16 - 1912-13 POMAK FACİASI

Page 1

1912 - 1913 P o mak F acias Äą

2015 Ĺžubat - Mart Makale ve Analizleri


1912 - 1913 Pomak Faciası BULTURK BGSAM Yayınları Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi - BGSAM -16 BULTÜRK Genel Başkanı: Rafet ULUTÜRK Basım: Şubat - Mart - 2015 Koordinatör: Dr. Nedim BİRİNCİ Editör: Raziye ÇAKIR İnternet sorumlusu : Kapak Tasarım: Murat ULUTÜRK Pazarlama Sorumlusu: Hamiyet ÇAKIR Arşiv: İbrahim SOYTÜRK İsteme Tel: 0212 511 63 47 www.bulturk.org; www.bghaber.org; info@bulturk.org İnternet sitesinin yazıları Adres: Yıldırım Mah. Şehit Kamil Balkan cad. No.114/A Bayrampaşa İstanbul Tel: +90 (212) 511 63 47 Belgegeçer: +90 (212) 526 51 98 https://bgsam.org/, https://issuu.com/bulturk, https://bulturk.org.tr/ Baskı : DİNÇ OFSET MATBAACILIK SAN. ve TİC. LTD. ŞTİ. Adres: Davutpaşa Cd. Emintaş San. Sit. No: 103/580-581 Topkapı - İstanbul Tel: 0090 212 493 24 67 TÜRKİYE CUMHURİYETİ YASASI GEREĞİNCE BU ESERİN YAYIN HAKKI BULTÜRK’ten İZİNSİZ KISMEN VEYA TAMAMEN ÇOĞALTILIP YAYINLANAMAZ

Web: www.bghaber.org ; E.Posta: rafetuluturk@yahoo.com


“Bilgi Ordusu, Bizim Ordumuz, Bildiğimizi Öğretmek,Bizim Borcumuz.” Rafet ULUTÜRK

Düşünceler dizisi olan elinizdeki eserin anlamı derin bir uğraşın ancak başlangıcıdır. Bulgaristanlı Türk Müslümanların başına 1970-72, 1984-85’te düşen yıldırımın bir daha düşmemesi için bir uyarı ve ışık niteliğindedir. Saygılarımızla, B U LT Ü R K İ st a n b u l



Önsöz Yerine Yıl 2015 1970-1985 arası üzerimize yıldırım düşmüş gibiydik. Stres geçti mi diye, soranlara cevabımız yoktu. Çünkü acımız anlatılır türden değildi. Ayrıca “Geçmiş olsun!” da uygun bir teselli değildi. Çünkü derin izler kaldı ve hiç bir şey unutulmadı. Tanımak zorundayız. Biz Bulgaristan devleti tarafından seri tuzaklara düşürüldük. “Başa gelen çekilir” özlü sözünü de yanlış algıladık. “Başa gelen tepilir!” anlamını açmamız gerekiyordu. Kimlik değiştirme trajedisinden sonra, bir de “Büyük Göçten” sonra Türklerin Türklerle kaynaşması serüveni yaşandı. 120 bin soydaşımızın geri dönüşü Türk bilincinde buluşma dalgasını kırdı. Neyse yılların geçmesiyle bu da aşıldı ve 1989 Ağustosunda “Kapıkule”den girenlerimizin toplam sayısı, Türkiye’de doğan çocuklar dışında 2015 yılı itibarı ile artık Türkiye’de 710 bin kişiye ulaşmış durumdayız. Biz çok büyük, örgütlü ve bilinçli bir güç haline dönüşeceğiz. En büyük özelliğimiz de ata toprağımızı, atalarımızın mezarlarını asla unutmamış olmamızdır. Bugünde bizim için ata vatanımızdaki en değerli taş, oradaki mezar taşlarımızdır. Biz Bulgaristan’da Bulgar çocukları ile aynı kitapları okuyarak aynı okulları bitirmiş olsak da zıt yetiştik, adına sosyalizm yani sözde insan kardeşliğine ve eşitliğe dayanan bir toplumsal düzende bu çelişkiler, ulus ile etnik azınlıklar arasındaki bağdaşmazlığa (antagonizme) kadar kızıştı. “Soya dönüş” yalanı, totalitarizm yıllarında bizi tamamen köreltebildiklerine inananların icadıydı. Türk iradesinin toplu tutuklamalarla, toplama kamplarında taş kırdırılarak, “Belene” ölüm kodeslerinde ve koğuşlarda kırılamayacağını, sulandırılıp eritilemeyeceğini çok geç anladılar. Biz bugün de yeni bir başlangıçtayız. “Bulgar Etnik Modeli”ni gömmeye, Rus ve Bulgar istihbarat ajanlarını politik yapılanmamızdan atmaya ve gerçek demokrasi ile adaletli topluma açılmaya çalışıyoruz.


6

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu özgürlükçü demokrasi ve Batı medeniyetinde buluşma yoludur. Yazılarımızda işlediğimiz konulardan biri de yeni asırda göçmen kimliğinden sıyrılıp Türk ulusal kimliğiyle kaynaşmadır. Saygılarımızla, Raziye ÇAKIR

Eyüp Belediye Başkan Yrd. Ahmet Tüfekçi’yi makamında hayırlı olsun ziyareti


Önsöz: Toplumların hayatında yazılı tarih büyük bir öneme sahiptir. Ancak bizde yazılı olmayan tarih, yani nesilden nesile aktarılan tarih vardır. Bu nedenle bazı olaylar zamanla faklı şekilde anlatılmakta veya algılanmaktadır. Gelecek nesillere aktarılacak olan bilgi birikiminin arşivlenmesi, kitap, dergi veya gazete gibi yayın organları aracılığı ile kalıcı hale getirilmesi büyük bir öneme sahiptir. Bu nedenle edindikleri tecrübeleri, yaptıkları çalışmaları toparlamak ve kitaplaştırmak güzel bir çalışmadır. Bunu bireysel olarak yapımaktan öte kurumsal olarak da yapmaları takdire şayan bir davranıştır. BULGARİSTAN TÜRKLERİ KÜLTÜR VE HİZMET DERNEĞİ kısa bir süre önce 2013’te kurulan internet haber sayfası www.bghaber.org sitesindeki yazıları bir araya getirerek yapılan bu çalışmaları kitapçık halinde getirerek bu konuda büyük bir ciddiyet göstermektedir. Derneğin internet haber sayfasında çıkan yazıları ve çalışmalarının yıllıklar halinde kitapçık haline getirerek yer aldığı bu çalışma gelecek kuşaklara aktarılacak ve ışık tutacaktır. Öte yandan dernek büyük bir arşiv de oluşturmuş durumdadır. Dernek faaliyetlerini gerekli ciddiyetle yürüten dernek Başkanı öncülüğünde dernek kurucuları, Yönetim Kurulu ve üyelerinin yaptıkları özverili çalışmalarından dolayı kutluyorum ve başarılarının devamını diliyorum. Ahmet Tüfekçi BULTÜRK Kurucu Üye


8

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Değerli Hemşehrilerim, Bulgaristan’da hepimiz zor günler yaşadık, itildik, ezildik, çiğnendik, hatta gün geldi vurulduk, şehitler verdik. Bu nedenle bizler kendi içimize kapanarak, yaşam mücadelesi vermeye çalıştık. Ancak bu içine dönüklükten kurtulmalıyız ve Türkiye’de yaşadığımıza göre, yasaların bize verdiği tüm haklardan bizlerde yararlanmalıyız. Peki, neden bunu yapamıyoruz? 1877-78 Rus-Türk savaşından sonra Osmanlının Balkanlardan çekilmesiyle birlikte, savaş esnasında işlenen akıl almaz katliamlar nedeni ile atalarımız asırlarca yaşadıkları yerleri terk ederek göç yolunu tutmuşlardır. Geride kalanlar ise Bulgaristandevleti’nin uygulamaya başladığı soy kırım politikalarına karşı direnmiş ve hayatta kalmaya çalışmışlardır. Şimdi ise burada Türkiye’de yaşayanlar oralara yardım edebilmek için, burada ilk önce bir araya gelmek ve bir merkez oluşturmalıyız. Artık bir kurum altında toplanmalı ve birlikte hareket etmeliyiz. Bu birliğe hepimizin ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Artık bir birimizi kötülemekten vaz geçmeliyiz, birisi için yanında konuşamayacağımızı başka bir yerde konuşmamalıyız, yani kısaca arkasından konuşmamalıyız. En önemlisi samimi, hoşgörülü ve ahlaklı olmak. Zamanla her şey yerine geleceğine inanıyorum, ama tabi ki bu dava üzerinde kafa yoran, stratejiler üreten ve devamlı bunun üzerinde çalışan olursa. Bizim savaşımız insanlarımızı ahlaklı yetiştirmek olmalı, birlik ve beraberliğe kendi insanlarımızla başlayarak tüm Türk Dünyasına taşmalıyız. Bizler burada Türkiye’de yaşayan Bulgaristanlılar büyük bir kitle haline gelmiş durumdayız. İşte bu nedenle şimdi bu kitleyi yani kendi hemşerilerimizi, bir araya toplayarak bir merkez, bir güç birliği oluşturmalıyız, tabi ki bu bizim doğal tabii hakkımızdır. Bizler de artık toplum gücünü kullanabilmeliyiz. Toplum olarak haklarımızı elde etmek zorundayız ve bu yönde çalışmalıyız. Biz bunu söylerken, önderlerimizi seçerken, başkaları kötüdür demiyoruz.


Makale ve Analizler - 2015

9

Biz bu işi onlardan daha iyi yapabileceğimize, Türkiye Cumhuriyetine ve Türk Dünyasına daha verimli olacağımıza, buralarda bu bölgelerde yaşayan Türklerin daha iyi, daha güvenilir, yaşamalarını sağlayacağımıza inandığımız için, Önderliğe, Yönetime talibiz. Bu arada Bulgaristan’da kalan kardeşlerimizin hepsinin siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel kimliklerini, muhafaza edebilmeleri için mücadele etmeliyiz ve bu konuda gerekeni yapmalı ve gerekli yardımları yapmalı ve yaptırmalıyız. Aramızda Ahlâklı, Adaletli olanları seçmenli ve yüceltmeliyiz. Geçmişi konuşmaktansa, gelecekten söz etmeliyiz, bugünü değil, yarınları görerek hareket etmeliyiz. Aramızdan stratejistlere imkân ve fırsat vermeliyiz ve onları bizler yetiştirmeli yön verebilmeliyizkısa-10 ve uzunvadeli -50 yıllık hedefleri gösterebilmeliyiz. Aramızda kötü niyetli insanları tespit etmeliyiz, bilmeliyiz ki, onların kusurlarından dolayı değil, bu güne kadar yapılması gerekenleri engelledikleri için aramızdan uzaklaştırmalıyız. Bu güne kadar neler yapılmamış, onları araştırmalı, bilmeliyiz ve neler yapılması gerekir onları söylemeliyiz ve bunları bir an önce hayata geçirmeliyiz. Bizler gözyaşları dindirmek için, yaralara mehlem olmak için, her yüke ortak olabilmeliyiz. Gençlerimize, sadece balık pişirmesini değil, balık tutmasını da öğretmeliyiz, insanlarımızı denizlere, okyanuslara açılmalarını sağlamalıyız. Aramızda Tek Lider değil her sokakta, her mahallede bir lider yetiştirmeliyiz, biz dünyayı yönetmek için oğullarımızı yetiştirmeliyiz. Bizim insanlarımız yani Bulgaristan Türkleri şahsi başarıları Türkiye’de belkide en çok olanlardanız. İşte artık bizler toplum olarak haklarımızdan yararlanmasını bilmeliyiz. Her şeyden önce siyasi haklarımızı toplum olarak kullanmalıyız, daha sonra ekonomik ve kültürel haklar onu takip edecektir. Hepimizin gördüğü gibi, tarihte büyük güçler çok defa kötü politikaların kurbanı olmuşlar ve bunlar devam edecektir. Bir toplumun Lideri olmadan hiçbir şey olmaz, bu lideri de toplum çıkarmalıdır. Siyaseti güvenilir, sevimli hale getirmek bizim hedefimiz olmalı, bu gün çok zor, imkânsız olarak görünse de, yarınlara umutla bakabilmeli ve baktırabilmeliyiz. Var olabilmemiz için, var kalabilmemiz için, öncelikle temel hususlarda anlaşma sağlamalıyız. Aramızda bir birimize güveni kaynaştırmalıyız ve samimi olmalıyız.


10

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Her şeyden önce özgüvenimizi kazanmalıyız, birlik ve beraberliği ön planda tutarak insanları insan oldukları için sevip saymalıyız. İçimizde barışı sağlayıp, tek merkezde bir çatı altına toplanmalıyız. Bu çatı da “BULTÜRK Derneği” olmalıdır. Buradan tüm dünyaya sesimizi duyurabiliriz. Balkanlar konusundaki politikalarda etkili olabilmek için yolları aşındırmalıyız. Çünkü gelişmiş ve Bulgaristan’da etkili bir Türkiye Balkanlara tamamen hâkimiyet kurabilecektir. En önemlisi kararlı olalım ve birbirimize samimi, saygılı olmayı ve bir birimizi sevmeyi öğrenmeliyiz. Bizim derdimizi ve problemlerimizi en iyi anlayabilecek zaat bizden olduğunu idrak etmeliyiz. Bulgaristan Türkleri konusunda teşhisi bizler kendimizi yetiştirerek yetki mercileri alarak son noktayı biz koymalıyız, bu güne kadar ki eksikliğimiz budur. Ayrıca Balkanların anahtarı Bulgaristan’da yani Bulgaristan Türklerinden geçtiğini de öğrenmeli ve öğretmeliyiz. Sevgili dava arkadaşlarım. Kendimizde özgüveni, aramızda güveni ve merkezioluşturduktan sonra, kimsenin aramıza nifak tohumları ekmesi mümkün değildir. Bizim için önemli olan, eksiklerimizi bulmaktır. Geçmişi bırakarak artık bizler aydınlanma dönemine bir an önce geçmeliyiz. Halimizi tespit etmek çok kolay, gazete, dergi yayın hayatımız nerede, kaç gazete, tv, radyo bizimle ilgili haber yapıyor.Burada suçlu değil, sebepleri aramalıyız. Gelin bunları tartışalım, niçin bu güne kadar bir Bulgaristan Kültür Merkezi olmamış, bunu şimdi nasıl gerçekleştirilebiliriz, bunlara yönelik çalışmalar toplantılar yapmalıyız. Hedefimiz Türkiye Cumhuriyetini daha güçlü, daha huzurlu ve daha iyi yarınlara götürmek için olmalı. Güçlü bir Türkiye Bulgaristan da yaşayan Türklerede güven ve huzur verecektir, onların daha rahat yaşamalarını hep birlikte sağlayabiliriz. Bunlar zannetiğiniz kadar zor işler değil. Dünyada insanlar bir iş için değil, bir İdeal için hayatını feda ederler. Bunun için güçlü olmak sesini duyurabilmek için öncelikle bir Kurum ve bunun Merkezini oluşturmalıyız. Çünkü Merkezi olmayan hiçbir topluluk bir yerlere gelmesi mümkün değildir. Bu güne kadar konuşmalar tartışmalar yapılmış fakat bir ağıç ekilmemiş işte bu gün bunu yaptık BULTÜRK tüm Bulgaristan Türklerinin biz öncelikle sadece Bulgaristanlıyız.


Makale ve Analizler - 2015

11

Bizler elimizdeki kıt kaynaklarla bir merkez oluşturmaya çalıştık, bunda da muhafak olduk. Bu merkeze ulaşmakta büyük güçlükler ile karşılaştık bu konuda bizlere yardımcı olan emeği geçen herkese teşekkür ediyoruz. Ayrıca bizlere kendi yerini veren Mümin Hocamıza huzurunuzda kendisine tekrar tüm halkımız adına buradan teşekkür ediyoruz. Bundan sonraki hedef de Türkiye’nin her yerine ulaşmak ve bu birlikteliği her yerde tesis etmektir. Bu merkezimizde artık kendimize ait bir kültür merkezimiz oluştu toplantı salonumuz da mevcuttur her 15 günde bir toplanıyoruz. Amacımıza ulaşabilmek için devletin bir şeyler yapmasını beklememeliyiz. Birlikten kuvet doğar Atasözünde olduğu gibi güçlerimizi birleştirerek devlet yönetiminde söz sahibi olmalıyız ve geleceğimize kendimiz yön vermeliyiz. Gençlerimizin devlete girmelerinin yolunu aydınlatmalıyız. Artık bizim de Ankara’da TBMM’de kendi temsilcilerimiz olmalı. Bizler de buralara kendi içimizden birilerini gönderebilmeliyiz. Aramızda birlik ve beraberliğimizi oluşturduğumuz takdirde kendi içimizde samimi olduğumuzda başarıların ard arda geldiğini göreceğiz bunu başaracağımıza eminim. İhtiyacımız olan tek şey kendi içimizde daha adaletli olabilmek. Sevgi ve saygılarımı sunarım, Genel Başkan Rafet ULUTÜRK


12

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Cezaevi Yolunda

Muazzez Yurdakul-14.Şubat.2015

Bırak beni haykırayım susarsam sen matem et. Unutma ki şairleri haykırmayan bir millet. Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir. 18 Nisan güneşli bir ilkbahar günü idi, dışarıdaki ağaçlar çiçek açmıştı. Benim için ise karakış hüküm sürüyordu. Kollarım kelepçeli, iki tarafımda polisler silahları ateş açmaya hazır bir halde beni Eski Zara Cezaevine götürmek üzere trene bindirdiler. Ömrümde belki ilk defa pencerede gördüğüm ilkbahara sevinemiyordum. Kulağıma gelen kuş cıvıltılarını savcının cırlak sesi bastırıyor, top top açılmış çiçekleri lisede okuyan kızımın görüşme esnasında gözlerinden akan yaşlar silip atıyordu. O zaman benim de gözlerimden yaşlar akıyor, silmem mümkün olmadığı için göğsüme doğru kayıp gidiyorlardı. Bu manzaraya tarlada gördüğüm Ayşecikler, Fatmacıklar - Hasan, Hüseyincikler de katılınca içim büsbütün garipsiyordu. Bu yolculuk esnasında, dün duruşmada şahitlik edenleri birer birer gözümün önüne getiriyor, dediklerini hatırlamaya çalışıyordum. Bunu, yalan söyleyenlerle doğru söyleyenleri ayırmak için yapıyordum. Yalancılardan biri Kara Mustafa idi, öteki de Kara Kadir dediğimiz bir şoför. Aramıza dost diye sokulan Kara Kadir’i başka şahit bulamadıklarından ötürü getirmişlerdi muhakkak. Çünkü yargıca bir üçüncü şahsın, Türkiye’de bulunan Adem Demir arkadaşımızın Bayraktar Hasan’a gönderdiği mektuptan, Hasan Bayraktar’ın ona mektubu anlattığından falan filan diye bir şeyler yumurtlamaya başlıyordu ki, tıpkı Nasrettin Hoca’nın suyunun suyu fıkrasına benzediği için salonda bir gülüş koptu. Halen İzmir’de bulunan Adem Demir, Bayraktar Hasan’a mektup yazmış da, mektubunda benim şiirlerimin beğenildiğini yazıyormuş da, Hasan mektubu ona anlatmış da... Böyle bir mektubun elde olup olmadığını, mektubu alanın niçin şahit olmadığını, niçin üçüncü bir şahsın bunu zoru zoruna ispatlamaya çalıştığını sormak benim avukatımın göreviydi ya, nerde? Adam, benim biraz öte yanımda rahat rahat oturuyor, soru sormak, yargıcın işini güçleştirmek, savcıyı kızdırmak gibi şeyleri iktidar adamlarının, DS’nin, komünist partisinin gözünden düşüp ekmeğini kaybetmek demekti. Böyle bir duruma düşmektense, bir başkasının, bir Türk’ün, suçsuz da olsa, mahkûm edilmesini doğru buluyordu. Her kişi gibi, o da doğuştan bencildi. Onun umursamazlığı, başkasının kaderine lakayt


Makale ve Analizler - 2015

13

kalışı, hatta bu kaderin kötüleşmesine yardımcı oluşu bu yüzdendi. Adam ücret karşılığında olsa dahi beni müdafaa etmeyi gerektiğince yapmıyordu. Müdafaa bir yana, benim daha çok yıla mahkûm edilmeme yardımcı oluyordu. Adamın Bulgar asıllı oluşu, tutumunu az da olsa, haklı görmemi fısıldıyordu. Beni asıl endişelendiren, kahreden şey, Kara Mustafa’nın, Kara Kadir’in Abdurrahim’in, duruşmaya gelmemiş de olsa, Hasan Bayraktar’ın ve toplum adına suçlayıcı görevi üstlenen Mehmet Baki’nin insanlık dışı davranışları idi. Onlar Türk idi, ben de öyleydim, onlar eritilmeyi istemiyorlardı, ben de istemiyordum. Ben bu yüzden direniş gösterme çabasına girmiştim. Bu çaba sadece kendim için değildi. Onlara hiçbir zaman, hiçbir şekilde, kötülük yapmadığıma rağmen, neye benim mahkûm edilmemi şiddetle arzu ettiklerini hâlâ anlamış değilim. Ama aklımda her insanın korkunç, bencil ve kıskanç oluşu vardı. Ah şu bencillik yok muydu, şu bencillik!... Kompartımanın penceresinden dışarı bakarken bunları aklımdan geçiriyordum ki, bir fıkra aklıma geldi, elimde olmadan gülümsemiş olacağım, polislerden biri, gülümsememin nedenini sordu, anlattım. İşte: adamın biri, fukaralık yoksulluk, iki ucunu bir araya getir ememezlikten bıkmış olacak ki, bir akşam Allah’a kendisine bir iner vermesi için gece boyu yalvarmış, dualar okumuş. Çok geçmeden adama, duasının kabul edildiği, ancak ondan daha fukara olan komşusuna iki, ona da bir inek verileceği bildirilmiş. Onca fukara olan adam bunu anlayınca, hiç düşünmeden, “İstemem. Ben inek falan istemiyorum. Halimden memnunum ben...” Benim mahkûm edilmemi isteyen şahitlerin isteği olsa olsa buydu “Birine yardım edemeyeceksen, engel bari olma.” Sözü onlar için geçerliliğini yitirmişti. Dizeler yeşermez kuru dal gibi Gerçekten vermezsek sen ben el elle Yolunu yitirmiş bir sandal gibi Oyuncak oluruz yağmura sele Sözcükler ıstırap, uyaklar çile. Ömer Osman Erenderuk’un Sevgi Kırıntıları Arıyorum Yollarda kitabından alınmıştır.


14

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Komşu Kızını Zapteyle, Bizim Oğlan Aşıktır!

Alptekin Cevherli-16.Şubat.2015

Geçen gün bütün Türkiye’yi yasa boğan vahşice bir cinayet işlendi. Aslında bu ne ilkti, ne de, ne yazık ki son olacaktı... Her gün pek çok cinayet, tecavüz, işkence haberini gözümüzün içine soka soka yayınlayan bazı haberciler pek bir gaza gelmiş şekilde tüm haber bülteni boyunca kızın nasıl tecavüze uğradığını, katilin nasıl soğuk kanlı olduğunu, cesedi nasıl yaktığını, nerede yaktığını unutmayalım diye kafamıza adeta çaka çaka bir daha, bir daha ballandıra ballandıra anlattılar. Dünyanın en iğrenç cinayeti bütün tafsilâtı ile birlikte saatlerce yayınlandı durdu. Şimdi bazılarınız şöyle diyebilirsiniz: “Ne yani söylenmeyip, üstü ört bas mı edilseydi?” Elbette değil! Kesinlikle haber haline getirilmesi ve toplumda infial uyandırılması gerekiyordu. Ama ölçüyü kaçırınca normalleşmiş oluyor ne yazık ki... Ölen kızın ailesinin, yakınlarının, arkadaşlarının hissedecekleri de haberi yayınlayanlar tarafından düşünülmeli. Sadece reyting uğruna yayın yapan bir televizyonun, o aşağılık katilden daha masum olduğunu söylemek mümkün müdür? Çünkü zina, tecavüz, gayri meşru her türlü ibretlik şeyi o kadar çok yayınlıyorlar ki, örnek olması gerekenler de topluma sunulmayınca bu aşağılık varlıklar da, bunları örnek alıyorlar. Şimdi medya bu cinayetin suç ortağı değildir de nedir? “Fatmagül’ün suçu ne?” adlı bir dizinin rezil sahnesini haber bültenleri arasına dahi haftalarca sokan medyanın bugün masum olduğunu kim söyleyebilir? Bugün dökülen timsah gözyaşları, o yitirilip giden canı geri getirebilir mi? O akan kalleş göz yaşları; o ananın, babanın ciğerindeki yangını söndürebilir mi? Ondan sonra kadın haklarıymış da, kadına şiddetmiş de, töre cinayeti imiş de bir de ahkâm kesiyorlar! Hey medyadakiler, asıl suçlu sizsiniz... Yazıklar olsun... Sayın Duru’nun dediği gibi, “İnsan haklarından anlamayanın hakkı, bir tutam ottur!” Hatta o bile değil... Hayvanlara hakaret olur.


Makale ve Analizler - 2015

15

Hiçbir hayvan dahi, zorla başka bir hayvana tecavüz edip, sonra onu öldürmez. Hayvandan bile aşağılık olan bu insanları yetiştirenler ve bu hale gelmelerine neden olanlar eğer biraz onur varsa, derhal bu şerefli mesleği bırakırlar... *** Gelelim hunhar cinayete... Mağdure direnmiş, katilin yüzünü tırmalamış, biber gazı sıkmış. Elinden gelen neyse, yapmış ve ardından başına levye ile vurularak şehit edilmiş. Şehit diyorum, çünkü hangi ilmihale bakarsanız bakın, bu bacımız şehittir. Peki ya katil, bu nasıl bir insandır ki, bu kadar direnen ve kendisini korumaya çalışan bir insana hâlâ tecavüz etmeye çalışır. Bu kadar mı bir insan, cismani dürtülerine teslim olabilir? Hayvanlarda belli bir mevsim, o da sadece neslin devamı için var olan bir dürtü, bu kadar mı kontrolsüz olarak bir insanın iradesine hükmedebilir? Haydi bir an boş bulundun, nefsine uydun. Allah akıl vermiş, irade vermiş. Niye kendi yolunda giden bir masumla kendini tatmin etmeye kalkıyorsun? Para karşılığı bu işi yapan on binlerce kadın var bu ülkede. Yerlisi, ithali ne ararsan var. Hatta devlet bu sektör üzerinden vergi bile alıyor. (Ki o insanlara da yazık...) Bu mudur yani? Yolunda giden, sana güvenip arabana binen masum bir insan mıdır kurban. Yazıklar olsun! Hâlâ karşısında gördüğünü önce insan olarak değil de, kadın – erkek diye ayırarak bakan, dişilik erkeklik mevzuunun sadece o bireyin kendisi ile ilgili, şahsına ait dünyada bulunma nedeni ile ilgili geçici bir rol olduğunu algılayamayan zavallıların bu dünyada, bu zekâ çağında bulunması insanlık için içler acısıdır... Tabii bu arada toplumun da çok kabahati var. Özellikle annelerin... O katiller, mantar gibi yerden bitmiyor... Evlât yetiştirirken erkeklik, kadınlık mevzuundan önce ‘insanlık’ mevzusunu çocuğuna vermeyen bir annenin yetiştirdiği çocuktan ne beklenir ki? Erkek evlâttır, hoş gör, elinin kiri, türlü çapkınlık esprileri olursa olacağı budur. Türkülerde bile; Ay akşamdan ışıktır Yüküm şimşir kaşıktır Komşu kızını zapteyle Bizim oğlan aşıkdır.


16

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Kısmı sık sık söylenirse, kuyruğunu sallayan it hesabı hep bir tarafa suç atılırsa böyle manyakların toplumda oluşması ne yazık ki normaldir. Oysa o meşhur Erzincan türküsünün pek söylenmeyen devamı da vardır: Ay akşamdan aş da gel Cılga yola düş de gel Eğer anan koymazsa Vicdanan danış da gel! Ya neymiş; vicdan varmış. Rıza varmış... Nerede “Vicdan?” En aşağılık vahşeti uygulayıp, bir de bunu insan müsveddesi olarak yapmak akıl, hafızsala almıyor. İdam mı? Elbette idam cezası gerekli. Ama sadece tecavüzcülere, sübyancılara, hunharca cinayet işleyenlere değil; terör suçu işleyenlere ve bunlara emir verenlere de gelmeli. Toplum vicdanı ancak o zaman rahat bulur. Doğal hukuk ancak o zaman hayata geçer... İdam cezasını kaldıranların yüzüne bir şamar gibi, idam cezası geri inmelidir! Yoksa pazar alışverişi yaparken çocuklarının-eşinin gözü önünde ensesinden sıkılan kurşunla şehit edilen astsubayların, belediye otobüsünde “Molotof kokteyli” atılarak yakılan kızlarımızın ardından daha çok yazılar düzeriz...

Emsal Öldü - Umut Doğdu

Rafet Ulutürk-15.Şubat.2015

Bulgaristan gibi küçük ülkelerin politik yaşamı her zaman başka bir ülkeden örneklenir. 1944’ten önce Alman faşizmine sevdalanmıştık. 1945 - 1990 arası Sovyet modeli sosyalizme hayrandık. 1990’dan sonra da kertenkele misali komünist kuyruğumuzu koparıp biraz da renk değiştirerek komünistten sosyalist olup siyasi olarak Yunan’ın PASOK partisine benzemeye çalıştık. Hatta Bulgar sosyalistlerinin Başkanı olan Sergey Stanişev Avrupa Sosyalistleri -PES- örgütü dönem başkanlığına kadar yükseldi. Halen AB Genel Kurulu’nda sosyalistlerin grup başkanıdır.


Makale ve Analizler - 2015

17

Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) eski komünistlerin varisi olarak kendine örnek seçtiği Andreas Papandreo’nun PASOK adıyla bilinen, aşırı soldan sosyal demokrasiye kadar uzanan ve her idesel esintiye yelken açan partisi artık çöktü. Bu etkileşime uluslar arası forumlarda Türkiye’den de CHP katılıyordu. Yani Bulgar sosyalistlerinin örnek aldığı model artık öldü. Tarih bilenler bilir, büyük çarpışmalar büyük kişiler arasında olur. Napaléon Bonaparte (1769 - 1821) Avrupa’yı çizmesi altına almaya kalktığında karşısında Lydwig von Beethowen (1770 - 1827) gibi bir beste dehasını buldu. Onun yarattığı 9. senfoni bugün AB milli marşıdır. Adolf Hitler de Avrupa’yı yerle bir etmek için faşizm hançerini kaldırdığında karşısında ressam ve feylesof Pablo Picasso’yu (1881 - 1973) buldu. O dönemler Avrupa’nın çürüyüp çökmüş, kan kokusunun gül kokusundan üstün geldiği yıllardı. Beethowen dünyayı müzikle uyandırmaya çalışırken, Picasso Beyaz Güvercin uçurdu. O güvercin bugün de dünya barışının sembolüdür. Son gelişmelerde şöyle bir gerçek ortaya çıkıyor: Dünya sosyalistleri solcu olarak bilinir. Ne yazık ki, Bulgaristan’da her şey çarpık olduğu gibi, BSP de bir sol politik güç (parti) değildir. Yunanistan’da da öyleydi. Kendini sol cepheden tanıtan PASOK bir sol parti değildi. Sahtekârlık nereye kadar? Komşudaki son seçimlerde ona karşı dikilen köklü dönüşüm için birlik hareketi -SİRİZA oldu. Parti aşırı sol ya da solcu Yunanları birleştirmekle birlikte, köklü dönüşümden yana olan merkezi ve sağı da saflarına çekti ve oylarını aldı. Atına iktidarına politik takla attıran ve Avrupa Birliği’ni allak bullak eden SİRİZA neyin sembolüdür? AB nerede yanlış yaptı da bu “baş belasını” hak etti! AB eski kıtayı zengin Kuzey ve yoksul Güney olarak ikiye bölmüştür. Güneyin suyunu sıkan Kuzeyliler istedikleri gibi sefa sürer. SİRİZA hareketiyle Güney bir sağmal inektir stratejisine karşı başkaldırısı kısa sürede güç topladı. Ufukta beliren sol, sağ ve merkezci Rumların, ulusal çıkarları ve Yunanistan’ın egemenliğini koruyup yaşatmak için bir güçlü ihtimal yaratabilmesi hafife alınamaz. Hareket Gümülcüne Türklerini de kazandı ve 3 vekil parlamentoya girdi. Tarihte buna benzer olaylar her defasında savaşlara vesile olmuştur. Atina’da artık hükümet olan yeni güçler Yunanistan’a mezar kazan PASOK uzlaşmacılığını ret edip ulusal çıkarları savunan politikaya yaşam hakkı bahşettiler. Bu başkaldırı 39 Trilyon Euro borcu olan Avrupa Birliği’nin üye ülkelere de bulaştırdığı Borç Bunalımına karşıydı. Başka söylerle söylediğinde bu, Avrupa’da


18

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

mali sermayenin sanayi (endüstri) sermayesinin yerini almasına ve küçük ülkeleri boğma çabalarına karşıydı. SİRİZA iktidar olmasıyla birlikte AB’nin Rusya’ya uyguladığı ambargolardan caydı ve cevap olarak Moskova’dan önümüzdeki 30 yılda ne üretirseniz hepsini alacağız cevabını aldı. Böylece borç bunalımından çıkış sayfası açıldı. Bu gelişmelerden Bulgaristan’a dayatılan model nasıl etkilendi? Kör ve sağır gözlemci mi kaldık? Bizim samanlığa kıvılcım kaydı mı? Bulgaristan da boğucu ekonomik, sosyal, politik ve etnik çelişkilerden kurtulma modeli arıyor mu? Yoksa buldu mu? Yunanistan ve Bulgaristan tablosuna dikkatle göz atıldığında, 21. yüzyılın cilvelerine dayanamayıp sahneden çekilmeyi ve yok olmayı kabul eden PASOK partisinin bir benzeri bizde ölüm fermanını kabul etmek istemeyen sosyalist parti BSP’dir. Komşu ülkelerde sosyal ve politik gelişmeler eş zamanda olgunlaşmadığından süreçler farklılık gösteriyor ve değişik aylara, yıllara rastlıyor. Bulgar sosyalistlerinin BSP partisini içinden dinamitleyip yenilenmeye zorlayan, yeni model arayışına iten ve ardından bölen eski Cumhurbaşkanı ve Bulgaristan’ın Yeniden Doğuşu İçin Alternatif (ABV) partisi lideri Georgi Parvanov oldu. Son genel seçimlerden önce parçalanan parti derin çöküş süreci yaşadı. İç çelişkileri keskinleşti. 100 yıllık geçmişi olan “sosyalist” parti iktidardan düştü. Mecliste muhalefet saflarına büzüldü. Olaya bu açıdan baktığımızda, Bulgaristan’ın bir yol ayrımında ya da kavşağında bulunduğunu söyleyebiliriz. Sözün özü Yunanistan’da köklü dönüşüm hareketini doğuran sosyal zıtlaşma ve sağlıklı çıkış yolu artık aranıyor. 540 bin işsiz genç yaşayan ülkemizde gözler SİRİZA arıyor. AB’den gelen paraların iş olması için değil, çalınsın diye hibe edildiğine artık herkes inandı. Mesela üniversiteli öğrencilerin pratik eğitimi için Brüksel’den gelen milyonlar gençlere beş para verilmeden 15 bin şirketin de sahte evrakları kullanılarak aracıların elinde kalmış ve kimsenin ruhu duymamıştır. Ufak ölçekli tarım üreticilerine gönderilen hibeler de devamlı çar çur edildi. SİRİZA’nın yeşerdiği toprak, nefretle dolu toplumsal tabanın eskisi gibi yaşamak istemediğine tanıklık ederken, politik yönetimin de derin bunalımda çaresiz çırpındığını gösterdi. Benzeri Bulgaristan’da da izleniyor. Yunanistan’a kıyasla 3 kez daha düşük bir yaşam standardında bocalıyoruz. Kemer sıkıp, ateşten gömlek giymeyi kabul ettik. Kardeşlerimiz ekmek parası için Batı ülkelerini boyladı. Boyko Borisov hükümeti meclisten 2015 - 2017 dönemi için 8 milyar Euro’luk (16 milyar leva) açık çek aldı. Son 8 yılda Bulgaristan’ın dış borcu üçe katladı.


Makale ve Analizler - 2015

19

HÖH partisi bu borçlanmaya karşı koyamadı. Çekimser kaldı. Olaylar mali sistemde kan dolaşımının karıştığına ve bu gidişle kalbin duracağına işarettir. Yeni gelişmelere bir de Bulgaristan Türkleri ve Müslümanlar açısından bakalım. Türklerin ve Müslümanların partisi olan ve Türkiye’deki soydaşlarımızdan da oy alan Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS) tüm köklü değişiklik, dönüşüm, yenilenme ve hamlelere karşıdır. Liberal ekonomiden yana olan DPS yönetimi ekonomik ve mali çöküşü kabullenmiştir. Sefillerden, iki ucunu bağlayamayanlardan, ayın sonunu getiremeyenlerden, yoksullardan, çok çocuklu ailelerden el çekmiş, onlarla ilgilenmez oldu, dünyayı halk tabanı açısından okumak, görmek istemiyor. Şu ana dil meselesini 1000 defa yazdık. İşte bakın, komşu Makedonya’da Arnavut azınlığın dili ikinci resmi dil oldu. Anadil ve özgün kültür meselesi bütün Yugoslavya’yı param parça etti. Bulgar milliyetçileri sınır ötesinde yaşayan Bulgar azınlığın Sırp okullarında ana dilde eğitim almasını sağladılar. İki gün önce kabul edilen “Misk - 2” Bildirisinde, Kiev hükümeti Anayasa değişikliği yapacak ve Lugansk ve Donsek bölgesine yerel özerklik ve ana dil Rusçayı resmi dil olarak kullanmayı kabul etti vs. vs. Türkiye’deki “Barış Süreci” etnik sorunu başarılı çözme yolunda ilerliyor. HÖH partisinin baş derdi oligarşi hırsızlığının izini kapatmak, zenginlerin daha da zengin olmasına yardım etmektir. Şumen gibi yüz binlik bir şehirde içme suyu yok, kimin umurunda? Kendilerini ajanlık hainlik oyunlarına kaptırmışlar. Bu ayakyolu kuyusunun bundan böyle kokmasını isteyecek kadar cesaretleri kalmamış. Geçmişten gelen kokuların bugünümüzü zehirlediği gibi geleceğimizi de bitiriyor. Bunlar ne tip insan mı?! Kavrayışı yüksek ve öngörüsü olmayan; hafızası zayıf; uyurgezer ve zekâsız tipler; güzel konuşma sanatını da beceremedikleri bir yana, halkımızı devamlı arkası gelmeyen sözlerle oyalayan; yemeye içmeye kadınlara düşkün olan, doğruluğu ve adil olmayı sevmeyen, Türklere yakışır yüce ve acil olanda gönlü olmayan; azimden ve iradeden, ahlaktan yoksun kişiler tarafından yönetilen parti çilekeş halkımızı var olma ve var olmama köşesine sıkıştırdı. İşte böyle bir durumda, Bulgaristan’da köklü dönüşümlerin, yoksulluğu silkeleme siyasetinin karşısında HÖH - DPS partisini beklememiz yanlış olur. Bizim SİRİZA hareketimiz BSP’li dönekleri olduğu gibi, HÖH - DPS yönetimini silecektir. Çünkü bu partiler etnik halk topluluğumuzu uyanma ve daha iyi yaşama isteklerine ters model sunarak geleceksiz bıraktı, geleceklerini çaldılar. Bulgaristan ekonomisini


20

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

bitirdiler, şimdi de finans çöküşün dibini arıyorlar. Halkımızı pasif bekleyişe zorlayan onlardır. “Olmuyorsa olmuyordur” ninnisiyle 25 yıl daha uyumamızı isteyenler de onlardır. Bu iki totaliterci parti liderlerinin misyonu budur. Tabii etnik Türkler ve Pomaklar ne ezilen ne de ezen, insanca, hakça bir düzen isteseler de, onların liberalizmi 100 bin kişiden bir zengin ve 99 bin 999 köle üretme formülüdür. Bunun için Bulgaristan’da eğer bir SİRİZA hareketi patlarsa önce DPS - BSP densizlerine mezar kazacaktır. Kendi durumunu muhafaza edebilmek için DPS partisinin insanımıza dayattığı liberal değerler aşağıdaki gibidir: Kitlesel mücadele yerini bireysel mücadeleye bırakmasın! 1989 Mayısında kitle olarak beraberce ayaklanmıştık. Bundan korktular ve korkuyorlar. Bizi birer birer sindirmeye çalışıyorlar. Hapislerde ranzalarda omuz omuza yattık. Açlık grevlerinde yan yanaydık. İşte bu düzeni bozmak istiyorlar. Seçim listelerine varınca gizli hazırlayıp yukarıdan dayatıyorlar. Halka topluca söz hakkı, özgün iradesini kullanma hakkı verilmiyor. Adalet koklatılmıyor. İnsanlarımız birbirine düşman ediliyor. Paraya verilen önem artıyor. Halk parasız bırakılıyor. Para köleliğine zorlanıyor. Halkın geleneksel değerlerine, yaşam tarzına, politik görüşüne verdiği önem azalıyor. Halkla politik çalışma yürütülmüyor. Anadilde propaganda rafa kaldırılmış, insanlar konuşulanı anlayamıyor, “entelekt düzeyi sıfır” ve “kültür değeri de sıfır”, ahlaksız, vijdansız ve başıboş insan tipleri yaratılmaya çalışılıyor. Sanki her şey para?! İçerik değeri yerini imajın gücüne bırakıyor. Kimse okumuyor. 20 kişi gece gündüz nöbetleşe TV ekranına çıkıp kamuoyu oluşturmaya çalışıyor. Gazete dergi okuyan da azaldı. Geleneksel ahlakımızla yaşayanlarla alay ediliyor. Sinemeya giden yok. Varsa yoksa lüks giyinmek, laptop, bilmem ne marka gözlük, kravat bağlama stili çok önemli oldu. Halk erişemeyeceği şeylerle devamlı küçümseniyor. Vitrinde “Versache” ürünler, Özel dikim gömlekler... Kafalarında cahillik akıyor ama hiç önemli değil, hani nasıl demişler “dışı forma içini sorma”. Ağırlıkta olan bu yaklaşımdır. “Biz” anlayışı yerini “ben” anlayışına bırakıyor. Kendilerine hayran kişiler toplumsal yaşamdan uzak duruyor. Herkes yok ben şuyum, yok ben buyum havalarında. Hele 6 ay Batı ülkelerinde çalışıp birkaç ay da evde, köyde, mahallede, kasabada el kol sallayanların yanından geçilmiyor. İftar günlerinde kafeler


Makale ve Analizler - 2015

21

dolu, hatta masa üzerinde boş bira şişesi bulundurmak moda oldu. Ben havasına girenler bizden uzaklaşıyor. Ailelerimiz zayıflıyor. Kadınlarımızın gelirinde büyük bir azalma gözleniyor. Çalışan kadınlarımızın oranı % 70 azaldı. Kadınlarımız aile sorunlarının çözümünde çok zorlanıyor. Baba erkli aile modeline döner gibi olduk. Eve parayı getiren çalışan erkek olduğundan dolayı kadınlarımızın ezikliği devamlı artıyor. Yaşlıların emekli maaşları ise tamamen yetersizdir. Yine bu cümleden olmak üzere ve SİRİZA hareketi gibi bir yeşermenin bir başkaldırının Bulgaristan’ı da gün gelip sarsmasının kaçınılmaz olduğuna inandığımızdan dolayı, olaya bir de Türklere ve Müslümanlara DPS dışında kaş göz oynatan iki büyük siyasi parti GERB ve BSP açısından da bakalım. Ne yazık ki, son çeyrek asırda, HÖH partisi dışında, Türkleri milletvekili aday listelerine alan, Türklerden Bakan ve Bakan yardımcısı atayan tek parti Bulgaristan’ın Avrupalı Geleceği için GERB partisi oldu. Bu partiden Vejdi Raşidov ikinci kez Kültür Bakanı oldu. Sosyalist Parti BSP 1990’da Doç. Dr. İbrahim Yalımov’u Büyük Millet Meclisi’ne alsa da, son 23 yılda hiçbir Türkü aday göstermedi. DPS isteğine uydu ve 25 yıl Türkleri ve Müslümanları insandan saymadı. Kısa süre Dr. Semra İzetova BSP yönetiminde Türk azınlığını temsil etti, fakat buzları kıramadı, 19. asırda kayalaşmış zihniyet ne aldı ne de verdi. Son yıllarda BSP Merkez Yönetim üyeliğine Eğiri Dere (Ardino) Belediyesine bağlı Mleçino köyünden olup, bir süre Kırcaali Vali yardımcılığı görevini de sürdüren Nazmi Mümün’e verildi. Ne var ki, onun vazifesi de yerli Türk, Pomak ve Roman azınlıyla çalışmak değildir. Nazmi Mümün’ün sosyalist parti yönetimindeki vazifesi Türkiye CHP partisi ile göçmen soydaşlarımızla ilgilenmek ve onların oylarını neredeyse cenaze namazı okunacak BSP’ye çekmekti. Hatta bu konuda kart bile çıkartmıştı ve Türkiye’de bu karttı dağıttı durdu. 25 yıl Türklere selam vermeyen bu politik zihniyetin istekleri açıldı. 24 Ekim 2014 tarihli “Presa” gazetesi, sosyalist parti içindeki durum ve Türklerin bu partiye ve partinin de insanlarımıza bakışı konusunda ilk kez uzunca bir söyleşi yayınladı. Nazmi Mümün’e sorulan sorulardan alınan yanıtların özeti şudur: “Son 25 yılda, Türklerle ilgili düşmanca düşünen kadrolar BSP yönetiminde görev alıyor. Parti içindeki düşünme biçimi XIX. yüzyılda donup kalmıştır. Öteki düşmanlığının devleti ve tümü toplumu zehirliyor. Kırcaali’yi belirli bir zaman Türklerin idare edeceğini kabullenemediler. Anti-DPS kampanyaların DPS lehinde çalışıyor.”


