10 MÜCADELEMİZDEN SAYFALAR

Page 1

Makale ve Analizler - 2014

1

MÜCADELEMİZDEN SAYFALAR

2014 Temmuz - Ağustos Makale ve Analizleri


2

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

MÜCADELEMİZDEN SAYFALAR BULTURK BGSAM Yayınları Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi - BGSAM -10 BULTÜRK Genel Başkanı: Rafet ULUTÜRK Basım: Temmuz - Ağustos 2014 Koordinatör: Dr. Nedim BİRİNCİ Editör: Raziye ÇAKIR İnternet sorumlusu : Kapak Tasarım: Murat ULUTÜRK Pazarlama Sorumlusu: Hamiyet ÇAKIR Arşiv: İbrahim SOYTÜRK İsteme Tel: 0212 511 63 47 www.bulturk.org; www.bghaber.org; info@bulturk.org İnternet sitesinin yazıları Adres: Yıldırım Mah. Şehit Kamil Balkan cad. No.114/A Bayrampaşa İstanbul Tel: +90 (212) 511 63 47 Belgegeçer: +90 (212) 526 51 98 https://bgsam.org/, https://issuu.com/bulturk, https://bulturk.org.tr/ Baskı : DİNÇ OFSET MATBAACILIK SAN. ve TİC. LTD. ŞTİ. Adres: Davutpaşa Cd. Emintaş San. Sit. No: 103/580-581 Topkapı - İstanbul Tel: 0090 212 493 24 67 TÜRKİYE CUMHURİYETİ YASASI GEREĞİNCE BU ESERİN YAYIN HAKKI BULTÜRK’ten İZİNSİZ KISMEN VEYA TAMAMEN ÇOĞALTILIP YAYINLANAMAZ

Web: www.bghaber.org ; E.Posta: rafetuluturk@yahoo.com


3

Makale ve Analizler - 2014

“Bilgi Ordusu, Bizim Ordumuz, Bildiğimizi Öğretmek,Bizim Borcumuz.” Rafet ULUTÜRK

Düşünceler dizisi olan elinizdeki eserin anlamı derin bir uğraşın ancak başlangıcıdır. Bulgaristanlı Türk Müslümanların başına 1970-72, 1984-85’te düşen yıldırımın bir daha düşmemesi için bir uyarı ve ışık niteliğindedir. Saygılarımızla, B U LT Ü R K İ st a n b u l


4

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2014

5

Önsöz Yerine Yıl 2014 70 yıldan beri anadili, dini, yaşadığı şekilde yaşaması, istediği gibi sevip sayması yasaklanmış olan Bulgaristan Trükleri’nin bir yıl önce başlayan bellek zarlarını sökerek kendilerini anlatma serüveni artık tay durmaya başladı. Ekibin yazdıkları kalemler dik, olaylara yaklaşımları cesur ve bilgedir. Okurları uyanmaya kışkırtan bu yazılar elektrik çağından elektronik çağ sıçrayan genç kuşağa hitap ederken, onların soy boy vatan geçmişlerini, kavgalarını, parçalanmalarını, göçleri, kader çizgisini değiştirme mücadelelerini anlatıyor. Anadilinde okuması yazması, kitap basması yasaklanmış bu etnik Türk azınlığının öz edebiyatını ve oradaki koşullarda özgün kültürünü oluşturması geleneklere dayanan yaşam biçimine nefes aldırmaya devam etmesi sanki bir kahramanlıklar serüveni. Türkiye ve Türkiye’deki yakınlarıyla ilişkileri kesilmeye çalışılırken yasaklanmış ama onlar közleri asla söndürmemişler. Türklük sevgisi ve Müslümanlık aşkı hayatlarını belirleyen temel etken olmuş. Dünya pencerelerini onlara kapayanlar ruhlarının sönmesini beklerken 1989’un Mayısında onlar İsyan edip hakları uğruna birlikte toplu olarak şahlanmışlar. Doğu Blok psikologları bu gelişmeleri öngörememiş, gafil avlanmış ve olayların sonunda aynı yılın 10 Kasımında komünist partinin totaliter baskı ve terör rejimi Bulgaristan Türkleri sayesinde devrilmişti. Bulgaristan Türk-Müslümanlarının Türk kimliğini oluşturup geliştirme davasındaki büyük özellik, mücadelenin genel insan hakları, adalet ve demokrasi kavgasına örülmesi, politik nitelik kazanması ve ulusal çapta alevlenmesidir. Bu dış dünyadan maddi yardım almadan örgütlenen ve kendi közünde alevlenen bu Ayaklanma çok yüksek bilinçlilik düzeyi sergilerken, okumuşluk düzeyi düşük olan halkların ruhu kör ve güçsüzdür tezini de kırdı. 2014 yılı yazılarımız, siyasi çalkantıları, seçim dalgalanmaları ile birlikte çok sevdiğimiz vatanımızı, diktiğimiz ağaçları, meyvelerimizin tadını,


6

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tozlaşmak için rüzgar bekleyen buğday denizlerimizi, Tuna’mızı, Balkanımızı, Ardamızı, Tunca’mızı, çilekeş insanlarımızı da anlattık. Bizden iyi anlatan şair ve yazarlarımızı hep aramızda bulduk. Saygılarımızla, Raziye ÇAKIR


Makale ve Analizler - 2014

7

Önsöz: Toplumların hayatında yazılı tarih büyük bir öneme sahiptir. Ancak bizde yazılı olmayan tarih, yani nesilden nesile aktarılan tarih vardır. Bu nedenle bazı olaylar zamanla faklı şekilde anlatılmakta veya algılanmaktadır. Gelecek nesillere aktarılacak olan bilgi birikiminin arşivlenmesi, kitap, dergi veya gazete gibi yayın organları aracılığı ile kalıcı hale getirilmesi büyük bir öneme sahiptir. Bu nedenle edindikleri tecrübeleri, yaptıkları çalışmaları toparlamak ve kitaplaştırmak güzel bir çalışmadır. Bunu bireysel olarak yapımaktan öte kurumsal olarak da yapmaları takdire şayan bir davranıştır. BULGARİSTAN TÜRKLERİ KÜLTÜR VE HİZMET DERNEĞİ kısa bir süre önce 2013’te kurulan internet haber sayfası www.bghaber.org sitesindeki yazıları bir araya getirerek yapılan bu çalışmaları kitapçık halinde getirerek bu konuda büyük bir ciddiyet göstermektedir. Derneğin internet haber sayfasında çıkan yazıları ve çalışmalarının yıllıklar halinde kitapçık haline getirerek yer aldığı bu çalışma gelecek kuşaklara aktarılacak ve ışık tutacaktır. Öte yandan dernek büyük bir arşiv de oluşturmuş durumdadır. Dernek faaliyetlerini gerekli ciddiyetle yürüten dernek Başkanı öncülüğünde dernek kurucuları, Yönetim Kurulu ve üyelerinin yaptıkları özverili çalışmalarından dolayı kutluyorum ve başarılarının devamını diliyorum. İsmail Gemici BULTÜRK Kurucu Üye


8

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Değerli Hemşehrilerim, Bulgaristan’da hepimiz zor günler yaşadık, itildik, ezildik, çiğnendik, hatta gün geldi vurulduk, şehitler verdik. Bu nedenle bizler kendi içimize kapanarak, yaşam mücadelesi vermeye çalıştık. Ancak bu içine dönüklükten kurtulmalıyız ve Türkiye’de yaşadığımıza göre, yasaların bize verdiği tüm haklardan bizlerde yararlanmalıyız. Peki, neden bunu yapamıyoruz? 1877-78 Rus-Türk savaşından sonra Osmanlının Balkanlardan çekilmesiyle birlikte, savaş esnasında işlenen akıl almaz katliamlar nedeni ile atalarımız asırlarca yaşadıkları yerleri terk ederek göç yolunu tutmuşlardır. Geride kalanlar ise Bulgaristandevleti’nin uygulamaya başladığı soy kırım politikalarına karşı direnmiş ve hayatta kalmaya çalışmışlardır. Şimdi ise burada Türkiye’de yaşayanlar oralara yardım edebilmek için, burada ilk önce bir araya gelmek ve bir merkez oluşturmalıyız. Artık bir kurum altında toplanmalı ve birlikte hareket etmeliyiz. Bu birliğe hepimizin ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Artık bir birimizi kötülemekten vaz geçmeliyiz, birisi için yanında konuşamayacağımızı başka bir yerde konuşmamalıyız, yani kısaca arkasından konuşmamalıyız. En önemlisi samimi, hoşgörülü ve ahlaklı olmak. Zamanla her şey yerine geleceğine inanıyorum, ama tabi ki bu dava üzerinde kafa yoran, stratejiler üreten ve devamlı bunun üzerinde çalışan olursa. Bizim savaşımız insanlarımızı ahlaklı yetiştirmek olmalı, birlik ve beraberliğe kendi insanlarımızla başlayarak tüm Türk Dünyasına taşmalıyız. Bizler burada Türkiye’de yaşayan Bulgaristanlılar büyük bir kitle haline gelmiş durumdayız. İşte bu nedenle şimdi bu kitleyi yani kendi hemşerilerimizi, bir araya toplayarak bir merkez, bir güç birliği oluşturmalıyız, tabi ki bu bizim doğal tabii hakkımızdır. Bizler de artık toplum gücünü kullanabilmeliyiz. Toplum olarak haklarımızı elde etmek zorundayız ve bu yönde çalışmalıyız. Biz bunu söylerken, önderlerimizi seçerken, başkaları kötüdür demiyoruz.


Makale ve Analizler - 2014

9

Biz bu işi onlardan daha iyi yapabileceğimize, Türkiye Cumhuriyetine ve Türk Dünyasına daha verimli olacağımıza, buralarda bu bölgelerde yaşayan Türklerin daha iyi, daha güvenilir, yaşamalarını sağlayacağımıza inandığımız için, Önderliğe, Yönetime talibiz. Bu arada Bulgaristan’da kalan kardeşlerimizin hepsinin siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel kimliklerini, muhafaza edebilmeleri için mücadele etmeliyiz ve bu konuda gerekeni yapmalı ve gerekli yardımları yapmalı ve yaptırmalıyız. Aramızda Ahlâklı, Adaletli olanları seçmenli ve yüceltmeliyiz. Geçmişi konuşmaktansa, gelecekten söz etmeliyiz, bugünü değil, yarınları görerek hareket etmeliyiz. Aramızdan stratejistlere imkân ve fırsat vermeliyiz ve onları bizler yetiştirmeli yön verebilmeliyizkısa-10 ve uzunvadeli -50 yıllık hedefleri gösterebilmeliyiz. Aramızda kötü niyetli insanları tespit etmeliyiz, bilmeliyiz ki, onların kusurlarından dolayı değil, bu güne kadar yapılması gerekenleri engelledikleri için aramızdan uzaklaştırmalıyız. Bu güne kadar neler yapılmamış, onları araştırmalı, bilmeliyiz ve neler yapılması gerekir onları söylemeliyiz ve bunları bir an önce hayata geçirmeliyiz. Bizler gözyaşları dindirmek için, yaralara mehlem olmak için, her yüke ortak olabilmeliyiz. Gençlerimize, sadece balık pişirmesini değil, balık tutmasını da öğretmeliyiz, insanlarımızı denizlere, okyanuslara açılmalarını sağlamalıyız. Aramızda Tek Lider değil her sokakta, her mahallede bir lider yetiştirmeliyiz, biz dünyayı yönetmek için oğullarımızı yetiştirmeliyiz. Bizim insanlarımız yani Bulgaristan Türkleri şahsi başarıları Türkiye’de belkide en çok olanlardanız. İşte artık bizler toplum olarak haklarımızdan yararlanmasını bilmeliyiz. Her şeyden önce siyasi haklarımızı toplum olarak kullanmalıyız, daha sonra ekonomik ve kültürel haklar onu takip edecektir. Hepimizin gördüğü gibi, tarihte büyük güçler çok defa kötü politikaların kurbanı olmuşlar ve bunlar devam edecektir. Bir toplumun Lideri olmadan hiçbir şey olmaz, bu lideri de toplum çıkarmalıdır. Siyaseti güvenilir, sevimli hale getirmek bizim hedefimiz olmalı, bu gün çok zor, imkânsız olarak görünse de, yarınlara umutla bakabilmeli ve baktırabilmeliyiz. Var olabilmemiz için, var kalabilmemiz için, öncelikle temel hususlarda anlaşma sağlamalıyız. Aramızda bir birimize güveni kaynaştırmalıyız ve samimi olmalıyız.


10

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Her şeyden önce özgüvenimizi kazanmalıyız, birlik ve beraberliği ön planda tutarak insanları insan oldukları için sevip saymalıyız. İçimizde barışı sağlayıp, tek merkezde bir çatı altına toplanmalıyız. Bu çatı da “BULTÜRK Derneği” olmalıdır. Buradan tüm dünyaya sesimizi duyurabiliriz. Balkanlar konusundaki politikalarda etkili olabilmek için yolları aşındırmalıyız. Çünkü gelişmiş ve Bulgaristan’da etkili bir Türkiye Balkanlara tamamen hâkimiyet kurabilecektir. En önemlisi kararlı olalım ve birbirimize samimi, saygılı olmayı ve bir birimizi sevmeyi öğrenmeliyiz. Bizim derdimizi ve problemlerimizi en iyi anlayabilecek zaat bizden olduğunu idrak etmeliyiz. Bulgaristan Türkleri konusunda teşhisi bizler kendimizi yetiştirerek yetki mercileri alarak son noktayı biz koymalıyız, bu güne kadar ki eksikliğimiz budur. Ayrıca Balkanların anahtarı Bulgaristan’da yani Bulgaristan Türklerinden geçtiğini de öğrenmeli ve öğretmeliyiz. Sevgili dava arkadaşlarım. Kendimizde özgüveni, aramızda güveni ve merkezioluşturduktan sonra, kimsenin aramıza nifak tohumları ekmesi mümkün değildir. Bizim için önemli olan, eksiklerimizi bulmaktır. Geçmişi bırakarak artık bizler aydınlanma dönemine bir an önce geçmeliyiz. Halimizi tespit etmek çok kolay, gazete, dergi yayın hayatımız nerede, kaç gazete, tv, radyo bizimle ilgili haber yapıyor.Burada suçlu değil, sebepleri aramalıyız. Gelin bunları tartışalım, niçin bu güne kadar bir Bulgaristan Kültür Merkezi olmamış, bunu şimdi nasıl gerçekleştirilebiliriz, bunlara yönelik çalışmalar toplantılar yapmalıyız. Hedefimiz Türkiye Cumhuriyetini daha güçlü, daha huzurlu ve daha iyi yarınlara götürmek için olmalı. Güçlü bir Türkiye Bulgaristan da yaşayan Türklerede güven ve huzur verecektir, onların daha rahat yaşamalarını hep birlikte sağlayabiliriz. Bunlar zannetiğiniz kadar zor işler değil. Dünyada insanlar bir iş için değil, bir İdeal için hayatını feda ederler. Bunun için güçlü olmak sesini duyurabilmek için öncelikle bir Kurum ve bunun Merkezini oluşturmalıyız. Çünkü Merkezi olmayan hiçbir topluluk bir yerlere gelmesi mümkün değildir. Bu güne kadar konuşmalar tartışmalar yapılmış fakat bir ağıç ekilmemiş işte bu gün bunu yaptık BULTÜRK tüm Bulgaristan Türklerinin biz öncelikle sadece Bulgaristanlıyız.


Makale ve Analizler - 2014

11

Bizler elimizdeki kıt kaynaklarla bir merkez oluşturmaya çalıştık, bunda da muhafak olduk. Bu merkeze ulaşmakta büyük güçlükler ile karşılaştık bu konuda bizlere yardımcı olan emeği geçen herkese teşekkür ediyoruz. Ayrıca bizlere kendi yerini veren Mümin Hocamıza huzurunuzda kendisine tekrar tüm halkımız adına buradan teşekkür ediyoruz. Bundan sonraki hedef de Türkiye’nin her yerine ulaşmak ve bu birlikteliği her yerde tesis etmektir. Bu merkezimizde artık kendimize ait bir kültür merkezimiz oluştu toplantı salonumuz da mevcuttur her 15 günde bir toplanıyoruz. Amacımıza ulaşabilmek için devletin bir şeyler yapmasını beklememeliyiz. Birlikten kuvet doğar Atasözünde olduğu gibi güçlerimizi birleştirerek devlet yönetiminde söz sahibi olmalıyız ve geleceğimize kendimiz yön vermeliyiz. Gençlerimizin devlete girmelerinin yolunu aydınlatmalıyız. Artık bizim de Ankara’da TBMM’de kendi temsilcilerimiz olmalı. Bizler de buralara kendi içimizden birilerini gönderebilmeliyiz. Aramızda birlik ve beraberliğimizi oluşturduğumuz takdirde kendi içimizde samimi olduğumuzda başarıların ard arda geldiğini göreceğiz bunu başaracağımıza eminim. İhtiyacımız olan tek şey kendi içimizde daha adaletli olabilmek. Sevgi ve saygılarımı sunarım, Genel Başkan Rafet ULUTÜRK


12

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Temmuz - Ayı yazılanlar - 2014 Başkanlık yolu açıldı

Rafet Ulutürk-01.Temmuz.2014

Tarihin en görkemli İmparatorluğu olan Osmanlının çözülme ve monarşiden Cumhuriyete geçiş sürecinde toplam 44 devlet oluştu. Son hesapta, bu zengin geçmişin ana varisi Türkiye Cumhuriyetidir. O, aynı tarihsel geçmişin enerjisiyle kurulan irili ufaklı devletlerden hiç birine yan gözle asla bakmadı gibi, husumet yaratıp savaş da açmadı. Bu açıdan Türkiye’nin bir asırlık Cumhuriyet tarihi son yüzyılın emsali olmayan parlak bir örneğidir. 43 kardeşine ayırıp kayırma gözetmeyen, hepsine karşı hep aynı mesafede olmaya çalışırken bir ağabey gibi davranan Türkiye devleti, yakaladığı toplumsal modernleşme, gelişme ve kalkınma modeliyle öteki kardeşlerine örnek olurken, dara düşene ise hep yardım eli uzatıyordu. Suriye faciasında, konuk muamelesi gören sığınakçılara gösterilen sıcaklık, biz Bulgaristan ve Balkan Türklerinin yaşadığımız toplam 39 göç esnasında, hele 1989 Büyük Göçünde gördüğümüz büyük ağabey yaklaşımının bir devamıdır. Büyük Osmanlının gölgesi ruhlarımızda bugün de hepimizin Vatanı ve yuvasıdır. Bu dev Çınar’ının köklerinin kardeşleşmesinden oluşan ormanda ağaçlar ortak gölge oluşturmaya çalışırken, son bir ayda beliren zamansız mezhep kavgaları; “İslam Devleti” ve “Halifelik” ilan edilmen ya da kargaşayı fırsat bilip sınır çizgilerini değiştirip bağımsızlıktan dem vurmaya kalkanlar, bizde farklı çağrışım uyandırdı. 1981’te, Bulgar Devleti’nin “1300. Yıldönümü” törenlerinde, olayları olduğundan görkemli, gölgeleri de olduğundan koyu göstermeye çalışan diktatör Todor Jivkov, Sofya’da Kültür Sarayı bahçesine bir günde büyük büyük yapraklı ağaçlar dikip her yeri gölgelendirilmişti. Dev ağaçlar Almanya’dan getirilen iri dişli kepçelerle kökünden söküp saray bahçesine açılan kuyulara ormandan getirilip dikilmişti. Bilirsiniz boylanan ağıcın kökü kazılmaz ve sulanmaz, çünkü o aradığı suyu derinde bulmuştur ama bizimkiler kazdılar suladılar, suladılar kazdılar ve ikide bir ilaçladılar ama bir iki yılda ağaçların hepsi kurudu. Sosyalizm düzenine de totalitarizm illetini dikerek toplumsal olarak da kurudukları misali...


Makale ve Analizler - 2014

13

İslam Devleti ilan edenlerin Halifeliği de in üstüne çatı gibi göründüğünden kendini anlamsızlaştırdı. Hilafetin kaldırılması ben Osmanlıyım demekle gururlanan teba için 3 Kasım 1939’da Tanzimat fermanının ilanı ile modernleşme mikrobunun halk zihninde parçalanıp bölünen ufalanan devletten yıkıcı kanunları kendisinin nasıl yok etini göstermiş oldu. Bu olay bana, en basit tebaası “Osmanlıyım” demekle gururlanırken 3 Kasım 1839’da Tanzimat Fermanıyla içine “modernleşme” mikrobu düşürüp baştanbaşa parçalanıp bölünerek ufalanma temellerini kendisinin nasıl attığını anımsattı. 1924’te TBMM Hilafeti kaldırmakla Müslüman ülkelerin uygar dünyaya katılma kapısını araladığı gibi, Bulgaristan Krallığı’nda yaşayan Müslümanların yenileşen düzene Başmüftülük yönetiminde ayak uydurabilmelerine serbestlik getirmişti. Son yüzyılda Osmanlıdan kopan devletler uygar dünya yolunu ararken hep Türkiye’ye baktılar, Türkiye Cumhuriyeti’ni örnek aldılar. Tarihsel gidişi silah zoruyla ters çevirip, geçen hafta bir şeriat devleti ve Halifelik ilan edilmesi hepimizi düşündürdü. Hıristiyan dünyası ile ilişkilerin “soğuk ve sıcak savaş” dönemine yeniden itilmesine yol verilemez. Diş İşleri Bakanımızın Sayın Ahmet Davudoğlu’nun “dünyanın bundan sonra ilerlemesi uygarlıklar arası savaştan geçer” diyenlere verdiği yanıtında “Hayır, barış ve anlaşmadan, sınırsız bir dünyadan geçecektir” demesi yankılanırken büyük destek topladı. Balkanlar açısından bakıldığında, Büyük İskender, kimin Çarı oldukları üzerinde tartışmalar dinmeyen II. Simeon ve İvan Asen, İslav alfabesini yazan Kiril ve Metodiy kardeşlerin devasa anıtlarının çevrelediği Üsküp meydanında değişik vesilelerle karma mehter takımlarının Osmanlı ve Türk marşlarını dinlemek olanaklaştı. Makedonya’da Osmanlı mirası olan bütün konak, askeri okul, cami, medrese, tekke, köprü, okul ve çarşılar onarıldı. Güzellikler yaşama kazandırıldı. Kutlamaya değer gelişmeler oluyor. Öte yandan, Bulgaristan’da Başmüftülük ve vakıf taşınmazlarının, Osmanlı kale ve konaklarının, Kostendil’de “Fatih Camii” de aralarında olmak üzere Karlovo “Kurşun Camii”, Razgrad “Büyük Camii”, Kırcaali’de Medresemize, Filibe “Taşköprü camisi” ve “Türk Hamamları” gibi tarihi ve yüksek mimari mirasımızın dış mangalına bile dokunmamıza izin verilmiyor. Bulgar’ın Anti-İslam ve antiTürk devlet politikası halen sürüyor. Düne kadar Türkiye diplomasisi tarafından da desteklenen HÖH - DPS lider takımı öz Vatanımızda Türklük düşmanı politikayı çok aşamalı ve değişik biçimli bir uygulama olarak bazı belediyeler desteklemeye devam ediyorlar. Bu konuda mahkeme kararlarının hiçe sayılması, çok


14

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

manidar olduğu kadar, eski Osmanlı topraklarında çok çelişkili ve ağır problemli sorunlar yaşandığına hepimizi tanık ediyor. Bu arada Bulgaristan’a son 25 yılda en fazla yardım eden ülke de yine Türkiye Cumhuriyetidir. 2 milyardan fazla yatırımla Türkiye Bulgaristan’ın birçok il merkezinde fabrika bacalarını tüttürdü. Sofya yer altı treninin 2. hattını inşa edip işletti. Burgas iline açılan otoyola damga vurdu. Sofya’yı Pernik şehrine otoyolla bağladı. Oteller kurdu, işletiyor. Lokantalar açtı ağız dadımız değişti. Özlemlerimizi giderdi. Eğitim ve kültür alanında atılacak yeni adımlara alan hazırlıkları devam ediyor. Bu dev yardımların 2002 yılından sonra kat kat artarak hayat bulması, olayların kökünde Sayın Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın olduğunu belirtmemize yeni vesile olmuştur. Bu minnettarlığımızın ifadesi olarak Biz Bulgaristan Türklerinden İstanbul’da BULTÜRK Derneği olarak son yerel seçimlerde oyumuzu AK Parti adaylarına verilmesi gerektiğini basın toplantısı ile açıkladık. Hareketimizin doğru olduğuna inanıyoruz. İşte böylesi karmaşık bir ortamda Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez olmak üzere direk başkanlık seçimine gidiliyor. 10 Ağustos 2014 bu bakıma çok anlamlı bir gündür. Burada Türkiye’yi ileriye ve geriye çekmek isteyen iki cephenin birbiriyle yüzleşmesini izleyeceğiz. Monarşiden Cumhuriyet düzenine geçerken Osmanlının paşası ve Cumhuriyetin de kurucusu ve Başkanı olan Mustafa Kemal Atatürk’tür. Onun zamanında gerçekleştirilen reformlar Osmanlıyı öz ve biçim olarak olumsuzlaştırdı. Fakat bu yapılırken bazı çerçeveler dar tutulmuştu. Bunları genişleterek aşma yolunu ise Başbakan Recep Tayyip Erdoğan buldu. Son 12 yılda köklü yenileştirici adımlar attı: Bir defa çoğulculuğa dayanan politik sistemin üzerindeki anayasal vesaiti kaldırdı. Politik yapıyı yeniden düzenlerken demokratikleştirdi. Anadolu’nun sermayesini oluşturdu; Anadolu’da eğitim, kültür ve sanayi devrimi yaptı; Türkiye savunmasını dışa bağımlılıktan kurtarmak için milli savaş sanayisini kurdu; modern bir Türkiye’nin dinamik alt yapısını tünel, köprü, oto yol ve hava alanlarıyla tanınmaz bir hale getirdi. Ulusal bütünlüğünün etnik farklılıkları yaşatan bir bukette yaşayacağına inandı. Kürtlere ve diğer etniklere özgün kültürel haklarını tanıdı. 34 yıldan beri çözülemeyen Kürt problemine başarılı çözüm formülü buldu. Türkiye’de XXI. Yüzyılın ilk atılımlarını belirleyen bu gelişmeler daha 139’da atılan Batıya dönük uygarlaşma yolunu genişletmeye çalıştı. Kuşkusuz burada Türkiye Cumhuriyeti‘nin atlayamayacağı bir çita olmadığını yazarken,


Makale ve Analizler - 2014

15

tuz içinde şekerin zor eridiğine işaret etmek istiyorum. Modern Avrupa’da ilan edilen “farklılıkların bir araya gelmesinden oluşacak yeni Avrupa Birliği uygarlığı” aslında hayal edildiğinden çok farklı çizgiler de içeriyor. Bir defa, üye olan 28 devletin sınırlarını kaldırarak, bütünleştik demesi ve Brüksel meclisinde 24 dilin resmi dil olarak kabul edilerek kullanılması, yeni bir forumsal varolma biçimi yaratırken, özsel değişikler getirmedi. Üye ülkelerin her birinde var olan ve çözülemeyen ise etnik sorunlar kangrenleşmeye devam ediyor. Üye devletlerin ulusal devlet politikalarında azınlıklara etnik eğitim, kültür v.b. haklarını kullanma hakkı devlet eliyle kısıtlanıyor. Devlet ajanlarınca yönetilen yamak partiler örneğin Bulgaristan (HÖH) partisi Türk ve Müslüman azınlıklarını eriterek yok sayma değirmenine su taşımaya devam ederek ayakta tutuluyor. Atalarımızın atları evcilleştirerek, bakır, demiri ve çeliği yerlilerden daha iyi işleyip ehlileştirerek kolayca yerleştiği Anadolu’da buldukları eski Elen kültürü, Bizans hukuku ve Hıristiyan dininin yerine daha üstün bir üretim biçimi, ahlak ve adalet anlayışı getirdiklerinden dolayı 1 000 yıl önce kolayca kabul dilip yerleşebilmeleri dünyayı şaşırtmamıştı. Avrupa Birliği’nin (AB) varoluşuna temel tarihsel dayanak olarak gösterdiği Hıristiyanlık, kadim Rum kültürü ve Bizans hukuk üçlüsüydü. Modern Anadolu’da yani Türkiye sınırları içinde İslam dini, Müslüman yaşam biçimi, Türk-İslam sentezi kültür ve devletin cumhuriyet biçimiyle tam bir uyum ve mükemmel bir harmoni içinde yaşamış, yaşıyor ve yaşayabilecekken, aynı üçlü sentez bütünlüğü eski kıtada Türklük uygarlığıyla birlikte neden uygulanmasın? Neden uygulanmak istenmiyor? Bu perspektifi, nurlu ufku neden kabulü mümkün bir uygarlık olarak göremeyenlerin yaşam ortamı bulabildiklerini anlamak, dün olduğu kadar bugün de hakikatten anlaşılır gibi değildir. İşte böyle suni olarak ağırlaştırılmış koşullarda, Türkiye Cumhuriyeti Başkanlık seçimine gidiyor. Yarın AK Parti Başkan adayını açıklayacak. Herkes Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın üzerinde duruyor. Gerçeği isterseniz kişilik o kadar da önemli değil, çünkü Türkiye Cumhuriyeti Anayasa’sına göre bir vatandaş kendi başına Cumhurbaşkanı olmak isteyemez, kendini aday da gösteremez, parlamentodan 20 kişilik bir grup tarafından önerilmelidir. Şimdiki muhalefet, ana hatlarıyla CHP - MHP ikilisi, son 12 yılda Türkiye’de yeni algoritmaları üreten, yeni bakış açılarını yerleştiren ve devletin politik ve felsefi yeni yapılaşmasında dinamo rolü gören Başbakan SayınRecep Tayip Erdoğan veya AK Parti’nin önereceği adayın önüne hiç beklenmedik bir şahsiyeti (Ekmelledin İhsanoğullu) aday olarak dikildi. Bu neye benziyor biliyor musunuz?


16

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

AK Parti ve Başkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan dar başkanlık yolunda üç atlı faytonuyla normal ilerlerken, önüne muhalefet tarafından indirilen bir kani arabasıyla yolunun tıkanmasıdır. Fikrin özündeki hainlikte Başkanlık yokuşunun dar bir yol olduğu ve solama ve sağdan dolanma gibi bir imkân olmamasıdır. Bu yolun bir tarafı dere hendeğidir diğer yanı da siperdir. Monarşiden Cumhuriyete Cumhuriyetten Başkanlık sistemine başarılı geçiş, aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin devleti yönetim sistemini daha da demokratikleştirilmesi ve ehlileştirilerek daha verimli bir hale getirilmesi açısından Avrupa Birliği’nin önüne geçmesi anlamına gelir. Evet Türkiye artık devleşiyor ve bu devleşme de yarı ve başkanlık sistemine geçmek zorundadır. Bu gerçekleştiği takdirde inşallah tüm dünyada yaşayan Türklerin de dualarıyla yeni Türkiye’nin, yeni Cumhurbaşkanı hem ülkemize hem milletimize hem de dünyanın her yerindeki insanlarımıza umut verecektir. İnşallah Ramazan ayının bereketiyle oluşan bu dualar Milletimizin hem birliğine hem beraberliğimize hem kardeşliğimizi pekiştirir ve dünyada yaşanan acıları da ancak böyle hafifletebiliriz. Bekliyoruz. Başkanlık yolu yokuştur, geri dönüşü olmayan bir tırmanıştır. Türkiye Cumhuriyeti için ise bu bir yücelme yoludur. Tüm Türk Dünyası ve Osmanlıdan ayrılan 44 devletin pir dikkat izlediği ve örnek almak istediği bir ilerleme ve onur yoludur. Türk Dünyası Merkezinin oluşmasına az kaldı... Şimdiden Dünya Türklerine hayırlı ve uğurlu olsun.

3 Fıkrada Politika - 2

Neriman Eralp-01.Temmuz.2014

Biz, Bulgaristan Türk ve Müslümanlarını “eriterek asimile etme” politikasının 2 aşamalı olduğu ortaya çıktı. Bu iki aşamanın baş mimarı Ahmet (Dönek). Açıklanan gayet gizli belgelerde bu “eriterek yok etme” işinin Türkler bölümünün daha 1980 yıllarının başında ve özellikle de o zamanın Türkiyenin baş


Makale ve Analizler - 2014

17

cuntacısı olan General Kenan Evren’in bir Cumhurbaşkanı sıfatıyla Bulgaristan Türkleri konusunu diktatör Todor Jivkov ile görüşmesinden hemen sonra tasarlanıp kaleme alındığı art gün ışığındadır. Todor Jivkov: - “Çok ürüyorlar, ne yapacağımızı bilemiyoruz!” dediğinde . Kenan Evren: - “Eti senin, kemiği benim!” demişti. İşte o zaman, bu cevabı geliştiren Todor Jivkov ve Bulgaristan Komünist Partisi (BKP) ve devlet konseyi yönetimi iki aşamalı “eritme ve asimile etme planı” hazırlanmasını istemiştir. Bu planı yazıya döken Ahmet (Dönek) hemen ardından, gizli polisin “kışkırtma” ve “komplo” düzenleme planına uyarak, Varna köylerinden “Drındar”da birkaç kişi toplayıp Bulgaristan Türklerinin Kurtuluş Partisi kurma gibi bir saçma girişimde bulunup, kendi kendini ele verdi. Hemen ardında göstermelik duruşmalar yapıldı. O, arkadaşlarını toplatıp içeri tıktırdı. Hakkında mahkeme kararı olmasa da, kendisi de Sofya, Stara Zagora ve Pazarcık ceza evlerinin “konforlu hücrelerine” girdi. Hapiste olduğunu ve hücrede yattığını kanıtlamak içinde “havalandırma saatlerinde öteki mahkûmların arasında göründü. Göz boyamak için girdiği hapiste hep iki yerden maaş aldı. “DS” subayları ve Rus konsolosluğunda görevli KGB ajanlarıyla devlet dağ evlerinde viskili görüşmelerle gün geçirdi. Bu konuda çok işlendi. Çok yazıldı. Dosyalar okundu. Ciltlerle kitaplar çıktı, ama olayın fıkraları anlatılmadı. İki aşamalı eritme ve asimile etme planının Bulgarlar arasında anlatılan fıkrası şöyledir: İki Kurbağa - Ocağa 2 kazan koymuşlar. Önce birisinin altı yakılmış, hızlı ateşte su fokurdamaya başlayınca bir kurbağayı kazana atmış. Kaynak suda haşlanan hayvan birden dışarı fırlamış ve kaçmayı başarmış. Fıkranın bu birinci bölümü ile ilgili açıklamada isim ve kimlik değiştirme esnasında şok geçiren Pomakların 1972 Kornitsa, Glavinitsa, Nevrekop Ayaklanması benzetmesi yapılıyor. Bulgaristan Türklerinin de Mayıs 1989 İsyanı çağırışım yapıyor. Ayaklanan Türkler haşlama kazanından fırlamayı başardı. Baskı ve terörden yılmayan, en ağır işkencelere dayanan ama pes etmeyen Pomaklarda 1989’da çemberi yarıp kurtuldu. İkinci kazana kurbağa atıldığında su soğuktur. Kazan altına hafif ateş verilir. İkinci kurbağa yavaş yavaş ılıman olan suya alışır, su ısındıkça o hoşla-


18

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

şır ve en sonunda uyuşur ve fokurdayan kazandan sıçrayıp kaçacak durumda olmadığından, kaynak suda iyice pişer ve eriyip kaybolur. Bu ikinci kazan Bulgaristan Türklerini oyalayan ve uyutarak yok etmeye çalışan Hak ve Özgürlükler Partisi ve onun Türk, Türklük, Pomak ve İslam düşmanı “lider” takımıdır. Ortaya çıktığına göre, bu plan iki aşamalı olarak hazırlanmış, Türkler ve Pomaklar 1989’da birinci kazanı devirerek, sinsi planın birinci aşamasını bozguna uğrattılar. Son 25 yılda HÖH - DPS oyununa getirilen Türkler, Türklük ve Pomak ve Müslüman Çingene kardeşlerimiz 19 Ocak 2013 tarihinde özgürlükçü, yüksek mimarlık öğrencisi delikanlı Oktay Yenimehmedov, halkımıza karşı hazırlanıp çeyrek asır uygulanan oyalayarak (yavaş yavaş kaynatarak) yok etme planının Baş Mimarı Büyük Ajan Ahmet (Dönek)’in kafasına tabanca dayayıp onu kürsüden atarak, aslında halkımızı ikinci aşama içinde hemen uyanmaya, henüz genç olmadan kazandan fırlayıp hak ve özgürlüklerine sahip çıkmaya davet etti. Ayı ve Aç Kalan Yavruları: Ayı yavrularıyla birlikte ormanda dolaşırken, olgun meyve yüklü bir yaban armudu bulmuş. Dallarına tırmanıp silkerek gün emiş olanları yere düşürürken yavrular da yerde bulduklarını yemeye koyulmuş. İtişe kakışa çevik davranan yavrular düşene saldırdıklarından ağaçtan inen ana ayıya yerde armut bir şey kalmamış. Bunu gören ana ayı ağaca bir daha çıkmış ve dalları bir daha silkeleyip hemen ağaçtan inmiş ama bulduğunu yutan yavrulardan yine bir şey kalmamış. Aç kalan ana ayı bir karar alıp yavrularını bir yere toplamış ve sırtlarına büyükçe birer taş yerleştirmiş. Her birini kımıldayamayacak bir duruma getirdiğine inandıktan sonra da ağaca bir daha kendisine silkmek için tırmanmış. İndiğinde hem gölgelenmiş, hem de yemiş de yemiş. Salyalarını yutan yavruları hakkında da yiyecekleri kadar yediler, yatıp büyüsünler, diye düşünmüş. Bu fıkrada, ana ayı Hak ve Özgürlükler partisi (HÖH - DPS); yavrular emekçi halkımız, çocuklarımız ve emeklilerimiz; yaban armudu devletimizdir. Ana ayı HÖH - DPS “lider” ekibi olarak Bulgar devletini ve AB fonlarını kimseye tattırmadan, halka bir zırnık bile kaptırmadan yalnız kendisi yedikçe semiriyor. Bir iki silkmede karın yapan ayı yavruları ise, TKZS’let (tarım kooperatifleri) yok edilirken, fabrikalar kapanırken bir iki defa doya doya yiyip içen emekçi halkımızı anımsatır. Halkımız açlık ve sefalet taşının altında ezilmeye ve midesi sırtına yapışmış beklemeye terk edilmiştir. Bilet Almadı: Bir iddia merkezinin (toto-loto) önünde dilenen bir vatandaş, geleni geçeni öylesine rahatsız ediyormuş ki, bir gün geçenlerden birisi, “aman Allah’ım bu


19

Makale ve Analizler - 2014

defa başkasına çıkacağına, şu fakire çıksın da, ötekilerin yiyip içip çar çır edecekleri para, fakiri dertten kurtarsın, yüzü gülsün,” diye dua etmiş. Bu yalvarışa kulak veren yaratan “İyi ama o bilet almadı ki, nasıl çıksın?!” demiş. Bizde de öyle parası olmayan halkımızın eli kolu bağlıdır. Paralar “sarayda”, sarayı köpekler bekliyor, paraların üstüne oturanlar ise çalışmadan kazananlardır. Nerde bilet salıp, fiş doldurup beklemek. “Lider” takımı zengin oluruz diye korkuyor. Kimsenin bir şey yapmasına imkân ve fırsat verilmiyor. İnsanımızın hür ve serbest oldukları tek gün seçim günüdür. O gün “biz sizin için varız, her şeyi yapmaya hazırız!”, “Biz halkımıza her hizmeti götürmeye hazırken, siz sakın elinizi soğuk sudan sıcak suya sokmayın!” diyenler, sonra önce söylediklerini, sonra da hepimizi, her şeyi unutuyor. Ortalıkta görünmüyorlar. Halk adına bir fiş salan ya da bir kurban kesen yok. Seçim arifesinde ne yedik içtikse odur, ardı gelmez. İyi ki seçimler sık sık oluyor da, biz de bayram seyran havasına giriyoruz. Kimsenin bilet almaya fırsatı ve parası var. Tabii “lider” takımı için fırsatlar başka. Örneğin Brezilya’da futbol maçlarının biletleri ortalama 650 Euro’dan satılmış, final maçı biletlerinin fiyatı ise, 2 bin Euro olacakmış. HÖH - DPS yönetiminden 5 kişi bilet almış, gittiler. Bileti olan bayram ediyor. Biz bilet alamadık. İnsanları devamlı yoksul ve fakir durumda tutmak, muhtaç bırakmak, sefil yaşatmak da teslim olarak erimeyi ve asimile olmayı kabul etmelerine açılan bir kapıdır.

Bulgaristan Tarihinde Bir İlk: Cumhurbaşkanı İftar Verdi

03.Temmuz.2014

Komünizm rejimi ile 1989 yılında vedalaşan Bulgaristan’ın 24 yıllık demokrasi tarihinde ilk kez Cumhurbaşkanı tarafından iftar verildi. Yaklaşık 1 milyon 500 bin Müslüman’ın yaşadığı Bulgaristan’da, Cumhurbaşkanı Ro-


20

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

sen Plevneliev, Boyana Cumhurbaşkanlığı İkametgâhı’nda verdiği iftarda, “Hem zor durumdayken hem de mutlu bayramlarımızda daima hep birlikte olalım” dedi.Bulgaristan’da din, kültür, etnik ve insan uyumuna büyük değer verdiğini belirten Plevneliev, “Müslümanlar için kutsal olan ramazan ayında böyle bir yemeğe katılmak benim için onur ve gurur vericidir. Bulgaristan’da binlerce yıldır bayram sofrası dostlar ve arkadaşlarla paylaşılır. Böylece biz, bu güzel geleneği sürdürerek bu bayramda da politikacılar, diplomatlar, entelektüeller ile başlıca tüm dinleri bir araya getirmiş bulunuyoruz” diye konuştu. Plevneliev, sözlerini şöyle sürürdü: “Ramazanın esas hikmetinde olan en önemli değer şu ki,herkes bir arada olduğunda, barış ve mutluluk içinde yaşadığında daha başarılı olur. Ramazan, aynı zamanda aciz, yoksul ve hasta olanlar ile yalnız kalanlara yardımda bulunulması geleneğinin yaşandığı bir aydır.” Plevneliev, Bulgar milletinin sadece sözde değil, uygulamada da yüzyıllar boyunca hoşgörü anlayışını kanıtlamış olduğunu, ülkedeki Müslüman toplumun da bu hoşgörünün ve sağduyunun ayrılmaz bir parçası konumunda bulunduğunu aktardı. Geçen günlerde ülkede çok sayıda vatandaşın yaşamını yitirdiği sel felaketinde bir kez daha dil ve din ayrımı yapmadan herkesin yardım için seferber olduğunu anımsatan Plevneliev, “Binlerce gönüllü kişi ve farklı dinlerin temsilcileri, zor durumdaki felaket mağdurlarına yardım etti. Bulgar Ortadoks Kilisesi’nin yanında başta Bulgaristan Müslümanları Başmüftülüğü olmak üzere diğer tüm dinlerin temsilcileri, hem ibadet yerlerini hem de kalplerini açtılar” ifadesini kullandı. Yapılan iyiliğin daima geri döndüğüne inandığını dile getiren Cumhurbaşkanı Plevneliev, “Biz ülke olarak Müslüman sığınmacıların Ortadoks manastırına yardım ettiklerine tanık olduk. Bugün Bulgaristan’da bunları görmek, dayanışmanın evrensel bir değer olduğunu gösterir” dedi. Plevneliev, insanlığın ve uzatılan yardım elinin belli bir dinin tekelinde olmadığına değinerek, şunları kaydetti: “Bu sınavlar bizim için hayat imtihanıdır. Elinde olmayanın, darda kalan kişiye ekmek parçası uzatması, bu yüksek değerin bir parçasıdır. Sevgi ve özverinin bulunduğu yerde dilediğimiz her şey olabilir. Biz, hem zor durumdayken hem de mutlu bayramlarımızda da daima hep birlikte olalım. Ancak böylece hayatımızı verimli bir şekilde yaşayabiliriz.” - Başmüftü Mustafa Aliş Hacı - Bulgaristan Müslümanları Başmüftüsü Mustafa Aliş Haci de Cumhurbaşkanı Plevneliev’in iftar vermesinin, ülkedeki farklı din ve kültürler arasındaki güzel uyumun bir kanıtı olduğunu söyledi.


Makale ve Analizler - 2014

21

Kültür, din ve etnisiteler arasındaki bu hoşgörü ve uyumun tarihsel bir geleneğe dayandığını belirten Hacı, “Atalarımız, dini ve dili ne olursa olsun aynı topraklarda yaşamış, aynı suyu içmiştir. Böylece iyi komşuluk, dostluk ilişkilerini ve birlikteliğini günümüze kadar taşınmıştır” diye konuştu. Bulgaristan toplumunun, ekonomik, ağır ahlaki ve maneviyat çöküşü içeren, bazı insanları umutsuzluğa sürükleyen bir kriz içerisinde olduğunu vurgulayan Başmüftü Hacı, orucun faydalarından söz etti. Ramazan ayında tutulan orucun manevi değer ve kutsallığına değinen Başmüftü, “Oruç tutmak tüm dinlerde Allah’a hizmet etmek demektir. Yemek üzerindeki kontrolümüz, bizim maneviyatımızı yükseltiğimizin bir göstergesidir” ifadesini kullandı. Bulgaristan’ın komünizim rejiminin ardından dini değerlerine döndüğünü vurgulayan Hacı, “Biz Bulgaristan vatandaşı olarak o rejimin zararlarını gördük ancak bugün ne mutlu ki ibadet yerlerimiz, özellikle gençlerle dolup taşarak, cemaate dar bile oluyor. Maalesef Sofya’daki tek olan camimiz, cemaat için yetersiz kalıyor” dedi. İftara Kültür Bakanı Petar Stoyanoviç, Türkiye’nin Sofya Büyükelçisi Süleyman Gökçe, Ortadoks Kilisesi Patriği Maksim, çok sayıda diplomat, kültür ve bilim adamı da katıldı.

Matruşka Devletler ve Cevaplar

Alptekin Cevherli-06.Temmuz.2016

Geçen hafta yazımızı hatırlarsanız “IŞİD madem Sünni İslâm anlayışıyla hareket ediyorsa dini terminolojide “kâfir” olarak tanımlanan ‘Levanten’i niye işin içine katıyor? Alın size çok bilinmeyenli bir denklem ve büyük oyun... Çözümü; haftaya!” Diyerek yazımızı bitirmiştik. Çok geçmeden, bir hafta sonra IŞİD cevabı verdi ve adından “Levanten”i atarak “İslam Devleti” olarak değiştirdi. Bu arada “kâfir”leri “İşin içine niye katıyor” sorumuza da güya ‘halifelik’ ilan ederek cevap vermiş oldular. Denklemin bir kısmı bu şekilde gizlenmeye ve bilinmeyen sayısına yenilerini eklemeye devam edildi. Peki, şimdi düşünün ki, arkanızda hiçbir güç yok. Hiçbir devlet sizi tanımıyor ve desteklemiyor. Ve Suriye ordusu gibi bölge için kara kuvvetleri hatırı sayılır derecede güçlü bir orduyla toplam 3000 bin kişi ile mücadele ederken bun-


22

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ların içinden 900 kadar militanınıyla bir de Irak’ı da işgal edelim deyiveriyor ve Musul’a ve Felluce’ye ve ardından Tıkrit’e giriveriyor... Musul’u korumakla görevli Şii general, ki muhtemel bir peşmerge saldırısına karşı her an tetikte bekleyen çok güçlü bir ordunun başında; bir tam gün bile savaşmadan 250 bin askeri ile birlikte üniformalarını ve silahlarını dahi bırakarak ülkenin en büyük ikinci kentini kaleşnikoftan başka ciddi hiç bir silahı olmayan 900 kişinin önüne bırakıp kaçıyor. Bu mümkün mü? Evet, mümkün. Birkaç hafta önce bunu hep beraber yaşadık. Peki, mantıklı mı? El cevap, Hayır! Bu durumda insanın aklına bu 900 kişilik kuvvetin ya çok özel eğitim almış müthiş bir kadro olduğu, ya da Irak ordusunun (en azından bazı kumandanlarının) bölgeyi sattığı anlamı çıkıyor. Ki bizce, birinci ihtimal ne yazık ki daha ağır basıyor. Şimdi biraz hafızalarımızı yoklayıp, eskilere gidelim. Yıl 2006 tarih 24 Aralık, bir NATO toplantısında geleceğin Ortadoğu’su tartışılıyor. Ortadoğu’nun şimdiki hali ve gelecekteki hali diye 2 ayrı harita masaya yatırılıyor. Toplantıdaki Türk subayları haritayı görünce ortalık karışıyor ve salonu terk ediyorlar. Durumu Ankara’ya rapor ediyorlar. (Ki bu haritaları şu anda ekte görüyorsunuz...) Gel zaman git zaman yıl 2014, bir bakıyorsunuz o haritanın bir kısmı gerçekleşmiş. Irak’ın güneyi neredeyse tam bağımsız bir şii devleti haline dönüşmüş. Kuzeyi bağımsızlık için referandum kararı almış ve; ve ve ve Irak’ın ortasında IŞİD tarafından 2 ayda Sünni bir İslâm devleti kurulmuş. Haydi, buradan yakın şimdi... Hani biz NATO üyesiydik? Bu ne menem bir savunma işbirliği örgütüdür ki, öncelikle kendi üyesini parçalamak üzere plân ve projeler üretir? Ve ne menem bir örgüttür ki, kendisini oluşturan ABD’den sonraki en güçlü 2’nci devleti bölmek üzere çalışır? Biz soğuk savaş yıllarında Doğu ve Güney Avrupa’yı Rus tehdidine karşı korumadık mı? Karşılığı veya mükâfatı bu mudur?


Makale ve Analizler - 2014

23

Kendi ortağını 2’ye bölen NATO, doğu kanadını da aynı zamanda çökertmiş olmamakta mıdır? Yoksa doğu kanadının korunmasının ihalesi başkasına mı kalmıştır? Ya da doğu kanadını korumaya gerek mi kalmadı? Yani yeni ortak Rusya mı? Tabii bu da bir olasılık ama Kırım’daki son gelişmeler ve Ukrayna ordusunun ABD destekli karşı taarruzu gösteriyor ki, Rusya hâlâ düşman ama öyle çok da tehlikeli olabilecek bir güçte değil. Peki bu, Türkiye’nin tamamen işinin bittiği veya ordusuna ihtiyaç duyulmadığı anlamına mı gelir? Elbette hayır. Çünkü Rusya, Kırım’da yaptığı gibi her an çılgınlık yapmaya müsait bir devlet. Ama Rusya’ya karşı bölgede millî bütünlüğünü koruyarak duran güçlü bir Türkiye de orta ve uzun vadede yeni bir Rusya sendromu ortaya çıkarabilir. Yani Batı için tehdit olabilir... Öyleyse Türkiye’nin kontrol edilebilir boyutta tutulmasında fayda vardır... Bu aynı zamanda içinden çıkarılacak matruşka içinde geçerlidir. O da “yaratıcılarına” hiçbir zaman “hayır” diyemeyecek boyutta kalmaya mahkûm olacaktır. (Bu da Kürt kardeşlerimizim kulağına küpe olsun.) Bu nedenle çok güçlü bir Türkiye de Batılı müttefiklerimizin işine gelmez, gelemez. Peki, bu oyunu görmüş olan Türkiye ne yapabilir? Birincisi ve en önemlisi, millî birlik ve beraberliğini en sıkı şekilde korumak zorundadır. İkincisi kendi öz gücü dışında hiçbir gücün gerçek anlamda dost olmadığını ve olamayacağını artık idrak etmek zorundadır. Üçüncü şart ise Ahmed-i Nejat sonrası İran’la soğuyan ilişkileri yeniden dostane bir atmosfere sokmak zorundadır. Arkadan hançerlenmek iki ülkenin de işine gelmez. Çünkü yukarıda dediğimizi gibi, NATO’nun ‘gayri resmi’ yeni müttefiki İran’ın olma olasılığı da asla göz ardı edilemeyecek bir ihtimaldir. Bu durumda petrol ve doğalgaza yani ABD ve Rusya’ya ve dahi İran’a olan enerji bağımlılığımızı azaltmak için kesinlikle ve ivedi olarak nükleer santrallerimizi hayata geçirmek zorundayız.


24

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Enerjisi dışa bağımlı olan bir ülkenin bağımsız bir politika yürütebilmesi mümkün değildir. Dünya petrol rezervlerinin % 5’ine sahip olan Kerkük kenti üzerinde dönen bunca oyunun da en temel nedeni bu değil midir zaten? Diğer yandan; bölgedeki psikolojik üstünlüğümüzü kırmaya yönelik yapılan çuval geçirme, Özel harekâtçı 7 polisin şehit edilmesi, Konsolosluk personelimizin kaçırılması vs. çalışmalarla ve en son da TBMM bünyesinde mündemiç bulunan “halifeliğin” sözüm ona IŞİD adlı terör örgütü tarafından güya ilan edilmesi asla küçümsenecek olaylar değildir. Bu nedenle “Bir olmak, iri olmak ve diri olmaktan” başka kaderimiz yoktur...

O, Nasıl “Lider” Oldu?

Filiz Soytürk-11.Temmuz.2014

Siz “Dönek” Ahmet’in nasıl HÖH partisine “lider” (Kral) olduğunu düşündünüz mü? Bilirsiniz tabii, az mı yazıldı çizildi! Artık herkesin kulağı delik olmalı! Ama ne de olsa, ben size bu olayı bir masal gibi anlatayım. Bilirsiniz masallar gizemlidir. Gizemi çözmeye çalışan her kişi düşünmek zorundadır. Örneğin, bizim isimlerimizi, soyadlarımızı, yaşadığımız köy ve belediyelerin adları değişilirken, önce toplantılarda konuşanlar “asimile etme” “Bulgarlaştırma” falan demiyordu. Bize anlatılan, Orta Asya’da iken sözüm ona atalarımızın Bulgar olduğuydu. Bulgarlar Balkan Yarımadasına gelirken bizim yer altında bir ine dalan ve asırlarca karanlıkta akan bir su gibikayıplara karışmış olduğumuzdu. Sonra da yani 1300 yıl geçtiğinde belki, yer altı ırmağı olarak aynı su bu defa aniden yeryüzüne çıktı. Ballandıra ballandıra anlatanlar bizim bu sözüm ona “gerçeği” mutlaka algılamamızı isterken ellerine önce kalem defter, sonra sopa, kazık, tabanca, silah aldılar. Özlerine ters düşeni hafızalarına almak istemeyenlerden binlercesi hapsettiler. Üzerimize tankları sürüldü. Kan döküldü. Anlatılanı anlamak istemeyenlerin kavrama kapasitesi ve hevesi ebediyen kapandı. Bir bakıma her şey o zaman da


Makale ve Analizler - 2014

25

masal gibi başlatılmak istenmişti. Aslında her masalda bir gerçek payı, bir benzetmeli hakikat var. Çünkü masallar hayatın aynasıdır, yansımasıdır. Soruyorum: Öyleyse bize uygulanan baskı neydi? 139 yıldan beri Vatanımızdan kovuluyoruz, buna zalimliğe yanıt var mı? Şimdi de demokratikleşme, hak ve özgürlükler masallarıyla oyalanıyoruz, en temel ve doğal haklarımızı alamadık, buna ne diyeceksiniz? Yanıtımız şöyledir: Şimdi anlatacağım masalı nenemden işitmiştim. Ben, Bulgaristan’da Koca Balkan’ın Trakya Ovasına bakan Güney eteklerinde bulunan, belki de dünyanın güllerden başka bir de salkım çiçeklerle süslü en renkli ovası olan, yayla ve vadilere serilmiş ve en fazla şifalı bitki ve baharat yetiştiğinden olacak “aktar vadi” akıyla ünlü Kazanlık Ovası dilberlerindenim. Bizim orada köyler de adlarını yerlilerin uğraşılarından almıştır. Birisi Şahinler ise, öteki Doğanlardır v.s. Nenemin bana anlattı masal: Kuşlar Krallarını Nasıl Seçti? Bir gün bir kuş sürüsü bir çıplak tarlanın son mısır tanesine üşüştü. Mısır için kavga ettiler. Tüyler uzun bir süre havada uçuştu. Kuş Divan’ı toplandı, uzun süre tartışıldı. Bu kavgaların gerçek bir utanç kaynağı olduğu ve artık kuş topluluğuna biraz çeki düzen vermek gerektiğine karar verildi. Peki, ama nasıl!? Uzun süre konuşuldu. Sonunda gece kuşu uyanıp öttü: “Bir kral seçmemiz gerek. O, kavgalarımızda hakemlik edip bizi haksızlıklardan koruyacaktır.” Baykuşun bilge bir görünümü vardı. Tüm kuşlar düşünceyi beğendi. Ancak az sonra yeni bir kavga başladı. Çünkü hiçbiri kral nasıl seçilir bilmiyordu ve her biri egemen olmak istiyordu. Büyükler küçüklere, iriler zayıflara karşı üstünlüğünü değerlendirmek istiyordu. Yeniden tüyler uçuştu havada. Aniden kaya tarafından bir rüzgâr esti. Ulaşılmaz yüksekliklerden güçlü efendi kartal indi. Kuşlar onu unutmuştu. Kartal yere konar konmaz bağırdı: “Neden bu kadar bağırış çağırış ve kavga çıkartıyorsunuz! Yanıt kaya suyu kadar açık; kuşların kralı en yüksekten uçandır.” Kartalın sözleri gök gürültüsü etkisi yaptı. Katılımcılar seslerini kesti. Kuşların çoğu yarıştan çekildi. Bazı daha dayanıklı ve cesur türler yine de hazırlandı. Belki de şansları iyi giderdi!


26

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Baykuş yarışa başlayın işaretini verince kanatlar titredi ve açıldı. Hava kuş çırpıntısıyla doldu. Hepsi gökyüzüne yöneldiler. Tabii en yükseğe çıkan kartal oldu. Kanatlarını bulutların üstünde görkemle açtığında iki kulaç üstünde aniden benekli bir tüy belirdi. Minik bir kuş, acemi bir çaylak, bir velet... Onu bulutların üstünde bırakan kartal kimsenin dikkatini çekmeden hemen yere indi. Kartaldan sonra da yoluk ve zavallı bir kuş süzülerek yere indi. Bunun bir serçe olduğu görüldü. Ötenler kutlama haykırışlarına, ağaçkakanlar davul çalmaya başladı. Bu silik, acemi çaylak sağa sola derin bir reverans yaparak çatlak bir sesle meclise seslendi: “Bekleyin! Ben kral olmak istemiyorum. Ne görünümüm ne de karakterim buna uymaz! Ayrıca kartala oyun oynadım. Beni bağışlasın. Ben onun kanadının altına gizlenmiştim. Daha yükselemeyince atıldım. Ona gücün her şey demek olmadığını göstermek istedim.” Serçe yaramaz bir bakışla sıçrayıp çalıların arasında kayboldu. Böylece kartal büyük çığlıklar ve davul sesleriyle kuşlar kralı ilan edildi. Yönetme şekline gelince; yalnızca Tanrı yargıçtır. Masalım bitti: Bu masalda: Kartal - gizli polis servisi yani bizde her işi istediği şekilde düzenleyen, en yüksekte uçan “DC”dir. Serçe: - Dönek Ahmet’tir. Baykuş - Halkımızdır. Kuşların kendi önder seçme kavgası, bizde 1984 - 1989 arasında 39 adet gizli direniş örgütü kurulması ve aynı zamanda bir ulusal önder gösterilememesidir. Bu arada Bulgaristan Türkleri son 139 yılda pek çok defa partileşmeyi de denemişler, fakat 1990 öncesi legal siyasi örgütlenme yollarını bulamadılar. Bu durumu iyi analiz eden ve Bulgaristan’da yaşayan Türk ve Pomakların ve Müslüman Çingenelerin sahte de olsa bir başkansız, öndersiz, lidersiz olmayacağı sonucuna varan Bulgar gizli istihbarat servisi “DC” “Dönek” Ahmet’i hapisteki VİP KAFES’ten çıkarıp koltuk altına yumuşacık tüylere sarıp göklere çıkardı, HÖH Genel Başkanı yaptı. Kendisi ise kaybol, kendini fes etti, dükkânı sanki kapattı. Nenemim masalının ilk kısmı, Bizim gerçekliğimizde bu gizli polis “DC”nin “Dönek” Ahmet’i Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH) Genel Başkanı yapmasına tıpa tıp benziyor. Öteki kuşlarda yapılan seçimle ilgili kuşku uyanmasın anlamında, bizden 10 bin aydın dış ülkelere kovulduğundan Dönem Ahmet’in


Makale ve Analizler - 2014

27

liderliğine itiraz edecek, baş kaldıracak kimse de kalmadı. Sahte Sultanlık saray bekçiliği şeklinde bugün de devam ediyor. Masalda, Bulgaristan Türklerinin ve oradaki Müslüman kardeşlerimizin çileli hayatıyla örtüşmeyen son kısım, aslında hayatta bir de ilâhi adalet olduğuna işarettir. Bu açıdan bakıldığında, masalımız İlahi Adalet yolunun gönüllü itirafla da açılabileceğini gösterir. Bu itirafı serçe gerçeği anlatarak yapar. Ama bizdeki hainliğin başı sonu yok!. Dönek Ahmet’ en “Eritme politikasının ikinci aşamasını uygulamak için Bulgar Polisi beni Türklere çoban tayin etti!” itirafında bulunmak yürek ister. Bunu beklemek, çok büyük bir yanılgı olur. Havanda su dövmek olur! Çünkü o, kendisi de önce “Kafeste Kapalı” olduğundan ve yıllar içinde dilini yuttuğundan, kendini özürlü ve haklı gösterme yolu arıyor olabilir. Biz hepimiz bir az aç, tamamen haksız ve asla özgürlük nedir bilmeyenlerden olsak da, o ise, isterse saray kafes, isterse VİP kafes olsun, ne olursa olsun, en nihayet kafeslenmiştir. “Düşmana iyilik yapılmaz!” atasözünü bilmediğini sanıyorum. Belki de öğrenemeden gidecek... O artık ne kendisi ötebiliyor ne de onun borusu ötüyor. Masalcı serçeyi açık yürekliliğe zorluyor. İtiraf ettiriyor. Ama bizim gerçekliğimizde son 25 yılda böyle bir şey olmadı. HÖH - DPS yöneticilerinden hiç biri ben gizli servisin ajanıyım, benden politikacı ya da belediye başkanı, milletvekili falan olmaz demedi. Onu kanadı altına alıp göklere çıkaran ve Kral yapan irade onu yeniden yakaladığı gibi 10 yıl önce kafese kapadı. Kapısını da sımsıkı kilitledi. O gün bu gün, serçe kuşlara kukla Kraldır. Tüm sinsi oyunları, dolapları, sömürü ve zulmü gizli polis kendi tasarlayıp başka ellere, kafestekilere, “saraylara” kapadıklarına yapıyor. Anlaşılan artık serçeyi kediye hediye etme vakti geldi ki, yeni Kral seçme ve hesapları yeni baştan görme zamanı da kapı çalıyor. 5 Ekim 2014 günü seçim var. Bu defa Kralı biz seçeceğiz.

Aile Mefhumu Ne Âlemde?

Alptekin Cevherli-13.Temmuz.2014

Millî Park polisleri, adamın birini, nesli tükenmekte olduğu için koruma altına alınan bir Boz Kartal’ı kesmiş, pişirip yerken görmüş ve derhal tutuklamışlar... Mahkemede adamın avukatları müthiş bir savunma yapmışlar:


28

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

“Bu adam, ormanda yolunu kaybetmişti. Günlerdir aç olduğu için ya kartalı öldürecekti, ya kendisi ölecekti” diye söylemişler... Yargıç, ikna olmuş ve bu savunmayı kabul edebileceğini söylemiş. Ancak kararını açıklamadan önce, sanığa dönmüş: “Son bir şey sormak istiyorum” demiş, “Ben de av meraklısıyım da.. Bu Boz Kartalın tadı nasıl bir şeydi, ben de merak ettim?” Sanık cevap vermiş: “Valla efendim!” demiş adam, “Tam olarak bir tanesinden ben de pek bir şey anlamadım. Ama, Kelaynak ile geçen sene nesli tükenen Mavi Gagalı Puhu Kuşu tadının arasında bir şeydi..!” Öyle bir çağda yaşıyoruz ki, bazı şeylerin nesli hızla tükeniyor. Nesli tükenen şeyler sadece çeşitli hayvan ve bitki türleri değil elbette... İnsanî pek çok değerlerimiz de hızla tükeniyor... Hatta öyle ki, aslında çok normal olan bir davranışla karşılaştığımızda “vay be adama bak, ne kadar dürüst veya beş kuruşa bile dokunmamış” gibi övgü cümleleriyle bahsediyoruz. Namus tamlığı, şeref, onur, vatan sevgisi, hakiki iman gibi insanı insan yapan değerlerden bahsederken sanki antik çağlarda yaşamış insanlardan bahseder gibi davranıyoruz çoğumuz. Bir kısmımız da işi iyice pişkinliğe vurup toplumsal baskının zaten bir anlam ifade etmeği günümüzde, iyice ipini koparıp fütursuzca hayasızlıktan bahsedebiliyor... Televizyonlarda özel hayat veya mahremiyet hakkında her türlü ayrıntılar toplumla paylaşılıp, gayri meşru yaşamlar normalleştirilmiş oluyor. Toplum “görünüşte” dindarlaşırken, aslında özden kopuk olarak protestan bir İslâm anlayışına doğru hızla kayıyor. Kapitalist mantığın temelini oluşturan protestan ahlâkında “Çok para kazan, güzel yaşa, pazar günü kiliseye git ve bağış yap” anlayışı nasıl ki temel dürtüyü oluşturuyorsa, bunun İslâm versiyonu da farkında olmadan hızlı bir şekilde toplumumuza sirayet ediyor. Vatandaşlarımız, özellikle gençlerimiz “insan tanıma” konusundan “bihaber” şekilde gözü kapalı olarak kendilerine eş ararken, temel değerler yargısı kurallarından ve insanî duyumlardan habersizce “lütfen kusura bakmayın” sadece çiftleşmek amaçlı olarak eş arıyor. Çünkü aile kavramı, daha doğrusu “aile olmanın amacı” tamamıyla ortadan kalkmış durumda. Her zaman bir kadınla bir erkek bir araya geldiğinde aile olmaz. Ailelerin de çeşitleri vardır.


Makale ve Analizler - 2014

29

Eşlerin bir birinden habersiz olduğu aile mi dersin, hiç bir kuralın veya düsturun belli olmadığı aile mi dersin, kimin ne zaman gelip, kimin ne zaman gittiği belli olmayan aile mi dersin, töresel olarak bazı değerlerin yaşadığı ama ne için yaşandığı bilinmeyen aileler mi, dersin... Hepsi var! Ama aile ne için var, belli değil... Yalan mı? Nesli tükenen o kadar çok değerimiz var ki, hangisini sayalım? Aile demek özetle, bireyin kendi eşini bularak tamam olması ve kuracağı yuvadan yetişecek olan neslin, öncü ve örnek birer insan olarak milletine sahip çıkmasıdır. Çünkü toplum aileden başlar. Aile temelleri sağlam atılmış yuvalarda yetişen, şahsiyet sahibi çocuklardan oluşan milletler, ancak geleceği kurarlar. Böylesi sultanî ailelerden oluşan milletler ancak asırlar sonrasına bile ışık saçacak bir medeniyetin timsali olabilirler...

Şairlerimizden

Sevilcan Yüce-13.Temmuz.2014

Balkanlarda şiir ve düzyazıyla uyanışın başını çeken ve bu alanda en ileri gidebilen 1960 ve 70’li yıllar Bulgaristan Türkleri edebiyatıdır. Edebiyatımızı öldüren Hak ve Özgürlük yılları olarak tarihe geçecek olan 1990 - 2014 yıllarını aşma ve edebiyat bayrağımızı yeniden yükseklerde dalgalandırma zamanımız geldi. Ölen edebiyat yoktur. Dede Korkut masallarımızdan 1000 yıl öncesinde nenelerin torunlarına anlattığı masal, hikâye, öyküler, okunan dörtlükler bile hem yazılı hem de sözlü belleğimizde yaşıyor ve yaşayacaktır. Başkan ülkeleri masalları, Başkan ozanları söylevleri Avrupa kıtasına ışık taşıyan mumlardır. Avrupa bizim ruhumuzla aydınlanmıştır. Bulgaristan şairlerinin eserlerini 3 aşamada ele alırız. Başlangıç, erginlik ve olgunluk çağının kendi özgün sesi, ruhu ve esintisi olduğu gibi halkımızın manevi dünyasında silinmez, sökülmez çok derin ve öz belirleyen izleri olduğunu yazarken gurur duyuyorum. Bulgaristan Türklerinin yaşayan şiirlerinden seçmeler:


30

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Şairlerimizden Şiirler

Raziye ÇAKIR -15.Temmuz.2014

Balkanlarda şiir ve düzyazıyla uyanışın başını çeken ve bu alanda en ileri gidebilen 1960 ve 70’li yıllar Bulgaristan Türkleri edebiyatıdır. Asimile dilmeye zorlandığımızda şairlerimiz sustu. Edebiyatımıza ölüm fermanı Hak ve Özgürlük Hareketi liderlerince yazılmak istendi. Ne var ki, halkımız hiç gecikmedi, elini tez tutu ve kıza sürede “Bizim Türk Kültürüyle İşimiz Olmaz!” diyenlerin hesabını görmeye başladı. Yaratan insanı ruh ve beden olarak yarattığından ve ruhun eli kolu, kesilecek boynu, kırılacak kaleme olmadığından fermana yazacak cümleler bulamadı. 1985/1989 döneminde şair ve yazarlarımızdan sürgünlerde süründürülmeyen, hapishane zindanlarında körleştirilmek istenmeyen yoktur. Edebiyat, sanat ve kültürü yok etmek isteyenlerin fermanı ancak boş kâğıt altına atılmış imza olabilir. Çünkü ruhsal dünyayı yansıtan her şey ölümsüzdür. Çünkü eserleri halkımın kalbinde yaşayanların her biri ölümsüzdür. Biz bugün 1990 sonrası HÖH yönetimindeki Türklüğün ruhsal çöküşünü aşmaya çalışıyoruz. Kalemlerimizin ucunu sivrilttik. Kâğıt üzerine değil halkımızın sonsuzluğa açılmış beynine yazıyoruz. Ruh dilimizin yeniden yükseklerde dalgalandırma zamanı yelken açıyor. Ölen edebiyat yoktur, çünkü yakılan tonlarca kitaba rağmen halk sanatı, halkımızın yaratıcılığı her zaman canlı, ayakta ve dimdik kaldı. Şarkılarımızı sessizce söylerken, şiirlerimizi çılgınca bağıranlar vardı. Dede Korkut masallarımızdan 1000 yıl öncesinde nenelerin torunlarına anlattığı masal, hikâye, öyküler, okunan dörtlükler bile hem yazılı hem de sözlü belleğimizde bugün de yaşıyor, yarın da yaşayacaktır. Balkan ülkeleri masalları, Balkan ozanları söylevleri Avrupa kıtasına ışık olan mumlardır. Avrupa bizim ruhumuzla aydınlanmıştır. Bulgaristan şairlerinin eserlerini 3 aşamada ele alırız. Başlangıç, erginlik ve olgunluk çağının kendi özgün sesi, damarı, ruhu ve esintisi olduğu gibi halkımızın manevi dünyasında silinmez, sökülmez çok derin ve öz belirleyen izleri olduğunu yazarken gurur duyuyorum. Bulgaristan Türkleri şiirlerinden seçmeler:


Makale ve Analizler - 2014 Tatlı tatlı ninnilerle Pek küçükten büyüten, Anadilini öğreten Anneciğim hep sağ olsun!... Beni en çok odur seven Kucaklayıp aşkla öpen, Sinesinde gıda veren Anneciğim hep var olsun!...

31

Anneciğim O bensiz hiç yaşayamaz, O bende kan, can kalmaz. Hürmet annem, hürmet sana, Anneciğim rahat olsun!.. Üzer miyim ben annemi? Annesizlik bak iyi mi? Hiç nankörlük edilir mi? Annem benim, cici annem! *** Selim Bilalov

Nazlı nazlı büyütürken, Başucumda dönenirken, Bin bir zahmet çile çeken Anneciğim hep şadolsun!.. Bütün Dilleri Öğrenmek İsteyen Çocuk olurdu ne kuzucuk böyle mahzun.... Kuşların dilini bilseydim eğer aç bırakır mıydım saçaklarda kuşları, Tavşanın, Tilkinin, Ayının, Filin, bütün hayvanların dilini bilseydim, ne mutlu, ne rahat bir dostluk başlardı ormanda. geçirirlerdi Kardeş olurdu bütün hayvanlar dondurucu, korkunç kışları... öğrenip sevgiyi çocuklardan... Kurtların dilini bilseydim eğer *** korkudan kurtulurdu kuzu, Sabahattin Bayram ne kurt böyle canavar Köyüm Şirin köyüm, Yoksulluk yadigarı uykusuz gecelerde beni peşinde sü- sızım sızım bir yara.... rükleyen, Seni her gelişimde biraz başka bulurum “korkma! Benim. Yürü benimle”, diyen, Sokaklarını biraz daha geniş tatlı, hoş bir hatıra. komşularımı halinden daha memnun. Canım köyüm, Ve başbaşa kalır da bedbaht çocukluğumla kalbimin ıssız bir köşesinde bugününe bir daha vurulurum. Çocukluğumdan kalma Olgunluk çağına girmiş bir zamanlar


32

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

yıldızlarım üstünde alev alev. tozlu sokaklarında Şirin köyüm, senden her ayrılışımda, “Kuyucuk” oynadığım kızlar. kervan olur hatıralar, bakma, bakma komşu kızı, düşer yollara. tut kendini, vurulurum! Hepsi candan, hepsi o kadar benim Kalbime ok sokma benim ama yüklensem de götüremem, götüdumanlı gözlerin uz dursun! Çöp sandıklarına girmiş o kör kan- remem! Canım köyüm, yazılmamış destansın diller, Yazsam da, çizsem de koca bir ömür talihine küsmüş gaz lambaları. boyu Beton direklere konmuş ampuller, Bitiremem, bitiremem! ışıklar içinde her sokak, her ev. *** Ve küçükken sayıp sayıp da bölüşeNaci Ferhadov mediğimiz Soru İşareti Ne yesen aynı ağzının tadı Her öpmesi Çin tuzu Tükenmiyor içmek, bence bir yalandı Bulamadım içindeki kızı Başkası da mı vardı? Demek ki anlamamış kerizler Benzemeyişimizi Teninde, çukuruma göre pürüzler İki parça bir puzzle gibi Nasıl başkasını özler?

Kürkçü değil dolaştığım yersin Yolum, köyüm, gittiğim Bitmiyor yürüyerek, Sımsıcak Şumen Aklının kıvrımında yittiğim Niye böyle edersin? Duygu Ünlü


Makale ve Analizler - 2014

33

Gençliğimin Ayak Sesleri

Şakir Arslantaş-15.Temmuz.2014

Türkiye’ye gelip yerleşeli artık yıllar oldu. Önce Ankara ardından İstanbul, yerimizi bulana kadar yıllar geçti. Ben Varna köylerinden gelenler bir ova insanıyım. Köyde “Ova insan, Balkan odun” yetişir, denirdi. Biz ovalılar bu bakıma sanki şanslıydık. İlk yerleştiğim Ankara tepelikti. Önce bir türlü alışamıyordum. Şimdi yerleştiğim İstanbul 7 tepeye kurulmuş ama kanımca daha faza deniz şehri, Boğazı ile dünya incisi, bir ana kent ola raksa var gücüyle atan bir kalbi andırıyor. İstanbul’da oturmam benim her gün ve hatta her an geçmişin ayak seslerini duymama engel olmuyor. Hatta bana, “sen sesimi unutma” diyor. Senin mayan bu sesle tutulmuş, imasında bulunuyor. “Mayanda bu ses var”, diye hatırlatmasını seyreltmiyor. Bütün hafızamı dolduran bu ses geçmişimin, öz Vatanımın, köyümün, denizin ve ovanın ortak uğultusu olmak dışında, bir de her defasında gönlümü hoş ediyor, ruhum ferahlıyor, sanki içimde yeni bir güneş doğuyor. Evimde, TV karşısına uzandığımda, geçmişini unutsan onu tekrar yaşamaya maküm olursun, unutma! Şeklinde yankılanma kabarıyor ruhumda. İşittiğimi ima edeni görebilmek için hemen göz kapaklarımı açıyorum. Karşımda Hasan dedeyi, Tosun Ahmet’i, Yıldırım Hüseyin’i, Köse enişteyi veya hemşerilerimden başka birini görmek istiyorum, ama kimsecikleri göremiyorum. Son yıllarda bu ses benim ruhumun kendi sesi diye düşünmeye başladım. Bu benim geçmişimin ayak sesleridir. Bu deniz dalgalarının canlı cansız bir çalkanmayla denize akması ve kumları öperek geri çekilmelerini yankılayan bir ses değil. O, beni, kalbimden tırnağıma kadar heyecanlandıran bir ses. Elimdeki fotoğrafta çocuğumun resmine bakarken bile yankılansa, beni anında Vatanıma götüren bir ses. Rüyadan, hayal etmekten söz etmiyorum, sevgilimin göz ucuyla bakınca beni ateşe atması gibi bir şeyi anlatmak istiyorum. Düşüncelerimle hatıralarım birbirine örüldüğünde hafızama önce birbirinden sefil tek katlı Dobruca köy evleri diziliyor bir ucu sonsuz diğer uzu da uçsuz bucaksız bir ovanın içine, ova kimi defa bembeyaz kar kaplı, bazen kıştan


34

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ufalanmış kara tezeklerin içinden yeliş filizler fışkırıyor, sonra hepsi birden sararıyor, kılçık büyütürken renk değiştiriyor, ardından anızlarda konup kalkan karga sürüleri.. Adına çarık denen ve gerçekte insanlığın en uzun çağlarından biri olan gön çarık devrinin lastik çarık devrine geçiş bizim oralara 50 - 60 yıl önce oldu. Tay durup yürümem sümüklü çocukların lastik çarık çağına rastlar. Hatırladığım üzere bu ayakkabıları tarım kooperatifleri hane başı dağıtıyordu. Pabuçların değişmesiyle kar kış yollarda ses değişti. Lastiğin ıslak yol sesi kulağa hoş geliyordu. Kayganlıkta düşüp yere serilenleri anımsamak istemesem de, bir defa Seher gelinin su dolu iki bakırla yola serilmesi, gözlerimin önündedir. 1980’lerde bizim köyde kara listeler hazırlanmazdan, jandarma ve ardından askerler tüfekleri harman yerinde şakırdatmaya başlamadan, bizim köyde de çarık devriminden başka birçok başka yenilikler oldu. Bu değişiklikleri ellerindeki bastonlarla dikkatle izleyen köyün yaşlıları, yemek sofrasının siniden masaya kalkmasını lanetlemeden kabullenirken, tahta kaşıkların yerine alüminyum çatalı ele aldı ve daha birçok şeyin değişmesine tepki göstermedi, çünkü bir şeyin asla değişmeyeceğine hepsi kesin inanıyorlardı. Dış görünüşte sakin ve sabırlı bir izlenim bırakan dedelerimiz, kutsal saydıkları ihtiyarlama hakkını kimsenin ellerinden alamayacağına ve köyün mezar yerini kimsenin değiştiremeyeceğine kesin inanıyorlardı. Onların duaları o mezarlıkta yatanların aziz ruhunaydı. Kabristanlığımız ta a Yıldırım Beyazıt zamanlarına dayanır ve her taşı kutsal ve azizdir. Zamanı birbirine bağlayan yıllar ve çağlar gibi mezar taşlarımızın dizisi de Türk soylarımızı kopmaz bir biçimde birbirine kenetlemiş yaşatıyor. Yarım milenyum değişmeyen bu doğal hakların en kutsal olanı yani yaşlanma hakkı, atalarımızın yerleştiği bir tepsiyi andıran ovanın düzlüğü ve sonsuzluğu kadar mutlak ve kesindi. Ne ki XX. yüzyılın ikinci yarısında 4 kez tekrarlayan göç, bu kanaatin köklerini yerinden oynattı. Edirne Savaşına Bulgar’dan yana katılanlar bile, bastonun lastik topuzuyla ayaklarının arasını gösterip “bizim son yuvamız şu kara topraktır!” sözlerini gururla söyleyenler, 80’lerde teklemeye başladı. Yarım asır boyunca sürekli boşalan köyümde tüten bacalar 350 iken, 150 kaldı. Okul yolunda ayağı kayıp düşen, ata binen, saklambaç oynarken ekin ambarına giren ve ekinlerin içine gömülen çocuk kalmadı. Bakraçlar çoktan yakıldı, ezilip yumulan bakırları kalaylamazdan önce köyümüze örs ve çekiş şarkıları dinleten kalaycılar kendilerini özletiyor. Bizim köye ilk traktörün gelmesini iyi hatırlıyorum. “Stalingrat”tan geldiği, İkinci Dünya Savaşı’nda zafer belirleyen “T-34” tanklarının imal edildiği bir fabrikada aynı çelikten yapıldığı, kooperatif ahırındaki 10 çift öküzün güz ekiminden önce sürdüğü çifti birkaç günde bitireceği, başka işlerde de kullanı-


Makale ve Analizler - 2014

35

lacağı uzun uzun anlatıldı. Bizim okula gelip traktörcü kursuna yazılmak isteyen gençlerin listesi bile yapıldı. Ben yazılmadım. Gövdesinden tekerleklerine varınca her yeri demir olan bu ucubenden korktuğumu hatırlıyorum. İçimi boğansa ekmek gibi kabarmış toprağın bu kadar ağır bir yük altında ezilirken tohumlara hayat veremeyeceğinden korkmamdı. Traktör, bir bahar yağmurundan sonra köy yolunda civcivlerine solucan arayan bir tavuğu ve 3 yavrusunu ezdiğinde, ona “hayvan” dediler. “İşi yarayan bir şey olsa bize mi gönderilirdi,” diye homurdananlar oldu ama giderek traktör gürültüsüne alıştık, sonra lastiklileri geldi ve kendilerini Dobruca toprağına ve köylüsüne sevdirdiler. Bizim köyde elinden iş gelmeyen sevilmezdi. Herkesin bir çapaya sap olması gerekirdi. Ben yer altı dünyası yüksek mühendisliği okumaya gittiğimde, ne okuduklarımı ne de yapacağım işi kimseye uzun zaman anlatılır bir şekilde anlatamadım. Babam bile, ben “Bulgar’ın kitabından anlamam”, oku ve “Diplomanı göreyim” derken, biriktirdiği parayı neye harcadığının bilincinde olmadığını itiraf etmiş oluyordu. Son yıllarda gelen haberlerde, köydeşlerim kara toprağımızın altında kaya gazı aranacağını, bulunduğunda suların zehirleneceğini, buğdayın altın sarısı rengini ve ekmeğinse tadını değiştireceğini işittiklerinde, “Bizim Şakir gelse de şu işi bize bir daha yeni baştan anlatsa” demişler. Kaya gazı falan istemeyiz diye imza toplamışlar. Ne kadar bilinçli hareket ettiklerini bir bilseler...Ben önceleri insanı bilinçlendiren kaldıracın ancık çeki, ezilmek, zor görmek, örneğin Vatanından kovulmak, Atalarının onuruna el kaldırılması olarak idrak ediyordum. Belki de köyde yetiştiğimden, hala bir sınırsız ova köylüsü ruhu taşıdığımdan olacak, bu arada daha sonraki iş hayatımda genelde birinci nesil kentli gençlerle birlikte çalışmamın da tesiri altında kalmış olabilirim, köylü halkı bilinçlendiren en büyük gücün toprağın kendisi, kokusu, nemi, tezekleri, karın kalınlığı, tohumlar, ekmeğin tadı, ortak çalışma, ortak çıkar ve emel uğrunda kenetlenme olduğunu fark edememiştim. Köyümüze bir fırtına gibi giren yeniliklerin köydeşlerimin bilinç süzgecinden geçmesi de onları en derin uykudan bile uyandırdı. Bazen uyku semesi gibi görünseler de, onlar hep uyanıktı. Onların uyanıklığından gelen çıngırak sesleriyle gurur duyuyorum. Dikkatinizi, aklımdan çıkmayan çok küçük ama beni çok etkilemiş olan bir özellik üzerine çekmek istiyorum. Bizim köyde bir gelinin bebesini doğal emzirmesinden söz edilirdi de, çocuğuna “meme verdi” denmezdi. Ahlakımız hem Türklük hem de İslam moral süzgecinden geçtiği için bilinç olarak billurlaşmış derecede kutsallaşmış gibi netti. Bu düzen yaşlılara saygıda, kurban eti dağıtımında, iftar yemeği sıralamasında, fitre verilirken, imece düzenlerken v.s. uygun ve kesin kurallarla akıp gidiyordu.


