14 MASALLARIMIZ BİZİ ANLATIR

Page 1

Makale ve Analizler - 2014

MASALLARIMIZ BİZİ ANLATIR

2014 Aralık Makale ve Analizleri

1


2

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

MASALLARIMIZ B İ Z İ A N L AT I R BULTURK BGSAM Yayınları Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi - BGSAM -14 BULTÜRK Genel Başkanı: Rafet ULUTÜRK Basım: Ocak - Mayıs 2015 Koordinatör: Dr. Nedim BİRİNCİ Editör: Raziye ÇAKIR İnternet sorumlusu : Kapak Tasarım: Murat ULUTÜRK Pazarlama Sorumlusu: Hamiyet ÇAKIR Arşiv: İbrahim SOYTÜRK İsteme Tel: 0212 511 63 47 www.bulturk.org; www.bghaber.org; info@bulturk.org İnternet sitesinin yazıları Adres: Yıldırım Mah. Şehit Kamil Balkan cad. No.114/A Bayrampaşa İstanbul Tel: +90 (212) 511 63 47 Belgegeçer: +90 (212) 526 51 98 https://bgsam.org/, https://issuu.com/bulturk, https://bulturk.org.tr/ Baskı : DİNÇ OFSET MATBAACILIK SAN. ve TİC. LTD. ŞTİ. Adres: Davutpaşa Cd. Emintaş San. Sit. No: 103/580-581 Topkapı - İstanbul Tel: 0090 212 493 24 67 TÜRKİYE CUMHURİYETİ YASASI GEREĞİNCE BU ESERİN YAYIN HAKKI BULTÜRK’ten İZİNSİZ KISMEN VEYA TAMAMEN ÇOĞALTILIP YAYINLANAMAZ

Web: www.bghaber.org ; E.Posta: rafetuluturk@yahoo.com


3

Makale ve Analizler - 2014

“Bilgi Ordusu, Bizim Ordumuz, Bildiğimizi Öğretmek,Bizim Borcumuz.” Rafet ULUTÜRK

Düşünceler dizisi olan elinizdeki eserin anlamı derin bir uğraşın ancak başlangıcıdır. Bulgaristanlı Türk Müslümanların başına 1970-72, 1984-85’te düşen yıldırımın bir daha düşmemesi için bir uyarı ve ışık niteliğindedir. Saygılarımızla, B U LT Ü R K İ st a n b u l


4

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2014

5

Önsöz Yerine Yıl 2014 70 yıldan beri anadili, dini, yaşadığı şekilde yaşaması, istediği gibi sevip sayması yasaklanmış olan Bulgaristan Trükleri’nin bir yıl önce başlayan bellek zarlarını sökerek kendilerini anlatma serüveni artık tay durmaya başladı. Ekibin yazdıkları kalemler dik, olaylara yaklaşımları cesur ve bilgedir. Okurları uyanmaya kışkırtan bu yazılar elektrik çağından elektronik çağ sıçrayan genç kuşağa hitap ederken, onların soy boy vatan geçmişlerini, kavgalarını, parçalanmalarını, göçleri, kader çizgisini değiştirme mücadelelerini anlatıyor. Anadilinde okuması yazması, kitap basması yasaklanmış bu etnik Türk azınlığının öz edebiyatını ve oradaki koşullarda özgün kültürünü oluşturması geleneklere dayanan yaşam biçimine nefes aldırmaya devam etmesi sanki bir kahramanlıklar serüveni. Türkiye ve Türkiye’deki yakınlarıyla ilişkileri kesilmeye çalışılırken yasaklanmış ama onlar közleri asla söndürmemişler. Türklük sevgisi ve Müslümanlık aşkı hayatlarını belirleyen temel etken olmuş. Dünya pencerelerini onlara kapayanlar ruhlarının sönmesini beklerken 1989’un Mayısında onlar İsyan edip hakları uğruna birlikte toplu olarak şahlanmışlar. Doğu Blok psikologları bu gelişmeleri öngörememiş, gafil avlanmış ve olayların sonunda aynı yılın 10 Kasımında komünist partinin totaliter baskı ve terör rejimi Bulgaristan Türkleri sayesinde devrilmişti. Bulgaristan Türk-Müslümanlarının Türk kimliğini oluşturup geliştirme davasındaki büyük özellik, mücadelenin genel insan hakları, adalet ve demokrasi kavgasına örülmesi, politik nitelik kazanması ve ulusal çapta alevlenmesidir. Bu dış dünyadan maddi yardım almadan örgütlenen ve kendi közünde alevlenen bu Ayaklanma çok yüksek bilinçlilik düzeyi sergilerken, okumuşluk düzeyi düşük olan halkların ruhu kör ve güçsüzdür tezini de kırdı. 2014 yılı yazılarımız, siyasi çalkantıları, seçim dalgalanmaları ile birlikte çok sevdiğimiz vatanımızı, diktiğimiz ağaçları, meyvelerimizin tadını,


6

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tozlaşmak için rüzgar bekleyen buğday denizlerimizi, Tuna’mızı, Balkanımızı, Ardamızı, Tunca’mızı, çilekeş insanlarımızı da anlattık. Bizden iyi anlatan şair ve yazarlarımızı hep aramızda bulduk. Saygılarımızla, Raziye ÇAKIR


Makale ve Analizler - 2014

7

Önsöz: Toplumların hayatında yazılı tarih büyük bir öneme sahiptir. Ancak bizde yazılı olmayan tarih, yani nesilden nesile aktarılan tarih vardır. Bu nedenle bazı olaylar zamanla faklı şekilde anlatılmakta veya algılanmaktadır. Gelecek nesillere aktarılacak olan bilgi birikiminin arşivlenmesi, kitap, dergi veya gazete gibi yayın organları aracılığı ile kalıcı hale getirilmesi büyük bir öneme sahiptir. Bu nedenle edindikleri tecrübeleri, yaptıkları çalışmaları toparlamak ve kitaplaştırmak güzel bir çalışmadır. Bunu bireysel olarak yapımaktan öte kurumsal olarak da yapmaları takdire şayan bir davranıştır. BULGARİSTAN TÜRKLERİ KÜLTÜR VE HİZMET DERNEĞİ kısa bir süre önce 2013’te kurulan internet haber sayfası www.bghaber.org sitesindeki yazıları bir araya getirerek yapılan bu çalışmaları kitapçık halinde getirerek bu konuda büyük bir ciddiyet göstermektedir. Derneğin internet haber sayfasında çıkan yazıları ve çalışmalarının yıllıklar halinde kitapçık haline getirerek yer aldığı bu çalışma gelecek kuşaklara aktarılacak ve ışık tutacaktır. Öte yandan dernek büyük bir arşiv de oluşturmuş durumdadır. Dernek faaliyetlerini gerekli ciddiyetle yürüten dernek Başkanı öncülüğünde dernek kurucuları, Yönetim Kurulu ve üyelerinin yaptıkları özverili çalışmalarından dolayı kutluyorum ve başarılarının devamını diliyorum. İsmail Gemici BULTÜRK Kurucu Üye


8

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Değerli Hemşehrilerim, Bulgaristan’da hepimiz zor günler yaşadık, itildik, ezildik, çiğnendik, hatta gün geldi vurulduk, şehitler verdik. Bu nedenle bizler kendi içimize kapanarak, yaşam mücadelesi vermeye çalıştık. Ancak bu içine dönüklükten kurtulmalıyız ve Türkiye’de yaşadığımıza göre, yasaların bize verdiği tüm haklardan bizlerde yararlanmalıyız. Peki, neden bunu yapamıyoruz? 1877-78 Rus-Türk savaşından sonra Osmanlının Balkanlardan çekilmesiyle birlikte, savaş esnasında işlenen akıl almaz katliamlar nedeni ile atalarımız asırlarca yaşadıkları yerleri terk ederek göç yolunu tutmuşlardır. Geride kalanlar ise Bulgaristandevleti’nin uygulamaya başladığı soy kırım politikalarına karşı direnmiş ve hayatta kalmaya çalışmışlardır. Şimdi ise burada Türkiye’de yaşayanlar oralara yardım edebilmek için, burada ilk önce bir araya gelmek ve bir merkez oluşturmalıyız. Artık bir kurum altında toplanmalı ve birlikte hareket etmeliyiz. Bu birliğe hepimizin ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Artık bir birimizi kötülemekten vaz geçmeliyiz, birisi için yanında konuşamayacağımızı başka bir yerde konuşmamalıyız, yani kısaca arkasından konuşmamalıyız. En önemlisi samimi, hoşgörülü ve ahlaklı olmak. Zamanla her şey yerine geleceğine inanıyorum, ama tabi ki bu dava üzerinde kafa yoran, stratejiler üreten ve devamlı bunun üzerinde çalışan olursa. Bizim savaşımız insanlarımızı ahlaklı yetiştirmek olmalı, birlik ve beraberliğe kendi insanlarımızla başlayarak tüm Türk Dünyasına taşmalıyız. Bizler burada Türkiye’de yaşayan Bulgaristanlılar büyük bir kitle haline gelmiş durumdayız. İşte bu nedenle şimdi bu kitleyi yani kendi hemşerilerimizi, bir araya toplayarak bir merkez, bir güç birliği oluşturmalıyız, tabi ki bu bizim doğal tabii hakkımızdır. Bizler de artık toplum gücünü kullanabilmeliyiz. Toplum olarak haklarımızı elde etmek zorundayız ve bu yönde çalışmalıyız. Biz bunu söylerken, önderlerimizi seçerken, başkaları kötüdür demiyoruz.


Makale ve Analizler - 2014

9

Biz bu işi onlardan daha iyi yapabileceğimize, Türkiye Cumhuriyetine ve Türk Dünyasına daha verimli olacağımıza, buralarda bu bölgelerde yaşayan Türklerin daha iyi, daha güvenilir, yaşamalarını sağlayacağımıza inandığımız için, Önderliğe, Yönetime talibiz. Bu arada Bulgaristan’da kalan kardeşlerimizin hepsinin siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel kimliklerini, muhafaza edebilmeleri için mücadele etmeliyiz ve bu konuda gerekeni yapmalı ve gerekli yardımları yapmalı ve yaptırmalıyız. Aramızda Ahlâklı, Adaletli olanları seçmenli ve yüceltmeliyiz. Geçmişi konuşmaktansa, gelecekten söz etmeliyiz, bugünü değil, yarınları görerek hareket etmeliyiz. Aramızdan stratejistlere imkân ve fırsat vermeliyiz ve onları bizler yetiştirmeli yön verebilmeliyizkısa-10 ve uzunvadeli -50 yıllık hedefleri gösterebilmeliyiz. Aramızda kötü niyetli insanları tespit etmeliyiz, bilmeliyiz ki, onların kusurlarından dolayı değil, bu güne kadar yapılması gerekenleri engelledikleri için aramızdan uzaklaştırmalıyız. Bu güne kadar neler yapılmamış, onları araştırmalı, bilmeliyiz ve neler yapılması gerekir onları söylemeliyiz ve bunları bir an önce hayata geçirmeliyiz. Bizler gözyaşları dindirmek için, yaralara mehlem olmak için, her yüke ortak olabilmeliyiz. Gençlerimize, sadece balık pişirmesini değil, balık tutmasını da öğretmeliyiz, insanlarımızı denizlere, okyanuslara açılmalarını sağlamalıyız. Aramızda Tek Lider değil her sokakta, her mahallede bir lider yetiştirmeliyiz, biz dünyayı yönetmek için oğullarımızı yetiştirmeliyiz. Bizim insanlarımız yani Bulgaristan Türkleri şahsi başarıları Türkiye’de belkide en çok olanlardanız. İşte artık bizler toplum olarak haklarımızdan yararlanmasını bilmeliyiz. Her şeyden önce siyasi haklarımızı toplum olarak kullanmalıyız, daha sonra ekonomik ve kültürel haklar onu takip edecektir. Hepimizin gördüğü gibi, tarihte büyük güçler çok defa kötü politikaların kurbanı olmuşlar ve bunlar devam edecektir. Bir toplumun Lideri olmadan hiçbir şey olmaz, bu lideri de toplum çıkarmalıdır. Siyaseti güvenilir, sevimli hale getirmek bizim hedefimiz olmalı, bu gün çok zor, imkânsız olarak görünse de, yarınlara umutla bakabilmeli ve baktırabilmeliyiz. Var olabilmemiz için, var kalabilmemiz için, öncelikle temel hususlarda anlaşma sağlamalıyız. Aramızda bir birimize güveni kaynaştırmalıyız ve samimi olmalıyız.


10

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Her şeyden önce özgüvenimizi kazanmalıyız, birlik ve beraberliği ön planda tutarak insanları insan oldukları için sevip saymalıyız. İçimizde barışı sağlayıp, tek merkezde bir çatı altına toplanmalıyız. Bu çatı da “BULTÜRK Derneği” olmalıdır. Buradan tüm dünyaya sesimizi duyurabiliriz. Balkanlar konusundaki politikalarda etkili olabilmek için yolları aşındırmalıyız. Çünkü gelişmiş ve Bulgaristan’da etkili bir Türkiye Balkanlara tamamen hâkimiyet kurabilecektir. En önemlisi kararlı olalım ve birbirimize samimi, saygılı olmayı ve bir birimizi sevmeyi öğrenmeliyiz. Bizim derdimizi ve problemlerimizi en iyi anlayabilecek zaat bizden olduğunu idrak etmeliyiz. Bulgaristan Türkleri konusunda teşhisi bizler kendimizi yetiştirerek yetki mercileri alarak son noktayı biz koymalıyız, bu güne kadar ki eksikliğimiz budur. Ayrıca Balkanların anahtarı Bulgaristan’da yani Bulgaristan Türklerinden geçtiğini de öğrenmeli ve öğretmeliyiz. Sevgili dava arkadaşlarım. Kendimizde özgüveni, aramızda güveni ve merkezioluşturduktan sonra, kimsenin aramıza nifak tohumları ekmesi mümkün değildir. Bizim için önemli olan, eksiklerimizi bulmaktır. Geçmişi bırakarak artık bizler aydınlanma dönemine bir an önce geçmeliyiz. Halimizi tespit etmek çok kolay, gazete, dergi yayın hayatımız nerede, kaç gazete, tv, radyo bizimle ilgili haber yapıyor.Burada suçlu değil, sebepleri aramalıyız. Gelin bunları tartışalım, niçin bu güne kadar bir Bulgaristan Kültür Merkezi olmamış, bunu şimdi nasıl gerçekleştirilebiliriz, bunlara yönelik çalışmalar toplantılar yapmalıyız. Hedefimiz Türkiye Cumhuriyetini daha güçlü, daha huzurlu ve daha iyi yarınlara götürmek için olmalı. Güçlü bir Türkiye Bulgaristan da yaşayan Türklerede güven ve huzur verecektir, onların daha rahat yaşamalarını hep birlikte sağlayabiliriz. Bunlar zannetiğiniz kadar zor işler değil. Dünyada insanlar bir iş için değil, bir İdeal için hayatını feda ederler. Bunun için güçlü olmak sesini duyurabilmek için öncelikle bir Kurum ve bunun Merkezini oluşturmalıyız. Çünkü Merkezi olmayan hiçbir topluluk bir yerlere gelmesi mümkün değildir. Bu güne kadar konuşmalar tartışmalar yapılmış fakat bir ağıç ekilmemiş işte bu gün bunu yaptık BULTÜRK tüm Bulgaristan Türklerinin biz öncelikle sadece Bulgaristanlıyız.


Makale ve Analizler - 2014

11

Bizler elimizdeki kıt kaynaklarla bir merkez oluşturmaya çalıştık, bunda da muhafak olduk. Bu merkeze ulaşmakta büyük güçlükler ile karşılaştık bu konuda bizlere yardımcı olan emeği geçen herkese teşekkür ediyoruz. Ayrıca bizlere kendi yerini veren Mümin Hocamıza huzurunuzda kendisine tekrar tüm halkımız adına buradan teşekkür ediyoruz. Bundan sonraki hedef de Türkiye’nin her yerine ulaşmak ve bu birlikteliği her yerde tesis etmektir. Bu merkezimizde artık kendimize ait bir kültür merkezimiz oluştu toplantı salonumuz da mevcuttur her 15 günde bir toplanıyoruz. Amacımıza ulaşabilmek için devletin bir şeyler yapmasını beklememeliyiz. Birlikten kuvet doğar Atasözünde olduğu gibi güçlerimizi birleştirerek devlet yönetiminde söz sahibi olmalıyız ve geleceğimize kendimiz yön vermeliyiz. Gençlerimizin devlete girmelerinin yolunu aydınlatmalıyız. Artık bizim de Ankara’da TBMM’de kendi temsilcilerimiz olmalı. Bizler de buralara kendi içimizden birilerini gönderebilmeliyiz. Aramızda birlik ve beraberliğimizi oluşturduğumuz takdirde kendi içimizde samimi olduğumuzda başarıların ard arda geldiğini göreceğiz bunu başaracağımıza eminim. İhtiyacımız olan tek şey kendi içimizde daha adaletli olabilmek. Sevgi ve saygılarımı sunarım, Genel Başkan Rafet ULUTÜRK


12

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Cinci Kız

Ertaş Çakır-10.Aralık.2014

Cinci Hoca dendiğinde, işe yaramayan, şarlatanlıkla uğraşan, üfürükle tükürükle, tavuk kemiklerinden bir parçayı muska içine sarmalayıp para kazanan birini düşünürüm. Şumenli Firdes Hüseyin’i daha yakından tanıma fırsatım oldu. Cicili bicili giyinmiş, tombulluğuna bürünmüş, kehribar gözleri arasındaki mesafe Orta Asya steplerinden gelenlerin soylu sülalelerin birinin devamı olduğunu anlatan birini karşımda görünce, sesini bekledim, dalgalı derinlerden gelmesi, beklenti dünyamı değiştirdi. Şu günler kapısının önünde farklı şahıslar beliriyor. Sıra beklemiyorlar. Ön kayıt yaptırmamış kişiler bunlar. Sıra numarası almadan girip çıkan birileri.! Ne aradıklarını, kimi kovaladıklarını, hangi derdin ciğerlerini yaktığını sorsan da söylemez bunlar. Olayı gazetelerden öğreniyorum, 2007 senende kurulan ve şu Ahmet Doğan’ın hainliğiyle ilgili dillerde sakız olan, totaliter dönemin Bulgar gizli servisi “DC”nin yerine çöreklenen kısa adı DANS olan Devlet Güvenlik Ajansı’nın kurucu şefi Petko Sertov geçen hafta kayıplara karışmış. Adam emekli. Evinde çalışıyor. Bir sabah cep telefonunu çalışma masasının üzerine bırakmış ve çıkıp gitmiş. Gidiş o gidiş. Ulusal çapta arama emri çıkarılmış. Yerde gökte, her taşın altında Sertov aranıyor. TV halka yaptığı çağrılarda gören, benzeten olursa, en yakın çiçekçiye, bakkala, taksi şoförüne veya gazete bayiine bildirsin!, derken sanki yalvarıyor. İşler karışınca kokusu çıkar deyenler Sertof olayında da haklı. Meğer bizde de polisin emeklisi olmazmış, adam Fransa ile İngiltere “işlerinden” sorumluymuş. Herkesin aklından her şey geçebilir de, 187 boyunda ve 140 kilo bir adamın kayıplara karışması, akla durgunluk veriyor tabii. Hem de kaybolan şahıs gizli polis örgütünün eski şefi. Şu insan kaçıranlar da şeytan. Kâhinlerin ne kadar ilerisini ve ne kadar derinliği görebildiğini öğrenmiş olacaklar ki, bu defa Sertov olayında Fides de eli kolu bağlı, bulsa “Şeytan aldı götürdü ve satamadan getirdi!” diyecek. Bazen cinler de her şeyin farkında değil mi ne?! Bizde, kriminal dediğimiz cinayet türü olaylar takip edilirken, ardından sorgulama esnasında polisin apışıp kaldığı yerde derman aramaya gidebileceği güvenli kapı cinci önünde diz çökmek. 2004 ile 2008 yılları arasında Bulgaristan’da fidye için yerli zenginler kaçırılıyordu. Ülkeden geçen yabancılar kaçırılıp soyuluyordu. Sofya’daki olaylar 15 olmuş ve polis kuru bir çöp gibi ortada kalmış


Makale ve Analizler - 2014

13

hiç birini açıklayamamıştı. Yine aynı dönemde Pazarcık yolunda iki kız kardeşin ölü bulunması ve sanki uzaya kaçan katillerin bir türlü bulunamaması. “Belmiyski” ve “Guninski” adlarıyla yargıya ve iletişim araçlarına düşen olayların çözülmesinde Fides’in yardımları sonuç belirleyici oldu. Ama bu defa sanki Fidesle konuşan cinler de aralarında yeminli... Fides kendi kâhinliğini kabul etmiyor. Çok anlayışlı, çok kurnaz ve zeki bakışlarında başka bir şey var. Hünerinin bir ehliyetsiz hekim olan ve başlıca damak hastalıklarını tedavi eden, soyu Filistin’e dayanan Hüseyin dedesinden geçtiğine inanıyor. O, dünyaya geldiği ilk yıllarda birçok ağır hastalıkla boğuşmuş. Bir gün bizim dilimizde kendilerine “felşer” denen, doktor altı sağlık görevlisi bir iğneci-sağlıkçı evlerine geldiğinde babasına “7 yaşında hayata gözlerini yumacak,” hazırlıklı ol demiş. O demiş demesine de, Fides kız, 7 yaşında cinlerle konuşmaya ve başkalarının göremediklerini görmeye başlamış. Yıl 1973. Daha önceki yazılarımda anlattığım ve halk arasına adı “Vanga Nine” (Baba Vanga) olarak bilinen Bulgaristan’ın büyük kâhini olarak da dünyaca kabul edilen, yaşadığı Petriç kasabasında bir sabah kendiliğinden dile geldiğinde “Varisimin beyni açıldı, Şumen’de bir Türk Kızıdır!” demişti. Bu sözleri işiten yardımcısı kayda geçmiş ve kitaplara alınmıştır. İkisi de ünlü, ikisinin de nefesi çok kuvvetli olan Vanga Nine ile Fides Hüseyin aynı ülkede yaşasalar ve yaşadıkları dönemler bir süre kesişse de aralarında yüz yüze görüşme olmamıştır. Bu konuda Vanga Nine’den bilgi talep edildiğinde “ben ölülerle konuşuyorum o ise cinlerle, görüşmemiz iyi olmaz” cevabini vermiştir. Fides’in babası ünlü cihan pehlivanıdır. Şampiyonlar şampiyonu Şumenli Mehmet Pehlivandır. İkinci Dünya Savaşı arifesinde ve yıllarında Çarlık Bulgaristan’ında millet açlıktan dökülürken Türklerin unu mısır unu, ekmeği mısır ekmeği ve çanağındaki çorbası da kaçamak olduğunda yediği her yudum yağ bal, küçük Mehmet askere gitmezden önce yani daha 18’inde 120 kilo ve sırtı yere gelmez olmuş. Anı sanı pek bilinmeyen ülkemizi dünya minderlerinde şahlandırıp dillendirdiği için 15 sene askerden dönememiştir. Bu bakıma baba şefkatından uzak kalan Fides kız 11’e girdiğinde artık bilinir olmuş ve evlerinin önünden arabalar hiç eksilmemiş ve hatta belediyeden sıra numarası alanlar kendilerine göre düzen kurmuşlar. O, Cinci Hocaların ekmeğini ellerinden almadığını, onların büyü yaptığını ve muskaya inanan da kalmadığını söylüyor. “Sihir yapmakla geçinenler öldü” sözleri ona ait. Üfürükçülerden söz bile etmiyor. Onun özelinde Vanga Nine ile Vera Koçovska isimleri çok önemli yer alıyor. Yaşayansa kendisi. Nasıl çalışıyorsun? Cinlerle teması nasıl kuruyorsun? Gibi sorulara şöyle yanıt veriyor:


14

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

“Ben çok çektim, cehennemde 9 kazanında kaynadım. Ruhlar arasında çok bocaladım. Cinlerle temastayım. Onlarla çalışıyorum. Ruhların oğullarıdır cinler. İyileri insana yardım eder. Kötü cinlerse onu ezip geçer. Rüyalarımı hatırlamıyorum, çünkü geceleri uyumuyorum. İnsanlara yardım edebilme yükünün ağırlığı var sırtımda. Her gece 22 mum yakıp duaya başlıyorum. Gece saat 1.30’dan saat 4’e kadar sürüyor dualarım. Son zamanda karşıma ruhlarına şeytan girmiş çocuklar getiriyorlar. Doktorlar onları defterlerinden silmiş, terk etmişler yani. Son temasım böbrekleri kurumuş bir çocukla oldu. Ayağa kaldırabildim. Felç geçirmişleri ilk temasta ayağa kaldırabiliyorum. Cinayet vakalarını çözmede güçlükle karşılaşmıyorum. Hırsızı, katili hemen görebiliyor, yoksula da yardım edebiliyorum.” “Senin güçsüz ve çaresiz kaldığın durumlar hangileri?” “Üç konuda elim kolum bağlıdır: Ölmüş birini diriltemem. İnsan ölmüyor. Toprağa verilen et ve kemiktir. Ruh hayatta kalıyor. Ana rahminden özürlülere yardım edemem, çünkü onlar Tanrıca lanetlenmiştir. Yaratanın işine karışamam.” Misallerle açıklamam gerekirse, diyelim ki, dedesi bir insan katleden, bu cinayet kan yoluyla nesilden nesle geçer, sinir kopukluğu olarak ortaya çıkar. Ben buna müdahale edemem! Üzerine etkide bulunamayacağım başka vaka görmüyorum. Siz bana şimdi, “sen kimsin?” diye sorsanız, cevabım şudur: “Ben bir Olayom!. Yani fenomen (görüngüyüm.)” “Ünlü kişiler sizden yardım istedi mi?” Bu sorumuza aldığımız yanıtsa şu oldu: “1990’lı yıllarda Başbakan Jan Videnov, Bulgaristan’da ilk özel bankayı kuran Valentin Mollov, Bulgaristan’ın kalın enseliler (murta) çetesini oluşturan İvo Karamanski geldiler. Sonuncusuna nasıl bir ortamda kurşuna dizileceğini söylemiştim. Ölüm tarihini bilemedim. Alın yazısını değiştirmek onun da elinde olmadı. 1998’de Yambol’lı sanatçı Slavka Kalçeva’nın gizli dolabı kırılmış ve ziynetleri çalınmıştı. Hırsızlar tutuklandı. Bilinen opera sanatçısı Rayna Kabaivanska sık sık uğruyordu, hatta dost olmuştuk, sonra temasımız kesildi. Sosyal İşler Bakanı Emilya Maslarova’nın çok ağır bir hastalığı savmasında yardım ettim.” Politik sorularımız: “Bulgaristan’ın geleceğini görebiliyor musunuz?”


Makale ve Analizler - 2014

15

“Bulgaristan’la ilgili söyleyeceklerimi daha önce söylemiştim. Boyko Borisov ikinci defa Başbakan olacak dedim, oldu. Bulgaristan’da işler 2018’den sonra yol bulmaya başlayacak. Boyko’yu bitirmek istiyorlar. Beceremeyecekler. Tansiyonuna dikkat etmesi gerekiyor. Bulgaristan bir devlet gibi devlet değil. Politikacılar devamlı değişiyor, yeni gelen yiyip çalmaya başlıyor, karnı doyduğunda çekiliyor, ama çalmaya devam ediyor. Yasalar dikkate alınıp uygulanmıyor. Doğa da bize baş kaldırdı. Afetler birbirini izliyor. Her şeyin kökünde açgözlülük, hırs, kin ve öfke var. Bulgar’ın ruhu durulmamış. Bu 10–20 üyesi olan partiler neyin alametidir. Kimseyi rahata bırakmıyorlar.” “Bulgaristan’ın geleceği üstüne fikirlerinizi alabilir miyiz?” “Geleceği Şubat ayına kadar görebiliyorum. Vanga Nine: “Varna su altında kalacak” demişti. Deniz kabaracak, Varna deniz altında kalacak. Seller ve su baskınları devam edecek. Doğa gücünü halka karşı kabarttı. Halka bunun üzerinde düşünmeli ve özeleştiride bulunmalıdır. İşlenmiş günahlar var. Halk şeytan oldu. Bu konu üzerinde düşünülmelidir. Halk güzelliklere, doğamıza sevinmek, işi sevmek zorundadır, yaratanın verdiğine minnet duymalıdır. Yaratansa bize karşı cömert davranmıştır. Şöyle düşünmek zorundayız, Bulgaristan’da olan her şey, Bulgaristan’da yaşayan herkesin malıdır. Bize de bir avuç nimet yetsin, bütün dünyanın malına mülküne göz dikmemize gerek yoktur.”

Anadili Şiir Çelengi

Raziye ÇAKIR-12.Aralık.2014

Biz bir soykırım sempozyumuna gidiyoruz. Katliam insanın kendisini öldürmezden önce, ana dilinin, soy kimliğinin, özgün kültürel benliğinin, Türk ise Türk ruhunun düşmanı olur, ruhun katledilmesi demektir. Yıllara sığamayan, onlarca yıllar süren, asırlarca uzayan ve en sonunda sonuçsuz kalan bir eziyet serüvenidir bu. Çünkü kimliğimizi sonsuzluğa taşıyan ruhumuz ölümsüzdür... Bu bizde 136 yıldan beri bitmeyen bir kavgadır. Birlikte var olma kavgası. Gölgelerin kesişme noktalarında birbirlerini yenememesi gibi bir şey... Şairlerimiz


16

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

doğuştan bizim olan en kutsalımızı, Anadilimizi şöyle anlatıyor. Anlattıkça da yaşatıyor. Şiirlerimizin tüm çocuklarımızın ezberinde yaşatması temennilerimizle: ANADİLİMİZ Ezana minare Türk milleti dilini Türküye saz yaratmış Asırlardır işlemiş, Dili kitaptır, hak çare Toprağını ilini, Vatanımıza nur katmış! Türk ruhuyla süslemiş! Dilim bayrak, hasretim, Milletimin incisi; Kutsal milli servetim Türklüğümün Türkçesi!

Annem bana bir yürek Bir ezanlı ad vermiş, Dilde her ses mübarek Her söze renk vermiş!

Ahmet Şerif ANADİLİM İlk göz açtım duydum seni Anam gibi ana dilim. Büyüledin o an beni Çiçek açtın kilim kilim!

Bilgileri siperlerim Ellerimden güç derledim Yollarımda ilerledim Kucak açtı bana bilim!

Ninnilerim senle oldu Rüyalarım senle oldu Verdiğim hazlar ne boldu Nar gibisin dilim, dilim!

Türk’ün ayağı elisin Yüreğinin gür selisin Kültürümün temelisin Benim eşsiz ana dilim!

Sen dünyada var oldukça Gönlümüzde yâr oldukça İçimizde har oldukça Ana dilim tek sevgilim! Latif Karagöz ***


17

Makale ve Analizler - 2014 Seni anamdan öğrendim Sen kolum kanadım elim Geceyi seninle yendim Güzel Türkçem Anadilim

ANADİLİM Sen ışığısın güneşin Seninle yücelir ilim. Dünyada yoktur tek eşin Güzel Türkçem Anadilim.

Ben seninle dedim: ANA Büyük Atama ant içtim. Candan bağlandım vatana Güzel Türkçem Anadilim.

Seni öğrenen ak bahtlı Seninle aydındır yolum Her kelimen baldan tatlı Güzel Türkçem Anadilim

Ben senden başka dil seçmem Sen benim mutlu kaderim Ölürüm senden vazgeçmem Güzel Türkçem Anadilim. Şaban Kalkan *** ANADİLİM Benim sönmez güneşimsin Işık saçan öz kandilim Vazgeçilmez bir eşimsin Güzel Türkçem Anadilim!

Sevimlisin yaprak gibi Cevher dolu toprak gibi Şereflisin bayrak gibi Güzel Türkçem, Anadilim!

Ecdadımın dilisin sen Seni candan severim ben Güzelliğini överim ben Güzel Türkçem Anadilim!

Bir su gibi akıcısın Dilber gibi yakıcısın, Hem tadısın, hem acısın Güzel Türkçem Anadilim!

İpek gibi bükülürsün Yumak gibi sökülürsün İnci gibi sökülürsün Güzel Türkçem Anadilim!

Sensiz dünya haram bana. Sensiz yaşam verem bana. Neşe, sevinç veren bana Güzel Türkçem Anadilim! Ali Bayram


18

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ana dilim pek tatlı Türkçe derler adına, Türkü gibi kanadı Doyum olmaz tadına. Alfabesi güç değil; A, Be,Ce, De, E, Fe... Ona hürmetle eğil Her sözü bir felsefe!

ANADİLİM Özü destan, şarkıdır Çor Tigin’le başlayan, Kırk beş ağız farkıdır Şer güçleri taşlayan! Bozkırlarda sel oldu Orkun’dur ilk akını, Anadolu’da buldu En çalışkan çarkını! Mehmet Çavuş

Yalan + yalan = Yalan

Şakir Arslantaş-12.Aralık.2014

Kabul etsek de etmesek de, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları dünya kaynaklarının yeniden paylaşılması için yapılmıştı. Her savaştan sonra imzalanan Barış Sözleşmeleri birkaç yıl dostluk ve anlaşma bayramı olarak kutlandıktan sonra giderek sönmeye başlar. Bu noktaya işaret ederken bir de ülkelerin tarihinde hiçbir anlam taşımayan hatta olumsuz rol oynayan anma törenleri ve kutlamalar da var. Üstüne üstelik başka devletlerin utkularını kendi milli bayram günü yapan ve asırlarca kutlayan halklar da var. Mesela, Bulgaristan’ın Rusya İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğunun 3 Mart 1878’de San Stefano Antlaşmasını imzaladıkları günü, Bulgaristan’ın Milli Bayramı olarak kutlandığı gibi. Dikkatinizi çekerim, Bulgar Parlamentosu Başkanı Tsetska Tsaçeva 10 Aralık 2014 günü Pleven kentinde “bu şehri Osman Paşa askerlerinden korurken ölen Rus Çarı II. Aleksandır askerlerinin ruhunu yaşatan sönmez ateşe” çelenk koydu. 1877 - 78 Osmanlı - Rus Savaşı’nda Rusya’nın bir saldırgan olduğu, Pleven Savaşı’nda şehri koruyan ve Bulgarları savunan güçlerin Osmanlı birlikleri olduğu, hatta bizi savunun paşam diye ricada bulunan yerli Bulgar zenginlerin ve Papazın Osman Paşaya 3 torba altın verdiği dikkate alınırsa, bu savaşta ve bu şehirde Bulgar halkının umut bağladığı gücün Osmanlı Ordusu ortaya çıkıyor. O zaman bu anıt neyin sembolüdür ve bu çelekle verilen mesaj nedir! Bazı eski Bulgar tarih kitapları dışında, Dünya Tarihinde, Avrupa ve Balkanlar Tari-


Makale ve Analizler - 2014

19

hinde II. Aleksandır Ordularının Tuna Irmağı’nı geçip Bulgaristan’a girmesi o zaman başlayan Rusya’nın Osmanlıya karşı başlattığı büyük savaşın bir halkası olduğundan, bir saldırı savaşı olarak kabul ediliyor. Yine bu savaşta Varna üzerinden Bulgaristan topraklarına giren Rus birlikleri de aynı amaçla hücum etmiştir. O zaman benim doğduğum “Drındar” köyünden geçen Rus piyadeler “Suvorovo” kasabasında karargâh kurup Şumen’e saldırmıştır. “93 Harbi” adıyla bilinen bu saldırı savaşında Bulgaristan toprakları savaş sahnelerinden yalnız biridir. Kafkaslar üzerinden Erzurum’a kadar uzanan Rus askerlerinin Osmanlı İmparatorluğu topraklarını parçalayıp sıcak denizlere inmek olduğu herkesçe bilinir. Üzerinden 136 yıl geçen bu saldırı savaşı sonucunda, 3 Mart 1878’de San Stefano (Yeşilköy) Barış Sözleşmesi imzalandı. Ardından olaylara başka açıdan bakan Batılı Büyük Devletlerin topladığı Berlin Konferansı’nda 1 Temmuz 1978 tarihli Berlin Antlaşması imzalandı. Osmanlı devlet sınırları yeniden çizildi. Bulgar Prensliği kuruldu. Böylece 500 yıllık beraberlikten sonra, Rusya Çarlığının Osmanlı Sultanlığına açtığı bir saldırı savaşı neticesinde Bulgaristan yavaş yavaş olmak üzere, Padişahlık sınırlarından ve düzeninden ayrılarak bağımsız bir devlet oluşturmaya doğru koptu. Dolaşa gide gelen günümüzün Bulgaristan Cumhuriyeti’ne gelindi. O zaman bu zaman köprülerin altından çok su aktı. Dünya değişti. Yukarıda işaret ettiğim gibi İki Dünya Savaşı yaşandı. Hatta Birinci Dünya Savaşı sonunda Bulgar Ordusu Rus birliklerine karşı süngü bile taktı. İkinci Dünya Savaşın’da Bulgar askeri Rusya cephesine gitmedi ama ilk aşamada Hitler Alman yası’ndan yanaydı, sonra Hitler Ordularını kovalayanlara katıldı. Durum böyleyken, Pleven’de halen çürümüş kemikler üzerine ateş yakıp, etrafına çelenkler ve çiçekler yığmak, yeni kuşaklarca zor algılanıyor. Mesela bu yıl Berlin “Treptov” Parkındaki Sovyet Zafer Heykeline Rus Büyükelçisi çelenk koymadı. Bizim örneklerimizle analiz etmek gerekiyorsa, Cumhurbaşkanı Rosen Plevneliev, yine şu 136 yıl önce yaşanan savaşın anısına düzenlenen Koca Balkan’ın Şipka Tepesi 3 Mart kutlamalarında Çar II. Aleksandır’ın Rus Orduları hakkında “Bulgaristan’ın kurtarıcısıdır!” demedi. Gün gibi parlayan gerçekler Rus ordularının Osmanlıyı kovdukları topraklarda kendilerine egemenlik bölgesi yarattıkları görülüyor. Dolayısıyla bir boyunduruktan boşanan Bulgar halkı başka bir boyunduruğa girmiş oluyor ki, bunun adına hangi sıfatı uygun bulursanız onu ilave edebilirsiniz. Birbirine ters benzetmeler kullanıldığında tabii birisi asılsızdır. Büyük bir savaşın hedefleri ve sonuçları belli olduğunda, “93 Harbi”nde olduğu gibi, yan neticelerden herhangi biri, örneğin (Bulgar topraklarından bir kısmının Osmanlı düvelinden koparılması gibi) büyük sonuçlar çıkarıp, birey olan genel ya da özel gösterildiğinde, zaman gerçekleri aşındırıyor ve hakikatler


20

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

gün yüzü gördükçe, önem kazanıyor. Bu anlamda 3 Mart’ın ulusal bayram olma gerekçesi yetersizdir. Kuşkusuz tarihi hep canlı tutmak, çarpıklıkları yaşatmak, önemsizi dev gibi büyütmek “imparatorluk politikalarında” stratejik önem arz ediyor. Bu açıdan bakıldığında Moskova’nın Bulgaristan’la ilgili 136 yıldan beri süren “himaye ve yönlendirme siyaseti” kendi kendini çok iyi anlatıyor. 136 yılda tam bağımsız bir devlet olamadık. Rusya bizi mesela enerji alanında kendinden tamamen bağımlı kılmaya devam ediyor. Kullandığımız akaryakıtın % 80’nini Rusya’dan almamız buna kesin ve tamamen inandırıcı bir kanıttır. Politik açıdan Bulgaristan’ın bağımsızlığına Moskova’nın bakış açısı dikkat çekicidir. Rusya Liberal Partisi Lideri Vladimir Jerinovski bir TV demecinden Bulgarlar hakkında “siz bize sonsuza dek minnet beslemek zorundasınız, biz sizi Osmanlı’dan kurtardık” dedi. Ağızdan düşen baklanın içinde öz olan, 2005’te NATO’ya üye olan, 2007’de Avrupa Birliği’ne katılan Bulgaristan’ın öncelikle enerji alanında bağımsız bir politik yönelim aramaya başlamasıdır. Moskova’da geçen dönemde eli kolu bağlı durmamıştır. Ülkemizi artan yakıt bağımlılığında tuttu. Bizden yaptığı ithalata yüksek gümrük mevzuatı uygulayınca dış ticaretimizi felç etti. Ortak üretimlerden 1000 lisansı birden geri alıp endüstri üretimimizi yakın zamanda bir daha ayaküstüne kalkamayacak şekilde çökertti. Benzer sonuçları her yerde görüyoruz. Bulgaristan’ın Batıya bütünleşmiş olmuş sanayi kurması uzun zaman ister. Politik olarak Bulgaristan’dan çekilmemekte ayak direyen Moskova, Geçiş Döneminde siyasi dengeleri kendi gölgesinde tutabildi. En fazla bel bağladığı politik güçlerden 3 kez ortak iktidar kuran Sosyalist Parti (BSP) ile Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH - DPS) liderleri devleti kişisel menfaatler lehinde çalıştırmayı alışkanlık haline getirince halkın gözünden düştüler. Artık iktidar koltuğuna tırmanamaz duruma geldiler. Moskova’nın Bulgaristan’daki çıkarlarını yemlemek için 50 yıl sonra 2001’de geri çağrılan ve Başbakan koltuğuna oturtulan II. Simiyon Sakskkoburgotski efsanesi de saman ateşi gibi yanıp söndü. Bilinen 3 politik gücün (BSP, HÖH ve II Simiyon Ulusal Hareketi) ve Moskova uşaklığı kulaklarından akan “Ataka” partisinin de katıldığı erk ortaklığında olup bitenleri ince eleyip sık dokusak birçok olumsuzlukla yan yana bir de eli iş tutan, sağlıklı, genç ve öğrenimli kadroların önce birer ikişer otobüsle ve ardından seller halinde Batı devletlerine paketlendiğini izledik. Hatta bu amaçla parlamentoyu evi haline getiren milletvekillerimizden R. Atalay’ın oğlunun kurduğu Otobüs Şirketi sıcak para toplamada gişe rekoru kırdı. Amerika’ya, Kanada ve Avustralya’ya gitmeye zorlananların hikâyesi bambaşkadır. Hedef, ülkeyi aklı başında, elinden iş gelen, dürüst kadrosuz bırakmaktı. 2 milyon 500 bin Bulgaristan vatandaşından birçoğunun bir daha geri dönmemek üzere vatandan uzaklaştığı dikkate alındığında, sinsi hedeflere ulaşıldığına tanık oluyoruz. Bugün parçalanmamış, sıla acısı çekmeyen, özlem ateşinde kav-


Makale ve Analizler - 2014

21

rulmayan bir tek ailemiz yoktur. Tüm tüm dağıldık. Köyler boşaldı, kasabalar ihtiyar dolu. Gençler emekli olmaktan korkuyor, Çünkü çalışırken yoksul yaşayanlar emekli olunca sefiller kategorisine girip 7 yılda pes ediyorlar. Memleketin insansızlaştırılması öyle planlanmış ki, akıllara durgunluk veriyor. Öncelikli olarak Hak ve Özgürlük Hareketinin son 15 yılda Hıristiyan Çingene mahallerine yönelip önem vermesi, Avrupa Birliğinden gelen paralarla beli tutan şoparları yemlemesi ve Çingene nüfus artışına patlama dönemi yaşatarak, Brüksel’den aç, susuz, evsiz, elektriksiz, kara cahil, işsiz, yoksul çingeneleri Bulgar toplumuna entegre edeceğiz, yalnız yoksullukla değil, sefaletle de baş ederiz, herkesi aynı şeyleri yemeye alıştırmak için sosyal yardım paketleri dağıtıyoruz, yemek yerken bile müzik çalıyorlar, yeni kültür modellerine öncelik verdik gibi saçmalıklarla yüz milyonlar ceplemeleri ve kimseye çıtlatmadan bu paracıkların altından girip üstünden çıktıktan sonra “ne süt içmiş, ne de süt dökmüş” havaları esmesi artık baygınlık getirdi. Çingene mahalleleri bağımsız getto durumunda, elektrik su parası ödemiyorlar, yaktıkları odunlar çalma kapma, yediden yetmişe okula yazılmışlar, tabii derse giren yok, ama Eğitim Bakanlığının “fakirlere öğrencilere yardım paralarına” bel bağlamışlar. Bu örneklemeyi yaparken biz Moskova’nın Bulgaristan’a yönelik enerji stratejisinin “halkın başını dertsiz bırakmama” fıkralarından yalnız birine değindik. 2013 ve 2014 yıllarında başka çok önemli 3-4 fıkra daha uygulandı ve çıkan dumandan halk iyice bunaldı. Birisi “Bulgar nüfus 2051’de yok olacak” saçmalığıydı. İkincisi de “Güney Akım” gaz bor hattından yılda 2 milyar Euro kira alırız umuduydu. Halen yarım kalmış bir iskeleti andıran “Belene” Atom Elektrik Santralinde üreteceğimiz elektrik enerjisiyle Balkanların elektrik kralı olacaktık. Halen ülkemiz üzerinden geçen ve Yunanistan’la Türkiye’ye doğal gaz ileten borudan aldığımız aylık 130 milyon US Doları da hayal ettiklerimize eklediğimizde “bey gibi yaşarız” havası oluşuverdi. İnsanın işi ters gidince olmuyor işte. Şu Putin Ankara’dan hayal dünyamıza biber gazı sıktı. Ne yazık ki, insan hem sağa hem de sola aynı zamanda gidemiyor. Bir defa NATO ve AB seçeneğimizle biz, Bulgaristan olarak Moskova’ya resmen “boşandık” - “sen öteye biz beriye, bak işine” demiş olduk. Bu, 136 yıldan sonra Rusya yörüngesinden çıkmak yani her bakıma bağımsızlık istediğimizin ifadesi olmakla birlikte ve bir de “aramızdan kara kedi geçti ve bu iş bitti” anlamındaydı. Fakat Moskova’nın kafatasında “bunlar bensiz bir şey yapamaz” çivisi vardı. Gerçek olan hayal edilenden farklı olsa da, Moskova bize “siz benden devamlı hamilesiniz”, başka bir deyişle “siz bana her zaman ve her yerde mecbursunuz” demez mi! Bunun böyle olduğunu Putin “Güney Akım” konusunda Ankara’da verdiği demeçte doğal gaz borusunu “Kuzey Karadeniz’den değil, Doğu Karadeniz’den


22

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

geçireceğim” açıklamakla kesin ortaya koydu. Boru Varna’ya değil, Samsun’a çıkacaktı. Bu haberin “şok” etkisini “felç” izleseydi şaşmam. Olay Bulgaristan’da yeşeren “kısmetimizde avantadan yaşamak varmış” umudu üzerine atom bombası gibi düştü. 2013 Şubatında Borisov hükümetini düşüren elektrik faturaları olmuştu. Çıbanbaşı olan enerji politikası, yani Rusya’nın Bulgaristan’daki enerji hâkimiyeti, hatta bir karanlık dumandan başka bir şey olmayan Ulusal Enerji Siyasetimizdi. Ağızda sakız olan KTB bankasının çökmesi de büyük hayallerin boşa çıkması sonucudur. Bu bankaya “Güney Akım” kuruculuğu için 3 - 5 milyar gelecekti. İki para birbirine karışmasın diye bankanın içi boşaltıldı. HÖH - DPS lider takımının ağzı sıkı olduğundan bu işi onlara havale ettiler. Şimdi İcra Müdürü Lütfü Mestan bile yutkunamaz oldu. Sanki hepsinin içinde birer kazık var. Her konuda fikri olanlar boş boş bakıyor. Üzerine bastıkları Bulgar Milli Menfaatleri olduğu için hesap vermek zorunda kalacaklar. Anlaşılan bu defa duvarın dibini fazla kazdılar, üzerlerine yıkılabilir. Putin Ankarada belirdiğinde, kamuoyu, 1 ay önce kurulan hükümet, sandalyesine henüz ısınamayan Başbakan Borisov afalladı. Sanki lazerle kesilen şerit değil, Bulgaristan gelecek umutlarıydı. Birden bire açılan boşluğa göçük mü desem, hendek mi desem, dipsiz kuyu mu desem, neyse işte ortalıkta öyle bir krater belirdi ki, Bulgaristan’ın bütün çöpü toplansa dolmaz. Başbakan Borisov Meclise gitti. “Ben bu işi Brüksel’e gidip hemen düzelteyim, bana özel yetki verin” dedi. Ama, bu söz bizim “nerde çokluk orada...” Hepsi başka tarafa baktı ve oy veren olmadı. Çiçeği burnunda Başbakanımız onları dinlemedi. Brüksel’e gitti geldi ve “Bulgaristan Avrupa’nın En Büyük Enerji Üssü Olacak” dedi. Tabii büyük kuyuya büyük taş, aç adama büyük çanak dolusu çorba ve büyük somun, yalana susamışa olana ise kocaman ve tatlı bir yalan lazım. Başbakanın Brüksel’den getirdiği yalan bizim yalanlardan daha büyük olduğundan herkes hemen rahatladı. Önemli olan boş kalmamak! Yakıtın büyük politika ve tam bağımsızlık olduğunu anlamaya başlayanlar uyanıyor. Kimse kimseyi aldatmasın. Bizden yararı olmadığında Moskova yüzümüze bakmaz. İkinci bölümde Bulgar Bağımsızlığında Moskova Ajanlarının Köstekleyici rolüne değineceğiz.