22

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bir yandan HÖH - DPS partisi Türkler, Müslüman Pomak ve Romanlar arasında seçim arifesi dışında hiçbir etkinlik yürütmezken, BSP de etnik azınlıklara tamamen sırt dönmüş, sosyal adalet davasına engel oluyor, Müslüman toplumun doğal ve insan haklarının tanınmasını köstekliyor. Vatan sevgisi bakımından etnik Türklerin, Pomakların ve Romanların Bulgarlar kadar vatanperver olduklarına, doğup büyükleri yerlere ve ailelerine son dererce bağlı olduklarına da değinen N. Mümün, yeni toplumsal olayların kaynağının ekonomik ve mali kriz, geçim sıkıntısı ve ayırımcılık damgası vurulacaktır, diyor. Gerçekten de Bulgaristan’da da bir SİRİZA ufku ağarması beklenebilir. Ülke nüfusunun üçte birinden fazlasını oluşturan azınlıkların hak eşitliği davası canlanmak üzeredir. Bu bakıma dış etki kabarıyor. Dış ülkelere gidip gelen gençlerin durum değerlendirmesi, ülke ile ilgili hakim olan genel umursuzluk, genel endişe durum belirliyor. 1989’u hayata çağıran kuşak artık sahneden çekiliyor. Mutlaka bir çözüm bulma zorunluluğu güç topluyor. Emsal öldü! Ne güzel değil mi, yeni umut doğuyor.

Bir Otobiyografi

Musa Vatansever-25.Şubat.2015

Bulgaristan’ın yeni tarihi 5 kuşak geriye dayanır. Kuşakların ortalama 25 yılda yenilendiği esas alınır. 1878 - 2015 arasında 137 yıl olduğu hesabına göre, 70 yıllık iki ömür tarihimizi baştanbaşa belirler. Biz bu kadar genç bir Cumhuriyetin öz vatandaşlarıyız. İnsan ömrü yaşadıkları ülkelerin tarihi gibidir. Fikirlerimi Bulgaristanlı bir etnik azınlık önderinin hayat hikâyesiyle anlatıyorum: Şakir Mahmudov Paşov. 28 Ekim 1898’de Sofya’sının batı kesimindeki “Gorna Banya”da (Yukarı Hamam) doğdu. Osmanlıdan koptuktan sonraki ilk 10 yılda bizde kütük kaydı yapılmadığından, doğum tarihi kesin olmayabilir. “Gorna Banya” Osmanlıda sıcak kaynak ılıcalarıyla ünlüdür. Bugün aynı marka şişelenmiş madeni sular yurt içinde ve dış ülkelerde içme suyu olarak sa-


Makale ve Analizler - 2015

23

tılıyor. Kaynak daha 19. yüzyılda şöyle bulunmuş: Osmanlı Süvari alayı atları o bölgede bakılıyormuş. Vitoşa Dağının kuzeyinde, Lülin Dağının da doğusunda yüksek bir yayla olan bu yer, kış aylarında kalın kar kaplarken, don ve kar tutmayan alaca sahalar beliriyormuş ve atlar hep o alanlara toplanıyormuş. Dikkatleri üzerine çeken bu olay kazı yapılarak şifalı su kaynaklarının açılmasına sebep olmuştur. Sonra büyük hamlar, çeşmeler, tedavi merkezleri, hanlar ve konaklar kurulmuştur. 1878’de Sofya’nın düşmesiyle Gorna Banya da Rus egemenlik alanında kalmış ve Şakir Paşov işte bu yerleşim yerinde doğmuştur. Müslüman nüfus tarafından 2 kez milletvekili seçilen ve Sofya parlamentosuna oturan Şakir Paşov 20. yüzyılda Bulgaristan Roman azınlığında en büyük saygınlık kazanan kişidir. Bugün de Şakir Paşov ismini işiten ve kim olduğunu bilmeyen yoktur. Doğduğu mahalledeki Türk ilkokulunu bitirdikten sonra Sofya Demir Yolu Teknik Okulunda okudu. Demiryolu işçisi oldu. Bulgaristan işçi hareketinin öncü müfrezelerinden olan demiryolu işçileri sendikal hareketine katıldı. Genç yaşta Bulgaristan Komünist Partisi (BKP) saflarına alındı. Balkan Savaşından sonra Birinci Dünya Savaşı arifesinde Türkiye’ye kaçmak zorunda kaldı. Geçen yüzyılın başında yürütülen ve Bulgaristan’ın da katıldığı savaşlarda son tüfek patlayınca Sofya’ya dönen Şakir Paşov Romanlara örgütlü direniş yürütme yolunu açtı. Lider olarak sivrildi. Örgütleyiciliği tuttu. Teşkilat Türk dilinde “Terbiye” gazetesini onun öncülüğünde çıkardı. Gazetenin başyazılarını hep o yazdı. 1934 yılında Bulgar büyük burjuvazisi tarafından gerçekleştirilen askeri darbe örgütü ve gazetesini yasaklandı. Şakir Paşov Çarlık yıllarlındaki mücadelesini şöyle yazdı: “1923’te Sofya’nın “Üç Bunar” işçi mahallesinde seçimleri örgütledik. “Dimitir Petkov” sokağındaki seçim bürosuna gelen BKP lideri Geori Dimitrov’a saldıran faşist grupları bizim gençler dağıttı. Parti önderini tramvaya uğurlarken, Dimitrov bana şöyle dedi: “Şakir gün gelecek biz iktidar olacağız ve sen de etnik azınlık yöneticisi olarak yüksek görevler alacaksın!” İşte o beklenen 9 Eylül 1944 geldi. 1919’dan başlayarak 1944’e kadar bütün gençlik yıllarım anti-kapitalist ve anti-faşist mücadele içinde geçti. Başkent Romanlarına adalet ve hürriyet fikirleriyle eğitip davaya kazanmak zordu. “ Ş. Paşov 1945’te Büyük Millet Meclisi’ne Sofyalıların temsilcisi olarak girdi. Meclis arşivindeki evraklarda onun Rusya Ekim Devrimi’nin etkisiyle 1918’de Bulgaristan İşçi Partisi (dar sosyalistlere) üyesi olduğu yazıyor. Geçen


24

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

yüzyılın başında Sofya Romanları Bulgar işçi örgütleri yanında yani sol cephede yer aldı. “Rönesans” sinemasında yapılan bir toplantıdan aralarında para toplayıp “Aslanlı Köprü” meydanında BKP Merkez Yönetim binasının satın alınmasına katkıda bulundular. 1922’de Sofya’yı ziyaret eden Alman ve Avrupa işçi hareketi lideri Klara Tsetkin aynı sinema salonunda Bulgar işçi sınıfı temsilcileriyle görüştü. Toplantıya Şakir Paşov delege grubu başkanı olarak katıldı. Bir konuşma yaptı. Bulgaristan’da 1923’te anti-faşist Eylül Ayaklanması gerçekleşti. Gerici güçlerle kapışmalar katılan Ş. Paşov kovuşturmadan kaçtı ve Kuzey Batı Bulgaristan’ın Köstendil kasabasına saklandı. Orada 1 yıl kaldı. Sonra başkente döndü. İllegal faaliyet yürüttü. Roman parti örgütünü yeniden politik sahneye çıkardı. Çiftçiler ve komünistler arasında Tek Cephe kurulması çalışmalarına katıldı. Aynı yıl Bulgar İşçi Partisi adayı olarak milletvekili seçildi. 15 Nisan 1925’te Çar II. Boris’i öldürmek amacıyla Sofya merkezindeki “Tsveta Nedelya” kilisesinde suikast düzenlendi. Bir ayin esnasında kilise kubbesi havaya uçuruldu. Birçok illegal partiliyle birlikte o da tutuklandı. Aylarca içerde kaldı. Evi arandı. 3 ay sonra serbest bırakıldığında gece gündüz takip edildiğini sezdi ve Türkiye’ye bir daha kaçtı. Birkaç yıl Türkiye’de kaldıktan tan sonra, 3 çocuklu ailesini orada bırakıp Bulgaristan’a döndü. 9 Eylül 1944 darbesinden bir gün sonra Sofya’da “Vrabça” sokağında bulunan BKP Merkezine gidip yeni idareyle çalışmak istediğini beyan etti. Şahsi katılımı ve yönetimi altında 6 Mart 1945’teBulgaristan Roman Azınlığının Faşizme ve Irk Ayrımına karşı ve Kültürel Kalkınma Uğrunda Umum Mücadele Teşkilatıkuruldu. Teşkilat memleket çapında örgütlendikten sonra Vatan Cephesi’ne katıldı. Aynı yıl birinci Vatan Cephesi hükümetinin kurulmasıyla Umum Azınlık Dernekleri Birliği çerçevesinde Roman Azınlığı Başkanlığına atandı. O yıllarda Roman nüfusun kültürel kalkınması için yoğun bir hamle başladı. Şakir Paşov “Roma” tiyatrosu kurdu. 1946’da “Romano esi” (Romanların Sesi) gazetesi çıktı. Roman azınlığın futbol takımını kuruldu. Bulgaristan koşullarına uygun Roman alfabesi hazırlandı. “Romanların Sesi” gazetesinde editör olan Yaşar Sotirov, bir azınlık lideri olarak kabul edilen ve ünü ülkede dalgalanan Şakir Paşov’u şöyle tanıttı: “Milattan sonra 7. yüzyılda Hindistan Kralı biz Romanları tüm tüm dağıttı. O zaman onlara yol gösteren köylü önder Berko olmuştu. Asırlar sonra Bulgaristan Romanlarını daldıkları sonsuz uykudan, demokrasi, hürriyet ve adalet davasına uyandıran çin Şakir Mahmudov Paşov oldu.” Bu yazıdan ve Şakir Paşov’un isminin Dimitrov ve Stalin’in isimleriyle yan yana işitilmeye ve yazılmaya başlayınca devlet politikası rota değiştirdi.


Makale ve Analizler - 2015

25

Azınlıklardan kimsenin halk önderi olarak yükselip ünlenmesine tahammül göstermeyen sosyalist iktidar Çar polisiyle işbirliği yaptığı gerekçesiyle Şakir Paşov’u 7 Nisan 1949 günü Bulgaristan Romanlarının Kültür ve Eğitim Birliği Başkanı görevinden aldı ve hapse attı. O yıllarda konuya değinen bilinen yazar Radoy Ralin, “Roma” tiyatro grubunun Viyana turnesi esnasında fazla para harcanmasını tutuklamaya gerekçe olarak gösterdi. Şakir Paşov ise, poliste yaptığı itirafta, Viyana turnesine çıkmazdan önce zamanın başbakanı Georgi Dimitrov’un kendisiyle görüştüğünü ve devlet ödeneğinden özel ihtiyaçlar için verdiğini açıkladı. 1956’da serbest bırakılan ve aklanan Şakir Paşov Sofya’da “Dokuz Eylül” Roman Halk Evi yönetimine alındı. Ne var ki, ardından yapılan müzevirlikler sonucu 1959’da yine tutuklandı ve “Dobruca”ya 3 yıl sürgün edildi. 1960’ta yine aklandı ve salıverildi. 1976’da BKP MK ona “Faşizme ve Kapitalişme Karşi Etkin Savaşçı” unvanı verdi. Hayatındaki bükümlere rağmen Şakir Paşov bir politikacı, etkin ve sevilen bir önder, bir gazeteci ve yazar olarak boş durmadı. “Roman Tarihi” ve “Beyaz Roman Güzeli” adlı sahne oyunu gibi eserler kaleme aldı. Fakat 1970’lerden sonra Romanların özel bir tarihsel kültürel yaşamından söz etmek ve Roman piyeslerini sahneye koymak zor olmuştu. O yıllarda Romanların adları değiştirildi ve kültürel hakları budandı, asimile etme yelkenlerine rüzgar dolmaya başladı. Şakir Paşov’un otobiyografisini araştıran ve yazan gazeteci Lilyana Kovaçeva yayınlarında şu satırlara yer verdi: “Bulgaristan Romanlarından biri olup, lise öğrenimi olan ve onların önderliğini yapan tek kişidir. Sevilen ve sayılan, bu etnik azınlığı ardından sürükleyebilen yeteneklere sahip biriydi. Her zaman parlak ve imrenilen bir şekilde giyinen, konuşmaları kulakları okşayan Şakir Paşov Roman azınlığının bağrına bastığı kişilik sahibiydi. Onun başına gelen çelişkili olaylar, Bulgaristan gerçekliğinin kısa dönemli virajlarına ayak uydurma gereğinden ve doğal zorluklardan kaynaklandı. O, Bulgaristan Roman topluluğunun uyanmasında, örgütlenmesinde ve aydınlanmasında büyük rol oynadı.” Onun hayat yolunda çok önemli olaylardan biri, 9 Eylül 1944’ten önce ve sonra yani hem faşizm döneminde hem de sosyalizm yıllarında sürgün edilmesidir. Bu da Bulgar devlet mekanizmasının hep aynı şekilde çalıştığına önemli bir kanıttır. İki defasında da Dobriç’e bağlı Rogozina köyüne sürülmüştü. Onun hayatını anlatan bazı başka araştırmacılarsa “Belene” ölüm kampında kaldığına işaret etti. 83 yaşında yani 1981’de hayata gözlerini yumarken yakınlarının anlattığına göre, o Roman azınlığın isimlerinin değiştirilmesi ve kültürel katliama uğramasını ağır yaşadı. 1970’ten sonra BKP politikasından hayal kırıklığına uğ-


26

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

radığını gizlemedi. 1972’de Pomakların kimliklerine yapılan şiddetli saldırılar, tutuklama ve aile sürgünleri, devamlı gerilen politik duruma rağmen Şakir Paşov’un evinde oturma odasına Çar III. Boris’in ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün resimlerini çerçeveletip asması ziyaretçilerin dikkatini hep üzerine topladı. Şakir Paşov devamlı arayış içinde olan bir politikacıydı. Sofya sokaklarında faşist ruhla zehirlenmiş gençlerin nümayiş ettiğini gördükçe yüreği burkuluyordu. O Bulgar yurtseverliğinin güçlenmesinden yana tavır alırken, milliyetçilikten kaynaklanan öteki düşmanlığını anlamakta güçlük çekiyordu. Oysa Bulgar ulusal uyanışı içinde, Nisan 1876 Ayaklanmasının hazırlanmasında ve at üstünde savrulan kılıçların dövülmesinde en büyük emek Romanlarındı. Osmanlı ümmeti içinde iyi yaşayan Roman milletin Bulgar faşizmin tırmanmasıyla sıkıntılarının artması onun canını sıktıkça sıkmıştı. Ne var ki, 1930’lu ve 40’lı yıllarda aştıkları dar boğazın 1970’ten sonra başka bir kılıkla karşılarına çıkması da anlaşılır gibi değildi. Resmi politik ideoloji ile pratik politika birbirini tutmuyordu. Sosyalizm darcığına doldurulan eritme politikaları, faşizmin Roman nüfusu gaz kamaralarında yakıp eritmesi kadar ürperticiydi. 28 Şubat 1947’de BKP MK Politik Bürosu onun lehinde şöyle bir karar almıştı. Başbakan Vılko Çervenkov, İç İşleri Bakanı Anton Yugov ve partinin en yüksek politik organının diğer üyeleri tarafından imzalanan ve Halk Meclisi arşivinde korunan bir belgede aynen şöyle deniyor: “Dimitır Ganev yoldaş milletvekilinden istifa etmiştir. Büyük Millet Meclisi’ne Şakir Paşov (Roman) yoldaşın girmesi uygun görülmüştür. Liste sıralamasında istifası kabul edilenin ardında olan Georgi Vrabçenski ve Hristina Bradinska’ya milletvekili olmaktan vazgeçmeleri teklif edilsin ve gereği görülsün.” Bu kararın ekine “Şakir Başov’un 1920 demiryolu işçileri grevine katıldığı ve tutuklandığı” belgelenerek dahil edilmiştir. Başka bir gizli belgeyi kaleme alan kişi ise, “Şakir Paşov’u 1931’de tanıdığını, Sofya “Üç Bunar” (dar sosyalistler) örgütünden olduğunu, 1923 Eylül Ayaklanmasına ve “Sveta Nedelya” kilisesi suikast olayına katıldığını, tutuklandığını, daha sonra ezik düştüğünü ve bu yüzden olacak 1931 seçimlerine etkin katılmadığını” jurnal etmiştir. Bulgaristan’da muhbir dosyalarının açıldığı bir dönemdeyiz. Anlaşılan dosya işi yeni değil. Dünya dünya olalı insanlar birbirlerini hep gammazlamışlar. İşine doğru dürüst ve namusluca bakan, her zaman halkın yanında olan kişilerin başına belanın nereden ve nasıl geleceği belli olmuyor. Şakir Paşov’un defalarca tutuklanması, hapis ve sürgün edilmesi, aklanması, milletvekili olma şerefine layık görülmesi çok çelişkili bir biyografinin bazı sayfalarıdır.


Makale ve Analizler - 2015

27

Halka hizmet etmenin sonunda her zaman huzurlu bir yaşam yoktur. Hayatın içinden gelen ve liderliğe yükselen Şakir Paşov’un 1918’den başlayarak mücadele içinde pekişmiş ve bilinçlenmiştir. Bu hayat yolunu belirleyen noktaların aslında muhbirlerin yazıp çizdiği satırlardan başka bir şey olmadığı -bugün mecliste ertesi gün “Belene” ölüm kampında ya da sürgünde veya yurt dışında kaçak- zorlu bir hayatın acılarını gün ışığına seriyor. Gizli polis “DS” dosyalarından bir kısmı artık açıldı. Geçmişlerinden utananlardan bazıları yerin dibine girdi. Şehirleri terk edip köylerine çekilenler, dış ülkelere kaçanlar, gidip de gelmeyenler pek çoktur. Bu biyografiyi size sunmakla, eskiden olduğu gibi bugün de Bulgaristan’da hayat çok zor deyenlere katıldığımı, zamanın geçmesiyle değişen fazla bir şey olmadığını, devlet işlerinin eski hamam eski tas devam ettiğini, adına demokratikleşme denen toplumda da insanların izlenip dinlendiğini anlatmaya çalıştım. Vaktiyle Şakir Paşov’un sudan nedenlerle meclisten yaka paça atıldığı gibi, dün (24.2.2014) Bulgar meclisinde GERB partisi milletvekili, meclis sağlık komisyonu başkanı, daha önce Askeri Akademi Başkanı olan General Prof. Stoyan Tonev istifaya zorlandı. Gerekçe, hastaları soymak için mekanizmalar icat edip yıllardan beri uygulaması ve milyonlarca leva çalmasıdır. Akademi içindeki araştırma bir sinyal üzerine yapılmıştır. Demek bazı sinyaller işe de yarayabiliyor... Halkımızın otobiyografisini ve bu duruma gelmesinin temel nedenlerini birlikte düşünelim ve çöküşün, kısıtlamaların, yalanların, dalaverelerin yolunu kesmek ve dirilmek için gerektiği yerleri uyaralım. En büyük isteğim, Bulgaristanlı Türk, Pomak ve Roman ve tüm Müslüman azınlıkların 21 yüzyıl hayat yolunun 20. yüzyıl hal tercümesine benzememesidir. Bu hepimiz için geçerlidir. Şakir Paşov’un hayatı bize de ibret olsun.

Hasıraltından

Filiz Soytürk-25.Şubat.2015

Hasıraltından su yürütmek demek istesem de, istedikleri dere geçirmek, diyorum. Ne demek istediğimi hemen anlayacaksınız. Hiç okul görmemiş Roman kızların nasıl olur da çalmakta, kapmakta, hırsızlıkta ve dolandırıcılıkta bu kadar usta olabildiklerini kendi kendinize sormuşunuzdur. Ben de sordum hem de de-


28

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

falarca.. Evde kapalı tutulup gün boyu birbirlerini aldatmaya çalıştıklarını, bu işlerin kursu da olduğunu öğrendiğimde huzur buldum. Kazanlık’tan bir komşumuz vardı, dikiş ipliği fabrikası yemekhanesinde aşçı yardımcısı ve bulaşıkçı gibi çalışıyordu. Gece nöbetinden dönerken donuna piliç, birkaç kilo et sakladığını, anlatırdı. Bir defasında yakalanmış ama alışkanlığından vazgeçmemiş... Şu birkaç yıllık ömrümde orak, yonca, çayır biçen, ağır işlerde çalışan Roman görmedim. Bu böyle gelmiş böyle gidiyor. Neden dersiniz? Vaktiyle Hindistan nüfusu kalabalaşınca bir işe yaramayan, kalpazan ve mundarlardan kurtulma kararı alınır. Kimin kaç para ettiğini, hiç bir iş yapmadan, dilenerek geçinenlerin tespit edilmesi yıllar alsa da, bir gün “şu kesimden kurtulmalıyız” kararı çıkar. İmzalayıp mühürleyen SAHİP merhametli biriymiş ki, doğup büyüdükleri yerleri terk etmezden önce hepsine birer zanaat öğretilmesini emreder. “Müzik yapmayı” öğrenirler. SAHİP memnun, şarkı söyleyerek giderseniz ne yolda ne de vardığınız yerde anadilinizi unutmasınız, der ve hepsini yolcu eder. Bölüklerden biri Fars imparatorluğu üzerinden Orta Asya Bozkırlarına uzanırken, Güney Denizleri boyunca ilerleyenler Mısır’ın kuzey başkenti Kahire’ye varırlar. Vardıkları gün Fara on II. Ramzes (m.ö. 1317 - 1251 yılları arasında Mısır hükümdarı) sarayında düğün şenliği kurulur. Ramses kızını everir. Yol yorgunu olduğunu belli etmeyen kafile düğün bayram edenlere hemen karışır, Nil Irmağından kalburla su taşıyanları müzikle uğurlayıp karşılar. Davetsiz olmalarına rağmen, kamberlerin de onlarla uyum sağlamasıyla şenlik büyükçe büyür. Düğün hamamı, düğün alayı ve düğün salonuna farklı bir neşe katan yeni müzisyenlerle ilgilenen Ramzes “Kalsınlar, toprak gösterin, alışsınlar, yerleşsinler,!” buyurur. Müzik yapmaktan başka ellerinden pek bir şey gelmeyen bu göçebelerin birinin kuşağının kırışığından toprağa düşen bir avuç çeltik birkaç zaman sonra yeşerip boy atar. Bir de ne görsünler her başak 25 - 30 çeltik sarmış. Olayı Ramzes de işitir. Böylece Nil vadileri yılda 3 kez çeltiklik dolmaya başlar ve Mısır pirinci ülkenin namını dünyaya yayar. Eli iş tutmayan Romanlar Mısıra çeltik tohumu getirme gibi bir iyilik yaptıkları için, Çalgı çalıp, düğünden, bayrama, pazardan, askeri seferlere kadar her yerde her şeye yeni bir hava vererek yaşam sürdürür. Ne ki, zamanların değişmesiyle “son durağımız” burası olamaz takıntısıyla Nil Irmağı akıntısınca yürümüşler, az gitmişler uz gitmişler ve ırmağın kardeşleşerek Akdeniz’e dökülmeye soyunduğu kumsalda karşılarına Tanrı Anası Deus çıkar ve - “Nereye böyle, bu deniz çok büyük, geçebilecek misiniz?” diye sorar. - “Adadan adaya kayıkla atlar, yolumuz karşı kıtaya,” cevabını verirler.


Makale ve Analizler - 2015

29

- “Orada ne yapacaksınız? Size mülk hakkı! Toprak hakkı! Çalışma hakkı! Tanıyayım da öyle gidin,” dese de, - “Hayır istemeyiz, biz dileniriz, müzik yapar oynarız, dalaveremiz dalavere,” cevabını verirler ve sallara binip maviliğe açılırlar. Önce Kıbrıs, sonra Girit, derken başka bir adacığa da basarak denizi aşıp eski kıtaya yayılmışlar. Selçuklu ve Osmanlı devirlerini de zurna şişirip davul tokmaklayarak geçirmişler. Erkekler akıncı orduların önünde davul gümbürdeterek çayırda tavşan kaldırıcı gibi ilerlerken orduların ardından talika arabası dolusu kadın kız bebe ve yaşlılara “göçebe” diyen olmamış. Bu yüzden olacak, Bulgaristan’da bize “hadi tasınızı tepsinizi toplayın ve defolun!” demezden önce “nomad” yani göçebesiniz deyenlerin, durmadan hareket halinde olanlara “göçebe” dediklerini işitmedim. Bizim insanımız her yerde tarla, çayır, bağ bahçe ve orman sahibi, tarım işleri ve hayvancılıkla yaşadığından, dolayı ve alt-yapı düzeni içine sanat-müzik işlerine ayıracak vakit bulamadığından düğünlerde ve bayram - seyranlarda Roman çalgıcılardan yararlanmıştır. Geleneklerimizde çalgıcının yeri avlu kenarı, köy meydanıdır. Kına gecelerinde çalgıcı köy odasında, lokantada, kenar bir yerde çalar. Düğün sahipleri ve yakın misafirlerin gönlünü okşayansa ozanlar, yerel sanatçılardır. Konuya bu kadar geniş bir girişten sonra geleceğimize ışık tutan bir geçmiş aradığımı itiraf etmek istiyorum. Bugün sanatsız kalmış kültürü katledilmiş bir halk topluluğu olduğumuzu artık bilmeyen ve görmeyen kalmadı. 1984’ten sonra kırılan sazların saplarının yerine yenileri takılmadı, koparılan teller hâlâ sallanıyor. Gönüller ayarsızdır. Eli kalem tutabilen yaratıcılarımız “son çeyrek asırda Rodoplar’da şarkı türkü doğmadı” diye yazdı. Geleceğimize ışık tutan sanatımızı Roman orkestralarından beklemedik. Çünkü biz Türklerin ve onların tarihimiz ayrıdır, uzun beraberliğimiz olsa ve kendilerini ümmetten ve milletten kabul etsek de ortak yanlarımızda belirleyici farklı çizgiler vardır. Geçmişleri çakışmayanların bugünü örtüşmez, dolayısıyla bu toplulukların ortak sanat eserleri de olamaz. Mesela bir gırnatacı, bir akordeoncu ve bir davulcu, aralarına bir de kemancı karışsa daha iyi olur, “Alişimin Kaşları Kara” veya “Ayva Çiçek Açmış,Yaz Mı Gelecek?” türkümüzü enstrümantal (sözsüz) olarak seslendirebilirler ve bu olay orada biter. Türkçemizde ve Türk halk sanatında ses oluşumu gırtlakla ağız boşluğunun değişik yerlerindedir. Biz bilinen sanatçı Adnan Şenses’i ve Kibariye’yi ses ıskalamızdaki bazı noktalarda dinlemeyi severiz. çünkü onlar başka perdelerde beklenen inceliğin hakkını veremezler. Ses sanatımızın oymaları olan 4 “he” ve 6 “le”yi Türk kulağını rahatsız etmeden bulamazlar. Bu özgünlüğü Laz lehçesi ince ayrımında, “Cennet Mahale”den gelen


30

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

parazitli seslerde kavrarız.Binlerce insanımız, dedelerimiz, babalarımız hapishanelerde yattı. “Belene” Ölüm Kampı trajedisi yaşandı. Karanlık koğuş duvarlarına nice ağıtlar kazındı. Büyük Göç! Çile seli! Yeni türküler akmadı. Acı çile sesimiz içimize gömülü kaldı. Dile gelip uçmadı. Çok ezildik. Karamsarız. Yeni kıvılcımı bulamadık! Yanmak istiyoruz, ama yanamadık. “Başa gelen çekilir” havası hem orada hem burada hepimizi boğuyor. İnsanımızı yere bakmaya zorluyor. Bizi kendi içimize gömüyor. Hücre karanlığında o kadar çok şiir yazıldı. Destanlar uzadı. Besteler kalbimizle dudaklarımız arasındaydı. Günyüzü göremediler, yazık oldu... O gün bu gün hep eziğiz. 1980’ler baskısı, 1990’lardan sonra devam eden korkutarak sindirme öyle bir uygulayıştı ki, halkımızın sanat ve yaratıcılık ayarını bozdu. Annem söylemişti: “şu ninniden düşersen,ölürsün!” Bu bir uyarıydı! Ve ben işittiğim ninnilerin beşiğinden ve ata kültürü eşiğinden düştüm mü? Sen sayın okurum bu soruyu kendine soruyor musun! Annemin söylemek istediği beşiğinden ve eşiğinden düşme, yok olma?! Anlamındadır. Tam ölürken bir gece armağan edeceğim sana senin ezbere bildiğin ben sanki ilk duymuşum serçelerin şarkısında sabah bak bu ezgi işte ne zaman büyüsem kırık bir dal gibi uyukladığım içinde yine de iyiyim ya senden düşerken ama artık en çok annem yok... Çok düşündürücü. Bulgaristan’da kalan Türk çocuklar artık Türkçe küfür etmiyor. İnsanlar yabancı dilde küfür etmeyi bilmezler. Kitaptan öğretilen dillerde küfür olmaz. Bulgarca okul kitaplarında da küfür yok. Bu bizi daha “kültürlü mü yapıyor?” Ben küfür etsem, anam “bir daha işitirsemağzını yırtarım!” derdi. Şimdi artık ana dilimizi bilmeyenlerin ağzını yırtma zamanı geldi. Eşeğe sormuşlar: “Gülü bilir misin?” “Bilirim, yedim, hiç tadı yok” demiş. İnsan bilmediği şeyin tadını da bilemez. Bizim anadilimiz, sanatımız ve kültürümüz gibi yoktur. Onun eşikte ve beşikte öğrenmek zorundayız. Vazife çocukların değil ana ve babaların, ailenin, köy cem atınındır. Ben son dönemde “ağzını yırtarım!” sözünü söylemediğime ve işitmediğime göre, ana dilimiz için “Nur içinde yatsın!” mı diyeyim? Öğüt veren olmadı. Romanlar Hindistan’dan şarkı söyleyerek çıkmışlar. Güle söyleye dillerini bugüne dek yaşattılar. Kitap defterleri yok ama kalem beyaz kâğıda aşık, dile değil, onun için “çal oynasın, vur patlasın” gelmiş gidiyor.


Makale ve Analizler - 2015

31

Bulgaristanlı Türklerden ve göçmen çocuklarından ne Sofya’da, ne İstanbul ve Ankara’da sanat akademilerine giden yok gibi. Kabiliyetli doğanlar Bulgar TV programlarının “Yılın Sanatçısı” yarışmalarına İngilizce şarkılarla katılıyorlar. Yeni kuşaktan, Avrupa Evrovizyon Çocuk Yarışmasında (Malta) ikincilik alan Şumen’li Hasan ve İbrahim kardeşler hünerlerini kuyruklu piyano çalarak gösterdiler. İşin Türkçemizle ilgisi yok. 490 türkümüzü yanık yanık söyleyen Kadriye Latifov’a tarih oldu. 300 Rodop türküsü yakan Osman Aziz, yattığı yer cennet olsun, sesi kulaklarımızda çınlıyor. Güzel yurdumuzun cennetinden gelen sanat eserlerimizi seslendiren Ayfer Sadıkova da yok artık aramızda, Şumnu’nun Medovets köyünde beklense de halk sanatçısı İbiş Memiş, kaçış o kaçış geri dönmedi. Ahmet Yusuf, Hasan Rodoplu vb. hep gittiler ve dönmediler. Bayrağı yere düşürmemek için Yüksel Ahmedov hem Türkçe ve hem Bulgar dilinde söyledi. O da gitti. Gidenin yeri hep boş kaldı ve bir daha doldurulamadı. Her gidiş, kaçış, göç savmayan yaralar açtı. Tohum bekleyen tav toprak yıllardı nadastır. Beklemeli nefes alıyor. Mustafa Çavuşev Orhan Murat ve yeniler boşlukları beklenen kıvamda dolduramadı. Soydaş çevrelerinden gelen esintiler gönül doldurucu olamadı. İstanbul, Bursa kahvelerinde “Çalga” dinleyenlerın keyif aldığını gördükçe utanıyorum. Öz sanatımızın duygu dokularımızı kendimiz katlediyoruz. Bu arayış müziği bize yabancı değil. Köklerinde nihavent nameleri var. Ne ki, ana dilimizi bulamadı. Çöküş müziği olarak doğdu. Esasında kültürel yabancılaştırma var. Kulak verdikçe kendimizi kendi özümüzden uzaklaştırıyoruz. Her beğenişte, benimsemede ve sevmede özgürlük arıyoruz. İnsanlarımızın sanatta özgür olmasından yanayız, fakat bu müzik geçmişimizi taşımıyor, geçmişten alacak hiçbir şeyimiz kalmayınca sanat tarlamız eşeklere ve kargalara kalıyor. Bizden de özümüzü süzerek kendilerine bir şeyler vermemizi bekleyenler var, gelecek kuşakları unutmayalım. Yukarıdaki eşeğe şöyle bir soru da sormuşlar: “Gonca gülü bilir misin?” “Yedim hiç tadı yok!” demiş. Yelken bu yöne açılmış ve elverişli rüzgârlar bekliyor. Artık “saraylarda” yeni hava pupa yelken! İvo Papazov - İbryama bile gırnatanın içine patlayıcı gizlemiştir korkusundan içeri alınmıyor. Sliçenko’nun söylediği “Roman Romanları” unutuldu. AB üyesi olduk olalı yalnız Çetin ve Metin kardeşlerden “Fransız Şansonlar” rağbet görüyor. Fransız şansonların yerli Türk etnik müziğinin canının çıkarılmasına katkısı büyük olacağından olacak, ikizlerden birini Arap Emirliklerine Büyük Elçi olarak atadılar. Bodur boyuyla sırtına aldığı akordeonu zar zor taşıyan, “virtüöz” şaibesiyle “Saray”a bile bir kez olsa alınan Jigoli de meslektaşı gırnatacı İbryam gibi nota bilmezdi. Her defasında tüm hünerini gösterirken yaratırdı. Ne ki, Hasko-


32

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

volu hemşerimizin bu defa “şansı doğmadı.” Doğduğu şehrin Roman mahallesinden, İstanbul sofralarından ve TV programlarından sonra bu defa soluğu Almanya’nın Hanburg şehrinde aldı. Bir yumrunun doruğundaki bir evin zemin katında yalnız oturuyordu. Yokuş aşırı deniz kordonuna inen yolca onu izleyen Alman Bayanların aralarında fısıldanışları onun da dikkatini çekiyordu. Ekim ayında buz kesmiş balıkçı pazarı peykelerinin birine büzülmüş akordeon körüğünü şişiremeyecek kadar donduğu anların birinde gözlerini ebediyen yumdu. Son nefesini verirken yüzü gülüyor ve sanki “İstanbul Yeni Kapı” balık lokantalarından birinde dinleyicilerini yerine mıhlayan müziğini ve “baldız” süslemeleri söylüyordu. Vaktiyle onun da atasının atası Hindistan’dan çekilmişti. Ramzes şenliklerinden sonra yerleştiği Bulgaristan’da karnını doyuramayacak duruma geleceğini, bir de Hamburg’da sönen bu yıldıza sahip çıkan kimsenin olmayacağını, kimsesizler morgunda 2 ay kalacağını kim düşünebilirdi? Ama ben asıl üzen Sofya hastanesinde yatarken Yüksel Ahmedov için para toplandığını işitmem oldu. Ve ölüm sebebi “grip” salgınıydı. Artık gribe göğüs gerebilecek durumda değildik. Beni kahredense, İbryam’ın, Jigoli’nin, ve daha nicelerin kendilerini Bulgaristan Türk müziğimizin taşıyıcısı olarak pazarlamasıdır. 1984’te “Bulgaristanlı Türklerin müziği Bulgar müziğidir” dendiğinde, dünya dudak ısırmış, ama ses çıkarmamıştı. İşte o zaman bizim İbryamlar, Jigoliler, Neşevler ve isimlerini unuttuğum daha kimler kimler Bulgaristan Türk müziğine, oyun havalarımıza leş kargası gibi saldırdılar. Kulağından, gözünden her kemiğinden “doğaçlama” yapmaya başladılar. “Arda ile Kırcali Arası”nda, “Nazlı Yarime” ve “Osman Paşa” türküsüne kadar Türk efsane motiflerinden “cazvari doğaçlamalar çıkarıldığını” asla unutamam. Alt dokusu nihavent ve kür devi hicazkâr olan makamlar caj varı Bulgaristan Türk müziği doğaçlamaları New York’tan Sidny’e kadar taşındı, pazarlandı ve satıldı. Müziğimizde kutsal olan bir şey kalmamıştı. En fazla alkış toplayan pop varı, breck varı, caz varı Bulgaristan Türk müziği oldu. Bizden biri olan ve Mayami’de müzik akademisi bitiren Sviştov kökenli Bülent de elindeki sim balla oralarda “doğaçlamaya başlayınca”, “içine biraz da eşek anırması kat da CD yapalım” teklifi almış ve Rodop bayırlarında anıran eşeklerin sesinden seçmeler kaydetmişti. Ne zamanlar geçti bir bilseniz. Bir ölmüştük de henüz canlanamıyoruz. Kültürümüzü ve sanatımızı bir yaratıcı ve orkestra şefi olarak New Yor Filarmoni Orkestrası salonlarına taşımış olan kardeşimiz Muhsin beyin aziz hatırası hafızamda canlandıkça düştüğümüz hallerden utanıyorum.


Makale ve Analizler - 2015

33

Dünyaya öteden beri pembe gözlükle bakan İvo Papazov - İbryama ve Kırcaali’li Neşo Neşev şimdi tamamen değişti. “Ne olursa olsun iş olsun” havalarına gireli Türkiyelilere Bulgar müziği öğretme işinde oldukça yol almışlar. TRT-müzik ve TRT-Türk müzik yayınlarına katılıyorlar. Söylediği sözlerin kaç pot kıracağının pek farkında olmayan ve “müzik değil mi, bir kulaktan girer ötekisinden çıkar” anlayışıyla sunuculuk yapan Mirel Azizoğulu’nun cilvelerinde neredeyse Türk dünyası Bulgar müziğine hayranlık kapılarını sonuna kadar açtı gibi... Kırcaalili Roman akordeoncu Neşo Neşev Ankara katında “Müzik Deyince” de program sunuculuğuna soyunmuş. Balkan esintileri karıştırıyor. Bulsa balkan ülkeleri folk müziğine baştan sona 16/15 ayar verecek. Bu çalgıcıları ben “sırtlara” benzetiyorum. Boyu kendilerinden alçak olana sırtlan sürüsü gibi saldırıyorlar. Bulgaristanlı Türkleri zayıf görmiş, boş bulmuş olabilirler. Yelkene dolan rüzgâra göre yönelen bu “sanatçılar” bizler yani Bulgaristanlı Türkler için kutsalımız tacı olan TRT-Müzik’ten “Bulgar müziği öğretiyor. Notayı satır sanan” kulak dolamsı “usta” sazlarımızın telleri koparılırken susmuştu. Bakıyorum bir de, Bulgar folkunu överken Türk müziğinin güzelliklerini eksikli buluyor. Vaktiyle halkımızı sanatından caydırmak için 6 sesli Türk müziği yaratmaya heveslendiğini hatırlatırız. Utlarımızda perde olmadığı için tüm yarım ve çeyrek notaların seslendirilmesinin “problemli” olduğunu anlatırken, kanun ve yaylı tamburayı neredeyse çaldığımızı söyleyecek. Bulgar merkez basını “Türklere “Dilmano”, “Eleno mome” vs. Bulgar şarkılarını TRT-müzikten Türklere öğretiyoruz başlıklarını atarken arzuladığı büyüklükte harf bulmakta zorlandı. Şu Türkü Bulgaristan Türklerinindir demeye dili dönmeyen TRT-Müziğin ve TRT Türk’ün böyle potlar kırıp halkımızın huzurunu bozması, çok can sıkıcıdır. Neşev, “Türklere Bulgar Folkloru öğrettim” derken, doğrusu Çoban Yıldızı gibi parladı. Belki de, bir milletin başka bir millet üzerinde kültürel üstünlük kurması işine BM Kültür Elçisi sıfatıyla da koşulan bu akordeoncuya son sözümüz “aç kaldığında çaldığı kapıları unutmamasıdır.” Nil Irmağı’nın Akdeniz’e dökülmeye soyunduğu sahilde Tanrı Deus Romanlara “başkalarının sinsi planlarına alet olmayın”, “ekmek yediğiz kapıları taşlamayın” dememiş olabilir, ama bunları kendilerinin bulması doğru olmaz mıydı? Bulgarca bir atasözü “yiyene değil, verene bak!” der. Bizim derdimiz bitmez. Çünkü biz önce bizim adımıza konuşanların yolunu kesmeyi öğrenemedik. Bu işi vaktiyle en iyi Büyük önder Atatürk yapmıştı. Olay şöyledir.


