15 BULGARİSTAN TÜRKLERİNİN DEMOKRASİ UYANIŞI

Page 1

BULGARİSTAN TÜRKLERİ’NİN DEMOKRASİ UYANIŞI

2015 Ocak - Şubat Makale ve Analizleri


BULGARİSTAN TÜRKLERİ’NİN DEMOKRASİ UYANIŞI BULTURK BGSAM Yayınları Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi - BGSAM -15 BULTÜRK Genel Başkanı: Rafet ULUTÜRK Basım: Ocak - Şubat 2015 Koordinatör: Dr. Nedim BİRİNCİ Editör: Raziye ÇAKIR İnternet sorumlusu : Kapak Tasarım: Murat ULUTÜRK Pazarlama Sorumlusu: Hamiyet ÇAKIR Arşiv: İbrahim SOYTÜRK İsteme Tel: 0212 511 63 47 www.bulturk.org; www.bghaber.org; info@bulturk.org İnternet sitesinin yazıları Adres: Yıldırım Mah. Şehit Kamil Balkan cad. No.114/A Bayrampaşa İstanbul Tel: +90 (212) 511 63 47 Belgegeçer: +90 (212) 526 51 98 https://bgsam.org/, https://issuu.com/bulturk, https://bulturk.org.tr/ Baskı : DİNÇ OFSET MATBAACILIK SAN. ve TİC. LTD. ŞTİ. Adres: Davutpaşa Cd. Emintaş San. Sit. No: 103/580-581 Topkapı - İstanbul Tel: 0090 212 493 24 67 TÜRKİYE CUMHURİYETİ YASASI GEREĞİNCE BU ESERİN YAYIN HAKKI BULTÜRK’ten İZİNSİZ KISMEN VEYA TAMAMEN ÇOĞALTILIP YAYINLANAMAZ

Web: www.bghaber.org ; E.Posta: rafetuluturk@yahoo.com


“Bilgi Ordusu, Bizim Ordumuz, Bildiğimizi Öğretmek,Bizim Borcumuz.” Rafet ULUTÜRK

Düşünceler dizisi olan elinizdeki eserin anlamı derin bir uğraşın ancak başlangıcıdır. Bulgaristanlı Türk Müslümanların başına 1970-72, 1984-85’te düşen yıldırımın bir daha düşmemesi için bir uyarı ve ışık niteliğindedir. Saygılarımızla, B U LT Ü R K İ st a n b u l



Önsöz Yerine Yıl 2015 1970-1985 arası üzerimize yıldırım düşmüş gibiydik. Stres geçti mi diye, soranlara cevabımız yoktu. Çünkü acımız anlatılır türden değildi. Ayrıca “Geçmiş olsun!” da uygun bir teselli değildi. Çünkü derin izler kaldı ve hiç bir şey unutulmadı. Tanımak zorundayız. Biz Bulgaristan devleti tarafından seri tuzaklara düşürüldük. “Başa gelen çekilir” özlü sözünü de yanlış algıladık. “Başa gelen tepilir!” anlamını açmamız gerekiyordu. Kimlik değiştirme trajedisinden sonra, bir de “Büyük Göçten” sonra Türklerin Türklerle kaynaşması serüveni yaşandı. 120 bin soydaşımızın geri dönüşü Türk bilincinde buluşma dalgasını kırdı. Neyse yılların geçmesiyle bu da aşıldı ve 1989 Ağustosunda “Kapıkule”den girenlerimizin toplam sayısı, Türkiye’de doğan çocuklar dışında 2015 yılı itibarı ile artık Türkiye’de 710 bin kişiye ulaşmış durumdayız. Biz çok büyük, örgütlü ve bilinçli bir güç haline dönüşeceğiz. En büyük özelliğimiz de ata toprağımızı, atalarımızın mezarlarını asla unutmamış olmamızdır. Bugünde bizim için ata vatanımızdaki en değerli taş, oradaki mezar taşlarımızdır. Biz Bulgaristan’da Bulgar çocukları ile aynı kitapları okuyarak aynı okulları bitirmiş olsak da zıt yetiştik, adına sosyalizm yani sözde insan kardeşliğine ve eşitliğe dayanan bir toplumsal düzende bu çelişkiler, ulus ile etnik azınlıklar arasındaki bağdaşmazlığa (antagonizme) kadar kızıştı. “Soya dönüş” yalanı, totalitarizm yıllarında bizi tamamen köreltebildiklerine inananların icadıydı. Türk iradesinin toplu tutuklamalarla, toplama kamplarında taş kırdırılarak, “Belene” ölüm kodeslerinde ve koğuşlarda kırılamayacağını, sulandırılıp eritilemeyeceğini çok geç anladılar. Biz bugün de yeni bir başlangıçtayız. “Bulgar Etnik Modeli”ni gömmeye, Rus ve Bulgar istihbarat ajanlarını politik yapılanmamızdan atmaya ve gerçek demokrasi ile adaletli topluma açılmaya çalışıyoruz.


6

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu özgürlükçü demokrasi ve Batı medeniyetinde buluşma yoludur. Yazılarımızda işlediğimiz konulardan biri de yeni asırda göçmen kimliğinden sıyrılıp Türk ulusal kimliğiyle kaynaşmadır. Saygılarımızla, Raziye ÇAKIR

Eyüp Belediye Başkan Yrd. Ahmet Tüfekçi’yi makamında hayırlı olsun ziyareti


Önsöz: Toplumların hayatında yazılı tarih büyük bir öneme sahiptir. Ancak bizde yazılı olmayan tarih, yani nesilden nesile aktarılan tarih vardır. Bu nedenle bazı olaylar zamanla faklı şekilde anlatılmakta veya algılanmaktadır. Gelecek nesillere aktarılacak olan bilgi birikiminin arşivlenmesi, kitap, dergi veya gazete gibi yayın organları aracılığı ile kalıcı hale getirilmesi büyük bir öneme sahiptir. Bu nedenle edindikleri tecrübeleri, yaptıkları çalışmaları toparlamak ve kitaplaştırmak güzel bir çalışmadır. Bunu bireysel olarak yapımaktan öte kurumsal olarak da yapmaları takdire şayan bir davranıştır. BULGARİSTAN TÜRKLERİ KÜLTÜR VE HİZMET DERNEĞİ kısa bir süre önce 2013’te kurulan internet haber sayfası www.bghaber.org sitesindeki yazıları bir araya getirerek yapılan bu çalışmaları kitapçık halinde getirerek bu konuda büyük bir ciddiyet göstermektedir. Derneğin internet haber sayfasında çıkan yazıları ve çalışmalarının yıllıklar halinde kitapçık haline getirerek yer aldığı bu çalışma gelecek kuşaklara aktarılacak ve ışık tutacaktır. Öte yandan dernek büyük bir arşiv de oluşturmuş durumdadır. Dernek faaliyetlerini gerekli ciddiyetle yürüten dernek Başkanı öncülüğünde dernek kurucuları, Yönetim Kurulu ve üyelerinin yaptıkları özverili çalışmalarından dolayı kutluyorum ve başarılarının devamını diliyorum. Ahmet Tüfekçi BULTÜRK Kurucu Üye


8

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Değerli Hemşehrilerim, Bulgaristan’da hepimiz zor günler yaşadık, itildik, ezildik, çiğnendik, hatta gün geldi vurulduk, şehitler verdik. Bu nedenle bizler kendi içimize kapanarak, yaşam mücadelesi vermeye çalıştık. Ancak bu içine dönüklükten kurtulmalıyız ve Türkiye’de yaşadığımıza göre, yasaların bize verdiği tüm haklardan bizlerde yararlanmalıyız. Peki, neden bunu yapamıyoruz? 1877-78 Rus-Türk savaşından sonra Osmanlının Balkanlardan çekilmesiyle birlikte, savaş esnasında işlenen akıl almaz katliamlar nedeni ile atalarımız asırlarca yaşadıkları yerleri terk ederek göç yolunu tutmuşlardır. Geride kalanlar ise Bulgaristandevleti’nin uygulamaya başladığı soy kırım politikalarına karşı direnmiş ve hayatta kalmaya çalışmışlardır. Şimdi ise burada Türkiye’de yaşayanlar oralara yardım edebilmek için, burada ilk önce bir araya gelmek ve bir merkez oluşturmalıyız. Artık bir kurum altında toplanmalı ve birlikte hareket etmeliyiz. Bu birliğe hepimizin ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Artık bir birimizi kötülemekten vaz geçmeliyiz, birisi için yanında konuşamayacağımızı başka bir yerde konuşmamalıyız, yani kısaca arkasından konuşmamalıyız. En önemlisi samimi, hoşgörülü ve ahlaklı olmak. Zamanla her şey yerine geleceğine inanıyorum, ama tabi ki bu dava üzerinde kafa yoran, stratejiler üreten ve devamlı bunun üzerinde çalışan olursa. Bizim savaşımız insanlarımızı ahlaklı yetiştirmek olmalı, birlik ve beraberliğe kendi insanlarımızla başlayarak tüm Türk Dünyasına taşmalıyız. Bizler burada Türkiye’de yaşayan Bulgaristanlılar büyük bir kitle haline gelmiş durumdayız. İşte bu nedenle şimdi bu kitleyi yani kendi hemşerilerimizi, bir araya toplayarak bir merkez, bir güç birliği oluşturmalıyız, tabi ki bu bizim doğal tabii hakkımızdır. Bizler de artık toplum gücünü kullanabilmeliyiz. Toplum olarak haklarımızı elde etmek zorundayız ve bu yönde çalışmalıyız. Biz bunu söylerken, önderlerimizi seçerken, başkaları kötüdür demiyoruz.


Makale ve Analizler - 2015

9

Biz bu işi onlardan daha iyi yapabileceğimize, Türkiye Cumhuriyetine ve Türk Dünyasına daha verimli olacağımıza, buralarda bu bölgelerde yaşayan Türklerin daha iyi, daha güvenilir, yaşamalarını sağlayacağımıza inandığımız için, Önderliğe, Yönetime talibiz. Bu arada Bulgaristan’da kalan kardeşlerimizin hepsinin siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel kimliklerini, muhafaza edebilmeleri için mücadele etmeliyiz ve bu konuda gerekeni yapmalı ve gerekli yardımları yapmalı ve yaptırmalıyız. Aramızda Ahlâklı, Adaletli olanları seçmenli ve yüceltmeliyiz. Geçmişi konuşmaktansa, gelecekten söz etmeliyiz, bugünü değil, yarınları görerek hareket etmeliyiz. Aramızdan stratejistlere imkân ve fırsat vermeliyiz ve onları bizler yetiştirmeli yön verebilmeliyizkısa-10 ve uzunvadeli -50 yıllık hedefleri gösterebilmeliyiz. Aramızda kötü niyetli insanları tespit etmeliyiz, bilmeliyiz ki, onların kusurlarından dolayı değil, bu güne kadar yapılması gerekenleri engelledikleri için aramızdan uzaklaştırmalıyız. Bu güne kadar neler yapılmamış, onları araştırmalı, bilmeliyiz ve neler yapılması gerekir onları söylemeliyiz ve bunları bir an önce hayata geçirmeliyiz. Bizler gözyaşları dindirmek için, yaralara mehlem olmak için, her yüke ortak olabilmeliyiz. Gençlerimize, sadece balık pişirmesini değil, balık tutmasını da öğretmeliyiz, insanlarımızı denizlere, okyanuslara açılmalarını sağlamalıyız. Aramızda Tek Lider değil her sokakta, her mahallede bir lider yetiştirmeliyiz, biz dünyayı yönetmek için oğullarımızı yetiştirmeliyiz. Bizim insanlarımız yani Bulgaristan Türkleri şahsi başarıları Türkiye’de belkide en çok olanlardanız. İşte artık bizler toplum olarak haklarımızdan yararlanmasını bilmeliyiz. Her şeyden önce siyasi haklarımızı toplum olarak kullanmalıyız, daha sonra ekonomik ve kültürel haklar onu takip edecektir. Hepimizin gördüğü gibi, tarihte büyük güçler çok defa kötü politikaların kurbanı olmuşlar ve bunlar devam edecektir. Bir toplumun Lideri olmadan hiçbir şey olmaz, bu lideri de toplum çıkarmalıdır. Siyaseti güvenilir, sevimli hale getirmek bizim hedefimiz olmalı, bu gün çok zor, imkânsız olarak görünse de, yarınlara umutla bakabilmeli ve baktırabilmeliyiz. Var olabilmemiz için, var kalabilmemiz için, öncelikle temel hususlarda anlaşma sağlamalıyız. Aramızda bir birimize güveni kaynaştırmalıyız ve samimi olmalıyız.


10

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Her şeyden önce özgüvenimizi kazanmalıyız, birlik ve beraberliği ön planda tutarak insanları insan oldukları için sevip saymalıyız. İçimizde barışı sağlayıp, tek merkezde bir çatı altına toplanmalıyız. Bu çatı da “BULTÜRK Derneği” olmalıdır. Buradan tüm dünyaya sesimizi duyurabiliriz. Balkanlar konusundaki politikalarda etkili olabilmek için yolları aşındırmalıyız. Çünkü gelişmiş ve Bulgaristan’da etkili bir Türkiye Balkanlara tamamen hâkimiyet kurabilecektir. En önemlisi kararlı olalım ve birbirimize samimi, saygılı olmayı ve bir birimizi sevmeyi öğrenmeliyiz. Bizim derdimizi ve problemlerimizi en iyi anlayabilecek zaat bizden olduğunu idrak etmeliyiz. Bulgaristan Türkleri konusunda teşhisi bizler kendimizi yetiştirerek yetki mercileri alarak son noktayı biz koymalıyız, bu güne kadar ki eksikliğimiz budur. Ayrıca Balkanların anahtarı Bulgaristan’da yani Bulgaristan Türklerinden geçtiğini de öğrenmeli ve öğretmeliyiz. Sevgili dava arkadaşlarım. Kendimizde özgüveni, aramızda güveni ve merkezioluşturduktan sonra, kimsenin aramıza nifak tohumları ekmesi mümkün değildir. Bizim için önemli olan, eksiklerimizi bulmaktır. Geçmişi bırakarak artık bizler aydınlanma dönemine bir an önce geçmeliyiz. Halimizi tespit etmek çok kolay, gazete, dergi yayın hayatımız nerede, kaç gazete, tv, radyo bizimle ilgili haber yapıyor.Burada suçlu değil, sebepleri aramalıyız. Gelin bunları tartışalım, niçin bu güne kadar bir Bulgaristan Kültür Merkezi olmamış, bunu şimdi nasıl gerçekleştirilebiliriz, bunlara yönelik çalışmalar toplantılar yapmalıyız. Hedefimiz Türkiye Cumhuriyetini daha güçlü, daha huzurlu ve daha iyi yarınlara götürmek için olmalı. Güçlü bir Türkiye Bulgaristan da yaşayan Türklerede güven ve huzur verecektir, onların daha rahat yaşamalarını hep birlikte sağlayabiliriz. Bunlar zannetiğiniz kadar zor işler değil. Dünyada insanlar bir iş için değil, bir İdeal için hayatını feda ederler. Bunun için güçlü olmak sesini duyurabilmek için öncelikle bir Kurum ve bunun Merkezini oluşturmalıyız. Çünkü Merkezi olmayan hiçbir topluluk bir yerlere gelmesi mümkün değildir. Bu güne kadar konuşmalar tartışmalar yapılmış fakat bir ağıç ekilmemiş işte bu gün bunu yaptık BULTÜRK tüm Bulgaristan Türklerinin biz öncelikle sadece Bulgaristanlıyız.


Makale ve Analizler - 2015

11

Bizler elimizdeki kıt kaynaklarla bir merkez oluşturmaya çalıştık, bunda da muhafak olduk. Bu merkeze ulaşmakta büyük güçlükler ile karşılaştık bu konuda bizlere yardımcı olan emeği geçen herkese teşekkür ediyoruz. Ayrıca bizlere kendi yerini veren Mümin Hocamıza huzurunuzda kendisine tekrar tüm halkımız adına buradan teşekkür ediyoruz. Bundan sonraki hedef de Türkiye’nin her yerine ulaşmak ve bu birlikteliği her yerde tesis etmektir. Bu merkezimizde artık kendimize ait bir kültür merkezimiz oluştu toplantı salonumuz da mevcuttur her 15 günde bir toplanıyoruz. Amacımıza ulaşabilmek için devletin bir şeyler yapmasını beklememeliyiz. Birlikten kuvet doğar Atasözünde olduğu gibi güçlerimizi birleştirerek devlet yönetiminde söz sahibi olmalıyız ve geleceğimize kendimiz yön vermeliyiz. Gençlerimizin devlete girmelerinin yolunu aydınlatmalıyız. Artık bizim de Ankara’da TBMM’de kendi temsilcilerimiz olmalı. Bizler de buralara kendi içimizden birilerini gönderebilmeliyiz. Aramızda birlik ve beraberliğimizi oluşturduğumuz takdirde kendi içimizde samimi olduğumuzda başarıların ard arda geldiğini göreceğiz bunu başaracağımıza eminim. İhtiyacımız olan tek şey kendi içimizde daha adaletli olabilmek. Sevgi ve saygılarımı sunarım, Genel Başkan Rafet ULUTÜRK


12

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ocak - Ayı Yazıları - 2015 Yazarlarımızın Kaleminden

İbrahim Soytürk-01.Ocak.2015

Önce Yeni Yılınızı kutluyorum Sayın okurların. Bu sene de beraber olma mutluluğunu birlikte yaşayalım temennilerimle hepinize sağlık, başarı, aileniz sansa sadet, emelleriniz varsa gerçekleşmesini, biz Türkler olarak diğer insanlara örnek olmaya devam etmemizi içtenli dileklerin buketinde özel olarak sunuyorum. İyi ki varsınız. İyi ki yazıyorsunuz. 2014’ün son notunu Amerika’dan Bulgaristanlı bir diş hekimi aileden aldım. “Adalet Yolu Uzundur” yazımdan etkilenmişler ve totaliter Bulgar dönemi yıllarından Türk asıllı yazarlarımızın olayları anlatımını, neden netice bağlamında düşüncelerini çok ilginç bulduklarını yazmışlar. Teşekkür ederim Yine sevilen yazarımız Koşukavaklı Ömer Osman Erendorum’un 1984’te evrak üzerindeki isim, baba adı ve soyadlarımızı değiştirme zorlamasıyla başlayan genel kapsamında kimlik değiştirmeyle “Bulgarlaştırma” ve Etnik Temizlik ve Kültürel Soykırım olan yüz karası sürecin ilk günlerini anlatan İlk Toplu Direniş başlıklı, bundan 25 yıl önce kaleme alınmış yazısını seçtim. Bu süreç de sizleri Amerikalara kadar savuran kasırgadır. İzninize sığınarak, yeni yılın ilk gününde, sizlere 2014’un son günlerinde Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov’un elektronik haber sitesinde yayınladığı şu sözlerinden çok etkilendiğimi bildiriyorum: “Türk asıllı vatandaşlarımızın gönlünde çok derin yara açan, aşılmaz bir tahribat yaratan, kendilerine ve yakınlarına uygulanan zulüm, komünist partisi tarafından ya da “reformcu komünistlerin” aklına estiği gibi bir çırpıda silinip unutturulacak bir şey gibi görüldü.” “Son 25 yılda ülkemizde hızla artan cinayetler, rüşfet olayları ve dolandırıcılık ortamında hiç kimse isimlerin değiştirilmesi, etnik temizlik ve kültürel soykırım yapanlardan hesap sormadı.” “Türklere yapılan zulme politik “AF” olamaz!” “İnsan olan insan yapılanları unutamaz! Bu cinayetlere hukuksal geçerlilik süresi uygulanamaz!”


Makale ve Analizler - 2015

13

Bu beyan yaralarıma mehlem oldu. Sizin de aynı hisleri duyulmadığınıza inanmak istiyorum. Şimdi, hatıra defterimizi açıp, 30 yıl önceye dönüp, yazar Ö.O. Erendoruk’tan okuyoruz. İlk Toplu Direniş Güneydoğu Rodoplar’da, amacına kısmen de ulaşabilmiş olsa, toplu direniş, Eğri Dere kasabasına bağlı Tozçal köyü Türkleri başlatmışlardı. Köy meydanına toplanan halkı polis polis dağıtmak istediyse de başaramamış, kaba güce başvurmaları da bir sonuç vermeyince, durum iyice gerginleşmişti. Bu olay etraf köylere yıldırım hızıyla yayıldı. Ölmüş ve cansız gibi görünen gönüllülerde u m u t kıvılcımları belirmeye başlamıştı. Bu kıvılcımlar bize, uzaklarda, çok uzaklarda, karanlığın içinde cılız cılız ışımaya başlayan bir mum etkisi yaptı. Demek toplu mukavemet gösterme olanağı hayal değil, olabilir bir şeydi. Tozçallıların 24 Aralık 1984 günü yaptıkları, 25 Aralık’ta Kirli köylüleri, 26 Aralık’ta Mastanlılar denedi. Kirli’den Cebel’e doğru yola çıkan kalabalık, yolda askerler tarafından karşılandı. “Durun” emrine uyuldu ancak, ancak “Dağılın” emrine uyan olmadı. Askerler önce göz yaşartıcı bomba attılar, gene kimse dağılmayınca, ateş ettiler. Ölü ve yaralılar arasında bir de çocuk vardı. Mestanlı kasabasına büyük sayıda asker ve polis takviye edilmiş olsa da, gösteri ateş etmeye lüzum kalmadan dağıldı. Bulgar askerlerinin ateş edemeyeceği umuduna kapılan halk ertesi günü, teşkilatlı halde otobüs, otomobil ve kamyonlarla Mestanlı’ya akın ettiler. Sokaklar tıklım tıklım dolmuştu. Bulgar subayların “Dağılın! Evlerinize gidin!” emirlerini halk taşçıl bir susuşla karşıladı. Bir yandan 5 bine yakın Türk dolmuş olan ve Türk kalarak yaşamak isteyen halk vardı, öte yandan dişlerine kadar silahlı Bulgar askerleri. Sinirler korkunç gergindi. Hava barutlaşmış gibiydi. Bir kibrit çakılsa korkunç bir infilak olacağa benziyordu. Bu arada komünist partisinin cipleri Sofya’dan gelip, kasaba dışına koşan helikoptere koştular. Varıp dönmeleri bir oldu. Halk helikopterin Sofya’dan geldiğini biliyordu. Umut değil mi bu? İyi haber bekliyorlardı ve... iyi haber halkın üzerine otomatik silahlarla ateş etmek şeklinde kendini gösterdi. En doğal haklarını, en insancıl ve en barışçıl bir biçimde isteyen Türkler gaddarca öldürülüyordu. Tanklar ve zırhlı araçlar halkın üzerine sürüldü. Yerde can çekişenler, kaçışanlar, inleyenler bir yanda, ellerinde coplar ve kurt köpekleriyle halkı tartaklayıp döven askerler ve polisler öte yanda.


14

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Mestanlı’nın sokakları ana baba günüydü. Bulgaristan komünistlerinin eline Türk kanı bulaşmıştı. Bu yıllardır her türlü yollarla çocuklara, gençlere ve yaşlılara aşıladıkları Türk düşmanlığının kendilerince sabırsızlıkla beklenen ve özlenen bir sonucuydu. Polis veya sivil, erkek ya da kadın, çocuk ya da ihtiyar, her Bulgar, nerede, nasıl, nice ve niçin bulunursa bulunsun, her şeyden önce Türk’ten, Türklükten geberesiye nefret ediyordu. Bu, anormal durum elde edilmemiş olsaydı, Bulgar komünistleri böylesine sapık ve gaddarca bir hücuma geçmeye cesaret edemezlerdi. Bulgar komünistlerinin yaptıkları bu çağdışı hareket, bu katlıam, bu soykırım, isim değiştirmekten, onların gülünç değimiyle “Yeniden doğmaktan” ziyade “Yeniden öz alma”ya benziyordu. Hayır, benzemiyor, öyleydi. Çünkü her ele geçirdikleri fırsatta, dövmek, küfür etmek, hakaret etmek, sakatlamak için bahane arıyor, buluyor, bulmazsa uyduruyordu. Kişinin, kendisiyle bütünleştirmek, beraberleştirmek, tuz ekmek olmak istediği bir diğerini vara yoğa tartaklamasının dövmesinin, küçük düşürmesinin, aşağılayıcı duruma sokmasının başka izahını düşünemiyordu. Dediklerime birkaç örnek: Mestanlı Emniyet Dairesi’nde tutuklu Türker’den birisine kaç çocuğu olduğunu sormuşlar, dört demiş, çok çocuk yaptığından ötürü dövmüşler; bir başkası aynı soruya bir çocuğu olduğunu söylemiş, bu sefer de niye çok çocuk yapmadın diye dayak yemiş; bir gencin cebinden çıkan kağıtta “İndim çeşme başına/ Yazı yazdım taşına/ Gelen geçen okusun/ Neler geldi başıma/ türküsü yazılıymış. Tercüme edince, “Neye çeşme taşına yazı yazıyorsun? Kağıt mı yok!” diye dövmüşler. Ev yaptım diye yaptığı için, yapmadım diyen yapmadığı için dayaktan geçirilmiş. Tenha dağ köylerinde evlerin kapıları açık olduğu halde pencereler, kapılarak bir güzel kırılarak içeri giriliyor, isimleri değiştirme işi tamamlanıncai gelinlik kızların çeyizleri kıyım kıyım kıyılıyor, sonra da ırzlarına geçiliyordu. Güneydoğu Rodoplar’da bu olaylar sürüp giderken, Kuzeydoğudaki Türklere, güneylilerin tümünün Pomak olduğundan, adlarının bu yüzden değiştirildiğinden, düzenledikleri toplantılarda uzun uzun bahsediyorlarmış. İnanmayanlar da varmış ya. Büyük çoğunluk kanmıştı. Bu, Bulgarların çok işine yaradı. Böylelikle, oralarda çıkabilecek toplu mukavemet önlenmişti. 27 Aralık 1984’te Mestanlı olayları Bulgarları bize karşı daha gaddar olmaya zorlamıştı. Ocak ayında köy ve şehirlerde, toplu direniş göstermede halka öncülük edebilecek, yol gösterebilecek bütün erkekleri yedek asker diye alıp götürmüşlerdi. Onların ara-


Makale ve Analizler - 2015

15

sında 20 yaşından tutup 65 yaşına kadar erkek vardı. Ve de ağır denecek hastalar... Bu tutsakları gruplara ayırıp Bulgaristan’ın çeşitli yerlerine götürmüşler, sıkı kontrol altına almışlar ve birer birer adlarını değiştirmişler. Gruplardan birinin Blagoevgrat’ta bir diğerinin de Roman’da olduğunu öğrendim. Onlardan bazılarını daha sonra Belene Ölüm Kampına getirdiler. Anlattıklarına göre, tuvalete bile silâhaltında varıp geliyorlarmış. Kuyezdoğu Bulgaristan Türklerini “Yedek Asker” alınca köyler ve şehirler tank zırhlı araba ve helikopterlerle çok sayıda askerle kuşatılıp adları değiştirildi. İslimiye şehrine bağlı Alvanlar köyü direnen tek köydü. Öte yandan, polis, mukavemet gösteren veya göstermeyen bazı kişileri tutuklayıp belirsiz bir yerlere sürüyordu. Götürdükleri yerin belli olmayışı Türk halkı arasında korku yarattı. 1984’ün güzünde Kırcaali hastanesinde ameliyat oldum. Ameliyattan 5 gün sonra doktorlar bana böbreklerimdeki taşı değil, böbreğimi aldıklarını söyledi. Bunun gerçek nedenini hala öğrenmiş değilim. Ameliyat yarası kapanmadan taburcu oldum. Manevi ağırılar maddi ağrıları unutturuyordu. Dışarıda gözyaşları akıtılıyor, kan dökülüyordu. bir şeyler yapmak gerekti. Yapabilecek durumda değildim oysa. Odamda için için üzülüyor, çaresiz kıvranıyordum. Kırık kalemimle beyaz kağıt üzerine dökebildiğim şiirlerin kimseye yararı yoktu. Şiir dediğin okuyucuyu düşündürür, duygulandırır, şahlandırır, ayaklandırırsa şiirdir. Nemli bodrumlarda gömülü tutulanların, Bulgar polisinden bucak bucak saklananların kaderi daha beterdi. Ömür boyu kafeste kapalı tutulan kanarya kuşu, hiç değilse günde iki, üç kez bari sesini duyurabiliyordu birkaç kişiye. Ben bunu da yapamıyordum. Eski dostlar, ortalıkta kol gezen korkudan olacak, benimle ilgilenmiyorlardı. Bu halimle ben bir ölüden farksızdım. Çünkü ölü dediğin, sadece ölmekle olmuyor, ölmeden de ölünüyordu. Beni böyle ağır durumda, kollarımı kelepçeleyip, Belene Ölüm Kampı’na yolladılar. Tek böbreğimdeki taş büyüyor, durumum ciddileşiyordu. İdrarımı tutamıyordum. Bu, böbrek ameliyatı sonucu bir hastalıkmış. Tekrar hastanede yatmama rağmen, tedavi için tek bir hap bile vermediler, taburcu edildim. Anladığıma göre, talimatı dışarıdan veriliyordu. Ada’da sağlık durumum daha da kötüleşti. Piolonefrit (böbrek hastalığım) iyice azmıştı. İştahım yoktu. Olsa ne çıkardı? İçinde birkaç domuz kulağı kırıntısı koşuşan bulanuık suya yemek demek güçtü. İki üç yüz metre yolu dinlenmeden yürüyemeyecek duruma düşmüştür. Tutuklular arasında doktorlar da vardı ya, ellerinden ne gelir ki?


16

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Benim uzun ve esaslı bir tedaviye ihtiyacım vardı. Ölmek için gönderildiğimiz Ölüm Adası’nda bunun rüyası bile gülünçtü.

Bizi Siyasete İten Nedenler!

Av. Vildan Umut-01.Ocak.2015

Beni siyasete iten nedenlerden birisi de Sayın Erdoğan’ın Başbakan olduğu yıllarda Sofya’da düzenlenen basın toplantısının iki Bulgar ırkçı vekil tarafından engellenmesi oldu. Sözde Türklerin partisi HÖH Milletvekillerinin Türkiye Cumhuriyeti Başbakanımıza sahip çıkmamaları beni ziyadesiyle üzmüştür. HÖH Milletvekilleri canları pahasına Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Sayın Erdoğan’ı korumalı ve basın toplantısı yapılmasını sağlamaları gerekirdi. Bulgaristan’daki soydaşlarımızın yitirdikleri değerleri geri kazanmaları bizim etkilerimiz ile olacaktır. AK Parti Türk siyasi hayatına üç dönem sınırlama getirerek yeni bir sayfa açmıştır. Bu sınırlama siyasette devir daimin hızlanmasına, yeni fikirlerin kendileri ifade etmesine ve gelişimin hızlanmasına imkân vermektedir. Şimdiye kadar genellikle siyaset sahnesindekileri ömür boyu koltuklarında görmek mümkündü. AK Parti böylece benim de bir fikrim var diyen herkesin fırsat eşitliği yolunu açmıştır. Ümit ederiz ki, bu diğer partilere de örnek olur. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, ülkemizde her alanda büyümeyi başlatan gelişimin, değişimin, çağdaş reformların ve açılımların öncüsü olmuştur. 2001 yılından önce ilk adımları atarak, yaşamakta olduğumuz bu yeni dönemde siyasetin felsefesine de değerli zenginlikler katarak Türkiye’yi değiştirmiş dönüştürmüş ve geliştirmiştir. Erkek egemenliğinin çoğunlukta olduğu bir ülkede; kadını pozitif ayrımcılık kapsamına alarak siyasette daha fazla yer almalarını sağlamıştır. AK Parti; bu ülkede yaşayan her insanı, her inancı dil, din, ırk ayırt etmeden bunların hepsini bir bütün olarak kucaklayarak ve bunları ifade eden merkezde bir partidir. Demokrasiye, insan hak ve hürriyetlerine yürekten bağlı örf, adet ve vicdanların bir anlayışı ve hakkın hukukun yanında güçlülerin karşısında dik duruşun sahibidir.


Makale ve Analizler - 2015

17

Bulgaristanlıların Oyları Kime?

BG-SAM-2.Ocak.2015

Bulgaristan göçmenleri hangi parti döneminde Türkiye’ye geldiler ise genellikle o partiye oy vermektedirler. Özellikle 89 göçmenleri Anavatan partisine oy vermekteydiler. Ancak Anavatan partisinin siyasi sahneden çekilmesiyle oylar genellikle ortada kaldı ve seçmenimiz oy vereceği partiyi seçmekte zorlanmaya başladı. Son yıllarda göçmen oylarında Merkez sağa doğru bir kayma gözlemlenmektedir. Bunun AK Parti’nin siyasetteki başarıları, ülkemizin kalkınmasında gerçekleştirdiği başarılar, Türkiye’nin uluslar arası alandaki itibarının artması ve Evlad-ı Fatiha’n torunlarına şanlı geçmişimizi hatırlatması neticesinde oluştuğunu ve göçmenler arasında AK Parti’ye oy verme oranının özellikle son yerel seçimler ile birlikte arttığını görmekteyiz. Ben de bu inanç ve anlayıştan dolayıdır ki siyasetin içerisinde ve AK Parti’den İstanbul’da Milletvekili olmaya karar verdim. Almış olduğum eğitim ve inançlarımın, milletvekili olabilmem için yeterli olduğuna inanıyor ve Bulgaristan ile Türkiye arasındaki gelişmelere katkı sağlayacağım düşüncesinde olmakla birlikte, her iki ülke arasında çözüm bekleyen konularıngiderilmesi, ülkemizin ulusal ve uluslar arası düzeyde atılım yapmasıiçin çalışmaya hazırım.

Neden AK Parti?

BG-SAM-1.Ocak.2015

İkinci Dünya savaşından sonra kurulan Birleşmiş Milletlerörgütü büyük devletlerin kendi hegemonyalarını sürdürebilecekleri ve gelişmekte olan ülkelerin kaynaklarını sömürmelerine imkân verecek bir şekilde yapılandırılmıştır.


18

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Birleşmiş Milletler Genel Kurul ve Güvenlik Konseyi olmak üzere iki temel organdan oluşmaktadır. Ancak Güvenlik Konseyi en etkili organıdır. Bu da beş daimi ülkeden oluşmakta ve bu beş üyenin de Birleşmiş Milletler kararlarını veto hakkı bulunmaktadır. Dünya bu beş ülkenin adeta emrivakileri ile karşı karşıyadır. Yeryüzünde iki milyar Müslüman yaşamasına rağmen Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde bu büyük kitleyi temsil edecek ve menfaatlerini savunacak, gerektiğinde veto edecek bir temsilci bulunmamaktadır. Dünya nüfusunun 1/3’ni oluşturan Müslümanlar yeryüzünde adeta “yok” farz edilmektedirler. Bu Müslümanlara karşı yapılan haksızlıkların gün be gün artmasına neden olmaktadır. Bu gidişata şimdiye kadar hiç kimse karşı çıkmadı, değiştirilmesi için girişimlerde bulunulmadı, hatta ve hatta dile bile getirilmedi. Ancak bu düzenin değiştirilmesinin zamanı çoktan gelmiş olmasına rağmen hiçbir gelişme gözlenmemektedir. İlk defa dünyanın beşten büyük olduğunu ve yeryüzündeki bütün toplulukları adil bir şekilde temsil edebilecek bir yapının oluşması gerektiğini dile getiren AK Parti Genel Başkanı sıfatı ile Sayın Recep Tayyip Erdoğan olmuştur. Sayın Erdoğan Birleşmiş Milletlerin yapısının değiştirilmesi gerektiğini her fırsatta dile getirmektedir. “Dünya Beşten Büyüktür!” Biz de Sayın Cumhurbaşkanımızın bu fikirlerini paylaşıyoruz. Şayet Birleşmiş Milletler görevlerini yerine getirebilecek bir yapıda olsaydı Filistin halkı özgür olur, her fırsatta İsrail katliamına maruz kalmazdı, Karabağ’da, Hocalı’da, Bosna’da soykırım yaşanmaz, Arakan ve Doğu Türkistan Müslümanlarına katliamlar olmaz ve zulmün altında inlemezdi. Bizlerde Bulgaristan Türkleri Kültürel Soykırıma uğramaz ve topraklarımızdan kovulmazdık. Bugün Libya, Irak, Suriye başta olmak üzere İslam coğrafyasında yaşanan olaylar yapılan haksızlıklar ve adaletsizlikler neticesinde bunlar meydana gelmiştir. Dünyada adaleti sağlayacak ve yeryüzünde yaşan herkese eşit muamelede bulunacak ecdadımız Osmanlı örneği bir anlayışa ihtiyaç vardır. Bu da ancak insanı yaratandan ötürü sevmekle olur. Bizlerde dünyanın şekillenmesinde seyirci kalmamalı imkânlarımız çerçevesinde katkılarımızı sunmalıyız. Diğer yandan AK Parti tefekkür olarak geçmiş ile gelecek arasındaki manevi değerlerin taşıyıcı köprüsüdür.


Makale ve Analizler - 2015

19

Biz Evlad-ı Fatihanlar olarak 130 yıllık baskı ve zülüm neticesinde kendi öz değerlerimizden çok şey kaybettik. Bu gün Balkanlardaki ata miraslarımız bir el uzatılmasını beklemektedirler. Ancak 1990’dan günümüze tarihi mirasımıza en çok AK Parti iktidarı döneminde sahip çıkılmıştır. Bu da bizleri fazlasıyla memnun etmektedir.

Vizyondaki Misyoner

Dr. Nedim Birinci-02.Ocak.2015

Dertten kurtulamayan Bulgaristanlı Türk halk topluluğumuzun başına sarılanbüyük belanedir bilir misiniz. Bunu hiç düşündünüz mü? Cevap veriyorum: Bizim başımızdaki en büyük bela devamlı aldatılmak istenmemizde ve bize dünyayı ters göstermek çabalarında gizlidir. Buna alet olanlar, tutturdukları yerde bizi sem eleyip mümkün olduğu kadar daha uzun zaman uyutmayı hedefler. Biz Bulgaristan Türklerinin 1878’de başlayan yeni tarihimizin en karanlık dönemi olan, verdiği sonuçlar bakımındansa en zulümlü ve hepimizi Türk ve Müslüman olarak yok etmeyi hedefleyen 24 Aralık 1984 ile 31 Mart 1985 arası kısa şiddet evresini bir daha ve bir daha protesto edip kınamak için 30 yıldan beri Güneydoğu Rodoplar’ın Mogilyane köyü “Türkan Çeşme Anma Törenleri” düzenliyoruz. Bu törenler bu sene daha kalabalık ve daha temsili oldu. Katılımcı yaşlılar önce çeşmeye gidip ellerine yüzlerine su sürdü. Eğilip birkaç yudum içti. Su insan bedenidir. Maya suyu alan hücreler parçalanır, vücut gençleşir, güç tazeler. Şu çeşmeden içtikleri her yudumun başka yerlerde içtikleri binlerce litreden daha yararlı olduğunu biliyorlardı. Türkiye’den ve başka ülkeden gelmiş yaşlıların gönlünden geçense şuydu: Ayrılalı bir gün mutlu olamadım!


20

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Benim sadık yarım Kara toprağım Al canımı, bekletme beni! Yaşlı ruhlar bu sırla kenara çekilip üzerine oturdukları kara taşların ve sırtlarını dayadıkları ağaçların altından başka hiçbir yerde onlara Gazi deyip gönül sıcaklığı verecek bir ebedi mekân olmadığını iyi biliyorlardı. Onlar bu Dağların kahramanlarıydı. Gençliklerine uçmaları için kanat veren, Şimdi de dönmelerine kök vermişti. Şu Dağlarda kalmaları için yeni neden aramaya gerek yoktu. Eğer kanatlar sevdiklerine uçmak için verilmişse konacakları dallar şunlardı. İnsan acıdan, ayrılıktan, hasretten, beklemekten, yoksulluktan üşür deyenler yanılıyordu. Belaların belası başlarına çullanmış olsa da, karşılarında Hak ve Özgürlükler bayrağı altında kürsü dolduran ve mikrofon bekleyenlere baktıkça, içten içe ve sanki her zamankinden daha güçlü bir haykırışla daha iyi, daha emin, daha mutlu yaşamak istiyorum, yaşamak istiyoruz, kara toprağa huzur içinde gitmek istiyoruz diye haykırıyorlardı. Bu yaşlı gözler bu anma törenine bir de şu soruları sormaya gelmişti: “Katiller bayram sofrasında, böyle adalet olur mu? Hakkımız yalnız oy vermek! Böyle demokrasi olur mu? Ama biz bunun için mi savaştık, hapishane çekileri bunun için miydi? Böyle hürriyet olur mu? Kin ve öfke kusan barış olur mu? Böyle kardeşlik olur mu?” Bu arada kürsüden sesler gelmeye başladı. Sanki art arda konuşanlar bastonuna dayanan ve ikide bir takkesini düzelten yaşlılara: “Bir az daha katlanıverin”, diyordu. Ama böyle yaşamak olur mu! Geçti içlerinden. Sonra Prof. Doç. Dr. Yüksel Özkan aldı mikrofonu ve tonunda olayı önemsemediği renkleri sezilen bir seslenişle misyon, vizyon, konjektür, evrensel insan hakları, hukukun korunması gibi, bizim duyarlarda yeri olmayan taşlara benzer, yosunlu sözlerle cümle kurmaya başladı. Oturdukları yerden ve dikildikleri meydandan kulak verenlerin aklından, daha önceki törenlerde Ahmet Doğan ve Lütfü Mestan’ın azından Bulgarca çıkan, kimsenin anlamadığı bu sözleri Türkçe konuşan Profesörün gevelediğini duyunca, “bunlar birbirinin ağzına tükürmüş olabilir” geçti. Bizim en kutsal törenimizde bir tek Bulgar olmasa da, Hı-


Makale ve Analizler - 2015

21

ristiyanların bocuk bayramını kutladı ve Müslümanları Cuma namazına davet etti. Herkes düşündü kaldı. “Bunlar Müslümanlıkla Hıristiyanlığı kaynaştırmak mı istiyor yoksa” gibi fikirlerin etkisinde hafif şok geçirenler de yok değildi. Bu olaydan birkaç gün önce, 25 Ekim 2014 meclis seçimlerinde Bursa’dan giden sandık dolusu oylarla Sofya Meclisine giren Roman milletvekili D. Mihaylov (Bay Sali) basına verdiği özel bir demeçte kendini tanıtırken “Ben hem Hıristiyan hem de Müslüman” demiş ve haber “ne oluyoruz” şeklinde kulaktan kulağa dolaşmıştı. Bu demecinden ötürü Bay Sali’yi telefonda kutlayan Ahmet Doğan, “Türkan Çeşme Anma Töreninden” birkaç gün önce “Sarayda” düzenlediği domuz kızartmalı özel bocuk kutlamasına Roman milletvekilini de davet etti. Herkesi düşündüren bir soru var, Hainlerin hedeflerinde iki kimlikli, iki isimli, iki dinli, iki kültürlü bir Bulgaristanlı Türk topluluğu oluşturmak olabilir mi?! Eğer böyle bir hedef varsa Prof. Doçent Dr. Yüksel Özkan kardeşimizin bu “vizyondaki misyoner rolü” ne olabilir ve “kojüktürel” gelişmeler benzer açılıma elverişlimidir? Bu sorunun cevabı zordur, fakat Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov’un 29 Aralık 2014 tarihli “isim değiştirme, etnik temizlik ve kültürel soykırımı” kınayan ve suçluların cezalandırılmasını isteyen yazısı ödevi kolaylaştırdı. Sayın Prof. Doçent Dr. Yüksel Özkan da ertesi gün Bal-Göç ve B.G. F.Başkanı sıfatıyla bir bildiri yayınladı. “Bulgaristan Türkleri haklarını “kısmen” geri almışsa da 1984 - 1989 dönemindeki asimilasyon politikalarının suçlularından tam anlamıyla hesap sorulmamıştır.” diyor. Ama kimin kimden hesap soracağına işaret etmiyor. “Ortada suç var, ancak suçlu yok”gibi bir durumu Sofya’daki dostlarından Ahmet Doğan ile Lütfü Mestan’ın oluşturduğuna işaret etmiyor.Öz açılımı için kullanılan kavram ve terimler, Bulgar Başbakanının kullandığı dilden çok geri olmakla birlikte, Bulgar basınında başlık olmaya başlayan, TV programlarında gündem oluşturan ve 41. Bulgar Meclisinde kabul edilen “Bulgarlaştırmayı” kınama bildirisinde yer alan “iğrenç olaylar özgün bir soy kırımdı” nitelemesinden de çok uzak kalıyor. Göçmen soydaşlarımızı bilgilendirme ve yönlendirmeden başka vazifesi olmayan Bal-Göç Başkanı “Türklere yapılan baskı ve zulümler içinnedenkimsenin hesapsorulmadığı” konusunu açmıyor. Bu işin içinde bir hainlik var demiyor. Bu cümleden olmak üzere dikkati çeken özel noktada, “akrabaları toplama” göçü olarak bilinen 1970’lı yıllar çilesi ile 1989’un Ağustosundan vatan toprağından zorla sökülerek sınır dışı edilen 500 bin kardeşlerimizi aynı kefeye koyuyor. Dernek ve federasyonda amaca yönelik ideolojik, politik ve kültürel çalışma yürütülmediği, gün gibi ortaya çıktı. En büyük kitlesel sivil toplum örgütünün esnaflaştığı ve öz davamızın özü bakımından gündem dışına itildiği, aslında, birkaç


22

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

gün önce yayınlanan bildiride “Tarihi Bir Çağrı” gibi bombastik başlık altında parlayıverdi. Hakikatten, bizim için, 20. yüzyılın en karanlık olayınıad, sap, çöp problemihaline getirip soldurup unutturmaya çalışmaları dikkati çekiyor. Ben bugün artık şair ve yazarlarımızdan Ahmet Şerif, Sabahattin Bayram, Ahmet Emin ve diğerlerinin neden Bursa’da tutunamadığını, çok sevdiğimiz Ahmet Yusuf’un Bursa’da bir plak ya da kaset neden dolduramadığını çok açık görmeye başladım. Neden 100 sazlık bir soydan çocukları orkestrasının Bulgaristan’a gelip yediden yetmişe herkesin alkışını toplayamadığını vs. vs. gibi sorunların yanıtları da kendiliğinden gelmeye başladı. Neden Bosnalıların TV yayını var da bizim yok? Neden Trakyalıların TV programı var da bizim bir radyomuz ya da bir gazetemiz bile yok? Neden BULTÜRK Kültür ve Hizmet Derneği’nin İstanbul’da 18 - 20 Aralık günlerinde düzenlediği “Etnik Temizlik ve Kültürel Soykırım” Sempozyumuna Sofya’dan ve Moskova’dan delegeler gelirken, T.C. nin konuya vakıf en bilinen Profesör, Doçent ve Bilim Doktorları, araştırmacılar, araştırmacı gazeteciler katılırken, en seçkin Bulgar film yapımcıları konu üstüne yapıtlarını sergilerken vb. Bal-Göç ve B.G.F. gibi göçmen örgütlerinden çıt yok. Bir kutlama mesajı bile göndermediler. Aldığımız telefonlarda “Biz katılmak istiyoruz ama gelmemiz engelleniyor” diyenlerin sayısı neden bu kadar büyük? Soydaşlarımıza tarihlerini unutturma programı mı uyguluyorsunuz! Daha somut yazdığımda, şu konu her zaman kanımı kaynatmıştır. Nasıl olur da 250 bin göçmenin ve bunlar arasında 5 bin öğretmenimizin yaşadığı Bursa’da emekli olan 1000 öğretmenimiz köylerine mahallerine, kasabalarına, eski okullarına dönüp komşu çocuklarının başına geçmez, Türk dili, Türk edebiyatı, Türkçe okuma ve yazma dernek çalışmaları başlatmaz, kurslar açmaz. Atalarımız ana dilimizi Bulgar okullarında mı öğrenmişti. Boyko Borisov’un beyanından sonra Ahmet Doğan ile Lütfü Mestan sustu. Sayın Başkan Yüksel Öksan ise afalladı. Konuşmaya devam eden bir tek Avrupa Birliği Milletvekilliğine layik görülen İlhan Küçük var. O, basına verdiği demeçte, “Bulgaristan’ın saçından kıl düşürmeden, Lütfü Mestan’a sözde Türkçe konuştuğu için kesilen cezaları ödememesi için yardım edeceğini” bildirdi. Vay be!!!! Yorumu siz yapın lütfen! Ben dilimi yuttum! Şimdi gelelim en başta sorduğumuz sorunun bir cümlelik somut cevabına. Hava ayazdı, soğuk başına vurmuş, olacak o kadar, misafirin kusuruna bakılmaz Cevabımız şudur:


Makale ve Analizler - 2015

23

Ölüm kalım davamızın başına düşmanımız tarafından uygun görülen ama davamızla uzaktan yakından alakası olmayan hain kişiler musallat edilmiştir! Yeni yılınız mutlu, sağlıklı ve başarılı olsun.

Yeni Ufuk

Seyhan Özgür-03.Ocak.2015

Güvensizlik, itimatsızlık ve durgunluk ortamında ilk ışıklar belirdi. 2014 yılından Bulgaristan halkına miras kalan güvensizlik, itimatsızlık ve durgunluktur. Yıl sonunda bu karanlığın ucunda sanki umut ışıkları da belirdi. BG-SAM yayınlarında yazan tüm arkadaşlarım bu özelliğe artık işaret etmiş olsa da, ben olaya bizleri Bulgaristan Türklerini ilgilendiren başka bir bakış açısından yaklaşarak, bazı noktalara işaret etmek istiyorum. Yeni olanın baş göstermeye çalıştığıyeni sosyal-politik ve ekonomik ortamşöyledir:Bulgar halkı ve etnik halk toplulukları devlet makamlarına olan güveni yıllar önce yitirdi. Geçiş Dönemi aldatmacası vatandaşı devletten soğuttu. Herkes yalnız umutla yaşanmadığına inandı. Sosyal güvenlik kurumlarına olan itimat da buharlaştı. Avrupa Birliği ülkeleri arasında en az ücretle çalışan ve en az emekli maaşı alan biziz. Ekonomimiz 2008’den beri durgunluk içindedir. 1 milyon 700 bin çalışanın 900 bini özürlü olan, 2 milyon 400 bin emekliyi geçindiremeyeceğini anlamayan kalmadı. Mali sistemdeki çöküş üstüne çok yazıldı çizildi, ama geçen sene finans düzeni bir daha dibe vurdu. Politik yapıyı belirleyende güvensizliktir. Uzun pazarlıklardan sonra kasım ayında kurulanve orta direği Başbakan Boyko Borisov’un yönettiği Bulgaristan’ın Avrupalı Geleceği İçin GERB partisi olan dörtlü koalisyon ortaklığına giren siyasi partilerden üçü - Reformcu Blok (RB); aşırı sağ ırkçı (PF) milliyetçi partisi ve sol kesimden olan Bulgaristan’ın Yeniden Doğuşu için Alternatif (ABV)


24

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

partisi 2015 bütçesine oy vermedi. Demek oluyor ki, bir sağ merkez rol üstlenen GERB partisiyle yola çıkanlar daha ilk dönemeçte yoldan çıktı. Yeni yılın mali bütçesi 3 milyar 600 milyon açıkla kabul edilirken, Türk ve Müslümanların politik organı olan, Hak ve Özgürlük Hareketi (DPS) lehte oy kullanmasaydı, İkinci Borisov kabinesi beyaz bayrak çekmek zorunda kalacaktı. Bu beklenmedik jestin yani ilişkileri limoni değil, kedi köpek gibi olan GERB ile HÖH - DPS partilerinin 2015 yılı bütçesinde buluşması ve hükumete muhalefet olan Türk ve Müslümanlar partisinin Boyko Borisov’u iflastan ve istifadan kurtarması, Noel ve Yılbaşında 12 gün tatil eden Bulgaristan vatandaşları tarafından en fazla tartışılan konu oldu. HÖH partisinden kabineye bu ani jesti nasıl algılamalı? Hem sol (ABV) ve hem de sağhükumetortakları (RB) ile (PF) partilerinin 2015bütçesine “hayır” deyip GERB partisini yalnız bırakmalarının anlamı nedir? Yeniden kaynamaya başlayan siyasi kazandan nasıl kokular çıkması beklenebilir? İkinci Borisov hükumeti (son 25 yılda Bulgaristan’da hiçbir politik lider 2. kez başbakan olmamıştı) reform programıyla iktidar oldu. Hükumet ortaklarından hiç biri 2015 bütçesini desteklemediğine göre, reform rüzgarlarının hangi yönden eseceğini şimdiden kestirmek zor oldu. İktidar ortaklığı sözleşmesinde öncelikli olan yargı, sağlık ve eğitim reformlarıydı. Fakat reform kapısı başka taraftan açıldı ve yine alelacele hazırlanan, meclisin gece oturumlarında görüşülen ilk reform paketi, 2014 yılını 2 milyar leva açıkla kapatan, bir devlet emeklilik kurumu olan Ulusal Sigorta Enstitüsü (NOİ) bütçesine, sayıları 8 olan özel emeklilik kurumlarından yıldırım operasyonla 7 - 8 milyar leva aktarılması oldu. Bu yasa da yine yalnız 38 kişilik HÖH - DPS meclis grubu desteğiyle kabul edildi. HÖH - DPS partisi Boyko Borisov’a çifte destek sunmakla ne amaçladı? Bilindiği üzere, 2008’de kurulan, 2009’da tek başına iktidar olan ve 2013 Şubatında hükumetten düşen GERB partisi ile HÖH - DPS arasında samimi ve yakın temas ve işbirliği yoktu. 2009’da Ahmet Doğan B. Borisov’un hükümet ortaklığı önerisini kabul etmemişti, Çünkü Türk ve Müslümanların isimlerini değiştiren, etnik temizlik ve kültürel soykırım uygulayan BKP’nin devamı olan, Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) ile yakın ilişki, işbirliği ve menfaat ortaklığı içindeydi. İki parti de hem AB ve hem NATO yanlısı olsalar da Moskova’nın Bulgaristan’daki çıkarlarını destekliyorlardı.


Makale ve Analizler - 2015

25

Kırcaali bağımsız milletvekili Vejdi Raşidov’u Kültür Bakanı yaparak Türk seçmen kitleyi etkilemek isteyen GERB önemli başarı elde edemedi. Türk, Roman, Pomak Müslüman seçmen kitlesi içine kapanmış ve totalitarizm buzlarını çözecek yeni günler bekliyordu. Buna rağmen son erken seçimde GERB partisi oylarının % 9’unu etnik azınlıklardan aldı. 2014 baharında Boyko Borisov ile HÖH Başkanı Lütfü Mestan Kırcaali’de ilk defa birlikte kahve içti ama ardı gelmedi, politik yakınlaşma açılmadı. 25 Ekim 2014 erken genel seçimlerinden önce GERB Başkanı taktiğini değiştirip aktifleşti. HÖH - DPS yönetimine şiddetli saldırmaya başlarken, 4 defa iktidar ortağı olan Türk ve Pomak partisine bir daha böyle bir imkân tanınmayacağını defalarca beyan etti. Aynı zamanda, Türk ve Müslüman seçmene daha da yaklaşmaya çalıştı. Başbakan olduğunda etnik azınlıklardan 10 bakan yardımcısı atamayı vaat etti. Seçim kampanyasında Deliorman’da Türkler arasında zaman geçirdi. Öyle de olsa, 2. Borisov hükumetinin kurulmasından sonra ilk saldırı hedefi yine Türkler oldu. Başbakan yardımcısı Bıçvarova ilk demecinde Bulgar devlet televizyonunun Birinci Kanalında her gün saat 16’da yayınlanan 10 dakika Türkçe Haberlerin yasaklanmasını istedi. Anlaşılan, yeni hükümete bizzat katılmadan parlamenter destek sağlayan aşırı sağ milliyetçi, (ksenefob) ruhlu (PF) partisi böyle bir istekle daha 12 Mart 2013 erken meclis seçimlerinde GERB partisine 50 bin oy hibe etmiştir. İkinci saldırı ise hükümet ortağı (RB) cephesi kurucu üyelerinden olan Kasım Dal ve Korman İsmailov’un Halkın Onur ve Hürriyet Partisi (HOHP) adayı Orhan İsmailov’un Savunma Bakanı Yardımcılığına atanmasıyla gelişti. (PF) kışkırtmalı bu saldırı, bu defa direk olarak B. Borisov’u hedef alıyordu. Aslında Borisov başbakan oldu, ama yeni hükümete 10 değil yalnız 2 Türk Bakan Yardımcısı atanabildi. İşte böyle bir ortamda 1944’ten sonra Nazici ruhlu olduklarından ve yeni ortamda ksenefobi yani Bulgar olmayana düşman tavırlı olduklarından dolayı kendilerine iktidar koklatılmasının önüne geçildi. Öyle de olsa, 2. Borisov hükumeti daha birinci vitesi takarken ayak frenini basıp el frenini de ansızın çeken ırkçı (PF) cephesi oldu. İşte böyle bir durumda art arda olmak üzere hem 2015 bütçesini hem de çok tepki uyandıran, emeklilik kurumunda reform denemesine tam destek veren HÖH - DPS partisi ne demek istedi? Çok erken de olsa biz bu sorunu şöyle açabilir miyiz? HÖH - DPS yönetimi GERB Başkanı Boyko Borisov’aoy tabanımdan (Türklerden, Pomak ve Romanlardan) ellerini çekve iste bizden ne istersen, demiş olabilir mi?


26

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

HÖH - DPS partisinin katıldığı son hükumet zamanında çöken yani iflas eden ve kapanan Kooperatif ve Ticaret Bankası’ndan (BTK)5 milyar leva kayıptır. Bu paranın 3.6 milyar levasını yeni hükümet özel hesap sahiplerine devlet garanti fonuna yani Merkez Bankasına ödetti. Başkan Lütfü Mestan’ın Başbakan Borisov’a şartı, sen özel bankadan çalınan paraları bütçeden öde, istediğin oy olsun, biz senin her isteğine geliriz, demiş olabilir mi? Yeni hükumete 2 Türk bakan yardımcısı atadın, diğerleri unut! Türklerle Pomaklara ve Romlara fazla yüz verme, onları bize bırak ve iste bizden ne istersen, demiş olabilir mi? Bu olayın ilk perdesini şöyle açmak mümkün müdür? Ülkede kimse artık şu bunalımlı durumda yaşamak istemiyor. Eski idarede Ahmet Doğan ve Lütfü Mestan ekibi etkin yer aldığından, rüşvet, dolandırıcılık ve dalavere olaylarından dolayı halk kendilerine artık hiç güvenmediğinden, onlar da artık halkın istediği şekilde yönetebilecek durumda değildir. Genel güvensizlik, itimatsızlık, istikrarsızlık ve her yerde durgunluk ve sefalet var. Demek oluyor ki, bu batağın içinden yeni bir şey doğması için ortam elverişlidir. Bulgar politik parti başkanlarının hepsi Yeni Yıl Kutlama Mesajlarında halka “Uyan Artık!” çağrı yaptı. Evet Toprak uyansa bile içinde tohum olmayınca ne bitecek ki! Dönüşüm ve yenilenme uğruna mücadele veren bir tek halk topluluğu var -Türkler ve Pomaklar. Bunu gören Başbakan Boyko Borisov Türkleri ve Pomakları ipliği pazara çıkmış HÖH - DPS lider takımından ayırıp koparmak isterken haklı mıdır? Yeni ortamda GERB partisinin hizmetine koşan HÖH - DPS partisi ne yapmak istiyor? Olayın tamamını şöyle algılaya bilir miyiz! 25 yıldan beri, Türkler ve Pomaklar konusunda politik alana ilk kez şimdi yeni bir fidan dikildi. Bizim azınlıktan 10 bakan yardımcısı atanacağı vaat edildi. Bir fikir bir fidandık, dikilip tutunca koca ağaç olur. Azınlığımız HÖH politik partisi dışında demokratik çoğulculuk koşullarında ilk kez bağımsız olarak tendi öz temsilcileriyle yürütmeye katılma şansı yakaladı. Olay aşırı milliyetçilerin (PF) faşistlerinin sert tepkisiyle karşılandı. Ne var ki, 2 fidan daha yeni dikildi. Eğer Borisov sözünde durursa bunlar 10 da olabilir. Şimdi HÖH - DPS liderliği, bağımsız Türk ve Pomak kadroların GERB desteğiyle iktidara katılmasına tepki olarak “çıkar şu fidanları, kes, yak, at, kurusun! Türklerin bağımsız temsil hakkını da unut! Bizim adamlarımız görev-


Makale ve Analizler - 2015

27

lerinde kalsa yeterlidir!” deyip, iste benden ne istersen pazarlığına girmiş olabilir mi? Yoksa biz bir halt ettik, eski hükümet olarak BTK bankasının içini boşalttık, kapat şu defteri, bankayı da kapat, hesap sahiplerinin parasını öde ve iste benden ne istersen formülü mi geçerlilik kazandı? Cevap bekleyen çok soru var tabii. “Türklerin sudan sesiz ve biçilmiş çayırdan bodur” olması ne zamana kadar devam edecek? Bulgar toplumu tek çeşitli, tek cinsten, politik olarak homojen bir toplum değil. Totalitarizm dağılırken başlayan ufalma süreci Sosyalist Parti içinde 30 hizip, grup, akım ve birlik türü doğurdu. Parlamento aşırı sağ cephesine yerleşmeye çalışan (PF) cephesinde 47 parti, örgüt, cephe vs. var. Hükümet orağı (RB) bloğunda 7 parti var. Bu durumda içi vıcır vıcır savaşım kaynamayan yalnız iki parti görüyoruz, biri HÖH - DPS Türk-Pomak partisi ve ikincisi de, aşırı solda Rusçu olan “Ataka” partisidir. Tek partili totaliter düzenin ayrışımı, belki de böyle bir ufalarak erime ve sonra yeniden gruplaşmayı evrim olarak yaşamak zorundadır. Bu bakıma ülkemiz diğer Güneydoğu Avrupa ülkelerine pek benzemiyor. Bizde Sosyalist Parti (BSP) kimliğinde ve HÖH - DPS destekli komünist rejim ömrünü uzatmaya çok gayret gösterdi. Bu bakıma, yani Sosyalist Partinin halktan aldığı desteğin buharlaşması bakımından 2013 yılı semboliktir. 1994’te salt çoğunlukla iktidar kuran sosyalistler 2013 Mayıs erken seçimlerinde 76 vekil, 2014 Ekim erken seçimlerinde ise 39 milletvekiliyle yetinmek zorunda kaldılar. Erime ve dağılma süreci devam ediyor. Bu hep parti içi kavga hem de politik alanda didişme olarak yol alıyor. Şu dönemde BSP’nin ana hasımı GERB partisidir. BSP hükumet ortaklığının hiç bir yasa önerisini desteklemedi. Kuşkusuz homojen olmayan bir tolumdan homojen bir meclis bileşimi çıkmaz. Bulgar parlamentosundaki 8 partili bileşim buna kanıttır. Ne var ki, böyle bir ortamda da biz Bulgaristan’da Türk ve Müslümanlar için, hak ve özgürlük davamız için, adil bir tolum kurulmasında sözde bizi politik olarak temsil eden ama şimdiye kadar bize hep engel olan HÖH - DPS partisini bayrak dürmeye zorlamak açısından ufukta yeni bir ışık belirdi mi? Belirdiyse bunun adı, özü, niteliği ve hedefi nedir. Yeni yazımızda bu umut ağarmasını Başbakan Borisov’un 29 Aralık 2014’te yayınlanan Türklere zulüm edenlerden ve isimlerimizi değiştirenlerden hesap sorulması ve Güneydoğu Rodoplar’da 24 - 26 Aralık 2014 tarihlerinde etnik temizliği ve kültürel soykırımı protesto etme mitinglerinde yapılan konuşmalardan okumaya çalışacağız.


28

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu gün HÖH lideri insanlarımızla alay edercesine dün hayır dedi bir olaya bugün bu bizim davamız demesi ikiyüzlülük değil evet bu üçyüzlülüktür, bunu halkımıza anlatacağız ve bunlara devam edeceğiz. Konumuz devam edecek. Yeni yılınız mutlu, kutlu ve bu yıl özgür olmanız dileği ile...

Biraz Sustular

BG-SAM-04.Ocak.2015

Ben de önce tüm okuyucularımın bizi okuyansoydaş kardeşlerimin yeni 2015 yılını kutluyorum. Hepinize mutluluk ve sağlıklı olmanızı ve hepinize bol şans getirsin. Bizim aşırı milliyetçiler, ırkçılar, kendilerinden başkasını beğenmeyen ksenefoblar, evet yılbaşında sanki biraz sustular, sanki biraz kabuklarına çekilmek zorunda kaldılar. Başbakanın öteki düşmanlığı ve milliyetçi halk yardakçılığını kınaması bir yere kadar etkili oldu anlaşılan. Fakat bu bizim koşullarımızda tamamen geçici bir olaydır! 2014’te kuduranlar, fırsat bulup inden çıktılar ve kendilerine meclis koltuğu bile seçtiler. Taşan acı su kuyusu gibi içlerini döküp ortalığı zehirliyorlar. Ama çok oldu artık diyenler yazıma ikinci bir başlık atmamı istiyorsa, şöyle diyelim: Türklüğümüzden Kaymaya Devam Ediyoruz. Evet, biz 2014’te bazı henüz gerçekleşmeyen vaatler dışında yeni hiçbir edinim elde edemedik. Hatta, 18 - 20 Aralık 2014 İstanbul Etnik Temizleme ve Kültürel Soykırım uluslar arası sempozyumu dışında, Bulgaristanlı Türklerin geleceği konusunda yeni açık herhangi bir hedef gösteren de olmadı. Geçimleri düşmandan aldıkları maaşa bağlı olanlarda bir beklentimiz de yok zaten. İstanbul’da yapılan Kültürel soykırımın 30.yılı forumda, davamız dar etnik çerçeveden taştı, Bulgar ve Türk demokratik güçlerinin ortak davası olduğu slogan oldu. 2015 yılına çok değişik damga vuracağına inanıyoruz. Umut ederiz ki, BULTÜRK Derneği ve Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi’nin savunduğu fikirler artık BULTÜRK - Bulgaristan Türklerinin Sesi Gazetesi 2015’te Sofya’da hem Bulgarca hem de Türkçe çıkmaya başladığında adalet ve demok-


Makale ve Analizler - 2015

29

rasi, hak ve özgürlük, etnik hakları tanınmış etnik halk topluluğu oluşturma davamız artık yeni boyutlara ulaşaşacaktır inşallah. Bir şarkımızdan: Seni bir gün görmesem olmaz. Seni bir gün öpmesem olmaz. Bunu adalet, demokrasi ve hürriyet davamıza çeksek şöyle olmuyor mu? Hepimizin her gün aynı örsü bütün çekiçlerle bilinçli dövmeliyiz. Hünerlerini, bildiklerini, birikimlerini, yararlı olabilecek enerjilerini beraberlerinde götürenler için Cennette Tahtı yok! Adına Vatan ve insanca yaşamak uğruna mücadele dediğimiz bu büyük davamızı bundan 100 yıl önce Üsküplü usta şair Yahya Kemal Bayatlı şöyle miras etmişti: “Türklük Avrupa’ya doğru yükselişi biten bir deniz gibi o dağlardan çekilmiş, lakin tuzunu bırakmıştır. Bütün o toprak bu tuz Bulgar vatanının toprağında mı kalmamış? Kanında mı? Yaşayışında mı? Giyinişinde mi? Duyup düşünüşünde mi? Lisanında mı?” Şimdiki Bulgar milliyetçiliği kendini diğer milletlerden üstün görme, diğer etnik topluluklardan nefret etme ve onları zorla kendine tabi kılma çırpınışıdır. TV “Skat” Programı yayınladı: 2014 ırkçı hortlaması şefi (PF) Başkanı, milletvekili V. Simyonov demeç veriyor: Soru: Sizin diğer etniklere düşman olduğunuzu söylüyorlar. Doğru mu? Yanıt: “Hayır. Ben hepsini çok severim.” Soru: Nereye gidiyorsunuz? Yanıt: “Burgas’ın Roman mahallesine Kilise inşa ettik, açılış törenine” Biz yıllardan beri her şeye sahte süs veriyoruz: Bu kara kayaları boyamak gibi bir şey! Romanlara Hıristiyan süsü! Sanki son gidecekleri yer dedemin kabrinin yanı başı değil! Türk diline gönüllü süsü; Kakavanlara lider süsü; Kalpazanlara çalışkan süsü ve Kurda kuzu süsü... Ve bunların hepsi, Büyük Yahya Kemal’in dediği gibi, yaşadığımız topraklarda Türk tuzu olmadığını kanıtlamak için yapılıyor. Sanki serinledikleri yer “çardak”, bastıkları yer “döşeme”, yedikleri “çorba sarma dolma” ve sarılıp yattıkları “yorgan döşek” değil... Alfabesiz bir halkın uleması mı olur?


30

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Süsüz adamlar beş para etmez olalı, profesör ve doktorlar gündüz lambası oldu. Yüksek kürsülerden tekerlenen “vizyonlar, misyonlar ve konjüktürel perspektifler” çözümsüz bulmaca gibi! Yazılanı anlayan yoksa yazarlığın nesi kalır? Bulut getirmeyen rüzgârlara yağmur duası etmeye ne gerek var! Yaşasın! Susmak, yok olmak demektir, diyenler. Dayanmak, katlanmak ve yaratmak bizim ana vazifemiz! Terle, gözyaşıyla ve kanla yoğrulmamışsa, tek dizemiz yok, demektir. Ve artık bu dağlar türkü doğurmuyorsa, suç kimindir? Bize karşı uygulana gelen ve dinmeyen ilkel şiddet beslenmiş ve eğitilmiştir. Hiçbir işe yaramayanların düşmanlık ordusunun ardında hep büyük güçler büyük devletler vardı. Artık bir cehennem olmuş denen Bulgaristan’da alfabesiz bir halkın sesi olmak ne zor, bilir misin? Yıllarca susturulmuş, ezilmiş, yıldırılmış ve ana dilinde konuşması unutturulmuş bir halkın sesi olmak ne zordur bilir misin! Utanç verici zulme boyun eğmeden dimdik durmak ne zor, bilir misin? Hayat öyle bir şey ki, demir bile ateşin içinde kor gibi kızarmadan üzerine en büyük tokmakla da vursan çıkmaz özünden tek kıvılcım, yakamaz dünyayı iyilik saçan büyük özlem. Ve benim bağırarak davet ettiğim: Ölüm kamplarını, sürgünleri ve darağacını seçenlerin artık politik sahneye çıkmasıdır. Ve biz gibi kutsal günleri özlemiş bir şairlerimiz vardı. Mehmet Emin vaktiyle şöyle haykırmıştı: Bırak beni haykırayım susarsam sen matem et Unutma ki şairleri haykırmayan bir millet Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir. Burgas’ın Roman mahallesine dikilen kilisesinde çan yok. Ruslar bizim diyara son çanları getirdiklerinde yıllardan 1878’di. Sofya’da 72 camii kiliseye çevrildiğinde bu çanlar takılmıştı. Her halkın çan kalıbı yoktur. Çansız kilisede ayin uzaktan duyulmaz. Uzağı duymayan uzağı göremez. Baksana Putin bile yakın geldi, Ankara’dan seslendi, Anlayana “sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az!” Bu yüzden yazımın başlığına Biraz Sustular dedim. Öte yandan biz Türklüğümüzden kaymaya devam ediyoruz. Bu her yanı süslü hem görülen hem görülmeyen bir süreç Kötü habere sevinenler bayram etsin! Elektronik misyonda hedef açık. Dünyada 6 bin dil var, 600’e indirelim, demişler.


Makale ve Analizler - 2015

31

Dili olmayan, konuşamaz, konuşamayan düşünemez, düşünemeyen yazamaz, yazamayan hak hukuk aramaz, hak hukuk aramayan ahırdaki hayvan gibidir, saman versen saman yer, vermesen bekler, demişler ve eklemişler: Prizi olmayan bir bilgisayar düşün, işte öyle bir şey. Bu bizim yeni vizyon! Demek biraz sustular ama ardından gelen fırtınaya bak sen! Bizi getiren seldi. Unutma hepimizi yere sermişti! Mutlu yıllar! ........................................................ 2014’te Bulgaristan politikasına daldık, o da öyle bir batak ki, yıl boyu içinde çıkamadık. Aslında biz Bulgaristanlı Türkler ve Müslümanlar, hatta bütün etnik halk topluluğumuzun Bulgar tek uluslu devlet politikasıyla öteden beri çatışma halinde olduğunu yazmadan yine geçemiyorum. Politika dediğin zaten zıt çıkarların devamlı kavgası gibi bir şey! Sosyal bunalımlar ne kadar derinleşirse çelişkiler de o kadar keskinleşiyor. Bu arada yeni yeni bağdaşmazlıkları da beliriyor. Mesela 2014 yılının 25 Ekim günü yapılan erken meclis seçimleri sürprizler oldu. Milliyetçi Cephe (PF) adlı bir ırkçı ve son dönemde modern bir değim olarak sık sık kullanılan ksenefob yani Bulgar olmayan herkese düşman, ama bizim koşullarında hele de Roman nüfusa amansız davranan bir siyasi parti 23 milletvekili ile parlamentoda kendine yer açtı. Bulgar ırkçılığının zehirli okları öncelikle Bulgaristan Türklerine ve Pomaklara karşı yöneliktir. Pomakların isim değiştirme ve asimilasyona karşı 1970 - 73 direnişleri unutulmadı. Yaşadığı yörelerde Müslümanlık kalelerini kontrol altında tutan bu büyükçe azınlık ağır ekonomik ve sosyal bunalım koşullarında da ahlakına bağlı kaldı ve özgün kültürünü yaşatabildi. Bulgaristan’da aşırı sağ milliyetçi-ırkçı zihin yapısında Pomaklara karşı sert ve amansız tutumun tarihinde 1912 - 13 isim ve din değiştirmeye zorlama vardır ki, kimlik saldırılarının 1936 - 1944 yıllarında yinelemesi, 1970 - 73 arasında gemi aza alması ve daha sonra da dinmemesi, bu halk belleğinde büyük yaralar açmıştır. Ahlakına, sözüne, dinine ve kimliğine sımsıkı bağlı bu insanlar bugün de ırkçı (PF) partisinin her sözünden ve çıkışından tedirgindir. Çünkü (PF) partisi ortağı Makedonya İş Devrim Hareketi (VMRO) şu dönemde aşırı sağ cephede birleşti, Sofya meclisine ve Avrupa Birliği parlamentosuna gönderdiği vekilleri birlikte çıkardı. Bu parti Bulgar sağ cephe milliyetçi-ırkçılığına parlamenter statü kazandırdı. Yeni durumda böyle nitelik çizgileri varken, “Biraz Sustular” sadık bir Türkler hükmetmiş, erk kurmuş, idare yol yöntemi bilen, herkesle iyi geçinmeyi başaran bir soy kültürüne sahip olduklarından çok tehlikeli olabilirler.


32

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İkincisi Bulgaristan’ın yeni tarihinde ayaklanan bir tek azınlık varsa o da yine Türklerdi. Mayıs 1989’da başlayan ayaklanmaları politik nitelikli olmakla birlikte, 45 yıllı totaliter-komünist rejimin onlara karşı geliştirip uyguladığı asimile etme politikasını stop ettirdi ve olaylara yeni yön verdi. Ardından BKP’nin (1944 - 1989) yıllık iktidarını deviren de onlar oldu. Böyle bir zihniyetle oluşan ve ülkede taban yaratmaya çalışan bu ırkçı parti ve onun en güçlü propaganda organı olan “Skat” televizyonu ve artık meclis kürsüsünden inmeyen yönetici ekibi - ellerinden geleni arda bırakmayıp ülkede korku, tedirginlik, güvensişzlik ortamı yaratıyorlar,

Malkoçoğlu’nun Babasının Mezarı Bulundu

Raziye ÇAKIR-05.Ocak.2015

Cüneyt Arkın’ın canlandırıldığı tarihi Türk kahramanı Malkoçoğlu’nun babasına ait mezar Bulgaristan’da bulundu. Cüneyt Arkın’la özdeşleşen Malkoçoğlu, Türklerin Avrupa’ya düzenlediği akınlarda adı kahramanlık öykülerine konu olan tarihi bir karakter. Türk Tarih Kurumu ekipleri tesadüfen gün yüzüne çıkarana dek, Malkçoğlu ve ailesinin nereye defnedildiği bilinmiyordu. Baba Malkoç Bey’in türbesi Bulgaristan’da Gabrova ve Lofça arasında olan bir köyde ortaya çıktı. Türbenin etrafı ağaçlarla kaplı olduğundan ekipler mezarın Malkoç Bey’e ait olduğunu anlamakta zorlanmışlar. Ağaçlar budanıp türbenin içine girilince ortaya çıkan manzara onları da şaşırtmış. Türbeyi keşfeden üç kişilik ekipte yer alan, Marmara Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Görevlisi Neval Konuk, bölgede yürüttükleri envanter çalışması sırasında köylülerin haber verdiği türbenin tanınmaz halde olduğunu söyleyerek, “içinde yüzlerce pet şişe ve bidon vardı. Temizlememiz bir buçuk saati buldu” dedi. Neval Konuk ellerinde Malkoçoğlu’na ait sınırlı bilgiden ötürü mezarın kime ait olduğundan ilk etapta emin olamadıklarını, ancak Ankara’ya gelip araştırmaları yoğunlaştırınca mezar sahibinin kimliğini kesinleştirdiklerini belirtti. Bölgede Malkoç Bey dönemini yansıtan Osmanlı akıncılarına ait başka mezarlar da bu-


Makale ve Analizler - 2015

33

lunduğunu söyleyen Konuk, Malkoç Bey’in o köyü askeri karargah olarak kullandığını da belirtti. Malkoç Bey’in oğlu ve Cüneyt Arkın’nın oynadığı kahraman Malkoçoğlu’nun mezarı ise Gebze’de bir türbe. Türk Tarih Kurumu’nun Bulgaristan’daki envanter çalışması sona erdi. Pek yakında bu çalıştay kitap haline dönüşecek. Malkoç Bey’in türbesinin son hali de bu kitapta yer alacak.

Kavga Yılları - 1

BG-SAM-05.Ocak.2015

“24 saat” gazetesinden çeviridir. İsim Değiştirmeyi Kim İcat Etti? Sofya’da çıkan günlük “24 Saat” gazetesi “Türklerin İsimlerinin Değiştirilmesini Kim İcat Etti?” başlığı altında bir yazı dizisine başladı. Birinci araştırma yazısı 31 Aralık 2014’te yayınlandı ve gazete bu konuda -mnenia@24chasa.bg– bilenlerin bildiklerini anlatması, görüş beyan etmek ve yorum ve eleştiri için açtı. Böyle bir adımın atılmasına ve Bulgar günlük ve periyodik basınının “Türklerin İsimlerinin Değiştirilmesi, Etnik Temizlik ve Kültürel Soykırım” konusuna geniş yer ayırmasının nedeni, 18 - 20 Aralık 2014 günlerinde aynı konuda bir yüksek temsili ve Bulgaristan demokratik kamuoyu katılımlı uluslar arası bilimsel forum düzenlenmesi; iki, isim ve kimlik değiştirme sürecinin Güneydoğu Rodoplar’da başlamasının 30. yıl dönümü anma törenlerinin her zamankinden daha kalabalık olması ve üç, Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov’un isimlerimizin 29 Aralık 1989’da geri verilmesinin 25. yıl dönümünde yaptığı açıklamasında: “Ne kadar geç olursa olsun, isimlerin değiştirilmesi, etnik temizlik ve kültürel soykırım konusunda adalet yerini bulmalıdır,” demesidir. “24 saat” gazetesi konuyu hemen ele aldı ve “Türklerin İsimlerinin Değiştirilmesini Kim İcat Etti?” konusuna 2 sayfa ayırdı. 30 yıl sonra kanıt belgeleri, yorumlar ve utanç gün veren ay ve yıllarından anılar yayınlamaya başladı. İlkyazının müellifi BG Cumhurbaşkanı Jelü Jelev’in “Etnik Sorunlar Danışmanı” Prof. Mihail İvanov. (BGSAM olarak biz yazı dizisini aynen veriyoruz.)


