13 TUNA KİMİN NEHRİ?

Page 1

Makale ve Analizler - 2014

T U NA K İ MİN NE HRİ ?

Bir Türkün Gönlünde Dağ Varsa BALKANDIR Nehir Varsa TUNADIR

2014 Ekim - Aralık Makale ve Analizleri

1


2

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

TUNA KİMİN NEHRİ?

BULTURK BGSAM Yayınları Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi - BGSAM -13 BULTÜRK Genel Başkanı: Rafet ULUTÜRK Basım: Ekim - Aralık 2014 Koordinatör: Dr. Nedim BİRİNCİ Editör: Raziye ÇAKIR İnternet sorumlusu : Kapak Tasarım: Murat ULUTÜRK Pazarlama Sorumlusu: Hamiyet ÇAKIR Arşiv: İbrahim SOYTÜRK İsteme Tel: 0212 511 63 47 www.bulturk.org; www.bghaber.org; info@bulturk.org İnternet sitesinin yazıları Adres: Yıldırım Mah. Şehit Kamil Balkan cad. No.114/A Bayrampaşa İstanbul Tel: +90 (212) 511 63 47 Belgegeçer: +90 (212) 526 51 98 https://bgsam.org/, https://issuu.com/bulturk, https://bulturk.org.tr/ Baskı : DİNÇ OFSET MATBAACILIK SAN. ve TİC. LTD. ŞTİ. Adres: Davutpaşa Cd. Emintaş San. Sit. No: 103/580-581 Topkapı - İstanbul Tel: 0090 212 493 24 67 TÜRKİYE CUMHURİYETİ YASASI GEREĞİNCE BU ESERİN YAYIN HAKKI BULTÜRK’ten İZİNSİZ KISMEN VEYA TAMAMEN ÇOĞALTILIP YAYINLANAMAZ

Web: www.bghaber.org ; E.Posta: rafetuluturk@yahoo.com


3

Makale ve Analizler - 2014

“Bilgi Ordusu, Bizim Ordumuz, Bildiğimizi Öğretmek,Bizim Borcumuz.” Rafet ULUTÜRK

Düşünceler dizisi olan elinizdeki eserin anlamı derin bir uğraşın ancak başlangıcıdır. Bulgaristanlı Türk Müslümanların başına 1970-72, 1984-85’te düşen yıldırımın bir daha düşmemesi için bir uyarı ve ışık niteliğindedir. Saygılarımızla, B U LT Ü R K İ st a n b u l


4

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2014

5

Önsöz Yerine Yıl 2014 70 yıldan beri anadili, dini, yaşadığı şekilde yaşaması, istediği gibi sevip sayması yasaklanmış olan Bulgaristan Trükleri’nin bir yıl önce başlayan bellek zarlarını sökerek kendilerini anlatma serüveni artık tay durmaya başladı. Ekibin yazdıkları kalemler dik, olaylara yaklaşımları cesur ve bilgedir. Okurları uyanmaya kışkırtan bu yazılar elektrik çağından elektronik çağ sıçrayan genç kuşağa hitap ederken, onların soy boy vatan geçmişlerini, kavgalarını, parçalanmalarını, göçleri, kader çizgisini değiştirme mücadelelerini anlatıyor. Anadilinde okuması yazması, kitap basması yasaklanmış bu etnik Türk azınlığının öz edebiyatını ve oradaki koşullarda özgün kültürünü oluşturması geleneklere dayanan yaşam biçimine nefes aldırmaya devam etmesi sanki bir kahramanlıklar serüveni. Türkiye ve Türkiye’deki yakınlarıyla ilişkileri kesilmeye çalışılırken yasaklanmış ama onlar közleri asla söndürmemişler. Türklük sevgisi ve Müslümanlık aşkı hayatlarını belirleyen temel etken olmuş. Dünya pencerelerini onlara kapayanlar ruhlarının sönmesini beklerken 1989’un Mayısında onlar İsyan edip hakları uğruna birlikte toplu olarak şahlanmışlar. Doğu Blok psikologları bu gelişmeleri öngörememiş, gafil avlanmış ve olayların sonunda aynı yılın 10 Kasımında komünist partinin totaliter baskı ve terör rejimi Bulgaristan Türkleri sayesinde devrilmişti. Bulgaristan Türk-Müslümanlarının Türk kimliğini oluşturup geliştirme davasındaki büyük özellik, mücadelenin genel insan hakları, adalet ve demokrasi kavgasına örülmesi, politik nitelik kazanması ve ulusal çapta alevlenmesidir. Bu dış dünyadan maddi yardım almadan örgütlenen ve kendi közünde alevlenen bu Ayaklanma çok yüksek bilinçlilik düzeyi sergilerken, okumuşluk düzeyi düşük olan halkların ruhu kör ve güçsüzdür tezini de kırdı. 2014 yılı yazılarımız, siyasi çalkantıları, seçim dalgalanmaları ile birlikte çok sevdiğimiz vatanımızı, diktiğimiz ağaçları, meyvelerimizin tadını,


6

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tozlaşmak için rüzgar bekleyen buğday denizlerimizi, Tuna’mızı, Balkanımızı, Ardamızı, Tunca’mızı, çilekeş insanlarımızı da anlattık. Bizden iyi anlatan şair ve yazarlarımızı hep aramızda bulduk. Saygılarımızla, Raziye ÇAKIR


Makale ve Analizler - 2014

7

Önsöz: Toplumların hayatında yazılı tarih büyük bir öneme sahiptir. Ancak bizde yazılı olmayan tarih, yani nesilden nesile aktarılan tarih vardır. Bu nedenle bazı olaylar zamanla faklı şekilde anlatılmakta veya algılanmaktadır. Gelecek nesillere aktarılacak olan bilgi birikiminin arşivlenmesi, kitap, dergi veya gazete gibi yayın organları aracılığı ile kalıcı hale getirilmesi büyük bir öneme sahiptir. Bu nedenle edindikleri tecrübeleri, yaptıkları çalışmaları toparlamak ve kitaplaştırmak güzel bir çalışmadır. Bunu bireysel olarak yapımaktan öte kurumsal olarak da yapmaları takdire şayan bir davranıştır. BULGARİSTAN TÜRKLERİ KÜLTÜR VE HİZMET DERNEĞİ kısa bir süre önce 2013’te kurulan internet haber sayfası www.bghaber.org sitesindeki yazıları bir araya getirerek yapılan bu çalışmaları kitapçık halinde getirerek bu konuda büyük bir ciddiyet göstermektedir. Derneğin internet haber sayfasında çıkan yazıları ve çalışmalarının yıllıklar halinde kitapçık haline getirerek yer aldığı bu çalışma gelecek kuşaklara aktarılacak ve ışık tutacaktır. Öte yandan dernek büyük bir arşiv de oluşturmuş durumdadır. Dernek faaliyetlerini gerekli ciddiyetle yürüten dernek Başkanı öncülüğünde dernek kurucuları, Yönetim Kurulu ve üyelerinin yaptıkları özverili çalışmalarından dolayı kutluyorum ve başarılarının devamını diliyorum. İsmail Gemici BULTÜRK Kurucu Üye


8

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Değerli Hemşehrilerim, Bulgaristan’da hepimiz zor günler yaşadık, itildik, ezildik, çiğnendik, hatta gün geldi vurulduk, şehitler verdik. Bu nedenle bizler kendi içimize kapanarak, yaşam mücadelesi vermeye çalıştık. Ancak bu içine dönüklükten kurtulmalıyız ve Türkiye’de yaşadığımıza göre, yasaların bize verdiği tüm haklardan bizlerde yararlanmalıyız. Peki, neden bunu yapamıyoruz? 1877-78 Rus-Türk savaşından sonra Osmanlının Balkanlardan çekilmesiyle birlikte, savaş esnasında işlenen akıl almaz katliamlar nedeni ile atalarımız asırlarca yaşadıkları yerleri terk ederek göç yolunu tutmuşlardır. Geride kalanlar ise Bulgaristandevleti’nin uygulamaya başladığı soy kırım politikalarına karşı direnmiş ve hayatta kalmaya çalışmışlardır. Şimdi ise burada Türkiye’de yaşayanlar oralara yardım edebilmek için, burada ilk önce bir araya gelmek ve bir merkez oluşturmalıyız. Artık bir kurum altında toplanmalı ve birlikte hareket etmeliyiz. Bu birliğe hepimizin ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Artık bir birimizi kötülemekten vaz geçmeliyiz, birisi için yanında konuşamayacağımızı başka bir yerde konuşmamalıyız, yani kısaca arkasından konuşmamalıyız. En önemlisi samimi, hoşgörülü ve ahlaklı olmak. Zamanla her şey yerine geleceğine inanıyorum, ama tabi ki bu dava üzerinde kafa yoran, stratejiler üreten ve devamlı bunun üzerinde çalışan olursa. Bizim savaşımız insanlarımızı ahlaklı yetiştirmek olmalı, birlik ve beraberliğe kendi insanlarımızla başlayarak tüm Türk Dünyasına taşmalıyız. Bizler burada Türkiye’de yaşayan Bulgaristanlılar büyük bir kitle haline gelmiş durumdayız. İşte bu nedenle şimdi bu kitleyi yani kendi hemşerilerimizi, bir araya toplayarak bir merkez, bir güç birliği oluşturmalıyız, tabi ki bu bizim doğal tabii hakkımızdır. Bizler de artık toplum gücünü kullanabilmeliyiz. Toplum olarak haklarımızı elde etmek zorundayız ve bu yönde çalışmalıyız. Biz bunu söylerken, önderlerimizi seçerken, başkaları kötüdür demiyoruz.


Makale ve Analizler - 2014

9

Biz bu işi onlardan daha iyi yapabileceğimize, Türkiye Cumhuriyetine ve Türk Dünyasına daha verimli olacağımıza, buralarda bu bölgelerde yaşayan Türklerin daha iyi, daha güvenilir, yaşamalarını sağlayacağımıza inandığımız için, Önderliğe, Yönetime talibiz. Bu arada Bulgaristan’da kalan kardeşlerimizin hepsinin siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel kimliklerini, muhafaza edebilmeleri için mücadele etmeliyiz ve bu konuda gerekeni yapmalı ve gerekli yardımları yapmalı ve yaptırmalıyız. Aramızda Ahlâklı, Adaletli olanları seçmenli ve yüceltmeliyiz. Geçmişi konuşmaktansa, gelecekten söz etmeliyiz, bugünü değil, yarınları görerek hareket etmeliyiz. Aramızdan stratejistlere imkân ve fırsat vermeliyiz ve onları bizler yetiştirmeli yön verebilmeliyizkısa-10 ve uzunvadeli -50 yıllık hedefleri gösterebilmeliyiz. Aramızda kötü niyetli insanları tespit etmeliyiz, bilmeliyiz ki, onların kusurlarından dolayı değil, bu güne kadar yapılması gerekenleri engelledikleri için aramızdan uzaklaştırmalıyız. Bu güne kadar neler yapılmamış, onları araştırmalı, bilmeliyiz ve neler yapılması gerekir onları söylemeliyiz ve bunları bir an önce hayata geçirmeliyiz. Bizler gözyaşları dindirmek için, yaralara mehlem olmak için, her yüke ortak olabilmeliyiz. Gençlerimize, sadece balık pişirmesini değil, balık tutmasını da öğretmeliyiz, insanlarımızı denizlere, okyanuslara açılmalarını sağlamalıyız. Aramızda Tek Lider değil her sokakta, her mahallede bir lider yetiştirmeliyiz, biz dünyayı yönetmek için oğullarımızı yetiştirmeliyiz. Bizim insanlarımız yani Bulgaristan Türkleri şahsi başarıları Türkiye’de belkide en çok olanlardanız. İşte artık bizler toplum olarak haklarımızdan yararlanmasını bilmeliyiz. Her şeyden önce siyasi haklarımızı toplum olarak kullanmalıyız, daha sonra ekonomik ve kültürel haklar onu takip edecektir. Hepimizin gördüğü gibi, tarihte büyük güçler çok defa kötü politikaların kurbanı olmuşlar ve bunlar devam edecektir. Bir toplumun Lideri olmadan hiçbir şey olmaz, bu lideri de toplum çıkarmalıdır. Siyaseti güvenilir, sevimli hale getirmek bizim hedefimiz olmalı, bu gün çok zor, imkânsız olarak görünse de, yarınlara umutla bakabilmeli ve baktırabilmeliyiz. Var olabilmemiz için, var kalabilmemiz için, öncelikle temel hususlarda anlaşma sağlamalıyız. Aramızda bir birimize güveni kaynaştırmalıyız ve samimi olmalıyız.


10

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Her şeyden önce özgüvenimizi kazanmalıyız, birlik ve beraberliği ön planda tutarak insanları insan oldukları için sevip saymalıyız. İçimizde barışı sağlayıp, tek merkezde bir çatı altına toplanmalıyız. Bu çatı da “BULTÜRK Derneği” olmalıdır. Buradan tüm dünyaya sesimizi duyurabiliriz. Balkanlar konusundaki politikalarda etkili olabilmek için yolları aşındırmalıyız. Çünkü gelişmiş ve Bulgaristan’da etkili bir Türkiye Balkanlara tamamen hâkimiyet kurabilecektir. En önemlisi kararlı olalım ve birbirimize samimi, saygılı olmayı ve bir birimizi sevmeyi öğrenmeliyiz. Bizim derdimizi ve problemlerimizi en iyi anlayabilecek zaat bizden olduğunu idrak etmeliyiz. Bulgaristan Türkleri konusunda teşhisi bizler kendimizi yetiştirerek yetki mercileri alarak son noktayı biz koymalıyız, bu güne kadar ki eksikliğimiz budur. Ayrıca Balkanların anahtarı Bulgaristan’da yani Bulgaristan Türklerinden geçtiğini de öğrenmeli ve öğretmeliyiz. Sevgili dava arkadaşlarım. Kendimizde özgüveni, aramızda güveni ve merkezioluşturduktan sonra, kimsenin aramıza nifak tohumları ekmesi mümkün değildir. Bizim için önemli olan, eksiklerimizi bulmaktır. Geçmişi bırakarak artık bizler aydınlanma dönemine bir an önce geçmeliyiz. Halimizi tespit etmek çok kolay, gazete, dergi yayın hayatımız nerede, kaç gazete, tv, radyo bizimle ilgili haber yapıyor.Burada suçlu değil, sebepleri aramalıyız. Gelin bunları tartışalım, niçin bu güne kadar bir Bulgaristan Kültür Merkezi olmamış, bunu şimdi nasıl gerçekleştirilebiliriz, bunlara yönelik çalışmalar toplantılar yapmalıyız. Hedefimiz Türkiye Cumhuriyetini daha güçlü, daha huzurlu ve daha iyi yarınlara götürmek için olmalı. Güçlü bir Türkiye Bulgaristan da yaşayan Türklerede güven ve huzur verecektir, onların daha rahat yaşamalarını hep birlikte sağlayabiliriz. Bunlar zannetiğiniz kadar zor işler değil. Dünyada insanlar bir iş için değil, bir İdeal için hayatını feda ederler. Bunun için güçlü olmak sesini duyurabilmek için öncelikle bir Kurum ve bunun Merkezini oluşturmalıyız. Çünkü Merkezi olmayan hiçbir topluluk bir yerlere gelmesi mümkün değildir. Bu güne kadar konuşmalar tartışmalar yapılmış fakat bir ağıç ekilmemiş işte bu gün bunu yaptık BULTÜRK tüm Bulgaristan Türklerinin biz öncelikle sadece Bulgaristanlıyız.


Makale ve Analizler - 2014

11

Bizler elimizdeki kıt kaynaklarla bir merkez oluşturmaya çalıştık, bunda da muhafak olduk. Bu merkeze ulaşmakta büyük güçlükler ile karşılaştık bu konuda bizlere yardımcı olan emeği geçen herkese teşekkür ediyoruz. Ayrıca bizlere kendi yerini veren Mümin Hocamıza huzurunuzda kendisine tekrar tüm halkımız adına buradan teşekkür ediyoruz. Bundan sonraki hedef de Türkiye’nin her yerine ulaşmak ve bu birlikteliği her yerde tesis etmektir. Bu merkezimizde artık kendimize ait bir kültür merkezimiz oluştu toplantı salonumuz da mevcuttur her 15 günde bir toplanıyoruz. Amacımıza ulaşabilmek için devletin bir şeyler yapmasını beklememeliyiz. Birlikten kuvet doğar Atasözünde olduğu gibi güçlerimizi birleştirerek devlet yönetiminde söz sahibi olmalıyız ve geleceğimize kendimiz yön vermeliyiz. Gençlerimizin devlete girmelerinin yolunu aydınlatmalıyız. Artık bizim de Ankara’da TBMM’de kendi temsilcilerimiz olmalı. Bizler de buralara kendi içimizden birilerini gönderebilmeliyiz. Aramızda birlik ve beraberliğimizi oluşturduğumuz takdirde kendi içimizde samimi olduğumuzda başarıların ard arda geldiğini göreceğiz bunu başaracağımıza eminim. İhtiyacımız olan tek şey kendi içimizde daha adaletli olabilmek. Sevgi ve saygılarımı sunarım, Genel Başkan Rafet ULUTÜRK


12

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Hortladılar

Dr. Nedim Birinci-29.Ekim.2014

Hak ve Özgürlükler Hareketi bu gidişle Allaha ruhunu teslim edecek. Nasipse var olacak olan bizleriz - Bulgaristanlı Türk, Müslümanlar. Toplumsal barış, herkese güven, daha güzel yaşayış, adalet gibi özlem ve değerlerle kurulan HÖH hareketi halkımızın gönlünde ısınmıştı. Bulgaristan Türklerinin oluşturduğu etnik topluluk, tüm Müslümanlık aynı dava uğrunda birleşmişti. Şanlı hareketin yüce davasını halkımız aziz ve kutsal buldu. Bayrağı dalgalandıranlar öze ve hedefe ihanet etmedi. 25 yılda yetişen parti akranı genç kuşak hak ve özgürlük davası ruhuyla mayalandı ve metanetli yetişti. Avrupa Birliği devletleri arasında öz davasına bağlı olan en güçlü gençlik hareketi bizimdir. Sembollerimiz birliğimizle, yüksek azimle barış için savaşçısı olmamızla ve öz güvenimizle hareketlendi ve güçlendi. Ne yazık ki, bugün HÖH - DPS partisi kendi içindeki kurtların hainliğine ve zalimliğine kurban gidiyor. Türklük ve Müslümanlık prensiplerine ihanet edildi. Her zaman ve her yerde dürüst ve yüksek ahlaklı olma prensipleri ayakaltına alındı. Devletin, özel ve tüzel kişilerin malına mülküne göz dikenler yasal düzeni bozdu. Ülkemizi soyup soğana çevirmek isteyen yabancı oligarşi çevrelerinin hizmetine geçenler çöküşe neden oldu. Halkından, emekçi insanlardan, seçmenlerinden kopan bir parti ayakta kalamaz! İnsana düşman olan yakınında olandır, diyenler doğru söylemiştir. Bu sözlerin sahibi aslında Ahmet Doğan ve Lütfü Mestan gibileri, onların etraflarına toplanmış olanları uyarmak istemiştir. Türklük, hoşgörü, karşılıklı güven ve barış ortamında birlikte yaşama davamızın mezar kazıcılığını da sözüm ona “dostlar” yapıyor. Kazma ve kürek kâfirlerin elindedir! Partinin bugünkü yönetimi nasıl feryat koparırsa koparsın suçlu olan kendisidir. Bulgaristan Türkleri ve Müslümanları öz davalarında her zaman birlik oldu. Ödün vermeyen onlardı. 1990 öncesi yaşanan acı geçmişi selamete çıkaran uyanışımız bir daha hayata çok zor çağrılabilir. Toplumsal uyanışımız ve bilinçli hareketlenmemiz atılımlarımızla gerçekleşti. Biz yeni bir nesiliz! XXI. yüzyılı yaşıyoruz. Dedelerimizin, babalarımızın ve yakınlarımızın çektiği büyük acılar bizim için anlatılan masallardır. En büyük kahramanlık öyküsünü en büyük fedakârlığın hikâyesini dinlerken bile biz onların çektiği çilenin küçük bir nebzesini, en ufak parçasını yaşayamayız. Ezilenler onlardı. Onların bize devredebileceği en büyük zenginlik çıkarılan ibret dersleridir. Yeni tehlikeler karşısında uyanık olmamız, bilinçli davranmamız, dostla


Makale ve Analizler - 2014

13

düşmanı uzaktan seçebilmemiz inceliğini bize de öğretmiş olmalarıdır. Aynı anda kaynaktan fışkıran ve denize dökülen su aynı olsa bile birbirini tanımaz. Her kuşak kendi derdiyle yaşar. Giderken kendi acılarını götürür. Dünya yeni kuşağın sırtına yüklenir. Ne var ki, aynı problemlerle yaşayan aynı dava için direnen insanlar bile birbirine benzemez. Kimileri hoşgörüyle yaşamak isterken, diğerlerinin içi kin ve öfkeden köpürür. 25 yıldan sonra Bulgaristan’da göbek bağında milliyetçilik zehri olanların yeniden hortladılar ve politik piyasaya çıktılar. Bu ay onların yeniden meclise doluşuna tanık olduk. Hayat alabildiğine değişiyor. 1989’da Bulgar kanındaki zehrin aktığını, o da biz de kurtulduk sanmıştık. Bulgaristan Türk ve Müslümanlarının, tüm ezilenlerin hak ve özgürlüklerinin, ülkede adaletin ve demokratikleşmenin garantörü olarak meydanları dolaşan 1990 uzantısı Ahmet Doğan bugün dilini yutmuş, adına saray denen hapishane koğuşundan başını çıkaramıyor, artık herkes için korkulu bir rüya oldu. Halkından kaçanlar halkı yönetemezler. “Ben yükümü yaptım sizinle işimiz olmaz!” deyenler haindir. Halkımız çalınan her bir lokmasının hesabını tutuyor. Yargı günü yakındır. Bir sene 3 ay iktidarda kalıp yalnız bir bankadan 4.2 milyar çalanlardan hesap sorulmalıdır. Kaçıp gizlenmek kurtuluş değildir. Bulgaristan Türkleri ve Müslümanlar hakları ve özgürlüklerini elde etmek, hapistekileri kurtarmak, totalitarizmi yıkmak ve yepyeni bir dünya yaratmak için mücadele ederken ufuk kanlı ve ölü gibiydi. Bir asır boyu çok tehlikeli bir yalnızlık yaşandı. Kayıplara karışanların sayısı bilinmiyor. Bulgaristan Türklüğü kendi özgürlük imgesini kendisi yarattı. Bunu yapmaya çalışırken önce dünyaya canlı olduğunu, nefes aldığını, ezildiğini ama var olduğunu, hala dayanabildiğini ve yaşama azmini koruyabildiğini duyurmak için az mı direndi, az mı süründü, az mı düşüp kalktı!? Bizi yok etmek isteyenler ruhumuzdan ve gözlerimizdeki ateşten başka her şeyimizi elimizden almıştı. Kuduz sürüleri gibi saldıranlar önce Türklüğümüzün sembollerine göz diktiler. Bize kırmızıyı fazla bulanlar önce feslerimizi çaktırdılar. Belimizin kudretinden korkanlar kuşağımızı aldılar. Temizliğimize imrenenler ibriklerimizi kırdılar. Keşkek kazanlarımız delindi. Dibeklerimiz kırıldı. Tüm yaşam tarzımızı dinamitlemeyi düşünürken onların can damarını da ezan sesimiz deldi. Annelerimizin şalvarı dikkatleri çekti yasakladılar. Kızlarımızın güzelliğini kıskandılar. Pehlivanlarımızla baş edemediler. At yarışlarında hep yenik düştüler. En yeni icatları, üç çocuktan fazla doğum yapan annelere devlet yardımını kestiler. Köstendil’de Fatih Sultan Camii’ye, Karlovo’da Kurçun Camiye, Kırcaali’de Medreseye, Vidin’de Konağa göz dikmişler. Başmüftülüğün açtığı 90 dava Türklük, Müslümanlık ve İslam simgeleri içindir. Yalnız kimliği-


14

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

mizle değil malımızla mülkümüzle ve her şeyimizle hesaplaşmak istiyorlar. Herkesin nasibiyle doğduğunu bilmiyorlar... Bizi yaşatan, ünlü eden, kanatlandıran onların yasakları değil, binlerce sembolümüzdür. Sakin ve sabırlı imajımız hepsine taş söktürür. Çocuklarımıza ana dili, okumak, aydınlanmak çok görüldü. Okul işleri karıştırıla karıştırıla dersler ders olmaktan çıktı. Hocalarından iki üç kuşak ders alamayanlar, Türk öretmen karşısına çıkamayanlar Müslümanlığı ve Türklüğü yaşatmaya çalışanlar değilse, kahramanlımızın sembollerini yaşatanlar değilse, kahraman olan kimdir? XXI yüzyılda çözmeye çalıştığımız sorunlar insanlık namına utanç vericidir. Mahkeme kararları uygulayamayan bir ülkede adaletten söz etmek mümkün müdür? Aile bütünlüğü, yaşlılara saygı, Türk komşuluğundan düşman çıkmaz gibi geleneklerimizi yaşatmamız, önemsiz olanı görsek de görmezden gelmemiz, selamlaşıp bayramlaşmalarımız, yaratan karşısında boynumuzun kıldan ince olması, akan soy suyumuza katılıp yolumuza devam etmemiz düşmanlarımızın asla alamayacağı kalelerimizdir. Türk halkının beraberli, iyi ve kötü gün dostluğu, ayrım gözetmeden yücelmesi her kalemizde erişilmez bir kuledir. Ne kadar iyi olursak olalım, hoşgörü ve gönül hoşluğumuzdan asla ödün vermemiş olsak da biz onlarla ne yazık ki asla etle kemik gibi olamadık. 1989 Ayaklanmamızdan ve ardından gelen Büyük Göçten sonra “başımıza gelecek var” bulutu üzerlerine fazla çöktüğünden olacak azdan az sümüklü böcekler gibi kabuklarına çekilmişlerdi. Uzunca bir süre kamuoyu oluşturan söylem değişirken hele de şu ulus devlet döneminin bittiğine sanki birlikte inanmaya başladılar. Dillenen “ortaklığın kutsallığı”, “birlikte yaşamamızın zorunlu oluşu”, “yeni uygarlığın farklılıkların birliğinden oluşacağı” gibi sloganların yükseldiği ve daha ılımlı değer yargıları yerleşmeye başlarken, yeni esintilere yön veren, yakınlaşmamıza yol açan, zıt tavırları uzlaştıran ve sivri uçları hakikatten törpüleyen bir mekanizma, yargı değerleri sistemi oluşmadı. İçi parçalanmış olan bizler acılarımızı unutmaya çalışsak, çığlıklarımız yankılanmasın diye sesimizi kıssak bile, bize bu acıları yaşatanlar uygun ortam bulup git gide dirildi ve toplumu zehirlemeye başladı. Artık her gün Türklere karşı ya erken yapılan seçimin sonuçlarını beğenmediklerinden, ya milletvekillerinin isimlerine itiraz ettiklerinden en az 2 - 3 gösteri, miting, yol kesme, Cumhurbaşkanlığı önüne toplanma gibi olay oluyor. TV yayınlarında aynı nitelikli 10 haber yayınlanıyor. Hortlama önce Burgas şehri konumlu milliyetçi-ırkçı “Skat” TV yayınları başladı.


Makale ve Analizler - 2014

15

1913’te kükreyen Makedonya milliyetçileri (VMRO) düşmanlıklarından asla vazgeçmedi. Türkleri, Müslümanlığı, İslam dinini haber yaparken sanki şeytan görmüş gibi konuşan ağzı açlıktan kokmuş sözcülere yazıp yazıp okuttular. Bir şeye ne kadar kötü derseniz deyin, o şey iyi bir şeyse asla kötü olmaz. Bir Türk’ten de asla kötü bir kimse olmaz. Çünkü iyilik bizim özümüzdeki nurdur. Öte yandan totalitarizm illetini sözde eleştirenler, demokrasi için verilen mücadeleyi, insan hakları ve adalet savaşımını hep hasıraltı ettiler, hep anlatmaya vakit bulamadılar. Zehirli oklar kısa sürede Bulgar milliyetçiliği kösteresinde yeniden bilenerek Türk ve Müslümanlara karşı dikildi. Türkiye Bulgaristan sınırına 3 metre dikenli tel örgü dikenler “av elimizde artık kaçamaz” havalarına girdiler. Zehirli uç sivrildikçe sivrildi. Dedikleri dedik, normal ortamda sakin konuşma yeteneği olmayan Türklük ve İslam tarih ve kültürü düşmanları ters mayalanmış kendini beğenmişlerdi. Bulgar toplumunda ve devlette demokratikleşme sürecinden korktuklarından değişimlerin derinleşmesini durdurma ve yenileşmeyi bütünüyle dondurma yolunda birleştiler. Parçalanmış görünmeleri oyundur. Kendi aklıyla hiç bir iş görmeyen Ahmet Doğan gibi sahte liderlerin pazara uymayan tamamen yanlış hesaplarından da destek alan “Ataka” gibi milliyetçi ve ırkçı subjeler bizim öz kalemize önce küçük bir grup halinde girdi. “Ataka”cı Başı Volen Sideov’un milliyetçi it sürüsünden ayırmayı başaranlar zafer kutladı. “Saray”da yaşatılan sahte liderlerimiz hangi hesabı doğru dürüst çıktı ki? Kokuşmuş eski Bulgar ırkçılığı ve öteki düşmanlıyla isabetli mücadele kolay iş değildi. “Ataka” şımardıkça şımardı. Öteki şımarık ırkçıların XX. yüzyılda olup bitenlerden sonra bize karşı konuşmaya önce dilleri dönmüyordu. Giderek parti kurmalarına izin verildi. 2014 yılında gerçek demokrasi raylarına geçilmesi mücadelesi yürütüleceğine 2 adet milliyetçi çıbanbaşı birden sivrildi. Milliyetçi Cephe saflarına eski ajanlar, Türklerle çatışmadan gelenler, Müslümanlarla yüzleşmeden tiksinen, isim değiştirme çirkefliğinden aldığı ödülleri göğsüne takıp böbürlenememiş yani hevesi kursağında kalanlar birden hortladı ve sıra düzdü. Milliyetçi Cephenin 19; Sansürsüz Bulgaristan’ın 15 ve “Ataka”nın 11 milletvekili sol ve sağ marjinal cephedenmişler gibi görünseler de aynı ırkçılık ve Milliyetçilik zehri artık kaynıyor. Onlar şimdi GERB kabinesine yön vermeye çalışıyorlar. Burgazlı ırkçıların başkanı olan V. Simyonov, Reormcu Blok grubunun kurucularından Halkın Şeref ve Hürriyet Partisi Başkanı Korman İsmailov’un yeni kabineden bakanlık almasına kesin karşı çıktı. “Türklerin iktidarda yeri olmayacak” dedi. Yeni hükümet döneminde zaten son derece kısıtlı olan özgün haklarımızın yeniden iyice sıfırlanması söz konusudur.


16

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

BKP Partisinin Andrey Lukanov kanadı olan Sosyalistler (BSP) ile isimlerimizi değiştiren, zulmün en kötüsünü Türk ve Pomaklara yaşatan aynı partinin Todor Jivkov kanadı 19 yıl pusuda yattıktan sonra baş kaldırdı. GERB partisi Milliyetçi Cephenin mecliste, medyada ve kamuoyunda anti-Türk ve anti-İslam şımarıklığına göz yumup dayanmak, katlanmak zorunda kalmaya zorlanıyor. Bu defa Bulgar milliyetçilerinin Türklük, Müslümanlık ve İslam’dan gelen son sembollerimize de saldırmasını bekleyebiliriz. Hiçbir yasa ve devlet gücü önünde durmayacaklarından eminim. Ailelerimizde, mahallelerimizde, topluluğumuzda daha şimdiden derin bir sessizlik ve hüzün sezildi. Birçok köyde yalnız erkekler ve yaşlılar yaşıyor. Yaptığımız yanlışların artık farkındayız. Bundan 25 yıl önce perde ardında ipleri çekilerek yükseltilen adamın (Ahmet Doğan) iplerini çekenin başkaları olduğunu anlayamadık. Daha doğrusu gözümüze gül yaprağı atıldı ve aldatıldık. Geleneklerimize göre kendiliğinden yükselen güçlü bir adama ihtiyacımız vardı ve güvenmemiz doğaldı. Bizi “liderli” yaşamak isteyen, lider yaratan ve yetiştiren milletlerdeniz. Artık biliyoruz ki, bir lider halkını yönetirken yüceltebilir ama aynı zamanda çökertebilir ve yok da edebilir. Bizim başımıza gelen sonuncusudur. HÖH - DPS partisi ayakta kalmak istiyorsa “fahri liderinden” hemen kurtulmalı ve oligarşi ajanlarını parti yönetiminden ve meclisten uzaklaştırmalıdır. Biz başı sıkışana el uzatan bir milletiz. İyiliklerin en iyisi hak etmiş insanlarız. İyi olmamızın temelinde devamlı mücadele azmi, ehlileşme ve arınma gibi meziyetlerimiz yatar. Gücümüzü er meydanında toplarız. Bu defa da Bulgar milliyetçiliğiyle gelen yeni kabadayılık, umumi kahkaha tufanı, sonsuz içkili kutlamalar bizi etkileyip yanlış yola yönlendiremez. Zekamıza, bilincimize, kollarımıza ve ayaklarımıza pranga vurulmasına bir daha asla izin vermeyeceğiz. 50 yıldan beri hesabı yanlış çıkanların kuruntularını bu kez de yanlış çıkartmak zorundayız. Her zaman her yerde birlik olmak ve birbirimizi desteklemek öncelikli oldu. Durumun acısına katlanabilmemiz için aldatıldığımızı, oyalandığımızı ve belleğimiz silinerek geçmişsiz ve geleceksiz bırakılmak istendiğimizi unutmamalıyız. Hasımlarımız kalabalaştı, sahaya çıktı, güç topluyor ve bizi yok etmeyi bir daha deneyecektir. Yeni durumda genç kuşağımızın, öğrenimli göçmen gençlerin ana hedeflerinden biri halkımızın alın yazısıyla, geçmişimiz ve geleceğimizle kaynaşıp yeni ufuklara yönelmektir. Biz Balkanların en uyanık, en atılgan, en iyi örgütlenmiş, en yaratıcı ve en cesur, gözü pek gençleri olmak zorundayız. Başka seçeneğimiz yoktur. Biz hayat alametlerimizi, eski ve yeni sembollerimizi, Türklüğümüzü, özgün kültürümüzü, ana dilimizi, edebiyat dilimi, türkülerimizi, halk sanatımızı ve


Makale ve Analizler - 2014

17

daha neyimiz varsa her şeyimizi yaşatmak zorundayız. Dağ başlarında tek tük evlerde yanan lambalar, nefes alan yaşlılar, gıcırdayarak açılan kapılar bizimdir. Yaratan ve dünya bizi sevdiği için yaşamamızı istiyor. Kokumuz, bakışımız, terimiz yaratanın yaratabildiği en güzel nimetlerin başında gelir. Onlar hortlaya dursun. Biz güzellikler yaratmaya devam edelim.

Son İlerdedir

Rafet Ulutürk-30.Ekim.2014

O eski güzel çağlar, dendiğinde gönlüm ferahlar. Ne kastedildiği belli değildir. Eski yeniden daha iyi olabilir mi? O da bilinmez. Umut dolu gözler geriye değil hep ileriye dönüktür. Bizim yeni hükümete “Son Şans Hükümeti” diyorlar. Buradaki terzilerimiz her kumaştan elbise diker de, Sofya’da besbelli bu işi pek bilmiyorlar, çünkü bu defa iki parçayı bir gövdeye ekleyemediler. Boşa kürek çekildi: Basına bakarsak, GERB parti heyetinin diğer 7 parti heyetleriyle görüşmesi çok büyük başarıymış, çünkü daha önce böyle bir konuşma (diyalog) olmamışmış. Bu temaslardaki erdem sohbet etmek değil, iki ucu bir araya getirip kaynaştırmaktır ama besbelli odunla demirin kaynaşmadığı doğru ki, yedi defa denediler hep tutmadı. Burada demir olan Avrupalı Gelişim İçin Vatandaşlık GERB partisidir. Karşısında ise eski Komünist Partililerin ağızı sıkı, işi güvenilir kadrolarından sağ kalanların ve varislerin oluşturduğu militan sürüsüdür. Tabii bu eski komünistler kimse ile bütünleşmek istemediler, hala kendilerinin bu devletin sahipleri olarak görüyorlar, nasıl olsa bize kalacak diye mırıldanıyorlar. Eş bulmak zor iş: Ne de olsa herkesin bir eşi ve birleşeceği birileri vardır. GERB partisine de yine eski BKP MK Politik Büro gelinlerinden şimdiki Reformcu Blok yamağı eski AB komiseri Bayan Miglena Kuneva çok gönül vermiş, belli olmaz Bulgaristan Dışişleri Bakanı olayım diye belki Reformculardan ayrılır ve GERB projesini destekler. Aslında bizde reform falan olacağı da pek yok gibi. Çöküş de


18

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

kendi başına bir değişim olduğundan ve millet de bataklığa batmaya alıştığından, bırak gitsin... Yapılacak ve iş yapacak kadro yok: Reform (Fransızcadan gelmiş ve değişim anlamına gelir) zaman isteyen bir iştir. Yaratan sanki devlet planlama uzmanı her gebeliğe süre tanımış. Örneğin tek hücrelilerden, daimi bir şekli olmayan, gözle görüşmeyen ve devamlı parçalanarak üreyen amebanın üremesi an meselesiyken, tavşana 3 ay, insana 9 ay, fiile ise 24 ay gebelik süresi tanınmış. Reformlar da böyle, toplumun içinden yeni bir şey çıkacağına ve yaşama hakkı kazanacağına göre, belirli bir zaman istiyor. Örneğin, bizim elektrik enerjisi sisteminde reform yani yenileşme yapılmaya kalksa 25 yıldan beri küflenen ve çöken bir sistemi 2 - 5 ayda değiştirmek mümkün olamaz. Yalnız “Belene” Atom Elektrik Santrali’nde çürüyen demirler ne kadar biliyor musunuz, evet tam 100 bin tondur. Ayrıca bu santral için Rusya’nın imal ettiği reaktörlerin 2 yıldan beri depolarda tutulduğunu, bu konuda Stockholm mahkemesinde Rusya’nın Bulgaristan’a açılan tazminat davasından 1 milyar 700 milyon dolarlık talep edildiği düşünüldüğünde, 4 Çingenenin çamaşır suyu ısıtmak için çaldığı elektriğin hesabı mı olur ama neyse. Evet, şimdi ne olacak, GERB başkanı 8 aylık mı? 2 senelik mi? Yoksa 4 yıllık mı hükümet kuralım derdinde. Besbelli kuracağı hükümetin süresine göre reform belirleyecek. Belirleyecek de yeni meclisin bileşiminde yasa yazacak, değişiklik önerecek nitelikte vekil bile yok, üstelik en büyük parti olan GERB içinde reformları düşünen kim var... Burada birçoğunun derdi dalavere, rüşvet ve dolandırıcılık... Ha şu da var. GERB tek başına dalgalı destekli azınlık hükümeti kurarsa ne yapar? Anımsarsınız vaktiyle USDolar da bir ara dalgalı kuraya bırakılmıştı da az kalsın batıyordu. Bunları düşünmeden edemiyorum. Çünkü yalnız insanın gideceği yer ancak suyoludur. GERB de 2013 Şubatında iktidardan düştüğünü ne çabuk unuttu!? Bizim memlekette sular hem yeraltından hem de yer üstündeki dere, çay ve ırmaklarda aktığına, biz de şu hükümet kurma görüşmelerindeki şahsiyetlere baktıkça, acaba bu işin bir de yer altı yani perde arkası, kulisi var mıdır?, diye düşündük. Yakın geçmişimizde Batı devlet adamlarıyla Bulgar devlet adamları arasında gizli saklı sözleşmeler imzalandığına inanmadığımızdan, (çünkü aralarında güven yoktu) aklımızdan geçen hep B. Borisov ile Viladimir Putin arasında bir gizli sözleşme olduğu idi. Bu arada, Almanya Başbakanı Bayan Merkel birkaç


Makale ve Analizler - 2014

19

defa Boyko Borisov’u telefonda arayıp hadi “kur şu hükümeti, arkandayım” dese de bu sözler pek tutmadı. Çünkü şu AB Konseyi de “siz işleri yapın biz parasını hemen öderiz!” derken hep boş konuştu ve insanlarımız soğudular. Sanki herkesin karnı tok! AB heyetleri para ödemeye değil, kusur bulmaya geliyor. Paraların ödenmesi hep ileri bir tarihe atıldı. Yılsonuna kadar da ödemeyeceklermiş, ardından kara kış geliyor o zaman da her şey kar altında olduğundan yapılanla yıkılan görünmüyor, son yaz tatilleri de uzadı da uzadı. Biz sonun ileride olduğuna inanmasak beklemekten patlarız, “sabrın sonu selamet” özdeyişimiz ömrümüzü her gün uzatıyor. Bu da yeni: Avrupa’dan hükümet kurun müdahalesi arttı. Bulgaristan 140 seneden beri ileri geri derken hükümetlerini kendi kurardı. Vaktiyle bir Çar bulunamadı ve Ferdinant Avusturya’dan getirilmişti. Bu defa işler iyice sarpa sardı. Şimdi bizdeki işler Bayan Merkel’in Berlin’den gelen telefonuyla ve Viladimir Putin Moskova’da susarak fırsat kollamasıyla ilerlemeyince Avrupa Halk Partisi Başkanı Bay Jozev Dol işini gücünü bırakmış, Sofya’ya geldi. Olabilir ya, “dostum” dediği Boyko Borisov’a pek güvenmiyor. Kendisi 8 parti başkanına karşısına dizdi ve hepsiyle teker teker görüştü. Kuşkusuz Başkan dünün adamı değil, ufak tefek hesapları elinin tersiyle masanın üstünden itti, Ulusal Cephe Başkanı Simyonov bir müttefik ve komşu NATO üyesi olan “Türkiye’ye karşı orta menzilli “yer yer” füzelerini sınır boyuna dizelim. “Okullarımızda bilgi kirliliği var, 6 yaşındaki çocukları okula yazdırmadan önce Bulgar dili testinden geçirelim” gibi saçmalıkları işitince tırstı. “Boyko’cum sen şu hükümeti kendi başına kuruver” dedi. Şimdi bunlar su yüzündeki temaslar. Bir de yerde ardı, perde ardı var. Perde arkası hesaplar: Pedre ardındaki görüşmelerse insan önüne çıkmaya korkanlar arasında yapılıyor. Anlaşılan “saray” hapsinde olan ve hala HÖH DPS adına konuşmaya devam eden A. Doğan’la yapıldı. DPS - GERB perde ardında anlaştılar,” deyenlerin demek istediği tam budur. Hangi konuda mı anlaştılar? Kooperatif Ticaret Bankası (BTK) içinden kendilerinin çaldığı 5 milyar levayı bankaya geri çevirmeden, devlet bütçesinden para akıtıp bu işi kapatma konusunda tabii. Bizim HÖH - DPS’cilerin sırça kökçü görülmeyen şirketler ile Of Şor hesaplar temeline oturtulmuş olduğundan bu iş oldubittiye getirilebilir gibi. Olurdu da, işin ucunda bir bibicik belirdi. Aslında dalavere için eldeki oylar yeterli, 84


20

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

GERB’ ten ve 38’de HÖH - DPS’den toplam 122. Grip salgını yoksa ucu ucuna da olsa, bu iş biter. Ne var ki, çok acele etmeleri gerekiyor, çünkü Başsavcı Sotir Tsatsarov GERB ve HÖH - DPS’ den 7 bir de Sosyalistlerin ve Avrupa PES Başkanı ve AB milletvekili Sergey Stanişev’ın dokunulmazlığının kaldırılması ve meclis kapısından çıkarken bileklerine kelepçe takılmasını öngören özel bir genelge hazırlamış ve gelişmeler sürpriz yaşatabilir. Evdeki hesap bu defa da pazara uymazsa, vallahi yandık, kar kış demeden bir daha işi zorlayıp belki seçime gideriz. Geçen seçimler 150 milyon levaya patlamış, ne de olsa fakir fukaranın eline 50 - 60 leva geçiyor. Bu arada, 50 yıl sonra İspanya’dan Bulgaristan’a gelip dedesinin ve babasının saltanatlık mülküne el koyan II. Simeyon Bulgar halkına bir çağrıda bulundu. Bir söz üzerinde birleşelim diyor. Önerdiği söz: “Son İleridedir!” Önümüz sisli olduğundan önümüzde kar kış da olduğunda ilerisi pek görünmüyor ama Neyse... Önemli olan artık yönümüz belirlendi ve önümüz açılabilir gibi.

Derin Uzlaşmazlık

Dr. Nedim Birinci-30.Ekim.2014

Bulgaristan hükümet kurma sorununu uzlaşmalı çözmede zorlanıyor. Politik partiler dönüp geriye bakmadan ileri adım atmak istemiyor. Arkasına bakanda ise intikam (revaşizm) duyumları alevleniyor. Bulgar’ın yeni politikası 1989’da Yuvarlak Masa görüşmelerinde başlamıştı. O zaman bu masanın kenarında Müslümanlar adına oturmuş Nedim Gencev isminde bir ateist Başmüftü vardı. O hiç konuşması, bir şey önermedi, hiç bir şey istemedi. İşleri karıştırmazsa ödüllendirileceğini biliyordu. O zaman Ahmet Doğan henüz politik pazara sürülmemişti. Elbiseleri kuru temizlikçide, kendisi de tellaklı hamamdaydı. Ahmet Doğan’ın Sofya sahnesine çıkması 1989’un son günlerinde oldu, o zaman henüz “doğan” değildi, tüyleri çıkmamış ve uçamadığından, bir yerden bir yere polis aracığıyla gezdiriliyor, burnu zincirli ayı gibi oynatılıyor ve sonra yine kafese toplanıyordu. Yollarda, meydanlarda insanlar arasında fazla gezip tozmasına da izin yoktu, çünkü ayakkabının ökçesi olmadığından, su alır ve hasta-


Makale ve Analizler - 2014

21

lanır diye korkanlar vardı ama al şu parayı da bir çift ayakkabı al deyen de olmadı, çünkü bilirsiniz, bal bozumu başlamadan kovandan bal yenmez. O günler de gecikmedi, “ilk ihtiyaçlarını karşılasınlar” diye Başmüftüye Bulgaristan Komünist Partisi Politik Büro üyesi Boris Velçev’ın, Ahmet Doğan’a da Başbakan Georgi Atanasov’un daireleri verildi, içi boş durmasın diye duvarlara asmak için birkaç haydut voyvoda tablosu, birkaç eski kama, kılış, patlamayan patlak vs. hediye edildi. Generallerin bu hediyeleri sunarken söyledikleri sözlerde “revaşizm” yok, yani Türk ve Müslümanların dini, doğal ve insan haklarını, ana dil, baba dil, olup biteni sorup sorgulamak yok, hapisler, “Belene” ölüm kampı ve mengenelerde yapılan işkenceler unutulacak, unutturacak, dedi. İşleri perde ardından yönetenler nefretten sonra sevgi gelmesini bekliyorlardı. Nefretin özelliği insanlara dağılma çağı yaşatmasıdır. 1984 - 1990 nefret çağı geçmişti. Bu dönemde insanlar doğal olar dağılmış, ülkeden kovulmuş veya kaçmıştı. Onların anlayışına göre 1990’da nefret bir kenara çekilmek zorundaydı. İnsanlar yeniden bir araya gelecek ve sevinçli günler yaşayacaktı. Sorunları çözmek için yeni liderler artık bir tek “uzlaşma” formülü icat edeceklerdi. Ön görüşmelerde onlara apaçık şu söylenmişti: “Bizden maaş beklemeyin!” Başmüftü vakıf mallarını istediği gibi kullanır, satıp tozar, Ahmet ise Türkiye’den gelecek paraları cepleyebilir, Bulgaristan Türk. Pomak ve Çingenelerini istediği gibi dolandırıp soyabilir, yalanı esaslı ilişkilerde temel attı. Yalan insanlık günah işlemeye başladığı günden beri vardı ve Bulgaristan’a yalanı yasaklayan ya da cezalandıran yasa yoktu. Hodri meydan... Bariyer kalkmıştı! Derken, Bulgaristan’da yalan, dolan, aldatma, umutlandırma ve toslatma en geçerli yönetim usulü oldu ve uygulanmaya devam ediyor. Öyle böyle de her şey her zaman düşünüldüğü gibi olmuyor. Gençev’in yaratanla zaten arası yoktu. Çalma kapma olaylarına vakıf ve Başmüftülük Mülklerini oğlunun üstüne aktarma işlerinde derinleşme başlayınca işin içine çok günah girdi. Aptes almamış insanları yüzer yüzer Hacca götürmek de günahları aklamadı. Osmanlının Bulgaristan’da kalan tüm malını mülkünü üstüne geçireceği bir sırada, dananın kuyruğu koptu ve Başmüftü görevinden düştü. Ahmet çalma kapma işlerini hapishanelerin konut konutlarında geçirdiği yıllarda biraz unutmuş olduğundan, paralar tomar tomar değil çantalarla çanta dolusu gönderildi. O da saymadan aldı harcadı. Biraz dağıttı, biraz yemledi, zaten elden verilen paranın hesabını da tutan, sorup sual eden de yoktu. Veren de bu paraları ekip biçip de kazanmamış, 1989 Ağustosu’nda Kapıkule Bitpazarından toplamıştı. Bilirsiniz şu verme işi bizde camiye yardım yapmak, sadaka vermek ya da fitre vermek gibi bir şeydir, faturası “Allah Kabul Etsindir!” Hem de almak


22

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

için mutlaka el açmak, eğilip bükülmek, boyun eğmek, vaatte bulunmak da gerekmez. Bizim özümüzün özünde “isteyen bir dilenci, vermeyen iki dilencidir!” Büyüklük hep bizde kalmalıdır. İstemeden verilen de kabulümüzdür... Bu işlerde yanlış anlaşılan bir husus yoktu. N. Gencev Allah işleriyle uğraştığından kendisine verilen daireye Bulgarca bastırdığı Kuranı Kerim’i depoladı. Ahmet ise yabancı diplomatlara kiraya verdi. Şimdiartık ayda 5 bin USD alıyordur... Şimdi dönelim şu “uzlaşma” konusuna, siyaset teorisi temel eserlerinde “politikacılar kendinden bir şeyler feda etmez ve uzlaşmaya çaba göstermezse, hükümet kurulamaz!” denir. Şimdi N. Gençev’de fedakârlık yapmasını beklemek boşa kürek çekmek olur. Ahmet Doğan’ın politik olarak ödün vereceği bir şey kalmamış, çünkü bir defa alacağını aldı. “Verecekli değilim!” diyor. Anlaşılan Bulgar Kooperatif Ticaret Bankası BTK’dan aldığı ve geri çevirmediği paraları Of shor adalara çıkarmış ki, dışarı akan paralar aranmasın diyor. Bu konuda baş hırsızlardan milletvekili ikilisi Danço Peevski ile Yordan Tsonev’e bir kanun tasarısı yazdırmış ve altını Lütfü Mestan imzalamış. Halı kaldırılırsa altındaki kertenkelerin hepsi sayılır ama bakalım kaldıracaklar mı? Ahmet Doğan’ın “Konsorsiyumdan bir şeyler feda et” diyenlere de cevabı hazır: “Yönetim kurulu toplanmadan olmaz!” Oysa yönetimde kendinden başka kimseciler yok. Adı konsorsiyum da, aslında tek kişilik şirket yani (Ltd) gibi bir şey. Batıda “konsorsiyum” yönetimlerinde 100 kişi çalışıyor. Bizimkisi uzaktan baktım pek çok, yanına vardım hiç yok. Şimdi şu “politikada işler ödün vermeden gitmez” diyenlere de gıcık olmamak elde değil. N. Barekov, GERB ile tamamen başarısız geçen görüşmede “ödün verin” demiş. Heyet de “Biz Bulgaristan Cumhuriyeti’nin adının Bulgaristan Halk Cumhuriyeti olarak değiştirilmesini yani 1990 öncesi adını yeniden almasını istiyoruz” önerisinde bulunmuş. Fakat toslamışlar, çünkü GERB başkanı Boyko Borisov o yıllarda itfaiyeci olduğundan beni eski görevime döndürürler diye kormuş. Bulgar köylerinde “Todor Jivkov Mağazaları” açılmaya başlayanlar ise, politikacılara hava atıyor. Reformcu Blok grubu “uzlaşma” görüşmelerinde hem en güçlü hem de en kırılgan. Miglena Kuneva kendisini düşünüyor, Dış işleri Bakanı olmak istiyor. Demokratik Güçler Birliği (DGB) uzlaşmaya en sıcak bakarken, Güçlü Bulgaristan Partisi (DCB) Radan Kınev hiçbir konuda ödün veremeyiz ve “azınlık hükümetine” girmeyiz diyor. GERRB partisi ile birlikte 107 sandalye sahibi olan Reformcuların da aslında reform yapmaya niyeti yok gibi, çünkü son söz sahibi olan Borko Borisov ya 1 Temmuz 2015’te yerel seçimlerle birlikte ya da 2016’da Cumhurbaşkanı seçimleriyle birlikte genel erken seçime gidilme-


Makale ve Analizler - 2014

23

sini gündeme getirdi ve dillendirdi. 4 yıllık azınlık hükümeti kurulmasını ise Reformcu Blok kabul etmiyor. Bizde “fütüroloji” (öngörü bilimi) gelişmemiş olduğundan konuyu özel olarak inceletmek için Amerikan Üniversitelerine göndermişler ve şimdi cevap bekliyoruz. AB ise baskısını artırdı ve “Gecikmeden hükümet kurun!” diye bastırıyor. Sosyalistler ile GERBçiler arasında uzlaşma ise imkânsızlaştı. İktidar olursal biteriz diye titreyen sosyalistlerin yeni yönetimi önce kendi aralarında bir hesaplaşmadan geçmeden ileri adım atabilmelerinin mümkün olmadığının bilincine en sonunda vardı. Şu günlerde, Bulgar yakıt istasyonlarında bir devlet denetimi yapıldı (geçici hükümetin ve AB’nın ısrarı üzerine tabii) ve ülkede 512 kayıtsız, evraksız, vergi numarası olmayan, adı var kendisi var ama kaydı olmayan hava cıva benzinci olduğu ortaya çıktı. Bunlardan birçoğunun sosyalist partiden genç liderlerin olduğuna işaret edenler var. Öyle ki kavganın birinci perdesindeyiz. Tüm bunların üzerine bir de geçmişi olmayanın geleceği olmaz iddiaları eklenince her şey her balkıma karışıyor. Çünkü sosyalistlerin geçmişinde bir de 1950’li yıllarda “Güneşli Dünya” toplama kampında öldürülmüş ve hesabı verilmeyen 200 bin kişi var k,i, bu olay da bana “Dedeler ve Torunlar” fıkrasını hatırlattı. Dedeler bir dün toplanıp lokantaya uğramış ve yiyip içip bir daha zevklenelim demişler. Demişlerde, masaya çöktüklerinde listeye önce gözlüksüz bakmışlar ve yemeklerin resimlerine sulanmışlar da gözlük taktıklarında tam sipariş vermekten vaz geçecekleri an, garson dikilmiş başlarına ve fiyatlara bakmayın, bizim lokantamızda torunlar ödüyor, demiş. Eh, torunlar ödeyecekse, getirin bakalım, deyen dedeler iyice yayılmışlar, içmişler, yemişler, içmişler ve nihayet, çakır keyif kalkmışlar ve tam kapı ağzında, Baş Garson “DURUN!” demiş ve hesabı uzatmış. “Hani torunlar ödeyecekti!” deyen dedelere verilen cevapsa şu olmuş... “Bu sisin hesabınız değil, dedelerinizin eski hesabı, siz torunlar ödeyeceksiniz!” İşte böyle bizim toplumda çok derin anlaşmazlık ve uzlaşmazlıklar var. Bunların arasında da en sivri taş olarak Hak ve Özgürlükler Hareketinin yaratığı şirketler zinciri var ki, hiç sorma...


24

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Durum Aynı

Şakir Arslantaş-30.Ekim.2014

Son günlerde Hacıoğulu Pararcığı (Dobriç) ilinde bulunan Baraklar (Bakalovo) köyünden Necmettin Hak’ın anılarını okudum. Zahid Vahid ve Mümün Mustafa ile üçünün 1985’te Sofya’ya gelip Ahmet Doğan’la görüşmesinde, gelecek yılların “lideri” onlardan genel kültürlerini yükseltip zenginleştirmeleri isterken, önce neden İvo Andriç’in Drina Köprüsü kitabını okumaları öğütlemiştir. Sırpça adı “Na Drini Cuprija” olan bu ünlü eser Türkçemize Hasan Ali Ediz ve Nuriye Müstakimoğulu tarafından kazandırıldı. Ahmet üç arkadaşına o kitabı okuyun derken, kendisi eseri önceden okumuş ve içindeki gelişme seyrini akla yakın bulmuş olmalı! Bu kitapta ne geçmişten bir şikâyet, ne de gelecek üzerine bir umut ya da erdem var. Derin düşünüldüğünde yılların aşındırdığı Müslümanlar öz topraklarında Hıristiyanlarla huzurlu bir ortamında yaşarken uyurgezer duruma getirilmelerinin acı çilesi anlatılmıştır. Bizdeki olay farklı gelişti. Devlet zulmü nankör ve güvensiz bir hava yarattı, güven köprülerini havaya uçurdu. Yalnız ezan sesinin işitildiği bir ortamda ölmeye razı olanları bile şaşırttı. O günlerden başlayarak Bulgaristan’da hayatta kalmak isteyen Türkler ölü taklidi yapmaları gerektiğini baskı altında inleyen gir halk olarak iyi anladı. Birçoğumuza göre zulümden kurtuluşun yolu “ölü canlı” yaşamaktı. “Drşna Köprüsü” kitabında dile gelen bir Hıristiyan aydının kaleminde, Osmanlıda farklı toplulukların bir arada yaşayışını, hayatı zorlamadan, kimlikler değiştirilmeden birlikte yaşayabilme romanını anlatırken, biz gibi 1985 soykırımını yaşamış Bulgaristanlı okurların aklına bambaşka duyumlar geliyor. Vizyon değiştiğinde “Drina Köprüsü” milliyetçiliği kan kabarttığı çağda hayatın evrim sıkıntılarıyla değiştiğini anlatıyor. Bu ulusallaşmayı bir türlü tamamlayamayan Bulgaristan’da da her sokak başında rastladığımız bir olardır. 1970 - 72’de ve 1985’te Bulgaristan’da uygulanan totaliter zorbacılıkla karşılaştırıldığında ise akla ilk gelen ne mi oluyor? Kuşkusuz insan “Drina Köprüsü”nün bombalanıp yıkılmasını düşünüyor. Etnikler ve uluslar arasındaki ilişkilerde en kötü olan köprülerin yıkılmasıdır. Şimdi Sofya’da bakıyorum hükümet temasları var ama Türklerin partisi HÖH - DPS ile görüşmek istemiyorlar. Beni düşündüren, Ahmet Doğan’ın bundan 29 yıl önce söylemek istediği “oturun oturduğunuz yerde, evrimle devrimin son durağı aynıdır!” olabilir mi? Yoksa ne de yapsanız en sonunda olacak olan budur! Mu memiştir. “Osmanlı Yönetimindeki Bosna-Hersek’te Kültür Yaşamı” adlı bir doktora tezinin yazarı olan İvan Antiç, 300 yılı aşkın bir tarihsel dönemin yuvarla-


Makale ve Analizler - 2014

25

nışını yükseklerde uçan bir keskin kartal bakışındaki bilgelikle anlatırken Nobel Edebiyat Ödülü (1961) kazandı. Bu, ödül hak etmek için yazılmış bir eser değildir. Anlatılan, taşları birbirine yapıştırılmış bu köprünün bir aynası olan ayakları arasından birbirini itip kakalayarak bitirmeden akıp geçen ırmağın su damlalarından oluşan derya ve sanki gücünü kâh hoşgörülü yaşamdan, kâh didişip boğuşmadan alan toplumdur. 1. Hak “Drina Köprüsü”nü okuduğunu yazmıyor. Kimliklerine saldıranlara karşı etnik hakları için halkı uyandırıp devrim yapmak isteyen üç Dobrucalı genç yanıtı İvo Andriç’te aramıyor. Andriç eserinde ümmetlerden ulusa geçişin acılarını anlatırken yeni olanın eski ile bağlar aradığına hiç değinmemiştir. Çünkü sakın ve sabırlı anlatımıyla sönen bir çağın küllerinden uyanan yeni bir devrin parlayan kıvılcımlarında ötekileştirilen bir kişinin yabancı ateşinde ısınamayacağına değişik biçimde işaret ederken, kültürel etkileşimin ince ayrımlarına dokunuyor ve kendi yolunda giden hayatın doğası gereği mutlaka değişikliklerle yüklendiğine inandığı için kimseyi yön, biçim ve öz değiştirmeye davet etmiyor. Bu eser Dobrucalı 3 Türk gence tavsiye edilirken bizde artık ağıcın dalı kesilmişti. Yarası dinmeyen yerlere yeşil boya sürülmüştü. Böyle bir durumda, önerilen bu kitapla yürek acısından doğan devrimci şahlanmayı bastırma niyeti gizlenmiş olabilir mi! İsimlerini geri almak için örgütlenip ayaklanmayı göze alan 3 arkadaşa acaba hevesiniz kursağınızda kalabilir işareti mi verilmek istendi? O zamandan bugüne 29 yıl geçti. 1985’te felsefe hocalığı yapan ama felsefe biliminin hangi bölümünü anlattığı hala bilinmeyen ve “soya dönüş” probleminin felsefeyle ne işi olduğuna da asla değinmeyen Ahmet Doğan daha o yıllarda Bulgaristan’da yaşayan Türklerin, Pomakların ve Romların evrim geçirip Bulgarlaşmayı usulca git gide kabul edeceklerine inanan ve bu başa gelene ayak uydurmanın kaçınılmazlığını sezebilen bir kişi olarak ortaya çıktı. Daha sonraki yıllarda Pazarcık Hapishanesinde, Necmettin Hak’in da katıldığı “soya dönüş” konulu ve Orlin Zagorov (Şükrü Tahir) “Gerçekler” (İstinata) eseri kaynaklı konuşmalarında da bu konudaki inanmışlık havası hakimdi. Bu böyle olmasa zaten kendisine “Dönek” takma adı deyip yeni dosya açan Bulgar gizli servisi “DC” onu yeniden sofrasına davet etmezdi. Doğan her kuşağın kendine göre hayalleri olduğuna inanır. Oğullar babaları gibi yaşamak istemez. Kızlar da değişen bir dünyada açıp sarmayı hayal eder. Şu herkesin ismiyle cismiyle rezil edildiği olaylar olmasaydı, 1980’lerde Bulgaristan Türkleri kimlik somunlarını oldukça gevşetmiş ve daha iyi yaşama adına azdan az da olsa fedakârlık yapmıştı. Bugün de “şu Bulgarcayı Bulgarlarda daha iyi örenelim de bitirelim şu çileyi” diyenler çoğalıyor. Zaten sokakta konuşulan Bulgar dili ile iş hayatına gi-


26

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ren Bulgarca arasında büyük bir uçurum belirdi. Batı dillerinden giren yeni sözlerin sayısı durmadan arttığı için, Bulgarlar kendileri de ana dillerini anlamaz duruma geldi. Devlet politikası ve toplumsal yaşam arkadan gelen kuşağa geçmişi öğretmediğinden dolayı karşılaştırmalı düşünen yok. Birçokları yeniliklerin doğruluğundan zaten kuşkulanıyor. Bıçak kemiğe dayanmadan uyanmayan kimlik bilincinden tepki de gelmez. Aslında bütün kuşaklar birbirinin tekrarıdır. Yen, kuşaklar eski nesillerin bellek kuyusu dibinde özlerini aramaya üşeniyor. Yeni nesiller atalarından sadece hayal bakımından daha zengindi. Bir öncekinin hayatını bilmeyen o zamanın güzelliklerini düşleyemez. Yitirilen ve elde edilen gerçekler, baktığımız açıya göre alevlenir, için için yanar ve söner. Öz tarihimiz, şanlı kimliğimiz soy öyküsü sosyalizm yıllarında hafızamıza ekilen soyut fikirlerle söndürüldü. Ayakaltına alındı. Geçmişimizden küllerinden başka bir şeyi olmayan bir uygarlık kaldı: Adı Osmanlı Türk uygarlığı olsa da ağza almak yasaktı. Görkemli olmasına rağmen, o da hiçbir işe yaramadığı için Türkiye halkının bile olumsuzladığı bir toplumsal olgu ve yeni alevleriyle parlayan yabancı bir gelecek vardı. Bu dönüşüm sürecine bize yapılan ani ama çok şiddetli bir saldırıyla soy kimliğimizi değiştirme gibi bir saçmalıkla devlet zulmü ile dayatılınca ruhları parçalanmış, ezilen ve boynu bükük bir kuşak ortaya çıkması beklendi. Ne var ki, halk isyan etti. “Drina Köprüsü”nün taşları tarihin çilelerine dayanabilmiştir. Köprü yıkılsa da ırmak kirlenmeden akıyor. Bizimse soy ağıcımızın dalları kesildi ve yerine yene farklı çubuk aşılanmak istendi, tutmandı. Yaralandık ve sızıları dinmiyor. Kitaplarda daha fazla geçmiş anlatıldığına, hangi kitabı açarsak açalım, yüreğimiz sızlıyor. Bizi yaralatyanlar sanki kör ettiler. Gidişatı geri çevirmeyi denemek sanki ortak bir inanç haline geldi. Bunun olabilmesi için herkesin kişisel özveride bulunması gerekir Herkesin içinde olan, sürüp giden ya da hayal edilen yaşayış biçimiyle zulümle dayatılan yaşam biçiminin asla bağdaşmazlığı ana çelişkimiz oldu. 1990’dan sonra ise, zamanını dolduran ile hayata çağrılan arasındaki boğuşma 25 yıldan beri sürüyor ve henüz genç olan filizlenebilmiş değildir. “Drina” Köprüsü”ndeki yıkımın da sürgünleri yoktur. Bu belirsizlik 1996’da savaşına kadar devam etti. Tüm ezilmişliklerin patladığı gibi orada da yeniz fışkırdı ama çok kurban aldı. Bizde totalitarizm döneminde Türklerin ulusal uyanışı devlet terörizmiyle dayatılan Bulgar milliyetçiliğini ret ediyordu. 1985 soy kırımını Türkler 5 yıl içinde ters çevirdi. Yeni ortamda balta girmez Türk ormanı oluşmadı. Acıların doruk yaptığı günlerden 29 yıl geçti. Bugün de büyük bir ağaç olamadık, hala karaçalı dikenleri gibi birbirimize sarılıp örülmüşüz, ayakta duruyor ama boy atamıyoruz. Boy atmaktan korkanlarımız da var. Çünkü bizim burada önce selviler kesilir.


Makale ve Analizler - 2014

27

Bizdeki hayat da Andriç’in romanındaki gibi çok değişti. Kırcaali’ye bağlı Gorno Prahovo köyünde kadın kalmamış, erkek köy bekliyor sultanlık kurmuşlar. Andriç’in eserini yazdığı 1942’de Sofya Parlamentosu yemekhanesine uğrayan milletvekilleri meyhanelerde içki mezesi yapmak için ceplerine köfte kebap, kızartılmış balık dolduruyordu. Şimdi hem zaman hem milletvekilleri değişti, en fazla çalanlar kamara önünde “harama el sürmeyeceklerine dair yemin ediyorlar. Andriç aşılamayan çelişkileri şöyle bir öyküyle almış: “Kadiri mutlak, dünyayı yarattığı zaman, dünyanın yüzü, nakışlı güzel bir tabak gibi dümdüz ve parlakmış. Şeytan, Allahın Âdemoğluna bu bağışını kıskanmış ve henüz yeryüzü sertleşmemiş ve bir hamur gibi yumuşakken Allah’ın topraklarını uzun tırnaklarıyla kabil olduğu kadar derin tırmalamaya başlamış... Hikâye rivayet eder ki, insanlarla ülkeleri birbirinden ayıran uçurumlar, ırmaklar böylece meydana gelmiş ve Allah’ın Âdemoğluna gıdasını sağlayacak bir bahçe gibi hediye ettiği dünyada onların bir yerden başka bir yere gitmelerini imkânsız bir hale sokmuş. Allah bu mel’unun yaptığı işleri görünce, gazaba gelmiş ama şeytanın bozduğu bu işi baştan yapamayacağından, insanlara yardım etmek ve her şeyi kolaylaştırmaları için meleklerini yollamış. Melekler zavallı insanların bu derinlikleri ve uçurumları aşamadıklarını, işlerini göremediklerini, bir kıyıdan öbür kıyıya seslenerek boşuna vakit kaybettiklerini görünce, bu yerlerin üstüne kanatlarını germiş, insanlar da bir kıyıdan öbür kıyıya kolayca geçebilmişler. Âdemoğlu da köprülerin nasıl yapıldığını işbu meleklerden öğrenmiş. Onun için köprü yapmak çeşme yapmaktan sonra en büyük sevaptır.” Biz aslında Hak ve Özgürlükler Hareketi’ni de Bulgar toplumu içindeki derin uçurumlar arasına bir köprü olması ve gelip geçenin yaralarını sarması için kurmuştu. 25 yıldan beri oyumuzu hep bir şeyler olur da işler yoluna girer umuduyla ona verdik. Bakıyorum Bulgarlar soldan çiklet, sağdan çikolata isteyen ve eli hep açık olan siyasetçiler istemiyor. 1990’larda Bulgar toplumu bir daha eşek dikenleriyle, devlet zulmüyle dolup taşmaz inancı egemen olmuştu. Evlerimize girip gelin sandıklarını karıştıran silahlı askerler bugün artık 45 - 50 yaşlarındadır. Bakıyorum artık emekli olmuşlar ve Milliyetçi Cephe kurup “Türkler Dışarı” diyorlar. Eşekten at olmaz diyenler haklıdır. En çirkef kesim hükümet ortaklığına davet ediliyor. Bizi zor günler beklediğini şimdiden haber vermek görevimizdir. Biz çok iyilik yaptık ve denize attık, değişen bir şey olmadı. Sosyal gelişmeler ırmakların inip yükseldiği gibidir. Irmak taştığında köprü olmayan yerde kıyıdan kıyıya geçilmez. Biz bugün Bulgar toplumunda milliyetçilik şişkinliğine tanık oluyoruz. Düşmanlık körükleyenler hayatı birçok kişiye yeniden kabul edebilirler. Yaşı 25 olan yeni kuşağımız Bulgar milliyetçilerinden


28

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

zalimliğini nereden bilsin ki? Vahşeti 1996’da Bosna - Hersek yeniden yaşadı. 1914’te Drina Köprüsünü havaya uçuranlar 1996’da Moster Köprüsünü yıktı. NATO birlikleri, Türk askeri hava kuvvetleri olmasaydı bütün ülke bir uçtan bir uca mezarla döşenecekti. Meclis görüşmelerinin birinde Boyko Borisov Milliyetçi Cephe isteklerine yanıt verirken “Ben Yanko Milojiç gibi katil olmak istemiyorum” dedi. Tarihi unutmayanlar bugün de galip gelebilir. Söylenen gerçekler kaynayan kazandan gelen kokudur. Ahmet Doğan’ın daha 1985’te “Drina Köprüsü” kitabını tavsiye ederken, başımıza gelecekleri biliyor muydu acaba? Bugünkü ortamda Bulgar politik partileriyle ve demokratik kamuoyuyla tüm ilişkilerin koparılması hiç de hayırlara alamet değildir. Acaba şimdi kabak önce kimin başına patlayacak!? 29 yıl önce bütün Bulgarlar bütün Türklere ve Müslümanlara karşıydı. Zaman değişti, durum aynı...

Kasım Ayı Yazıları Neden mi Olmuyor?

Şakir Arslantaş-02.Kasım.2014

Oyumuzu verdik. Gönlümüzü verdik. Bu iş bizden öte tıkandı. Neredeyse bir ay geçti Sofya hala hükümetsiz. Kimin kimi idare ettiği belli değil. Benzer durumlarda bizde şöyle denir: Doluya koyuyorlar almıyor; boşa koyuyorlar dolmuyor. Başbakan olmak isteyen ama hükümet kurup sorumluluk üstlenmekte nazlanan Avrupalı Gelişim İçin Vatandaşlık GERB Partisi Başkanı Boyko Borisov, rütbesine bakıldığında bir Orgeneraldir. Belki de itfaiyeciden generalliğe sıçradığından olacak bir ordu toplayıp kabine kuramadı. “Ordusuz general” tekerlemesi Bulgar dilinde de var. Şu günlerde dolaşan yeni söz ise “Vatandaş Borisov.” Generaller orduları telef olduğunda sıra askeri olmazlar. General kalırlar. Çarlığı olmayan Çarlar da yine Çar kalır. Onların devlete olan yükümlülükleri halka kayar ve halka hizmet vermeye devam ederler. Halka yalan söyleyebilirsiniz, vaatte de bulunabilirsiniz. Halk komşu eşeği gibidir, sopaya dayanır. Çar II. Simiyon da İspanya’dan geldiğinde 800günde her şeyi düzelteceğim demişti,


Makale ve Analizler - 2014

29

yıllardan 2001’di, 14 yıl geçti bir şey olmadı. Son zamanda bir yeni kitap yazmış ve “Gelecek İleridedir” diyor. Orası öyle de, bugün neden bir şey olmuyor? Sözün kısası etrafta hükümet kuracak baba yit yok. Herkes bu bunalımdan yeni liderler çıkabilir, diyor. Kimilerine göre bir şeyler olmasını engelleyen Bulgaristan’ın bir Kuzenler Devleti olmasıymış. Başka bir benzetmeyi de biz bir Kertenkele devletiyiz diyenler var. Kertenkele sıkışınca ya kuyruğunu koparır ya da renk değiştirir. Bu yüzden olacak, son günlerde dolaşan söz ise: “Bizde yeni dolandırıcıları kontrol etmek için atananlar hep eski dolandırıcılardır!” Tercüme olduğundan pek olmadı, asıl Türkçesi “Gelen gideni aratır.” Bizde eskiden yani 1997’de yapılan en büyük hırsızlık 2 milyar levaydı. İvan Kostov’un hükümet başkanı olduğu zamana rastlar. B. Borisov’un Maliye Bakanı, Amerikan damadı S. Dyankov ise 1 milyar 400 milyon götürmüş dediler. O zaman bu rakamlar bize dev gelmişti. Temmuz ayında düşen Plamen Oreşarski hükümetinın bir yıl 3 ay gibi minik bir sürede 4 milyar 200 milyon leva çalınması herkese parmak ısırttı. Herkes öyle bir şok geçiriyor ki, hükümet kurma işleri bile aksadıkça aksıyor. Mesela HÖH - DPS partisinden vekil olan Daniel Peevski ile Y. Tsonev durumu kurtarmak ve hırsızlık izlerini silmek için hemen bir iflas eden banka yasası yazdı. Olmayan işler böyle olabilir ve bu işlerin içinde bizim izlerimiz yok olur, demek istediler, fakat kertenkele kuyruğunu bu defa koparamadı, havalar birden bire soğudu ve Ekimde kar erken düşünce rengini de değiştiremedi. Bazen işler ters gidiyor işte, yapacak bir şey yok... Aşılamayan bunalımın aşılmasını beklerken işin içine Cumhurbaşkanı Rusen Plevneliev de girdi. Meclis açılışında yaptığı konuşmada, bir insanın tahsilli olması önemli değil, önemli olan cesur olmasıdır, dedi. Böylece, önünde beliren hükümet kurma hendeğini bir türlü atlayamayan Boyko Borisov’a işaret etmiş oldu. Bu da yetmezmiş gibi, konuyu aydınlatmak ve olmayanı oldurmak işine katkı sunmak için olacak bizim yayımcılar ilk çağ feylesofu Platon’un “Devlet” eserini yeniden bastılar. Lüks baskıda şu cümlenin altını çok kalın çizmiş: Bir devlet adamı olmak için gerekli olan ana erdemler: bilgelik, cesaret ve ölçülü (adil) olmaktır. Platon bilgelikle zekâyı ve okumuş olmayı birbirinden ayırmış. Büyük düşünür bizimle yaşasaydı, bilgisayarı icat edip dünyanın en zengini oluveren Byl Geyts’in Üniversiteyi yarıda bıraktığını örnek olarak gösterirdi. Ne yazık ki insan sıra dışı düşünmeye okulda ve üniversitelerde öğrenemiyor. Asenovgratlı bir fabrikatörün oğlu olan ve babası burjuva olduğundan dolayı sosyalizm yıllarında Sofya üniversitesine kaydını yaptıramayan büyük matematikçimiz Blagovets


30

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Sendov kafasının içinde “bilgisayar geliştirme” fikriyle boğuşmaya başladığında Sofya Belediyesi Temizlik işlerinde çalışıyordu yani başkentimizi süpürüyordu. sıra dışılığın yuvasının sıra dışı ortam olduğunu yazıyorum ama bu fikrimin ardında durmuyorum. Sonra çok zengin olmak içinde tahsilli olmaya gerek yok. Geçen asrın 60’lı yıllarının süper zengini A. Onasis sınıf odasına pek uğramamış ve hiçbir öğretmeninin ismini bilmeyen biriydi. Dalatsa kurşunlanarak öldürülen US Başkanı C. Kennedy’nin dul eşiyle evlenince Sam Amca’nın çayına çiş yaparak duruma geldi. Harvard Üniversitesi mezunu olsaydı paketlenip Yunanistan’a başbakan olarak gönderilirdi. Bu bakıma “okumak insanın hayalini ya açar ya tıkar” diyenler hakli gibidir. Bazı dillerde bazı sözlerin olmadığı gibi Bulgar dilinde de “zeka” sözü yok. Besbelli bir şey Allah vergisi olmayınca dilde sözü de olmuyor. Bir kişinin bilgeliğini kurduğu cümlelerin kısalığında ararsak, hiçbir iş yapmamış kişilerin cesur olup olmadıklarını algılamak çok zor. Platon eserinde istifa sunmanın cesur bir iş olduğunu yazmamış. 2009’da kabine kuran 2013’te sokaklara birkaç damla kan dökülünce hemen istifa eden Boyko Borisov’un cesur biri olduğunu söyleyemeyiz. İnsanoğluna göze alamadığı bir işi yaptırmaksa çok zordur. Platon eserinde toplumu zenginler yani yönetenler, koruyanlar (bekçiler) ve besleyenler takımı (halk) olarak üç gruba ayırmış ve gruptan gruba geçerek sosyal katman değiştirmenin imkânsız olduğuna işaret etmiştir. Başbakan adayımız 2009’da Başbakan olunca yönetenler grubuna takıldı. 2013’te ilk defa kan gördü. Şimdi de bir türlü kâbusundan kurtulamıyor. İş adamı olmak bir kişinin sıra dışı olmasını gerektiriyor. Fakat Platon’un yaşadığı ve yazdığı çağlarda iş adamı diye bir şey olmadığından düşünür bu konu üzerinde beyin fırtınası yapmamış. Bir de devlet memurluğundan ve bekçilikten gelen bir kişiden zekâ ve cesur olması gibi meziyetler beklemek tamamen yanlış olur. Bekçi sınırların aşılmasına izin vermeyen kişidir. O sınır korurken başkalarına örnek olan kişidir. Bizim üniversitelerde esas ders kitabı Ekonomi Politik idi. Yerine okutulan “ekonomiks”te devlet memurlarına rüşvet verilmenin günah olduğu yazar. Oysa ihaleler ve paralar rüşvet verenin yanına gider. Geçen ay açıklandığına göre, bizim bankaların birinden “pırlanta kartlarla” 5 milyar leva çekilmiş... Ama neyse! Neyse olur mu kartların sahipleri Ahmet Doğan ile Emel Etem’miş. Ahmet’in “sığınak saraydan” neden çıkmadığı iyice anlaşıldı gibi. Bir aydan beri Bulgar basınında en sık kullanılan değim (bezna.) Bu söz ne işse Bulgarca Türkçe Büyük Sözlük’e alınmamış. Öngörülü çalışan Bulgar bazı şeylerin Türkler tarafından bilinmemesi konusunda titizdi. Ben Bulgaristan’da Maden ve Jeoloji Dalında Yüksek Mühendislik Lisansı yaptığım için, “bezna” - dipsiz çukur anlamında olduğunu bilirim. Medya bu sözü “umutsuzluk” anla-


Makale ve Analizler - 2014

31

mında kullanıyor. “Ümitsizlik bizi bitirecek!” demeye getiriyor. Başkalarına ümit aşılamak içinse cesur olmak gerekir. Bilgi öğrenilir, ama olmayan yerde bilgelik yoktur, cesareti ise aramasak daha iyi olur. Han, pazarlarda Çingenelerin “burada var burada yok” oyunu gibi bir şeydir cesaret, olmayan yerde yoktur. Bulgar basınında Boyko Borisov’un bir aylık temas-görüşme-tartışma bocalaması üstüne 200 adet yazı ve yorum yazdı. Hepsini özetlersek damlayan damla şudur: “Borisov hükümet kurmayı briç belot oyunu gibi görüyor ve oyuna başlamak için birinci elde elinde 4 vale ve 4 dokuzlu istiyor, ama benzer film Holywood stüdyolarında bile henüz çevrilmedi. Halk ona yalnız 84 vekil verdi. Halkın kestiği parmak acımaz.” Bizde sık kullanılan şu “fazla naz usandırır” sözüyle devam etmek istesem de, işlerin içinde sanki başka bir koku var. Mesela şu Ulusal Cephe denilen parti meclise neden girdi? Hükümete neden girecek demiyorum? Önce Mecliste ne işi var şu faşistlerin? Sormakta haklıyım, çünkü açık olarak şöyle diyorlar: “Biz olmazsak onlar da olmayacak!” Hadi onlar üreyemedikleri için yok olacaklarmış da, ötekiler kim? Türkler tabii. Bizimle beraber onlar da yok olacak takıntısına saplanmışlar ve dertleri bizi ya açlıktan, hadi olmadı, cahillikten, bu da olmadı, “orta menzilli yer yer füzeleriyle” yok etmek rüyası görmüşler. Havalı havalı konuşuyorlar. Bir de şu var 3 şıktan üçü de tutmazsa meclis içinde Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) den öç alacaklarmış. “Soluk solutmayacağız” diyorlar. Öfkeliler. Bizim Makedonlar Makedonluktan sıyrılıp Bulgar oldular ya, başkalarını da zorla Bulgarlaştırma davasına sanki gönüllü asker olmuşlar. İçimdeki şudur: “Arkadaşlar aman meclis yemekhanesinde atıştırmayın! Sizi zehirleyebilirler!” Bu davada az mı kurban verildi!? Şimdi bir de poturlarını değiştirip “Versace” takımı giyen ama kafalarının içi hep küflü-paslı kalan Makedon voyvodalarıyla uğraşmayalım. “Versace” deyince aklıma geldi, bizim elektrik hırsızı, Samakov koparlarının kor kor başı, soydaş oylarıyla mecliste misafir olan Baş Çingene Bay Sali de evinin döşemesini dalgalı köpüklü İtalyan parkesi, koltuk takımını “Versace”, yemek takımını Çin porseleni ve çatal kaşık takımını da “Solingen” marka almış. “168 Saat” gazetesine poz veren Bayan Sali, “kara kazanları da kalaylattık mı her şeyimiz pırıl pırıl olacak” diyor. Bu sene kış erken başladı. Bay Sali’nin işi aklan gidiyor. Rahmet yılı olacak. O da bir şey olacaksa ya “geçiş” ya “düşüş” döneminde olduğunu iyi bildiğinden neşeli, şükür şimdi geçişle düşüş el ele vermiş birbirini bırakmıyorlar, tam elektrik çalma zamanı. Şu elektrik hırsızlığında da bir iş var. Çingeneler ısınıyoruz çalışıyoruz diyorlar. Bizde işin


32

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

içinde alev, alevden çıkan ve adı sevda olan sıcaklık olmadan bir şey olmuyor... Ama neyse! Bizim işimiz ateşe odun taşımaktır. Bilmem anlatabildim mi. Hükümeti kurma işi biraz da cesaret istiyor. Hükümeti kuracak adam meslekten itfaiyeciyse bu iş bir de ateş iyice yanmadan olmaz. Başka bir kıyaslamada çok uzayan bu iş şu anda kız kaçırmaya benzedi. Babası anasını kaçırmamış bir genç, kız kaçıramaz. Bu iş cesaret ister! İnsan yedisinde neyse yetmişinde de odur. Demek istediğim, hakikatten yeni olacak olan şu hükümet ortaklığı ancak kendini eski olanın içinde ifade ederse ve eski olanla geçici uzlaşma sağlarsa hayat hakkı kazanabilir. Bir başka değişle, meclis kuluçka değildir, kendiliğinden hükümet doğuramaz. Bu işi yapacak mert bir politikacının öncülüğüne gerek var. Olmayan adam da bulunamıyor. Bizim işler biraz yangın söndürmeye benzedi. Bizim köyde itfaiyeci sözü yoktur. Halk bu işi yapanlara ateşten mal kaçıranlar, adını vermiştir. Bizim hükümetin kurulamamasının sebebini bir de bunalım denen ve halkımızın canını cayır cayır yakan ateşin henüz iyice alevlenememesinde yani çatır çatır yanmamasında aramalıyız. Ateş bacayı sarmadan yangından mal kaçırılmaz. Bu iş bu defa zor olacak benziyor.