34

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Yunan 500 yıllık bir aradan sonra İzmir limanından Anadoluya dolup Sakarya boylarına kadar konuşlandığında İstanbul’da gönlü ferahlaşan besteci Yorgo Bacanoz “Mor Menekşe” şarkısını besteledi. Bizans Krallarının beşiği, saltanat odaları ve sırtlarına attıkları hırkalarının rengi mordu. Şarkıda Mor Menekşe Boğazın beyaz dalgaları üstünde açmış saraya geliyordu yani Bizans İmparatorluğu geri geliyordu. Bu şarkıyı bakım evlerinde yetişmiş bir millet kızı olan Safiye Aylanın sesinden İstanbul işittiğinde kendini Türk hissetmeyenlerin gönlü gönlüne sığmıyordu. Atatürk ilk fırsatta “Mor Menekşeyi” yasaklamıştı. Bu olayın tarihi yazıldıkça yazılmıştır ve Atatürk’ün bir “sanat düşmanı diktatör” olduğu savına kadar uzanır. Roman Neşo Neşev’in TRT Müzik ve TRT Türk’te Türklere Bulgar müziği dersi vermesi başka bir anlama gelmez ve gelemez. Soruyorum: Binlerce sazımızın teli koparıldı. Tiyatrolarımız kapatıldı. Ozanlarımız vatandan kovuldu. Sanatçılarımız hapsedildi. Bunun hesabı ödenmemiş ve ortada durup dururken, biz halkımıza Ankara radyosundan Bulgar müziği dersi verilmesini, kanun ve bağlamalarımızda, utlarımızda eksik notalar olduğunu, Türklerin “ana dili olmadığı” ve daha nice nice saçmalıkları hangi yürekle dinleyelim. Hasıraltından su değil, dere geçiriliyor. Hey uyan!

Nereye Kadar Ha?

Seyhan Özgür-26.Şubat.2015

Yemiş olgunlaşınca yere düşer. Kendini yaratmış olan toprağa ve ağaca minnet duyguları duyarak. Düzensiz bir durum! Ortalık karma karışık. Dua edenler rüzgârın esmesini durduramaz. Toplumda bu işler böyle midir? Bu alanda hepimizin kendi izlenim ve deneyimleri olmalı! Bulgaristan’da 8 yıl Cumhurbaşkanlığı yapan, olabilir ya politik itirazlarını yenemeyen ve Bulgaristan’ın Yeniden Doğuş İçin Alternatif (ABV) partisinin kurucu Başkanı Georgi Pırvanov’un görevinden aniden istifa etmesi beni bu satırlarla başlamaya zorladı. Onun şipşak hareketine sebep ise, Sofya Halk Meclisindeki 11 kişilik ABV parti grubunun 16 milyar leva yeni dış borç alınmasına topluca “evet” demesi oldu. Milletvekilleri deneyimli politikacı Pırvanov’un


Makale ve Analizler - 2015

35

iradesine uymadı. Kimsenin kölesi olmadıklarını, iyi’ye götüren yolu kendileri seçmek istediklerini kanıtladılar. Bulgaristan’ın yeni düzeni içinde bir parti başkanı ile meclis grubunun zıt görüşte olduğu ortaya çıktı. Pırvanov koltuğundan düştü. İyi mi oldu? Bunu gelecek gösterecektir. Bu olayı birkaç ay önce Sosyalist Parti Başkanı Sergey Stanişev’in AB milletvekili seçilip ülkeden kaçmasında da izledik. Nikolay Barekov AB vekili olarak Brüksel’e yerleşince ise partisi dağıldı. Şöyle bir olay izliyoruz. AB’den aldığı maaş çok yüksek ve yeterli olan siyasetçilerimiz halktan, seçmenden, partilerinden kopuyor, “bizim devlete ihtiyacımız yok” havalarına giriyorlar. “Saraya” adı verilen bir eve gizlenip kimseyi görmek istemeyen, halktan tamamen kopan ve yıllar önce öz davamızın raylarının dışına çıkan fahri lider Ahmet Doğan’ın tavrında da aynı olayın başka bir renklenişini görüyoruz. Öyle böyle diyoruz da, Bulgar parlamentosundaki 8 partiden 5’i dış borç alınmasına oy verdi. Bu borcun 16 milyar leva gibi fantastik bir rakam olmasıyla birlikte, 12 milyarının eski borçları ödemek, 4 milyarının da bütçe açığını kapatmak için kullanılacağı açıklandı. Ülkemiz kalkınma hamlesi için piste yerini hala alamadı, hatta stadyuma bile giremedik desek, yanlış olmaz. Neye niyetlendiğimiz pek belli değil! Sofya meclisinde 25 Şubat 2015 borç oylaması sonucu 2 yeni grup oluştu. Birinci Gruba, iktidarın ana partisi olan Bulgaristan’ın Avrupalı Geleceği için (GERB) ve Reformcu Blok (RB) nüve oluşturdu. Kurucu Başkan N. Barekov’u dışlayan, ilk adı Sansürsüz Bulgaristan değiştirilince DMP olan muhalefette yer alan 15 vekilli bağımsız grup iktidarı destekledi. Hak ve Özgürlükler Partisi (HÖH - DPS) 36 vekili dış borç alınması önerisini onayladı ve çoğunluk cephede yer aldı. HÖH partisi lideri Lütfü Mestan son dakikaya kadar vatandaş başına 10 bin leva borç yükü getiren bu yeni borçlanmaya sert tepki göstermişti. Politik çevrelerde “dönelik olarak nitelenen” davranışa şöyle açıklık getirenler oldu: HÖH - DPS isim ve kimlik değiştirme suçlarına af süresi tanımayan yasa önerisine GERB parti grubundan destek bekliyor. Önümüzdeki 6 ayda “ABV” ve “PF” partileri iktidar grubundan düşecek ve ya HÖH - DPS kabineye çekilecek ya da Borisov’un azınlık hükümetine meclis desteği vererek onu 4 yıl yaşatacak. İkinci gruba, Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) ile aşırı sol ve Rusofil davranışla parlayan “Ataka” partisi aleyhte oy kullandı. Sosyalistler, Bulgar ekonomisine hiçbir yararı olmayan bu borçlanmaya karşı çıkarken, B. Borisov hükü-


36

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

metinin 4 yıllık iktidar dönemini bu parayla garantilediğini öne sürdü. “Ataka” partisi lideri Volen Siderov ise, dışardan alınacak paraların Bulgar Ordusu’nu silahlandırmaya harcanacağını ve Ukrayna krizi etrafında ülkemizin “Rusya”ya karşı bir savaşa itilmeye çalışıldığını hem meclis kürsüsünden hem de Meclis önünde yapılan mitinglerde duyurdu. İmzalı ve onaylı bir ortaklık sözleşmesine dayanmayan günümüz Sofya hükümetini “program amaçlı işbirliği” çerçevesinde destekleyen aşırı sağ, aşırı milliyetçi, öteki olana düşman ve (PF) partisinin 18 kişilik meclis grubu borçlanmaya çekimser oy kullandı. Gelişmelerden ortaya çıkan bazı özellikler. Bulgaristanlı Türk, Pomak ve Roman azınlığın partisi olarak bilinen (HÖH - DPS) 2014 Haziranına kadar ortak hükümette buluştuğu Sosyalist Parti (BSP) ve “Ataka” partisi ile yollarını kesin ayırdı. DPS ile BSP çizgisi artık ve iç ve dış politikada kesişmiyor. Avrupacı ve Atlantikçi (AB ve NATO) politikasından yana çıkan HÖH - DPS yılbaşından beri şiddetli anti-DPS, anti-Müslüman, anti-Türk ve özellikle de Romanlara karşı ve genel çizgide ötekileştirme saldırılarını püskürtmek zorunda kalmıştı. Kırımın Rusya tarafından ilhak edilmesinden sonra ve Ukrayna iş savaşının başlamasıyla Bulgaristan’da iç huzur kaçmış ve genel gerginlik yaşanmıştır. ABD Dışişleri Bakanı Con Keri bu hafta başında Senato’da yaptığı konuşmada, “Rusya ile Batı arasındaki çatışmanın ateş hattı Balkanlardır” dedi. İşte bu çatışma 25 Şubatta Sofya parlamentosunda iki cephe oluştururken, Sosyalist parti ile “Ataka” partisinin Moskova’ya baktığını kamuoyu gördü. Bu gelişmenin arsında Rusya’nın “Güney Akim” gaz boru hattı konusunda Bulgaristan ile olan ilişkisini kesmesi de var. “Türk Akım” tasarımına Ankara’da yeşil ışık yanmasından sonra konum değişikliği dikkati çekti. T.C. Başbakanı Sayın Ahmet Davudoğlu’nun Budapeşte ziyareti Yunanistan, Makedonya, Sırbistan ve Macaristan’ın bu tasarım etrafında birleştiğini kanıtladı. Böylece Bulgaristan içindeki politik parçalanmanın Balkanlar boyutu göründü. Türkiye’nin bölgede sonuç belirleyici rolü boylanıyor. Son dönemde BSP ile HÖH bütçe ve borçlanma konularında olduğu gibi diğer konularda da birbirine tamamen ters düştü. Akla değişik sorular geliyor. Hükümetten kovulan HÖH - DPS partisinin muhalefet sıralarına sıkışmasına rağmen, her fırsatta GERB lehinde oy kullanmasının ardında gizlenen nedir? Bu adımlar ileri mi geri mi atılıyor yada kör döngüye mi düştük, pek anlaşılmıyor. HÖH politik liderliğinin aradığı doğrular ve bunların ölçüsü nedir? Halkın menfaatleri dışında izlenen politikadan insanlarımıza fayda gelir mi! Bilgi ile eylemin birliğinden çıkışla, Lütfü Mestan meclis kürsüsünden farklı delillerle 16


Makale ve Analizler - 2015

37

milyon borç alınmasını sözde ret ederken, oylarken “evet” demesi, bir açıklama gerektirmiyor mu! Seçmeni, kamuoyunu bilgisizlik karanlığında bırakmanın perde arkası gün ışığına çıkarılmalıdır. Halk bekliyor. Parlamenter tecrübesi yetersiz olan milliyetçi (PF) partisi Başkanı V. Simyonov’un “evet” oyu için Başbakandan Gümrükler Genel Müdürlüğünü, hiç olmazsa Burgas Liman Gümrüğünü istemesi tüyler ürpertti. Alamayınca da “çekimser” oy kullandılar. İktidar programına dayanan ortaklıkları olan GERB ile “PF” partilerinin arası iyice açılırken güven duvarı çatladı. Yurtseverliğe 21. yüzyılda devleti soyma anlamı verenlerin yakında adalet duvarına toslamasını bekleyebiliriz. Politik yemişlerin bu kadar erken olgunlaşacağını düşünmemiştim. Hem iktidar hem de muhalefet her şeyi kuliste pazarlamak istiyor da gelgelelim kulis perdesi tül ve ciddi bakan gerçekleri görebiliyor. Öyle de, böyle de olsa, uzlaşıp bağdaşmaz sandığımız görüşlerin bir anda yumuşadığını, fazla gürültü kaldırmadan beyaza siyah dendiğini sık görmeye başladık. Temsil ettikleri köylü ve kentli yoksulların menfaatlerine, irade ve inançlarına ters, tamamen aykırı oy hareket edenlerin ipleri kim çekiyor? Ani karar değişikliklerini anlamak zor oldu. Uzlaşabilecek nokta ve yönleri olmayan politik partileri aynı küfeye kolayca dolduran gücü tanımak istiyoruz. Kulisteki para babaları ve oligarşiden daha güçlü olan var mı? Politikaya yön değiştirtmek için Büyük Elçiliklerden gelen telefonlar yeterli midir? 25 Şubat 2015 günü yapılan oylamadan sonra kamuoyu, etnik azınlık aydınları HÖH - DPS partisi yönetimine, parlamento grubuna daha büyük bir şüpheyle bakmaya bakmakta haklı mı! Bizi her gün satan, her gün yön değiştiren, rotasız bir politika var. Rüşvet ve dalavere ağıcındaki yemişler de patır patır dökülmeye hazırlanıyor. Görüldüğü üzere, son yıllarda mahkemelere rüşvet ve dolandırıcılık siyaseti kurbanlarıyla doldu. HÖH - DPS Parti Başkan Yardımcısı Biserov para aklama suçundan tutuklandı ve duruşması başlamak üzeredir. Milletvekillerinden olan Dr. Tabakov rüşvet almaktan içerdedir. Başka bazı milletvekilleri için mahkeme kararları artık çıktı. Lütfü Mestan ve en yakın çevresi üstü kapalı içlerin ortaya dökülmesine karşı daha koyu bir gölgede sığınak arıyor. Lütfüler onayladı ama biz faizleriyle birlikte 27 milyar leva olarak hesaplanan yeni dış borcu nasıl öderiz? 2015 yılı milli bütçemiz topu topu 33 milyon levadır. Bizde işçi ücreti 182 Euro iken, Lüksemburg’da 1920 Euro’dur. Onlar bize karşı koşsalar bile kendilerine erişmemiz olanaksızdır. “Ajan dosyaları” falanla yıllarca halkı oyalarken, devleti soydular. Şimdi biz “özelleştirme dosyalarının” aşılmasını bek-


38

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

liyoruz. Ayağında ayakkabılı olmayan ama birkaç yılda milyoner olanların ağır cezada duruşmalarında bulunmak istiyoruz. Son 25 yılda devletimizi ekonomik ve malı olarak çökertenler yargılanmalıdır. Her birimiz bir deri bir kemik kalana kadar bizi soyanların infazını bekliyoruz. Emeklileri kuru ekmek kabına muhtaç, hastaları ilaçsız, çocukları sütsüz, okulsuz bırakanların hakim huzuruna çekilmesi zamanının gelmedi mi? Bu bakıma, GERB milletvekili, Meclis Sağlık Komisyonu Başkanı General Profesör Stoyan Tonev’in istifaya zorlanması ülkede nefes kesti. Sanki olmuş yemiş dökümü başladı. Ertesi gün en büyük acil hastanemiz “Pirigov” un Genel Müdürü istifa sundu. Hastanenin açığı 20 milyon levaymış. Kamuoyu dokunulmazlıkların kaldırılmasını ve suçluların hepsinin hesap vermeye hazır olmasını istiyor. Bir baksanıza: Askeri Tıp Akademisi’nin yıllardan beri her ay Sağlık Bakanlığına 5 milyon leva borç faturası kestiği, bir senede bu paranın 70 milyon leva olduğu hemen gün ışığına çıktı. Bu soygundan yalnız bir general, yalnız bir profesör ya da müdür sorumlu olamaz. Daha anlaşılır bir dille anlatılınca Sofya’nın en büyük acil hastanesi olan “Pirigov” da bir öğün hasta yemeği 3.5 leva iken, 500 adım ötedeki Askeri TIP Akademi’de aynı porsiyonun hastalara 14.5 levaya satıldığını işitenler şok geçirdi. Uzman doktorsuz klinik sayısı her geçen gün artıyor. Bu arada BSP ile HÖH - DPS kodamanlarının dosyalarının da açılması sabırsızlıkla bekleniyor. Bu dosyalar açılacaktır, açılmalıdır, çünkü çürümüş yemişlerin dökülmesi önlenemez, durdurulamaz. Soyguncular, rüşvetçiler, dolandırıcılar kan emen keneler gibi, kan sülüğü gibi şiştiler ve mutlaka ensemizden düşeceklerdir. Bu gidişi önlemek kimsenin elinde ve gücünde değildir, olamaz ve olamayacaktır! Bulgaristan’da artık her çocuk 12 bin leva borçla doğuyor. Doğan çocuğun kendisi borçlu, anası borçlu, babası borçlu, kardeşleri borçlu, dedesi ve nenesi borçlu.... Nereye kadar ha? Dış ülkelerde bulunmamız bu durumu değiştirmiyor. Bizim ödeyemediğimiz ya da ödemekten sözde kaçtığımız paralar anababalarımızın yakınlarımızın sırtına yükleniyor. Hayırlısı olsun.


Makale ve Analizler - 2015

39

Mart Ayı Yazıları Alay Kalkıyor!

BG-SAM-01.Mart.2015

Yıllar nasıl da geçip gidiyor. Bulgaristan Türkleri Kültür ve HizmetDerneği BULTÜRK’ü kurduğumuz günü hatırlıyorum. Nisan 2003’ü! Yol alabileceğimize, dağılmadan, birbirimize düşmeden ilerleyebileceğimize, dernek merkezi kuracağımıza, soydaş gençlerin derneğimiz etrafında toplanacağına, derneği seveceğine ve çalışmalarımıza omuz verip davaya dört elle sarılacakları aklımın ucundan bile geçmiyordu. Kurucu Başkanımız Prof. Dr. Hayati Durmaz dan sonra yönetime Genel Başkanlığımızı devam eden Rafet Ulutürk’ün üstlenmesi etkinliklerimize atılım kazandırdı. “Büyük Göçü” anma geceleri, doğum günleri, anketler, sempozyum, konferans, kongreler, birbiriyle koşalaşan seçimlerde politik yön, adaya, kimlik ve kişilik belirleme adımları 13 yıldan beri yerinde saymadığımızı kanıtladı. Birçok bakıma dernekler arasında hep ilk adımı atan olduk. Hem Bulgaristan’da hem de Türkiye’deki soydaşlarımız arasında uluslar arası anket düzenleyerek taktik ve stratejik durum değerlemesine gitmek, doğru işleri yapacak doğru insanları seçmek ve görevlendirmek, daha iyi olanın yolunu açmak için düzenlediğimiz yüzlerce toplu çalışma, gruplarla görüşme, belediye etkinliklerine etkin katılma, miting ve tören kendiliğinden olmadı. Bulgaristan’da son Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 136 yıl sonra ilk kez bir Cumhurbaşkanı adayı çıkarmayı başarabildik. Nice çileden ve nice çilekeş yollardan sonra, Hak ve Özgürlükler hareketini kuran etkin eylemciler alayından olsak da, parti yönetimini ruhlarını varınca her şeyini satmış hain kadroların, gizli polis ajanlarının ele geçirdiğini fark edince, Bulgaristan Müslümanlığının 100 yıllık adalet ve eşit haklı vatandaş olma mücadelesini bir çırpıda satıldığını. Davamıza ihanet edildiğini saptayınca yediden yetmişe herkesi uyanmaya çağıran gür ses bizimdi. Sözlü ve yazılı propagandamızı, günlük elektronik yayınlarımızı, süreli propagandamızı bu amaca yönelttik. Bulgaristan Türklerinin Sesi gazetesi, Bultürk BG-SAM Stratejik Araştırma Merkezi, www.bghaber. org güncel yayınımız, raporlar, onlarca kitap, çeviri eser, elkitabı vs. hep bu amaca hizmet etti.


40

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Soydaşlarımız bizi çok kısa bir sürede buldu, tanıdı, sendi ve tanıttı. Bugün artık bizimle olmak isteyenlerin sayısı günden güne artıyor. Saflarımız sıklaşıyor, derneğimiz güçleniyor, örgütsel yapımız federatif bünyeleşmeye hazır duruma geldi. Üç beş haksever soydaş kardeşin bir araya geldiği günden bugüne alınan yolun büyük meyvelerini artık toplama zamanı da geldi. İlk kez olmak üzere Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği 7 Haziran 2015’te yapılacak genel seçimlere 1989 göçüyle gelen soydaşlarımızdan Av. Vildan Umut’u aday adayı olarak yükseltti. TBMM’ne kendi öz temsilcimizi, bizden birini göndermekle hem Türkiye’de hem de ikili dostluk ve işbirliği ilişkilerinde köprü ve motor olmak istediğimiz Bulgaristan Türkiye ilişkilerinde yepyeni bir sayfa açacağımıza kesinlikle inanıyorum. Bu atılım Büyük Göçten beri toplanan değerli birikimimizin en değerli eseri olacaktır. Göçmen kızlarımızdan biri olan hem Bulgaristan’da hem de Türkiye’de öğrenim alan, birkaç dil bilen, sosyal adaleti sağlayan hukuksal birikimi büyük olan aday adayımız Sayın Av. Vildan Umut’un etkinlikleri ve artık soydaş topluluklarında bir fikir odağı oluşturan ve son sayısının tirajı 20 bini bulan gazetemiz rolü yeni boyutlara ulaşacaktır. BULTÜRK yayınları, 1978’den beri Türkiye’ye sürünen muhacir ve göç sellerinin yapmadıklarını yaptı. Vatan ve Ana Vatan olarak temel yargı değerlerimize anlam verdi. Ana Vatan olduğu gibi Vatan’ın da kutsallığını, paha biçilmez bir edinim olduğunu, hiç bir başka nimetle, para ve pulla değiştirilemez olan olduğunu kanıtladı. Her birimizin hem Vatan’da hem de Ana Vatanda yaşa hakkının yasal ve kutsal olduğuna herkesi inandırabildi. Türkiye’de dernek ve federasyonlarda örgütlenmiş olmakla birlikte Bulgaristan’ın politik mihverinde yer alan Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) nin oluşturulmasında, yaşatılmasında, mücadelelerinde olduğu gibi geleceğinde de söz hakkımız, eleştirme ve uyarma hakkımız olduğunu güm ışığına çıkardı ve halka indirdi. HÖH - DPS partisi liderlerinin halktan kopmasını, “saraylara” kapanmasını, yerli ve yabancı iri zenginlere, kökleri ofşor bankalarda olan dolandırıcı ve dalavereci oligarşi uzantılarıyla sarmaş dolaş olmasını, 25 yıldan beri Bulgaristan Türk, Pomak, Roman Müslüman azınlığının anadil, özgün kültürel haklar, din, okul, kalem defter, güvenceli iş ve üretim, garantili emeklilik ve gönençli geçim gibi haklarını savunma yolunu bulamamasını eleştiri ateşine tutmakta haklıydı. Bu yönde ana dil eğitimine, yaşlı yurttaşlara sosyal yardımların arttırılmasına, sağlık ve eğitim hizmetlerinin karma bölgelerden, Türk ve Pomak köylerinden orta büyüklükteki yerleşim merkezlerimizden çekilmesi yolunun kesilmesini istedi. Sosyalizm yıllarında kurulan ekonomik alt yapının, üretim araç-


Makale ve Analizler - 2015

41

larının bilinçli olarak yok edilmek üzere hurdaya çıkarılması, kooperatifçi tarıma düşmanca saldırılması, tarımsal alet, edevat, makine traktör, biçerdöver parkı ile tarıma bağlı işleme sanayimizin yok edilmesi ve milyonlarca emekçinin ekmek teknesinin kırılması ve milyonlarca aile için yaşamın ateşten gömlek olması ve 3 milyon vatandaşın ekmek parası için Batı ülkelerine göç etmesinde HÖH - DPS partisi yönetiminin basiretsiz, plansız, kör aynı zamanda talancı, bencil ve dalkavuk yönetimleri desteklemesini de ne kabul edebiliriz ne de desteğimizi alabilir. Yıkım, çöküş ve yok oluş ülkemizde sefalet, yoksulluk ve standart dışı geçim güçlükleri doğurdu. Yok oluş yolunca hızlı kayma, ne yazık ki, bugün de devam ediyor. Aldığımız haberlere göre, Avrupa Birliği ülkeleri nüfusu içinde en yoksul, en az maaş ve emeklilik alan, sosyal sigortası, hiçbir güvencesi olmayan yaşamaya çalışanlar bizim orada kalan kardeşlerimiz, akrabalarımız, soydaşlarımızdır. 2020’de artık son tütün fidanının dikileceğine, son diplerin kazılacağını, son yaprakların toplanacağına ve son denklerin sıkılacağına ve 600 yıldan beri ekmek paramız olan işleri bundan böyle yapmamızın yasaklanacağına imzalar atılmış ve üstüne buzlu viskiler içilmiştir. HÖH - DPS partisinin emekçi halkımızı Bulgaristan Müslümanlığını itti yol, yol değildir. Sonradan Pişmanlık Para Etmeyecektir! Gel gelelim HÖH - DPS lider ekibinin boyası şakımaya başladı. Yasa dışı, rüşvet, dolandırıcılık, dalavere, hakları haksızlıkla değiştirme, adalete kuyu kazma, adam kollama vs. işlerde parmağı olduğu, 1984 - 1989 yılları arasında isimlerimizi değiştirip bizi Bulgar yapan güçlerle yakın işbirliğini sürdürdüğü, Bulgar toplumunun totalitarizmden demokrasiye geçişini engellediği, halkın daha iyi yaşamasını sağlayacak adil bir topluma geçilmesi yollarını kestiği ortaya çıktı. Oylarımızla iktidar olan partinin burnu dibinde bankalar boşaltıldı, emekli sandığına göz dikildi, yalnız bir yılda adaletsizliğe dayanamayıp 572 doktorumuz ülkeyi terk etti, okumaya giden gençler dış ülkelerden geri dönmüyor. Geçen hafta muhalefette olan HÖH - DPS milletvekilleri oylarıyla onaylanan yeni 16 milyar leva dış borç alınması yasası, eğer biz bu parayı ödeyemez isek 28 yıl sonra yani 2043’te faiziyle birlikte 256 milyar olması ve hepimize birden pes bayrağı çektirmesi tehlikesi her gün büyüyor. HÖH - DPS gerçekleri halka anlatmamak için hiçbir yayın çıkarmıyor, radyo açmıyor, TV programı hazırlamıyor, gazetesi yok be gerçekleri halka indirmeye yanaşmıyor. Mesela geçen hafta HÖH - DPS dışı Bulgaristan Türk aydınları halkla kucaklaşma görüşmeleri düzenledi, gerçekleri herkesin anlayabileceği bir dille anlatmaya ve uyuyanların gözünü açmaya çalıştı. İnanamazsınız, bu toplantılara HÖH-Milletvekilleri de geldiler ve sıradan dinleyiciymiş gibi oturup dinlediler. Bunlar ne zaman kadar işlerine bakmayacak ve muhbirlik yapmaya devam edecek.


42

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İnanınız: Yakındır, yalan topu patlayacak, saçılacak ve bir daha asla toplanmayacaktır. İnsanımız yok olma hendeğinin yanından geri çekilmek, kaymak ve yok olmak istemiyor. Bir baskı ve terör rejimi olan totalitarizmden adalet vaat eden demokrasiye geçiş sürünerek de olsa, en düşük viteste bir evrimleşme bile olsa yol almaya başladı. Değişim ve dönüşüm, yenilenme ve daha iyi bir yaşama açılma alayı son 25 yılın birikimiyle artık kalkıyor. Bültük ülkede hem soydaş ve hem de vatandaş günlünde ateş olup yanacaktır. Bütün yenilenmeler insanların birleşmesinden güç alarak doruklara çıkmıştır. Şahsen benim için, Bulgaristan Türklerinin Sesi gazetesinin 20 bin nüsha çıkması ne büyük bir haber, değeri son derece büyük bir müjdedir. 12 yıl önce sıfırdan başladığımızı düşündükçe bugün 20 bin derken uçmamak elde mi? Bir defa yerden kalkar uçmaya başlarsakçok yakında, daha 7 Haziran 2015’te kendi adayımızı Türkiye BMM’ne gönderirken 100 adet olacağını beklemede büyük bir mutluluk değil de nedir? Gazeteyi Bulgaristan’da da bekliyoruz. Biz bölünmez bir bütünüz. Sizin bildiklerini biz de öğrenmek istiyoruz. Kendi gazetemizi ana dilimizde kendi evimizde çocuklarımıza okumak istiyoruz.

Biz Kim miyiz?

İbrahim Soytürk-03.Mart.2015

Gerçekleri görememek bir eksikliktir. Düşünememek ise bir kangrenleşme olduğundan çaresizliktir. Yani acı sonun habercisidir. Hemşerim doktor hanım gibi ben de bir Varnalı olarak, kötü niyetle, gözden düşürüp yok etmek amacıyla çamur atanlara birkaç söz söylemek istiyorum. Önce şu: Küfür destanı da yazsanız, bir şey değiştiremezsiniz! Bulgaristanlı Türk toplumu özünden olup fikri açık olan bizler, 1980’lerde uyanan Bulgaristan Türk azınlığının düşünmesini istemeyenler tarafından ülkemizden kovulduk. Zulmün ucu ciğerlerini oymayanlar bir yolunu bulup bizden kurtuldular. Siz sayın okuyucularım, yıllardır devam eden beraberliğimizde bizi görebildiniz, kendiniz de artık inandınız ki biz kimimiz mühendis, doktor, yük-


Makale ve Analizler - 2015

43

sek mimar, öğretmen, tarım mühendisi, sosyolog, ekonomist vs. mesleklerdeniz. İşimiz gücümüz, ailemiz var. Vatanımızla bağlarımız canlı, vatan sevgimiz güçlüdür. Ben eğitimimi Bulgaristan’da tamamladım. Bazılarımız burada bitirdi. Anaokuluna burada başlayıp üniversite mezunu olanlar da karıştı aramıza artık. Gerçekçi olursak, BULTÜRK yönetimi aydın kişiler uyumudur. Seyrek kurulabilmiş bir gönül birliği ocağımızdır. Daha önce soydaşlar arasında böylesi verimli ve azimli bir odaklaşma görülmemiştir. Siz okurlarımızdan bazıları “anti-rafet” ateşi yakmak istiyor. Soydaşımız Sayın Rafet Ulutürk BULTÜRK Kültür ve Hizmet Derneği’mizin 2003 kurucularından biridir. Türkiye’deki Bulgaristan Türkleri dernekçilik anlayışına yeni bir anlam, yeni bir vizyon, biçim ve öz getiren, dernek çalışmalarına yeni yön veren Başkanım Rafet Ulutürk’u yakından tanıyorum. O, Bulgaristanlı Türklerin 1952 - 53 göçünden sonra yapılandırmaya çalıştığı ve 1976 göçünden sonra da dernekçiliğe edebiyat kulübü havası veren, kahvelerimizi aydınlarımızın vatan özlemini kaşıma merkezleri yapan dernekçilik anlayışına son verdi. Rafet Ulutürk ölü dernekçiliği dirilten bir arkadaşımızdır. Bu bakıma BULTÜRK Kültür ve Hizmet Derneği ben gibi biraz yaşını almış göçmenlerimizin daha önceden bildiği dernekçiliği ret etmiş ve yerine her bakıma aktif Sivil Toplum Örgütü (STÖ) esaslı çağdaş demokratik düzenlerin ana dayanak noktaları, temel taşı olan dernekçiliği hayatımıza taşımıştır. Kurultay kararlarımızı, forumlarımızda yapılan konuşmaları, düzenlediğimiz ulusal ve uluslar arası sempozyum çalışmalarımızı izlediğinizde yazdıklarıma hak verirsiniz. O da Kırcaali yöresinden bir göçmen olan bu arkadaşımızın faal çalışmaları sayesinde, yineliyorum, ilk kez olmak üzere göçmen sorunlarımız profesörlerle tartışıldı, TV ekranlarında gündem oluşturdu, bakanlıklara taşındı, Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın masasına kondu. Bu etkinliklerimize yönetim kurulu üyemiz ve Başkan Yardımcımız, o da bizlerden biri olan, Doç. Dr Müjgan Deniz de her zaman öncülük edip yol gösterici niteliklerle katıldı. Sizin de gözünüzden kaçmamıştır uzun bir süre derneğimizi bizzat Prof. Dr. Hayati Durmaz Kurucu Başkanımız yönetip yönlendirmişti. O şimdi de hala Onursal Başkanımızdır ve bizimledir. Konuya bu denli ayrıntılı girmemin sebebine gelince, “anri-Rafetçilere” bir göçmen, soydaş ve hemşeri ağabey olarak şunları söylemek istiyorum: Geçen yüzyılın ilk yarısında kapitalist toplumla çelişkiye düşen, toplumun eksiklerine verip veriştiren “küçük adamı” canlandıran bir senarist-yazar, yapımcı, yönetmen, aktör ve müzisyen olan Ch. Chaplin yüksek öğrenimli değildi. Ana dili İngilizce dışında yabancı dil de bilmezdi. Buna rağmen, dünyada en ucuz ama en etkileyici filmlerini yaptı. 1940’ta dünya İkinci Dünya Savaşı ateşinde


44

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

yanarken Hitleri sıfırlayan “Diktatör” filmini yarattı. Başrolü kendisi oynayarak, savaş düşmanı, barışçı anti-fasişt güçlere ilham verdi. Onun bunu yapmasına, boyu, evli olmaması, kiloları vs. vs. engel olamadı. Chaplin iş hayatına bir “depo bekçisi” olarak başladı. “Sirklerde” soytarılık yaptı. 45 yaşına kadar kendi evi yoktu. 54’ünde evlenebildi vs.vs. ama tüm bunlar onun XX. yüzyılın en çok seyredilen filmlerini yaratmasına ve tüm dünyayı etkilemesine engel değildi. Arkadaşlarımızın iş hayatına okuldan, camiden, müftülükten, basım hanelerden yada dikiş atölyesinden başlamasını yadırgayanları komik buluyorum. Biz göçmeniz ve ne bulursak o işe tutunuruz, desem sizi incitmiş olur muyum bilmiyorum. Fakat gazete yazılarımızı yalnız kravatlı kişilerin yazması gerektiği gibi bir saçmalık da işitmedim. Terzi ve dikişçi kızlarımıza gazetelerimizde yazı yazamazlar gibi bir kural getiremeyiz, hatta daha aktif olmaları arzumuzdur. Bazı işler yetenek meselesidir. Ortada geçerli bir neden yokken, dar görüşlü oluşlarına ve kıskançlıklarına yenik düşen ya da para alıp çirkeflik saçmaya çalışan bazı kişilerin görülen işe değil de, insanlara boyuna ve kilosuna ve saç rengine göre değer biçmeleri tamamen yanlıştır. Kavak boyu uzun ama meyve vermez. Kara kaya ağır ama altı yılan ve kertenkele dolu! Hayatta önemli olan görülen iştir. 1972 yılından beri ne Bulgaristan’da ne de Türkiye’de soydaşlar arasında 20 bin baskılı Türkçe gazete çıkmamıştı. Rafet Ulutürk’ün yönettiği ekip bu işi yaptı. Gazete çıktı. “Yeni Işık” gazetesi bile ancak bayram arifesinde ya da Todor Jivkov’un veya Leonid Brejnev’ib demeçlerini yayınlarken 15 bin nüsha çıkıyordu. Parayla satılıp okutuluyordu. Rafet Ulutürk gazeteyi bedava dağıtıyor. Bu iş için hayırsever bulmuş, erbap olan kebap yesin. “Halk Gençliği” tirajı 5 bini aşmazken, 1990 - 1992 “Hak ve Özgürlükler” gazetesi 2 bin nüshayı aşamadı. 1994’te Sofya’da çıkan “Sabah” gazetesi de 5 bin tirajla halkımıza ulaşmaya çalıştı. “Kaynak” dergimizin tirajı bin ile iki bin arasında değişti. Bizim yayınlarımızda Bulgaristan Türk ve Müslüman halkı lehinde çalışmadığından, fayda yerine zarar verdiğinden, ideoloji ve politik anlayış olarak, öz kültürümüze, yaşam tarzımıza ve ahlakımıza, dinimize yaklaşım olarak köklü değişiklikler getirmesi gerektiğinde direndiğimiz Hak ve Özgürlükler Hareketi tomar tomar paralar tüketti ama gazete çıkarmadı, bir dergi basmadı, elimize 2 kitap veremedi. Bu çeyrek yüzyıldır böyle gidiyor. Milletvekillerimizin, parti liderlerimizin, saraylara hapsedilenlerin, karılarını ve çocuklarını beğenmeyenlerin büyük derdi ancak ve yalnız “lüks” giysili şekil alıp, anlaşılmaz dille konuşup, köylülerimizden, insanlarımızdan etnik halk topluluğumuz-


Makale ve Analizler - 2015

45

dan kopabilmektir. Onlar kendi varlıklarını halktan uzaklaşmakta görüyorlar. İnsanlarımızın içtiği ayranı içmemek, tarhana çorbamızı yememek, suyumuzu kirli bulmak adet oldu. Halktan kopan özünden kopar, özünden kopan, sürüden ayrılan koyun kuzu gibi kurda kuşa yem olur. Bu bakıma 20 bin adet gazetemizin 20 bin soydaş kapısı çalması olağanüstü büyük önem taşıdığı gibi, işleri görenin insanların boyları ve kiloları değil, zekası olduğuna en büyük kanıttır. Bu işlerin arasında bir başkası da son Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 135 yıldan beri ilk defa olmak üzere bir Bulgaristanlı Türkü Bulgaristan Cumhurbaşkanı adayı göstermek ve kendi adayımızla seçime katılmak oldu. Bu tarihi bir olaydır. “anti-rafetçi” grubun kin ve nefret kusmaya başlamasına neden ise, Sayın avukat Vildan Umut Hanımı TBMM aday adayı göstermemiz ve 7 Haziran günü oylarımızı ona istememiz oldu. Anlaşılan hortlayanlar politik savaşım alanına girmemize, sivil toplum örgütümüzün TBMM’ne kendi temsilcisini göndermesine engel olmak istiyorlar ki, bizi kötülemeye ve gözden düşürmeye el kol sıvadılar. “anti-rafet” saldırısı başlatanlara birkaç sözüm daha olacak. 1712 - 1778 yılları arasında yaşayan ve çağının en büyük düşünürlerinden biri olan Jan Jac Rousseau anasız babasız yetişmiş, ilk işi bir çiftlikte ahır temizlikçisiymiş... Parası olmadığından bütün Fransa’yı yaya dolaşmış ama bin bir güçlüke de olsa kendini yetiştirebilmiştir. Evliliğine gelince. Abayı 23 yaşındaki (Orlyanlı Tererz Levasör) genç ve güzel bir bayana yakmış. Nur topu kız cahil çıkmış. O güzel eşini güzel sanatlar, müzik, edebi eserler yazma, bir feylesof gibi duyarlı düşünme, eğitip yetiştirme konularında kısa sürede başarılı olacağına inanmış. Evlilikleri ömürlerinin sonuna kadar sürmüş. Rousseau hayat yoldaşı hakkında şunları yazar: “çok sınırlı, odun gibi, anlayışsızdı, önce doğanın ona bahşettiği zekâyı geliştirmeye çalıştım, doğru dürüst okumayı öğrenemedi,yazarken utanıyorum.” Gönüldür ota da konar .... “Toplum Sözleşmesi” yazarı olan ve asrının ve Uyanış Çağının en aydın kişisinin bu satırları, birisine dil uzatırken, insanın içinde cevher var mı yok mu, varsa ne zaman parlar gibi konularda düşünmenizi öneriyorum. Karanlıkta körleşmemiz milli devlet politikasıydı ve bugünkü sonuçları şudur: Bulgaristan’da yaşayan Bulgarların % 52’si Türklerin ise yalnız % 12’si yüksek tahsillidir. Bu balkıma kalemşorlarımızdan biri olan yetenekli Nafiye Yılmaz için yazdığınız saçmalıkları da eleştiriyorum. 2 yumurta bile birbirine uymuyor... Burada önemli olan, Bulgaristan Türk aydınlarının 1989 Ayaklanmamızdan sonra duyarlılıklarını ve zekâ parlaklığını yitirip yitirmemiş olmalarıdır. Türkiye’ye geldikten sonra hepimiz ortam değişikliğine alışırken güçlük çektik. İş seçmedik. Orada zamanını doldurmuş, bize karşı saygı ve hoşgörü sınırını aşmış, zü-


46

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lüm ve ezme balyozunu başımıza indirmiş, hepimize hapis, cezaevi, koğuş, toplama kampı, sürgün eziyeti koklatıp yaşatmış, bizi sömürmekten, ezmeyken, bize, ailelerimize, yakınlarımıza kötülük yapmaktan zevk alan bir rejim zihniyetinden kaçarak geldik. Ne yazık ki, bu zihniyet arkamızda canlı kaldı ve değişmedi. Orada kalan kardeşlerimiz, yakınlarımız, köydeşlerimiz, hemşirelerimiz ancak kötülük, ötekileştirme, asimile etme, zorlama, korkutma ve sindirme üreten bu despotik rejimin prangalarından hala kurtulamadılar. Bize hak ve özgürlük geliyor efsanesi anlatıldı da adil düzen kurulamadı. Bir avuç jurnalci ajana gün doğarken, biz hepimiz kuzda bekletildik ve bekliyoruz. Ülkemizde herkesin komünist-totaliter rejimden memnun olmadığını söylerken, ardından işsizlik, açlık, sağlık hizmetleri laçka olmuş, eğitim sistemi yaralı, sosyal kazanımları kurt yeniği, emeklilik sistemi yetersiz bir sözüm onan “demokrasi” dayatılınca nefesler kesildi. Biz Ahmet Doğan ve HÖH - DPS yöneticilerinden liberal totalitarizm, temsili demokrasi istemedik. Biz totalitarizmin devrilip yok edilmesini yerine de herkes için adalete dayanan bir dolaysız demokratik düzen kurulmasında varız, dedik. Bugünkü ana ödevi her yıl borçlanma olan rejiminin hürriyetleri boğduğunu, kötülüklerin ta kendisi olduğunu hatta hepimize doğuştan bahşedilmiş hak ve özgürlüklerimizi bile rafa kaldırdığını görüyoruz. Biz ana dili ve öz kültürü ellerinden alınmış bir azınlık durumuna getirildik. TV ve radyolar gün boyu Avrupa Birliği diyor. AB bizim köylerimize ne zaman gelecek? “Olan yerde gene olur!” masallarına doyduk artık. Bugünkü durum eski günleri aratmaya başladı. Ülke “filler” ve “foblar” diye ikiye bölünmüş durumdadır. Kimileri Rusya yanlısı, ötekiler ise Rusya düşmanıdır. Bugün günlerden 3 Mart 2015. Anlaşılan gizli gizli eski askeri üniforma diktirmişler, külahlar yapmış, sarık kuşak sarmışlar, birkaç kişinin başında Osmanlı fesi, ayağında çarık ve 1878’den depolarda kalan silahları hurdadan alıp “Şipka” tepesinden başlayıp köylerde, kasabalarda “Osmanlı askerlerini” kovalıyorlar. Milletin işi gücü yok. Sorsan neyi kutluyoruz diye, doğru dürüst cevap veren de yok. Olayı anlayanlarsa sanki toptan tatilde! HÖH - DPS hatipleri susmuş tatil sefası sürüyor. Şu halka 1878’de Bulgar toprakları Osmanlı imparatorluğundan koparıldı ve Rusya İmparatorluğuna takıldı; 1917’de Rusya Çarlık düzeninin de malları söküldü; 1924’te Osmanlı Padişahlığı da nallarını dikti, siz neyi kutluyorsunuz, deyen olmadı. Dolayısıyla bundan 137 yıl önce Bulgar toprakları bir hasta adamın kucağından alındı ve başka bir hasta adamın boynuna asıldı. Dağda bayırda bugüne kadar bir Rusya bir de Bulgaristan bayrağı asılırdı, şimdi Bulgar bayrağı tek kaldı. Fakat halkın alt tabanında bir “Kurtarıcı Rusya” sıvası var ve henüz erimedi ki, sahnelen askeri oyunları izleyenler oldukça kalabalık. Burada unutul-


Makale ve Analizler - 2015

47

maması gereken büyük bir gerçek var. Köy meydanlarında veya dağda bayırda tavuk, koyun kuzu kovalar gibi Türk kovalayanlar, bu toprakların bir de Türk vatanı olduğunu ve 137 yıldan beri kovalanan Türklerin bugüne kadar bitirilemediğini bundan sonra da öz vatanlarında yaşamaya devam edeceklerini kabullenmek istemiyorlar. 3 Mart 1878 bir devrimin yıldönümü değildir bu tarihte imzalanan ve 3 ay sonra 1878 Berlin Anlaşması’yla denetlenen, değiştirilen ve ret edilen bir sözleşmenin imzalandığı gündür. Son 25 yılda bu memlekette Türklerin oyu ve desteği olmadan tek bir hükümet kurulamamıştır. Türklerin oyu olmadan bir tek Cumhurbaşkanı seçilememiştir. Türkler bu Cumhuriyetin özünden öz ve geleceğinden kopmaz parçadır. Bu böyle olmaya devam edecektir. Ve biz kimiz sorusunun cevabı da işte budur. Bu toprakların şerefli sahipleriyiz.