34

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Başlık: İsimlerin Değiştirilmesi Bayram Olmalıymış. Bundan 30 yıl önce Bulgaristan Komünist Partisi (BKP) ve Bulgaristan devlet aygıtı, ülkemizdeki Türk ahalisinin adlarını toplu halde zor kullanarak değiştirmeyi hedefleyen isim değiştirme etnik temizlik ve kültürel soykırım sürecini başlattı. Sosyalist Bulgaristan tarihinin en iğrenç sayfalarından biri 1984 sonunda ve 1985 başlarında açıldı. Sizlere “Bayram Gibi” başlıklı eserden bazı alıntılar sunuyoruz. Bulgaristan İç İşleri Bakanlığı 1985 yılını nasıl karşıladı? İsim değiştirme, etnik temizlik ve kültürel soykırım süreci nasıl başladı? “İsimlerinin değiştirilmesi Bulgaristan Türk ahalisinin Türk esaretinden kurtuluş bayramına dönüştürülmelidir.” Todor Jivkov’un 18 Ocak 1985 günü parti ve devlet aktifi önünde yaptığı konuşmadan alınmıştır. Merkez Devlet Arşivi, f.1b, op.63, a.e.108, l.5. Müellifin Önsözü: Tarihimize maalesef “isim değiştirme etnik temizlik ve kültürel soykırım süreci” olarak girecek olan çılgınlığı algılayabilmek için yıllardır arşiv karıştırıyorum. BKP’nin o döneme ilişkin arşivini durumu 1980’lı yıllarda meydana gelen olayları gerçekçi yazılmasına engeldi. 1986 - 1989 yıllarına ait Devlet Güvenlik “DC” kurumunun Altıncı Şube belgeleri cetvelinin olmaması, bu da doğrumudur o da bilinmez, çünkü o yıllara ait evraklar yok mu yoksa dökme halinde olduğundan cetvel mi sunulamıyor, ortada olan İç İşleri Bakanlığı arşivini kullanmada bir sorun olmasıdır. Öyle ya da böyle olsa da genel tablonun ana çizgileri artık görüldü.. Son 10 yılda BKP’nin bizdeki azınlıklarla ilgili izlediği politika birkaç uzmanlaşmış ekip tarafından işlendi. Bu yazımda, arşiv belgelerinden ve başka kaynaklardan alıntı sunarak, bu trajik olaylara katılanların düşünme tarzını açmaya, gerçekte ne olduğunu göstermeye ve mümkün olduğu yerde kurbanların başına gelenleri ve yaşadıklarını yansıtmaya çalışacağım. Ödevim, ele alacağım döneme doğru ışık tutabilmek için 1984 - 1989 yılları ile sınırlı kalmaktır. Belgelerden alıntılar aynen verilecektir. BKP’nin asimile etme politikasında doruk. 1984 yılının sonunda ve 1985 yılının başında Bulgaristan’da yaşayan Türk ahalisinin isimlerini zor kullanarak değiştirme komünist partisinin asimile etme politikasında doruk oldu. O günlerde İç İşleri Bakanlığı ayaktaydı. Sofya’da İç İşleri Bakanlığı binasında, Bakan Dimitir Stoyanov’un katıldığı toplantılar, danışmalar, görüşmeler ve temaslar düzenleniyordu. Nüfusun karma olduğu illerde, ilgili bölgede bulunan tüm baskı ve terör güçlerinin tabii olduğu, kurmaylar kuruldu.


Makale ve Analizler - 2015

35

Kurmaylar, bakanlık kadrosundan yüksek rütbeli subayların emrindeydi. Aralık 1984 sonunda etkinlikler Güney Bulgaristan’ın Kırcaali ilinde yoğunlaştı. Aşağıda sunduğum steno gram kesitleriyle ben 1985 arifesinde Bulgaristan’da ve İç İşleri Bakanlığında olanlara ışık tutmak istiyorum. Ek olarak paralel metinler, görüş, not ve yorumlar da verilmiştir. Mihail İvanov. İç İşleri Bakanlığı Arşivi (AMVR)f1, ap. 12,a.e. 641,1–3. Gizlidir. Steno gram 12. 1984 günü saat 15.30’da İçişleri Bakanının Bakanlık Yürütme Kurulu bileşimiyle yaptığı toplantıdandır. Dimitir Stoyanov yoldaş (Orgeneral Dimitir Stoyanov, BKP MK Politik Büro üyesi ve İçişleri Bakanı.): Yoldaşlar, biz eski yılı uğurlamak için toplandık. Çoğunuz yılbaşını evde aileleriyle birlikte karşılamak istiyor. Son dönemde değişik vesilelerle sık sıkça toplanmıştık. Ben Todor Jivkov yoldaşla görüştüm (BKP Genel Sekreteri ve BHC Devlet Konseyi Başkanı) kendisine bazı arkadaşların jübile yıldönümü kutlamaları olduğunu ve bu vesileyle toplanmamızın iyi olacağını söyledim. Kabul etti. Kaşev yoldaş (Tümgeneral İliya Kaşev, Güvenlik ve Savunma Müdürlüğü UBO Amiri) Jivkov’un programına göre, nerede, ne zaman ve kaç kişinin katılacağını saptayıp bildirecek. Jivkov yoldaş da katılacağına göre, her şeyin gerekli seviyede olması gerekir. Yoldaşlardan bir kısmı şu an aramızda yok. 4 kişi çarpışma cephesindedir. İvan Dimitrov (Tümgeneral İvan Dimitrov, İç İşleri Bakan Yardımcısı ve Halk Milisi Amiri); Çerkezov (Tuğgeneral Nikolay Çerkezov İç İşleri Bakanlığı Müsteşarlık Amiri); St. Tsanev (Tümgeneral Tsvetan Tsanev İvanov Sınır Askerlerı Amir Yardımcısı); ve Halk Milisi Amirliğinden, Yedekten ve Devlet Güvenlik Kurumu “DC” (Üçüncü Şube - Askeri Aksi İstihbarat) görevlilerinden birçok kişi çatışma cephesinde bulunuyor. Yoldaşlar gönderildikleri yerde çalışacaklar, güçlerimizi ve araçlarımızı yönetecekler, çünkü o bölgede 700 sınır erimiz ve illerden ve milis okullarından 500 öğrenci gönderildi. Kuşkusuz bizim bu işi bitirmemiz için bir başka seçeneğimiz de yol değil. Kırcaali’ye bağlı Benkovski ) Killi) bölgesi Smolyan’a (Paşmaklı) başlana bilir ve güvenlik sağlanabilir mesela. Durum budur, yoldaşlarımız yılbaşında orada kalacaklar... Ben yine gerekli olanın tedarik edilmesi sorununda ısrarlıyım, onların hiç bir şeyden ihtiyaçları olmayacak şekilde her şey sağlanmalıdır, çünkü görevlilerimizin o bölgede ne kadar kalacağını şimdiden kestirmek olanaksız-


36

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

dır, önemli olan şudur, orada duruma tamamen hakim olmadan bir hiçbir kimseyi geri çekmeyeceğiz. Ben T. Jivkov yoldaşa gerçek durum hakkında rapor verdim. Ben, Bulgaristan’da bir İç Askeri Birlik kurulmasında ısrar ettiğimi yeniden vurguladım. Biz şu an, tek bir noktada hareket halindeyiz, Kırcaali ilinde isim değiştiriyoruz, fakat başka illere geçilirse o zaman ne yapacağız? O, bu konuyu Jurov yoldaşla görüşeceğini (Dobri Jurov, BKP MK Politik Büro üyesi ve Savunma Bakanı) söyledi. Bizim emrimizde 2000 kişi olmalıdır. Kanımca bunlardan 500 kişi Şumen (Şumnu), 500 kişi Plovdiv (Filibe) ve 1000 kişi de Sofya’da konuşlandırılmalıdır. Gerektiğinde hemen kullanabilmeliyiz. Şu anda biz isimleri değiştirirken sınır askerlerinden ve Dolnı Bogrov ve Kazanlık’tan iki kolordudan yararlanıyoruz.(Burada sözü edilen savaş donatımlı 2 milis ve erbaş okulundan alınan güçlerdir) Bunlar olmasaydı ne yapabilirdik? Bizim isim değiştirme çalışmalarımıza çok yüksek değer verildi. Şu yoldaşlara rapor verdim: Penço Kubadindki (BKP MK Politik Büro üyesi ve Vatan Cephesi Ulusal Konsey Başkanı Penço Kubadinski); Mladenov (BKP MK Politik Büro üyesi ve BHC Dışişleri Bakanı Petır Mladenov); Atanasov (BKP MK Politik Büro aday üyesi ve Başbakan Georgi Atanasov); Mladenov (BKP MK Politik Büro üyesi ve BHC Dişişleri Bakanı Petır Mladenov); St. Mihaylov (BKP MK İdeolojik Sorunlar Sekreteri) ve ayrıca Todor Jivkov bizi tamamen takdir etti ve kutladı. Biz başarılarımızı ve sonuçları pekiştirmek, bu halk toplulundan olan insanları birer birer, küçük gruplar halinde ve köyler, mahalleler ve kasabalar olarak toplamdan ayırıp kopararak isimlerini değiştirme yönünde ideolojik, politik ve örgütler etkinliğimize her yerde devam etmeliyiz. Ocak ayının yarısına doğru bizim organlarımızın bu işleri bitirmesini sağlamalıyız. 4 Ocak 1985 günü İç İşleri Bakanlığında yapılan oturumda Kırcaali, Haskovo, Burgas, Pazarcık, Blagoevgrat ve Silistra illerinde isim değiştirirken meydana gelen olaylar değerlendirildi ve Stara Zagora ilinde ve Bulgar Halk Ordusunda isim değiştirme hazırlıkları görüşüldü. İşte steno gramlar: AMVR, f.2,ap.12,a.e.644, l.1 –Gizli. STENO GRAM: 04.01.2014 İç İşleri Bakanlığı yönetiminin gizli toplantısından. Stoyanov yoldaş: Toplantımıza Palin yoldaş (Orgeneral Velko Palin BKP MK Sosyal ve Ulusal Güvenlik Şube Amiri); T. Radulov (BKP MK Sosyal ve Güvenlik Şube Amir Yardımcısı) ve SSCB’nın Sofya temsilciliği Başkanı Feodorov yoldaş ve bizim birimlerimizde görev alan Sovyetlerden diğer yoldaşlar katılıyorlar.


Makale ve Analizler - 2015

37

Söz alıp konuşan: İç İşleri Bakanlığı Kırcaali İl Amiri Albay Atanas Kadirev. Yasın Bakan, Sayın General ve Subaylar, 07.1970 tarihli BKP MK Sekreterliğinin geçmişte zorla Müslümanlaştırılanların bugünkü evlatlarının ulusal bilince ulaşmasını sağlamak ve yurtseverlik ruhunda eğitme kararına dayanarak il nüfusunun kimliğinin araştırılması konusunda çok geniş kapsamlı çalışmalar yürütüldü. Bu azimli bilimsel ve uygulamalı çalışmalar sonucunda, genel ve tarihsel anlamda olmak üzere, ayrıca yüzlerce ve binlerce somut soy tespiti yapılarak Doğu Rodoplar’da yaşayan nüfusun Bulgar kökenli olduğu tespit edildi. İşte bu esas üzerinde olmakla, bu nüfusun ülkemizde geçerli yasal usule uygun bir hale getirmek amacıyla ve BHC vatandaşlarının hepsine yeni pasaport verilmesiyle ilgili olarak, 1982 yılında Kırcaali BKP İl Komitesi tarihsel derinliği ve önemi bakımından büyük kapsamlı ve pratik uygulaması açısındansa çok ağır olan soy köklerinin Bulgar olduğu saptanan Bulgaristan Türklerinin Arap isimlerinin değiştirilmesi gibi ağır bir ödev saptadı. Çalışmalarımız esnasında bu kapsama giren nüfus daha da kalabalaştı insanların çok önemli bir kısmını kapsadı. Bu kapsama giren, Türk kimlik bilinci olan ama Bulgar menşeli köyler, köy üniteleri, bölgeler olduğu ortaya çıktı. Kırcaali ili nüfusunun Bulgar geçmişi ve Bulgar menşei olduğunu tarih ve etnograf bilimi kuşku götürmez bir şekilde pratikte kanıtladı. Çernooçene (Karagözler), Krumovgrat (Koşukavak) ve Podkova vb. yerleşim yerleri söylediklerime örnek oldular. Bu nüfusun küçük istisnalar dışında arı Bulgar kökenli olduğu gün ışığına çıktı. Bu köylerden birçoğu Bulgaristan’ın kurtuluşundan sonra, 09. Eylül 1944’ten sonra ve hatta şimdi, özellikle sınır bölgelerinde, Smolyan ve Plovdiv elleri için geçerlidir, Türkleştirilmiştir. Şuna işaret etmek istiyorum, çok ağır ve güç olsa da, insanların daha fazlası, parti politikasını doğru algıladı ve şu saate kadar ilde 120 bin kişinin ismi değiştirildi. Bu nüfusun % 50’sidir. Biz artık, şu andan itibaren, bu sürecin geri dönüşü olmayan bir süreç olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Sadece dün, bir günde 16 bin 540 kişinin ismi değiştirildi. 1984 yılında Bulgaristan Türklerinin milli bilinçlenmesi çalışmalarını genişlettik ve kapsamlı önem verdik. İsim değiştirme önlemlerine ilişkin çalışmaların derinleştirilmesi kuşkusuz günlük çalışmalarımızı da güçleştirdi.


38

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Milliyetçi Türkler halkta korku duygusu yaratmak, insanları sindirmek, Bulgarlara ve sosyalizme karşı düşmanlık aşılamak ve Bulgar ve devlet düşmanı hareketler ve girişimler başlatmak amacıyla parti ve milis organlarının isim değiştirme esnasında kadın ve kızların ırzına geçtiği, tecavüz ettiği, erkekleri tartakladığı, herkesçe hürmet edilen şeylere hakaret edildiği vs. uydurmalar yaydı. Bunun sonucunda 1984’te çok ağır suçlar işlendi, sosyal, politik ve ekonomik sonuçları ciddi olan, halkı psikolojik olarak yaralayan cesur saldırı teşebbüslerde bulunuldu. Bezvodno köyünde 6 kişi tutuklandı. İsimlerini değiştirmeye gittiğimizde muhtarlık binasını havaya uçurmaya hazırlanmışlardı. Patlayıcı ve fitilleri ele geçirdik. Mart ayında Kumuniga köyünde gece bir tabut yakıldı. Müslümanlar tabutla ve elbiseleriyle gömülmeyi kabul etmiyor. Birçok kişi tutuklandı ve yargılandı. 1 Mayıs 1984’ye aynı köyde bildiri dağıtıldı. Duvarlara yazılan sloganlarla isimlerin değiştirilmesi kınandı.. 12 - 13 Mayıs günlerinde Çernooçene (Karagözler) belediye merkezinde muhtarlık binası ateşe verilmek istendi. 14 - 15 Mayıs günleri aynı belediyeye bağlı Patitsa köyünde okul yakıldı. 20 - 21 Mayıs günlerinde Kırcaali’de altı değişik milliyetçi içerikli bildiri dağıtıldı. Hükümeti politikası kınandı.. Bu bildirilerde Türkler hep birlikte silahlı mukavemete davet edildi. 27 - 28 Mayıs günlerince Cebel belediyesine bağlı Lebed ve Şterna köylerine Türk bayrakları asıldı. Birçok kişi takibe alındı, tutuklandı. Bulgaristan Türklerinin Leninci Komünist Partisi adında bir gizli politik partinin Program ve Tüzüğüne, kurucu kongrede yapılan açılış konuşmasının metni ile okunan rapora el kondu. BKP Merkez Komitesine, Türkiyenin Cumhurbaşkanı Kenan Evren’e, Bulgaristanlı genç kız ve oğlan Türklere çağrı metni alıkondu. Ayrıca T.C. Macaristan Büyükelçiliği üzerinden Birleşmiş Milletler Teşkilatına bir bildiri iletildiği tespit edildi. Bulgaristan Türklerinin Leninci Komünist Partisinin kurucusu ve başkanı Cebelli öğretmen Avni Veli’dir. 1984’te tutuklandı ve 7 yıl 6 ay hapse atıldı. 1988’de serbest bırakıldı. 1989’da Viyana 89 Dayanışma Derneği kurdu. Mustafa Ömer tarafından kurulan ve yönetilen İnsan Haklarını Savunmak için Demokratik Lig direniş örgütüyle birlikte çalıştı. 20 - 21 Mayıs 1989’da Cebel şehrinde örgütlenen büyük protesto gösterilerini Viyana 89 Dayanışma Derneği ile Demokratik Lig örgütlediler. İçişleri Bakanlığı VI. Şube raporlarında Cebel isim değiştirilmesini protesto ve kimlik haklarının iade edilmesini isteyen direnişe 1600 Türk katıldı.


Makale ve Analizler - 2015

39

1984’ün Kasım ve Aralık aylarında bölgedeki durum çok gerginleşti. Nedeni, Kırcaali BKP İl Komitesinin 21. Kasım 1984’te isim değiştirilmesi hazırlıklarının hızlandırılması kararı almasıdır. Gelecek konumuz: 26 Aralık 18984 Mestanlı Direnişleri

Kavga Yılları - 2

BG-SAM-07.Ocak.2015

“Kavga Yılları - 1” de isimlerimizin BKP MK Sekreterliği kararıyla, Todor Jivkov, Penço Kubadonski, Georgi Atanasov, Dimitir Stoyanov, Stoyan Mihaylov gibi BKP MK Politik Büro üyelerinin yönetiminde ve SSCB Devlet Güvenlik Komitesi (KGB) Bulgaristan temsilcilerinin bilgisi dahilinde ve katılımıyla zor, silah kullanılarak baskı ve terör uygulanarak gerçekleştirildiğini ve Türk halkının ilk tepkilerini anlatmaya çalıştık. Dolayısıyla XX. yüzyılın yüzkarası olan bu olayın ve bugünde Bulgaristan’da Türkler, Pomaklar ve Romanlarla Bulgarların arasında bir ceset gibi yatan bu olayın gerçek suçlularını direk olarak gösterdik. Yazımızı Sofya’da çıkan günlük “24 Saat” gazetesinden tercüme ettik. Siz de görüşlerinizi -mnenia@24chasa.bg- gönderebilirsiniz. Konumuz olan, “Türklerin İsimlerinin Değiştirilmesi, Etnik Temizlik ve Kültürel Soykırım” çilesinin 30 yıldan sonra da olsa yavaş yavan gün ışığına çıkması olumlu bir gelişmedir. Gerçekleri gösteren yeni gelişmelerde 18 - 20 Aralık 2014 günlerinde Bulgaristan demokratik kamuoyu temsilcilerinin katılımlıyla İstanbul’da düzenlenen uluslar arası bilimsel forumun ve Güneydoğu Rodoplar faciasının 30. yıldönümü anma törenlerinin her zamankinden daha kalabalık olmasının etkin rol oynadığına inanıyoruz. Diziyi derleyen, BG Cumhurbaşkanı Jelü Jelev’in “Etnik Sorunlar Danışmanı” Prof. Mihail İvanov’tur. Yazışma sayfamız görüşlerinize açıktır. Kurşun Yağıyordu Hedefte etlerimiz, kemiklerimiz, kimliğimiz Türklüğümüzdü.Mestanlıda Türklerin Ayaklanmasına Tanklarla Saldırıldı. Kırcaali İç İşleri Bakanlığı İl Müdürlüğü Müsteşarı Albay Atanas Kadiev’in Sofya’da İç İşleri Bakanlığı yönetim kadrosu toplantısında, BKM MK “Sosyal


40

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ve Ulusal Güvenlik Şubesi Başkanı” Orgeneral Milko Palin ve Moskova’nın Bulgaristan’daki KGB temsilcileri önünde okuduğu rapordan alınmıştır. Tarih 05 Ocak 1985. “27 Aralık 1984’te saat 12.30 sularında Momçilgrat (Mestanlı) kasabasına 700 - 800 kişi toplandı. Bakışlarından korkmadıkları belliydi. Gözlerinde cesaret vardı. “Parti kahrolsun!” ve “Katiller!” gibi b. slogan atıyorlardı. Parti ilçe komitesini, belediye binasını ve diğer kamu binalarına saldırmaya başladılar. Momçilgrad İç İşleri Bakanlığı Bölge Güçleri ve Sınır erleri kolordusuyla kalabalık dağıtıldı. 4 bıçak, satır, balta, kesiciler ve başka demir aletler toplandı.” Bu başkaldırıya katılan ve olayların tanıklarından olan tarım mühendisi Fahri Seydahmet anlatıyor: “1984’ün son güz günlerinin birinde, isimlerimiz zorla değiştirilirken ben “Çanka” ve “Tokaçka” köylerine gittim. Mümün Köseömer, Halil Mehmet ve Burhan ve Orhan Necip kardeşlerle birlikte bir araya gelerek durum değerlendirmesi yaptık. İnsanları yürüyüşe kaldırmak istiyorduk. Ordu ve polis köylüleri çember içine aldığında direnmekten başka çaremiz kalmamıştı. 26 Aralık Mestanlıda çarşı - Pazar günüdür. Ne olacaksa o gün olsun dedik. Kasabanın merkezine yığılma başladı. İnsanlar Türk isimlerini, Türklüğünü ve kimliğimizi savunmaya toplanıyordu. 10 kişi kol kola tutunup yürüyüş alayının başını çektik. BKP İşçe Merkezine ve Belediyeye yürüdük. Belediye kapısını tekmeleyerek açtık ve içeri girdik. Niyetimiz isim kütüklerini yakmaktı. Sınır askerlerinden 150 silahlı geldi ve bizi çevrelediler. Silahlarına süngü takılmıştı. Kasabanın merkez meydanına yöneldik, karşımıza Kırcaali yolundan gelen tanklar çıktı. (Bu konuda, “DC” III. Şube Şefi - Askeri İstihbarat ŞefiGeneral Petır Çergilanov’un yazdıklarına göre, Mestanlı’ya zırhlı araç, itfaiyeci ve milis gücü gönderilmiştir.) Tanklar Türklerin üzerine sürüldü. Sinirlerimiz attı ve damarlarımızdaki kan dondu. Elinde 2 yaşındaki çocuğunu taşıyan Bayan Saliha Salih kalabalığın önüne çıktı, tankların önüne dikildi sesinin çıktığı kadar haykırarak “Ne bekliyorsunuz, hadi ezin bizi?” diye bağırdı. Sağ kolunu yukarı kaldırdı ve “Üzerimizden geçseniz, bizi yerle bir etseniz biz yine Türk kalacağız!” diye yeniden bağırdı. “Hubavelka” köyünden Mustafa Hüseyinov ise, tankın üzerine sıçradı: Dikildi ve “Ben Türküm!” dedi. Toplanan kalabalık bu hareketten cesaret aldı. Bizi dağıtmaya çalışanitfaiyeciler üzerimize içinde ince kum olan su saçmaya başladılar. Şehir meydanına döndük. Önde biz arkamızda tanklar ilerledik.


Makale ve Analizler - 2015

41

Tam meydana girerken üzerimize ateş açıldı, hedeflerinin isimlerimiz değil bizi öldürmek olduğu anlaşıldı... Aynı günün akşamı güvendiğimiz arkadaşlarımızı “Raven” ve “Nanovitsa” köylerine gönderdik. 27 Aralık 1984 sabahı o köylerden 700 Türk genci şehre indi. Milis yollarını kesmişti. Gençleri okul avlusuna topladılar. Türk gençler yere yatmaya zorlandı ve dipçiklendi, tartaklandı. Sofya’da gelen son emirde: “Dipçikleyin! Sopa ile dövün!” Kurşun yağıyordu. Hedefte olan etimiz kemiğimiz Türk kimliğimizdi. Mestanlı parkında 16 yaşındaki Mümün Mustafa kurşunlandı ve öldü. Hükümet silahsız halka gücünü gösteriyordu. Tutuklamalar, işkenceler, sürgünler başladı... 28 Aralık 1984’te Mestanlı’da 300 kadın yolları doldurdu, gösteri yürüyüşü yaparak eşlerinin serbest bırakılmasını istedi. Kadınların protesto eylemi zor kullanılarak dağıtıldı... “Raven” köyünden Mümün Mustafa Ahmet’ten başka “Nanovitsa” köyünden Yusuf Aptullah Mehmet de kurşunlanarak öldürüldü. Mümün Hüseyinov (Mümün Muratoğulu) anılarından: 1984’ün 27 Aralık günü gece saat 23 sularındaydı. Benkovski (Killi) belediyesine bağlı Peevski köyüne uzun bir yürüyüşten sonra varabildik. Önce eniştem Bekir’i gördüm. O hemen “Killi’yi Bulgarlaştırdılar yarın bizim köye gelecekler!” dedi. Gerçekten de ertesi gün saat 11’de bir binbaşı komutasında askerler köyümüze girdi. Pasportlarımızı istediler. Verdik. Bir takım evrak çıkardılar. Bize birer isim uydurdular. Türk isimlerimizdeki İlk harf esas alınarak Bulgarca isim koymuşlardı. Günlerden 28 Aralık 1984 idi. Ertesi gün yani, 29 Aralık’ta Yusuf’u, Eyüp öğretmeni, İbrahim, Fehim İzmirli ve başka köydeşlerimi tutuklayıp götürdüklerini öğrendim. Tutukluların şu soğuk bocuk günlerine nasıl dayanacaklarını düşünmeye başladım. Fakat fazla düşünmeme zaman kalmadı, aynı gün gece saat 21’de beni de tutukladılar ve götürdüler. Götürdükleri yer Kırcaali İç İşleri Bakanlığı binasının mahzeniydi, soğuktu, sille tokat bir odaya kapadılar. Beni tıktıkları koğuşta Kırcali’ye bağlı Benkovski köyünde öldürdükleri 17 aylık Türkan kızın dedesi Abdullah Hasanov ve tarih öğretmeni Mustafa Nuriev vardı. Şimdi yine Albay Atanas Kadiev’in raporuna dönelim: “29.12.1984 günü, “İtso”, “Orlin”, “Blagoy” takma adlı ajanlardan aldığımız gizli ajan haberlerinde saat 10 - 11 sularında Kırcaali BKP İl Komitesi önündeki boş alanda, otogarda ve Pazar meydanında karma aile temsilcilerinin toplanacağı ve protesto gösterisi düzenleyecekleri haberini aldık.


42

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Meydana gelen yeni koşullarda İç İşleri Bakanlığı İl Müdürlüğü toplumsal düzeni ve güvenliği sağlamak için tüm önlemleri hemen aldı. İç İşleri Bakan Yardımcısı General İvan Dimitrov emrinde bir operatıv kurmay kuruldu. İç İşleri Bakanlığı Kırcaali İl Merkezinde daha Nisan ayından başlayarak süresiz iş günü uygulamasına geçildi, Aralık ayında ise mesai saati 23’e çıkarıldı. “Gorski İzvor” ve “Dobronmirtsi” gibi köylerde imamların da eylem hazırlığında olduğunu, başka yerlerde de ayaklanma ve tepki eylemleri girişimleri olduğunu haber aldık. Türkleri ayaklanmaya hazırlamak için Kırcaali ilinde köy ve kasabaları arabalarıyla ve yaya gezen diğer illere de sıçrayan kişilerin kimliği hakkında bilgi aldık. “Belen” adasına bunlardan 80 kişi gönderildi. Kırcaali’de 13 tutuklu var, 38 kişinin tutuklanması önerimiz onaylandı, yeni tutuklamalar için daha 16 teklifte bulunduk...” Halk Milisi Amiri ve İş İçleri Bakan Yardımcısı General İvan Dimitrov’un raporundan: “Kırcaali ilinde yaşayan toplam 316 bin kişiden 58 bini Bulgar’dır, diğerleri ise Bulgar soy kökleri kanıtlanmış olan, 220 bin Bulgar Türküdür. Kırcaali ilinme meydana gelen son derece gerin durum dikkate alınarak, ilde baş gösteren durumla ilgili acil önlemler alınması ve uygulanmasının sağlanması açısından, sayın bakanımız, yerli yönetim kurmayı oluşturulmasını emretti. Kurmay emrine, “DC”, halk milisi ve sınır erleri olmak üzere bütün güçler alındı. Uyguladığımız tüm acil önlemlerin emrini şahsen İç İşleri Bakanımız ya da İşiçleri Bakanı Birinci Yardımcısı gizli güvenlik örgütü “DC” Müsteşarı Grigor Şopov’tan aldık. 24Aralık 1984’te meydana gelen yeni durum, kamu düzenini sağlanması amacıyla ileek milis güçleri getirilmesini, bunların konuşlandırılmasını ve yönetimini zorunlu kıldı. Kazanlık erbaş okulu öğrencileri, Dolnı Bogrov lise düzeyindeki milis okulu erbaş kolordusu, toplam 39 subay, 679 erbaş seferber edildi, onların emrine 445 cop, 146 kelepçe, 40 radyo vericisi, kısa ve uzun namlulu silah, tutuklu taşımak için 6 araç, 15 adet de itfaiye arabası, 5 devriye aracı ve bir adet GAZ 69 kamyon verildi. Bir günde, yalnız 24 Aralık 1984’te “Mleçino” köyünde “Ölelim! Cipleri derelere itelim!” vb. haykırışlarla 1000 kişi toplandı ve mukavemet gösterdi. 25 Aralık 1984 günü Benkovski köyünde toplanan çok kararlı ve harekete hazır 3500 kişilik kitleye zor durdurabildik. Seferber ettiğimiz güçlere taşa atıldı, silahları ellerinden alınmak istendi. 5. sınır er taburunu ve 4. sınır er taburunu harekete geçirmemiz gerekti. Benkovski yerleşim merkezinde durumun daha karmaşıl olduğunu 26 Aralık sabahı da izledik. İsimleri için can feda etmeye hazır büyük bir kitle hep ayakta kaldı...


Makale ve Analizler - 2015

43

Kavga Yılları - 3’te Slivene ili Yablanovo köyündeki direnişi Demokratik Lig ve 1989 Mayıs Ayaklanması örgütçülerinden Nasıf Mutlu’nun kaleminden anlatacağız.

Kavga Yılları - 3

BG-SAM-08.Ocak.2015

“Kavga Yılları - 1 ve 2” de isimlerimizin silah zoruyla değiştirilmesinin ardında Bulgaristan Komünist Parti yönetiminin, Bulgar hükümet ve devletinin ve en üst kattaki Todor Jivkov, P. Kubadonski, G.Atanasov, D. Stoyanov, St. Mihaylov gibi Politik Büro üye ve üye adaylarının Sovyetler Birliği Devlet Güvenlik Komitesi (KGB) Bulgaristan temsilciliğinin durduğunu steno gramlarla kanıtladık 1.yüzyılın yüzkarası olan bu trajedi bugünde de Bulgaristan’da Türkler, Pomaklar ve Romanlarla Bulgarlar arasında bir ceset gibi yatıyor. Başbakan Boyko Borisov’un 30 Aralık 2014 tarihli beyanında şöyle bir cümle var: “Bulgaristan Komünist Partisi (BKP) sözde Bulgaristanlı Türklere hürriyetlerini köpeğe kemik atar gibi attı, bunu yaparken de, benden sorumluluk aramayacaksınız dedi ve kendisini bu iğrenç işten kazançlı çıkarmaya çalıştı.” Günah Bağışlama Sertifikası Bugünkü yazımıza neden bu başlığı koyduğumuzu akurken kendiniz anlayacaksınız. Aşağıdaki yazıyı Sofya “24 Saat” gazetesinden tercüme ettik. Siz de görüşlerinizi -mnenia@24chasa.bg- gönderebilirsiniz. Konumuz: “Türklerin İsimlerinin Değiştirilmesi, Etnik Temizlik ve Kültürel Soykırım” Gerçekleri gösteren yeni gelişmeler 18 - 20 Aralık 2014 Uluslararası İstanbul Sempozyumu’nda tartışıldı. Güneydoğu Rodoplar’da silah zoruyla isim değiştirme faciasının 30. yıldönümü anma törenlerinin bu sene çok kalabalık olması, Bulgar basınında eli kalem tutanları göreve topladı. Dikkatimizi çeken, güneşin balçıkla sıvanmasının mümkün olmadığını herkes görse de, günah keçisi arama denemelerinden hala vazgeçilmediği dikkat çekiyor. İçi dışı farklı kalemşorlar bulsalar işim değiştirme küstahlığından Bulgar gizli polisi kapanına düşürülen Türklerin sorumlu olduğunu iddia edecek.


44

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Diziyi derleyen, BG Cumhurbaşkanı Jelü Jelev’in “Etnik Sorunlar Danışmanı” Prof. Mihail İvanov’tur. İç İşleri Bakanı D. Stoyanov’un demecinden: “Belene” kampı ayaklanma öderleriyle doldu taştı. Todor Jivkov’un emirlerinden birinde şöyle deniyor: Türk Ajan Satın Alınmalıdır! Bulgaristan Komünist Partisi ve onun zulüm araçlarıyla Rodoplu Türk ailelere sözüm ona “karışık evlilik yapmış kişilerin soy köklerine geri çevrilmesi” formülüyle asimile etme baskısı önce birkaç köyde deneme mahiyetinde olmak üzere daha 1980’de başladı ve 1982’de genişletildi. Hasıraltından su yürütülerek asimile etme 1984’ün yaz aylarında devam etti. “Dokuz Eylül Devrimi”nin 40. yıldönümü kutlama törenleriyle ilgili olarak Ağustos ayında biraz ara verildi. 1984’ün Kasım ayında hazırlıklar çok daha büyük ölçülerde olmak üzere yeniden başladı. 21 Kasım 1984’te İç İşleri Bakanı Dimitır Stoyanov, emrindeki bakanlıkta bilgilendirme toplantısı yaptı ve Bulgaristan Türk ahalisinin bütünüyle ve baskı ve terörle isim değiştirmeye zorlanacağına dair ilk sinyalleri verdi. İç İşleri Bakanlığının 4 Ocak 1985’te yaptığı toplantıda Kırcaali, Haskovo ve Burgas illeri İç İşleri İl Müdürlükleri Amirleri görülen hazırlık üstüne bilgi sundu. Bu toplantıda, Devlet Güvenliği “DC” Üçüncü Daite Başkanı, Askeri İstihbarat Amiri Tümgeneral Petır Çergilanov şu raporu verdi: “Kırcaali ilindeki muhafız kuvvetleri bileşiminin kendilerine verilen ödevleri zamanında ve tamamen yerine getirmediği bir olay gösterilemez. Bulgar Halk Ordusundan askeri birliklerin de birkaç defa müdahale etmesi gerekti. Ben şu noktalara dikkat çekmek istiyorum: askeri birliklerin isim değiştirmeden ayrı tutulması görüşündeyim. Bulgar Ordusu, başka amaçlarla eğitildiğinden dolayı da bu işlerden ayrı tutulmalıdır. Başka bir değişle, ordunun müdahalesi başka ciddi sonuçlar da doğurabilir. Bir askerimiz silah kullanmaya, öldürmeye öğretiyoruz, askerlerin direk olarak müdahalesi ciddi sonuçlar doğurabilir. Elindeki otomatik silahla, tankla topla silah etme zamanının geldiğine hangi subayın, hangi askerin ilgili anda karar verdiğini saptaman zor olabilir. Fakat yerinde dondurucu etkinlikler için, oluşturulan ayrı ayrı gruplar için, bazı askeri bölükler için bu ödevlere girmeleri iyi oldu. Bu etkinlikler artık uygulandı. Molmçilgrad (Mestanlı) ile ilgili olarak kullandığımız zırhlı araçlar ve nöbetçi kıtalar da yerine mıhlayıcı sonuç verdi, buna karşın direk olarak müdahale tercih edilmemelidir.”


Makale ve Analizler - 2015

45

İçişleri Bakanı, BKP MK Politik Büro aday üyesi D. Stoyanov’un konuşmasından: “Ben biraz önce konuşmamın baş kısmında: “Belene’de istediğiniz kadar yer var!” dedim. Fakat ayaklanmanın başını çekenler, girişimciler, kışkırtıcılar, düzeni bozanlar şunu iyi bilmelidirler: ... “Bu defa bizim gözümüze takılanlar, bizim listelerimize girmiş olanlar, bizim tutuk evlerimizde ve sorgulama merkezlerimizde olanlar, bizim makamlarımıza gelecek olanlar, şunu asla unutmamalıdır (burası kalın çizilmiştir) şunu iyi bilmelidir ki, bundan sonra böyle faaliyetlerde bir daha bulunurlarsa, çünkü eğer biz şimdi liberal davranır ve onlar paçalarını ” kolayca ve fazla sızlamadan” kurtarabilirlerse, aynı kişiler yarınki gün bizim için daha da tehlikeli olacaktır. Ben şimdi şurada kendi görüşümü ifade ediyorum, tartışmaya sunulacak kuşkusuz, şimdiki olaylarda kışkırtıcı, başı çeken ve yönetici olarak öne çıkan tüm bu kişilere başka önlemler uygulanacak, Kırcaali ilinden kesin olarak ve ebediyen sürüleceklerdir, hemen pala pırtısını toplayıp ilden uzaklaşmalıdırlar. 1985’in 18 Mart günü İç İşleri Bakanlığındaki çalışma odasında yapılan bir toplantıya şöyle başladı: “Biz bugün bu toplantımızda, isimlerini gönüllü olarak ve büyük bir halk coşkusuyla Bulgar isimleriyle değiştiren nüfusla bizim organlarımızın çalışmalarını değerlendirmek zorundayız.” (AMVR, f. 1, ap 12, a. E. 654, l.1.) 1985’in 1 Ağustos günü Bulgaristan Dışişleri Bakan Yardımcısı İvan Ganev Helzinki’de “Finlandiya” salonunda basına demeç verirken şöyle konuştu: “Bizim ülkemizde, her vatandaşın istediği zaman kendi ismini kendini değiştirmek istediğinde seçebilme hakkına sahip olduğu doğrudur. Bu yasal bir haktır. Her ülkede olduğu gibi Bulgaristan’da da periyodik olarak yapılan kimlik belgelerinin yenilenmesi esnasında bu gayet olağandır. Bu vesileler insanlarımız tarafından her defasında isim değiştirme veya kendilerine yeni isim seçmek için de kullanılır. Fakat bu işler bizdeher defasında vatandaşların kendi istekleri üzerine ve tamamen gönüllü olarak yapılır. Türk basınında ve diğer ülkelerin basın yayın organlarında zor kullanıldığı, insanların öldürüldüğü, ırza geçme, zorlama vs. tamamen asılsızdır. Bunlar kanıtlanmamış iddialardır. İsmini değiştirmeye zorlanan herhangi birine bir tokat bile vurulmamıştır. (Mihail İvanov’un şahsi arşivinden alınmıştır. Bülten No: 1) Total Kontrol Makinası


46

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Yüzyılın 80’li yıllarında komünist rejim totaliter makinesini daha yetkin ve daha iyi çalışır bir duruma getirmek için yoğun çaba göstermiştir. Hedefte olan insanların ve onların şahsi hayatı üzerinde bütünsel kontrol kurmaktır. Total kontrol makinesindeki orta direk rolü ajanlara verilmiştir. 1984 - 1985 yılları kışında Türklerin isimlerinin zor kullanılarak değiştirilmesi kampanyasında ve Türkler arasında memnun olmayanlara baskı uygulama işinde ajan ağı temel aygıt rolü oynamıştır. “İsimleri değiştirilenler arasında” ajan ağının genişletilmesi, pekiştirilmesi ve daha verimli çalışır bir duruma getirilmesi ödevleri İç İşleri Bakanlığı’nda yapılan birçok toplantı ve oturuma konu oldu. 1983 yılı başından başlayarak 1984 yılı güz aylarına kadar İç İşleri Bakanlığında “Bakanlığın Türk Şubesi çalışmalarının güçlendirilmesine” büyük çaba harcandı. “Türk Şubesi ya da Türk Çizgisi” dendiğinde, (“Türk Konulu İstihbarat Çizgisi” ve “Türkler lehinde casusluk yapanlara karşı yani Türk milliyetçilerine karşı çalışma”) anlaşılıyordu. 22 no.’lu Bakanlık Emrinin yayınlanmasından bir yıl sonra “Türk Çizgisinde” görevli olan operativ bileşim neredeyse ikiye katlandı. 1984’ün 24 Nisan günü İçişleri Bakanlığında, 22/1983 önlemlerinin gerçekleştirilmesi konularını değerlendirme ve bu alandaki henüz çözülmemiş olan ödevlerin yerine getirilmesi konularını ele alan bir ulusal toplantı düzenledi. (AMVR, f.1, ap.12,a.e. 570, l. l. 1 – 134) Bu toplantıyı İç İşleri Bakanı D. Stoyanov yönetti. Bakan Yardımcısı ve Devlet Güvenliği “DC” -Askeri Baş Komutanlığı Başkanı Tümgeneral Georgi Anaçkov şöyle konuştu: “Daha kaliteli ve daha verimli çalışan ajan sistemi oluşturma ödevine özellikle dikkat ediyoruz. Biz şimdi 3 bin 79 ajanla çalışıyoruz. Bunlarda 1.522’sini Türkiye’ye karşı istihbaratımızda, 1.557’sini de Türk milliyetçiliğiyle mücadelede kullanıyoruz. Devlet Güvenliği “DC” başka Şubelerinde kayıtlı olan 656 ajanla da çalışmaya devam ediyoruz. Bununla birlikte bizim ödevlerimizin gerçekleştirilmesi doğrultusunda başka yollarca ele geçirilmiş olan diğer 60 ajanla da dış ülkelerde çalışıyoruz. ... Emrin yayınlanmasından sonra yeni 21 ajan kazandık; bunlardan 106’sı Türkiye’ye karşı ajanlık yaparken; 105’i de Türk milliyetçiliğine karşı kullanılıyor.” İçişleri Bakanı D. Stoyanov ise, bu konuda, 20 Ağustos 1984 tarihli konuşmasında şöyle dedi: (AMVR, f. 1, ap 12, a.e. 578, l. 23) “Todor Jivkov bize pek çok kez şöyle demiştir:Söyleyin bana kaç para gerek, kaç para isterseniz vereceğim, bu insanları satın almak gerekiyor.”


Makale ve Analizler - 2015

47

1984’ün bocuk bayramına çok az günler kalmıştı. Bulgaristan’da yaşayan Türklerin hepsinin isimlerinin değiştirilmesi kampanyasının başlatılması hazırlıkları hızlandırılmıştı.

Kutup Petrollerinin Jeostratejik Önemi

Alptekin Cevherli-10.Ocak.2015

İnsanlık tarihi boyunca toplumlar su ve enerji kaynaklarına yakın alanlarda yerleşimlerini kurmuş, medeniyetler geniş su havzaları ve kolay ulaşılabilen enerji kaynakları yanında inkişaf etmişlerdir. Günümüzde hızla gelişen iletişim ve ulaşım imkânları sayesinde güçlü devletler, günümüz enerji kaynaklarına ve jeostratejik bölgelere sahip olmak için kıtalar arası operasyonlar düzenleyebilmekte, sudan bahanelerle ve hatta bahaneler icat ederek enerji kaynaklarına el koyabilmektedirler. Bu konuda Afganistan’ın, Irak’ın, Libya’nın ve Kırım’ın işgali güzel birer örnektir. Hatta Ermeniler tarafından Azerbaycan’ın ayrılmaz bir parçası olan Karabağ’ın işgali dahi bu bakımdan değerlendirilmesi gereken bir konudur. Evet, Ermenistan elbette güçlü bir devlet değildir, ancak fason iş yapıp, sahipleri adına Karabağ’ı işgal ederek bölgede uyguladığı etnik temizlik politikası ve soykırımı sonucu Karabağ’ı Türksüzleştirmiş ve Azerbaycan’ın elinden şimdilik fiilen almıştır. Ancak Azerbaycan hükümetinin yürüttüğü dengeli siyaset politikası ve Azerbaycan’ın doğal kaynaklarını dünya pazarlarına açması sonucu bugün Azerbaycan kişi başına düşen millî gelir yönünden ve ülkenin refah düzeyi bakımından adeta çağ atlamıştır. 2000 yılında Azerbaycan’ın millî geliri kişi başına sadece 480 ABD Doları iken, 2014 yılında 10 bin 33 ABD Dolarına yükselmiştir. Dost ve kardeş Azerbaycan’ın gösterdiği bu başarıyı takdir etmemek ve gıpta ile bakmamak mümkün değildir. Türkiye’de ise bu rakam 2014 yılı itibariyle 13 bin 464 ABD Doları’ndan fazladır. Oysa 2000 yılında bu rakam Türkiye’de 4 bin 158 ABD Doları idi.


48

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Türkiye 10 yılda kişi başına düşen millî gelirini 3 kat artırırken aynı sürede Azerbaycan 21 kat artırmıştır. Bu başarı ile Azerbaycanlı kardeşlerimiz ne kadar gurur duysa azdır. Elbette bu başarıların ardında istikrarlı ve iyi çalışan bir siyasi irade ve halk vardır. Ancak şunu da göz ardı etmemek gerekir ki, Bakü petrollerinin bu konuda dinamo etkisi gösterdiği de yadsınamaz bir gerçektir. Azerbaycan’ın 7 milyar varillik petrol rezervi ve henüz çok azı kullanılmış bulunan doğalgaz rezervi Azerbaycan’ın kalkınmasında ve gelişmesinde büyük pay sahibidir. Bugün Azerbaycan, günlük yaklaşık 1 milyon varillik üretimi ile dünya petrol pazarında söz sahibi olan önemli bir ülkedir. Ancak şu da bir gerçektir ki, petrol zengini olan ülkeler bu kaynaklarını sanayi, ticaret, ekonomik gelişme, askeri kabiliyet, tarım kapasitesi ve iyi yetişmiş insan gücüyle takviye etmezlerse güçlü ülkelerin kuklası haline gelmeye mahkûmdurlar. Bugün dünyanın en çok petrol üreten ülkeleri sırasıyla Suudi Arabistan (dünyadaki toplam üretimin % 12’si), Rusya (% 11,7), ABD (% 10,1), İran (4,6) ve Meksika (%4,3) tarafından oluşturulmaktadır. Buna mukabil en gelişmiş ülkeleri yani en çok petrol tüketen ülkeleri ise yine sırasıyla ABD (dünyadaki toplam tüketimin % 24,4’ü), Çin (% 9), Japonya (% 6,1), Rusya (% 3,4) ve Hindistan (% 3,2) tarafından oluşturulmaktadır. Buradan da görüleceği gibi en gelişmiş ülkelerden süper güç olarak adından söz ettiren ABD ve Rusya’nın sırrı; üretimde de tüketimde de ilk 5 içinde olmasında gizlidir. Yoksa Suudi Arabistan, İran veya Meksika en çok petrol üreten ülkeler olmalarına rağmen dünya siyasetinde ve güçler dengesinde ne yazık ki çoğunlukta ABD veya Rusya’nın peşine takılmış birer peyk görüntüsü vermekten öteye gidememektedirler. Çin, Japonya ve Hindistan ise ki buna Almanya’yı (AB’yi) da ilave etmek gerekir, ciddi anlamda petrol üretememelerine rağmen dünya politikasında güçlü birer aktördürler... Demek ki iş petrol üretmekte değil, onu işleyebilmektedir... Bugün için ise petrol üreticisi ülkeleri tehdit eden çok önemli bir faktör daha yavaş yavaş gün yüzüne çıkmaktadır... Bu ise Kuzey Kutbu’ndaki (Arctic) zengin ve bakir petrol ve doğalgaz yataklarıdır. Ayrıca bunun yanı sıra milyonlarca (aslında binlerce) yıldır sürülmemiş uçsuz bucaksız tarım arazileri de bunun cabasıdır. Kürsel ısınma ile birlikte buzulların erimesiyle; bugüne kadar bazı bilimsel araştırmalar ve macera düşkünleri hariç hiç kimse için bir şey ifade etmeyen


Makale ve Analizler - 2015

49

kutuplarda, özellikle de Kuzey Kutbu’nda insanlık tarihinin belki de Nuh tufanından sonra ilk kez karşılaştığı bir fırsat ortaya çıkmıştır... Birleşmiş Milletler tarafından tarafsız bölge olarak kabul edilen Kutuplar, buzulların eriyip de altından kara parçalarının çıkmasıyla birlikte iştahları kabartmış, hele ki dünyanın bilinen mevcut petrol rezervinin (bazı kaynaklara göre) % 25’inin Kuzey Kutbu’nda (Arctic’te) olduğunun keşfedilmesiyle birlikte hiçbir zaman anlaşamayan ABD ve Rusya bir anda kıta sahanlığı konusunda el ele vererek bunun 200 deniz miline çıkarılması konusunda fikir birliğine varmışlardır. (Ki bu kuralı Türkiye uygulayabilse, Yunanistan işgalindeki 12 Ada, FIR Hattı ve Kıbrıs sorunlarımız anında çözülür.)

Bugün Kuzey Kutbu’na kıyısı olan 5 ülke Rusya, ABD, Kanada, Danimarka ve İsveç 200 deniz mili olarak sınırlarını Kuzey Kutbu’na (Arctic’e) doğru büyütmüşlerdir. Kapasiteleri dâhilinde donanmalarını da Kuzey Kutbu’nda petrol arama istasyonlarını korumak üzere görevlendirerek bayrak göstermektedirler... Hatta Rusya Kuzey Buz Denizi’nin dibine bayrak dikerek provoke edici bir eyleme de girişmiştir. Bu konuda ayrıca bel altından da iki taraf birbirine saldırmakta, çevre felâketi ve kutup ayılarının insanlık için öneminden dem vurarak gerek Green Peace ve gerek diğer çevre örgütleri ve basın yoluyla birbirlerinin petrol konusundaki araştırmalarını ve sondajlarını baltalamaya çalışmaktadırlar... Ayrıca konu ile direkt olarak alâkası olmayan ancak korkunç derecede petrol ihtiyacı içerisinde olan diğer gelişmiş ülkeler de Arctic’teki “henüz” uluslararası olan sularda petrol arama ve hak iddia etme faaliyetlerine girişmişlerdir. Hatta Çin bu konuda iddialarını o boyutlara vardırmıştır ki; küresel ısınmadan kaynaklı su baskınlarından etkilendiğini ve ülkesinde sık sık sel felâketleri yaşandığını öne sürerek Kuzey Kutbu’ndan pay isteyecek kadar (tabirimi mazur görün) uçmuştur... Bu mantıkla, Türkiye de Antalya’daki seralarda her kış yaşanan sel ve rekolte kayıplarını öne sürerek Kutuplar’dan pay isteme hakkına sahiptir.


50

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ayrıca Türkiye ve hatta diğer Türk Cumhuriyetleri; Sibirya’da yaşayan Saha - Yakut Türkleri’ni, İsveç’in kuzeyinde yaşayan Sami ve Lapon Türkleri’ni, Alaska’da yaşayan Aleut Türkleri’ni öne sürerek aslında Kuzey Kutbu’nun bir Türk coğrafyası olduğunu belirterek hak isteyebilirler... Ve emin olun bu, Çin veya Hindistan’ın taleplerinden çok daha gerçek ve somuttur! Tabi bölgeden petrol çıkarılmaya başlandıktan sonra bu Türk boylarının hepsinin onbinlerce yıllık yerlerinden ve yurtlarından olacağını veya bir şekilde ortadan kaldırılacağını tahmin etmek için ne yazık ki kâhin olmaya gerek yok... Peki, bu durumda şu anda dünyanın sayılı petrol ve doğalgaz üreticilerinden olan ancak orta vadede Arctic Petrolleri’nin piyasaya sürülmesi ile birlikte bu avantajını yitirecek olan Orta Asya Türk Devletleri ve Azerbaycan ne yapmak zorundadır? Elbette ebedî zenginlik yoktur. Henüz mevcut sistem işlerken geleceği plânlamak ve sorunları hızlı bir şekilde çözüme kavuşturarak sanayileşmeyi ve ülke bütünlüğünü askerî ve siyasî güçle birlikte sağlamak, petrol üreticisi Türk Devletleri’nin birinci önceliği, olmak zorundadır. Makalemizin başında da belirttiğimiz gibi; sanayi, ticaret, ekonomik ve teknolojik gelişme, askerî kabiliyet, tam bağımsız tarım kapasitesi ve iyi yetişmiş insan gücünü hazırlayan ülkeler; ancak süper güç olabilirler. Bugün dost ve kardeş Türk Cumhuriyetleri, geleceğin dünya siyasetinde birer süper güç olmayı istiyorlarsa -ki bu çok yakışır-, 15 - 20 yıl sonrasına şimdiden çok iyi hazırlanmaları gerekecektir. Kutup petrollerinin arzı ile birlikte daha da aşağıya düşmeye devam edecek olan petrol fiyatları, başta Arap ülkelerinin ve Türk Devletleri’nin bütçelerini olumsuz etkileyecektir. Belki de bu işten en fazla Kuzey Kutbu’nu bilfiil işgal etmiş olan devletler kârlı çıkacaktır. Tarım ürünlerinde yaşanacak bolluk da genel bir rahatlamaya neden olacak, tarımsal ürünlerin fiyatlarında önemli düşüşler yaşanacaktır.


Makale ve Analizler - 2015

Bak Sen!

51

Şakir Arslantaş-10.Ocak.2015

Kim hangi konuda nasıl düşünür, pek bilinmez ama bazı işlerin düşünüldüğü gibi gitmediğine, hani şöyle deriz ya, “koparmış ipini, almış başını, gidiyor gözünün gördüğü yere.” Ben artık bu gidişe inanmaya başladım. Şu güne kadar yazdıklarımda, öncelikli olarak iç etkenin, iç dinamizmin, insanın içindeki yaşam yolunu gerçekleştirmek için yaratılmış olana vurgu yaparken, bilinç faktörünün özsel gidişi yönlendirip biçimlendirebildiğine vurgu yapmaya çalıştım. Bu fikrimi şöyle açabilirim: Biz, tıpkı bir bağ kütüğü gibi yemiş vermek için yaşarız. Dünya düzeni içinde yerimizi doldurmak, dünya planında payımıza düşeni gerçekleştirmek, sonra da yerimizi başkasına bırakmak için yaşarız. Bu hem birey hem de toplumlar için geçerlidir. Ata ölür babaya kalır, baba vefat eder oğla ve kardeşlerine kalır. Bizim Trakya’da Traklar, Islavlar, Osmanlılar, Bulgarlar ve biz Türkler birçok başka ulus ve etnikle birlikte vardık yaşıyoruz. Birbirimizden faklı olmamız aramızdaki birliği kaynaştırıp ayakta tutandır. Hayatımızı bağ kütüklerinin yaşayışına benzetirsek, 100 metreden derinlerdeki nemi sezinleyen köklerle derinlere inip su alırken gıdasını minerallerle harmanlayıp gövde, dal, yaprak ve dolgun taneli salkımlar üretmektir işimiz. Şu soruyu kendimize pek sormak istemeyiz: Tanrı seni bu dünyaya ölümlü olarak getirmedi mi? Kısa bir sürede onun bu dünyadaki egemenliğini görüp bayram etmen için buradasın. Ben daha da bayramlar görmek isterim deme. Bayramın da sonu var. İnsan diğerlerine kötülük yaparak yaşarsa ömrü kısa olur. Günün dolduğunu hisseden toplumsal yaşamdan çekilip gitmeli – hem de şükrederek ve yerini de başkasına bırakmalı! Kimsenin gözü ardında kalmasın. En iyi temennileri hak ederek ayrılmalıyız... Gazetelerde okuyorum. Hak ve Özgürlük Hareketi’nin parasıyla kurulan şirketleri, ruh hastası durumundaki Ahmet Doğan “Vılk” (kurt) lakabıyla ünlü olan, demokrasi yıllarında Sofya mangallarının sokak süpürgeciliğinden ve çöplerin taşınmasından sorumlu olan ve sonda dalavere üstüne hile yamadığı için ihalelerden uzaklaştırılan bir eski mutraya devrediyormuş. Bu dünyaya Sultanlar ve krallar bile kendilerinin olmayanı başkalarına devretme salahiyetiyle gel-


52

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

memiştir. Bulgaristan Türk ve Müslüman’ın malı helâlıdır gasp eden çarpılır. 1944’te Çarın başına geleni, şu başbakan II. Simyonun mahkemelik durumunu, 1989’da Todor Jivkov’un nasıl gümbürdediğini gördünüz. Haram mal karın doyurmaz. Adil olalım! Adil! Bir fidan eğiri dikilmişse asla doğrulmaz. Bir adamda hırsız piresi varsa kendine asla hakim olamaz, o ahlaklı yaşama asla uyamaz. Bir adam hainse o da ıslah olmaz. Bu ırmakların geri doğru akıtılamayacağı adar basit ve aşikârdır. Hırsızın dostu hırsızdır. Bu konuda bu defa vazife HÖH İcra Müdürüne ve tüm parti yönetimine düşer. Mesela bilmediği konularda sonuç çıkarıp, insanlara dudak ısırtan, sayın milletvekilimizKaradayı, kendine birkaç yeni tükenmez alsın ve geç olmadan “girdi çıktı” hesaplarını yapmaya başlasın. Çünkü bu hesapların yapılmamasının da bir gün hesabı mutlaka sorulacaktır... Bir sorumuz var: HÖH partisine 2 yıl önce istisnaî bir durumda İcra Müdürü (CEO) atanan Lütfü Mestan şu partinin malından mülkünden, kayıtlı ve kayıtsız şirketlerinden, yasal, sıcak, yasal olmayan, çalınan, kirli ve aklanan paralarından sorumlu değil mi? Sorumluysa neden işine bakmıyor. Enyakın dostu HÖH Genel Başkan Yardımcısı eski komita Hristo Biserov uluslar arası para aklama operasyonunda suçüstü yakalandı, yönettiğiniz parti sayın CEO neden esaslı bir açıklama yapıp da gerçekleri halkımıza anlatmadı, yakalanan hırsızı evine göndermekleadalet sağlanamaz. Yoksa siz ömrünüzde hiç hukuk adalet dersi almadınız mı!? Parti parası, partinin malı mülkü tüm taşınmazları, şerefi gibi halkın malıdır: Bizim paralarımızla hiçbir işe yaramayan, bilmem neyin ya da falanın uzantısı olan kişileri milyarder yapmak zorunda değiliz. Bu iyi bilinsin! Neo-liberalyemini içerken. Ya daAvrupa-Atlantik uzantılığına bağlı kalacağız andı içerken ekyükümlükler mi aldınız! Bunların hepsini seni ve beraberindeki uyuntu tayfasını “ajan”durumundan başkan durumuna getiren halkımız bilmek ister. Sana kesilen sahte cezaları değil, gerçekleri anlat insanlara, çünkü kazan kaynamaya başladı ve kapak kalktığında şampanya tapası gibi uçacaksınız! İnsanın kafasındaki saçları dökülebilir, eşinin yarattığı sıkıntılardan bire dökülse kabulümüzdür, sakalı ağarabilir, fakat bu onu asla sorumsuz etmez. Sultanlık devrinde değiliz. Halk bilmek istiyor: Partimizin borcu nedir? Kooperatif ticaret Bankasından (KTB) aşırılan milyarların kiri sizin parmaklarınızda mı? 10 yıl önce kurşunu kafasına yiyene kadar malımızı mülkümüzü kendisine teslim ettiğimiz “Multi Grup” şefi İliya Pavlov, hadi US marka “Roshild LPC” - İsviçre kız şirketinin


Makale ve Analizler - 2015

53

uzantısıydı. Amerikanın çaldığını kimse geri alamamış. Biz de sizi zorlamayalım. Öyle de olsa her şey hesabınıza yazılmıştır. Şimdi şu (Kurt) dediğin, düne kadar Almanya’da çoktan kocamış 68 yaşında bir bayanın koynunda gizli yaşayan bu adam neyin nesi oluyor? Hangi uyuz kurt uyuntusuna borcumuz olmuş da halkımın haberimiz yok? Bu adamın akıl hastası sürekli mayhoş ve arasıra sarhoş Ahmet Doğan’ın yanında gece gündüz ne işi var!? Bu sorulara, “New York Tayms” gazetesine cevap verdiğin gibi, hemen yazılı yanıt vereceksin Bizi yaratan şöyle demiştir: Yaşadığın şu zaman anını toplum ahlakına uygun olarak, doğa kuralları ile de ahenk içinde yaşa, sonra ondan üzüntüsüz ayrıl, insanların helal duasını haket - tıpkı olgunlaşmış bir yemiş gibi. Yemiş olgunlaşınca yere düşer, kendini yaratmış olan toprağa ve ağaca minnet duyguları duyarak. Bu sözler hile hesap yapanlara ibret olsun. Yeni ortamı değerlendirelim: İnsanın iki günü birbirine uymaz. Hiç kimsenin üzerine devamlı rahmet yağmaz. Şu Rusya’nın düştüğü hallere bir bak. Kırım Adasından sonra Ukrayna’ya da kanca takayım derken kalbinden vuruldu. Bilmiyorsanız anlatayım. Moskova iki hastalığa birden ve aynı zamanda yakalandı. A- Defolt hastalığı. Bu çok ciddi bir para hastalığıdır.Bu hastalığın teşhisinde açıklanacak 2 özellikleri farklı nokra var. a) dış borçlarını ödemeyi durdurma durumu. b) milli parasının yani Rus Rublesini konvertibl bozulan yani çevrilgen) döviz Olmaktan çıkarmaktır. Devolt felaketinin Moskova için 2015 rakkassal yekûnu muhtemelen 400 milyar US Dolar olacak. Çünkü Ruble’nin donlarını belinde turan bu 400 milyar dolarlık ip yoksa, başka bir değişle, Rusya Federasyonu US Federal rezervinde böyle bir para bulundurmuyorsa Rublenin USD ya da Euro veya başka bir para karşılığı yok demektir. Aksaray Çarşısı bugün bu yüzden kan ağılıyor. Rusya’ya uygulanan ambargo dışında kimse akredetiv veya banka ödeme çizgisi açmıyor, banka garantisi göndermiyor. Bu yazdıklarımın içindeki bağdaşmaz durumu şöyle bir yeni cümleyle de açıklayabilirim. Hem Amerika ile savaş eğişi gibi bir durumda olacaksın, hem de paralarını Amerikan bankasında tutacaksın, bu da akıl almaz durumların bir başka türü.


54

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bunları yazmamın sebebi ise şudur. Ruble’nin belinin kırılması Bulgaristan’da da çatırdadı. Ruslar Ruble sağlıklıyken, bizde hele Kara Deniz sayfiye kentlerimizden 500 bin daire ve başka taşınmaz satın alındı. Ülkemize 2013’te 2 milyon 800 bin Rus turist geldi. 6 bin emekli Rus devamlı bizde yaz kış yaşamaya ve bedava güneşe ve ucuzluğa sevinmeye, 300 bin genç Rus da yaz mevsimini baştanbaşa ülkemizde geçirmeye başlamışlardı. Şimdi, Ruble hastanelik olunca, bu 500 bin daire ve mülkten yarısı emlakçılara düştü. Şöyle diyorum, şu bizim ruh hastası Ahmet ile CEO Lütfü bir gün viskisiz yani ayık kafayla bir araya gelseler ve partimizin ne kadar parası varsa kurda ayıya aslana kaplana ve daha ne kadar uyuz murta varsa onlara kaptırmaktansa, fırsattan yararlanıp deniz sayfiyesinden, Varna civarındaki deniz sayfiyesi semtlerden daireler, ofisler, klinikler, vs, toprak parçaları, çiftlikler satın alsak ve insanlarımıza iş versek diye düşünseler ne güzel olur, ama nerede. Siz biliyor musunuz bilmem ama belki de bu satırları yazarken çok büyük bir acı içinde olduğumu fark ediyorsunuz gibime geliyor. Birkaç gün önce Razgrat’ta 11 yaşında bir Türk evladın cerrah olmadığından ambulansla Varna’ya nakledilirken öldüğünü işitim. Ardından Bulgaristan’da Türklerin ve Pomakların yaşadığı bölgedeki hastanelerin % 90’ında çocuk cerrahı olmadığı haberi geldi. İki gün geçmedi, yalnız Türklerin yaşadığı bir bölge olan Kemallerde (İsperih) ne Bulgar ne de Bulgaristanlı Türk bir tek doktor çalışmadığı, doktorların kendi ülkelerine dönemeyen Suriyeli Kürt ve Arap kardeşlerden oluştuğu haberi yayıldı. Kendi kendime yerimde mıhlandım kaldım. “Bak sen ne durumlara düşmüşüz!” dedim. Daha fazla yorumlamak istemiyorum. Sofya’daki Türkiye Büyükelçiliğine bir olay anlatmak istiyorum. 1985’te bizim isimlerimiz değiştirilirken Razgrad köylerinden birinde Türk muhtar fazla Bulgarcı tavır gösterince köylüler kendi aralarında bir karar aldı. Muhtarlığa uğramadılar ve 6 ay muhtarla ve ailesiyle tek söz konuşmadılar, selam alıp vermediler. Muhtar ailesini, palasını pırtısı topladı ve bir gece köyü terk etmek zorunda kaldı. Köylüler muhtardan, muhtar da köylülerden kurtuldu. Şimdi siz sayın diplomatlar, açık gizli şu hainler sürüsüyle -HÖH lider takımıyla- diplomasinin ince istemleri icabı görüşüp konuşmaya, onları yüreklendirmeye vs. devam ediyorsunuz. Lütfen bunu kesiniz! T.C.’nın devlet çıkarlarının Bulgaristan Türk ahalisinin menfaatleriyle mutlaka uyup örtüşmesi ve uyuşması diye bir şey olamayacağına göre, arkasında hile yoksa ya da sinsilik gizlenmiyorsa HÖH partisi ile Türkiye’nin devlet çıkarlarının doğal olarak uyuşmaması, yüzde yüz örtüşmemesi gerekir. Biz örtüşmediğine kesin inanıyoruz.


Makale ve Analizler - 2015

55

Bu menfaatler kesişebilir ama yine de kesin örtüşmeyebilirler. Kesişme nokrasından yarar çıkmaya bilir. Lütfen, siz, bir diplomasi icabı olmasa da, Türk vicdanı icabı, kesin bu Türklük düşmanı hainler sürüsüyle teması. Bu kısır bir ilişkidir. Bunların Avrupa-Atlantizmi de çürüktür, boş iştir. Kalsınlar ortada. Siz bunu yapmazsanız biz Bulgaristanlı Türklerin, ahalimizin tümü kırılacak, sindirildik, bittik, ortada kaldık ve telef olacağız, oluyoruz. Bunlar bizim nefes almamıza varınca her şeyimize engel oluyorlar. Hak hukuk hepsi dalavere! HÖH vebası gibi bir salgın 800 yıldan beri bu topraklara, Türk dünyasına, halkımın başına gelmemiştir. Bunların eziyeti gâvur eziyetinden çok ötedir. Lütfen yazdıklarımı bir daha okuyunuz!!!

Gece Baskınları, Silah Sesleri, Barut Kokusu

Muazzez Yurdakul-10.Ocak.2015

Türklere yapılan zulme politik “AF” olamaz! İnsan olan insansoyuna yapılan zulmüunutmaz! Soykırımahukuksal geçerlilik süresi uygulanamaz!” Yıllardan 1984 arifesindeyiz. Tarih sayfalarını olayları yaşayanların kaleme aldığı satırlarla anlatıyoruz. Tarih bilen kimlik sahibidir. Tarihini bilen akıllıdır. “Sofya eski oyununu yeniden sahneye koymaktadır. Bu defa zulmün dozu arttırılmış, iki milyona yakın Türk önce bir asimilasyon baskısından geçirilmiştir. Türklerin milli kimlikleri, dinleri, gelenekleri yok edilmek istenmiştir. Bunun için insanlar öldürülmüş, kamplara sürülmüştür. Sonuç: Sosyal faşist Todor Jivkov’un dediği gibi olmayınca, yeni, acılı bir göçün kapıları açılmıştır.” Zafer Atay Koşukavaklı öğretmen yazar şair olayların görgü tanığı olarak yazıyor: 1984 yılının sarı sıcakları ortalığı kızdırırken Kırcaali şehri yakınlarındaki Koşukavak kasabasının köylerine gece gece baskınlar yapılmaya başlandı. Acı silah sesleri gecenin karanlıklarını yırtıyordu. Havaya barut kokusu sinmişti.


56

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Sinirler koptu kopacak kadar gergindi. Bulgar komünistlerinin insan dinamiğinin kavrayamayacağı kadar küstahça hazırlanmış planı uygulanıyordu. Türk ahalisinin elinde bulunan az sayıdaki av silahlarını ve bazı görevlilerdeki tabancaları çabuk elden toplamışlardı. Elindeki ekmek bıçağından gayrı savunma gereci bulunmayan Türklerin oturduğu köy ve mahallelere gece, silahlı polis ve sivil Bulgarlar âni baskınlar düzenliyor, güç kullanarak, kapı pencere kırarak evlere giriyor, çoluk çocuk, kadın erkek, genç ihtiyar demeden bütün Türklerin adlarını döve döve Bulgar adlarıyla değiştiriyor, arkadan değerli eşya avına başlıyorlardı. Genç kız ve gelinlerin ırzına geçme olayları da sıklaşıyordu. Ahalinin telaşı gün gün artıyor, korkuya düşüyordu. Yirminci yüzyılın sonunda yaşayan insanoğlu için yüzkarası olan bu baskılar, en ilkel kurnazlıklarla yürütülüyordu. Resmen hiçbir şey ilan edilmiş değildi. Aşağı seviyelerdeki amir memur takımı Bulgarlar laf olsun gibilerden, hanesinde Pomak gelin bulunanların, yani Pomaklarla karışmış ailelerin adlarını gönüllü olarak değiştirdiklerini söylüyorlardı, o kadar. Yönetmen takımı halkla ilişkiye girmekten kaçınıyordu. Bunlar hep önceden düşünülmüş ve planlanmıştı. Ortalığa, gene komünistlerin adamlarınca çeşitli söylentiler yayılıyordu. Örneğin, sözde eldeki belgelere göre Falanca köyde karışık aile yokmuş. Bu yüzden onların adları değiştirilmeyecekmiş. Birkaç hafta falanca köye gerçekten saldırı düzenlenmiyor, etraf köylere saldırılar devam ediyordu. Bu yüzden falanca köy sakinleri “Beni ısırmayan yılan bin yaşasın” deyip, diğerlerinin telaş ve sıkıntılarına seyirci kalıyordu. Böylelikle, Türk halkının birleşip karşılık gösterme ve direnme girişimleri önlenmiş oluyordu. Aradan biraz daha zaman geçince, bşr bakmışsın, rahat rahat uyuyan Falanca köy basılıyor, Pomak olmamasına rağmen tümünün adları amansızca değiştiriliyor. Demek eski dünyanın, kendilerine “Yeni İnsan” diyen komünistleri de “Ayır Buyur” ilkesini çıkarları uğruna kullanıyorlardı. Türk halkı bu baskılardan kurtulma çaresini, kadın erkek, çoluk çocuk, genç ihtiyar dağlara ormanlara kaçmakta arıyordu. İnsan ayağı basmadık bir karış dahi toprağı olmayan Bulgaristan’da bu biçim bir kaçışın bir yararı olmazdı ya, başkaca yol yoktu. Dağlarda ormanlarda sığınaklar yapıldı, mağaralar bulundu. Oralarda çocuklar doğdu, ihtiyarlar öldü, mezarlar kazıldı, gözyaşları döküldü. Yakalanıp dövülenler sakatlananlar oldu. Hastalara, yaralılara doktor yardımı verilmedi. Başlıca geçim kaynağı olan tütün ve yazlıklar tarlalarda kaldı. Ev hayvanlarının tümü başıboş salındı. Bulgarların aç gözlüleri istedikleri kadar hayvan tutup kesti, ya da uzağa aşırıp sonraya sakladı. Havalar soğudukça kaçanlar durumu trajediye dönüşüyordu. Önce yağmur, sonra kırağı, arkadan kar... Soğu dayanamayan hastalar, ihtiyarlar, çocuklar loğusalar... Hastalanan hastalanana... Ölen ölene...


Makale ve Analizler - 2015

57

Öte yandan, Bulgar komünistlerinin utanç verici baskınları hızlanmaya başlamıştı. 1984’ün Ağustos, ya da Eylül ayında Bulgaristan Dış İşleri Bakanı Petır Mladenov Türkiye’yi ziyaret etti. Bu ziyaret Bulgaristan Türklerini iyice umutlandırdı. Evren Paşa, ya da Turgut Özal Mladenov’u sert bir dille uyarmak için çağırdığını sandık. Aldandık, çünkü bu ziyarete dair pek bir şey yayınlanmadı. Her zamanki gibi umduğumuz dağlara kar yağıyordu. Biz bir kere terk edilmiştik. Bu, kendi yağınızla kavrulun kavrulabilirseniz; kavrulamazsanız kaderinize küsün demekti. Elinde silahı olmayan iki buçuk milyon Türk, Varşova Paktı’nın güçlü ordusuna karşı kendi imkânlarıyla ıstırap çekmeliydi. Onun acısını paylaşmak isteyen yoktu. Allah yardımcımız olsundu. Bu arada dolay köylerde, baskınlar sonucunda korkunç olaylar baş gösterdi. Birkaçını anmanın yararlı olacağını sanıyorum. Koşukavak ve Ortaköy arasında bulunan Akçaalan köyünden Hamide adında bir kadın, gece pencereden evine girmek isteyen saldırganlardan birine balta ile saldırdı diye, kelimelerle anlatılması güç bir gaddarlıkla öldürüldü, altı aylık torunu da ayakaltında ezilerek öldürüldü. Kadın, yatırıldığı hastanede ilk yardım bile görmeden kendi haline bırakıldı. Daha sonra Kırcaali’nin Rus Hastalıkları bölümüne değiştirildi. Bir süre sonra da durumunun anormal olduğuna bakılmayarak, on dokuz yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı. Bulgar yargıcına göre, kadının suçu: devletin görevli memurunu öldürmek teşebbüsü: bana göre ise, Türk oluşu, Türk kalmak isteyişi, bu amaçla, evine gece girmek isteyen kişiye karşı mukavemet göstermesidir. Dünyanın her köşesinde, her ülkede yaşayan herkesin kendini koruma, müdafaa hakkı vardır, yalnız Bulgaristan Türkünün buna hakkı yoktur.Akaalanlı Hamide kadın benim bu yazımı yazdığım 1997 yılında halen cezaevindeydi. Doksan iki yaşında bir nine (adını ve köyünü vermeyince, olaydan az sonra Belene Ölüm Kampı’na, oradan da sürgüne gönderildi) asını değiştirmek istemediği için, avuçlarından evinin bahçesindeki ağaca çakıldı. Canavarlaşmış Bulgar komünistleri oradan ayrılmadan önce kadının göğsüne “Adını değiştirmek istemeyenlerin akıbeti budur” yazılı bir kağıt yapıştırmışlar. (Bu olayı Belene’den döndükten sonra iyice öğrenecektim, sürgüne gönderildim. Sürgünden döndükten sonra incelemek istedim. Koşukavak kasabasından dışarı çıkmama yasaklandı. Bir kez çıkmayı denedim, daha üç kilometre ayrılmadan küçük kızımla ikimizi geriye çevirdiler. Böylece, olayın ve daha başka olayların yerini, insanların adlarını öğrenemedim gitti, çünkü yasaklık kalkmadan sınır dışı edildim. Bu yüzden olayları ayrıntısız yazıyorum. Koşukavak hastanesinde doğum yapan bir gelin, çocuğuna Bulgar adı verilmek istenince “Ben Bulgar doğurmadım!” diyerek çocuğunu boğdu. Halen cezaevindedir.


58

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Koşukavak’ın Kırağılıdere köyünde Uzun Hasan bir adamın iki oğlu, polisleri gece vakti evlerine sokmamak isterlerken kurşunlandılar. Birinin bir böbreği tahrip edilmiş, diğeri kan kaybından şuurunu kaybetmiş. Kısa süre tedaviden sonra alelacele yargılandılar. Biri on beş, öteki 16 yıl ağır hapis cezasına lâyık görüldü. Oğullarının haksız yere mahkûm edildiğini iddia eden baba da -Uzun Hasan- bir buçuk yıl hapse mah küm edildi. Adları değiştirilince akli dengesi bozulanların üzüntüye, vesveseye, korkuya, kapılanların ve sonuç olarak da intihar edenlerin sayısı her geçen günle artıyordu. Orada burada beliren mukavemet hareketi direniş sonuçları çok çok cılızdı. Toplu ve örgütlendirilmiş mukavemete ihtiyaç vardı. Ama bu çok güçtü. Dağınık mahallerden insanları toplamak bu sıkıyönetim günlerinde çok güç bir şeydi. Üzülerek itiraf etmek gerek ki, Türk halkı teşkilatlı bir savaşa hazırlanmış değildi. Kime karşı, nasıl, nice, neyle ve niçin savaşacağı gereğince açıklık kazanmış değildi. Ulusal bilinçlenme çağı henüz sona ermemişti. Devletin, bütün araç ve gereçlerle, her yerde ve her zaman yürüttüğü ateizm, yani dinsizleştirme propagandası (sadece Türklerle meskûn şehirlerde Ateist kulüpleri açmışlardı) yıkıcı rolünü oynamış dini yıllar önce yakınlaştırıcı, birleştirici, beraberleştirici ve örgütleyici bir unsur olmaktan çıkmıştı. Aslında insanlar, dinsizleşme yolunun yolcusu olmaya hazırlanıyorlardı. Yeni konumuz “Yasaklar...Yasaklar.”

Kırlangıçlı Memleketim

Filiz Soytürk-10.Ocak.2015

Bizim evlerin kirişlerinde ve damlalık altlarında kırlangıç yuvaları vardı. Birisi bir yere bir çıt çekip sıvasa, iyi yapamamışsa, bir kırlangıç kadar olamadın, deyen hemen elini kaldırır yada kafasıyla duvar köşesine çitilenip sıvanmış yuvayı gösterirdi. Anlayışımızda, konuşulmasa da, bu yuvaların bir nevi kutsallığı olduğu düşüncesi vardı. Temizlik üzerine son derece titiz olan ninem, sundurma altını kirleten kırlangıçların pisliğini görmezden gelirdi. Bunun, belki


Makale ve Analizler - 2015

59

de bu kuşların insan sıcaklığı solumak için yakınımıza yuva yaparken çok emek sarf etmelerinden kaynaklandığı da aklımdan geçmiştir. Doğuşlarıyla gelen ve diğer kuşlarınkinden farklı olan özellikli ve kendilerine özgü yaşam tarzları, insanlara sıcak mesajlarla birazdan gökyüzü boşanacak, yağmur bulutları geliyor gibi habercilikleri ilgi çekiciydi. Hatta herkesten önce aldıkları yağmur havası duyumunu, bu sevinci rahmetin tam düşeceği yerlerin üzerinde oynaşarak paylaşmaya çalışırken iyi vesilelere müjdeci rolleri unutulur gibi değildir. Kırlangıçlar bizim köye Nisan rüzgârlarlarından, ilkyaz yağmurlarından ve bahardan az önce gelen çatalkuyrukları biz adeta bekliyorduk. Köy semasında uçuşlarını seyretmek çok zevkliydi. Yuva örmelerindeki ustalıkları, yumurtaya yattıklarında geniş gagalarını dışarıya çıkarıp hiç kapanmayan gözlerle etrafı süzmeleri, erkekle dişinin yumurta üzerinde nöbetleşmesi ve yavrular gagalarını açınca onları gaga uçlarında taşıdıkları uzun ve kalın solucanlarla bol bol beslemeleri ibret dolu sadakat dersi gibiydi. Tütünleri dizdiğimiz sundurma, kırlangıçlarımıza yuva yeriydi. Yazımız birlikte geçerdi. Yağmur yağacak günlerde birkaç saat önceden havalanıp köy halkının kendilerini en iyi görebileceği yerlerde oynaşırken her defasında “köye rahmet geliyor” şarkısı söyleyen orkestra cıvıltısı uzun kanatlarla kıvrak sevinç figürleri, aralarındaki sesli temas beni iyice şaşırttığında cıvıldayışlarına, uçuşlarına ve akrobatik hava figürlerine hayran kalıyordum. Bizim insanımız kırlangıçlara nedense hep geçiciymişler gibi bakıyordu. Bu, olabilir ya 4 mevsimi olan bir memlekette yaşadığımıza bağlıydı. Onların geliş cıvıltılarında selam sabah olduğunu kabul edersek, Ekime doğru nasıl kaybolup gittiklerini anımsatan hiçbir hatıran olmadığını da söylemeliyim. Şimdi sizlere Türkiye’ye gelirken beraber getirdiğim ve unutamadığım bir kırlangıç öyküsü anlatmak istiyorum. Günlerden bir gün Kırlangıcın biri bizim orada bir adama aşık olmus. Ve adamın penceresinin önüne konup adama söyle demiş; “Ben seni çok seviyorum lütfen pencereyi açıp beni içeri al da birlikte yaşayalım.” Adam: “Olmaz alamam... Sen bir kuşsun hiç bir kuş adama aşık olur mu?...” demiş. Kırlangıç tekrar: “Lütfen pencereyi açıp beni içeri al birlikte yaşarız. Hem ben sana dost ve arkadaş olurum, canında sıkılmaz birlikte yaşar gideriz” demiş. Adam yine: “Olmaz alamam... Git başımdan,” diye cevap vermiş. Üçüncü ve son defa kuş adamın penceresinin önüne konup adama tekrar şöyle demis;


60

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

“Lütfen beni içeri al. Ben gidemedim. Artık soğuklarda basladı, dışarıda kalamam. Biliyorsun ben sıcak havalarda yasayabilirim sadece beni içeri almazsan başka sıcak ülkelere gitmek zorunda kalırım. Ama artık geç oldu, gidemem, donda ölürüm... Lütfen beni iceri alda burada kalayım. Birlikte yemek yer omuzuna konar seni neşelendirir sana yarenlik ederim. Hem sen de benim gibi yalnızsın,” der... Adam ona; “Git derhal başımdan!... Ben yalnız kalırım,” demii ve kuşu kovmuş... Kırlangıcta bu cevap üzerine üzüntülü bir şekilde ucmuş ve uzaklara gitmiş.. Adam kırlangıc uzaklara gittikten sonra düşünmüş ve kendi kendine: “Ben ne aptal, nekadar akılsız bir adamım, niye kırlangıcla birlikte kalmayı kabul etmedim? Ne güzel birlikte kalırdık demiş ve çok pişman olmuş, pişman olmuş olamasına ama iş işten geçmiş. Kendi kendine nasıl olsa sıcaklar başlayınca, nisan rüzgarlarından önce kırlangıcım yine gelir, bende onu içeri alır, birlikte mutlu bir hayat sürerim,” demiş. Ve penceresini sonuna kadar açıp beklemeye başlamış. İlk güzel günlerle kırlangıçlar da gelmeye başlamış. Ama onun kırlangıcı gelmemiş.yazın sonuna kadar hiç penceresini kapatmadan pencerenin başında beklemiş ama boşuna... Kırlangıç yokmuş. Gelen kırlangıçlara sormuş ama onun kırlangıcını gören olmamış. Sonunda bir bilge kişiye halini danışmak ve ondan bilgi almak için gitmiş. Bilge kişiye olayı anlattıktan sonra bilge kişi ona söyle demiş; - “Kırlangıçların ömrü 6 aydır...” Hayatta bazı firsatlar vardır ömründe bir defa insanın eline geçer ve degerlendiremessen ucup çeker gider... Bu masalı size neden anlattım, lütfen düşünün!.