Makale ve Analizler - 2014

23

Ben Yabancı Değilim, Senin Evladınım!

Dr. Halide Akıncı-14.Aralık.2014

Mayıs 1989 Olaylarının Yirmi Beşinci Yıldönümü Not Defterinden Ben yabancı değilim Ben senin evladınım Ey Bulgaristan, Ben senin evladınım, Senin yolların benim de yollarım. Recep Küpçü Bulgaristan Türklerinin kendilerine karşı şiddet kullanılarak Bulgarlaştırılmalarına isyan ettikleri 1989 Mayıs günlerinden 25 yıl uzaklaştık. Bu görkemli yürüyüş ve protesto eylemleri ülkemizde komünist rejime karşı 1951 köylü başkaldırısından sonra ilk kitlesel yinelemeydi. Mayıs başkaldırısıyla Bulgaristan Türkleri totaliter rejimin temellerini ciddi surette sarstı. Diktatör Todor Jivkov ilk korkulu gecelerini 1989 Mayısında yaşadı. Rejim raydan çıktı. Sökülmeye başladı. Özünü terk etmiş, biçimini çarpıtmış bir yönetimin sonu göründü. Memleketin en cesur evlatlar mücadele öncüsü oldu. Politik önderliği İnsan Haklarını Savunma Demokratik Liga örgütü üstlendi. Yarı legal durumuyla halk tarafından kucaklandı. Totalitarizmi kökten sökme kararlılığıyla güç topladı. Onur ve haklarını savunma yolunda zafer arayan Bulgaristan Türkleri Demokratik Lig ve Viyana 89’u Destekleme Derneği gibi onlarca sivil direniş örgütünde güç birliği kurdu. Mayıs sonları Paris’te düzenlenecek olan İnsan Hakları Konferansı; Avrupa’da Güvenlik ve Yardımlaşma Konferansı gibi uluslar arası olaylar direnişe hazır müfrezeleri tamamen yüreklendirdi. Bu direnişler yalnız Türklerin ve Müslümanların davası uğruna değildi. Dünyanın gözü Bulgaristan’daydı. Fransa Cumhurbaşkanı Fransoa Miteran Sofya’ya gelmiş ve farklı düşünen aydınlarla karşılaşmıştı. Yarı ömürleri hapishane koğuşlarında geçen demokratlardan Petır Manolov ile İliya Minev açlık grevlerine daha Şubat ayında başlamışlardı. Doktor Trençev köy köy memleket dolaşıyor ve halkı hürriyet ateşinde yanmaya uyandırıyordu. Zülüm üstüne zülüm yaşayan Ramadan Runtov, Hasan Byalkov ve daha pek çok daha kahramanı Pomak da işaret bekliyordu. Açlık Grevleri. 21 Nisan 1989 sabahı İnsan Haklarını Savunma Bağımsız Örgütü üyelerinden Dulovo’lu (Ak Kadınlar) Sabahat Naimova, Naim Naimov ve Zakir Mus-


24

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tafaov Bağımsız Örgüt Demokratik Liga üyelerinden tutuklanması gerekçesiyle açlık grevi ilan ettiler. 6 Mayıs günü Dulovo’dan Fevzi Hüseyinov, Zakir Mustafaov, Hakkı Mehmedov, Remzi Necibov Türk ve Müslüman isimlerinin geri verilmesi, din ve ana dil özgürlüğü istekleriyle açlık grevine başladı. Direnişe daha ertesi gün Prestoe köyü ve Kaolinovo’dan daha 7 kişi katıldı. Grev haberleri “Hür Avrupa Radyosu”nda birinci haber oldu. Demokratik Liga örgütü Genel Sekreteri Sabri İskender her gün kalabalaşan grev direnişlerini desteklerken, halkın haklı demokratik mücadelesini daha da yüreklendirdi. Direniş alevleri Kuzey Doğu Bulgaristan’ı kısa sürede sardı. Halkın haklı direnişleri karşısında totaliter rejimin tank ve topları yetersiz kalınca Demokratik Lig Genel Başkanı Mustafa Ömer ve Başkan Yardımcısı Ali Ormanlı sınır dışı edildi. Bu da yetmedi. 15 Mayıstan itibaren Demokratik Lig ve Bağımsız İnsan Haklarını Savunma Örgütleri üyeleri gruplar halinde baba ocağından koparılıp sınır dışı edilmeye başlandı. Aynı günlerde halk aydınları, en cesur Türkler, istidatlı genç aileler, öğretmenler, ustabaşılar, uzman işçiler, daha varlıklı Türkler, kamuoyu oluşturabilenler, halkın ardından sürükleme yeteneğine sahip olanlar önceden hazırlanmış pasaportları ellerinde buldular. İlk günlerde “sınır dışı” İsveç’ten Kars’a kadar uzanan uçsuz bucaksız bir dünyaydı. Ailelerini toplayıp Vatan toprağını hemen terk etmeleri şartıyla sürgünler salındı. Koğuşlar, ıssız hücreler, hapishaneler aynı şartla boşaltıldı. Bulgaristan Komünist Partisi Merkez Komitesi özel yetkili kadrolarını Sovyetler Birliği’nde çalışan Türk ve Müslüman işçilerimizin şantiyelerine gönderdi. Bilinçli olarak büyük bir panik yarattı. Çile ve acısı asla unutulamayan büyük göç seli kapısı ardına kadar açıldı ve modern dünya emsalsiz bir barbarlık ve daha önce eşine rastlanmamış bir trajedi izledi. Gösteriler ve Şehitler. 19 Mayıs günü küçük bir Rodop kenti olan Cebel’de 3 bin kişi zoraki asimilasyonla kimliklerinin eritilmesine karşı ilk kitle gösterisinde buluştu. Kent abluka altına alındı. Polis copları direnişçilerin belinde kırıldı. Sopadan geçirenler hastanelik oldu, kan kustu. Birçok kişi tutuklanırken, bütün hapishane koğuşlarını elinin içi gibi bilen bugünkü HÖH - DPS İcra Müdürü Lütfü Mestan’ın Bulgarca öğretmeni Avni Veliev sınır dışı edildi. Cebel kitle gösterisi misali ilk büyük halk gösterisi 20 Mayıs günü Kuzey Doğu Bulgaristan’da tekrar etti. Pristoe köyünden çekilen gösteri alayı Kaolinovo kasabasına giderken yollar insan seli oldu. Kalabalığı tank alayı da durduramadı. Yollardan taşanlar son hedefe yürüdü. Birkaç bin kişi birden isimlerin geri verilmesinde, d,n haklarının tanınmasında, ana dilin serbest kullanılmasında ve demokratik hak ve özgürlüklerin, doğal ve insan haklarının tamı tamına uygulanmasında ısrar etti. Kadınların, öğ-


Makale ve Analizler - 2014

25

renci ve küçük çocukların da katıldığı bu gösteri hedef, öz ve biçim olarak politik barışçı bir nümayişti. Gösteriye ateş açıldı. İlk şehitler düştü. Yaralıları hastaneler almadı. Bulgaristan Türklerinin 1989 Mayıs Ayaklanmasında ilk kan o gün akmıştı. Halk tepkisi Dulovo’da 3 bin kişiyi ayağa kaldırdı. Ak Kadınlar da diriliş ve mücadele tarihimize Türk adları altın harflerle yazılan ilk 3 şehidini o gün verdi. Aynı gün öğleden sonra direniş dalgası Tolbuh’in şehrine sıçradı ve 4 bin Türk şehir merkezini doldurdu. 23 Mayısta protesto hareketine katılan Razgrat’ın Ezerce köyü de 2 şehit verdi. Halk eylemlerine ateş açan asker, polis ve kızıl baretlerdi. Olayların gelişmesini ve direniş dalgasının kuzeyden güneye köyden köye şehirden şehre sıçradıkça alevlenişini yakından takıp edip yansıtan “Hür Avrupa” Radyosuna dünya demokratik kamuoyu, uluslar arası iletişim araçları katıldı. Totaliter rejime kesin karşı bayrak açtılar. Türklerin haklı oluşu ve en yüce adaleti hak ettikleri, tüm demokratik haklarının, insan onurunun geri verilmesinde direndiler. Tutukluların serbest bırakılması, hapishane ve toplama kampı kapılarının sonuna kadar açılması ana isteklerin başında geliyordu. Demokratik dayanışma göklere çıktı. Bu güçlü birliktelik hareketinin başında Türkiye Cumhuriyeti devleti ve hükümeti, soydaşlarımız, kardeşlerimiz, onların dernekleri ve sivil toplum örgütleri, dostlarımız yer aldı. 27 Mayıs günü Kuzey Koca Balkan eteklerindeki Varna’ya bağlı Medovets köyü iki Türk anayı şehit verdi. Bütün askeri güçler, tüm polis birlikleri özel birlikler Kuzey Doğu Bulgaristan’a sürüldü. Türk köy ve kasabalarına yığınak yapıldı. Olağanüstü durum ilan edildi. Türklerin kanı kabarmış, ruhları kaynıyordu. Türk Ayaklanmasına Demokratik Bulgar Örgütlerinden Yakın Destek. Bulgaristan Türklerinin 1989 Mayıs protestoları bir ayaklanma niteliğinde olup, insan haklarını savunan ve farklı düşünen Bulgarların faaliyetlerini de hızlandırdı. 22 Mayıs 1989 günü Bulgaristan’da İnsan Haklarını Savunma Bağımsız Örgütü 20 ve 21 Mayıs günlerinde protestocu Türklere ateş açılmasına, şiddetlenen baskı ve hakaretlere karşı tepkisinde etnik asimilasyon politikasına son verilmesini istedi. Bağımsız örgüt üyesi Anton Zapryanov, Dinsel Hakları Savunma Komitesi’nden papaz Hristofor Sıbev Bulgaristan Türklerine karşı silahlı saldırıyı ve Türk bölgelerinde sıkıyönetim uygulanmasını şiddetle yerdiler. Bilim adamı Bayan Antonina Jelyaskova bir açık mektup yayınlayarak zorla “Bulgarlaştırma” kampanyasına son verilmesini ve vatandaşları zorla göçe zorlama politikasına son verilmesini istedi. 18 Temmuz 1989 günü şaire Blaga Dimitrova 120 Bulgar aydının imzaladığı çağırıyı Millet Meclisi’ne sundu. Bu dayanışma çağrısını imzalayanların çoğunu Açıklık ve Yeniden Tanzim Kulübü (Kulüp Pe-


26

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

restroyka) üyeleri oluşturuyordu. Bu aydınlar Bulgaristan Türklerinin adlarının iadesinde, etnik kimliklerin korunmasında ve baba ocağından zoraki surette kovulmalarına son verilmesinde ısrar ediyorlardı. Aynı zamanda Bulgaristan Türklerine memleketi terk etmemeleri için çağırıda bulunuyorlardı. Komünist İktidar Kendi Kapanına Düştü Uluslar arası protestolarla ve memleket içi gösterilerle yüzyüze gelmişAçiklik ve Yeniden Tanzim Kulübü, Bağımsız “Podkrepa” Sendikası ve Dinsel Hakları Savunma Komitesi’nin aktifleşmelerinden rahatsız olan rejim Mayıs 1989 sonunda geri adım atmaya başladı. Orduyu kışlaya toplarken, geniş çapta “vatanperver kampanya” adı altında milliyetçi kampanya düzenledi. Parti politikasını desteklemek amacıyla emekçiler arasına indi. İşçiler, memurlar ve üniversite öğrencileri Sofya’da Türkiye Büyük Elçiliği, Plovdiv ve Burgas Konsoloslukları önünde düzenlenen nümayişlere katılmaya zorlandılar. Nümayişçiler “hainler ve soya ihanet edenler mahkeme huzuruna” sloganıyla yeri göğü çınlatıyorlardı. Etnik Temizleme. Türk ahalisinin ayaklanmasına ve anti-sosyalist sivil grupların faaliyetlerine karşı kesin karar etnik temizlemeydi. 29 Mayıs günü Todor Jivkov ülkenin belirli bölgelerindeki ahalinin dış dünyanın kışkırtması sonucu vuku bulmuş olan gerilime ilişkin resmi bir beyanatta bulundu ve Bulgaristan Müslümanları adına Türkiye’nin anlara sınırları açmasını çağırısında bulundu. T. Jivkov yüksek parti yönetimi huzurunda “bizim stratejik görevimiz bu insanları Türk değil, temiz Bulgar olduklarına ikna etmektir” diyen tezden vazgeçip yeni stratejik görevin ülkeden 300 bin Türk’ün göçe zorlanması olduğunu belirti. “En azından 200 bin kişinin, hatta mümkünse bu ahaliden 300 bin kişinin göç etmesi Bulgaristan Halk Cumhuriyeti için son derece zaruridir... Biz artık İçişleri Bakanlığındaki arkadaşlara aşırı görüşlü olan kişilerin zorunlu olarak Avusturya vasıtasıyla alelacele göç ettirilmesine dair teklifte bulunduk. Bu olayları düzenleyen fanatikler kitlesel halde göç ettirilmelidir. Bu göçü örgütleyerek bizim göçten yana olduğumuzu göstermeliyiz.” diye konuştu. Göçmen Faciası. Türkiye sınırları kapayıncaya kadar göç eden 350 bin kişinin göçmen trajedisi işte böyle başladı. Onlara varını yoğunu yok pahasına satmak için birkaç saat mühlet tanınıyordu. Yanlarına ne alabiliyorlarsa onunla yola çıkıyorlardı. Sınırdaki kuyruk 40 kilometreyi aşıyordu. Edirne, Çorlu, Kırklareli ve Lülleburgaz çadır kentleri gün geçtikçe artan göç dalgasını karşılayacak durumda değillerdi. Bulgaristan’da ise birçok köyler boşalıyor, evler okullar, ıssız kalıyordu, memleket yüz binlerce vatanına sadık ve çalışkan vatandaşından da mahrum edili-


Makale ve Analizler - 2014

27

yordu. Göçmenler aylarca Türkiye’nin dört bir köşesine dağılıp gitmiş ailelerini arıyorlardı. Aralarından bazıları bu gerginliğe dayanamayıp hayatlarını kaybediyorlardı. Yollarda beklemek kolay mı? Göçmenler hayatlarını yenibaştan kurmaya başlayacaklardı. Yığınsan göçün başlamasından 2 hafta sonra komünist yönetim kaybedilen iş eli sonucu ekonominin aldığı ağır darbeyi hissederek telaşla çıkış yolları aramaya başladı. Stratejik görev tekrar değişti. Göç sınırlandırıldı. Belirli kategori kişilerin, parti üyelerinin ve Pomakların göç etmeleri engellenmeliydi. Fakat bu kadar zulümden sonra onurları ayakaltına alınmış olan Türkler ya haklarının iade edilmesini veya Türkiye^ye göç etmelerine izin verilmesini istiyordu. Totaliter rejimin asimile etme kampanyasından vazgeçip vatandaşlarını durduracak durumda değildi. Hatta 1989 Ekim ayı sonlarında T. Jivkov hezimete uğradığını ve bu girişimin dış dünyaca izoleye neden olduğunu, sosyalist sistemin mukavvadan oluşan bir kule misali çökmeye başladığı, bir anda ekonomik yaşamın bunalım yaşamaya başladığını hazmetmek zorunda kaldı. Bulgaristan’da “tek Bulgar ulusu” oluşturma uygulaması kısmen yenilikler yaparak yeni bir stratejik görev ortaya attı. BKP MK Politik Büro üyelerinden Dobri Jurov “mümkün olduğu kadar daha fazla kişi göç ettirelim” diye ısrarını sürdürdü. Politik Büro üyelerinden bir başkası olan Yordabn Yotov “Bulgaristan topraklarının temizlenmesinden” söz ediyordu. Yine en kodamanlardan olan Penço Kubadinski “havanın bu ahaliden temizlenmesinden” bahsediyordu. İçişleri Bakanı Georgi Tanev “Müslüman yığınların öteye beriye dağıtılması” tavsiyesinde bulunuyordu. Bu çabalar sürerken Todor Jivkov iktidardan indirildi. Komünist Partisi iktidarda kalma formülü arıyordu. Parti o zamana kadar olup bitenlerin, bu cümleden zorla asimile edip eritme sürecinin sorumluluğunu bir tek Todor Jivkov’a yükleyerek işin altından çıkmaya çalıştı. Bu arada hapislerde eğitilen kadrolarla Türkleri asimile etme politikasına yeni biçim arama gayretleri ağırlık kazandı.


28

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Gayeli Mücadele

Neriman Eralp Kalyoncuoğlu-14.Aralık.2014

Soykırımla hesaplaşma sempozyumuna selam. Mum dediğin, yanıyorsa mumdur, Yanıyorsa, ölüme mahkûmdur. Bu savaşımı dedelerimiz, babalarımız verdi. Gün geldi birçokları ateşini yeni kuşağa devrederek, dünyanın kendilerinden sonra da aydın kalacağına inandıkları an, söndüler. Ve ben birçok defa soruyorum kendi kendime. Baba ocağından buralara taşıdığımız ve bir türlü vazgeçemediğimiz öz nedir diye? Şu dörtlük geliyor aklıma hep: Bahçelerde saz olur Gül açılır yaz olur. Ben yârime gül demem Gülün ömrü az olur. Yüreklerimizdeki büyük gerçekliğin her zaman bizim olan ebediliğidir bu. Büyük bir davanın devamcısıyız. Bizim kuşak meşale alıyor. Gayeli bir mücadelenin yeni erleri olmakla yükümlüyüz. Bizi bugünlere dalgalanarak getiren bayrak kimlik davamızı yaşatandı. Osmanlının 40 düvelinin içinden çıkan Türkler biziz. Biz Urumeli Türkleriyiz. Öyle beyaz badanalı, kolalı çarşaflı yataklarda doğmadı bizim dava. Kendi şairlerimizin anlatışlarındandır şu dörtlük: Yarı belime kadar mezarıma gömülü Dedim bir kere daha haykırayım, SOS Sanırsın koca dünya ya sağır, ya da ölü Yankılanıp döndü mü, can verdi ses. Gayeli kavgamızın öncüsü ve meşalesi olan ozanlarımız koğuş karanlığında içsel aydınlıkla yazdıkları her dörtlükte, başka ama belki daha büyük, beldi sesi daha güçlü olan bir başka yaratıcımızın dediği gibi “tepeden tırnağa kavga, hasretten ve ümitten ibaret” değil de nedir? Devrimlerin devrimi ve gayeli kavgaların er meydanı olan Paris’te tarihsel olaylar arifesinde söylev ateşini hissetmek ve devrim alevlerinin yükselişini görebilmek için, yazılı çizili anlatımı okumaya zaman ayırdım ve vardığım sonuç şöyledir. Büyük olaylar, büyük ayaklanmalar, söndürülemeyen isyanlar, çağ de-


Makale ve Analizler - 2014

29

ğiştiren ve insanlığa yeni uygarlık doğurtan güç güzel kadınların emsalsiz güzelliğinin cesur erkelerin gözlerindeki ateşte yanmak istemesinden kaynaklanandır. Çıt kırılır diye itinayla korunan kız güzelliğinin güçlü kollar arasında çatırdamak arzusu, lüle lüle dökülsün diye her teliyle özenle oynanan saçların karman çorman olmak istemesidir. Hayır deniz kıyısında savrulmak değil, işte böyle karman çorman olmak ve çatır çutur kırılmaktır. Bizde 1989 Mayısında tozlu yollara düşen Ak Kadın’lı kadınların yolunu kesen tanklar neden ateş açamadı, askerler neden yerinde donup kaldı, otomatik silahlar neden şarj olmadı. Evet güzelliklere ateş açılamadı. Hayat yaratan güzellikler öldürülemezdi. Çünkü hayat bir bütündür. Hayata el kaldıranın gücünü mutlaka alan ölümdür... Sonra o büyük gayeye yürüyenler, güneşten ışık içmeye gidenler kültür akademisi bitirmemişti, demokrasinin mutlaka hayata geleceğini, doğum gününün yakınlaştığını hissettikleri parlayan gözlerinden besbelliydi. Özlemlerinde olanın yolda olduğunu biliyorlardı. Evet, onlar belki de başka halkların kültürünü bilmiyorlardı ama kendi kültürlerini iyi biliyorlardı. Geleneklerine ve özgünlükleriyle yaşamak istiyorlardı. Farklı olmak onların özelliydi. Bilinçli gaye belirlemişler, hedef saptamışlar, yakın amaca yürüyorlardı. İlk istekleri toplama kapları, hapishane kamplarının açılması ve sevdiklerine kavuşmaktı. Yürek çarpışlarından özgürlük sedaları yükseliyordu. Onlar için gelecekleri umut yüklüydü. Yasaklanmış olan anadilleri, güzel Türkçemiz, ölüm kalımın dönüm nokrasındaydı. Üç kuşaktır dilleri kelepçeli olsa da gönülleri ve gözleri Türkçe konuşuyordu. Yıllanmış tohumların küflenip çürümesi misali anadilleri ve öz kültürleri hafızalarına hapsedilip unutturulmak isteniyordu. Dilimizin temizliğe, güneşli su gibi ışıklığa doğru akışının önüne geçilemezdi. Burada sorun, okul kitapları, kalem defter, konuşma diliyle yazı dilimiz arasındaki hendeği aşmaktan fazla gönül sesimizin Türkçe olması ve kuşlar gibi uçmak ve seçtiği sevda dalına konmak isteyen güzelim Türkçe sözlerin dile gelirken dünyayı hareketlendirmiş olmayıydı. Taşıma suyla değirmen dönmeyeceğini de çoktan anlamışlardı. Bugün de değişen bir şey yok. Birisi “Benim Türk kültürüne ihtiyacım yok” derken, karşı taraf 500 TV yayını açsa da, gönül boşluğu ortadadır. İnsanlarımız dünyanın en iyi halklarından biridir. Konuştuğumuz ana dilimiz anaların en güzellerinin dilidir. Bu dili Türkiye bakımından sınır ötesi yaşatma özlem ve çabamız ise, ona buna yaranmak gayesi gütmez, gıcık yaratmak da işimiz değildir, olay özümüzün gerçek yansımasıdır. İşitmek istediğimiz kendi sesimizin sedasıdır, yabancı bir gürültü değil. Toprağı sevdiğimiz, su gibi içtiğimiz


30

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ana dilimizle severek yaşama kutsalımız olduğundan, bu uğurda isyan etmemizden daha normal, daha yasal, daha yüce bir şey gösterebilmek kimin haddine. Birbirini göremeyen gözlerin, konuşarak sevişmeye can atan dillerin arzuladığı hürriyetten daha büyük bir özgürlük göstere bilir misin? Ayaklanan, öz hakları bir yana, adaletli toplum isteyen insanların, dünyayı yenilerken. Özgürce sevişmesinden, yaratacakları farklılıklarla dünyayı renklendirmesinden daha asil daha yüce bir erdem olabilir mi? Ayaklanmalar bir de bir rüzgârdır. Güzellikleri dallandırıp ballandıran bir mehlem misali rüzgâr! Bir gerçeğin herkesçe bilinmesinde yarar vardır. Doğuştan kendilerinin olan her şey ellerinden zor kullanılarak alınmıştı. Dilleri, dinleri, Türkçe sevişmek için Türk gibi evlenme hakları, sevgilileri gönüllerinden koparıp hapsedilmişti, zindanlar dünyasına atılmışlardı, çocuklarına okul kapıları kapanmış, sarı kırmızı mor açan, buram buram kokan çiçekler bile birer birer açmaz ve kokmaz olmuştu. Onların sevgisi olmadan açan çiçekleri koklamanın ne anlamı vardı ki! Fakat kendini akıllılardan akılı satmak isteyen devletin bilmediği pek çok şey vardı. Mesela onun emriyle sevmek mümkün olamazdı. Devlet emriyle çocuklar cahil bırakılabilirdi ama halk bilgeliği yok edilemezdi. Devlet emriyle Türkçe türküler yasaklanmıştı, sazların telleri koparılmış, sapları kırılmıştı fakat halkın gönlündeki sanat ayarı bozulamazdı. Ozanların yaratıcılığı sadece kulağa gelen değil, gönül derinlerinde yaşayandı. Duyumlardaki nameler yeraltında arken de şırıldayan ırmaklar gibi şarkı söylemeye, yaratmaya, güzellikleri her gün başka bir şekilde yaşatmaya çalışıyordu. Devlet anne kokusunu da değiştiremezdi. Devlet namus bütünlüğü içinde evlat, ana baba, nişanlı, sevgili bekleyenlerin gönül sıcaklığının yerine asla ve asla hiçbir şey koyamazdı. Dolmayan boşluklarsa sönmeyen köz ocaklarıydı. Bizim büyüklüğümüz belki de çok bilge ve sabırlı olmamızdaydı. Sabır köklerimizin tarihin çok derinlerinde olmasında ve budanan ağaçların içten içe ağılaya sızlaya baharı beklediği gibi yeni filizlerin mutlaka fışkıracağına, yaprakların yolda olduğuna, meyvelerin gelirken de ballandığına sonsuz inancımız yaşıyordu. Devlet, nasıl devlet olursa olsun, hainliklerin rengi ne şekil olursa olsun bu büyük gerçeklik bizim hayat kuramımızda bir yasa değil, yasallıktı ve her bahar kendi yineleyerek hayata geliyordu ve yine gelecekti. Ve Ayaklanan insanlar topraklarını, köylerini, vatanlarını seven insanlardı. Onlar bu topraktan gelmişti. En büyük inançlarında bu toprağın bir gün gelip onların kemiklerini isteyecek olmasıydı. Onun için toprağa, anaya, doğurana ve ta-


Makale ve Analizler - 2014

31

ratana dillerinde lanet ve küfür yoktu. Onların şerefi, namusu ve bilinci bütündü. Bu dini bütün olmaktan da öteydi. Onlar bu topraktan bir parçaydı ve aynı topraktan bir parça olmak istiyorlardı. Yazıktı! Bu güzelim toprağı çiğneyen tanklara, zırhlılara, asker ve çavuşa. Öldürmek istedikleri ölümsüzdü. Besbelli kulluk eden asker korkmasın diye Bulgar’ın kitabında Türk ruhu hakkında “ölümsüz” ve “ebedidir” kaydı konmamıştı. Bulgaristan Türklerinin ve tüm Müslümanların özgürlük savaşı Bulgarlara da örnek oldu, onların birçoğunu uyandırdı. İnsanlara baskı yapmanın, doğal kimliklerine terör uygulamanın anlamsızlığını algılama süreci yıllar aldı. Kendi tarihlerinde olmayan ama dünya tarihinde yer alan bilgeliği, ibret derslerini öğrenmeleri gerekiyordu. Yüzlerine yapışan tükürüğün yağmur olmadığını sezinlemeleri zaman aldı. Önce başka birine zulmeden kendisi özgür olamaz gerçeğini öğrenmeliydiler. Vatandaşlarına zulmeden bir devletin demokrasiden söz etmesi büyük bir saçmalıktı. Aldatmanın oyalamanın da bir sınırı olduğu bilinci kendileri için de büyük bir tehlikeydi. Hayatın kendisi, gelecek hapsedilemezdi. Dünü bugüne bugünü yarına bağlayan hayatın yok edilmesi imkânsızdı. Yeni hiçbir mum yakılmasına müsaade etmeseler bile Türklüğün geçmişten gelen ışığı bizim önümüzü görmemize yetiyordu. 1989 Mayıs İsyanı bu aydınlığı yaşatma davasının şahlanışıydı. Ayaklananların dillerinde türküler, şiirler, destanlar vardı. Onlar insanların ancak şiirle, şarkı ve türküyle sevilip, fıkralarla, eleştiriyle, mizahla dövüleceğine inanıyorlardı. O an tanklara karşı yürürken, şehitler verirken, mezar kazıp dua ederken en büyük erdemleri şiirlerinin, türkülerin, şarkıların, masal ve efsanelerinin vatan toprağında kalması ve bilinmeyen yaratıcıların, yüreklerdeki sanatının ebediyen yaşarken, gelecek kuşaklara meşale olmasıydı. Hepsinin bilincinde dünya ne kadar değişirse değişsin yiyeceğimiz ekmeği doğuran toprağımızdır, bu topraklar bizimdir inancıydı. Ve bunu söküp atmak imkânsızdı. O öyle bir inançtı ki, değil rüzgârlar ve fırtınalar, yerle gök birbirine kapansa bile, hayat yine de bu topraklarda onların gönlünce yoluna devam edecekti. Saçılıp dökülmek, kayıplara karışıp başka yerlerde mutluluk aramak karanlıklar girdabına düşmekten başka bir şey değildi. Onlara bilmedikleri bir şey anlatılmasına gerek yoktu. Ayaklananların halk felsefesinde Urumeli ve Dobruca vardı. Doludizgin akan Tuna ırmağının yaşattığı bir kültür yaşıyordu. “Ovada kabak, Balkanda adam yetişir” nüktesi onlarındı ama yerine göre kullanmada ustalaşmışları ve “Ovada adam, Balkanda odun yetişir” diyenler de onlardı. Lehçelerinde “kaza” sözü yoktu, onlar yalnız “eda” kullanırdı. Ayaklanma tam zamanında patlamıştı. Ya-


32

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

rına veya yarım bırakılacak bir iş değildi. Tütüne, mısıra, yonca biçmeye, harman dövmeye gider gibi çıktılar yollara ve her adımları kutsaldı. Hiç kimseye kin ve nefret beslemeyenler onlardı. Eski yapraklara yeni meyveler sarılmayacağını biliyorlardı. “Olur, böyle şeyler” derken akıllarındaki “Keskin sirkenin zararı küpünedir!” idi. Öyle de oldu. “Eden kendine eder” misali devlet çöktü. Kötülük eden kötülük buldu. Çırpınmak, yalvarıp yakarmanın para etmediği günler geldi. Kötülükler de insan seçiyor ve intikam almaya kötü insanları birer birer buluyordu da, bu gidişin konuya komşuya zararı da az olmadı. Çilelerin en ağır yükünü taşıyanlar biz, umutların en büyüyle yaşayanlar da biz olduk. Yerinden sökülenlerin yıllarca meyve veremediğini öğrenmek de çok acı verici oldu. Gayeli mücadeleyi devir alıyoruz, devam edecek.

“Uyanış veya Bulgaristan Süreci” Hatıralarım

Musa Vatansever-14.aralık.2014

Bir hamur teknede karılırken yumruklandıkça nasıl kıvama geliyor, içi içine sığmayınca “taşıyorsa, biz de çarpışmalarımızın içinde uyandık, dirildik ve yüceldik. Bu var olma, Türk olarak yaşama ve yücelme kavgasını kadınlarımızın ağzından dinlemek, onların yazdıklarını okumak kadar zevkli bir şey yoktur. Çünkü kadınlar uyanmadan toplumlar ve halklar uyanmaz. Analar cesur evlat doğurmadan sokaklar savaşçı dolmaz!” İşte bir Kırcaali’den bir bacımızın, Sofya “Kliment Ohritski” Üniversitesi öğrencilerine gönderdiği bir açık mektupta kadın diliyle çeki, tepki ve mücadelemiz: Hayır, O günlerden hiçbir şey anımsamak istemiyorum. Çünkü o olay beni en üzüntülü rüyalarımda bile rahata bırakmıyor, hep peşimden geliyor. Bana harap olmuş sağlığımı anımsatıyor. Eh Allahım Sen o uyandırıcıları bağışla. Ben onları keza bağışladım. Çünkü o karınca kaderince arılardan farksız geceyi gündüze katarak çoluk çocuklarıyla birlikte tütün tarlalarında sigara fabrikalarında büyük sanayi işletmelerinde inşaatlarda memleketin en ücra köşelerinde çalışarak nafakasını kazanmaya çalışan bu barışçıl ve hoşgörülü insanlara ne yaptıklarının farkında değillerdi... Ben Kır-


Makale ve Analizler - 2014

33

caali şehrinde doğdum ve orada da yaşamaya devam ediyorum. Ana babam dedelerim ninelerim de bu topraklarda doğmuş ve cesetleri de bu topraklarda yatıyor. Bulgar’ı, Türk’ü, Çingene’si, Ermeni’si ve Yahudi’si huzur ve iyi komşuluk içinde sürdürüyorduk hayatımızı. Karşılıklı birbirimize sevgi ve saygımız sonsuzdu. Her birimiz diğerinin dinsel ayin ve törenlerine saygılı davranıyordu. Sokaklarda bile selamlaşmadan geçmiyorduk. Hep beraber yiyor ve beraber içiyorduk. Bir gün aniden şehrimiz zırhlı taşıtlarla kızıl ve mavi berelilerle yabancı illerden gelen milislerle gönüllü müfrezeler denen sivil milislerle abluka altına alınıverdi. El çantalarımızı yokluyorlar ve kimliklerimizi istiyorlar. Anadilimiz Türkçemizle konuşmamızı yasakladılar. Konuşanı para cezasına çarptırmaya başladılar. Türk öğretmenler işlerinden azledildiler. Yerlerine üç kat daha yüksek maaşla Bulgar öğretmenler getirildi. Bizden hiç kimse şehri terk edemezdi. Dışarıdan yabancılar da şehre giremezdi. Tutuklananlar da vardı artık. Bazılarının “Belene” ölüm kampına sürülmesinden söz edilmeye başlandı. Söz konusu kişilerden çoğunluğu öğretmenler imanlı kililer din görevlileri oluşturuyordu. Sancakta artık bazı bölgelerde Türklerin adlarının değiştirilmesinden söz edilmeye başlandı. İnsanlar aralarında fısıltıyla konuşuyorlar, bazı yerlerde direniş bazı yerlerde ise şehit düşenler olduğundan bahsediyorlardı. İnsanların bir yere toplanmalarına izin verilmiyordu. 80-lik herhangi bir nine tabu dilce “merhaba” veya “günaydın” demeye görsün yandığı gündür. Yalnız para cezasına çarptırılmakla kalmayıp görevinden de uzaklaştırılıyordun. Dikleşmek istersen dayak da yiyordun. 31 Aralık 1984 Kırcaali’de yeni yıl kutlamaları. Yeni yıl gecesi şehrin sokaklarında tek bir insana rastlanmıyordu. Ancak otomatik silahlı milis hakimdi sokaklarda. Balkonlar altında kapı önlerinde asker pusu tutmuştu. Şehir baştanbaşa muhasara altındaydı. Sokaklarda genç delikanlılar silahlarına sarılmış tetikte duruyorlardı. Tek ayak sokağa çıkıp da eğlenemezdi, sevincini ifade edemezdi. Sokağa çıkma yasağı vardı sanki yerde insanlardan gayri gökte bulutlar bile tir tir titriyordu sanki... İnsanoğlu dünyaya bir defa gelir ve bir defa da ölür. Lakin biz Tanrı’nın her saatinde ölümle yüzleşiyorduk. Kendi kendimize acaba yarınki gün başımıza neler gelecek diye soruyorduk. Oturduğumuz apartmandaki komşularımız İvaylovgratlıydı (Ortaköy). İvaylovgrad’a gittiler ve on gün kadar ortalıkta yoktular. Kampanyanın sona ermesini beklememiş olsa gerek. Beşinci kattaki komşumuz Türk’tü - Müslüman ailesiydi. Aile başını tutukladılar ve Belene’ye sürdüler. Adamcağıza gık bile dedirtmediler. İki küçük çocukları vardı. Adam beyin felci geçirdi. Üstelik hipor-


34

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tenik ve diyabetikti. Halen malûl. Selam vermek istediğinde ne dediğini anlayamıyorsun. Yürüyecek hali yok. Bastonuna dayana dayana güç bela aşağıya inip kanepeye oturabiliyor. 6 Ocak 1985 Gecesi Sokaklarda in cin yoktu. Otomobil filan da görünmüyordu. Telefonlar kesilmiş. Kalp krizi filan geçirirsen “acile” bile haber veremiyorsun. Hastanelerdeki hastalarını ziyaret edemiyorsun, çünkü sancağın diğer yörelerinden yaralıları yerleştiriyorlardı. Olup bitenlerşi gözüyle görünce daha fazla tahammül edemeyip olanca sesiyle milislere “Katiller” diye bağıran bir Türk doktor bayanı tutukladılar. O gece evde yapa yalnızdım. Kızım Nihal Sofya’da üniversite öğrencisiydi. Eşim ise Zlatograt’a ana babasını görmeye gitmişti. Derin uykulara dalmıştım. Birkaç defa kapının ziline basılmış ama ben işitmemişim. Saatin tam kaç olduğunu bilmiyorum ama gece yarısı geçmişti. Kapının önünde iki polis köpeğinin havlayışından uyandım. Kapıyı açınca Kalaşnik otomatik silahlı iki kişi dört milis iki sivil polis ve “uyanış süreci” müfettişi, sıfatıyla üç kadın canavar misali içeriye atıldılar. Kadınlardan birisi bana sorular yöneltiyordu. Niçin yalnız başıma olduğumu soruyorlardı. Eşin kızın kardeşin ve gelinin nerede diyorlardı. Ben bildiğimce sorularını yanıtladım. Eşime bir broşür sıkıştırdılar. Oradaki adlardan yeni bir Bulgar adı seçmemi istediler. Broşürde “U” harfiyle ad yoktu. “Ulyana” adını alabilir miyim diye sordum. Olamazmış çünkü Rus adıymış. “Olga” olsun dediler. O da Rus adı dedim. “Yula” olabilirmiş. Lakin kimliğimi, pasaport aldığımda “Yuliya” yazdıklarını gördüm. Kızımın adını sordular. Onun adının artık değiştirilmiş olduğunu izah ettim. Çünkü karma aile çocuğu dedim. Babası Pomak onun için de çoktan değiştirdiklerini söyledim. Nihaela temiz Bulgar adı değilmiş ve kızımın adını da tekrar değiştirdiler ve “Mihaela” yaptılar. “Uyandırıcılar” bir kâğıt daha sıkıştırdılar elime. Bu defa kızımın yeni adıydı. Çoktan vefat etmiş olan babamın adını “Mehmet”ten “Milan” yaptılar. Babamın adı için kardeşimle anlaşmamız lazım dedim razı gelmediler. Kardeşim ise artık “Martin” adını koymuştu babamıza. Böylece aynı anneden ve aynı babadan doğmuş kardeş ve kız kardeş iki ayrı ad taşımaya mecbur kaldık. Artık kâğıt üzerinde üç adımız vardı. Yeni belgelerimizi alıncaya kadar sokaklarda elimize verilen pusulayla dolaşıyorduk. Belgeleri almak içinse büyük kuyruklar oluşturuluyordu. Büyük Cehennem Çekileri