Kast Yok!

İbrahim Soytürk-04.Mart.2015

Yok etme kastı olmadan hiçbir suç soykırım sayılmaz. İstanbul, Ankara, Moskova, Erevan, Paris, Londra ve dünyanın neresinde daha ne kadar arşiv varsa hepsi yeniden okunsa Osmanlı Sultanlarının Ermenilerin öldürülmesine ilişkin bir fermanı bulunamaz. Mevcut delillerin hepsi, Ermenileri yok etmek değil, onları 1915 Van Ayaklanmasından sonra, başka yerlere nakletme yanı tehcir, (deportasiyon) yani başka yerlere taşınma yönündeki bir karara işaret etmektedir. BG SAM-stratejik Araştırma Merkezi 3 bölümden oluşan bu yazı dizisini hazırlarken Batı dillerinden çıkan 11 gazete makalesi ve Hukuki Belgeden yaralanmış ve 95 makale ve kitap üzerinde inceleme yapmıştır. 1915’te Rus Çar Orduları Kafkaslar üzerinden Osmanlı topraklarına girmişti. Çarın ordusunda 150 bin Ermeni asker ve subay vardı. Tepeden tırnağa silahlı bu güç Osmanlıyı yok etmek ve yerinde yeller estirip, Büyük Ermenistan Devleti’ni kurmak için yola çıkmış köy ve kasabaları yıkıp, yakıp savuruyordu. Bu binlerce can alan bu kışkırtıcılığın ardındaki ana destekçi Anadolu’ya pos atmaya yeltenen İngiliz emperyalizmi idi. Ben şu yazımı yazmaya başlarken, 25 Nisan 2015, saat 06’dır. TRT-Haber şu an Gelibolu koyundan Şafak Ayini’ni naklen veriyor. İngiltere adına Galler Prensi Charls başta olmak üzere, o zaman


48

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Britanya Kolonyal sistemine dahil olan Avustralya, Yeni Zelanda, Nepal, İrlanda, Kanada halkları adına, 100 önce verdikleri şehitlerin anıtına çelenk koydular. Türk Ulusunun 1915 Zaferi Birinci Dünya Savaşı’nın Dünya emperyalist sömürge sisteminin belini kıran tarihte eşi olmayan yeni halkların kurtuluş savaşları dalgasının başlamasıdır. Gelibolu’da ANZAK sürülerini denize gömen Türk halkı, tek başına olmak üzere dünya emperyalizm ejderhası İngilterenin ve ardına taktığı 17 devlet silahlı kuvvetlerinin belini kırmış ve tarihe yön vermiş ve dünya tarihi değiştirmiştir. 1915 Ermeni olayları, Van’da İsyan eden ve köyleri yakan, Türk ve Kürt kıyımı yapan Ermeni çetelerinin eşsiz zulmünden, Rus Ordusuna gönüllü yazılmış 150 bin Ermeni’nin Anadolu’nun karnını deşmek ve doğmaya hazırlanan Türk ulusunun kanını akıtmak için Erzurum’a doğru ilerlediğini görmezlikten gelerek, İstanbul’daki Ermenilerin gemi aza almış, gözü dönmüş, kana susamış çetecilere yataklık yaptığı dikkate alınmadan analiz edilirse, tarih çarptırılmış, gerçekler yalan olmuş ve geçmişi gösteren ayna kırılmış demektir. O zaman, Anadolu’daki silahlı Ermeni çeteleri Türk köylerine saldırıyor, soygun ve talan yapıyordu. Hamile Türk kadınlarının karnını delik deşik ederek bu dünyada bir daha Türk doğmayacak diye dua ediyorlardı. Yalnız Türklere değil, kendi ırklarından başka herkese kan kusturan, genel kargaşa ateşi yakma hazırlığı yapan onlardı. Aynı yıl Ermeni çeteleri İstanbul’da Osmanlı Bankasını kundakladılar. Sultan Abdulhamid’i öldürmek için Viyana’da özel yaptırdıkları içinde bomba zulası olan lüks bir fayton yaptırmışlardı. Bir Cuma namazından sonra Orta Köy Cami önündeki patlamadan haşmetli ölümden kıl payı kurtuldu. Unutulmasın, bugünün pısırık Ermenileri 100 yıl önce azmıştı. Şu da unutulmasın Ermeni çetecilerinin silah eğitimi aldığı yerlerden biri de Bulgar Çarlığı idi. İşte böyle birkaç cephede birden devam eden sıcak savaş ortamında asla“hiç kimseyi yok etme kastı olmadan”Osmanlı makamları Ermenileri İmparatorluğun Güney illerine (bugünkü Suriye topraklarına) yolculuk etmeye davet etmiştir. İstanbul’un boşaltılması, şehrin bombalanma tehlikesine karşı bir tedbir olarak alınmıştır. Bu taşınma esnasında Ermenilere daha fazla koruma sağlanması emredilmiştir. Yazılan çizilene bakılırsa ve özellikle de olayları Bulgar toplumuna 100 yıl sonra Türk kalemi ve Batı mürekkebiyle anlatan Nobel Ödüllü yazar Orhan Pamuğun karalamalarına göre, bu olaylar barışı geçmemiş ve bu yer değiştirme esnasında birçok ölen kalan olmuştur.


Makale ve Analizler - 2015

49

Fakat şu asla unutulmasın: Savaştan sonra Osmanlı hükumeti bu yolculuk esnasında “suç işledikleri” gerekçesiyle koruma görevinde bulunan 1600 (bin altı yüz) eri tutuklayıp yargılamış, yargılanan kişilerden yüzlercesi hapis cezası almış ve 60’tan fazlası da idam cezasına çarptırılmıştır. Dünyada 190 devlet vardır. 22 devlette “soy kırımı” olduğu iddiasıyla değişik davalar görülmüş, 24 Nisan 2015’te Sofya meclisinde de olduğu gibi politik kararlar alınmıştır. Fakat bu devletlerden hiç biri, öz vatandaşları sen benim bir yerden bir yere taşınırken kendisini korumakla görevlendirdiği er ve subayların işlediği gaddarlıklardan hesap sormamış, Osmanlı dışında böyle bir suçla yargılanan olmadığı gibi, mahkeme bile kurulmamıştır. En taze örneği, 1989 Ağustosunda 500 bin Bulgaristanlı Türk vatanlarından dış ülkeye kovuldu. Bu zorlama esnasında yüzlerce ölen-kalan, kakalanan, soyulan, ezilen oldu. Hangi Bulgar makamına, er ve subaya, jandarma, milis, polis ya da kızıl berelisine karşı dava açıldı. Meclis Bulgaristanlı Türklere karşı “soykırım” işlendiği kararını 26 yıldan beri onaylamaktan çekiniyor, savsaklıyor, erteleyerek zaman kazanıyor. Bir hükümletin Ermenilere kötü muamelede bulunduğu için kendi askerlerini ve devlet memurlarını cezalandırdığı, hapse attığı, darağacına çektiği nerede görülmüştür? Bunun tek örneği insan hakları konusunda son derece hassas olan Osmanlıdan başka hiçbir yerde gösterilemez. İkiyüzlü üç yüzlü olmayan gerçek budur. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde görülen dava belgelerindeki büyük gerçek de, bir tek bu, yalnız bu ve ancak budur. Durum böyleyken, değişik baskılar sonucu Sofiya parlamentosu Ahmet Doğan’ın hibe ettiği 1 milyon 600 bin leva ile kurulan, milliyetçi-ırkçı-Türk ve Müslüman düşmanı cephede hicran kusan “Ataka” partisinin sözüm ona “Ermeni Soykırım” karar tasarısı tartışmalı bir oturumda 24 Nisan 2014 tarihinde bir daha görüştü. Şimdiye kadar 8 defa oya sunulmuş ama ret edilmiş ve onaylanmamıştı. Şimdiki tartışma değişik bir ortamda gerçekleşti. 2013 yılından beri Bulgaristan’da milliyetçi, ırkçı, Türkleri ve yabancıları ötekileştirici, İslam dinini lanetleyen, cami ve diğer Müslüman Mülklerine taşlı sopalı, ateşli açık saldırılara geçmekten geri durmayan, sürüler halinde motorize tahrik ekipleri oluşan ve arasız kışkırtma körüklenen bir büyük ırkçı hortlama var. Özellikle Rusçu bir sol ırkçı, Stalinci başkaldırı sergileyen “Ataka” Partisine paralel olarak sağ cepheden de Bulgar faşizmi kökenli, Nazi ırkçılığı benzeri-faşizan yeni biçimlenen patriotik cephe “PF” oluşumu dilinin ayarını bilmiyor. Başka bir açıdan bakıldığında, iktidardaki GERB tabanının da eski totaliter servislerin ve kemikleşmenin başkaldırısı olduğu dikkate alındığında meclisin siyasi havasında yüzde yüz değişme var denebilir. İşte böyle bir ortamda 9. defa olmak üzere “Ataka” par-


50

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tisinin isteği üzerine başlayan genel kurul “Ermeni soykırımı” tartışması, kükreyen Bulgar milliyetçiliğinin ana kalesi olan Bulgar Bilimler Akademisinden 100 akademisyen, profesör, doçent ve bilimler doktoru tarafından desteklenen bir bildiriyle daha da kanatlandı. Olmamış olan bir şeye olmuştur demek zor tabii. 1915’te Osmanlıda soykırım olduğunu kanıtlayan hiçbir yeni delil ortaya çıkarılamadı. Buna rağmen ısrar tırmanırken “kitle halinde telef etme” gibi bir düzeltmeyle, meclisin üçte ikisi onaylamada bulunarak, sanki rahatladı. Şunu özellikle belirmekte yarar var, bu konu 100 yıldan beri Avrupa ve dünya kamuoyunda konu oluyor ve 1948’de Soykırım Sözleşmesi kabul edildi. Bu sözleşmenin içindeki en önemli kıstas, bir şeyinkasıtlı olup olmamasıdır. Sofiya parlamentosunda tarihi yanlış okuyanlar gerçeklere kulaklarını tıkadı. Osmanlıhükumetininniyeti Ermenileri yoketmek değil, onların hayatlarına zarar gelmesini önlemek için cephe önünden başka yerlere nakletmek ve isyancıları kendilerini destekleyen tabandan yoksun bırakmaktı. Soykırım bir hukuk terimidir. Soykırım yapılması için kasıt olması gerekir. Kasıt yoksa soykırım yoktur. Analiz şunu gösterir: Soykırım kastı olmayan hiçbir eylem, soykırım olarak adlandırılamaz. Olayın hukuksal boyutuna ancak Soykırım Sözleşmesi’yle ışık tutulur. Soykırım suçu bu sözleşmenin 2. maddesinde tanımlanmıştır. Sofiya meclisinde Soykırım Sözleşmesinden söz bile edilmedi. Soykırım hukuki bir kavramdır ve bu nedenle öncelikle uluslar arası hukuk çerçevesinde ele alınmalıdır. Bir suçun soykırım olarak adlandırılması konusunda en yetkili geçerli hukuksal metin ise şüphesiz Soykırım Sözleşmesidir. Soykırım suçu bu Sözleşmenin 2. maddesinde tanımlanmıştır ve bu tanım bu kavramın en çok kabul gören tanımıdır. Sözleşmenin ikinci maddesi aşağıdaki gibidir: “Mevcut sözleşmede soykırım, ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, sırf bu grubun mensubu olmaları nedeniyle kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak kastıyla işlenen aşağıdaki eylemlerden herhangi biri anlamınagelir. Gruba mensup olanların öldürülmesi; Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi; Kısmen veya tamamen, grubun fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarının kasten değiştirilmesi;


Makale ve Analizler - 2015

51

Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler alınması; Gruba mensup çocukların zorla bir başka gruba nakledilmesi.” Görüldüğü üzere bu maddede yalnız soykırım suçunu tanımlamakla kalmamış, aynı zamanda hangi eylemlerin soy kırım olarak adlandırılacağı da açıkça belirtilmiştir. Dahası bu tanıma göre kurban sayısının hiçbir önemi yoktur. Mesela Stalin İkinci Dünya Savaşı arifesinde ve esnasında 20 milyon Soviyet vatandaşı katletti, ama bunlar aynı soydan olmadığından dolayı sayılarının da benzer tanımada bulunmak için dikkate alınmadığından, soykırım suçu işlediği iddia edilmiyor. Sayının fazlası ancak olayın ciddiyeti üzerinde bir fikir verebilir. Diğer bir değişle, bu maddede belirtilen soykırım unsurlarının mevcudiyeti durumunda, kurban sayısına bakılmaksızın soykırım tanımlaması yapılabilir. Örneğin, Sofya meclis kürsüsünde birisinin 1 milyon, bir sonraki konuşmacının da bir buçuk milyon demesi pek fazla bir şey ifade etmez, çünkü kasıtlı öldürülen 100 kişi de soykırım kurbanı kabul edilir. Ermeni kayıplarının çok fazla olması kendiliğinden soykırım anlamına gelmeyeceği gibi, eğer 1915’te yaşanan olaylar Sözleşme’de ifade edilen tanıma uyuyorsa, kayıpların sayısının az olmasının da bir anlamı yoktur. Bu sözleşmede soykırım olarak tanımlanabilecek eylemlere bakıldığında, tarih boyunca meydana gelen birçok olayın soykırım olarak niteleneceği izlenimine kapılabiliriz. Zira insanlık tarihinde, toplu katliamlar, kırımlar, doğumların zorla önlenmesi, çocukların zorla transferi gibi olaylara sıkça rastlanır. Ancak soykırım kavramı en ağır insanlık suçu olduğu için suçun ciddiyeti, tanımının kesin çizgilerle belirlenmesini gerektirmiştir. Diğer bir değişle Soykırım Sözleşmesini hazırlayanlar, bu eylemleri işleyenler, böyle ağır bir suçla itham edilecekse, bu suçun tanımının dikkatle sınırlandırılması ve ancak bu tanımın içine girebilecek eylemlerin soykırım olarak değerlendirilmesi hususunda görüş beyan etmişlerdir. Öyle onun hatırı, bunun hatırı, Başbakan Boyko Borisov dedi diye, soy kırım kategorisinde hiçbir kimse gelişi güzel değişiklik yapamaz, çünkü soykırım yalnız insanların öldürülmesi anlamına gelmeyen bir kavramdır. Tekrar ediyorum: Soykırım kastı olmayan hiçbir eylem, soykırım olarak adlandırılamaz. Soy kırım kavramının sınırları: Sofya parlamentosu kararında, değişiklik yaparak “kitle halinde” açıklamasına yer verdi. Burada vurgulanacak nokta asla eylemin kitle halinde olması değildir, kasıtlı olmasıyeterlidir. Kasıt olmayan bir olay soykırım olamaz.Srebrenitsa’da soy kırım işlendi. Çünkü General Miloşoviç başkanlığında “Sırplar İmha Planı”


52

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

var.Müslümanlar kasıtlı olarak öldürüldüler. Öldürülen kişiler sayısı bu anlamda önemli olmadığından “kitle halinde” demenin hiçbir anlamı yoktur. 1942’de “Wansee Konferansı”nda Naziler Yahudileri yok etme kararı aldılar. Kasıtlı olarak tutuklayıp kamplarda yaktılar. Bu, işlenmiş bir soykırımdır. *** Sözleşmesindeki tanım sınırları şöyledir: Kurbanların türü: Soykırım suçunun kurbanları dört grupla sınırlandırılmıştır; bunlar ulusal, etnik, ırksal ve dinsel gruplardır. Diğer siyasi / sosyal gruplar bu tanımlamanın dışında kaldığından, tekrar ediyorum, Stalin döneminde öldürülenler soykırım kapsamına girmiyor. Soykırım kastı: Bu tabir, soykırım suçunun manevi veya öznel suçunu oluşturur. Soykırım kastı olmaksızın hiçbir suç soykırım olarak adlandırılamaz. Bu kasıt özel bir şekilde olmalıdır. Sofya meclisinde “Ataka” milletvekili Prof. Stanislav Stanilov’un “manevi soykırım”dan söz etmesinin anlamı burada gizlidir. O, Osmanlı’nın Ermeni azınlığını “imha kararından” söz etti , Ne ki, belge gösteremedi. Çünkü olmayan evrak gösterilemez. Burada Ermenilere saldıran ne örgütlü bir grup veya güç, ne de kasıtlı bir karar uygulayacak bir oluşumun varlığı gibi ikinci derece kanıt bulunamamış ve yoktur. Soykırım nedeni: İncelediğimiz bu ikinci madde geçen “sırf bu grubun mensupları olmaları nedeniyle” ifadesi soykırım suçunun nedenini oluşturur. Bu ifade en çok tartışılan ifadelerden biridir. Aynı zamanda bu ifade soykırım Suçunun tanımını geniş ölçüde sınırlamaktadır. Diğer bir değişle, işin içine, İntikam almak, kurbanın mallarına el koymak veya siyasi nedenlerle bir grubu Önlemek gibi suçlar soykırım suçu kapsamına girmemektedir. Sonuç olarak, bir suçun soy kırım olarak tanımlanması yukarıda belirtilen üç unsurun kesin olarak var olmasını gerektirir. Birincisi, bu suç bir ulusal, etnik, ırksal veya dinsel gruba yönelmiş olmalıdır. İkincisi, her türlü şüpheden uzak bir şekilde açık bir yok etme kastı var olmalıdır. Üçüncüsü: soykırım eylemleri bir gruba sırf o gruba mensup oldukları için yok etmek maksadıyla uygulanmalıdır. Diğer bir değişle, o gruba karşı sistemli bir dinsel, ırksal veya kültürel nefretin soykırım suçunu işleyenlerin söylemleri


Makale ve Analizler - 2015

53

ve uygulamalarında açıkça gözlenebilmesi gerekir. Bu üç unsurun var olmadığı durumlarda tarihsel bir olayı soykırım olarak tanımlamak hukuki olmayacaktır. İşte bu anlamda Sofya meclisinin onayladığı karar hukuki anlam taşımadığı gibi, politik bir hırsın ve hortlayan yeni Bulgar milliyetçiliğinin parlak bir ifadesidir. Oylama sırasında HÖH milletvekilleri salonu terk etmiştir.

Tam Destek

Dr. Nedim Birinci-04.Mart.2015

Birkaç ay oldu, vakit bulup bilgisayarımın kapağını açamadım. İş güç, yaşlılar, çocuklar zamanımı çaldı. Bu süre içinde içimde hep İstanbul Kültürel Soykırım forumu yankılarını taşıdım. İyi işlerin her gün olmadığını bildiğimden, avukatımız Sayın Vildan umut’un milletvekili aday adaylığını işitince, baksana sen olaylar taşmış, kapağı kaldırıp bir bakayım dedim. Önce kutlarım tabii. Sağlık ve başarı dileklerimizin tümü senin olasın Vildancığım. Biz bir tarafız, Varnalı Dobrucalı hemşeriyiz. Bizden kimse TBMM kapısını çalıp açamamıştı, kısmetse sana nasip olur ve çaya geliriz. Evet, başarı yolu anlaşmaktan, yardımlaşmadan, birlik olmaktan geçiyor. Biz buralara beraberce geldik, birlik olmak zorundayız. Bu işte oyunbozanlık olmaz. Derneğimiz BULTÜRK olmasaydı bu adımı da atamazdık. Başkanımız Rafet Ulutürk gece gündüz çırpınmasa bu günleri yine göremezdik. Kapı kapı dolaşıp aman adayımız Vildan umut’a oy verin diyecek halimiz yok. Siz de görüyorsunuz. Bizim artık okumuş ve deneyimli, ağzı gerçek konuşan, gözü olay çözen kendi öz adayımız varken; hem milletvekili koltuğunu dolduracak, hem de her soruya yanıt verecek düzeyde yetişmiş, her konuda bizden yana olacak birikimli bir siyasetçi yükseltebilmişken gidip başkasına oy vermek, yan çizmek, oyun bozmak soydaşlığa, hemşeriliğe, kader ortaklığımıza yakışır mı!? Yakışmaz! Bizim gönül verdiğimiz adayımızın yolu halka hizmet yoludur. BULTÜRK’ün yetiştirdiği ve önerdiği her kadro soydaşlara hizmet için vardır. Hayat her gün sorun üretiyor, biz de bunları çözmek ve meyvelerini halk sofrasına taşımak için kadro yetiştirdik, bundan güzeli olabilir mi!? Av. Vildan Umut hepimizin adayıdır.


54

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

BULTÜRK olarak bizim öteki derneklerden farkımız nedir. Bizi üstün kılan özellik nedir? Biz yurt değiştirmek zorunda kalıp buralara geldiğimizde hayat bize göz gözü görmeyen karanlık siste ışık aramak, penceresiz bir odada yenidünya aramak kadar zordu. Kamyondan indirilen pılı pırtımızla yol kenarında durmuş bakındığımız günleri anımsıyorum. Vildan da o zaman genç bir kızımızdı. O da bütün çileleri bizimle birlikte, hepimizle bizimle çekti, üniversite, duruşma salonları, dernek çalışmaları, soydaşlarla alabildiğine kaynaşma ve tamamen doğal gelişirken parlayan bir yıldız oldu. Yıldızımız oldu! Av. Vildan Hanımın milletvekili adaylığına sevinmeyen yok, çünkü biz “çiçek açan ağaç değil, meyve veren ağaç arıyorduk!” Şükür bulduk. Hepimize kutlu olsun! Biz Vatanımız Bulgaristan’dan - Dobruca’dan, Deliorman’dan, Gerlovo’dan, Rodoplar’dan kopmuş çiçekleriz. Bakılınca bin çiçekli bir dünyadır Vatanımız. Derlediğimiz demet bozulmamalı! Bu satırları yazmama sebep, bu atılımlı gelişmemizin ardında olan, BULTÜRK Başkanı Rafet Ulutürk’ün bir yönetici, örğütleyici ve yön gösterici olarak ulaştığı başarıları son dönemde kıskananların belirmesidir. Bunlara ruhlarını satmış baka kör geri kafalılar ve ya kötü niyetliler demek istiyorum. Çatır çatır kötüleyici olmuşlar. Karalama yazılar yazmaya vakitleri var. Birkaçının HÖHhainlerinden maaşa aldığını öğrendik Bir hekim olarak uyarıyorum, aramıza nifak sokmak isteyenler şu dönemde anti-Rafet kaşıntısı kapmışlar. İlk kez göçmen saflarından TBMM’ne aday çıkacağını öğrenince uyuz oluyorlar. Başarılarımız karşısında küçük dünyaları karardı, zavallı geçmişleri bir topaç zehir gibi üniklerinde kaldı. Şurasını dikkatle okuyun lütfen! İnsan aklına kantar yoktur. Okul görmekle akıllı olmaz. Doğal akıl diye bir şey var. Soydan gelen yaratıcılık ve cesaret diye bir şey daha var. Bu yetenekler, kabiliyettir, olmayanda asla yoktur. Ama insan hain doğmaz, hain olur. Para alır ve katil bile olur. Geri zekâlılık da doğal bir olgudur ve dünyada ilacı yoktur. Şurasını da dikkatle okuyunuz lütfen! “T haber” gibi Türkçe yayınları kullanıp da gerçekten lider olarak olgunlaşan ve kendisi için değil de soydaşlarımıza el uzatan bir arkadaşımıza çamur atamazsınız. Bak biz akımızla soyadımızla ve resmimizle ortadayız. Rafet de öyle. Çarşaf çarşaf raporlar sunuyor, konferanslar, seminerler yapıyor, doğru adayları arayıp buluyor, halkı güvenilir adaylara oy vermeye çağırıyor, yazılar yazıyor, basıyor, yayıyor, hepimize ulaşmaya çalışıyor. Anti-Rafet sotdaş, sen de söyleyeceğin söz varsa, dobra dobra söylersin, yazarsın yazını, okuyan olursa okur, inanan olursa ne güzel, millet arkına takılırsa da tebrik ederiz.


Makale ve Analizler - 2015

55

Fikrin yoksa bırakın saçmalıkları. Her insanın gün gelir pili biter. İşte örnek. Ahmet Doğan bile okumadan yüksek tahsil aldı, okumadan bilimler doktoru oldu, gün geldi pili tükendi, çiçek açan ama meyve vermeyen ağaç olduğu anlaşılınca da kendini odunluğa kapadı. Adına “saray” falan demeleri hiç önemli değil, halkımız işe yaramayan kütükleri odunlukta tutar. Rafet beye “kötüdür” demekle o kötü olmaz. İnsanlar söze değil yapılan işe bakar. Soydaşların gerçekleri öğrenmesini de engelleyemezsiniz. Hadi diyelim “T haber”e kustunuz, rahatladınız ve paranızı aldınız. Burada vicdan nerede?. Hiç bir şey gizli kalmaz. Gün gelir kabak çiçeği gibi açarsınız. Diz boyu rezalet... Sayın Rafet Ulutürk 20 bin adet BULTÜRK GAZETESİ çıkarmış ve bedava dağıtıyor. Yarın özel radyo açacak ve kendini bedava dinletecek. Sofya’da dergi çıkaracak ve isteyen kendini yine bedava okuyup dinletecek. Yerli TV programı hazırlıkları devam ediyor, bedava baktıracak. Hırsından kahrolup, kıskançlıktan patlayacak mısınız! Hakikatten o zaman ne yapacaksınız? Eski komünistler gibi evlerden radyo ve TV araçlarını toplatacak mısınız? Vatandaşa Türkçe okudun, Türkçe dinliyorsun diye yine ceza mı kestireceksiniz? Gazeteleri bayilerden topluca satın alıp çöpe mi atacaksınız? Gülelim mi ağlayalım mı? Sizin bu kadar zavallı duruma düşeceğinizi nasıl olur da öngöremedik! Ben bir doktor olarak “salkımda taneler birbirine baka baka kararır” diyorum da, delilerin yakınlarındakileri bu kadar kısa zamanda güçlü etkileyeceğini tahmin etmedim. Ben buradan Asil ve gerçek Türklere seslenmek isterim, Lütfen uşaklık ve köpeklik etmeyin, dedelerinize laik evlatlar olunuz. Todor Jivkoy bize aklına gelen kötülüğü yaptı da ne oldu? Ezildik ama adamlığımızdan taviz vermedik. Siz patronlarınıza söyleyin mayanız bozulmuş ve artık tutmuyor ve tutmayacak. İsteseniz de istemeseniz de biz İstanbul’u aya kaldıracağız ve soydaşımız, kız kardeşimiz av. Vildan Umut’u Ankara’ya TBMM’ne şerefle göndereceğiz. Ardından Sofya meclisine de kendi öz vekillerimizi göndereceğiz. Boşuna çırpınmayın. Geri zekalıların halkına zarar verenlerin zamanı doldu.... Av. Vildan Umut bizden biridir. Sevdiğimiz kız kardeşimiz, ablamız, bacımızdır! 7 Haziran 2015 günü av. Vildan Hanım için çeyrek değil, yarım değil, tüm Bulgaristanlı’nın tam destek, oyların tamamınıistiyoruz! Teşekkür ederim


56

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Geleceğin Tohumları

BG-SAM-05.Mart.2015

Bu gece İstanbul dünyanın en aydınlık şehriydi. Lambalar bütün gece yandı. Gözler bütün gece baktı. Bir defa gördüğümüzü bir daha göremeyiz endişesiyle hep açık kaldı. Bu gece İstanbul, bu gece Türkiye, bu gece insanlık Yaşar Kemal’i uğurladı. Şu kâinat var ya! Nasıl kurulmuşsa, bir yıldız kaymadan yenisi doğmuyor. Yazılmamış kurallarında büyüklerin terazisi var. Miniklerin yerini minikler doldururken, devlerin yerine devler doğuyor. Yaşar Kemal büyük bir yıldızdı. Kaydığı gün Türkiye ve dünya kararabilirdi, fakat yeni bir yıldız doğdu. Barış Yıldızı! 30 yıllık savaştan ve 50 bin kurban kardeş verildikten sonra silahları gömme, süngüleri kırma ve ebedi barış çağrısı geldi. Olabilir ya Anadolu’nun ve Barışın büyük yazarı bu haberi aşınca hayat misyonun dolduğunu ve barış içinde kardeşçe yaşamayı yeni kuşaklara devredebilme huzuruyla yerini boş bıraktı. İnce Memed, Ölmezotu, Ortadirek, Yer Demir Gök Bakırve daha nice eseri yaşıyor, onu anlatıyor ve anlatacak. Eserleri bizde de basıldı, okundu ve üzerlerine asla toz kondurulmadı. Yaşar Kemal bir demokrasi, bir adalet savaşçısıydı. Demokrasinin gece gündüz, durmadan ve kıyasıya boğuşan çelişkilerin güzellik arayan birbirinden kopmaz bütünlüğü olduğunu çok iyi biliyordu. Akil Adamlar alayına alındığı zaman Anadolu köylerinde sıradan insanlarla konuşurken Türkle Kürdün, insanların kardeşliğini anlatan en başarılı ustaydı. Bu anlatma da bir çelişkiler bütünüydü. Hatırlıyorum, vaktiyle Nobel Ödülü için önerildiğinde, yabancı bir edebi eser sosyologu onun “İnce Mehmet” romanı ile Victor Hugo’nun “Sefiller”ini kıyaslamıştı. “İnce Mehmet” dünyaya 45 bin, “Sefiller” ise 42 bin 400 sözle hitap ettiği için yazarının ruhsal zenginliği ile Türkçemizin eşi olmayan zenginlini birlikte anlatırken “Verilsin!” demişti. Verilmedi. Önemli değil. Yaşar Kemal’i ve yaratıcılığını tanıyan herkes, ölümsüz yaratıcılığı ve en az bir asır sonraya ışık tutan parlak fikirleri için hakkında istenen 43.5 yıl hapis cezasıyla 91 yıl devam eden bir cehennem yolunu peşin yürüdüğünü ve herkesten fazla hak ettiği Cennete gittiğini iyi biliyor. Biz Bulgaristanlı soydaş dernekleri olarak onu son yolculuğuna Victor Hugo’nun bir dörtlüğüyle uğurlamak istiyoruz: Hey anılar! Zindana istif edilmiş ziynetler!


Makale ve Analizler - 2015

57

Eski düşüncelere açılan güzel manzara! Gurubun sakladığı, asla geri dönmeyecek, Hep arzulanan güzelliklerin en güzel hayali! Yattığı yer nur olsun!

Istırap Evinde İlk Gün - 1

BG-SAM-06.Mart.2015

Dört saatlik yolculuğum böyle ezik düşünceler içinde geçti. Akşamın saat beş sıralarında Eski Zara Cezaevine vardık. Polisler beni cezaevi yönetimine teslim edip döndüler. Ben, cezaevinin Ağır Salon denilen bölümünde bir hücrede kaldım. Burası yeni bir dünya, yeni bir ortamdı. Her şey, hatta bir dakika sonra olacak şeyler bile buz gibi sopsoğuk bir bilinmezliğin içinde gömülüydü. Hücre yabancı, gardiyan yabancı, şehir yabancıydı. Tasavvur edemeyeceğiniz kadar bir hücreye girince öyle kıpırtısız kalakaldım. Daha gün batmamıştı ama bana her yer karanlık görünüyordu. Bir köşede bulaşık çiniler yığılıydı. Döşeme aylardan beri silinip süpürülmemişti. Köşedeki demir karyolada beyaz olduğunu unutmuş çarşaf, bir de kirli battaniye vardı. Birkaç saat öyle sessizce oturduktan sonra kapıyı çalarak, beni üstümden kilitleyen gardiyandan süpürge istedim ve de hücreyi temizlemek için müsaade rica ettim. Kapıyı yüzüme öyle şiddetle, öfkeyle vurdu ki, az kalsın burnumu kıstırıyordu. Cuma akşamını, cumartesiyi ve pazarı o pisliğin içinde geçirdim. Pazartesi günü beni cezaevine kayıtladılar. Bu iş o kapıdan bu kapıya defalarca girip çıkmakla, bir sürü soruyu cevaplamakla. On parmağından teker teker iz vermekle, dişlerinin, kendinin mi, yapma mı, kaçı kendinin, kaçı yapma olduğunu dahi söylemekle, daha bir sürü soruyu cevaplamakla oldu. Bulgar cezaevlerinde mahkûmlar dört atla yazılıyorlardı. Benim adım şöyle kayıtlandı. Ömer Osman Mahmut Hüseyin. O geceyi, çoktan rahmete kavuşan dedemi anmakla geçirdim. İkisi de bugünkü Yugoslavya’nın Priştina kasabasına bağlı bir köyde dünyaya gelmişler, ömürlerinin büyük bir kısmını orada geçirmişler ve tâ bu yüzyılın başlarında büyük dedem Hüseyin kardeşi Mehmet amca ile birlikte bugünkü Koşu kavak’a bağlı Kara kuz köyüne gelip yerleşmişler. O zamanlarda Koşu Kavak Edirne vilayeti imiş. Ama bence


58

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

dedelerimin en önemli özelliği ikisinin de Osmanlı ordusunda uzun yıllar askerlik yapmış olmalarıdır. Hüseyin dedem Plevne’de Osman Paşa ile Ruslara karşı savaşmış, Osman Paşa ile esir düşmüş: Mahmut dedem ise Trablus Garb’ta yedi sene askerlik yapmış. Eğer Balkan Savaşında Koşu Kavak Bulgaristan’a dahil edilmeseydi, babam da Türk askeri olacaktı, ağabeyim de, ben de. Oysa biz sadece Emek Eri olarak askerlik yaptık. Bu alay tarzında söylendiği gibi, tüfekli değil, kürekli asker demekti. Ertesi sabah işe gitmeden önce beni, kayıtlandığım birinci müfreze şefi Mitev’in kabinesine götürdüler. Bana edebiyat öğretmenliğinden polisliğe atladığını söyledi. Arkadan edebiyatla ilgisi olduğunu ekledi. Yazdığım romanların başlıklarını ve kısaca özetlerini istedi. Ben de anlattım. Artık sakınacak bir şey yoktu ki, Müfreze şefi en çok bebek piyesi ile ilgilendi, özetledim. İyi, kötü hiç bir şey demedi. İyi demesi mümkün değildi ya, kötü de deyemedi. Bundan sonra bana, el yazılarımı kaç kişinin okuduğunu, onlardan beni hangisinin ele verebileceği ile ilgilendi. Bilmediğimi söyleyince hangisinden şüphelendiğimi sordu. Bu soruyu bana sorgu yargıcı da sormuştu defalarca, her defasında bu soruyu yanıtsız bırakmıştım. Müfreze şefine hiç kimseden şüphelenmediğimi söyledimse de, doğru değildi. El yazılarımı okuyanların tümünü şüphe altına koyuyordum. Ancak eleye eleye üçe indiriyordum. Birisi Çükrü Çıtak’tı, ikincisi Mestan Hüseyin, üçüncüsü de Mehmet Halil. 1985’in Ocak ayında Mehmet Halil’in Mestanlı gösterilerine katılmamasına rağmen, Belene Ölüm Kampına gönderilmesi şüphe altındakileri ikiye indiriyordu. Sonra Belene’ye ben de gönderilince Mehmet’le bu konuda uzun uzun konuştuk. Adamın Belene’de oluşunun asıl nedeninin, benim el yazılarımı okumuş olup emniyet mensuplarına bildirmemiş olmasından olduğunu öğrendim. Adama bu yüzden dayak da atmışlardı. Benim el yazılarımın tümünü okuyan bir tek Mehmet idi. Yılların geçmesiyle bu iki “eski dost” üzerindeki şüphelerin büsbütün artıyordu. Çünkü kendilerine verilen parti görevinde hızla ilerliyorlardı. Hele de hele, Bulgarların Yeniden Doğma dedikleri Türkleri Bulgarlaştırma işlerinde umulmayacak kadar faaldiler. Şükrü Çıtak, Koşu Kavak Ayakkabı Fabrikasında parti sekreteri, Mestan ise Guliyka köyünde aynı görevde idi. Şükrü fabrikada Türkçe konuşanlara bağırıp çağırıyor, akrabalarına dahi para cezası uyguluyordu. Şükrü’nün evinde çocuklarıyla Bulgarca konuştuğunu biliyordum. Çocukları Türkçe bilmiyorlardı.


Makale ve Analizler - 2015

59

Benim, onu uyarıcı sözlerime gülüyor, büyüyünce öğreneceklerini söylemekle yetiniyordu. Mestan ise bütün cinsinin Bulgar olduğunu kanıtlamak için evinde “Rodova Sresta” yani akraba görüşmesi yapıyordu. Cezaevinden çıktıktan sonra bana “Geçmiş olsun” demedi, aramadı, sormadı. Ben onun bu davranışlarına neden olarak, Türklüğe sahip çıkışımı, Bulgarlaşmaya karşı direnişimi gösteriyorum. Mestan ise DS yöneticilerinin benimle görüşmeyi yasakladığını ileri sürdü. Demek insan “Lüks hayat” sürebilmek için yirmi yıllık dostlarından yüz çevire biliyormuş. Ne acı! Böyle kişilere karşı soğuk davranmamın doğruluğunu siz de takdir edersiniz sanırım. Bir de sonradan hatırladığım, Gazi köyünden beraber öğretmenlik yaptığımız Mehmet Mümün vardı. Ama o el yazılarımı okumamıştı. Sadece yazdığımı biliyordu. Ötesi, onun vicdanına kalmış bir şey... Bu sorun üstüne söylemek istediğim bir şey daha var: yukarıda adı geçen ikisinin DS’nin adamları olduklarını biliyorum, ancak beni ele verenin onların olduklarını kesinlikle söyleyemem. Kuşkusuz onlar değil demem de imkânsız... Zamanın bütün sırları çözeceğini sanıyor ve bekliyorum.