Makale ve Analizler - 2015

61

Halsizlik Hali

Musa Vatansever-10.Ocak.2015

Algıların hepsi relatiftir. Uzaktan yuvarlak görünen bir kule, yakından dört köşe görünür. Bir gemi üzerinde durana duruyor, kıyıdan bakana yürüyor, göründüğü gibi. Aynı Bulgaristanlı Türkleri tarafından kurulan Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin (HÖH - DPS) “New York Times” gazetesinde bir “Rus yanlısı parti” olarak göründüğü gibi. Yani her çocuğu anası ve babası olduğu gibi, HÖH - DPS partisinin de kurulmasının kaçınılmaz olduğu 1989’da göründüğünde kurdurucular türediği ve bunlardan birinin de, “Bulgaristan’da biz demeden kuş uçamaz!” kafasında olan, Rus İstihbarat Servisi KGB olduğu gibi... Başına Rus kargası konunca kurucu başkan olan Ahmet Doğan beynine tabanca dayandığında halsiz duruma düşmesinden sonra, başına konan karakargayı kartal zanneden Lütfü Mestan’ın sesinin çıktığı kadar “Avrupacı ve Atlantikçidir” diye bağrış çağırışına bakılırsa neden bu kadar halsiz bir hale düştüğümüzü anlamak zor olmaya başladı. Hangisi doğrudur bilinmez. Mesela Ahmet Doğan siyah zırhlı US - Jeep’te gezer ama araba Rus oligarşisinin parasıyla alınmış. Totalitarizme, ajanlığa, muhbirciliğe, hainliğe zulme karşı mücadele etmiş, çile çekmişlerin partisini yöneten Lütfü Mestan, uzaktan bakıldığında masum bir demokrat dede gibi görünüyor da, yaklaşınca karşındaki adam ajan “Pavel”, işlerin karıştıkça karışmasına bulandıkça bulanmasına yardım eden 3 bin 79 kimliksiz ajandan biri... Ahmet Doğan 4 Ocak 1990’da “HÖH - DPS partisini Varna’da 33 arkadaşımla birlikte Emin Hamdi’nin dairesinde kurdum,” diyor. 25 yıldönümü kutlamalarına ödenek ayırmışlar. Gerçeklerin görülmemesi için içilecek ve içenler halsizleşince evlerine “Jep”le taşınacak. Uzaktan bakıldığında ne güzel! Fakat yukarda ismi geçenlerden ne birincisi ne ikincisi “Ben bu işi yaparken Bulgaristan Türkleri arasında çalışan bir ajan provokatördüm, biz bu işi 12 ajan arkadaşımla birlikte yaptık, amacımız Türkleri gemlemek ve haklarını elde etmelerini önlemekti, onların hepsini ana dilleri bakımından kara cahil bırakıp, ekmek teknelerini de kırıp sefalete itip çektirmekti, Bulgar devletinde köle hayatı yaşamalarına ortam hazırlamaktı,” demiyor. 1990’dan beri önümüze çıkan ve hiçbir durumda hatta en halsiz oldukları hallerde bile “içi dışı bir olma-


62

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

yan” işleri yapanlar artık ortadadır. Halkımızın bilgeliğinde bu gibi durumlarda geçerli olan kural nedir? “Etme başkasına, gelir başına!” Bulgaristan Türklüğüne edilmiş ve çektirilmiştir... Önce ne yaptılar? Gözlerimizi körelttiler. Ana dilimizde okuma yazmayı bize çok gördüler. “Kurandan biraz ezberleseler, yeter” tezinde birleştiler. Ansızın uyanırlar diye korktular. Gazete, kitap meselesi unutturuldu. Nereden nasıl işitmişler bilmiyorum, TV ekranı için “dünyaya bakan pencere” dendiğini duymuşlar. Hemen “olmaz!” dediler, “10 dakikacık bari olsun desek de, olmaz da olmaz!” deyip kesip biçtiler. Bir bakmışsın, gözleri açılır, korkusu var içlerinde... Dünyayı görürlerse, kendi hallerinin halsizliğinin halini fark ederler endişesi, gerçekten büyük bir korku! “Yandığımız gün olur!” korkusudur bu! Ve insanı hem içinden hem de dışından titretir. Başka bir değişle “su uyur, korku uyumaz!” diyenler de kendileri.Açık pencereden bize dağları göstermeseler de, korku dağları bekliyor. 2015 yılıyla yeni bir operasyon başladı. Bu da bizim gerçekleri ana dilimizde işitmemizi engelleme programının bilmem kaçıncı bölümü. Sofya Radyosu “Bulgaristan” programından cızlayan Türkçe yayınını dalga değiştirerek dinlenmez duruma getirme yani kapatma kararı almışlar. Çok enteresan şöyle bir durum var. Bulgar Televizyon Birinci Programının kuruluş kararında “10 dakika Türkçe yayın” öngörüldüğü gibi, “Bulgaristan Radyo Programı” kuruluş karar ve tescilinde de “günde 3 saat Türkçe yayın” var. Yeniz bir meclis kararı çıkana kadar devlet bunun parasını ödemek zorundadır. Bu kararların değiştirilmeden bu yayınları kapatmak imkânsızdır. Yasa değişmeden, yayını yasaklamak ya da dalga değiştirme dalaveresiyle dinlenmesine engel olmak nasıl olur? Akıl erdirilecek gibi bir şey değil. Bu ancak vericileri tahrip etmekle mümkündür. Mesela “MW” - orta dalga üzerinden yapılan bir yayını “KW” - kısa dalgaya çekersen, dinleyicilerin radyolarında “KW” (kısa dalga) yoksa istediğin kadar yayın yap, fıkra anlat, müzik çal kimsenin haberi bile olmaz, kimsenin ruhu duymaz. Dış ülkelerden, mesela Avrupa Birliği’nden ya da herhangi bir İnsan Hakları Örgütünden bir önemli heyet gelse ve “Siz şu Bulgaristanlı Türklerin 3 saatlik radyo yayınını neden kapattınız?” sorusunu sorsa. Heyet hemen Sofya Radyosu yayın merkezinde götürülür. Bilgisayarlarda yazan kızlarımız, okuyan sözcülerimiz gösterilir. Soruyu soran da sorduğuna pişman olur! Bu yine yukarda verdiğim örneklerde işaret ettiğim gibi “uzaktan baktım pek çok, yanına vardım hiç yok” bilmecesine kesin cevap gibi bir şey. Başka bir çeşit anlatsam, şöyle derdim: Karşıda bir değirmen var, değirmen yel değirmeni olsa, rüzgâr estikçe pervanesi dönüyor, buğday yüklü kamyon sırası değirmene uzuyor ama değirmenden çıkan undan ekmek yiyen yok! Öğütülen un dereye akıtılıyor ya da de-


Makale ve Analizler - 2015

63

ğirmen ardındaki yamaçtan yine rüzgârın yardımıyla dere tepeye savruluyor... Böylece haber alıp bilgilenmemiz halsizlik haline giriyor. Haber alamadığımızdan kültürel körelmemiz daha da derinleşiyor ve işte böyle, sizde ekleyiverin bir şeyler... Amerikadan bakınca bu halsizliğimiz görünmüyor. Onlar dünya çapında işler peşinde, çok fazla halsizleştiğimizde Moskova’ya mı yoksa Washington’a mı baktığımızın ne önemi var, orası da pek açık değil, çünkü halsizleşen adam uzağı değil, önünü bile göremez... Burada, önemli olan radyoda Türkçe yayın yapılması ya da yapılmaması değil, kader belirleyici olan ve milliyetçi ırkçıları rahatsız eden, Türkçe haberlerin halk tarafından dikkatle dinlenmesidir. Algılanan haberlerinin ahlak ve davranış kılavuzu olup yaşam tarzımızı etkilemesidir. Mesela, bugün Kırcaali ilinde şiddetli kar ve ardından don haberini alan tütüncü ne yapar, tütünün gevreyeceğini bildiğinden pastal yapmaya ara verir. Yaz olsa bol yağış geliyor dendiğinde sırıkları toplar, pazarcı evine zamanında döner, çarşıda işi olan planını ona göre yapar. Tütün sulamayı düşünen bu işi erteler. Radyo bizim hayatımızda büyük bir ihtiyaçtır. Haberi alma imkânı olmayanlar her yerde apışıp kalır. Başka bir değişle halsizleşir, çırpınıp ah oh çeker ve başlar antenleri Ankara ve İstanbul’a çevirmeye vs. vs.... Sonra yeni bir dolu gelir üzerimize. “Anket yaptık dış radyoları dinleyip yabancı etki altında kalıyorlar,” diyenler hemen cavlamaya başlar. Bu nanenin kokusu burnumuzda.... Şu radyo propagandası var ya, hiç de hafife alınacak bir şey değil, çok etkileyici, çünkü insanın sesi gözle görülmeyen ama canlı bir etkendir. Ruha, beyine direk işler. İnsan bilincinde kendine yer açar. Ses kendini bekletme özelliğine de sahiptir. İnsan yemek yemeden su içmeden olmadığı gibi, beğendiği sesi işitmeden olamaz. Şu anlatmak istediklerimi, şairlerimizden Ömer Osman’ın bir dörtlüğünde çok daha inandırıcı dile getirmişti. Sonsuz dertlerin sonsuz sonsuzcuklarcasına Özlemim deniz deniz acı tatlı bir ses Yanımda en sevdiğim bir kişi varcasına Sevineceğim bir ses sen öldün bile dese. Ses açlığı ve ses tokluğu gibi bir şey var ortada. Sen bilinçaltını etkileyip kaynatabiliyor. İnsanoğullunun ahlakını, tavrını, duygularını, algılamasını tesiri altında alıp hipnotize ederek yönlendirebiliyor. Sonra biz radyoya her zaman inandılar. 1953’te “Stalin Öldü” haberini radyodan işitenlerin hüngür hüngür ağlaması gözlerimin önündedir. Oysa onun öldürdüğü ve kan kusturduklarının sayısı belli değil, ama radyoda yaratılan bir sahte sima var ki, onu değiştirmek, etkilemek imkân dışı. Aynı şu bizim Ahmet haine tapanlarımızın zavallılığından do-


64

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ğan halsizliğin hali gibi bir şey. Sarhoşun tekini korumaya alan devletin işlerine de akıl erdirmek var ya!!! “Hür Avrupa” radyosundan gerçekleri Rumyana Uzunova’nın sesinden dinleyenlerin “Belene” ölüm kampına gitmeyi, hapis yatmayı göze aldığını unutmadık. Halkımız bildiklerini kendine gizli tutma hakkını kullansa da, “gerçek bilginin en güçlü silahtan daha güçlü olduğunu” çok iyi bilir. Şimdi anadilimizde bizim için yayın yapan radyo dinleme hakkımızı da elimizden alıp aslında gasp ediyorlar. Bir gün boş durdukları yok. Her gün yeni bir şey çıkarıyorlar. Hangi hakkımız kaldı ki? Uğruna mücadele ettiğimiz, hapis yattığımız, sürgün edildiğimiz, memleketimizden kovulduğumuz hak ve özgürlükler davamız derisi soyulmuş, etleri yolunmuş, gagası, kulakları koparılmış, burun deliğinin birisi kapanmış yalnız birisinden halsiz halsiz nefes almaya çalışıyor. Politik olarak halsizliğimizin son hali budur. Şu yalan dünyada herkes ötekileri kendine benzetmeye çalışır. Şu dönemde bizim aramızda en halsiz bir halde olan Ahmet Doğan arkadaşın kendisidir. Arkadaştır diyorum çünkü biz eski tüfekler onu değişik zamanlarda tanıdık, kimimiz köy meydanında birlikte çelik oynadık, kimimiz birlikte okula gittik, kimimiz birlikte askerdik yaptık, kimimiz Varna Gemi Tersanesinde birlikte demir taşıdık. Sofya’da görüştük vs. vs. ama onun arkamızdan bir takım işler çevirip tanıdığı insanların kuyusunu kazdığını bilmediğimizden, Bulgaristan Türklüğüne de mezar kazdığından haberimiz olmadığından, işin gerçek yüzünü görene, öğrenene ve inanana kadar hemşerimizdi. Bizde hemşeriler hele gurbette birbirine yakındır, arkadaştırlar. Birbirimize arka oluruz. Gazetelere bakıyorum, hele şu “Galerya” iki defadır hemşerimi kapak yaptı. İyice düştü, halsizleşti diye manşet atmış. Halsizliğinin bu haline sebep olarak yine, yaptığı hainliğin acısını göstermeyen gazete, Ahmet Emin ile Oktay Yeni Mehmedov’un silah elde tecavüz denemelerinden aldığı kırgınlığı alkolle beslediğinden dolayı son donemde halsizliğinin hallinin hepten sağlıktan el çektiğini yazıyor. Ahmedin halsizliğine sevinmeyen bir kişi varsa o da, Varnalı hemşerim Emin Hamdi’dir. Hani şu HÖH - DPS partisi kurulurken herkese dairesinin kapısını açan hapisçi Emin Hamdi Bu arkadaşımız, herkesin “ben yazdım”dediği HÖH - DPS “program ve tüzüğünü karakalemle koğuşta yazan” kişidir. Tabii siz, bir hapiste yarı aç yarı tok koğuş karanlığında yatan bir mahkûmun bir illegal politik parti programı ve parti tüzüğü yazacak kadar kültürü olması için, hiç olmazsa sivil hayattayken hukuk tahsili almış olması gerekir diye itiraz edebilirsiniz. Doğrudur da, itirazını kabul ediyorum, Emin de buna “hayır yalnız yazdım” demiyor. O Vratsa hapishanesinde kaldığı aylarda, daha sonra Varna’da Demokratik Güçler Birliği örgütü (CDC) partisini kuran politikacı Roman asıllı Bayan Marlene


Makale ve Analizler - 2015

65

Liviu’nun kendisine bu işte yardım ettiğini itiraf ediyor. 26 - 27 Mart 1990’da Sofya’da yapılan HÖH - DPS tüzüğü de iş bu tüzüktür. Burada can sıkıcı olan nokta, 2000 yılında Emin Hamdi Bursa’dan Sofya’ya gelip Ahmet Doğan’la HÖH - DPS partisinin Sofya’nın “Aleksandır Stamboliyski” sok. 45 A’da bulunan Genel Merkezinde görüşmek istemesidir. Ahmet Emin’i kabul etmemiştir. Olayın sırrı kapıdaki ücretli köpeklerin Emin Hamdi Beyi içeri almamalında gizlidir. Eğer siz o zaman Emin Beyi görmüş olsaydınız, davamız için sürgün edilen, hapis yatan, koğuşta ezilen, parti Tüzüğünü yazan kişinin parti merkezine paralı kobaylarca bırakılmamasının yarattığı öfke yanardağının lav püskürmesini görecektiniz... Bu Ahmet’in davaya gerçek hizmeti olanları kovalama taktiğinin, bir yaprağı daha parti ağıcından koparıp atması değil, 11 dereceli bir deprem gibiydi. Yolup atma deyince, burada yaprağı ve goncası olmayan bir ağıcın kısır ve geleceksiz olduğuna işaret etmek istedim. Kısırlaştırma olayı Ahmet’in işidir. Kısırlaştırma partiye ve davamıza hainliğin özüdür. Ve ben daha o gün Emin Hamdi’nin ağzından çıkıp etrafa saçılan sözleri işitince Ahmet’in ruhsal çöküşe girip halsizleşmeye başlayacağını, HÖH - DPS partisinin de deprem geçireceğini sezdim. İçte bu 14 yıllık ardıl depremler bugün Lütfü Mestan’ı Vashington’a mektup yazıp “Bizi Moskova dikti, ama biz bu mevsim yaprak yinelerken kıra vurdu ve boş kaldık yani kısırlaştık, artık Rusyacı değiliz” gibi saçmalıklar yazmaya zorlayandır. Bir ağaç kimin tarlasına dikilmişse ağzın ve meyvelerinin sahibi odur. 1990’da Bulgaristan’ın arka çöplüğüydü. 25 yıl sonra işler değişse bile çöplüğün sahibinin değiştiğini gösteren bir olay henüz olmadı. Şöyle de düşünelim. Bu adam bu kadar halsizleşmişse ve bu olay Bulgaristan’da meydana geldiğine göre ve bu halsiz adam “saray” denen bir yerde kapalı tutulduğuna göre, bir tedbir mi alsak ne dersiniz. Bilirsiniz bizim ruhumuzda kimseye kötülük yapmak diye bir şey yoktur. Mesela para toplasak ve bu adam 25 yıl önce şu bizim Hak ve Özgürlükler Partisi’ni “kurdu” ve bizim yedi sülalemizi birden toptan aldattı, ama aldatılan aldatılmamak için kendine çeki düzen verseydi, aldatılamayacaktı deyip, çuvaldızı biraz da kendimize saplayıp Ahmet’i Amerika’ya tedaviye göndersek, diyorum. Zaten Lütfü’nün US basınına mektubundan sonra bilmeyenler de bizim artık “KGB ajanı” falan olmadığımızı uzaktan uzağa öğrendi. Ve şöyle bir durum düşünelim. Belki de işitmişsinizdir, Amerika’da halsizlerin halinin tedavisi Hüston’da yapılıyor. Büyük bir hastaneyi göz önüne getirin, içersi çığır cıvır siyah doktor dolu, Latin hemşireler kelebek gibi ve Ahmet Doğan ameliyat masasında, henüz uyutulmamış, iri yarı bir siyah derili hekim dikilmiş başına, ellerinde beyaz eldivenler, kafasında insan ruhunun halsizliğinin nedenini araştıran özel ışınlı bir büyük lamba... Doktor soruyor: “Sen şu du-


66

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

rumu son derece berbat olan Bulgaristanlı Türk, Pomak ve Romanların hak ve özgürlüklerinin verilmesini neden engelledin? Cevap ver. “Neden engelledin?” Doktor üsteliyor: “Sen bu insanlara neden çektirdin? O zavallıcıkları neden aldattın, neden dolandırdın, neden sattın onların öz davalarını, kaça sattın?” Ses tonu yükselirken sertleşiyor. Ahmet’in gözleri yolda para görmüş Roman kızanı gözleri gibi yuvalarından dışarı patlamış, Kurbağa gözü gibi nemleniyor. Korku insana bildiklerini de unutturur. Yataktaki derdini anlatacak kadar İngilizceyi çat pat konuşsa da halsizleşince son sözü bile unutmuş, yutkunmaya çalışıyor. Su isteyecek ama su yerine “viski” diyor... Doktorun çivisi çıkıyor. Heybetli siyah hekim yatağın üzerine iyice eğilmiş, alnındaki lamba ansızın parlıyor. Yataktakinin gözleri bir dipsiz kuyu gibi açılıyor, tâaa ruha inen derinliklere kadar her şey ortada. Hainliğin rengi siyah! Göz dipleri kömür karası yani karanın karası. Hainlik dibe çökmüş ve doktor halsizliğin bu hale düşme nedenini hainlik tortusunda görebiliyor. Acınası bir durum...Birden doğrulan Doktor: “Bu halsiz değil, hain biri diyor!” Ardından eldivenlerini çekip çıkarırken “Ben haini tedavi etmem, hainlik dermanı olmayan bir ruhsal durum, ruhuna işlemiş, geç kalınmış, artık kazısam da kazınmaz!” deyip çekip gidiyor. Hemşirenin sözlerinde “Allah canını almasın!” gibi bir şey dilleniyor. Ekip dağılıyor. Herkes korkuyor. Basına haber iletin, “Balık Baştan kokar, bu iş bitmiş, Ruslara da haber verilsin, boşuna umut etmesinler!” sesleri işitiliyor. Son durumun vaziyeti ve halsizliğin hali budur.

Benim Memleketim

Raziye ÇAKIR-13.Ocak.2015

Bizi Chicago’ya yerleştiğini bizi da orada izlediğini yazan Klimetli Mehmet Hasanov “memleketim ne yapıyor?” sorusunu sormuş ve bir türlü alışamadım, her şeyin ve her yerin kokusu başka, demiş. “Anadilimiz, vatanımız, anne, baba sevgisi üstüne şiirlerinizi yazdırıp oğlum Bincan ve kızım Bingül’e okutup ezberletiyorum, masallarınız da çok güzel, biz gurbetçilere yarlı olduğunuz için teşekkürler.”


Makale ve Analizler - 2015 sun.

67

Aileniz için Sabahattin Ali’nin “Dağlar” şiirini seçtik. Diğerler de sizin ol-

Başım dağ, saçlarım kardır, Deli rüzgârlarım vardır, Ovalar bana çok dardır, Benim memleketim dağlardır.

DAĞLAR Kalbime benzer taşları, Heybetli öter kuşları, Göğe yakındır başları, Benim memleketim dağlardır.

Yârimi ellere verin; Şehirler bana bir tuzak, Sevdamı yellere verin; İnsan sohbetleri yasak, Yelleri bana gönderin; Uzak olun benden uzak, Benim memleketim dağlardır. Benim memleketim dağlardır. Bir gün kadrim bilinirse İsmim ağza alınırsa Yerim soran bulunursa Benim memleketim dağlardır. Son dönemde yazılarımıza yorum ve sorularla katılan Burgas’ın Göcencik köyünden Hüsniye ve Koşukavak’ın Çal köyünden olup Edirne’de uluslar arası ilişkiler okuyan Aylin elimizde olanlardan, Can Yücel’den özleş şiirlerinden birkaçını rica etmişler. BİRAZ DEĞİŞTİM Biraz değişim. Her şey kadar, herkes kadar, sen kadar... Değiştim, Unutamadığım sözlerinin arasında sıkışıyorum, bir yanım kendimi kolluyor bir yanım seni Ben benimle savaşıyorum, Seninle değil! Sonucu kılıcı kuşananından belli olan bir savaşın Ne kazanabileni ne de kaybedeniyim, Sorun değil! Elbet alışırım, Biraz alıştım, Her şey kadar, herkes kadar, sen kadar, Alıştım, Varlığını istemediğim tüm eksik yanlarıma, Ve çokluğunu da yokluğunu da istemediğim


68

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) bu iki arada bir derede duyguya alışıyorum, Bir yanım bırak diyor bir yanıma, Kesin değil! Henüz tanıştım, Her şey kadar, herkes kadar, sen kadar, Tanıdığımı sandığım bana daha da yakınım artık, Duvarlara anlatırken öğrendiklerim kendi hakkımda, Ve aynalara ağlarken gördüklerim kendi tarafımda... Bir yanım memnun oldum diyor, bir yanım tanıyamadım daha, Samimi değil! Bir hayli kırıldım, Her şey kadar, herkes kadar, sen kadar, Canıma batan her halin felç gibi indi bedenime, Gözlerimden tut da ciğerime kadar kırgınım! Aslında ne sana, ne olanlara... Kendime kırgınım... Maziye hiç değil, an’a kırgınım. Anlatamadığım, anlayamadığım masalların bana yaptıklarına, Dinlediğim şarkılarda bana seni anlatan şarkıcılara, Beni anlamadığın kelimelerin bana her şeyi anlatıyor gibi geliyor oluşlarına... Bir hayli kırgınım... Beni ben kırdım oysa, İyi değil! Galiba yoruldum, Her şey kadar, herkes kadar, sen kadar, Kendime kalbimi kanıtlamaktan Ve kanıtladığıma kendimi inandırmaktan Ve dahası kocaman bir sahada tek başına koşmaktan yoruldum!


Makale ve Analizler - 2015 Aslında ne pişmanım ne de pes ediyorum, Sadece beni kaybettikçe seni kaybediyorum, Şu kalp denen, beni bana sorgulatıyor artık, Ki seni sorgulamamasını nasıl beklerim, Toprağa bakan yanım senden zaten ayrı, Sana bakan yanımsa toprakla aynı, Ne yaparsan yap gördüğünün seni görmesini bekleyemezsin, Gözlerim yorgun, dudaklarım hissiz, Dokunulmadan geçen yıllar bana ağır, Sarılmadan geçip giden uğurlamaların kavuşmaları hep beklentisiz, Söyleyemediklerini söylesen de şimdi, sesine aşina yanım onca sessizlikten sonra artık sağır! İsteyerek değil! Çok çalıştım,Paylaştığımız hayatımızda bıraktığın onca üstü kapalı “git” izine, Beni yerle bir eden kendince açık olan her tepkine, Ve bence bana tanımadığım bir adamı göstermene rağmen, Gitmek için, bitmek için, sana huzur vermek için çok çalıştım, Daha önce de gitmiştim, kendi isteğimle! Anladım ki daha önce sevmemiştim, Çok çalıştım inan, Değişen yanımın aslında hep aynı olduğunu göstermeye, Her defasında daha da tozlaşan canımı kırmadan korumaya, Ve alışmaya kendime, bu göz gözü görmez

69


70

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

dumanlı halime, Çok alışmaya çalıştım hem de, Tanıştım seninle doğan yanımla da ölen yanımla da, Birini yaşattım, yaşatıyorum da hala ama diğerinin ölmesine engel olamıyorum da! Yorulmak dinlenmekle geçmiyor, An be an çöküyor insanın içindeki güç, Işığı sönüyor, beyaza dönüyor rengi gitgide, hissizleşiyor, Ne yormak istedim seni ne de yormak kendimi, Çok çalıştım, Gitmeye de kalmaya da, İkisi de aynı acı, Kolay değil! Aynı konuyu şairlerimizden Yılmaz Odabaşı ise şöyle işlemiş: Gözlerin Gökyüzünde Bir Dolunay Diyelim ki sessiz gecede poyraz sis çökmüş o heybetli dağlara yurdun da kar altında, gözlerin gök- yüzünde bir dolunay diyelim ki sınamışsın uzaklığın ihanetini seslere çarpmış sesin ama ulaşmamış nefesin diyelim ki şarabın dökülmüş, suların kesik bu hayat seni bir oyuncak sanıyor diyelim ki sana çıldırmak yasak, sana ağlamak yasak, yarın yasak, düş yasak sana diyelim ki üşüyorsun kısacık bir ömrün sığınağında bir çay bile ısmarlamıyor hayat diyelim ki lekesiz hiçbir şey kalmamış artık sis çökmüş güvendiğin dağlara kederli bir süvari ol orda! sen orda bırakma atını mahmuzlamaktan bıkma bu puştlar panayırında berrak nehirler aramaktan yaslı bir kışa rehin düşse de günler kalbindeki tomurcuğu bahara büyüt o tomurcuk düşlerin yağmuruyla ıslansın (o tomurcuklar ki bahçedir bir gün insanlığa güllerden hep ilenç mi sevinçler de devşirmeli bu ayaz mevsimlerden) çünkü her insan bir limandır baş ucunda tekneler çünkü herkesin hüznü kocaman, aşkları dalgın kimi kesik, kanıyor şah damarından kimi bozgunda yetim dervişan kimi aşklarıyla, düşleriyle perişan (yamalı yerlerinde kanıyor hayat tutunduğun yerlerinden soluyor hayat...) bu yüzden salıver düşlerini kendi uğruna yansın salıver düşlerini ateşlere abansın tutunduğun yerlerinden solarken hayat bıkma atını mahmuzlamaktan bıkma sendeki insan için derin uçurumlar arşınlamaktan yaslı bir kışa rehin düşse de günler bir gün rüzgar esecektir suların serinliğinden bir gün kırlangıçlar da ge-


Makale ve Analizler - 2015

71

çecektir göğün genişliğinden yaslı bir kışa rehin düşse de günler kalbindeki tomurcuğu bahara büyüt o tomurcuk düşlerinin yağmuruyla ıslansın çünkü senin de bir ütopyan varsa insansın Bir de benim çok sevdiğim Bertolt Brecht’ten bir sosyal şiir sunuyorum: BAYATLAYAN ADALET Bilin: Halkın ekmeğidir adalet. bakarsınız bol olur bu ekmek, bakarsınız kıt, bakarsınız doyum olmaz tadına, bakarsınız berbat. Azaldı mı ekmek,başlar açlık, bozuldumu tadı,başlar hoşnutsuzluk boy atmaya. Bozuk adalet yeter artık! Acemi ellerle yuğurulan, iyi pişirilmemiş adalet yeter! Yeter katıksız, kara kabuklu adalet! Dura dura bayatlayan adalet yeter! Bolsa insanın önünde ekmek,lezzetliyse, gözler öbür yiyeceklere yumulsada olur. Ama her şey bollaşmaz ki birdenbire... Bilirsiniz,nasıl bolluk doğurur ekmek: Adaletin ekmeğiyle beslene beslene. Ekmek her gün nasıl gerekliyse nasıl, adalet de gerekli her gün, hem o, günde bir çok kez gerekli. Sabahtan akşama dek, iş yerinde, eğlencede, hele çalışırken canla başla, kederliyken, sevinçliyken, halkın ihtiyacı var pişkin, bol ekmeğe, günlük, has ekmeğine madem adaletin ekmeği bu kadar önemli, onu kim pişirmeli, dostlar, söyleyin? Öteki ekmeği kim pişiren?


72

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Adaletin ekmeğini de kendisi pişirmeli halkın, gündelik ekmek gibi. Bol, pişkin, verimli.

Veda Hutbesi

BG-SAM-13.Ocak.2015

Yeni sene arifesinde Hak ve Özgürlükler Partisi (HÖH - DPS) Genel Başkanı Lütfü Mestan’da bir politik Veda ya da siyasette geri çark etti, Konuşması beklendi. Gerek 26 Aralıkta Mogilyane’de, gerekse 27 Aralıkta Momçilgrat’ta başını kürsüye çevirmiş dinleyenler bunu beklemişti. Yılbaşından sonraki basın demeçleri ve üstüne “New York Times” gazetesi Başkanlığına gönderilen mektup son çırpınma belirtisi oldu. Herkes bu beyaz sakallı ve kırarmış saçlı hemşerimizden “kardeşlerim ben bu işi bundan sonra yapamayacağım, bu yük bana ağır geldi” demesini biraz da sabırsızlıkla bekledi, çünkü her iki mitingde de hava soğuktu. Lütfü Mestan laftan anlasa ve halkın isteğine göre hareket etse yükü hafifleyecek ve gönlü rahatlayacaktı da, bu defa da keçi inadı yaptı. Onun mutlaka kabul etmesi gerektiği birinci unsur, bizim yani Bulgaristan Türk ve Müslüman halk topluluğunun, yani 10 Ocak 2014 sayılı Bulgar gazetelerinde Başbakan Boyko Borisov’un kullandığı değimleBulgaristan Türk azınlığınınvarlığını ve gelecekte de bir halk topluluğu olarak kendi özellik ve özgünlükleriyle dili, din ve kültürüyle bildiği gibi yaşaması gerektiğini kabul etmesi olacaktı. O buna bu defa da yanaşmadı. Hatta Türklerin 4 Ocak 1990’da kurduğu Hak ve Özgürlük Partisi’nin 25. Kuruluş yılı toplantılarında yaptığı konuşmalardabizim partimiz olmadığını yineiddia etti. O kadar değişti ki, HÖH - DPS Bulgaristanlı Müslüman Türk azınlığın öz partisidir, diyemiyor. Kimden korkuyor Allah bilir. “DPS azınlık partisi değildir!” diyor. Biz köylü koyunlarını güden çobanlara “Köy Çobanı” deriz, bu da öyle bir şey. Koyunların köylülerin olduğunu söylemekten korkuyor. Bulgaristan Türk Müslüman azınlığı olduğunu kabul etmeyen, artık 2 yıldır kabul etmeye yanaşmayan bu “lider,” bizim Türk halk topluluğunun sorunlarını gündeme getirmek istemediği gibi, getiremez ve çözemez.


Makale ve Analizler - 2015

73

Son yayınlarda Bulgaristan’da azınlıklar konusu nasıl biçimleniyor bir göz atalım: Sofya Üniversitesi doçent ve doktorlarının son çıkan kitaplarında, ülkede bir Bulgar ulusu, orta direk rolü gören bir milli varlık var ve bunun dolayında yörüngede bulunan oluşumlar şeklinde farklı özellikleri olan etnik kimliklerden söz ediliyor. Bu etnik kimliklerin mesela Türklerinismi, dini, özgün kültürü, tarihi, gelenekleri, farklı yaşam tarzı vs. sahibi olduğuna işaret edilmiyor. Pomaklar ve Romanlar de aynı şekle sokulmuştur. Sözünü ettiğim bu 3 etnik azınlıktan nüfus olarak çok daha küçük olan Ermeni ve Yahudi azınlığından sanki daha sık söz ediliyor. Sanki onlar hiçbir şey istemeden mutlu yaşayan azınlıklar gibi, her gündeme gelişte onların çözülmemiş sorunu olmadığı gün ışığına çıkıyor. Örneğin Sofya’daki Ermeni çocuklarının ana dillerini öğrenmeleri sorunu haftada birkaç gün dersten sonra ve cumartesi gün ekstradan olmak üzere, okullardan birine derse (dershaneye) gittikleri, Yahudi çocuklarının bu sorunu evde aldıkları derslerle de aştıkları ve hatta aralarından bazılarının İvrit öğrenmede yüksek başarı gösterdiği anlatılıyor. Yahudilerin, kilisesi, kültür evi, kütüphanesi, yayın evi toplandıkları yer, dernekleri, kendi yayınları vs. var ve vızır vızır çalışıyor. Sofya’daki Katolik Kilisesi’nde papaz Pazar gün Leh ailelerin çocuklarını derse topluyor. Polonya tarihini, Katolik Din tarihini ve kültürünü anlatılar. Ermeni ve Yahudi çocuklar da ibadethanelerde aynı şekilde özgün kültür ve dinleri üstüne bilgilendiriliyorlar. Onların taşınmazlarını geri alıp yeniden elde etme gibi bir sorunu da yok. 2. Dünya Savaşı’nda Çar hükümeti Bulgaristan Yahudilerini ülkemizden kovarken evleri, daireleri, arsaları ve diğer taşınmazları orada kalmıştı. Sonra 1944’ten sonra gelen komünist rejimin sadık adamları bu konutlara yerleştirilmişti. 1990’da demokratikleşmeye başlayan Bulgaristan’da bir Yahudi avukatın falanca mal ya da mülk için Amerika’dan bir telefon açması, sözü edilen mülkün serbest bırakılması, sahibine devredilmesi için yeterli oldu. Yani Bulgar devleti ülkedeki Yahudileri temizlemek istemediğini yeniden kanıtladı. Aynı şey Ermeniler için de söylenebilir. Gel gelelim 1878’den beri altı defa büyük göç yaşayan ve ülke nüfusunun % 64’ünü oluştururken artık % 10’un altına düşen Bulgaristan Türkleri, aynı zamanda Tüm öteki Müslümanlar arasız temizlenme politikasına maruz kaldıklarından, özel mülkler için talepler bir yana, örneğin dini ve vakıf taşınmazlarını geri alırken devamlı sorun yaşanıyor. Sorunların çözümü hep tıkanıyorlar. Bunu her alanda görüyoruz. Örneğin 2014 yılında Bulgar devleti Başmüftülüğe karşılıksız yardım olarak 230 bin leva vermeyi planlamıştı, fakat havale edilen ödenek ancak 90 bin levada kaldı. Ülkede 1500 camisi, lise düzeyinde


74

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

3 okulu, bir yüksek okulu ve kuran kurslarına giden 9 yüz öğrencisi olan Başmüftülüğe 2015 yılında yalnız 360 bin leva devlet ödeneği tesis edilmesi öngörülmüştür. Bu konuda birkaç gün sonra Başmüftü Mustafa Hacı ile Başbakan Boyko Borisov arasında yeni bir görüşme yapılması bekleniyor. 2014 yılında başlayan devlet ve belediyeler tarafından gasp edilen, fakat dini, eğitim ve yüksek mimari değeri olduğu için ibadet merkezi ve eğitim öğretim amaçlı kullanılmak için yasal yollarla bunların hepsini geri alınmak isteyen Başmüftülük ve vakıf malları davalarının (toplam 83 dava) hepsi askıya alınmış veya durdurulmuş. Dikkati çeken nokta, daha 90’lı yıllarda Yahudi ve Ermeni dini taşınmazlarının tümünün hiç eksiksiz iade edilmiş olmasına karşın, Müslüman mallarının geri verilmemesine karşı güçlü direncin devam etmesidir. Bu açıdan vurgulanacak olan özellik, bir yandan yalnız Türklerin ve Müslümanların insan olarak Bulgaristan’dan kovularak ya da sürekli göçe zorlanarak ülkenin Müslümanlardan ve Türklerden temizlenmesine çalışıldığı gözde kaçmıyor. Bulgar Topraklarında ayakta duran İslam ve Türk tarih, yüksek mimar, sanat ve anıt eserinin yıkılmasını, harabeliğe terk edilmesini, ayakta kalanların sökülüp atılması ya da yıkıma terk edilmesini bir yol bulup sağlamaktır. Dinimiz kimliğimizi oluşturan çık önemli ayrılmaz, kopmaz, vazgeçilmez oluşturucu öğelerimizden, parçalardan biridir. Dine ve din kurumlarımıza yapılan sürekli saldırılar, Türk ve Müslüman kimliğimizi köreltmeye yöneliktir. Hak ve Özgürlükler Hareketi bu sürece 25 yıldan beri seyirci kalmıştır. İş yalnız Bayramları kutlamakla bitmiyor. Bizim kültürel kimliğimizin muhafaza edilerek geliştirilmesi davamızda 25 yıldan beri hiçbir şey yapmayan HÖH - DPS partisi Türk-Müslüman kimliğimizi oluşturan en önemli sorunlarımızı anma törenleri ve etli pilav ziyafetleri şekline soktu. Sorunlar başkalarının gözünde en iyi görünür. Mogilyane mitinginde T.C. Plovdiv Konsolosu Alper Aktaş konuşmasında sorunlarımıza şöyle işaret etti: “Bulgaristan’ın eşit ve özgür vatandaşları olarak temel hak ve hürriyetlerinizi sonuna kadar muhafaza etmeniz ve bunları geliştirmeniz de çok önemlidir. Ve şunu da unutmayın, Anadilinde eğitim ve Anadilinde yayın bu temel hak ve özgürlüklerin birer parçasıdır. Bize dilini, tarihini, dinini, örfünü, kültürünü iyi bilen, bunlardan gerekli dersi çıkartan, eşitçe, kardeşçe, barış, huzur içinde yaşamak için, gerekirse mücadele edecek nesiller lazım. Ve ben aranızda o yeni nesli de görüyorum. Bundan dolayı da gururlu ve mutluyum. Değerli kardeşlerim, soydaşlarım, bu vesileyle


Makale ve Analizler - 2015

75

sizleri saygıyla, sevgiyle selamlıyor ve bir kez daha aziz şehitlerimizin hatırası önünde saygıyla eğiliyorum.” Anma törenlerinde yapılan toplam 30’un üstünde konuşmada, yalnız bu söylevde uluslar arası ve ulusal düzeyde doğal ve yasak hak ve özgürlüklerimizle özgün kültür, edebiyat, sanat vs. haklarımızın bütünlüğü ve kimliğimizi belirleyen rolünde işaret edildi. Bizim öz tarihimiz ve bugünümüz ve yarınlarımız Türk Müslüman kimliğimiz arasındaki bağların koparıldığı halde asla ve asla yaşatılamaz, gelişemez, körelir, söner. Yazımı bilgisayara aldığım saatlerdeParis’te T. C. Başbakanı Ahmet Davutoğlu, Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov ve Avrupa devlet ve hükümet başkanları, demokratik kamuoyu temsilcileri, milyonlarca hoşgörülü insan gösteri yapıyor. Bu nümayişin anlamı Arapların, Türklerin ve daha pek çok etnik ve ulustan insanların etnik kimliklerinin, dinlerinin, uygarlık anlayışlarının kutsallığına saygı ifadesidir. Bunu bütün Avrupa anladı, yalnız Hak ve Özgürlükler Hareketi yönetimi algılayamadı. 1878 yılından bu yana devam eden Bulgaristan’ı Türklerden Türklükten ve canlı ve cansız İslam unsurlarından temizleme, etnik halk topluluğumuzun aydın tabakasını devamlı evinden yerinden söküp, işsiz, aç bırakıp, geleceğine anahtar takarak memleketinden kovma politikasına açık ve sinsi devam etti. Totaliter dönemin asimile etme siyasetin ömrünü çeyrek asır uzatmayı başardı. Bugün de soydaşlarımıza tüm medeni demokratik toplumda yaşama hakları tanınarak gelişmelerine mani olunup, adalet ve hürriyet uğruna sürünme yoluna itilerek asimile edilmeleri politikasına öncelik veriliyor. Bulgaristan Türk ve Müslümanlarının hak ve özgürlük mücadelesi acı ve çekisinden çıkan devlet yönetimine kişisel hedeflerle ortak olma azmi değildi. Herhangi bir kimseye böyle bir ayrıcalık tanıma hiçbir Türkün ve Müslüman’ın aklının ucundan bile geçmemişti. Yasal adalete dayanan çağdaş bir tolumda tüm haklardan alabildiğine yararlanmak, özgün haklara sahip bir halk topluluğu olarak eşit haklı vatandaş olarak yaşamak, çalışmak ve yaratmaktı hedefte olan. Dava özündeki bu ana amacımız bugün çarptırılmıştır. Raylarından çıkarılmıştır. Gelişmeler öyle bir yön aldı ki, çökertilen Bulgar toplum yapısının tüm yükü üzerimize düştü. İşte bugün aldığımız son haberlerde ülkede 100 adet tren hattı kapanıyor. Türklerin yaşadığı bölgelerde okullar, hastaneler, muhtarlıklar, okuma evleri, kütüphaneler kapandı. HÖH - DPS partisi 25 yıldan beri bu çöküş sürecine seyirci kalırken aslında Türk kimliğimizin ekonomik ve sosyal yaşam ortamı bulamamasına yardımcı oldu. Soruna bir de şu yönden bakalım: Geçen sene Avrupa Birinci Dünya Savaşı’nın 100. yılını andı. Bu Bulgaristan Türkleri ve Müslümanlar içinde çok uzun ve çok kanlı XX. yüzyılın başlangıcı oldu. 2010–2011 yıllarında XX. asır


76

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

sona erdi. Tarihsel zaman her zaman takvimdeki rakamlarla örtüşmeye bilir. Bu açıdan 2014 yılı dünya, Avrupa ve Bulgaristan için de yeni bir başlangıç yılıydı. Uzun zamandan beri biriken tezat baloncukları patlamaya başladı. Olaylar HÖH - DPS iradesi dışına çıktı. Bunlardan biri Bulgaristan Türklerinin özgün hakları uğruna yeniden başlamaları ve demokratik Bulgar toplumundan destek bulmasıdır. İstanbul’da 18 - 20 Aralık 2014 sempozyumunda isim değiştirme kınanırken, Türklere karşı işlenen suçlar için zaman aşımı olamayacağı vurgulanırken, Bulgaristan’da etnik temizlik yapıldığına işaret edilirken, kültürel soykırım izlerinin kanadığı ve büyük bir halk topluluğunun kimlik hakları üzerindeki baskıların sürdüğü dile geldi. Şu noktayı önemle ele alalım. Bulgaristan gibi düne kadar sosyalist olan ülkeler 1990 öncesi 40-50 yılda, Batı ülkelerinin 300 yılda gerçekleştirebildiği tarım ülkesinden modern sanayi ülkesine sıçramayı başarabilmişti. Belirmesi ön görülemeyen istenmedik olan, bu ülkelerin adınanomeklatüryani parti-devlet bürokrasisi dediğimizbir tümörüremesidir. Biz yazılarımızda bu uyuz kesime ajan, hain vs. dedik. 1990’dan sonra sözde Pazar ekonomisine demokratik topluma geçerken bu hainler zümresi hırsız çetesi gibi birleşti halkın parasını alıp toplumun bütün değerlerini çöpe itti. Sanayimizi hurdaya çıkarıp gömdü. Binlerce irili ufaklı sanayi işletmemizin altından girip üstünden çıktılar. Çayırlarımızda otlayan 15 milyon koyun-kuzumuz vardı. Şimdi 1 milyon kalmadı. İşbuelitdediğimiz tabaka sosyalist sistemin üreterek yaratığı ne varsa, tüm değerleri halkın kemikleri üzerine basarak çaldı, hepsine el koydu. İşbu Ahmet Doğan takımının rolü belki de bu çeşit anlatılınca daha kolay ve açık anlaşılacaktır. Hepiniz bilirsiniz, memleketimizdeki tüm değerlerin üçte biri Türkler ve Müslüman emekçiler tarafından yaratılmıştı, insanlarımız kovulurken onlar her şeye al attılar çalabildikleri kadar çalarken halktan, davamızdan, umut ve hedeflerimizden koptular. Onlar, Batı tarafından kabul edilmeleri için, sosyalist toplum düzeninin kafasını kesip tepsi içinde sundular. Çaldıkları paralar onların da ellerinden alındı. Kendilerine “bakın işinize” dediler. Siz Ahmet Doğan ile Lütfü Mestan’ın herhangi bir devlet başkanı, politik parti başkanı vs. resmen kabul edilip görüştüğünü gördünüz mü? “New York Times” gazetesinin geçen hafta “HÖH - DPS partisi Rusya yanlısı bir partidir” diye yazması ancak bu anlama gelir. Lütfü Mestan çırpındığı ile kaldı. Bulgaristan’da ne kadar karakalem ve tükenmez varsa hepsini toplatsa ve Washington’a mektup yazıp kendini anlatmaya aklamaya çalışsa yapamaz. Bu adamların fikri değişmez. Adın çıkacağına canın çıksın deyenlerin sözlerine kulak verelim. Ahmet Doğan’a Moskova KGB Ajanıdır diyenler, parti hakkında da ağır konuştu...


Makale ve Analizler - 2015

77

Olaylara bir de şu açıdan bakalım: ABD ve AB son zamanda Rusya bünyesinin atar damarlarını kesmek istiyor. Aynı zamanda HÖH - DPS partisine de “siz Moskovacı Partisiniz!” diyor. Demek oluyor ki,HÖH - DPS partisinin de atar damarları kesilecek! Yani ABD gözünde işi bitmiş, zamanı dolmuş bir pari bizim DPS! Yazıma bu sebeple “Veda Hutbesi” bekliyoruz başlığını attım. Yazık oldu, Lütfü Mestan fırsatı kaçırdı. Bulgaristan’daki elit, bu arada HÖH yönetim zümresi, tamamen dışa bağlı hareket ediyor. İpleri perde ardından çekenler için ülkemizin ne kazandığı ya da ne kaybettiği önemli değildir. İktidarda olanlar verilen emirleri yerine getiriyorlar. Bir düşürürsek, Boyko Borisov hükümeti, özel bir bankadan çalınan 4 - 5 milyar levayı bütçeden 15 günde ödemek zorunda kaldı. Bu dünyanın hiçbir yerinde görülmemiştir. Bu durumda biz birkaç soru sormak istiyoruz: 2013 yılı Şubatı’nda Boyko Borisov’un birinci hükümeti de dışardan gelen bir emre uyarak mı istifa etti? Başbakan Oreşarski hükümetinin monte edilişi, bir yıl sonra de-monte edilişi ve 2. Borisov kabinesi kurulması da mı dışardan gelen emirlerle oldu? Şu da var tabii:Yazımı kaleme alırken TV programında Paris’in “Cumhuriyet” meydanında yürüyüş devam ediyor. Birkaç gün önce Alman “Focus” ajansının bir haberinde Almanya’nın yenidenBir Numara olması için 32 milyon yabancı işçiye ihtiyacı olduğunu okudum. “Charlie Hebdo”ya destek yürüyüşünde 3 milyon 700 bin insan omuz omuza dayanışıyor. Almanya’nın Drezden şehrinde bir hafta önce yabancılara karşı hortlamaları 35 bin Alman ve Türk, yabancı birlikte kınadı. Paris sanki düşünüyor, aşırı slogan taşıyan yok! Almanya’daki 3 milyon 500 binn Türk 75 seneden beri Türk kaldı, Müslüman kaldı. Yani eritilemedi. Camilerinde okullarında mutlu olurken her gün direniyor. Bulgaristan Türklerine şu uzun süren HÖH - DPS baskısı ağır geldi. Direnme enerjisi üretemiyorlar. Uyuzlaştılar. Nüfusu genç olmayan topluluklarda devrimci enerji üretmek zordur, deyenler belki de haklı. Bizimkiler vatanda kalanlar, oralarda hep yaşlandı, yaşlı kaldılar. Bir de bu olup bitenin içindeBulgaristan çok acı çekiyor. Bunun nedenlerinden biri Ankara’nın Amerika’dan kopmasıdır. Türkiye’nin Washington uzantısı olmaktan çıkıp tam egemen ve atılımlı gelişen, bölgesel otorite durumuna gelmesidir. Devletimizi devirme denemelerinin ardındaki büyük gerçek budur. Bulgaristan’ın canını acıtansa, sanki son nefesini alan bir nüfusun, Türkiye’den gelecek bir insan selinde boğulma tehlikesidir, bu bir korkudur, kışkırtılıyor, düşmanlıklar yaşatılmaya çalışılıyor. Son dönemde duvara dayanmaya zorla-


78

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

nan bir halkın can acısından aşırı sol ve sağ milliyetçilik, ırkçılık gibi zamanını 70 yıl önce doldurmuş illetlerden medet umması gibi saçmalık üredi. Bu bir çaresizliktir. Umutsuzluktur. Sofya meclisine 8 parti doldu. Sanki politik seferberlik var. Son dönemde kürsüden en fazla havlayan HÖH - DPS Genel Başkanı Mestan’dır. Sebebi, “Veda Hutbesi”nden başka her şeyi konuşup ömrünü uzatmaya çalışıyor. Geri çark edip, Bulgaristan Türk ve Müslümanlarının bir azınlık yani etnik kültürel dini halk topluluğu haklarını 1950’lere çekmeye yanaşamıyor, ama bunu yapmazsa gün saymaya başlasın. Asimilasyonun çözüm olmadığını dünya gördü.

Sofradan Kalkınız!

Seyhan Özgür-13.Ocak.2015

2014 yılındaki ana kavgamızın özetinde “Sofrada kalsınlar mı?” yoksa “Sofradan kalksınlar mı?” meselesi vardı. “Sofradan kalksınlar mı?” fikri iki yerde birden doğdu. Önce, 25 yıldan beri geleneksel özgün hak ve özgürlüklerinden, adalet davasında bir zırnık, bir kırıntı bile elde edemeyen Bulgaristan Türkleri ve Müslüman seçmen tabaka bilinçli tepki gösterdi. 2009 genel seçimlerinde ve ardından 2013 erken meclis seçimlerinde ve 2014 erken seçimlerinde 200 bin seçmen farklı seçim yaptı. Olay bununla da bitmedi. 25 Ekim 2014’te 150 bin oy beklenen Türkiye’deki kardeşlerimizden ancak 60 bin oy gelmesi de Bulgaristan Türklerinin iç dokuda birlik olduğuna ve Hak ve Özgürlükler Partisi’ne “Lütfen Sofradan Kalkın! Siz bizim davamızın eri olamadınız ve niyetiniz farklı!” dediğine tanık olduk. Son iki yıl Bulgaristan’da sözde demokrasiye geçiş dönemini Türklerin çok takından takip ettiğine ve gelişmelere bilinçli ve toplu halde tepki verdiğine kesin kanıttır. Bulgaristan demokratik kamuoyu Hak ve Özgürlük hareketini para babaları, oligarşik kulis ve gizli polis adına yöneten HÖH - DPS yönetim elit kısmına “Lütfen Sofradan Kalkın!” dedi. Bu çok önemli bir davet oldu. Politik anlamda bu, Türklerin partisine hükümetten tamamen çekil ve bu tarakta bir daha asla bezin olmasın, demek oldu. Başka bir açıdan baktığımızda, politik, ekonomik, sosyal ve kültürel olan 25 yıldan beri çöken Bulgaristan toplumunda Türk


Makale ve Analizler - 2015

79

partisi ve onun BSP partisi ile ortaklığı olup bitenden sorumlu bir günah keçisi durumuna düşürüldü. Bunu deyenlerin dikkatini çeken, 1990’dan sonra ülkede kurulup dağılan toplam 350 siyasi partiden bir tek HÖH - DPS partisinin parlayıp sönmeye devam etmesi olmuştu. Türk seçmenin tepkisini alan HÖH partisinin yoksul-sefil Roman bataklığından yengeç toplar gibi oy toplaması bardağı taşıran son damla oldu. Bu tepkinin çaktığı kıvılcımları, 2013 protesto hareketinde; 4 defa birlikte kabine kurmalarına rağmen, hatta adeta birbirinin ağzına tükürmüş hallerine karşın, Sosyalist Partinin (BSP) partisinin yeni tavrında, yani Hak ve Özgürlük Partisi’yle bir daha hükümet ortaklı istemiyorum tövbesinde gördük. Fırsattan yararlanan aşırı sol ve sağ halk yardakçısı faşizan hareketin Türklere ve tüm Müslümanlarımıza ve Yakın Doğu çatışmalarından kaçıp ülkemize sığınmak isteyen kaçak yabancılara karşı hortlamasının özünde HÖH - DPS partisine hitaben dillenenLütfen Sofradan Kalkın!,çağrısında da ifade buldu.Giderek bu hareket in çok yayılması bu konuda suskun tavırlı kalan ve cephe açma heveslisi olmadığı izlenen Bulgaristan’ın Avrupalı Geleceği İçin GERB partisinin de hem seçim arifesinde hem de hükümeti kurma görüşmelerinde “HÖH - DPS’siz Hükümet” sloganı yükseltmesine vesile oldu. Bu tavrı politik ortama yeni çıkan Reformcu Blok (RF) ufak tefek partilerin demetinde de izledik. Demek oluyor ki, 25 yıldan beri ilk kez 2014’te kesin olarak yineleyen (tekrar eden) bir politik cepheleşmeyle yüzle şildi. Biz böle Bulgarların topluca Türk ve Müslümanlara karşı cephe aldığını totalitarizm bunalımında, 1984 - 1989 isim değiştirme, etnik temizlik ve kültürel soykırım yıllarında yaşamıştık. Bu defa farklı olan Bulgaristan Türk ve Müslümanlarının kendilerini büyük ölçüde HÖH - DPS siyasi elitten ayrılıp sessizce uzaklaşmalarında, Türk seçmenin GERB partisine 100 bin oy kaydırmasında görüyoruz. Böylece ilk kez olmak üzere Bulgaristan Türk halk toplumunun hemen hemen yarısı kendi kurduğu partiden cayıp Bulgaristan demokratik kamuoyu tarafına geçip bir siyasi arayış içine girdi. Bu açıdan değerlendirildiğinde,bu defa Türkler, Müslümanlar Bulgar demokratlarla birlik olup HÖH - DPS yönetim tayfasına “Lütfen Sofradan Kalkın!” çağrısında birlikte bulundular. 2014 yılında Bulgaristan politik yaşamında yeni olan ve önem taşıyan ve gelecek için belirleyici olan budur.Burada Türkler tarafından ret edilen öncelikle HÖH liderinin icat edip dayattığı ve parti politikası haline getirdiği “Bulgaristan Etnik Modeli” oldu. Bu model Bulgaristan’ın demokratikleşmesine en büyük fren olduğu gibi, etniklerin toplum dışında kalmasını ve süreğen asimile etme politikasıyla yabancılaştırılmasını öngöründen, toplumun felaketini gizleyen bir saatli bombadır.


80

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Üçüncü olarak, HÖH - DPS partisinin “Sofradan kalkmak istememesidir.” Bu tavır Bulgaristan Türklerini süründüre süründüre asimile edip Bulgarlaştırılma zihniyetine hizmet etmekten başka hiçbir şey değildir. HÖH - DPS partisi 4 Ocak 1990’da gizli Bulgar polisi “DC” ajanları tarafından bu amaçla kurulmuştur. Ahmet Doğan bu hedefe hizmet etsin diye okutulmuş, hapishanede bile beyaz çarşaflı yatakta yatırılmıştır. Ahmet ve Lütfünün esas amacı Türklere Türklüklerini, dinini ve öz kültürlerini, bu arada ve en başta ana dilleri olan Türkçemizi unutturmaktır. Soruyorum: 1990’dan sonra okullarda Türkçe okunacak denince bir günde 110 bin çocuk gidip anadilimi öğrenmek istiyorum dilekçesi verirken, 2014 ders yılında yalnız ve ancak 9 bin çocuk Türkçe derslerine giriyor. HÖH DPS yönetimi “İngilizce öğrensinler, Türkçe bilse de ne olur, Türkçe ekmek parası dili değildir, diye diye halkımızı ana dilinden caydırmaya çalıştılar, çalışıyorlar.” Bu hainliğin hesabı mutlaka sorulacaktır. Bu noktada konuma biraz devam etmek istiyorum. Bilindiği üzere, ana dil, din hakları, özgün kültürü geliştirme hakları, halk toplulukları (azınlık) hakları Avrupa Birliği Anayasasında bek ayrıntılı bir döküm bulamamıştır. Bu noktadan olmakla, AB Anayasası kabul edilmedi. AB üyesi 28 devletten her biri azınlıklar sorunlarını kendi iç yasalarına göre çözmelidir. Bulgaristan 2007’de AB’ye üye alınırken, Sofya’dan “azınlıklarınızın problemleri nelerdir?” konulu bir bildiri istenmiştir. O zaman Ahmet Doğan bir baş ajan olarak bizim adımıza ve bize sormadan kendini gelin güvey yaptı ve “Bulgaristan’da azınlık sorunu diye bir problem yoktur” deklarasyonu imzaladı. Bu nedenle Brüksel bizim azınlık sorunlarımıza eğilmiyor. Mesela şimdi Bulgaristan’da Eğitim Reformu üzerine çalışmalar başladı. Eğitim, Öğretim ve Teknolojiler bakanlığında komisyonlar kuruldu. Burada en önemli sorun, Bulgaristan’ın yeni eğitim sisteminde halk topluluklarının (Türklerin, Pomakların, Romanların, Ermeni, Yahudi vs. azınlıkların) çocuklarının devlet okullarında anaokulu ve ilkokuldan başlayarak ana dillerinin nasıl öğretileceği sorunudur. Etniklerin ayrı sınıfları mı olarak, sınıflar yarıya mı bölünecek, anadille birlikte etniklerin dini, tarihi, edebiyatı, kültürü, ahlakı ve gelenekleri ders programına mı girecek, aynı dersler ya da sınıflar olarak mı öğretilecek. Sınav sistemine nasıl dahil edilecek. Sorun budur. HÖH partisinin mecliste 38 milletvekili olsa da ne olacak, hepsine al paranı sus ve şekerleme yap demişler, Komisyona 1 milyon Türk’ten bir öneri gelmemiş. Öğretmen dernekleri, okul müdürleri de susuyor. Muhtarlıklar ve belediye meclis üyeleri uykuya dalmışlar. Kısa kesiyorum: Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile birlikte ülkemizi son defa ziyaret eden yüksek Türk


Makale ve Analizler - 2015

81

devlet heyeti üyelerinde olan Bulgaristanlı aydın Osman Kılıç Şumnu’da yaptığı görüşmede, “bu işler böyle giderse Bulgaristan’da Türkçe konuşan Türk, çocuğunu emzirirken Türkçe ninni söyleyen ana kalmayacak!” tahmininde bulunmuştur. Bu tahmine katılan BG Stratejik Araştırma Merkezi BG SAM “30 yıl değil ama 50 yıla kadar, kökümüze kibrit suyu dökülecek!” demekle yetiniyor. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” artık geçerli akçe olmamalıdır. Hepimiz kültürümüze ve anadilimize, ahlak ve geleneklerimize, adetlerimize bir yenilenme hamlesi içinde ve toplumla tam bir uyumluluk içinde sahip çıkmalıyız. Kültürümüzün ve dinimizin özündeki hoşgörü buna yeter de artar. Bizi süründüre süründüre kimlik değiştirmeye zorlayan zulüm bir HÖH - DPS politikası olarak günümüzde devam ediyor, bunun önünü ancak kimliğimize sahip çıkarak alabiliriz. Bir yandan Türk aydın ve öncülerin Türk olduklarından başlarına gelen çilenin yaralarını hala saramayan halkımız, art arda gelen büyük göçlerin acılarını da aşamadı, saramadı ve kendi içine sığındı ve kapandı. Halk topluluğumuza öncülük edecek bir aydın 30 - 40 yılda yetişirken geçen yüzyılın ikinci yarısında 20 yıl arayla büyük çözülmeler, göçler yaşadık, soy bağlarımız devamlı yara aldı, toplumumuzun kaymağı olan düşünenlerimiz, yazar, şair, öğretmen, hoca, okul müdürü ve memurlarımız hep kovuldular ve halkımız eli kalem tutanlarımıza, kamuoyu oluşturanlarımıza, halkımızın gönül sevgisi taşıyıcılarımıza hep muhtaç bırakıldı. Bunların tümü Türk halk topluluğunu Bulgaristan’dan temizleme politikasının uzantısıydı. Ne yazık ki, HÖH - DPS partisi bu politikayı sürdürdü ve devam ettiriyor. Bugün HÖH - DPS partisine oy verenler “başımıza yeni belalar sarılmasın” teminatı olarak oyunu HÖH partisi için kullanıyor. Ne yazık ki bunu yaparken sürünerek kimliksiz ve omurgasız sürüngen olmayı soylarımızın yeni kaderi olarak kabul etmiş oluyor. Sürünen düşenin halinden anlamaz mantığıyla hareket eden Ahmetler Lütfüler, sürünmemizi kimliğimizden vazgeçmemizin en geçerli yolu olarak seçmişlerdir. Bu durumda, çareyi Batı Avrupa ülkelerine kaçmakta bulanlar (2 milyon 500 bin Bulgaristanlı dış ülkelerde çalışıyor) da 2. kuşakta Türk ve Müslüman kimliğini istemeseler de kaybetme kaderini kabullenmiş oluyorlar ki, bu kitle artık çok kalabalaştı. Bunu başımıza gelen bin bir beladan en azı olarak kabul etmek isteyenleri düşünmeye davet etmek zorundayız. Demek istediğim “Lütfen bize sofradan kalma özgürlüğü tanıyınız ve biz tıka baksa yemeye devam edelim, fedakârlık eder, sizler için de ara sıra atıştırmaya hazırız” mantığına hizmet etmeye devam edersek, (yani oyumuzu HÖH


82

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

partisine bundan sonra da vermeye devam edersek) kendi mezarımızı kendimiz kazmayı kabul etmiş oluruz. Ne mi öneriyoruz? Seçeneklerimiz nedir: Biz, HÖH - DPS partisi politikasının ve şimdiki alan ve dalkavuk parti yönetiminin tamamen kesinlikle ve ebediyen politikadan uzaklaştırılmasını, çöpe atılmasını, Bulgaristan Türkleri, Müslümanları, Roman kardeşlerimiz ve diğer azınlıkların sorunlarıyla ilgili asla ve kesinlikle hiçbir konuda söz sahibi olmamasını öneriyorum. Bunu kabul ederler mi? Hayır etmezler. Onlar sofrada kalıp bedava yiyip içmek istiyorlar. HÖH - DPS partisinin bugünkü yönetiminin Türklerle, Türklükle ve Müslümanlarla olan tüm temas ve bağılarının ebediyen kesilmesi yolu nedir? Bu mümkün müdür? Kurtuluş yolu var olmasına da biraz daha imkânsızlıklar üzerinde duralım: Biz soydaşlar olarak da HÖH - DPS partisi dışında bağımsız milletvekili gösterebiliriz. Fakat bunun çözüm olacağını sanmıyoruz. Bu arada Türk ve Müslümanlık davasına bağlı milletvekili sayısının 38, 30 veya 25 olması da belirleyici değil, şu durumda bizim için... Çünkü sürüden ayrılanı kurt yer misali, HÖH DPS kodamanları farklı fikirli ya da statülü olan millet vekillerle hemen hesaplaşma yolunu seçiyor. İşte Kemallerli milletvekili Günay ve Blagoeevgrat’lı milletvekili Palev örneği. Seçmen Sofya’dan Ahmet ile Lütfünün gönderdiği aday listesini kabul etmedi, aday listesi içinden tanıdığı ve gönlünde olan sevdiği kişileri seçti, meclise gönderdi. Gönderdi de ne oldu? HÖH liderleri bizim dediğimiz olmadı. Bunlar bizi solladı mantığıyla hırslanıp öfkelenerek saldırıya geçtiler ve dalkavuk milletvekilleri sürüsünü arkalarına alarak ikisini de HÖH meclis grubundan attılar. Oldu mu şimdi. Yani HÖH partisinde parti içi diktatörlük var. Halk baskı altında, meclis grubu baskı altındadır. Bu durumda HÖH partisiyle bir adım ileri gidilemez. Bırakın adalet, hak, hukuk, hürriyet özgürlük davasını bu gidişle bizim durumumuz şöyle olacak. Fıkrası şudur: Bir genç askere gitmiş. Evden mektup almış ve anası babası der ki: “Oğlum biz seni nişanladık” Oğlan da asker ocağında eline kalem alıp döşemiş: “Beni everirken bari haber verin!”


Makale ve Analizler - 2015

83

HÖH - DPS ile bizim durumumuz budur. Onlar her konuda, her yerde ve her zaman bizim için konuştuklarına ve karar verdiklerine göre, bize kala kala kölelik kalır. Bir az daha devam edelim: Başka bir örnek, biz soydaşlar Türkiye’de en az 150 bin seçmeniz, en az 10 milletvekili çıkarıp Sofya’ya gönderecek kadar oyumuz var, ama yasalar bize kendi adaylarımızı gösterme seçip Sofya’ya göndermemize imkân tanımıyor. Bulgar yasaları T.C. Avrupa Birliği dışında olduğundan bu hakkımızı elimizden alıyor. Bu konuda HÖH bizi desteklemedi. Bu durumda ne yapmalıyız? Politik atmosferin içinde farklı başka sesler gelmeye başladı. Bu sesler demokratik bir Bulgar politik partisine yöneliktir ve şimdilik adressiz gibidir. Bulgaristan Türkleri, Pomaklar, Roman kardeşlerimiz ve diğer halk toplulukları politik programında demokratik toplum koşullarında de4mokratik, doğal ve insan haklarından kaynaklanan eşit vatandaş haklarını bunlardan kaynaklanan tüm özgünlükler ve özelliklerle birlikte, etnik, din ve mzgün kültür haklarını da tanıyacak bir oluşum içine girmek istiyorlar. 2014 seçimlerinde GERB partisinde etnik topluluklar konusunda böyle bir Programsal Yaklaşım beklendi. Anayasa, yasalara ve parti programına dayalı yeni bir etnik çözüm, AB içinde düzenlenmiş bir yasal düzenleme tüm etniklerimizin HÖH - DPS’den vaz geçerek yeni bir politik yönetime sarılmalarına vesile olabilir. Türkiye’de bu girişimin öncüsü BULTÜRK Kültür ve Hizmet Derneğidir. Dede topraklarında yok olmamak için çözüm yolu bulmalıyız. Sofradan kalkmak istemeyenlere kapıyı göstermeliyiz. Konumuz devam edecek.


84

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Göçmenler ve Türk Milliyetçiliği

Sabri Kaplan-13.Ocak.2015

Türk Milliyetçiliği, fikri ideolojik, doktriner ve siyasal bir hüviyete bürünmeden önce, Türk Milletinde tarih boyunca bir hayat tarzı veya başka bir deyişle yaşama biçimi olmuştur. Yüzyıllarca da böylece süregelmiştir. Çünkü devletin ve milletin inşasında en etkili unsur devlete sadakat ve insana duyulan sınırsız sevgi olmuştur. İslam dini ile birlikte bu daha kutsi boyut kazanmıştır. Bu dinin esasları millete sevgiyi iman ve inanç kriteri ile desteklemiştir. Vatan ve millet sevgisi, İslam dini ve Türk kültüründe aynı noktada buluşmuşlardır. İslamiyet öncesi ve sonrası bütün Türk devletlerinde ortak nokta ve hep güçlenen yegane unsur insandır. Öyle ki insan hep esas olmuştur. Her şey onun etrafında oluşmuş ve şekillenmiştir. Bu durum Cihanşümul devlet olan Osmanlı imparatorluğunda zirve yapmıştır. “İnsan fani ama esas: Devlet ebedi müddettir.” Bu terbiye ve ahlak milli ruha dönüşmüştür. Türk Milletinin en güçlü yanı olmuştur. Bu ruh hiç ayrıştıran olmamış aksine hep kucaklayan birleştiren güç olmuştur. Esasında bu ana tema bu büyük imparatorluğu asırlarca taşıyan ya da ayakta tutan temel güç olmuştur. Sosyal hayata nasıl yansımış veya hayatın içinde bu kültür nasıl seyretmiştir? Ona bakalım. Hayatın her anında paylaşım olmuştur. Kolektif olma yardımlaşma kederde sevinçte bir olma güç ve güçlü olmayı getirmiştir. İmece kavramı anlamını bu inançla pekiştirmiş; acıyı da sevinci de paylaşmak çok büyük manevi hazları beslemiştir. Bugünkü Balkan coğrafyasında buna her zamankinden daha çok ihtiyaç bulunmaktadır. Panslavizm başta olmak üzere etraftaki siyasi ırki yapılaşmalar, Balkan Türklerindeki kuvay-i milliye ruhunu ateşlemeli küçük hesaplar bir tarafa bırakılarak Türk Milliyetçiliği etrafında birleşilmeli; Balkanlarda ki yıllarca sürdürülen onurlu var oluş mücadelesi ve soylu duruş sürdürülmelidir. Dünyada Türklüğün ve onu yaşatan ruhun şiddetle yok edilmeye çalışıldığı ya da topyekun yalnızlığa itildiği çağımızda Türk milliyetçiliği öcü gibi gösterilmekte kafatasçılık ve ırkçılıkla karıştırılmakta veya bilerek yıpratılmaktadır. Oysa Türk milliyetçiliğinde bunların hiçbirisi yoktur. “Yaradılanı hoş gör, yaradandan ötürü.” diyen Mevlana düsturu ve İslam’ın sonsuz hoşgörüsü ve kardeşlik anlayışı bizim milliyetçiliğimizin özüdür. Türk milliyetçiliği mensubu olduğu milletini sevme idealidir.


Makale ve Analizler - 2015

85

İşte tam da bu günlerde Bulgaristan’da yaşayan soydaşlarımızın çok yoğun yaşadığı seçim atmosferi aşamasında bu duyguların, milli ruhla, milli sevgi ve harsla desteklenerek yaşanması gereğine inanarak diyorum ki: Bu milli ruh dün bizi nasıl dünya lideri millet veya devlet yapmış ise bu gün neden olmasın. Bu seçimlerde hedefimiz daha çok Türk milletvekili, daha çok Türk bakan olmalıdır. Bu sayede hem Bulgaristan hem de bütün Balkan coğrafyasındaki soydaşlarımızın da gücüne güç katmış olunacaktır. Unutmayalım ki dünyada Türkün Türkten başka dostu ve seveni yoktur. Bu durum dün de böyleydi bu gün de, yarında böyle olacaktır. Bizler ancak birliğimizi koruyarak etrafımızdaki kötü niyetli insanların oyununu bozabiliriz. Aman sakın oyuna gelmeyelim sadece şunu unutmayalım.Bu dava Bulgaristan’daki Türklerin davasıdır. Oradaki soydaşlarımız bu seçimlerde gelecekteki kendi mutlu ve huzurlu günlerinin seçimini yapacaklardır. Ancak bunun içinde mücadele gerekir. Samimi ve inançlı gönül seferberliği gerekmektedir. Kurtuluş savaşını kazanan milli ruhun zirve yapması gerekmektedir. Her şeye rağmen yalnız ve yalnız Hak galip gelmeli aklın yolu izlendiğinde ve yüzyıllardır etle tırnak gibi Türk milletiyle özdeşleşmiş olan milliyetçilik ateşi bu seçimin sonunda zafer meşalesini de tutuşturan ateş olacaktır. Bulgaristan’da, Kosova’da, Batı Trakya’da, bütün Balkanlarda, Azerbaycan’da, Türkmenistan’da, Uygur Özerk Bölgesi’nde kısacası bütün dünyada Atatürk’ün dediği gibi “Ne mutlu Türküm diyene!” vecizesini haykırabildiğimiz gün kazanan hep Türk milleti olacaktır.

Çürük Patates Kokusu

BG-SAM-15.Ocak.2015

Kız sana ne oldu. Köy evini mi özledin? Patates - kumpir işlerini bırak, gel biz sana Fransız malı kızartılmışlardan, püresinden, ketçaplısından ikram edelim, diye benimle alay edeceğinizden hiç şüphem yok. Buna rağmen, benim anlatmak istediğim büyük bir gerçek ve çürük patates örneğiyle girmezsem nasıl anlatacağımı bilmiyorum. Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az...


86

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Okulumuzda, sınıflar karışıktı. Türk ve Bulgar çocuklar arasında hır zır bitmiyordu. Her gün uyumsuzluk kıvılcımları çakıyordu. Olay ayrık tarlasında ayrık bitmez gibi bir şeydi. Hatta bir gün dedem saygısız bir ortamına düştüğümü sezmiş olacak, “Şu illetlerin illeti ayrık otu var ya topladım attım, topladım yaktım bir türlü bitiremedim,” demişti, başını yana çevirerek “Canını sıkan olay varsa başka okula yazdıralım” şeklinde ama sanki kendine konuşmuştu. Okulda “Arda” adında bir “Duvar Gazetemiz” vardı. Yeni sayı hazırlarken tartışmalı geçerdi. İtirazlar kesinleştiğinde bazı arkadaşların gözünde kin belirtisi şakırdı. “Benim dediğim olacak!” havasına girenler olurdu. Bir defasında, gençlik örgütü komsomol sekreteri Andrey, Romanya’ya sığınmış Osmanlı Sultanlarıyla didişen tarihteki adları “hışlar” olan komitaların donmuş Tuna üzerinden Rusçuk’a silah kaçırma işlerine yardım eden “Baba Tonka” (Tonka Nine) hakkında kaleme aldığı bir yazıyı birinci sayfasının tam ortasına yerleştirmeye çalışırken Perçemli Necmi ısrar etmişti. O, “Soğuk Pınar” Elektrik Santralinde çalışan babasını görmeye gittiğinde fotoğraflar çekmiş ve Doğu Rodoplar’ın yeni incisini gururla anlatmak istiyordu. Ansızın sertleşen ortamda sözlerin yerine geçmek için sıkılan yumruklar sıra bekliyordu. Kimya öğretmeni İlieva birden ortaya atıldı. Bizi başka bir odaya topladı. Önce Andrey’e dönerek: “Senin kaç kişiye garazın var çocuk,” diye sordu. Yere bakan Andrey “2 kişiye,” cevabını verdi. Ardından Pereçemli Nemciye, bana ve tüm arkadaşlara aynı soruyu yöneltti. 2, 3, 5, “hiç” gibi değişik cevaplar aldı ve biraz sustuktan sonra olayı şöyle toparladı. “Lütfen yarın okula gelirken kim kaç kişiye kin besliyorsa o kadar adet Patates getirsin,” dedi. Bu, gerekçesiz ama ciddi bir emirdi. Dağılırken öğretmenimizin ne düşündüğüne kimse akıl erdiremedi. Çantamda 2 patatesle geldim ben de okula. Yine aynı odaya toplandık. İlieva patateslere baktı ve “Bunları hepiniz cebinize veya çantanıza koyun, yanınızdan ayırmayın!” denetleyeceğim dedi ve odadan çıktı. Mevsim, şimdiki gibi sertti. Patatesler çanta içinde ev okul gidip gelirken kâh donuyor kâh yumuşuyordu. Bir sabah burnuma tuhaf kokular gelmeye başladı. Çantamı karıştırdım. Koku etrafa da yayıldı. Patateslerim çürümüş ve kokuşmuştu. Arkadaşların birbirine gülümsemeli bakışları şimdi de gözlerim önündedir. Ders arasında İlieva bizi topladı ve “Patateslerinizi çıkarın!,” dedi. Kötü koktu. Ağır kokudan tiksindik. Öğretmen söz aldı ve şöyle konuştu:


Makale ve Analizler - 2015

87

“İçinizde taşıdığınız kin, hınç ve garezden gün gelir işbu kötü koku çıkar. Öfkeli sonu hep düşmanlıktır. Kavgadır. Hepinize söylüyorum, lütfen aranızda kıvılcımlanan şu kin, hınç ve garez duygularını bir yerlere hemen gömün, ebediyen unutun, onlardan mutlaka arının, vücudunuz ve ruhunuz rahatlasın, hafiflesin, ferahlasın, şuurunuz açılsın!” Bunu hemen bugün şu genç yaşta yapmazsanız hoşgörülü ortamda birlikte yaşayabilmeyi şimdi öğrenemezseniz, yarınlarımız karanlık olur. Sorun kavga etmeden, hoşgörü içinde birlikte yaşayabilme meselesidir! Öğretmenimin son sözlerini asla unutamadım. İlieva bize insanları karşımıza alma hevesini aşmayı öğretmek istemişti. Çürük patatesler her birimizi rahatsız ederken karşılıklı saygısızlık kendiliğinden doğuyordu. Hepimizin burnundaki koku kötüydü. Sorgulanmayan şiddet ilişkilerinde kendiliğinden kıvılcımlanıp alevlenmeye başlayan bir ortam vardı. Bilincine varmadan bir ruhsal bataklığı andıran ilişkilerin kurbanı olmuş ve sivrisineklerden yakınmaya yer arıyorduk. Geçen hafta Fransa’nın başkenti Paris’te “Charlie Hebdo” katliamı haberini işitince, çürük patates kokusunu yeniden ve çok kötü olarak burnuma geldi. Avrupa merkezlerinden gelen kokular nefret kıvılcımları şimşekler gibi çakıyordu. Eski Kıta’nın kalaysız cadı kayanındanefret ve yabancı düşmanlığı kaynamaya başlamış ve kabarıklar patlamıştı. Kendi kendime düşmanlık kazanı kısık ateşte de olsa Bulgaristan’da da arasız kaynamaya ve hatta ara sıra kapak kaldırıp taşmaya devam ediyor. Akranlarım gelişmelere seyirci değildir. Yüzyılda en kanlı, en acımasız savaşlar Eski Kıt’ada olmuştu. Ölenler 50 milyon insandı. Öfke ve kin hamalı Hitler 1930’larda politik sahneye çıkarken “öfkelenmek ve kin kusmak aptalların işidir” diyen olmamıştı. Bugün 45 milyon yabancının çalıştığı Avrupa ülkelerinde nesnel gerçekler kabul edilse sağduyu sahipleri ve akıllı olanlar üstün gelebilir. Fakat bu renkleri çok farklı bir uyanış çağı birikimlerine muhtaçtır. Paris’te 44 devlet ve hükumet başkanının kol kola verip “Cumhuriyet” meydanında yürürken hem 11 kişiyi canından eden katliamı hem de “İslamofobiyi” tek ağızdan lanetleyip kınamasına tanık olduk. Nümayiş alayının başında Türkiye Cumhuriyeti Başbakanımız Sayın Ahmet Davudoğlu ve Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov da vardı. Bir anda herkes ürperince karanlığın zulüm, milliyetçilik ve ırkçılık olduğuna ben de bir daha inandım. 1789’da özgürlük, eşitlik ve kardeşlik için kana boyanan Paris’in “Cumhuriyet Meydanı” 2014’te şiddeti sorgularken halkların ağırlığını koyacağı bir demokrasiyi hayata çağırmaya hevesleniyordu.