Sıcaklık Arıyorum!

Filiz Soytürk-04.Kasım.2014

Bir ağacın hangi ormanda yetiştiği önemli değildir. Kederi odun olmaksa, yanacağı ateş de önem arz etmez. Önemli olan yanmasıdır. Yanarken dünyayı aydınlatmasıdır. Bir de sıcaklığıdır, önemli olan. Sıcaklık, ateşin insanlara verdiği sevgi ve daha doğrusu aşktır. Sıcaklık olmayan yerde aşk olmaz. Aşk olmayan yerde ise üretim olmaz, üretim olmayınca da hayat devam etmez. Babamla annemin bazen yüksek sesli homurdanmalara varan didişmelerinden biri bizim avludaki incir ağıcı üstüneydi. Bizim inciri kimse dikmemişti. Olabilir ya balkondan, yine bir ihtimal sofralık silktiğimiz mutfak camından düşmüş çekirdekten ya da birinin kötülük olsun diye komşumuz Hacı Mehmetlerle olan taş duvarımızın kenarına gömdüğü bir çekirdekten fışkıran yeşillik yerini sevmiş yeşerdikçe yeşerince beğenmediği gölgeyi delip güneşi tutmak için uzanırken komşu duvarını yerinden oynatması ve komşu avlusunda da boy atması


Makale ve Analizler - 2014

33

gözlerimin hep önündedir. Beliklerim elimde naif çocuk gözleriyle bakarken bu iri yapraklı ağıcın nasıl olur da bu kadar büyük taşlarla örülmüş duvarımızı yerinden oynatıp kaldırmaya çalışırken kamburlaştırdığı ve bu haksızlığa dayanamayan kiremitlerin birer ikişer yere düşmesine şaşıyordum. Yıllar sonra, yine bizim incirin gölgesini seven tavuklarımızdan birkaçının ne sebeptense kaybolduğunu öğrendiğimde anneannem “ocağına incir ağıcı dikilsin” gibi lanet sözleri kullanmıştı. Oysa “ocağına incir ağacı dikilsin!” soyun sofun kurusun anlamındaymış. Bizim Yuvamıza ise incir ağacını Bulgar dikti. Evimizi, bahçemizi, kamburlaşan komşu duvarını, yere düşen kiremitleri yerli yerinde bırakıp göç etmek zorunda kaldık. Öyle olsa da “bizim incirin duvarı delmesi” aklımdan çıkmadı. Türkiye üniversitelerinde ders görürken, bir gün edebiyat hocam antik çağda doğa düşüncesinin temellerinin kadim zamanların yaban incirlerinin orman krallığı olan İzmir Aydın (İonia) yöresinde filizlendiğini söyledi. Yaratanın ezene bezene biçimlendirdiği doğa üstüne beyin fırtınası yapmanın sıra dışı etkileşimler sonucu olabileceği aklımın ucundan geçerken, insan zekasını delip uyandıran ve onu düşünmeye zorlayanın incir ağacı olduğunu düşünmekten kendimi alamadım. Bu düşünceler tarih ve felsefe eserlerinde sayfalar doldurmazdan önce dervişlerin öykülerinde ve aşıkların sazlarında nakışlanmıştır. 17 yıl hapis karanlığı soluyan Büyük Nazım, nedense aydınlık insanın içindedir, ya da sıcaklık arayanlara hitabında “ben yanmazsam, sen yanmazsan....” demezden önce, “senin elmayı sevmen, elmanın senin sevmesini gerektirmez” demesine neden olmadı mı? Burada çift olmanın tek yanlılığı var. Üstat haklı, çünkü ateşten gelen sıcaklığa bir yalnız bağrımızı açıyoruz, ona sıcak yuva sunmuyoruz. İncir ağacı bile duvarlar delip, büyük taşlar sökerken bizden su istemezdi, ancak büyük yapraklarıyla güneşten sıcaklık toplamakla yetindi. Güzel olan yeni olan hep bir çelişkinin sonucudur, çelişki ateşinden doğar ve dünyayı ısıtır. Türk mizahının XX. yüzyıl ustası Aziz Nesin konuya “Boşuna” diyerek yanaşıyor. Şiirin felsefesinde sıra dışı işlerin olması için en az iki şeyin yan yana olması zorunlu gibi. BOŞUNA Sen yoksun... Boşuna yağıyor yağmur... Birlikte ıslanmayacağız ki.... Boşuna bu nehir......

Çırpınıp pırpırlanması.... Kıyısında oturup göremeyeceğiz ki... Uzar uzar gider.. Boşuna yorulur yollar..


34

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Seviyorum seni boşuna.. Birlikte yürüyemiyeceğizki.. Boşuna yaşıyorum Özlemlerde ayrılıklar da boşuna Yaşamı Bölüşemiyeceğiz ki ... Öyle uzaklardayız.. Aziz NESİN Birlikte ağlayamayacağız ki Bu felsefi anı yaşamak isteyenlerin duyguları güzel şiirlere hep konu olmuştur. Birini aramak, çünkü o biri olmadan sanki hayat bütün değildir. BİRİSİ bir şey var aramızda bir şey var aramızda senin bakışından belli onu buldukça kaybediyoruz isteyerek benim yanan yüzümden fakat ne kadar saklasak nafile dalıveriyoruz arada bir bir şey var aramızda ikimiz de aynı şeyi düşünüyoruz senin gözlerinde ışıldıyor belki benim dilimin ucunda gülüşerek başlıyoruz söze Nahit Ulvi AKGÜN Aşkta hep iki taraf aranır. Ümit Yaşar bu konuyu en iyi işlemiştir. BEN EYLÜL SEN HAZİRAN Ne bu ardımdaki kül yığını; elli yaşım Bir eylüldü başlayan içimde Beni kötü yakaladın haziran Ağaçlar dökmüştü yapraklarını Gamlı, yıkık eylül sonuma Çimenler sararmıştı Bir ilk yaz tazeliği getirdin Rengi solmuştu tüm çiçeklerin Masmavi göğünle Gökyüzünü kara bulutlar sarmıştı Cana can katan güneşinle Katar gidiyordu kuşlar uzaklara Pırıl pırıl engin denizinle girdin içime Deli deli esiyordu rüzgar Çiçekler açtı dokunduğun Dağılmıştı yazdan kalan ne varsa Yaşanmamış bir mevsim gibiydi bahar Çimler büyüdü yürüdüğün Ve güller katmer oldu güldüğün yerde Neydi o bir zamanlar Sevmişliğim, sevilmişliğim Başımda senin kuşların kanat çırpıyor şimdi O heyheyler, o delişmenlikler neydi Oldurduğun yemişlerin ağırlığından Ne bu kadere boyun eğmişliğim Dallarım yere değiyor Ne bu acıdan korlaşan yürek Güneşi batmadan saçlarının Ne bu kurumuş nehir; gözyaşım Önümdeki diz boyu karanlıklar da ne Bir dolunay doğuyor bakışlarından


Makale ve Analizler - 2014 Gün boyu senden bir meltem esiyor yanan alnıma Uykusuz gecelerim seninle apaydınlık Başım dönüyor, of başım dönüyor yaşamaktan Ölebilirim artık Ölme diyorsan; gitme kal öyleyse

35

Sarıl sımsıkı, tenim ol, beni bırakma Baksana; parmak uçlarım ateş Lavlar fışkırıyor göz bebeklerimden Hadi gel, tut ellerimi, benimle yan Benimle meydan oku her çaresizliğe Benimle uyu, benimle uyan Birlikte varalım on üçüncü aylara. Ümit Yaşar Oğuzcan

Olaya felsefi yaklaşımı Necati Cumalı!da da buluyoruz: GÖLGE Ah, bir gün bir bulut üstümüze gölge Ben senin gün ışığında Saçlarını buğdaylar gibi uzar gördüm. edecek Güzel yüzün, kaybolacak aynalarda Gökler, denizler gibi bakardım sularda Gülen ağlayan gözlerine. Öyle sönen lambalar gibi alaca kaBen senin ellerinin ranlıkta Sıcaklığını duydum avuçlarımda Gelecek ölüme razı değilim. Yazlar, kışlar geçti unutamadım Adını yazıyorum, saçlarını çiziyorum Bilirdim, küçük kalbin Eğilip düşünüyorum boş kağıtlara Nasıl iyilikle sevgiyle çarpar Sensin işte, yalnız sensin sevdiğim Bilirdim neler düşünürsün susunca... Her haline ayrı bir şiir söylemeliyim. Necati CUMALI Şairlerimizden Edip CENAVER de mutluluğun insanın kendi duyulmamasında olduğuna inananlardan biridir. BİTMEYEN Ve boynuna Ve ağzım ağzını öptü ise Ve omuzlarına Çünkü için sözle doludur Baktım ise Elim eline değdi ise Ki bakmışımdır Çünkü elin yaratılmış işler doğurur Onlar bir kuşun uçuşunu Gözlerine baktım ise Sezme derinliğindedir Ki bakmışımdır Onlar bir denizi sezme derinliğindedir Ey sözlerim benim Onlar ki bana her zaman Ve saçlarına


36

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bir diriliş verenedir Meselim bitmeyendedir. Edip Cansever Sevginin hangi çağrışımla doğacağını öngörebilmek çok zordur. İşte bir örnek daha. AY KARANLIK Maviye Maviye çalar gözlerin, Yangın mavisine Rüzgarda asi, Körsem, Senden gayrısına yoksam, Bozuksam, Can benim, düş benim, Ellere nesi? Hadi gel, Ay karanlık... İtten aç, Yılandan çıplak, Vurgun ve bela Gelip durmuşsam kapına Var mı ki doymazlığım? İlle de ille Sevmelerim,

Sevmelerim gibisi? Oturmuş yazıcılar Fermanım yazar N’olur gel, Ay karanlık... Dört yanım puşt zulası, Dost yüzlü, Dost gülücüklü Cıgaramdan yanar. Alnım öperler, Suskun, hayın, çıyansı. Dört yanım puşt zulası, Dönerim dönerim çıkmaz. En leylim gecede ölesim tutmuş, Etme gel, Ay karanlık... Ahmed ARİF

El Freni

Hüseyin Yıldırım-04.Ekim.2014

Ben bu yazımda da şu Sofya hükümetini konu etmek istiyorum. Bulgar’ın bir atasözü şöyle der: “Dadılar çok olunca, çocuk çelimsiz olur.” Parlamentoya 8 parti girdi diyoruz ama aslında içerdeki parti, hareket ve grupların sayısı


Makale ve Analizler - 2014

37

49. Seçimlerden önce ülkede 153 parti ve cephe olduğu açıklanmıştı yani arzu edenlerin üçte biri mecliste yer aldı. Çoğunluk olması iyidir de, “nerde çokluk orada...,” deyen de ben değilim. Şimdi bir de şöyle bir durum var. Meclise girenlerden bazıları neden içerde olduklarını bilmiyorlar. Ama göl bataklığında nilüfer gibi açtılar. Gölünse tam temizlenme zamanıydı. Temizle temizleyebilirsen, açan nilüferler halkın iradesidir. Hatta kutsal bile sayılırlar. Demokrasi bahçesinin çiçeklenmesini bekliyorduk, bizim çiçeklerin bataklıkta açacağına akıl erdirememişiz. Çoğunluk diktatörlüğün, tek partililiğin yerine gelirken beraberinde demokrasiyi getirir. Demokraside toplumun ayrışması yani sınıflara bölünmesi, tabakalaşması zorunludur. Demokrasi bir sınıflı toplum yani kapitalist toplumdur. Kapitalist toplumda sermaye sahipleri ve işçiler vardır. Emekçi tabaka toplumun alt kısmında yer alır ve üretim ilişkilerinde belirleyici olandır. Ne yazık ki, bizde zarlar böyle düşmedi. Demokrasiye razı olan halk kitleleri diktatörlükten kurtulmak istiyordu. Diktatörlükse üretim araçlarının tek elde toplanmasından doğmuştu. Tek Partili komünist rejim üretim araçlarından maada, yönetim, yürütme ve yargı sistemlerini birbirine sımsıkı bağlayıp kontrolüne almış ve baskı ve terör araçlarıyla yani polis ve jandarma, savcılık ve mahkemelerle hüküm sürerken halka kan kusturuyordu. Halkın değişiklikler özlemi de buradan kaynaklanıyordu. Bu zulüm rejiminden en fazla çeken Bulgaristan’da yaşayan azınlıklar oldu. Bulgar toplumu burjuva düzenin gereği olan ulusal devlet kurmayı 1886’dan sonra bir asır boyunca başarılı bir biçimde tamamlayamadığından, etnik halk topluluklarını asimile ederek yani onların öz kimliklerini zorla değiştirerek, özgün kültürlerini yok ederek, ana dillerinde eğitim almalarını yasaklayarak, edebiyat, sanat, gelenek ve göreneklerini, din ve ibadet haklarını hiçe sayıp baskıyla yok ederek Bulgar Ulusal Devletini kurmaya çalıştı. Bu da ters tepti. Millet ayaklandı. Bu geleneksel ahlakı hiçe sayan ve insanlık haysiyetini ve farklı yaşayış biçimlerini tanımayan gelişmeler daha 1877 - 78 Rus - Osmanlı savaşından hemen sonra başladı ve giderek şiddetlenerek gelişti, biçim değiştirerek sürekli uygulandı. Bu pratiğin katı kalan yöntemlerinden biri azınlık topluluklarındaki aydınları ya yok etmek, ya sindirmek ve bu da olmuyorsa ülkeden kovmaktı. Biz 140 seneden beri yurdundan kovulan bir kahraman halk topluluğuyuz. Bu ikiyüzlü sinsilik o denli gelişti ki, 5 Ekim 2014’te yapılan erken genel seçimlerinde Bulgar devleti birkaç oy toplamak için 40 devlette sandık açmak zorunda


38

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

kaldı. Türkiye’de de 138 sandık açıldı. Öz vatanında insan gibi yaşama olanakları bulamayan, kendilerini rahatsız hisseden, öz yurdunda iş bulamayan, aç kalan, iki ucunu bağlayamayan ve nasibini dış dünyada arayanlar 2 milyon 500 binden fazladır. Bunun gerçek anlamıysa Bulgaristan’da yaşayan her 3 kişiden birinin ülkeden çıktığı, nafakasını, mutluluğunu başka dünyalarda aramayı tercih ettiği gerçeğidir ki, daha da somut ifade edersek, ülkedeki doktorların ve hemşirelerin % 80’i 2015 sonuna kadar Batı Avrupa’ya çıkmaya çalıştıklarını, bu amaçla dil kurslarına yazıldıklarını gizlemiyor. Türkiye’deki soydaşlarımızın sayısı da artıyor. Türkiye okul ve üniversitelerinde okuyan Bulgaristanlı Türkleri sayıca büyüme kaydediyor. Bunun Sebebi Nedir? Berlin Duvarı yıkılmazdan önce Doğu Avrupa ülkeleri olarak geçen Bulgaristan gibi eski sosyalist ülkelerden bazıları, Avrupa Birliği içinde demokratikleşebildiler de, bizde işler neden yürümüyor. Bu demokrasi nasıl bir hayvandır ki bizim ahırı beğenmedi, suyumuzu içmiyor, yemimizden yemiyor? Nasıl oldu da 25 yılda gerçekten demokratik bir topluma açılamadık, kurumlarımızı halka açamadık, eğitim, sağlık, sosyal hizmetler gibi kurumlarımızda halk lehinde, halk için adımlar atamadık. Nasıl oldu da 15 bin 672 irili ufaklı sanayi üretim tesisini kapattık da yerine 100 adet yenisini kuramadık? Nasıl oldu da 1 milyon 600 bin sığır ve 15 milyon koyuna bakılan ülkemizde süt alamaz duruma geldik ve tüketilen etin % 80’nini dış ülkelerden ithal etmek zorunda kaldık. Nasıl olur da her gün 380 vagon meyve ve sebze ihraç eden Bulgaristan maydanoz ve dereotunu Makedonya’da alıyor, sofralık üzümü Yunan ve İtalyan bağlarından getiriyor? Sıralamaya devam etmek istemiyorum. Bizim sosyal hayatta, üretim sektöründe, demokratikleşmemizde ve serbest Pazar ekonomisine geçme çabalarımızı frenleyen biri, birileri, pek çokları var. Son 25 yılda ileri dört adım atamadıysak bunun gerçek nedenleri olmalı! Geçiş Dönemi’ne yeniden başlayacakmışız. Ve halkımızın dediği gibi, artık inat tekenin boynuzları çıktı, maskeler düştü ve bizim demokratik toplumu kurmamızı engelleyenler gün ışığına çıktılar. Birinci sebep, bizde yeni olanın eskinin içinde oluşmamış olmasıdır. Eski olanın yani totaliter devlet yönetiminin ret edilip yenine çok partili demokratik, çoğulcu bir yönetimi hayata çağıran gerekliliğin doğup, gelişip, olgunlaşıp biçimlenmemiş olmasıdır. Başka bir ifadeyle, totaliter toplum demokrasiye gebe kalmamıştı. 1990’da demokrasi doğmadı. Sizden Bulgaristan’da demokrasi fikirlerinin ilk çiçeklendiği enstitü, kent, köy, formel ya da formel olmayan arkadaş ya da direniş grubu, kulübü hangisidir, adı nedir ve ne zaman etkin olmuştur, gonca verip açmıştır?, diye sorsam yanıtlamakta inanıyorum ki, zorla-


Makale ve Analizler - 2014

39

nırsınız. Herkesin aklına ilk gelen kuşkusuz “demokrasiye geçiş koşullarında” 2 süre Cumhurbaşkanı seçilen Jelü Jelev ve onun faşizm eseridir. Dönüşümlerimizde kılavuz olan bu ana eser Bulgar halkına ve dünyaya şunu haykırdı: Devlet yapısı olarak sosyalist rejim Alman faşizminin kopyasıdır. Biricik tespitle belki de devrimsel dönüşüm yapabilmiş olan ülkeler vardır. Ne var ki, ben hiç işitmedim, böyle bir örnek gösteremiyorum. Jelü Jelev eseriyle duyurmak istediği büyük ve son söz şudur: Başımızı yukarıya kaldırmadan gölgesinde yattığımız ağaç çınar değil cevizdir, ceviz gölgesi serin olur, tehlikelidir, insan kendini üşütür. Gölgenin iyisi alaca olanıdır, gelin kestane gölgesine gecelim. Evet, kitabı yeniden okuyun ve üzerinde düşünün, kafanızda süzülecek olan fikir bu olacaktır ve aslında bir ulusal çağrıdır, hasta olmadan uyanın anlamındadır. Ama bu çağrıda cevizi keselim ve gölgesinden kurtulalım hitabı yoktur. Bu eserde farklı bir çağrı da yoktur. Jelev ve çevresindeki politik birikim ne 1989 - 1990’da “yuvarlak masa” eş başkanı olarak, ne Demokratik Güçler Birliği (CDC) başkanı olarak ve ne de 8 yıl Bulgaristan Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olarak Bulgaristan halkını, azınlıkları, kamuoyunu, hatta en fazla sevdiklerini ceviz gölgesinden kestane gölgesine geçiremedi. Bizim Türkçemizle kara koyun sıçrayıp suyu geçmedi. Toplumun özü hareketlenmedi. Ceviz gölgesinden kalkıp kestane gölgesine koşarken suyu geçmediler. Bundan dolayı ölen ceviz gölgesinde öldü. Sürünen şükür “gölgedeyim” deyip kendini avuttu. Süründü de süründü... Bu işi (toplumsal yenilenmeyi) frenleyen birçok sebep ve güç vardı. Olabilir ya belki de, iyilerin iyisi ceviz ağıcını kökünden söküp almak oludu. Gölgesini de cehenneme gömmek olurdu. Fakat eski düzen bekçileri dönüşüm planlarını hep suya düşürdüler. Koyunların ceviz yaprağı ve ceviz yemediğini bildiklerinden, cevizleri toplayıp toplayın sattılar ve paralarını kendi ceplerine koydular. Yapraklarından da boya yapıp koyunları işaretlediler. Yoksul halkımıza kölelerin hürriyet beklediği gibi nafaka beklettiler. Başka bir değişle “ölme eşeğim ölme bahar gelecek” masalıyla bekletip oyaladılar. İkinci sebep: Toplumsal ilerleme düşmanları açısından değerlendirildiğinde, yapılan çok başarılı bir operasyondur. Klasiklerin terimlerinden faydalanırsak, bu bir aksi devrimdir. Bulgaristan’daki totalitarizmden demokrasiye Geçiş Dönemi sosyal ilerlemeyi frenleyen bir başarılı aksi devrimdir. Bulgar makamları bunun değerini bildiklerinden Ahmet Doğan’ı “saraylarda” yaşatıyorlar, “zırhlı Jeep” le gezdiriyorlar, istediği kızı yatağına getiriyorlar. Türklük tarihi çok karanlık dönemler yaşamıştır, hele Arap Çin Savaşlarından sonra Arap hanedanlarına kölelik, kulluk etmişiz, ama bir gölgeden bir gölgeye değişeme-


40

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

yecek kadar aciz, takatsiz, umutsuz ve sıska kalmamışızdır. Halen öyle bir duruma geldik ki, kendi oyumuzla kendi vekilimizi seçemez duruma geldik. Demokrasinin ana silahı olan oylarımızla Çingeneleri Çar, Baron, Meşere Başı vs. vs. ettik, dalavereci, dolandırıcı, yalancıları, mafyayı oligarşiyi (bizimle uzaktan yakından ilgili olmayanları) başımıza taç ettik. Biz bugün yine yeşermeye çalışıyoruz, hiç olmazsa dinimizle dilimizi kaybetmeme uğraşısı içindeyiz. Bugün de Bulgar toplumu varıyla yoğuyla karşımıza dikilmeye başladı. Irkçılık hortladı. Kendi isteklerimiz doğrultusunda bir adım atacak olsak yine aydınlarımız kovuluyor ve ülkeyi terk etmek zorunda kalıyor, bin bir güçlükler çıkarılıyor, el freni ellerinde “biz bir şey yapmadık” deyip, her şeyi frenliyorlar. Hükümet kurma meselesine geldiğinde orada da el freni sımsıkı ellerinde. Toplumun dönüştürülmesinden, mahkemelerde reform yapılmasından, kanunların değiştirilmesinden, davacı olanın soyulmasına son verilmesine karşı, davaları parası olanların kazanmasına karşı yenileşmeyi durduran frenler ellerindedir. Bu sene KTB bankası 4.2 milyar leva ile çöktü. Paraların beş yüz milyon levası yargıç ve savcılarınmış. Kaybetseler de acımıyorum. Çünkü haydan gelen huya gider ve haram paradan hayır gelmez! Fakat nasıl olur da maaşla çalışan kesimde yarım milyar birikmiş para olur? Akıl erdiren söylesin. Anayasaya göre biz bir sözde hukuk devletiyiz! Yeni hükümet hala kurulamadı. Sözde GERB partisi ile Reformcu Blok iktidar öncelikleri üzerinde 20 maddelik bir metinde mutabık kalmışlar. İnanır mısınız? Bulgaristan’da yaşayan nüfusun % 24’ü Rom yani Çingenedir. Hükümet programında esemeleri okunmuyor. Adları bile geçmiyor. Türkleri, Pomakları ve diğer Müslümanları ne düşünen ne sayan ne de haklarını vermeye niyeti olan var. Fren ellerinde ve istedikleri zaman çekip, gelişmeyi, dönüşümleri, iyi yaşama azmini, refah isteklerimizi frenliyorlar. Yaşasın el freni! O da olmasa yüzde yüz kaza yapardık. Oysa kaza olmadan hastanelik olamayız, taburca olmadan da yeni bir umutla adımlayamayız. Neyse bekliyoruz. İnandığım bir şey varsa o da şudur: Ulusu bir dil ve bir dinle tanımlayanlarla; böyle bir tanımlamaya karşı çıkanlar ve farklılıkların bütünlüğünde mutluluk arayanlar arasındaki yüzleşme er ya da geç olacaktır. Bu çarpışma olmadan hiçbir yeni uygarlıktan söz bile edilemez! Hiçbir el freni tarihsel ilerlemeyi durduramaz!


Makale ve Analizler - 2014

41

İnsanlar Kendilerini Neden Yakar?!

Dr. Nedim Birinci-05.Kasım.2014

38 yaşındaki Lidiya Petrova Sofya’da Cumhurbaşkanlığı ile Merkez Bankası ve Büyük Cami arasındaki meydanı dolduran şadırvanın kenarcığına uzanırken elindeki kibriti nasıl çaktığını kimse görmedi. 5 litre benzin elbiselerine ve bütün vücuduna önceden dökülmüş olduğundan çıra gibi parladı. Cumhurbaşkanı ise politik parti heyetlerinin hükümet kurma konulu olağan toplantılarından “büyük haber” bekleyen gazeteciler, kameramanlar, sivil ve üniformalı polisler ve iş güç peşinde meydanda tesadüfen bulunan vatandaşlar cayır cayır yanan kadına yardım edeceklerine ellerindeki telefonlarla olayı görüntülemeye başladılar. Geçen arabalardan biri durup, bagajdan köpük tüpünü çıkarıp alevi söndürmeye başlayana kadar Lidya % 90 yanmıştı. Son bir yılda Bulgaristan’da bu 12. olaydır. İnsanlar kendilerini ateşe veriyor. Bu bir trajedidir. Çok derin kökleri olan bir sosyal felakettir. Lidya işsizdi, 11 yaşındaki oğluna bakamıyordu, meslekten fotoğraftı ama iş bulamadı ve kendini yaktı. Bulgaristan’da insanların hayat pahalılığını protesto etmek ve ümitsiz olduklarını duyurmak için 2013’ün Şubat ayı başında kendilerini sokaklarda yakmaya başladılar. Lidya’nın çantasından şu yazı çıktı: Dizlerim üzerinde yaşamaktansa, cayır cayır yanmak iyidir. Ben dünyayı değiştirmek istedim hiçbirşey değişmiyor, herşey daha da kötü oluyor. Kendilerini yakanlar hep işsiz ve umutsuz genç kişilerdi. Mutluluğu bulamayacaklarına inanmışlardı. Belki de zorlanmışlar ve baskıyı kıramamışlardı. Ama bir annenin evladını öksüz bırakması akıl erdirilecek gibi değil. Çok vahim bir olaydır! 20 Şubat 2013’te Varna Belediyesinin önünde kendini yakan 36 yaşındaki Olamen Goranov ödeyemediği elektrik faturalarını protesto etti. 13 gün sonra öldü. 26 Şubat 2014’te Radnevo Belediyesi önünde kendini yakan 53 yaşındaki Vensislav Vasilev ve eşi 6 yıldan beri işsizdiler. 14 gün sonra öldü.


42

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

20 Mart 2013’te Sitovo köyü top sahasında kendini yakan Todor Yovçev 40 yaşındaydı. Onu kurtarmaya çalışan hekime ümitsiz olduğunu anlattı ve 2 gün sonra öldü. 1 Mayıs 2013’te Smolyan şehri “Raykovo” semtinde “Süpermarket” önünde kendini yakan Vensislav Kozarev 47 yaşındaydı. İşsizdi. 3 gün sonra öldü. 11 Temmuz 2013’te Harmanlı şehrinde kendini yakan Todor Dimitrov 59 yaşındaydı. Yoksulluk içinde yaşıyordu. İşsizdi. Anında can verdi. 15 Eylül 2013’te Stejerevo köyünde kendini yakan Nikolay Kumanov 42 yaşındaydı.İşsizdi. 3 gün sonra can verdi. 9 Aralık 2013’te Varna şehir merkezinde kendini yakan Sıbin Sıbınov 21 yaşındaydı. Doktorlar kurtaramadı ve 3 gün sonra öldü. 15 Ocak 2014’te Glavinitsa kasabasında kendini ateşe veren Georgi İvanov 37 yaşında bir işsizdi. 2 gün sonra hastanede öldü. 13 Mart 2013’te üzerine bir kofa benzin döküp kendini ateşe veren Dimitır Dimitrov ile daha bir kişinin ise, hayatları “Pirogov” acil yardım hastanesinde kurtarıldı. Ben bunları yazarken, bugün (04 Kasım 2014) Güney Batı Bulgareşstabn’ın Sandanski şehir kabristanlığı kenarında bir başka genç de kendini yaktı, haberi geldi. Politik çevreler ve kamuoyu sıradan insanların yoksulluk ve çaresizlik pençesinden kurtulamayıp birer ikişer çıra gibi yanması olaylarının zincirleme protesto eylemine, grup protestosuna dönüşmesinden korkuyor. Korkuyor da önlemek için bir şey yapmıyor. Toplumumuz seyirci kalmaya alıştı. Şimdiye kadar kendilerini yakanlar orta yaşta erkekti. Trajedi artık kadınlara, analara sıçradı. Lidya’nın intihara zorlandığı dilleniyor. Annesi “kendini yakmaya zorlandı” diyor. Bu durumda Bulgaristan’da faizci, tefeci, dolandırıcı, rüşvetçi katmanın tırnaklarını orta kesime sapladığı ve seri halinde can aldığı, kana susamışlığı ortaya çıkıyor. Polis, savcılık, jandarma, Adalet Bakanlığı, Devlet Güvenlik Ajansı DANS susuyor. Yine Sosyalist Parti ile HÖH partisinin 2007 - 2008 iktidar ortaklığı döneminde iş adamlarının, cebinde birkaç paracık olan gençlerin kaçırıldığı ve Sofya çevre köylerinde tabut içinde tutularak, kulakları, parmakları kesilip ailelerinden yakınlarından fidye toplandığı yılları unutmadık. Lidya ve kendileri yakmak zorunda kalan diğer gençler baskı altında intihar etmiş olabilir mi?! Son haberlerde, Haskovo’nun “Milo Gradişte” köyünde 79 ve 83 yaşında iki yaşlı gece yarısında 3 maskeli tarafından basılmış, elleri kolları kesilmek istenmiş, evleri soyulmuştur. Olaylar birbirini izliyor. Baskı ve zülüm kol geziyor. Kendilerini ateşe verenlere ruh hastası demek en kolay! Bu teçhizin bir de kişinin kendini yakmasından sonra konması, adeta gülünç değil mi? Bir


Makale ve Analizler - 2014

43

genç annenin 11 yaşındaki oğlunu bırakıp kendini yakması ise, tamamen farklı bir olay! Kimsenin doğum kâğıdında “ruh hastasıdır,” yazmıyor. Tımarhaneye girmemiş, ilaç almamış bir kadın. Toplumun hafızasında derin izler bırakması normal. Yılın trajik olaylarının nedenleri nesnellik içinde aranmalıdır. Gençleri ölüme zorlayan sebep aranıp bulunmalı ve yok edilmelidir. Bu kişilerden % 60’şı sefillik çizgisinin altında, (yani işsiz, aldıkları 130 leva sosyal yardımla geçinebilmeleri imkânsız, elektrik, su, asansör, çöp, yol masraflarını ödeyemez duruma gelmişler); % 20’si yoksul) yani çocuklarının okul masraflarını, kışlık odun kömür masraflarını, kendilerinin ilaç ve en zaruri ihtiyaçlarını karşılayamaz duruma gelmişler); bir de normal yaşam çizgisinde geçinmeye çalışan % 10 var. (Onların işi var, giderlerini karşılayabiliyor ama para biriktiremiyor, lükse uzanamıyor, tatile giderken zorlanıyor, ek gider kapıları açmaya korkuyorlar) ve diğer %10’luk kesimse bolluk içinde, saraylarda sefa sürüyor, yatlarda yaz geçiriyor, kayak merkezlerini dolaşıyor, yediği yedik içtiği içtik. Gece gündüz hırsızlık yapıyorlar ama onları sorgulayan, kovuşturan, tutuklayan, yargılayan, zindana atan yok. İşte iki tanesinin adı ve soyadı: 1) Hristo Kovaçki ve 2) Rumen Prokopiev. Bu iki iri iş adamı (oligarh) Bulgar yerli bankalardan toplam 3 milyar leva çekmişler ve asla geri çevirmeyeceğiz diyorlar ve kimse gidip yakalarına yapışmıyor. Bulgaristan’da yaratılan neo-liberal sistemin küçük tablosu budur. Bu tablonun içinde katman, tabaka, zümre ve sınıf değiştirmek mümkün değildir. Fakir fukara iddia kazansa bile sürünerek yaşamak zorundadır. Hükümetlerin havayı ılımlaştırmak için giriştiği etkinliklerin bazıları şunlardır: Erken basan kışla ağırlaşan sosyal durumla karşı karşıyayız. Yaz ve güz aylarındaki seller zaten fazla sıkıntı yaratmıştı. Sellerde 40 kişinin, askeri atölye patlamalarında 38 kişinin hayatını yitirmesi büyük hüzün yaratıyor. Genel ümitsizliğin etkileyen dış etkenler de var. Avrupa Birliği’nin Rusya’ya karşı yaptırımları bizi de kapsamına aldığı için, küçük üreticiye yazık oldu. Hepsi iflas uçurumu kenarına dikildi. Rusya’ya ihracat yapmaya sebze üreticileri yerlerinde dondu. İyi ki son anda AB tarladaki üründen 3 bin tonunu yaşlı evlerine, kimsesiz çocuk yurt ve okullarına bizim hesabımıza dağıtın kararı çıkardı. Ardından 3 bin 500 haneye yakıt yardımı yapılırken, ayrıca 2020 yılına kadar 260 bin genç ailenin sefillik grubundan çıkmasına ilişkin resmi program onaylandı. Geçici hükümet 2014 yılında emekli maaşlarına % 2.4 zam yaptı. Bunlar devede kulak denecek kadar küçük perspektifler olsa da, şafağın açmasını engelleyen kara bulutların dağılması ihtimaline işaret ediyor.


44

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Yakın görünüşte Bulgaristan’daki sosyal tıkanma son derece ciddi sosyal patlamalara gebedir. Fakat Lidya örneğinde de görüldüğü gibi 2013 ve 2014 yılında bireysel tepki olaylarına daha sık rastlıyoruz. Son 1.5 yılda iktidarda olan Sosyalist Parti (BSP) ile Hak ve Özgürlükler Hareketinin (HÖH - DPS) ekonomik ve mali alanda durgunluğu fazlasıyla derinleştirirken, finans çöküş müjdeledi. Üstelik Kooperatif ve Ticaret Bankasının (BTK) 5 milyar kayıpla çökertilmesi eski politikacılara ve kurumlara olan asgari güveni tamamen buharlaştırdı. GERB partisinin kabine görüşmelerini büyük güçlüklerle noktalayabildi. 22 kişilik kabinede, Başbakan Boyko Borisov, 3 Başbakan Yardımcısı ve 18 Bakan üzerinde Reformcu Blokla anlaşmaya varıldı. Başbakan Yardımcısı Miglena Kuneva ile 6 Bakan Reformculardandır. Sosyalistler yeni kabineye oy vermeyeceğini açıklarken, Türklerin ve Müslümanların oylarını alan HÖH - DPS partisi ırkçı Ulusal Cephe’nin desteği dışında kalan kabineye oy vereceğini duyurdu. Ülkede durumu ılımlaştırma çabaları sezilmeye başlasa da, halkın duruşu sertleşiyor. Trajik bireysel olaylara, geçen ay Petriç ve İhtiman şehir gettolarında patlak veren Roman - Çingene mahallerindeki isyanlar genel memnuniyetsizliğin ve güvensizliğin somut ifadesidir. Lidya’nın kendini yakmasında bir de kişisel çabalarla sefalet pençesinden kurtulma çabalarının sonuçsuz kaldığını görüyoruz. Sivil toplum örgütlerini göreve çağırma fırsatı bugün her zamankinden günceldir. Bulgaristan’da büyük sayıda aile ve kişi, kamuoyu temsilcileri “bu sıkıntısını çekmeye değer mi” sorusunu soruyor. Hayatı bir dram sahnesi gibi seyretmek yeterli olmuyor. Lidya geçen sene sivil toplum örgütlerinin protesto eylemlerine yıl boyu katılmıştı. Gölgede kalınca yaşam istencini ret etti. Her gün kendine sorduğu “Evet!” ya da “Hayır!” sorusuna “artık yaşamak istemiyorum” kararıyla cevap verdi. Neo-liberal anlayış insanları kolay yönetmek için sefil yaşama, pestil duruma, zavallılık çilesi çekmeye zorluyor. HÖH - DPS partisinin benimseyip uyguladığı bu yaklaşım bir avuç kişiyi zengin ederken kitleyi ezdi ve ezmeye devam ediyor. Şu durumda sefalete esir düşen Bulgaristan halkına Neo-Liberal uygulama tamamen terstir. HÖH - Partisi 8. kurultayında bu teoriye bağlılığını uyguladı ve oligarşi, mafya ve dolandırıcıların pençesine düştü ve iktidardan itildi. Ekmeğini alın teriyle kazanmaya alışmış bir halka pabucunu ters giydirmek hayır işi değildir. Olan budur. Bu konuda HÖH - DPS partisi yönetiminin susması, tepkisiz kalması, kör kör bakması hor görüye neden oluyor. Hayatın her yönüne herkes yararına bakmak politikacıların temel ödevidir. HÖH bu yoldan saptı. Biz oyumuzu zenginler daha zengin olsun diye vermiyoruz. Hıristiyanlıkta olan ve bizim dinimizde ve gelenek göreneklerimizde olmayan bir olayla, bir birikimle, bir yönelimle yüzleşiyoruz. Çok sefil duruma


Makale ve Analizler - 2014

45

düşen kişilerin hayat istencine özgür olarak kendilerini alenen yakarak son vermesi bizim gelin hayat anlayışımızda ve din kültürümüzde olmayan bir şeydir. Bulgarları da çılgın eylemlerden uzak durmaya çağırıyoruz. Alevlere teslim olmak halka uyanın çağrısı olsa da, hayatta değerli bir şey yoktur. Bizim devrimci şahlanış ruhumuzun kamçısı olan ve Şeyh Bedrettinlerden, Yonuz Emrelerden, Mevlana Rumi ve Nazım Hikmetlerden beri gönlümüzde yaşayan “Ben yanmazsam, sen yanmazsan, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa!” mısralarının derin anlamı da kendi kendimize çılgın bir atılımla kıymak değildir. Bu olaylar, üzücü düşüncelerle dolu güncel yaşamımızdan kişisel tiksinti duygularının sonucudur. Adaleti, aydınlığı daha güzel ve refahlı bir yaşamı bulma yolu intihar etmek değildir. Hayata son vermek kabul edilebilir bir eğilim değildir. Yaşam ölümün karşısında her zaman daha güçlü olmalıdır. Yaşamaya çağrılan hayat ölüme pes edemez. Bu bakıma Lidya’nın ve diğer 10 kişinin kendilerini ateşe vermesini onaylamıyoruz. Benzer davranışlar kültürümüze ve ahlakımıza, hayat anlayışımıza tamamen terstir. Biz Müslümanlar yaşama istencini yadsıyanlara katılamayız. Benzer eylemler içinde yer alamayız. Tek kişinin intiharıyla “dünyanın kötülükleri” düzelmez.

El Yordamına

BG-SAM-05.Kasım.2014

El yordamına ilerlemek, elin durumu ve yardımıyla varlıkları algılayarak yol aramak ve ilerlemeye çalışmaktır. Türkçemizdeki en kötü lanet “gözün kör olsun!” ise, hiç kimseye daha kötüsünü nasip eylemeye hakikatten gerek yok. Son 25 yılda Bulgaristan bunu gerçekten yaşadı ve yaşamaya devam ediyor. Bu yazımı Bulgaristan’da totaliter rejimin devrildiği 10 Kasım 1989’un çeyrek asırlık yıldönümüne adıyorum. Daha Kötüsü Olabilir miydi!? Bulgaristanlı Türklere, Pomaklara, Çingenelere, tüm diğer azınlıklara 35 yıl yalan umutla eziyet edip zulmü devlet politikası haline getiren, halka kan kusturan Bulgaristan Komünist Partisi Merkez Komitesi Genel Sekreteri (BKP MK GS) ve Bulgaristan Halk Cumhuriyeti Devlet Konseyi Başkanı (BHC DKB) Todor Jivkov’un iktidardan itilebileceğini aklından geçirenler çok azdı. Faraon


46

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ve lanetliler gibi ayakta ölmesine dua edip “mezarına kazık kakılası” diyenlerin arasında yetiştim. Geçen hafta internet karıştırırken Mısır Piramitleri altındaki katakomplara girdim ve orada 100 bin ton ağırlığında çok sert granit tabut kütleler buldum. Kadim zamanda lanet kötüsünün böyle bir kütlenin içine kapatılıp piramitlerin altına gömülmüş olabileceğini düşündüm. “Mezarına kazık kakılası” kültürü bizim topraklardaki vampirlik esintisinden geliyor ki, bir daha asla hortlayama anlamındadır. Hıristiyanların şu İsa Peygamberin dirilmesi masalına bir cevabımız da olabilir. Piramit katakomplarındaki 100 bin tonluk granit kütleler besbelli Mısır Medeniyetinden önce yaşamış bir uygarlığa ait ki, bu tabutların sırrındaki iyiye mı yoksa kötülük mü vesile bilenler yok. Jivkov Sofya Merkez Mezarlığına defnedildi. 10 Kasım 1989’da Todor Jivkov’un tahtan itilmesinden sonra kendisiyle Vitoş Dağı eteklerinde bulunan “Sekvoya” sokağınki Dağ Evinde görüşenler oldu. Ziyaretin kısası makbul olsa da en uzununu (4 saat) gizli servis ajanı ve Türklerin çakma lideri Ahmet Doğan yaptı. Ardından aralarında kan çekimi olduğu söylendi. Şopar soyundan olan Ahmet Doğan’ı ağırlayan ev sahibinin babası da Osmaniyeli bir burgucuydu. Kendilerine çok işkence eden, çok çektiren Bulgaristan Türkleri adına yapılan bu buluşma hepimizi çok kırdı. 1960’larda okullarımızı, liselerimizi, din okullarımızı, tiyatrolarımızı, okuma yurtlarımızı kapatan, camilerimize saldıran; 1968’den sonra 130 bin kardeşimizin memleketimizden göç etmesine neden olan; 1985 - 1989 yılları arasında 850 bin Bulgaristanlı Türkün isimlerini, soy adlarını, kimliğini değiştiren; mezar taşlarımızı bile yerle bir eden; birimizi ikimizi değil hepimizi birden toplama, kamplarında, sürgünlerde, zindanlarda bedenen ve ruhen sakatlayan; en son alaşağı edilmezden yalnız 3 ay önce 500 bin kardeşimizi yurt toprağından söküp Türkiye’ye göçe zorlayan; 25 yıldan beri kanayan dinmez ve savmaz yaralarımızı açan bir katilin, bir ejderhanın, bir ırk düşmanının elini öpüp kahvesini içmek, hatta derimizi canlı canlı yüzmeyi göze alan en gaddar caniyle böyle bir buluşmaya gitmeyi heves etmek; son 25 yılda hepimizi en fazla kıran olay oldu. Yalnız bu iki olayla Ahmet Doğan bir Türk ve Müslüman düşmanı olduğunu ispatladı. O bizim haysiyetimizi ve onurumuzu ayakaltına serdi. Bu cümleden olmak üzere, şerefimizi beş para eden ikinci çakma liderse Hak ve Özgürlükler Partisi (HÖH - DPS) şimdiki Genel Başkanı Lütfü Mestan oldu. O, 2013 yazında Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) Başkanı Sergey Stanışev ile Sofya’da “Kartal Köprü”de sarmaş dolaş olup öpüşmekle hafızamızın tamamen yıkandığını, öfkemizin kuruduğunu, hıncımızın söndüğünü, her gün inadına körüklenen intikam duygularımızın tamamen gemlenmiş olduğunu, bizim tamamen pes etmiş olduğumuzu ilan etti. Birkaç ay geçmedi, aynı attan kendi


Makale ve Analizler - 2014

47

düştü, yüzüne karşı “senin hesabını görmeden bize hayat yok” dendiğinde, köylünün şehre ayak uydurmasının güçlüklerini fark etti ve Doğu’dan Batıya döndü ve “ben sizsiz de olurum” yaygaralarını bir an unutmak zorunda kaldı. Bunlar, adına demokratikleşmeye geçiş adıyla tanıtılan büyük oyunun perde arasından birkaç alıntıdır. Bir de genel çöküş sahnesi var ki, onu bu defa size ters yüz anlatmaya çalışacağım. Böyle de olabilirdi: Biz çeyrek asır yolsuz bir yolda el yordamına ilerlemeye zorlandık. 10 Kasım 1989 ülkemize beklenen değişiklikleri getirseydi, işler böyle olmazdı. Leberal reformcu kesim emekçi halkı, işçi sınıfını ve köylülüğü aldattı, yalandırdı, soydu, sanayiyi çökertti, tarımsal üretimi likide etti. Mafya yönetimine geçen ülkede tarihin tanımadığı bir soyguncu oligarşik kesim at oynatıyor. Ülke nüfusunun % 97’sinin malı mülkü nüfusun yalnızca % 3’ünü oluşturan oligarşitalancıların eline geçti. Bunların devletten ve halktan çaldığı paranın toplam değeri 100 milyar US Dolar. Bu soygunun büyük bir kısmı Ahmet Doğan ve ekibi, şirketler zinciri ve kim olduğu bilinmeyen KİM güruhu tarafından gerçekleştirildi. Bu yüzden başımıza gelenleri bütünsel görebilmek ve gelecekleri tahmin etmek o kadar kolay olmayabilir. Geçiş Döneminde 100 milyar US Dolarla ne yapılabilirdi? “Belene” adıyla bilinen ve kuruculuğu yarım kalan Atom Elektrik Santrallerinden 25 adet inşa edilebilirdi. 200 milyon m² süper lüks konut inşa edilebilirdi. Her vatandaşa 25 m² yeni mesken verilebilirdi. Her aileye en az 100 m² kaloriferli, sıcak ve soğuk sulu, asansörlü, PWS doğramalı, parkeli, mobilyalı, elektrikli ve çanak antenli daire dağıtılabilirdi. Bulgaristan vatandaşlarının XXI. yüz yıl konut sorunu kökten ve problemsiz çözülebilirdi. Bu parayla 10 bin km üç şeritli anayol yapılabilirdi. Halen Bulgaristan’da 600 km2 şeritli ana yol var. Bununla birlikte yine aynı parayla 35 bin km yeni yüksek sürat demiryolu hizmete açılırken, ülkemizde birçok köprüyol ve köprü, otel ve motel, tren ve otobüs garı hizmet sunabilirdi. Petrol kimya sanayi geliştirseydik, kuracağımız rafinelerde 300 milyon ton ham petrol işlenebilirdi. Bu kapasite, bütün Rusya bir yılda çıkardığı ham petrolü işlemeye eşittir. Bu parayla yılda Mercedes ayarında 25 milyon araç üretecek bir araba sanayi kurulup üretime geçirilmesi anlamındadır.


48

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Askeri açıdan bakarsan bu parayla 10 bin süper modern avcı uçağı ve 50 bin modern donanımlı tank imal edilebilirdi. Örneklemeye devam etmemize gerek yok. Avucumuzdaki altın balığı kaçırdık, demek istedim. Bu imkan bir daha ele geçmez. Bu yıkımdan en fazla zarar gören, en fazla yoksullaşan ve çileleri kat kat artan kesim Bulgaristan Türkleri ve Müslümanlarıdır. Demokratikleşme dönemi doğru dürüst işletilmiş olsaydı, ekonomimiz ve tarımsal üretimimiz ölümcül yaralanmamış ve yok edilmiş olmasaydı bugün Bulgaristan’da yaşayan her hanenin yıllık geliri 15 bin 800 Euro olacaktı. Gayri Safi Milli Hâsılatımızın 1989 yılına göre en az 2.4 defa daha büyük olması sağlanabilirdi. Hepimiz 25 yıldan beri sürekli bunalım içindeyiz. 1990’da başlayan soygun bugün de devam ediyor. Bulgaristan’da Türk ve Müslümanlar zar zor geçiniyor: “Büyük Göç” başlarken Bulgar bankalarındaki sıcak paranın üçte birine sahip olan Bulgaristan Türkleri o gün bu gün işleri yoluna oturtamadı. Temel üretim alanı olan tütüncülük yok edildi. 280 bin tondan 20 bin tona düştü. Tütünün dibine kibrit suyu dökenlerin hedefi insanımızı aç bırakıp ekonomik göçe zorlamaktı. Tüm tüm dağıldık. Tarımda kooperatifçiliğimizi bir daha diriltemedik. Sebze meyve üretimi büyük ölçekli örgütlenemedi, yeni Pazar açılamadı. İri ve küçükbaş hayvancılıkta azalma ve sınırlama süreci devam ediyor. En önemli vazifelerimizden biri Bulgaristan Türk ve Pomaklarının üretim biçimini kökten değiştirmektir. Ahmet Doğan - Delyan Peevski mafya grubunun Lihtenschteinlı bir Of Şor gruba devrettiği tütüncülüğümüzün kuruyan son filizlerinden son sigaralarımızı sarıp dumanını içimize çakerken ekmek teknemizi kıranların oyunlarına seyirci olabiliriz. Halkını, oyunu aldığı insanları aç bırakan, sefalet bataklığında süründüren bir “lider” doğru dürüst olsun çakma olsun fark etmez sıfırın altında sıfır, bir hiçtir. Bulgar mafyası, küflü komünistler, eski gizli polis “DC” şefi Atanas Atanasov gibi şu günlerde kurulmaya çalışılan yeni Sofya hükümetinde Reformcu Blok adına İçişleri Bakanı olmayı hayal edenlerin yarattığı, yedirip içirdiği, Çingene dilencisinden oligarşi uşağı yaptıkları Ahmet Doğan’ı 25 yıllık Geçiş Dönemi’nin “akil” adamı ilan etmelerine de değinmek istiyorum. Hepsinin en deha üstadı olan Vladimir İliş Lenin “Antignotsizim” eserinde şöyle yazmıştır: “Bilime dayanmayan pratik ölüdür! Pratiğe dayanmayan bilim kördür!” Siz Ahmet Doğan ve akıl hocaları için bu iki şıktan hangisini isterseniz onu seçiniz. Onların içine düştüğü kör kuyu budur. Biz ruhen ölü ve tamamen kör “lider” ve “akillerin” önderliğinde kalmak istemiyoruz.


Makale ve Analizler - 2014

49

Bundan öte el yordamına ilerlemek istemiyoruz. Yerimizde döne döne başımız döndü. Sürünen düşenin halinden bugün de anlamıyor, yarın da anlamayacak ve bizi de süründürecektir. Biz her şeyi kökten değiştirmek istiyoruz: Vatanımızda demokratik hukuk devleti kurulamadı. Demokratik gelenekleri olmayan bir ülkede dikta rejimine geçilmesi kolay olkur. Bizim Almanya gibi 1000 yıllık hukuk devleti gelenekleri olan ülkelerle boy ölçmemiz boşa kürek çekmektir. Bulgaristan 130 yıldan beri bor alan ve ödeyemeyen bir ülkedir ve bu masal nereye kadar devam edecek. Doğru dürüst okuma yazması bile olmayan insanları meclise doldurmakla hiçbir şey olacağı yok. Şimdiki durumda Bulgaristan’daki politik partilerde şahsiyet yok. Şahsiyetlerin ise partisi yok. Bizdeki totaliter, Çar ve Genel Sekreter rejimleri de defasında ulusal felaketle sonuçlandı. Çar Ferdinant 1913 - 14 savaşlarında tosladı. Oğlu Çar III. Boris İkinci Dünya Savaşı’nda faşist Almancı oldu ve tosladı. Todor Jivkov da totaliter diktatör olarak hezimete uğradı. Son hezimette en büzük payı olan 140 yıldan beri insan hakları ve özgürlükler, adalet ve insan şerefiyle yaşama davası veren, 1985 - 89’da fiilen Ayaklanan Bulgaristan Türk ve Müslümanlarının payı ve rolü sonuç belirleyici oldu. Büyük zaferlerin takdiri bir asır sonra olur. Acelemiz yoktur. Yapılmasını istediğimiz somut değişiklik: Bulgaristan genel ve yerel seçim yasaları değiştirilmelidir. Majoriter yani mutlak ekseriyet sistemi, (çoğunluk sistemi) /en fazla oy alanın kazandığı sistem/ uygulanmalıdır. Anayasamız buna müsaittir. Halk kendi vekillerini, temsilcilerini, muhtarlarını, belediye başkanlarını, yargıçlarını, başsavcısını, kendi liderini kendisi bilinçli olarak seçmelidir. Dayatmalara, oldu bitti uygulamasına, yasal durumlarda didişmeye son verilmelidir. Bizim oylarımızla hırsız çetesi elebaşlarının, dolandırıcıların, dalaverecilere aracılık yapanların, faizcilerin, sabıkalıların, vergi ve gümrük kaçakçılarının, kanun kaçaklarının meclise doldurulmasına, koltuk kapıp 4 sene yiyip içip tatlı tatlı uyumasına son verilmelidir! Biz oy kullanırken oyumuzu verdiğimiz şahsiyeti tanımak istiyoruz. Bulgar halkının gözüne bakmak ve onun karşısında korkup kaçmış biri olarak değil, şerefli olmak istiyoruz. Biz vatan kaçağı değil, vatan bildiğimiz bu ülkenin vatandaşıyız. Onurumuza ve namusumuza leke düşmesine tahammülümüz yoktur. İnadına oy verme ve inadına yaşama zamanı dolmuştur. 25 yıl hatır saydık, yeter. El yordamına zorlama ve yerinde sayma zamanı sona ermiştir.


50

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Seçim sistemi kökten değişmeden hiçbir sosyal, ekonomik, eğitimsel ve kültürel reform yapılamaz. Çeyrek asır hırsızın işi hırsızlık, dolandırıcının işi dolandırmak, yalancının işi yalandırmak ve hainin işi hainlikti. İnsan gibi insan seçmeden kimseye güvenemeyiz, güvenmemeliyiz. Halkını değil kendi menfaatlerini düşünenlerin yeri çöplük olmalıdır! 25 yıl bocalamak yeter! El yordamıyla ilerleyemeyiz! Lütfen gözlerinizi açınız!

Tuna Kimin Nehri?

Raziye ÇAKIR-07.Kasım.2014

İnsan alıştığı şeyi düşünmüyor. Düşündüğü şeye ise alışamıyor. Biz zaman mekân ve insanın birbirine karıştığı bir dünyada yaşıyoruz. Ahmet kara tahtada. Önünde bir duvar harita... Ders coğrafya ve Öğretmen soruyor: Tuna hangi ülkenin nehridir: Ahmet Tutrakanlıdır! Bir balıkçı köyünde doğmuştu dedesi! Ahmet 56 camisiyle öksüz kalan Nevrekop’ludur! Kalesindeki toplar hala Tuna sularına ateşe hazır Silistrelidir o! Vidinlidir! Pazvant oğlu Camiinde kılmıştı dedesi son sabah namazını! Ahmet Rusçukludur. Tiyatro vardı komşu hanının karşısında, Ahmet Tunalıdır. Baştanbaşa akan, doldukça dolan ve taştıkça taşan ırmak onundur. “İstersem akmam” deyen derya dünyasındandır o.


Makale ve Analizler - 2014 Babası “Belene” adasında dedesinin hayalinde doğmuştu. “Belene” Tuna adasıdır, ölümü yaşatan bir yerdir. Ahmet İstanbulludur, Bursalıdır, İzmirlidir... Tuna hangi ülkenin nehridir bilmez, Çünkü Tuna dolup taşar. Tuna yatağında yatmaz. Adaları hayatla kavgalı ve ölüme açtır. Tuna hakkında hiçbir şey bilmesi istenmedi Ahmet’in. Öğrenirse üzülür ihtimali büyüktü! Üzülen hiddetlenir, öfkelenen kükrer, dedesinin intikamını alır... Vatan toprağının Tuna suyu olduğunu öğrenmeden huzurlu yetişti o... Damarına Tuna suyu verilmediği için, örsle çekiç arasında dövülmedi... Ahmet’in yüreği sönmüş bir ateşin külleriyle dolu. O Tuna’nın dede atlarının sulandığı ırmak olduğunu bilmedi. Bu yüzden Tuna’nın hangi ülkenin ırmağı olduğunu da bilemedi! Ahmet dedesini göremedi. Babası da dedesinin yaşadıklarını yaşamamak için kaçtılar Tuna’dan, İşte tam o zaman Zaman mekân ve insan karıştı birbirine... Ahmet “Tuna hangi ülkenin nehridir?” sorusuna cevap veremedi. Tuna masallarına alışsa da nehrin kimin olduğunu hiç düşünmedi. O Tuna’yı hiç hayal etmedi.. Tuna şarkıları dinlemedi... Yıllar göçler ve düşünmeden yaşarken Zaman mekân ve insan karıştı birbirine Dalgalar hayalindeki kıyıları yıkmadı... Sokağında yaşadı ama “Tunalı Hilmi”yi bilmedi. Tuna ile yaşayanlar Tunasız da yaşayabilirdi. Düşünmeden yaşamak da bir hayat biçimiydi. Yıllar, göçler ve düşünmeden yaşarken

51


52

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Zaman mekân ve insan karıştı birbirine Bahardı, yapraklar yeşerdikçe filiz filiz, Her gonca bir ümitti, meyve yüklenecek Mevsim güz yapraklar döküldü. Yine meyvesiz kaldık, dünya üzüldü. Yıllar göçler ve düşünmeden yaşarken Zaman mekân ve insan karıştı birbirine 1984 vardı, Aralıktı aylardan Buz gibi donmuş toprakta yürüyen halktı. Karşılarında silahlı can alıcılar vardı. Türkan kıza saldıranlar kuzgundu. Yıllar, göçler ve düşünmeden yaşarken Zaman mekân ve insan karıştı birbirine Kapılar çalındı birer birer Ahmet’in nenesi hamileydi Babası 1984’lü Dedesi Ahmet’i “Belene”de hayal etti. Yıllar, göçler ve düşünmeden yaşarken Zaman mekân ve insan karıştı birbirine Ve kara tahta önündeki Ahmet Tuna hangi ülkenin nehridir bilmez? Dedesini, adayı, sürgünü ve ölüm tehlikesini de Dut yemiş bülbül gibi, bakar bizim Ahmet. Yıllar, göçler ve düşünmeden yaşarken Zaman mekân ve insan karıştı birbirine Öğretilmeyen şeyler unutulmaz. Ah öğrenmesin, bilmesin, düşünmesin!


Makale ve Analizler - 2014 Tuna’ya bakarken ağlamasın, Tuna’yı sevmesin! O da Tuna’dan kaçmasın, acısını çekmesin. Yıllar, göçler ve düşünmeden yaşarken Zaman mekân ve insan karıştı birbirine Öğretmediler Ahmet’e Tuna’nın Vatan olduğunu. Tarihimizin Tuna sularında yüzdüğünü! Üzerinde gemiler süzülürken Kızları sevdalı şarkı söylediğini.. Yıllar, göçler ve düşünmeden yaşarken Zaman mekân ve insan karıştı birbirine Tuna ortasında ısız ölüm kampı Umutlar sönmüş, uğuldar aç kurtlar. Hatırlamayı istememek kurtuluşsa, Neden gerekti, özgürlük, bunca çile!? Yıllar, göçler ve düşünmeden yaşarken Zaman mekân ve insan karıştı birbirine İsminiz, soy isminiz, Türk kimliğimiz, Azgındır Tuna çekip aldığını geri vermez... Boş bir kimlikle yeniden doğarken Tuna adasında ölüm kuyruğu beklediniz. Yıllar, göçler ve düşünmeden yaşarken Zaman mekân ve insan karıştı birbirine Ahmet, Tuna’nın hangi ülke ırmağı olduğunu bilemez! Ne güzel, anası, babası, nenesi, dedesi Ve “Belene” ölüm adasında ecel beklemiş amcaları. Umut belleğini soylu beslemeye korkarken, Türklük ağıcını kesmişiz, fark etmeden...

53


54

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Yıllar, göçler ve düşünmeden yaşarken Zaman mekân ve insan karıştı birbirine Şimdi Ahmet hem ilgisiz, hem vurdumduymaz! Hür ve özgür yetişse de, soyumuzdan olamaz! Baharda dallar yine filiz üstüne filiz sürecek, Güz gelecek ve ah, tohumsuz yapraklar yine dökülecek. Yıllar, göçler ve düşünmeden yaşarken Zaman mekân ve insan karıştı birbirine Akranları var Ahmet’in ata vatanda Her yıl Tuna gezerler baştanbaşa Bir “Kozloduy” limanı kaldı hep akılda Dedemi kesen haydut, “kahraman” anıda. Yıllar, göçler ve düşünmeden yaşarken Zaman mekân ve insan karıştı birbirine Gemiler Tuna’ yı sever, gelip gider Gemiler düdük çalar, tarih bilmez! Tuna limanlarında pazarlar kurulur Tezgâhta anı ve bilinç yoktur. Yıllar göçler ve düşünmeden yaşarken Zaman mekân ve insan karıştı birbirine Hatırlamaz olunca tartışmayı unuttuk Yitirdiğimiz her şeye nedense sırt döndük Yük olmasından korkup koparsak geçmişten Bulamayız yeni ışık, almadan ateşi ocaktan. Yıllar, göçler ve düşünmeden yaşarken Zaman mekân ve insan karıştı birbirine


Makale ve Analizler - 2014

55

Kâhinlerin Sırları

Musa Vatansever-08.Kasım.2014

Hıristiyanlık mucizelere dayanır ve inanır. Meryem Ana’nın hamile kalması, İsa Peygamberin doğması, iki üfürük ve bir dokunma ile kanayan yaraları, sıtmalı çocukları, derdi dulluk olan kadınları tedavi etmesi efsaneleşmiştir ve anlatılarda bugün de yaşar. Bulgaristan’da binlerce kişi yıllarca “Vanga Nine”yi ziyaret ederek derdine derman aradı. Gözleri görmeyen, okuması olmayan bu bayanın yanına girmek kolay değildi. Makedon ve Yunan sınırlarının kesişme nokrasındaki Bulgar Petriç Belediyesi sıra numarası satıyordu. Aylarca bekleniyordu. Yanına girip çıkanlardan her biri tek katlı evin kapısını çekerken “Bildi” diyordu. İnsanların uyanan yeni umuda hemen sarılmaları ne güzeldi. Türklerden ve Pomaklardan da gidenler vardı. Hepsine “çileniz bitecek” dediğini işitmişim. “Vanga Nine” Allah’ın rahmetine kavuştuktan sonra, doğup büyüdüğü “Rupite” köyüne kilise yapıldı. Avlusunda akan çeşmeden şifa niyetiyle su içiliyor. Bugün de derman için dua edenler çoktur. İnsanlar kişisel ve aile sırlarını paylaşmayı sevmeseler de Vanga Nine’nin vefatından sonra birçok kitapta neler neler anlatıldı. Bu eserler Bulgaristan’dan fazla Rusça olarak Rusya’da, İngilizce olar aksa Amerika ve Kanada’da satıldı, okundu. Ben o karışık yıllarda Bulgaristan’daydım. İsmim 1984’te değiştirildi. 1985’te büyük şairin dediği gibi hava “kurşun gibi ağır”, etraf silahlı polis kaynıyor ve Türkler birer ikişer tutuklanıp kayıplara karışıyordu. Yolda, işte, çarşı pazarda tutuklanıp alıp götürülürsem boş bulunmayalım diye 3 atleti, 3 - 4 donu ve birkaç gömleği üst üste giyip dolaşıyorduk. Ceketimin omuz kıvrımına bir ampul zehir iliştirdiğimi hiç unutmam. İçimden geçen işkencelere dayanamazsam, son çareydi. Herkesin bakışarak, öksürerek ve selamlaşırken el işaretiyle anlaşmaya çalıştığı o yıllarda Burgaz - Sofya treninde, Plovdiv (Filibe) tren istasyonunda, Sliven’de bir kahvede ve Varna uçak alnı oto parkında art arda bombalar patlamıştı. Gel gör sen ana baba gününü, dünyanın birbirine nasıl karıştığını, kızılcık sopalarının Türk ökçesini nasıl patlattığını... Gece gündüz iz süren Bulgar polisinin tüm ekipleri bir tek Türklerden şüpheleniyordu. Yüksek rütbeli polisler Vanga Nineyi her gün ziyaret ediyor “katilleri” ya da kendi değimleriyle “te-


56

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

rörist Türkleri” yakalamak için bir ihtimal, bir alamet, bir ipucu, bir isim ve ya herhangi bir yer adı için yalvarırken kör kadının bohçasına daha sonra bir kilise kurmaya yetecek para akıtmıştı. Her şeyi bilen Vanga Nine’nın iki dudağının arasından gelişi güzel kayan sözler esas alınarak kaç defa tren durduruldu, kaç otel boşaldı, uçak seferleri kaç kez iptal edildi, yol kesildi vs. bir bilseniz... Özetle çok sıkı önlemler alınmıştı. Bulgaristan birinci, ikinci ve üçüncü sınır bölgesi olmak üzere 3 bölgeye bölündü. Bir köyden bir köye, bir tarladan ötekine geçmek yazılı izine bağlanmıştı. Cumalar, pazarlar, panayırlar, güreşler, at yarışları, mevlitler ve hatta kalabalık cenaze törenleri yasaklanmıştı. Doğumdan ölüme her saat her şey sıkı kontrol altındaydı. O zaman insanlarımız “dünya kapkara” türküsünü sessizce söylüyor ve bulutların dağılmasını bekliyordu. İnsanımız sabırlı ve dayanıklıdır. İntihar eden olmadı. Derin dondurucuya konanlar bile can vermedi. Kimse kendini yakmadı. Şerife merdiveni dikenli telle tıkanmış minarelerde ara sıra ay yıldızlı bayrak dalgalanınca, polisler bir o kadar kuduruyordu. Başka durumlarda bin bir düğümü çözüp sis aralayan ve “gerçeği” görebilen “Vanga Nine” Bulgaristan Türklerinin direnişleri alabildiğine şiddetlendiğinde BKP Merkez Komitesi Genel Sekreteri Todor Jivkov’un 4 Kasım 1988’de ilk kez tüm görevlerinden istifa dilekçesi sunacağını görebildi. 1989 Mayısındaki Ulusal Türk Ayaklanmasını öngöremedi. Bulgar devletini kökünden sarsacak politik depremi önceden söyledi. Yine 1989’un Ağustos ayında 500 bin Türk ve Müslümancın tabandan hareketlenerek Türkiye sınırını aşacağını da söyleyemedi. Bir de Bulgaristan devletinin daha sonraki 25 yılda saramayacağı çok derin yaralar aldığını da neden göremedi dersiniz!? İsimlerimiz değiştirilirken Vanga Nineye “Türkler Ayaklanır mı?” diye sorduklarında: “Şimdilik sövene dilsiz, dövene elsiz!” davranacaklar, demişti. Vanga Nine 29 Aralık 1989’da Müslümanların Sofya Parlamentosunu kuşatacağını ve isimleri ile dini haklarını geri almayı başaracaklarını ve hafızanın geri gelmeye başlayacağını öngörmüştü. Soruların yanıtı değişik de olabilir: O zamanlar bizde kuş uçmazdı. Devlet herkesin başına çullanmıştı. Vanga Nene bir sır çözücü değildi. O bir kâhindi. Her sırın sırrını söyleyebilmesi mümkün olamazdı! Şöyle bir hassasiyet de var. O kâhinliği olumsuzluk üzerine yapsa kendi kellesi uçardı. 1984 - 1990 arasında zaten her şey ters dönmüştü. Olumsuzluk dalgasının çok yükseleceğini söyleseler kâhinlerin kellesi de kayabilirdi. Şu hususiyeti unutmayalım. Parti ve devlet hep iyi haberler bekler. Vanga Nine okuryazar olmadığından, yazılı not tutamadı. Hatıra kalem defteri de yoktur. Söyleyemediklerini kimseye özel olarak


Makale ve Analizler - 2014

57

kaydettirmediğinden “terör olayları ve Türk isyanlarıyla ilgili” ek bilgiler aramak boş olur. Fakat biz kendisine 1985 - 1986 patlama olayları ilgili defalarca gidildiğini, aranan Türklerin isimlerinin istendiğini biliyoruz. Gabrovo, Loveç, Burgas illerinde her Türkün adresi ve iş adresi, hangi gün nerede olduğu defalarca sorulup sorgu edilmişti. Sonra Vanga Nine’nin sosyal, ekonomik ve jeopolitik birikiminin kitle hareketleri ve devlet bunalımları üstüne kesin kâhinde bulunabilmesine yeterli olabilir miydi. Kendisi bir Makedon yöresinde yaşadığından Türklere saldırıdan haberi var mıydı, olsa da ne yapabilirdi? Bakımcıların, yıldız falcılarının söylediklerine göre, sıkı rejimle idare edilen ülkelerde parti yönetimi, polisin ve devlet büyüklerinin akıl aradığı, yardımlarına başvurduğu gizemli kişiler çoktur. Totaliter düzende onlardan kimileri halkla temas halinde, diğerlerinin de gizli çalışmıştır. Bu gerçekler yıllar sonra birer ikişer gün ışığına çıktı. Şimdi size ancak ve yalnız devlet için çalışan bir başka kâhinden söz edeceğim: Maaşla ve devlet memurları için, halk içinse kapalı kapılar ardında çalışan kâhin Bayan Slava Sevrükova 1902’de Nova Zagora şehrinde doğdu ve Çar III. Boris zamanında Sofya’da kâhinlik yaptı. Onun hakkında yazılanlara baktığımızda nefesi Vanga Nine’den çok daha kuvvetli gibi. Vanga Nine Bayan Slava adında bir başka kâhin olduğunu biliyordu, ama görüşmemişlerdir. Sofya gazetelerinden “Galerya” bu hafta 5 -11 2014 (sayı 53) Dahi kâhin bayan Sava Sevrükova: “Türkiye Bulgaristan’dan toprak kopacak!” başlıyla çıktı. Bulgar gizli polisinin Sevrükova’yı “İsimlerin değiştirildiği yıllarda örgütlenen ve kanlı terör eylemleri düzenleyen Türk terörist grupları açıklamaya çalışırken kullandı ama sonuç alamadı” diye yazdı. Gagarin’den önce 11 Rus kozmonot uçtu ama geri dönmedi. Bir Beyaz Rus subayı ile evli olan Bayan Süvrükova gizli servis KGB ile temas halinde bulundu. Bir görüşmede, KGB yetkilinin yüzüne “1961’de Sovyetler Birliği’nin ilk uzay adamı Yuri Gagarin uçmazdan önce 11 başarısız uçuş denemesi yapıldığını ve 11 uzay adamının öldüğünü söyledi. Bu bilgi Moskova ajanına şok yaşatmıştı. Bu arada bu 11 uzay adamının isimlerini ve onlardan biri olan Pyotır İlüşin’in uzaya başarılı uçuş yaptığını, kapsülün Çin topraklarına düştüğünü, Pekin tarafından bir Rus casusu olarak yakalandığı için isminin açıklanmadığını, ana dili gibi konuştuğu Rusça anlatınca, olay başka boyutlar aldı.


58

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bulgaristan’da yeni felaket olacak. Bulgaristan’ın geleceği üstüne kâinlik yapan S. Süvrükova sağlığında XXI. yüzyıl başlarında Bulgaristan’ın üçüncü ulusal felaket yaşayacağını sıkça gündem etti. 800 yıl önce Bogomiller’in yaşadığı takibat ve zulmün günahlarının kefareti ödendikten ve Osmanlı dönemi günahlarından arındıktan sonra, aklanması gereken daha birçok günah olduğuna işaret eden bayan kâhin, Bulgaristan’ın yaşayacağı yeni bunalımların öncelikle Güney Batısındaki Türk devletiyle bağlantılı olacağını söyledi. Sevrüküva Bulgar topraklarından berilli bir bölümü tüfek patlatmadan ele geçirmeyi başaracak olan ülkenin Türkiye olacağına işaret etti. Not: XXI. yüzyıl başında hatta bu yıl tüfek patlamadan, sözde bir halk oylamasıyla, Ukrayna’dan koparılan Kırım Yarımadası Rusya Federasyonuna eklendi. Kâhin Bayan Süvrikova olayında şöyle bir özellik daha var: Olabilir ya totaliter rejimin insanlara zulüm ettiğini görebilen, toplama kamplarını ve hapishaneleri, isim değiştirme sırasında yaşanan acı çileyi, birçok kişinin halk önünde yargısız sorgusuz kurşunlanmasını göz önüne getirip yaşayan Bayan Sava Süvrükova, bazı gerçekleri açık konuşmaktan korkmuş da olabilir. Baskı rejiminin yalnız olumlu kâhinliği ödüllendirdiğini bildiği için, olumsuz olanı duyulmasa da söylememiş olabilir. Böyle düşünmemizin bir başka nedeni de onun ardında kalan not defterleridir. Ölümünden sonra onun evi arandı. Not defterlerine el kondu. Bayan kâhinin defterinden şu el yazısı okundu: “Kuzey Doğu ve Güney Doğu Bulgaristan topraklarından bir kısmının tüfek patlamadan başka bir devletin eline geçme tehlikesini görebiliyorum. Bunu görüyorum. Bulgaristan Avrupa’ya bağlandığında olacaktır bu. O zaman Bulgar’a yardım elini ilk uzatan Sırplar olacak, Avrupa ise şaşırmış bakacak. O zaman Bulgar halkı isyan edecek ve yıllar yılı halkın ve devletin enerjisini boşa harcatan idareciler yargılanacak.” Bayan Sava Severükova bu kâhinliği 1980’li yıllarda yaptı. Onun notlarında “hapishanelerin hain politikacılarla dolacağı, hesaplaşmanın çok acımasız olacağı tümceleri var. Dip tabaka uyanıp kükreyecek ve Bulgaristan’ın yeniden uyanışı başlayacaktır kaydında bulunmuş ve altını çizmiştir. Sevrükova’ya defalarca sormalarına rağmen, Bulgaristan Türk direnişçilerden kimsenin ismini vermemiştir. Sevrüküva’nın bulunduğu kâhinlikler: Batı tip bir toplumsal yapıya ve yaşam tarzına geçiş zor olacak ve uzun sürecek.


Makale ve Analizler - 2014

59

Daha 1970’li yıllarda Osama Bin Laden’in politik sahneye çıkacağını ve Amerikada ikiz kulelerin yıkılacağını söylemiştir. 10 Kasım 1989’dan bir hafta önce Todor Jivkov’un görevlerinden indirileceğini yazmıştır. Sovyet uzay adamlarından Komarov, Volkov ve Pasaev’in ölü olduğunu ve uzay kapsülün düştüğü yeri söylerken, kapsül kapağının Amerika’dan gönderilen çok güçlü bir lazer ışınıyla tahrip edildiğine işaret etmiş ve yapılan yoklamada doğru olduğu saptanmıştır. Bu örnek Soğuk Savaş dönemindendir. Kuşkusuz Bulgar basınında benzer yazıların çıkması, Mason Lojası parasıyla Ahmet Doğan hakkında yeni bir övgü kitabı uydurulup basılması, Kültür Bakanlığı fonlarından alınan paralarla yine Ahmet Doğan hakkında çevrilen bir övgü filminin seyircilere bedava gösterilmesi, “KİM” başlıklı başka bir kitapta milletvekili ve oligarşi uşağı Delyan Peevski’nin dillendirilmesi okurlarda eleştiri ve tepki uyandırmaya başladı. Olaya vakıf olanlar “dolandırıcı ve yalancılar övülüyor, sahte liderler dayatılıyor” burası Amerika mı?, diyor. İma edilen nedir? Bulgaristanlı Türk Müslüman ve Rom seçmenin Hak ve Özgürlük Partisi HÖH - DPS’ye “politik sahayı terk et!” demesi pansuman mı ediliyor! Rus kaynaklarından alınan paralarla Bulgar-Türk geçimsizliği ateşine odun taşınıyor. “Ataka” milliyetçiliğinin tay durduğu, artık iktidar merdivenlerinde yükselen “Ulusal Cephe” ırkçılığının hortladığı, düşmanlık kusan TV “Skat” hep Burgaz’da gösterdiler başlarını yılan deliğinden. Yeni dönemde Burgaz’ın Bulgaristan’dan kendiliğinden kopacağı ve yeniden “Türk esaretine düşeceği” kâhinliğiyle hedeflenen nedir? Kâhinlerin değişik sırları olabilir, birçok şeyi yazmış ya da yazmamış da olabilirler, fakat hoşgörülü davranarak barış anlaşma ve huzur arayan insanları birbirlerine düşürmeyi amaçladıklarına inanmak istemiyorum.


60

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

2 + 2 = 1 Olmadan Olmaz!