“Gambit”

BG-SAM-07.Mart.2015

Okulda ders dışı satranç gördüm. “Gam bit” sözü geçmedi. Piyonun iki hamle birden sürülmesiymiş, sonradan öğrendim. 2005’te Bulgaristan’da Rus rejisör Nikita Mihalkov yönetiminde çekilen bir film afişinde ilk kez önüme çıktı. Filmin konusu 1877 - 78 Rus - Türk Savaşıydı. Bu savaşın noktalandığı gün - 3 Mart 1878 günümüzde Bulgaristan’da milli bayram olarak kutlanıyor. Kurtuluş sevincini unutturmamak için çalınan davullar, folklor gruplarının kıvırdığı horonlar ve “Kurtarıcı Rusya ve Düşman Türkler” havasında medya toz dumanı birbirine katarken yapılan kutlama konuşmaları da “500 yıl Osmanlı...” tüneline girince milliyetçilik ile ırkçılık çizgisinde hala tökezliyor. Bu seneki kutlamalarda bu filmden hiç söz edilmedi. Nedenine gelince, beyaz perde sahnelerinin birinde bir Bulgar köylüsü elinde silah, kemerinde kılıç ilerleyen Rus askerlerinden birine,


60

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

“Oğulum buralara neden geldiniz? Bizi kurtarmaya mı?” diye sorunca şu cevabı alır: “Hayır, biz sisi kurtarmaya gelmedik. Yolumuz sıcak denizleredir!” Kalemi iz bırakan tarihçilerin eserleri “Rusya’nın dış politikasını doğru algılamak isteyenler 200 yıl geriye bakmalıdır” der. Durup da geriye baktığımız yıl 1878 olsa, yüz yıl gerisi 1774’e, 200 yıl gerisi de yaklaşık 1683’e isabet ediyor. Eylül 1683 yılında Osmanlı’nın Viyana kuşatmasından sökülüp gerileme çağı başlamıştır ve Osmanlıya karşı yüzyıllarca keskinleşecek hor görme XVII yüzyıl Avrupa’sına ustalıkla mayalanmıştır. Düşmanlık mayasının kabarması Rusya Çarlığı tarafından devamlı finanse edilmiş ve desteklenmiştir. Mihalkov’un 1878 olaylarından 127 yıl sonra çekti filmini. Yukarıdaki replik Rus Çarının Osmanlı topraklarına basıp geçerken kendi stratejik hedeflerini yani sıcak denizlere çıkmak için saldırı savaşı açtığını kanıtlar. Rus askeri atlarını Tuna’da sulamazdan önceki 200 yıl boyunca Osmanlıyı gözden ve zayıf düşürüp mezarını kazmaya çalışıldı. Bulgar halkının sefalet içinde “eziyet çektiği” efsaneleriyle Avrupa kamuoyu mağdura el uzatma sevaptır ninnisine alıştırıldı. Aynı dönemde şan şöhret ağıcından meyve tatmış Batılı yazarlar “barut fıçısına yaklaşan ateş söndürülsün” deyemeyecek kadar aforoz edilebildi. Başka bir değişle 2 asır boyunca “Boğazda Hasta Adam” yaratmaya çalışdı. Bu entrika örgüsünde yolun ilk yarısı 10 Temmuz 1774’te Silistreye bağlı Küçük Kaynarca köyünde Osmanlı ile Rusya İmparatorlukları arasında 1768 74 savaşına nokta koyan anlaşmanın imzalanması olur. Tarih büyütecindeki bu saldırı savaşında Rusya Çarları kartal tırnaklarını batırmaya başlar. Kara Denize iner. Balkanlar’da ve özellikle Bulgaristan’da nüfus kazanır. Hıristiyan hakları savunucusu kesilir. “Sizi kurtaracağım” fısıltıları salar. Denetleyici haklar talep eder. 1839 Gülhane Hattı hümayunu (Tanzimat fermanı) dış zorlamaların sonucudur. Azınlıklara ana dillerinde eğitim ve kültürel hakları tanınmasına doğru reformlar yapılması gündem olur. “Gambit” filmi “Rusya en büyük kurtarıcı” ve Bulgarların her biri “Kurtuluş Savaşı’na katılmış” bir kahraman rüzgârlarının esmeye devam ettiği ortama ters düştü. Çünkü tarihi yeniden okumak ve değişik bir bakış açısıyla değerlendirmek isteyenler henüz tek tüktüler. Herkese aşılanmış olan Osmanlının bir zulüm toplumu olduğu savı ruhlardan çıkmamıştı. Kimse başka bir şey işitmek istemiyordu. Bu yüzden Nikita Mikalkov dâhilliğine karşın sevilmedi. Çünkü o gerçekler bildiğinizden farklı demek is-


Makale ve Analizler - 2015

61

terken, bu konuda değişmek isteyen yoktu ve paslanmış bir tarihi kutsallaştıranlar rahattı. Rus halkının Bulgar halkına olan kardeşçe bağlılığının “karşılık beklemeyen bir duygu ve ağabeylik olduğu” bizde her kişinin beynine monte edilmiş bir çipti ve bu ortamda “şüphesiz ve kutsal bilinene kuşku yaklaşmak” sanki zehirli bir damla idi ve film pek sıcak karşılanmadı ve fazla gösterilmedi. Yine XXI. ilk yıllarında bizde F. M. Dostoevski’nin (1821–1881) “Anılar” eseri Bulgarca çıktı. O, “Osmanlının ökçesi altındaezilen Bulgar kardeşlerimizi kurtarmaya gitmeliyiz” çığlığı yükselten ve yazdığı yazılarla davul çalıp 1877 - 78 Rus - Osmanlı savaşına bozkırlarda gönüllü toplayan bir çığırtkan gibi hareket etmişti. Ne var ki, savaştan sonra kaleme aldığı eserinde o oluk dolusu kan akan çarpışma meydanlarından sağ salim dönen Rus asker ve subaylardan Moskova Askeri Kulüplerinde işittiği anıları ve öyküleri canlandırdı. Asker üniforması giyip çileleri çekilmez olan, Osmanlının inim inim inlettiği Bulgar kardeşlerini kurtarmak için yollara düşen Rus toprak kölesi - “mujik” gençlerin “Bulgaristan’da evi barkı, bağı bahçesi, koyun keçisi,, ineği atı olan, kendi topraklarını işleyen kendi halinde huzurlu yaşayan Bulgar köylülerle karşılaştıklarını, önceden anlatılanların yüzleştikleri duruma uymadığını” anlattıklarını yazdı. Bu gerçeklerden kaynaklanan ve savaş açıp ilk tüfeği patlatanın Osmanlı olmadığına işaret eden Dostoevski’yi okumak büyük bir mutluluktur. “Bulgar halkına yardıma koşan Rus toprak kölelerinin o zamanlar Bulgar köylülerine kıyasla çok sefil olduklarını, hiçbir hakları ve kişisel özgürlükleri olmadığını yani bir toprak kölesinin bir serbest köylüyü (Bulgar köylülerini) kurtarması söz konusu olamayacağı” sonucuna vardı. Tarihi çarpıtanları idam edecek olan hayatın kendisidir. “Gambit” filmi bir yere kadar tablonun bu kısmına ışık tutmuştur. İşte böyle bir sosyal ve politik ortamda ve yeni bir dünya görüşüne doğru değişebilirim havalarına giren Bulgar kamuoyunda yine 2005’te “Diyakoz Levski” filmi çekilmeye başladı. Bu film Bulgar halkının XIX. Yüzyılın ikinci yarısında çok zor koşullarda yaşadığını, ulusal kurtuluşun kaçınılmaz olduğunu papaz yardımcısı Levski’nin simasında göstermeyi hedeflemişti. Ne yazık kik, 10 yıl önce bu filmin çekimi için para veren olmadı. Abu Dabi’de cilt doktoru olarak çalışan Bulgar Bayan Zlatina Filipova bir kısmını kişisel tasarruflarından, diğerini de kredi çekerek sağladığı 1.5 milyon levayı ödenmeden film çekimi yapılamadı. Vasil Levski Osmanlı döneminde yaşamış, Koca Balkan ile Orta Balkan arasına serilmiş bolluklar cenneti Karlı ova şehrinde doğmuş ve büyümüş bir Bulgar gencidir. Kilisede diyakoz, sonra da öğretmen olarak çalıştıktan sonra,


62

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

1861’de Belgrat’ta kurulan Birinci Bulgar Lejyonunda eğitim almıştır. Bu lejyonu toplayan Bulgar devrim hareketinin birinci ideoloğu, örgütçüsü ve yöneticisi Georgi Sava Rakovski’nin (1821- 67) V. Levki üzerindeki etkisi büyüktür. 1837 - 1873 yılları arasında yaşayan ve komitacılık işlerinde etkin olan V. Levski Karlıova Türk ve Bulgar esnafının ve halkının huzurlu komşular olarak yaşadıkları yıllarda yetişmiş ve biçimlenmiştir. Hemşehrisi olan İvan Andreev Bogorov (1818 - 92) İstanbul Gazetesi (Tsarigratskı Vestnik) adlı ilk Bulgarca gazeteyi basandır. O, Bulgarca grameri ve Fransızca Bulgarca lügat çıkardı. Uyanış çağında Türklerle sıkı yardımlaşma ve hoşgörülü yaşam tarzı Levski’yi çok etkilemiştir. Bulgarlarla birlikte Türkler de aydınlanmıştır. Daha sonraki yıllarda o Bulgaristan Kurtuluş Hareketi Merkez Komitesini kurup yönetirken Bulgaristan’ın devlet düzeni ve nüfusun yaşayışı hakkında birçok yazı kaleme aldı ve bunlarda Türk nüfusa ılımlı yaklaştığı bilinir. Levki’nin Türk ahaliye olan bakışı unutulmamıştır ki, 1935 yılında Karlovo kasabasında Levski Müze Evi kurulması kararı alındığında, ilk başta bulunan Türk hemşehrileri olmuştur. Komitacılardan Panayot Hitov’la yaptığı sohbetlerde V. Levski, Osmanlı boyunduruğundan ayrıldıktan sonra hür Bulgaristan’da Bulgar, Türk, Ermeni, Yahudi, Pomak, Roman ve tüm diğer etnik azınlıkların hak eşitliği esasında kardeşçe beraberce aynı vatanda yaşayacaklarını ve herkesin tüm insan hak ve hürriyetlerinin bütünüyle tanınacağını duyurmuştur. O dönemde ve özellikle de Rusçuk Valisi Mithat Paşanın tarımda, mali işlerde, eğitimde ve idari işlerde seri reformlar yaptığı dikkate alınırsa Bulgaristan’da yaşayan Türklerin ve Müslüman nüfusun da feodalizmden uyandığına ve modern dünyaya bakan değişiklikleri kucakladığını görürüz. Levski’nin Karlıova Türkleri arasında dostları vardır. Osmanlı askerlerininarama ve kovuşturmaları esnasında yerli Türklerin onu gizlendiği bilinir. Hemşehrileri Levski’ye “tavukçu momçe” lakabını takmıştır. Komitacılık yıllarında anasını görüp hal hatır olmak için baba evine uğradığında Türk mahallesinden “Araplı Köprüden” gelip geçer. Gece vakti Balkan yoluna doğrulurken Türk evleri arasından geçer ve çok güvendiği hanelerin kümeslerine uzanıp torbasına piliç ve yumurta atar ama konu komşuların bunu konu etmediği anlatılır. Levski’nin yeşil ipek üzerine nakış edilmiş altın sarısı sırmalı aslanlı ve püsküllü komita bayrağı Türk Mahallesi kenarında, “Stryama” ırmağı boyundaki iki katlı evde, Mara Teyze isminde bir Bulgar Bayan tarafından nakış edilmiştir. Bu şerefli işini karlı kış gecelerinde yapan Mara Teyze tam aslanın yelesini üzerinde çalışırken sırması biter. Eşine “Git Filibe’den (Plovdiv) sırma getir” dese de, derin karda olacak iş değil. Kapı komşusu Hanife teyzenin uğraşısı Hacı Bürgüleri nakışlamaktır. Mara Teyze komşusundan birkaç çile ödünç alır ve Levski’nin devrim bayrağında iki


Makale ve Analizler - 2015

63

ayak üzerine dikilmiş aslanın savrulmuş yelesini tamamlar. Öyle ki, bu aşta bizim de tuzumuz vardır. O yıllar, bağ bozumunda, kiraz toplarken, gül, lavanta ve ıhlamur işlerinde menfaat gözetmeden yardımlaştığı yıllardır. Bu bakıma Levski’nin Osmanlı feodalizmi yerine demokratik düzen ve Cumhuriyet kurma emellerine yerli Türkler anlayışla ve övgüyle bakar. Bu yüzden olacak ki, Bulgar demokratik devrim komitacıları arasından Türkler tarafından ele verilene rastlanmamıştır. Hatta Hristo Botev çetesinin aşçısı Kemali (İsperih) bir Türk’tür. Uzatmayalım, 2005’te Petır Dınov yönetiminde “Diyakoz Levski” filmi çekimine başlandığını işittiğimizde, Bulgar - Türk İlişkilerinin yeniden ve yeni bir açından harmanlanmasını beklemeye başladık. Başka bir değişle cesur, bilgili, çağdaş görüşlü, günümüz yargı değerleri açısından Osmanlıdaki hoşgörülü Türk Bulgar ilişkilerinin nesnel öykülenmesini hayal ettik. Bununla birlikte milli bayram günlerinde ve öğrencilerin ders kitaplarında her biri ötekinin aynı simalar olarak karşımıza çıkan halk kahramanlarına yeni bir ret üş, farklı bir yaklaşım günümüzün gerekleri arasındaydı. Bu defa da beklediğimiz olmadı. Karşımıza ne Türkün ne de Bulgarın tanıdığı ya da hayal ettiği ağzı küfür dolu, gözleri öfkeden kızarmış, elindeki kılıcını savurdukça etrafa kanlar saçılan, bağırış çağırışlı sahnelerinin XXI. yüzyıl insanına ne öğretmek istediği belli olmayan sorular şıp diye sivrildi. İlk günlerde biletleri belediyeler ve muhtarlıklar ödedi ve 35 yıl önce olduğu gibi neredeyse sıra olmuş bir halde insanlar sinemaya gittiler. Bizim beklentilerimizin başında günümüz Bulgaristan’ın sorunlarına anahtar olacak, Yurtseverliğin gelişmesi mutlaka ve zorunlu olarak ötekileştirme doğurmamalıdır, gerçeğini Levski’nin ağzından işitmek istemiştik. Çünkü günümüzde “patriyot” (yurtsever) oldukları için milliyetçilikten ırkçılığa serbestçe geçmeyi kendilerine hak bilenlere Levski’nin ideoloji ve pratiği ile yanıt verilmesi iyi olacaktı. Belki birçoklarını susturabilirdi. Levski’nin Hacı Pençoviç Başkanlığındaki Sofya Mahkemesinde ölüm cezası kesildiği doğrudur. Fakat o cezayı işittiği gün hapishane zindanına indirildiğinde başını duvar taşlarına vurarak kendine kıymıştır. Bunu belgeleyen o yılların en gerçekçi tarihçisi Zahari Stoyanov’tur. İdam cezası Haşmetli (Sultan Abdülhamit) tarafından onaylanmamıştır. Üzerinde Sultan turası olmayan bir idam fermanı yerine getirilemez. Bir de Osmanlı geleneğinde canına kıyan bir adamın, kim olursa olsun darağacına asıldığı gibi bir olaya rastlanmamıştır. Bunun dı-


64

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

şında her idamlı ya da son söz hakkı verilir ki, Vasil Levski intihar ettiği için bu hakkı kullanmadığı belgelenmemiş-tir, yani asılmamıştır. Bulgaristan tarihi için Levski konusu çok ağır bir konudur. Bu işin en zor tarafı ise, tüm hayat öyküsü çarptırılarak bir kahraman simgesi yaratmanın biraz da tehlikeli olduğundan kaynaklanır. Eminim Bulgar halkı bugün hayatın gerçekliğinden süzülerek çıkmayan bir Levski’ye gerek duymuyor, bunu doğrulayan en büyük delil, ise sinema salonlarının boş kalması ve kimsenin içindeki Levski’yi sanal dünyadan gelen yenisiyle değiştirmek istememesidir. Papaz yardımcısı Levski filminde bir öğretmen, Osmanlı zamanında Bulgaristan köy ve kasabalarında 200 Bulgar okulu olduğunu, 1835 yılında Gabrovo şehrinde Lise açıldığını anlatıyor. XVIII ve XIX. yüzyıllarda Bulgar nüfus Osmanlı egemenliğinde Uyanış Çağı yaşarken Rila Manastırı kurulup hizmete açılmıştır. Tüm bunlar dikkate alınmadan Levski’nin yalnız Türklere ve Osmanlı Padişahlarına karşı olan çizgilerini ön plana çıkarmakla yapılan bir filmin halk tarafından kucaklanmayacağını beklemek doğal sayılmalıdır. İşte böyle “Ganbit” filmi ile Osmanlıda Bulgar nüfusun gerçek hayatını, bir hane de olsa, görmezlikten gelerek ve “Diyakoz Levski” filminde de yapay bir sima yaratılarak XXI yüzyıl sorunlarına değinmeden halka inmenin mümkün olmadığı gün ışığına çıktı. Bulgar halkının yeni zamanlarda Türkiye’ye akın edişi, unutamadığı zamanları, ilişkileri yaşam tarzını ve hoşgörüyü turist olarak araması, tarihi yeniden süzecek bir bakış açısını mutlaka hayata çağıracaktır. Gerçek hayatta “gambit” yoktur, her taş yerini bulmalıdır. Tarih dışında tarih yaratılamaz. Yaşanmamış bir tarihin unutulmaması da istenemez.

Annem!

Neriman Eralp Kalyoncuoğlu-08.Mart.2015

8 Mart vesilesiyledir. 8 Mart uluslar arası emekçi kadınlar gününüz kutlu olsun. Hepimiz emekçi kadın, okuyan kız, anne ve nineyiz. Bayramınızı gerçek kimliğimizi anlatan bir öyküyle kutluyoruz.


Makale ve Analizler - 2015

65

Annem! Bu öykünün başlığına Tek Gözlü Anne demem gerekirdi de, yüreğim varmadı. Olay şöyledir. Annemin yalnız bir gözü vardı. Onun tek gözlü olması bana büyük bir utanç yüküydü ve ben kendisinden nefret ediyordum. Pazarda ufak bir dükkânımız vardı. İhtiyacımız olan parayı kazanmak için tohum satın alır, eline düşeni satardı. Onun yaptığı bu işinden de fazlasıyla nefret ediyordum. Okuldaki ana-babalarla görüşmelerin birine o da geldi. Çok sıkıldım. İçim içime sığmıyordu. Bunu bana nasıl yapabildi! Ona gözümün ucuyla kin dolu bir bakış attım ve okuldan kaçtım. Ertesi gün, sınıf arkadaşlarım “Senin annen tek gözlü!” diye benimle alay ettiler. Annemi bir daha görmek istemiyordum. Sanki yerin dibine batmasını arzu ediyordum. Bir gün dayanamadım ve “Anne senin neden yalnız bir gözün var? Senin yüzünden arkadaşlarımın hepsi benimle alay ediyor. Ölsen de kurtulsam!” dedim. Annem soruma cevap vermedi. Bense içimi dökmüş ve sakinleştim.. Annem beni bu ağır sözlerim için cezalandırmadı. Bu yüzden olacak, onu yaraladığımı fark edemedim... Aynı gece gözüme uyku girmedi. Kalktım, su içmek için mutfağa gittim. Annem oradaydı, bir kenara büzülmüş, beni uyandırmamak için sessizce ağılarken, yaşlar tek gözünden akıyordu. Gece karanlığında ona uzunca bir süre baktım. Sonra yatağıma döndüm. Söylediğim kırıcı ağır sözlerden ötürü olacak, kalbimin kenarında bir sızı belirdi. Nefretim geçmemişti. Tek gözünden yaşlar akan annemi gördüğümde, fenalık geçirdiğimi gizlemem doğru olmaz. O gece ben kendime büyüdüğümde zengin olmayı söz verdim: Tek gözlü annemden ve sefilliğe teslim olmuş hayatımızdan tiksiniyordum. Bir dış devlette okuma şansı ele geçirince annemi bırakıp gittim. Çok çalıştım. Üniversiteyi yüksek başarıyla bitirdim. Evlendim. Ev aldım. Çocuklarımız oldu....Mutluydum. Başarmıştım. Hayatımda hiçbir şeyin bana tek gözlü annemi anımsatmaması da hoşuma gidiyordu. Memnuniyetim devamlı artıyordu.


66

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Günlerden bir gün annem kapımıza geldi. Yine tek gözlüydü. Üzerime sıcak sular dömülmüş gibi oldum. Tek gözlü babaannesini gören kızım ağlayarak kaçtı. “Sen kimsin?” diye haykırdım. “Seni tanımıyorum! Ne cüretle evime gelip kızımı korkutuyorsun! Hemen Defol!” “Özür dilerim. Adresi şaşırmış olmalıyım!” diye kendine konuşurmuş gibi bir şeyler söyleyen annem dönüp gitti. Şükür Allah’ıma. Beni tanıyamadı. Derin bir nefes aldım. Kendime, yaşadıklarımı ebediyen unutacağıma... söz verim. İçime rahatlatan bir esinti geldi. Birkaç zaman sonra bir gün birlikte mezun olduğum arkadaşlarımdan bir buluşma ve kutlama davetiyesi aldım. Eşimi görev gereği başka bir şehre gidiyorum diye yalandırdım ve doğduğum kasabaya gittim. İlgimi avundurmak için, arkadaşlarıma gitmezden önce, adına ev denen, mahallemizdeki eski derme çatma barakaya uğradım. Komşularımız bana annemin vefat ettiğini söylediler. Gözlerimden tek damla yaş düşmedi. Annemin bana bıraktığı bir mektubu elime verdiler. “Sevgili oğlum, yıllar geçse de çocuklarını korkutmamak için bir daha evine uğramadım. Senden bir defacık gelip beni görmeni isteseydim acaba büyük küstahlık etmiş olur muydum? Seni çok özledim. Okul törenine geleceğini öğrendiğimde içim içime sığmadı. Benden utanmamak için törene gitmeyecektim. Ben senin utanmana neden olan tek gözlü biri olduğum için esef ediyorum. Sen henüz küçük yaştayken, bir oyun esnasında gözün birini kaybettin... Kör kalmaman için sana bir gözümü verdim... Seninle gurur duyuyordum. Umut ufkum sendin... Yaptığın hiçbir şeyden asla sıkılmadım, sana hiçbir zaman gücenmedim, senin hiçbir hareketinden utanmadım. Birkaç defa bana öfkelendiğinde de: -“Beni sevdiği için yapıyor...” demiştim. Oğulum, oğulum... Sevgili aslanım. Ben bu dünyadan gittikten sonra arkamdan gözyaşı dökme... Seni sevdi, seviyorum, çok seviyorum.”


Makale ve Analizler - 2015

67

Kimlik Sorunları - 1

Rafet Ulutürk-09.Mart.2015

Savaşlar, devrimler, düşmanlıklar ve hesaplaşmalar yüzyılı olan yirminciyi tarihe kattık. Şahsen biz Türkler, bu dünyada en uzun zaman hükmeden Osmanlı hanedanlık düzeni sayfaları da geçen asır kapattık. Cumhuriyet Türk iyesi’ne açıldığımız yüzyıldır geçen asır. Biz tarihimizde 16 devlet sayfası açmış kapamış, şimdi Cumhuriyet bölümündeyiz. Bu devletlerin her biri bir uygarlık olsa, aldığımız uzun yolda üstünden üstün kültür ve medeniyetler yaratmışız demektense, farklı dünyalar yarata gelmişiz ve tüm faklılıklarımızı birleştiren bir Cumhuriyetin evlatları olmanın mutluluğunu yaşıyoruz, desek daha isabetli olur. Biz Bulgaristanlı Türkler bu kültürler ve uygarlıklar zinciri içinde yoğrularak oluşmuşuz. Bugün yaşadığımız vatanımızda “Bulgar kültürünün üstünlüğü” gibi milliyetçi ırkçı saçmalıklarla yüzleştiğimiz oluyor. Bu boş savların sonunda yirminci yüz yıl boyunca kimlik değiştirmeye zorlandığımız dünyaca bilinir. Yazıma girerken kesin sözüm şudur: Üstün kültür yoktur, ayrıcalıklı kültür de olmamalı, farklı kültür vardır. Bu akıldan çıkmamalı. Kültürse üretim biçimi, ahlak (moral) ve dinle birlikte vs. uygarlığın temelidir. Bunun için sözümüz farklı uygarlıklaradır. Bu arada vatanımız Müslümanlık ve Hıristiyanlığın yüzleşme alanında bir de Doğu uygarlığının bizi Doğuya, Batı uygarlığının da Batıya kazanmak istediği bir kaynaşma ya da ayrışma çizgisindeyiz. 800 yıllık Osmanlıyı olumsuzlayıp ondan kopan halk irademizi yaşamaya buyur eden demokratik Cumhuriyet rejimine geçişimiz ve daha iyi olanı ararken birçok temel devrimsel dönüşüm niteliğinde reform gerçekleştirmemiz 21. yüzyıl Türk iyesini yarattı. Bu anlamda biz başarısızlıktan ve ezilmişlikten başarı doğurabilen bir halkız. Bu bakıma bizim Cumhuriyet kimliğimiz Batı kimliğinden farklıdır, bizim devletimiz ve öz kimliğimiz Cumhuriyet rejiminde de onların devlet ve kimliklerinden farklıdır. Bu yaşadığımız uygarlığı oluşturan tüm öğeler için geçerli olsa bile, bağdaşmaz tezatların kaynağı olarak değerlendirilemez. Biz eskiyi ret ederken, onun olumlu yanlarını sırtımızda taşıdık ve hep daha yetkin olanı aradık. Daha mükemmel olana doğru yolculuğumuz yeni yüzyılda devam ediyor. Uygarlıkların olumsuzlanması çağları aynı zamanda arınma yılları ve yüzyıllarıdır. Osmanlıyı ret ettiğimizde, mesela üzerimize 1915 “Ermeni soykırımı” gibi bir asılsız kara leke sürülmek istendi. Bu lekenin aklanması, tarihi gerçek-


68

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lerin su yüzüne çıkarılıp dünyaya anlatılması bir asır aldı. Dün (29.Ocak 2015) gerçekleri yazan tarih sayfaları Strazburg Mahkemesi’nde yeniden okunmaya başlandı. Lehimizde alınacak kesin karardan sonra Osmanlı tarihinin son dönemi dünyaya yeniden anlatılacak, birçok ders kitabı değiştirilecek, yasalar bozulup tekrar yazılacaktır. Bu tarihsel gerçeğin hukuksal taçlanması biz Bulgaristan Türkleri için olağanüstü büyük önem taşıyor. Bir defa “Osmanlıda Ermeni Soykırımı yapıldığı tezi” Bulgar meclisinde de onaylandı. Bu karara oy verdiği için yani uydurma teze oy verdiği için Lütfü Mestan Hak ve Özgürlükler Parti Genel Başkanlığına getirildi. Bulgar belediye meclislerinde böyle kararlar onaylandı vs. Olayları bu bakış açısından değerlendiren biz Bulgaristanlı Türk aydınlar yirmi birinci yüzyıla yeni renk verip kıstas değiştirtecek yeni gelişmeleri sabırsızlıkla bekliyoruz. Strazburg mahkemesinin bizim “soykırım yapmamış bir ulusun şerefli evlatları olduğumuzu” kanıtlaması, bizim Türk kimliği suyumuza taze güç, cesaret ve şeref kazanacaktır. Bu gerçekler kültür kavramını oluşturan terimler için de geçerlidir. Yıllardan beri anlattığımız “iyi komşuluğumuzu” Hıristiyan kültüründen olana, bir Avrupalıya anlatamazsın, çünkü onlar “benim evim benim kalem” kaskatılığıyla iyi komşuluk sıcaklığını yaşamamıştır. Kökten farklı anlam taşıyan bir kavram da “hoşgörüdür.” Bizim dilimizde her şeyi anlayışla karşılayarak olabildiği kadar hoş görme durumu, müsamaha anlamı yüklü olan bu sün Fransızcası tolerans olup, özünde fahişe yuvalarında müşterilere karşı ırk, yaş, cilt rengi vs. ayrımı yapmadan aynı muamele yapılması gereğini yansıtır. Ana dillerinde olmayan kavramlarla devlet politikasından ya da ahlaktan söz edenlere gülmemek ya da onlardan karşılıklı hoşgörü talep etmek gerçekten anlamsız değil de, nedir? İşte bu noktada belki de “yamalı kültürlerden” söz etmek gerekir ki, özgün kültürü olan ve 16 uygarlığın derinlerinden süzülerek gelen bir halk topluluğunun ana dilini, geleneklerini, dinini ve yaşam tarzını yasaklamaya başka ne isim verilebilir ki. Bugün alevlerinden dünya savaşı kokuları gelen Ukrayna çatışmaları kavını çakan da anadil yasağı, özgün kültür yasakları vs. olmadı mı? Birleşmiş milletlere, Dünya İnsan Hakları Örgütüne ve Avrupa Birliği Genel Kuruluna bir önerim var: Anadilinde okuryazar olmayan bir kişi okuryazar olarak kabul edilmesin! Çünkü anadilini bilmeyen, edebiyatını, halkının kültürünü bilemez, yani kimlik sahibi bir kişi olamaz. Kimliklerin farklı oluşu kültürlerin gelişiminde ve yeni uygarlık yaratılmasında engel sayılmaz! Geçen ve yeni başlayan yüzyıl insan kimliğinin devamlı gelişerek yetkinleşen ve içerik olarak zenginleşen bir oluşum olduğunu sergilerken, Türk kimliğine çok özgün çizgiler kazandırdı. Çağdaş uygarlığın ve modern insan kimliğinin oluşum ve kemale doğru atılım sürecinin 1789 Büyük Fransız Devrimi ile


Makale ve Analizler - 2015

69

başladığını kabul ettiğimizde, bu olayın her yerde birden meydana gelmediğini hemen anlarız. Osmanlının giderek çöküşünü durdurup, çöken imparatorluğun dağılmasını önlemek ve feodal devletin Avrupa pazarlarında uyum sağlayabilmesi için 1939’da Gülhane Haddi şerifi ilan edildi. Tanzimat devri 1924’e kadar sürdü. Fakat evrimsel değişikliklerle ıslahlaşmayı hedefleyen bu süreçte hukuk alanında gerçekleştirilen değişiklikler satıhta kalırken, kültürel kimlik de yenilenemedi. Yeni Osmanlı kimliğini arayan İmparatorluk onunla kokalaşamadı. Osmanlı İmparatorluğunun sırtına XVII. yüzyılda başlayan iç çöküşle 1683’te ikinci Viyana hezimeti, Rusya’dan 1716 hezimetleri, 1735 - 1739 Hasburglarlardan yenilgi, Kırım Savaşı bozgunu, 1768 - 74 Rusya ile savaşlardan gelen ağır yük, 93 harbi yıkımı yüklendi. Uzun eziklik sahnesinde yeni Türk kimliği yoğurup biçimlendi. Balkan Harbi (1912); Birinci Dünya Savaşı (1914), Sakarya – Çanakkale muharebeleri; Ulusal Kurtuluş Savaşında ve 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin ilan edilmesi bu zorlu süreçte son rötuşlar oldu. Biz Bulgaristanlı Türkler 1977 78 Rus Osmanlı Savaşının yapıldığı, Balkan Savaşında kan döküldüğü topraklarda yaşıyorduk. Zor günler atalarımızı “bu topraklar bize vatan değilmiş” kararına zorlarken, bir yön çizip ilerlemek isteyenler, göç yollarında sıra düzdüler. Göç yirminci yüzyılda halkıma kader olmuştur. Bu kaderin son hedefi huzurlu yaşam yeni bir uygarlık aramaktı. Türk Milli Mücadelesinin önderi, Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın Başkomutanı ve Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ve ilk Başkanı büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün Sakarya Muharebesi zaferi o XVII. yüzyılda başlayan iç çöküşü ve Viyana kapılarından dönüşle başlayan dış çöküşü yani Türklüğün genel çöküşünü durdurdu. Bu zafer aynı zamanda yeni Türk kimliği’nin doğum günüdür. Yeni Türk Müslüman kimliği Osmanlı cenk meydanlarında mayalandı ama Cumhuriyetle doğdu, Cumhuriyet okullarında, ortamında ve düzeninde dürüldükçe biçimlendi. Geçen yüz yıl Türkiye Cumhuriyeti’nde Çağdaş Türk Müslüman uygarlığı, kimliği ve kişiliğinin oluşum, gelişim ve olgunluk dönemleridir. Bu süreç bugün de devam etmektedir. Başkan Tayyip Erdoğan ile başlayan ve Osmanlı hazinesinde değerli olan her şeyi yeniden hayata çağıran, etnik, kıyafet, dil, din ve kültürel ayrım gözetmeyen yeni uygarlık zihniyeti dünya çapında yeni tip insan kardeşliğine sinyaller verdi. Bu gelişmeler biz Bulgaristan’da kalan Türkleri, Pomakları ve tüm öteki Müslümanları çok yanından ilgilendirdiği gibi, sürekli etkiledi. Cumhuriyet Türkiye’sinde bu uzun süreç Osmanlı feodal hanedanlık düzenini olumsuzlayıp çoğulcu demokrasiden anayasal başkanlık sistemine doğru bir atılım kapsarken, aynı hanedanlıktan gelen Bulgaristan’da izlenen çok farklıdır. Bulgaristan’daki kavga ulusalcılığı başat ettiği gibi, Osmanlı kalıtlarından arınmayı milli politika


70

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

düzeyinde izleye geldi. Buna süreğen etnik temizlik ve kültürel soykırımlar eklendi. İsim değiştirme ise lekeleri silinmez utanç tablosu çizdi. İkinci Dünya Savaşından önce faşist Çarlık uygulamalarına karşı ve 1944’ten sonra totaliter komünist milliyetçiliğin şiddetli zulüm politikasına karşı öncelilikle Türk Müslüman kimliğini koruma mücadelesi verildi. Bu kavga çok kurban aldı. Bulgarlar da bir an boş durmadı. Türk isimli, Bulgarca konuşan, Türkçe bilmeyen, camiye gitmeyen, Türk Müslüman topluluğa karışmayan, Küçük ekrandan hem Bulgarlara, hem Türklere, hem Pomaklara hem de Romanlara aynı mesafeden bakan kimlik örneklerini bugün TV ekranlarına dizdiler. Mesela bTV habercisi Yüksel Kadirev, sabah yayınlarını yöneten gazeteci Gavazova vs. Yeni bir tip onlara uygun, Bulgar çizgileri fazla olan Türk kimliği de yaratıldı. Bulgar TV ve radyosunda konuşan, fakat Türk isimlerini geri almayan sözcü ve gazeteci tipleri de örnekler cetvelindendir. İstatistiklere göre, Bulgaristan Türklerinden % 40’nın Türk isimlerini geri almaması, çok düşündürücüdür. Bu cümleden olmak üzere, 1989 Ağustosunda Türkiye’ye doğru göç sırası düzenlerden 150 bin kişinin geri dönmesi, sonrada türeyen ve soydaş derneklerine başkanlık eden profesörlerce hala irdelenmiş olmasa da, biz yazalım, geri dönüşe ana neden, hiç kuşkusuz kültürel kaynaşma esnasında meydana gelen olumsuz elektriklenmedir. (bu konuyu başka defa özel olarak ele alacağız) Fakat burada, Bulgaristan’da (1970 - 1989) sıkı yasaklar döneminde meydana gelen psikolojik durumu göz ardı etmeyelim. Biz Türkiye’yi, Türk insanını, Türk uygarlığını, Türk kültür ve sanatını, dinimizi uzaktan severek yetiştik. Ben radyo başında saatlerce Zekim Ören konseri dinleyen insanların arasından geliyorum. Türkiye’den gelen altın sırmalı terlikleriyle içten içe böbürlenen gelinlerin gururunu yaşamışım. Türk lokumunu koklayıp koklayıp kâğıda saran, yemeye kıyamayan anne annemin sesiz duruluğunu, bir şeyler anlatmak isteyen ama ne deyeceğini bilemeyen bakışını, ardından saçımı koklayıp beni öpüşünü unutamam. Benim atalarımın ve kendi kuşağım uzaktan sevdiğimiz Türkiye yani Türk olma yani Türk kimliği gururu yaşandı. Kökümüzde Türklük nemi olmasa bu sevgi bu denli dallanıp yeşermezdi. Son göç sıraları böyle düzdü. O an o yollarda Bulgar askerinin elindeki silahı gören bile yoktu, herkesin gözü Büzük Türkiye’deydi. Hakikatten bizim de katkılarımızla son 15 yılda Türkiye Cumhuriyeti çok büyüdü ve dünya öncülüğüne uzandı. İnsanlığın yeni mutlu bir uygarlığa uzanışı, doğum yapan bir kadının bağırış çağrış acılarının doğumla birlikte bir anda kesilmesi gibi bir şeydir. Bulgaristan Türkü bunu ata vatanda yaşayamadı, 1989 Ayaklanması ölü doğumdu, halkımız elinden alınanı istedi, alamayınca ters tepti ve yüz çevirdi. İnsan her zaman başarılı olanın yanına koşar.


Makale ve Analizler - 2015

71

Türkiye Cumhuriyeti tarihi başarılı atılımlar tarihidir ve Bulgaristanlı Türklerine de doğal olarak esin kaynağı olmuştur. 1984 - 1989 olayları Bulgaristanlı Türklere tanklar karşısında sabanla savaşmanın anlamsızlığını da kanıtlamıştır. 1989 kimlik ayaklanması büyük bir birikim patlamasıdır, yazılı olmayan ama içinde başarılı olmayı taşıyan kuralların geçerliliğidir. Yazıma başlamazdan 2 gün önce, Bulgaristan’ın ilk demokratik cumhurbaşkanı Jelü Jelev’in (2 defa Türklerin de oylarıyla seçilmişti) 79 yaşında vefat haberini aldım. Şu satırları ilave etmeden edemeyeceğim. Bulgaristan Demokratik Güçler Birliği (CDC) kurucu başkanı olan Jelü Jelev, son yıllarda birkaç kitap yazmıştı. Bunların birinde savunduğu ana tezlerden biri “halkların ayaklanma hakkıdır.” O, ezilen halkların devlete karşı ayaklanma hakkının doğal bir hak olduğunu ispatlamıştı. Örneklerinden biri Bulgaristan Türklerinin 1989 Mayıs Ayaklanmasıdır. Bu arada “Her Şeye Rağmen” otobiyografik kitabında, özel olarak değindiği bir nokta var. Ahmet Doğan ve gizli servis “DC” ajanı diğer 12 Türkün Varna’da kurduğu Türk Milli Kurtuluş Hareketi gibi oluşumlar hakkında şöyle demişti: “1989 Mayısında Ak Kadınlar, Kaolinovo, Şumen, Yeni Pazar vs yerleşim yerlerinde Türk Müslüman kadınların ayaklanması karşısında Ahmet Doğan gibilerin sahtekârlıkları beş para etmez, hiçbir anlam taşımaz, sadece bir göz boyacılığıdır!” Jelev, Bulgaristan’da demokrasi kıvılcımlarını ilk çakan, Bulgar totalitarizmini Alman Nazi faşizmine benzettiği “Faşizm” eserini sürgünde soğan kazarken düşünmüş ve yazmıştır. Yeri gelmişken, totaliter komünist Bulgar rejimini olumsuzlayarak deviren ve yerine demokratik bir düzen kurmak isteyen Bulgaristanlı Türk ve Müslümanların, Hak ve Özgürlük Hareketini büyük bir coşkuyla oluşturmasına ve pekiştirdiğini belirmek istiyorum. Buna karşın, Ahmet Doğan, Osman Oktay, Kasım Dal, Lütfü Mestan gibi “lider” geçinen kadroları halkımın neden bağrına basmak istemediğini, neden kabullenmediğini, neden benimsemediğini bir daha önemle açıklarken vurgulamak istiyorum. Bu gelişme, lider kimliği ile ilgilidir. Türklüğün özelliklerinde vardır. Bir defa Türk soy ve boyları yani bizim atalarımız Türk soyundan olmayan birini asla kendilerine lider, önder, yönetmen olarak seçmemiş ve böyle biri dayatılsa bile kabullenmemişlerdir. Akılda bir olan, hep o dönekliktir.Bizden olmayan bizi yönetemez. Mesela Osman Oktay (Eski HÖH partisi Başkan Yardımcısı) şimdi TV ekranlarına çıkıp çıkıp partimizin kapatılmasını, yasayla yasaklanmasını istiyor. Bu bir ihanet, bu bir döneklik değil de nedir. Bu parti Bulgaristan Türklüğü ve Müslümanlığının 139 yıllık iyi kötü birikimidir. Kahramanlıklarla dolu, ardında şehitlerin mezar taşları dizili bir yolun eseridir. Biz bugün varız yarın yok olabiliriz, ama partimiz ebediyen yaşamalı, örsle çekiş arasında ezilerek daha yetkin ve bi-


72

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

linçli duruma gelmek zorundadır. Bu bilincin ana çizgilerinden ve erdemlerinden biri de Türk kimliği sahibi olmamızdadır. Bu anlamda, Osman Oktay’ın birkaç para için döneklik ve ihanette parti dışında devam etmesini kınıyoruz. Bir defa insanımız adil seçim olmayan yer de adalet olamayacağına inanılır. Bu bakıma, Ahmet Doğan ve ekibinin Bulgar gizli polisi tarafından önerilip dayatıldığını dildiğinden dolayı onlardan hiç birini kesinlikle bağrına basmamıştır. Söylenmesi gereken şudur: zamanla halkımızdan tamamen kopan bu kişilerden kimseye fayda gelmez. İnsanlarımızın bildiği “Bir lokma, bir hırka yeter!” gerçeğidir ki, polisin yetiştirdiği liderlerin açgözlülüğü, küstahlığı, dolandırıcılığı sınır tanımaz. Bunların birinde Türk Müslüman merhameti yoktur. Dün ökçeleri delik olan bu “liderler” için halkımızın kullandığı ana sözlerimizden biri de şudur: “Yedi derviş bir posta oturur, iki sahte keleş bir dünyaya sığmaz!” Özetle belirtilmesi gereken şudur, bu dönemde Bulgaristanlı Türkler öz kimliğini adet ve geleneklerine dinlerine dayanarak Türkiye Cumhuriyeti’nin esintisiyle yaşatmaya çalışıyorlar. HÖH partisi lideri ideolojik ve politik olarak partiye tamamen ihanet etmiş ve kendi bireysel hedefleri, ek kazanç peşindedirler.25 yılda halkının dilinde bir gazete çıkaramayan bir radyo yanını başlatamayan bir kişiye “lider” demek günahtır. Bunların işi halkımızı oyalamak ve uyutmaktır. Hak ve özgürlükler davamızdan caydırmaktır. Bu durum artık bir kapris haline gelmiştir. Ahmet Doğan’ın 8 kadın boşaması, koruma masrafı 2 milyon leva olan korumalı konaklarda ruhen çökmüş bir durumda gece gündüz eğlenmesi kamuoyunda tiksinti uyandırıyor. Lütfü Mestan’ın da onu örnek alarak eşi Şirin hanımdan ayrılıp ve yeni sevgilisi Maryana Georgieva’yı HÖH kotasından Spor Bakanı atatması çok olumsuz yankılanıyor. Biz gençleri okutuyoruz havalarına girip Paris’e hukuk okumaya gönderilen Çetin ve Metin Kazak kardeşleri her akşam “şanson” çalmaları için viski ziyafeti sofrasına çağrılması gazetelerde başlık oluyor. Bunlar Bulgaristan Türk kimliğinden çizgiler olamaz. Halkından kopmuş muhabbet dostları, halkımızı yönetemez, buna daha öte izin vermemeliyiz. Bu karakter çizgileri hoşgörülü, merhametli, iyi komşu, çalışkan ve dürüst insanlar olarak bilinen Bulgaristan Türk ve Müslüman kimliğiyle yakından uzaktan bağdaşmıyor. Biz halkımızın insanlarımızın yanında olmaya devam edeceğiz. Devam edecek: Yeni konularımız: Bulgaristanlı Türk kimliği ve ahlak. Bulgaristanlı Türk kimliği ve din. Bulgaristanlı Türk kimliği ve özgün kültürümüz.


Makale ve Analizler - 2015

73

Kimlik Sorunları - 2

Rafet Ulutrük-10.Mart.2015

Kimlik mücadelemiz bugün de arasız devam ediyor. 2015 Bulgaristan’ındaki ana sorun kültürel, ahlaksal ve dinsen kimlik sorunudur. Bu problem Bulgaristan’ın ana nüfusu olan Bulgar halkı önünde de duruyor. Osmanlı’da yaşarken ana dilini geliştirip tarihini öğrenerek Bulgar kimliğini uyandıran bu halk Ulusal Uyanış Çağı yaşadı. 1839’dan sonra Bulgar okulları açtı. Kilise bağımsızlığı elde etti. Rum papazları kiliselerden kovarak Bulgar diklini kilise dili yaptı. Basın yayın geliştirdi. Kendi aydın kitlesini yetiştirdi. Ulusal uyanış ve diriliş deneyiminde anadil, edebiyat, kültür ve dinin kimlik oluşturmada belirleyici rolünü iyi bilen Bulgar devletleri ülkedeki hiçbir ulusal azınlığa bu haklardan yararlanma olanakları sağlamadı. Bu konuda kararlılık gösterip yol vermedi. Ülkede en büyük etnik halk topluluğu olan Türkler de bu haklardan tamamen yoksun kaldı. Bugün de bir anadil olan Türk dili unutturulmaya çalışılırken, kendi edebiyatlarını yaratma, tarihlerini öğrenme ve özgün kültürlerini geliştirme yolları açılmıyor, yeni olanaklar da tanınmıyor. Bu arada Türklerin anadil esaslı bireysel kimliklerini geliştirme yolları tamamen tıkanmışken, sosyal (toplumsal) kimliklerinin de ancak Bulgar dili temelinde geliştirilmesine olanaklar tanınıyor. HÖH - DPS partisi de toplantılarını Bulgar dilinde yaparken, cezadan korkan parti balkanı Lütfü Mestan bile Türkçe konuşmama işinde örnek oluyor. Birkaç paralık cezadan korkan bir adamdan bir defa parti başkanı olmaz. Bu da böyle biline. Bu iş cesaret, bu iş kudret, bu içiş yürek ister. Yüreğinde Türk kalbi atmayan bir kişi Türk partisine başkan olamaz. Bu atanmış hainlerin raf ömrü dolmadı mı?! Ajanlık, döneklik ve hainlik yapmak parti başkanlığı yapmaktan çok farkıdır ve yüz karası bir iştir. Oysa Bulgaristan Müslüman Pomaklarının 1972 - 73 ve Türklerin de Mayıs 1989 Ayaklanmaları hainliği arıtmalıydı, ama başarılı olamadı. Hainlik partimizin başına sonradan sarıldı ve Türk kimliğimize baş düşman oldu. Bir asır devam eden kararlı mücadelemiz bir tek isimlerin ve din haklarının geri alınması için verilmedi. Türk Müslüman ahlakıyla yaşamak, Türk düğünlerinde evlenmek, adetlerimizi, bayramlarımızı yaşatmak için direndik. Bu aynı zamanda özgün kültürel haklarımızı da diriltme mücadelesiydi.