88

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

TV ekranında izlediğim bu muhteşem yürüyüşte daha fazla yazar, şair ve besteci, yapımcı görmek istedim. Yeni olanın tohumlarını ekenler onlardı. Özgür ve esir kardeşliğin sanki yeni ruha gereksinimi vardı. Hayatta olan “Nobel Ödül”lü tüm yazarları omuz omuza bir arada görebilme fırsatı doğmuştu. Kırılan yasal ve doğal olanı tanımayan bir kalemdi. Bir dergiyi yaratanların topluca kurşunlanması basını susmaya zorlayan ateşti. Ne var ki, atmosferde başka kokular belirdi. Özgürlüğü öldüren bir de sınırsız özgürlüktü. Kutsallığın sınırlarını saymak da bir biçim özgürlüktü. Aynı gün 2014’ün sloganı doğdu: “Yalancı Basın!” dergi Peygamberimiz Hazreti Muhammed (sav)’i karikatürize etmişti. Olay bir Peygamberin kutsallığına saldırıydı. “Biz bunu da yapabiliriz!” demeye çalışanlar aslında her kalem çizgisinin beyaz kağıt üzerinde bir leke olduğunu kabul etmek istemiyor, insanları sindirmeye çalışıyordu. Olayı böyle okuyanlar çoğunluktu. Kutsal olanın karikatürize edilmesi kötü niyet çizgileriydi. Demokrasinin de sınırları vardır, bilenlere tabi ki, Sokaklara çıkan milyonlar hangi patateslerin çürüyüp koktuğunun hemen fark etti. Toplum ve kültür yaşamındaki çürüklerin ayıklanması gereğine inanmışlardı. “Charlie Hebdo” ismini, “Diktatör” filmindeki Adolf Hitler’i karikatürize ederek yerle bir eden büyük yaratıcı Charlie Çaplin’den almıştı. Ne var ki, olaylar birbirinden çok farklıydı. Diktatör Hitler bir katil, Peygamberimiz Hazreti Muhammed (sav) ise milyarların gönlünde taht kurmuş bir peygamberdi. Milyarların gönlünde tahtı olan Peygamberimiz Hazreti Muhammed (sav) ile alay edip terör rüzgarı estirin amacı Avrupalıları sindirmekse, bu bilinçli işlenen bir suçtu. İnsanların doğruları görmesine engel dolduğu gerekçesiyle Roma Papası “Charlie Hebdo” dergisine 13 kez dava açmakla karanlığı aydınlatmak istemişti. Olayları dışarıdan izleyenler için yasaları hiçe sayanlar ve hiçbir uyarıya kulak vermeyenler anarşistti. Dünyayı“ beyaz yakalı” devrimine davet eden 1968 Paris isyanının tortusu olan aşırı goşist bir anlayışla yarım asır “İslamofobi” körüklemek “Hebdo”cuların temel uğraşısı oldu. Onlar aynı konseptle ve farklı anlamlarla 2006’da Danimarka’da çizilen Hazreti Muhammed (sav) karikatürlerini iyi okuyamadı. Burnundan kıl aldırmayanlar ders almayı küçüklük sandı. İnsanların kutsal inançlarına tecavüz etme hakkına kimsenin sahip olmadığını anlamak istemedikleri gibi, kutsallığı incitmeyi kendilerine tekelci hak olarak tanıdılar. Git gide olayların temelindeki çürük patates koktu. Burun direği kırılanlar uyandı. Bu iğrenç olayda en kötü


Makale ve Analizler - 2015

89

olan Avrupa’da kendisi gibi olmayan insanları karşına alma, ötekileştirme eğiliminin devam etmesi, dar anlamla İslam karşıtlığı şeklinde körüklenirken kara propaganda yapıldı. Fransa’daki toplam 2 bin caminin yıkılmasına kadar gidildi. İnsanların eşit özgürlüğüne bayrak olan Büyük Devrim’in ülkesinde etnik ve dini temizlik yapılması istekleri çağdaş uygarlık anlayışına tamamen tersti. Katliam olayı yeni dünyada çarpıklıkların doğurduğu sıcak sonuçlardan biridir. Çaplin “Diktatör” eserinde Hitler’le alay ederken insanlığı faşizm ve savaş tehlikesine karşı uyarıyordu. Türkçe adı “Barış” anlamında olan ve 1 milyar 600 milyon insanın kutsalı olan İslam diniyle alay ediş tırmanan nefretin alameti oldu. Danimarka olaylarından sonra (Peygamberimiz Hazreti Muhammed (sav)’in karikatürleri ilk önce Danimarka’da 2006’da çizilmişti) içsel kinden güç alanlar dünya demokratik kamuoyunun uyarılarını dikkate almayıp her gün biraz daha ileri gidenler, biraz daha ileri gidince, daha da azanlar, kapağında gözyaşı damlasıyla Hazreti Muhamed (sav)’i karikatürize etmeyi göze alan “Charlie Hebdo” dergisi 3 milyonluk tirajla çıkarken hedeflerine ulaştıklarını zannediyorlarsa, kendilerinin sıfırladığını da artık anlamış olmalıdırlar. Hitler hiçbir halkın kutsalı olmadı. Hazreti Muhammed (sav) Müslümanların kutsal peygamberidir. Olayların karıştırılmasından karışıklık meydana gelmesini beklemek doğaldır. Olayı en iyimser şekilde anlatmaya çalışsam da yeniden ve yeniden olmak üzere, eski kıt’ada kokuşmuş patates çuvalları olduğuna her gün biraz daha inanmaya başladım. “Charlie Hebdo” olayı Almanya’yı ikiye böldü. Başkent Berlin’in “Brandenburg” kapısında 100 bin kişi “Gegen Hass” (Nefrete Hayır!) haykırışlarıyla toplandı. Almanya ve Avrupa’daki yabancı düşmanı “Pegida” hareketi her pazartesi Drezden’ de miting yapıyor. Elba ırmağının incisi olan bu şehir, İkinci Dünya Savaşı’nda Hitlerin dünyaya püskürdüğü kinin kurbanı olurken, US bombardıman uçaklarından salınan bombalarla yerle bir edilmişti. Tarihi öğrenmek istemeyen yeni kuşağın eski nefretle, köhne öfkelerle, kinle yüklü yeşermesi düşündürücü oluyor. Son olaylar kötülüklerin kokuşmuş köklerinin kazınamadığını gösteriyor. Unutmayalım insan gibi insan olmayan yerde demokrasi asla ve asla olamaz. Kendini “demokrasi kalesi” olarak tanıtan ama içsel yenilenemeyen, faşizan hafızalardaki kokuşmuşluktan cesaret almak isteyen Avrupayı, Almanya’yı gördükçe üzülmemek elde değil.


90

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Son olaylarda hayır arayanlar haklı çıktı. Gelişmelerden fazlasıyla etkilenen ve hatta “Yalancı Basında” kendisi de karikatürize edilen, resimleri üzerinde çirkin “düzeltmeler” yapılan Almanya Başbakanı Angela Merkel, Berlin’de Türkiye Cumhuriyeti Başbakanımız Sayın Ahmet Davudoğlu ile yaptığı resmi görüşmelerde “İslam Dini Bir Avrupa Dini’dir” dedi. Bu tarihsel önemi son derece büyük bir itiraftır. Bu Eski Kıta’da yeni uygarlık yaratacak büyük savdır. Biz Bulgaristanlı Türkler açısından bu son derece büyük itirafın önemini şöyle bir kıyaslamayla daha kolay anlayabiliriz. Bir ay önce Türkiye Cumhuriyetinin Sofya Büyük Elçiliğinde Evliya Çelebi’nin “Hatıratı ve İzlenimleri” eseri Bulgarca yayımlanırken bir tören düzenlendi. Bu birliktelik içinde söz alan Bulgaristan Dışişleri Bakanı konuşmasında “Biz Bulgarlar Doğu Uygarlığına mensubuz” dedi. Bu yeni ve tamamen gerçekçi bir itiraftı. Başbakan Angela Merkel’in yeni savı, önemi bakımından bunun bin katının yeni katıdır. Bu iki olay çağdaş politikada mimarların siyasetçiler olacağına da bir işaret oldu. İnsanların kutsalları arasına dikenli tel duvar örmek ya da Çin duvarı çekmek anlamsızdır. Başbakan Merkel, bir de “Türkiye’ye Avrupa Birliği ailesinde yer var” dedi. Bu da tarihsel bir tespittir. AB’nin bir Hıristiyan Kulübü olduğu savını çürütmüştür. Yeni savlar “tarih tarlasına gömülü tüm çürük patatesleri çıkarıp çöpe atmaya” hazır bir siyasete ilk işarettir. XXI. yüzyılın gebeliği belli etmeye başladı. Tebrikler... Belki de bu tespit ve savlar, Başbakanımız Davudoğlu’nun Paris’ten Berlin’e geçerek gerçekleştirdiği diplomatik çıkarma yeni yüzyılın ilk çeyreğinin dünyanın en büyük olayı oldu. XV. Yüzyılda Viyana Kapılarından dönen Türkler, şimdi AB sınırlarının Türkiye’ye açılmasıyla Kuzey Denizlerine kadar uzanıp Avrupa kıtasının asırlık buzlarını eritmede başrol üstlenmiş olacaktır. Görüldüğü üzere, Eski Kıta devletleri Türklerin eli olmadan yeni kültürel bütünlüğü ve XXI. yüzyıl uygarlığını biçimlendirilemiyordu. Eğer eski dünyadan gelen en büyük farklılık dinler arası farklılıksa güzelliklerin yeni buketi derlenmek üzeredir. XXI. yüzyıl başındaki gelişmelerden karamsarlık içine düşen Bulgaristan’da Türkler, Pomaklar ve diğer kardeşlerimiz için her yeni günün de paha biçilmez öneme sahip yeni kazanımlar ve hedefler müjdelediğini ifade ederken, kıvanç hislerinin yüreğime dolup taştığını belirtmek istiyorum. Ketçaplı patates kızartması teklifinizi kabul edebilirim. Bu olayların dünya insanlarına hayırlara vesile olsun inşallah.


Makale ve Analizler - 2015

91

Eski Türkçe, Ne Zaman Osmanlıca Oldu?

Alptekin Cevherli-15.Ocak.2015

Çok iyi hatırlıyorum, ortaokul yıllarımdı... 3 arkadaş, henüz divan edebiyatı görmüyorduk ama Türkçe derslerinde öğretmenimizi kelimelerin kökleri ve eski dönemde yazılmış edebî eserler konusunda oldukça sıkıştırıyorduk. Hocamız fazla bunalmış olacak ki sonunda, “Çocuklar, siz en iyisi bu yaz tatilinde Eski Türkçe öğrenin. Seneye inşallah yine bir arada olursak, o zaman ince a, ince i, ince u konusunu ve kelimelerin köklerini size daha iyi anlatırım. Şu anda sorduklarınız bu sınıfın seviyesinin çok üzerinde” diyerek bizi Eski Türkçe’ye yönlendirmişti. Gerçekten de o yaz Eski Türkçe öğrenmek için ciddi bir çalışma içine girmeme rağmen sadece ince seslileri öğrenebildim. Ama o bile, yazı hayatında bana pek çok meslektaşıma göre bir adım önde olmamı sağlamıştı. Kelimelerin köklerini bilmeden, o dili layıkıyla biliyorum diyemezsiniz. Rahmetli dedem, anneannem, onun annesi ve daha pek çok aile büyüğümüz o yazıya “Eski Türkçe” derdi. “Osmanlıca” ifadesi ise son 25 - 30 yılın ürünü olarak giderek yaygınlaştı ve Eski Türkçe’nin yerini aldı. Şunu bir kez kesin olarak tespit etmek lâzımdır ki, Osmanlıca diye bir dil yoktur ve hiçbir zaman da olmamıştır!Sadece Arap alfabesi kullanılarak Türkçe yazılmıştır. Aynen bugün Kazakistan’da Kiril alfabesi kullanılarak Kazak Türkçesi yazıldığı gibi... Bugün Türk Dünyası’nda 3 temel alfabe hâlihazırda kullanılmaktadır. 1- Latin alfabesi (Türkiye, KKTC, Azerbaycan “Kuzey”, Türkmenistan, Özbekistan ve Balkanlardaki Türk toplulukları bunu kullanmaktadır.) 2- Arap Alfabesi (Doğu Türkistan, Güney Azerbaycan, Irak ve Suriye Türkleri “Arap devletlerinde kalan Türkler” ile Horasan Türkmenleri) 3- Kiril alfabesi (Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan ile Rusya’ya bağlı olan diğer Türk Devletleri “Tuva, Hakasya, Tataristan, Çuvaşistan, Altay vb.”) Bunların haricinde kayda değer olmayan İbrani alfabesi, Glagolitic (Rum) Alfabe, Ermeni Alfabesi, Çin alfabesi kullanan az sayıda Türk topluluğu da mevcuttur. Ancak 300 milyon Türk Dünyasında bunların sayılarının toplamı 500 bin kişiyi bile bulmaz. Bugün için Türk Dünyası’nda yaygın olarak kullanılan 3 alfabeden birini daha, yeni kuşakların öğrenmesinin kime ne zararı dokunabilir?


92

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Kaldı ki, Kiril alfabesi hızlı bir şekilde zaten terk edilmektedir. Bugün ağırlık, yaklaşık 150 milyon nüfusla Latin alfabesinde olmakla birlikte, Arap alfabesi kullanan Türklerin sayısı da 80 milyona yakındır. Ve bu, hiç de küçümsenmeyecek bir orandır. Türkiye’de alfabe inkılabı hakkında söz söylemek için öncelikle Kırımlı büyük fikir adamı Gaspıralı İsmail Bey’i tanımak gerekir. Onun Kırım’da bastığı gazete Kaşgar’dan Semerkant’a, İstanbul’dan Üsküp’e, Bakü’den Bağdat’a kadar bütün Türk dünyasında okunup anlaşılabiliyordu. Gaspıralı İsmail Bey’in “Dilde, fikirde iş’te birlik” amacına uygun olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu ilk yıllarda Türkiye de Latin alfabesine geçme kararı almıştır. O dönemde Sovyet işgali Türkistan, Kafkasya ve Kırım’da henüz başlamış olsa da hâlâ bu bölgelerdeki Türk Devletleri’nde Latin alfabesi kullanılıyordu. Kazım Karabekir Paşa’nın Eski Türkçe’ye devam edilmesi konusundaki ısrarına karşılık Atatürk’ün, kardeşlerimizle aynı alfabeyi kullanmalıyız yönündeki baskısı ağır basmış, sonuç olarak Türkiye Latin alfabesine geçmiştir. Ancak Atatürk’ün hastalığının nüksetmesi ve Stalin’in yaklaşık 50 milyon insanın katledilmesine sebep olduğu ağır baskı politikası sonucu 1937’den itibaren Türkistan’da yavaş yavaş Latin alfabesi terk edilerek Kiril alfabesine geçilmeye başlanmış ve 1938’in sonu itibariyle bütün Türkistan’da Latin alfabesi Ruslarca yasaklanmıştır. Karşı çıkan aydınlar Sibirya’da kurşuna dizilmek suretiyle cezalandırılmışlardır. Türkiye ise Latin alfabesinde kalmıştır. Bu bilgi ise Sovyet Rusya korkusuyla dönemin tek parti hükümetlerince tarihin derinliklerine gömülmüştür. Bugün Orta Asya başta olmak üzere Türk Dünyası’nda Latin alfabesi giderek yaygınlaşıyor olmakla beraber, Türklerin İslâmiyetle şereflendikleri yaklaşık 1300 yıllık bir birikim de kütüphanelerimizde, binalarımızın kitabelerinde, mezar taşlarımızda hâlâ varlığını korumaktadır. Bugün nasıl ki, ABD’de, İngiltere’de, Fransa’da veya başka bir Batı ülkesinde; dünyanın hiçbir yerinde kullanılmayan “Latince dersi” öğrencilere öğretiliyorsa, bizim de kendi tarih ve kültürümüzün temellerinde bulunan Eski Türkçe’yi okullarımızda öğretmemizden daha doğal ne olabilir ki? Bugün dünyada 2 temel medeniyet başı çekmektedir. Biri Latin kökenli medeniyet, diğeri de İslâm temelli medeniyettir. Beğenseniz de beğenmeseniz de Türkiye, İslâm medeniyetinin çok ama çok önemli bir aktörüdür. Buna karşı çıkmak, 1300 yıllık geçmişini inkâr etmek demektir ki, bu da yumurtadan çıkan civcivin kabuğunu beğenmemesine benzer.


Makale ve Analizler - 2015

93

Radyoda soruyorlar, “Okullarda Osmanlıca dersi konulması hakkında ne düşünüyorsunuz?” Vatandaş cevap veriyor: “Kardeşim 9 yılda bir İngilizceyi daha doğru dürüst öğretemiyoruz bir de Osmanlı dilini mi öğrenecek çocuklar(?)” Bugün ne yazık ki toplumumuzun çok büyük bir kısmı Osmanlıca’yı ayrı bir dil zannediyor. Hele ki 20 - 25 yaş altındaki gençlerin neredeyse tamamı bu yönde bir fikrî sabite sahip. Bu nedenle ne yazık ki, öncelikle çocuklarımıza tarih ve Türkçe derslerini adam gibi vermemizin gerekliliği ortaya çıkıyor. Bir aile olan ve Osman Bey’in soyundan gelen anlamındaki “Osmanlıyı” farklı bir millet adı olarak zanneden bir nesle zaten ne öğretseniz boştur... Kendisine mikrofon uzatılan vatandaş, dedesinin Osmanlı milletinden (!) olduğunu zannederken, bunun bir devletin tebaası olmak anlamına geldiğini bile bilmiyor. Ama ilginçtir ki, “Osmanlıca istemezük!” diye de bağırıyor. Hani denir ya, “Cahilliğin bu kadarı da ancak tahsille mümkündür” diye, aynen öyle... Türk tarihinde devletler, genelde ya saltanata sahip olan aile adı üzerinden (Osmanlı, Selçuklu vb.) ya da kurulduğu bölge üzerinden (Gazneli, Kırım Hanlığı gibi) isimlendirilmişlerdir. “Türk” adını kullanan benim bildiğim kadarıyla tarihte 5 devlet mevcuttur: Göktürkler, Batı Trakya Türk Cumhuriyeti, Türkiye Cumhuriyeti, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Türkmenistan. Bu nedenle okullara konulacak olan Eski Türkçe dersi üzerinden ilericilik adına, ‘Osmanlıcılık yapılıyor’ feveranlarında bulunmak tarihsel bakımdan komiktir. Bu konuda elbette eleştiriler olabilir ama lütfen doğru kavramlarla eleştirileri gerçekleştirelim. Yoksa gülünç ötesi durumlara düşülüyor... Sözü Tarihçi Murat Bardakçı’nın Haber Türk gazetesinde yayınlanmış yazısından ufak bir alıntı yaparak bitirmek istiyorum: “...Dünya üzerinde kendi diline başka bir isim vermiş, o dili bir önceki devletinin kurucusu olan hanedanın adı ile kullanma garabetini göstermiş bizden başka bir devlet yoktur! İmparatorluk Almanyası’nda yahut Avusturya’sında konuşulan dil “Hohenzollernce” veya “Habsburgça” değil “Almanca”dır... Çarlık zamanı Rusya’sında “Romanofça” değil, “Rusça” konuşulmuştur... Krallık Fransa’sının lisanı da Fransızca’dır, “Orleansca” veya “Bourbonca” demek kimsenin aklına gelmez. Biz ise imparatorluk Türkiyesi’nin diline, hanedana nisbetle “Osmanlıca” deriz ama bu dil Türkçe’dir ve “Osmanlıca” diye ayrı bir dil yoktur. Türkiye’de konuşulan dil, meselâ okuduğunuz bu yazı Türkçe’dir ama mâlum yanlış isimlendirmeden hareket edecek olduğunuz takdirde, aynı zamanda Osmanlıca (da) olur!...”


94

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bulgaristan’da Etnik Temizliğin ve Soykırımın 30. Yılı İstanbul’da Anıldı

Dr. Erdal Karabaş-15.Ocak.2015

Bulgaristan Türkleri Derneği (BULTÜRK) tarafından düzenlenen 3’ncü sempozyumun konusu “Bulgaristan’da Etnik Temizliğin ve Soykırımın 30.Yılı” idi. 18.Aralık.2014 günü açılış toplantısına katıldım. Aradan tam otuz yıl geçmiş. Tüm Dünya için zor yıllardı. Meğer inanılmaz olaylar yaşamışız. Rejimi ne olursa olsun , kamusal erki eline geçirmiş bir yapı , vatandaşlarının isimlerini değiştirir ise; sisteminin başarılı olacağını düşünerek aldığı kararları eyleme koymuştu. İki kutuplu Dünya da, karşı pakt’ta ki bir ülkeye karşı , devletlerin açık bir şekilde dünya kamuoyuna açıklama yapması pek düşünülemezdi. Ancak sivil toplum kuruluşları kendi ulusal kamu oylarına yapabildikleri kadar açıklama yapabiliyorlardı. Dünyada batı blokundan 4 haber ajansı (Associated Press -ABD , Reuters -İngiltere ,Wolff -Almanya , Agence France-Presse -AFP/Fransa) doğu blokundan da 1 haber ajansı (TASS -Sovyetler birliği ) ürettikleri haberler ile dünya kamu oyunu oluşturuyorlardı. (Sosyal Medya, İnternet, ..v.s ) olmadığı gibi ,telefon ile bile haberleşmek mümkün değildi. En yaygın haberleşme aracı “Mektup”tu. 12.Aralık.1984 ‘te Bulgar Todor Jivkov yönetiminin “Türklerden isimlerini değiştirmeleri, Türkçe konuşmamaları ve ibadet etmekten vazgeçmeleri” konusunda aldıkları kararları ve insanlık dışı uygulamalarını, Almanya’dan karayolu ile gelen işçilere ve Tır şoförlerine, oradaki soydaşlarımızın bin bir güçlükle verebildikleri mektup, fotoğraf ve diğer belgelerden öğrenebiliyorduk. Bu Mektupların adresi belli idi. İstanbul Gaziosmanpaşa da bulunan 1950 göçmenlerinin kurduğu ancak kirasının bile zor ödenebildiği “Göçmenlere Yardım Derneği Konfederasyonu” idi. İsim çok büyüktü ama fonksiyonunu tamamladığı için tabela derneği durumda idi. Ekonomik durumu iyi olan , uluslararası otobüs taşımacılığı ile iştigal eden, 1984 yerel seçimlerinde Milliyetçi Demokrasi Partisi’nin Belediye Başkanı Adayı Yugoslavya Göçmeni Muharrem Balata Genel Başkandı. Tabir yerinde ise; çok hazırlıksız bir dönemde, Bu konfederasyonun önüne, Sovyetler Birliğinin Dağılma sürecini hazırlayan Öncül olaylardan biri gelmişti. (Bu arada başka derneklerde kurularak çok yararlı faaliyetlerde bulundular) Rahmetli babamda, yanılmıyorsam denetleme kurulu üyesi idi. Bulgaristan’dan Binlerce Mektup ve


Makale ve Analizler - 2015

95

Belge Derneğe geliyordu. Mektup ve Belge gönderenler, uluslararası kamuoyu, özellikle Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın bir soruşturma açması halinde, yazılanların inanılırlığını arttırmak için, isimlerini ve adreslerini, başlarına gelen olayları açık açık yazıyorlardı. Ancak, derneğe ulaşmayan bazı mektup ve belge sahiplerinin, Bulgar casuslarca isimlerinin öğrenildiği ve Bulgaristan da bunların tutuklandıkları, işkence yapıldıklarını öğrendik. Daha sonra, Dernek çatısı altında, bu belgeleri bulundurmanın sakıncalı olacağı düşünüldü ve usulü dairesinde resmi makamlara teslim edildi. Daha sonra, dernek tarafından, Bulgaristan daki soykırımı Protesto amacı ile İstanbul Saraçhane de yaklaşık 30 bin kişinin katıldığı bir miting düzenlendi. Tabii ki, göçün başlaması ile birlikte Tüm Rumeliler, gelen soydaşlara ellerinden gelen bütün destekleri verdiler. Hatta, Rumeli kökenli olmayan vatandaşlarda çok büyük yardımlar yaptılar. Türkiye de Kenan Evren ve o dönem hakkında birçok şey söylenebilir. Ancak, kendisinin de Rumelili olmasının etkisi ile konu hassasiyet ile takip edildi. Dönemim Başbakanı Rahmetli Turgut Özal’ın üstün çabaları ile Dünya Halter Şampiyonu Naim Süleymanoğlu, Avustralya’da kaçırılarak, Türk Vatandaşlığına geçmesi sağlandı. 1989 yılından itibaren 350 bin civarında soydaşımız Türkiye’ye göç etti. Biz daha fazla Türkiye ve Bulgaristan dışındaki olayların içinde idik. Ancak bu katıldığım toplantıda, o dönemim canlı tanıklarından intikal değil, bizzat kendi yaşadıklarını dinledik. İnşallah dernek yönetimi “Sunumları yayınlayabilecek maddi desteği bulur” da, yaşananlar tozlu raflarda kalmaz. Ben sadece konuşmacılardan, ismini değiştirmediği için 9 yıla yakın hapis yatan ve değişik işkenceler maruz kalan amcamızın anlattığı bir olayı aktarmak istiyorum. Kendisine ismini değiştirmesi için baskı yaparlar, işkence yaparlar, kabul etmez. Sonunda dayanamaz, bulgar işkencecilere “Sizin isminiz nasıl konur bilmem, ancak benim ismim Kur’an ve ezan ile konur. Ve benim ismim kanım akmayınca, canım çıkmayınca çıkmaz” der. Bu cevabın cezası 2 ay 8 gün, soğuk su içinde bulunan bir hücre hapsidir. Bu olayı anlatırken yüzünde asla, kin ve nefret yoktu. Hatta bir tebessüm vardı. İnanın O yüze yansıyan tebessüme neden olan ruh halinin ne olduğunu öğrenebilmek için neler vermezdim. Ancak, ben, Rumeli insanın muhafazakarlığı ve dindarlığındaki, inançlarındaki samimiyeti hissettim. Asla taassup, boş inanç, hurafe yok. Dinine olan inancı, Allah ile kendi arasında olduğunu bir defa daha açıkça gördüm. Daha sonra, çok daha acı olaylar, 1992 - 1995 yılları arasında Bosna da yaşandı. Balkanlar 20 asrın sonuna doğru kan ile yıkandı. Bu gün Suriye de daha berbat olaylar yaşanıyor , milyonlarca insan ülkelerini terk ettiler. Onları belki en iyi bizler anlıyoruz. İnanın barışının tesisinde en


96

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

büyük silah “Bunca işkenceye insanlık dışı muameleye maruz kalmasına rağmen amcamızın yüzündeki tebessüm.”

Nazım’ı Anarken

Neriman Eralp Kalyoncuoğlu-17.Ocak.2015

1902’de doğdum, Doğduğum şehre dönmedim bir daha. Geriye dönmeyi sevmem... “Doğum günü 15 Ocak 1902 olarak kabul edilen, doğum yeri Selanik ve asıl adı Mehmet Nazım olan büyükşair Nazım Hikmet’i 60 yaşında kaybetmeseydik, bugün 113 yaşında olacaktı. Onun çocukluğunda etkili olan 3 kişi vardır. Osmanlıda valilikler yapmış, şair kişilikli, Mithat Paşa’nın arkadaşı, Mevlevi dede Nazım Paşa; Galatasaray Lisesi mezunu ve dışişleri bakanlığında memur olan baba Hikmet Bey ve Fransızca bilen, resim yapan, piyano çalan paşa kızı anne Celile Hanım.Türkiye’de öyle sanıyorum ki hakkında en çok kitap yazılan ilk kişi yine Selanik doğumlu, Türk halkının ulusal kurtuluş savaşı komutanı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk ise, ikinci kişi de Nazım Hikmet’tir. Zaten yurt dışında Türkiye deyince akla gelen ilk iki kişi Mustafa Kemal’le Nazım Hikmet’tir. Nazım Hikmet hakkında 150’den fazla kitap yazılıp yayınlanmış, Anadolu ve Türkiye üzerinden geçen Nazım rüzgârı ve Nazım fırtınası anlatılmış, Sorbon, Kembrich ve Oxwortlar’da Nazım’ın yaratıcılı, şiir, düz yazısı, romancılığı, çevirisi, kalem kavgası Nazım’ın Aydınlığı ve felsefesi üzerine doktora tezleri savunulmuştur. Nazım Hikmet dünyanın ana dillerine çevrilmiş bir şair ve yazardır. Şiirleri kendi sesinden kase4t ve CD’le kaydedilmiş, piyesleri dünya sahnelerinde okunmuş, dünya Türkiye’yi, Türkleri ve Türklüğü büyük ölçüde Nazımın yaratıcılığı sayesinde öğrenmiştir. XX. yüzyılda Türk dilinin öz ve biçim olarak değim geçirip reform edilmesinde olağanüstü büyük hizmetleri olmuştur. Nazım anadilimizin özünü Türk kökenlerine bağlayan ve her bakımdan billur gibi akan özü yarat ve ona biçim veren yazıma da katkısı olan büyük ve öncü bir ozandır. Halkına inanan, halkıyla


Makale ve Analizler - 2015

97

yaşayan, halkından ilham alan ve halkın öz davalarına öncülük eden aydınlar aydını Nazım’ı Türk yazar ve şairler ordusu, aydın alayları takip etmiş ve yeni bir kültür yaratılmasına katkı ve esin vermişlerdir. Bulgaristan Türkleri Nazım Hikmet’i kendilerinden biri bildi ve çok sevdiler. 12 yıl içerde kaldıktan sonra 1952’de Bulgaristan’a gelen büyük ozan olağanüstü sıcak karşılandı. O insanlarımızın arasına inen ve onları yüreklendiren ilk Büyük Adamdır. Onları kucakladı. Nasırlı elleri öpmekten çekinmedi. Halkımız onu bağrına bastı. Bulgaristan Türkü Nazım’la tanışmazdan önce yerel ağızların özellikleri ağırlıklı bir anadil kullanıyordu. Nazım yerli ağızlarımızın özelliklerinden de derlenmiş edebiyat dilimizi anadil olarak biçimlendirip eserleriyle yayan, canı gibi sevdiği dilde yaratan, dizelerini halk değimleriyle renklendirip güçlendirmeden çekinmeyen, yazdıklarını kendi okuyan büyük ozan ve aydındı. Nazım’ı tanıyana kadar insanlarımız anadilimizin bu denli güzel ve doyurucu olduğunu sanki hissetmemiş, Nazım’ı dinlerken doyduğu gibi Türkçeye doymamıştı. XX. ve XXI. Yüzyılda Bulgaristan Nazım’dan büyük bir şair, Nazım kadar kocaman yürekli bir yazar, Nazım gibi dobra dobra konuşan bir hatip görmemiştir. Bulgaristan Türkleri anadili, 600 yıl beraberliğimize karşın Bulgar dilinden bile “momçe”den (çocuk) başka tek söz almadan gıcır gıcır, karışımsız güneşli su gibi ışıklığa doğru akışını koruması, önüne geçilemez güzelliği üstüne ilk dörtlükleri, öyküleri ve masalları Nazım’ın kendi ağzından, kendi sesinden işitme fırsatı bulmuştu. Nazım’ın halk dilimizin yaşadığı ortama karışması çok etkileyici olmuş ve asla silinmez izler bırakmıştır. Nazım Bulgaristanlı Türk ahalisinin kültürel uyanışını ateşleyen sönmeyen kıvılcımdır. Miting kürsüsü aramadan köy ortasında, kuyu başında, çayırda,bağda halkın arasına giren ve Hasan ve Hüseyin agalarla, Ayşe, Fatme ninelerle yüz yüze konuşan Nazım şöyle dedi: “Türküler söyledikçe Türk diliyle, Seni seviyorum gülüm, dinledikçe Türk diliyle, Türk diliyle gülünüp Türk diliyle ağıtlar yakıldıkça, Ben anılacağım Anılacak Türk diliyle size seslenişim... ” Bizi bugün anadilimiz konusunda anlamak istemeyenler açık gizli çoğalsa da, insan bir toplumsallaşma serüveninde anadilini var etmiş ve dil, insanla var olmuş doğada; insanın toplumsallaşması dille gerçekleşmiş, insanın var oluşunun zorunluluğu, ana koşulu olmuştur. Daha önce de yazmıştım anadilimizi yitirirsek, unutursak, kör kötük gibi, sağanlı bınar gibi ilgi ve gözden uzak bırakıp dilimizden düşürürsek bir etnik azınlık, bir halk topluluğu, Büyük Türk milletini, Dev İslam medeniyetlerinin bir parçalı olarak geleceğimizi kaybederiz. Köreliriz, çökeriz yok oluruz. Nazım bize Türkçemizi öğrenin, sövecekseniz Türkçe sövün, sevecekseniz Türkçe sevin demişti. Bir de her düşüncenin temelidir olan anadil hem annesi hem de babasıdır her birimizin, halkımızın bereketi, besleyeni ve büyütenidir. Konuya da 1934’te


98

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

yalın değinirken;... “Dilimizin sözleri değerli taşlara benzer... Ben bir kuyumcu yamağıyım. Bu aydınlık taşları birbirine çarparak işitilmemiş eserler çıkarmak istiyorum ki, gözlerimiz en güzel Türküyü dinler gibi olsunlar...” diyen Nazım Hikmetin dile yaklaşımı, yaşama yaklaşımından farksızdır. O başrolde her zaman anneleri, anneanneleri, babaanneleri, anaokulunu ve okulu görmüştür. Anadilini iyi bilmeyen, akarsu gibi kullanamayan, anadilinde şiir söylemeyen, şarkı ve türkü yandırmayan gençleri, anı dağarcığı Türkçe dolu olmayan insanımızı her zaman uyarmıştır. Nazım Hükmet memleketimizi çok sevmişti. Eşi Münevver Sofya Doğumludur. Bu havayı “Münevvere Sofya’dan Mektuplar”da soluyoruz. Memleketim deyince akla gelen Varna’dır, limandır, İstanbul’a kalkan gemiler, memleket özlemi, “yedi tepeli şehrin” Cem Karaca’nın sesinde benzeri olamaz yankılanışıdır. Eğer Nazımın anadilimizin en arı, en etkileyici, en dokunaklı ve tüylerimizi diken diken eden satırlarının Bulgaristan’da halkımız arasında dokuduğu dörtlüklerde dile geldiğini söylesek abartılmış olmaz. Bir Türk için Nazım’la yetişmek ve Nazım kadar büyük olabilmek ilk ve son hedef olmalıdır. O zaman tüm engelleri aşarız. Nazım’ı Kuranı Kerim gibi ezberimizde yaşatırsak hiçbir güç bileğimizi bükemez. 1952’de Türkiye’ye akıyorduk sel gibi. Bizi durduran Nazım oldu.1989’da yine vurdu ayağımızı pabuç ve bizi durduran yine büyük ozanın şu haykırışı oldu.“Ben yanmazsam, Sen yanmazsan, Biz yanmazsak, nasıl çıkar kararlıklar aydınlığa!” Bizim lehçemizde bu dizelerin anlamı: Durun nereye gidiyorsunuz? Bu vatan sizindi! Ve herkes durdu. Nazım’ı işitenler geri döndü. Dağ başındaki çatının altında gıvıl yağıl yaşamanın çilesi büyüktür ama ondan da büyük olan, o Dağda çarpan Türk yüreğidir. Bu dağlar bizim dağlardır, deyenlerse evlatlarımız olmalıdır fırsatı bulmuştu. Nazım’ın halk dilimizin yaşadığı ortama karışması çok etkileyici olmuş ve asla silinmez izler bırakmıştır. Bu Nazım esinli bir çığlıktır. Nazım her zaman ve her yerde bizimle olmasından kaynaklananbir davettir. Biz Hak ve Özgürlük Hareketimizi, Demokratik Lig örgütümüzü ve diğer 40 davaderneğimizin hepsini sürgün kuytuluklarında Nazım’dan ilham alarak kurduk. Nazım grevlerimizde, Nazım çatışmalarımızda, Nazım kavgalarımızda her başkaldırışımızın her aşamasında yanımızdaydı. Bugün okullarımızda zorunlu anadil dersleri olması için direniyorsak bu davada da Bulgaristan Türklerine bayrak olan Nazım’dır. Hele bugün Türklükbahçemizin etrafını hainlerin sarmış olduğu şu dönemde Nazım bize her zamankinden daha fazla gereklidir. Biz kavga etmeyi, şarkı ve türküleri, şiiri Nazım’ı okudukça sevdik, dayanmayı ve sabrı ondan öğrendik. Hapishane ranzasında Anadolu ve Rumeli köylüsü nasıl Nazımı hiçbir an yalnız bırakmadıysa, bizim mücadele yıllarında Nazım hep bizimleydi, bizden biriydi, ön saflardaydı...İlk önce 1968’de Nazım Hikmetin tüm eserleri 8 cilt halinde Sofya’da çıktı.Ardından 1972’de yine


Makale ve Analizler - 2015

99

tüm kül yatı olarak ikinci baskı geldi. Nazım kuşağı yetişti. Bütün yaratıcılığımız Nazım koktu. Nazım Hikmet aydınlarımızın başında yanan meşaleydi. Aydın kişi tüm halkların kültürünü, ama öncelikle kendi halkının ter kokusunu, öz kültürünü bilmek zorundadır gerçeğini ondan öğrendik. Anlatabiliyor muyum acaba, her aydın kendi halk topluluğunun özgün kültürünü iyi bilmek zo-runda-dır. Bu iş dil için ceza ödemeyi yenmeninen keskin silahıdır. Ötesi ise gevezeliktir. Bulgaristan Türk edebiyatı büyük ölçüde olmak üzere Nazım Hikmet rüzgârının etkisiyle yeşerdi ve biçimlendi. Bir ara Türkçe’mizi küçümseyip başka dilde yazmaya heveslenenler oldu. Nazımı örnek gösteren yazar ve şairlerimizden Ömer Osman şöyle yazmıştır: “Türk kültürüne sırt çevirmiş olmak suçsa, ko ben, Ömer Osman dünyanın en suçlu kişisi olayım. Zamandenen yargıç, suçluyu suçsuzu en iyi ayırmasını bilir. Kaldı ki dünyada tek bir şair ve yazar - büyük sözünü vurguluyorum -yabancı dilde tek bir ebedi eser yazmamıştır. Damarlarında kan yerine, zaman zaman komünist ideolojisi akan Nazım Hikmet bile... “Nazım rüzgârından esinlenen şairlerimiz dünyayı yeni biçim anlatmaya başlamıştır: “Dövüle dövüle, Dövülmeyi öğrendim. Sövüle sövüle Sövülmeyi!..” Hepsi bu kadardı. “Ona, Doğrusu ben bu şiire devam olarak, Sevile sevile de Sevmeyi!...” Bulgaristan şairlerinden Sabahattin Bayram, Osman Aziz, Mustafa Mutkov, Sabri Alagöz, Ahmet Şerif, Naci Ferhat ve daha niceleri dünyayı Nazım gibi anlatmayı Nazım’dan esinlenerek ve anadilimizle halka indirerek geliştirdiler. Biz Nazım Hikmet sayesinde edebiyatı ve sanatı olan bir halk topluluğu durumuna yükselebildik. Medeniyetimizin oluşturucu öğelerinden olan Türk halk topluluğu kültürümüzün özgün ve genel çizgilerinin uyanışı, kendi edebiyatımızın yaratılışı da hep bu rüzgârın yarattığı ortamda oldu. Osmanlınınmarabalığından sıyrılıp özgür halk topluluğu olarak biçimlenip özgürlükler koklandık, sevdik sevildik, kanatlarımızz kaç defa kırıldı siz bilemezsiniz ama yine de havalanma yollarını bulduk ve göklerdeyiz. Bizi yanlış anlayanlar oldu. Sevmek bir an meselesi değildir. Türkçeyi sevmek de bir şiiri dinlerken kabaran duygularla bitmez. O yüreğin devamlı kabarmasıdır. Bu ise, gelenin geçtiği yolu, en kötüsü o günün ezikliğini ve yarının umutlarını birlikte yaşamaktır. Nazım beyaz kâğıt üzerinde bir yazı, unutulacak bir dörtlük, rafa kaldırılacak bir kitap olamaz, o devamlı esen bir mehlem de değil, nazım Türklüğü ayaklandıran ve doludizgin yaşatan bir fırtınadır. Kocaman yüürekli ozan, şair, yazar, yaratıcılar ordusu yetiştirebilmek için dimdik duran örnek simalar gerek. Bugünkü s.o. liderlerimiz “saraylara” gizlendi. Adımıza konuşanlarınsa Türkçe vitesi yok. Koyunların bir tek melemeyle yaşayabildikleri ve kuzulara meleşme yeterli olduğugibi bizim kaderimizi de bir tek söze “oy” sözüne bağlayanların güneşi batıyor. Ağıran yeni ufukta doğacak güneş Türkçemiz


100

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

olacaktır. “Tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret” olan Nazım Hikmet anadilimizi, Türkçemizi, edebiyatımızı göklere yükselten, en değerli zenginliklere ulaştıran dev bir yaratıcıydı. Bu bakıma “Bu Dünyadan Nazım Geçti!” diyenlere ekliyoruz: Genç Nazımlar Bekliyoruz! Dilimiz yeniden su alacak örs ile çekiş arasından yeni şiirlerin kıvılcımlarıyla çıkacak, güç topluyor. Din insanın hafızasında ve günlünde yaşar, dilinden ve elinden dökülür.Nazımı örnek aldık. Cezalı yıllara dayandık. Bağlandık sabırlı davrandık. Yeniden çözülüyoruz, çözüleceğiz. Türkçemiz bizim adalet kavgamızın en güçlü silahıdır. Bizim adaletimizin dili Türkçemizdir. Hak arama dilimiz Türkçemizdir. Kara katranlı tütünleri de Türkçe söylediğimiz şarkı ve türkülerle işleriz. Türkçemiz ekmeğimizin mayasıdır. Nazım Hikmet’in eserleri bizim hem ders kitabımız, hem de okumayı en çok sevdiklerimizdi.Nazım’ın yaratıcılığı yalnız bir Türkçe şarkısı değil, gökleri delen bir güzellik senfonisidir. İlkve ortaokulda Nazım’dan şiir okumayan tören hatırlamıyorum. Aldığım en büyük takdir Nazımın şiirlerinden seçmelerdi. Sevgilimden gelen kart postallarda Nazım’dan bir dörtlü yoksa, bu adam yüreksizdi. Biz Bulgaristan Türkleri Nazım Hikmet’ten şunu da öğrendik: Bir devletin zoruyla ozan yaratılamaz. Bir devletin zoruyla ozan öldürülemez. Zulüm devleti de olsa ozanları toprağından söküp yurt dışı etmek en büyük insanlık suçudur. Koskoca Osmanlı devrinde Mevlana, Karaca oğlan, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal vs. gibi bir elin parmaklarıyla sayılacak kadar az dehalar yetişmiş ama bin yıla ışık vermiştir. Nazım Türk aydınlığının devamı ve Cumhuriyet Türk iyesinin yeni meşalesidir. Ozanlar, devlete karşı doğarlar ve öldürülseler bile devletlere karşın yaşarlar. Nazım böyle doğdu, böyle öldü, böyle yaşıyor. Bizim yazarlarımız şairlerimiz Vatanımızdan kovulduğunda memleket karanlık içindekaldı ve çökmeye devam ediyor.1984’ten sonra eli kalem tutan, eli saz teline vuran yaratıcı ve sanatçılarımızın hepsi sürgün edildi, onları koğuşlardan diri tutan ve umutla yaşatan belleklerindeki Nazım dörtlükleriydi.Bu Vatana nasıl kıydılar? Şiirinin ilk dörtlüğünü mahkûmlar biliyordu: “İnsan olan vatanını satar mı, İnsan olan Vatanını bırakıp kaçar mı? Suyun içip ekmeğini yediniz. Dünyada vatandan aziz şey var mı?” İşte böyle bir acı ortamda, Bulgaristanlı Türklük kendi içinde burada kalma ya da defolup gitme kavgası verdi. Büyük şairler büyük ve zengin yaşamın, umut yüklü dillerin eserleridir. Nazım Hikmet XXI. yüzyılın da en büyük şairi olmaya devam ediyor. Biz de onun gölgesindevarız. O Bulgaristan Türklerinin anadil ve edebiyat dilinin büyük demircisiydi. Onunla her doğum gününde gururlanmak hepimizin hakkıdır. Türkçemizi daha iyi öğrenip öğrettikçe Nazım’ın “anadilsiz insan olmaz!” vasiyetini daha iyi yerine getirmek zorundayız. O büyüklerin arasında en büyük ol-


Makale ve Analizler - 2015

101

masına rağmen, bizlerden biri olarak aramızda yaşamaya devam ediyor ve edecek. Türkçemizi sevmeyen Nazımı sevemez...

Yasaklar - 1

İbrahim Soytürk-19.Ocak.2015

Tarihimizi olayları yaşayanların anlatması bir başkadır. Artık gençlerimiz de tarihimizin tüm ayrıntılarını öğrenmeden önümüzü görmemizin olanaklı olamayacağına inanıyor. BG-SAM yayınlarının en büyük kazanımı ve katkısı bu oldu. Gençlerimizi kendi tarihimizin hassasiyetlerine öğretirken bugünü doğru analiz etmeye ve yarın doğrularını aramaya yöneltebildi. Son haftalarda Türkçeye çevrilmiş Bulgar yazarlarından Vera Mutafçieva’nın “Endişeli Yıllar” kitabından Osmanlı’nın son döneminde geçen olayları tarih itibarıyla izlerken daha birinci sayfada “zengin köyler”, “zengin Bulgarlar”, “şehirlerin zengin Bulgar mahalleleri”, “Türk mülkü olmayan yeni evler”, “çardaklı yeni evler” gibi bazı ifadeler özellikle dikkatimi çekti. Dönem 1876 Bulgar Nisan Ayaklanması’ndan öncesidir. Şöyle ki, 1836’da Tanzimat’ın kabul edilmesinden sonraki 30 - 40 yılda Osmanlı topraklarında herkese tanınan etnik ve dini haklar sayesinde yalnız bir birey ya da seyrek rastlanan bir vaka olarak zenginlik ve varlıklı yaşayış olayları değil, köy ve mahalle, şehirlerde semt olarak da topluca gönençli yaşama uzanıldığı anlatılıyor. Bu Bulgarlarının verdiği “kahraman”, “kanlı” vs. mücadele sonucu olmamıştı. Sultanlıkta herkese tanınan haklar ve özgürlükler sonucu mümkün olmuştur. Bulgaristanlı Türkler 1878’den beri Vatanlarında zor zar yaşıyor. 140 yıldan sonra “Türk çarşısı”, “Türk kültür merkezi”, “medrese”, “Türk Hamamı”, “Türk Çeşmesi”, “zengin Türkler”, “varlıklı Türk vatandaşımız” gibi sözler bile unutturuldu. Göz boyamak için milletvekili Ramadan Atalay, eski tarım bakanı Mehmet Dikme ve daha birkaç Türk zengine şans güldü. Ve olay bitti. Kimin cebinde kaç para olacağı “saraya” soruluyor. Çoktan emekli olan Lütfü Mestan’ın formülünü yazmayı bilmediği “Petrol” işlerinden ayda 15 bin leva cepliyor, o da yine “sarayın” kararıyla oluyor. “Saray” demeden kanatlı kuş olsan uçamaz-


102

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

sın. Ruhlarını satanları da halkımız besledi, yedirdi içirdi, fakat onlar bir öğrenciye bir bilgisayar almadı, bir ana okula iki çizgi filmi hediye etmedi... Masa başında başlayan muhabbetler masa altında bitti... Ya da Ahmet Doğan gibi büyük büyük okul binaları kurduranlar, kapıda nal gibi sallanan anahtarı bir türlü açamadılar. Göstermelik bir yaşamın bataklığına itildik ve aslı bizim yaşadığımız hayat endişeli oldu. Ana konuma geçmezden önce, son yazılarında özgürlük konusuna değinen ve “özgürlük bir ihtiyaçtır” diye vurgulayan Sayın Musa ve Şakir kardeşlerime teşekkür etmek isterim. Evet, halk topluluğumuzun işi olması, daha iyi yaşaması, çocuklarını anadil öğreten okullarda okutması, dinimi, tarihimiz ve gelenek göreneklerimiz üstüne bilgilendirilmesi, özgün kültürümüzü yaşatması, radyo, basın ve TV yayınlarımız olması bizim ihtiyacımızdır, yani bunlar bize verilmediği için bir özgür sayılmayız. Bulgar uyanış çağı Gabrovo kentindeki “Apriltsi Okulu”ndan yola çıkmıştır. Okulu olmayan azınlıklar devamlı karanlıkta kalmaya mahkümdur. Şöyle bir noktaya da değinmeden geçmek istemiyorum. Bizim orada dilenciler vardı. Kapı, duvar aşırı, köy, mahalle dolaşır, hep bir şey isterdi. El açtıkları akıllarına gelendi. İş göstersen, olmaz, çalışmazlar, çünkü dilenmek daha kolaydı. Bizi tıkayan da bunun bir benzeridir. Vergimizi verdiğimiz Bulgar devleti 1950 yıllarının başında bir eliyle al, öteki eliyle ver taktiği uyguladı ve bir anda anadilimizde olmak üzere manevi haklarımızı topluca verdi. Veriş o veriş sonra da yasaklar koyarak geri almaya başladı ve bugün bizi tam takır duruma getirdi. Artık elimiz boş ve verecek bir şeyimiz de yok. Biz şu devletten, HÖH - DPS partisinden bir şeyler umutlanmaktan tamamen vazgeçelim ve kendi sorunlarımızı kendimiz çözmeye başlayalım. El ele verip, önce bir gazete çıkaralım, okuyalım, okutalım, haberleşelim, yani arı kovanı vızıldamaya başlasın, ardından nasılsa gelir diyorum. Bu konuma başka bir yazımda devam edeceğim, beklediğiniz konuya geçiyorum. Bundan 25 - 30 yıl evvel yasaklar konusunu sevilen yazarlarımızdan Ömer Osman şöyle kaleme almıştı:


Makale ve Analizler - 2015

Yasaklar - 2

103

İbrahim Soytrük-19.Ocak.2015 “Avrupa’nın “Hayvanları Koruma” cemiyeti’ne sorarız ki, yabancı canavarlardan şeni (kötü) olan, Bulgar vahşilerini hangi nevi yırtıcı hayvan addederek himayeleri altına alıyorlar?” Eski Zara Müftüsü’nün Hatıralarından Bulgar komünistlerinin önünde ve ilk yıllarında Bulgaristan Türk halkı için hemen hemen yasak hiç bir şey yok gibiydi. Dini dindi, dili dil; Bayramı bayramdı, düğünü düğün; camilerin kapısı ardına kadar açıktı. Minarelerde beş vakit namaz okunuyordu. Türk okulları vardı, Türk kıraathaneleri çalışıyordu. Türkçe basın vardı, Türkçe yayın. Türkülerimizi Türkçe söylüyorduk. Türkçe konuşuyor, Türkçe gülüyor, Türkçe eğleniyor, Türkçe üzülüyorduk. Bu böyle sürüp giderken, Bulgarlar bir yandan Türklerin Türkleştirilmiş Bulgar olduğuna dair “deliller toplamakla” meşgulmüşler. Bu gülünç ve saçma “delil toplamalar” hiçbir bilimsel yönü olmayan öylesine gelişi güzel şeylerdi. Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı tipinden yani. Örneğin bu yerin adı “Gâvur Harmanı” ya da “Kilise Dere” idi. Tamamdı. Gavur, Bulgar demekti, kilise, Hıristiyan olan Bulgarlara aitti. Demek bu bölge halkının tümü Bulgar idi. Şimdi Türk’tü ama, zararı yoktu. Onlar Türkleştirilmiş Bulgarlardı. Aslında ise Gavur Harmanı ile Kilise Dere Bizanslardan kalmıştı. Bunu anlar da biliyorlardı ya, işlerine yaramıyordu. Keser yongayı kendi tarafına kaydırıyordu. Bu ruhta gülünç “çalışmalar” yapan bir adam vardı Boris Deribeyev adında. Daha sonra buna benzer çalışmalarını bir kitap halinde yayınladı. Adamı Profesör yapıp geçtiler vesselam. Kitabın adı “Ahrida” idi. Doğruyu söylüyorum, orasına burasına baktım, kızdım ve kitabı fırlatıp attım. Bir daha da elime almadım. Aslında kitabı dikkatle okuyup, saçmalıklara iyi bir cevap vermek gerek ya, bu profesör işi. Bulgar komünistleri, Bulgaristan Türeleri’ni Bulgar çıkarmak için her çareye başvurdular. Cami bahçesinde haç “buldular”; Mezarlıkta Bulgarlara ait kemik; bazı Türk komünistleri ihtiyar ninelerinin çeyiz sandıklarından haç “çıkardılar”; kimisi çöreklerin üzerine çizilmiş haç işaretini “anımsadılar.” Bulgarların taşıma su ile döndürmeye çalıştıkları bu viran değirmene, Türklerden de su getirenler oldu. Onlardan biri bu konuda kitaplar yazan Şükrü Tahir idi, diğeri de Hasan Karahüseyin. Türklüğünü unutan bu Türklerin ikisi de bugün kendilerini en büyük Bulgardan daha büyük olduklarını iddia ediyorlar ve bu duygularla sarmaş dolaş uyuyup renkli rüyalar görüyorlar. Bu iki Bulgarlaş-


104

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

mış Türk, üyesi ve kölesi oldukları BKP’nın önemli bir siparişini yerine getirmek için, aşağıdaki yanlış fikrin ortaya atılmasını sağladılar. Bulgaristan’da üç çeşit Bulgar var: Bulgarca konuşan ve Hıristiyan olanlar; Bulgarca konuşan ve Müslüman olanlar; Türkçe konuşan ve Müslüman olanlar. Birinciler Bulgarlar, ikinciler Pomaklar ve üçüncüler Türkler. Bu kısır anlayışa göre Pomak Türkleri ve Türkler, yani biz, Osmanlılar’ın zorla Müslümanlığı kabullendirdiği Bulgarlar idik. Onların fikrince bu durum değiştirilmeli, herkes milletinin yanına dönmeliydi. Bu, devletin ve partinin bir numaralı görevi olmuştu. Bir başka değişle bu, Bulgaristan’daki bütün azınlıklara savaş ilan etmek demekti. Savaşın ilk aşaması, ardı arası kesilmeyen yasaklardı. Önce camilerin kapısını ardına kadar açmak yasaklandı, sonra minarelerde ezan okumak; arkadan kadınlarımıza şalvar, ferece giymek yasaklandı, sonra köylerdeki mescitlerde namaz kılmak. Bir kere başlayan yasaklar yağmuru bir türlü durmak bilmiyordu; okullardan dini dersler atıldı, okullarda ve toplum yerlerinde Türkçe konuşmak yasaklandı, kız öğrencilere baş örtüsü taşımak yasaklandı, ayların, ülkelerin, köylerin, şehirlerin, dağların, ırmakların Türkçe adlarını söylemek yasaklandı. Daha sonra Türk okulları kapatıldı, Türk çocuklar Bulgar okullarına gideceklerdi. Aradan çok geçmeden okullardan Türkçe dersleri atıldı. Türkçe konuşmak yasaktı, Türkçe şarkı türkü söylemek yasaktı, kitap yasak,radyo yayınları yasaktı... Bulgaristan Türkler için bir yasaklar diyarı olmuş gitmişti. Daha da ileri gidilerek, sokaklarda Türkçe konuşanlardan para cezası alınmaya başlandı. Önce bir söz 5 leva ediyordu, sonra zam geldi, on leva, on beş leva, derken , yirmiye, otuza, elliye vardı. Sokaklarda makbuz kesmeden para cezası toplayan Bulgarlar belirdi. Makbuzsuz para vermek istemeyenler dövüldü. Önce Bulgarca konuşan Romanların adları değiştirildi, sonra Makedon halkı yok, Bulgar var dendi, arkadan Pomakların adları değiştirildi etraf kana boyanarak. Türkler en sonraya kalmıştı. Ve nihayet... Dünya ülkelerinden bu durumu görenler ve dolayısıyla protesto sesi çıkaranlar yok gibiydi. Bulgarlar, İnsan Haklarını Koruma Kuruluşları’nın himayesi altına alınmışa benzer bir durum vardı. Defalarca Türkiye’deki cezaevlerini gidip gören bu kuruluşlar, bir kere olsun Bulgaristan’a gelmek istemediler. İstedilerse bile, Bulgarların kaş çatıp “Olmaz!” demesi, gelmemelerine yeterli bir sebepti. Batılı ülkeler, yüz şu kadar yıl önce şu topraklarda yapılan Rus ve Bulgar vahşetini de görmezlikten gelmişlerdi. Eski Zara Müftüsü Hüseyin Râci Efendi


Makale ve Analizler - 2015

105

hatıralarında, Avrupa’nın hayvanları koruma cemiyetlerine sorduğu soruyu biz de soruyoruz: Bulgarları hangi cinsten yırtıcı hayvan sayarak himayeleri altına alıyorlar? Bulgaristan’ı ziyaret eden bazı Arap ülkelerinden oluşmuş din adamları ki, bunlar genellikle Suriye ve Yemen’den idiler, Sofya’da ve başka şehirlerde göstermelik olarak bırakılan camileri görünce, dünyaya, Bulgaristan Müslümanlarının dini ibadetlerini yerine getirmekte hür olduklarını ilan ettiler. Oysa gerçekler Sofya’da değildi, Kırcaali’de, Koşukavak’ta, Mestanlı’da, Cebel’de, Kirli’de, Dobruca’da, Deliorman’da Gerlovo’da, yasak cenaze merasimlerindeydi. Oralar yabancılara yasak bölge ilan edilmişlerdi. Oralarda olup bitenler, dökülen kanlar, akıtılan gözyaşları dünyadan gizleniyordu. Onlar Demirperde ardındaydı. Oralarda Bulgar komünistleri istedikleri gibi at oynatıyorlardı. İnsanların kaderleriyle oyun oynuyorlardı. Hasan Rodoplu, Cemil Şaban, Emel Taban (ova) ve Adem Bayraktar gibi bir sıra anılmış türkücülerimiz sadece Türkçe Türkü söylediklerinden ötürü çalıştıkları tiyatro topluluklarından uzaklaştırılıp sokağa atılmışlardı. Geçim sağlamak için Rodoplu maden, Cemil ise ticaret işçisi olacaklardı. En iyi şarkıcımız Ahmet Yusuf Yugoslavya yoluyla Türkiye’ye iltica edecek ve çocuklarına hasret genç yaşta ölüp gidecekti. Ahmet Şerif ve ben ve başka şairler hapse, Niyazi Hüseyin, Süleyman Yusuf sokağa, Mehmet Çavuş, Rahim Recep hudut dışına atılacaklardı. Recep Küpçü ve Halim Halil İbrahim, Ali Kadir öldürülecekler, Şahin Mustafa, Fevzi Kadir ve başkaları göç etmeye zorlanacaklardı. Aradan on, on beş yıl geçer geçmez, Türkiye’ye iltica edenlerin listesine, birkaçı dışında bütün Bulgaristan Türk şair ve yazarları, Türkücü ve şarkıcıları, artistleri ve ressamları da gidecekti. Okuduğunuz için teşekkür ederim.

Tayland’daki 468 Türk Kusşuna mı Dizilecek?

Alptekin Cevherli-19.Ocak.2015

Geçtiğimiz yılın Mart ayında ajansalara bir haber düşmüştü. Tayland’ta 360 kaçak göçmen tutuklandı ve ilk sorguları ardından yapılan açıklamada kaçakların Türk olduklarını söyledikleri ve Türkiye’ye iade edilmek istedikleri Tayland makamlarınca ifade edildi deniyordu. İlk etapta akla 360 Türk neden Tayland’a iltica


106

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

etmeye çalışsın sorusu geliyordu elbette. Bir de o kadar yolu 360 kişi nasıl hiç bir devlete yakalanmadan gittiler diye düşünmekten kendimizi alamıyorduk. Neyse ki Tayland’taki Türk Büyükelçisi olaya müdahil olunca konu anlaşıldı. Söz konusu kaçaklar Çin işgalindeki Doğu Türkistan’dan (Sincan) kaçarak, Laos, Taylnad ve Malezya üzerinden Türkiye’ye gelmek isterlerken Tayland’ta yakalanmışlardı. O gün bugündür bu soydaşlarımızın Türkiye’ye getirilmesine çalışılıyor... Bir yandan Çin, bunlar terörist ve kanun kaçağı deyip çoğu çocuklardan oluşan bu göçmenlere olmadık suçlar ‘yaratıp’ isnad ederken; diğer yandan da hür dünya bu insanların Çin’e iade edilmemesi için Tayland hükümetine baskı yapıyor... Elbette Türkiye de bu soydaşların Türkiye’ye getirilmesi için Büyükelçilik nezdinde girişimlerde bulunuyor. Fakat geçtiğimiz aylarda ülkedeki ekonomik yapının iyiden iyiye bozulması ve başlayan iç karışıklıkları öne süren Tayland ordusunun hükümeti devirmesi sonucu şu anda Tayland kendine yeni bir yol haritası çizmekle meşgul. Ya demokrasi kültürüne sahip çıkacak, ya da yakın komşusu Çin’in şemsiyesi altına girip totaliter bir rejim tercih edecek ve ekonomik, politik sorunlarının hepsini halının altına süpürecek... Ya Uygur Türkleri? Evet yazımızın başında 360 Türk’ten bahsetmiştik. Oysa Haber 7’de 6 gün önce yayınlanan bir röportajda Dünya Uygur Kongresi Başkan Yardımcısı ve Doğu Türkistanlılar Derneği Genel Başkanı Seyit Tümtürk, Türklerin 2 farklı bölgedeki 6 hapishaneye paylaştırıldığından bahsederek gerçek rakamın 468 olduğunu ve bunları tek tek ziyaret ettiğini söylüyor. Ve işin daha acısı, Tayland’taki mevcut hükümete ise Çin adeta rüşvet veriyor... Çin başkanı Li Keqiang geçen hafta Tayland’a yaptığı ziyarette 3 milyar dolarlık kredi ve komşu ülkeleri olan (Çin güdümündeki) Kamboçya, Vietnam ve Laos’a da alt yapılarını ve üretimlerini geliştirmeleri için yardım etmeyi teklif etti. Bunun üzerine Tayland başbakanı Prayut Chan-ocha’nın Pekin’e yaptığı ziyaretin ardından Çin Dışişleri Bakanlığı açıklamada bulundu. İki ülkenin koordineli bir şekilde “illegal göçmenler, uyuşturucu trafiği, terörizm ve uluslararası suçlar” konularında çalışma yürüteceklerini açıkladı. Yani... Yanisi şu: Çoğu kadın ve çocuklardan oluşan 468 Türk, ilegal göçmenler ve terörizm antlaşması sonucu Çin’e iade edilerek ibret-i âlem için idam edilecekler... Bu insana, Sayın Cumhurbaşkanı’mızın da 12 Temmuz 2014 tarihinde AK Parti grup toplantısında veciz bir şekilde ifade etmiş olduğu Boraltan faciasını hatırlatıyor. Devrin CHP hükümetinin ve dolyaısıyla da Türkiye’nin tarihine kara bir leke olarak geçen olayı... 1945 yılı, Türkiye’de “Milli Şef” döneminin yaşandığı, “Türk yurdunda Türk’üm demenin suç olduğu” bir dönem. 146 Azerbaycanlı soy-


Makale ve Analizler - 2015

107

daşımız yoğun bir mücadele ardından sınırı geçerek Türkiye’ye sığınır. Sovyet Rusya hükümeti, bu kişilerin derhal SSCB’ye iadesini ister. Türkiye’ye sığınan soydaşlarımız, kuşkusuz kendilerinin Rus askerlerine geri verileceğine olasılık bile vermemektedirler. Çünkü kardeşlerinin, bağımsız olan soydaşlarının yanına gelmişler ve kendilerini hiç olmadığı kadar güvende hissetmişlerdir. Fakat Milli Şef‘in talimatı kesindir. “İade edilecekler!” Türk sınır karakolu komutanı aldığı emre inanamaz. Ankara’yı bir daha arar, cevap aynıdır. - “Sığınmacıları derhal iade edin!” Bu korkunç yanıta komutan yine itibar etmez ve Ankara’dan bir emir tekrarı daha ister. Fakat sonuç aynıdır: “Ülkelerine iade edin!” oysa Sovyetler Birliği asla onların ülkesi olmamıştır. Sovyet Rusya onların öz vatanlarını işgal etmiştir... Azerbaycanlı soydaşlarımız bu yanıt karşısında “Lütfen bizi o azılı düşmanlara teslim etmeyin, bizi siz öldürün. Kendi vatanımızda, kendi bayrağımızın altında ölmüş oluruz” deseler de, karakol komutanı içini kan ağlaya ağlaya 146 sığınmacı Türk’ü Rus askerlerine teslim etmek zorunda kalır. Ruslara teslim edilen 146 Türk evladı, sorgu, sual, mahkeme hiç bir şey olmaz... Elleri ayakları bağlanarak hemen sınır çizgisinin öte tarafında, Türk askerlerinin gözleri önünde kurşuna dizilerek öldürülür! Azeri sığınmacıların kurşuna dizilmeden önce söyledikleri ağıt şöyledir: “Boraltan bir köprü, aşar geçer Aras’ı, Yuğsan Aras suyuyla, çıkmaz yüzün karası. Karası, karası, merhamet fukarası, Düşman bekler karşıda, önüne kattı beni, Can alınan çarşıda, kardeşim sattı beni. Dönüp seslendim geri, merhametsiz birine, Beni siz vursaydınız, şu gâvurun yerine...” Kurşuna dizilme hadisesi ardından Türk sınır karakolu komutanı silahını çekerek intihar eder... Daha sonra Azerbaycan’ın millî şairi Almas Yıldırım, bu olayı “Dönek Kardeş” adlı şiirinde şöyle dile getirir: Türk denince özü, sözü mert olur, Dost deyince ayrılmaz bir fert olur, Kardeş deyip dara düşsem, sığınsam,


108

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Şimden geru bu bana bir dert olur. Ben ne diyem bu vefasız dağlara, Öz kardaşı dönek olan ağlara! Evet, ikinci Boraltan faciasını yaşamamak için gün bugündür... Tayland’taki Uygur Türkleri yardım beklemektedir. İspanya’dan Yahudileri, Macarsitan’dan protestanları, Polonya’dan kraliyet ailesini, 1940’lı yıllarda Almanya’dan yine Yahudileri, Iraktan Peşmergeleri, Suriye’den 2 milyon sığınmacıyı ve daha neler neleri yurduna kabul eden Türkiye, elbette 468 dindaş ve soydaşına da sahip çıkacaktır...

Derinlere Bakalım

Şakir Arslantaş-19.Ocak.2015

Kanımca, Parist’eki “Charlie Hebdo” hadisesiyle ilgili söylenecek ve yazılacak sözler kaldı. Kanlı olaya ya da Hz. Muhammed 8sav)’i karikatürize etme küstahlığına alaca karanlıkta bakmaya devam edersek, teşhisimizi doğru koyamayız, terörizme tedavi ilacı da bulamayacağımız gibi İslam kutsallarıyla alay etme kuduzluğuna da DUR! diyecek gücü kendimizde bulunamaz. Yine bana göre, dünyayı sarsan olaylar bir günde hazırlanmaz ve hemen patlamaz. Hem şımarık özgürlükçülüğe hem de kanlı teröre tek yanlı bakılamaz. Nasıl olurda, Kahire’de 110 kişinin bir saatte meydanda kurşunlanmasına kör kalan ya da Suriye’de 120 bin kişinin katledilmesine, milyonlarda kadın ve çocuğun yaz kış konu-komşuda sürünmesine dilsiz seyirci kalanlar, Paris 17 kişinin ölümü hadisesinde dünyayı ayağa kaldırabildi.? Çifte arşın oynamıyor mu! Şu da var, özgürlük fırın somunu değildir. Özgürlük ihtiyaç duyulan, gerekli olan şeydir. Dünya 17 dilde 6 milyon Hz. Muhammed (sav) karikatürüne ihtiyaç duymadı. Soruyorum: Geçen hafta böyle bir gereksinme var mıydı? Kulaklarıma gelen cevap: Hayır! Öyleyse olay, özgürlük kötüye kullanıldı. Kutsal olanla alay edildi. Yapılan bir özgürlük kalpazanlığıdır. Soruyorum: Hz. Muhammed (sav)’in karikatürize edilmesi Hıristiyan ve Katolik dünyaya ne kazandırdı.


Makale ve Analizler - 2015

109

Cevap: Hiç! Yalnız kötülük. Güvensizlik! Korku! Elde kalan: Avrupalıların kardeşçe birlik atılımları frenlendi. Yabancı vatandaşa gözdağı verildi. 1950’lerde işe gelen babalar iyiydi, orada doğup yetişen oğullar kötülendi. Hep başı çeken Almanya’da yeni-faşist “Pegida” meydan kaptı. Fransa’da milliyetçi Le Pen bayram etti. İngiltere’de ırkçı “Farash” sivrildi. 21. yy. Avrupa’sında kuduz olayı belirdi. Ölmekten korkmayanlar 1913 - 15 barut fıçılarını anımsattı. 2. Dünya Savaşı’nda perişan olan sıradan Avrupalı teröre ne anlam verdi? Akıp giden hayata nefret ve öfke zehri aşılayıp korku yaymak kimin işine gelir? Huzur kaçırmak son hedef olabilir mi? Eski kıtada nüfusu yerliler ve sonradan gelenler (yabancılar) olarak ya da Hıristiyan ve Müslümanlar vs. olarak ikiye bölmektir, mümkün olduğu yerde kitleleri birbirine düşürmek son hedef midir! Yeni durumdan sivrilen en belirgin soru şudur: Müslüman düşmanları, ırkçılar tek yumrukta birleşebilir mi? Cevap: Hayır! Milliyetçilik kendi özünde egoizm, kıskançlık ve bencillik gizler. Bunlar kendi aralarında bağdaşmaz, birbirini iten öz çizgileridir. İngiliz ırkçısı Fransız milliyetçisiyle bir olamadığı gibi, Alman neo-faşistleri Fransız Le Penleriyle asla birlik olamaz. Tarih milliyetçi ortaklık diye bir olay yaşamadı. Olan hep sıradan insanlara oldu. Onların huzuru şimdi de kaçtı. Lokaller, dernekler, evler basılıp aranıyor. Zırhlı polis taburları sokaklarda, korku sisi koyu, ırkçılık yağ bağlıyor. Şunu da unutmayalım: Olayı laboratuardan kaçırılan birvirüs(İslamcılık virüsü ya da terörizm virüsü) olarak görmeye çalışanlar, Önce Virüs Laboratuarına girsinler. Kol gezen virüsün formülüne inilmeden mehlem, panzehir, ilaç ne de tedavi usulü bulunamaz. Yayılan virüs dünyaya önce 11 Eylül 2001 faciası yaşattı. “Charlie Hebdo” şımarıklığı ve 17 kişinin cesedi şimdi geldi. Avrupa Başkentleri polis üssü haline geldi. Dünya demokratik kamuoyu olaya çok dikkatli bakarken nedenleri derinlerde aramaya başladı. Biz de Derinlere İnelim! Hadiseleri topluca görelim ve hikmet vicdanında tartmaktır. İnsanlık bunları daha önce de yaşadı. Ruhları titretenler aynı dehşet zincirindendir. “Charlie Hebdo” küstahlığıyla şişeden bir cin daha kaçtı.Gözle görülemeyen gerçeklerin bir kısmını gelin birinci ağızdan öğrenelim: Avrupa’da elden düşmeyen yeni bir kitap var. Romanya Cumhurbaşkanı N. Çauşesku Gizli Servis Başkan Yardımcısı General Ion Mihai Pacepa Amerika’ya kaçtıktan sonra yazmış. “Disinforma-


110

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tion” (Yanıltıcı Bilgi) kitabın adı. Terörizm Virüsü KGB Laboratuarlarında Yaratıldı. SSCB Devlet Güvenlik Komitesi (KGB) Moskova merkezli bir stratejik casusluk örgütü. Yeni adı Rusya Federal Güvenlik Dairesi (FCB). General yazmış da yazmış: “İslam kökten dinciliği Sovyetler Birliği (SB) Devlet Güvenlik Komitesi (KGB) casusluk örgütünde yaratıldı. Dünyaca tanınan Arap teröristler SB istihbarat dairelerinde okutulup yetiştirildi. Yazar işin içinde gelen biridir. Romanya İstihbarat Başkan Yardımcısı İon MihaiPacera’dır. O Soğuk Savaş yıllarında Batıya kaçmayı başardı. Halen ABD Merkezi İstihbarat Örgütü CİA korumasındadır. “Desinformation” adlı kitapta yazılanları sosyalist ülkelerin eski casuslarından birçoğu doğruladı. 1972’de Devlet Güvenlik Komitesi (KGB) gece gündüz çalışıyordu. Uğraşının amacı, Amerikanın dünyayı Siyonistlerin feodal çiftliği haline getirmeye çalıştığına Arapları inandırmaktı. O yıllarda SB casusluğunun başı Yuriy Andropov’tu. Olayla ilgili o şöyle demişti: “Biz Müslümanları anti-semitizme karşı hareketlendirebilirsek, ardından gelecek olan İsrail ve Amerika’ya karşı baskı ve terörizm gecikmez.” O dönemde Devlet Güvenlik Komitesi (KGB) ve kendisine bağlı olarak çalışan sosyalist blok ülkelerindeki ilgili casusluk daireleri Yakın Doğu Arap Müslüman dünyasını etkilemek için toplam 400 adet özel eğitimli casusu bölgeye göndermişti. “Desinformation” kitabı yazarı İon MihaiPacera o özel görevlilerden biridir. Arap ülkelerinde anti-Samî içerikli yazılar ve el kitapçıkları dağıtmak için Yakın Doğu’da yaşamıştır. Onun dağıttığı eserlerden biri Yahudilerin dünya egemenliği kurma niyetlerini açıklayan, baştan sona düzmece olan, Rusçadan Arapçaya bir çeviri olan “Siyonist Bilgelerin Tutanakları” adlı kitaptır. Kod adı “SİG-akronim” - (Siyonist Devletler) olan bu casusluk operasyonu tasarımı bütün Müslüman alemde ABD’ye karşı bağdaşmazlık, Samî düşmanlığı (antisemitizm) başlatmayı hedefliyordu. Güvenlik Komitesi (KGB) tarafından yönetilen bu çok katlı propaganda kampanyanın sonucu 2001 yılının 11 Eylül günü New York’ta ikiz kuleler yıkıldı. (Geçen hafta bu tespite “FoxNews” de katıldı.) İnsanlığı ürperten facia silahı çalınan bir uçaktı. Konsept şahsen Yuriy Andropov tarafından düşünülmüş ve yetkinleştirilmiştir.Hedefe doğru giderken yalan haber yayma işi “çağdaş dünyanın vebası” oldu.Vl. İ. Lenin yalanı komünizme can suyu vermek için kullanmıştı.


Makale ve Analizler - 2015

111

Bu vebadan Hitler de yararlandı. İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudi kökünün tamamen kazınması, hepsinin yok edilmesi işini yalanla yetkinleştirmişti. KGB Şefi Andropov ise, bu vebadan İslam dünyasını Amerika’ya karşı kışkırtmak ve bugün de hepimizi ürperten uluslar arası terörizm fitilini yakmak için kullandı. Yalan haber üretip insanları yanıltma sanatı ince iştir. Romanyalı General İon Mihai Pacera’nın (Yanıltıcı Bilgi) kitabında yazdığına göre, işin ustalığı Hitler’in propaganda Bakanı Göbels’ten çalınmıştır. O şöyle devam ediyor: “Andropov’la defalarca görüştüm. O yalan bilgi üreten ve yayan bir dehaydı. Moskova’daki görüşmelerimizin birinde bana: “Uydurma bir haber yeniden ve yeniden tekrar edildiğinde, belirli bir zaman sonra, kendi yolunu bulur, inandırıcı olmaya başlar ve her şey yoluna girer. Yalan olsa da bilgi tutunur, taraftar ordusu kazanır ve azimle savunulur.” dedi. Roman Generalin kesin kanısına göre, Sovyet casusluk teşkilatının gerçekleştirdiği gizli operasyonların derinden derine irdelenmesinden çıkarılacak sonuçlar çağdaş dünyadaki geopolitik düşünceye tepe takla ettirebilecek niteliktedir. Elimdeki kitapta, terörizmi anlatan sayfalar var. Bunlarda, “doğum yeri Mısır olan Filistin lideri Yaser Arafat’a Kudüs’ten doğum belgesi verildi. Hal tercümesi değiştirildi. Filistin Kurtuluş Teşkilatı Devlet Güvenlik Komitesi (KGB) tarafından kurduruldu” diye yazıyor ve şöyle devam ediyor:. Arafat’ın halefi Mahmut Anas Devlet Güvenlik Komitesi (KGB) Moskova Genel Merkezine bağlı bir okulda eğitim aldı. Abbas’ın Moskova’da savunduğu doktora tezinin bilimsel yönetmeni yüksek rütbeli KGB subayı ve daha sonraki yıllarda SSCB Dış İşleri Bakanı olan Evgeniy Primakov’tur. O, bir ara Irak lideri Saddam Hüseyin’e danışmanlık da yapmıştı. Romanyalı General’in altını çizdiğine göre, Moskova’daki KGB okulundan İran yöneticisi Ayatollah Homeyni ve hatta “Al Kayda” yöneticilerinden olan Ayman al-Zauahiri de geçmiştir. Anımsanacağı üzere, daha önceki yazılarımızdan birinde, Londra’da poleniyle zehirlenen, Rusya’dan kaçmayı başaran bir eski KGB ajanı olan Aleksandır Litvinenko aynı saflarda bulunmuştu. 1993’te Amerika’ya kaçan KGK’nin kıdemli subaylarından Albay Konstantin Preobrajenski de yukarıdaki savları yayınladı. Albay Preobrajenski ile ajan Litvinenko Batıda görüştü. Hayatta olmayan Al. Litvinenko temasların birinde, FCB’ de görevli meslektaşlarının “Al-Kayda” örgütü önde gelenlerinden, dış ülkelerde Amerikan vatandaşı katletmekten sorumlu olan ve dünyada en fazla aranan teröristlerden ikisinin - Ayman Al-Zauahiri ile


112

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Cuma Namangani’nin de 1980’lı ve 1990’lı yıllarda Rusya’daki muhtelif zamanlarda eğitimine katıldığını paylaştı. Sovyet Özbekistan’ında doğup yetişen Cuma Namangani (Cumabay Haciev) ölümünden önce Osama bin Laden’in sağ kolu olarak görev alırken, Afgan Taliban Kuzey Cephesi’nden sorumluydu. 1996’da Al-Zauahiri’nin Rusya’ya gelmesinin gizli güvenliğinden sorumlu olan Al. Litvinenko, daha sonra onun (FCB) Dağıstan Merkezinde eğitimini denetlemiştir.Kitapta bu gizli olayların Bulgaristan ile yakın bağlantılı olduğuna işaretle; “Örgütlü Suçlarla Savaşım İçin Sivil Toplum Hareketi (GDBOB) görevlilerinden olan Miroslav Pizov, “Nüwel Obsarvatör” dergisinin onaylayıp dünyaya duyurduğuna göre, 1990’lı yıllarda, Rusya’ya geçmezden önce, Al-Zauahiri Bulgaristan Rodop Dağları Velingrat kentine yakın bir dağı evinde kaldı.” dedi. Cuma Numangani ise, Moskova’da FCB genel merkezinde bulunan ancak kurmay subayların eğitim gördüğü bir özel merkezde kaldı. Bu da ona çok yüksek düzeyde güven beslendiğine işarettir. Üstüne üstelik 2001’in 11 Eylül günü New York’ta Dünya Ticaret Merkezine saldıran birinci uçağın pilotu olan Muhammet Ata, yine bir KGB subayı olan Preobrajenski ile temas halinde olduğuna göre, dolaylı yollardan olsa bile, Rusya casusluk örgütüyle irtibat içinde çalışmıştır. Muhammet Ata bu saldırıdan 5 ay önce Irak istihbaratı örgütü ajanlarından biriyle Prag’da görüşmede bulundu. O dönemde Irak istihbarat örgütü Rusya güvenlik merkezinin bir dairesi olarak çalışıyordu. Romanyalı General İon Mihai Pacera’nın, Amerikalı hukuk profesörü Ronald Richlak’ın aktif yardımlarıyla kaleme aldığı eseri 11 Eylül 2001’den sonra üretilen birçok yalan iddialara da yanıt vermiştir. Bunlardan biri, uçaklarla saldırı yapıldığı gün binalarda Yahudi vatandaş olmadığı yönündedir ki, asla doğru değildir.” Hazreti Muhammet’i karikatürize etme ve Paris’te terör hortlaması olaylarının derinliklerinden gelen kokular bunlardır. Avrupa Birliği Kırım Yarım Adası ve Ukrayna olaylarından sonra Moskova’ya ambargo uyguladı. Siz böyle yaparsanız biz de yapacağımızı biliriz mantığı sanki yol almaya başladı... Hemen oluşan yeni durumda, demokratik kamuoyunu yalan dolanla etkilemek isteyen stratejik merkezlerin insanları birbirine düşüremeyeceğine, ayrıca da İslam ile terörizmin aynı şey olduğuna kitleleri inandıramayacağına inanmak istiyorum. Bu cümleden olmak üzere, değişik kışkırtma yöntemleriyle İslam’ı aşırı eylemlere alet etmeye çaba gösterenlerin de hedeflerine ulaşamayacaklarına inancımı ifade ediyorum. Not: Derin irdemelerin (yazılmasını beklediğimiz daha neler vardır da) gösterdiği üzere, 1970’li ve 1980’lı yıllarda Bulgar Gizli Servisi (DC) ile SB Devlet


Makale ve Analizler - 2015

113

Güvenli Komitesi (KGB) arasında su sızmıyordu. Görüldüğü gibi, Müslüman haklarla fazlasıyla uğraşan KGB biz Bulgaristanlı Türkleri de rahata bırakmamıştı. Bu etkinliklerin içinde ajan yetiştirme işi başta geliyordu. İsimlerimizin değiştirilmesi dahi KGB kontrolünde olmuştu. Binlerce can alan “Al-Kayda” terör örgütü şefi Osama Bin Laden’in öldürülmesinden sonra tuzak işleri Ayman al-Zauahiri’ye kaldı. O ise yıllarının bir kısmını Rodoplarda Veligrat dağı evlerinde geçirdi, eğitim aldı. Aynı yıllarda Pazarcık hapishanesinde sözde mahkûm olarak yatan ama her gün Rus generallerle görüşmek üzere bir siyah “Volga” otomobille mahpushane kapısından çıkan Medü Doganov (Ahmet Doğan) ajan Sava’nın KGB emrine geçişini de kanıtlamak için yeterlidir. Olay kitaplara da girmiştir. Amerikan gazetelerinin Hak ve Özgürlük Hareketi DPS bir Moskova partisidir diye yazmasının derin nedenlerinin temelinde yatan bu gerçektir. Son dönemde ne yapacağını ve ne konuşacağını bilemeyen demeyeyim de, iyice şaşıran, HÖH - DPS lideri Lütfü Mestan’ın da sözde partiyi savunmak için çırpınırken, olayların derinliğindeki gerçeklere inemediğini belli ediyor. Onun söylediği sözlerin son zamanda havada kaldığına artık şaşmaz olduk. Çünkü bilmediği bir şeyi kimse konuşamaz. HÖH - DPS partisinin ajan ve hain tortusundan arınması gerektiğine işaret etmemiz bu sebepledir.1980’lere inip tüm gerçeği ortaya çıkarmadan HÖH - DPS partisi kendi kendini zehirler, havasızlıktan sıkılır ve boğulur ki, bu süreç başlamıştır. Gün gelecek başka bir DS-KGB generali yeni bir kitap yazıp çalılıklar içindeki bozuk yumurtaları birer birer ortaya çıkaracaktır. Bunu gerektiren hayatın kendisidir. Ne yazık ki, belki o zaman artık çok geç olacaktır. Bu işlerde kazanan halk olur. Dibe inip gerçekleri çıkarmalıyız!