36

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Kuşkusuz, siz şimdi bana bu kadar öyle böyle isiniz de nasıl oldu da Bulgaristan Türklüğünün köküne kibrit suyu döken imansız Medü yani “Dönek” Ahmet sizin köyünüzden çıktı? Ben bunu anlatabilmem için kitap yazsam azdır. Bilirsiniz Türkün dilinden sır dökülmez. Türk olan Türkün ruhu da sır küpüdür. Bunun böyle olduğunu şu örnekle açıklamak istiyorum. 16. 17. ve 18. yüzyıllarda İngiliz İmparatorluğu’nun Osmanlı İmparatorluğuna karşı yürüttüğü ve uğruna bilmem kaç milyon altın Sterlin para harcadığı iş - Osmanlıda kullanılan boyaların dayanıklılığı, asla bozulmaması ve eskimemesinin sırrını çözmek olmuştur. Bu işin sırrında Osmanlı tebaasının kalıcı boya yapımında, ebru sanatında kökboyalarına öt suyu karıştırmasında gizlidir. Bizim köy halkımız da kendini bilir, insanlarımız asildir, can verir sır vermez, ailesini yaşatma sırlarını iyi bilir, Türklüğünü yaşatma yollarının birlik ve beraberlik kurallarından, ahlak ve namustan geçtiğini, sır tutmaktan geçtiğini bilir. “Dönek” Ahmet’in ailesi bizim köyümüzün yerlisi değildir. Babası Varna şopanlarından olduğundan köydeşlerimin hürmetini kazanamamıştır. Üvey babası yerlimizdir ama Ahmet’i şopar babadan olduğu için kabullenememiştir. Ahmet küçük yaşta Bulgar istihbarat ağına düştüğü için çözülmüş ve kendini bir daha toparlayamamıştır. Birçok kişinin canını yaktığı bilinir. Şimdi yaptıklarının ağır acı içinde bunalım geçirdiğine, acı çektiğine inanıyorum. Gençliğimin Ayak Seselerinde Ahmet’in izleri de var tabii. Fakat ben onların artık silinmesi için çaba gösteriyorum. Yeni seçilen muhtarlığımızda “Dönek” Ahmet köy mezarlığına gömülemez, ölülerin ruhunu rahatsız edemez şeklinde bir karar hazırlıkları görüldüğünü öğendim. Bu konuda köydeşlerim aynı fikirdedir. Zararı bütün Bulgaristan Türklüğüne dokunan bir hainle aynı mezarlıkta olamayız diyorlar. Daha önce böyle bir durum yaşanmamıştı. Bu da yeni kuşağın ayak izi esintisi olacaktır.


Makale ve Analizler - 2014

37

Serçe Bunu Yapabildiyse

Raziye Çakır-15.Temmuz.2014

Bugün geçmişin aynasıdır. Hem de geçmişin ne kadar kadim olduğu hiç önemli değil. Bu defa sizler için bizim yaşadığımız günleri apaçık ve hilesiz bir benzetmeyle anlatan, ELEN kültürü incilerinden, Serçe masalını seçtim. Tarih içinde yeniden ve yeniden anlatılırken kısacık kalmış olduğundan “ama şu dört satırı da masal diye yayınlamışlar” demeyin lütfen. “Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az!” mantığı ile yaklaşınız. “Serçe” sizde de çağrışımlar uyandıracaktır, eminim... İlk uğraşım olan “Kardelen” benzetmesinden bu defa “Serçe”ye geçerken, dikkatinize modern dünyayı çözerek anlamada yardımcı olabileceğini düşündüğüm bireyden özele ve özelden genele açılma yöntemini örnekleyebileceğime inanıyorum. Çözemediğimiz düğümleri ipucunu bulamadığımız bir yumak olarak ele alırsak, ucu yakaladığımızda gizemlerin çorap söküğü gibi, hilelerin ve doğruların futadan dökülür gibi silkineceğine kesin inanıyor ve sizin de inanmanızı istiyorum. İşte masal: Serçe Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde bir serçe varmış. Küllükte eşinirken ayağına bir diken batmış. Uğraşmış, dikeni çıkaramamış. Varmış Ayşe ablanın kapısına çıkmış. - “Ayşe Abla şu dikenimi bir çıkarıver” demiş. Tutmuş Ayşe Abla dikeni çıkarmış. Serçe uçup gitmiş. Ayşe Abla da ocak yakıyormuş, dikeni mangala atmış. Serçe aklı ya, geri gelmiş. - “Ayşe Abla dikenimi ver” demiş. Ayşe Abla da: - “Ben dikeni mangala attım, yandı” demiş. - “Ya dikenimi ver, ya mangalı ver” diye tutturmuş. Ayşe Abla da baş edememiş. Mangalı serçeye vermiş. Serçe uça kona gide gide yorulmuş. Yol kenarında bir dede oturuyormuş, mangalı ona vermiş. - “Dede mangal sende dursun. Ben sonra alırım” deyip gitmiş. Dede de mangalı bir kenara koymuş, onların da bir sarı ineği varmış. Sarı inek ahırdan çıkınca mangalı ayağının altına almış, ezip kırmış. Serçe birkaç gün sonra geri gelmiş. - “Dede mangalı ver” demiş. Dede de: - “Senin mangalı sarı inek kırdı” demiş. Serçe:


38

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

- “Ya mangalı mı ver, ya sarı ineği ver” diye tutturmuş. Dede sarı ineği serçeye vermiş, serçe sıçrayıp sarı ineğin boynuna konmuş, giderken bir yerde düğün olduğunu görmüş. Serçe varmış, düğün sahiplerinin kapısını çalmış. - “İneğim sizde dursun, ben sonra gelir alırım” demiş. Onlar da: - “Serçe nereden gelecek” demişler. İneği kesmişler. Yemekleri yapmışlar. Misafirler yemiş, serçe birkaç gün sonra gelmiş. - “İneğimi verin” demiş. Onlar da: - “Biz senin ineğini kestik, düğünümüzde kullandık” demişler. - “Ya ineği verin ya da gelini verin” demiş. Baş edememişler. Gelini serçeye vermişler. Gelini almış serçe. Giderlerken bir dağın başında çoban koyun güdüyormuş. Çobana: - “Gelini sana vereyim. Kavalını bana ver” demiş. Tabii çoban da razı olmuş. Kavalı serçeye vermiş, gelini almış. Kavalı serçe almış. Oturmuş dağın başına: - “Dikeni verdim mangalı aldım, mangalı verdim ineği aldım, ineği verdim gelini aldım, gelini verdim kavalı aldım” diyerek kavalı öttürmüş. Masal da burada bitmiş. Birlikte düşünelim. Son hesapta serçenin elinde kalan bir “kaval”, yani “cık cık, cık cık.” Fakat eskiden de serçenin kavalı vardı! Yani onun eline geçen yeni bir şey olmadı. Büyük dalavere eşit daha büyük dalavere ve en sonunda elde kalan yalnız SIFIR. Öyle değil mi? Burada geçerli olan şu atasözümüzdür: “Etme iyiliği, bulursun kötülüğü.” Kötülük bulan, ne yazık ki Serçe değil, hep başkalarıdır. İyilik yapan Ayşe teyze mangalsız, mangal koruyan dede ineksiz v.s. kalırlar. Fakat masal gelinin bir kavala değiştirildiği an biter ve bize serçenin kendini dalavereciliğe kaptıran serçenin açgözlü ve hesapsız kitapsız hilekârlıklarla hareket ettiğinden bir gün bir yerde toslayacağına işaret eder. Şu da var, dalavere denizinde kendini unutan serçe, tosladığının farkında olmaz. Bu, örneğin (herkesin bildiği bir gerçek olduğu için yazıyorum) “Dönek” Ahmet’ in Sofya, Stara Zagora, Pazarcık hapishanelerinden sonra Sofya “Vitoşa” cezaevine düşmesi gibi bir şeydir. Hayatta her şey dön dolaş aynı yere gelir. Aynı noktada biter. Topraktan gelen insanın hayatı toprağa kavuştuğunda biter. Çıplak gelen insanoğullunun beraberinde götürebileceği ancak bir kefendir, o da yakınlarının lütfüdür. Bu yüzden kimse hayatını hileyle, dolandırıcılığa, jurnalciliğe, ihanete, karalamaya adamasın. Bunlar boş işlerdir. Bu masal kimsenin kendi boyunu aşamadığına da bir örnektir. Bir başka açıdan bakıldığında, insan kara toprağa sarılmadan önce, kendi içine sığınmak ve


Makale ve Analizler - 2014

39

özünü kendini vicdan aynasında görmek zorundadır. Korkutma, bıktırma ve sindirme anlamında olan serçenin ısrarı, birbirini izleyen bu kadar çok yalan dolan ve ayak diremeden sonra eline geçenin de bir hiç olması, hepimize ahlak ayarı olmalıdır. Genel değerlendirme içinde onun kendine özgün “cık cık’laması” dünyada eşi olmayan bir güzelliktir. Ele geçirdiği kaval onun özünü yansıtan o “cık cık, cık’lamaları” ancak ve yalnız bir benzerlik tonunda yansıtma aletidir. Öz değil araçtır, bir çalgı aletidir. Ve en iyi kaval bile en yoluk serçe olamaz, o biçimin öz olamayacağı kadar ortadadır. Olaya bizim son yıllarda yaşadığımız bir toplumsal ibret dersleri açısından bakarsak: Akla ilk gelen Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin çevirdiği benzer dalavereler ve bunların sonuçlarıdır. Silistre’ye bağlı Dulovo belediye başkanı ve eski milletvekillerimizden Dr. N. Tabakov’un Varna Hapishanesinde çürümesi akla gelen en çarpıcı örnektir. Dr. Tabakov hekimliği bırakıp halkıma daha da yararlı olma niyetiyle yani hayırlı bir iş için Belediye Başkanı olmuştu. Yani ayağımızdaki sarıdikeni (yönetici kadro yetersizliğini) özveriyle çıkardı. Ardından kasabama su getireyim ve bir arıtma tesisi kuralım diye kredi aldı. Sen misin Türk halkına hayır işi yapan! Mahkemelik oldu. İcra kapısına dayandı. Evini barkını, arabasını, cüzdanını, yalnız ineğini değil düvesini de, karısının bileklerindeki bilezikleri, kızlarının altın küpelerini de söküp söküp aldılar. Kala kala elinde mesleği kaldı. O zaten doktordu. Serçenin cıvıltısı gibi bir şey... Sözün kısası Serçe bir sürü insanı soyabildiyse, “siz hiç korkmayın, biz sizin garantörünüzüz” diyen sözüm ona “lider” takımının bacağımızdaki donu almasına ne kalmış. Herkes başına gelenleri düşünmüş olsa, bizden de 10 cilt ibret masalı çıkar. Ve bir bakmışsın yıllar, asırlar ve milenyumlar geçmiş ve biz de dünyada ibret masallarımızla yaşamışız. Az mı çektik? Çok gezen değil, çok çeken bilgedir, demişler bizden önce çekenler.... Bu kıvamda olansa bizleriz, sizlersiniz, evet sensin! Ne ki, biz hala kendimize yararlı olmayı öğrenemedik. Oysa kendine yararlı olamayan başkasına yararlı olamaz! Bunu da bizden önce yaşayanlar söylemiş ve değişen bir şey yok. Bizim başımızdan geçenler torunlarımıza okunsa, onlar da torunlarına anlatsa ne güzel olur değil mi...Dilden dile dökülürken belki yaşadıklarımızın hala sızlayan acıları da git gide unutulur.


40

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Dünya kazan ben kepçe: Bulgaristan

Raziye ÇAKIR -15.Temmuz.2014

Plovdiv Bulgaristan, benim gezi listemde hep son sıralarda yer almıştır. Hatta hiç gitmesem de olurdu diye düşündüğüm bir ülke. Burada görülecek fazla kültür ve tarihi değerler olmadığını değerlendiriyordum. Bulgaristan’ı hep gezilerime dahil etmemekten duyduğum sıkıntının nedeni ise, Balkanlar’da görmediğim tek ülke olması idi. Yılbaşında üç günlük bir Bulgaristan gezisi fırsatı çıkınca da hemen bunu değerlendirdim. Bulgaristan’ı -tamamı olmasa da- gezip görünce; gezi listemin sonuna koymakta ne kadar haklı olduğumu da anlamış oldum. Osmanlı tarafından asırlarca yönetilen bu ülkede yine Osmanlılar tarafından yapılan yüzlerce eserden birkaç tanesi ayakta kalabilmiş, diğerleri yok edilmiş. Osmanlı’nın dışında yapılan da fazla olmadığından görülecek kültürel ve tarihi zenginlikten söz etmek zor. Büyük bir tarihi ve kültürel mirası deyim yerinde ise har vurup harman savurmuşlar. Tam bir miras yedi. Avrupa Birliği ülkesi olan Bulgaristan, hala Avrupa Para Birimi olan Euro’ya geçememiş ve kendi para birimi olan Leva’yı kullanıyor. Bir zamanlar nüfusu 9 milyon olan Bulgaristan’ın, Avrupa Birliği’ne kabul edildikten sonra, serbest dolaşım nedenleri ile 2 milyon kadar nüfusu çalışmak için ülkeyi terk etmiş. Bunların çoğu genç olduğundan, dinamik bir genç nüfustan da mahrum kalmış. Demokrasiye geçmeyi ve Avrupa Birliği’ne katılmayı kısa bir süre denilebilecek zaman dilimi içerisinde gerçekleştirmesi nedeniyle, süratle gelişen bu olayların etkisinden kendisini kurtaramamış. Bu durumda onlara hak vermemek mümkün değil. Bir anda rejim değişiyor ve kendisini Avrupa Birliği’nin içerisinde buluyor. Hem demokrasiyi ve hem de Avrupa Birliği’ni hazmedecek. Hiç de kolay değil. Bunların altından kalkıp kalkamayacağını zaman gösterecek. Ancak bizim gördüklerimiz, sıkıntıların hala devam etmekte olduğu. Tüm gezimiz boyunca dışarıya doğru büyük bir genç nüfus göçü yaşayan bu Balkan ülkesinin her bakımdan ekonomik sıkıntı içerisinde olduğunun belirtilerini görebiliyoruz. Ancak tüm bu olumsuzluklara rağmen hep aynı yere gitmekten sıkılan Avrupalı turistlerin de yeni bir yer bulmanın heyecanı içerisinde Bulgaristan’a akın etmeleri, bu ülkenin ciddi bir avantajı. Bu turistler, daha ziyade kış sporları ve deniz için geliyorlar. Nüfusu 7 milyon olan Bulgaristan’a yılda gelen turist sayısı yaklaşık 9 milyon. Bu da Bulgaristan için hiç de küçümsenecek bir rakam değil. Bulgaristan’da kaldığımız süre içerisinde bir gün Plovdiv (Filibe), bir gün de Sofya’yı gezme şansımız oldu. Bir günde seyahatle geçti. Seyahatimizi araçla


Makale ve Analizler - 2014

41

yaptığımız için Bulgaristan’a Kapıkule Sınır Kapısından girdik. Yol güzergahımız da Haskova, Plovdiv ve Sofya oldu. Oldukça rahat yolculuk yaptık ve güzel yerler gördük. Her ne kadar yalnızca Sofya ve Plovdiv’i gezmekle Bulgaristan hakkında tam bir bilgi sahibi olunamayacağı bir gerçekse de, bu iki önemli şehri görmek de, bir fikir vermesi açısından önemli. Bulgaristan hakkında bu kadar kısa bir bilgi verdikten sonra, gezimiz sırasında gördüklerimizi sizlere aktarmaya çalışacağım. Traklardan Roma İmparatorluğuna, daha sonra da Osmanlı Devleti’ne kadar çeşitli kültürleri bünyesinde bulunduran bu ülke, karma bir kültürün yansıması. Bunu da tüm gezimiz sırasında gördük. Gördüklerimiz içerisinde kuşkusuz en güzelleri, ikona sanatı ve duvar resimleri. Ortodoks diniyle özdeşleşmiş olan bu sanat dalı, Bulgaristan’da en üst düzeyde uygulanmış. Gezdiğimiz kiliselerde son derece güzel resimler ve ikonalar gördük. Gerçekten bakmaya doyulamayacak kadar güzeller. Onlar Plovdiv, biz ise Filibe diyoruz. Ne olursa olsun Türkler için çok tanıdık bir şehir. Bugün Plovdiv olarak adlandırılan Filibe, Bulgaristan’ın güney kesiminde, yukarı Trakya Ovası’nda ve Meriç Nehri’nin iki tarafında yer almakta. Burası aslında altı tepe üzerine kurulmuş bir şehir. Meriç Nehri ile merkezdeki Cuma Camii arasında kalan kısımda şehrin ticari bölümü bulunuyor. Nüfusu yaklaşık 350 bin olan bu yerleşim birimi, Sofya’dan sonra Bulgaristan’ın en büyük şehri durumunda. Aynı zamanda, önemli bir ticaret ve kültür merkezi konumunda. 1999 yılında Avrupa Kültür Başkenti ilan edilen bu şehrin geçmişi, oldukça eskilere dayanıyor. Şehir, 1361 yılında Rumeli Beylerbeyi Lala Şahin Paşa tarafından fethedilince, adı “Filibe” olarak anılır olmuş. 1878’deki Osmanlı-Rus savaşından ve Bulgaristan’ın bağımsızlığından sonra da “Plovdiv” olarak değiştirilmiş şehrin adı. Bugün Anadolu’dan Avrupa’ya giden yol üzerinde bulunan Filibe’nin, ya da bugünkü adıyla Plovdiv’in bizim için tarihi bir önemi var. Osmanlılar döneminde Filibe, tam bir Türk şehri karakterinde gelişme göstermiş. Burayı fetheden Rumeli Beylerbeyi Lala Şahin Paşa, ilk olarak Meriç üzerinde bir köprü yaptırmış ve çeltik yetiştirmeye oldukça elverişli olan şehrin hemen kuzeyindeki araziye pirinç ektirerek bölgeye bu ziraatı tanıtmış. Zamanla şehir, devlet sınırlarının iç kısmında kalarak


42

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

önemli ticari ve ekonomik merkezlerden biri haline gelmiş. 15. yüzyılın ilk yarısında, Anadolu’dan getirilen Türk aileleri buraya yerleştirilmiş ve Filibe, Rumeli Beylerbeyinin merkezi olmuş. Şehri birkaç kez ziyaret etmiş olan ünlü seyyahımız Evliya Çelebi, burasının Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki en büyük on şehrinden biri olduğunu ve her gün daha da zenginleştiğini kaydediyor. Osmanlı zamanında inşa edilen çok sayıda cami, han, hamam, kervansaray ve medrese gibi yapıların büyük bir çoğunluğu yıkılmış olmasına rağmen bir kaçı ayakta kalabilmiş. Şehrin trafiğe kapalı, alışveriş caddesinden vitrinlere, insanlara ve binalara bakarak yürürken caddenin sonuna geldiğimizde, yerden 4-5 metre aşağıda kalmış bir Roma stadyumunun kalıntılarını gördüğümüzde ne kadar şaşırdığımızı tahmin edemezsiniz. Bu alışılmış bir şey değil. Hemen onun yanında da güzel görüntüsü ile Cuma Camii. Yürümeye devam edildiğinde sağlı sollu alış veriş yerleri ile cadde tüm hareketliliği ve renkliliği ile devam ediyor. Cuma Camii Osmanlı’dan Bulgaristan’da kalan birkaç eserden en önemlilerinden birisi olan ve 14. yüzyılda I. Murad tarafından yaptırılan, kendisine “Ulu Cami”, “Cuma Camii” veya “Hüdavendigâr Camii” isimleri verilen camiyi gezdik. Son zamanlarda restore edilerek ibadete açılan caminin görünümü son derece iyi. İmaret Camii Az bir yürüyüş mesafesinden sonra 1442 de II. Murad döneminde Lala Şahin Paşa’nın oğlu Şahabettin Paşa tarafından yaptırılan İmaret (Şahabettin Paşa) Camisine ulaşıyoruz. Ulu cami kadar olmasa da dış görünüşü


Makale ve Analizler - 2014

43

iyi durumda. Camiye daha sonraları Sultan II. Beyazid döneminde imarethane eklenmiş. Bugün yalnızca cami ve Şahabettin Paşa’nın Türbesi mevcut ve ne ibadete açık. Eski Kent - Tarihi Evler Plovdiv’de görülüp gezilecek ve keyif alınacak yerlerin başında geliyor. Plovdiv’in eski kısmında, sanki biz oraya geldiğimizde açılmış tarihten bir sayfa gibi. Akşam güneş batarken gelmemiz nedeniyle, havanın alaca karanlığında sokaklar ve evler daha da güzel ve gizemli görünüyorlar. Büyük taşlarla döşenmiş Arnavut kaldırımlı yollarında yürürken eski günlerden kalma bir Bulgar güzelinin hemen karşımıza çıkacağı hayaline kapılıyoruz. Burası Osmanlı’nın kurduğu bir mahalle aslında. Bunu evlerin tarihlerine ve mimari tarzlarına bakarak anlayabiliyoruz. Onlar ise bu evlere “Plovdiv Barok” tarzında yapılmış evler diyorlar.” Simetrik bir yapı; merkezde salon, etrafında yine merkeze göre simetrik şekilde yerleşmiş odalar. Orta halli ailelerde salon dikdörtgen oluyor, zenginlerde ise oval. Boyalı niş’lere, en güzel oymacılık örneklerinin sergilendiği ahşap tavanlara ve güneşin her daim içerde olmasını sağlayan bir pencere donanımına sahip bu evler, Avrupa tarzı mobilyalarla döşenmiş. Restore edilmiş 150’den fazla evden oluşan bu alanda, bugün binaların her biri müze, galeri, atölye, otel, lokanta ve gece kulübü gibi işlevler üstlenmiş. Örneğin Argir Kuyumcuoğlu Evi (1847), bugün Etnografya Müzesi olmuş. Dimitar Georgiadi Evi (1848) ise Ulusal Uyanış ve Özgürlük Mücadelesi Müzesine dönüşmüş. Tchomakov Evi (1860) ya da Zlatyu Boyacıyev Evi, artık bir sanat galerisi ve Bulgaristan’ın en ünlü ressamlarından Boyacıyev’in en geniş resim koleksiyonunu barındırıyor. Bir dönem Fransız şair Alphonse de Lamartine’nin kaldığı ev de bugün Bulgar Yazarlar Birliği’nin merkezi. İçlerinde en simgesel ve tipik olan Balabanov Evi de, sanat galerisi ve konser binası bugün. Ev aslında 19.yy başında zengin bir tüccar tarafından inşa edilmiş, ama orada oturan son kişinin, yine bir tüccar olan Luca Balabanov’un adını taşı yor. 1930’lu yıllarda yıkılan ev, 45 yıl sonra aynı yere yeniden inşa edilmiş. Bu yapı, görkemli ve estetik cephesi ile Bulgar barok döneminin en güzel yansıması. Göz kamaştıran ikonları ile kiliseler, yüzyıllık ağaçlarıyla Kral Simeon Parkı, çok değerli altın objeleriyle arkeoloji müzesi, açık hava cafe’leri, Sanatçı-


44

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lar sokağı, antikacılar. Burası sanki bir el işçiliği krallığı; resimli-tahta oyma kutulardan, dantellere, çarpıcı renklerdeki dokumalara kadar, yok yok. Bölgeden eli boş çıkmak imkansız. Geçmişten bugüne yolculuk, hatta zamanı unutmak gibi. Roma Tiyatrosu Antik Tiyatro, turistlerin en çok ilgi gösterdiği yerlerin başında geliyor. Taksim Tepe ve Cambaz Tepe arasında yer alan Antik Tiyatro 2. yüzyılda inşa edilmiş görkemli bir yapı. 3 katlı sahneye sahip tiyatro, Orta Asya Helenistik tarz mimarisiyle inşa edilmiş. Tiyatro 3 kapılı ve 28 basamaklı oturma düzenine sahip. Büyüklüğü ve mimarisinin görkemi ile öne çıkıyor. 5 - 7 bin kişi kapasiteli ve sahne heykellerle süslüymüş; Tiyatro bölümler halindeymiş ve her bölümün sıralarına şehrin mahallelerinin adı yazılıymış. Her mahalleli kendi yerini, nereye oturacağını bilirmiş. Sahnesi bugün de konser ve gösteriler için kullanılıyor. Roma Stadyumu ise, at nalı biçiminde, 30 bin kişi kapasiteli. Burada, 4 yılda bir Olimpiyat oyunları tarzında spor karşılaşmaları yapılırmış. Bundan sonraki yazımda Sofya’da buluşmak üzere hoşça kalınız.

Kırkaltı Yıl Sonra Bulgaristan’da

Osman Kılıç-19.Temmuz.2014

Giriş Bismillahirrahmanirrahim. Sıcak bir Temmuz günü. 2011 yılındayız. Telefon çaldı. Bir ses: “Burası Cumhurbaşkanlığı. Size bir haberimiz var. 10 - 12 Temmuz 2011 tarihinde Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah GÜL, resmen Bulgaristan’ı ziyaret edeceklerdir. Kendilerine refakat eden heyetin terkibinde siz de varsınız. Bu seyahat için gerekli hazırlıkları yapınız, pasaport ve vize işlerinizi tamamlayınız. Ziyaretle ilgili mütemmim bilgiler size ulaştırılacaktır.”


Makale ve Analizler - 2014

45

Aldı beni bir heyecan. Bulgaristan’ı terk edeli tam 46 yıl oldu. Doğduğum, okuduğum ve okuttuğum yerleri göreceğim demek. Kim heyecanlanmaz? “Büyüyüp yetiştiğim o topraklar, yıllardan beri gündüz hayalimde, rüyamda anamın - babamın mezar an o topraklarda. Oraların fethinde şehit düşen Mehmetçiklerimiz, oralarda yatıyor. Ecdadımız o diyarları mamur kılmış. Kalıcı eserler bırakmış. Nereye varsanız onların izlerini görüyorsunuz. Bastığınız her adımın altında, bir şehit yatıyor”. Toprağı sıksanız, onların kanı fışkıracak. Asırlar boyu ecdadımız buralarda at koşturmuş, can vermiş - şan almış... Beynimden kalbime bu ve buna benzer düşünce kırıntıları damlarken bir telefon daha: - “Bulgaristan’a 10 Temmuz 2011 günü, İstanbul Atatürk Hava Limanından hareket edilecektir. Saat 17.15′ te. Bu itibarla bütün heyet üyeleri saat 15.30’da Büyük Şeref Salonunda hazır bulunmaları rica olunur.” Aldığım bu bilgiler ışığında hazırlıklarımı yaptım ve saat tam 15.30’da Büyük Şeref Salonundaydım. Bütün davetliler orada toplanmıştı. Hareket saatine yakın bir zamanda uçakta yerlerimizi almamız anons edildi. Her kesin yeri belliydi. Büyük, Türk Hava Yollan uçağı dopdoluydu. Şöyle bir baktım her kesimden davetliler var: Milletvekilleri, üniversite Rektörleri, emekli Büyükelçiler, Göçmen Dernekleri Başkanları, gazeteciler, ajans muhabirleri: Dışişleri Bakanlığından ilgili daire mensupları vs... Görülüyor ki, Sayın Cumhurbaşkanımıza refakat edecek olan heyetin teşkiline dair çalışmalarda ciddiyetle emek sarf edilmiş ve Cumhurbaşkanımızın bütün Türk halkının tamamını kapsayıcı prensibine sadık kalmış... Yalnız iktidar çevrelerinden değil, muhalefet saflarından ve diğer kesimler den temsilciler seçilmiş. Bu noktada, heyetin terkibini teşkil eden bu konudaki görevliyi, tebrik etmek gerekir... Sofya’da Tam saatinde Sofya Hava Limanına indik. Otele intikal edildi. Zaten şehre çok yakın. Hemen söylemek durumundayım: Etraf yemyeşil, tam karşıda Vitoşa dağı... Orman ağaçlarla kaplı... Yalçın kayalardan ibaret değil. Namık Kemal’in avlandığı yerler... Hemen hemen her Türk aydınının dilinden düşmeyen tarihi bilgi: Genç şair bir karaca vurmuş, ama ne yazık ki hayvan gebedir. Karnından bir yavru çıkmış. N. Kemal bu durumdan çok etkilenmiş ve silahını duvara asmış, dudaklarından da şu mısra dökülmüş: “Köpektir zevk alan sayyadı bi insaftan”


46

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Program gereğince saat 20.00’de T.C. Sofya Büyükelçimiz Sayın İsmail Alamaz, Sayın Cumhurbaşkanımız şerefine akşam yemeği veriyor. Bütün Heyet davetli. Büyükelçilik binası halen Rezidance olarak kullanılmakta. Burası bizim için, her Türk için çok önemli bir mana ifade etmektedir. Bir defa yeri çok kıymetli. Şehrin merkezinde. Hemen yakınında Sofya / OHRİTSKİ Üniversitesi. Millet Meclisi binası, Aleksandr Nevski Katedral. En mühimi, Rezidansın karşısında Sofiyanın en büyük parkı... Biraz daha derin düşünecek nursak buralarda Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk (o zaman Kolağası) .çalışmış. Fethi Okyar keza buralarda emek sarf etmiş. Bunlar güzel de, benim de hayatımda çok özel bir yeri var.Bundan tam 46 yıl önce, Bulgaristan komünist rejiminin cehennem misali zindanlarından kurtulup anavatana ve aileme, iki buçuk yaşında bıraktığım biricik kızıma kavuşmak için bu binadan hareket ettim. Takas yoluyla Türkiye’ye verilmem kararlaştıktan sonra, Bulgar Dışişleri Bakanlığında pasaportum elime verildi ve: - “Şimdi artık Türkiye Büyükelçiliğine gidebilirsin” denildi. O zamanlar Büyükelçimiz merhum Necmeddin Tuncel Beyefendiydi. Beni uğurlamak için Şumnu’dan beraber gelen kardeşlerim karşıda ki parkta kaldılar, oradan olup bitenleri seyrediyorlardı. Takvim 21 Ocak 1965 tarihini gösteriyordu. Hicri aylardan da Ramazan ayı içindeyiz. Oruçluyum. Büyükelçilikte her şey hazırlanmış. Makam arabasıyla beni Sofya istasyonuna trene götürecekler. Büyükelçi cebime bir 10 Bulgar levası koydu. Trende orucunu açarsın diyerek. Rezidans salonlarında, masalarda herkesin yeri belli. İlgililer de misafirlerin yerlerini bulmalarında yardımcı oluyorlar. Ben 7. masadayım. Vardığımda diğer arkadaşlarım yerlerini almışlardı. Tabi ki hepsi benden genç. Esasen bütün heyette benden yaşlı yok. Yanımda genç bir hanımefendi oturuyor. Ben gelinceye kadar arkadaşlar sohbete dalmışlar bile. Yemek başladı. Ben de sohbete katıldım. Her şey çok mükemmel. Servis normal seyrini takip ediyor. Herkes birbiriyle tanışıyor, muhabbet ediyor. Derken masada bir bomba patladı. Yanımdaki hanımefendi: - “Ben, Bulgarım...” demez mi? Galiya, bir Türk ile evlenmiş. Benim gibi gayet güzel Türkçe konuşuyor. Daha erken gelmiş olsaydım, belki masada kilerin isimlerini okur, kimin ne olduğunu öğrenmiş olurdum. Ama artık çok geç. Derhal masadaki komşumun çok güzel Türkçe konuştuğunu söyleyerek kendisini tekir ettim. Şöyle ki:


Makale ve Analizler - 2014

47

Hazreti Yusuf Medresesinde bulunduğum yıllarda (Belene Cehennemi) 80 kişilik bir grup halinde ceza kovuşundayım. Aramızda mahkûm olmuş Katolik papazları a var, Otets Klinent, İstanbul’da Robert Kolejinde okumuş. Kendisiyle Türkçe konuşuyordum. Ahbap olduk. Bir gün içinde bulunduğumuz barakada vakit geçirmek için havadan sudan konuşurken: - “Arkadaşlar, dünyada en tatlı şey nedir, bilir misiniz?” dedi. Sağdan soldan cevaplar gelmeye başladı. Kimisi, dünyada en tatlı şey bal diyor ki misi uykudur diyor, filan. “Hayır,” dedi papaz: - “Dünyada en tatlı şey; İstanbul’da, bir İstanbul hanımefendisinin, İstanbul şivesiyle Türkçe konuşmasını dinlemektir!” .... Ben hemen taşı gediğine koydum: Meğer Sofya’da da güzel Türkçe konuşan hanımlar varmış. Baktım ki Galiya dört köşe. Ağzı bir karış açılmış, kahkahayla gülüyor, memnuniyeti yüzünden okunuyor... Yemek devam ediyor, sohbet koyulaşıyor, fıkra ve anekdotlar birbirini takip ediyor. Tatlı faslı geldi, çay - kahve faslına geçildi. Ben kalkıp diğer masaları gezmeye ve daha başka zevat ile görüşmeye başladığımda: - “Fırsatı kaçırdık, keşke 7. masada bulunsaydık, tatlı sohbetten mahrum kaldık” gibi hayıflanmalar kulağıma geliyordu. Saat 21.30’da otele dönüyoruz. Derin bir düşünceye daldım. Neydi o günler... Bir zamanlar bu bina Büyükelçilik olarak kullanıldığı günlerde, ciddi bir tarassut altındaydı. Bulgaristan Türk azınlığından herhangi bir soydaş, bir yolunu bulup binaya girdiğinde, yan taraftaki binanın çatısın da nöbet tutan elemanlar, girenin fotoğrafını çekiyor, çıktığında da hemen tutuklanıp sorgu ve işkenceye tabi tutuluyordu. Kadir Mevla’m, sen ne büyüksün, azamet, kudret ve celaline payan yok... Ne günler geldi geçti köprünün altından çok sular aktı. Varna zindanından, ayağında 46 kar’lık pranga olduğu halde Sofya Cezaevine getirilen fakir, şimdi bu akşam, T.C. Cumhurbaşkanının maiyetinde, bu binada yemek yiyor, çıkarken de: - “Gel beri”, diyen yok... Buna sadece Allah’a şükürler olsun denir! Ertesi gün 11 Temmuz 2011 Pazartesi. Akademisyenler grubu için özel bir program hazırlanmış. Hayli yüklü. Grup aşağıdaki zevattan müteşekkil: 1- Prof. Dr. Enver Duran Trakya Üniversitesi Rektörü 2- Prof. Dr. Osman Şimşek Namık Kemal Üniversitesi Rektörü 3- Dr. Bilal N. Şimşir Emekli Büyükelçi,


48

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

4- Prof. Dr. Emin Balkan Balkan Türkleri Göçmen Dernekleri Federasyonu Genel Başkanı 5- Prof. Dr. M. Selim Deringil Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi 6- Doç. Dr. Erhan Afyoncu Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi 7- Doç. Dr. B.Demirtaş Coşkun Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi 8- Doç. Dr. M. Zeki İbrahimgil Gazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi, 9- Doç. Dr. Hüseyin Mevsim Ankara Üniversitesi DTCF Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü Bulgar Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Başkanı 10- Doç . Dr. Hamit Palabıyık Çanakkale 18 Mart Ünv. Biga İİBF Öğretim Üyesi 11- Osman Kılıç Göçmenlere Yard. Derneği İstişare Kurulu Başkanı ve BİSAV Onursal Başkanı 12- Mustafa Kutlay USAK AB Araştırmaları Merkezi Uzmanı Osmanlı Arşivine Büyük İlgi 8 Numaralı araba bize tahsis edilmiş. Saat 09.45’te “Kiril-i Metodi” Bulgaristan Milli Kütüphanesine müteveccihen hareket ettik. Mihmandarımız Mine Adalı adanda genç bir hanım, Kütüphane Müdür Muavini bizi kapıda karşıladı. Geniş bir salona alındık. Müdür muavini (hanım) kısa bir konuşmayla bizi selamladı ve anındaki hanıma teslim etti. Bu hanım, kütüphanenin Şarkiyat Bölüm Başkanı. O da kısa bir konuşma ile bizi selamlayıp ziyaretimizden duydukları memnuniyeti izhar etti ve hemen konuya girdi. Önünde, masa üzerinde bir sürü evrak bulunuyordu. Biraz sonra bize onları tek tek izah ederek takdim etmeye başladı. Şarkiyat bölümü nün çok zengin olduğunu, birçok el yazması eserlerle dolu olduğunu ifa de ediyordu. Özellikle 12. ve 13. asırdan, ilmin çeşitli alanlarında kaleme alınmış kıymetli elyazması eserlerle övünüyordu. Bir yandan konuşuyor, diğer yandansa birer birer fermanlar önümüze sürülüyordu. Osmanlı padişahlarının çeşitli konular hakkında isdar ettikleri fermanlardı bunlar. Her biri Hüsnü Hat alanında bir şaheser. Onları okumak bile herkesin karı değil. Söz Teri arasında bunların İstanbul Hazine’i Evrakından (Osmanlı Arşivi) getirildiğini ve halen hepsinin bodrumda muhafaza edildiğini anlatıyordu.


Makale ve Analizler - 2014

49

Hepimizin bildiği müessif hadise: Hurda niyetine Osmanlı arşivinden bu eserler Bulgarlara verilmiş. Bu kıymetli eserleri şimdi Bulgar’ın elinde gördüğüm zaman yüreğim sızladı. Kadın: - “İşte bu da çok değerli bir Ferman” diyerek bize altın yaldızlı, bir sanat eseri evrakı gösterirken, kalbime bir bıçak saplandı. Ne kadar büyük bir hata işlendiğini bir kere daha hatırladım ve kendi adıma çok ama çok üzüldüm. Burada, konudan biraz ayrılarak bilgi vermek isterim: Boris Nedkof adında bir Bulgar, Nüvvab’a gelmiş, kaydını yaptırmış ve okuldan mezun olmuş. Benden çok evvel. Ağabeylerimizden onun hak kında çok şeyler dinlemiştim. Kendisi müsteşrik. Nüvvab’tan sonra Münih Üniversitesinde de okumuş. Dönüşünde Bulgar Eğitim Bakanlığında görev almış. 1946/47 ders senesinde, Nüvvab’a, Mezuniyet imtihanlarına Bakanlık Mümeyyizi olarak gönderildi. Ben de artık Nüvvab’ta öğretim görevlisiyim. Nüvvab çevrelerinde “Boris Hoca” diye anılan bu adam, o yıl Bulgar Eğitim Bakanlığı. Mümeyyizi olarak İcazetnamelere imza koydu. Tevzii Mülfat töreninde de Bakanlık adına bir konuşma yaptı Bulgarca olarak. Tercümesini ben yaptım. Çünkü törende bulunan halk Bulgarca bilmediğin den tercüme gerekiyordu. Bu münasebetle kendisini tanımak fırsatını bulmuştum. Ertesi sene Boris Nedkof’u Sofya Milli Kütüphanesinde Şarkiyat Bölümü Başkanı olarak görüyoruz. Müsaade isteyerek Bölüm Başkanı hanımefendiden bize Boris Hoca hakkında biraz bilgi vermesini rica ettim. Memnuniyetle diyerek devam etti ve aşağıdaki bilgileri verdi: - “Boris Nedkof çok değerli bir şarkiyatçıdır. Benim de hocamdır. Maalesef kendisi hayatta değildir, bundan birkaç sene evvel vefat etti. Ben, şimdi tam zamanı diyerek devam ettim ve bir konuda kendisinden bilgi rica ettim.” Şumnu’da Şerifpaşa Camii Külliyesinde bir kütüphane vardı. 12. ve 13. yüzyıldan elyazması çok kıymetli eserlerle doluydu. İlmin her alanın da Riyaziyat, Astronomi, Nebatat, Tabiat Bilgileri, tarih ve hele İslam Dini hak kında Fıkıh, Tekir kitapları paha biçilmez eserler. Bunların hepsi alındı ve Milli Kütüphanede bir Şarkiyat Bölümü açıldı, kitaplar da buraya taşındı. İşte bu hadisede başrolü oynayan Boris hocaydı. Bu kitaplar hakkında biraz bilgi verir misiniz, bu eserlerin akıbeti nedir diyerek ricada bulundum. - “Evet,” dedi hanım, “Kitaplar buradadır ve halen hepsi aşağıda, bodrumda muhafaza edilmektedir. Yani Osmanlı arşivinden alınan eserlere ila yeten Şerifpaşa Kütüphanesinin eserleri de halen Bulgar Milli Kütüphane sini süslemektedirler. Bulgarlar da bu eserlerle övünüyorlar, dünyada bu kadar kıymetli, elyazması eserler seyrek bulunmaktadır diyorlar.” Kadın devam etti:


50

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

- “Vidin’de Osman Pazvant oğlu Kütüphanesinin eserleri de buradadır. Onları da muhafaza ediyoruz...” Hepimiz bu kıymetli eserlerin elimizden çıktığına üzüldük, ama bir bakıma halen muhafaza edildikleri için de sevinmedik değil hani... Kendimizi bir nebze böyle teselli ettik... Talebeliğim yıllarında 1937 falan, hocalarımızla çıktığımız bir gezide, Vidin’e de Bitmiştik. O zamanlar Vidin Ruşdiye Müdürü de bizim bildiğimiz ağabeyimiz Nüvvap mezunu Osman Pazvant oğlu Kütüphanesini gezdik, oradan biliyorum... Vakit ilerledi, daha gidecek yerlerimiz var. Kütüphaneden çık-tık. Topluca fotoğraflar çektik. Şarkiyat Bölümü Müdiresi hanımefendiyi de aramıza aldık ve kütüphaneden ayrıldık. Trak Dönemine İlgi İstikamet Milli Tarih Müzesi. Merkezden hayli uzak, neredeyse Vitoş Dağı eteklerinde büyük bir bina. Meğerse burası T. Jifkof’un ikametgâhı imiş. Acaba burası kendisine dar gelmedi mi, diyerek aramızda gülüştük. . Bir görevli uzman bize izahat veriyor. Kendince herhalde en münasip bulduğu bir bölüme götürdü. Varna çevrelerinde yapılan kazılar esnasında bulunan tarihi kalıntılar sergilenmiş. Milattan bilmem kaç bin sene evvel, Bal kanlarda hele bu Bulgaristan topraklarında Traklar yaşamış. Mezarlarından çıkarılan kemikler iskeletler ve yanlarında da altın takılar... Küpe, bilezik v.s... Enteresan olan tarafı şu ki; mezar erkek mezarı ve erkeğin yanında bulunuyor bu takılar... Bu dikkatimizi çekti. Bir de daha o zamanlarda bu topraklarda yaşayanlar altını biliyorlarmış ve işlemesini yapıyorlarmış. Ayrıca ev ve mutfak aletleri vitrinleri süslemekte. Osmanlı Devri İlgi Merkezinde Osmanlı devrine ait eserleri sorduk, pek bizim dikkatimizi çekecek eserler gösteremedi kılavuzumuz. Teşekkür ettik ve müzeden çıktık. Saat yarım. Vakit ilerliyor. Program da bir çalışma yemeği var. Nerede? Bir Türk lokantasında. Güzel bir yer. Çalışanlar Türk. Hepsi bizi güler yüzle karşıladılar ve memnu etmek için elden gelen gayreti sarf ediyorlar. Uzun bir masada yerlerimizi aldık. Bir tarafta biz, karşımızda da yemeğe katılan Bulgar akademisyenler. Başta Prof. Dr. Yordan Peev. Oriyantalist. “Kliment Ohristki” Üniversitesi Doğu Dilleri ve Kültürleri Merkezi, Arap Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı eski öğretim görevlisi. Diğer zevat ekseriyetle tarihçi. Bu arada bir de Türk var: Dr. Mümin Tahir. Felsefe doktoru. “Svobodno Sloyoo,” Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Yardımcısı, Sofya ve Filibe Üniversitesi öğretim görevlisi. Ortam çok müsait. Muhtelif ilmi konularda konuşmalar, fikir alışverişi zevkle devam ediyor. Ana yemek, çok mükemmel: Karışık kebap, dana, kuzu ve tavuk eti. Pencereden bakıyorum, yine yemyeşil Vitoş dağı manzaraları. Karşımda oturan Bulgar akademisyen ile tarihten falan bahsederken laf Makedonlara geldi. Müstakil bir Makedon dili var mıdır diye kendisine sordum.


Makale ve Analizler - 2014

51

Cevap: - “Kendileriyle Bulgarca konuşarak birbirimizi çok iyi anladığımıza göre herhalde ayrı bir Makedon dili yok,” dedi... Türkiye’de ki Üniversitelerde, Makedon Dili Kürsüsü boşmuş ilgi ve öğrenci yokluğundan... Yemekten sonra biraz istirahat etmeden hemen programa devam ediyoruz. Bu sefer istikamet “Kliment Ohritski” Üniversitesi. Merkezde, hemen Türkiye Büyükelçiliği rezidance binasının yakınında, Rektör Yardımcısı ta rafından karşılandık. Büyük bir salona alındık. Bir tarafta biz, diğer taraf ta da Bulgar akademisyenler. Yine tarihçiler ekseriyette. Rektör Yardımcı sı bizi kısa bir konuşma yaparak selamladı ve hemen üst katta bulunan Tarih Bölümüne teslim etti. Bölüm Başkanı keza biraz daha uzunca bir konuşmayla bizi selamladı ve sohbet başladı. Tabi Bölüm Başkanı faaliyetleri ve yayınları hakkında etraflı bilgiler verdi. Derken Trakya Üniversitesi Rektörümüz Bulgarların milli menşeleri hakkında ne düşünüyorsunuz diyerek bilgi istedi. İlk defa hayatımda yet kili ağızlardan, resmen bir itiraf duydum ve kendi adıma çok memnun oldum. “Evet,” dedi Bölüm Başkanı, “Biz Türk kökenliyiz. İlmen tarihi bir hakikattir. Hatta, her ne kadar bazı tarihçiler Pers kökenli olduğumuzu söyleseler de bunun bir ilmi değeri yoktur, biz Türk kökenli, yani Turanı bir ırka mensubuz.” Bu arada ben de söz alarak kısaca şöyle bir fikir beyanında bulundum: - “Balkanlarda, Bulgaristan’ın en sadık dostu Türkiye’dir. Diğer komşuları Romanya, Sırbistan ve Yunanistan Bulgarların din kardeşidirler. Sırplar ise Bulgarların kan kardeşleridir, İslav olmaları dolayısıyla. Hal böyle olmakla beraber, tarihte Bulgaristan Prensliği teşekkül ettiği zaman, henüz çiçeği burnunda genç Bulgar devletine bunlar hücum etmişlerdi: Kuzeyden Romen Ordusu Bulgaristan’a girmiştir. Güneyden Yunanistan, Mesta (Kara Su) vadisini takiben Sofya’ya doğru ilerlemiştir. Hele Bulgarların hem din kardeşleri, hem de kan kardeşleri Sırplar, gencecik Bulgar Prensliğini batıdan vurmuşlar, taa Slivnitsa’ya kadar gelmişlerdir. Sofya büyük bir tehlike karşısında kalmıştı. İşte o zaman siz, Edirne karşısındaki silahlı kuvvetlerinizin tamamını batıya kaydırdınız ve canınızı dişinize takarak Sırpları dur durdunuz ve Bulgar topraklarınızdan attınız. O günlerde Edirne karşısında tek bir askeriniz yoktu. Ama Türkler bunu fırsat bilip diğer komşularınız gibi size hücum etmemişlerdir. Kısaca tek bir Türk ordusudur ki Bulgaristan’a saldırmamıştır, ama diğer komşularınız size kan ağlatmıştır. Dolayısıyla bu gün ben onun için Bulgaristan’ın en sadık dostu Türkiye’dir diyorum.” Bölüm Başkanı ve diğer tarihçiler:


52

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Biz bunun idraki içindeyiz diyerek görüşlerime katıldıklarını ifade ettiler. Diğer arkadaşlarda da bölüm ile ilgili sorular sordular, cevaplar alındı, fay dalı tarihi sohbetler yapıldı. Ayrıca bize, Tarih Fakültesi 1888 - 2008 Almanax başlıklı bir kitap hediye edildi. Bu kadarla görüşmeler sona erdi. Memnuniyetle üniversiteden ayrıldık. Program gereğince “Aleksandır Nevski” Katedralini ziyaret etmek gerekiyordu. Ayrıca bir şehir turu atılacaktı. Ben fazla yoruldum ve otele dönüp istirahata çekildim, zira ertesi gün bizi daha yüklü bir program bekliyordu. Şumnu Yolunda: Sabah oldu. 12 Temmuz Salı Sofya’ya veda ediyoruz. Şumnu’ya gidilecek, ama Hava Limanı olmadığı için Varna Hava Alanına binecek, oradan da arabalarla Şumnu’ya gidilecek. Varna ile Şumnu arası 90 km tahminen arabayla bir saatlik yol. Uçakla 50 dakika’da Varna Hava Limanına vardık. Arabalar hazır. Hemen yola koyulduk. Ben bu kara yolculuğundan kök memnun oldum, çünkü etrafı, bildiğim güzel yerleri, yemyeşil ova ve tarlaları görecektim. Fakat hadise benim için o kadar basit değil. Varna be başımdan gelip geçen badirelerde önemli bir yer tutar.,.1.4 Nisan 1948 yılında Şumnu’da tutuklandım. Bir gece Şumnu şehri emniyetinin cehennem çukurunda geçirdim. Ertesi gün makineli tüfekler önünde oradan çı karıldım ve Varna emniyetine getirildim. Emniyet. Binası, eskiden, Kraliyet devrinde Milletvekili olan zengin bir adamın köşküymüş. Deniz kenarında deniz parkının içinde büyük bir bina. Altında büyük bir şarap mahzeni. İşte burayı komünist rejimi, küçük küçük bölümlere ayırmış ve nere deyse kibrit kutusu gibi hücreler haline getirmiş. Yani biz yer altında sayılırız. Bodrum, derin ve çok önemli bir yer. Hücreler gayet küçük ve havasız. O kadar korkunç bir yer ki bilhassa geceleri, ortalık biraz sakinleştiği saatlerde deniz dalgalarının uğultusunu duyarsınız. Beni işte buraya tıktılar ve işkenceye tabi tuttular ve en nihayet kendi elleriyle yazdıkları ifadenin altına imza koymaya mecbur ettiler. Varna Cezaevi. Uçaktan indiğimiz zaman, etrafa bakındım. Neden mi, içinde çile dolu durduğum Varna Cezaevini arıyordu gözlerim. Cezaevi şehir dışında, bağlıklar arasında bulunmaktadır. O semte doğru bir baktım, yeşilliklerden Varna Savaşının yapıldığı vadide: Dolayı binayı göremedim. Bu benimle ilgili bir husus. Ama bütün heyetimizi ilgilendiren başka bir husus var: Hava Alanı, denizden içeriye doğru, yani karadan batıya devam eden bir ovada... İşte bu ova, yani bastığımız bu topraklar 1444 yılında meşhur Varna Meydan Muharebesinin cereyan ettiği yerler. Vakit olsa orayı görmek mümkün. Bulgarlar, orada ınaktul düşen Leh Kralı Vladislas Vaneçik’in heykelini diktiler. Demek istediğim Varna şehrinin bu tarafları


Makale ve Analizler - 2014

53

o kanlı savaşların cereyan ettiği yerler. Bastığımız her adımın altında, zamanın yeniçerilerinin şehit olarak çürümemiş cesetlerinin bulunduğu, hiç aklımdan çıkmaz. O müthiş Haçlı ordusu Tuna vadisini takiben Varna’ya kadar gelmişti. Tabi önüne gelen yerlerde yaşayan Müslüman Türk halkını kılıçtan geçirerek. Neyse ki genç Padişah babasına: - “Eğer ben Padişah isem, sana emrediyorum, gel ordunun başına geç millet ve devleti bu korkunç tehlikeden kurtar” dedi. Sultan Murat da bu emre imtisalın geldi cansiperane bir kanlı savaş sonunda sayıca çok üstün olan Haçlı Ordusunu perişan etti. Demek oluyor ki bizi Balkan topraklarından atmak isteyen Batı Hıristiyan dünyası buna muvaffak olamamıştı. Bu düşüncelerle arabalarımıza yerleştik ve Şumnu’ya doğru yola koyulduk. Yollar bozuk bakımsız... Ama tabiat çok güzel. Her taraf yemyeşil. Sol da Sakar Balkanın kuzey etekleri görünüyor. Ormanlarla kaplı, uçsuz bucaksız dağlar. Biraz daha ilerde, görünmese de meşhur Longor dağları var. Sadece büyük meşe ağaçlarıyla kaplı dağlar. Buralarda Türk gençleri askerlik niyetiyle ırgat olarak çalıştırılır. Meşhur şarap fıçılan işte burada yapılır. Yol boyundaki tabela gözüme ilişti: Suvorovo. Haa, işte meşhur Vezirli Kozluca... Zamanında Türklerin meskûn bulunduğu büyük bir yer. Hat ta burada Sabri adında bir arkadaşımız vardı Nüvvab’da. Bu arkadaş Hoca Şeyh Efendinin evinde oturuyordu. Çünkü Şeyh Efendi bu köyde Rama zan ayı Vaiz olarak bulunmuş ve köyün eşrafından sayılan Sabri’lerin odalarıda kalmış. Varna yöresinden hatıralar: Karatenizden, adeta bir dil şeklinde karadan içeriye doğru uzanan göller vardır. Provadı şehrine gelmeden bu göller kenarında Soda-Kaustik fabrikaları vardı. Özellikle Pravadı havzasında yer alan bu göller bölgesinde binlerce Türk genci (Trudovak’ırgat) olarak, askerlik adına kanallarda çalıştırıldı. Eskiden yol Pravadı’nın içinden geçiyordu. Şimdi çevre yolundan, şehri görmeden geçtik. Keza 1944 yılının Eylül ayında muharip olarak Bulgaristan topraklarına giren Kızıl ordu’nun başındaki Mareşal Tolbuhin’in karargâhı Kozluca’daydı. Ön kollar Şumnu’ya girdikleri zaman Tolbuhin, harekâtı buradan idare ediyordu. Ancak bir hafta sonra, yani 9 Eylül’de yine Kızıl ordu’nun yönetimi ve desteği ile dağlardan inen Partizanlar-komünistler idareyi ele aldılar ve Vatan Cephesi Hükümeti kuruldu, işte o andan itibaren Sovyetler ile Bulgaristan arasındaki ilişkiler değişti. Artık kızıl ordu Bulgaristan’da bir düşman işgal ordusu değil, kurtarıcı olarak bulunuyordu. Onun için zaten komünistler Kızıl ordu’ya ikinci kurtarıcı geldi dediler.


54

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Şumnu’da Fabrika Ziyareti Pravadı’yı yandan, çevre yolundan geçtik. Yol ilerledikçe, yani Şumnu’ya yaklaştıkça heyecanım da artıyordu. Kaspeçen’den itibaren Şumnu ovasına çıkmış bulunuyoruz. Solda, Madara kayalıklarında bulunan Han Kum”un rölyefini de geride bıraktık, artık Şumnu ovasında ilerliyorduk. Ben de heyecan dorukta... Şehre girmeden büyük bir fabrika önünde durduk. ALKC büyük bir Alüminyum fabrikası. Özelleştirilmiş ve Türkiye’den Fikret İnce adında bir işadamı gelip bu fabrikayı satın almış. Dünyada ilk ye dinin içine giren bir sanayi kuruluşu. Büyük çapta ihracat yapıyor. Önemli ölçüde istihdam imkânları meydana getirmiş. Yalnız şu var ki çalışanların çoğu Bulgar. Bununla birlikte çevre halkı için önemli bir ekmek kapısı. Başta Sayın Cumhurbaşkanımız olmak üzere içeriye girildi ve fabrika gezildi. Kendimi adeta bir sauna içinde buldum, çok sıcak... Bütün makineler çalışıyor, işçiler Cumhurbaşkanımız’ el sallayarak karşıladılar. Herhalde bunlar burada çalışan Türk işçilerdi. Yetkililer tarafından fabrika hakkında bilgiler veriliyor, ihracat bağlantıları anlatılıyordu. Nihayet saunadan çıktık. Hepimiz kan ter içindeydik. Ama şu anda, böyle önemli bir sanayi kompleksini bir Türk vatandaşı işadamının çalıştırması bizim göğsümüzü kabarttı. Milyarlarca yatırım yapılmış bu fabrika için. Biraz dinlendikten sonra şehre hareket edildi. Kalbim hızla çarpıyordu. 46 yıl evvel terk ettiğim yerleri görecektim. Okuduğum ve sonra muallim olarak okuttuğum ilim ve irfan ocağı Nüvvabı görecektim. Dünya evine girdiğim ve biricik kızımın doğduğu evi görecektim. İcazet aldığım okul burada. Dünya evine girdiğim şehir burası. Ama tutuklanıp komünizm cehennemlerine atıldığım yer de burası, Burada okudum, burada çalıştım, ter döktüm. Ama yine buralarda ilgili makamlar tarafından takip edildim. Şumnu benim için ölüp dirildiğim bir şehir. Hatıra Dolu Saatler: Tombul camiye Nüvvab’a doğru ilerliyoruz. Etrafa bakıyorum, hiç de benim bıraktığım gibi değil. Çok ama çok değişmiş. Bir defa hemen şunu söyleyeyim: O Kuzey-Doğu Bulgaristan’ın, Deliorman’ın merkezi Şumnu neredeyse Türk kıyafetini kaybetmiş, tamamıyla değişmiş, Yeni yollar açılmış, eski binalar yıkılmış, parklar yapılmış, bir sözle benim bıraktığım Şumnu yok ortada. Bir anda karşıda Şerif Halimpaşa camiinin minaresi görüldü. Göklere doğru, bir kalem gibi yükseliyordu. Ama biz sağa döndük ve büyük bir otelin önünde durduk. Büyük Şumnu Oteli. Belediye başkanı burada bir yemek verecek. İçeriye girdik. Ahşap ağırlıklı donanmış güzel bir otel. Yerlerimizi almadan önce Cumhurbaşkanlığı (genel sekreteri Prof. Dr. Mustafa İsen, heyeti bir salonda topladı ve şu beyanda bulundu: Programın yüklü ve mesafelerin de kısa olması dolayısıyla Sayın Cumhurbaşkanımız uçakta heyet üyeleriyle tanışmak fırsatını bulama-


Makale ve Analizler - 2014

55

mışlardır. Şimdi fırsattan bilistifade tanışmak istiyorlar, birazdan burada olacaklar. Gerçekten bir - iki dakika geçer geçmez, Sayın Cumhurbaşkanımız yanlarında muhterem eşleri bulunmak üzere salona geldiler. Aynı zamanda Sofya Büyükelçimiz Sayın İsmail Aramaz’da hemen yanlarında yer almaktaydı. Hiç vakit kaybetmeden başlayalım, dediler. Siz mesela kendinizi bir tanıtır mısınız? - Ben Trakya Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Enver Duran, geç... - Ben Prof. Dr. Osman Şimşek, geç... - Ben Osman Kılıç, derken Sayın Cumhurbaşkanımız Cenapları, “Dur bakalım, seni daha yakından tanımak istiyoruz” gibilerden biraz uzunca anlatın demeleri üzerine, Şumnu’dan başlayarak başımdan gelip geçenleri kısaca özetledim, ama bununla kani ve mutmain olmayan zat’ı devletleri: - Devam, devam diyerek ısrar etmeleri üzerine biraz daha teferruata girerek serencamımı naklettim ve böylelikle de bu fasıl sona ermiş olmakla yemeğe geçildi. Saat hayli ilerlemişti. Program hızla uygulanıyordu. Neredeyse tatlılarımızı bile yemeye vakit bulur bulmaz, yemekten kalkıldı ve Şerif Paşa Camisine doğru yol alındı. Aman Allah’ım ben sanki gençliğimde bir Nüvvab talebesi olarak camiye, ya da bir Nüvvab Öğretim üyesi olarak namaza gidermişim gibi, heyecan içinde ilerliyorum. O yılların anıları arasın da etrafa bakınarak kendimi tutmaya çalışıyorum, ama mümkün değil. İşte Tombul Cami. Karşısında Mektebi Nüvvab. Yan tarafında talebe yurdu. Caminin sağ tarafında Medrese odaları, şadırvan ve hemen minarenin sağında Kütüphane. Burası bir Külliye. Cami ile Nuvvab arasındaki alan hınca hınç dolu. Mahşeri bir kalabalık. Şumnu halkı, etraf köylerden gelen Türk’ler, büyük küçük, genç ihtiyar, kadın erkek alanı doldurmuşlar. Bin bir ayak bir arada. iğne atsan yere düşmeyecek. Alkışlar alkışlar. Hoş geldiniz sesleri et rafı çınlatıyor. Sayın Cumhurbaşkanımız el sallayarak halkı selamlıyor. O anı tespit etmeden geçmek mümkün değil. Adeta iki deniz birbiriyle kavuşuyor. Bir yandan 75 milyonluk Türkiye’nin Devlet Başkanı, diğer yandan Bulgaristan Türk Azınlığı, iki kutup birleşiyor. Ama arada bir hal var şerit çekilmiş, halk yüksek misafiri kucaklamaya muvaffak olamıyor. Ama gönülden gönülle yol var, Deliorman Türk’ü, Gül’ü yakından görüyor, koklu yor, bağrına basıyor. Yer yer “Osman ağabey, sen de hoş geldin, Nezihe ablam sağ mı?” sesleri duyuyorum. Bakıyorum tanıdık simalar... Camiye giriyoruz. 15 - 20 tane din görevlisi, başlarında kırmızı fes, beyaz sarıklar, sırtlarında sırmalı cübbeler, yüksek misafiri karşılıyorlar. Müftü Efendi cami hakkında tarihi bilgiler veriyor. Cami ibadete kapalı. İskeleler tavana kadar uzanıyor. Tamir halinde. Ama 2005 yılından beri devam eden tamir-in bir sonu gelmiyor. Müftü Efendi izahatına devam ededursun, ben bir de baktım ki, o da ne? Minber yerinde yok... O mermer işleme sanatının bir şaheseri olan minberin, orijinalinin yerinde yeller esiyor. O


56

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

güzelim minberin yerine, alelade, ahşap bir uyduruk minber konuvermiş. Duramadım, kendimden geçtim, haddim olmayarak müdahale ettim ve: -Minberin aslı yerinde yok, dedim... Müftü Efendi hiç oralı olmadı, cevap bile vermeden geçiştirdi. Ben Şerif paşa camisi kütüphanesinin kitaplarını Sofya Milli Kütüphanesinin Şarkiyat bölümünde bulmuştum, ama şu anda minberin nerede olduğunu bilmiyorum, ona çok üzüldüm. İnşallah kitaplar gibi minber de belki milli, tarihi, antika eserler müzesinde bir yerde mahfuzdur. Nüvab’ta Tören Medrese avlusuna çıkıldı. Şadırvan önünde, bir masa konmuş. Şeref defteri imzalanacak. Hediyeler verilecek. Bir ressam camiinin resmini yapmış, takdim edildi. Etrafta medrese odaları. Vaktiyle bu odalar, Medrese’i Âliyle talebeleri için tahsis edilmişti. Nüvvab’ın talebe yurdu ayrı. Aynı zamanda eski mektep binası da yurt olarak kullanılıyordu. Sol!’ a yeni mektep binası alındı ve hemen onun yanına bugünkü yurt binası yapıldı. Talebeler bu odalarda oturuyorlar, bu şadırvanda abdest alıyorlar ve cami içinde ders görüyorlar. Eski devirlerde ders sistemi böyle. Ayrıca talebeler namaz sonrası hocanın önünde halka oluyorlar, ders yapıyorlar. yeni derslikler var. Eğitim buralarda yapılıyor. Cami yalnız ibadet yeri. Şerif paşa camisinin doğu bitişiğinde, iki sınıflık bir Sübyan mektebi var. Bu iki derslik ve ortada da bir öğretmenler odası, Şunun Müftülüğü olarak kullanılıyor. Hayalimde o eski günler canlanıyor. Hele saha namazına bütün talebe kaldırılıyor, camiye gidiyoruz. Mibrab’da Çoban Nasuhlu Ahmet Efendi. İstanbul mezunu. Ehli kurra... Aynı zamanda Nüvvaba Kuran’ı Kerim Hocası Talimi Kur’an-ı ben ondan okudun. Ön safta Nüvvab Müdürü hocamız cennet mekân Emrullah Efendi, sağında Şeyh efendi... Arkada bütün saflarda talebeler el bağlamışlar. “Müezzin meşhur köle” adında,mübarek bir adam. Gördüm göreli müezzin o. Bu adam yalnız müezzin değil, adeta kendini bu mabede adamış, kırığını döküğünü o yapıyor. Canlının her tarafını biliyor. O açıp kapıyor. Yanında bir de kör Hafız var. Bu adamda taa Kıllak mahallesinden bu cami ye namaza geliyor. Caminin kayyumu... Müezzinlikte neymiş, kolay bir vazife demeyin. Köle, Ezan’ı nerde okuyor biliyor musunuz? Minarede. Her gün, beş vakitte minareye çıkıyor. Ezan’ı Muhammedici oradan, döne döne, şerefeden okuyor. Kaç basamaktır bilmiyorum, ama ne hoparlör var, ne de merkezi sistem. Her namaz için minareye çıkıyor, okuduğu ezanlar, dört bir tarafa yankıyor. İmam “El-Fatiha” dediğinde biz hepimiz ayağa kalkarız, ihtiram durumuna geçeriz, önümüzden hocalarımız geçer, ondan sonra biz çıkarız. Sabahları, genellikle talebe-i ulumdan ibaret olan cemaat çıktığı zaman Nüvvab ile cami arasındaki alan bir gelincik tarlasını andırır. Kırmızı fes ve beyaz sarıklı talebeler, melekler misali, dilde dualar ilerliyor.


Makale ve Analizler - 2014

57

Biraz sonra başlayacak olan ders gününe hazırlanıyordu. Aynı onun gibi, bizde camiden çıktık, önde Sayın Cumhurbaşkanımız, bütün heyet, Nüvvab okuluna doğru yürüyoruz. Halk aynı coşkuyla bizi selamlıyor, “hoş geldiniz - hoş geldiniz” sesleri etrafı çınlatıyor. Ben, kendimden geçmişim. 46 yıl sonra bu İrfan ocağına talebe gibi mi, yoksa bir hoca öğretim üyesi gibi mi girdiğimi düşünüyorum. Bina aynı bina. Aynı merdivenler, içeriye bir girdik. Başta Müdür öğretim üyeleri bizi karşıladılar. İlk kattayız. Hemen sağda bir sınıf odasına alındık. Bugün gibi hatırlıyorum. Nüvvab’ın ilk sınıfını bu derslikte okudum. Sonra aynı sınıfta ders verdim. İşte masa buradaydı. Bütün o günler gözlerimin önün de bir sinema şeridi gibi geçiyor. Sırayla kız oğlan, öğrenciler oturmuşlar. Öğretmenleri de yanlarında. Ufak tefek sorular soruldu. Aydınlık Ocağı Sönmemiş: Öğrencilere: - “Neredensiniz” gibi sorular yöneltildi. Taa Karadeniz kıyılarından, Burgaz ve Ahyolu tarafından bile öğrenciler var... Sınıftan çıkıldı. Salon da yer aldık. Duvarda bir pano var. İçerisinde Nüvvab’ın lise kısmından verilen bir İcazetname yer alıyor. Bir tarafta merhum Cennetmekân Emrullah Efendi. Diğer tarafında da Şeyh Efendi. Aşağıda bir yerde de Osman Keski oğlu hocanın resmi. Bu taraftaki duvarda da 1926 - 27 mezunlarının toplu bir fotoğrafı. Başta sabık Başmüftü Süleyman Faik, aşağıda Müdür Emrullah Efendi, sırayla Rusçuk mebusu Hafız Sadık, Evkaf’ı İslami ye Genel Müdürü Mehmet Celil, öğretmenlerden Vidin’li Hasip Safveti (Aytuna), Ahmet Kemal, Halil Pomak, hocalar hocası Süleyman Sırrı ve Mustafa Reşid efendiler... Ben onları tek tek tanıttım... Derken bir sürpriz: Bulgaristan’da, Başmüftülüğün 100. Kuruluş yıldönümü kutlanıyor. Bu münasebetle bana bir onurluk hazırlamışlar. Kısmet bu güneymiş. Nerede, ne zaman ve nasıl verileceği, düşünülüyordu. Bir hüsnü tesadüf, Başmüftülüğün lütfettiği plaket evvela bana verilmek üzere Sayın Cumhurbaşkanımıza tevdi edildi ve ben ömrümün sonuna kadar büyük bir şeref ve iftihar ile muhafaza edeceğim bu kıymetli plaketi onun elinden aldım... Alkışlar... Muallimler odası ve diğer sınıflar, yukarıda, ikinci katta. Ama müsait değil dendi çıkmadık. Muallim olarak oturduğum masanın yerini görmek nasip değilmiş. Nüvvab’tan çıktık. Kalite, Nazım Hikmet okuma yurduna yöneldi. Geldiler. “Hocam, şurada birkaç kadın var, illaki seni görmek istiyorlar, dediler. O kalabalığın içinden nasıl çıktılarsa, - “Biz Osman Kılıçlı görmek istiyoruz” demişler, Mümkün değil, döndüm “siz kimsiniz?” dedim. Bir tanesi nur yüzlü bir hanım:


58

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

- “Ben Müftülükte ve Vakıf mektebinde çalışan Ahmed’in hanımıyım demez mi? Nezihe ablam nasıl, sağ mı” diyor. Nasıl oldu hiç bilmiyorum, Sayın Cumhurbaşkanımız ve kıymetli Eşleri hemen orada bitiverdiler: - “Siz Osman Kılıç’ı tanıyor musunuz, nasıl bir adamdı, çok güzel miydi?” sualleri karşısında: - “Ah Beyefendi, hiç tanımaz mıyız, onun gibisi yoktu,” gibi cevaplar ile Sayın Cumhurbaşkanımızı meraklarımı gideriyorlar. Çok Heyecanlı bir Buluşma: Caminin önünden, köşklere doğru ilerledik. Gözlerim etrafı süzüyor. Eşimin evini, Hoc azade Efendi pederin evini arıyor. Benim oturduğum evi, biricik kızımın doğduğu evi görmek istiyorum... Benden fazla Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Prof. Dr. Mustafa İsen Beyefendinin muhterem eşleri Reyhan Hoca Hanım: - “Osman ağabey hani sizin eviniz nerede ben, Nezihe ablamın evini görmek isterim” diyerek merak ediyordu. Derken yolun solunda bulunan Osman Raşit Beyin evi yıkılmış, yeri boş. Güneye, bizim eve doğru bir koridor açılmış, karşılar geniş bir açıdan çok güzel görünüyor. Hemen 20-30 metre ileride. - “İşte bizim ev, işte Nezihe ablanın evi, işte bizim oturduğumuz ev de he men onun yanında. Bembeyaz sıvası hala duruyor. Biraz dökülmüş, ama zamanın tahribatına dayanmakta ısrar ediyor. Flaşlar patlıyor, çeşitli yönlerden fotoğraflar çekiliyor. Ben gözlerimi alamıyorum evden. Bizim ev den köşklere doğru üçüncü bina Eski Cami idi. Burası da bir külliye. Yıkılmış ve yerine bir kilise yapılmış. Eski Cami ismi üstünde Şerif paşa camisinden de eskiydi. Hocazade Efendi Pederin babası Hacı Hüseyin Efendi oranın Müderrisi. Mehmet Muhildin onun oğlu. Onun için ona Hocazade deniyor. İstanbul mezunu Edirne Payeli kendisi. Babasının yerine oturmuş uzun yıllar eski camide ders okutmuş. Sonra Şumnu Müftüsü ve en nihayet 1910 yılında ilk olarak seçimle Bas müftü olmuş bir zat... Eski Cami’nin müraselesi onun üzerine, Gün geldi ben muallim oldum, askerlik görevi için çağırıldım. Yeni muallim olmuşum”, Efendi Peder: - “Git. Müracaat et ve müraseleyi kendi üzerine al,” buyurdu. Askerlik kanunu bir şehir camisine üç kişiden ibaret bir personeli askerlikten muaf tutuyordu. Bir imam, bir hatip ve bir de müezzin, askerlikten muaf öyle de yaptım... Görevi bizzat rahmetli Ali Riza Hoca yapıyordu. Ben yalnız kağıt üzerinde imam görünüyordum ve bu sayede muallimliğe devam ede bildim. Silsile devam ediyordu. Hacı Hüseyin Efendi, Hocazade Efendi ve bendeniz...


Makale ve Analizler - 2014

59

Benimle Eski Cami Müderrisliği ne yazık ki sona eriyor... Bugün o külliyenin yerinde bir kilse yükseliyor... Cumhurbaşkanımız Gül Nazım Hikmet Okuma Evinde: Kafile, Yeni Cami önünden, köşklere doğru ilerliyor. İstikamet Nazım Hikmet Okuma Evi. Tam, bugün yerinde yeller esen ve bir kilise yükselen noktada bir Yahudi evi vardı. (Yuda’nın evi). Çarşıdaki eski, meşhur Türk kıraathanesi alınmış, onun yerine bu Yahudi evi verilmiş. Başında Nurten Hanım bulunuyor. Çalışkan bir kardeşimiz. Bu sefer de çok güzel hazırlanmış Canını dişine takmış, kıt kanat Şumnu’da Türk ruhunu muhafaza etmeye çalışıyor. Bu sefer de çok güzel hazırlanmış Öyle ya 75 milyonluk Türkiye’nin Cumhurbaşkanı geliyor. Bu Nurten Hanım için büyük bir şeref olduğu gibi Bütün Türk halkı için de bir sevinç ve kıvanç vesilesi... İçeriye girildi. Başta Sayın Cumhurbaşkanı ve kıymetli eşleri olmak üzere yerlerimizi aldık Sırmalı bindallılar giymiş, genç bir Türk kızı bir saz eşliğinde “Sallasana sallasana mendilini” Türküsünü söylemeye başlamaz mı? Nurten Hanım hemen fırsatı yakalayıp “hep beraber ikazını yapınca, heyet tempo tutarak katıldı ve okuma yurdu bir konser salonuna döndü Ardından Sayın Cumhurbaşkanı sevgi ve saygı ile selamlandı ve Nurten Hanım ona hitaben yazmış olduğu, heyecan ve coşku dolu bir şiir okudu, Her şey şad’u handan... Gerek genç kız kardeşimiz tarafından söylenen l Türkünün müessir teraneleri, gerekse Nurten hanımın okuduğu şiirin zevki içinde duygular dorukta... Şumnu Belediye Başkanı da burada. Ne tatlı ve anlamlı bir manzara. Türkiye’den Cumhurbaşkanı gelmiş, Şumnu’nun göbeğinde bir Türk kızı Türkü söylüyor, okuma yurdunun yöneticisi yüksek misafir ve ziyaretçiye hitaben şiir okuyor, gönlündeki sevgi ve ihtiram duygularını ifade ediyor, iki memleket arasında bir dostluk ve iyi komşuluk köprüsü kuruyor. Bu kimin aklına gelirdi. Biri çıkıp da “Bir gün gelecek, iki memleket arasında böyle ilişkiler kurulacak” deseydi. Buna kim inanırdı? Ama işte hayaller gerçek oldu. Herkes, her iki taraf anladı ki akıl için yol birdir ve barışta hayat ve başarı vardır. Bunda her iki taraf halkı için menfaat vardır... Program devam ediyor. İstikamet Hitrino (Şeytancık) Şumnu’ya veda ediyoruz... Arabalara bindik, yola revan olduk. Benim gönlüm ayrılmak istemiyor. Camiye, Nüvvab’a, evimize, mahallemize bakmaya doyamıyorum. Acı tatlı, bütün hatıralarımla Şumnu mezarlığında yatan ecdadımızın, büyüklerimizin ve hocalarımızın ruhuna gönlümden Fatihalar... Şehirden çıkar çıkmaz hemen solda meşhur P Yolof (Kadıköy) göründü. Çırağın Çeşmesi tepe sinden bütün ova köyleri, ayağımızın altında, gözlerimizin önünde. Yine sağ da, uzaklarda meşhur Kaphöyük görülüyor. Osmanlıdan kalma bir hara...


60

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Şeytancık Köyünde Halkla Kucaklaşma: Buralara ova tabir ediliyor. Henüz Deliorman sınırları içine girmiş değiliz. Deliorman, Rusçuk-Varna demir yolunun kuzeyinde kalan bölgeye denir. Kadıköy’den başlayan, Uzun Yokuş denilen yoldan ilerliyoruz. Sağda Kaphöyük Söğütlüsü köyü görünüyor. Sınıf arkadaşım Hüseyin Mülayim’in (merhum) köyü. Doruğa çıktık. Karşımızda Şeytancık. Eski bir demiryolu istasyonu olan bu yer, şimdi bir kasaba olmuş. Etraf köylerden halk bu raya göç etmiş. Halen büyük bir Belediye Merkezi. Başında da Belediye Baş kanı olarak bir Türk bulunuyor. Yalnız, laf arasında, belirtmeyi unuttum, Şumnu Seytancık’ a giden yolun iki tarafı ağaçlandırılmış Akasya ve Çınar gibi çabuk yetişen ağaçlarla öyle ki şimdi adeta bir kemer altından geçer gibi yeşillikler arasından ilerliyoruz. Tarlalar yine ayçiçeği ile dolu. Buğday bence ikinci planda kalmış. Uzun Yokuşun doruğunda, henüz Seytancık’a inmeden karşılara, Deliorman’a doğru bir baktım, sağda Ekizce, Erikli, Kalaycıköy ve Kızılkaya sırtları, solda ise Kayacık, Has mahalle, Karalar (Koca Yusuf’un köyü) görünüyor... Arabalar durdu. Şeytancık’a indik. Yine bin bir ayak bir arada. Deliorman buraya dökülmüş. Çadır kurulmuş, masa ve koltuklar yerleştirilmiş. Misafirler bekleniyor. Halk büyük-küçük, kadın-erkek, çoluk-çocuk yerini almış, ama yine o şerit beriye geçip kucaklaşmak mümkün değil... “Hoş geldiniz, hoş geldiniz” sesleri... Sayın Cumhurbaşkanımız el sallayarak halkı selamlıyor. Heyecan dorukta... Küçük bir Türk kızı, Sayın Cumhurbaşkanımıza çiçek sunuyor. Sayın Abdullah GÜL, kızı alnından öpüyor, seviyor, okşuyor. Alkışlar, alkışlar... Üç küçük talebe şiirler okuyor, günün anlamıyla bağda şan sözler ve tezahürler... Belediye Başkanı kürsüye geldi ve Bulgarca olarak bir konuşma yaptı. Sayın Cumhurbaşkanımız’ selamladı, hoş geldiniz dedi ve asıl konuya geçti: Ziyaret programında Şeytancık’ın yer almasının bir sebebi vardı. Meşhur Koca Yusuf’un köyü buraya iki adım. Onun bir heykeli yapılmış. Sponsor Türkiyeli İşadamı Fikret İnce. Onun açılışı yapılacak. Bu hadise, merhum cihangirin ruhunu şad etmek için güzel bir vasiyle olduğu gibi etraf köy lerde yaşayanlar için, hele de Karalar (Çerna) köyü için bir şeref. Belediye Başkanının sözleri tabii ki tercüme ediliyor. Başkan sözlerini bitirdi ve Sayın Cumhurbaşkanımız’ kürsüye davet etti. Sayın Abdullah Gül, alkışlar arasın da kürsüye şeref verdiler ve kısa bir konuşma ile halkı selamlarlılar. Size 75 milyon Türk Halkının selamlarını getirdim diye söze başlayan Cumhurbaşkanımız şöyle devam etti - “İki gündür Bulgaristan’da bulunmaktayız. Çok büyük bir misafirperverlikle karşılandık. Sofya’da Cumhurbaşkanı Sayın Parvanof ile samimi görüşmeler yaptık. İki memleket arasındaki ilişkileri gözden geçirdik. Sizlerin de Türk azınlığı olarak bu ilişkilerin pekişmesi için bir köprü olarak gayret gös-


Makale ve Analizler - 2014

61

termenizi istiyorum. Sizin rahat ve huzur içinde buralarda hür olarak yaşamanız bizim için bir mutluluk vesilesidir. Sizi tekrar sevgi ve saygı ile selamlıyorum.” Alkışlar, alkışlar! Koca Yusuf Heykeli: Bunun üzerine Belediye Başkanı Sayın Cumhurbaşkanımız, Koca Yusuf’un heykelinin açılışını yapmak üzere davet etti. Sayın Abdullah Gül, kendi elleri ile.. Ömründe sırtı yere gelmeyen bu cihangirin heykelin’ açtılar... Alkışlar arasında, Türbin gücünü cihana gösteren, Avrupa ve Amerika’ da şampiyonluklar kazanan Koca Yusuf’un heykeli ahenkli endamı ve ismi üstün de “Hosnu Yusuf” cemaliyle gün yüzüne çıktı... Kaderin bir cilvesi olarak Atlantik Okyanusu’nun dibinde yatan cihangirin ruhu şad olsun... Ne mutlu onun yüksek ve örneklik şahsiyetine layık olan genç Türk sporcularına, Türk pehlivanlarına... Burada merhum Cihangir’in bir özelliğini belirtmeden geçemeyeceğim. Onun hakkında çok şeyler yazıldı. Türkiye’de ve Dünyada. Zehir kuvvetin den, sırtı hiç yere gelmediğinden bahsedildi. Bunların hepsi doğrudur. Ama bence Koca Yusuf’un en büyük özelliği onun çok yüksek bir ahlaka dürüstlüğe sahip olmasıdır. O, yüksek bir ahlak abidesidir. Tıpkı adaşı Hz. Yusuf gibi. O, nasıl bir afeti devran olan Züleyha’nın teklifini kabul etmeyip, elinin tersiyle reddettiyse, Koca Yusuf ta, kendisinden bir Koca Yusuf dölü kapın ak isteyen nice madamların cazip tekliflerini geri çevirmek büyüklüğünde bulunmuş ve böylelikle spor dünyasında misli görülmedik bir iffet ve namus örneği göstermiştir. 0, bütün spor hayatında anlaşma, şike nedir, bilmeyen bir devdir. O, ne satar ve ne de satın alınır. Kim olursa olsun Allah için hakiki güreş yapar. İşte onun en büyük özelliği budur. Bu durum, bilvesile bugünün şike dalgaları arasında sallanan Türk spor camiasına ithaf olunur... Şu Cenabı Allah’ın hikmet ve büyüklüğüne bir bakın, biz bugün burada Koca Yusuf’la şeref ortağı olduk. Biraz evvel ben, medreseler aleminde nevi şahsına münhasır Nüvvab salonunda, Başmüftülüğün lütfettiği plaketi, hem de Türkiye Cumhurbaşkanının ellerinden aldım, şimdi de onun heykeli aynı zat’ı muhterem tarafından açıldı... Bu ne büyük bir şeref, ne büyük bir mazhariyet... Deliorman halkının alkışlar’ arasında Sayın Abdullah Gül örtüyü açtığı zaman, altından o Koca Yusuf, dev cüssesi ve güçlü bedeniyle arzı endam eyleyiverdi... Bundan böyle o dünyada bir dengi olmayan Cihangir, genç kuşaklara örnek olacak ve belki de ona layık olmak için nice Koca Yusuflar gelecek... Ayrıca Türk Halkının gönlünde, bütün azamet ve kuvvetiyle yaşayan cihan pehlivanı Koca Yusuf un heykelinin Türkiye Cumhurbaşkanı tarafın dan açılması, iki memleket arasındaki iyi komşuluk ve dostane ilişkilerin canlı bir delili misalidir. Düşmanlıktan ne çıkar? Bak, ne kadar güzel bir manzara, Türk halkı anavatandan gelen misafirleri bağrına basıyor, heyecan ve coşkuyla selamlıyor.