Makale ve Analizler - 2014

35

Kişisel hesaplar görme dönemi başlamıştı. İftiralar. İşinden uzaklaştırmalar. Tutuklamalar. İnsanlık onurumuza hakaretler. Sorgudan geçirmeler... Suçsuz olduğumuzu kanıtlamalar. Belediyede adların değiştirilmesinden sorumlu olan bayan kâtip bir gün makamına bizim okul müdürünü davet eder. Müdüre hanım daha sonra belediyede konuşulanları bana da anlattı. Ben Ulviye ile daha fazla dostluk edemeyeceğini söylemişler. Çünkü ben “uyananlardanmışım.” “O senin vücudunda bir tümörden farksızdır derhal kesilip atılması lazımdır” demiş “arkadaşlar. Öğretmenlikten azledilmem gerekiyormuş. Kızımın da eski bir “Türk ananın” kızı olduğundan üniversiteden atılması. Çünkü Türk ve Pomak’tan oluşan bir melez “karışım” üniversite saflarında yer alamazmış. O temiz bir Bulgar çocuğunun yerini alıyormuş. Dahası var. Bir böylesi koskoca Sofya Üniversitesinde “gazetecilik” okuyacakmış. Kardeşimin de “Belene”de soluk alması lazımmış. Çünkü “uyandırıcılara” çok büyük hata yapıyorsunuz zaman gelecek bu hatayı düzeltmeniz icap edecek” diyebilmiş. Demeye Cesaret Bulmuş Kendinde Bir başka yere sürgün edilmemek için her gün parti önünde suçsuz olduğumu kanıtlamam gerekiyordu. Bu zaman esnasında ise eşim parti saflarından uzaklaştırılmıştı. Fakat bizlere gece gündüz iftira üstüne iftira edenler bir türlü cezalandırılmıyorlardı. Ve cezasız da kaldılar. Ben Bulgaristan Komünist Partisi üyesi olmama rağmen, bir Vatan Cephesi örgütü ğyesş olarak okulda ciddi bir baskı altında tutuluyordum. Zorla bana duvarlara asmak için ajitasyon tabloları yaptırıyorlardı. “Adımı değiştirmeye beni sevk eden nedir ve yeni adımla nasıl gururlanıyorum” başlıklı yazılar yazdırmaya mecbur ediyorlardı. Açık parti toplantılarında “arkadaşlarım” acaba yeni adımla mutlu muyum diye diye ipsiz sapsız sorular soruyorlardı. Benden herhangi bir cevap almadan da bırakmıyorlardı. Partinin izlemekte olduğu yeni politikayı daha iyi anlayıp algılamam gerektiğini bana izah etmeye çaba gösteriyorlardı. Sabahları korkular içinde sarsılarak uyanıyordum. Acaba bugün ne gibi eziyetler düşüneceklerdi benim için düşünceleri sur aman vermiyordu bana. Nihayet... 1989 Mayıs Olayları baş gösterdi. Memleketin bazı bölgelerinde kanlı olaylar vuku bulduğundan söz edilmeye başlandı. Lakin bizim Kırcaali şehrinde yasalara aykırı tecavüz eylemlerine meydan vermemek için “ciddi önlemler” alınmıştı. Yüz kadar Türk aydını polis müdürlüğü tarafından herhangi bir girişimde bulunurlarsa sürgün edilmek için insanlar uyarılmışlardı. Benim kardeşim de cümledendi. Onun ise iki küçük çocuğu vardı. Bazıları iki elde iki valizle ya Avusturya’ya ya da başka bir Avrupa


36

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ülkesine uğratıldılar. Daha sonra Türkiye sınırları açınca kardeşim de baba ocağını terk etmeye mecbur kaldı. Şehir sokaklarında insandan geçilmiyordu. Bir o yana bir bu yana mekik dokuyordu insancıklar. Durum üzüntüyle sonuç bulan bir panayırdan farksızdı. Niceler “Türkiye Cumhuriyeti’ne seyahat etmek için” polis dairesine belgelerini yatırıyorlardı. İşte Böyle Başladı “Büyük Seyahat” Ekmeği ancak kuponla satıyorlardı. “Seyahate gideceklere” kupon verilmiyordu. İnsanlar başka yiyecek olmayınca insanlar ellerindeki hayvanları kesip yemeye başladılar. Dayalı döşeli evlerini bir başkalarına işte öyle parasız pulsuz bırakıp gidiyorlardı. Bazıları otomobil veya tren vagonlarına yükleyerek mobilyalarının bir kısmını yanlarına alabildiler. Bu ülkeden kovulmuş kimseler oldukları besbelliydi. Etrafları milis kordonlarıyla sarılıydı. Öyle yolculuk yapıyorlardı. Kim ne kurtarabilirse kurtarmaya çalışıyordu. Her şeye rağmen arkada bir daha göremeyeceği, bir daha yaşayamayacağı bir hayat bırakıyorlardı. Tarlalar bomboş ıssız kaldı. Ben yola çıkmadım, çünkü eşimden ve kızımdan ayrılmak istemiyordum. Fakat eşim ebedi beni terk etti. Bu zaman esnasında Türkiye’deki akrabalarımızla ne mektuplaşabiliyorduk, ne de haberleşebiliyorduk. Nihayet demokrasi gelince ilk defa görüşebildik. O zaman anladım ki, ilk anlarda çok güçlükler çekmişler. Hayata “a” ile “b” den başlamışlardı. Okullarda veya öğrenci yurtlarında kalıyorlarmış. Küçükler dili iyi bilmediklerinden dolayı bir başka güçlükler çekiyorlarmış. Nafakalarını kazanabilmek için geceyi gündüze katıyorlarmış. Hatta eve bile iş alıyorlarmış. Ceplerinde metelik olmadığı için iş yerlerine yaya gidiyorlarmış. 1990 yılında ilk defa kardeşimi Türkiye’de ziyaret edebildim. Çünkü onlar henüz Bulgaristan’a gelecek durumda değillerdi. O zaman kardeşim “Abla ne kadar ağır günler yaşamışsın, ama gurbet nedir bari görmedin ya” dedi. Ben göçün ne demek olduğunu bilmiyordum, ama ayrılığın ne demek olduğunu olanca varlığıyla yaşamıştım. Konuşurken kardeşimin gözleri yaşardı, sözlerine unları ekledi. “Annemin baba ocağında yoğurup pişirdiği o ekmeğin tadı hala ağzımda. O günler artık bir daha geriye dönmeyecek.” Misafirliğe gittiğim günlerde ben çok mecalsizdim. hastaneden henüz çıkmıştım. Beni ancak ilaçlar ayakta tutuyordu. Aradan 25 yıl geçmesine rağmen durumum hala öyle. Gönlüm yaralı, vücudum zayıf mı zayıf. İnsan kalbi bir beyaz kağıt değil ki, istediğin zaman yazasın, istediğin zaman da silesin. Kardeşim iş yerinde kalp krizi geçirip Tanrının rahmetine kavuştu. Asansör teknisyeniydi. Türkiye’de ardından iki masun yavru, bir de dul bir hanım bı-


Makale ve Analizler - 2014

37

rakarak gitti bu dünyadan. Henüz 46 yaşındaydı. 20 Ekim 1994 tarihinde öldü. İstanbul’da yabancı illerde yabancı insanlar arasına defnedildi. Hâlbuki mezarı Kircaali’de olabilirdi. Esefle belirtmek gerek ki, ölümü Bulgaristan ziyareti için ilk vizesini aldığı güne tesadüf etti. Dönmek değil ziyaret bile nasip olmadı rahmetliye... Canı gönülden sevdiğim kardeşim böylece “Bulgarlaştırma sürecinin” kurbanı olmuş oldu. Şehrimizden daha nice gençler onun akıbetini yaşadılar. Hepsi de çok namuslu, çok zeki ve çok kültürlü insanlardı. İnsandılar her şeyden önce, Vatan hesap ettikleri Bulgaristan’ı çok seviyorlardı buradan kovulmuş olmalarına rağmen. Ben bütün bu eziyet ve çekilerime rağmen düşmanlarımı bağışladım. Hatta zaman zaman konuştuğum da oluyor onlarla, selamı kelamı unutmuş değil ama onlar başlarını eğip de geçiyorlarmış yanımdan ne fark eder. Bu mektubumda onların adlarını zikretmek istemiyorum. Onlar durumdan yararlanarak makamlara yükseldiler, ihbar, iftira ve yalanlarla önemli koltuklara oturdular, insandan nefret etmeyi de unutmadılar... Koca Yüce Tanrı aa Onları Bağışlasın Ben iyi kalpli Hıristiyan Bulgarların bana yaptıkları iyilikleri de asla unutacak değilim. Onlar yukarıda söz konusu kişilerden farklı olarak dosttular, meslektaştılar, iyi komşuydular. Hatta bazıları kendi kariyerlerini riske alıyorlardı, amaçları hükümet makamları huzurunda bizi savunabilmekti. Ben şu an onların iyiliklerini kaleme alacak söz bulamıyorum. Büyük bir “Teşekkür” çekiyorum hepsine. Biz “uyandırıcıların” baskısından, ezgi ve cefasından koruyabilmek için elden geleni yapmış olan, fakat artık aramızda bulunmayan okul müdürüm Mariya Jekova’nın anısı uğrunda saygıyla baş eğiyorum. Müdürüm çok duygulu bir insandı. Bu olaylardan birkaç yıl sonra kanserden hayatını kaybetti. Her yerde çok iyi, çok namuslu insanlar olduğu kadar, çok kötü, çok namussuz insanlar da var. Nasılsa herkes fıtratına göre kendi hayatını yaşayıp geçip gidiyor bu dünyadan. Bu dünyada tek bir emelim varsa o da, gelecek nesillerin bu vatanda din, milliyet ve dil farkı gütmeden barış ve uzlaşma içersinde, güven ve hoşgörü ortamında yaşamalıdır...


38

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Değişen Dünyaya Ayak Uyduramayanlar

Rafet Ulutürk-15.Aralık.2014

Belki de her zamankinden daha hızlı değişen bir dünyada yaşıyoruz. “Soya dönüş” trajedisinden 30 yıl; Rusya’nın Osmanlıya son saldırısından buyana 136 yıl geçti. Bugünkü gerçekliği görebilmemiz için suyun aynasına baktığımızda, günümüzü belirleyen derinlik benim yaşımın üç katı. Bir insan kendisi yeni bir şey söyleyecek durumda değilse, konuya ilişkin son söylenenlerden yararlana bilme hakkına sahiptir. Bulgaristan Müslümanları Başmüftüsü Sayın Dr. Mustafa Hacı, Sofya’da çıkan Müslümanlar dergisinin 12. sayısında şöyle diyor: “Bence Bulgaristan’da asimilasyon politikası 30 yıl önce başlamadı. Bunun tarihi çok daha önce başlamıştır. Ancak Aralık 1984 yılında Kırcaali ve Deliorman’daki Türklerin isimlerini değiştirmeye başladıkları zaman herkes bu sinsi politikayı anladı. Dolayısıyla aynı zamanda bu tarih direnişin güçlenme tarihidir. Bu tarihleri asla unutmamak gerekir ki, benzer olaylar tekrarlanmasın, bitti ise tabi” Tarihten süzülen mirasta bizim için çok acı gerçekler var. Biz Bulgaristan topraklarını gelip geçerken yurt edinmemiştik. Biz Bulgaristan’da yaşarken kırıcı, dökücü, yakıcı yıkıcı insanlar değildik. Bizim damarlarımızda akan kan o zamanları da asalet kanıydı. Sıra geldi istihkâmlarda beraberce harp ettik, esir kamplarında çürüdük, yaralandık, vurulduk, öldük... Unutmayınız lütfen en kötü günlerde yoktan var eden bizdik. Sizler Komunist yöneticiler okullarımızı aldınız, vakıflarımıza el koydunuz, camilerimizi kapattınız, ağzımıza kilit vurdunuz, konuşmamızı bile yasak ettiniz. Unutmayın Bulgaristan Türklerini artık 2. kuşak ana dilinde okuma yazması olmayanlar yaratan ve bu bakıma Avrupa Birliği’nde de kendinizi rezil eden millet sizsiniz. Ve anma vesilesiyle anımsadığımız aylarda, memleketimiz bir uçtan bir uca ateşlerde yanmıştı. Çiğnediler, ezdiler, bitirdiler bizi, desek bu bile azdır. Siz bize kimsenin birbirinin adını bilmediği, soramadığı, ne de kendi adını söyleyebildiği yıllar yaşattınız. Akrabalıklarımızı, yakın dostluk bağlarımızı balyaladınız. Akrabalığı, hısımlığı aramaz olmuştuk. Sağ sağlım olduğumuza dua ediyorduk... Ölülerimiz öldüğünde acımızı değil düşüncelerimiz bu mevtayı nasıl olurda Müslüman üsüle göre gömeriz diye düşünürdük Kırk beş yıl tatlı masallarla uyutulmuştuk. Yüzümüze inen yumrukla uyandık. Ardından 30 yıl da efsane dinledik. Ne var ki, tüm bu yıllarda ne köklerini, ne kökenlerini bulan çıktı. İnsanlar haysiyetini, dinini, dilini kaybetti. Milli özgünlüğünü kaybedenler, için için ağıladılar.


Makale ve Analizler - 2014

39

1984 Aralığında kırbaçlarla, silahlarla, tanklarla yürüdüler üstümüze. Neden? Memleketi mamur ettiğimiz, fabrikalarını, yollarını, elektrik santrallerini, su barajlarını, sulama kanallarını, içme suyu borularını döşediğimiz için mi!? Maden ocaklarına indiğimiz, otoban yolları, bir yakadan bir yakaya boy atan köprüleri yaptığımız, atom elektrik santrallerinin temellerini kazdığımız ve duvarlarını diktiğimiz için mi!? Tarlaları ektiğimiz, biçtiğimiz, ürünü topladığımız, ambarlara doldurduğumuz için mi!? Davarlarını, sığırlarını güttüğünüz, sütünü sağdığımız, etini sağladığımız için mi!? Biz mi kördük, onlar mı nankördü. Evet! Biliyorum siz de böyle düşünüyordunuz da, 1989 Aralığında karşımıza dikilen 150 yıl zehirlenmiş beyinlerin kan kusarken “Hıncımızı alıyoruz!” dediğini nasıl unutalım? Onlar bizi kendi kalıplarına sokmaya çalıştılar. Rejon neyse una uyacağız diyenler oldu, ama halk bunu kabul etmedi. Değişen dünyaya ayak uydurmak, kimliksiz, isimsiz, dinsiz, kültürsüz, geçmişsiz ve geleceksiz köle olmak anlamına getirilmek istendi, ama olmadı. Ne yazık ki, geçen yüzyılın büyük çatışması isim adına, din adına, özgün halk kültürümüz adına, ana dilimiz adına, mezarlarımız adına ve daha neyimiz varsa hepsi adına verildi. 136 yıldan beri devam eden bu kavgada bastığımız toprağı altımızdan aldılar. Bu konuda biz başkalarını hesaba çekmeden önce, ilk başta hep kendimizi hesaba çektik. Doğru yolda olduğumuza inanmadan ileri adım atmadık. Şimdi biz bugün Bulgaristan’ın bir Avrupa ülkesi olduğunu basa basa söylerken gurur duyuyoruz. Avrupa ülkesi olmak istiyorsak, bütün vatandaşların haklarını, Bulgar’ın, Çingenenin, Pomak’ın ve Türkün tüm haklarının eşit olduğunu, adalet arşının herkes, her etnik ve dini azınlık için tam anlamıyla eşit ölçtüğünü kabul etmek ve uygulamak zorundayız. Başkasının lokmasında, hakkında gözün olmayacak. Biz Bulgaristan’da kanunların çiğnenmesine kesinlikle karşıyız. İmtiyaz istememiz de söz konusu değildir. Şunu kabul edelim ki, Bulgaristan’da yaşayan Müslümanlara yasal haklarını tanımama ve üzerlerinde psikolojik baskılar devam ediyor. Pazarcıkta maskeli polis baskınında tutuklanan ve yargılanan din adamlarından bazılarının Başmüftülük görevlisi olduğu dikkat çekicidir. Irak ve Suriye’de İsrail’in kışkırttığı “İslam Devleti” tehlikesini Bulgaristan’a taşımak yanlıştır. Dini bütün insanlarımızın terörist olmadığını ve olamayacağını herkesin anlaması gerekiyor. Tüm hakları ve özgürlükleri tanına ve yasallaşan halkların içinden terörist falan çıkmaz. Hele bizde hiç...


40

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Olayların içinde yetişen ve bir halkın bir asır boyunca zorlanmasına tanıklık eden Rodoplu Salih Bozov gibi büyük bir yazarın çok okunan İsimlerimiz Adına başlıklı kitabında soykırım (Genosid) kavramına 136 defa yer verilmiş. Her yıl bir (genosid) yapılsa 136 yılda 136 (genosid) gerçekleştirildiği gün ışığına çıkıyor. İnsanın insana yapabileceği kötülüklerin en kötüsünü yaşayan Pomak Müslüman Kardeşlerimizin bu Vatana ne kadar derin ve ne kadar yürekten bağlı olduklarını, her şeye dayanmalarında, her zaman kötülüklere göğüs germelerinde ve başa geleni çekerken asla yakınma yolları aramamalarında görüyoruz. Ben, bugün artık 136 yıl toprağından koparılamayan soyların asla koparılamayacağına kesin inanıyorum. Daha 1912 genel saldırı ve zulmünde Rodop yamaçlarından İskeçe’ye kaçan Pomakların çilesi şarkı olmuştu: Huriye’nin Hüseyin’e söylenişinden alınmıştır: “Beni İskeçe’den kaşır Darı Dereye götür Aslan Hüseyin’im, götür.” Hüseyin’in Huriye’ye söyleyişinden “Dinimizde kaldıysan Seni Darı Dereye götürüp Telli duvaklı gelin yapacağım” Kadı sordu kalem yazdı: “Beyaz kız Huriye, Zorla mı getirdiler seni, Yoksa kendin mi geçtin bu yolu?” Huriye’nin kadıya cevabı: “Kendim geldim, İslam’ı da kendim seçtim. Türk’e sevdalandım, sevdim. İslam’dır imanım, Türk giysilerinle gezerim.” 1912’de değiştirilen Rodop Pomaklarının isimleri 1913’te geri verildi. Bu büyük edinim o yıllarda Osmanlı’nın Sofya Büyük Elçiliğinde Askeri Ateşe olan Mustafa Kemalin son derece büyük hizmetleriyle gerçekleştirilmişti. Tüm halk isyanlarını sanata yansıması vardır.


Makale ve Analizler - 2014

41

1936’da Rodoplu Bulgar faşistler örgütlendi ve Pomakların adlarına, dinlerine yaşam biçimine yeniden saldırılar başladı. Bu gaddarlık 1945’e kadar şiddetlenerek devam etti. O zaman da şöyle bir şarkı dilden dile dolaştı durdu: Faşistler dernek kurdu, Adına nazikçe “Vatan” dedi. İsimlerimiz gene değişecek! Değişti benimki, Değişti ölmüş neneminki, Değişti ölmüş yengeminki, Dedem bir daha döndü mezarında! Cüppe kalmadı sırtta, Fesler çamurlu yerde. Alaca şalvarlar kesildi. Kafamıza takılan külahtı. Kadınların başı açık kaldı. İkinci Dünya Savaşı öncesi, özellikle de Büyük Atatürk’ün vefat etmesinden sonra başlayan ikinci isim ve kimlik değiştirme saldırısına tepki olarak dillenen bu halk türküsü, tulum eşliğinde de söylenirdi. Biz bunları anlatırken önümüzdeki beyaz kâğıda tarihin bize yaşattıklarını dökerken, (genosid) gibi başka milletlerin sözlerinden söz çalarak kendi başımıza gelenleri yansıtmamız, bambaşka bir kültüre sahip olduğumuzu kendiliğinden anlaşılıyor. Başımıza gelenlerin tarifi dilimizde yok. O derece vahim. Hele de 1972 - 73 Gotse Delçev, Kornitsa ve Mesta (Kara Su) boyları olayları en dramatik ve en trajik yıllardı. İnsanlar yıllarca sürüldü, ezildi, hapislerde çürütüldü. Mesela yazar Salih Bozov Rodoplu Pomakların geçen yüz yılda başlarına gelenleri yazarken “camide namaz kılarken başı kesilenleri”, “insanların kış günü köprülerden buzlu akan ırmak sularına atıldığını”, öldürülen saygın kişilerin naaşlarının “aileleri teslim edilmediğini”, haydutların gelinleri “çocuklarının gözü önünde zorladığını” ve daha nelerden söz ediyor. Tüm bunların Bulgar Çarı’nın, Baş Piskoposluk Konseyi ve Başbakanın bilgisi dâhilinde ve emriyle yapıldığı biliniyor. Papazların zorlamasına tepkili halk, cami minarelerinin yıkılmasına, cami ve medreselerin kilise haline getirilmesine zor sabrediyor. Onların Müslüman dinleri 3 defa Hıristiyan diniyle değiştirilirken, 3 defa da Türk ve Müslüman isimleri Bulgarlaştırıldı. Yaşam tarzları, adetleri, oturup kalk-


42

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

maları vs. vs. devamlı baskı altında değişiklik görmek zorunda kaldı. Bu işlerin özrü, affı vs. hiç olur mu! Bu yazımızda bu olayı özellikle Aralık 1984’ten başlayarak Bulgaristan Türklerinin faciası olarak öncelikle ele alıyoruz. Tekrar etmemesi için anımsıyoruz. Birbirimizin çekilerinden ders çıkarıyoruz. Paylaşarak dertleşiyoruz ve yeni gelen tehlikelere göğüs germeye hazırlanıyoruz. BAF - BULTÜRK Dernekleri öncülüğünde, 18 - 20 Mayıs günlerinde İstanbul’da Bulgaristan’da 136 Yıl Ulusal Temizleme ve Soykırım konulu ve çok geniş katılımlı uluslararası bilgi şöleni düzenlenecek. İstanbul, Bursa, İzmit, Ankara, İzmir ve diğer soydaş derneklerinin hepsinden konuklar bekleniyor. Hatıralarını, önerilerini, tespitlerini ve uyarılarını paylaşmak isteyenlere kürsü serbesttir. Yalnız Türklerin ve Pomakların isimleri değiştirilmedi. Belene ölüm kampında yalnız Türkler yatmadı. 1950’lerde Bulgarlar da o kamplardaydı. Totaliter rejime karşı başkaldıran Bulgar demokratlar da hapishanelerde çürütüldü. Onlardan da kurşunlananlar. Sonra 1985’te başlayan demokratik haklarımız, adalete dayanan bir düzen, insan kardeşliği, hoşgörü uğruna mücadelemizi birçok Bulgar dayanışma örgütü destekledi. Bu nedenle günümüz Bulgar demokratik güçlerinden, toplumsal dönüşüm atılımlarında öncülük edenlerden bir heyet de bilgi değiş tokuşu yapacağımız şölenimize davet edilmiştir. Davamız ortaktır. Bu toplumda değişmesi, dönüşmesi, temizlenmesi, arıtılması gereken çok şeyler var... Bir daha aynı trajediyi yaşamamak adına susarken birlikte düşünelim. Ne yazık ki, değişen pek bir şey yok!


Makale ve Analizler - 2014

43

3. Uluslararası Bulgaristan Ulusal Sempozyumu

BG-SAM-20.Aralık.2014.İstanbul

Bulgaristan’da etnik temizlik ve Kültürel Soykırımı Rafet Ulutürk - Açılış Konuşma Tarih:19.12.2014 Sayın Başkan, Bu uluslararası Bulgaristan sempozyumunda bizleri bir araya getiren Bilim Kurulu Başkanlığımız ve üyeleri, bu uluslar arası foruma ev sahipliği yapan Zeytinburnu Belediye Başkanımız Sayın Murat Aydın, Sayın TBMM Milletvekili Sayın Rıfat Sait, değerli bilim dünyası temsilciler, Kıymetli konuk soydaş dernekleri Başkanlarımız ve yöneticileri, Sayın basın mensupları, değerli katılımcılar, sevgili kader kardeşlerim, Hoş geldiniz sefalar getirdiniz, Totaliter Duvarı Yıkamadık Can alıcı, yazgı belirleyici öz konularımızı görüşmek ve bilgi alış verişinde bulunmak üzere 3.uluslararası Bulgaristan sempozyumu toplantımızın bu denli yüksek ve saygın temsil edilişi, konumuzun önemine işaret ettiği kadar, artık siyaset sınırlarını aşarak, bilim çevrelerini ilgilendirdiği gibi, halka indiğini de gösteriyor. Bir de, dış ülkelerden, Azerbaycan, Arnavutluk ve öncelikle de Bulgaristan’da ilgi görmesi ve ses getirmesi çok önemli ve anlamlıdır. Bulgaristan’da yaşayan Türkleri anlatmak yazılmamış bir kitabın sayfalarını okumak kadar zordur. Konumuz acı dolu geçmişimize dayanan hiç de iç açıcı bir konu değildir! Fakat geleceğe yön verebilmemiz için geçmişimizi iyi bilmeliyiz, unutmamalıyız ve unutturmamalıyız. Halkımız baba ocağından, öz toprağından, Vatan bildiğimiz Bulgaristan’dan zor kullanılarak, mecbur bırakılarak kovuldu. Yerinden yurdundan sökülüp atılanlar buraya bir canı, bir de Türk ve Müslüman ruhuyla geldiler. Bu gerçek ne kadar acı olursa olsun, bizim gerçeğimiz ve bizim geçmişimizdir! Bizleri, burada, bugün bir araya getiren temel olay, budur. İnsanoğlunun yaşayabileceği kötülüklerin en kötüsünü yaşadık. Her duruma kanaat getirdik, sonuç çıkardık ve hiç karamsarlığa fırsat vermeden yılmadık ve mücadelemize devam ettik! Topsuz tüfeksiz sadece içimizdeki ruh ve iman gücü ile üstün geldik. Anlatmaya dil dönmeyen facialara bile: “Başa gelen çekilir” deyip sabreden ve büyüklük sergileyen, fakat mücadelen asla vazgeçmeyen, benim halkımdır. Bu gurur bize yeter de artar bile!


44

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Sayısız oldukları kadar tarifsiz ve bitmeyen çileleri bir asırdan uzun süren ve hala dinmeyen acıları - Bulgarsitan Türk ve Müslümanlarına karşı uygulanan süregen çok yönlü soykırım, bugün ve yarın bu birlikteliğimiz esnasında ele alacağımız ana konudur. Bu, dedelerimizin, babalarımızın, hepimizin, çocuklarımızla torunlarımızın en yaşamsal sorunu olduğu için, buradayız. Etnik Temizlik ve Kültürel Soykırımın 30. yılı Bilgi Şölenine, Hepiniz Hoş Geldiniz! Sefalar Getirdiniz! İnsan dünyayı görmek için uyanır. Tarihin de uyanış çağları vardır. Ata Vatanımız olan Bulgaristan’da ulusal uyanışı Osmanlı dönemine rastlar. İşte o sabah kandilleri yakılırken, komitacılarının komitası, Diyarbakır mahkumu, sözü dinlenen, kaynak yazar Zahari Stoyanov, biz Bulgaristanlı Türkler ve Müslümanlar için, yani bizim hakkımızda “Daima Burada Olacaklar” diye yazmıştır. Bu sözler, belki 500, belki 600, belki de çok daha uzun bir birlikte yaşamışlığın tarihinden süzülen çok önemli bir hülasadır. Bulgar uyanışıyla kurulan devletin temel taşı, ortak geleceğimizin çatısıdır. Ne yazık ki, insan kendinden kaçamaz. Etnik topluluklar ve uluslar da öyle! 19. yüzyıldan beri dünyada bir salgın haline gelen “Tek Uluslu Devlet” hastalığı, bizim memlekette bitmeyen kangren oldu. Bizi vatansız bırakıp yollara döken ve bu iki gün İstanbul Zeytinburnu Belediyemizin ev sahipliğinde buraya toplayan da, Bulgar milliyetçiliğinin şu dermansız “Tek ulusçuluk” derde yakalanmış olmasıdır. Birlikte gerçekleştireceğimiz beyin fırtınasında, çözüm arayacağımız stratejik konu, ırkçılık ve milletçilik ile beslenen bu ucubeyle baş etme yollarını arayıp bulmaktır. Tekrarlıyorum, “tek uluslu devlet” fikrini bir yerlerden aşıranlar, Bulgaristan da “Kraldan fazla Kralcı” olmakla kalmadılar. Son 136 yılda kurulan, düşen ve yeniden kurulan Bulgar iktidarları, hiç istisnasız, Bulgaristan’ı, Bulgar ırkından olmayanlardan “temizlerken” Türk ve Müslümanları, ata topraklarından, köy ve kasabalarından yani memleketinden söküp attılar. İsim, soy isim, din değiştirme, minare yıkma, camilerimizin Hristiyan kilisesine dönüştürülmesi, mezarlıklarımızı bir defa sürüp süresiz nadasa bırakma işlerini hiç elden bırakmadılar. Gerekçesiz tutuklayıp zulüm, yargısız sürgün, hapsedip zindanda çürütme, koğuşlarda yıldırma, dilimize kilit vurma, çocuklarımıza ana dili ve din derslerini yasaklama, yaşam tarzımızı, örf ve adetlerimizi, yaşam kurallarımızı, ahlakımızı değiştirme, öz kültürümüzü yoktan sayma, radyo, televizyon, basın yayın, dergi, kitap gibi yaşam ihtiyaçlarımızı, iletişim kaynaklarımızı ve en doğal


Makale ve Analizler - 2014

45

haklarımız da dahil hiçbir özgün hakkımızı tanımamayı normal bir devlet yönetimi ve politikasıymış gibi uygulamaya kondu. Öte yandan ikinci sınıf vatandaş olmayı kabullenmemiz ve normal görmemiz istendi. Eğitimde, tarih ve edebiyat kitaplarında, şiir ve şarkı bestelerinde, gazete, dergi, kitap ve tüm sanat eserlerinde Osmanlıyı konu alarak insanlık adına ne kadar kötülük varsa Osmanlıya atıfta bulunuldu ve kötülendi. Değer arz eden neyimiz varsa ayakaltına alma şampiyonu oldu. Müsaade buyurunuz da, kendimi düzelteyim, “şampiyonlar şampiyonu” oldu. Amaç, bir tarafa kin ve nefret aşılamak, diğer tarafa da suçluluk hissi pompalamak. Ne yazık ki bu amaç yüz yılı aşkın bir devlet yönetim gücü ile sonucuna ulaştı ve maalesef günümüz siyasetinde dahi, bazı art niyetli ve ırkçı çevreler hala “meyvesini” yemekteler. Dünyanın başka bir yerinde böyle bir şey görülmemiştir. Bu bakıma özürlü doğan Bulgar devletinin durumu bugün de yürekler acısı olup, ne yazık ki, bu illette hala derman bulunamamıştır. İlk vazifemiz bu hastaya yardım etmektir. Bulgaristan, Bulgaristan olalı sanki “hıncını alamadı”, “öfkesi sönmedi.” Bize karşı nankörlüğü bitmedi. Bir insan nankör doğar mı? Hayır doğmaz! Nankörlük ve düşmanlık beslenen, kışkırtılan, finanse edilen, bilinçli ve hedefli hortlatılan bir karanlık güç işidir. Mayalanışı, kışkırtılışı, stratejisi, taktiği, hedefi, iktidarı, politikası, baskı ve terör araçları, süngüsü ve zindanı, enstitüleri, partileri, dernekleri, fen kulüpleri, motosikletçi roker grupları, namaz kılarken Müslümanları tekmeleyen, vuran, kıran, azgınlıkları olan, diğer etnik gruplara karşı kin kusan çevrelere bugün Bulgaristan’da çokça rastlamak mümkündür ve hala hayatın içinde güncel bir olaydır,maalesef. Kimse nankör doğmaz, nankör yetiştirilir ve nankörce kullanılır. Olay budur. İnsan neyi ararsa onu bulur, kötülük arayan, kötülük bulur. “150 yıl boyunca zehirlenmiş beyinler” bugün aşırı sağ ve solda hortladı. Kanlı irin ve kin kusarak siyaset yapıyorlar. Esef duyarak söylüyorum, 5 Ekim 2014’te seçilen Sofya parlamentosuna, sol milliyetçilerin 11; ve 19’da ırkçı sağ faşizan vekil Bulgaristan parlamentosuna girmeyi başarmıştır. Besbelli ki, şifasız salgın aşağıdaki kitleye de iniyor. Önünü göremeyen ve bunlara oy veren ama artık hareketli bir katman oluştu. Onlar, son 20 yılda Moskova ve memleketimizdeki Moskova ajanları- Ahmet Doğan gibi göbek bağı olan ve her dalda sallanan hainler tarafından akıtılan paralarla palazlandılar. Fışkıran Bulgar ırkçı-milliyetçiliği en güçlü sosyal silahlarla donandılar - TV yayınları, radyo ve büyük tirajlı gazete, dergi v.s.. Anti-Türk, anti-Müslüman cephede kullandıkları mermiler bedava olduğundan, yayılım ateşi kovanlarını topla-


46

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

mıyorlar. Görüldüğü üzere, Bulgaristan’da artık, karanlığın sürmesini, bulanık su ortamı isteyenlere politik sahnede rol veriliyor. Nitekim iktidar basamaklarına da tırmandılar. Ne pahasına olursa olsun iktidar olmaya heveslenmek, zehirlenmiş beyinlerin önemli özelliğidir. “Kuru tezek su üstünde gider!” diyen halkımızın zekasıdır. Konuşmamın başında: Totaliter Duvarını Yıkamadık! dedim. Evet yıkamadık. Hatta artık bu iş daha da zorlaştı. Mukayeseli anlatsam sanki daha kolay anlaşılır. “Duvar” dendiğinde, son 25 yılda akla ilk gelen hep “Berlin Duvarı!” oldu. Birkaç hafta önce bu tarihsel olayın yıl dönümü büyük bir coşkuyla kutlandı. Hem Berlin’i, hem de eski Kıtayı ikiye ayıran ve yarım asır dehşet saçan bu “Duvar” yeni bir medeniyet özleyen güçlerin, ortak geleceğinden kuvvet alan ve soldan ve sağdan inen büyük balyozun iradesine dayanamadı, yıkıldı gitti. Biz, bunu yapamadık! Bizdeki duvarın bir yanında - “zehirli totaliter zihniyetin tek uluslu devletçi politik yapısı;” Öte tarafında ise, - “etnik azınlık halk toplulukları, kendi özgürlükleri uğruna örgütlenip yıllarca savaşanlar, Türkler, Pomaklar, Romlar ve diğer azınlıklar, Bulgar ulusunun ilk adımlarını atmaya çalışan demokratik mücadele hareketi yer aldı.” Ben burada, bir sembol olarak, bir duvardan söz ederken ya da sizlere lütfen gözlerinizin önüne son aylarda Bulgaristan -Türkiye sınırına gerilen 3 metre yüksek tel örgüyü getirin desem de, o olayların tasvirinde yetersiz kalır. 130 yıldan beri acıyıp sızlayan, ağarıp yanan ve bitmeyen bir yara olan trajedimiz, bundan tam 30 yıl önce çok derin bir hendek, bir yanardağ ağzı – krater gibi açıldı. “Tek ulus devlet” hayaliyle birlikte, despot, totaliter politik devletin kendisi de çöktü. Biz, Bulgaristan Türkleri de, 1989 Mayısında ayaklanırken kaskatı - katılaşmış totalitarizm duvarını çatlatıp devirmek için başkaldırmıştık. Bunu başarabilseydik, zafer yalnız bizim olmayacaktı. Kazanan hepimiz, bütün Bulgaristan halkı, tüm demokratik güçler olacaktı ve gerçek demokrasiye geçiş sağlanacaktı.Hepimiz bilirsiniz, Türk sofrasının bereketi, bizimle oturanın tok kalktığı için büyüktür. 1989’da biz totalitarizmi püskürtmek için kükreyip şahlanmıştık. Şimdi o tarihe not düşen günleri hatırlatılmak bile istenmiyor, şehir anıtlarına çelenk konmuyor. Amma biz davamızı unutmadık ve davamız devam etmekte-


Makale ve Analizler - 2014

47

dir ve o günleri hatırlatacak manevi büyük çelenk işte bu bilgi şölenidir. Bu davamıza gelip bizlere güç veren burada hepinizi yürekten kutluyorum! Ancak ayaklanmamızdan, yalnız biz Türklerin, yalnız Pomakların ve bir tek Müslüman azınlığımızın kutsalı olarak algılanınca, kazananlar kötü niyetliler oldu. Geri istediğimiz isimlerimiz, okullarımız, dinimiz, camilerimiz, en doğal insan haklarımız, özgür kimliğimiz olsa da, Bulgar halkı totaliter zehirden arınamadığı, katılaşmış ırkçılıktan çözülemedi ve gerçeği bütünsel göremediği için Bulgar demokratik güçleriyle birlikte güçlü birliğimizi kuramadık. Dekoru değişen yeni sahnede sözde “kahraman”, sözde “Bulgaristan’ı Bosna olmaktan kurtaran” gibi sözler dillendi. O sözüm ona, sözde “kahramanlar”, aslında hokkabazlar, yalanla dolanla iş görenler, daha sonraki yıllarda demokrat Bulgar yazarların kendilerine “şeytan” dediği “lider” - tipleri, politik sahneye doldular. Türkler ile Bulgarlar ellerine tokmak alıp totalitarizm duvarını, rejimini ve korku dünyasını birlikte ve aynı yere vura vura, eze eze yok etmeliydiler, maalesef olmadı. Kuyruğuna basılan yılan yıllardır uzayıp gidiyor. Ona müzik yapan,eşlik eden tırnak içinde söylüyorum “Bizim” sahte liderlerimiz, şeytanlardır. Hiç bir şey tesadüf değildir. Onlar bu iş için hapislerde kurs gördüler, eğitim aldılar. İsimleri artık herkes tarafından biliniyor. Hainlerin, ajanların, nifakçıların, haklı davamızı satanların isimlerinin tekrarlanmasında yarar görmüyorum!!! Halkımızın başına arı sepeti geçirenler şunu bilmeliler ki, bir gün gelir yılanlar saray deliklerine de saklansalar, mutlaka çıkmak zorunda kalacaklardır. Yılanın başı delikten çıkarken doğrulur, işte o gün onlarla hesaplaşma günü olacaktır. Şimdi yine duvardan söz edeceğim, ama bu defa Bulgar totalitarizm duvarının kendi içinde çatlaması dır. “Berlin Duvarı”ndan sonra bizim totaliter duvar da 10 Kasım1989’da ilk kez çatladı. “Tek ulusçu devlet” tezinin tuzla buz olduğunu, Bulgar derdine derman bulunduğunu sanmıştık. Daha 1878’de başlayan etnik problem, 110 yıl sonra, hem etnik hem de politik olarak, çok ağır bir bunalım şeklinde ortaya çıktı. Beklenen, totaliter sistemin yıkılması ve devamında toplumda demokratik ve hukuk devleti kurulması iken, olaylar bambaşka yön aldı. Totaliter cephenin karşısında duran bizleri, 500 bin çulsuz olarak vatanımızdan kovulduk Amaçları duruma hakim olmak ve iktidarlarını sürdürmekti. Başardılar da! Totaliter zihniyetin, zor günler için eğittiği hain kadrolar sözde “demokratik dönüşümlere” hemen bayrak oldular. Bugün bu bilgi şölenine gelemeyen yüzsüzler (HÖH - DPS) maskeli demokratları yeni sahnede “şeytan” rolünü üstlendi.