Kalemin Ucaundan Damlayan Kan

Musa Vatansever-19.Ocak.2015

Bir karikatür dergisinin kapağına “Her Şey Af Edildi!” yazmasının derin anlamı ne olabilir? Hz. Muhammed (sav)’i ağlattık, muradımıza erdik olabilir mi!? 6 bin basamayan kıçı yerde sürünen bir dergiydik, 6 milyonla tavan yaptık mı demek istediler yoksa! Sorular çok anlamsız ve biraz da incitici. Karikatür hadisesini ta-


114

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

mamen görmezden geleydik en iyi olacaktı, deseydim, bilmem katılır mıydınız. Demiyorum, çünkü ölüme sevinecek kadar ileri gidenler, aslında ölüm korkusuna başkalarını kurban ediyorlar. Nijerya’da çıkan bir moda dergisinde kalemi kontrolsüz yazan gazeteci İsioma Daniel, “Dünya Güzeli” yarışmasından bir röportajında “Hz. Muhammetd (sav) sağ olsaydı, o da bu defileden kendine eş seçerdi” diye yazınca, 200 kişinin ölümüne sebep oldu. Karikatür hadisesinden sonra yine bu Afrika ülkesinde 2 kilise yakıldı. Avrupa şehirleri kaynamaya devam ediyor. Olaylara sebep olanlar lanetli “Charlie Hebdo” dergisini, ibret dersi aşmadı, Paris’ın Cumhuriyet meydanına toplanan kalabalıktan güç alarak 16 dilde çıkarıp kendini dünyaya zorla kabul ettirmeye çalışıyor. Özgürlükten fışkıran düşmanlığa sağır ve kör kalan Avrupa polisi “uyuyan terörist hücresi” aramaya seferber oldu. Carlie Hebdocular ise hasır altından su yürütüyor. Allah yardımcınız olsun! Demiyorum. Sözüm şöyledir: Göz hasta olursa, Göremediği için güneşte kusur bulur.Ağız hasta olunca, Tat alamaz, tatlı suyu acı bulur.Ben ne deyeyim. Allah şifa versin. Dünya olaya rasyonel değil duygusal baktı. Fransız yasaları da iyice laçka olmuş.Nedenneticesürecinde hep neticeye yoğunlaştılar. Bir defa olayda 2 çeşit terörist var. Birisi insanların kutsalını, ötekiler de canını hedef almış. Her iki terörist tipi de artık “Ölümden Korkmuyorum!” havasına girmiş. Birileri ölümden korkmadığından lanetleme çizerken ötekiler de silahlı hazırlık görüp fırsat kolluyor. İnsanlar “Ölüm Korkusunu” asırlar önce yendi. Büyük klasik Födor Mihayloviç Dostoevski (1821 - 1881) “Kuduzlar” romanında yarattığı Kirikov simasında “ölmekten korkmayan ve kontrolsüz” bir kişiyi anlatır. Rus klasiğin yarattığı sima 200 sene önceden olsa da, bugünü anlamak için bir biçilmiş kaftandır. Roman inandırıcıdır, çünkü yazar kendisi de 18 yaşında ölüm cezasına çarptırılmış ve kurşunlanmak üzere gözleri bağlı sırtı duvara dayandığında karşısında patlayan tüfeklerin kuru sıkı yağdıracağını nereden bilebilirdi ki! Fakat olay ona ölüm korkusunu yendirdiği gibi, hayat çizgisini de tamamen değiştirtmiştir. İlk bakışta olayların temelinde hayatta en kutsal olan iki şeye saygısızlık var. Birisi, milyonlarca insanın kutsalı olan İslam dini ve bu dinin peygamberi olan Hz. Muhammed (sav)’i yok saymaktır. İkincisi de hayatın özü olan insan canını hiçe saymaktır.Bunların her ikisi de sebep ve her ikisi de netice olabilir. Fakat incelediğimiz hadisede sebep olan birincisidir.Bu anlamda olayın basın özgürlüğüyle alakası olduğunu sanmıyorum. Basın özgürlüğü kutsallığı eleştiriyle katletmek, yok saymak değildir. Olmamalıdır! Buradaki basın özgürlüğünün anlamı mizah duygusuna sahip olup onu ustaca ve kimisini güldürürken diğerlerini kırmamak


Makale ve Analizler - 2015

115

anlamında olmalıdır. Çünkü basın özgürlüğü, mizah, hiciv, karikatürize etme çok güçlü ve keskin, hatta öldürücü bir silahtır. Bizim gibi azgelişmiş ve yetersizlikleri çok olan ülkelerde bile demokrasinin yerleşmesi ve gelişmesi sürecinde basın özgürlüğü savaşımı uyarlı olmak zorundadır. Bulgaristan’da totaliter rejimin toplama kampları, “Belene” ölüm kampı karikatür ateşinde defalarca yakılmıştır. Ne ki, bu eleştiride keskin kalemli karikatürcüler de yanmıştır. Örneğin İkinci Dünya Savaşında Stalin’i ve Hitleri karikatürize den gazeteci Rayko Alekov’un eşi tutuklanmış ve “Belene” ölüm kampında kalmıştır. Bulgaristan’ın güçlü karikatür gazetesi “Stırşel” (Eşek Arısı) artık 69 yaşındadır. Yarım asır mizah çizen bir kalemin keskin olması doğaldır.1953’te Başbakan Vılko Çervenkov gazetede çalışanları “Tito Ajanı” ilan etti ve tutuklattı. Dünyadaki toplama kamplarını birer birer çizen ve diktatörlüklerle kalem gücüyle alay eden ressam Rumen Velçev defalarca işten uzaklaştırılmıştır. Çizdiği karikatürde bir domuzun kuyruğunu Todor Jizkov’un imzasıyle uzatan usta mizahçı Dimirit Dimov da işten atılmıştı. Totalitarizme karşı mücadele yıllarında Valeri Petrov ve Radoy Ralin gibi usta mizah yazarları gazete sayfalarında aranan yaratıcılardı. Günümüzde dünya’da 180 ülke var. Basın özgürlüğü sıralamasında Bulgaristan 100. yerdedir. Türkler de başta olmak üzere azınlıkların kendi gazeteleri, mizah yayınları, radyo ve TV programları yok denecek kadar azdır. Mizah yayınlarından söz bile edilemez. Komünist ve post komünist liderler burnundan kıl kopartmıyor. Bulgar Başbakanlarından Simiyon Saks Koburgorski bir istisnadır. Eleştiriye ve karikatürize edilmeye alışmış hoşgörü sahibi bir şahsiyettir. Geçen ay Sofya’da özel sergi açarak Başbakanlık yıllarında karikatürize edilişini halka açtı. Aynı konuda bir derleme de yayınladı. Karikatürist olmak için yalnız mizah duygusuna sahip olmak yeterli sayılmaz. Bir de kalemi oynatma ustalığı gerekir. Bulgaristan’da “Charlie Hepdo” olayına akılcı bakıldı demek isterken, bu defa toplumun ve kamuoyunun olgunlaşma göstermeye başladığına işaret etmek isterim. Şükür “İslam düşmanlığı” 2015’te henüz bayrak edilmedi. Fakat olay basın sayfalarına doldu taştı. Fransa’da 17 kişinin ölmesi önemli bir olaydır. Son hesapta modern dillerde adına terörizm denen olay, teker teker ve gruplar halinde can almayı sıklaştırıyor. Tehdit, tehlike, güvensizlik ve korku yayılıyor. Çal kalem yazılar yorumlar modern terörizmin sosyal kaynağı olarak -yoksulluk bataklığa- içsiz güçsüz ve kara cahil gençlerin bir anda parlayıp yıldız olma, hatta sağ salim kaldıklarında zengin olma hevesine - işaret ediliyor. Bu olaylar bizde de var. Roman nüfus gettolarda yaşıyor. İşsizlik diz boyu. Sefalet ona göre! Fakat insanlarımız “Charlie Hebdo” olayına bu kadar büyük önem verilmesini abartılmış buldu. Çünkü bu hafta Sofya ve Pazarcıkta olmak üzere 6 Bulgaristan vatan-


116

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

daşı sokakta, evinin önünde, evinde, arabasının içinde, eşiyle kol kola gezerken öldürüldü. Gazete haberlerinde okuduklarımız herkesi ürpertiyor. “Katiller Polisten Korkmuyor!” başlıklarını okudukça herkes ürperiyor. Yargı sistemi Hak ve Özgürlükler Hareketi DPS fahri başkanı Ahmet Doğan’ın kontrolünde sözlerini sokak sokak bağıranlar halkı uyarıyor. Ne yazık ki, 21. asra ekonomik, sosyal, politik ve kültürel çöküş ortamında girdik. Görüldüğü üzere, başa gelen bir kısır krizin döngüsü değildir. Keşke olsaydı. Çünkü bunalımların katmerlisi olsaydı, dibe vurur, çıkardık. Biz bu defa kancalı kapana düştük. Rusya çekilmek istemezken, Amerika ve Avrupa Birliği yerleşmeye çalışıyor. Dünyayı dünya eden ekonomik ve sosyal sistemlerin hepsinin dışına düştük. Almanya yatırımcı iş adamları ülkemizi “kara listeye almışlar.” İngilizler adımızı duymak istemiyor. Rusya’nın gözünden tamamen düştük. Asıl karikatürize edilecek durum budur. Ama bu iş kalem değil bir de yürek istiyor. 518 kardeşimiz “Belene” kampında çürütüldü. Büyük Göç sel gibi aktı. Ressam Embiya Çavuştan başka kimse kalemini cebinden çıkarmadı. Demek istediğim öyle kalem sivriltmek ve gerçeği çizmek de hiç kolay bir uğraşı değildir. Yeni kuşaktan umutluyuz. Gözle görülen sürekli çöküş sürecidir. Yaşadığımız zaman öyle bir zaman kesimidir ki, hiç kimse başkasının ne ahlakını ne aydınlığını ne de yarattığı uygarlığı takmıyor. Sanki tarihte olup bitenin hiçbir önemi, değeri kalmamış, alınacak hiçbir ibret dersleri bitmiş...Biz Müslümanlar Buhara, Endülüs, Şam, Bağdan, Osmanlı medeniyetlerinden geldik. Sanki “ölüm korkusunu yenerek gelmedik.” Görülen “modern kahramanlar” hafıza kaybına uğramışlar. İslam Hikmetini anlatsak da hiç biri kavrayabilecek durumda değildir. Olabilir ya, Avrupa’da mum ve lambanın ne olduğu bilinmezken,Samarkant sokaklarında lamba yanardı, desek bir an irkilebilirler. Başağın püskülüne bakıp kökünün derinliğini kestirmek zordur. Sapınca köklere inmek zorundayız. Paris olaylarındaki gerçekte, Arap ülkelerinden hiç birini görmemiş, hatta okudukları Kuranı Kerimi doğru anladıklarından kuşkum olan erginlik çağında gençlerle karşılaşıyoruz. Onların Paris varoşlarındaki en iyi mülteci okullarında ana dili olarak okuttukları Arapça, 40 lehçesi olan bu dilin tam hangi esasıdır? Kuranı Kerim ineli bir buçuk milenyum oldu. Her dil öz ve şekil olarak değişmeden yaşayamaz. Arapça da değişerek ve zenginleşerek çağdaşlaştı. Kuranı Kerim’i sözde doğru anlayıp ardından silaha sarılmak bu işin neresindedir?! Kutsallıklara dil uzatmak ve çarpık özgürlük anlayışıyla kalem oynatmak da ayrıca ele alınmalıdır. Tek taraflı adalet olamaz! Bu defa kalemin ucundan damlayan kan bizim olmadığına ve bundan sonra da olmasın diye dua ediyorum.


Makale ve Analizler - 2015

117

Ruhu Nurlu İnsanlar

Filiz Soytürk-20.Ocak.2015

Eli katranlı ama ruhu nurlu, Elleri kat kat nasırlı ama gözleri nurlu, İki büklüm neredeyse yerde ama gönlü nurlu, Dürüstlükte ve alın terinde parlak nurlu! Rodop İnsanı! Kardeşlerim benim! Ruhu nurlu insanlar. Aktıkça akan pınarlar, suyu çavdar sapı kadar ama durmadan uzayan dereler, baharda bir taştı mı önü alınmaz ırmaklar, gece gündüz kazsan bitmez tükenmez yeraltı zenginlikleri, gümüş, kurşun ve çinko, taş toprak değil altın, gayr içinde yeşermiş deniz gibi dalgalanan tütün.... başka yerde hiç gördün mü sen! Rodopları görmemişsen görmemişsindir. Hem fakir hem gururlu, hem çok çalışkan hem iki ucunu bağlayamayan ama gururundan da kıl kopartmayan insanlar gördün mü sen. Böylesini sevdin mi sen? Sevmemişsen Rodopları sevemezsin! Bizde ağaçların en büyü ya karaağaç ya karaçalıdır. İkisini de severiz biz. Birisinin kuytusunda çiğdem, akça bardak, menekşe, sümbül yeşile serilir, karaağaç altında beyaz koyun kuzu meleşir. Büyüklerin büyüklüğü ve hepsinin en büyük ve ortak zenginliği namuslu, çalışkan, elleri katranlı olmasındadır. Elleri nasırlı inşaatçılar! Arda boyuna barajlar, elektrik santralleri dizdiler. Dağlara hayat veren elleri kazmalı madenciler. Köyleri dolaşıp bakırlarımızı, sinilerimizi, sahanlarımızı ayna gibi parlatan kalaycılar. Sırt başlar ona göre, katran kınalı kızlar. Rodoplu kardeşlerim benim. Gönlünün içi güzel güllülerim benim! İnsanlıkta, iyi komşulukta, hoşgörüde, dürüstlükte dünyada eşi olmayan hemşerilerim benim! Bakın Rodoplu ozan Recep Küpçü sizleri ruhu nurlu insanlarımızı nasıl anlatmıştı:


118 lar,

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Sen baba kaygısından yoksun çocuklar büyüten canımın içi Rodop-

Babaları gurbetten Topladın mı bağrına artık?... Elverir, Elverir bunca üzüntüler, Bunca ayrılıklar!... Sende büyür, canımın içi Rodoplar, Uykuları tütünden talan edilen, Yollar yapan Temeller kazan, Benim fakir, garip kardeşlerim, Çam ormanı havası kadar Temiz yürekli kardeşlerim! Nerede olursa oturup çıkınını açan, Sofra kurup peynir ekmek yiyen, Gençlik çağını yaşamadan, Dalından vakitsiz yere düşen, Ahlat örneği yüzleri kırışan,

Halleri güz rüzgârlarına tutulmuş Yapraklar gibi perperişan Yolda belde evindeymiş gibi konaklayan, Canım kardeşlerim!... ...Senin her manzaran, Her bakışın, Her ağacın Hatta her taşın, Duygusal. Sen hem yeni bir gerçeksin, Hem eski bir masal. Ben de senin eteklerinde doğmuşum Tahtımı gönlümde özlemden kurmuşum. Elverir, bunca ayrılıklar, Ey, devler, cüceler diyarı, Canım içi Rodoplar.

131 Kilometre Yeter mi?

Seyhan Özgür-20.Ocak.2015

Bulgaristan Türkiye sınırına 131 km, 3 metre yüksek birkaç katlı dikenli tel duvar çekme çabaları Avrupa’yı 60 yıl gerilere götürmüyor mu? Bundan 60 yıl önce Berlin Duvarı gerilmişti. O ölüm duvarı da bir tel örgüydü, elektrikli teller dokunandan can alıyordu. Şöyle düşünüyorum. Komşu sınırına gerilen çite kazık başı sarmaşık eksek. Teldeki jilet gibi keskin parçalar görünmesin. Duvar çiçekli süs gibi... uzar, yeşerip açar. Bu güzellik uzaydan da görünür. Meşhur oluruz. Kokmasa da gönül doldurur. Çit ardına sandık kovan dizip arıcılık da geliştirsek, balımız da olur. Köpekleri eğittiğimiz gibi araları da eğitiriz, yabancı gördüklerinde sokarlar. Hudut bek-


Makale ve Analizler - 2015

119

çisi arı ordusuna, ikinci kıta olarak eşek arılarını da dahil ederiz. Bizde işsiz eşek arası çok! Onları sürü halinde saldırıya eğitmek daha kolay olur, çünkü Arap diyarında eşek arası yok, Arap görünce hücum ederler. Biz “komşu kapısı” kültüründen geliriz. Komşu duvarlarında iki tarafa açılan kelebek duvar kapısı vardı. Ne duvar kaldı, ne komşuluk ve komşu, ne de kelebek kapı. Avrupa Birliği’nin son zamanda bizden istenen tel çit kültürünü tel duvar kültürüne yükseltmemizdir. 45 yıl komünist totaliter baskı rejiminde ve ardından 25 yıl sürünerek geçiş döneminde yaşadığımızdan biz bu kültürü geliştirememişiz. Fakat artık bu sorunu da neredeyse tamamen çözmüş bulunuyoruz. Bir NATO üyesi olmayan, ama Rusya ile olan 1300 - 1400 km devlet hududunu dostça koruyan, sarışın Rus güzellerin iğneli-jiletli tellere takılıp göğüs, baldır ve pop olarını çizdirmeden Batı ülkelerine akın edişini durdurmada çok başarılı olduğundan dolayı Brüksel’den takdir de alan Finlandiya’dan kapılacak örnek var. Bizde uygulanması zor olabilir, çünkü onlar bataklıkların içine dikenli tel örgü germişler, bizim Stranca Dağlarında bataklık yok, ama dere tepe bol. Biz daha önce yaptığımız yanlışları üzerinde hiç düşünmeden onları defalarca tekrar etmeye hazırız. Önemli olan tarihin bizim için ne yazacağı değil, yakın hedefimiz olan şu Şengen bölgesine girmemizdir. Dünya böyle bir şey işte! Bu işte, kendin için daha büyük seyahat özgürlüğü elde ederken mutlaka ve kesin olarak başkalarının en ilkel ve doğal özgürlüklerini sınırlayıp kısıtlamak, hatta onlara bunu solutmamak zorundasın. Bunlar çağdaş yaşamın yazılmamış kurallarıdır. Türkiye sınırına 5 katlı tel örgü gerilecek diye bir kanun yok. Fakat biz bu iş için gerekirse orduyu ve tüm gönüllüleri, polis ve jandarmayı sınıra yığabiliriz. Sosyalizm yıllarında Yunanistan hududuna gerdiğimiz elektrikli tellerde 131 Doğu Alman vatandaşı asılı kalmıştı. Şimdi bütün Arap dünyasını tel duvar dibine çömeltebiliriz. Bulgarlar değişiklik olmasından yanadır. AB’ye girince Yunan sınırı söküldü. Mayınlar çıkarıldı. Hayvanlar komşuya gidip otlayıp dönüyor. Arılar komşu çayırından bal alıyor. Ne güzel. Ama komşunun inekleri bizim yoncaya girdiğinde, muhtarlık önüne bağlayıp 10 gün tuz yalatıp subaşında bekletiyoruz. Sahibi çıkmaz, arayanı olmazsa kesim birazını halka dağıtıyor, kalanını da usulünce ve dikkatleri çekmeden yiyip, olayın üstüne bir soğuk su içiyoruz. Lütfen ayıp olmuyor mu diye sormayın! Hesabı tutulmayan işlerde suçlu aranmaz. Suçlu olmadığı yerde huzur bozulmaz. Hem de 131 km ayıp göz çıkarırken, bir dananın, bir koyun ve kuzunun hesabı mı olur. Sonraayıp üstüne ayıp yamadınızdiye bir değim de yok.Nasıl demişler, başkasının sırtına 100 sopa az. Başına gelmesin!


120

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Kapıdaki Delik...

Dr. Nedim Birinci-21.Ocak.2015

Basın sayfalarından ve TV ekranından politika izlemek, kapı deliğinden bakmak gibidir.Görürsün göremezsin, tanırsın tanıyamazsın, ama ne de olsa karşıda birileri vardır. Politik demeçlerin analizinde, anahtar deliği kilit sözler ya da kavramlardır. Mesela yabancı bir dilde verilen bir demeç iyi tercüme edilmezse, tamamen yanlış da anlaşılabilir. Demecin nerede verildiği çok önemlidir. Hepimiz biliyoruz ki, Rusya Başkanı Vladimir Putin Bulgaristan hakkında düşündüklerini ve bazı son kararlarını Ankara’da açıkladı. Sebebi, Moskova’dan söylediğimde işitmeye bilirler, Ankara’ya kulakları açıktır varsayımıydı. Olay anlaşıldı, Rusya Bulgaristan’ı “dost ülkeler” defterinden silmişti. Çığ gibi gelen hayal kırıklığı da Moskova kaynaklıydı. “Güney Akım” gaz boru hattı paraları gelecek diye içi boşaltılan Koorperatif ve Tücaret Bankası BTK çöktü, Kozloduy AES 7. reaktörünü Rusya yapar planı buharlaştı vs. Bunlar yeni yılın ilk günlerinde olurken, geçen hafta ABD Devlet Sekreteri Kery Sofya’ya kondu ve “aman endişelenmeyin” dedi ve bu sözler çok doğru tercüme edilirken, ardından gelen “öç alacağız” ya da ne bileyim “imanlarını gevreteceğiz” gibi bir ifade gelince, bayan tercüman sustu. Çevirmen sanki tökezledi. Ne var ki, Devlet Sekreteri belki de tam bu sözü söylemek için gelmişti Sofya’ya, çünkü Putin Ankara’dan Sofya’yı hedef almıştı. Kery, Putin’in sözlerini yanına bırakmayacağız demeseydi, biz Bulgaristanlılar Başkan Obama’nın dünkü gün Amerikan Kongresi’nde “bunalım gölgesinden çıktık, yeni bir sayfa açıyoruz” sözlerine bir anlam veremezdik. Anlaşılan ABD 2009’dan beri bunalımdan bir türlü başkaldıramadığı için saldırılarını dondurmuş. Oysa Barak Obama daha ilk fırsatta Rusya hakkında, “tecrit edilmiştir ve tuzla buz edilmiştir, darmadağın bir durumdadır” dedi. Kardeşim sen anlatıyorsun da kendin bu işten ne anladın, diye sorabilirsiniz. Sormanız hakkınızdır. Kanımca 2015’in ilk gününden sonra dünya değişti. “İkinci Soğuk Savaş” dönemine giriyoruz.Kapı deliğinden görünen budur.


Makale ve Analizler - 2015

121

Tarih deneyimlerinin anlattıkları: Şimdi, birazcık tarihe bakalım, çünkü bu Bulgaristan üzerinden yapılan büyük planların bir de toslama örnekleri var. İkinci Dünya Savaşı sırasında, Bulgaristan Çarlığı Almanya’nın Hitlerci savaş politikasına bağlıydı. 1943 yılında, Alman General Paulus Stalingrad Cephesi’nde “Ben Volga Irmağını geçemem” dediğinde, Führer Çar III. Boris’i (1918 - 1943 arası Bulgar Çarıdır) Berlin’e çağırtıp derin sığınakta “Stalingrad Cephesine bir ordu göndereceksin” demişti, kabul etmeyince gazla zehirlenen Çar, 2 haftada öldü. III. Boris Bulgaristan’ı Moskova’dan koparmayı ve Almanya mihverine bağlamayı başarmış ama “Ben Bulgar’dan Rusya’ya karşı savaşacak ordu toplayamam” demişti. Şimdiki durumda büyük benzerlik var. 45 yıl Moskova peykiydik, 1990’da “yeni yörünge seçiyoruz” dedik, 25 yıldan beri boş boş dönüp dolaşıyoruz, ha koptuk ha kopacağız bir türlü ne kopabildik ne de hayırlı bir iş için başka bir yere dahil olabildik ama sivri akıllı politikacılar “Avrupa-Atlantik” mihveri deyip iki biçiliyor. Doğrudur da, 25 yıl flört eden sevgililer zor evlenir, deyenlere de ne deyelim. Büyük politikanın bozuk parası küçük devlerdir ya da büyükler didişir, küçükler ezilir deyenlere de hak vermek zorundayız. Bu noktalara işaret etmemin nedeni ise hep şu tercüman kızın atladığı “öç alma” sözceğizidir. Bu taşın altından ne çıkar ve yılan çıkarsa bizi ısırır mı endişesidir. Avrupa milliyetçiliği eski zamanları arıyor. Şunu da hemen yazayım. Dünya sanki “Soğuk Savaş” ın başladığı 1945’lere değil de, çok daha gerilere sanki 200 yıl gerilere yani XIX. yüzyıla dönüyor. Kuşkusuz o zaman Amerika’nın dünya hâkimiyeti planları ve bu hayallerin ardındaki hırç, öfke, ödeşme falan filan yoktu. O zamanlar Amerikan’ın derdi: Kızıl Derililerle baş etmek ve onların topraklarına, dünyasına ve zenginliklerine oturup yeni bir medeniyet kurmaktı. Şimdiki durum Birinci ve İkinci Dünya Savaşları öncesinde olduğundan da çok farklıdır. O yılların analizlerini yazan kitapları açıp bakarsanız, dünya ülkelerini, eski sömürgeleri yeniden paylaşmak isteyen emperyalist devletlerarası çelişkilere çok yer ayrılmıştır. Bu sahnelerde Antant ve Mihver blokları gibi gruplaşmalarda görebiliriz. Unutmayalım 2. Dünya Savaşında Moskova’nın en büyük müttefiki Amerika idi. Tabii 21. yüzyılda durum değişti. Eski müttefikler birbirine diş biliyor. Biz de şiddetlenen yeni gıcırtıyı dinlemek zorundayız. Politikalar değişmezden önce Eski Kıta’da hep milliyetçilik ve ırkçılık rüzgârları esmiştir. Bu gelişmeyi 21. yüzyılda da izliyoruz. Rusya’ya karşı daha güçlü olmak için 1954’ten beri birleşme adımları atan Eski Kıta devletlerinden 28’i artık bir araya geldi. Kenetlenelim derken öyle tedbirler alıyorlar ki, damak ısırtıyorlar. Nüfusunun üçte biri Rus olan Litva ülkede Rusça konuşmayı


122

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tamamen yasaklamış. AB, Washington’ u da arkasına alarak Rusya’ya bir sürü yaptırım dayattı. TV ekranlarında gösterilen vahşiler filmlerinde aslanlarla sırtlanların yere serilmiş bir hayvanı paylaşma kavgası gibi bir şey. Çan çekişense Ukrayna’dır. Ben şahsen Ukrayna’nın yeni cangıl da son kurban olacağına inanmıyorum. Kuşkusuz Rusya boş durmuyor. Moskova yeni cepheleşme ve birleşmenin karşıtının her zaman milliyetçilik olduğunu bildiğinden, Batı Avrupa ülkelerindeki milliyetçi ırkçı hareketleri yeniden canlandırdı.Son ayların ürünü olan Batı Avrupa’nın İslamlaşmasına Karşıtı Avrupalı Yurtseverler Birliği” (PEGİDA) hareketi Almanya’dan sonra, Danimarka, İsveç, İspanya ve İsviçre’yi sardı. Özellikler belirtiyorum, bu hareket ayni dönemde Bulgaristan’da da sözüm ona Yurtsever Cephe (PF) hareketi olarak örgütlendi, Makedon milliyetçi ve ırkçılarını örgütleyen (VMRO) hareketiyle birleşti, 43. meclise girdi ve hükümet ortağı oldu. Ülkemizde Bulgar olmayanlara karşı düşmanlığı körükleyen ana politik güçtür. Ve bu milliyetçi örgütlenme AB ve AB ülkeleri hükümetlerine karşı olduğu gibi, etkinliklerini Rus bankalarının maddi yardımlarıyla geliştiriyor. Son hedef AB’yi dağıtmak ve NATO’yu Rusya sınırlarından uzaklaştırmaktır. Bu yüzden, sözünü ettiğim, 200 yıl geriye dönüşte XIX. yüzyılı renkleri var. O zaman Osmanlı İmparatorluğuna karşı böyle bir Eski Kıta ve Rusya milliyetçi ortaklığı oluşmuştu. Olayın patlaması: Bir salhaneye benzetilen “Charlie Hebdo” kıvılcım oldu. Avrupa kaynıyor. Sokaklar polis dolu. Evler basılıyor. Olay yeri Paris! Medeniyetler merkezi. Anlaşılan bu katliam birilerinin üstüne ancak yıkılacak. Dünya küçüleli gözler ya Amerika’ya ya da Rusya’ya bakıyor. Önce bir delikten çıkan pis koku şimdiiki delikten sızıyor. Olayla ilgili kim ne dedi: Liberal Stratejiler Merkezi YK Başkanı Bulgar siyaset bilimcisi İvan Krıstev Başkan Putin’in Moskova’da verdiği bir ziyafetine katıldı. Viyana’da çıkan “Profil” dergisinde şunları yazıyor: “Rusya etrafındaki istikrarsızlığın Washington tarafından örgütlenip kışkırtılıyor. Moskova Avrupa ülkelerindeki aşırı sol ve aşırı sağ güçleri besliyor. Fransa’daki faşizan Le Pen hareketi parasal yardım alanların başında geliyor.” Öte yandan, Moskova merkez basını ve tüm uydu yayınları anti-Bulgaristan propagandasına ağırlık verdi. Yolsuz köyler, su altında kalmış ovalar, kar kış geçit vermeyen yollar, hırsızlarca soyulmuş evler, elektriksiz mahalleler emekli maaşlarıyla geçinemeyen yaşlılar devamlı konu ediliyor. Son dönemde 200 tren hattının dondurulacağının açıklanmasıyla protesto grevlerine başlayan demiryolu işçilerini Rus gazeteciler ve onlara malzeme sağlayan “Alfa” ve “Skat” TV yayınları “Avrupa Birliği’ne üye olursanız durumunuz Bulgar’dan beter olur propa-


Makale ve Analizler - 2015

123

gandasıyla Ukrayna’ya gözdağı veriyor. Anti-Bulgaristan propagandası Rusya’da gündem oldu. Bulgar basını “Charlie Hebdo” hadisesinin kökten dinci İslamcıların işi olduğunu yazmaz oldu. Terörizm değimi ağızdan düşmüyor. Ne ki, terörizm kendi başına politika değildir. Terör olayları politikaya hizmet eden etkili araçlardır. 11 Eylül 2001’de ikiz kuleler teröründen sonra Başkan Bush dünyada Anti-Terör Cephesi kuramadı. 7 - 9 Ocak 2015 Paris terör olayından sonra dünya başka bakış açısı aramaya başladı. Gerçekleri bilmek isteyenler derinlere inilmesini istiyorlar.Fransa’da doğan, Paris’te eğitim alan ve ellerindeki “Keleşlerle” gözleri kırpmadan katliam işleyen Kuaşi kardeşlerin cesaret ve çılgınlığı herkesi düşünmeye zorladı. Gurbetçilerin oğulları ve torunları Avrupa ülkeleri vatandaşı olmalarına rağmen, isyan ediyor. Her yılın Paskalya Bayramı arifesinde Paris varoşlarının ayaklandığını en az 200 otomobilin ateşe verildiğini unutmayalım. Başlıca Arap kökenli olan gençler, Tunus, Cezayir, Mısır, Irak, Suriye “Arap Baharı”nın etkisindedir. Onlar 21. yüzyıla dış talanmışlar, sokakta kalmışlar, geleceği olmayanlar alayında girdiler. Bu anlamda terör farklı politikaları gerçekleştirme aracıdır. Korkutulan kitleler politik baskılara duyarsızdır. 2012 - 2014’te gelecekleri karanlık Müslüman gençler ordusu hareketlendi. Kolayca etki altında kalıp saldırıya geçebiliyor. Terörizmin gelecek belirlemesine yol verilemez. “Charlie Ebdo” katliamını gerçekleştiren Kuaşi kardeşleri tanıdığı gerekçesiyle aranan ve “Kapıkule” sınır kapısında yakalanan başka bir Afrikalı Fransız Haskovo mahkemesinde yargılandı ve sorgulanmak üzere Paris’e iade edildi. Anti-İslam hükümetleri ve makamları birleştirdi. Yerde gökte bireysel terörist ve hücre aranıyor. Paris 11 Eylül 2001’de başlayan genel saldırının 2. aşaması olabilir. Bir Yahudi’nin öldürülmesi Müslümanlara karşı dünya çapında saldırı eylemleri başlatılmasına yeter de artar. Bu bakıma Moskova mali kaynaklarının arkalamasıyla palazlanan ve pekişen Fransız Milliyetçi Cephesi tespitlerinde haklı da olabilir. Modern Fransız milliyetçiliğinin lideri Jan-Mari le Pen “Bu katliam, Amerika ile İsrail’in işi,” dedi. Moskova’da çıkan “Komsomolskaya Pravda” gazetesine demeç veren baba Le Pen, “cinayet Fransız makamlarının suskun razılıyla” işlenmiştir, açıklamasında bulundu. Büyük politikayı karıştırmak için Yahudi vatandaşların öldürülmesi olayını 2012’de Bulgaristan Sarafovo’da bir mikro buse yapılan saldırı sonucu 5 İsrail vatandaşı ve bir Bulgaristanlı Türk öldü. Papa II. Yoan Pavel’e Roma’da yapılan silahlı saldırıya Bulgaristan’ı bulaştırma çabaları da unutulmadı. Bu cümle-


124

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

den olmak üzere, ABD Dışişleri Bakanı J. Kery’nin Sofya ziyareti ve şakıyan “öç alma” niyeti dikkate alındığında ülkemizin 2ç soğuk savaş dalgasında yine cephe ülke olma ihtimalini görebiliyorum. Kapı deliğinden görebildiklerim bunlardır. Okuduğunuz için teşekkür ederim. Siz de düşünün ve bizi arayınız.

Devlet Sırrı

BG-SAM-22.Ocak.2015

Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi memleketteki kardeşlerimizin ezildiğini, ancak seçimden seçime “oy” kullansınlar diye yaşatıldıklarını, kendilerine karşı çalışan korkutma ve sindirme araçlarının gece gündüz çalıştığını, “Ataka” ve “PF” partilerinin, “Alfa” ve “Skat” TV yayınlarının bize karşı karar propaganda yaptığını defalarca açıkladı. Üstelik HÖH Başkanı Ahmet Doğan’ın bu konuda ağzını açmadığını da verip veriştirdi. Bu ırkçı partilerin süreli basın ve yayınlarını sert eleştirdi. Okurlarımızı devamlı uyardı. Camilere, mezarlıklara, hamamlarımıza sırtlan sürüleri gibi saldıranları şeytan şişesinden çıkaran ajan “Sava” - Ahmet Doğan’dır diye yazdı çizdi. İnanan oldu olmadı başka mesele. Ahmet’in halk topluluğumuzu körelttiğini ve sindirdiğini de yazdı. Bu da başka mesele! Kışkırtma ve sindirme işlerini bağlı olduğu istihbarat birimleriyle beraber yaptığına işaret etti. Türkiye’deki soydaşlarımızın da gerçekleri öğrenmesine engel olan Dernek başkanlarını yemlediğini anlattı. Hatta son dönemde tenkit dozunu keskinleştirdi. Bizim çok onurlu davamızda şimdiye kadar soydaşlarımıza en başta BULTÜRK Derneği doğru yol gösterdi, onları uyardı, yeni davada hep başı çekti. Ahmet Doğan’a ilk ağır yumruk nerede indi? Günlerden 18 Haziran 2009’du. Akşam üzereydi? Olay 1972’de isimleri değiştirilirken ayaklanan, minareye Türk bayrağı diken, kurbanlar veren, sürülen, ezilen, hapislerde çürütülen ama vicdanlı Müslüman gururuyla yaşayan Karasu vadisi ile Batı Rodop eteklerine sıkışmış Koçan’i köyünde oldu. 20 yıl boyunca boştan doluya, doludan boşa boşaltan yerli DPS politikacılarının kalpazanlığını kurtarmak için köye gelen Başkan Ahmet Doğan karşılarına dikilmek zorunda kaldı. Bir şeyler anlatıyordu. Hayatları savaşım içinde geçen Pomaklar her buluttan yağmur yağmadığını iyi bildiklerinden ve 1990’dan sonra yapılan 7 de-


Makale ve Analizler - 2015

125

mokratik seçimde hiçbir şey elde edemediklerinden, bu defa da ve bir daha aldatmak isteyenleri sezmişti. Toplantı salonundaki gergin atmosfere pozitif enerji akıtamadığını kavrayan Ahmet Doğan ansızın şöyle dedi: “İktidarda porsiyonları ben paylaştırıyorum!” Yaşlı Pomaklar önce söyleneni anlamaya çalıştılar, birçokları yakın geçmişe kadar yemeği yer sofrasında ve sağandan yediklerinden ve kızılcık hoşafı tası küçükten yaşlıya dolaştığından, hatta Kurban Bayramında çarpakla taslara et dolduran kardeşlerinin asla hile yapmadığını bildiklerinden, “porsiyon” sözünü pek hazmedemediler. Porsiyon Fransızca bir sözdü. Köylülerimizin diline girmemişti. Sofrada ve yemekte bir kimseye verile gelen miktar anlamındaydı. Anlayışlarında bu hak edilendi, hakka düşen-indi, başkalarının asla gözü olmayan bir paydır bu yani Helal olandı. Onlar ellerine bir parça bir şey verilmesinden değil, sofralarından eksik olmayan peynirli patates pidesini tava dolusu, hatta kesmeden ortaya koyup birlikte kaşıklamadan zevk alıyorlardı. Yaşlı Pomaklar toplantı salonunda bu işin içinde ne olduğunu çözmeye çalışadursun, Ahmet Doğan’ın beraberinde getirdiği TV ve basın mensupları cep telefonlarıyla Bulgaristan’a politik deprem yaşatmaya başlamışlardı bile. Nasıl olur da DPS şefi Avrupa fonlarının Bulgaristan çarpağını elinde tutar? Zaman seçim arifesiydi ve miting meydanlarında haykırılan slogan bu oldu. 1990’dan sonra Bulgaristan politikasında kısmı hoşgörü dönemini kapatıp, şahsen Ahmet Doğan’a ve Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) partisine karşı kudurdukça köpürecek yeni bir sayfa o gün açıldı. Ahmet’in sözlerindeki kendini bilmezlik, şımarıklık, yüzsüzlük ve küstahlığa karşı ulusal tepki o denli yüksek dalga yaptı ki, o 12 gün “saray”dan çıkamadı. Kapalı kapılar ardına ilk kapanışı ve halk arasına çıkmaktan korkusu, bugüne kadar yenemediği çöküntü işte o gün başladı. Koçan’i 2009 genel seçim toplantısında, o güne kadar kimsenin bilmediği “devlet sırrını” ağzından çamurlu köy yoluna düşürdü. Hayatını karartacak, daha sonra ona güneşli bir gün göstermeyecek bir dönem o yerde ve o gün başladı. Seçim propagandasında kendisine verilen bir devlet sırrını propaganda amaçlı kullanmıştı. Kuralları bozan o oldu. Arkasında olan güçler çok kızmıştı ve ondan sonra itibarını sıfırladılar. Peşinde gezen, eline bakan binlerce avantacıyı lokmasız bıraktı. Dalavere, rüşvet, yargıç savcı, politikacı, polis şefi satın alma hesapları Arap saçı oldu. Kendisi yeni duruma gelmesi mümkün değildi, yeni hayatına düzen getirebilecek durumda da değildi.


126

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Olay nedir: Ortaya çıkan şöyle bir gerçek var. Biz Bulgaristan olarak 2007’de Avrupa Birliği’ne girdik. Avrupa’dan bize “hadi işlerinizi yola koyun, kendinize gelin, davranın, başınızı dik tutun” anlamında değişik kalem karşılıksız paralar akmaya başlamıştı. Bu paraları dağıtan (dağıtıcı) (trafik şefi) ya da dağıtımı kontrol memuru görevi Ahmet’e verilmişti. Kuşkusuz bu işi onun yaptığını sivil gizli servisten başka bilen yoktu. Koçan’de Ahmet’in ağzından kayan bakla, işte buydu ve işleri karıştırdı. Böyle durumlarda adamı linç de edebilirlerdi. Örneklemek gerekirse, resmi rakamlara göre, Bulgaristan’da 30 seneden beri hep 340 bin Roman var. AB istatistiklerinde nüfusun % 24 Romandır. Toplumu Romanlarla bütünleştirme (entegre etme) on yıllığına mali yardım olarak daha birinci yılda 840 milyon para gelmişti. Mahallelerde makarna paketleri dağıtılıyor, kimsenin bir şeyden haberi yoktu. Bir Roman Şiir antolojisi bastırmış, faturası 500 bin Euro. Oysa Romanların % 90’nı kara ve kör cahil. Yazmak istemiyorum, çünkü yazmaya bile utanıyorum. Olay şöyle ki, Brüksel’den gelen ve Bulgaristan’da son durağı belli olmayan paralar hep Ahmet’in gizlendiği “saraya” toplantısından, onun “çarpak benim elimde” (porsiyonları ben dağıtıyorum) gibi saçmalıkla övünmesi özünde adaletsizlik ama Bulgaristan gibi ülkelerde büyük işi de, şu Bulgar’ın kıskançlığı olmasa... Kamuoyu olayı anlamak istemedi. Anlamak istemeyenlere Ahmet Doğan’ın “siz edepsizsiniz!” dediği gün ise, bütün bardakları taşırdı... O gün bu gün Bulgaristan’da 2009’da başlayan amansız ve şiddetli DPS aleyhtarı İslam ve Türk düşmanı saldırılar, milliyetçi, ırkçı hortlama “kepçeyi Ahmet Doğan’ın elinden alma kavgasıdır.” Kıyasıya kavga bugün de devam ediyor. Son 100 gün içinde 294 HÖH’lü Türk memur devlet görevlerinden alındı. Son 5 yılda HÖH - DPS partisi devlet makamlarından, iktidardan, belediyelerden, kurumlardan sökülüp ökçesi kopmuş, su alan pabuç gibi çöpe atılmaya çalışılıyor. Bu öğretmenler, okul müdürleri, müfettişler, mühendisler, doktorlar vs. için de geçerlidir. Aldı yürüdü bir Türk düşmanlığı. Sofiya meclisinde her Çarşamba gün hafta içinde işten atılan Türklerin isimleri okunuyor. Okunsa da fayda yok. Görevine geri alınan yok. Saldırı çok yönlü, kürsüden cavlaması bitmeyen GERB Kırcaali milletvekili Karayançeva başa çıkamazsa, milliyetçiler ensesi kalın şefi Simyonov “HÖH - DPS devletten sökülecek” sözleriyle söz alıp, neredeyse “Yaşasın Hitler!” şiarıyla bitiriyor. Türk seçmen kitlesini ürkütmek için Ahmet Doğan’ın aklıyla ve parasıyla yaratılan sol ve sağ aşırı politik marjinaller, şimdi partiye, parti karolarına, parti politikasına saldırıyorlar. Bir de şu var: Bu devlet görevlileri arasında etnik temizlik işi neden bu kadar ucun sürdü? Bu arada şöyle bir olay oldu. DPS yönetimi “kepçeyi Roman-


Makale ve Analizler - 2015

127

lara gösterdi” ve onları umutla beslemeye başladı. Artık 3 erken genel seçimde Roman oylarını alabiliyor. Gerçek şöyle ki, Koçani’den sonra hapis’çi, sürgüncü Pomaklar da Türkler gibi “bizim bu tarakta bezimiz olmaz” deyip, HÖH - DPS’ye sırt çevirdiler. Pomaklık arayanlar çoğaldı. 2009 - 2013 Şubatı arası HÖH muhalefette kaldı. Kasım 2014’te kurulan GERB - RB - PF - ABV iktidar ortaklığı dörtlüsünün yanına da sokulamadı. Dilekçeleri kabul görmedi. İktidardan tekme tokat indirildi. Bu kabul etmek zorunda olduğumuz çok acı bir gerçektir. HÖH kadroları iktidar makamlarından en acımasız şekilde sökülüyor. Bugün mecliste 8 parti var. Bunlardan hiç biri HÖH - DPS sözünü işitmek dahi istemiyor. Lütfü Mestan kürsüye çıksa salondan çıkıyorlar. Son durum budur. Buraya kadar anlattıklarım HÖH - DPS partisinin iktidardan uzaklaştırılmasına ve güvenilir ve özel yetkili ajan “Sava” Ahmet Doğan’ın aktif politikadan uzaklaştırılıp “saraya” kapanmasına neden “devlet sırrını” ağzından kaçırmasıdır. Bir de HÖH yöneticilerinin ağızdan düşen devlet sırrına paralel olarak geliştirdiğipolitik sırolayı var ki, biz bunu görüp defalarca açıklamıştık. Gerçekleri başkalarının ağzından işitmek daha iyidir. Bulgar Bayan usta gazetecinin “Presa” gazetesi genel yayın müdür yardımcısı Valerya Veleva’nın kaleminden “İktidar Yaraları” adlı bir kitab yayınlandı. Valerya Veleva, Ahmet Doğan ile Koçan’ı mitingindeki gaftan sonra özellikle şu noktayı vurguluyor. Valerya Veleva soruyor: Sayın Doğan şahsen kendinize ve HÖH - DPS partisine karşı daha önce asla görülmemiş boyutta kin, nefret ve öfke uyandırdınız! Bu öfke sizi yiyip bitirmeyecek mi. Sizi yok etmeyecek mi? Doğan cevaplıyor: “Hayır! DPS ve Ahmet Doğan’a karşı şiddetlenen kampanya banayardım ediyor, çok yararlı oluyor.” Valerya Veleva soruyor: Ama Siz bütün partiyi ve Türkleri tecrit duruma düşürdünüz! Doğan cevaplıyor: “Hayır! Türkler Pomaklar ve Romanlar kendilerini korku karanlığında, hatta güvensizlik ortamında hissettiklerinde, isimlerinin ve din haklarının ellerinden alınacağı endişesine kapıldıklarında aralarında birleşiyorlar. Birbirlerine sokulmaları doğaldır. Etnik Türklerin korkutulması benim işlerimi çok kolaylaştırıyor, mobilize edici bir rol oynuyor. DPS’ye en yararlı olan Türklere, Pomaklara ve Romanlara karşı yürütülen kampanyadır. Onların sindirilmesidir. Ben bize karşı kampanya yürütenlere teşekkür ediyorum.” (Not: BG-SAM yazılarında, Türklere Pomaklara ve Romanlara en fazla saldıran, camiler basan, çeşmelerimizin kurnalarını kıran, kuyularımıza ölü sıçan-


128

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ları atan “ATAKA” partisinin şahsen Ahmet Doğan’ın verdiği 1 milyon 600 bin leva ile kurulduğunu özellikle belirtmiştir.) Valerya Veleva soruyor: Öfke sizde de öfke doğurmuyor mu? Doğan cevaplıyor: “İlkesel olarak öfke bizde de öfke doğurur. Bu da bize yardım ediyor. Korkanlar, onları koruyalım diye oylarını bize veriyorlar. Etnik temeller üzerinde biriken antivot, ülkenin güvenliği için tehlike oluşturuyor.” Olaylar bu kadar basit. Gizlenen hiçbir şey yok. Daldan düşmeyen armut ve yaprak olmadığı gibi, politikadan iskarto olmayan babayiğit de yoktur. Doğan bile devrildi. Belki siz de artık, Doğan’ın eski bir General torunu olan, isimlerimiz değiştirilirken bize karşı en sert davranan ve daha sonraki yıllarda aydınlarımızın sürgün edildiği Kuzey Batı Bulgaristan’dan sorumlu olan ve göbeğinden Rusya istihbaratı FCB’ye bağlı olan HÖH - DPS milletvekili Daniel Peevski’yi Devlet Güvenlik Ajansı (DANS) Başkanlığına önerip aranmasında çok ısrar etmesinde ne hikmet olduğunu tamamen anlamışsınızdır. Bana göre, Ahmet’ in Peevski’den tek bir isteği vardı: “Para dağıtım işine geri dönmek!” Ne demişler, çivi çiviyi söker. Küflü çiviler sökülecek de, olan halkımıza oluyor.

Fazlası Zarardır

Hamiyet Çakır-23.Ocak.2015

Karagözler Çevreyi Koruma ve Üretim Çiftliğinde yetişen geyiklere “serbestsiniz” demişler. Çiftlik tel örgü içinde olduğundan kurt köpek, çakal kuduz giremiyor, yıllardan beri marallar devlet yemliğinden yiyip içip büyüyorlardı. Şimdi yukardan gelen bir emirde, - “Açın kapıları, Komuniga - Asenovgrat yönünde dağılsınlar, av açıldı, geliyoruz, av zevkli olsun”, demişler. Bakıcı ve bekçiler yürümüşler kapılara, açmışlar ardına kadar kanatları, başlamışlar dağlar güzellerine,


Makale ve Analizler - 2015

129

- “Kış kış çıkın gidin, serbestsiniz, hapislik bitti!” Kovalamışlar, fakat geyikler bir türlü kapıdan dışarı çıkıyor, koşuşuyor, kayboluyor, çiftlik içinde çalılar ardına gizleniyor ve hatta şimdi artık meydana çıkmaz olmuşlar. Yukarıdan yeni bir emir gelmez mi:? - “Ava geliyoruz! Sahaya çıkmıyorlarsa tel örgüyü bütünüyle söküp kaldırın ve kovalayın çıksınlar!” Birkaç günden beri Karagözlerde herkes çiftlik direklerini çıkarıp telleri yumak ediyor. Geyiklerle köpekler arasında benzerlik olsa gerek, ikinciler sabah tuvaletini yaparken ağaçların bellerini ve taşları işaretler ve bu alan içi benimdir, özgürlük alanlarımı sınırladım havalarına girer. Ve oradan geçen birisine havlarsa, - “Hey sen benim alanıma ne hakla giriyorsun. Çık git! Isırırım seni ha!” der. İş hır-mır derecesini aşarsa ve köpek dişlerini iyice sivriltir ve - “Isırırım seni ha, def ol!” dediğinde o zaman köpek sahibi devreye girer ama bilinçsizdir. Kendi içinden, - “Yahu bu adam çok kötü olmalı, it bile kokusundan sezdi, uzaklaşsa da kurtulsam”, diye düşünür. İnsanın en büyük özelliği köpeğin kendini bir daireye kapatmasına benzer, insan da kendini sınırlar, çerçeve içinde yaşamayı sever. Huzurlu olduğu zaman, - Ben bugün evden çıkmayacağım demesi bundandır, çünkü kendini en rahat ve güvende hissettiği yer bazen evidir. İngilizler bu duruma “Benim evim benim kalem” demişler. Biz insanlar birçok konuda çok ilerledik de, bazı çok basit şeylerde kör cahil kaldık. Şimdi şu bizim karacaların Karagözler çiftliğinden neden çıkmadığına yalnız bakıcılar değil, ben de bir türlü akıl erdiremedim. Ekmek elden su gölden yaşamak varken, neden çıksınlar mı diyeceksiniz. Haklısınız da bu iş ömür boyu böyle gitmez ki! İnsanın içindeki gelişmelerin doğal aşamaları yok mu? İnsan bile yer içer, karnı doyar ve sofradan kalkar. Bu mantığı yürütüyorum yani. Nasıl olur da bir tırtıl kimse ona bir şey demeden, akıl vermeden, yukarıdan emir gelmeden kendisini koza içine kapayabilir. Üstüne üstelik kendini karanlığa kapadığım an besbelli “ben hürriyetimi buldum” diyor. Sonra yine uyanıyor ve karanlıktan aydınlığa yolculuğuna başlıyor. Bugün bile hiç kimsenin hala çözemediği sırlar üretmeye devam ediyor. Bir defa, bir milyon laboratuarda 50 milyon insan gece gündüz dünyanın sırlarını çözmek için çalışırken nasıl olur da su bile içmeyen şu ipek böceği tırtırlarının özü selüloz olan dut yaprağından ipek


130

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

elyafı ve daha sonraki aşamada kozadan çıkarken de bu kopmaz ve çürümez elyafları kesmek için kanatlarında jilet üretmesi insanı çıldırtacak. Tırtıl kozadan kelebek olarak çıkarken,yani uçmak, yani özgürlüğüne kavuşmak için çıkıyor, sonra yumurtluyor yani soyunun devamını garantiliyor ve benden bu kadar değip, kadere teslim oluyor. Şu bizim ceylanların kapalı çit içinde kalma sevdasını anlamak da bu kadar zor bir şey. Yoksa bunlar özgürlükteki ölüm kokusunu nefes mi ediyorlar. Akıl erdirilecek gibi değil. Bizim insanımızda susuz bir derede kafamı taşlara vura vura can vermektense tuzlu ama bol sulu denizde boğulmak daha hayırlıdır mantığı vardır. Çiftlikten çıkmak istemeyen karacalar insanlardan hiçbir şey öğrenmiyor, bizimle alıp verişleri yok olabilir mi! Soru üstüne soru. Gün gelir, adamın ayaküstüne kalkması ve ekmek tuz torbasını boynuna takması gerekir. Doğanın kanunudur bu. Hep başkasının torbasına uzanmak olmaz k. Bana kalsa geyiklerin korktuğu genç yaşta hürriyetin bedelini ödemektir. Onlar her iyiliğin ardından bir kötülük gelir sözlerini bakıcılardan işitmiş olacaklar, hürriyetimiz bizim ölümümüz olacak diye korkuyorlar. Bu büyük bir korku! Ya da sınırlanmış alanı olmayan köpeğin herkese havladığı gibi bir şey... İpek kelebeğinin yalnız bir gün uçmak için hürriyt aradığı gibi bir şey yani... Besbelli doğal hakların, yaşama hakkının bedeli ölüm, öyle bir şey yani. Sonra şu geyiklerin tepkisi, ipek böceğinin bir tek hayat yolu bilmesi ve sonunda bir kısım yumurta bırakıp mutlu ölmesi, köpeklerin alan genişletme kavgası, ilginç değil mi? Bazen biz insanlar, bütün varlıkların babası olarak yaratılırken, bize yer şeyi öğrenerek, deneyim birikimi yaparak, bilgilenerek ilerleyeceksiniz dediğini kabul etmek istemiyoruz. Ceylanın, köpeğin ve ipek tırtılının her şey karmasında var, başka bir değişle mayası öyle tutulmuş, ama biz insanlar her gün yeniden mayalanmak zorundayız, ne yapacağımızı içimizdeki güçlerden değil, yakınlarımızdan, ailemizden, ortamdan, toplumdan öğrenmek zorundayız. Bize yanız bir hususta işaret geliyor, susadın su bul ve iç, acıktın ekmek bul ve ye işareti bu. Ötesini biz kendimiz çözmek zorundayız. En çok korktuğumuz şeyse aldatılmak, tuzağa düşürülmek, ezilmek, köle durumuna düşürülmektir. Şu geyiklerin çiftlikten çıkınca bütün köpekler ardıma takılır, bütün avcılar peşimden ayrılmaz korkusu gibi bir şey. Ne yazık ki, insanoğlunda ne bireysel ne de bir cemaat yada etnik halk topluluğu olarak kendini koruma, savunma, tehlikeyi önceden görebilme, hainlerle dürüstleri birbirinden ayırabilme yeteneği yok. Bunu yapa-


Makale ve Analizler - 2015

131

bilmek için acı su ile tatlı suyu birbirinden ayırmayı; dünyanın kimsenin malı olmadığını, kayıp ve umutsuz nesillerin de bir gün uyanacağını; tarihten gelen seslerin yankısında, kalplerin atışında, bir yıllık yankılarda bu öğütlerin olduğunu öğrenmesi gerekiyor. Ceylanların sonsuz hürriyetin hain ve zalim olduğunu sezinleyişine hayranım. Ah şu duyulmama bizde de olsaydı.

Hedeften Sapıldı

BG-SAM-23.Ocak.2015

1990 - 2009 döneminde Bulgaristan’da komünist totaliter zorba rejimi uzantılarına dalkavukluk eden Hak ve Özgürlük Partisi (DPS) yönetimi son beş yılda hedeflerinden tamamen saptı. 2009’da Bulgaristan demokrasi ve adil insan hakları toplumu Geçiş Dönemi atılımı tabutuna son çiviler çakıldı. Herkes Geçiş Dönemi masalının özünde komünist zulüm rejimi varislerini politik sahneye çıkarma olduğunu gördü. Bu iş yapılırken 1944 - 1990 politik lâf ebeliği söylevi temizlendi, örneğin işçi sınıfı, kooperatifçi köylüler, halk iktidarı, sosyalist adalet gibi kavramlar çöpe atılırken, yerlerine “politik sınıf”, “siyasi elit”, “Pazar ekonomisi” ve “aşamalı geçiş dönemi” gibi özsüz kavramlar gevelenmeye başlandı. Hayata maddi ve manevi olanı birbirinden ayırmada güçlük çeken yeni siyasi elit, 1989’da kovulmadan önce başlıca Türklerin de emeği ile inşa edilen alt yapı, işleme sanayi ve tarımsal kooperatifçiliği baştan aşağı yok etti. Emekçi halkın gelir kaynaklarını tıkadı ve kesildi. Kitleler kader kurbanı oldu. 2 kuşak yalnız devlete çalışmış, özele teşebbüsse açılmak için maddi, mali ve manevi birikimi, ruhsal hazırlığı olmayan halk yolunmuş tavuk gibi sokak ortasında kaldı. Hele azınlıkla böyle bir eğitim verilmemiş, işten eve evden işe giden insanlardan harikalar beklemek de yanlış olurdu. HÖH - DPS partisinde birleşen Türk, Pomak ve Romanların beklentileri ise tamamen boşa çıktı. Baskı rejiminin çoğulcu ve demokrasi esaslı halka açık bir düzene dönüştürülmesi için eski düzenden kalan ne varsa, malın mülkün yok edilmesi, halkın ekmek uğraşısına birçok sertifika, kota, taban ve tavan fiyat gibi sınırlama, banka kredisi kısıtlaması ve bazı yerlerde yasaklar getirilmesi


132

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

gereği dayatılması inandırıcı olmadı. Oligarşileşme yönü alan sermaye birikimi refah, adalet ve huzur umutlarını dondurdu. Bu yüzden de 2000 yılına kadar devam eden Filip Dimitrov, Lübomir Levçev, İvan Kostov icadı -aktif talan devriemekçi halkı olup bitenden yabancılaştırdı. Kuşkusuz ilk başta ve öncelikle manevi olanın, yasaların ve kuralların değiştirilmesi gerekiyordu. Toplumdaki üst yapı değişmeden, zülüm mekanizması sökülmeden ve yerine adil yönetim, yürütme ve yargı sistemi getirilmeden ileri adım atılamadı. Yapılması gereken olan öncelikli işler bunlardı. Halkımız kendi partisinde örgütlenmiş de olsa polis şefleri, yargıç ve savcılar yerlerinde kalınca, oyunun bozulmadı hemen anlaşıldı. Demokratikleşme daha 1992’de yapılan Anayasa değişikliği ile ana çizgi ve hedefinden saptı. Kendini komünist duvara çarptığı yerde 25 yıldan beri kafasını tutmuş oturuyor. Anayasa’dan “komünist partisinin yönetici rolünü” söküp yerine Bulgaristan demokratik, çoğulcu ve sosyal bir devlet olduğunu monte etmekle işler bitmedi. Hukuk tanımaz totaliter diktatörlüğün yerine parlamenter cumhuriyet, çok partili sistem gibi bazı esas değişiklikler getirilse de, değişim şekilseldi ve değişmesi gereken öze dokunan olmuyordu. Betonlaşmış üst yapıyı belirleyen ve tek yanlı çalışan yasadışı zihniyet tuzla buz edilemedi. Bunu gören Demokratik Güçler Birliği (CDC) ve HÖH milletvekilleri 1992’de yeni Anayasaya oy vermediler. Biz politik adalet, doğal ve yasal haklarımız, ihtiyaç duyduğumuz hürriyetlerimiz için örgütlenmiştik. Ayaklanma meydanlarından, toplama kamplarından, hapishanelerden, sürgünden, çileli çeki günlerinden gelmiştik. HÖH - DPS yönetimi daha 1990’da ve hele 1992’de yeni Anayasa hazırlanırken isteklerimizi teker teker sunup, savunup dayatamadı. Oysa böyle bir olanak doğmuştu. Bizim dini, dili, özgün kendi kültürü, yaşam tarzı, adet ve gelenekleri olan, toplu halde kendi toprakları üzerinde yaşayan bir etnik halk topluluğu yani Bulgaristan Türk azınlığı olduğumuzu bile Anayasa’ya işletemedi. Tüzel kişisi tanımlanmamış bir olayda hak hukuk aramakta da yönsüzdü. İşte bu noktada stratejik hedeflerimizin yolu kesildi. Yeni yasalar bize adeta “sizin biletiniz bu durağa” kadar dedi. Oysa büyük bir ateşin içinde yanıyorduk. Totalitarizmden demokrasiye geçiş devrimsel niteliklerle gerçekleşebilirdi. Böylece Bulgar devletinin imza altına aldığı insan hakları, etnik halk topluluklarının haklarının tanınması gibi konuları kapsayan uluslar arası sözleşmelerin ülkemiz koşullarında yasal olarak alabildiğine uygulanması yolları da kesilmiş oldu. Yani iş daha ilk başta stop etti. Bu Romların azınlığı ve Müslüman Pomak kardeşlerimiz ve diğer dini ve başka azınlıklar için de geçerlidir. Başka bir değişle ya da karşılaştırmayla ifade edildiğinde, biz Bulgaristan nüfusu bir otobü-


Makale ve Analizler - 2015

133

sün içindeki yolcular olsak, Anayasa da otobüs olsa, yenilenen yalnız dış cephe boyası ve bazı aksesuarlardı. Yeni esas kanunun ilk sayfa ve bölümlerindeki değişiklikler önemli olsa da, diğer sayfalar korunmuş, yeni bir kapakla, yeni daha lüks bir baskıyla olay rafa kaldırılmıştır. Bugün yani, 25 yıl sonra, Sofya Meclisi’nde her gün daha da sertleşen bir dille tartışılan konu, insan hakları ve hukuksal reform konusudur. Demokratik hakların tanınmadığı bir ülkede adalet olamaz. İnsan haklarının askıda kaldığı, doğal hakların ve demokratik insan haklarının yalnız sözde var olduğu, adaletin rafa kaldırılmış olması, toplum motorunu sek telemeye zorluyor. Temel insan hakları konusu harmanlanıp yasallaşmadan ne sağlık, ne eğitim, ne kültür vs. alanlarında hiçbir başarılı reform (yenilenme) yapılamaz. 180 yerleşim yerinde eczane olmaması kendinden konuşan bir rakamdır. Reformların arasında yapılması gerekenin arasında öncelikli olan yargı reformudur. Durum Bulgaristan’da yönetim, yasama ve yargının birbirine kenetlenmiş durumu, üç erkin bağımsızlıktan söz edilmesine engel olduğu gibi, demokrasiden söz edilmesi kapısını da kapıyor. Bugün Bulgaristan’da ve Avrupa Birliği ülkelerinde geçerli olan hukuk eski Bizans hukukudur, 1000 senede derlenmiş ve 1000 sene de uygulanmış bir yasal sitemdir. Bizim toplumun algılaması kara kaya gibi Adalet dendiğinde bizim toplumun algılaması kara kaya gibidir. Son dönemde bu konunun masaya yatırılması gereği İtalyan ve başka AB ülkelerinin sert beyanlarının sonucudur. Diktatör Todor Jivkov zamanında eğitilip özel yetiştirilen ve yargı sistemi çalışmayan, idam cezalanın duruşma salonu dışında alındığı bir rejimden miras kalmış 500 yargıç, savcı ve mahkeme heyeti üyesi bugün de kendileri seçtikleri ya da adrese gönderilen davalara bakıyorlar, biçip kesiyorlar, yabancı şirketlere bile duruşma salonunda tüzel kişilik değiştirte biliyorlar. Bizim yargıç ve savcılarımızın dokunulmazlığı var, görev süreleri ömür boyudur, onların kılına eski rejimde kimse dokunamazdı, şimdi de dokunamaz. Savcılığın gözü önünde Kooperatif ve Ticaret Bankası’ndan (BTK) 5 milyar leva para çalındı, dava açılmadı, 518 kişi sorgusuz yargısız “Belene” ölüm kampında çürütüldü, dava açılmadı, 1500 bin sanayi işletmesi kapandı, dava açılmadı, 15 milyon küçükbaş hayvandan ancak 1 milyon kaldı, kim yeni bu kuzuları diye sorup soruşturan olmadı. Bu yargı sistemini yenilemek amacıyla değiştirmek, Adliye Saraylarının beton duvarlarıyla kaynaşmış yargıç ve savcıları sökmek sözle, yazıp çizmeyle mukayeseyle vs. ifade edilemeyecek kadar zor bir iştir. Sofya’da Adalet Sarayı önüne dikilmiş ve herhangi bir konuda hak arama davası açmak isteyen vatandaşları durduran kâhinler var. Onlar dosyayı okur okumaz nasıl bir karar çıkacağını % 99 yanılmadan söyleyebiliyorlar. Ben artık


134

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Adalet Sarayı basamaklarında kendilerini bir tuba benzinle yakanların ne demek istediklerini, neden isyan ettiklerini düşünmez oldum. Mahkeme adaletine inanmayan Bulgaristan Türkleri, Başmüftülük taşınmazları dışında, 2014 yılında bir tek dava açmamışlar. O davalardan çıkan olumlu kararlarsa eli sopalı, motorlu, saldırgan çapulcuların tepkisiyle felç ediliyor. Bu totaliter rejim kaskatılığının bir başka biçimidir. Yasaların üstünlüğü sağlanamayan ülkelerde demokrasi kök salamaz. Tek yanlı adalet olmaz. Hedef neden saptı? Nerede yanıldık? Bu konunun boyutları kitaplara sığmaz. Anlatmak ömür ister. Demokratik Güçler Birliği’nde (CDC) yaşlı kurmayları, hepsi artık emekli tabii, vakitleri bol, “CDC Neden Başarılı Olamadı?” başlıklı 700 sayfalık, bir de “CDC Başkanı ve Başbakan İvan Kostov Bulgaristan Demokratik Güçlerine ihanet etti! O Derin Devletin Babası. Perde ardından ipleri çeken de O!” gibi başlıklarla 500 - 600 sayfalık kitaplar raf dolduruyor. Sosyal İşler Bakanı Kalfin’le görüşmek üzere, Sofya’ya son gidişime bu eserleri aldım ve biraz karıştırdım. Şu Geçiş Dönemi olayında hain ajanların yani bizim öz değimimizle döneklerin hedef saptırması var. ;ileri toslatan ve felç edenler onlar oldu. İvan Kostov’un Moskova’da eğitim almış bir komünist ajan olduğu; “CDC” partisini içerden çökertip dağıtmak ve ülkemizin demokrasi hedeflerini doğru yoldan saptırmak için görevlendirilmiş biri oldu anlatılıyor bu kitaplarda. Hainlik işi başarılı bir şekilde yerine getirilmiştir. Ahmet Doğan, Osman Oktay, ve Lütfü Mestan ile Önal Lütfü’nün bu işlerde parmağı vardır. Bulgar ekonomisi, maliyesi ve sosyal yaşamı öyle çökertildi ki, bir türlü dirilemiyor. Biz dibe vurmadık, dipte yaslandık. Bu iş Türkçemizde çok sık kullanılan “benden boşanırsan yaşatmam seni!” sözleriyle en net bir şekilde ifade bulur. Yerli komünizmden ve Rusya’dan sözde boşandık, sözde 1878’den sonra ilk kez “tam egemen bir ulus olduk” ama açız, işsiziz ve başka bir değişle “el kapısında köle değilsek bile dilenciyiz.” İyi ki, Bulgar demokratlarından eski tüfekler bunları yazacak kadar zekâ ve vakit bulabilmişler. Kendilerini kutluyorum. Eskiyi yaşatma ve halkı ezdirme işinde HÖH - DPS kılıf değiştirip BKP’den BSP olan partiye arka oldu, destek verdi, onu yıllarca iktidarda tuttu. Totaliter rejimin çözülememesine ana engel HÖH - DPS liderlerinin dalkavukluğu ve yalakalığıdır. Onlar halkımızı çok çok ucuza sattılar. Bulgaristan Türk ve Müslümanlarının partisi HÖH - DPS lider takımının öz davamıza ihanetini, dönekliğini, hedef saptırmasını ise şöyle anlatabilirim. Ben Sofya’dayken hava biraz sertti. “Hale” mağazasına girdim. “Sega” gazetesini alıp fıskiye kahvesine oturdum. Gazetenin birinci sayfasındaki büyük bir


Makale ve Analizler - 2015

135

resim Moskova eyaletinin Klimovsk askeri fabrikasında, Devlet Başkanı Vladimir Putin ile RF Yüksek Askeri heyeti yeni icat edilmiş bir kitle imha silahını inceliyorlar. Silah dört tekerlekli bir motor, motorcusu bir robot! “Kamikaze” saldırı işleri için özel tasarlanıp geliştirilmiş. Viraj almak bilmeyen bu “robot kamikaze” - “kamikaze - insan” eğitiminden çok daha ucuza mal oluyormuş. Düşündüm de 1990’dan beri sarıca arı gibi başımızda dolaşan ve bizi ha soktu ha sokacak, sokarsa başım gözüm şişecek korkusuyla yaşatan şu HÖH DPS liderliği, 25 yıldan beri kurulmuş bir robot kamikaze silah gibi hareket et etmiyor mu? Çok bilirseniz, yeni bir istekte bulunursanız, hak hukuk diye kaklarsanız “Ataka” kamikaze robotunu ya da yeni yurtsever cephe “PF” silahını ateşler ve 7 sülalenizi yok etmek üzere üzerinize sürerim, deyip durmadı mı. Böyle yapmakla bizi demokratikleştirme süreçlerinden uzak tuttu. Artık olup biten tamamen bizim dışımızda gelişiyor. Biz Türklere ve Müslümanlara karşı kamikaze silahı olarak geliştirilen “Ataka” ve “PF” ırkçı “ksenefob” robotları artık gündüz ödümüzü patlatıyor, gece de uykumuzdan çıkmıyor. Şu GERB milletvekili Karayançeva’yı bir görseniz, dilinin altında Türklere ve Müslümanlara karşı birikmiş sözleri, Rus mitralyözünden daha büyük bir süratle söylüyor. Bu nasıl bir eğitimdir. Bu nasıl bir iştir. Türklerin arasında yetiştiğini iddia eden bir milletvekili nasıl olur da bu denli çarpılmış olabilir. Lütfü Mestan’ın bu gibi seviyesizlere cevap vermesine ise akıl erdiremiyorum. Burada hedef saptırma, en başta bizi vatanımızın sosyal, hukuksal ve ekonomik dönüşümüne seyirci bırakılmamızdır. İki, biz son 25 yılda parti ile politikayı birbirinden ayırıp, belirleyici olanın parti değil, politika olduğunu algılayamadık. Halka anlatamadık. HÖH - DPS kadrolarının ufak tefek konulara parmak basmasını büyük politika sandık. Partilerse, ancak demokrasi politikalarını uygulayıp gerçekleştirecek araçlardır. Çalışmalarını sivil toplum örgütlerine, belediyelere halka dayamalıdırlar. Halkın sorunlarından kopan parti yok olmaya mahkumdur. Geçiş döneminde 150’den fazla parti kapandı. Bir de şu var, bizdeki partiler, kişisel zenginleşme ve halkı aç bırakma ve baskı altında yaşatma aracı olarak kullanıldı. HÖH partisinin adaletli toplum, hoşgörülü ve özgürlükçü yaşam stratejisinden caydığı ilk olarak M. Dikme ve R. Atalay gibi çok zengin yamaklar yetiştirilmesinde gün ışığına çıktı. 2009’da Ahmet Doğan Gotse Delçev’e bağlı mücadeleci bir Pomak ocağı olan Koçan’i de “çaprak benim elimde, Avrupa Birliği’nden gelen paraları ben dağıtıyorum!” demekle gerçek fışkırdı. Ve balon patladı. “Geçiş Dönemi” yalanını uyduran perde ardındaki ip çekiciler, bu işi bir işçi yemekhanesi, porsiyonlarının tabak içinde sunulduğu bir gişe; Gişe başı olaraksa Ahmet Doğan’ı seçmişlerdi. Aşçılar, baş aşçı vs. başkalarıydı. Onun işi


136

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tabakları dolu tabakları uzatmak ve boşları toplamaktı. Sonra o kimse görmeden bulaşıkları da yıkayacaktı. “Çaprak benim elimde” dediğinde iş bozuldu. Görevden alındı. İtibarsızlaştı. Köpeklerin tümü ona saldırdı ve 2015’in Ocak ayının 22 sinde bu saldırı güç alıp azgınlaşarak devam ediyor. O gün bu gün bir demeç bile vermedi. Olayı anlatamadı. Zehir içinde kaldı ve acısı onu kemire kemire bitiriyor. Zavallıyı artık ne arayan ne soran ne de nasılsın deye soran var! Bu hedef değiştirme ve dönekliğin faturasıdır. Bu öyle bir evrak ki, asla ödenemez. Kendisine böyle bir döneklik faturası kesilmiş insanın Allah canını almaz, deyenler haklı olabilir. Yeni Başkan ise, hedefi iyice şaşırdı. Karşısına GERB partisi çıkınca hedef göbeğine ateş etmekten vazgeçti. Hatta 2015 devlet bütçesi ve emekli primlerinden 8 - 10 milyar leva çorma tuzaklarına herkes aleyhte oy verirken, o lehte oy verdi. Maşallah, Maşallah seçtiğimiz milletvekillerinden hiç biri farklı konuşma yapmıyor, sürüden ayrılmıyor ve kara koyun nereye hepsi oraya koşuyor. Fakat bu karşı cephenin betonlaşmışlığında aralık bulabilmelerine henüz hiçbir fırsat tanımadı. Kale duvarına çıkan Karayançeva Türk Mevlidi’ne çarşaf silkiyor. Simyonov ve Karakaçanovla Siderov ise “şükür işler yoluna girdi havasında ve serin gölge arıyorlar.” İşin en kötü tarafında, her konuda hazır cevap olan Lütfü Mestan’ın tuzağa düşüp, kendini her gün yıpratması dikkat çekiyor. Ahmet Doğan Koçan’ide “çaprak...porsiyon.....” falan derken pot kırdı ve kendi mezarını kaldı da, çakal çukul havlamalarına kulak vermez ve hatta onları kışkırtırdı. İki “lider” arada büyük bir fark var. Hedefin merkezinde koskocaman Boyko Borisov ve onun GERB partisi ve hükümeti varken, o sol ve sağ hedefe ateş açıyor. Besbelli dedesi ona “dal kesmekle ağaç kurumaz” nasihatinde bulunmamış. Oysa soldaki “Ataka” aşırılığını ve “sağdaki yurtsever kıyafetiyle pazara çıkmış “PF” faşist kalıntılarınıTürklere, İslam’a ve Müslümanlığa saldırsınlar, gece gündüz durmadan köpek gibi havlasınlardiyen Ahmet Doğan’ın kendisidir. Döneklik dediğimiz hainliğin özünde olan “insan ekmek yediği haneye köpekle saldırmaz, asla taş atmaz.” Çirkeflik kusan “Ataka” ve “Skat” TV yayınlarına da parasal deksek verdik aynı anlama gelir. Sözde etnik bilincinde dava ortaktı. Onlar milliyetçilik yaparak Moskova’nın Baklalar ve Bulgaristan siyasetine yamandı. HÖH - DPS partisi ise Türk, Pomak ve Roman Müslüman koyunları yaz sıcağında anız ortasında göz önünde tutma derdinde. İnanın, bu sürü dağılır. Yabancı sürünün köpekleriyle sürü toplanmaz. Hasım gözünde “çok akıllı” olan Ahmet Doğan Türkleri sindirme gibi gizli stratejik hedef peşinde yıllar geçirdi. Kuşkusuz burada stratejik hedeflerimizden sapma “Nerde Hanya Nerde Konya” deyiminde olduğu kadar birbirinden


Makale ve Analizler - 2015

137

uzaklaşmış olsa da, Lütfü Mestan bir de Partiyi kendi çıkarları için kullanmaya başladı, ki bu da şifası olmayan yeni bir salgın gibi yayılıyor. Bir defa Lütfü avcı ve balıkçıdır. HÖH Genel Başkanı olarak atandığı 19. Ocak 2013 tarihine kadar bir bıldırcın bile indirememişti. “Dediğimizi yaparsan bizim acı grubuna kaydını yaptırır ve her atışın dolu olur!” deyenler perde ardında fırsat bekliyordu.O da ne yapsın, adam av uyuzu. “Evet!” dedi. İnsanlar yükseklerden de gelse gök gürültüsünü işitiyor da, Lütfü’nün “Evet!” dediğini duyan olmadı. O da eski bayırlara bir daha serseri gibi dolaşmadı. Ajan “Pavel”in sağanlı göllerde sazan avcılığı da ilginçtir. Derisi kemiğine yapışmış aç sazanlardan tutmasına tutuyordu da, eve vardığında Şirin hanım “bu balıklar bataklık kokuyor” dedikçe huzuru kaçıyordu. Bu mesele de kendinden çözüldü, sazan bataklıkları baraj alabalıklarıyla doluverdi. “Dediğiniz emirdir” konusunda mutabakat sağlanalıdan bu yana bu engeller hemen aşıldı. Fakat insan bir bakıma dert çekmek için doğmuş gibi... Örneğin, bilmediği bir dil olan Türkçe başına devamlı dert sarıyor. Cezalandırıldı. Maaşı falan eşinin kontrolünde olduğundan, devlet bütçesinden gelen paralardan da Ahmet Doğan kimseye yalatmadığından faturalı cezaları ödeyemedi. Bu işi Brüksel’e gönderdiği milletvekillerine havale etmeye çalıştı da, iş fos çıktı. Bir ara Daniel Peevski “şu fişleri ver ben hallederim” demişti Fakat ona da kulisteki muhasebe şefi aman karışma, alışırlarsa batarız, demiş. “Biz hepsini cezalandırmaya hazırlanıyoruz, büyük bir gelir kalemidir, artık işler iyice karıştı, yorgan altında bile Türkçe konuşuyorlar,” demiş ve iş hemen bozulmuş. Şu parti işleri ile kişisel dertleri ya da yetersizlikleri birbirine karıştırmak kötü bir olay. Şöyle de bir şey var. Ahmet Doğan Bulgaristanlı Türkleri, Müslümanlığı defterden iyice silmiş. Dava, kazanım, edinim, hak hukuk hedefi yok artık. Lütfü Mestan henüz bu kadar ileri gitmemiş, çünkü faturalar elinde. Partiden, başkanlıktan, milletvekilliğinden şahsi işlerini halletme ve problem çözmek için kullandıkça dile düşüyor ve pek yakışık almıyor. Lütfü Mestan ile HÖH - DPS kitlesi arasındaki hendek TV yayınları diline düştü. Bu genel stratejimizden tamamen sapmadır. Biz “birimiz hepimiz, hepimiz birimiz” ilkesini davamıza bayrak baymıştık, o da uçtu gitti ve bir daha geri dönmedi. Sözümüz şudur: Parti sırtı eşeksırtı ya da semer değildir. İkincisi, son konuşmalarında insanlarımıza “çocuklarınızın kulağından tutun ve hepsini Türkçe sınıflarına götürün” derken, “ben bunu yapmadım, benimkiler ana dilini bilmiyor, isterseniz siz de yapmayın, bir de çocuk esirgeme kurumu ve çocukları haklarını savunma yasası var” burnu çekilen ya da ku-


138

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lağı tutulan çocuk için ceza alabilirsiniz, aman dikkat edin derken, hep göz kırpıyor. Bu cezalarla sindirilen ve sındırılan ana babalarla, halkımızla alay etmek değil de nedir? Ben Sofya’da iken Boryo Borisov 189 maddelik Hükümet Programı açıklama niyetini basına sundu. Bu programda Bulgaristan Türkleri ve Müslümanlar ne bir etnik grup, ne bir etnik azınlık, nede kendi dilleri ve dinleri olan bir halk topluluğu olarak yer almıyor. Ne yazık ki, bu defa da Hedefte Yokuz! Program ırkçı milliyetçi cephe tarafından hazırlanmış. Onların hedefinde aslında varız. Var olmayan bir şeyle savaşmayı hedef etmemişler. Sorun çözülmüş gibidir. Stratejisi olmayan düşman baştan yenik düşmüştür. Ne durumlara düştük işte. Ne kadar acınası bir haldeyiz baksana! Hedefin sapması bizi daha nerelere itecek bir bilseniz!...