Rafet Ulutürk-10.Kasım.2014

Son dönemde kafamı devamlı meşgul eden birkaç sorun var. Bu yazımda sizlerle onlardan bazılarını sizlerle paylaşmak istiyorum. Hükumetin rengi: Konumuz Sayın Boyko Borisov başkanlığında kurulan yeni Sofya hükumetidir. Merkez sağ olarak tanıtılan hükumet: Başbakan, 4 başbakan yardımcısı ve 18 bakandan oluşmaktadır. Bakanlar Kuruluna sağ cepheden Avrupalı Gelişim İçin Vatandaşlık GERB Partisi; Reformcu Blok (RB) ve sol cephedense Bulgaristan’ın Yeniden Doğuşu İçin Alternatif “ABV” Partisi Başbakan Yardımcısı ve Sosyal İşler Bakanıyla bu hükumete katıldılar. Aşırı sağ ve aşırı milliyetçi tutumlu Milliyetçi Cephe (MC) partisi de oylama esnasında Başbakanı ve Bakanlar kurulu dışarıdan destekledi. MC’nin aşırı sağ ve ırkçı tutumuna Avrupa Birliği (AB) ile Avrupa Halk Partileri (ENP) tepki gösterdi ve bakan düzeyinde hükumete katılmaları engellenmiş oldu. Açıklama 1: AB ve ENP’nin onaylamadığı noktalar. Güney Bulgaristan’a Türkiye hedefli orta menzilli “yer yer” füzeleri yerleştirilmesi ve okul çağındaki etnik azınlık çocuklarının Bulgar dilini bilip bilmedikleri konusunda en sınava tabii tutulması ve Bulgarcayı bilmeyenlerin okul kaydı yapılmaması gibi iki ana konudur.) Kendini merkez sağ konumlu olarak tanıtan yeni Sofya hükumeti, eski komünistlerin kırmızısından ve 1944 öncesi faşistlerin koyu kahverengi-sinden tonlar belirgindir. Boyko Borisov’un kurmuş olduğu hükumet ise alaca dır. Gölgeden çıkan ya korku ya şeytandır. Hükumetin ömrü büyük ölçüde Milliyetçi Cephenin ruh haline bağlıdır. Onlar bu kabineye “değişen gölge hükumeti” dediler. İsteklerinin mutlaka yerine getirilmesinde ısrarı sert olan yeni Bulgar milliyetçilerinin program hedefleri şöyle: İç ve dış Türklere sürekli şiddetlenen saldırıya devam etmek. İç hedefler: Hak ve Özgürlük Partisi HÖH - DPS’yi “iktidardan kazımak”, Bulgaristan Türklerine Türklüğü zehir etmek! Bulgar ismi olmayan Türkleri memurluğa tayin ettirmemek! Okullarda Türk dilini, camilerde ezanı, cami içinde Türkçe teması, dua, vaaz, mevlit v.s. ancak Bulgarca okunursa izin vermek! Bul-


Makale ve Analizler - 2014

61

gar Türk sınırına 3 metre tel örgü germek! Soydaşların serbestçe Bulgaristan’a girip çıkmasını, seçme ve seçilme haklarını yasaklamaktır. Boyko Borisov’un bir ay süren görüşmelerinden çıkan hükümetin ipi bu adamların elinde mi acaba? Cuma gün kurulan hükumetin bakanları daha koltuklarına oturmadan, 09. Kasım 2014 Pazar günü Başbakan Yardımcısı Rumyana Bıçvarova, ayağının tozuyla ilk demecinde, günde 10 dakika Türkçe haber veren (hiç bir işe yaramayan) Bulgar Ulusal Televizyon Birinci Program’daki Türkçe Haber Programın kapatılacağını açıkladı. Buna ne gerek var diyenlere de, Milliyetçi Cephe ısrar ediyor, demekten çekinmedi. Bu hükumeti düşürecek olan Bulgar ırkçılık zehiridir. Hükumet gölgesinden şeytan çıkacaktır. Milliyetçi Cephenin ardında duran aşırı milliyetçiler ve ırkçı kitle acaba kimdir? Potansiyelleri nedir? Bilindiği üzere, 1992’den sonra “Skat” TV yayını etrafında gruplaşan ve önce (2003’te) Ahmet Doğan’ın verdiği 1 milyar 600 bin leva ile Türk ve Müslüman seçmeni ürkütmek için kurulan “Ataka” partisinden 2013’te kopan Milliyetçi Cephe aşırı sağcı Anti-Türk ve Anti-İslamcı bir gruptur. “Ataka” partisi ilk yıllarda aşırı sol ve aşırı sağ kanadı bir yumrukta toplamaya çalıştı. Partiyi kemikleştiren Türk ve İslam düşmanlığıydı. Camilere saldıranları, cami ve medreselerin, Başmüftülüğün diğer taşınmazlarının geri verilmesi lehinde çıkan (2013) mahkeme kararlarının uygulanmasını durduran aşırı hareketlenmeyi “Ataka” başlattı. Fakat geçen sene baş gösteren dış etkenlerden Ukrayna-Rusya bunalımı, Kırım Yarımadası’nın Ukrayna’dan koparılıp Rusya’ya bağlanması ve Ukrayna’nın doğu eyaletlerinden ikisinin de bağımsızlık direnişleri Bulgar milliyetçileri etkiledi ve parçalanmalarına neden oldu. Moskovacı yani Rusofil bir milliyetçi Bulgar hareketi olan “Ataka” içinden parçalandı. Volen Siderov yönetimindeki “Ataka” aşırı solcu yani Rus yanlısı cephede kalırken, aşırı sağda ulusalcı Bulgar milliyetçiliği Milliyetçi Cephe kurdu. Bulgar politik sahnesinde sol uçta “Ataka”, aşırı sağda ise MC belirdi. 5 Ekimde “Ataka” 11, MC’de 19 sandalye ile meclise girdi. Birbirlerine zıt bu iki aşırı uç meclis kürsüsünden olduğu gibi, “Ataka” - “Alfa” TV’den, MC de “Skat” TV’den propaganda karşılıklı didişmeye devam ediyorlar. Omurgasında Bulgar milliyetçiliği ve Türk -İslam düşmanlığı olan iki partiyi birbirinden ayıran ve farklı eden nedir? 1) “Ataka” NATO ve Avrupa Birliği aleyhinde ve Moskova lehinde mayalanmış bir partidir. İç politikada Bulgaristan Türkleri’nin doğal insan haklarına,


62

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

özgürlüklerine ve toplumsal yaşamda özgün kültürleriyle var olmalarına karşı olup, asimile edilmelerinden yanadır. 2) “Milliyetçi Cephe” izlediği iç politika çizgisini tamamen anti-etnik, antiTürk ve anti-İslam ötekileştirme temellerine oturmuştur. Orta Doğu’da devam eden savaştan kaçakların ülkeye girmesine, gelenlere Bulgaristan’da kalma statüsü tanınmasına, çocuklarının okullarda eğitilmesine, işsiz yabancılara iş verilmesine kesinlikle karşıdır. Türkiye Cumhuriyeti ile devlet sınırına aşılmaz Çin Seti gerilmesinden yanadır. Bugün (10. Kasım 2014) Kapı Kule sınır kapısındaki TIR kuyruğu 30 km uzamıştır. Berlin Duvarı’nın yıkılmasının 25. yıl dönümünde Almanya’dan gelen 100 özgürlükçü ellerindeki kesicilerle Bulgar Türk sınırındaki tel örgüyü kesip yıkmaya yöneldi, ama jandarma ve polisler tarafından durduruldu. Demokratik Avrupa gençliği AB’nin tel örgülü yeni bir toplama kampı olmasına isyan ediyor. Türkiye dış ekonomik ilişkilerinin gelişmesine engel olmak milliyetçi hedeflerden biridir. MC “Bulgarlaştırma” ve asimile etme zulüm defterlerinin yeniden açılmasından ve Bulgaristan’da Türk ve Müslüman kimliğinin tamamen yok edilmesinden yana bir politik platform uygulanmasından yanadır. Zehirli bir çıbanbaşı olan MC’nin politik ve ideolojik temel kaynağı nedir? Bu partinin çıkardığı milletvekillerinin hepsi eski (açıklanmış ya da açıklanmamış) gizli polis “DC” ajanı, parti sekreteri ya da ordudaki politik subaylarındandır. Bu gibi güçlere dayanan tabanda totalitarizm terörüne son verilmesinin 25. yıldönümü vesilesiyle yapılan bir ankette, emekli Bulgarların % 55’i totaliter zulüm döneminin geri gelmesini istemiştir. Sosyal tabanı hala çok geniş olan aşırı Bulgar milliyetçiliğine bir de köhnemiş faşist ideolojik akıl hocaları katıldı. Olayı şöyle açıklayabiliriz: MC içindeki politik partilerden biri Bütünsel Bulgaristan partisidir. Bu parti bundan 10 yıl önce kurulan Bulgar Bilim ve Sanat Akademisi Başkanı Akademisyen Velev tarafından yönetiliyor. 2004’te kurulan bu Akademinin aktif üyeleri arasında artık 220 profesör ve 400 bilim adamı var. Ayrıca birçok aktör ve sanatçı bu saflarda örgütlendi. Modern Bulgar milliyetçiliğine kaynak olup yön veren bu düşünce akımı, Bulgaristan’da faşist ırkçı milliyetçilik ininden çıktı. Olayın asıl tarihçesi şöyledir: 1948’de kapatılan ve 256 üyesi tutuklanıp yargılanan Çar döneminin faşist ruhlu bilim enstitüsünün yerine bugünkü Bulgar Bilim Akademisi (BBA) kurulmuştu. Bütünsel Bulgaristan Partisi hala çalışan Bulgar Bilimler Akademisinin kapatılmasını ve onun mal mülk ve imkânlarına konmak istiyor. Son dönem çalışmalarında bu ulusalcı akım birkaç tarihçi ve ideolojik eserle modern Bulgar milliyetçiliğinin gözünü açtı ve artık iktidar yoluna


Makale ve Analizler - 2014

63

girdi. Bu açıdan bakıldığında Bulgaristan’da faşist düzeni diriltmek isteyen MC bir anti-sistem partisidir. Yasa dışıdır ve kapatılmalıdır. Demokratikleşme yolundaki aşılmaz hendeklerden biri işte budur. MC ideolojisi, 1944 öncesi faşist Bulgaristan kalıntılarıyla bağlantılı ve iç içedir. Özünde “Her şeyin Üstünde Olan Bulgaristan’dır!”, gibi faşizan-ırkçılık söylevle meclis kürsüsüne kadar tırmanan bu parti, Bulgaristan’ın AB’den dışlanmasına ve komşularımızla aramızın açılmasına neden olabilir. MC’nin ideolojik temeli ırkçılık yani faşizmdir. MC’nin en büyük ortağı VMRO. MC’de buluşan aşırı sağ kanat parti, hareket, cephe ve birlikler arasında kaynaşma süreci devam ediyor. Onlar köy ve kasabaları gece gündüz dolaşarak örgütlenmeyi tabana indirmeye çalışıyorlar. Valeri Simyonov’ adında Burgazlı bir iş adamı tarafından yönetilen MC’ye Ekim 2014 erken genel seçimlerinde onlara arka olan büyük güçlerin en irisi de, 1908 İlinden Ayaklanmasında (Osmanlıya Karşı bir hortlamadır) asi çetecilerinden olan Makedon haydutlarının Anti-Osmanlı, Anti-Müslüman, Anti-Türk ve Anti-Pomak zıplamasında temel rol oynayan, 1913’te Gotse Delçev-Satovça Pomaklarına kan kusturan, aileleri, soyları, köyleri göçe zorlayan, taşınmazlarına el koyup talan eden Makedonya İş Devrim Teşkilatı (VMRO) partisinin günümüzdeki çömezleridir. Meclisteki MC grubunun omurgasını Milliyetçi Cephe –Makedonya İç Devrim Teşkilatı oluşturuyor. 1944’ten beri Bulgar sağ kanat aşırı milliyetçileri ilk kez meclise girdi ve aşırı politik söylevlerini şiddetlendirme imkanı buldular. Açıklama 2: Günümüzde Bulgar milliyetçiliği aşırı sağ ve aşırı sol olmak üzere iki kanat halinde örgütlenmiştir. 1990 - 2003 arasında Bulgaristan’da örgütlü milliyetçi hareket yoktu. Ülkede Anti-Türk milliyetçiliğinin köklerinin kazınabileceğini düşünenler bile olmuştu. Milliyetçiler uzun zaman sindiler ve inlerinden çıkmadılar. Olaylar Bulgar sosyalist ve komünist hareketinin özünde ulusalcılık ve aşırı milliyetçilik damarında canlı bir öz olduğunu artık tamamen kanıtladı. Bu açıdan şunu önemle belirtmemiz gerekir, 25 yıldan beri sözde gelişen ve bir adım yol alamayan Bulgar demokratikleşme hareketinin sürekli el freninde durmasının iki ana nedeni vardır. Bunlardan biri, a) Demokratik Güçler Birliği (CDC) partisini kuranların ancak ve yalnız komünist totaliter rejim tarafından el konan dedelerinin mal ve mülklerini geri almak (aldılar ve dağıldılar) için kurulmuş olması ve b) II. Simeyon Hareketinin de ancak ve yalnız Simiyon Sakskoburgotski’nin dedesi Çar Ferdinat ve babası Çar III. Boris’in (1908 - 1944 arası) Bulgaristan’da


64

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

üzerlerine tescil ettirdikleri taşınmazları yasal kılıfla yeniden elde etmekti (o bunu başbakan olduğu yıllarda başarmıştı da, şimdi Bulgar mahkemeleri aleyhinde art arda karar verip bunlardan en irilerini yeniden geri aldı..) Bu unsurlara bir de Bulgar demokratikleşme hareketinin ideolojisi ve gelenekleri olmamasını eklemek gerekir. Bulgar halkı 25 yıldan beri el yordamına ilerlemeye çalışıyor ve yol açmayı başaramıyor, hedef göremiyor. Yeni kurulan II. Borisov hükümetinde GERB partisi orta direk olsa da, duruma hakim olan birbiriyle bağdaşmayan zıtlardır, birbirinin yüzünü görmek istemeyen, görüşmek istemeyen kişilerdir. Mesela bir yanda “ABV” gibi sol görüşlü ve Batı dünyasında yaşayıp Moskova ile flört etmek isteyen, öte yanda Bulgaristan’da İkinci Dünya Savaşı öncesi faşist Çarlık milliyetçiliğini diriltme hevesiyle yanıp tutuşan MC’nin aynı davaya hizmet etmesi, aynı ruhta olan reformları gerçekleştirmesi, aynı istikamette yürümesi düşünüle bilir mi? Evet Her odun bile her ateşte yanmaz! Üstüne üstelik bu kabinede 6 bakanlığı Reformcu Blok alırken, hedefinin reform yapmaktan fazla, bakan koltuğu kapmak olduğunu gizleyememesi de dikkatleri üzerine topladı. GERB partisi ise, sanki hayatının kumarının son şansını yani son elini oynuyor. “Ya kazanırım” ya “yok olurum” havasının dehşetinden cin çıkacak endişesinden kendini kurtaramıyor. Politik ufalmanın seyri. Yerden yere değişen, gölge gibi hareket eden ve hatta karada yüzen diyebileceğim bir mutabakat, bir yeni ortaklık kuruldu. 8 partili meclisin 4 partisi aynı kavanoza kapansa da yakında bomboş olacağından korkanlar var. Öte yandan İvan Kostov’un 1997’de konserve ettiği politikacılar kapsüllerinden çıkıp politik sahada oynamak istediklerini duyurdu. Bunun önlenmesi için yeni hükümet bin yüksek memurun (müdür ve müsteşar) görevden alınamayacağını açıklamak zorunda kaldı. Bir korku ikincisini doğuruyor kuşkusuz. Bin müsteşarın görevinde kaldığı bir politik ortamda reform yapılabilir mi? Eskimiş kafalardan yenilik beklemek doğru olabilir mi? Bulgaristan’ı çökerten, sanayi ve tarımın ardından bankacılığı da iflasa zorlayan bilinçaltı görev başında kalınca, herhangi bir değişikliğin kapısı açılamaz! 10 Kasım 1989’da devrilen totaliter rejimden sonra bizde böylesi dalgalı, sallantılı ve kırılgan denge kurulmamıştı. Yine son 25 yılda Bulgar parlamentosuna 8 parti birden girmemişti. Bir aydan beri süren iktidar kurma görüşmelerinde birinden çok uzak uçların bir noktada buluşturulmasına da bu denli çaba sarf edilmemişti. Bizde eskiden işler hep ufalanmaya tepki gösteren, daha doğrusu olanak bulamayan iri parçalar halinde yuvarlanıyordu. Mesela, T. Jivkov


Makale ve Analizler - 2014

65

zamanında her seçimde % 99,98 oy verilirdi. BKP hep neredeyse % 100 seçim zaferi kutlardı. Bu alışkanlık kolay bozulmadı. 1992’de Bulgar seçmenlerden 2 milyon 400 bin kişi hep birlikte Demokratik Güçler Birliği (CDC) Partisine oy verdi. Aynı tabloyu 2001’de Çar II. Simyon’un İspanya’dan dönüşünde de yaşadık O henüz politik parti bile kurmamıştı ki 1 milyon 800 bin oy aldı. Sanki evi yanan samanlığa kaçıyor, samanlığı yanan cami odasına doluyordu. İdeoloji, politika, ulusal menfaat falan arayan yoktu, herkes canını kurtarma peşindeydi. Yıkılan toplum düzeni harabelerinde kalmaktan kaçış vardı. Burada halkın bilinçli değil, kurtuluşu arayan bilinçaltı ile hareket ettiğini görüyoruz. İki partiden de (CDC ve II. Simyon) kaçanlardan 1 milyon 200 bin seçmen 2009’da hiç tanımadığı GERB partisine oy verdi. Yine ideoloji, hükumet programı, reform paketi aramadı. İstek ve kutsal emellerinden kaynaklanan bir stratejik hedef henüz doğmamıştı. Son çeyrek asırda Bulgar dilinde adına (elektorat) denen, oy hakkını kullanan bu büyük kitlede bir partiye sırt çevirip yeni umut peşinde koşarken adeta sel olup aktı. Akarken dağıldıkça dağıldı, dağılırken de azalıp ufaldı. Meclisteki 8 parti bu sürecin parlak ürünüdür. Şimdi bunların en iri olan bölüm 84 milletvekilli GERB partisidir. 2 artı 2 DÖRT diyenler neden yanıldı? Sel gibi dediğimiz bu akış günümüzde güneşe göre dönen bir gölge şeklini aldı. Birkaç gölgenin yakınlaşarak bütünleştiği ve büyüdüğü doğaldır. Katı çizimler de bir yere toplandıkça büyür. Yeni hükümet için 2 + 2 = 4 diyenler neden yanıldı? Bunu düşündünüz mü? Bu olayı (yeni hükümetin kuruluşunu) katı 4 cismin bir yere toplanması olarak değil, gerçek niteliği anlayabilmek için 4 damla sıvının bir yerde toplanması olarak görmeniz gerekir. 2 damla su + 2 damla su eşittir 1 büyük damla su. Doğru olan da budur. Bu işlem, sıvı niceliklerin toplamından yeni nitelik oluşması olarak ele alındığında, 2 damla su artı 2 damla su elde edilen büyük ve homojen 1 (BİR) damla su olacaktı. Yasal olan budur. Hükumet bir elin yumruğu, bir koldaki güçtür. Ne yazık ki, bizde olmadı. Bu partilerin renkleri ve bileşimleri farklıdır ve birleşmeleri olanaksızdır. Bu dört damla (yani dört politik parti) birbirine karışmıyor, yağı ile su gibi birbirine karışıp bütünleşmiyor. Yani yeni Bulgar hükumeti dört yamalı bohça durumundadır. Gün gibi ortada olan, şartlı işlerin sağlıklı olmadığıdır. Aralarında, aynı politik sorumluluğu birlikte taşımak istemeyenlerin birleşmesinin imkânsızlığını görebiliyoruz. Vatandaşların şu ya da bu kesimine karşı hükümet kurulamaz. Farklı olmak varken, şunu “kazımak” bunu “kovmak”, ötekini “eritmek”, daha öte-


66

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

kini “kovuşturmak” için iktidar olmanın anlamsızlığını zaman hemen gösterecektir. Bu kadar çok yamalı bir bohça veya elbiseyle evde oturulabilir ama dışarı çıkılamaz, dünya insana güler. Rezil olmak işten değil. Yerinde sayanlar yeni bir sayfa açtı. Hayırlı ve uğurlu olsun!

Daha Derinlere İnelim

Hüseyin Yıldırım-11.Kasım.2014

Geçiş Dönemi Bitti...Yeni Geçiş Dönemi Başlıyor 10 Kasım 1989’da totaliter rejimin düşünce Demokratik Güçler Birliği (CDC) ve protestolardaki şahsiyetlerden biri olan Dimitır Lucev, Dimitır Popov hükümetinde (1990 - 1991) Başbakan Yardımcısı ve Filip Dimirtov’un hükümetinde (1991 - 1992) Savunma Bakanı oldu. Son günlerde yayınlanan sosyolojik araştırın birinde, Bulgarlardan % 55’i Todor Jivkov’un kim olduğu ve 10 Kasım 1989’da olup biten konusunda bilgisizlik gösterdi. Tarihin bilinçli olarak hafızadan silindiğini söyleyebilir miyiz? Çağdaş tarihin konum olmasının sağladığı olanaklarla ve elimdeki bilgilere dayanarak, okullarda ders olarak öğretilenin, yumuşak bir ifadeyle olmak kaydıyla, gerçekten şematik bilgiler olduğunu söyleyebilirim. Öte yandan, ders metinleri kolayca okunur bir şekilde sunulmuyor. Genel olarak ifade edildiğinde, öğrencileri tiksindiren ve onların öze inmesine engel olan ders kitaplarında eski sosyalist terminoloji egemenliği var. Bu gerçek, tarihin silinmesi için bilinçli olarak yapılan bir deneme olmayıp bizdeki eğitim seviyesidir. Problem, öncelikle televizyonda ve genelde iletişim araçlarında tarihin bu dönemine çok az zaman ayrılmasında gizlidir. En güçlü etkileyici araçlar bunlardır. Son zamanda belgesel filmler gösterilse de, şimdilik yetersiz kalıyor ve gençler izlemiyor. Öte yandan, içinde bulunduğumuz şu ortam, konu ettiğimiz dünyadan kökten farklıdır. Gençler o zaman tam olarak ne olduğunu bilmiyorlar. İnsanların Jivkov’u, o Pravets köyü kurnazını, unutmaları biraz da olumludur. Aslında, komünizmin kötü bir şey olduğunu bilmeleri, iyidir. O zaman olanların artık hatırlanmaması, Geçiş Dönemi için nasıl bir anlam taşıyor? 25 yıl sonra bugünkü geçişi nasıl görüyorsunuz?


Makale ve Analizler - 2014

67

Bizim Bulgar anlayışında ve medyaların da daha fazlasında, eleştirici bir eğilim gözleniyor. Dünya topluluğunda yaşıyoruz, bilgi teknolojilerinden faydalanıyoruz, farklı giyiniyoruz, değişik kitaplar okuyoruz, dış ülkelerde öğrenim görüyoruz... Farklı olmamız doğaldır! Sofya’ya bir kuş bakışı yapsak, kentin yarısı yenilendi, yollardaki araçlar hep yeni... Bir “Şkoda” için 10 yıl sıra beklediğimi kızıma nasıl anlatırım. Dev yenilenme oldu. Bulgaristan global dünya ile hakikatten kaynaştı. Yaşam niteliğinin, politik sistem, demokrasimizin kalitesinin olması gerektiği gibi olmaması başka bir sorundur. Sıkça demokrasimiz ve serbest pazar ekonomimiz olduğunu fakat onların iğrenç biçimde olduğunu söylüyorum. Sosyalizm üstüne yazdığımda, o zamanlar sanayileşme gerçekleştirildiğini, fakat bunun dünya standartlarında rekabet edemeyen bir iğrenç endüstrileşme olduğunu belirmiştim. Şimdi de bizim serbest Pazar ekonomimiz ve demokrasimiz Avrupa topluluğu standartlarında rekabet edemez durumdadır. Sizce engel olan neydi? Her şey insanlara bağılıdır. İşin sırrı, toplumdu reform edip modernleştirmeye ne kapasitesi, ne arzusu ne de hırsı olan ulusal liderleri şu dönemde iş başına getirmemizde gizleniyor. Bu uğurda çalışmak gerek. En nihayet kendiliğinden olan bir şey yoktur, bir toplum yöneticileri onu nasıl dönüştürürse öyle gelişir ve ilerler. Değişiklik olabilir mi? Yakın zamana kadar devam eden protestolar 1990’ların protestolarıyla kıyaslanıyordu. O zamanki ve şimdiki protestoların arasındaki fark nedir? Devasa fark var. 1990 ve 1991 protestolarında, tek partili rejimin kaldırılması, çoğulcu sistem uygulanması vs. vs. gibi somut fikirler, program ve hedef vardı. Bir sıra istek yer alıyordu. İnsanlar yıkımdan sorumlulardan hesap sorulmasını vs. istiyordu. Demokratik Güçler Birliği (CDC), sendikalar, sivil toplum kuruluşları gibi örgütleyici bir gücün karşılarında durduğu 1997 Ocağında komünistlerin iktidardan çekilmeleri gerektiği yönünde şeffaf bir fikir vardı. Geçen yılki protestolarda farklı olan nedir? Kendilerine güzel ve aydın denen, Bulgar toplumunun en uyanık kesimi ruhsuzluk sergiledi. Fark budur. Somut istek hazırlayıp sunamadılar. “KİM” sorusunda güç yoktu. İkinci, şimdiki genç neslin, demokrasiye ulaşılmasının yegâne koşulu olan, kendi kendini örgütleyebilme gibi çok önemli bir niteliği yitirmiş olduğu ortaya çıktı. Protestocuların kendilerini örgütleyememesi bir yana, örgütlenmek istemeyişleri dikkati çekti. Örgütlenmeyi küçümsediler. Demokrasi koşullarında başka bir sivil ya da politik temsilciliği yükseltebilmenin başka bir yolu yoktur. Belirli hedeflere ulaşabilmek için kendilerine güvendiğin kişileri ön sıraya çıkarabilmelisin! Böyle bir şey olmadığına göre, sonunda ne yaptılar? Statükoyu geri çardı-


68

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lar, işareti ters çevirdiler. Şimdiye kadar iktidarda olan Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) yerine, GERB partisini çağırdılar. Söylediklerinizden anlaşıldığına göre, bugün de niteliği farklı bir sivil toplum enerjisi var. Ben insanlarımızın ruhsuz olduğunu, bu nedenle söyledim. Ne istediklerini kendi kendilerine anlatamıyorlar. Oreşarski gitsin. İyi. Peevski de gitsin. Bu da iyi! Ne var ki, sorunun çözümü onların gitmesinde gizlenmiyor. Bulgaristan’da şu an egemen olan ve toplumun tüm kanını emen parti kadroları modeli yok edilmeden, bizim devletimizde ciddi hiçbir şey yapılamaz. Jivkov’un artık hatırlanmaması bir yere kadar iyi, dediniz. Önce yapılmış olanın bir yanlışlık olarak tekrar edilmemesi için, 10 Kasım 1989 öncesi olmuş olan bazı iyi şeyleri de hatırlatır mısınız? Öncelikli olan sivil toplumla ilintilidir. Vatandaş olmak isteyenin uyruklu olmakla yetinmemesi anlaşılmalıdır. Sosyalizm döneminde, komünist partisinin yönetici rolü ve mühendis kolları altında hepimiz uyruklu kişiler olarak eziliyorduk. Bir grup insanın hepimizi ezmesine müsaade etmemeliyiz. Özgür olma, örgütlenme, iş sahibi olma, eylem ve söz özgürlünden yararlanma gibi dünya insanları için önemli olan haklardan Bulgar vatandaşlarının da yararlanabilmesi olanakları savunmalıyız. Bu her zaman hatırlanmalı ve asla unutulmamalıdır. Devletin herkesi himaye ettiği devletçi düzene dönmemeliyiz. 90’lı yıllarda sosyal eşitlikten, devletin herkes için hizmet sunduğundan dem vuran komünist propagandaya devamlı karşı çıkıyorduk. Yoksulluk koşullarında eşit olmayı arzulayan yoktur. O zaman var olan eşitlik sefillik kıtlığında olabilir bir eşitlikti. Şu da var ki, bugünkü durumda, birçok kişi o dönemin yoksullar eşitliğini de arar duruma geldiler. Bizden neden böyle oldu. İşler neden ters gitti? Bunu yapan da insanlardır. Bürokratların ve memurların himayesi altında olan yoksul bir toplum daha önce gördüğümüz ve yaşadığımız, sefil, mutsuz, gri hayatı yeniden dayatıyor. Çünkü insanların en ilkel isteklerine yanıt verebilecek kadar gelişemiyor. Sözlerinizde hayal kırıklığı hissediliyor. 1989’da büyük sivil toplum enerjisi üreten fikirler vardı. Onlar bugün yaşıyor mu?, yoksa unutuldular mı? Unutuldukları kanısındayım. Onlar çok çarpıtıldılar. Solcuların, milliyetçilerin, halkçıların her çeşidi tarafından tenkit edilen, liberal devlet ve liberal modelin lanetlenmesi yaptıkları en büyük kötülüktür. Hedeflerimizin ne olduğunu ya bilmiyorlardı ya da bilmek istemiyorlar, bu da çarpıklığın temel nedenidir. Refah toplumundan söz ederken, bir de her şeyden sorumlu olan liberal model ve liberal reformlardır, diyorlar. Saçmalıktır bu. Önce şu soruya yanıt versinler. Bu re-


Makale ve Analizler - 2014

69

formlar diğer Doğu Avrupa devletlerinin hepsinde olumlu sonuç verdi de bizde neden uygulanamadı? Bizde işlemediler, çünkü durduruldular. Bulgaristan’da küçük fakat iyi çalışan bir devlet fikri asla çalıştırılamadı. İktidar, ayrıcalık, imtiyaz ve zenginlik kaynağı hep devlet kaldı. Politik yönetim bunu bilinçli olarak gizlemeye devam ediyor. Bulgar toplumunun en büyük tümörü, her şeyi sağlayan ve her şeyi paylaşan büyük devlet oldu. Ekmek veren devlettir. Merkeziyetçi ahlaksız devlet... İyimserlik için de biraz yer ayıralım. Tüm değişikliklerin yapılabilmesi için 25 yıl daha mı gerekli olacak? Bu sizlere bağlıdır. Parlamentoya dolanlara baktıkça içim bulanıyor. Tekrar ediyorum. Değişimleri yapanlar insanlardır. Devleti yöneten kişilerin nitelikleri yoksa, toplum aydınlanamıyorsa, yapılacak bir şey yoktur. Enerji dava için gereklidir. Hangi davadan söz ediyoruz. Para kazanmak hedef oldu. İktidara yükselmek dava oldu. Kolay ve tatlı yaşam dava hedefine dönüştü. Size 1934 yılında Atanas Burov’un Bulgar burjuvazisi hakkında söylediği şu sözleri hatırlatmak istiyorum: “Bulgar burjuvazisi kişisel refah yolunun toplumsal başarılardan geçtiğini henüz öğrenemedi.” Bugün sosyal başarıya götüren yol yoktur. BGSAM - Çeviri

Kine Dayanan Denge

Dr. Nedim Birinci-11.Kasım.2014

Bulgar politikasında bu defa da en fazla işe yarayan yine kin oldu. Bulgar kininin köklerinde kökünde kıskançlık vardır. Öç alma duygusu Bulgar ırkında sönmeyen bir duygudur. Onlara, ya siz “Türklere neden bu denli gammazlısınız?” diye sorsanız, hiçbiri cevap veremez. Çünkü insandaki kin belleği değil, bir dolgudur. Dünyaya gelen kiminle yaşayacağını bilmeden gelir. Kin, nefret ve öfke adresli olduğundan bebenin bilinçaltı boştur. Yeni doğan bebekler Türk, Bulgar veya Çingene olduklarını bilmezler. Kendinize bebek ilk önce kime öfkelenir diye sorsanız. “Anasına” cevabında zorlanmazsınız. Acıkınca anasına çığlık atarken öfke duygusu belirir. Gözleri kıvılcım saçar, üst damak içeri çekilir vs. Konumuz sosyal-politik ilişkilerdeki kindir. Onlar bize belki de bu topraklara onlardan çok daha uzaklardan ve çok daha dolan başlı yollardan, çok daha


70

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

zengin birikim ve kültürle, kimseye muhtaç olmadan işimizle gücümüzle geldiğimiz için öfkeli olabilir. Türkler Balkanlara öz kültürlerini İslam’a akıtarak dini bütün gelmiştir. O gün bu gün Bulgarlara asla uymamışlardır. Zorlu gelen, gezip gören ve çok bilendir değimleri bizim için söylenmiştir. İşi Ustalığı kapan deneyim sahibidir de bunlardan biridir. Kültürlü olan sakin ve birikimlidir. Mesela bizim Orta Asya’dan daha yüksek bir uygarlık kültürüyle gelmiş olmamız kimi zaman kan kabarttı. Atalarımızın daha üstün bir üretim ve yaşam biçimiyle diyarlarca göçüp Balkanları vatan seçmesi imrenildi. Türk bireyin kimlikte bütünleşmiş oluşu da gıpta edilen bir özellik oldu. Özümüzdeki Türk kimliğinde hiç kimseye kin tutmama gerçeği vardır. Biz yaşadığı dünyayı seven ve ehlileştiren bir ırkız. “Kamu alem birdir bize diyen” büyük düşünürümüz Yanus Emre’dir. Mevlevi ve Bektaşi geleneklerinde ayırım yapmayan dünya sevgisi esastır. Yaşayış şeklimizde insan sevgisi, farklı olan herkese hoşgörülü davranma ve aynı ortamda yaşayanlarla iyi komşuluk etme, yardımlaşma en önde gelendir. Asırlar geçse de temel ilkelerimiz asla değişmemiştir. Birlikte yaşadığımız insanlara bizden farklı dil ve dinleri olduğu için kin tutma ve öfkeli davranma özümüzde hiçbir zaman yer etmemiştir. Biz, var oluşumuz boyunca özgürce konuşup, özgürce ibadet etmeyi insan haklarından en doğalı olarak kabul etmişiz. İnsanların farklılıklarına saygılı olmak özümüzden gelir. Ne yazık ki, Hıristiyanlıkta ve öncelikle Bulgar ortamında işlerin Arap saçı gibi karıştığı ve bunalım girdabının toplumu dibe çektiği zamanlar derman mehlemi hep kin ve nefrette arandı. “İnsanı ve toplumu bitiren zehir kindir” uyarısı bizimdir. Kin, öfke ve nefret kaynakları ise kıskançlık ve bencilliktir. Toplumu içinden kemiren, dağıtan, parçalayan egoizmdir. Ne yazık ki, kıskançlık ve bencillik toplumumuzdan kazınamadı. Yeni hükümet ortaklığında da birleştirici alaşım oldu. Toplumsal bütünlüğü oluşturan ulus ve etnikler arasındaki farkları tanımayanlar bize “soya dönüş- Bulgarlaştırma” çilesini yaşattı. “Bende olması önemli değil, önemli olan komşumda (sende) olmasın!” nüktesi totaliter dönemde Bulgar folklorunda esaslı bir yer alırken, devlet politikasında zorba uygulanmasına esas olmuştur. Geçen hafta kurulan 4’lü hükümetin tutu ve biberi de “farklılıkları kazımak” olduğundan dolayı, Bulgaristan’da yeni bir kin ve nefret sayfası açılmıştır. Olay “öteki” olunca işler kökten değişirken, kıskançlık şimdi de yeniden paçadan sızdı. Bulgar halkındaki bir başka önemli özellikli nitelikse birisi birine kızınca, etraftakilerin de aynı nefret korosunda yaygara koparmak için hemen yer almasıdır. Bu, bir horoz ötünce diğerlerin köylüyü ayağa kaldırması veya bir it mırıldadığında köy köpeklerinin bir ağızdan havlamasını anımsatır. Bu defa Bulgaristan’da antiTürk korosu zirve yaptı. Söylenen şarkılar “soya dönüş” zulmüne devam daveti-


Makale ve Analizler - 2014

71

dir. Biz ana dilimizde anaokulu isterken, onlar çocuklarımız daha memeden ayrılmadan Bulgar anaokullarına zorla toplamaya hazırlanıyorlar. Bu horozun sesi ilk günden çatlak çıktı. Kasımda Başbakan Borisov daha kabineyi açıklamadan imzalanan ortaklık bildirisi ve hükümet programındaki hedeflerin anti-Türk hedefli olduğunu gördük. Türklere, Müslümanlığa, İslam’a, etnik farklılıkları tanıyıp kardeşçe yaşamaya, insan haklarımıza karşı yeni saldırı yarışına sanki start verildi. Bulgaristan’da Türk ve Müslümanlık düşmanlığı tohum gibi ekilip biterken ikizleyen, üçüzler ve körüklemeden alevlenen bir ateşe dönüşür. Aslında bizim köy köpekleri konu komşuyu kokusundan tanır. Birbirleriyle iyi geçinenlere, ezan ve çan sesine, okul çocuklarına havlamazlar. Kadına kıza kuyruk sallar, geçer, saldırmazlardı. Bu kural da bozuldu. Bu yılın Haziran, Temmuz, Ağustos ve Eylül ayları yani Ekimdeki seçim öncesi aylarda ve 1 ay süren yeni kabineyi çatma sürecinde her gün 1984 Aralığı ile 1989 Büyük Göçüne uzanan sıkıntılı günleri sanki yeniden yaşadık. Gece gündüz kötülendik. Bulgar kıskançlığı zehir döktü. Hedef HÖH - DPS partisinin Bulgar halkına karşı hal hatır kırıcı tek söz söylemeden seçim kampanyası yürütmesi oldu. Karşılıklı saygı ortamında beraber yaşayışımızın değişmez yazgı oluşunu kabul etmek istemeyenler birlik ve beraberliğimizi, sakin ve hoşgörülü mizacımızı, sıkı dayanışma, yardımlaşma ve dostluğumuzu bozamadıklarından gocundular. Öfkeyi politika yaptılar. Bozuk niyetler kabak çiçeği gibi açtı. Çocuklarımızı 5 yaşında Bulgarca sınavına tabii tutup onların ana dilini bilmeyen Türk, Pomak ve Çingene yavruların okul kaydına engel olmayı konu ettiler. Bunu İngiliz sömürgecileri 200 yıl önce Hindistan’da uygulamıştı. Ötekileştiren, diskriminasyon gibi ayrımcı, farklılaştıran bir muamele öngören sömürgecilik politikası bize geliyor. Farklı yaklaşım siyasetiyle o zaman İngilizler Hindistan’da 5 bin çocuktan ancak birini koleje alıyor, 100 bin kişiden birini devlette memur atıyor, 100 milyon Hintliden birini de İngiliz Avam Kamarası’nda temsilci yapıyordu. Gandi İsyanı Hindistan halkları kör cahil bulmuştu. Arkamızı T.C.ye dayamazsak başımıza gelecekleri bir yaratan bilir. Ayrımcı politika bizde son 25 yılda yeni-liberal biçimiyle zaten uygulanıyor. Misal göstermek gerekirse, gizli servis ve komünizm çömezi Ahmet Doğan hala “sarayda” yaşatılıyor. Halkımızın bedbahtlığı ırkçılar ve çotukları için mutlu esinti oldu. 1984’te Bulgaristan’da it korosunun büyük şöleni Plovdiv (Filibe) Belediye Mahkemesinde çok özel ve çok kıymetli tarih ve sanat eserlerimizden Karlovo “Kurşun Cami” Başmüftülüğe iade edilsin kararını dikte edilirken başladı. Kırcaali’de Medrese, Dobriçte Büyük Okul ve avlusu, Vidin’de Konak ve bazı diğer değerli mülklerimizin yerel mahkemelerce gerçek sahibine geri verilmesi gereği ilan edilince Bulgar milliyetçiliği iyice hortladı. Çılbırını koparmış


72

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

azgın hayvanların sebep olduğu dehşet yaşandı. Irkçı milliyetçiler, vatan topraklarımızda onların dışında bir etniğin-milletlerin, halkların, kültür ve dinlerin, kadim medeniyetlerin malı mülkü taşınmazı olmasına tahammülsüz olmadığını gizleyemediler. Geçmişiyle, tapusuyla, üzerindeki allın teriyle bizim olanlarla ilgili onların “bizimdir ve vermeyiz” demeleri, belki de günümüzde güzel dünyamızı kirleten en tehlikeli çağ dışı zihniyettir. Bulgar kıskançlığı ve kinine bu dünyada artık yer olmadığına hepimiz ikna olduk. Bir çoğumuzda tortu bataklığında yaşıyoruz duygusu uyandı. TV Belgesellerinde Tornado girdabı izlerken, suda ya da karada başlayan burgaç hakkında “o bu dehşetli kudreti nereden alıyor” sorusunu kendinize sormuşsunuzdur. Son zamanda kâinatın ortasında bir kara delik olduğu bahsi açıldı. Burgacın ortasındaki kara delik görüntülendi. “Yıkıcı enerjinin kaynağıdır!” diyenler oldu. Öyleyse, insanın içindeki olumsuz enerjinin, hasımlığın yani kin, öfke ve düşmanlıkların kini, ötekileştirme jeneratörü nerededir? Kafalarda bir soru patladı. Milliyetçiliğin körüklediği politik girdap insanlığın ilerlemesine ters akıntıların oluşturduğu bir kör dönmeyse, toplumsal gelişimi durdurduğu için neden yasaklanmıyor? Bulgaristan’ın imzaladığı bunca uluslar arası antlaşma neden uygulanmıyor? Milliyetçilik burgaçları da rast gele kör döngü müdür!? Yoksa bir yasallık mıdır? Bizdeki kin’in kaynağı Bulgar ırkının unutmasına olanak verilmeyen çarpıtılmış tarihse, bunun doğru dürüst yazılmasına yol yok mu? Bir tornadonun kendini frenleyemediği, zapt edemediği, stop edemediği ve yerli yerinde mıhlanamadığı gibi insan ruhuna mayalanan ve fırsat buldukça ateşlenen kötülükleri stop edip enerjisini toprağa akıtıp hafızadan kazıma olanaksız mıdır! Cevabınız var mı? Düşmanlıklar kurutulup kökleri kazınamaz mı!? Yoksa “kazıma” fiili yalnız Türklerin devlet görevlerinden kazınıp atılması için mi geçerlidir. Bir haftada 100 Türk memurluktan atıldı yetmedi mi? Bu defa şuna da tanık olduk: 1984 - 1989 arası birliktiler, hiç biri BKP ve devlet çizgisinden sapmadı. Bize “geçmiş olsun!” diyen tek Bulgar olmadı. Henüz dili sökülmemiş bebeler, kötürüm olmuş ve son nefesle ölümü bekleyenler sonraya bırakılmadı. Ve şimdi de sırtlanlar gibi birlik oldular, Bulgaristan Türklerini, Pomakları ve Roman kardeşlerimizi DPS’ deki özgürlükçü yolu kesmek için birlik oldular. Hepsi birden her yönden ve hep bir ağızdan havladılar. Bir kitapta “düşman yakınında olandır” gibi bir şey okumuştum. “Yap iyiliği, bul kötülüğü” nüktesi bizimdir. Bulgaristan’da zamanını dolduran Sosyalist Parti (BSP) ile ne yazık ki, öz halkına ihanet etmeye devam eden Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH - DPS) arasındaki ilişkiler bu gerçekliğe aynadır. 4 defa birlikte hükümet kuran, bal kazanından beraber kaşıklayan, erkek erkeğe


Makale ve Analizler - 2014

73

dudak dudağa öpüşenler nasıl unutulur? Oysa şimdi birbirlerinden cüzamlı gibi kaçıyorlar. Mırlayan itler gibi birbirlerine diş biliyorlar. Yeni politik sahnede “olgun” ve “baba” tavırlı bir kişilik sahnelemeye çalışan Başbakan Borisov “HÖH - DPS partisi yeni kabineye oy vermesin!” çağrısıyla bambaşka bir miskinlik etti. 4 eşeği bir kazığa bağlamaya çalışırken ipi milliyetçi pislikle yağladı. Ne yazık ki, başka formül bulamadı. Bu da Bulgar politikasında hala barış, dostluk ve güvence kıvamına gelinemediğine kanıt oldu. Son aylarda aşırı soldan milliyetçi “Ataka” ile aşırı sağdan ırkçı “Milliyetçi Cephe” partileri Türkleri, Türklüğü, Müslümanlığı, İslam’ı ve Türk uygarlığının aziz eserlerini, iyilik erdemlerini kötüleme yarışına yeniden giriştiler. Şu an ellerinde sihirli bir değnek olsa, AB’den birazcık yüz bulabilseler, hepimizi bir çırpıda Boğazdan öte uçurmaya can atıyorlar. Neler yaşadık, nelere alıştık, buna da alışırız İnşallah. HÖH Genel Başkanı Lütfü Mestan bile bu defa boş bulundu. Bütün kirli donlarını ipte görünce biraz kendine geldi ama ualnız birazcık! TV ekranında 1978 askerliğini anlatmaya başladı. Çözülüyor. 1992’de gizli servis “DC” hizmetinde olmadığına belge imzalamıştı. Olmuş olsan ne olur, olmamış olsan ne olur!? İnsanlar yuvalarından kovulmuş, köyün boşalmış, altın fincanın ve “Mehmet Efendi” kahvesinden kahven olsa, ne olur? Yan yana diz dize oturup iki söz edecek hemşerin mi kaldı! Milletimiz, senin köydeşlerden çekti. Önce Şükrü Tahir’den, sonda senden, bir de şimdi yeni fırlayan, eski polis sopacısı Mümün Tahir’den çekecek. Eşek dikeni sulanıyor. Bizim çekilerimiz bitmez. Ama şu Bulgar var ya adlıya seni karşına ve sordu ya istediği sorularını... Ben devletime “hizmet ettim!” diyemedin. Yazıklar olsun sana! Bu iş tarla kazmak gibidir Lütfü. Çapa taşa çarpar, yüzü döner, sapı kırılır, ama çapalayan bu işin altından şerefle çıkmak zorundadır. Sen çıkamadın. Delyan Peevskiyi savunuyorsun. Neyin oluyor senin şu haydut dölü. 500 bin Türk yuvasından kovuldu. Birisine geçmiş olsun dedin mi? Deyemedin. Deyemezsin de...Peevskiymiş....Vay be! Dost bildiğin düşmanın şakası yoktur. Kirli işlerle uğraşan devletin kendisiydi. Muhbirler alet edildi. Gizli polise hizmet edenlerin kendilerini suçlu hissetmesi gerekir. Bu işin affı yoktur. Şerefli devletin şerefli eri olmak büyük bir onurdur. Ne var ki, gâvura hizmetin şeriflisi olmaz, boka basan kirlenir. Yıllar sonra Lütfü’nün de üzerine sıçradı. Hainler, muhbirler, gammazcılar ordusu oluşturulduğunun bilinci geç oluştu. Denize dalanın “tuzlu su yutmadım” demesine gerek yok ve kimse inanmaz. Umutlu gençlerimizi itibarsızlaştırma devlet politikasından bir halkaydı. Türkleri birbirinin ve kamuoyunun gözünden düşürmek ve haysiyetsizleştirmek o ince politikanın çok kalın bir çizgisiydi.


74

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bir de bazı dosyaların bugün de gizli tutulması anlaşılır gibi değil. Dosya olayı onur sorunu oldu. Strazburg İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşındı. Vatandaş olma şerefinin ayakaltına alındığını kıdemli Bulgar subaylar bile anladı. Gizli servis için “vatan adına”, “milli menfaatleri savunma” gibi saçmalıklarla muhbirliğe zorlananlar aldatılmış olduklarının bilincine vardı. Acı çekiyorlar. Bununla beraber Bulgaristan Türklerinin Ata Vatan sevgisiyle devlete hizmet etmiş olmasi de milliyetçileri gocundurdu. Bugünkü totalitarizm uzantıları, demokrasi bodurları kuşağın anti-Türk, anti-Müslüman ve anti-DPS düşmanlığı hortlatmasına şaşmamak gerek! Bulgar toplumunda dün olduğu gibi bugün de insana seçmeli yaklaşım egemendir. Yeni hükümette eski BKP MK Politik Büro üyelerinin, komünist bakan, genel müdür, müfettiş ve generallerin torunları yeniden bakan koltuklarına oturdu. “Hakkımızdır” havasına girdiler. Bugün dosyaları çarşıya çıkarıldığı için iş bulamayan Türkler dün bu devlet ordusunda askerdi. Dedeleri ise 1912 Edirne Savaşında ön mevziiye sürülmüştü. Hayat bazen demir para gibidir. Bir yüzünü kirletip, pis deyip çöpe atan görmedim. Pişmanlık insan vasfıdır. Bakalım son pişmanlık kime nasip olacak? Sular akarken arınır diyorum. Geçen asrın tüm tortusu hepimizi boğuyor. İstemesek de biz de girdap içindeyiz. Buna rağmen köpek sesine pabuç bırakmıyacağız. Borisov’un “HÖH - DPS bizi desteklemesin!” çağrısına yanıt veren Genel Başkan Lütfü Mestan “Diz çöküp yalvarsanız bile, size oy vermeyiz!” deyince çevremizde olumlu yankılandı. 25 senelik sürünmeli bocalamadan sonra bu ilk başkaldırı olarak kabul edildi. Bulgar mantalitesine (zihniyetine) bakıldığında, döneklerin de itibarda olması gerekir.Çünkü her gün farklı konuşan insanda ahlak arayamayız. Ayıbın parladığı ortamında, moral diye bir şey olmaz. Tuzlu denizde içme suyu aramak boşunadır. Bundan dolayı Bulgarların ahlaksal ortamında döneklik ve yalan söyleme hele bu Türklere karşıysa, maalesef, ne lanetlenir ne yargılanır, onurlandığı görülmüştür. Bu açıdan bakıldığında, “Türklere 10 bakan yardımcılığı” vaadiyle oy avlayanların, havanda su dövüldüğü yakında ortaya çıkacaktır. Bizdeki ilerleme hep dalgalıdır. Dalgalarsa git gelelidir. Bu defa ilk dalga yükselirken Reformcu Blok özünde yer alan eski başbakanlardan İv. Kostov’un Güçlü Bulgaristan Partisi “DCD” lideri Radan Kınev fırsat bulup geri çekildi. Eski günah tepeleri dalganın sahile varmasını engelledi. Yuvarlak hesap149 oya dayanan kabine iki dalga dönüşüne belki dayanabilir. Bu arada, Bulgar TV Birinci kanalından 10 dakika Türkçe haber bültenini indirilmesiyle herhangi bir değişiklik meydana geleceğine inanmıyoruz. Çünkü kendilerini Türk ulusundan, tarihinden, kültüründen ve uygarlığından kopmaz bir parça sayan, bu ruhsallığı bilinçaltı ve bilinç olarak besleyerek yaşatan Bul-


Makale ve Analizler - 2014

75

garistan Türkleri ve Müslümanları çanak antenlerini daha 20 yıl önce Türk-Sat’a çevirdi. Bir de şöyle bir özellik var, evlerinde günde 3 Türk dizisi izleyen Bulgarların Türklükten birçok şeyi yeni yeni öğrendiklerine tanık oluyoruz. 800 yıl tarhana çorbasının, sucuklu yumurtanın ve barbunyanın tadını öğrenemeyenlerin gözleri yeni açılmaya başladı. Tabanın derinlerinden Türklere karşı daha ılımlı tavır geldiği de dikkati çekiyor. Bu bakıma “Ataka” ve “Ulusal Cephe” havlamasından hiç şey çıkmaması da büyük bir ihtimal olarak ortadadır. Bilirsiniz, çok sallanan dalın meyveleri kendiliğinden ve erken düşer ve domuzlara yem olur. Gelişmelerdeki ana yön budur. Herkesin düşünmesi gereken birkaç hassas nokta daha var. Bulgar bilimlerinin konusu da budur. Bulgaristan Bilimler Akademisi’nin dış ülkelere çıkan Bulgarlar arasında yaptığı bir anketin sonuçlarını şöyle açıklandı. “Bulgar halkı 10 Kasım 1989’da totaliter rejimin değişmesiyle özgürce seçme ve seçilme hakkı kazandı, ekonomi, kültür ve bireysel yaşam üzerindeki sıkı kontrol kalktı. Bunlar değişimin getirdiği önemli kazanımlardır. Fakat halkın yitirdiği çok daha fazladır. Aynı dönemde daha büyük kısmı gençlerden oluşan 1 milyon 650 bin kişi geri dönmemek üzere ülkeyi terk etti. Bunlar ve daha başka kesimler Bulgaristan’a asla geri dönmemeye karar vermiştir. 10 Kasım 1989’dan sonra ülkeyi idare etmeyi deneyenlere tarihin vereceği en ağır ceza bu olacaktır.” İlave etmek istediğimiz husus şudur: Bulgaristan gibi milliyetçilik burgacından çıkamayan ülkelerin normal yaşayışı için yalnız özgürlük yeterli değildir. Ülkenin normal yaşanası bir yer olması da gerekir. Biz etniklere zehir saçan bir tornado ülkesi yaşamak istemiyoruz. Bir de birbirini kovalayan patlamalar ülkesinde yaşamak da istemiyoruz. Fabrika patlamazsa, baraj duvarı çatlıyor, o da olmazsa bankalar iflas ediyor, nereye kadar? Bulgar Bilimler Akademisi Yeni Bulgar Tarihi’nin 9 cildini yazdı ve yayınladı. Şimdi 1944 - 1989 yılları tarihi kaleme alınıyor. Bu dönemde en çok çalışan, en fazla çeken biz Türkler ve Müslümanlar olduk. 10.cildin içinde tarih izlerimiz olacak mı dersiniz? Yoksa bizim başımıza kabak patlayalı daha 50 yıl geçmediği için bekletirler mi!? Tarihimizi hep başkaları yazdığından üzgünüm. Bulgaristan halkının çok ağır yazgı çizgisi içindeyiz. Ne kadar yan çizerlerse çizsinler, bizim bir bütünlük içindir oluşturucu bir öz olduğumuzu algılamaları için dilimizi, dinimizi ve özgün kültürümüzü kabul etmeleri kaçınılmaz oldu. XXI. yüzyıla girerken Rusya’dan Brüksel’e dönüp son yüzyılın rezilliklerini pazarlayamayız. Her cismin iki yüzü vardır. Bir yüzünde bizsek, ötekinde onlardır. Onlar ve biz o cismin bütününü oluştururuz. Anlamaları zorunludur. Biz iki yüzden oluşan bir bütünüz. Onlar bu gerçek kabul etmeden ilerleyemeyiz. Yazılan


76

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tarihte unutulmuş olsak bile yazılmamış sayfalarda beraber yaşamak zorundayız. Bu gerçek değiştirilemez. Kendileri değişmeyenler başkalarını asla etkileyemez. Vatanı ebediyen terk etmeyi göze alanlarsa hem tarihe hem geleceğe küs olanlardır. Onlara gurbet suyu içiren ise içlerinde söndüremedikleri öfkedir. Kine dayanan denge en kısa zamanda çökmek zorundadır.

Onlara Kalsın!

Seyhan Özgür-12.Kasım.2014

Demokrasi ve Askeri Disiplin Sofya hükümeti, halk meclisi ve ırkçı milliyetçi Ulusal Cephe partisi birbirini zincire vurdu. Zıt uçları kabinede buluşturan programa imza atan etnik ve yabancı düşmanı ırkçı V. Simiyonov başkanı olduğu 19 MC milletvekilini İç Tüzük Kafesine sıkıştırdı. Tüzükte vekillerin tepki göstermeye, başkandan izinsiz eleştirmeye, yorum yapmaya, öteki milletvekilleriyle yakın temas kurmaya, meclis salonlarında kulislere katılma gibi hakkı kısıtlandı. Cezalar da derecelendirildi: birinci ceza “ihtar”; ikincisi “200 leva” para cezası ve üçüncüsü “meclis grubundan uzaklaştırmaktır.” Milletvekili eski gazeteci Velizar Ençev meclis kulisinde yaptığı bir konuşmadan dolayı dün “ihtar” cezası ile uyarıldı. O, Bulgaristan’ın Avrupalı Geleceği İçin GERB partisi Başkanı Boyko Borisov Başbakan seçilirken “hayır” oyu kullandı. 1984 - 1990 yılları arasında zulüm politikasını uygulayan bu eski totaliter rejim elemanları gözlerini açmışlar, yeni hükümetim “Ortaklık Programını” ihlal etmesini bekliyorlar. Anlaşılan ilk istekleri Bulgar Ulusal Televizyonu I. Kanalında her gün yayınlanan 10 dakikalık Türkçe haberleri yasaklamak! Türkçe söz işitmek istediklerini meclis kürsüsünden hemen beyan ettiler. İkinci olarak da 5 - 6 yaşındaki çocukları Bulgar ana yurtlarına toplayıp zorla Bulgarca öğretmek ve kendi değişleriyle hedef “Bulgaristan’da Türkçenin köklerini tamamen kazımaktır.” Eğitim reformundan anladıkları da budur. Parlamentoda Disiplin Tüzüğü uygulama nedeni ise MC parlamento grubunun bölünmesini önlemektir. “Beraber hareket edersek hükümeti istediğimiz an devirebiliriz.” diyorlar.


Makale ve Analizler - 2014

77

Bununla birlikte sol milliyetçi “Ataka” partisi 11 milletvekiline “disiplin bozma cezası” olarak 150 bin Euro değerinde birer senet imzalattı. Başkan Volen Siderov senetleri özel çelik kasaya topladı. Böylece Sofya meclisinde somunlar aşırı sağ ve aşırı sol uçlardan iyice sıkıldı. Aşırı sağ ile aşırı sol şimdi birbirine selam vermese de, Bulgar milliyetçiliğini ve Türk düşmanlığını düne kadar aynı kazanda kaynatıyordu. Yeni sloganda “kedinin beyaz ya da siyah olması önemli değil, önemli olan sıçan tutmasıdır” yazıyor. Bu tekerlemedeki “fare” Türklerdir ve onlara saldırılmalıdır! Meclis lobisinde anlatılan yeni fıkra aslında çok eski: İnsan felsefesinin babası sayılan Aristoteles bir gün bir işçi çavuşuna 3 soru sordu: İlk soruyu sabah sordu: “Ne yapıyorlar?” Cevap aldı: “Çalışıyorlar!” İkinci soruyu öğlen sordu: “Ne yapıyorlar?” Cevap aldı: “Çalışıyorlar!” Üçüncü soruyu akşam sordu: “Ne yapıyorlar?” Cevap aldı: “Çalışıyorlar!” Ne zaman düşünüyorlar? diye sordu ve cevap aldı: “Düşünmüyorlar!” Bulgar parlamentosunda bu fıkra “çalışıyorlar” sözünü “oturuyorlar”, “düşünmüyorlar” sözü de “uyukluyorlar” sözüyle değiştirilerek anlatılıyor. Bir iş nasıl başlarsa öyle devam eder. Bu meclis işe didişmeyle ve öküz altında buzağı aramakla başladı ve bu iş böyle devam eder. Meclis açılışının ilk haftasında bazı büyük gerçekler ortaya çıktı. 12 Mayıs 2013’te yapılan erken meclis seçimlerinde, Milliyetçi Cephe partisi başkanı Simyonov’un, Sofya TV I. Programındaki 10 dakika Türkçe haberlerin yasaklanması için GERB partisine 50 bin oy verdiği, fakat GERB partisi o zaman muhalefete kaldığı için bu işi yapamadığı açıklandı. Olay su yüzüne çıktı. Bir ay süren hükümet kurma pazarlıklarında ne görüşüldüğü de anlaşılmış oldu. Başbakan Yardımcısı Bıçvarova ofisine gitmezden önce “NOVA” TV’ye uğrayıp “Birinci Ulusal Programdaki Türkçe haberleri yasaklayacağız!” dedi. Bu konuda baskı altında olduğu da anlaşıldı. Ve önce borçlar ödenmeye başlandı. Arkamızdan dönen pazarlıkları bir bilseniz! Ben kendi kendime soruyorum: Hepimizi Bulgaristan’dan kovmalarının bedeli kaç paradır acaba! Bizim ana dilimizde özgürce konuşma, özgürce yazma ve özgürce ibadet etme haklarımız için kutsal mücadelemizi yeni baştan başlatmamız zorunlu oluyor. Şu mısra halkımızın bugün söylediği türküdendir. Diyar diyar göçtük.


78

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Gurbet suyundan içtik. Az çalıştık çok çalıştık. Bir türlü yaranamadık. Bize “önder” diye verilen “çoban,” koli beden çıktı, “sayaya” kapandı. Siz kendiniz beş para etmezsiniz, kendi başınıza bir şey yapamazsınız diyor. Yakındır! Binlerin akını yeniden hareketlenmeye başlar! Hayat hakkı arayanlar, bu defa kendi önderini kendileri doğururlar. Türklerin köyleri derebeylik mülkü gibi oldu. Bulgar olmayan herkesi hor görenler hem çok, hem de iktidar oldu. Ahlaksızlık diz boyu aldı yürüdü. Oyuna geldik yazık oldu. İstenmez olduk yine, yaşayana hayat ağır oldu. Tarih bizi başka bilir. Türklerde milli duyguların kesafetini Orhun Yazıtlarında görürüz. Bizim başımız bugün Bulgar milliyetçileri ve ırkçılarıyla derttedir. Daha milattan önce dil konusunda Araplara karşı mücadelede Türk dilini ve haliyle Türklüğü ve Türkleri öne çıkaran Kaşgarlı Mahmut’u unutmayalım. Öyle bir milliyetçidir ki, Türklük konusundaki anlayışını dinimize dayandırmak için, Hz. Muhammed (sav)’den hadis rivayet etmiştir: “Allah’ın devlet güneşini Türk burcundan doğdurduğundan ve onların mülkleri üzerinde göklerin dairelerini döndürmüş bulunduklarını gördüm. Allah onlara Türk adını verdi ve onları yeryüzüne hakim kıldı. Zamanımızın hakanlarını onlardan çıkardı. Dünya milletlerinin yularını onların eline verdi. Onlarla birlikte çalışanları, onlardan yana olanları aziz kıldı. Türkler yüzünden onları her dileklerine eriştirdi. Bu kimseleri kötülerin, ayak takımının şerrinden korudu. Oklarının isabetinden kurtulmak için aklı olana düşen vazife, bu adamların yolunu tutmaktır. Derdini dinletmek ve Türklerin gönlünü almak ve onların diliyle konuşmaktan başka yol yoktur...” Bu satırlar Türk olmanın gururunu ortaya koyar. Ben Türklerin sözünde duranlarını, bir dediğini iki etmeyenlerini, en açık konuşanlarını, hak ve özgürlük davamıza gece gündüz devam etme azmiyle yananlarımızı tanımak istiyorum. Bir bütün olduğumuzu anlamamızın tek yolu dilimizdir. Türkçemizdir. Anadilimizdir. Bizi tek vücut yapan önce anadilimizdir. Biz Türkler İslam dinine girmekle de kendi öz kimliğimizi koruduk. Bu konuda başka bir hadis şöyle buyurur: “Şayet Oğuz Türkleri İslamiyet’ten önce veya Müslüman olmadan Batıya gelselerdi, daha önceki Türk kitleleri gibi belki de Hıristiyanlaşacak ve eriyip


Makale ve Analizler - 2014

79

gideceklerdi; hâlbuki Oğuz Türkleri Müslüman olmakla, hem siyasi önceliği (inisiyatifi) ellerine geçirdiler, hem de milli kimliklerini koruma imkânına kavuştular. Bu anlamda İslamiyet bugünkü varlığını hangi derecede Türklere borçluysa, Türk ırkı da milli mevcudiyetinin bekasını aynı derecede İslamiyet’e minnetle borçludur.” Bu ibret veren satırlar, fikirler kaleme alınalı binlerce yıl geçse de yazımızın başındaki örneklemelerde görebildiğiniz üzere değişen pek bir şey olmamıştır. Biz en hoşgörülü, en hayırsever, en iyi komşu olan millet olsak da hayat hiç istememiş olsak bile hayatımız bir yere kadar devamlı didişmeden ibarettir. Geçen yüzyılın büyük göçlerini unutamayız. Haklarımız için ayaklandık, onunla yaşarız. Çok çektik sızılarıyla yaşarız. Bizim kavga etmemize gerek yok, kavgacılar zaten etrafımızda kol geziyor. Uyanık, hazırlıklı, cesur ve kararlı olmamız yeter de artar. Hayat hakkını veren hepimize zaferden zafere koşma coşkusunu beraberinde bahşetmiştir. Biz işimize gücümüze bakalım. Şimdilik demokrasi ile meclisteki askeri disiplin onlara kalsın.

Biji Serok Obama!!!

Alptekin Cevherli-13.Kasım.2014

Sevgili kardeşim, Biliyorum, bir süredir Kobani’de (Ayn-el Arap’ta) IŞİD’e karşı bir mücadele veriliyor. Buraya askeri müdahale edip, IŞİD’i bölgeden uzaklaştırmıyor gerekçesiyle de günlerce Türkiye’nin dört bir yanına kan akıtan ve onlarca kişinin kanına giren bir kalkışmadan daha yeni çıktık. Bu esnada dikkatini çekti mi bilmem ama Kobani’yi kendine başkent edinen PYD’nin ele başı olan şahıs sanki biz de çok da meraklıymışız gibi; “Türk ordusu IŞİD’le savaşmak için Kobani’ye girerse, bunu topraklarımıza yapılan bir saldırı sayarız” deyip, cüssesine bakmadan bir de diklendi. Hatırladın değil mi? E be güzel kardeşim, madem Türkiye’den yardım istemiyorsunuz; o halde şu cennet vatanı neden ateş yumağına çevirdiniz, değil mi ya?


80

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Şimdi de Irak’ın kuzeyinden Suriye’nin kuzeyine sözümona IŞİD’le savaşmak için 150 peşmegre Türkiye üzerinden geçti, geçiyor. Hani “Türkiye bize yardım ederse bunu topraklarımıza saldırı kabul ederiz” diyen arkadaş şimdi ne diyor, inanın merak ediyorum... Hangi yüzle Türkiye’nin yüzüne bakıyordur acaba? 2 - 3 yıl içerisinde Suriye’den Türkiye’ye kaçarak canını kurtaran 2 milyondan fazla Suriyeli’yi hiç mi görmedi acaba? Türk topraklarından geçen peşmerge tören kıtasının geçişini seyrederken acaba ne hissetti? Veya biz Türk halkı olarak neler hissettik, hiç düşündün mü? Her ne ise... Asıl benim derdim, bu değil! Bana esas dokunan ne oldu biliyor musun kardeş? Peşmergeler tören geçişi yaparken bazı kardeşlerimiz “Biji serok Obama!” (Çok yaşa Başkan Obama) diye bağırdılar ya; esas o kanıma dokundu... Sanırım, senin de kanına dokunmuştur. Emperyalizmin simgesi olan bir şahsa çok yaşa diye bağırmak, hangi özgürlük anlayışına sığar? Dünyada hiçbir bağımsızlık yoktur ki, el gücü ile kazanılmış olsun! Yabancı güçle kazanılan bağımsızlık değil, “Efendi” değiştirmek olur sadece... El gücü ile bağımsızlık olmaz! Hatırlarsan değerli kardeşim, Bundan 11 - 12 yıl önce Irak’ta Araplar, Şiiler ve “bir kısım” Türkmenler “Help us Bush!” (Bush bize yardım et) diye pankart açıyorlardı. Sonunda yardımı gördüler... 10 yılda bir milyondan fazla insan öldü. Hâlâ her gün 30 - 40 kişi öldürülüyor. Sonuç ortada... Şimdi de “Biji serok Obama”, ha? Buna bizde “El şeyi ile gerdeğe girmek” derler. Sonuçta doğan şey, en kibar dille ‘nesebi gayri sahih’ olur ve onurlu toplum tarafından dışlanır. Yok olur gider...


Makale ve Analizler - 2014

81

Sen belki unutmuş olabilirsin amma; biz kardeşiz! Bu duruma düşmeni istemem... Türkistan’dan beraber geldik. Bazılarımız bunu unutsa da kardeşliğimizi bütün dünya biliyor... Bunun için kardeşi kardeşe kırdırmaya çalışıyorlar zaten. Senin canın yandığında benim de canım yanıyor. Halepçe’de ağlayan bebeler de bizim bebelerimizdi. IŞİD’in infaz ettiği insanlar da bizim canımızdı. İnan senin kadar bizim de canımız yanıyor. Aynen IŞİD’ın Tuzhurmatu’da katlettiği Türkmenleri gördüğünde senin içinin yandığı gibi yanıyor, he mi de... Karabağ’da, Hocalı’da katledilen Azeri Türkleri’ni gördüğünde senin içinin cız ettiği gibi yanıyor içimiz... Türkiye’ni alicenaplığı ile Irak’tan Suriye’ye geçmeye çalışan peşmergeleri görüp, “Biji Serok Obama” diyen ve emperyalizme alkış tutan uşaklar, yeni efendilerini alkışlarken, kendilerine bu kıyağı yapan Türkiye’ye nankörlük ettiklerini hiç mi görmüyorlar? Eğer “biji serok” olacak adam arıyorlarsa, bizde çoook! Onların adını söyleyin de bari “nankörlük” yapmamış olursunuz. Nankörlük dedim de aklıma geldi kardeşim. “Nankör” çok enteresan bir kelime... “Nan’a sen ekmek diyorsun. Türkiye’de artık biz “ekmeğe”, “nan” demesek de; Türkistan’da hâlâ “nan” ekmek demek biliyor musun?” Özbekistan’a gittiğimde bir arkadaşıma sordum: “Nan-kör ne demek?” diye. - “Ekmeğini yediği yeri görmeyen demek,” dedi. Seni çok seven kardeşinden selâm ve sevgiler...


82

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bulgaristan’da Türkçe Yayın Sorunu

Alptekin Cevherli-13.Kasım.2014

Hepimizin bildiği gibi Türkiye’mizde TRT tarafından yıllardır çeşitli lehçe ve ağızlarda yayın yapılmakta. Hatta bu amaçla TRT’nin bir kanalı özel olarak sırf bu işe ayrılmış durumda. Aşağıda okuyacağınız haberde ise her fırsatta Türkiye’ye akıl vermekten geri durmayan Avrupa Birliği üyesi Bulgaristan’daki uygulamayı ve Türkçe’yi engellemek maksadıyla yapılacak referandumun ayrıntılarını göreceksiniz. “Bulgaristan Devlet Televizyonu K1’de Türkçe Yayınları Masası’nın kapatılması yeni koalisyon hükümetinin kurulmasıyla yine gündeme geldi. Cumhurbaşkanı Rosen Plevneliev, bu yayınların kaldırılmasına karşı çıkarak, Türkçe Masasını kapatmakla yaşam standardımızın ve demokrasinin daha yüksek seviyede olacağına, ekonomiyi teşvik edeceğimize, daha fazla istihdam sağlayacağımıza ve Bulgarların daha iyi bir yaşam sürdüreceğine inanmıyorum, dedi. 21’inci yüzyıldaki iletişim ve internet çağında, neden yasaklama getirilmesi gerektiğini hiç bir türlü algılayamıyorum. Örneğin ben Bulgar medyalarını izlemekle birlikte, İngiliz ve Alman medyalarını da sürekli takip ediyorum, eğer Türkçe ve Yunanca bilseydim bu haberleri de izlerdim, şeklinde konuştu. BSP’nin yazılı basın medyası olan Duma gazetesi, Devlet Televizyonu K1’deki Türkçe Yayınlarıyla, Bulgar Anayasası çiğnenmiyor, bu yayınlar her Bulgar vatandaşına saygılı davrandığımızı gösteriyor haberini yaydı. HÖH lideri Lütfi Mestan, yeni kabinenin Vatansever cephesinin programını uyguladığını ve bunun ağır bir ahlak zayıflığı olduğuna işaret ederek, bu haberlerin haber niteliği kadar, o denli fazla sembolik değeri var. Türkçe Haber bülteni, toplumdaki etnik ve dini farklılıklara saygıyı yansıtıyor. Türkçe Haberlerin kaldırılması, bu farklılıklardan efektif bir şekilde vazgeçmek demektir. Farklılıkların inkâr edilmesi ise Bulgarlaştırma süreci felsefesinde yer alıyordu, dedi. Türkçe Yayınlarının, Kırcaali, Hezergrat, Şumnu ve Silistre gibi bölgelere yönlendirilmesi fikrine değinen Mestan, bununla Bulgaristan haritası üzerinde etnik bölgelerin çizildiğini, oysa Bulgaristan’ın bağımsız, parçalanmaz ve tek devlet olduğunu öne sürdü. İktidardaki GERB partisi Başkan yardımcısı Tzvetan Tzvetanov, Bulgaristan vatandaşlarının etnik kökenine bakılmaksızın, Türkçe yayınlarının her bir Bulgaristan vatandaşına ulaşması güzeldir, diye belirtti. Türklerin çoğunluğunu oluşturduğu ikinci parti konumunda olan HSHP lideri Korman İsmailov, ayrıca Bulgaristan Adalet Federasyonu Başkanı Sezgin Mümin tarafından konuyla ilgili olarak hala bir açıklama yapılmadı. Aşırı Milliyetçi Vatansever Cephesi lideri Valeri Simeonov ise Türkçe Yayınlarının kapatılması taraftarı olduğunu ve dünyanın hiç


Makale ve Analizler - 2014

83

bir ülkesinde Devlet Radyo ve Televizyon kanallarında Azınlıklar için Anadilde yayınların olmadığını kaydetti. Hatta Bulgaristan Kültür Bakanı Vejdi Raşidov bile Türkçe Yayınların kapatılmasına karşı olmadığını ve bu yayınları anlamsız bulduğunu ifade etti. 2009 - 2013 dönemindeki Borisov hükümetinde yine Kültür Bakanı olarak görev alan Vejdi Raşidov, Kırcaali, Hezergrat ve Şumnu’daki Türk Dans ve Drama Devlet Tiyatroları’nı kapatmıştı. Bulgaristan’daki Rumeli Türkülerinin 20’nci yüzyılın 50’li yıllarında başlangıcını atan bülbül sesli rahmetli anası ses sanatçı Kadriye Latif kabrinden çıksa da oğlunun Bulgaristan’daki Türk kültürüne vurduğu darbeyi keşke bir görebilse. Bulgaristan’daki yeni hükümet, Türkçe Yayınları kapatmakla ilk başta kendi Anayasasını ve İnsan Hakları ve Avrupa Birliği yasalarını çiğnemiş olacak. Örneğin Romanya, Yunanistan, Macaristan, Polonya gibi ülkelerin yanı sıra, AB üyesi olmayan Türkiye, Makedonya, Ukrayna, Moldova, Kosova ve Arnavutluk’ta bu ülkelerin Devlet Televizyon ve Radyo kanallarında etnik unsurlar ve azınlıklar için anadilde yayınlar mevcuttur. Hatta özel radyo ve televizyon kanalları bile var. Diğer yandan Bulgaristan Medya Kurulu, Türkçe Yayınlarını savundu. Bulgaristan Medya Kurulu üyesi Mariya Stoyanova, madem ki yabancı ülkelerde yaşayan etnik Bulgarlar için Bulgarca yayınlarının olmasını istiyoruz, aynı standartları ülkemizde de uygulamamız iyi olur, görüşünü savundu. (Kaynak: Turkuazbg.com) Ne diyelim, her fırsatta Türkiye’ye Bulgaristan Türkleri’nin yaşadığı “rahat hayatı” (?) örnek gösteren bazı aklı evvellere ithaf olunur... E tabi, bu haberden sonra Bulgar devleti nezdinde ne yapılması gerektiğini söylemek sanırım ayıp olur...

Ahlakın Evrimi

Durmuş Mutlu-13.Kasım.2014

Büyük düşünürlerin kısa yazılarında ikide bir görelik (nispi) yani rölatiflik kavramına rastlarız. Belki de dünya hallerinin daha iyi anlaşılır bir şekilde izah edilmesinde kullanıldığında bu kavramı algılamak birden kolaylaşıyor. Hele hele yapılan karşılaştırmanın insanın onuru ya da kesesi ile yakın ilintisi varsa, idrak etmek daha da kolaylaşıveriyor.


84

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Şöyle bir misal vermek istiyorum: Osmanlıya başkaldıran Bulgar haydutlarının komita başı Vasil Levki şöyle demişti: “Kazanırsam, bütün halk kazanır, kaybedersem yalnız kendim kaybederim!” Bu sözler bundan 150 yıl önce Padişahın uykusunu kaçıran bir savaşçı tarafından söylenmiş ve Bulgar halkının onur yıldızı olara parlamıştır. Ogün bu gün Büyük Havarinin doğum ve ölüm yıldönümlerinde mutlaka hatırlatılır, anıt levhalarına altın harflerle yazılmıştır. Son 10 yılda Bulgaristan’ın en karizmatik adamı, 3 defa yılın en büyük bankacısı seçilen, basında ve kamuoyunda sözü geçen, hatta Mayıs 2013 seçimlerinden sonra adı Başbakan adayları listesine alınan, şu batan Korporatif ve Ticaret Bankası (KTB) şefi Tsvetan Vasilev ise, son demecinde şöyle dedi: “Kazanırsam, yalnız kendim için kazanırım, kaybedersem, bütün halk kaybeder!” Son 150 yılda Bulgaristan’da hem onurun hem de para ve kazanç konusunda fikrin bu kadar büyük bir değişiklik yani evrim geçirdiğini gösteriyor. Halkın şerefli davası, onuru ve onurlu kimliği ve ahlakı açısından değerlendirdiğimizde, davanın özünden aşındığı, yön değiştirdiği, bilinç ve moral olarak tersyüz olduğu görülüyor. İkinci defa Kültür Bakanı seçilen, (hemşerimdir kendisini kutların) bilinen heykeltıraş Vejdi Raşidov, bundan 4 yıl önce, Sofya’da Vasil Levki anıtı önündeki kalabalık merasiminde konuşurken, Levski’nin devrim davası için topladığı paraları devamlı yanında taşıdığı bir not defterine kaydettiğini ve para verenlere Devrim Komitesi adına makbuz sunup rozet taktığını anlatmıştı. Aynı gün ben Sofya’da “Helikon” kitapçısından ilgili defteri aldım ve İstanbul’da boş zamanımda karıştırdım. Hakikatten Levski’nin hesabı sıkıymış ve toplam birkaç bin altın para tutarında ayrıntılı muhasebe yürütmüş. 150 yıl sonra şu bizim yılların bankacısı olan Ts. Vasilev’in KTB bankasından 4 milyar 200 milyon leva kayboldu. Çocukluğumda, evimizde bir şey yer değiştirse ve nenem aradığını koyduğu yerde bulamazsa “şeytan aldı götürdü...” şarkısını mırıldanmaya başlardı. Biz çocuklara bakan gözlerini büyüttükçe büyütürdü. Bankadan kaybolan para böylesi bir miktarken ve ülke ekonomisine verdiği sıkıntının da 10 milyar leva olacağı yeniden ve yeniden yorumlanırken, ne tutuklanan ne sorgulanan ne de uykusu kaçan var. Levski, namusu için, dava için, halktan topladığı paralarla rezil olup adı hırsıza çıkmaması için canını feda etmişti.


Makale ve Analizler - 2014

85

Şimdi kaybolan “büyük para” ile ilgili 4 ay kimsenin ağzını bıçak açmadı. Sanki bankada hesap açtıran, parasını bu bankaya yatıran, kredi çeken, borç ödeyen, emekli maaşını bu bankadan alan ve daha aklınıza kimler ne neler gelirse hepsi birden sustu. Savcıların patlaması gerekirdi, sustular. Mali polis sanki izinli! Yargıçların bu bankada 500 milyon levası varmış, onlar da sustu. Eski bakanlar “dut yemiş bülbül”. Öyle de, Sosyalist Parti (BSP) Plovdiv (Filibe) il örgütü Başkanı Georgi Georgiev “adaletsizliğin bu kadarı ayıp” dedi ve çözüldü: “BSP yönetiminden bazı yoldaşlar KTB’den her ay 40 bin leva danışmanlık komisyonu alıyordu”. Bataklığın kabardığını ve yatağından taşarak çığ seli gibi yayılırken Hak ve Özgürlük Hareketi (HÖH - DPS” partisini de yutacağını sezmiş olmalı ki Başkan Lütfü Mestan: “1997’de Bulgaristan Başbakanı olan İvan Kostov’un İtalya’da yaşayan kızının KTB bankasından her ay 30 bin leva danışmanlık ücreti ödeniyor” dedi. Bununla birlikte KTB bankasının zaten 11 Of Şor şirket tarafından kurulduğu ve Bulgar devletinin paralarının bu “kara deliğin içine” akıtıldığı gün ışığına çıktı. “Güneş balçıkla sıvanmaz” diyenler yine haklı, bir gün beş gün buzlar eriyor. Değişen şu oldu: adalet adaletsizlikle, doğru yalanla, dürüstlük hainlikle, hırsızlık daha büyük hırsızlıklarla v.s değişti. Birisi su öteki lağım suyu... İç içe bilirsen! Konumuza dönersek, Bulgaristan ahlakı son asırda çok büyük bir Evrim geçirdi. Bu yalnız onurlu iş yapmak açısından böyle olmakla kalmadı, hayatın her dalında, her köşede, her işte böyledir. Bundan dolayı ben evrimin (değişimin) kötüyü ret ederek, olumsuz olandan sıyrılarak olmasından yanayım da, bir de iyi olanın, ibret dersi olabilecek olanın geçmişin içinden çıkarılıp her fırsatta hatırlanmasından, yaşatılmasından ve genç kuşağa devredilmesinden yanayım. Burada vurgulanmak istenen nokta şudur. Bakanlıklarda, mecliste ve bankalarda, her okulda ve her toplantı salonunda Vasil Levski’nin resminin asılı olması yeterli değildir. Resimler olup biten karşısında artık dillerini yuttular. Hiçbir şeyden fayda yok deyenler, Levki, Botev, Vazov, Yotov ve daha “iyi kötü” birçok klasiğin eserlerini kilosu 0,12 levadan hurdaya veriyor. Bulgar halkının artık din Hıristiyan adamlarından da alacağı ahlak dersi kalmadı: TV yayınlarında “seçim öncesi oy pazarlıklarının” kiliselerde yapıldığını görüntülendi. Bulgaristan Türkleri Vasil Levski’yi kurunun yanında yanan olarak bilir, 1870’lerde komitacı kanının hızlı olduğu yıllarda, Osmanlının Sofya Mahkemesi’nde “Araba Konak” davası görülmüş ve davaya ihanet eden hırsız hainlerce ele verilen Levski de idamla yargılananlardan biri olmuştur. Tarih ders alınması için yaşanmıştır. Yeniden yaşanırken eski yanlışların yapılmaması için öğretilir. Eği-


86

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tim süreci eskiden ocak başında, oda ve cami sohbetlerinde, hutbelerle anlatılanlarla yaşatılırdı. Şimdi öğretmenler kitaplarda yazuılmış olanları algılatmaya çalışıyorlar. Belki de tarihin özü şu ya da bu şekilde, çarpıtılarak ya da hakikatler çocuklara aşılanıp hayatın devamı sağlanıyor. Şimdiye kadar Ahlakın Evrimi konusunun sohbetlere konu edildiğini işitmedim. Konunun önemine işaret ederek, mukayeseli (karşılaştırmalı) düşünmede, gerçek kapısı açıldığının altını önemle çiziyorum ve yine olanğstğ önem arz eden çocuklar konusuna ve Çocuktan Al Haberi bilgeliğine dönüyorum. Şairlerimizden Hasan Hüseyin Korkmazgil şöyle diyor: Çocuktan Al Haberi koş birazcık koş, diyor çocuktan aldım haberi çocuktan aldım haberi yakın, diyor oh, diyor güzel, diyor tatlı, diyor dopdolu, diyor sıcacık, diyor iştecik, şuracıkta iştecik, şuracıkta iştecik yolu, diyor diren azıcık, diyor çocuktan aldım haberi koştuk direndik yorulduk iyi, diyor düştük anılar ırmağına ey çocuk açık, diyor bak işte kan içinde yumruklarımız kurtuluş, diyor belki senin hakkındır mutluluk iştecik, şuracıkta Korkmazgil’den söz alıp devam edersek, yakın olan adaletin egemen olması olmalıdır, güzel olan herkes için olan olmalıdır, dopdolu olan, mutluluğa atılım olmalıdır, iştecik olan, yalnız olumlu ve yararlı olanı taşıyan olmalıdır, iştecik yolu olan halkımın refah yolu olmalıdır. İyi olan halkıma yararlı olan olmalıdır, Açık olan tüm toplum için şeffaf olan olmalıdır, Kurtuluş olan halkımın Özgürlük Davasının Zaferi olan olmalıdır, İştecik, şuracıkta olan anadil, din ve Özgün Kültürün Zaferi olan olmalıdır, Koş, birazcık koş olan, halkımın uyanışı olan olmalıdır.


Makale ve Analizler - 2014

87

Oh olan, 140 yıldan beri çekilerimizin bitmiş olması olmalıdır, Tatlı olan, yeni hayatımızın tuzu olan olmalıdır, Sıcacık olan, vatan bağırındaki şefkat olan olmalıdır, İştecik, şuracıkta olan, bebeğimizin maması olan olmalıdır, Diren azıcık olan, halkımın sonsuz kaderi olan olmalıdır. Kan içinde yumruklarımız kutsal dava silahımız olan olmalıdır, Mutluluk olan, hepimizin en kutsalı olan olmalıdır! Biz böyle bir Ahlâk Evrimi özledik. Bu köklü değişimin içinde varsın Levsi de olsun, Hasan dayı da, Mariya teyze de Fatma gelin de dünyanın ahlakı dünyaya her zaman yetmiş ve yetecektir. Okuduğunuz için teşekkür ederim.

Bizler Kovulmuş da Olsak, Vatanımızda Düşmanlık Tohumları Bırakmadık

Rafet Ulutürk-14.Kasım.2014

Çilekeş ve sırtı yere gelmeyen soydaşlarım, bir daha geri dönmemek üzere, varımızı yoğumuzu geride bırakarak, tüm hayat boyunca tırnaklarımızı kazıyarak edindiklerimizi bir kalemde silerek yola koyulduğumuz, daha adil ve mutlu bir hayat için yola çıktığımız, o hatırlamak bile istemediğimiz 1989’dan buyana 25 yıl geçti. Çile dolu bu çeyrek asrı dimdik yürüyen bir Toplumu- Bulgaristan Türklerini temsilen sizleri bu bilgi şöleninin yüksek kürsüsünden selamlarken, önümüzdeki 2 gün içinde birlikte yürüteceğimiz çalışmaların hepimiz için, özellikle soydaşlarımız, Bulgaristan’daki yakınlarımız ve ayrıca tüm Bulgaristan halkı için çok anlamlı, faydalı ve başaralı olmasını temenni ederim. Asırlarca dökülen gözyaşlarımızla ıslatılan topraklarımız, doğduğumuz evler, en iyi umutlarımız, birlikte yaratmaya çalıştığımız hoşgörüye dayanan bir medeniyet, komşularımız, köylerimiz, yürümeyi öğrendiğimiz yollar kaldı oralarda. Bulgaristan bizim ilk göz ağırımız; zorla göç etmiş de olsak, acımız unutulmaz da olsa bizim Ata Vatanımızdır Bulgaristan. Bizler kovulmuş da olsak Va-


88

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tanımızda düşmanlık tohumları bırakmadık, yüreğimizde hınç beslemedik, öfke büyütmedik. Bizler hiç bir zaman vatanımıza karşı hainlik yapmadık. Bir canlının nasıl anne baba seçme şansı yoksa, ayni şekilde Vatanını da seçme şansı yoktur. Bir çocuk nasıl ana babasına el kaldıramazsa, insanoğlu da Vatanına düşman olamaz. Fakat her vatandaşın Vatanından Anne şefkati gibi şefkat, Baba merhameti gibi merhamet beklemesi tartışılmaz hakkıdır. Bir anne evlatlarını nasıl ayırmadan, kırmadan, incitmeden var ediyorsa, Vatan da vatandaşlarını bağrında aynı sıcaklıkla yaşatmalı, hepsini hiçbir ayrım gözetmeden eşit kılmalıdır. Vatan Vatandaşlarının hepsini aynı özgür ortamda mutlu etmek için vardır. Vatan senin ya da benim değil, hepimizin ve bölünmez ortak paydamızdır. Bulgaristan, sadece Bulgarların vatanı olmamakla beraber, bu topraklar üzerinde doğmuş ve yaşama gibi en doğal haklara kendiliğinden sahip olan Türk, Roman, Ermeni, Yahudi, v.s. aynı sorumluluk ve yükümlülüklerin ağır yükünden kendine düşen payı sırtında taşımayı kabullenen her birimizin Vatanıdır. Vatan hakkı tüm diğer insan haklarının en başında gelir ve kutsaldır. Bu anlamda, 1989 göçünün, ismi ne olursa olsun, adına ne denirse densin, bizler için tek bir anlamı vardır. Bu göç sayıları milyonları aşan Bulgaristan Türklerinin, tüm kardeşlerimin, en doğal hakkına, Vatandaşlık hakkına Totaliter rejimin en vahşi, en barbar, en amansız bir saldırı ve bu hakkımızı gasp etme çabasıdır. Emsali olmayan bir zalimliktir. Kalbimizdeki sönmeyen bir acıdır. Fakat burada bir hususun altını çizmek ve bir birinden ayırt etmek lazım. Tüm bu olup bitenlerin baş mimarı ve uygulayıcısı Totaliter komünist rejim ve uzantılarıdır. Burada Bulgar halkına bir suç ve kabahat yüklemek bizim adalet anlayışımıza aykırı ve Bulgar halkına karşı haksızlık yapmış oluruz. Evet, bize karşı işlenen suçlarda 25 yıldır adalet yerini bulmadı bu da bir gerçek. Buradan herkes kendine düşen sorumluğu düşünmeli, bilmeli ve bir gün suçlular hesap vermesi gerektiğini buradan yetki sahiplerine sesleniyorum. Bir gün Bulgaristan da demokrasinin kuralları işleyecek ve adalet yerini bulacaktır diye inanmak istiyorum. Çünkü başımıza gelenleri biz asla ve asla hak etmedik. Neden mi? Çünkü bizler Bulgaristan topraklarını Vatan yapanlarız. Biz üreten, var eden, inşa eden, helalından geçinen, her şeyimizi alın teri ile kazanan bir toplumuz. O topraklarda güzellikleri, öz kültürümüzü, farklılıkların uygar örgüsünü, imanlı, gelenekli, sevgi dolu gönüllerimizin sevgi dolu sıcaklığıyla adam ettik, yaşattık.