74

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

1939 yılında Bulgaristan köy ve kasabalarında 1732 Türk mektep, medrese ve Nüvvab lise ve yüksek ala kısımlı Türk dilinde tedrisat ocakları vardı. Müftülüklerimizin, okullarımızın, camilerimizin vakıf mülkleri vardı. Birçok aydınlık ocağı bu vakıf gelirleriyle ayakta duruyordu. Kendi değişimizle halkımız kendi yağıyla kavrulabiliyordu. 1944’te gelen sosyalist rejim 1950 sonlarına kadar Türk ilk ve ortaokul sistemini, Türk lisesini devletleştirdi. Hatta Sofya Üniversitesi’nde Türk okullarına öğretmen ve eğitmen hazırlayan fakülteler açtı. Birçok Türk kütüphanesinde raflar kitapla doldu. Razgrat, Şumen, Kırcali Türk dram ve müzikal tiyatroları açıldı. Yerleşim yerlerinde özenci sanat kolektifleri kuruldu. Kültür kulüpleri, öğrenciler için çıkan “Eylülcü Çocuk”, “Halk Gençliği”, yaşlılar için “Yeni Işık” gazetesi ve “Yeni Hayat” dergisi, günlük yayınları 5 saati bulan “Sofya radyosunun Bulgaristan Türklerine mahsus özel yayınları, basılan yüzlerce Türkçe kitap Bulgaristan Türklüğün yeşermesini sağladı. Herkes sosyalist toplumun azınlık hakları cenneti olduğuna inanmak istedi. Türkçe eğitim ve öğretim alan genç kuşak Bulgaristan sosyalist halk kültürüne yaratıcı farklılıkla dokunmuş renkler kazandırmıştı. 1960’larda Bulgaristan’da Türklük ateşi söndürüldü. 1989 Mayıs Ayaklanmasının kültürel anlamı, o zaman yitirilen özgün kültür ve eğitim öğrenim haklarımızı yeniden hayata çağırıp yaşatmaktı. Bu büyük hedefi gerçekleştiremedik. Ne yazık ki olmadı. Bulgar makamlarının Türklere anadil, eğitim, öğretim ve özgün kültür haklarını tanımama şartıyla atadıkları “pastayı dağıtan kişi” (Ahmet Doğan) halkımızdan gizli bu ödevi üstlendi. 25 yıldan beri hepimizi boynu bükük bıraktı. Bundan 8 yıl önce, 2007’de Sakskoburgorski Başbakanlığı zamanında, Bulgaristan Avrupa Birliği’ne üye alınırken, yine aynı kişi, (Ahmet Doğan) hem “pastayı dağıtan kişi” hem de Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS) Başkanı sıfatıyla “Bulgaristan’da çözülmemiş etnik sorun yoktur” bildirisi imzaladı. Onu halktan saklayarak ve gizlice Brüksel’e gönderdi. Etnik hak ve özgürlüklerimizi elde etme yolumuza ikinci bir kilit vurdu. Bu kişi bugün gizlendiği korumalı köşkten dışarı çıkamıyorsa, gece gündüz öldürülürüm korkusuyla yaşıyorsa, olayın ana nedeni budur. O yaptığı kötülüğün bilincindedir. Onu huzursuz eden tehditler değil, vicdan azabıdır. Ne yazık ki, 19 Ocak 2013’te kafasına tabanca dayanmasından gerekli ibret dersini almadı. Kültür faklılıklarındaki güzelliğin dünyanın geleceğini belirleyen olduğunu göremeyen bu taş kafa, halkımıza çok büyük kötülükler yaptı. 1984 - 1989 kültür katliamını 25 yıl daha uzattı. Türk olarak var olma ufkumuzu kararttı. Bir etnik halk topluluğunun aydın ordusu olmadan anadilde eğitim, anadilde edebiyat ve kültür geliştirmek, radyo yayınları yapmak, TV programları


Makale ve Analizler - 2015

75

hazırlamak zordur. Ana dil, edebiyat, hukuk, sanat vs. alanlardan uzman kişilerle birlikte yine anadilimizde hizmet verecek teknik kadrolara da gerek vardır. Son göçte Bulgaristan’dan 10 bin yüksek ve yarı yüksek tahsilli uzmanlaşmış ve deneyimli kadromuz yurdu terk etmek zorunda kaldı. Düşmanın planlı ve öngörülü çalıştığı ortadadır. Etnik temizliğin amacı halk topluluğumuzu aydınsız öndersiz bırakmaktı ve başardılar. Köy ve kasabalarımızda üretimin, eğitimin ve kültürel var oluşumuzun nabzını tutan ve ona devamlı taze kan akıtan dirençli kadrolarımız birden yok oldu. Evlerindeki lambalar her gün vicdanlara taşıdıkları ışık söndü. Bugün insanlarımızın arasında yaşayan, düğünde bayramla halkımızla selamlaşan bilge, zengin, yüksek kültürlü zeki kişilere rastlamak çok zordur. Memleketi terk eden ve Batı ülkelerine iş aramaya giden 3 milyon kişinin ilk aşama sermaye birikimleri henüz verme vermedi. Durumun tarifinde öğretmen olmadığı için köy okullarının kapandığı, ambulans olmadığı için doktorların uzak mahalle ve yerleşim yerlerine gidemediği, araç olmadığı için hastaların büyük sağlık merkezlerine taşınamadığı, parasızlıktan ilaç alınamadığı için hastaların vefat ettiği gibi durumlara en sık rastlandığı ortamda yaşanıyor. Bu durum yapılması öngörülen yeni sağlık ve eğitim reformlarıyla daha da kötüleşecek benziyor. Son yıllarda işsizliğin kol gezdiği ülkede sağlık primlerini yatıramayan nüfusun devlet sağlık sistemi dışına çıkarılması planları yapılıyor. Bu tehlike en başta etnik azınlıklara ve öncelikle de Müslüman halk topluluğuna vurulacak yeni bir darbedir. Bu konularda B. Borisov hükümetinin, ırkçı ve milliyetçi kesimin desteğine dayanan uygulamalarına arka olan politik partilerden biri HÖH - DPS partisidir. Bu parti son dönemde Türklük ve Müslümanlık aleyhindeki pratik adımlarını “ulusal çıkarlar” saçmalığı ardına gizliyor. Bu cümleden olmakla birlikte, bu parti 25 yılda yoksul halktan, etnik azınlıklardan yana hiçbir olumlu yasa önerisine ve gelişim yönü açılımına imza atmadı. Eline iki para geçen insanımızı zorladı, parasını çekip aldı. Son yılların yasa dışı olayların bir cümle hepsinin altında imzası olan partiye karşı ilk kez olmak üzere karşında Baş Savcılı buluyor. Bulgar Başsavcılığı bu hafta HÖH Başkan Yardımcısı, 42. Halk Meclisi Başkan Yardımcısı ve 4. kez HÖH milletvekili Hristo Biserov’u uluslar arası para aklama suçlamasıyla duruşma salonuna davet etti. Dava bu hafta başlıyor. Özellikle belirtiyoruz: Bulgaristan Türk ve Müslüman halk topluluğunun “para aklama”, “para kaçırma”, “banka soyma”, “banka boşaltma” gibi suç olaylarıyla yakın ve uzak ilişkisi yoktur, olmamıştır ve olamaz. HÖH partisi Başkan Yardımcılığına, oylarımızla milletvekilciğine yükselmiş bir sahtekâr ve kaçakçının bizimle asla işi yoktur ve olamaz. Onu aday gösteren ve başımıza bela eden azmettirici Ahmet Doğan da suçlu kadar suçludur ve yargılanmalıdır. Bu yüz-


76

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

dendir ki, HÖH - DPS partisinin “lider” takımının bire kadar görevden uzaklaşmasını ve partimizin halktan gelen sağdık evlatlara teslim edilmesini istiyoruz. Bu kutsal öz davamızın bir parçası haline gelmiştir. Bulgaristan Türk Halk Kültüründe hırsızlık, devlet soyma, hırsızları koruma, savunma, destekleme gibi özellikler yoktur. Halktan kopmuş ve sapıtmış “lider takımından” kişisel ve kolektif sapıklılıktan temizlenme hepimizin temel ödevimizdir. HÖH - DPS listesinde yalnız tanıdığımız, kendisine güvendiğimiz adaylara oy verme bilincinde olmalıyız. Kemallıler ve Blagoevgratlılar Günay ile Palev’ı böyle seçtiler ve hepimize örnek olup yol gösterdiler. Gelecek seçimlerde Lütfü Mestan ve yardımcılarına oy yok! Tercihli seçim bizim yeni seçim kültürümüz, halkımızın uyanış simgesi olacaktır. HÖH Türk ve Müslüman politik kültürü oluşturamadı. Bir defa 100 yıldan fazla bir süredir tek uluslu ulusal devlet kurmaya çalışan fakat ulusalcılığın özüne diğer etnik halk topluluklarını ve öncelikle Müslümanları zorla eritip Bulgarlaştırmayı ana hedef olarak alan ve bu politikanın uygulanmasında süreklilik gösteren Sofya hükümetleri, hedeften sapmamış aynı raylar üzerinde tekerlenmeye bugün de devam ediyor. 1978’den buyana Bulgar iktidarlarının görmek istemedikleri bir büyük gerçek var. Bu, Bulgaristan Türk ve Müslümanlarını Türkiye Cumhuriyeti, yükselen Türkiye halkı ile bağlayan bir tarih ve canlı bir hayatın olmasıdır. Bu durumda Türkiye gerçekliği ve etkileri dikkate alınmadan, hesaba katılmadan Bulgaristan Türk ve Müslüman kültürel kimliğinin oluşup gelişmesi, bu topraklarda Müslüman ahlak ve din yaşaması çok zordur. Hepimizin geleceğini belirleyen Türk kimliğimiz olacaktır. Türk kültürel kimliğimiz olacaktır. Türk Müslüman ahlakı olacaktır. Müslüman dininin özgün çelişkiler içinde var olma kavgası olmaya devam edecektir. Olayların gelişiminin alacağı yöne bakmaksızın, hatta dünyanın 2. bir soğuk savaş cepleşmesine girmesine rağmen, bizim Türk kimliğimiz Türkiye halkıyla devamlı sıcak yakın etkileşim ve yardımlaşma içinde gelişmeye devam edecektir. Biz Bulgaristanlı Türkler 6 kitle göçünden sonra da ata vatanımızı yitirmedik. Orada yaşıyoruz. Ata vatanımız her zaman gönlümüzdedir. Türk ve Müslüman kimliğimizi yaşatma mücadelesi veren, özgün kültürümüze can suyu veren, İslam dini ve yaşam biçimiyle var olma kavgası veren kardeşlerimizle her zaman beraberdik ve bugün de beraberiz Son 136 yılda aile ve köylerimizin defalarca mülkiyet biçimi değiştirmeye zorlanması, üretim tarzının defalarca bozulması, üretim örgüt ve araçlarının yok edilirken geleneklerimizin darbe üstüne darbe alması, tahıl hariç tütün üretimi gibi temel üretimlerin kota sistemine bağlanması, hayvancılık olanaklarının sınırlanması kültürel alanda da ağır sonuçlar doğurdu. Ulusal endüstriyel çöküş Türk


Makale ve Analizler - 2015

77

bölgeleri sert vurdu. Üretim sınırlanırken iç ve dış pazar daraldı, kapandı. Sermaye birikimi yapamadık, yeni üretimlere el uzatamadık. Her üretim de bir kültürdür, yeni ekmek tekneleri bulamadık. Daha 1984 - 1989 Müslüman kimliğimize saldırı yıllarından başlayarak Arap dünyası, ardından 2000 yılından sonra Rus pazarı kapandı. Çarşı - pazar kapılara kilit vurdu. Avrupa Birliğinin nazına ve şartlarına henüz ayak uyduramadık. 1Ayrıca 1990’dan sonra ülkemizdeki üretim kültürü de dahil olmak üzere, etnik halk topluluklarının özgün kültürlerinin dirilişine asla özen gösterilmedi. HÖH liderliği halktan tamamen kopmuştur. 136 yıllık Bulgaristanlı tarihimizde ilk kez 1990’da yasal politik örgütlenmeye yükselebildik. 1990’dan önceki hapishane ve sürgün yıllarında kurulan toplam 44 insan hakları için direniş parti, dernek ve hareketi legal savaşım barağı yükseltemedi. Bulgaristan Türk ve Müslüman halk topluluğunun politik bir akımda birleşip pekişmesi 1990’dan sonra oldu. 1990’ın ilk günlerinde kurulan Hak ve Özgürlükler Hareketinin doğal bir politik birikim ve kadrolaşma sonucu bir ulusal ayaklanma sonucu olmasına karşın, özel olarak hazırlanmış Ahmet Doğan başta olmak üzere dönek ajan ve hain sürüsünün ağına düştüğü kimse önceden fark edemedi. Totaliter düzen can çekişirken de olsa, Türklere ve Müslümanları göz ardı etmemiş ve tuzağını kurmuştu. Bulgaristan Türkleri arasından yemlenen toplam 3016 ajanın hepsinin bu işte parmağı odlunu iddia etmiyoruz. Onların arasında da pırlanta kalplı ve Türk bilinçli kardeşler olduğuna inanıyoruz. Ama sinsi ajanların arasında bu iş için özel hazırlanmış, özel koşullanmış, özel mayalanmış, kendilerini zenginlik vaatlerine satmış, Türk vicdanını yüreklerinden söküp atmış, Türkleri kapsülle meyi, kasaplık koyun gibi bir sayara kapamayı, Türklüğe ecel bekletmeyi, Müslümanlığı körelterek bitirmeyi, etniklerden hiç birine öz ve doğal haklarını koklatmamayı yemin altında kabul edip bir misyon olarak benimsemiş yeni hainler sürüsüyle karşılaşılacağını kimse düşünemedi, hayal bile etmedi. Hain sürüsü politik süreçleri yönlendirmeye, haklarımızın verilmesini itilemeye, kendilerini davaya adayan kişi ve aileleri memleketimizden kovmaya başladı. Bu süreç 25 yıldan beri devam ediyor. Bu süreçte ikili oynayanlar da var. Haklı davamıza her bakıma ve her yönlüce engel olmayı kendilerine öz görev olarak benimseyenler de az değildir. Bulgaristanlı Türkler ve diğer Müslüman azınlıklar daha 1989’da totalitarizmin kabuğunu kırdı. Fakat zülüm rejiminin çelik zırhlı kalkanından kurtulamadı. Türk ve Müslümanların yeniden zapt edilmesi ve susturulması bu defa “pastadan pay dağıtanların” eliyle yapıldı.


78

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Okulsuz, basınsız, radyosuz, dergisiz, televizyonsuz bırakıldılar. Aileler soylar parçalandı. Son göç topluluğumuz içinde büyük bir hendek açtı. Batıla işe gidenler bizi enerjisiz bıraktı. 25 yıldan beri Bulgarca yapılan propaganda bulutlarından endişe, korku, sindirme, yıldırma ve zehirleyerek boğum, açlıkla üzme tehlikesi, çaresizlik içinde can çekişmeye zorlama gibi illetler yağıyor. Bizi korumak, haklarımızı ve hürriyetlerimizi sağlamak için kurulan ve her sene oyumuzu verdiğimiz HÖH partisi düşmana değil sahibine saldıran çoban köpeği rolü üstlendi. Parti halkı kümese kapadı ve aç susuz yaşatarak senede bir iki oy yumurtlayan tavuk durumuna getirdi. Yılların geçmesiyle Bulgaristan Türklüğü ve Müslümanlığımız geç de olsa totalitarizm tuzağından kurtulamadığının farkına vardı, ayağındaki prangayı hissetti. DPS yönetimindeki mafyalaşma, finans oligarşisine hademeliğe yanaşma, halkın gerçek temsilcilerine iktidar katlarını kapama, sosyal ve ekonomik çöküşü talan, dalavere, rüşvet politikası şeklinde işletme önce Türklerle, ardından Pomaklar ve diğer Müslüman kardeşlerimizle parti yönetimi arasını açtı. Bu gelişmeleri fark eden Bulgar halkı da parti yönetiminden yüz çevirdi. Herkes bu işin içinde bir iş var diyor. Yardım paketleriyle yaşayanlar saraylarda sefa sürenlerin kendilerini temsil etmesini, mecliste “milli menfaatler” ardına gizlenenlerin hileli işlere ve dalaverelere devam etmesine artık tahammülü kalmadı. Son gelişmelere tepki gösteren belediye başkanları Ahmet Doğan’ın evlatlığı zorbacı DPS milletvekili Delyan Peevski kopoylarının kurduğu “Su İşleri” şirketinin hiçbir belediyede ihale yapılmasına imkân tanımadığını, sahte tutanaklarla ihalelerin hepsine talep olduğunu anlatırken, ulusal direniş alayı başlatmadan söz ediyorlar. Direniş kültürü alaylarında etnik sorunu yok. Bu kapışmada her gün birkaç kişi yolda, garajda, asansörde, arabasında köyünde infaz ediliyor. En önemli olan halk artık eskisi gibi yaşamak istemiyor. Bu daha da Bulgaristanlı Türkler, Pomaklar, Romanlar ve tüm sefil ve yoksullar ön saflarda yer almaya hazırdır. Sarayları boşaltıp hapishaneleri doldurma zamanı çoktan gelmiştir.


Makale ve Analizler - 2015

79

Kimlik Sorunları - 3

Rafet Ulutrük-11.Mart.2015

Biz Bulgaristan Türkleri olarak, geleneksel Türk ve Müslüman ahlak ve kültür taşıyıcıları sıfatıyla yaşadığımız ortamdaki nüfus çoğunluğundan farklı yanları olan, özgün çizgilerle varız. Beyaz ırktan, Asya Avrupa tip insan olmamız dış görünüşte bizi birbirimizden pek fazla ayırmasa da, alışkanlıklarımız, yaşam tarzımız, ahlak özelliklerimiz, dilimiz, dinimiz, konuya komşuya, hısıma akrabaya, yaşlıya gence olan yaklaşımımız biz Türkleri hemen ele veriyor. Bir halk topluluğu olarak Bulgar dilini vatan dili, kamu dili, resmi dil olarak kabul etmişiz. Öğrenmeye özen gösteriyoruz. Yaşadığımız toprakların Osmanlı düvelinden ayrıldığından beri bu ülkede ikinci bir resmi dil kabul edilmedi. 5 defa Anaya değişikliği yapılsa da bu konudaki kaskatılık yerinde saydı. Oysa Bulgar devlet sınırları içinde büyük bir Türk, Pomak ve Roman Müslüman azınlığı yaşıyor. Türkler Türkçe, Romanlar Romanca, Pomaklar kendi lehçelerinde temas kuruyor. Kimileri Kiliseye, ötekiler Camiye gidiyor. Değişik nedenlerden ötürü de olsa, vatandaşlarımızın hepsinin resmi dili öğrenmesi yolunda atılacak adımların pek çok olduğunu kabul etmek zorundayız. Bulgaristan’ın egemenliğini ilan etmesinden sonra doğup yetişen 4 - 5 nesille bu ödev çözülemedi. Aşılması imkansız engeller olduğunu kabul etmek zamanı gelip geçti gerçeği kapı çalmaya başladı. Ana dil konusunda komşulardaki gelişmeler de azınlık dillerine önem verildiği yerde huzur olduğunu her geçen günle daha yüksek bir sesle duyurmaya başladı. Makedonya’da açılan Türk okulları, Makedon Türklerine huzur getirirken, Arnavut azınlığın büyüklüğü dikkate alındı. Komşuda Arnavutça 2. resmi dil ilan edildi. Okulda, doktorda, alış veriş merkezinde, çarşıda pazarda ve bakanlıklarda Arnavutça konuşanlara yan bakma sorunu noktalandı. Sırbistan’da yaşayan Bulgar azınlığı anaokullarında okuyup yazmaya başladı. Son dönemde Türkiye Cumhuriyetinin etnik farklılıklar konusuna yaratıcı yaklaşması, etniklerin ana dilinde radyo, TV programları açılması, gazete ve kitap çıkarılması, tiyatro sahnelerinde perde kalkması, yöresel dillerde siyasi propagandaya da izin verilmesi olumlu örnek oldu. Yerel dillere, lehçelere, mezhep kültürüne, yöresel alışkanlıkla öncelikli önem verildiğini sergilerken, aynı zamanda Türkçenin ana dil, vatan dili ve resmi dil olarak öğrenilmesine, uluslar arası önemli büyük ticari ve kültür dillerinde eğitime önem kazandırılması ve özen gösterilmesi bizde de olumlu yankılandı.


80

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Anadil ve resmi dil konularının Ukrayna’da, özellikle Rus azınlık arasında yarattığı gerginlik tırmanarak silahlı savaşa dönüşüp bölgesel egemenlik isteklerine kadar problem yaratması Rusya, Almanya ve Fransa gibi devlet ve hükümet başkanlarının mekik dokumasına neden olurken, Minsk ve Münih konferanslarında ana günden konusu oldu. Olaylar çok etnikli ve çok uluslu devletlerin hepsini düşündürdü. Liva’da yaşayan Rus azınlığa ana dilini yasaklama kararı yeni ortamda hiçbir yerde destek bulmadı. Bu gelişmeler bir salata turşusu olan “Bulgar Etnik Model” kültürünü tamamen çökertti. Hapishanelerden geçmiş, “Belene” ölüm kampına girmiş çıkmış arkadaşların anlattığına göre, “Kurban Bayramı” da Müslüman mahkûmlara domuz eti servis etmekle, onları Hıristiyan etme umudu boştur, elde edilen sonuç yabancılaşma ve düşmanlıktır. Ülkemizde “çok kültürlü oluşuma” yani her etnik halk topluluğunun kendi özgün kültürünü geliştirme yaklaşımına karşı olanlar, getirdikleri örneklerde, “Sorbon’ da okurken Müslüman öğrencilerin salyangoz, kurbağa bacağı ve domuz yemediği bilindiğinden, yemekler ayrı stantta sunulsa da Avrupalı olmuyorlar!” gibi saçmalıklar geveliyor. Nedeni, “tek ulus modelimiz” iyidir, demektir. Bulgarlara ait olan ve Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS) parti yönetimi tarafından desteklenen olumsuz stereotipilerden birikurmazlık. Aslında bu işin kolayına kaçmak, kestirme yolu aramak, azınlıkları eritme ve asimile etme işinde de az miktarda emek harcayarak önemli sonuç elde etmeye çalışmak anlamındadır. Okul kantinlerinde, askerde, hastanelerde ve sanayi işletmeleri yemekhanelerinde herkese aynı yemekler sunulduğundan biz aynı yemekleri yiyoruz, aynı sınıf odalarında ders görüyoruz, aynı spor sahalarında oynuyoruz, diyerek satıhsal özdeşlik arayanlar da var. Bu kurnazlık çok denendi, işe yarayacağı sanıldı ama hiçbir sonuç elde edilemedi. Türk kültüründe olduğu gibi, Bulgar kültüründe de kurnazlık aşağılanmaz, aksine kurnaz insanlar “açık göz”, “iş bitirici”, “gemisini yürüten kaptan” gibi sıfatlarla övülür, ödüllendirilir. Daha önce insanlarımız arasında yeri olmayan ama Hak ve Özgürlük Partisi’nin 10 Ocak 1990’da kurulmasıyla çok yaygınlaşan “adam çürütmecilik” de o gün bu gün aldı yürüdü. Parti sanki bir hurda makinesi gibi çalışıyor ve aklı yerinde, işinde otorite sahibi, onurlu, kafasına güvenilir, aile huzuru yerinde, sevilen ve sayılan ama HÖH kadrolarının emir şeklinde söyledikleri üzerinde önce düşünen ve sonra hareket eden Türkleri kıskanıp, entrikaya düşürüp ötekileştirip hurdaya çıkarıyor. Ahmet Doğan adam çökertme ve adam çürütme ustasıdır. Türkleri memleketinden kovan ajan - kışkırtıcı olarak ün yapmıştır. 1984 - 1989 direniş yıllarında kurulan insan hakları örgütleri liderlerinin Avni Velilerin, Mus-


Makale ve Analizler - 2015

81

tafa Ömerlerin, Sabri İskenderlerin vs. yurdumuzdan kovulması kundakçılığının ardındaki gölge, insanlarımızı politik sebeplerle göçe zorlama siyasetinin fikir babası hep onur. Bu uygulamayla Bulgaristan Türkleri başsız ve dayanaksız bırakılmak istenmiş ve başarı elde edilmiştir. Bunun adı politik kıskançlık kapanına düşürüp likide etmektir. 1989 yılında Bulgaristan Türkleri totaliter rejime karşı direnişin Bulgar demokratlarıyla ortak bir mücadele olduğuna inanmıştı. Bulgaristan’da İnsan Haklarını Savunma Bağımsız örgütü yöneticilerinden İliya Minev, Petır Manolov, Lübomir Sobaciev, Hristo Sıbev, Nikolay Kolev - Bosiya ve başkaları ulusal insan hakları mücadelesinde Türklerin yeri olduğuna inanmışlardı k,, örgütün “Türk Kolu” ile “Pomak Kolu”nu kurdular. Mustafa Ömer’in yönettiği Demokratik Lig örgütü 900 Bulgaristanlı Türkü aşamalı açlık grevine çağırdığında, Novi Pazar’dan Galya Orlinova, Kaolinovo’dan Mehmet Mehmedov, Şumnuya bağlı Klimet köyünden Aladin Sadıkov “Türk Kolu”na bağlı çalışıyordu. Direniş koordineli gelişti. İnsan Haklarını Savunma Bağımsız Derneğinden 2 üye Mayıs 1989 sonunda Paris İnsan Hakları konferansına katılmayı başarmıştı. HÖH - DPS liderliği bunu bile çok gördü. Demokratik Lig yönetim ve aktif kadrosundan tümü ülkeden kovuldu. Son 25 yılda aydın, namuslu, saygın, işi gücü belli olup da HÖH - DPS entrikalarına maruz kalmayan Bulgaristanlı Türk aydını yoktur. Bizans oyunlarını iyi bildiği söylenen Ahmet Doğan Bulgaristanlı Türk münevverlere karşı “yengeç entrikası” uyguladı. Olay şöyledir: “Bir sepete tek bir yengeç konursa çıkar gider, iki yengeç konursa biri çıkarken diğeri ona tutunur ve böylece ikisi de çıkamaz” Bizde ikinci yengeç her zaman HÖH - DPS olmuş ve kimseye nefes aldırtmamıştır. Bu konuda Bulgaristan Müslümanları arasında anlatılan bir fıkrada şöyle denir: Cehennemde her milletten ve etnikten insanlar kazanlara konur. Kazanların ağzı kapatılır. Oysa bir kazanın ağzı kapatılmaz. Cehennem bekçilerinden acemi olan tecrübeli olana sorar: - “Onların kapağını neden kapatmadık?” - “Onlar Bulgaristan Türkü, biri çıkmaya çalışırsa da HÖH - DPS bırakmaz.” Burada, Bulgaristan Türklerine uygulanan entrika yetenekli ve umut veren insanlarımızı birer birer alçaltarak HÖH - DPS yöneticileri kendilerini yükselmişlerdir, hiç kimseye hiç bir hak tanımayarak ve hiçbir iş yapmadan, hiç bir


82

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

şey hak etmeden yıllarca politik elit arasında kalmayı başarmışlar, yeyip içip her gün bayram etmişlerdir. Bulgaristanlı Türk ve Müslümanlara en fazla zarar veren özelliklerden biri de, 100 yıl devam eden baskı ve terörden, çileli geçen yıllardan sonra politik birliğe yükselen halkımızın, hiç kuşkulanmadan, ajan, hain, muhbir, jurnalci ve gammazcı, bencil tipler olduklarından kuşkulanmadanHÖH - DPS yönetimine güvenmesi oldu. Ahmet Doğanların, Kasım Dalların, Necmettin Hak’ların ve diğer ajanların koğuşlarda gerçek mahkûmlarla birlikte yatması, ölüm kamplarında beraber kalmaları, hem direniş öncülerini hem de kitlemizi boş buldu, gerçekleri sis bürüdü, hainlerin özü görülemedi. Pirincin taşı ayaklanmadan HÖH partisi, lider kadrosu hemen dayatıldı. Hainleri bir politik parti aracılıyla halkın başına bela etme hazırlıkları 1984 - 1990 arası görüldü. Gizli polis “DS” uyanık davrandı. Gerçekleri bilmeyen, kuşkulanmayan halkta, güven yerine güvensizlik belirmedi. “Atını, avradını, silahını kimseye emanet etmeyen” insanımız, bu yeni ilişkilerin çök büyük kötülüklere gebe olduğunu sezemedi. Ne yazık ki, insanımız “Büyük Göç”ten sonra kimseye güvenmeyecek kadar güçlü değildi. Dağınıklığı toparlamak, paramparça olmuşluğu derleyip çatmak için bir orta direk etrafında birleşmeyi arayanlar kalabalıktı. Biz bugün “Ağalarsa anam ağalar, gerisi yalan ağalar” derken, acılarımızın çok derinleştiğine ve çok uzun sürdüğüne, yeni kuşağın deneyimsiz ve birikimsiz yetiştiğine üzgünüz. Hak ve Özgürlük Hareketi toplantılarında sıradan insanlara büyük büyük konuşan Ahmet Doğankurnazlıkyapmaya çalışırken,halkımızı yalandırdı. Türkçe okulların açılacağını vaat etti. Türklüğün yeniden yeşereceğini söyledi. Türk gençleri yüksek okullarda, üniversitelerde okutacağını beyan etti. Bu sözleri, Silis tre’ye bağlı Kaynarca köylülerine anlatırken bir defa ben de bulundum. Şimdi durum öyle ki, Kaynarca Belediye Merkezinde ve 30 km. cıvadra bir tek eczane yok, aspirin almak için 30 km gidip gelmek gerekiyor. Bölgede çalışan hemşire ve doktor kalmadı. Halkı açlığa itmek kurnazlık değildir. Sanayi çöktü, eğitim çöktü, sağlık sektörü çöktü. Halkımız kurnazlığın son tahlilde bumerang gibi kurnazların aleyhine döneceğini iyi bilir. HÖH partisi halkın aldığı sert tavır karşısında Türk köylerinde çekilmek zorunda kaldı. 25 yıl geçti, nereye kadar yalan, nereye kadar kurnazlık, bıçak kemiğe dayanmadı mı?. Hak ve Özgürlük kodamanlarınıngösterişçiliğide ahlakımıza ve kültürümüze tamamen yabancıdır. Gösterişçilik cahil olan, yapacağı işte yetersizlikleri çok olan ve eksikliklerini kapatmak isteyenlerce geliştirildi. Bir defa, Burgas’a bağlı Ruen Belediyesindeyiz, öğretmenlerle dertleşiyoruz, yanımızdan yüksek süratle çok büyük “Honda” motor geçti. Toz duman içinde kaldık. “Bu kim?” dedim.


Makale ve Analizler - 2015

83

“Milletvekilimiz” dediler. Bu, hava atma değil, böbürlenmekti. Eskiden adetlerimizde 3 gün 3 gece, 5 gün 5 gece ve 40 gün 40 gece düğünler vardı. Sarı liralar beğenilmez, “beşi birlik” altınlar istenirdi. Sonra sosyalist nizam, kadın erkek eşitliği bize bunları bir yere kadar unutturdu. Ardından bir kat, iki kar değil, 3 kat ev dikme modası geldi. “Kışla” gibi sözü lügate girdi. Sonra DPS modasında, giysiler kıyafetler, kalemle, saatle, kravatla, gömlekle, takım elbiseyle halktan ayrılma modası geldi. Bu yeni tip gösterişçiler taklitçilerle kalabalaştı, sürü oldu. Bunların başında giden beş parmağında 5 altın yüzük, gömlek düğmeleri pırlanta, kalemi altın vs. aksesuarlı milletvekili Önal Lütfü gelirken, ardından hepsi birbirine benzedi. Derken yemek yenilen yerler, araba markaları, herkesle selamlaşmama ve konuşmama, halkın seviyesine düşmeme rezilliği adetten oldu. Bulgaristan Türkleri arasından zengin güruh oluşturma çabasına daire değiştirme, lüks konuta taşınma modası eklenirken en sonra birisi kendini “saray” kotrasına hapsetti. Böylece Bulgaristan Türkleri arasından birkaç zengin, Romanlardan birkaç Çar, baron ve prens, Pomaklar arasında birkaç şeyh belirdi. Fakirler hep yoksulca sürünürken üzerlerindeki yük git gide hep arttı da artık duyumsamaz oldular. Gençlerimiz, dış ülkelerde çalışanlarımız da prestij markaların taklidiyle gösteriş yapanlar ayalına katıldı. Zenginlerimiz sefa sürerken ve ülkemizde liberalizmin yerleştiğini iddia ederken, geniş kitleler zenginmiş gibi görünmek için çaba harcıyor. İnsanımız kendini olduğundan daha iyi göstermekle hayatta istediklerini elde edeceği yanılgısına düşmemelidir. Ayrıca zenginleşmiş gibi görünerek zengin olunamadığını da herkes anlamalıdır. Mesela, Ahmet Doğan da “Tsankov Kamak” barajı inşaatından 1 milyon 250 bin Euro komisyon aldı. Baraj kuruculuğuna 1 milyar leva harcandı. Oysa “Belene” Atom Elektik santralikuruculuğunun ilk faturası 4 milyardı. 20 yıl kurulmadı. Askıya alındı. Sonunda unutuldu. “Tsankov Kamak” barajı ülkede üretilen elektrik enerjisinin % 3’ünü üretiyor, “Belene” AES ise % 40’nı üretecekti. Kimin eli kimin cebinde? Bu arada, bir yandan Bulgar devletine öfkemiz dinmemişken,sahte bir otoriteyebağlandık. Her zaman bir yere bağlı olmayı tercih etmemiz de kimlik özelliklerimizdendir. Sosyalizm yıllarında 20 binden fazla Bulgaristanlı Türkün BKP’ye üye olması, 3 bin 16 kişinin de devlet organına gönüllü hizmet sunması da benzer bir belirtidir. Ahmet Doğan zamanında sıkılan ve Lütfü Mestan döneminde de baskı şeklinde sertleşen azınlık üzerindeki otoriter uygulamalar, itaat etme geleneğimize karşı tepki uyandırmaya başladı. Otoritenin yanlış yaptığı, HÖH DPS lider güruhunun oligarşi ve yerli zenginlere hizmet sunması, halkın unutulduğu, insanımızı partiden soğuttu. Buna en kesin örnek, son genel seçimde etnik


84

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

azınlık topluluklarından 120 bins eçmenin GERB partisine oy vermesidir. Otoritenin aşındığına başka bir örnekse Blagoevgrad’daMusa Palev’in ve Kemallar (İsperih) seçim bölgesindeGünay Hüsmen HÖH - DPS listesine rağmen, öncelikli (tercihli) oy kullanma hakkından yararlanarak seçilmiş ve meclise gönderilmiş olmasıdır. Evde, köyde, askerde ve partide yöneticiye itaat edip uymak kesin kural iken, Bulgaristanlı Türk ve Pomak seçmen bu defa emre ramen kural bozdu, listeyi kabul etmedi. Hele T.C. deki soydaşlarımızdan 150 bin oy beklenirken, 90 bin seçmen sandık başına gitmedi. Bunlar herkesi düşünmeye zorlayacak gelişmelerdir. Bu yeni ilişkiler, parti dayatmalarına, otoritesine tepki olduğu kadar, HÖH partisi içinde ekonomik ve sosyal baskılarla da protestodur. Disiplin bozulmuştur. Kimse sıra olup sandık başına gitmek istemiyor. O zamanlar tarih oldu. Aynı zamanda parti tabanda parçalamıştır. Bu olayların yarattığı endişe, Türkiye’deki soydaş dernek ve federasyon başkanlarına Sofya’ya mekik dokuturken, “DPS’ye sadakat şerefimizdir” gibi sloganlar da yerleştirmeye çalıştı. HÖH - DPS partisinin Türk-Pomak ve Müslüman Roman tabanından, Hırıstiyan Roman bataklığına kayması ve “oy oydur”, “al parayı ver oyunu” gibi bir anlayış geliştirilmesi de geçerli akçe olmaz. Olaylar, davaya bağılılık ve partiye sadakat yerine, “işi çözen paradır” anlayışını iğneliyor. HÖH partisi Bulgaristan Müslümanlığınınortak davasının ortak başarısı olarak mayalandıve oluştu. Davahepimiz birimiz için, birimiz de hepimiz içinözüne dayanmıştı. Seçimlerde toplu para dağıtılmadığına, bireysel yaklaşımla iş görüldüğüne göre, halkımızın birbirinden koparılmak istendiği ortadadır. Bireyin paraya bel bağlaması isteniyor. Bireyin gözü davadan uzaklaştırılıp, doğrudan paraya bakmasına öncelik veriliyor. Bu arada işlerin tümüyle kontrol altında tutulduğu dikkate alındığında, HÖH başkanına itaat edilmesi, bağlı kalınması ve sözüne uyulması sağlık veriliyor. Çürük kazığa bağlananın işi çürüktür. Kuşkusuz bu gelişmeler bizim politik ve otorite anlayışımıza terstir.


Makale ve Analizler - 2015

85

Anadil Sevgimiz

Raziye ÇAKIR -11.Mart.2015

Bulgaristan Türkleri edebiyatında geniş yer alan konulardan biridir. 1970’lerde Türk okullarının kapatılmasından sonra anadilimize olan sevgi daha da arttı. Her çocuk anadilini okuldan önce anasından, ninesinden ailesinden, kardeşlerinden ve yaşadığı ortamdan öğrenir. Türkçe hocalarımız en çok sevip saydığımız öğretmenlerimizdir. Türkçe okuduğumuz ilk kitabı asla unutamayız. Türkçe hepimize medeniyet kılavuzudur. Bir defasında babama senin Türkçe okuduğun ve en çok etkilendiğin ne oldu diye sordum ve aldığım cevabı unutamam: “Ben Türk okulunda okudum. O zamanlar bizim şehrimizde Türk Lisesi vardı. Okuluma girmezden önce basamakların önünde durup kapının üzerine büyük harflerle yazılı “Türk Okulu” tabelasını büyük bir heyecanla tekrar tekrar okurdum.” Türkçemizin hayatımızdan kurumuş ırmağın suyu gibi çekilmesine çok gayret gösterseler de başaramadılar. Dünyanın en ahenkli ve en zengin dillerinden biridir Türkçemiz. Ninniler, öyküler, masallar, efsaneler hazinesidir. Edebiyat, felsefe ve bilim dilidir. Annelerin çocuk sevgisi sonsuz bir yaratıcılık kaynağıdır. Biz hepimiz aynı soyların boyların, değişik ailelerin çocukları olsak ve farklı ninniler ve şiirler, şarkı ve türküler dinleyerek yetişsek de Türk olarak yetişiriz. Türkün bilgi hazinesi, düşünme motoru Türk diliyle çalışır. Memleketten aldığım haberlerde şiir geceleri, ana dil görüşme ve törenleri yapıldığını, Türk sanat topluluklarının sahnelerimizde konserler verdiğini işittikçe içim içime sığmıyor. Bir ocak ateşe odun attıkça sönmez. Ana dilimizde ebediyen yanacak ve kimliğimizin tacı olmaya devam edecektir. Dilimizi ne kadar çok zenginleştirir ve geliştirirsek o kadar saygılı oluruz. Türk dünyasından olmak gururlu bir kişilik sahibi olmak demektir. Konuşma dilimiz lehçelerimize sürtse de düşünme, sevme, hayal etme ve umut etme dilimiz edebiyat Türkçesidir. Ruhumuz öz edebiyatımızla mayalanmıştır. ANADİLİMİZDİR Türkçemizdir. Bu defa sizlere dört şairimizden Anadil şiirleri sunuyoruz. Hasan ÜZEYİR –Kladenets Şumen.


86

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) ANADİLİM TÜKÇEM Sensin dünyama mutluluk veren, Beynime, damarıma, kalbime giren! Sevincimden coşturan hem de güldüren, Sensin, anadilim benim, Türkçem. Senin varlığınla özgür yaşarım, Her türlü güçlükleri engelsiz aşarım, Sana azap gösterene şaşarım, Kanımdasın benim anadilim Türkçem. Çocuklarımıza bilgi kaynağısın, Gelen nesiller seni böyle tanısın Türk kanı taşıyan seni içten korusun, Ömrün uzun olsun ana dilim Türkçem. Senin atalarımızdan mirasın bize, Sensiz girişemeyiz hiçbir söze, Saygı gösterelim ana dilimize, Yol göstersin bize, aydın günlerimize. Zahit Güney TÜRKÇEM Sen Güllük güneşlik bahçelerin tam ortasında Hiç solmayan en güzel çiçek; Yaprak yaprak ölümsüzlüğünü tinimin Özüm denli gizemli Özüm denli gerçek; Kokuların en güzeli sende Renklerin en güzeli sende Seslerin en güzeli sende; Günde üç öğün Bardağımda suyum Soframda ekmeğim;


Makale ve Analizler - 2015

87

Çağlarca Engin maviliklerde Bayrağımın süzülüşü güneşe doğru; Ne bileyim, belki de Annemin ışık saçan yüzü, gülüşü Saksılarda çiçek görünümünde! İsa Çebeci DİLLER İÇİNDE BİR DİLBER Binlerce dil duyurul şu yaşlı yeryüzünde Diller içinde birsin, gürsün, dilbersin Türkçem Türlü türlü nameler gizlenir her sözünde Kıvrak türkülerde yaşar gülersin Türkçem. Bazen bir dağ çayının coşkun şırıltısısın Seslerin kulağıma efsaneler fısıldar Bazen güz yağmurunun sakin şıpırtısısın Seni dinlerken kalbim kıpır kıpır kıpırdar. Çocukluk yavuklumsun, ilk göz ağırımsın benim Sevdirdi seni bana ninnileri annemin Seninle söyleşirim, seninle şendir evim Türkçem, sen sevimli bir bireyisin hanemin. Seni küçümseyenler olmuş türlü biçimde Yabancı hayranları hor görmüş sözlerini Yine de gürlemişsin Avrasya’nın içinde. Sayende Türk boyları korumuş özlerini. Karamanoğulu Mehmet Bey ve Ata türkümüz Seni öven, koruyan ve yücelten erlerdi Onlarsız yaşamazdı ne şarkı, ne türkümüz Onlar seni kendilerinden çok severlerdi. Annemin has ninnilerinde buldum hep seni Yonus’un Karacaoğlan’ın dizelerinden içtim Ozanların sözleri büyüledi hep beni Halkımızın türküleri ile kendimden geçtim.


88

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Sen gelişmeye devam et dünyamız durdukça Beyinleri aydınlat benim eşsiz dilberim Sevip öğreneceğim seni kalbim vurdukça Sana diller içinde kutlu bir yer dilerim. Rasim Bilazeroğlu ANADİLİM Mutluluğum seninle evrende anadilim Ebedi varlığımla bağlıyım anadilim, Öz Türkçe konuşarak annem doğurdu beni, Öz mayama bal katıp, sütle yoğurdu beni. Anadilim, tüm güzellikler gibi güzelsin, Ay yüzlü, güneş gözlü dilber gibi güzelsin! O ölümcül yıllarda kilitliydi ağzımız, Mahpustu kitabımız, yasaktı öz yazımız! Baharımız, yazımız, karakışa dönmüştü. Ruhumuzu ısıtan ocağımız sönmüştü. Demir kelepçeleri demokrasimiz kırdı, Bizi basan kâbusu üstümüzden sıyırdı. Kulağımızdadır hala annemin ninnileri, Kızların söylediği yanık aşk manileri, Ta ezelden okuruz şarkılarımızı biz, Türkülerimiz gibi ahenklidir Türkçemiz. Bu dilde dinlemişim ninemden masalları, Bu dilde yüceliyor Türlüğümün vakarı. Dilimizin süsüdür Türk halk bilmeceleri Özlü atasözleri ve şen gülmeceleri, “Hak ve Özgürlüğümüzü” kazandık ilelebet, Gerçek demokrasiye minnettarız biz elbet, Ebedi varlığımla bağlıyım sana dilim, Mutluluğum seninle evrende andilim!