48

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu rolü günümüze kadar oynadılar. Görülmeyen iplerden bugün de kurtulamadılar. Sanki yemeleri ve yediklerini istifra etmeleri için kendilerine iğne yapılıyor. Böyle olmasa, Osmanlıyı soykırımla suçlamalarını, totaliter rejim katillerini af etmelerini hangi akla ve mantığa sığdırabiliriz ki?, hapislerde, toplama kamplarında çürütülen Türk ve Pomaklara karşı işlenen suçların, “Belene” ölüm kampı ve öteki canilerin suçlarının zaman aşımına uğramasını istemelerine akıl erdirmek mümkün müdür? Tamamen olanaksızdır. Forumumuzun belgelerinin HÖH - DPS milletvekillerine ayrı ayrı, Sofya meclis grup başkanlarına, bakanlara ve Başbakana, Cumhurbaşkanı Plevneliev’e, Avrupa Birliği Başkanlığına ve Avrupa İnsan Hakları Komisyon Başkanlığına da ayrı ayrı gönderilmesinde yarar görüyorum. Oysa biz her an her yerde, demokrasiye uzanan Bulgar demokrat aydınlarla, evrensel insan hakları savaşçılarıyla birlikte olmak istedik ve beraberdik. “Soya dönüş” çılgınlığına karşı olan büyük kitle hep bizimleydi. Aynı direniş saflarında, aynı kardeş sofrasındaydık. En büyük hedefimiz Çarlık faşistleri ve komünist totalitarizm uşaklarının kapattığı “komşu kapılarını” yeniden ardına kadar açmak, Vatan topraklarında karşılıklı-hoşgörü çınarı altında yeniden toplanabilmekti. Büyük hedefimiz ise totaliterizm engelini yıkıp tarih çöplüğüne atmaktı. Olmadı, 25 yıl süren Geçiş Dönemi bile bu kaskatılığı çözemedi, eritemedi. Totaliter enkaz kalkmadı. Çalışıp besleyenlerle yeyip beslenenlerin arası daha da açıldı. Sonuncular “saraylara” çekildi. Asırlarca süren göçlerin dinmeyen acıları, kimlikleri ve kültürleri yok edilenlerin boş bakışları, ağızlarına götürecek lokmayı bulamayanların dinmeyen yeni feryatları “saray” duvarlarına tosladıkça onları da ürkütüyor. Totaliter rejim çöktü, fakat totaliter zihniyet ve dermansız hastalık halen yaşıyor. Bu trajedi bizim özelimizdir. Davamızın asil hedefi hiç değişmemiştir, aynıdır. Bizimkisi bir Vatan davasıdır. Biz Atavatanımızdan kovulduk! Vatan aramaya gelmedik. İnsanın Vatanı, dedelerinin mezarları neredeyse orasıdır. Bizim dedelerimiz Bulgaristan’da yattığı sürece orası bizim Vatanımızdır. İnsanın ecdadından ayrı düşmeye zorlanması bir suçsa, bunu yapanlar soy kültürümüzün devamlılığını baltalamışsa, bize karşı Kültürel Soykırım işlenmiştir.Ama bize karşı bir değil, bir sürü Soykırım İşlendi. Mesela, yine Osmanlı döneminde 1722 - 1773 yılları arasında yaşayan Bulgar ulusal aydınlıkçılarından Paisiy Hilendarski “Hey Bulgar, soyunu ve dilini


Makale ve Analizler - 2014

49

unutma!” demişti. Soyunu ve dilini unutursa, Bulgarlara karşı soy kırım işlenmiş olacaktı! İnsan dilinin ağzına kilitlenmesi, yani anadilde konuşma yasağı, yazma yasağı, okuma yasağı, yaratma yasağı vs. tarihin bildiği en ağır cezaların amma en en ağırıdır. Çünkü konuşamayan, geçmişi unutturulan insan hayvanlaştırılmış bir varlıktır. Biz Bulgaristan Türklerine anadilimizde konuşma çok görüldü, çok görülüyor. 21. yüzyılda ana dilimiz okullarda okutulmuyor, yasak. Bu emsalsiz bir Kültürel Soykırım değil de, nedir. 136 yılda, bize, soyumuza, sopumuza, ayrıca özellikle bizim kuşağa karşı işlenmiş 136 bin az, 136 milyon değişik tür soykırım örneği gösterebilirim. 1912’de Rodoplar’da 560 minare yıkıldı, bütün camilerde Papazlar ayine başladı, 1912’de, 1923, 1936 - 1944’te, 1972 - 73’te, 1984 - 1989’da isimlerimize, kimliklerimize, köylerimize, dinimize, okullarımıza, kültürümüze yapılan saldırılar Bunlar, soykırımın en parlak Bulgar örnekleri değilse! Soruyorum Nedir? Bir insanın 3 - 5 evi, yazlığı, konağı, sarayı olabilir ama Vatan’ı tektir. Şimdi biz sözde çok-vatanlı olduk. Türkiye, Bulgaristan, Avrupa Birliği hepimize hep Vatan! Telefonlar Kanada, Amerika ve Avustralya’dan vızıl vızıl. Öz Vatan’ı olmayanın başka Vatan’ı olamaz. İnsan Vatan değerini ömrü sona yaklaştıkça belki daha iyi anlıyor. Bugün İsviçre toprağına yabancı gömdürmüyor. Berlin, Amsterdam, Münih, Paris Viyana seferinden dönen Türk uçakları ambarlarında son nefesini oralarda vermiş gurbetçi kardeşlerimizin tabutlarını taşıyor. İnsanı son kucaklayan ata toprağıdır” sözü bizim atalarımızın dır. Mezar hakkımızın, mezar başında bir Fatiha hakkımızın yasaklanması da, bizim için paha biçilmez bir kayıp, büyük bir Soykırımdır. Ben, son 136 yılda Bulgaristan Türkleri ve Müslümanlarının yaşadığı soy kırım trajedisi örneklerindeki çeşitliliğin, genel olarak Kültürel Soykırım kavramına denk olduğuna inanıyorum. Bizi buraya toplayan yazılmamış programda, hepimiz için adalet ve herkes için özgürlük hayali var. Saklı olan bir şey yok. Demokrasi şafağının ilk ışıkları ile beklediğimiz günlerde, biz hepimiz, dünyanın en saf insanlarından dana naif, daha safdil ve pırıl pırıldık. Hayallerimizden kaynaklanan inancımızın özü, bizim oralarda, taş toprak arasında baharı müjdeleyen ilk güneş ışınlarıyla eriyen karların su birikintileri kadar şeffaftı, özlemlerimiz içtikçe içilesiydi. Oysa totalitarizm adıyla ünlenen düşman, hiç öyle kazmayla çekiçle parçalanacak, ufalınca derelere doldurulacak bir kütle değilmiş. Teslim bayrağı yerine


50

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

beyaz gömlek sallayacak sanmıştık. Çoooook, çok aldanmışız. Çocukluğumuzda öcü bildiğimiz umacı, totaliter kara kayanın altından çıktığı gibi, hem “adalet özlemimizi”, hem de “özgürlük hayallerimizi” ilk hamlede, hem de ikisini de birden, çekip aldı. Bizi ikiye böldü. Bilinçli “adaletçi ve özgürlükçüleri” yani bizleri, açlık grevlerinden, gösterilerden, çatışma meydanlarından alıp, hayallerimizi koltuk altımıza sıkıştırıp, neredeyse bir don bir gömlek, baba ocağımızdan, vatan toprağımızdan, evimizden, köyümüzden kovdu. Ötekiler ise Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS) ‘nin cici bici vaatler paketine sarmalandı. Su ve tuz bizden, köle gibi çalışmak ve her seçimde bize oy verip yeni bir umutla özgürce yaşama hakkı sizin, dediler. Bu sözler önce umuttu, sonra öykü, artık efsane oldu. Bulgaristan Türk ve Müslümanları “hak ve hürriyet kasabının sayasına” kapadı. Sesini çıkaran dava kurbanı oluyor. Bu açıdan değerlendirdiğimizde: Sözde Avrupalı olduk da ne oldu? 2007’den beri AB üyesiyiz. Vatandaşa demokratik hakları en doğal hakları bile tanınmadı. Şimdi “şengene” girecekmişiz. Köydeşim Hasan dayının cebinde, doktora gitmek için, şehre inmeye parası yok... Bugün de ister milletvekili, ister bakan ol, hiçbir kimse “sayanın” dışına çakamaz. Geçerli olan yasalar “taş devri” kuralıdır! Yeni milletvekilleri Güney ile Palev’in başına geleni işitmişsinizdir. Dr Tabakov Varna cezaevinde gün sayıyor. Mayıs 1989 Ayaklanması; 10 Kasım 1989’da Todor Jivkov’un devrilmesi; 1992’de yeni sözde demokratik Anayasa’nın kabulü ve artık çeyrek asır yerinde sayan totalitarizmden demokrasiye Geçiş Dönei, sözünü ettiğim o bilinen Totalitarizm Duvarını yalnız ve ancak ikiye parçalayabildi. Adına Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) denen birinci parça kertenkele gibi komünistliğin yalnız kuyruğunu koparıp sosyalist renk alırken ve iktidar ile muhalefet merdiveninde aşağı yukarı tekerlendikçe iyice ufaldı “Tek Ulus - Tek Parti” balonu patladı. Meclisteki sandalyeleri 39-a düştü. Ne var ki, Bulgaristan Türkleri ve öteki azınlıkların özgün haklarının tanınması konusunda fikirleri değişmedi. “Bay Sali”nin soydaş olmasıyla Kostendil ilinden milletvekili seçilmesine büyük tepkiyi izlemişsinizdir. Bugünkü sosyalist liderlerinin babaları tarafından yetiştirilen HÖH-lü yöneticileri ve halkımızın öz davasına ihanet edenlerin süresi doluyor. Halkımızın güven balonu patladı. 250 bin Türk seçmenden oy alamadılar. Dokunulmazlığı zırhlı olan “ebedi liderin” kurultay kürsüsünden çöp çuvalı gibi atılması, bu bakıma çok anlamlıdır. Halkımız artık değişimler bekliyor. NATO ve AB üyeliği de etnik sorunları kendiliğinden çözmedi.


Makale ve Analizler - 2014

51

GERB’in rolü: Totaliter kütlenin ikinci parçası - bugünkü ana iktidar gücü - GERB Partisidir. Sosyalist- totaliter mayalanmayı yıllarca ekşitip Halk Partisi maskeli bir merkez sağ oluşum meydana gelene kadar 20 yıl beklediler. Yeni hükümet de dahil son 25 yılda kurulan kabinelerin hiç biri totalitarizmi gömüp demokrasiye dönüşmeyi hedefleyen bir Program ortaya koymadı. Bu bakıma etniklerin özgün kültürel hakları da Todor Jivkov zamanında olduğu gibi kaldı. Şöyle bir süreç de izlendi: Bu yıllar içinde, (temel ödevi demokrasiye dönüşümü gerçekleştirmek olan) Demokratik Güçler Birliği (CDC) yıkamadığı totaliter duvara toslaya toslaya kendi dağıldı. Şimdi çavdar sapı kadar cılız bir bünyeyle iktidar ortağı Reformcu Blokla birlikte nefes alıyor. 2014 Bulgaristan’da çok renkli çoğulcu politika için yeni bir başlangıç oldu. 2 ay önce 8 siysi parti meclise girdi. Yukarıda işaret ettiğim milliyetçi sağ ve sol uçlar siyaset ortamını iyice renklendirdi. Politik literatüre “ksenofob” yani Bulgar olmayana düşmanız terimini taşıyanlar koro oldular, motorlu sürüler halinde dolaşıyorlar, futbol fenlerinin zavalı enerjisini marjinalleştirmeyi başardılar. “Ataka” partisi soldan, Makedon İç Devrim Teşkilatı (VMRO) ile Milletçi Cephe (PF) sağdan ırkçı, milliyetçi, yenifaşistler ortak icraata geçtiler. “Düşman olarak tanımlanan Bulgar olmayanların saflarında” bu ülkenin öz vatandaşları Türk, Pomak ve Roman kardeşlerimiz var. Onlarla birlikte, Suriye savaş kaçakları ve diğer etnikler var. Bu gerçek, demokratik Avrupa kamuoyunun gözünde bir çöptür. Çeyrek asır boyunca dönüp nereye baksak “Tek Ulus Devleti” bir çıbanbaşı olarak hep karşımızdaydı! Çok kültürlülükten, farklılıkların bütünselliğinden oluşacak yeni uygarlıktan söz eden yok. Faşizan zihniyetin çete başı, Milliyetçi Cephe (PF) Başkanı milletvekili Valeri Simyonov yemin töreninde “Bulgaristan her şeyin Üstünde” derken sağ elini Naziler gibi kaldırdı. Hazır bulunanların üstüne Hitler zamanlarından kalma bir kova buzlu su döktü de, bu jest hala kınanmadı, sadece hatırlatıyorum. Sözde ikiye ayrılıp biraz da ufalanan totaliter duvar parçaları arasında kalan, Türk-Müslüman hareketi olarak bilinen HÖH - DPS, yine konumuz olan şu dönemde Türklük ve Müslüman geleneklerine, demokrasi ve insan hakları prensiplerine sonuna kadar bağlı kalsaydı, bugün burada bambaşka bir vesileyle toplanmış olurduk. Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) hakkında fikir beyan et-


52

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

mek isteyen konuşmacılara peşinen söylüyorum. Halk topluluğumuzdan, beklentilerimizden ve emellerimizden tamamen kopan bu partide biçim ile öz birbirinin aynası olmaktan çok uzaktır. “Hak” ve “özgürlükler” terimlerinde dile gelen şekil bir paravan olarak kullanıldı. “Öz” olani ise - totalitarizmin etnik azınlıkları asi mile edip eritme değirmenine su taşıdı. Müslüman etniklerin Bulgarlaştırılması işinde HÖH yönetimi totalitarizmden demokrasiye geçiş döneminde eskiden gelen ve değişmeyen devlet siyasetine hizmet sundu. Hem içi hem dışı hepimizi yakan “Bulgar Etnik Modeli” HÖH-lideri Ahmet Doğan’nın icadıdır. Zamanını, daha icat edildiği gün kesin dolduran bu model, Türk, Pomak ve Roman’ları, T.C.’deki soydaşlarımızı bir “oy makinesi” haline getirdi. Ayrıca Bulgaristan’daki kardeşlerimizi uyanmamak üzere uyutma aracı rolü gördü. Netice ortadadır. Geçimi ateşten gömlek olan Türkler ve Müslümanlardır. En fazla göç veren kesim Türkler ve Müslümanlardır. 50 yıldan beri ana dilinde ders görmemiş çocuklar, bizim evlatlarımızdır. Türkiye’ye gelenler dışında 2 milyon 500 bin kişi vatanı terk etti. Tüm Bulgaristanlılar dağıldık. Göç eden, ekmek parasını dış ülkelerde arayan her kişi Bulgaristan’da demokrasi davası için bir kayıptır. Totalitarizmin ayakta kalıp ömrünü sürdürme çabalarına göğüs geren ana güçlerin başında işçi sınıfı, sivil toplum örgütleri gelir. 1989’da açlık grevine kalkıp isyan eden Türkleri ve Müslümanları tecrit eden zihniyet bugün artık aşıldı. Sofya’da meclis önünde düzenlenen son sendikal ve sivil toplum örgütleri eylemlerinde Kırcaali, Haskovo, Roduzen ve Madan’dan kadın ve erkek işçiler omuz omuza yürüdü. Güçlenen protestolar, 2013’te bir kalın enseli dolandırıcı olan HÖH milletvekili Daniyel Peevski’nin Devlet Güvenlik Sistemi DANS Başkanı seçilmesini önledi. Şimdi de bağımsız Türk Doç. Dr. Orhan İsmailov’un Savunma Bakanı Yardımcısı atanmasına karşı tepkiler ve Bulgar Ulusal Televizyonu 1 Kanaldan 10 dakika Türkçe Haber Bülteni’nin kaldırılması isteğini de suya düşürüldü. Protesto dalgası yükselirken toplam 28 kişi kendini yaktı. Totaliter duvarı yıkıp demokrasiye geçme davamız devam ediyor, sivil toplum örgütlerimiz bu davada ön saflardadır. Azınlıkların toplamını kucaklayan iletişim araçları, güçlü ortak kazanımlar, günlük gazete ve aylık dergileri olmayan, garibanlığın yarattığı ortamda birlikte gülüp eğlenmekten çekinir duruma gelen, sefil bir halk katmanından söz ediyorum. Köylerimizde köpek havlamıyor. Bizim insanımız “genosit”tir, “soykırımdır” sözlerini pek bilmez, kime sorsanız alacağınız cevap, “biz kırıldık” olur. Hastalıktan kırılsak, “kırılmışızdır” Soy kırımına uğrasak gene “kırılmışızdır!” Evet, savaş görmeden yok olsak, yine “Kırıldıktır!” da, uzun süreli ve süreğen bir soykırım yaşamışızdır. Ama bizde bunu kimse bu kadar uzun anlatmaz.


Makale ve Analizler - 2014

53

Evet, 136 yıldan beri biz, her gün süreğen kırımla yaşıyoruz. Ve “ufalana ufalana büyüyoruz!” Ezildikçe bilinçleniyoruz. Artık bir araya gelip toplantılar yapıyoruz, konferanslar, Sempozyumlar düzenliyoruz. Elektronik gazetemiz var. Dernek gazetemiz çıkıyor. Irmağımız yola çıktı, çağlayarak akıyor. Herkesin yüreğine serinleteceğine ve uyuyanları uyandıracağına inanıyoruz. Bizim artık sürekli soykırımla kırılarak yaşamaya son vermemizin vakti geldi, geçiyor. Yani “U” dönüşü yapmalıyız, uyanmalıyız ve ufuktaki ışıkları görebilmeliyiz. Eğer bunu yapamazsak iyice toz olmayı ve Lodos Rüzgârının bir gün bizi alıp Vatanda her yerin her yerine, yeniden bitelim diye alabildiğine savurmasını mı bekleyeceğiz, bilemiyorum artık!!! Tüm anlattıklarıma ve anlatılanlara karşın, Zahari Stoyanov’u unutmayalım, “Daima Burada Olacaklar!” değişmez bir gerçektir ve bizim en kutsal hakkımızdır. Yine bu cümleden sonra, Payisiy Hilendarski’nin yazdıkları da kulağımıza küpe olsun: “soyumuzu ve dilimizi öğrenip geliştirmemiz ve yüceltmemiz en büyük vazifemizdir!” Yani kısacası birlikte yaşamayı öğrenmek zorundayız! BULTÜRK Genel Başkanı Rafet Ulutürk

Suyu Bulduk

Şakir Arslantaş-21.Aralık.2014

İstanbul Zeytinburnu’nda 3. Uluslar arası Bulgaristan Sempozyumuna katıldım. Ankara’dan Bulgaristan Türklerine AK Parti’nin dışından destek gelmedi. İzmir Milletvekili Rıfat Sait’e bizlere desteklerinden dolayı teşekkür ederiz. Türkiye’de siyasi güçleri, partiler, belediyeler, göçmen dernekleri hep beraber sorunlarımızı görüştük. İlk kez, (30 yıl gecikmeyle) Bulgar demokratik aydınları, sivil toplum örgütleri, protesto hareketi öncüleri bize geldi. Konuştuk. İsimlerimiz değiştirilirken ve biz sel gibi akarak göç ederken çektikleri filmleri birlikte izledik. Onlar da “büyük bir trajedi” dedi. Bu trajedide, istediğimiz zaman geri dönme hakkımızı muhafaza edebilmemiz çok iyi oldu. İlk defa Belene’de sa-


54

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

dece Türkler değil Bulgarların hatta onlar için oraları kurulduğu ortaya kondu. Bulgarlar da Belene’de veya diğer toplama kamplarında neler çektiklerini anlatırken halkın büyük çoğunluğun göz yaşları akıverdi. Bu buluşmada Türk-Bulgar “davamız ortak” görüşü ağırlık kazandı. Böyle bir foruma ilk kez geldikleri için endişeliydiler. 5 oturumda beraberdik ve ortak bildiri kabul ettik. 25 yıl sonra da olsa Bulgarca’mızdan etkilendiler. “Bundan sonra her an her yerde birlikte olma ve dayanışma gereği” ana konu olarak sivrildi. “Büyük dava - demokratikleşme ve adaletli bir toplumu kurma” değerli bir tespit oldu. Bu olmadan etniklerin eşitliğinden söz edilemeyeceği noktasında birleştik. Onlar da “Bulgar Etnik Modeli” için çok zarar verdi ve artık çöktü fikrini savundu. Konuşmacılardan biri gizli servis “DS” tarafından Londra’da öldürülen, bilinen ve sevilen Bulgar yazar Georgi Markov ile Türkiye’ye kovularak süründürülen Ömer Osman Erendoruk arasında fark görmüyorum, dedi. İkisi de Bulgaristan’ın, Bulgaristan demokrasi mücadelesinin ve sonunda Bulgar halkının evladı. Bu sözler çok alkış topladı. “Sevgi Kırıntıları Arıyorum Yollarda” kitabından şu dörtlük okundu: “Korkma, yürü umudusun milletin. Her mâni yıkar, ezer himmetin. Tuttuğun yol terakkinin yoludur. Kalbin, fikrin emel ile doludur.” Yoğun katılım, yüzlerce kişi, Türk, Bulgar, Pomak ve Roman! Esaslı konuşmalarda tokmağı örs üzerindeki aynı noktaya vuruş, siyasi analizlerde çakışma, son hedef bizi mutlaka kaynaştıracak umudu doğdu. Ben ilk kez böyle bir heyecan yaşadım. Birlikte uyanmamız ne güzel olur... Derelerin, çayların bir ırmakta toplandığı gibi, demokrasi ve özgürlük davasının yeni aşama heyecanı, birlikte olma umudu sanki doğdu. Ve yenilmezliğin irade ve kudretiyle bütünleşti.. bilgi şöleni kendi başına bir olay oldu. Bir asır tekrarlayan göç gerçeği, etnik temizlik faciası, arasız devam eden ve ucu görülmeyen kültürel soykırım! Çok sevdiğimiz vatanımızda şifa bulamayan totalitarizm hastalığı! Parçalanmış, bölünmüş olmanın, ezginliğin sızlayan yaraları? Bu dünyadan göçerken kimsenin vatanını beraberinde götüremediği bilincinin uyanması! Şimdiye kadar geçmişimizin acı gerçekleri Bulgarların önünde ve onlarla birlikte böylesine ince elenip sık dokunmamıştı. Balkanların kültür anakenti


Makale ve Analizler - 2014

55

İstanbul’da masaya yatırılan etnik temizlik ve kültürel soykırım konusu başlı başına önem arz etti. Olaya bir başka açıdan bakıldığında göçe zorlananlara sanki iyilik yapılmıştı, çok daha iyi koşullarda yaşıyorlardı. 2002’den beri dünyanın belini büken ekonomik, mali, kültürel bunalım ortamında, arasız yükseliş trendi gösteren Türkiye Cumhuriyeti adını sempozyuma büyük harflerle yazarken, olaya farklı anlam kazandırdı. Orda Doğu sınırında yıllar yılı savaş olmasına karşın ve 2 milyon savaş kaçağına ev sahipliği yapan Türkiye’nin olaylara bakış açısı Bulgar konukları etkiledi. İnsanları kovmak memleket sorunlarına çözüm anahtarı olamaz fikri parladı. Gözler, tamamen Ankara’ya döndü. Türklerin yarattığı mucizeler etkileyici oldu. Bulgaristanlı göçlerin Bursa’dan sonra en büyük kitle olarak İstanbul’da, Trakya’da olması, forum havasına yansıdı. Yerli ve yabancı sivil toplum örgütleri aralarında temas kurdu. Hak ve Özgürlük Hareketi HÖH - DPS foruma temsilci göndermedi. İstanbul, Bayrampaşa, Yıldız Merkezli BULTÜRK - Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği bu girişimde öncü oldu. Ana konuşmayı Bultürk Başkanı Rafet Ulutürk yaptı. Rapor, sanki etnik temizlik ve kültürel soykırım 21. yüzyılda Bulgaristan’da hayat hakkı bulamamalı, çağrısıydı. Hazırlık dönemindeki stratejik çalışmalar, yayınlar, halkla görüşmeler konuları her soydaşa indirdi. İlgi dalgası yükseldi. Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezinin sürekli yayınları ve nitelikli sunumları dikkati çekti. Şöyle ki, Vatan’da olup biten her şeye, siyasi güç dengesine, iktidar kavgalarına, halkımızı daha da talan etme tuzaklarına yeni bir geniş görüşlülükle ışık tutmak doğal hakkımız olarak yerleşti. Kapılarımız sonuna kadar açıktır. Foruma ilgi pekişen güveni kanıtladı. Artık Bulgaristan’daki kardeşlerimizle Türkiye’deki soydaşlarımızın, Türkiye’de gelişin sivil toplum hareketleriyle Bulgaristan demokratik direniş hareketinin bir bütünde birleşmeleri gereği herkes inandı. Büyük demokrat Edvin Sugarev’in hararetli konuşması bu açıdan yeni bir sayfa açtı. Bu arada bu davada kuşakların da birbirinden koparılamayacağına inancı belirdi. Türkiye’de yaşayan bir Karslı nasıl Vatanıyla gururlanıyorsa, Kubrat’lı bir soydaşımız da aynı gururla yaşama hakkına sahiptir. Kimsenin vatanında gözümüz yok. Bizim olanı da kimseye vermeyiz. Bizim vatanımız bize yeter. Aksini iddia edene aramızda yer yoktur. Öyleyse, suyu aynı kaptan içme ve aynı kaynaklardan bilgilenme, aynı yöne bakma zamanı gelmiştir. Gel gelelim bu adımları yine planlı ve yine halkla el ele vererek atmamız gerekiyor. Yanlış adım atma, kibirlenme, birbirimize düşme, tek başımıza karar verip yanlış yapma lüksümüz yok artık.


56

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Yazımı burada noktalamayı düşünürken bir olay oldu. Olana bakınız! Duvarındaki TV, Fetullah Gülen hakkında kırmızı bültenle arama kararını okudu. Yıllardan beri devam eden Türkiye’yi, Türk milletini bölme, devlette darbe, dini çarpıtma, halkımızı aydınlık ve kardeşlik isteyen öz iradesine rağmen karanlıklara itme çabaları nihayet suya düştü. Sağduyulu olan herkes “yılanın başı ezildi” dedi. Biz, Bulgaristanlılar, Türkiye halkına, öz vatanımızda yaşayan yakınlarımıza geçmiş olsun diyoruz. Yobazlara karşı alınan tedbirlerin basın özgürlüğü, insan hakları falan filanla ilişkisi yoktur. Türkiye devletini devirmek isteyenin meşru hakkı olamaz. Tümümüz büyük bir dertten kurtulduk. Yobazlar “okutacağız” vs. bahaneleriyle uyanık ve sağlıklı evlatlarımıza şahin gibi atlıyordu. Kandırıyorlardı, Kime yaklaşsalar hepsinin geleceğini kararttılar. Birçok ana baba kan ağladı. Gözyaşları dinmedi. Başımız bir yandan Bulgar ırkçı-milliyetçi, şöven mayalanma ile dertteyken, Türklüğümüzü kemirip bizi içten teslim almak isteyen Feytullahçılardan kurtulmamız çok önemli bir zafer sayılır. Gülen giderse onlar da tasını toplar gider. Yaklaşık 10 yıl önce bizim “Drındar” köyünde İngiliz Şatosu gibi bir “okul ve yerleşke” kuruldu. Köy ortasına da bir cami diken Ahmet sinsisinin aklından geçen “okulu” yobazlara kiralamak oldu konuşuldu. Korkmuştuk. Açılış yapmak nasip olmadı. Dobruca yöresi Türk ve Müslüman çocukların gözlerine karanlıklardan en zifiri karanlık perdesi çekilemedi. Halka yararı dokunmayan “Bulgaristan Zaman” gazetesi onlarındır. Bu yayın Türkçe olmasına karşın, içeriği bize yabancıdır. Ana dilimizde çıksa da, bu yayının okunmasında yarar göremedik. Türkiye devletine zararlı, darbe niyetli yayınlar bize gelmez. El sürmek istemeyiz. Şu da var. HÖH - DPS’ci zihniyetin Sofya’da çıkan “Zaman”ı yasaklatmak isteyeceğine inanmıyorum. Çünkü bu yayın dişsiz ve ilkesiz yazılarıyla Türklüğümüzü ve Müslümanları uyutma davasına hizmet ediyor. Papazlarla sarmaş dolaş olma, onları ödüllendirme masallarını getiren onlar oldu. Bu yayınla hükümeti elde etmek için yağcılık yapıldığı iyi biliniyor. Bizi yalan yanlış haber, asılsız ve tutarsız yorumlarla avutma konserinde onların solist rolü gözden kaçmıyor. Dini fikirleri bizim gerçekliğimize uymuyor. Burası ne Arap çölü ne de dağ başı! Dayatılan görüş bize terstir. Bakış açıları önem ve değer arz etmez. Dinlerin birliği maskesiyle Papazlarla sarmaş dolaş olma, İftar gecelerine paraları sofraya toplama, şu gergin ve sızılı döneme hiç uygun düşmedi. Halkın kendi sorunları başından aşkın! Ucunda umut olmayan


Makale ve Analizler - 2014

57

bir bakış açısı kabul edilemez. Dertlerimize tuz ekenlere şirin bakamayız. Bu bir çeşit zorlama ve ödüncülük olur. 20.yüzyıl yaralarımız henüz savmadı. Toparlanamadık. Kimliğimiz üzerindeki ince hesaplara tahammül edemeyiz. Zaman Gazetesinde Bulgaristan Türk köylerinden alınıp eğitilmiş kadrolar da çalışıyor deyip itiraz edenleriniz de olabilir. Evet, Fetullah Gülen zihniyeti kendine kadro eğitmek için bizde de okul açtı. Hain zihniyette hizmetçi eğitti. Onların ödevi, Türk ve Müslüman halka, dinimize ve geleneklerimize hizmet ve katkı sağlamak değil, kendi çıkarlarına hizmet sunmaktır. Bizde yerleşen bu kanıdır. Görüş ve faaliyetleri öz davamıza yararsızdır. Biz artık filizlenip yapraklanmaya çalışırken yeni tuzaklara düşemeyiz. Türkiye’den geldi diye, hepsini başımıza taç edemeyiz. “Kırmızı Bülten” kendi konuşuyor. HÖH - DPS hain zihniyeti Fetullahçıları destekledi. Onlar Bulgaristan’a girerken iktidardaydılar. Memleket çapında örgütlendiler. Göz yumuldu. Türklüğe bir damla katkıları olsa idi Volen Siderov ile Valeri Simyonov dünyayı başlarına yıkardı. Çıt diyen de yok. Önce “Bankiya” kasabasında, sonra Sofya’nın “Obelya” semtinde okul açtılar. Sahte Türkçü, sahte Müslüman gençler yetişti. Yapılan bir ankette hepsinin polis olmak istediği anlaşıldı. Bitirince “tercüman” oldular. Dönen dolaplar sayesinde Ankara Türk Edebiyatını dış dünyada tanıtma kaynaklarından kazandıkları paralarla geçinmeye alıştılar. Bulgarlaştırdıkları eserler elektronik çeviri şaheseri, ruhu alınmış yazarlar, özsüz fikirler ve havası olmayan bir çağ. Türk maneviyatı öksüz! Yüreksiz bir Türklük yaratmakta amaç ne olabilir?! Sormak istiyorum da, soracak adam bulamıyorum. Olaya bir basamak daha derinden bakalım: Birkaç yıl öncesiydi. “Aktüel” dergisine takıldım. Klasik Rus yazar F.M. Dosytoevski’nin temel eserleri Rus dilinden Türkçemize değişik zamanlarda 9 ayrı çevirmen tarafından tercüme edilmiş. Baskı tarihleri ortada! Türkçeleştirilen metinler yıllar sonra birbiri ve orijinalle karşılaştırılınca yeniden yapılan çevrilerin eski tercümelerin kopyası ve hiç birinin Rusça metne uymadığı saptamıştı. Böylece tercüme işi para basan makine olmuştu. Şimdi şu F. Gülen’in molla uzantısı tercümanlarının yaptığı iş de akıllara durgunluk veren niteliktedir. Romanları şiirleri bilgisayarla tercüme edip, çevirmenden geçiniyorlar. Türkçe’mizi, ana dilimizi, Türk edebiyatında yaşayan ruhsal yüceliğimiz i, uygarlığımızı baltalama ödevi benimsemişler sanki. Hem de bunu Ankara Kültür Bakanlığından aldıkları paralarla yapıyorlar. Ruhumuzu söküp, yerine zehir otu dikip bize şifa niyetiyle içiriyorlar. Fetullahçı kadroları Ankara’dan besleme yolu bulunmuş. “Eden kendine eder! Bir gün gelir işler


58

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

yoluna girer!” Ben demedim. Bu pirincin taşı ayıklanmazsa yazık olur. “Elektronik çeviri piyasaya çıkalı bu elemanlar Ankara’dan Euro emerken bacak bacak üstünde Türklerin budalalığına gülüyor.” Bu meyveler çürük. Azerbaycan, Özbekistan, Rusya bu işi yıllar önce noktaladı. Onlara “defolun” dedi. Amerikan emperyalizminin dünyaya hakim olma amacıyla yarattı bunları. “Türk Dünyasında Halifelik” hayallerine kapılanlar onlar değil mi? Molla bozuntularının bizimle işi yoktur ve olamaz. Çeviri konusuna biraz daha derin girmek istiyorum. Bazen tercümanın kırdığı potu yaratan gelse düzeltemez! Şu Fetullahcı yobazlar değil midir “Türkçe diye bir dil yok!”, “Türklüğün kendi kadım kültürü yoktur!” diye yazıp çizenler? Şimdi biriniz yerinde fırlasa ve “iftira” dese. İnanmam, çünkü bunları kendi kulağımla işitmişim, okumuşum...Bu saçmalıklar hazımlarımızın işine nasıl da yarıyor bir bilseniz! Böyle düşünen bir kişiden doğru dürüst tercüme etmesini beklemek abestir. Tercümanlara acıyorum: İktidar memesinden 25 yıldır emebilmek için ana dilimize, dinimize ve geleneksel kültürümüze düşman kesilen HÖH - DPS - kafasızlarından pek farkı yok Gülencilerin. Bizim “lider” bozuntuları Türkçesiz, İslamsız, özgün gelenek ve kültürsüz bir Türklük yaratma kalıbı geliştirdiler yani bizim paralelimizi, sahte modelimizi geliştirdiler. Bu kalıba şimdilik kendilerinden başka giren yok. Kalıptan çıkarlarsa gidecekleri yer hapis koğuşu olduğundan kalıplamış kalmak zorundadırlar. Halk topluluğumuzu da “taş kadın” durumuna getirdiler. Gülencilerle aralarındaki fark vurgulama ve üsluptadır. Gülen kadrosunun kullandığı terimler Türkçe sözlüklerde yoktur. Lütfü Mestan tayfasının lügatindeki terimler de Bulgarca sözlüklerde yoktur. Halktan o derece uzaklaştılar ki, onları anlamak zorlaştı, çevirmenlere ise acıyorum. Biz söz daracığımızda olmayan bir şeyin hayatta olacağına ve olur da bize yarar getireceğine asla inanmıyoruz. Konumuza devam etmezden önce, kısa bir parantez açmak istiyorum: Lügat demişken, Bulgarcaya tercüme sorunu (elektronik işgüzarlığa eleştirimiz bir yana) aslında son dönemde aktüel oldu. Gözde kitapçılara girdiğimde Elif Şafak’ın tüm yapıtlarını en göze çarpar raflarda görünce içim içime sığmıyor. Hele sunduğu düşün tarzı kafaların uyuyan hücrelerini Halaç pamuğu gibi atıyor. Hasımlar bize bu konuda nasıl saldırıyor, biliyor musunuz? İngilizce yazıyor. Bu yazı Türkçe olmaz, deyip dikiyorlar burunlarını...


Makale ve Analizler - 2014

59

Tercüme olayının bir başka boyutu: Yine bu cümleden olmakla, T.C.’nin Sofya Büyükelçisi Sayın S. Gökçe çok bilgili, çok ince edalı hem Türkçe hem de İngilizce olmak üzere akıcı bilge aktarımıyla ve somut vurgulamasıyla öne çıktı. Bildiri dilini aşamayan daha önceki Büyükelçilerimizden onu farklı kılan kişiliği Bulgar kamuoyunu kısa sürede güçlü etkiledi. Bulgaristan Türklerinde de sessizce bir gurur kanatlanması yaşandı. Birkaç gün önce Sofya’nın “On Air” TV yayınında Büyükelçimizi bir söyleşide izleme fırsatım oldu. Çeviriye de özel dikkat ettim. Yüksek öğrenimimi Bulgaristan’da aldığım için tercüme kulağım deliktir. N. Sargın Bey isminde Kırcaali yöresinden olduğu sönük bakışından okunan iyi yetişmiş bir kardeşimiz canlı (anında) çevirideydi. Ana ayrıntıda, Bulgar ırkçı milliyetçilerinin siyasete yeni bulaşan ve söylenen sözün atılmış bir taş olduğunun pek farkında olmayan “PF” lideri V. Simyonov’un meclis kürsüsünden Romanlara (Çingenelere) çok şiddetli ötekileştirici saldırısı ve aynı küstahlıkla T.C. Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a da dil uzatması vardı. Sayın Büyükelçimiz S. Gökçe, “Sayın Cumhurbaşkanımızın şahsını ilgilendiren bir hakaret var. Çok çok rahatsızım. Nahoş ve kabul edilemez bir durum!” dedi. Tercüman çeviride “çok çok” derecelendirmesini atladı. Çingenelere uygulanan aşırı ayrımcılık politikasına diplomatik bir vurguyla giren ve sert tepki veren ekselansın “ayrımcılık” deyimini tercüman atladı. Bu söyleşi ancak ve özel olarak işbu “ayrımcılığı” kınamak için yapılıyordu. Benim gibi, iki dili de iyi bilen seyirciler şok yaşadı, kanısındayım. Çeviride ana terimleri atlamak ya da düzlemek, futbol maçında golleri saymamak gibidir. Gel gelelim, ben bu noktada, Bulgar ve Türk dillerinin yapısı ve çeviri tekniği üstüne bazı özelliklerin diplomatik vurgulamadan önde geldiği görüşündeyim. Çünkü ertesi gün rastladığım ilk Bulgar bana “Sayın Gökçe Bulgarları seviyor,” deyiverdi. Bulgarca somut bir dildir. Kavramlı dildir. Türkçemiz ise üslubu ve ifadeleri genel bir dil. Genelin özeli beş olsa, somutu mesela yirmi beş olabilir. Bu yirmi beşten hangisinin konu edildiğini sezinleyip saptamadan çeviri yapıldığında sürekli kayma olasılığı söz konusu olur. Çeviri somuttan genele ve genelden somuta götüren yolu yani çeviri tekniğini bilmeyen bu işi yaparken tökezler ve problem yaşanır. Bu noktayı örneklemek istemiyorum. Sayın ekselansın bu incelikleri çok yakından bildiği, zaten tercümana yardımcı olmayı amaçlayan, her cümlesinde seziliyor. Olasılıklara yaşam hakkı tanımayan ince ayrılıkların kapsamına ve somut içeriğine işaret etmesi dikkati çekti. Konuyu izzeti nefis meselesi yapmamak için burada noktalıyorum. Çevirmenlerin birbirini dışladığı olur. Bir örnek:


60

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ankara’da Todor Jivkov ile Sayın Süleyman Demirel arasında bir zirve görüşmesinde, Büyükelçilikten Donço Peev ile Sayın Osman Kılıç tercümendiler. Bir ara Sayın Kılıç yerinde fırladı ve “yanlış tercüme edildi,” dedi. Akan sular durdu. Jivkov, Peev’e dönerek “sen kenara çekil, bundan sonra çeviriyi Sayın Kılıç yapacak!” dedi. Bu anımı, “tercüme işi ince iştir” demek için anlattım. Konuyu değiştirmeden, şu canlı tercüme kabinden yapıldığında “tümce atlama ya da birkaç cümleyi birden işitmezlikten gelme” (gerekçesi hep teknik arızadır) olayı var. Bunu da yine Sayın Büyükelçimiz S. Gökçe’nin Sofya “Şereton”da verdiği bir T.C. ekonomik durumu ve kalkınma programı üstüne kapsamlı ve doyurucu bilgilendirme toplantısındaki İngilizce sunumunda yaşadık. İkinci çevirmen üç tümceden yalnız birini çevirirken hiç çekinmedi. Kuşkusuz, iyi hatiplerin, kaliteli çevirmeni olmalı, gerektiğinde kavram ve ince ayrım üstüne ön çalışma yapılması gerekli olabilir. Gerçekçi kulaklar elektronik basmakalıpları ve sözlüklerde olmayan sözleri atlayıp kullanmaktan korkanları yadsıyor. Rusya Başkanı Putin’in de itiraf ettiği gibi, Türkiye’mizin “yükselen trendi” ortadadır. Öyle ama bunu işiten bazı milliyetçi, ırkçı yada Türklerin iyi olmasını, başarmasını hazmedemeyen, Türk ve Türkiye dendiğinde ufku kapanan ya da doğrudan doğruya geri zekâlı çevirmenlerin dilini sıkça sürçmeye başladığına tanık oluyoruz. Evet, Bulgarca Türkçe eski ve yeni sözlüklerin en kalınlarında bile “diskreminatsıya” (ayırım yapma, fark gözetme) terimi yok, fakat Bulgaristan bu yüzkarası işte 21. yüzyıl başında da başı çekiyor. Ve bu değimlerin sözlüklerde olmamasının nedeni de Türklerin ve Bulgarların ülkede ve dünyada olup biteni anlamakta güçlük çekmeleri olmalı, desem sen de mi kendini yenileyemedin diyeceğinizi biliyorum. Tercümanların bazı sözleri şu ya da bu nedenle bilmemesi ise, kendi esemelerine yazılır. Eleştirinin yapıcı olanı, dostça yapılanıdır, en samimi selamlarımı kabul ediniz. Kırılmak yok! Gülen’in Bulgaristan’daki yobazlarını (çakma tercüman olarak) konu ettiğim bölüme dönüyorum. Onlar bizde, cemaatin ayakları kokuyor gerekçesiyle camiye girmeyen takım oluşturdu. (Öncelikli Paralel Müslümanlar) Namazı hep “Zaman” gazetesi lojmanlarında kıldılar. Bizde imtiyazlılar katmanını oluşturan onlardır. Oysa dinimizde imtiyazlı olan yoktur. Zavallıların durumuna düşeriz korkusuna kapıldılar. Bizden iğrendiler. Sahte özgürlükçülerin ve sahte adaletçi elit kadroların yanına sokuldular. Köfte sofralarında onlarla birlikte olmakla kıvanç duyabilirler. Ayranımızı içmeden, yemeğimizi yemeden, bizimle birlikte terlemeden kokumuzu nasıl alsınlar, nabzımızı nasıl tutsunlar ve içimizdeki acıyı, tatlıyı, hüzün ve umudu nasıl yansıtsınlar. Onlar bizden ancak yakınabilirler.


Makale ve Analizler - 2014

61

Gazetelerinin birinci sayfalarına hep dönek Ahmet’in ve ihanet zihniyetinin icra müdürü Lütfü’nün boy resimlerini basmakla da böbürlenebilirler. Halka yararlı iş yaptıkları görülmemiştir. “Biz bir boşluk doldurduk, “Zaman” Bulgaristan’da Türkçe boşluğu doldurdu” diyeceklerini biliyoruz. Onların anlattıklarına göre, biz onlar gelmezden önce bunarlarımızdan suyu katranlı ellerimizle içiyormuşuz da, onlar elimize kepçe vermişlermiş. Bize verdiğiniz bardak camdı ve kırıktı, dudak ve damaklarımızı param parça etti. Şu bir gerçektir. 25 yıldan buyana sizin suyunuzla dönen değirmenden ekmeklik un çıkmadı. Kendinizi savunma hakkınızı gizli tutabilirsiniz. Olay ortadadır. Bütün T.C.’yi saran acı koku burunlardadır. T.C. devletini devirmeye el kaldırandan bize yarar gelmez. Olay bitmiştir. Bu konu üzerinde özellikle durmamın nedenine gelince! Bulgaristan’da önce aylık, ardından haftalık, sonra da 3 günde bir çıkacak Türkçe bir gazeteye ihtiyaç vardır. Bu gazete Türkçe ve Bulgarca olmak üzere, iki dilde de çıkabilir, çünkü genç kuşağımız çoğunlukla Bulgarcası daha güçlü bir nesil olarak oluştu. Sonra fikirlerimizin Bulgaristan demokratik güçlerine de onların dilinde ulaşması zorunlu oldu. Bu gazeteye sağlı olarak çocuk edebiyatımızı yansıtan haftalık ilaveler de olmalıdır. Gazeteyi destekleyecek yazar ve şairlerimizin yazılmış ama değişik nedenlerle basılamamış birçok eseri sıra bekliyor. Bunların sesi halkımıza ulaşmalıdır. Gazetenin bütün annelere ve genç gelinlere hitaben sayfaları olmalıdır. Sofya’da basılacak olan bu gazete okurlarımıza ilk üç sene bedava dağıtılacak ve her haneye kadar posta ile şahsa ait gönderilecektir. Bununla birlikte, artık Bulgaristan’da günde en az 2 - 3 saat yayın yapacak bir Türkçe haber, yorum, kültür, edebiyat, tarih ve müzikli, eğlenceli radyo programı başlatma zamanı da gelmiştir. Biz, yeni palazlanan Bulgar oligarşi burjuvazisi, çalan kapan soyan takımıyla HÖH partisi yöneticileri arasındaki ganimet kavgasına katılmak istemiyoruz. Anlaşıldığı üzere memleketimizde üretim biçimi, üretim ilişkileri vs. yeni baştan değişmelidir. İnkişafın kendi dili olmalıdır.. Bu olmadan ne reform, yeni iş örgütü, ne de yeni kültürel ilişki kuramayız. Bizim kendi radyo yayınlarımızın başlaması davasında ya yardımlaşmalıyız ya da desteklenmeliyiz. Şu durumda bunu Bulgaristan destekli yapmamız olanak dışıdır. Bu işin başını çekecek olan güçlerin sivil toplum örgütlerinde birikim topladığına inanıyoruz.


62

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İstanbul etnik temizlik ve kültürel soykırım 3. ulusla arası bilgi şöleni buna kanıttır. Demokratik dönüşüm ve adaletli bir toplum kurma yolunda düşünce ve çabalarımızı Bulgar sivil örgütleriyle demokratik aydınlarla birleştirmek zorundayız.