Yeni Şekilleniş

Şakir Arslantaş-24.Ocak.2015

Kış devam ediyor. Toprak altındaki tohumlar henüz uyanmadı. Ağaçlar da bahar bekliyor.Karlı yağmurlu günler devam ede dursun Bulgaristan sosyal yaşamı dönüşmeye başladı, yeni bir esas üzerinde biçimleniyor. Eski oluşumlardan kopan parçalarla yeni esas ve şekil oluşurken, basında ve elektronik etkileşim ortamında yeni renkler parlamaya başladı. Yeniyi şekillendirecek kişileri seçmek çok zor. Aklıma şöyle bir fıkra geldi: Eski Yunanda yeni bir savaşa gidilecek. Başkomutan aranıyor. Kral’a sormuşlar: “Gidin, şu askeri bando şefini çağırın, gelsin,” demiş. “Olmaz, olur mu!,” diyecek olmuşlar. “Olur! Olur! O, o it takımından bando yaptı, hazır askere kuman da mı edemeyecek. Çağırın geldin!” demiş. Bizde de, işler Razgrat’ın “Ludogorets” (Deliormanlı) futbol takımıyla başladı. İş adamı Domuzçiev takımı ulusal şampiyon yaptı. Avrupa liglerine kattı.


Makale ve Analizler - 2015

139

Dün Deliorman ve futbol deyip burun kıvıranlar, bugün karşılaşmalara bilet arıyorlar. Önemli olan bu takımı yaratan kişinin iyi bir örgütleyici ve lider nitelikleri olduğunu hak görebildi.Yeni ofis binası, yönetim kurulu adresi Bakanlar Kurulu kadar büyük ve görkemli olmayan Ama artık KTİP -kısaltılmış adıyla bilinen (Ticaret ve Yatırım İşletmeleri Kurumu) Başkanı Domuzçuev bu işte de çok iddialı konuşuyor. Bulgar özel üretiminden % 80’lik payı, “İb Banka”, “Posta Bankası” vb. özel bankalar, “Nasırçıtelna Banka” (Özendirme Bankası) - tek devlet bankasını, günlük basından “24 Saat” ve “Trud” vb. gazeteler, “Nova” - “bTV” ve “TV 7” gibi en etkili televizyon programları vs. yerli zenginlerden daha fazlasını bir çatı altında artık birleştirebildiği haberleri geliyor. Bulgaristan’da 2009’da Boyko Borisov’un yönettiği GERB partisinin ilk hükümetini kurmasıyla başlayan bu süreç bir yandan taban ve bünyesini oluştururken aynı zamanda biçimleniyor. Bu şekillenme öncelikle Cumhurbaşkanı Plevneliev ve “Kapital” - “Alfa Bank” sermaye ve haberleşme aracı grubuna karşı ve Sosyalist Parti BSP ve Türklerin Partisi HÖH - DPS’ye bağlı değişik oluşumları karşına alıyor. Sosyal yapının alt ve üst katında yeni cepheleşme biçimleniyor. 2015 itibarıyla Sofya Sayıştay’ına sunulan Mülki Durum Beyanlarına göre, Bulgaristan iktidarında 12 açık ve 30 gizli milyoner var. Bunlar milletvekili, hükümet üyesi, bakan ya da Cumhurbaşkanı’nın kendisidir. 1990’dan sonraki 10 yılda milyonerler ya kredi milyoneri ya da Komünist Partisi’nin kendilerine iş yapmak verdiği karşılıksız milyonları kendilerininmiş gibi deklare edip milyoner olarak ortaya çıkan eski komünist uzantılardan farklı olarak, son yıllarda milyoner olmuş yeni kişiler var. 2014’te batan Kooperatif ve Ticaret Bankası (BTK) da 2 milyon 600 bin leva kaybeden Kültür Bakanı Vejdi Raşidov, yeni Beyannamesinde 2 milyon 600 bin alacaklı milyoner, tek Türk. Devleti 20 milyon leva soyan ve en zengin adam listesinde başı çeken ise Eski Başbakan Simiyon Sakskkoburgotski. Madrid’deki köşkü 3.2 milyon leva değerinde, eski Çar’ın diğer gelirleri 2000 yılından sonra, Bulgaristan’da elde edilmiştir ve 43 Millet Meclisinde en zengin milletvekili Hak ve Özgürlük Hareketi (HÖH - DPS) milletvekili Veselin Penev’tir. Bankada 3 milyon leva parası ve Sofya, Plovdiv ve Asenovgrat’ta mülkleri ve Plovdiv ovasında 23 yerde toprak parçaları var. Bir önceki üçlü ortaklık hükümetinde Tarım Bakanı olan Penev’ın iş alanı “molekül ticaretidir”. İsrail şirketleriyle birlikte çalıştığı gibi, 120 devlette uygulamalı bilimsel çalışmalar yürütmektedir.HÖH - DPS parla-


140

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

mento grubundan olup enerji ve otobüs taşımacılığı milyoner oldukları bilinen Ramadan Atalay gibi milletvekilleri gizli listede yer alıyor. Komünistler dışında milyoner politikacılar II. Simyon’un 50 yıl sonra İspanya’dan dönmesinden sonra türediler ve Milen Velçev ile çökertilen BTK bankası yönetim kurulu üyesi ve Posta Bankası Şefi Gerorgi Karacov gibi politikacılardır. Onlardan biri Yavor Haytovtur. O politikaya “Amerikanın Sesi Radyosu”ndan gelen, eskiBulgar Çiftçilerinden G.M. Dimitrov’un kızı Anastasiya Mozer ile 1944 öncesi tutucu Bulgar Demokrat Parti lideri Stefan Savov tarafından sokuldu. Simyon’un Bulgaristan’a 2000 yılında dönmesinden sonra Romlar arasında bir sürü “baron”, “çar”, “çariçe”, “prens” türedi. DPS partisi de aralarından seçip Mihail Dimitrov ile İliya İliev’i meclise soktu. Onların menşei bilinmeyen milyonerlikleri geçerli olmasa gerek ki, ellerindeki paraları aklamaya kalksalar bu iş için özel deterjan hala icat edilmemiş olduğundan, etrafın kokuşmasından korkanlar, kazan kapağını henüz kaldırmak istemiyor. Bu nedenle Rom-elit KTIP dışı tutuluyor. Şu dönemde Viyana’da yaşayan, fakat birkaç dönem Sofya parlamentosunda en zengin milletvekili olan sosyalist Dragomir Guşterov, en zengin genç sosyalist durumunu korurken, parti içindeki enerji sektörü temsilcileri gerçek durumlarını açık beyanlarına yansıtmamıştır. Legal listede başı çeken, sivil kotadan genç sosyalist Korumbaşev paralarını “seks-telefondan” kazandığını beyan ederken 3.2. milyon leva borç verdiğini de açıklamıştır. Bu zengin sosyalistin HÖH - DPS etki bölgesi olarak bilinen Batı Rodoplar’da bir Hidro Elektrik Santrali sahibi olduğu da açıklandı.Ahmet Doğan ile Lütfü Mestan milyonerler listesinde olmadığına göre olaya, Kasım Dal açısından da bakmak yerinde olur.Son Cumhurbaşkanlığı Seçimlerinde Kasım Dal’ın desteklediği aday Bayan Mariya Kapon Plovdiv, Smolyan ve Pamporovoda 56 iri mülk sahibi, bankada 3.6 milyon leva deklare etmiştir.Olaya başka bir açıdan bakıldığında Parlamentodaki 240 milletvekilinden 12’si, 30’u ise gizli milyoner olsa bile onların genel içindeki oranı % 10 - 15’i geçmiyor. TV yayını ve periodik gazete sahibi aşırı sol ve aşırı sağdan, ırkçı kesimden “ben de milyonerim” diyen henüz yok. Zenginlikleri hala ancak lüks otellerde yatmaya, yiyip içmeye elverişli durumda görünüyor.Yeni durumda şu özellik dikkati çekiyor. Toplum üretim araçları yapısına göre sınıflaşmıyor, işçi sınıfı, beyaz yakalılar tabakası, özel üretim yapan köylülük” gibi kavramlar alt yapıyı, üretim sektöründeki durumu yansıtmadığı için olacak, kullanılmıyor. Bulgar toplumda % 5 çok zengin insan ve yoksullar tabakası var. En yoksul olanlar - etnik gruplar. Başta da Romanlar gelir. Roman nüfusun % 85’i işsizdir. Genellikle köylerde yaşayan,


Makale ve Analizler - 2015

141

tarımla uğraşarak geçinmeye çalışan Türklerin aldığı tarım emekli maaşları da ayda 80 - 100 Euro’dan fazla olmadığından, Türkler en yoksul katmana dâhildir. Gerek parlamentoda gerekse parlamento dışında milyoner olarak bilinen zenginlerin toplam sayısı bir elin parmaklarını aşmaz. Bulgaristan Türkleri ve diğer etnik azınlıklar dayanışma ve hizmet derneklerinde örgütlü değildir. Komünist rejim tarafından taşınmazlarının büyük bir kısmına el konmuş olan Başmüftülük ve vakıflar da mülklerini, dükkânlarını, toprak, çayır ve ormanlarını geri aşlamadıkları için yoksul halka el uzatacak durumda değildir. Halk ve Özgürlükler hareketi eski tarım bakanı Mehmet Dikme, Parlamento üyelerinden Ramadan Atalay gibi bazı kişilerin (ailelerinin) milyoner olmasına imkân tanımış olsa da Türk halk topluluğunun üretim enerjisini seferber eden bir girişimde bulunulmamıştır. Ahmet Doğan etrafında kümelenmiş olan bazı şirketlerin Türk halkına yönelik çalışmaları yoktur.Oluşumu ve biçimlenmesi tamamlanmak üzere olan, yeni iktidar çevrelerine yakın olan KTIP gruplaşması, ülkede hâkim olan genel anti-DPS, anti-Doğan havasının etkisi altında kalmış olacak ki, bu alanda bir yakınlaşma gözlenmiyor. 2009’dan sonra Türk ve Müslümanlara soğuk bakılıyor. Rusya çıkışlı milyonlarını gizlemekte ustalık gösteren, “Telegraf”, “Politika” ve “Monitor” gibi gazetelerin sahibi HÖHmilletvekili Daniel Peevski de milyonerler arasında görünmediği gibi, adı kötüye çıkmış biri olarak KTIP tarafından aranmıyor. Şu da var. Bir hafta önce Peevski’nin ikinci kez milletvekili olduğu Pazarcık ilinde belediye’de ihale işlerine bakan ve 14 yıldan berri aynı işe çalışan bir Bayan sokakta kurşunlandı. Son 10 yılda belediye ihalelerin tümü Sofya Ulusal Yüksek Mahkeme (BCC) tarafından bozuldu. Bu ihaleler sonucu kurulan şehir pazarı, 1500 dairelik “Levski” semti vs. vs. için icra yıkım kararı çıkardı. Milletvekili Peevski bu işe seyirci kalıyor. Azmettiriciler aranıyor. KTİP kurumu ise öncelikle Adli Sistemde reform yapılmasını istiyor. Diğer görüşlerde ise, erk halkaları paylaşılırken, (BCC) ve (savcılık) gibi kurumların DPS’ye, dolayısıyla Ahmet Doğan’a, dolayısıyla bir totaliter general torunu olan Daniel Peevski’ye devredildiği şayiaları dolaşıyor. Bundan dolayı HÖH DPS erkten sökülmek ve politika mezarlığına gömülmek isteniyor. Nereden nereye. Biz totalitarizmi gömmek için ayaklandık direndik, hapis yattık, şimdi mezarlıkta sıra bize geldi. DPS-kabri deyince aklıma geldi, toplumun milyoner püskülü süslenip üslenirken “bu kadar zengin adamlar kafa karıştıran, dilencilik yapan, kokuşmuş, sefil insanlarla bir kabristanda olmaz” demez mi! Sofya’nın en lüks semti olan “Boyana” da bir “milyonerler kabristanlığı” kuruluyor. Yaz kış gölgelik olsun diye etrafına dev boy atan çamlardan artık dikmeye başlamışlar. Özel olarak alı-


142

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

nan kararın her maddesine baktım, Türk - Müslüman milyonerler için özel bir pafta ayırmamıştır. Bu arada kapanan ve ardından yerinde yel esen ve sayıları neredeyse 150’yi aşan politik partilerin naşının nereye gömüldüğü henüz bilinmiyor. Hiçbir yerde dikili bir taş yok. Dua edilmiyor, ayin de yapılmıyor. Ölen hemen unutuluyor. Gün gelecek bizim partimiz olan HÖH - DPS’yi de benzer bir durum bekliyor. İkinci Simiyon başbakanlık yıllarında hazine kapısını açıp içerden çıkardığı 20 milyondan fazla olan kısmıyla yol kenarlarına hayır için birkaç çeşme ve otobüs durağı yaptırmıştı, şimdi halk kendisini anıyor. Bizimkiler bir köye köpek olamadılar. Bakalım ne ile anılacaklar. Camiye gitmeyen cami bile yaptırsa hayırdan geçmezmiş. Şimdi bizim yeni toplumsal durumumuz aynı cami dışındaki Müslümanların durumu gibi bir şey. Eskiden de komünist partisine alınmayan, saf dışı kalmış, ama partiliden partili kesilenler vardı, aynı durum. Şu GERB - KTİP - RB ABV - FR türlü güveç iktidarı erkin her katına iyice yerleşirse, bak sen seğire. Bu 8 partili meclis betonlaşmaya başladı. DPS ile süt adı Sansürsüz Bulgaristan olan ve sonra da Demokratik Merkez olan Barekov partisi meclis içinde parçalanıp dağıldı, ırkçılığın bu kadarını fazla bulan gazeteci Velizar Ençev “PF” milliyetçilerinden ayrıldı, Palev ile Günay’ı da meclis arka sıralarına çektiler ve artık sıra BSP sosyalistlerinde, onlar bir az daha ufalanırsa işler yoluna girecek gibi... Çok önemli bir esas üzerinde oluşma ve biçimlenme süreci yaşıyoruz. Kimin çalgıcı, kimin davulcu, kimin dekorcu ve kimin de orkestra şefi olduğu belli oldu. Ne yazık ki, bu orkestra’da bize yer yok. Her gün tekrarlanan “Siz politik semfoni çalmayı bilmiyorsunu!” sözleri kafamıza kakılıyor. Artık sahneden indirildik. Salonda yer arıyoruz. Yarın öbür gün bakarsın ayaklarınız kokuyor deyip, bizi salondan da çıkarırlar. Hayırlısı olsun.


Makale ve Analizler - 2015

143

Şubat Ayı Yazıları Jelev’siz Bulgaristan

Raziye ÇAKIR-01.Şubat.2015

Sofya ve Bulgaristan halkı, ilk demokratik Cumhurbaşkanı Dr. Jelü Jelev ile vedalaştı. İyi insanlar uykuda vefat edermiş diyenler haklı çıktı, Jelü Jelev de uyurken dünyadan göç etti. Dış ülkede ve deniz kenarında köşkü olmayan, İsviçre bankalarında hesabı bulunmayan ve tüm yaşamı boyunca hiçbir konuda adı kötüye çıkmamış ve nitekim halkını çok seven ve halkı da onu bağrına basan Cumhurbaşkanı Jelü Jelev’in son yolculuğunda kalabalık matem töreni ile göz yaşı içinde, yas tutan halkı ve gökyüzü bilekış yağmuru ile ağladı; doğa usulca ağlayarak vedalaştı. Doktor Jelev’in ölümü, Bulgaristan Türkleri, Pomaklar ve tüm Müslümanlar için de büyük bir kayıp oldu. Benim gibi, Bulgaristan’ın Kuzeyinden Deliormanlı olan Jelev, 1935’te doğup büyüdüğü diyarını asla unutmadı, çok sevdi. Türklerle dost idi ve onlarla dost olmayı hep sevdi. 10 Kasım 1989’da Todor Jivkov’un totaliter zulüm rejiminin devrilmesinden sonra Sofya Ulusal Kültür Sarayı VI. Salonunda yapılan toplantıya has kurulan Yuvarlak Masa’da değişim isteyenlerin başı olan Jelev “değişiklik istiyorsak ve demokrasiye geçişten yanaysak, ilk işimiz Müslümanların isimlerini geri vermektir!” yönündeki deyimi neticesinde, Bulgaristan’da bulunan tüm Türklere verilen Bulgar isimlerimiz yeniden Türk ismi olarak ve ibadet hürriyetimiz 29 Aralık 1989’da iade edildi. O güne kadar Bulgaristan’da bulunan Pomakların isim ve soyadı 8 defa değiştirilmişti. Aslında hayat, insanın ismi değiştirilerek, onun kimliği de değişmeyeceğini ispatladı, Bulgarların arasından bu gerçeği en iyi kavrayan politikacı Jelü Jelev oldu. O dönem sınırsız zülüm altında ezilen Bulgaristan Türkleri, birbirlerimizin isim ve soyadlarını iyice karıştırdık. Her yerde evrak ve belge keşmekeşi yaşanıyordu. Jelev bu gerçekleri yakından takip etti, zira 1984 yılı Aralık ve 1985 Mart aylarında Bulgaristan Türklerin isimleri değiştirilirken, eşinin köyünde sürgündü ve Deliorman’daki Türk isyanlarına da tarihte canlı tanıklık ediyor olmuş idi. İki milyonun üzerinde Bulgaristan Türkün isimleri zorla değiştirildi, bir çoğumuzun ismi sürgünde iken veya toplama kamplarında, “Belene” veya hapishanelerde iken değiştirildi. Yurt dışına ve Rusya’da, çalışmak için giden çok büyük sayıda Türk ve Pomak ailelerin de isimleri, yurt dışında değiştirildi. Bu ailelerin


144

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

kök ve akrabalık gibi bağlar koparılmıştı, zira rastgele verilen Bulgar ad ve soyadları birbirinden farklı ve bir çok Anne, baba, dede, nine isimlerinin mirasçı sıfatlarının ispatlanmasını zorlaştırıyor ve mirasçılık belgesinin verilmesi bir yana, başkaca herhangi bir evrak çıkarılmasını imkansız kılıyor olmuş idi. Mülkiyet veya Sigorta Kurumundan emeklilik hakkını talep etmek veyahut yurtdışında okuyan bir öğrenci için istenilecek belgenin verilmesi gibi talepler ile karşılaşılıyor ve yaşan çile için Allah kimsenin başına getirmesin diyebilmekle yetiniyorum. Bu kaosun yarattığı genel toplumsal huzursuzluğunu anlayan Jelev, demokrasi şafağında hemen çözümüne koşarken, lider ruhlu bir önder olduğunu hepimize kanıtladı. O her zaman hor görülenden ve ezilenden yana oldu. Türk isimlerimizi geri alabilmemiz için izlediğimiz yol, uzun ve yokuşlarla dolu, mücadeleyi gerektiren bir süreçte, Bulgaristan’da toplam 44 direniş örgütü kuruldu. Tüzük ve programlar kabul edildi. Başımıza geleni, dertlerimizi ve mücadele hedeflerimizi dünya demokratik kamuoyuna, Birleşmiş Milletler Teşkilatına, Uluslararası İnsan Hakları örgütlerine duyuruldu. “Hür Avrupa”, “BBC” ve “Amerikanın Sesi” ve “Ankara Radyosu” gibi kuruluşlarla, mücadelemizi herkese iletmeyi başardık. Bu örgütlerin arasında gerek Demokratik Güçler Birliği (CDC) Kurucu Başkanı, gerek Bulgaristan’ın ilk demokratik Cumhurbaşkanımız Jelü Jelev’in, 1990 Eylülünde Büyük Halk Meclisi bileşimi tarafından 284 oyla seçildiği zaman yaptığı konuşmalarında dile getirdiği ise: “Geçmiş asla unutulmamalıdır, unutulamaz! Bulgaristan’da demokrasiye dönüşümü Türkler başlattı. Totaliter sistemin sonunda demokratik yenidünyaya ilk adımı atan Bulgaristan’da cesur Türkler oldu. 1989 Mayısında ayaklanan Türklerimiz, en doğal insan hakkı olan, Ayaklanma haklarını kullandılar...” O, bu sözleri daha 1990’larda dile getirirken, Haziran 2015’te verdiği son demecinde, “Neye esef ediyorsunuz?” sorusunu yöneltenlere, vermiş olduğu cevap: “Bulgaristan’ı, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne 16. cumhuriyet olarak satan Todor Jivkov’u, onunla beraber Bulgaristan Komünist Partisi Merkez Komitesi Politik Büro üyelerini, Merkez Komitesi Sekreterliği üyelerini ve Merkez Komitesi üyelerini Devlete İhanet Etme suçundan yargılayamadık, üzgünüm.” yönünde idi. Jelü Jelev, tüm demeçlerinde, kontrol altında gelişecek bir barışçı geçişten, kan dökülmeden gerçekleştirilecek bir halk devriminden yana olduğunu vurgulamıştır. Bulgaristan Türklerin, totaliter baskı ve terör rejimine karşı mücadele-


Makale ve Analizler - 2015

145

sinde bel kemiği oluşturan 44 örgüt, dernek, hareket veya parti, demokratik haklar uğrunda yapılan mücadele 1989 Mayıs ayaklanmasıyla taçlandırıldı. Ayrıca 16 Ocak 1988’de Ruse’de başlatılan çevre kirliliğine karşı protesto hareketinden doğan “Ekoglasnost” hareketinin ardından toplam 25 adet demokratik mücadele örgütü daha kuruldu. Sofya Üniversitesi’nde aydınları örgütleyen o oldu. 1989 Kasımında demokratlar 100 değişik gazete çıkarmaya başardı ve 1948’de kapanan “Nikola Petkov” (Bulgar Çiftçi Halk Birliği Partisi ) partisi ile Bulgaristan Sosyal Demokrat Partisi yeniden kuruldu. Böylece, Todor Jivkov’un totaliter-komünist zorba rejimine karşı mücadele, artık Bulgar ve Türk demokratik güçlerinin, dernek ve örgütlerinin ortak davası oldu. Bulgaristan Türklerin kurduğu insan hakları örgütlerinden “Demokratik Lig” ulusal ayaklanma örgütlemesinden ve yönetimde son söze sahip olduğu için belirleyici rol oynadı. Zorbalık döneminde kurulan 44 direniş örgütünün yöneticilerinden 43 örgüt başkanı, sekreter ve kadroları bir bir 1989 Mayısında Bulgaristan’dan kovulurken, Ahmet Doğan ve 12 “DC” ajanının Varna’da kurduğu örgütten kovulan tek kişi olmaması dikkatinizi çekmiştir. Totalitarizm zulmüne kurban veren, çok ezilen ve hor görülen Bulgaristan Türklerinin, Hak ve Özgürlükler Hareketi seçimlerine ve iktidara katılmasından yana olan Cumhurbaşkanı Jelev, 1992’de Ahmet Doğan ve Osman Oktay’ın dosyalarını çıkartıp okumuş ve dosyalar 2006’da açıldıysa da, bu ikisinin dosyalarını inceledikten sonra kendileriyle bir daha görüşmemiştir. Bugün “Yattığı yer nur olsun!” dediğimiz Jelü Jelev’in, daha 1990’da Büyük Halk Meclisi’nde başlattığı büyük kavgalardan biri dosyalar konusu hakkındaydı. 1990’da Büyük Millet Meclisi’nde ajan dosyaları konusunda ilk komisyonu o kurdu. Bu komisyon daha göreve başlamadan evvelinde, Birinci Şube’de, örgütlü dış casusluk kadrolarından ve istihbaratla, komünist partisi arasında bir köprü rolü gören Altıncı Şube, görev yapan ajanlara ait dosyalardan 15 bin dosya yok etti. Ardından “dosyaları yakan” bakan olarak ünlenen, zamanın İçişleri Bakanı Semerciev yargılandı, ancak etkin bir neticeye ulaşılamadı. Birkaç ay sonra Sofya’da BKP MK binası ateşe verildi. Dosyaların bir kısmı “yandı” denildi. Velhasıl son 25 yılda Bulgaristan kamuoyu ajanı ve hain dosyalarıyla uğraştı durdu. Bugün de 43. meclis bileşiminde 86 dosyalı ajan olduğu biliniyor. Dosyaları nezdinde tutan “DS” sivil polis dairesi istediğini izlemeye devam ediyor. Bulgaristan’da “dosya zarına” daha ilk başta kılıç düştü. Bilinçli olarak yanlış tezgâhlandı. Türk işiymiş gibi gösterilmeye çalışıldı.Üç bin on altı adet ajan dosyalı Türk vardı diyenler, katilleri aklamaya çalıştı; Azmettiriciler sayesinde, gizli polis subayları hakkında söz edilmesinin yolunu kapattılar. Böylece eski devlet


146

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

güvenlik örgütü “DC” dosya kargaşasından yara almadan kurtulmayı başardı. Askeri istihbarat, subay ve ajanlarının dosyaları korundu. İki dönem Cumhurbaşkanı olan Jelü Jelev işbu “dosyalar” konusunu gündemden indirmedi. O, dosyalarla birlikte, ajanlar temizlenmeden toplumun direnemeyeceğini biliyordu. Onun döneminde, Büyük Millet Meclisi ve CDC partisi eski ajanlarının, muhbirlerinin ve onları yöneten sivil polislerinin devlet görevlerinden çıkarılması işine başladı, fakat muvaffak olamadı. Hazırlanan ve sunulan tüm yasa önerileri kabul edilse de, Anayasa ve Temiz Mahkemelerinden geçmedi. Böylece komünist rejimin en güvendiği kişiler yeni CV’lerle,eli ne sıcak ne soğuk suya değmiş, pırıl pırıl, kadrolar olarak devlet makamlarına tırmanmayı başardı. Onların arasından en seçkinleri İngiltere ve ABD üniversitelerine gönderilip “Batılı uzmanlar” olarak doğrudan bakanlıklara alındı. Yirmi beş yıldan sonra sosyalizmden kapitalizme geçiş dönemi konusu açıldığında, kimileri “henüz geçiş dönemi başlamadı, tünel içindeyiz, çıkınca başlayacak” şeklinde alay ederken, kimileri “kör müsünüz ? Geçiş Dönemi yıllar önce bitti!” diye geçindi. Daha 1990’da ajan dosyaları, kumar kağıdı gibi, politik oyuna girdi. Demokratik Güçler Birliği kurucularından Dr. Petar Beron’un Başbakan seçilmesi gündeme geldiğinde, dosyasını çıkarıp “Olmaz!” denilirken, Onun yerine, ajanlarla gizli görüşmeler için kendi avukatlık ofisini sivil polisin emrine veren, Filip Dimitrov başbakan oldu. Bugün durum tamamen değişti, malî işler oligarşisi, iç ve dış mali kaynakları sahipleri, kulis ardından ipleri çeken güçler politik sahnedeki oyunculardan defalarca daha güçlü olduklarını gizlemiyorlar. Jelev, Bulgaristan’ı komünizmden, diğer anlatımla Moskova’dan koparıp Batı uygarlığına bağlamak isteyen cesur ve bilge bir politikacıydı. Bulgaristan 2002’de NATO’ya, 2007’de de Avrupa Birliği’ne katıldı. 2015 yılında Rusya’nın Bulgaristan’la ilgili 3 projesinden birden koptu. Bunlar “Belene” AES, “Güney Akım” Gaz Boru Hattı ve petrol boru hattı projeleriyle ilişkisini kesti. Sofya Avrupa Birliğinin Rusya’ya karşı yaptırımlarına katılırken, Ukrayna’da huzur sağlanmasına katkıda bulunmak için Şabla kasabasında bir NATO askeri üssü kurulmasına da yeşil ışık yaktı. Bu hedefleri gerçekleştiren Jelev belki de son yolculuğuna gözleri açık gitmemiştir. Fakat onun toprağa verildiği gün ülkede komünizm kurbanları da anıldı. Dosyalı olanların devlet görevlerine son verilmesi yönünde adım atılması, meclis bileşiminin dosyasız bir terkibe doğru çabalaması beklenirken, ve nitekim “Dosya” sözü sabıkasız istemiyle değişmedikçe adil bir toplum kurulamaz diyemeden, O gitti. Bize kalan, Jelev’siz Bulgaristan ise renk değiştirmeye devam ediyor.


Makale ve Analizler - 2015

147

Korku Kaynakları

Rafet Ulutürk-01.Şubat.2015

Bulgaristan’da işlerin karıştıkça karışmasının temelinde bir de değişik korku kaynaklarının birbirini etkilemesi var. Bunlar iç ve dış korku kaynakları olmak üzere iki gruba ayrılır. Endişelenme şeklinde var olan korkunun tehdit ettiği öncelikle nedir: Ulusal egemenlik mi? Ulusal bağımsızlık mı? Anayasal düzen mi? İç huzur mu? Güvenlik ve barışı vs mi...? Korku yaymak ve toplumu endişelendirip huzursuz etmek politikaya süt veren inektir. Bu dünyada her şey iyi ve kötü, güven ve güvensizlik, huzur ve huzursuzluk, düzen ve karışıklık gibi iki uçlu vardır. Hedef insanları ve toplumu daha iyi olana, daha emin ve güvenli olana, daha huzurlu olana ve daha nizamlı, ahlaklı ve düzenli olana götürmektir. Doruğa çıkarken geri dönüp yaylaya bakıldığı gibi hep kötü olana, korkutana, huzur kaçırana, karışık ve kargaşalı olana işaret edilir. Politik örnekleme gerekirse, Ahmet Doğan’ın Türk ve Müslümanları sindirmek için “ATAKA” partisini kurdurduğu gibi... Anımsayacaksınız, Volen Siderov Sofya’da Romanlara hitaben ilk demecinde “sizden sabun yapacağım” dermişti. İnek örneğinde dönersek, sağamaya oturana “dikkat et kuyruğunu kafana dolamasın!” ya da “sen onun bir de tekme attığını gör” bir de “kafasına yakın durma boynuzları sivridir” ihtarlarını işitiriz. Burada kötü olan kuyruk, tekme ve boynuzdur, iyi olan da beyaz süt, kaymaklı yoğurt ve sıcak ekmek üstüne sürülmüş taze tereyağıdır. Zıt olanlar hep beraberdir, birbirlerinden ayrıldıkları an yok olurlar. Siderov, tehdit savurduğu için Ahmet Doğan’dan para alırken, korkuttuğu Romanlardan de, sözü oylarınızı benim partime verirseniz, size bu kötülükleri yapmam demiştir. Bu bir diyalektik bütünselliktir ve 25 yıllık Geçiş Dönemi ve 8 yıllık Avrupa Birliği üyeliği döneminde Bulgar politikasında iyi sahnelenmiştir. Bu kışkırtmanın insanlarımıza dokunan yönünde en üzücü olan “oyunu bize vermezsen isimlerinizi yine değiştirecekler” gibi saçmalıklardır. Politikada ulusal egemenlik kutsalı, ulusal bağımsızlık erdemi vs. yüksek değerlerdir. Her zaman daha büyük ve daha güçlü olanın yanında olduklarında insanlar kendilerini daha güvenli ve huzurlu hissederler. Mesela Bulgaristan gibi az nü-


148

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

fuslu ve toprak birimi olarak küçük ülkelerde düne kadar bağlı oldukları Rusya’ya sırt çevirip Amerika, AP, NATO gölgesine sığınmak istemelerini anlayışla karşılamak zorundayız. Bunun tersi de olabilir. Yine şu HÖH - DPS’nin Müslümanları endişe içinde yaşatmak için kurdurduğu “Ataka” partisi önce Batıcı, sağcı, milliyetçi ve ırkçı bir tavır sergilerken ve anti-Moskova tavrı Filibe (Plovdiv) Nebet Tepedeki “Alyoşa Anıtı”nın yıkılması isteklerine kadar uzarken, şimdi Rusofil, anti-NATO, anti-AB ve anti-emperyalist çizgide kenetlendi. Partilerin döneklik etmesi bir defa liderlerin karaktersiz olduğunu kanıtlarken, korku kaynaklarını da değiştiriyor. Biz bunu HÖH - DPS partisinde de görüyoruz. Moskova ajanlığı bağlamında Ahmet Doğan düne kadar Rusya’nın ülkemizdeki sarsılmaz kalesi rolünü görürken, birden bire Batıya çark etti ve Avrupa - Atlantik politikasına sarıldı. Bu döneklik halkımızın gözünden kaçmadı. Dış tehlike olarak başat korku kaynağının Moskova olduğunu da gün ışığına çıkardı. Korku kaynakları anlatırken, genelde tarihten ya dabaşka ülkelerden emsalleryani olmuş olaylar örnek olarak gösterilir. Son dönemde Bulgaristan Orta Doğu’dan Filistin, Afganistan ve İran’dan gelen mülteci, savaş kaçağı olayları yaşıyor. Suriye ve Iraklı mülteciler değişik kasabalarda veya eski asker kışlalarında yani kapalı mıntıkalarda tutuluyor. Gelenler, Bulgaristan’ı bir transit yol güzergâhı gibi gördüklerini anlatmaya çalışsalar da, Batı Avrupa ülkelerinde yakınları olmayanlar için ülkemiz son durak oluyor. Çünkü Avrupa devletlerine gönderilenler gruplar halinde geri çevriliyorlar. Bu olayda kıskançlık, huzursuzluk, endişe ve korku yan yana yaşıyor. Kıskançlığın temelinde olan, ülkemize yerleşen ve vatandaş statüsü isteyenlerin kamp döneminde aldıkları parasal yardımın emekli bir yerlinin aldığı emekli maaşından 4 kat daha yüksek olmasıdır. Huzursuzlukdilimizi dinimizi yaşam tarzımızı bilmeyen yabancıların topluma karışma güçlüklerinden, çocuklarının adapte olma sürecinin sancılarından, yaşlıların sağlık hizmeti alırken yaşadıkları olaylardan ve genel çizgide yaşam biçimimize alışma güçlüklerinden kaynaklanıyor. Olaylara dükkândaki alış verişten en kötüsü başa geldiğinde “nereye defnedilecek” sorusuna kadar binlerce çözüm bekleyen soru ekleniyor her gün. Endişelerin kaynağı da, bu insanlar, aileler, soylar bizde ne zamana kadar kalacak, ebediyen mi yerleşecekler, kendimize iş yok, onlara iş gösterebilecek miyiz, bağ bahçe işi bilmezler, sera işinde deneyimleri yok gibi devamlı kaşınan meseleler hep ortadadır.


Makale ve Analizler - 2015

149

Korku yarası da, verilen emsallerle kaşınıyor. Basında çıkan yazılarda Yakın Doğu’nun geçen yüzyılın ortalarında inci ana kenti olan Beyrut’un mülteciler tarafından yok edildiğine işaret ediliyor. Filistin topraklarına sahip olmak isteyen Yahudiler yerli halkı topraklarından söküp Lübnan’a kaçmaya zorladı. Beyrut bir mülteci şehri oldu. Yahudiler mültecileri önce silahlandırdı, kışkırttı, birbirine düşürdü, ardından Beyrut’u bombalaya bombalaya yerle bir etti. Sultanların yaşadığı konaklar, dünyanın en zenginlerinin tatil ettiği deniz manzaralı zümrüt yamaçlar, dünyanın en güzel kız ve kadınlarının gezindiği Akdeniz Kordon Boyu caddesi yerle bir edildi. Dünyanın en büyük ve güvenilir bankaları da oradaydı. İşte bu örnekler anlatıldıkça, Beyrut’u harabe eden Yahudilerin İslam ve Arap düşmanlığı, emperyalizmin Arap petrollerine ve zenginliklerine konmak için açgözlü saldırganlığı gibi sebeplere işaret edilmedikçe, mülteci, yani Arap, yani İslam, yani Müslüman ve yabancı düşmanlığı patlamalı alevlenip durmadan yanıyor. Hedefler tüm Müslümanları kapsıyor. Öte yandan son yıllarda 400 bin Rus Kara Deniz liman şehrimiz Varna ve iline ev-daire edinip yerleşti. 18 ilk ve ortaokulda Rusça eğitim veren, ana dil okutan, Rus tarihi anlatan ve Rus kültürü öğreten tedrisata geçilmesi bizde kimseyi rahatsız edip huzur kaçırmazken yani halk korkulu rüyalarda kâbus yaşamazken, olay NATO Genel Karargâhının dikkatini çekmiş ve “Kırım Tehlikesi” kokusu alanlar Şabla’ya top, tank ve uçaklarla konuşlanıyor. Yukarıda anlattıklarım, büyük tablonun içindeki küçük karelerdir. Bu görünüme Bulgaristan’da Birinci Dünya Savaşı ve 1923 Eylül anti-faşist Ayaklanmasından sonra gelişen yabancı dünyalar hayranlığını, Tuna boyunca Macaristan ve Avusturya’ya bahçıvan ihracını, Arjantin ve Amerika’ya göçleri ilave etmeliyiz. Hayranlık, akan suyun yüzeyine kendiliğinden çıkan yeni renkleridir. Dikkatle bakan bunları sezer. Eğer biz Bulgaristan’a 1944 - 1990 arası yoğun Rus hayranlığı aşıladıysak, 2050’lerde açacak dallarda eski renkleri mutlaka aramalıyız. Beklenen “üçüncü kuşakla geri gelir” diyen doğal gen yasasının en yeni meyvelerini Yunanistan’da Pazar gün yapılan genel meclis seçiminde SYRİZA hareketinin zaferinde yaşadık. İkinci Dünya Savaşı’nda Alman Nazilerine karşı baş kaldıran Yunan halkı, AB aleyhtarlığını birkaç hamlede diriltebildi. Başbakan Aleksis Çipras Moskova’ya yeni yaptırım politikasına “hayır” demekte gecikmedi. Bu açıdan baktığımızda, gölgelere ışık veren renk olarak olsa bile, 1944’ten sonra halkımızın 50 yıl boyunca Demir Perde ardında boğulması, katmerleşen özgür dünya hasreti, totaliter baskı rejiminin yarattığı gerginlikler, zulümden doğan demokrasi enerjisi güncel politikada yeni fırça darbeleriyle tonlanıyor.


150

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

1990’da bizde dışa büyük göç akımı başladı. Bulgar tarihi böyle bir göç tanımadı. Bir yandan zulümden kaçanlar, iş arayanlar otobüs ve tren katarlarına sığmazken, çocukları Batı Avrupa okullarında, üniversitelerinde, akademilerinde okutma özlemi yaşam hakkı istedi. Bu bir umut kapısıydı. Bu halk, Batıda okuyan gençlerin getirdiği kıvılcımlarla Osmanlı Döneminde Ulusal Uyanış Çağı yaşamıştı. Diriliş enerjisi aşılayanlar Batıda eğitimden dönen aydınlardı. Birbiriyle ilintili oldukları bilinmeyen kemençe, çan, zil ve kaval, tulum seslerini birleştirip senfoniler yaratanlar onlardı. Yani halkı o kişiler birleştirmiş, birlikten kuvvet doğmuş ve egemenlik kazanılmıştı. Halkın inandığı başarıya götüren yol buydu ve yeniden açılmıştı. İnançlarında yeni olan tekrarlanan deneyimle doğacaktı. Batıda çalışıp da boş cüzdanla dönen, Batıda okuyup da boş kafayla gelen ve iş bulamayan görülmemişti. Yola düşen Bulgar gençliğinin ülkeyi ana babalarının, halk bilgeliğinin ve toplumun razılıyla terk etmiş olduğunu söyleyebiliriz. Arap üniversitelerinde ve Türkiye’de okuyup da dönenlerden hafız ve imamdan başka görev alan yokken, Batı ya gidip gelen Bulgar gençlerden altısı doğrudan bakan koltuğuna oturuverdi. Meclisteki genç kadro bileşimin % 12’si onlardan oluştu. Batıda okuyup da dönenlerden istenense Büyük Tablo’daki renkleri değiştirmesidir. Endişe, korku ve huzursuzluk, karamsarlık renklerine neşeli tonlarla yeni parlaklık kazandırmaktır. Umut açık renklerde yaşar. Aydın gençlerin ödevlerinden biri, Bulgaristan’a girmek için can atan ve gelince de birinci vazife olarak bir Roman kızını kandırıp evlenerek vatandaşlık isteyen yeni mülteci akımın yerli nüfus bileşimini değiştirme eğilimini engellemektir. 2051’de son Bulgar defnedilecektir teorisi bir anti-tez olarak icat edildi. Bulgaristan’da yaşayanların tek ulus oluşturduğu, ülkede etnik halk topluluğu ve azınlık sorunu olmadığı saçmalığının altında yatan da, 2007’den sonra Brüksel’den gelen yoksul ve sefil etnik kesime mali ve maddi yardımların hepsine sahip çıkma, yalnız istediklerine el uzatma hesaplarıdır. Bugün genel nüfusun % 24’ü olan Roman kesimin mülteci olarak gelen Arap, Filistinli ve Suriyelilerle kaynaşmasından doğan taze kanda tehlike görenler var. Biz bunun tersini 1983’te General Kenan Evren’in Todor Jivkov’a Bulgaristanlı Türkler hakkında “eti senin kemiği benim” demesinde yaşadık. Göçlerle parçalandık! Bulgaristan Türklüğünün genç kanı dışarı aktı. Bulgaristan’ı vatan bilen, eşit vatandaşlık hakkı uğruna direnen, Romanların gidecek yerleri olmadığı gibi, göç etme niyetleri de yoktur. Aynı tümceyi Müslüman Pomaklar için de yazabiliriz. 1912’de, 1936’da, 1942’de ve 1970 - 1973’te isimleri değiştirilmiş ve din hakları yasak altına alınmış olmalarına rağmen, süreki mücadele


Makale ve Analizler - 2015

151

ederek her defasında haklarını geri almayı başarmışlardır. Bu tablodaki solmayan renklerden biri Bulgaristan Müslüman Pomaklığıdır. Büyük tablonun içinde bir de Bulgaristanlı Türkler karesi var ki, son dönemde ayçiçeği tarlası gibi sararırken, giderek renkler koyulaşmaya başladı. İçine çekilip kapanıyorlar. Öz yaşam kurallarını yeniden diriltmeye çalışıyorlar. Yabancıdan alınan suyla değirmen dönmediğini anladılar. Beklemenin de hiçbir derde çare olmadığını gördüler. Korkuyu yendiler. Endişeli günleri aşıyorlar. Hızır arıyorlar. Renkleri birbirini tamamlayan ve etkileşen büyük tabloda genel atmosferde gözle görülmeyen ve elle tutulmayan ama düştüğü yeri ısıtan ve yağmurdan sonra yedi rengini de seren gökkuşağı güzelliğine hayran oluyorlar. Onların anlayışında, ebekuşağı renklerinden her biri temel renk olduğundan, birbirinden alma, çalma, birbirini eritme, soldurma gibi hususiyetler gözlenmemelidir. Son dönemde açıktan açığa asimi leye zorlama gibi olaylar yaşanmıyor. Bu doğanın yasallarındaki en tabii farklılıkların bütünlüğünde var. Tabloyu izlerken her şeyin kendine ait bir öz hayat hakkıyla dünyaya geldiğini bilincimizde yaşattıkça ve bu istene hayat suyu verdikçe, birey nasibinin nerede çıkacağını kestirmenin zor olduğunu kabul etmek zorunda kalırız. Pastel renkleri yaratırken esas olanı ve temel farklılıkları yok etme yasası diye bir şey doğada yoktur. Uğur böceğinin sırtındaki siyah lekeler onun doğal güzelini oluşturan noktalarıdır. Gök kuşağının dünyaya gösterdiği yedi temel rengin hiç birisi ötekinden daha büyük, daha önemli, daha parlak ya da daha soluk ya da daha değerli veya değersiz değildir. Her birinin kuşak içindeki yeri belli ve değerleri ebedidir. Bu gerekçelerle yaklaşıldığında, kendi kendimize yarattığımız korkunun yolunu kesmek için – bu arada korku dağları (gerçekleri) korur - 131 km. dikenli tel örgü sınır duvarı germenin korku olayını etkileyemeyeceğini kabullenmek zorundayız. Bu da bir gerçektir. Olacak olacağına varır, kabullenmek zorundayız. Dünya herkes için vardır. Nice uygarlıklar doğmuş ve sönerken yerinde yeni ufuk ağarmaya başlamıştır. Ne kadar korku kaynağı varsa o kadar da umut ve başarı kaynağı vardır.


152

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Anıtlar ve Tarih

Musa Vatansever-02.Şubat.2015

Şu Yahudiler var ya, Avrupa işlerini devamlı karıştırıyorlar. Geçen hafta kapılarının kırılması ve ölüm ateşinden kurtulanların hürriyete kavuşma yıl dönümü anılan Polonya’nın Krakov şehri yakınındaki Osvientsim “Auşvits Birkenau” gaz kamaralı toplama kampı anma töreninde büyük bir karışıklık yaşandı. Bir defa, 1945 yılından beri bu ölüm ocağının Sovyet Ordusu tarafından söndürüldüğü biliniyordu. Öylece de anılıyordu. Şimdi birden bire, kurtarıcının I. Ukrayna Ordusu olduğu anlaşıldı. Törenlere Vladimir Putin davet edilmedi. Bu olayın anlamı hem Yahudi tarihinin, hem İkinci Dünya Savaşı’nda Sovyet ordusu’nun halkların kurtarıcısı rolünün yeniden yazılması ve ders kitaplarına işlenmesi anlamına gelir. Bu olay bizde de yankılandı. Çünkü 1944’ün Eylül ayının ilk günlerinde Tuna’yı geçip Bulgaristan’a giren ordu III. Ukrayna Ordusudur. Ülkemizden Hitler askerlerini, komutanlığını ve onların yardımcı ve yardakçılarını kovan da bu orduydu. Öyleyse Sofya’nın merkezinde eski adı Hürriyet Parkı yeni adı Çar Boris Parkı olan büyük parkın başında ve Türkiye Cumhuriyeti Resmi Konuk Evi Karşısındaki Sovyet Askeri Anıtı yanlış dikildi demektir. Bizi faşizmden kurtaran ordu III. Ukrayna Ordusu ise, bu anıtın adı Kurtarıcı Ukrayna Eri Anıtı olarak değiştirilmelidir. Dolayısıyla bu olay tarih ders kitaplarına ve 1944’ten sonra Sovyet Ordusunu göklere çıkaran, Sovyet erini kahramanlar kahramanı yapan kitapların, araştırma ve edebiyat eserlerinin hepsinde tashih yapmamız gerekmez mi? Bulgaristan Türkleri Usulü Eğlence Biz ayağımızı yola uydurmayı biliriz. Bu işte bu defa gırnatacı dostlarımızbizden tez davrandı. Onlardan biri olan Ahmet Doğan Türk partisine başkan olunca Türk müziğinden nihavent makamına el atıp ÇALGA müziği yarattılar. Bu işte Bulgarların unu ve tuzu olmadığından “çalga” falan istemeyiz dediler ama çok sevdiklerinden buluşa bayıldılar. Zaten bilirsiniz bizim orada önemli olan olmak değil görünmektir. Fakat yürekten sevip dinlerken bayılsalar da görünümde istemiyoruz, olmaz yaygarası koparmaktan vazgeçmediler. Hele şu “Taşlar Düşüyor” şarkısının içtirdiği rakı var ya... Kanında gırnata sesi kaynayan Ahmet Doğan ve arkadaşlarını viraj yapmaya zorlayan Bulgar medyasının gevezeliği oldu. Onlar da ezilmekten ise biz Avrupalıyız havasına girdiler. Ahmet, İvo Papaz (İbram Abaz) ve Kutsi gibi gırnatayı ağlatanların bile saraya girmesine yasak koydu. Teni buğday rengi olan-


Makale ve Analizler - 2015

153

ların hepsini elinin tersiyle tersledi. Sofraların bülbülü “Beyaz Kuğular” orkestrası bile artık sahneye çıkmıyor. Onlar güzelin güzeli çalsalar, hatta Gerşiyun’le başlayıp, Goran’la bitirseler arkadan gelen yorumlar hep “Roman işi” oldu. Bunlarda biraz “Roman mayası ve kokusu var” gibi değerlendirmeler ağır gelmeye başladı. Ahmet “pastayı dağıtan” olduğunda, Roman vatandaşların haklarını şimdilik biraz kırpıp, onlara yalnız bir tek HÖH - DPS partisine oy vermeyi sonsuz bir hürriyet olarak tanımış bulunuyor. Bu durumda şimdi dünyaya yeni baştan ayak uyduruyoruz. “Şanson” çaldırıp, “şanson” dinliyoruz. Sofya Radyosu Türkçe yayınları da yalnız “şanson” söylüyor. Halkın yeni kültüre alıştırıyoruz. Orkestra şefi, çalgıcı ve oyuncu Çetin ve Metin Kazak ikizler. İkisi de Fransa’da okumuş, ikisi de milletvekilliği yapmış, hata birisi Avrupa Birliği parlamentosunda bulunmuş, ikisi de Bulgar hukukçusu, 12 senede hiçbir kanunda tek değişiklik teklifinde bulunmamışlar. Fransa da öyleymiş, insan hakları yasaları 1889 sonlarından beri pek değişmemiş. İnsana iki hak birden tanınmış: Var olma ve Yok olma! Zor zamanda birisini seçebilirsin. Şimdi kadar hiçbir kanunda tek virgül değiştirmeseler de, gitar tellerinde vurmakta üstlerine yok. Böylece “Yeni Bulgar Etnik Modeli” önce müzik alanında doğuyor. Fransız şanson kültürüne ayak uyduruyoruz. Bu işte eksik olan bir şeycikler varmış. Müziğin etkisi hiç denenmemiş. Eskiden kaval sesini kuzu ve koyunlar da dinlerdi. Gerektiğinde kaval sesinde uyuyan da olurdu. Sevdalanan bile olurdu. Davul gümbürtüsünden fareler kaçardı. Bu “şanson” ne işe yarar orasını anlayamadık. Fransız Büyük Elçiliği’nden sorduk, “sinire iyi gelir, son zamanda en çok tımarhanelerde çalınıyor” cevabını aldık. Bu konularda halkın görüşünü soran yok tabii. Herkesin bir hayali vardır. Ben de Alpay’ın Fabrika Kızı şarkısını hatırladım, Mırıldandıkça insanımızın hayaline çok yanın olduğunu düşündüm. “Fabrikada tütün sarar, sanki kendi içer gibi Sararken de hayal kurar, bütün insanlar gibi Bir evi olsun ister, bir de içmeyen kocası Tanrı ne verirse geçinir gider, Yeter ki mutlu olsun yuvası.” Kuşkusuz hayatta şöyle durumlar da var: Yan Gelip Yatarsın. Sürekli parklarda yatan dilenci ile genç bir politikacı arasında geçen konuşmayı bilirsiniz. Dilenci yerde sırt üstü uzanmış bir halde: “Bana birkaç kuruş para verir misin?” der. Yanından geçmekte olan iyi giyimli ve meşgul görünümlü politi-


154

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

kacı ona bir ders vermek ister. Dilenciye “Her yerin sağlam, çalışıp kendi paranı kendin kazansana” der. Diyaloğun devamı şöyledir: Dilenci: “Para kazanacağım da ne olacak!” Politikacı: “İhtiyaçlarını giderirsin, kendine ev, araba alırsın.” Dilenci: “Ev, araba alacağım da ne olacak!” Politikacı:“Ne bileyim, daha çok paralar kazanıp müthiş bir servet de yapabilirsin.” Dilenci: “Servetim olacak da ne olacak!” Politikacı: “Yan gelip yatarsın.” Genç politikacının bu sözünü duyan dilenci cevap verir. “Ben zaten şu anda akşama kadar yan gelip yatıyorum!” Evet, aramızdan çıkıp, sürünmeden kurtulup viski çekip bütün gün yatanlar da var. Ben evimin bir köşesine Mevlana’nın şu sözlerini tabloya işletip astım. Gelip geçtikçe okuyorum: “Şefkat ve merhamette güneş gibi ol! Başkalarının kusurunu örtmekte gece gibi ol! Yardım ve cömertlikte akarsu gibi ol! Alçak gönüllülük ve olgunlukta toprak gibi ol! Olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol!”

Masallarımız Neyi Anlatır?

Filiz Soytürk-03.Şubat.2015

“İtil, atıl ama satılma!” deneye bizim halımızdır. Biz Türkler olarak başarıyı nerede bulmaya çalışırız. Önce bir olayın bir öyküsü, masalı efsanesi yoksa ona sıcak bakmayız. Bir anket yapılsa ve ilhamı ya da ibreti hangi kaynaktan alıyorsunuz diye sorulsa ve cevap olarak altına: Efsanelerden, tanınmış ve tarihe geçmiş kimseler hakkında hikâyelerden; Kitaplardan; Okulda anlatılandan; Tarikatlardan; Vasiyetnamelerden gibi yanıtlar verilse, eminim halk arasında dilden dile dolaşan, Yaşlılardan gençlere ge-


Makale ve Analizler - 2015

155

çen, dinlenmesi kulağa hoş gelen hikâye, efsane, masal, öykü vs. yaygın eğitim araçları en fazla puan alırdı. Bu, bizim Bulgaristan’da da böyledir. İnsanımız başka bir ülkeden dinlediğine “lakırdı” ya da “saçmalık” derken, bizim öz geçmişinden olanı sevgiyle dinler ve bu anlatılanda benim de işime yarayan bir şey var mı acaba diye düşünür. Biz Bulgaristan Türkleri Doğu ve Batı kültürlerinin kesişme noktasındayız. Sık sık İslam - Türk ya da Türk İslam uygarlığı ve kültürü ile mukayeseli konuşuruz. Şöyle düşünün lütfen, eğer Batı uygarlığı, dolayısıyla bu uygarlık bir palto ise içindeki gömlek yani kültür birçok konuda bizim öz kültürümüz ve uygarlığımızla mukayese bile edilemez. Çünkü Amerikan kültürü ve dolayısıyla edebiyatı masallara dayanmaz, efsaneleri eklektiktir, yani öteden beriden çalınmış ve birbirini tamamlar duruma getirilmiştir. Bizim halk kültürü zenginliğimiz, bir de bizim toplum olarak değişmemiz gerektiğini anlatır. Bizi buluşçu olmaya zorlar. İşte bir örnek: Keloğlan Kendini Geliştiriyor Bu öykü ders kitaplarında da vardır. Keloğlanın hayat amaçlarından birini kendi usulüyle şu şekilde gerçekleştirdiğini anlatmak için seçilmiştir. Keloğlanın yaşadığı ülkede Padişahın kızının güzelliği dillere destandır. Bir gün Keloğlan annesinden Padişahın kızını kendisine istemesini ister. (Keloğlan büyük düşünmeye ve beklentilerinin standartlarını artırmaya kararlıdır.) Ancak annesi “bu imkânsız, biz kim, Padişahın kızı kim” der. (Kendisine hedef belirleyen Keloğlan annesinin tavsını işitince ilk engel ile karşı karşıya gelir. Keloğlanın annesi geleneksel Türk edebiyatının misyonunu ifa eder. Çocuğunun amacına ulaşmaması için ilk engel kendisi olur.) Bunun üzerine Keloğlan anasına: “Bu senin analık görevin. Hem ne korkuyorsun Padişah da bizim gibi insan” der. (Keloğlan uzlaşmacı ve kararlı bir tutum sergiler. Reddedilemez argümanlar kullanır.) Annesi Keloğlan’ın ısrarlarına dayanamaz ve padişahın kızını istemeye gider. Durumu sezen padişah kadıncağızı hiç konuşturmaz ve ona bulgur ve un gibi yiyecekler vererek geri gönderir. (Keloğlan ikinci engel ile karşı karşıyadır. Elde ettiklerinin yeterli olduğunu ve daha fazlasını elde edemeyeceğini düşünerek pes edebilir ya da değişik bir taktik ile, daha kararlı bir şekilde yeniden harekete geçebilir.) Bunun üzerine Keloğlan işin başa düştüğünü anlar. (Kendi kendine kendi işini kendin hal et, der.) Padişaha gider ve “ben bunları değil, kızınızı almaya geldim” der.


156

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Keloğlanın haline bakan padişah: “Eğer etrafa gündüzken bile ışık saçan bir saray yaptırırsan kızımı sana veririm” der. (Keloğlan üçüncü engel ile karşı karşıyadır. Padişahın sözünde duracağından nasıl emin olabilir? Acaba pes mi etmeli yoksa dirayet mi göstermeli? Hem ışık saçan sarayın maliyet sorununu nasıl çözecek?) Keloğlan eve gelir. Anası ile helalleşir. Ancak annesi: “Benim akılsız ve kel oğlum. Tek başına nereye gidersin, ne yaparsın?” diyerek engel olmaya çalışır. Keloğlan: “görürsün ana, padişahın kızını alıp geleceğim” der ve kendine bir erzak çantası hazırlayıp yola koyulur. (Keloğlan böylece bir engeli daha aşmış olur. Bakalım nasıl bir yol bulacak.) Keloğlan giderken yolda çocuklar tarafından taşlanan bir kedi görür. Onu kötü çocukların elinden kurtarır ve yanına alır. Yolda bir tane de at arabası altında ezilerek yaralanan bir yılan yavrusu bulur. Ona da yardım eder. Hep beraber yürürken karnını doyurmakta zorlanan topal bir fareye rastlarlar. Onu da yanlarına alırlar. Keloğlan tüm yiyeceğini bunlarla paylaşır (Geleneksel Türk kültüründe “iyiliğin karı” en iyi başarı taktiği olarak vurgulanmıştır.) Derken kedi dile gelir. “Padişahın dilinin altında sihirli bir yüzük olduğunu, bu yüzükle her şeyin yapılabileceğini,” söyler. Beraber plan Kurarlar. Fare: “Ben padişah uyurken kuyruğumla burnuna dokunarak onu hapşırtırım” der. Yılan ise: “Ben de yüzüğü gövdeme takar getiririm” der. Plan icra edilir. Saray yapılır. Padişah da sözünde durup kızını verir. (Her ne kadar fantastik bir stratejiyle sonuç alındıysa da, hikâyede “iyilikten doğan ilişkiyle sonuç alma” eğiliminin gösterilmesi ilginçtir. Ayrıca padişahın sonradan sözünden dönmemesi de ilginç noktalardandır. Ama bu sadece “bir masaldı, bu kadar uzatmaya da ne gerek vardı” derseniz, cevabımız şu olurdu: “Asırlardır anlatılan masallar gerçeklerden daha güçlüdür. Onların toplum üzerindeki etkisi gerçekten çok fazladır.”


Makale ve Analizler - 2015

157

Salla Başını, Al Maaşını

Raziye ÇAKIR -03.Şubat.2015

25 yıldan beri parlamento kurdu olan milletvekillerimiz için özel seçimdir: Bulgaristan Türk Pomak ve Romanları arasından olup meclis koltuklarına yerleşen ve dünya yansa umurlarında olmayan hemşerilerimize özel armağanımızdır. Lütfen her kelimesinin üstünde derin derin düşünerek okuyunuz, eksik bulduğunuz yerleri tamamlayınız, istediğiniz kadar uzatabilir, vekillerin isimlerini de nakış edebilirsiniz. Ey çağlayan bulmuşsun artık kemal yaşını, Kazanmak istiyorsun bu hayat savaşını Yemelisin hakikat denen zehir aşını Ne derlerse, evet diye salla hemen başını, Kravatını düzelt, belini bük, al gitsin maaşını! Köy ağası gibi dolaşma böyle yaya, Eloğluna baksana binmişe “Audi” arabaya, Sen de bir lider bulup sırtını hemen daya Ahmet ne derse salla hemen başını, El ovuştur, el öp, al gitsin maaşını! Bir murta görünce yerlere kadar eğil, El pençe, divan dur bu şerefsizlik değil, Uşaklığı meziyet, riyayı fazilet bil. Ne derlerse, evet de, salla hemen başını, Boynunu bük, el öp, al gitsin maaşını! Cahile bilge de, incitme kakavanı, Düşküne nasihat ver, kodamana abanı, Zengin ol sen de, aşır her bağdan arabanı, Tekerine taş korlar, sallamazsan başını, Uslu otur, hoş geçin, al gitsin maaşını! Tıkalıdır kulağı herkesin hak sesine, Bir cevahir kutusu olsan, kimin nesine


158

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Seni feda ederler elin çingenesine, En iyisi, evet de, salla hemen başını, Başını bük, belini bük, al gitsin maaşını! Ahmet’le iyi geçin, Lütfüyle bul arayı, Azıcık sen de öğren dalgayı, dubarayı, Bırakıver kanasın vicdan denen yarayı, Ne derlerse, evet de, salla hemen başını, El öp, yerde sürün, el gitsin maaşını! Köpeklerle hırlaşma, tepişme Danço gibi katırla, Hamamda kavga olmaz, soyu bozuk dönekle, Kulağına küpe yap, bu sözümü hatırla, Kim ne derse, evet diye salla hemen başını, Ayak öp, el öp al gitsin maaşını! Diyorlar ki, taç bile baş eğilmezse konmaz, Kakavan önünde eğilene kılıç dahi dokunmaz, Dik durdukça bu başın, devlet kuşu da konmaz, Bu dünyada kaide, sallamaktır başını, El öpüp etek öpüp, almaktır maaşını! Bir yolsuzluk görünce, köpürme, isyan etme, Bir hak için kendine “dik başlıdır” dedirtme. Doğru yolu dostuna göster, ama sen gitme, Ne derlerse, evet deyip salla hemen başını, Dilini tut, uslu dur, al gitsin maaşını! Dolandırıcılık ve rüşvet zannetme zor bir iştir, İlmini bilen için adi alış veriştir. Usulünü öğren de o nimetten veriştir. Her köftede, evet deyip salla hemen başını, Üstüne bir su iç, uzan yenisine, al gitsin maaşını!


Makale ve Analizler - 2015

159

Arttırmaya kondu işler belediyede Bu usulle yapılır nakiller saniyede, Ahmet’e gönder çantayı, bitir işi, En iyisi, Evet diye salla hemen başını, Dilini tut, uslu otur, görmezden gel, al gitsin maaşını! Bir soğan soyulurken yaşarıyor da gözler, BTK soyuldu, aldırma der öküzler, Hukuktan eser yoktur, nafile bütün sözler, Beyhude inat etme salla hemen başını, Kapa gözünü, öp ellerini, al gitsin maaşını! Bir fakir eder mi zenginle yarış, Öğrenmedin, öğrenme işleri, Vazgeç hak sevdasından, sen de kervana karış. Ne derlerse, Evet deyip salla hemen başını Ahmet’i öp, Lütfü’yü öp, al gitsin maaşını! Hakmış, özgürlükmüş unut hepsini, Oturmak özgürlükse, sandala altında salla bacağını Arama fazlasını, kaydırırlar adamı. Ne derlerse ve hatta demeseler bile, Evet de ve salla başını, Yerde sürün, ayak öp, al gitsin maaşını!

Fatih’in Bosna Fermanı

Hamiyet Çakır-03.Şubat.2015

1463’te Bosna’yı fetheden II. Mehmet Osmanlı Sultanları arasında ilk temel yasa kitabını çıkarandır. Onun zamanında bir askeri feodal imparatorluk olan Osmanlı Trabzon’dan Arnavutluğa, Kırımdan Ulah diyarına kadar genişlemiş-


160

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tir. Farklı dil ve dinlerden olan bu insanların insan haklarını serbestçe kullanarak huzur içinde yaşamaları birçok Fermanla sağlanmıştır. Bu fermanlar aslında insanlık tarihinde kaleme alınmış ve halka duyurulduktan sonra yasal düzen sağlamada kullanılmış insan hakları belgeleridir. Birleşmiş Milletler Barış Gücü’ne bağlı olarak 1999 yılında Bosna’ya gönderilen Türk Birliği inanılmaz sevinç gösterileri ve törenlerle karşılanmıştı. Bu birlik, görev alanı içerisindeki bir Katolik manastırında Fatih’e ait bir belgenin bulunduğunu öğrenir. Bunun üzerine, Türkiye’den giden özel bir ekip onun Fatih’in Bosna fethedildikten sonra yayınladığı bir ferman olduğunu tespit eder. Bu fermanın bir kopyası Başbakan Bülent Ecevit tarafından ABD Başkanı Bill Clinton’a hediye edilmiştir. T.C. Kültür Bakanı İstemihan Talay ise bu belgenin tarihteki ilk “insan hakları belgesi” olduğunu iddia etmektedir. Fatih bu ferman ile tüm yöneticilerine şunu emrediyor: “Ben Fatih Sultan Han, bütün dünyaya ilan ediyorum ki; kendilerine bu Padişah Fermanı verilen Bosnalı Fransiskenler himayem altındadır ve emrediyorum: Hiç kimse ne bu adı geçen insanlar, ne de onların kiliselerini rahatsız etmesin ve zarar vermesin. İmparatorluğumda huzur içinde yaşasınlar. Bu göçmen durumuna düşen insanlar özgür ve güvenlik içinde yaşasınlar. İmparatorluğumdaki tüm memleketlere dönüp kendi manastırlarına yerleşsinler. Ne padişahlık eşrafından, ne vezirlerden veya memurlardan, ne hizmetkârlardan hiç kimse bu insanların onurunu kırmayacak ve onlara zarar vermeyecektir. Hiç kimse bu insanların hayatlarına, mallarına ve kiliselerine saldırmasın, hor görmesin veya tehlikeye atmasın. Hatta bu insanlar başka ülkelerden devletime birisini getirse onlar da aynı haklara sahiptir. Bu padişah fermanını ilan ederek burada, yerlerin, göklerin yaratıcısı ve efendisi Allah, Allah’ın elçisi aziz peygamberimiz Muhammed ve 124 bin peygamber ile kuşandığım kılıç adına yemin ediyorum ki, emrime uyarak bana sadık kaldıkları sürece tebaamdan hiç kimse bu fermanda yazılanların aksini yapmayacaktır.” O günden bu güne 552 yıl geçmiştir. Osmanlı İmparatorluğu Balkanlara Roma ve Bizans İmparatorluklarından sonra gelen ve evrensel insan haklarını tanıyan ve onlara dayanan çok etnikli, çok dinli ve çok kültürlü bir saltanat kurmuştur. O devirde herkes rahat ve huzur içinde yaşadığı için Balkanlarda 300 sene savaş olmamıştır. Barışın temelleri hep Sultan Fermanlarına dayanmıştır. Saltanat insan haklarının tanındığı, iba-


Makale ve Analizler - 2015

161

det özgürlüğü olduğu yerde iyi komşuluk ve hoşgörü toplumu kurulabileceğine inanmış ve bunu uygulamıştır.

Bakalım nereye kadar? Arabalar Yanarken

İbrahim Soytürk-04.Şubat.2015

Son 25 yılda toplumumuz iyice çatal baş oldu. Şimdiye kadar Doğuya bakan insanlarımızın Batıya bakmaya istenmesi, sanki boynu alçılı bir adamın başını çevirmesini istemek kadar zor bir olay. Batıya bakılmasını isteyenler, ne tarihsel geçmişimiz ne de Doğu’da olan yeni gelişmeler konusunda kimseye görüş beyan etme veya söz söyleme hakkı tanımak istemiyorlar. Dünyanın en büyük ekran gazetesi olan Facebook’ta bile kimin başına ne geleceği pek belli olmuyor. Olay bir: 1 Birkaç ay önce, Sofya’da çıkan “24 Saat” gazetesinde okumuştum. Bankadaki 4.2 milyar levanın nasıl kayıplara karıştığını savcılığın bile bugüne kadar anlayamadığı ya da anlamak istemediği Korporatif Ticaret Bankası’nda (BTK) çalışan 200 genç kızın özel ödevi şuydu: Bütün elektronik yayınları gece gündüz izleyip aleyhte yazılmış her söze anında ve en yoğun bir saldırı şeklinde yanıt vermek. Yani bankayı dış saldırılardan korumak! “Düşmanı” hemen ezmek! Yüksek maaş alan bu güzel kızlar halen işsizdir, çünkü paralar çalındı ve banka kapandı. Olay iki: 2 Şu bizim isimlerimizin değiştirilmesine binlerce Türk ve Pomak hapislerde ve toplama kamplarında çürütülmesine (1970 - 1989 yılları arasında) kör ve sağır kalma yani hiç kimsenin kılına dokunmadan her şeyi geçiştirme işi Paskalya yumurtası gibi dikkatle korunurken birden çatladı. Facebook’taki yazılarında “suç işleyenler cezasını bulmadan adalet olmaz!” gibi çıkışlarıyla saygı gören kıdemli gazeteci Georgi Koritarov’un şahsi aracı evinin önünde yakıldı. Koritarov son dönemde telefon ihtarı almış ama kulak asmamıştı. “Türkleri savunma hevesinden vazgeç” dendiğini açıkladı.


162

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ya şu fasecook dünyanın en büyük gazetesi olalı ve hiçbir ülkede yeni gazetecilik kuralları diye bir şey olmaması gerçekten tehlikeli olmaya başladı. Yazanların hepsi yalan yanlış yazsa insanlar doğru olanı nereden ve nasıl öğrenecekler. Her şeyin ömrü varsa, insanları fikirlerinden dolayı zorlama vahşetinin ömrü ne zaman dolacak? Yoksa bu iş modern zamanların ana kuralı mı! Koritarov, sen üzülme, gerekirse biz Türkler birer leva toplar sana yenisini alırız... Bizden ötürü kimsenin zarar görmesine tahammülümüz yoktur. Olay üç: 3 Bizim Lütfü aga Bulgar reotanın teli gibi yavaş ve zor ısınıyor. Bulgaristan Türklerinden olup Razgrat’ın Sevar köyünden eski traktörcü ve şair, isimlerimizin değiştirilmesi işinde başı çeken, yani döneklere baş olandı. Fakat en büyük oğlu Mehmet Karahüseyinov bu işi onuruna yediremedi. Bu ayıpla yaşanmaz deyip isyan etti. İsim değiştirilmesini protesto ifadesi olarak 1985’in Şubatının 2. günü polis kapısına dayanınca eşinin ve çocuklarının önünde kendini ateşe verdi. Mehmet Karahüseyinov kendini “Türk’üz ve Türk kalacağız!” çığlıklarıyla ateşe verdiğinden bugüne tam 30 yıl geçti. Bu olay, Bulgaristan’ın Avrupalı Geleceği İçin GERB partisi Genel Başkanı ve Başbakan Boyko Borisov tarafından, Doğu rodoplar’da Türklerin isimlerini zorla değiştirme zulmünü kınayan şimdiki anma töreni hareketlenmesi ve kitle mitinglerine hitaben yayınladığı 29 Aralık 2014 Bildirisinde “bu olay unutulamaz ve isim değiştirme suçluları için zaman aşaması olamaz!” dedi. Bu konuda dut yemiş bülbül gibi susan Lütvi ve hatta 2013 “Kartal Köprü” mitinginde, isimlerimiz değiştirilirken babası Komünist Partisi Merkez Komitesi Politik Büro üye adayı olan Dimitir Stanışev’in oğlu, Sosyalist Parti (BSP) Başkanı olan Sergey Stanişev’i “iyi oldu da bu işi yaptınız ve bize de iş çıktı” anlamında öptü. Anlaşılan son gelişmeler Lütfü aganın pabucunu fazlaca vurdu ki, basına açıklama yaparak kendi tavrını, suskunluğunu ve öpüşmelerini açıklamak zorunda kaldı. Lütfü aga “isim değiştirme esnasında işlenen suçlar komünist rejimin işlediği suçlardır ve işlenmiş bir suç olarak bütün Bulgaristan halkına yüklenemez!” diyor. Fakat bu suçla ilgili BKP yönetiminden de yargılanan ve ceza alan kimse olmadı. Lütfü aga, bu ağır suçla ilgili halk suçlanıp yargılanamaz, derken, kimin tutuklanıp hapse atılması gerektiğine işaret etmiyor. Lütfü aganın sakalı saçı artık ağırmış olsa da, gençliğinde Mestanlı’da Demokratik Güçler Birliği “CDC”nin levent üyesiydi. O yıllarda “CDC” lideri, Türklerin de oylarıyla Bulgaristan Cumhurbaşkanı olan Jelü Jelev geçen hafta


Makale ve Analizler - 2015

163

hayata gözlerini yummazdan önce “yapamadığınız işler arasında size huzur vermeyen nedir?” sorusuna şöyle cevap vermişti. “İşledikleri büyük suçlardan, isim değiştirme olayından ötürü BKP MK Politik Büro, MK Sekreterliği ve MK üyelerini yargılayıp cezalandıramadık, esef ediyorum” demişti. Lütfü aga cenaze merasiminde Jelü Jelev hakkında “eski başkanımdır” diyemedi. Demiş olsa, HÖH - DPS’ciler hemen “başkanın oyduysa aramızda ne işin var” diyecekler diye korktu. Aylar sonra verdiği demeçlerinde kendi boyunu aşamadı. Adamcağız Bulgarca Fakültesi bitirmiş ve ırkçılar bizim anadilimizi sökmüş şimdi de ciğerimizi sökmeye çalışırken, onun derdi varsa yoksa “ötekileştirme dili.” Ya bu işin dili, virgülü, noktası mı kaldı Allah aşkına!?. 2014 Aralığında devriliyorlardı. Senin sağladığın 36 HÖH - DPS oyu olmasaydı, bütçe kabul edilemiyordu. Yani lam bur Lumpur gitmişlerdi. Demokratik kamuoyu hepsini tükürükte boğmaya dünden hazırdı. Bir daha meclis mangalına yapışamayacaklardı. Yeni bütçeye oy verip “aman düşmeyin bir yanınız kırılır,” deyen sen değimlisin? İkili oynuyorsun ve hasıraltından su yürüterek kendini akıllı mı zannediyorsun Lütfü aga! İnce hesapların bu defa da çarşıya uymayacak, bilmem farkında mısın! Parlamentonun içindesin. İndir gözlüklerini ve lütfen daha dikkatli bak. Görme özürlüysen kürsüye yakın bir koltuğa otur. Patriyotluk zırdelilerinin oyun kurucusu (PF) Başkanı V. Simyonov, meclis kürsüsünden inerken sağ kolunu Hitler varı düz kaldırıyor! “Geldik geliyoruz, hepinizi ezeceğiz!” diyor. Bu bir Nazi selamıdır. Bu adam faşist! Sen onun ağzına mama verip, sonra da yuttun diye poposuna vurup ödüllendiriyorsun ve halka “ben onun hesabını göreceğim” havaları atıyorsun. Artık dünya eski dünya olmadığını çocuklar bile öğrendi sen hala göremiyor musun. Ya kardeşim sen kaç ay geride yaşıyorsun? Olay dört: 4 Bir de şu var. Lütfen hazırla kendini Lütfü aga. Strazburg Mahkemesinde Osmanlı 1915’te “soykırım yapmamıştır” kararı alırsa, o zaman ne yapacaksın? Sen 19 Ocak 2013’te Genel Başkan koltuğuna oturtulurken verdiğin vaadi şu “soykırım” olmuş tura bağlamıştın. Anladığımıza göre, yani sen şimdi ne “olmamıştır” kararı çıkarsa ne yapacaksın, istifa mı edeceksin! Seni düşünürken benim de saçım başım ağırdı. Kader ipi çok ince! Olay beş: 5


164

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Kuşkusuz insanın kendini yok etmesi hele öz geçmişinden vazgeçmesi çok zor bir iş. Babasından ve üyesi olduğu partinin cinayetlerinden, yasa dışılıktan, vahşetten, insanların davranışlarında hayvanlaşmasından utanan, vicdan isyanını söndüremeyen ve ibret olsun diye kendini çocuklarının ve eşinin, tüm toplumun gözü önünde yakmak her birimizin göstere bileceği bir cesaret değildir. Lütfü aga 30 yıldan beri bu olayı hiç anmamıştı. Şimdi Boykodan sonra ayıp olmasın diye gündeme getirdi de arkasını getirmedi, çünkü parlamento kürsüsünde dost sandıkları dikildi karşısına ve “Hey Aga! Gizli polis “DC” ajanı olduğunu unutma!” demeye başladılar. Öyle çıkıyor ki, adam kendi halkına karşı ajanlık bile yapmış ama yine de yaranamamış! Olay altı: 6 Bizim toplumu ikiye bölen nedir? Gizli polis “DS” sistemine ajanlık yapmış ve yapmamış olanlar mı? Ajan dosyası olan ve ajan dosyası olmayanlar mı? Ajanlar, hainler ve dönekler mi? (Ajan olmayan olmadığına göre bu da olabilir.) Bulgar olan ve Bulgar olmayanlar mı? Rusofiller ve Rusya yanlısı olmayanlar mı? Bulgarlık ve Müslümanlık mı? Totalitarizmin devam etmesini isteyenler ve demokrasiden yana olanlar mı? İsim değiştirme suçlularının yargılanmasını isteyenler ve istemeyenler mi? AB ve NATO yandaşları ve AB ve NATO düşmanları mı? vs. vs. bölünme çizgileri ve bunların her biri her gün derinleşiyor. Artık 10 bin leva için insan öldürüyorlar. Belki de bir gün gelecek ve bu ince işin fiyatı 1 levaya düştüğünde bizi de öldürecekler... Ölümden korkmayanlar sağ olsun! Olay yedi: 7 Georgi Koritarov’un otomobili hala söndürülemedi, tütmeye devam ediyor. Çevreciler toplanmışlar adamın başına ve “şehrin içinde bu kadar duman çıkaramazsın, anakentimiz boğuluyor” diyorlar. Toplum boğuluyor ama gören yok. Duman dediğin hiç olmazsa uzaktan görünüyor. Bu kadar dumana bir fiş kesilmesi de demokratik ve çevreci toplumda “olacak o kadar!” isimlerimizi değiştirenlere ve o kadar insanımızı katledenlere bir ceza bile kesilmedi. Buna ne diyorsunuz? Araba yanarken, düşünelim diyorum....


