bulgar demokrasi, ürktü mü ne, bir kör noktaya saplanıp kaldı. Sağ sola bakınıp yeni yol bulsa ama o da yok. Bırak çok merkezliliği, iki kutuplu bile olamadı. Son dönemde sanki bütün sahne bomboş, dekor deliklerinden oyuncu kafası değil, artık yalnız eller çıkıyor. Bütün deliklerde sol ya da bütün deliklerden sağ el çıksa, kimin eli kimin cebinde anlayabilir misiniz. Yok anlayamazsınız. “Hem solcu hem sağcı olmak” çok zor olmalı. Belki bizim dışımızda “sol partili olup,” yürürken gözle görülmeyen, hep perde arkasında duran ve bu ismi yok cismi olmayanların isteğine uyup “uzmanlar hükümeti” kuran başka bir usta bulunamaz. Üstelik bu işe, kuruldu kurulalı “merkezdeyiz” diye övünen, ama hep seçmene sırt çevirip yine o bilinmeyenlerin isteğine göre uçup konan, Hak ve Özgürlükler Partisini bile dahil etmeyi başarırken, son yamanın son ipliğini “Ataka”cı faşistlerden alan, başka bir sihirbaz yoktur. Ben çok tarih kitabı okudum, tarih dersi gördüm de, 25 milyon Sovyet vatandaşını Sibirya kamplarında öldürten Y. V. Stalin mi faşist, yoksa Alman toplama kamplarında 25 milyon Avrupalıyı öldürten Adolf Hitler mi faşist hala anlamış değilim. Tarihin görülmeyen gerçek yüzünün gerçekten görülebilmesi için kaç yıl, kaç onar yıl ve kaç asır geçmesi gerek, bunu da bilmiyorum. Amerikan Harward Üniversitesinden bir tarih araştırmacı ekibi birkaç yıl Orta Asya steplerini eşeledikten sonra, gaddarlığını Çengiz Aytmatov’un roman konusu yaptığı Timur Han, “nasıl oldu da bu denli hızlı büyüdü,” sorusuna yanıt bulmuşlar. Buluşları ilk bakışta basitin basitidir. Yazdıklarına göre, topal imparatorun tahta çıktığında Orta Asya bozkırlarına yıllarca çok rahmet düşmüş, çayırlar meralar otla dolup taşmış, at sürülerini çoğaldıkça çoğalmıştır. Savaşlarda esir düşen kız ve kadınlar öldürülmeyip cephe ardına yerleştirerek doğurdukları çocuklardan acımasız ordular yetiştirmişler. Yani bundan yarım milenyumdan fazla bir zaman önce istila orduları kurulmasında ve dünyanın ayakaltına alınmasında Tanrı’nın gönderdiği rahmetle esir kadınların doğurganlığı birleşip en önemli rol oynamıştır. Toplama kampları, giyotin ve insanları canlı canlı yakma şekli engizisyon daha sonraki çağlarda icat edilmiş olacak ki, Timur Han’ı anlatan kitaplarda bu sözler yok, kuşkusuz “faşist” sözü de yok, çünkü Almanlar Orta Asya’yı çok daha sonraları bulabildi.