Masallarımız Bizi Anlatır

Hamiyet Yıldırım-21.Aralık.2014

Bizim orada Kocabalkan’ın eteklerinden doğal göletler vardır. Duvarında elektrik jeneratörleri gürleyen barajlardan ya da sulama amaçlı gerilen bentlerin arkasındaki irili ufaklı su birikintilerinden söz etmiyorum. Ova havuzudur bizimkiler. Taş küvet gibi, suları ne azalır ne taşar. Dolayları ılgınlık ve yaşlı salkım söğütleriyle çelenklidir. Gönül serinleten, güzeller güzeli farklı yerlerdir bunlar. Yeri gelmişken sorayım. Salkım söğütler dallarını neden su aynasına bırakır! Yaprakları neden hep suya bakar bilir misiniz? Bilmeyenlere anlatayım. Onların baharı müjdeleyen püskülleri milyonlarca yeşil tırtıl üretir. Uzayıp irileştiklerinde ilk yağmurla göl aynasına inmeye başlarlar ve sazanların en sevdiği lokma olurlar. Bizim gölet sazlıklarımız balık doludur. Etrafları da serin mola yeridir. Çiftçiler, çapacılar, orakçılar ikindi sıcağında bu serinlikleri arardı. Karşılarına bütün heybetiyle dikilen Kocabalkan doruğunda yaz kış erimeyen beyaz şapka da başka bir gönül serinliğiydi. Ben size göletlerimizin dolayındaki yaz serinlerini ya da şu günlerde büyük bir canlılıkla geçen balık hasadında köylüler arasında sepetlerle balık paylaşımını anlatmak istemiyorum. Dilimin altında yatan, bu bu yılki gibi çok sisli geçen sonbahar günlerinden bir anıdır. Sisten göz gözü görmeyen havada konmak için su mıntıkası arayan göçebe ördekler göletlerden gelen sesleri kılavuz edip konmaya yer arar. Puslu havalar uçar avı zamanıdır. Bizde avın bu türüne “möre avı” denir. Mörelerse yaban ördekleri yanlarına çeken aldatıcı melez ördekleridir. Sesleri daha fazla yaban kilere çalar. Sis duvarını aşamayan ve havada dönenen çağır esiz göçebeler onların sesli davetini hemen kabul eder. Bu ortamda onların işi hile yapmaktır. Bu amaçla onları yaz boyu besleyip yetiştiren avcılar av gecesi kümes kapısını açar ve uyku semesi aldatıcıları kolayca tutar. Küreği andıran sarı ayaklarını birer metre


Makale ve Analizler - 2014

63

arayla bu iş için özel örülmüş iple sımsıkı bağlar ve beşi bir yere kapaklı sepete yerleştirir. İyi bir avcının 4 sepet möresi ve göllük bölgede av köpeği vardı. Gölet kenarında sepetler kayağa taşınır. Sisten şakıyan suyun tam ortasına çakılmış ahşap kulübeye yaklaşınca sepetler açılır ve birer ayakları yedi sekiz metre uzun ipe bağlı aldatıcı gruplar kulübenin dört yanına salınır. Kaçıp dağılmamaları ve fazla uzaklaşmamaları için iplerin bir ucu kulübeye iliştirilmiştir. Su bir iki batınca heyecanlı telaşları geçen möreler gökte dolaşanlarla temasa geçip onları buyur etmeye başlarlar. Belki de benim kız değil oğlan olmamı isteyen babam, bir defasında saçlarımı şapkama sıkıştırdı, bacağıma pantolon ve ayağıma lastik çizme, bana böyle unutamadığım bir yaşantı yaşatmıştı. O gece bizim aldatıcıların göçebeleri kandırması uzun sürmüştü. Cümbüş gece yarısından sonra başladı. Bu işin meraklısı çok olur. Babamın avcı dostları da kulübeye doluştu. Ben bir ara sızmışım. Tüfek sesinden uyandım. Daveti kabul edenler suya pike ederken kulübe deliklerinden ateş püskürdü. İçerde barut kokusundan nefes alınamıyor, inerken ürkmesinler diye kapı ve pencere de açılmıyordu. Her yöne ateş püskürenlerin saçmaları bizim möreleri buluyordu. Gölette değil tuzağa düştüklerini anlayanlar havalanmaya çalışırken kanat çırpışını izlemek bende unutulmaz izlenim bıraktı. Bu serüvende, çok sevdiğim kuşçu “Aleksi” çalıştırmak, gece vurulan ve suyun yavaş yavaş kenara ittiği yaban ördekleri gölün çevreleyen salkım söğütlerin suya inmiş dallarının ardında ve ılgınlıkta bulup toplatmaksa benim vazifemdi. Bu yaşantım tekrar etmedi. “Kız çocuğu gece avına mı gider!” yaygarası koparak anneannemin sesi fazla yükseldi. Fakat babamın möreli avda olduğu o sisli ve soğuk gecelerde ben yalnızlık çekmezdim. Nenemin koynuna sokulur, ocak başı masallarını dinledikçe dinlerdim. İşte onlardan biri: Kuğu Kızı, Peri Kızı Yalçın kayaların tepesindeki bir şatoda, genç bir prens annesiyle birlikte yaşarmış. Bu prens havanın çiçek kokularıyla dolu olduğu bir bahar günü avlanmaya gitmiş. Av peşinde dolaşırken akşama doğru ağaçların arasında karşısına gümüş renkli minicik bir göl çıkmış. Birden uzaktan kanat sesleri duymuş ve ağaçların arkasına saklanmış. Üç tane uzun boyunlu narin kuğu gökten süzülmüş. Gölün kıyısına konan kuğular beyaz tüylerini bir elbise gibi çıkarmışlar. Genç prens gördüklerine inanamamış; kuğular birbirinden güzel genç kızlara dönüşüvermişler. Kızlar göle girip yıkanmış,eğlenmişler.Sonra da kıyıya geri dönüp, tüyden elbiselerini sırtlarına geçirip kanatlanmışlar. Kızların üçü de çok güzelmiş, ama en küçükleri dünya güzeliymiş. Prens o günden sonra başka şey düşünemez olmuş. Varsa yoksa kuğu kız! Sonunda annesine durumu anlatmış. “Eğer kuğu kıza kavuşamazsam, onunla evlenemezsem, ben bu dün-


64

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

yada yaşayamam” demiş. Prensin annesi çok kederlenmiş. “Ah yavrum! Sen kuğu kızı unut” demiş, “O bir peri kızı. Peri kızları da insanların yanında yaşamaz” diye dil dökmüş. Prens annesini seviyormuş, gerçekten yürekten seviyormuş, ama kuğu kızı daha çok seviyor olsa ki, vazgeçememiş. Kızı unutamamış. Kuğuları gördüğü göle geri dönmüş, sabah akşam arada kuğuların geleceği günü bekemeye başlamış. Bir gece uzaktan yine kanat sesleri duyulmuş. Prens heyecanla gözlerini gecenin karanlığına dikmiş. Sonunda üç zarif kuğu göl kıyısına konmuş. Kuğular, beyaz tüyden elbiselerini üzerlerinden atıp yine dünya güzeli birer kız haline gelmişler. Suya girip yıkanmaya başlamışlar. Onlar orada yıkanırken genç prens, en küçük kızın tüyden elbisesini kaptığı gibi kaçmaya başlamış. Arkasına bile bakmadan koşmuş. Kız kardeşler de hemen kıyıya yüzmüşler. İki kardeş elbiselerini sırtına geçirip uçmuş. En küçük kız ise tüyden elbisesi olmadığı için uçamamış.Prensin peşinden koşmuş. Onu yakalayınca da önünde diz çöküp elbisesini geri vermesi için yalvarmış, yakarmış. Ablalarının peşinden gidebilmek için diller dökmüş. Prens kararlıymış. Kuğu kızıntüyden elbisesini vermemiş. Sırtına bir pelerin sarıp, kızı şatosuna götürmüş ve onunla evlenmiş. Bir süre sonra kuğu kızı peri kardeşlerini unutmuş. Tüyden elbisesini unutmuş. Gümüş renkli gölü unutmuş. Aradan altı bahar geçmiş. Ağaçlar yedinci defa çiçek açmaya başladığında, kuğu kızı peri kızı, prense bu şatoya ne zaman ve nasıl geldiklerini sormuş. Kız beyaz ışıklar saçan elbisesini bulup eline almış. Denemek ister gibi sırtına geçirmiş ve bir anda tekrar uzun boylu narin bir kuğu olup, açık pencereden uçuvermiş! Prens o günden bu yana her baharda gümüş renkli gölün kıyısına gidermiş. Göl kenarında oturur, gece uzaklardan duymayı ümit ettiği kanat seslerini dinler kuğuların geleceği anı beklermiş. Ama kuğu kız bir dahagelmemiş. Kuğu kızı peri kızını o günden sonra kimse görmemiş.


Makale ve Analizler - 2014

65

Roman Kitlede Hareketlenme

Ertaş Çakır-22.Aralık.2014

2014’te Bulgaristan’da yeni sosyal hareketlenme gözleniyor. Roman gettolarında isyan kıvılcımları çakıyor. Mücadelenin hedefinde eşit vatandaş olmak var. Sivil toplum örgütlerinin yeni rolü! Dünyayı değiştiren, insanların hepsinin yüzünü güldürmeye çalışan, herkesin yaşayışını yenilemeyi hedef alan, daha yaşanası, daha umutlu, daha mutlu, çocuklarımız için daha erdemli, yaşlılarımız için daha sağlıklı ve huzurlu günlere ışık olacak fikirler beyaz çarşaflı odalarda, gül bahçelerinde, kiraz dalında, çeşme başında, saraylarda ya da köşklerde doğmuyor. Yaşamaya geldim çığlıkları mücadele meydanlarından geliyor. Yeni dalgalar bütün kitleyi uyandırıyor. Bana gelen sanal mektuplarda, “dünyayı değiştirmeye çalıştım olmadı, kendimi değiştirdim ve işler düzeldi!” ya da “akıllıydım başkalarını değiştirmeye gayret ettim, bilge oldum kendimi değiştirdim!” satırlarını yazanlar sosyal hareketlenme, köklü dönüşüm ve devrim kuramlarını bilmiyor olabilir mi? Sosyal hayatı değişime zorlayan nedenler hangileridir? En başta “halk kitlelerinin eskisi gibi yaşamak istememeleri” gelir. Zorlacı, zulüm eden toplum düzenini ret etmek istediğimiz örneğinde öz olan budur. Eski rejimi, pek çok olumlu yönleri de olabilirdi, ama bize zulmettiğinden dolayı hiçbir şeyine göz koymadan yadsıdık. Ondan silkinmek için dirildik. Zamanını doldurmuş olan zorbalıktı. Terör politikalarıydı. Adaletsizlikti. Hiçbir yerde huzur olmamasıydı. Halkın darboğaza sürülmesi, sürekli aldatılması, bezdirilip uyutulması ve aldırışsız duruma getirilmesi hedeflenmişti. Ömrü tükenenlerin amacında, işe yaramayanı biraz yaşatabilmek için aldatılmışlara göz açmadan ve bilinçlenmeleri, örgütlenmelerine ve hareketlenmelerine olanak vermeden işi bitirmek vardı. Planlarını ne pahasına olursa olsun gerçekleştirirken engelleyenlerin hepsiyle hesaplaştılar. 1980’lerde ve 1990’larda,hatta daha sonraki Geçiş Dönemi’nde bu uygulama hepimizin üzerinde başarıyla denendi, sürekli uygulandı. Bu süreç 1960 - 85 yılları arasında aşamalı olarak yaşadık. Zaman zaman istesek de istemesek de pembe rüyalara daldık. 1984’ün aralık sonunda “şok” yaşadık. Kimliklerimiz değil etnik, dinsel ve kültürel kimliğimiz değiştiriliyordu. Tepkimiz güçlü ve ulusal oldu. 1989 Ağustosunda “Büyük Gezi” de bile Vata-


66

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

nımızdan Kovulduğumuzun farkına varamayacağımız kadar sarsılmış ve korkutulmuştuk. “Herkes nereye ben de oraya!” psikolojisi böyle yaratıldı. “Allahın kestiği parmak, kanamaz!” diyenler kendilerini avut salar da, bizim öz kimlik parmağımızı kesen Tanrı değil, kuldu. Ancak kendi kendimizi avutuyorduk. Karşımızdakilerin kalabalık ve güçlü olduğunu gördükçe, çekiler mengenesinde yaşadıklarımız hafızamızda zonkladıkça “kaçıp kurtulmayı” tercih etmeye başladık. Aklımızdan çıkmayan, kendimizi yenemediğimiz durumlar vardı. Geçmişimiz ezildikçe “pes” deme yolları aradığımız da oluyordu. Dayanmanın sınırı üstüne kitap yoktu. Vatandan kaçmak, dertlerin bin birinden kurtulmak, sülalemizi cehennem çilelerinden kurtarmak bazen hepimize kılavuz oldu. Birbirimizi kolayca anlıyorduk. Bu adeta bir kahramanlık oldu. Aslında o an neyi kaybettiğimizin farkında değildik! Olsak biler anlamak istemiyorduk. Sayın okurum şu an dur olduğunuz yerde! Bir dakika düşün. Kendini sorgula. Öyleydi, değil mi? Biz seme ve boş umutlara bel bağlayacak kadar körelmiştik. Kişisel bilinçle, grup şuuruyla sorup sorguladıktan sonra hareket etmemiz gerektiğini sanki unutmuştuk. Önceden karar almadık, sürü psikolojisine karşı koymadık, pasifliğimizle yenik düştük, hepimizi sürüyen sele katılmak en kolaydı. Bu sel Vatanımızdan 5 - 6 defa geçmişti. “Ezilmedik” desek de, o an çok ezildik. Ezildiğimizi fark edemeyecek kadar ezilmiştik. Bitmiştik. Türkiye kanat açmasaydı, kökümüzden söküldüğümüz yerde kuruyacak ve çürüyecektik. Bu satırları yazmamın nedeni nedir? Konum Bulgaristan Roman (Çingene) kitlesinin 2014 hareketlenmesidir. 1973 yılında Hindistan Başbakanı İndira Gandi Bulgaristan’ı ziyaret etmişti. Sliven şehrini ziyaret ettiğinde, “burada rahat değilseniz, GangIrmağı boyunda boş sahalar var, size tek yönlü uçak bileti göndereyim, gelin!” demişti. Giden olmadı. Çingeneler Çingene iken sele kapılmadı. Muson yağmurlarına sevinmek istemedi. Vatanını hiçbir şeye, haya Allah Suyu aktığı söylenen Gang’a bile değişmediler. Biz 1976’da yine aktık. 1989’da yine sel olduk. Biz sanki hep daha iyi olanı arayan bir milletiz. Nasibimize düşen sanki bizi hep tatmin etmiyor. Çingeneler hiç okul görmeden Çingene dilini hiç unutmadılar. Buralara bizden önce mi yoksa sonra mı geldiler bilmiyorum. Önce gelmiş olmalılar, sayıları Bulgarca’dan çalmışlar. 2014 sonunda Bulgaristan Meclis kürsüsünden ırkçılardan en şöven, faşistlerden en nazi, insan düşmanlarının en azılısı V. Simyonov yine Çingenelerimize “Gidin!” dedi.


Makale ve Analizler - 2014

67

Bu defa Çingeneler hemen uyandı. “Eşit Vatandaş Hakkı” istekleriyle Sofya’ya doldu. Büyük bir hareketlenme oldu. Gazeteler Çingenelerin çok şiddetli saldırıda kırıldığını, kuyruğunu kıstığını kanıtlamak için “mahallelere yapılan tüm saldırıları” yeniden yazdı. Zaten okuyan olmadığından kimse etkilenmedi. Çingeneler de sanki eski veresiyeleri defterden silmişlerdi. 21 Aralık gecesi Sofiya merkezi yine protestocu doldu. “Irk ayrımına STOP!” dediler. Bizdeki değişimin yönü belli mi? Değişim doğal bir gelişmeyse kendisi doğru yönü neden seçemiyor? Değişimlere neden olan toplumsal benlik neden farklı sonuçlar doğuruyor? Tepki ezilmişliğin sosyal hayata taşması mıdır? Bilinç bunun neresindedir! Bu soruları ayrı ayrı sormakta değil, hepsini birden sormakta yarar var. Çünkü değişim isteyenler, hareketlenenler, direnme azmiyle yüreklenenler, ayaklanma kıvılcımları çakanlar, birbirine bağlı, birbiriyle koşullanmış isteklerle ortaya çıkıyorlar. “Eşit haklı vatandaş olma!”, “Hakaret işitmeden Yaşama!”, “Vatandaşlığınla övünme!” Güven, huzur ve yaşam sevgisinin altındaki duvar taşlarıdır. Bunlar olmadan insanların birbirine ısınması, karşılıklı saygı ortamı yaratılması, toplumun el ele vermesi, aynı yolda omuz omuza yürüme anlamsızlaşır ve olanaksızlaşır. Bizim memleketten 2 milyon 500 bin vatandaş nafaka için dış ülkeleri boyladı. Yol bulamayanlar yaşam mücadelesinde en kolay geçim yolu olarak hırsızlık yapmayı seçtiler. İç İşleri Bakanlığı verilerinde her ay yüz binlerce çalma, kapma zorlama, kavga vakası açıklanıyor. Ahlak dediğimiz olay rafa kaldırılmış. Boğaz tokluğuna hırsızlık yapmak meslek olmuş. Yokluğun pençesine düşen ve çıkış yolu bulamayanlar kendilerini yakıyorlar. Ve “eşit haklı vatandaş olmak istiyorum” diyenlerin doğru yolu bulduğuna inanmak istiyorum. İstenen kâğıt üstünde eşit haklı vatandaşlık değil, sözün tam anlamıyla, hayatın her dalında eşit hak talep etmek yüksek gururlu bir atılım olmalıdır. Yenilenme taşıdığı önem bakımından birbirine bağlı ve birbirinden kopmaz bir sürecin halkalarıdır. Söz konusu olan nesilden nesle geçen fakat hala yeni bir dünyaya açılamayan bilinçli yaşam kavgasıdır. Sofya meydanlarını dolduran, meclisi kuşatan Çingene gençler isimlerini, dinlerini hatta Çingene mezarlığı olmasını vs. istemiyorlar. İşsizler iş istemeyi de unutmuşlar. Her şeyin başında “eşit haklı vatandaşlık” olduğunu kavramışlar. Doğruluna inandıkları bu!


68

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İnançları için ayazda yollara dökülmüşler. Pankartlar taşıyorlar. İkinci el elbise satan mağazalardan temiz giyinmişler. Hakları uğrunda mücadeleyi bir düğün, bir bayram, bir tören olarak kabul ediyorlar. Her biri diplomat gibi, Bizde Çingeneler şapka taşımaz. Kafalarındaki Türk kasketi! Aydın gençleriz rüzgârı estirmek için boyna dolalı şallar rengârenk püsküllü. Hareketlilik öfkeli, hareket dinamizmi nefret, ikinci sınıf, haklarını almayı beceremeyen kişiler kabuğunu kırıyorlar. Aldatılmış, çamurlu sokaklı, tek katlı basık tavanlı, camında dural it, tuvaletsiz, çeşmesiz, avlusuz iç içe evlerin oluşturduğu pis kokulu gettolarda yaşamak istemeyenlerin isyanı bu. “Ayrımcılığa Hayır!” yazısı çok büyük harflerle yazılmış, en önde yükseliyor. Ayrımcılık bitse sanki onları buralara taşıyan dertleri de bitecek! Olayı seyrederken şu yürüyenlerden acaba kaçı Vital’ın “Amerikan Tarihi”ni okumuştur? İnsan hakları, ırkların eşitliği davasının ebedi bayrağı Marten Lüter Kin’ı kaçı tanır! Büyük Gandi’nin eserleri bir arada görmüşler midir? Kitle hareketlerinin gücünü yönetme konusunda bildikleri nedir? Gibi sorular soruyorum kendime! Geçen seneden beri Roman mahalleleri fıkır fıkırdı. “Çar Kiro” gibi totaliter dönem hurdası liderlerin tutuklanmasına, evlerinin icra yoluyla alınmasına pek üzülmediler. İhtiyaçları çok büyük olduğundan yardım eli uzatanlardan en yakın olana inandılar. Kafalarındaki kıstaslarda “Çingene Çingeneye yardım etmez!” gibi tekerlemelerle birlikte, zenginleşenlerin “açların derdini anlamak istemediğini” de dillendiriyorlar. Bizde birkaç Roman partisi var. Bu seçmen kitlesinin kalabalık olmasına karşın, bu partilerden hiç biri, seçim barajını aşıp, kendi başına meclise giremedi. DPS - HÖH milletvekilleri İliya İliyev ile Dimitır Mihaylov (Bat Sali) onlardan sayılır, fakat kitlenin sesindeki tonlarda “onlar paçayı kurtardı, artık bizi düşünmez!” edası var. Onlar artık geçimin yalnız sosyal yardım programlarıyla yoluna gireceğine de inanmıyorlar. Çünkü sosyal programlara göz dikenler giderek çoğalıyor. 7 milyonluk bir ülkede 1 milyon 700 bin çalışan, 2 milyon 400 bin emekli, 960 bin özürlü emekli olunca, sosyal yardıma bel bağlayanların umudu günden güne sönüyor. Çocukları okula gitmeyenler ise, çoğunluk olduğu için, (ülkede okuma yazması yetersiz olanlar nüfusun % 44) hiçbir işte gelecek göremiyorlar, mahalle işlerinde dönüp dolaşıp zaman öldürüyorlar. Bu açıdan bakıldığında, şimdiki başkaldırının temelinde ekonomik ve sosyal nedenler de var. Ekonomi raylarına oturmadan sosyal çileler bitmez, kültür yeşermez, gelecek kuşaklar ufku göremez. Avrupa Birliği’nin Çingeneleri Uygarlaştırma Programı geliştirip finanse etmesini isteyenler kalabalaşıyor. Bulgaristan’da uygulanan ve artık ka-


Makale ve Analizler - 2014

69

panan “Roman On Yıllığı Programı” ekonomik ve malı bunalım koşullarında pek meyve vermedi. Son zamanda en sık konuşulan konu ise, her Çingene mahallesine Sağlık Merkezi kurulması gereğidir. Kadın ve kızlar meslek kursları açılması teklifinde ısrar ediyorlar. Çocukların okul dışı eğitimde çamurlu yollardan kurtarılması gelecek açısından her geçen gün daha büyük önem kazanıyor. Gettolarda 3 kuşak okul görmemiş, 3 kuşak işe gitmemiş insanlar yaşıyor. Bulgaristan etnik mensubiyet, din ve kültürel kimlik yapılanmasında en kalabalık halk topluluğunu oluşturan Romanların ayrımcı siyaseti püskürtüp eşit haklı vatandaş olma yolunda hareketlenmesi ülkenin geleceği açısından da olağanüstü büyük önem taşıyor. Daha da önemli olan Sofya’da 5 Büyük Elçilik özel tavırla ayrımcılığa tepki gösterirken, hak eşitliğinden yana olanlara arka oldu. İlk kez uluslar arası yankı bulan olaylar mahallelerde fıkırdaşırken çopur çopur kaynadı. Meydanlara taştı. Slogan ve büyük yazılarla meclis kapısı çalınırken politik nitelik kazandı. Hareketlenmenin örgütlü olması dikkat çekti. Brüksel merkezi bakışını direk olarak Sofya’ya çevirdiğinde, Avrupa Sosyalistleri PES başkanlığı, Avrupa Halk Partileri Merkezi ve Liberaller “Bulgar neo-faşistlerinin yolu kesilsin!” uyarısında gecikmedi. Bu çok kalabalık kitlenin mecliste HÖH - DPS lideri dışında hiçbir politik grupta destek bulmaması “öteki düşmanlığının” Bulgar toplumunu derinden sardığına bir kanıt oldu. Bu çok anlamlı ve kendiliğinden konuşan bir gerçektir. Son yıllarda HÖH partisi Bulgaristanlı Türkler odaklı merkezden Çingene mahallelerine kaydı. Defalarca yazmıştık. Lütfü Mestan’ın şimdiki tavrı partinin Roman mahallerindeki otoritesini olumlu etkileyecektir. Ne var ki, iş oy toplamakla bitmiyor, tam tersine başlıyor ve devam etmek zorundadır. Hak arama mücadelesinde öncü olmak şeref meselesidir. İnsanın içsel değişmesi, ruhsal dönüşümü, zihinsel farklaşması hep dış etkenlerin etkisi altında oluştu. HÖH partisi Çingeneleri arkalamakla etnik topluluklar arası dayanışmaya önem vermiş oluyor. Bu bakıma Reformcu Blok, sosyalistler ve GERB olaylara seyirci kaldı. Değişimin bireysel ve toplumsal olduğu dikkate alındığında Roman mahallerindeki değişim, hakaret işitme, hor görülme, kötülenme, boş vaatler vs. birikimi sonucu sosyal nitelikli olduğundan ve hızla kaynayıp kısa sürede kabarma tehlikesi içerdiği için, 2015 yılında politik olayların merkezinde yer alabilir. Gazete haberlerine inanılırsa ülkede 2 milyon 400 bin Roman yaşıyor. Şimdiki hareketlenme genelde son dönemlerde Hıristiyan olduklarını iddia eden katmanı sardı.


70

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Biz, toplumsal yani kitle tabanlı hareketlenmeyle başlayan dönüşümlerden söz ediyoruz. Baş kaldırışta genç kuşak ön saflara çıktı. Hor görülmek istemeyen, insan hakları ve yasal eşitlik esaslı adalet yolunda birleşik bir nüve oluştu. Bu son aylardaki baskıya ve meclis kürsüsü ve TV ekranında şiddetlenen hakaret söylevine karşı örgütlü yola çıkıştır. Türklerdeki hareketlenme tüm etnik topluluklarımızı kucaklamıştı. Dinamizmi, itici güçler, kitlesel öz, kimliğimizi koruma kararlılığı bakımından 1984 ile 1989 direnişleri şimdiki hareketlenmeden farklı nitelikliydi. O zaman “hava kurşun gibi ağırdı!” Bütün demokratik dünyanın gözü Bulgaristan üzerindeydi. Radyolar Bulgaristan Türklerini anlatıyordu. İnsanlarımız çoğunlukla köylerde yaşadığından Mestanlı, Kırcaali, Dulovo, İsperih, Novi Pazar, Venets gibi büyükçe yerleşim yerleri dışında hareketimiz insan hakları uğruna gelişen somut istekli politik nitelikli spontane örgütlü bir köylü direnişiydi. Bu kavgada tutuklulara serbestlik önemli yer aldı, birleştirici rol oynadı. Rejim, önü alınmaz bir tepkiyle yüzleşmişti. Kimlik değiştirme ve kültürel soykırıma karşı kalkışmamız genel kapsamlıydı. Öncü ve yönetici kadro hapislerde, toplama kamplarında, sürgünde olsa da, kendiliğinden yayılan direniş bir başkaldırydı. Mesela 1984 Aralığının şu soğuk kış günlerinde Güney Rodoplar’da Türk nüfusun yaşadığı köyler basılmış ve “soya dönüş” saçmalığı başlamıştı. Tankların topların, silahlı askerin, milis ve kırmızı berelerin, sivil parti sekreterleri ve sivil polis subaylarının, sopacıların, zorlayıcıların, zorbacıların, zülüm uzmanlarının köyleri basması son derece büyük bir öfke uyandırmıştı. Nefret protesto hareketini kitlesel biçimde kendiliğinden başlatmıştı. İnsanlarımızı kulaklarından tutup inden tavşan çıkarır gibi evlerinden, ahırdan, sağmanlıklardan, mahzenlerden, tavan aralarından elleri yukarda çıkarmaları öfke dalgasına zirve yaptırmıştı. Yediden yetmişe insanlarımız okul ve muhtarlıklara götürülüyor, ellerine önceden doldurulmuş birer “dilekçe” ve imza için tükenmez tutuşturup “Türk olarak ölüm vesikanı ve Bulgar olarak Doğum Kâğıdını” imzala diye kafalarına silah dayanıyordu. Yüzkarası olay halkı ayaklandırmıştı. İlk çatışmaların, atılan ilk kurşunların, ilk kurbanı için dikilen Türkan Çeşme o gün bugün akıyor. Mastanlı ortasındaki Şehitler Anıtına her yıl çiçek ve çelenk konuyor. Kurban vermeyen köyümüz yoktur. Ulusal anıtımızı dikmeye hazırlanıyoruz. Kocabalkan doruklarındaki Türk köylerinde, Gerlovo, Deliorman ve Dobruca yerleşim yerlerimizde şehit düşen 40 kahramanımızın aziz anısı her yıl anarken öz davamızı haklarımızı genç nesillere devrediyoruz. Kahramanlık şiirleri gönül kabartıyor. Mevlitler okunuyor. Dualar ediliyor. Bizimki bir kimlik davasıydı. Adalet savaşımı, özgürlük ufkunu açma kavgasıydı. Ne yazık ki, bir asır süren mü-


Makale ve Analizler - 2014

71

cadelelerimiz sonunda vatanımızda henüz bir Aalet Üniversitesi kurulamadı. Bugüne bugün milliyetçilerin, ırkçıların, ötekileştirenlerin adalet anlayışı ile demokratların, etnik, dini ve kültürel topluluk mensuplarının, gerçek yurtseverlerin demokrasi, adalet, vatan ve hürriyet anlayışı kökten farklıdır. Onlar demokrasiyi etniklerden olanlara saldırma, onları köleleştirme toplumu olarak yerleştirmeye çalışıyorlar. Onların adaletinde kendileri her zaman haklı durumdadır. Onlar için AB yasalarını kırpmak, çarpıtmak ve ülkemizde uygulamamak adaletlidir. Vetan ancak onların olandır. Onlar bizi Vatan dilencisi yapma hayaliyle yaşıyorlar. Hürriyet ise, bizim hapsedilmemiz, sürülmemiz, kökümüz çıkarılıp toprağımızdan kovulmamız özgürlüğüdür. Dünyayı tamamen çarpık algılayanlarla yaşamak gerçekten zordur. Bizim topraklarda yeşerecek ve açıp meyve bağlayacak adalet ağacı henüz dikilemedi. Biz henüz kavanozun kapağını açmadan içindeki turşuyu yer ya da kapalı kavanozdan komposto içer durumdayız. Kendimizi iştah tükürüğü ile doyuruyoruz. Yutkundukça yutkunuyoruz. Adalete götüren yol “benim iyi olmam önemli değil, komşumun kötü olması bana yeter!” gibi saçmalıklardan geçiyor. Bazı insanlık adalete götürdüğü sanılan bu yolu yıllar önce kapatmışlar. Bazı çevrelerde belki kapanmamıştır umudu hala var. Karanlıkta yürümekten, tünelde bocalamaktan, hesaplaşmaktan, hep başkalarını suçlu bulmaktan, yol almaktan değil yol aramaktan zevk alanların arasındayız. Şimdi kitlede hareketlenme var ve desteklemeliyiz.

Geriletme Hedeflerimiz

Filiz Soytürk-22.Aralık.2014

Önce bu yazımı 21. Aralık 2014 günü yazdığımı, 1989’un bugününde Kırcaali ilinde isimlerimizi zorla değiştirme sürecinin başladığını, köy köy, semt semt, sokak sokak hane hane gezen canilerin en gaddar yöntemlerle hepimize birden saldırdığını, tarihimizde daha önce benzer vahşet yaşamadığımızı hatırlarken, hepimize geçmiş olsun diyorum.


72

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Dün akşam Bulgaristanlı Türk ve Müslümanları temsil ettiği iddia edilen HÖH - DPS partisinin “fahri başkanı” Ahmet Doğan Sofya’da Vitoş Dağı eteklerinde kendisine tesis edilen “Saray”da parti Yönetim Kurulu üyelerini, milletvekillerini ve il parti sekreterlerini bir Hristiyan Bayramı olan “Noel Kutlamasına” topladı. Yediler içtiler. Törende 21 Aralık 2014 Türklük Katliamından söz edilmedi. Bu katliamı yöneten o zamanın polis şeflerinden bazıları da yeme içme sofrasında hazır bulundular. 5 Ekim 2014 erken genel seçimlerde Türkiye’den gelen soydaş oylarıyla HÖH - DPS partisinden meclise giren Bulgar adı D. Mihaylov, Türk adı “Bay Sali,” Müslüman olduğunu iddia ediyor, Samokov kentindeki 3 katlı evini, İtalyan “Versachy” şirketinden iç donanımını ve avlusunu TV programında reklâm ettirdi. Verdiği demeçte, Müslüman olmasına rağmen bütün Hıristiyan Bayramlarını kutladığını, ailesinde de Hıristiyan bayramlarının kutlandığını ve Kilise ayinlerine katıldığını gururla anlattı. Ahmet Doğan ile Lütfü Mestan’ın yarattığı yeni kimlik örneği Bat Sali’dir! Aynı zamanda, Sofya’da bütün Bulgaristan’dan toplanan genç Roman (Çingene) gençler “Irkçılığa Hayır!”, “Ayrımcılığa Hayır!”, “Herkes İçin Eşit Hak İstiyoruz!” şiarlarıyla Bakanlar Kurulu ve Halk Meclisi önünde güçlü bir gösteri yaptılar. Konum devam eden eşitlik ve adalet kavgamızın yıl dönümüne adanmıştır. Yalnız hatırlatmak amacıyla: 1937’de Varna’da Türkçe çıkan “Karadeniz” gazetesinde Bulgaristan Türklerinin kimliği şöyle tanımlanmıştır: “Biz Bulgaristan Türkleri soy olarak Türk; Dinimiz İslam; Avrupa medeniyetine dahiliz.” Lütfen karşılaştırmayı kendiniz yapınız! Hedefimiz: Türk Müslüman Avrupalı uygarlığımızı korumak ve geliştirmektir. Hedefimiz: Bulgaristan’da hortlayan milliyetçi-ırkçı ve Bulgar olmayanların tümüne düşman kesilen “PF” milliyetçi cephesin, Moskova uşağı sol marjinal “Ataka” çirkefliğini ortaklarıyla birlikte geriletmek, püskürtmek ve politik sahneden atmaktır. Son haftada yaşanan çirkeflikler yüz karası olmaktan ötedir: Sağ-milliyetçi “PF” Bloğu lideri V. Simyonov’la “Çingenelerle ilgili ayrım siyaseti konusunda” meclis içi sert çatışmasında aktif rol oynayan HÖH Başkanı Lütfü Mestan, “Darik” radyosuna verdiği demeçte GERB Politik Partisi Başkanı ve Başbakan Boyko Borisov’a hitaben “aşırı sağ milliyetçilerden vaz geçmezse-


Makale ve Analizler - 2014

73

niz yalnız başarısız olmakla kalmayıp yıkılıp çökersiniz!” dedi. Bu tespite göre, 2015 Martında Bulgaristan’da yeni erken genel seçim olacak demektir. 2014’ün son iki haftasında HÖH partisi parlamento grubu GERB partisine, hükümletin Reformcu Cephe (RB) ve Milliyetçi Blok “PF” ortaklığına rağmen, verdiği tam destekle “% 10 gelir vergisinin korunması” ve “emeklilik yasasında değişiklik” kanunları kabul edildi. Bu hafta artık GERB partisi ile HÖH - DPS partisi arasında “gizli” sözleşme olduğu, “iyi ve kötü günde” birbirlerini ısırmamaya söz verdikleri ve “bazı ortak dalavereler” uğruna aynı masada kahve içmekte yarar gördükleri ortaya çıktı. GERB partisi KTB bankasından çalınan 4 milyar 200 milyon levanın artık 2 milyar 600 milyon levasını devlet bütçesinden öderken, son meclis kararlarıyla özel emeklilik sandıklarındaki 8 milyar 200 milyon leva Ulusal Sigorta Kurumu (NOY) aktarılırken, bu parayı da araklama gibi çok perspektifli işler göz kırptı... Oluşan yeni siyasi ortamda Bulgar halkı aşırı sağcı-faşizan güçlerin sağlam pabuç olmadığını gördü. Bazı anımsatmalar: Plovdiv’in “Stoliponovo” ve “Şeker mahalle” Çingenelerine 1978’de yapılan tanklı ve zırhlı araçlı saldırı asla unutulamaz. Evleri yıkılmış ve birçok kişi ezilmiş ve tutuklanmıştı. 1992’de Pazarcık Çingenelerine yapılan kızıl bareli saldırısı ve ardından gelen 6 saldırı asla akıllardan çıkmaz. 2007’de Sofya “Krasno Selo” mahallesinde Çingene isyanı ağır bastırıldı. O vakit Sofya Belediye Başkanı şimdiki Başbakan Boyko Borisov idi. 2014’te Pazarcık “İzgrev” mahallesi basıldı. Son saldırılardan cesaret alan aşırı milliyetçi parti lideri V. Simyonov meclis kürsüsünde boy gösterdi ve Çingenelere saldırırken amansızdı, ağıcı köpürdükçe köpürdü. Bu konuda kendisinden görüş beyan etmesi istenen Ahmet Doğan uşağı Bat Sali: “onları yalnız açlık, yalnız sopa, yalnız zulüm uslandırır” dedi. Yorum yapmıyorum. Bu elebaşçısı bizim Hak ve Özgürlük Partimizden ve hem de biz soydaşlarımızın oylarıyla milletvekili oldu. Şimdi mecliste oturuyor. Şu anda cinayet işleyen onu seçen ve bey gibi yaşatan, biz seçmenler yani soydaşlar değilsek, acaba KİM? (Lütfen kendinize cevap ver!) Meclisteki kargaşa: Amerika ve Türkiye’nin Sofya Büyükelçileri tarafından sert tepkiyle karşılanan uçta-ırkçı “PF” Başkanı V. Simyonov’un meclis konuşmadan bir bölüm:


74

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

“Bulgaristan bir etnik krizin derin uçurumu karşısında bulunuyor, çünkü onlar çalışmadan maaş; hasta değilken sağlık yardımı; yolda domuzlarla kocuşturan çocuklar için çocuk parası ve sokak fahişesi içgüdülü kadınlar için hak isteyen alçak, kendine güvenen ve vahşileşmiş insan taklidi durumuna dönüşmüşlerdir.” Mestan’ın bir Avrupa ülkesi olan Bulgaristan’ın parlamentosunda bütün bir etnik halk topluluğunu kötülemeye, incitmeye ve “öteki” olarak gördüğü için suçlamaya kimsenin hakkı yoktur, dedi. Bay Sali susuyor. Bir önceki yazımda, 2013’te fışkıran Bulgar milliyetçiliği (ben burada aşırı sağ ve aşırı sol uç ırkçı /rasizm/ milliyetçilikten söz ediyorum, bayı yayınlarda geçen /yurtseverlikten/ değil) konusunda “Açık toplum” örgütü bir ulusal araştırma yaptı. Sonuçlarında önce, 2014’te /seçim yılıydı/ düşmanca söylevin çok şiddetlendiği tespit edildi. Mesela “öteki” ve “yabancı” düşmanlığı 2013’te % 5 oranındayken, 2014’te % 20’yi buldu. Bu açıklama, Uluslar arası İnsan Hakları Günü olan 10 Aralık 2014’te Adalet Bakanlığında düzenlenen yuvarlak masa toplantısında ortaya kondu. Ülkede yapılan açık ankette katılanların % 65’i insan düşmanlığı hitabına çok sık rastladıklarını itiraf ediyor. Derecelendirme şöyledir: En şiddetli sözlü, küfürlü saldırı, katılımcıların % 90’ına göre, Roman (Çingene) etnik halk topluluğuna karşıdır. Şiddet bakımından saldırı hedefi ikinci grup Bulgaristan Türkleridir. Üçüncü grup ise, kendi cinsiyetinden bir kimseye karşı meyil duyan (homoseksüel) tiplere yönelik saldırıdır. Yabancı ve din düşmanlığı ise her defasında Müslümanlara karşı beslenen hor görüyle bağlanmıştır. Tekrarlama açısından değerlendirildiğinde ise, aşağılama, kötüleme ve saldırı söylevinin en sık kullanıldığı iletişim ortamı TV-yayınları, ardından otobüs ve tramvaylar, meclis kürsüsü, mağazalar ve kahvehaneler geliyor. Etnik, dini ve kültür azınlıklarına karşı kahredici söylevin kullanılması, ankete katılanların % 13’üne göre, normal olup ayır edilecek tarafı pek yoktur. “Açık Toplum” Enstitüsü Hukuk Kürsüsü Müdiresi İvanka İvanova bu konuda şöyle dedi: “Küstahlığın ayıplanmaması düşmanlık söylevinde en tehlikeli olandır, çünkü azınlık gruplarına karşı doğal ayrımcılık ve saldırı ortamı böyle oluşuyor.” Anketten çıkan başka bir sonuç ise, Bulgarların yaşlıları ve kadınları azınlık grubu olarak kabul etmediğini ve bu gruplara karşı özel kötüleme söylevi geliştirmediğini gösteriyor.


Makale ve Analizler - 2014

75

Şu dönemde Bulgaristan’da düşmanlık söylevini gemleyecek güç yoktur. Bu işi politikacıların yapması gerekirken ankete katılanların % 32’si siyasetçiler hakkında “cani” demiştir. Adalet Bakanı Hristo İvanov’a göre, ötekileştirme, Bulgar olmayanlara düşmanca davranma ve kötüleme pratiğine karşı en güçlü silah Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarıdır. Düşmanlık söylevi ülkede derin kök salıyor. Benzer suçlar için ceza kanunu bir defa biler uygulanmadı: Bulgar olmayan vatandaşlara düşmanca saldırılar yasaya göre cezalandırılmalıdır: Madde 162: fıkra: Söz, basın ya da iletişim ortamında kullanılan başka bir araçla, elektronik iletişim araçlarıyla veya başka benzer araçlarla ırk, milli mensubiyet ya da etnik aidiyet temelinde ayırıma, zulme ya da düşmanlığa kışkırtan her kişi bir yıldan dört yıla kadar hapis cezasına, bin levadan on bin levaya kadar para cezasına çarptırılır ve kamuoyu önünde uyarılır. fıkra: Irk, milli mensubiyet ya da etnik aidiyet, din ya da politik inançlarını esas alarak başka birine baskı ve zulüm uygulayan, malına mülküne zarar vere her kişi bir yıldan dört yıla kadar hapis cezasına, bin levadan on bin levaya kadar para cezasına çarptırılır ve kamuoyu önünde uyarılır. Düşmanlık nedeniyle cinayet işlemek amacıyla grup örgütleyenler ise 1 yıldan 6 yıla kadar hapis cezasına ve 10 bin levadan 30 bin levaya kadar da para cezasına çarptırılır. Bunlar geçerli yasalardır. Sorun bu yasaların uygulanmasındadır. Bugünkü durum budur. Biz bu konuya daha geniş ve derin bakmalıyız. Avrupa Birliği, İskoçya referendumu ve İspanya’daki yerel seçim etkinliği olaylardan sonra, öncelikle de Kırım Yarım Adası’nın uydurma bir oy kullanımı sonucu Ukrayna’dan koparılıp Rusya’ya bağlanmasından etkilenerek olacak, etnik azınlık haklarının çok daha geniş ve kapsamlı tanınması ve gerçekleştirilmesi lehinde kararlar alıyor. AB yönetimi Bulgaristan’da Türk, Pomak ve Çingene etnik, dini ve kültürel azınlık topluluğu biliyor. AB yönetimi “Bulgar Etnik Modeli” saçmalığının tamamen geçersiz, çökmüş ve çürümüş olduğunu da biliyor. AB yönetimi, Bulgaristanlı Türklerin Pomakların ve Çingenelerin ve diğer etniklerin ana okulu, il-


76

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

kokulda zorunlu ana dili öğrenimi, orta okulda etnik tarih ve kültür, din dersi gibi haklarının tanınmadığını da biliyor. AB yönetimi, Bulgaristan Türklerinin 1989 Mayısında etnik halk topluluğu haklarının komple tanınması, ana dil, özgün kültür, gelenek ve yaşam biçimi, din, medeni mensubiyet vb. haklarının mutlaka tanuınmasından yana tavır alıyor. Vazifemiz, Avrupa Birliği Genel Kurulunda AB üyesi olan 28 ülke için geçerli olan etnik halk toplulukları haklarının Bulgaristan koşullarında budanmasına, çırpılmasına, sakatlanmasına, uygulanmamasına asla ve asla imkan vermemeliyiz. Kendi gazetelerimizi ve dergilerimizi, ebedi eserlerimizi basıp okuma, müzik ve sanatımızı geliştirme, TV yayınlarımız açma, Tiyatrolarımızı çalıştırma, özgün eğitim ve kültür haklarımızı vb. yaşatma zamanımız gelmiştir ve bunu kaçırmamalıyız. Ahmet Doğan, Lütfü Mestan, Bat Sali ve daha diğer iş bozan hainlerin, egoistlerin, dolandırıcıların, rüşvetçilerin, vergi kaçakçılarının, haklarımızı çiğneye çiğneye refah içinde yaşayanların, her gün kuyumuzu kazanların vs. zamanı doldu. Politik ömürleri bitti. Aramızdan uzaklaşma zamanı gelmiştir. Bu bizim elimizdedir. Bütün iş bir oyla biter. Her şey size bağlıdır. Bu işin başlı ve sonu kralı ve kölesi sizsiniz. Fikrinizi bekliyoruz. Onları adım adım geriletme hedeflerimiz artık gün gibi ortadadır. Eylemde beraber olalım!