Makale ve Analizler - 2015

89

Kuyruklu Yalan

Şakir Arslantaş-11.Mart.2015

Müsaadenizle bu kez konumuza “Türk terörizmi” kapısından girelim. 1985 Martının dokuzuncu gününde Burgas - Sofya hızlı trenini Bunovo garına girerken patladı. Olayın 30. yıldönümünde Bulgar basını içindekini kusabildiği kadar kustu. Olaya bir de biz bakalım. O tarihten önce Bulgaristan Türkleri hakkında “terörist” dendiğini işitmemiştim. Biz Bulgaristan’ın, Balkanların ve dünyanın en barışçı, en huzurlu ve düzgün ahlakı dürüst insanları olarak biliniriz. Kul hakkı yemeyiz ama başımıza bela açana da gerekli tepkiyi gösteririz. Bu yıldönümünde Türkleri ve Müslümanların politik partisi olarak bilinen HÖH - DPS’ye üç misilleme terör saldırısı geldi, hatta Başkan Lütfü Mestan’ın seçim turlarında kullandığı resmi araç ateşe verildi, Sofya’daki merkez ofis yakılmak istendi. Üzücü olaylar tabii. Konumuza geçelim. 09 Mart 1985 ile 13 Ağustos 1987 tarihleri arasında Bulgar polisinin bütün birimleri “Bunovo” infilakının kundakçılarını aradı. Memleketi alt üst etti de bir ip uzu bir iz bulamadı. Daha önce Bulgaristanlı Türklerin hiçbir yerde başvurmadığı 7 can alan bu kundaklama olayı, Kasım 1984 ile Mart 1985 arasında isim değiştirilmesine, baskınlara, toplu tutuklamalara, yargısız hapsetme ve toplama kamplarına atma veya sürgün etmelere tepkiydi. 1 milyon 250 bin Türkün ismi 3 - 4 ayda değiştirilmiş ve toplum ağır yaralar almıştı. Türklerin Bulgar soyundan olduğu yalanları basit uydurmalar değil, kuyruklu yalandı ve devletin itibarını sıfıra düşürdü. Çemberi yıllarca daraltarak sıkan polis birçok Türkün evine dinleme araçları (böcek) yerleştirmişti. Bunlardan biri aslen Burgas’a bağlı Trınak köyünden olan Burgas’ta çaşılan ve oturan Emin Mehmetali’nin dairesinde 24 saat çalışıyordu. Plovdiv garında, Sliven şehri “Eprovetkata” otelinin kahvesinde, Varna uçak alanında gerçekleştirilen patlamaların hepsi yalnız üç Bulgaristan Türkünün işiydi. Üçü de Burgas köylerindendi. İsimleri:Emin Mehmetali Ali; Saafet Recep Recep ve Aptulla Aptulla Çakır.Bu direniş grubunda bombaları yapan Saafet Recep, bomba yapılacak malzemeleri tedarik eden Emin Mehmetali ile Aptulla Çakırdı. Bomba yerleştiren E. Mehmetali idi. O yıllarda Todor Jivkov’a,


90

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İçişleri Bakanı D. Stoyanov’a, BKP MK Politik Büro üyelerine uyarı mektubu yazdı. Bulgaristan Türkleri üzerindeki baskının kaldırılmasını istekleriyle bildiriler yazdı ve dağıttı. Polisin sorgulama yaptığı 30 aylık süre içinde o 7 defa tutuklandı. İpucu vermedi. Tutuklanmasına hiçbir gerekçe bulamadılar. Fakat polisin gözü devamlı üzerindeydi. Polis onun girip çıktığı mekânlara, evine böcek yerleştirmişti. 12 Ağustos 1987 günü “Deniz Balıkçılığı” şirketinde çalışan dostu ve direniş grubu üyesi Aptulla Çakır seferden dönmüştü. Lokantada yiyip içtikten ve dertleştikten sonra ziyafete Emin’in dairesinde devam ettiler. O gece “yeni bir bomba patlatma kararı aldılar.” Böcek kaydetmiş, ele verilmişlerdi. Ertesi gün yakalandılar. Bu grubun Ahmet Doğan ve direnişçi geçinen bir bölük dalkavuk hergeleyle hiçbir teması, bağı, ilişkisi, alıp vereceği yoktu ve olmadı. Olsaydı ajanlar anında bir tavşan tutum diye hemen gidip polise yumurtlardı. Tüm polis 2.5 yıl ayaktaydı, fakat onları yakalayamadı. Onlar illegal mukavemet hücresiydi. Kendileri dışında hiçbir kimseyle temas kurmadılar. Direniş dünyasında onlar yalnızca üçüydü. Bu olaylarla ilgili yüzlerce kişi tutuklandı, hapsedildi, sürüldü, dayak yedi ama kimseden işe yarayan bir ipucu, o yıllarda doğru bir ihbar alınamadı, çünkü kimse hiçbir şey bilmiyordu. Yıllar içinde, Bulgaristan Türklerinin tüm mukavemetinin, tüm direnişlerin, grevlerin, protesto yürüyüşlerinin hep Ahmet Doğan tarafından örgütlendiği kafamıza küflü enser gibi çakılmak istendi. 1985 ile 10 Kasım 1989 arasında Ahmet Doğan ve arkadaşlarının Todor Jivkov ve BKP’ye, polise, zulme, baskılara, teröre, işkencelere vs. vs. zorbalığa karşı herhangi bir şey yaptığını söyleyenler ufak yalanlardan kuyruklularını üretip yayan aracı ve hainlerdi. Doğan ve Bulgaristan Türkleri Milli Kurtuluş Hareketi (BTMKH) “kurucularının” polis ajanlığı dosyaları kirli çamaşır gibi yıllardır ipte sallanıyor. Onlar Tolbuhin’e bağlı Baraklar, Yürükler, Drından vs. köylerden tanıdıklardır. İzi, kaydı, defteri, mührü, tüzüğü, programı, yaptığı iş, hedef falan filan olmayan bu balon hareket çeyrek asır hepimize kan kusturdu. BTMKH kapsız yumurtadır. İçinde horuz izi, harcında halkımızın teri yoktur. Sözde illegal olduğundan her şey yenir yutulur sanılmıştır. Tavuğun içinde önce yumurtanın sarısı sonra beyazı ve gerekirse de kabuğunun oluştuğunu iyi bilen gizli servis “DS” işte biz bir BTMKH - gibi bir gizli örgüt “açıkladık” derken, aslında “kendi eliyle koyduğunu kendi bulmuştur.” Burgaslı Emin - Saafet - Aptulla grubunuyakalayamadığını gizlemeye çalışmıştır. “İşte biz gece gündüz çalışıyoruz” 8 - 10 kişiyi birden yakaladık, “büyük terör örgütü çökerttik” havalarıyla endişelikamuoyuna gül kolonyası serpmiştir. 1986’da Ahmet Doğan ve ajan arkadaşlarının tutuklanması bir polis oyunu, bir senaryo olmasaydı, hepsi hakkında çatır çatır mahkeme ka-


Makale ve Analizler - 2015

91

rarı çıkar, açık duruşma düzenlenirdi. Doğan kendisi hakkında mahkeme kararı gösterebilir mi? Gösteremez! Çünkü böyle bir karar yoktur. Yazılmamıştır. Onun içeri atılması, hapishaneden hapishaneye değiştirilmesi, gerçekten gizli direnişe katılan Türklerle tanışmasına imkân yaratmak için yapılmıştır. O hapishane çekilerini kitaba dökse, halk okusa ama yazamaz, çünkü onu içerde de “bey” gibi yaşatanlara hiçbir zaman ödeyemeyeceği kadar borçludur. İçerde olduğu yıllarda bir gün işe çıkmamış, diğer mahkûmlarla birlikte solucan kazanından erik kompostosu içmemiştir. Pazarcık hapishanesinde bir gün işe çıkmadan “İhtiman Demir Döküm Fabrikası”ndan usta maaşı almış ve aynı zamanda hiçbir gün hiçbir derse girmeden, hangi sokakta olduğunu bilmediği Dragoman lisesinden “Sosyal Bilimler Hocası” maaşı almıştır. Bu, o bizden biridir olayından çok ileri bir olaydır. Bu plan çok derindir. Tabii sizler sayın okurlarım bana, ağabey şu olayın özü nedir, anlat ta öğrenelim, anlayalım da işimize bakalım, deyebilirsiniz ve haklısınız. Cevaplayayım: Ahmet Doğan bugün de Bulgaristan Türklerini ve Tüm Müslümanları her fırsatta ve sürekli aldatıyor. 19 Ocak 2013 Oktay Yeni Mehmedov saldırısından sonra sözde HÖH - DPS Başkanlığından indi. Kendini “fahri başkan” seçtirdi. Belki bu da bir oyundu. Başkanlığa atanan Lütfü Mestan’ın en büyük özelliği dönekliğidir. Ahmet Doğan ajanlığı ve hainliği önceden bilinen bir kişinin Bulgaristanlı Türklere lider olamayacağını, halkın kenbdisini kabul etmeyeceğini peşinen çok iyi biliyordu. Onu yükseltmekle ahizeye kör bir lamba taktı. Işık vermeyen ampul etrafına sineklerin bile toplanmayacağını biliyordu. Bulgaristanlı Türkler hayattan alacakları dersi defalarca aldıkları için ajan, saçan, dönek, hain, sana bakan beni yakan kişileri bağrına basmaz. İş olsun, seyredelim bakalım anlamında oyuna girer, ama “lider” olarak bu tip kişileri kabul etmez, sahte bir kişi için ateşe basmaz. Bu kıstas ve nitelikler bizde artık pekişmiş ve yerleşmiştir. Dolayısıyla partiyi temsil eden ve yöneten şahıs bugün de Ahmet Doğan’dır. Ahmet Doğan en büyük hain olsa da Bulgaristan Türkleriyle görücü usulu evlendirilmiştir. Bizim insanımız aldığı gelini geri göndermeme konusunda hassastır, susa bildiğince susar ve dayanır. . Bu bakıma Ahmet Doğan’ın düşürüldüğü ya da görevden çekildiği iddiaları yalanların en kuyruklusudur. Son 137 yılda çok çekmiş olan Bulgaristanlı Türk ve Müslümanlarının karakteristik özelliklerinden biri “oyun bozanlık etmeme” meziyetidir. İnsanımızın ağzı sıkıdır. Bir sır küpü olan yüreği dipsiz derindir. Bulgaristan Türkü yaptığı işi “bu iş bana böyle buyrulmuştur diye yapmaz” hayatın içinden iş ustalığı kapar, hünerini satar. “Bildiğinden şaşmadan aynı şekli uygular, yorum getirmez, eleştirmez, lanetlemez, kendi ihtiyacı dışında farklılık aramaz.” 1985 - 89


92

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

yılları arasında en sık kullanılan tümcemiz: “Herkesin başına gelen, bize de gelmiş, boş ver, işine bak!” idi. O yıllarda içi içine sığmayan, kaynadıkça kükreyen Bulgaristan Türklerinin ağzını bıçak açmıyor, gözleri yere bakıyordu. Yürüyenler ahlak bozmadan ilerliyordu. “Eden kendine eder! Eden bulur! Kötülük eden ulur!” inancı hakimdi. Hayatın gösterdiği üzere, yakınlarını jurnalleyen, ya da ayağı kaydırılmışlar dışında, Bulgaristanlı Türklerden kimse kimseyi ihbar etmemiş, zor kaldığı durumlarda bile kimseyi ele vermemiş ve ağzından herhangi bir kişiye zarar verecek bilgi kaçırmamışlardır. “DS” Türk Şubeleri ajan sayısının 3.016 olduğunu kabul etsek ve “Belene” Ölüm Kampına atılanların yarısı “hain-ajandır” diyenlere inanarak,1985-86’da “Belene”ye girip çıkanların toplam sayısının 518 olduğunu dikkate aldığımızda, gerçekten mağdur olarak tutuklanıp sürülenlerin 258 kardeşimiz olduğu ortaya çıkıyor. Polis birimlerinin hepsinin, ajan sürüsünün de tam ekip Türklerle uğraştığı ve iz sürdüğü o yıllarda insanlarımızın “ağzını sıkı tuttuğu, dayandığı, kader kardeşliği yaptığı, çektiklerini içine attığı” ortadadır. Bulgar da Türklerin sır küpü olduğunu bilir. XVIII. yüzyılda Bulgar komitacılardan hiç biri yerli Türkler tarafından ele verilmemiştir. 1934 - 1944 döneminde anti-faşist silahlı direnişe katılan Türkler olmuş, ama aralarından tek hain gösterilememiştir. Bu bakıma 1990’dan sonra bize “başınıza gelmeyen kalmadı da hakkınızı neden aramıyorsunuz” deyenlere cevabımız şudur. Biz Bulgaristan’da hak aramanın anlamsız olduğuna inandık. Ülkede adalet olmadığı ortadadır. 50 kişiye bir polis düşse de hakkında tutuklama kararı olan 700 katil sözde bulunamıyor, 19 bin sabıkalı kayıplara karışmıştır. İsimlerimiz değiştirilince kendi kabuğuna çekilen Bulgaristan Türkleri “sır vermez” oldu. İşte bu 1985 gerçekliğinde Türklük kabuğunukırıp hepsinin canının özünü gün ışığına çıkarma temel problem ve milli ödev olmuştu.İsim değiştirme yıllar öncesinden planlanmış olduğu için Türklüğün kabuğunu kırmayahazırlanmış kadroları vardı. Güvendikleri hain-ajan soysuz sopsuz Ahmet Doğan’dı. Onun etrafındaki, hemşeri çevresinde hem “ajanlaşmış tanıdık hemşeri grubuna” hem de gizli polis “DS”ye bağlı şerefsizler dolaşıyordu. Yıllardan 1985’ti. Etrafta kuş uçmuyordu. Türk direnişçiler karşısında polis felç olmuş ve yeni formül arıyordu. Bulgaristan Türk Milli Kurtuluş Hareketi - BTMKH fikri böyle doğdu. Bu örgüt Türk kabuğunu kırmaya ve Türklerin canını cehenneme göndermeye çekiş, keser, tokmak, balyoz olacaktı. Kontrolünde böyle bir “teröristler” örgütü olan polis, istediği tuzağı kurabilirdi. Bulgaristan Türklerine karşı o zaman başlayan danışlı dövüş bugün de devam ediyor. 1878’den 1985’e kadar Bulgar polisi Türkler arasında ajan tavlayıp bir anti-Türk örgütü kuramamıştı. Bu işte polisin kafasında ince hainlik doğuran, İkinci Dünya Savaşı sırasında Hitler


Makale ve Analizler - 2015

93

Almanya’sının Kırım Tatarlarından bir Ordu çıkarıp Stalingrad Savaşına sürmesi örnek alındı. Türklere karşı Tatarları kullanmak varken ne duruyorlardı. Ahmet Doğan da Kırımlı Tatar kökenliydi ve bu işe biçilmiş kaftandı. En yakın çevresine yerleştirilenler de 1853 -1856 Kırım Savaşı’ndan sonra Dobruca’ya göç edip yerleşen sülalelerdendi. Osmanlı’nın Birinci ve İkinci Viyana kuşatmalarında da pek disiplinli davranmayan Kırımlı süvarilerin aslında Osmanlı ordularında çöküşe giden gelişmeleri de yarattığı dikkate alındığında, Ahmet Doğan gibi “Türküm havasına giren” şopar karışımı döneklerin ve arkadaşlarının meziyet irdelemesinden olumlu sonuçlar elde edildi. “Bu iş olur” diyenler çoğaldı. Ahmet Doğan ve ajan-arkadaşları Türklerin içine bir Truva Atı gibi sokulacak ve “alınmaz Türk kalesini ve yenilmez Türk ruhunu” içten kemirip onları teslimiyete zorlayacaktı. Bu oyun bugüne kadar devam ediyor. Türklük ağıcımızı kurutan Ahmet Doğan kenesidir. Bu açıdan Ahmet Doğan aslında 1990’dan önce adı var kendi olmayan bir BTMKH başkanı oluverdi. (O, Emin, Saafet ve Abtulla üçlüsünü asla tanımamıştır.) Terör olaylarının BTMKH hanesine yazmaya engel yoktu. Bu hareket böyle efsaneleştirildi. Her şey önceden planlanmıştı. Ahmet Doğan Sofya Merkez Cezaevinde alındı ve lüks koğuşta kaldı. Kendini 24 ayar temiz ve hilesiz göstermeye çalışan Kasim Dal’ın itiraflarına göre, 1986 tutuklamasında içeri alınanlardan 12 kişi polis ajanıdır. Dal “ben isimlerini biliyorum” diyor ama bugüne kadar “arkadaşlarını” açıklamadı. Bu da başlı bir ihanet değil de nedir? Soruyorum. Halkımıza kötülüklerin kötülüğü eden hainleri gizlemek hainliği bir türü değil de nedir! Bir düğünde 2 kamber olmaz. Dal bu yüzden asla sevilmedi ve sayılmadı. 4 partiden sorumlu olan, partiyi yöneten, birinci ve son söz sahibi olan kişi bugün de Ahmet Doğan’dır. Bulgar istihbaratı Bulgaristanlı Türklerle ilgili çok derin incelemeler yapmıştır. Bu arada soylar boylar araştırılmıştır. Bir defa şunu itiraf edeyim 1878’den beri Bulgaristanlı has Türk soylarından hiçbir kimseye Türk ve Müslümanların başına geçme imkânı tanınmamıştır. 1980’nekadar Müftüler hariç. Yönetici mevkilere getirilen Türklerin hepsinde bir “kurt yeniği” vardır. Ya peşin teslim olmuşlardır. Ya Türkler lehinde hiçbir iş yapmayacaklarına peşin yemin etmişlerdir. Ya Türklerin çökertilerek ezilmesine razılık göstermişlerdir. Eski BKP MK’de görev alan, Bakanlıklarda bulunan, İç İşleri Bakanlığı’nda çalışan ve daha neresini istersinin, örnek olarak orasını gösterebilirsiniz, asla bir serkan Türk gösteremezsiniz. Kuşkusuz Lütfü Ahmedov, Nayim Süleymanov, gibi sporculardan, Ahmet Yusuf, Ahmet Türüncü. Ayfer Sadıkova, Selime Azizova gibi sanatçılardan veya Adalı, Ardalı, Çavuş, Bayram vb. gibi şair ve ya-


94

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

zarlarımızdan da söz etmiyorum, onlar yetenekleri dahilinde yetişmişlerdir. Smz konusu olan politik görevlerinden bulunmuş kadrolardır. Sahnedeki oyunun ikinci perdesi 4 Ocak 1990’da Varna’da Emin Hamdi’nin dairesinde 13. “DS” ajanı olan 33 kişinin Hak ve Özgürlükler Hareketini kurmasıyla başladı. Toplananlar birbirini tanıyan kişilerdi. Onlar 2 odalı daireye sıkışmazdan önce Sofyalı bir gizli polis partiyi (HÖH - DPS) Varna Mahkemesinde tescil ettirmişti. Ahmet Doğan’ın elindeki “Tüzük” ev sahibi Emin Hamdi tarafından Vratsa hapishanesinde kaleme alınmıştı. Bir “Tüzük” de 28. 12. 1989 günü hapisten çıkan ve 4.01.1990’da bu kurucu buluşmaya katılan Halim Pasajov’un elindeydi. Pasajov da Dobrujalıydı, 09.06.1985’te Sofya’da “Özgürlük Örgütü” kurmuştu. O,1986’da tutuklanmasına kadar bir yıl faaliyette bulunan bu örgütün Tüzüğünde “Bulgaristan Türkleri Bulgar Halkından bir parçadır” yazıyordu. Doğan’ın elindeki Tüzük’te ise, Bulgaristan Türklerinin Bulgar ulusundan bir parça olduğu savunuluyordu ki, bu tezattın neden olduğu tartışmada, Pasajov Hak ve Özgürlük Hareketi saflarından ayrıldı. Bulgaristan Türklerinin Bulgar ulusundan olduğu iddiası daha sonra “Bulgar etnik modelini” ve Türklerinin Tüm haklarının dondurulması, unutturulması ve yok sayılmasını getirdi. Bu politika bugün de devam eden bu politika aslında 1972’de başlamış ve artık neredeyse 2 kuşak, yaklaşık 50 yıldır uygulanıyor. Türklerle ilgili izlediği politikada Bulgar devleti şaşmaz süreklilik takıp etmiştir. Buradaki büyük yalan Hak ve Özgürlük Hareketinin kuruluş temellerinde derin gömülüdür. Bulgaristan Türkleri Bulgar ulusundan olduğunu kabul edince yapacak bir şey yoktur, hak hukuk ve özgürlük diye bir şey istenemez, özgün kültür de masaldır, ana dil, din Bulgarcadır vs. vs. Bunun farkında olan Halim Pasajov çiçek açması beklenen Hak ve Özgürlük ağacının meyve vermeyeceğini daha ilk gün anlamış ve hemen ayrılmıştır. Bundan dolayı 04.01.1990’dan sonraki tüm gelişmeler polisin yazdığı ve höhçülerin oynadığı bir oyundur, meclis sahneleri de bir tiyatrodur, halkı eğlendirme oyunudur, yalan değil kuyruklu bir yalandır. Bulgar devleti, politikanın kulis ardı, politik sahne oyuncuları bu yalan oyunda rol almaktan vazgeçemedikleri gibi, Ahmet Doğandan da vazgeçemezler. Onun için onu eski lamba gibi saraydaki sandıkta saklıyorlar, koruyorlar, kırılmasından korkuyorlar. Neden bu kadar ilgi gösteriliyor dersiniz. Anlatayım: Oyunu yazan ve sahneleyenler olaya bir Noel Ağacı gibi bakıyor. Ormandan kesilmiş olan Noel Ağacı düşünün. Getirilmiş ve odanın bir kenarına dikilmiş. Son yaprağı dökülene kadar hep yeşil, hep süslü, şakıyan oyuncaklar sıra sıra asılı, kimileri dallarında sallanıyor. Toplar ampul gibi görünse de


Makale ve Analizler - 2015

95

hiç biri yanmıyor. Noel Ağacında tek yıldız var, tepedeki taç. Tacın içinde prize bağlı ampul. Ampul ışık verir. Piyesteki ampul Ahmet Doğan’dır. Onun yanması ne aydınlatır ne ısıtır. Bu ışıktan kimse mutlu olmaz. Kimse fazla ışık istemez. Herkes yetersiz loş ışığa alışmıştır. İsteyen olsa da kimse bu ampulü sökemez, değiştiremez, daha ışıklı ya da daha solgun yakamaz. Priz ve anahtar kumandası başkasının, görünmeyen birinin elindedir. Bu sahnede Noel Ağıcı Bulgaristan Türklerinin beklediği mutluluktur. Kimse mutlu değildir. Mutluluğun ne kadar büyük olması gerektiğini bilen de yoktur. Önemli olan törende bulunup kutlamaya katılmaktır. Noel Ağacının altı lüks hediye paketleri doludur. Paketlerin içi boştur. Ağacın dalların asılmış oyuncaklar elma, armut, çikolata, bonbon ve gofretler vs. de yenmez. Her şey bir süstür. Bu lüks paketli demokrasi mutluluğu ortamıdır. Noel Ağacı bir yalandır. Ağıcın tepesi yüksektir, uzanıp taçı değiştirmek isteyen tepeye erişemez. Bu bir masaldan daha büyük ve güzel bir bir yalandır, yanı kuyruklu bir yalandır. Bazen insanlar masal dinlerken hayal kurar ve aslında mutluk hayaller dünyasında vardır.

Yeniden Harmanlayalım!

Seyhan Özgür-12.Mart.2015

Konumuz Bulgaristan iç politikasıdır. Bulgaristanlı olduğumuzdan öz vatanımızda olup biteni birçok açıdan takıp etmek, doğru algılayabilmek için yazılıp çizileni okumak, radyo ve TV programlarını izlemek ve münasebet almak zorundayız. Mesela bu sabah aldığım haberlerde Kırcaali, Smolyan, Plovdiv illerinde, Karagözler belediyesinde yollar 4 metre kar altında kalmış, elektik yok, ekmek yok, çeşmeler donmuş, dükkânlar kapalı. Can çekişsen hastaneye gitmeye asla imkan yok, cep telefonlarının pilleri de tükenmiş... Zor günde biz kimin elindeyiz? Yani her gün hayatın nabzını tutmazsak gemliğimiz gibi boş gideriz. Kar kış sanki bize uyanın diyor. 4 metre kalın karın bizim köyleri kapatması da çok anlamlıdır. En büyük vazifemiz gerçekleri görüp doğru değerlendirip aktif yaşamak, öğrendiklerimizi etrafımıza aktarmak, herkesi bilgilendirerek etkilemek, eğitmek, zorda olana el uzatıp çıkış yolunu beraberce bulmamızdır.


96

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Türkçe Bulgaristan’da İkinci Resmi Dil Olabilir mi? İyi şeyler de olmuyor değil. İşte bir müjde! Bulgar TV-7 programı “Türkçe Bulgaristan’da İkinci Resmi Dil Olabilir Mi?” sorusunu gündeme taşıdı. Bu ilk defa oldu. Yer yerden oynadı desem azdır. Yani dili dini, geleneği kültürü, geçmişi, bugünü ve geleceği olan bir etnik azınlık olarak önemimizi kavramaya başladılar. Eğitim Bakanı sahnede. Bulgaristan’ın Avrupalı Geleceği İçin GERB partisi hükümetinden Eğitim Bakanı Todor Tanev, “Dnevnik” gazetesine demecinde “Bulgaristan okullarında Türk dilinin ana dili olarak zorunlubir ders olarak okutulması” gereğini vurguladı. Demeci dikkatle okuduğumuzda Türklerin Anadil eğitimine olan ilgisinin önü alınmaz bir sel gibi büyüdüğü ortaya çıktı. Genç kuşağa Türkçe öğretilmemesi soydaşlarla orada kalan kardeşlerimiz arasındaki canlı bağı koparmayı ve son 137 yıllık geçmişimizde altı kez yerimizden kökümüzden sökülüp sınır kapılarına zorlanmamız dikkate alındığında, son umut kapımız olan Türkiye yani anavatan umudumuz baltalanmak isteniyor. İnsanlarımızın ana dilin önemini kavramaları son yılların getirdiği son derece önemli bir gelişmedir. Demek oluyor ki, bu nesnel (objektif) / bilincine varılan bir ihtiyaç karşılığı olarak kendiliğinden gelişen/ olay devlet makamlarınca devamlı takıp edildiğinden artık bir bakan ağzından kamuoyuna yansımaya başladı. Bunun gerçekleştirme bir süreç olarak aşamalı ve yine uzun süreli bir uygulama olacağa benziyor. Bakan Tanev şu ifadelere yer verdi: “Cahillik ve aşağılık duygusuyla modern millet olunmaz.” Kuşkusuz Bakan Tanev vurgulamasa da, devletin bu konuda imzaladığı uluslar arası temel sözleşmeler var ve bunlara mutlaka uyulmak zorunluluğu vardır. Bu açıklama aslında “Bulgar Etnik Modeli”ne mezar olabilir, Bulgaristan’da demokrasiye Geçiş Dönemi yeniden harmanlanmalıdır. Gönül ister ki, bu harmanlamanın çapı kısa ve çemberi dar olsun! Yeni gelişmeler: Bir süre önce eski tanıdıklarımdan biri olan fotoğrafçı Peter Boyacıev’e İstanbul “Çemberlitaş”ta rastladım. Çarşıdan çıkmış eşiyle birlikte vitrinlere bakıyordu. Hoş beşten sonra “Sultan Ahmet”te doğru birlikte yürüdük. “Sultan


Makale ve Analizler - 2015

97

Ahmet Köftecisi”nde o “bir buçuk,” ben “bir” ve eşi Petya da ”yarım” olmak üzere, meşhur köfte lezzetini birlikte tattık ve irmik helvası zevki aldık. Bu aileyi Türklere yakın ve sıcak oluşuyla tanırım. İstanbul’da Türklük havasını bolca içlerine çekmelerini seyrettim. - “Şimdi nerede oturuyorsunuz, artık emekli olmuşsunuzdur, gara “Samoil’e temelli döndünüz mü?” diyerek konu açtım. Petır, Sofya’da Fotoğrafı Enstitüsünde ders vermeye devam ettiğini ve eşinin de ocak sönmesin diye yanında kaldığını, köye yalnız bahar sonu ve yaz aylarında gittiklerini paylaştı. Söze karışan Petya: Samoil’de yalnız Türkçe konuşuluyor, iş ve ev dilleri Türkçe, Bulgar ortamı dağıldı, tek Bulgar hane kaldık, Türkçeyi iyi öğrenemedim.... diyerek Sofya’ya dönme nedenlerine değindi. Sözlerine Bulgar ailelerin Deliorman köylerini terk ettiğini ekledi. Bulgaristanlı yeni Türk kuşağı hem aile içinde, hem de ve arkadaş gruplarında, köy kasaba ortamında, yaşam tarzı dili olarak Türkçe konuşuyor. Okulda Bulgarca konuşarak yetişenler iki dilli kültür yaşatıyor. Türkçeye, Türklüğe ve İslam dinine karşı olumsuzluk aşıldı. Bu çabalar sökmez oldu. Bu bakıma Merkez ve yerli TV programlarında, radyo yayınlarında anlatılanların pek önemi yok, çünkü anti-Türk bilgiler ancak havayı koklayanların ilgi alanına giriyor. Türk dizileri Türkler Türkçe, Bulgarlar Bulgarca izliyor. Sonuçta insanlar aynı yaşam tarzı ve kültür değerlerine farklı yollardan ulaşıyor. Durumun böyle olmasına rağmen, hem Deliorman, Gerlovo ve Tuna boyu köylerinde, hem de Güney Doğu Rodoplar’da Türk ve Bulgar nüfusta biraz azalma, hayatta seller ve birkaç metre kar altında kalma dışında bir durgunluk var. Nüfustaki ayrışım derinleşiyor: Bulgarlar nüfusta sanki Türklerden kendiliğinden uzaklaşma, yabancılaşma ve geleneksel ortamdan kopup Bulgar ortamına kilitlenme aşamasına getirdi. “Buldun da sohbet etmek için onları mı buldun!” sözlerini işittiğiniz oluyor. Mesela yıl başında GERB milletvekili Karayançeva’nın meclis kürsüsünden Türklere karşı, Türklerin politik gözbebeği HÖH partisine karşı yerli yersiz avaz avaz bağırması büyük tepki yarattı. Bu Bayan Türk sofrasında yemek yemiş, yeri gelmiş Rodop Türk kadınları boynuna sarılmış, oy istemiştir. her şeyin sahte oluşu insanlara acı yaşatıyor. Türk kültürüne olan ilgi gitgide artıyor. Küçük ekranda Türk filmlerine kilitlenen aileler, Türk filmlerini tartışan ilgi grupları, Bulgarcaya tercüme edilen Türk kitaplarına olan ilgi, birçok yerde Bulgar turisti Türkiye konusunda bilgilendirme yayınları vs. günlük hayatımıza


98

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

girdi. Bu açıdan Antalya turist şirketlerinin Sofya temasları ilgi çekti. Son yıllarda Türkiye’de çalışan Bulgar soylu vatandaşların sayısında artış var, bayramdan bayrama memlekete dönüşlerinde onlarda Türklere karşı bir hoşgörü, bir sıcaklık belirdi. İnsanımızın “Büyük Göçken”le Türkiye’yi tanıması da çok etkileyici oldu. STÖ’nin çalışmalarıyla memleketle bağların canlı tutulması aranın açılmasını önledi. BULTÜRK’ün Türkçe ve Bulgarca olarak dağıttığı “Bulgaristan Türklerinin Sesi” gazetesi sıcak karşılandı. Sıcak ekmek gibi kapışıldı. Dede toprağını öpmek için dönen yeni genç kuşağın Bulgarca bilmemesi, gençler arasında yalnız Türkçe konuşan dostluk grupları oluşturdu. İnternette Türk dilinde yazışan gruplar çoğaldı. İş çevrelerinde Türkiye’ye ilgi artıyor: Yeni kuşak iş adamları birliği başkanı Domuzçuev’in kombine yem, besim özendirici kombine gıdalar vs. hayvancılık esas gereklerini Çine, Hindistan’a ya da Afrika’ya değil de Türkiye’ye kaydırması gözden kaçmadı. Razgrat “Ludogorets” futbol takımının sahibi değil, bu iş adamı komünist partisi parasıyla mayalanmış veya Rusya destekli Bulgar oligarşisini yadsıdı. Türkiye’de destek bulan mali çevreler, iş ortamı irileşiyor. Bilgilendirici görüşmelerde, “her şey başa döner”, “yeniden diriliş başa dönüşle başlar” gibi tekerlemelere sık sık rastlanır oldu. Bu değimlerin anlamına inmezden önce, son dönemde İş Bankası, Yapı Kredi Bankası gibi Türkiye bankalarının Bulgar bankalarıyla alış verişi özendiren ödeme biçimleri açması çok önemli oldu, demek istiyorum. Birçok Bulgaristan şirketinin Türkiye’de tescil edilmesi alış verile hamle kazandırdı. Her şey başa döner: Bulgar halkı Uyanış ve Aydınlanma Çağını Osmanlı’da yaşadı. Uyanış çağı XVII. yüzyılın ikinci yarsında Peyisiy Hilendarski’nin “Hey Bulgar Anadilini ve Geçmişini Unutma!” dediği Bulgar - Islav Tarihi’ni kaleme aldığı günden 1877 - 1878 Rusya - Osmanlı Savaşı’na kadar uzandı. Bulgardan Bulgar yapan bu süreç, bir Bulgaristan Türklerine rağmen geliştiğinde, etkilenmedik diyebiliriz. Bu dönemde Bulgar demokratik devrimi olgunlaştı. Demokratik devrimin ana itici gücü olan Bulgar burjuvazisi Osmanlı içinde dallanıp budaklandı. Bu fikri birkaç örnekle destekleyerek açalım. Osmanlı yıllarında Bulgarca en fazla okunan kitapları yayınlayan, Uyanış Çağında halka aydınlık taşıyan bir ocak olarak paha biçilmez önem taşıyan Plovdiv (Filibe) “Hristo G. Danov” basımevi 1855’te kuruldu. Bu irfan ocağı Osmanlıda yandı. Filibelilerin şehir kültürü bu merkez etrafında gelişti. Bulgarca okul kitaplarının basılmasında, ulusal aydınlanmanın çıraları olan yazar ve şairlerin eserlerinin yayınlanıp her haneye ulaşmasında çok büyük rol oynadı. Bulgar uyanışı Osmanlının ağır bunalım şartlarında yeşerdi. Sultanlık borç batağına


Makale ve Analizler - 2015

99

batmıştı. Bu dönemde fırsat bulanlar Kiliseye dayalı ulusal mücadele başlattı. Bulgar komitacılığı yayıldı. 1876 Nisan Ayaklanması oldu. Bu işlerde çok emeği olan Hristo Danov (1828 -1911) yılları arasında yaşadı. Bulgar dilinde örgütlü ve nizamlı kitap basımcılığını Filibe’de başlattı, aydınları örgütledi, Filibe, Ruse ve Veles şehirlerinde kitapçı dükkanı açtı. Bu kitapçılar Bulgar aydınlık ocağı oldu. Tabii siz kitap okuma devri geçti diye itiraz edebilirsiniz, öyle olsun! Kitap evinde basılan eserler tanıtılıp tartışıldı, yazarlarla buluşmalar düzenlendi, şiir ve tiyatro geceleri insanları bir araya topladı. Bulgar feodal kültür çerçeveleri böyle kırıldı, şehir şarkılarıyla beslenen ve Bulgar edebiyat dilinen dayanan yeni kültürel gelenek böyle mayalandı. Uyanış Çağının öncesi Bulgar Aydınlanma Çağına da bir iki cümleyle değinelim. Kiril alfabesini yaratan, gramerini yazan, bu yazımla eski Yunancadan en esas dini kitapları, ayinleri eski Bulgar diline tercüme eden ve Bulgar, İslav, Sırp dünyasında bu temel üzerinde edebiyat, kilise geleneği yaratılmasında hizmetleri olan Kiril ve Metodiy kardeşler bu topraklardaki aydınlanmanın beşiğini çakanlardır. Bu kardeşler, Osmanlıdan önce, Bizans döneminin (926 - 885) yılları atasında yaşamış ve yoğun yaratmıştır. Bıraktıkları eserler büyüktür. Birkaçına işaret edelim. Venedik tartışmalarında, dindeki üş dilliliği aşan onlardır. Yani din ayinlerinin, duaların ve din eseri yazmanın ancak ve yalnız İfrit, Yunan ve Latin dillerinde olabileceği savlarını, diğer tüm faaliyetlerin günah olduğunu çürüten onlardır. Onların başarısıyla kilise hizmetlerinin Kiril Alfabesi ve İslav dillerinde de yapılabileceğini Roma Kilisesince tanıtıp onaylanmıştır. Bu konu önemlidir ve Bulgar kültürünün temellerini oluşturur, tartışmaları dinmeyen bir konu olduğundan başka bir yazımızda devam edebiliriz. İfade etmek istediğim ana fikir, Bulgarların Uyanış Çağına girdiğinde resmen tanınmış yazı ve tarihe sahip olmasıdır. Ulusal ve etnik kimliği diriltmede anadil, öz yazım, din ve tarih esas olandır. Bir de şu var, yaşamın daha iyi olana doğru yenilenmesi yalnız kültürel gelişme ve uyanışla mümkün olamaz, aynı zamanda üretim güçlerinin ve üretim ilişkilerinin yenilenmesi ve gelişmesi de gereklidir. Daha somut bir ifadeyle bu çağın özelliği feodal, toprak ağılığı ve saltanat ilişkilerini burjuva devrimleri, demokrasi, cumhuriyet rejimi, hürriyet, eşitlik ve kardeşlik ateşlerini yakmasıyla simgelendi. Bu bakıma aydınlanma ve uyanış çağının ilk dönem esasında diğer dinlere ve halklara, dille ve kültürlere düşmanlık diye bir şey yoktur. Payisiy Hilendarsı Türklere küfür etmedi. Kiril ve Metodiy kardeşler ise Türkleri tanımadı. Payisiy eserlerinde mayalanan “patriotizm” - yurtseverlik kavramında, onun özünde bugünkü anlamdaki milliyetçiliği ve ötekileştirmeyi aramak yanlış olur. Aynı ortamda yaşayan insanlara karşı düşmanlık uyandıran “patriotizm”


100

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

adı ne olursa olsun aşırı milliyetçilik ve beğenmedin ırkçılıktır. Esasında çoğulculuk olan demokraside ırkçılık bir zehirdir ve toplumsal yaşamı bitirir. Bu bakıma Vasil Levki’nın “Biz Türklerle, Yahudi ve Ermenilerle kardeşçe yaşayacağız” daveti unutulmamalıdır. Toplumsal yenilenmenin Osmanlı kökenleri: Toplumsal yenilenme azmi yaşadığımız topraklarda Osmanlıda yeşermiştir. Osmanlı döneminde yalnız İstanbul’daki dokumacı, abacı, kaytancı, kalpakçı derneklerinde 29 bir Bulgar üye vardı. Bunlar esnaflık ve atölye işi yapan kişilerdi. Toprakla olan ilişkisini kesmiş, toprak köleliği zincirlerini koparmış, toprak ağının, çorbacının eline bakmayan kişi ve ailelerdi. Ve Bulgar uyanışında ekonomik olarak atılan ilk, önemli adım işte bu oldu. O dönemde Bulgarlar kendi kiliseleri, okullarını kurdu. Kendi gazeteleri çıkardı. Temsilcilerini meşrutiyet meclislerine gönderdi, imparatorluğun yönetiminde önemli makamlara oturdu. Onlar bakandı, hakimdi, müdürdü, bankacıydı. Şu saydıklarım çok önemlidir, çünkü biz tarihin yeniden yazılmasını, yasaların ve anayasanın kökten değiştirilmesini talep ederken, gerçeklerin su yüzüne çıkmasını ve herkesin her şeyi bilmesini istiyoruz. Şu da biline, Osmanlıdan ayrılan ve devlet kuran milletlerin ne birincisi ne de sonuncusudur Bulgarlar. 44 devlet kurulmuş ve bunların hepsinde Türkler ve Türklük saygın durumda gelişme seyrine devam etmiştir. Komşumuz Makedonya’da Türk okulları açıktır. Sancakta yenileri kuruldu. Kosovo’da yeni Türk Okulu binası kuruldu. Bu bakıma Türkçeyi yasaklamamak, Türk yok demek saçmalıktır. Ulusal rezalettir. Bu konuların Bulgaristanda gündeme gelmesi çok önemlidir. Levski sağ olsaydı. Birlikte düşünelim, Bulgar uyanış çağının milli kahramanı olan Vasil Levski’nin Bulgar soyundan olan hakim Hacı Pençeviç ve hepsi Bulgar soyundan olan mahkeme heyeti -çorbacı, papaz, müdür, tahsildar, kalem vs- tarafından idama mahkûm edildiği hiç su kaçırmadan yazılsa çizilse ve anlatılsa Bulgarların Türklere bakışı açısı değişmez mi? Yalan dolanla iş olmaz dedikçe köyü olduk. Levski ecelinden ölseydi, değişen ne olur ki? Tarih gerçeklerinin sivri iğnesini önce kendine batıran biri çıkmadı. O gün belki yakındır, ama henüz gelmedi. Levski bir dirilse ve deniz kumuna yazılan tarihi bir okusa ne derdi! Neyse devam edelim. 1774 Küçük Kaynarca Rus-Osmanlı antlaşmasından sonra Rusya Bulgarları Osmanlı ümmetinden ayrılmaya kışkırttı. Aramıza nifak soktu. Osmanlıyı zayıf düşürüp parçalamayı her yönüyle planladı. Uzun vadeli planladı. İzninizle konumuzun bir cümleyle dışına çıkmak istiyorum. (Amerika Birleşik Devletleri Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliğine katılan 8 - 10 Orta Asya ve Kafkas


Makale ve Analizler - 2015

101

Müslüman Sovyet Cumhuriyeti ve muhtar birimleri siyasi ve ekonomik olarak Moskova’dan koparmayı 1935’te planlamıştı ki, 1990’da gerçekleşti.) Bu planlar işte böyle uzun süreli planlardır. Moskova Osmanlı imparatorluğu içindeki Hıristiyanları kışkırtan bölücülüğü Osmanlıyı ayakta uyutarak sürdürdü. Padişahlar da birçok şeyi görmezlikten geldi. Müslüman halk “beni sokmayan yılan bin yaşasın” havalarına girdi. Hangi işten nasıl bir sonuç çıkacağını öngöremedi. Mesela, Osmanlı Sultanlarına en sert şiir ve düz yazıyla saldıran Bulgar uyanış Çağı şairi Hristo Botev ve “Esaret Altında” romanının yazarı İvan Vazov Rus davasına kazanılınca Odesa’da okutuldu. Halka inen her ışıktan feyz alındı. Bu konuyu en iyi anlatan şöyle bir anekdot var: İri bir sıçan ev sahibinin kapan kurma niyetini öğrenince ve aynı çiftlikte yaşanları uyarmaya karar verdi. Evde sıçan kapanı olduğunu işiten tavuk, çöplükteki hışırları karıştırmaya devam edip “Bu beni pek ilgilendirmiyor,” deyip kurt aramaya devam eder. Sıçan olduğunu işiten koyun ot otlamaya devam etmiş ve “Kendine iyi bak, bu beni hiç ilgilendirmez, fırsat olursa senin için dua ederim,” demekle yetinmiş, başını yana çevirip otlamaya devam etmiş. Sonunda sıçan ahıra da gitmiş ve hayati tehlike belirdiğini, kapan kurduklarını anlatmış. İnek o zaman yun tu içiyormuş ve “Canımı sıkma, ayağımın altına almadan, defol git,” demiş. Aynı gece kapanın ştrak etmiş, çiftlik sahibinin eşi ne oldu diye kalkmış, ne görsün, kapan bir zehirli yılanın kuyruğunu kıstırmış, yılan yanına yaklaşan kanını can acısıyla hemen sokmuş. Çiftlik sahibi eşini hastaneye götürmüş, zehir yüksek hararette sebep olmuş, tavuk suyu çorbasının hararet düşürdüğünü bilen çiftlik sahibi gidip tavuğu kesmiş. Bayanın tedavisi uzun dürmüş, ziyaretçiler başucunda uzun süre kaldıklarından, onları ağırlamak gerekmiş ve çiftlik sahibi koyunu da kesmiş. Çiftlikçinin eşi sağılığına kavuşamamış, cenazesi kalabalık olmuş ve uzaktan gelenlere yemek vermek gerekmiş ve çiftlik sahibi ineği de kesmiş. Osmanlının 1939’dan sonraki dermansız dertleri açısından fıkrayı yorumlamayı size bırakıyorum. Bu masalı bilenler korkuyor. Korku dağları koruyor. Biz dönelim konumuza: İşbu açıdan baktığımızda, ulusal uyanışla dirilmeye başlayan topluluğun ekonomik canlanması, kendi iç pazarını kurması, panayırlarda, pazarlarda vızıldaması, kulakların akçe sesleriyle okşanması olduğunu belirtmeden geçemeyiz. Bu iş dallarının sesi öncelikle tekstil ve dericilik tezgâhlarından geldi. İpler bükülmüş, örekeler dönmüş, çileler boyanıp kurutulmuş ve abacı ve parkacılara,