Makale ve Analizler - 2014

219

Şimdi bu Amerikan bilim adamları her yerde her şeyi eşeleyip yeni doğanın doğma, yok olanın da yok olma nedenini araştırdıklarına göre, bizim batağa saplanmış politikayı da bize daha anlaşılır bir şekilde neden anlatmıyorlar, diye düşünüyorum. Bir defa batağa düşen ömür boyu çıkamaz deyenler, “debelendikçe batarsınız” mı demek istediler acaba?! Şu Amerikan parti simgeleri biri “eşek” öteki de “fil” olduğundan çağrışım uyandırdı. Bizde eşek sözü hakarete kaçtığından, parti sembolü olarak eşek olmaz, aslında filer de bizim ahırlara sığmayacağından, onları koyacak yer bulamayız, fakat biri “katır”, öteki de “manda” olsa! Nasıl olur? Eşeğe duran at, bula bula bunu mu buldun, yaptığın iş, iş mi?, demelerinden çekindiğinden olacak, at soyunun şerefini korumak için, katır doğurdu. Katır olur aslında, bizim halk katırı tutar, zaten herkesin elinde avucunda bir katır yularından ve iki boş heybeden başka ne kaldı ki? Bir de şu katır, aslında her iki Bulgar partisine de münasiptir, çünkü katırın soyu katırdan öte gitmez. Hem BSP’ye hem de GERB partisine “katır” sembolü uygun, ama dağları bekleyen, şu eski komünistlerin dip akıntısı hareketlenir korkusu var ya, sürünmeye bir başlarsa kim kalır kim gider hesaplarını yapacak matematikçi hala anasından doğmadı. Ondan ikisine de aynı sembol olmaz noktasında durduk. Manda olur olmasına da, bizde yeni ve daha derin bataklık sorunu çıkar mı diye düşünüyorum! Şu manda fikri, daha önce, yani bir 5 - 6 yıl önce, HÖH - DPS Tarım Bakanlarından birinin aklına gelmişti. Devin Balkanında kuzu çevirmeleri kızartılırken üzerine yağ yerine bal sürülür. Ballı toklu etini fazla kaçıran bakan çımkırdığında, etraf bütün bataklık olursa ne yaparım diye düşünmüş olacak, köylülere size manda getirsem, mandaya bakar mısınız demişti. Köylüler bizim buralar çok yağışlıktır ama batak olmaz, mandalar güçlü kuvvetli hayvanlar, kaşınırken çamları devirmesin, demekle yetinmişlerdi. Bu iş, o zaman öylece kala kaldı. Bir daha açılmadı, çünkü bakan da Sofya’ya döndüğünde doğrudan hastaneye girdi ve bir daha Devin’e uğramadı. Konu yıllarca açılmadı. Bu pazar HÖH Genel Başkanı Lütfü Mestan, 3 bakan ve bir bölük köfteci milletvekiliyle Baş Müftü Mustafa Hacı’yı da yanına alarak, bölgenin esas Türk köylerinden olan Barutin’e, “zulmü anarak unutma” mitingine katıldı. Dualar edildi. Sonunda köylülere ekmek arası 1200 köfte dağıtıldı. Köylüler “kıyması karışıktır” deyip pek uzanmadılar. Olacak iş değil, şu halkımızın ballı çevirme ve memleketi baştanbaşa bataklık haline getirme hayali hala tamamen kurumamışken, şu “karışık kıymalı köfte” âdeti nereden çıktı, bir türlü anlayamadım. İnsanımız şu ekmek arası sözüne de bir türlü alışamadı. Geçerli olan “ekmeği bulan arasına bakmaz” sözü olduğundan olabilir. Yenilikçidir insanımız, ama