Makale ve Analizler - 2014

89

Nasırlı ellerimizle inşasına katıldığımız, içinde çalıştığımız 15 752 küçük ve büyük ölçekli sanayi işletmesinden 13 bin 500’ünün hurdaya çıkarılıp yok edilmesine, meyve yüklü bıraktığımız bağların, bahçelerin, başak denizi altın rengi ovaların bizden sonra yıllar yılı nadasa bırakılmasına; 1 milyon 650 bin iri baş hayvandan ancak 90 bin kalmasına; 1 milyon 400 bin koyun ve kuzudan ancak 1 milyondan az kalmasına üzülmemek, “likide edenleri” lanetlememek, parçalanan yürekleri avutmak elde mi? Serpilip açıp sarmış, mutlu gelecek yüklenmiş bir diyarı gavgalaz ve eşek dikenliği haline getirenleri eleştirmemek, kınamamak ve tüm bu olup bitenlere görüpte karşı duyarsız kalabilir mi bir bilinçli vatandaş? O eşsiz güzellik ve bolluğun orta direği, ana dayanağı bizmişiz demek. Biz kovulduk ve oralar kısırlaştı, karardıkça karardı, sefileşti. Ahımız tuttu demek istemiyorum çünkü üzülüyorum bu duruma. Her şeye rağmen, bugün, savaşsız, zulüm süz, işkencesiz, katliamsız, giyotinsin bir Avrupa Birliği’nde yeni ortak bir uygarlık yaratılmaya çalışılıyorsa, biz bu asil davada en ön saflarda olmaya hazırız. Biz eski kıtanın yeni uygarlığını oluşturan kültürün, hukukun ve dinlerin eşiği ve beşiği olan toprakların evlatlarıyız. Evet, dünya değiştikçe biz de değiştik. Hiçbir nimet bize altın tepside sunulmadı. Vatan özlemini içimizde yaşatıyor ve Vatan hoşgörüsünü hak ediyoruz. Modernleşirken, bazıları gibi dünyayı uluslara; etnik azınlıkları da düşman ve dostlara ayırmadık. Allah birdir deyip, Tanrı’yı düşman bilmedik, hiçbir dine Haçlı Sefer açmadık, yaratanın ibadet evlerine saldırmadık, yıkmadık. Yaratılanı yaratandan dolayı seven ataların torunları olduğumuzu da hiç amma hiç unutmadık. Vatanımızın spesifik renkleri bizim genlerimizde kodlanmış ve yaşıyor. Bilmeyenleriniz varsa diye söylüyorum: Özlemlerimiz ezile ezile bilinç oldu. Vicdanımız yaratıcı güçle kanatlandı. Umutlarımız ortak ufuk arıyor. Ve büyük ezilmemiz, 1877 - 78, yani 93 harbiyle başladı, 1912 - 14’te bozgunlar yaşadık; Balkan coğrafyasında en büyük acıları Bulgaristan Türkleri çekti. Çarlık dönemi, 1934 askeri darbesi hepimizi perişan etti, Büyük Savaşlar bir katliamdı, göç dalgalarını büyüttü de büyüttü. Artık Ana vatanda 10 milyonu aştık. Bize Vatan olan topraklara ebedi borçluyuz. Bizi kabul eden, kardeş bilen insanlara minnettarız. Temennimiz ortak sofralarımızın dolup taşmasıdır. Ve bugün biz, buraya, işbu bilgi şölenine, hala devam eden Bozgunluk Psikolojisini Dağıtmak, diriliş kıvılcımlarını hayata çağırmak için toplandık. Biz Vatansızlığın ruhunu, artık yaşı 135 olan yaşlanan Bozgun Ruhunu ebediyen gömmek için buradayız. Biz, bizi ezenlere karşı çarkı ters çevirmek için el ele verdik, cephedeyiz.


90

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Evet, biz, uykusuz, aç, susuz göç yollarında, tutuk evlerinde, hapishanelerde, sürgünlerde, ” Belene” ölüm kapında Mayıs 1989 İsyan ateşinde örs ile balyoz arasında dövülürken suyumuzu aldık ve tepeden tırnağa böyle çelikleştik. Ve bizi biz eden, 93 harbinde, o büyük Vatan kavgasında emsalsiz kahramanlık örnekleridir; 1934 askeri darbesinden sonra 1936 göçünün çilesidir; 1945’te faşist Çarlık rejimi sosyalist düzenle değiştirenler eşitlik geldiğini ilan etseler de, Bulgaristan’da Türk düşmanlığının hiç bir rejim ve ya düzende değişikliğe uğramamıştır. Bu “terbiye”nin devamı 1951 - 53, 1968 - 69 ve 1977 - 78 kitlesel göçlerinde sardığımız yaralar ve aldığımız büyük derslerdir. Hele 1970 - 1984 - 1989 “eritme”; “asimile etme”, “Bulgarlaştırma” politikalarının uygulandığı ve 3 milyon civarında Türkün ve Müslümanın devlet terörü ile kimliğinin resmen yok edilmek istenmesi ile şekillenmiştir. Sabrımızı taşıran Hitlerin icatlarını bile sollayan mezardaki atalarımızın isimlerini de değiştiren, bir Türk ananın öz çocuğuyla öz dilinde konuşmasını yasaklayan yüz karası icatlardır. Ve başımıza gelen daha nice çile tümümüzü Hak ve Özgürlük için ayaklandırmıştır. Son dönem insanlık tarihinde ezilen bir halkın tek vücut halinde ulusal çapta baş kaldırışına örnek veren biz olduk. İsyanımız, Vatan sevgimizin ateşiyle doğal haklarımız için, en tabii haklarımızla, özümüzün yansıması olan özgün kültürümüzle yaşama azmimizin volkan gibi patlamasıydı. Halkımızın önü alınmaz infilak gücü totaliter rejimi, diktatör Jivkov’u; demokratik Bulgaristan’ın ilk Cumhurbaşkanı Sayın Jelü Jelev’in değişiyle “faşizmleşen komünist rejimi ve totaliter iktidarı devirdi ve tarihin çöplüğüne attı.” Ne yazık ki, İsyan dalgasının görkemi ve gücü Komünist rejimi paniğe sevk etti, Jivkov sınırlarını açtı ve bizleri de göçe zorladı. Son çeyrek asırda birçok şey değişse de, birçoğu da aynı kaldı. Bir defa göç selinin açtığı Türkiye Bulgaristan devlet sınırı bir daha kapatılamadı. Demek istediğim, iki tarafa açılan Bulgar - Türk sınırı “Göç” sözünü de tarihe gömdü. Tüm çarpık, ters ve asılsız iddialara karşın, Bulgaristan’da yaşayan Türkleri ile son 135 yılda Vatanımızdan kovulan tüm soydaşlarımızın aynı sudan, aynı boydan ve aynı özden Türk olduğu ve dönüşü olmayan bir biçimde kanıtlandı. Biz, Balkanlılar, biz Bulgaristanlılar artık Türkiye Cumhuriyeti’nde 10 milyonu aştık, orada kalan kardeşlerimiz de en az bizim kadar Türk’tür. Aynı kökten, aynı


Makale ve Analizler - 2014

91

soydan, aynı boydan ve çekirdekten gelmemiz, aynı ruhta birleşerek koparılamaz biçimde kaynaşmamız hepimize yepyeni bir biz yarattı. Bu emsalsiz olgu, bu kudret toplayan yeni güç bu defa da Türkiye’den Balkanlar’a, Bulgaristan’a geri taşıyor, ata yadigarı topraklarımızda politik gündem belirleyen nitelik alıyor. Bulgaristan Bulgarların, Türkler Türkiye’ye sloganına artık eşekler bile gülüyor. Derin bir hüzünle ifade ediyorum. Bugün Bulgaristan stratejik çöküş yaşıyor; ulus devlet, tek ulus-tek dil, tek kültür saçmalıklarının enkazı altında inliyor. Öyle ki, politik, sosyo-ekonomik ve manevi çöküşün ardından, nüfus körelmesini de getirince “Türk’ten iyi ne komşu ne dost bulunur!” diyenler çoğaldıkça çoğalıyor. Biz içimizdeki hoşgörüyü koruyarak, iyi kötü buralarda barınırken, 2 milyon 500 bin Bulgaristan vatandaşı, bu arada yakınlarımızın büyük kısmı ekmek teknesini Batı Avrupa’ya taşıdı. Olayı “ ulusal çöküş”le açıklayanlar “yok oluştan” dem vurmaya başladı. 35 yıl sonra, yani 2051’de son Bulgar’ın toprağa verileceği açıkça anlatılıyor. Profesörler, Bulgar Bilimler Akademisi uzmanları TV ekranlarına çarşaf çarşaf verilerle Vahim Olayı ispatlarken, çare mi arıyorlar? Biz son Bulgarın cenazesine gitmek istemiyoruz. 600 yıl beraber oluşumuzun bir saygın hatırı da olmalı. Yaşamak ve varolmak Tanrının hepimize bahşettiği kutsal hakların en büyüğüdür. Beraberliğimizin sonu, 25. Yılını andığımız son büyük ve acı göç, Bulgar milletinin sonunu getirip, son Bulgarın mezarını kazıyor ise, gelin acıları gömelim, yeni kardeşlik ağıcı dikelim ve gölgesinde iyi kötü birbirimize katlanarak, beraberce yaşayalım. El ele verip “eski dosttan düşman olmaz” ata sözünü hayata geçirelim. Bu düşünceler seyrinde, kimseyi lanetleyip kötülemiyoruz. Ama bir anaya evladına ana dilini öğretmeyi yasaklayanları Cenab-ı Hakk’ın cezalandırması, ebedi adaletin değişmez kuralıdır, buna inanıyoruz. Bir ulusun XXI. Yüzyılda ıssız köylerde, insansız yollarda, komşusuz şehirlerde, torunsuz dairelerde in cin gibi, ucubeler gibi tek başına, nefesine torun kokusu almadan yaşatmaya mahküm etmesi de, inanınız, Cenab-ı Hakk’ın lütfü olmalı... Güzellikler bin bir olduğu gibi, çekilecek çileler de bin birdir. Biz Bulgaristan göçmenleriyiz, çifte vatandaşız, Avrupa Birliği vatandaşı haklarına da sahibiz. Bu durum bizim mücadelelerimizin bir erdemidir. İstenen her seçime katıldık. Yüksek bilinçli irademizin ifadesi oyumuzdan korktular, kanunları kırpa çırpa anlaşılmaz duruma getirdiler, son seçime katılamadık, ama şimdi “yine bizsiz olmuyormuş” herkesin seçimlere katılmasını zorunlu kılan yeni yasalar yazmaya başlamışlar. Bize daha büyük sandık gönderin.


92

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Sofya Parlamentosunun yarısını vekillerle doldurmaya hazırız. Ve biz oyumuzu GERB’e de veririz, bağımsıza da veririz. Oyların rengi insan kardeşliği gibi tek renktir. Bizim kimseye kinimiz yok! Ama atalarımıza yüz yıl kan kusturanlara, ninelerimize bir asır göç yolu gösterenlere, Türklüğe ve Müslümanlığa ihanet edenlere, Hak ve Özgürlüklerimizi bit pazarına sürenlere, hem söylenecek sözümüz var hem de hainlerle bitmeyecek bir kavgamız ve hesabımız var. Çoban kulübesinden çıkıp Sofya’da “Saraylarda” sefa sürenlerle çok özel görüşmelerimiz olacak. Türklüğe ihanetin bedeli değişmez... Durum böyle olunca, değerli kardeşlerim, sayın konuklar, biz Bulgaristan vatandaşı olarak Vatanımızdaki tüm kültürel, sanatsal, siyasi, ekonomi sportif vs. etkinliklere Bulgaristan vatandaşı olarak eşit haklarla katılmak istiyoruz. Genlerin kaynaşması yarının dostluk, kardeşlik, işbirliği, farklılıkları birleştirecek yeni uygarlıkların kapısını açacaktır. Şu anda, hepimizi gururlandıran ünlü Vatan evlatlarımızdan Tokyo Olimpiyatlarında Serbest Güreş Şampiyonu Lütfü Ahmedov gözlerimin önünde; Şampiyonlar şampiyonu Naim Süleymanoğlu ve Halil Mutlu hep aramızda. Newyork’un Büyük Orkestra Salonunda Dünya Filarmoni Orkestrasına şeflik eden Muhsur Mehmedov’un namelerini sanki hala dinliyorum. Ve tüm benliğimle tekrar ediyorum: Bulgaristan’ı Bulgaristan yaparak vatana gurur yaşatan bizlerdik. Ve biz bugün de o eskimeyen gururla yaşıyoruz ve yaşayacağız. Bu bilgi şöleni, sizin ilginiz ve katılımınız, her açıdan çok anlamlıdır. Balkanlar’da Bulgaristan’da, tüm bölgede yepyeni bir dünya yolcuları olarak hepinizi candan kutluyor; hepinize başarılar diliyorum.


Makale ve Analizler - 2014

93

Gelecek Okuyan Mesing

Musa Vatansever-15.Kasım.2014

Önceki yazımda sizlere Bulgaristanlı Vanga Nine ile Bayan Sürtükova’nın kâhinliğini anlatım. İlginize teşekkür ederim. İletilerinizde böyle olaylar biliyorsam birkaçını daha yazmamı rica ediyorsunuz. Konumuz dünya edebiyatında Stalin’in Gizli Silahı olarak bilinen olağanüstü kabiliyetli Volf Mesing. Anlayacağım olay için telepatici, uzaduyum, basiretli, öngören, hipnozcu, büyücü, falcı ve kâhin gibi tanımlamalar kullanıldığına rastladım. Hepsi aynı kişi için kullanıldığı için hangisini isterseniz onu seçiniz. Öyküsü çok ilginç olan bu kişi hem başkalarının düşüncelerini uzaktan okuya biliyor hem de kendi fikirlerini uzağa gönderip hedef seçtiği başka birine empoze edebiliyor. O kişi karşısındakine dayattığı fikirlerle 1945 Şubatında Stalin, Churchill ve Roosevelt arasındaki Yatla Konferansında çok önemli rol oynamış ve Roosevelt’i kesin etkileyebilmiştir. Düşüncelerini belirli bir mesafede bulunan birinin kafasına yerleştirebilen bu gizemli kişi Volf Mesing’ tir. XX. yüzyılın harika ve dehalarından biri olarak bilinir. O, 10 Eylül 1899’da, o zaman Rusya Çarlığına bağlı olan, Polonya’nın Gura Kalvaria kasabasında fakir bir Yahudi ailesinde dünyaya geldi. Rakı şişesini elinden bırakmayan babası annesi Sara ile ikisini ikide bir patakladığından çocukluğu huzursuz geçti. Çocuk yaşta tek eğlencesi yeniçağdan çok önce kaleme alınan eski Yahudi eserlerinden uzun bölümleri ezberlemekti. Babası onun bir ravin olmasını istiyordu. Kendine başka bir hayat kurmayı düşleyen çocuk ise, baskı ve dayaktan kurtulmak için bir gün bir daha geri dönmemek kararlılığıyla baba ocağı kapısını hızla çektiğinde gözleri yaşlıydı. Yahudi okulundan biraz para çalıp biletsiz ve bagajsız Berlin’e giden trene bindi. Oturma yeri altında bir köşeye sıkıştı ve oracıkta uyudu. Peykenin altına büzülmüş çocuk kondüktörün gözünden kaçmadı. Korkudan eli ayağı titreyen biletsiz ufaklık çaresizdi. Yere düşmüş bir gazeteye ansızın uzandı. Kenarından bir parça kopardı ve memura bilet yerine uzattı. Biletçi gazete parçasını biletmiş gibi aldı ve elindeki zımbayla delip geri verdi. Olay sorunsuz geçse de, o an o korkunun içinde Mesing kendi olağanüstü yeteneğinin henüz farkında değildi. Olayı yıllar sonra şöyle anlatır: “Bir kenara büzülmüş, korku etkisinden kendimi henüz kurtaramamıştım. Kondüktörün trenden inmesini ve onu Berlin’e kadar asla bir daha görmemeyi düşlemeye başladım. Birkaç dakika sonra memur büyülenmiş gibi yerinden kalktı, vagon kapısına yöneldi, kapıyı açtı ve kendini trenden attı. Ben


94

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

o zaman olağanüstü yeteneğimin gücünü bilmiyordum. Bir cinayet işledim. İnsan öldürmüştüm.” İlk dört ayda Berlin’de bulduğu işi yaptı. Dilenmedi. 1912’nin bunaltıcı bir yaz günüydü. Ağır bir koli sırtlamış taşırken sokağa düştü ve bayıldı. Hastane morgunda Dr. Albert’in stajyerleri incelemek üzere ciğerini çıkarmaya hazırlanıyorlardı. Cerrah bıçağı tam midesine gireceği an o birden dile geldi. Beni ya “öksüzler yurduna ya da polise gönderin” dedi. Cesedin konuşmasından etkilenen Dr. Albert ufaklığı evine götürdü. O günden sonra Volf’un hayatı değişti. Doktor daha sonra kaleme aldığı hayat hikâyesinde şunları kaydedecekti: “Bu çocuk başka birinin kafasındaki fikri keşfedebiliyor, insanı hipnotize edebiliyor, bir at sineğini güzel bir kelebek olarak görmemizi sağlayabiliyor, kaybolmuş eşyaları bulabiliyor ve bir bilseniz daha neler neler yapabiliyor. O hakikatten bir mükemmel medyum.” O yılların Alman gazetelerindeki başlıklar şöyleydi: “Mesing başka birinin kafasındaki düşünceleri okuyabiliyor. Telepatinin yeni Tanrısı dünyamızda!” Kolalı gömlek, papyon, çizgili pantolon ve omzunda pelerinle çok önemli bir duruş alan genç artist görünümü onu Berlin’de büyük sahnelere gerçek bir sihirbaz edasıyla çıkardı. Bir aliam bir temsilin sonunda seyirci salonunun son sıralarından ayağa kalkan büyük kafasında saçları karman çorman alçak boylu bir adam sahneye doğru yürüdü. Sahneye çıktığında Volf Mesing’e el uzatarak, “ismim Albert Einstein, bir arzum olacak, tahmin edip okumanızı rica edeceğim” dedi. Mesing “lütfen gözlerimi bağlayın” deyince Einstein onun gözlerini bir siyah bezle bağladı. Sahneden salona inen Mesing arka sıralara doğru yürüdü. 27. sıradakileri rahatsız etmeden önlerinden geçti ve önünde durduğu seyirciye: “Siz Sigmund Freud olmalısınız, dostunuz Einstein sizin yanınıza gelmeyi niyet etmiş. Herkesin işitebileceği bir sesle sizin “geri zekâlı” olduğunuzu duyurmak istiyor!” dedi. Alkış ve kahkaha tufanı birbirine karıştı. Aynı akşam iki dost Einstein ile Freud Volf’la görüşmek istedi. Mesing Einstein’ın Berlin’deki evine böyle girdi. Orada tam bir yıl kaldı. Freud gencin yeteneğinden hep kuşkulandı. Anılarına şunları eklemiştir: “Sizin telepatik yeteneğinizden kuşku duyuyorum. Benim gözümde ucuz bir sihirbazdınız. Kendinizi ağırdan satıyordunuz.” Freyd devam ediyor: Bir gün ondan itirazınız yoksa şu an düşündüğüm bir şey var, onu sesli açıklamanızı rica ediyorum:


Makale ve Analizler - 2014

95

“Volf ayağa kalkıp, masa üzerindeki kitapların kenarında duran cımbızı aldı. Karşı koltukta oturan Einstein’ın yanına gitti. Kulağına eğildi ve işitilir işitilmez bir sesle şunları fısıldadı: “Özür dilerim, dostunuzun ricası bıyığınızdan uç tel saç kesmemdir.” Einstein ile Freud bu ender rastlanan yeteneğe böylece tamamen inanmış oldular. İki bilim dehasının saygısını kazanan Volf, Einstein’la birlikte kaldığı yıllara ilişkin anılara şöyle girmiştir. Einstein yazıyor: “Bir akşam kitaplarımdan birini geçe kadar okurken, mutfak kapısı hızla açıldı. İçeri giren Mesing: Bay Alfred gelecek yılın 15 Temmuzunda Büyük Savaş başlayacak, sonunu göremiyorum.” dedi. Aynı tarihte Birinci Dünya Savaşı başladı. O günü anımsayan büyük fizikçi hep dilini yuttu. 1937’nin 29 Nisan günü Berlin tiyatrosunda Volf Mesing’in Adolf Hitler ve yakın çevresi için özel sunumu vardı. Bu temsilin sonunda hiç kimsenin beklemediği bir şey oldu. Hitler’den ayağa kalkmasını rica eden Volf şöyle konuştu: “Mein Fürer, siz şu an bütün dikkatinizi, nasıl olur da, arı bir Alman ırkı için mücadele eden bir savaşçı olarak ben, bir Yahudi soytarısının çevremdekileri eğlendirmesine izin verdim, diye düşünüyorsunuz? Doğru mu? Salona boğucu bir sükûnet bastı. Ertesi gün Hitler Mesing’i çağırtı. “Görüyor musunuz, Bay Mesing, diye söze başlayan Hitler şöyle devam etti: Dünyanın ne kadar adaletsiz bir şekilde paylaşılmış olduğunun farkında mısınız? Bazıları zenginlik içinde yüzerken, sizin gibiler, Musa Peygamber tarafından 40 yıl yönetilen ama yongası hela alınmamış bir halk olan siz Yahudiler... Sefalet içindesiniz! Bana bu halkın başına nelerin geleceğini söyleyebilir misiniz?” Volf işitilir işitilmez bir sesle: “Başı beladan belaya gidecek,” cevabını verdi. 1939’da Alman orduları Polonya’ya girdi. Volf Mesin’ın yakınlarının hepsi tutuklandı ve Maydenek toplama öldürüldü. O zaman Mesing şöyle demişti: “Hitler Sovyetler Birliği’ne saldırısa yenilgisi kaçınılmazdır!” 1939’un yılbaşı eğlencelerinde Warşova’daki elit salonlardan birinde temsil veren Volf şöyle dedi: “Sayın dostlar, 30 Nisan 1945’te Adolf Hitlerin hayatına son vereceğini görüyorum!” Kafası için 200 bin Mark ödül ilan edildi. Polis yerde gökte onu aradı. Bir akşam devriye gezen polislere yakalandı. Karakola attılar. Mesing karakol polislerinin hepsine büyü yaptı. Polisler onun koğuşuna toplandı. O ise dışarı çıktı. Koşu kilitledi. İkinci kattan sıçrayıp kaçtı. Aynı gece yani 19 Ocak 1940’ta Batı Bug boyunca bir balıkçı teknesiyle sınırı geçti ve Sovyetler Birliği’ne girdi.


96

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Orada da tutuklandı. Karakoldakilerin dikkatini üzerine çekmek için yine büyü yaptı. Onlarla karta oynamaya başladı. Her onunu kaybedenlere, “Beyler ben dünyanın en ünlü kâhini Volf Mesing” deyip kendini tanıttı. Koğuşta tuhaf bir tutuklu olduğu haberi bir ayda Stalin’e ulaştı. Moskova’da görüştüler. İlk sorunun “hangi tarihte öleceğim” olduğunu hisseden Mesing cevap vermedi. “Ben sizin olağanüstü kabiliyet sahibi olduğunuzdan hala şüpheliyim, beni ikna etmeniz için, alın şu boş kâğıdı ve Merkez Bankasından “100 bin Ruble çekip bana getirin!” dedi. Mesing boş kâğıdı aldı ve kapıdan çıktı. Bu kâğıdı gösterip “Kremlin” muhafızlarının önünden sorun yaşamadan geçti. 10 dakika sonra “Kızıl Meydan”dan da uzadı. Bir saat sonra elinde bir çanta dolusu parayla Stalin’in büyük çalışma odasında yine belirdi. Hayret içinde kalan Stalin hemen sordu: “Tutuklanmadan Kremlin’den nasıl çıktınız ve bu boş kağıt parçasıyla paraları nasıl aldınız?” Aldığı cevap kısa oldu: “Ben Beriya’yım diye büyüledim hepsini!” Onları nasıl hipnotize ettiğimi sorsanız bir cevabım yok. Yapabiliyorum ve o kadar. Stalin kendisi büyücülüğe inanmasa da, şaşakaldığından özel kararlar aldı. Mesing’e lükse bir daire, araba vs. verildi. Almanya ile Savaş’ın başlamasından 10 gün sonra toplanan Merkez Komitesi Politik Büro oturumuna o da davet edildi. Kendisine “savaş ne zaman bitecek!” sorusunun sorulacağını önceden biliyordu. Bütün cesaretini toplayıp İkinci Dünya Savaşı’nın 1945 Mayısında biteceğini söyledi. Beriya yerinden fırladı. “Yalancı!” Biz bu savaşı daha erken kazanacağız!” diye bağırdı. Stalin soğukkanlı davrandı, Volf’a teşekkür edip onu serbest bıraktı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Stalin Mesing’in fikirlerini başkasına dayatabilme kabiliyetinde sıkça yararlandı. Tahran ve Yalta Konferanslarına katıldı ve çok önemli işler gördü. Yalta’da Amerikan Başkanı Roosevelt’in kaldığı odanın yanındaki odada ikamet etti. Yatla konferansında, Sovyet diktatörü Stalin’i bir partner olarak görmeye başlayan Başkan Roosevelt şöyle konuşmuştu: “ Biz yeni, demokratik ve barışsever bir dünya kuracağız. Dünyanın paylaşılması çok basit olacak. Uzak Doğu şimdi bizim yardımlarımızla Çin’i yöneten Çam Kay Şi’ye kalacak. Pasifik bölgesi Birleşik Amerika’nın olacak. Afrika Hindistan yolu oradan geçtiği için pek tabii Büyük Britanya’ya verilecek. Avrupa ise Sovyetler Birliği’ne kalacak. Stalin’in aşırı istek öne sürmeyece-


Makale ve Analizler - 2014

97

ğine inanmak istiyorum. Kuşkusuz o Baltık Denizi ülkelerine, Finlandiya’ya, Beserabya ve Polonya’nın da bir kısmına uzanmak isteyecektir. Ben kendisi ile bir idealist olan Churchill’den daha iyi anlaşıyorum. Stalin benim gibi gerçekçi biridir. Dolayısıyla gerçekçi bir temel üzerinde araöızda varılan bir sözleşme sağlam temel oluşturabilir.” Yatla konferansı günlerinde Başkan Roosevelt’e refakat eden Dr. Ros Makintayır, 1949’da Londra’da çıkan “Roosevelt’le 20 yıl” adlı anı eserinde o huzursuz günleri şöyle anlattı: “Yatla görüşmesinin üçüncü günüydü. Normalde 185/105 olan Başkanın tansiyonu ansızın 300/170’e fırladı. Bilindiği üzere bu konferanstan 60 gün sonra Başkan Roosevelt beyin kanamasından hayata gözlerini yumdu. Bir şeyler oldu ama bu beyinsel yoğunluğun sebeplerine inemedim.” Stalin beyin kanaması geçirmezden önce bir görüşmede “Yahudileri katlettiğinden dolayı onların Büyük Bayram olan (Purin) gününde öleceksin haber verdi.” Mesing bir kısmı yayınlanan anılarında “ölüm haberini alan Stalin hiddetten pancar gibi kızardı” diye yazarken, korumaları büyüleyip oradan sıvıştığını kaydetmiştir. Stalin gerçekten 5 Mart 1953’te öldü. Mesing de 1970’lı yılların başlarına kadar Sovyetler Birliği’nde yaşadı. Orada da öldü. Vasiyetinden okuyoruz: “Ruhum benden ayrıldıktan sonra Rus gizli servisi (KGB) doktorları beynim üzerinde incelemeler yapacaklar. İnsanların beş para etmeyen fikirlerini uzaktan okuyabilme kabiliyetim olduğu için benim yüzümü gözümü param parça etmelerine müsaade etmeyin lütfen!”


98

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Atlar ve Kurtlar

İbrahim Soytürk-17.Kasım.2014

Memleket çağrışımları ve yeni düşünceler Orta Balkanın Panagürişte ormanlık yöresinde 20 at kurtlara yem olmuş. İşitince üzüldüm. Nasıl olur da atlar kurtlarla baş edemez, diye düşündüm. Tayları aralarına alıp kafa kafaya verip kapalı bir daireye oluşturduklarında saldıran aç kurtlara taş söktürürlerdi, kıç atarak hepsini derelere doldurabilirlerdi. Kurt ne kadar iri olursa olsun at çiftesine asla dayanamaz. Yetişkin atların çiftesinde 280– 300 beygir gücü olduğunu okumuştum. Bir filmde fazla kalabalık bir kurt sürüsünden kurtulmak için kıçın kıçın gerilerken yel gibi kanatlanıp yelelerini savurarak kurtulduğunu izlemiştim. İşittiğim bu üzücü olayla özel olarak ilgilendim. Kurtlar atları bir yerde bir defa hezimete uğratıp parçaladı mı, o atlara orada daha öte hayat yoktur. At ve tayların birbirlerinden ayrılıp uzaklaşmasını bekleyen ve yalnız kalanı kuşatan kurtlar onları birer birer becermiş. Balkanda eskiden haydutlar dolaşırdı, şimdi ise kurt dolu. Yapacak bir şey yok. İnsanın nefesini kesen bazı olaylar vardır. Atların kurtlara yem olduğu haberi, belki atalarımızın bu topraklara at üstünde gelmiş olduğundan, belki de çok uzun zaman çiftte, taşımacılıkta, yakın ve uzun yolculuklarda yakın ve güvenilir yardımcımız olduğundan olacak, huzurumu bozdu. Düşünürken içimde çağrışımlar uyandı! Başıboş gezip tozan güzelim atlar kendilerini savunma içgüdüsünü yitirmiş, ezeli yırtıcı düşmanla başa çıkamayacak kadar körleşip yıpranmış yani kırantalaşmış olabilirler miydi? Sorunun biri buydu. Derken Orta Balkanın kız göğsünü andıran dalgalı tepelerinden, sisli güz yaylalarından ve şırıldayarak akan kaynaklarından sosyal olaylara uzandım. Atların sürüden ayrılıp uzaklaşmasını bekleyen aç kurtlar gibi, doğal ortamımızdan çıkanlar arasından gözüne kestirdiğini herhangi bir şekilde aldatıp sisteme çekmeyi başaran gizli polisin insanımızdan hain yaptığını düşündüm. Bu işte başarısız olsalardı sözüm ona “soya dönüş” yılarında daha az kişinin burnu kanar ve başı derde girerdi. Toplu yaşayan hayvanların doğal korunma içgüdüsü olduğu gibi, toplumsal bütünlüğü bozulmadan korunan halk topluluklarının da güvenli ve huzurlu yaşayış koşulu sosyal zekâsı vardı. Hayatta içgüdü eğitimi yoktur. Onlar Tanrının verdiğiyle yetinir. İnsanı yaşama uymaya zorlayan gelenek kurallar, doğa ve toplumun kendisidir. İnsanda bireysel ve sosyal bilinçaltını ayarlayansa öncelikle geleneksel ahlaktır. Kendine ve içinde yaşadığı topluluğa ihanet eden, her şeyden önce başka bir şeyi değil, kendi ahlaksal iç bütünlüğünü


Makale ve Analizler - 2014

99

bozar ki, bu kırılan yumurta gibi, asla onarılamaz. Doğuştan ahlaksız biri yoktur. Hainler toplumda yetişir. Yeni doğan ruhen bir bütünlük içindedir. “Seninle işim olmaz!” dediğimiz kişileri yaratan çarpık toplumun kendisidir. Günümüzde buna en parlak örnek Bulgaristan Türklerine hainlik eden Ahmet Doğan’ın artık halk arasına çıkamaması veya seçmenin Kasım Dal’a oy vermemesidir. Hem kendini hem de en yakınında bulunanlara sahip çıkma, onları koruma ahlakını bozan, ailesine, soyuna, konu komşusuna, mahalle halkına, iş arkadaşlarına, bireyi olduğu etnik halk topluluğuna saygı ve bağlılık sorumluluğunu yitirip, ters dönüp, hainlik eden kişiye halk vicdanı ölüm bileti keser. İhaneti, öz kimliğinden vazgeçmeyi kabul eden, istese de istemese de yakınlarını ölümcül yaralar. Misal ararken Bulgaristan Türkleri arasından “sürüden ayrılıp” hainliği meslek edinenlerin bugünkü zavallı, acınası haline göz atmanız yeterlidir. Hainliğin karşılığı para pulsa, açılan yara savmaz. Dürüstlük ve vicdanlı olmak yüksek ahlak ve şeref meselesidir. Halk ahlaksızla şerefsizi yok sayar, kendisine önem vermez! Tarihimizden çağrışımlar: Biz bir asırda 6 defa göçle parçalandık. İç göçler hiç dinmedi. Birbirimizden ayrı düştük. Gidenler yaralı gitti, kalanlar yaralı kaldı. Sızıların birisi dinmeden yenisi başladı. Hiç birinin gerekçesi önemli ve geçerli kabul edilemez, biz, düşmana eğlence, eş dost arasında rezil olduk. Ama hep gündemdeydik. Birlikte katlandık, beraberce dayandık. Ağzımıza verilen ballı emzik, hep zehirliydi. Bulgar milliyetçilerin burnu gene gökte bizden yeni kurban koparmaya çalışıyorlar. Saldırıları hiç dinmiyor. Elimizdeki son kazanımları da alıp bizi köle gibi çıplak ve aç, sözde özgür ezmek istiyorlar. Açık ve gizli hedeflerinde hepimize geçen yüzyıl çilelerini tekrar tekrar yaşatmak var. Başımız dimdikse tarihten ders çıkarıp kendimize kılavuz ettiğimiz içindir. Bulgar milliyetçiliği antiTürk politika biliyor. Şu dönem ruhsal ve politik arınıp, kan tazeleyip davamızı genç kuşağa devretmeliyiz. Totalitarizmin zorbacı rejimine hizmette bulunmuş politikacıların artık zamanı doldu. Çam ağıcı bile özden kabuğuna arınırken çör çöpü gövdeden atar. Bizim devredip devralma ve geçmişle geleceği beraberce yaşatma sürecimiz ağır gidiyor, partimiz olan HÖH - DPS yönetimindeki ipleri pazara çıkmış hainler kelepir masasına sımsıkı tutunmuş birbirini kolluyor, görev bırakmak istemiyorlar. Dalından düşmeyen armut yoktur. Bizim devrim de öz evlatlarını yedi. 1989 Mayıs İsyanımızı organize eden kahramanların yüreklerindeki ateşten, gözlerindeki aydınlık ve kimlik meşalesinden başka silahı yoktu. Haklarımızı ve hürriyetimizi elde etmeye kalktığımızda elimizde kızılcık sopası bile yoktu. Sos-


100

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

yalizmde devletin esir kölesiydik. Tarlalarımız, hayvanlarımız, bağlarımız, bahçelerimiz, değirmenlerimiz, okullarımız ve daha neyimiz varsa her şeyimize el koymuştu devlet. Biz ona çalışıyor, yalan şerbetiyle aldatılıp avutuluyorduk. İş gücümüzü, imkânlarımızı bedava kullananları uzun zaman çözemedik. Kafası çalışan, eli kalem tutan ve çenesi kuvvetli olanlara hep yol gösterildi. Elimizden zorla alınan üretim araçlarımızın hala “bizim” olduğu masallarına kanmıştık. 1996’da “neyiniz varsa alın, geri veriyoruz” dediklerinde, kendi öz mallarımızı geri almaktan korkan duruma geldiğimiz ortaya çıktı. Taşınmazlarımız iade edilirken elimize bir hiç geçti. İade ettikleri işe yaramadı. İşlenmeyen toprak üretmiyor. 35 yılda her şeyi olduğu gibi değil göründüğü gibi algılamaya alıştık. Öze inmek yasaktı. Gerçeği görenlerden 24 yıl zindanda kalan var. Görünüşle yetindik. Hiçbir zaman ve hiçbir yerde gerçek durum ortaya konmadı. Yasaklı dünyamızda buna olanak da yoktu. TV’de bakıyorum, Soma’da köylülerin zeytin ağaçlarını sökmüşler, köylü kadınlar koruma, polis, jandarma tanımıyor, Danıştay kapısında geceliyor, yasaları uygulatıyor. Korkutulmuştuk. 1945’te 123 bin kişi kurşunlanmıştı. “Belene” ve diğer ölüm kamplar önce Bulgar doldu. Sindirildik. Kendi soyuna bunu yapan iktidar Türkün gözyaşına bakmazdı. Camiye gidip gelenler, öğretmenler hep sürtün edildi. Çarlık dönemi zulmünden zaten pes etmiştik. Dayanma, sarsılmazlık ve sonuna kadar direnme ilkeleri buzlanmış kalplerde yeşeremiyordu. 1984 - 1990 arası avcıların av tüfekleri, kurban kesicilerin kavi saplı uzun bıçakları, nacaklar, baltalar, çengeller, kavi ipler hep toplanmıştı. Boyunduruk demirleri, orak ve tırpanlar bile sundurmadaki yerlerinde yoktu. Ancak 1989 Mayısında gönüllerimizde isyan ateşi tutuştuğunda açlık grevinden başka silahımız olmadığını anladık. “Açlık Grevi” silah oldu böylece. “Hepimiz birden açlıktan ölürsek, devlet dayanamaz, çöker,” diyenler vardı. Hedef devleti çökertmek mi, hak ve özgürlüklerimizi elde edip, sürgün ve hapisteki yakınlarımıza kavuşmak mı, yoksa her ikisi mi?, pek bilen yoktu. Doğru olan bu işte aç durmak tek silahımızdı. Direnişlerimiz, hem mideleri hem gözleri aç olanların isyanıyla başladı. Köyümüzün fırıncısı Mahmut usta da açlık grevine başlasaydı, “hamur teknesi çatladı, uzun saplı kürek yandı” deseydi, cumhur cemaat köyce açlık grevi yaptılar diye ünlenecektik. Yaşlı ve çocuk hatırı vardı. Birkaç erkek, birkaç köyde bir imam hariç, kadın kısmı egemendi. Türklük, örf ve adetler, özgün etnik kültür ve medeniyet yani yaşayış şeklimiz çok yıpransa da görmezlikten gelindi. Her şeyi dert etmek hayır işi değildi. Bir de erkeksiz hayat sıkıcıydı. Düğünler, geceler, mevlitler bayramlar durdu. Dinsel gerekler göz kaş arasına sıkıştı. İmam cemaati cumaya bile çağırmaz oldu.


Makale ve Analizler - 2014

101

Mevlide 3-5 kişi toplanıyordu. Genç erkekler sürgündü. Bu yüzden açlık direnişini başlatanlar başlayan büyük davanın erdemlerini daha anlamlı ve bütünüyle dile getirirken zorlanıyorduk. Açlık grevi yapanlarla görüşmeye gelen bir Bulgar gazeteci Kotel köylerini dolaşırken kalın bir meşenin gölgesinde sırt sırta vermiş 3 Türk geline mikrofon uzattı. “Ne istiyorsunuz?” diye sordu. Genç kadınlar hep bir ağızdan: “Kocalarımız sürgün, Dönsünler, birlikte yaşamak istiyoruz! Çocuklar öksüz” cevabını verdiler. Gazeteci bir Bulgar kızıydı. Koca Balkanın Karadeniz’e inmek için eğilmeye başladığı yamaçlarına serpilmiş köylere ilk kez gelmişti. Açlık grevini de ilk olarak burada gördü. Bir soru daha sormadan dönüp gitti. Grev görmedim dese de olurdu, çünkü aynı elleri kınalar o büyük meşenin altında daha önce de oturuyordu. O meşe onların Vatan gölgesiydi ve baltalan kesilmeyecek kadar kalındı. Bu insanlar kendini savunma kültürünü okulda, üniversitede öğrenmedi. Devrimci eğitim kursu da görmemişti. Direniz hedefi onlar için çok yalındı. Açlık grevi mücadelenin bir biçimiydi. Gelinler kocalarıyla birlikte olmayı, çocuklarsa analı babalı büyümeyi alabildiğine özlemişti. Birkaç gün sonra aynı kadınlar tankların ve panzerlerin üstüne çıkacak ve dünya bunu görecekti. Başları oyalı bürgü, şalvar uçkurları bellerine sımsıkı bağlı Türk kadınları bu topraklarda ilk defa isyan ediyordu. İsyanın bel kemiği, itici gücü, kitlesi, başı çeken müfrezesi ve önderi kendileriydi. Hayatı sürdürme istençleri sonsuzdu. Aşk ateşini kurşunla söndürmekse imkânsızdı. Karşılarındakiler de fere celi bazıları insandan saymadıklarına ve bu biçim giyim kuşamlı insanların ayaklanma bilincine ulaşmasını olasılık dışı bulduklarına bazıları syancı şalvarlıları anlamakta zorluk çekiyordu. Bu kadınlar devrimci bilinç sözünün ne olduğunu bilmiyordu. Onlar için gelinin kocasıyla, çocuğun da ana-babalı yaşaması kutsal bir haktı ve önce bunu istiyorlardı. Bu da zulüm rejiminin zindan kapılarını açması anlamına geliyordu. Bu istekse politikti. Dolayısıyla Mayıs İsyanı devleti, zorba rejimi hedef alan bir siyasi ayaklanmaydı. Öyle de kaldı. Bundan 25 yıl önce Bulgaristan’da totaliter rejimi saraylardan kovan ateşi yaktı. Bulgaristan Türklerinin kurtlarla meydan savaşı böyle başladı. Zaferle bitti. Boyun eğemez, pes etmez zekâmız o günlerde hep bilendi. O derslerden hiçbir ayrıntıyı unutmamalıyız. İnsan hafızası, hepimizin belleği dünü yarına, yaşlıdan gence devreden bir makinedir. Yaşadıklarımızı, çekilerimizi, gördüğümüz işkenceleri, bize yapılan her şeyi, tarlalarımızın ve tüm mülkümüzün elimizden alınmasını bir asırda 6 defa kökümüzden sökülüp sınır ötesine atılmamızı, mektep


102

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ve okullarımızın, din eğitim merkezlerimizin kapatıldığını, bir gazete çıkaramadığımızı, kültür ve sanat dergimiz olmadığını, internet üzerinden okumalı gazetelere gereksinimi olduğunu her gün anlatarak yaşatmak zorundayız. Bununla birlikte vakıf mallarımızın ellimizden alındığını, devamlı huzursuzluğa zorlandığımız için son 25 yılda hayatımızı yeniden örgütlemekte zorlandığımızı, kurduğumuz kooperatiflerde birikmiş döner sermayemiz olmadığını çekinmeden anlatıp bilinç olarak pekiştirmek ve çözüm yolları aramak zorundayız. Tütün üretimimizi elimizden alıp ekmek teknemizin kırdıklarını; bizi kim olduğu belli olmayan insanların peşine taktıklarını duyurmalıyız. Biz kimsenin ne uşağı ne de kölesiyiz, çalışıp hür yaşamak istiyoruz. Çocuklarımızı istediğimiz okullarda okutmaya çalışırken çektiğimiz zorlukları, işsiz güçsüz kaldığımızı, kışları tarhana çorbası ve bulgurla geçirdiğimizi, emekli maaşlarımızın elektik ve su faturalarına yetmediğini, köylerde ve kasabalarda işe yarayan hemşire, ebe ve doktor olmadığını, hastalarımıza yazılan reçetelerdeki ilaçların işe yaramadığını ilgililere bildirmeliyiz. Kendi radyomuz, bültenlerimiz, muhabirlerimiz, yayın organlarımız olmadan nasıl edelim? Bir masalı bile bir ananın okuması başkadır, radyodan dinletmek başkadır. Bütün olanaklarımız, maddi, manevi ve teknik imkânlarımız birer birer elimizden alınmışsa, biz bu kültür devrini nasıl yapalım. Türklüğü nasıl yaşatalım? Panagürişte yaylalarında aç kurtlar 20 atı bir yolunu bulup nasıl yedilerse yediler. Bize 140 yıldan beri saldıran düşman zehirli oklarını seri halinde atmaya hazırlanıyor. O zaman bizimle başa çıkabilmek için Türk sınırına Rus lazar silahlarını dizmişti. Bu silah Çin sınırında bir defa denendi ve 1 milyon çin erini birden yaktı. Sliven balkanına SS 20 ve SS 22 füzelerini konuşlandırdı ve İstanbulu hedefledi. Ne zamanlardı. Şimdi de fırsat bulsa “yer yer” füzelerini üslendirecekmiş 3 metre yüksek tel örgü gerdi. vs. vs. Bu işlerin hepsini bizim ismimiz, dinimiz, dilimiz, kültürümüz, Türklüğümüz ve daha neyimiz varsa hepsini bir kaşık suda boğmak için yaptığını düşünürsek...Şaşıyorun kurtların yediği atlara mı üzüleyim yoksa şu halime mi!? Daha iyi yaşama yollarını ararken, birlik olalım, beraberce olalım ve atlar gibi telef olmayalım demek istiyorum. Parlamentoya mektup yazıp hainlere ölüm cezası istemek istiyorum. Irkçıları kuzey kutbuna göndersek ne olur acaba... Atlar ve kurtlardan farklı olarak biz insanlar, etnik topluluklar ne yazık ki, çık daha güç bir sorun da çözmek zorundayız. Aynı diyarda birlikte yaşarken hem kendimizi savunmak ve parçalanıp yok olmadan yaşamak, hem de onlara da hoşgörülü davranışlarımızla yaşama hakkı tanımak zorundayız. Atlar ile kurtlar arasında karşılıklı hoşgörülü olma kuralı yok! Biz toplumsal yaşamda bu kurala uymak zorundayız.


Makale ve Analizler - 2014

103

Zehirli Okların Hedef Noktaları

Şakir Arslantaş-18.Kasım.2014

XVII. asırda yazıp çizen bilinen düşünür Benedik de Spinoza akıllarda şu sözlerle kaldı: “Eğer geleceğin geçmişten farklı olmasını istiyorsan, geçmişi asla unutma!” O zamandan bugünlere 300 yıl geçse de, değişen pek bir şey olmadı gibi.O zaman Spinoza’nın ülkesi Hollanda büyük bir sömürgecilik Krallığı, Bulgaristan ise Osmanlı sınırları içinde bulunuyordu. Buna rağmen büyük düşünürün yukarıdaki fikri bizim için çok aktüeldir. Biz Bulgaristan Türkleri olarak ve ülkemizdeki öteki etnikler kendi geçmişlerini unuttukça ya da Bulgarların tarihini öz tarihleriymiş gibi ezberleyip öğrendikçe eriyip gitmeye ve bir hiç gibi hafızalardan silinmeye mahkûmdur. Daha önce Bulgar milliyetçiliğinin, Çarlığın, totalitarizmin ve bir ithal ürün olan şimdiki sahte demokrasinin devlet politikası olarak izlenebileceğini kötü anlamda siyasi hedef noktasında hep biz olacağımızı düşünememiştim. Düşmanlar düşmanlıklardan sıyrılmayı asırlarca başaramıyor. Hele 1990’dan sonra doğması beklenen demokrasi güneşinin ırkçılık ve aşırı milliyetçilik buzlarını eriteceğine ben de inanmıştım. Modern adı ksenofobi olan bizden biri olmayanı yani aynı ülkenin vatandaşı olan ve öteki olarak gösterilen insanlara (Türklere, Romanlara, Araplara) başka ırk ve dinden olan Suriyeliler vs. gibi) yabancılara kin ve nefret beslenmesi, onların her yerde ve her bakıma hor görülmesi gibi illetlerin hayata yeniden çağrılmasına ve küflenmiş bir silah olsalar da alabildiğine kullanım alınları aranmasına akıl erdirmede zorlandım. Bu politikalar ülkemizde nüfusun % 40’ının okuryazar durumda olmamasına sebebiyet verirken, Suryeli savaş kaçağı çocukların “Kovaçevtsi” köyünde okuldan atılmaları bir ırkçılık belirtisi olarak yürekler parçaladı. Geçen hafta Bulgaristan toplumu sözde “tolerans” yani hoşgörü günü andı. Ülkede birçok Tolerans Klübü olmasına karşın bir miting bir toplantı yapılmadı bir sofra kurulmadı, hiçbir ikramda bulunulmadı. HÖH - DPS partisinin bütün yan örgütleri de hep tolerans etkileşimi çağrıştırır. Kesin olarak inanıyorum ki, tek taraflı etkinlikler, sloganlar ve çağrışımların hiçbir anlamı ve faydası yoktur. Hoşgörü konusunda Karşılıklı Hoşgörü için direnmezsek çabalarımız boşa gider. Hayatta hoşgörü de dahil hiçbir şey tek taraflı değildir. Yanlış düşünceye bağ-


104

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

landığımızdan dolayı bu işte de çeken biziz, hor görülen biziz, yargısız infaza zorlanan biziz, toplama kamplarından, koğuşlardan geçen biziz, yasağın bin bir çeşidine direnen de biziz, zorbalığa karşı ayaklanan biziz, öz topraklarından kovulanlar da biziz ve hoşgörülü olmaları istenen de biziz. Nedenmiş o? Çünkü bu topraklara hoşgörüyü getiren biziz. İyi bir şey olduğuna hemen benimseneceğini sanmıştık ama asırlarca tutmadı. Hoşgörü bizim milliyetçiliğe karşı en güçlü ve etkili silahımızdır. Fakat o öldüren bir silah değildir. Islah eden, eğiten, ehlileştiren özellik ve niteliği olan bir silahtır. Uygulanması gönüllüdür. Beyefendiler kendilerini özel haklara sahip kişiler zannediyorlar. Bulgaristan’da yaşayan etniklerin tüm hak ve özgürlüklerini yasaklamayı kendilerinin kendilerine tanıdıkları bir kutsal hak olarak görüyorlar. Hele şu son iki ayda dikenleri çıkmaya başlayan Milliyetçi Cephe haydutlarına laf yetiştirmek çok zor olmaya başladı. “Skat” TV yayınlarındaki ağızlarında diş kalmamış eski ırkçı gazeteci, subay, bilim adamı ve milliyetçi politikacılarla meclisteki ırkçılar aynı boruyu çalıyor. Irkçı yaygaraya hala seyirci kalan Ahmet Doğan ve Lütfü Mestan ikilisi, “Bulgaristan Türk ve Müslümanlarını kim korkutursa korkutsun bu işten kazançlı çıkan her zaman biz olduk ve biz olacağız!” kafasıyla yine seyre daldılar. Bu arada bizde kaynayan ırkçılık kazanı Brüksel’de de kokunca HÖH DPS partisinin Avrupa Birliği Genel Kurulu’na gönderdiği genç milletvekili İlhan Küçük münasebet almak zorunda kaldı ve şöyle dedi: “Bulgaristan’ın Avrupa Birliği’ne 2007’de üye alınmasından sonra yani son 7 yılda aşırı milliyetçiliğin patlak verdiğine tanık olurken, bugün artık bir “öteki düşmanı” politik gücün direk olarak iktidara katılımına tanık olduk.” 49 politik akım, hareket, kulüp, sivil toplum örgütü, akademisyen grubu ve Makedonya İş Devrim Örgütü (VMRO) gibi kaşarlı milliyetçilik çatısı altına toplayan Ulusal Cephe, ülke çapında örgütlenme çalışmalarına her geçen gün biraz daha hız kazandırırken, Bulgaristan Türklerine, Pomaklara, Romlara ve Türkiye Cumhuriyetine karşı siyasi saldırı çizgisini bileyerek sürdürüyor. Son dönemde zehirli okları şu ana hedeflere yönelttiler: 1.Türkiye Cumhuriyetini Asya kıtasına kapamak. 2. Konu hep Turgut Özal dönemine, yani sözüm ona “soya dönüş” ve “Büyük Göç” yıllarına dönüyor. “O zaman bize karşı çalışan 600 maaşlı ajan ve binlerce yardımcıları vardı, Bulgaristan’ı parçalamaya ve Varna’yı Yeni Bulgaristan’a başkent yapmaya hazırlanıyorlardı.” konusunu işleyenler şöyle devam ediyor. “Türk savaş uçakları devlet sınırımıza yakın uçuyordu. Onları durdurmak için Varşova Paktı’ndan ve özellikle Moskova’dan ‘lazer silahı’ aldık ve sınır boyuna yerleştirdik. Türkiye’nin durduramayacağı ‘SS 20’ ve ‘CC


Makale ve Analizler - 2014

105

22’ orta menzilli füzeleri de Koca Balkan’ın Güney yamaçlarına üsledik.” Bu saçmalıklarla XXI. yüzyıl milliyetçiliğini canlandırmaya çalışıyorlar. Aslında Sovyet Ordusu 1960’lı yılların sonunda ‘lazer silahını’ ilk kez Çin’e karşı olmak üzere Uzak Doğu’da “Amur” ırmağı boyunda kullanmış ve 1 milyona yakın Çin Halk Cumhuriyeti askerini yakmıştı. 3.Milliyetçi Cephe bugün Bulgaristan’ın 2004’ten beri olmak üzere, bir NATO üyesi olduğunu, T.C.’nin ise 1953’ten beri NATO’nun esas silahlı kuvvetlerine sahip müttefik bir devlet olduğunu görmezlikten geliyor. Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğene çok yakın olduğu bir aşamada, çok güçlü ve büyük bir devlet olduğunu, bu üyelik gerçekleştiğinde iki devlet arasındaki devlet sınırlarının zaten baştanbaşa sökülüp atılacağını işitmek ve bilmek istemiyor. AB ile Türkiye arasında gümrüksüz ticaretten, çok yanlı işbirliği sözleşmelerinden, çok yönlü yardımlaşma ve işbirliğinin derinleşmesinden, birkaç saat sınır kapansa Türk tır filolarının sınır kapısında 30 km kuyruk oluşturmasından rahatsızlık ifade ediyor. Türkiye’nin Cumhuriyet tarihi boyunca Bulgaristan’ı asla tehdit edip savaş ilan etmemesi de milliyetçilerin uykusunu kaçırıyor. 4. Borisov hükümeti programına oy verdikleri için kabineye dayatmalarda bulunma hakkı kazandık havasında olan Milliyetçi Cephe, yeni dönemin daha ilk günlerinde Türkiye ile sınıra baştan başa 3 metre yüksek dikenli telden duvar gerilmesinde direnirken, aynı bölgeye orta menzilli ve İstanbul hedefli “yer yer” füzeleri konuşlandırılması isteğini yineledi; 12 Mayıs 2013 seçimlerinde 50 bin oyla öndelik ödeme yaptığı 10 dakikalık Türkçe TV yayınının kapatılmasında ve Reformcu Blok, dolayısıyla hükümet ortağı Şeref ve Hürriyet Partisi’nden Bakan çıkmamasında direndi. d) Milliyetçi Cephe Türkiye Cumhuriyeti’nin Avrupa Birliği’ne girmesine kesinlikle karşı çıktı. Böyle bir maddeyi hükümet programına sokmayı çok istese de emelini gerçekleştiremedi. Ekonomide sıçramalı gelişen ve altyapı kuruculuğunda Avrupa ve dünya birimcisi olan AKP yönetimindeki Türkiye’nin Balkanlara doğru yayılmasını ve yarımadayı modernleşme yolunu açmasını engellemeyi kendine en büyük ve kutsal ödevlerden biri olarak seçmiş bulunuyor. Hak ve Özgürlük Partisi’ne Sert Cephe: Aşırı sağ uçtan Milliyetçi Cephe’nin ve aşırı sol cepheden “Ataka” ve şimdi adı “Demokratik Merkez Partisi” olarak değişen N. Barekov’un “Sansürsüz Bulgaristan Partisi Hak ve Özgürlük Partisi’nin (DPS) Türk ve Müslüman partisinin bir daha iktidara uzanmasına kesin engel olmak konusunda aralarında söz ve eylemde mutabık kaldılar. 5 Ekim 2014 seçimleri bu slogan altında gerçekleşirken Türk Partisi’ni karalama kampanyasına Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) de elindeki bütün kaynaklarla katıldı. HÖH - DPS’yi iktidardan uzaklaştırmak,


106

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Türk belediyelere, şirketlere, yerleşim merkezlerine, sosyal yardımla ayakta duran azınlık kuruluşlarını, o bölgelerdeki felaket zedeleri yüzüstü bırakma anlamına gelir. Bulgaristan’ın Avrupalı Geleceği İçin GERB Partisi seçim kampanyasında, seçim günü ve daha sonraki ilk hafta görüşmelerinde HÖH - DPS’ye karşı tavrını sertleştirdi ki, yeni hükümeti “DPS bize oy vermesin!” demeden kuramadı. Şimdiki hükümet çok kırılgan bir anti-Türk dengesine dayanıyor. Yeni hükümet kurulurken “bu iş bizsiz olmaz” havaları estiren Milliyetçi Cephe, “hükümet programı” üstüne görüşmelerde, GERB partisi’nin 10 Türk ve Müslüman bakan yardımcısı atama vaatlerini suya düşürebildi. Borisov hükümetinin verdiği tavizler Türklerin hakları ve özgürlükleri konusundadır. Bununla birlikte, yeni hükümette tek Türk bakan olan Kültür Bakanı Vejdi Raşidov’a karşı kışkırtılan kampanyayı önleyici tedbir de alınmadı. 4. HÖH - DPS partisine karşı şiddetlenen saldırının yönleri: DPS anayasa aykırı etnik bir partisidir ve kapatılmalıdır. DPS’ye karşı yükselen halk hareketi desteklemelidir. Bulgaristan Türkleri T.C.’nin ülkemizdeki “beşinci kol ordusudur” ve politik örgütlenmeleri ve devlet işlerine karışmaları yasaklanmalıdır. DPS T.C. gizli servisleriyle bağlıdır ve Bulgaristan Çingenelerini İslamlaştırmaya çalışıyor, yasaklanmalıdır. DPS kanalıyla Bulgaristan’da Türk İslam ve milliyetçiliğinin çok tehlikeli bir şekli dayatılıyor ve mutlaka yasaklanmalıdır. DPS partisinin iplerini yabancı merkezler çekmektedir. Bu gelişmeye son verilmelidir. DPS ve Türkler Bulgar iktidar ve makamlarından tamamen uzaklaştırılmalıdır. Bulgaristan’daki Türk ve Bulgar mafyasını yöneten Ahmet Doğandır, politik faaliyetleri yasaklanmalıdır v.s. Seçim Kanunu’nda değişiklik yapıp zorunlu oy kullanmayana ceza ilkesi uygulayarak ve Türkiye’deki soydaşlarımızın oy kullanmasına yasak getirerek DPS - HÖH partisinin milletvekili sayısını azaltıp iktidar kapısını tamamen kapatmaktır. (Yasa değişikliğine örnek olarak Lüksenburg ve Avustursa seçim yasaları gösteriliyor. Bu yasalarda, ancak 70 yaşını doldurmuş olanlar ve seçimin yapıldığı gün seçim sandığı olmayan yabancı bir ülkede olanlar oy kullanmadan muaf tutulabilir. Diğerlerine en az 1000 Evro ceza kesilmesi öngörülmüştür. Oy kullanmak ve cezalandırılmak da istemeyenlerse seçim bürosuna gidip isimlerini yazdırmak zorundadır.)


Makale ve Analizler - 2014

107

III. Bulgar Milliyetçilerinin Yakın Hedefleri: 60 - 70 yıllık bir aradan sonra 2014 seçimlerinde kendilerini iktidar Basamaklarında bulan Milliyetçi Cephe ırkçılarının Borisov’un GERB partisine sunduğu ilk istek listesindeki 120 maddeden 60’ı doğrudan doğruya ırkçı ve milliyetçi nitelikli ve yakın hedefliydi. Birçokları bu defa görüşme masasında kalan bu isteklerden bazıları hükümet program bildirisine de girdi. Bunların arasında en başta olan şunlardır: 5 - 6 yaşında etnik azınlık çocuklarının Bulgarca kurslarına toplanması. Türk, Pomak ve Roman çocuklara kendi ana dillerinden önce Bulgarca öğretilip onların tamamen Bulgarlaştırılmalarının garantilenmesi. Bulgarca kursunda başarılı olmayan çocukların okul kaydının engellenmesi. Bulgar okullarında Bulgarcadan başka anadil okutulmasına son verilmesi. Bulgar okullarında ülkedeki etnik azınlıkların özgün kültür ve tarihlerini konu eden ders programlarına geçilmesinin tamamen engellenmesi; Yaşlılarla ilgili uygulamalar. Karma bölgelerde devlet memuru işe alınırken yazılı ve sözlü Bulgarca dil sınavı yapılması. Halen göre başında olan memurlar arasında Bulgarca sınavları düzenlenmesi ve Bulgar dilini yazılı ve sözlü olarak iyi bilmeyenlerin işten atılması. Bulgarca okuması yazması olmayan seçmene oy kullanma seçme ve seçilme hakkı tanınmaması. c) Irkçıların Soydaşlarımızla İlgili İstekler. *T.C. Avrupa Birliği dışında olan bir devlet olduğundan dolayı orada çalışan ve ikamet eden Bulgaristan Cumhuriyeti vatandaşlarının seçime katılma, seçme ve seçilme, aday gösterilme vs. haklarının tamamen kaldırılması. Bulgaristanlı politik partilerin T.C.deki Bulgar uyruklular arasında politik ve dernek çalışmalarına son verilmesi; Soydaşların seçim arifesinde Bulgaristan’a gelip oy kullanmalarının önlenmesi. Seçim günü seçme ve seçilme hakkı olan vatandaşları Bulgaristan’a taşıyan otobüs seferlerinin yasaklanması; Türkiye’de yaşayan fakat Bulgar vatandaşı olduklarından seçme ve seçilme hakkı olan göçmenlere Bulgaristan’da yerel seçimlere katılmaları hakkı tanıyan yasaların değiştirilmesi ve oy kullanmalarının önlenmesi vs.


108

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

5 Ekim 2014 seçimlerinden sonra 8 partili Bulgar parlamentosuna giren 3 adet aşırı sağcı ve aşırı sol politik partinin kanadı altında 90’den fazla milliyetçi ve ırkçı grup ve eğilimle birlikte 79’u ideolojik olarak komünist-totaliter ve faşist milliyetçilikle biçimlenmiş ve bilenmiş “politikacının” girmesi ülkenin bundan sonraki gelişimlerini büyük ölçüde etkileyecektir. Özünde demokratik ve köklü reformlar yapılarak gerçek demokratikleşmeyi hedeflemekten çok uzak olan bu kişiler “Bulgaristan Her Şeyin Üstünde!” gibi faşizan sloganları meclis kürsüsünden bağırarak, ülkemizi karanlıkların en derin mağaralarına kilitlemeyi özlüyor. Anti-Türk, anti-Müslüman, öteki düşmanı olmayı kendilerine hayat felsefesi eden bu güçlerin ülkemizi doğu ve batı dünyasından izole etmesi olası görünmeye başladı. Modern Avrupa uygarlığının farklılıkların demedi olmayı hedeflediğini kabul etmeyen yeni Bulgar milliyetçiliğiyle yeni yeni yüzleşmeler bizi beklerken, doğal ve insan haklarımız, yasal edinimlerimizi savunma ve genişletme yolunda her zamankinden daha net ve kararlı bir davranışla yolumuza devam etmek zorundayız. Yeni dönemde Bulgar ırkçı milliyetçiliğinin yeni zehirli okları ne yazık ki yine bize yöneldi. Demokratik Avrupa, Avro-Atlantik doğrular peşinde birlikte yürümemizi kabul etmeyenler inlerinden çıktılar, hortladılar ve karşımıza dikildiler. Onlarla başa çıkmak bizim var olabilme yolunda ana vazifemizdir. Geleceğimizin geçmişimizden daha farklı olmasını istiyorsak, acısıyla sızısıyla geçmişimizi hiç unutmadan ve ebediyen yaşatarak yolumuza devam etmeye çağırılmış bulunuyoruz. Düşman aynı düşmandır. Değişen pek bir şey yok. Yengi yolu barış ve demokrasi yolu, bizim yolumuzdur.

Masal Gibi...

Filiz Soytürk-18.Kasım.2014

Hey hey Kör olmak ne güzel şey! Kral çıplak... Çar iflas etti... Grim Kardeşlerin “Kral Çıplak” masalını okumuş, dinlemiş ya da oyun veya filmini seyretmişsinizdir. Bu masal toplumun kör oluşu ile alaydır. Çocuğun “Kral çıplak!” haykırışı herkesi uyandırmış, sarsmış, iğnelemiş, toplumun


Makale ve Analizler - 2014

109

üzerine buzlu su dökmüş, bakan körleri uyandırmış ve gerçek hayata geri çağırmıştır. “Çocuktan al haberi!” bizim bir gerçekliğimiz olsa da bizdeki buzları eritemedik, düğümleri sökemiyoruz. Çünkü görmeyenlere mahsus değildir körlük. O çok anlamlıdır. Bir korkudur körlük. İnsanı yendi mi pes olursun ve asla kurtulamazsın. Körlük insanlara kölelik devri yaşatmıştır. Spartaküs’ün bizim buralarda o ünlü Trakların Ayaklanmasını ateşlemeseydi, o kör devirler belki de bugünlere kadar devam ederdi. Özürlü olmayan kimse kör doğmaz. Kimse hilekâr doğmadı. Toplumun acı zehrinden içmezden önce insanlar sahtekârlık bilmezdi. Kimse doğuştan dolandırıcı değildir. Okula ilk gittiği gün çocuk arkadaşının kalemini çalmayı düşünmez. Öğretmen “kalemi olmayan kara tahtaya çıksın” demeden afacan kalem çalmayı hayal etmez. Her şey gibi gerçek de sancılı doğar. İl haykırış masumdur. “Kral Çıplak” diye haykıran çocuğun safdilliği kadar güzeldir. “Kral Çıplak!” anlam bakımından son derece derin, üzerine kitaplar yazılacak kadar renkli! Müellifin keskin zekâsı uyurgezer, köleye benzer topluma selamdır. İnsanı hem güldüren hem ağılatan bir dalkavukluktur. Üzerinde düşüneni kemiren maskaralığa ibret olsun diye anlatmıştır. Değişen bir şey yok. Göre göre görmeyen körler, saraylarda, barlarda, lokantalarda “büyüklerimizi” nükteli sözlerle eğlendirenler asla aç kalmaz, Maskeleri düştüğünde beş para etmedikleri ortaya çıkana kadar, çıplak da olsalar hep kraldırlar. Dünya “Kralın Çıplak” görmek istemeyenlerle doludur bugün de. Biz onlarla birlikte yaşamak zorundayız. Üzgünüz, çünkü toplumsal çoğunluk körlerden oluşur. Biz XXI. yüzyılda bile bile bilemeyenlerin anarında olduğumuzdan kahroluyoruz. Bir yere bir delik açıp dünyaya hep aynı delikte bakanların körlüğü bizi de kör ediyor. Yeni zamanlarda “Nasrettin Hoca ne gülüyor; Ne güldürüyor artık.” Buna da akıl erdiremiyoruz. Kör olmak ne güzel şey, Kör olmak ne güzel şey! Görmeyenlere mahsus değildir, körlük. Göre göre görememektir körlük. Bile bile bilememektir körlük. Yıl 2014. Aylardan Kasım. Günlerden her gün! Gazete başlıkları: “Bulgar Çarı İflas etti!”


110

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Benim kuşağımdan hiç kimse daha önce bir Çarın batabileceğini, batıp da çıkamayacağını, hatta pabucuna çamur sıçrayabileceğini düşünmemişti. Çar zenginliğinin “Ali Baba”nın harami hazinesinde gördüğünden kat kat fazla olduğunu zannettik. Bu onu okulda, üniversitede, eş dost sohbetinde hiç görüşülmedi. “Çarın donu düştü” dese kimse inanmazdı. Grim kardeşlerinki bir masal! Şimdi ben sevinmeli miyim!? Onu da bilmiyorum. Hatta ben herkesin yoksul yaşadığı bir ülkede Çarın da sefiller arasına girmesini uygun buluyorum. Yoksullardan elektrik çalmasını, komşu köylerden yaşlıları soymayı, 7 gün aynı yemeyi yemeyi, devamlı çamurda yürümeyi, kış aylarında daha rahat yaşamak için içeri girmeyi v.s. öğrenip halkını daha iyi idare edebilirdi. Bizim Çar Simeyon Sakskoburgotski ülkemize 18 yıl önce döndü. 1945’te Hak İdaresi tarafında çocuk yaşta kovulduğunda gidecek yer ve ekmeyi yenecik komşu olarak Türkiye’yi seçti. Sirkeci garına inmezden önce Stalin Moskova’dan Ankara’ya çektiği telgrafta “Bizim çocuğa iyi bakın, zaman gelir lazım olur!” demişti. O zaman 50 yıl sonra geri çağırılacağını kestirebilmesi zordu. 2000’ne girerken Bulgaristan’ın batıya pencere açtığında o Madrid’ydi. Başını kaldırıp cama bakmaya başladı. Misafir davet etmek adetlerimizdendir. Papaz sakallarını kesen Ahmet Doğan’ı da “Çarı Vatanına davet etmeye” gönderdiler. O vakte kadar kimsenin beş paraya saymadığı, haysiyeti sıfır, hatta elektrik faturalarını ödemek için eşinden para dilenen “gurbetçi Çarın” ayağına gidip elini öpenler sıra olunca o da o bilinmeyen yerden ödenen “lüks-klas” uçak bilet kullanıp Sofya hava alanına indiğinde şakşakçı alkışçılar herkesi adeta büyüledi. Büyük Nazım Bursa’da yatarken tam böyle durumlar için şöyle demişti: Sahte olmuş iliğimiz kanımız Hile - hurda - yalan - dolan şanımız Adamı ayağının tozuyla başbakan yaptık. Memleketi devrettik. “Al ne yaparsan yap! Aman bizi kurtar!” dedik. Ortaya çıkıp “850 günde hepinizin derdini hallederim” dedi, inandık! Partisi yoktu. Önemli değil, hepimiz oy verdik. Evi yoktu, dede ve baba malına “kon” dedik. “Param yok” demesine kalmadı, Rila Dağı’ndaki tüm çamları ona devrettik. Bulgarcası eksikliydi, “kusur görmedik.” İştahı çok büyüktü, “Allah vergisidir!” dedik. “Aç adamın eli uzun olur” diyen olmadı. Kamyonla, vapurla, tren katarlarıyla dolu dolu çaldı, bakan baktı ama kimse görmedi, göz koyan olmadı. “Aç” olması, “çıplak” olması hiç önemli değildi. Çarımız vardı ve o hepimize yeterdi. 18 yıldan beri çalıyor diye yazılan yayınlanmadı, yalancıdır diye çizilen basılmadı, Çarımızın üzerine toz konmadı:


Makale ve Analizler - 2014

111

Hey hey Kör olmak ne güzel şey! Görmeyenlere mahsus değildir, körlük. Göre göre görememektir körlük. Bile bile bilememektir körlük. Türklerin gözü pek olur, istediklerinde gördüklerini görmezler, yediklerinden söz etmezler, birlikte çalıp çırpsalar kimseyi ele vermezler. Şimdi efendim bizim Çarın borçlarını ödeyemediği mahkeme kararıyla artık resmen tespit ve ilam edildi. Dede ve baba saray ve konakları - “Tsarska Bistritsa”, “Sitnyakovo”, “Vranya”, “Kriçim” köşklerini devlet geri aldı. Başbakanlık yıllarında “Rila” Dağı’ndaki çam kuru ve ormanlarından toplam 5 milyon US Dolar tutarında tomruk ve kereste kesip Yunanistan’a sattığı ortaya çıktı. Adam durup dururken bizim akciğerlerimizi sökmüş, ama biz kör ve dildiz kalmışız. Yapacak bir şey yok, korku dağları bekliyor. Çarımızın taşınmazlarından mahkeme kararıyla asla iade edilmemek üzere alınan iri mal mülkün toplam değeri 25 milyon US Dolardır. Bilmem anlatabildim mi? “Bizim Çar da çıplak kaldı!” Fakat bu belgesel öykümde benim hedefim okurlarıma XXI. yüzyılda donlarını düşürüp kaybeden ilk Çarın Bulgar Çarı olduğunu anlatmak değildi. Çarcığımıza bu talanı, bu hırsızlıkları, bu soygunu yapma kapısını aralayan gümrükçülerin mühürlerini, vergicilerin kalemlerini, polisin yetkilerini ellerinden alan, savcıları ofislerine kapayanlar olduğuna işaret etmekti. Bir ülkeye yarım yüzyıl ayak basmayan bir kişiye birkaç yılda 25 milyon US Doları çalıp götürme imkânı tanıyanlar var. Önüne sunulması bu boyutta bir hırsızlık yapabilir miydi? Böylesi bir soygun yardımcısız olur mu!? Kör olmak ne güzel şey, Aç açın halinden, hırsız hırsız halinden anlar dersek. Baş hırsız kimdir? Biz artık kendilerini bilinçli olarak zorla kör payanlarla hakikatten özürlü olanları birbirinden ayırmak zorundayız. Ahmet Doğanlar, Lütfü Mestanlar, Nikolay Tsonevler ve bizden daha 25 - 30 kişi devlet talan edilirken milletvekiliydiler. Neden sağır ve kör kaldınız! Yoksa paslaşa paslaşa birlikte mi çaldılar? Halkımızı birlikte mi soydunuz? Eğer bu körlük bilinçli özürlülükse lütfen devleti çırçıplak soyma defterinin ikinci üçüncü ve tüm sayfalar birer ikişer açmaya başlayalım.Muhbirlik ediyorum: Saks Koburgotski Başbakan olduğu yıllarda (dört yılda 25 milyon çalmışsa) Ahmet Doğan’a bağlı bir (Sofya) şirketi Kuzey Batı Koca Balkan sırtlarından (Vratsa - Montana) 220 TIR ıhlamur ve 200 TIR akasya


112

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tomruğu kesti. Bu ağaçların kesilmesi ve ihraç edilmesi o gün olduğu gibi bugün de kesin yasaktır. Son 18 yılda bu devletin ve ülkenin soyulup soğana çevrilmesinde parmağı olanların tüm hırsızlıklarının açıklanmalı, suçluların hepsi tutuklanmalı, sorgulanmalı ve yargı önüne çıkarılmalıdır. Çara karşı davaya 7 avukat çıktı. Bulgaristan halkı adalet uğruna uyanışa katılacak tüm avukatların ücretlerini ödemeye ve hırsızlar için yeni hapishaneler kurulacaksa bağışta bulunmaya hazırdır. Bir Çarı çırçıplak soyan mahkeme, tüm diğer hırsızlarla kesin baş edebilir. Çarı dedesinin ve babasının köşk ve saraylarından dağ evlerinden çiftlik konaklarından çıkaran mahkeme Ahmet Doğan’ı da “saraydan” mutlaka çıkarmalıdır. Adalet yerini bulmadan jalşkın ruhu huzur bulamaz. Halkımız “adaletten kaçanın gözü kör olsun!” sözünü bugünler için söylemiştir. Emsal ortadadır. Bulgaristan’ın baştanbaşa soyulduğunu ve halkın köle durumuna düşürüldüğünü, ekmek dilencisi duruma getirildiğini görmeyen kalmadı, şimdiye kadar gördüğüne “gördüm” demeye korkan artık korkmasın! Çarın çaldıklarını geri alan mahkeme tuttuğunu koparır. Koparacaktır. Koparmalıdır. Korkmaya gerek yok. “Halkın elinde artık emsal mahkeme kararlar var!” Demokrasi Kralların ve Çarların çıplak olduğunu gösteren bir toplum düzenidir. Ne kadar zor, ne kadar dik olursa olsun adalet yolumuz budur. Bizim için daha kolay olanı henüz düşünülmedi. Akarsuyun kilidi olmadığı gibi, ebediyen kör kalan bir halk da yoktur. Bizim aramızda olup bugün hala korkanlar mutlaka korkuyu yenecek ve gerçekleri görecektir. “Çar Çıplak!” “Ahmet Doğan Mafya Başı!” “Lürfü Mestan Yalancı!” “DPS Yönetimi Dolandırıcı!” diyen çocuk bugün henüz doğmamış olabilir. Fakat mutlaka ve en yakın zamanda doğacaktır. “İşte benim anamı babamı aldatan kişi şu!” diyecektir. “Vatanımı talan eden kişi şu!” diyecektir. Kör olmak ne güzel şey, ebediyen tarih olacak! Gerçekleri görenler ve gösterenler yeni öyküler yazacaktır!


Makale ve Analizler - 2014

113

Bu Memleket Bizim!

Raziye ÇAKIR-19.Kasım.2014

Kendi kendime soruyorum: Bir yüzyıla kaç kahraman sığar? Kendime soruyorum: Onlar bize bir tek kahraman gösterebilir mi? Soruyorum: Farklılıkların güzelini görmeyenlerin aramızda ne işi var! Bulgar aşırı milliyetçilerin Vejdi Raşidov’un Kültür Bakanı ve Orhan İsmailov’un Savunma Bakan Yardımcısı olmasına kükremesine şaşıyorum. Şu günlerde o denli büyük milliyetçisiniz, o denli küflü ırkçısınız ki, Türklerden hiçbir şey istemiyorsunuz da, Malta’da geçen hafta yapılan Eurovizyon uluslararası şarkı yarışmasında Krisi, Hasan ve İbrahim üçlüsü ikinciliği alırken onları neden protesto etmediniz!? Neden lanetlemediniz? 13 yaşında Piyanistler üstadı olan Hasan ile İbrahim’e ödül vermeyin diye neden haykırmadınız!? Neden SMS göndermediniz? Yoksa “Festivali şereflendiren Bulgaristanlı o 2 Türk çocuğudur !” deyenler milyonlar olduğundan altlarında kalır ve eziliriz diye korktunuz mu? Ezilirsiniz İnşallah! Hasan ile İbrahim aynı yaştaki bütün dünya sanatçı çocukları arasında en iyi piyano çalıyor. Onlara madalya vermeyiniz, onlar Bulgarisyan Türkü, biz onların geri zekâlı ve genleri bozuk olduğunu kanıtlamaya ve hepsini ikinci derece insan çıkarmaya alışıyoruz, biz onlardan devlet memurur bile yapmıyourz! Neden demediniz? Utandınız mı yoksa!? Ağır sıklet Dünya ve Olimpiyat Güreş Şampiyonu, birincilerin birincisi Lütfü Ahmedov Vatanı Bulgaristan’ı kısım kısım altın madalyalarla şereflendirirken, “ama getirmesin istemiyoruz!” Neden demediniz? İki yüzlülerin başısınız siz. Türkiye ajanı, bilmem ne milliyetçisi, bilmem kiminin uşağıymışız. Türkiye Cumhurbaşkanı R.Tayyib Erdoğan’ın elimizi sıkması ve bizi kutlaması bizim için bir şereftir. Sizin tüm bu asılsız iddialarınızı çürütmeye bir tek örneğimiz yeter de artar: Tokyo Olimpiyatlarını düşünün. Razgratlı Lütfü Pehlivan Şampiyon Basamağında, altın madalya göğsünde parlıyor. Bulgar milli marşı çalınıyor ama göndere çekilen bayrak Türkiye Cumhuriyetinin ay yıldızlı bayrağıdır. Adı Lütfü Ahmet olduğundan uluslar arası jüri başkanlığı şampiyonu Türkiye vatandaşı kabul etmiş. Lütfü Pehlivan Birincilik peydestalinden usulca iner, jüri başkanına Bulgaristan adına güreştiğini ve Bulgaristan bayrağının göndere çekilmesinde ısrar ettiğini, söyler. Bulgar bayrağı göndere çekildi. Bunu hangi Bulgar yapar be!? Yirminci yüzyılda Bulgaristan’a getirdiğimiz altın madalyaları, birincilikleri, ödülleri saymakla bitiremezsiniz. Bu memleket bizim!


114

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Neymiş efendim 2014 yılında bir Bulgaristan Türkü olan Orhan İsmailov Savunma Bakan Yardımcısı olamazmış. Nedenmiş o? Adı Orhan olduğundan... Türk olduğundan... Başkasından değil komşumuz Romanya’dan örnek alınsın. Geçen hafta bir Alman Romanya Cumhurbaşkanı seçildi. Tüm insanlar kardeştir. Milletin ne önemi var. Önemli olan adam gibi adam olmaktır. Bu memleket bizim. Her şeyin bir tarihi vardır. Bizim Bulgaristan vatandaşı olduğumuzdan, vatanımızın Bulgaristan olduğundan gocunduğumuz yok! Bu memleket bizim! İnsan doğarken anasını, babasını, memleketini seçemez. Bu memleket bizim. Hüseyin Mahmudov’un serbest güreş Avrupa, olimpiyat ve dünya şampiyonluklarını neden alkışladınız? Al götür madalyalarını Türkiye’ye deyeydiniz... Ne den demediniz? Bir Bulgaristan Türkü Bulgar Bayrağını Bulgar Milli Marşı eşliğinde defalarca göndere çektirirken neden ayağa kalktınız? Plovdifli Orkestra şefimiz Muhsin Mehmet New York konser sarayını coştururken, ayağa kaldırırken neden onurlandınız? Yoksa öfkeden içiniz içinize sığmıyor muydu? Naim Süleymanov Bulgaristan adına 3 kez Olimpiyat şampiyonu olurken. Demirlerin altında kalsın ve canı çıksın diye dua eden siz misiniz yoksa!? Ayıp ettiniz ayıp! Şimdi de ayıp ediyorsunuz, ayıp. Biz Avrupa Birliğine neden girdik biliyor musunuz? Davetimiz şudur: Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın, Yok edin insanın insana kulluğunu, Bu davet bizim... Bütün okul kitaplarının kapağına şu cümlenin mutlaka yazılmasında ısrar ediyorum: Bu Memleket Hepimizin? Geçen yüzyıla ne kadar iş sığarsa o kadarını gönülden ve seve seve yaptık. Bu memleketin tarlalarına bağlarına bahçelerine, barajlarına, köprülerine, demiryollarına, fabrikalarına, madenlerine, inşaatlarına döktüğümüz ter bir an bir araya toplansa memleket su altında kalır! Neden döktük biz bu teri? Her asrın başında Türk, Pomak Çingene, Tatar ve daha ne kadar Müslüman, İslam’a inanan, ana dilini konuşan ve Türk olduğu için gururlanan, Pomak


Makale ve Analizler - 2014

115

olduğu için başı dik gezen, Roman olduğu için artık dilenmek istemeyen, Tatar olduğu için gönlü kardeşlik arayan ne kadar insan varsa hepsine karşı azılı düşmanlığının yeniden ve yeniden zehirli bir yılan gibi tıslaması, kuduz bir köpek bibi havlaması, ejderha gibi hortlaması için mi? HAYIR! Her asrın başında karanlık gecenin yavaş yavaş yeniden başlaması için mi? Hayır! Bu defa kalkıp kalkıp oturacaklar! Sürüler halinde gelip kıçlarına bakarak gidecekler! Onlar bizi bilmezler! Tenceresinde ne kaynatır Türk kadınlar asla bilmezler! Pomak kadının patatesten 50 çeşit yemek yapmasına akıl erdiremezler! Çingene kadının yoktan var etme sırrına da akıl erdiremezler! Tatar kızların on parmağında 10 hüner, onlar birini bilemezler! Ve bilemediler bilemeyecekler, Sökmek isteseler de sökemeyecekler, bizi bu topraktan! Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen derken! Bu memleket bizim! Geliyor sıcacık içimden. Sevgili dillenmiş gibi. Geliyor hiçbir şey söylemeden Sen dışarıda bensizdin, bense içerde sensiz. Ne önemi var neyi nerede çekmişiz. Memleketin her yani öksüz bizsiz! Bizim Romanların % 40’ı cahilmiş. Anasının karnında ve okul yaşına gelememişler yok bu hesapta. Ve bu gece peydahlanacaklar da kayıt dışında. Gurbete gidenler de cahil dönecek bu karanlık dünyaya Sevinir ırkçı cahilliğimize, sanki aşınır Arap’ın rakamı ve alfabelerden birinin harfleri Çingene çocukların kafasında Ve bizim çok büyük ve onlarda hala olmayan bir özlemimiz var: Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine bu hasret bizim... Dün bizim, ne yazık ki yarın da yalnız bizim olacak ve yavaş yavaş kalkana kadar düşmanlık dumanları ve gece karanlığı. Hep bizimle yaşayacak...


116

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Anılarımızla Varız!

Neriman Eralp Kalyoncuoğlu-20.Kasım.2014

Kimliklerimizi değiştirmeye zorlanışımız en başta aydınlarımızın tepkisini uyandırdı. Onlar hep yazdılar, bastıramadılar ama yazdılar, halk türküsü olamasa da şiirleri yine yaratılar, kendileri söyleyip kendileri dinlerken de yazmaya devam ettiler. Hayatı şiirleşmeyen halk vurulmuştur. Çektiği zorluklar romanlarda renklenmeden edebiyat tarihi olamaz. Satır arasından geçen yol kovaladığımız ufkun ışık vadisidir. Şairin şiir yaratan, yazarın sima kurgulayan hafızasının boşaltılmaya, bilinç adlımıza dinamit koymaya, ruhumuzu küçültmeye ve gönlümüzü karartmaya çalışanlarla büyük ve sert bir mücadele verdik. Gönül közleri sönmemiş kıdemli kalemlerimiz yıllar sonra geçen hafta Kırcaali ve Koşu kavak’ta derin hayat çizgileri ve kar kadar beyaz saçlarıyla çok mütevazı bir ortamda yan yana getirdiler. Hoş beşten ve kutlamalardan sonra okudukları eserlerle yeni bir esinti yarattılar. Ellerindeki kitapların sayfaları birbirine yapışmış gibi zor açılıyordu. Hiçbir satır gözlüksüz okunamadı. Sunulan demetlerdeki çiçekler kokusuzdu. Dile gelen, sonsuzluk içinde her hangi bir yerde bir anın güzelliği yansıtılırken, özlemler sanki kanatlanıyor ve uçarken herkesi büyülüyordu. İnsanların birbirini sevmesi ve aynı davayı yaşatmaları için her gün görüşmelerine ve her an birbirlerine devamlı bir şeyler paylaşmalarına gerek olmadığına bir daha ikna oldum. İnsan aynı duygularla köyünde, şehirde ve gurbette yaşayabilir. Büyük Shakspeare eserlerini yaratırken beyninde 800 yıl gerilerde bir dünya, krallıklar, sevilen ve sevenler yaratıp insanlara söylemek istediklerini, mesela Hamlet’e söyletmiştir. 1785’te zorbalığı lanetlemek için “Mutluluk Şarkısı” yazan Schiller, XXI. yüzyılda kurulacak olan Avrupa Birliği’ne Milli Marş güfte yazdığını tahmin etseydi, başka dünyalarda uçardı, değil mi? Savaşları anlatan ustaların ustası Tolstoy da “Savaş ve Barış”ı Napolyon’un hezimetinden 50 yıl sonra kaleme aldığında, insanlığa vazgeçin şu mır mır dan, keyfinize bakın ve barış içinde yaşamanın zevkini çıkaran, demek istememişse, de demek istemiştir acaba? Şimdi biz de 100 yıl yani bir asır boyunca çekilerin çekisini, karanlığın en zifirini gördük de, üzerinden 50, 30 v.s yıl geçmesine rağmen, sönmeyen bir ibret öyküsü yazamadık, okunduğunda her yüreği yakacak bir dörtlük dökemedik.