Makale ve Analizler - 2015

165

Dosya Kabarıktı

Osman Bülbül-06.Şubat.2015

Mestanlı’ya uğradım, Kanlı sokaklarını dolaştım adım adım, Başsağlığı diledim şehit analarına, Bir şehit mezarının orada sabahladım Ölmez otundan mehlem sürdüm yaralarına. Yaralar hâlâ mosmor, Büyüdükçe büyüyen nefret kül altında kor! Bulgar mezaliminin eksiği yok içinde, Baskılar işkenceler, hâlâ kurban alıyor. Sokaklar şehitlere anıt bekleyişinde. Tırnaklarımızla kazıyarak yücelttiğimiz hürriyet davamızı anlatmaya devam ediyoruz. Duruşma Günü Böyle böyle Mart ayı geçti. Nisan ayı da yarılamıştı ki, bana bir gün dosyamı verdiler savcının iddianamesi ile birlikte. Önce iddianameyi okudum. Adam beni idama, darağacına götürmeye hazırdı. Sonunda benim Türkiye’den silahlı yardım talebinde bulunduğunu iddia ediyor, bu yüzden çok şiddetli bir şekilde cezalandırılmamı talep ediyordu. Bunun böyle olacağı da belliydi. Dosya oldukça kabarıktı. İki günde okudum. Sorgu yargıcının bana avukat tutmamı söylediğinde “Ne gereği var ki” dedim. Bizde avukatlar siyasi dava sanıklarını müdafaa edemez. Bunu çok iyi biliyorum. O bana avukat tutmamın zorunlu olduğunu söyledi. Ertesi gün bana kendilerinin seçtikleri bir avukat getirdi. Ama benim onunla baş başa kalmama imkân yoktu. Bunun ötesinde avukatın onların adamı olduğu çok belliydi. Benim el yazımı beğenmeyen tek bir kişi olmasına rağmen, sorgu yargıcına bazılarının beğenmediğini, kiminin de doğrudan reddettiğini bir takımı için de kendileri için kendileri için konuşma imkânı bulamadığımı söylemeye mecbur olmuştum. Dosyada anladığıma göre benim el yazılarımı okumayan bazı şahitler de vardı. Abdurrahim Ferhat, Koşukavak’ta öğretmen; Hasan Bayraktar ve Kara Mustafa adında kim olduğunu hatırlayamadığım biri. Bunlardan başka el yazılarımı Türkçeden Bulgarcaya tercüme eden bilirkişi sıfatında devletin güvenilir


166

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

elemanlarından beş kişi, başta o zaman gazetecilik yapan Mehmet Kocamustafa (Halen Bulgaristan’da soyadı Alev), Hayri Sabri, Kasım Yonus, Selahattin, Osman... da tanık durumuna sokulmuştu. Bu beni çok şaşırttı. Aslında çevri yapanlar duruşmaya ya hiç katılmamalılar ya da bilirkişi... Duruşmanın başındaki formalite işlemler geçtikten sonra el yazılarımı okuyan tanıklar dinlendi. Hepsi de romanları beğenmediklerini söylediler tıpkı benim gibi. Böyle demeselerdi şu an şurada benimle aynı sanık sandalyesinde oturacaklardı ve duruşma günü benim el yazılarımı okuyanların hepsi tanık durumunda olduklarını gördüm. Buna sevindim, çünkü benim yüzümden yargılanıp cezalandırılmaları hiç de iyi olmazdı. Hasan Bayraktar çağırılmış olmasına rağmen duruşmaya gelmemişti. Duruşmaya Mestan Hüseyin de gelmemişti. Çünkü benden bir şey okumadığını söylemekte ısrar etmişti. Oysa sorgu yargıcı da, G. Pilev de Mestan’ın okuduğunu biliyordu. Mestan’ın ve Bayraktar’ın duruşmaya gelmeyişi kasıtlıydı. İlk akla gelen şey de benim müzevirin kim olduğunu araştırmamda şüphelendiklerimin dışında kalmalarını sağlamaktı. Görüldüğü gibi bu doğru çıkmadı. Kadir Ahmet ağır hasta olduğundan ifadesine dahi başvurulmamış, hatta tutuklandığımdan bile haberi olmamıştı. Benim hastane ziyaretine gitmemeden şüphe edip “Ömer beni neden ziyarete gelmiyor, hasta mı yoksa?” diye sorduğunda gerçeği kendinden gizlemişler. Dosyadan anladığıma göre el yazılarımı okumayan bazı şahıslar da tanık olarak dinleneceklerdi. Koşukavak’tan öğretmen Abdurrahim Ferhat, Kıyılar köyünden Hasan Bayraktar, Atalan köyünden Mustafa İsmailov (Kara Mustafa). Şahıt Abdurrahim Ferhat beni Lenin’i eleştirmekle suçladı. Kendisini sorumluluk altından kurtarma çabalarımı geri itişine çok gücendim. Mustafa adındaki yaşlı şahidin, İstanbul’daki akrabalarımdan birinin kayını olduğumu anladım. Yalancı, müzevir ve karaktersiz biri olarak bilinir çevre köylerde. Yetmişli yılların ikinci yarısında İstanbul’a yaptığı gezide, minarenin şerefesinde ezan okuyan müezzine dönüp “Bu adam eşek gibi ne anırıyor. Yollayın onu gitsin fabrikaya çalışmaya” demiş. Demiş ama akrabaları olmasaymış dayak yiyecekmiş. Benim için ise, Türkiye’ye bir akrabamdan şiir göndermek istediğimi, buna kendisinin engel olduğunu ve de Türkiye’deki akrabalarımın özellikle Kocasinan’da oturan amcam oğlu Süleyman Sarp’ın beni sahte bir pasaportla Türkiye’ye kaçırmak istediğini söyledi. Yargıcın bu masallara inanıp inanmadığını bilmem, bildiğim yargıcın Mustafa’yı dinlemediğiydi. Çünkü adam Bulgarca değil, Türkçe konuşuyordu. Oysa yargıç tıpkı onun konuştuklarını anlıyormuş gibi yanındaki kâtibe istediklerini not aldırıyordu. Bu arada elimi kaldırdım ve yargıca hitaben,


Makale ve Analizler - 2015

167

şahidin Türkçe konuştuğunu, bunu anlayıp anlamadığını sordum. Yargıç “Nasıl Olur?” gibilerden mırıldandı. Savcı öfkeyle bana bakıyor “Ne yapsan elimdesin.” demek istiyordu. Ben yargıcı Türkçeden Bulgarcaya tercüman bulmaya mecbur etmiştim. Bir Bulgar getirdiler tercümanlık yapamadı. Bir daha aradılar, beş on dakika sonra bir tane buldular. Ne olursa olsun şahit Mustafa’nın Bulgarca bilmediğini ve hatta okuryazar olmadığını ispatladım. Bu dinleyenlerin duruşmanın gülünçlüğünü ve sahteliğini açıkça anladığını açıkça gösterdi. Zaten duruşmada benim el yazılarımdan ve onların içeriğinden tek kelime edilmedi. Yargıç ve savcı da hep benim on beş, yirmi yıl önce nerde, nasıl hangi kadınla birlikte olduğumu konuşup durdular. Açık olan bu duruşmada dinleyiciler, duruşmaya özel davetiye ile katılan aydınlar, parti sekreterleri ve üniversite öğrencileri, benim yazdığım eserlerin başlıklarını dahi öğrenemediler. Senaryosu önceden hazırlanmış bu mahkeme bana beş yıl ağır hapis cezasını uygun görmüştü. Duruşma Nisan’ın 17’sinde bitti. Duruşmadan sonra annem, o zaman sağ olan babam, kardeşim ve kız kardeşimle görüştüm. Biraz ağladık, bol bol üzüldük, ahlayıp vahladık. Polis benim için getirdikleri yemekleri ve giysileri almama izin vermedi. On beş, yirmi dakika sonra görüşme kesildi. Görüşmede iki dakika dahi akrabalarımla baş başa kalamadım. Söyleyeceklerimin birini söyleyemedim. Bu eve dönmeden mümkün olmadı. Tefrika halinde verdiğimiz, Bulgaristan Türeleri’nin 1984 - 1990 mücadele yıllarını anlatan tanınmış yazar Ömer Osman’ın Sevgi Kıvılcımları Arıyorum Yolarda eserinden alınmıştır.

Yaprak Dökümü

Musa Vatansever-06.Şubat.2015

Kış ortasındayız. Yeller, seller, karlar hakim dünyaya... Bir de Bulgaristan sosyal hayatında yaprak dökümündeyiz. Her yapının birkaç ana direği olduğu gibi, sosyal ve politik yaşamın da birkaç başı çeken, lider konumunda olan, fikir ve eylem hocası vardır. Bulgaristan’da 1990 dönüşümünün doğal önderi çelimsiz, gösterişsiz, mütevazı ve paragözolmayan Jelü Jelev’in hayata gözlerini yummasıyla eski defterler bir daha açıldı. Sevenleri ve sevmeyenleri önlüklerini silkti. Şu çeyrek as-


168

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

rın inkâr edilemez gerçekleri olduğu göründü. Ki, anti-totaliter dönüşümün atası olan Jelev, daha 1980’li yıllarda Şumen’in Veselinovo köyünde sürgünde mısır karıklarında çapa sallarken boş zamanlarında kaleme aldığı “Faşizm” eserinde ağarması beklenen ufkun kavını çakmıştı. Bunu kimse yatsıyamadı! Ukrayna’da “Çernobil” AES faciasından ve Romana’nın “Gürgovo” Kimya Fabrikası zehirli gazlarının Tuna şehrimiz Rusçuk (Ruse) genç ailelerini çocuklarının hayatını kurtarmak için evlerini terk edip yönsüz kaçışlarında mayalanan “Ekoglasnost” çevreci hareketi bir ilk oldu. Değişim yelkenine taze rüzgâr gibi dolan “Açıklık ve Değişiklik Kulübü” aydınlarınca yakılan ateş, demokrasi hareketini başlatıp geliştirdi. Bulgaristan’ da totalitarizmi, baskı ve terör rejimini olumsuzlama ve yerine adalet ve demokrasi düzeni, hürriyetleri çağırma atılımları böyle başladı. Vatanımızda totaliter zulüm rejimine karşı ana muhalefet gücü olarak oluşup gelişen Demokratik Güçler Birliği (CDC) kurultay salonlarında kurulmadı. Jelü Jelev’in iki odalı dairesinin mutfağında yürütülen hararetli politik tartışmalarda oluşup biçimlendi. Jelü’den gayrı herkes bu işin bir başkasının örneğine göre yapılmasını istiyordu. Her kafadan bir ses, bir fikrin çıktığı o günlerde, Bulgaristan için geçerli politik formülü öneren Jelü Jelev olmuştu. O, halk hareketlenmesinin Demokratik Güçler Birliği “CDC” şeklinde tutacağına inanıyordu. Saflarında birleşen milyonlar onun doğruluğunu kanıtladı. Bulgaristan dirilişi Büyük Bir Koalisyon hareketi şeklinde gerçekleşti. Umut “CDC” olarak doğdu. Bu bir partiler birliği, sendikal hareket, gençlik patlaması olmakla birlikte, demokrasiden yana olan tüm güçlerin tek yumruğu, birliği ve politik öncüsü oldu. Dip dalgasının hareketlenmesine öncülük eden Jelev’in Cumhurbaşkanı seçilmesi kolay olmadı. O kendisi uzun yıllar hapishanede kalmış bir savaşımcı olan sosyal demokrat lider Dr. Petır Dertliev’in Cumhurbaşkanı seçilmesi için ısrar etti. Fakat Demokratik Güçler Birliğine katılan Çiftçiler, yeşiller, radikal demokratlar Dr. Dertliev’e karşı çıktı. Dertliev Bulgaristan’ın eyalet şeklinde yönetilmesini, kantonlarla yönetilen bir İsviçre’ye benzemesini, etnik azınlıklara tüm haklarının tanınmasını özlüyordu. Onun devlet yönetimini ele geçirmesinden en fazla ürkenler ise sosyalistlerdi. Sosyalist kitlenin Sosyal Demokrat partiye akacağından korktular ve seçilmesine kesin karşı çıktılar. 400 milletvekili olan Büyük Halk Meclisi parçalanıp çökmek üzereydi. O zaman uyumlu ve dengeli bir üslupla politika yapan Jelü Jelev olaya yaratıcı yanaştı ve aklıselim üstün geldi. O 1990’da meclis çoğunluğuyla ilk demokratik Cumhurbaşkanı seçildi. Ne yazık ki, Jelev “CDC” içindeki örgütsel yapıyı dimdik ayakta tutan kişi olduğundan, herkesin Cumhurbaşkanı seçilmesiyle dengeler bozuldu. Parti içi birlik bunalıma düştü, parçalandı ve dağıldı.


Makale ve Analizler - 2015

169

Jelev Bulgaristan Türklerinin isim değiştirme, kültürel katliam ve zorla topraklarından kovulma zorbalığını yakından izleyen ve olup bitene üzülen bir demokrattı. O, haklı ve asil mücadelemizde her zaman yanımızda oldu. Ağır mücadele yıllarında Bulgaristan Türklerinin doğal ve insan hakları direnişlerinin illegal Bulgar demokrasi hareketiyle kaynaşmasından yanaydı. 1990’dan sonra “CDC” de birleşen ve şahlanan Bulgar demokratik dönüşüm hareketinin bağrını açıp Türk ve Müslüman başkaldırısıyla kaynaşmasını isteyenlerden biri de o idi. Yuvarlak masa toplantılarında “Türk ve Müslümanların isimlerini geri vermek atılacak ilk adımdır” diyen de o oldu. Şunu itiraf etmek zorundayım: O zamanlar, bizler yani köy ve kasabalarda halkımızı örgütleyenler, Hak ve Özgürlükler Hareketi yönetimini ele geçiren Ahmet Doğan (Medü Doganov) ve arkadaşlarının Bulgar devlet güvenlik teşkilatı (DS) kaşarlı ajanı olduklarını, onların hapislerde görevli ajan olarak, bir mahsus yattıklarını, içerde de muhbirlik yaptıklarını bilmiyorduk. Eski mahkûmlarsa ya Türkiye, Viyana ve Belgrat’ta kaçmış ya da Bulgaristan’dan uzaklaşmak istediği için her konuda susuyordu. Bulgar devletinin bize karşı bu denli derin ve sıkı çalıştığı aklımızın ucundan geçmiyordu. Zindan ve koğuş kapılarının açılmasıyla hürriyet güneşi sanki gözlerimizi kamaştırmıştı. Aramıza sızanlarınlar dan hepsinin bacağı bağlı, kulağına ne yapacağını devamlı fısıldayan birileri olduğunu nereden bile bilirdik!? Doğrusu iğrenç oyun bitti diye düşünmüştük. O zaman büyük göç oldu. Kuru tahta, kuru bok su üzerinde yüzdüğünden, biz kalanlar bizimdir misali, vatanda kalanlar tertemizdir havasına girmiştik. Türkiye seli akmaya devam ediyordu. Şimdi anlıyoruz ki ajanların toplam sayısı 3016 imiş, küçük bir rakam sayılmaz, bunlar sıradan insan değildi, hepsi okumuş, hazırlıklı ve iş başındaydı. Ben onlardan hepsinin aynı iş için kullanıldığına pek inanmak istemiyorum. Yıllar sonra, sesiz ve gece dokunan bir örümce ağını andıran bu doku - gizli polisin aramızda bir ajanlar şebekesi (ağı) oluşturduğu artık gün ışığına çıkarmakla kalmadı, yüzde yüz kanıtladı. Biz sindirilmiştik, kimin kim olduğunu araştırıp soracak, ardından da hesap soracak takatimiz kalmamıştı. Göç edenler yolda sıra düzüyor, yerlerinde kalanlar da açılan boşlukları doldurmaya çalışıyorduk. İnancımızda “ajanlar zamanı bitti” anlayışı hakimdi ve tam o zaman başımıza yeni bir çuval geçirildiğini fark edemedik. Bu çuvalı geçirenler de yine aramızdan olup hainliği kabul etmiş kişilerdi, ama biz bunu fark edemediğimiz için, bugün artık çok üzgünüm desem de, 25 yılın çekisi ortada... Yıllar sonra, bazen hanıma bir kaymaklı kahve pişirtip, pencere kenarına çekilip, şehrin sesini dinlerken derin derin düşündüğüm de oluyor. Şu an sizinle paylaşmak istediğin şu fikir hep aklımdadır. 1878’den sonra anlaşılan Bulgar bizden hep korkmuş, bize hep kuşkulu ve ürkek bakmış ve bizi başı ezilecek


170

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

bir yılan olarak görmüşler. Neden mi deyeceksiniz. Olay şundan ibarettir. Bulgarlar, biz öz Türklere bal arısı gibi bakıyorlardı. Çalışkanız, dürüstüz, bize akıl veren, yapacağımız işi söyleyen olmasa da, işimizi biliriz. Kılavuzumuz toprak kokusu, havanın nemidir. Halkı buluttan yağmur geleceğini de ilk bakışta söyleyebiliriz. Şu da var. Bize tehlike yaratmayana biz saldırmayız. Bal arısına benzeriz. Bilirsiniz sarıca arının, eşek arısının ve diğer arı türlerinin beyi yoktur. Onlar teker teker, çifter çifter yaşar. Biz beraberce varız, koloni oluştururuz. Birbirimize engel olmadan yaşamayı biliriz. Bu işin kitabı musafı yoktur, bu iş bizim özümüzdedir. Bal arıları, ikilik kabul etmez, tek beye bağlı ve son derece düzgün örgütlü, kendi kendine yeten, zor zamanda bey üretip oğul şeklinde dar gelen sandıktan kavgasız ayrılan, ağaç kovuklarına bile gömeç takıp örgütlü ve düzenli hayatlarını sürdüren ender yaratıklardır. Sosyal hayatta bu tarifin anlamı, Türklerin devlet kurabilen bir insan türü olduğunda gizlenir. Cumhurbaşkanlığı forsumuzda 16 devlet yaratıp yaşattığımız ortadadır. Bu bakıma ezilmiş de olsak, dağılmış da olsak, birbirilerini bulup yediden örgüt düzeni kurarak kendi kendimize yol devam ederiz ve bu, aslında diğerleri için bir büyük tehlikedir. Bu tehlike 1878’de beri bu topraklarda nabzı atan bir oluşumdur. Biz böyle tip insanlar olduğumuzdan, totalitarizmin ağır çeki yıllarında 44 illegal, yarı legal ve legal örgüt kurarak kimliğimizi yeniden kanıtladık. Elimizde tek imkan kalmamış olduğu bir ortamda durumumuzu dünyaya duyurduk. Dünyayı kendi davamıza kazanabildik. Ayaklandık. Ayaklandığımızı dünya duydu. İş bu, bunlar yeniden ve yeniden ve bizim akıl erdiremediğimiz bir düzen içinde politik olarak örgütlenirler korkusu 1989 Ağustos büyük göçün ana, temal, esas, başlıca ve başat sebebi oldu. 10 bin aydınımızın, tüm genç ailelerin yerlerinden, evlerinden, topraklarından sökülüp sınır dışı edilmesini başka bir gözle ve sesle okuyanlar her zaman yanıldı ve yanılacaktır. Bu büyük olayı başka türlü anlatmak ve anlamak her zaman ve her yerde yanlış olur. Biz Bulgaristan’da yaşayan diğer etniklerden farklı olduğumuzdan dolayı hep takip, saldırı, oyalama, engelleme, semelime, uyutma hedefi olduk. Oluyoruz ve halen de tam olarak uyanamadık. Bulgar kitapları Balkanlardan Türk ve Bulgar ırkından başka öz devlet kurma öz yetisine sahip olan ırk yoktur yazar. Doğru bir tespittir. Bulgar devletleri de defalarca yıkıldı, boyunduruğa girdiler ama yine de kurtulup dirildiler ve devlerini kurmayı başardılar. Şu an biz Bulgar devletinde ve onlarla beraber yaşıyoruz. Dolayısıyla onlar bizi kendi beylerini, örgüt ve düzenini kendileri yaratabilen bal arısı gibi gördüklerinden “kovan dışında” çakma, sahte, dönem ve hain bey yetiştirdiler. Türkleri tanımayan, Türkleri ele vererek yetiştirilen, ruhu hainlik kanıyla zehirlenmiş Ahmet Doğan’ı “bey” olarak başımıza bela ettiler. Bunu


Makale ve Analizler - 2015

171

yapmazdan önce onun gerçek yüzünü, kimliğini, iki yüzlü sahteliğini bilenlerin hepsi vatandan kovuldu. Başarılı oldular. Bu başarının temelinde yine muhbir jurnalci sürüsünün 10 Ocak 1990’da Varna’da Hak ve Özgürlük Partisi’ni “kurması” oldu. “Kurması” sözünü tırnak içine aldım, çünkü “kurucular” Varna’ya toplanıp şerefe demezden önce HÖH zaten kurulmuştu. Sofya’ya bağlı polis akademisinde Program ve Tüzüğü yazılmış, Varna Asli Hukuk Mahkemesi’nde tescil ettirilmiş ve Ahmet Doğan’ın adı kurucu başkan olarak kütüğe işlenmişti. Böylece de “bey” nereye uçarsa “oğul” -Bulgaristan Türkleri ve Müslüman kitlesi- oraya uçup konar ve yuvalanır misali hareket ettiler. Bizi iyi tanıdıkları her adımlarından bellidir. Bizi gizli polis “DC” zırhınına kapsüle edip, koyun sayasına kuzu kapar gibi kapadılar. Bu işi üstün başarılı yaptın diye kendi adamlarını ödüllendirdiler - hain ve dönek Ahmet’i kendi değimlerince sayanın yanındaki çoban odasına yani sözüm ona “saraya” kapadılar, yıllardan beri ekmek elden su gölden, viski şişeden yaşatıyor. Bilirsiniz fıçıdaki turşu bile dura dura bozulur, şarap da döner ve sirke olur, saraylarda yaşatılanlarsa tımarhanelik olur. Ahmet’inde başı dertten kurtulmuyor. Son dönemde cehennem rüyaları görmeye başlamış. Kafası iyice bozulmuş ve ne yapayım ne yapayım, kime okutayım derken, eski komünist ve devlet güvenlik sisteminde önde gelen subaylardan olan, halen lanet duaları okumakla meşhurlaşan eski Başmüftü Nedim Geneçev’e telefon açmış ve aman gel beni bir üfle demiş. Gencev gitmiş gitmesine de, “saraya” zor zar girmiş. Kurşun dökerim diye yanına biraz malzeme de almış ama içeri sokamamış. “Ben bu yaşıma kadar böyle şey görmedim, eskiden de gitmişliğim var ama şimdi koruma kordonu 3 kat, gir girebilirsen, donlarımın içine kadar her yerime baktılar,” artık yaşımızı başımızı aldık biraz ayıp oldu diyor. Görüşmüşler. Ahmet’i “bitmiş” “çökmüş” buldum. Normal biri olsa tımarhanelik duruma gelmiş de neyse... Benden önce başka şifacıları da çağırtmış, fakat onların nefesi benim kadar kuvvetli değil, Gencev okumuş, olumsuz - boğucu enerjisini almış, “aldım da yerine hemen daha zehirli enerji dalgası doldu, zor başa çıktım” diye anlatıyor. En nihayet üçüncü seansta işler yoluna girmiş ve Ahmet’in ruhu uykuya yatmış, o da kendine gelmiş ve buzlu viski kadehine uzanmış.... Böyle durumlarda, arı kovanında gelişmeler şöyle gelişir. Kovan başka bir beye itaat etmez, yumurtaya yatar ve hemen yenisini üretir ve yetiştirir. 19 Ocak 2013’ten beri bu iş Lürfü Mestan’a devredildi. Fakat her arıda bey vasıfları olmadığı gibi, onda da “lider” lider nitelikleri eksik! O gün bu gün, olaylar kabuğundan çıktı. Tencere kapağı attı. Çorbanın yağı dışarı aktı. Demek istediğim adamın, ana dil derdi var, adama kesilen “çakma” cezalar ortadadır. Eskiden,


172

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

nizam düzen varken bizde her Türkçe konuşana ceza fişi kesilmezdi. Kurbanlık koyun farklı, damızlık toklu farklıdır. Bu adamcağıza polis ceza kesebiliyorsa bu işin içinde eksik bir taraf var demektir. Ya polis ajanlığı işi denk değil, ya dönekliğinde bir eksiklik var, ya da fazla konuşuyor. Herkes bilir ki, Başkanlar fazla konuşmaz. Şu Boyko bile Başbakan olalı sustu, memleket sel altında kalmasa, uykudan bile kalkmayacak. İkinci Dünya Savaşında İngiltere Başbakanı Cherchıl yatak odasına girerken, sekreteri sormuş: “Sizi ne zaman uyandırayım?” Aldığı cevap şu olmuş. “Sovyet savaş uçakları Londra’yı bombalamaya başladığı vakit!” Lütfü işleri hafife alıyor. Her muamele her kişiye yapılmaz. Bu ceza falan filan işlerinde bir başka dalavere dolovere olması lazım. Biz bir milyon ceza kesildi, acısı kesenin götüne dedik, işi geçiştirdik. Şimdi Sofya Üniversitesi Doğu Diller Fakültesi’nin Türk Dili Fakültesinde okuyan öğrencilerin hepsi Bulgar kökenli. Etme dostuna gelir başına, deyenler bu günleri düşünmüş olabilirler. Güneşin Batıdan doğmasını beklemek saçmalıktır. Strazburg Mahkemesi bize göre Batıda bulunur. Özünde ajan olmayan, ruhu temiz, uykusu derin, Türkçe bilmeyen, Bulgarcası düzgün bir HÖH – DPS başkanı aranıyor. Talep olabilirsiniz. Biraz da soydan olsun. Son günlerde, Bulgar kamuoyu, bir de yine demokrasi mücadelesi seçkin avarelerinden olan 26 yıldan beri “Dayanışma” sendikası başkanı görevini yürüten Konstantin Trençev’le baş etmeye çalışıyor. Bizim “Dayanışma” sendikası 1980’li yıllarda Gdansk tersanesinde Lev Walensa’nın kurduğu “Dayanışma” sendikası örneğince çatıldı. Konstantin Trençev bir doktordur. Todor Jivkov rejiminde “hürriyet yok” dediğinde işinden oldu ve aylarca Trakya ovasında derin mısır tarlalarında gizlendi. Artık Jelü gitti, Lehlerin “Dayanışma” sendikası söndü, Lev Walensa bile politikadan çekildi, eskilerden bir ben kaldım, ben de artık kenara çekileyim diyor, yerine adam da hazırlamış ve kurultay topluyor. İşte böyle yazımın başlığında “Yaprak Dökümü” desem de, 25 yıl devam eden bir yerinde sayma döneminin aslında son yaprakları uçuşuyor. Biz dünyaya ayak uydurmasını bilen bir milletiz. Gazeteler, “II. Soğuk Savaş dönemi başladı” gibi başlıklar atıyor. Yapraksız ağaç soğukları karşılama hazırlığı içinde soyunur, demek istedim. Bizim kurulamayan demokrasi binamızın Jelü Jelev ve Konstantin Trençev gibi orta direkleri birer birer kaydığına göre, acaba nedilerin,i orta direk olarak satan ajan takımı da görevden çekilmeye hazırlanıyor mu, yoksa ajanlık işinde emeklilik yok mu? Direkler ve ajanlar çekilse he-


Makale ve Analizler - 2015

173

nüz çatıya kadar kurulmadan bina üstümüz birden yıkılır mı? Yazımı bu sorusuyla bitirsem, bilmem çok cesur bir tahmin! Deyen olur mu. Aslında olsa da ne olacak ki! Bir yerde bir şey olmuyorsa, mutlaka başka bir şey olur anlamı çıkmaz. Çünkü dökülen son yapraklardan sonraki yeni yeşerme baharı beklemeli, o da bu kış ağaç donmazsa tabii. Biz statükocu bir halk topluluğu değiliz. Avrupa’da yaşıyoruz, AB üyesi ülkeler arasında yer aldık. Bu üyeliğin anlamı dünya değişim ve dönüşümlerine öncülük yapacağız anlamındadır. Yola devam. Bal arılarının kendi beylerinin kendilerinin üretip seçip yetiştirdikleri ve ona itaat edip her sözünü dinledikleri, gömeçleri bal doldurup taşırdıkları gibi biz de bir halk topluluğu olarak yuvamızdaki hazır oncuları, asalakları, çanak yalayıcıları, parazitleri hayatımızdan atacağız, kendi gömecimize balların en kalitelisini kendimiz dolduracağız. Yabancı, yalancı ve kirli olan her şeyden arınmak her varlığın en kutsal hayat hakkıdır. Bunu kendileri yapamayanlara yardım eden yüce Tanrı, bize doğal yaprak dökümü yaşatır ve yeni olanı hayata yeniden davet eder. Bu da onun görevidir. Yazılarıma ilgi gösterdiğiniz için teşekkür ederim.

Yeni Mihver

Raziye ÇAKIR -06.Şubat.2015

Her yeni yüzyıl yeni yöneticiler ve yeni politikalar ortaya çıkartmıştır. Avrupa kıtasının dünyanın ana politika merkezlerinden biri olarak 21. yüzyıla Birleşik Amerikanın etkisi altında girdiğini gördük. Daha önceki 2 yüzyılda -19. ve 20. yüzyılda- Eski kıtada egemen olan güçler şöyle değişti: Osmanlı İmparatorluğu ardından Rus İmparatorluğu, ardından Avusturya - Macaristan ve en sonunda da Prusya imparatorluğu hakim olmuşlardır. 21. yüzyılda dünyadaki ana çelişki Birleşik Amerika ile Rusya arasında sivrildi ve gergin bir şekilde varlığını hala koruyorlar. Büyük çelişkilerin yerel belirme ve kızışma, hatta patlama noktaları vardır. Günümüzde bu nokta Eski Kıta coğrafyasında bulunan Ukrayna’daki iç savaştır. Dört bini kadın ve çocuk olan toplam 5 bin kurban alan bu kanlı cepheleşmede aslında Birleşik Amerika ile Rusya yüz yüze olup birbirlerini kıyasıya zorluyor.


174

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Okurlarım arasından “ya bu Ukrayna iç savaşı ne sebeple çıktı” sorusu soranlar çıkabilir. Bu bir ayrımcılık savaşıdır. Ukrayna devlet sınırları içinde bulunan Lugansk ve Donetsk gibi büyük eyaletler Ukrayna devletinden kopmak ya da aynı devletin sınırları içinde bağımsız statülü bölgeler olarak kalmak istiyorlar. Savaş kıvılcımını çakan Kiev hükümetinin “Dil Bildirisi” oldu. Bu bildiri ile Ukrayna’da yaşananların hepsinin Ukrayna dilinde konuşmaları, devlet okullarında, hastanelerde, postanelerde ve tüm kurumlarda geçerli dil olarak Ukraynacanın ilan edilmesi çelişkileri kıvılcımları alevlendirdi. Eski Sovyetler Birliği’nin 15 eyaletinden biri olan Ukrayna’nın Doğu eyaletlerindeki yerli nüfusun çoğunluğu etnik Rus’tur, ana dilleri de Rusça’dır. Tabii ana dili meselesi, büyük ateşin yanma sebebidir. Çatışmanın ardında Ukrayna’nın Doğu dünyasından kopup, demokrasi sembolü olan Batı dünyasına dahil olması, Amerika, AB ile NATO’nun bu büyük ülkeye ve başka bir değişle Moskova’nın burnunun dibine kadar yerleşmesi söz konusudur. Biz Türkiye’ye yerleşmiş Bulgaristan Türkleri ve Bulgaristan’da yaşayan Türk ve Müslümanlar olarak bu büyük çelişkiye bir de farklı açıdan bakmak zorundayız. Yukarıda da belirtim gibi, 21. yüzyılın 15. yılında dünyanın ana yüzleşmesi Avrupa Birliği ile Moskova arasında değil, Birleşik Amerika ile Moskova arasındadır. Demek oluyor ki, biz Türkiye ve Bulgaristan olarak bu ana çelişkinin biraz dışında (yanında) belki de hiç olmazsa 500 kilometre uzağında bulunuyoruz. Evet, NATO eski Doğu Avrupa ülkelerinden ve şimdiki coğrafik adı Güney Doğu Avrupa ülkeleri olan Bulgaristan, Romanya, Letonya, Litvanya ve bazı başka ülkelere Operatif Kontrol Karargâhları kurmayı, hatta Bulgaristan’da Varna yakınında bulunan “Şabla” yerleşim merkezine bir askeri üs kurma vs. kararları aldı. Ukrayna kara sahasında oluşan büyük Amerika Rusya yüzleşmesinde Bulgaristan’da arka plan konuşlanma hazırlıklarının devam ettiğini, Başkan Barak Obama’nın “her halkın kendini savunma hakkı vardır” savıyla, Kiev hükümetine modern silah sevkıyatına hazırlandığını da gün ve gün takip ediyoruz. Gelgelelim bir yandan sıcak savaş tırmanırken, Eski Avrupa bu savaşın ateşinde ne itilmek ne de yanmak istemediğini hemen belli etti. Birleşik Amerika’nın baskıları sonucu Avrupa Birliği ülkelerinin Moskova’ya karşı aldığı ve uyguladığı sert yaptırımlara rağmen, Almanya Başbakanı Angela Merkel ve Fransa Başkanı Fransoa Olan tıpış tıpış önce Kiev’e ardından da Moskova’ya gidip Vladimir Putin ile görüştüler ve ardından da Barak Obama’yı yola getirmek üzere Washington’u boyladılar. Bu seri diplomatik zirve görüşmeleri, Almanya ve Fransa’nın, dolayısıyla Avrupa Birliği’nin Ukrayna Savaşının büyümesini, yeni bir soğuk savaş başlamasını ve şu biçim bir genelleme daha yapıldığında Üçüncü Dünya Savaşı çıkmasını istemiyor. Bu doruk ziyaretleriyle birlikte, AB devletler topluluğunun


Makale ve Analizler - 2015

175

Moskova’ya karşı yeni ve daha ağır yaptırımlar uygulamaya hatta Rusya’nın dünya ile ticari bağlarını durduracak nitelikte olan “swift havale sistemini durdurmayı” kabul etmemesi uzlaşma ve barış arandığına yeni alamet oldu. Bu çelişkide savaşın bir çözüm olmadığına Avrupa kamuoyu artık kesin inandı. Bulgaristan basınına baktığımızda NATO ve AB üyeliği ulusal kıvanç olarak değerlendiriliyor. Bugün Sofya Rusya’ya karşı örülen stratejik çemberin içinde yer alıyor. Oysa 1877 - 78’de Plevne ve Şipka Savaşlarında, Rus İmparatorunun kazakları Yeşilköy de çadır kurarken Rusya Bulgarların kıdem yıldızıydı. Ne oldu? Şöyle bir 135 yıl içinde her şey tepe takla oldu. Rus, Yunan, Alman hayranı çevreler Atlantizm bağlılığına saplandı. Birleşik Amerika hegemonyasını kabul etti, NATO ve AB’ye sevdalandı. Türk düşmanlığının, Türk ve Türkiye hayranlığına dönüşmesini de sağ olursak hep birlikte izleyeceğiz. Dış ve iç politikayı dengeli yürütmek, büyüklüğünden ödün vermeden dünya politikasında yer almak ve yerini doldurmak, öncelikle Ankara’ya has bir özellik olarak gelişti. Bulgaristan büyük politikada geleneksel Osmanlı-Türk etki bölgesi ya da belirleme aşamalarında Almanya etki bölgesi oldu. Biz Bulgaristan kökenliyiz 600 yıl birlikteliğimiz var. “Eski dost düşman olmaz” ve “Türk’ten iyi dost bulunmaz” atasözlerimizin bugün de geçerli olduğunu bilmeyen yoktur. Bizi kıskanıp isteyenler ve istemeyenler de yeni işlerin bizsiz olmayacağını kabullenmek zorunda kalacaklardır. Özellikle Sayın Başbakanımız Prof. Dr. Ahmet Davudoğlu’nun son Berlin ziyaretinden sonraki gelişmeler dünyanın ana çelişkisinin günümüz Avrupa’sı üzerinde bir kara hayalet olmasına müsaade etmeme çabalarından kaynaklanarak Avrupa ve Yakın Doğu’nun geleceğinde Ankara - Berlin Mihveri’nin belirleyici olacağına işaret etti. Dünya’nın yeni köprüleri Boğaz’da Avrupa’dan Asya’ya ve Asya’dan Avrupa’ya baştan başa direksiz dayaksız asma köprü olarak uzansa da büyük politikada komşular ve orta ayak devletleri de çok önemlidir. Biz, Berlin Ankara Mihverinde Sofya’yı böyle bir Orta Ayak rolünde görmekte yarar olduğu fikrinin savunucusu olmakla gurur duyuyoruz. Köprübaşı Türkiye ve orta ayak Bulgaristan yapılanmasında, soydaşlar, soydaş dernekleri, soydaş federasyon ve konfederasyonları olarak her birimiz belirleyici yapıcı rol görmek istiyoruz, bu emelimizin gerçekleşmesini arzuluyoruz. Özellikle BULTÜRK Derneği’nin yayınları bu yöndeki adımları dikkatleri üzerlerine çekmiştir. Bu yayınlar ikili ilişkileri ve işbirliği için ileride çok yararlı olabilir. Bu ne Bulgaristan tarihi ne de Türkiye için yeni okunacak bir şifredir. Bulgaristan’da Rusofob politikayı başlatan Stefan Stanbolov’un “Bulgaristan


176

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

güçlü ve hatırı sayılır bir devlet olmak istiyorsa, şu iki devletle yani Türkiye ve Almanya ile iyi ilişkiler geliştirmek zorundadır” demişti. Temelleri daha Sultan Abdülhamid zamanında atılan egemen Bulgaristan devletine saygı politikası, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Büyük Önder Atatürk döneminde biçimlenerek gelişti ve günümüze kadar uzandı. Bulgar politik liderlerinden Aleksandır Stamboliyski Bulgaristan’da yaşayan Türklere ve Müslümanlara saygı ve Türkiye ile işbirliği politikalarında en büyük adımlar atabilmiştir. Bugün iki devlet de NATO üyesi olduğu için sorunların boyutlarına yapıcı yaklaşım da değişmiştir. Dünya 21. yüzyılın başında, Bulgaristan açısından işbu noktaya geldi ve durdu, yeni hamle bekliyor. Yineleyerek yazıyorum, ne Bulgaristan ne de Türkiye Cumhuriyeti, Ukrayna üzerinde kızışan Birleşik Amerika ve Rusya arasındaki jeopolitik etki sahası kapışmasında direk etkilenen taraf durumunda değildir. Dolayısıyla uluslar arası saygınlığını bu çatışmada yatırım olarak kullanmadan yarar da beklemiyorlar. Her iki halkın da barışçı çözümden yana olduğu ortadadır. Tüm çatışma ve çarpışmaların yanımızdan teğet geçmesi yararımıza olur. Aynı zamanda Avrupa’ya açılan kapımız Bulgaristan üzerinden geçiyor. Modern Avrupa’nın kuruculuğunda ana rolü ve ödevi üstlenmiş olan devlet ise öncelikle Almanya’dır. Her iki ülkenin de yolu Berlin’e çıkar. Ankara’nın politik yönetimi Berlin mihveri politikasını geliştirirken başarı sergiliyor ve Moskova ve Washington politikalarında sorun yaşamıyor. Çünkü yeni Avrupa’nın motoru olma rolünü üslenen Almanya ve Fransa’da Türkiye olmadan bu işin olmayacağına inanmış durumda olduklarını gizlemiyorlar. Büyük uluslar arası siyasetin yeni tablosundaki ana renkler bunlardır. Umut ederiz ki, 21. yüzyılda da iki siyasi başkent arasındaki en kısa mesafe iki nokta arasındaki mesafedir. Sofya’da Berlin Ankara çizgisinin tam üzerinde, büyük politikanın merkezinde ve güçlü köprü ayağa durumundadır. Böyle bir politikayı savunmaya ve iç dokusu olmaya da varız. Hayırlı olsun.


Makale ve Analizler - 2015

177

O, Binlerden Biriydi!

Neriman Eralp Kalyoncuoğlu-06.Şubat.2015

Gün batarken yine alçalacak, Hürriyeti uğurluyoruz... Yüreğimi okşayan yine sabah olacak, Ve biz, son lokma ve son yudum suyu Kardeşlerimizle yine paylaşacağız... Şairin isim değiştirmeye karşı isyan olarak kendi yakmasından sonra basılan şiir derlemesi önümde: Başlığı Notasız. Yaratıcı Mehmet Karahüseyinov Bulgaristanlı Türklerin edebiyatında parlaklığına çok ender rastlanan bir sima olmakla birlikte, Bulgar ve dünya literatüründe de adı geçen bir yıldızdır. O Bulgaristan Türklerini ve Türklüğünü ebediyen yaşatmak için kendini bir meşale gibi yaktı. Evinde çalışma masasının dayandığı duvarda Nobel ödüllü Amerikan yazarı Con Steynbek’in kaleminden düşmüş şu satırlar kırmızı kalemle yazılmış ve pencere açıldığında içeri giren rüzgarda ara sıra biraz sallıyordu: “...öleceğimizi unutmamak zorundayız, dolayısıyla öyle yaşayalım ki, ölümümüzde dünya tek sinmesin...” Evet, Mehmet’in kendini yakması da ne dünyaya ne de bir çıra gibi yanmasından 2 ay sonra dünyaya gelen oğlu, yakınları ve sevenleri için bir teskin oldu. Çünkü onun ölümüne sebep olan totaliter rejimin Bulgaristan Türklerinin isimlerinin zorla değiştirme, 1984 sonunda ve 1985’le başlayan isim, soy isim, din ve etnik kültür katliamı oldu. Notasız kitabına önsöz yazan bilinen Bulgar şairlerinden Konstantin Pavlov şöyle dedi: “Şairin kendi canına kendisinin kıymasını ben kendini koruma içgüdüsünün en asil şekli olarak kabul ediyorum. Başa gelen, ruhu yaşatmak için bedeni yok etme anlamındadır. Ben onun cesareti önünde baş eğsem de, kimseye kimliğini bu şekilde korumasını tavsiye etmem. O bunu, kahramanlık sloganları atmadan, sessizce yaptı. Sahte kahramanlar ve gösterişli hareketlerin yapıldığı bir dönemde, o hepimize bir insan onurunun, hesap kitabı yapılmış bir kahramanlıktan çok daha onurlu olduğunu kanıtladı.” Onun kendini yakması bütün toplum için olumsuzlamanın olumsuzlaması oldu. Bu dünyaya insan adına normal yaşamak ve yaratmak için gelen bir kişinin ruhen yok edilmesinin, aynı kişinin fizik olarak da yok edilmesi anlamına geldiğini kanıtladı.


178

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) İyi Yürekli İnsanlar Parlayan mutluluğu yaşamadan, Ölüm haberleri satır aralarına sıkıştırılmış, Kimse fark etmeden gelip giderler. İyi yürekli insanlar İsim ve soy isim derleri olmayan, Dilimiz damağımıza yapıştığında, Onlarla içtiğimiz yudum Son yudumdur. Aşlıktan can çekişirken Gevelediğimiz kabuk son parçadır... İyi yürekli insanlar Ateşli bir alnın, Soğuk eli, Üşümeye başladığımızda Sıcaklığı getirendir...

İyi yürekli insanlar Kimseyi rahatsız etmeden, Fark edilmeden gitseler de, Kayıplara karışmalarından sonra bile Sağ kalan ruhlar, onlarsız uzun zaman asla huzur bulamaz! Metmet Karahüseinov Deliorman’ın Sevar köyünde 1945’te dünyaya geldi. Babasıyla Sofya’ya geldi ve başkentte yetişti. Emeli Güzel Sanatlar Akademisinden mezun olmaktı. Ömür boyu çizdi durdu. Birkaç meslek değiştirdi, Veliko Tırnovo Üniversitesi’nde Rus edebiyatı okudu, “Yeni Hayat” dergisinde çalıştı, “Boyana” Film Stüdyosunda aydınlatma görevlisi oldu hatta inşaatlara girdi. Resim çiziyor, şiir yazıyor ve aktif bir sosyal hayat yaşıyordu. Türk ve Rus klasiklerden şiir çevirisine zaman ayırıyordu. Şiirlerinde tatminsizlik, daha iyi bir yaşam arayışı ağır basıyordu. Edebiyat ve sanat kriterleri yüksekti. Onun ozan gönlü hep yükseklere uzandı. Hangi şiirini analiz edersek edelim yaşadığı zamanla çelişki içinde olduğunu hemen se-


Makale ve Analizler - 2015

179

zeriz. Onun yaratıcılığını eleştirenler şairin temiz yürekli ama istediğini ifade etmek arzusuyla her an patlamaya hazır bir yaratıcı olduğunu dile getirir. Gözle Görünen Birkaç bıktıran mısra, Hepsi bir beste güftesi kadar yakın bana Gözle görünür kadar uzakta olan Bir tek çlüm... Üçayaklı bir sehpa üzerinde Son kıvrımı eksik bir portre! Sevilmek istediği kadar sevilmemiş bir sevgili! Mehmet Karahüseyinov gözyaşı dökmeden ağlayan bir şair veya güz bebekleri yaş dolana kadar gülen bir şairdi. Saygısızlık ve küstahlık, kokuşmuş zamanın ilişkileri, yüzkarası olanın egemen olduğu yıllar şairin gözünden asla kaçmadı. Sıcaklık Bekleyen Şiir Kar salkım söğüdü gafil avladı Yeşilliği sırtında Ve daha nice ağacı yemyeşil yakaladı... Dokunan el demirine yapışan Bir tren garıyım ben, Bana senden gelen yollar Birer birer kapanmış diyorlar. Kar yağıyor, yığmış şimdi harman savuruyor Göz gözü görmüyor. Bu mevsimde bir erik ağıcı çiçek açmış, Bilmem kaç hektar orman yanmış. Haberler geliyor... Dünya beni oturduğu yerde otururken Yattığım yerde yatarken ve soluğu kesilmiş bir Halde buldu. Yağışlar birbirini kovalasa da Kar tabanı artık şırıl şırıl akıyor. Ve ben bu defa da yeşeren yeşilliği beklesem,


180

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Yani nefesin değiştiğini, Senin için çok zarif bir saz eseri Besteleyeceğim.

31.10. 1988 Mehmet Karahüseyinov 1 Şubat 1985’te VitoşDağı’nın eteklerinde kendi evinde, Türk asıllı Bulgaristan vatandaşlarının isimlerinin değiştirilmesini protesto ederken kendini yaktı ve Büyük Türk Şairi Nazım Hikmet’in “Ben yanmazsam Sen Yanmazsan, Biz Yanmazsak Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa..” Şiirini yüksek sesle okuyarak yandı. Ve yanıklarıyla hastaneye yatırıldı ve 1990 yılının 3 Mart gününe kadar, bir daha ayağa kalkmamak üzere ne çekiler çekti. Şairin kaleme aldığı son şiirinde o şöyle dedi: Endişe: Ben gerek duyulmayan ne varsa İşte oyum. Bir şarkının eski nakaratı gibi Sönüyorum ... Yaşadıklarım yabancı bir sevda Unutuyorum fani dünyayı... Karahüseyinov isim değiştirme vahşetinin aldığı en değerli kurbanlarımızdan biridir. İnsanlık tarihinde eşsiz gaddarlığına rastlanmayan bu zorbalık Bulgaristan Türklerinden büyük sayıda kurban aldı. Ne var ki, en ağır döneminde demokratik dünya Bulgaristan Türk ahalisi ile birlikteydi. Bulgaristan Türkleri 1989’da zorbacı totaliter rejimin devrilmesine en etkin biçimde katıldı, direndi ve zafer kutladı. Ağır mücadele yıllarında Bulgaristanlı Türklerin kendilerini, kimliklerini ve gelecekleri koruma davası güç topladı. Ayaklanma aşamasına geçti. Bulgaristan’da demokratik dönüşümleri başlatan Türkler oldu. Mehmet Karahüseinov ve Bulgaristan Türklüğünün hürriyeti uğruna hayatını veren diğer kahramanlar artık aramızda yoktur.


Makale ve Analizler - 2015

181

Biz Bulgaristan Türklerinin yeni kuşakları ve tüm soydaşlarımız kahramanların anasını ebediyen yaşatacağız. Onurlu bir yaşam için hayatlarını feda eden kahramanlarımız asla unutulmayacaktır. Görmek Ve İşitmek Her an biraz daha görme özürlü oluyorum Bu sanki bir yasallık, karanlıktan aydınlığa dönüş yok gibi... Hayalimdekilerin çizgilerini hala görebiliyorum Ve hiçbir şeyi göremeyeceğim dünyaya götürmek istiyorum! Ufuktaki fırtına ay aydınlığını da aldı götürdü. Deli rüzgâr camları dövüyor. Güneşse öyle yakıyor ki Nihayet bağrı yanmışlığın ne olduğunu Siz de belki anlayacaksınız... Görmeyen gözlerimi açmış her şeye bakıyorum. En büyük inceliklerini görmek istiyor, arıyorum... Kor gibi kızgın demirle damgalıyorum kalbimde Nefret ettiklerimi ve sevdiğim her şeyi Nuh Peygamber gemisinde de bir dip deliği var, Onu da ben görmek zorundayım... Ve yine aynı kısır döngü içindeyiz: Dev binaların muhteşem cepheleri her şey param parça Bir şeylerin şerefine kalkan kadehler ve sümüklü gözyaşları... İnsanın görme özürlülüğü ilerledikçe Kulakları açılıyor. Yaşama umudu adına 1988


182

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Gerilemek İstemiyorlar

Rafet Ulutürk-06.Şubat.2015

Laf dinleyip gerilemek istemiyorlar. Huzur içinde yaşamamıza da tahammülleri yok. Derdimizse şu güzel türkümüzü gönlümüzce söyleyip dinleyebilmektir. Arda boyu serindir, Fadime bize gelindir, Vay benim Fadimem, Seni bana, baban verir, Ben senden vazgeçmem! Bu türküyü söylerken gümbürdeyen davulları, göğe dikilmiş gırnata kıvrımlarını, akordeon körük gibi açılıp kapanan akordeon tuşlarında parmakların birbirini kovalayışını, hatta saksafonun sağlı sollu nazını hatırladıkça kendimden geçer gibi oluyorum. Emsalsiz güzellik yarat insanlarımızın samimi coşkusu, birlikte söyleyişi ve doludizgin Arda sularının köpürdükçe köpüren ve hatta bir az da bana bakın der gibi akışının uğultusunda gel gör sen bizi... Dün akçam (03.02.2014) TV haberlerinde Orta Köy (İvaylovgrat) barajı savaklarının açıldığını ve saniyede 1000 m³ su köpürerek dökülürken Arda’nın yatağına dolup taştığını izledim. Barajı duvarından taşma noktasına kadar dolan su elektrik türbinlerine yönlendirilse ve elektrik enerjisi üretse de bir işe yarasa olmuyor mu?, diyebilirsiniz. Görüldüğü üzere, baraj çanağını doldurmuş potansiyel enerji şeklinde birikmiş sular, türbin kapasitesine fazla geliyor ki, kinetik enerjiye dönüştürülüp, havzadaki enerji birikimini boşaltma yoluna gidilemiyor. Böyle durumlarda, doğa ve toplum için en iyisi Arda türküsündeki huzuru koruyabilmektir, ne ki, bazen olmuyor işte, şu günlerde olduğu gibi dünyayı sağır edecek, önüne geleni alıp götürecek bir gürültüyle boşanıp akmak da bir doğa yasasıdır. Hatırlatmak için yazıyorum, soydaşlar arasında Haskovo ve Kırcaali illerinden gelenler arasında inşaatı 1969’da tamamlanan Ortaköy baraj duvarında çalışmış olanlar olabilir. Onlar baraj savaklarının ilk kez 1969’da yani 46 yıl önce açıldığını hatırlayacaklardır. Güneydoğu Rodoplar son günlerde yerle göğü bir-


Makale ve Analizler - 2015

183

birine katan gürültü ilk olarak o zaman işitmişti. Ve unutamadıklarından eminim. O zamdan beri baraj havzası böylesi dolmamış ve savaklar açılmamıştı. Edirne Ovası ve şehrin bazı mahallelerini su altında bırakan Tunca, Meriç seli bana kalsa hayırlara alamettir. 1990’dan beri vatanımıza böyle yağışlar düşmedi. Eskisi gibi yaşamaya alışmış, paslandığının farkında olmayan bizim toplum o gün bu gün çöktükçe çöktü. İçindeki potansiyel enerjisi ateşleyip kinetik yani hareket enerjisine dönüştüremedi. Hep yerinde saydı. Yaratanın kurduğu düzenin kurallarında, eski hesaplar kapanmadan defterde yeni sayfa açmak sanki yasak gibi. Bizde ise eski küfler kazınmadığı bir yana kat kat kap tuttu. Türklerin başlattığı 1989 Mayıs Ayaklanmasında, 100 yılın toplu birikimi olan potansiyel enerjimiz direniş enerjisine dönüştü. O zaman ilk kez hareketlenmiştik. 500 binimizin birden yerinden yurdundan kovulması ve ardından sınır kapılarının dört yana açılması direniş enerjimizin ateşini aldı. Potansiyel enerjinin patlama düzeyinde kritik noktaya erişmesi seyrek rastlanan bir durumdur. Toplumsal yaşamda bu kitlelerin eskisi gibi yaşamak istemediği anlamına gelir. Mesela geçen hafta seçilen BC Temiz Mahkemesi Başkanı Lozan Panov ülkede bir hukuksal değişiklikle adalet düzeni kurulması gereği üzerinde dururken, son 25 yılda ülkeyi 3 milyon vatandaşın daha iyi bir yerde yaşama umuduyla terk edip gittiğini söyledi. “Her yer insansız kalmış ve toplum ve doğa can çekişiyor,” dedi. Bu savı, taşan Orta Köy barajındaki potansiyel enerji örneği ile bağladığımızda, havuz çanağı dolmadan sular taşmaz, yani potansiyel enerji kendiliğinden kinetik enerjiye dönüşmez, sosyal terimlerle ifade edildiğinde, öfke birikiminde patlama olmadan kimse ayaklanmaz. Toplum bir otomobil olsa, şimdi taşmasın diye baraj savaklarının açıldığı gibi araç kapağını açar, içine bir göz atar ve aşınmış parça yerine yedeğini takıp yolumuza devam edersin. Ne yazık ki, toplum işlerinde bu tam böyle yani o kadar kolay değildir. Toplum onu boğan güçlerden kendini kolay kolay kurtaramaz. Değişim ve arınma isteyen gücün belirmesi, birikmesi, kuvvet toplaması ve patlaması gerekir. Örneğin köylülerin toprak köleliğinden kurtulup hürriyetlerini kazanmaları ve işçi olmaları yüzyıllar almıştır. Bizde, 45 yıl devam eden totaliter rejimin 1989’da tarih çöplüğüne atılması başarılı olmadı. Demokratik devrim halkı kucaklamadı. Eski rejimin virüsü demokratik dirilişimizi felce uğrattı. Örneğin bizim zorla değiştirilen isimlerimiz bile doğru dürüst geri verilmedi. Her iş kösteklendi, engellendi. Hiç düşündünüz mü? Şu son 25 yılda neden didiştik durduk. Paylaşamadığımız, yapmak isteyip de yapamadığımız neydi?


184

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Neden dirilemedik? Neden pes ettik? Hayatımızın bir yardım torbasına bağlanmasına neden yol verdik. Bu sorulara şöyle de cevap verebiliriz. Bizim haklarımız, istediğimiz adalet, özgürlüklerimizle birlikte malımız mülkümüz de doğru dürüst geri verilmedi. Şu günlerde ülkede bir yaygaradır koptu bir görseniz. Başmüftülük ve vakıflarımız Bulgaristan topraklarının % 20’sini istiyormuşuz. Bizim istediğimiz kurumlarımızın zorla elinden alınan tapulu malıdır. Alırken hepsini aldınız, geri vermek zor geliyor. Ama onların hakkı olan malları Türkiye Cumhuriyeti geri verirken gazete başlıklarında bayram ediliyor. Mesela, Edirne valiliğinin üç adet Bulgar kilise mülkünü iadesi şöyle verildi: Türkiye’deki Patrikhanemize Edirne merkezde bulunan “Dr. Petır Beron Lisesi”, eski hastane ve Bulgar kabristanlığı, meclis kararıyla iade edildi. Fakat bizim Kırcaali’deki Medresemiz, Dobriç’teki okulumuz, Karlovo’daki “Kurşun Cami”, Filibe’deki hamamlarımız vs. vs. taşınmazlarımız mahkeme kararlarına rağmen henüz iade edilmiyor. Bu insanlar almaya var ama vermeye yok. Kafamda memleketteki durumu yankılayan bir hikâye var. Bulgar toplumu Doğunun başarı kültürünü ret ederken, Batının koşuşturma kültürünü de yakalayamadı. Batı kültüründe herkes, her an, bir işi sonuçlandırmaya çalışmalıdır. Bu azmin felsefesi de şu örnekte çok açık verilmiştir: Tarafsız olayım diye olayı üçüncü bir kıtadan anlatıyorum. “Afrika’da her sabah bir ceylan uyanır, En hızlı aslandan daha hızlı koşması gerektiğini, Yoksa öleceğini bilir. Afrika’da her sabah bir aslan uyanır. En yavaş ceylandan daha hızlı koşması gerektiğini, Yoksa aç kalacağını bilir. Aslan ya da ceylan olmanızın önemi yok. Yeter ki güneş doğduğunda koşuyor olmanız gerektiğini bilin” Biz hem aslan hem de geyik olarak koşma yeteneğimizi yitirdik. Sorun budur. “Orta Köy” barajı sularında akma korkusu yok, köpürme korkusu da yok, uğulduyor da bol bol. Yani ister ceylan gibi, isterseniz aslan gibi koşmaya her an hazır bizim barajın suları. Bizse 45 yıl yok olma, ardından çeyrek asır da risk alma korkusu içinde yaşadık. Bu korku, bu risk tökezleriz, düşeriz, koşarsak terleriz, terlersek hastalanırız vs. vs. korkusuydu. Aman bize bir şey olur endişesi, aman bir şey olmasın tereddüttü idi ki, bu ürperten durum içinde büzüle büzüle işte şu durumlara geldik.


Makale ve Analizler - 2015

185

Vaktiyle komünist partisine üye olanlar alaca gölgede yaşamak için partili olmuşlardı. Gizli polis teşkilatı “DC” sistemine yardım etmeyi kabul edenlerin içinde “aman benden bir şey olmazsa ne yaparım, rezillik paçaya kadar” endişesi bir kemirgendi. Onlar da alaca gölgenin daha koyu bir yerceğizinde bir yer kapmak için hainlik ettiler. Ama akan suyun uzadıkça uzadığı gibi, dere boyunca akan tuvalet ve bulaşık pisliği olduğundan, etrafı git gide pis kokular sardı. Önüne gelen “bu derenin suyu içilmez” demeye başladı. Bu derenin suyu içilmez sözlerinin anlamı eskisi gibi yaşamak istemiyoruzdur ki, baskı ve terör rejimi bu isyanla devrildi. Bunalımlar çok derinleşmiş ve çığından çıkmıştı ki, Bulgaristan Türk ve Müslüman halk topluluğu 100 yıldan uzun süre adalet aradı, kimlik aradı, mücadele birikimi topladı ve bu bir ayaklanmayla taçlandı. Kahramanlık dolu bu öz direniş neticesinde 44 örgüt kurduk Bunlarda biri iç kavgalarda üstün geldi. Ve işte bu parti yani Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS) parti hakkında artık kamuoyunda konuşulan şudur: DPS - Delyan - Pavel ve Sava Partisidir. Bu adamlar kimdir ve bizim davamızla, mücadelemizle ne bağlantıları vardır? Delyan - Bulgaristan’da çöreklenen yabancı ve yerli finans sermayesi oligarşisinin parlamentodaki temsilcisidir. İkinci defa HÖH - DPS milletvekili olan Delyan Peevski’dir. Politikada ikili oynamayı, sağa bakıp sola vurmayı sever. Birkaç gazete sahibidir. Gazeteleri Bulgarca çıkar. HÖH - DPS partisi hakkında bir şey yazmaz, iktidar partisine destek olur. O, Ahmet Doğan tarafından yetiştirilen 160 kilo, kalın enseli, hiçbir kimseyi umursamayan bir politik tiptir.Onun için geçerli olan değiş şudur: “Ahmet ağa, Delyan ağa, bu ineği kim sağa!?...” Pavel - Bulgar gizli siyasi polisi “DC” ajanlığına 1986’da soyunan Lütfü Mestan. Politik hayata ilk önce Mestanlı (Momçilgrad) Demokratik Güçler Birliği (CDC) üyesi olarak başladı. Kariyer heveslisi bir tiptir. Politik basamaklarda yükselme adına eşini ve partisini değiştirdi. Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS) Genel Başkanlığına 19 Ocak 2013 günü 8. kurultayında Ahmet Doğan’a kuru sıkı tabanca çekildiğinde yaşanan derin depresyon esnasında atandı. Lütfü Mestan partiye yeni kan getiremedi. 2 yıldan beri, HÖH - DPS partisi ile Ankara arasındaki limoni ilişkileri uyulmamaya çalışıyor. Bulgaristan Türk ve Müslümanlarının % 50’si son dönemde partiden yüz çevirdi. Parti tabanı da Roman mahallerine kaydırıldı. Partinin politik odakları da Deliorman, Gerlovo ve Rodoplar’dan Kuzey Batı Bulgaristan Roman muhitlerine kaydırıldı. Lütfü Mestan Türkleri ve Pomakları yeniden saflarına kazanmak için hakim kamuoyundan etnik konuda ödün kopartmak istese de, devamlı tosluyor ve alternatif üretemiyor. Sava - Bulgar gizli siyasi polisi “DC” ajanlığını 1982’de kabul etti. 1986 yılında Bulgaristanlı Türk ve Pomakların adalet ve demokrasi hareketini içinden


186

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

dinamitlemek için aktif politik duruma getirildi. 12 ajanla birlikte Varna’da bir parti kurdu. Gizli servise ücretli ajanlık yaptı. 1986’da Bulgaristan Türkleri kan ağalarken o sivil polisten 9,086 leva müzevirlik, ajanlık, jurnalcilik, hainlik ve döneklik ücreti aldı. Aldığı paraların makbuzları ve harcama gerekçeleri dosyasındadır. (desebg.com) bulabilirsiniz. Tüm kirli donları ipe serilmiştir. Asıl ismi Ahmet İsmailov Ahmedov’dur. 1990’dan sonra ismini beğenmeyip önce Medü Doğanov, ardından da Ahmet Doğan olarak değiştirmiştir. Sofya’da 3 kordonlu koruma altında, muhafazalı bir şehir dışı evinde konaklıyor. 9 yıldan beri insan arasına çıkmıyor. Becerili bir şekilde gerçekleştirdiği bir ödeve işaret ediyorum: Son 25 yılda Bulgaristan Türklerini öz haklarına ve özlemi uğruna kurban verdikleri özgürlüklerine bir santimetre yaklaşmalarına müsaade etmemiştir. Halkan tamamen kopmuştur. Halen HÖH - DPS “fahri” başkanıdır. Bu üçlü Bulgar gizli devleti ve Bulgar kulisleri adına Bulgaristanlı Türkleri ve Pomakları oyalama ve ezerek güçsüz kılma mücadelesini yönetiyor. Yazıyı yazdığım saatlerde Ruse, Silistra ve Razgrat tütüncüleri Tuna köprüsü yolunu kesti. Haskovo hayvan bakıcıları ve tütüncüleri grev halindedir. Tütünler satın alınmıyor, mavi dil hastalığına yakalanan koyunlar telef oldu ne Brüksel’den ne de devletten yardım eli uzatan yok. Üreticiler ilaç sağlanmasında ısrar ediyor. Dava her gün dalga dalga genişliyor. HÖH partisi kuruluş hedeflerinden saptırıldı. Üçlü lider takımı için sözüm şudur: Şu politika işlerini bir adam bir yere kadar yaparsa, iki kişi de bir hamleye girişir, ama kişiler üç olunca iş yapılmaz! Durum budur. Sözlerim Bulgaristan’daki genel durum için de geçerlidir. Bulgaristan halkı yukarıdaki aslan ve geyik örneğinde anlatmaya çalıştığım üzere, koşutor olma durumundan çıkarıldı. Halkımızın psikolojisi ve toplumsal düzen bozuldu. Yöneticiler de ruh çöküntüsü geçiriyor. Yerinde duran ve hiçbir iş yapmadan yardım bekleyen ve hayırseverlerin sunduğu nafakayla geçinmeye çalışan insanlar arasında birlik kurulamaz. Onlardan hayat kıvılcımı kalmamıştır. Yanacak enerji yoktur! Toplumu bu duruma getirip bir yana itenlerin gelecek hesapları boştur. Yöneticileri yiyip bitiren derde kurşun döksek savmaz, dua edilse Allah kabul etmez! Dünkü gün Sofya Parlamento genel kurulunda büyük bir cümbüş yaşandı. HÖH - DPS Genel Başkanı Nüfus Yasasında Değişiklik Yapılmasına İlişkin Yasa tasarısı sundu. Hedef eski kütüklerin açılması ve isimlerimizin mahkemeye başvurmadan devlet ve belediyeler eliyle değiştirildikleri şekilde iade edilmesidir. Halen 44 bin kişi eski isimlerini almadı. İkincisi, isimlerimiz değiştirileliden beri 55 bin kişimizin vefat etmiş olmasıdır. Devletin Türk isimlerimizi bir meclis kararına dayanarak bu şekilde geri vermesi ve kütüklerin yeniden işlenmesi, şu anda


Makale ve Analizler - 2015

187

Almanya’da, Kanada’, Hollanda ve Avustralya’da ve başka ülkelerde yaşayan yurttaşlarımız için de büyük bir kolaylık olacaktır. Bu işten mahkemelerde sürünmek istemeyen soydaşlarımız da yararlanacaktır. Çok güzel de biraz değil çok geç kalındığı hemen anlaşıldı. Tasarıya tepkiler bütün meclisi birleştirdi ve il soru şu oldu: “Neden iktidarda olduğunuz dönemde bunu yapmadığımız?” Bu soruyu soranlar haklıdır. Çünkü son 25 yılda HÖH - DPS partisi Sosyalist Parti (BSP) ile birlikte 2 defa ve toplam 4 defa, ktidar ortağı oldu. Bu sorun Prof. Lüben Berov hükümeti ya da II. Simyon’un başbakanlığı dönemlerinde çözülebilirdi. Fakat o yıllarda bu konu gündeme getirilmedi. Neden mi? Çünkü artık iç işten geçti. Bulgaristan’da adalet ve demokrasi ateşi söndü gibi. Bugün Bulgar toplumunu (adalet yolunda) elektriklendirme, seferber etme ve ayağa kaldırma imkânsız gibi. Toplum umutlarını yitirdi. Bu iş artık ölmüş eşeğin nallarını sökmeye benzedi. Olsa iyi olur da, olamaz aşamasına girdi. Çünkü Bulgar toplumunun Lütfü’ye Ahmet’te (Delyan, Sava ve Pavel’e) neredeyse artık hiç ihtiyacı kalmadı. Onların pasifliği ve yardımıyla öfke toplumu ikiye böldü ve su yatağını buldu. Toplum ajanlardan arınmak istiyor. Arınırken de olup biteni onların üstüne yıkmaya çalışıyor. Bu gidişle HÖH - DPS partisinin irmik helvasını dağıtmaya heveslenenler çoğalıyor. Sözlerim, eşek kendi semerini kendisi taşır anlamındadır. Bizim eşeğin sırtında semer yok. “Bulgar etnik modeli” çöktü. HÖH partisi Türklerden ve Müslümanlardan koptu. Yani işi bitti... Toplum isim değiştirme ve komünist zulüm aygıtını ise bir süre deha içinde yaşatmak, korumak ve ona sığınmak istiyor. “Ortaköy” barajı gibi akmak ve içini boşaltırken arınmak istemiyor. Şu dönemde bunu yaparsa ödün vermiş ve geri adım atmış olacak duygularına teslim olmuşluk var. Ne yazık ki, Bulgaristan’da yağmurlar ve seller henüz ancak ve yalnız doğanın çöpünü denizlere taşıyor. Toplumun içindeki çöküşün tortusu toplumu hala ısıttığı için, kimse onu çöpe akıtmak istemiyor. Gerilemek istemiyorlar. Türklerin ve Müslümanların bu yeni dile gelen isteğini kabul etmiş olsalar, kendilerini gerilemiş hissedecekler, nu nedenle ayaklarındaki eski kunduralara sağlam basmaya çalışıyorlar. İnsanlar, ne yazık ki, kokuşmuş ilişkilere alıştılar, kapılarına getirilen yardım poşetleriyle yetinirken iyi komşuluk ve hoşgörümüzü aramaz oldular. Arda boyu serindir, Fadime bize gelindir, türkümüzü huzurlu söyleyebilmemize daha zaman var. Okuduğunuz için teşekkür ederim tüm okuyucularımıza ve beni arayıp tebrık eden dostlara buradan tekrar teşekkür ediyor ve saygılar sunuyorum,


188

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Anıt Duvarı

Dr. Nedim Birinci-09.Şubat.2015

Bazen boynunda ya da başka bir yerinde damar tutsa, adamı pes eder. Ne sağ ne sola dönemez, kazık gibi ortada kalırsın. Bu, bazı yerlerin yakınından geçerken, adama “geçme orada yatır var” demeleri gibidir, zorda ve darda kalınca geçersin de, yüreğin ağzındadır. Sağlıklı olan bir adam, ara sıra ona “dur bakalım” diyen şu damarı baş düşman ilan etse de, o damardan mesela beynine kan gittiğini bildiğinden ameliyat masasına yatmaz, korkar, “ağrısını çekerim, beynimi beslese yeter” diye kendini avutur. Ben bunları pratiğimden bilirim de, olaylar toplumsal yaşamda da benzerdir. Bazıları, kürsü buldukça sallasalar da, her şey o kadar kolay değil. Bizim Bulgaristan’da Geçiş Dönemi yüksek mimarları, tıp alanından gelmiyor olabilirler ki, kırık dökük kök dolu bir alt ya da üst damağa asla ve hiçbir surette köprü ve takma damak yapılamayacağına sanki akıl erdiremediler. Bu protez ister altın ister platin, ister baştan başa seramik olsun, olmaz ve olmaz!? Ağırı insanı delirtir. Gelgelelim, 1949’dan sonra Bulgaristan’da 45 - 50 arası “ölüm kampı” kurulmuştur. Bu kamplar ülkenin dört bir yanındaydı. Bunlarda toplam 18 bin ile 30 bin arası kişinin öldürüldüğü biliniyor. Kamplardan kaçıp da kayıplara karışanların, ülkeyi terk edip de asla geri dönmeyenlerin sayısı bilinmiyor. Neresini kazsan, kazma vurmak bir yana, soğan çapasıyla bile birazcık karıştırsan irili ufaklı kemikler çıkıyor. Bu kemiklerin bir yanında kimin olduğu yazmıyor. Ölüm kamplarında can verenlerin naşı yakınlarına teslim edilmemiş, bir kenara tekerlenmiş ve üzerine birkaç taş atılmış. Bu gerçeği hatırlatmamın nedeni, damaktaki köklerle bağlantılıdır, o kökler sökülüp atılmadan hiçbir köprü ya da takma damak yapılamayacağı gibi, toprağımız, vatanımız, en kutsalımız da tarihsel geçmişindeki yüz karasından aklanmadan asla ve asla ne Geçiş Dönemi Tüneli’nden çıkabilir ne de gece karanlığında yol bulabilir. 25 yıl geçti ama 66 yıldır gerilen bu damar hiçbir an bile olsa, “ben de varım” demeyi unutmadı, “bize devamlı ayağınızı denk alın ha!” dedi durdu. O atan damar, Bulgar halkının geçmişi, biz Bulgaristan Türklerinin, Pomak kardeşlerimizin, milleten olan Roman biraderlerimizin ve hepimizin ortak hafıza-


Makale ve Analizler - 2015

189

mızın özü, okullarda okutulup öğretilmeyen geçmişimiz, kendimizden utandığımız tarihimizdir. Gelgelelim bu geçmiş, bu tarih, bu ölüm kampları, bu gömülmemiş cesetler ve tarla kazarken çapamıza takılan kemikler, kafataslarımız bizim vicdanımızdır. Evet, bizim ortak vicdanımızdır. Kabul etmememiz onursuzluğumuzun kanıtıdır. Utanmamız büyük işlere olgunlaşmamışlığımızın kanıtıdır. Gerçeği söylemekten korkmamız ise, henüz arınamadığımızın kanıtıdır. Günümüz Bulgaristan’ındaki birinci sınıftan on ikinci sınıfa kadar ders kitaplarında “toplama kampı”, “temerküz kampı” sözleri geçmiyor. Tarihimizin bu sayfaları sanki yaşanmamış, sanki yazmaya tükenmez bulunamamış ya da yazılmış da kitaplara alınmamış. 2014’ün Sonunda Sofya’da “Belene” toplama kampını anlatan resim sergisini gezdim. “Belene” ölüm kampı, “Belene” adını almazdan önce ki, Türkçemizde bu söz (temizleme ya da aklama veya ıslah etme) anlamındadır, 1984’te isim değişikliğine başkaldıran “huzur bozucu - dikkafalı” Türklerle dolmaya başlanmazdan önce 6 defa açılmış ve 6 defa kapanmıştır. Eski adı “Persin” olan ve Tuna adasını gözden uzak ve ısız bir “ölüm kampı” yapma kararını zamanın İçişleri Bakanı Anton Yugov iile Bulgaristan Komünist Partisi Merkez Komitesi Politik Büro üyesi Tsola Dragoyçeva birlikte alıp, öneri olarak onaya sunanlardır. İlk dönemlerde adadan geçenler arasında en kalabalık olanlar aydınlar, tarım kooperatiflerine girmek istemeyen köylüler, fabrikalarını vermeyen iş adamları, dükkânından vazgeçemeyen esnaf vs. vs. sıradan ve sıradan olmayan Bulgaristan vatandaşlarıdır. Ada kampının mimarisini çizenler kara parçasının içinden yer altı kanallar geçirmiş, insanlar bu kanallara tıkıldıktan sonra su salmışlar, boğulduklarını gördükten sonra da savakları açıp Tuna akıntısında kaybolmalarından sonra “işlerini iyi yaptıkları için prim” almışlardır. “Persin” de orman kesenler, mısır kazanlar, fasulye çapalayanlar toprakta taştan çok irili ufaklı kemik olduğunu bilir. “Belene” defterleri açılmamıştır. Duvarlara isimlerini kazıyanlar öldürülmüş ve isimleri unutturulmuştur. İşkence odalarından gelen sesler doludizgin akan ırmak uğultusuna karışmış ve Tuna ada kenarından akarken her defasında sanki saygı duruşunda duruyor, uğultu devam ederek yeni kuşaklara tarih anlatıyor. Çünkü Tarihini bilmeyen her halk yok olmaya mahkûmdur. Tarihinden utanan halklar da yok olmaya mahkûmdur. Geçmişini yeni kuşaklardan saklayan her halk da her gün kendi mezarını kendi kazar. “Belene” ölüm kampı ve diğer 50 ölüm kampında yaşananlar, can verişler Bulgar halkının tarihinden silinmez ve aklanmaz kara lekelerdir. Şu da var, geçmişini unutan bir halk, halk olarak varlığını sürdüremez. Hafızasında, belleğinde geçmişini yaşatmayan her halk yok olmaya mahkûmdur. Gerçekler işte bu kadar acıdır. Dayanılmaz acıdır.


190

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ve biz bugün toplumumuz için “hasta bir toplum” diyorsak, bunun içindir. Bu ağır bir hastalıktır, bu damar attıkça, ruh huzur bulamaz. Biz yazılarımızda Hak ve Özgürlük Hareketi’ni top ateşine tutuyorsak, yanlış anlaşılmasın, eleştirimiz yapıcıdır, mecliste uyuyanları uyandırmak en büyük hedefimizdir. Biz Bulgar halkıyla önce ortak tarihimiz konusunda anlaşmalıyız. Tarihin taşları ayıklanmadan birlikte ileri gidilemez. Şu Lütfü Mestan’a bir baksanız: Neymiş efendim “batı değer sistemi falan filan” Bu masallarından salata yapanlaradır sözümüz. Ne yazık ki, uluslar arası insan hakları bildirilerinde “insanın kendi ismiyle ölme hakkı” maddesi yok. Biz bu hakkımızı da kaybetmiştik. Ana babamızı kendi isimleriyle gömemedik. Buna ağlamayıp da neye dert yanalım. Bu lekeyi 25 yılda silemeyenlerin bizim adımıza politika yapmaya ne hakkı olabilir ki? Ne yazık ki, insanın zorla değiştirilen bir isimle gömüldükten sonra kendi ismini geri alma ve mezar taşına yazdırma hakkı diye bir doğal hakkı da yok. Şu kalın hak hukuk kitaplarında olmayan bir şey için mi savaşıyoruz acaba? “Biz başka bir şey değil, başımıza gelenlerle ilgili haklarımızı arıyoruz ve sonuna kadar arayacağız.” Gerekirse yeni adalet kitapları yazılacak. Biz 8 yıl önce Avrupa Birliği üyesi olmayı kabul ettik. “Persin” ya da “Belene” adası da “ölüm kampı” olarak AB adalarından biridir. Toprağı elenecektir. Elenmek zorundadır. Bulgar ismiyle gömülen Müslümanların Türk isimleriyle mezar taşları dikilene kadar bu damar atacaktır, mücadele devam edecektir.. O Tuna adasında yatan 518 Bulgaristanlı Türk isimi, baba adı ve soyadı adada kurulacak Anıt Duvarına Altın Harflerle Yazılacaktır, Yazılmalıdır. Demokrasi diyorsak yapılacak ilk iş budur.

Aga Partisi ve Yeni Durum

Ertaş Çakır-09.Şubat.2015

Plovdiv’in (Filibe) Roman semti “Stolipinovo” da yeni politik parti kuruldu. “Şeker mahalle” ile “Küçük Paris” İnsanca Yaşama ve Yükseliş Hareketi (İYYH) adıyla tescil ettirilen ve kısa adı (DBV) olan partiyi her bakıma ve


Makale ve Analizler - 2015

191

tamamen destekliyor. Bulgaristan’ın ikinci büyük şehri olan Filibe’deki politik hareketlenmenin ve DBV partisinin Genel Başkanlığına Derviş Hasanov seçildi. Derviş Hasanov Filibe Müslüman halkı arasında “Aga” olarak bilinir ve doğal bir lider olarak kabul edilen saygın biridir. DBV partisi Program ve Tüzük’le mecliste siyasi temsilcilik için mücadele bayrağı kaldırdı. Kendilerini Müslüman Türk ve (millet) olarak kabul eden, aralarında Türkçe konuşan Müslüman ahlakına göre bir yaşam tarzı uygulayan ve Müslüman geleneklerine bağlı olduklarını açıklayan yeni partinin siyasi başkanlığı Asenovgrat, Karlovo, Kriçim, Stamboliyski, Sliven ve birçok başka merkezlerde destek buldu. Filibe Romları kendilerinden oy isteyen, oyu alıp parasını ödemeyen ve seçim öncesi gelip bir daha yanlarına uğramayan, hiçbir isteklerini yerine getirmeyen Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH - DPS) partisinden böylece fiilen ayrılmış oldular. DPS partisinin boş vaatlerini dinlemekten usanan, yeni partinin aktif üyeleri “bizi çok aldattılar ve fazlasıyla oyaladılar” diyor. Son seçimlerde “Stoliponovo” seçmeni oyunu gazeteci Nikolay Barekov’un “Sansürsüz Bulgaristan Partisi” listesine verdi. Hemşerilerine büyük umut bağladılar. 2013’te kurulan parti, kısa ömürlü oldu ve 2 ay önce dağıldı. Bu arada onlar Nikolay Barekov’u AB Genel Kuruluna 15 milletvekilini de Sofya meclisine gönderdi. Seçmen seçim yasası değişikliğinden yararlanıp öncelikli (tercihli) oy kullanarak 10. sırada yer alan anaokulu öğretmeni Bayan Ana Barakova’yı seçtiler. Ne var ki, milletvekili Bayan Barakova meclise girmeden partiden ve meclis grubundan ayrılmaya zorlandı. Bu olay duyarlı “Stoliponovo” seçmenini çok etkiledi. Vaatler havada kaldı. Filibeliler hemşerilerine inanmışlardı. Hayal kırıklığına uğradılar. Barekov defteri böylece dürüldü. “Stolipinovo” seçmeni daha önce oyunu hep Hak ve Özgürlükler Partisine veriyordu. Fakat “fahri lider” Ahmet Doğan ile “yeni lider” Lütfü Mestan’ın siyasi polis ajanı olduğunu öğrenip Mushaf’tan kalın tomar tomar ajan dosyalarını görünce iyice şaşırdı. Şu son seçimlerde HÖH - DPS liderlerinin “Stolipenovo” meydanına uğrayıp komşu gönlü alma mahiyetinde şöyle bir el sıkışıp hal hatır sormaya tenezzül etmeyişleri, hepsini çok etkiledi. Soğukluk yüreklerine indi. Bir de şu, 2014 yılın anti-İslam olayları keşke olmasaydı. Tarihi camileri taşlanıp yakılmak istendi. Utanç veren bu unutulmaz olaylar önce geleneksel iyi komşuluk ve hemşerilik ilişkilerimizi bombaladı, HÖH - DPS partisinin katıldığı “Oreşarski” hükümeti zamanında meydana gelmeleri de DPS’ci umudu söndürdü. Şehrimiz Sofya ve Karlovo’dan büyük büyük motorlarla gelen eli sopalı siyah elbiselilerle doldu, yerliler iyice ürktüler. Başlarında belediye başkanları olması da düşündürücüydü. Daha önce böylesine şiddetli saldırılara tanık olmamışlardı. Taşlı sopalı olaylar mahkeme binası ve cami önünde, çarşıda oldu.