220

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

şöyle bazı şeyler cici bici paketlenmiş sunulunca, tedirgin oluveriyor. Unutamadıkları var ya, ondan olabilir. Durum böyle mayalanırken, biz, sosyalist partiye, her isteğimize karşı çıkıp ayak dirediğinden ötürü, bilirsiniz dilimizde “katır inadı” deyimi vardır, “katır” simgesini uygun bulsak! Boyko Borisov’un GERB partisine de 2000’li yıllarda Bulgar politik sahnesine çıkan en büyük siyasi oluşum olduğundan ve pek de hareketlenmeden yana olmadığından, hatta otu suyu göle getirseler batakta yatarken serinlemeye razı olduğundan dolayı “manda” simgesini yakıştırsak, kötü mü olur? Bir defa bal gibi olur ve bizim miller baka baka alışır. Bu durumda, son zamanlarda, bir Sofya’da, bir Kırcaali’de, bir Barutin’de, bir Stanişev’le bir Borisovla olan Lütfi Mestan’a neyi uygun bulalım acaba? Aslında “çekirge” desek olur. Ama “çekirge” yanız Lütfi’ye diyebiliriz, çünkü devamlı sıçrayan o. Bak Ahmet’e “her taş yerinde ağırdır” atasözümüzü işiteli, Saray’dan çıkmıyor. Hak ve Özgürlükler kitlesi ise, “merkezci” olduğunu sandığından, “çekirge” lakabını yutmaz. Bizim insanımız “çekirge, bir sıçrar iki sıçrar, üçüncüde düşer” atasözünü bilir ve bu oyuna gelmez. Lütfi’ye de başka bir şey icat etmek lazım aslında. Çünkü “araba devletten, benzin devletten” öteye beriye sıçramalar iyi de, şu halka hitap sorunu çözüm bekliyor. Demek istediğim, mecliste virgüllü noktalı Bulgarca konuşman başka, halkla görüşürken Bulgar lehçen başka, halk dilin ile virgüllü dilin farklı, Türkçen ise, ceza kesilecek düzeyde değil. Bizde buna “içi başka dışı başka” derler ki, halkın istediği “içi bir dışı bir” olandır. Gözünü seveyim, sen şu Bulgar’ın kıskanç bir millet olduğunu unutma, onların anadilini onlardan iyi konuşman hepsini sinir etti. Sana Sliven Balkan köylerinde kesilen 2 bin leva ceza, aslında “ana dilin Türkçeyi iyi öğren” cezasıydı. Boş bulundun, farkına varamadın. Seni izleyen ve Türk dilini bir edebiyat dili olarak en modern bir şekilde öğrenen arkadaşlar, çağdaş Türkçe sertifikalıdır, onlar bizim, senin benim, öz dilimizi bilmezler. Senin anandan nenenden öğrendiğin ev dilimizi hiç bilmezler. Bundan dolayı hiç biri vazifesi olan raporu yazamamıştır. Ne söylediğini anlayamayınca, daha büyük ve sorumlu arkadaşlar raporsuz kalmıştır. “Ayağına basın” emri yukarıdandır. Nasıl bassınlar senin ayağına? Arabadan inmiyorsun! Hm bırak şu av ve balıkçılık işlerini, bir serencime kurban gidersin. Bir yerde pek durmuyorsun. Dikkat et! Sen aslında Barutin’de az kala bir ceza daha yiyecektin. Ya sana ne lazım Kadriye Latifova’nın “Telgrafın telleri” türküsü? Telgraf mı kaldı? Her şey ve her yer “smart” iletişim. Bakıyorum da sen şu dokunmalılara geçememişsin, öğrenmek için zaman lazım tabii. Olmayınca olmaz. Zaten bir köpek bir av kovalar, sen zaten ikisinin birden peşindesin, bir Boyko, bir Stanışev derken, boşa za-