62

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Her iki taraf halkı karşılıklı ziyaretlerde bulunuyor, akrabalar birbirleriyle görüşüyor, hasret gideriyor. Bu ne güzel bir şey. Şeytancıkta da iki derya karşılaştı, fakat ne yazık ki birbirine kavuşamadı arada bir hail var: Şerit... Tıpkı Cebeli Tank’ta, Aden Boğazında iki deni ün suları karşılaştığı halde birbirleriyle karışmadığı gibi... Burada da: Hoş geldiniz, hoş geldiniz sesleriyle halk Cumhurbaşkanımız’ candan selamlıyor ama gelip elini öpüp gülünü koklayamıyor. Çünkü kalabalık, şerit kaldırılsa, büyük bir izdiham yaşanacak... Ezilenler olacak. Ziyanı yok üzülmeye değmez, işte Cumhurbaşkanımız soydaşlarını el sallayarak selamlıyor onların coşkulu tezahürlerine karşılık veriyor, gönüllerini alıyor. Bence şu anda dünyanın en bahtiyar kulu, biraz evvel. Cumhurbaşkanımıza çiçek takdim eden o minik kız çocuğu... O, Bulgaristan Türk halkının anavatana ve Cumhurbaşkanımıza sevgi ve bağlılığın bir sembolü olarak bir de ‘net çiçek takdim etti, ama ziyadesiyle değerini ve karşılığını aldı: Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, onun pak ve sevimli alnına kondurduğu sıcak öpücük... Bu ne büyük bir mazhariyet Bu minik yavru ömrü boyunca bu anı unutabilir mi? - Allah’ım. Sen ne büyüksün. Biz buralardan geçerken haşlanıyorduk. Haydi Türkiye’ye, burası Bulgaristan, Bulgaristan Bulgarlar içindir, naralar arasında zor yolculuk yapıyorduk. Karşıdaki Ekizce köyünden gelen bir Türk. Şeytancık sokaklarında “Türkçe konuştun, ver 10 leva ceza” denilerek soyuluyordu. Simdi, çok şükür benim kardeşim ana diliyle her yerde konuşabiliyor, rahat yolculuk yapabiliyor, Artı, Belediye Başkanlığına girdiği zaman, tabiî ki memleketin resmi dili olalı Bulgarca konuşacak, ama Belediye Başkanı Türk. Korkmadan derdini anlatabiliyor, işini görebiliyor. Bulgaristan topraklan çok bereketlidir. Hele Deliorman. Her köyden bir pehlivan çıkar. Bu mümbit topraklarda Bulgarlardan da cihangir pehlivanlar çıkmıştır. Petrof ve Dankolof gibi ... Belki onların da heykelleri dikilecek. Ne güzel... Herhangi bir Deliorman köyünden Şumnu’ya giden bir Türk, Şeytancıktan geçerken Koca Yusuf’un önünden geçecek, gönlünden ona Fatihalar okurken Türklüğünü hatırlayacak ve böylelikle de bu topraklarda Türklük ruhu devam edecek... Yıllar boyu, kollarını göğsüne birleştirmiş, posbıyıkları altından tatlı bir tebessümle Deliorman’ı seyreden Koca Yusuf. Bu heykel sayesinde unutulmayacak, yüksek ahlaki ve zehir kuvvetiyle genç kuşaklara örnek olacaktır. Varna Yolunda Canlanan Eski Günler: Saate bakıyorum, vakit hayli ilerlemiş. Varna hava limanında uçak bizi bekliyor. Vatana dönme vakti yaklaşıyor. Alkışlar arasında Türk halkına ve Koca Yusuf heykeline veda ediyoruz. Arabalara bindik. Karadeniz’e, Varna’ya doğru yola revan olduk, gerisin geriye Şumnu’ya dönmüyoruz. Bu defa 1860’lı yıl-


Makale ve Analizler - 2014

63

larda Mithat Paşa’nın, Osmanlı devletinde ilk olarak, Tuna ile Karadeniz’i bağlayan, Rusçuk-Yama demir yolunu takiben yola devam ediyoruz. Hey gidi yollar hey... İnce-uzun yollar... Günümüzün hızlı vasıtalarıyla yolculuk yapmak çok kolay. Güçlü motorlar karşısında o yollar adeta önümüzde kar gibi eriyor. Elli dakikada Sofya-Varna uçakla, bir saatte karadan Varna-Şumnu... Ama ben bu yollan vaktiyle böyle geçmedim. Bu yollar da ben neler çektim neler!... Ayağımda 46 kg.’lık zincir, ensemde delik ve soğuk demir. Elinde makineli tüfek, insafsız milisin önünde, tökezleyerek yürümeye çalışıyorum. Şumnudan aldılar, trene bindirdiler, gidiyoruz, ama nereye? Bilmiyorum, istikamet Varna, ama bu Moskova’da ola bilir. Sonraları cezaevinde, 9 Eylül 1944 yılında Başbakan olan Konstantin Muravief ile karşılaştığım zaman, o anlatıyordu. Onları,.Neva bet Heyeti üyeleriyle birlikte (Prens Kiril ve saire) tutukladıkları zaman sorguları yapılmak üzere Moskova’ya götürmüşler. Meşhur General. (sonra Mareşal.) Jdanov’un huzuruna... İfadeleri orada alınmış. Prens Kiril idam aldı. Muraviyef müebbet... Çünkü Başbakan olur olmaz, Bulgaristan’daki Alman işgal ordusunu silahsızlandırıp koymaya başlamıştı. Bu hareketi kurtarmış onu ölümden... Neyse ki beni Varna’ya vilayet Emniyet Müdürlüğüne götürdüler. Gün geldi, Varna hapishanesinden alıp Sofya cezaevine götürdüler... İşte bu yollardan. Ama lüks arabalarla değil, güçlü uçaklarla değil... Zincire vurulmuşum, trenin en son vagonunun ilk kupesi mahkûmlara ayrılmış. Oraya sokuyorlar. Ellerinde makineli tüfekler, iki tane milis. Biri içende yanımda, diğeri dışarıda, kapının önünde, koridorda... Ola ki trene binen herhangi bir vatandaş, küpeye girebilir. Harici alemle temas bana ya sak. Ayağımdaki pranga hiç ağır gelmiyor. Nerdeyse yolculuk esnasında biz mahkûmlara vurulan zincire adeta seviniyoruz. Çünkü bakarsınız cani, basar tetiğe ve sizi yol ortasında vurabilir, kaçmaya teşebbüs etti diyerek. Halbuki ayağımızda zincir varken bir dereceye kadar kendimizi emniyette hissediyoruz, zira prangayla bir mahkumun kaçması düşünülemez... Bu defa yol bana daha kısaymış gibi geldi. Çabucak Varna Hava Alanına geliverdik. Uçak bekliyor. Hemen bindik, yerlerimizi aldık. Tabii ki Cumhurbaşkanımızı uğurlamak için resmi tören yapıldı, şeref kıtası selama durdu, kırmızı halıdan yüründü... Böylelikle artık ziyaretimizin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Ver elini İstanbul-Türkiye diyeceğiz, ama burada bir muhasebe değerlendirme yapmak gerekiyor. Son Söz: 1- Her şeyden evvel, Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül’ün ziyaretleri esnasında kendilerine refakat eden heyete, benim de alınmamı öngören el Terden Allah razı olsun. Bu eller ömür boyu yokluk görmesin. Bu gezi, ömrümün sonbaharında, uzatmaları yaşadığım şu günlerde, adeta canıma can kattı. Yazının


64

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

başında “46” yıl sonra dedim ama bu benim Şumnu şehrin den ayrıldığım yılları gösterir. Hâlbuki ben canım gibi sevdiğim Nüvvab irfan Ocağından çıkalı tam 63 yıl olmuş. Yıl 1948 Aylardan Nisan, günlerden Salı. Bir hile ile tutukladılar ve beni ailemden, İkimiz iki yaşını doldurmamış biricik kızımdan, anamdan babamdan, hürriyetimden ayırdılar... Sorgu ve muhakemeden sonra sorgu ve dava... Savunmamı alacak avukat bile bulunmuyor. Nihayet tanınmış bir komünist aileden gelen Avukat müdafaa mı üstlendi. Her şey formalite.. Cezam çoktan kesilmiş: İdam! Yüksek mah keme idamı onayladı Artık ben uç sene ayağımda zincir 14,5 sene mahkumiyet hayatı. Ne hayatı, uzun işkence ve eziyet yılları... Çeşitli ceza evle rinde... Bu 14,5 yılın altı senesi “Belene” cehenneminde geçti. Uzatmayalım, ben işte tam 63 yıl sonra, yine Nüvvab salonlarındaydın. Su farkla ki bu sefer, Türkiye (Cumhurbaşkanının refakatinde bulunan heyetin terkibine dahil olan... Hem de hür ve mutlu bir Türk vatandaşı sıfatıyla... 2- Ben Elhamdülillah iki icazetname sahibiyim. Daha doğrusu iki medrese mezunuyum: Bir Nüvvab medresesinden. bir de Hz. Yusuf Medresesinden. Nüvvab’tan aldığım icazetname elimde. Hz. Yusuf Medresesin den aldığını belgede dosyamda, dikkatle koruyorum. Gün geldi, Bulgaristan devleti, 45 yıl devam eden Komünizm Rejimi döneminde mahkûm olan, menfalarda bulunan ve haksız yere çeşitli eziyet ve işkenceler altın da çile dolduranlar için kanun çıkardı, tazminat ödedi. Bir nevi o dönem de mahkûm olanlar için bu kanun İade-i İtibar kanunuydu. Parası için değil, elimde haksız yere mahkûm edildiğimi gösteren bir belge bulunsun diye müracaat ettim ve uzun incelemelerden sonra zar zor bir 1500 dolar tazminat aldım. Onun yarısını da avukat aldı, elime bir 750 dolar geçti. Onu da 1995 yılında Hac farizası için mukaddes topraklar yolunda har cadım, anamın ak sütü gibi helal olarak. Yalnız burada bir ayrıntıya dikkat çekmek isterim: Tutuklandığım gün. 1948 14 Nisan Salı... 750 Doları cebime koydum. Kâbe yolunu tuttum. Bir de baktım ki günlerden 14 Nisan Salı. Bu gün Nüvvab salonunda. Bulgaristan Başmüftülüğünün lütfettiği plaketi. Türkiye Cumhurbaşkanının elinden alıyorum, günlerden yine Salı... Bir tesadüf herhalde. Ama bir hüsnü teadül... 3- Herkesin aklını meşgul eden bir konu var: Acaba Bulgaristan’da bir değişiklik olmuş mu? Herkes bunu merak ediyor. Malum ya, o menhus rejim yıkılıp gitti. Bulgaristan demokrasi rejimine geçti. Ama neler değişti, acaba? Gerçekten bir değişiklik var mı memlekette... Ben bütün ufak-tefek çözümlenmesi gereken problemleri bir tarafa bırakarak hemen bu konuya “Evet” diyorum. Neden? Eğer bundan mesela yirmi yıl önce buraya gel iniş olsaydık, ister arabayla, ister yaya olarak Şumnu şehrine girdiğimizde ilk göreceğimiz bir plaket. Bir afiş olacaktı. Osman Kılıç’ın büyük boy bir posteri şehrin en mühim bir yerinde. Altında da


Makale ve Analizler - 2014

65

büyük puntolarla bir yazı: Osman Kılıç - Halk Düşmanı... Bu gün Şumnu sokaklarında böyle bir plaket yok. Evet, eski evler yıkılmış, yeni caddeler açılmış, nerdeyse eski Şumnu’dan eser yok. O kadar elle tutulur, gözle görülür bir değişiklik var. Ama benim için en manalı değişiklik o tür plaketlerin olmayışı. Artık Türkiye Cumhurbaşkanı büyük bir heyetle burayı ziyaret ediyor, Türk azınlığı tarafından coşkuyla karşılanıyor. Deliorman Türkü, Sayın Abdullah Gül’ü bağrına basıyor. En büyük değişiklik bu. Yoksa aradaki ufak tefek problemler, zaman içinde iyi niyetle bir çözüme kavuşur. Mühim olan esasta, zihniyetle bir değişiklik. Gösterilen hüsnü kabul ve misafirperverlik bunu ispat ediyor... Minik bir Türk kız çocuğunun, Türkiye Cumhurbaşkanına çiçek sunacağı, o yıllarda kimin aklına gelirdi? Deliorman’ın göbeğini Koca Yusuf’un heykelinin dikileceği kimin aklından geçerdi? Hele bu heykelin Türkiye Cumhurbaşkanı tarafından açılacağını kim düşünebilirdi? Bütün bunlar bu memlekette bir değişikliğin olduğunu göstermez mi? 4- Gelelim en mühim, memnuniyet verici hususa: Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül. Genç ve dinamik. Yolculuğun ve programın bütün güçlük ve ağırlığına rağmen sağlıklı zinde... Her zaman, her yerde. Olması gerekeni Yapıyor, görevini yerine getiriyor. Kendilerine has nezaket ve dirayetle irticalen konuşuyor, oturduğu koltuğu hakkıyla dolduruyor. 75 milyonu kucakladığı gibi devleti layıkıyla temsil ediyor. Allah yar ve yardımcısı olsun... 5- Nihayet havalandık. Uçak personeli hostesler bizi her zaman olduğu gibi yine sevgi ve nezaketle karşılıyorlar. Burada Türk Hava Yollarının bizi adeta ikrama gark ettiklerini söylemek mecburiyetindeyim. Mesafe uzun veya kısa olmuş, önemi yok. Uçağa ayakbastınız mı, hemen ikramlar geliyor. Hem de yüksek bir kaliteyle... Genç, hostes hanım kızlar: - “Ne istersiniz beyefendi, kebap, makarna, söğüş veya başka bir şey”, diyerek adeta bizi yemeye zorluyorlar. Bu durum, her ne kadar uçak personelinin terbiye ve nezaketini gösteriyorsa da asıl mühim olan bütün bu nimetlerin memleketimizde bol bol bulunur olmasıdır... Bu defa da henüz ikramlarımızı bitirmemiştik ki bir anons: - “Kemerlerinizi bağlayınız, inişe geçiyoruz” ... Güzelim Türkiye, canım Anadolu... Yapılan müracaat üzerine İstanbul Atatürk Hava Limanına indiğimiz zaman benim uçağım bekliyordu. Geçte olsa bir saat sonra Ankara Esenboğa Havalimanındaydım... Sağ salim döndük, memleketimize kavuş tuk. Allah bu devlete zeval göstermesin! 30 Temmuz 2011 - Ümitköy - Ankara


66

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

BULTÜRK’ten “Hoş Geldiniz” Ziyareti

İsmail Erdem-19.Temmuz.2014

BULTÜRK YK üyeleri ve sempatizanlarından oluşan bir heyet yeni atanan Bulgaristan Başkonsolosu Sayın Angel Angelov’un daveti üzerine İstanbul Ulustaki konsolosluk binasında kendilerini ziyaret etiller. Başkanımız Ulutürk tüm ekibe kendilerini kısaca tanıtmaları için söz verdi. Kısa bir tanıtma konuşmalarından sonra Başkonsolos Sayın Angelov kendi tecrübesine dayalı gözlemlerini ön planda tutarak konsolosluktaki verilen hizmeti kısaca özetledi. Gelecek ile ilgili ne yapmak isteklerini ve ne yapacakları hususlarına da kısaca değindi. Amaçlarının vatandaşlarımıza daha iyi hizmet verebilmek olduğunu belirterek sözlerine devam eden Sn Angelov, konsoloslukların genel anlamda görevini ve faaliyet alanları konusuna açıklık getirdi. İstanbul ve çevresinde yaşayan Bulgaristan vatandaşlarının saysını göz önünde tutarsak konsolosluğumuzun bu sayıya karşılık vermesi çok zor ve bu kapasitenin bu ihtiyacı karşılayamadıklarından üzüntülü olduklarını dile getirdi. İstanbul’un her ilçesinde konsolosluk olma ihtimali olmadığına göre var olan bu koşullarda vatandaşlarımıza nasıl daha iyi hizmet verebilmek adına hep beraber çaba göstermemizin gerektiğinin altını çizdi. Bu anlamda vatandaşlarımızın daha kolay ve daha çok bilgi almalarını sağlayacak bir Bilgi Merkezi kuracaklarını dile getirdi. Bu hususta İstanbulda bulunan STK lara da daha çok görev düştüğünü söyleyen Sn Angelov daha çok diyalog ve bilgi alış verişinde olur isek vatandaşlarımızla daha bilinçli bir düzeyde iletişim kurmuş olacağımızı düşündüğünü ifade etti. Çünkü bazen randevu alıp üzün süre bekleyen vatandaşlarımız buraya geldikten sonra sorunlarının çözümü konsolosluk yetkileri dahilinde olmadığını burada öğreniyorlar ve bu kendileri için üzücü bir durum oluyor diye konuştu. İşte vatandaşlarımızın bu durumlara düşmemeleri için hep beraber çözüm yolları üretmemiz gerektiğini söyledi. Ardından Başkanımız kendilerine “biz dernek olarak birkaç arkadaşa görev verelim sizlerde burada onlara pasaport, vize konularında bilgilendiriniz ve bunlar derneğimizde bu hizmetlerinin ön hazırlıklarını yapsınlar” dedi. Başkonsolosta hay hay biz memnun oluruz ne zaman isterseniz biz hazırız dedi. Böylece bir birimize yardımcı olmalıyız amacımız insanlarımıza faydalı olmaktır. Görüşmenin soru cevap kısmında BULTÜRK temsilcileri Eski göçmenlerin ve vatandaşlık hakları kaybetmiş soydaşlarımızın Bulgaristan’a giriş çıkış


Makale ve Analizler - 2014

67

yapabilmeleri husunda,yatırım yapmak isteyen İş Adamlarına kolaylık sağlanma konusunda, Sağlık turizmi, kayak turizmi v.s. gibi alanlarda Bulgaristan’ı ziyaret etmek isteyen soydaşlarımıza kolaylık sağlanması talebinde bulundular. Bu konularla ilgili kanunlar çerçevesinde ellerinden gelen kolaylığı ve vazife olarak onlara düşen ne varsa hiç kuşkusuz yapacaklarının sözünü veren Başkonsolos Sayın Angelov daha sık görüşme dileği ile BULTÜRK temsilcilerini uğurladı.

O Bir Çınardı!

BG-SAM-16.Temmuz.2014

Bilmesen de tarihi – unutma. Bu suç değil. İçine dön, ta yürek hücrelerine eğil Ve gelmiyorsa eğer Kölelikten menşein. Sen Türksün - üç kıtanın Kartalısın, bunu bil...1 *** Bulgaristan’da totaliter baskı ve terör rejimine karşı ilk illegal direniş örgütünü kuran Avni Veli 65 yaşında hayata gözlerini yumdu. Hasköv’ün (Haskovo’nun) Aydoğmuş (Zornitsa) köyünden olan Avni Veli Şumnu Yüksek Pedagoji Enstitüsü Bulgar Dili Fakültesi’ni bitirdikten sonra Cebel lisesinde öğretmenlik yaptı. Bulgarcayı ve Marksist Leninist teoriyi Bulgarlardan daha iyi bilmesine rağmen, partiye ve devlete bir türlü yaranamadı. Belki de Bulgar dilini Bulgarlardan daha iyi bilen bir Türkü “Bulgarlaştırmanın imkân dışı olduğundan olacak, polis takibine uğradı. Şiddetlendikçe şiddetlenen Türk düşmanlığına karşı 1983’te direniş örgütledi. Öğretmenlikten kovuldu. Ailesiyle birlikte tütün işine gittiği Dobriç’in İreçek köyünde 35 yaşında tutuklandı. Kırcaali mahkemesi 7,5 yıl ağır hapis cezası kesti. Stara Zagora hapishanesine atıldı. Ağır hücre koşullarında 24 saat karanlıkta tutulsa da ne ana dili Türkçeyi ne de öğrendiği vatan dili Bulgarcayı unuttu. Uluslar arası İnsan Hakları Örgütü’nün siyasi tutukluların serbest bırakılmasında 1- Avni Veli’nin Eski Zara hapishane hücresinde yazdığı bu şiir 12 küplettik Bulgaristan Türklerinin İstiklâl Marşı’ndan ancak bir dörtlüktür.


68

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ısrarlı tutumuyla serbest bırakıldı. 1989 yazında tek yönlü biletle Avusturya’ya kovuldu. Ömrünün son döneminde Ankara’da yaşadı ve yarattı. O, 1956 BKP Nisan Toplantısından sonra hız alan Türk ve Müslümanları anadilsiz ve kültürsüz bırakma etkinliklerine tepkiler değişik biçimlerde sürerken güç toplasa da, Bulgaristan Türklerinin ilk illegal politik partisini Cebel’de o kurdu. Cebellilerin hatırasında sevilen bir öğretmen, Bulgaristan Türk aydınlarının gönlünde eserleri güneş ışığı göremeyen büyük bir ozan ve yaratıcı, sevilen bir halk önderi olarak ebediyen yaşayacaktır. Avni Veli, Todor Jivkov’un baskı rejimini Bulgaristan Türkiye sınırını açmaya zorlayan ve ardından 10 Kasım 1989’da kendisinin de devrilmesine neden olan Bulgaristan Türklerinin tüm doğal ve demokratik hak ve özgürlüklerini bire dek geri alma uğruna başlattığı 1989 Mayıs Ayaklanması Cebel yöresinde Avni Veli tarafından örgütlendi ve yönetildi. O başkaldırının ilham kaynağı, mert ve bilge lideri olarak sonsuza dem anılarımızda kalacaktır. Kendisini ve davasını saygıyla anarken kahraman direnişçi Ali Veli’nin Bulgar basınına son mülakatını aynen yayınlıyoruz. Böylece acı kaybımız vesilesiyle duyula ulusal büyük acıya katılıyor, yakınlarına ve dava arkadaşlarına sonsuz saygımızı bir kez daha ifade etmiş oluyoruz. “Faktor” - Stoyko Stoyanov Bulgarcadan tercüme - BG-SAM Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) ile Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH) Bulgaristan Komünist Partisi’nin Türk ve Bulgar kanadıdır. Doğan modeli, kendini hapishanenin kapısı ardına kendi elleriyle kilitleyen, dışarıda olanların hepsininse tehlikeli olduğu bir getto modelidir. Doğan kendisi uydurma bir efsanedir. Komünist rejime karşı Bulgaristan Türk ve Müslümanlarının mukavemetini onun yönettiğini anlatarak yaymaya zorlandım. Bütün mülakat: Soru: Bay Veli, Hak ve bugünkü Özgürlükler Hareketi’nin (HÖH) lideri Lütfü Mestan’ın son sınıf öğretmeni olduğunuz doğru mudur? Yanıt: Evet, ben o genci iyi hatırlıyorum. Cebel lisesinde öğretmendim. Öğretmen odasında ev ödevlerini gözden geçirmeye gitmiştim. Bir de ne göreyim, koridorun kenarında basamaklarda yüzlerinde bin bir dert okunan iki genç. Lafa başlayan ben oldum. İsimlerinin Fikri ve Lütfü idi. Momçilgrad lisesinden atılmışlardı. Canları çok sıkkındı. İşte böyle tanışmıştık.


Makale ve Analizler - 2014

69

Soru: Siz HÖH liderinin liseden kovulduğundan emin misiniz? O kuldan ne için uzaklaştırılmıştı? Yanıt: Eminim tabii. Bu olayı herkesin bildiğinden de eminim. Yerel parti örgütü sekreterinin kızına sulanmışlar. Kızın babası da peşlerine düşmüş ve ahlaksız davrandıkları gerekçesiyle ikisini de okuldan uzaklaştırmıştı. Kırcaali ilinde değişik liselere kayıt yaptırmayı deneseler de başaramamışlar, çünkü kız babası komünist öç almaya çalışırken peşlerini bırakmadığından, hiçbir okula yazılamamışlardı. 11. Sınıfın ikinci yarısının devre başıydı. Gerçeği söylemek gerekirse liseyi bitirme şansları yoktu, hayatları allak bullak olabilirdi. Ben kendilerine, “Dostlar, siz anlaşıldığına göre, bir şeyler yapmışsınız, bana gerçeği anlatacak mısınız?” dedim. Lütfü bütün ili dolaştıklarını, hatta Ardino (Eğiri dere) lisesinde bile kabul edilmediklerini anlattı. Son olarak Cebele gelmişler, fakat burada da kapı açılmamıştı. Okul Müdürü onları kovmuştu. Anlatılanlar beni heveslendirdi, oldukları yerde kalıp, beni beklemelerini söyledim. Yattığı yer nur olsun, çok namuslu ve dürüst bir bayan olan Müdür Yardımcısı Bayan Parnarova’yı buldum. Olayı baştan sona anlattım. Kanımca böyle bir olayın kendi çocuklarının da başına gelebileceğine onu ikna edebildim. Kayıtlarını yaparsak, gençlerin lise mezunu almalarına ancak birkaç ay kalmıştı, onlara bir şans tanımış olacaktık, bunu yapmazsak ikisini de ezip geçecektik. 11. sınıfın sınıf öğretmeni olarak kendirlini sınıfıma yazmaya ve onlarla ilgili tüm sorumluluğu taşımaya hazır olduğumu, beyan ettim. Belgeleri ellerinden aldık. Kayıtlarını yaptık. İşte böyle şimdiki HÖH lideri 11. “B” sınıfta benim öğrencim oldu. Mezuniyet baloları birkaç ay sonraydı. Tören akşamı Fikri ile Lütfü yanıma gelip teşekkür ettiler. Akıllı ve iyi öğrenci oldukları doğrudur. Birisi diş hekimi, öteki ise filolog oldu ve sonra siyasetçi olarak yükseldi. Soru: Lütfü Mestan nasıl bir öğrenciydi? Yanıt: Ben onun hayat yolunda bir basamak oldum. Çok titiz, vicdanlıydı, kavga etmezdi, dürüsttü. Fikri ile Mestan benim öğrencilerim olarak, ciddi gençlerdi. Fikri şimdi de namuslu biridir, sözünün eridir, fakat diğeri değişti. Soru: Liseden sonra Lütfü Mestan’la hiç görüştünüz mü? Yanıt: Hiçbir zaman görüşmedik. Soru: Ülkemizin yönetiminde bir faktör olarak, şimdi onu bir siyasetçi gibi nasıl değerlendiriyorsunuz? Yanıt: Levski’nin vasiyetlerine hatırlayalım ve “Eğiri oturup doğru konuşalım.” Bulgaristan Cumhurbaşkanı kimdir? Plevneliev. 1989’da neredeymiş? Bir önceki Başbakan Borisov Jivkov’un korumasıydı. Kendini Çar olarak tanıtan kimdir? Bulgaristan Çarlık mıdır? Madrid’den hiçbir işe yaramayan bi-


70

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

rini getirdiler, kendi malım mülküm deyip devleti soydu. Bu halkalardan biri de Lütfü Mestan’dır. Lütfü siyasi kariyerini evliliğine borçludur. Şair şöyle dememiş miydi: “Kariyer için canını verir (gülümsüyor). Mestan hakkındaki notum, Kırcaali bölgesinde ve ülkede kendilerini lider zanneden HÖH’lülere verdiğim notun aynısı olup şöyledir: ana süttü tatmamış namussuzlar, it oğlu itler, başka sözüm yoktur. Onlar ceplerinin derdine düşmüşler. Bakıyorum da, Türkiye’de mal mülk, çiftlik sahibi olmuşlar, bu taşınmazları neyle almışlar? Ben, onların ağızlarının açlıktan koktuğu 1989’u unutmadım iyi hatırlıyorum. Hak ve Özgürlükler Hareketi. Lütfü Mestan bu hareketin ne anlama geldiğini, nasıl ve nerede doğduğunu? Biliyo mu acaba. Komünizme karşı gerçekten mukavemet verenler, isimleri değiştirenlerin Türklerin hakları için direnenler oyun dışına, çöpe atıldılar, ülkeden kovuldular, çünkü herkes için hazırlanan ve demokrasi olarak gösterilen değişiklik oyununa gelmediler. Bugün kendilerini kahraman olarak gösterenler ortadadır. Onlar sahte kahramandır. Hepsi ballı börek yemeye hazırdır, sofrada binlerce karaktersiz HÖH’lü var. Soru: Eski komünistlerin varisleriyle birlik olan HÖH’ ün şimdiki yönetimini kabul edebiliyor musunuz? Yanıt: Aralarında benim de bulunduğum Stara Zagora hapishanesindeki bir grup mahkûmun kurmayı düşündüğü ve kurduğu örgüt ile bugünkü HÖH arasında en ufak bir benzerlik yoktur. Soru: Komünizm yıllarında Ahmet Doğan hakkında herhangi bir şey işitmiş midiniz? Yanıt: Hayır, onu bilen yoktu. İllegaller arasında o ne gibi bir faktörmüş ki? Benim duruşmalarımın stenograf kayıtlarını okursanız, daha 1985 yılında “Ben ölebilirim, ama komünizm yenilmeye mahkûmdur!” dediğimi göreceksiniz. Bizim canımızı feda etmeyi kabullendiğimiz bir davamız vardı. Ben bugün de 30 yıl önce başımı koyduğum davayı savunmaya devam ediyorum. Soru: Siz aynı mevkide duruyorsunuz da, komünizm de yer değiştirmedi! Yanıt: Evet bu çok acı bir gerçek, beni öldürebilirler diye doğru düşünmüştüm. Ben şimdiki HÖH partisini nasıl kabullenebilirim ki, onlar kendileri ne olduklarının farkında değiller. Bu partinin yönetici kadroları bire dek ya gizli polis DS ya da BKP ile bağlıdır. Aslında onların BSP ile olan bağları da buradan geliyor. Onların her biri aynı örgüttendir, onlar BKP’ nin Türk ve Bulgar kanadındandır, bu kişiler hakkında başka bir isim kullanılması doğru olmaz. Aslında, onlar yurtsever olsalardı, devleti düşünselerdi, halkı düşünselerdi yani sorunlar


Makale ve Analizler - 2014

71

arasında en ağır problem bu olsaydı, biz onu yutar unuturduk, ama hepsi yanız kendi ceplerini nasıl dolduracaklarını düşünüyor. Siz Doğan’ın iplerini DS ve diğer makamların çektiğini görmüyor musunuz? Çekmeye devam edecekler. Onlar için değerli ve önemli olan Doğan aracılığıyla Türk seçmeni kullanmaktır. Soru: Komünizme karşı gerçek savaşımcıları HÖH partisi istemiyor, sizi neden dışlıyorlar? Yanıt: Su sorunun açıklanması basittir. Beni kullanarak bazı kişilerin legalleştirilmesine çalıştılar. Benden, Ahmet Doğan’ın Stara Zagora hapishanesinden verdiği emirlere uyarak Mayıs 1989 olaylarını, Ayaklanmayı yönettiğimi söylemem istendi. Ben Stara Zagora zindanında kaldım. İçerden çıkmak için 7 kapı açılması gerek. Soruyorum, herhangi biri olan Doğan’ın emirleri Türklere ulaşmak için bu kapılardan nasıl çıkabilir ki? Ben olmaz, yapamam derken şöyle konuşmuştum: “Siz ne isterseniz onu yapabilirsiniz ama ben tarihe ihanet etmeyeceğim.” Bir arada, Bulgaristan Türklerinin gelişen illegal mücadelesinde olup biten her şeyi Doğan’ın yönettiği yalanını yaymaya çalıştılar. Şimdi artık Doğan’ın bir gizli polis ajanı olduğu ve hapishaneye duruma hakim olabilmeleri için koyulduğu anlaşıldıktan sonra, politik mahkumların hepsi için bu uydurmaların hepsinin yalan dolan olduğu gün gibi ortadadır. Bu yalanla yıllar yılı herkes aldatıldı. Bu yalan tarihsel gerçekmiş gibi dayatılmaya çalışıldı. Ve gizli polis makamlarının eliyle Doğan devlet içinde çok önemli bir kişi olarak tanıtıldı. Doğan kendini direnişçi yapmaya çalışırken gerçek kahramanların hepsinin canına kıydı. Bulgaristan’da ancak kontrol edilebilenler kaldı ki, onlar bugün de kontrol altında bulunuyorlar. Bu hainliği Doğan dolayındakiler yapabildi. Ve onlar bugün de aynı şekilde yaşamaya devam ediyorlar. Onlar kendileri baştan aşağı sahteleşmiş olduklarından ve başka türlü de yaşanabileceğini bilmediklerinden, tarihi de sahteleştirmeden başka hiçbir seçenekleri kalmadı. Ben gerçekleri bilirken, çocuklarımı nasıl yalandırayım, olayları tersyüz anlatmayı yapabilir miyim? Ben siyaseti takip ediyorum ve bugün Bulgaristan’da eski gizli polis DS ya da şimdiki özel makamların kontrolü altında bulunmayan düzgün bir politik örgüt yok. Stanişev kimdir. Ajan Pavel kimdir? 1990’dan beri HÖH birkaç kez iktidarda bulundu. “İsim ve kimlik değiştirme” süreci davası görülmedi. Türklerin isimlerinin değiştirilmesine katılanlardan yargılanan yok. Kurbanlarla katiller bugün yan yanadır. Böyle bir duruma nasıl gelindi? Benim adımı mahkeme mi değiştirdi de, ben şimdi ismimi geri almak için dava açmak zorunda olayım. Örneğim, Türkiye’de bulunan kızlarım pasaportlarında hala Bulgar isimleriyledir. Yüzkarası, küçümseyici olduğundan dolayı isim değiştirmek için dava açmak istemiyorlar. İnsanları savunmadığından, onla-


72

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

rın ezilmesine yol verdiğinden dolayı bu utanç verici durumdan suçlu olan HÖH partisidir. HÖH liderleri halkımızı satan hainlerdir, soruyorum: nerede bizim etnik halk topluluğumuzun hak ve özgürlükleri? Şu HÖH - BSP iktidarı yarın biz artık AB’de olmak istemiyoruz, Ukrayna gibi Moskova kanadı altına girmeye karar aldık, eski SSCB’den bir parça olmak istiyorsa, lütfen şaşmayınız. Bayrak yerine, onur yerine şerefsizliği ve kirli çarşaflarını ipe serdiklerini görünce sakın şaşırmayınız. Onlar satılmıştır. Ben bu alçaklar için başka söyleyecek söz bulmakta güçleniyorum. BSP’ nin karma bölgeleri bir uçtan bir uca HÖH ellerine teslim ettiği ve Türkleri ve Müslümanlara mal mülk gibi kıydığını görmeyen yoktur. Daha da kötü olan Türk köylerini getto haline getirmeleridir. Gettolar Doğan modelidir. Onlar sana sadaka verirmiş gibi biraz ekmek, para, odun, iş vermezse, aç ölebilirsin. HÖH partisi insanlar önünde sırıtıyor. İşlerin böyle olmasından BSP de suçludur ama HÖH ile BSP el ele olduklarından diyecek yok. 1987’de ben Stara Zagora hapishanesinde birinci açlık grevine başladığımda beni ilk destekleyen Montana’dan Emil Blagoev oldu. O şimdi Bulgaristan’da değil. Ülkeden kovuldu. Görüldüğü üzere daha Jivkov rejimi yıkılmadan önce gerçek antikomünistlerin ülkeden kovulmasıyla ilgili plan hazırlanmış ki, Bulgaristan’da Türklerle de benzer şekilde davranıldı. Bakıyorum şimdi gizli servis DS ajanları ve komünistler demokrasi kuruculuğuna kol sıvamışlar. Soru: “Bulgarlaştırma” süreciyle ilgili Bulgar halkını suçluyor musunuz? Suçlular cezalandırılmalı mıdır? Yanıt: Ben halkı nasıl suçlayabilirim ki, yapılanlar gizli polis DS ile komünistlerin işidir. Türk aydınları da canını ciğerini satmıştı. Ben de teslim olup ruhumu satmam için teklif aldım, tek seçeneğim hücre olduğunu bildiğimden dolayı kabul etmedim. Ben onlara “siz beni satın almak istiyorsunuz,” hedefiniz benim mücadelem ve çekilerimde, kendi rejiminizi haklı gösterip yaşatmaktır, dedim fırsat buldukça... Ben, hürriyetimin fiyatını kendim ödesem de, intikamcı biri değilim, Şöyle büyük bir soru var ortada, yapılan vahşetten “Bulgarlaştırma” sürecinden herkesin sorumlu olması mı gerekir! Canilerin tarafında olmayan, onlara karşı olan ve bütün yapılanlar normal insanların iradesine karşı yapılmış olduğu halde, suçsuz olanları suçlamanın anlamı olamaz. Kanımca, bir ahlak cezası kesilmelidir. HÖH parti de bu yüz karası işlerden sorumludur, fakat HÖH yönetimi tüm olup bitenden tüm çekilerimizden sorumlu olduğundan, kendi nasıl suçlayıp yargılatsın? Onlar gizli polis DS ajanıydılar, BKP’de idiler, ne yazık kı bugün de onlara hizmet etmeye devam ediyorlar.


Makale ve Analizler - 2014

73

Soru: HÖH ile ATAKA arasındaki gizli birliğin yalnız iktidarda olmak için kurulmuş olması ahlak kurallarına uygun mudur? Yanıt: “Ataka” kimdir? Onlar eski generallerin ve Rus gizli servislerinin adamları değil midir? Bu işler yorumlamaya değmez. Soru: Sefalet çeken, yarı aç yarı tok yaşarken, HÖH’ ün mafyalaşmış elidinin kendisini kullandığının bilincinde olan, fakat buna rağmen yine de oyunu onlara veren Bulgaristan Türklerini nasıl anlayalım. Bu nasıl bir anormalliktir. Lütfen açıklar mısınız? Yanıt: Çünkü HÖH partisi köy ve mahallerde, tabanda farklı bir propaganda yürütüyor. Köye gidip şöyle konuşuyorlar: “Sizlere bizden başka ilgi gösteren kimse olmaz.” İsimlerinizi bine değiştirecekler diyerek, insanları sürekli korkutuyorlar. Soru: Siz HÖH partisine oy verdiniz mi? Yanıt: Hayır, ben onlara hiçbir zaman oy vermedim. Soru: Hangi Türkler demokrasi yıllarında zengin oldu? Yanıt: HÖH partisinde ve HÖH partisiyle birlikte olanlar. HÖH bir gizli örgütlenmedir, bir mafya kuruluşudur. Aralarına sızmak olanaksızdır. Burada kazandıklarıyla Türkiye’de saraylar diktiler. Paraları oraya taşıdılar. Burada para yok. Burada mafya tipi bir örgütlenme var. Onların bilincinde etnik olan diye bir şey yoktur. Hırsızlar etnik ayırım yapmazlar. Soru: Stanişev ile Mestan’ın kucaklaşma ve öpüşmenin geleceği var mı? Yanıt: Onlar birbirinin cep kardeşidirler, aralarında pek fark yoktur. Bulgaristan’da tüm demokratları kapsayacak, kucaklayacak ve tek örgütte toplayacak yeni bir birleşmeye ihtiyaç var. Başka bir çıkış yolu yok. Uyanıp ayağa kalkmanız gerekiyor. Gençlik yıllarım olsaydı köyden kasabaya dolaşmaya başlar ve dip dalgasını uyandırıp hareketlendirme yollarını bulurdum. Bu iş için gecemi gündüzüme katardım. Soru: Bulgaristan Trükleri’nin ayrı bir partisi olması gerekiyor mu? Yanıt: Hayır. Bu tehlikeli ve zararlıdır. Ben şu HÖH modelini asla kabul etmiyorum. Türk bölgelerini getto haline getiren tam da HÖH modeli oldu. Bu Doğan modelidir. Gettolaştırma modellidir. Bu, insanın kendini zindan kapılarının ardına kendi elleriyle kilitleyip hapsetmesi modelidir. Bu modelde, zindan dışında olanların hepsi tehlikelidir. Soru: Siz Mestan’ı şu an şuracıkta görseniz yüzüne karşı ne derdiniz? Yanıt: Lütfü sen zavallının tekisin!


74

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

1989 Mayıs Ayaklanması - 4

Rafet Ulutürk-19.Temmuz.2014

1989 Mayıs İsyanı Açlık Grevleriyle Başlamıştı. Ülkeyi Saran Protestolar Kana Boyandı. Paris İnsan Hakları Konsey Toplantısı Arifesinde Direniş Bütün Ülkeyi Sardı. İnsan Hakları Teşkilatının kurucularından biri olan Genel Sekreterliğe seçilen Ali Ormanlı Kotele bağlı Alvanlar (Yablanovo) köyündendir. Bulgaristan Türklerinin isimlerinin değiştirilmesi ve “soya dönüş” adıyla yürütülen “Bulgarlaştırma” sürecine en sert tepki gösteren ve amansız ve güçlü direnen bir kahramandır. Bu vahşi olayın boyutunu ve dehşetini tasavvur edebilmek için, Hamzalar köyünden İbrahim Çetin’in kollarını yayıp göğsüyle bir tankı durdurmaya çalışırken dişliler altında ezilerek can verdiğini anımsatmak yeterlidir. Ormanlı’nın doğup büyüdüğü köy muhtarlığına girip, vatandaş kimlik listelerini almak için, zırhlı araçlarla gelen asker, polis, kızıl berelet ve itfaiye birimleri şeklindeki totaliter devletin baskı ve terör güçlerine kürek, yaba, çapa, tırman ve satırla karşı koyan köylülere helikopterlerden ateş açılmıştır. Son derece sert baskı sonucu isyan 18 ile 19 Ocak 1985 günü bastırıldıktan sonra tutuklamalar başlamıştır. Boyun eğmeyenlerin önderi olarak ilk tutuklananlardan biri Ali Ormanlı’nın bileklerine kelepçe 21 Ocak günü takılmış ve Sliven Milis Müdürlüğü’ne kapanmıştır. Dışarıda hava buz kesmiş, Şubat donunda 5 no’lu hücrede tutulan ve her gün amansız dövüldükten sonra üzerine kofalarla buzlu su atılan Ali Ormanlı 33 gün sonra yani 2 Mart 1985’te “Belene” Ölüm Kampına atılmıştır. “Belene” adasındaki günlerini daha fazla ölüm döşeğinde geçirmiştir.31 Temmuz 1986 günü Vratsa ili “Drakşan” köyüne sürgün edilmiştir. Ali Ormanlı Direniş Örgütünün kuruluşu hakkında şöyle bilgi veriyor: “Bölge köylere sürgün edilenler “Drakşan” köyünde gizlice buluşuyor ve Bulgaristan Türk azınlığının durumunu aramızda görüşüyorduk. Ağır durum bundan öte böyle devam edemezdi. Çıkış yolu birdi: örgütlenerek savaşım başlatmamızın zamanı gelmişti. İşte böyle sürgünlük koşullarında ve sürgünler arasında Demokratik Lig adlı direniş örgütümüzü kurduk.”


Makale ve Analizler - 2014

75

Yine o dönemde Ormanlının kızı Duranca da mücadeleye katılıyor ve Sabri İskender’in kız kardeşi Safetle birlikte “Hür Avrupa” ve “Amerikanın Sesi” radyolarına Bulgaristan Türklerinin, sürgünlerin, tutukluların ve hapishanelerde kalanların durumu üstüne bilgi iletmeye devam ediyordu. Demokratik Lig direniş örgütünün kuruluşuna ve ilk faaliyetlerine etkin katılanlardan biri de Silistre ili Doğrular (Pravda) köyü doğumlu Nazım Saliman Saliev (Nazım Başaran). Razgrad Türk Pedagoji kolunu bitiren ve uzun yıllar öğretmenlik yaptıktan sonra Sofya Üniversitesi Hukuk Fakültesini (1971) bitiren Saliev İç İşleri Bakanlığı Silistre İl Merkezinde göreve atanmıştır. 1970’li yılların sonunda BKP MK Politik Büro kararıyla bazı kişiler İnşaat Erleri Birliklerine subay olarak tayin edilirken, Razgrad, Varna, Ruse, Kırcaali, Tırgovişte, Silistra ve Sofya’da İç İşleri Bakanlığına da her ilde birer Türk subay işe alınmdı. Parti il ve belediye komitelerine 100 görevli tayin edildi. Bunlardan biri de Nazım Saliev, (Nazım Başaran)’dı. Bu hususa dikkatinizi çekmemin nedeni, daha sonra özellikle kaşarlı komünistler ve Bulgar milliyetçi çevrelerinden çıkan seslerde, sözde Bulgaristan Türklerinin isimleri, “soya dönüş” sürecini, “Bulgarlaştırmayı” bu Türk aydınların isteği ve ısrarı üzerine yapıldığı saçmalığıdır. Kendisi İç İşleri Bakanlığında çalışan Nazım Saliev bu konuda şöyle dedi: “Çok kısa bir sürede Bulgaristan Türk azınlığı ile bu devlet ve parti görevlerine atanan kişiler arasındaki uçurum derinleşti. Ben, bir görevli olarak bu sürecin boyutlarını çok iyi hissediyordum. Siz bana şunu diyebilirsiniz: İyi ama siz bir gizli serviste görev almayı neden kabul ettiniz? Komünizm böyle bir sistemdi. Bu gibi bir görev teklifini kabul etmemek suç sayılıyordu. Bir başka cevap da, ebediyen işsiz kalmayı kabul etmek...” Milis şefi, Nazım Saliev’n işine gönül sarmadığını anladığında (3.12.1977) onu işten uzaklaştırdı. O daha sonra değişik kurumlarda hukuk danışmanı olarak çalışır. İsimlerin değiştirilmesi siyasetini onaylamadığı için 14.10 1986’da Vratsa ili Stoyanovtsi köyüne sürgün edilir. Üç yıl Roman kasabasında eşiyle birlikte kalır. Orada Koşukavaklı şair ve yazar Ömer Osman’la, Burgas köylerinden Hüseyin Karabaşla, Kırcaali’den Hasanla ve yine Koşu kavak’tan Hamdi Ekimoğulu ve Şakırle tanışır. Komşu köylerde sürgün olan Koşukavaklı Mustafa Ömer; Yalvanlarlı (Radovene) İsmail Hamzov; Sarıyerli Sabri İsmail; Alvanlarlı Ali Orman ile dost olur. Razgradlı Ali Mutlu, Silistreli Hayrettin Ali ve Nasuf Bilal ile davaya uyanış yolunda birbirlerine ısınırlar. Nazım Salih Direniş Örgütüne üyeliği hemen kabul etmez. Dilekçesini tüm belgelerini, program ve tüzüğü okuduktan, üzerinde uzunca düşündükten sonra onaylar ve imzalar. O andan sonra da grevlerin, yürüyüşlerin, ayaklanmanın en önemli örgütçüsü ve kitleyi kabartan motor olur. Mukavemet hareketi gizli örgüt-


76

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lendi. Türk ahalisi hak ve özgürlükleri geri almak için her şeye, her fedakârlığa hazırdı. Gizli örgüte 3 bin kişi kaydoldu. 1988’de sürgünlerden bazılarının serbest bırakıldıktan sonra köylerine dönmeleriyle çalışmalar daha da geniş boyutlar aldı. O da Aydemir köyüne oğlunun yanına döndü. Demokratik Lig yönetimi ile Razgrad, Şumen ve Sevlili örgütleriyle irtibatı kurdu. Bu gizli faaliyetinde Razgratlı Ali Mutlu ve eşi Fatma, Şumen’li Ahmet Osman ve Ak Kadınlı Ehliman Dönmez, Doğrularlı Selahattin Bayraktar ile Yüksel Osman, Sevlili öğretmen Yusuf Akın ve eşi Vasfiye, “İskra” köyünden öğretmen Osman ve diğer birçok yürekli Türk aydını Ayaklanma örgütlenmesinde ve gerçekleşmesinde gece gündüz güç esirgemedi. Çalışmaların koordinasyonu “Hür Avrupa” ve “Amerikanın Sesi” radyolarında yankılandı. 1989’un Mayıs ayında Bulgaristan Türkleri Münih’ten yayın yapan “Almanya’nın Sesi” radyosundan Rumanya Uzunova ile 100 defadan fazla irtibat kurmayı başarmıştır. Türkler sürüldükleri bölgelerden bu yayınlara faal katıldı. Ayaklanma eşiğinde Demokratik Lig direniş örgütü yarı legal durumdaydı. Merkez yönetim sürgündü. Bölge yöneticileri de yarı legal durumdadır. Halk arasına yayılan örgütün Kurultay toplayıp legalleşmesi ve açık çalışmalara yoğunluk kazandırması zamanı gelmişti. Yönetim açlık grevlerini başlatma kararı aldı. Örgütü tescil ettirmek için önce Pleven mahkemesine başvurdu. İktidarı şaşırtmak için değişik kurultay yeri ve tarihi duyuruldu. Bu çalışmaların merkezinde olan ve açlık grevlerini koordine eden Nazım Saliev 15 Mayıs 1989’da tutuklandı. Türkiye’ye kovuldu. Yapılan hazırlıklara göre, açlık grevleri 20 Mayıs günü Ayaklanma şeklinde kabaracak ve yayılacaktı. Türklerin yaşadığı bölgeleri saracaktı. Bulgaristan’dan kovulurken Nazım Saliev kendi yerine Ayaklanma davasını sürdürmek için yetkilerini Silistreli dostu hukukçu İsmail İsmail’e devretti. Demokratik Lig Başkanı Mustafa Ömer ise, tutuklanıp Türkiye’ye kovulmadan önce başkan yetkileriyle Sliven’in Alvanlar (Yablanovo) köyünden Hüseyin Nuh’u donattı. Örgütün arşivi de Nuh’a teslim edildi. Böylece ayaklanma başsız kalmamıştı. Bulgaristan Türklerinin Demokratik Lig yönetiminde gerçekleşen 1989 Mayıs Ayaklanmasının son hazırlık dönemine çok aktif katılan Nazım Saliev’in çalışmalarını hatırlayalım: Silistre Gizli Polis Şefi Yovko Marinov 8 Mayıs 1989 günü, dik kafalı tutumundan vazgeçmesi için, onu son defa yanına çağırdı. Nazım, memleketten kovulacağını düşündü. Geceyi ailesiyle geçirmesi için eve gönderildi. Fırsattan yararlanıp yola çıktı, 500 km geçti ve Vratsa ili “Donla Kremena” köyünde Nasuf Bilal ile buluştu. (Nasuf Bilal Kotel’e bağlı Doğancılar köyünden olup, yüksek öğrenimli, 18 yıl Alvanlar’da Okul Müdürlüğü yapmış, Ocak 1985’te isim


Makale ve Analizler - 2014

77

değiştirmesine karşı direniş öncülerden biri olup, işkence görmüş, 3 yıl “Belene” ölüm kampında kaldıktan sonra bu Bulgar köyüne sürülmüş, Demokratik Lig kurucularındandır.) Aynı gece Demokratik Lig yönetimiyle görüşür. Başkan Mustafa Ömer ile ayrı görüşmede bulunur. Sekreter Sabri İskender ile konuştuktan sonra Nasuf Bilal ile bir daha buluşur. Bu onların son görüşmesidir. Ertesi gece Sevlievoya geçer ve örgütçü Yusuf Akınlar’ı bulur. 11 Mayıs 1989 günü Razgrad’a döner. Bölge sorumlusu Ali Mutlu’nun evinde kalır. O gece Razgrad il örgütü üyeleri gelip kendisiyle görüşür. Talimat alır. 12 Mayıs 1989 örgüt sorumlusu Ali Özgür’ün evinde konaklar. Ona gerekli bilgileri verir. Doğrular’da örgüt eylemcileri Ehliman Dönmez, Selahattin Bayraktar ve Yüksel Osman’la son görüşmesinden sonra, Aydemir’e ailesine döner. Milisin her gün kapıya geldiğini öğrenir. 15 Mayıs sabahı Silistre polisine gider. Baş amir Yanko Marinov önceden hazırlanmış 12 Mayıs 1989 tarihli pasaportlarını verir ve eşiyle ikisinin de ülkeyi terk etmesini ister. Totaliter rejimin iki polisi eşliğinde Kapı Kuleye getirilir 16. Mayıs’ta Bulgaristan’dan çıkar. Mustafa Ömer’in kaderi de aynı olmuştur. Yeri gelmişken işaret edelim. HÖH Başkanı Ahmet Doğan ve arkadaşları Demokratik Lig örgütünü ve yönetimini arayıp temas kurmamıştır. O ağır dönemde sürgün bölgelerine gidip Mustafa Ömer ile görüşenlerden ve işbirliği yolları arayanlardan biri 1989 Viyana Destek Örgütü Başkanı Avni Veli’dir. Bu örgüt, Mayıs 1989’da Kırcaali ve Haskovo illerinde açlık grevleri, Cebel ve Mestanlı’da ayaklanma, Kırcaali’de polisle çarpışmıştır. Avni Veli Mayıs 1989’da Bulgaristan’dan kovuldu. Örgütün dağılması ya da mücadeleye devam etmesi konusunda alınan bir karar olmadığından Ayaklanma halkı ve ülkeyi sarmıştır. Nisan Mayıs 1989’dan başlayarak açlık grevleri ve grevler Bulgaristan’ın etnik olarak karışık nüfuslu ya da yalnız Türklerin yaşadığı Şumen, Novi Pazar, Mahmuzlu, Vırbitsa, Orlyak, Omurtag bölgelerini sarmış ve Silistre, Razgrad ve Kırcaaliye taştı. Açlık grevine, 7 Mayıs 1989 Bayram ertesinde, ilk başlayan Şumen’e bağlı Todor İkonumovo köyünden 7 kişidir: Tahir Çavuş, İsmail Kılıç, Rahim Fıçıcı oğlu, Mücellip Tabak, Vazım Kaçak, Kazim Tabak ve Hidayet Kuşku açlık grevini başlatanlardır. Birkaç günde etraf köylerde 300 kişi ölüm orucuna katıldı. Grevcilerden Rahim Fıçıcı oğlu ile Mücelip Tabak da olmak üzere 10 kişi Viyana’ya kovuldu. Daha sonra büyük sayıda Belgrad ve tek yönlü biletle Toronto’ya da kovulanlar oldu.


78

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Demokratik Lig tarafından örgütlenen kitle hareketleri, gösteri ve yürüyüşler kurban almaya başlamıştı. Mayıs Ayaklanması yarım asırdan beri tırmanan totaliter baskı ve terör rejimine karşı bir isyandı. Bulgaristan’da zülüm rejiminin devrilmesi ateşini yakan ve halkı uyandıran, Bulgar demokratik güçlerine de cesaret veren bir büyük ve güçlü hareketlenme oldu. İnsan haklarını çiğneyen, adaleti ayakaltına alan, demokrasiyi koklatmayan bir rejimden hak ve özgürlük arama, hesap sorma ışığını kendilerinde bulan Bulgaristan Türkleri bütün toplumu etkilemiş ve ayaklanmaya uyandırmıştı. Batı radyoları Bulgaristan Demokratik Lig yöneticilerinin, isyan alayı önderlerinin ülkeden kovulmaya başladığını 18 Mayıs 1989 akşam yayınında ilk kez duyurdu. Aynı haberde Demokratik Lig öderlerinden biri olan Ali ormanlı, eşi ve kızının da Bulgaristan’dan atıldığı bildirildi. 20 ve 21 Mayısta bütün Bulgaristan’da Türkler gösterideydi, polisle, askerle çatışıyordu. Sürgünler Kuzey Batı Bulgaristan köylerinde sürgündeyken, doğum yerlerinde hepsinin pasaportları hazır edilmiş ve ülkeden kovulmaları kararı yürürlüğe konmuştu. Ayaklanan halk ülkeden kovulmaları kararlaştırılan kahramanlarına sarılmış onları bırakmak istemiyor ve onların peşinden sınıra yönelmeye başlıyordu. Ayaklanma günü bir rastlantı sonucu seçilmemişti. 6 Mayıs 1989 Kurban Bayramdı. Türkler bayramlaşırken kendi aralarında 30 Mayıs 1989’da Paris’te Avrupa İnsan Hakları komisyon toplantısı olacağını paylaştılar. Hazırlıklara başlamadan hemen ertesi gün başlayan açlık grevlerinde isimlerin geri verilmesiyle birlikte, geleneklerimize göre yaşamak ve okullarımızın açılması istendi, Bulgaristan Türk ahalisini yok etme politikasına son verilmesi tüm dünyaya duyurma hedeflendi. Bu anımsatmayı yapmamızın nedeni, Mayıs 1989 Ayaklamasında Ahmet Doğan ve arkadaşlarının, onun sözde kurduğu Bulgaristan Türkleri Ulusal Kurtuluş Örgütünün hiçbir rolü, etkinliği ve katkısı olmadığını göstermek içindir. Nazım Saliev ve illegal mücadele arkadaşları, yerel militanlar, eylemciler, sığınakçılar, sürgün edilenler ve aile üyelerinden ve yürüyüşlerde polisle çarpışanlardan, tutuklandıktan sonra eşek sudan gelene kadar dövülenlerden, “Belene” Ölüm Kampında kalan 518’kişiden hiç ama hiç biri Ahmet Doğanı ve onun sözde kurup yönettiği BTHKH’ni tanıdığını, onunla irtibatta olduğunu söylememiştir. Doğan’ı öne geçirmek ve “lider” yapmak için Demokratik Lig liderleri ve kahramanları birer ikişer tutuklanarak Bulgaristan’dan kovulmuş, geri dönseler de hiçbirine hayat hakkı tanınmamıştır. Şunu da eklemekte yarar var. Mayıs 1989’da düzenlenen açlık grevlerine, daha sonraki HÖH yöneticilerinden katılan yalnız Ak Kadınlı Osman Oktay’dır. O. Oktay’ın Demokratik Lig ile uzaktan yakından ilişkisi yoktu ve olmamıştır. Demokratik Lig yönetiminden hiçbir


Makale ve Analizler - 2014

79

kişi HÖH - DPS yönetimine alınmamıştır. 1984 -1990 yılları halk kahramanlarımızın sürgün edildiği illerde İç İşleri Bakanlığı Generali olan Peevski’nin torunu Daniel Peevski bugün artık HÖH - DPS partisini tamamen ele geçirmiş ve istediği gibi yönetmektedir. Bu bakıma “Peevski soyunun Bulgaristan Türklerine Ahdı vardı. Şimdi torunları Danço onu çıkarıyor.” Şimdi gelelim Mayıs Ayaklanması’nın Demokratik Lig önderliğinde gelişmesine: 20 Mayıs 1989 sabahı köylüler Şuman’e bahlı Yusufhanlar (Prestoye) köy meydanına toplandı. Kaolinovo kasabasına yönelen protestocu bin kişilik direnişçi alayı heyecanlı, coşkulu ve ellerinde pankartlarla ilerlerken saldırıya uğradı. 7 kişi öldürüldü ve 20 ağır yaralı düştü. Taşınan pankartlarda “Biz Türk’üz!”, “Yaşasın Türk Halkı!”, “Haklarımızı İstiyoruz!”, “Anadilimizde Okullarımızı İstiyoruz!” Emberler (Kliment) köyüne yaklaşan nümayiş alayı mezarlık başında durdu, atalarına saygı duruşunda durdu ve yürüyüşe artık 2 bin kişiyi bulan bir sel halinde devam etti. Bu yöre Şumen Varna arası Türklük kalesidir. Gösteri yürüyüşü haberini alanlar alaya katılırken 15 - 16 bin kişi aşılmaz bir sel duvarı oluşturmuştu. Ayaklanma alayı karşısına polis gücü dikildi. Komünist partisi ve totaliter devlet önderleri dilini yutmuştur. O zaman 111 yılında olan yeni Bulgar devleti sakin, hoşgörülü ve namuslu bildikleri Türklerden böyle bir şey beklemiyordu. Burada şuna da yer verelim, bu ayaklanma yerel yönetimlerin merkez yönetime Türk ahalisinin durumu, ruh hali, çekisi ve hıncı üstüne yanlış bilgi verdiğini ortaya çıkardı. Ellerinde “Kalaşnikov” yaşlı ve gençlere, kadınlara saldıran milis gücü Türklerle başa çıkamayınca, zırhlı birlikler de taşla karşılanmış, milisler gaz bombası kullansa da gösteri seli düşmanı ezip geçmiş ve Kliment kasabasının merkezine toplanmıştır. Yüksek bir yere çıkan Novi Pazarlı Gülten Osmanova göstericileri ve bu ilk büyük mitingi Demokratik Lig adına kutlarken, yitirilen hak ve özgürlüklerimizi koruma davasında programsal açıklama yapmıştır. (Bu gösteride, şehir meydanı eyleminde, yürüyüşte Ahmet Doğan’dan ve onun sözde hareketinden söz eden olmamıştır.) Ertesi gün (21 Mayıs 1989) totaliter rejimin baskı ve terörü 2 can daha aldı. Mahmuzlar (Todor İkonopmovo) köyünden sıradan bir köylü, tütün üreticisi olan Mehmet Salih Raşit oğlu öldürüldü. Gösteri alayına katılmak isteyenleri kamyonetiyle köylerden taşıyan 47 yaşındaki Necip Osman oğlunu da polis dayağına dayanamadı.


80

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ertesi gün Bohçalar’a toplanan 500 - 600 kişilik kalabalığa asker ateş açtı. 21 kişi yaralandı. Bulgar doktorlar yaralılara yardım çağrısına gelmedi. Novi Pazar’a taşınan yaralılardan 46 yaşındaki Hasan Saliev yolda; Lom kasabasından 46 yaşındaki Mehmet Saliev hastanede; 37 yaşındaki Mehmet Ruşidov da hastanede can feda ederken atları Bulgaristan Türklerinin ölümsüzler defterine altın harflerle yazdı. Benzer gösteriler Bulgaristan Türklerinin yaşadığı bütün köy ve şehirlerde gerçekleşti, çok ölü verildi, büyük sayıda yaralanan oldu. Yaralılardan Zahide Fıçıcı oğlu alçıya alındı. Türkiye’ye gönderildi. Celil Korkaz ve Cevat Çavuş İstanbul Cerrah paşa hastanesinde ameliyat oldu. Kazım Tabak’ın göğsünü delen kurşunlar da Cerrah Paşa’da çıkarıldı vs. vs. Unutmayalım: 1989 Mayıs Ayaklanması Bulgar Komünist totaliter diktatörlüğüne karşı bir Türk İsyanıdır. Deliorman, Gerlovo, Dobruca ve Rodop Türkleri yok olmaya karşı ayaklanmışlardı. Bir de şunu unutmayalım: Bu gösteri ve mitinglerde, illegal örgütlenmede, tüm halkı saran isyanda, 1989 Mayıs Ayaklanmasında Ahmet Doğan adında bir kişinin ne adı, ne ini, ne de cini vardı.

Güller Diyarı Güzeliyim

Filiz Soytürk-19.Temmuz.2014

Benim şehrim, gül kazanlarından almış adını, Yaprak gül, yağ gül kokan şehrim Nenem Gül, Anam Akgül, komşumuz Güllü Ben güllere sevdalı bir güller diyarı güzeliyim... Uyurken gece ve yoldayken güneş, Binbir gül açarken binbir bülbül dile gelir bahçelerde


Makale ve Analizler - 2014

81

Ve ilk koklamak için gülü erken gelir bize güneş. Bilirim, ben bir güller diyarı güzeliyim. Gül kokusunu şafakla yakalamak Ve bu gül benim gülüm diyebilmek Yaydan çıkmış oku yakalamak kadar zordur. Bilirim, ben bir güller diyarı güzeliyim. Zordur çalabilmek kokusunu daldaki gülün Karışmadan kokusu gül demedi kokusuna, Ve gül yağı olup dağılmadan dünyaya Bilirim, ben bir güller diyarı güzeliyim. Dünya hissetmeden açar bizim goncalar, Karışır alla kırmızı şafağın ışığına Eller, gözler, düğünler bayramlar gül kokar Bilirim, ben bir güller diyarı güzeliyim. Bugün, Vatan toprağımıza sevdali gül ormanları Çubuk çubuk gelmiş atalarımızın kuşağında Gel gör sen bizim oraları, gül kokan insanları Bilirim, ben bir güller diyarı güzeliyim. Vatan bizim, bahçeler bizim, güller bizim Hangi gülün hangi kokusudur sizin? Tüm güllerin tüm kokuları hepimizin. Bilirim, ben bir güller diyarı güzeliyim.

Değişen Zamanlar

BG-SAM-19.Temmuz.2014

Türkler Bulgaristan’a daha yüksek bin kültür ve medeniyetin temsilcileri olarak geldiler. Akıncı atalarımız bu güzelim toprakları fethederek kendilerine yurt edinmiştir. Kalıcı ve ebedi niyetlerini, son haftada Bulgaristan’da düşen yo-


82

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ğun yağışların 50’den fazla köprüyü, yolları, pek çok evi götürdüğü, ama aynı zamanda daha XV. yüzyılda, Osmanlı döneminde inşa edilen köprülerin, kervan sarayların, hamamların, cami ve medreselerin zarar görmeden dimdik ayakta kaldığı dikkate alınırsa, Türklerin sabit, kalıcı niyetli ve devamlı yerleşim yerleri, ibadethaneler, ticaret ve konaklama makamları sıhhiye merkezleri kurduğu gün gibi ortada olup dünya mimari örnekleridir. Kemer taşları, temelleri kurşun üzerine oturtulan Meriç ırmağının iki yakasını bağlayan Mustafa Paşa (Svilengrad) şehrinde vızır vızır işleyen “Meriç Köprüsü” bu yüceliğin parlak örneklerinden biridir. Vidin’de Tuna ırmağı kıyısının muhteşemlik simgesi Pazvant oğulu kalesi, künyesi, cami konak binaları, Sofya’da halen Tarih ve Arkeolojik Müze olarak kullanılan “Büyük Cami”, Karlovo şehir merkezindeki yüksek mimarlık şaheseri 500 yıllık “Kurşun Cami”, Strara Zagora Eski Zara şehrindeki Eski Cami ve daha pek çokları bazıları halen kapıları açık ve bütün heybetiyle ayaktadır. Bu bakıma Balkanların diğer yerlerinde olduğu gibi, Bulgaristan’ın dört bir yanındaki İslam Yüksek Mimarisi’ne ait gökleri selamlayan tarih eserleri günümüz Bulgar ve Hıristiyan mimarisinden kat kat üstün olan yüksek mimari özelliklerini yaşatıyor. Sofya’nın en önemli kiliseleri eski Osmanlı cami yapılarında kısmı mimari değişiklikler yapılarak kilise haline getirilmiş ve halen kullanılmaktadır. Bunlardan bizi Sofya “Graf İgnatiev” sokağındaki “Kara Cami”dir. Bu yüksek İslami mimari andının halen Kilise olarak kullanılmasına hoşgörüyle bakan Başmüftülüğümüz, karşılıklı hoşgörü varlığını sürdüren kültürel mirasımızın çağımıza ayak uydurma çabaları içinde bulunuyor. Öte yandan, birçok tarihi eserin cami özellikleri yok edilse de, yine ülkemizde örneğin Karadeniz’in Balçik sahil incisinde aynı tarihi ibadet binasında çan kulesi ile minareli şerif enin aynı çatının iki ucunda yükseldiği emsalsiz semboller de görebiliyoruz. Yılların geçmesiyle insanlarımız Vatan topraklarını bırakıp gitmemişler, Ata Vatanı hiçbir yerle değiştirmemişlerdir. Bu bakıma insanımızın gücü hiçbir zaman sona ermediği gibi, olaylar kaderin karanlığına terk edilmemiştir. Ne yazık ki, Bulgar devleti Bulgaristan Türk ve Müslümanlarını her zaman “öteki” olarak gördüğü yetmezmiş gibi, hep bizden kurtulma yolları aranmıştır. Bulgaristan Türkleri hep baskı ve eziyet görmüş olsalar da, 1984 Aralığı ile 1989 Mayısı hariç ülkemizde Türk ve Müslümanların üzerine askeri birlikler, ordu, baretler, jandarma sürülmemişti. Daha Rus - Osmanlı Savaşı yıllarında bile, sivil köylülere ve halka saldırılar hep haydutların, çapulcuların ve soygun çetelerinin eliyle yapılmıştı. Bu yüzdendir ki, biz totaliter rejimden söz ederken ordunun eşit haklı Türk vatandaşların üzerine, onların Anayasal haklarını, doğal haklarını ve insan


Makale ve Analizler - 2014

83

haklarını hiçe sayarak, kimliklerini çiğneyerek üzerlerinden geçmesinden söz ettik. Bu gerçek, yeni Bulgar tarihinin kendi vatandaşlarına karşı işlediği bir vahşettir. Totaliter Bulgar rejiminin başı olan Todor Jivkov ırk ayrımında derman aradı, insan kardeşliğini rafa kaldırdı, hoşgörüye kucak açanları tutuklattı ya da ülkeden kovdu. Sosyalizmin özünde yer alması gerekli olan insan birlikteliğini yani enternasyonalizmi çiğnedi. İnsan haklarının eşitliğine dayanması gerek sosyalist düzeni faşizan bir yapılanmayla değiştirdi. Halkımıza, azınlıklara zulüm etti. Azınlıkların farklı özelliklerine tahammülsüz davrandı. Hiç bir diktatörün ebediyen ayakta kalamadığı gibi o da 10 Kasım 1989’da devrildi. Alaşağı edilen Jivkov bir daha başkaldırmamak üzere tarihin derinliklerine gömüldü. Bulgaristan Türk ve Müslümanlarının da baş koyduğu bu kutsal davada Mayıs 1989 Ayaklanması çok önemli rol oynadı. Türkler, demokrasi, adalet ve özgürlük davasında Bulgarlardan çok daha önce uyandı, birleşti ve ayaklandı. Ülkedeki tüm diğer sosyal gruplardan çok ileri geçti, başı çeken duruma geldi. Bulgar toplumunu devrimci dönüşümlere zorladı. Direniş yollarını ararken süründük. Diplomatik oyunlara, yetersizliğe, komplo ve kışkırtmalarla kurban olduk. Son yüzyılda hiçbir türlü huzur ve güven bulamayan Bulgaristan Türkleri için Türkiye’ye göç adeta bir tutku (Sönmeyen bir özlem) haline getirildi. Bu, insanımızın bilinçaltına büyük bir ustalıkla yerleştirildi. Öyle ki, Moskova’nın emriyle çalışan Bulgar makamları Bulgaristan’da yaşayan Türklerin başka bir dünyaya ait olduğunu, öz Vatanlarının başkalarına ait olduğunu ve bu toprakları boşaltmaları gerektiğini hepimizin bilinçaltında işlerken paraya para, zamana demediler, sürekli çalıştılar. Amaçları öz duyumlamamızı değiştirmek ve bilincimize ve belleğimize başka bir dünyaya ait olduğumuzu sıkıştırmaktı. Göçler bu hileliğin, küstahlığın ve zorlamanın sonucudur. Türklerde ikircimlik ve kuşku yaratan politikanın 1985 - 1990 arası zikzaklarına kısaca bir göz atalım: Nisan 1985 tarihinde, Bulgaristan Parlamentosu Başkanı olan Stanko Todorov şu beyanda bulunmuştu: “Göç olabilir, ancak Türk halkının göçü ülkenin bir bölgesinden, diğer bölgelerine olacaktır.” O da şu demek oluyor: 1950’li yıllarda Pomaklara uygulanan yöntem şimdi de Türklere uygulanacaktır. Bu politika gerçekten de uygulanmaya kondu. 1986 yılında yerlerinden edilenlerin resmi sayısı 2 000’e ulaşmıştı. Bunlar sürgün edilen ailelerdi. Ne var ki, olaylar perde ardında çizilen yol haritasında belirlendiği gibi gelişmedi. BKP MK Politik Büro üyelerinden Penço Kubadinski bu konudaki görüşlerini şöyle açıklamıştı: “Bulgaristan, Türk meselesine gebedir. Rahminde 1 milyon 600 bin Türk, Pomak ve Çingene taşımaktadır. Bu da ülke nüfusunun % 20’sini oluşturmaktadır. Türkler bir yana, Bulgar milleri bile “yeniden doğuş” adındaki politikaları ka-


84

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

bul etmiyor. Kanaatime göre, 900 bin Türk’ten 600 bini hemen göç edecektir. “Bu halkın göç etmesine müsaade edilsin” diye teklif sunuyordu. Fakat Politik Büro üyelerinden birçoğu bu önerileri kabul etmiyorlardı. Örneğin Aleksandır Lilov isimlerinde değiştirilmesine karşı olduğundan dolayı BKP MK Politik Bürosundan uzaklaştırılmıştı. Mayıs 1989 olayları, “asimilasyon” politikasını suya düşüren Politik Ayaklanma niteliği taşıdı. Bu tutum ve durum karşısında Sofya hükümeti yeni bir göç formülü aramaya başladı. Bu formül şudur: “Bulgaristan Türklerine göç izni verilsin, fakat Türkiye ile bir göç antlaşması imzalanmasın ve resmiyette göç hakkında konuşulmasın.” Onların görüşüne göre, aksi halde Bulgaristan’da bir Türk azınlığı olduğu kabul edilmiş olacaktı. Bu politika bugün de devam ediyor. Bulgaristan’da bir Türk azınlığı, İslam dinine bağlı bir Türk, Pomak ve Çingene azınlığı yaşadığı resmen kabul edilmiyor. Oysa ülkede 1300 cami var. Türk direnişçilerin açlık grevlerinin yoğunlaştığı 9 Mayıs 1989 tarihinde Bulgar parlamentosu “Sınır Ötesi Pasaport Kanunu”nu kabul etti. Bu yasanın 1. Maddesine göre, Bulgaristan vatandaşlarına, ülke dışına çıkıp geçici veya sürekli olarak başka bir devlette kalma hakkı tanındı. Böylece Türkiye’ye 500 bin Bulgaristan Türkü aktı ve bunlardan üçte biri 150 bini geri döndü ve bazıları ekonomik nedenlerle daha sonra yine T.C.’ye göç etmek zorunda kaldı. Aslında Göç Kanunu’nun yürürlüğe girme tarihi 01 Eylül 1989’dur. Ne ki, protesto mitingleri kontrol edilemez bir hal alınca, Türklerin derhal ülkeyi terk etmesi kararı alındı. Todor Jivkov 29 Mayıs 1989’da Sofya TV’sine çıkarak şöyle dedi: “Bulgaristan Müslümanlarına istedikleri ülkeye gitmelerine imkân veriliyor.” Ayrıca Türkiye hükümetine dönerek, “Bulgaristan Müslümanlarına sınırlarınızı açın, isteyenler geçici olarak, isteyenler sürekli orada kalabilirler.” dedi. Bulgaristan Türklerinin Mayıs 1989 İsyanı totaliter rejimi böyle geriletti ve yıktı. Bugün soydaşlarımızın Bulgaristan ya da Türkiye’de yaşamaları hiç önemli değildir, onların nefes alması Bulgaristan politikasını arzu edilen şekilde etkilemeye yeterlidir. Bütün bu olaylar Bulgaristan Türklerinin bilinç altını değiştiremedi. Türk kimliğimiz korundu ve daha da gelişti ve güçlendi. Bulgarların Türkleri yok sayarak yaşayabilmesi artık tamamen imkânsız oldu. Biz bugün Bulgaristan’ı yeni demokratik değişikliklere mayalamaya çalışırken, sizi susmaya ve beklemeye davet etmiyoruz. Her şeye hazır olmak, yalnız o günü beklemek değildir. Her gün her şeye hazırlanmak lazımdır. Halkımız


Makale ve Analizler - 2014

85

yeni günlere manevi köprülerini hazır tutarak hazırlanıyor. En önemli köprümüz dil, kültür, inanç ve tarih birliğimizdir. 25 Mayıs 2014 günü AB Parlamento seçimlerinde Bulgaristan’da dengeler yeniden değişti. Politik liderlerden Boyko Borisov, S. Stanışev ve diğerler artık hepimizi yeni Parlamento seçimine davet ederken, 100 % herkesin on vermesinde ısrar ediyor. Bu işi kanuna bağlayacaklar. Hepimiz sandık başına gitmek zorundayız. Dün kovulduk bugün yine sandık başına davet ediliyoruz. Hesapları bu defa da tutmadı. Bizden kurtulmaları tamamen imkânsızdır. Zamanı değiştiren güç bizim elimizdedir, bu defa daha isabetli kullanalım.

Döndüm

Nafiye Yılmaz-19.Temmuz.2014

Kim ne derse desin, düşünen her kişi için yazmak okumaktan daha çok hayırlıdır. Her Pazar sabahı siz okurlarımla birlikte olduğum anları özlemişim. Şu Temmuz sıcağında penceremi açıp serinlik esmesini beklerken, gerçek serinliğin sizinle içsel sohbetlerimde gizlendiği bilincine beyaz bayrak kaldırıp teslim oldum. Düşünüyorum da yazıyı icat eden belki de anlatmaktan ya da sözlerle kendini anlatamamaktan bıkmış usanmış biri olabilir diye düşünüyorum. Nasılsın Nafiye diye soracak olursanız, bende pek değişiklik yok. Herkesin gibi benim de bir hayat çizgim var tabi: sabah başlayıp Güneşle batan, sonra şafakla yeniden sökülen ve insanı günle kucaklayan... Değişmedim gibime geliyor. Bir yıl süren bir olgunlaşma yaşadım. Çok müzik dinledim. Konserler izledim. Diğerlerin zevklerinin değişip değişmediğini gözledim. Burada öz olan, eskiyi bir daha yaşamak ya da hatırlayarak sevinme ya da üzülme değil, yaşanmıştan yaşanacak olana açılan bir köprü olabilmekti. Her sabah saat 10 suları sütlü kahvemin tembelliği yenemeyen dumanını seyrederken sigaramı tüte tip tül perdelerimin ardından şu an yemyeşil mumya gibi kıpırdamadan duran yapraklarla eskisi gibi konuşuyorum. Yapraklarla konuşmak çok keyif verici, bir şaire olaydım her mevsim için değil, her sabah her yaprak, her çiçek için şiir döktürmeyi denerdim. Aslında yaşamda büyük ve küçük şiir diye bir şey olmamalı, çünkü her şey her an yenileniyor ve şiir de yenilenmenin sadece gelip geçen bir anını yansıtıyor. Çocuğun dünü, bugünü ve ya-


86

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

rını gibi.. Şöyle demiyor muyuz: “Çocuğum büyüdü!” yani bunu söylemekle çocuğumuzun dünkü çocuğumuz olmadığını kabul etmiş oluyoruz, aynı şey yaprak ve çiçekler ve her şey için tamamen geçerli değil mi? Neden olmasın!. Her gün karanlıktan aydınlık fışkırıyor. Benim sorum şu: Karanlık nereden fışkırıyor? Kendi kendime soruyorum. Bir de şu var. Karanlık yaratıcının bize bahşettiği ana yani temel renklerden biri değil. Ne öyleyse, hayatı belirleyen çakma bir renk mi?. Karanlık değişmeden hep var olan bir şey mi yoksa? Biliyor musunuz, kitaplarda Büyük İskender’in Hindistan’ı işgali Hint halkı için çok bir kanlık talan dönemiymiş. Ne ki, İskender ordularının büyük yarımadayı terk etmesinden sonra aynı topraklar üzerinde asırlarca süren zindanın zindanı olağanüstü sert diktatörlük rejimleri uygulanmış ki, hani derler ya, en sık eleğin unu en ince olur diye, o dönemde Hint edebiyatı da ince eleyip sık dokurken şaheserlerinin şaheserlerini yaratmış, Nasıl mı? Yaratıcılar halkı diktatörlerin zulmüne karşı uyandırabilmek için tüyle sıvazlamışlar, tüyle sevilmek kimin hoşuna gitmişse, bir veren bir daha verir havasıyla, hem tüyle okşanmışlar hem e ince kıvam öyküler ve dörtlükler dinlemişler. Dinlerken dinlemeye alışmışlar, kimileri de yaza yaza yazar olmuş ve dünya zeka hazinesine incilerin incilerini bırakmışlar... Tanıdıklarım, hep az işe çok para bekliyor. Hani fare fiil doğurdu, değimi yok mu, öyle bir şey işte. Bir hayvan ne kadar uzun süre hamile kalırsa, yani doğuracağı yavrusunu ne kadar uzun zaman taşırsa, yavru da o kadar daha büyük olur. Bu gerçek, hayvanına göre değişse de, örneğin fiil 24 ayda doğum yaparken, tavşanlar üç ayda doğuruveriyor. Ama yavrular arasındaki farka bak! Varlıklar sıralamasında bizler gibi dokuz aylıklar orta sırada yer alıyor. İşler de öyle, biz daha önce hiçbir küreğe sap olmamış kişilerden hemen büyük işler bekliyoruz. Boşuna tabii. Böylece boşa zaman kaybediyoruz. Hayvanlarda gebelik dönemi sabit bir boyutken, sosyal yaşamda, uzayan ya da kısalar boyutlar ortaya çıkıyor. Örneklersek, HÖH - DPS partisinin iktidarda kalma süresi devamlı kısalıyor. Çar uzantısı Saks Koburgotskı hükümetinde 4 yıl sefa sürüldü, Oreşarski kabinesi 1 yıl zor dayandı. Şimdi anlaşılan Bakanlar Kurulu mangalı değişecek ve bizimkiler avucunu yalayacaklar. Seçimler, halk oylamaları, hükümet kurma işi pahalı işler olduğundan hepimizin belini bir defa kırmakla bırakmıyor, ikide bir kırıp kırıştırıyor. Şu benim pencere önündeki ağıcın yapraklarına baktıkça, doğal olgular ile sosyal ve politik yaşam arasında benzerlikler aramaya çalışıyorum. Güz gelince, yapraklar sanki ağaca kızıyor, sen bu yıl kışın gelmesini uzatacağım demiştin, ama yine bir şey yapmadın, biz yine üşümeye başladık değip, hep beraber isyan ederek sararıyorlar ve ardında dallarda dökülüp, ağıcı çıplak bırakı-


Makale ve Analizler - 2014

87

yorlar. Şu birlikte kararlı, yeminli hareket etme olayı çok önemli aslında, on çekiç ve tokmakla bir örse vurma gibi bir şey. Bir de bu olan biten hep pozisyon gerektiriyor. Yani herkesin aynı konuda aynı davranışı benimsemesi önemli oldu. Buna örneğini ararken, aklıma bir Yangın ve Karınca fıkrası geldi. Bir mahallede yangın olmuş, herkes elinde kofayla su taşıyor. Yardıma koşmuş ve kısa sürede alevler söndürülüyor. Su dolu kofasını eline alan ve söndürmeye koşanlardan biri de karınca. Söndürmeden dönenler ona rastlamışlar ve “ne zahmet ettin, senin taşıyacağın sudan ne olur ki!”, Karınca geri kalmamış ve “Önemli olan benim niyetimdir!” demiş. Yani karıncanın yangın ve yardım konusundaki pozisyonudur! Yardım etme azmidir. Yollara düşmüş olmasıdır. Biz hayatta birçok zaman pozisyonumuzu açıklamıyoruz. Yani ne yapraklar ne de karınca kadar olabiliyoruz. Hele politik konularda pozisyon sahibi olmamak iki yüzlülük doğuruyor. Bir de bu işin içinde ikircimli olanlar var. Camiye gitmeden ben Müslüman’ım diye böbürlenenlerin tavrı da bunlardandır. HÖH konusunda şöyle bir tablo parlamaya başladı. Bir yandan biz hırsızlığa dolandırıcılığa karşıyız diyenler, hemen ardından sorgulanıyor, bir sonra mahkeme ve “Dönek” Ahmet ile sıkı fıkı olanlar hemen milletvekili oluveriyor ve hapishaneden kaçıyorlar. Ben buna konu komşu dayanışması demek istemiyorum. Partinin şerefi, ahlakı, gururu olmalıdır. Oysa milletvekilliği bir şeref ve onur yeri olduğundan, aptesiz camiye girilemeyeceği gibi, sabıkalı kişilerinde meclise girmesi iyi olmuyor, politik vicdan kirleniyor. Birde ne pahasına olursa olsun “Bulgarlara karşı olalım”. Onlar bize ettiler biz de bu sayfayı kapatmayacağız hesaplarıyla kurulmuş niyetler var. Geçen hafta T.C. Dış İşleri Bakanlığımızın çıkardığı Osman Kılıç ağabeyimizin “46 Yıl Sonra Bulgaristan’da” kitabını okudum. Bulgaristan Türkleri arasında çektiğimiz eziyetlerin karanlığında en önce uyanan ve mücadele bayrağını yükseklerde dalgalandıran, 14.5 yıl “Belene” ölüm kampı, Varna Hapishanesi ölüm zindanı ve başka cehennem yuvalarında çekmediği işkence kalmamasına rağmen, Türk ruhunu koruyarak yaşatan Osman Kılıç, izlenim kitabında Şumnu, Şeytancık (Hitrino) ve başka yöre köylerinden halkla yaptığı görüşmelerde her şeyin yenilenmeye, değişmeye, Türk ruhunun yeniden yeşermeye ve güçlenmeye başladığını, Koca Yusuf abidesi açılışına katıldığında yaşadığı coşkuda başarılı bir şekilde dile getirmiştir. Demek oluyor ki, 100 yıllık karanlığa gömülmeye çalışılsa da, halkın ruhu demokrasi sıcağı alınca, hak ve hürriyetlerin ışığını hissedince yerden fışkırarak ben “Geliyorum!” diyebiliyor. Demeye hazır olmuş ve göz açmış yani.