192

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Irkçılar hukuksal adaleti tanımıyor. Kuralları kendileri koymaya çalışıyor. Mahkeme kararlarını engelliyor. Şehrimizde hamamlarımız, dükkânlarımız, kabristanlığımız, bize ait birçok şey kullanılamıyor. Müftülük ve vakıf mallarımızın, tarla, bağ, bahçe ve ormanlarımızın yasal yolca geri verilmesi bu sebeple engelleniyor. Irkçılar iyice kudurdu. Hele Balkan eteğindeki Karlovo şehrinde XV. asırdan kalma “Kurşun Cami”mizin adalet yoluyla iade edilmesine karşı aynı güçler büyün mitinge topladı, motorcu alayı şehirleri dolaşırken tehdit savurdu. Bir de şu var. 41. 42. ve 43. millet meclisine giren milletvekili, eski Bakan Dr. Cevdet Çakırov artık yanlarına uğramaz oldu, hiçbir konuda ağzını bıçak açmıyor, karnı tok köpek gibi meclis koltuğuna uzanmış şekerleme yapıyor. Filibe Müslümanlarını güçlü etkileyen bir de başka bir hemşerileri olan, eczaneci Molov’un iki sene önce birPomak Partisikurmasıdır. HÖH - DPS partisinde umduklarını bulamayan Pomakların bir kısmı Mollov’a kaydı. Geleneksel din kurallarına bağlı kalan yeni parti dil, ahlak ve kültür konularında resmi ve ulusal olana ılımlı bakıyor. İlgi duyan Roman temsilcilerin paylaştığına göre, “Zekâ hafızasında öz tarih ve halk ahlakı olmayan bir milletin geleceği olmaz.” Şu da bir gerçektir, Bulgaristan Pomak ve Roman gençler geldikleri etnik toplulukların yakın ve uzak tarihini bilmiyorlar. Bilinmeyen tarihin tekrar etmesi güçlü bir ihtimaldir. Etnik tarih okul programına alınmamıştır. Tatar Pazarcık’taki (Pazarcık) “Ebu Bekir” cemi cemaatine yapılan polis saldırısı 2015 yılının daha ilk günlerinde Filibeli Romanları 2015 yılının ilk günlerinde çok incitti. Tutuklananlar oldu, dava devam ediyor. İmam Ahmet Musa Ahmet yargılanıyor. Binden fazla Kuran toplatıldı. 1600 yıllık kitabı çarpıtarak idrak etmek de sapıklıktır. Polis köktendinci İslam ile politik İslam’ı sanki birbirine karıştırıyor. İslam kültürü olmayan bazı gevezeler kendilerinin bilgi sahibi olmadığı, kulaktan dolma savlarla, Müslümanların kutsalları konusunda kafa karıştırıyor. İslam’ı bir din olarak kabul etmeyip politik saldırı hedefi yapıyorlar. Bu gelişmeler özellikle “Charlie Hebdo” trajedisinden sonra daha da parladı. Almanya’daki “Pegida”, “Legida”, “Degida” gibi anti-İslamist ırkçı fener alayları, ötekileştiren Bulgar zihniyetine cesaret verdi. Avrupa’yı dünyayı diriltecek bir motor olarak gören gerçekçi güçler eski kıtada 32 milyon nitelikli yabancı işçiye gerek olduğunu gündeme getirerek gerginlik derecesini düşürmeye çalıştı. Bizdeki hortlamanın yankıları yeni renkler doğurdu. Romanlar hakkında “sıfır entelekt” ve “sıfır kültür” savı ağza düştü. Olayın temelinde sosyal sefalet olduğu anlaşıldı. Roman mahallelerinde geçen sene görev sırasında 296 doktor taciz edilirken, yılbaşında bu olay bir nebze daha sertleşti. Nedeni ise şudur. Bulgar sağlık sistemine göre doktor sağlık sigortası olmayana hizmet vermek zorunda değildir. Sosyalizmde sağlık hizmetleri ve ilk yardım parasızdı. Doktorla hasta


Makale ve Analizler - 2015

193

yakınları arasındaki yumrukları konuşturan fakirlik, sefilliktir. Irkçılar “Romanlara Roman oldukları için ayrıcalık tanınamaz!” savı milliyetçileri birleştirdi. HÖH - DPS partisi Sağlık bakanını Moskov’u istifaya çağırdı. Olayın temelindeki yokluk ve kıtlığı görmek istemedi. Bu gibi nedenlerle Filibeliler DPS’ye yüz çevirip Aga Partisinde birleşti. Bu gelişmeler İslam’a iman eden Filibelileri İnsanca Yaşama ve Yükseliş Hareketi kurmaya yüreklendirirken, anadil olarak Türkçenin örgüt dili olmasını gündeme getirdi. “Stolipenovo”, “Şeker Mahalle”, “Küçük Paris” ve hatta “Filipovo” sakinleri birleşti. Bu çalışmalarda eski Sofya Başmüftüsü Prof. Dr. Nedim Gençev’in de Filibe Müslümanlarının Hanefi Mezhebinden olduklarını dikkate alarak, “Stoliponovo” merkezinde büyük yeni bir cami, Müslüman Kültür Merkezi ve alış veriş bölümünden oluşan modern site oluşturma projesi belediye meclisinde onay aldı. 2015 Martı’nda inşaat başlayacak. Kırcaali’de de Büyük Cami inşaatı temel attı. Bu konuların yorumları çelişkilidir. Bulgar milliyetçiler “1300 camisi var, yenileri nelerine gerek?” derken, İsviçre’den örnek getiriyorlar. “İsviçre’de 400 Müslüman ve 4 cami var, yetiyor, bizimkiler doymak bilmiyor” diyorlar. Oysa bizim dinimize göre her yerleşim yerine, her mahalleye bir mescit ya da cami gereklidir, camilerimiz ibadet yeri olmakla birlikte, cenazemiz oradan kalkar, duamızı, mevlidimizi orada yaparız. İsviçre’de vefat eden bir Müslüman uçakla memleketine götürülür, bizde kendi toprağımızda defnedilir. Stara Zagora’da son yıllarda 18 evanjelist kilise kuruldu. Ateizm döneminden sonra din arayan Romanlar dört bir yana dağıldı. Filibeli Müslümanlar yeni camiye bağlı kültür ve alış veriş merkezi kurmaya kararlıdır. Bu bakıma İnsanca Yaşama ve Yükseliş Hareketi partisinin politik sahneye çıkması ne bir fasa fiso ne de bir sürprizdir. Bu yeni gelişme, Mollov’un tescil ettirdiği Pomak Partisi misali totaliter düzenin asimile ederek eritme siyasetinden hâlâ kopamayan Ahmet Doğan ve ardından Lütfü Mestan ekibinin “Bulgar Etnik Modeli” balonunun patladığına kanıttır. Kimliği uyanan Romanlar HÖH - DPS modelinden koparken, hürriyet, eşir vatandaşlık gibi hakları içeren savaşıma katılmak istiyorlar. 1990’dan sonra çok uzun bir süre Demokratik Güçler Birliği (CDC) partisi tarafından idare edilen Filibe’de demokrasi havası hep esti. Bu gelenekli bir tarihi şehirdir. Onlar, daha 1976’da Osmanlıya karşı ateşlenen Nisan Ayaklanmasında asi başları Benkovski ve Volov’un emirlerine uymadılar, “Oborite” Balkanında içtikleri yemini bozup isyan adına evlerini ve şehirlerini yakmadılar. Çok sevdikleri Meriç incisini ateşe vermediler. 1992’de “CDC” partisinin Filibe vekilleri Meclise “İsim Değiştirme zulmü suçlularının cezalandırılması” yasa tasarısı sundu. Bu olay demokratik Bulgar kamuoyunun tam desteğini almıştı. Filibe aydınları her konuda duyarlı kaldı. İzlediği


194

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

bir sağcı bir aşırı sol, ama her zaman ırkçı politikaya rağmen “Ataka” partisi tepelerin birindeki Sovyet askeri “Alyoşa Anıtı”nın sökülüp atılması istendiğinde desteklenmişti. Fakat bugün aynı parti aşırı anti-İslam mevzilere geçti ve 41., 42., ve 43’üncü Millet Meclislerine “Bulgaristan’da Yeni Camia Yapılmasına Yasak İsteyen” bir kanun teklifi sundu. Bu arada HÖH - DPS partisi, 3. büyük meclis grubuna sahip olmasına rağmen, 25 yıldan beri derli toplu ve iş yapacak bir yasa önerisini meclise taşıyamadı. Son günlerdeki gelişmelerde ise yeni bir sürpriz yaşandı. Sofya’nın “Malinova Dolina” semtine bir Balkan İslam Kültür Merkezi inşa edilmesi teklifine, dedeleri ve babaları Batı Rodoplar’da büyük sayıda minare yıkan, camileri kiliseye çeviren, Müslümanları vaftiz eden, 1912 - 13 olaylarını bizar gerçekleştiren ve anti-İslam dalgasının yelesinde oynaşan Makedonya İç Devrim Hareketi (VMRO) Genel Başkanı Krasimir Karakaçanov, meclis kürsüsünden “öneriyi destekliyoruz” dedi. Yeni durumun bazı renklerine işaret etti. Biz Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin bir içsel yenilenme sürecine girmesi gerektiğine inanıyoruz. Partinin sosyal ve ekonomik yaşama inmesinden yanayız. Parlamento kürsüsündeki sözlü çatışmadan halkımızın şu dönemde bir yarar sağlayamadığını görüyoruz. HÖH partisi tabanın hareketlenmesine ayak uydurmaz ve sesine kulak vermezse dönüşümler yolundan çekilmek zorunda kalacaktır.

Türkü Nedir?

Raziye ÇAKIR -10.Şubat.2015

Türkçe ait ürün anlamındadır.Türküyü oluşturan dize grupları arasında tekrarlardan kavuştak bölümleri vardır. Türküler ezgilerine göre adlar, uzun havalar,kırık havalar (oyun havaları). Konusuna göre ise ölüm, ayrılık, savaş, çocuk, doğa... türküleri olur. Bir ezgi ile söylenen halk şiirinin her çeşidini göstermek için Türkiye’nin sözlü geleneğinde en çok kullanılan ad Türküler dir. Özel durumlarda ya da ezginin, sözlerin çeşitlemesine göre ninni, ağıt, deyiş, hava adları da kullanılmaktadır. Türk halk edebiyatı nazım şekli ve türüdür. Ezgisi yönüyle diğer halk şiiri türlerinden ayrılır. Türküler genellikle anonimdir. İsimleri bilinen saz şairle-


Makale ve Analizler - 2015

195

rinin söyledikleri de giderek halka mal olmuş ve bunlar da anonimleşme eğilimine girmiştir. Türkü söylemeye “türkü yakmak” da denir. Türkü adı Türk sözcüğüne Arapça “ı” eki eklenmesiyle ortaya çıkmıştır. “Türk’e özgü” anlamına gelir. Türkü sözcüğü ilk kez XV. Yüzyılda Doğu Türklerince kullanılmıştır. Hikmet Dizdaroğlu, Anadolu’da türkünün ilk örneğini Öksüz Dede’nin verdiğini belirtir. Türküler genellikle hece vezninin 7, 8 ve 11’li kalıplarıyla kıtalar halinde söylenir. Her kıta türkünün asıl sözlerinin bulunduğu bend ile nakarattan meydana gelir. Nakarat her bendin sonunda tekrarlanır. Bu kısım bağlama veya kavuştak diye de bilinir. Türküleri kesin ayrıma sokmak güçtür. Bir yörede yakılan türkü diğer bir yöreye şekli ve söyleniş biçimi değişerek geçebilir. Türküler ezgilerine, konularına ve yapılarına göre ayrılır. Türkü Çeşitleri. Ezgilerine göre türküler Kırık havalar: Usullü ezgilerdir. Alt türleri; türkü (genelde tüm kırık havalar için, özelde diğer türlerin dışında kalanlar için kullanılır), deyiş, koşma, semah, tatyan, barana, zeybek, horon, halay, bar, bengi, sallama, güvende, oyun havası, karşılama, ağırlama, peşrev, teke zortlatması, gakgili havası, dımıdan, zil havası, fingil havası dır. Uzun havalar: Usulsüz ezgilerdir. Alt türleri; uzun hava (diğer türlere girmeyenler için kullanılır), barak, bozlak, gurbet havası, yas havası, tecnis, boğaz havası, elagözlü, maya, hoyrat, divan, yol havası, yayla havası, mugam dır. Ayrıca gazeller de özellikle Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde halk arasında söylenmektedir. Konularına göre türküler: Ninniler ve çocuk türküleri, tabiat üzerine türküler, aşk türküleri, kahramanlık türküleri, askerlik türküleri, tören türküleri, iş türküleri, acıklı olaylarla ilgili türküler, güldürücü türküler, karşılıklı söylenen türküler, oyun türküleri, ağıtlar. Yapılarına göre türküler: Mani kıt’alarından kurulu türküler:Birbirleriyle ilgili konularda söylenmiş manilerin sıralanarak ezgiyle okunmasından meydana gelir. Dörtlüklerle kurulu türküler:dörtlüklerle kurulu türküler adı üstünde dörtlüklerden oluşan türkülerdir. bu tür türküler de anonimdir. Türkülerin Özellikleri 1. Türkülerde konu zenginliği vardır. Aşk, ayrılık, ölüm, tabiat, kahramanlık, güzellik başlıca konularıdır. 2. Hecenin yedili, sekizli en çok da on birli kalıplarıyla yazılırlar.


196

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

3. Türküler genelde dörder mısralı bentlerden oluşur. 4. Bazıları koşma şeklindedir. 5. Bazı türkülerde her bendin sonunda aynı dize veya dizeler tekrarlanır. Bu tekrarlanan dizelere nakarat (kavuştak) adı verilir. Nakaratların völçüsü bazen ana bentlerin ölçüsünden ayrı olabilir. 6. Türkülerin kafiye örgüsü genelde şöyledir: “aaab cccb dddb”, “aaabb cccbb dddbb” veya “aaabcc dddbcc eeebcc” şeklindedir. 7. Türküler ait oldukları bölgelere göre adlar alırlar. 8. Genelde anonimdirler ama söyleyeni belli olan türküler de vardır. Türkülerin Önemi: Türküler İslamiyet öncesi Türk edebiyatının sözlü döneminden itibaren süregelen bir yapıya sahip olması dolayısıyla yüzyılların birikimini kuşaktan kuşağa aktaran çok önemli araçlardır.Türküler işledikleri konular itibariyle de toplumun duygu ve düşünce hazinesidir.Toplum yaşamının her anından bireysel konulara kadar her şeyi barındırırlar. Türkülerde kimi zaman bir annenin feryadı kim zaman bir aşığın hüznü ya da sevinci kimi zaman da bir bülbülün ötüşü kimi zaman Çanakkale’ye Yemen’e giden askerilerin ayak sesleri çınlar... Kültür hazinemizin en önemli ve edebi unsurlarından biri olan türkülerimiz geçmişi aydınlatarak millete ait geleneği geleceğe aktarırlar. Türküler bizi biz yapan, bizi başkalarından ayıran en kıymetli değerlerimizdendir. Türkülerin her bir kelimesinde asıl özümüz saklıdır. İnsan hassasiyetinin derinliklerinden çıkarak bir kimliğe bürünen türküler zamanla milletin kimliği olurlar. Bu sebeple bir milleti tanımak, o millet hakkında bilgi sahibi olmak istiyorsak öncelikle, o milletin kültür değerlerine bakmamız gerekir. Bütün kültür değerlerini özellikle bu kültür unsurlarından biri olan türkülerini unutan bir millet özünü, geçmişini unutmuş, kimliğini yitirmiş, yabancılaşmaya, başkalaşmaya, mahkûm olmuş demektir Türküler, tarih denen uzun ince bir çizgide Türk insan’ın doğuşundan ölümüne kadar yaşamış olduğu sosyal, siyasal, kültürel vb. olayları içinde barındıran önemli bir somut olmayan kültürel miras ürünleridir.


Makale ve Analizler - 2015

197

Kına Yakma Geleneği

Raziye Çakır-11.Şubat.2015

“Türk - İslam Geleneğinde; hem Sağlık, hem güzellik, hem de törensel açıdan özel bir yeri olan ve Dede Korkut hikayelerinde de sözü edilen kına,Türk inanç sistemine adanmış olmanın da işaretidir. Bunun içindir ki; “Vatana Kurban Olsun” diye asker adayına, “Allah’a Kurban Olsun” diye kurbanlık koçlara, “Eşine Kurban Olsun” diye geline kına yakılır. Kınasız gelinin cennete gitmeyeceğine inanılır.Anadolu’nun her tarafında yaygın olan kına yakma geleneği,Anadolu dışındaki Türklerden;başta Kıbrıs Türkleri olmak üzere, Bulgaristan Türkleri,Gagauz Türkleri ve Karay Türkleri ile Azerbaycan Türkleri’nde vardır. Bize ninelerimizden kalma bu gelenek özellikle Anadolu da genç kızların hepsine evlenmeden birkaç gün önce düzenlenir. Kına geceleri hüznün yoğun olarak yaşandığı bir gündür.Geleneksel yapının yoğun yaşadığı bölgelerde hala eski önemini korumaktadır. Ancak büyük, kentlerde ise artık yapılmamakta veya sadece eğlenceden ibaret birgün olma niteliği taşımaktadır. Daha önceleri kızın evden ayrılışı, son vedalaşması biçimindeyken, günümüzde eğlenceye dönük, nikahla evleniliyorsa düğünün yerini alan bir eğlence durumuna geçti. Ancak gelin adaylarımızı da düşünerek geleneksel kına gecesini sizlere en ince ayrıntısına kadar anlatıcağız. Geleneksel kına gecesi düğünden bir gün önce kız evinde yapılır. Çok yakın akrabalar ve genç kızlar kına gecesine katılır.Kınanın yakılacağı gün kız evine bayrak asılır. Bayrağın asılması düğünün başladığı anlamına gelir.Geline yakılacak kına oğlan evi tarafından alınır. Çoğu zaman kız evine gece öncesinde çerezlerle birlikte gönderilir.Kimi zaman da giderken götürülür. Özenle hazırlanan kına tepsisinde çerezler, tatlılar, kına çöreği veya kına helvası bulunur. Oğlan evinden gelenler kız evinde karşılanarak ağırlanır. gelin önce şık bir elbise giyer ancak kınanın yakılmasından önce üzerini değiştirerek “Bindallı” denilen kadifeden yere kadar uzanan kaftan türü bir giysi giyer. Gelinin başına kırmızı bir örtü örtülür. Gümüş veya bakır tas içerisinde “Başı bütün” diye adlandırılan analı babalı, başından ayrılık geçmemiş bir kadın tarafından kına karılır. Kınanın içine bozuk para konur.Bu hem bereket dileği, hem de kına yakan kişiye baht açıklığı sağlamak amacına yöneliktir. Kına yakılmadan önce gelin ve damadın oturması için salonun ortasına birer sandalye konur. Erkek tarafının getirdiği kına, etrafı mumlarla süslü bir tepsi içine hazırlanır. Genç kızların ellerine birer mum verilir. Önce elinde kına tepsisiyle genç bir hanım arkasından gelin onun arkasından da ellerinde mumlar olan genç kızlar türkü söyleyerek boş sandalyelerin etrafında dönerler.


198

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Daha sonra gelin ve damat sandalyeye oturur. Bu arada baş övme, gelin okşama, yakım denilen içli kına türküleri söylenir. Amaç gelini ağlatmaktır. Kına gecesinde gelin kız mutlaka ağlar. Eğer ağlamazsa “Kocada gönlü var” şeklinde yorumlanır ve ayıplanır. Gelinin eline kına yakılırken “Gelin elini açmıyor...” denir ve bunun üzerine erkek tarafı gelinin avucuna küçük bir altın koyar. Avucunu açan gelinin avuçlarına kına yakılır, ellerine tülbent bağlanıp eldivenler geçirilir. Erkeğe de aynı şekilde kına yakılıp eldiven geçirilir. Kına yakan kişinin bir hata yapmaması gerekir. Kınanın yanlış yakılması o kişinin cezalandırılmasını gerektirir. Ceza olarak bir hayvan kesmek zorundadır. Kına yakıldıktan sonra gelinin başındaki kırmızı örtü açılır ve kına misafirlere dağıtılır. Dağıtım sırasında para kime çıkarsa darısının ona olacağına inanılır. Özellikle genç kızlar unutmayın! Gelinin evlenmemiş bekar bir arkadaşı kimseye çaktırmadan kırmızı kına örtüsünü gelinin başından çalarsa onun da kısa sürede evleneceğine inanılır. Tüm bunlardan sonra türküler söylenmeye oyunlar oynanmaya devam edilir böylece gece sona erer. Sabah kızlar erkenden kalkarak gelinin elindeki kınayı yıkarlar. Elinin ortasına konmuş olan para da fakir bir çocuğa verilir veya güveye götürülüp bahşiş alınır. Güvey bu parayı cüzdanında taşır.

Parayı Buşdu, Değişti Demesinler...

Alptekin Cevherli-12.Şubat.2015

Mahalledeki bütün esnafa yüklü borcu olan bir adama piyangodan büyük ikramiye çıkar. Mahalleli sevinir. Kasap, bakkal, manav bayram eder. Artık hem borçlarını tahsil edecekler, hem de artık veresiye vermeyeceklerdir. Aradan 2 gün geçer, bizim piyango talihlisi hâlâ veresiye defterine borç yazdırmaya devam eder. Bir hafta, on gün derken, bir ay olur, bizimkisi hâlâ borçlarını ödemez. Artık dayanamayan alacaklı esnaflar bir gün adamın önünü yolda kesip, neden piyangodan büyük ikramiye çıkmasına rağmen borçlarını halen ödemediğini sorarlar... Bizimkisi gülümseyerek cevap verir: - “Parayı buldu da, huyu değişti demesinler diye...” ***


Makale ve Analizler - 2015

199

Hatırlarsanız Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinde Rusya bütün bitmişliğine ve perişanlığına rağmen son bir gayret ile Türkiye ve Türk Dünyası arasında kesintisiz kara ve demir yolu ulaşımı olmaması ihtimali için Azerbaycan’ın Karabağ Vilayetinde bölgedeki askerî birliklerinin desteği ile Ermeni çetelere büyük insanlık suçları işletti. O dönemde insanlık tarihine kara bir leke olarak geçen ve Yahudi soykırımına dahi rahmet okutacak vahşilikte Hocalı Soykırımı yaşandı. O dönem Ermenistan ve Azerbaycan orduları yoktu. SSCB dağılmadan kısa bir süre önce Karabağ’daki Azeri Türkleri’nin elinden av tüfekleri dahi toplatılmıştı. Buna karşılık SSCB depolarındaki silahlar Ermeni çetelere verilmiş ve on binlerce Azerbaycan Türk’ü bu sözüm ona Karabağlı Ermeni çeteler tarafından katledilmişti. (aynen şu anda Kırım’da da güya Rus asıllı yerli halkın Ukrayna ordusu ile savaşması gibi) Ermenilerin yetersiz kaldıkları yerde de Rus zırhlı birlikleri ve hava kuvvetleri takviye sağlamışlardı. Gün geldi geçti... O Ermeni çetelerden birinin ele başı bugün kanlı elleriyle Ermenistan Devleti’nin Cumhurbaşkanı oldu.Evet, değerli dostlar, Ermenistan Devlet Başkanı Serj Sarkisyan’dan bahsediyorum. Hani şu Cumhurbaşkanımızın Çanakkale Savaşları’nı anma gününe davet etmek için uzattığı dost elini terbiyesizce geri çeviren adam. Şimdi elinizde, katledilen on binlerce Azerbaycan Türkü’nün kemiklerinin sızısını azaltacak bir imkân var. Analarının karnı süngü ile deşilip kız mı, erkek mi diye iddiaya girilen o bebelerin ruhu bir nebze huzura kavuşacak. Sözde Ermeni soykırımı iddialarının güya 100’üncü yılında bu iftiralara en güzel cevap verilecek. 30 saniye ayırıp buna sizin de desteğiniz olursa vicdanınız emin olun daha rahat edecektir... TUMİB (Türkiye’de Okuyan Azerbaycanlı Öğrenciler Birliği) İstanbul Temsilciliği tarafından desteklenen kampanyaya siz de katılın... TÜMİB’in mesajı şöyle: “Sarkisyan’ın Uluslararası arenada katil olarak tanınması için bizler Azerbaycan’da STK’lar olarak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne müşterek dilekçeler göndermişiz. Bu müşterek dilekçeler Sovyet ordusu tarafından yapılan kanlı 20 Ocak olaylarını tanıtmayı ve Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’ın savaş suçlusu olarak tanınmasını gerektirir.


200

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Sizlerden ricamız isteğimizi yayınlayarak Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’ın savaş suçlusu olarak tanınmasına ve 20 Ocak kanlı olaylarının dünyada tanınmasına için bizlere destek olmanızdır. Gönüllü davamız için dostlarımızın aşağıdaki 2 linke ayrı ayrı girip oy kullanması çok önemlidir. 1) goo.gl/iPsjQc - 2) goo.gl/FG2zV0 Her 2 link farklıdır. Adaletsizliğe karşı sessiz kalmamak insanlık ve şehitlerimize olan borcumuzdur...” *** 1914 - 15’te Doğu Anadolu’muzda ordumuzu arkadan vuran, katliam yapan Ermenistan yönetimi neyse, bugünkü de aynıdır. Bunlar da Azerbaycan Türkleri’ne aynı soykırımı yapmıştır. Bugün Sarkisyan “parayı bulmuş”, kendi halkını satmış ve Fransa’dan, Rusya’dan, İran’dan veya ABD’den yine destek almış olabilir. Batı’daki ağababalarına karşı hâlâ itaatkâr ve kendi geleceğinin nerede olduğunu görmekten acizdir. Türkiye’nin büyük bir lütuf olarak uzattığı dost elini dahi terbiyesizce geri çevirecek kadar kördür. Buna haddini bildirmek için haydi internet başına, Birleşmiş Milletler nezdinde oy kullanmaya...

Hep Bizden Aldılar

Rafet Ulutürk-12.Şubat.2015

Elimizde avucumuzda bir şey kalmadı diyenler tamamen haklı. Vere vere bir şeyimiz kalmadı. Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) Başkanı Lütfü Mestan, Merkez Yürütme Kurulu üyeleri ve eski Sosyal İşler Bakanı Dr. Hasen Ademov gibi bölgede bilinen milletvekilleri Razgrad bölgesindeydiler. Parti büro toplantısını Deliorman başkentinde yaptılar. Olay hakkında halkın dilinde dolaşan şudur: “Öküz öldü ortaklık bozuldu.” Toplantıda Lütfü Mestan’ın esip gürlediği ve yerlilere gözdağı vermeye çalıştığı işitildi.


Makale ve Analizler - 2015

201

Anlaşılan o yaklaşan yerel seçimlerden önce, tepkisi fazlalaşan ve bazı köylerde kaynayan taban gazını almaya geldi. Taban gazı zehirlidir, hareketlendiğinde önüne geçilmez. Lütfü başkan partinin seçim stratejisini değiştirdi. Muhtar ve belediye başkanı seçimlerinde kimseye taviz ve özgürlük tanımak istemiyor. Yukarıdan kimi gösterirsek onu seçeceksiniz, diyor. Halk “gene bir çıkarları vardır, bizi düşünmemişlerdir, kendi hesapları vardır” şeklinde yorumlarken tepki ifade ediyor. Lütfü konuşmasında, “oy oydur, rengi kokusu yoktur, verin oyunuzu DPS’ye!” dedi. Bu sözleri tohum gibi eksen çıkmıyor, slogan yapsan bakan yok. Bilinçli seçmen biz bu günlere mücadele vererek geldik, kayın peder, gizli polis “DC” falan yardımıyla değil, cevabını yapıştırıyor. Mestan’ın kılcal damarları gizli polis “DC” tarlasında olduğundan, Delirorman Türklerini, Deliorman insanını, onlar suskunluğunu ve ne yapacağını asla anlayamadı. Bu toprak dünya şampiyonları çıkarmış bir kutsal adaletin vatanıdır. Halkın gönlü Lütfü Ahmedov, Hüseyin Mehmedov ve daha nicelerinin coşkusuyla dolup taşmaya devam ediyor. Deliorman insanı hak ve özgürlük davasına önce adalet bilinciyle yanaşır. Mestan’ın kendi köydeşleri adalet sözünü bilmediklerinden “Allah ne verdiyse kabulümüzdür” inancıyla avunurken, bu bölge halkı 1985’te ve 1989’da ayaklanmıştı, Ak Kadınlar (Dulovo) bayanları çapaları, tırmıkları, yabaları sırtlamış askere karşı yürümüştü. Kemaller (İsperih) aylarca nöbet bekledi, gece gündüz ayaktaydı. Bu insanlarımız için bir toplumda önce adalet sağlanması sorunu çözülmeliydi ki, Hak ve Özgürlükler partisi 25 yıldan beri hükümet ortaklıklarına katılıp ayrılıyor, sürüden ayrılmamak için kendilerine hep oy verdiler, fakat Bulgaristan Cumhuriyeti’nde adalet sağlanması için bir adım atılmadı. Anayasa ve kanun değiştirmek kendiliğinden adalet anlamına gelmiyor. Lütfü Mestan haklarımızın ve özgürlüklerimizin kutsallığını bilmez, bilemez. Onun okuduğu okullarda ve kitaplarda bu konuda tek satır yoktur. Ona baş danışmanlık yapan Mariyana Georgieva da bu işlerden pek anlamaz. En düzgün Bulgarca kullansan da, bilmediğin bir şeyi kimseye anlatamazsın. Birkaç defa “Demir Baba Tekesi” anma törenlerine katıldı. “Saltuk Baba kimdir?” diye sordu. Anlatılanı anlayamadı. Şeyh Bedrettin ismini işitmemişti. Çömelip oturanların önüne çıkıp, yüksek meşe dallarının gölgesinde konuştu. Havada sözler dolaştı. Dikiş tutmadı. Onun anlatmak istediği şeyler, sanki ekmeğimizde “DC” - gizli polis mayası olmadan somun kabarmaz anlamındaydı. Şimdiye kadar işittikleri en iyi melodi çapa sesi, ya da yonca biçerken kosa fışlaması olan bu insanlar, her buluttan rahmet yağmadığını biliyordu. Oysa onlar dünyanın en kaliteli buğdayını üreten köylülerdi. Gizli polis ajanları mayanın ne olduğunu öğrenmezden önce, onlar Balkanların ve Avrupa’nın en kabarık, kabı


202

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

en kızarmış, hem kıtır kıtır hem de sünger gibi has ekmeğini pişirenlerdi. Hak ve özgürlük tohumları bu topraklarda mayalanmıştı. Osmanlıdan önce, Şeyh Bedrettin zamanlarında hak ve özgürlüğün adı adaletti. Adaletin olduğu yerde bütün insanlar kardeşçe yaşayabilirdi. Adalet Vatandan da öndeydi. Adalet olmadan Vatan olmazdı. Onlar bunu anlatırken “kuduz tarlasına kuşlar konmaz” diyordu. Halkımızın geleneklerini, ahlakımızın ve kültürümüzün tüm ayrıntı ve özelliklerini bilen aydınlarımız bu topraklarda yetişmişti. Kılcal damarları bu toprakların 1000 yıl derinlerinde olan “Bir orman gibi beraber ve bir ağaç gibi hür” biçimindeki özgürlük ve adalet anlayışı dünyayı değiştiren güç olmuştu. Doğal hakların, insan haklarının ne olduğunu çok iyi bilen Deliormanlılar son yıllarda kendilerine verilen sözlerin hiç birisinin yerine getirilmediğini çok iyi bildikleri gibi, “yalancının mumunun yassıya kadar yandığını” da biliyordu. Bu bakıma halkın artık uyandığını, Hak ve Özgürlükler Partisi liderine ve yönetimine verilen kredinin tükendiğini son genel seçimlerde, “yukardan” gelen, saraylarda dizilen aday listelerini elinin tersiyle kenara itip, kimi milletvekilini seçen, kimi başkente göndereceğine kendi karar veren veGünay Hüsmen’i Sofya’ya göndereler yüksek iradeli ve bilinçli seçmenlerdi. Onların kararı bir yandan Bulgaristan Türklüğü tabanının uyumadığını, gece gündüz adalet nöbetinde olduğunu kanıtlarken, parti liderinin “oy oydur” politikasını tamamen ret etti. Deliormanlı aydınlardan hiç biri Romandan oy dilenmedi. Para karşılığı oy istemedi. Vratsa, Montana köylerine ne de ta a Vidin iline oy aramaya gitmedi. Deliorman insanımız biz kendimize yeteriz inancıyla yaşamaya devam ediyor. Bölge hastanelerindeki hekim yetersizliği, Razgrad il hastanesinde çocuk cerrahı olmaması, İsperih hastanesinde yerli doktor kalmaması, hemşerilerin de daha yaşanası bir hayat için bir nebze İngilizce öğrenip Batı ülkelerine göç etmeye karar vermiş olmaları çok düşündürücüdür. DPS şefi Lütfü’nün derdi “oy”, halkın derdi ise bambaşka. Halkımızın vatan sevdasından vazgeçmesinin ana nedeni ülkemizde adalet olmamasıdır. Adil olma ve Tanrının verdiğinle yetinme anlayışının rafa kaldırılması, hak arama savaşımının boğulmasının ardında DPS olduğunu bilmeyen kalmadı. 4–5 milyar levanın kayıplara karıştığı BTK bankası şaibesinin ardında da DPS yönetimine bağlı olduğunu konuşan olmasa bile herkes gerçekleri biliyor. Son gelişmeler yalnız endişe değil, hesaplaşmaya da neden olabilir tehlikesi büyüyor. Bulgaristan’da çocuk doğum oranının bu bölgede yıllardan beri en düşük olması, insanların yaşadıkları yerleri terk edip kaçmaları, hükümetlerin hiçbir tedbir almaması, anaokullarında anadil eğitimi olmaması vs. vs. sebepler Deliorman köylerimizin ıssızlaşmasında ana neden olmaya devam ediyor. 25 yıldan


Makale ve Analizler - 2015

203

beri dinmeyen göç, son beş yılda özellikle ekonomik göç şeklinde Batı Avrupa ülkelerine yöneldi. Hayvancılık yok oldu. Şunu ilave etmek istiyorum. Hafta sonunda Bulgaristan “Dayanışma” sendikasının kurucusu ve 26 yıl başkanı olan Dr Konstantin Trençev, kurultayda bir veda konuşması yaptı. “Geçiş Döneminde” Bulgaristan halkı üzerinde “soykırım” yapıldığını söyledi. Bu sözleri söylerken, deneyimli sivil toplum örgütü başkanı gözyaşlarını tutamadı, “ömrünü özgürlük davasına adadım ama bir şey elde edilemedi” dedi. Bu sözler öncelikle Deliorman için geçerlidir. Geçen yüzyıl bir dönem bu bölgenin şirin köy ve kasabalarında 1 428 Türk Okulu, din okulu vs. eğitim merkezlerimiz vardı. Bu irfan ocakları Müftülük ve vakıf yardımlarıyla, örencilerin evden gelirken kitaplarıyla birlikte getirdikleri birkaç odun kesmesiyle ısındıkça halkın ruhunu ısıtıyordu. Şimdi o da yok. Hep bizden, hep bizden aldılar. Alamadıkları bir tek Türklüğümüz, Türk ruhumuz ve Türk vicdanımız kaldı. Bu topraklarda Türk ve Müslüman kimliğimizi yaşatan halk aydınlığımızdır. Bana bu sözlerimin anlamı hep soruldu. Anladığım şudur: Bulgaristan Türk kimliğinin özellikleri nelerdir? Bizim Deliorman insanımızı öncelikle hiçbir zaman birey olarak sivrilmek ve halktan kopmayı hedeflemedi. Kılcal damarlarıyla her zaman halkımıza bağlı yaşadı ve yaşıyor. Bu sözlerin pratik anlamı, kışı birimiz çıkarırsak hepimiz çıkarırızdır. Bu diyarda biri aç biri tok insana rastlanmaz. Sofra kurulur aç olan oturur. Karnı doyan kalkar. “Atın şu adamı sofradan” sözü Deliorman’da bilinmez. Son dönemde Kemallerde, Kubrat’ta, Torlakta ve Ak Kadınlar’da aramıza solucan gibi sokulan Ahmet Doğan hakkında “Atın bu adamı saraydan” haykırışı yükselmeye başladı. İşte bu nedenle olacak Lütfü Mestan ve ekibinin Razgrad ziyareti tamamen sönük geçti. Olaylara bu açıdan yanaştığımızda biz Deliorman Türklerini “mücadeleci emsali” olarak kabul ediyoruz. 1989 Mayıs Ayaklanmasında en çok kurban veren onlar oldu. Büyük Göç çığı da Deliorman’dan koptu. Bizi tanımayanlar var. Bulgaristan Türkü nasıl bir insandır? Bu sorusuna yanıtını Deliorman’da ararken, Türklerin bu topraklarda kişiliğinin nasıl şartlarda ve nasıl etkiler altında, nasıl şekillendiğini buluruz. Ataları bozkırların soğuklarına dayanan, atı evcilleştirip yollara dökülen, göçebe hayatı teşkilatlandıran, savaşlarda cesaret ve dövüşmeden öncü olan, yağmayı gören, harama el uzatmayan, Çinlileri ve Bizans’ı yenerek, Araplardan ibadet etmeyi öğrenerek bu topraklara gelip yerleşmişlerdir. Bu uzun yolda sırtında taşıdığı iyi komşuluğu, hayırseverliği, insan sevgisini ve hoşgörüyü Avrupalılara da sunmuşuz. Avrupa’nın ve Avrupacıların “medeniyet derslerine” de giderek uyum sağlamak şartıyla yanaş-


204

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

mış, geleneklerimiz, özgün kültürümüz ve din-ahlak konularında her zaman pasif direniş göstermişizdir. Başka bir değişle, biz bu topraklarda Şeyh Bedrettin ile düşünerek, Nasrettin Hoca ile gülerek, Mevlana ile sema ederek, Yonus Emre ile duygulanarak, yerli aşıklarımızla türkü söylerken, Nazım Hikmeti bağrımıza basarak ve ardından birçok kendi şair ve yazarımızı yetiştirerek yaşadık. Güreştik, at koştuk, avradımız kadar toprağımızı da sevdik ve küfür ederek stres attık. Bu Topraklarda Hacı Bektaşi Veli sevgisi de yaşamıştır. Fatihi, Mimar Sinan’ı, Avitsena’yı, Filibeli Hilmi’yi, Pazvant Oğlunu, Osman Paşayı Mustafa Kemali düşündükçe hep yüreğimiz kabarmıştır. Alın teri hep bu topraklara dökülen ve atalarının kemikleri de bu topraklarda bulunan Deliormanlılar, evrensel anlamda dünya çapında insanlar yetiştirmiştir. Bu toprakta ve insanlarında doğal başarı mayası vardır. Bu da yeryüzünde öyle pek kolay bulunmayan bir şey değildir. Bizim tarafımızdan her zaman sevilen kadınlarımız hakkında un eleyen, yemek yapan, çorap ören, turşu kuran, sarımsak soğan soyan, domates biber suyundan kış yemeği hazırlayan sürekli temizlik yapan, ahır, samanlık ve ev arasında gidip gelen bir de ev ve aile işlerinin tümünden sorum olandır denirken, geçen yüzyıl eşit haklılığa uzandık, aile direği rolümüzü de örf adet usulü erkeklerin yürütüldüğü bilinir. Bu yaşam tarzında bencil ve agresif eğilimlere de rastlarız, dış dünyaya karşı güvensizlik bizde nöbet tutarken, ne olur ne olmaz hesaplarıyla yaşayan bir asırda 8 defa göçe zorlanan insanlarımızda uzun vadeli planlama olayı yoktur. Kanaatkar ve alçakgönüllü olan Deliorman insanı gururludur, bu arada bir az da kadercidir. Biz aşırı derece de meraklıyızdır. Böyle olduğumuzdan olacak mesela Başkan Lütfü Mestan Razgrad’a gelmiş diye başımızı kaldırıp bakmayız, haber radyo bültenine düşse dinlemek için durmayız, inancımızda “olacağına varır” kanaati ağırlıklıdır. Böyle durumlarda biz bir de “neye gelmiş, istediği ne ola” gibi soruları doğal olarak sorulur, çünkü her gelen bizden bir şeyler istemiştir, alıp götürmüştür, halk alıp götürülenin geri gelmeyeceğine inanmıştır ve bu konuda uysaldır. İşte böyle hep bizden, hep bizden aldıkları için, bizim kimliğimiz de artık soyula soyula dalsız ve yapraksız kaldı. Bu günden başlayarak yeni kimlik birikimimize ihtiyaç var. 21. yüzyılda en önemli vazifelerimizden biri bizi çevreleyen ve boğazlamaya çalışan dogmaları, batıl görüşleri bir yana iterek, kimliğimizi koruma davamıza daha kararlı devam etmemiz ve bu mücadelemizde başı çekecek cesaretli evlatlarımıza yol açmaktır. Kimliğimizden daha fazla ödüm veremeyiz.


Makale ve Analizler - 2015

205

Yeni Durum

Rafet Ulutürk-13.Şubat.2015

2015’in daha ilk ayı son yıllar birikimlerine patlama ayı oldu. İlk önce şu Fransız başkentinde 6 - 7 Ocağa rastlayan “Charlie Hebdo” iğrençliğihepimize çok kötü günler yaşatabilirdi. Başbakanımız Sayın Ahmet Dağutoğulu’nun da hemen Paris’te belirmesi ve birçok başka Müslüman liderin, Hıristiyan Cumhurbaşkanı ve Başbakanlarla birlikte teröre karşı kararlı yürüyerek, bu olayın bir İslam saldırısı değil, terör olayıolduğuna her demecinde kesin damga vurması, ardından aynı noktalamayı Berlin’de yinelemesi çok isabetli oldu. Yeni harmanlamada insanlık Hıristiyan ve İslam dünyası arasında bir büyük çatışmaya itilemediği gibi, terörle mücadelenin ortak dava olduğu inanç ve hedef haline geldi. Türkiye’nin tavrı yalan olanla gerçeğin birbirinden ayrılmasında belirleyici oldu. Ben de sizler gibi, “Charlie Hebdo” katliamından fazlasıyla etkilendim. Yahudilerin ellerinde biraz fazla para birikince yada iflas ettiklerinde hep uç işlere karışırlar. Aklımdan bunlar “bu defa bütün dünyayı İslam’a karşı ayaklandırmak mı istiyorlar” gibi fikirler geçti. Bir de görüyoruz ki, İŞİD çarşafı aşıldıkça altından Yahudi parası, İsrail silahı, pisliği, Mesih hayalleri, Mezopotamya’da Büyük Yahudi Devleti hayaleti vb. çıkıyor. Katlıyamlar milyonları evinden yurdundan etti. Büyük Türkiye’nin sonsuz insan sevgisi olmasa, olacaklara akıl ermez. Batılı Hıristiyan devlet vatandaşı olup kanlı serüven peşinde Yakın Doğu’da kafaya maske takıp gösterilen canilik, devletleri para için zorlamaya, boyun kesmeye kadar uzandı. İslam’ın 5 şartını bile doğru dürüst uygulamayan katiller, yaptıklarını “şeriat” kılıfına sokmaya çalıştıkça kim oldukları belli oluyor. Kelle kesme, insan yakma, yargısız infazla insanları gaz kamaralarında yakma, en zehirli gazlarla boğma gibi kitle imha yöntemleri İslam hukukuna ait değildir. İslam yasalarında bu gibi cezalar öngörülmemiştir. Keyfi hareketler Orta çağı, karanlık devirleri, 1480 İspanya’sını anımsatıyor. O zamanlar İspanya hükümetinde Yahudileri ve dinden dönenlere zulüm eden, yargısız infaz uygulayan İşkence Bakanlığı vardı. Avrupa tarihinde 13. ile 19. yüzyıllar arası inkvizision (işkence) çağı adıyla bilinir. Kilise kurallarına ve feodal düzene karşı çıkanlarla hesaplaşma çağıdır. Fakat son yüzyılda Hitler’in Yahudi düşmanlığı, insan sevgisinin de doğum yeri olan eski kıtada, insanoğlu


206

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

haysiyetine dip yaptırmıştır. Doğu ve İslam alemi benzer vahşet tanımaz. Maskenin altında kimlerin gizlendiği bilinmeyen İŞİD vahşetinin İslam dini hanesine yazılmak istenmesi, çelişkili düşünceler tahrik etmeye devam ediyor. Özellikle de devlet beyanlarına “İslam terörizmi” gibi kavramlar alınması rüzgârı ters yöne çeviriyor. Dünyada yeni uygarlığın İslam ile Hıristiyanlık çatışmasından doğacağını yıllardan beri yazıp çizenler ve bunu kafalara mıhlamak amacıyla propaganda edenlerin son olayların ardındaki rollerinin gün ışığına çıkması besbelli ki, bu defada biraz gecikecek. Yahudilerin içindeki “biz haklıyız”, “mağdur olan hep biz oluyoruz” - 15. yy.da İspanya’da yakıldık, kovulduk, Osmanlıya sığındık; Hitler nicemizi gaz kamarasına attı vs gibi yakınma ve merhamet arama örnekleri çoktur. Fakat bir de yine Yahudilerin İsa Peygamber’in dirilişinden sonra, ona edilen zulüm, çarmıh olayı ve ardından Avrupa’da istenmeyişleri, ticarete katılmalarının, kalelerin içinde yaşamalarının yasaklandığı uzun dönem gelir. Sonunda onlar kendilerine konan yasakları, kadim zamanlardan beri kullandıkları tefecilik silahıyla yenebilmiş, bankaların, en lüks konakların sahibi olmayı başarmışlardır. Bu süreçlerin içinde tekrarlayan olaylar var. Hani “hırsız suç yerine döner” misali yinelemeden söz ediyorum. Mesela, dönemin (1840 - 1902) büyük Fransız yazarı Emil Zola, “Para” romanında Yahudilerin kaleden içeri girme çabalarını anlatır. Drayffüs olayında ise, artık Fransa ordusuna girmiş, Genel Kurmay katına yükselmiş, gizli araştırmalardan sorumlu bir Yahudi Albay’ın Almanya lehinde casusluk yapmış olması suçuyla yakalanıp yargılanmasına karşı dikilip aklanmasını sağlarken sözüm ona Yahudi “dürüstlüğü” savı beklenmedik zirve yapar. Çalışanlarına maaş ödemekte güçlük çeken ve kira ödemelerini aksatan “Charlie Hebdo” katliamı giz perdesinde İslam dini kutsalları konusunda kalemleri hep çarpık çizen 10 Yahudi gazetecinin feda ederek “İslam düşmanlığı cinini” şişeden çıkarma planı vardıysa, tuzak ustaca kurulmuş ve şişe kırılmıştır. Şu da var ki, Yahudi ekibin gözyaşları 13 milyon Euro ile silindi de, “her buluttan yağmur yağmaz” bir defa üstün gelenin ikincisi tamamen ters tepebilir. Avrupa demokratik kamuoyu, devlet ve hükümet başkanları, bu arada aktif konum alan Başbakanımız Sayın Ahmet Davudoğulu “katliamın İslam dini ile hiçbir ilişkisi yoktur” derken, ağırlık gösterdi ve İslam ile terörü birbirinden ayırdı. “Bu bir terör olayıdır,” dedi. Değişmeyen politik çizgilerimizi Avrupa kamuoyu Davos temaslarında da yaşadı. Hayfa sonu komşumuz Yunanistan’da yapılan genel seçimde sosyal demokrasinin solunda ama aşırı sola da oldukça uzak olan SİRİZA zaferinde ve hemen ardında “Bağımsız Rumlar partisiyle Avrupa Birliği karşıtı düğümde bu-


Makale ve Analizler - 2015

207

luşup hükümet kurmalarında birçok yenilik izledik. Utkunun ardında eskisi gibi borç harç içinde kemer sıkarak ateşten gömlek yaşamak istemeyen Yunanlılardan başka bir de Moskova parmağı olduğu ortaya çıkarsa, Avrupa’daki deprem sinyalleri sıklaşabilir.” Öte yandan SİRİZA AB’de kalacağım dese de,İngilteresahnesinde en güçlü partilerinden biri olan “Faraş” iyice sivrildi. Yılbaşından beri gündem belirleyen konumu Brüksel’den ayrılmak için halk oylamasına gitmek istiyor. Buna ilaveten,Fransa’nın güçlü sağ partisimilliyetçi Le Pen hareketide AB konusunda ikircimli tutumunu koyulaştırıyor. Rusya’da gelişen ve pekişen yeni milliyetçi ideoloji Batı Avrupa ülkelerindeki sağ güçler tarafından kolay benimseniyor. Ortak eylem plâtformları oluşturma yolları aranıyor. Brüksel aleyhindeki cepheleşmede sağ ve sol kanatları buluşturan pek çok nokta var. Geniş sosyal tabanında haksız yollardan zenginleşenlere karşı isyan etme azmi ateş alıyor. Bir de acaba Rusya Avrupa’yı soldan sağdan ateşleyebilecek durumunu elde edebildi mi, sorusu dillenmeye başladı. Sürpriz gelişmelerin ardında geniş katmanların memnuniyetsizliği ve Rusya kaynaklı dış destek olabilir. Gerginlik noktalarının başında gelen Ukrayna içinde Lugansk savaş çizgisi oluştu. Binlerce ölüden söz edilirken ateş bir türlü kesilmiyor. “Yurtta sulh, dünyada barış” ilkesine sımsıkı bağlı kalan Türkiye Cumhuriyeti’nin Ukrayna’yı hedef alan bir yeni NATO askeri üssünün Karadeniz kıyımıza konuşlandırılmasına izin vermemesi ve bu üs için son yıllarda 50 bin Rus’un konuşlandığı Kara Deni incisi Varna’ya komşu “Şabla” kıyısının seçilmesi, Bulgaristan’da değişik yorumlara vesile oldu. Kendi kendilerine gelin güvey olup “Türkiye’nin NATO içindeki konumu zayıfladı” deyenler sanki bayram ettiler. Sürekli ve güvenli barış siyasetini algılamada güçlük çekenlerin akıl durgunluğu içinde olduklarına artık kesin inanıyorum.


208

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Gece Kıvılcımları

Rafet Ulutürk-14.Şubat.2015

Üstümüze yığılan yılların kör yumağı Alnımıza çizgiler çizse de derin derin İçimize doğuştan yuva kuran kaderin Engel olamaz bize çelik örgülü ağı Ko aksın gönüllerin sevgi yüklü ırmağı Kıskançları suyuyla birer birer boğarak Günde birkaç kez ölüp yeni baştan doğarak Devireceğiz bir gün önümüzdeki ağı Örgütlenme İmkânları Daha Belene Ölüm Kampı’nda bulunduğumuz günlerde yakınlarımızla görüşmeler başlayınca, bizim için hayati önemi olan bir haber aldık. Türkiye Cumhuriyeti Balkanlara özel radyo yayını yapmaya başlamıştı. Yayının önemi, birkaç sözle anlatılmayacak kadar büyüktü. Hava, ekmek, su, var olmak içindi. Oysa kişi sadece var olmak için çabalayan, didinen bir yaratık değildi. Bu var oluşun bir anlamı vardı. Radyo yayınları bize var oluşumuzun anlamını açıklayarak, anlatacak, aydınlatacaktı. Bu anlam, ulusal ve dinsel kültürümüzü geliştirmekle başlardı. Böyle bir yayının boşluğu yıllardır dudaklarımızı çatlatan bir susuzluk içinde hissediliyordu. Bu boşluk şimdi doldurulmuştu. Artık sorun, yayınların iyi ve engelsiz dinlenmesindeydi. Adlarımızın değiştirilmesinden, yani o korkunç kasırgadan sonra başını öne eğip kara kara düşünen, ne yapacağını bir türlü kestiremeyen, bütün dünyaca unutulmuş duygusuyla çırpınan Bulgaristan Türkü,akşamüstü kırık ve bitik radyosunun ibresini istasyonlar üzerinde gezdirirken, birden bire kendisine hitaben yayın bulunca sevinmez, heyecanlanmaz, cesaretlenmez, ümitlenmez de ne yapar? Üstelik bu yayın ona her akşam, her sabah, Bulgaristan hudutlarından soydaşlarının nasıl, nice kaçıp, Türkiye’ye ana vatana sığındığını söylerse, kendine güveni artmaz mı? Bu yayın çok geçmeden haltercimiz Naim Süleymanoğulu’nun, pehlivan İlyaz Şükrüoğulu’nun, mebus Halil İbişoğulu’nun, Doç. Hüseyin Memişoğulu’nun ve daha yüzlercesinin “Kelleyi torbaya koyarak” kaçtıkları haberini veriyordu. Onların ardından Bulgar gümrük kapısını yük kamyonuyla kırıp geçenler de vardı. İstanbul Boğazı’ndan geçmekte olan yük vapurlarından suya atlayanlar da; elektrik akımı geçen telleri keserek kendilerine yol açarak Türkiye’ye kaçanlar da vardı,


Makale ve Analizler - 2015

209

hudut boylarında günlerce aç durup kaçmayı başaranlar da... Onların bir kısmı dünyanın çeşitli yerlerinde günümüzün önemli diplomatlarına bize yapılan Bulgar vahşetini ve içinde bulunduğumuz dayanılmaz durumu anlatıyorlardı. Birisi işitmezden gelirse, bir başkası işitirdi. Böyle böyle bütün dünyanın özgür insanları durumumuzu öğrenir, bize yardım elini uzatabilirdi. Yeter ki, biz de umudumuzu yitirmemeli, karınca kadarınca bir şeyler yapmaya çalışmalıydık. Evet, çalışıyorduk. Sessiz bir direniş içindeydik. Direnişimiz gün gün sertleşiyordu. Nihayet 1988 yılına girdik. Bu yıl, örgütlenme şansımızı arttırdı. Artık Bulgaristan Türkünde 1984 - 1985 yıllarının karanlığı yoktu. Gece kıvılcımları çakmaya başladı. Türk olduklarının ve bunun verdiği mutluluğun bilincine varmışlardı. Müslümanlığa varan yolun muhakkak milli duygular dünyasından geçmesi gerektiğini anlamışlardı. Yukarıda, ağır ağır Bulgarlığa doğru kayma dediğim yüz kızartıcı duruma son verilmişti. Jivkov’un alelacele Bulgarlaştırma amacıyla giriştiği ve “Yeniden Doğma” adını verdiği geniş kapsamlı soykırımı Bulgaristan Türeleri’ne bir uyarı anlamına dönüşmüştü. Ailede çocuklarıyla farkına vararak veya varmayarak ve de sokakta yarı Türkçe, yarı Bulgarca konuşan binlerce Türk birden bire uykudan uyandı ve keskin bir viraj yaparak, kimliğinin ne olduğunun farkına vararak kendine geldi. Türkiye’nin Sesi ve Batı Radyoları olmasaydı, bilinçlenme olayı bu kadar çabuk gelişmezdi. Buna, Helsinki Nihai Belgesi’nin ve onu izleyen Belgrat, Madrid, Otava, Viyana Konferanslarında alınan kararların etkisi de büyüktü. Bulgaristan hep sayılan bu nedenlerle, ardında gizlendiği küflenmiş demirperdeyi ister istemez biraz aralamaya zorlandı. Batıdan esen bu sıcak rüzgara, Gorboçov’un açıklık ve yeniden yapılanma dediği kuzey rüzgarı da katılınca, özgürlüğün kapısı biraz daha aralandı. Türkiye hariç bir sıra Batılı devletlerle otomatik telefon bağlantısı kuruldu. Önce, komünist totaliter rejimi kendilerine büyük bir engel sanan Bulgar aydınları muhalif örgütlenme denemesi yaptılar. Bunu başka örgütler izledi. Ve nihayet, 1988 yılının sonuna doğru Kuzey Batı Bulgaristan’da sürgünde bulunan arkadaşlarımız Mustafa Ömer, Belene’den geçme Sabri İskenderoğulu, Ali Ormanlı ve daha başkaları Demokratik İnsan Hakları Birliği’ni (Demokratik Lig örgütünü) kurdular. Örgütün Tüzüğü Batı Radyolarınca Türkçe ve Bulgarca yayınlandı. Örgüt kısa bir zamanda bütün Bulgaristan Türklerince benimsendi. En yakın mahkemece tescil edilmemesine karşın üye sayısı hızla artıyordu. Yoğun baskıya rağmen, önce Kuzeydoğulular, ardından Güneydoğulular akın ettiler Miyaylovgrat (Montana) ilinin Komarevo köyüne. Kırcali, Mestanlı, Cebel, Koşukavak, Ada Köyü, Kıyılar köyü ve daha birçokları örgüte üye toplayan gizli merkez durumuna dönüştüler. Koşukavak bölgesinde, anayasa dışında hiçbir faaliyette bulunmamalarına rağmen, birçok genç tutuklanıp gaddarca dövüldü.


210

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Hep bu etkinliklerin ışığı altında, Mayıs ayının başlarında Kuzeydoğu Bulgaristan’da dört beş Türk’ün, bütün azınlık haklarımızın iadesi talebiyle başlattığı açlık grevleri, örgütün çağrısına uyularak zincirleme grev oldu. Kısa zamanda grev, Türklerin oturduğu bütün bölgelere yayıldı. Bu davada bizi, Bulgar örgütleri de destekledi. Grev, Koşukavak kasabasına da ulaştı. Greve bazı aileler bütün fertleriyle, hatta bazı okulların da bütün sınıfları katılmıştı. Çok geçmeden grevler yürüyüşe dönüştü. İstenilen tek şey azınlık haklarımızın dolayısıyla, adlarımızın iadesiydi. Yürüyüşler, 1984’te Mastanlı’da olduğu gibi, kanla bastırılmak istendiyse de, Varna, Silistre, Burgaz, Cebel şehir ve köyleri kaynıyordu. Bu arada, 9 Mayıs 1989’da, Bulgaristan Meclisi dış ülkelere seyahatle ilgili yeni, yıllardır beklenen bir yasayı onayladı. Bu yasa, her isteyene pasaport verilmesini ve isteyenin istediği ülkeye gidebilmesini sağlayacaktı. Yasa, 1.Eylül.1989’da yürürlüğe girecekti. Öyle ama Türk ahalisinin gittikçe genişleyen ve Bulgar yönetimleri için git gide kâbusa dönüşen yürüyüşleri durmak bilmiyordu. Bu durum, birden Bulgar ahalisinin arasına da sıçrayabilirdi, öte yandan, dünya kamuoyunun dikkatini üzerine topluyordu. Daha fazla devam etmesi komünistler için tehlike oluşturmaya başlamıştı. Bunu önlemek için seyahat yasası yürürlüğe girmeden, Türklere alelacele Pasaport verip, akıllarınca, Türklerden öncü, teşkilatçı, kışkırtıcı hesap ettiklerini ellerinde ikişer bohça giysiyle sınır dışı etmeye başladı. Kalanların sakinleşeceğini zannetti. Yanıldı fakat. Türk halkı, insancıl yollarla azınlık haklarını istemeye devam etti. Bu, benim oturduğum Koşukavak kasabasına da uzandı. 25 Mayıs, kasabanın pazarı günü yapmayı planladığımız yürüyüş aşırı baskı yüzünden yapılamadı. Bütün sokaklar ve köşe başları sivil ve üniformalı polislerce tıklım tıklımdı. Sokaklara dizilen tanklar ateş etmeye hazır durumdaydılar. Birkaç helikopter kasaba üstünde durmadan uçuşuyordu. Biz, Belene Cehennemi’nden geçmiş beş arkadaş, -Nurettin Raifov, Taşlılı İsmail, Süütlüdereli Mehmet, Öğretmen Şükrü Süleymanov ve öğretmen Ömer Osman anlaşma üzerine Pazar yerinde buluştuk. Buluştuk ya, etrafımızdaki sivil ve uniformalı polisler çemberi gittikçe daraltıyorlardı. Parmakları taşıdıkları otomatik silahların tetiğinde, nefret kıvılcımları uçuşuyordu. Gözleri bizdeydi. Sergilerin oralarda pazarcıymışız gibi dolaşmamız onları aldatmadı. Emniyet şefi bir uyarına getirip bizi, bana bağırdı. “Yürüyüşe girişirseniz, ilk mermilerle seni, sonra da arkadaşlarını bizzat ben kalbura çevireceğim!...” bakışlarında intikam merakı duygularını okumak kolaydı, Söylediğini yapacağına emindim. Kendi kendime. “Biz Türk halkına ölü olarak mı, yoksa sağ olarak mı yararlı olacağız!” diye sordum. Cevabım sağ olarak idi. Bunu arkadaşlara da söyledim ve yürüyüşten vazgeçtik. Arkadaşlara hemen dağılmalarını tembihledim. Ayrıldık. İsmail ve Mehmet’i restoranda yemek yerken tutuklamışlar. Emniyet dai-


Makale ve Analizler - 2015

211

resinde gaddarca dövüp sokağa atmışlar. İkisi de günlerce koyun derisine sarılı durdular, çünkü onlara doktor yardımı verilmiyordu. Her ikisiyle de Kapıkule’de görüştük. Kayıt işlemlerinden sonra Mehmet bir hastanede tedaviye alındı. İsmail daha iyiceydi. Kasabadaki evim gözaltındaydı. Gayrı zamanlarda bu işi Bulgar komşuları yapıyorlardı. Evime her giren, dışarı çıkınca tutuklanıyor ve bir temiz dayaktan geçiriliyordu. Hatta hasta annemi ziyarete gelen akrabalar bile... Bu arada Demokratik İnsan Hakları Birliği (Demokratik Lig) Örgütü kurucularının, daha 8 - 9 Mayısta sınır dışı edildiği haberini aldık. Mustafa, Sabri, Ali artık Türkiye’de idiler. Böylece Bulgar komünistleri örgütü başsız bıraktıklarını sandılar. Birkaç gün sonra Koşukavak kasabasının ana caddeleri köylerden akın eden Türk ahalisi ile tıklım tıklım dolmuştu. Halk en doğal hakları elinden alındığı için, yüzyıllarca vatan bildiği dede yadigarı topraklarını terk etmek istiyordu. Bağırmıyor, haykırmıyor, kıpırdamıyorlardı. Ama sessizce duruşlarında da açık seçik okunuyordu bu, önü alınmaz arzu. Bulgar komünistleri, bağırmalarına, haykırmalarına, tehditlerine aldırmadıklarını gördükçe, çıkış yolunu pasaport verip sınır dışı etmekte buldular. Bunun adı olsa olsa korku gücü olurdu. Ne korkusu Koltuk Korkusu tabi ki.

Yenilmeyenler!

Raziye ÇAKIR -14.Şubat.2015

“İnsanoğlu likide edilebilir, yok edilebilir, fakat asla yenilemez!” Bu sözler Nobel Ödüllü yaratıcı Ernest Heminguey’e aittir. Bulgaristan Türeleri’nin ölümsüz şairi Sabahattin Bayram’ı anımsıyoruz. Aynı güneşi sevdik. Sevgimde senden daha içtenim. (Bana öyle gelmiş olabilir.) Sen beni yendin, Beni çarmıha germeyi başardın.


212

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Fakat giyotinde olduğum zaman da Güneşe senden daha yakındım.

1966 Sabahattin Bayram’ı, Sabahattin Bayram Öz olarak,Bulgaristan Türkleri Şiir Antolojisi’ni hazırlarken, Bursa’da tanıdım. 20. yüzyıl boyu yazan, yaratan ve halkımıza kanat geren şairlerimizden birini unuttum mu acaba diye endişeleniyordu. Her şiiri yenden ve bir daha yaşarken, değişik dünyalara giriyor, her virgülün hatırını vermek için özenirken, yere düşen olduğunda bükülüp yerdekini dikkatlice kaldırıp nişan yüzüğüne pırlanta takan kuyumcu kadar itinalı yerine koyuyordu. Sevgiden korkma (Dağlının oğluna) Dostum, Şu sigara dediğin meledi bir defa yaktın mı O -istesen de, istemesen de- sonuna kadar yanar. Çeksen de, çekmesen de, uzayan kül Sonunda düşer. Dostum, Bir de şu hayat dediğin meledi bir defa yaktın mı O -istesen de, istemesen de- sonuna kadar yanar. Sevsen de, sevmesen de, Sonuna kül olup söner. 18 Eylül 1931’de Dobriç’te doğan şair Sabahattin Bayram Bulgaristan Türk azınlığının edebiyatına yıldırım hızıyla girmişti. İlköğrenimini kasabasında ve lise öğrenimini de Sofya’da gördü. Daha ilk dörtlüklerle okurlarının kalbini açtı. Asker ocağında iken, o yıllarda Türkçe çıkan “Halk Gençliği” gazetesi şiir yarışı ilan etmişti. Sabahattin bir akçam “Barış İçin” şiirini bir solukta kaleme aldı. Birinci oldu! Yaratıcılık kapısını böyle açtı. Teskeresini alınca “Emek Davası” gazetesinden davet aldı. Sofya’daki Türk aydınlar arasına şerefle girdi. O sıradan bir şiir sever, okur yazar değildi, her satırında sevmeye, diklenmeye, baş kaldırmaya, demir atan ya da demir alan bir gemi gibi boru çaldı. Virajlı ve çok uzun bir yola kalkan bir lokomotif gibi pahlayıp puflamaya başladı.


Makale ve Analizler - 2015

213

Öte yandan onun dizelerinde sisin dağlardan ovaya inişi, ırmakların çağlayanlardan dökülüşü, saz, bağlama ve ut tellerinin yeşil ovada taze açmış çiçekleri arı gibi dolaşması hayranlığı vardı. Yalan Şu peykede oturduğumuz bir yalan, Kendimizi kavak ağacına benzetmemiz de yalan, Eğer önümüzde kaynayan ayazmaya Hayran oluyorsak baktıkça, Bil ki, o da yalan. Bana uzattığın eli, İkimizi Bahçedeki güneş ışınlarının ısıttığı O da tamamen yan. Peykeyi aldatıyoruz. Kavak ağacını da aldatıyoruz. Şırıldayarak yola çıkan suyu da aldatıyoruz. Karşılıklı sevgi olmayınca, Seviyorum, Desen de, Birbirimizi aldatıyoruz. Gençlik yıllarında Bulgar ve dünya şair ve yazarlarının havasına giren Sabahattin Bayram, Sanat ve edebiyat konusunda o yılların dar görüşlü komünist bakış açısıyla çelişkiye düştü. İşten uzaklaştırıldı. Şumen Dram Tiyatrosunda çalıştı. 1972’de Sofya Radyosu’nda iş başı yaptı. Emekli olana kadar orada kaldı. 1962’de ve 1966’da şiir derlemeleri ve daha sonra da “Ahmet” başlıklı bir destan kaleme alıyor. Veselin Hançev ve Veselin Andreev’in şiirlerini Türk okurlara kazandırdı. Sabahattin Bayram diğer Bulgaristan Türkü şairlerden farklı, daha derin, bakış açısı daha uzak bir yaratıcıydı. Belki de modern Türk şiirinin seçkin temsilcileri Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet, Ziya Osman, Saba Ahmet ve Kutsi Tecer’in etkisi altında olacak, o bir ozan duyarlılığıyla olmak üzere, insan ruhunun derinlerine açılan yolu buldu. Okurunu elinden tutup kendi dünyasına çekti. Karakter özelliklerine bağlı olarak yaratıcılığı da özgün çizgiler aşdı, arzulanan incelik bulunana kadar dalga dalga açıp kapandı.


214

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Sabahattin Bayram umudun, iyimserliğin, insana kanat takan özlemin, yarını arayan emelin şairidir. Güçlü bir yaratıcı hayali olan ozan, geçmişi, bugünü ve geleceği harmanlarken, gerçekliği gün ışığına çıkaran büyük bir ustadır. Duygularını ve fikirlerini dile getirirken titiz bir seçim yaparak aradığı ifadeyi, sözü, değimi mutlaka bulmaya çalışır. Romantik Aşk İlk ağlayan sen oldun. Önce ben seni gördüm. Ben de, Ardından sen de beni. Ağlamadan edemedim. Ama önce sen bana gülümsedin. Ardından ben de sana. Sonra, Sonra ikimiz de Aşkımıza gelince Mutluyduk. Önce ben seni sevdim. Mutluluk ise, Sevene sevmeyi Bizden habersizdi. Yasaklayamadığına göre, Sonra sen de beni. O bir şair olduğu kadar, tüm ustalığını hikâye çevirisine de aktaran iyi bir anlatıcıydı. 1984 - 85 trajik olayları Sabahattin Bayram’ı gafil avlamadı. O birçok ünlü Bulgar yazar ve şairle yakın ilişkiler içindeydi, özellikle de 1990’dan sonra yapılan ilk demokratik seçimlerde Cumhurbaşkanı yardımcısı seçilen Blaga Dimitrova ile çok yakın ve semereli ilişkiler kurmuştu. O, diğer yaratıcı aydınlara kıyasla demokratik dönüşüm mücadelesine daha hazırlıklı katıldı. Totaliter rejim kelepçelerinin Türk dilinde yazıp çizme ve yaratma yollarını tıkadığı dönemde o çilemizi kınayan Bulgar yaratıcıların arasındaydı. Şaire Blaga Dimitrova, mizahçı Radoy Ralin ve feylesof Jelü Jelev gibi yaratıcılar o yıllarda parmakla gösteriliyordu. Bulgar okurlara mesaj olsun anlamında, şaire Bl.Dimitrova’nın yardımlarıyla S. Bayram 13 şiirini Bulgar dilinde bastı. Bu olay 1989 Kasım olaylarından çok erken gerçekleşti. Eser yalnız 50 nüsha basılsa da, en ağır baskı ve terör koşullarında Türk yaratıcıların başkaldırısını simgeledi. Bu el kitabında şair Bulgar okurlarına hitaben şu sözleri kaleme aldı: “Bu şiirler 1985’ten önce şair Sabahattin Bayram tarafından kaleme alınmıştır ve ben şimdi bu şiirleri ondan çalıp, o yıldan sonra hiçbir şiir yazmamış olan, Sıbotin Bayrov adıyla imzalayamam!”


Makale ve Analizler - 2015

215

Bu anlamda Büyük Şair halkına açık, gizemli ve yücedir! Aslında sanatın en büyüğü bu değil midir! Her yaratıcı bu hedef uğruna mücadeleye kalkmalıdır. Evet, “İnsanoğlu likide edilebilir, yok edilebilir, fakat asla yenilemez!” Sabahattin Bayram Öz böyle bir yaratıcımızdı. Politik Yanlış Gülebildiğim kadar, Güldüm. Övüne bildiğim kadar, Övündüm. Sevebildiğim kadar, Sevdim. Onlar bana: Politik yanlış yaptın, Dediler.

Onlar bana: Politik yanlış yaptın, Dediler. Gülümsedim, gülebildiğim için Kıskandılar beni. Övdüm, övebildiğim için Kıskandılar beni.. Sevdim, sevebildiği için Kıskandılar beni.

Güneş ışığı içtim, Siz ne yaptınız ki? İçebildiğim kadar. Var olmamızın anlamı nedir? Yemeğimin kaşığını Ve hiç düşünmeden cevap verdiler: Kendim seçtim. Politik yanlış. Hayat yolunda 1964 Ruhumla yürüdüm. Sabahattin Bayram Bulgaristan Türklerinin yetiştirdiği en içtenli, en yürekli ve cesur yaratıcılarımızdan biri olarak anılarımızda yaşıyor ve yaşıyacaktır.

Durup Dururken

Şakir Arslantaş-14.Şubat.2015

Şubat başında Sofya’ya fazlaca kar düştü. Düştü de kiremitliklerden inmedi. Oluklara dolup akmadı. Çatıda kalmış yenisini beklerken birden bire kaymaya ve rast geldiği yerde insanların başına düşmeye, beklenmedik felakete neden olmaya başladı. Söylenecek söz de yok. Belediyeyi mahkeme etsek, çatıdaki kardan


216

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

da mı sorumluyuz, dikkat etseydin deyip, hemen sıyrılıyorlar. İtfaiyeden şikâyet etsek, adamlar kar dondan değil yangından sorumlu! Trafik polisine dava açsak olay çatı ile trotuar arasında meydana gelmiş, biz yoldaki kazalardan sorumluyuz deseler, sıyrılmayı becerecekler gibi... Durup dururken olan olaylar, bizde yalnız kış ile bahar arası tesadüf olaylar olmakla kalmıyor. Bizim toplum da ilk bakışta asla görülmeyen, bakındığında dikkati çekmeyen olaylarla çatır çatır çatırdıyor. Benim hemşerim olan, köylüm Ahmet Doğan işte böyle bir çatırtı esnasında Bulgar generallerin gözünde kahraman oldu. Bir: İsimleri değiştirilen Türkler mırıldanma ve tepinde aşamasından geçmiş direnmeye başlamışlardı. O kendilerini kapana düşürme işinde kullanıldı ve hainlik etti. İki: Kosova boşalıyordu, Bosna Hersek, Srebrenitsa çatır çatır çatırdıyordu. İşte o çatırtılı günlerde Ahmet Doğan’ın iplerini çeken generallerden biri ona “şu seninkileri bir kenara çek, önlerine biraz yem at, su ver ve sustur” dedi. Bizim Ahmet’e bu emrin verildiği an Osman Oktay da orada bulundu. Hatta hatıra olsun diye, generallerle birlikte bir resim çektirdiler. Gizli polis “Altıncı Şube” şefi Dimitır İvanov çok gizli başlığı ile 2004’te yayınladığı “Altıncı Şube” kitabında bu resmi kitabına aldı ve yayınladı. Ne var ki, yıllar içinde olaylar öyle gelişti ki, tüm iyiliklerin sonu kötülüktür atasözünü söyleyenler haklı çıktı. Şimdi Bulgaristan çatır çatır yanıyor. Fakat biz önce bu derin ve çıkış kapısını bulamadığımız tuzaklara nasıl düşürüldüğümüze bir bakalım. Günümüz Bulgaristan politikasında stratejik düşüncenin oluşumu ve yönlendirilmesinde çok önemi yeri olan “Altıncı Şube” Şefi D. İvanov’un kitaplarının ve basında çıkan irdeleme makalelerinin Hak ve Özgürlükler Hareketinin tarihsel rolü ile Ahmet Doğan hainliğine büyük yer verdiğine tanık oluyoruz. Bu konu neden zaman aşımına uğramıyor? Dosyalar konusu neden kapanmıyor? Ülkenin dosyalılar ve dosyasızlar, eski komünistler ve partili olmayanlar diye parçalanmadığı yetmiyormuş gibi, şimdi de Rusya yandaşları ve Rusya’ya ters bakanlar diye ikiye ayrıldık, bu da az geldi: NATO Sofya çörekleniyorum ve Şablaya konuşlanıyorum deyince, NATO-aleyhtarlığı ve NATO-sevenler çatırtıları aldı yürüdü. Yolda yürürken başımıza kiremit düşer korkusu yetmezmiş gibi bir de top top kar düşmeye başladı ve biz artık neden, nerede, ne zaman ve nasıl korunacağımızı bilmiyoruz. Gerçek şu ki, bu kar geçen yıldan dağ başında kalmış, etkisi ve tehlikesi bitmiş tükenmiş kar değil, buzullar gibi soğuk, ürkütücü ve çok


Makale ve Analizler - 2015

217

büyük tehlike ihtiva ediyor. HÖH - DPS partisi lider takımının ihaneti, dalavereciliği, şirket çemberleri, gizli servis ilişkileri, oligarşi hizmetleri ve Bulgaristan Türkleri, Pomakları ve Romanlarına oluşturduğu tehlike çok derin ve görkemli boyutlar aldı. Birçok gerçeklerin gün ışığına çıkarılması Başbakan ve hükümet için de son derece tehlikeli bir hal almaya başladı. Halkımızın başına geçirilen çuval artık devletin başına geçirilmiştir. Soydaşlarımızın, tüm kardeşlerimizin ve etnik azınlıkların ve Bulgar demokratik kamuoyunun bu gerçekleri kavraması çok önemlidir. Karşılaştırmalı yazılarla olaylara bir daha eğilmek ve son 30 yılı bir daha sık elemek istiyoruz. BG haberin sunacağı stratejik analizin hepimiz için yararlı olacağına inanıyoruz. Bu olay çözülmeden Bulgaristan’ın bunalım kuyusundan çıkabilmesi olanak dışıdır. Ele alacağımız konuları hele genç okurlarımızın yeniden ve büyük bir dikkatle okunması gerektiğine inanıyorum. Önce “Altıncı Şube” kitabının 98. ve 99. sayfalarından kısa bir bölümü aynen tercüme ederek veriyorum: “XX. yüzyılın 80’li yıllarının ortalarında, Todor Jivkov rejimine politik mukavemet gösterme yönünde somutlaşan, Bulgaristan’daki durum üzerindeki etkisi çok büyük olan, 2 çok önemli olay meydana geldi. Bu olayların birisi öz bakımından tamamen Bulgar icadıydı. Açıklama istediğim olay şudur; anlatmak istediğim sözüm ona “soya dönüş” süreci esnasında, 1984’ün Kasım ayında başlayan ve 1985’in Şubat ayında noktalanan bu eylemde, Bulgaristan Komünist Partisi (BKP) en yüksek yönetiminin aldığı kararları yerine getirme anlamında olmak üzere, Türk ve karma soy kökenli Bulgaristan vatandaşlarının Türk-Arap isimleri değiştirildi. Bazı istisnalar dışında, baskın halinde ve sürpriz şeklinde gerçekleştirildiğinden dolayı olacak, bir yandan iktidar, öte yandan da Bulgaristan Müslümanları için bu olay huzur içinde cereyan etti. Fakat huzur uzun sürmedi, saldırı, infilak, casusluk olayları örgütlü bir hal aldı. O zaman Bulgaristan’da Türk Milli Kurtuluş Hareketi kuruldu. Devlet güvenliği “DS” Altıncı Şubesi verilerine göre, bu örgüt kurulurken 13’ü gizli polis devlet güvenliği “DS” faal ajanı durumunda olmakla birlikte, 102 kişi üye kayıt edilmiştir. Bu örgütün kurulduğunu bilen daha 197 kişi, kendilerine verilen ödevleri yerine getirmiştir. Devlet Güvenlik örgütü (gizli polis) “DS” Bulgaristan’da Türk Milli Kurtuluş Hareketi (BTMKH) çalışmalarını yakın takibe almıştı ve bu konuda kendisine verilen ödevleri yerine getirmiştir. O zaman yukarıdaki şekilde oluşturulan, bugünkü Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS) partisinin ideologu ve


218

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

başkanı Medi Doğanov - Ahmet Doğan’dır. O zaman Bulgar Bilimler Akademisi’n3 bağlı Felsefe Enstitüsünde bilimsel danışman görevinde bulunuyordu. “Altıncı Şube” Bulgaristan Türklerinin örgütleri ile ilgili çalışmada bulunmadı. Bu nedenle bu örgütlerin faaliyetlerine değinmek ve çalışmalarını analiz etmek istemiyorum. Bu eserimde, isim değiştirmeye karşı gelişen terör olaylarına da değinmek istemiyorum, çünkü cinayet işleyen birkaç Bulgaristan Türkünün bulunup tutuklanması etkinliklerine İçişleri Bakanlığı’nın bütün şubeleri bizzat iştirak etmiştir. Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin bir öncüsü olduğu savunulan Bulgaristan’da Türk Milli Kurtuluş Hareketi’ni daha yakından tanıyabilmemiz için, aynı eserde yayınlanan kuruluş belgelerinden birini aynen vererek, Bulgaristan Türklerinin daha 30 yıl önce nasıl kapana düşürüldüğünü anlamaya çalışalım. Şahsi fikrimse Bulgaristan’da Türk Milli Kurtuluş Hareketi’ni kovandan çıkan ve etrafta kim varsa hepsini sokmaya başlayan arıları yeni bir sepete kapamak için kullanılan oğul otu rolü görmüştür. Çünkü sepete kapatılan ve sepetin ağzı tıkanınca hiçbir yere çıkamayan arılar kimseyi sokamaz. O dönemde Ahmet Doğan’ın rolü, işi ve hainliği bundan ibaretti. Oğul motu rolü gören BTMKH ana belgesi şudur: Sayfa 360: Çağrı Oku ve yalnız inandığın ve güvendiğin kişilere oku! Ancak üzerinde kan olan bayrak, bayraktır! Uğruna can veren varsa, o toprak, vatandır! Ne mutlu, ben Türküm Diyene! Hey, Türk Evlatları! Soyun ve dilin yücedir! Dünyada en iyi dil, senin anadilindir! Birinci vazifen: Türkçe konuş! Türkçe konuşmazsan, soyun yiter! İkinci vazifen: Çocuklarını Türkçe eğit ve okut! Evlatlarına Türklük şerefi aşıla! Dünya döndükçe oldukça, Türklüğün yaşayacağını asla unutma! Üçüncü vazifen: Aranızdaki dargınlık ve kavgaları bir yana bırak ve Türklerin kurtuluş yolunu açan örgütümüze katıl! Kendini bizim davamıza adamalısın! Mücadele edenlere yardımlarını esirgeme! Dördüncü vazifen: Bu devlete yardım etmeye son ver ve zarar et! İşlerini aksatmaya başla! Yok et, yık ve ateşe ver! Amansız düşmana elinden geldiğince saldır!


Makale ve Analizler - 2015

219

Beşinci vazifen: Bulgar makamlarına yardım etme, Bulgar kızlarla evlilik yapma! Son nefesini alırken bile sırlarımızı ele verme! Hainlik eden ve Türklere kötülük yapanlara ölüm! İllegal mücadelemize katıl! Hürriyet ya da ölüm! Zaferin bizim olacağına inan! Eminim ki, Bulgaristan Türklerinden kimsenin evinde ya da gizli bir arşivinde böyle bir çağırı yoktur. Bu çağrıyı kabul eden BTMKH’nin 102 kurucuları, bu ilkelerin yerine getirilmesi için neden hiçbir adım atılmadığını lütfen açıklasınlar, anlatsınlar. Yoksa bu belge isimleri değiştirildikten sonra ulusal direnişe kalkan Türklere karşı saldırıları şiddetlendirmeye vesile olarak hazırlanmış özel bir polis belgesi midir? Hem Türkiye’de yaşayanlar hem de Bulgaristan’da kalalar bu konuda fikir paylaşmalıdır. Sahtekârlığa son verme zamanı çoktan geldi. Liderler kendileri ana dilimizi unuttuğu ve unutturduğu gibi Türk karılarını da boşadılar ve yerine Bulgar karısı aldılar. “Altıncı Şube” kitabında bu 102 kurucu kişinin kabul ettiği çağrıyı gerçekleştirmek için şöyle bir yemin de edilmiştir. Bu andı içenler lütfen gün ışığına çıksınlar. Bu kardeşlerimizin hepsi mi göçe zorlandı. Hapsi mi kaçıp gittiler! Geri dönmediler mi? Kalan varsa nerede ve ne haldedir. Hapsi mi toplama kampına atıldı. Hepsi mi “Belene” ölüm kampında ezildi ve sürüldü. Hepsi mi vefat etti? “Altıncı Şube” şefinin yazısındaki 102 kişi şişirme bir rakam mı yoksa?! Bulgaristan’da Türk Milli Kurtuluş Hareketi üyelerinin Yemini. Ben, (.....buraya yalnız yemin edenin kendisinin bildiği dört rakam yazılır) Kurtuluş Hareketine kendi isteğimle ve kendi razılığımla üye olmayı kabul ettim. Örgütün eylem programını bütünüyle kabul ediyorum ve gerçekleştirilmesi için canla başla mücadele edeceğime Türk halkımın ve tüm arkadaşlarımın önünde yemin ediyorum. Türk halkının ve Kurtuluş Hareketimizin düşmanları benim de düşmanımdır. Örgütten aldığım tüm vazifeleri zamanında ve tamamıyla yerine getirmek benim temel ödevimdir. Örgüt sırlarını ve arkadaşlarımın hayatını korumak benim en büyük ödevimdir. Türk halkımın onuru ve şanı için hayatımı feda etmeye hazırım.


220

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu yemine ihanet ettiğim, onu bozduğum durumda en ağır cezayı çekmeye hazırım. Türk halkımın kurtuluşu ve aydın geleceği için halkım ve arkadaşlarım huzurunda yemin ettim. Tarih:.....İmza:...(Başparmaktan akıtılan bir damla kana basılır.) Bu yeminin hiç bir sözüne neden uyulmadı!? Asıl sorun budur. Yoksa bu yemin metni yalnız Bulgar gizli polis dosyalarında mı var! . Durup Dururken bu da nereden çıktı demeyin lütfen. Biz iyi düşünülmüş ve başımıza sapa sağlam geçirilmiş ve sonrada ipleri boynumuza bağlanmış bir çuval içinde boğuluyoruz. Bu konuda gerçekler gün ışığına çıkarılmadan, hiçbir konuda ileri adım atmakta zorlanırız. 25 yıldan beri bize yerimizde saydıranlar olay budur ve kimilerinin saraylarda yaştıldığı gerçeği ortadadır.






Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.