Makale ve Analizler - 2014

221

man tüketiyorsun. İl günde söylendi sana. Bizde iki kutuplu politika oluşamadı, kimin kim olduğu pek belli değil. Aslında, Boyko Borisov bir itfaiyeci olarak Komünist Partisi’ne genç istidatlı kadro olarak alınmıştı. Doğru konuşalım gelişmesi ve olgunlaşması biraz “yavaş çekim” olsa da, artık koruması olduğu Todor Jivkov’un halkla iletişimde kullandığı köylü dili özellikleri kursunu başarılı bitirdiği belli oluyor. Kekelemeli okurken, hele bazı rapor okumada çok zorlanan, ama halk beniz cahil sanmasın diye sayfaları büyük büyük harflerle yazdırıp, art arda hızla çeviren ve kalın camlı gözlük taşıyan Todor Jivkov, okumaya çalıştığı raporlarda hepten sökemediği bazı bölümleri el işaretleriyle anlatıverirdi. Bu duruma düşmek istemeyen Boyko ise, okumuyor, bilmediğini anlatmıyor, bildiklerinde de kısa kesiyor. Bir de Boyko “üç sözlük” tümce şeklini benimsemiştir. Aslında % 48’i söyleneni anlamakta güçlük çeken bir halka ne kadar kısa ve öz konuşulursa, başarılı olma ihtimali o kadar büyüktür. Stanışev’i ise, sosyalizm çöktüğünde, ne olur ne olmaz hesapları yapılırken, askeri diktatörlükler için mi hazırlamışlar ne, partiye katılması “Rus Ordusunda Subay Üniformalarında Düğmeler” üstüne tez yazarken olmuş ve kimden işittiyse şu “dinlemek konuşmaktan iyidir,” kuralına hep bağlı kaldı. Büyük liderlerden ikisi de yazmayı sevmiyor. İşte böyle bir “katır, manda ve çekirge” ortamındayız. Görünüm bu, fakat bu formül bizde tutmaz kanısındayım, çünkü çekirge haşarat kategorisine girdiğinden, manda ve katır arasında ne işi olur? Bizde bir sağ elden bir de sol elden yem yiyen, eti yenmez, gagası ötmez tepeli güvercinler vardı. Ben bunlara “Barış Güvercini” demek istemiyorum, siz de görmüşsünüdür, o cins tepe püskülünden ve ayak kurdelesinden temizlenmiş, olanlardır. Pikaso tablosunu anımsayın yeter. Hem de, Boyko ile Sergey arasındaki didişme danışıklı dövüş olduğundan barıştırıcıya gerek yok. Tepelilerin en büyük özelliği, “ıslık çalındığında takla atmak”tır. Bu yüzden ona “tepeli güvercin” desek daha uygun gibime geliyor. Sakalı falan da var ya! Bilmem siz ne dersiniz! Zaten çağrılan yere hemen gidiyor. Bir de şu perde arkası masallarıyla, kimin faşist olduğunu anlamakta güçlük çektiğimi açıklayarak başladım yazmaya, Orta Asya’yı delik deşik eden Amerikalılara da insaf, koskoca Padişahlar Padişahı Yıldırım Beyazıt hana Ankara Savaşı’nda ettikleri azmış gibi, bu gidişle Timur hani “iyilik meleği hümanist” bir katil çıkarsalar, şaşmam doğrusu.


222

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Sahne dekorunda çıkmış elleri anlamak da kolay değil. İçi yem dolu iki el, bizim tepeli gagalıyor, onlar susuyor. Ye, ye de keseriz diye mi düşünüyorlar nedir. Tepeli güvercinin eti yenmediğini bilmeye bilirler. Güvercincik bir sağ bir sola bakıp gagaladıkça gagalıyor. Bir önceki gagalayıcı şimdi kümestedir. Onu çok sevmişlerdi, çünkü yalnız kendisi yedi, kimseye tek tane yedirmedi. Yem dolu eller susuyor. Biri bir sıksa boğazını koparır diye korkuyorum. Yem gursağında kalır diye düşünmem gerekir, ama bunu düşünemiyorum. Hangi el sıkar! Sıkar mı, sıkmaz mı diye düşündüm kaldım. Asıl sıkacak olan perde arkasında olduğundan, kimin sıkacağı pek belli değil gibi... Sahnede yem dolu iki el ve bir tepeli var. Ne Stanişev ne de Boyko hem ortada hem ortada yok. Bizim tepeli bir o ele o yeme, bir bu yeme bu ele saldırıyor, sol ve sağ sözlerini kullanmıyorum, çünkü bir el sol ya da sağ olmazdan önce, sadece eldir. Ömür boyu da el kalır. Bizim politikacılar zaten sağ elli solaktır. Sahnede başka kimse yok. Güverci tepeli olsa da ne olur!




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.