Makale ve Analizler - 2014

117

Hiç birinizin büyük bir eser yaratmak için izdir ab çektiğine inanmak istemiyorum. Öyle bir şey olamaz zaten... Aslında bir yazarlar buluşmasından, öteki şairler görüşmeden gelen yol ne kadar uzun ve ne kadar sancılıydı bir bilseniz. Yaratıcıların arasını açan, onları birbirinden ayıran s.o. büyük buluşma yıllar önce “Soğuk Pınar”da yapılmıştı. “Soğuk Pınar” buluşmaları yol ayrımı olmuştu. Artık aralarına katılmayan buluşmalarına gelmeyen fakat o zaman sirkesi çok keskin olanlar vardı. Köylerindeki kuyularda acı ve tatlı su oluşundan çıkıp ister Türkçe, ister Bulgar dilinde yaratırız deyenler oldu. Ama tutmadı. Köy delilerini anlatanlar, deliden akıllı değildi! Hiçbir yolun uzunluğu yola çıkarken bilinmediği gibi, o zamanki yol ayrımında yeni yolun ne kadar uzun olabileceğini kestirebilen de olmadı. O yıllarda Büyük Nazım Hikmet Bulgar diline çevriliyordu. Bu aşta tuzu olanlar, Nazım’ı Bulgarca konuştururken, biz de Bulgarca yazabiliriz havalarına girmişlerdi. Bu yumurtalardan birkaç yavru çıktı ama hiçbiri uçamadı. Hepsinin aklı başka yerdeydi. Nazım Sofya’da Türkçe olarak 8 cilt basılırken Bulgarcası neden 4 cilt deyen olmadı!? Türk halkını övdüğü, insan sevgisine su verdiği, insanları öz kimliklerini koruyarak ve kendi ana dillerinde konuşarak dünyaca kaynaşıp birleşmeye çağırdığı mısralar, destanlar, yazılar, masallar, özgün değişler ve bir kırlangıç hızıyla uçarken sabah güneşinin ilk şualarının kırağı taneciklerinde şakıdığı gibi şakıyan güzelliği hiç biri yaratamadı. Taklit edenlerin sanatçı olmadığını herkes gördü. Belki de! Ah şu isimlerimizi değiştirmeselerdi! Ah, ah! Şu içeri düşmeseydik! Ahhh, ah! Sürgünde sürünmeseydik... Neler neler yaratacaktık bir bilseniz deyenleri çok gördük. Sürgün gittiğiniz köylerde yaşayan Bulgarların insan hakları diye bir “öküz” olduğunu bilmediğini anlatmış olsaydınız o bile yeterdi. Büyük gerçek her yerde olduğu için büyüktü ve bunu göremeyenlerden büyüklük beklemek körlüktü. “Belene Adası”nda Tuna kıyısındaki gölgelerin en koyu olanlarından birinde, şöyle hiç gardiyanın rahatsız etmediği bir anda, derya suların alçalıp yükseldiğini, denize akarken bile geri dalga attığını, aynı ırmak suyuna iki defa girilemediğini, koca ırmağın bile kendinden memnun olmayıp özünü ve şeklini devamlı arıtırken zehrinden köpük yapıp bir köşeye ittiğini ah bir sezinleyebilseydiniz! Ve Tuna’nın bir işe yaramayan bir damlayı bile bir daha kendine yük etmediğini izleyip yansıtma zahmetine katlansaydınız, o da hepimize yeter de artardı. Çünkü dünyada, insan içinde, beynimizin dibinde, bilinçaltında ve tepemiz attığında tüm yasa ve yasallıkların tam ve istisnasız işlediği gibi, kâh dolu kâh yarılamış ama hep akan Tuna ırmağının da kendine tabii kıldığı doğal kanunlara uya uya ilerlediğini çözebilseydiniz, bambaşka bir dünya yaratacaktınız.


118

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Buncağızı bağışlayabilseydiniz bocalamaya devam etmezdik beldi. Görüyorsunuz başkasının elindeki fenerin ışığında ilerlememiz çok güç oluyor... Sofya’da Elif Şafak’ın son kitabı çıktı. Balıkçıların her biri suların derinliklerini, yazarlarsa insan ruhunun ve dünyanın sırlarının dibini görmeye çalışır. Şafak, Londra’da yazıyor ve Temza ırmağının dip balıklarının yele oynatışını görebiliyor. Toplumu ise devamlı savurup eliyor, fakat tohumların hepsini eleğin dibine ve değirmen taşlarının arasına bırakmıyor. Seçtiklerini koruyup tohum yapıyor. Bu bir düşünme tarzı olmalı, Kuranı Kerim’e göre her şeyi Tanrı yarattığı için, olumsuzlarken seçimi insan yapmıyor. Ne var ki hayat belki de insan eli deymeden ehlileşemiyor. Seçmek aslında bir olumsuzlamaktır ve en iyi olana hayat hakkı tanımaktır. Şairlerimiz bir defa göz nuru, ince iş yazıyor, sonra eseri basmak için para araştırmak zorunda kalıyor. Büyük olmak gerçekten zor bir iş! Belki bizim taşların pırlanta olduğu anlaşılana kadar 200 - 300 yıl gerek. İslam Güneşi Avrupa’da ilk mumun ışımasından 1 300 yıl önce doğdu, onlar sabır gösterdi, beklediler ve şimdi dünyaya ışık satıyorlar. Yazar ve şairlerimizin buluşması ve dertleşmesi bu bakıma çok yararlı ve iyi oldu. Türkiye sığınıp denizlerden birinin bir limanına, salaş bir ortama yerleşip, rüzgârın denizden çaldığı nem yüzüme vurdukça ve saçlarım martıların kanatları gibi dalgalandıkça hiç kimsenin tasavvur bile edemediği harika eserler yaratacağım hevesine kapılanlar hep aldandı. Bize iyi gelen, tasamızı dağıtan, zihnimizi açan “bizim çayırda anıran bizim eşekti” bunu düşünemediler. Bizim fasulye en iyi bizim bahçede yetişir buna akıl erdiremediler... “Buz gibi aslan süttü çeker, yazarız” diyenler vardı. Sesleri kulaklarımızda. Fakat bu işte, bizim mayamızdaki salatada ne kıvırcık, ne kırmızı soğan, ne kalem kalem kesilmiş havuç, ne Rus salatası ne de mor patlıcan havi yeri vardı. Karalâhana sarması damak tadımıza uymadı. Ve sızılar dindikçe kalemler köreldi. Hayat rahatlatmaya başladığında yağlı ballı kap sardı. Özlenenler hep elle balık tutmanın verdiği heyecan, lokanta kenarlarında masaya vurulan yumrukla havada dönüp üzerimize boşalan küllüğün yere düşünce kırılırken çıkardığı ses, polis sorgusunda aklımızın ucundan bile geçmeyen şeylerin bizden sorulması ve içeride kaldığımız yıllarda bilincimiz durulacağına akla karanın birbirine iyice karışması oldu. Karanlıkta yürüyen diğerlerine aydınlığı gösteremez. Karanlık dünyaların bir araya gelmesinden daha büyük karanlıklar meydana gelir. Kendini sorgulamayan şair karanlığı parçalayıp aydınlığa çıkamaz. En önde olma cesaret ister. Cesaret bıçağı zeka ve bilgiyle bilenir. Büyük Göçün ve tüm göçlerin, “defolun gidin” dedikleri güne kadar başımızdan geçenleri bir daha eleme toplantısı yapılacak. Gelin bir daha göz göze


Makale ve Analizler - 2014

119

bakalım. Gözümüze bakıp gönüllere inelim. Kendimizi silkelim. Beraberce ileri gidelim. Sizlere ağır yıllarımızı yansıtan yürekli şairlerimizden şiirler seçtim: Kükreyecek Türkler Füze zannederler minareleri Eser alev alev bir Kızıl rüzgâr Sahte isim vermek tek çareleri Balkan Dağlarından Tuna’ya kadar Tecavüze uğrar soylu duygular Mutluluğuna hasret körpe çiçekler Saldırır Türklere Rus fareleri Bu kızıl diyarda dert katar katar Yakıldı, yıkıldı binlerce hane Vahşi Bulgar zulme doymadı yine Kudurur durmadan zalim canavar Cehennem gibidir Türk’e Belene

Kükreyecek Türkler zahmet bir gün Kendi öz yurduna kavuşacak Hürriyet sevdası büyük içimde Yarın daha parlak doğacak her gün.

Coşar elbet bir gün hüzünlü Meriç Dayanır mı sele bir yığın kerpiç Komünist uşağı, ey gafil sansar Türk anası Bulgar doğurur mu hiç? Bayram Durbilmez Ocak 1985 Bir Cehennemdi seksen beşin Ocak ayı Yoktur şerefin böyle bir anlamı! Sorular yasak, bakışlar şaşkın. Bir kâbus sessizliğin içinde, Bitmeyen hüzün çaresizliğin peşinde, Menziller pusuda tetiğe hazır. Tanıdık simalar düşmanım olmuş. Yüreğim acılarla kelepçeli, Ciddi, acımasız - bir utanç uğruna. paramparça. Yalnız bir avuç ışıktır istediğim. Sırtımda meşale, ateşten gömlek! Birazcık cesaret, yaralı yüreğime. Yükselen kin ve nefret gözlerimde Birazcık zaman, Tanrı’dabn dilediğim. Yalnız bir avuç cesaret istediğim! Veda için; zırh yok, menzil yok, Birazcık umut yaralı yüreğime! tetik yok!.. Ellerim kelepçeli, ağızım kilit kilit Ama ben varım... Dinime şartsız ateist damgası! Yahya Akbulut Bu gün alkış, yarın intikam.


120

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Amerika’yı Yeniden Keşfetmeye Gerek Var mı?

Alptekin Cevherli-22.Kasım.2014

(Sayın Cumhurbaşkanı’nın Amerika kıtasını 12’nci yüzyılda Müslümanlar keşfetmişti demesi ardından, bazı cahiller ve aşağılık kompleksinde olan zevat, “mal bulmuş yağmacı gibi’ bu sözün üzerine atlayıp akıllarınca Cumhurbaşkanıyla alay etmeye kalktılar. Bu arada ne yazık ki, kendi entelektüel birikim seviyelerini gözler önüne serdiler. Bir insanı sevmeyebilirsiniz. Ama her sözüne karşı çıkmak ve “yanlış” demek bağnazlıktır. Bundan yaklaşık 5 yıl önce yayınlanmış olan; “Amerika kıtasını kim keşfetti?” yazımızı gündem olmasına ve önemine binaen özetleyerek sizlerle yeniden paylaşıyoruz. Sürekli okurlarımızın bu tekrar nedeniyle affına sığınırım. A.C.) *** Genel olarak sonucundan emin olmadığınız ancak test ederek ikna olacağınız bir konu gündeme geldiğinde çoğunlukla aklı evvelin biri çıkar ve “Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok” diye buyurur. Ve sizin o konuda araştırma yapmanıza kalbinizin mutmain olmasına böylece engel olunur. Bunu hepimiz hayatımız boyunca defalarca yaşamışızdır. Ama bugün, bu saçma ön yargıyı ortadan kaldırıyoruz! Osmanlı Uyuyor muydu? Şimdi bir devlet düşünün... Dört kıtada at koşturan (Asya, Avrupa, Afrika ve Avustralya - Açe Sultanlığı vs.-), donanması dünyanın en güçlü deniz filosu olan (Akdeniz, Karadeniz, Atlas Okyanusu ve Hint Okyanusu egemenliğinde), parası altından, ordusu yenilmez, istihbaratı süper, inancı sağlam, sözü dinlenen (hatta adamların kendi aralarındaki danslarını bile ahlâka mugayir diye yasaklatabilen), teknolojide ileri bir devlet... Osmanlı İmparatorluğu! Bütün bu imkânlara sahipken, Avrupa’nın küçük sayılan yeni bir devleti (İspanya) dünyanın başka bir köşesinde yeni bir kıta keşfeder ve koca kıtayı sömürgesi haline getirir. Ve bu bizim süper ötesi güç, sadece seyreder...


Makale ve Analizler - 2014

121

Düşünün Ay’da Türkiye bir üs kuracak ve ABD’nin bundan haberi olmayacak; mümkün mü? Sizce ne kadar mantıklı? Yoksa bize tarih diye başka şeyler mi yutturuyorlar? Kendimizi, geçmişimizi anlatmayıp; zihnimize, kendi tasarladıkları geleceğe göre şekil mi veriyorlar? Uzun lafın kısası; onlar Amerika’yı bir daha, bir daha keşfederken, bize şartlandırdıkları tabulara bağlı kalmamızı ve bir lokma bir hırkayla uyumamızı mı öğütlüyorlar? Her dediklerine kayıtsız şartsız inanmamızı mı ve “he” dememizi mi istiyorlar? Şimdi hep beraber, şimdiye kadar bütün bildikleriniz sarsacak, tarih diye yutturulan afyonu çıkartacak, geçmişin en büyük dinsel soykırımının yaşandığı gerçeklere uzanıyoruz... *** Amerika Kıtası 1492’de Avrupalılarca keşfedildikten sonra İspanyollar, Portekizliler, Fransızlar ve İngilizler, buradaki yerli halkları ortadan kaldırarak toprak sahibi oldular. Peki, madem orada insanlar yaşıyordu, bu bir keşif sayılır mı? Keşif olması için, insanlar tarafından ilk kez bulunması gerekmez mi? Bu soruyu aklınızın bir köşesine yazın... Meçhul Topraklar 27 Kasım 2007’de Profesör Barry Fell’in yayınlanan “İslâm Amerika’da her yerde” adlı makalesinde bakın neler anlatılıyor... “İslam Amerika’da her yerdedir. Biz, sadece bakmak zorundayız. Ülke üzerinde müthiş etkisi vardır” diyor. Ardından da Kızılderili dillerinden geçen ve bugün de aynen kullanılan eski yerleşim birimlerinin adlarından örnekleri sıralıyor. Meselâ Tallah-Hasse (Tallahassee), Allah-Bumya (Alabama), HalifeCaliph-Haronia (California), Islamorda Florida isimlerinin aslında Arapça kökenli etimolojik temellere dayanarak oluştuğunu öne sürüyor. Hatta Kristof Kolomb’un gemisinde kullandığı haritaların El İdrisi’ye ve El Mesudiye’ye ait olduğunu hatırlatıyor. Hatta El Mesudî’nin 950’lere ait haritasında aşağıda gördüğünüz gibi Amerika kıtası çizili olup “El Meçhul” diye bahsedildiğini ispatlıyor. (El Mesudi: Ebu el-Hasan Ali bin el-Hüseyn bin Ali el-Mesûdî; kısaca El Mesudi olarak bilinen Bağdatlı bir Türk olan bu coğrafya ve metalürji uzmanı 896 ile 956 yılları arasında yaşamıştır. El İdrisi: El-İdrisi el-Kurtubi el-Hasani elSebti; Kısaca El İdrisi olarak bilinen Endülüslü Hazar Türkleri’nden bu coğrafya bilgini 1099 ile 1165 yılları arasında yaşamıştır.) Çağatay Hanlığı’nın Donanması


122

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Malezya kaynakları ise bize daha da ilginç bir bilgi sunuyor. Bugünkü Çin’den (Yani o dönemin Çağatay Türk-Moğol Hanlığı’ndan) gelen Avar Türklerinden Bayan Kağan’ın akrabası Müslüman Amiral Zengi Hacı Mahmud, binlerce kişi alabilen büyük gemilerle okyanus ötesi ticaretle uğraşmakta Malezya, Singapur, Filipinler ve Endonezya, Havai gibi ülkelere hem İslâm’ı öğretmekte hem de karşılıklı ticari ilişkileri geliştirmektedir. Amiral Mahmut aynı zamanda Afrika, Arabistan ve Hindistan’a da gitmiştir. Aşağıdaki fotoğrafta Dubai’de gösterilen Kristof Kolomb’un 1492 yılındaki minik Santa Maria adlı gemisiyle, Zengi Hacı Mahmud’un 1420 yılındaki gemilerinin eşit oranda küçültülmüş maketi görülmektedir. Mahmud’un gemilerinin bu devasa boyutuna Hem İbn-i Batuta hem de Marko Polo seyahatnamelerinde de ayrı ayrı değinilmiştir. Şimdi ise bu fotoğrafa bakarak, hangisinin Amerika kıtasına daha rahat ulaştığına kendiniz karar verin... *** Bütün bunlar bir yana Engizisyon tarafından işgal edilen ancak henüz hâlâ Müslüman olan İspanya’dan (Endülüs) Amerika’ya doğru yola çıkan iki gemideki kılavuz kaptanları değinerek Profesör Barry Fell’e dönmek istiyorum. Kristof Kolomb’un kılavuz kaptanları aslında iki Müslüman kardeştir. Yolculuktan Vicente Yáñez Pinzonvas ile Martin Alonso Pinzon Pinta adlı Müslüman kılavuz kaptanlar sorumluydular. Fas’taki Marinid Hanedanlığına bağlı Sultan soyundan gelen 3’ncü Ebu Ziyan Muhammed (1362-1366) ile bu iki kardeş Amerika’ya defalarca ticaret yolculuğu yapmışlardı. Kolomb onlarla bu nedenle kılavuz kaptan olarak anlaşmıştı. Nevada’daki Medreseler Harvard Üniversitesi’nden emekli öğretim üyesi Profesör Barry Fell, aynı zamanda pek çok bilimsel kuruluşun da üyesidir. Amerikan Bilim ve Sanat Akademisi, Royal Society ile Epigrafi Toplum ve Toplum Bilimsel ve Arkeolojik Keşifler Kurumu bunlardan bazılarıdır. O, Amerika’ya İslam’ın gelişini 650 yılına kadar götürür. Yaptığı kazılarda o döneme ait üzerinde Kufi yazılı argüman bulunan nesneleri Amerika çapında çeşitli kazılarda bulur. Profesör Fell, sonra Müslümanların Amerika’da Hz. Osman (ra), ya da en azından 4’ncü Halife Hz. Ali (kv) zamanında geldiğini ifade eder. (Ancak bizim arşivlerimizde o bölümler ne yazık ki kalmamıştır.) Profesör Fell yine çeşitli arkeolojik kazı sonuçlarını birçok bölge genelinde meselâ Colorado eyaletinde, New Mexico’da ve Indiana’da 700 - 800 yıllarına ait Müslüman okulların (Medreselerin) inşa edildiğini söyler. Kalıntılarını fotoğ-


Makale ve Analizler - 2014

123

raflarla belgeler. ABD ise bugün o bölgelerde askeri ve nükleer denemeler yapmaktadır... (Bu nedenle ABD’deki 1’inci derece askeri bölgeden Türkiye’nin belge sunması mümkün değildir.) Bu konuda çok sayıda yazılar, çizimler ve grafiklerin kayalar üzerinde batı Amerika’da en uzak ve bozulmamış arazilerde keşfedildiğini dile getirir. Üzerinde kufi harflerle Arapça ve Türkçe yazılar bulunan yazılı belgelerde Müslüman eğitim sistemi tarafından verilen ödüller (takdirnameler) vardır. Bu belgelerde Kuzey Afrika Arapçasında eski kufi harflerle okuma-yazma gibi konuları kapsayan, aritmetik, din, tarih, coğrafya, matematik, astronomi ve yön bilimleri yazılmıştır. Bu göçmenlerin torunlarının Iroquois, Algonquin, Anasazi, Hohokam ve Olmec gibi mevcut yerli kabileleri olduğu düşünülmektedir.,. Evet, bugün için artık iş işten geçmiş diyebilirsiniz. Ama unutmayın ki, bundan 500 yıl önce yıkıcılar da öyle deseydi; ve Amerika’yı yeniden keşfetmeseydi bugünkü dünya çok daha farklı olurdu!... *** Kaliforniya eyaletine yakın olan sayfiye yeri Havasu Gölü (orijinal adı Havasu Lake) havzasında çok sayıda tarihi bina kalıntısı mevcuttur. Bunların bir kısmı Kolomb öncesi Kızılderililere ait denilirken, bir kısmının ise kimler tarafından yapıldığı bilinmemektedir. Daha doğrusu söylenmemektedir. Yapılan incelemeler, söz konusu kesme taştan inşa edilmiş bina kalıntılarının 7 ve 8’nci yüzyıla ait olduğunu göstermektedir. Hatta bazı Amerikalı hayalperestler, bu binaların Orion gezegeninden gelmiş uzaylılar tarafından yapıldığına dahi inanmaktadır. Havasu Gölü civarında bu maksatlı toplantılar yapmaktadırlar. Hatta ve hatta bu konuyla ilgili dernekler kurmuşlardır. Oysa orijinal adından da anlaşılabileceği gibi, etrafı dağlar ve çöllerle kaplı bir arazide; havası temiz ve suyu bol olan bugün için bir turistik bölgedir Havasu Gölü. Kızılderili adlarının bir çoğunda olduğu gibi “Havasu”da Türkçe’den alındığı orijinal haliyle kullanılagelmiştir. Şimdi ise konuyla ilgili araştırmacı Profesör Doktor Barry Fell’in Nevada çölünde yaptığı araştırmalara bir bakalım isterseniz... Profesör Bell Nevada’da kayaların üzerine kufi harflerle kazınmış olan “Allah’ın adıyla başlarım” yani besmelelere dikkat çeker. Ayrıca Bell 7’nci yüzyıla ait bu yazılarda henüz “hareke” sisteminin Arapça’da tam olarak oturmadığı için Ortadoğu’daki eş tarihli yazılarda da harflerin üzerinde bu işaretlemenin tam olarak kullanılamadığını belirtir.


124

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu ayrıntı dahi İslâm’ın 7’nci yüzyılda Amerika kıtasında olduğunu ispat etmeye kâfidir. Ayrıca bir taş yazıtta yine kufi harf metoduyla Kelime-i Tevhid’in yazılı olması bölgenin ciddi bir İslâm beldesi olduğunu gösterir. Kaliforniya Üniversitesi’nden diğer iki Amerikalı tarihçi profesörler Heizer ve Baumhoff da Nevada’da yaptıkları arkeolojik kazılarda bölgede bir medrese olduğuna dair bilgilere ulaşmış ve yine kufi yazılara ve Türk-İslâm nakışlarına ve motiflerine rastlamışlardır. Yine aynı profesörler aynı dönemin Berberi Kuzey Afrika’sında kullanılan beşgenin iç açılarını elif kullanarak hesaplama aritmetik tekniğinin bu medresede de öğretildiğini yazmaktadırlar. Doğuya akan Nehir (East Walker River) civarında yapılan kazılarda da Peygamberimizin adının yazılı olduğu sikkeler bulunmuştur. Şu anda bu sikkeler Churchill İlçesi müzesinde ve Kaliforniya Üniversitesi’nde saklanmaktadır. Cottonwood Vadisi’nde yapılan kazılarda elde edilen seramik üzerine işlenmiş aritmetik notlarının ise 8’nci yüzyıl Libya ve Fas’ında rastlananlarla aynı olması, o dönemde Kuzey Afrika’dan Kuzey Amerika’ya ciddi bir göç olduğunun kesin kanıtıdır. Kolorado, Nev Meksiko, Arizona’da ise yapılan kazılarda 9’ncu yüzyılda yerlilerin kesme taş evlerinin Endülüs, Kuzey Afrika evleriyle aynı plânda olduğu görülmüştür. (Haremlik-selâmlık, kiler, tuvaletler vs.) 12’nci yüzyılda ise henüz Müslüman olmamış yerlilerle, bölgede ciddi bir mücadele yaşandığı ve Güney’e göç edildiği anlaşılmıştır. Daha ilginci ise 1951 yılında Beyaz Dağlarda (White Mountain) bulunan Benton Kasabası yakınlarında bulunan 8’nci yüzyıla ait kufi yazılarda “Şeytan bütün yalanların kaynağıdır” yazısına rastlanmıştır. Yine Nevada’daki Ateş Vadisi’nde ve Atalanta’da da benzer taş yazıtlara ulaşılmıştır. Ama en enteresanı ise ilginçtir, bir papaz tarafından bulunmuştur. Cambridge Massachusetts eyaletinde 1787 yılında yapılan yol kazısı esnasında işçiler topraktan çıkardıkları bir avuç madeni parayı ne olduğunu anlamak için Papaz Thaddeus Mason Harris’e götürürler. Papaz Harris gördüklerine inanamaz çünkü paraların üzerinde Arap harfleriyle açıkça “La ilahe illallah Muhammeden Resulullah” yazmaktadır. Paraların incelenmesi için Harvard Üniversitesi Kütüphanesi’ne gönderir. Yapılan incelemede paraların 8 ve 9’ncu yüzyıla ait Semerkand Türk sikkeleri olduğu ve ön yüzlerinde ise Besmele yazılı olduğu ortaya çıkar.


Makale ve Analizler - 2014

125

El Salvador’dan Corinta bölgesine, Küba’dan Teksas’a ve daha yüzlerce bölgeden örnek vererek siz değerli okurlarımızı yormak istemiyorum. İsteyen okurlarımız araştırıp çok daha fazla bilgiye ulaşabilir... Kolomb’un seyir defterinin kısaltılmamış birebir baskısını bulabilirseniz (ki bulmanız mümkün değil) orada çok daha şaşırtıcı bilgiler vardır. Profesör Bell’in notlarında Kolomb’un seyir defteriyle ilgili kısaltarak aktardığım şu notlar insanda şok etkisi yaratmaktadır. Kolomb şöyle diyor: “Karaya çıktığımızda kadınlar bizi görünce yüzlerini aynen Endülüslüler gibi peçe ile örtüyorlardı. Başları örtülüydü. Elbiseleri ve etekleri uzundu, omuzlarında Endülüs tarzı şal örtülüydü. Aynen Gırnatalı Müslümanlar gibi giyiniyorlardı. Bu (Kızılderili) kadınların iffet ve namus anlayışları aynen Endülüslü Müslümanlar gibiydi...” (İşgalci Avrupalıların her zaman yaptıkları gibi, yerli kadınların namusuna göz diktikleri bu notlardan hemen anlaşılıyor.) 21 Ekim 1492 tarihinde Küba kıyılarına ulaşan Kristof Kolomb seyir defterine bu kez şu notu düşer: “(Küba kıyısında) Cibara civarında denize yakın bir tepenin üzerinde cami var.” Kolomb seyir defterine devamla bölgedeki gemilerin yelkenlerinde ve cami minarelerinde Kur’an ayetleri işlenmiş olduğunu belirtir. Amerika’daki İsimler Profesör Bell araştırmasında halen Kuzey Amerika’da pek çok yerde Arapça yer adı olduğunu dile getirmiştir. 565 yerleşim yerinin adı Arapça kökenli İslâm adıdır. (Bunların 484’ü ABD’de, 81’i de Kanada’dadır.) Yerli kabile isimlerinin ise neredeyse tamamına yakını Türkçe ve Arapça kökenlidir. (Anasazi, Apache, Aravak, Arikana, Chavin, Cherokee, Cree, Hohokam, Hupa, Hopi, Mekke, Mohician, Mohawk, Nazca, Naz Pençe, Zulu ve Zuni bunlardan sadece birkaçıdır...) Sequuouya (Sekuuya) yerli dilinde Arapça harfler, üstelik de kendi sesleriyle dikkat çeker. (Arapça’nın 7’nci yüzyıldan itibaren Müslüman milletlerin dillerini önemli ölçüde etkilediği bilinmektedir. Türkçe ve Farsça’daki durum bunun en açık örneğidir.) Müslüman Reis Amerika Birleşik Devletleri kurulurken Kızılderililerle yapılan antlaşmalarda Kızılderili kabilelerinin ve reislerinin (Melik) adları taraf olarak geçmektedir. 1600 - 1800 yıllarını içeren bu antlaşmalar incelendiğinde bölgede hangi milletlerin yaşadığı çok net olarak anlaşılmaktadır. Meselâ 1787 yılında Delavare Nehri kıyı-


126

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

sında yapılan Barış ve Dostluk Antlaşması’nı genç Amerikan Hükümetiyle yerlileri temsilen (Reis) Abdül-Hak Muhammed İbn Abdullah imzalamışlardı. Bütün bu belgeler halen ABD Kongre Kütüphanesi’nde Ulusal Arşiv de, bulunmaktadır. Güney Karolina eyaleti 1790 kayıtlarında bu bilgiler açıkça mevcuttur. Söz konusu bu antlaşmalarda Arapça, Farsça ve İbranice kelimeler kullanılmıştır. Hemen hemen bütün kabilelerin antlaşmalarında orijinal haliyle “Allah” kelimesi geçer. Cherokee kabilesi ise (o dönem) tamamen Müslüman’dır. Bilinen son Cherokee Reisi 1806-1871 yılında yaşamış bulunan Ramazan İbn Vati’ydi. Oğlu Selahaddin Eyyubi Vatieserved ise Amerikan iç Savaşı döneminde ABD hükümetini sıkıştırmış tam bir antlaşma imzalamak üzereyken 21 yaşında esrarengiz bir şekilde ölmüştür. Eşi Nine - Minnehaha- (sonra Josephine) Vatie derhal Hıristiyan olduğu ve John Martin Daniel adlı ABD askeriyle evlendiği için kabileye bir daha Müslüman Reis gelememiştir. (Bugün için hâlâ Müslüman Cherokee’lerin varlığı devam etmekle beraber, zorla Hıristiyanlaştırılanların arasında da İslâm’a dönüş hızla devam etmektedir.) 1832 tarihinde Amerikalılar tarafından yazılan kitaplarda ve gravürlerde Cherokee erkeklerinin başlarına türban denilen bir sarık sardıkları ve Asyalılar gibi (Osmanlılar gibi) giyindikleri yazmaktadır. 1840’tan itibaren 40 bin milkare alana Kızılderililer sıkıştırılmıştı. Güney Karoline, Tenesse, Kuzey Georgia ve Kuzeydoğu Alabama’ya sıkışmışlardı. Bu bölgelerin hemen yanına Meluncanlar yerleştirildi. (Meluncanlar, başlı başına bir ayrı dal olduğu için bu yazıda değinilmemiştir) Charles Bird King tarafından 1828 yılında Washington’da yapılan bir portrede Kızılderili reisinin elinde Sekuuya diliyle latin alfabesiyle yazılı bir metin bulunmaktadır. Reisin ise yine türbanlı oluşu dikkat çeker. Ayrıca 1835 - 1870 yılları arasında yapılan diğer Kızılderili portrelerinde de sarık, türban, kaftan ve dönemin benzer Türk-İslâm kıyafetleri çok belirgindir. Örneğin; Chippeva, Creek, Iowa, Kansas, Miami, Potavatomi, Sauk ve Fox, Seminole, Shavnee, Siu, Vinnebago, Yuchi kabile reisleri de bu tarz kıyafetlerle resmedilmişlerdir. (O sizin bildiğiniz kafalarında tüy takılı yarı çıplak adamlar Kızılderililerin sadece bir kısmıdır. Onlar da Sibirya’dan bölgeye göç etmiş olan Tuva’lardır ki bu da ayrı bir konu başlığıdır.) Sözlerime burada son verirken, her anın kadrini bilmemiz dileklerimle...


Makale ve Analizler - 2014

127

Gel Yanıma, Gir Koynuma!

Nafiye Yılmaz-22.Kasım.2014

Sofya’da 80 - 81 ortaokuldayız. Okul inliyor. Öğrencilerin hepsinin ağzında: “Gel yanıma, Gir koynuma!” Birkaç yıl önce Tarkan’ın “Şıkıdım, şıkıdım’ı” da Sofya’da aydı etkiyi yapmıştı. Ulusal Kültür Sarayı’nda 5 bin kişiyi ayağa kaldıran ünlü sanatçı seyircilerinde heyecan doruğu yaratıp hepsini “şıkıdım şıkıdımla” uğurlarken başkent bütün gece şıkıdımlamıştı. Ardından radyolar da istek olarak çalmaya alıştı. Bir dinleyen bir daha dinliyor ve Türkçeyi bilenlerden “şu şıkıdım şıkıdımın” ne anlama geldiğini öğrenmek istiyorlardı. Bu defaki olay zaman ayarlaması olarak biraz farklı... “Gel yanıma, Gir koynuma!” aslında 7. sınıf edebiyat kitabının Balkan Ülkeleri Folkloru bölümünde, Türk halk yaratıcılığından bir örnek olarak 7 yıldan beri 45. sayfada hem orijinal dilinde hem de Bulgarca çeviri olarak duruyor. Ama şimdiye kadar kimse bu türküyü okulun iç hoparlör sisteminde çalıp öğrencileri ayağı kaldırıp köçek oynatmamıştı. Diğer sınıflardan öğrenciler bu türküyü Türkçe söylendiği için bir “çalga” parça sanmış ve hemen takıldılar. Sözleri kitaplarında olduğundan ezberlemek kolay olurken, çevirideki anlam da gönüllerini okşamıştı. Elektronik haberleşmeye düşen Türkçe parça medya ortamına hakim olunca son günlerde burunları çok kızarmış olan anti-Türk aşırı milliyetçi çevrenin kafatası iyice attı. Olay medya ortamına yerleşince milliyetçiler TV’den kitabın toplatılmasını, Balkan folkloru bölümünden Türkçe türkü sözlerinin çıkartılmasını istediler. Zaten Makedonlarla kavgalıklı, Sırplarla mır mırlı, Bosnalılarla küs, Karadağlılarla uzak olduklarından, ikinci örnek olarak da bir Yahudi şarkısı basılmıştı. Bundan böyle Balkan Folkloru olmayabilir. Zaten ne me lazım!... Bu hafta Sofya’ya Goranb Bregoviç geliyor. Onunla repertuar konusunda tam mutabık kalınmış: Nefesli çalgılarla düğün ve cenaze merasimi eserleri çalacak. Öyle nihavent makamı, “çalgavari” melodiler falan ve milleti coşturmak yok. İsteyen dinlesin istemeyen dinlemesin. Olay bu... Gelişmeler bu mihver dolayında dönüp dururken, aksini düşünmek de olası kuşkusuz, çünkü iki haftasını dolduran Sofya hükümeti, ilk arızayı yaptı. Başbakan Boyko Borisov birinci vitesten ikinciye geçmek üzereyken el frenini çekmek zorunda kaldı. Otomobilden indi ve ön kapağı açtı. Arızanın boyutunu görünce, bir hafta zaman istedi. Hemen aracı servise çekti. Araç dediğim kabine. Bu


128

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

benzetmenin politik anlatımı şöyledir, Halkın Şeref ve Hürriyet Partisi’nin adayı olarak bağımsız milletvekili adayı, bilinen askeri hukukçu Orhan İsmailov’un BG Savunma Bakanı Yardımcılığına atanmasına (PF) kısaltılmış adıyla bilinen ve hükümeti kabine dışından program bazından destekleyen aşırı milliyetçi akım “Olmaz! İtiraz ediyoruz! Adı Türk adıdır! Savunma Bakan Yardımcısı olamaz!” dedi. Bu olayın tıp dilindeki tanımı: “Çocuk kalp yetersizliği ile doğdu.” Evet, bizim hükümetin kalbinden zoru var. Olay vahimdir... Bilim doktoru Orhan İsmailov, Tırgovişte ilinden olup, önce Tırgovişte şehrinde Mekanik Teknik Okulu, sonra da Veliko Tırnovo şehrinde Yüksek Askeri Akademi bitirdi. Bir hukukçu olarak mezun oldu. Yüksek yetkinlik ve doktora tezi savundu. Bulgar devletinin en güvenilir kişileri atadığı bölümlerde yıllarca çalıştı, denendi, denetlendi. Hak ve Özgürlükler Partisi’nde kendine yer bulamamış, partiden atılmıştır. 5 Ekim 2014 seçimlerinde Korman İsmailov’un yönettiği Halkın Şeref ve Hürriyet Partisi tarafından Tırgovişte milletvekili adayı gösterilmişti. Aday olduğu bölgede HÖH - DPS oylarından büyük kısmını aldığı için kendisine karşı “kin beslense” de, mecliste parti onun Savunma Bakanı Yardımcılığına atanmasını destekledi. Fakat, “PF” milliyetçilerinin ya Orhan ya bir 23 kişi hükümete olan desteğimizi geri çekiyoruz, deyince, akan sular durdu. Boyko Borisov arabanın arızasının motorda olduğunun farkına vardı ve aracı servise çekti. Bugün )21. Kasım 2014) yapılan görüşmelerde mutabakat sağlanamadı. (PF) inat keçi gibi yerinde duruyor, ne ileri ne geri. 1944’ten beri iktidar olamayan bu faşizan akım şimdi iktidar kokusu aldı ve “dediğim dedik” diye dayatıyor. Şu anda Başbakan Boyko Borisov’un milliyetçileri elinin tersiyle itelemesi de söz konusu değildir, çünkü 23 milletvekili eksildiğinde, parlamentodaki 121 çoğunluk bozuluyor ve hükümetin düşmesi gündem olabilir. Durumun görünümü ise hiç de yüz güldürücü değil. Kabine dengesi olağanüstü gevrek, ülke ağır bir ekonomik ve mali bunalım içindedir. Şu an 13 milyar 500 milyon leva (6 milyar 500 milyon Euro) dış borç aranıyor. AB programları gerçekleştirilemediğinden ülke sürekli kan kaybediyor. Gerçekleştirilmesi çok acil olan sosyal ve ekonomik reformlarsa ertelendikçe erteleniyor. Bu işin öz suyunda şöyle bir şey de var. Yine geçen hafta Ukraynalı ağır sıklet boks şampiyonu Kliçko, Bulgar rakibi Pulev ile Hamburg’ da karşılaştı. Kliçko, birinci raundun başında ilk yumruğumla yere sereceğim ve kalkamayacak! İddiasında bulunmuş. Birinci yumrukta değil de 5. raunda 6. yumrukla dediğini yaptı. Şimdi bizim Başbakan da siyah kemerli ve sırtı yere gelmesini isteme-


Makale ve Analizler - 2014

129

yen hırslı biri. Şu milliyetçilerin gevezeliğine nasıl bir tepki gösterecek heyecan uyandırdı. Halkın dilinde dolaşan “Gerilediği gün, bittiği gündür!” Bir Türk bütün dünyaya bedeldir deyenler belki bu sözleri bu gün için söylemişlerdir. Bu yüzden, “Gel yanıma, Gir koynuma!” plağının çevrilmeye başlamasında amaç özeldi. Hedef anti-Türk histeride hiç beklemedikleri bir şekilde tamamen tosladıkları Orhan İsmailov gündemini değiştirmekti. Bir yüksek öğrenimli ve sabıkası olmayan, defalarca denetlenmişti. Görevini başarıyla yerine getirebilecek niteliklere sahip bir uzmandı. Hiçbir kusuru bulunamamıştı. 35 yaşında, eşi Türk, iki çocuk babası genci “etnik mensubiyetinden, dininden, adından ve soy isminden dolayı” bakan yardımcılından alınmasını istemek yürürlükte olan Bulgar yasalarına baştanbaşa aykırıdır. Bulgaristan’ın Avrupa Birliği üyeliğini askıya alacak düzeyde bir yanılgı olduğu gibi, Bulgar devletinin Anayasa ve yasalarını ve mecliste onaylanan tüm uluslar arası yasa yükümlerini sorgulayacak durumdadır. Ülkenin insan haklarına dayanan demokratik çabalarının hepsini suya düşürecek ve askıya alacak özelliklerle yüklüdür. Orhan İsmailov’ın Bakan Yardımcılığından alınması, Bulgaristan’da insan haklarını, etnik hakları, din haklarını, demokratik özgürlükleri ve eşitlik anlayışını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine hemen taşıyabilir. Borisov hükümeti “PF” milliyetçilerinin etkisi altında kalarak daha ilk adımını atarken 10 dakikalık Türkçe TV haber bültenini kapatmayı gündeme getirdi. Cumhurbaşkanından ve Hak ve Özgürlükler Partisinden, Reformcu Blok Grubundan ve demokratik kamuoyundan sert tepki aldı. Seçim kampanyasında Türk ve Müslüman seçmenle konuşurken 10 Türk ve Müslüman Bakan Yardımcısı atamaya söz veren Boyko Borisov’un Orhan İsmailov atamasında geri adım atacak duruma gelmesi, bir yandan GERB partisinin aşırı milliyetçilere borçlu olduğunu kanıtlayacağı gibi, öte yandan hükümetin yıkılmasına neden olabilir. Olayı aynı zamanda GERB partisinin de sonu olabilir. Unutmayalım GERB partisine desteğin % 9’u Müslümanlardan geldi. T.C.deki soydaşlar arasından da GERB’e oy verenler oldu. Şöyle ki, ikinci defa hükümet kuran bir ulusal partinin daha ilk adımlarında sek telemesi; İkinci adımı ise geri atacak duruma gelmesi, (şu anda bekletiyor); Bir yıllık ömrünü henüz dolduran aslında faşizan özlü olduğundan dolayı Anayasa dışı olan Türk ve İslam düşmanı, “öteki” düşmanı (ksenefob) derme çatma bir gruplaşma olan bu parti karşısında pes edecek duruma düşmek fazlasıyla manidardır. Üstüne üstelik Avrupa Halk Partisi Başkanı Dol, (PF) milliyetçilerinin iktidar ortaklığından uzak tutulmaları ikazında bulunmuştu. İki,


130

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Avrupa Birliği Konseyi de “milliyetçilerin kabineden uzak tutulması” uyarısında bulunmuştu. GERB partisini bitirecek nitelikteki bu gelişmeler ve demokratikleşmeyi baltalamayı, toplumu parçalamayı, “üstün ırk” fikirlerini uygulamayı hedefleyen bu olaylar Bulgaristan’da bugünümüze olduğu gibi yarınlarımıza da gölge düşürebilir. Bu defa son söz Başbakan Borisov’tadır. Kamuoyu gelişme sonuçlarını sabırsızlıkla bekliyor. Hükümet ortağı ve Orhan İsmailov’un Bakan Yardımcılığını tamamen destekleyen Reformcu Blok Koalisyonu’nda sözü sayılan milletvekili Radan Kınev, “işe memorandumla başladık, bu iş artık böyle gider, alışmak zorundayız,” dedi. Saldırı ateşine devamlı benzin dökenler hükümet programı maddelerini öne sürüyor. “Tamamen haksız olsalar da” göz yumup ağız açıp içlerindeki zehri kusmaya devam ediyorlar. Anti-Türk olaylar birbirini izliyor. Yukarıda dediğimiz gibi, şimdi ansızın plak değişti, Cuma (21.11.2014) sabahı Orhan İsmailov’un adı sanki unutuldu. Yeni bir plak daha çalmaya başladı. Bu defa anti-Türk kükreme Sumen’de hortladı. Bizde çekememezlik, kıskançlık, egoizm, kin ve nefret tonlarla! Hele şu Kaolinovo doğumlu artık çok meşhur genç piyanistler Hasan ile İbrahim’in Malta’da geçen hafta yapılan uluslar arası çocuk müzik festivali “Evrovizyon”da Tüm Avrupa’yı ayağa kaldırıp ikincilik kazanmaları okudukları Sumen şehrinde milleti birbirine kattı. “Sava Dobroplodni” müzik sanat okulunda öğrenci olan bizim şanlı ikizler ve onlar kadar başarılı olan yine ikiz kız kardeşleri hiçbir sebep gösterilmeden okuldan atıldılar. Müzik okulu piyano odasını kilitledi. Okulda müzik çalınmasına yasak geldi. Öğretmenler iki kampa ayrıldı. Kıskanç milliyetçi ve ulusal konuda dengesiz davranan öğrenciler Hasan ile İbrahim’e karşı cephe oluşturdu. Öğretmenlerin arasındaki kıskançlık kıvılcımları büyün okulu felç etti. Öte yandan ikiz piyanistlerin uluslar arası başarıyla kıvanç duyan Sumen Belediyesi ve Kaymakamlığı Hasan ile İbrahim’i takdir etti. Onları “Şumen Altın Yıldızı” ile ödüllendirdi. Şehrin en yüksek ödülü olan “Onur Sakini” ödülü onlara henüz olgunluk yaşında olmadıklarından dolayı verilemedi. Bu şehirde ve bölge kasaba ve köylerinde yaşayan Türkler ve Müslümanlar Hasan ile İbrahim’i büyük bir sevinçler bağrına bastı. Halk coşku içinde! Mevlit okunuyor, onlar için dualar ediliyor, herkes seviniyor. Olaya el atan yerli ve ulusal gazeteler ülkede katmerleşmeye başlayan kin ve nefretin ancak Krisiya, Hasan ve İbrahim örneği etkinlik ve büyük başarılarla aşılabileceğine, başarıların milliyetçilik zehrine panzehir olacağını yazıyor-


Makale ve Analizler - 2014

131

lar. Bulgaristan tarihinde yeni kuşan Türk ve Bulgar çocukların ortak çabalarıyla elde edilen Evrovizyon ikinciliği, toplumu parçalayacağına, egoizmlerini yenemeyenleri harekete geçireceğine, birçok yeni çok daha büyük başarılara basamak olmalı ve kapısı açmalıdır. Biz Krisiya, Hasan ve İbrahim üçlüsünü kutluyoruz ve çağdaş Bulgaristan gençliğine umut yıldızı olmasını diliyoruz.

Dava “Stop Etti!”

Dr. Nedim Birinci-25.kasım.2014

Bulgaristan’ın çok ciddi bir darboğazda olduğunu görüyoruz. Bu politik bir darboğazdır. Derin anlamını anlaşılır bir şekilde açıklamaya çalışacağım. Doç. Dr Orhan İsmailov’un BG Savunma Bakanı Yardımcılığına atanması siyasi darboğazı iyice tıkadı. Ne ileri ne de geri! Politika kış gelmeden dondu. Toplum yerinde saymaya zorlandı. Bu önemli olayın gözle görülemeyen sebebi nedir? Biz BG Stratejik Araştırma Merkezi olarak bunu görüp okurlarımıza ve halkımıza anlatmak zorundayız. Çünkü şimdi oluşan durumu yanlış algılar ve ter yönde yorumlayarak anlatırsak, büyük yanlışlar yapabiliriz. Ben olayı şöyle görüyorum: Benzetmeli bir örnek: Şişe içinde domates suyu. “Darboğaz” dendiğinde herkesin aklına değişik bir şey gelebilir. Kimimiz boyun ince bir güzel; başka birimiz yemek yerken sık sık boğulur gibi olan bir kişi, daha başkalarımız bir dağ geçidi, başka bir grupsa İstanbul Boğazı’nın daraldığı noktaları vs. vs. düşünebiliriz. Benim hayal ettiğim “darboğaz” ise bir “şişe boynu”dur. Şişe boynu uzun ve kısa olabilir, incesinde zariflik vardır ama her zaman dardır. Şişe boynu ne kadar darsa, içindeki sıvı ya da yarı sıvı malzeme dışarıya o kadar zor çıkar. Darboğazda sıkışıklığı göz önüne getirirken kıyma makinesinden geçirilip şişelenmiş domates suyu düşünelim. Onu bir kaba akıtmaya çalıştığımızda sıvının üzeri kap bağlamışsa tıkanır akmaz, biraz sallayınca önce az akar ama sonra yine tıkanır, kimi defa normal akış sağlayabilmesi için pıhtılaşan maddeyi geri itmek ya da dağıtmak için ince bir çubuk kullanırız. Çözülmeyen bir sorun değildir, ama uğraş ister. Gerektiğinde şişeyi aşağı yukarı da sallarız vs.


132

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Şu günler Bulgar politikasında normal akış durdu. Bakanlıklara yeni atamalar yapılamıyor. Herkesin kafasında Doç. Dr. Orhan İsmailov sorunu nasıl çözülecek gibi gizem dolu bir soru var. Aslında bu darboğazın gerçek anlamında ne gizlidir? Bulgaristan Cumhuriyeti’nin bugünkü ana politik sorunu totaliter devletin mirasçılarını politik sistemden ve sahneden sökerek “hurdaya çıkarmak” ve ülkeyi, politikayı ve demokratikleşmeyi darboğazdan geçirmektir. Bu bir yere kadar yapılmış olan ama en önemli noktalarda yarıda kalan, engellenmiş olan, darboğazı geçemeyen bir sorundur. Byu politik arınma sorunudur. Totalitarizmin demokratikleştirilmesindeki siyasi arınmayı hedefler ve 25 yılda ikide bir tökezlediği için, toplumsal yapıdan çıkarılıp atılması gerekenler hep yerlerinde kalmış, sığınmış, saklanmış, büzülmüş ama sofradan kaldırılamamışlardır. Hele bizim HÖH - DPS partisinin yönetimi baştanbaşa hurdalık doludur. Bu işin Orhan İsmailov’la ne ilgisi vardır? Bulgaristan yeni Savunma Bakanı Nikolay Nençev Yambol şehrinde askeri kurmay önünde yaptığı konuşmasında “Orhan İsmailov’ın Savunma Bakan Yardımcılığına adaylığı Bulgaristan ulusal güvenliği için tehlike oluşturuyor.” dedi. Ve o sözlerini şöyle açıkladı: “Orhan İsmailov’u bu göreve ben önerdim. Geri adım atıp ödün vermeyeceğim, istifa dilekçesi sunsa bile kabul etmeyeceğim.” Sorunun Orhan İsmailov’da kilitlenmesi çok derin manalıdır. Keskin çelişkinin yönleri: Bir yandan, aşırı sağcı, faşizan köklü (PF) partisi başkanı V. Simyonov, Orhan İsmailov görevinden istifa etmezse “hükümetten desteğimizi çekeriz, kabineyi düşürürüz, hodri meydan yeni seçim” derken ağzı köpürüyor. Boyko Borisov hükümetinin 2. haftasında işlerin düğümlenmesi ve politikanın darboğaza itilip sıkıştırılarak ne ileri ne geri durumunda kilitlenmesinde somut anlam şudur: Bu gerginlik Orhan İsmailov’un Türk ismiyle olmasına, İslam dinine mensup bir genç politikacı olmasına, bağımsız bir genç olmasına, HÖH - DPS’den dışlanmış istidatlı bir uzaman olmasına, Bulgaristan’da Harp Akademisi bitirmiş tek Türk genç, bilim adamı, doçent doktor olmasına falan yalnız bir yere kadar bağlıdır. Ana sorun şudur: Orhan İsmailov “Dosyalar Komisyonunda” başarılı çalışmış ve iyi iş görmüştür. Gizli polis “DC” ajan dosyalarının açıklanmasında, hele Türk ajanların


Makale ve Analizler - 2014

133

ve hainlerin açıklanmasında çok ciddi, bilinçli, sistemli ve namuslu bir uğraşı vermiştir. Başarılı olurken bu işin yöntem bilimini ve usulünü geliştirmiştir. Ülkede demokratikleşmeden, ekonomik ve sosyal reformlar yapılmasından, hak eşitliğine dayanan adaletin üstünlüğünde yana örnek bir kişilik göstermiştir. Bu olay eski Bulgar sağ kanat milliyetçisi - Çar dönemi faşistlerinin devamcılarını temsil eden (PF) cephesi, Bulgar ordusu, Varşova Paktına bağlı yapılanma içindeki askeri gizli polis ajanlarının açıklanmasından korkulduğuna işaret oldu. Bulgar subaylar dosyalarının açılmasına karşı çıkıyor. Bir kısım eski ajan bu konuda “toplumun bölündüğünü” gerekçe göstererek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine artık başvurdular. Bugün bir NATO ülkesi olan Bulgaristan’da Rus askeri gizli servisi (RY) ajanlarının açıklanmasına karşı çıkıyor. Böylece Bulgaristan’da totaliter yapının askeri dayanakları ayakta kalmaya devam edecek, toplumun bu kesimindeki buzlar çözülmeyecek, korunacaktır. Orhan İsmailov’un askeri ajan dosyalarına dokunması (PF) faşistlerini kudurtuyor. Bu zırlanmanın, uzlaşmalı çözümü olmayan çatışmalı temelleri olduğu göründü. Bu işin sloganı “Bulgaristan her şeyin üstündedir!” faşizan haykırışlarıdır. Ajanlar ajıklandığında etnik üstünlük doktrini darbe alacaktır. Çünkü açıklanan ajan dosyalarından hainlik kokuları çıkıyor. Reformcu Blok partiler grubu Orhan İsmailov’u sonuna kadar büyük bir sorumlulukla savunmaz ve önümüzdeki günlerde geri adım atarsa, Bulgar toplumunda demokratikleşmeye doğru yeni hiçbir adım atılamaz, çünkü ordudaki totaliter yapı kaskatı ve olumsuz bir kütle olarak yaşadıkça toplum dönüşemez, yenileşemez ve demokratikleşemez. Bu bakıma (PF) aşırı milliyetçiliği Bulgar toplumunda, mecliste ve kabinede bir frendir, hedefinde demokratik güçlerin tüm hedeflerini boşa çıkartmak, toplumu içinden çökerterek, totaliter-faşizan yapılanmaya uzanmak vardır ki, bu Bulgaristan’ın Avrupa yolunu tamamen tıkar, aşılmaz darboğazlar yaratır. Yan sorun bir: Orhan İsmailov’un başarısız olmasından, yani istifasını sunmasından ya da Reformcu Blok’un geri adım atmasından ancak ve yalnız Hak ve Özgürlükler Partisi kazanacaktır. Çünkü HÖH partisi “işte görüyorsunuz” bizden başka kimse Türklere ve Pomaklara nefes alma hakkı tanıyamaz, tanıyamadı, diyecektir. Borisov 10 Türk Bakan Yardımcısı atayacaktı, hani nerde, deyecektir. Sizi yalandırdı, diyecektir. Bu da Bulgaristan’da HÖH - DPS partisinin Türkleri ve Pomakları ve diğer azınlıkları kölece kontrol altında tutma, ezme politikasında buzların kırılmasını, dar boğazın aşılmasını ve sistemin kapanıklık durumundan çıkmasını daha bir süre engelleyip uzak geleceğe erteleyecektir. Yan sorun iki: Orhan İsmailov davasındaki yenilgi, Bulgaristan’da sonun başlangıcı olacaktır! Askeri ajan dosyalarının açılmaması toplumdaki komü-


134

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

nist ve faşizan ajan nüvelerine hayat hakkı tanıyacaktır. Bu da reformların ve demokratikleşmenin yolunu kesecek, mesela Yargı Sisteminde reform yapılması denemesini boşa çıkaracak, mevcut durumu koruyacaktır. Toplumdaki demokratikleşme hedefli olumsuzlanma sürecinin yani silahlı kuvvetlerdeki ajan tayfasından kurtulma çabalarının boşa çıkarılması, Başbakan B. Borisov’u, GERB partisini ve Reformcu Blok’u (PF) - faşist cephelenmesi karşısında yenik düşürecek, hezimet çanları çaldıracaktır. Yan sorun üç: Sol ve sağ milliyetçilerin hortlamasından kazanan neden her defasında HÖH - DPS partisi oluyor? Volen Siderov’un “Ataka” partisinin antiTürk, anti-İslam kötüleme ve hor görme politikalarından, çok yünlü ve seri saldırılarından hep Ahmet Doğan ve ekibi kazandı, çünkü Türkleri korkutmak onlara hayat hakkı kazandırdı. Bu yüzden olacak, HÖH partisi “Ataka” ile Barekov’un “Demokratik Merkez” partisine para yardımında bulundu. Sorun, sağ kanat milliyetçilerinin saldırılarından ve hortlamasından da HÖH - DPS partisinin parsa toplamasıdır. Bu neden mi böyle oluyor: Bunun sebebi, Borisov iktidarının ilkesizliği ve sağ milliyetçilerin ipinde sallanmaya başlamasıdır. Hayat, Bulgaristan gibi demokrasi gelenekleri olamayan ülkelerde sağ-sol ortaklıklarının başarılı olmasına ortam olmadığını her gün kanıtlıyor. Daha 15. gününde dar boğaza giren iktidarın bütünüyle tıkanıp kalması ve boğulması da gündem konusudur. Bu açıdan yapılan analizimize, HÖH partisinin dün olduğu gibi bugün de sözde “fahri” yani “şeref başkanı” olan Ahmet Doğan tarafından yönetildiği, “Fahri başkanın” önerisi üzere seçilen Genel Başkan Lütfü Mestan’ın parti içinde bir İcra Müdürü rolü gördüğü, parti yönetiminin demokratikleşme yolunda kökten değişim geçirmesi için Kurultay çağırmasının kaçınılmaz olduğu gündeme girmiştir. Bulgaristan Türkleri Ahmet Doğan’ın Kuzey Kore Başkanı Kim İr Sen gibi Ömürlük Başkan olmasını kabul etmediğine ve etmeyeceğine inanmak istiyoruz. Bugünkü HÖH - DPS partisinin bir dava ufku yoktur, havuzda balık besler gibi, halkımızı seçim havuzuna kapalı yaşatmak bundan sonra kabul edilir bir politika olamaz, yarısı köleleştirilen bir toplumda demokratikleşmeden söz edilemez. Bulgaristan Türkleri, Pomaklar ve tüm Müslümanlar hak ve özgürlükleri eşitliğe dayanan adalet olarak kabul ederken durum değişikliği eski kalıpların kırılmasını ve sosyal ve politik özgürlük istiyor. Bu dava kutsaldır. Demokratikleşmede lider partilerine yer yoktur. Nomaklatür beslemelerle gizli servis ajanlarının, hainlerin ve yardımcılarının dosyalar kanununa göre gönüllü yada halk iradesine uyarak görevlerinden çekilmeleri gerekir. Fakat HÖH liderleri aldıkları görevlerde kal-


Makale ve Analizler - 2014

135

makta ısrarlıdırlar. Bu da HÖH partisine babalarının çiftliği ve parti tabanına da koyun sürüsü anlayışıyla bakmaya devam etmelerinden kaynaklanıyor. Halkımız için demokratik ve eşit haklı adalete dayanan bir gelecek konusunda kör ve sağır kalmaya devam eden HÖH - DPS ajan ve nomaklatür lider takımı, halkımızı aydınlatamaz ve kıskançlık ve öç alma burgacına düştüğü için halkımıza kurtsal davasına yön bile gösteremez. Bu 25 yıldan beri devam eden kısır bir gerçekliktir. Halkımız oyalanmaktadır. Davamız unutturulmaya çalışılıyor. Şunu da unutmayalım, “Zaman öldüren yaşamı da öldürür.” Bulgaristan bugün yeni bir darboğazda tıkanıp kaldı. Bu, toplumsal ve politik yenilenmeden, yaşamını dolduran alan ve hain takımının ordudan da çıkarılıp çöpe atılmasını önleme çabasıdır, faşist gericilerin ve totaliter zihniyetin sebep olduğu bir tıkanmadır. Aşılamadığı takdirde demokratikleşme davası artık - Stop etti! Bizi ezen, Orhan İsmailov’un bakan yardımcılığını engelleyen büyük gerçeğin anlamı budur. Yenilenmeyi durdurmak. Zamanı dolmuşları sırtımızda yaşatmak! Yani Büyük Davamızı yok yok etmek veya rafa kaldırmaktır. Bir başka değişle, (PF) ırkçı faşistlerine esir düşmek, önlerinde gerilemek ve boynu bükük dolaşmaktır. Demokratikleşme davamız “Stop Edemez!”

Tuzaktayız!

Seyhan Özgür-25.Kasım.2014

Bir yıldan beri ana konumuz Bulgaristan’da kol gezen aşırı milliyetçiler ve onların mayaladıkları büyük maddi ve manevi çöküştü. Tehlikeyi seçmenlere ve seçilenlere anlatmaya çalıştık. Çekememezlikten kin ve hiddet, öfkeden milliyetçilik, kıskançlık ve açgözlülükten ırkçılık, ulusal bencilliktense yabancı düşmanlığı doğduğunu anlatmaya çalıştık. Bu bunalımda Bulgar milliyetçiliğinin dirileceğini uyardım. Kuşkusuz bir sıçramada, daha katıldıkları ilk seçimde Bulgar aşırı milliyetçilerin hükümet katına çıkacaklarını ve çıkacaklarını ve Boyko Borisov hükümetini her fırsatta hırpalayacaklarını önceden düşünmek biraz zordu. Etkinliklerini büyüteç altına almak istediğimiz bu defa Milliyetçi Cephe (PF) aşırı milliyetçi ve ırkçı oluşumudur. Şu anda bizim onları nitelendirmemiz, etiketlememiz, kullanacağımız sıfatlar ya da ağır ithamlar hiç de önemli değildir. Önemli


136

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

olan Avrupa demokratik kamuoyunun bu sinsi ve intikamcı, garezci, ırkçı düşman güçleri nasıl gördüğüdür. Onlar hakkında ne düşündüğüdür. Bu defa Avrupa Sosyalistleri PES Bulgar (PF) milliyetçiliği konusunda bir bildiri yayınladı ve şöyle dedi: Bulgaristan’daki (PF) Partisi aşırı milliyetçi, insan düşmanı, antiAvrupai ve “Ksenevob” yani Bulgar olmayan yerli ve yabancı herkese düşman olan bir partidir. Bu sözler çok derin anlam gizliyor. Bulgar (PF) aşırı milletçi partisi Başkanı Valeri Simyonov, iki aydan beri milletvekilidir ve Sofya meclisi kürsüsünde “Bulgaristan Herşeyin Üstünde!” gibi 1945 öncesi Hitler Alman yası’nın yukarı kalkmış sağ yumruk faşist sembollerini kullanmaya başladı. Bu davranışlar, Bulgaristan Türklerinin devlet görevine atanmasına karşı, Savunma Bakanı Yardımcısı Doç. Dr. Orhan İsmailov’un görevinden istifa etmesi içindir. Korman İsmailov tarafından yönetilen ve 2 hafta önce kurulan hükümetin ana ortağı olan Halkın Şeref ve Hürriyet Partisi’nin (HŞHP) aktif etkinliklerine ve tutumlu tavrına kesin karşı olan ve Bulgaristan Türk ve Müslümanlarının demokratik dönüşüm ortamına katılımına medya ortamına ölümcül darbe indirme çabalarında bulunan (PF) faşizan tutum içinde olduğunu gizleyemedi. Avrupa Sosyalistleri (PES), Avrupa Birliği Genel Kurulu ve Konseyi gerçekleri ortaya koyan açıklamalarda bulunuyor. Yayınlanan bildiride İnsan Düşmanı, Avrupa Düşmanı gibi kategorilerin kullanılması son derece anlamlıdır. Türk Bulgar sınırına 3 metre yüksek tel örgü çekmekte ısrar eden, İstanbul’a karşı “orta menzilli” füze konuşlandırma fikrini lanse eden hem kendi vatandaşına, hem de Türkiye komşusuna düşmanlık besleyen vatandaş ve komşu düşmanı kimliğinin barışa ve demokratikleşmeye ters tavır içinde olduğu görüldü. Avrupa’dan gelen tepkiler çok anlamlıdır. Bulgaristan’ın içinde bocaladığı ağır mali ve ekonomik bunalımı iyi bilen ve takip eden, sosyal sigorta, sağlık ve eğitim dallarındaki ciddi problemleri gözden kaçırmayan Brüksel, aşırı milliyetçi ve ırkçı çevrelerden gelen engellemelere sağır ve kör kalmamakla birlikte, tepkileriyle halkın takdirini kazanıyor. 2015 yılında Haziran 2013’ten beri durgunluk kaydeden ABBulgaristan ilişkilerindeki olumsuz gelişmelerden biri 2015 yılında küçük ve orta ölçekli tarım işletmelerimize AB Programlarına göre yardım yapılmayacağı haberidir ki, üreticiyi hüzün içinde bırakmıştır. Negatif gelişmeleri doğuran hükümetlerin işine bakmamasıdır. Borisov hükümetinin işine bakamamasına neden ise (PF) milliyetçilerinin her işte bir etnik sorun görmeleri ve itiraz etmeleridir. Ülke ekonomisini AB maliye sistemine bağlaya çalışan hükümet problemleri aşıyor. (PF) milliyetçileri bunalım derinleştiren tavır körüklüyor.


Makale ve Analizler - 2014

137

AB Konseyi ile Avrupa halklarının ana hedefinde insan haklarına, hürriyetlere ve adalete saygılı bir demokratik ortak Avrupa kurmak vardır. Sofya’daki kinli milliyetçi milletvekililer “insan düşmanı”, aşırı milliyetçi, “öteki” ve Müslüman yabancı düşmanı zihniyetle ikinci haftasında hükümeti ırgaladı. Politik rejim için doğrudan doğruya tehlike oluşturdu. Dış ülkeler, ortaklar, demokratik kamuoyu önünde rezil olmamız onlar için önem taşımıyor. Aşırı milliyetçi söylev mecliste sert tepkiye, tartışmaya, kınamaya neden oldu. Kamuoyunda tepkiyle karşılandı. İnsan haklarını ve öncelikle Bulgaristan’daki Türk ve Müslüman azınlığın doğal, anayasal ve yasal haklarını ayakaltına altına alıp toplumu parçalayabilecek nitelikte olan son gelişmeler bütün demokratik süreci ve edinimleri tehlikeye atıyor. Hükümet düşürülürse hepimizi çok ağır bir “kış” bekliyor. (PF) partisinde birleşmiş olan eski aşırı milliyetçiler Bulgaristan Türk ve Müslümanlarının tüm haklarını silip süpürüp etnik azınlıkları önce kültürel olarak aşındırıp, eğitim ve dini haklarına saldırarak, eritme politikasına hükümet dışı yöntemlerle ivme kazandırmaya çalışıyorlar. Şimdi ön plana çektikleri Türk azınlığın, Müslüman halk topluluğu ve Türk ve Müslüman bireylerin her bir başarısını küçümsemek, olumlu eylemlerini hiçlemek, yapılan işlerin önemini sıfırlamak ve halkın olumlu gelişmeleri duymasına asla yol vermemektir. En yeni örnek, Doç. Dr. Orhan İsmailov’un Savunma Bakanı yardımcısı olarak atanmasına karşı hortlamalarıdır. Hükümet katlarında dürüst, başarılı bir Türk olmasını istemiyorlar. Çünkü yolsuzlukla suçlayıp sorumlu tutmaya adam bulamayacaklar. Şu dönemde Türk dilinde bir iletişim ve medya ortamı oluşturulmasına saldırmaları da bundandır. (PF) düşmanları sözüm ona “soya dönüş” sürecini gözden geçirme niyetlerini, Bulgarca bilmeyenle -rimizi işe almayacaklarını, çocuklar okula yazdırılırken problem çıkarmaya hazırlandıklarını gizlemiyorlar. (PF) partisi liderlerinin camilerde kuran okuma dilini değiştirme şeytanlığı da var. (RF) emrindeki basının yazdığına göre, 1934 faşizan Çarlık rejimi yıllarında Pomakların Başmüftülüğü Smolyan şehrindeydi. O zamanlar Batı Rodoplarda cami dili Bulgarca yapıldı. Aynı bölgede 2 yıl sonra (1936) isimler değiştirildi. Türbeler yıkıldı. Kuranı Kerim Bulgarca tercümeden okundu. Cami ve mescitlerde yalnız Bulgarca konuşmaya izin verildi. Halk büyük sıkıntılar çekti. Müslümanlar her yerde gözetleniyordu. Benzer faşizan gevelemeler şimdi yine başladı. 1984 - 1989 zulüm döneminde Türklerin isimleri ve etnik kimlikleri değiştirilirken, Türklerin yaşadığı köy ve kasabalardaki cami ve mescitlerde ibadetin Bulgarca yapılması, duaların ve ezanın, mevlitlerin Bulgarca okunması ve matem merasiminin Hıristiyan ayinle ilgili usule uygun yapılması için olağanüstü şiddetli baskı vardı. Şiddet birçok kurban aldı, halka sıkıntılı yıllar yaşattı. Zu-


138

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lüm, Müslüman yaşam tarzında birçok ilke ve ayrıntıdan vazgeçmek zorunda kalmamıza neden olmuştu. O günlerin geri dönmesini istemiyorsak, “PF” aşırı milliyetçi partisine, onun meclis grubuna, propagandasına, müttefiklerine tüm eylemlerine karşı çok sert bir tepki vermek, sürekli mücadele etmek zorundayız. Bu sözlü, yazılı ve görsel yapılmalıdır. Onlar bize karşı yeminlidir. Şu günlerde O. İsmailov konusunda Türkleri ve Borisov hükümetini tuzağa düşürebildikleri için mutluluk yaşıyorlar. Mücadelemiz mecliste olduğu gibi, basın yayın imkânlarımızla ve bölgesel kamuoyu oluşturarak güç toplamalıdır. Ellerimizdeki imkânlar dan faydalanarak, içte ve dışarıdaki dernekler ve sivil toplum örgütleriyle sıkı işbirliği halinde olmak üzere Bulgar ırkçı milliyetçiliğinin iplerini pazara çıkaracak, çabalarını toslatacak bir kampanya başlatmalıyız. Şu günlerde “PF” ile Reformcu Blok grubu Orhan İsmailov konusunda yüz yüze geldiler. Meclis içinde son günlerde yapılan görüşmeler hiçbir olumlu sonuç vermedi. “PF” hükümetten desteğini çekmekle tehdit ederken 2 aylık hükümeti devirmeyi ve seçime gitmeyi planlıyor. Ana müfrezelerini öteden beri Türklerin oluşturduğu anti-faşist, anti-ırkçı cephe bir defa geriletilebilirse anti-demokratik hortlamanın önü alınamaz. Aşırı uçlardaki kükremede sınır yoktur. Son kazanımlarımızdan, haklarımızdan, adalet umudumuzdan olmamız tehlikesi belirdi. Ne kadar konuşmak, yazmak, çizmek istemesek de dünya yeni bir “soğuk savaşa” doğru tırmanıyor. Bulgar aşırı sağ milliyetçiliğinin şımarması da buna alamettir. Rusya’nın Kırım Yarım Adası ve Doğu Ukrayna ulusalcı güçlerine arka çıkması bölgemizde milliyetçiliği kışkırttı. Amerika’nın Orta Doğu ateşini yeniden yükselen alevlerle yakması dış müdahale biçimlerini değiştirdi ve gaddarlığın canilik sayfasını yine açtı. İslam düşmanlığı göklere çıktı. Suriye’deki durum, savaş kaçaklarının ağır problemleri herkesi düşündürüyor. Genel ekonomik ve mali bunalım her gün derinleşme yolu arıyor. Hükümet kontrolünden çıkıyor. Ayrı devletler ve AB gibi büyük devlet grupları birbirine karşı sert ve büyük ölçekli yaptırımlar alıyor. “Soğuk savaş” çan sesleriyle geldiğine işaret ediyor. Bu açıdan baktığımızda ekonomik ve sosyal durumumuz yeni bir bunalımdan çıkmamız için elverişli değildir. Karanlıkta saplanıp kalabiliriz. Tütün üretimi, iri ve küçükbaş hayvancılık, sebze ve hububat üretimi gibi temel üretim dallarımızı yitirdik. Elimizde parası geçim sağlayacak üretimimiz kalmadı. Pazar imkânlarımızın tıkandı. Şu dönemde “soğuk savaş” ile gelecek sosyal darboğaz bize çok ağır günler yaşatabilir. Aşırı milliyetçilerle, bizi “öteki” durumuna itenlerle baş edemezsek, totalitarizm dönemi sıkıntılarına geri döndürülebiliriz. Biz şu dönemde tuzaktayız.


Makale ve Analizler - 2014

139

Daha önceleri de boynumuza boyunduruk takmışlardı. Tuzağa düşürülmüştük. Hatta biz boynumuzdakinin çelenk olduğuna inanmıştık. O zaman bunu başaranlar şimdi % 60 oranında olup eski zamanların gergi dönmesini istiyor. Onların boynunda o zaman kölelik boyunduruğu yoktu. Geri dönmeyi isteme nedenleri işte budur. Boyunduruğun bizim boynumuzda olmasını hayal ediyor olabilirler. Aynı şeyi isteyenler çoğalıyor da olabilir. Bu çoğalmanın ürünü de (PF) gibi partilerdir. Kafaları küflenmiş profesörlerdir. Milliyetçiliktir. Irkçılıktır. Faşizmdir. “Soğuk savaş” yıllarının üretebildiği illetlerin toplamıdır. Önce Sosyalist Parti (BSP) zorunlu oy kullanmayı, kendisi için cankurtaran (kurtuluş) simidi sandı. Bitiyordu. Boğuluyordu. Boğulmasını isteyenler bir yıl önce ona el uzatıp “gel şu kanunu birlikte değiştirelim ve seçim günü mantar toplamaya ve balığa gitmeye son deyelim” demek istemediler. Çünkü birbirlerini içten içe kıskanıyor ve yiyip bitirmek istiyorlardı. Artık çok zayıfladılar ve yok olmazdan önce birlikte bir iş yapalım demeye başladılar. Şimdi Cumhurbaşkanı Plevneliev aynı noktaya döndü. GERP partisi yatkın olduğuna işaret verdi. “Ataka” gibi sol aşırılar ve “PF” gibi sağ milliyetçi uçlar bu işe çoktan razı. Al sana “geniş cephe.” Anayasa değişebilir. “Geniş Cephe” birinci maddeye kaydını yaptırabilir. Hem sol ve hem de sağ milliyetçiler de papyon takıp yerlerini alabilir. Bu böyle olursa ve “soğuk savaş” hakikatten başlarsa bir 30 sene boynumuza takılacak köle boyunduruğunu çıkaramayız. Bu işte o zaman HÖH - DPS itirazlarının hem tümü hem de topyekûnu havada kalır ve boyunduruk boynumuza istemesek de geçer ve boynumuzu büker. Anayasa değişikliği ile “demokratik hak ve özgürlüklerimizi elde edeceğiz hayallerimiz” işte o zaman 25 - 30 yıl daha uykuya yatar. Bulgar milleti tek ulusta ulusallaşırken biz de eriyip biteriz. Milliyetçiler de zafer kınası yakar. (PF) partisinin Orhan İsmailov konusunda neden gerilemediğini anlatabildimse memnun olurum. Sollu sağlı milliyetçi ırkçılarla, asimile edicilerle ve Türklüğümüze son mumu da yakmak arzusuyla yaşayanlar, GERB’çiler, Sosyalistler, “Ataka”cılar, (PF)’ciler ve isterseniz aralarına merkez demokratçıları ve mankafa Barekov’u da katalım. Onların arasında fiskoslu gizli temas ve görüşmeler var. Anti-Türk akıntıları (suyu) aynı derede toplamaya çalışıyorlar. Bunu yaptıklarında Ahmet’in Mehmet’in esemesi artık okunmaz olur. Çok fazla sızlayanların ağzına verilecek bir yalancı emzik nasılsa bulunur. Ahmet Doğan’a “saray” sunanlar, Lütfü’nün eline bir av tüfeği ve ağzına bir emzik mi bulamayacak!? Bana öyle geliyor ki, bu ilk tuzakta bizi deniyorlar, sınıyorlar, dayanma derecemizi gözden geçiriyorlar. Önce “bir” gün, sonra “yedi gün” demeleri ondandır. Onlara göre genç kuşaktan en iyi hazırlık görmüş kadromuz Orhan İsmailov. O gerilerse yani istifasını sunar ve “bakın işinize” derse, ölümcül yara aldık, de-


140

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

mek olur, İşimiz bitmiştir, çünkü Türkler ve Müslümanlar geri adam atan liderin ardından adım atmaz. Orhan onların gözünde en istidatlımızdır. Pes olursa şimdi olur, olmazsa, onlar oyunu kaybedecektir. Denklemde çözüm aranan bilinmeyen onun psikolojisi, dayanma gücüdür, alacağı destektir!!! İstifaya zorlanırsa, biz oyunu kaybederiz. Tuzaktan çıkamayız. Tuzakta kalmaya zorlanmış oluruz. Hasımlarımız için Orhan İsmail Lütfülerden falan çok daha hazırlıklı bir kadrodur ve onun şu günlerde diz çökmesi, hepimizin diz çökmeye zorlanmış olmamız anlamına gelir. Diz çökersek işimizin birmiş olduğunu kabul etmiş oluruz!. Olay budur. Tuzaktayız! Hadi geçmiş olsun!

Rusya’da Kıyım

Mesut Uğurlu-25.Kasım.2014

Rusya’da son bir buçuk yılda çok ciddi bir kıyımdan kaynaklanan büyük bir kargaşalık yaşanıyor. Silahlı çeteler üzerlerine enser ve iğne kaynatılmış tavukayağını andıran çelik araç lastiği patlatıcılarını gece yollara dizip arabaları durduruyor ve şoförlerini ateş açarak öldürüyor. Moskova ve çevresinde gece yol üzerine kurulan tuzaklarda büyük sayıda insan telef oldu. Sonunda “İslam Devleti” İŞİD’in seçtiği ve eğittiği kadroları Moskova yöresinde yol boyunda insan katletme testinden geçirdiği açıklandı. Olayın ayrıntıları: 2013’ten beri katiller 20 kişinin canına kıydı. Gece insan öldüren cinayet çetesinin kısaltılmış adı GTA olup, ismini “Grand Theft Auto” adlı bilgisayar oyununun birinci harflerinden almıştır. Ölüm çetesinin üyeleri askeri topçu kıtasından olup birkaç kurmay merkezi olan, keskin nişan silahlarını kendileri üreten, kendi silah imalathanesi olan bir cinayet grubu olarak açıklanmış bulunuyor. Bu ayın 14-ünde (14.11.2014) 11 katilin birden tutuklanmasından sonra Rusya Sorgulama Komitesi “çete yok edildi” haberini yaydı. Fransız “Liberasyon” gazetesi ve Rus basını “Rus makamlarının elinde gerekli kanıt olmadığından çete üyelerinden bazılarını salıverdiğini” ve kurtların yollarda kurban beklemeye devam ettiğini dillendirdi. Aynı senaryo ile yapılan seri katliam.


Makale ve Analizler - 2014

141

Silahlı çete Moskova ve Moskova ili yollarına gece saatlerinde çıkıyor. Otomobil sürücülerinin önünde hiç beklemedikleri yerlerde üzerleri iğneli ve enserli tavukayağına benzeyen çelik cisimler belirdiğinde kulağına da sesler gelince “lastiklerime bir şey mi oldu” kuşkusuyla aracından inip kontrol etmeye başlayınca kendisine yaklaşan yüzleri maskeli katiller görüyor. İlk saldırı 2013’ün Aralık ayında yapıldı. Moskova’nın kuzey kesiminde 2 kamyon şoförü ve bir yabancı ölü bulundu. Üzerlerine defalarca ateş edilmiş, delik teşik olmuşlardı. Ardından 26 Şubat 2014’te Moskova’daki “Flora” bankası Denetim Konseyi üyesi Vladimir Krilük kışlık evinin yakınında ölü bulundu. Polis soruşturma ile ilgili hiçbir haber sızdırmadı. 2014’te Moskova’lılar yakın yazlıklarına akın etmeye başladığında “M-4” yolunda bir araç sahibinin öldürülmesinden sonra katliam olayı Moskova medya ortamına düştü. Anatoliy ve Tatyana Lebedev çifti özel araçlarıyla yazlıklarına giderken ansızın lastik patladı, şoför koltuğunda oturan Anatoliy yedeği bagajdan çıkarıp takarken, katiller sessizce yanlarına yaklaşmıştı ve iki ayrı tabancadan açılan ateşle öldürüldüler. “Kia” aracının ışıklarına takılan polis saatler sonra geldi. Bu olaydan birkaç gün sonra (4 Haziran 2014) günü Moskova Novo Peredelkino ilçe Polis Karakol Şeflerinden Oleg Talmaçov katledildi. O da lastikleri kontrol etmek için inmişti. Ateş siperden geldi. Kafasından 14 kurşun çıkarıldı. Eşi kocasının öldürülmesini bir bayan arkadaşıyla arka arabadan izledi. Yazlıktan dönüyorlardı. Katliam olayını gözleriyle gören ilk kişi o oldu. Maskeli katillerin öldürdükleri kişinin yanına yaklaşmasını ve kurbanın can verip vermediğini bizzat denetlediklerini saniye saniye izlerken dilini yuttu. O zaman medyada silahlı katil çetesinin devlet makamlarından olup kendilerine “ölüm cezası kestikleri kişilere” saldırdığı ve onları yerinde öldürdüğü haberleri yayıldı. Bu arada lastik patlatıp ölümlere neden olan tavukayağı düzeneğinin Rusya’da illegal imalat yapan bir atölyede üretildiği saptandı. 12 Haziran gecesi Solnıçnogorotskiy ilçesine bağlı Mendeleevo köyüne dönerken 29 yaşında bir erkek ile arka koltukta uyuyarak yolculuk eden 34 yaşındaki bayan öldürüldü. Aynı gece Tula bölgesi sakinlerinden Aleksandır Tsiganov’un yeni aldığı otomobilin de lastikleri patlatıldı, tuzağa düştü ve sahibi öldürüldü. Fakat o lastiklere bakmak için aracından inerken kendisine doğru gelen maskeli çeteyi gördüğünde yakın ormana doğru koşmaya başladı ve ardından açılan ateşe hedef oldu. Polis araştırmaları Lebedev ailesinden bir “AYPAD” alındığını kanıtlarken, diğerlerindense genelde hiçbir şey alınmadığı ortaya çıktı.


142

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

18 Ağustos günü katiller, bir “Opel” araçla gece yolculuk eden, bilinen bir dans ekibinden olan 31 yaşındaki Albert Yusupov’u kurşunlandı. Genç yine “M-4” yolunun daha önce tuzak kurulan bölgede gece saat 2’de öldürüldü. O lastik değiştirmek için koltuğundan kalkmazdan önce bir arkadaşına telefonda olayı bildirdi. Araçtan indiği an sırtından ve ensesinden kurşunlandı. Sağ kalan ve kurtulanlar parmakla sayılacak kadar az. Bu yılın 1 Ekim gecesi bir kamyon şoförü lastiklerinin patladığını fark etti ama durmadı. Durmamasının sebebi ise, aracındaki radyonun müzik arası hatırlatmalar yaparak gece yolcularını devamlı uyarmasıdır. Şoför, “BAZ - 15” marka bir aracın peşine takıldığını ve içinde silahlı kişiler olduğunu görünce, tam gaz yola devam etti. Katillerin hareket ettikleri aracı ilk o görmüştü. Kovalama bir saat devam etti. Bir gün önce de benzer bir olay başka bir araçla yaşanmıştı. Takip eden araç “BAZ - 9” markaydı. İçindeki bay ve bayan GTA - katilleri hakkında ülkede çalkalanan haberleri işittikleri için patlak lastikle kaçarak bir saat yola devam etti ve şehre girebildiler. Takip edenler ikide bir ateş açtı. Atışlar her zaman hedefe isabet ediyordu. Rusya Federal Güvenlik Teşkilatı uzmanlarınca hareket halinde açılan isabetli ateşle ilgili incelemelerden alınan sonuçlar, silahlı çete mensuplarının özel harekât birliklerinden oldukları sonucuna takıldı. Fakat olay yerinde hiçbir iz kalmaması, kovanların bile bulunamaması, araştırma yapan Rus makamlarının işini çok zorlaştırmıştı. Cinayet Şubesinde olup bitene “kusursuz cinayetler” adı verildi. Kasım ayında polis kaynaklı haberlerde çete canlarını kıydığı kişileri soymak için tuzak kuruyor, dense de Rusya kitle haber kaynakları farklı yorum yapmaya başladı. Çünkü ölüm çetesi mensuplarının aldığı bir cep telefonu ve bir bayanın boynundaki kolyeden fazla bir şey değildir. Lebedev’in AYPAD’ının çalınmasından sonra polis sinyal takibiyle hedefe ulaşacağını düşünse de, bu telefon asla kullanılmadı. Kasım ayında olan tuhaf bir olay: “Moskovskiy Komsomolets” Kasım 2014 başında gerçekleştirilen büyük bir operasyonda, el bombası atarken, teslim olması istenen bir kişinin kurşunlanarak öldürüldüğünü ve onun silahlı çetenin başı ve İŞİD terör örgütüyle temasta olan lider olduğunu yazdı. Öldürülen doğum yeri Kırgız-Özbek sınır bölgesinde bir köy olan Rustem Usmanov idi. Rus basını, silahlı çetenin “İslam Devleti” ve İŞİD terör örgütü ile bağlantılı olduğu ve gece yolcularına yapılan kanlı saldırıların ve katliamların canlı hedefe ateş etme eğitimi aldığı yönüne ağırlık verdi. Kamuoyunu şaşırtan ve öfke-


Makale ve Analizler - 2014

143

lendiren haber ise, öldürülen Rustem Usmanov’un Rusya Baş Savcılığında en saygın savcılardan biri olan Aleksey Staraverov’un şehir dışı evinde kaldığı ve bahçe ve ev işlerine baktığı haberine yer verdi. Ölüm çetesinden 11 kişinin tutuklanmasından sonra savcı Staroverov’a karşı silah gizleme ve aranan kişileri saklama suçlarından sorgulama başlatılsa da, Rusya Federasyonu Baş Savcı Yardımcısı Viktor Grin ceza davası başlatma kararını işlemden aldı. Gerekçesinde Staroverov’un yazlığı kiraya verdiği, bahçıvanın ise kiracı tarafından atandığı ortaya çıktı. “Life News”in yazdığına göre, savcı Staroverov kendi isteğiyle istifa dilekçesi verdi. Bu arada şoför katillerinin cinayetlerde yalnız “Makarov” tabancası kullandığı saptandı. Ele geçirilen mühimmat üzerinde yapılan araştırmalardan kullanılan kurşunların “Tula” askeri fabrikalarında imal edildiği kanıtlandı. Birisini öldürmek ve ardında bir dolandırıcılık yapma kuralına göre hazırlanmış olan kısa adı GAT - Grand Theft Auto sayısal oyunu kurallarına göre ölüm saçan silahlı çetenin ardında kimin olduğu henüz gün ışığına çıkarılamadı. Putin’in tepkisi: Başkan Vladimir Putin’in tepkisi sorgulama etrafında artan endişeye bir yanıt oldu. Başkan, İçişleri Bakanı Bladimir Kolokoltsev’i cinayetin ortaya çıkarılması vesilesiyle kutlarken, olaya “terörist nitelikli” tanımı getirdi. Tutukluların, Rusya’da 6 ile 12 Kasım günleri arasında onlarca kişinin canına kıyanlarla bağlantılı olduklarının kanıtlanmasını istedi. Bugüne kadar, ancak üzerinde 130 mermi bulunan ve bunları Tacikistan’dan getirdiği kanıtlanan, Tacikistanlı bir yabancı olan Abdulmukim Mamadçonov hakkında tutuklama ve yargılama kararı çıktı. Tutuklananlardan 6 kişi geldikleri Orta Asya Cumhuriyetlerine geri gönderildi. Ölüm çetesinin kullandığı silahları atölyesinde imal eden Fazaletdin Hasanov hakkında da tutuklama kararı çıktı. Gizli atölyesinde el yapımı 20 silah bulundu. Bu silahların şoförlerin öldürülmesinde kullanılan silahlar serisinden olduğu artık kanıtlandı. Görüldüğü üzere İŞİD örgütünün elleri çok uzun.