Adalet Yolu Uzundur

Musa Vatansever-24.Aralık.2014

Bugün Bocuk. Sizlere seslenişim Güney Doğu Türklüğünün “Bulgarlaştırma zulmüne” kitle birlikte hareketlendiği günün 30. yılına rastlıyor. İlk kalkışan Kirli muhtarlığı olmuştu. Türkan kızımız 30 yıl evvel bugün şehir düştü. Bugün totaliter zulmün en acı zehrini tattığımız gündür. Türk soyundan gelişimiz, ana dilimizin Türk dili olması, Müslüman oluşumuz ve Öz kültür sahibi oluşumuzun toptan ateşe atılıp kimlik değiştirmeye zorlandığımız gündür bugün. O zaman doğan çocuklar artık koskoca adam, ev bark, oğul uşak sahibi oldu, ama adalet davamız hala zaferle noktalanmadı. 18–120 Aralık 2014 günlerinde İstanbul Zeytinburnu Belediyesinin ev sahipliğinde “Etnik Temizlik ve Kültürel Soykırım” konulu 3. Uluslararası forum


Makale ve Analizler - 2014

77

düzenlendi. “Soya dönüş” saçmalığı ve ardından gelen “Büyük Göç” trajedisi 20. yüzyılda aldığımız en büyük yaralardır. Bu total saldırıda Bulgaristan’da Türk soyu, Türklük, Müslümanlık ve Türk kültür ve uygarlığı bitirilmek istendi ama bitirilemedi. Bu yazımda sizlere “Zulüm Gören Türkler Derneği” başkanı Şükrü Altay’ın konuşmasından bir özet ve “Belene” ölüm kampında kalmış yazarlarımızdan Ömer Osman Erendorum’un “Belene Ölüm Kampı” başlıklı yazısını, anma gününü unutmama amacıyla aynen aktaracağım. Sempozyum kürsüsünden: Şükrü Atalay 10 yıldan beri sözüm ona “soya dönüş” adıyla dayatılan Bulgarlaştırma zulmü konusunda adil bir karar çıkması için çalışıyor. Konuşmasında, 1989 yazında 72 günde Bulgaristan’dan 350 bin kişinin kovulduğunu, Türk kitle yer değiştirmeye kovuşturularak zorlandı ve büyük bir trajedi yaşadı, “bütün bir nesil hayatının büyük bir kısmını geri dönmemek üzere kaybetmiştir.” dedi. Bulgarlaştırma sürecine karşı koyduğundan dolayı 1985’te tutuklanan ve yargılanmadan “Belene” ölüm kampına atılan Türklerden biri olan Şükrü Atalay, vatanlarından kovulan Türklerden bir kısmının yaşadıkları toplu adaletsizliği birçok Avrupa makamına taşıyıp adalet bulma çabalarını anlattı. Sorunların Strazburg, Brüksel ve Cenevre’ye taşınması çabaları 2003’te başladı, 6 yıl sonra Avrupa Parlamentosu’ndan “Kalavati Raporu” çıktı. Bu raporda “soya dönüş” süreci mağdurlarının istekleri haklıdır,” dendi. 2010’da İnsan Hakları Komisyonu görüş beyan ederek, “bazı hukuksal sorunlar olmasına karşın” Bulgaristan bu problemi çözecek, umudunu getirdi. Tüm çabalarımıza rağmen, yargı sürecinden “soya dönüş” zulmünden Bulgar halkının suçlu olmadığı ve suçluların Bulgaristan Komünist Partisi yönetiminden birkaç kişi olduğu ve bu gerçeğin yargı kararıyla saptanması gerektiğine işaret etti. “Belene” ölüm kampında resmi verilere göre 518 Bulgaristanlı Türk kaldı. Bunlardan 517’sinin isimi “Belene” de değiştirildi. Kampa Türk isimleriyle girdiler ve Bulgar isimleriyle çıktılar. Onlardan biri bilinen yazar ve şairlerimizden 16 kitabı basılan ve kalemiyle haklı davamızın her anında halkımızın yanında olan Ömer Osman Erendoruk’tur. Anı edebiyatımızdan: “Belene” Ölüm Kampı Ufuklardan inen akşamlar ölü Kavaklar bir öykü fısıldar sesiz Burada binlerce ceset gömülü Belene bir mezar mı esrarengiz?


78

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Mayıs 1985, Belene Kampı Belene Adasındaki ölüm kampı varlığını Bulgar komünistlerinin iktidara geldiği 1944’ten beri sürdürmektedir. O uzak yıllarda Ölüm Adası’na dair işittiklerim var ya gene de o zamanı anlatmak bana düşmez. Beni 1985’in Belene ölüm kampından bahsedeceğim kısaca. Belene Adası, Tuna nehrinin sularıyla çevrili, oldukça büyük, kavak ağaçlarının bol olduğu, yer yer bataklık, tarıma elverişli bol toprağı olan ıssız, insansız, köysüz, kentsiz, sadece birkaç yerde cezaevi binası bulunan, adı, Bulgaristan’ın sınırları dışında bile ürpererek anılan bir toprak parçasıdır. Ada’ya görevli olmayan tek sivil giremez. Kıyıya, yani aynı adı taşıyan kasabaya en yakın yerinde cezaevi binaları bulunur. Oraya giriş, polis emrine verilmiş bir köprüden yapılır. 1984’ün sonunda ve 1985’in başında belirsiz bir yerlere götürülen Türkleri, yani bizi, bu cezaevinin iki binasına yerleştirdiler. İlk götürülenlerin anlattıklarına göre, koğuşlardaki demir karyolalar da çırılçıplakmış. Döşek, battaniye, çarşaf verilmemiş. Soba yokmuş. Aralık ayının sonunda ve onu izleyen ocak, şubat aylarında odada ısı sıfırın altında otuza yaklaşıyormuş. Gün gün Bulgaristan’ın dört bucağından Türkler getiriliyormuş ya, çoğu Mestanlı, Kirli, Kırcaali ve Alvanlar köyündenmiş. Koğuşlar üstünden kilitli tutuluyor, buna rağmen polislerce bekleniyormuş. Polis içerdekileri ikide birde Türkçe konuşmamaları için uyarıyormuş. Koğuşlarda konuşmak, birbirinin kulaklarına eğilerek fısıltıyla mümkünmüş. Öğün vakitlerinde çorbaya benzer birer çanak su ve buzlaşmış ekmek veriyorlarmış. Sabahları herkesin dört beş dakika tuvalet hakkı varmış. Tıp yardımı diye bir şey yokmuş. Polislerden insana yakışır tek söz işitmek, insancıl tutum görmek hayalmiş. Her sözü azar, her tutumu itip kakmakmış. Daha açık gönüllüce bir arkadaşın, “Koğuşlar çok soğuk. Neredeyse donacağız.” Sözlerine bir polis “Birkaç gün sonra tümünüz toprağın altında koyun koyuna sıcacık yatacaksınız. Biraz sabredin.” cevabını vermiş. Zaten onların her tutumundan bizi adaya topluca imha etmek için getirdikleri besbelliydi. Geceleri uykusuz geçirenler vardı. Uzaktan bir otomobil sesi işitilse, yürekler hart diye kalkıyor, koğuş kapısının gürültü ile açılacağı korkusu ile soluk soluğa bekliyordu. Her gece, her saat, her dakika ölümü getirecek bir gürültü beklemek... Haftalarca, aylarca... Sakallar büyümüş, çamaşırımız kirlenmişti. Adaya girerken ceplerimizde bulunan her şeyi, hatta burun mendillerini bile almışlardı. Yarı aç, yarı tok idik. Ben adaya mart ayı başlarında daha 8 arkadaşla birlikte götürüldüm. On dört gün bir koğuşta kaldık. Güllerin sabahı ile akşamı arasında günler aylar var gibiydi. Akşamla sabah arasında ise bitmek tükenmek bilmeyen uygusuz geceler... Dünya ile ilişkimiz tamamen kesilmişti. Yakınlarımızca nerede olduğumuz, nasıl olduğumuz, hatta sağ olup olmadığımız bilinmiyordu. Bilinmezlik, en korkunç olan


Makale ve Analizler - 2014

79

bir şeyden bile daha korkunçtu. Mektuplaşmak yasaktı. Bizim için mermiler çoktan hazırdı. Hatta tetiklere dokunacak parmaklar bile belliydi. Neredeyse sabırsızlanıyorlardı. Sabırsızlananlardan bir de o zamanın Kırcaali İl Parti Sekreteri Georgi Tanev idi. İçi alev alev Türk düşmanlığı ile yanan bu faşistleşmiş Bulgar komünisti, hiç sıkılmadan, “Amacımıza ulaşmak için yarım milyon Türk’ü yok edebiliriz” diye konuşmuştu. Batı Almanya’dan yayın yapan Hür Avrupa Radyosu’ndan işittim. Jivkov’un bir benzeri olan bu adam şimdi Bulgaristan Halk Cumhuriyeti’nin İç İçleri Bakanı’dır. (Jivkov’un iktidar döneminde idi) Yani, iki buçuk milyon Bulgaristan Türkü’nün kaderi ile o katil oynayacaktı. Mayıs ayının başlarında bizi topluca, adanın doğusunda, iki katlı binanın bulunduğu yere -ki burası eski kamp yeri imiş- taşıdılar. Bu iş, onlarca silahlı polis eşliğinde, kurt köpekleriyle yapılıyordu. Yeni kamp dikenli telle çevrilmişti. Özel bekleme yerlerinde silahlı polisler nöbet tutuyorlardı. Hastalardan gayrı herkes işe çıkmaya mecburdu. Bu arada mektup yazma yasağı kaldırıldı. Yakınlarımızla görüşmeye müsaade edildi. Çok geçmeden ilk görüşmeciler geldi. Bu, bizim için dünya ile yeniden ilişki kurmak demekti. Haberler sevindiriciydi. Türkiye cumhuriyeti’nden başka bir sıra Batılı ülke Bulgar barbarlığını pek sert olmayan bir dille de olsa, kınıyordu. Başlangıç iyiydi. Sonu hayırlı olsundu. Bunlarla yan yana, Ölüm Adası denilen bu yerde baskı ve işkence olmaz olur muydu. İlk bakışta göze çarpanları sıralıyorum: Bir kere, yargılanmadan yargılanmış muamelesi görmemiz, haksızlığın, baskının ve işkencenin en büyüğü idi. Cezaevinde uygulanan iç nizamname bizim için de geçerliydi. Çalışmak istemeyenler cezalandırılıyordu. Sık sık tertiplenen toplantılara katılmak zorunluydu. Akşamları Bulgar televizyonunun yayınlarını izlemek de zorunluydu. Bulgarin gazete ve dergilerini okumak da zorunluydu. Sonuncu sıraladıklarım, bizim beyinlerimizi yıkamakla ilgiliydi. Burada bulunuşumuz, yabancı radyolarca dünyaya duyurulmuştu. Bu bizi topluca yok etmenin imkansızlaştığını gösteriyordu. Şimdi akıllarınca bizi üç-beş yıl burada tutacaklar, eğitecekler, Bulgarlaştıracaklar, ta o zaman serbest bırakacaklardı. Amaçlarına, her zamanki gibi baskı, tehdit, işkence ile ulaşacaklardı. Gazete, dergi, televizyon falan da maksatlarına yardımcı durumdaydı. Bir de bireysel çalışma usulleri vardı ki... O dört duvar arasında iki ikiye yapılıyordu. Propaganda içerikli uzun giriş konuşmasından sonra vaatler sıralanıyordu ballandıra ballandıra: hafif iş, yüksek mevki, kabarık maaş, uygun hayat koşulları, en yüksek yönetim seviyesine yükselme imkanları... Bütün bu “Nimetlerin” karşılığında sen, ya gönüllü Bulgar olduğunu anlatan kısa bir yazı


80

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

yazmalıydın Bulgar gazetelerinin birine (Hatta senin yazman da gerekmiyordu, çünkü yazı hazırdı.) Ya da televızyonda görünüp aynı sözleri kendin söylemeliydin. Bunları yaptın mı ötesi kolaydı. Ama böyle bir öneriyi kabul etmezsen, kaşlar çatılıyor, tehditler başlıyordu ardı ardına: Kemiklerin bu adada kalacak; Yavaş yavaş bu adada çürüyecek; Hayatın cehenneme çevrilecek. İyi gün görmeyeceksin, Yakınlarına, çocuklarına aynı metotlar uygulanacak; İnsin cinsin dokuz kuşağa kadar izlenecek. Bir sözle, geleceğin kapkaranlıktı. Adada, bu ilkel usullerle insan aldatıp aldatmadıklarını bilmiyorum. Ben bu tür yazılı öneriyi sonuna kadar okumadan hızla kalktım ve “Utanmazlar!” deyip hızla odadan çıktım. Aşağa indiğim zaman, benden önce odaya girip çıkan, Adalı Nuri Turgut Efendi hala bağırıyordu odanın penceresine doğru yumruk sallayarak: “Rezil herifler, kepazeler! Ben ömrümün şu kadar yılını cezaevinde geçireyim de, yılmadan geçirmeye devam edeyim de...” diye diye. Bir toplantıda konuşan Plevneliev bir yargıcın değimiyle biz dokuzuncu kuşağa kadar izlenecek ve konuşturulacaktık.. Bulgaristan bu güne kadar bize bir cezaeviydiyse, bundan böyle cezaevinin daracık bir hücresi olacaktı, yani bir başka cehennem. Roman sürgünlüğüm sırasında bu duygularımı içle dile getirmeye çalıştım: Çocukluğum ağlıyor yüzüme baka baka, Benim gözlerimde de örümcek ağınca nem. Arda kanlı akıyor, dumanlı iki yaka, Anladım Bulgaristan Türklüğe bir cehennem. Bu arada çalışanların maaş alma zamanı geldi. Geldi gelmesine ya, maaş aşan olmadı. Çoğunun ellerine içer beşer leva sıkıştırmışlar (o zaman bir yevmiye en az 15 leva idi) kalanları su parası, oda kirası ve daha bilmem neler diyerek tutmuşlar. Yirmişer, otuzar, ellişer leva ve daha fazla borçlu kalanlar vardı. Demek biz bu adaya çalışmaya gelen “Gönüllü gurbetçiler” olarak kabulleniyorduk. Açıklamasını isteyenler ve bunda üsteleyenler kamptaki ceza hücresine sokuldular. Emeğimizin neden bunca ucuz ödendiğini kimse açıklamadı. Maaş ödenmediğini görenlerin birçoğu çalışmaktan vazgeçtiler. Cezalıların sayısı gittikçe çoğalıyordu. Kampta hava gerginleşiyordu. Artık gece gündüz koğuşlarda kapalı tutulmadığımıza göre herkesle görüşebilme, dolayısıyla örgütlenme olanağımız vardı. Adalı Nuri Efendi, Torlaklı Kazım Dede, Doktor Besim Abdullah, Kırcaali’li Küçük Halil, Kubratlı ressam Şaban, (2004’te Adapazarı’nda bir trafik kazasında ha-


Makale ve Analizler - 2014

81

yatını kaybetti) ve bendeniz gizlice bir komite kurup, ileride kurulacak bir örgütün temelini atma kararı aldık. Örgütün Tüzüğü’nü hazırladığımız sırada toplu bir açlık grevi yapalım dedik. Ve başardık. Greve, tek bir kişi kalmamacasına herkes katıldı. Polisler şaşkına döndü. O gece yemek yenmedi. Herkes koğuşuna gidip sessizce yatıp uyudu. Ertesi sabah ne yemeğe gidildi ne de işe...Alelacele 3 kişilik grev komitesi kuruldu. Aklımda kaldığına göre isteklerimiz şunlardı: Bize cezaevi tüzüğü uygulanmayacak; Arkadaşlarımız sebepli sebepsiz ceza hücresine yollanmayacak. Çalışma zorunluluğu kaldırılacak; Grev Komitesi polislerle anlaşma masasına oturdu. Olumlu sonuç alınamadı. Plevne’den ve Sofya’dan yüksek rütbeli subaylar toplanıp bizi asker gibi sıraya dizdiler. Kamp Amir Yardımcısı Amir Yardımcısı Binbaşı Paraşkevov öfkeden çatlayacak gibiydi. Upuzun, kupkuru önümüze dikilip bağırdı, çağırdı, tehditler savurdu. Bir ara bir arkadaşımızı yanına çağırdı ve ona tokat atmak istedi. İstedi ama, bunca kişinin ağzından birden çıkan “Huuuuu!...” yuhalama haykırışı, binbaşıyı niyetinden caydırdı. Havada öylece donakalan elini indirmeyi bile unutup atlet çevikliğiyle geri sıçradı. Tehditlerin işe yaramayacağını anlayınca, grev komitesini yeniden anlaşma masasına oturmaya çağırdılar. Bu kez istekler kısmen kabul edilmişti. Direncimizi sürdürmemiz daha yararlı olacaktı ya, grev, bir başlangıç olarak başarılı sayılırdı. Bir de, beş yüz kadar kişiyle grev uzun süremezdi. Aramızda tanıdığımız tanımadığımız onların adamları olduğunu biliyorduk ve onların yardımıyla da grevi kırmaya Muaffak olacaklarını hesaba katıyorduk. Grevden birkaç gün sonra, Kırcaali’den Lambrev adlı emniyet sorumlusu kamptaki hastaları topladı Aralarında ben de vardım. Herkese bir şeyler sordu. Bu arada Adalı Nuri Efendi’nin yanıtı şöyleydi: “Burada kendimi çok ama çok iyi hissediyorum. Hatta olduğumdan daha iyi. Çünkü sizin adamlarımız köyde komşularımı öyle korkutmuşlar ki, yanımdan geçerken dönüp evime bakamıyorlardı bile. Burada yüzlerce genç soydaşımın arasındayım. Onlar bilmedikleri, anlamadıkları her şeyi bana soruyorlar. Ben de memnuniyetle izah ediyorum. Bundan daha iyi ne var ki!” Lambev kızgın: “Sen ne anlatabilirsin ki gençlere? Türklüğü anlatsan, onlar artık Bulgar oldu.” Sözüne Nuri Efendi: “Hayır! Onlar asıl şimdi Türk oldular.” cevabını verdi. Bu konuşmadan 2 hafta sonra Nuri Efendi gibi, onların anlayışına göre, gençlerin milli duygularını uyandıran kimseleri, Belene Ölüm Kampı’ndan serbest bıraktılar. Torlaklı Kazım Dede, ben daha 20 kişi bu sayıya dahildik. Adada arkadaşların kaldığı günlere ben tanık değilim. Sonra işittiğim üzere baskı ve işkence artmış. Onların bir kısmını Bobovdol denen Yuguslavya hududuna yakın bir madenci kasabasına yollamışlar. Her iki kampta da bireysel ve


82

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

toplumsal açlık grevleri yapılmış. Bir yandan da Kuzey Batı Bulgaristan’ın çeşitli Bulgar köylerine sürülüyorlardı. Ben de evimde birkaç ay kaldıktan sonra sürüldüm. Hem bu kez karım ve kızımla beraber. Bulgaristan’ın ve hatta Avrupa’nın en pis en geri kalmış, suyu kesat, oteli, tuvaleti, şehir banyosu ve çeşmesi olmayan Roman adını taşıyan bir köysel kasabada bir mahpustan farksızdım. Evde, oldukça hasta bıraktığım babamı gidip görmeme müsaade etmediler. Uzak olduğu için adamın ölgülüğüne de yetişemedim. Babacığımız cenaze namazını kılmak bana nasip değilmiş. Yirmi al kaldığım sürgünden eve döndüğüm zaman, üst üste yığıla yığıla katmerleşen ıstırapların, üzüntülerin acı sonucu, sıhhatimin büyük bir oranını yitirmiştim. Bir yarım böbreğim vardı, bir de enfarktüs sonucu, iki kez yara almış yüreğim. Ama da şikayetçi değildim. Allah’ıma şükür ayaktayım. Yürüyorum. Çalışıyorum. Seviniyorum. Demek yaşıyorum. Sürgünlükten dönüşte bari Koşukavak’ta kendimize uygun bir iş bulabilseydik. Ne gezer? Bana ve kızlarıma süpürgeci ve bulaşıkçı olarak çalışmayı teklif ettiler. Zulüm devam ediyordu.

Yalnız Unutmamak Yeterli midir?

Dr. Nedim Birinci-25.Aralık.2014

BULTÜRK Derneği’nde öncelikle ele alınan, hepimizi ilgilendiren – “Etnik Temizlik ve Kültürel Soykırım” konularında kıpırdanma ve canlanma oldu. Bugüne kadar bazı işlere değişik bakmamız gerekir. gerçekçi temeller üzerinde aramızda adil birlik sağlamalıyız, Makedonya, Bosna Hersek, Yunanistan ve Bulgaristan Türkleri sorunları birbirinden farklıdır, bu nedenle farklı değerlendirilmelidir, Bulgaristan konularında özgün yanlar var, desek de, kimse dikkat etmiyordu. Sanki herkes “bu işleri bizden iyi bilen yok” havasına girdi. Son 25 yılda bu işler böyle devam etti. Bundan 11- 12 yıl önce İstanbul’da geleneksel gözü kapalı ve hafızadan emmeli dernekçiliğin kapısını kapayan ve sivil toplum örgütleri felsefesine dayanan modern dernekçiliğe açılan BULTÜRK’ü günümüzde de dikkate almama ve öteleme eylemi olduğunu izliyoruz. Böyle bir olayı kısmen bu hafta da yaşadık. Sorunun özünde olan nedir?


Makale ve Analizler - 2014

83

Türk’e düşman, soyumuza düşman, Müslüman oluşumuza düşman, gelenek ve kültürümüze düşman “Soya dönüş” saçmalığının 30. yıl dönümünde Gorno Prahovo (Tosçalı), Halat, Karamustalar, Çıraklar, Ahmaklar ve 24.Aralık 2014’te de Sütkesiği’nde yapılan sonra da Kirli etraf köylerinde yapılan anma törenleri daha önceki yıllarda olduğu gibi bu sene de tespitler yapılarak, anılar anlatılarak, şiirler okunarak, gelecek açısından içi boş konuşmalarla geçti. Bu buluşmalar fikir olarak kimseye bir şey vermedi. Türkiye’den otobüslerle gelen “Belene” mağdurları da dinlediler, selamlaştılar, etli pilav yediler ve geri döndüler. Bu, 100 yıl böyle devam etse, hiçbir şey değişmeyecek. Nedeni, gelecek ibret dersi çıkarılmak için anılır. Başa gelen kötülüklerden alınan hayat dersleri yeni bir yol belirlenmesinde kılavuz ve ışık olur. Maalesef böyle bir gelişme yok. Ne köylülerimizin bu anma törenlerinde meydanlara toplanması, ne de özü itibarıyla bize bu kötülüğü yapanlara ajanlık eden, yani onların aklına uyarak çalışan günümüz “liderlerinin” konuşmalarının geleceğimiz açısından beş paralık önemi yoktur. Çünkü bunlar 25 yıldan beri içi boşaltılan ve içi boşaltıldıkça yerine “koyun etli pirinç pilavı” doldurulan lakırdılardır. Bulgaristan Türkleri ve otobüsle gelen soydaşlar “önlerine verileni yiyen ya da yalayan” sayaya kapanmış koyunlar durumuna getirilmiştir. HÖH - DPS partisi % 65’i sefillik çizgisinin çok altında kıt kanaat hayat törpülemek zorunda olan insanlarımızın seçimden seçime oyuna muhtaç ve bu anma törenlerinin yapılması gerekçesi “oylarımızdır.” Ne yazık ki, hayat her gün ve hızla değişiyor ve biz yerimizde saydıkça bütün trenleri, otobüsleri kaçıracağız. Bu gidişle, Çingene kardeşlerimizden bile fersah fersah geride kalma ihtimali her geçen gün artıyor. Evet, şu günlerde yapılan anma törenlerinde ne istediğimizi dünyaya duyuracak bir pankart yazıp yükseltip dertlerimizi dünyaya duyurma zahmetine bile katlanmadık. Koyun gibi toplanıp, koyunlar gibi meleşip, suyumuzu içip dağılıyoruz. Şiarımız: “Yolcu Yoluna!” Fakat bu yolun neden dönüp dolaşıp aynı yere geldiğini, neden genişlemediğini, neden asfaltlanmadığını, neden yol kenarına çifte kurnalı çeşmeler, üstü kapalı otobüs durakları yapılmadığını ne düşünen var, ne de bu işleri yapacak bir zihniyet doğdu. Anma törenleri karanlık tünelini daha ileri kazmak ve aydınlık yolunu aşmak için yapılır. “Belene’de” 518 kahramanımız yattı. Birçoğu yaralarından öldü. Bazıları ruhsal durumunu bir daha dengeleyemedi. Onlar için üzülen aileleri perişan oldu. Sürülenler direniş örgütü kurdu ama direnemediler, mücadelemizin zaferini koklayamadılar, çünkü hemen kovuldular, Vatansız bırakıldılar, vatanı olmayan bir insanın bu topraklar üzerinde hakkı da olamaz zihniyeti her geçen gün biraz daha kök salıyor. “Başa gelen çekilir!” temelsiz inancı kader köreltiyor. “Başa Gelen Çekilir, ama ibret dersi çıkarılır ve kader değişti-


84

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

rilir!” diyen olmadı. Düşmanın zaferi “kahramanlarımızı, öncülerimizi, en cesaretli Türkleri Vatan toprağından atmakla bitmedi, başımıza dikilen koyun çobanı değil insan çobanlarını ayakta tutup besleyerek bizi bu anlamsız mitinglere toplama ustalığına kadar uzadı.” Böyle bir olaya, bu hafta Bursa’da Bal-Göç 6. Olağan Kurultayı’nda da tanık olduk. Bizim en ana konumuz olan “anadil meselemiz” hakkında Bal-Göç Genel Başkanı Doç. Dr. Yüksel Özkan, “Bir topluluk anadilini konuşamazsa, okuyup yazamazsa o toplum yok olmaya mahkûmdur. Bizler Bulgaristan’da yaşayan vatandaşların anadilini konuşup ve okuyabilmesi için lobi çalışmalarını sürdürüyoruz” dedi. Bu insanımızı uyutmak değil de nedir. 25 yıl lobi çalışması yaptınız da ne oldu? 25 yıl hainlerin başı Ahmet Doğan’la dostluk ettiniz ve ona yüz binlerce oy verdiniz de ne oldu? İcra Müdürü Lütfü Mestan’a oy verdiniz de ne oldu: Hiç + Hiç = Hiç. 25 yıldan beri tek bir sorunu çözemeyen bu dernekler, bu partiler, onların fıkırdaşması ve boş vaatlerinden doğacak kesin sonuç Bizim bir Etnik Halk Topluluğu, bir Müslüman İman Topluluğu ve bir Anadili Gelenek ve Kültür Sahibi Halk Topluluğu yani Bulgaristan Türkleri olarak yok olmamız olacaktır. Ne yazık ki, 2 bin kişinin katıldığı bir kurultaydan kürsüye çıkıp da “şu yolu değiştirelim, halk düşmanlarına yağcılık yapmakla, her sene boş adamlara oy vermekle” sorunlarımız çözülmüyor, bir çıkış yolu bulalım deyen olmadı. Bulgaristan’dan gelen heyetin başkanı olan gizli servis ajanı, insanlarımızın “Belene” ölüm kampına kapatılmasına neden olan hainlerden biri olan HÖH - DPS Genel Başkan Yardımcısı Rüşen’e “kardeşim sen benim yanıma oturamazsın, “Sende hain kokusu var!” diyemedi. Bursa Bal-Göç Kurultayında “İş Adamı Fuarı” havası vardı. Bu forum, Aralık sonunda yapıldı. Aralık demek yılsonu demektir. Birlikte düşünelim: 2014 yılında Türkiye’den Bulgaristan’a yapılan yatırımlar ne kadardır, biliyor musunuz?: 0 + 0 = 0. Bu işin övünecek ve böbürlenecek tarafı mı kaldı! Eskiden Bulgaristan’da insanın kafasına işlenen şu üç hedef vardı: 1- Sevdalanmak (aşık olmak). 2- Aile kurmak. 3- Çocuk yapıp onları bu hedefler doğrultusunda eğitmekti. Maddi Hedeflerimiz ise şunlardı: 1- Bir araba almak, - (kendiliğinden öldü) 2- Bir ev ya da daire satın almak (o da hedef olmaktan çıktı, çünkü insanın yaşadığı ev onu doyurmuyor) ve


Makale ve Analizler - 2014

85

3- Bir yazlık ya da dağ evi sahibi olmak - (bunu düşünenimiz kalmadı). Bu hedefler “demokrasi” masalıyla değişti, “Marsileza” olarak bilinen “eşitlik”, “kardeşlik” ve “hürriyet” nameleri, hak ve özgürlük yaramıza mehlem oldu. Bu rüzgâr eskiden olduğu gibi şimdi de hep Batıdan eser. Şu hafta Fransa’da 5 milyon Müslüman yabancının sınır dışı edilmesi gündem oluşturunca, dünya sustu biz ise istenileni anlamakta güçlük çektik. Sofya Çingeneleri arasında “eşit vatandaş olmak istiyoruz” sloganı yükseldi. Rodop köylerinde 25 yıldan beri slogan yükselmiyor. Gümrük tarifesine baktık, “slogan ithal edilmesine izin veren madde yok, belki de bu yüzden mitingi otobüsleri dolu gelip dolu gidiyor” fakat hiç bir şey değişmiyor. Bir de Bulgar gazetelerinde çıkan çarşaf çarşaf yazılardaki resmi iddiada, “Türkiye şirketlerinin istenmediği gibi bir hava var!” Yeri gelmişken işaret etmemiz yerinde olur. Bulgaristan’a gelen T.C. şirketleri arasında en fazla iş yapan ve en derin izler bırakanlardan “Doğuş İnşaat”; “MNG - Mapa - Cengiz”; “Şişe Cam TAŞ”, “Gama” ve ismi şu an aklıma gelmeyen Sofya “Moll-Serdika” AVM tesisini inşa eden şirketlerden hepsi Bulgaristan’a Büyük Elçilik Dışı yasal yollardan gelmiş ve başarılı olmuşlardır. II. GSM Operatörü ihalesinde “Turkcell” ve “Telsim” şirketlerinin katılım ve başarısızlığına gelince, her iki şirket de uluslararası ihaleden 230/35 milyon USD sınırında çekilmiştir. İhale 240 milyon USD verene kalmıştır. 1994’te yapılan “Kapıkule - Kapitan Adreevo” - Sırbıstan sınırı “Kalotino” 550 milyon USD otoyol ihalesini Doğuş Holding’in kazanamama nedeni ise, İtalyan All Strada şirketinin 200 bin USD daha yüksek teklif vermesidir, sonuncusu yolu yapmamış, tazminat davası Viyana’da görülmüştür. Bulgaristan’da en başarılı çalışan Türkiye şirketleri arasında Şumen Alüminyum fabrikası sahiplerini göstermek mümkündür, Venets köyünde ve Stara Zagora’da iş gören tekstil fabrikaları da örneklik düzeyde başarılıdır. Doğu Rodoplar’da “Makaz” 76 km “A” sınıf yolun hizmete açılması da Türk yatırım ve girişimciliğinin bir ürünüdür. Bu olayların gerçekleştirilmesinde Bursa “Bal-Göç”, HÖH - DPS ve büyük ölçüde Büyük Elçilikler ve Konsolosluklar dışı girişimci birey ve güçlerin belirleyici rol oynadığını önemle vurgulamak yerinde olur. Sofya’da Başmüftülük binasının onarımı, Güney Bulgaristan’da 4 okul binası restorasyonu ve bazı otel inşaatları ER-PA şirketinin eseridir. Sudi Özkan Beyin Başkent ve Plovdiv kurumları ile Etap Adres otobüs şirketi de örnek çalışmalarıyla takdire layık görülmüş olanların başında gelir. Şu 2 yılda yatırımların sıfırlanması ve girişimciliğin sönmesi işlerin yeniden yol almaya başlamayacağı anlamına gelmez. Bulgaristan derin bunalım yaşıyor. Şu da bir gerçektir: İş adamları arasında karşılıklı güven ortadan kalkmıştır. Halen yeni formüller geliştiriliyor. İki ülkede de şir-


86

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ket açılarak yeni güven rayları döşenmeye başlandı. Bankalara gelince, T.C.’den Bulgaristan’a gelen bankaların statüsü, bizim izlenimlerimize göre, onların TürkBulgar ekonomik ve ticari ilişkilerinde motor rolü oynamalarına olanak tanımıyor. Hatta adı “İş Bankası” olan, ama T.C. İş Bankası ile beklenen ilişkisi olmayan kuruluşla iş yapmanın ise, olağanüstü zor olduğu izlenimi doğdu. Bulgaristan henüz aristokrasi bankacılığından çok uzak bir konumda bulunuyor. Özetlerken, 2013 ile 2014’ün ilk yarısında HÖH - DPS son söz sahibi iktidar ortağı durumundaydı, nasıl oldu da “Bulgaristan Türkiye işbirliğine asla katkı vermedi!?” Bu güçler hiçbir iş yapmıyorsa, Bal-Göç kurultayında ne işleri var? Uzatmak istemiyorum “Ya benimle, ha hiç” mantığı artık çöplük olmuştur. Her “ineği mutlaka ben sağacağım,” mantığı da zamanını doldurdu. Türk Bulgar ekonomik, ticari ve kültürel ilişkilerine engel olan güçlerle yakınlık paylaşanlar aynı kaderi paylaşacaktır. Ve işte tüm bu sözünü ettiğimiz gelişmelerin durgunluğa girmesinin nedeni çok önemlidir. Bir kişi bir işi 20 defa yapamazsa bulanır, bırakır, olacak olsa bile rafa kaldırır. Şu duruma bir bakınız: Rumeli Balkan Federasyonu’nun 2014 Aralığının 24’ünde yayınladığı bildiriden: “Bulgaristan’da ’da Todor Jivkov başkanlığındaki baskıcı komünist rejim tarafından 25.12.1984 tarihinde başlatılan ve Mart 1985’e kadar devam eden ülke genelindeki “soya dönüş” adı verilen “Türklere zorla ad değiştirme ile dini vecibelerini, örf ve adetlerini yerine getirme yasaklamaları” şeklinde uygulanan asimilasyon politikaları, etnik ve kültürel kirim uygulamalarını 30.yildönümünde bir daha şiddetle kınıyoruz. 30.yildönümünde, Bulgaristan’da Türk ve Müslümanlara yapılanları unutmadığımızı ve unutturmayacağımızı bir daha saygı ile kamuoyuna duyuruyoruz.” Unutmamanız ne anlama geliyor! Ahmet Doğan’ı desteklemek mi?! Bunlar kalabalık kitleyi kontrolleri altında tutan, sözleri duyulan kuruluşlardır. Sizden soruyorum: Şu yukarıdaki bildiri 1990’da yazılsa ve 2014 yılına kadar her sene aynı gün ancak ve yalnız tarihler değiştirilerek yayınlansa ne değişir? Bu bildirinin özünde politika var mı? Yok! Yapılacak iş var mı? Yok! Alınacak Yol var mı? Gene Yok!. Ne var? Hiç bir şey yok. Biliyor musunuz? Şimdi Bulgar basınında bir büyük tartışma konusu var. “Todor Jivkov halkın arasından olan bir adam mıydı, yoksa değimliydi?” Bizim orada Todor Jivkov partisinin totalitarizm yanlısı adamlarından en güvenilirleri Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP), Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) ve son dönemlerde GERB partisi kılıfında hep iktidarda bulundu. Halk yoksullaş-


Makale ve Analizler - 2014

87

tıkça, su baskınlarında evsiz kalanlar, işsizler eski yılların hatırasıyla yaşamaya çalışırken, totalitarizm uşaklarından medet umuyor. Onların arasında her gün hem sızan hem pekişen gizli bir dayanışma var. Mesela son 6 ayda GERRB partisi HÖH - DPS’ ye sözlü saldırırken ocakta kül bırakmadı. HÖH milletvekillerinin yüzünde perde var, kulakları da sağır gibi GERB yasa önerilerini, 2015 bütçesini vs. yüzde yüz destekledi. Bu bir danışlı dövüştür. Başbakan Boyko Borisov “Ben 10 Türk bakan yardımcısı atayacağım” dedi. Sonra işler yapay oyunlarla tökezlendi. HÖH - DPS Kooperatif Ticaret Bankasından milyarlar çalınmasına tanık oluyor, sorguya çağrılan yok. Her defasında hükümet lehinde “oy” kullanıyor ve gelişmeleri çözmekte zorlanan basın susuyor, özel bankadan çalınan milyarlarca leva devletin delik deşik ama HÖH - DPS oylarıyla kabul edilen bütçesinden ödeniyor. Ve biz “2013’te ortaklık programı imzalamadan kabineye katılan,” ayrıca tüm ilişkileri gizli alıp verilen rüşvete dayanan HÖH - DPS - GERB dalaverelerine “oylarımızla” destek vermiş oluyoruz ve sonunda bu “ortaklık ve dalaverelerden” halkımıza, köyümüze ve kasabamıza ”yararlı” olan bir şey olmuyor. Ekmeğimiz hep küçülüyor, doktor kapıya gelmiyor, sık sık elektrikler kesiliyor, çocukların okul masraflarını yetiştiremiyoruz. Bir tek hürriyetimiz var: 1990’da yazılmış bildirileri her sene tarih değiştirip yeniden ısıtıp zevali mağdurlarımızın önüne sunmak ya da “biz lobi” yapmaya devam ediyoruz sakızını uzattıkça uzatmak. Yeter artık! Çok bayatladınız. Şu dernek başkanlarından öğrenmek istediğim bir de şu var: 18 - 20 Aralık günlerinde İstanbul’da 3. Uluslararası Etnik Temizlik ve Kültürel Soykırım sempozyumu düzenlendi. Üniversite rektörleri, bilinen Prof.. Doç. ve Doktorlar, konu üstüne bilgi sahibi olan aydın kişiler, büyük bir Bulgaristanlı demokrat aydın heyeti, “Belene” hapishanesinde yatan Türkler, Türkiye basını ve kamuoyu temsilcileri oradaydı. Bulgar Türk ilişkilerinde, soydaşlarımızın gerçek sorunlarının çözümünde ve Bulgaristan Türk ve Müslümanlarının yeniden uyandırılıp hareketlendirilmesinde en öncü, en geçerli ve geleceği olan fikirlerle derin analiz sunumu yapan Sayın Başkan Rafet Ulutürk’ü neden saymadınız. Siz geçmişimizi parçaladınız, düşmanlarımıza arka olacak kadar yüzsüzlük yaptınız, bugünümüzü renkli duman içinde gösteriyorsunuz, geleceğinizse asla yok. Okuduğunuz raporlarının hiç birinde gerçekçi irdeleme bulamıyoruz. Geçmişimizi göremediğiniz için geleceğimizi de görememeniz normaldir. Halkı oyalamaktan, boş hayallerle yaşatmaktan vazgeçin lütfen. Bulgaristan Türkleri ve Müslümanlarının geleceği HÖH - DPS dolandırıcılarıyla, “Bulgaristan Etnik Modeliyle” olamaz ve olmayacaktır. Değişen dünyayı görmeye bir az da olsa çaba göstermelisiniz.


88

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Sempozyumda konuşma yapan Balkanlarda Adalet, Haklar, Kültür ve Dayanışma (BAHAD) Başkanı Şükrü Süleyman kadar olamadınız. O, Bulgaristan Türklerini asimile etmek için yapılan çabaları boşa çıkarmak için çalışmalarını anlatırken, hainlerden, döneklerden, ajanlardan ayrılmamız gerektiğine işaret etti. Bulgaristan’da demokrasi hareketinin yaşayan atalarından biri olan demokrat düşünür Evdin Sugarev konuşmasında, ülkede etnik ayrıma son vermeye, Bulgarların hepsinin Türk düşmanı olmadığını kabul etmeye, Bulgar demokrasi güçleriyle soydaş sivil toplum örgütlerini ve 1989 ayaklanmasını yapan Bulgaristan hak ve hürriyet savaşımcılarını aynı saflarda birleşmeye çağırdı ve şöyle dedi: “Gizli polis ajanları demokrat olamaz! Halka kötülük yapanlar da demokrat olamaz! Hainlere çanak açan ve onlara hizmet edenler de demokrat olamaz! Bulgaristan’da demokratik devrim gerçekleştirilemedi. Gelin beraberce 1990’a dönelim ve Türklerle Bulgarlar birlik olup toplumsal dönüşümleri birlikte gerçekleştirelim!”

Olacaklardan Haber Verenler ve Yıllardan 2015

Musa Vatansever-26.Aralık.2014

Konumuz: Olacaktan haber veren 4 kâhinin 2015 yılı üstüne uyarılarıdır: 1. Edgar Keysi: Dünyaya uzaydan bir gemi konacak. O genelde Uyuyan Kâhin adıyla bilinir. Amerikanlıdır. Öngörülerini uyku semesi iken beynindeki üçüncü gözde görür. Söylediği olacaklar şimdiye kadar her defasında olmuştur. Geçmişe değil ancak geleceğe bakar. Üçüncü bir dünya savaşı başlamayacak, fakat insanlık için 2015yılı doğal afetler bakımından bir felaket yılı olacak, açıklamasını yaptı. Sunimi gibi olaylar sonucu dünya karasının büyük kısmı su altında kalacak. Keysi’nin savına göre, 2015’te dünyaya bir uzay aracı konacak. İçinde uzay temsilcileri çıkacak ve insanlığa şu kesin uyarı sunacaklardır: 6 aylık bir süre içinde yeryüzünde yürütülen bütün savaş ve çatışmalara son vermezseniz, dünyayı yok edeceğiz! 2. Pavel Globa: Avrupa Birliği dağılıyor.


Makale ve Analizler - 2014

89

O, dünya devleri Rusya ile Birleşik Amerika arasındaki çatışma devam edecek, dünya yeni bir savaşa itilecek, fakat bu cephede yürütülecek bir savaş olmayacak, adına yeni bir soğuk savaş, diyebiliriz, diyor. İki süper gücün Ukrayna konusunda birbiriyle bilek bükmesi, Avrupa Birliğini kötü etkileyecek, işsizlik artacak, daha fazla cinayet işlenecek ve ekonomik durum kötüleşecektir. AB’nin büyük ölçüde kan kaybetmesi sonucunda, halen üye olmak isteyen ülkelerden bazıları bu niyetlerinden vazgeçerken, bazı üye devletler de ayrılma niyetlerini açıklayacaklar. Rus yıldız kâhinine göre, Rusya’da başlayan kriz 2017’ye kadar sürecek, 2020’de halkın çekileri son bulacaktır. Globa, Başkan Putin’in yazgısı üstüne açıklamada bulunmaktan kaçınıyor. 3. Vanga Nine’nin Rus kâhinlerle görüşmelerinden yeni açıklamalar: Olacak olanı haber veren Bulgaristanlı dünyaca bilinen Vanga Nine (Vangeliya Guşterova) Hayattayken hala hayatta olan birçok Rusyalı kâhinle görüşmelerinde çok samimi açıklamalarda bulunmuştur ve bunların 2015 yılına ilişkin olan bölümü son günlerde açıklandı. Geleceğe ilişkin bu sırların açıklanmamasına neden ise, insanlığa gerginlik yaşatmama niyeti olmuştur.Bu görüşmelerde Petriç kasabasında oturan Vanga Nine birkaç çok kesin ve feci tablo gördüğünü açıklamıştır. Bunların birinde “Dünya suları bazı Asya ve Amerika kıtasında bazı devletleri yutacak!” derken, başka bir defa da “2015’te Tanrı taneyi samandan, namusluları da günahkârlardan ayıracak” öngörüsünde bulunmuştur. 2015 yılını birçok doğal afetin olacağı bir yıl ve 2016’da meydana gelecek kısmı tufan arifesi olarak tanımlayan Vanga Nine beklenmedik olayların Amerika, Kanada ve Rusya’nın merkez kesimlerinde halk tabakalarında yer değiştirmeye vesile olacak tablolar gördüğünü anlatmıştır. Bu konuda kendilerinden fikir istenen iklim tahmincileri “insanların toplu halde yer değiştirmelerine ancak su baskınları ya da kuraklığın sebebiyet verebileceğini” söylemiştir. Kitlesel göçlere neden olabilecek başka iki sebep de, büyük deprem ya da bir gök yüzü taşının dünyamıza çarpması olabilir. Bu konuda Rusya internet forumlarında görüş beyan edenler “bir kişinin evi bir iki defa üzerine yıkılırsa, kimse aynı yerde yeni bir çatı kurmak istemez” yorumunda birleştiler. Önümüzdeki 12 ay için öngörüde bulunurken yaşlı kâhin bayanın kullandığı kavramlar şunlardır: “seller, su altında kalan büyük araziler, depremler, ülkeler arasında çatışmalar ve mali bunalımlar derinleşecek.”