88

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu durumda son yıllarda hepimizi çok üzen şu Hak ve Özgürlükçü lider takımının Türklerin hakları, Türklük özgürlükleri ve özgün kültürümüzün bahar güneşi görmüş gibi yeşil ekin tarlalarına kırmızı gelincikler şeklinde serpilip açma özlemlerine ne diyeceksiniz? Bu çok yerinde bir soru. Bu konuda ben 25 yıl beklememiz, sabır tasımızı taşırdı, demeye hazırız. İzninizle sözlerimi şöyle bir çocuk masalıyla bağılayayım: Bir varmış bir yokmuş bir avcı varmış: Avcı göl kıyısında kuşlara tuzak kurmuş, koca bir ağla birçok kuş yakalamıştı. Fakat kuşlar o kadar büyüktüler ki, ağı havaya kaldırıp uçarak kurtulmuşlar. Bunun üzerine avcı başlamış peşlerinden koşmaya. Dere tepe koşarken yolda bir çiftçiye rastlamış: Çiftçi: “Nereye koşuyorsun? O kuşları peşlerinden koşarak yakalayacağını mı sanıyorsun?” demiş... Avcı şöyle karşılık vermiş: “Eğer o ağın içinde sadece bir kuş olsaydı, onu yakalayamazdım. Ama göreceksin bunlar çok kalabalık ve birlikte olmaya alışmamış oldukları için ben onları yakalayacağım.” Akşam olunca, ağdaki kuşların hepsi kendi yuvasına gitmek istemiş ve her biri ağı gitmek istediği yöne doğru çekiştirmeye başlamış. Biri ormana, öbürü bataklığa, bir diğeri de tarlalara doğru sürünmeye çalışırken sonunda hepsi birden yorulmuş ve ağla birlikte yere düşmüşler ve acıya av olmuşlar. O da onları birer ikişer toplamış ve o zaman bu zaman istediği gibi kullanıyormuş. Bu masal çocuk masalı olsa da bizim yakın geçmişimize çok benzeyen imgeler taşıyor. Biz 20. Yüzyılda Bulgar Çarlık-faşist ve 2. Dünya Savından sonra Moskova’nın totaliter – sosyalist ağına düştük. Bire varıncaya kadar hepimiz kurbandık. Büyüklüğümüz eski gururumuz, içimizde biriken öfke ve zafer elde etme hürriyet kutlama özlemiydi. Bizden yalnız birimizin ası değiştirilmeyeydi, ben gider o kişiyi bulur ve kendisine şu soruyu sorardım: “Sen Türkler arasında ayrıcalıklı pozisyonu olan biriymişsin! Düşmana ne hizmette bulundun da onun bu onuruna laik oldun?” Evet, direk sorardım. Ama böyle birileri yoktu. Yani bir hepimiz aynı ağın içindeymişiz. Ağın içine düşen değişik kuşlar gibi, kimimiz ördek, kimimiz kaz, kimimiz keklik, kimimiz de karga dili konuşsak da, hepimiz kuş olduğumuz ve her birimizin kanadı olduğu için biz Mayıs 1989’da Ayaklanabildik. Beraberimizde totaliter rejim ağını da havaya kaldırdık. Masal-


Makale ve Analizler - 2014

89

daki avcı Todor Jivkov. Çakalları peşimize takıldı, 10 Kasım 1989’da onun ayağı köke takıldı ve bir daha ayak üstü kalkamamak üzere düştü ve telef oldu. Fakat düşman Havalanan kuşların farklı yerlerde yaşadığını, kimisinin ormana, diğerlerin ırmak boyuna, başkalarınınsa bataklığa gideceklerini bildiğinden, beraberce konmalarını ve dağılmalarını bekledi. Bizi 1989 ağustosunda Bulgaristan’dan “kış” dediklerinde biz uçarken birliktik, ayaklanmamız örgütlüydü, ama bizi daha öte yönetecek siyasi partimiz henüz kurulmamış ve hepimizi yüreklendirememiş, yol gösterecek bayrağı yükseltememiş olduğundan konmak zorunda kaldık. O zaman bu zaman avcı çırakları bizi seçimden seçime yemliyorlar. Biz de yumurtalarımızı gidip onların bildiği yuvalara yumurtluyoruz. Onlar oylarımızı toplayıp yeni seçimlere kadar ya sucuklu yumurta pişirip sıcak ekmekle banıyor ya da politik çarşıda yumurta satıyorlar. Ne sofraya davetliyiz ne de çarşıdan yumurta alacak halimiz var. Bu iş 25 yıldan beri böyle gidiyor. Kimilerimiz bakıyor, kimilerimiz sefa sürüyor. Yumurtamız olmadığından civciv de çıkaramıyoruz yani üreyemez olduk, bir de yaşlanıyoruz. Bizden istenen nedir. Şu şimdiki vahim durumdan kurtulma yolunu bir daha birlikte uçarak denemek zorundayız. Bu defa bizim oylarımızla seçimden seçime sultan olanları aç susuz ve oysuz bırakmalıyız. O aman bak sen nasıl görecekler Hanya’yı Konya’yı... Gerçek hürriyeti yeniden havalanmamızda görebiliyorum... İyi pazarlar.

Ancak Bu Kadar Olur!

Raziye ÇAKIR -19.Temmuz.2014

Gerçek şairler feylesofların üstündedir, diyenlere inanmayanlar olabilir. Kimse hiçbir şeye inanmak zorunda değildir aslında. Bu eskiden öyleymiş, şimdi de öyle. Bir de şu var: Kuran’da şairlerin sözüne pek inanılmaz dendiğinden, kantarın topuzu son milenyumlarda feylesoflardan yana ağır basmaya başlamış. Fakat her şey dalgalı olduğundan, kimi defa şairlerin insanı dolu dolu coşturduğu inkâr edilemez. Üstelik feylesofları anlamak çok birikim istiyor. Anadan doğma bilgelerse binde bir...


90

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Avrupa Birliği’nin Birlik Marş Güftesini seçerken, koskoca Johann Wolfgang von Goethe Orta Çağdan buyana aydınlık çırası olarak yanmaya devam ederken Johann Christoph Friedrich von Schiller’in Mutluluk Öyküsü’nün seçilmesi insanlığı ne kadar düşündürdüyse İtalya’da Sicilya’nın Butera kasabasında yapılan bir halk oylamasında insalığın mutlu geleceğini en güzel tarif eden şiir olarak Nazım Hikmet’ten bir dörtlük seçilmesi ve Belediye binası girişinde özel bir mermere altın harflerle işlenerek asılması Türk şiiri ve şairi yüreğinde taşıyanlar için daha önce yaşanmamış çok görkemli çılgın bir sevinç kaynağı oldu. Sicilya’da şu Temmuz günlerinde güneşin gün boyu pişirdiği uçsuz bucaksız düzlüğün ortasında yükselen kayalığın en tepesinde Butera adında çok küçük ve çok şirin bir kasabadayız. Bembeyaz dar sokaklar, hr evin kapısının önünde oturan yaşlı amcalar hiç hareket etmiyorlar. Evler de güneşten pişmiş gibi başka gelen giden yok bize bakıyor. Ortada, birbirinin kopyası evlerin ötesinde birkaç dükkân, kahvehane, bir kilise ve bir kale. Kasabacığın en güzel yapısı belediye binası. İçine girince sol taraftaki duvarda, en tepede mermere kazılı bir şiir göze çarpıyor. Özenle kazınmış, oraya konmuş. “Topraktan, ateşten ve denizden doğanların en mükemmeli doğacak bizden. Ve insanlar ellerini korkmadan, düşünmeden, birbirlerinin ellerine bırakarak, yıldızlara bakarak ‘yaşamak ne güzel şey’ diyecekler.” Tanıdık geldi değil mi? Nazım Hikmet Sicilya’da bir kasabanın Belediye Başkanlığı duvar mermerine oyulmuş.. Belediye başkanına soruyoruz. 2000 yılında milenyum şerefine bir özlü söz bulup duvara hiç silinmeyecek şekilde yazdırmak istemişler. Köy okulunda görevli kadın edebiyat öğretmeni bu şiiri önermiş. Hiç istisnasız herkes kabul etmiş. Hangi seçimde kazanılıyor böyle bir sevgi saygı, söyleyebilecek var mı? Bir düşünsenize, en bilinen şairleri, kendi ilahi destanlarında hangi Müslüman Peygamberi (Muhammed, Ali ve Yusuf’u) cehennemin en derin zindanla-


Makale ve Analizler - 2014

91

rına gömmeyi düşünürken, aynı halkın öz bağırıı aydınlığa ne kadar susamış. Biraz yukarda Avrupa’nın tam göbeğinde Weimar’da Geothe ile Şiller dünya karanlığa mı baksın aydınlığı mı arasın! diye bronz anıtlarda asırlar boyu birbirine bakarken, “sıkça olmak üzere edebiyatımız olmadığını” yazacak kadar küstahlık edenlerin kitle ruhunda yaşayan cevherlerin parlaklığına hayran olmamak elde mi? Sicilya sıcağında göz açamayanların kalplerinde Nazım Hikmet Ateşi yanmasına sevinmeyip de neye sevinelim ki? Aydınlık arayanların Doğuya baktığına bundan daha parlak bir örnek olamaz. Yaşamak bazen hakikatten güzel!

Kaktüs Dikenleri

Raziye Çakır-20.Temmuz.2014

Belki de herkes kaybettiği bir şeyi aradığı için sıla özlemi ağır basıyor. Ben de özlüyorum Varna’mı, saman sarısı kumlarını, kuru kumların ayaklarıma dolaşmasını, onları öpmek için sahile akan dalgaların bacaklarıma sarıldıkça yüreğimi serinlettiği anları, suyun tuzunu hissetmeden serinliğine bayılmayı ve denizin köpürmesini... Biz, denizkızlarına abayı yakanlar azdan aza da olsa çekingen olurlar. Hele kız sarışınsa, hele mavi gözlüyse, hele uzun saçlar dalgalanırken yüzüne sarılıp “Lütfen kestirip atma bizi, seni sen yapan biziz, biz olmadan Deniz Kızına benzeyemezsin!” diye ısrar edişlerindeki güzellikler... Siz renk karışımlarında güzel olanın en güzelinin nasıl doğduğunu görebilme imkânı yakalayabildiniz mi? İzlenimlerimde en etkileyici olan ve belleğimde silinmeyen Kara denizin mavisi ile kız saçındaki saman sarısının karışımında beyaz dalga köpükleridir... Bunu böyle anlatmak kolaymış gibi de, doyumsuz olan, o etkilemenin doğurduğu duyguların harikalığını yaşayabilmektedir. Daha önce de yazmıştım, ben Varna’nın en muktedir Türk ailelerinden birinin kızıyım. Annemin Bulgarcası akıcı ve güçlüdür. Bulgaristan Türkleri arasında Bulgaristan’da uzman öğrenimli ilk ebe olması ve bu işi yaşlı çarşaflı Türk ebe kadınların elinden çekip alarak bilimsel sıhhi temellere oturtmaya verdiği katkı fazlasıyla büyük olduğundan, karakterini, moralini, insan sevgisini ve asla hiçbir


92

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ayırım yapmadan herkese hoşgörülü yardım etme ahlakını oluşturan özelliklerdir. Ve bugün Varna Yüksek Tıp Enstitüsü Avrupa çapında gurur duyulan, aranan sorulan, bu arada Türkiye’den de yüzlerce gencin okuduğu bir bilim kurumu durumuna geldiyse, bu işlerin temel harcında annem gibi fedakâr ebe ve hemşirelerin alın teri vardır. Bu durum, benim kimliğimi de etkilemiştir. Hem güzel, hem sarışın, hem boylu poslu, hem gözü hep dışarıda bir Türk kızı olacaksın, Bulgar komşuların çocuklarından oluşan kızlı oğlanlı delişmen arkadaş grupla yamaçtaki yeşil çalılığın içinde kıvrılan dar patikadan koşa sıçraya ama sezdirmeden denize akıp güneşle denizin, ayaklarımıza sarılan altın kumlarla beyaz gül açmış dalgaların sevişmesinde taraf olmak, hiç de kolay değildi. Bu güzellikler ve sevgi cümbüşüne bir de martı sesleri karıştığında, bir yandan tablo bütün olurken, öte yandan evdekilerin yani annemle babamın her zamanki kayıplara karıştığımı fark edip etmedikleri endişesi içinde büyümeye başlıyordu. Yıllar sonra ben de anne olduğumda bu büyüyen endişenin aslında doğal bir sevgi ile korku karışımı olduğunu anladım. Kimi defa sırtıma başıma, gözlerime ve ellerime yüklenebildiği kadar güneş enerjisi yüklenmiş ve sahildeki kovalaşmadan baygın bir halde eve döndüğümde işiteceğim ilk sitemleri kestirmeye çalışıyordum. Annem genelde “aç ağzını bakayım!” diyordu. Sonra elleriyle alt çeneme hafiften dokunup boğazıma bir balık kaçmış da onu çıkaracakmış gibi ciddi ciddi bakıyordu. “Şükür yok bir şey” demesiyle onun tüm sıkıntıları hafiflerken, benim sırtımdaki yükün ağırlığı artmaya devam ediyordu. Yıllar sonra, “anne neydi şu senin, aç ağzını bakayım!” falan icatların diye sordum. Gerçeğin hakiki yüzünü görünce gülmekten bayıldım. Kitap okumayı çok seven biri olan annem, bir denizkızının bir korsanı kaçırmasını konu eden bir denizci öyküsünün güçlü tesiri altında kaldığını anlattı. Ne ki, olay bu değildi. Onu devamlı etkisi altında tutan denizkızları kimi defa sahile çıkıp kendilerinden güzel olan genç kızları birlikte yüzmeye davet ederek denizin derinliklerine çekip en zifiri karanlıklardaki inlerine götürdükleri ve orada kızların köpek dişlerinin büyüdüğü ve kısa dönemde hakiki denizkızı olduklarında erkekleri celbe dip yedikleri hayaliydi. Annem beni Deniz Kızları’ndan daha güzel bulduğundan, evden çıkıp sözde kaybolduğum her an içindeki dehşet kükrüyormuş. Aslında yaramazlıklar serisinden olan hiçbir şey yapmadığımdan dolayı, eli ne kulağıma ne de enseme gitmediğinden, “oh, çok şükür, geldin canım güzelim” demeye de dili dönmediği için, hemen “aç ağzını, bakayım!” diyordu. Ağzımı boğazıma kaçan bir balığı aramak için değil, köpek dişlerimin büyüyüp büyümediğini görmek için açtırıyormuş...


Makale ve Analizler - 2014

93

Bu saçmalıkları işitince gülmekten kırıldım. Anneciğime öyle bir sarıldım ki, belki ona daha önce hiç bu kadar sıcak sarılmamıştım. Annem, ömrü uzun olsun, sağdır, İstanbul’da oturuyor, en kötü günlerimizde “köpek dişlerim hala büyümedi anne” dediğimde, gülmekten kırılıp üzerindeki tüm stresi atıyor. Diş doktoru olmama vesile olan anneciğimdir. Söylemese de, hafızasının en derin yerlerinde gizlediği bir kutsal özlemde “tüm genç kızları Denizkızı olmaktan koruma arzusu olabilir.” Erkek doğasının en büyük düşmanı Denizkızlarının emsalsiz güzelliğidir. Dünyadaki en büyük güç de güzelliktir. Annemin endişesi, korkuları gerekçesiz değilmiş meğer. Bizi Vatanımız olan Varna’dan, onun güzel ince sarı kumlu sahillerini, beyaz köpüklü ılıman denizini, yeşilliklere gömülmüş doğasını, dikili taşlarda yaşayan tarihini, bütün insanlar ve doğa için adil ve eşit olan Güneşin olabilir ya birazcık özel lütfünü bırakıp, geri dönmemek üzere İstanbul’a gelmemizin temel nedeni oldu. Çünkü korkular birbirine kardeştir. Tüm öteki anneler gibi, benim anneciğim de kızının bir yandan denizkızları, öte yandan bize karşı sertleşen Bulgar devleti tarafından celbe dilip eritilmesinden, Türk öz suyunun değişmesinden korkuyordu. Evet, o da farklı güzelliklerin buketinin yaratılmasından yanaydı, ama eşek dikenleri demetinde gül olmayı kim ister? Annemin bana bunları değişik sözlü örneklerle hep anlatmaya çalıştığını anımsadıkça, anne yüreği işte, benim örneğimde, onun için kızının başkalarına karışıp soy suyumuzun bunalmasından daha büyük endişenin belirleyici olduğunun farkındayım. Anne uykusunu kaçıran, gecelerini kâbus eden bu olumsuzluklardı. İstanbul’da kendini güven ve huzur içinde hisseti. Beni gördükçe hep belli belirsiz gülümsedi. Bu tebessümü okuman için Akademi bitirmek gerekmiyordu. O, dualarında “kızım seni kurtardım, başka hiç bir şey istemem” dediğini, biliyorum. Onun Vatanda arayıp da bulamadığı o gönlünü dolduran, tarifi zor, her bakıma bambaşka sıcaklığı hissederken, o korkuları yenme mutluluğunu yaşıyordu. Annem Varna ile bağlarını kesmedi. Komşularımızla telefon görüşmelerini sürdürüyor. Geçen ay bizim oralarda büyük seller oldu. Mahallemiz su altında kalmıştı. Komşuların hepsini teker teker arası ve her birine geçmiş olsun dedi, 12 sel felaketi kurbanı yakınlarından tanıdıklarına da baş sağlığı diledi. Son deva Varna’yı ziyaretimizde, arabamızla Balçığa uğradık. “Botanik Bahçe”de baharın ilk renklerini bir daha yaşamasını istedim. Tolbuh’in iline bağlı bu kıyı şehrindeki “Bitkiler Bahçesi” neredeyse 100 yaşında. Dünyanın dört bir yanından getirilip dikilen ve güneşin davetine uyarak değişik renklerde gonca açmış büyük sayıda çiçek. Düzenli şekilde dizilmişler. Memleketlerinden uzak olsalar da kendi aralarında tozlaşarak öbek öbek açmış.


94

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bitki dünyasında dikkatimi üzerlerine toplayan kaktüsler oldu. 50 yaşında ve 5 günlük dikenliler yan yana. İzninizle, “yavru” kaktüslere çok özel bir dikkatle baktım, hatta yanlarına çömeldiğimde gözlüklerimi taktım. Elimi uzattım ve henüz bitmiş olanlara hafiften dokundum. Dikenleri kirpi dikenlerinden sık olan bu bitkiler önce iğneli değil, üzerleri kadifesi yumuşaklıkla kaplı. Özel bir zarifliğe dokundum. O an öküzlerin de boynuzsuz doğduğunu, çocukların küfrü sonradan öğrendiğini vs. düşündüm. Olay bana ilginç geldi. Kaktüs önce ipeksi, zehirsiz. Yaşamaya yumuşaklıkla başlıyor. Git gide dikeri iğneleşirken, kalınlaştıkça zehirleri can yakıcı oluyor. Küçük kaktüs küçük dikenli, büyük kaktüs büyük dikenli, bu bir yaşam dengesi olabilir mi? Aslında her şey sanki birbirine benziyor. Şu Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin 1990 Mayısı’nda Varna Açık Hava Tiyatrosunda yaptığı ilk seçim mitingini anımsadım. Güneşin ufka yöneldiği serinlikte bir akşam üzereydi. Kravatlı konuşmacıların sesi kadife gibi yumuşak ve renkliydi. Yıllar geçtikçe her şey değişti. Yıllar geçtikçe kadifesi sesler unutuldu, parti sustu ve kendi içine kapandı. İpek elyaflar diken, dikenler eşek dikeni, eşek dikenleri de zehirli kazık oldu ve halkımın bağrını yarıp parçaladı. Denizkızları örneğine dönersek güzellerin köpek dişleri çıktı. Önce “hak” ve “özgürlük” derken bizimkiler de dişsizdi. Son dönemde güzellik sunup hak ve özgürlüklerimizle beslenmeye başladılar. Vampirleştiler! Kaktüslerin büyük dikenleri kurban alıyor. Bitki bahçesi diken, denizlerde keskin köpekdişliler hâkimiyet kurdu. Yanıtı aranan bir soru kaldı, mal canın yongasıysa, malsız mülksüz kalanlar yeni tip köleler midir? O gün bu gün üzerinde en fazla düşündüğüm niyetle sonuç arasındaki gizemdir. Sözle iş, biçimle öz arasındaki çelişkiden karmaşık bir oluşum şu niyetle sonuç etkileşimi. Beklenen sonuç aynı kalsa bile, niyet değişiklik gördükçe, sonuç da kayıyor. Kadifeden yumuşağım diye ortaya çıkan kaktüsçükten kadife ağıcı beklememiz doğaldır. Ne ki yeni günler eşek dikenlerini aratan kaktüs iğneleri ile sürpriz sunuyor. Niyetle sonuç dengesizdir. Sosyalizmde öyle olmadı mı? İnsanın insana kardeşliği, iyi komşuluk ve hoşgörü ortamında enternasyonal beraberlikti. Sonuçta totalitarizm hepimizi ezdi. Niyetin değişmesi sonucu da değiştiriyor. HÖH partisini kendi haklarımız ve hürriyetimiz için kurduk, sonuçta başkalarına hizmet edip bizi eziyor. Niyetle sonuç çatıştıkça halk aldatılıyor. Önce fark edip göremediğimiz içsel gizem herkesi ezmeye başlıyor. Bunu açıklayıp kötülüğü yok etmekse hem gayret hem de dehalık gerektiriyor. Düşmanı koy-


Makale ve Analizler - 2014

95

numuzda beslemişiz, yıllarca fark edemedik. Çünkü zekâ ışığını yönlendirmek için bir de akıl gerek. Tecrübeye dayanarak iyi ile kötüyü birinden ayıran akıldır. Akıl da satılır ya da yolda bulunur bir şey değil. Aile ve okuldan başka ezilmişlikten süzülen bilinç ve irade de gerek. Bu arada bir de rutinlik var. İnsanların günlük hayat alışkanlıkları çok etkilidir. Kötüyü iyi olarak kabul edenlerin fikrini değiştirmek zordur. Birçok yerde kör inat üstün gelir. Aklın oluşum ve biçimlenme yolları belirleyici olabilir. İnsanlar faklı zeka ile dünyaya gelip, farklı ortamlarda yetişmeleri de ortak değerlerin yerleşmesinde önemli engeldir. Bizim hepimizin devamlı uyanık olan ve kendi kendini kontrol ederken eyleme geçiren bir iç dünyamız var. Annemin “ağzını aç” demesinde gizlenen niyet ve korkularını motive eden budur. Kadifeyi andıran kaktüs benim için beklentilerimi boşa çıkaran karşılık oldu. Kaktüsten korunmaya devam edeceğim. HÖH partisinin tüm halkımızı aldatması ve olayların artık değişmez bir yanılgı rotası alması köklü karşı önlemler gerektiriyor. Kendi ellerimizle vicdanımızla bilincimizle çabalarımızla yarattığımız bir değeri ret etmemiz acı ve zor olabilir ama buna artık mecbur kalabiliriz. Kötülüğün neresinden dönersen kardır, diyen atalarımız da bu gibi emsaller yaşamışa benziyor. M.Ö. Çin Arap Savaşı’nda atalarımız ikiye bölünmüşler. İki taraftan biri galip gelecektir, muzaffer olan düşmanı kıyacaktır. Bu örnekte mağlup olan tarafta kalanların yok olmasını önceden kabul etmişler. 1072’de Malazgit’te kadar Bizans Ordularıyla giden Kıpçak Türkleri de durum değerlendirmesi yapıp Selçuklulara, Alpaslan Ordularına katılıp muzaffer oldular. Tarihimizde benzer örnekler çoktur. Hainlere ihanet kutsal sayılır.... 1984’ten sonra bizde tutuklanmış ve işkence görmüş bir müşterim var. Bir defasında kendisini bekletmem gerekti. Söz arasında “siz ömrünüzün bir döneminde dişlerinizi çok sıkmışsınız ve damaklarınız deforme olmuş, dedim. “Ne oldu?” Diye sordum. “Tutuklandım ve çok işkence gördüm. Eziyet türlerinden birinde yüz üstü bir tahta üzerine yatırıldım. Sırtıma kum çuvalları yığdılar. Sırtımdaki çuvallar nefesimi versem bir daha nefes alma imkânım bulamayacağım kadar ağırdı. Ve ben o zaman nefesimi kaçırmamak için dişlerimi sıktım. O izler olabilir.” dedi... Hepimizin hayatı sıkıntılıydı. Hayat, hep korku içinde, denizkızlarından, Bulgar toplumunda eriyip yok olmaktan korktukça, kadife sanıp koynumuza aldığımız kaktüs zahirine feda olma endişesini yaşadıkça, sıkılıp ezildikçe bilinçlenme boyutlarına girdik diyebilirim.


96

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ne zor değil mi? Ramazan günlerinde söyleyeceklerimin aptes bozacağını bile bile şu sözleri söylemeden edemeyeceğim. Yaratan bizi uyum yaratın, denklem kurun ve güle güle yaşayın diye yaratmışsa, ardından gelen düşmanlıklar neden? Hayatı çözdükçe güçleniyoruz. Birlik oldukça daha da güçleniyoruz. Biz sahte ve yalan olanın, adaletsiz olanın korkuların yenik düştüğü yeni bir dünya yaratmaya gidiyoruz. İyi ramazanlar, hayırlı bayramlar.

Mestan, Zavallının Biridir

BG-SAM-20.Temmuz.2014

Bulgaristan’da totaliter komünist diktatörlüğe karşı ilk politik parti kurarak ilk baş kaldıran Büyük Çınar Avni Veli hayata gözlerini yumdu. Yattığı yer nur olsun, derken hayatı ve davasıyla ilgili Bulgar basının çıkan yazıları Türkçeleştirerek dikkatinize sunuyoruz. Cebel lisesinde bir Bulgarca öğretmeni olan ve bugünkü Hak ve Özgürlükler Partisi (HÖH) Genel Başkanı Lütfü Mestan’ın 11. “B” sınıfta sınıf hocası olan Avni Veli öğrencisiyle 45 yıldan beri görüşmedi. Lütfü Mestan bugün Sofya parlamentosunun kürsüsünden dil olarak dürüst Bulgarca konuşuyorsa bunu Bulgar edebiyatı öğretmeni Avni Veliye borçludur. Her hafta sonu balığa ve ava gitmeye zaman bulan Lütfü Mestan hocasını asla arayıp sormamıştır. Okuldan atıldığında ve Kırcaali ilinin hiçbir okuluna kaydını yaptıramadığında ona ancak Avni Veli kanat açmış olsa da, Lütfü Mestan hocasını Stara Zagora hapishanesinde ziyaret etmemiş, hal hatır olmak için bir mektup bile yazmamış. Öğretmenliği yasaklanıp Dobriç ovasına tütün işine gittiğinde de arayıp sormamış. En tuhaf olanı da 2 yıl önce “Türkan Çeşme” kutlamalarıyla ilgili Mastanlı (Momçilgrad) Belediyesi tarafından Türkiye’den davet edilen eski tüfekler, ilk başkaldıranlar yani Todor Jivkov’un baskı ve terör rejimine karşı mücadeleyi başlatanlar, illegal lider kahramanlar, gerçek militanlar, mücahitler, “Belene” ölüm kampından geçen, Kuzey Batı Bulgaristan köylerine sürgün edilen, Stara Zagora, Pazarcık, Sofya, Sliven hapishanelerinde yatanlardan bazıları davet edilip kendilerine plaka sunulurken Avni Veli davet edilmemiştir. Aynı zamanda Avni Veli Bulgaristan Türklerine karşı baskı ve terörü Paris İnsan Hakları Konferansında 1989’da kınayan


Makale ve Analizler - 2014

97

kahramanımızıdır. Fakat bugünkü Ahmet Doğan’cılar için bunların hiç biri önem taşımıyor. Onların liderliğini kabul etmeyen, dalavereleri karşısından susmayan her kişi düşmandır. Mestanlı buluşmasına 1956’dan sonda ilk direnişçi Türk Partisini Cebel’de kuran Ali Veli davet edilmeyişi kamuoyunu derin düşündürmüştü. Bu açıdan Mestan, zavallının biridir. Bu sözler Ali Veli’nindir. Bu olayların derin anlamını “24 Rodopi.com” yayını şöyle açıkladı. Aynen veriyoruz. Çeviri: BG-SAM Bulgaristan Türkleri arasında “Bulgarlaştırma” sürecine karşı ilk illegal politik partiyi kurup örgütleyen öğretmen Avni Veli vefat etti. Gizli örgütlenen ve savaşan örgüt 1983’te Cebel’de kuruldu. Örgütün kurulması karışık ailelerin isimlerinin Bulgar isimleriyle değiştirilmesinden kısa bir süre sonra ve Türklerin isimlerinin değiştirilmesinden birkaç ay önce kuruldu. Avni Veli Mayıs 1989’da Cebel’de düzenlenen kitle gösteri ve başkaldırısın örgütleyicisi ve önderidir. 14 Eylül 1984’te Tolbuhin (Dobriç) ili İreçek köyü kenarındaki tütün tarlasında eski devlet güvenlik örgütü DS’nin sivil görevlileri 35 yaşındaki Avni Veli’nin bileklerine kelepçe taktı. Genç Türk karşı koymadı, sigarasını bir iki daha çekti ve milis (polis) arabasına girdi. Onlar için Avni Veli, Kırcaali ilinden Dobruca’ya tütün işine gelenlerden biriydi. Onlar çatlak parmaklı tütüncünün eserleri yayınlanmamış bir şair, Cebelli yüzlerce öğrencisinin kendisini çok sevdiği bir Bulgar edebiyatı öğretmeni olduğunu bilmiyorlardı. Ve belki de bu kişinin Türk ahalisi arasında anti-komünist mücadele öncüsü olduğunu, 1956 yılında yapılan BKP Nisan Toplantısından sonra Türk etnik halk topluluğu arasında ilk illegal direniş örgütünü kurduğunu ve yönettiğini, mücadelenin fikir babası olduğunu da bilmiyordu. 1983 baharından sonra, Türkleri kimlik olarak eriterek, asimile edip Bulgarlaştırma sürecinin başlamasından tam 2 yıl önce, Cebel şehrinin merkezinde bulunan Avni Veli’nin öğretmen olarak kaldığı dairede Bulgaristan Türklerinin Leninci Komünist Partisi kuruldu (BTLKP). Gizli toplantı, o zaman Cebel gizli polisi DS görevlisi İliya İliev’in aynı apartmandaki dairesinin yalnız 2 kat üstünde gerçekleşti. 1978 Kasımında Bulgaristan ile Türkiye arasındaki göç antlaşması süresinin sona ermesinden sonra Türk nüfusun etnik köklerine ve öz suyuna sert ve amansız saldırılar şiddetlendi. Önce Türkçe konuşma sınırlandı ve ardından yasaklandı.


98

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Sözde eskiden karışık evlilik yapmış olan, ya da sözde atalarından kimilerinin Bulgar’la evliği olduğu varsayılan bazı büyük Türk soylarının isimleri değiştirildi. Yalan makinesi dakik ve yanlışsız harekete geçirildi. Bu makinenin değirmenine komünist gençlik örgütü Komsomol aktif üyeleri, Bulgaristan Komünist Partisi (BKP) üyeleri, devlet güvenlik örgütü DS, İÇ İşlri Bakanlığı (MVR) Vatan Cephesi (OF) örgütü ve Bulgar Halk Çiftçi Partisi (BZNS) üyelerinden bazıları katıldı. Aralarında BKP’ye sadık olduklarını kanıtlayarak bazı imtiyazlar peşinde olan Türkler de vardı. Meydana gelen bu psişik durumda, isim değiştirme yolunun kesilmesi ve halkla devlet makamları arasında çatışmaya engel olacak bir serbest bölge oluşturulması zorunlu olmuştu ki, kör gidişe tepki gösterecek muhalefet mukavemetinin örgütlenmesi gerekiyordu. Bu illegal örgütün fikir babası ve örgütleyicisi de Avni Veli oldu. 1984’ün Nisan ayında Avni Veli ile bir grup arkadaşı SSCB - Macaristan ve Romanya üzerinden bir geziye çıktı. O, Başkent Budapeşte’de Türkiye Büyükelçiliğine girmeyi başardı. Bülent Bey adında bir diplomatla temas kurdu. Avni Veli, Bulgaristan Türklerinin tüm haklarının ellerinden alınması için komünist rejim tarafından “soya dönüş” adı altında bir Bulgarlaştırma süreci hazırlandığını bildirdi. O, Türkiyeli diplomata kendisinin Bulgaristan Türklerinin Leninci Komünist Partisini kurduğunu anlattı. Ve kendisine, dünya teşkilatı merkezine iletilmesi ricasıyla Birleşmiş Milletlere hitaben kaleme aldıkları çağrıyı verdi. Türk diplomat görülen işleri atılan adımları kutlarken, partinin isminin Polonya’nın “Dayanışma” örgütüne benzer bir isimle değiştirilmesini önerdi. Avni Veli’nin Budapeşte Büyükelçiliğinde Türk diplomatla görüşmesi üstüne Bulgar polisi haber almıştır. Onu ele veren uluslararası turistik geziye katılan arkadaşlarının biridir. Ne ki, Bulgar polisi Avni Veli’nin Macaristan Başkentinde Fransız ve İngiliz Büyükelçiliklerini de ziyaret ettiğini ve benzer görüşmelerde bulunduğunu öğrenemedi. O andan sonra Cebelli şairin her adımı devamlı izlendi, evi dinlendi, mektupları okundu, temasları kontrol edildi. Devlet istihbaratı Avni Veli’nin etrafındakileri de baskı altına aldı. Bu etkinlikler neticesinde, gizli polis Lenin partisi şeklinde örgütlenen gizli Türk mukavemeti hakkında bilgilere ulaştı. 1984 yazında İç İşleri Bakanlığı Avni Veliyi yakaladı ve örgütü ile ilgili daha ayrıntılı bilgi edinmek için onu zorladı. Şöyle bir kapan da kuruldu. Kırcaali “Arpezos” oteline Türkiyeli bir kişi yerleşti. İstanbul plakalı aracı park yerine çekmişti. Türkiyeli konuk o zamanlar “Balkanturist” lüks turistik zincirinden olan otelin lokantasında Cebelli direnişçi ile Türkiyeli konuk arasında birkaç saatlik bir görüşme yapıldı. Görüşmede Rodoplar’da gelişen süreç-


Makale ve Analizler - 2014

99

leri yorumladılar. Lokanta sivil polis doludur. Avni Veli kapana düşürüldüğünü anlayınca Bulgaristan Komünist Partisi (BKP) nin azınlıklara karşı politikasının açıktan açığa eleştirmeye başladı, fakat kurduğu örgütle ilgili tek söz etmedi. Kendini İstanbullu bir turist olarak tanıtan kişi aslında Bulgar İstihbaratının Birinci Şubesi’nden Türk dilini iyi bilen bir görevlidir. Ne var ki, Kırcaali ve Sofya makamlarınca titizlikle hazırlanan gizli operasyon çöküyor. Dava için 43 kişiyi örgütlemeyi başaran Avni Veli, 44’üncüsü tarafından ele verildi. Avni Veliyi ele verenin adı Necdet Aliev’tir. O Avni Veli’nin bir öğrencisidir. Ona da Bulgar edebiyatı dersi vermişti. Sonra Plovdiv’te (Filibe) Kimya okudu. Öğrenciliği zamanında ajanlığı kabul etmişti. Onun maceraperest olduğunu biliyordu. Ona bir yalan öykü anlatmıştım. Bir süre sonda dava dosyasını gördüm ve anlattığım saçmalıklar birinci sayfadaydı. Tahkikat sırasında gizli polis beni takip ederken nerede yanlış yaptığını öğrenmeye çok gayret gösterdi. Bir yerde yanılmışlardı, çünkü gerçeği öğrenememişlerdi. Onların yanılgısı benim çalışma usulümü bilmemelerinde gizliydi. Ve sistemimin sırrına ulaşamadılar. Benim kendimin öz politik etkinlik sistemim vardı. Örgüte kazandığım her yeni kişiye, ancak ona ait olması gereken bilgiyi veriyordu. Böylece hainlerden uzak durup örgütümü korumayı başardım. 1984 yılı yazında Avni Veli öğretmenlikten kovuldu. O zaman adı Tolbuhin ili olan Dobruca’ya tütün işine gitti. Gizli polis iz güdüyor, peşinden ayrılmıyor, fakat birkaç kişinin itiraflarından başka onun faaliyetlerini açıklayan ve onun suç işlediğini kanıtlayan hiçbir şeye ulaşamıyor. Aynı yılın Eylül ayı başında Cebel’deki evi ve Haskovoya bağlı “Zornitsa” köyündeki baba evi aranırken gizli polis Ali Veli’nin kendi eliyle yazdığı illegal parti evraklarından kimilerine ulaştı. Hemen tutuklanmasına emir çıkarıldı. Tutuklanan Avni Veli Sofya’da “Razvigor 1” sorgulama dairesine götürüldü. İlk sorgulama tahkikat polisi Angel Aleksandrov tarafından 17 Eylül 1984’te yapıldı. Sorgulama esnasında, Avni Veli eşiyle görüşmesine müsaade edildiği takdirde, illegal parti evraklarından diğer bölümü gizlediği yeri açıklamayı ve evrakları kendilerine vermeyi kabul etti. Görüşmeden sonra eşi Ulviye gizli parti arşivini polise teslim etti. Direnen şair 1984’ün Aralık ayında Sofya’da Sorgulama Genel Müdürlüğü Genel Merkezindeki bir hücrede Bulgarlaştırma sürecinin doruğunu yaşadı. Avni Veli ’in adı ve soyadı, idari yolla İvan Alekov Velevolarak değiştirildi. O zaman Bulgaristan Türklerinin Leninci Komünist Partisi’nin kurucusu ve başkanı şöyle dedi: “Benim bundan 2 yıl önce söylediklerim başımıza geldi. Ben kendilerimi defalarca ve ısrarla uyarsam da, Türk kardeşlerim, T. Jivkov’un isimlerimizi değiştirmeye hazırlandığına inanmadı.”


100

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

1885’in 5 Şubat günü “Kırcaali İl Mahkemesi”nde kesin gizlilik koşullarında, kapalı kapılar ardında, Avni Veli’ye karşı dava başladı. Savcılığa sunulan suçlama dosyasında, “Avni Veli devlete karşı çalışan bir örgüt kurmuş ve devlete ve BKP’ye karşı olan evraklar” tanzim etmişti. Bu belgelerde parti ve hükümet ulusal konuda karalanıyordu. BKP milliyetçilikle ve ırkçılıkla suçlanırken, Türkler için özerklik isteniyordu. Mahkeme gereğini gördü. Avni Veli, ilk önce ağır ceza şartlarında olmakla 7 yıla, arkadaşı dava yoldaşı Orlov ise 4 yıla mahkûm edildi. Daha sonra bu mahkeme kararları Temyiz Mahkemesinde itiraz edilse de, değişiklik yapılmadı. Uluslar arası İnsan Hakları Örgütü Bulgaristan’dan politik mahküm Avni Veli’nin durumu üstüne özel bilgi isteyince, 1988 yılının 29 Aralığında Avni Veli Devlet Konseyi kararıyla erken serbest bırakıldı ve köyden çıkmamak şartıyla kendi köyüne sürgün edildi. Todor Jivkov’un Bulgar-Türk sınırını açmasına neden olan, adları değiştirilen Bulgaristan Türklerinin 1989’un Mayıs Büyük Ayaklanmasının örgütleyici ve önderlerinden birinin Avni Veli olduğu ortaya çıktı. Avni Veli Bulgar gizli polisi ağına düşen en asi ve en tehlikeli olarak nitelendirilen Bulgaristan Türk direniş önderlerinden biridir. 1989 yılının 5 ile 25 Mayıs günleri arasında tek yönlü uçak biletiyle ülkeden çıkarılan, kahramanlıkları ebediyen yaşayacak olan büyük ve ölümsüz kahramanlarımızdan biridir. Yattığı yer nur olsun.

Kıcaali’de Konuşma Metni

BG-SAM-27.Temmuz.2014

Rafet Ulutürk’ün konuşması Bizler Türklüğün meyvesi olan Orta Asya Bozkırlarından, Tanrı dağlarından yola çıkarak Anadolu’dan önce Türkleşen Rumeli’ye ulaşan, Bulgaristan topraklarını Türk Dünyası coğrafyasına katan Evlad-ı Fatihanların torunlarıyız. Rodop Dağlarından kıvrım kıvrım akarak Anadolu’ya doğru hızla ilerlediği Akıncılar yurdunda


Makale ve Analizler - 2014

101

bulunmak. Birçok türkülere, hikâyeye romanlara ve manilere konu olan Rodop insanının ayrılmaz parçası nazlı yâri Arda boyunda yaşayan kahraman Kırcaalilere Bulgaristan’da ULUS Derneği - Aliş Sait,, Ulusal Türk birliği - Menderes Kungun, Kültür hizmet ve araştırma derneği, Türk kültür derneği progres - Rodoplarda tür kültürü smolyan Rufat Feleti ve diğer STK kuruluşlarımızla birlikte yaptığımız bu iftarımıza hoş geldiniz sefalar getirdiniz. Muhterem misafirler, Kırcaali’de iftarda bulunmak insanı çok farklı duygulara sevk ediyor. Yıllarca kendi kültürümüzden, dinimizden dilimizden uzak tutulmak için uygulanan kültürel soykırımın etkileri hala canlı duruyor hatıralarımızda. Bunlar bizlerin benliğimizde derin yaralar bıraktı. Bu yaraların onarılması daha yıllar alacak. Ama bizleri en çok etkileyen husus bu denli vahşiyane uygulamalar yapan Bulgar komünist devlet yöneticilerinden hiç bir kimsenin ceza almamış olmasıdır. Hatta bu konuda, dava dahi yürütülmemesidir. Bunu nasıl yorumlayacağız. Ya bugünkü yöneticiler bunu tasvip ediyor, ya da ülkede dürüst bir tane yargı mensubu yok demektir bana göre, ben böyle yorumluyorum. Belki de zaman aşımı için bekleniyor, ama insanlığa karşı suçlarda zaman aşımı olmaz. Yüreklere su serpmek için bu davaların yürütülmesi ve sonuçlandırılması şarttır. Neticeleri ne olursa olsun. Günümüzde örf ve adetlerimiz ile dini inançlarımızı uygulama imkânımız var. Ancak bazı çevreler bizim adetlerimizi yozlaştırmak için elinden geleni yapmaktadırlar. Biz bunlara engel olmalıyız. En basit örnek, yağmur duası merasimlerini, bir nevi eğlenceye çevirme, maksadının dışına itme, gayretleri, bir nevi sıbora çevirme çabaları gözlenmektedir. Buna asla müsaade etmemeliyiz. Biz binlerce yıldır atalarımızdan nasıl devraldıysak öyle devan edeceğiz. Ülkemizde sevindirici gelişmeler de var. Atalarımızdan kalan onlarca hatta yüzlerce tarihi eserlerimiz. Bunlardan cami, han, hamam, türbe, mescit v.s. gibi onarılarak hizmete sunuldu ve devam etmektedir. Bu eserlerin gelecek kuşaklara aktarılmasında emeği geçen herkese teşekkür ediyoruz. Ancak bu teşekkürü en çok hak eden Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dır. Çünkü bizim ata yadigârlarımızın yaşatılmasında Türkiye’nin en çok katkısı geçen 10 yıllık süre içinde olmuştur. Türkiye Cumhuriyetinin Başbakanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan bizatihi de Balkanlardaki ata yadigârlarımızdan yakından ilgilenmektedir. Bu nedenle biz


102

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

de kendisine Evlad-ı Fatihan torunları olarak teşekkür ediyor ve siyasi hayatında başarıların devamını diliyoruz. *** Bizler Türkiye Cumhuriyeti’nin dünya çapında lider devlet olmasını canı gönülden arzu ediyoruz. Tekrar Muasır medeniyetlerin (yani Akıl ve Bilimin) üzerine çıkabilmek için Türkiye Cumhuriyeti’nin Yarı Başkanlık ve ardından Başkanlık sistemine geçmesini destekliyoruz. Bu dinamizmi hayata çağıran ve yöneten, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ı ilk Türkiye Devlet Başkanı seçmek ve yöneteceği rotayı birlikte belirlemek istiyoruz. Artık herkes değişimi fark etti. Herkes uyanıyor. Bizlerde değişimin ve yeniliğin bir parçası olmak ve bu değişimde yerimizi almak ve oyumuzla bu doğuşa ebelik yapmak istiyoruz. Biz Dış Türkler, özellikle Bulgaristan Türkleri için en doğru ve yararlı yol Cumhurbaşkanı adayı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a oy vererek desteklememiz olacaktır. Tüm Türk Dünyası’nın yeni Devlet Başkanı Recep Tayyip Erdoğan hayırlı ve uğurlu olsun. *** Hak her zaman hak edenin yanındadır. Değerli arkadaşlar fazla zamanınızı almak istemiyorum ve sizlere nice iftarlarda buluşmak dileği ile, tekrar bu iftarımıza teşriflerinizden dolayı hepinize teşekkür ediyor sevgi ve saygılarımı sunuyorum. Rafet ULUTÜRK İstanbul / www.bulturk.org

Bulgaristan Erdoğan’a Güveniyor Platformu

BG-SAM-27.Temmuz.2014

10 Ağustosta Türkiye Devletine Başkan seçiliyor. Türkiye Cumhuriyeti’nde, yerli ve uluslararası medyada, Bulgaristan’da, Balkanlar’da, Türkistan’da ve Avrupa’daki Türk işçiler arasında 10 Ağustos günü direkt oylamalı Başkanlık Seçimi gündeme oturdu. Her yerde, herkesin ağzında ve kulağında senin benim oyumla seçilip Çankaya’ya geçecek ilk Türkiye Dev-


Makale ve Analizler - 2014

103

let Başkanının Sayın Recep Tayyip Erdoğan olması arzusu var. Bu istek her geçen günle büyüyor. Biz Balkan ve Bulgaristan göçmenleri, soydaşlarımız da bu heyecanı yaşıyoruz. Artık herkes Türkiye’de ve Balkanlarda bir şeylerin değiştiğini fark etti. Herkes uyanıyor. Bizlerde değişimin ve yeniliğin bir parçası olmak ve bu değişimde yerimizi almak istiyor. Neden Recep Tayyip Erdoğan? Bu soru hemen hemen sorulmaz oldu. Çünkü onun AK Parti’nin Başkanı ve Başbakan olarak son 12 yılda verdiği hizmetler, gösterdiği büyük özveri, değişen Türkiye’yi başarıyla yönetmesi, mayalanan yeni atılımlar, son yıllarda, kısa bir sürede sağlanan etnik uzlaşma ve güçlenen harmoni, 34 sene süren kanlı savaşı durduran barışçı açılım, derinleşen ve yasalarla pekiştirilen uzlaşma süreci; güçlenen güven ve yükselen refah düzeyi gizlenemez. Aramızda bu dönüşümü yaşamayanlar yok gibi. Türkiye kamuoyunda ve seçmenler arasında Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk direkt seçilen Devlet Başkanı’nın Sayın Recep Tayyip Erdoğan olacağından bugün itibarıyla yediden yetmişe hepimiz eminiz. Biz Bulgaristan Türkleri olarak da başka bir beklentimiz de yok zaten. Yeni tarihimizde devamlılık ve bir süreklilik vardır. Türkiye ve Türklerin tarihi dünü, bugünü ve yarını olan bir süreçtir. Bugün artık herkesin inandığına göre, Türkiye Cumhuriyetinin Devlet Başkanı olmak için seçmenden oy talep eden günümüzün Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, 1923’ten beri uygulanan Cumhurbaşkanlığı sistemiyle Başkanlık rejimini, birbirinden kopuk iki tarihsel kesik olarak görmüyor. İkincisini birincisinin devamı olarak idrak ediyor. Yeni Türkiye’nin ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, ilk Devlet Başkanı da Recep Tayyip Erdoğan olacaktır. Seçmen ve halkımız bu gelişmeyi yürekten kutluyor. Bu niteliksel gelişme Türkiye’de Cumhuriyetin ilan edilmesinin 100. Yıldönümü arifesinde gerçekleşiyor. Cumhurbaşkanlığından Başkanlık sistemine geçişi ise 91. yılında hayat bulacaktır. Biz tarihsel sürecin yani örneğin feodal sistemden kapitalist sisteme geçerken ikisinin arasına bir ateşırmağı yakılmadığı gibi, Cumhurbaşkanlığı sisteminin Başkanlık sistemi tarafından yaratıcı olumsuzlanması esnasında da köprülerin ayakta kalacağına kesin inanıyoruz. Burada söz konusu olan yönetim biçiminin daha yetkin, millete ve devlete daha yararlı bir düzeye çıkarılmasıdır.


104

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu hedef, Türkiye gerçekliğine öncü ve özgü olmakla birlikte, diğer ülkelerden de izleniyor. Başkanlık sistemine geçişi Türkiye gibi, etnik yapısı zengin, ekonomide dinamik gelişen Cumhuriyet rejimleri öz bağrında kendisi yaratır. Cumhuriyet rejiminin eleştirel süzgecinden çıkan Başkanlık sistemidir. Örneğin Fransa Yarı Başkanlık sistemine yükselene kadar, 5 defa Cumhuriyet rejimi yıkıp yeniden kurmak zorunda kaldı. Türkiye bu sürece özgün bir formül bularak daha yapıcı ve çözümleyici kısa yoldan ulaşabildi. Son 12 yılda AK Parti’nin halkı yüreklendirmesi Başkanlık yolunu kendisi açtı. Türkiye’de, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş süreci ret süreciydi. Dev imparatorluğun özünde olumlu ne varsa benimsenirken 1924’te Cumhuriyet ilan edip Muasır medeniyetler yolu açıldı. Türkiye’de yenileşme süreci kapılarıçerçevesinin, zamanın bir gereği olarak, birçok bakıma dar tutulması, daha sonraki dönemlerde problemler doğurdu. Bu ilginç gerçeklerden biri de, Osmanlının tebaa sisteminden bir tek Türk etnik ve ulusallığın doğmamasındadır. Arnavut’tan - Arap’a, Çerkez’den - Gürcü’ye, Kürtten - Bulgara, Makedon ve Sırp’a kadar çok farklı etnik - dini halk topluluklarının oluşup özgür ve ayrı yaşam hakkı istediği bilinmiyor. Türkiye’de 1923’ten sonra yerleşmeye çalışan Cumhurbaşkanlığı sistemi, önce tek partili dayatmalı demokratik koşullar yaratmıştı. Çoğulcu sisteme 1950’deki geçiş de çok sancılı oldu. Vesait sistemi, Anayasanın katı ve değişmez ilkeleri birçok demokrat darağacında sallandırılırken, hapishaneler sol ve sağ kanattan özellikle aydınlarla hep dolup boşaldı ve yeniden doldu. Toplumun enerjisi ve birikimleri boşa gitti. Osmanlıdan Cumhuriyete geçerken oluşan tek partili, tek adamlı v.s. zihniyete dayanan vesait sistemi üç askeri darbeyle toplumu ezdi. Toplumsal yenilenme ve demokratikleşme hamlelerinin belini kıran cunta rejimleri, örneğin Kenan Evren’in tam 34 yıl sonra yargılanıp ömür boyu ağırlaştırılmış hapis cezası alması, aslında 30 yıldan bu yana sızlamaya devam eden yaraları bile saramadı, anaların gözyaşını silemedi, ancak aynı zihniyetle yaşamaya devam edip pusuda bekleyenlere ibret dersi oldu. Olmalıdır! Bu gelişmeler Türkiye gerçeklerinde Atatürk’ü, Atatürk ideolojisini, Kemalizm’i, Yeni Kemalizm’i bir doğma gibi okuyup hiçbir değişiklik görmeden ezberinde yaşatanlar da giderek uyandı. Bugün her yerde oyumu Erdoğan’a vereceğim diyen CHP’li ve MHP’liye rastlıyoruz eski ANAP ve DYP zaten onun yanındalar. Atatürkçülüğün deği-


Makale ve Analizler - 2014

105

şim ve yenilenmesinden Recep Tayyip Erdoğan Başkanlığı doğuyor. Bizler Bulgaristan Türkleri de Türkiye’de ve Bulgaristan’da oyumuzla bu doğuşa ebelik yapmalıyız. Osmanlının olumsuzlanmasından Cumhuriyet ve lideri Mustafa Kemal doğarken, Atatürk’ün olumsuzlanmasından da Erdoğan felsefesini ve en demokratik yönetim tarzı olan Başkanlık sistemini doğuruyor. Tarihin yeni okunuşundaki özellik işte budur. Oyunu Erdoğan’a verenler yenilikçi Demokratlardır. Türkiye’de yaşayan halkın Cumhuriyeti olumsuzlaştırıp 10 Ağustos’ta Başkanlık yönetimine geçişe hazırlanması XXI. yüzyılın ilk gününden beri hazırlık frekansına giren, ağır bir tarihsel oluşum ve gelişim sürecinin kesintisiz zorunlu devamıdır. 10 Ağustos günü Türkiye seçmeninin atacağı temel, açacağı Başkanlık kapısıülkeyi Kafkasya ve Balkanları, Türkistan’ı ve Avrupa’yı bir asır boyu aydınlatacak, gece gündüz etkileyecek ve aynı yolda birlikte yürümeye mecbur kılacaktır. Başkanlık sistemiyle Türkiye’ye yerleşecek olan huzur ve güven, Türkiye’yi kıskananlara bugün de kâbuslar yaşatıyor. Birleşik Amerika’da 200 Yıldan beri başarılı bir şekilde uygulanan Başkanlık sistemi insanlık tarihine yön veren olumlu sonuçlar doğurdu. Zencilerin köle olduğu bir toplumun siyah derililerden birinin torununu Beyaz Saraya taşıyan uzun, dik ve çetin yolu yürüdü. Bunu düşünürken Amerikan Başkanlık sistemini emsal alanların Türkiye’de önce Yarı Başkanlık ve ardından Başkanlık sistemiyle birlikte ortaya çıkacak özgürlükleri, farklı yapılanmayı görebilmelerine yeterli olmalıdır. Burada çok önemli olan ve vurgulanması gereken Recep Tayyip Erdoğan’la Türkiye’ye adım atacak olan Başkanlık sistemi asla bir diktatörlük, asla bir Padişahlık, asla bir totalitarizm değildir. Başkanlık sistemi peşinden gelecek olan Yerel Yönetimler konusu: Bugün de Birleşik Amerika’da hala bir ABD Anayasası yok. Her eyaletin kendi Anayasası ve merkeze bağlıözgün idare biçimi var. Avrupa Birliği’nin de ortak Anayasası yok. 28 Devletin 28 Anayasası var. İnanıyorum ki, Türkiye Cumhuriyeti Başkanlık sistemiyle yönetilmeye başladığında Sadece Türkiye değil, tüm Türk Dünyası’nın ortak Anayasası hayata geçecektir. Veya her Türk Cumhuriyeti ardından diğerleri de kendi Anayasası ve merkezi Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlıözgün idare biçimi hayata geçirilecektir. Bazı başka örnekler: Fransa’da uygulanan Yarı Başkanlık sistemidir. Yerel yönetim biçimi de, ABD’den farklıdır. İşaret etmeden geçemeyeceğim bir nokta da, Fransız Yarı


106

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Başkanlık sisteminde, General Charles de Gaulle zamanında, onun ısrarıyla kendisine Cumhurbaşkanı olarak tanınan yasal hak ve özgürlüklerin, yaptırım gücünün büyük boyutlu ve çok geniş kapsamlı tutulmuş olmasıdır. Öyle ki, bir Başkan’ın elde ettiği devasa haklardan ardından gelenler Başkan’ın yararlanması sürekli problem yaratır. Fransa’da da öyle oldu. Örneğin, sosyalist lider Francoa Mitterrand, General Charles de Gaulle’nin genişletilen haklarını ve olanaklarını ele geçirdiğinde, Başkan koltuğunda çok uzun zaman kalabildi. Bir önceki Başkan Nicolas Sarkozy ise, Başkan yetkilerini lobicilikte güç olarak kullanmaya gerek bile görmeden çevirdiği dolaplardan dolayı yıllardan beri ikide bir savcılığa davet ediliyor. Amerika’da iç idare usulü bakımından tüm eyaletleri aynı kalıba sıkıştırmaya iki asır yetmedi. Örnekler farklılık ve özgünlükleri ilk şekillerinde koruyarak yaşatmanın barışa ve güvenliğe temel olduğunu gösterdi. Benzer olayları Türkiye Cumhuriyeti’nin de yeni yönetim ortamında yaşayacağından eminim. Örneğin, Güney Doğu Anadolu ile Balkanlardan göç ederek Trakya ve Ege kentlerine yerleşen Türklerin, aynı dinde ibadet etseler de, yaşam biçimlerinde ve özgün kültürlerinde yaşayan görkemli farklılıklar daha şimdiden sivrildi. Ve 10 Ağustos’ta sandık başına gitmeye hazırlanan herkes, seçecekleri Başkan Erdoğan’ın bir kültürün başka bir etnik kültür üzerinden egemenlik kurmasına, bir soyun başka bir halk topluluğu üzerinde hâkimiyet istemesine asla ve asla izin vermeyeceğine kesin inanıyoruz. Biz çok ezilmiş azınlık topluluklar olduğumuzdan bu konularda çok duyarlıyız. Azınlık dillerinin ulusal devlet diliyle paralel ve yan yana özgürce evde, okulda ve sokakta var olması eğitim ve kültürde özellik olarak daha şimdiden var olabiliyor. Bu edinimi son 12 yılda Kürt Enstitüsü kuran, Kürtçe televizyon açan, miting ve toplantılarda Kürt dilinde propaganda yapılmasına, etnik dilde gazete ve kitap yayınlanmasına v.b. yol açan lider Recep Tayyip Erdoğan AK Parti politikasının esaslandırılıp yasallaştırıldı. Bir bakıma, Türkiye ana dil Türkçenin zorunlu okul programlarına alınmasına set çekmiş olan Bulgaristan gibi Avrupa Birliği ülkelerinden en az yarım asır ilerisinde bulunuyor. Bulgaristan Türkleri seçilme ve seçme hakkı gibi politik haklarını son 25 yılda sözde serbestçe kullanabilseler de, Türkiye’de söz konusu olan halkın Başkanını doğrudan seçebilme özgürlüğüdür. Direkt olarak seçme dolaylı seçim sistemlerinden çok ileri bir demokrasi sembolüdür. Doğrudan oylamayla Başkan-


Makale ve Analizler - 2014

107

lık seçimi yakın ve uzak kardeş bölge halklarından hiç birine henüz tanınmamış olan bir edinimdir. Çeyrek asır demokratikleşiyorum manisi çalan Bulgaristan’da seçilecek olan adayı ancak parti başkanları gösterdiğinden, halkın özgürce milletvekili adayı gösterebilme imkânı dahi olmadığından, seçmen özgür haklarını kullanmadan özürlüdür. Örneğin 5 Ekim 2014 günü Bulgaristan’da yapılacak meclis genel seçimlerinde soydaşlarımız oy kullanmalarına rağmen, hala kendilerinden hiçbir aday gösteremiyorlar. Bu nedenledir ki, son dönemde hiçbir hükümet 4 yıl süre boyunca ayakta kalamıyor. Parlamento devamlı didişme halinde. Politik güven ortadan kalkmıştır. 5 Ekim 2014 günü yapılacak erken parlamento seçimlerinde de dayanıklı bir politik denge kurulabileceğine inananlar parmakla sayılacak kadar azdır. Biz bugün Neden Erdoğan sorusuna yanıt ararken. Bunun bir tek yanıtı vardır: Türkiye Cumhuriyeti’nin Kafkasya ve Balkanlar, Yakın ve Orta Doğu ve Avrupa’da, dünya çapında lider devlet olmasını canı gönülden arzu ediyorsak; Tekrar Muasır medeniyetlerin (Akıl ve Bilimin) üzerine çıkabilmek için Türkiye Cumhuriyeti’nin Yarı Başkanlık ve ardından Başkanlık sistemine geçmesini desteklemek ve bu dinamizmi hayata çağıran ve yöneten, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ı ilk Türkiye Devlet Başkanı seçmek ve yöneteceği rotayı beraberce izlemek zorundayız. Biz Dış Türkler, özellikle Bulgaristan Türkleri için en doğru ve yararlı yol Cumhurbaşkanı adayı Recep Tayyip Erdoğan’a oy vererek desteklememiz olacaktır. Tüm Türk Dünyası’nın yeni Devlet Başkanı Recep Tayyip Erdoğan hayırlı ve uğurlu olsun. Bunu Türkiye’de yaşayan tüm kardeşlerimize duyuruyor ve Recep Tayip Erdoğan’a desteklerinizi bekliyoruz. Bu bildiriyi imzalayan Sivil Toplum Örgütleri Kazanlık - Ulusal Türk Birliği - Menderes Kungun Kırcaali - ULUS Derneği - Aliş Sait Filibe - Kültür Hizmet ve Araştırma Derneği Eski Zara - Türk Kültür Derneği Progres - Osman Bülbül Smolyan - Rodoplarda Türk Kültürü - Rufat Feleti Türkiye - İstanbul - BULTÜRK


108

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

BULTÜRK Öncülüğünde Bulgaristan’da STK’lardan Erdoğan’a destek

BG-SAM-26.Temmuz.2014

Bulgaristan’da faaliyet gösteren beş sivil toplum kuruluşu, “Balkanlar Erdoğan’a Güveniyor Platformu” altında birleşerek Cumhurbaşkanı adayı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a destek vereceklerini duyurdu. Bulgaristan’da Türklerin en yoğun yaşadığı Kırcaali’de bir araya gelen STK temsilcileri, Erdoğan’a desteklerini açıkladı. Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği’nin (BULTÜRK) girişimiyle düzenlenen toplantıda üyelere ve vatandaşlara seslenen dernek başkanları, 12 yıllık Erdoğan döneminde Türkiye’nin büyüdüğünü ve bu büyümenin özellikle yurt dışından daha iyi algılanabildiğini belirtti. BULTÜRK Başkanı Rafet Ulutürk, Erdoğan’ın zaferini sadece Makedonya ve Kosova’da değil, Kırcaali’de de kutlamak istediklerini ifade ederek, seçimin ardından Kırcaali’nin meydanlarını doldurarak sevince ortak olmak istediklerini söyledi. Ulutürk, “Dış Türkler, özellikle Bulgaristan Türkleri için en doğru ve yararlı yol, Cumhurbaşkanı adayımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dır” dedi. Ulusal Türk Birliği Başkanı Menderes Küngün de Başbakan Erdoğan dışında kendileri için alternatif olmadığını kaydederek Erdoğan’ın 10 yıl içinde Türk halkının yararına çalışan bir program yürüttüğünü gösterdiğini söyledi. Erdoğan’a desteğin kendileri için görev olduğunu vurgulayan Küngün, ilk defa meclis tarafından değil de halk tarafından seçilen bir cumhurbaşkanı olarak Erdoğan’ın Bulgaristan Türklerine daha güçlü bir anavatan sunacağını ifade etti. Rodoplarda Dostluk ve Kültür Derneği’nden Başkan Yardımcısı İsmail İsmail ise komşuları Türkiye’nin kendilerine iyi niyetli yaklaştığını ve toplantının Erdoğan’a destek amacıyla yapıldığını öğrenince tereddüt etmeden katıldığını söyledi. Türkiye’de yaşayan çok sayıda akraba ve yakınları bulunduğunu anımsatan İsmail, cumhurbaşkanı seçiminde Erdoğan’ın yanında olacaklarına emin olduğunu söyledi.


Makale ve Analizler - 2014

109

Yardımlaşma Derneği’nden Mümin İsmail, seçimim tek turda biteceğini ve Erdoğan’ın halk tarafından seçilen ilk cumhurbaşkanı olacağına inandığını kaydetti. AA

Cambaza mı Bakıyoruz, Tesadüf mü?

Alptekin Cevherli-26.Temmuz.2014

Eski devirlerde şehir şehir gezen cambazlar olurmuş. Bunlar bir kente geldiğinde ahali bir meydanda toplanır; heyecanla, pür dikkat bir şekilde marifetlerini seyredermiş. Tabi bu cambazların kente gelmesi çocuklar kadar orada yaşayan bilumum yankesici, tırnakçı ve arakçı takımını da sevindirirmiş. Cambazın gösterisinin en heyecanlı yerinde yankesiciler devreye girer, gözlerine kestirdikleri şahsın etrafını kuşatır, ardından da “Aaa cambaza bak ne yapıyor!” diyerek avlarının dikkatini cambaza yöneltip adamın kuşağındaki keseyi araklarlarmış... *** Gel zaman git zaman devir değişmiş... Artık bu şekilde şehir şehir dolaşan cambazlar yok. Modern sirkler bu eski mesleğin yerini almış durumda. Ama yankesicilik, tırnakçılık ve araklamacılık hâlâ devam ediyor. Ama işi çok daha geliştirip global olarak yankesicilik yapmaya başlayanlar da var... Hepiniz hatırlarsınız IŞİD, 32 kamyon şoförümüzü rehin aldıktan ve Musul’u ele geçirip Konsolosluğumuzu basıp 49 vatandaşımızı daha kaçırdıktan sonra Kerkük’e ilerleyecekmiş gibi bir açıklama yapıp, Tuzhurmatu ve Telafer gibi Türkmen vilayetlerine saldırmış, binlerce kişiyi kurşuna dizmiş ve bu arada “IŞİD korkusundan”(?) Irak ordusu elindeki tankı, topu, uçağı ve hatta kimyasal silah fabrikalarını dahi depoları dolu bir şekilde bırakıp kaçmıştı. Ve Irak’ın kuzeyindeki yönetimin başı olan Barzani, ABD Dışişleri Bakanı ile görüşmesi ardından, 1 Temmuz günü İngiliz BBC kanalına 2 ay içerisinde bağımsızlık referandumu yapacaklarından bahsetmişti.


110

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu sözün hemen bir gün öncesinde ise İsrail Başbakanı Bünyamin Netanyahu “Bölgedeki güçlerle İsrail arasındaki ittifakın bir parçası olarak bağımsız Kürdistan’ın kurulması gerektiğini” söyledi. Hatta yine ne tesadüftür ki, yine BBC’ye “Bunun, IŞİD’in eylemlerine cevap olacak bir kazanım niteliğinde olduğunu” dile getirdi. ABD yönetimi de “Irak’ın toprak bütünlüğü...” filan gibi birkaç beylik lafla bu açıklamaları geçiştirdi. Ancak tahmin edildiği gibi Türkiye, İran ve bölgedeki diğer ülkelerde halk tarafından bu durum infialle karşılandı. Zaten IŞİD’in ele geçirdiği veya saldırdığı Türkmen vilayetlerinden kaçan milyona yakın Türkmen, Barzani kontrolündeki ve Türkiye sınırlarına yakın olan Kuzey bölgelere alınmayarak Güneydeki Şii kentlerine yönlendirildiler. Böylece söz konusu referandumda çıkması muhtemel bir pürüz de önlenmiş oldu. Çünkü Irak’ta 3 milyon Kürt ve 3 milyon 500 bin Türkmen yaşıyor. Bu durumun çok iyi hesaplandığı bir yankesicilk oyunu da, bu arada İsrail tarafından başlatıldı. 8 Temmuz günü İsrail, Hamas’ın öldürdüğünü iddia ettiği 3 İsrail vatandaşına karşılık Gazze’ye önce hava, ardından da kara saldırısına geçti. Saldırılarda bu güne kadar 4 Yahudi ile 300 civarında Filistinli Arap öldü. IŞİD’in öldürdükleri Müslüman, İsrail’in öldürdükleri Müslüman, yerini yurdunu terk edip Güneye kaçmaya zorlananlar Müslüman... Ha Ahmet ölmüş, ha Mehmet ölmüş kimin umurunda... Birbirine atılan roketler ve karşılıklı ateşkes ihaleleri ile bütün dünya ve özellikle de bölge ülkeleri Gazze’den TV’lerde canlı yayınlanan gösteriye bakarken, Güneydoğumuzda 2 ay sonra resmen ve hukuken yeni bir komşumuz olacak... İnsan, “Acaba?” diyor yani...


Makale ve Analizler - 2014

111

Ağustos Ayı Yazılarımız Hükümet Düştü

Dr. Nedim Birinci-01.Ağustos.2014

24 Temmuz 2014 günü, bir yıl gecikmeyle Bulgar hükümeti düştü. Parlamento’da vekili olan partilerin hepsi, bu arada Plamen Oreşarski hükümetini kuran Sosyalist Parti (BSP) ile Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH) milletvekilleri de kabineye karşı oy kullandı. İki hafta önce Sofya parlamentosu yeni genel seçimlerin 05 Ekim 2014 günü yapılmasını kararlaştırdı. Seçime kadar partiler dışı geçici bir hükümet kurulması bekleniyor. Meclisteki politik partiler GERB, BSP ve HÖH - DPS yeni bir hükümet kurma süresini kabul etmiyor. Politik bunalımın nedenleri: 1) Bulgaristan’daki olağanüstü ağır bir ekonomik ve mali bunalım; 2) Ülke 2008’de başlayan mali bunalımdan sıyrılıp başkaldıramadı. 3) Halkın yönetici parti ve kadrolara güveni tamamen tükendi. 4) Ülke nüfusu Avrupa Birliği üyesi 28 ülke arasında en ağır geçim sıkıntısı çekerken diz boyu sefalet derinleşmeye devam ediyor. 5) Programsız kurulan hükümet, hiçbir iş yapmadan bir yıl sonra bohçasını dürdü. Plamen Oreşarski kabinesini yıkan özel ve somut çelişkiler, bankalar kavgası: a) Hükümetin paldır küldür düşmesine somut neden bankalar krizi oldu. Şöyle açabiliriz: a) Bulgaristan bankalarındaki sermayenin yarısı Rus O’fşor şirketleri parasıdır. Son aylarda Rus sermayesi Bulgar bankacılığına el atmaya çalıştı. Şimdiki dönemde buna neden, “Güney Akım” adıyla bilinen Varna’dan Yugoslav sınırına kadar kazılıp boru döşenecek olan Rus Gaz Boru Hattı ile “Belene” Atom Elektrik Santralidir. Bu açıdan bakıldığında Moskova’nın Bulgaristan üzerindeki dikkati şu son üç beş, bir de 2007’de Bulgaristan AB’ye üye olalıdan bu yana 2 ana noktada odaklandı.


112

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

b) Çelişkinin patlama neden ise, Rusya’nın bizde yapılacak olan bu işlerini kimin, yani BSP ‘ye bağlı olan şirketlerin mi?, yoksa HÖH partisine bağlı mafya şirketlerin mi? Yapacağı konusunda kızıştı. c) Hükümet düşüren patlamanın somut bir nedeni, kuşkusuz 6 ay önce sivrildi. Bir devlet kurumu olan Bulgar Tabak Holding HÖH partisine bağlı, milletvekili Daniel Peevskiye verilmesi oldu. Ülkede döviz kaynağı bir üretim dalı olan tütüncülüğün Todor Jivkov generalinden birinin toru olan ve mafya grubu başkanı durumuna geldiği bilinen bir kalın enseliye devredilmesi ve böylece bütün Türk ve Pomakların ekonomik olarak daha da büyük baskı altına alınması dikkati çekti ve tepki uyandırdı. Öte yandan kurucusu ve yöneticisi İliya Pavlov’un kurşunlanarak öldürülmesinden sonra dağılan Multi Grub’un yeniden toparlanıp başına da Daniyel Peevskiyı getirilmesini isteyen Ahmet Doğan’ın aç kalan istihbaratından emekli bazı subaylara ek gelir kaynağı sağlamayı amaçladığı öğrenildi. Tüm bunlar politik tepede gerginliği hat safhada getirdi. b) Bu kavgada 2 kanadı oluştu. Biri BSP, öteki de HÖH. a) Bu iki parti hem 2013’ün Haziranında ortak hükümet kurdular, hem de bir yıl sonra hükümeti devirecek kadar birbirlerine girdiler ve görüşmeden ayrıldılar. 6 ay önce “Borovets” Dağ Kampında yapılan bir ortak BSP, HÖH ve hükümet toplantısında sosyalistler hak ve özgürlükçüleri iyice boğmaya çalıştı. Aralarındaki kapışmadan önce güvensizlik baş gösterdi. Rus parasıyla çalışan, Moskova hizmetinde olan, Rus finans oligarşisi ile Dönek Ahmet’ın güvenilir aracısı olan HÖH milletvekili Daniyel Peevski’nin Milli Güvenlik Devlet Ajansı DANS’a Başkan tayin ettirilmesi, ipleri koparan, halkı sokaklara döken ilk çok etkileyici olay oldu. Bu, Moskova’nın Bulgar Devletine HÖH kopoyu Peevski eliyle tamamen hâkim olması ve tüm işleri yönlendirmesi anlamına geliyordu ki, Bulgar sivil örgütleri bu yolu kesti. 23 yıldan beri ilk kez 2013 yazında Sofya meydanlarında “Ahmet Doğan Mafya!”; “Peevski Mafya!” pankartları taşındı. Moskova’nın Bulgar devlet sırlarının tümünü ele geçirme çabaları devam ediyor. b) Moskova Bulgar ekonomisine hâkim olabilmek için 2013 Şubatından başlayarak “Elektrik Faturası Protestoları!” kışkırttı. Bu gösterilerde kendi yakanlar, ölenler, yaralanan ve tutuklananlar oldu. Hedef, Bulgaristan’daki yabancı (Avusturya ve Çek) elektrik dağıtım şirketlerini ülkeden kovmak ve onların yerine Rus şirketlerini devretmekti. Bu da başarılı olmadı. Bu çabalar da devam ediyor. c) Özellikle Kırım ve Ukrayna bunalımlarının peşinden Rusya’nın Bulgaristan’daki “Güney Akım” ve “Belene” AES işlerini hangi politik kanadı


Makale ve Analizler - 2014

113

temsil eden şirketler yapacak sorunu ortaya çıktı. Kapışma alanında, HÖH kanadını Daniel Peevski temsil ederken, BSP kanadını da Kooperatif ve Ticaret Bankası (TsKB) sahibi Vasil Tsvetanov başkaldırdı. Peevski olayı savcılığa aktarırken, Tsvetanov bana borcunuz var, HÖH Partisinin de 300 milyon Euro borcu var, dedi ve taraflar birbirine girdi. Birbirlerine suikast düzenlemekten polise, tahkikata ve savcılığa düştüler, olaya dış basın el attı. Ardından serbest bırakıldılar ve hükümet düştü. Ortak hükümetin düşmesine dikkatlice bakıldığında, hem HÖH hem de BSP partilerinin yani ikisinin de “istifa” demesi anlamlıdır. Çünkü Başbakan Plamen Oreşarski bir eski maliye bakanı, bir uluslararası finans uzmanı olarak bu dış bağlantılı iki oligarşık grubu uzlaştırmak, yönlendirmek ve kavga etmeden yaşatmak için Başbakan yapılmıştı. İpler koptu ve bakanlar kurulu dağıldı. Sonuç, hükümet Rusya’nın Bulgaristan üzerindeki işlerini kim yapacak, Moskova’ya kim daha iyi hizmet sunacak noktasında inceldi ve koptu. Bu kavga kodamanların kemik kavgasıdır. Bu sert çatışmalı gelişmeler 6 Ağustos günü dağılacak olan Parlamentoda, milletvekillerine hitaben Cumhurbaşkanı Rosen Plevneliev’in konuşmasında şöyle dile geldi: “Biz, Kooperatif ve Ticret Bankası dosyalarını açıp içindeki gerçekleri görmezsen çocuklarımız bizi affetmez. Devlet Güvenlik Örgütü “DS” dosyaları gibi bu banka içindeki dosyaların politikacılara baskı aracı olarak kullanılmasına sağır ve kör kalırsak, devlet bir stratejik yanlış yapmış olacaktır. Politikacılar ile bu banka arasındaki yasa dışı ilişkiler açıklandığında, Bulgaristan’ın sahte Geçiş Dönemi sona erecek ve gerçek Geçiş Dönemi başlayacaktır. Bu bankadaki gizli dosyalar açıldığında Bulgaristan ahlak anlamında, moral açısından ileriye doğru çok büyük bir atılım yapmış olacaktır. Bu banka içindeki kokuşmuş gerçekler su yüzüne çıkarılmadıkça, sahte Geçiş Dönemi devam edecek ve ülkedeki politik ekonomik ve mali bunalım derinleşecektir!” Bu banka içi çatışması, BSP - HÖH sisteminin banka içinde iltihaplandığına bir kanıttır. Buzdağının su altında olan ve görülmeyen kısmının aslında yok olduğu ortaya çıktı. Bu öyle büyük bir tehlikedir ki, yalnız politik sistem değil, devlet de yok olabilir. Olan BSP partisine oldu: Kabuğunun içinde hem Todor Jivkov kalıntısı kokuşmuş komünistleri, hem sosyalistleri hem de sosyaldemokratları toplayan, “birleştiren” demiyorum, çünkü bu üç sol kanadın birleşmesi ve kaynaşması olanaklı değildir, tarih boyu olmamıştır. Bu parti, 25 yıldan beri, 5 defa iktidar oldu, (iktidar olması komünistlerin hamlesiyle yola devam etme anlamındadır), fakat bir ideoloji üretemediği gibi topluma yön de veremedi. Biz 25 yıl süren Geçiş Dönemine baştan sona Durgunluk Dönemi derken,aslında BSP’nin 25 yıl Bulgaristan’da Kör Çepiş oynadığını


114

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

söylemek istiyoruz. Bir Moskova’ya baktı, bir Batıya baktı, ABve NATO’ya girse de, değişen bir şey olmadı. Aslında hep yerinde saydı. Parti başkanı Sergey Stanışev bile kurtuluşu Brüksel’e kaçmakta buldu. Hafta sonunda kurultay toplayan BSP partisi yeni başkan seçecek. 25 aday olduğu açıklandı. Bu rakamın anlamı BSP’nin içinde 25 hizip olduğuna işarettir. Parti son dönemde 2 defa parçalandı. (Tatyana Donçeva ve Georgi Pirinski grupları) Çok ağır bir ideolojik bunalım içinde bulunuyor. Kendisi, dede ve babadan gelme bir gelenekle komünist olan Başkan Sergey Stanişev, sosyalist partiyi, sosyal demokrat yöntemlerle, BSP’yi sol parti ilan edip sağ politika izleyerek yönetemedi. Aslında bu olanaksız bir şeydir. Çünkü Berlin duvarının yıkılmasıyla, 10 Kasım 1989’da BKP ‘nin çöpe atılmasıyla geliştirilen “sosyal-demokrasinin Doğu Avrupa modeli” Bulgaristan’a uymadı. Çünkü BSP komünistlerden temizlenmedi. Bastonlu komünistler bu kurultayda da masaya vurmaya devam edecek ve partinin önünü açacak bir lider seçilmesi yolunu keseceklerdir, çünkü onlar değişiklik ve yenilenme istemiyorlar. Değişiklik isteyen değişsin diyenler, kendileridir. Bu kurultayda BSP küçülmeye devam edecek ve bu ufalma 5 Ekim 2014 günü bir adım daha atacak. Komünist partinin mirasçısı olan BSP demokratikleşme ve modernleşme şartlarında erimeye devam ederken, komünist partisinin izleme, dinleme, ezme, tutuklama, baskı ve terör organı devlet güvenliği “DS”nin kurdurduğu ve genelde oylarını Türk ve Pomaklardan alan HÖH partisi, Plamen Oreşarski hükümetinin çöküşünden sonra ne durumdadır? Hemen şunu eklemeliyim. Hükümetin düştüğü gün, Cumhurbaşkanı “Güney Akım” gaz boru hattının döşenmesi için Rusya’nın “GAZPROM” enerji kuruluşundan 1 milyar Eurokredi talep edildiğini açıkladı. Bu para “Güney Akım”ın döşenmesinde kullanılacak, ama işi bu defa belki GERB partisine bağlı şirketler yapacak. Nereden baksan, başını nereye çevirsen, kemik kavgası... Ne var ki, bu defa gerçeği en iyi yansıtan “iki kişi kavga ederken üçüncüsü kazanır’” atasözüdür. HÖH partisinin de eski gizli polis ajanlarından, muhbirlerden, hainlerden arınması zamanı geldi. BSP Başkanı Serges Stanişev’ten örnek alsalar iyi olur. O Bulgar parlamentosunda milletvekilliğinden, parti başkanlığından Sofya’da “Pozitano -20”deki lüks çalışma odasından, çift zırhlı araçlarından, bedava uçak biletlerinden ve daha nice imtiyazdan, ayrıcalıktan, yemekten içmekten, avanta ve rüşvetten vazgeçmek zorunda kaldı. Bu onun kendi isteği ile olmadı, hayat onu mecbur kıldı, zorladı, yaptırdı... HÖH partisinde suskunluk: Yukarıda açıklanan büyük çelişki HÖH partisini yok edecek niteliktedir. BSP ile HÖH arasındaki çelişki ateşi “sarayda” Ahmet Doğan tarafından yakılmıştır. Kendi yaktığı ateşi kendisi söndürmeye çalışan bu “lider” hepimizi yakabilir, durum tehlikelidir.