144

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Berlin Antlaşması ve Pomaklar

Rafet Ulutürk-26.Kasım.2014

01.07.1878’de imzalanan Berlin Antlaşmasından sonra Pomakların büyük kısmı Osmanlı İmparatorluğu topraklarında kaldı. Biz 136 yıl sonra bu yazımızla o günlerin gerçeklerine dönmeye ve durum hatırlatması yapmaya çalışırken, Pomak sorunu bugün aynı can alıcı aktüellikle politik günden oluşturuyor. Bugün günlerse Çarşamba ve 2014’un 26 Kasım dayız, 3 günden beri kafalarına birer kara torba geçirmiş, sırtlarında kurşun geçirmez yelek ve ellerinde en modern silahların bir türünden polisler Müslüman Roman ve Pomak nüfusun yoğun olduğu Filibe (Plovdiv) Tatar Pazarcık (Pazarcık), Asenovgrat, Smolyan, Haskovo’da 40 adres bastı. Zlatograt ve Starsevo köyünde cami ve müftülüklerinde sözüm ona “İslam Devleti” kurmaya çalışan Müslümanları basmış durumdadır. Bu gelişmeler, Kuzey Irak ve Suriye’deki İŞİD İslam devleti kurulması olayı ve gelişerek sertleşen savaşın bizdeki yansımasıdır. 1913’e, 1936 ile 1944 arasında ve 1970 - 72’de isimleri değiştirilen ve büyük terör saldırınsa hedef olan, gurbetlik çeken, sürgün gören, toplama kamplarında, zindan ve koğuşlarda ailelerinden ve yakınlarından uzak kalan Müslüman Pomak nüfus Kimlik mücadelesine bugün de var gücüyle devam ediyor. Birinci yazımızda Kuzey Bulgaristan’da Koca Balkan eteklerindeki Teteven köylerinden silahlı Pomakların Rus istila güçlerine karşı 1877 silahlı mücadelesini ve çarpışmalarda 3 binden fazla kişi kaybettiklerini anlatmıştık. Bu hafta boyunca artık neredeyse 137 yıl sonra, Teteven’i ezip geçen ve Koca Balkan içindeki Elena kasabasını Osmanlı’dan koparmasının yıldönümü, o yılların çarpışmalarının 3 gün boyunca canlandırılması, 1877 Rus Ordusu askeri er ve subay üniformaları ve o yılların 3 metre uzun süngülü silahları ve kılıçlarıyla donanmış genç ve yaşlıların Osmanlı askerini ve onlara yardım edenleri nasıl ezip yok ettiğine tanık oluyoruz. Özetlersek, Bulgaristan toplumu daha o yıllarda, çarpışma ve savaşlarda Rus yanlısı ve Rusya boyunduruğunu kabul etmeyenler olmak üzere (Rusofil ve Rusofob) ikiye ayrıldı. O gün bu gün bu parçalanmışlık bugün artık bir yanda Rus taraftarları ve öte tarafta Avrupa Birliği be NATO yani Avruasya siyasetine bağlı olan akım şeklinde ikiye ayrılmış bulunuyor. Bulgaristan’da yaşayan Türkler, Pomaklar ve öteki Müslüman azınlıkların tümü bu hem Avrupa Birliğinden ve NATO üyeliğinden hem de Türkiye Cumhuriyetiyle yakın ve semereli çok yönlü işbirliğinden yana bir siyasetle gündem oluşturuyor. Bu açıdan, İstanbul’da göçmen derneklerimizin ve bilim ve araştırmacı çevrelerimizin katılımıyla hazırlanan Büyük Göçün yıldönümü sempozyumu çok anlamlı, tamamen günce ve tarihsel önemi büyük olan bir buluşma niteliği ta-


Makale ve Analizler - 2014

145

şıdığından, 1978 Berlin Konferansı ve tarihsel Anlaşma’nın imzalanmasından sonra Bulgaristan topraklarının neresinde kaç Pomak yaşadığı önem arz etmektedir. Tarihimizi bilmeden bugünümüze ışık tutamayız. Berlin Antlaşması Ve Pomaklar Berlin Antlaşması’nın imzalanmasından sonra Doğu Rumeli ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki ticari ilişkiler normal seyretti. Rodop Dağlarının Kuzey yamaçlarından çobanlar kışlatmak için koyunlarıyla Türkiye Ege Trakyası’nın vadilerine serbestçe inebiliyordu. Bununla birlikte Kuzey Trakya’nın Plovdiv, Haskovo ve Pazarcık gibi büyük pazarlarında Ahı Çelebi yöresinden başlıca aba ve şayak olmak üzere değişik dokumalar satılıyordu. Bulgar Prensliği ile Doğu Trakya’nın birleşmesinden sonra Rodop dağlarında yaşayan Pomak nüfusun ekonomik durumu da kötü yönde etkilendi. Rodop ve Kuzey Trakya bölgesi nüfusunun ticari ilişkilerinin gelişmesine Bulgar Osmanlı sınırı engel oldu. Sınırın Kuzeyinde kalan çobanların koyunlarını sıcak ege yaylalarında kışlatma yollarını kapandı. Bu yeni durum, Çepin vadisinde olduğu gibi Çaya (Asenovgrat) yöresinde koyunculuğun dolayısıyla abacılığın durgunluk geçirmesine neden oldu. Bu arada Paşmaklı (Smolyan), Palas (Rudozem), Dövlen (Devin) Eğiri Dere (Ardino) askeri yığınak yapıldı, kışlalar kuruldu. Bu arada Bulgar topraklarından Müslüman göçleri durmadı. 1878 - 1912 yılları arasında Bulgaristan’dan Türk, Pomak, Tatar, Çerkez olmak üzere 350 bin kişi göç etti. Bu 1989 Büyük Göçüne eşit bir rakam olup 34 yıla yayılmıştır. Göç süreci geçen asrın başında asla durmadı. Türkiye Trakya’sına yerleşen Pomaklar öncelikle Kuzey Bulgaristan’dan gelmişlerdi. Mesela 1978’de Lovça köylerinden (Loveç) göç edenler Pınarhisar, Puralı ve Tuzaklı köylerini kurdular. İlk dönemde bu köylerde sadece Pomak nüfus yaşarken daha sonraki yıllarda Bulgaristanlı değişik etnik kökenli göçler de yerleştiler. Pomaklar’ın Bursa’ya ve Marmara Denizi’nin kuzey kıyılarına da yerleştiği dikkati çekmiştir. Bu göçler 1878 savaşında malını mülkünü köylerini ve taşınmazlarını kaybetmiş olan ailelerden oluşuyordu. O dönemde gelen Pomaklar Edirne iline bağlı Kuleli Burgas, Dutlu, Beyköy, Hasan Pınar, Sultan, Talişman, Turnacık, Kurtbey, Mandra, Kestanbul, Sazlı Malkoç ve Kadıköy, Babaeski’ye bağlı Kozpınar, Mandra, Katranca, Burunsuz, Mukada, Semerburnu, Sultanlı, Keşan’a bağlı Todoriç, Akıca ve Kurtköy, Hayrabolu ilçesinde, Çerkezmüselim, Batkın, Pravças, Danışman, Popköy ve Perin Çeşme; Eğiri Dere ilçesinde, Hambar Dere, Reka, Bozva, Balık Köy, Berovo, Davidovo, Bostan, Vılkanovo, Dolaşır, Lıca, Leskovo, Sinkovo, Kozluca, Ahryan


146

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Köy, Almalı, Sırt Köy, Menekşe, Terzi Köy, Hovazlı, Vılçovo, Treva, Lesiçen, Erekli ve Ürpek köylerinde; Darı Dere ilçesinde, Uzundere, Dolen, Güneli, Tikla, Sarıkız, Samlar, Makmular, Elevça, Erma Reka, Alamovtsi, Sarıyer, Bani, Memkovo, Juvintsi, Almalı, Uğurlu, Bukovo, Şahin, Şarenko, Tsigansko, Dolnya, Barata, Senikovo, Suücik ve Karalan köylerinde; Ahı-Çelebi kazasında: Pomaklı, Alamı Dere, Arda, Büyük Dere, Yukarı ve Aşağı Palas, Viyovo, Vlahovo, Vılkanovo, Gökçe Pınar, Demircik, Kirezli, Kozluca, Kokaliç, Küçük Dere, Moçur, Mostançovo, Paşevik, Petkovo, Pındacık, Yukarı Raykovo, Smilyan, Süğücük, Tekir, Topuklu, Tırın, Fincancı, Hasan Köy, Çamlıca, Çangır Dere ve Enuz Dere köylerinde Rupça kazasında: Tırmış, Kirazlı, Osikovo, Petvar, Çurekovo, Mihalkovo, Çilikli, Selça, Lıkovo, Brezen, Beden, Dövlen, Kayınçalı, Kara Dere, Deriler, Naipli, Düsük Dere, Kestencik, Aygır Dere, Trigrad, Balaban, Nastın, Muğla ve Katrançukuru köylerinde ikamet ediyordu. O zaman Selanik iline bağlı olan Bulgar topraklarında kalan kazalarda Pomak nüfus dağılımı şöyledir: Nevrekop (Gotse Delçev) kazasında 96 Pomak kıöyü vardı.

Ağabey, Allah Rızası İçin...

Alptekin Cevherli-27.Kasım.2014

Hiç unutmam soğuk ve yağışlı bir sonbahar günüydü. Tam arabaya biniyordum ki, orta yaşlarda hırpani giyimli bir adam yanıma yanaştı, “Ağabey, Allah rızası için bana bir yardım et” dedi. Döndüm baktım, dinç görünümlü 40’lı yaşlarda kirli sakallı bir adam elinde kâğıt mendil dolu bir torbayla dileniyor mu, satış mı yapıyor belli değil... Adetimdir, dilenciye asla para vermem. Ama bir şey satıyorsa, dilenmeyip çalışmayı teşvik mahiyetinde mutlaka bir tane alırım. - “Kaç para mendiller,” dedim. - “Ne verirsen ağabey.”


Makale ve Analizler - 2014

147

- “Nasıl ne verirsen? Ben şimdi 5 kuruş versem bu mendil paketini alabilir miyim?” - (Gülümseyerek) “Yok ağabey! Ne gönlünden koparsa(?)” 1 Lira uzattım, bir paket mendil aldım. Aynı mendilin 10’lu paketini büyük marketlerde 1 Lira satıyorlar ya helâl olsun dedik... % 1000 kâr. Sözüne devam etti, “Ağabey ya, eski ayakkabın var mı?” Ayaklarına baktım, içim acıdı. Ben botlarla üşürken o plastik terliklerle, çıplak ayakla dolaşıyordu. Kendimden utandım. “Tabii var” dedim. - “Sen yarın Büyükşehir Belediyesi Çözüm Masası’na gel, bak bu da kartım. Yapılabilecek ne varsa bakalım.” - “Olmaz, ağabey ben oraya geldim.” - “Eee?” - “Yardım etmiyorlar. Barınma evine götürmeye kalkıyorlar.” - “Allah, Allah daha iyi ya. Sen nerede kalıyorsun ki?” - “Otogarda kalıyorum.” - “Tamam işte; Barınma Evi’ne gidersin, öyle banklarda yatmak olur mu? Hem üzerine yeni, temiz kıyafetler verirler. Ayakkabıların olur. İş buluncaya kadar da orada idare edersin işte...” - “Olmaz ağabey orası işe uzak.” - “Ne işi?” - “Mendil satıyorum ya.” - (???) “Tamam o zaman yarın gel, sana kazak, palto, bot vb. vereyim.” Ertesi gün arkadaşı bulduk, palto, bot vs. verdik. Verdik ya, 2 gün sonra bizimkisi yine terliklerle mendil satıyor. - “Ağabey hayırdır botlar, palto nerede?” - “İş yaparken olmuyor.” - “Nasıl yani?” - “Ayağında bot, üzerinde kazak, palto olana kimse para vermez ki!” - “?... İş kıyafeti mevzuu yani...” - “Ağabey, onun için verdiklerini sabahları giyiyorum.” - “Akşamları da çıkarıp; işe çıkıyorsun, değil mi?” - “Heee!”


148

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

- “Günde ne kadar kazanıyorsun ki?” - “Valla gününe göre değişiyor, 150 - 200 arası işte. Hafta sonları, bayramlarda daha da artıyor.” - “Senin yanında işe girsem olur mu? Diyorum ki, benden çok kazanıyorsun. Niye bir ev kiralayıp, evlenip doğru - düzgün bir hayat kurmuyorsun?” - “Yok be ağabey, nasıl olacak? Çoluk, çocuk nasıl geçineceğiz?” - “Vallahi seni döverim!” - (Yılışarak) “Benimle kim evlenir ki?” - “Koca adamsın niye olmasın?” Bizimkisi hızlıca yanımdan uzaklaştı. Aradan birkaç ay geçti, yine yolda karşılaştık. - “Ağabey ya, Otogar işe uzak geliyor.” - “Eee?” - “Belediyenin iş hanında bir oda filan yok mu? Orayı bana verseler...” - “Kira verecek misin?” - “Yok be ağabey geçinemiyom ki!” - “Ücretsiz he, Allah rızası için?” - “Heee!” - (Sinirden gülerek) “Tamam söylerim. Peki sana nasıl haber vereceğim.” - “Ağabey cepten beni ararsın.” (IPhone 4’ü çıkartıp, numarasına bakıyor) “0532.......” - (Ben hâlâ gülüyorum, bir yandan da telefonu da kaydediyormuş gibi yaparak) “Tabi, tabi ararım.” Velhasıl bunu bilirim bunu söylerim. İhtiyacı olan para istemez. Yardım ettiğinde ise nankörlük yapmaz. Uzanan yardım elini tutar. Bu demek değildir ki; yardımcı olmayın. Amma siz, siz olun; sizden zenginlere para verip bir de madara olmayın. Selâmlar...


Makale ve Analizler - 2014

149

İslâmiyet Fedaileri

İbrahim Soytürk-27.Kasım.2014

Ramadan Runtov Kimdir? Ramadan Runtov, 30 Ocak 1930 tarihinde Gotse Delçev’e bağlı Kornitsa köyünde doğdu. Breznitsa ve Lıjnitsa köyleriyle birlikte bir gerdanlıktırlar Rodopların boynunda. Zaten bu üç köyün talihi geçmişten bugüne birbirlerinden ayrılmayan tek yumruk oluşturmaktadır. Adeta pahasız bir cevherdirler. Ecdat bu cevheri güvenilir kuşaklara bahşetmiştir. İlle velâkin 1877 - 1878 Rus - Türk Savaşı’ndan, özellikle Balkan Savaşları’ndan bu yana buranın ahalisi huzur görmemiştir. Yaşam tarihini gözyaşlarını sayısız şehitler vererek yazdılar. Bu tarihi insanca okumak isteyen bulunmadı sanki. “Her şey insanımızın refahı, mutluluğu adına” sloganıyla sahnede elini kolunu sallayan totaliter rejimin ileri gelenleri olan komünistler defalarca tanklarla, zırhlılarla, otomatik silahlarla kuşatılmış asker, milis, gönüllü müfrezelerle bu illerin “efendisi” olan Müslüman Pomaklara “Siz Bulgarsınız, size ancak Hıristiyanlık yaraşır” diyerek üstlerine gittiler, aç kuduzlar gibi çullandılar. Köy meydanları defalarca bu mahsusları yok etmek isteyenlerle hakiki cenk meydanına dönüştü. Nice ölüler düştü, şehitler verildi. Ömür boyu sakat kalacak onlarca yaralı vsy. Sağ kalanlardan büyük bir kısmı memleketin çeşitli köşelerine sürgün edildi. Rejim için tehlikeli hesap edilenler ya “ölüm adası” Belene’ye veya cezaevlerine tıkıldılar. Arkası gelmeyen baskı ve zulümlere rağmen, İslamiyet’ten ve Türk adlarından vazgeçiremediler onları. Baskı arttıkça içlerindeki ateş külhan oldu. Yandı da yandı, hem de dünyanın dört bir köşesine ışık saçarak. Bu sönmez ışığı yakanların başında Ramadan Runtov ve ailesi aslan misalli oğulları bulunuyordu. Her erkek gibi Ramadan’ın da vatan borcunu ödemesi zamanı geldi. Azınlıklardan çoğu gibi onu da silahlı sıra askeri değil, emek eri (trudovak) aldılar. Komutanları daha ilk anda teklifte bulundu. Partimize (BKP) üye olursan seni derhal kurslara göndereceğiz ve diğerlerinin Başına Çavuş olacaksın dediler. Kabul etmemek olanaksızdı. Yıl 1952 kurstan geçti ve Sofya’nın “Diyanabad” semtinde inşaat işleri yaparken buraya 36 Türk emek eri getirdiler. Onları görünce siyasal ast çavuş: “Beş yüz yılın hesabını görmeliyiz. Türk çocuklarının suyunu çıkarmalıyız,” dedi. Ve kafasında daha nice insanlık dışı düşünceler sepetteki uğul vermek isteyen arılar misali vızıldıyordu. Asteğmen beni ustabaşı yaptı. Bana tabi olan arkadaşlarım hep Rodoplardan ve Deliorman bölgelerindendi.


150

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ramadan Runtov’u 1954 kışladan terhis edilince iki yıllık parti okuluna göndermek istediler. Razı gelmedi, çünkü ha oraya gitmiş, ha vicdanını satmış mahiyetinde bir kuşku kıpır kıpırdı içinde. 1956 yılında Gotse Delçev kasabasında parti konferansı düzenlendi. Parti sekreteri konferansı açarken: Nihayet Rodopların üzerindeki siyah tül perdeden kurtulma zamanı geldi, dedi. Emir verircesine yüksek sesle. Damarlarımızdaki farklı kan birleşmeli, kadınlar da fereceleri atmalıdırlar. Üç köyün kadınları ayaklandı. Breznitsa’da bir cip kırdılar. Hava adında bir kadın diğerlerine el ayak olarak, köyün hocasını tutuklanmadan kurtardılar. Ama kadınlar öyle el ele verdiler ki, saflarını bozmak olanaksızdı. Yılmalandılar. Gotse Delçev’ten gelen 40 - 50 kişiyi belediye binasına kapayıp rehin aldılar ve bütün gece onları kapalı tuttular. Duruma müdahale etmek için Blagoevgrat’tan partinin Birinci Sekreteri İvan Gulev geldi. Fakat o da köylüleri yatıştıramadı. Bilakis ateşe körükle gidercesine kan kabartıcı bir konuşma yaptı. Konuşmaya Muharrem Hacıbekir itiraz etti. Etti ama tutuklanarak öyle dayaktan geçirildi ki, sonunda hayatından oldu. Sonra Ramadan söz aldı. Gulev ve Kutinov’a dönerek: Bulgaristan’da Türklerin meselesi gerçeklerden çok uzak! Bunlar ancak sizin gibilerinin hayal ürünleridir. Biz Türklerin talihi sizlerin elinizde! Halen, 20. yüzyılda yaşamamıza rağmen, siz 13. yüzyılın sonlarında bocalıyorsunuz. Bu sözler Gluev’i çıldırttı. Ramadan tutuklandı ve Belediye Başkanı Panayotov salondakilere: “İşte bütün isyanların elebaşısı.” diyerek Ramadan’ı gösterdi işaret parmağı ile. “Ben Türküm. Bulgar değilim. Annem de İvanka değil, Hatice,” diye haykırdı. Salondan tartaklanarak çıkarılırken: Boris Dermenciev ve ekibi 3 gün Ramadan’ı çarmıha germeye çalıştılar. Aralıksız sorguya çektiler, tehditte bulundular. Dördüncü gün kaza komitesinden gelen Kutinov’a: - Kutinov karşımda göz kırpıştırıp durdu. “Söyle bu kölelerden ne istiyorsun? Onları ayı gibi oynatmak için bir kemençe getirmediğin kaldı,” diye bastı narayı. Ve cebindeki parti biletini önüne attı. Onu daha 8 köydeki takip etti. Bunu gören gizli hafiye Petrov kirpinin sırtındaki dikenler arasından başını çıkardığı ve kedinin sıçanın üzerine atladığı gibi üzerine atladı ve diğer odaya sürükledi. Dövmek istedi. Dövemedi. Ramadan kolunu kıvırıverdi. Tabancasına davranmak istedi. Ramadan bir vuruşla onun da önünü aldı. Sonra Kornitsa, Breznitsa ve Lıjnitsa köylerini kışkırtma tutanağı hazırladılar. İmzalatmak istediler. İmzalamadı. Ana avrat düz gittiler. “Barbarlık üniversitesinde” öğrendikleri bütün oyunları oynamaya çalıştılar. Fakat Ramadan’ın iç alemini fethedemediler.


Makale ve Analizler - 2014

151

Bu olaylardan sonra Ramadan ailesiyle birlikte Kazanlık şehrine bağlı Dolni İzvorovo köyüne göç etti 1960’tan 1964’e kadar burada tarım kooperatifinde huzur içindeydiler. 1964 yılında Pomakların adlarını değiştirmek için bir deneme yapıldı ve 24 bin kişinin adları değiştirildi. Bu hal karşısında ahali Balkanı boyladı. Orada günlerce aç susuz kaldı. Kara bulutların üzerine dolu yağdıracağını sezen Ramadan ve arkadaşları Kazım Çavuşev, Asım Mustafaov, Hüseyin Hayrullov, Selim Mustafaov vb. 10 kişilik bir örgüt oluşturdular. Protesto ifadesi olarak 3 bin 800 imza toplayıp Plovdiv Türk konsolosluğuna teslim ettiler. Ramadan kendilerini Türk olarak kabullenen Pomaklar’ın hikâyesini defalarca anlatırken şöyle diyordu: 1971 yılında Türkiye’den “Rodop Tarihi” başlığı altında Batı Trakyalı Ahmet Aydın tarafından kaleme alınmış bir broşür getirttik. Ahaliye bilmedikleri bazı olayların ayrıntılarını açıklamış olduk. Ramadan’ın Ferhat adındaki oğlu 1975 yılında Türkiye’ye irtica eder. Orada Hukuk Fakültesinden mezun olur. Göçmenlere yardım derneğinde Rodoplar tarihi üstüne ayrıntılı bir konferans verir. Katılımcılar Rodop ahalisinin geçmişten bugüne tarihi hakkında bilgi edindiler. Yeni kimliklerimizi, dinimizi, gelenek ve göreneklerimizi yaşatma davası adına diğer oğlu İbrahim insan hakları savunucuları Dr. Konstantin Trençev ve arkadaşlarının yanında yer alır. Yıllarca illegal bir mücadelenin içinde olgunlaşırlar. Bir gün ustam bana yarın işe gelme, adlarımızı değiştirmeye gelecekler, dedi. Karşıdaki orman milis ve cip dolu! Biz de ertesi günden itibaren köye gelen arabaları yoklamaya başladık. Arabaların birinden bir kız fırladı. Yanımıza koştu. Biz de hemen kızın namusunu kirletmek isteyen caniyi yakaladık. Yanına köyünde 8 tutukluyu serbest bıraktırdık. Yoklama esnasında Şeynovo’da bir otobüs durdurduk, fakat içinde 20 polis ve 2 köpek varmış. Hemen bizi yakaladılar. Ben ve arkadaşlarım 4 ay sürekli sorguya çekildik. Mahkeme huzuruna çıkarıldık nihayet. Duruşmadan sonra grubumuza dahil olanları çeşitli ceza evlerine gönderdiler. Beni Burgas Cezaevine yönlendirdiler. Hatta 28 Mart 1973 olayları ile ilgili duruşmalarda savcı şahidi olarak salona aldılar. Sonra beni Stanke Dimitrov’ta (Dubnitsa) su dolu bir hücreye yerleştirdiler. Ramadan 1974’te altı yıl hüküm giydi. Cezaevinde onu hafiye ve müzevir yapmak istediler. Durumu anlayan sanıklardan Hasan aga adında biri Ramadan’a “Nasıl temiz geldinse buraya, öyle de temiz çıkmalısın,” diye nasihatte bulundu.


152

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ramadan’ın cevabı şu oldu: “Canımı alabilirler caniler ama beni Türkİslam haini yapamazlar.” 25.09.1074’te Ramadan’ı 15 görevli karşısına çıkardılar. Türkçeyi düzgün konuşan Binbaşı Balabanov ve yüzbaşı Slavov Ramadan’a “Bir ad için insan bu kadar inat eder mi?” deyince Ramadan: Bizim adlarımız Allahü Teâlâ’nın Peygamberimiz (sav)’e Cebrail (as.) vasiyetiyle gönderdiği kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’den alınmıştır. Doğumdan hemen sonra Ezanla ana babalarımız tarafından verilmiştir. Öyle ki, onları bizden kimsenin almaya hakkı yoktur. Buzhanenin buzlarını eriten iarde cezaevinde Ramadan’la ad boğuşması 2 ay 10 gün sürdü. Bu zaman esnasında Ramadan gerçek buzhaneden farksız bir hücrede tutuldu. Buradan ancak uyuyanın cesedi çıkıyor.Öyle ki, Ramadan bu buzları da eritebildi. Yüce Tanrı adına iradesine sahip olmanın ne olduğunu tekrar gösterdi. Tehditler, dayaklar, mengeneler yardım etmedi. “Buradan ancak kemiklerin ve ölün çıkacak” deseler de Ramadan yılmadı. Ramadan cezaevinde beraber bulunduğu arkadaşlarından da söz etti. Plovdiv’in Kulken köyünden Hüseyin Kepçe adında bir hain Ahmet, Orhan ve Hüseyin adındaki köydeşlerinin 20’şer yıl hüküm giymesine neden olmuş. Samakov’tan Stefan Zarkov adındaki bir gazeteci 8 yıla çarptırılmıştı. Pazarcık cezaevine değiştirildi ve orada da boğularak hayatından oldu. Ramadan’a af için Yüksek Mahkeme’ye dilekçe yapmasını söylediler. Vazgeçti. Bir kemik bir deri kalmıştı. Hapishane arkadaşı Ahmet Habibullah kurtardı onu. Ahmet ailesinden aldığı yağ ve balın bir payını ona verdi. Ve 20 gün zarfında Ramadan’ı ayaklanın üstüne doğrulttu. 1977 yılında hapisten çıktı. Sonra daha defalarca tutuklandı. Sorguya çekildi. Cezalandırıldı. Ama hep Ramadan Ramadan olarak kaldı. 20 Mayıs 19890’da Sultanov adında bir görevli yeniden tutukladı Ramadan’ı, çünkü Konstantin Trençev, Hristofor Sıbev, Petır Boyaciev, İliya Minev, Nikolay Bosiya ile “Müslüman Grev Komitesi” kurmuşlardı. Petır Boyaciev’in tavsiyesiyle Sevlievo, Cebel, Gotse Delçev bölgeleri açlık grevlerine gittiler. Aynı gün gecenin saat 12’sinde Ramadan bütün ailesiyle birlikte Plovdiv’te trene bindirilerek Viyana’ya sürüldü. Cebinde bütün ailesi için ancak 30 Doları vardı. Yugoslavya hududunda durdurdular ve “bu parayla siz tuvalet ihtiyaçlarınızı bile karşılayamazsınız” dediler. Paris’e Petır Boyaciev’e telefon edince işler yoluna girdi. Üç gün içinde Belgrat’ta sınır dışı edilen 100 Bulgar vatandaşı toplandı. Türkiye Cumhurbaşkanı Turgut Özal Belgrat’ta özel uçak gönderdi. Uçakta İstanbul’a kadar Ay yıldızlı bayrak Ramadan’ın elinde dalgalandı. Atatürk Havaalanında Turgut Özal’ı, Deniz Baykal’ı ve daha nice yüksek düzey devlet adamlarını görünce sel gibi akan sevinç göz yaşlarıyla doldu. - “Ben hayatımı bu bayrağa hasrettim. Nihayet özgürlüğüme kavuştum!” Beyanatında bulundu.


Makale ve Analizler - 2014

153

Yine burada 18 yıldan sonra birbirlerine kavuştukları oğlu Ferhat’ı bağırına bastı. Türkiye Cumhuriyetinde Ramadan Runtov ve ailesi mutluluğun kanatları üzerinde yeni ufuklara açıldılar.

Etnik Temizlik ve Soykırımın Derin Kökleri

Rafet Ulutürk-28.Kasım.2014

Demokrasi sözünü kullanmadan cümle kurulamayan bugünkü Bulgaristan kamuoyunda demokratikleşme açısından tarihle hesaplaşmadan, etnik azınlıklarla ilgili siyasetin içindeki tüm öfke, düşmanlık, sindirme, göçe zorlama, eritme ve asimile etmenin zehir nüveleri temizlenmeden ileri adım atılamaz. Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi (BGSAM) Bulgaristan’dan BAF ve Bultürk derneği olarak Bulgaristan’da Etnik Temizliğin ve Kültürel Soykırımının yıl dönümlerine adanan sivil toplum örgütleri, dernek, göçmen eylem merkezleri ve bilim temsilcileriyle ilgili gençlik kuruluşlarının girişimi ve büyük ilgisiyle İstanbul’da düzenlenecek olan Uluslararası 3. Bulgaristan Sempozyumu kutlar ve koya ışık tutan daha derin aydınlatıcı yazı, makale ve incelemelerle katkıda bulunmaya hazır olduğumuzu beyan ederiz. Balkanlardan büyük göçler 93 Harbi olarak tarihe geçen 1877 - 78 Rus Osmanlı Savaşı’yla başlamış ve halen devam ederek dinmeyen bir yara olarak kanamaya devam etmektedir. Kitle göçleri genelde iç ve dış etkenlerin, baskıların, şiddeti kesilmeyen zulümden hayat imkânlarının tükenmesi sonucu olarak gelişir. İnsanlık tarihinin en acı olaylarından biri savaşlar ve zorlama sonucu göçlerdir, ele geçirilen toprakların gerçek sahiplerinden temizlenmesi, din, dil, kimlik, yaşam tarzı, kültür, örf ve adet v.s. değiştirme amacıyla yapıldığında soykırım sonucu doğurur. Osmanlı’nın Balkanlardan çekilmesiyle gelişerek şiddetlenen bu sonsuz acılar yaşatarak arasız gelişen ve şiddetlenen sürecin Bulgaristan perdesi aralandığında dinmeyen bir öteleme, sıkıntılı yaşam, zorlama, devlet zulmüyle sertleşen bir baskıcı rejim uygulaması, Türk, Pomak, Müslüman halkın tepkilerini, göçler, İsyanlar, aldatma, zorlama ve mecbur kılmalarını görüyoruz.


154

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Temizlime, asimile etme, göçe zorlama, genelde arasız soykırım diyebileceğimiz bu tırmanışlı gelişmenin doruk noktası Aralık 1986 Ayaklanmalardı ve 1989 - 1990 Büyük Göç bunun sonucudur. Bu yıl 3. bilimsel sempozyumun, 30. yıldönümü anma toplantısı yapılıyor. Bundan 30 yıl önce olup bitenlerin ve bunların tanıkları hala aramızdadır, son göçle gelenler bizleriz, ailelerimizdir, yakınlarımızdır. Çilelerin en ağırını çekenler, “Belene” ölüm kampından ölmeden çıkanlar, sürgünlere dayananlar, zindanlarda, karanlık koğuşlarda Türlüğü ve İslam’ı yaşatanlar, tüm acıları beraberce çeken, beraberce dayanan büyük bir etnik topluluk ve bizimle dayanışanlar, davamızda bize her zaman her yerde omuz verenler bugün de bizimledir, aramızdadır, beraberiz. Dünyada hiç bir şey kendiliğinden olmamıştır ve olamaz. Demirin su alması ateşten, insanların ruhsal yüceliği direnişlerden geçer. Biz yongası alınmış bir geçmişin şerefli yeni erleriyiz. Davamızın kesintisiz bütünlüğü bizim her şeyimizdir. Büyük konumuza girerken, önce Pomak Kardeşlerimizin Bulgar Prensliğinde başına gelenlere kısa bir göz atalım. Öncelikli araştırma bölgemiz Bulgar Prensliği yani Kuzey Bulgaristan olacaktır. Makalemizin konusu uzmanlarından olan ve 2007’de Sofya’da “Mizya, Trakya ve Makedonya’da Pomaklar ve Torbeşler” konulu araştırmanın yazarı olan Hüseyin Mehmet’in kitabından aldık. Sayfa 46 - 54). Bulgar Prensliğindeki Pomaklar 1978’den sonraki Bulgar ulusal devleti 500 sene boyunca Osmanlı İmparatorluğundan bir parça olan topraklar üzerine kuruldu. O zamanların Müslüman nüfusunun büyük bir kısmı modern Bulgaristan’ın politik sınırları içinde yaşamaya devam ettiler. Ülkedeki Müslümanlar çok büyük bir etnik grup oluşturuyordu o zamanlar. Bu gruba Türkler, Tatarlar, Çingeneler v.b. girdi. Osmanlı İmparatorluğunda bu Müslümanların da çoğuna “Türkler” deniyordu. Bundan dolayı, Bulgar devletinin kurtuluşundan sonra “Türk Müslümanları” ve “Türkler” adlandırmasının kullanımı sık sık sorunlu olmaya başladı. Bulgar devleti kurulmasıyla ikiye bölündük Türkler - Müslümanlar, buda onların bir stratejisiydi. 1877 - 78 Rus - Osmanlı Savaşı’ndan önce Kuzey Bulgaristan’da Pomaklar Loveç, Teteven, Lukovit, Beloslavtsi ve bir kısmı da Orhaniye (Botevgrat), Pleven, Sevlievo ve Sviştov bölgesinde ikamet ediyordu. 1751de Sviştov’a bağlı Belene, Pavlikyan, Oreşe, Sviştov, Vladimir ve Pavlikan, Novgrad, Jülülnitsa, Çavuşköy, Slive ve Müslüm, Stişarov, Lıjene ve Pavlikyan, Kozar Belene, Çervena ve Gorna Studena ve Pavli köylerinde Pomak nüfus oturuyordu.


Makale ve Analizler - 2014

155

1768 -1829 yılları arasında yapılan dört Rus-Osmanlı Savaşında, daha güvenli bir ortamda yaşamaları için olmalı Sviştov köylerinden Pomak ve diğer Müslümanlar şehirlerde ikametleri zorlaşmıştır. Bunun sonucunda 1873’te köy nüfusu % 36 iken, şehirlerdeki nüfus % 48’e yükselmiştir. 18.08.1877 günü Rus askeri birliklerinin Tuna ırmağını geçmesiyle Sviştov şehri ele geçirildi. Bu bölgede yürütülen çarpışmalar esnasında bölge köy ve kasabalarında oturan Pomaklardan daha fazlası Osmanlı İmparatorluğu sınırları içindeki başka köy ve kasabalara göç etmiştir. Bölge Müslümanlarının sayısı birkaç yılda yarı yarıya azaldı. 1877 Ağustosu sonlarında Rusların ana güçleri Pleven’e yöneldi. 22 Ağustos günü Loveç düştü. Eylül ayı boyunca Pleven cephe ardıyla ancak iyi korunmuş olan Orhaniye - Sofya hattı üzerinden bağlı kaldı. Bölge Pomakların kalbiydi. Rusya Pleven’i cephe ardından koparmayı hedeflemişti. Bu, 11 Ekimde iki Pomak köyü olan Dolni ve Gorni Dıbnik üzerinden gerçekleşti. Ekim ortasından Kasım ortalarına doğru Rus güçleri başlıca Pomak bölgesinde ilerledi. 17 Ekimde başçavuş Antonov emrindeki 116 Kazak Şişkovo köyünden geçti ve iki gün sonra da Teteven şehrine saldırdı. Bu saldırıyı 600 piyade eri ve 150 atlı askeri olan Pomaklar geri püskürttü. Bu savaşa Albay Orlov komutasında ikinci bir birlik de katıldı. O İkinci Don Tümeni’ne bağlı 2. tugay komutanıydı. MikreLesedren-Teteven yönünde saldırıya yönelen Albay Orlov’un emrinde 6 bölük, 2 atlı bölüğü ve 2 top vardı. Orlov’un saldırı alayına Banyo Marinov emrindeki 40 süngülü de katıldı. Çarpışma alanında Pomaklar 200 şehit ve büyük miktarda mühimat bırakmak zorunda kaldı. 21 Ekim günü 3 000 pomak “Allah. Allah!” haykırışlarıyla Teteven şehrini geri almak için yeni bir saldırı düzenledi. Bu saldırının şiddetinden korkan Bulgar nüfus “Kamenna Ploça” adlı vadiye kaçtı. 1 Kasıma kadar süren çatışmalardan sonra Teteven düştü ve Orlov emrindeki Rus askerleri Etrropole şehrine yöneldi. Bu askeri harekât ve çarpışmalar süresinde Kuzey Bulgaristan’da yaşayan Müslüman nüfus arasında Güney’e doğru göç dalgası kabardı ve hareketlendi. Teteven, Lukovit ve Beloslavtsi vb. yörelerden Pomaklar bu göç seline katıldı. Birçokları savaş arifesinde de evlerini ve yerlerini bırakıp yollara dökülmüştü. Pleven kuşatması dönem köyü hariç, etraf köylerin hepsi boşaldı ve Pomaklar Makedonya’ya kaçtı. Savaşın sona ermesinden 2 yıl sonra yani 1880’de Makedonya’ya kaçan Pomaklardan daha büyük kısmı, artık kurtulmuş olan Bulgar Prensliği’ndeki evlerine ve köylerine dönmeye başladı. Köylerini askeri çarpışmalar esnasında yanmış ve yok olmuş halde buldular. Bu durumda, Doğuya doğru göçe yöneldiler ve bir kısmı günümüz Türkiyesi’nin Kırklareli, Tekirdağ, Edirne yöresine, birçoğu da Anadolu’ya geçti. Bu göç dalgasına neden ise, Bulgarların onların topraklarını zorla ele geçirmesi veya ucuzdan kapatması için ya-


156

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

pılan zorlama oldu. Göçe yol açan sebepler arasında camileri ve okulların harap edilmiş olması da yer alıyor. Rus ordusunun Pleven-Plevne saldırısı esnasında camilerden hemen hemen hepsi yıkıldı. Camiler yalnız Gradişnitsa, Byala Slatına ve Popovitsa’da ayakta kalabildiler. Hükümet camilerin onarımına para ayırmadığından dolayı Pomaklar Bulgaristan’da İslam’ın sonu geldi iş terisine kapıldı. 1883’te Birleşik Halk Cephesinden (ONC) seçtikleri milletvekili Yusuf Molla da kendilerine yardım edemedi. O yıllarda Turski İzvor adıyla bilinen ve 1934’te Bılgarski İzvor olarak değiştirilen köyde, Oreşene, Dobrovtsi, Lukovit, Toros ve Çomakovtsi köylerinde Pomakların büyük camileri vardı. Bılgarski İzvor ve Oreşene köylerinde 1941 yılına kadar korunan, üzerinde Osmanlı Türkçesiyle yazıları olan ve bir Osmanlı eseri olan çeşme de vardı. Bulgaristan’ın kurtuluşundan sonra Byala Slatina şehrinde bir Pomak Okulu açılması ve Pomaklar arasından öğretmen eğitilmesi gibi projeler geliştirildi. Buna rağmen, Pomaklar birçok yerde kendi okullarını kendileri açtılar. Çok ağır ve yetersiz şartlarda eğitim öğretimde ufak da olsa bir ışık yaktılar. Bu okulları ayakta tutan Müslüman cemaatleriydi. Pomaklardan Makedonya’ya kaçanlar oralara kalıcı olarak yerleştiler. Kumanovo’ya bağlı Pomak Köy ve Yeniköy gibi yerleşim yerleri, Üsküp yakınlarında Ömerli isminde köy kurdular. Birçok hane Makedonya’nın dört bir yanında bulunan eski Pomak köy ve mahallerine dağılıp yerleştiler. O zamanki göçebelerden bazıları da Drama Türk köylerine yerleştiler. 1880’de araştırmacılardan Ubiçini Loveç (Lovça) bölgesine bazı yazarların “Pomak nahiyesi”, başkalarının ise “Pomaklık” dediğine işaret etmişlerdir. Daha 1881’de Loveç Piskopos’u Natanail Ohridski Pomakları Hıristiyanlaştırmak için din görevlileri gönderirken, hükümet de bu hedefler için özel teşvik ödenekleri ayırmıştır. Birkaç yıl sonra aynı bölgeye aynı hedeflerle Katolik ve Protestan din görevlileri de akın etmeye başlamışlardı. Bulgaristan Dışişleri Bakanlığına bağlı Diyanet İşleri Müdürlüğü arşivinde yalnız birkaç Pomak tarafından din değiştirme dilekçesi verdiği kaydı bulundu. Bu grubun içinde, ön sırada olanlar, Osmanlı Ordularından kaçan asker kaçaklarıdır. 1980 - 81 yıllarında bu kategoriden birkaç kişinin kaydı yapılmıştır. Bunlardan ikisi, subay, ikisi as subay ve birkaç kişi de birliklerini bırakıp kaçan asker oldu ortaya çıkmıştır. Osmanlı Ordusundan kaçanlara Hıristiyanlığı kabul etmeye hazırlık döneminde, Bulgar devleti onlara geçici ikamet ve parasal yardım veriliyordu. Daha sonra da kendilerine iş açana kadar destek olunması için yine bir kısım para yardımında bulunulup ve kimi ayrıcalıklar gösterilmiştir. Bu ka-


Makale ve Analizler - 2014

157

tegoriden olan Müslümanlardan her biri Hıristiyan dinine Sofya’da Sofya Mitropoliti Miletiy’in özel gözetimi altında geçmiştir. Bu gruba öncelikli olarak alınanlar 1877 - 78 Rus - Osmanlı Savaşında anasını ve babasını, tüm yakınlarını kaybeden öksüz çocuklar dâhil edilmiştir. Hıristiyan dinini aldıktan sonra bu çocuklar Bulgar ailelere verilmiştir. 1880 - 81 döneminde Loveç bölgesinde maddi sıkıntılardan dolayı Hıristiyanlığı kabul etmek zorunda kalan bir 3. grup da belirmiştir. 1 Eylül 1881’de kabul edilen bir Bakanlar Kurulu kararında Hıristiyanlığa geçmek isteyen Pomaklara parasal yardımda bulunma kararı onaylanmıştır. Bu dönemde Müslümanlıktan Hıristiyanlığa geçme eğilimi mali teşviklere rağmen gelişmemiştir. 93 harbinden sonraki ilk 3 yılda, hepsi Roman olmak üzere, Vidin ve Vratsa illerinde 1505; Loveç ilinde 85; Sofya kilisesinde 56; Dobroslav ve Çevren 18; Varna ve Preslav 18; Samakov 39, Sliven 16, Stara Zagora 14 kişi, Veliko Tırnovo 62 ve Plovdiv Piskoposluğunda da 40 kişi Hıristiyan dinine geçmişlerdir. Bunların arasında daha önce hangi dinden oldukları bilinmeyen ya da dinsizler de vardır. Baskıya dayanamayıp Hıristiyanlığı kabul edenlerin çoğunlukta Roman olduğu kanısı da yaygındır. Konuya hâkim olan tarihçilerden Vasil Markov’un eserlerinde görüldüğü üzere, 1878 yılı itibarıyla Teteven ve Loven belediyelerindeki Pomak etnik ve demografi tablosu şöyledir: 8 köyde yalnız Pomak nüfus yaşar. 12 köyde nüfusun yarısından fazlası Pomak’tır. 16 köyde yaşanların hemen hemen yarısı Pomak nüfustur. Byala Slatına belediyesinde 12 köyde yaşayan nüfusun yarısından fazlası Pomak’tır. Ayrıca yarısı Pomak olan köylerin sayısı da 6’dır. Bu yöreye Pomaklar 18. yy.’ın sonlarında ve 19. yy.’ın başlarında yerleşmişlerdir. Osmanlı Döneminde Byala Slatına kasabasında yaşayan nüfusun daha büyük kesimi Pomak kökenlidir. 1893 senedinde Blaya Slatina yöresinde yaşayan Pomakların sayısı 797’iken daha sonraki yıllarda onlar Osmanlı İmparatorluğuna göç etmek zorunda kalmışlardır. 1921’den sonra bu yöreye şimdiki Sırbistan sınır köylerinden Bulgar aileler getirilmiş ve Pomakların evlerine ve topraklarına yerleştirilmişlerdir. 1881 sayımına göre Byala Slatına yöresinde 4 bin 80 Pomak yaşarken, 1892 - 1893 yıllarında bunların sayısı 3 bin 12’ye düşmüştür. Pleven Savaşından ve Bulgar devletinin kurulmasından sonra Sevlievo (Selvi) bölgesinden bir yandan eskü Yörük yerleşim yerlerinden hem de Bogatovo, Damyanovo, Dobromirka, Hirova, Kormyansko ve Sopot gibi Pomak köylerinden Müslüman nüfusun göç hareketi hız almıştır. 1990’da bölge köy-


158

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lerinde yaşayan Türklerin çok azaldığı saptandı. Bugünkü Şdilovo (Adiler) ve Burya (Malkoçlar) köyünde birkaç Türk aile oturduğu; Petko Slaveykovo (Akıncılar) köyünde nüfusun % 60’ı Türk; 22 bin nüfuslu Sevlievo şehrinde ise ancak birkaç Türk aile oturduğu tespit edildi. 1873’te bu bölgede yaşayanları % 38’i Türk’tü (2 350 kişi); 1878’de sayıları 1035’e yani % 12’ye ve 1900’de toplam 895 kişiye yani % 8’e düştü. Selvililerden farklı olarak Sviştov’ta yaşayan Müslüman nüfus sayısı 1887 - 1934 yılları arasında belirli bir artış kaydederken, Bulgar nüfus da artmaya devam etti, fakat 1944’ten sonra Bulgarlar sayıca çok hızlı bir artış kaydetti. 1881’de Bulgar Prensliğinde 7 bin 393 Pomak yaşarken, bunlardan 4 714’ü Loveç ilinde; 1872’si Pleven eyaletinde589’u Botevgrat (Orhaniye) ve 212 kişi de Sevlievo’da ikamet etmiştir. 1900’da yıllarında Bulgaristan Pomakları üstüne araştırmalar devam etmiştir. 1910 yılında Pomak nüfusun birçok köyde çoğunluk oluşturduğu dikkati çekmiştir. 1926 yılında Byala Slatına, Teteven ve Lukovit yöresinde toplam 3 bin 54 Pomak yaşıyordu. Kuzey Bulgaristan’ın diğer köy ve kasabalarından ise onların göç etmiş olduğu tespit edildi. Bulgar Prensliği ile Doğu Rumeli’nin birleştiği 6 Eylül 1885 tarihinden sonra Rupça bölgesinden Pomakların da Yunanistan’ın Selanik eyaletine bağlı Drama bölgesine göç edip Hami diye ve Sultaniye köylerini oluşturduğu dikkati çekti. Çepino bölgesi Pomaklarının da yine bu dönemde göç etmeye başladığı bilinir. 1885 - 1887 yılları arasında Banya’dan Osmanlı İmparatorluğu sınırları içine 100 hanenin göç ettiği, Lıjene’den ise 50 ailenin göç ettiği kayıtlarda yer alır. Araştırmacılardan Stoyo Şişkov 10 yıl sonra ahalisi % yüz Pomak olan Banya nüfusunun yarısının artık Bulgar olduğunu kaydederken, bugünkü Velingrad şehrinde (Ilıca) Pomak nüfusun giderek azalma kaydettiğini yazmıştır. O dönemde, Korova (Draginovo) başta olmak üzere diğer köyler de göç görmüştür. 1893’te o dönemde bir ilçe olan Rubços’ta 7 bin 641 Pomak yaşarken, 1894 sonuna kadar nüfustan 3 bin 689 kişi göç etmiştir. 105 Pomak haneli Şiroka Lıka’dan ise 1900 yılında damızlık için bir tek Pomak hanesi kalmamıştır. Yazımızın bu bölümündeki bilgiler 1877 - 78 Rus - Osmanlı Savaşı’nda Pomakların köy ve şehirlerini silah elde korumaya çalıştığını, birçok kurban ve yaralı verildiğini, köylerini, cami, okullarını yanmış ve yok olmuş bulduklarını, topraklarını kaybettiklerini, Hıristiyanlaşmaya zorlayan hareketlenmeye karşı Makedonya’ya, Yunanistan’a, Türkiye Tırak yası ve Anadolu’ya göç etiklerini seçtiklerini dikkatinize sunduk. Bir sonraki yazımızda 1978 Berlin Konferansı’nda Pomakların statüsüne ışık tutacağız.


Makale ve Analizler - 2014

159

Osmanlı’ya Karşı Bulgar Ayaklanmaları

Hüseyin Yıldırım-28.Kasım.2014

Bugünkü Bulgaristan siyasetini, memleket içindeki güçler dengesini, husumet odaklarını ve güçler çatışmasını doğru algılayabilmek ve isabetli politika üretebilmek için 1877 - 78 Osmanlı - Rusya Savaşı gerekçe ve sonuçlarını bilmek zorundayız. Yakın tarihte en çarpık anlatılmış savaşlardan biri bu savaştır. Önce bu savaşın Rus Çarlığı’nın sıcak denizlere açılmak için Osmanlı İmparatorluğuna açtığı genel saldırı savaşlarından en büyü olduğunu bilmeliyiz. Yani bu savaş Bulgar, Makedon ya da Sırpların menfaatleri, kurtarılması devlet kurması vs. için açılmamış, Rusya Çarı’nın sıcak denizlere çıkması, imparatorluk sınırlarını genişletmesi için başlatılmıştır. Bu hedeflere ancak Osmanlı topraklarının parçalanmasıyla ulaşıla bileceği esas alınmıştır. Tarihte bizim “Plevne Savaşı” dediğimiz bu harp “93 Harbi” olarak bilinir. Bu savaşı sona erdiren ilk sözleşme 3 Mart 1878’de o zaman İstanbul’un kapı önü olan San Stefano’da yani bugünkü Yeşil Köy’de imzalanmıştır. Taraflarsa Rusya Çarlığı ve Osmanlı İmparatorluğu’dur. Bu Sözleşmesinde nesne silahları susturmak ve Osmanlının Balkanlar sınırlarında değişiklikler yapmaktır. Bu vesileyle Bulgaristan 3 Mart gününü her yıl Milli Bayram olarak kutlar. 1878 Kresna - Razlog Ayaklanması ve 1903 İlinden-Preobrejen Ayaklanmasında Pomaklar. Rusya’nın 1877’de Tuna üzerinden Osmanlıya saldırısının ve Bulgaristan’da gelişen ağır savaşın sona ermesinden hemen birkaç ay sonra Razlog ve Melnik bölgelerinde Kresna ve Razlog Ayaklanması başladı. Melnik kazasında 2 Pomak köyü, Struma ırmağının iki yakasında 8 Pomak köyü ve (eski adı Mehami olan) Razlog kasabasında 820 haneden 516’su Bulgar ve 300’ü de Pomak idi. (Günümüz Bulgaristan’ında en büyük kış kayak merkezi olan Bansko kasabasına en yakın yerleşim yeridir) Osmanlı döneminde bu yörede Pomaklar ile Bulgarlar arasındaki münasebetlerin hoşgörülü ve iyi komşulukla nitelendiği pek söylenemez. Yakın bir yerleşim yeri olan Banya köyünde 500 haneden 100 aile Pomak olsa da, Plevne Savaşından sonra bunların sayısında azalma olurken, Pomaklar Osmanlı içlerleine ve Osmanlı sınırları dahilinde kalan Makedonya’ya göç etmiştir. 1878 Kresna - Razlog Ayaklanmasının sebepleri ve olaylar:


160

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu ayaklanmanın patlamasına ana nedenler 1 Haziran 1878 tarihli Berlin Antlaşmasıyle San Stefano Bulgaristan’ının (Bu adı, Yeşil Köyde 3 Mart 1878’de Rus - Osmanlı Barış Anlaşması’nın imzalanmasından almıştır) 3’e bölünmüş olmasıdır. Berlin Antlaşmasından sonra Bulgaristan’ın durumu şudur: Başında Prens olan, Sofya ili topraklarını da kapsayan, Tuna ırmağı ile Koca Balkan arasına uzanan ve Osmanlı devletine bağımlı olan Bulgar Prensliği; Koca Balkan ile Rodop Dağları arasındaki bölge, Doğu Rumeli’ye bağımsızlık hakkı tanınmıştır. San Stefano Sözleşmesine konu olan diğer bölgeler bu arada Edirne bölgesi ve Makadonya Osmanlı İmparatorluğuna geri verilmiştir. Bu arada Pirot ile Vranya Sırbistan’a, Dobruca Romaya’ya; Bosna-Hersek ise Avusturya- Macaristan’a verilirken, Romanya, Sırbistan ve Kara Dağ’a bağımsızlık kazanmıştır. 1878 Berlin Konferansı, 3 Mart 1878 San Stefano Antlaşması neticesinde oluşan durumu denetlemek ve Osmanlı topraklarının daha da paylaşılması amacıyla İngiltere ve Avusturya Macaristan’ın girişimi üzere çağrılmıştı. Berlin Antlaşması’na göre Melnik ve Razlog da dahil, Makedonya ve Edirne bölgesi Osmanlı topraklarında kalır. Bu gelişmeler ışığında, Rila Manastırı Episkopu da aralarında olmak üzere, birkaç çete başı Razlog Ayaklanması kararı aldı ve 8 Kasım 1878 günü 376 silahlı kişi şehri basar. Bir gün devam eden ağır çarpışmalardan sonra 9 Kasım günü Razlog düşer. 10 Kasım günü silahlı çetecilerden bir kısmı Blagoevgrat’a (Gorna Cumaya) şehrine inmiş olsa da Müslümanları rahatsız edecek hareketlerde bulunmaz. Razlog kasabası, Banya ve Belitsa yerleşim yerlerinde yollar kesilir. Banya ve Belitsa köyleri Pomakları ayaklanan Bulgar ve Makedonlara ve Şterü Voyvoda çetecileriyle çarpışır. Şteryü Voyvoda Bansko köyünden Bulgar silahlı asileriyle birlikte hareket etme konusunda anlaşır ve Banya köyünü basar. Pomaklar püskürtülür. Razlog kasabasındaki Pomaklar takviye güç istediklerinden dolayı beklemeye geçer. Çatışmalar bir süre bekletilir. Çetecilerle temas kurulur. Razlog Kaymakam, kadı, bir binbaşı ve 2 Pomakla barış görüşmeleri heyeti oluşturulur. İlk temasta karşılarına Voytkeviş isminde bir Leh, Todor Vayvoda ve Banya köyünden iki silahlı asi çıkar. Müslüman heyet konusu Pomak nüfusla müzakere etmek ve bir sonuç almak içim 3 gün zaman ister. Ayaklanmacılar kendilerine 24 saat süre tanır. Müslüman heyet geri çekilip savunma hattı kurma hazırlıklarını hızlandırır. 13 Kasım 1878 sabahı Şterü Voyvoda 180 silahlı ayaklanmacıyla Banya köyüne saldırır. Silahlı çarpışmada geri çekilmek zorunda kalan Pomaklar Ali aga kona-


Makale ve Analizler - 2014

161

ğına, okul ve cami duvarları ardına siperlenirken, bir kısmı da Razlog kasabasına sığınır. Konak duvarlarını delmek için kiraz topluyla ateş açan çeteciler başarıya ulaşamaz. Bu arada Pomaklara destek olarak Babek çetelerinden biri gelse de, geri püskürtülür. Bansko Bulgar çetesi de Dobrinişte Pomak köyünü basıp ele geçirir. 14 Kasım sabahı alınan bir haberde Tevfik Paşa emrindeki bir askeri birlik Nikopol (Gotse Delçev) kasabasından yardım için yola çıkar. Askerler çetecilerle başa çıkar, hepsini dağıtıp nizam sağlar. Banya köyüne askerin girmesiyle Bulgar hanelerin ve çetecilerin hepsi mevzilerini terk eder. Bansko kasabasından, Gorno ve Dolno Dragilişte köylerinden Bulgarlar Gorna Cumaya kasabasına göçer. 16 Kasım akşamı Bansko dolayına konuşlanan Osmanlı askeri şehre girdiğinde mukavemet görmediği için Bulgarların evlerini yakmaz. Starçişta köyünden olan Stoyan Voyvoda 17 kişiyle “Kresna Geçidi”ne iner. 7 Ekim günü 50–60 kişilik çete Pomakların yaşadığı Karşıyaka köyünü ateşe verir. 9 Ekim sabahı Pomakların yaşadığı Moravka köyü için etraf köylerden toplanan 1.000 başıbozuk ile Bulgar-Makedon çeteciler arasında sert çatışma olur. Bu çatışmadan sonra çeteciler Pomak nüfusun yaşadığı Breznitsa ve Slivnitsa köylerini de basar. 15 - 20 Ekim günleri arasında silahlı ayaklanmacılar Pomakların da yaşadığı Gorna Cumaya ile güneyde Belasitsa ve Gradeşnitsa köylerine, güney batıda Karşıyaka köyüne ve güney doğuda da Predela adlı geçide kadar uzanan sınır çizgisi (hudut hattı) boyunca geniş bir bölgeyi kontrolleri altına almayı başarır. Başlıca Pomakların yaşadığı Belasitsa ve Graderştitsa köylerinde iki daha ufak çaplı çatışmadan sonra 28 Ekim günü daha büyük çarpışmalar başladığında ayaklanmacılar hezimete uğratılır. Yardıma gelen Osmanlı birlikleriyle Bulgar ayaklanmacılar arasındaki büyük yüzleşme “Krivi Livadi” mevkiinde olur. İlk anda konumlarını savunan ayaklanmacılar, Bansko kasabasından kötü haberlerin gelmesiyle birlikte silahlarını bırakıp kaçmaya ve aileleriyle birlikte Gorna Cumaya kasabasına yerleşmeye başlar. Daha sonra Osmanlı merkez idaresinden gelen bir yazılı haberde ayaklanmacılara ve kaçıp öteye veriye sığınanlara ve göç edenlere eski yerlerine dönme izini verildiği duyurulur. Bansko köylüleri aftan yararlanıp evlerine dönerken, Kresna’lılar ittihatlı davranır. Ardından evlerine dönenlerden 3 yıl cezaiye vergisi alınmayacağı haberleri geldiğinde, herkes işinin başına dönse de, Osmanlı 2 sene vergiyi almaz fakat 3. sene sözünü tutmaz.


162

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Kresna - Razlog Ayaklanması olarak geçen 1878 yılında meydana gelen olaylarla ilgili gelişmelerin özeti bundan ibarettir desek de, Rodop Dağlarındaki asi hareketleri 20 yıl sonra yeniden canlanmıştır. Bu dönemde yani Berlin Antlaşması hükümleri gereğince Edirne ve Makedonya Osmanlı devlet sınırları içinde kalmış ve günümüz Bulgar araştırmalarına baktığımızda “Bulgar halkı ulusal kurtuluş mücadelesine devam etmiştir.” 1903 İlinden-Preobrejen Ayaklanması ve Pomaklar. Yakın tarihin içinde esas olaylardan biri de 1903’te patlak veren İlinden Preobrajen Ayaklanmasıdır. Bu ayaklanmaya ilişkin tüm kaynaklar İstanbul’da Osmanlı Devlet Arşivindedir. Başlıca merkez idareye gönderilen telgraflara dayanarak yazılan eserlerde Çepino ve diğer bölgelerde çetelerin dolaştığı, yerli nüfusu rahatsız ettiği, soyduğu, askeri birliklerle çatışmalara girdiği vs. bildirilmiştir. Selanik valisi Hasan Fehmi’nin Osmanlı hükümetine 3 Mayıs 1903 tarifli telgrafında şöyle denir: Sınır boyuna 60 silahlı asi üslenmiştir. Peştera kasabası tarafından gelecek 2 başka çeteyle birleşip Osmanlı topraklarına sızmayı planladıkları öğrenilmiştir. Ağustos 1903’te gönderilen başka bir telgraftan öğreniyoruz. Lıjene (Velingrad) ve Çepino bölgesinden isyancıların da bir araya toplandığı bir asi güç Demirciler köyüne saldırı hazırlıyor. Bu bölgede Türk ve Bulgarlardan başka Pomaklar da yaşar. Çepino köylerinde ise Pomaklardan başka Bulgar haneler de vardır. 20 Haziran 1903’te Sultan’a ve Genel Kurmay Başkanı’na gönderilen bir mektupta ise, Batak yöresinde bulunan Avramovo köyünde köylüler siper kazmaya başlamıştır. Aynı mektupta Korova köy muhtarından 30 koşum hayvanı ve 2 kani arabası istenmiştir, haber edilir. Zagorovski tarafından yayınlanan ve Avusturya - Macaristan devletinin Bitolya Konsolosu olan Avgust Kral’ın Dış İşleri Bakanlığına gönderdiği bir telgrafta ise, 4 Ağustos 1903’te İlinden Ayaklanması’nın patlak vermesinden söz edilir. Bu haberde, Makedonya topraklarında bulunan Bitolya köylerinde ve şehir merkezlerinde meydana gelen kargaşalıkla ilgili bilgilere, isyancıların posta telgraf direklerini yıktığına ve bölgeye asker sevkıyatını önlemek için köprüleri uçurduğuna yer verilmiştir. Ayaklanmacılar Müslüman köylerini ve askeri karakolları hedef almıştır. Resen gibi “torbeş” Pomakların kalabalık olduğu ya da Arnavutların çoğunluk olduğu Rama ve Tsırvenets gibi köylere saldırıldığı dillenirken, Resen köyü 6 yönden birden saldırıya uğramış olsa da, tüfek sesleri gece boyu devam etse de ele geçirilememiştir. İsyancılardan bir bölük ise Prespan Gölü’ne doğru yönelmiştir. Müslümanların mukavemetini delinememiştir. Bu bölgene torbeş Pomaklar başlıca Dırmen ve Podmoçene köylerinde yaşar.


Makale ve Analizler - 2014

163

Smilevo köyündeki Osmanı taburunu akşam namazı sırasında basan isyancılarla çok kanlı çarpışma olur. Bitolya Ayaklanmasının bastırılması Prizren kışlasından 250 özel eğitimli askerin ayaklanmacılarla çarpışmasıyla bastırılır. Bitolya şehrinden o dönem gösterilen şifreli konsolos telgraflarının hepsinde gönüllü Müslümanların (başıbozukların) silahlı isyancılarla bütün çatışmalarda yer aldığı ve çok büyük fedakârlık gösterdiğine yer verilir. Osmanlı hükümetine giden haberlerde Pomak nüfusun Osmanlı askeri birliklerine ayaklanmacıların hezimete uğratılmasında çok ciddi yardım gösterdiğine işaret edilir. Kostur kazasına bağlı Jerneni köyünde meydana gelen olaylar bu özverinin boyutlarını gösterir: 23 Temmuz 1903’te Çete Başı Lazar Poptraykov yönetimindeki silahlı 400 komita köyü basmıştır. Bu baskının gerekçesi, Müslüman köylülerin Bulgar komitaların konuşlandığı ve saklandığı yerleri, hareket alanlarını ve birçoğunun kimliğini Osmanlı askeri yetkililerine bildirmesi ve yakalanmalarında yardımcı olmasıdır. İsyancı başı köylülerden silahlarını indirip teslim etmelerini istese de ansızın ateş açan Müslümanlar 2 komitacıyı öldürmüş ve 4’ünü de yaralamıştır. Çatışmada yenik düşen Müslüman köylüler çekilirken köyleri ateşe verilmiştir. 2 Ağustosu 3 Ağustosa bağlayan gece 500 komita Kiçevo köyünü basmıştır. Köylüler paniğe kapıldığını ve kaçarken köylerinin yakıldığını görmüşlerdir. Komita çetelerinden biri Yürük köyündeki Osmanlı kışlarını hedef almıştır. Kışladaki birlik “Kale” mevkisinde siper almış ve takviye askeri güç gelmesini beklemiştir. 2 saat süren çarpışmadan sonra komitacılar çekilmek zorunda kalsa da bu bölgede yaşayan Müslümanların ağır durumunda beklenen değişiklik olmamıştır. 1903 yılının Ağustos ortalarında Tsonçev komitacıları ayaklanma kararı alsalar da etkileri birkaç köyle sınırlı kalırken başarısız olmuştur. Bu ayaklanma denemesinin bastırılmasından sonra komitacılar Bulgar Prensliğine kaçmıştır. Samokov valisinin 28.09.1903 tarihli bildirisinden öğrenildiği üzere, komitacı ayaklanmacılar evlerine dönme çağırısına uymuştur. Bu bildiriden 1903 Ayaklanmasında Obidim, Kremen, Baçevo, Belitsa ve Mehomi köy ve kasabasında askeri birliklerle ayaklanmacılar arasında çarpışma olduğunu öğreniyoruz. Bununla birlikte Kırklareli ve Edirne yöresinde de asilerle askeri birlikler arasında çarpışmalar olduğu ve isyancı eylemlerin bastırıldığı işitilmiştir. Bulgaristan’da birçok semt, okul, park vs. ismini taşıyan, büyük büyük kara taşlara bu iki ayaklanma esnasında ölen komitacıların isimlerinin yazılı olduğu bilinir. Bu ayaklanmalar Berlin Konferansı’nda Makedonya bölgesinin Osmanlı


164

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

devlet sınırları içinde kalmasına karşı olsa da, günümüzde özellikle Bulgaristan’da Türk ve Müslüman aşırı milliyetçi ve ırkçı güçlerin, parti ve kulüplerinin, derneklerin vs. etkinlik alanlarını belirliyor. Bu güçlerin başında kökleri 1878 ve 1903 İsyanlarına dayanan Makedonya İç Devrim Örgütü (VMRO) partisinde biçimlendi ve halen etkindir. Bugün bu parti ülkede alevlenen yabancı olan herkese karşı şiddetlenen insanlık dışı (ksenevob) “ötekileştirme” politikasının hareket motorudur. Aşırı sağ cephe ırkçı milliyetçiliğin ana gücü olan (PF) partisiyle birlik olan ve aynı cephede birleşmiş bulunan VMRO partisi mecliste 19 milletvekili ile temsil edilirken, dış destekli hükümet ortaklığı politikası dayatmaya çalışıyor ve ırkçı, insan düşmanı, ayrımcı isteklerinde ayak diremeye devam ediyor. 1903 Ayaklanmasının genel hatlarıyla bugünkü Makedonya devletinin Bitolya bölgesinde olduğu dikkate alındığında, VMRO milliyetçileri Makedon dilinin Bulgar dili, Makedon tarihinin Bulgar tarihi vs. olduğunu iddia ederek, iki halkın ulusal bütünlüğü tezini savunmaya devam ederken, İlinden Preobrejen Ayaklanmasına da sahip çıkıyorlar. Gelecek hafta Bulgaristan’da yaşayan Pomakların 1912 - 23 çekilerini konu edeceğiz. Tarih bilen akıllıdır.

Lanetleyen ve Lanetlenenler

Musa Vatansever-29.Kasım.2014

26 Kasım günü ikindiden sonra Sofya’da Yüksek Yargı Konseyi (BCC) önünde “Lanet Duası” okundu. Cüppeli Hocaların Başında eski Başmüftü Nedim Gençev, refakatinde ise Türklerimizin yoğun yaşadığı Kırcaali ve Razgrat eski bölge müftüleri özel olarak gelmişler ve beraberce lanetlediler. Aynı gün yüksek yargı mensupları Yüksek İdari Mahkemesine (BAC) geçici Başkanı seçecekti. Başkan adaylarından biri olan ve yıllar önce şimdiki Bulgaristan Müslümanları Başmüftülüğüne Mustafa Aliş Hacıyı sözde “bazı evrakları değiştirerek ve Euro olarak büyük bir rüşvet alarak” seçen ve şimdi de (BAC) başkanı seçilmek istenen yargıç Stefan Grozdev beddua aldı. Aynı gün açıklanan seçim sonuçlarında Grozdev seçilemedi, 2 oy yetmedi.


Makale ve Analizler - 2014

165

Gencev, “Ben yargıcı lanetlemiyorum, Allahtan onu cezalandırmasını talep ediyorum, Hacı Mustafa’nın Bulgaristan Müslümanlarına Başmüftü seçilmesi yanlış oldu” dedi. Olayın temelinde gündemden düşmemek ve medya gündemine oturma hesabı olabilirdi. Öyle de oldu hafta sonu basını, radyo ve TV “lanet duasına” geniş yer verdi ve dinleyen şaşırdı. Bulgarlar boş boş şeylere biraz inanmaya yatkın bir millet olduklarından olacak, eski sandıkta ne varsa havalandırmak üzere hafta boyu ipe serildi. O, kendisi eski bir polis olduğundan dolayı Müslümanların konseylerinde seçilmediğini söylemeyi tasarruf etti. Yeri gelmişken değinmek istiyorum, Nedim Gençev’in özel olarak lanetlediği kişilerden birisi de Hak ve Özgürlükler Partisi “fahri” Başkanı Ahmet Doğan’ın eski özel ofis şefi Ahmet Emin’dir. O intihar etti ve artık hayatta değildir. Gençev’in bir yakının açıkladığına göre, “mali yolsuzluk için Başmüftü görevinde iken onun tutuklanması emrini veren” emin olmuştur. Lanetlendi! 17 Ekim 2008’de “sarayda” intihar etti. Başmüftülük görevinden alınmasını isteyen Ahmet Doğan ise lanetlenmedi. Ahmet Doğan Bulgaristan Müslümanlarına tonlarca kötülük etti, insanlarımızı köle etti ama Gençev lanet duası yapmaya vakit ayıramadı. Üçüncü olay da şudur: Gencev’in Başmüftülük veznesinde 600 bin leva çaldığı iddiasına dayanan ve tutuklamaya gerekçe olan bu olaya geçici savcı olarak bakan Petır Santirov da lanetlendi. Daha sonra bu savcı devlete 120 milyon leva zarar veren bir dava ile ilgili tutuklandı. Ve kısa bir süre sonra ansızın hayata gözlerini yumdu. Gençev ve adamlarının iddialarına göre, Sofya Belediye Mahkemesi yargıçlarından Dobri Dobrev de lanetlenmişti. Çok kısa bir zaman içinde kalp sektesinden öldü. Bu yargıcın suçu ise, başka bir davadan Gençev’i büyük miktarda müftülük malını zimmetine geçirdiğinden cezalandırıp hapse attı. Nedim Gençev bu arada Dini Bilimler Doktoru ve ardından Profesör oldu. 2010 yılında Prof. Nedim Gençev Başmüftülüğe Başmüftü sıfatıyla geri döndü. Fakat Sofya eski Baş Savcısı olan Nikolay Kokinov Müftülükten çıkmasını emretti. Müftülükten çıkarken Gençev savcıya “sözüme kulak ver, sen bu görevde uzun zaman kalmayacaksın!” dedi ve ertesi gün Sofya içinde yeni bir “Lanet duası!” okundu. Hakikatten 2 ay sonra Kokinov Sofya Şehir Başsavcısı görevinden kendi isteği üzere istifa etti.


166

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Üstüne Bulgaristan Cumhuriyeti Başsavcısı Nikolay Filçev de beddua aldı. O, şimdiki Başmüftü Hacı Mustafa’nın Başmüftü seçildiği 4 Müslümanlar kurultayının kararlarının tanınmaması isteğine uymadığı ve kararları geçersiz kılmadığı için lanetlendi. Filçev hala sağdır. Gençev’ın yakın çevrelerinin anlattığına göre, daha sonra Bulgaristan’ın Kazakistan Büyük Elçisi olan N. Filçev çok ağır sağılık sorunları yaşamıştır. Olayın ceza yasası kapsamına girebileceğini sezen Gençev “ben kimsenin intihar etmesi ya da ölmesi için dua etmedim, yüce Allah’tan adalet ve intikam talep ettim, her şeyi onun yüce vicdanına bıraktım.” Beyanı verdi. Bulgarların Hıristiyan dininde de “lanet duaları” olduğundan ve Sofya Başpiskoposluğun’da sık sık bu yola başvurduğundan, “hocaların lanet duaları” kamuoyunda olay geniş yankı uyandırıyor. Birkaç örnek vermemiz gerekirse, dünyaca ünlü bir kâhin olan Vanga “ölülerin ruhlarıyla temas kurabildiği” için “cadı” olarak aforoz edilmişti. Hıristiyanlıktaki lanetleme sürecinde, önce belirlenen kişinin “suçu” Yüksek Sinod’un özel bir komisyonunda görüşülüp karar alınır. Bulgar ulusuna büyük hizmetlerde bulunan kişiler listesinde Uyanış Çağı Havarisi Paisiy Hilendarski, büyük şair Hristo Botev ve komitacı havari Vasil Levski’den önde sıralanmış olan bilgin Dınov kiliseden kovulmuştur. 1997’de İvan Kostov hükümetinde Eğitim Bakanı olan ve Bulgar devlet okullarında din eğitimi uygulanması programını geliştiren Bakan Daniel Vılçev de beddua alan faka hala yaşayan aydınlardan biridir. Bu alanda konsept geliştiren Bulgar Bilimler Akademisi görevlisi Prof. Bakalov ise lanetlendiği günden 2 ay sonra hayata gözlerini yumdu. Benzer örnekler sıralamakla bitmez. Burada değinmemiz gereken noktalardan biri şudur. Bulgaristan Müslümanları Başmüftülüğüne el uzatan, dinsizleri imam hatip okullarına Müdür atayan, Ruse’de vakıf otellerini oğluna devreden, günah olduğunu bile bile vakıf mallarını satıp paralarını cebine atan vs. Prof. Nedim Gençev “Bulgarlaştırma” süreci konusunda, milyonlarca insana zulmedenleri lanetlemedi. Müslüman köylerine tanklarla saldıranları, gösterici, grevci ve direnişçi kitlelerimize ateş açanları lanetlemedi. Camileri ve mescitleri kilitleyenleri, türbeleri yıkanları, medreseleri geri vermeyenleri, yüzlerce tarih ve Müslüman mimari eserinin onarılmasını ve hizmete açılmasını engelleyenleri lanetlemiyor.


Makale ve Analizler - 2014

167

Binlerce dönüm Müslüman vakıf toprağının işlenmesine engel olanları lanetlemiyor. “Büyük Göç”ün sorumlularına beddua etmedi. İnsanlarımıza kan kusturan hapis gardiyanlarını, “Belene” ölüm kampında zulüm edenleri lanetlemedi! Evlatlarımızın ana dilini öğrenmelerine engel olanları lanetlemiyor. 1970 72’de Pomaklara yapılan baskı ve terörü görmezlikten geldi. Totaliter rejimde zalimlerin baş çavuşu Todor Jivkov’u lanetlemedi. Yardımcılarını aforoz etmedi. Hainler, ihbarcılar, jurnalciler ve gizli ajanlar için ağzını açmadı. Dikkati çeken ikinci nokta ise, bedduaların yalnız kişisel menfaatler ve şahsi kazanç için yapılmasıdır. Artık çeken çekeceğini çekti, ölen öldü, sağlar bizim. Bir gün lanet duası okuyan ertesi gün mevlit okuyan hocadan kimseye fayda gelmez. Halkımız da bunu iyice anladı. Lanetleyenlerle lanetlenenleri birbirinden daha titiz ayıralım. Bu memleketten 1.000’den fazla din adamı takip edildi, içeri düştü, vatandan kaçmak ve göç etmek zorunda kaldı. Bu çileyi yapanlar ne zaman lanetlenecekler? İnsanlarımızı vatan değiştirmeye, adaleti ve özgürlükleri başka ülkelerde aramaya zorlayanları lanetleme zamanı gelmedi mi? Bir de, Bulgaristan Müslümanları Başmüftülüğü ne Osmanlı malının düklünün talan edildiği bir açık artırma merkezidir. Ne yargı duruşma ve hesaplaşma salonudur. Ne de bir sayfiye merkezidir. Unutmayalım! Başmüftülüğe haksız yere el ve dil uzatan kendiliğinden lanetlenir. Başmüftülük bir şeref yeridir. Namus ve adalet ocağıdır. Gelecek hafta, “Kâhin Vanga’nın yerine kalan kim biliyor musunuz?” sorusunu gönderen Gülşen Akgün’e yanıt vereceğiz. Evet Vanga’nın varisi bir Türk kızıdır.


168

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Yamçılı Roman Kadınlar ve Kara Sakallılar

Nedim Akın-29.Kasım.2014

Başlıkta Kara Sakallı Yobazlar ve Sinekkaydı Tıraşlı Şarlatanlar daha isabetli olurdu. Her iki şekli de geçerlidir. Konumuz: Bulgaristan üzerine dolaşan “İslam Devleti” hayaleti, Pazarcık şehrinin “İzgrev” mahallesindeki gölgesi ve politik yankılanmasıdır.. Etrafımızda dolaşan ve bünyemize dolanmaya çalışan sürüngen 1912, 1913, 1936, 1952, 1972, 1984 - 1989 yıllarında başını göstermiş, zehrini dökmüştü şimdi yine ateş püskürüyor. Olaylar HÖH DPS köleliğine son vermek isteyenlerin başkaldırısı. Biz Bulgaristan’da yine çok ağır bir burgaca itildik. HÖH - DPS partisi Bulgaristan Türkleri birazcık serbest nefes alabilse sonun kesin ve hemen geleceğini iyi biliyor. Ben HÖHpartisine karşı olan hasım değilim. Gerçekleri yazmak ve okurlarımı uyarmak zorundayım. Artık biz son büyük ve çok kapsamlı ve yok edici etnik saldırıları sempozyumlara konferans ve toplantılara konu ederken Todor Jivkov’u, BKP’yi, “DC”yi, totalitarizmi suçlu gösterip eleştiriyoruz. Ne var ki bunu yaparken her sözümüz bugüne dönük, halkımızın bilincine su vermek amaçlıdır. Bulgar milliyetçiliğini lanetledik de bunu düşünüyoruz. Son dönemde suçu biraz da kendimizde aramalıyız, (kendimizde derken öncelikle Hak ve Özgürlükler Partisini diyorum), iğneyi bu partiye batırmalıyız, bu defa bir az da günah çıkarmak zorundayız. Bulgaristan politik sistemi ve devlet düzeni kişilerin fazla aktif olmasına imkân tanımıyor, politik tüzel kişi, partilerin, meclis gruplarının elindedir olayların kaderi. Şimdi somut analize geçelim: Pazarcık, Asenovgrat, Haskovo, Plovdiv ve Smolyan illerine son 7 yılda 5 defa geniş kapsamlı polis ve jandarma saldırısı yapıldı. 7 kişi dün süresiz içeri alındı. Bu olay hiç bir gerekçeyle haklı gösterilemez. Bütün inancımla ve bilincimle yazıyorum, bu tezgâhların, baskınların ve dolapların ana suçlu, bu işlerin kundakçısı ve kışkırtıcısı gizli polislerin baş hafiyesi durumunu koruyan, saldırgana akıl hocalığı eden Ahmet Doğan’dır. Bu defa saldırı son seçimlerde (5 Ekim 2014) HÖH - DPS partisine oy vermeyen mahallelere yapıldı. Türk Pomak ve Romanların yaşadığı şehirlerdeki Müslüman semtler basıldı. Okul ve camiler tarandı. Bu küstahlığın ve acınası olayın ardında olan Ahmet Doğan ve onun uslu İcra Müdürü Lütfü Mestan’dır. Sanki Türkler, Pomaklar ve Müslüman Romanlar onların kölesi, uşağı ve ezebilecekleri, göze kestirdikleri kitledir. Halkımıza bir daha gözdağı vermeye çalıştılar.