90

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bilgelerin eserlerine göre, “hayatımız, uygarlık yarattığımız, nispi barış ile savaşlar arasında göreceli bir barış devri içinde döner, biz yaptığımız yanlışlardan ders alır ve deneyimler biriktiririz.” Bu konuda yapılan değişik yorumların birleştiği noktada, “kâhinler iyi ile kötü olanı ayrı ve farklı tablolar olarak görürken, aslında iyi olanın ne zaman geleceğini ve yaptığımız yanlışlardan ders çıkarmayıp onları ne zaman yeniden yaşayacağımızı uyarır.” Toplumda gerginlik yaratmamak amacıyla olacakların hepsi hakkında ayrıntılı haber vermekten kaşınan Vanga Nine kendine en yakın kişilere açıldığında “Günahkâr insanların alın yazını görmek bize nasip olmayacak, bu bakıma gönlüm huzur içinde” demiştir. Vanga Nine ile uzun zaman birlikte çalışan ve onun öngörülerini zaman kesiti açısından inceleyen, halen Bulgaristan Radyo Televizyon Basın Yayın Kurumu Genel Müdürü görevinde bulunan Prof. Georgi Lozanov, “onun şu anda cereyan edenle yakında olacak ya da daha uzun bir süre sonra meydana gelecek olan üstüne aynı netlikle bilgi verdiğini, fakat tarih ve saat konusunda net olmadığını” yazdı. Öngörülerindeki tamlığın % 60 - 70 oranında olduğuna değinen bilimsel araştırmacı, bunu öncelikle insan ruhunun serbest seçme hakkı olduğuna ve birçok kez niyet değişimi yaşandığına bağlıyor. Bayan kahine devamlı çok yakın bulunan çevrelerin yaptıkları bazı başka açıklamalarda ise, insanların ve halkların kaderlerini ve geleceklerini bilinçli değiştirme gibi bir doğal hakka ve özgürlüğe sahip olduklarına da yer veriliyor.. Son dönemde dünyaca bilinen kâhin Bayanın mezarının bulunduğu Rupite Kilisesi’ni ziyaret eden Rusların dillendirdiğine göre, hayattayken 21. yüzyılın 15. yılını çok “karanlık” gördüğünü gizlemeyen Vanga Nine, onların ağzından çıktığına göre, “2015’te Tanrı taneyi samandan, namusluları da günahkârlardan ayıracak” derken, tufan sayısının 16 olduğuna, 15’inse arifesi olduğuna işaret etmiştir. Rusya kaynaklı olup halen dünya çapında üstüne olmayan kâhin Vanga ile birebir görüştüğünü iddia edenler aynen şöyle diyor: “2015 yılının ilk ayları ekonomik bunalımlarla gelecektir. Genel bir yıkım bekleyiniz. Avrupa, Güney Amerika ve Asya ülkelerinden bazıları dünya okyanusu sularının altında kalacaktır. Aynı yılın tam ortalarında da büyük felaketler olacaktır.” Bu savların, gelecek yılın ortalarına ilişkin olan kısmı ise bilim çevrelerinde çok büyük tartışmalara neden olmaya devam ediyor. Çünkü dünyada canlıların yok oluş devirlerinden söz ederken, ilk büyük felaketin meydana geldiği buzul çağında dinozorlar yok olmuştu. Vanga Ninenin kâhinliklerini yorumlayanlar, ondan işittikleri sözlerin dünyanın maddi varlığına mı, yoksa manevi dünyamızda beklen bir olumsuzluktan mı söz edildiği konusunda henüz kesin görüş açıklamada güçlük çektiklerini gizleyemiyor.


Makale ve Analizler - 2014

91

4. Nostradamos: 2015 felaketler yılı olacaktır. Dördüncü yüzyılda yaşayan ve dünyaca tanınan, hakkında kitaplar yazılan ve filmler çekilen Fransız kâhin Nostradamos da şiirsel dörtlüler şeklinde bıraktığı öngörülerinde, 2015 yılından söz etmiştir. Yakın Doğu’da alevleri oldukça yükselecek olan bir savaşı yazan kâhin, bu çatışmanın yıl içinde Çin’in müdahalesi sonucu söneceğine işaret etmiştir. Aynı zamanda bu çatışmaya birkaç dörtlük ayıran Nostradamos, Suriye ve Rusya’nın isimlerine yer vermiş, dünya savaşı tehlikesi değimini kullanmıştır. Öngörücü Rusya ile ABD arasındaki gerginliğin çok kızışacağını öne çekerken, patlama ve tahrip gücü az olan atom bombası kullanımı gibi yorumlar çıkmasına 600 yıl sonra yol açtı. Aynı zamanda kâhinin yazılarından sonuç çıkaran başka bilginlerse “tarafların arasına aklı selim girecek” savında birleşti.. Vanga Ninenin, ekonomik ve mali alanda 2015’te dünya işlerinin hiç de iyi gitmeyeceğine ilişkin öngörüsüne tam karşıt olarak, Fransız kâhin işlerin pek karanlık olduğuna işaret etmemiştir. Nostradamos’un her sözü üstüne yorum getirmekle meşgul aydınlarsa, basına 2015’te dünya ekonomisinin kalkınmaya devam edeceği tahminlerini açıkladı. Dehanın insanlığın ve dünyanın geleceği üstüne bıraktığı dörtlükler, rubai şeklinde olup, “katreni” ismiyle bilinir.

Hepimiz Bir, Birimiz Hepimiz Olalım!

Rafet Ulutürk-28.Aralık.2014

1984 Aralığının son günlerinde Türk ruhumuzu bağrımızdan söküp Türklüğümüzü hafızamız, aklımız, nefsimiz ve kalbimizle ebediyen gömüp bizi yok sayma saldırısına karşı cesaret ve irademizle aşılmaz duvar ören kahraman şehit ve canlılarımızın hepsiyle gurur duyuyoruz. Kimliği, dini, kültürü ve vatanı için can feda edenlerin ölümsüzlüğünü onurla hatırlıyoruz. Gorno Prahovo, Mofilyane ve Momçilgrat anma törenleri bizim her sabah düne bakarak yandığımıza, geçmişe takılıp geleceği göremediğimize değil, güç ve ibret kaynağı yıllardan esinlenerek yepyeni bir gelecek için savaşıma hazır olduğumuza gür sesimizle ve bütün varlığımızla haykırışımız-dır.


92

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

1984 Aralığında, 1989 Mayısında ve aynı yılın Ağustosunda hepimiz birdik ve bugün de birimiz hepimiz olmakla kıvanç duyuyoruz. Bu üç tarih, Türk kimliğimizi, Bulgaristan’ın Vatanımız olduğunu ve ruhumuzun vatan toprağımıza bağlılığını, geleceğimizin ve nasibimizin bu topraklarda olduğu inancını şahlandıran en büyük ibret olaylarıdır. 1984’ün buz kesmiş bocuk günlerinde asker, polis, milis, silahlı bereliler kandırıldığımız hümanizm ideallerin özünde insan kardeşliği, adalet toplumu, hak eşitliği, her bakıma ve her yerde hür olma ülkü ve özlemi olduğunu unutan boş kafalı, ahlaksız, fırsatçı parti sekreterleri ve köle ruhlu gönüllü yardımcılar mümkün olmayanı, Türk’ten Bulgar yapmayı zulümle denediler. 100 senede yapamadıklarını 3 ayda bitirmeyi planlamışlardı. Ellerinde modern silahlar olsa da, Türk ruh setini aşamayacaklarını düşünememişlerdi. Son çarpışmada malübiyetlerinin ölümcül olacağını düşünememişlerdi. Aslında Arkalarında Varşova Paktı, Moskova vardı. İstanbul’u hedef alan “SS 22” füzeleri Slivne-Sliven Balkanında Mayi Kayalar ininde ateşlenmeye hazırdı. Ordu tankları toprak altında çıkarılmış hareket emri bekliyordu. Hangarlardan çıkarılan bomba yüklü savaş uçakları hazır pislerdeydi. Bizim içinde bulunduğumuz karanlıksa zindanların zindanı olmuş, halimizden üzgün ay tutulmuş, güneş aydınlık saçan ışıklarını buralara göndermekten utandığına karalara bürünmüştü. O günler telli duvaklı gelinlerin bile yüzünde tebessüm yoktu. Çiçekler açmamaya, doğa yeşermemeye, buzlar çözülmemeye sanki yeminliydi. Ve nereye gittiklerini bilmeyenler yola çıkarken alabildiklerini yanlarına almış, ahırda hayvanların iplerini çözmüş, bizden sonra dünyada aydınlık bitmesin diye en karanlık köşelere birer yanan mum dikmişler ve yürüyorlardı. Hepsi bir olmuş yürüyorlardı. Arkalarından köpekleri, kediler kocuşuyordu! Havada takla atan güvercinler sanki bu dünya sizin dönün işareti veriyorlardı. Bu büyük kavga 5 yıl sürdü! Yılların birikimlerinden güç toplayanlar hep direndi! Gözlerindeki ateşle ayaklananlar bütün yüreklere kıvılcım saçtı. Onlar başkaldırdıkları gün mutluydu! Onlar öldürüldüler ama ölmedik! Ezilirken çelikleştik! Hor görüldükçe yüceldiler! Her zaman her yerde kazandılar ve kazanacaklar! Onlar geleceğin bütün zaferlerine talep! Beraberce, kardeşçe, hür bir dünyada mutlu yaşamak hepimizin ortak hakkıdır. Bugünün hayal ve umutları geleceğin en büyük gerçekleri olacaktır. Bu davada ben de vardım deyebilene ne mutlu! Bu davada bugün de varız dostlar! Bütün şehitler kardeşimizdir. Ruhları şad olsun! Bir daha bu çekileri çekmemek! Asla yenilmemek içim hepimz bir, birimiz hepimiz olalım!


Makale ve Analizler - 2014

93

Birlik Olalım!

Ertaş Çakır-28.Aralık.2014

Yılın olayı üstüne düşünceler: Soydaşlarımız ve Bulgaristanlı Türkler ve Müslümanlar için 2014 yılında en önemli olay, 18 - 20 Aralıkta İstanbul’da gerçekleştirilen “Etnik Temizlik ve Kültürel Soykırım” sempozyumudur. Türk ve Bulgar demokrat aydınlar, totaliter düzene karşı mücadelenin en ağır yükümü taşıyan mahkûmlar, “Belene” ölüm kampı kahramanları, bilim adamları ve yeni toplumda hareket motoru olan sivil toplum örgütleri son 30 yılda ilk kez bir araya geldiler. Bulgar toplumunun demokratikleştirilmesi gibi tarihsel bir sorunun çözümü konusunda birlikte düşündüler ve yol çizdiler. Bizim için “Etnik Temizlik ve Kültürel Soykırım” dendiğinde Bulgar demokratik kamuoyunu oluşturan temsilcilerin, demokratik kamuoyunun ne anladığı çok önemlidir. İstanbul, Zeytinburnu’nda gerçekleşen forum bu konuya ışık tuttu. 30 konuşmacı Etnik Temizlik ve Kültürel Soykırım’ın Bulgaristan örneği üzerinde görüş beyan etti ve çakışma, yakınlaşma ve birleşme noktaları tespit edildi. Mağduru olduğumuz 20. yüzyıl Bulgaristan trajedisinde son 30 yılda Bulgar toplum temsilcileri ve Türk ve Müslüman halk topluluğu arasında aynı masaya oturacak, aynı kürsüden aynı acı konular üstüne görüş beyan edecek ve geleceğe bakan yeni pencere açma çabalarında hepimizi birleştiren yolu arayacak güçlerin birbirini bulamaması, temas kuramaması, hem dikkat çekici, hem de üzücüdür. Bu bakıma HÖH - DPS partisinin üzerine düşen ödevleri yerine getirmediği gün gibi ortadadır. Bu konuda İstanbul’da artık üçüncü sempozyumu düzenleyen ve Bulgar demokratik kamuoyu temsilcilerinin de yoğun katılımını sağlayan BULTÜRK Derneği’nin amaca yönelik başarılı çalışmaları övgüye değer ve tüm emeği geçenleri kutluyoruz. Forumda, ana raporu sunan BULTÜRK Genel Başkanı Sayın Rafet Ulutürk, Bulgar halkının ve demokratik güçlerinin izzet ve haysiyetini ön plana çıkararak, Bulgar toplumunun aşamadığı “ulusalcılık”, “tek ulus tek devlet”, etnikleri eritme ve Bulgarlaştırma gibi politik uygulamalarını derin irdeleme süzgecinden geçirdi. Hazır bulunan Bulgaristanlı demokrasi eylemcilerine “birlikte olalım!”


94

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

derken, bundan böyle hiç ayrılmadan beraberce yürüyelim çağrısında bulundu. Bu çağrı forumda büyük destek buldu. Dikkatleri üzerine topladı. Trajik olaylara, etnik temizlik sorununa ve kültürel soy kırımda esaslı analiz bazında ışık tutulurken, ortaya çıkan sorunların kaynaklarına inildi. Bulgaristanlı Türklerinin etnik kimliği üç oluşturucu unsurun bütünlüğünden oluşur: Bir: Soy, boy, kök kimliğimiz. Biz Türk boylarından gelenleriz. Yerleştiğimiz topraklar Bulgaristan devlet sınırları dahilindedir. Anadilimiz Türkçedir. Biz Türk kimliğine ait olan özellikli çizgi ve niteliklerini taşırız. “İnsanın adı neyse, kendisi de odur” diyenlerin haklı olduğunu kabul ederek, Türk adı taşıyan Türkleriz. İsimlerimizin ve soyadlarımızın değiştirilmesiyle, mezardaki yakınlarımıza, ecdadımıza da Bulgar ismi vermek suretiyle 1984’ün Aralık ayının 23. gününde, yani bundan 30 yıl önce zorla ve zulüm ederek hiç istisnasız hepimizin devlet sicilinden Bulgaristanlı Türkler olarak silinmesi sürecine geçildi, Başlatılan bize karşı her yönlü soykırımdı. Çok kurban vermemize rağmen, bu işi “gönüllü” yaptığımız havası yaratıldı. İnsan haklarımızı topyekûn yok eden bu cinayet bugüne kadar cezasını bulmadı. Zulüm edenler ayaktadır. İktidar koltuklarında oturmaya devam ediyorlar. Bulgarlaştırma-mızı asla kabul etmeyip 1989 Mayısında ayaklandık. Yeni bir saldırıyla topraklarımızdan sökülüp atıldık, 500 bin Türk sınır dışı edildik. Bu da bir başka etnik temizlik biçiminde gerçekleştirilen farklı bir soykırımdır. Bizi biz eden karakter özelliklerimiz Vatansız kaldığımızda soldu ve giderek hayat gücünü yitirdi. Aynı zamanda bizleri diğer etniklerden ayırt eden özgün karakter çizgilerimizi her zaman korumaya gayret gösterdik. Farklılıklarımız, bizim bir bakıma Asya ve Avrupai tip insan olarak tüm diğer halk topluluklarıyla kardeşe, hoşgörü içinde iyi geçinmemize ve beraber yaşamamıza asla engel olmadı. Görüldüğü üzere, belki 800 yıl, belki de çok daha uzun bir sere komşu olarak beraberce yaşadığımız topraklarda hiçbir etnik çatışma çıkmaması uyum sağlayabilen bir kimlik soyundan geldiğimize en büyük kanıttır. Türklerin güvenilir insan, Müslümanlarla yaşamanın zevk verici olduğu ilişkilerimizde doku olmuştur. İki: Bizim Türk kimliğimizi oluşturan çok önemli öğelerden biri dinimizdir. Biz İslam dinine mensubuz. Bizim Tanrımız Allah’tır. İçinde bulunduğumuz medeniyet aşamalarında Müslümanlığımız, yaşam biçimimizi belirlediği gibi yaşayış kuram, norm ve usulüne ahlaki düzende, nizam intizamda temel olmuştur. Özünde barış, huzur ve insan kardeşliği taşıyan İslam, bizim Bulgaristanlı Türkler ve Müslümanlar olarak çağdaş Avrupa uygarlığına uzanmamıza, bu yolun yolcusu olan Hristiyanlarla ve diğer dinlerden kardeşlerimizle birlikte ilerlememize hiçbir zaman engel olmamıştır. Avrupa’ya da uygarlıklar ışığının


Makale ve Analizler - 2014

95

Doğu’dan yani İslam dünyasından taşındığı dikkate alındığında, Müslümanlar olarak Avrupalı olmamıza hiç bir engel yaratmaması gerekirdi. Bununla birlikte İslam dininle dünyaya yayılan kültür, adalet anlayışı, insanlar arasındaki hak eşitliği, devlet ve adalet yapısı ve tüm ırklara, dinlere ve kültürlere eşit yaşam sağlama, başka etniklere muhtaç olmadan onlarla birlikte olabilmemiz ve yaşarken üretip yaratmamıza daima kabı açan bir gerçektir. Genel İslam yaşam normları içinde Bulgaristanlı Türklerin kalabalık halk topluluğu Sünni-Hanefi’dir. Bu durum kendiliğinden birçok özelliği ön sıraya çıkarır. Seküler bir devlette ve Hristiyan bir toplumla iç içe yaşayışları onları birçok alanda etkilemiştir. Etnik temizlik zulmü dinimizin yani İslam ve kurumlarının da topraklarımızdan kısmen sökülüp atılması gibi sonuçları beraberinde getirdi. Din okul ve enstitülerimiz dönemli olarak kapandı. Camilerimiz yıkıldı, bunların onarılmasına bile izin verilmedi. Ezan sesine varana kadar ibadetimiz kısıtlandı. Zaman zaman tamamen yasaklandı. Müslümanlar hor görüldü. Aşağılandık. Bunların tümü temel insan hakkı olan -istediğin dinde ibadet etme hakkına- hep bir saldırıydı. Bu bir bakıma vatan topraklarımızın Müslümanlıktan arındırılması ve İslam varlığının yok edilmesini hedefledikçe, dinimizi soy kırım niteliği aldı. Üç: Biz özgün öz kültürü olan bir etnik halk topluluğuyuz. Kültürümüz, etnik ve dini kültürümüzün geleneksel kaynaşmasından oluştuğu gibi, bir bütünsellik arz eder. Öz kültürümüzün özgün yanları Bulgaristanlı Türkler olmamıza bağlı olduğu kadar, Bulgaristan Türkü olmamız için de belirleyici olandır. Özgün çizgilerinde Bulgaristanlılığımız yaşar. Özgünlüğümüz yaşam biçimimizde, üretim tarzımızda, adet ve geleneklerimizde, sözlü ve yazılı yaratıcılığımızda, edebiyat ve sanatımızda kendini gösterir. Etnik kültürümüzle ile dinsel ahlakımız bir bütündür. Aleni kültürel geleneklerimizin ağırlıklı kısmı Müslümanlığımızdan kaynaklanır. Biz, halk yaratıcılığı, efsanesi, masalı, hikâyesi, öyküsü, fıkrası, taşlaması, manisi, nameleri, şarkı ve türküleri, sahne oyunları, aile yaşamı gelenekleri, bayramları, dini adet ve gelenekleri, ozanları, şair ve yazarları, kahramanları ve takdir edilerek anılan özellikleri olan bir halk topluluğuyuz. Yazı dilimiz Latin alfabesine, anlatım dilimiz yerel ve edebiyat Türkçesine, aile, üretim, iletişim ve kamu dilimiz resmi Türkçeye uygundur. Aynı zamanda biz Bulgar devleti sınırları içinde yaşadığımızdan dolayı resmi dil olarak Bulgarca yazım ve konuşma dilini de kullandığımız için iki dilli bir halk topluluğuyuz. İki dili de iyi kullanmamız bizim Türk ve Müslüman kimlikli olmamıza engel değildir. Aile, sosyal ve kültürel yaşamımızda lehçelerle edebiyat dilinin ve öte yandan da Bulgar dilinin sık sık birbirine karıştığı bir iletişim ortamını yaratanlar da kendimiz iz. Unutamadığımız doruklarımız yeni hedeflerimizdir:


96

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

1950’lı yıllarda Sofya Üniversitesi’nde Türkçe eğitim veren 5 fakültemiz bu kadroları yetiştiriyordu. “Bulgaristan Türklerine Mahsus Radyomuz” günde beş saat yayın yapıyordu. TV programımız açıldı. Türkçe haftalık çocuk, gençlik ve parti gazete ve dergilerimiz, kitap, çeviri eserler, okul kitabı yayınlayan bir basın yayın merkezimiz, her köy ve kasabada Türk sanat ve özenci sanat gruplarımız, kütüphane ve ilkokul, ortaokul ve lise düzeyinde okullarımız vs. vardı. Halk topluluğu geleneklerimiz olduğundan, totaliter düzen tüm kültürel edinim ve haklarımızı, öz kültürümüzle yaşama, yaratmamızı, özgün ahlak ve kültürümüzü hedef aldı. Rejimlerin getirdiği kısıtlamalar kazanımlarımızı yeni kuşaklara devretme haklarımızı engelledi. Ezilmişliği kabul etmeyince ayaklanma yolunu seçtik, göçe zorlandık ve halen haklarını ve özgürlüklerini elde edememiş, manevi hayatta her şeyden yoksun olan bir halk topluluğu durumundayız. İstanbul sempozyumuna katılan Bulgar aydın, demokrat ve özgürlük savaşçıları Bulgaristan Türklerinin esir durumda ve çok ağır koşullarda bulunduğunu tanıyarak, ortak demokrasi mücadelesinde birleşme zorunluluğu ve ülkemizde eşit adalet sağlama yolunun bir olduğu görüşünü savundular. Vurgulanan bir nokta da, “Bulgarlaştırma” zulmünden Bulgar halkının değil, totaliter zulüm uygulayan Todor Jivkov rejimi olduğu görüşünde ortak nokta bulunması oldu. Bulgaristan’da totalitarizm hurdasının çöpe atılamadığı gerçeği ortak görüş oldu. Bulgar demokratlar ve aydınlar, insan hakları hukukçuları Hak ve Özgürlükler Hareketi yönetiminin totaliter rejim kalıntılarının ömrünü uzatan bir politik çizgi izlediğini defalarca vurguladı. İstanbul’da işte böyle bir temel atılırken, HÖH liderleri 26 Aralıkta “Türkan Çeşme Anma Töreninde” tamamen farklı bir hava estirdiler. Olayın gelişimi şöyle oldu. 23 Aralık 1984’te tankla topla, asker ve polisle, devlet ve yargı adaletin elinde cop olup, bizi öz vatanımızdan söküp atan “Bulgarlaştırma, Etnik Temizlik ve Kültürel Soykırım” resmen başladı. Zorlanarak, çekiler içinde süründürülerek sindirilmemiz ve köklerimizden koparılmamız tam beş yıl arasız baskı ve terörle elde edildi. Zulümcü politika asla gerilemek istemiyordu. Gözünü karartmış gerçekleri göremez ve dünyadan gelen uyarı seslerine sağır kalıyordu. Bulgaristanlı Türkler ve Müslümanların politik bilinçlenmesi bu ağır şartlarda oldu. Sürgünde ve hapishanelerde kırktan fazla politik gruplaşma oluştu. Bunların arasında 1989 Ayaklanmasında öncü, örgütleyici ve yönetici rol oynayan ve en fazla kurban veren Demokratik Birlik insan hakları teşkilatının Genel Sekreteri Sabri İskender İstanbul forumu kürsüsünden, Ahmet Doğan ve Lütfü Mestan’ı


Makale ve Analizler - 2014

97

hainlikle suçlarken, aldatılmaya devam edildiğimizi, uyanmamız ve Bulgar demokratik örgütleriyle birlikte hareket etmemiz çağrısında bulundu. Sussak da biz gerçekleri biliriz: Bulgaristan Türk ve Müslümanlarının kimlik ve haklarının iadesi direnişlerinin en büyük politik eseri Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS) örgütünün kurulmasıdır. Bu partiyi iktidar ortaklığına yükselten bizleriz. Ne yazık ki artık 25 yıldır HÖH partisi bizim hiçbir sorunumuzu çözmeye yanaşmıyor. Her iş onun eline bulaşıp kalıyor. Ana problemlerimiz -işsizlik, üretimlerimizin durması, pazarlarımızın tıkanması, yoksulluk, ana dilimizde okul, kültürel edinimler, ibadet özgürlüğü, iletişim edinimlerimiz olmaması, vakıf ve müftülük mallarımızın geri verilmemesi vs.- yıllar yılı çözümsüzlükler içinde kıvranmaya devam ederken, HÖH - DPS partisi balon gibi şişip yanmayan bir lamba gibi duvarda asılı duruyor. Evet hayat bir müze değildir. Yanmayan ve hayatımızı aydınlatmayan lambanın duvarda sisli sisli durması bizce de anlamsızdır. Bu iş neye benziyor biliyor musunuz: Bahçe avluları arasında çit tutan kuru ağaçlar olur. Kesip kışlık odun yapsan yerine kazık kakmazsan çit düşecek, dursa bir işe yaramaz, işte öyle bir fonksiyon üslendi son yıllarda HÖH partisi. Başkalarının dertlerinden baş kaldıramaz oldu. Bizde yumurtlamayan tavuk kesilir. Bu iş bir de neye benziyor biliyor muzunuz?: Ahırda bir öküz beslersin, ama hayvan delibaş, çifte koşsan çizgi tutmaz, arabaya koşsan yol bilmez, dih desen ileri gitmez! İşte HÖH’ün durumu bu. Parti “kurucusu” insan arasına çıkıp selamlaşamaz, bir kahve içemez duruma geldi. “Türkan Çeşme”de de yoktu, buralara bile gelemez oldu. Bütün konuşmaları okudum. Hedefe 10 numara isabet eden 5 cümle yok. Bu parti son zamanda her şeyi yanlış anlıyor, yanlış anlatıyor ve halkı yanlış yönlendiriyor. Bir yandan insanımızın kısmetine hava da açıktı ve Cuma gün “Türkan Çeşme Anma Törenine” herkes geldi. Her zamanki gibi can kulağı ile dinledi. 2 saat konuşuldu. Fakat Halk ateşlenmedi, tam kıvılcımlanacak duruma gelirken, büyük gafı Lütfü Mestan yaptı. Kırdığı pot şudur: Çocuklarımıza anadilimizi öğretmek, ana-baba vazifemizdir. Anadilini öğretmeyecektin de neden doğurdun sorusuna cevap veremeyen, sonunda can veremez! Yıllar önce- ne derdin lider olmadan önceydi tabi. Bu halkla dalga geçmek demektir; hatırlatırız Kırcaali Gluhar-Sallar köyünde ne yapacaksınız Türkçe’yi İngilizce öğretin çocuklarınızı diyen sen değil-miydin!


98

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İn ayısı Ahmet Doğan’ın 2 yıldan beri icra müdürlüğünü yapan bu arkadaş konuşmasında her şeyi bıraktı ve insanlarımızın çocuklarını (60 bin Türk evladı) Türkçe dersine göndermediğinden yakındı. Ne ki, müdüre “oy” lazım olunca ya da mitingleri kalabalık toplamak için insan lazım olduğunda köyleri, mahalleri haneleri birer birer geziyorsun. Muhtarların, parti sekreterlerin kapı kapı dolaşıp “oy” dilenciliği yapıyor. Otobüslerde biletleri ödüyorsun, sandviçi büyüklerinden dağıtıyorsun! Herkesten HÖH’e oy istiyorsun. Yaptığına karşı değiliz, ama bunları yaptığın gibi her bir Türk ana babayla tek tek konuşmalısın, her birinden evladını Türkçe dersine mutlaka göndermesini isteyeceksin ve hiç istisnasız gönderteceksin. Bu işin başka çaresi yok. Halk şaşırmış durumda, insanımız herkes tarafından korkutuluyor. “Okusa da ne olacak!” diyenler çoğaldı. “Türkçe konuşanların başı dertte!” dilleniyor. Sen bir Bulgar dili hocasısın. Bu işleri bilirin! Yan kırma, işine iyi bak lütfen!!! Senin bu işin tüm öteki vazifelerin arasında en öncelikli olmalıydı sadece mitinglerde değil. İşin bayraktarı olacaksın! Bu işte özgürlük, seçme hakkı, seçimli ders falan olamaz. Bizim ana dilimizi öğrenmemiz engellemek için bu taktik, caydırıcı uygulamalar daha 1962’den beri uygulanıyor. Onlar bizimle uğraşmaktan bıkmadı. Dava eski davadır. Mücadelemiz gerekirse her gün yeniden başlayacak! Her okulumuzda Türkçe öğretmenimiz olacak. İçinde edebiyat ve dil bilgisi olmayan Türk kültürü olamaz! Edebiyatımız kimliğimizin ana dokusudur. Bu, var olma ya da yok olma kavgamızdır. Yapamıyorsanız, yorulduysanız, yapamayacaksanız, herkes yoluna gitsin, amma unutma sen de köyüne!!! Türkçemizle açılan yeni imkân ve sınırsız olanak dünyasının başka bir dille açılamadığı ve açılamayacağı anlatılacak! Türkçemiz bizim dokumuzdur, mayamızdır, özümüz ve ruhumuzdur. Biz Türkçe severiz, sevişiriz, Türkçe doğurur ve Türk gibi yaşarız, Türk gibi öleriz... Sen bu işin neresindesin? Öğretmen olduğun yılları unutma! Ha o zamanları sen karşı taraf tadın. Samimi olalım AİHM ajanlara tazminat ödetmez. Oyuna gelmeyelim: “Türkan Çeşme” başında seni dinleyenlerin canını sıkan şöyle bir olay da oldu. Karşı dağlara, köyüne doğru bakıp el, kol, yumruk sallarken belki gözden kaçırmışsındır. Türkçemizi doyurucu konuşmasan da, danışlı dövüş gibi olsa da, “saray kurdu”ndan gelen emirlere uyan bir makamla, sözde valiler sana 12 bin 500 leva “Türkçe konuştu” diye cezası kesmişler. İnsan bilmediği bir dili nasıl


Makale ve Analizler - 2014

99

konuşur orası da anlaşılır gibi değil de... Sözde hakkında açılan davaları kaybetmişsin ve işi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) taşıyacakmışsın! Sen çok sahtekâr birisin ajan “Pavel”! Anlaşılan sen evde, ajan “Sava”da “saray ininde” anlaşılan ince hesap yapmışsınız. Türklerde Kahraman olmak kolay değil. “Sava” bu iş için hapishanede gün saydı. Kuşkusuz senin de bir şeyler yapman gerekiyor. Ne yazık ki, bu defa da “Kral Çıplak” olduğu hemen göründü. Hesaplarınızda ana dilimizi öğrenme, kullanma ve öz kültürümüzle yaşama hakkımızı AİHM mahkemesinde incecik ipte sallandırmak, ya “yasaklandı ne yapalım” ya da “ben kurtardım, hakkımı isterim” demek istiyorsun. Çok alçaksın çok! Bu, Bulgaristan Türklüğünün doğal haklarıyla, adalet umuduyla, kaderiyle kumar oynamaktır. Eğer bu mahkeme, “İcra müdürü” Lütfü’nün Türkçe diploması ya da Türk dili sertifikası olmadığından, Türkçe konuşmasının yasal olduğunu kabul etmez, dinleyicileri son 50 yılda Türkçe okul görmüş olmadığından, kendilerine Türkçe konuşulsa da anlayabilecek durumda olmadıklarından, sena yazılan sözde “cezalar” bir defalık olmak üzere, “af edilse” ama bundan sonra AİHM’ne benzer yeni dava dosyaları gelmesini önlemek için “Bulgaristan’da Türkçe konuşulması kesin yasaktır” gibi bir karar yayınlarsa, ne yaparız!? Senin kendi cahilliğinizi bizimle karıştırmaya ne hakkın var ki! Bu durumda zaman kaybetmeden hemen git önce Volen Siderov’a, ardından Valeri Simyonov’a ve bir de Karakaçanov’a öptür kendini. Onlara hizmetlerin son derece büyük oldu! Bizim ırkçıların kısmeti de çok açık be birader. Diyecek başka hiç bir şey bulamıyorum. Sinsi oyunları biz biliyoruz: Sen bilmeyebilirsin tabii. Öğretilse bilirdin de. Bulgar Filolojisinde böyle şeyler öğretilmez. Şu senin yüzlerine güldüğün ardından sözde tükürdün Siderov, Simyonov ve Karaçanların dedeleri vaktiyle Osmanlı’nın II. Meşrutiyet meclisinde milletvekili idiler. Bu vekillerden biri olan Yane Sandanski Osmanlı meclis kürsüsünde, senin Sofya meclis kürsüsünde hiçbir baltaya sap olmayacak şekilde konuştuğun gibi, nefretle hatiplik ederken, ses kısılmasından 3 kez hastanelik olmuştur. Olay 1876’dandır. Sandanski Osmanlı Sultanı Abdülhamit’i Rusya ile savaşa kışkırtmaya çalışmıştır. Kafasında kaynayan umutsa, Osmanlıyı savaşa itmek ve toprakları parçalanınca Bulgaristan’ı imparatorluktan koparmaktı. Öyle de olur. Sen ise şimdi, “bakın beni cezalandırdılar”, 12 bin 500 leva çok para, yandım falan filan velvelesine kapılmışsın, tam o “eski kurtlar gibi içten pazarlıklısın”, hele şu AİHM tuzağının ardındaki hileyi çok iyi düşünmüşsün. Ananın zahmet edip sana öğretmediği AİHM’den istemeye de pes vallahi. Bu defa seninle birlikte “2014 - Türkan Çeşme” mitingine gelemeyen, halkımızın yü-


100

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

züne bakacak onuru olmayan, şerefsizliği boyunca akan işverenin durumundaki o bilinen “saray tilkisi” halkımıza çok oyunlar oynadı, hepimizi çok kandırdı, nice komplolar çevirdi, sayısız tuzak kurdu. Lütfen sen bunu yapma. O karşına dikilmiş, ağzından hayırlı bir söz bekleyen insancıklarla senin köydeşlerin, hemşerilerin, son gideceğiniz yer aynı kabirlik... İsteklerimize gerçek yön verelim: 1989 yılının Ağustos ayının 1. gününde, sen o zaman başka işlerle meşguldün, Bulgar bankalarındaki sıcak paranın % 33’ü Türklerin hesaplarındaydı. Birkaç gün önce oyunuzla kabul edilen 2015 Bulgaristan Bütçesi 30 milyar levadır. 25 yılda Bulgar bütçesi büyümedi. Yani bu paranın üçte biri yani 10 milyar levaya tekâmül eder. Bu para 1989 yazında 72 günde insanlarımız toprağından sökülüp vatanlarından dışarı atılırken yol parası, ceza parası, su parası, tuvalet parası, pasaport parası vs. derken uçtu gitti, eridi bitti. Sen AİHM’ DE dava açacaksan bu paralar için aç, 10 milyar leva az para değildir. O zaman bak halkım nasıl sever seni! Halkımıza zorla çarçur ettirilen paraları geri isteyelim! Hayır dualarına vesile ol! Hem de o mitingde sana baktıkça şaşan, şaştıkça üzülen, üşüdükçe içten içe şok geçiren ve sonunda eve dönerken otobüsü bulamayanları şu devletten “1984–1990 arası çok çektik” parası alacakları var. Hepsinin hesabına 20 bin leva yatması lazım. Lütfen şu işi hallediver. Unutma lütfen. Bir çekirge bir sıçrar, iki sıçrar ve üçüncüde düşer. Her sesin yankısı, her etkinin tepkisi vardır. Başa gelene acı gelen de odur.... Siz HÖH - DPS partisini nasıl tanıyorsunuz sorusuna verilen son yanıtlar: Miting yapıyor, oy topluyor, pilav yediriyor, iş yapmıyor! Davamız, bir günlük, bir haftalık, bir yıllık ya da on yıllık bir uygulama değildir. Asır boyu hasır altından ve üstünden gelen, yayılan, boğan ve her an kimliğimize saldıran bir zalimlik sorgulayışıydı. Bazı miting konuşmaları da bu siyasetin hala devamıdır. Ve bu asırlık amansız saldırıda yukarıda açmaya çalıştığım soyumuz, dinimiz ve kültürümüz hedefli dur durak bilmeyen hışım, 2014 Aralığında İstanbul 3. uluslar arası sempozyumunda ilk kez Bulgarlarla Birlikte Masaya Yatırıldı. Masaya oturmadan, uzlaşmaya varmadan, ortak hedefleri belirlemeden ne öfke ne nefret diner, ne de düşmanlıklar durulur. 18 - 20 Aralık 2014 İstanbul buluşmasında yeni bir tarih sayfası açabildik! Tek taraflı mitingler ancak bıçak bilemektir. Yaptığımız ortak forum 2014’ te ulaştığımız en büyük başarımızdır. Mücadelemiz derin öz anlam kazandı: Birlik Olalım! Artık konuşanlarlar değil, işi yapanlarla beraber olalım!!!


Makale ve Analizler - 2014

101

Yeni Politik Tavır

Şakir Arslanyaş-31.Aralık.2014

Yani Yılınız kutlu olsun! 2015’in hepimize sağlık, huzur, işlerimizde başarı ve aile mutluluğu getirmesini diliyorum. Geçen sene bizi okuduğunuz, anlatmaya çalıştığımız konular üzerinde düşünerek, öğrendiklerinizi yakın ve arkadaş grubunuza da paylaşıp tartıştığınız için teşekkür ederiz. Bulgaristan Stratejik Araştırmalar Merkezi BG-SAM olarak yeni yılda sizin için olayları izlemeye, analiz edip sonuç çıkarıp yorumlamaya devam edeceğiz. Elektronik adresimize yazıp sorularınızı, görüşlerinizi hatta yorumlarınızı gönderebilirsiniz. Memnun oluruz. En iyi ve en samimi dileklerimizle hep beraber olalım. 2014’te Bulgaristanlı Türk ve Müslümanlar için yeni ve belirleyici olan ne oldu? Başka bir değişle arkada kalan yılda ortaya çıkan ve hepimiz için hayırlı ve yararlı olması açısından 2015 yılını en fazla etkileyecek olan olay ya da olaylar nedir? Cevaplarken farklı görüşte olabiliriz, ama bu bizim bu yıl aynı yönde yan yana yürümeye devam etmemize engel olamaz. Biz aynı yolun yolcularıyız. Spn erdemimiz vatanımızda adalet ve demokrasinin hakim olmasıdır. Bir önceki yazımda Subaşındayız dedim. Bulduğumuz su, vatanımız olan Bulgaristan’da demokrasi mücadelesine artık yalnız olmadığımıza bir işaretti. Bu yola yerli demokratik güçlerle, sivil toplum örgütleriyle, yepyeni bir değerler sistemi isteyenlerle, Avro-Atlantik bakış yönü ile 21. yüzyıl uygarlığı konusuna farklı yanaşanlarla birlik kurabilme, koordineli hareket etme kapıları açıldığı anlamındadır. Böylece bir Avrupa Birliği’ne üye ve NATO müttefiki olan ülkemizde hukukun üstünlüğüne dayanan demokratik düzenin yerleşmesinde müttefikler bulduğumuzu sizlerle paylaşmıştım. Bu önemli açılım, “Etnik Temizlik ve Kültürel Soykırım” konulu İstanbul Bilgi Şöleninde gerçekleşti. Birçok bilim adamı ve Bulgaristan demokrasi mücadelesinden Edvin Sugarev gibi eski tüfekler, demokratik hukukçular, insan hakları savaşçıları, 2013’te hareket-


102

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lenin ve BSP - DPS - “Ataka” üçlü hükümetinin devrilmesinde başat rol oynayan protesto hareketinden öncüler görüşlerini İstanbul’da açıklayarak, Demokrasi Davamız Ortaktır şiarını yükseltiler. Demokratik dönüşüm ve insan hakları uğruna verdiğimiz mücadelenin geleceği üstüne çok büyük önem taşıyan 18–20 Aralık İstanbul uluslar arası sempozyumunu örgütleme, gerçekleşmesine son derece büyük katkılarından dolayı Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği BULTÜRK Genel Başkanı Sayın Rafet Ulutürk ve dernek yönetimine, ayrıca bir yılda 3. kez düzenlenen bu çok önemli teorik ve pratik atılıma reel katkı sağlayan tüm yetkililere ve katılımcılara teşekkür borçluyuz. İstanbul forumunun Bulgar kamuoyu üzerindeki etkisi ve yankılanması gecikmedi. 24 - 26 Aralık 2014 günlerinde Güneydoğu Rodoplar’da isimlerimizi değiştirme, bir insan soyu olarak, Türk dili, İslam dini ve özgün Müslüman kültürlü yerleşik bir halk topluluğu olarak yok edilmemiz barbarlığının 30. yılını protesto edilip törenle anıldı. Şehitlerimizin aziz hatırasına saygı duruşunda, öğrencilerin okuduğu şiirlerde mücadele ruhu yaşatıldı. Politik durum yeniden hulasa edilirken İstanbul Etnik Temizlik ve Kültürel Soykırım forumunda kristalleşen fikirler, olaylara sanki yön verdi. Öncelikle Türkiyeli konuşmacılar ve hazır bulunan gaziler aldatıcı “soya dönüş” yalanının bir daha ağza anılmamasında ve yazı dilinde kullanılmamasında birleştiler. Başımıza gelen, bize karşı devlet gücüyle uygulanan bir yok edişti, zulümle eritmekti, zorla asimile etmekti, kimliğimizi kültürümüzü geçmiş ve geleceğimizi tarihten silmekti ve hepimizi Bulgarlaştırma denemesiydi. Saldırı şeklinde uygulanan bir totaliter devlet politikasıydı, Amansızdı, çok can aldı, hepimizin canını yaktı. İkinci olarak, demokrasi mücadelemizin ve Mayıs 1989 Ayaklanmamız toplumsal dengeleri bozdu. Bulgaristan Komünist Partisi’nin totaliter rejimini sarstı ve düşürdü. Baskı ve terör uygulamasını, azınlıkları soy ve kültür olarak her yönüyle eritip yok etme yeltenişini durdurdu. Türkler zulüm erkini devirdi. Bu bakıma Bulgaristan Türklerinin 1989 Mayıs eylemi politik nitelikli bir ayaklanma olarak tarihsel rol oynadı. 2014 İstanbul sempozyumuna kadar Bulgar kamuoyu, demokratik cephe temsilcileri bu gerçeği kabul etmedi. 26 Aralık 1984 sabahı kurşunlanan Türkan kızın ölümü sözüm ona “bir kurşun sekmesi” sonucuydu. Bulgaristan Türkleri arasında yetişen en yürekli şairlerden Mehmet Karahüseyinov’un Türk isimlerinin değiştirilmesine ve Türk kültürünün yok edilmesine tepki olarak kendisini yakması da, onlara göre “psikolojik” bir olaydı.