Makale ve Analizler - 2014

115

Ahmet Doğan ile Lütfü Mestan’ın da HÖH fahri Başkan ve Genel Başkan görevlerinden hemen istifa etmesi, Daniel Peevski’nin HÖH üyeliğine son verilmesi ve parti yönetiminin 3/2’sinin yenilenmesi kaçınılmaz olmuştur. Bu arabanın bu yolda yürümeyeceği göründü. Bütün parlamentoyu sabıkalı milletvekili ile doldurasanız, işler yine gitmeyecek, çünkü değişiklik gerek ve bu yenilenme şahsen sizlerden başlamalıdır. Bugün Hak ve Özgürlükler Partisi bir kavak ağacını andırıyor. Dal budak, boy, sararmaya yüz tutmuş yaprak ama meyve yok. Ağıcın içi böcek, karınca, kemirgen, haşarat doludur. Diz boyu yolsuzluk, dalavere, rüşvet, dolandırıcılık, tehdit, korkutma ve sindirme politikası. Bu parti Bulgaristan’da yaşayan Türklerin ve Pomakların tüm Müslümanların etnik hak ve özgürlükleri, adalet sağlanması için kuruldu ve yolundan saptırıldı. Artık DUR! Deme zamanı geldi. Dünyayı işitmemek, görmemek, hiç kimseyle temasta bulunmamak için kapatmışlar kendilerini “saraylara”, “samanlıklara”, “ahırlara”.... İnsan arasına çıkacak yüzleri kalmadı. 25 yıl yediler içtiler doymadılar - seçmenin ağzındaki gerçek budur. 5 Ekim 2014 sanki hesap verme günü olacak. Son sosyolojik araştırmada GERB Partisi oyların % 26’sıyla BSP partisini % 11 geride bırakmıştır. “Ataka” ise listelerden tamamen silinmiştir. HÖH - DPS % 7’de kalmıştır. ....................................................... Децата ни няма да ни простят, ако не отворим досиетата КТБ, каза президентът Росен Плевнелиев в обръщение към Народното събрание. “Ако ги превърнем в новата златна мина за изнудване на политици, както досиетата на Държавна сигурност досега, ще бъде стратегическа грешка за държавата. Ако се разкрие истината за нерегламентирана връзка на политици с КТБ, подмененият преход на България ще приключи, а истинският ще започне. Българската държавност ще направи смел скок напред в морален аспект. Ако се замете истината за КТБ, подмененият преход ще продължи”, подчерта държавният глава. Hükümet düştü, sanki bu hükümetin ortaklarından biri kendileri değildi! Sanki onlar düşmediler. Sanki toslayan kendi beceriksizlikleri değil! Hiçbir iş yapmayan adamdan bir şeyleri yerinden kıpırdatmasını, değiştirmesini, yenilemesini, halkın yanına inmesini beklemek yanlış olur. Bunlar ağacın kuru kabıdır, ancak kendileri düşer, hükümet gibi...


116

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Önce Yalandan Kurtulalım!

Filiz Soytürk-01.Ağustos.2014

Herkes insanlığı değiştirmeyi düşünür ama hiç kime önce kendini değiştirmeyi düşünmez. İnsanın kendisini değiştirmesi için önce inanması gerek. Kendine güvenmeye bir insan asla değişemez. Ben burada değişme ya da aynı kalma kavramlarını yalan söylemekten kurtulmak anlamında kullandım. Çünkü bir adam sabahleyin doğru yolda ise, akşam saatlerinde de doğru yoldadır. Hiçbir insan doğuştan yalan söylemez. Ana sütünde yalan yoktur. Örneğin bir insan hiçbir küfür sözü öğrenmeden, hiç yalan söylemeden yabancı bir dil öğrenebilir. İnsanları öğretmek insanoğullunun doğuşundan sonra belirmiş ve gelişmiştir. İnsanları aldatmak genelde kısa yolu seçmeye, hedef değiştirmeye, başkasının hak ettiği bir şeyi elinden almaya vs. bağlıdır. Partiler ve hükümetler yalan stratejiler bile geliştirebilirler. “Nereye gidip ne iş yapacağını söyleme, senden önce gidip işini bozarlar!” diyenler bu bakıma hakikatten haklıdır. Ne ki, insanlar gücü doğrulardan alırlar. Doğrulara bağlı kalmayı arzu ederler. Bu karanlıkta ve aydınlıkta yaşamak gibi bir şeydir. Doğru aydınlıktır ve tercih edilendir. İnsanlığı hakka ve özgürlüğe götüren birçok kez doyurucu eğitimdir. İyi okullarda ders alan yalan söylemeye gerek duymaz, çünkü yalanları aşmayı öğrenmiştir. Yaşlı insanlar da yalan söylemezler, çünkü yalanın vereceği zararları deneybirikimiyle sezebilirler. Öte yandan, çok yalan söyleyenin ettiği yemin çok olur. Bir adama yalancı dememiz için onun bize defalarca yalan söylediğini tespit etmemiz gerekir. Ne ki, bir tek yalan da çok büyük zararlara neden olabilir. Bu konuda bir Çin atasözündeki gerçek düşündürücüdür: “Tanrım: Değiştirilebilecek sesleri değiştirebilmem için bana güç ver, değişmeyecek şeyleri kabullenebilmem için sabır ver ve değiştirilebilecek ile değiştiremeyecek olanı ayırt edebilmem için akıl ver. Bu atasözü beyinin temel fonksiyonu olan iyi ile kötüyü, yalan ile doğruyu ayırt edip birisini kenara itme özelliğine işaret ediyor. İnsan doğuştan akıllı değil, sadece zekidir. Akılı kullanarak zekâsını çalıştırır ve işini kolayca görebilir. Yalan söyleyenlerin maskesi böyle indirilir.” Birçok defa tanık olduğumuza göre, ufak hırsızlar asılırken, büyük hırsızlara bir şey olmuyor ve iri yalancıların serbest bırakıldığı gözleniyor. Bu hayatın bir çelişkisi olarak ortaya çıkarken kin ve nefret de uyandırıyor.


Makale ve Analizler - 2014

117

Bu arada “bir atı suya götürebilirsin ama ona zorla su içiremezsin” deyen atasözü de hep kulağımıza küpe olsun. Yalan ve doğru söyleme tüm ülkelerde ve halklarda masal konusu olmuştur. Bizde seçim arifesi havası Ağustos ve Eylül aylarında kızışacak gibi. Bunu, yalan ve boş vaat makinesi çalıştırılacak anlamında söyledim. Sosyalist parti ile Hak ve Özgürlükler Partisi 25 yıldan beri yalan propaganda yapıyor, ama halk onlara inanmaya devam ediyor. Bu gerçeği, insan çalışarak geçinmeye umut ederek geçinmeyi tercih eder. Ama nerelere kadar? Seçim kampanyası ne kadar kızışırsa o kadar kaşarlı yalan söylendiğini biliriz. Yalanları genelde insanlar kendilerine değil, birilerine, daha da doğrusu yakınında bulunana söylerler. İşte size yalan ve doğru konulu bir masal: Bir zamanlar iki adam varmış. Bu kişiler çok iyi arkadaşmış. Adamlardan birisi: “Hadi sürekli yalan söyleyelim, böylece çok para kazanabiliriz” demiş. Fakat diğeri: “Hadi doğruyu söyleyelim ve böylece Allah işimizin önünü açar” demiş. Yalancı olan: “Hadi karşımıza çıkan ilk kişiye soralım, bize neler diyeceğini görelim. Eğer senin dediklerini onaylarsa ben bütün elbiselerimi sana vereceğim. Ama benim dediklerim onaylanırsa sen bana tüm kıyafetlerini vereceksin” demiş. Onlar böyle konuşarak giderken, biraz sonra bir adam karşılarına çıkmış. Her ikisi de adama sormuş: “Biz doğruları mı söyleyelim yoksa yalanları mı?” Adam onlara: “Yalanları söyleyin” demiş. Doğruyu konuşmayı isteyen, adama inanmamış. İki adam tekrar yürümeye başlamışlar ve sonra başka biri yollarına çıkmış. Bu kişi öncekinden daha da yaşlıymış. Her ikisi tekrar sormuşlar yaşlı adama: “Doğruları mı yoksa yalanları mı söylemek iyidir?” Yaşlı adam onlara: “Yalan söylerseniz sizin için daha iyidir” demiş. Doğruyu söylemek isteyen adam ikinci kez kaybetmiş. Yalancı adam arkadaşından tüm kıyafetlerini kendisine vermesini istemiş. Bunun üzerine doğrucu adam: “Hadi başka birisine soralım. Eğer buda yalanları söylemenin iyi olduğunu söylerse, ben bütün kıyafetlerimi sana vereceğim” demiş.


118

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Daha yaşlı başka bir kişi gelmiş karşılarına ve “sizin yalan söylemeniz daha iyidir” demiş. Ardından doğru konuşmayı savunan adam bütün kıyafetlerini hatta gömleğini bile arkadaşına vererek, çırılçıplak kalmış. Doğrucu adam için için ağlamış ve düşünüp taşınmış. Düşünüp taşınırken “ilerideki değirmene gitmeliyim” fikri aklına gelmiş. Ardından değirmenin içine girmiş ve oturmuş. Adam otururken, acı bir ses işitmiş. Korkmuş adam. Oturduğu yerde kalakalmış. Şeytanların efendilerine yaptıkları kötülükleri anlattıklarını duymuş. İçlerinden birisi efendilerine: “Bugün kralın kızını kandırdım. Yarın bu saatlerde prensesi gelin yapmak için buraya getireceğim.” Şeytanların efendisi sormuş şeytana: “Kız nasıl iyileşecek? O nasıl eski haline dönecek?” Ardından şeytan cevaplamış soruyu: “Bahçede bir bitki var. Eğer prenses onu yerse, iyi olacak.” Ardından şeytanlar uyumuş. Onlar uyanmadan önce, adam erkenden kralın evine gitmiş. “Eğer bana bir avuç dolusu para verirseniz, kızınızı iyi edebilirim.” demiş. Kral adama: “Kızımı iyi edebilirsen, onu sana vereceğim” demiş. Adam hemen prensesi iyileştirmiş ve onunla evlenmiş. Böylelikle kralın yasal varisi hâline gelmiş. Yalanları seven diğer adam ise başıboş dolaşan bir dilenci olmuş. Eski arkadaşına sormuş: “Nasıl böyle zengin olabildin? Bana da söyle ki bende zengin olabileydim.” Arkadaşı ona: “Değirmene git, geceyi orada geçir ve öğren. Böylece sende benim gibi zengin olabilirsin” demiş. Ertesi günün gecesinde adam değirmene gitmiş ve içeriye uzanmış. Adam içeride uzanırken, şeytanlar toplantı yapmak için değirmene gelmişler. Şeytanların efendisi, şeytanlara sormuş: “Yakalayıp evlilik için getireceğiniz kız nerede?” şeytanlar cevaplamış: “Biz burada konuşurken, yukarıda bir adam varmış ve bütün konuştuklarımızı dinlemiş. Buradan gidip prensesi iyileştirmiş. Belki hâlâ oradadır, hadi yukarı çıkıp bakalım kimmiş bu kişi” Bütün şeytanlar yukarı çıkmışlar ve orada serseri kılıklı olan yalancı adamı görmüşler. Şeytanlar onu yumruklayarak: “Sen arkadaşını sefil yapan kişisin, bizi de mi öyle yapacaksın” demişler ve adamı ölünceye kadar iyice dövmüşler. İşte kim yalan söylerse sonu böyle olur. Bizim Hak ve Özgürlükler partisi 5 Kasım 20145 seçimlerinde yalan seçmekte zorlanıyormuş, çünkü son dönemde sık sık yapılan seçimlerde söylenme-


Makale ve Analizler - 2014

119

dik yalan kalmadı. Tütün kotasını yükselteceğiz dediler, yükseltmediler. Tütün paralarını devlete ödeteceğiz dediler, ödetemediler. Herkesin çocuk parası ile emekli maaşını arttıracağız dediler, arttırmadılar. Okullarda haftada 4 saat zorunlu Türkçe ders olacak dediler, yapmadılar. Türkiye’deki soydaşlarımızın Bulgaristan’da yapılan her seçime katılmasını sağlayacağız, yasallaştıracağız dediler, yapmadılar. Bulgaristan’da hayvancılığı yeni yüksek verimli hayvan cinsleriyle geliştireceğiz dediler, yapmadılar. Herkes özgür olacak dediler, olamadık. Herkese iş olacak dediler, işsiziz. Aş susuz kalmayacak dediler, açız. Her köye bedava otobüs olacak dediler, yok. Her çocuğa okul harçlığı verilecek dediler, yapmadılar. Her yıl her köyden en az 2 yaşlı senatörüme gönderilecek dediler, o da olmadı. Ben olan bir şey göremedim. Olacak dediklerini yapalım mı diye sormuşlar, aldıkları cevap: Hiçbir şey yapmasanız da olur, zaten herkesin gitti yolun sonu bir doğru ve 2.20lik bir çukurdur, yalan söyleyenlerin kaderi de orasıdır, değişecek ve değiştirilecek bir şey yok demişler. Onlar bize gerçeğe götüren yol doğru ama yokuştur, bile demediler, iyi ki son gerçeği de kendimiz öğrendik. Ne oldu? Ne yaptılar: Hep yalan söykediler! Birinci ödev: Doğru ile Yalanı ayırt edip, yalanları yok etmektir! Boğazımıza kadar yalan dolan dolduk. Yeter artık.

İtiraf Ediyorum!

Ertaç Çakır-01.Ağusto.2014

Bulgaristan’da yaşayan Türkler arasından olup bir heykeltıraş olarak yetişen ve Bulgaristan Komünist Partisi’nin (BKP) özel yöntemli teşvikleriyle 1985’den sonra kanatlanma ve erkek hindi tavukları gibi kursak şişirmeye başlayan önce Kırcaali’den son dönem de Plovdiv (Filibe) ilinden GERB milletvekilli seçilen,


120

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

hatta birinci dönem Kültür Bakanlığı yapan Vecdi Raşidov sık sık yaptığı konuşmalarında gerçekleri kendisiyle ilgili gizlemeye büyük özen gösteriyor. Aslında ben olsam onun yerine, “Hayatta en iyi bildiğim şey hiçbir şey bilmememdir” atasözünün ardına gizlenme yolları arardım, fakat bizimki konuşuyor da konuşuyor, TV yayınlarına çıkıyor, aynı şeyleri anlata anlata bitiremiyor. Heykelci V. Raşidov yüksek öğrenimli bir heykeltıraş olsa da, sosyalizm döneminde Bulgaristan Komünist Partisi (BKP) ye üye alınmadı. Bulgaristan Türklerinin sesi olan annesi Kadiriye Latifova’nın bıraktığı otoriteye rağmen, BKP Vecdi’yi parti saflarına laik görmedi. Neden acaba??? Vecdi Raşidov sözde DS adıyla bilinen ve halen kapanmış olan devlet güvenliğini sağlayan gizli polisin ne saflarında ne de yardımcılar, müzevirler, gammazcılar, Türkiye’ye gıcık olanlar, Türklüğünden utananlar, ajanlar, yardımcılar, hainler ve başka şubelerinden hiç birine de celbe dilmemiş. Bu doğru olabilir mi? Komünizme ve sosyalizme, komsomola ve partiye karşı olmasına, eleştirici konuşmasına karşın “Belene” ölüm kampını da görmedi. Sürgün de edilmedi. Tutuklanıp sorgulanmadı. Hapis de yatmadı... Neden acaba??? Bunların dışında Vecdi Raşidov politika ile istihbarat işlerini birbirine öğren BKP Merkez Komitesi ile işbirliği yapan Altıncı Şube ajanlarının dosyalarında da yok. Neden acaba? Bu polis şubelerinin dışında, dış casuslukla meşgul olan Birinci Şube özel ajanlarının saflarında da yer almadı? Neden acaba? Yabancı dil bilmemesi ana neden olmuş olabilir mi? Türkçe konuşuyor. Öyleyse ne sebeple ağa düşürülmedi? Bu arada, isim değiştirme yıllarında memlekette sinek uçmazken, millet Hasköy’den Kırcaali’ye gidemezken, Vecdi’nin Paris’lerde yiyip içti. Bu işlerde bir sır var da biz mi bilmiyoruz acaba? Dış ülkelerde sergiler açtı, Avrupa Güzel Sanatlar Akademisi tarafından Altın Ödülle taltif edildi, ikide bir Türkiye’ye gitti, Cumhurbaşkanı Turgut Özal’la sarmaş dolaş olup sergi açıp, paracık aldı vs. işler bazı kişilerin neden dikkatini çekmedi? Neden kimilerinin yaptığı her şey görmüyor? Pipo içtiği için mi? Bunun dışında bizim heykeltıraş uzun zaman Amerika’da kaldı. Hiçbir ilgili ağasına düşmeden geri döndü. Japonya’ya gitti, oradan da sıyrıldı. Bu yolculuklar, bu geziler, bu ziyaret ve ziyafetleri kim ödedi? Bunu sormuyorum. Lütfen düşünün diyoruz. Yılların geçmesiyle Vecdi Raşidov da demokrasiye alışma süreci geçirdi. İlk mitinglerde yoktu. Demokratım demedi. Komünistler yok olsun da demedi.


Makale ve Analizler - 2014

121

Önce kendine Kırca ali tarafından yapı ustalarına bir ev yaptırdı, ustalar evi yaptılar ama paralarını alamadılar. Ardından şikâyet edecek oldular ve hemen durduruldular. Sonra Kırca ali’den milletvekili seçilmek istediğinde o ustalarla bazıları ile karşılaşırım diye düşündü, geri çekilmek istedi, GERB partisi “biz buradayız sen korkma” dedi. Doğup büyüdüğü şehirden seçildi ama “HÖH - DPS Kalesini aşan kahraman oldu” Sonra Kültür Bakanı koltuğuna oturdu. Daha önce hiç devlet memurluğu yapmamıştı. Birden bakan koltuğuna oturunca başı dönecek sananlar şaşırdı. O sanki kurstan geçmiş ve başka birilerinin elinden su içmişti. Bakan olmazdan önce onunla bir iki görüşme yapıldı. Şart koşuldu. O şu Türk tiyatrolarının kadro sayısını azaltmayı kabul etti. Tiyatronun annesinin adını taşıması pek önemli değildi, çünkü artistler zaten “Hürrem Sultan Piyesi”ni oynamak istemiyorlardı, çünkü gerçek adı Roksalana olan ve Osmanlı İmparatorluğu çöküşünü başlatan şu Ukraynalı Katolik kadına hepsi gıcık besliyordu. Daha önce Osmanlı imparatorluğundan haberi olmayanlar kalın kalın kitap okuyup tartışmaya da başlamıştı. Onun yaşam yolunu, güzelliğini ve hünerlerini, doğurduğu, öldürtüp boğdurduğu çocuklarının adlarını bile duymak istemiyorlardı. Vecdi bu “büyük operasyonu” sözde çok zor yaparken, aslında “Türklük Bulgarlık” kavgası yaşayan ekip kadro daraltmasıyla biraz rahatladı. Yaşı gelen emekli oldu, sevgilisi olan gidip evlendi. Bir ara Vecdi’ye oy verenler Kırcaali’den gelip Sofya’da Kültür Bakanlığını bastılar, ondan iş istediler. Konuşmalarında ikide bir “bu soruna çözüm bulacağım” diyenlere verdiği sözler unutulmamıştı. Doğrusunu söylemek gerekirse, Vecdi köylü baskını beklemiyordu. İşsiz baskını ise aklının ucundan bile geçmemişti. Çünkü o bir “yaratıcı aydındı”, köylülüğü çoktan köyde bırakmış, sanattan anlamayan aydınlarla ise işi olamazdı. Eninde sonunda o bir bakandı, köylü kafalıların baskınına uğradığı anlaşılır ya da duyulursa, nasıl izahat verebilirdi? Aslında etrafta izahat vereceği biri de yoktu. Birkaç televizyon görüşmesinde anlatacaklarını anlattı. Birinci karısı Tanya’yı oğlunu, gelinini ve torunlarını anlattıktan sonra doktor olan ikinci karısından da söz etti. Ocak başı yaptıklarını, viski yerine kimi defa ev yapımı ya da iyi marka kırmızı şarap içtiklerini, Kırcaali’li ustaların iyi sıvacı olduklarını, atölyesinde bile hiçbir fayans ya da mermer levhanın düşmediğini, yaktığı odunların meşe yarması olduğunu, şiddetli rüzgârlarda kiremitlerin uçmadığını ve daha söylenecek ne varsa söyledi de, Neyi söylemedi, söylemiyor ve gevelemeye devam ediyor? Annesinin ölümünden başlayalım: Kırcaali Zvezdel madeni yolunda devrilen kamyonun kabininde Vecdi de olduğuna ve bir tek o sağ kaldığına göre,


122

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

kamyon ne sebeple devrildi? Bu konuda neden trafik polisi raporu çıkmadı. Suçlu olan kimdir. Dümeni dereye çeviren Vecdi miydi?! Öksüz kalan Vecdi nerede okudu, ona kim el uzattı, Yüksek Sanat Enstitüsüne kimin telefonuyla girdi? BKP Kırcaali İl Komitesi’nin onun okumasında ve gelişmesindeki özel rolü nedir? Üniversite’de özel burs aldı mı? Paris, Ankara, İstanbul, Tokyo ve Washington’da aylarca kalırken yabancı istihbarat servislerine bir olta yemi olarak mı atılmıştı. Eğer öyleyse neden kimse onunla ilgilenmedi. Turgut Özal gibi bir devlet başkanı ile görüşmek için çok özel izinler alınması gerekirken, bu işler nasıl halledildi? Sözde hiçbir istihbaratla ilgisi olmayan bir heykeltıraş, nasıl olur da hiç kimsenin de dikkatini çekmedi? Devamlı içen, sarhoşluğu çok ağır olan, ara sıra bomba gibi patlayan bir kişi olan Vecdi nasıl olur da ne Türkiye, ne Bulgaristan, ne Moskova ne de emperyalizm aleyhinde tek bir söz kaçırmaz!!!. 1985 yılının Ağustos ayında Vatan Cephesi Yüksek Konseyinde Penço Kubadinski’nin davetine uyarak toplanan Bulgaristan Türk aydınlarının arasında, daha önce hiçbir işe burnunu sokmayan Vecdi Raşidov da yer aldı ve “Bulgarlaştırma politikasını destekleyen bildiriyi” titreyerek imzaladı. Komünist olmayan, DS’cilikle de ilişkisi olmayan, Komsomol Merkez Komitesinde tanınmayan Vecdi Raşidov “Bu toplantıya neden çağrıldı?”, “Bu belgeyi neden imzaladı?” Daha önce kendisiyle kim konuştu ve ne dedi? Vecdi 2 kitap yazdı? Ona bu boş kitapları yazdıran kimdi? Vecdi Raşidov HÖH - DPS partisinin kurulmasına katılmadı, üyesi de olmadı, fakat Multi Grup şefi İliya Pavlov ölmezden önce Multi Grup binasından çıkmıyordu, çok paralar aldı, Ahmet Doğan’la ikisinin arasında gizli bağlar mı var. Multi Grup’tan kaç para aldı? GERB milletvekili olarak Parlamentoda Ahmet Doğan’da karşı patladığı vakit, Doğan’ın Arap Ülkelerinin paralarını akladığını iddia etti. Eğer bu bir gerçekse, neden ispatlamıyor? Savcılığa neden bildir mi yor? TV programlarında lan lun konuşarak seyircilerle alay etmeyi neden bırakmıyor ve gerçekleri hemen neden söylemiyor? Lütfen itiraf et!!!!


Makale ve Analizler - 2014

123

Stratejik Hedefler ve Küçük İşler

Rafet Ulutürk-01.Ağustos.2014

Size 1989 Ayaklanmamızı uzun uzun anlattım. Ayaklanmalardan sonra toplumda ekonomik ve politik değişiklikler olur. Bizde de oldu, Todor Jivkov rejimi devrildi. Totaliter rejim büyük bir çıbanbaşı olduğundan 25 yıldan beri akmaya devam etti. Pislikler hala damlıyor. Kısmetse 2014’ün 5 Ekim parlamenter seçimleriyle artık tüm izleri kapanmaya başlar. Politik olarak Komünizmin içinden Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) ile Türk ve Pomakların, Müslümanların hareketi olan (HÖH - DPS) partisi çıktı. Bilirsiniz irinli yara kapanıp savmaz, biz de 25 sene yerimizde saydık, ne acımız bitti ne de yüzümüz güldü. Komünizm totalitarizme dönüşmemiş ve halka eziyet etmemiş olsaydı yani Marksist klasiklerin yazdığı kurallara göre gelişseydi, yıkılan düzenin içinde ne BSP ne de HÖH çıkardı. Çünkü toplumsal gelişim yolu ileri doğrudur, 1989 Ayaklanmamız bu ilerleme yolunu durdurdu, çünkü komünist rejimin gözü dönmüş, halk demokrasisi baskı ve terör rejimine dönüşmüş ve yok olmasının kaçınılmaz olduğu ortaya çıkmıştı. 1989’da Bulgaristan’daki durum bacaklarından ve kollarından kangren ve kanser olmuş bir hastanın doktorların elinde yapılacak narkoz olmamasına rağmen cerrahlardan kesin, beni ameliyat edin çağırışını andırıyordu. Kangrenli bir hastadan çok sağlıklı bir şey beklenemeyeceğini, BSP - HÖH kardeşliğinin 25 yıllık acizliği herkesçe görüldü ve kanıtlandı. Kabaktan kavun doğurmasını beklemek yanlış olur. Ne Ahmet, ne Lütfü ne etrafındakiler bu arabada yalnız yolcu olduklarını defalarca doğruladılar. Ekonomik olarak, sosyalist toplum endüstride üretim araçları üzerinde devlet mülkiyetine, tarımsal alanda da kooperatif mülkiyete dayandı. Ormanlar ve yer altı ve yer üstü zenginlikleri ve sular da devlet mülküydü. Devlet ve kooperatif mülkiyet özel mülkiyetin kamulaştırılması ve kooperatifleştirilmesi üzerinde geliştirildi. 1990’na kadar bizde tam 45 yıl işçi sınıfı ve kooperatifçi köylüler ücretli emekçiydi. Bu yasal bir durumdu. Öz ve biçim olarak yarım asır devam eden ve bazı alanlarda iyi sonuçlar da veren bu sosyal düzen, Bulgaristan Komünist Partisi (BKP) nin devlet mülkiyetini devlet tekel kapitalizmi şeklinde çalıştırmaya başlamasından, kooperatifçiliği de Tarım Sanayi Kompleksleri (APK) şeklinde hantallaştırmasından, köylüleri tarım işçisi statüsüne geçmesinden sonra çöküşe geçti. Nefes alamaz duruma gelen ekonomi kendini yenileyemeyince, kesin terimlerle ifade edildiğinde, ekstanziv ekonomi intanziv (yoğun) ekonomiye geçemeyince çöküş başladı. İntanziv ekonomi 1980’lerde dünya çapında bilimsel teknik devrim ürünü olarak yeni teknolojileri üretime kazandırdı.


124

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Hele elektronik sıçrama, kendisine ayak uyduramayanları ise “ölümle, yok olmakla” tehdit etmekten çekinmedi. Bu tehdidi hissettik ki, elektronikleşme alanında önemli yatırımlar yapmıştık, ama Moskova’nın değneği uzundu ve “sen misin benden öne geçmek isteyen” diyen o oldu. Etnik bunalım: Tüm bunlara rağmen BKP, Bulgar devleti, yasama yürütme ve yargıyı tek yumrukta toplayıp “soya dönüş” ve “Bulgarlaştırma” çılgınlığına siyaseti başlatılmasaydı, belki de bunalımlar bu denli derinleşmezdi. Çökerten yanlış bir de, etnik halk toplulukları kimlik olarak yok etmeye kalkışması oldu. Önce Romları, ardından 1970’larde Pomakları, 1980’lerde de Bulgaristan Türklerini total baskı yöntemleriyle ve en şiddetli terör araçlarıyla tehdit edip ezmeye kalkışılmasaydı, bazı ekonomik ve politik nedenlerin önlenilmez total toplumsal çöküşe neden olması önlenebilirdi. . Örneğin 1989 Türk Ayaklanması patlak vermezdi. Bulgaristan iş gücünün bel kemiğini oluşturan kalifiye endüstri ve tarım işçisi olan Türkler Vatanları dev bir kitle halinde terk etmezdi. Üstelik daha sonraki yıllarda, 2 milyon 500 bin Bulgaristan Vatandaşı Batı Avrupa ülkelerine, Kanada’ya, ABD’ne vs. dağılmaz ve ülke nüfus olarak da tamamen çökmezdi. Nüfusun azalması ve dağılmasıyla kültür ve eğitim sistemi de çöktü. Doğum olmayan bir ülkede umutlar da kırılır ve insanların geleceği kararmaya başlar. Bizde de öyle oldu. Çöküş dönemi: Yukarıda anlattığımız gelişmeler, aslında özel girişime dayanan kapitalist üretim biçimiyle devlet ve kooperatif üretim biçimine dayanan sosyalist üretim biçimi arasındaki çelişki keskinleşti. İki sistem arasındaki yarışta sosyalizm yenildi. Başka bir bakış açısı da değişik bir tablo çizdi. XX. Yüzyılda toplum düzenleri değişse de devletlerin sömürgen ve saldırgan, hegemonyacı iç yüzleri, özü değişmedi. Son hesapta XIX yy boyunca saldırı savaşları yürüten Çarlık Rusya’yı 1917’de gömenler, 1970’lerde sosyalist bir devlet olarak Afganistana girince, bakış açısı, yargı değerleri değişti, güven kırıldı. Sosyalimi çökerten bir de insanların sömürüsüz toplum düzenine güveni kırıldı. Moskova’nın Afganistan saldırısından, 1974’te Prag işgalinden vs. sonra güven iyice yitirildi. İki büyük dünya savaşı yaşayan geçen yüzyılda, bir de Avrupa, Asya ve Amerika halkları daha fazla kırılmak, savaşmak, yakılmak ve yanmak istemiyordu. Aya füze gönderen bir medeniyetinin çocuklara süt, yaşlılara ayakkabı verememesi tuhaftı ve adalet açısından inandırıcılığını git gide yitirdi. Devrimler ve dönüşümler: Tarih büyük ve küçük devrimler bilir. Devrimler tarihin motorudur. Devrim olmadan inkişaf olmaz. Büyük Fransız Devrimi (BFD) dünyayı en fazla etkileyen inkılâplardan biridir. İkiyiz yıldan fazla bir zamandır BFD’nin ardıl dalgaları devam etmektedir. Devrimle toplumsal düzen (formasyon - biçimlenim) değişir. Örneklersek, Fransız Devrimi feodal (top-


Makale ve Analizler - 2014

125

rak ağalığı) üretim biçimini kapitalist üretim biçimiyle değiştirdi. Toprak kölesi olan ve karın tokluğuna , İmparator, Çar, Kral, Kilise, ağa topraklarını işleyen köylülerden iş gücünü satanlar ordusu yani işçi sınıfı oluştu. Toplumun ana sosyal güçleri sermaye sahibi olan kapitalistler ve emeğini satan işçiler oldu. 1917 Rusya Sosyalist devrimi kapitalist üretim biçimini ret edip sosyalist üretim biçimine geçerken, kapitalist sınıfı yok etti. Üretim araçları devletin eline geçti. 1944’ten sonra Bulgaristan’da da öyle oldu. Ne ki, 1989 Ayaklanmamız, ne de 1989’un 10 Kasım günü BKP’nin iktidardan düşmesi sonucunda, hatta 1990’na Sofya Büyük Millet Meclisi’nin kabul ettiği yeni demokratik Anayasa üretim araçlarının sahibi olan yozlaşmış devleti yıkmadı, son 25 yılda yok edilen üretim araçlarının ve üretim nesnelerinin kendisi oldu. BSP döneminde Jan Videnov Başbakanlığında işçi sınıfına dağıtılan bir takım özelleştirme bonoları, bir yalandı, halk avutuldu ve aldatıldı. 25 yıl geçmesine karşın bonolardan gelir sağlamış kimse yoktur. Bono dediğimiz kâğıt parçaları senet rolü görmeliydi, fakat hukuksal geçerlilikleri yoktu. Onlar yalnız BSP ve HÖH gibi komünizm uzantısı politik subyelerin bazı işletmeleri ele geçirmelerinde işe yaradı ki, örneğin Multi Grup Burgas Şeker Fabrikasını, kablo fabrikasını Türklerden toplanan bonolarla ele geçirdi. Fakat birkaç yıl sonra yeni zenginler arasında başlayan hesaplaşmada bu işin tadı kaçtı. Stratejik Hedefler: Dünya tarihinde daha önce (1990) sosyalist üretim biçiminden kapitalist üretim biçimine geçiş (yani geri dönüş) yaşamadığından, bu alanda insanlık hiçbir teori ve deney birikimine sahip olmadığından stratejik hedef de belirlenemedi. Dikkatinizi çekmiştir, Sofya’da son hükümet olan, (iki gün sonra istifasını sunacağını açıkladı) Plamen Oreşarski kabinesi de Haziran 2013 ile Temmuz 2014 arasında ülkeyi plansız programsız idare etti. Bu 25 yıldan beri böyle devam ediyor. Ülke çeyrek asır çöküş, gerileme, bunalım içinde derinlere batma süreci yaşadığından çöküşü durduramadı. “Dur!” dese çöküşü durduracak sosyal güce sahip değildi. Balıkların suda yaşadığı, kurbağaların bataklığı sevdiği gibi son iktidarı istediği şekilde kurduran finans oligarşi de bunalım ortamında kendini en güvenli hisseder. Fabrikaların kapanmasından sonra işçi sınıfı, işsiz, boş gezen, lümpenler (sefil) durumuna düştü. Köylü kitle özel mülkiyet düzeyinde tarımsal üretimde yeni boyutlar göremedi. Yeni durumda dünkü Bulgaristan’ın şeref duyduğu şanlı işçi sınıfı ve kooperatifçi köylüler iş güçlerini önce Yunanistan’da, bu arada Türkiye’de ve ardından hele 2007’de ülkenin AB üyeliğine alınmasından sonra Batı Avrupa’da pazara çıkardı. Trajik bir gerçeklik!. Devrimleri, stratejileri, planları hep insanlar yaptığından, insan olmadığı, işçi sınıfı ve kooperatifçi köylülerin ülkeyi terk ettiği bir ortamda devrimci dönüşümden, yenilenmeden, dönüşümden vs. söz etmek anlamsızlaştı. Buna rağmen yapılacak işler var...


126

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bir Doğuya bir Batıya bakmak iş değil: Bulgaristan yüz ölçümü olarak küçük bir ülkedir. Politik olarak 1878’den sonra Osmanlı İmparatorluğundan kopmuş ve 1908’de egemenliğini ilan etmiştir. 1878 - 1908 dönemi içinde hem 500 yıl birlikte yaşadığı Osmanlıyla, hem ülkeyi 93 harbiyle Osmanlı’dan koparan Rusya ile hem de ulusal uyanışını borçlu olduğu aydınlarının yetiştiği Batı Avrupa ile dengeli ilişkiler kurup geliştirmeyi heves etti. 1908’de III. Bulgar Çarlığını ilan eden Avusturya’dan getirilen Çar Ferdinand, Batı yönünde hiza durmayı emretti. İstanbula bakan vatandaş, kafasını Almanya’ya çevirdi.1944’ten sonra ise bakışlar Kremlin yıldızına döndü. Ne var ki, 1990’da Bulgarlar yine Batı istikameti almaya çalışırken, bu defa Rusya Bulgar boynunun serbest dönmesini engellemek için elinden geleni yaptı. 1989’dan sonra Bulgaristan Türk ve Müslüman nüfusu ile Ankara arasındaki ilişkiler ve güven de yeni boyutlara geçti, güçlendi. Bu Bulgaristan’ın XX yüzyıl genel politik tablosudur. XXI. Yüzyılın başlında bu tablo birçok bakıma kısırdır. Gelişerek boyatan ilişkiler arasında Bulgar-Türk bağları ön plana çıktı. 25 yıldan beri Bulgar’da Türkiye’nin çalıştırdığı “Şişe Cam” ve “Aluminyum” tesisleri ve Kanada sermayeli “Pirdop” bakır ve altın üretiminden başka yeni üretime geçilememişti. Burgas Petrol Kimya Tesisi % 50 Rus sermayesiyle çalışıyor. AB üyelik şartlarına uyulurken kapatılan 4 AES reaktörü enerji sanayine darbe oldu. Yerli sermaye tekelleşme ve holdingleşme hamlelerinde birikimlerini tüketti. Hafif sanayide değirmenler ve ayçiçeği fabrikaları dışında salam sucuk yapan üretimlerle şarap mahzenleri dışında yenileri yok gibidir. Hem Batıya hem de Doğuya bakarak ilerleme zor gerçekleştirilebilir. Onun için üçüncü bir yol deneme iyi olur görüşü ağırlık kazanıyor. Küçük İşler: Bu arada, biz Bulgaristan’da yaşayan Türklerin büyük hamlelere küçük işlerle başlamamız iyi olur fikri benim de aklıma yattı. 280 bin ton tütün üreten bir ülkenin bugün 20-25 bin ton için göz kızartması, “Bulgar Tabak” gibi devlet holdinglerinin ömründe tütün tarlarına girmemiş olan Delyan Peevski gibi suni iş adamlarının, besleme politikacıların, kalın enseli kodamanlarının, mafyanın emrine verilmesi vs. gelişmeler hepimizi üzdü desem azdır. Bu bakıma HÖH politikası, stratejisi, hedefi olmayan bir partidir. Yalnız çalmak kapmakla yalandırıp dolandırmakla iş olmaz. Ben bugün artık eminim ki, Bulgaristan emekçi köylülüğü, Türkler ve Pomaklar kendi başlarına ağır ekonomik ve mali bunalımdan çıkamayacaklar. Üzerlerine karayılan gibi çökmüş olan HÖH - DPS ağırlığı da bir yandan bellerini kırıyor, aynı zamanda herkes korku içinde yaşıyor. Evimi barkımı, tarlamı çayırımı elimden alırlar korkusuyla bankalardan kredi çeken yok. Veresiye çalışanlar da endişeli. Bir de kimsede yarına güven yok. Memleket insanı her yıl Batıya işe gidenlerin Western Union ile gönderdiği 2 milyar Euro ile nefes alıyor desem, sanırım yanılmam. Bu para ilaç, okul masrafı, elektrik, ekmek süt gibi ihtiyaçları karşılamaya yetiyor. Sermaye olmayınca


Makale ve Analizler - 2014

127

küçük işleri büyütmek zor. Pazardaki domatesler gibi domates yetiştirmek artık imkânsız. Tohumu ya Hollanda ya da İsrail’den geldiğinden çok pahallı. Teknoloji değişmiş, fiyatı el yakıyor. Bu durumda ne yapmalı? Bu durumda, bizim için bir devrim olan 1989 Ayaklanmasından sonra yapamadığımızı yapmalıyız. Tütün yerine dut ağıcı ekip kozacılık ve ipek elyaf ve kumaşı üretimine geçmeyi kabul edelim. Dedelerimiz de kozacı, ipekçiydi. Evlerimiz dut pekmezine kokuyordu. Kendimizi değiştirip rahatımızı bozmak istemesek de, yeni üretime geçmeyi kabul etmek zorundayız. Avrupa Birliği Bulgaristan’a 5 milyon dut fidanı dikmesi için kota verdi. Teşvik programı onayladı. Her kutuya 136 Euro özendirme primi ödenecekler. Programın küçük aydınlıklarına girildiğinde fidanlar, ekilen arazinin sarılıp korunması, damlama ya da yapraklara nem püskürme sistemine göre sulanmasına gerekli pompa, su, damla borusu vs. bedava sağlanacak. Eski göletler temizlenecek, sulanacak arazilere su verilecek. Bu işle uğraşmak isteyenlere, ipek böceğine bakacakları odaları temizlemelerinde, dezenfekte etmelerinde ve ilaçlamalarında, boyama işlerinde parasal ya da materyalle yardım edilecek. Yaklaşık 30 - 40 yıldan beri bizde bu iş yapılmadığından, dedelerimiz zamanında aile geleneği olmasına rağmen, neredeyse unutulduğundan gençlere kurslar açılacak. Koza alım merkezleri açılacak. Ödemeler garanti altına alınacak. Dut fidanları yetişirken 10 dönüm üstünde dut dikilmiş arazisi olan genç ailelere asgari ücret, sağlık ve emeklilik sigortaları da üç yıl boyunca devamlı ödenecek. Biz Bulgaristan’ın daha doğrusu orada yaşayan yakınlarımızın ekonomik bunalımdan çıkışını, mali problemlerin aşılabilmesini ancak bu gibi yeni atılımlarda, yeni üretimlerde görüyoruz. Ülkede 2 iplik 2 de ipekli dokuma fabrikası, moda, biçme, boyama vs. dikiş atölyeleri kurulması, yeni üretim ufkunu açacak niteliktedir. Bilirsiniz, Bursa dünya ipek merkeziydi. Osmanlı başkentini Bursa’dan Edirne’ye taşırken kozacılık da Edirne ovasına kaymıştı. 1908 - 1980 döneminde Bulgaristan koza üretim merkezi Svilengrad (Mustafapaşa) idi. Orada ipek elyaf fabrikası, Karlovo’da ipekli dokuma fabrikası kurulmuştu. Kuzey Bulgaristan’ın Tuna vadisinde yaklaşık 2 milyon adet dut ağacı dikilmişti. İpekli dokuma işi Rusçuk şehrinde yoğunlaşmıştı. Sofya ipekli dokuma fabrikası Köstendil ve Blagoevgrad yani “Struma” ırmağı boyunda Makedonya kesimin kozalarını çekiyor, boyuyor ve dokuyordu. Arap pazarları başta olmak üzere, tüm dünyaya hitap ediyorduk. Tüm pazarlar yeniden açılabilir, alış verişler gelişir, insanımızın yüzü güler. . Biz bu işi HÖH partisi kodamanları dışında yapmaya niyetliyiz. Türkiye deneyimlerinden yararlanmak istiyoruz, “Koza Birlik”le temas halindeyiz. Şimdi


128

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

dünya ipek elyafı bazında onlarca yeni teknoloji gelişti. İnsanlarımızın umutları köz gibi kızarıyor. Hele Dobruca’da, hele Deliorman’da, hele Rodoplar’da, hele Mesta (Karasu) boylarında vs.... Stratejik hedefleri, küçük işler olarak başlatma zamanı geliyor.

Birlikte Taşamaya Mahkûmuz!

Şakir Arslantaş-01.Ağustos.2014

Bulgarlar da bizimle birlikte yaşamak zorundadır. Ülkemizdeki tüm diğer etnikler de. Vatan bir ve ortaktır, hem de eşit ve ortak, kimsenin vatanı benimkinden, seninkinden daha büyük ya da daha küçük olamaz, değildir. Şahsen benim inancıma göre, Atavatan, Anavatan, Cicivatan gibi değimler, değişik dönemlerde insanların ruhunu geçici olarak sakinleştirmek, huzur yaratmak amacıyla icat edilmiştir. Vatanı olmasını isteyen insanın vücudu değil, ruhudur. Vatan insanın tarihsel ve manevi hafızasının oluşup biçimlendiği yerdir. Vatanı belirleyen coğrafya, bir toprak parçası olarak değişir, büyür veya küçülebilir. Bu bir kişinin Vatanına olan sevgisini, bağlılığını değiştirmemelidir. Vatana olan sevgi bir annenin hem yavrusuna ve hem kendi anasına babasına olan sevgi gibi bir bütündür. Bundan dolayı biz 1990’da hak ve özgürlüklerimiz uğruna bağımsız bir politik hareket olarak sahneye çıkarken, vatanın bölünmezliğini gündeme getirdik. Önemli olan bunun bilincine varabilmemizdir. “Vatan matan deyip durmayın!”, “Bitti o iş artık!”, “Biz 24. yılbaşını burada karşıladık!”, “Alıştık artık!” sözleri çok derin anlamlıdır. Ben sizi çok iyi anlıyorum ama insan doğup büyüdüğü yerin dışına gittiği her yerde misafirdir, bunu da unutmayalım. Ben sizin tepkiniz üzerine yorum yapmak niyetinde değilim. Halkımız olumlu ve olumsuzu, gelecek tepki ve yankıyı, kahretmeyi ve övgüyü uzaktan sezer. İnsanlarımız birine dikkat çevirmiyorsa sebebi nettir. Bir toprak parçasını terk etmişsek, oralardan birine ağır bir söz söylemeden, asla kimseyi lanetlemeden gitmişizdir, vardığımız yerde rahat ve zenginlik değil, komşu aramışızdır. Bu açıdan baktığımızda, iyi kötü 2014’e geçtik. Zaman öyle bir şey ki, dünün yarına borcu yok. Fakat yarının yükümlülükleri dünkü gün doğmuştur. Ve biz, toplum ve kurumlar olarak bu yükümlülüklerin bilincine varıp onları


Makale ve Analizler - 2014

129

çözerken, her defasında onlardan bir şeyler öğrenmeye çalışmazsak, saat ararımızı aldığımız ibret derslerine göre yapmazsak, zamanın ruhundan kopar, yolumuzu kaybederiz. Frans Prens ajansı, bizim Stratejik Araştırma Merkezinden aşağı değil vallahı. 31 Aralıkta Yılın Olaylarını açıkladı. Oktay Yenimehmedov’un Ahmet Doğan’ı su tabancasıyla kürsüden indirmesini dünya çapında bir olay olarak verdi. Fransız ajansı, Ahmet’in hafiyeliğinden, hainliğinden ilgilenmedi. Bulgaristan Müslümanları kendi başına karar alabilen, hareket eden, lider değiştiren bir politik özne oldu, dedi. Belki de, böyle bir tespitten sonra Avrupa Birliği yönetimi de bizi özgün istekleri, niteliği ve kimliği olan bir halk topluluğu olarak görmeye başlar. 12 Mayıs 2013’te yapılan erken seçimle parlamentoya giren vekiller şans eseri orada bulunuyorlar. Şubat 2013’te, 30 şehirde birden ekonomik istekli ve yer yer çok şiddetli kitle gösterileri oldu. İktidar halkın öfkesinden korktu. Sofya’da “Kartal Köprü” de kan aktı. Birçok genç kendini ateşe verip çıra gibi yaktı. Bulgar toplumu politikacılara ve sivil toplum örgütlerine ayrıldı. Kitlesel protestolar eski başbakan Boyko Borisov’u ve mafya başı Delyan Peevski’yi iskarto edip çöpe attı. Bunlar olmasaydı, şimdiki milletvekilleri parlamentoda olmayacaktı. Onların koltukları ısınalı yedi ay olmasına rağmen, aralarından bir kimse kürsüye çıkıp: 2013 kitlesel protesto hareketlerinde 29 kişi öldü, onlar bizim burada olmamız için mücadele ettiler, her sabah işe başlamazdan önce bir dakikalık saygı duruşuyla aziz hatıralarını analım, demedi. Sanki halkımın seçtiği vekile borcu var. Vekiller halkıma hizmet vermek için orada olduklarını hemen unuttular. Oysa bu geçen yıl içinde doğan bir yükümlülüktür. Şehit olan gençlerin isimleri beyaz bir mermer üzerine altın harflerle yazılabilirdi, o da yapılmadı. Biz geçen yılı en iyi temennilerle, öpücüklerle tarihe uğurlarken, bakışlarımızı, umutlarımızı yeni yıla taşıdık. Hani büyük Nazım’ın dostu, ressam Abidin Dino’ya, “Mutluluğun resmini yapsana!” dediği gibi, bir ressama, 2013’ü baştanbaşa belirleyen “öfke ve kinin resmini” yapsana desek ya da heykeltıraş Vejdi Raşidov’a “öfkeli kinin minik heykelini” yap ricasında bulunsak, nasıl yanıtlardı acaba? Kaç para isteyecekleri önemli değil. Yapamam deseler, çok memnun olurdum, çünkü resmi ya da abidesi yapılan “Öfkeli Kin” ebediyen yaşayabilir. Şimdi onun ruhunu maddeleştiren bir eser olmayınca, silinip, buharlaşıp kaybolacağına umut besliyor ve inanmak istiyorum. 2014’te en büyük arzum toplumsal öfkenin, düşmanlıkların sis gibi kalkıp ebediyen yok olmasıdır. Toplum böyle ayarlanınca 2014’te öfkeli kargaşa ve çılgınlıklar devam etse bile, kötülükleri unutma ihtimali canlı kalıyor.


130

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Sık sık TV ekranına çıktığından, hatta Karbovski gibi Türkiye’de bulunmuş ve akıllı röportajlar yapmış olan bir gazetecinin ağzından Vezdi Raşidov hakkında “akil adam” değerlendirmesinin çıkmasını vesile ederek, sayın heykeltıraşımızdan Amerika’da Bulgaristan Cumhuriyeti Büyük Elçiliği önündeki Vasil Levski büstü için, Multı Grup’tan para alıp almadığını sormak istiyorum. Almamışsa ne güzel değildi mi! Zürich şehrinde Plamen Mihaylov isminde bir Bulgar öğrenci tanıdım. “Diplomanı aldıktan sonra Bulgaristan’a dönecek misin?” diye sorduğumda şu yanıtı aldım: “Bakan yaparlarsa!” Karne başarısı, hatta diplomasının sahte olup olmadığı, hiç önemli değil, ömründe bir enser kakmamış bir genç, atölyeye girmeden ustabaşı olmak, istiyordu. Başbakan Boyko Borisov, 2008’de seçim zaferini kutlarken “Maliye bakanı olarak tanıttığı ve sonra sağlık kasasından 1 milyar 400 milyon leva çalan bakan Simeon Dyankov’u, Washington’da bir depo müdürlüğünden almıştı.” Bu da pratikten bir örnektir. 24 yıldan beri Bulgaristan’da Parti yönetimleri tarafından hazırlanan listelere göre seçtirilen milletvekilleri hep çok uslu ama sorumluk taşımayan kişilerdi. Kimisi mafya başı, kimileri kaçakçı, bazıları devlet soyguncusu, daha başka bir grup sabıkalı, daha da başka bir grup ise ahlaksız olan bu “seçilmişlerin eliti” politik sorumluluk sözünü parlamentoya girdikten sonra öğrendi. Aralarından biri olan, örneğin Ahmet Doğan ise, polis hafiyesi olup halen ruh hastasıdır. Bu kadrolar yüzlerine işesen yağmur yağdığını sanır, çünkü onlar parlamentoya iş yapmaya, hizmet etmeye değil, “zengin olmaya” gelmişlerdi. Hele HÖH partisi saflarından Başkan Yardımcısı’nın kara para aklama işinden yargıya düşmesi hepimizi rezil etti. Silistre milletvekillerinin halkı ve Dulovo (Ak Kadınlar) belediyesini dolandırmaları ve 10’ar yıldan fazla ağır hapis cezası almaları herkesi çok düşündürdü. Bu iğrenç olayları hatırlatmam sebepsiz değildir. Bizde azmettirene bir şey olmuyor. Azmettirense yani iş kuransa Ahmet Doğan’dır. Onlar, adaletten dem vururken ağızları eğriliyor, halkı soyarken de durmak bilmiyorlar. Tütün işlerine ve tütün fabrikalarına, Saray bekçisi Ahmet Doğan’ın el atmasından sonra, sayıları 200 binden fazla olan tütün üreticisi ailelerimizin sıkıntıları arttı. Sözleşmeler askıya alınıyor. Yılsonunda fiyat kırıldı. İşin içine hep su kaçırılıyor da, devlet bu işlerin ince ayarını yapmaktan el çekti. Halkın sevmediği bir kişiye devletin bel bağlaması hakikatten şaşılacak iş. Ahmet Doğan artık hastalanmış, hastaneden hastaneye gezip rapor topladığına göre, görüldüğü üzere, işleri yapacak durumda değil, 2014’te emekli olsun ve köyüne toplansın deyenler, çoğaldı. 2013’te politikacılar yalan dolan işlerinde birbirleriyle yarış halindeydi. Politika kazanına giren çıkmak istemedi. Bu sözler HÖH parti milletvekilleri için


Makale ve Analizler - 2014

131

tamamen geçerlidir. Geçen sene B.Borisov’un GERP partisi soyuldu, yaprak dökümü başladı. GERB ağıcından geçen ay 2 armut düştü, ilk rüzgârda 8 - 9 kişinin daha “esir gibi çalışamayız” deyip isyan etmesi bekleniyor. Suriye Savaşından kaçanların Bulgaristan’a sığınmaya başlaması Bulgar toplumunu Bulgarlar ve Yabancılar olmak üzere ikiye böldü. Bu çatışmadan ırkçılık doğdu, şimşek hızıyla örgütlendi ve sokaklarda boy gösterdi. Klasik ırkçı bir parti olan, fakat 2013’te iktidar ortağı olup ballı börekli sofraya yerleşme fırsatı belirdiğinde, kertenkelenin işine geldiğinde kuyruğunu koparıp attığı gibi, “ırkçılık ve faşistliğini geçici bir süre için rafa kaldıran” ATAKA partisi Başkanı Volen Siderov huzura kavuştu ve “hayat varmış” havasına girdi. Hükümet ortağı olunca kâh Paris, kâh Havana, kâh Milano uçaktan inmeyen, lüks otellerin en lükslerini arayan Geçiş Dönemi’nde Bulgar Faşizminin Atası olan Siderov, “uzaktan bakıldığında halkın sosyal ve ekonomik sorunları olduğu görülmüyor” sonucuna vardı. 2013’te, Bulgar ırkçı milliyetçileri ve yeni faşistleri 1300 yıllık Bulgar tarihinde ilk kez olmak üzere, siyah Afrika’dan karılı kızanlı gelip “biz buraları çok sevdik, sizinle birlikte yaşamak istiyoruz” diyen, büyük bir kalabalıkla iç içe yaşamak mecburiyetinde olduklarını hem duyumsadı hem de gözleriyle gördü. Bu yeni durumda, yerli gatolarda yaşayan Çingeneleri al da başına koy. Bu gidişle Türklere yine “kardeş” demeye başlayacakları gün yakındır.

Bohçamızı Düremeyecekler

Hüseyin Yıldırım-01.Ağustos.2014

Gerçeği söylemek gerekirse bu Ramazan Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği için de çok gergin geçti. İstanbul - Bayrampaşa ve daha birçok belediyelerde halkla, soydaşlarımızla birlikte iftar açtık, ihtiyacı olanlara erzak dağıttık, istenen her hizmete imkânlarımız dâhilinde koştuk. İlk defa olmak üzere Bulgaristan Kırcaali kentinde büyük bir Müslüman aile topluluğu olarak hep beraber oruç açtık, iftardan sonra meyve sebze ziyafetinde bol bol sohbet ettik, dertleştik. Bu etkinliklerin bizde bıraktığı izlerde, insanımızın Türkiye’de mi? yoksa Bulgaristan’da mı? yaşadığı hiç önemli değil, artık herkesin dilinde güven ve-


132

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

rici sözler var. İnsanımız Türklüğüyle, Türkiye Cumhuriyetinin başarılarıyla gurur duyuyor, yeniden belimizi doğrulttuk, birlik olmak nasipmiş, bir asır çileden sonra güçlerimiz birleşti hamdolsun, artık hiç kimse moralimizi bozamaz şeklinde konuşuyor. Bulgaristan’da yaşayan Türkler de Türkiye Cumhuriyeti’nin başarılarına ilgileri çok büyük!. Son günlerde TV’de Ankara Eskişehir İstanbul hızlı tren yolunun açılışını izlemişler, AK parti Genel Başkanı ve Başbakanı 10 Ağustos’ta yapılacak genel seçimlerde Başkan adayı Recep Tayyip Erdoğan’ın Eskişehir, Tokat ve Biga’da yaptığı hararetli konuşmaları dinlemişler ve aralarında etkilenmeyen yok. Özellikle Kırcaaliden bahsetmesi burada herkesin ağzında. Üçüncü Boğaz Köprüsü, İstanbul İzmir ana yolu, Boğaz’ın dibini delen tüneller Asya ile Avrupa’yı birbirine sımsıkı ve süratli akan trafikle bağladığı gibi, Trakya’da inşa edilmeye başlanan dev uluslararası uçak terminali ve İstanbul’dan Pekine uzanacak sürat trenlerini düşünmek bile herkese başka dünyalar hayal ettiriyor ve her kez gurur duyuyor. Son 12 yılda Türkiye baştanbaşa ve derinlemesine değişti. Anadolu uyandı, dünya devi İstanbul’la kenetlendi. Hamleler Güney Doğu’ya el attı. Ekonomi ve sosyal yapıların, hizmet sektörünün, bayındırlık işlerinin modernleşmesi tüm ülkeyi sarınca, “ayrılık” gibi sözler unutuldu, herkes yeni büyük ölçekli yatırımlara hayat gücü kazandırırken birbirini yüreklendiriyor, daha kolay ilerleme, zenginleşme ve daha rahat ve gönençli yaşama yollarını arıyor. Avrupa’da her ülke birkaç Üniversitesi olan tek ülke Türkiye’dir. Büyük ölçekli hamlelerle yenileşen Türkiye birçok dış ve iç gücü ürküttü ve korkuttu. Önemle belirtilmesi gerekir ki, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın yönettiği Ankara hükümeti, Türkiye’de yaşayan Türklerle Osmanlıdan kopan ülkelerdeki Türk ve Müslüman kardeşlerimiz asla birbirinden ayırmıyor. Biz bunu 1989 Büyük Göçünde yaşadık, ana vatanda kendi vatanımızda karşılanır sıcaklıkla karşılandık. Daha önce hiçbir yerde görmediğimiz bir sıcaklıkla karşılandık, yerleştik, tüm devlet kapılarını bizlere açtılar, iş başı yaptık, çocuklarımız okuyor, yaşlılar da huzur içinde gönül rahatıyla gün geçiriyorlar. Bu Ramazan’da Balkanlara giden TIR dolusu iftarlıklar, yardımlar, oruç açan her Türk ve Müslüman’ın Başbakan ve Başkan adayı Tayyip Erdoğan’a teşekkür edip dua etmesi gönüllere kıvanç ve minnet duyguları doldurdu. Üsküp ve Bosna’da, Arnavutluk ve Priştina’da aynı anda aynı duyguları birlikte onarılmış camilerde dua ederek yaşamamızdan daha büyük bir mutluluk olabilir mi? Balkanlar’da yeniden kenetlenmemiz, bir yumruğun beş parmağı olmamız, duygularımızın yeni bir enerjiyle şarj olmasına vesile oldu. Bu


Makale ve Analizler - 2014

133

ortak duyguların ve hislerin özünde, kafalarımızı geri çevirmeden ilerlemeye heveslenme var. XX. Yüzyılda yollar hep İstanbul ve Anadolu istikametinde doluyken şimdi Balkanların dört bir yanına, Avrupa’ya açılanlar çok daha kalabalık ve heveslidir. 100 yıllık kırılmış lığın yenmiş olmamız ve tarihin çarkını tekrar geri çevirebilmemiz, İslam ve Türklüğü bütün Balkan şehirlerinde yeniden alabildiğine, çarşılarda, medreselerde, camilerde ve hanlarda yaşatma olanağı bulmamız, yepyeni bir esinti yaratıyor. Eskiden Rumeli Beylerbeyliğinin Başkenti Sofya, daha sonra da Manastır oldu. Sofya’da 72 cami ve mescit, sıra çeşmeler, hamamlar, kaynarcalar, köprüler, medreselerde hayat vardı. Ne kadar camilerden kilise yapılsa, köprüler onarılıp tanınmayacak duruma getirilse, Beylerbeyi Sarayı, Konak, Büyük Cami, Banya Başı Cami vs. açıktır. İmparatorluğun Başkenti de Bursa’dan Edirne’ye taşındı. Biz dünyanın en büyük imparatorluğunun, Bizans Hıristiyan medeniyet ve adalet anlayışının yerine gelip yerleşen ve 600 yıl hükmeden İslam uygarlığının başkentinin direk etkisi altında yaşamışız. Osmanlı döneminde uyanış çağını Bulgarlarla birlikte yaşadık. Aslında biz Batıya uyanış aydınlığı taşırken aynı topraklarda beraber, komşu ve kardeştik. Batıyı uyandıran bizler olduk. Tüm Osmanlı topraklarında yaşayanların kaderi, yani bohçası birdir. Biz eskiden birbirimiz için savaştık, şimdi de dayanışmak ve beraber olmak zorundayız. Osmanlı dev bir derya olduğundan hem inkişafı hem de gerilemeyi çok yavaş ve çok uzun dönemlerde yaşadı. Bu gidiş gelişli yenilenme yıllarında 1839’da Osmanlı Tanzimat Fermanıyla Batı örnekli modernleşmeye kapılarını geriye kadar açtı. İşte o zaman bir yandan Rus İmparatorlukları hem Kafkaslar hem de Balkanlar üzerinden, bir de Roma başta olmak üzere İngiliz ve Fransız emperyalistleri Osmanlının bohçasını dürme planları hazırlayıp ardı arkası kesilmeyen saldırılarına ve sinsi oyunlarına başladılar. Bu savaşlar 1877 - 78 Plevne Savaşı, 1912 Balkan Savaşı, 1914 Birinci Dünya Savaşı hep Osmanlı topraklarını daraltmak, Osmanlı bohçasını dürmek ve Osmanlıyı yüz ölçümü olarak parçalayıp bölüşerek küçültmek için yapıldı. Unutmayalım düşman iki kez Osmanlı surlarına dayandı. 1878’de Rus orduları Yeşil Köy’e çadır kurdu. 1912’de Bulgar askerleri Çatalca’ya dayandı. 1919 - 20’de İngiliz gemileri İstanbul’a demirlediler. Kuşkusuz bohçamızı bir yandan Avrupa ve Balkanlar’da dürerken, insanlarımızı göçe zorlarken aynı zamanda Asya ve Afrika da da boş durmadılar.


134

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Yemen savaşlarını, Trablus Gar cephesini v.s. unutmayalım. Üstelik hiç unutmamamız gereken bir yeni büyük yara da şu günlerde barbarca alevlenen Gaze–Filistin saldırısıdır, yüzlerce Müslüman barbarca katlediliyor, evleri yıkılarak, topraklarına el konuluyor. Doğu Türkistan, İrak ve Suriyede yaşayan Türkler aynı kaderi paylaşıyor. Düşman hep aynıdır, saldırı savaşlarını ya bizzat kendisi ya da içimizdeki uşakları yapıyor. Şu noktalara da, çok büyük bir önemle belirtilmesi geren şudur. Artık yaklaşık 150 yıldan beri düşman gece uykusu uyumuyor. Son Irak Savaşında ABD orduları Türkiye üzerinden Kürtlere ve Bağdat’ta saldırmak istediğinde, Türkiye geçit vermedi, Kardeşlerini ezdirmedi. Şimdi Suriye savaşında emperyalist-Siyonist güçlerin kiralık askerlerinin 3 yıldan beri Şam’a saldırılarının açtığı yaraları saran, bir milyon savaş kaçağına sığınak, aş, su veren yine Türkiye’dir. Bu gün Doğu Türkistan’a pek yardım edemiyoruz amma onun da zamanı gelecek. Unutmayalım Müslüman dünyasında en büyük kardeş, en cömert kalpler, en hayırsever iktidar ve insanlar Türklerdir. Bunu bu Ramazan’da her gün oruç açarken birlikte yaşadık. Bu açıdan, hem Müslüman olup hem Filistin halkına yardım eli uzatmayan Arapları anlamak sanki anlaşılır gibi değildir. Bu arada, bohçamızı sarmak, kitabımızı dürmek ve bizi ata topraklarımızdan ebediyen kovmak isteyenleri ilk önce Sakarya Savaşı’nda Büyük Mustafa Kemal Atatürk’ün orduları durdurdu ve yendi, bir daha başkaldıramayacak şekilde geri püskürttü. Şimdi de ikinci Büyük zaferi kutladık. R. Tayyip Erdoğan yönetimindeki Ankara hükümeti tüm borçlarını ödeyerek, Türkiye’nin bağrına bir kene gibi yapışmış olan Uluslararası Para Fonu IMF’yi koparıp attı. Artık 134 milyar US Dolar rezervi olan Türkiye, İMF’ye borç verecek duruma geldi. Bizim bohçamızı dürmek isteyenlerin bohçası giderek dürülüyor. Bu büyük başarıları Türkiye halkı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a, onun yönettiği hükümete, AK Parti yönetimine borçludur. Biz Dış Türkler ve Bulgaristanlı soydaşlar Tayyip Erdoğan’ın 10 Ağustos günü Türkiye Cumhuriyeti Başkanı seçilmesiyle yeni daha büyük başarılara imza atılacağına inanıyoruz ve bu nedenle oyumuzu Tayyip Erdoğan’a ve onun izlediği ve yönettiği politikaya vereceğiz. Türkiye’nin ikinci Atatürk’ü Erdoğan’dır.


Makale ve Analizler - 2014

135

Sen Çöp Bile Olamazsın!

Seyhan Özgür-04.Ağustos.2014

Ahmet Doğan Bulgaristan Türkleri ve Müslümanlarının başına 10 Ocak 1990’da “lider” olarak çakıldı. 1989’da ayaklanan Türklerin kendilerini yönetip yönlendirecek birine ihtiyacı vardı. O gün, Sofya’da görevli bir gizli güvenlik “DS” subayı Varna İl Mahkemesinde (DPS) adında bir politik hareket tescil ettirdi. Bu hareketin başkanı olarak da mahkeme kütüğüne Medyo Doganov adında, Varna ili Drandar köyü doğumlu, babası Varna şoparlarından (mahkeme kararında baba adı kaydedilmemiştir), annesi de (Kırım Tatarlarından - anne adı da kaydedilmemiş) Bulgaristan Türkleri ve Pomaklar tarafından tanınmayan bir şahıs, Başkan olarak yazıldı. Karar resmidir. Subay görevi yüksek makamdan almıştı, itiraz yoktu, bu iş Rus’yanın Sofya istasyon şefiyle ve Amerikalı diplomatlarla oyumlanmıştı. Ayrıca, Şumnu Bulgar Dili fakültesinde ilk iki yılı hiç derse girmeden bitiren, sonra DS şeflerinden Radonov’un özel bir mektubuyla Şumen Üniversitesi’nden Sofya “Kliment Ohritski” Üniversitesi Felsefe Fakültesi’nde doğrudan 3. Kursa kaydedı yapılan, bu fakülteyi de derse girmeden bitirdikten sonra, ardından aylak durmasın diye BKP MK’ne bağlı Sofya’daki Toplumsal Bilimler ve Sosyal Yönetim Akademisine kaydedilen, (bu Akademiyi bitirip bitirmediği bilinmiyor) ardından “Türkler Bulgarlaştırılmalıdır!” tezinden başka dört satır yazmamış olsa da, Bulgar Bilimler Akademisi (BAN) Felsefe Bölümü’nde maaşa bağlanan ve bir sonra da “hapishanede Türk ve Müslümanlarla psikolojik çalışma kurslarına” başlayan, havalandırma saatlerinde direniş militanı olan gerçek Türk ve Pomak kahramanlarla tanışma imkânı bulan Ahmet Doğan “lider” olmayı ve Türklere soluk aldırmamayı ve Pomakları da uyutmayı kabul etmişti. 10 yıl hazırlanan anti-Türk komplo 10 Ocak 1990 günü böyle gün ışığına Varna’da çıktı. Mahkeme Kararı, DS’nin aynı özel ajanı tarafından hazırlanan bir Program ve Tüzük esasına göre tescil edilirken, ayrıntılı bilgiye yer verilmemiştir. Bu olay bittikten sonra, Medyo Dogan (Ahmet Doğan) Varna’ya yemeye içmeye topladığı hısım akraba ve birkaç kişiyle bu işi fiilen becerdi. O günlerden bu güne 24 yıl geçti. HÖH partisi bu çeyrek asırda hiçbir iş yapmadı. Kimseye hak hukuk adalet, hürriyet ya da özgürlük tanımadı. Kimsenin beş para kazanmasına yol açmadı. Hep istedi, hep yoldu, hep el koydu ve gasp etti. Ödevi Bulgaristan’da sosyalizmi çökertmek ve azınlık olan halkı ezmekti ve bunu başardı. Program konusu ilginçtir. Parti tescil edildikten sonra, olacak ya belki de herkes kendini bir şey zannetsin diye birçok Türk aydına HÖH programı yazdırmıştır.


136

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

En fazla program yazanlarsa Varna ve Tolbuh’in köylerindendir. Dogan böylece, ben size güveniyorum havası yaratarak, hak ve özgürlükleri için mücadele eden insanımızı sömürmüş, kimin ne düşündüğünü öğrenmeye çalışmış ve adalet davasında ileri gidenleri jurnallemiştir. Türkiye’den gelip HÖH için çalışmak isteyenlerin Vatana geldiğine pişman etmiş, onları sıkıştırmış ve geri dönmelerine neden olmuştur. Kırcaali’ye dönen ve iş başlatmak isteyenlerden çoğunun parası çar çur olmuş, çabaları boşa gitmiştir. İnandıkları asil HÖH davasına yardım etme olanakları bulamamışlardır. Bununla birlikte, Türkiye’ye göç eden, oraya yerleşen ama daha sonra geri dönüp HÖH etkinliklerine katılmaya hazır olduklarını beyan eden 10 - 12 kişi de HÖH programı kaleme almıştır. Kuşkusuz onlardan birçokları, hala hayatta olan bu soydaşlarımız ilk zamanda Medi Dogan’ın (Ahmet Doğan) kendilerinden bilgi topladığını fark edememiştir. Yazdıkları program tasarılarında samimi olan bu kişiler, daha sonra HÖH saflarına girme, herhangi bir görev alma vs. olanağı bulamamıştır. Bu tespit daha ilk günden Medi Dogan’ın Bulgaristan Türk aydınlarını oyuna getirmeye çalıştığına kesin delil ve kanıttır. Daha 10 Ocak 1990 tarihinden bugüne kadar Medi Dogan viskisini içmeye devam ediyor, kendini emin ellerde, güvende ve huzur içinde gösterme çabalarına devam ediyor. Bildiğinize göre, Bulgaristan’da Komünist Partisi’nin iktidardan düşmesinden birkaç yıl sonra “DS” istihbarat örgütü, Altıncı Şube, Birinci Şube, Askeri İstihbarat vs. de dağıtıldı. Ardından göstermelik bazı dosyalar açıldı, artık işe yaramayan ajanların kirli çarşafları ipe serildi. Açılan ilk dosyalardan biri Ahmet Dgan’ın ajan dosyasıdır. Bunun ardından “Vatana hizmet suç değildir!” tezi geliştirildi. Ajanların hainliklerine övgü yağdırılmak istendi ama tutmadı. Dogan daha da büyük “kahraman” yapıldı. “Stara Planina” (Koca Balkan) ödülüyle ödüllendirildi. O “kahraman” olmaktan başka bir unvan bana yakışmaz saçmalıyla, bu ödül isimlerimizi değiştiren şu başsavcıya da verildi, “almam” deyip, yeni bir sahne oynadı. Tüm bu trajik- komik sahneler, Ahmet Doğan’ı bir “lider” olarak yetiştirip kabul ettirmenin kıvrak yollarıydı. Bunlardan biri de onun bir komünistin evine (Saray) kiracı olarak yerleştirip, evlt korumaları da tesis ederek daha da yükseltmeye çalışılması oldu. Rusya petrol oligarşisinin ona bir zırhlı Jeep hediye etmesine fesin püskülü desek yerinde olur. Gizli polis örgütü “DS” sözde çöktüğünde, ajan ağı sözde dağıldığında ve dosyalar da açıldıktan sonra, bir gizli sivil polis, DS ajanı olan Medi Dogan’ın doğal olarak gizli ajan görevine son vermesi gerekirdi, fakat bu olmadı. Bu açıdan olaya daha derin baktığımızda, gizli polis iç istihbarat ikinci şube Türkiye kanadı ajanı olan HÖH Genel Başkan yardımcısı Osman Oktay’ın; Yine HÖH Genel


Makale ve Analizler - 2014

137

Başkan yardımcısı olan ve aynı zamanda Bulgar askeri istihbarat ajanları dosyasına kayıtlı olan Güner Tahir’in parti içindeki görevine son verip ikisinin de görevden sıkılmış paçavra gibi atılmasını başka türlü ne açıklayabilme ne de anlayabilme mümkündür. Ajan kadro temizleme olayı, gizli polis DS’nin dağıtılırken, belirli kadrolardan kopmasına ve bazılarının çöpe atılması ve ardından DANS adıyla yeniden yapılanma sürecine çekilmesi, doğal kabul edilmelidir. Bu tabilik içinde olmakla, başkanlarından birinin Togo’ya Büyükelçi gönderilmesi, diğerinin (Aleksandr Aleksandrov) Bulgar muhalefetine avukat-yorumcu olarak gönderilmesi. Osman Oktay’ın da Ahmet Doğan’a karşı havlamak üzere TV-yorumcusu görevi alması ilginçtir. Buna ajanların politikaya çıkışı da diyebiliriz. Bu mantık 25 yıldan beri HÖH İç Tüzüğünde yazılı olmayan birinci maddedir. Şu gaddarca uygulamada bıçak olarak HÖH kullanıldı. Ahmet Doğan sözde adalet sağlıyordu. Bunlar onun kayıtsız koşulsuz, bir tek, değişmez ve yerine başkası bulunamaz bir lider olarak yetiştirilmesi sürecinde basamaklardı.Bu komploda danışlı iki kurban da Kasım Dal ile Korman İsmailov dersek, baskıya dayanamayıp felç geçiren Bulgaristan Türkleri arasından olup Sofya Parlamentosuna ilk Başkan yardımcılığı yapan, Sayıştay müsteşarı, hukukçu Kadir Kadiri, sözde kendine kıyan Ahmet Emini, HÖH - DPS Sofya İl Sekreteri Kınço Botev’i, Varna hapishanesinde çürütülen, Dulkovo Belediye Başkanı, eski milletvekili Doktor Nihat Tabakov’u, HÖH Kuzey Bulgaristan genel koordinatörü, eski milletvekili S. Sever’i ve daha nicelerini unutmayalım ve bugün Bulgar hükümeti istifasını veriyor ve şu önümüzdeki 5 Ekime kadar daha kaç kişinin bileklerinin kelepçeleneceğini düşünelim. Bu oyunlar hep, devletin bir kabak çiçeği gibi açmasına yardım ettiği Ahmet Doğan’ın etrafında gölge yapan hiç kimsenin bulunmasına sivrilmesine vs. imkân vermek istemediğini gösteriyor. Neden mi, çünkü kabağın sapı yerde sürünür, avluyu geçip kimin avlusuna girip oraya bir kabak atarsa o kabak yeni sahibinin olur. Şimdi HÖH partisini Çingene tabanına doğru sürünüyor. Bulgar makamlarının hesabına göre, Türkler ve Pomaklar artık yorgun düştü, anlatılanı anlayamaz, verileni alamaz, isteyecek olsalar dili dönmez duruma getirildiler. Çingeneler ise hala pazarlarda, hala Avrupa’da, ötede berine, ne dilenmeleri, ne çalmaları, ne yalan söylemeleri, ne de aldatmaları bitti. Çar Kiro’yu ve bazı başkalarını içeri attılar ötekilerin aklı gelsin diye, fakat “anlamayana davul zurna az, anlayana sivri sinek saz!” sözleri onlar için geçerli değil, kendi yaşayış şekilleri var, kendi kıstasları var ve Bulgar toplumunun tamamen dışında, ülkeyi baba çiftliği sayarak, çalmayan, kapmayan, yalan söylemeyen namert olsun mantığıyla yaşıyorlar. Kafaları gem almıyor. Ahmet de % 50 Çingene olduğundan anlaşılan “şunlarla başa çık” vazifesi şimdi Ahmet şopara verildi. Bu sebeple olarak, Vitoş “Sarayına” sık sık girip çıkan


138

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

mangallar arttı. Varna’dan, Stara Zagora, Sliven, Montana, ve Vidin’den geliyorlar. 5 Ekimde HÖH - DPS partisinin oyları artarsa şaşmam, çünkü gizliden dağıtılan hesapsız kitapsız paralar Çingeneler arasında iş görüyor. Son istekleri, köylerde Todor Jivkov anıtı dikilmesiydi, o da yapılıyor zaten. Pleven köylerinde belediyeler ve muhtarlıklar paralarını Todor Jivkov baralev, park ve anıtları için harcıyor. Bulgar mantığına bakıldığında, Türk ve Müslümanların Başına Sultan gibi oturtulan ve bir isteği iki edilmeyen Medi Dogan (Ahmet Doğan) - Sultanlar oğullarının başını kestiriyordu, sen de senden korkmalarını ve hepsinin gece gündüz titremeye devam etmesini istiyorsan hiç birine asla acımayacaksın mantığının uygulanışıdır. Bu vahşi mantığın en gaddar uygulanışı ise, Ahmet Doğan’la İsperih’te çok büyük bir meydan düğününde evlenen Ayselin gelinin başına patladı. Şimdi anlatacağım olay, sözde Bulgaristan Türkleri ve Müslümanlar önünde Ahmet Doğan’ın her şeyden önce adil olduğunu kanıtlamak için tertip edildi. Bilirsiniz insanımız Çingen’eden bir şey talep etmez. El açmaz, el uzatmaz. Buna rağmen, Ahmet Doğan’ın önemli ve büyük, sözü geçen ve dediği dedik olan ve adalet dağıtan bir adam olduğunu kanıtlamak gerekiyordu ki, bu acı hesap Ayselin geline ödetildi. Evlenmelerinden birkaç gün sonra, daha bal ayı bile sona ermemişti, bir akşam Sofya’da bir gençlik lokaline çıkmışlardı. Müzik çalıyor, genç çiftler dansigte tango vals ediyordu. Ayselin de dans etmek istedi, eşi birkaç defa ısrar etti. İlk çıkışlarıydı, ilk dansları olacaktı, genç gelin rüzgâr gibi savrulmak istiyordu. O birden terslendi: “Oynayacaksan oyna!” diyen ses, sert ve küstahtı. Kızlık gururu yüksek olan gelin, “iyi” deyip kalktı, oynayanlara karıştı, oynamaya başladı, savruldu, tüm hırsını, düğünden beri biriken gerginliği tüm güzelliyle dansinge döktü. Çok alkış aldı. Bis tutular. Alkışlayanlar üniversiteli arkadaşlarıydı. Fakat aslında bir köylü kültürü bile olmayan, bir köy şoparı olan Ahmet Doğan çok kurs görmüş ama, lokantalarda hep içki masasını beklediğinden ve birkaç kadehten sonra kafası hep masaya vurduğundan, dansingin coşkusunu, serile serpile iç dökenleri tanımıyor, onların hislerini hissedemiyordu. Müzik ve sanat kültürü, dans ve oyun kültürü bambaşka bir şeydi. “Saraya” dönene kadar kendini şişirdi, hiddet dolan küçük yanakları klarnet çalan zurnacının yanakları gibi şişmiş ve patlama vaktini bekliyordu. Saraya girdiklerinde o hemen Ayselin gelini tartaklamaya başladı. Ayselin hiç ses çıkarmadı. Sonra “soyun” dedi, fistanını, ayakkabılarını, donunu zorla çıkarttı. Gelin bir şeyler olacak zannetmişti. Oysa Ahmet eline bir bıçak aldı ve Ayselin’e yönelerek, “Çık!” diye emretti. Bu işin şakası olmadığını gören genç gelin, kapıyı açtı, dışarı fırladı, hava sıcaktı, ağaçların arasına saklandı. Anadan


Makale ve Analizler - 2014

139

doğmaydı. Büzülse kolları vücudunu kapamıyor, çömelse gene açıkta kalıyordu. Saçları çıplak göğüslerine döküldü. Etrafındaki ağaçlardan bir dal koparıp kendini örtse, o da olmadı, çünkü ardıçların arasında o da diken diken olmuş bir ardıç gibiydi. “Lider” içerden telefonla emir verince, 3 bekçi geldi. Silahlıydılar. Hırsız ya da fahişe sandılar Ayselin’i. Olayı anlamadan bekledikleri evin gelinini önlerinde anadan doğma görünce, donup kaldılar. Belki “Ne oldu?” diyeceklerdi, telefon geldi, biri açtı, karşıdaki hiddetli ses, “Alın bir arabaya atın ve anadan doğma babasının evinin avlusuna bırakın ve dönün!” emrediyordu. Bekçiler Bulgar’dı. Bakıştılar... Amirleri olan bir göz işareti yaptı. Birisi koştu bir çarşaf ve iki battaniye getirdi, sardılar sarmaladılar, bağlayıp paketlediler, Tuna obasını ve Deliormanı geçip Dobruca’ya kadar gece gece gittiler ve şafak sökmek üzereyken Ayselin’in baba evini buldular, gelini baba ocağına işte böyle anlattığım halde teslim ettiler. Ne kimseyle konuştular, ne kimseyi gördüler. Onlar “Bulgarlaştırma” döneminde bile bu kadar bir iğrenç ve yüz karası vazife yerine getirmemişti. Olay duyulacak ve işimizden olacağız diye korkuyorlardı. Köpekler havlıyordu. Bulgaristan Türklüğü bu toprakları Vatan bileli, bu topraklarda Bulgarlarla asırlardan beri beraberlik içinde komşu komşu yaşayalı çok olaylar olmuştur, ama Bulgar gençlerin bir Türk gelini balayında çırıl çıplak gece gece teslim baba ocağına ettiği görülmemiş, işitilmemiş ve yaşanmamıştır. Soruyorum: Bu adam Bulgaristan Türklerine lider olabilir mi?

Ağustos Sıcağında Şiir Şenliği

Raziye ÇAKIR -04.Ağustos.2014

Şiir kalbin sesidir. Yüksek de olabilir, alçak da, ama sesiz de olsa, etkisi hep aynıdır. Biz Bulgaristan Türk şiirini sevenler, her söyleyişte bir büyük gerçeği ararız. Her şey her zaman her yerde değiştiğinden, şiirler de zaman açısından eskiyebilir, ama ömürleri dolmaz, renklerini ve gönül okşayan esintilerini korurlar. Bunun gücü, eski sevgiliye tazeliğini korumuş bir şiiri yeniden okurken en güçlü hissederiz. Sıkça olmak üzere, bana şiirle uğraşmak zor mu?, diye soranlar oluyor. Şiir açmış goncaları koparıp yolup demet yapmak değildir! Şiir doğayı bozmadan


140

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

renklerden ve kokulardan demet yapmak kadar zordur. Anı yakalamak, anın yinelemesini beklemek, güzeli yormadan sevmek kadar zordur. Güzel, Ne Güzel Olmuşsun Heey güzeller güzeli! Ne şirin olmuşsun sen Sesin dünyaya bedel Söyle bana kimsin sen? Ne zor seni bulabilmek! Yerin şarkıların son kıvrağı! Yenileşmişsin, nerede o eski ahengin? Kulağıma gelen dünyalar bedeli! Halkımın dili, güzeller güzeli Dünya orkestrasında bir tını Ve eksik olsa tek akort, olmaz Onsuz senfoni, ne de bir orkestra eseri! Heey güzellerin en güzeli. Halkımın anadili, Vatanımın öz dili, Bir hoşluk ki, doğuşundan gelen! Bir tek bakışınla dünyalara bedelsin.