Makale ve Analizler - 2014

169

Bulgar polisine ihbarda bulunuyoruz: Hedefiniz Sofya “Lozenets” semti “Saray” şatosu olmalıdır. Sizi aldatan, Bulgar vatandaşların demokratik haklarını çiğneten, ülkemizi AB önünde küçük düşüren ve gülünç duruma getiren sinyaller o binada kundaklanıyor. Orada tutuklanacak bir kişi var adı Ahmet Doğan, ajan adı “Sava”, Bulgar adı Medyü Doğan. Bulgarca “Medyo” - kâhin anlamındadır. Bulgar gizli polisi akıl erdiremediği işlerde “kâhin”lere başvurur. Nasıl olmuşsa işte, kendisi “şopar” olduğu için midir nedir, Roman meselelerini de “Medyo’ya” soruyorlar. O, bir ip ucu bulup hedef belirlemede uzmanlaşmıştır. Artık 35 yıldan bu işten geçiniyor. Ahmet Doğan hokkabazından “akıl” alıp Müslümanlara kan kusturuyorlar. Dumanı tütmeye devam eden son saldırının ana nedeni şudur: HÖH - DPS partisinden 3 defadır Milletvekili çıkan ama Müslüman Romanların oturduğu “İzgrev” (Şafak) semtinden 2 oy alamayan Daniel Pevski’nin hezimetinden intikam alınıyor. Bu saldırı “Ataka” çakallarının ve “PF” aşırı ırkçılarının laklamasından çok daha ciddi bir olaydır. Her defasında eli boş döndüğünde saçmalıklar uyduran “medyum-Ahmet” - Romların aç olduğunu görmek istemiyor. Onun zoru Bulgar gizli güvenlik servisi DANS’a Başkan olarak atanmaya can atan, eski rejimin Türk ve İslam düşmanı generallerinden birinin torunu olan Daniel Peevski’nin hezimetini pansuman etmek, yaralarını yalamak, ölmüş ruhuna su serpmektir. Olay çok ciddidir. HÖH - DPS hezimete uğradıkça daha saldırgan oluyor. Saldırı olayı kapsamlıdır. 5 ilde birden yapılmıştır. 260 kişi tutuklanırken 6’sı erkek, bir kadın içerde kaldı. Mahalle kaynıyor, halk ayaklanmaya hazırlanıyor. Devletin elinde 7 kuran ve Çingene kadınların boynundan alınan kolyelerden başka delil yoktur. Mesele internet ile TV yayınları kadar ayağa düştü. Roman semtinde isyan kokusu var. Olaylar patlak verdiğinde Müslüman Roman mahallelerine bir günde yayılacak ve ülkeyi yakacak niteliktedir. Ana çelişki etnik eşitsizlik, hor görülme, İslamofobi ve Romanfobidir. Bunun Türkçesi düşmanlıkların hortlamasıdır. Bunun politik anlamı “Bulgar Etnik Modeli”nin çökmüş olmasıdır. Bunun özündeki sızıda Ahmet Doğan’la son vedalaşma vardır. Lütfü Mestan’a yol göstermek yakındır. Burada ana mesele, iddia edildiği üzere “İslam Devleti” kurmak değildir, tekrar ediyorum Ahmet Doğan hainin “Bulgar Etnik Modelini” çöpe atmaktır. Başımızı yakan bu modeli Çingene mahallerinde ateşe verip yakmak ve etrafında bayram etmektir. Bu hain model Müslüman Çingenelerin canını boğazına getirmiştir. Onları köle etmiş ve aç bırakmıştır. İsyan eden bir halk ezilebilir, kan dökülür, kurban verebilir ama asla yenilemez. Toplumun solmaz çiçeği, sönmez meşalesi İsyandır. Asla yok edilemez ve anla unutulamaz. Hedef devrilmeden,


170

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

“Bulgar Etnik Modeli” adlı çoban başı sökülmeden, icran akmadan bu iş asla bitmez. Kölelikten kurtulmak kölelerin kendi işidir, kendi ödevidir. Sokaklarda dolaşan halkın gözlerini okuyun lütfen! Gözler kıvılcım saçıyor... “Bulgar Etnik Modeli” Bulgaristan’da yaşayan Türklere, Pomaklara ve Müslüman Çingene kardeşlerimize ve diğer etniklere hiçbir konuda hiçbir hayırlı iş yapmamıştır. Mahallelerde “Kara Sakallı Mollalar”ın belirmesi bir tepkidir. Adaletsizliklere başkaldırıdır. İslam’da adalet aramadır. Eğer bu ülkede Romana, Türklere, Pomaklara ve Bulgarlara aynı adalet ve haklar sağlanmazsa, devlet çöker ve Orta Çağlara döneriz. Çingeneler adaleti Meşereler’de Şeriat kurumlarında aradıkça ve Bulgar Mahkemesi dikkate alınmadıkça hiçbir sorun çözülemez. Korku içinde yaşayanlar çıkış yolu arıyorsa, mutlaka bulurlar. Bu sözler adalet ve özgürlük için de geçerlidir. HÖH partisinin zamanı doldu. Bu parti halkımızı, ülkemizdeki tüm etnikleri tarımda, tütünde, çobanlıkla ve duvar, yapı işlerinde hapsetmiştir. 500 kişi Türkiye’de, 2.5 milyonumuz Batı ülkelerinde ve insanımız dünya gördü eline para geçenler başka medeniyetlerin havasını aldı, “İzgrev” mahallesi çamurunda çıkmak istemeleri doğaldır. Ne yazık ki, kümesten çıkanı keseriz ve tüylerini yolup kaynatırız korkusu artık yeniliyor. İktidar katlarına atananlara saldırıyı görüyorsunuz. Orhan İsmailov’un Savunma Bakan Yardımcısı ve Vejdi Raşidov’un da Kültür Bakanı olması Bulgar ırkçıları kudurttu. “PF” aşırı milliyetçileri hükümette el çekme niyetini her gün yineliyor. Bizden istenen alt tabakanın altında oracıkta bir yerlere büzülmüş kalmaktır. Başımızı çıkardığımız an balyoz başımıza iniyor. Bu defa bu tokmağı elinde tutan HÖH - DPS Türk ve Müslümanlık düşmanı zihniyetir. Bu olayların hepsi aynı halkanın zinciridir. Bulgar diline Rusçadan girmiş ve adına “Burka” denen, baştan aşağı siyah yamçılı, çakmak taşı gözlerden başka kadın ve kız vücudunun hiçbir yerine gün görme hakkı tanımayan, kadını siyaha sarılmış sarmalanmış bir elbise var Roman bayanların üzerinde! Boydan boya siyah Bulgarca konuşan yeni bir Müslüman bayan tabaka yerel duruma hakim olmuş. Herkes seyirci! Sözüm ona Pazarcık milletvekili HÖH’lü kabadayı Daniel Peevski bu polis operasyonuna, tutuklama olaylarına, cami baskınlarına, kitap toplama, ev baskınlarına, kadın kızların altınlarının alınmasına, “burka” denen bu elbiseyle giyinen kızların okullara bırakılmamasına ağzını açmıyor. Doğan, Lütfü, Peevski ve daha Türk partisinden 35 milletvekili dut yemiş bülbül gibi, sağır, kör ve dilsiz seyirci kalıyor. Şeytanlar başı “Medyum” saraya gömüşmüş, başını dumana tutmuş aklıma başka bir kötülük gelsin de Bulgaristan’ı, Türklerle, Müslümanları biraz daha birbirine düşüreyim derdindedir. İcra Müdürü, ömründe camiye girmemiş bir zavallı, cami ve mescitlerde Bulgarca konuşulmadığı için


Makale ve Analizler - 2014

171

şaşırmış durumda olup kimsenin anlayamayacağı bir yabancı söz bulmak için lügat karıştırıyor. Yardımcıları ona keza, ayrıca gizli servis DANS ile çok yakın ve sıkı işbirliği içinde olduğu basına düşen Başmüftülük tayfası şu anda yaklaşan ramazan hazırlıklarında ve olayı pek fark edemediler. Ve ortada yalnız ve bir tek ipleri ABD - Pensilvanya eyaletinde yaşayan Fetullah Gülen Hoca tarafından çekilen, Sofya’daki “önemli adam”, Başmüftülük Genel Sekreteri Ahmet Ahmet kalıyor ki, bir tek o TV ekranından burnunu göstererek, “Pazarcık’taki Müslümanlarla ilişkimiz yok” dedi. Böyle demekle olay kapanıyor mu?! Bu cümlenin altındaki gerçek nedir, “saldırıya izin veren biziz, onları dini bakıma da yola getirmek gerek” mi dedi dersiniz? Başka bir anlam da varmış bu işte Efendim! Çünkü onlar “selefiymişler”, çünkü paralarını Köln’de yaşayan Metin Kaplan’dan elden alıyorlarmış. Başmüftülüğün pek haberi olmadan Pazarcık şehrine “Mescid-i Ebu Bekir” camii dikmişler, avlusunun etrafına duvar örmüşler. Müslüman Kulübü ve Kahvehane açmışlar, imamlar da 3 katlı evler dikmiş, ama paracıklardan Başmüftülüğe kaptırmamışlar, Ahmet Doğan “alçağına” ise koklatmamışlar bile, oysa o da “şopar” olduğundan bir pay hak ediyormuş sözde. Vay be! Tabii koskoca klasik İslam anlayışı 1400 yıldan beri ortada dağ gibi duruyorken, Bulgaristan’da Hanefi mezhebine bağlı 1300 cami ve mescit varken, yalnız Türkiye’de 46 İslam mezhebi varken, bir de Başmüftülüğün haberi bile olmadan bizde yeni yeni mezhepler kol gezerken, nasıl oldu da şu Pazarcıklı Müslüman Romanlar “selefliği” seçtiler, meselenin püf noktası sanki burada gizli?! Bir bakalım. Şu bizdeki Müslüman Romanlar (eski millet mensuplarımız) geleneksel olarak cenazelerini Müslüman kabristanlıklarına gömer. Şu bizi “Bulgarlaştırma” sürecinde, mezarlık, matem ritüeli, dualar, mevlitler biraz karıştı. Romlar bizden biraz çekindi. Doğaldır bizim başımıza gelenlerin aynı şiddetle onların da başına gelmesini kimse istemez ve istemedi. Öyle ama görüldü üzere sıkıntılı yıllarda birkaç sebepten ötürü mezarlıklarımız doldu. Bir defa genelde komşu olan Bulgar mezarlıkları Türk kabristanlıklarına doğru genişledi, Müslüman mezarlıkları giderek daraldı, dolup taşar gibi bir duruma geldi. Belediyeler Müslüman taşınmazlarını (bu arada tarlalarını, koru, orman, çayır, mezarlık için uygun arsaları ve otlaklarını) yasal yollardan geri alınamadığından dolayı, bir yandan Türkler ve Pomaklar sıkıntı yaşarken, Müslüman mezarlığı için belediyeler yeni arsa tesis etmezken vs. sebeplerle Roman kardeşlerin cesetleri Kabristanlık dışı kaldı. Şunu da hatırlatalım. Bulgaristan’da Rom, Çingene Mezarlığı yoktur. Öyleyse onlar da mezarlık işlerine önem vermeyen bir mezhep aradılar ve seleflik bu iş


172

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

işin biçilmiş kaftan oldu. Bu onları Müslüman eden önemli nedenler arasında başta gelir. Suudi Arabistan’da, çöllerde su ve mezar taşı yapılacak taşlar arasan da bulamazsın. Her gece tepelere yer değiştirten çöl yelleri vs. yani o doğanın özellikleri, merhumlara ilgi gösterilmesini önemsetmeyecek alışkanlıklar yaratmıştır. Zaten gittikleri yer cennet inancıyla beliren ilgisizlik bizim temizlik konularına ve mezarlarına pek önem vermeyen Roman kardeşlerimize pek uygun gelir. Olayları dışardan izleyen ve toplumda boşluk gören kem gözler, beliren boşluğu sezince tohumlarını eker. Bunla selefi mezhebi tohumlarıdır. Derken ve giderek Bulgaristan’da Başmüftülük dışında bir selefi cemaat oluştu. Hele şu son dönemde İŞİD’in siyah bir bayrak kaldırıp “İslam Devleti” ilan etmesi, Avusturya, İngiltere, Hollanda’da okul kaçağı 16 yaşında kızların evden de kaçıp sözde devrim payan İŞİD’li gençlerin koynuna girmek için can atması, üstüne üstelik tatil için Norveç’e giden İŞİD teröristlerine İskandinavya devletinin günlük 109 US Dolar harçlık vermesi, normal düşünenlerin bile kafasını karıştırdı. Nadasa bırakılan tarlalara bile korkuluk dikilen Bulgaristan gibi ülkelerde, Arap harfleriyle atlet ve gömlekler belirdi. “Burka”lı kadın ve kızlar korkuluk gibi dolaşmaya başladı. Sayıları her geçen gün artan kara sakallı genç ve yaşlı erkeklerin saçtığı kokuyla birlikte yayılan korku ortamı, devleti ayağı kaldırdı. “Doğan’ın Bulgar Etnik Modeli” buharlaştı. Ne oluyor korkusu DANS polislerini camilere, şehirlere, köyle götürdü. Devletin dinin bir ideoloji değil bir dogma olduğu ortaya çıktı. İslam’ın kitaplarda değil gönüllerde ve kalplerde aranması gerektiğini bilen yoktu. Güneşin ışığını tankla topla ezmek ve yok etmek mümkün olmadığı gibi İslam sevgisinin de yok edilemeyeceğini söyleyen olmadı. Bu işin, içinde en kötü olan, polisin, DANS’ın hala “medyuma” eyvallah etmesidir. Aralarındaki göbek bağı kesilmeden bu işler düzelmez. Tabii ki, ırkçı milliyetçiler, İslam düşmanları, Çingene düşmanları, öteki düşmanları borazan çalmaya başladı. Geçen yılki saldırı ve baskında yakalanan 13 imam davası yine Pazarcık mahkemesinde bir yıl sürdü ve sonunda belki de makamların “Lider” yapmak istedikleri, Hıristiyanlıktan dönme, 1995’te doktordan “ruh hastası” raporu almış olan imam Yaşar Ali’den başka içeride yine kimse kalmayabilir. Ama bu işin yaygarası, günümüz ırkçılığının galebe çaldığı ortama uygun olarak bir yıl sürebilir. Tabii bu arada, kendilerinin yetiştirip sıvazladıkları HÖH - DPS lider tayfasına karşı saldırı durdu. Normal olan herkes, Kooperatif Ticaret Bankası KTB’den çalınan 4.2 milyar leva olayına kap bağlatmaya çalışıyorlar şeklinde düşünüyor. Çünkü Bulgaristan’da da olsa artık 5 milyar levayı çalıp diş bankalara akıtma-


Makale ve Analizler - 2014

173

nın DANS kısa adıyla bilinen gizli polisin “uyuyan nüvesi” olan finans polisi gerçekten her gün çok uzun şekerleme yapmasa, savcılık dosyaların kimisini hiç açmadan arşivlemese ve içi boşaltılan bankadaki paralardan büyük bir bölümü yargıçların olmasa ve hatta parti yönetimlerinde en sözü geçenlere ayda 30 - 40 bin leva “ufaklık” verilmese ve batan bankada çalışan Lütfü Mestan gibilerin kızlarının aynı bankadan kaç para maaş aldığı bilinmiş olsaydı bu işler bu kadar zorlaşmaz ve karman çorman olmazdı. Ne yazık ki, bizim ülkemizde kimse ayaklarını yorgana göre uzatmıyor. Dışarıda kalan ayakların koktuğu ve kirli olduğu anlaşılmasın diye hep ancak lamba söndürüyor. Komşular rahatsız olmasın diye ise pencere kapatılıyor. Perdeler ise hep kapalıdır bizde. Yani gizli polis gizli ajanların gizli ihbarlarına dayanarak ülke çapında baskınlar yapıyor, başarılı operasyon raporları yazıyor. Vay be. Şu demokrasi ne kadar gizemliymiş. 25 senede yeni bir polis baskını şekli bile icat edilememesi, çok tuhaf değil mi? 7 yılda 5 DANS - operasyonu yapıldıysa, gelecek yıl gene yapılır. Bulgar gelenekçidir, gelenek bozmaz. Şu anda gelse de bir yetkili benden “Ne Yapmalı?” diye sorsa şu tavsiyede bulunurdum: Pazarcık şehrinde hemen birkaç yeni berber dükkânı açılmalı! Şimdiki berber dükkânları sakal tıraşı etmiyor. Yeniler sakal da tıraş edecek. Sağlık Bakanlığının geçerli genelgesinde EITS hastalığının kanama yoluyla bulaştığı yer aldığından. Berberlerin ustura kullanması yasaklandı. Sakal kesip sinekkaydı tıraşın tehlikeli olabileceği düşünüldü. İkinci emir. Kuranı Kerim yerine jilet ithal edilecek. Çin’den ucuz tıraş fırçası ve Türkiye’den “Arko” tıraş köpüğü alınacak ve berberlere “Yobaz Çingene Sakalı Tıraş Kursu” verilecek. Üçüncü olarak, şu Pazarcık Belediyesi de burnunu “İzgrev” mahallesine uzatıp koku alacak. Roman kardeşlere bir “kabristanlık arsa” tahsis edilecek. Millet işsiz güçsüz ve üremiş de üremiş yarın öbür gün bu insanlar ölürse gömülecek yer lazım. Belediye Başkanın “aç mezarı yok” sözünü yanlış anlaşıldığından, açıklama yapılacak. Başkan Çingenelerin açlıktan öldüklerinden mezara gerek olmadığı şeklinde algıladığı bu nükteli sözün tam ve gerçek anlamını öğrenecek ve Çingenelere bir mezarlık yeri tesis edecek, mezar yerinde ibadet odası olacak, odaya su götürecek vs. Bir de usule uygun matem geleneği geliştirilmelidir. Bizdeki suni camilere Diyanet çok hazırlıklı 18 imam göndermiştir, bir zahmet 2 adet imam da Pazarcık “Mesced-i Ebu Bekire” göndersinler ki, dinden sapma olmasın ve işler eski usullerimize göre yola girsin. Bunlar yapılmazsa Pazarcıklı Roman kara sakalılardan birkaç otobüsün Köln’de yolcu taşımaya başlaması yakındır. Çünkü kimse düzeninin bozulmasını istemez. Hele Bulgar milliyetçileri! Akıllarından geçen 140 yıldan beri devam eden etnik temizliğe devam etmektir. Ha Batıya ha Doğuya fark etmez. Vaktiyle


174

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İndira Gandi gelsinler demişti de giden olmadı. Sonra 2 - 3 milyon tek yönlü bilet alalım ve hepsini Amerika’ya gönderelim fikri doğdu da Washington’a direk uçak seferi olmadığından gerçekleştirilemedi. Yeri gelmişken şuna da işaret edelim. HÖH - DPS partisi son 25 yılda ilk kez meclis grubu olarak çözüldü. 38 milletvekilinden ikisi meclis grubundan çıkarıldı. Bulgaristan seçim yasasındaki listedeki öncelikli kişi olarak oy alan, halkın ve seçmenin sevdiği ve tercih ederek öncelik tanıdığı yeni milletvekillerinden İsperhli Günay Hüsmen ile Blogoevgratlı Musa Palev HÖH - DPS milletvekillinden kovuldular. Mecliste bağımsız vekil olarak kalacaklarını açıklayan iki milletvekiline HÖH-lider takımından gelen notada “Meclisten çıkmazsanız partiden atılacaksınız!” dendi. Sanki parti babalarının ahırı! İstediği danayı kasaba gönderiyorlar. Vay be. Ne durumlara düştük. Bulgarin bize tahammülü de oldukça sabırlı ha! Halkın seçtiği vekilin İcra Müdürü Lütfü Mestan partisinden atılması ne anlama gelir. HÖH - DPS partisi Bulgaristan Cumhuriyeti seçim yasalarını çiğniyor. HÖH - DPS partisi içinde çok ağır parti içi baskı uygulanıyor. Dikta tura var. HÖH DPS partisi demokratik ilkeleri tamamen rafa kaldırmış ve milletvekillerimize varana kadar Bulgaristan Türk ve Müslümanlarını alabildiğine eziyor, kan kusturuyor. HÖH - DPS partisi her an ve en kısa zamanda bir Kurultay toplamalı ve demokratik ilkelere geçiş yolunda adımlar atmalıdır. Şimdiki yönetimden tamamen kurtulmalıdır. Bizim demokrasi ilkelerini yaşatacak, halkımıza adalet ve özgürlük getirecek bir öz partiye ihtiyacımız var. Bulgaristan Türk ve Müslümanlarının Kara Sakallılar ve Sinek Kaydı tıraşlıların zulmünden kurtulmamız zamanı çoktan geldi. HÖH - DPS partisi Bulgaristan kadının bir kölelik giysisi olan “burkaya” bürünmesine kadar, çocukların okuldan atılmalarına kadar, sistemli baskıların tırmanmasına kadar işleri yolundan çıkardı ve artık tasını toplayıp gitmelidir. Kurtuluş yolunda engel yoktur. Korkuyu yenenler saf tutsunlar.


Makale ve Analizler - 2014

175

Aralık Ayı Yazıları Dolunay

Filiz Soytürk-01.Aralık.2014

Karanlığın aydınlığa dönüşmesi! Nenem bizim masallarımız gibi içinde kıvılcımı olan yoktur derken tam ne demek istediğini anlayamıyordum. Her şeyi masalsı anlatırken dünyayı sanki yeniden yaratıyordu. Bugün sizlere ocak başında dinlediğim güzel masalların en güzelini anlatmak istiyorum. Hepinizi günlerce düşündüreceğinden eminim. Çünkü ben çocukluğumda Ay Dedeye baktıkça ve şimdi de kısmetim bütün olsun dileği tutarken Dolunay’ı beklerim ve bu masaldır kafamda, gölümde, nenemin o güzel kokusudur burnumda ve sönmeyen bir umut... Birlikte okuyalım: Çok çok eskiden yeşil bir vadinin içinde bir ırmak kıyısında kurulu bir köy varmış dünyada, tam dünyanın öbür ucunda. Çok eski dedik ya, o zamanlar gündüzleri pek güneşli geçermiş, yağmur yağmadıkça; geceleri hep yıldızlı olurmuş, bulutlar olmadıkça. Köy sakinleri tarımla uğraşırlarmış, hayvanlar avlarlarmış uçsuz bucaksız arazilerinden, sularını kaynağı çok uzakta olan, köylerinin içinden geçen, ırmaktan alırlarmış. Köyde herkes birbirini sever, sayarmış. Köyde bir tek kişinin kalbinde öyle büyük bir sevgi varmış ki bütün köyünkine bedelmiş; Dolun’un Interaya olan aşkıymış bu. Kız Dolun’u bilirmişte tanımazmış yakından. Dolun dayanamamış bir gün gitmiş kızın yanına. Sormuş Intera”ya onunla evlenip evlenmeyeceğini. Intera demiş ki Dolun’a : - “Evlenirim evlenmeye ama benim isteyenim çoktur, her gelen kişiden ayni şeyi ister benim babam. Ancak babamın bu isteğini yerine getiren benimle evlenir.” Dolun şaşmış. - “Sensin benim kalbimim sahibi” diyerek başlamış sözüne “senin dileğin benim için bir emirdir, söyle isteğini hemen yapayım” demiş aşkına. Intera demiş ki; - “Bir çiçek vardır yaprakları gümüşten tomurcukları elmastan, onu ister babam benle evlenecekten”. Dolun:


176

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

- “Bekle beni” demiş Intera’ya, “hemen gidip getireyim o çiçeği ama nerededir yeri?” Intera parmağıyla göstermiş akan ırmağı - “İşte bu ırmağın kaynağındadır der babam, kırk gün yürümek gerekirmiş oraya varmak için ama bir giden bir daha gelmedi şimdiye dek, çünkü oralar büyülüymüş derler, giden geri gelmezmiş çünkü buralardan çok daha güzelmiş oralar.” Dolun: - “Senden daha güzel ne olabilir ki bu dünyada” demiş Intera’ya “Döneceğim, o çiçekle, döneceğim çünkü seviyorum seni, çünkü sensiz anlamı olmaz benim için o güzelliğin”. Dolun çıkmış yola sonra. Kırk gün yürümüş ırmağın yanından. Hep ne kadar sevdiğini düşünmüş Intera’ya yol boyunca. Tek aklındaki Intera’ymis, tek amacı ise o çiçek. Kırkıncı gün kalkmış Dolun sabah erkenden, yüzünü yıkamış ırmaktan, anlamiski çok yaklaşmış kaynağına ırmağın suyun serinliğinden. Devam etmiş yoluna sonra. Biraz sonra varmış kaynağa, bütün yeşilliklerle çevrili bir göl varmış kaynakta, gölün ortasında bir adacık, adacığın üstünde de o çiçek duruyormuş. Anlamış Intera”nin anlattığı çiçek olduğunu güzelliğinden. Yüzmeye başlamış adaya doğru hemen. Adaya çıkınca karşısında bir adam belirmiş Dolun’un. Adam Dolun’a: - “Her gülün bir dikeni, koruyucusu, olduğu gibi bende bu çiçeğin koruyucusuyum, eğer almaya geldiysen ben, Savut, izin vermem buna” demiş. Dolun şaskın ve de kararlı bir tonla: - “Ben o çiçeği alacağım sonra aşkıma kavuşacağım” demiş “Hiç bir şey beni kararımdan çeviremez”. - “O zaman beni biraz dinleyeceksin” demiş Savut “sana neden koparmaman gerektiğini anlatacağım, eğer hala ikna olmazsan o zaman izin veririm almana”. Dolun ikna olmuş ve çökmüş yoncaların üstüne, başlamış dinlemeye... - “Eğer bir şeyi çok fazla istersen ve engelin yoksa önünde onu alırsın, hayatta böyledir, insan engelleri aşarsa yaşamına devam edebilir. Bu çiçekte sadece yasam için bir şeyler yapacaksan engelleri kaldırır önünden çünkü onunda bir görevi var, bu çiçek sadece 28 gecede bir açar yapraklarını ve parlayan tohumlarını göle döker, bu sayede buradaki sular yükselir ve ırmaktan taşar gider zamanla. Bu ırmak sayesinde yaşar bu doğadaki yeşillikler, insanlar, hayvanlar.” demiş Savut. Dolun başlamış düşünmeye, eğer çiçeği koparırsa kavuşacaktır sevdiğine ama kuruyacaktır ırmakları bunun yanında. Sonunda çiçeğin başına çöker kalır Dolun. Gümüş yapraklarında kendini görür Dolun çiçeğin. Yanında Intera vardır


Makale ve Analizler - 2014

177

ama niye mutsuzdur ikiside. Aslında kalbindeki tek endişeyi görür Dolun. Zaman geçtikce Dolun’un düşünceleri yoğunlaşır kafasında. Mutsuzluğunu düşünür, çiçeksiz Intera’siz bir yaşam düşünür. Koparamaz çiçeği günlerce. Dolun artık yaşamaktan zevk almaz şekilde sadece aşkını düşünerek beklemeye başlar olacakları. Bir gece çiçek tohumlarını bırakırken göle, bir tomurcukta Dolgun’un sertleşmiş kalbinin üstüne düşmüş, aniden Dolun kalbindeki aşkının büyüklüğü kadar kocaman bir taşa dönmüş, taş o kadar büyükmüş ki dünyaya sığmamış gökyüzüne yükselmiş ve Dünya’yla dönmeye başlamış. Öyle ki masaldaki ayrılık ebedi, buluşma mucizedir. Karataş şeklinde ayrılık dünya düzenini bozanın kaderidir sanki... Canlı dünyada kara taş olup cansız dünyaya kaymaktan kötüsü olabilir mi? Bu belki de herkesin olmak için var olana bir bireyin el uzatmasına en ağır cezadır. Mutluluk parçalanmaz bir bütündür, ama bin bir yüzlü olduğundan en ince hilalden dolunaya doğru her gün birazcık daha büyü yerken insanlara her şeyin her an değiştiğini devamlı hatırlatmak için vardır. Bir daha geri dönememe ama döndükçe yeniden doğma; kavuşamama ama birlikte olma anını sürekli arama; her an bir daha bütünleşmeyi arama kaderi var ya! Uzak düşmek, devamlı birlikte dönmek ama bir türlü kesişememek, cezaların en büyü olsa gerek! Durum değiştiğinde, kurallar değişir, yeni olanın ne sonu var ne başı olur! Dünya ile dönen insan ve dünya etrafında dönen Ay! İnsan mutluluğu kendi içinde yaşıyor, Dolunay ancak mutluluk müjdeliyor. İnsan da Ay gibi eski yerinden göç edince tamamen değişiyor. Parçalanmış mutluluk olamaz! Olaylara uzaktan, yandan, yüreksiz bakmak insanı mutlu edemez. Sey,rc, kalan istese de, ne geçmişiyle ne de geleceğiyle iç işe olamaz. Öyle ama geçmişsiz olmak geleceksiz olmaktan pek farklı değildir. Birisi olmadan diğeri olmadığındandır. Geçmişsiz olmak sevgilisiz, sapsız çöpsüz olmak olduğundan, geri dönüşü olmayan başlar. İnsanın Dolunay beklerken devamlı Ay’ı seyrettiği gibi birşey! Beklemek seyretmenin bir şeklidir. Ay’ın dünyayı seyretmesi misali! İnsan kaybettiğini hep arar. Özler vatan toprağını, bahçelerin kokusunu, karın beyazlığını ve bahar yağmurlarının doğaya can verişini. . Seyrederek beklemek, özlemek kadar zordur. Nenemin bana masal anlattığı ocak başını özlüyorum. Dolunay günlerimdi onlar. Ben bir ocak başı kızıyım. Ateşe bakıp ısınarak büyüdüm. Yanan ateş aydınlıktır. Sıcağı sevgidir. Sıcaklık aşktır. Sönmüş ve kara kaya olmuş bir kalp olduğu için ay ağarıyor, parlar gibi oluyor ama ısıtmıyor. Güzeller ve güzellikler her an sıcaklıkla okşanmak ve dolmak ister ve bununla yaşar. Sıcaklık olmayan


178

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

yerde sevgi olmaz! Sıcaklık insanın kalbinde, gönlündedir. Kimse başkasının ateşinde ısınıp mutlu olamaz. Bizim ateşimiz bize yeter. Biz Türkler Tatminkârız. Büyük özelliğimiz severek ve sevilerek sevgi üretmemizdir. Sevginin bin bir türünü biliriz. Bizde seven uzaktan da sever, uzaktan da sevse sevenin sevgisi ısıtır. Sevginin yaşı yoktur. Ve masalların masalına en güzel sensin demiş olsam da, insanın bazen ömür boyu mutlu olmasına anların en küçüğü bile yeterlidir. Kısmetimiz ve mutluluk haberlerimiz Dolunayla gelir. Umutlarımız açar. Dolunayı bunun için rahmet bekler gibi bekleriz. Onun üşenmeden ve usanmadan dünya etrafında döndüğü gibi biz de Dolunay’ı ararken üşenmeyiz, yorulmayız. Umut yüreğin kanatlarıdır. Dolunay kendi sevgilisine veremediğini bütün sevenlere vermekle mutludur. Karataş bunu anlatmak ve umudu yaşatmak için Dolunay olmuştur.

1912 - 23 Yıllarında Pomaklar

Rafet Ulutürk-01.Aralık.2014

1912 Balkan Savaşında Pomakların Durumu Balkan Savaşı başladığında Rodop köylerinde yaşayan Pomaklar Osmanlı ordularına gönüllü asker veriyordu. Karamancı, Rojen ve Kavgacık cephelerinde savaşan erlerin 20’si Ahı-Çelebi’ye bağılı Sepet köyündendi. 1912’de Bulgar askerler Rodopları ele geçirdi. 1913 Ocağında Edirne düştü. Yenilgi sonucu Trakya Bulgar idaresine geçti. Böylece Rodoplar’da yaşayan Pomak nüfus ilk kez olmak üzere Osmanlı idaresi dışında bir yönetime bağlanmak zorunda kaldı. Savaştan önce Babek merkezine bağlı 2 bin kulübe varken, bir yılda sayıları yarıya düştü. Bulgar askeri bölgeye girdiğinde, yerli nüfus kaçtı, göç ettiği ve bulaşıcı hastalıklardan pek çok kişi kırıldı. Pomak sayısı birden azaldı. Dövlen bölgesinde 3 970 kişinin yaşadığı 33 köy ateşe veridi. Bulgar ordusunun hücuma geçtiği ilk günlerde verilen silahlı mukavemet sebep gösterildi. Pomak köylerinin yakılması görevi 21. piyade tugayına, Plovdiv 9. piyade tugayına ve İkinci Piyade tümenine verilmişti. Bu birliklerin genel saldırı istikameti Karabulak, Yagodina, Buynovo, Kojare, Buk tren istasyonu, Grohotno, Gövren, Nastan, Beden, Rojen ve Karşık yönündeydi. Bu saldırıya Yüzbaşı Stefan Başev emrindeki sınır birliği ve Batak yöresinden toplanan gönüllü Bulgarlar


Makale ve Analizler - 2014

179

katıldı. Tırmış köyünü ateşe veren bu güçlerdir. Trigrad köyüne yapılan saldırıda 120 köylüden 70’i öldürüldü. Medrese de ateşe verildi. Öldürülenler arasında köyün ileri gelenlerinden İsmet Hacı Sülman ile Ali Memiş de vardır. Piyade birliğin öldürdüğü yüzlerce kişinin ortak kabri Dövlen köyü yakınında “Sakovitsa” mevkisinde bulunur. Dospat şehri yakınındaki “Kasap vaadi”nde bugün de “Kapı kulu mezarlarını” görebilir. O dönemde Dospat yöresinden çekilmekte olan Osmanlı Ordusu’na yardım ettikleri gerekçesiyle yerli çiftlik sahiplerine ırgatlık edenlerden 40 kişi Plovdiv piyade tümeni tarafından katledildi. Dövlen yöresinde ateşe verilen köylerden biri de Barutin köyüdür. Bu köyde bir tek Hasan Hüseyin Dervişin evi yakılmamıştır. Bu evde gözleri özürlü bir kadın bulan saldırganlar, kadının kendilerini iyi karşıladığından evini yakmamışlardır. Bu saldırılarda Ahı-Çelebi’de 1 100 nüfus yaşayan 7 köy yok edildi. Dedeağaçta ise 300 evli 10 köy yakıldı. Savaş cephesinin değişmesinden sonra da cephe ardında kalan birçok Pomak köyü yakıldı. Karşılı köyü sınır çizgisinin hemen yakınında bulunduğu için yakılırken İsmilyan köyü de yağma edildi. Ravnina köyünde Arif Bostanciev, Hasan Sadıkov ve Sulev kardeşleri öldürüldü. Ürpek köyünde 10 kişi, Alamidere’de ise köylüler hiç gerekçesiz terör ize edildi, Türk mahallesi yakıldı, Mehmet Gelema, Taksim Kehaya ve genç Ahmet öldürüldü. Bu insanlara yapılan insanlık dışı zulme şahit olan Bulgar aileler korkup, eski Bulgaristan topraklarına kaçarken, Pomaklar da Ege yaylalarına indi. Zorbacılar tarafından topraklarından ve köylerinden kovulan Alamidere ahalisi Demircik, Gümülcüne ve Kozlucuya indi. Bugünkü Yunanistan topraklarında bulunan Demircik köyüne Ravnina, Yonuzdere ve başka köylerin sakinleri de yerleşmek zorunda kaldı. O sıkıntılı ve ağır savaş döneminde Rodop bölgesi iki ayrı askeri valilik sınırlarında kalmıştı. Birisi Makedonya Askeri Valiliği’ne bağlı Drama ili, ikincisi de Trakya askeri valiliğine bağlı olan Gümülcüne ilidir. Dağlık bölge olan Rodoplar’ın kontrol altında tutulması oldukça zor olduğundan, ayrıca askeri güçlerin Edirne Kuşatması, Çatalca ve Bulair savunması ve Makedonya’daki durumla ilgilendiği için Rodoplar’da nizam sağlayıp normal hayatı yönetecek kadro, makam ve askeri güç yoktu. 1912 Aralığında Ustino komutanı olan Stoyo Şişkov’un İkinci Trakya Piyade Tümeni komutanı General İliev’e gönderdiği bir raporda “haydutların ve başkaldıran asiliğin her yerde kol gezdiği” yazıyor. Başkaldıranlar hanelerin varını yoğunu talan ederken, ırza geçip dehşet saçıyorlardı. Burada önemle ve özellikle belirtmek yerinde olur ki, 1912’de savaşın başlamasıyla birlikte Rodoplar’da ve Ege bölgesindeki Pomak köylerindeki erkeklerin hepsi tutuklanıp toplanmış ve Eski Bulgar Prensliği içerisine sürülmüş veya toplama kamplarına kapatılmıştır. Osmanlı Orduları saflarında savaşmış veya görev almış


180

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

olan Pomakların hepsi tutuklanmış ve sürülmüştü. Sepet mahallelerinden ve Stanimaka yöresinden Pomaklar Loveç ve Pleven bölgesine sürgün edilirken, orada dinlerini değiştirmeye zorlanmış ve yıllar sonra köylerine Hıristiyan olarak dönebilmişlerdir. İsmilyan köyünde de Osmanlıda askerlik yapanlar tutuklanmıştır. Onlarsa Harman kasabasına sürüldü ve orada din değiştirmeye zorlandılar. Karşılı köyünde tutuklanan gençlerin hepsi asker yaştaydı. Onlar ise tutsak alınıp Karlukovo (Slaveyno) köyüne götürüldüler. Orada din değiştirmeye zorlandılar. Hıristiyanlığı kabul edenlerden 12 ‘si Romanya sınırına göreve gönderildi. Davut Köy (Davidovo) camisine doldurulan Pomaklar Bulgar Prensliği içerlerine askeri esir olarak gönderildi. O köyde birkaç Bulgar hane de yaşıyordu. Onlardan birisi Gacal Todor’du. Onun yanında ırgat olarak çalışan Pomak Ali Salihov sürgün edilmekten kurtulurken, babası Salih sürgün edildi. Köyde kalanlarınsa dinleri değiştirilir. Erkeklerin köylerden toplanıp sürgün edilmesiyle Hıristiyanlaştırma işine mukavemetin daha az olacağı hesap edilmişti. Çok geçmeden, sürgünden kaçan ve ormana sığınan Pomak gençler köylüleri din değiştirmeye zorlayanlarla hesaplaşma davası başlatmışlardır. Yaver Paşa emrindeki kol ordunun Meriç Irmağının aşağı akıntısında 14 Kasım 1912’de teslim bayrağı çekmesinden sonra Rodoplar ve Ege boyları 6 hafta için birleştirildi. Rodoplar ile Ege kıyılarının birleştirilmesinden ve ilk geçici barış sözleşmesinin 20 Kasım 1912’de imzalanmasından sonra, asker kaçağı Hıristiyan ve Müslümanlar köylerinden kalan yıkıntılığa geri döndü. Alamidere köyünde evsiz kalan haneler Bulgar Kosta Trambov’un evine sığındı. 1912 savaşında Hardelen köyün (bugün Bogutevo) köylüleri Yunana geçti. Paspala köyüne yerleştiklerinde karşılarına çıkan Rum din adamları onları Hıristiyan yapmaya ve isimlerini değiştirmeye çalıştı. Köyü terk eden Hardelenliler soluğu İstanbul’da aldı. Savaş kaçağı ve muhacir dolu İstanbul’da başlarını sokacak yer ve geçim kaynağı bulamayınca 6 aydan sonra geri döndüklerinde Pavel köyünden gelen papaz Aleksiyi karşılarında buldular ve yeniden Hıristiyanlaştırılmayla karşı karşıya kaldılar, mukavemet ettiler, çok zor günler yaşadılar. 1912’de başlayan Balkan Harbi Arnavutluk, Makedonya ve Yunanistan’da yaşayan Pomak nüfusun Doğu Trakya ve Anadolu’ya göç etmesine sebep oldu. Topraklarının belirli kesimleri Sırplara ve Kara Dağlılara kaldı. Aynı yılın 12 Aralığında toplanan Büyük Devletler Büyük Elçileri Londra Konferansı’nda Balkan devletlerinden ele geçirdikleri Arnavutluk topraklarından çekilmeleri istendi, fakat Kara Dağ ve Sırp askeri birliklerini aşamalı olarak geri çekerken, işgal 1913 sonlarına kadar uzadı. “Karnegiev Anketi”nde Pomak ve Torbeş köylerinden daha fazlasının ateşe verildiğine işaret edilmiştir. Golo Bırdo ve Şar Dağında 386 Po-


Makale ve Analizler - 2014

181

mak evi yakıldı. Bu bölgede ikamet eden Torbeşlerin evleri bir defa da olmak üzere Birinci Dünya Savaşında da ateşe verildi ve talan edildi. Yeni konumuz: 1912 - 1913 yıllarında Rodoplarda din ve isim değiştirme zulmü.

Dalgalar Diniyor mu?

Dr. Nedim Birinci-01.Aralık.2014

Dalgalar dinince deniz süt liman olur. Bu olmazdan önce dalga boyları kısalır ve denizin kıyıya akılında bir yorgunluk ve bir bezginlik sezilir, sanki soluk soluğa ve takatsiz kalmıştır kocaman deniz. Toplumsal yaşamın dalgalanması da ancak denizin dalgalanmasına benzer. Milyonlarca beygir kuvvetinde dev dalgalarını yalçın kayalıklara çarpan denizi göz önüne getirdiğimizde, deniz ananın kuvvetinden ürperiz. Toplumsal olayların kabarması, isyanlar, toplumsal formasyonların değişmesine sebep olan olaylar da toplumdaki dip dalganın hareketlenip küremesiyle olur. Denizi eline bir çubuk alıp karıştırarak dalgalandırmak ne kadar imkânsızsa, sunu müdahale ve yalan dolanla toplumu kükretmek de o kadar zor ve olanaksızdır. 1978 Rus-Osmanlı savaşından sonra Bulgaristan toplumunda meydana gelen en büyük kükreme yüzde yüz 1989 Mayıs Ayaklanması ve ardından gelen Büyük Göç oldu. 1989 Mayıs Ayaklanması Bulgaristan’da halk tabakalarının derinden derine hareketlenmesi ve isyanıydı, bütün toplumu ve azınlıkların başında Türk hak topluluğunu harekete geçirdi ve ardından pansuman edilmez, sarılsa da savmaz yaralar bıraktı ve Bulgar toplumunu “nokaud” olmuş boksçu gibi yerde bıraktı. Bu toplum kendi içinde kendini diriltecek yeni bir kudret bulamadı. O gün bugün ülkede 300’den fazla politik parti kuruldu ama hepsi dinen deniz dalgaları gibi sahile ulaşırken ufalıp köpük bile yapamadan kaybolup sönüyorlar. Hiç birinin tarihte ismi ve esemesi olmayacaktır dersek, abartmış olmayız... Demokratik Güçler Birliği (CDC) zirve yaptı yok oldu. Bu seriden ardıl bir dalga olan Başbakan olan İvan Kostov’un Demokratik Güçler Birliği (DCB) partisi 2013’te meclise giremedi, söndü; 2001’de iktidar olan II. Simiyon partisi sıfırlandı, Çar II. Simiyon ülkeden kaçtı yani silindi; Sosyalist Parti (BSP) kendi başına iktidar


182

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

olabilirken zor nefes alıyor vs. Bu örnekler bir sürecin söndüğünü ve belki 5 10 yıla kadar Bulgar toplumunun yeniden kökten arınması gerekeceğine bir işarettir. Çünkü Boyko Borisov’un GERB partisi de sosyalist dalgadan sonra aynı tabandan gelen ikinci komünist dalgasıdır. Meclise dolan ırkçı ve faşizan çakallarsa kendiliğinden yok olmaya mahkumdur. 1990 kükremesi hurdaları sahile attı fakat onlar o gün bu gün tutunmaya çalışıyorlar. Geçiş Dönemi iskartolarından da kurtulacağız. Deniz dalgalamadan yaşayamaz, toplum da iç mücadele vermeden dirilemez, yücelemez, gelişemez ve dönüşemez... Bu arada şunu özellikle vurgulamak istiyorum. Bulgaristan Komünist Partisi’nin (BKP) enternasyonalizmden yani insanların ve halkların kardeşliği ideolojik ilkesine sırt çevirip tek uluslu Bulgar devleti oluşturma etnikleri ve kültürel ve dinsel farkları yok saymakla burjuva ulusçuluğu konumlarına geçti. Ülkeyi ve halkı faşistlerin bile uygulamadığı bir gaddarlık ve zulümle yönetmeyi tercih ederken, tamamen suni, hiçbir temeli olmayan ve geleceği de olmayan bir saçmalığa saplandı. Bulgaristan’da sosyalist ideoloji ve pratiğin başını yiyen yanlış azınlıklar politikası, faşist nitelikli olan insanların kimliğini değiştirme politikası olmuştur. Örnekleyelim: Şöyle düşünün lütfen, içinde lahanadan başka havuç, biber, yeşil domates vs. olan bir turşu fıçısından, kapağını açıp elimizdeki bardakla tatlı su çıkarmaya çalışsak mümkün olabilir mi? Olamaz! Çünkü fıçıdaki turşusuyu tuzludur. İçindeki lahanayla birlikte havucun, biber ve yeşil domatesin de kokusundan koku, tadından tat almıştır. Komünistler bu işi böyle görmek istemediler. Aslında onların ideolojilerini yaratan Kr. Marks ile Fr. Engels’in kafasında yalnız işçi sınıfların değil, aynı zamanda tüm mazlum halkların ve etniklerin de kardeşliği vardı. Onlarda vaktiyle Birleşik Avrupa kurmayı düşmemişlerdi. Hatta Amerika ile Avrupa’yı birleştirme de vardı hayallerinde. Bunun üretim güçlerinin gelişmesi sonucu olacağına inanmışlardı. Ne ki, her şey düşlenip kuram olarak biçimlendiği gibi olmuyor. Hayal etmek iyidir de, düşlenen kuramlaşsa bile, uygulanışı olmayınca ölü doğmuştur. Burada şuna değinsek iyi olur. İnsanların eşit haklı kardeşliğini düşleyen Marks ile Engelsin kafasında kristalleşen örneklemeler, Avrupa’dan ya da Amerika’dan olmayıp, Osmanlının ümmet gerçekliğinden alınmıştır. Yaşanmış bir ırk, etnik, din ve medeniyet kardeşliği esas olmuştur onların düşlerine. Klasik düşünürlerin birlikte kaleme aldığı 153 cilt eserden 100 cildinde, Osmanlıya ve Osmanlı’nın halklar, uluslar ve etnikler sorununa yaklaşımının olumlu oluşu nefes alıyor bugün. Kurama giren etnikler ve dinler arası adaletin temelinde ise Karl Marks’ın Osmanlıyı misallerken kendi yazılarına aldığı “cennet” kavramı ve nitelemesi vardır. Ne yazık ki, bu gerçeğin Avrupa’da bıraktığı izler Balkan ülkeleri ile kı-


Makale ve Analizler - 2014

183

yaslandığında çok daha derin ve anlamlıdır. Turşu örneğiyle gidersek, Balkanlarda ulus, dil, özgün kültür, din ve etnikler arası adalet olmamış (ham) turşu gibidir, ne suyu içilir, ne de yaprağından sarma sarılır. Sosyal alanda bu işlerin olgunlaşması ise yıllar, on yıllar ve yüzyıllar isterken, hiç arasız fıçıyı bizim dilimizde suyunu aktarma dediğimiz yani fıçımım suyunu duvar dibine monte edilen kurnadan alıp üstten geri dökme işlemi arasız sürmelidir. Bunun sosyal anlamı toplumun içten kaynaşmasıdır. Bu işlem yapılırken kimsenin gözyaşına bakılmaz. Fıçıdaki turşu suyu aynı kıvam ve bir tat olacaktır. İçindeki domates, biber, havuç ve lahanalar ise bütünlüğünü ve özgünlüğünü koruyacaktır, sosyal yaşamda bunun ifadesi, etniklerin özgün (özellikli) kimliği korunacak ve bütünselliği bozulmayacaktır. Bu olmadan, bu iş olmaz, ne turşu domatesten salata ne de lahana yaprağından sarma sarılır, turşu, ifadem yerindeyse (gevşer) balçıklaşır ve çöpe atılır. Bizde olan budur. Bize anaokullarımızda ve ilkokullarda Türkçe okutmamalarının, TV’lerde haber ve eğlence yayınlarımız olmamasının, cami saldırılarının, devamlı horlanmamızın, devlet görevlerine atanmamızın önlenmesinin, hattan öz partimizden atılmamızın, işsiz kalmamızın ve yurdumuzdan kovulmaya devam edilişimizin vs. vs. hepsinin ve toplamının ana sebebi budur. Bu bakıma lütfüler, Ahmetler ve rakılarını üstü kırmızıbiberli ve zeytinyağlı turşu salatasız içmeden yudumlamayı kabul eden, tüm obur politikacıların ve şu çok isabetli değimi kullanmadan geçiştiremeyeceğim - öz davamızın hainliklerinin - özünde, kimliğinde, geçmişinde ve geleceğinde, suyunda ve tuzunda olan bir tek ve yalnız bu zehirdir. Onlar geleceği olmayan, sonu balçık ve yeri çöplük olan hedeflere hizmet ediyorlar. Türkiye Cumhuriyeti Büyük Elçisi Sayın Gökçe’nin de son demecinde son hedefte bizi zehirlemek için üretilen “Bulgar Etnik Modeli” sözünü nasıl olur da ağzına aldığına bu bakıma ve gerçekliği yaşatma adına akıl erdirmek gitti. Türkiye şu “Bulgar Etnik Modeli” saçmalığına, bizim ezilmişliğimize “eyvallah” diyorsa, gelin iskambil oynayalım. Sözüm anlayanlaradır, büyük yanılgıların yarısı dil sürtüşmesi eseridir. Mesela, T.C. Cumhurbaşkanı, cuntacı General Kenan Evren zalimlerin başı Todor Jivkov’la görüşmesinde bizim hakkımızda “Eti senin kemiği benim” demişti, cani etimizi sırtımızdan indirip 500 bin kardeşimizin kemiklerini sınır öte teslim edebilmek için, bizi Bulgar cehennemin 20. katında katran kazanında kaynattı. Nasıl isterseniz öyle anlayabilirsiniz. Bu işte gücenmek yok. Söylenmiş söz atılmış taştır. Dil sürtüşmesinin bir benzerliği olarak Türk Dil Kurumu’ndan “cahilliktir” kavramını çift anlamlı sözler sıralamasına anlamasını rica ediyorum. Çünkü pratiği olan şeyler gerçektir, bizim başımızdan geçmiş ve sızılarımız dinmemiştir.


184

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu misallerden bazılarını bir daha anımsatalım: Sayın Prof. Ortaylı, olabilir çok büyük ve ünlü bir tarihçidir, ama bizim için “Onlar göçebeydiler, Anadolu’dan Balkanlara sürüldüler.” dediğinde, bizim için değeri bir köy hocasından azdır. Kırımdan koptuktan sonra Karpat Dağları vadilerinde dolaşa dolaşa Amerika’da İngilizce ders okuyacak duruma yükselen başka bir Prof. Sayın Karpatlı da “Osmanlı bir Çınardı, Balkan savaşlarından sonra Trakya’ya sınır çekildi ve çınardan bir dal kesildi, sınır ötesine düştü ve olay bitti.” dediğinde, bizi Bulgar’a, Sırplara, Rum’a ve bilmem kime terk etmiş “alın isterseniz kışlık odun yapın bu dalı” dedik, demiş olmuyor mu? Oluyorsa ve adam insafa gelip dal kurumasın diye bir ucunu bir bataklığa itip başlamışsa dallarını budayıp çubuk aşılamaya, kalemlerse bambaşka ağaçlardan ve gün gelir çınar karaçalı dikeni olmuşsa... Ah! Ah!..Kimse kusura bakmasın, biz son 25 yılda kendimizden fazla başkalarından ve onların dillerinin sürtüşmesinden çektik ve deniz aynı şekilde dalgalanmaya devam ediyor. Sayın Mesut Yılmaz’ın T.C. Dış İşleri Bakanı olarak 1989 Ağustosunda Kuveyt’te yapılan Bulgar-Türk ikili görüşmesinde Bulgaristan Türklerinin geleceği masaya yatırılırken ve ne hikmetse Bulgaristan Müslümanlarından tek bir temsilcinin bulunmadığı bir ortamda tabii... Bulgaristan Türkleri ve Müslümanlarımız hakkında “Bırakın yorgan altında Türkçe konuşsunlar” sözleri, bizi bir etnik halk topluluğu olarak, milyonlardan fazlayız, yok etme politikasına “Bulgar Etnik Modeli” biçiminde devam edilmesine kapı araladı, açtı ve şimdi de felaketimizin alkışlandığına tanık oluyoruz. Devan edelim, bu sözler geleceğimizin kaderinin “eh” deyici bir Varna şoparının eline bırakılmasına yeşil ışık yaktı. Hepimizin kaderi (milletvekili bile seçilsek, bilim adamı olsak, askeri okul mezunu olsak, zengin olsak, dünya güzeli olsak) bir şoparın eline verilmiştir. Mesut Yılmaz Bey ve Ahmet Doğan ajanının iki dolaplarda ortaklığı üstüne, ikiz kardeş düşleri üstüne daha çok kitaplar yazılacağına, şimdi Bulgar servislerinin çevirdiği övgü filmlerinin ise beyaz perdeden indirileceğine kesin inanıyoruz. Örneklemelerimiz ciltlere sığamaz. Anlatmakla ne de yazmakla biter, çünkü çilemiz henüz bitmemiştir. Bu anlamda Marks ve Engelsin yarattığı hümanist özgürlükçü kuramın çarpıtılmasıyla enternasyonal olan öz yani insanın insana kardeşliği ilkesel esası, insanın insana düşmanlığına, bugünkü değimiyle ırkçılık ve “öteki” düşmanlığına, totalitarizmde zulüm politikasına, “soya dönüş” saçmalığına dönüştü ki, toplum yapısı çöktü. Öyle çekti ki, insanlar yuvalarından kaçmayı tanımadıkları yerlerde, dilini ve kültürü bilmedikleri topluluklarda yaşam hakkı dilenmeyi seçtiler ve geri dönmemeyi tercih ettiler. Başka bir değişle komşu kapıları ka-


Makale ve Analizler - 2014

185

pandı, hoşgörü ötelendi, şimdi dertleri sınır boylarına tel örgüler germek ve ellerinde olsa Müslümanlara girişi yasaklayıp geri dönmemek üzere çıkmaları için para bile vermektir. Osmanlı 100 sene dağıldı ve mezar taşı dikileli de neredeyse bir asır oluyor. Ve biz bugün 1.Aralık.2014 tarihinde ne dersek deyelim, Bulgaristan’ı ve dünyayı güzel görebilmek için hangi renk gözlük takarsak takalım, gördüğümüz gerçekliğin akışı devam eden dalgaları Osmanlı zamanından kaynaklanır. İnsanlar birçok defa yeni bir şeyler yaratmak için değil, eski olanı canlandırmak ve yeniden hayata çağırmak için de ayaklanırlar ve direnirler. Bu direnişlerin özü kuralsız ve kuramsız olabilir ama yanan ateş tüter. Hurda toplayan Roman kardeşlerin metal aletleri oturup incelediğine içindeki bakır, gümüş, kalay, nikel vb. metaller parçaları varsa ayrı bir yerde sattığını veya koruduğunu defalarca görmüşümdür. Toplumlar da iyi, olumlu, yararlı ve hayırlı olanı gömmek istemez. Korur, yaşatmaya çalışır. İslam’da hayat ışığı ve huzur gören, bin derde deva bulan Pazarcıklı Roman kardeşlerimiz kendilerini ve son haftalarda başlarına gelenleri anlatırken zorlansalar da, yürekten konuştuklarını, huzur aradıklarını, birbirine destek olmaya çalıştıklarını görüyoruz. Okuması yazması eksikli olan, belki ömürlerin birkaç kitap bile okumamış olan bu genç ve yaşlı insanlar, tekrar ediyorum okul görmemiş oldukları yüzlerinden okunsa da, adaleti, hürriyet güneşini savunurken bir başka konuşuyorlar. Adalet ve huzuru kitapta değil hayatta aradıklarını anlatmaya çalışıyorlar. Süngü ucunda adalet olmadığını, tutuklamanın, hapse atmanın, yıllarca yargılamanın adalet üniversitesi olamayacağına inanmış olduklarını dile getiriyorlar. Gönül verdikleri dava uğruna tutuklanan eşlerinin ardından kadınlar ve kızla ağlamıyor, yırtınmıyor dövünmüyorlar. Durumda nitel değişiklik var ve Hürriyetin adı artık ne zulüm, ne zindan ne de dipçik ya da kurşun. Hürriyetin yeni adı artık “Bulgar Etnik Modeli” de değil. Polisleri, komandoları, kırmızı baretleri camilere, mescitlere, hanelere dolduran bir Model barış modeli olamaz. Bu kapı başka bir anahtarla açılmalıdır. Evet bugün bu yazımızda Marktan, Engels’ten, Kur’an-ı Kerim’den, Romlarda, Bulgar siyasi oluşumlarının art arda eriyip yok olmasından, bizi eritme denemelerine dalga dalga devam edenlerin küstahlığına karşı dayanmaya devam etmek zorunda olduğumuzdan ve mutlaka edeceğimizden ve dış ülkelerdeki geliştirilen, politik yetkililerin savundukları yargı değerleri ve mevzilenmelerin bizim için çikolata şekeri olmadığından ve bazen diş kıran taş parçası olduğundan yani her gün, her yerde dikkatli olmamız gerektiğinden söz ettik, yazdık çizdik. Gerçek bizden yanadır. Çünkü bu işleri eleştirmeden hiçbir şeyin ıslahlaşmayacağına, rende gezmeden düz gibi görünen tahtalardan bile yonga çıkarılamayacağına kesin inandığımızı anlatmaya çalıştık. Aynı düşüncelerle dalgaların akışını,


186

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

coşup kudurmasını ve sakinleşip köpürürken sanki çiçek açtıklarını da anlatmak istedik. Yalnız olaylar sosyal olunca, dikenleri bize batıyor ve kendimizi kâh kirpi gibi büzüyor kâh dikenleşip saldırıyoruz. Her iki haklimizde de mutlu olmak elimizdedir. Bu işlere bir başka açıdan bakınca kavgamıza devam etmek sanki huzur ararken mutlu olmak gibi bir durum oluştu. Konumuza devam edeceğiz.

Kalp Ameliyatı Yarım Kalamaz

Şakir Arslantaş-02.Aralık.2014

İnternete girdim. Dünya gazeteleri başlıklarında Rusya Başkanı Vladimir Putin Türkiye Cumhuriyeti bayrağına bakıyor. Sanki Türkiye koskoca Rusya için can simidi! Bulgaristan çok önemli bir kalp ameliyatı için yoğun bakıma girmesi gerektiğini itiraf etmek zorundadır. Evet! Kalpten gitmek istemiyorsak, o masaya yatmayı göze almalıyız. Putin, Ankara’da “Güney Akım Doğal Gaz Boru Hattı” Bulgaristan topraklarından geçmeyecek. Rusya bu tasarımdan vazgeçti. Bulgaristan egemen bir devlet olarak hareket etmiyor!” dedi. Bu sözlere kalp mi dayanır!? Şimdiye kadar, yani Bulgaristan’ı Osmanlıdan koparan 1878 Harbinden ve hele 1944’ten sonra Sofya hep “sol dünyaya hep gözle baktı.” Yalnız Moskova’yı gördü. Bir tek sol kulakla dinledi. Ancak Kremlin’den geleni işitti. Kalbinde bir tek sol kamara çalıştı ve Rusya’ya kan pompaladı. Bir nükteli söz vardır: Gözden ırak olan gönülden de ırak olur! Öyle mi olduk acaba? Putin’in ağızına düşmek kolay değildir. Ne mi oldu?! 1945’ten 2007 yılına kadar, yukarıda dediğimiz gibi, Bulgar kalbinin sağ kamarası kapalıydı. Sağ gözü görmezdi. Sağ kulağı işitmezdi. Moskova’ya bakmak, Sofya için doğruya bakmaktı. Oysa Moskova kendisi hep sağa baktı. Rusça bilenler bilir, Rus dilinde “sağ” ile “doğru” aynı sözdür, İngilizcede olduğu gibi. Rusya şimdi de sağa bakıyor. Ulusal çıkar diye bir melet var, ne sağı, ne de solu belli. Rusya’nın Avrupa Birliği ile 2013’te başlayan didişmesinde Kremli-


Makale ve Analizler - 2014

187

nin kem gözü ancak sağ milliyetçileri görüyor. AB ambargo ve yaptırımlar politikasına ağırlık verip Ukrayna ve Kırım politikasında son söz hakkı istemeye niyetlenenden beri, Rusya da kendi stratejisini harekete geçirdi. Bu, AB’yi içinden patlatma, yıkma ve dağıtma politikasıdır. Brüksel’i AB Başkenti olmaktan men edip turistik bir merkez haline getirme hedefleniyor. AB’nin düşmanları artık Brüksel Genel Kurulunda bulunuyor. Genel Kurul vekillerinden % 40’ Avrupa milliyetçiliğini savunan akımlardandır. Hepsi de sağa kanattan yükselmiştir. En büyük grup, Fransa’nın AB’den çıkması için halk oylaması yapılmasını isteyen Avrupa milliyetçilerinin kor kor başı Mari lö Pen takımının para kaynakları açıklandı. Avrupa’daki yeni ırkçılığın, yabancı düşmanlığının ardında duran zenginliğiyle ünlü Rus bankacılarından Genadiy Timçenko ve bankacı kodamanlardan oluşan bir ekip olduğu gün ışığına çıktı. Ne yazık değil mi. Soruyoruz 20 yıldan beri Burgas şehrinden yayın yapan Valeti Simyonov’un Türk ve İslam düşmanı, AB ve NATO hasımlığını, Türkiye karşıtı olmanın, “Skat” TV yayınlarının, Makedonya İç Devrim Hareketi (VMRO) partisi ırkçılığının ve “öteki” düşmanlığının ardında duran para kaynağı ve politik güç kimdir. Belirli bir zaman önce Putin ve çevresinin Bulgaristan halkını süsüm sürüm süründürmek, bir kaşık çorbaya muhtaç bırakmak istediğini yazmıştık. Fransız tutucu Lö Pen milliyetçilerinin masrafını çeken ve AB’deki diğer aşırılığı her bakımdan arkalayan ve büyük bir güç olan AB’yi içinden çökertmek isteyen Moskova, 2013’te bizdeki “PF” ırkçılarını olabilir ya bilinçli olarak göreve çağırdı ve Bulgar meclisine girmelerine yardımcı oldu. “Ataka” partisi ise dört yana birden saldırırken gözden düşmüş olabilir. Politikanın kitapsız kuralsız bir oyun olduğuna inanmamak elde değil artık... Bu işin tarihçesi de az uzun değil: Önce NATO’ya ardından da 2007’de Avrupa Birliği’ne giren Bulgaristan Cumhuriyeti’nin sağ büküm yapması gerekti. Bu zor bir dönemeçti. Bir defa arabanın dümeni sağa kilitliydi. Çünkü arabanın yükü, toplumu yaşatan yargı değerleri, dünya anlayışı, bakış açıları hep soldu. Yalnız sola gitmesi için tasarlanmış bir aracı sağa çevirmek başlı başına problem oldu. Bizdeki kafa da şu zamana kadar hiç sağ dönmeyi denememişti. Dümen bükmek zor oldu. Birkaç şoför denedik. Bu işe ilk sarılan parti başkanı ve cumhurbaşkanı büyük demokrat Jelü Jelev çok denedi ama dönemedi. Neredeyse dümeni kırıyordu. 1908’den sonra Bulgar Prensliğini giderek Alman faşizmine bağlamayı başaran Dedesi Çar Ferdinand ve Babası III. Boris’in yaptığını, torun ve oğul II. Simiyon yapabilir umuduyla Moskova’nın tavsiyesi üzerine şoför koyluğuna oturttuk ama o da yapamadı. Yaşlanmış olduğundan olabilir, dümeni bükemedi.


188

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Sağı öğrenmesi için soldan gönderilmiş olan s.o. muhafazakâr politikacı İvan Kostov, işe sağcı gibi sarıldı. Fakirin malını zengine dağıttı. Kooperatifçilik ve ulusal bankacılığın dibine kibrit suyu döktü. Sanki yolu biraz genişletti, fakat o da takıldı kaldı. Bu dönemeci almak için 2. defa Başbakan olan Boyko Borisov, Putin’in Ankara demecinden sonra birden sanki dilini yuttu. Önce Rus Çarına, ardından Sovyetler Birliği’ne ve son zamanlarda Rusya Federasyonu’na casusluk yapan Bulgar Ordusu istihbaratçılarının maskelerini indirmeyi ve hepsini emekli edebilirse belki bu defa sağ dönemeci alabilir. Biz bu işin olacağına inanmak zorundayız. Şu politika dediğin yılankavi bir şey, sürünen düşenin halinden asla anlamıyor. Biz hepimiz yere serilmişiz de düştüğümüzü kabul de etmiyoruz. Borisov ile Putin arasında paylaşılmayan ne olabilir? Putin Bulgaristan’ın NATO ve AB üyeliğini istemiyor. ABD ile işbirliğimizin aleyhindedir. Bu politikanın sonuçları nedir? Bulgaristan Halkı Boygo Borisov dönemini neyle hatırlayacaktır? Borisov şu sağ dönemeci alamasa yine Putin’in kucağına düşeceğiz. Virajı başarılı alabilmemiz için öncelikle dümeni serbest bırakmamız gerekiyor. Dümeni sıkıştıran güçlerse bizim askeri karşı istihbarat, askeri dış casusluk ve ordu içi istihbarat örgütlerinde çalışmış ve dosyaları açıklanmamış olan subay ve görevlilerin isimlerinin indirilmesi, hepsinin görevden alınması ve askeri reform yapılması ve NATO güvenlik istemlerine uyulması gereğidir. Bu olmadan demokratikleşme yolunda ileri yeni adım atabilmemiz olanaksızdır. Ameliyat masasına yatırılacak olan hasta ordu istihbarat örgütü ve ona bağlı güçler, makamlar ve ilişkilerdir. Bu ameliyat yapılmadan Bulgaristan kalbindeki sağ kamara çalışmaya başlayamayız ve teklemeye devam ederiz. Olayın ekonomik yönü: Bu sorunun cevabında, bir defa, “Belene” Atom Elektrik Santrali kuruculuğunun suya düşmesi var. Bundan dolayı Bulgaristan’ın Rusya tarafından tazminat için Stokhol Mahkemesine verilmesi gerçeği çok önemlidir. Bu konuda Bulgar kamuoyu ikiye bölünmüştür. İki, B. Borisov’un birinci başbakanlığı döneminde (2009 - 2013) Moskova Burgas - Aleksandropolis (Yunan limanı) Ham Petrol Boru Hattı inşaatından vazgeçti. Aynı dönemde Putin Bulgaristan topraklarından uzatılacak olan Yakın Doğu - Avrupa Doğal Gaz Boru Hattı’ndan (NABUKO) tasarımının geçici bir süre dondurulmasına ve güzergâh değiştirmesine neden oldu. Yalnız NABUKO boru hattı Bulgaristan’ın enerji bağımsızlığına temel olabilirdi. Moskova şimdi de “Gü-


Makale ve Analizler - 2014

189

ney Akım” - Karadeniz Orta Avrupa Gaz Boru Hattı inşaatından tamamen vazgeçtiğini açıkladı. Bu dört tasarımın suya düşürülmesinden Bulgaristan’ın her yıl milyarlarca Euro kaybı olduğu gibi, ülke petrol ve doğal gaz bağımlısı bir devlet durumuna düşüyor. Bu dört ana proje dışında ayrıca önem arz eden bir konuda Ukrayna ve Romanya üzerinden uzanan ve Bulgaristan’dan geçerek T.C.’ye doğal gaz ileten boru hattından transit ücreti olarak elde ettiği 100 - 120 milyon USD yıllık geliri de Sofya’nın kaybedebileceği olasılığı ortaya çıktı. Rusya’dan “Mavi Akım” borularınca taşınan doğal gaz miktarına 63 milyar m³ daha eklenmesi açıklandı ki, bunun olası anlamı Rusya’nın T.C.’ye doğal gazı artık Bulgaristan üzerinden vermeyip, “Mavi Akım” tesisinden ileteceği açıklanmış oldu. Bunların toplamı yani AES, petrol ve doğal gaz terminal, liman, istasyon ve boru hattı döşenmesi işlerinin hiç birinin olmaması günümüz şartlarında çok büyük mali kayıp anlamına geliyor. Bu gerçekliğin başka bir ifadesi büyük umutlarımızın suya düşmesi ya da yelken toplamasıdır. Bu misaller Putin’in Bulgaristan’dan umudu kestiğine kesin kanıttır. Putin’in Ankara demecinden sonra Bulgaristan’da sorulan soru: Ülkemize en büyük zarar veren Başbakan kimdir? Evet, şimdiye kadar bu klasmanda Başbakan İvan Kostov (1997) başı çekiyordu. Artık durum değişti. Kostov yaptığı talancı özelleştirmeyle ülkeyi 25 milyar US Dolar zarar uğur atmıştı. 14 yerli banka onun döneminde kapandı. Ülke mali iflas yaşadı. Onun zamanında 6 reaktörü olan “Kozloduy” AES’de 4 reaktör kapatıldı. Klasmanda şimdiki durum çok daha kötü bir görünüm sergiliyor. Bulgaristan gözlerini Moskova’ya ya da başka bir yöne değil ancak ve yalnız Ankara’ya çevirmek zorundadır. Rusya’yı çileden çıkaran geleneksel gelişmeler: Bulgar halkı bir defa 1978 Harbinden ve Osmanlıdan koptuktan sonra Rus Çarı’nın herkesi besleyeceği sanmıştı. Bu öykünün bir masal olduğu kısa sürede anlaşıldı. Rusya’nın kendi çıkarı dışında kimseye bir yudum ekmek vermediğini artık bilmeyen kalmadı. Buna en büyük kanır, 1945’ten 1990’a kadar gece gündüz Sovyetler Birliği için çalışmamız ve sonunda kapı kapanırken borçlu kalmamızdır. Bugünkü durum: Sofya 2005’te NATO’ya üye olurken ki, bu iş 1953’ten beri NATO müttefiki olan T.C. ısrarlıydı, kalp sağ damarlarını biraz açtırdı. O zaman bir iki baypas yapıldı. Avrupa Birliği’ne (AB) üye olurken sağ gözündeki perdeyi açtırdı. Şimdi de uzaktan konuşulanları pek işitmediğinden ya da işitmezlikten geldiğinden olacak Putin burnumuzun dibine geldi ve kulak zarımızı patlatacak kadar güçlü ifa-


190

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

delerle “Güney Akım” işi yattı ve yıllık kaybınız 400 milyon Euro’dur, dedi. Üstüne üstelik “tutun kelin perçeminden der gibi, gidin zararınızı AB’den talep edin!” derken altını çizdi. Bu haberi alır almaz hem kulağımız hem de gözümüz iyice açıldı, kalbimiz dayanmadı. Putin bizi taşyürekli mi sanıyor, nedir!? Bu gibi olaylara artık alışmamız gerekirdi de, acı haberi almak insanı yıkıyor işte... Bu oyunları önce aynı numaraları biz Ruslara yapmıştık. Todor Jivkov bir defa L. Brejnev’le halk hatır olmak için Yalta’ya gitmişti, dört göz arasında 1 milyar dövize bozulur ruble istedi. Brejnev de ne yapsın. “isteyen bir dilenci vermeyen iki dilenci” kafasıyla önce biraz savsaklasa da, karar alırken KGB şefi Andropov’a danışmış olacak, Jivkov’a dönerek “İsviçre bankalarında şahsi hesap açmışsın oraya mı yatıracaksın!” diye soruverdi. Moskova Jivkov’un 1980’lerde Bavyera Başbakanı Strauss’la sıkı fıkı yakınlığını ve av sohbetlerini de unutmadı. Şimdi ben bunun sağ dönemeç için ilk hazırlık olduğunu düşünmeye başladım. Bu karışık işlerden şimdiye kadar kazançlı çıkan bir tek HÖH - DPS başçavuşu ve ara sıra Rusya’nın Bulgaristan istasyon şefliğini de yapan Ahmet Doğan oldu. Eski istasyon şeflerinden Başbakan A. Lukanov’un 1994’te sabah erken işe gitmek için evinden çıkarken üzerine sıkılan 4 kurşunla yere serildiğini ve Bulgarların şakaları ciddiye alarak hemen silaha sarıldığını unutamayan KGB, şopar Ahmet’e hemen her yanı zırhlı bir “Jeep” aldılar ve “saray”ın eski kapısını indirip yerine bir nikel-çelik kapı taktılar. Fakat o zamandan bu günlere birçok şey değişti, Ahmet Parti Başkanlığından saman çuvalı gibi atıldı, HÖH - DPS üye kitlesi ise tabanı kaynattıkça kaynatırken ya Türkler-Pomaklar ve Çingeneler olarak üçe bölünürüz ya da yönetimde köklü değişiklik yaparak eski kafaları çöp kofasına doldururuz, havasına girdi. Niyetleri kesin mi kesin! Düne kadar Moskova memesinden emen Ahmet de birden meme değiştirdi ve Avusturya’dan elektrik işleri başçavuşu sıfatıyla 1 milyon 200 bin Euro “komisyon” alarak Batıya baktı. Ardından HÖH - DPS İcra Müdürü de bir NATO - Avrupa - AB yaygarası kopardı ve sen misin sağ viraj almayı deneyen, Moskova’nın hiddetini tattı ve iktidar koltuğundan tepe takla düştü. Daha nerelerden düşecekler bir bilseniz...... Ruslar HÖH - DPS’den soğudu: Moskova’nın da eksikliklerinde parlayan ya da sızdıkça kokan taraflar var tabii. Rus Çingeneleri Puşkin zamanından beri “Kara Gözlüm” şarkısını söyleyip oyalı önlük açarak para topladıklarından etkilenen Ruslar, bizim saraylı çingene şopar bozmasının Türklerimizi bir türlü dilenmeye alıştıramamasına ve Türk-


Makale ve Analizler - 2014

191

lük uygarlığına dilenmedi dahil edememesine bir türlü akıl erdirememişler. Bu yüzden olacak, artık yalnız Bulgar demokratik kamuoyu değil, Rus makamları bile “Bulgar Etnik Modeli”nde iş olmadığını yazıp çizmeye başladı. Bu arada, Moskova’nın da dikkat merkezinde olan bir konu şudur. Bizdeki “PF” milliyetçi partisine kuduzların leşe üşüştüğü gibi toplanan aşırı ırkçıların Moskova’dan para aldıkları için kendilerini akıllı zannetmelerine rağmen, dili, dini, medeniyeti, devlet gelenekleri, ulusal şerefi, namusu vs. olan Bulgaristan Türkleri arasından en seçkinlerin kimilerinden bakan, bakan yardımcısı, belediye başkanı, vali, işletme müdürü, okul müdürü, yargıç, savcı vs seçilmesine karşı havlamasını da cahillik bulduğu anlaşıldı. Şu anda Putin de Ankara ziyaretinde olduğundan aşırı sağcıları yemleyen dış güçlerden kendisiyle danışmada bulunulacak kimseciklerin ortalıkta görünmemesinden olsa gerek, politika her bakıma stop etti, telefonlar kilitlendi. İkinci olarak da bu güçlerin çalabilecekleri başka kapı da kalmadı. Bir defa cildi kakao renkli Obama tüm ırkçıların yelkenlerini suya düşürdü. Bu bakıma bizimkilerin uluması da boşa zırlamadır. Şu dönem Türk komşuları rahatsız etsek, sınır çizgisine dikenli tel örgü germekle komşu kapısını kapadık, belki de ayıp olur, düşüncesi altında ezilenler artıyor... Bu gelişmeler ve HÖH - DPS saray kurtlarının bir iki bankanın içindeki kağıtları kemirdiği haberinin yayılması, Moskova’yı bizden iyice soğuttu. Eli kirli, yüreği zayıf, ruhu bozuk kimselerle el sıkışmak isteyen yok. Son bir senede Rusya’nın Sofya Büyükelçisi “saraya” uğramamış... Bu haberlerin, Putin’in Ankara demecinin vb. bizi soğutması bir yana Rusya bize gaz vermeyi keserse, kışı nasıl çıkarırız, onu düşünelim. Bu işin Bulgar’ı, Çingenesi yok. Soğuk, kar, kış, don ve buzlanma milliyet seçmiyor. Tuttuğunu donduruyor. Türklerden biri Şu Pazarcık Roman mahallesindeki cami baskını, yüzlerce açık ve gizli ajan besleyen “DANS” siteminin “Burka” örtülü Çingene kadını sayısının 1200 olduğunu, ülkede satılan “Burada” satın almışların ise 2500 olduğunu önceden öğrenememesi akıllara durgunluk verecek başka bir haber. Bunları yazarken bizim miller gerçekten kör cahil duruma geldi mi de doğru dürüst hesap yapamıyor diye düşünüyorum. Şu da var: Bulgar halkı Moskova ajanlığından etkilediği yıllarda olaylara yalnız sol gözle bakıyordu. Bizdeki körlüğün baştan ayağa siyah bürünmüş ve öcü gibi dolaşanları sayamayacak kadar ilerlediğini yeni yeni işittim. İşitilmemiş olan pek çok şeyler olduğuna artık kesin inanıyorum. Görülen köy kılavuz istemez. Kalp ameliyatı yarım kalamaz! Yolumuz Avrupa ile birleşmek ve yeni bir uygarlık kurmak olmalıdır.


192

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

1912’de Pomaklara Genel Saldırı

Rafet Ulutürk-04.Aralık.2014

1912- 1913’te Rodoplarda Pomak Türk kimliği Hıristiyanlaştırılarak yok edilmeye hedef oldu. Din, dil, isim, kimlik değiştirme zulmü genel ve şiddetliydi. Müslümanlığı yok etme eylemi bütün köyleri ve haneleri kasıp kavurdu. Pomak bölgeleri işgal edildi. Bulgar idari makamlarının köy ve kasabalara yerleşmesiyle 1912 yılında Müslümanların isim, soyadı, din, giyim ve yaşam tarzı değiştirmekle Hıristiyanlaştırılması işi öncelikli oldu. Müslümanlardan Hıristiyan yapma işini askeri din adamları - ordulu papazlar, günümüzde de ırkçılık, Müslümanlık ve Türk düşmanlarının başını çeken Makedonya İş Devrim Örgütü (VMRO) çeteleri, haydutların zorlamasından güç aldı ve yerel kilise görevlileri üstlendi. Bu zorlama o zaman Bulgar demokratik aydın tabakası tarafından tepkiyle karşılandı. Müslümanlara zorla kimlik değiştirmek isteyenlere karşı çıkanlar arasında, ön sıralarında yazar Anton Straşimirov’u görüyoruz.Savaş yıllarında çıkan “Tsırkoven vestnik” (Kilise Gazetesi) konuya adadığı özel bir yazıda iktidarı ve makamları Pomakları Hıristiyanlığı kabule zorlama zamanının asla kaçırılmaması gerektiğine uyardı. Yazıda, acele edilmesinde ve enerjik davranılmasında ısrar ediliyordu. “Zamanın uygun olduğuna” işaret edilirken, kamuoyunun aynı görüşte olduğuna yer verilmiyor, olaya yalnız Bulgar Ortodoks kilisesi açısından bakılıyordu. Bu saptama Çar ve hükümet çevrelerinde destek buldu. Hıristiyanlaştırmayı örgütleyen Çar ve Başbakan! Pomakları Müslüman dininden Hıristiyan dinine geçmeye zorlama konusuna ilişkin ayrıntılı bilgi için rahip d-r Stefan Yankov konağa çağrıldı. Çar Ferdinand ile eşi gerekli malumatı aldıktan sonra Yüksek Ruhani Meclis Sekreteri Stefan Kostov konuyla ilgili başbakan İv. Ev. Geşov’a da gerekli bilgileri iletti. Pomak yerleşim yerlerine küçük kiliseler inşa edilmesi, bunlara din kitapları, ruhani giysi ve gerekli görülen başka dinsel eşyaların sağlanmasına gerekli paraların toplanmasıyla birlikte Kızıl Haç örgütünden de Hıristiyanlığı yeni kabul edenlere hediye olarak kalpak, İncil, ayakkabı, elbise sağlanması için yardım yine başbakandan istendi. Güney Rodoplar’da Hıristiyanlık nasıl dayatıldı?


Makale ve Analizler - 2014

193

Müslüman Pomakların isim ve soyadlarını değiştirip Hıristiyan dinini kabul etmeye zorlanmalarını öngören bir program 1912 sonunda Yüksek Ruhani Meclis tarafından hazırlandı ve 1913’ün Ocak ayında onaylandı. Bu program bir “ruhani görev” olarak saptanırken işin önünde papazlar olmakla bir sürü din görevlisi eyleme katılacaktı. Görevliler bu çalışmaları iki ayrı bölgede yürüteceklerdi. Biri, Güney Rodoplar ile Gümülcüne. İkincisi Nevrekop (Gotse Delçev) bölgesiydi. Güney Rodop-Gümülcüne bölgesinde isimler ve din değiştirilerek Hıristiyanlığı kabule zorlama 1912’de başladı. Genel Kurmayda Dinİşleri Başkanı olan Stara Zagora piskoposluğunu yöneten Dragovo papazı Yosif işin başına geçti. 8 kilise hizmetçisi ve bir ayinci ona yardım edecekti. 25 Nisan 1912’de papaz Yosif sağlık nedenleriyle izine ayrıldığında yerine Sofya Metropolit hanesinde piskopos naibi olan Levki papazı Varlaam’a atandı. Güney Rodoplar’da Pomak nüfusun Müslüman isimlerinin değiştirip Hıristiyan dinini kabul etmeye zorlanırken Bulgar makamlarca atanan ve köy bekçisi veya polis olarak görev alan bazı yerli Pomaklar da bağlandı. Onların vazifeleri arasında, Pomakların Bulgar isimlerinin yazı olduğu sicil defterlerini korumak; Çan çalıp ayine çağırmak; yerlilerin ayinlere katılıp katılmadığını gözetlemek; Müslüman ahaliyi Hıristiyan yaşam usulüne göre davranmaya alıştırmaktı. Onlara belirli şartlarda isim değiştirme yetkisi de tanınmıştı. Örneğin papaz yardımcısı görevinde bulunan Hasan Saidov ile Petkovo köyünden Dimitır Kurtev’in Eski Köy (Mala Arda) sakinlerini isimlerini değiştirmek için hane hane silahla gezip Pomakları bir kilise haline getirilen eski camiye zorla toplamak da vardı. Köylülerin isimleri vaftız edilmeden, bir mum bile yakılmadan apar topar değiştirilmişti. Papaz yardımcıları köylülere Hıristiyan adı koyup Pomaklara birer haç takıp, başlarına kalpak geçiriyordu. Kiliseye çevrilen camilerin minareleri yıkılıyordu. Eski Köyde çanlar cami avlusundaki ağıcın dalına asıldı. Pazar ayini için çanı Petkovo’lu Papaz Hariton gelip çalıyordu. O, isim değiştirme ve Hıristiyanlığı çok yönlü dayatma işini Petkovo köyünde başarılı gerçekleştirdiğine dair raporunu yazmazdan önce, Blatevo köyünde kurşuna dizilen 18 Pomak Arda ırmağı üzerindeki köprüden suya atıldı. Bu Pomaklar Petkovo köylüleriydi. Çok direnen ve büyük sayıda kurban veren Petkovo Pomakları belirli bir zaman sonra mukavemete ara verdi. Kurtuluşu Gümülcüne ye kaçmakta bulanlar da oldu. Kaçanlardan biri olan Hafız Hasan 1932’de köyüne döndü. İsim ve din değiştirme konusunda sert baskı altına alınınca yakınlarının yaşadığı Bursa’ya kaçtı. Ürpek (Krıstevo) köyünde isim ve din değiştirme faciası 1913’te başladı. Dininden vazgeçmek istemeyen Ayşe Paşalieva öldürüldü. Ürpeklilerin isimleri hem muhtarlıkta hem de camide değiştirildi. Müslüman ismi ve dinimizin azılı düşmanı olan Papaz Kuzey Bulgaristan’ın Çevren Bryag kasabasından gelmişti.