Makale ve Analizler - 2014

103

Üçüncü olarak, 1989’un Ağustos ayından sınır kapısı açıldı. 72 gün içinde 350 bin Türk yerinden yurdundan söküldü, Türkiye’ye göçe zorlandı, vatanlarından kovuldu. Bu göçle Mayıs 1989 Ayaklanmasına katılanlar, protestocular, göstericiler, kitle eylemlerinde örgütleyici ve öncüler, saygın politik figürler ve bilinen aydınlar, öğretmen ve hocalar, şair ve yazarlar başta olmak üzere, direniş omurgası ve yönetici kadro ülkeden çıkarıldı. Bu devletin planladığı bir alan temizleme operasyonuydu. Ama o günlerde totaliter güçlerin hapislerde hain kadro yetiştirdiğini, Ahmet Doğan ve arkadaşlarına yeni bir parti kurdurulacağını, bu partinin Bulgaristanlı Türk ve Müslümanları kıskıvrak bağlayıp kendilerine zulmeden komünist rejimin Geçiş Dönemi adı altında devam eden iktidarında Sosyalist Parti (BSP) desteklemeye zorlanacaklarını kim tahmin edebilir ya da bilebilirdi. Dördüncü olarak, Bu kitlesel göçe zorlama olayı 2014 İstanbul sempozyumunda sert bir dille kınandı. Totaliter devletin gizli servis “DC” eliyle gerçekleştirilen Türkleri Bulgaristan’dan kovma operasyonuyla etnik halk topluluklarının doğal hakları ve yasal insan hakları uğruna hareketlenen demokrasi direnişleri baltalandı, dendi. Göçe zorlamakla güdülen amaç zulüm politikasını ret eden Türk ve Müslümanları yurttan kovmaktı. Onlardan kurtulmaktı. Bulgar demokratik hareketinin yeni eylemlerini kontrol arlına almak ve Türklerin ve öteki azınlıkların mücadelesi ile Bulgar demokratik aydınlarının yeniden düzenleme (perestroyka) başkaldırısını arasında kesişme noktalarını dinamitleyip birleşmelerini önlemekti. Bu defa İstanbul’da “Belene”li lerden, yargısız hapis yatanlardan, polis karakollarında zülüm görenlerden, yıllarca sürgünde kalan, kürek cezası çekenlerden, hor görülen ve cezalananlardan oluşan demokratik soydaş kitlesi ve onların öncülüğünü yapan sivil toplum örgütleri BULTÜRK vs. ile Bulgaristan’daki demokrasi hareketi temsilcileri 1984 - 1990 olaylarıyla ilgili görüş birliğine vardı. Türkler ve Müslümanlar haksız olarak zulüm gördüğü, Türkler vatanlarından göçe zorlandığı, kovulduğu kabul edildi ve bütün taraflarca belirtildi. Bulgaristan’da etnik temizlik ve kültürel soykırım yapılmıştır, dendi. Bugüne kadar Bulgar demokrasi hareketi temsilcileri, sivil toplum örgütleri, sosyalistler ve sosyal demokratlar ve bağımsızlar Türklerle ilgili gerçeği bu açıdan kabul etmiyordu. Sosyalist Parti’yi (BSP) arkalayan Hak ve Özgürlükler Hareketi HÖH - DPS bile bu konuda kesin tavır almadı, “Bulgarlaştırma” süreci, 500 bin Türkün vatan toprağından sökülüp atılması operasyonu sorumlularının cezalandırılmasına yanaşmadı. Bu parti etnik temizleme ve kültürel soykırım siyasetini son 25 yılda çok değişik biçimlerde fiilen sürdürdü. Sosyalist Parti (BSP) ile kurduğu ortaklıkla totalitarizm köklerinin sökülmesine engel oldu. Böylece de Bulgaristan Türk ve Müslümanlarının ekonomik, sosyal ve kültürel hak ve


104

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

özgürlüklerini elde etmelerine engel oldu. Ülkede hukuk üstünlüğü sağlanması, eşit haklı vatandaş toplumu kurulmasını da baltaladı. Beşinci olarak, İktidardan ve uluslar arası ve yerli demokratik kamuoyu önünde gözden düşen ve lanetlenen BKP iktidardan hemen el çekmek istemedi. Totaliter zihniyetli kadrolarının komünistken sosyalist olup şekil değiştiren iktidarda görev alma sorunu gündeme geldi. HÖH - DPS partisi buna engel olmadı. Soyumuzu, dinimizi, kültürümüzü yok edenlerle ortaklık kurdu. Katillerle pekişen ortaklık yalnız Türk ve Müslümanların haklarının verilmesi yollarını kesmekle kalmadı, ekonomik, mali, sosyal ve kültürel yaşamı çökertti. Bulgaristan borçtan baş kaldıramaz bir ülke oldu. Bugün ülkede savcılık, yargı ve maliye felç geçiriyor. Mesela Haziran 2014’ten beri üzerinde sık sık durduğumuz, bir özel banka olan Bulgar Kooperatif ve Ticaret Bankası (KTB) kurumundan 4.4 milyar leva aşırılarak Bankanın çökertilmesi ve ardından yeni hükümetin çalınan parayı devlet bütçesinden ödemeyi kabul etmesi ve ödemesi, akıl fikir erdirilecek bir olay değildir. Bankayı çökerten BSP - HÖH iktidar ortaklığıdır ve henüz kimseden hesap sorulmamıştır. İstanbul forumunda ilk kez Bulgar ve Türk sivil toplum örgütleri bu konuda da oybirliğine vardılar ve Geçiş Dönemi rüşvetçilerinin, banka soyguncularının, dalaverecilerinin vs. yargılanıp hapse atılması konularında birleştiler. Altıncı olarak, 1989’ün 29 Aralık günü Sofya’da bir Geniş Oturum çağıran BKP Merkez Komitesi, “Türkçe Konuşan Vatandaşlar ve Müslüman Nüfusla İlgili Ülkede Gerçeklerin Çarpıtılmasına Yol Açan Gelişmelerin Doğurduğu Sonuçların Aşılması” başlıklı bir rapor dinledi. Alınacak kararlar önceden hazırlanmıştı. O gün hava karlı ve çok soğuktu. Ülkenin değişik köy ve kasabalarından Millet Meclisi etrafına toplanan 2 bin Pomak vatandaş protesto yürüyüşüyle isimlerini ve din haklarını geri istiyordu. Meclis meydanına bir polis arabası geldi. İçinden Ahmet Doğan çıktı. Pomaklara hitaben “haklarınız verilecek” dedi. Hapiste kurs bitirmiş, Türk ve Pomakların “lideri” ödevini üslenmiş, hangi konuda ne zaman ne olacağı üstüne bilgilendirilmişti. O gün o meydanda, lapa lapa yağan karın altında beliren, sakalı aylarca sabun görmemiş bu gencin söylediği sözlere kulak veren olmadı. Bunu gören devlet görevlileri olayların seyrini kontrol ederken, Hasan Byalkov adında bir Pomak genci Meclis kapısından içeri aldı ve “isimlerin ve din haklarının iade edildiği” haberini ona söyletti. Böylece Ahmet Doğan BKP - BSP partisinin kararlarının sözcüsü ve uygulayıcısı oldu ve bu olay 19 Şubat 2013 günü Parti Kurultayında görevden alınıp “fahri başkan” seçilene kadar devam etti. Bugün artık olaylar değişti. Bulgar demokratları da Ahmet Doğan’ın kim olduğunu, Bulgaristan Türkleri ve Pomaklarının


Makale ve Analizler - 2014

105

hak ve özgürlüklerinin verilmemesi için görevlendirildiğini, yemlendiğini, ödüllendirildiğini, korunduğunu ve kullanıldığını biliyorlar. İstanbul toplantısında konuşma yapan protestocular “2013 yazında Ahmet Doğan Mafya!” sloganını taşıyan gençlerdi. Foruma katılanlar etnik temizlik ve kültürel soykırım kurbanı olan Bulgaristanlı Türklerin bir de ajan ve hain, totalitarizm hademesi Ahmet Doğan ve Lütfü Mestan gibi kişiliksizlerden gelen aforoz edici saldırılarına kurban olduklarını kanıtlayan belgeler açıkladılar. 24, 25 ve 26 Aralık anma törenlerinde şu son gelişmelere kör ve sağır kalınması düşündürücüdür. Yedinci olarak, 29 Aralık 1989 BKP MK kararında Türk, Türk kültürü, Türk dili, anadil, anadilde anaokulu, anadilde ilk okul, anadilde ortaokul, lisede anadil dersi vs. vs. yoktu. O günlerde artık 500 bin kişi yurttan kovulmuştu. Etnik temizlik, kültürel soy kırım, Bulgaristan’ı Türklerden ebediyen temizleme gerçeğini durdurmadan söz eden cümle yoktu. Bu karar aslında etnik temizliğe ve kültürel soy kırıma Sosyalist Parti yönetiminde ve 10 Ocak 1990’da kurulacak olan HÖH - DPS partisi eliyle ve aktif katılımıyla uygulanacak baskı ve sindirme siyasetiyle devam edilmesini öngören bir stratejik karardı. Olay bu kadar basitti. Ne yazık ki, o zaman bu gerçeği görebilen, görmek isteyen ya da görmek için çaba harcayan pek kimseciklerimiz yoktu. Düşünebilen, öngörebilen, yeni tehlikeleri sezen Türkler ülkeden kovulmuştu. Geri dönenlere de “senin burada işin yok al başını defol git” diyenler kol geziyordu. Bu olay 25 yıldan beri böyle devam etti. İlk kez 2009’da Bulgaristanlı Türkler gerçekleri görebildiler. 100 bin kişi birden HÖH - DPS partisi listesine genel seçimde oy vermedi. 2013’ün 12 Mayısında yapılan erken genel seçimlerde bu rakam 200 bini bulurken, Ekim 2014 erken genel seçimlerinde 250 bin Bulgaristanlı Türk Doğan-Mestan ikilisine “Dur!” dedi. T.C. deki soydaşlardan 150 bin oy beklenirken ancak 59 bin oy geldi. Parti 38 milletvekilini bu kez Roman oylarıyla çıkardı. Tilkinin dönüp dolaşıp çalacağı son kapı Kürtçü dükkânı kapısıdır. Bu gidişle hapishane kurslarından gelenlerin gideceği son yer yine cezaevi olacak benziyor. Hadi hayırlısı... HÖH - DPS “liderleri” hiç kimseden ders almama konusunda kararlı ve yeminlidir. Politik tavırlarını asla değiştirmediler ve soykırım siyasetine kaskatı bağlılıklarından da şaşmıyorlar. HÖH - DPS liderleri başımıza gelmeyeni bırakmayan totaliter faşistlere 25 yıl hizmet ettiler. Hala da ediyorlar. Şu bizim totaliter-faşistlere şaşmadan hizmet edip “Türkleri sayada koyun misali kapalı tutma” politikasının temel sözleşmesi 29 Ara-


106

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lık 1989’da (kendisine hiç birimiz yetki vermeden, hepimizden habersiz) Ahmet Doğan tarafından imzalandı. Bu anlaşmanın altına mühür vuran ise yeni başkan Lütfü Mestan’dır. Mühür erkek erkeğe bir öpücüktür. 2013’te Sofya “Kartal Köprü” mitinginde Lütfü Mestan, o zaman Sosyalist Parti Başkanı olan Sergey Stanışev’i ağzından öptü. Bulgar adetlerinde şu erkek erkeğe ağzdan öpüşme: “olan olmuş, özür dilemene gerek yok, kimse sorgulanmayacak ve hiç kimseden hesap sorulmasına izin vermeyiz!” anlamına gelir. Böylece 1984’un Aralık ayı ile 1985’in Mart ayı arasında verdiğimiz 40 şehidimiz! 518 Türkün “Belene” ölüm kampı çilesi! Binlerce ve binlerce kardeşimizin hapishanelerde çürütülmesi! Çocuklarımızın 60 yıldan beri Türk okulunda rahleye oturamaması vs. vs. suçlar sözde Doğan-Mestan ikilisi tarafından “AF” edildi ama halkımız tarafından asla ve asla “AF” edilmedi ve edilmeyecektir. Şimdi bu Lütfü Mestan miting kürsülerinden saçmalamaya devam ediyor. Dinleyenler şaşsak mı yoksa ağlasak mı ikilimi yaşıyor. Sekizinci olarak, Herkes Değişiyor ve Değişecektir. İstanbul 3. Etnik Temizlik ve Kültürel Soykırım sempozyumu Sofya basınında yankılandı. Televizyonlar “Bulgarlaştırma” süreci sorumlularının cezalandırılması konularını gündemden indirmiyor. Gazeteler Aralık 1984 - Mart 1985 olayları için “Olağanüstü Karanlık ve Tiskindirici Bir Olay!” başlığı ile çıktı. “24 SAAT” gazetesi “Bulgarlaştırma Süreci Ayrıntıları” üstüne bir seri yayınlamaya başladı. 2015 yılı eşiğinde Bulgar hükümetinin yeni politik tavrınuı Başbakan Boyko Borisov belirledi: “Ne kadar geç olarsa olsun, Bulgarlaştırma, Etnik Temizlik ve Kültürel Soykırım süreci sorumlularından hesap sorulmalıdır!” – Konulu yeni politik duruşunda, “Bulgarlaştırma” sürecine bir cinayet ve Bulgaristan halkı için bir yüzkarasıdır, mutlaka temizlenmelidir” dedi. Bulgaristan Sosyalist Partisi Türk ahalisine hak ve hürriyetlerini bir parça ekmek gibi atmakla, kendisinden hesap sorulmaması hakkı elde etti, HÖH - DPS partisi bu işte ona çeyrek asır hizmet verdi, suçluları kolladı, dedi. Başbakan Borisov, son yıllarda Bulgaristan’da dolandırıcılık, rüşvet ve yalan dolan işlerinin alabildiğine geliştiği bir ortamda, eski ve yeni suçluların aynı kişiler olduğuna işaret ederek, suçluları cezalandırma zamanı gelmiştir, şeklinde konuştu. Halk Meclisinde GERB partisinin “Bulgarlaştırma” politikasını kınayan bir bildiri onayladığını anımsatırken, bu gibi cinayetlerin affı olmaz, diye belirtti. Olay budur.


Makale ve Analizler - 2014

107

BULTÜRK Kültür ve Hizmet Derneğinin 2003’ten beri yakmaya çalıştığı kav artık alevlendi. Yalnız Türkiye’de soydaşlar arasında değil, Bulgaristan demokratik kamuoyunda destek bulan haklı davamız, Başbakan Boyko Borisov tarafından artık tam destek buldu. Büyük davamızda yeni bir sayfa açıldı. Yeni politik tavır saptandı! Hepimize kutlu olsun: Nice yıllara.

Kültürü Yok Olan Milletin Varlığı Söz Konusu Değildir!

Alptekin Cevherli-31.Aralık.2014

Milletlerin kültürü parmak izi gibidir der Abdülkadir Duru, gerçekten de bir milleti diğerlerinden ayıran en önemli unsur kültürdür. Günümüzden 3 bin yıl önce yaşamış bir kavmin zamanımıza ulaşan bir çömleğinden, o çömleğin üzerindeki desenlerden, kullanılan kilin cinsinden ve kimyasal yapısından, çömleğin şeklinden, sırrından, pişirilmesinden hangi millete ve medeniyete ait olduğu pek rahat anlaşılır. Sadece bu fiziki kültürel öğeler için böyle değildir. Aynı zamanda sözlü kültür için de soyut kültür varlıkları için de bu böyledir. Ve milletler bu özelliklerini korudukları müddetçe varlıklarını, isimlerini ve cisimlerini devam ettirebilirler. Kendi kültürlerini terk etmeye başladıkları andan itibaren kabul ettikleri kültüre ait millet içinde asimile olmaya başladılar demektir. Türkler, yaklaşık 2300 yıldır Balkanlar’da hâkimiyet tesis etmiş, sayısız devlet kurmuş ve hatta Balkan yarım adasının en eski milletlerinden biri olmuşlardır. Bugün Balkan milletleri olarak bilinen pek çok kavim, Türklerden sonra Balkanlar’a gelmiştir. Ancak Batı tarafından bizden çok daha fazla Balkanlı veya Doğu Avrupalı kabul edilmişlerdir. Meselâ Slavlar veya Germenler buna en güzel iki örnektir... Türkler Hunlar, Kıpçaklar, Kumanlar, Oğuzlar, Peçenekler, Samiler, Ugurlar, Hazarlar, Tatarlar vb. pek çok boy veya devlet adıyla Balkanlara yerleşmiş ve yaşamışlardır.


108

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ancak konu başlığımızdan da anlaşılacağı gibi askerî yönden elde edilen başarılar ve sürdürülen hakimiyet kültür alanında gösterilemediği için bu saydığımız Türk kavimlerinin neredeyse tamamına yakını asimile olmuş ve hatta zamanla Türk Milleti’nin ve İslâmiyet’in baş düşmanı haline gelmişlerdir. Türklerin 2300 yıllık Batı’ya göç serüveni sayesinde dünya tarihinde “kavimler göçü” olarak adlandırılan ve bugünkü dünya siyasi haritasının temellerini atan insanlık tarihinin en büyük göç hareketi yaşanmıştır. Bu sayede Saksonlar kıta Avrupası’ndan İngiltere adasına, Vizigotlar Doğu Avrupa’dan İspanya yarımadasına, Slavlar kuzey doğu Avrupa’dan Balkanlar’a, Vandallar Doğu Avrupa’dan Afrika’ya, Franklar Orta Avrupa’dan Batı Avrupa’ya vb. pek çok kavim de başka yerlere göç etmişlerdir. Böylece bugünkü dünya haritasındaki milletlerin temelleri atılmıştır. Buna neden olan Türkler ise askeri yönden zayıfladıkları andan itibaren asimile edilmeye başlanmışlar, millî benliklerini, kültürlerini unutmuşlardır. Hıristiyanlığın Avrupa’da yayılması ve Roma İmparatorluğunun resmi dini olmasıyla birlikte ise askeri başarısızlıkların sonuçlarının yanı sıra misyonerlik operasyonlarıyla da Türklükten uzaklaşmaları ve hatta asıllarını inkâr ederek adeta birer mankurt gibi azılı birer Türk düşmanı haline gelmeleri sağlanmıştır. İşte Todor Jivkov dönemi Bulgaristan’ı bunun en açık örneğidir. Bulgarların önemli bir kısmı genetik olarak Türk olmalarına rağmen Belene hapishanelerinde Müslüman Türklere akıl almaz işkenceler gerçekleştirerek onların dinlerini, isimlerini ve dillerini gasp etmeye ve zorla Slavlaştırmaya çalışmışlardır. Bu aynı zamanda soyut ve somut kültür varlıklarının da soykırıma tabi tutulmasını elbette beraberinde getirmiştir... Bugün Finliler, Estonlar, Bulgarlar, Macarlar, Samiler vb. pek çok Türk boyu kültürel soykırıma tabi tutularak millî benliklerini kaybetmişlerdir. 9’uncu yüzyılda Kuman ve Kıpçak Türkleri Balkanlar ve Doğu Avrupa’da kurdukları büyük devlet ile bölgeyi hakimiyetleri altına alırken, zamanla Hıristiyan misyonerlerin etkisiyle asimile olmuş ve Anadolu’ya düzenlenen Haçlı seferlerinden de nasiplerini alarak Balkanlarda ciddi askeri baskılara maruz kalmışlar ve zamanla Hıristiyanlaşarak özlerini kaybetmişlerdir. Slavların kuzeyden güneye doğru hareketleriyle de Slavlarla karışmışlardır. Hatta Kuman Türklerini Hıristiyanlaştırmak için yapılan çalışmalar öyle boyutlara varmıştır ki, dünyada ilk kez 12’nci yüzyılda Latin alfabesi ile Türkçe İncil ve Latince’den Kuman Türkçe’sine sözlük yazılmış ve Türk ülkelerinde dağıtılmıştır. Bugün için sarı saçlı mavi gözlü olarak bilinen Slav tipi aslında KumanKıpçak Türklerinin tipidir.


Makale ve Analizler - 2014

109

Fin –Ugur Türkleri de 9’uncu yüzyılda Ural Dağları’nın bulunduğu bölgeden Batıya doğru göç etmiş ve bugünkü Finlandiya ve Estonya’nın bulunduğu bölgeye gelmişlerdir. Ancak kurdukları devlet kısa bir süre sonra İsveç Krallığı tarafından işgal edilerek 900 yıla yakın bir şekilde asimilasyona maruz kalmışlardır. Ta ki 19’uncu yüzyılda Ruslar tarafından bölge işgal edilene kadar Fin Türkleri Hıristiyanlaştırılmışlardır. Rus işgali ardından Rusya’daki 1917 Ekim Devrimi kargaşasında yani yaklaşık 1000 yıl sonra bağımsızlıklarını yeniden kazanmışlardır. Bugün için Finlandiya’da ve Estonya’da gelişen Türkoloji çalışmalarıyla Türk soylu olduklarına dair bir bilinç oluşuyorsa da henüz çok yetersizdir. Macarlar ise zaten kendilerine “Hungary” yani “Hunlar” demektedirler. Ancak onlar da Avusturyalılar ve Almanlar tarafından çok ciddi bir asimilasyon sürecine tabi tutulmuşlardır. Hatta o kadar ki, Osmanlı Türk Devleti’nin Doğu Avrupa’da ilerleyişini yavaşlatan ve durduran güçlerden biri de Macarlar olmuştur. Buna rağmen Osmanlı idaresinde kaldıkları yaklaşık 150 yıllık süre zarfında ortak Türkçe kelimeler ve henüz yok olmamış bazı adetlerin ortaklığı bir bilinç sürecinin oluşmasını sağlamış ve din farkına rağmen ve gelişen Türkoloji çalışmalarının neticesi Macaristan’da Türk partisi Jobbik 2002 yılında kurulmuş ve yaklaşık % 15 - 20 civarındaki oy ortalaması ile ülkenin en önemli siyasi güçlerinden biri haline gelmiştir. Laponlar ve Samiler de yine 9’uncu yüzyılda Batı’ya ve Kuzey’e doğru harekete geçmiş ancak tam bir hakimiyet kuramamışlar ve İsveç Krallığı’nın, Slavların ve Vikinglerin işgalinde 1000 yılı aşkın bir süredir kalarak dinlerini ve dillerini önemli ölçüde kaybetmişlerdir. Ancak halen Finlandiya, Norveç ve İsveç’in kuzeyi ile Rusya’nın kuzeyinde ve Sibirya’da dağınık halde yaşamaktadırlar. Bulgarlar ise Büyük Bulgar Hanlığı’nın doğu ve batı diye ayrılması ardından Doğu’da kalanlar Kazan kenti etrafında Müslüman olarak Volga boylarında Tataristan’ı kurarlarken, Tuna boylarına göç eden Bulgarlar ise İstanbul’u birkaç kez kuşatmış fakat Bizans’ın ve ardından Slavların baskısıyla önce Hıristiyanlaştırılmış ve ardından asimile edilerek Slavlaştırılmışlardır. Hatta o kadar ki Balkan savaşlarında Osmanlı Türkleri’ne karşı en acımasız baskıyı yapanlardan biri de Bulgarlar olmuştur. Diğer yandan Volga boylarında kalan Müslüman Bulgarlar ise Türk Dünyası’nın önemli bir öğesi durumuna gelmişlerdir. Peçenekler asimile olmalarına rağmen nispeten varlıklarını devam ettirmiş ve Müslüman olarak bugün Pomak olarak bilinen Türklerin oluşmasını sağlamışlardır. Görüldüğü gibi kültürel asimilasyon genelde din yoluyla gerçekleştirilmiş ve ardından nasılsa aynı dine inanıyoruz denilerek diğer milletlerin içinde asimile olmaları sağlanmıştır. Bunun tek istisnası Moldova’daki Gagauz özerk


110

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

devletinde yaşayan Gagauz (Gökoğuz) Türkleri olmuştur. Hıristiyan olmalarına rağmen millî benliklerini korumuşlardır. Ancak şu da var ki, sayıları hızla azalmakta ve Özellikle Yunan kilisesi tarafından hızla asimile edilmeleri üzerine çalışmalar yapılmaktadır. Osmanlı döneminde Balkanlara giden Müslüman Türkler ise millî benliklerini ‘kısmen’ koruyabilmişlerdir. Ancak şu anda ise Balkan Türkleri hızlı bir Arnavutlaştırma politikasıyla karşı karşıyadır. Bu konuda acil olarak bir çalışma yapılması şarttır...

Gelmediler!

Neriman Eralp Kalyoncuoğlu-31.Aralık.2014

Turnalar gibi süzülerek, Çifte kumrular gibi uçarak, Vatan diyarına sonsuz özlemle Ve hiçbir zaman hiç bir şeyi unutmamak, Şan ve şerefimizi devralmak ve Bayrakları daha da yükseltmek için Geleceklerdi... Ama gelmediler, Her elden bayrak alınmaz, dediler, Beklemeye karar verdiler! Ama Mutlaka Gelecekler! Uçaklarla, otobüslerle, özel araçlı alaylarıyla, yürüye yürüye gelecekler. Zaten onlar her an ve her yerde bizimledir. Gözlerimiz yollarda değil, onlar yanımızda aramızdadır. 26 Aralık 1984 kimliğimizi yaşatma davamızın ilk kurbanı şehit Türkan kızımızın akranlarını topluca bekledik. Dede ve ninelerin, ana ve babaların bu defa anma töreninde meydanlarına her zamankinden daha kalabalık toplanma nedeni buydu. Gençler gelecekti. 30. jübile yıldönümüydü. Yüce Davayı törenli devir zamanı gelmişti. Bayrakların kuşaktan kuşağa verilecekti. İnançlarında olan: gazi


Makale ve Analizler - 2014

111

ruhunu ebediyen yaşatmak; şehit kanının yerde bırakmamak; hiçbir şey asla unutmamaktı! Devri dava günüydü. Türk kimliği, din ve üstün ahlak – özgün kültür özümüzü yaşatandı. Artık gücü bastondan alan, aldıkları ilaçların gününü ve saatini sık sık şaşıran, birbirlerine hatırlatmasalar günleri unutan onursal kuşağımızın beklemekten çökmüş gözleri umutla yaşardı. Hak ve adalet duygusu, hürriyet ve sevgi dediğin çok yüce bir erdemdi. Öz davamızın ufkunda hür ve adil bir vatan, herkes için barış ve huzur, tüm insanlar arasında kardeşçe beraberlik sembolü olan Hak ve Özgürlük coşkusu, atılımlarda dalgalanan bayrağımız vardı. Onlar bugün 25 yıl önce eşlerinin onları mahpustan, özüm kamplarından beklediği gibi sıra düzmüş geçleri bekledi. El öpmelerini, kokularını özlemişlerdi. Onlara en kutsal olanı var oluş davalarını devredeceklerdi. Haber gönderenler Hain Elinden Bayrak Devralmayız! demişlerdi. 25 yıl yerinde sayanlar bundan sonra da yürüyemez demişlerdi. Ömür boyu müzevirlik, ajanlık, hainlik edenler Kahraman Olamaz! demişlerdi. Siz ocak söndürmeyin, bir zaman belirler, ansızın geliriz, demişlerdi. Yönetimi düşman uşaklarının, hasım ajanlarının, dava döneklik ve kutsallığımıza hainlik edenlerin eline geçenler yalnız kılıf kıyafet değiştirmekle kalmamış öz de değiştirmişlerdi. Hainler düşmanın 100 yılda yapamadığını 25 yılda yaptı, haklarımızı yaktı, külünü savurdu. Hainler düşmanla sarmaş dolaş oldu. Varımızı yoğumuzu ganimet sayıp talan sofrasına oturdular. Hak ve Özgürlük davamızı Boğaz Tokluğu Davası haline getirdiler. Kendini açlıktan yakanlar ülkesinde yaşıyoruz. Dibin dibine inip, zindanın en karanlığını ararken fakirlik, yoksulluk, sefalet ve sefilliğin hangi geçim asgarisinin ne kadar altında ve tam neresinde bulunduğunu artık tamamen kestiremiyoruz. Mutfağımızda kepçe yok, büyük kaşıkları toplayıp sakladık, çocuklarımıza demokraside en büyük kaşığın çay kaşığı olduğunu anlatıyor, böylece bir yudumu beş yudumda yediriyoruz ki, safradan aç kalktıklarının fark etmesinler. Biz her gün bir şeyler icat ediyoruz ama sizin kadar büyük yalanlar uyduramadık. Biz aldatıldık. Bize vatanın yenmediğini, neme lazım olduğunu söylediniz, oysa vatansız olmuyormuş. Bize vatan toprağından uzak kalmanın da mutluluk olduğunu söylediniz, ama olmuyormuş. Türkler kendilerine yapılan kötülüklere, zulme öfke tutmaz dediniz, ama bu da yalan. Her gün, her gece Türklüğümüz uğruna can feda edenler gözlerimizin önünde, tanklar, toplar, silahlı asker ve polisler analarımızın babalarımızın üzerine yürüyor.


112

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Babam tutuklanmış, kolları kelepçeli her gece götürülüyor. Hafızam buram buram nefret, buram buram öfke, buram buram hınç kaynıyor. Nefesimde öç alma kokusu var. Dim dik yürürken suçluların 30 yıl cezasız kalması beni deli ediyor. Ruhum af edilmez diyor. Zulme zaman aşımı olamaz! Halkıma 100 yıl zulüm edildi. Bunu yapanlar modern uygarlığa dokunamaz! Avrupa yargı değerlerinden, yeni bakış açısından söz edemez! Atılacak ilk adım insan düşmanlığının her türünün, milliyetçilik, ırkçılık ve öteki düşmanlığının her türünün ve her belirtisinin başını mutlaka ezmek gerekirdi! Bu yapılmadı, yapılmadan utananlar anma törenine gelmediler. Gençlerimiz dava devir törenine “demokratik” Bulgaristan gerçekliğinden utandıkları için gelmediler. Hapiste olması gerekenlerin kürsüden konuşması, mecliste olması, devlet ve parti adına konuk ağırlaması ve kuyruklu yalanlarına devamlı yenilerini ekleyerek ömürlerini uzatması ne tuhaf, ne utanç verici değil mi? Biz gençler, şu bizim bayır ve yamaçlara son 25 yılda yalnız otobüs garı kurulmasına da şaşıyoruz. Sanki biz göçebe bir milletiz. Sanki bir yerlere gitmeliyiz! Sanki bir bekledikleri var. Bizim vatanımıza başka birileri gelip bizim yuvamıza yerleşip sanki mutlu olacaklar. Sanki bu bayırlar, ayazmalar, pınarlar, dereler, tepeler, kabirler, dikilmiş açlar, boş kalmış tarlalar, viran evler, hala açmaya devam eden ve koparılmadan solan çiçekler ve topladığımız bal bu sene de sandıkta kaldı diye vızıldayan arılar bizim değil! Biz gençler bu duruma üzgünüz. Altın kesen tütün tarlalarımızı bırakıp tuz torbasını sırtlayıp Avrupa ülkelerinde, İsveç, Türkiye, Kanada ve Amerika’ya, hatta Avustralya uçup yeni Ekmek Teknesi yaratmak zorunda kaldık. Bu çok acı değil mi? Bunun da hesabı sorulmayacak mı? Gelmeyişimiz, yönettiğiniz ve dayatılan Bulgar demokrasisinin kısırlığına isyanımızdır. Bu bizim, HÖH - DPS partisinin yalan öğüten bir ihanet değirmeni haline gelmesine başkaldırımızdır! Üzgünüz, çünkü terimiz başka topraklar suluyor. Üzgünüz, çünkü ümitlerimiz başka diyarlarda parlayıp sönüyor. Başımız nerelere dönse memleket hep gözlerimizin önünde, burnumuza kokan umutlarımız hemen yeşeriyor. Mitingteki yaşlı gözlerde paramparça oluşuktan hüzün okunuyordu. Yılların bilgeliği didik didik didilmiş acılarda konuşuyordu. “Belene” kampında ölüm beklerken yılmayanlar gençlerimizi dava devir törenine beklerken yürekler buruktu. Yapamadıkları işlerin dinmeyen sızısı vardı içlerinde. Acıyan geçmişin savmayan acısıydı.


Makale ve Analizler - 2014

113

Onlardan hiç biri hürriyetlerin en küçük zırnığını, adaletlerin en küçük bir parçasından bir kırıntıyı, hatta ufacık olduğundan dolayı göremediği bir ayrıcalık hakkını kendileri için talep etmeyi bile düşünmemişlerdi. Edinimler onlar için ekilecek tohumdu. Ekmeden bitmez, yetişmez, bağlamaz, sarmaz, püskülleşip tozlaşmaz inancı onlarındı. Hürriyet ve adaletin harman dolusu olacağına inanıyor ve ihtiyacı olanlara istedikleri kadar dağıtacaklarına ve her şeyi kardeşçe paylaşırken mutlu olacaklarına inanıyorlardı. Dava bunun için verilmişti. Şimdi yaşlanmışlar ve yılların birikimini dalgalanan bayraklar altında devretmeyi bekliyorlardı. Onları en fazla üzen ise tarlaların nadas, hayatın durmuş olmasıydı. Tüm olumsuzluklara karşın, gaziler genç kuşağımızın da kendisi için değil halkımız için savaşacağına inanıyorlardı. Anı Çeşmesinde Dava Bayrağını Devir Töreni Yapılamadı! Dava devrinde bayrak töreni için Mestanlı’da da asker gibi dizildiler. Devre hazır olanlar kasketli, neneler bürgülü ve birçokları iki kat büklüm ama hepsi son yolculuğa çıkarken beraberinde yalnız çekilerini götürmek isteyen güzel insanlardı. Arkalarında kahır, acı, çeki, kıtlık ve yokluk kalmasın diye illetten saydıklarını beraberlerinde almayı niyet etmişlerdi. Türklük onurunu, insana olan sevgi ve saygıyı, Türk ve Müslüman gibi yaşama üstünlüğünü hoşgörü ve kardeşliği genç kuşağa cani gönülden devretmeye gelmişlerdi. Oysa ne oldu? Karşılarına dikilenin adını artık hiç kimse ağzına almak istemiyordu. 30 yıldan sonra da kendini Türk lider olarak tanıtan, Türklere Bulgarca konuşuyor, bir takım danışlı dövüş cezalardan yakınıyor, daha 1990’da esemeleri tamamen silinenmiş olanların sırtlarını sıvazlayarak onları palazlandırıp hortlattığını gizliyor, onları düşman gösterip kitleye dert yanıyordu. Kiminle yiyip içtiği, kiminle gizli görüştüğü, kimin elini öptüğü bilinmese belki kendisine inanan da olurdu. Bizim başımıza sarıca arı sepeti geçirenlerden biri de kendisiydi. Yediden yetmişe hepimizi yok etmeye kalkanların oğullarıyla Sofya “Kartal Köprü”de sarmaş dolaş barışan, erkek erkeğe öpüşen oydu. Hiçbir hakkımızı geri almamış olsak da gidip pes edip teslim olan da oydu. Hesap sormaktan vazgeçince, hainler babasını saraya yerleştirip koruma verdiler. Günümüzdeki sahte sosyalistlerin totalitarizm-faşisti babalarının zulmünü yanlarına bırakanların sefa devri böyle başladı. İradesiz, onursuz ve fikirsiz olduğundan ipi nereye çekilirse oraya giden ve art arda pot kıran karşılarında kime boyun eğmesi gerektiğine zor karar veriyordu. Bu anma töreninde neden bir tek Bulgar yok diye soran olmadı.


114

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Meclise 20 Bulgar milletvekili soktuk, 2 de Roman - Çingene girdi, dava ortak değil mi, onlar nerede deyen olmadı. Mestan’ın kişisel çıkar hesaplarına dayanan davranışları bütün hak ve özgürlük hareketini yok olma tehlikesine itiyordu. Herkes bunun farkındaydı. Bunu bilen geçler “bizi boş işlere alet etmeyin” deyip gelmediler. 2 milyon Türk ve Müslüman’a çektiren zihniyete hizmet etmek büyük bir hainliktir. 500 binmemizi ana toprağından söküp atan zihniyetle laubali olmak da hainliktir. Tüm gençliğimizi bir lokma ekmeye muhtaç bırakmak da af edilir bir suç değildir. Bu hesapsızlık ve kötülüğün Türk ve Müslümanların vatanlarından kovulması için yapıldığı dikkate alındığında, bu da bir hainlik türüdür. Çünkü hak ve özgürlükler davasının özünde kendi yurduna halkına yararlı refah içinde yaşmama hedefi vardır. Yaşayışımızı zindan edip, topluluğumuzu parçalayarak, dağıtarak cehennem azabıyla doldurmak da hainliklerin en büyüklerinden biridir. Şu kafası boş lider bozuntularının anlattıkları saçmalıkların hepsi günümüz için anlamsız ve yararsız olduğu gibi zarar vericidir de. 25 yıl kimseye bir yararı dokunmayanlardan iyilik beklemek boşadır. Her mitingde yeniden anlattığı saçmalıklardan biri de Türkçe konuşmuşmuş da ceza almışmış da, mahkeme açmışmış da, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesiymiş de vs. vs. git sen bunu en baş komünist kaynatan Hasan’a anlat! Git sen bunları Hainler Babası Ahmet Doğan’a anlat! Git sen bunu en yakın dostun olan zorbacılar torunu Sergey’e anlat! Bulgar totaliter faşist devleti biz Bulgaristan Türklerinden yalnız 1989 Ağustosunda 10 milyar leva Türkçe, Türklük, Müslümanlık, dil, yazma, konuşma, Türk gibi ağlama, din, iman, Türk gibi sevme ve sevilme cezası aldı. Senin bundan haberin var mı? Biz bu yoldan döndük. Sana ceza kesilmesini yasallaştıran kanunu sen son dönemde yani 2013’te iktidarda iken BSP - DPS - “Ataka” üçlüsü olarak birlikte yazdınız, okudunuz, onayladınız ve uygulamaya koydunuz. Ucu sana dokunmuş. Eh, olacak o kadar! Kafandaki şeytanlıkta bizi yıldırmak vardı. Onlar ne kadar sıkıntılı, ezilmiş ve aciz ise, ben kendilerini o kadar daha kolay idare edebiliyorum, saplantısı var sende. Saraydaki da öyle düşünüyor. Bizi tuzaklara itip ardından ben sizi kurtardım demek, planları senin. Ama geçti o günler. Derman için çalacağımız kapıları kapayan da sensin. Sen, bize karşı işlenen suçların ebediyen af edilmez olduğunu 41. Meclis’te engellemeye çalıştın. Sen, sakalın ağırmış da olsa, bir gön suratlısın. Biz bu mitinglere seni dinlemeye gel-


Makale ve Analizler - 2014

115

memiştik, gençlerimizi bekledik. Onları özledik. Davayı devretmeye gelmiştik. Miting konuşmalarında anlattıklarının adı, haddini bilmemektir. Birçok yerden konuşmacı da toplamışsın: Biz bu anma törenlerine, gerçekleşmeyen dava devir merasimine kendimiz geldik. Senin davet ettiğin konuşmacı konuklarla ilgili de iki sözüm var. 100 yıl devam eden kimlik, adalet, hak ve özgürlük mücadelemizin Türkan Çeşme 2014 töreninde söz verilen, birçok kurban alan davamızda sözde ilk kıvılcımları çakan Necmettin Hak zahmet edip Dovriç’ten geldi. Hapishane sırdaşları önünde yaptığı konuşmada, 30 yıldan beri Bulgaristan Türklüğüne ve Müslümanlığa boşa kürek çektiren Ahmet Doğan hainini, Bulgaristan Türklüğünün başına örülen çorapları, gizli servisle bağlarını, yapılan hainliğin hedeflerini ve bu iş için alınan paraları, saray şeytanlığını açıklama, halkı aydınlatma, gençlerle birkaç ibret dersi paylaşma umudu doğdu. Olmadı! Hainliğin bir sır işi olduğuna bir daha inandık. Söyleyeceğin bir şey yoksa gelmeseydiniz, herkesi bir daha ve bir daha hayal kırıklığına uğratmaya ne gerek var. Durum ortada, halkı daha fazla aldatıp umutlandırmaya gerek yok. Karşınızdaki insanların yaş ortalamasına bir baktığınızda tüm gerçeklerin bütün ayrıntılarını bildikleri zaten belli oluyor. Maalesef, Sayın Hak, kurulmuş bir saat rolünden kurtulamadınız, hep aynı melodiyi çalmaktan usanmadınız mı? Yaşınıza saygıdan ağır söz yazmak istemesem de, söyleyeceğiniz bir şey yoksa bir daha zahmet etmeyin lütfen. Ölmüş eşeğin mallarını sökmeye gerek yok. Devrimci dönüşüm davası sıçramalı gelişmez. İlk önce politik sahneye 1985’te, sonra 1990’da ve ardından 2014’te çıkmanızın anlamını açıklamadınız, bildiklerinizi dökmediniz. Biz günleri dolmuş hainliğe mezar kazıyoruz. Bu işte bizim de tuzumuz olsun diyorsanız, çorbaya sonradan konan su lezzet bozar. Zaten dibin dibinde ve zindanın en karanlık yerindeyiz. “Türkan Çeşme” mitinginde mikrofon kapan BAL-GÖÇ Başkanı Prof. Dr. Yüksel Özkan’a da selamımız olsun. Sizin 3. cümlenizde baba ve dedelerimizi Cuma Namazına acele edelim havasına sokmanız dikkat çekiciydi. Karşınızda duran ve her sözünüzü işitmek için kulaklarını minareye değil kürsüye çevirmiş o yaşlıların kılınmamış kaza namazı yoktur. Baba ve dedelerimiz eda namazlarını kılıp onurla gelmişlerdi o törene. Kendilerini incittiniz! Sizin HÖH - DPS yönetiminde gruplaşmış, yarısından fazlası bugün de Türklük ve Müslümanlık kuyusu kazan dolaplar çeviren kişilerle fazlasıyla yakın olmanız, bazılarına yersiz destek sağlamanız, halkı oyalayanlara arka olmanız dinleyicilerden hiç birinin gözüne bakamamanıza neden oldu. Kimseyle


116

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

göz göze gelemediniz. Kutlama törenlerinde geçmişten çıkarılan dersler paylaşılır ve yön belirlenir. Bu da yoktu. Lütfü Mestan’ı desteklerken pervane çevirmiş oldunuz, dikkatten kaçmadı. 1984’te başlayan haklı davamızın daha ilk aylarında devlet zulmüne silahlı tepki gösterilmesinde 2 arkadaşı ile birlikte karar verip, kurşuna dizildiği 1988’e kadar Bulgar polisine uyku uyutmayan, Trınaklı Enver’in ağabeyi Sabri Mehmet Beyin kürsüye çıkıp mikrofonu alması herkesi heyecanlandırdı. Ne yazık ki, o da kardeşinin gösterdiği kahramanlığı unutmuş bir tavırla, hak ve özgürlük, doğal haklarımız, dinimiz ve öz kültürümüz, ana dilimiz davasının sahte özgürlükçülerin hainliğine kurban gittiğini söyleyemedi. Beklenen ile olan arasında dağlar kadar fark ortaya çıktı. Bulgaristan Türk gençliği miting meydanlarını doldurmadı ama hainlerle mücadeleye, suçluların mutlaka cezalandırılması davasında kararlıdır. O, bu davada Bulgar demokratik güçlerinin de yeri olduğuna inanıyor. İnsan haklarında tam eşitlik, eşit vatandaş ve vatan hakkımızın dokunulmazlığı, daha güzel ve daha yaşanası bir memleket uğruna demokrasi ve hürriyet davasına yeni bir atılım kazandırma yoluna devam etmeye de kararlıdır. İşlerimizin sanki yalnız biçimsel bir görünüm içinde olması, öz davamızın yalnız bayramdan bayrama törenlerde anılması, anlamlı bir perspektif sergilenmemesi, lehimizde hiçbir gelişme olmaması hepimizi rahatsız ediyor. Biz sanki her yerde ve her zaman engelleniyoruz. Lütfen şunu aklımıza yazalım: Bulgaristan Türkleri ve Müslümanlarının Hak ve Özgürlükler davası Ahmet Doğan ve Lütfü Mestan’ın kişisel davası değildir. HÖH - DPS partisi babalarından kalmış miras çiftlik de değildir. İşi çarpıtan, davaya ihanet eden, kişisel menfaatlerini ön plana çeken çekip gider. Bu mitinglerden çıkan sonuç budur. Gençlerin gelmek istemediği bir anma töreninin yarını olamaz. Bunu düzenleyen partinin de yarını yoktur. Bu gerçekleri sezen ve anlayan, olayların bilincinde olan Bulgaristan Türk ve Müslüman gençleri anma törenlerine bu yüzden bilinçli olarak katılmak istemediler. Olay bir protestodur. Aynı genç kuşağın temsilcisi olan üniversiteli Oktay Yeni Mehmedov HÖH - DPS partisinin 8. olan kurultayında hain lider Ahmet Doğan’ı kurultay kürsüsünden saman çuvalı gibi atmıştı. Buna rağmen gerekli ibret dersleri çıkarılmamıştır. Bu gerçek Aralık 2014 anma törenlerinde bir daha ortaya çıktı. Bulgaristan Türk gençliği davayı devralma hazırlıklarına devam ediyor! Selam olsun!


Makale ve Analizler - 2014

117


118

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2014

119


120

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2014

121


122

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2014

123


124

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2014

125


126

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2014

127


128

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.