Beraber Uçalım!

Dr. Halide Akıncı-04.Ağustos.2014

İnsanları, soyları, halk topluluklarını, ulusları tarihin derinliklerinden günümüze taşıyan kültürdür. Türkler asırlar önce Batı istikametine çekildikleri Moğol topraklarından bugün yaşadıkları üç kıtayı birleştiren cennette daha üstün bir kültür getirdikleri için tutundular. İleri olan kültürler za-


Makale ve Analizler - 2014

141

manını dolduranı her zaman yendi. Türklerden önce Anadolu’da Yüzük Efendileri hayal dünyası hakimdi. İnsan haklarını ön planda tutan İslam - Türk kültürü galebe geldi. Bizans karanlığı Türk şafağına dayanamadı. Dünyada her şey gibi kültür de yaşarken değişen, yenileşirken biçim ve içerik olarak zenginleşen bir kutsal olgudur. Bu gerçek Türk-İslam kültür sentezi için yüzde yüz geçerlidir. Türklerin Orta Asya bozkırlarına çeltik ekmesi, su bentleri kurup tarlaları sulaması, pirinç tanesini kabuğundan ayırmak için dibek taşı yonması, bulgur tokmağı, deriden elek, demirden kalkan, çamurdan küp yapıp kış gıdalarını ambarlamayı öğrenip öğretmesi öz yaşam kültürümüzün basamaklarıdır. Bakır, pirinç, altın ve demiri ateş ve su arasında gezdirirken örsle çekiçle şekil veren atalarımızdır. Dünya bizde pek çok şey öğrendi. İnsanlık hep yeni kültür oluşturdu, değişerek ilerledi. Biz bugün Asya’dan Avrupa’ya, tüm dünyaya aydınlığı taşımakla övünme hakkına ve onuruna sahibiz. Tohumların kara toprağın içinde uyandığını birincil algıladıktan sonra Batıyı da Ortaçağ karanlıklarından çıkaran, birincil olanın ağaran ufukla geldiğine işaret eden biz olduk. Üretim araçlarının geliştirirken, üretim biçim ve kültürünü ilerletenler de bizdik. Örneğin, bu öngörü sayesinde, Orta Asya insanı Kölelik Çağı yaşamadan Toprak Ağılığı (feodalizm) devrine geçebildi. İnsanımız, insanoğulluna kölelik yaşatmayan ruhu doğurandır. Bayram vesilesiyle aile olarak hasret gidermek ve eş dostla bayramlaşmak için ziyarete geldiğimiz Karadeniz incisi Varna’ya bu düşüncelerle girdim. Sahil güzellikleri çelenk örmüş şehrimde bizi sesi dinmeyen dalgaların coşkusu karşıladı. Varna’da Dünya Bale Festivali havası esiyor. İnsan ruhu kelebeklerle yarışıyor. Emsalsiz şirinliği müzik eşliğinde hareketlerde yansıtanlar aralarında yarışıyorlar. Varnam bir gençlik şehri, yollar, bulvarlar, parklar, sahil ve köpürüp kumsala sarılmaya gelen denizde sevdalı heyecanı var. Coşku büyük. Deniz parkında çiçek kokusuna doymaya çalışırken kuşların şarkısını dinliyoruz. Uyumu bozan bir tek salıncak gıcırtısı ve koşuşan çocukların çığlıkları...doğa orkestrasının şefi yok... Bir peykenin kenarından körfezde demirlemiş gemileri seyrederken bir yaşlının satmak için dizdiği haftalık gazetelerden birinin “Biz Türk değiliz!” başlığı dikkatimi çekti. Bulgaristan’ın genç, atılgan ve istidatlı kalemlerinden Milena Fuçecieva “Onların dizilerinden gına geldi!” alt başlığıyla haftalık “UİKENT” gazetesinde Türk dizilerin Bulgar TV ekranını işgal ettiği ve ulusal kültürün gelişmesine engel olduğu konusunu işliyor.


142

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Seyircileri birkaç ay küçük ekrana kilitleyen “Amerika’ya ve Geri” Bulgar dizisinin senaryo yazarlarından olan genç kalem Fuçecieva, 24 bölüme 1 milyon leva ödeyip TV ekranını Türk dizileriyle kapatan ulusal ama özel kanal sahiplerini “ulusa ihanetle” suçluyor. Bulgaristan’da 1 milyon levaya 24 bölümlük dizi çekmenin olanaksızlığından yakınıyor. Ulusal sinemacılığın felç olduğunu anlatıyor. O, genç kuşak Bulgar yaratıcıları adına yazıyor. Türk TV dizileri seyretmenin Türkiye’den ithal edilen domatesleri tüketmekten farklı bir şey olduğunu vurgularken, domates dış alımının da ulusal domatesçileri yok ettiğini izah ediyor. Türk dizilerin Bulgar seyircide bir nostaljik açlığı doyurduğuna ve aynı zamanda ulusal kültürel boşluğu dolduran değerler sunduğuna dikkat çekiyor. Usta kalem, Bulgar hafızasındaki kültürel boşluğun Türk değerleriyle doldurulmasında Bulgar medya sektörüne giren yabancı şirketlerin rolüne işaret ederken şu aktüel dizileri anımsatıyor: “Öyle Geçer Zaman ki” - “Taym Uornır”ın satın aldığı “Bi Ti Vi” TV’de; İsveç şirketi MTG’nin olan “Nova TV” de “İnci”; “7 TV” de “Muhteşem Yüzyıl” vs. vs. aynı anda aynı dinleyici kitlesini ekrana kapamasına tepki veriyor. Yazara göre, sundukları değer yargıları bakımından, bu filmlerin Bulgar ulusal çıkarlarıyla yakın veya uzak ilişkisi olmadığından, onlara ödenen paralarla dış ülkelerde bulunan yapımcı şirketlerin kasalarının aktığına, bu şekilde Bulgar ulusal sinemacılığının baltalandığına öfkeleniyor. Kanısına göre, bu eserler tercüme edilmiş olsalar da, Bulgarların değer yargılarını değiştiriyor ve “Bulgarlar Türkleşiyor,” diye yazıyor. Bu arada Türk dizilerine ilginin olağanüstü büyük olduğunu kabul etmek zorunda kalan yazar M. Fuçecieva aynen şöyle diyor: “Biz seyircilerimize Bulgar tarihini kendi yapımlarımızla anlatmak istiyoruz, ekranda sunulansa Türklerin yani başka bir halkın tarihidir. Türkler bizim komşularımız olsalar da, ruh halleri başka bir halktırlar. Şu da var, Türk film endüstrisi büyük ölçekli üretim gerçekleştirerek, ülkenin dış politikasını çok etkin biçimde yaygınlaştırıyor, neredeyse dünyayı kaplıyor. Bu etkileşimde, Bulgar film yapımcılığının yok edilmesiyle birlikte, bizim iç politikamız da felç olmuş durumdadır.” Kuşkusuz Türk filmciliğinin Bulgaristan’ı ve Bulgar iç politikasını hedef odağı aldığına kimse inanmaz. Çünkü aynı filmler Yunanistan ve Sırbistan’da, Arap dünyası ve Latin Amerika’da da sevildi ve tutuldu. Dünyayı anlatma ustalığı geçmişi yaşatma becerisi de bir sanatsal üstünlüktür. Son 10 yılda, başlıca maddi nedenlerden dolayı, ciddi Bulgar filmi çekilemediğine yer verilen yazıda, Bulgar ulusal özel TV kanallarında yabancı bir


Makale ve Analizler - 2014

143

kültür ve yabancı bir kimlik dayatıldığına işaret edilmek istenirken şu tümcelere aynen yer veriliyor: “Biz Türk dizilerinin kölesi olduk. Aslında benim Türk dizilerine ve Türklere karşı hiçbir şeyim yok, fakat gösterilen ve seyredilen bizim hayatımız değildir, ulusal özel TV programları bizim olmayan bu yaşam biçimini bize bizimmiş gibi gösterip dayatıyor.” Bu konuda çok şeyler söylenebilir. “İzaura” dizisinde Amerika’da siyah derililerin uyanışı anlatılmıştı. 80’li yıllarda Bulgar fabrikalarından işçiler işten kaçıp küçük ekrana kilitleniyordu. Sanatın gerçek yaşamı anlatırken insanı kanatlandırdığını kim inkâr edebilir? Türk dizilerinin Bulgar seyirci üzerinde artan etkisini analiz eden yazar Fuçecieva şöyle diyor: “Kendi ruhumuza kendi ellerimizle ihanet etmemeliyiz. Bulgaristan’ın yönetim biçiminde bu artık o denli yerleşmiş bir pratik haline geldi ki, hepimiz devamlı narkozlu gibiyiz. Vatandaşlarının manevi menfaatlerine yapılan saldırılara tepki göstermez olduk. Benim, küçük ekran seyircilerime bu hitabım, hasta bir milliyetçiliğin son çığlığı değildir, Bulgar kültürünün yeniden ve bir daha nasıl tırmıklanarak yok edildiğine seyirci kalınmaması arzumun sesidir. İstemesek de, bizi zorlamadan Türk yapmaya çalışanların yolunu kesmeliyiz. Biz Türk değiliz!” Ne güzel yazmış değil mi? Bizi zorla Bulgar yapmayın, biz Türk’üz dediğimizde tutuklanıp hapsediliyorduk. Keser döner sap döner sözü, işte bu günler için söylenmiştir. İnsanın canını “yağdan kıl çeker” gibi alırlar sözü de şu günler içindir. Hem de Türk sinemacılığının Fucecieva’nın yazdığı hedeflerin hiç biriyle ne uzaktan ne de yakından bir ilgisi yoktur. Hocanın dediği gibi, herkes kendi eşeğini över. Ama şu da bir gerçektir: Türklerle Bulgarlar asırlar boyu iç içe yaşarken ortak kültürel yaklaşım ve ortak ruhsal değerler yaratan iki halktır. Bu toprak ve toplumdaki değer yargılarının hepsi hepimizindir. Bir kaşık düşünün. Bugün öğlende lokantada aynı kaşıkla ben, akşam ise sen veya başka biri çorba içtik. Aynı kaşığı kullanmakla ne ben Bulgar ne de sen Türk ya da başka bir millet olursun!!! Seçerek alıntılar verdiğim yazıyı bir solukta okudum. Başımı kaldırdığımda iki büyük martı paralel süzülmüş dalgalara iniyordu. Ayaklarını köpüklü sularda serinletip birlikte kanat çırparak yükseldiler. Onların paralel uçuşu nefes kesen bir güzelliği birlikte yaratıp yaşatırken, kültürler neden birini yiyip bitirmeden yaşamayı başaramıyor? Cevap bekleyen soru budur!


144

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Geçen asır Bulgar ulusal kültürü Osmanlıdan sökülüp kendi başına dal budak salma yolları ararken, ülkedeki geleneksel özgün Türk ve İslam kültürüne yaşam hakkı tanımadı. Halkların kültür taşıyıcıları aydınlardır. Halk ozanlarıdır. Bilgelikle donanmış ermişlerdir. Bizde bir asırda 30 binden fazla seçkin ve derin halk zekâsı, halk mücevheri Vatan değiştirmek zorunda kaldı. Doğup büyüdükleri köyleri anlatan, çiçeklerin rengini ve kokusunu sevgilisinin gözlerine benzeterek şiirleştiren, halkımızın yaşam biçimini tiyatrolarda sahneleyen yazarlar, rejisörler, aktörler özgür yaşamak adına vatansız kalmayı seçmek zorunda kaldılar. Biz bedenen bitirilmiştik, ayakta kalan ancak ruhumuzdu. O hep dimdikti, kültürümüze ve kimliğimize sahip çıkıp sarıldı ve bırakmadı. “Etme komşuna, gelir başına!” diyenler hep haklıydı. Aslında, konuya şu açıdan değinmese de, totaliter çeki yıllarında hem biz hem de Bulgarlar Doğu ve Batı film sanatının hayatımızı karartan büyük bir korku dünyasında yaşadık. Bir yandan Hitlerin Yahudileri yakması, öte yandan İkinci Dünya Savaşı’nın beyaz perde sahnelerinde milyonlarca kör bombanın mahzun insanların, hayvanların, doğanın, yaşamın üzerine dökülmesi, sürgün, hapis, sorgu, işkence hepimizin ruhunu sakatladı. Korku içinde yaşamaya alıştık. Ardından “Amerikan Yaşam Tarzı” dayatan diziler geldi. Amerikan ulusunun diğer ulus ve halklardan üstünlüğünü kanıtlamaya çalışan “Örümcek Adam”, “Süpermen”, “Rambo” vs.vs. onların kültürünün diğer kültürlerden daha üstün olduğunu dayatma yeltenişinden başka bir şey miydi? Vietnam, Kamboçya, Afganistan, Irak, Kuveyt vb. saldırı savaşlar hep üstünlük dayatmak uğruna kundaklanmadı mı?! Aynı amaçla halklar birbirine düşürülmedi mi? Türk serilerinin beğenilmesi, çok izlenmesi ve tutulması gerçeğindeki nedenleri, zengin süjelerin gerçekçiliğinde, oyuncuların ustalığında, sunulan sıcaklık ve hoşgörüde, dostluk, iyi komşuluk ve güzellik mesajlarında aramalıyız. Gönüller dolup taşmak için vardır. Türkiye Bulgar seyirciyi aforoz etmek için özel film çekmemiştir. Şu da bir gerçektir ki, Bulgar ve Türklerin dünyayı etkileyecek nitelikte henüz işlenmemiş birçok ortak konuları vardır. 19. yüzyılda İstanbul’da 29 bin Bulgar yaşadı. Bulgar dokumacı, abacı ve kaytancı dernekleri vardı. Bulgarlar Sultan Saraylarında at bakıcıydı. İlk Bulgar gazetesi İstanbul’da çıktı. Bulgar Uyanış Çağı aydınları İstanbul Robert Kolej’de, Taşlı Tarla Lisesi’nde, Galata Okullarında öğrenim gördü. Osmanlı Tanzimat Kültürünün yani Osmanlı Uyanış Devri sanat, edebiyat ve kültürünün oluşturulmasında Bulgarların önemli katkısı olduğu dikkate anıldığında, bu konuları işleyen ortak yapım beyaz perde ve küçük ekran eserleri beklemekte haklıyız. Bu yapıtların etkisinde ne Türkler Bulgar ne de Bulgarlar Türk olur. Biz bu topraklarda 1.000 yıl-


Makale ve Analizler - 2014

145

dan beri yuvarlana yuvarlana beraber biçimlendik. Dünyaya kültür sunan kendisi kültürlü olandır. Kültür kültür yemez ama kültür besler. Olaya böyle bakmak zorundayız. Bulgar halkının Türk kültür eserlerine ilgisi doğaldır. Martıların uçuşunu izlerken aklıma konuya uygun bir kartal fıkrası geldi: Sarp kayalıktaki yuvasında kuluçka yatan anaç kartal ileri geri ederken yumurtalarından birini itmiş ve yumurta köye kadar tekerlenip kuluçka yatan bir tavuğun yanında durmuş. Tavuk, “bendendir” deyip yumurtayı gagasıyla altına çekmiş. Derken yumurtalar delinmiş, kartal yumurtasından çıkan siyah tüylü yavru sarışın civcivlere karışmış. Yavrularını yemlik çöplük gezdirip bulduğu ile besleyen ana tavuk kartal yavrusuna da yem yemeyi öğretmiş, ama kendisi uçmayı bilmediğinden, ona uçmayı öğretememiş. Kartal yavrusu beyaz piliçlerin arasında yem gagalayıp, tastan su içerek evcilleşmiş. Bir gün tavuk kümesinin çatısına bir kara kartal konmuş. Bir de ne görsün, piliçlerin arasında kara bir kartal yavrusu. Çatıdan sıçrayıp yere inen kartal tavuklaşmış yavruya: - “Hadi uçalım!” demiş. - “Uçmak nedir? Ben uçmayı bilmem ki!” olmuş yavru kartalın cevabı. Kartal yavrusunun uçmayı bilmediğini, kartal olduğunun bilincinde olmadığını, tavuklaştığını gören yaşlı kartal, çok üzülmüş ve: - “Haydi, aç şu kanatlarını, benimle birlikte koş, koş, koş ve hadi havalan!” diyerek, genç kartalın ayaklarını yerden koparmış, havalandıkça havalanmışlar ve bir daha geri dönmemişler.” Evet, çok düşündürücü bir masal değil mi?. İnsanın aklına hemen Bulgar ve Türk sinemacılığı bir işbirliği ve ortak yapım sözleşmesi imzalayıp ortak eserler yaratsın ve olay birsin gibi fikirler geliyor. Bizim özgün kültürümüz baltalandığında biz de aynı çileyi yaşadık, uçmayı (Türk olduğumuzu) neredeyse unutmuştuk. Fakat, Allah büyüktür. Onun iradesi olacak, içimizde kötülük yok. Tavuklaşma yani öz kimlik değiştirme, kültür yitirme olayının Bulgar komşularımızın başına gelmesini istemiyorum. B,z hiç birimiz istemiyoruz. Bu sakat ve kötürüm bir komşuyla yaşamayı kabul etmek olur ki, doğamıza tamamen aykırıdır. Olacak ya, yazar Fuçecieva, Bulgar film sanatının yavru kartal durumuna düşmesinden korkuyor. Şunu önemle ve altını çizerek beyan ediyorum, Türk-


146

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lerden, Türklükten, Türk sanatından, Türk kültüründen, Türk yaşam tarzından, Türk’le komşuluktan hiçbir kimseye hiçbir zaman zarar gelmemiştir ve gelemez! Kötülük etmek, Türklerin doğasına aykırı olandır. Bir gönül ve güzellik esintisi olan Türklük herkesin ayaklarına “kum gibi sarılır”, “bacaklarına deniz suyu gibi dolaşır” ama bıraktığı iz ancak bir öpücüktür ve hep kendini bekletir.

Adalet Mülkün Temelidir

Raziye Çakır-04.Ağutso.2014

Bu cümle ilk defa masama geldiğinde, ne Rus ne de Bulgar dillerine tercüme edememiştim. Bu kişiye özel bir kanun değildir. Devletin dimdik ve hakça duruşunun simgesidir. Eski totaliter ülkelerde yasama, yürütme ile yargı birbirine örüldüğü ve tek kafadan aldığı emirlerle çalıştığı için, adalet mülkün temelidir dediğimizde gülünç duruma düşerdik. Bulgaristan’da böyle bir maddesi olan kanun olmadığından bunu anlamak da zordu. Mülk devletindi. Köylü taşınmazları kooperatifin yani yine devletindi. Devletin her şeye hakim olduğu bir ülkede nasıl adil olunur. Bir defa adalet olması için en az iki taraf olması gerekir. Bu ülkelerde mülk sahibi tekti, mülk devlet tekelindeydi. Eski kanun kitaplarına baktığımızda adaletin en yüce hakemi hükümdardır: Padişahtır, Çardır, İmparatordur. Örneğin bir yerde okumuştum. Osmanlı zamanında Kahire, Şam ya da Sofya veya Belgrat Mahkemeleri ne gibi karar alırsa alsın, eğer bu bir idam kararı ise, hükümdarın imza ve turası ile tasdik edilmeden asla uygulanamaz. Şöyle yani Vasil Levski’nin asılıp asılmadığı konusu bu bakıma tartışmalıdır, çünkü Sofya Mahkemesinde hakim Pençeviç’in gereği görüldü, idamına karar verildi deyip kalem kırması, Levski’nin asılması için yeterli değildir. Adaletin son merci Sultan’dır. Usule göre, bu gibi bir mahkeme kararının bir de Osmanlı Sultanı tarafından İstanbul’da imzalanıp mühürlenmesi gerekmektedir. En yüksek yargı Sultan hükmüdür. Bu arada Vasil Levski hayatına kendi son verdiği için böyle bir onaylı karar, yani “Apostolu asın!” emri Sofya’ya geri gelmemiştir.


Makale ve Analizler - 2014

147

Yazıma Levski ve Padişah onaylı bir yargı organı kararıyla başladığım için özür dilerim, çünkü ben sizin mala, mülke ve taşınmazlara olan ilginizi biliyorum. Fakat bu arada şu Levski-Pençeviç, öldü mü, asıldı mı konusunu bitirmeme izin istiyorum. Bulgaristan’a en gittiğimde her yerde Vasil Levski’nin anıt, büst, portre, sergi ve ekspozisyonlarıyla karşılaşıyorum. Futbol takımı ve okul atları da hep Vasil Levski. Son gidişimde, Svilingrad kenarından geçerken sol yanda harmanı andıran ve içinde eşek ve katırların otladığı bir boşluk alan dikkatimi çekti. Şimdi oraya çok büyük bir “Levski Anıtı” dikeceklerini öğrendim. Anıta Disney gibi inen çıkan trenler takılacak, gelip geçenlerin çocukları bu trenlere binmek isteyecek...... ve çok para kazanılacakmış. Ben şahsen Levski’nin Osmanlı’dan ayrılıp bağımsız ve egemen bir Bulgaristan için hak ve hukuk içinde mücadele ettiğine, Yunanların 1829 Ayaklanması Program ve Tüzüğünü örnek aldığına inanmak istiyorum. İnanmadığım bir şey varsa, Türklerin çok ekmeğini yemiş olan Apostol’un, Yunanların 1829’larda yaptığı gibi Türklerin mallarını ve mülklerini ellerinden aldıktan sonra, köylerini yakacağına ve herkesi katledeceğine de inanmıyorum, daha doğrusu inanmak istemiyorum. Komite kurmak, gazete çıkarmak, devrim davası ve halkın uyandırılması için para toplamak başka bir şey, soygun yapmak, insan öldürmek veya köy yakmak başka bir şeydir. Tarihin derinliğinde Sofya’da bakılan “Araba Konak” davasının temelinde Dimitır Obşti ve arkadaşlarının Osmanlı kervanından altın çalması yani soygun ve tutuklanıp mahkemeye düştükleri var. Bulgarların Türk zaptiyelerine yardım ettiği ve hırsızların ele geçirilmesinde rehberlik hizmeti gösterdikleri da bilinir. Levski komitacı arkadaşları tarafından ele verilmemiş olmasaydı, idam cezası alması asla mümkün değildi. Üstelik mahkeme heyeti Başkanı Pençeviç İstanbul’da kendi evinde misafir etmiş bir kişidir. Komitacılık için Levski’ye para verdiği biliniyor. Yargıç Pençeviç bir Bulgar’dır. Ruse eyaletinden olup, İstanbul’da Osmanlı Adalet Bakanlığı danışmanlığı yapmıştır. İşin aslını en iyi bilen zat kendisi olduğundan dolayı, 93 Harbinden sonra, yan, 1877/78’de Bulgaristan Osmanlıdan kopunca İstanbul’dan kaçıp Sofya’ya yerleşmiş, Avusturya’dan çağırttığı yüksek mimarlara para yedip, Vasil Levski’nin Sofya’daki Anıtını çizdirmiştir. Bakanlar Kurulu ve Sofya Belediyesinden para tahsis ederek anıtı kurdurmuştur. Şahsen bana göre, bu anıtın yaptırılmasıyla Pençeviç Bulgar vicdanı, kamuoyu ve tarihi önde kendini sözüm ona affettirmiştir ya da aklamıştır, çünkü klemi kıran hakim kendisidir. Bulgaristan’da yaşayan Türklerin ise, Vasil Levski’nin ele verilmesi, tutuklanması, sorgulanması, arkadaşları tarafından mahkemede karalanması, yargılanması, asılmak suretiyle idam edilmesi cezasına çarptırılması vs. olaylarla uzaktan yakından bir ilgisi yoktur ve olmamıştır.


148

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu açıdan bakıldığında adalet toplumsal huzurun temelidir. Yanlış anlaşılan ve ters yüz edilen bir mahkeme kararı insanları 100 yıl rahatsız edebilir. Bugün Bulgaristan’da yaşayan tüm vatandaşlar Levski’nin egemenlik, demokrasi, hürriter ve adalet davasına saygı duyar. Adalet mülkün temelidir gerçeğine gelince, 2013 ve 2014 yıllarında Kırcaali de dahil olmak üzere, Bulgaristan’ın pek çok şehri gösterilerle doldu taştı, göstericilerle kaynadı, yumruklar havada uçtu, medrese ve camiler önünde mitingler yapıldı, ibadethaneler taşlandı, birçok konuşmacı eşiyle kavga edermiş gibi konuşurken yumruk salladı, karısına “al pılını, pırtını git babanın evine” demeye alışkın olanlar, bu defa da “Türkler Haydi Türkiye’ye” diyecek kadar ileri gittiler. Bu olayların esasında, hukuka saygısızlık temeli var. Bulgaristan’da taşınmazlar ve gayrı menkuller konusunda adaletsizlik hüküm sürdüğü gizlenemez. Adalet konusunda, şimdiki zamanda son söz sahibi olan Padişah ya da Çar değildir. Ahmet Doğan Delyan Peevski ve Boyko Borisov da değildir. Yargı organı mahkemedir, son merci ise yüksek mahkemedir. Soruyorum: 1812 - 1814 Napolyon savaşlarından sonra Almanya, Avusturya ve Belçika topraklarında dikilmiş Rus Kiliseleri, büyük anıtlar, görkemli Rus mezarlıklarına kim bakıyor? Bunlarla ilgilenenler Ruslar değil midir? Kabirler Rus’un mu dur? Bulundukları ülkelerin taşınmazı mıdır? Bugünkü Moskova hükümetinin bu kiliselere bakma, anıtların bakımını sağlama ve mezarlıklara hizmet vermeye hakkı var mıdır yok mudur? Cevap: Vardır. İstanbul’da Ermeni Kabristanlığı var. Bakımsız mıdır? Cevap: Hayır. İstanbul’da Bulgar Hıristiyan Mezarlığı var. Bakımsız mıdır? Cevap: Hayır. Öyleyse, Bulgaristan’daki ata kabirlerimiz, camilerimiz, medreselerimiz, külliyelerimiz, kale ve köprülerimizin neden bakımsızdır. Kostendil’ de “Fatih Cami”nin halini gidin de bir görün! Bakım işlerini Bulgaristan belediyeleri neden üstlenmiyor? Bu işi yapmayacaklarsa, Türkiye makamlarına, Bulgaristan Müslümanlarına neden izin verilmiyor, onarım kapıları açılmıyor? Bulgar devleti mali zorluklar yaşadığından dolayı eski Türk okullarının bakımını yaptıramıyorsa, bu işleri biz soydaşların el elle verip yapmamıza neden engel oluyor?!. Adalet mülkün temeliyse, Bulgaristan’da kalan vakıf mallarımız neden iade edilmiyor! Bu mülkler işlense daha iyi olmaz mı? Düşünüyorum da “Adaletle zülüm bir yerde durmaz!” Ya adalet olacak, ya zülüm devam edecek. Taşınmazlarımız, mal ve mülklerimiz, cami ve medreselerimiz, kapalı çarşılarımız ve otellerimiz konusunda totalitarizm döneminde zü-


Makale ve Analizler - 2014

149

lüm çektik, her şeyimiz alınmıştı. Ruhsal yaşam durmuştu. Şimdi adalet gelecek dediler, bekledik gelmedi, yani zülüm mü devam ediyor. Ne zamana kadar? Bu bakıma, “Adalet olmayınca bir yerde insan düşer o yerde her derde” gibi atasözlerimiz adaletin devlet yönetimi için mutlak bir şart olduğunu herkese anlaşılır bir şekilde göstermektedir. Arzuladığımız, beklediğimiz adalet ilkelerine dayanan demokratik toplumda yaşamaktır. Burada eksik olan bir de insan sevgisidir, insan sevgisi adaletle birleştiğinde beraberinde hürriyet, adalet ve hoşgörü de getirir. Adaletin olmadığı yerde bunların hiç biri olmaz, hak ve hürriyetlerden ise söz bile edilemez. Bu mücadelenin son hedefi: Adalet Mülkün Temelidir ilkesinin yerleşmesi ve galebe çalmasıdır. Adalet olmayan yerde mülk de olmaz. Konum Pazar sohbeti için biraz ağırdı, ama geçen yıl izlediğim olaylardan çok etkienmiştim...

Çıbanbaşı Akıyor

Dr. Nedim Birinci-06.Ağustos.2014

İri Sıçanlar Değirmenden Kaçıyor. Ahmet Doğan Bulgaristan’ı terk etti. Bankacı Tsvetan Vasilev’i tutuklamak için kırmızı bülten çıkardı. Milletvekili Delyan Peevski Ahmet Doğan’ın kayıtsız oğullarından biriymiş. Bir yıldan beri ağrısı sızısı kesilmeyen Sofya hükümeti dağıldı yani çıbanbaşı patladı, iyice irinleşmişti, akıyor da akıyor. Kısmetse 5 Ekime kadar savar da toplum huzura kavuşur, her şey yerli yerini bulur, patatesler tohumluklar arasından çürükler ayrılır ve yeni dönemde işler yoluna girmeye başlar. Bu bir umut, Cumhurbaşkanı Rosen Plevneliev’in demeçlerine bakılırsa ve milletvekilleri denizden dönüp bütçe ve sağlık kasası yasa değişikliği yapmazsa , 3 aydan sonra Bulgaristan maliyesi çökecek ve devlet büyük zarar görecektir. Daha önce başımıza gelmediğinden ve bu konuda lehçemizde gelişmiş söz ve deyimler olmadığından irinleşmeyle, çürük patateslerle ve pansumanla anlatmaya çalıştığımız hasta olayın gerçek yüzünü öğrenince üzülmemek elde değil, çünkü sonu sonunda Bulgaristan bizim Vatanımızdır.


150

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Anlaşılan defteri dürülen hükümet, yerine ısınamadan, bir yaşını doldurunca düştü. Zaten 2013’ün Haziranında malî işler oligarşisine en iyi hizmeti kim verebilir arayışı içinde kurumuştu. O zaman “daha iyi hizmetçi bulunma” yarışına 2 yüksek maliyeci ön plana çıkmıştı. Biri, eski Başbakan İvan Kostov hükümetlerde maliye bakanı ve son yıllarda Ulusal ve Dünya Ekonomisi Üniversitesi (UNSS) Finans Dekanlığı Başkanı olan Plamen Oreşarski’ydi. O, işine pek ısınamadı. Yerli yabancı oligarşi zenginlerini birbirine düşürmeyeyim gayretine girdi. Bir yıllık başbakanlık süresinde eski maliye bakanı ve başbakan İvan Kostov’u mali danışman olarak kullandı. Bir yılda ne yapılmaması gerekirse yaptılar ve iktidar finans bataklığına saplandı. Sepetteki yumurtalar kırıldı. Kabinenin her adımı muhalefet tarafından ateşle karşılandı. Pl. Oreşarski’nin Başbakan olmasına karşı direk olarak başkaldıranlardan biri 33 yaşındaki HÖH milletvekili, iletişim araçları patronu Delyan Peevski oldu. Peevski, ona “Ben senden daha zenginim, başbakan ben olacağım!” dedi. Fakat söz geçiremedi. Küstahlıyla kaldı. Peevski’nin daha önce Bulgar tarihinde görülmeyen yüzsüzlüğü biz Türkler için hayır işine alamet değildi. Kulis ardından (saraydan) onun iplerini çeken “Mafya Başı Ahmet Doğan’ın küstah gencin babası olduğu anlaşılınca ortam yatıştı.” Yalanın ortaya çıkmasına hem Bulgarlar hem de Türkler güldü. Bulgaristan politikasını her gün karıştıran Peevski’nin Ahmet Doğan’ın şımarık oğlu olduğu ortaya çıkınca “lider” dayanamadı, sarayıo terk etti ve İsviçre’nin “Zuk” şehrine yerleşti.. Şu dönem “Seyşel Adalarında” göbek kızartıyor. Şu sıkıntılı günlerde, çaresizlik içinde HÖH - BSP - “Ataka” artık birbiriyle konuşmaz oldu. Sıra yenilgilerden her birinin hesabını verecek olan en başta Ahmet Doğan’dır. Suçlular ülkeden kaçıyor. Stanışev Brüksel’e sığındı. Nikolay Barekov da Brükseli boyladı. Son dönemde Bulgaristan’da en çok kullanılan terim “Şeytanlar ve Şeytanlıklar”dır. Haziran 2013’te Başbakan koltuğuna oturmak isteyen 2. maliyeci, bankacı Tsvetan Vasilev’ti. Bugün artık Avrupa Birliği ülkelerinde kırmızı bültenle aranıyor. 3 aydan beri Avusturya’da gizlendiği ortaya çıktı. Bu hükümetin düşmesine somut neden Daniel Peevski ile onun kavgası oldu. Peevski bir basın açıklamasında şunları açıkladı: “Birçok başka Bulgaristan vatandaşı gibi Tsvetan Vasilev de devleti yönetme biçimini kabul etmiyordu. Onun inancına göre, devletin yeni politik tasarımlara ihtiyacı var. Vasilev kendini başbakan rolünde gördü. Zengin olduğundan dolayı her şeyi yapabileceğine inanmıştı. Yönettiği Korporatif Ticaret Bankasından (KTB) 3 milyar 500 milyon çaldı. Ülkenin tüm malî işler sistemi deprem geçiriyor. Kayıplara karışan paraların 2 milyon 360 bin le-


Makale ve Analizler - 2014

151

vası Vejdi Raşidov’un olduğu anlaşıldı. O, oğlu Vadım’i, gelinini ve torunlarını Alp Dağlarında Tirol bölgesinde bir otel sahibi yaptı. Gençleri Avrupa’ya gönderdi. TV’de yakınmaları bitmiyor. Korporatif Ticaret Bankası’nın (KTB) boşaltılıp çökertilmesi. Banka (KTB) bünyesine, hesapları aynı bankada olan ve mali işleri bankanın görevlileri tarafından yönetilen 350 şirket bağlandı. Biriken kişisel mevduat, maaşlar, emekli gelirleri, kira gelirleri, ticaret kazançları bu 350 şirkete hep kredi olarak dağıtıldı. Banka kontrolündeki bu şirketler kredi zengini oldu. Onlar, parayı yatırım ya da ticarette işleteceklerine, tefeci - faizci tezgâhında dokumaya başladı. Kredileri toplama artık tamamen imkânsızlaştı. Ekonomik hayat durup dondu. Birkaç kişi çalıştıran işyerleri maaş ödeyemiyor. Sonuçta, içi boşalmış olan en büyük özel Bulgar bankası beyaz bayrak dikti. Halkın tasarrufları el değiştirdi. Meclis dış borç alıp çöküşü durdurma konusunu görüştü ama karar alamadan dağıldı. Yeni hükümetin kurulması Kasım 2014’i bulursa, mali işlerde işin içinden çıkılması güç olur. Doğan’ın oğluna göre, “KTB bankası içten çökertildi. Kayıp paranın 300 Milyon Euro’su HÖH’ e yakın şirketlere verildi.” Bu açıklamasındaki inci: 2013 Haziranı’nda Başbakan olmak isteyen üçüncü kişi Kooperatif Ticaret Bankası (KTB) sahibi Tsvetan Vasilev’ti. Peevski’nin anlattığına göre, Pl. Oreşarski Bakanlar Kuruluna yalnız girip çıktı. Haziran 2013 ve Temmuz 2014 döneminde Bulgaristan’ı biz Tsvetan Vasilev ile ikimiz yönettik. (Bu tümceyi 26 Temmuz 2014 tarihli 24 Saat gazetesindendir.) Daniel Peevski çok önemli şu açıklamada daha bulundu: 1) Beni Ulusal Güvenlik Devlet Ajansı (DANS) Başkanlığına şu kişiler atadı: a) Hak ve Özgürlükler Partisi HÖH - DPS Partisi Başkanı Lütfü Mestan; b) Sosyalist Parti Başkanı BSP Başkanı Sergey Stanışev ve c) Başbakan Plamen Oreşarski. d) Kuşkusuz bu işin ardındaki gölge babası Ahmet Doğan’dı. Çıbanbaşı akıyor. Peevski’nin kendi itiraflarına göre, şimdi hala elinde tutmaya devam ettiği “Telegraf”, “Monitor” ve “Politika” gazeteleri ile “TV-7” programını (KTB) bankasından yani Ts. Vasilev’ten aldığı paralarla ele geçirdi. Bulgar basınına göre, HÖH ile BSP’yi temsil eden bu iki zenginin arasının açılması önce mali alanda kızıştı. Şiddetli kapışma Rusya’nın “Güney Akım”


152

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

gaz boru hattı konusunda Bulgar bankalarına aktarmayı öngördüğü 3 milyar leva ile de ilgilidir. Ganimetin paylaşılmasında taraflar birbirine bıçak çekti. Hükümet düştü. Şimdi Lütfü Mestan ile Sergey Stanişev’in konuşmadıkları gibi Daniel Peevski ile Tsvetan vasilev de birbirini görmek istemiyorlar. Üstelik Tsvetan Vasilev, HÖH milletvekili Daniel Peevski’yi öldürtmeye azmetti. Başı için 500 bin Euro fiyat kesti. Tabancaların patlamadan kubura girmesi bir ay zaman aldı. Tehdit ardına gizlenmek istenen gerçek şuydu: (KTB) bankası kazdığı kuyuya kendi düştü. Şu anda bankayı kurtaracak işler bir mekanizma bulunamadı. Kaybolan para bütçenin % 15’ine eşittir. Leva - Döviz değer eşitliğini sabit tutan (bordo) da tehlikeye girdi. KTB müşterilerine tasarruflarınızın üstüne bir bardak soğuk su içiniz dediği an Ulusal Ayaklanma kapıdadır. İflas olayı politik sahneyi ve güçler dengesini allak bullak etti: Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) kurultayı toplandı. Sergey Stanişev’in BSP Başkanlığından ayrıldı. Parti içi gerginlik arttı. Daha şiddetli zonklayan BSP-Çıbanbaşı 48. kurultayda biraz aktı. Kurultayda Türk delegeler konuşmadı. Parti başkanlığına 2. turda (Meclis Başkanı) Mihail Mihov seçildi. Modern sol politikaların artık sol kolu yukarı kaldırıp yumruk sıkmakla yürütülemeyeceği bir daha görüldü. BSP içten içe kaynamaya devam ediyor. Partiden ayrılan gruplar partileşseler de seçmen arasında ilgi görmüyor. Nikolay Barekov’un “Sansürsüz Bulgaristan” Partisi de dağılıyor. Barekov’un batak banka başkanı Ts. Vasilev’in bankasından her ay imzasız en az 300 bin leva aldığı ortaya çıktı. Bankanın iflası 6 aylık yeni partiyi çökertti. Çorap söküğü, “Sansürsüz Bulgaristan”ı tescil ettirmek üzere Sofya Şehir Mahkemesi’ne sunulan Tüzüğün, kurucu kurultayda kabul edilen Demokratik Tüzük olmayıp, Barekov’a çok özel otoriter haklar sağlayan başka bir Tüzük olduğu açıklandığında hızlandı ve ulusal boyut aldı. Bu partiyi kurduran da Ahmet Doğan’dır. Nedeni, ırkçı bir oluşum olan “Ataka” partisi itibarsızlaşınca, Türklerer, İslama ve GERB Başkanı Boyko Borisov’a kuduz köpek gibi havlatmak için kuruldu. Seçim arifesinde önce “Ataka” ile “Sansürsüz Bulgaristan” sepetlendiğine göre, GERB partisine çamur atacak kişi ve kurum kalmadı. Bu gelişmelerin seyrinde Barekov AB milletvekili seçildi ve Bulgaristan’dan kaçmak için ayakkabılarını bağlıyor.


Makale ve Analizler - 2014

153

Bu gelişmeler aynasında sarkaç yerinden pek oynamadı. Kamuoyu ajan dosyalarını tam dürmüşken, iflas eden KTB bankası içindeki kredici dosyalarının açılması ısrarı aktifleşti. Halk dilimizdeki “fazla kaşınma yara olur” değimi anımsandı. Bugün yan yana konsa 15 km uzun olan ajan dosyalarından pek bir şey çıkmasa da, çıbanbaşı akarken, irin içinde inci arayanlar var. Bir halkın her evladı ajan ya da katil olamaz! Hitler bile Einstein’i, Hofmann’ı ve daha bazı Yahudileri öldürmemişti. Ajanları tasnif eden, kim devleti için, kim devleti ve halkına karşı, ulusu yok etmeye çalışmış gibi temel konulara açıklık getirilmesini isteyenler haklıdır. Halka ve devlete ihanet etmiş olanlar, Anayasa ve yasaları hiçe sayanlar, yargıyı rafa kaldıranlar gizlendikleri inlerden çıkmak zorundadır. Kirli su temiz suyu hala götürüyor. Bu ne zamana kadar böyle devam edebilir? Durum dayanılmaz olunca, iri fareler - Ahmet Doğan, Sergey Stanişev, Nikolay Barekov, Tsetan Vasilev ve daha birçokları Bulgaristan’ı terk edip kaçıyor. 25 yıllık çöküşün “kahramanları” kaçacak mı!? Yok oluş dosyası böyle mi kapanacak? Sokaklar bomboş, ülkede insan kalmamış. Vatanı terk edenler içlerinde mimlenmişlik ve suçluluk korkusu taşıyorlar ki, hiçbiri geri dönmek istemiyor. Konumuzun biraz dışına çıkarak, 25 yıl sonra olsa da, kimin muhbir, kimin gammazcı, kimin karalayıcı, kimin kışkırtıcı, kimin ihanetçi olduğuna bir daha bakalım. İngilizceden gelen intelligence yani (casusluk) teriminin özünü açalım. Burada her şeyden önce, anadilimiz Türkçemize istihbarata ilişkin kavramların Osmanlıcadan sonra değişik dillerden girdiğinden belleğimizde biraz terim karışıklığı olduğu kanısındayım. İkinci Dünya Savaşından sonra kurulan ve almanca adı “Nahrichtenagentur” - (Haber Toplama Ajansı) olan casusluk ajansı, faaliyetini haber toplama terimi ardına gizlemişti. Sosyalist Bulgaristan, bu işi konu komşu ve yerli yabancı insanlarla ilgili gerekli gereksiz, ulusal güvenlik için hiçbir tehlike ulaştırmayan bilgiler toplamaya indirgemişti. Gizli polis işleri Devlet Güvenliği “DS” adı altına sığındı. Totaliter dönemde muhbirlik, gammazlama, kötüleme v.b. kılıflarına girmiştir ki, neticede insanların birbirlerinden soğumaları, dostlukların bozulması, komşuluk duvarlarının yıkılması gibi sonuçlar doğurdu. Giderek aileler parçalandı ve göçler oldu. Sinsi ve kötü amaçlı kullanılan bilgiler birçok kardeşimizin yıllarca sürgün ve zindanları boylamasına yol açtı. Bu asla istenmeyen bir etkinlik olduğu kadar, devlet eliyle örgütlendiği için ailesine, soyuna, etnik kökenlerine, halk topluluğu bilincine ve ulusal kimliğimize ihanet eden, yönetici olarak başımıza sarılan tipler doğurdu. Bu kililer kişisel menfaatlerini Türklük çıkarlarımızın önüne koydu. Onlar, Türklüğü çökerten terörle soy kırımına hizmet ettiler. Aslında bu gibi kötülükleri yapmak için insanın ne zeki


154

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ne de akıllı olması gerekir. Bir tek vicdanını satması yeterlidir. Zeki ve akıllı olan insanoğullu kardeşine kötülük yapmaz, soyuna ihanet etmez, birlik ve bütünlük bozucusu olamaz. Bu gerçeklikte “Türk’ten hain olmaz!” değiminin kökleri çok derindir. Muhbirlik sürünen insanların işidir. Halkımız her zaman dimdik ayakta kalmayı başarmıştır. Bu anlamda, 25 yıldan sonra da olsa yaramızdan irin akmaya başladı, umudumuz yaranın savması, kökten aklanıp paklanmaktır. Bir de, şu İngilizceden dilimize geçen, casusluk kavramına bakalım. Kavram karışıklığını mutlaka aşmamız gerekir. İntelligence yani casusluk terimi, çok zeki, öngörebilen, zekâsını aklıyla yönlendirip hedef ve strateji belirleyen 20 - 30 yıl öncesini açıkça görebilen insanlar için kullanılır ve bir övgü niteliğini dile gelir. Bulgarcada zekâ sözü ayrı bir terim olarak yok gibidir, olsa da kullanılışı açık anlamlı olmayıp güncel kullanımı seyrek ve ifadesizdir. Belki de bu çekingenlik “zeki adamdan korkmalı” deyiminde gizlenir. Örneğin Bulgar istihbaratı “DS” generalleri Ahmet Doğan’ı Rus dış istihbaratı KGB’ye önerirken kendisi hakkında sundukları hal tercümesinde “mudriy” sözünü kullanmıştır. Rus dilinde “mudriy” - başkalarının bilgeliğine sahip olan kişiler için kullanılan bir övgü sözüdür. Kuşkusuz bu da tartışma kapısı açan bir kavramdır. Çünkü ana dili Türkçe olmayan, ana dilini bilmeyen, etniğinin özgün halk kültürünü, edebiyatını, dinini, sanatını tanımayan bir kişi ne kadar “mudriy” bilge” olursa olsun, zekâsında onun kimlik köklerinden gelen bir Türk ve Türklük sahibi olması beklenemez. Bunun böyle olması doğaldır. Ondan Türk kimliği ve kültürüne yarar beklemek boş bir umuttur. İşte bizim 25 yıldan beri içinde bocaladığımız çelişki budur. Önce onun adı “Ahmet” olduğundan bizden bilip toptan aldandık. Onu bizden biri sandık. Mahpushanelerde yatmasını aslı sandık ve bir daha aldandık. Ahmet Doğan örneğinde ismin öz değil, biçim, şekil, simge ifade ettiği bilincine inemedik. Bulgar propagandasından etkilendik. 100 yıl hiçbir Türkü övmeyen Bulgar radyo ve TV’si birden bire “sokol” (doğan) deyince etkilendik. Yalancı propaganda etkisi altında kaldık. Sahte söylediklerini, hain birini bize “lider” olarak kakalayıp dayattıklarını çözemedik. Kavak ağacından meyve bekledik. Kızılcıkların nar portakal toplayacağımızı umduk. Aslında bütün mesele bizim, bize Bulgarlar tarafından sunulan algoritmayı, (Ahmet bilmecesini) çözemememizden, uyuşukluğumuzdan, uyanamamamızdan kaynaklandı. Bizden zeki davranıp bizi aldatarak uyutanlara kızmamıza ve öfkelenmemize gerek yok. Biz bize hediye edilen kumaşın yüz ve tersyüzünü birbirinden ayıramadık. Düğünde bayramda on yüzünü, kirlendiğinde ters yüzünü giyeriz dedik, kendimizi aldattık, oyaladık, kandırıldık... Çeyrek asır böyle


Makale ve Analizler - 2014

155

geçti. Olay budur. Ama şimdi bu sosyo-politik bünyeden harıl harıl irin akıyor. Çıbanbaşı nihayet patladı. İri sıçanlar değirmenden kaçıyor. Şu son gelişmelere bir de (HÖH - DPS) açısından bakalım. 30 Temmuz günü Lütfü Mestan hükümet kurma teklifini Cumhurbaşkanı Plevneliev’e geri çevirdi. “Devleti Bakanlar Kurulu’ndan daha çok severiz!” dedi. Bu devletin yakın geçmişte bizi ezdiğini, şimdi de en doğal haklarımızı vermediğini, tamamen unuttu. Onu dinlerken bir de “Bayram değil seyran değil kaynanam beni neden öptü” sözü geldi aklıma, çünkü GERB ile HÖH arasında Meclis Genel Kurulunda adım adım yakınlaşma var. HÖH hakkında “çıkarcı”, “kandırıcı” gibi sözler işitiliyor. Dün S. Stanişev’le öpüşen Lütfü Mestan bugün Boyko Borisov’un kucağına mı oturmaya hazırlanıyor. Bilinmez artık ama günün sorusu budur. Olayı özetleyen bir masalla bitirmek istiyorum: Kurbağa ile Baykuş Bir leylek her gün dereye inip göl kurbağalardan birini kaldırıp gidermiş. Her gün bir tane, ardından bir tane daha derken kurbağalar azalmaya başlayınca, karşıki ağacın kovuğundan bakan baykuşa sormuşlar: - “Bu gidiş, gidiş değil. Leylek bizi bitirecek! Ne yapalım?” - “Üzülecek bir şey yok. Hepiniz ellerinizle ve ayaklarınızla birbirinize sımsıkı örülün. Hepinizi birden kaldıramaz. Birbirinizden kopmadıkça size hiçbir şey yapamaz.” Cevabını veren baykuş kendinden memnun ötmüş ve kurbağaları izlemeye devam etmiş...Ertesi gün kocaman bir leylek inmiş ve kurbağalardan birini alınca hepsi yükselmeye başlamış. O an biri: - “Hani kaldıramayacaktı?” demiş baykuşa. Baykuşun cevabı şu olmuş: - “Ah bir bilseniz ben hepinizden kurtulmayı ne zamandan beri istiyorum!” Bu masal derin anlamlı. Bir leylek olan BSP partisinin yerini bir baykuş olan GERB partisi alırsa, bizimle ne olur? Yorumlamak istemiyorum. En iyi yorumcu zamandır. Bakmadan göremeyiz. Siz düşünün. Biz vatanımızdan topluca kovulmuş insanlarız. Aynı çekiyi çekenler aynı zekâya sahiptir. Bu arada kolektif zekâ diye bir şey yoktur. Herkes kendi sonucuna kendisi varmalıdır. Biz bugün sürünüyoruz derken, sürünen sürünenin halinden anlar, demek istiyorum. Çekimiz, ortak geleceğimiz aynıdır. Kutlu olsun! İrin söküldü akıyor, iri fareler değirmenden kaçıyor.


156

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Yeni Eknik Model Gerekli

BG-SAM-06.Ağustos.2014

“Bulgaristan Türk Halk Topluluğunun Etno Kültürel ve Dinsel Kimliği” kitabından bir alıntı. Sayfa 360 - 62). Yıl: 2014. Yazar: İbrahim Yalımov. Sofya Yüksek İslam Enstitüsü Bulgar etnik modelinin karakteri ve rolü üstüne açık oturumda tartışma düzenlemek için yapılan iki üç denemede ve biriken yirmi yıllık deneyim esas alınarak, bu konuda daha kesin sonuçlar çıkarma zamanı geldi. Bunlar arasında en önemli olan, bizdeki demokratik reformların daha ilk yıllarında “Bulgarlaştırma süreci” sonucunda beliren etnik bunalımın barışçı çözüm modelinin oluşmaya başlamasıdır. 2008’in Kasım ayı başında Bulgar Ulusal Televizyonu’nda bir konuşma yapan P.E.Mitev, “Etnik Modelin” bir Geçiş Dönemi modeli olduğunu söyledi. Bu model, Balkan Yarımadası yöresinde en şiddetli bizde baş gösteren, etnik krizin aşılmasında yardımcı oldu. Öncelikle sivil toplum sayesinde, bu modelin de yardımıyla kriz bir çatışmaya büyümeden aşılabildi. Somut duruma göre ve somut hedefle geliştirilen bu model geçiciydi, daha öte geliştirilmediği gibi içeriği de açıklanmadı. Değişik bilim ve politika adamları “Bulgar Etnik Modeli” (Ahmet Doğan modeli olarak bilinirve 25 yıldan beri Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) tarafından sözde uygulanıyor.) kavramına çok farklı ve hatta birbiriyle tezatlı açıklamalarda bulundu. Değişik yayın müelliflerinin yönleri farklı tanımlarında bunu görebilmek olasıdır. Şimdiki şekliyle, Geçiş Döneminde oluşan etnikler arası ilişkilerdeki gerçekliklere uygun olmadığı gibi, Avrupa Birliği istemleriyle uyumlu olunması kıstasına de ters olan yanları var. Toplumda etnik düşmanlığının devam etmesi bu sonucu öne çekmemize vesiledir. Şimdiki model azınlık halk topluluklarının sosyal durumunun iyileştirilmesine yol açmıyor. Tam tersine, Pazar ekonomisi saplantısı azınlık nüfusun toplu halde yaşadığı bölgelerde ekonomik durumun kötüleşmesine, işsizliğin artmasına ve dış ülkelere gidenlerin sayısında sıçramalı büyümeye neden oldu. Etnik azınlıkların kendi özgün kültürel değerleriyle ülkenin kültür ve sanat yaşamına tam anlamlı katılma kapıları açılamadı. Bulgar etnik modeli kamuoyunda ve politik güçlerde destek bulamadı. Kamuoyunun daha büyük olan kısmı etniklerin özgün kültürleriyle yaşaması ge-


Makale ve Analizler - 2014

157

reği duyduğunu anlayıp desteklemek istemiyor. Politik sınıf da özgün kültürün tarihsel rolünü görebilmekte zorlanıyor. Demokratik Güçler Birliği (SDS) ile Güçlü Bulgaristan Hareketi (DSB) Bulgar etnik modelinin iyi sonuç vereceğinden kuşkulandıklarını gizlemezken,GERB partisi bu konuda dut yemiş bülbül gibi susuyor. “Ataka”, “Nizam Yasallık ve Adalet” (RZS) ve Makedonya İç Devrim Örgütü (VMRO) partileri içim ise “Etnik model” en büyük felaket oluşturduğundan, kesin olarak ret ediyorlar. Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) ile Hak ve Özgürlükler Partisi (HÖH - DPS) bu modelli ihtiyaçlarına ve çıkarlarına uygun olarak kullanıyor ve onunla belirli politik hedefler gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Bu model, azınlıkların etnik kültürel kimliklerini korumasını garantili biçimde sağlayamaz. Bu modelle, çoğunluk lehinde bir imtiyazlı bir durum garanti edilmekte ve yönetici kesimin (iktidarın) etnik azınlık problemlerine eğilmemesi onlarla ilgilenmemesi garanti altına alınmıştır. Bulgar bilim adamı ve analizcilerinden daha fazlasının da savundukları görüşlere göre, bu model Bulgaristan nüfusuna dahil olan en kalabalık etnik azınlık olan Rom azınlığını ise kapsamına bile almıyor. Balkan ülkelerinde bizdeki etnik modele benzeyen hiçbir model yoktur. Macaristan, Romanya ve diğer devletler etnik sorunları çözmede olumlu deneyim birikimi yaptı. Onlar, etniklerin politik temsilciliği konusunda daha etkili sistem geliştirdi. Macaristan Anayasası, azınlıklara kendi sorunlarını çözmek amacıyla devlet organlarına öneri sunma hakkı getirmiştir. Romanya’da Macar azınlığın ana dili anaokullarında, ilkokullarda ve üniversitelerde okutuluyor. Bizim geliştirilmemiş, özürlü etnik modelimizle kıyaslandığında, bu iki ülkenin deneyimleri daha büyük önem kazanıyor. “Bizde etnik model konusunda sadece geçmişimize ilişkin olarak bir şeyler konuşabiliriz...”2 Bu konuda biz de D. Küranov’un bu sözlerine katılmak zorunda kalıyoruz. Bugünümüz ve geleceğimiz açısından Bulgaristan’da sonuç verecek bir etnik model olduğunu savunmamız ve kanıtlamamız güç olur. Hakikatten, basında, radyo ve TV yayınlarında sık sık bir “etnik model”den söz ediliyor. Fakat bu söylev, problem çözmek için değil, öncelikle Avrupa Birliği (AB) ve komşu ülkeler önünde olumlu bir sima yaratmak için istifade ediliyor. Olayı nesnel olarak irdelediğimizde, Bulgar etnik modeli çoktan kendini yiyip bitirmiştir, tükenmiştir, özsüz bir ideoloji durumuna gelmiştir, bu arada gönüllü ve doğal olarak asimilasyonu ön plana çıkarıp bir şey olmuyormuş gibi dayatan ideolojiye politik kılıf olmaktadır. 2- Küranov D. “Kapital” gazetesi, - Etnik Düğüm


158

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Kuşkusuz bütün bunlar, Bulgaristan bir etnik model gereksinimi duymuyor anlamına gelmiyor. Bulgar etnik modelinin yenilenerek geliştirilmesi gerekiyor. Bu geliştirilerek yetkinleştirme orta planda olmak üzere, ulusal olduğu gibi etnik kimliğin yeniden üretilerek biçimlendirilmesi ilke ve mekanizmalarını sunmak zorundadır. Kamuoyunda derinden derine tartışıldıktan sonra resmen ve hukuksal kimlik kazandıktan sonra, tüm etnik halk topluluklarını kapsamına alacak bir biçimde olmak üzere devamlılık ilkesine bağlı bir devlet politikası olarak uygulanıp gerçekleştirilmelidir. Bulgar etnik modeli şimdiki şekliyle korunmaya ve uygulanmaya devam ettiği takdirde, gizli “eritme” ve “asimile ederek”, “Bulgarlaştırma” politikasında yani gizli şeklinde varlığını sürdürürken, Bulgaristan’da yaşayan azınlıkların etnik, dini ve kültürel kimlikleri açısından tehlike yaratmaya ve olmaya devam edecektir.

Gündöndü Partisi

Rafet Ulutürk-06.Ağustos.2014

Sizin oralarda gündöndü (ayçiçeği) ekilir mi bilmem. Bizde tarla dolusu gündöndü açar. Gündöndü işinde birkaç önemli nokta vardır. Çekirdeği toplanıp ambara girmeden gündöndü hiçbir işe yaramaz. Romanya ve Moldova’da gündöndüler açtığında arılar tarlalara akın eder. Oralarda sarı bal çok meşhurdur. Ham yağ kokulu olduğundan balı bizde pek tutulmaz. Konuk sofrasına konmaz yani misafire tattırılmaz. Bizde bu yüzden arılar gündöndü otlağına salınmaz, pazarda gündöndü balı satılmaz. Amacım size Gündöndü gibi dönen Hak ve Özgürlükler Hareketi Partisini anlatmaktır. O, 1990’da topraktan çıktığında dimdik uzayacak, bir iki çapadan sonra da iri gömeç bağlayacak havası oluştu. Önce HÖH partisi lider kadrosundan kimse şüphelenmemişti. Çünkü toprağın altı karanlıktır. Tohumlar karanlıkta patlar ve biter. Hiç kimde tohumların değiştirildiğini düşünemedi. Halkımız tarlasına mısır ekmiş, ama tohumlar patlayan mısır tohumuyla değiştirilmişti. İlk kazımda, ikinci kazımda yapraklar hep aynı olduğundan kimse bir şey anlayamadı. Gizli polis halkın evlatlarını simgeleyen mısır tohumlarının yerine polis ajanı olan pat-


Makale ve Analizler - 2014

159

layan mısır tohumlarıyla yeraltında gizlice değiştirerek, Bulgaristan Müslümanlarını 25 yıl aldatabildi. Bilirsiniz, mısır eksen birinci ve ikinci çapada seyreltilir, burada tohumlar sıradan değiştirilmiş olduğundan ne kadar seyreltsen de tarlada kalan hep onlarındı. Bu yüzden gündöndü dedim. Çünkü çapalanırken seyreltilmez, nasıl bittiyse öyle uzar güneşe doğru. HÖH partisi ilk yıllarda “haktır”, “hürriyettir” derken daha gömeç bağlamadan büyük büyük yapraklarla yeşerdi. Demek istediğim hayvanların koklamadığı kocaman yapraklar, kocaman gömeç yapar umudu doğdu. Bizi, hepimizi “aslı olmayan laflarla” kandırdı. Sonuç ortada. Hayatımızla hiçbir ilgisi olmayan, bizi yavaş yavaş yok etme politikasını gerçekleştirmeyi amaçlayan “Bulgar Etnik Programı” yumurtladı ki, 25 yıl yerimizde saydık. Bir köyde bir Türk Okulu açılmadı, bir okuma yurdu çalıştırılmadı, bir gazete çıkarılmadı, bir radyo cızlamadı. Fiskos hepsi yalan... Bilirsiniz insanlarımız kısır hayvanı, çiçek döken meyve vermeyen ağıcı tutmaz. Biz bu HÖH - DPS kalpazanlığını çok sabrettik. Ben bu yazımda, HÖH partisini 1990’larda yani ilk yıllarında Bulgaristan’da Türklük boyu yeşerdiği için ve sapı dimdik eğilip bükülmeden boy attığından dolayı gündöndü ile mukayese ettim. Daha dikkatli bakıldığında, bu partinin ilk 10 yılında kimsenin tarlaya giremediğini hatırlayın. Kapı açık, insanlarımız hep Vatandan kovuldu. Çünkü devletin ajan bekçileri namuslu ve onurlu kardeşlerimizi HÖH politik tarlasına hiç bırakmadılar. Çapalama ve seyreltme işlerini gizli polis teşkilatının merkez ve yerel kadroları (subaylar) yaptığından, kendileri istenmeyen kökleri çapasız susuz bıraktılar, kurutup tarla dışına attılar. Hatta birçoklarını Türkiye’ye ve daha bir o kadarını da Batı Avrupa ülkelerine kovdular. Şimdi Ahmet Doğan’ın oğlu Danço Peevskli TV programlarından Benatova gibi gazeteciler, Avrupa ülkelerinde Pazar gezip reportaj yaparken, “Siz geri dönecek misiniz?” Sorusunu soruyorlar. HÖH içinde bir korku var ki artıyor, “Göçmenler yıllardır para pul biriktiriyor, gelip de bizi çöpe atar mı?” korkusu yayılıyor. Okuma yazma öğrenmesi engellenen bir halkın düşünmesi mukayese ile de başlar, burası ile orasını kıyaslayanlar, ekmek parası bulmakta güçlük çeken kardeşlerimizin gerçek durumunu, zorluklarını görüyorlar. “Lafla peynir gemisi yürütmenin olanaksızlığını görmeyen kalmadı!” Yazımı gündöndü yerine yalnız mısırla örgütleseydim, politik analizde, baharda ve yaz aylarında mısır tarlası olarak yeşeren ovada bir tek süt başak mısırı


160

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

bile olmadığını, bütün başakların patlayan mısır olduğunu görecektiniz. Demek istediğim, Hak ve Özgürlükler Partisi 25 yıldan beri işe yarayan bir iş yapmadı. Kaynatılacak ya da köze sürülecek dört mısır koçanı bile yetiştiremedi. Bulgaristan Türk ve Müslümanlarının doğal ve evrensel insan haklarını, özgün haklarını, özgürlüklerini, anadil hakkını, özgün Türk-İslam kültürel sentezini, geleneksel Türk örf ve adetlerini, yerleşik spesifik Türk yaşam tarzını, diğer etniklerle ve ana ulusla etkileşim biçimlerini geliştirerek zenginleştirecek artık bir kadro bile kalmadığını yazıyorum. Biz Türk’üz, bir büyük etnik topluluk olduğumuzdan başka bir ulusun dili, dini ve kültürüyle yaşamamız imkansızdır. Türk kültürü taşıyıcısı olmayan ama bu işten para alıp emeklilik yıllarını dolduranlar arasında HÖH Genel Başkanı Lütfü Mestan’ın olmadığı iddiam doğrudur. Önce Ahmet ardından Lütfü bilmedikleri işlerle uğraşarak, Bulgar devletini olduğu gibi Türk etnik azınlığı da oyalıyor. Başka bir değişle ne iş yapılırsa yapılsın, nasıl raporlar verilirse verilsin, biz mısır üretmek istiyoruz, tarlamızdan ne ekmeklik ne de yemlim mısır toplayabiliyoruz. Her yer bizim işimize yaramayan patlayan mısır var. Başka bir anlatımla yaklaşıyorum. HÖH partisi şu gönlerde yani 2014 yılının 5 Ekim parlamento seçimlerinden öncesi kadrosuz değildir. Ülkenin il ve ilçe merkezlerinde yüksek maaşlı devlet görevlisi olarak atanmış 500 adet HÖH - DPS ana kadrosu var. Ne ki bu kadrolar seçmenin nabzını tutsa da, ne vicdan, ne hafıza, ne bilinç, ne niyet ve ne de hedef olarak bu kişiler bizden değildir. Onlar patlayan mısır üreticileridir. Biz ise, ekmeklik mısır üretiyoruz. Mısır üretimi arttı kandırmacısıyla bizi bitirmek istiyorlar. Burada sözü edilenler HÖH - DPS tarafından yetiştirilen Türk ya da Pomak kadrolar değil, genelde eski polis ve subaylar arasından seçilmiş sadık elemanlardır. Devletin güvendiği kişilerdir. HÖH - DPS dalavereci yönetimine sadık kişilerdir. Bu kadrolar HÖH davasına engel olmak için görevlendirmişlerdir. Ruhları gizli polise bağlı kişilerdir. Şu dönemde kendi ceplerine paracık doldurmakla meşguldürler. Satılmış, sabıkalı, yargısı kesinleşmiş hapis kaçağı milletvekili, mafya uşağı ve oligarşi yamağı Sofya’da devlet dairelerinde konaklı yönetim kadroları dışında işbaşında, aile geçindirebilecek yasal geliri olan HÖH kadrosu yoktur. Bu kadrolar anlatmak istediğim patlayan mısırdandır. Ama bize ekmeklik ve yemlik mısır lazım, patlayan değil. Türk, Pomak ve Müslüman Çingen seçmenle bu kadroların arasında hiçbir ilişki, bağlantı, yardım arama yolu yoktur. HÖH - DPS partisi halkımızdan tamamen kopmuştur. Yani bize gerekli olan ekmeklik mısırdır, HÖH’ün politik tarlasından toplanan ise yalnız patlayan mısırdır. İşimize yaramayan bir üründür. HÖH yönetimi Bulgaristan Türklerinden tamamen kopmuştur.


Makale ve Analizler - 2014

161

Yazdıklarımın politik anlatımı şöyledir: HÖH - DPS sözüm ona “lideri” Ahmet Doğan 1990’lı yılların başında “Bulgar Etnik Modeli” diye bir şey icat etti. Hiçbir Türk ve Pomak’ı hiçbir şeycik hizmeti dokunmayan zamanını doldurmuş ve çöp kutusunda duran bu modelin açıklaması şudur: Bulgar Gizliz Polisi Türkleri ve Pomakları ezmeye, eritmeye, asimile etmeye ve Bulgarlaştırmaya devam etmek için bir sözde Türk partisi kurdu. Bu parti Hak ve Özgürlükler Partisi olarak 24 yıldan beri Türkleri, Pomakları ve Müslüman Çingeneleri ezerken aldatıyor, ulusalcı politikalarda kullanıyor, siyasete yem ediyor. Bu parti ile Türk ve Müslüman nüfus arasında hiçbir bağlantı ve menfaat ortaklığı yoktur ve olamaz. Bu parti Türklerin ve Pomakların tüm Müslümanların menfaatlerini sömürmek, kendi yararına alet etmek, halkımın hiçbir hakkını tanımamak için kurulmuştur. Bu partini sahte yöneticileri Dünyanın ve Türkiye’nin gözüne kül atıyorlar. “Bulgar Etnik Modeli” yasaklanmalıdır. Çünkü hiçbir işe yaramadığı gibi zamanını doldurmuş ve Avrupa Birliği yasalarına ters düşmüştür. Bulgaristan’da Ulusal ve Etnik Halk Toplulukları sorunlarının demokratik ve halka yararlı çözümüne engeldir. Gerçek durum gündöndü örneğinde şöyle ortaya çıktı. Biz Gündöndü Partisi Hak ve Özgürlükler Hareketi güneşi aramak için yani 5 Ekim 2014 seçimlerinden sonra yeni iktidar ortaklığı bulmak için, başını kaldırdığı ana kadar da hep “ikiyüzlü, ihanetçi, dönekti” ama siz bunu anlamak istemediniz. Kimse dirseğin altında kol olmadığını göstermek istemez. Kimse iç yüzünü açmak istemez. Evet, HÖH partisini oluşturan sizsiniz, ama aldatılmışlığınızı tanımak, itiraf etmek istemeyen de sizsiniz, sizdiniz. Gerçekleri işittikçe, bu nedenle, hep bıyık altından gülümsediniz, hatta alay ettiniz. Sayıları her gün artan okurlarımız bize inanmaya başlayana kadar zamsan gerekti. Çünkü gündöndü başını (peteğini) kaldırana kadar köküne bakıyordu. İnsanımız da, “köküne baktıkça aklı başına gelir, hayattan dersini alır” zihniyetine kapıldı. Bir şey deyemedik, bekledik ve işte Gündöndü başını kaldırdı. Ve kime döndü?! Dün, bizim Gündöndü kafalı Lütfü, Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) ye bakıyordu. Stanişev ile Mestan öpüşüyordu. Hani can ciğerdiler! Hani yalnız anaları Türk ve Bulgar kadınıydı! Babaları birdi! Ne oldu? Gündöndü başlı Mestan GERB partisi Başkanı Boyko Borisov’un kucağına oturuverdi. O hiç bilmediği ve anlamadığı işlere bulaştı. “Kahve diplomasi” Avrupa diplomasi tarihine kahve Osmanlı’nın gerileme dönemini başlatan Viyana Kuşatması (XVI. asır) esnasında, Sultanın diplomatları ile Avusturya Kralının sefirleri arasında şehrin içinden geçen dev Tuna’nın adacıklarındaki sarayların birinde başlamıştır. Avusturyalılar o zamana kadar kahvenin ne kokusunu


162

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ne de tadını bilmiyordu. Çok beğenmişler ve işleri uzatarak ara sına Türk kahvesi sefası yaşayalım kararını gizlice almışlardı. Bunu İngiliz Oksford Üniversitesinde savunulan bir doktora tezinde okudum. Osmanlının 400 yıllık çöküş dönemi aslında kahve diplomasi çağıdır. Tarihimizin en verimsiz asırlarıdır. Belki de bu esastan olacak, bizim orada Çelekler köyüne bir defasında düğüne davet edilmiştim. Bizde ortaya yatırılan davul üzerinde demir paraların tıngırtısının hemen ardından kahveler gelir. O yıllarda rağbette olan çavdar kahvesiydi. Açılan konu hep “Şu Osmanlıyı nasıl içip bitirdilerdi?” İbişlerin Mehmet dayı “Şekerli kahveyle içtiler” cevabını yapıştırdı. Herkes şöyle bir duvara tavana bakınırken, sanki yukardan biri ya bu iş tam öyledir, deyecekmiş gibi bir hava oluşurdu. Ardından Ömer ağaların Ömer aga “Evet kahveyle içip bitirdiler” diye ekledi. Kahvenin köpüğü sesli çekildikten sonra Ömer aga Topçuların Yusuf’un Yemenden dönüşte “Arap Kahvesi” getirdiğini hatırlatır ve kendinden memnun “Çavdar Kahvesi”nden bir yudum daha alırdı. Bizde Osmanlı boyunca “çavdar kahvesi” içilmiştir, şimdi en makbulü olan Mehmet Efendi Kahvesine geçilemeden “ekspreso”ya atlandı. Yani hakiki Türk Kahvesi tadı evlerimize girip dilimize damağımıza yapışamadı. Şimdiki şu Borisov - Mestan kahve sohbetleri XXI. yüzyıl boyunca sürerse, bu işe ne şeker ne kahve dayanır. Ne de kaymak kalır. Biz Türk olarak iyice eriyip biteriz. Zaten Mestan Rus klasik Çehov gibi “keçi sakalı” salmış, bize kime benzetecek pek belli değil. 2 yılda tek bir şey icat etti. Kahve muhabbeti. Uzarsa işimize gelmez. Bu bir oyun ama Mestan’da bu oyunu anlayacak ne zeka ne de danışman var!!! Olan hep ters oluyor. Ekmeklik mısır ektik patlayan mısır topladık. Hak ve Özgürlük dedik anadilsiz ve öz kültürsüz kaldık. Türk partisi (HÖH) kurduk, Bulgar polisi partisi çıktı. Doğuya baksın, Türkiye’yi görsün diye Ayçiçeği ektik, bir Stanişev’e bir Borisov’a bakan gündöndü bitti. Son günlerde bir gerçek daha kabak çiçeği gibi açtı. Şu Kasım Dal, Ahmet ajanmış, bilmezdim falan masallarıyla Türkiye’den para koparayım diye yeni parti kurdu. Yeni seçimleri yüzde yüz kazanamayacağını anlayan B. Borisov tutturmasın mı: Ben şu “Reformcu Blok”tan yani Kasım Dal’dan ayrılmam diye. Ne olacak şimdi? Borisov bir koltukta iki Türk karpuzu taşıyabilecek mi? Olabilir ya bu dünyada değişmeyen bir şey yok. Boyko’ya “Türk partileri artık kabaklaştı, ikisi de çedikli, bir koltukta taşıyabilirsin,” demiş olabilirler. Zaten onun Türk ve Müslümanlar konusunda hiçbir şey yapmaya niyeti yok. Kabakları koltuk altına alır, kesilip çekirdeklerinin ekilmesine engel olur ve dört yılda çekirdekler çürüsün ve şu Türk işlerinden iyice kurtulalım diye bekler. Son hedef bu değil mi? Gündöndü partisinin bize faydası işte bu kadar. Kasım Dal’a


Makale ve Analizler - 2014

163

gelince, dana anasının yolunca yürür. Şaşılacak bir şey yok. Ahmet “Bahama adalarında”, oğlu Danço Beevski işlerin başında, Lütfü Mestan sol sağ derken ne yapacağını iyice şaşırmış!!! Yeni bir Kurultay toplayıp döneklerin “liderlerin”, çotanakların, evlatlıkların, 5. 6. 7. karıların vs. hepsini politika çöpüne atma zamanı gelmedi mi? Ne Krallık, ne Sultanlık zamanındayız! Biz Balkanların en zeki insanlarıyız. Tarihte hak ettiğimiz yeri birlikte bulalım.

Sen Çöp Bile Olamazsın! - 2

Seyhan Özgür-06.Ağustos.2014

Lider eğitimi ve yüceltme konusunda dünya literatüründe verilen örneklerde en sık rastlanan şudur: Köylüler orman kesmeye gitmişler. Öküz ve at arabalarla, balta, satır, urganlarla, çoluk çocuk ve ekmek çıkılarıyla durmuşlar orman kenarına. Bu arada aralarından biri en yüksek ağacın tepesine çıkmış, ormana, yola, etraftaki çayırlara, dere ve göllere bakmış ve “bu istikamette keseceksiniz” demiş. Köylüler ekip kurup başlamışlar kesmeye. Kesenler, tomrukları dallardan temizleyenler, onları orman içinden birer birer yola çekip arabalara istif edenler ya da kesim işini yönetenler değildir “lider”, bu işte “lider” olan yola ağacın tepesine çıkıp şu yönde keseceksiniz diyen oduncudur. Bizim “lider Ahmet” ne yaptı? 1989’un Mayıs ayının 20. Günü Pazarcık hapishanesi avlusuna gelen bir İç İşleri Bakanlığı helikopterine bindirdiler seni, Şumnu ile Varna arasında Türk köylerinde isyancılarla silahlı polis ve askerler arasındaki çarpışmayı gösterdiler. Sen gerginliği gördüğünde, gökleri delmeye hazır çapa, tırpan ve satırları gördüğünde “ateş açmadan bu iş düzelmez!” dedin. 4 kişi can verdi, 17 kişi yaralandı, yaralıları poliklinikler almadı ve İstanbul Çapa Hastanesi’nde tedavi gördüler. Sen köylülerin önüne geçip, tankları durduraydın, şarjörleri dolu polislere silahlarınızı indirin, deseydin, kan dökülmesini önleseydin, belki “lider” olarak kabul edilebilirdin. Sen zordan kaçan ve düşmana hizmet sunan biriydin. Sen o zaman ve bugün bir haindin ve öyle kaldın. Sen politik olarak cahil ve körsün ve “ben körsem onlar da kör kalmalı!” mantıyla halkıma kıydın.


164

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Köylü kadınlara, çocuklara, hamile gelinlere silah çekmiş canilere “Durun ne yapıyorsunuz!” diyemedin. “Halkı yatıştırmadın!” Halkımızın üzerine ateş açanların saflarında yer aldı. Sen o zaman bir kuklaydın, bugün de aynısın, yarın da yaşlı bir kukladan başka hiçbir şey olamazsın. Sen ipi çekilen birisin ve “lider” olamazsın. Büyük göç zamanında da öyle yaptı. Halkım Vatanını terk ederken, sen Bulgar generalleri ve Rus diplomatlarıyla Bulgaristan’ın Türklerden temizlenmesi şerefine “şerefe” diyordun. Türklerin hepsi gitmeyince, Razgrad köylerinden Türkiye’ye gidip gelen, otobüs satın alan ve Kırcaali bölgesinden ekonomik göç seline vize satarak ve taşımacılık yaparak hizmet verenlerin yanında yer aldın. İzinleri verdiren sendin. Bu iş için otobüs sahiplerinden 400 bin - 500 bin Alman Markı (DM) aldığını bilmeyen yok. Tam o zaman cebin para gördün ve sen “lider” kesilmeye başladın. Sözün geçmeye başladı. Türklerin Bulgaristan’dan kovulması davasına hizmet ettin. Halkını Vatanından kovan bir kişi “lider” olamaz. Aslında Türklerin tarih boyu Türk ırkından olmayan lideri olmamıştır. Sen taa baştan sahteydin, çakmaydın, dayatılmıştın ve başkasının hizmetindendin... Gençler arasından zeki, akıllı ve cesurlar yetişir ve benim hesabımı görür korkusuyla Türk gençleri Vatanlarından kovan da sensin. Nasıl olsu da Oktay Yenimehmedov’u göremedin. İmanını gevretti ama, kürsüye çıkmak var da, bir de yüksekten düşmek var ki, sen bunu yaşadın, paraşütle düşme imkanın da olmadı, nasıl serildin yere ha, doğrusunu istersen Oktay seni çöp torbası gibi fırlattı... Sen, Oktay’ın haklı olduğunu biliyorsun, değil mi. Çünkü çok ileri gittin. İnsanları ezdin, adalet duygularını yok etmeye çalıştın, Türk’ten köle olmadığı anlaşıldı, bir de çok zavallı olduğun ortaya çıktı. Bir az değil, çok korktun Oktay’dan değil mi. Bu korku seni bitirir... 1300 lise öğrencisi Türkiye devlet bursuyla Türkiye’ye ve KKTC’ne ve başka ülkelere okumaya gönderildi. Sonra ne oldu, geri yalnız birkaç kişi geldi. Neden mi? İnsanlar hürmüşler ve istedikleri yerde kalabilirlermiş. Git sen bu göstermelik işleri başkasına anlat lütfen. En büyük özgürlük insanın Vatanında yaşama ve çalışma, ailesini geçindirme, çocuklarına ve torunlara bakma, istediği yerde doğal koşullarda yaşlanma özgürlüğüdür. Bir kişiyi Vatanından kovmak hürriyet değil, düşmanlıktır. Memleketin değişik köy ve kentlerinde bıraktığın çocukların adlarını bile bilmiyorsun, birine okul harçlığı vermemişsin, babasız büyümüşler, öksüzlerine yardım eli uzatmamışsın, nerede insanlığın senin. Seni Başına diktikleri Hak ve Özgürlükler Partisi Türk ve Müslümanların partisidir. Bulgaristan’da yaşayan Türkler ve Pomaklar bu partiyi kurmak için


Makale ve Analizler - 2014

165

hapislerde çürüdü, çile çekti, 1970-80 dönem çocuklarımız cılız, ezik ve bitkin büyüdü, çünkü sürgün edilmiş, “Belene” kampına atılmış, hapis zindanlarında tutulan babalarını düşünüyorlardı. Anneleri her gece ağalarken üzülüyorlardı. Babaları evde olmadığı için ağır işleri kucaklamak zorundaydılar. Kahramanlarımız sen gibi VİP Hücrelerde kalmadı, hapis günlerini dağ evlerinde viski içerken geçirmedi. Unutma sen halk düşmanı çalışmalarına hapishanelerde devam ettin, pazarcık hapishanesinde işe gitmeden İhtiman kasabası dökümhanesinde usta ücreti alıyordun, oysa sen Orlin Zagorov’un (Şükrü Tahirov’un İstinata “Gerçek” Bulgar isyan’da 1985-90 yılları arası Türkçe basılan tek kitaptır) üzerinde karşımızda yapacağın konuşma için hazırlık yapıyordun. Cumartesi ve Pazar günleri karşımıza dikilip konferans veriyordun. O zaman gizli polis ve hapis dışında kamuoyu oluşturanlar, hapsedilmiş Çingeneler sözde seni çok sevdikleri için çapa, kazma ve kürekle çalışmak istemediğin konusunda Hapishane yönetimine bir mektup göndermişlerdi. Kan kanı çeker, ama böyle bir şey yoktu, hiçbir işe yaramadığın için Bulgar polisi de ne yapacağını iyice şaşırmıştı. Sen Bulgar olduğumuzu kafamıza sokmak isteyendin, devamlı ve değişmez konferansçıydın. Türk olduğumuz için hapis cezası çekmemiz azmış gibi, bir de yorgun argın, elimizde kalem ve defterle senin gevezeliklerini dinlemek zorundaydık. Sen o zaman da “lider” değildin, biz ek ceza almamak, tuvalet temizlememek, patates soymamak ya da avluyu süpürmemek için kendimizi dinliyor ve işittiklerimizi anlıyor havasına giriyorduk. Kimi defa soru bile soruyorduk. Hapishanede ayna yoktu, olsaydı, bir gün seni tuvalette yakalar ve “kendine bak be şopar” deyip kafanı aynaya toslardım, ama kısmetin varmış ucuz kurtuldun. Unutma: Bizim seninle hesaplaşmamız henüz bitmedi. Sen polisin gözdesiydin, yemeğini ayrı veriyorlardı, sıraya durmuyor, temizlik yapmıyor, süpürmüyor ve işe de gitmiyordun. Gel keyfim gel. Biz senin ciğerinin beş para etmediğini daha o zaman biliyorduk. Sana havale gelmese de, sık sık görüşmeye gelen sarışın bir kızcağızdan paketler aldığını görüyorduk. Sen bizi o zaman da satıyordun. Gelen yemeklerden, kutulardan, paketlerden, köfte ve kaşarlardan herhangi bir mahkûma bir yudum verdiğini görmedim. Bazen bize bir şey kaptırmayayım diye yemeğini tuvalette yediğin dikkatimizi çekiyordu. Bilmem nasıl söyleyeyim, sen çok zavallıydın. En kötü yönünse ikiyüzlü olmandı. Bir gün Hakkı’nın dişi ağarmıştı. Yanına gelip aspirin, dezotopan falar gibi ağırı kesici istedik. Nerede, “yok” dedin ve kestin. O zaman da seni kollayan Bulgarlar vardı. İşittiğime göre şimdi artık “Saray”da birlikte yiyip içiyormuşsunuz. Sözde devlet işleri senden soruluyormuş, unutma bir tuvalet yapmamış bir kişi, bir ev,


166

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

bir bina yapamaz. Kimseye hayır yapmaya da kalkma, sen günahkâr birisin, çok kötülükler etmişsin ve olmaz. İşittim, köyünde camii inşa ettirmişsin, cemaat girmiyor, toplanıp namaz kılmıyormuş, okul yaptırmışsın, kapılarını açan yokmuş hepsi küflenmiş, şimdiye kadar yaptığın işlerde yalnız şeytan anana bir ev yaptırmışsın geçse geçse o hayırdan geçebilir. “Görünen köy kılavuz istemez” senin yerin artık bellidir. Bu kadar kötülük, bu kadar ihanet ve hainlikten sonra senin ahretteki yerin bellidir. Son dönemde Sultanlar gibi yaşasan da, bunlar geçicidir, senin yüzün gülmez. Bir de son dönemde dışarı çıkmaz, konuşmaz ve bir tuhaf olmuşsun: “Kuşlar ayaklarıyla, insanlar dilleriyle yakalanırlar,” atasözünü işiteli konuşmaz olmuşsun, bir şey söylerimde işleri karıştırırım diye kokuyor, diyorlar. Bu atasözü senin bahçendeki uzun tüylü kuşları için pek geçerli değildir. Onlara yem verirken kendini asaletli zannettiğini işittik. Asalet doğuştandır, kuş falan beslemekle asil olunmaz. Hem de onlar Afrikalı olduğundan, bizim ne duamızı ne de ricamızı anlarlar. Bulgarlar senin kafanı hakikatten yıkamışlar. Pek zor olmamış gibime geldi. Anlaşılan senin Türklük dolu hafızan olmadığına göre, anı kutunun içi bir üflemekle temizlenivermiş. Hapiste falan içine fazla bir şey de girmediğine, bundan böyle de işittiklerinle veya sana söylenenlerle idare ediver. Hükümet danışmanı olarak maaş alıyormuşsun. Ne diye veriyorlar acaba bu paraları. Sen son senede hiç bir iş yapmayan bir hükümete ne akıl vermiş olabilirsin? Bir de bırak şu kitap, el kitabı falan yazma işlerini. Çünkü kitap yazmak zor iştir. Bir de “liderler” kitap yazmaz. Bildikleri kendilerine, bilmedikleri ise başkalarına yeter. Hz. Muhammed (sav) şöyle demişti: “Hiç ölmeyecek gibi bu dünya için, yarın ölecekmiş gibi de ahret için çalış.” Sen hiç bir zaman hiçbir yerde çalışmadın. Ömründe hiçbir vergi ödemedin. Sağlık sigortası da yatırmadın. Emekliliğin ne olacak? Sen halledersin nasılsa... Bizim köylülerimiz bu işleri kıt kanaat gelirleriyle yapmaya çalıştıklarından, seni anlamakta güçlük çekiyorlar. Sen eskiden arasına köye kasabaya uğrardın. Şimdi insanları hepten unuttun. Sen kendilerini tanımıyorsun ama son 25 yılda yeni bir nesil yetişti. Yaşlılar ise Avrupa gittiler. 1989 Mayıs Ayaklanmasına katılanların hepsi cennetlik olmuş. Bu gidişle hiçbir işe yaramadığından, Senden Çöp Bile Olmaz!