194

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

1912’nin son günlerinde çeteci haydutlar Dolaşır (Zagrajden) köyünü kuşattı ve daha sonra ele geçirdi. Köyünü namusunu dinini ve ismini şerefle savunan Recep Bekir şehit düştü. Ordu birlikleriyle beraber köye kırmızı at üstünde papaz da girdi. Ahmet Karşılı Papaz naibi atandı. Dolaşır camiine toplanan köylülerin isimleri caminin mihrabı önünde değiştirildi. Balcı Dere, Kanievo, Susuz Köy (Bezvodno) Hasan Köy ve Alaburun Pomaklarının isimleri de aynı camide değiştirildi. Hambar Dere köyünde ismini ve dinini değiştirmek istemeyen yaşlı bir kadın öldürüldü. Köylülerden birçoğu Gümülcüne ve Bursa’ya kaçtı. Daha sonraki yıllarda Dolaşır köyüne dönenler oldu. Söğütçük (Vırbina) köyünde cami minaresi yıkıldı. Cami içine haçlar asıldı. Avlusundaki kirazda çan sallandı. İsim ve din değiştirmeyi kabul etmeyen köylülerden çoğu ormana kaçtı. Askerler köylüleri toplayıp geri getirdi ve zorla Hıristiyanlaştırdılar. Vaftiz edilen ve buhur dumanı koklatılan köylüler papazın cüppesini öpmeye zorlandı ve ardından isimleri değiştirildi. Erkeklere kalpak dağıtıldı. Kadınlar geleneksel Pomak giysilerini çıkarmaya zorlandı. Papazların başka köylerde de işi olduğundan Söğütçük Pomakları Hıristiyan adet ve geleneklerine uymada birbirlerini kontrol etme şartıyla serbest bırakıldılar. Osman Veleski ve Hasan Truski denetleyici olarak atandı. Kilise durumuna getirilen eski camilerine sözde istavroz çekmek için giren köylüler namaz kılmaya devam ettiler. Trın köyü bir merkez köy ve yol kavşağı olduğundan, onlar şimdiki adı Trıbişte olan komşu köyde vaftiz edildiler. Yonuz Dere köyünde köy imamı Hasan Kaftacı da vaftiz edildi. Onun Hıristiyanlığı kabul etmesi öldürüleceği haberini aldıktan sonra oldu. Yonuz Derede askeri karargâh da kuruldu. Alelacele bir kilise de yapıldı. Yani vaftiz edilenler istavroz etmek için bu kiliseye getiriliyordu. Akpınar (Byala Reka) köylülerine de vaftiz ettirildi. Erkeklerin fesleri toplandı ve kasket dağıtıldı. Kadınlar da renkli önlüklerinden oldular. Dvutköy’de (Davitkovo) isim ve din değiştirme saldırısına ilk kurban giden bir Pomak’ın fesi oldu. Kafasına kasket geçirilen imam Hasan’ın da adı ve dini değiştirildi. Caminin minaresi yıkıldı ama Müslüman Pomaklar gelecek sene yeni minare diktiler. Elekçe Köyde (Starsevo) Pomaklar 1912’nini Kasım ayında vaftiz edildi. Köye katır sırtında getirilen büyük kazan cami içinde ocağa kondu. Yaşlılara su serpilirken, çocuklar kazanda yıkandı. Papaz hepsine haç çekmeyi öğretti. Camiden kilise yapıldı. Avludaki asırlık ağıcın dallarına da çan asıldı. Hüseyin Sandov’un işi her Pazar çan çalmaktı. Hıristiyanlığı kabul etmediklerinden dolayı köylülerden çoğu Bulgar Prensliğindeki Bratsigovo kasabasına sürüldü. Din değiştirme kampanyası sona erdikten sonra köylerine dönen pek olmadı. Trımbaş adlı bir


Makale ve Analizler - 2014

195

köylü Hıristiyan dinini kabul etmeyince, Uzun Dere köprüsünden sallandırıldı ve direnmeye devam ederken sulara atıldı ve ayini okundu. Tikla (Sredets) Granatşi Burevo, Kozarka, Koçani köyleri ve etraf mahalleler vaftiz işinin yapıldığı Ravnitsa mevkiinden uzak kaldığından isim değiştirme Hıristiyanlıştırma merkezleri iki oldu. Merkez konumlu olan Tikla’da ahşap olan minare kesildi. Cami avlusunda bir büyükçe taş üzerine çıkan papaz, sıraya dizilmiş olan Pomakları birer birer vaftiz etti. Ravnitsa mevki iğinde Pomakları Selvi’den (Sevlievo) gelen bir Papaz vaftiz etti. 1912’de Ahi-Çelebili Pomaklardan Salih Aguşun Pomakları yazı Kirazli’da kışı da Toz Pınar’da (Mogilitsa) geçiriyordu. Albay Vl. Serafimov emrindeki askeri birlik Salih Aguş sorundaki Pomakları eski Bulgar zengin ailelerindenmişler gibi tanımak istediğini gizlemiyordu. Aguşların vaftiz edilmesini isteyenlerin iki arzusu vardı: Bu Pomak soyunun Rodoplardaki otlakları ve tarlaları sonsuzdu. Sürüleri de kalabalıktı. Ekonomik bakıma durumları iyi olan Aguşların manevi etkisi ve nüfusu da büyüktü. Bu soydan müftüler vardı. Ahi-Çelebi müftüsü Hacı Salih ve diğer Müslüman alimler Toz Burun, Paşmaklı (Smolyan) ve Smilyanda müftülük yapan Hüseyin Efendi ile Mehmet Aguş saygın kişilerdi. Tırın köyü imamı Dalgıç Aguş Efendi de onlardandı. İstanbul’da Mehmet Aguş, İzmir’de Petref Bey ve Filistin’de Hasan Şakır Bey hep aynı köklerdendiler. Aguşeflerin din değiştirmesi ve eski kimliklerinden sözde vazgeçmeleri daha tantanalı bir ortamda geçsin niyetiyle törene Ekzarh Stefan da davet edilmişti. Daha sonra bir mandıra halinde işletilen ve bugün de ayakta olan bir bina kilise haline getirildi. Tüm çabaların boşa gittiği öğrenildi. Aguşlar soyundan kimsenin ismi ve soyadı Bulgar siciline kaydedilmedi. Üstüne üstelik Aguşlar soyundan hiçbir Bayan papazın dağıttığı elbiseleri giymedi. Şu da var, gergin ortama karşın, Aguşlar soyundan hiçbir kimse Yunanistan’a ya da Osmanlı topraklarının derinlerine doğru kaçmayı denemedi. Soğukkanlı, sabırlı ve cesur davranışları Aguşlar soyunu kan dökmeden korudu. Mogilitsa köyünde Aguşların ırgatlarından biri din değişikliğini kabul etmeyince öküz gibi boyunduruğa koşuldu ve saban çekti. Bu ırgatın aslında bir Hıristiyan olduğu anlaşıldığında, ikinci defa Hıristiyan yapılmıştı, gene de inanmadılar ve genci çırılçıplak soydular. Darı Dere (Zlatograt) kasabasında 600 - 700 Pomak ve 100 hane Bulgar yaşıyordu. Bu kadar kalabalık bir Müslüman nüfusun vaftiz edilmesi için büyük sayıda Papaza ihtiyaç vardı. Halen Kırcaali iline bağlı Emlener köyünden olan (Dobromirtsi) ve Osmanlı askeri birliğiyle beraber Darı Dere’ye taşınan Ali Bey’in Konağına doldulaer. O yıllarda Darı Dere’de “Ts. Georgi” adlı bir kilise de vardı. Darı Dere Pomaklarından daha fazları bu kilisede vaftiz edildi.


196

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

1912 yılı sonunda Tekir köyünde (Sevino) Hıristiyanlığı kabul ettirme zulmü Hafız Emin’in Konağında uygulandı. Askerin kuşattığı konak duvarlarının içinde su kaynatıldı ve kandil yakıldı. Daha sonraları Türk çeteleri tarafından hesabı görülen Hüseyin Maletsov, Gudevitsa köyünde Pomakları vaftiz ederken yardım etmişti. Bu köyde Hasibe Kör ve torunu öldürüldü. Caminin minaresi yıkıldı. Cami eşyaları ve köylülerin varı yoğu talan edildi ve katıra yüklenip kaçırıldı. Palas (Rudozem) kasabasına yakın olan Borie köyünde isim ve din değiştirmeye Ustino’lu papaz Tonyo Georgiev zorladı. Borie köylüleri asker dipçikleriyle dipçiklenerek Şerif Şerifov’un evine dolduruldu. Çardaktan Pomakların üzerine kutsanmış su serpildi. İsmilyan köyünde vaftiz papazı Çokmakovo köyünden özel olarak gelen Papaz Çakırov ve yardımcısı da muhtar Tomçev’ti. İsmilyanlılar vaftiz edilirken çobanlardan Emin Ilıcalı ve Bekir yardım ettiler. Caminin minaresi devrildi, Konaklar ateşe verildi, Kaynarca mahallesi de yıkıldı. Pomakların zorla vaftiz edilmesinden sonra, sindirildiklerinden dolayı Osmanlı İmparatorluğu derinlerine kaçan Pomakların evlerine ve topraklarına Çomakovo, Arda ve Gudevitsa köylerinden Bulgarlar yerleştirildi. Bu köyde de Pomak erkeklerin fesleri toplandı ve kalpak dağıtıldı. Kadınların fırtlarındaki fereceler toplandı ve onlara yeni tip başörtüsü dağıtıldı. Papaz Çakırov’un ayinlerini daha iyi işitebilmeleri için bayanların kulakları görünür şekilde açıkta tutmaları dayatıldı. Köy camisi kilise yapıldı. Hıristiyan isimleri Simo ve Mityo olan köy bekçilerinden Sülü Seyitov ile Mehmet Recebov’tan Hıristiyan dini istemlerine ve usulüne göre yaşayışa geçilmesini denetlemeleri istendi. Ravnina köyü sakinleri camiye toplandı ve isimleri değiştirilirken vaftiz de edildiler ve her Pazar kiliseye toplanıp dua ezberlediler. Ramazan ayında köyleri dolaşan bekçi Mehmet Recebov Pomak hanelerine girip oruç tutup tutmadıklarını denetledi. Moratev höğü adlı yerde bir kilise kurma planı da çizilse de, taşlar taşınmış ve bir bir üstüne yığılı kalmıştır. 2014 Bulgar aşırı sağ milliyetçilerinin, Pomak, Türk Müslüman düşmanlığının kökleri 1912’lere işte bu şekilde iniyor. Bu memlekette 100 yıl boyunca hep aynı oyun oynandı. Devletin derdi hep Müslümanların ismi, soy adı, mezar taşı, dini, sünnetti, elbisesi ve dili oldu. Bu sorun bir an bile huzur yaşamadan tekerlene tekerlene günümüze geldi. Biz bugün “Bulgar Etnik Modeli” çöpe atılmalıdır derken, tüm bunları yani dedelerimizin, babalarımızın ve kendi çilelerimizi birlikte ele alıyoruz ve yeni kuşağın aynı çileyi çekmemesini istiyoruz. Demokratikleşebilirsek bu çiller sönebilir. Rodoplardaki 1912 isim ve din değiştirme araştırmamız devam edecektir.


Makale ve Analizler - 2014

197

Nefsi Tutulanlar

Şakir Arslantaş-05.Aralık.2014

Konuşamaz oldular. Bu defa Bulgarlar da yutmadı ve demokrasiden yana olanlar HÖH - DPS kararlarına karşı başkaldırdı. Olay nedir? 05 Ekim 2014 erken genel meclis seçimi aday listeleri sözde fahri başkan olan, aslında parti içi baskıyı şiddetlendirmekten, otoriter diktatörlük ve totaliter zulüm politikasını yeni yeni ayak oyunlarıyla ve biçimlerde sürdürmekten başka hiçbir işi olmayan Ahmet Doğan tarafından hazırlanmıştı. İcra Müdürü müsveddesi Lütfü Mestan hiçbir değişiklik yapmadan aday listelerini gizli istihbarat ve bazı diğer kendileri faal ama adı olamayan devlet makamlarıyla gizlice danıştı. Fakat örgütlerdeki gizli ajanlardan gelen haberlerde Türk, Pomak ve Müslüman Çingene seçmen kitlesinde hareketlenme olduğuna, seçmenlerin kahvelerde toplanın saatlerce konuştuğuna, yani kitlenin kaynamaya başladığına ve “kazan devirme” gibi deyimler kullanıldığına işaretler vardı. Seçim arifesinde GB haber ajansı yorumlarında ise, HÖH - DPS örgütünün memnun olmadığı, seçimlerde majoriter oy kullanmak istediği, kendi milletvekilini kendisinin seçmek istediği yazıyordu. Yayınlanan HÇH-DPS milletvekili aday listelerinde başı çekenler Ahmet Doğan ile Lütfü Mestan’ın en sadık adamlarıydı. Bunlardan birçokları, yalnız Sofya Romanı İliya İliev ya da elektrik kaçakçısı Samakovlu “Bay Sali” değil, Türk ve Pomak bölgelerine dayatılan adayları da halk istemiyordu. Seçmenin gözünü bağlayıp fark ettirmeden boyamak için Kırcaali’de, Haskovo’da ve Pazarcık gibi merkezlerde Cuma namazından sonra toplanan imzalarla istedikleri adayları meclise göndermek isteyenlerden söz edildi. Fakat kazan yalnız HÇH-DPS ocağında değil, Bulgar partilerin de içi kaynıyordu ki, “öncelikli seçme hakkı” adı altında şöyle bir değişiklik getirildi. Seçmen, elindeki listeden istediği ismi çizip “liste başı” yapma hakkına sahip olabildi. Bu bir yere kadar majoriter sisteme yani mutlak ekseriyet usulüne geçiş anlamına geliyordu. Sistem içinde ikinci bir sistem gibi bir şey oluştu. Bulgaristan seçimleri için farklı bir uygulamaydı. T.C.deki seçmenlerimiz bu uygulamayı doğru algılar ve seçimlerde kendi seçimlerini yapıp kantarın topuzunu oynatır ve oyunbozanlık yapar korkusu “Türkiye’deki soydaşlarımız için geçerli değildir” eki kondu, ardından dış ülkelerde bulunan 2.5 milyon Bulgar vatandaşı da önce-


198

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

likli oy kullanamaz, dendi. Bu vatandaşın insan haklarını kısıtlamaydı, ama herkes sustuğu için geçiştirildi. Böylece Seçim Yasasındaki bu son biçin ancak Bulgaristan içindeki sandıklarda geçerlidir ve kullanılabilir durumu ortaya çıktı. Öyle ama bu da çok tehlikeli bir durumdu. HÖH - DPS “saray” kurtları liste başına gümrük kaçakçısı, banka soyguncusu, uluslar arası para operasyonlarıyla aklayıcıları, kumarhane babalarını, dalavere ardından dalavere çevirip KTB gibi bankaların içini boşaltan ve 4 - 5 milyarı aşıranları, meclise girip dokunulmazlık kazanmazlarsa hapishaneyi boylamaları yüzde yüz garantili olanları koymuştu. Seçmen kime oy vereceğini kendisi seçerse ipleri pazara çıkmış bu kalın enselileri iskarto edip hurdaya atabilirdi. İşe yaramayan ama sağdık olan “kadroları” koruma operasyonu düşünüldü. “Saray” kâtipliği bir “Yemin Belgesi” hazırladı ve bütün il, ilçe ve muhtarlık seçim komisyon başkanlarına, HÇH teşkilat başkan ve sekreterlerine ve HÖH sırtından avantadan geçinenlere, yalakalara ve ihbarcı hademe sürüsüne imzalattılar ve birçok yerde seçmen önünde de okuttular. Bu “Yemin Belgesi” aslında BG Seçim Kanunda yapılan son seçim sistemi kural değişikliklerini rafa kaldırıp, seçmenlerin kanuna göre oy kullanarak, liste içinden tercih yaparak, listeyi alt üst edip halka yararlı olan, halkın gönlünde olan, halkımızı düşünen ve ömrünü ona feda edenlerin liste başına geçirilmesini engellemekti. İmzaların toplanması ve listelerin “saray” kurduna götürülüp teslim edilmesiyle iş bitmedi. Uyanan Bulgaristan Türk, Pomak ve Çingene seçmenler istedikleri, sevdikleri, güvendikleri adayları seçmekte özgürdü ve bildiklerini okumakta ısrarlıydılar. Ve dengeyi bozmaya, yeni bir seçim sistemi istediklerine işaret vermeye kararlıydılar. Mecliste tanımadıkları adamları değil kendi temsilcilerini, onları unutmayacak milletvekilleri göndermek istiyorlardı. Seçim listeleri karışır ve sarayda kurulan denge bozulursa parti çökebilirdi. Hiç olmadı parti de iç çöküş başlayabilirdi. Bu cümle artık elektronik iletişim araçlarında kullanılıyor ve kahvelerde de dillendiriliyordu. “www.bghaber.org” zaten bu çöküşün kaçınılmaz olduğunu diline dolamış ve sakız gibi çiğneyip şişiriyordu. Yani genel geçerli ve yasal olan proporsiyonel - Oranlı Seçim Sistemi içinde bir de majoriter - Çoğunluk Seçim Sistemi uygulanacaktı. Aslında bu Cumhurbaşkanı Plevneliev ile demokratik kamuoyunun talep ettiği % 50 oranında majoriter - Çoğunluk Seçim Sistemine geçilmesi yönünde bir deneme olacaktı.Seçimde demokratikleşme yolunun böyle açılabileceğine ve parti liderlerinin liste belirleme baskısını kıracağına inananlar çoktu. Mayıs 2014’te yapılan AB Genel Kurul milletvekili seçimlerinde Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) Başkanı Sergey Stanişev’in bu sistemle liste başından geri sıralara atılması, seçmen için inandırıcı bir kanır ve yeni bir umut olmuştu.


Makale ve Analizler - 2014

199

Yani sonuçlar gecikmedi. 05. Ekim 2014 günü HÖH - DPS emirlerini, muhtarların, parti yerel temsilcilerinin ve sandık başında görev alanların uyarılarına, tembihlerine, göz şişirmelerine rağmen değişim başladı. Bulgaristan Türk, Pomak ve Çingene seçmen “kimseye boyun eğmeye niyeti olmadığını” bu gidişle son “zincirleri ve kelepçeleri kırmaya hazır olduğunu”, özgür seçme ve seçilme hakkını uygulamakla evlatlarının ana dilde okuyup yazmasını bile engelleyen “Bulgar Etnik Modelini” - HÖH - DPS otoriter zulmünü kırabileceğine inanmıştı. İlk zafer haberleri Türklüğün en fazla zulüm gördüğü merkezlerden geldi. Kemaller - İsperih’te tarım mühendisi Güney Hüsmen seçildi. Blagoevgrat liste sıralamasını bozdu. Sandıktaki durum değişti. Liste başına Musa Palev’i geöti. Seçmen sevip saydığı kişiyi milletvekilliği ile şereflendirdi. Tabii o an dananın kuyruğu koptu. “Liderlerin” nutku tutuldu. HÖH - DPS “lider” takımının yeni seçilen milletvekillerinden Güney Hüsmen ile Musa Palev’i Hak ve Özgürlükler partisi (DPS) parlamento grubundan atması ve gerekçe olarak da halkın öncelikli tercih hakkını kullanarak seçilmiş olmalarını gösterilmesi, Bütün Bulgaristan HÖH saflarını titretti. Halkın tepkisi çok büyük oldu. Kemaller ile Blagoevgrat’a seçmen artık “Bizi unutun!” sloganı yükseltti. Meclis bileşiminden tercihli oy kullanımıyla milletvekili seçilen Reformcu Bloktan Martin Dimitrov ve Sosyalistlerden Georgi Kadiev tepki sesi yükseltti.Lider listelerinden çıkan milletvekillerine “kukla” ve “uslular” dendi. Bulgaristan’da seçmenin “oy makinesi” haline getirildiği belirtildi. Bu saldırı eylemleri “öncelikli kişilerin seçilmesi” ayrıcalığının kaldırılmasını hedeflediği ve demokratik kazanımlara vurulan yeni bir darbe olduğu önemle ifade edildi. Ancak yönetime yakın olanların. Yönetime uşaklık edenlerin meclise girme şansı olduğu belirtilirken, demokratik hakların ve özgürlüklerin genişletilmesi mücadelesinin genişletilmesi çağrılarında bulunuldu. Konu Eski Tarım Bakanı ve HÖH - DPS Merkez Yönetim Üyesi Mehmet Dikmeyi de harekete geçirdi. O, Güney Hüsmen ile Musa Palev’in DPS Meclis gurubundan atılması, parti yönetiminde otoriter diktatörlük olduğunu ve partinin totaliter yöntemlerle yönetildiğini bir daha kanıtladı, dedikten sonra, gelecek seçimlerde Lütfü Mestan ve diğer parti yöneticisi kadroların meclis dışı kalma olasılığından söz etti. Değişim başladı. Kimin hükumette olduğu hiç de önemli değil. Gençler aydınlar, sivil toplum örgütleri yine baş kaldırdı. Hareketlenme yavaşça da olsa ilerlerken sürat kazanacağına inanmak istiyoruz. Umutlar yeşeriyor. Bu gelişim


200

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ortamında bilinçli seçmenlerimizin yani halkın sözde “liderleri” şaşırtıp “şok” edici nitelikleri olduğuna ışık tutyan kısa bir masalım var: Bir gün komşumuz Hasan dayının eşeği çayırdaki kuyuya düştü. Çıkarmaya heveslilerde pek bir ateşlenme olmayınca, Hasan dayı: - “Kuyuda suyu bozulmuştu, eşek de çok yaşlı,” der demez, dile gelen: - “Doldursak mı yoksa!” oldu. Doldurup düzlemek ve üzerine bir iki büyükçe taş dizmek, herkesin aklına yattı. Evine ve avlusuna çeşme geleli Hasan dayı kuyudan su çekib sebze meyve ağıcı solama işini rafa kaldırmıştı. Biz gençler el arabalarıyla toprak taşıyıp kuyuya dökerken, eşek de ayaklanmış, toprakları çiğneyip sıkıştırıyordu. Kuyu dolduğunda eşek karşımıza dikildi ve hepimize zekâsıyla parmak ısırttı. Gün gelir, seçim sandıklarından da halkımızın öz dava evlatları çıkar ve HÖH - DPS “elit” kadrosu bu defaki gibi nutku tutulmakla kalmaz, dilini de yutar ve alıp başını geldiği yere geri gider. Biz onlardan, onlar da bizden kurtulmuş olur ve demokrasi gerçek raylarına oturur ve hürriyete doğru yol almaya başlar..

Bulgaristan Taharetlen(e)miyor

Raziye Çakır-07.Aralık.2014

Bulgaristan’da 25 senedir “lustratsiya”, yani taharet konuşuluyor. Google çeviriye göre, Bulgarca’ya “lustratsiya” kelimesi, Latince’nin “lustratio” (taharet) kelimesinden gelmektedir. Türkçe’de ise, bunun anlamı Arap kökenli “taharet” kelimesidir, yani arınma, temizlenme anlamındadır. Bulgaristan’da çağdaş, demokrat, halkını düşünen gerçek vatanseverler, senelerdir “lustratsiya” (taharet) derken, eski rejimin yöneticilerini ve onun gestaposu sayılan eski DS ajanlarını pislik olarak görüyorlar; ki bunları devletin yasama, yürütme organlarından, kadrolarından, banka yönetimlerinden, eğitim kurumlarından temizlenmelerinden bahsediyorlar. Aslında zulmün bir parçası olan bu rejim maşalarından ve DS ajanlarından taharetlenmeye en çok Türklerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde ihtiyaç var... Örneğin Kırcaali bölgesindeki 7 belediye başkanının ya babaları ya da kendileri şu veya bu şekilde eski rejimle ve onların şimdiki DS uzantılarıyla bir bağ-


Makale ve Analizler - 2014

201

lantıları vardır. Şimdiki Kırcaali belediye meclisi başkanı Raif Mustafa ise eski DS subayıdır. Hükümet değişikliğinden dolayı, Kırcaali vali yardımcılığından istifa etmek zorunda kalan Nazmi Mümün, namı diğer kızıl Nazmi veya Romanov da eski rejim döneminde zulmün bir parçası olanlardandır. Bugün, başta parti başkanı Lütfi Mestan ve parti başkan yardımcısı Ruşen Riza olmak üzere, “Türk partisi” olarak lanse edilen HÖH - D(P)S, bünyesinde dört milletvekiliyle Bulgaristan parlamentosunda en çok eski DS ajanı bulunduran partidir. Bilindiği gibi Türk- Arap isimleri taşıyan DS ajanları, kendi soydaşlarına ve kendi halkına zarar vermek, yani ihanet etmek için yetiştirilmişlerdir. Örneğin HÖH - D(P)S yıllardır iktidarda olmasına rağmen... Sofya’da nüfusa göre doğum oranı - % 1,4 iken, Türklerin yoğun olarak yaşadığı Silistre’de bu oran - % 8,1 (Sofya’dan 5 - 6 kat daha kötü), Razgrad’ta bu oran ise - % 6,2 (Sofya’dan 4 - 5 kat daha kötü) olmuştur. İstatistiklerine göre, Sofya’ da yeni doğan bebeklerdeki ölüm oranı % 4,4 iken, Türklerin yoğun olarak yaşadığı Razgrad’ta bu oran % 13,1, Eskicuma’da 9,1, Kırcaali’de 11,8’dir, yani Türklerin bebekleri ortalama 2,5 kat daha fazla ölüyor. Yine nüfusa göre ölüm oranları Sofya’da % 11,9 iken, Silistre’de bu oran % 16,8, Eskicuma’da % 16,2’dir, yani Türkler % 30’daha az yaşıyor. Türklerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerdeki gelir düzeyi de, diğer bölgelere göre hayli düşüktür. Örneğin Sofya’da ortalama yıllık maaş 12 bin 59 Leva iken, fazla Türk yaşamayan Eskizağara ilinde ortalama yıllık maaş 9 bin 117 Leva, Türklerin yoğun olarak yaşadığı Kırcaali ve Silistre’de ise yıllık maaş geliri ortalama brüt 6 bin 200 leva civarındadır. İşsizlik oranı Razgrad’ta % 21,4, Silistre’de % 16,8, Eskicuma’da % 15,5 iken, pek Türk yaşamayan Eskizağara bölgesinde işsizlik oranı % 7,1 civarındadır. Bulgaristan’da Türklerin yaşadığı bölgelerde eğitim ve din işleri senelerdir HÖH - D(P)S’nin kontrolüne bırakılmıştır, Okul müdürleri ve müftü atamaları, onların kontrolünde yapılır... HÖH - D(P)S, görev icabı, 25 senedir Bulgaristan’da Müslümanlığı ve Türklüğü hemen hemen bitirme noktasına getirmiştir... Yukarıda sayılan merkezlerde tek bir Türk çocuğu Türkçe eğitim almamaktadır.


202

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Cuma namazlarına Müslüman erkeklerin sadece % 1’i gitmektedir, onların da yaş ortalaması 70’in üstündedir. DS ajanlarının örgütlü olduğu gibi, Türklüğe karşı şahsi gayretleri de vardır... Örneğin İridere’de birkaç yıl öncesine, – Türkçe eğitimi kaldırılıncaya kadar - Türkçe öğretmeni olan eski DS ajanı Seyfi Halilov, Türkçe dersinde, Türkçe ders yerine, çocuklara resim yaptırdığı herkes tarafından bilinen bir gerçektir. BSP, HÖH - D(P)S ve ATAKA hükümetinin son günlerinde aynı Seyfi Halilov’u Kırcaali bölgesi ana dili müfettişi atamak istediğini, fakat daha sonraki teknokrat hükümetinin bunu onaylamadığı için ne kadar şükretsek azdır. Çünkü Kırcaali’de ana dili müfettişi, Türkçe dersi müfettişi demektir. HÖH - D(P)S, Seyfi Halilov gibi eski DS ajanlarını ana dili müfettişi yaparak, Kırcaali bölgesindeki kasaba ve şehirlerde olduğu gibi, sadece şehirlerden uzak birkaç köyde okunan Türkçe’ye son vermek istediği apaçık ortadadır. Aynı Seyfi Halilov, daha sonra Kırcaali’nin Dedeler (Miladinovo), müdürünün de eski DS ajanı olduğu köy okuluna öğretmen olarak atanmıştır... Kırcaali ve bölgesinde binlerce işsiz genç varken, görüldüğü gibi eski DS ajanları ve onların çocukları işsiz kalmıyor... Seyfi Halilov, sadece bir örnektir. Türklerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde, bunun gibi resmi devlet kuruluşlarından taharetlenmesi gereken yüzlerce DS ajanı vardır. Bulgaristan’da kurulan yeni hükümet, kamu kuruluşlarından bu eski DS ajanlarından taharetlenme gayretleri gösterse de, aynı hükümeti dışarıdan destekleyen Bulgar etnik milliyetçilikten beslenen Patriotar Cephe, pardon “Patriot Cephe”, yani “Vatansever Cephe” oluşumu, bu gayretleri kösteklemektedir. 25 senedir Türkleri sindirip sömürdüğü için, HÖH - D(P)S, Bulgaristan’a hakim olan bazı çevrelerin hoşuna gidiyordu, fakat HÖH - D(P)S’nin adı bazı yolsuzluk olaylarına karıştıktan sonra, aynı çevreler, kendi soydaşlarına ve kendi halkına ihanet edenlere güvenilemeyeceğini anlamış olacaklar ki, HÖH - D(P) S’ye mesafeli davranmaya başladılar. Polonya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Romanya gibi eski Doğu Bloku ülkeleri, kendi kamu kuruluşlarındaki eski rejim ajanlarından taharetlenmek için çoktan yasalar çıkartıp uyguluyorlar ve ekonomik olarak da Bulgaristan’dan kat kat iyiler... Bulgaristan’da ise eski komünist partisinin devamı olan BSP, HÖH - D(P) S, Patriotar cephe ve ATAKA gibi Rusya güdümlü partiler, Bulgaristan’da da


Makale ve Analizler - 2014

203

kamu kuruluşlarında görev alan eski DS ajanlarından taharetlenme yasası çıkartılmasına engel oluyorlar.

Can Veremezler

Dr. Nedim Birinci-07.Aralık.2014

Almak kolaydır. Vermekse zordur. En zor olansa can vermektir! Bizim ahlakımızdaki en ağır lanetler: Can veremez İnşallah! ya da Allah canını almasın! Beddua ahlakımızda çok seyrek kullanılsa da, halkımızın her zaman dilinin altındadır. Düştüğü yeri ebediyen yakar. Bulgar Ulusal Televizyonu 1. Programındaki Türkçemizle 10 dakikacığımız – en son edinimlerimizden biridir. Bu 10 dakikacık haber bülteninin bizim için büyük önemi şudur: Bir kara haber gelirse başkasından değil kendi eclatlarımızdan, bizim sözcülerden işitiriz, umudu vardı hep içimizde. Biz Türkleri ve Müslümanlar 1984’ten beri Sofya’dan hayırlı haber beklemeyiz! Büyük kötülükler edenlerden büyük iyilik gelmez. Bu bizim bilinçaltımızdaki ana çizgidir. Kötülüğünü gördüğümüz bir devletten, bizi yok etmek için vurucu saldırgan güçler, kuduz köpekler yetiştiren ve onları üstümüze kışkırtanlardan ve onlara yama olanlardan biz hayırlara vesile haber gelmesi, beklenebilir mi? Asla beklemedik! Bulgar TV yayınlarından anadilimizdeki haberlerden başka bir şey izlemeyiz. Onlar bizim okullarımızı, okuma evlerimizi, radyo yayınlarımızı, basım yayın merkezlerimizi, gazetelerimizi, dergilerimizi, kitapçılarımızı, kütüphanelerimizi ve manevi kültürel alanda daha nelerimiz varsa her şeyimizi kapattılar. Şairlerimiz, yazarlarımız hapislerde çürüdü. Sürüldü. Tüm sanatçılarımız yurttan kovuldu. Yasaklı, kelepçeli, tuzaklı bir özgün kültür yaratmak çok zordur. Yar altında akan bir ırmak, ancak gönülden gönülle geçen, sessizlikte konuşan bir sanattır bizimki. Kırcaali’li Bayram hocanın dillendirdiği gibi: “Rodoplar türkü


204

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

üretmiyor artık!” Ne yazık değil mi, bir sanatın, bir yaratıcılığın kısırlaştırılmasından daha büyük günah olabilir mi. Bu bir bülbüle yaşarken yalnız yem yeme ve ölme hakkı tanımak anlamındadır. Uçmadan, ötmeden, güllerle söyleşmeden, kıralı dala konmuş şafağı şarkılarla beklemeden ölmek... Şöyle bir gerçek de var. Ne de yapsalar asla gönül rahatlığı bulamadılar ve bulamayacaklar!. Aklıma gelen hep, 1877 - 78 Savaşında Osmanlı ordusu şehitleri kemiklerinin Plevne ortak kabrinden çıkarılıp, Londra’ya götürülüp, kemik değirmeninde öğütüldükten sonra çok rüzgârlı bir havada denize savrulmasıdır. Bu gerçeği neredense öğrenmiş olan Koşukavak Türk gençleri 1982’de “Birbirine Vuran Kemikler” adlı bir orkestra kurmuşlardı. 500 yıl süren Osmanlı düvelindeki beraberliğimizden kendilerine her hangi bir konuda adaletsiz davranıldığını gösteren bir olay gösterebilseler, bize ata yurdumuz dar gelebilirdi, ama yok! “Belene” ölüm kampı, Yakılan köy ve kasabalar, mezar taşı yıkmak, hep kendi işleri. 1944’ten sonra 200 bin kişinin öldürülmesi, 191213’te, 1936’da, 1950-51’de 1989’da Türklerin Vatanlarından kovulması ve ülkenin yüz üstü düşürülmesi hep kendi domuzluklarıdır. Şimdi yeniden baş kaldırdılar. Devamlı olarak dıştan gelen “Ayır - Buyur” politikasına kurban oldular ve oluyorlar. Bizi şimdi de ayırmak ve güçleri olsa hesaplaşmak isteyen milliyetçi, ırkçı, faşizan-uç siyasi güruhu parasını Moskova’dan alıyor. Bunu kendileri gizlemiyor. Memlekette parasızlıktan kimse gazete çıkaramazken “Ataka” gazetesi yüz binlerce tirajla bedava dağıtılıyor. (VMRO) yayınları elde dağıtılıyor. Aşırı sağ- uç 20 yıldan beri “Skat” TV, aşırı sol-uç “Alfa” TV yi Moskova’nın ve Yahudi parasıyla ayakta tutuyor. Bu paralar düşmanca propaganda için veriliyor. Memleket sağdan soldan zehirli propagandaya boğuluyor. Kafa çelen kara paralar dışardan geliyor. Cumartesi gün (06.12.2014) “PF” inisyali ardına gizlenen aşırı sağcı, ırkçı faşist milliyetçiler Sofya’da 2. kurultay yaptı. Gazeteci ve konukların içeri alınmadığı kurultayda Milliyetçi Başbuğu V. Simyonov “Çağdaş Bulgaristan’da en kuvvetli milliyetçi birliği kurmakla” övündü. Yeni tüzük kabul edildi ve “milletvekilleri parti kararlarına ters yönde oy kullanamaz!” dendi. Kurultaydan sıza haberlerden “milliyetçi-ırkçı çizgiye eleştirel yaklaşan her konuşmacının kürsüden indirildiği” öğrenildi. Ana slogan: “Bulgaristan Herşeyin Üstünde!”, “Almanya Her Şeyin Üstünde!” Hitlerin şiarıydı. Bulgar faşistler Sofya’da kapalı kapılar ardında kurultay yapmaya başladılar. Temel düşman hep Türkler ve hep İslam! Hortladılar! Hükümeti kontrol eden duruma geldiler. HÖH - DPS partisini hükümet ortaklığından ve katından ilk yumrukta ittiler. Türk kadroları söküp atıyorlar. Baş kaldırdılar ve dil uzatıyorlar.


Makale ve Analizler - 2014

205

Ne var ki, hiçbir yerde ve hiçbir zaman gönül rahatlığı bulamadılar ve bulamayacaklar. Başkasının hakkı karın doyurmaz, gönül serinletmez. Türklük yenmez... Son 25 yılda, ondan önceki 10 yılda, Sofya’dan bize hangi hayırlı haber geldi ki?! Ya adımızı, ya dinimi değiştirdiler, ya tütünlerimizi almadılar, ya parasını ödemediler, ya fiyatını düşürdüler ya da emekli maaşlarımızı azatlılar. Son 2 senede ise, art arda gelen sağanak yağışlar, elektrik tellerinin kopması, yolların kapanması, seri kazalar, suların kesildiği, taşkın seller, baraj duvarlarının patlaması, Edirne’yi su basması, otobüs seferlerinin kalkması, sınırın kapanması, yolda kalanlarımız olursa onların haberlerine TV 1. programından kulak veriyorduk. Bizden “Hava Soğuyacak!” ya da “Güneş Açacak!” haberini bile çok gördüler.. Şimdi TV 1 Program haberlerimizi alıyorlar, bakalım ardından neyimize göz dikecekler? Bir az gerilere dönersek, şimdiki faşistlerin babaları “tuvaletler ev içinde olacak, ayakyoluna avluya gidilmeyecek” diyecek kadar ileri gitmişlerdi. O zaman halk “bokumuza da karışır oldular,” demişti. Kurultay yapanlar 30 yıl önce isimlerimizi değiştirmişti, komandoydular, kızıl barelidiler, tankçıdılar, gardıyandılar, milistiler... Şimdi artık bir tek “tar atlanmamıza” karışmadıkları kaldı. Bu da yakındır. Su tasarrufuna Müslüman tuvaletten başlamaları akla uygundur. Son hedefleri kökümüzü kazımak olsa da, ruhumuzdan korkuyorlar. Amma da uğraştılar bizimle, yorulmuyorlar. Bıkmadılar. Allah da şu son dönemde işaret ardından işaret verip sanki “kendinize gelin” diyor da, halen cezaları tam çıkmadı ama yakındır! Gözü kör olasıcılar her gün başka bir saldırıya geçiyorlar. Hatta çok yöne birden saldırıyorlar. Atık “PF” 23 milletvekilli olan bir meclis grubu kurdu. “Ataka” 11 milletvekilli bir meclis grubu oldu. BG 2015 bütçesinden milyonlar çekmeye hazırlanıyorlar. Palazlandıklarında zehirleri daha da zehirli, daha da boğucu olacak. Aynı parayı HÖH - DPS partisi de fazlasıyla alıyor. Ahmet Şoparov’u koruyan silahlı komandolara maaş olarak ödüyor. Paralarımız “saray” sofralarında eriyip gidiyor. Halkımıza zırnık yok. Kör sakat, yaşlı ihtiyar sürünüyor. 25 yıldan beri milyonlar üstüne milyonlar geldi de ana dilimizde bir gazete çıkarmadılar, ana dilimizde bir özel radyo açmadılar, anadilimizde bir TV yayını başlatmadılar. Ahmet Şoparov’un Romanlığını gizleyen kitaplardan başka bir kitap bastırmadılar. Şoparın çingeneliğini gizlemek için filmler çevirdiler. Yedikleri içtikleri kursaklarına dursun! “PF”, VMRO ve “Ataka”nın bize karşı saldırılarda harcadıkları paralar zaten yıllardan beri dışardan geldi. Bundan böyle Bulgar devleti bütçesinden fi-


206

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

nanse edilmeye başlayınca iyice kudurmalarını bekleyebiliriz. Artık saldırganların komando kampı kurma zamanları geliyor. Bugün yasal hakkımız olan anadilimizde TV haberlerimiz yasaklanırken, yarınki gün başka bir kazanımımızı yasaklayacaktır. Onlar adım adım ilerliyor. Göreceksiniz ve demişti deyeceksiniz, yollarımızda köprüler çökecek, yol kenarındaki çeşmelerimizin kurnaları çalınacak, camilere kömür verilmeyecek, acil yardım yol olmadığı gerekçesiyle gelmeyecek, çocuklarımızın okuduğu okullara öğretmen gönderilmeyecek vs. vs. her şey bekleyebiliriz. Öbür gün herkesi şaşırtan bambaşka bir kötülük için gerekçe uydurulacak. Yeni azınlık teorisi geliştirmişler: Yeni geliştirdikleri azınlıklar kuramında Türkler, Pomaklar ve Çingeneler Bulgaristan’da etnik azınlık değilmiş. Bizde yalnız 2 etnik azınlık varmış. Birisi Varna yöresinde yaşayan Ruslar, diğerleri de Ermeniler. Onların dışındakilerin hepsi Bulgar olduğundan anadil hakimiz yokmuş. Anadil hakkımız olmayınca anadilde TV yayını hakkımız da olamazmış. Bizim azınlık haklarımızın geçersiz kılınması için kanun üstüne kanun yamayacaklarmış. Çingenelere ev hakkı da yokmuş. Pomaklarsa dağları bekle sinlermiş. Yasaklara yenileri iliştirilecek. Durum totalitarizmden kötü olacak. Onların düşman kanunları yüzümüze okunsa bile anlayacak kafa mı kaldı? Bu kadar çok kötülükten sonra can veremezler. İyilikten anlamayana iyilik yapmak zor iş, yapsan da yaramaz. Yaratan insan ruhuna iki yüz vermiş. Camın iki tarafı da ayna! Öyle düşünün. Bu 2 taraf, 2 kurt gibidir. Dedelerimiz bize insanın içinde yürütülen ve başı sonu olamayan bir kavga olduğunu anlatırken şöyle diyordu: “Oğulum bizim hepimizin içinde 2 kurt yaşar. Arasında devamlı didişir, kavga eder. Biri kinci, fena ve kötü olandır. Bu insandaki gazap, öfke ve kindir, kıskançlıktır, açgözlülüktür, merhametsizliktir, böbürlenmedir, kendi zavallılığını gizleme çabasıdır, içini kemiren kölelik ruhuna isyandır, suçluluk duygusudur, yalancılıktır, sahtekârlıktır, çarpık gururdur, bencillik ve egoist merkezciliktir. Bu bir kötülükler yumağıdır, aynanın bir yüzüdür. Hayat gücünü başkalarına saldırmaktan alır.” İkinci kişi, iyi olandır. Hayat sevincidir, huzur ve barışı aramaktır, sevgi, umut, onurla, namusla, insanlara yararlı olma hevesiyle, hoşgörülü olup gerçeği aramak, adaletle iyiliklerin hepsinde tuzum olsun çabası ve sönmeyen umutla var olmaktır. Bu ikinci kurt ya da aynanın öbür yüzüdür. Anlatılanı dinlerken, dedemin “Yarabbi şükür, bu günleri de gösterdin bize!” dediğini işitince, kısadan kestiğini anlar ve


Makale ve Analizler - 2014

207

“Bu iki kurttan hangisi üstün gelir?” dede derdim. “Hangisini beslersen o güçlenir ve ötekini altlar, diye cevaplardı ve aynanın hangi yüzünü silersen orası şakır, diğeri de göstermez, derdi. Bu beyin fırtınasına “cennet ve cehennem” benzetmesiyle devam edebilirsiniz. Cennet yolu kötülere kapalıdır.” Hakikatten de öyle. Düşünüyorum da: Bizim milliyetçileri, faşist uzantılarını, ırkçı bozuntularını bir yandan Moskova besliyor. Çünkü Bulgaristan’da bel bağlayacakları ana güç sanki eski faşistler. Öte yandan Fransa’da kabaran Arap ve İslam düşmanlığı yüreklendiriyor. AB Genel Kurulu’nda öteki düşmanlarının kalabalık bir grup oluşturması da etkiliyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin AB içindeki yabancılar, kaçaklar ve ötekileştirilenler hakkında aldığı kararlar da ard arda olumsuz. Irkçıları cesaretlendirecek niteliktedir. (05.10. 2014) seçimlerinden sonra Bulgar hükümeti de (PF) ırkçılarının ağızlarına artık ballı bir meme taktı, (Devletten partilere yardım programına takıldılar). Başbakan Borisov hükümet kurmada zorlanınca, “aman biz dışardan destekleriz” demekle bir kaşık da pekmez çalındı ağızlarına ve iştahları iyice kabardı. Şimdi bir görseniz kurultay kürsüsünden bağırış çağırışı... Gelinime yazdım, kızım sen anla... Olay budur. Bazen aklımdan şu geçiyor. Ya biz onlara bazı yasaklar getirsek. Mesela İşkembe Çorbasını bizden öğrenmişler, sarma da öyle, dolma da, börek de baklava da, ev yapmak da yol yapmak da, bir yasaklasak onlara her şeyimizi, onların bizim anadil ve azınlık haklarımızı yasakladığı gibi ...Şu turizm gelişti Türkiye’yi gördüler. Tuvaletlerimizde götleri su gördü. Kokmaz oldular. Taratılanınca şöyle bir rahatladılar... Daha önce bize “ibrikçi” diyorlardı, dedelerimizin ayak yoluna ibrikle gittiğini ima ediyorlardı, akıllarınca... Şu Bulgar aşırı milliyetçileri, modern faşistler, ötekici ırkçılar var ya, Bulgar basını gündeminden düşmüyorlar artık onları. Yazarlar, sanat ustaları, filmciler, tiyatrocular kimin kim olduğunu anladı. Aktrisler hep beraber istifa etmek istiyorlar. Öğrenciler de Üniversiteleri boykot etmeye hazırlanıyor. Toplumun faşistler ve demokratlara bölünmesi bu ulusun ve devletin yeni bir sonu olur. Can veremezler!


208

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Demokratik Reformlar Bunlar mı?

BG-SAM-07.Aralık.2014

Dilimizdeki “Herkesle düğüne gidilmez!” sözü bilinir. Derin anlamlıdır. Daha düğüncü karşılama işinde kullanılan “Şöyle geçin!” dendiğinde, işler belli olur ve yoluna girmeye başlar. Daha salgın, düşün sahiplerine taraf olan kişilerin başka bir haneye alınacağı ve orada ağırlanacağı, bu törene düğüncü olarak gelenlerinse daha umum bir yere davet edildiği ortaya çıkar. Bu gerçeklik her düğünde böyledir. Hayat tekrarlarla ilerler. “Cumanın gelişi salıdan belidir,” sözündeki gerçek de bir hakikati yansıtır. Bir de “Zorla olan işten hayır çıkmaz!” sözümüz vardır ki, o da çok anlamlıdır. Şöyle düşünelim: Bulgaristan’ın son hükümeti olan bugünkü Bulgaristan’ın Avrupalı Gelişimi İçin GERB partisi Başkanı ve Başbakan Boyko Borisov, Reformcu Blok (RB) partisi ve Bulgaristan’ın Yeniden Doğuşu için Alternatif (ABV) partisi ile ortaklığı çok zor kurdu. Aylarca süren görüşmelerden ve karşılıklı tavizlerden sonra şimdiki ortaklığın oluşmasına herkes “büyük başarı” dedi ve biz buna da “neyse ne?!” diyoruz. “Zorla olan işten hayır çıkmaz!” uyarısına devam olarak, bir de üstüne üstelik bu hükümet pazarlıklarının içindeki çıbanbaşı şu günlerde sivriliverdi. Kabineye dıştan destek veren, mecliste lehte oy kullanan kısa adı (PF) olan ve özünde ve görünümünde Çarlık döneminde (1908 - 1944) yapılanan eski Bulgar faşizminin uzantılarının yeni milliyetçi, ırkçı ve kendilerinden olmayan herkesi düşman bilen bir örgütlü kesime “hükümet icraatlarını kontrol görevi tanındığı” ortaya çıktı. Daha açık ve anlaşılır bir şekilde sunduğumuzda, Reformcu Blok cephesine giren 5 partiden biri olan ve hükümetin ana ortaklarından biri sayılan Başkan Korman İsmailov ‘un Halkın Özgürlük ve Şeref Partisi (HÖŞP) kontenjanından Orhan İsmailov’un Savunma Bakan yardımcılığına ve Dimitir Velev’in de Sofya Valilisi atanması olaylı geçti. Milliyetçi-ırkçıların nefesini kesti. Yutkunamadılar. Apışıp kaldılar. “Asla olmaz yaygarası” 22 gün sürdü. Anlaşılan arkalarına bir iki yumruk yediler ki, üstüne bir bardak da su içince bakıyorum dün (05.12.2014) sanki gözleri pınarlarına toplandı ve rahat nefes alabiliyorlar. Tabii birinci isteklerinden vazgeçmediklerini hemen açıkladılar: “Bulgar Ulusal Televizyonu (BNT) 10 dakika Türkçe haber bültenini kaldıracak!” Bu adamlar (Bulgar ırkçı-milliyetçiliği) hasta mıdır nedir, anlamak çok zor olsa da, bir şeye kesin inanmaya devam ediyorum. Sanki kendiişler (otomatik) çalışan ve Bulgaristan Türklerine, Türklüğümüze ve Müslümanlara ve Müslü-


Makale ve Analizler - 2014

209

manlığa ve İslam’ la İslami yete ve müminlerin hepsine karşı komplo üreten bir makineleri var. Bu cihazın ambarına 1877 - 78 Osmanlı - Rus Savaşı’ndan (93 Harbinden) bugüne değin tüm olup biten sıkıştırmış ve programlı çalışarak komplo ardına komplo itiraf ardına itiraf üretiyor. Mesela şu Orhan İsmailov’un Savunma Bakan Yardımcılığına ve Dimitir Velev’in de Sofya Valisi görevine atanması olayı geçti, şükür deyip bir rahatlamadan, Pazarcık şehrindeki “Ebu Bekir Mescidi’ne” ve daha birçok mahalle ve köye maskeli polis saldırısı, tutuklama,yargılama ve içeri atma tantanasının yankısı da dinmeden, Başkentte çıkan ve en fazla satan “Presa” gazetesinin (05 Atalık 2014) başlığından okuyoruz: “Türkiye Cumhuriyeti Ruse, Şumen ve Momçilgrat’ta 3 Müslüman okulunun parasını ödüyor!” Irkçı kafa sanki vites değiştiriyor. Çocuklarımıza anadil dersini çok gördükleri yetmezmiş gibi, bir de onlar için 140 yıldan beri her an en önemli olan Türk ve Müslüman düşmanlığı ateşinin bir an için sönmesidir. Hatta düşmanlık ateşinin közlenmesine bile izin vermemektir. İlgileniyoruz, “Presa” da çıkan haber peşin ödenmış: Hoca dediyse “Parayı ödeyen çalar düdüğü!” Şu bizim ırkçı-milliyetçi, “ötekileştirici”, küfleri faşizm kokan “PF” tayfasının Boyko Borisov hükümetine “yakın destek” politikasıyla bayram ettirmeyen Korman İsmailov’u kutluyorum. HÖH-cü hırsızların “Ali Baba Hazinesinde ah, vah ettikleri bir dönemde” bizi düşman bilenin ayağında nasır oldu. Uykularını kaçırdı. Sakın ve tutarlı tavrıyla hepsini kudurttu. Geri adım atmadı! Bu işte bizim Hak ve Özgürlük Hareketi (DPS) yönetimine de söyleyecek başka sözlerimiz de var. Halkımızın öz ve öz davasını, adalet ve hürriyet davamızı, kişisel menfaatler uğruna satınız! Ayıp ettiniz. Yazıklar olsun size... Dünyanın en namuslu insanlarının namus ve şerefini peş para ettiniz. Hedefiniz 8 - 10 karıyla yaşamaktıysa, sözde adam olmak için karı değiştirmektiyse, Türk kızlarını alıp alıp rezil edip boşamaktıysa, hapis hücrelerinden sonra kirada değil saraylarda yaşamaktıysa, keşke peşin söyleyeydiniz! Haklımız size aynı yastığa baş koyacağınız ve sizi ömür boyu rahat ettirecek karı da bulurdu, sizi mesut kılacak konak da tesis ederdi. Bu topraklarda sizden önce konaklarda yaşamış dedelerimizin namusu ve hatırası var. Ne yazık değil mi! Ahmet Şoparov köye İngiliz kalesi gibi sözde “okul” yaptırdı ama bir türlü açıp dört çocuğa ana dilini öğretmek bile nasip olmadı. Neden mi? Çünkü İlahi adalet var, çalma kapma haram parayla gelen bizim halkımızı bulmaz. Evet, haram olan, bize yaramaz! Ahmet Şoparov bunu nereden bilsin? “Viski” şişesinin ve bardağının üzerinde “Şerefe” yazıyor ve anlamı da şudur: “İç! Baban gibi eşek olma!” Şoparov’un okumak istediği ise: “Oku baban gibi, eşek olma!” Ne yazık ki, yapacak bir şey yok...


210

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Şu dünyada açıklanamayan sır yoktur. Öyle de sizin şu ana kadar “yediğiniz bokların hepsi hala açıklanamadı” bu iş bir süre daha böyle gidebilir. Fakat her şey yüzde yüz gün ışığına çıkar ve öğrenilir. Sır kalmaz! Artık Savcılıkla, Yargıçlarla, gizli güvenlik servisi DANS ile birlikte çalıştığınız, dolapları ortaklaşa çevirdiğiniz, aynı sofrada olduğunuz, birlikte çaldığınız göründü. Göründü ve biliniyor. Sis yavaşça da olsa giderek kalkıyor. Çaldığınız 4 milyar 200 milyon levadan 1 milyar 70 milyonunu halk bir günde ödetti. Kimsenin ağzını bıçak açmıyor. Ama bir de şu paraları için yananların paralarını geri aldığı günü görelim. Bu insanların çığı gibi üzerinize geleceği günler ileridedir. Unutmayın, dünyanın geçmişindendir: “hırsız bir defa çaldığı kapıya yeniden döner ve o zaman yakalanır!” Konumuzu dağıtmadan şu demokratik reformlar meselesine dönelim: Şöyle bir gerçek var: Bana öyle geliyor ki, Boyko Borisov hükümeti, reform yapmaktan evvel yani ilkönce, Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) ile Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS)’yi hükümet sofrasından uzaklaştırmak için kuruldu gibi bir hava var. Başbakan B. Borisov’un itfaiyeci geçmişi ile Başbakan yardımcılarının baş komünist kökenleri dikkate alındığında, meclis içindeki iktidarcı kalabalıkta ağzı aklı başında söz yapan eski avukat, Güçlü Bulgaristan Partisi (DCB) lideri Radan Kınev’ten başka adam yok gibi. O, birkaç gün önce verdiği demeçte “İktidarın Sosyalist Parti (BSP) ile Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) ikilisini devlet softasından ve politik sahneden kovmak için kurulduğunu” açıkladı. Kınev’in dile getirdiği ikinci fikir ise “GERB, RB ve PF koalisyonunun bizim için çok önemlidir” oldu. Burada çok büyük bir çelişki baş kaldırmış oluyor. Bulgar solunda başoyuncuyu - (BSP) şahsında ve Bulgar politik sahnesinde orta direk (HÖH - DPS) ikilisini şçpe itip, yerine “PF” - ırkçılarını, Türklere karşı konuşurken ağızları köpüren faşistleri iktidarda palazlandırmak da yenir yutulur bir durum olarak kabul edilemez. Borisov’un GERB partisi ile Kınev’in RB partileri “PF” faşistleri karşısında nereye kadar ödün verebilir. Örmeğin eski (sol Milliyetçi, Rusya yanlısı) “ATAKA” milletvekili ve halen faşist tandanslı, ırkçı “PF” partisi milletvekili olan Slavi Binev’in Meclis Kültür Komisyonu Başkanı önerisine karşı tüm demokratik kamuoyu, aktrisler, yönetmenler, şair ve yazarlar, sanatçılar, opera sanatçıları, üniversite öğrencileri ayaklandı ve meclis basamaklarına oturdu. Bir kültürün milliyetçileştirilmesi, ırk ve insan düşmanlığına oturtulması, kültür ve sanatın hümanist özünün yok edilmesi, Bulgar toplumunu çok ağır yaralayabilir. Geleceksiz kılabilir. Bu açıdan bakıldığında ve Bulgaristan’ın bir Avrupa Birliği (AB) üyesi olduğu göz önünde bulundurulduğunda, bizi iyi günlerin bekle-


Makale ve Analizler - 2014

211

mediğini, bu gidişle mundar bile olabileceğimizi düşünmeye başladım. Sözümü konuya ilişkin bir hikâyecikle bağlamak istiyorum: Her kötülükte bir iyilik vardır. Kralın birinin, her yerde ve her işinde yanında olan, bilge bir danışmanı varmış. Kral ne sorsa aldığı cevap hep “Her kötülükte bir iyilik vardır,” olurmuş. Bir gün ava gitmişler, oklardan biri kralın ayağına isabet etmiş. Danışmanından bu konuda ne düşündüğünü öğrenmek istediğinde aldığı cevap yine: “Her kötülükte bir iyilik vardır,” olmuş. Fazlasıyla hiddetlenen Kral danışmanını hapse atmış. Ve hiddetini yenmek için “Diyeceğin başka bir şey var mı” diye sorduğunda “Her kötülükte bir iyilik vardır,” olmuş yine. Zaman geçmiş, yarası savmış ve Kral yine avlanmaya gittiğinde bu defa beraberinde danışmanını almamış. Derken yamyamlara yakalanmış. Yamyamlar kralı akşam yemeği için kaynatmak niyetiyle kazana atmazdan önce ve ayağındaki yara izini görmüşler. Bu yamyam cemaati yaralı olanı mundardan sayıp yemezmiş. Kralı cıngıla götürüp salıvermişler. Kral da bir kütüğün üstüne oturmuş ve danışmanın sözlerinde bir gerçek payı olduğunu anlamış. Şimdi bu bize yapılan kötülüklerin ardında bir hayır var mıdır acaba diye düşündüğüm oluyor. Bir de biz birbirimizi her gün yaralarsak yamyamların bile bizden yüz çevireceği duruma düşer miyiz diye beyin fırtınası yaptığım oluyor da, neden reform reform diye halkı aldatıp şimdi rüzgârı ters yöne çevirenlere hiddetlendiğim de oluyor. Gelecek hafta beraber olmak niyetiyle.


212

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Biz Orda Olmalıydık!

Dr. Nedim Birinci-10.Aralık.2014

7 Aralık 2014 günü Demokratik Güçler Birliği (CDC) 25. kuruluş yıldönümünü andı. Anma terörüne kurucu başkan Jelü Jelev’in, 1997’de bu partiden başbakan olan İvan Kostov’un ve diğer tanınmış demokratların gelmemesi dikkati çekti. Bu kutlamada asıl Bulgaristan Türklerinin gerçek demokratik temsilcileri olmalıydı. Maalesef bizden, Halkın Halk ve Şeref Partisi lideri Korman İsmailov dışında kimse yoktu. 1989’un 7 Aralık günü yani kötülüklerin başı Todor Jivkov’un ve totaliter komünist rejimin düşmesinden tam 28 gün sonra, 20 sakallı muhalif temsilci anakentin “Moskovska” sokağındaki Sosyoloji Enstitüsünde nihayet bir araya gelebildi. Birkaç saat sonra şimdiki “Radisin” o zamanki “Sofya” otelinde yabancı basın mensuplarına Bulgaristan’da Demokratik Güçler Birliği adında bir muhalif örgüt kurulduğu, saflarına 10 politik kuruluş topladığı ve feylesof Dr. Jelü Jelev’in başkan seçildiği haber verildi. İlk bileşimiyle (CDC) ülkemizde demokratik muhalefeti oluşturdu, yuvarlak masada yer aldı ve Anayasa değişikliğini değiştirip demokratik dönüşümleri başlatacak Büyük Millet Meclisi seçimlerinin 10 Haziran 1990 günü yapılmasını kabul etti. Bulgaristan’da totaliter rejimin çökmesini büyük boyutlu belirleyen dış etkenler Rusya’daki “perestroyka” hareketi, Polonya’da “Dayanışma” sendikasının siyasal nitelik kazanıp iktidara uzanması, N. Çauşesko’nun kurşunlanarak öldürülmesi, demokrasi isteyenlerin Prag meydanlarını doldurması ve “Berlin Duvarı”nın çatlamaya başlaması oldu. Kurucular arasında, Bulgaristanlı Türklerin 1989 Mayısında adalet ve özgürlük uğruna, zulüm rejiminin belini kırmak için başlattığı Ulusal Ayaklanma boyutundan fazlasıyla etkilenen ve totaliter iktidarın yelken dürmesinden güç alan, 1988’de gelişmeye başlayan “Açıklık ve Dönüşüm Kulübü”, insan hakları, demokratik edinimler, çevreci ve özgürlükçü siyasi mahkûmların örgüt temsilcileri yer aldı. Aynı gün Bulgaristan Komünist Partisi (BKP) Merkez Komitesi yerel parti örgütlerine gönderdiği genelgede “ülkede karanlık ve gerici güçlerin baş kaldırdığına” uyarıda bulundu. Bulgaristan tarihinde yeni bir sayfa açıldı. Totalitarizmden demokrasiye dönüşme süreci başlıyordu. Demokratik güçler Birliği’nin kurulması “karanlık ve gerici güçler” tanımının halka indirilmesine vesile olurken, direk olarak işaret edilmemiş olsa bile, karanlık güçlerin arasında en karanlık, en gerici, en tehlikeli olan 8 ay önce ayak-


Makale ve Analizler - 2014

213

lan Bulgaristan Türkleri, onları destekleyen Pomak ve Çingene Müslümanlardı. Totalitarizm zulmünden kaçarken 500’lik bir ordu oluşturan Bulgaristan Türkleri, Türkiye’ye sığınmış olsalar bile, her an geri dönüp büyük hesaplaşmada devinim gücü olabilirdi. 1970 - 1972’de isimleri değiştirilen, sürülen, iman uğruna hapis yatan Pomaklar da bu selin “karanlık” içsel güçlerindendi. Dünyada esen rüzgârlar değişmiş gidicilere yol gösteriyordu. Totaliter yıllarda Bulgar ulusuyla azınlık topluluklarının arası açılmıştı. BKP ve baskı rejiminin halkı birlik yoluna toplama çabaları hep ters tepmişti. Ağır baskı ve terör yıllarında Bulgar devleti ve Bulgar ulusu ile ülkede yaşayan etnik azınlıklar arasındaki güven, eski iyi komşuluklar, enternasyonal dayanışma ruhu tamamen ortadan kalkmıştı. Etnik azınlıklar totalitarizme baş kaldıran güçlerin öncüsü oldu. Azınlıkların zulme direniş bilinci ana ulustan daha yüksekti. Etnik azınlıkları, onların kimliğini, inançlarını ve geleceğini eritme politikaları işçi sınıfının tarihsel öz görevini, fonksiyonunu da rafa kaldırmış, kitlelere unutturmuştu. Baskı rejiminin yerine demokrasi, adalet ve özgürlük düzeni kurma kavgasının kıvılcımlarını etnik azınlıklar yaktı. Etniklerin yaşam kavgası demokratik nitelikli ve özgürlükçü olmakla birlikte aynı baskıları ve terörü yaşayan Bulgar demokratik toplumu saflarındaki kıvılcımlanmadan çok daha evvel başladı. Belki de ülkedeki totaliter polis rejiminin diğer sosyalist ülkelerden daha sıkı olduğundan olacak, Bulgar toplumu dönüşüm sinyallerine hemen kucak açmadı. CDC işte böyle bir politik ortamda kuruldu ve gelişmeye başladı. Halk kitlelerinin yeni fikirlere ısınması kolay olmadı. 1990’da (CDC) Sofya “Kartal Köprü” kavşağına 1 milyon dönüşüm taraftarı topladı, ama ilk demokratik seçimleri kaybetti. 1 Ağustos 1990’da Halk Meclisi Jelü Jelev’i Cumhurbaşkanı seçti. O tarihten sonra (CDC) demokrasi kavgası kökenlerinden gelen başka bir lider bulamadı. 1991’de Dr. Jelev halkın direk oylamasıyla yeniden Cumhurbaşkanı seçildi. Dr. Jelev’in Bulgaristan’da demokratikleştirme hareketine katkısı, Marksizm - Leninizmi kaskatı dogmalaşmış bir kuram olduğunu kanıtlamasında ve sosyalist devlet yapısının bir totaliter devlet yapısı olduğunu açıklamasında gizlenir. 1997’den beri bir Vakıf Başkanı olan Dr. Jelev kaleme aldığı eserlerinde Bulgaristan Türklerinin 1989 İsyanına değinmiş ve “hain liderlerin gerçek halk ayaklanmalarını yönetecek vasıflara sahip olmayan kişiler” olduğunu yazmıştır. Ne yazık ki, (CDC) Dr. Jelev’in yerini dolduran bir lider yetiştiremedi.


214

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

(CDC) güçlerini şereflendiren ilk başbakan, birlik saflarına katılan Yeşiller Partisi Başkan Yardımcısı Filip Dimitrov oldu. O, (CDC) içinde hesaplaşmayı başlatan, o yıllarda Cumhurbaşkanı olan Dr. Jelev’le partinin arasını açan, parti içinde temizlik başlatan ve 1994’te bir gensoruyla hükümetten indirilen kişidir. Ekonomik alanda, bütün demokratik reform yasalarına aykırı hareket ederek tasımda kooperatifçiliği baltalayan Dimitrov 53 bin traktör ve tarım aracını hurdaya çıkarmakla, sulama sistemlerini yok etmekle ve iri ve küçükbaş hayvancılığa ölümcül darbeler indirmekle, Bulgaristan pazarlarında satılan dereotu ve maydanozun komşu ülkelerden getirilmesine sebep olan kişidir. Halen AB’nin Gürcistan Daimi Temsilciliğinde görevlidir. Yükseliş ve Yenilgi Yılları: 1994’te iktidardan düşen (CDC) 1997’de Başbakan İvan Kostov yönetiminde 2 milyon 223 bin oy alarak tek başına iktidar oldu. O zaman, İkinci Dünya Savaşından sonra mallarına mülklerine el konan şehir esnafının taşınmazları geri verildi, sosyalizm yıllarında kurulan büyük ölçekli demir döküm, kimya ve renkli metal sanayilerine ölümcül darbeler indirildi. Binlerce işletme kapandı. Kamuoyunda şöyle bir izlenim belirdi, sanki demokratikleşme toplumda asalak bir kesim yaratmak için mülkleri gasp edilenlerin mallarını ve mülklerini iade etmekti. Öyle olsa bile Başmüftülüğün ve Türk ve Müslüman vakıflarının binlerce dönüm tarlası, ormanı, korusu, çayırı, dükkân, okul ve bezi stenleri vs. geri verilmedi. İvan Kostov zamanında (CDC) parti oldu. Daha sonraki yıllarda aynı kişinin partinin cellâdı oldu. Yeni yüzyılda asla toparlanamadı. 2001 yılından başlayarak (CDC) 13 yılda 13 seçimde hep küçüldü. 2013’te meclise giremedi. 2003; 2007 ve 2013 yerel seçimlerde Sofya, Burgas, Plovdiv gibi büyük şehirlerde, demokrasi kalelerinde yenilgiye uğradı. Bu seri yenilgilerden çıkan sonuçlar, (CDC) partisinin halka inemediğini, köy ve kasabalarda örgütlenemediğini, Bulgaristan’da demokrasi ideolojisinin gelişip yerleşemediğini, halkın öz yönetimde belirleyici rol oynamaya hazır olmadığını kanıtladı. (CDC) halkın sesini yıllarca duymadı. Buna ilişkin anlatılan fıkraların biri şöyledir. Bir erkek eşinin işitmez olmasına çok üzülüyormuş. Bir gün eşim beni kaç metreden işitiyor acaba, bir tespit edeyim demiş. Mutfakta yemek yapan eşine seslenmek için, oturma odasının mutfağa en uzak köşesine gitmiş ve: “Hayatım bugün hangi yemeği pişiriyorsun, kokusundan kestiremedim,” demiş.


Makale ve Analizler - 2014

215

Eşinden çıt yok. Burası 15 metreydi, 15 metreden işitmiyor, diye düşünüp 5 adım ileri gitmiş ve yine aynı tonla: “Hayatım öğlende ne yiyeceğiz, kokusundan anlayamadım,” demiş, Yine çıt yok. Mutfağa 5 metre daha yaklaşmış ve aynı edayla: “Hayatım ne yiyeceğiz, kokusu burnuma gelmedi,” demiş. Bu defa da çıt yok. Artık mutfağa girmiş ve eşine 1 metre yaklaşarak: “Hayatım hangi yemeği pişirdin?”, diye sormuş. Bu defa da ses seda yok. Eşinin arkasına iyice abanmış ve kulağına: “Hayatım hangi yemeği yiyeceğiz?”, diye sorduğunda şu cevabı almış. “Ben sana artık 5 kez cevap veriyorum...” (CDC) partisinin 25 yıl geliştirdiği siyasetin en büyük özelliği halk kitlelerini işitmemesi, emekçilerin ve emeklilerin sorunlarına kulak vermemesi ve demokratik Bulgaristan’ın deniz üstünde bir boş kayık gibi dalgalarla dalgalanan geleceğine parlak ufuk gösterememesindedir. Büyük kavgada kaybedenler ve galip gelenler: (CDC) partisinin ardına takılan milyonlar Anaya değişikliğinden, komünist partisinin devlet yönetiminde öncü rolünün kaldırılmasından sonra gizli polis ajanlarının sivil hayatta ve orduda açığa çıkarılmasını ve toplumsal yaşamdan uzaklaştırılmalarını isteyeceklerine, özel mülkiyete dayanan tarımsal kooperatifçiliğe öncelik tanıyacaklarına, sosyalim yıllarında geliştirilen yoğun emek gerektiren ekonomi yerine yoğun teknolojiyle üretime geçemediler. Modern teknolojiyi üretim atölyelerine getireceklerine işleri yıkmayla noktaladılar ve yarın ufuklarını göremediler. Makineleri hurdaya çıkarıp ucuzdan satarak günlerini gün ettiler. Bir iki senede bir değişen iktidarlardan hiç biri Bulgaristan’ı kalkındırma programı çizemedi. (CDC) Partisi ile Sosyalist partisi arasında birbirini bitirme kavgası, bir sağ sol kavgası olarak şiddetlenirken, 2013’te Reformcu Blok grubuna katılan (CDC) 05.10.2014 erken meclis seçimlerinde 10 yılda oylarını 10 defa azaltarak ancak 291 bin oy alabildi. Bu didişmede Sosyalist Parti de tükendi ve milletvekili sayısı 39’a düştü. İki kişi kavga ederken üçüncüsü kazanır mantıyla eski komünist sistemin genelde güvenlik güçlerinden gelen disiplinle örgütlenen GERB partisi 2009’da 117 milletvekiliyle sağ alana yerleşti, (CDC) partisini iyice ezdi ve tek başına iktidar oldu. Bulgaristan Demokratik Güçler Birliği kamuoyunun beklediği şekilde gelişip meyve vermedi. Sanki hastalıklı dünyaya geldi, belki de dadıları görevini yapmadı, onu iyi yetiştiremediler. Önemli olan Kuzey kutup buzlarının yavaş yavaş


216

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

çözüldüğü gibi bizdeki totalitarizm buzları da çok yavaş eriyor ve onlar erimeden, eski rejimin hurda demirleri kesilip eritilmeden yeni perspektifleri yaşama çağırmak çok zor oluyor. (CDC) partisinin 25. yılını kutladığı günlerde Sofya’da Savunma Bakanı Yardımcılığına atanan Orhan İsmailov’un görevinden alınması için hükümeti meclisten destekleyen (PF) ırkçı partisinin bir NATO ülkesi olan Bulgaristan Cumhuriyeti Savunma Bakan Yardımcılığına önerdiği isim basında yayınlandı. Adı ve soyadı İvı Antonov. Fotoğrafta bir tank önüne durmuş, Hitleri selamlar gibi sağ kolunu düz öne kaldırmış ve sanki dünyaya bağırıyordu. Resmin altındaki notta “Yaşasın Üçüncü Alman Reiyhı!” yazıyor. Günümüzün siyasi gelişmeler,i Reformcu Blok partisinin bu arada (CDC) Başkanı Lukarski, milliyetçi-ırkçı kesim karşısında art arda ödün verme taraftarıdır ki bu da partiyi tamamen bitirebilir. Dünyada boş yer yok. Ne yazık ki, kendini beğenen benciller başkalarını beğenmiyorlar. Hak ve Özgürlük Partisi’ni kurmakla eski komünistler bizi de oyuna getirdiler. Demokratik Güçler Birliği kurulduğu zaman yan yana olsaydık belki de şu demokratikleştirme işini birlikte bitirecektik. Ne yazık ki, hem onlar hem de biz oyuna getirildik. Hem o zaman hem de 25. yıl dönümde bizim orada olmamız gerekiyordu. Sanki Geçiş Dönemi yeni yeni başlıyor.

Bu Defa Gerilediler

Hamiyet Yıldırım-10.Aralık.2014

50 milyon insanın ölümüne sebep olup tarihe en büyük katil olarak giren Hitler’e faşist propaganda makinesi şefi Göbbels şöyle bir soru yöneltmişti: “Nereden başlayalım?” “Sudan, Günde 10 defa içtikleri sudan!” cevabı önce soruyu soranı da şaşırttı ama ardından ikinci bir soru gelmedi. Turistlerimiz ve öğrencilerimiz dışında bugün Almanya’da çalışan ve yaşayan binlerce Bulgaristan Türk, Pomak ve Roman’ı var ve artık öğrenmiş olmalılar: “Su içen inektir!” sözü Almanlara aittir. Kendi halkını “inek” durumuna getirenlerse Alman Nazileri, Alman Faşistleridir. Almanya’daki içecekler doğal


Makale ve Analizler - 2014

217

değil, tatlandırılmıştır, şişelidir. Su yerine içilen ise biradır. Bu defa konuma uzak Almanya’nın 70 - 80 yıl evvelinden girmemin nedeni, insanı değiştirme işinin önce yemesinden içmesinden başladığını anlatmam içindir. Hitlerin baskıları ve öz halkının başına sardığı İkinci Dünya Savaşı halkı kavanozlara su konserve edecek durumlara düşürmüştü. Bizim Bulgaristan’da “sürünen düşenini halinden anlamaz” ilkesine bağlı kalındı. Halkı susuz bırakma hedefi taklit edilmese de, çünkü bizde her taraf kaynarca, her taraf dere ve göl. Hele son aylarda taşan ırmakların seli neredeyse memleketi götürecek. Sefillik derinliğinin yeni katlarına inildi. Lom belediyesi bağlı “Kovaçevtsi” köyünde üç çocuklu ailesiyle oturan ve Devlet Su İşlerine bağlı “Sulama Sistemleri” Müdürlüğünde pompacı olarak çalışan Boris Mihaylov aylardan beri maaş alamıyor, dağıtılan sosyal yardımlarla geçinmeye çalışıyor. Çocuklarının okul masraflarını kan satarak karşılıyor. Olayın iletişim ortamına düşmesine vesile olansa, onun işlerinde düşüp hastanelik olmasıdır. Emekçileri piyon durumuna getirip istediğini yaptırma uygulaması Hitlerin faşist yöntemlerinden alınmıştır. Dünkü gün (09.12.2014) Stara Zagora şehrinde 32 yaşındaki Bayan Silviya Nedyalkova Mişkova’nın üzerine bir kova benzin döküp kendini yaktı. Olaylar çok sık tekrar ediyor. Bu yıl kendilerini yakarak bu çekilmez hayattan kurtulmak isteyenler hep Cumhurbaşkanlığı önündeki şadırvan kenarını ya da Adalet Sarayı basamaklarını seçiyordu. Bazıları Varna Kanalı üzerindeki yüksek “Asporuh Köprüsü”nden atlayıp canından oldu. İnsanlarımız karanlıkta, çaresizlik zindanında, açlık kâbusunda bunalıp halkın isyan ruhunu ateşlemek için kendilerini feda ediyorlar. Bu seçim, yaşamaya ve mücadeleye “evet” ya da “hayır” kavgasında, ikincisinin üstün geldiği an, yok olmanın seçilmesidir ki, bu gidiş tehlikelidir. Halkta umut kararması yaşadığına bir işarettir. Bu yolu seçenlerden farklı olarak, aynı koşullarda yaşamak zorunda olan Bulgaristan Türkleri, Pomaklar ve Rom kardeşlerimizde özgür bir seçimle kendi varlığını ortadan kaldırıp “dünya dertlerinden kurtulma” ahlakı yoktur. Sonuna kadar dayanmak, zafere kadar savaşmak özümüzü ayakta tutan bilinçli tavrımızdır. Hayat hem maddi ve hem de manevi yanıyla vardır. İnsanı biyolojik olarak yaşatan maddesel olan yanıdır da, manevi olan da bir o kadar önemlidir. Yüksek ruhlu olmadan maddi güçlüklere dayanılamaz. Bulgaristan’da 12 günden beri süren meclis içi ve parlamento dışı kapışma kültür içindi. Yani manevi olanın geleceği söz konusuydu. Olayı şöyle anlatayım: “Biz hiçbir makam istemiyoruz, bakanlıkta, bakan yardımcılığında, komisyon başkanlığında, banka müdürlüğünde... gözümüz yok” deyip, süt dökmüş kedi gibi kuyruk kıvırıp etrafta dolaşan “iktidarı sözüm ona program temelinde dıştan desteklerken kurt gibi içine girip son duasını okumaya hazırlanan “PF” aşırı ırkçı-faşist, öteki düşmanlarından biri olan milletvekili Slavi Binev Meclis Kültür Komisyon Başkanlığına göz


218

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

dikti ve yapıştı kopmak istemedi. Gerekçelerinden biri Kültür Bakanlığına Türk isimli eski bakan Vejdi Raşidov’un yeniden atanmamsı ve “kültür elden gidiyor” saçmalığını ateşlenmesi oldu. . Komisyon başkanlığına atanmazdan önce, önce aşırı solcu olarak ortaya çıkan, aslında “öteki” düşmanlığı ve başlıca da Türk ve İslam düşmanı olarak ün yapan, “Ataka” partisinden Avrupa Birliği milletvekili seçildiği yıllarda Moskova ajanlığıyla itham edilen ve son seçimlerde birde aşırı sağ uca kayıp faşist saflarda ön sırada sivrilen Sl. Binev “Kültür işlerinde benden hazırlıklı kimse yok!” dedi. Faşist ruhlu ve zihniyetli biri olan Binev, Bulgar faşistlerinin fırsat kolladığını ve ülkedeki demokratik aydın düşünce ve tabakaya hazır olduklarını ortaya koydu. Hitler, kendi halkını önce yalnız geçinebileceği kadar parayla, açla tok arası, çalışıp yaşamaya zorlarken demokratik Alman kültür geleneklerine ölümcül darbe vurmuştu. Demokratik kamuoyu faşizmin can düşmanıdır. Bulgaristanda bu ordunun içinde etnik azınlıklar ön saflarda yer alıyor. Faşizmin bir biçimi olan totalitarisme karşı ilk ayaklanan Bulgaristan Türkleri ve Müslümanlar oldu. 1972 Kornitsa köyü Pomak Ayaklanması. 1989 Mayısı’nda Türk İsyanı Bulgaristan’da demokrasinin parlak şafağı olurken, bugün de azınlıklarımız demokrasi mücadelesinin içinde şerefle yer alıyor. Demokratik alman kültürüyle mücadele eden Hitler şöyle düşünüyordu: “Ödü kopan kültürden kendisi vazgeçer!” İnsanları aç susuz bırakmak, korkutmak ve süründürmek onun için öncelikliydi. Bu bakıma bizdeki ortam da, katmerleşmeye devam eden mali ve ekonomik bunalım şartlarında, demokratik ve kültürel kazanımlara ölümcül darbe vurmaya elverişliydi. Tiyatro sahneleri boşaltılıp salonlarda marş müziği çalma günleri sanki yeniden gelmişti?! Almanya örneği asla unutulmamalıdır. Büyük Savaş bittiğinde Almanya’da ne çocuklara okunacak bir masal kitabı, ne de tatlı masal bilen birileri kalmıştı. Ben son zamanda sık sık karşıma çıkan “başa gelen acıları kuma, başa kelen iyilikleri taşa yaz!” öğüdüne katılmak istemiyorum. Bir rüzgâr, bir dalga kuma yazılanı hemen silip düzler. Unutmak vasıflarımızdan biridir. Fakat kötülükleri asla unutmamalıyız. Unuttuğumuzda yinelemelerini çabuklaştırırız. Gördüğümüz kötülüklerin ve çekilerin hatırasıyla yaşamak gönül açıcı olmasa da, hiçbirini asla unutmamalıyız. Çünkü ruhumuzun su aldığı yer çekilerimizdir. Hayat zekasını pekiştiren ezilmişliğimizdir. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce faşizmin ve XX. yüzyılın ikinci yarısında Bulgar halkı, Bulgaristan Türk ve Müslüman azınlığı totalitarizm zehrinden tatmış, çilesini çekmiş, kurbanlarını vermiştir. Tarihi demokrasi mücadelesinin şanlı sayfalarıyla doludur. Bugünde Bulgar halkını gericilik ve faşizm boyunduruğuna koşmak isteyenler var. Faşist zihniyet parlamentoya kadar girdi. Hükümeti destekleyen direk oldu. Faşist bencillik hortladı.


Makale ve Analizler - 2014

219

Bizi gemleyebilmeleri için önce demokratik kültür geleneklerimizi tamamen yok edip, kendilerinden olmayanları kültürsüz ve kimliksiz yaşamaya alıştırmaları gerekecektir. Fakat kötülüklerin bu ikramından hem Bulgar demokratik kamuoyu, hem de “soya dönüş” ateşinden geçen Bulgaristan Türkleri ve Müslüman cemaatimiz artık tatmış bulunuyoruz. Bu tuzağa bir daha düşmemeliyiz. Bulgar faşist milletvekillerinden Slavi Binev’in Meclis Kültür Komisyonu Başkanlığına heveslenmesi gerici zihniyet açısından büyük bir hedefi gerçekleştirme yolunda ilk ama çok önemli bir adım olacaktı. Tiyatrolardaki yapımcıları, yazarları, aktrisleri, sanatçıları dünya görüşlerine göre ayıklamak, politik görüş açılarına göre gruplaştırmak ve demokrasiye, etnik kültüre hizmet edenlerin hepsinin koluna birer zehirli serum hortumu takıp olayı bitirme fırsatı belirmişti. Son nefesini yatakta vermek istemeyenlere sınır kapısı açıktı. Demokratik Bulgar kültür geleneklerini, kültür devrini yapan kadroları saf dışı ederek katletmek, aslında totalitarizmden kurtulup demokratikleşmeye Geçiş Dönemini durdurup baltalamak, henüz talan edilmemiş olan ve sanatsal değeri olan her şeyi yok etmek, gerekirse Hak Tiyatrosu’nu Ulusal Opera Binasını ve daha nerede ne varsa her yeri özelleştirip alış veriş merkezi (AVM) haline getirip olayı bitirmekti. Binev’e ve akıl aldığı “PF” faşist zihniyetli kodamanlarına göre, Çar II. Boris’in hükmettiği yıllarda Türklerin, Pomakların ve Çingenelerin tiyatrosu, kulübü, orkestrası, sanat kolektifleri, Türk dilinde yayın yapan radyosu falan yoktu ve şimdi ne haklarla istekte bulunuyorlardı? O, “İlk işim, TV’deki 10 dakikalık Türkçe yayını hemen kapatmak olacak!” demekten çekinmedi. Binev’in kaldırdığı kapaktan çıkan buhar buram buram faşizm kokuyor. İnsanlık tarihinde en büyük suçlardan biri insanları doğal ve insan haklarından mahrum etmektir. Biz Avrupa kıtasında, yani Eski Kıtada yaşıyoruz ve Avrupa Birliği üyesiyiz. AB parlamentosunda 26 dil konuşuluyor. Afrika’nın Paragonya’ya en yakın yerinde olan Güney Afrika Cumhuriyeti’nde milli marş 6 dilde birden söyleniyor. Tüm etnik diller milli marşta sesleniyor. Bütünü oluşturan bireyler bütünsellikte yaşıyor. Antakya Ruhani Korosu bir Ermeni şarkısı olan “Sarı Gelin”i dört dilde birden söylüyor. Ve insanlar 6 dilde söylenen milli marşların, 4 dilde seslendirilen Sarı Gelin öyküsünün çok daha gerçekçi, çok daha etkileyici olduğuna giderek daha fazla inanıyorlar. En büyük günah, insanın ana diline saldırıdır. İnsan konuşarak yaşamak için dünyaya gelir. Dili olmayanların kendi toplum düzenleri yoktur. Hedefiniz buysa ayrılalım. Biz ana dilimizle yaşamak istiyoruz. Tehlike bu defa yalnız etnik azınlıkların demokratik ve insan haklarına, özgün kültür yaratarak yaşatmaya ilişkin son derece kısıtlı imkânlarına karşı değildi. Bulgar halkının demokratik kültür geleneklerine kapsamlı yok edici bir saldırı niyeti baş gösterdi. Üzerinde İngiliz gabardininden takım elbise, Wersashe


220

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

marka gömlek, kravat, diplomat ayakkabı, Hetric parfümle Meclis kulislerinde hava yapan fırsatçı Sl. Binev aslında XXI. yüzyıl başında yineleyerek mayalanan Bulgar faşizminin görünüş şeklidir. Geçiş Döneminde baş hırsız, baş soyguncu, baş dalavere ve dolandırıcı takımı kalın enseli haydutların “mutraların” hep siyah Mercedes araç ve siyah takım elbiseyle dolaşıp, saygınlık dilendikleri gibi, bir yeni durum olarak belirdi. Düne gelene kadar kafaları sürtük, boynu bükük gezen Bulgar ırkçı-faşistleri, çul değiştirmiş, cilalanmış, kolonya sürmüş ve demokratik toplumsal gelenekle hesaplaşmak için kılıç çekmiştir. Demokratik sanat çevreleri, şu çok yağışlı ve baraj savaklarından saniyede 200 bin m³ su taştığı kış günlerde seller bütün ağaçları nasıl yerinden söküp önüne takarak yok edemiyorsa, hep birlikte mukavemet gösterilmesi gerektiğine ve yükselen faşist dalgasını durdurup geri zorlama püskürtme zamanı geldiğine inandılar. Tiyatro salonlarında alkış tufanı bir o kadar yükseldi. Yüreklenen sanatçıları göreve çağırdı. Bütün yapımcı ve sanatçılar, orkestra şefleri ve müzisyenler, protesto hareketi öncüleri, gazeteciler, yayımcılar, sivil toplum örgütleri, elektronik iletişim ortamındaki sanal dayanışma, eyleme çağrı dalgası aynı anda hareketlendi. Bulgaristan tarihinde ilk defa olmak üzere tiyatrolar birden boşaldı sahnedeki “Hamlet”, “Kral Lir”, “Romeo ve Jüliyet”, “Ölü Canlılar” ve daha ne kadar kültürel değer varsa yola çıktı ve Sofya parlamento binası merdivenlerine oturdu. Bunun anlamı şuydu: Faşist kültür anlayışına meclise giriş çıkış yasaktır. Demokratik sanat çevreleri “Yol Kesen” sahnesinde rol aldı. Faşist “PF” partisi Kurultay topladı. Kapalı kapılar ardında gizli görüştüler. Sl. Binev istifa etti. Türk, Pomak ve Çingene sivil toplum örgütlerince de desteklenen demokratik protesto dalgası muzaffer oldu. İkinci defa galip gelinmiştir. İlk önce HÖH - DPS milletvekili, Ahmet Doğan’ın himayesindeki, nasıl zenginleştiği bilinmeyen, totaliter rejim generallerinden birinin oğlu olan ve Rusya oligarşi çevrelerine Bulgaristan’da aracılık eden, Daniel Peevski’nin 2014 Temmuzunda Devlet Güvenlik Ajansı (DANS) Başkanlığından istifaya zorlayan başarılı direniş tekrarlandı. O zaman yükselen protesto dalgası dinmedi ve Kasım 2014’te kurulan yeni Bulgar hükümetinde HÖH - DPS partisine kapı kapattı. Umudumuz, gelecek seçimlerde “PF” faşist partisinin tamamen püskürtülüp meclis dışı kalmasıdır.


Makale ve Analizler - 2014

221


222

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2014

223


224

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.