Makale ve Analizler - 2014

167

Damlalar Toplanıyor

Raziye ÇAKIR -07.Ağustos.2014

Gökten düşmeden yerde toplanmaz! Diyenler haklı. Edebiyatçılarımız açısından bu, “yazmadan kitap olmaz” şeklinde ifade bulurken, maşallah 2009’da bir, 2010’da 2. ve şimdi de 3. kitap. Ön Söz’ü kaleme alan Haşim Semerciye katılıyorum: “Bu da başarı sayılmazsa!” Hele bizim beklerken aşınan kıt kanat şartlarımızda... Genelde yazı yazmak bizim içimizde mayalanan şeyleri dökmek gibidir, şiir de öyle. Eğer birikenin hepsini dökmesek içimizde kalanlar sirkeye dönüşür. Yasaklar kalksın, havalar değişsin, kalemler sivrilsin diye beklerken ruhumuzu aşındı. Şair ve yazar Selahattin Şakir hayallere hamallık etmemeye karar verip, çözüm bulmuş, şiir ve düz yazıya gelmeyenden, öykü, daha da yola gelip biçimlenmeyenden fıkra ya da epigram yaratmaya başlamış ve derken eli alışmış. Dahası da var, hiç yola gelmeyen fikirlere ise, sanat fırçasıyla darbe vurup, şekil vermiş... Kuşkusuz yaratan yetenekleri herkese bol keseden vermese de, o gün cömertliği tutmuş... Onun ki, bir özlem değil, hani şöyle “Zordur bir sevgiden, sevgiliden ayrı düşmek!” gibi bir şey değil. Doğup büyüdüğü Kırcaali’ye bağlı Karagözler yöresinin iyisinde ve kötüsünde bir başka dünyayı ararken, biraz elinden geldiğince, biraz özlediği gibi ya da böyle olsun arzusuyla anlatmış. Birinci eserin adı “Kırık Kalpler”, ikincisi “Gölge”, üçüncüsü henüz elime geçmedi. Birinci kitap basılırken 11, ikincisi için 21 arkadaşı elini cebine sokmuş. Fedakârlık, şu günün şartlarımızda sıra dışı bir yaşam öyküsü! Sanatsever Rodoplu kardeşlerimizin tümüne teşekkürler! En sıcak selamlar! Yaratıcılık ve yayımcılıkta başarılarınızın devamı yürekten temennimizdir. Ağaç dikmeden meyve yenmez. Ve tüm meyvelerin arasında bizimkiler en lezizdir. Aynı söz şiirlerimiz, öykülerimiz, masallarımız, fıkralarımız, manilerimiz, taşlamalarımız, türkülerimiz ve şarkılarımız için de geçerlidir. Hani dünya daha nota nedir bilmezken, Orfey çalmaya bizim orada başlamadı mı!!! Çaldı da, bizim kavalın ve sazın sesi gibi yoktur... Selahattin Şakir köyünü, insanlarını, problemleri, güzel Türkçemizle Bir Öykü ve Bir Şiirinde bakın ne güzel anlatmış: Karagözlerin Gözyaşı Son yıllarda sıcaklığın ve kuraklığın artmasıyla beraber bölgemizde su sorunu en önemli problemlerden birini oluşturuyor.


168

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Teknolojinin ve yaşam standardının yükselmesi de “biz susuz çalışamayız” diyor. Bir insanın yüzde yetiş beşi akara ait oklunca, bir yumurtanın da pişmesi için kendi büyüklüğünde iki kat suya ihtiyacı vardır. Sorunun bir küresel sorun olduğunu bildirirler. Fakat canlarının her aldığı ve verdiği nefesinde tamamı ile suya bağlı olduğunu çok iyi biliyoruz ama paylaşmaya gelince, bir türlü hataları bitiremiyoruz. Bu bir sorun mudur? Yoksa yorum mu? Ayşe nine sıcakların artmasından dolayı hastalanır ve yatağa düşer. Koca Ali de ailesine elinden geldiği kadar yardım etmeye çalışır. Hasta nine sık sık baygınlık devrelerine girer ve Susuz Gölünden sadece bir bardak su sayıklar. Böyle arzulara dayanamayan Koca Ali, eline testiyi alır ve Susuz Gölü’nün yolunu tutar. Sağına bakar çeşmeler kurumuş, soluna bakar, hali nice olmuş. Koca Ali, bir saat kadar süreceği o uzun yolculukta neler düşünür? “Susuz Gölü, Çamlıca ırmağının en temiz ve en güzel bölgesine kurulmuştur. Karagözler belediyesine bağlı toprakların içerisinde kalır. Susuz Gölü, Balkan ülkelerinde tatlı ve temiz olarak ilk sıralarda yer alır. Bugünkü Susuz Gölü, Kırcaali belediyesine bağlı köylere ve şehre yüzde yüze yakın su vermektedir, hatta Mestanlı şehrine bile. Her şey çok güzel! Ne var ki, büyük kardeş Kırcaali, küçük kardeşi Karagözler (Çernooçene) Belediyesini unutmuştur. Elli altmış kilometre su borusu döşeyebilen büyük kardeş, bunun dörtte birini bari küçük kardeşine yapsaydı, bugün on beş bin nüfusa sahip olan Karagözler, çektiği su sıkıntısını çözmüş olacaktı. Hâlbuki Susuz Gölü’nün sahibi Karagözlülerdir.” Koca Ali tam bu düşüncelerini bitirmek üzereyken, bir de baktı Susuz Gölü’ne varmış. Elindeki testiyi gölün soğuk sularına batırdı. Düşünceli ve yorgun Susuz Gölü’ne varan Koca Ali, sevinç gözyaşlarını tutamayıp, güzel gölün soğuk sularına damla damla akıttı. Göl: Sularıma akıttığın gözyaşlarını büyük kardeşlerin de içecekler. Belki onların yürekleri o zaman yumuşar ve küçük kardeşini hatırlarlar. Koca Ali: Ayşe nine senden bir yudum su istedi. Kim bilir, belki de son sözü idi. Ben gideyim, Susuzlar Gölü, Açık gitmesin Ayşe ninenin gözü.


Makale ve Analizler - 2014

169

15.08.2010 “Gölge” sayfa 97/98. SONRADAN PİŞMANLIK Sanki beni karanlık Bugün yolculuğum vardı Yıllara bağladı. Hep yürüdüğüm yollarda; Yirmi dört yaş yıllarım Aklım ise yine ardımda Geçmişli yıllarda. Karanlık gecelerle, uyku tutmayan gözlerim Bir genç gördüm Damla damla yaşlarla Delikanlı yaşlarda, Hiç unutulmayacak bir zulmü bekliSelam verdim ona yordu. İçimden gelen acılarla Dilim, dinim, ismim Yirmi dört dedi, delikanlı yaşını, Alınacak gönlümden, bile bile. Savura savura saçlarını. O karalı geceler Özümü bir yük sardı, Dünyaya kapanmış kapılar ardında Soramadım adını. Nelerle karşı karşıya geldi; Hatırlamış oldum Bilerek söylerim ben Kendi yirmi dört yaşımı! Hiç yalan söylemeden. Kardeşim, dedim yoldaşa, Tarih değil midir bu çizdiğim, Onunla kaldım, baş başa. Gözlerimle gördüğüm, Dedim ki, Ağlayan annelerle Ne söylersin senin yaşta Beraberce yürüdüğüm? Benim yaşa? Fırınlarda bir ekmeğe Duraklama gördüm yoldaşta Ekmek dersem yiyemediğim, Ve dedim ki, Anneme anne diyemediğim, Seksen dört yılları ben Bir selama beş leva verdiğim, Senin yaşta. Allahın bayramında bile Baktı baktı, gülümseyerek, Bir kurban kesemediğim. O yıllarla, bu zamanlar çok başka. Aah, delikanlı! İnternet yokmuş, Tam böyleydi Cepte telefon yokmuş, Senin yaşında benim anım! Ama çarliston pantolon çokmuş. Bizlere inanın ve unutmayın: İçim sızladı. Sonradan pişmanlık, Hatta biraz da ağladı. Sayılmaz insanlık!


170

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

08.12.2008. - “Kırık Kalpler” sayfa 73 / 75.

Türksüz Bulgar Hükümeti

Dr. Nedim Birinci-07.Ağustos.2014

5 Ekim 2014 parlamento seçimlerine kadar Bulgaristan yürütmesini eline alan Geçici Hükümette Türk, Pomak veya Rom bakan yok. 5 Ağustos’ta açıklanan hükümeti Başbakan Georgi Bliznaşki yönetecek. İki yılda 2. geçici hükümet kurmak zorunda kalan Bulgaristan’daki sosyal, ekonomik ve politik durum son derece güvensiz ve istikrarsız. Sosyalistlerin, Türklerin oy verdiği HÖH partisi ile yeni milliyetçiliği temsil eden “Ataka”nın üçlü hükümet ortaklığı ancak 416 gün ayakta kalabildi. 42 meclis bileşimi çalışır kabine kuramadı. Son başbakan Plamen Oreşarski’nin yerli ve yabancı politikoligarşi çevrelerini temsil eden ve ülkede kol gezen rüşvet ve dalavere ortamına seyirci kalan bakanlar çantalarını koltuk altına almış dağılırken Sofya meydan ve caddeleri sakindi. Demir parmaklıkların ardında ve polis kordonu içinde toplanan Parlamento da dağıldı. Derin bir “ah” çekip, rahat nefes alan Bulgar sivil toplum örgütleri güç tazelemek için izine çıktı. Bir hukukçu olan Başbakan Georgi Bliznaşki kimdir? O, sol görüşlü bir politikacıdır. Komünist Partisi’nin aktif üyelerinden olup, 1989’da toplanan “yuvarlak masada” sosyalist parti grubunda yer aldı. 2001’de Cumhurbaşkanı adayları arasında “ben bir gerçek komünistim” sloganıyla Sosyalist Parti kurultayını inletti. 2013’te Sosyalistlerin ve hak ve özgürlükçülerin hükümetine soluk aldırmayan sivil toplum örgütü eylemlerini yoğun destekledi. Sol gürüşlü olmasına rağmen sağcı eylem alayını yönetti. Bu gibi örnekler Fransa yakın tarihinde de izlenmişti. General de Goulle hükümetinde Kültür Bakanı olan komünist Anre Malro’yu anımsamamız yeterlidir. Geniş koalisyonların farklı dünya görüşüne sahip şahıslardan oluştuğuna bol örnek var. En önemlisi yenilikse, geçici kabinedeki 4 bakanın sivil toplumun kitle eylemlerinden yükselmesi oldu. Genç bakanlardan kurulan geçici kabineye teknokrat bir deneme de demek olasıdır. Şu da önemlidir. Georgi Bliznaşkı Cumhurbaşkanı Rusen Plevneliev’in seçim yasasında değişiklik yapılması için halk oylaması yapılması çağrısına 560


Makale ve Analizler - 2014

171

bin imza toplayan ulusal kampanyayı yönetti. Geçici hükümetten beklenen demokratik ve şeffaf bir ortamda 43. millet meclisi seçimlerini selametle örgütleyip gerçekleştirmesidir. Geçici hükümet başbakanı Bliznaşkı kabineyi tanıtırken, iktidarın politik oligarşi modelden kurtulup halka döndüğünü söyledi. Seçmenlerinden 2.5 milyonu Batı Avrupa ülkelerinde ve 500 bini de Türkiye’de bulunan Bulgaristan nüfusunun % 24’ünü Romlardan, % 12’sini Türkler ve % 8’i de Pomaklar oluşturuyor. Ne yazık ki, yeni hükümette etnik azınlıklardan bir tek temsilci yok. Geçiş Dönemi’ndeki 5 hükümette Türk ve Müslümanların Bakanı vardı. Yeni hükümet, geçici de olsa 5 Ekim 2014’ten sonra kurulacak yeni Bulgar kabine modeline örnek olarak kurulduğu izlenimi ağır basıyor. Parlamento seçimine sağda ve solda köklü bir anti-DPS, anti-Doğan propaganda ile başlandı. Özgürlükçü parti “devlet çıkarlarını savunuyoruz” havasına girse de, “güne uygun ve çıkarcı mevzilenme, döneklik” ile suçlanıyor. Ahmet Doğan ile Türklere karşı ölüm ve hapis cezaları altında imzası olan “Bulgarlaştırma” süreci Başsavcısı Mrıçkov’a aynı gün “Kiril ve Metodiy” nişanı verilmesi, unutulmadı. Yeni lider Lütfü Mestan’ın “Kartal Köprü” mitinginde BSP Başkanı Sergey Stanışev’i öpmesi de belleğimizde bir yaradır. Genel seçimler Bulgaristan’da son AB Genel Kurul milletvekili seçimlerinin bir eğilim olarak gelişmiş devamı olacaktır. İki ay önce Avrupa Birliği milletvekili seçimlerinde halkın sadece % 30’u oy kullandı. 17 AB vekilinden dördünü HÖH partisi çıkardı, dünya Bulgaristan’daki oyların dörtte birinin etnik azınlık oyu olduğunu gördü. Bu açıdan analiz edildiğinde, yeni başbakanın açıkladığı Bakanlar Kurulu ile “iktidarın halka indiği ve bütün halkı temsil ettiği” iddiasını kabul etmek zordur. Olaya başka bir bakış açısından irdelediğimizde, görevi sona eren politikoligarşi uşağı eski Başbakan 1990’lı yıllarda Demokratik Güçler Birliği (SDS) Başkan yardımcısıydı, yani sağcı bir siyaset adamı olarak yetiştirildi, fakat sosyalistlerin sol hükümetini yönetti. Bulgaristan’daki bu sağ-sol karışıklığı politik durumun ekonomik temellere dayanmadığını gösterdiği gibi, olayların perde arkası kulislerce idare edildiğine de kanıttır. Önümüzdeki seçimler, azınlıkların, bu arada 14 yıldan beri politik örgütü olan Bulgaristan Türk, Pomak ve Romların seçim sonuçlarına rağmen yeni hükümete katılamayacağına işaret ediyor. Sosyolojik araştırmalardan, bir yerleşik düzen partisi olarak ortaya çıkan, ortanın hemen sağında konumlanmış olan ve


172

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

henüz ortaklık hesapları yapmayan Boyko Borisov’un GERB partisine 240 sandalyesi olan Bulgar meclisinde 120 ile 145 arasında vekil çıkıyor. Hak ve Özgürlük Partisine 2. parti rolü tanınsa da anti-Doğan, anti-şeytan, anti-Peevski ve anti-DPS hareketinin ülkede yarattığı İslamfobisi, Türk düşmanlığı Bulgar seçmeni kemikleştirdi. Ahmet Doğan ve etrafındaki politik grubun zor duruma düştüklerinde hep Türkleri ve Müslümanları siper alması Bulgar milliyetçiliğini besledi. Seçim gününün Kurban Bayramına rastlaması, soydaşlarımız arasında ve Bulgaristan Müslüman azınlığında büyük bir hareketlenme doğuracaktır. HÖH ve Onur ve Özgürlük Partilerinin politik sahneden düşmesiyle, yeni güçleri ön plana çıkarmamız, isteklerimizin yerine getirilmesi için mücadeleye devam etmemiz gündemdedir. Bu konuda soydaş derneklerinden ortak bir bildiri ve tutum, halka yol gösterecek kararlar bekliyoruz.

Başkanlar Saraylarda Oturur

Rafet Ulutürk-07.Ağustos.2014

Tayyib Erdoğan’ın Yarı Başkan seçileceği tamamen kesinleşti. Kamuoyu % 55 ile % 65 Başkanlık sisteminden, direk seçimden, Türkiye’nin bir dünya devi olmasından, halkımızın daha gönençli yaşamasından, yeryüzünün en güzel yerine yerleşmiş olan Anavatanımızın gücüne güç katmasından yanadır. Büyük gerçekleri kalemle yansıtmak, sözle anlatmak zordur, gözler gördüklerini kendisi anlatır. Türkiye halkı Tayyip Erdoğan, uzak ve yakın komşular Büyük Erdoğan, diyor. T.C.’nin bir Osmanlı devleti, Müslümanlık devi olmasını dünya bizden fazla istiyor. Şu dönemde, Bosna, Makedonya, Bulgaristan, Moldova, Doğu Türkistan, Afganistan yani Türk dünyasının tüm ezilmişleri ayağa kalkıyor, dünyada yaşayan Türklere, Türklüğe, öz kültürümüze, diller demetimize Tayyib Erdoğan Başkanlığında Türkiye’nin çıkacağına inanıyorlar. İkiye beşe ona, yüze bölünen dünya yeniden eski odağına akıyor, XXI yüzyıl çınarının tekrar üç kıtanın birleştiği yerde büyümesini ve hepimizi kucaklayan bir bütün olmasını istiyor. Tarih içinde birlikte olduğumuz halklar Türk cömertliğinin asla ve katiyen başka hiçbir yerde olmadığına inandılar, inanıyorlar.


Makale ve Analizler - 2014

173

Dünya yeni bir mucize bekliyor: Recep Tayyip Erdoğan’ı seçilmiş Başkan görmek istiyor. Türkiye’de yeni bir liderlik mekanizması doğuyor. İçine dönük sistem, dışa açık sistemle değişiyor. Türkiye kendisi için olmayı aştı, dünyaya sahip çıkıyor, mazlumları tekrar ayağı kaldırmaya hazırlanıyor. Pazar gün seçmenin oyunu Erdoğan’a vermesiyle sistemin kendisi kökten değişiyor. Hepimiz ve tüm dünya Büyük Türkiye halkının dev gücünün Yarı Başkanlık sistemine nasıl dönüştüğüne tanık oluyor. 80 milyonluk bir ülkede % 60 gibi bir seçim zaferiyle halkın göreve çağırdığı bir Başkan halkı adına ve hepimiz için ilk ve son söze sahip olacaktır. Tüm Avrupa’da, Balkan ülkelerinde ve Yakın Doğuda, uzak ve yakın devletlerde direk halk oylamasıyla Ulusal Liderliğe çağırılan ilk Başkan, Türk halkının Büyük Önderi Recep Tayyip Erdoğan olacaktır. Uzun yolların ara duraklarına pek bakan olmaz. Yarı Başkanlık Sistemi geliyor diyenlerim tümü Başkanlık Sistemi bekliyor. Türk halkının gönlünü ancak Başkanlık Sistemi doldurur. Başkanlık sisteminde yürütme ikinci planda kalır. Amerika Birleşik Devletlerinde Başbakan yoktur, ilk ve son söz Başkanındır. Fransa’da Başbakanı tanıyan, ondan medet uman kimse yoktur. Fransızlar Başkan seçer, Fransa’yı yöneten başkandır. Ülkede Yarı Başkanlık sistemi hâkimdir. Yarı Başkanlık ve Başkanlık sistemi Padişahlık, Saltanat, Sultanlık, Çarlık ya da Krallık değildir. Tarih haşmetlilerin tutarsız kaldığı dönemleri örnekler. “Kral Çıplak” masalı derin anlamlıdır ve hükümdarın yetkisizliğini ve zavallılığını anımsatır. Halktan gelmeyen, seferlerde ezilmeyen, zafer coşkusunu yaşamayan Padişahların ömrü kısa olmuştur. Şu koca diyarı yalnız kitaplardan öğrenilen bilgelikle yönetmek de imkân dâhilinde değildir. İşte şu seçim önü günlerinde halk bir yumrukta kenetlenmiş ve kocaman meydanlarda bir ağızdan Tayyip Erdoğan diye tempo tutarken aklıma bizim Bulgaristan’da ibret olsun diye sık sık anlatılan iki öykü geldi. Birinci Öykü: Padişahla Halk özdeştir. Zaman derya hükümdarının işlerinin aksadığı bir dönemmiş. Dış ülkelerde doğmuş, okumuş, yıllarca ecnebide gezip görmüş, ruhunu bir yerlerde bırakıp zor günlerde akıl hocalığı etmeye gönderilen eli titreyen ve gözü alacalı gören aksakallar bu konuda şu konuda üstün bilgelikten dem vursalar da, dünya padişahlığı ağustos güneşinde kar gibi eriyormuş. Saray dışındaki işlere bakanlardan biri, bir gün Haşmetliye, halkın içinde yetişmiş, çarşı pazar halk arasında dolaşan, söylediklerine herkes inanan ve sözü her defasında aslı çıkan bir bilge derviş tanıdığını anlatmış.


174

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Haşmetli “hemen getirin,” emretmiş. Adamı getirilmişler ve ona şöyle buyurmuşlar: “Biz ihtiyarlar heyeti olarak her sabah burada kahvemizi içerken tartışırız, bin bir dereden su getirip, farklı şeyler söyleriz. İşittiğin konularda hiç çekinmeden görüşünü, önerini, yapılması gerekeni hemen söyleyeceksin, işin budur!” Üç beş gün derken Derviş dinlemiş konuşmuş, dedikleri yapılmış, sultan sözünün erdiği her yer huzur olmuş. Bu öykü halk iradesinin tek elde toplanması gerektiğine, halkın sesiyle Derviş öğütlerinin çakıştığına, ülke gerçekliği içinden gelmeyen misyoner aksakallıların söyledikleri sözlerin hiçbir pratik işe yaramadığına kesin örnektir. Şöyle ki, Osmanlı geçen asrın başında yabancı misyoner aklıyla idare edilirken çöktü. Sayın okurlarım, Tam İlmihal eserini okumuşsunuzdur. Bu temel yapıtın ön kısmında İslam’a ve Türklüğe büyük ihanette bulunan kişiler örneklenir. Anlatılan parlak kişiliklerden biri, Osmanlının Rusçuk Valisi, reformcu, daha sonra Başvezir (başbakan) olduğu dönemde, 1877 - 78 Plevne (93 harbi) hezimetine neden oklan Şetlanda Mason Locası misyoneri Mithat Paşa’dır. Bu öyküyü ve hatırlatmayı Sayın Ekmelettin İhsanoğulu’na adıyorum. Bir de 2013 - 14’te Türkiye halkına kan kusturmak isteyenlerin iplerinin dışardan çekilmesi kayda değerdi. Başbakan Tayyip Edoğan’ın sert tavrı olmasaydı bize “U” virajı yaptırmak isteyenler muvaffak olacaktı. Yerli ajanlarla uluslararası para babalarının saldırısı halkımıza 20 milyara patladı. İkinci öykü: Yine padişahlık devri, halk işinde gücünde, devletin işleri askıda, Haşmetlinin danışmanları aksakallılar ve kaytan bıyıklı sinekkaydı tıraşlılar olarak ikiye ayrılmış. Yaşlı ermişlerin öğütleriyle işler battıkça batarken, kaytan bıyıklıları dikkate alan olmadığında etraf kaynıyor. Yükselen seslere kulak veren Haşmetli didişmeye dönüşmesini önlemek amacıyla ön hazırlıklarını yapıp halkı karar almaya toplamış. Önemli gün için iki ayrı yerde kazanlarda yemekler pişirilmiş. Oymacılar da uzun saplı kaşıklar yapmış. O gün gelmiş, Haşmetli halka dönüp: “Bundan sonra şahsıma kimin danışmanlık yapacağını ve işleri bizzat yöneteceğini şimdi belirleyeceğiz!” demiş ve bu seçimde adil olabilmek için “uçsuz bucaksız imparatorluğumu” simgeleyen kocaman kazanlarda değişik yemekler pişirttim, “idare araçlarımı” simgeleyen oymalı kaşıklar hazırlattım, diye eklemiş. Danışmanlık edip işleri yö-


Makale ve Analizler - 2014

175

netecek kişilerden üstlerine başlarına bulaştırmadan yemelerinden başka hiçbir şey istenmiyormuş. Kazan başına önce sinekkaydı tıraşlı beyaz gömlekliler geçmiş. Büyük kaşıklar ellerinde! Ha şu kazandan biraz daha, ha bu yemekten birkaç kaşık daha atıştırayım derken, uzun kaşık sapları birbirine dokunmuş, yemekler şık elbiselere dökülmüş, bıyıkları çorbaya girip çıkmış, doymalarına doymuşlar da, halk kendilerine çok gülmüş ve onlarla eğlenmiş. Ardından kazanlara aksakallılar yanaşmış, uzun saplı kaşıklarla birbirlerini bebe besler gibi beslemişler, doyduklarında, sakallarını sıvazlarken aşçıbaşına teşekkür ettikten sonra, halkın önünde Haşmetlinin ayaklarına kapanmışlar. Bu öyküyü ise, devlet memurluğu, belediye başkanlığı vs. hiyerarşi basamakları çıkmadan doğrudan Cumhurbaşkanlığına göz diken Sayın Selahattin Demirtaş için seçtim. Sıçramalı yükseliş olmaz. Alt kata basmayan yukarı kat yoktur. “Hevesi kursağında kaldı” sözü bizimdir. Fazla hevesli olan gençleri Con Türklerin kaderi bekler. Cumhurbaşkanlığını yaşamadan Yarı Başkanlık ve Başkanlık sistemine heveslenilmez. Bütün halka dayanmayan ve bütün halkı temsil etmeyen bir lider Yarı Başkan ya da Başkan olmayı hayal etmemelidir. Bu cümleden olmak üzere, Pazar gün yapılacak seçimlerin dünya kamuoyu dikkat merkezine çekmeye başladı, derken, 1930’lu yıllarda Bulgar Çarı Ferdinan’ın başdanışmanı ve birkaç defa Başbakan olan Aleksandır Tsankov’un “Anılarım” eserinde Türk halkına adadığı sayfalarından şu cümleyi seçtim: “Balkanlarda ve Yakın Doğu’da devlet kurma ve yüceltme istidadı bir tek Türklerde vardır!” Tarihin her sayfası yorumlanmaz diyerek noktalıyorum. Seçimden beklenen yan sonuçlar: Pazar gün Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir “U” dönüşü bekleyenler var. Recep Tayyip Erdoğan’ın seçimleri ilk turda % 50 aşacağını söylesek de, bazıları kazanamayıp ikinci hamlede zorlanacağını hayal edenler yanılgı içinde olduklarını kabul etmek istemiyorlar. Cumhuriyet yaylalarını dorukların doruğu bilen, “daha yukarısı yok, bundan yukarı ne yayla ne tepe var” diye konuşanlar da yanılıyorlar. Atalarımız bir kez şöyle bir olay yaşamıştır. Moğolistan bozkırlarından Batıya açılırken Türk boylarının simgesi kara kartaldı. Çünkü kartaldan yüksek uçan bir yaratık yoktu. Öteki soylar ve boylar arasında en yüksek onura sahip ve en savaşkan olan Türklerdi. Tüm cihan Türker’in medeniyet yaratmış bir toplum olduğunu kabullenmiştir. Turamızda aslan, kaplan ve pars kara kartalın ayakları altındaydı. Yenidünyalara açıldığımızda devlet simgesi olarak sancağımıza yıldızla hilali seçerken, kara kartaldan çok daha yüksekte uçmak, çok daha onurlu


176

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ve gururlu olmak isteğimizi tüm dünyaya göstermiştik. Dünya bizi emellerimizi yıldızlarla günlümüzü hilalle kıyaslayarak tanıdı. Pazar gün oyunu Tayyip Erdoğan’a verenler, Türkiye’de ve yakın ve uzak dostlarımızla yukarıdaki öyküdeki onur veren coşkuyu bir daha yaşama hakkı kazanacak, Cumhurbaşkanlığı sisteminden çok daha yüksek ve adil, genel kapsamlı ve herkesi için erdemli Yarı Başkanlık ve bir sonraki aşamada Başkanlık sistemine el uzatmanın kıvancını yaşayacaktır. Direk oy kullanmayı hak eden halkımızdan başka hiç kimse Türkiye Başkanını seçemez. Demokratik oyumuz dışında hiçbir güç Türkiye’yi daha yüksek bir toplumsal düzeye taşıyamaz. Başkanlık sisteminden başka hiçbir erk, Türkiye halkına devlet yönetimine dolaysız katılma hakkı tanıyamaz. Yıllardır yerinde sayan parlamenter sistem ancak Başkanlık Sistemiyle hayat gücü kazanacaktır. Büyük zaferin yan etkileri olacak kuşkusuz. Öncelikle modern Türkiye gerçeklerini irdeleyip değerlendirmeden yola çıkan Cumhurbaşkanı adayları, onları göreve çağıran CHP, MHP ve diğer irili ufaklı siyasi oluşumlar basit toplamayla nitelik elde etmeye çalışıyorlar. Türkiye yerleşik düzeni yenileşmeye muhtaçtır, demokratik yapı modernleşme gerekleri gösteriyor. Halkımız bu atılımlara engel olanların yakın zamanda eriyip gitmesini normal karşılamaya hazırdır. Erdoğan’ın seçim zaferinden sonra Kılıçtaroğulu ve Bahçeli gibi yorgun politikacılar sahneden inecektir. Erdoğan’ın 9. sandık zaferi bir ihtimal değil, tamamen doğaldır. Buna karşın, işlerin karışmasını, Erdoğan seçeneğinin yükseliş atılımlarını durdurmayı isteyenler uykusuz geceler geçiriyor. Türkiye’yi 100 yıldan beri parça parça görenler gözlüklerini değiştirmelidir. Ulusumuz dev atılımlar çağındadır. Farklılıkların güzellik demetlerini derliyoruz. Daha yüksekten bakmadan yeni uygarlığımızı kimse göremez. Türkiye kani arabası, eşek semeri, kamyonet ve buhar lokomotifi devrini gerilerde bıraktı. Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, üzerinden Moğol steplerine doğru hızlı trenle uçarak ulaşmaya gönül verdik. Dağları değil, Karadenizin dibini deldik. Tüm dev atılımlar 2002’den sonra AK Partiyle Recep Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlığı döneminde tasarlandı ve gerçekleşti. Bir yandan Pazar gün oyumuzu kime vereceğimizi kesin kararlaştırmışken, aynı zamanda yüreklerimizde kanatlanan Türkiye’yi daha da güçlendirme azmimizdir. Önemle belirtmek istediğim bir de şudur:


Makale ve Analizler - 2014

177

Büyüyen ve güçlenen Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığını kırmasını istemeyen ve son dönemde çok aktifleşen birçok iç ve dış güç var. Üç asırdan beri bize tuzak kuran hain güçler komplo yapmaya asla ara vermiyor. Merhametli olmalarını beklemek yanlış olur. Son dönemde Türkiye, başta Pensilvanya ve İsrail olmak üzere, dış dünyadan gelen yıkıcı etkiden, emperyalizmin oyunlarından uzak kalmaya, kurtulmaya çalışıyor. Osmanlıyı olumsuzlayıp Cumhuriyet kurmamızla egemenlik uğruna yılmadan direnerek kendilerini bir defa pes etmiştik. Dünya imparatorlukları arasında Osmanlı imparatorluğu kadar büyük, ama Osmanlı imparatorluğu kadar parçalanan, birbirine düşürülen, tamamen ezilmek istenen bir devlet ve halk yoktur. Osmanlının özü Anadolu’da kaldığı için bizimle uğraşmaya yılmadılar. PKK güçleri dağlardan yeni indi. XX. asır boyunca komşu Arap dünyası kaynadı. Gazze, Libya, Irak, Suriye ve Mısır’da insanlar bugün de öldürülüyor, yıkım ateşi yanıyor ve dünya sanki film seyrediyor. İnsanlığın daha yüksek yeni bir uygarlığa geçmesi “medeniyetler arası savaşsız olmaz!” diyen emperyalizm ve uşağı İsrail savaş ateşini devamlı körüklüyor. Komşusunun bombalanmasını istemeyen bir tek Türkiye’dir. Savaş kaçağı milyonlarca kadın ve çocuklara sığınak veren, bir tek göçmeni aç bırakmayan Recep Tayyip Erdoğan hükümetidir. Bölgemizdeki dış saldırı savaşlarının, dıştan beslemeli silahlı terör gruplarının kışkırttığı barbarlığın durması her şeyden önce ve en başta Türkiye Cumhuriyeti’nin daha da güçlenmesine bağlıdır. Bölgedeki saldırganları Türkiye’den başka durdurabilecek, barış sağlayacak başka bir devlet yoktur. Son yıllarda başını inden çıkaran yılan barış ve güvenlik güçlerinden korkmadığını gösterirken Gazze’de ölüm zehiri saçıyor. Zalimin başını ezecek tek umut Türkiye’dir. Erdoğan’ın devlet iradesidir. Türkiye’nin daha geniş bir jeopolitik alanda çok daha etkili bir barış ve güvenlik faktörü olması, var olan kudretimizin tek elde toplanmasına direk olarak bağlıdır. Bu yazgı belirleyici gerçek yabancı iletişim ortamı ve bizdeki holding medyası tarafından ters gösteriliyor. Amerikan şahinlerinin küresel hâkimiyet kurma planlarına ortak olan Pensilvanya hocaları, Türkiye’ye sızan veya içerde yetişen casuslar bir yandan Cumhuriyet sistemini baltalamaya çalışırken, aynı zamanda Türkiye’nin Yarı Başkanlık ve Başkanlık sistemi yolunu mayınlamaya çalışıyor. Geçen ay elektronik casusluğun çökertilmesi devletimizi çökertme planlarını gün


178

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ışığına çıkardı. Pennsylvania’daki düşman, Amerika’ya bağımlılığımıza son verilmesine, ülkemizde vesaik sisteminin tamamen kaldırılmasına, anayasamızın yenilenmesine karşı çıkıp engel olurken, çözüm sürecinin dondurulmasına, ülkede etnik kavgaların başlamasına kanat açtı. Avrupa Birliği ile bütünleşmemiz de gözlerinde çıbandır. Son dönemde, okyanus ötesi ve Batı ülkelerindeki “şahin” güçler, İsrail komploları, bölünmüş dünyanın Karadeniz bölgesinde mevzilenmesi; doğal gaz hatları kavgası; kesilen pazarlıklar, Kırım’ın işgali; Ukrayna’nın parçalanması; komşu devletlere mali ve ekonomik yaptırımlar; Karatenize büyük sayıda savaş gemisi demirlemesi genel jeopolitik gerginliğin yeni merkezini kapımıza taşıdı. Tüm komşularıyla iyi geçinmeyi, işbirliği ve yardımlaşmayı, barış ve güvenlik yolunda ilerlemeyi önceleyen Türkiye’yi 12 yıldan beri savaş ateşinden uzak tutan Başbakan Tayyip Erdoğan hükümetidir. Onun yönetiminde izlenen politikaların temelinde, insan haklarına saygılı olma, Türkiye’de ve dünyada barış ve güvenliği her ne pahasına olursa olsun yaşatma, işbirliğini geliştirerek pekiştirme yaklaşımı vardır. Başbakan Erdoğan hükümetleri dış siyasette sabırla üstünlük sağlamayı baş tacı ederken, her geçen gün daha fazla dost ve yandaş topladı, güven kazandı. Bu başarılı politikaların temelinde olan öncelikle Türkiye halkının birlik ve beraberliğidir. Pazar gün kullanacağımız oyla bu birliğe güç verelim. Türklüğün büyük umudu Tayyip Erdoğan’ı destekleyelim. Oyumuzla Cumhurbaşkanı köşkünü Saraylara taşıyalım. Seçim zaferinizi kutluyorum!

10 Ağustos Erdoğan’a Vefa Günü

Rafet Ulutürk-08.Ağustos.2014

Son haftaya girdik 10 Ağustos Pazar Günü sandık başındayız. Haftalardan beri Türkiye halkının Recep Tayyip Erdoğan için uyanan dip dalgasının yükselişini seyretmek ne kadar güzeldi. Büyük işlerin ancak Büyük Liderle yapılabileceğine inananlar İstanbul meydanlarını tıka basa doldurdu. Dünyayı dönüştüren dev gücün halkın bilinçli birliği olduğunu gördük. 12 yıldan beri beraberiz. Adına mutlu gelecek dediğimiz irade ve özlemin seçim sandığında doğduğuna inandık.


Makale ve Analizler - 2014

179

Büyük Türkiye Çınarı zümrüt yeşil yeni bir bahara, tüm sofraları dolduracak yeni bir berekete açılıyor. Türk halkı rahmet yolundadır. Geçmişimizle, köklerimizle artık birleşme zamanı gelmiştir. Ay yıldızlı bayrağımızla birlikte Türk-İslam dünyasının barış ve beraberlik bayrakları dalgalanıyor. Bizim ise yüreklerimiz coşuyor. Doğan mutluluğu birlikte sezinliyoruz. Yirmi birinci yüzyılda Türklük yeniden yücelmeyle başladı. 10 Ağustos başkanlık seçimiyle kardeşlik hilali yeniden parlayacak. Tarihe tutunanlar zaferi birlikte kutlayacak. Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye Cumhuriyeti’ne Başkan olması bizim için neden bu kadar önemlidir? Şahsen ben, Bulgaristanlı bir soydaş olarak, 25 yıldan beri çöktükçe kokuşan önceki vatanımda Tayyip Erdoğan’ın Türkiye Cumhuriyeti Başkanı seçilmesiyle ruhsal değişim yaşayacağına, yok olma yolundan dönüp, yenilenme ve kalkınma yoluna gireceğine Muasır medeniyetlerin (yani Akıl ve Bilimin) üzerine çıkacağına inanıyorum. Bir Türkiyeli olarak değerlendirdiğimde, Osmanlı tarih olduğunda Anadolu ilgisiz kaldı. Tüm kardeşlerini kaybeden Türk halkı öksüz kaldı. En büyük imparatorluğumuzun ana köklerini besleyen Anadolu insanı bu büyük çınarın derin tarihinin içinde kendisinin uyanabilmesi için zamana ihtiyaç duydu. Zamanın Türklüğü ve İslam’ı Anadolu’ya ve üç kıtaya uzanan bu diyara devasa bir güç olarak ikinci kez çağırışı, yirmi birinci yüzyıla rastladı. Büyük diriliş 12 yıl önce, Adalet ve Kalkınma Partisi ruhuyla Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde başladı. Bu anlamda 10 Ağustos 2014’ün tarih değiştiren yeni görevi ise şudur: Sultanlığı olumsuzlarken Cumhuriyeti hayata çağıran ruh yorgun düştü. Türkiye halkı öz iradesiyle Başkanlığa yükseliyor. Türkiye halkının direk seçimle Başkanlık düzenine yönelmesi Balkanlar, Kafkaslar, Türkistan, Arap yarımadası ve Avrupa tarihinde benzeri olmayan bir derin yenileşmedir. Dünya demokrasisine büyük bir katkı olacaktır. Osmanlı’dan ayrılan 44 devletin hiç birinde, Balkan devletlerinde halkın direk oylamayla seçtiği bir Başkan yok. Türkiye Başkanlık sistemi Cumhuriyeti vesayet illetinden kurtaracak, çoğulcu demokrasiye, halkların kardeşliğine güç kazandıracaktır. Demokrasinin, adaletin ve özgürlüklerin gelişerek yenileşmesine yeni teminat Başkan Erdoğan olacaktır. Gündemde olan çözüm süreci, özgürlükçü yeni


180

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Anayasa, refah düzeyi yükselen yaşamı hayata çağıran ve başarıları gerçekleştirecek olan ancak Başkan Erdoğan olabilir. Biz Rumeli göçmenleri, derneklerimiz ve federasyonlarımız, bizim adımıza söz alıp konuşan, sözde bizi temsil eden bazı yetkililer, Türkiye Cumhuriyeti Başkanlık Sisteminin Kemalizm’i, neo-Kemalizm’i, Atatürkçülüğü sileceği korkusu yayarak, kapıdaki büyük yeniliği, Başkanlığı ters yüz gösterip, soydaşlarımızı ürkütüyorlar. Kendilerine sorumuz şudur: Kim kimi değiştirecek? Tarih bizi mi? Biz tarihi mi? Örneklemeleriniz kafa bulandırıyor. Osmanlı’da uyanış, olumsuzlaşma Manastır’da, Selanik’te vb. başlamıştı. İnkâr eden yoktur. Ne var ki, Sakarya’da, Anafartalar’da, Çanakkale’de Trakya kökenli Mehmetçiğin, Erzurum kökenli Mehmetçiğin ya da Urfalı, Diyarbakırlı Mehmetçikler veya Türkiye dışından Balkanlar, Kafkaslar, Türkistan ve diğer bölgelerden gelip bu topraklar için şehit düşenler mi daha fazla kan döktüğü, yiğitlik gösterdiği, can feda ettiği henüz daha ölçülemedi. Ölçülemez, çünkü adına vatan denen toprak, emdiği kanı geri vermiyor. “Beni hepinize vatan eden her birinizin kanıdır” diyor. Göklerde kartallarla uçan kahramanlık “ay yıldızlı hilal size yeter, ben bedel istemiyorum!” diyor. Can feda edenler cennetten dönmek istemiyorlar. Anavatan bildiğimiz toprağın taşını kumundan ayırmak bize düşmez. Biz Rumeli ve Anadolu’da, ötede ve beride, Tanrı dağlarından çıktığımız günden beri Doğuda ve Batıda hep birdik ve bir olmalıyız. Amaç, beraber kazandığımız egemenliği, istiklali, bağımsızlığı daha ileri taşıyarak yükseklerde yaşatmaktır. Osmanlı’nın çöküşünde emperyalizmin hepimizi parçalayıp, birbirimize düşman ederek elimize teskere bile vermeden Orta Asya bozkırlarına kovmak istediğini unuttunuz mu? O zamanlar, Kuşçubaşı Eşref, Namık Kemal, Mustafa Kemal ve daha niceleri hapiste yatmayı, bin bir çileye katlanmayı, olmayanı var edip istiklal bayrağını dalgalandırmayı göze alırken, biz şimdi Başkanlığın beraberliğimizin simgesi olduğuna neden inanamıyoruz, neden körleştik? Oyumuzu Erdoğan’a verip parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçmemiz gerektiğini neden göremiyoruz? Dedelerimizin bizden daha zeki, daha öngörülü ve daha bilge olmasına yenik düşmek hangimize yakışır! Daha doğrusu yirmi birinci yüz yılda bize yakışır mı? Rumelili, Trakyalı soydaşlar olarak, hepimizin Recep Tayyip Erdoğan’ı savunduğu yeni stratejilerin, modern Atatürkçülüğü, çağdaş Cumhuriyet rejimini atalarımızın ruhu ve torunlarımızın geleceği adına desteklemek zorundayız. Oylarımızı verirken torunlarımız için verdiğinizi unutmayalım.


Makale ve Analizler - 2014

181

Atatürk Başkanlığında da kimse yeniyi görmek, değişmek, öncü olmak istemiyordu. Eski plana hamallık etmek yeniyi savunmaktan daha kolaydır. Kendi halinden memnun olanlar, daha iyi ve üstün olanı zor kabul eder. Yeniye kuşkuyla bakmak bizlerde adettendir. Doğuştan az buçuk muhafazakâr, biraz da tutucuyuz. Zamanını beklesin demek kolaydır. Fakat Başkanlık sisteminin beklemeye vakti artık yoktur. Kapıdadır ve oyunuzla ebelik yapmamızı bekliyor. Güçlü bir Türkiye istiyorsak oyumuzu Tayyip Erdoğan’a vermeliyiz! Huzurlu ve güvenli bir yarın istiyorsak oyumuzu Tayyip Erdoğan’a vermeliyiz! Türkiye’de ve bölgede, Balkanlarda, Kafkaslarda ve Türkistan’da barış ve güvenlik istiyorsak oyumuzu Tayyip Erdoğan’a vermeliyiz! Bulgaristan’a daha fazla Türkiye yatırımları gelmesini istiyorsak oyumuzu Tayyip Erdoğan’a vermeliyiz! Türkiye son 12 yılda Türkmenistan’a 34 milyar Dolar yatırım yaptı. Bulgaristan’a yapılan yatırımlar 2 milyar dolardır. Bu yatırımların artmasını istiyorsak, biz tüm soydaşlar hatta tüm dış Türkler oyumuzu Tayyip Erdoğan’a vermeliyiz! Büyük Atatürk, bağımsızlık ateşinden gelen, Cumhuriyet bayrağını dalgalandıran, halkın gönlündeki büyük liderdi. Padişahlığı demokrasiye dönüştüren önderdi. Rumelilerin baş tacı ve öncüsü olduğunu kimse inkâr edemez. Kurucuydu: Cumhuriyeti kurdu. Yenilikçiydi: Feodal ilişkileri kapitalist toplum ilişkileriyle değiştirdi. Adaletçiydi: Anayasamıza Adalet Mülkün Temelidir ilkesini getirdi. Halkçıydı: Devlet kapılarını halka açtı. Çağdaştı: Toplumu modernleşme raylarına çekti vs. Fakat dünya durmadan değişerek ilerliyor. Artık bilgi çağındayız. Teknoloji, ilim ve bilimde atılım dalgalarını kovalarken, Atatürk’ün kurduğu ama artık hantallaşan devleti her açıdan yükseltmek ve geliştirmek zorundayız. Hantallaşan bir sosyal yapıdan günümüzün beklentilerine uygun adımlar atmasını bekleyemeyiz. Cumhuriyetçiler Türkiye’ye ambalaj, takyap sanayileri getirdiler. Başkanlık motor ve savunma, sibernetik sanayi getirdi. Aradaki fark büyük olduğu kadar, zamanın kaçınılmaz gereğidir. Devletin malını mülkünü özelleştirerek halka mal etme, emperyalizmin baskı ve sınırlamalarını kırarak üretim güçlerine yeni ufuk açma, sivil toplum örgütleri ile devlet erkini birbirine bağlayarak demokrasi biçimlerini zenginleştirirken daha güçlü kılma, hukuk ve adalet üstüne soyut tartışmaları somuta indirip haklı olanın özgürlüğünü tanıma zamanı geldi.


182

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Erdoğan emperyalizme uşaklığa son vermeye geliyor. Çağ değiştirecek yeni ufuklara bizleri götüren Lider Recep Tayyip Erdoğan’dır. Bu arada, ömrü dış ülkelerde geçmiş cumhurbaşkanı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu’nun, Türkiye’yi saatte 350 km hız alan yüksek sürat trenlerimizden indirip buharlı trene bindireceğinden kimsenin kuşkusu olmasın. Sayın Rumeli, Trakyalı, Balkanlı, Bulgaristanlı kardeşlerim, değerli soydaşlarım biz bugünlere kadar birbirinden ayrılmayan, birbirinin sesine kulak veren bireyler, soylar ve büyük bir halk topluluğu olarak geldik. Öyle de biliniriz. Coğrafi sınırlar bizim ruhsal bütünlüğümüzü etkilemez. Osmanlının çöküp yerine Cumhuriyet kurulacağını görebilen ve bağımsızlık ve egemenlik bayrağı altında savaşan kuşakların saygıdeğer torunları bizleriz. Pazar günü Büyük Türkiye ülküsü bizi yeniden birlik olmaya çağırıyor. Biz Bulgaristanlı soydaşlar ve Müslümanlar oyumuzu Büyük Türkiye özlemine vereceğiz. Geleceğimiz, Vatanımız ve Sancağımız birdir. Oyumuzu da Erdoğan’a verip, yarın bugünden daha iyi yaşayalım. Sandıktaki dokuzuncu büyük zaferi birlikte kutlayalım. Türkiye değişmeden, Türkiye büyümeden Başkanlarda hiçbir şey olmaz! Şu büyük hedefleri: - Kanal İstanbul - İstanbul 3. havaalanı; - Dünya’nın 4. Büyük köprüsü̈ olan İzmit Körfez Geçişi Asma Köprüsü̈ - “Enez” ve “Tunca” Baraj dizisi; - Üçüncü Boğaz Köprüsü; - Boğazın altından 4 şeritli otoyol; - Karadeniz’i Marmara’ya bağlayan yük gemisi boğazı; - Kentsel dönüşüm projeleri vs. vs. vs. Bunların hepsi ancak Başkan Erdoğan yönetiminde gerçekleşebilir. Onların Bulgaristan üzerindeki etkisi son derece büyük olacak, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği pek önem arz etmiyor onlar kendileri kapılarını ardına kadar açacaktır. Bizler, sayın seçmen kardeşlerim, canım soydaşlarım, şimdiye kadar hep Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) gibi geleneksel saplantılarından kurtulamayan, günümüz sorunlarına algoritmalar getire-


Makale ve Analizler - 2014

183

meyenlere oy verdiniz. Lütfen bu defa bu politik partilerin ve ortaklarının yabancı bir ülkeden getirip dayatmaya çalıştıkları emekli adaya başka bir gözle bakın! Durumu bir daha değerlendirin! Rumeli, Trakya ve Balkan insanı zeki ve gerçekçidir. Bu adam bizden değil, bu kumaş bizim topraklarda yetişmemiş, zamanı geçmiş, güveler yemiş, ilk suda dökülür. Türkiye’mizi tanımaz, Milli Marşımızı bile bilmiyor, illerin adlarını şaşırıyor. Ne kadar muhterem olursa olsun biz onu Cumhurbaşkanı seçemeyiz. Bizler Anavatanımıza bu kadar büyük nankörlük edemeyiz. Eğer onu seçersek biz Bulgaristanlıların işi zorlaşır, gerginlikler her gün artar, başımız beladan kalkmaz. Bugün Rumeli’de, Trakya’da, Balkanlarda, Bulgaristan’da bir yeni Türkiye esintisi soluyorsak, unutmayalım, bunu Recep Tayyip Erdoğan’a borçluyuz. Arzuladığımız günler, huzur, rahatlık, güzel yaşam, iyi komşuluklar ve hoşgörü onun girişimleriyle ve yönetimi altında bizim oralarda hayat bulmaya başladı. Biz hepimiz huzurlu bugünlerimizi Recep Tayyip Erdoğan’ın cesaretli kararlarına ve politikalarına borçluyuz. Hak her zaman hak edenin yanındadır. Bu bakıma 10 Ağustos 2014 Pazar Gün hepimiz için VEFA günüdür. Biz vefalı bir topluluk olduğumuzu sandıkta gösterelim. Seçim zaferinizi şimdiden kutluyorum!

Sen Çöp Bile Olamazsın! - 3

Seyhan Özgür-10.Ağustos.2014

Biz Bulgaristan Türklerinin başına ne bela gelse hep Türkiye’yi, Anavatanı ararız. Oraya koşarız. Sıkıştırıldıkça bir asırda 6 defa göç ettik. Türkiye’deki nüfusumuz 10 milyonu aştı. İnsanlarımızın arasından Türkiye’nin en aydın insanları çıktı. Örneğin Cumhurbaşkanı Celal Bayar Plevnelidir. Başka bir örnek, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nde AK Partinin Kurucusu, Başbakan, dünya liderlerinden en seçkin olan Recep Tayip Erdoğan’ın birinci danışmanı Yiğit Bulut da Plevne soylarından, Bulgaristan kökenlidir, bizlerden biridir. 1990’la derinleşen Bulgar bunalımında ülkemize en fazla yardım ve yatırım yapan ülke komşumuz


184

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Türkiye Cumhuriyetidir. Hele 2002’den sonra Büyük Türkiye’nin bize gönderdiği yardımlar, uzattığı destek eli hep güçlü kaldı, hep daha fazla verdi, karşılıksızdı, cömertti. Yüzlerce iş adamımız, dernek başkanımız var. Ama sen hiç birini saymıyorsun, kimse ile temas halinde değilsin. Neden? Bu soruyu senin adına bir de biz yanıtlayalım Ahmet Doğan: Sen, Bulgar istihbaratı “DS” tarafından, Rus dış casusluk teşkilatı KGB onayıyla HÖH partisi başına püskül edilirken, senden istenenleri, ödevlerini, misyonunu halkımızdan gizledin, hatırlatalım: Senden Bulgaristan’ı Türklerden ve Müslümanlardan tamamen temizlemen, arıtman istenmişti. Bu iş 139 yıldan beri devam ediyordu ama bitirilemedi. Senden istenen nokta vurmandı. Senin son hedefin generallerle sofra kurup Türksüz Bulgaristan Kutlaması örgütlemekti. Sen bu ödevi yerine getiremedin. Baktılar ki olmayacak, seni yine kapadılar ve bu defaki hapishanenin anahtarları bambaşka bir yerde. Af, genel af, salıverme falan filan seni tutmuyor ve tutmayacak. Çünkü isteneni yapamadın. Şu sıradan köylülerin toprağına sarılmış nefes alması bitirecek seni... Biz sınır kapısını açık bırakacağız sen Türkleri, hocaları, imamları, müftüleri, Türkçülük heveslilerini, sazcıları, davulcu ve zurnacıları devamlı sindireceksin, aç bırakıp sıkıştıracaksın, çocuklarına nefes alma hakkı tanımayacaksın, hepsini zorlayarak kovalayacaksın, laf dinlemeyeni içeri atıp ıslatıp çıkaracaksın, aklı gelmezse ezeceksin ama Bulgaristan’ı terk etmeye zorlayacaksın. Hatırlatıyoruz: Vazifen buydu. Yapamadın! Bu ramazan da her yer davul sesiyle gümbürdedi. Türklüğü, Türk kültürünü, Türklerin geleneklerini, adetlerini körelteceksin, unutturacaksın, manilerini, türkülerini, şarkılarını, oyunlarını, kına gecelerini, mevlitlerini, gerdek gecesini, düğün ve bayramlarını unutturacaksın. Öncelik edenleri takip ettireceksin, sindireceksin, süründüreceksin. Senin “Saray”da yaşamanın bedelidir bunlar. Bunu da yapamadın. Türklere örnek olayım diye 8 karı değiştirdin, rezilliklerin en büyüğünü yaptın. Ayıp ettin ama yine de bir şey olmadı. Türkler evlenip doğurmaya, içip söylemeye devam ediyor. Yine bağ bozumuna hazırlanıyorlarmış. Fıçıları sıkıyorlar. Sen “Saray”da dünyadan uzaksın, dünya yalnız köpek sesi değil, normal yaşayan insanlar da var. Üzüm hasadında Bulgar Türk birlik olmaya hazırlanıyor. Halkımızı ne günler bekliyor bir bilsen. Ne diyorlar biliyor musun? “Köpekler saraya kapanalı, hürriyet gelmeye başladı”... Dedikler başka şeyler de var, ama başka zaman. Türklükle ilgili, Türk kültürünü yeşerten hiçbir gelişmeye izin vermemek, şiir yazanın canını çıkarmak, hikâye yazanın anasını ağılatmak, uzun öykü veya


Makale ve Analizler - 2014

185

roman yazmak isteyene kan kusturmak, Türkçe gazete ya da dergi çıkaranın başına balyoz vurmak, radyo ve TV yayınlarına izin vermemek, halka anadilinde fıkra, masal anlatanları kovalatmaktı senin vazifen. Bu da boşa çıktı. Türkiye kendi uydusuna 228 TV programı çıkardı, bu yetmezmiş gibi, Bulgar TV’ler de yalnız Türk filmi oynatıyor. Olmadıkça olmuyor işte. Türkiye yerinden fırladı, ırmakları ters yöne akıtmak mümkün değil. “Çınar” ol diye dikildin ama, ama düşman eli haset, kurumak da yaratanın takdiri. Kader bu, yapılacak bir şey yok! Sana zırhlı “Jeep” bu nedenle verildi. Fidan gibi dikildiğinde, bu seralarda yetişti, kabuğu naziktir diye düşünenler etrafına tel örgü yaptılar, yani sana zırhlı araç aldılar, ne ki o da fayda etmedi. Silahlı korumalarının maaşlarını ödeyenler işlerini biliyorlar. Bütün mekanizma aynı değirmene su taşıyor. Bu değirmenin adı Türklük ateşidir, gönüllerde yanar, su ile söndürülmez, İnsanın canı çıkar ama Türkün gönlündeki kıvılcımlar sönmez. Bunu bilemeyenler, bu defa paralarını boşa harcadılar. Bak görüyorsun, ama şu işi bitir de Balkanlarda rahat bir hava alalım hevesine tutulan bir Avusturya enerji şirketi de sana 1 milyon 250 bin leva para verdi. Ama “sarayda” mağaza yok, birahane, lokanta yok, nerede harcayacaksın? Turist olarak bir yere gidecek olsan sıkmıyor. Seni bir defa İsviçre’de Bern sokaklarında görmüşler “kızımın sağlık sorunları var” demişsin. Yalan salladın tabii. Dikkat et! Dünya çok küçüldü. Her yer Genç Oktay dolu. Sen herkese kötülük ettiğin için herkes senden hınç çıkarmak ve kahramnan olmak istiyor. Senin hesabını görenin tarihe bir kahraman olarak gireceğinden şüphe eden yok. Görüyorsun, insanlar sana güvenmekle yanlış ettiklerinin farkına vardılar. Sen ömrümüzden 25 yıl çaldın. Ama bizi bitiremedin. Türklüğün ömrü sonsuzdur. Öyle çalmakla kapmakla bitmez, bitirilemezler... Seni “lider” yapmanın sebepleri kısaca bunlardı. Senin kendi hedefin yoktu. Seni içirdiler şişirdiler ve sürünmeye alıştırdılar. Sürünen adam düşenin halinden anlamaz. Ardından da sürünmeleri için Bulgaristan Türk ve Müslümanlarının tümünü düşürmeye ve süründürmeye çalıştılar. Bu çeyrek asır böyle devam ede geldi. Bizdeki o zalim birinci diktatör diktatör (Todor Jivkov) da Çingen bozmasıydı, Osmaniyeli Botevgrat Romuydu. Ardından Varna şoparı Ahmet’i getirdiler. Yeni Çingen kaşarlıyı değiştirdi. Onu da Bankiya saraylarında yaşatmışlardı. Saray çok, önemli olan Türklerin hesabını görmeyi kabul etmektir. Bulgar milleti Türklerden çok iyilikler gördüğü için artık ellerini kana bulamak, kirletmek istemiyorlar. İsteseler de hevesli değiller. “Komşu komşunun külüne muhtaçtır!” atasözümüzü Bulgarlar da bilir ve bu yüzden Türklerle dostluğa büyük değer verir. Bulgaristan Uyanış Çağında (XIX yy) hiçbir Bulgar haydudu Bulgaristan’da yaşayan Türk aileler ve Pomak kardeşlerimiz tarafından


186

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Osmanlı zabıtasına ihbar edilmemiştir. Biz susmayı, görmemeyi biliriz, her zaman herkesle birlikte ve kardeşçe yaşamak özümüzdedir. Hepimizin onurlu olmasını isteyen soylardanız. Dünyada onur ve şeref de bitmez. Alnımız açıktır. Verilecek hesabımız yoktur. Tarih boyu Bulgar halkıyla hesaplaşma planı ve kurgusu yapmamışız ve yapmaya niyetimiz yoktur. Hainler, ajanlar, gammazcılar, muhbirler, sen başta olmak üzere soysuzlarsınız. Biz Yahudilerle de hep iyi geçindik. XIV. yy’dan beri komşuluk yaptık. 1942’de bizden kovuldular, yani eski Osmanlı topraklarında mekân değiştirip, Filistin’e yerleştiler. Yahudi milleti tarihten ders almayan, kendi ana kitabı olan İncil’den ibret çıkarmayan bir millet olarak soysuzlaşıyor. Bir baksanıza Filistin’de, Gaze’de olup bitene, barbarlık sözünün yerine daha zalimi icat edildiyse, yazımda onu kullanın lütfen. Sen, Ahmet Doğan, “Neo-kom Yahudi Finans Örgütü” ile bağlantılısın. Türklere karşı havlatmak için Bulgaristan bahçesine “Ataka” köpeğini bağlatan sensin. Halk uyanıyor, “Atakayı” bahçeden atacak, ama işler bunla bitmiyor. Bu iti sen 1 milyon 600 bin levaya satın aldın ve Bulgaristan politikasına dahil ettin, camilerimizi taşlattın, vakıf mülklerimizi almamızı engelliyorsun. Sınırsız paraları olan Neo-com “Ataka” Başkanına bol keseden paralar veriyor. Neden mi? Türklere, Müslümanlara, Romlara, İslam’a ve Türkiye’ye, Türk Bulgar dostluğuna karşı havladıkça havlasın diye. Unutma lütfen. Bu işten baş sorumlu sensin. Kuruluş parasını verdin “Ataka” - faşistlerine, Bulgar ırkçı milliyetçilerine. Ayakta kalabilmek için emperyalizmin ajanı değil zavallı uşağı durumundasın. Bu hesap ödetilir. Senin cebinde devamlı beş paran olmadı ama masanda başkalarının ödediği viskiler de eksik olmadı. Anımsatıyorum: senin masanda hesap ödeyen de olmadı değil mi? Hesaplar hep büfe ardında ödendi. Önemli olan senin içmen, kafanı masaya vurman, büyüklük taslamaya alışman, zavallılığını unutman ve ara sıra “ben” demendi. Öyle başladı işte, sonra “ben, ben” diye bağırmaya alışmdın. Sen bir hiçtin. Hiçsin ve Hiç kalacaksın. Ne yazık bir çöp bile olamadın ve olamayacaksın. Senden ayakkabı altına gön bile olmadı. Ama balon gibi şişirildin, balon uçuruldu ve sen de kendini “lider” zannettin. Bir bakınsan! Bakınsana etrafına! Bir baksana şu şimdiki durumuna! Sen acınacak bir haldesin... Kurtuluş yolun, “saraydan kaçmak”. Plan yapmalısın. İstersen kitabını gönderelim, “Saraydan Kaçma” operasında benzer bir plan gerçekleştirilmiştir. Şu genç Osman var ya, 100 yılda yapılamayan bir iş yaptı. Hainler başını yani seni tarih kürsüsünden indirdi. Bir KGB ajanını, Bir DS ve DANS ajanını kürsüden fırlattı. Ne oldu şimdi. Mahkemeye gidemedin. Sıkmadı değil mi!!!


Makale ve Analizler - 2014

187

Okyta’ya 20 yıl hapis verilsin diye bir hayli gayret etmişsin, sözde ne dediğin oluyordu, ama bu defa olmadı, çünkü Bulgar makamları da kör ve sağar değil, bir dereceye kadar içip yersin, ömür boyu misafirlik olmaz, artık herkesin içtiği birayı ödeme zamanı geldi. Emeklilik maaşın da yok, ne yapacaksın bilmem...Çok kötülükler yaptın ve kürsüden çöp torbası gibi atıldın. Gençliğinden beri, DS - gizli polis subaylarıyla tanıştığın ilk günden beri ilk defa olmak üzere Sofya Kültür Sarayı’nda yerlerde süründün. Bizim Türk halkının bir özelliği vardır, haklı olanın yanında olma bilincine varana kadar, hep sürünenin, muhtaç olanın yanında yer alır. Seni de çöplükten çıkardılar, pansuman ettiler, üstün başın sil kildi, terin silindi, bir iki öpücük ve tebessümle korkun alındı. Ama her şey içinde kaldı, asla çıkmamak, seni asla terk etmemek ve yiyip bitirmek üzere içini kemirecek...Kusura bakma ama bu sahneyi, şu Oktay’ın yaptıklarını Rus senaristleri bile ne öngörebilmiş ne de yazmıştı. Bayram edenler de oldu kuşkusuz... Şimdi işittiğimiz göre, Aylin kızımıza her akşam yeni bir gecelik giydiriyor, saçlarını omuzlarına saldırıyor ve gökyüzünden iner gibi ikinci katın basamaklarından kelebek gibi sessizle inip dans etmesini ve başında durmasını istiyormuşsun. Böylece Melekler indi havası yaratıyormuşsunuz. Kardeşim Melekler kırk kere inmez ki, bir defa insan doğduğunda ruhunu getirirler bir de sonunda ruhunu alıp uçup giderler. Senin istediğin nedir şimdi? Kıza eziyet etmiyor musun? Her akşam her akşam in çık. Kızcağız ne alıp götürsün senden?!. Sende ruh falan kalmamış ki!. Zannetme ki içtiğin viskiler yalnız karaciğerini yiyip bitirdi. Ruhun şarap fıçısında, viski şişesinde yaşayacak hali yok, o da eriyip gitmiştir. Unutma, ruhu çürüyenler için ruhsuzlar cehennemi var. Dante, yazmış, Bilmem okudun mu? Okumamışındır. Nerde sende o kadar sabır. Yazıldığına göre, ruhsuzlar cehennemin 20. yeraltı katındaki yılanlar çamurluğuna atılıyormuş. Senin yerin orası olabilir. Bu kadar derine atılmanın nedeni ise, iğrenç günahlarının bir daha başka biri tarafından işlenmemesi içindir. Yani Dante bile iyilikten yana olduğundan, ruhsuzluğun bulaşıcı bir hastalık haline gelmesine karşı çıkıyor. Ruhsuzlar ne kadar derine gömülürse, o kadar daha iyi olur, demiş eserinde... Bir de şunu yazmak istiyorum. Bir sıra sen kendini karizmatik zannetmiştin.


188

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ne kendinin, ne ruhunun ne de karizmatikliğinin kaç para ettiğini biliyorsundur da, Bulgar medyası yapmıştı bunu, seni ValeryaVeleva gibi makyajlı gazetecilerle resmedip birinci sayfadan verdi. Şimdi “Presa” gazetesinde çalışan Veleva seni konu etmiyor. Anladı ciğerinin fiyatını... O, o zamanlar, Bulgaristan Türklerinin geleceğini tek başına tayin edebilecek biri olduğunu defalarca yazmıştı. Bunlar saçmalıklar tabii: Bir kişi bir etnik halk topluluğunun geleceğini tek başına nasıl belirler, sen de bir şey yapamadın... Sen de edemedin. Edemeyeceksin! İtiraz edebilirsin. Bakın HÖH oyları artıyor. Mecliste milletvekili sayısı artıyor. Diye bağırabilirsin. Senin bu çığalığını Lütfü Mestan da destekleyebilir. Üçlü koroya Daniel Peevski’yi de alabilirsiniz. Fakat bu ancak sizin çölde bir kum tepesi olduğunuza kanıttır. Çöl rüzgârları kum tepelerini sürükleyerek yürütür. Bu nedenledir ki, çöldeki tepelerin hiç birinin adı yoktur. Çünkü onlar bugün var, yarın yok, gece yerlerinde yel esen olgulardır. Burada çöl, Bulgaristan’da yaşayan Türkler, Türklük ve Müslümanlar ve onların dini olan İslam ’dır. Kaybolması, silinip yok olması olanaksızdır. Geçerli olan yasallıkta yok olan kum tepecikleridir. Bulgaristan Türk ve Müslümanlığımız ilk rüzgârda silinip bir daha hatırlanmamak üzere unutulacak kum tepecikleri değiliz. Kendinize has olanı, başkasına yüklemeye çalışmayın. Çölde çöp yoktur. Sizden de çöp bile olmaz! Bir de hiçbir işe yaramadığından, Senden Çöp Bile Olmaz!


Makale ve Analizler - 2014

189

Neyin Özlemi?

Neriman Eralp Kalyoncuoğlu-10.Ağustos.2014

İki yıl önce HÖH Brüksel milletvekili Metin Kazak Oslo’da bir Bulgaristan Türkleri Kültür Evinde şarkı söyledi. Türkçe kısa bir konuşma yaptı.“Her zaman yanınızda olacağız!” demişti. Gidiş o gidiş, bir daha uğramadı. İşler yoluna giriyor havasına girip, erkekli kadınlı oynamıştık. Çocuklar şenlenirken yaşlılar seyredip sevinmişti. Olay TV yayınlarına düştü. Yankı uyandırdı. Oslo’da bizimkiler kendi kulüplerinde, Türkçe konuşup göbek sallayıp bayram ediyorlar, dendi. Hollanda başkentinde 20, Lahey’de 32 cami var. Bütün milletlerin kültür merkezleri açılmış. Her dil saygıda, her kültür baş tacı, istenen bir tek toplumda huzura saygı, kurallara ve yasalara uymak ve istediğince yaşamak. Silistreli Hasan aganın lokantasındayız. Oturduk. Sohbet girişinde birer küçük kaysı şırası çıkardı. Hazırda “şopska” varmış: “Beyaz peyniri bizden, domates ve salatalıklar Türkiye’den maydanozu yerli,” diye anlattı. Kimin kime ne temenni edeceği bilinmediğinden “Hadi!” dedi ve kadehler kalktı. “Hadi!” bizde büyük bir davettir. Biz “Hadi” der kalkar, “Hadi!” der yürürüz, “Hadi Bismillah” der mezar kazarız, “Hadi Yarabbi yol ver!” der hareketleniriz. “Hadin!” ile isyan ettik. “Hadin!” deyip göç ettik. Biz “Hadi!”ye alışık bir halkız. Çocuklarımızı bile “Hadi” der yaparız. “Hadisiz” olamayız...Bulgaristan’da çıkan Türkçe sözlüklerden “Hadi!” sözümüzü çıkarmışlar. Ama bizim “Hadi!” içimizde yaşıyor ve hayat vitesimiz gibidir. “Hadi” bizim İlahi mutabakatımızdır.... Ev sahibinin “Hadi!” davetine uyduk. Kadehi bıyıklarına götüren Hasan aganın gözlerine baktım. Biraz düşmüş gözkapakları ve tek tük beyazlanmış kirpikler bir şeylere işaret etse de, ilk bakışta alev alan gözler sakin ve huzurluydu. Lokantanın duvarında çerçevesi sedir ağacından büyük bir özenle yapılmış yarısında büyük şair Nazım Hikmet’in Varna Limanı’nda el kaldırmış Türkiye’ye gemi uğurlarken çekilmiş fotoğrafı ve kolunun altında “Vapur” şiiri var. Vapur Yürek değil be, çarıkmış bu, manda gönünden, teper ha babam teper parçalanmaz teper taşlı yolları. Bir vapur geçer Varna önünden uy Karadeniz’in gümüş telleri, bir vapur geçer Boğaz’a doğru, Nâzım usulca okşar vapuru Yanar elleri. Hasan aga bir usta ozana bir şiire baktı ve söküldü: “Oslo limanından da çok gemi kalkıyor. Nereye gittikleri belli değil! Varna’dan kalkanlar İstanbul’dan geçer. Kapalı denizimizin dünya kapısı İstanbul’dur. Bu yüzden olacak, Nazım’ın


190

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Varna şiirleri hep İstanbul’a akmıştır. Yedi tepeli şehre, dev çınarlı limanlara. Bu bir özlem akışıdır. Bu bir toprak çekişidir, Vatan toprağına çırpınıştır...Biz de bir özlem içindeyiz. Neyin özlemi?” Sustu. Lokantada sigara yakmak yasak olsa da, cebinden “Viston” çıkarıp yaktı. Biraz “bize, bizim oralara” kokuyor, derken paketi gösterdi ve devam etti: “Gurbeti yaşamayan, Vatan sevgisini bilemez. Kış aylarında buralar çok yağışlık, hem de kaygan. Ayağım bir kaysa, Allah göstermesin, sonum gelse! Hadi şurada bir camimiz var. İmamı da görevdedir. Ben defnedileceğim yeri düşünüyorum. Şu buzlu toprağın neresi bana mekân olur? Başka milletler kapağı sıkı kapanan düşük ısılı tabutla naşı uçak ambarına alıp memleketine götürüyor. Biz buraya nafaka aramaya gelirken, “geri dönen nankördür!” dedik, evlerimiz kurda kuşa yuva olsun diye kapı pencere açık bıraktık. Bulgaristan’la Hollanda arasında “Ölü İadesi” sözleşmesi yok. Biz burada da iki aradayız! İşler yoluna girmezse, “Burada ölsem ....?” Beynim zonkluyor. Düşündükçe lokmam içime sinmiyor. Aklım hep “Ne olacağım?” sorusunda. Sonu beklemek için memleketime dönsem, 200 leva emekli maaşıyla o da çare değil.” “Neyin Özlemi!” Sonun duygusu olmadığına göre özlemi de olamaz. Hasan agayı korkutan yarınki günün belirsiz olmasıdır. Bize kapı açıp sofra kuran hemşerimize “belirsiz yarın” ana sorun ve dert olmuş. Yapılacak bir şey yok. Çözüm AB ülkeleri dış politikalarında çözüm bulabilir. Seçimden seçime oy vermekle çözülecek bir sorun değildir. 1990’dan sonra 30 - 40 devlete dağıldık. Görüldüğü üzere, Bulgaristan’ı terk eden neslin kafasındaki sorun “Sonumuz ne olacak!” Bu geçen hafta Mastanlı’da ölüm yıldönümü mezarı başında anılan, 24 yıl hapis yatan büyük şair Nuri Adalı’nın en az “köyüm yolundaki gavgalaz dikenlerini gözlerin kadar özledim!” mısraları gibi çok güçlü bir hissiyat dile getiren yeni gerçeklik budur. Yine yakınlarda Mastanlı’da düzenlenen ve 12 ülkeden gelen soydaş buluşmasında, “mezarlıklara özel bakım gerekli” diyenleri düşündüm. Bir anlatımı tatlı Hasan agaya bir de dünyası derya Nazım’a bakarken, dalmışım ve Orhan Veli’yle kendime geldim: Bakakalırım giden geminin ardından Atamam kendimi denize dünya güzel Serde erkeklik var, ağlayamam Hasan aganın derin gözleri sanki biraz nemli. Dünyaların en büyük denizlerinin birleştiği nopktada yaşasa da onun gönlündeki kendi denizi. Memleketi. Duygularını okumak zor! Duygusallığın tarifi imkânsız! Dile gelmesi yıllar isteyen bir özlem kokuyor her yer. “Neyin Özlemi!” Aile kültürümüzde erkeklerimizin beynine iyice yerleştirilmiştir “Hadi, hadi sızma, erkek adam ağlamaz.” Bu, bizde bir cümle değildir. Sert desen sertleşen, ağır olsan desen ağırlaşan bir ölçüdür. Erkeklerimizin içinde olandır. Yaşam tarzımızdaki orta direğin sert özüdür. Lehçemizle ifade ettiğimizde, erkek evin “çap taşıdır.”


Makale ve Analizler - 2014

191

O taş ne çatlar, ne patlar, ne duvardan düşer. Yazın güneşin altında kışın dondurucu soğukta hep oradadır. “Ne olacağım?” endişesi Hasan agada bir rüyaya dönüşmüş. Her gece gördüğü, daha doğrusu hayatın ona her gece sunduğu bir rüya bu. Duyduğu neyin özlemidir? Kendine yanıt arayan, fakat bulamayan bir rüya. Nostaljiyle başlayan ve her gece gösterilen bir rüya dizisine dönüşmüş yorucu yaşantı. Birinci kuşak göçlerin kurtulamadığı sonsuz tutku! Kanada’nın en iyi gölünün en nefis havalı köşesinde oturan soydaşımızın gece kâbusu! Paris’te Penceresi Eyfel Kulesi’ne bakan bir otelde kalmanız da mehlem olamaz bu hasrete. O içimizde, kanımızda ve her hücresindedir. İnsan beyninde bulunan ve yan yana dizilseler Ekvatoru kuşatacak uzunlukta olan bir hücre zincirinden söz edenler haklıysa eğer, içimizdeki özlem de o kadar uzun ve derindir. Yaş damlaları Hasan aganın nemli gözlerinin pınarlarından tekerlenmiyor. O istemese de, bu durum onun buradaki yaşamdan tat almasına engel oluyor.Mutlu olma fırsatına kapı açtırmıyor. Ben, aynı duygularını eşi ve çocuklarının da yaşadığına inanıyorum. Modern toplum dişleri arasına aldığı insanlarda kadın erkek, eş dost, çocuk yetişkin ayırımı yapmıyor. O, henüz neyi yiyeceğini, neyi seveceğini, neyi özleyeceğini, hangi şiiri duvara asacağını, hangi ozanla gönül eyleyeceğini, hatta ne zaman “Haydi!” diyeceğini başkalarının belirlemesine olanak vermek istemese de özlem karşısında yenik düştüğünü fark ediyor. Ne var ki, iki taş arasında kalmışlığının farkında olmaktan henüz uzak. Orada kaldıkça diğer yabancılarla eriyip yok olmaya mahkûm olduğunu kabullenmek istemiyor. “İçindeki!” hadi henüz canlı! Yaşlıların dil öğrenmesi zor, anadil gramerini bilmeyenler yabancı dil öğrenirken baş edemiyorlar. Dillerini öğrenemedikçe hep yabancı kalıyorlar. Akan hayat ırmağına kenardan bakıyorlar. Bu yüzden olacak, Bulgarca ya da Türkçe konuşan birine rastladıklarında, şimdi bizimle olduğu gibi, çocuk gibi seviniyorlar. Burada hemşeri dayanışması ilk adımlarını atıyor. Bulgaristan’da yaşayan yakınlarından gönül rahatlatıcı bir haber geldiğinde heyecan gökte! TV !den su baskınları ve tolu haberlerini anlamakta zorluk çekmişler. “Mezdra” şehrinin su altında kalmasına, Varna’yı sel götürmesine akıl erdiremiyorlar. “Bu işte bir iş var. Tanrı Bulgaristan’a sopasını mı gösterdi?” diye soruyorlar. Yaratanın göklerden inip Türklere edilen zulümden ötürü Bulgarları cezalandırmış olması, akıllarına yatıyor. Ne güzel ki, henüz nedenini ve niçin ini sorgulamaksızın sadece algılayanlar durumuna girmişler. Şimdilik ana soru: “Ne olacağız?” Din, ana dil, mezhep, öz kültür ikilemi en başa konmuş! Sokağının bir iki arkasında şöyle barış böyle barış kavgasında kendi dindaşlarını, kendi yurttaşlarını çoluk çocuk demeden öldürenlerin sesleri geliyor... Önceleri aldırmazdılar, artık “Vahşet,” diyorlar. O ve yakınları, tüm konuk işçiler ve iş ara-


192

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

yanlar, sığınmacılar için özel programlar olduğunu öğrenmişler. Program dendiğinde Hasan aganın aklına “Bulgarlaştırma” programı geliyor. İçindeki ses sık sık soruyor: “Kurttan kaçarken timsah ağzına mı girdik?” Akla en sık gelen soru ise: “Burada cennet var mı?” Korku yaşayan, yokluk, açlık, yoksulluk görmüş insanlar, yurtlarında evlerinde ülkelerinde hiç bilmedikleri kültürlerde medet arıyor. Yola tükürme yasağı, basamakların temiz tutulması ve tuvalet kazanındaki suyun hiç bitmemesi mutlu olmaya yetmiyor. Bu insanların duygularıyla kimse ilgilenmiyor. Ayrıldıkları topraklara, ana babalarına, yakınlarına özlem duyup duymadıklarıyla kimse ilgilenmiyor. Çocuklarının gelecekleri kasap çengelinde! “Ben 25 yıldan beri çağımızın yürek acısı göçlerinin umarsız yolcularından biriyim.” diyen Hasan aga: “Bu yolun sonu var mı”, diye sorduğunda, işiten yok. Olmayacak da...çünkü bilen de yok. “Zordur bir sevgiden, sevgiliden ayrı düşmek” demek istesem de, bu insanları köyleri, yakınları, komşuları direk ilgilendiriyor. O topraklarda göz açmışlar, havasına suyuna, ormanlarına, kuşlarına, dostlarına sıcacık bağlandıkları köy ve kentlerinden ilk kez ayrı kaldıklarından özlemin güçlü etkisine yenik düşüyorlar. Onların vatan özlemi, dört başı mamur yaşanmış bir aşk için olduğu gibi, ortamdan kopma acısını anlatacak sözcük bulabilmeleri olanaksızdır. Bu duygu yaş seçmiyor. Hangi konumda hangi yaşta olursan ol, ölümden beter, dağladığını sarartıp solduruyor. Vatan gün demez gece demez, sevgili gibi özlenir. Neyi, neresini, hangi mevsimi, kimi, neden özlediğini anlatamazsın. Özlem bir topaç olup göğsüne oturdu mu eriyip küçülmez. Burun direğinin sızladığı, gözlerin kendiliğinden yaşlandığı olur. Bu nedenle değil midir şiirlerin, romanların, filmlerin ana temalarının ayrılıklar, kalp kırıklıkları, onulmaz aşk acılarından oluşması. Bazı şairler vardır, dizeleri ile duygularınıza öylesine sesleniverirler ki, ilk okuduğunuzun üstünden yıllar da geçse düşüverir bir anda belleğinize. Yeni bir şarkı var, çaldıkça sanki aynı duyguyu anlatıyor. “Sen bana git dedin. Ama senin bana gönlün var gibi gibi”... Onların durumu da tıpa tıp böyle! Kuşkusuz kimse okulsuz çocukların, kuşsuz yuvaların, tatsız kirazların dünyasında yaşamak istemez. Çünkü her şeylerini kötüye dönüştüren kendi iradeleri değildi. Dinimizde “zulüm” isteğimiz dışında dayatılandır. Bizim hayatımız zehir edildi. Bulanık sular çekilse de, ne yazık ki, bataklıklar hala kurumadı. Şu da var. Durumun dengesini bozmak istemeyen Hasan aga üstüne üstelik bir defa sormak istemiyor, bir de dili varmıyor. O, 21. yüzyılın hemen başında, ortaya çıkan unutulması ve silinip süpürülmesi olanaksız büyük bir insanlık dramının dipsiz kazanı içinde. Bu günümüz insanlığının ayıplarından utançlarından


Makale ve Analizler - 2014

193

en unutulmayacak olanı. O, birisinin “Hadi!” demesini mi bekliyor. Yoksa sürünmeye alışmayı mı? Şu “Hadi!”yi kendisi diyecek olsa, artık gücü yetmiyor. Bütün kuvveti, seçim günü sandık başına gidip, denizin dalgalanması ile güneşin yarın bir daha doğması umuduna bir daha oy verecek kadar. Birçok hemşerimiz ülkesini bir daha göremeden öldü. “Neyi Özlediği”ni anlatamadan gitti. Son sözlerini söyleyemediler, çünkü son isteklerinin ayakta kalanlara yük olmasını istemediler. Kimisinin mezar taşı var kimilerininse yok. Ayrılırken, Hasan agayı öptüm ve “Ayrılıklar, neyin özleme dönüştüğü bilinmeyen hasret değil, sevgi ve aşklar olsun!” dedim. Umudu öldürmemek için “Yakında yine görüşelim!” Deyip ayrıldım...

Mücadelemizden Sayfalar

Dr. Nedim Birinci-10.Ağustos.2014

Bulgaristan Türk ve Müslümanlarının bugünkü durumunun doğru analiz edip algılanmasına en iyi temel 1985 - 1990 yılları ile 1989 Ayaklanmamızın doğru biçimde değerlendirilmesi olmalıdır. Direnişimizin şahlanması ve kırılması o döneme rastladığından, olayların ayrıntılarını, kahramanları, hainleri, dönekleri, ikiyüzlüleri o yılların aynasında görebiliyoruz. Bulgaristan Türklerinin sevilen ve sayılan öncülerinden, halk aydını Nasuf Bilal Mutlu o yılları şöyle belgeselleştirdi. Alıntılarla anlatıyoruz. 1985 Ocağında Kotel (Kazan) belediyesi köylerinde isim değiştirmeye karşı direnişlere katılım kitlesel oldu. Başkaldıranların ön saflarında öğretmenler, camii cem atı, fabrika işçileri, madenciler, yol yapım ve ulaşım işçileri, kooperatifçi köylüler vardı. Bölge halkı dinine bağlıdır. Geleneklerini sayar. Birbirine kenetlenmiş ve dayanışma gelenekleri olan bir kitledir. Kavga meydanına toplananların başında köyümüzün muhtarı Ferad Mustafaov yer aldı. Halkı yüreklendirmede rolü büyük oldu. O, direniş ateşi etrafından ayrılmadı. Köylüleri cesaretlendirdi. Tanklarla ve silahlı askerlerle, kırmızı berelerle sopayla savaştı. 1985 kış direnişinde çok kişi tutuklandı. 3 Mart 1985’te Nasuf Bilal Mutlu, Küçükler köyünden Hasan Ocaklı ve Avlanlar köyünden Ahmet Karaca, Hasan Duran, Ahmet Zeynel ve Hüseyin Ça-


194

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

vuş ile birlikte “Belene” ölüm kampına götürüldü. “Belene” toplama kampında 600’den fazla Türk direnişçi vardı. Tutuklulardan daha fazlası lise ve yüksek öğrenimliydi. Aralarında daha fazlası öğretmendi.. 1985’in Mart sonunda “Belene” kampındaki tutuklulardan bazıları serbest bırakıldı. İlkyazın gelmesiyle 100 Türk “Belene”den “Bobovdol” kömür madenlerinde işe sürüldü. O ağır kış aylarda Nasuf Bilal Mutlu’nun kardeşi Mustafa Mutlu Batı Avrupa radyolarıyla ilk temasları kurup isim değiştirme ve tutukluların sürülmesi, direniş dalgasının büyüyerek yükselmesi haberlerini iletti. O da tutuklandı. Önce Sofya Merkez Hapishanesinde daha sonra da Stara Zagora cezaevinde 3 yıl kaldı. 30 Temmuz 1985’te Nasuf Bilal Mutlu “Belene” kampından çıkarıldı. Vratsa ili DolnoKamartsi köyüne sürgün edildi. Arkadaşı Ali Ormanlı ise, komşu il olan Mihaylovgrat’ın Draşan köyüne sürgün edildi. Sürgünde Nasuf Bilal Mutlu’yu eşi ayda bir defa olmak üzere ziyarette geldi. Okul çağında iki kızları vardı. Köylerindeki bazı dost ve komşu aileler kızlarıyla ilgilenip onlara yardım ediyordu. Sürgüne dökük-viran bir köy evine gösterilmişti. Haftada 2 defa belediyeye gidip imza atıyordu. İşi gösterilmedi. Geçimini sağlamakta zorlanıyordu. Polis onun hakkında önceden uydurma haberler yaymıştı, Bulgar köylülere, onun köyündeki kuyuya zehir atığı ve birçok çocuğun ölümüne sebep olduğu anlatılmıştı. Yerlilerde peşin oluşan güvensizliği aşmak aylarını aldı. Kotel köylerinden Mahmut Önal komşu köylerden birinde sürgündü. Sliven’e bağlı Akyar köyünden Sabri İskender ise komşu il Mihaylovgrad’ın Kameno Pole köyünde kalıyordu. O dönem, Türk sürgünler uluslararası kamuoyundan yardım eli uzatmasını bekliyordu: Umutlarında 1988’de yapılacak olan İspanyol Kurultayında; Balkan Konferansında ve Avrupa diplomatik görüşmelerinde belki bir hareketlenme olur gibi beklentiler seziliyordu. Günler ve aylar geçti, bir yerde bir yaprak kımıldamadı. Kızının düğünü: Halkla kucaklaşma. O, sürgündeyken ailesinde bazı olayları gelişti. Kızlarından biri yuva kurmak istedi. Sürgün babanın gönlü pek yatmasa da, sonunda razı oldu. Bir süre sonra doğru karar aldığına kendisi inandı. Eşi, İç İşleri Bakanlığı’na bir mektup yazarak ona düğün vesilesiyle 3 gün izin istedi. Polis düğün töreninin protesto gösterisine dönüşmesinden endişelendiğinden ötürü, izine gitmesine razı olmasa da, karar lehte çıktı. İzinle ilgili Mezdra polis müdürü bilgilendirildi. İzin işi duyuldu. Önce Donla Kremena’ya kalabalık insan topluluğu ziyaretine geldi. Ar-


Makale ve Analizler - 2014

195

dından düğünde herkesle kucaklaştı. Hasret giderdi. Sürgünlerin yakınları etraf köylerden akın ettiler. Düğün töreninde, ziyaretçilerin hepsi Nasuf’un yiğitliğini övdü, içinde bulunduğu halk davasına yüreklendirdi. 4 yıl devam eden sürgün hayatından sonra akrabalarıyla, en yakınlarıyla, komşularıyla, dostlarıyla görüştü. Moral aldı moral verdi. Herkesle haşır neşir oldu. Üç günden sonra Nasuf Bilal Mutlu DolnoKamartsi köyüne döndü. Burada Sabri İskender, Ali Ormanlı, İslam Beytullah, Hasan Ocaklı, Remzi ve öteki sürgün arkadaşlarıyla görüştü. Politik havada artık biraz da olsa yumuşama seziliyordu. İsim değiştirmeye karşı aydın savaşımcıların Kuzey Batı Bulgaristan köylerindeki sürgün hayatı devam ederken, Bulgar anti-komünist muhalefeti içinde canlanma oldu. Daha ilk kapışmalar Türk nüfusu çok etkiledi. Bu arada, Nasuf Bilal da komşu köylerde sürgün Türk insan hakları savaşçıları tarafından ziyaret edildi. Giderek, Sabri İskender, Ali Ormanlı, Mustafa Ömer gibi seçkin aydın direnişçiler sık sık uğramaya başladı. Görüşmelerde Nasuf Bilal, arkadaşlarından totaliter rejime karşı mücadelenin daha yüksek bir düzeye çıkarılması kararını öğrendi. Çok ağır koşullara rağmen, Demokratik İnsan Hakları için Demokratik Lig kurma kararlaştırıldı. Bu sürgünde kurulan ve ülkeyi kucaklayan, tüm mücadeleyi politik yönetecek bir yığın örgütü olacaktı. Nasuf Bilal Mutlu hayatının en önemli adımı olarak nitelendirdiği Demokratik Lig Kuruculuğunu şöyle değerlendiriyor: “Demokratik Lig’in kurulması Bulgaristan Türklerinin Sesini dünyaya duyurmayı anlamına geliyordu. Bu çok önemli politik kararı onaylarken, arkadaşlarımda her biri kapısını çalanın Azrail olduğunu iyi biliyordu. Hepsi hiç çekinmeden tarihsel bir olaya imza attı. Bu örgütün kuruculuğunda hem Güney, hem Kuzey ve hem de Merkezi Bulgaristan’dan temsilciler vardı. Örgüt fiilen Güney Batı Bulgaristan köylerinde sürgünler tarafından oluşturuldu. Bununla birlikte, yarı legal bir direniş örgütü olarak kurulan Demokratik Lig bir insan haklarını savunma örgütüydü. Yani Bulgaristan Türklerinin siyasi mücadelesinin başına bir sivil kitle örgütü geçiyordu. Demokratik Lig teşkilatının sürgünde kurulması olaya çok büyük anlam ve önem kazandırdı. O andan sonra çok yoğun çalışmamız gerekti. Hiçbir yıkıcı amaca bağlı olmayan, en insancıl olan, en doğal olan, dinimizde ve yaşam kültürümüzde yer alan hoşgörülü, kardeşçe beraberlilik ve yardımlaşarak beraber yaşamak hedeflenmişti. Türk ulusal azınlığın özgürce yaşamasını sağlayacak haklarının iade edilmesi isteğinin bütün Bulgaristan’a yayılması işi şerefle başladı.


196

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Nasuf Bilal Mutlu’nun da kaydettiği üzere, Türk nüfus bu örgütün kurulmasına kanat açtı. Adımlarına tam destek verdi. Davaya gönül hoşluğuyla sarıldı. Demokratik Lig’in Program ve tüzüğünü Sabri İskender, Ali Ormanlı, Mustafa Ömer (Asi) ve avukat Nazmi Başaran tartışarak kaleme aldı, biçimlendirdi, onayladı ve kitlelere iletti. Örgüt evrakları tescil için Plevne İl Mahkemesi’ne sunuldu. Nasuf Bilal Mutlu şöyle diyor: “Tasdik olmalarını uzunca bekledik. Yanıtın olumsuz olacağını biliyorduk. O zamanki rejim mahkemeye başvuranların da kellesini alıyordu. Yeniden tutuklanmamızı bekledik. Ne ki, o zaman durumda biraz daha yumuşama esintisi belirmişti.” Kitle örgütü kuruculuğu yolunda illegal çalışmalarımızı hızlandırdık. Arkadaşlarımızdan biri olan İbrahim, korkudan sıyrılmış bir militandı. Gece gece Kuzey Batı Bulgaristan köy ve kasabalarını dolaşıyordu. Teşkilatımızın güncel çalışmalarını “Hür Avrupa” Radyosuna iletti. Radyo yayınlarını birkaç kez tekrarlanıyordu. Halkın kulağı radyolardaydı. Gelişmeler Türk halkı cesaretlendirdi. Haberler radyolara telefonla iletiliyordu. 1989 baharında, Demokratik Lig belgelerinin dağıtılmasında örgüt Genel Sekreteri Sabri İskender’in oğlu Hüseyin ile kız kardeşi Sefer’in katkıları büyük oldu. Mesleği hemşire olan Ali Ormanlı’nın kızı Duranca bu etkinliklere iştirak etti. Örgüt, ülke ağını kurdu. Sorumlularını atadı. Bir mühendis olan Avlanlar köy eski muhtarı Hüseyin Nuhov; Bekirler köyü eski muhtarı Ahmet Öztürk; Doğancılarlı Mustafa Bilal; Silistraya bağlı Akkadınlar kasabasından 2 öğretmen, Razgrat,Kırcaali, Tırgovişte, Şumen ve Sliven’den Türk öğretmenler örgüt sorumlusu oldu. kısa bir sürede çalışmalar halka indi ve aktifleşti. Bu politik etkinliklerde Demokratik Lig Başkanı Mustafa Ömer, Genel Sekreter Sabri İskender, Yönetim Kurulu üyelerinden Ali Ormanlı ve Nazmi Başaran’ın rolü ve katkısı özellikle büyüktür. 1989 Nisanında Nasuf Bilal Mutlu ve arkadaşlarını sürgünde ziyaret etmek için Şumen, Novi Pazar ve Dulovo bölgesinden büyük sayıda Türk geldi. Halk Mustafa Ömer, Sabri İskender ve Ali Ormanlı’nın insan hakları uğruna mücadeleyi dalga dalga yoğunlaştırma fikirlerini benimsedi ve hayata geçirdi. “Hür Avrupa” radyosu haber bültenlerinde Demokratik Lig haberlerini başa aldı. Demokratik Lig yönetimi Mayıs 1989’da toplandı ve en kısa zamanda kurultay toplama kararı aldı. Kurultayın önce Vratsa Balkanında toplanması düşünüldü. Ardından ilk kurultayın Şumen ili Vırbitsa bölgesinde yapılmasına karar verildi. Kurultay Hüseyin Nuhov ile Ahmet Öztürk başkanlığında toplanacaktı. Türklerin isyanı dört bir yana yayılıyordu. Nasuf Bilal Muylu olayı şöyle anlatıyor: “Allahsız ve adaletsiz, kırk yıl süren bir rejimin barbarlık, baskı ve terörünün verdiği acılara karşı ayaklandık. Artık bilinçlenmiştik. Düşman irademize


Makale ve Analizler - 2014

197

su vermişti. Bütün dünyanın gözü önünde, tarihin en gaddar baskılarını yaşamıştık. Bize uygulanan soykırım ruhsal ve manevi varlığımızı yok etmeye saldırıydı. 2 milyonluk Bulgaristan Türk nüfusu haklı davasında yalnız Türkiye halkından arka oldu, yardım verdi.” Sliven bölgesinde kızışan mücadelede halkımız kimden destek gördü? Direnişin içinde yer alan Nasuf Bilal Mutlu bu soruya şu yanıtı veriyor: “Sliven bölgesi köylerinde isimlerimizin zorla değiştirilmesi ve Türk kimliğimize amansız saldırılardan önce, ildeki Türk köylerinin muhtarları hep Türk’tü. İsimlerin değiştirilmesinden sonra işten kovuldular. Onların yerine atananların hepsi Bulgar’dı. İsimlerimizi değiştirmek için köylerimize çullanıldığında, ağır saldırılarında, o cehennem günlerde Türk muhtarlarımız hep Türklerin yanında yer aldı. Köylüye arka oldu. Ortada kalanlar olsa da, onlardan hiç biri düşmanla işbirliğini seçmedi, saf değiştirmediler. Totaliter rejimle kavgamızda muhtarlarımız çok önemli rol oynadı. Şerefli davrandılar.” Nasuf Bilal Mutlu 1989 Nisan ve Mayıs Ayaklanmasını şöyle anlatıyor: “Direnişler açlık grevleriyle başladı. Protestolar etrafı sardı. Haber köyleri dolaştı. Radyolara düştü. Şumen, Yeni Pazar, Mahmuzlu, Vırbitsa, Orlyak, Omurtak ve Silistre ve Dobriç köylerinde grevler, gösteriler düzenlendi. Direniş alayları yollara sığmıyordu. Gitgide bu yürüyüşler, polisle yüz yüze kavgalar Silistra, Razgrat ve Kırcaali illerine taştı. Batı radyoları olayları yansıttı. Dünya Bulgaristan Türklerinin direnişine tanık oldu. Sürgündeki militanlar gece uyku uyumadı. Bir yandan ayaklanma ateşinin alevlenmesi herkesi dava saflarına toplarken, verilen kurbanlar da halkın kalbini parçalıyordu. Kavga acımasız ve amansızdı. Demokratik Lig liderliği açlık grevlerini, isyanı, yürüyüşleri kitlesel başkaldırışı başarılı yönetti. Her şey analiz edildi ve yönlendirildi. Açlık grevlerinin kitlesel niteliği, sıradan köylülerin davaya gönüllü katılması, hayatını riske atanların çoğalması, köylü kadınların yürüyüşleri, jandarma, asker ve baretlerle çarpışma meydanlarında yüzleşmeleri, tanklara karşı çapa ve yaba ile direnişleri dilden dile ülkeyi dolaştı. Türkiye’deki yakınlarımıza ulaştı. Halk totaliter rejime yumruk sıktı. Halkın kararlılığı yürekli eylemlere yansıdı. Bu halk isyanı aşsında etnik bir halk topluluğunun başkaldırısıydı. Türk kadınlarıyla birlikte yürüyen Bulgar Bayanlar olmasa da, ülkede hava değişmiş, rüzgâr başka yönden esiyordu. Bu topraklarda daha önce Türk Müslüman kadınlar yollara dökülmemişti. Hapsedilmemişti. “Belene” ölüm kampına atılmamıştı. Hal-


198

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

kım bu denli gözyaşı dökmemişti. Türlüğün dip dalgası uyanmış ve vicdanı şahlanmış, ayaklanmış ve önüne gelen engeli süpürmeye hazırdı. Halk İsyanımız Güney Batı Bulgaristan’a sürgün edilen Türk aydınlar tarafından yönetiliyordu. Bu olaylar yarım yüzyıl biriken hiddet ve öfkenin patlamasıydı. Ezilen halkın öfkesi bir noktada toplanmış ve isyan şeklinde patlamıştı. İktidarın insan düşmanı politikası hak ettiği tepkiyle yüzleşiyordu. 11. Mayıs 1989 gecesi geç vakit, Nasuf Bilal Mutlu’nun kardeşi Mustafa Donla Kremena’ya geldi. Köye girmezden önce Sabri İskender, Ali Ormanlı ve Mustafa Ömer’in sürgün olduğu köylere uğramış, fakat kaldıkları mekânlar polis kordonunda olduğundan girip görüşememişti. Üçü hakkında bilgi sızmıyordu. Aynı gece Silistre’li avukat ve Demokratik Lig’in ulusal çapta örgütleyicilerinden Nazım Başaran da Donla Kremena’ya arabayla geldi. Polis ona ülkeyi terk etmesi için sadece 3 gün vermişti. Geliş sebebi, Demokratik Lig’in politik yönetimiyle görüşmek ve eylem başlatmaktı. Nasuf Bilal Mutlu aynı zamanda onun kayın pederiydi. Getirdiği haberlerde “harekete katılanların haklı daha uğruna hayatlarını feda etmeye hazır olduğunu” vurguladı. Ertesi sabah Sabri İskender, Ali Ormanlı ve Mustafa Ömer’in tutuklanıp tutuklanmadıkları üstüne bilgi almak üzere başka sürgünler köylere gönderildi. 18 Mayıs 1989 günü Batı radyolarının haberlerinden sürgünlerden bazılarının Türkiye’ye sınır dışı edildiği haberini aldı. Gönderilenler hareketin önderleriydi. Halk direnişini başsız bırakma oyunu başlamıştı. Aynı gün Demokratik lig kurucu ve yöneticilerinden olan Ali Ormancı, eşi ve kızı Duranca’nın sınır dışı edildiğini öğrendi. Olaylar hızla gelişiyor ve gerginlik artıyordu. 20 - 21 Mayıs 1989 günlerinde Türklerin protesto gösterileri, yürüyüş ve mitingler, çarpışmalar bütün ülkeyi sardı. Kurşunlanarak can feda edenlerin isimleri ağızdan ağza dolaşırken, yaralıların da büyük sayıda olduğu bilgisi alındı. 21 Mayıs günü büyük bir grup köydeş, akraba ve yoldaşı Nasuf Bilal Mutlu’yu ziyaret etti. Gelenler arasında eşi, kardeşi ve anası da vardı. Halk olacak olanları, ayrılık dalgasını herkesi bir başka yöne atacağını duyulmuyordu. Halk hareketlenmişti. 13 Mayısta Mezdra kasabası polisine çağrılan Nasuf Bilal Mutlu, 22 Mayıs sabahı yine çağrıldı. Mezdra’ya kadar dayısının arabasıyla gittiler. Onunla görülen yüksek rütbeli bir polis görevlisiydi. Ondan bölgeyi terk etmesini istedi. Donla Kremena Bulgar halkı onu büyük bir törenle uğurladı. Türklerin haklı davası Bulgar halkının kanına da işlemişti. Bu arada köye onu almaya gelen damadı Kadir Kotel polis müdürlüğüne çağrıldığını haber verdi. 23 Mayıs 1989 günü, Kotel polisi eline bir pasaport tutuşturdu. Kahraman Nasuf Bilal Mutlu Bulgaristan’dan kovuldu.


Makale ve Analizler - 2014

199

Unutmamalıyız!

BG-SAM-10.Ağustos.2014

Bulgaristan Stratejik Araştırmalar Merkezi olarak 1989 olaylarını, Mayıs Ayaklanmasını ve Büyük Göçü, çekilerimizi, açılan yaraları ve alınan ibret derslerini anlatmaya devam etmek istiyoruz. Bilindiği üzere “Bulgarlaştırma” sürecine karşı direnişte 37 kurban verildi. Üzerinde altın harflerle kahramanların isimleri yazılı gökleri delen bir anıt henüz dikilmedi. Şimdi isimlerini doğum yılı ve öldürüldükleri yılı veriyoruz: 1. Hasan Osman Hacıoğlu ( ? - 1975) 2. Necdet Adem (1939 - 1987) 3. Orhan Adem (1966 - 1987) 4. Türkan (1983 - 18 aylıktı) 5. Niyazi Niyazi (Akkılıç) (1965 - 1986) 6. Adil Mustafa Mehmet (? - 1980) 7. İsmet İzzet (Koç) (1942 - 1992) 8. Ali Süleyman Solak (? - 1985) 9. Halim Halil İbrahim (1936 - 1977) 10. Ömer Yusuf Ahmet (? - 1985) 11. Halid Mehmet (1936 - 1989) 12. Beyhan Mümün Yusuf (1958 - 26.12.1989) 13. Salimehmed Ramadan Şevket (1952 - 1989) 14. Hafize Osman (? - 1989) 15. Şakir Şakir (? - 1989) 16. Süleyman İsmail Mehmet (1937 - 1987) 17. Hüseyin Hakkı Recep (1945 - 1985) 18. Sezen Ebazer Recep (1966 - 1985) 19. Kazım İbrahim (1947 - 1985)


200

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

20. Mehmet Mustafa Kara (? - 28.05.1989) 21. Mehmet Emin Mehmet (19245 - 1989) 22. Mehmet Saraç (1952 - 20.05.1989) 23. Hasan Arnavut (1941 - 20.05.1989) 24. Nacip Osman (1945 - 20.05.1989) 25. Sezgin Salih Karaömer (1972 - 1989) 26. Ahmet Mehmet Hacıoğlu (Buruk) (1936 - 1989) 27. Mustafa Bilal (? - 1975) 28. Mehmet Ambarlı (? - 1975) 29. İbrahim Çetin (1934 - 1989) 30. Mustafa Emin İlyaz (1933 - 1985) 31. Mustafa Ömer Osman (1954 - 11.01.1985) 32. Efrahim Salim Efrahim (1957 - 1989) 33. Mümün Mustafa Ahmet (1969 - 1985) 34. Turhan Sabri İsmailoğlu (1960 - 1989) 35. Rıfkı Halitoğlu (1965 - 1989) 36. Osman Bali Demir (? - 1985) 37. Mehmet Ahmet Habil (1942 - 1962) 38. Şakir Recep Küpçü (1934 -1976) 39. Gazeteci Hasan Çakal (1931 - 1978) Mücadele günlerinden anılar: Bu cümleden olmakla önemle belirtilerek asla unutulmaması gereken hapis yatmış aydınlarımız vardır. Onların arasından 33 aydınımız halkımızın belleğinde yaşamaya devam ediyor. Bilim adamı Salih Baklacı, şair ve yazar Ömer Osman, sevilen aydınlarımızdan Lütfü Tuna, Mümin Çakır, şair Nuri Turgut Adalı, şair ve yazar Ahmet Şerif Şerefli ve büyük sayıda aydın Bulgaristan Türkünü saygıyla anıyoruz. Yazımıza devamla kahraman aydınlarımızdan öğretmen, okul müdürü Nasuf Bilal (Mutlu) hakkında ayrıntılı bilgi sunuyoruz: Kotel’in (Kazan) Doğancılar köyünde doğup büyüdü. Sofya “KlimentOhridski” Üniversitesinde “Türk Filolojisi” okudu.1973’te köyüne öğretmen atandı. 18 yıl okul müdürlüğü yaptı. Sliven şehrinde pedagojik toplu çalışmalara katıldı. Hazırlayıp sunduğu raporlarla ilgili birçok kez ödüllendirildi.


Makale ve Analizler - 2014

201

Nasuf Bilal (Mutlu) 1985’in Ocak ayında Kotek’le bağlı Alvanlar (Yablanovo) ve daha 9 köyde başlayan Türk ahalinin birlikte ayaklanmasının aktif örgütleyicisi ve önderlerinden biridir. Tutuklanmıştır. Sliven Devlet Güvenlik (DS) kurumunda çok ağır işkence görmüştür. 3 yıl Belene ölüm kampında kaldıktan sonra, Vratsa ilinin Donla Kremena sürgün edilmiştir. O, Demokratik Lig adlı İnsan Hakları Örgütünün öncülerinden, örgütleyicilerinden ve önderlerinden biridir. Bulgaristan’dan Avusturya’ya kovulduktan sonra Bursa’ya yerleşti ve ilde eğitim öğretim çalışmalarına katıldı. Bulgaristan Türklerinin uyanışı, başkaldırısı, Mayıs 1989 Ayaklanması, “Belen” toplama kampı yılları, sürgün dönemi ve Büyük Göçle ilgili çok değerli araştırma eserleri kaleme almış ve doğru ve isabetli değerlendirmeler yapmıştır. Eserlerinde, Koca Balkanın kuzey yamaçlarına yerleşmiş olan ve Kotel (Kazan) ilçe sınırları içinde bulunan Alvanlar, Küçükler, Hamzalar, Topuzlar, Doğancılar, Vay ıslar, Çıtak, Sübüceler, Sırtalan ve Turkukum köylerinde yaşayan toplam 15 bin Türkün hayatını ve yaşayışını konu ediyor ve insanlarımızı şöyle tarif ediyor: “Koca Balkan eteklerinin derinlerine serpilmiş olan bu güzelim köylerde, kendi Türklüklerinden, anadillerinden, dinlerinden, özellikle de gelenek ve adetlerinden ödün vermeden yaşarken, yeni ve çağdaş olana açık olan, kendilerine gönül bağlanıp inanılacak, çok çalışkan insanlar yaşıyordu.” 1984 Aralığında ve 1985’in Ocağında ülkenin değişik şehit ve merkezlerinde işte olan Türkler Güney Bulgaristan’da Türklerin isimlerinin zorla değiştirilmeye başlandığı haberini alınca, Kotel köyleri erkekleri de ne olur ne olmaz düşüncesiyle köylerine toplandı. 12 Ocak 1985’te Nasuf Bilal pedagojik eğitim çalışmaları sonuçlarıyla ilgili Sliven Eğitim Müdürlüğü’ne çağrıldı. Toplantıda, eşi Pomak olan Sliven Şarap Fabrikası Müdürü Remzi Hafızov’un isminin ve soyadının Bulgar isimleriyle değiştirilmesi konusu ele alınmıştır. Aslında bu, isim değiştirme konusunda Nasuf Bilal (Mutlu) nun fikrini öğrenmek için önceden kurulmuş bir kapanmış ki, o görüşünü şöyle açıklamıştır: “Lütfen dinleyiniz. Ben Hafızov’u şahsen tanımam. Fakat onun başına gelen benim başıma gelirse, yeni isim yerine ben başıma bir kurşun yemeyi tercih ederim.” Bu sözleri işiten Sliven Eğitim Müdürlüğü Müdürü Boev, Nasuf Bilal (Mutlu) ya sözlü saldırarak şöyle diyor: “Siz Bulgarsınız ve Bulgar kalacaksınız!”


202

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Kavgaya dönüşen tartışmaya İl Eğitim İşleri Müdür Yardımcısı Draganov katılınca ayrılmışlar ve akşam geç vakit Nasuf Bilal (Mesut) köye dönmüş ve köydeşlerine Büyük bir tehlike altında olduklarını anlatırken: “Karşımıza devlet gücü dikilmiştir!” demiştir. Köy halkı bir karar alarak kadın, gelin ve kızları Tırgovişte köylerindeki yakınlarına göndermiştir. Erkekler ise bire dek totaliter rejime karşı direnmeye yemin etmiştir. 14 Ocak 1985: Kotel’den devlet memurları arşivden Türk isimleriyle hazırlanmış evrakları toplamak için Alvanlara ve diğer Türk köylerine geldi. Muhtarlıklara bırakılmayınca geri döndüler. Öğleden sonra muhtarlıklar köylülerin eline geçti. Ayaklanmacılar Kotel şehrindeki fabrikalarda işte olan Türk işçileri işe göndermediler. Halk direnişi destekledi. Halk ile direniş liderleri uyumlu hareket etti. Avlonovo’da ayaklanmayı, köyün genç muhtarı, mühendis Hüseyin Nuhov yönetti. Nasuf Bilal (Mutlu) komşu Türk köylerin mukavemetini teşkilatlandırdı. Kotel ve Sliven şehrindeki devlet yetkilileri, direnişi parçalamak ve dağıtmak için, yalnız Ablanovo ve Küçük köylerindeki Alevilerin isimlerinin değiştirileceğini yalanını yaysalar da başarı elde edemediler. 15. Ocak. 1985: Öğleden sonra köy girişlerine barikat yapıldı. Direnişçiler kamyon ve traktörleri ele geçirdi. Taşıt araçları köy girişlerini kapattı. Köy içinde ateşler yakıldı, direnişçiler devriye gezdi. 16.Ocak 1985: Bütün Türk köylerinde mukavemet göstermek için hazırlık görüldü. Avlanlar merkezi askeri kampa döndü. Kazanlarda yemek pişirildi. Ekmekler Alvanlar fırınında pişti. Ayaklanmacılar sopa, satır ve yaba ile silahlanmıştı. Köy merkezinde direğe asılı hoparlör herkesi bilgilendiriyordu. Bu işte sözcü Mustafa Keloğlan çok gayretliydi. Askerlerle birlikte gelen parti sekreterinin aracılığı kabul edilmedi ve kendisi refakatçi güçlerle birlikte geri gönderildi. 17. Ocak 1985: Kotel okullarına asker yerleştirildi, tankların hareketi başladı. Tanklar köylülerin üzerimize sürülecekti. Kan dökülecekti. Alvanlar köy merkezine siren çıkarıldı. Cafer İsaev totaliter güçler saldırıya geçildiğinde haber verecekti. Gözler AlvanlarlıFedalMustafaov’a döndü, o il devlet adamlarını tanıyor, onlarla yıllarca ava gitmiş, yemiş içmişti. Mustafaov şöyle konuştu: “Bu bir barbarlıktır. Hayatımızı feda ederiz, ama isimlerimizi vermeyiz!” Bu sözler direnenlerin ruhunu yükseltiştir. Halkı yönetenler halkla birlikte sonuna kadar savaşmak için ön saflarda yer aldı, bayrağı onlar yükseltti ve sonra halkın davası adına yıllarca hapishanelerde çürüdüler.


Makale ve Analizler - 2014

203

Ayaklanma konseyi kararına uyan 8 kişi iki araçla devlet makamlarına olayı bildirmek üzere Sofya’ya gönderildi. Değişik öneriler gündeme geldi. Gruplardan biri askerler gelirken patlatmak üzere köprülere bomba döşenmesinde ısrar etti. Öneri kabul edilmedi. 18 Ocak 1985: Hava buz kesmişti. Köylüler yorgun olduklarını belli etmiyordu. Rejim güçleri ile birlikte savaşmak üzere Doğancılar, Topuzlar, Vay ıslar köylüleri Hamzalarda toplanmaya karar verdi. Hamzalar köyü kadınları hazırladıkları yemekleri ayaklanmacılara dağıtıyordu. Akşam sat 8.30’da Kotel şehrindeki askeri birliğin Çıtak yolunda ilerlediği haberini aldık. Ardından askerlerin Kotel’e geri çekildiği haberi geldi. Düşman nabız yokluyordu. Asker geri dönünce, köylüler de karlı patikalardan evlerine toplandı. 19 Ocak 1985: Bölgenin en yüksek yaylarına yerleşmiş olan Doğancılardan askerlerin ilerlediği haberi yeniden geldi. Siren yeri göğü inletti: Tanıklar olayı şöyle anlatıyor: “Gözlerimize inanamadık. Başımızı kaldırıp uzağa bir daha baktık. Gördüğümüz dehşet inanılacak gibi değildi. Çıtak - Hamzalar yolunda karınca kadar çok zırhlı askeri araç yol alıyordu. Ağır tanklar hareket ederken toprak inliyordu. Bulgar ordusu tankları, zırhlı araçları ve en modern silahlarıyla Türklerin isimlerini “gönüllü” olarak değiştirmeye geliyordu. Bu köylerde yaşayan ve elleri sopalarla kendilerini savunmaya hazırlanmış olan Türk nüfusla savaşmaya geliyordu. Bu kadar alçak düşüldü!” İl Güvenlik Müdürlüğü Müdürü General Ganev, köylülerin tankların yolundan çekilmesini emretti, fakat yerinden tepişen olmadı. Mikrofonu BKP İl Birinci Sekreteri aldı ve halkla alay etmeye çalıştı. Geri adım atan olmadı. Olay şöyle gelişti: “Tankların ardından gelen itfaiye araçları öne geçti ve Türklere basınçlı su sıktı. Direnişçiler yerlerinden kımıldamadı. Hava öyle soğuktu ki, herkesin elbisesi buzlandı. General Ganev direnişçilerin kararlılığını görünce tanklara “İleri!” emri verdi. Tanklarla köylüler yüz yüze geldi. Tanklar köydeşlerimi geri itmeye başladı. Tanklar hareket hızını birden arttırınca, demir yığınının önünde bulunan Hamzalar köyünden İbrahim Çetin, tüm gücüyle tankı durdurmaya çalışırken kendini dişli zincirlere kaptırdı, bağırıp çağıramadan ezildi. Bir anda kıyıldı. Köylü halk Bulgarların barbar vahşetini görünce direnişten vazgeçti... İlk kurban böyle düşmesine rağmen köye girmek kolay olmadı. Köylüler silahlı askerlerle sopalarla dövüştüler. Sokaklar savaş meydanına dönüştü. Sopalar kırıldı. Köy gençleri dipçikle dövüldü. En sonunda kaçabilenler dağ tepelerine saklanırken


204

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

“köy teslim oldu.” Köy içindeki meydan çatışmaları sabah saat 5.30’dan öğleden sonra saat 16’ya kadar devam etti. Silah sesleri gece de dinmedi. Araçlar yaralıları Kotel hastanesine taşıdı. Etraf köylerden insanlar ormana saklandı, fakat soğuk ve açlık onlara karşı savaştı. Direniş önderliği daha fazla mukavemet göstermenin anlamsız olduğuna karar verdi ve köylülerden evlerine toplanmalarını istedi. Nasuf Bilal (Mutlu) olayın içinde bulundu ve şöyle anlatıyor: “Ellerindeki sopalardan başka silahı olmayan halkın mukavemeti, aslında büyük bir zaferdi. Askerler teslim olmayan köylü erkek ve kadınların alınlarına silah namluları dayadı. Biz, ellerimizle, sopalarımızla, satırlarımızla, bizim isimlerimizi değiştirmek için özel eğitilmiş ve donatılmış bir orduya karşı ancak bu kadar karşı konabilirdi. Karşımıza kızıl bereliler ve komandolar dikildi. İnsanlarımıza kan kusturdular. Avlanlar köyünde insan dövmek için 3 merkez oluşturdular. Tutabildikleri direnişçileri bu merkezlere getirip kemiklerini kırana kadar dövdüler. Eli kolu kırılmayan erkek kalmadı. Direniş öncüleri, militanlar ve lider tutuklandılar ve özel otobüslerle şehir polis merkezine taşındılar. Sorgu ve işkenceler başladı. Avlanovo köyünde askeri birlik kaldı. Evler birer birer arandı. Öteki Türk köylerinde isim değiştirmeye devam ettiler. İşkenceler ve sorgu 36 gün devam etti. Aralarında Nasuf Bilal (Mutlu) da olmak üzere Kotel’e bağlı 9 Türk kıöyünden 52 kişi “Belene” ölüm kampına gönderildi. Tutukluların daha fazlası Avlanlarlı Türk’tü.”

Türkiye’de Cumhurbaşkanı Seçimi

İlyaz Vatansever-11.Ağustos.2014

Bulgaristan’daki Türkler Erdoğan’ın seçim zaferini kutladı. - Bulgaristan’da Erdoğan sevinci - Yeni Türkiye Hayırlı Olsun, Büyük Türkiye’nin Ayağa Kalkışı sloganları atıldı Başbakan Erdoğan’ın Türkiye’nin 12. Cumhurbaşkanı seçilmesi Bulgaristan’da Türklerin yaşadığı bölgelerde de sevinç gösterilerinde bulundular. Çoğu


Makale ve Analizler - 2014

205

evlere yollara ve duraklara Recep Tayip Erdoğan resimleri ile süslediler tüm yollar resimleri ile doldu taştı sanki burası Türkiye’nin bir parçası gibiydi. Türklerin yoğun yaşadığı Kırcaali, Razgrad ve Şumnu illerine bağlı çok sayıda köyde evlere, yollara, duraklara Erdoğan posterleri asıldı. Kırcaali’nin merkezine toplanan bir grup Bulgaristan Türkü ve Müslümanları Erdoğan’ın posterlerini taşıyarak sevinç yürüyüşü gerçekleştirdi. Arabalarla korna çalarak sıra sıra dizilmişler yollarda geç saatlere kadar dolaştılar. Bölgedeki bazı köylerde de sevinçlerini havai fişekler atarak gösterdiler. Sevinç gösterilerine katılan Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği Başkanı Rafet Ulutürk, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesinden dolayı memnuniyetini dile getirerek, “Bulgaristan Türkleri olarak geçmiş 12 yılı hem Bulgaristan’da hem de Türkiye’de yaşadık ve Erdoğan’ın iktidarında Türkiye’nin nasıl devleştiğini gördük. Özellikle dış Türkler olarak bunun daha iyi farkına varabiliyoruz. Allah Birlik ve Beraberlik içinde Yeni Türkiye’nin büyük düşünen insanları ile birlikte ecdadına yakışır geleceği inşa etmeyi nasip eylesin” dedi.

“U” Dönüşü

Dr. Mustafa Kahraman-11.Ağustos.2014

Bulgaristan’ın son 24 yılın 22. yılında İslam’a ve biraz da Türklüğe ve İslam’a “U” dönüşü başladı. 1989’da yıkılan komünist rejim ve ülkedeki 2 milyonu aşkın Müslüman için bir “sert yasaklar rejimi” olan totalitarizmden kalan ve o gün bugün geleneksel yaşamı korku dalgasına boğmak üzere olan sıkıntılı yılları aşılması çok zor oldu. Totaliter düzen son çeyrek asırda pençelerini Bulgaristan Türklerinden çekmedi. İlk dönemde yoğun propaganda edilen “Bulgar Etnik Modeli”, “eriterek yok etme”, “asimile ederek etnik iz bırakmama”, “mümkün olduğu kadar kısa dönemde Bulgarlaştırma” gibi Jivkov uygulamalarına devam ederken, “zulme” tepki gösteren dalga da dinmedi. İktidar tarafından güzel vaatlerle dayatılmak isteneni kabul etmeyenleri, erimediklerini, asimile olmayanları ve Bulgarlaşmayanları ülkeden sesiz sedasız gönderme süreci durumu gitgide ağırlaştırdı. Bu gelişmeler sinsice uygula-


206

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

nırken bir yandan Türk aileler, halk topluluğu ve diğer Müslüman kardeşlerimizler bağlarımız hep parçalandı. Aile ve cemaat olarak hep ufalandık. Köyler boşalırken, küçük kasabalarda merhabalaşacak adam kalmazken, bir de yavaş yavaş da olsa uyanış ve diriliş dönemini başladı. Adına “U” dönüşü demek istediğimiz yeni süreç yerleşiyor. Ve çabaların ilk meyvelerini artık görebiliyoruz. Bu yoğun uğraşı içinden “eli kolu kalmamış kadar bitkin olan bir halk topluluğunu diriltmek” yeniden yaratmak kadar zor ve güç oldu. Önemle vurguluyorum Türkiye’deki soydaşlarımız, dernekler, sivil toplum örgütleri, iri ölçekli iş çevreleri, dış yatırım kurumları ve devletin kendisi olmasaydı, hele 2002’den sonra bu çalışmalar bir elde ve bir kolda bütünleşip tek merkezden koordine edilip yönetilmeseydi bu dönüşüm mümkün olamazdı. Bulgaristan Türklüğü nefes sayan duruma getirilmişti. Bugün artık 80 bin Müslüman’ın yaşadığı Sofya’da geçen hafta sona eren Ramazan unutulmaz izler bıraktı. İlk defa böyle bir ramazan yaşandı. “Banya Başı” Camiinin ardındaki çadırda her akşam 500 kişiye iftar verildi. Başmüftülük binasına bitişik geliştirilen seyyar mutfakta 3 Afganlı aşçı Müslüman mutfak ustalığının en ince lezzetleriyle Rumeli’nin eski beylerbeyliği olan şehrin ününe ün kattılar. Şerefeden gelen bariton ezan sesi ve sunuşun makam inceliğine kulak verenler hep durup dinledi. “Lülin” ve “Orlandovtsi” semtindeki mescitlerde de Ramazan boyu iftar verildi. Bayramlaşma bu yıl her defasından daha coşkulu ve samımı oldu. Olaya tanık olan Hıristiyanlar İslam’ın bir kardeşleşme ve beraber yaşama dini olduğunu ilginç bakışlarla izlediler. Cumhurbaşkanı Rosen Plevneliev’in Başmüftü Hacı Mustafa’la iftar görüşmesi de kamuoyunda dikkatini çekerken, Başmüftülük makamına ziyaretleri de olumlu yankılandı. Bulgaristan 2014 yılı itibarıyla 21 Müftülüğe bölünmüştür. Bunların arasında Sofya Müftülüğü coğrafik alan olarak en büyüdür. Bu geniş kapsamlı alanda bu yılkı Ramazan etkinlikleri özveri ve hizmette titizlikle çok başarılı yönetildi. İlk kez olmak üzere Sofya Müftülüğü bölge kasabalarına indi. Kendini Müslüman hisseden ama Müslüman kimliğiyle dikilemeyenlere el uzattı. Samakov, Kostendil, İhtiman, Dubnitsa gibi eski yerleşim merkezlerinde İslam dinine ve Müslüman yaşam biçimine ilgi uyandı. İnananlar ve inanmayanlar iftar sofralarında buluştu. Yeni bir bakış açısı oluştu. Camilerde saf tutanların sayısı artıyor. Samakov şehri, “İskır” Irmağının coşkun aktığı Rila Dağının yüksek eteklerinde bulunur. Osmanlı döneminde çok önemli bir İslam din ve kültür merkezi olarak gelişmiştir. Şehirdeki tarihi cami ve vakıf taşınmazları henüz Yüksek Mimar Eserleri olarak devlet kurumlarından alınıp ibadete ve hayır işlerine açılamadı. Buna rağmen, burada Müslüman olarak yaşamak isteyenlerin sayısı büyüktür. Hele Ramazan günlerinde burada iftar vakti farklı bir canlılık yaşandı. 50


Makale ve Analizler - 2014

207

kişi iftarını birlikte açtı. İlk kez halk kendi arasında serbestçe bayramlaştı. Tatlılar beraber yendi. Çocuklar el öptü. Şimdiye kadar bir umut olan gönül okşayıcı dini bayram havası Rila eteklerinde esti. Ramazan ayının sona ermesiyle, Sofya Müftülüğünün hayır işleri son bulmadı. Her hafta “Filipovtsi” ve “Levski” semti yoksul Rom sakinlerine gıda dağıtma etkinlikleri devam ediyor. Bu insani temaslarda bugün Bulgar isimleriyle bilinen Rom yoksulların yıllar önce Müslüman adları, soyadları ve lakapları olduğu, ellerindeki eski vesikalardan atalarının mal mülk sahibi oldukları, hatta bazılarının vakıf hizmetinde bulunduğu ortaya çıkıyor. Günümüzde totalitarizmin çöküş yükünü onlar da büyük sıkıntılar içinde sırtlarında taşıyor. İlk dert işsizlik! Rom aileler de iş bulma umuduyla Batı ülkelerine akmış, parçalanmış, çocukları iki arada kalmış ve yardıma muhtaç durumda olanlar kalabalıktır. Son çarenin, onlara ulaşmayan AB yardım paketleri değil, Müslüman dayanışması, Müftülüklerimizin hayır eli, dolayısıyla Türkiye Cumhuriyetinden ardı arası kesilmeden gelmeye devam eden yardımlar olduğu dikkati çekiyor. Bu arada Ramazandan sonra da yeni ümit ışığını, insan sıcaklığını Türkiye’de arayanlar çoğalıyor. Temmuz ayında kısa süreli tatil için Türkiye’yi tercih eden Bulgaristan vatandaşlarının sayısı % 5,6 artmış ve 560 bin kişiye ulaşmış. Güzel olanın güzelliğinde güzel olmayan yer olmadığı gibi Türkiye de bir bütün olarak celbe diyor. Gidip gelenlerin dudağından Türk mutfağı düşmüyor. Türkiye’den dönüşte öncelikle değişik gıdalar ve bunlar arasında yağlar alındığı dikkati çekiyor. Türkiye’yi ziyaret eden Bulgaristan vatandaşları ve ailelerinin ruhsal durumlarında olumlu değişim gözlenirken, “zor zamanda çalacak bir komşu kapısı var, bundan iyisi peynir derisi diyenler çoğalıyor. Bunlar umutlara hayat veren, gönül okşayan yaz esintileridir. Türkiye’nin ekonomik olarak gelişip kalkınması, altyapısındaki modernleşme, üretim dallarındaki sıçramalı ilerleme ve öncelikle dünya büyüklerinin arasına yerleşen ve birçok konuda ağırlığını koyan bir ülke durumuna gelmesiyle gözler güney komşumuza çevrildi. Bulgaristan’da bulunduğum günlerde, TV ana haber programında Rusya’ya Amerikan ve AB yaptırımları gündeme gelirken Moskova’nın gıda sağlamak için Türkiye’ye ticari heyeti göndermesi herkesin dikkatini çekti. Bizde, de hele Recep Tayyib Erdoğan döneminde “zor gün dostu olarak” Türkiye ün yaptı. Türkiye güven kazanıyor. Osmanlı döneminde derin ve zengin İslam gelenekleriyle bilinen Sofya ve bölgesinde Ramazan’da 72 camiinin halka gece gündüz hizmet verdiği bilinir. Bu tarih ancak ve yalnız 140 yıl evveline uzanır. her şeyin esintisi bugün her yerde, isteyen işitiyor, isteyen görüyor, istemeyenlerse cami camlarına taş atıyor, duvarları boa sürüyor, tarihi ve dini anıt eserlerimizin rüzgardan, yağıştan, doludan, kışın dondan, yazınsa sıcaktan etkilenip çöküp yok olmasını bekliyor.


208

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Dünya işine bakın, bu yıl Bulgaristan’a düşen sağanak yağışlardan 50 köprü çökmüş, 500 yıllık Osmanlı dönemi köprüleri ayakta duruyor, geçit vermeye devam ediyor. İnşaat işi, başkasının parasıyla, çalıp çırpmayla olacak bir iş değil, gönül işidir. İnsan sevmediği, benimsemediği bir toprağa ne inşa etse yıkılır, kimse hayır görmez. Yüksek mimarlığın sanat taşı olan eski camilerimiz, imamlı, hafızlı ve hocalı hizmet veren diğer din müesseseleri, asırlarca hiçbir hizmeti eksik etmemiştir. Ne yazık ki, 93 harbinden sonra, Rus imparatorluğu en güzel ve görkemli camilerimizden birçoğunu kilise haline getirilmiş ve İslami hizmet sunma alanlarını daraltmıştır. Sofya’da Büyük Camii, Eski Zara Camii, Karlovo “Kurşun Camii” gibi şah eserlerde müze olarak kullanılıyor. Müslüman topluluğu geleneğin Sofya’da bu denli muhteşem ve bol bir mirasa sahip olmasına rağmen, son 25 yılda Yüksek İslam Enstitüsü’nün okul binası yok. Yıllardır kira ödeyerek ayakta duruyor. Eski dönem Başmüftüleri’nden bazıları, örneğin Nedim Gencev bütün din ve moral etik kuralları hiçe sayarak birçok vakıf malını şahsi mülküne geçirerek, Bulgaristan Müslümanlarına bir darbe de o indirmiştir. “U” dönüşünün başladığı yıllarda, Başmüftülük vakıf taşınmazlarının geri alınması için açılan ve birçok yerde kazanılan davalara karşı dava açması ve pay istemesi, dikkat çekicidir. Müslümanlığın yeşermesine engel olmaya çalışanlara karşı örgütlü mücadelemize devam etmeliyiz. her şeye seyirci kalan HÖH “lider” takımı da sinsi düşmanlar arasında yer aldığını artık gizleyemiyor. Son yıllarda Başmüftülüğe bağlı İslam Kültür Merkezi etkinlik yürütmeye başladı. Bu merkezin dışında Müslümanlar dergisi Türkçe ve Bulgarca olarak çıkıyor. 1990’dan önceki 30 yılda İslam kültürü ile Bulgaristan’da yaşayan Türklerin özgün etnik kültürünün birbirinden koparılmasına, birbirine karşı ateş püskürmesine fazla özen gösterilmişti. Biz Şumen’de Nüvvab’ın âli bölümünden mezun Türk aydınların ateizmden doktora tezi savunduğu yılların çocuklarıyız. O yıllarda Türklerin arasında İslam tarih, kültür ve yaşam tarzının uygulanması kaçınılmaz olan özelliklere saldırılar yaşadık. Cebel İsyanı kabristanda patlamıştır. Tepki vermeye hazır çok geniş Türk halk tabakasının oluştuğu gözden kaçmadı. İslam medeniyet ve Kültürünün Bulgaristan koşullarında halkın özgün nakışlarıyla süslenmiş yaşarken sunduğu güzelliklerin, Hıristiyan ve ateist dünya görüşünün çıplaklığı karşısındaki üstünlüğünü görmeyen yoktu. Bugün HÖH partisinin çekilerinin kaynağı da ideolojisiz, hedefsiz, adalet duygusuna dayanmadan ve özgürlüğün ne olduğunu hala kendi kendine açıklama gücü bulamadan, iki arada bir derede sallanmasından ve yolsuz kimsizliğin doğurduğu artan kimsesizlik, halk tarafından tamamen olumsuzlanma korkusundan kaynaklanıyor. Dört Türk bir araya gelse, ilk söylenen sözler


Makale ve Analizler - 2014

209

şunlardır: “biz biliyoruz onların kaç paralık adam olduğunu.” Ve HÖH konusu kapanıyor. Başlayan “U” dönemecini HÖH alamazsa, yani hiçbir şey yapmadan yiyip yatmaya devam ederse, günün istemlerine ayak uydurmazsa ebediyen ayrılacağımız ve bir daha kesişme, görüşme ve temas olanaklarımızın kapanacağı bir döneme giriyoruz. Halkımızın dediği gibi, onlar Hanya’ya, bizse Konya’ya. Her şey bu kadar basit! Bu düşüncelerde sivrilen zekâ şunları anlatmaktan geri durmuyor: HÖH partisiyle birlikte demir kapılı bir hücreye kapanmışız. Gardiyan yemeği yalnız bana veriyor. HÖH’ün tayı yok. Onun yok olması, ölmesi isteniyor. Bense kendi yemeğimden, ekmeğimden ve suyumdan HÖH’e ölmesin diye veriyorum, çünkü HÖH ölürse cesedi kaldırmayacaklarını biliyorum, çünkü beni içerde tutanlar benim ölü kokusuna dayanamayıp ölmemi istiyor. Şimdi biz Bulgaristan Türkleri hem aynı kapanda ve hem böyle bir ikilem içindeyiz. “U” dönemecinde ebediyen ayrılırsak “ölenle ölünmediği” için, yolumuz uzadıkça bir korkudan daha kurtulacağız. O zaman ölecek olan yalnız HÖH olacak. Yani olmayan bir şey öldü diye matem tutmamız istenecek. Biz ise buna alıştık, “zulüm” olduğunu bile bile birçok şeyin yüzüne gülmedik mi!? Dikkati çeken bir başka özellik de, Sofya’da İslam kültürü alanında çalışan kişilerin Türk kültüründeki özgünlüğü bilmeyen kişilerden oluşmasıdır. Kuşkusuz bir bütünün iki yönünden sadece birisinin bilinmesi ikisinden oluşan bütünü geliştiremez. Bulgaristan Türk kültürünün özgünlüğü ne “Ahmet Doğan modellerine sığdı” ne de Türklüğün zenginliğini ve ruhunu bilmeyen başka birileri tarafından geliştirilecek yalnız “İslami modele” ya da “Bulgar İslam modeline” sığacaktır. Türk İslam kültürel sentezinde, tarih içinde başı çeken bir rol oynamıştır. Bogomiller, yani Şeyh Bedrettinler zamanındaki hoşgörüyü bir hatırlayınız. Rumeli, bu arada Bulgaristan Türklüğü dıştan dayatılmak istenen suni icatlara ve zorlamaya her zaman karşı çıkmış ve duyarlılık gösterip direnmiştir. Biz Bulgaristanlılar için bu açıdan iman, inanç ve yaşam tarzı konusundaki “zulüm” dünya görüşümüze, yerleşmiş yaşayışımıza, irademize ters olan, bildiğimizin ve geleneğimizin dışında ve bize yabancı olanın hepimize birden doğalmış gibi dayatılmak istenmesini kesin kabul etmememiz anlamındadır. Bu farklı bir gizemi açma, kabullenmeme değildir. Tarih içinde oturan ve gelenekselleşen, yerleşik Müslüman yaşam şeklimizi, “sosyalist yaşam tarzıyla” dayatmaları bir bakıma şiddetli bir “zulüm” idi. Çünkü alışılmış, yerleşilmiş, benimsenmiş ve sevilen bir yaşam biçiminin “masa başında icat edilmiş ya da tanımadığımız birinin isteği olan bir hayat biçimiyle” değiştirilmesi, aslında çok şiddetli bir zorlamaydı. Annelerimizin bize “ne yapacaksın be evladım, şimdilik sus!” dediği günleri hatırlayın lütfen. Öte yandan, Türk yaşam biçimi kendini yaşama uydururken, yeniliklere açıktı ve gönül huzurumuzu bozmayan ve ah-


210

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lakımıza ters olmayan birçok yeniliği özümsemiş ve geleneksel özgün kültürümüze dahil etmişti. Duvaklı gelinlerin katır üstünde değil, “Lada” arabayla gelmesine kim ne dedi? Ne ki, bu konu üzerinde daha derin düşündüğümüzde, 1989 öncesi çarpıtılan Müslüman yaşam tarzımıza birçok ateist hayat normu aşılanırken, yalnız biçim değil, yaşam tarzımız özünden yara almıştı. 1989’da din adamları ile öğretmenlerimizin Vatanı bırakıp gitmesi, bizi öksüz bırakmadı mı? İyi ki son 24 yılda yeni kadrolar yetiştirildi. Sofya Müftülüğünün bir cenaze arasısı alması, iki mescitte defin istemlerine uygun, matem işlemi görülmesine maddi ve manevi imkân yaratması, başlı başına çok büyük ileri adımdır. Merhumların buz kamaralarında bekletilmesi, Gülsu bile bulunamadığı yılları hatırlamak bile istemiyorum. Bu bakıma Bulgaristan’da son yıllarda alınan yol devrim niteliğindedir. Unutmayalım. 150 bin Bulgaristan Türkü göç edip geri döndü. Başka sözlerle ifade edecek olursam, Türkiye’deki yerleşik kültür ve yaşam tarzını kendine yabancı ve ters bulduklarından dönmüşlerdi. Alışamayız demişlerdi. O zaman da bu bir “U” dönüşüydü. “Zulüm” dediğimize geri dönenlerin ruh halini bir düşünün. Perişandık. Düşmanlarımız “köleliği kabul ettiler” demişlerdi. Dünya bize bakıyordu. Son örnek totaliter dönemde çok yaralanmış olduğumuzu kanıtlasa da, tüm örneklerde anlatmak istediğim şudur. Bir defa Bulgaristan şartlarında Müslüman Türk kültürünün kendi özelliklerini korumaya çalışırken, çok farkı bir alaşım şekli almadığı, özündeki özgünlüğü koruyabildiği ve şimdi yeniden yeşerme aşamasına geçtiği gerçeğidir. Öze dönüş, kutlanması gereken bir olaydır ve bu işte katkısı olan herkese teşekkür borçluyuz. Bu çok büyük bir zaferdir. Aynı zamanda “zorlama aşamasında” biçim ve öze işleyen kimi değişikliklerin ve dikkati çeken çarpıklığın da geleneksel Türk İslam kültüründen fazla uzaklaşmadığına kendi içine çekilerek savunma dönemi yaşadığına dikkati çekiyorum. Medeniyetlerin ve kültürlerin taşıyıcısı halklar adına aydınlardır. 1936, 1953 ve 1976 ile 1989 göçlerinin ibret örnekleri göz önünde bulundurulduğunda, Bulgaristan Türk ve Müslümanlar arasında subaylar cepheyi terk etmez bilincinin hafızalarımızda zekâ özü oluşturmasına özel gayret gösterilmesini zorunlu kıldığı yeni gündem oluşturmalıdır. Aydınsız toplumlar kördür, köle kalır, asla doğrulamaz... 1989’dan sonra Bulgaristan’da 1950 - 60’lar düzeyinde Türkçe eğitim veren tek bir okul açılmadı. İslam liseleri Mestanlı (Momçilgrat), Şumnu (Şumen) ve Rusçuk (Ruse) şehirlerinde, İslam Enstitüsü de Sofya’da Bulgaristan Müslümanlığına gerekli dini kadrolar eğitiyor. Yaz aylarında kuran kursları düzenleniyor. Öğrencilere ve kuran kursçularına çok ince bir yaklaşımla özen gösteriliyor.


Makale ve Analizler - 2014

211

Şöyle bir durum da var. Yıllar içinde ateizm ile İslam arasına sıkışıp kalmış, ana dilini öğrenmede zorluklarını aşamamış başka büyük bir kitle daha var. Anadilimize, yaşam dilimiz olan Türkçemize “vebalı” gibi bakılıyor, Türkçe bilen birinin özürlü biri olduğu şeklinde konuşmalar kulağa gelmeye başladı. Sofya Üniversitesinde Türk dili okuyan Türk öğrenci yok gibi. Türkçemizi öğrenmede ayrıcalı tabaka polisler, turistik rehberler ve gümrükçülerle trafik polisleridir. Hele Bulgaristan’da, gece gündüz herkesin Türk dizilerini Bulgarca izlediği bir ortamda, “bu dünya Türkçesiz de olabilir” havaları esiyor desem, abartmamış olurum. Bu satırları yazmamın nedeni, Bulgaristan’da yapılan “U” dönüşünün şimdilik ancak “cami hizmetlerinde, geleneksel ayinle ilgili hizmetlerinin serbestçe yapılmasında, ibadet özgürlüğünde, özünde Bulgar dili olan bir Müslümanlık” gibi sağlandığına tanık olmamızdır. Bulgaristan’da İslam’ı Bulgarca ve Türkçe ibadet eden iki ana etnik grup var. Dikkati çeken noktada, mevzuatta Bulgarca İslam eğitiminin ağırlıklı olmasıdır. Biz Bulgaristan koşullarında değişik olumsuz etkilerin altında kalıp, şimdi özümüze dönüş yapmaya başladık anlamında kullandığım “U” dönüşü kavramını içerik olarak genişleterek zenginleştirmek zorundayız. Eksik olan dolgu Türkçemizdir! Bu yanlışlığı aşamazsak, N. Gencev’ten, HÖH liderliğinden faklı olan tarafımız nedir? Yukarıda işaret ettiğim hafızın kadife sesinin Sofya’da “Hale” önünde düne kadar yumruk sallayanları bugün yerinde mıhlayabildiyse, aynı niteliği Cuma Hutbelerinde de beklemek hakkımızdır. Saygı ancak laik olanadır. Beklenen dönüşün sağlıklı yolu, her şeyden önce bizi anadilimize, anadilimizin 28 lehçeden oluşan bütünlüğünün edebiyat Türkçesi düzeyi çıkarılmasına açılmalıdır. Annelerin iyisi kötüsü olmadığı gibi anadilin de iyisi kötüsü yoktur. Kuranı Kerimin en iyi tefsirini Arapça olarak bizim hocalarımız yapsa bile, irili ufaklı gerçekleri halkımıza en anlaşılır biçimde ancak ve ancak anadilimiz Türkçemizle indirebiliriz. Anlaşılmayan sözler uçan yapraklar gibidir, hiçbir işe yaramaz. Biz Balkanlara en köklü yaşam biçimini, en uzun ve güvenli barış asırlarını, hoşgörü ve iyi komşulukları, herkese açık sofra getiren kültürün taşıyıcılarıyız. Hak ve Özgürlükler Hareketi anadilimizden güç alan geleneksel özgün kültürümüzü yaşatmak için hayata çağrılmıştı, ne ki halkımızın özgün kültürünü kucaklayamadı. Her orkestranın dinleyicisi olur, biz dinleyici kalalım mantığına yenik düştü. Oysa orkestranın kalbi olmaya çağrılmıştı. Bunu yapmadı, yapamamakla özümüzden 25 yıl çaldı, bizim özlemlerimize ihanet eti. Bundan dolayı herkes, “biz onları biliyoruz, hesaplaşma gününü bekliyoruz!” diyerek halen geçiştirse de, o gün, her gün biraz daha yaklaşıyor. Bulgaristan koşullarında Türkçemizden ve Türlüğümüzden fazla Bulgar diline dayanan bir Müslümanlık “U” dönüşü yapabildiğinden dolayı nezaket icabı kutlama hak etmiş olsa da, ulu bir


212

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

çınar olabilme şansını elde edememiştir. Müslümanlık yeşerirken, bizim Türkler ve Türklük olarak yok olmamız, dayanılmaz bir sızı değil, şifasız bir acıdır. El elle verip kendi yolumuzu aramak zorundayız. Yeniden biçimlenmemiz dil ve özgün kültür şekillerimizi geleneksel var olma tarzımıza örerek gelişim çizgisi bulmalıyız. Kolay olanı herkes yapabilir. Zor olan yapılacak olandır. Yanı başında Türk dil kursu olmayan bir Kuran Kursuyla bu yol nereye kadar gider? Anadilini istediğimiz şekilde öğrenmek bizim öz hakkımızdır. Doğal hakların küçüğü ve büyü olmaz, haklar insanlar gibi eşittir, diller de bir orkestranın notalarıdır, bir tanesi eksik olsa, parti tür bozulur. “U” dönüşünde kaza yapmayalım!

Gizlenen Gerçekler

Dr. Nedim Birinci-12.Ağustos.2014

Birkaç ay önce Bulgaristan Sosyalist Partisi’nden atılan Prof. Georgi Bliznaşki 5 Kasımda yapılacak genel milletvekili seçimlerini hazırlamakla görevli geçici hükümetin Başbakanı olarak işbaşı yaptı. Son bir yılda Cumhurbaşkanı Rosen Plevneliev’e yakınlık kazanan sağ görüşlü sosyalist Bliznaşki, Ocak ayında Sofya Üniversitesinde patlak veren ve 3 ay süren öğrenci protestolarını kışkırtan akademisyendir. Sosyalistler arasında “komünist ve bir Bulgar milliyetçisi” olmakla övünen profesörün, Bulgaristan Komünist Partisi MK Politik Büro üyelerinden Yordan Yotov’un yeğeni olduğu da biliniyor. 1990’dan sonra defalarca yapıldığı üzere, sağ cepheyi seçim önü felç etmek için sol merkezden transfer edilen bir aydın tuzağını düşünmek istemiyorum, çünkü Bulgar politik sahnesinde ipleri kimin çektiği henüz bilinmiyor. Komplodan söz etmişken, Cumhurbaşkanı Rusen Plevneliev’in babasının ve annesinin de BKP Blagoevgrat İl Komitesi İdeolojik sorunlar bölümünde görevli olduğunu anımsatmamız yeterli olabilir. Bir de, eski komünist büyüklerin oğulları olan Sergey Stanışev, Georgi Pirinski vb. sol politikacıların AB Genel Kurulu’na seçilerek aktif Bulgaristan politikasından uzaklaşmaları zamanların değiştiğine bir işaret değimlidir? Yoksa şimdi artık ipler direk olarak Brüksel’den çekildiği için


Makale ve Analizler - 2014

213

başrol oynamaya devam mı edecekler! Öyleyse, AB vekili seçilen ve Brüksel’e gitmeyen HÖH milletvekili Daniel Peevski olayını nasıl anlayalım? Öyle ya da böyle, Bulgaristan politik bataklığında çırpınma devam ediyor. Azını açan ejderha her defasında bir kurban istiyor. Bu defa, eski Plamen Oreşarski hükümetinde Ekonomi Bakanı olan Dragomir Stoynev kurban ediliyor. Amerika’da hazırlık gören Bakan, 20 yıldan beri Bulgaristan enerji sektöründe boy gösteren ve yaralı av arayan büyüklerden olan UESTENHOUS şirketiyle kaşla göz arasında bir sözleşme imzaladı ve “Kozloduy” AES 7. reaktörünün inşasını amerikan devine verdi. Şimdi sosyalist partiden atılıyor ve geleceğine siyah çizgi çekiliyor. Bulgaristan enerji sektöründeki işler kutu içinde kutu. Bu işlerin başuzmanı ve yıllar yılı enerji bakanlığı yapmış olan Rumen Oreşarski gözünü yumup ağzını açsa gerçekler belki ortaya dökülür. Genel vaatler dışında hiçbir konuda şeffaf olmayan Sofya hükümetleri gelip gitmeye devam etse de, değişen bir şey olur umudunu yaşatanlar azalıyor. Bulgaristan politik tarihinde Cumhurbaşkanı’nın bir dönemde 2 geçici hükümet tayin ettiği olmamıştı. Bu gidişle Plevneliev’ten 3. seçim hükümeti ataması da beklenebilir. Ülkedeki politik istikrarsızlığın boyutları o kadar derin ki, bataklığın içindeki her hareket büyük sorun oluyor. Korparatif Ticaret Bankası BTK’dan 4 milyar leva “kayboldu” da ağzını açıp hesap soran yok. Herkes birbirinden korkuyor. Sanki paraların sahipleri ve bankayı dolandıranlar hep aynı kişiler. Dikkati çeken tek gelişme, yaz aylarında Sofya uçak alanı dış hatlarından uzakların hep dolu kalkıp boş inmesidir. BTK sahibi ve idarecisi Tsvetan Vasilev’in 3 ay önce saklandığı Avusturya’da tutuklanmasına ilişkin Kırmızı Bülten çıkmasına karşın, Avusturya makamlarının onun tutuklanmasına izin vermemesi yorum konusu olmadı. Bulgar basınında en sık sorulan soru ise, HÖH milletvekili ve kalın enseliler elebaşçısı ve Bulgaristan’ı yönetmeye hevesli çevrelerin sahnedeki uşağı Daniel Peevski’nin Sosyalist Parti yönetiminde kiminle iş birliği yaptığıdır. Çünkü sosyalistlerle özgürlükçü Türk partisinin ortak kurdukları hükümete pisipisi birlikte istifa oyu vermelerine neden olan milletvekili Daniel Peevski ile batak banker Tsvetan Vasilevin ölümcül kapışması oldu. Bu kapışma o denli derindi ki, bataklıkta yatan ejderhanın anlaşılan kuyruğuna basıldı. Bir defa hemen sosyalist kurultay toplandı. Kapalı kapılar ardında kendi kendini budadı. Başkan değiştirdi, kimilerini yağladı, diğerlerini pakladı, ağzına bir parmak bal çalınanlar da oldu ve sanki biraz sakinleştiler. Hak ve Özgürlükler Partisi kurultay toplamadı, çünkü bu partinin kurultaylarında kürsüden indirilen ve tabanca çıkaran oluyor. Son kurultayda genç Oktay Yenimehmedov değişmez ebedi ve kılına dokunulmaz, 30 korumalı Genel Başkan Ahmet


214

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Doğan’ı kürsüden çöp torbası gibi attığında, değişmeyen bir şey kalmamıştı. Şu anda bataklığa kımıldama yasağı bunalımından en fazla zarar gören iki kişi var. Biri, yeni başkan Lütfü Mestan dilini yuttu. Stanişev Brüksel’i boylayınca öpeceği figür kalmadı. Boyko Borisov ise, bir kişiyle yılda bir kahve içtiğinden, “kahve diplomasisi” denen olayın tekrarlanmasına daha 8 ay var ki o zamana kadar bizde kaç seçim olur bir bilen bilir. Birinci görüşmelerinde ise işler koklaşma düzeyindeydi ve hamilelik tespit edilmedi. Eskiden bizde şöyle bir uygulama vardı, evlenecek kızları çarşıya pazara, düğüne bayrama daha bakımsız ve çelimsiz kızlarla birlikte bırakırlardı ki, göz çelip elden çıksın!. Şimdi bu Mestan Efendi Boyko’nun pek dengi değil, birisi sinekkaydı tıraşlı öteki ise keçi sakallı, olmuyor işte, davul bile dengi dengine.... Bataklık bunalımından en fazla gönlü kırılan HÖH yetkililerinden biri de Nikolay Tsonev oldu. Parlamentoda Ekonomik Sorunlar Komisyon Başkanı olan bu eski kumarhane ebesi, kendini bir numaralı uzman yerine koyup, ekonomiyi yalnız gümrüklerde, bankalarda ve kumarhanelerde gördüğünden, bir yıl boyunca “üretim”, “aç köylü kitlesi”, “yok olan işçi sınıfı” ve “yatırım” sözü kullanmadan idare etti. İşin en kötü olan tarafı ise, o G. Bliznaşki hükümetini o kadar çok etkilemiş ki, Geçici Bakanlar Kurulu’nun açıkladığı programda “Ekonomi Bölümü” yok. Besbelli ki, bir sene ekonomisiz yaşayan bu ülkede, birkaç ay daha kemer sıkar, demişler. Neyse, bu konuda Cumhurbaşkanı Plevneliev sustuğuna göre, olay pek önemli değil gibi. Hedef seçimleri kazanmaktır. 5 Kasım’da Bulgaristan seçimlerini kim kazanacak? Bu seçimleri bu defa da sandık başına gitmeyen, 20 yıldan beri oy kullanmayan Seçmen Baba kazanacak. Şöyle, bizde seçimlere hep seçmenin % 32’si gidiyor. Yani oy kullanma hakkı olanların % 68’i sandık başına uğramadığından seçim kazanan oyunu kullanmayandır. Fakat bu gerçek gizleniyor, ilan edilmiyor. Ne yazık ki, bizdeki seçim sonuçları ülkemizin hiç bir lisesinde, hatta Sofya Matematik Lisesinde, üstelik Ulusal Matematik Lisesinde, ayrıca da Yüksek Matematik bölümlerinde okutulmayan bir formülle hesaplanıyor. Matematik kitaplarınız 1956’da Moskova Üniversitesi Matematik Fakültesi’nde yazıldığından ve son 60 yıldan beri hiç değiştirilmediğinden, o zamanlar komünist seçimlerde oy kullananlar hep % 99,9 olduğundan ve yanılma payının ancak % 1 olduğundan yani seçimlere katılma, kazanma ve kaybetme oranı % 0,00 olduğundan bakış açımız farklıydı. Demokrasi kapıya dayanında orantılı sisteme geçtik. Yeni seçim sonuçları hesaplama formülümüzü Almanya’dan Prof. Konstantinov getirdi. Bu formül ancak kullanılan oyları hesaplamada işe yarıyor. Kullanılmayan oylar yani Almanların değişiyle “hol yumurtalar” için geçerli değil, onun formülü farklıymış ve pahalı diye almamışız. Mestan Efendi ise bu formüllere göre orantılı hesaplamayı


Makale ve Analizler - 2014

215

kendi kalemiyle yapamıyormuş, çünkü bazı sandıkların etnik Rom kokusundan arındırılması ve boya olarak da biraz renk açması için karıştırma işlemlerine akıl erdiremediğinden, “Ne verirseniz Allah kabul etsin” formülünde mutabık kalmış. Sosyalistler yeni dalaverenin neresinde? Sosyoloji uzmanlarının en ileri gelenlerinin tahminlerine göre çok yaşlı olan sosyalist oy kitlesi, ölen kalan dışında, gerçekleri yansıtmayan ama elde bulunan istatistiklere göre 700 bin kişiymiş. AB seçimlerinde bunlardan yalnız 420 bini sandık başına gidebilmiş. Geçen hafta Buzlucaya yaylalarında temiz havaya çıkarılan ve birkaç köfte ve birkaç bira ile takviye edilen seçmenler, 5 Ekimde evden okula ve okuldan eve gelebileceklerini beyan ettiler. Bu işin eski ideolojiden esinlenen önderleri yeni bir Sol Cepheden söz etmeye başladılar. Bizde eskiden Vatan Cephesi gibi ulusal cepheler vardı. Yeni cepheye sosyalistlerin, sosyal demokratların, liberal sosyalistlerin, komünistlerin ve milliyetçilerin katılması uygun olur deyenler var. Bu iş bataklığa benzedi. Temmuzda bizde Mezdra şehri 3 metre su altında kaldı. 9 Barajda balık besleniyormuş, hepsi birden patlayınca ve baraj suları ile yağmur suları birbirine katışınca, sazan balıkları mutfaklara kendileri girdi. İşte böyle bir şey bekleyenler de var. Bu kadar parçalanmış bir bütünün yeniden kaynatılması ne masraftır bir bilseler. Ama bu hesapları yapan yok. Boyko Borisov, bu seçimleri susarak kazanabilir. Kendisine yapılan eleştirilere, “sulanan ağaç kurumaz” mantığıyla bakıyor. Etraftaki politik bireylerin hepsi bodur olduğundan, Bulgaristan halkı koyu gölge aramaya başladı. Hakkı da var 25 yıldan beri ha ileri ha geri geçerken iyice yorulduk. Koyu gölgede ağustos uykusu da iyidir. Hak ve Özgürlükçü liderler, Recep Tayyip Erdoğan’ın T.C. Başkanı seçilmesinden iyice ürktüler. Son bir yılda kâh CHP merkezlerine, kâh AKP taşra konaklarına gide gele iyice yoruldular. Gündöndü gibi dönmek de yorucu tabii. Son tahminlere göre, seçimlerde HÖH tabanını oy için zorlayan “subaylar ekibi” artık ilkesizlikten “yorulduk” demeye başladığından, endişe büyüyor. HÖH lider takımı halktan iyice koptuğunu anlamaya başlamak üzere, fakat “U” dönüşü yapmak için vites değiştirmeyi bilmediğini gizlemeye devam ediyor.


216

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Terörün Kökleri - 1

Murat Ulutürk-12.Ağustos.2014

Bu Pazar seçim olduğundan kimseyi etkilememek havasına girdim ve yazımı pas geçtim. İtiraf ediyorum hep aklımdaydınız. Yazacağım birkaç satırı da bütün hafta kafamda taşıdım. Başlığına bakılırsa nelerle uğraşıyorsun, demekte haklı olabilirsiniz. Fakat ofisime uğrayanlardan birçokları Bulgaristan dendiğinde hep olumsuz olaylar anlatmaya başlıyorlar ve anlatının özünde hep terör kokusu var. Bu açıdan bazen deyecek bir şey bulamadığımdan, konuyu ben de eşeledim. Terör asayiş ve hukuk konusudur. Bir defa ben hukuk okumadım. Yazımda “adalet” dışında hukuk terimi kullanma niyetim yok. Bir önceki denememde dikkatinizi çekmiş olabilir, adaleti konu etmek çok ağır. Samimiyet çerçevesi içinde kalmak şartıyla, adalet üstüne Bulgar ve Türklerde, ezilen ve ezenlerde, tüm etnik azınlıklarda aynı yaklaşım ve değer yargısı oluşmadan, tek anlamlı adalet asla olamaz. Ne var ki, bir defa Bulgaristan Avrupa Birliği’ne üye oldu. Topluluğun adalet ölçütlerini kabul edip hilesiz uygulamak zorundadır. AB hukukunun temelinde Bizans Hukukudur. Topluluğun tarihsel ve güncel yargı değerleri üstüne modern bakış açısı ortak bir değer olarak mutlaka yerleşecektir. Bu olmazsa herkes her şeyi kendine göre anlar, kendi arşınıyla ölçüp biçer ve adalet olmaz. Demek istediğim Brüksel’de namusluluk örneği olan bir kişi bizde hırsız ya da zorbacı olmamalıdır. Konumuzu yine Vasil Levski ile örneklemek istiyorum. Adı Vasil İvanov Kunçev (1837 - 1873) olan fakat devrim hareketine Vasil Levski lakabıyla katılan, tutuklandığı vakit üzerindeki tezkerde soy adı Derviş olan oldukça karmaşık bir simayı ele alacağız. Karlovo doğumlu, ruhani öğrenimli, din adamlığı yapmış, yerli Türkler tarafından da saygı gören sonra kiliseden ayrılan ve Bulgar Ulusal Devrim Hareketi ideologu ve komita örgütleyicisi olarak tarihe geçmiştir. O, Bulgaristan’ın Osmanlı’dan bağımsızlığını elde etme programını kaleme alan ve uygularken hayatını feda eden kişidir. Bağımsız Bulgaristan mücadelesine aktif katılırken, bir Bulgar papaz olan Kristyo tarafından ele verildikten sonra tutuklanmıştır. Sofya Mahkemesi’nde Koca Balkan geçitlerinden “Araba Konak”ta hazine paralarını çalan hırsızlarla birlikte yargılanmıştır. Bulgar asıllı bir Osmanlı yargıcı olan Pençeviç tarafından ölüm cezasına çarptırılmıştır. Daha önce de yazdığım gibi, idam kararı üzerinde Sultan turası olup olmadığı hala bilinmeyen, kimi yazarlara göre (Zahari Stoyanov, Dimitir Straşimirov vb.) ecelinden ölen, diğerlerine göre ise Sofya’da darağacına çekilen tartışmalı kişidir. Geçen yüzyıl


Makale ve Analizler - 2014

217

yazılan Bulgar tarih ve edebi eserlerinde (Bulgar Çarı Ferdinand Bulgaristan’da kendisinden daha saygın kimsenin olmasını istemediğinden dolayı Levskiye pek önem verilmemiştir.) Sosyalizm ve totalitarizm yıllarında şanı şöhreti göklere çıkarılan ve “ulusal kahraman” saygınlığı gören Levski hakkında son dönemde bazı Amerikan kurumları da fikir beyan ettiler. Olaya parmak basan kurumun, Merkezi Haber Alma Teşkilatı CIA olması, Bulgar kamuoyunu da düşündürdü. Olayın önem kazanmasının temelinde, Birleşik Amerika hukuk sisteminin Osmanlı Hukuku’nun bazı yanlarını esas alması, CIA’nin de Teşkilatı Mahsus iye ilkeleri ve kurallarına göre kurulmuş olması gibi bazı özellikler de bulunuyor. Çünkü aynı olaya, yani bir adamın “kahraman” mı yoksa “katil” mi olduğuna, birisi Bizans, öteki de Osmanlı hukuku açısından bakıldığından, farklı sonuçların kendiliğinde doğuması beklenebilir. Olayın irdelenmesinde, önce bakış açısı belirlenmesinde, bir de kendi Ceza Hukuku olmayan ve “cinayetlere” ancak hala emsal hukuku açısından bakan ve hüküm veren İngiliz Hukuku eklenmiş olsa çok iyi olurdu. Osmanlı’da Levski’den önce benzer davalar görülmediğinden, hukuksal geçmişin daha derinlerine inmek isteyenlere “arşiv-dosyası” bulmak zor olur. Olayın çok büyük güncel anlam ve önemi var. Koskocaman Bulgaristan çöktü. Soyuldu. Hüküm giyen olmadı. Koğuşta yetiştirilmiş “kahramanlar” ülkeyi yok ediyor. Kıllarına dokunan yok. Son örnek Korporatif Ticaret Bankası’nda (KTB) 4 milyar leva kayıplara karıştı, banka kapandı, insanlar yollarda ve meydanlarda, tutuklanan yok. Yalnız HÖH lider takımı Karlovo’daki “Kurşun Camii” sorununu çözeceğiz, diye cemaatten 4 defa para almış, Ne hesap veren, ne sorun çözen var. Bu örnekler sonsuzdur. Başbakan Andrey Lukanov’u öldürdüler, katiller önce ölüm cezası aldı, ardından topluca aklandılar. Ülkemizi Strazburg’da AİHM yargıladı. 1 milyon Euro tazminat ödedik. Terörle adalet ateşle su gibidir. Bu nedenle terörün köklerine inmeye karar verdim. Bu örnekler sıralamakla bitmez. Bulgaristan’da Levski ile ilgili adil ve gerçekçi bakış açısı yerleşmeden, Türk - Bulgar, Hıristiyanlık ve İslam konusu asla kesin çözüme götürülemez. Çünkü Bulgar ortamında “Türklere karşı olmak” adil olmak anlamına gelmektedir. Şimdi geçelim Amerikan yetkililerin olaya bakış açısına: Konu 1. Tarih nasıl yazılır? Savlarını kanıtlamak için tarihçiler birkaç (en az üç) bağımsız kaynaklardan verileri karşılaştırmak zorundadır. Bu, tarih bilimi yöntembiliminin istemlerindendir. Gerçekte bu böyle midir? Tarihte yurtseverlik söz konusu olduğunda, bakış açımıza uygun olmayan her şey dikkat dışı kalır. 1876 Nisan Ayaklanması kahramanlarının yiğitliğinin Bulgarin kalplerinde yaşadığı Bağımsızlığın kaza-


218

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

nılmasından sonraki ilk yıllarda da bu böyleydi. Dimitir Straşimirov’un eserinde ifade bulduğu üzere ardından ayılma süreci başladı. Sosyalizm döneminde ise yeniden bazı delillerin karatılması süreci başladı. Sunacağım bilgilerin kaynakları, Dimitir Straşimirov’un “Nisan Ayaklanması Tarihi,” Zahari Stoyanov’un “Bulgar Ayaklanmalarından Notları” ve ayaklanmacılardan bazılarının kütüphanelerin tozlu raflarında kalan anı yazılarıdır ki, onlarda hayat bulan ayaklanmaya ait bazı bilgiler Bulgarları huylandıracaktır. Sunacağım bilgilerle, bir madalyanın her zaman ardı ve önü yani iki yüzü olduğunu göstermeye çalışacağım. Tarihteki yüz karası gerçeklerin ve utanç veren sayfaların galibiyet, yenilgi ve ganimetleri yağmalama dışında olamayacağını, belirli bir anda insan iradenin ikircimlik geçirdiğinde ve hainliği kabul ettiğinde, zaferin küçülmediğini kabullenmek istemeyen sahte yurtseverlerin bana kin besleyeceklerine kesin inanı önemle belirtiyorum. Tarihte insanların hepsi “demir” adam değildir.Tarih, son zafer adına kendilerini ve yakınlarını feda etmeye hazır olmadıklarının bilincine varmadan ayaklanan, tereddütlü ve korkak sıradan insanlarla doludur.


Makale ve Analizler - 2014

Türk Dünyası Kurultayı Moldova Gagauzyeri

219


220

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2014

221


222

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2014

223


224

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.