102

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

kaytancılara pazarlanmıştır. Tüccarlar anakent İstanbul ile Bulgar köy ve kasabaları arasında canlı bağı geliştirip güçlendirmiştir. Demek oluyor ki, 1839 başlayan Osmanlı’nın ılımlı burjuva reformları devri Bulgar halkındaki bu gelişmelere hukuksal temel oluşturmuştur. Devir, Tanzimat devridir. 1989 Mayısında biz de etnik haklarımız, özgün kültürel haklarımız, din, dil vs uğruna ayaklandık, fakat Ahmet Doğan ve onun iplerini çekenler planlarını çoktan yapmış ve çuvalı başımıza geçirdiler. “Bulgar Etnik Modeli” çuvalı çoktan dikilmiş ve nakışlamışlardı. Hak ve özgürlükler uğrunda mücadele gazımız aydınlar yurt dışına kovulunca kolayca alındı. Biz oyuna getirildik. Ne var ki, nesnel yasallıkların gelişmesi durdurulamaz. Bu yasallıklardan biri bizim anadilimizi öğrenme, anadilimizde okuma ve anadilimizle yaşama doğal hakkımızdır. Bu arzumuzun büyüdükçe birikim yapması Bulgar toplumundaki demokratik güçleri, örneğin Eğitim Bakanını etkileyip hareketlendirebildi. Bu yılların bastırıla sıkıştırıla fışkırma aşamasına gelen yoğunlaşması sonucudur. 1989 Mayısında bizi ayaklandıran anadil, halk kültürümle, geleneklerimizle, dinimizle yaşamaya karşı amansız baskı ve zulüm oldu. Bu bir içsel yoğunluklu birikimdi ve ayaklanma şeklinde patladı. Totaliter rejimi devirdi de bizim öz haklarımız açısından başarıya ulaşamadan noktalanması kötü oldu. Büyük Göçten sonra yani 25 yıl önce vatanda kalan kardeşlerimizi bir daha aldattılar. Şeytanların şeytanlık düşündüğünü okuyamadık. Bizi aldatıp sindirerek ezdiler. Bunu yapanlar mükafatlandırıldı ve çeyrek asır sefa sürdü. Kimileri “saray”cı, bizden yana hiçbir iş yapmayan bir başkaları da Akademisyen oluyormuş. Bu ülkede Türk olmadığını itiraf edenden her şey olur. Buna artık inandık. Başka defa da yazmıştım, “Kuru bok su üstünde yüzer.” Un, su, maya ve tuz birbirine karışmaya başladı. Ve artık 25 yıl sonra, 25 yıllık çöküşten sonra, 25 yıllık çaresizlikten sonra Bulgar toplumunda oluşan son derece derin ve çıkış ışığı olmayan bunalımda azınlıkların haklarının tanınması, ana dil eğitiminin devlet parasıyla ve zorunlu olması, din özgürlüklerinin tanınması gibi sorunlar bakanların ağzına, TV ekranlarına yansıdı. Görülen köy kılavuz istemez. Ateş yanmaya başladı. Bu tınlama ve çınlamanın ana ve olmazsa olmaz nedeni, Bakanın da ifade buyurduğu gibi, kör cahil insanların medeniyete dahil edilemeyeceği perspektifi; anadilini bilmeyen insanlara başka bir dili ana dil olarak dayatmanın kısır bir iş olduğu ve hiçbir sonuç vermediği ve vermeyeceği gerçeğidir. Bunun bilincine varılması büyük bir gelişmedir. Bu aynı zamanda etnik azınlıkları karanlığın en zindanında tutmaktan aydınlık doğmayacağının da farkına varılmış olmasıdır. Öz ve özgün kültürüyle, öz yaşam tarzıyla, üretim biçimiyle adet ve gelenekleriyle, kendi ahlakıyla yaşamayan bir halk topluluğunun başka bir moral, kültür ve uygarlık or-


Makale ve Analizler - 2015

103

tamına batırılarak değiştirilmesinin imkânsız olmasından kaynaklanmış olmasıdır. İşler karşımızda olanların düşündüğü gibi olsa, bugün insanlar neden 300 dilde konuşsunlar ki?! İnsanları boyacı küpüne sokup çıkararak başka insan yapmak olanaksızdır. İnsanların yaşam biçimini buyuruş, karar ve kararnameyle değiştirildiği görülmemiştir. Bir insanın isminin değiştirilmesi dininin, kültürünün, ahlakının değiştirildiği anlamına gelmez. Bu hepimiz kendi sırtımızda yaşadık. Ve biz bunların hepsini yaşarken uyandık. Ruhumuz dirildi. Şu şimdiki gönül okşayan öncelikli ve perspektifli konuşmalar kürsüye gelince, Rusya yanlısı aşırı sol milliyetçi “Ataka” partisi ve aşırı sağ milliyetçi ve hatta ırkçı, ötekileştiren ve Türk ve İslam düşmanlığı yapan milliyetçi Cephe “PF” partisi ile Makedon milliyetçilerini sağ cephede birleştiren Makedonya İç Devrim Örgütü (VMRO) sıraları, ayrıca sözde solcu, sözde sosyal demokrat olan Bulgaristan’ın Yeniden Doğuşu İçin Alternatif (ABV) ve ana iktidar partisi olan Bulgaristan’ın Avrupalı Geleceği İçin GERB partisi ile daha bir sürü ne istedikleri belli olmayan sözde “bağımsız ve tarafsız” milletvekilinin aynı kümede buluşması birleşivermeleri önümüzdeki duvarın ne kadar kalın ve yüksek olduğuna bir daha gösterdi ve kanıttır. 137 yıldan beri aşamadığımız duvarlar arasında en yüksek olan Bulgaristan’daki milli azınlıkların bu arada Bulgaristan Türklerinin, Pomakların ve Müslüman Romanların tüm demokratik hak ve özgürlüklerini elde etme, ülkede yasal adalet ve eşitlik sağlayacak reformları gerçekleştirme, demokratikleşme, birlikte dirilme ve birlikte doğru hamle yapma yolunda yerinde saymamızdır. Her gün daha da kesin bir şekilde inandığım bir gerçek varsa o da şudur: Her şeyi yeniden harmanlamak gerek!

Bulgaristan’da Kin Dili

Rafet Ulutürk-12.Mart.2015

Sofya parlamentosunda kin dili çınlıyor. Meclis salonunda etnik gerginlik hat noktadadır. Kendilerini yurtsever olarak tanıtan (PF) partisi 4 ay önce meclise girdiğinden beri kürsüden lağım akıyor. Kin ve öfke dolu söylevin başı V. Simyonov, son 20 yıldan beri Burgaz şehrinden yayın yapan “Skat” TV programının sahi-


104

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

bidir. Bu programda görev alan yayımcı ve sunucular genelde Todor Jivkov’un ve totaliter rejimin anti-Türk, Bulgar milliyetçisi propaganda yayınlarında, “Sofya Pres” ve askeri yayınlarda görev almış ya da Türkiye’de muhabirlik yapmış kişilerdir. “PF” partisinin idesel kaynaklarını Bulgar Bilimler Akademisinde toplanmış, kökleri İkinci Dünya Savaşı yıllarına inen faşizan çevrelerden güç alıyor. Geliştirilen yeni Bulgar ideolojisi özünde aşırı milliyetçi ve ırkçıdır. Düşmanca propagandanın ön sıralarında “ATAKA” partisi meclis grubu, “ATAKA” gazetesi ve “Alfa” TV programı da önemli rol oynuyor. Bu kaynağın etkinlikleri Kırım ve Ukrayna olaylarıyla tırmandı. HÖH ğarantisi yönetiminin Moskovacı politikadan kopup daha kesin AB, ABD ve NATO yanlısı tutum almasıyla Bulgar milliyetçilerinin saldırıları şiddetlendi. Bu saldırılara “PF” ve “Ataka” ve “VMRO” partilerinin Avrupa Birliği milletvekilleri de etkin katılıyor. Meclisteki son kapışma 10 Mart 2015 günü İç İşleri Bakanı Vuçkov’un istifası ve yerine Başbakan yardımcısı Bıçvarova’nın atanması görüşmelerinde ateşlendi ve belki de Geçiş Dönemi dediğimiz son 25 yılın en sert kapışması olarak hatırlanacaktır. Kavga, Bulgar olmayandan, Bulgar olmadığı için nefret etme mantığı dayatılırken, geçerli hiçbir neden yokken, yabancı olandan, yabancı olduğu için nefret etmenin saçmalığından kızıştı. Öte yandan kin, nefret, öfke ve fesatlıkla düşmanlık aşılama konuları Adalet Bakanlığında da tartışıldı. Bakan yardımcısı Petko Petkov, düşmanlık ve kin aşılamanın bir eleştiri olamayacağı görüşünü savundu. Hukukçular Ceza Kanunu’nda değişiklik hazırlıyor. Ana nokta şöyle biçimleniyor. “Politik mensubiyet temelinde düşmanlık kışkırtma, yasalara göre kovuşturulmalıdır. Böyle bir maddenin Ceza Kanununa dâhil edilmesi gerekiyor. Politik mensubiyete dayalı kin, nefret ve düşmanlık telkin etmek ayırım, baskı ve düşmanlık doğuruyor. Bulgaristan’da etnik düşmanlık faşist yöntemlerle oluşturuluyor.” HÖH - DPS Başkanı Lütfü Mestan meclis kürsüsünden yaptığı son konuşmada “Bulgaristan’da fenalık ve kötülük simasının (çehresinin) oluşturulmasında reformcularla patriotların (PF partisi militanlarının)faşist teknoloji kullandığını” sert eleştirerek açıkladı. Ansızın daha da ileri giderek, “XXI. yüzyılın yeni Yahudileri olarak Hak ve Özgürlük Hareketi (DPS) simasını somutlaştırmak için yakama Yahudi nişanı mı takayım?” diye sordu. Gizli polisler Türklere kin kusuyor.


Makale ve Analizler - 2015

105

Eski Başbakanlardan İvan Kostov’un Güçlü Bulgaristan kanadından Reformcu Blok (RB) milletvekili olan, eski devlet güvenlik “DS” gizli polisinin özellikle isim değiştirme ve Türk ve Müslümanlara amansız baskıların, tutuklamaların ve sınırsız düşmanlık yapıldığı yıllarda başkanı olan ve halen meclis iç komisyonu şefi olan Atanas Atanasov Lütfü Mestan’a şöyle saldırdı: “Siz, bir yeniçeri kol ordusu yarattınız ve Bulgar ekonomisini ele geçirdiniz, biz sizi ekonomi sektöründen çıkarmalıyız!” Kültür Bakanı Vejdi Raşidov’un etnik düşmanlık konusundaki görüşleri. GERB partisi yönetiminden ve Başbakan Yardımcısı Rumyana Bıçvarova’nin İç İşleri Bakanı görevine atanması görüşmelerinde meclis genel kurulu kin ve nefret havasına boğuldu. Kürsüye çıkan Kültür Bakanı Vejdi Raşidov, “herkes şunu iyi bilmelidir ki, isimlerimizin değiştirilmesinden sonra büyük devletler Bulgaristan’da etnikler arası savaş kışkırtmak istiyorlar” dedi. Daha sonra “Presa” gazetesine demeç veren Bakan Vejdi Raşidov “ülke etnik gerginlik tırmanmaya başladığına” işaretle şunları anlattı. “Kin ve öfke diliyle karşılıklı saldırılar devam ettikçe bu koalisyon hükümeti ayakta kalamaz. Biz, kendi aramızda bu konuyu defalarca tartıştık. Etnik kartın oyuna girmesi kuru bir kibrit kadar tehlikelidir. Bir defa ateşlenirse... 1991 yılını unutmamalıyız. Andrey Lukanov Kırcali’de yumurta yağmuruna tutulmuştu. O zaman orada Bulgarlarla Türkler karşı karşıya cephe almıştı. Bir burunun kanaması, bir burundan bir tek damla kan düşmesi, büyük bir ateş yakabilirdi. Biz o zaman 10 aydın Türk ve Bulgar birlik olduk ve beraberce Kırcaaliye gittik. Mihail Nedelçev, Viktor Samoilov, Nikolay Kolev - Bosiya, ben, yattığı yer nur olsun Cemal Emrullov, halen İstanbul’da Profesör olan Ziyattin Nuriev yetiştik. O zaman Kırcaali’de henüz BSP ve HÖH - DPS yoktu. Soydaşlarımızın arasına girdik ve hepimizin bir halk olduğumuzu anlattık. Kimsenin burnundan bir damla kan dökülmedi. Az kala baraj duvarıyıkılıyordu...” Başbakan Boyko Borisov’un konuşmasından geniş özet: Siz ateşle oyun oynuyorsunuz! Lütfen hoşgörü sınırı arkasında kalın! Mecliste konuşulanları dinlerken, tehlike işareti aldım. Endişemin dayanakları var. Kötü bir kâhin sayılmam. Yaklaşan yerel seçimlere doğru bu tonla ve bu gerginlik içinde gidilirse etnik çatışma yakındır. Kendilerine büyük saygım olan bazı meslektaşlarım konuya ciddi bakmıyor. İsimler değiştirilirken benim de bu “iş” katılıp katılmadığım defalarca soruldu, araştırıldı, itfaiyeci olduğum için mahsulü korumak için gönderildiğim tespit edildi. Ben Dulovo’da (Ak Kadınlar) idim ve Bulgaristan Müslümanlarının başına geleni gördüm. Onlara çek-


106

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tirilen çileyi gözlerimle gördüm. Be ardından gelen tepki çığının kontrol edilemezliğine de şahit oldum. Ben, dondan dolayıdır ki, bu işlerden politika yapmaya çalıştığınız için işaret ediyorum, siz ateşle oynuyorsunuz! Siz (etnik barışın bozulmasına) blöf yapıyorlar derken, HÖH - DPS bizi parmağında oynatıyor, derken, (etnik cepheleşme yönünde asla çekilmiyecekler) iddialarında bulunurken, bir bakmışınız seçmen kitlesini ayaklandırmışlar ve işte şimdi siz de görüyorsunuz, meclis genel kurulunu terk ettiler, sandalyeler boş kaldı: Ben size bir soru sordum. Onların burada kalmaları mı daha iyi olur, yoksa dışarı çıkıp, bir yerlerden arkamızdan konuşmaları mı? Benim deneyimim, aklımda olan (isimler değiştirilirken tanık olduğum 3 aylık) Dulovo (Ak Kadınlar) deneyimimdir. Orada ne olduğunu gördüm, çok iğrenç ve çok dehşetliydi! Korkunç idi. Kosovo ile Kırım zikrediliyor, birisi bizden 400 km uzak, öteki ise 500 kilometre uzak, kimseye akıl vermek istemiyorum. Bulgaristan’da şey (etnik temizlik) sadece 20 km. önce yapıldı. Bu etnik temizlik, bizi etnik çatışmadan korumuştur. Daha fazla kurban vermemizi önlemiştir. İki gün önce Bunovo’da idim (1985’te tirende patlamanın gerçekleştirildiği istasyon). Kadın ve çocuklar içinde bulunan bir trene bomba yerleştirilmesini Hak ve Özgürlükler Hareketi’nden (DPS) destekleyeceğini sanmıyorum. Desteklemeyeceklerine inanıyorum! Fakat ben Müslümanların şehit olduğu yerlerde de bulundum. Oraya vardığımda beni 50 bin kişi alkışladı. Ben hem Bulgar hem de Türk şehitlerin anısına saygı duymaktan çekinmiyorum. Bu sebeptendir ki, partimizdeki Bulgar Müslümanları sayısı kat kat arttı. Biz artık Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS) ye rakibiz. Onlar mümkün olduğu kadar daha büyük sayıda Bulgar Hıristiyan’ı parti saflarına çekmeye çalışıyor, biz ise Bulgaristan Müslümanlarına sahip çıkıyoruz. Bu bir politik mücadeledir. Üstün gelen kazanacaktır. Beni istemeyenler bir DPS sevdalısıydı yazısını boynuma asmaya fırsat bekliyorlar. Böyle bir şey onurlu olmayacaktır, aramızda herhangi bir münasebet yoktur. BSP’ye ve “ATAKA” partisine de onlara olduğu gibi hoşgörülü davranmaya çalışıyorum, herkese karşı öyleyiz. Benim sizden ricam, yaklaşan yerel seçimlerde kimin hedefinin ne olduğunu pek bilmiyorum, fakat hoşgörü sınırını aşmayınız. DPS yönetimi burada coşkuyla ateşlenirken, usul usul işine bakan huzurlu insanlar süreçleri çok takından ve can kulağı işe izliyor. Bu ahali tehlike hissederse


Makale ve Analizler - 2015

107

ve DPS onları kendisine bağlamayı ve kurban olmalarını başarabilirse, parmakla gösterilecek olan şahsen benim. Ben muhatap olduğum tarafların hepsine, hoşgörü olması için elimden gelen gayreti gösterdiğimi bildiriyorum. Sayın Lütfü Mestan, bu insanlar, bizim aklımızda çizdiğimiz hoşgörü çizgisini çiğnemeye ve geçmeye başladıkları an, ben bu ülkenin başbakanı olmayacağım. Biz burada genel kurul salonuna dönmenizi nasıl sağlayacağımızı düşünürken, 50 bin kişinin herhangi bir cami önüne dizilmesine ve sizin onlara demeç vermenize izin veremem. Sofya’daki siyasi gerginliği yakın takıp etmeye ve hepinizi bilgilendirmeye devam edeceğiz.

Kara Kuş...

Hüseyin Yıldırım-12.Mart.2015

tırdı.

“Martın dokuzu, atar topuzu!” Mart ayı bu sene çapa kürek sapı yak-

Rodoplar’da, Trakya’nın bir kısmına 5 gün, yani beş gün ve gece kar yağdı. Yığıldı, boş yer bırakmadı, her yeri doldurdu. Dünyamızı beyaz örtüyle kaplandı. Velingrad, Devin, Smolyan, Nedelino, Kırcaali, Ardino, Koşu Kavak vs. bazı köylerinde kar kalınlığı 4 metreyi buldu. Yollar açılamadı, tamamen kapandı. Elektrik tamamen kesildi. Evden ahıra, fırına, çeşmeye giden açık yol kalmadı. Felaket mi desek, bereket mi desek!... artık siz ekleyin, fakat bu defa kar hepimizi, ürküttü. Mart karıdır, tutunamaz, dayanamaz, yarına varmaz kalkar, Lodos yetişir diyen en tecrübeli iyimserler bile bu defa susuyor. Yunan sınırına yakın Güney illerde yaşayan Bulgaristan Türkleri ve Pomaklarımız zor durumu atlatmaya çalışıyor. Arasız yağan kar yığıldıkça dertler artıyor. Bu kara kış insanlarımızı 50 - 60 yıl gerilere itti. 20 yıl önce de benzeri yaşanmıştı. Eski kışların kahrını çekmek sanki daha kolaydı. Ambarda buğday mısır, samanlıkta saman, yığında sap kavak-meşe yaprakları bulunduranlar pek aldırış etmezdi. Bacalardan çıkan beyaz dumanlar karlı çatılara selam bile vermeden uzarken gönül ısıtırdı. Evde ocağın veya sobanın çatır çatır alevlendiğini hayal


108

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

edenler bir de köle-köze gömülmüş patates ve bey kebap düşlemek çok hoştu. Şu günler yanmayan ve ısıtmayan elektrik ve doğal gaz sobaları bu hayallerimizi kuruttu. Karda yuvarlanan çocuk çığlıklarında - “Anne, baba biz kardan korkmuyoruz” narası hala var. Ne de desek bu defa başa gelen felaket hem büyük hem de farklı, yollar 5 gün aşılamayınca Gorno Prahovo, Çerniçevo, Nedelino ve Devin köylerine hasta almak için askeri helikopterler uçtu. Birçok köye havadan ilaç, ekmek, pirinç, yağ, tuz indi. Köy meydanlarına çuvallarla un taşındı. Durum gereği devlet baba Hızır gibi yetişti. Helikopter deyince aklıma gelen, 1989 Mayısında Kaolinovo Türklüğü ayaklandığında, ahırda boğa yetiştirir gibi besledikleri Ahmet Doğan’ı Pazarcık “hapsinden” siyah “Volga” ile çıkarıp “Krumovo” askeri hava alanından kalkan helikoptere bindirdiler ve protestocu Türklerin üzerine uzunca bir zaman gözetlediler. Uçan kuşun içindeki generallerden biri ona dönerek - “İyi bak kazan kapağı kalkıyor, bu pisliği sen temizleyeceksin” demişti. O gidişle, askeri helikopterle “Direnişçilere gözdağı verilmek” istenmişti. Gözdağı verecek olan maşa, daha sonra “Türklerin çobanı” olan Ahmet’ti. Onun ikinci hayat yolu havada başlamıştı. Nümayiş eden Türklerden hiç biri o helikoptere erişebilecek durumda değildi ve 25 yıl uzanamadı. O helikopter o zaman Türklerin arasına in(e)medi. Şimdi Türkler ve Pomaklar kara kış altında kaldı. Artık Ahmet Doğan “sarayda” burnunu dışarı çıkaramıyor. Hepimiz ölsek, donsak ve yok olsak umurunda bile olmaz! Yıllar insanları değiştiriyor. Sahtelerin halk düşmanı olma yolu bir adımdan daha kısadır. Şu da var, bir defa uçan her zaman uçmaz ve her uçan mutlaka konmak zorundadır. Havada ölenler bile toprağa gömülür. Kar altında kalan, kışta donan kazazededir. 26 yıl önce o askeri helikopter inseydi, ne değişecekti ki. Ayaklanan kitle içinde şopar Ahmet’i ne bilen ne de tanıyan vardı. İnsanımız tanımadığı kimseye inanmaz. Ayaklananlara; - “Dağılın! Evlerinize dönün!” dese kim takardı! O da kimdi? Bizde hiç kimse bir polis beslemesinin sözünü dikkate almaz. Gökten yıldız indirse dönüp bakan olmaz. Daha sonra yazılan gizli polis raporlarında “Adamımızı halkın arasına karıştırma zamanı henüz olgunlaşmadı.” kaydı vardı.


Makale ve Analizler - 2015

109

O zamanın geldiği gün, karlı ve soğuk bir akşamdı. 30 Aralık 1989’da Sofya’da Halk Meclisi önünde 2 günden beri kesintisiz süren nümayiş vardı. Çoğunluğu Pomaklardan oluşanlar isimlerini ve din haklarını istemeye gelmişti. Karşı ve buzlu kaldırım taşlarının üzerine sıcak garajdan çıktığı belli siyah bir makam aracı stop ettı. Açılan arka kapıdan çıkan keçi sakallı gencin de kaloriferli bir mekandan geldiği belliydi. Polis onun eline bir hoparlör verdi ve hangi düğmeyi bastıracağına işaret etti. “İsimleriniz yarın geri verilecek! Dağılın!” sesi gelse de dağılan olmadı. Başka bir şey yapılması gerekiyordu.Bu kısa boylu, sakallı, saçları harman çorman şekilsiz gencin sesinde inandırıcılık yoktu ve bu önceden düşünülememişti. Onu hemen berbere, ardından hamama götürdüler ve TV programının akşam yayınında okuması için eline bir kağıt verdiler. Bu kağıt parçasında da Müslümanların isimlerinin ve din haklarının iade edileceği yazılıydı. Haberin televizyondan verilmesi durumu değiştirdi. Yürüyenler buzlu yollarda durdu ve beklemeye başladılar. Devletin gizli gizci yetiştirdiği kişinin direnen halkla yüzleşmesi böyle başladı. Yalnız hoparlörler değil, tüm basın, radyo ve televizyonlar onu övmeye, gerçeği bilen kişi olarak lanse edip dayatmaya başladı. Müslümanlar “eh” diyene kadar bıkıp usanmadılar. Bu defa yine kış, hem de kara kış, dünyamızı teslim aldı. 25 yıldan beri ekmeğimizi yiyenler, Hak ve Özgürlük Partisi “liderleri” tüm depeseciler bir helikopter kaldırıp “Kar altında kalmışsınız, bir ihtiyacınız var mı?” d(i)yemediler. Sanki istedikleri her şeyi almışlardı. Bir daha seçim olmayacakmış gibi davranıyorlar. Şimdiki kara kışın topuzunu asıl gösterdiği gün Meclis Genel Kurulunda İç İşleri Bakanı değişikliği yapılıyordu. “Türk-Bulgar, yerli yabancı” kavgası birden bütün hızıyla alevlendi. Sağdan soldan azılı milliyetçiler HÖH - DPS lideri Lütfü Mestan’ı kışkırtmayı başardı, sinirini bozup tepesini attırdı. Kalın kar altında kalmış köylerde pili bitmemiş radyolar tartışmaları naklen verdi. Mestan kürsüye çıktı. Buza basmış gibi hemen ayağı kaydı. Kimsenin ne olduğunu bilmediği “ksenofob” bataklığına saplandı. Yaşını başını almış, saçı sakalı kırarmış bu ihtiyar sesli adamın Bulgaristan Türk ve Müslümanları hakkında anlamı gizemli yabancı deyimlerine sinir olanlar vardı. “Ksenofob” bir ülkenin yabancısı, yabancı uyrukluğu demekti. Almanya’da Türkler ve yerli olmayan diğer yabancılar için kullanılıyordu. Fransızca ve İngilizce anlamı da asil olmayan vatandaştı.


110

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Mestan ise Bulgaristan Türkleri, Pomakları ve Romanlarının haklarından söz ederken “ksenofob”u ağzından düşürmüyordu. Bu atıf Bulgaristan Türkleri için geçerli olamazdı. Onlar vatanlarının asli unsurlarındandır. Mesela Suriyeliler, Afganistanlılar, Filistinliler ve diğer savaş kaçakları ya da politik sığınma isteyenlere karşı kışkırtılan düşmanlığı anlatan bir ifade olabilirdi. Yerli Müslümanlar için ağza alınması bile tamamen yersiz ve bütünüyle yanlıştır. Kar altında kalmış köylüler hem dinliyor hem rahatsız oluyor, telefon açıp - “Hey siz orada ne diyorsunuz! Biz sizi oraya boş boş konuşun diye mi gönderdik? Kesin şu tartışmayı!” diyecek olsalar cep telefonlarının pilleri bitmişti. Halk bilincindeki kanı kesindi. Bizi ötekileştirenler bile hiç birimize “yabancı” diyemez. Hiçbir devlet makamı bize “yabancı” muamelesi yapamaz. Bulgar Anayasa’sına göre hepimiz eşit hakka sahip vatandalarız. Şu “Ksenofob” sözü Bulgaristan, Bosna, Arnavutluk, Makedonya ve Yunanistan Müslümanları için asla kullanılamaz, çünkü onlar vatandaşı oldukları ülkelerin esas yurttaşıdır. Doğuşlarıyla o ülkede yaşamayı ve ölmeyi hak etmişlerdir. Bu bakıma Mestan’ın Sofya Meclis kürsüsünde kırdığı potlar hepimiz için yüz karasıdır. “Akıl yaşta değil baştadır, ya vardır ya yoktur!” Anlaşılan Lütfü ağanın konuşmalarını hazırlayan Prof. Dr. Georgieva bu konuda yavan. Lütfü adam gibi adam olsa bizim kızımız Şirin’e “ksenofob kimdir?” diye sorar ve doğru cevap alırdı. Çünkü Şirin Hanım Rodopludur, bizim köylerde, hele şimdi kar altında Siz “ksenofob musunuz” sorusuna kimse cevap veremez. Çünkü bir insanbilmediği bir şey değildir ve olamaz. Bu sözü işiten de bulunamaz. Biz Bulgaristan’da yaşayan yerli Türk ve Müslümanlarız, oradan ötesi yalandır. Şirin Hanım bu gibi yanlışlar yapılmasına yol vermezdi. Çünkü o İngilizce ve Rusça bildiği için gerçeği söylerdi. Ama nerede, bizim Mestan lider “Bulgarca uzamanı” kesildi. Ve nihayet iyice tosladı. Toslamasına cümle alem gülerken ağıra gitti olacak, meclis grubunu salondan çıkardı. “İstersem meclisi terk ederiz!” havalarına girdi. Dur bakalım! Lütfü ağa. Seni oraya gönderen biziz. Biz istersek çıkarsın, biz istemezsek ancak partiden çıkar ve belki de vazifeni bir yere kadar yerine getirmiş olursun.Senin, hırsız Biserov’un ve kumar ebesi Danço’nun vazifesi Hak ve Özgürlük Partisini içten dinamitlemek değil miydi? Böylece siz bizden biz de sizden kurtulmuş oluruz. İstifa dilekçeni “saray” kapıcısına verebilirsin. İstersen elini tez tut, çünkü karlar erimeye başlayınca sel bekleniyor. Bizim arzumuz selin yalnız dilekçeni değil seni de alıp götürmesi de, neyse...


Makale ve Analizler - 2015

111

Zaten döneceğin yer belli. Tilki döner dolaşır kürkçü dükkanına döner. Sen CDC’li değilmiydin! “CDC”ye dönersin, rahatlarsın! Zaten yaşlandığın yüzüne vurmuş, sesinde belli ediyor, huzur bulursun. Anladıysan anladın, taşıma suyla değirmen dönmez. Sakın kafayla düşün, önce kime hizmet etmek istediğini kesin belirlersin. Biz gündöndü başı değiliz, partimiz de ayçiçeği partisi değildir. Sabah doğuya akşam batıya batmak insanı toslatır. Görüyorsun işte... Yerli ve asil vatandaşı olan Türkler, Pomaklar, Romanlar ve diğer azınlık toplulukları için saçma ve uydurma kavramlar kullanılması hem dil olarak, hem de politik açıdan tamamen yanlıştır. Biz fazla değişmeyi sevmeyiz.Kara kış altında kaldık ama biz yine Türk’üz. Sen besbelli öze baktın beri baktın etrafta insan yok, telefon açtın karşıda adam yok ve Türkler gitmiş diye düşündün besbelli, ama yine yanılmışsın. Kısmetimiz olmasa, bu vatan bizim olmasa, bu kadar kar bize nasıp olur muydu? Kar geldi hoş geldi. Kış geldi o da hoş geldi. Bu kadar dert başa geldi. O da hoş geldi. Kara kış geldi o da hoş geldi. Asil vatandaş olmak zordur, o da başa geldi. Kar altında da mutluyuz. Dert etmeyin. Siz kendinize iyi bakın.

Istırap Evinde - 2

Raziye ÇAKIR -14.Mart.2015

Yazarlarımızdan Ömer Osman anlatıyor. “Sevgi Kırıntıları Arıyorum Yollarda” 22 Nisan günü cezaevi yanındaki mobilya işletmesinde işbaşı yaptım. Bu bölümde çalışan siyasi mahkûmların adlarını vermeye çalışacağım. Cebel’den Arif Hidayet, Abdullah (Ormancı), Kırcaali’den Mustafa Hüseyin, Abdi Osmanoğlu, Ramis, Kuklenli Remzi Durmuş, Şaban M. Cımpiri, Küçük Şaban, Orhan Pandur, Yeni Mahale’den Seyfi Ramadan. Rusçuk’lu Sabri Hamdi, Şunmulu Hasan ve Aziz kardeşler, Küçük Irfan, Paşmaklı’dan Hasan Bunduz, Aydın, Yenicumalı Halikl, Küçük Halil, Receb, Sabri, Tolbuhinli Selim, Sofyalı Hasan,


112

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Cumalı Yusuf, Mümün Çakır ve adlarını hatırlayamadıklarım. Siyasi mahpusların büyük bir kısmı altıncı şubede idiler. Biz onlarla başka başka katlarda olduğumuz ve yasak olduğu için görüşemiyor, konuşamıyorduk. Bu, tahta aralarından gizli olarak yapılabiliyordu. Benden az sonra 3 Türkiyeli getirildi. Yusuf Engin, Remzi Uçar, Kırcaali göçmeni Nuri. Şumnulu Sacit de sonra getirilenlerdendi. Koşu Kavak’ın Dağköyü’nden berber Mustafa eski mahpus idi. Mestanlı Adası’ndan Nuri Turgut 1983’te getirilmişti. Kırcali’den Halil Gülistan, Ramadan Selimoğulu da benden sonra mahkûm edilenlerdendi. Siyasi mahpusların büyük bir kısmının cezaları 8 yıldan fazla idi. Kırcaali’den Küçük Halil, Bursalı Nuri, Paşmaklılı Hasan Bunduz önce ölüme mahküm edilmişler, sonra cezaları 20 yıla indirilmişti. Şumnulu Hasan Aziz 20 yıla, Tolbuhinli Selim 18 yıla, Remzi Durmuş 12.5 yılla, Seyfi, Şaban, Abdullah, Sabri 11 yıla mahkûmdular. Hepsinin suçu, Türk olduklarını söylemeleri, Türk kalmak, Türkçe yaşamak, Türk olarak ölmek istediklerini belirtmeleri, eritilmeye, yok edilmeye yanaşmamaları idi. DS’nin tutukladığı her kişi, suçu olsun, olmasın, örgütün yanılmazlığını kanıtlamak için mutlaka yargılanacak ve en azından 6 ay bari ceza alacaktı. Bunu bana sorgu yargıcı T. Georgiev övüne övüne anlatmıştı. Cezaevinde bana yakın ve sıcak ilgi gösterenlerden Remzi Durmuş’u, Mustafa Hüseyin’i, Kuklenli Şaban Cimpiri’yi hiç unutmuyorum. Sorgu esnasında yarı aç kaldığım ve uykusuzluk çektiğim için 75 kilodan elli sekizlere düşmüştüm. Burada değişik ortam bulduğum için iştahım açıldı, uykum da normalleşti. Açılan iştahıma gereken azığı bana yukarıda adlarını sağladığım arkadaşlarım sağladı. Sağ olsunlar, var olsunlar. Yeygi ancak evden gönderildiyse, yani görüşme yapıldıysa vardı. Gün oluyor, öğlenlik olarak sadece bir balık kafası, yada iki kızartılmış biber veriyorlardı. Balık kafasına hiç dokunmayanlar çoktu, çünkü yiyecek bulmak zordu. Ayrıca domuz eti verildiğinde Türk arkadaşlar yemeğe dokunmuyorlardı. Beni önce 97 numaradaki hücreye üç Bulgar’ın yanına soktular. Hücreler bir kişilikti ya, biz dörder kişi yatıyorduk. Karyolalar üst üsteydi. Türk arkadaşlar 97’deki eski komünist, eski hırsız, eski namus düşmanı Petır Makedonski’nin hafiye olduğunu söylediler. Gerçekten de bana çok soru sorduğunun farkına vardım. Neyse, beni 3 hafta sonra oradan alıp 107 numaralı hücreye yolladılar. Birkaç gün sonra oraya Kırcaali’li Mustafa’yı da getirdiler. Mustafa Hüseyin edebiyat meraklısı idi. Benim kitaplarımı gazeteler yayınlanan hikâye ve şiirlerimi okumuştu. Adlarını bildiği yazarların kimliği ile ilgileniyordu. Daha sonra boş zamanlarında hikâye denemeleri yaptı. Sekiz, on kadar başarılı hikâye yazdı. Onları, cezaevinden dışarı çıkarmak için, yönetim kuruluna dilekçe ile birlikte verdi. Kurul hikâyeleri bir daha geri çevirmedi. Oysa hikâyelerde siyasi hiçbir cümle


Makale ve Analizler - 2015

113

dahi yoktu. Dışarı çıkarılmasına müsaade etmemelerinin tek nedeni Türkçe oluşları idi. Bulgarca yazılanların çıkarıldığını biliyorduk. Cezaevinde Türk arkadaşların meslek durumları çeşitli idi. Berber, kunduracı, memur, tarımcı olduğu gibi, öğretmen de vardı. Bir tanesi yüksek öğrenim görmüştü. Türk dili ve edebiyat uzmanı idi. Adını vermek istemediğim bu öğretmen, genellikle edebiyatı - şiir, roman, hikâye, her şeyi ile - sanatı reddediyordu. Şiir, hikâye yazmanın, tablo çizmenin boşuna harcanmış zaman olduğunu ısrarla savunuyordu. Örneğin fotoğrafya varken ressamlığın neye yararı olduğunu soruyor ve büyük küstahlıkla “Aptallık” deyip gülüyordu. Maalesef bu kişi bugün İstanbul’da Türk dili ve edebiyatı öğretmenliği yapıyor. Ne tuhaf değil mi? Cezaevinde Plevne’den olup Sofya’da gazeteci olarak çalışan bir Bulgar vardı: Georgi Vılev. 108. maddeden mahkûm edilmişti. Bir gün, evden gönderdikleri koliyi almak için çağırdıklarında bağırıp ağlamaya başladı: “Ben partinin önünde suçluyum. Bu yüzden koli almaya hakkım yok....” Rusçuklu Lübomir Sobaciev de 108. maddeden yargılanmıştı. Uyanık, ama kaygan, ele avuca sığmaz, çevik, ilginç bir tipti. Bana hemen ısındı. Türkçe öğrenmek istediğini söyledi. Üç, dört ayda epey bir şey öğrendi. Türklerle Türkçe konuşmaya başladı. Hepimizle iyi geçiniyordu. İş cezası almıştı. Daha sonra Sobacı, Bulgaristan’ın Saranbey’de kurulan ilk muhalif özgürlük örgütünü kuranlar arasında olduğunu Batı radyolarından öğrendim. Saranbey’e giderken bana uğramıştı. Ben o zaman Vratsa’nın Roman kasabasında ailece sürgündüm. Oradan döndüğünde tutuklandığını işittim. Bu yüzden “Seni görmeye yakında gene geleceğim.” Vaadini yerine getiremedi. Daha sonra Sobacı’dan haber alamadım. Yeni Cumalı Recep Halil bir ay kadar, cezaevinden çıkınca bahçıvanlık yapacaklarını, biberi, domatesi, lahanayı ne zaman, nasıl, kaç sm arayla, ne kadar derinliğe dikeceklerini en ince ayrıntılarına kadar öğreniyorlar, sonra ceplerine girecek parayı hesaplıyorlardı. Sonra bahçıvanlıktan vazgeçip, mantar yetiştiricisi oluyorlar, bir ay sonra da bir bakmışsın inşaat işçisinin neler bilmesi gerektiğini, bir ayda, bir yılda, on yılda ceplerine ne kadar para gireceğini, bu para ile ne alınabileceğini hesaplıyorlardı. Bu böyle sürüp gidiyordu. Onların suç arkadaşı Sabri Buntsev ise herkese küfür yağdırmakla meşhurdu. Okuması yazması olmayan Sabri yirmi yıla mahkûmdu. Kırcaali’den Ramadan spor meraklısı idi. Sabah kalkar, spor; öşle istirahatı gelir, spor; akşam hücreye döner, spor; açık hava gezisine çıkar, spor; her yerde spor, her an spor... Marin Manolov adında bir Bulgar, cezaevine on yedi yaşında girmişti, şimdi 33 yaşında idi. Sağ sola küfredip duruyordu, ama küfür edeceği tipler belliydi. Cezaevi yöneticilerine yataklık yapanlar en büyük düşmanıydı. Çok kaba şaka-


114

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

laşma tarzı vardı, 1969’da Eski Zağra mahpuslarının ayaklanmasına katılmış, bu yüzden iç cezası almıştı. Benden 40 gün önce serbest bırakıldı. Burgazlı Ermeni GARO (Garebet) kendini Türk casusu olarak yargıladıklarını iddia ediyordu. Oysa o yıllarda dünyanın dört bir yanında Ermeniler, Türk diplomatlarını öldürmekte yarışıyorlardı. 1982’nin 8 ya da 9 Eylül günü Burgaz Türk Konsolosluğu bir görevlisinin pusudan tabanca ile öldürülmesinden sonra GARO “hastalandı” ve bir hafta ortalıkta görünmedi. Sofya’da oturan Varnalı Minço da bir başka alemdi. Muhasebeci olan Minço’nun ikinci karısından ekiz çocukları varmış. Arkadaşlar Minço’nun kayın validesinin kendisinden 2 yaş genç olduğunu öğrenmişlerdi. Minço ile uzun zaman bir hücrede kaldık. Bana, ikiz çocuklarını milliyeti ruhta nasıl yetiştirdiğini anlatıyordu. Minço’ya göre Amerika sözcüğü Bulgarcadan gelmekteydi. Vaktiyle Amerika’ya ulaşan 3 - 5 Bulgar büyük bir nehre varmışlar, bakmışlar, bakmışlar... İçlerinden biri “Ama reka!” demiş anlamı (anlamı. Ama nehir!). Yılların geçmesiyle ama sözü, ame, reka sözü, rika biçimine girmiş ve birleştirilerek Amerika olmuş. Minço’ya göre Afrika kelimesi de Bulgarca kökenliydi. Bir grup Bulgar, Afrika’da dolaşırken büyük bir nehir boyuna varmışlar, Hava çok soğuk olduğu için biri: “Avı rekâta” demiş (hayde nehre anlamındadır) . Yıllar sonra kesime Afrika biçimine girmiş... Minço Bulgar asıllıydı. Bulgarlar, tarih sayfalarında rastladıkları büyük şahısları Bulgar asıllı çıkarmaktan hiç de sıkılmazlar. Bulgarlara göre, Büyük Fransız şairi Ronsar Bulgar asıllıydı. Bunun böyle olduğunu gazete ve dergilerde dahi yayınlamaktan sıkılmıyorlardı. Bulgarlara göre, İtalyan heykeltıraş, ressam ve şair Michalengelo da Bulgar’mış ve adı Mihail Angel imiş. Bulgarlar daha da ileri giderek, İngiliz dramaturgu Shakspeare de Bulgar imiş. Adı Spiro imiş, Varna’da hamal olarak çalıştığı için kendisine eşek lakabını vermişler. İngiltere’ye gidince adı Eşekspiro olmuşmuş. Hal böyle olunca Minço geri kalır mıydı? O da, soydaşları gibi düşünüyor ve çocuklarını çöven ruhta yetiştiriyordu.


Makale ve Analizler - 2015

115

Naihayet Kapak Kaldırıldı

Musa Vatansever-15.Mart.2015

HÖH partisinin ajan ve casus merkezinden röportaj. “Saray” ile casus, ajan, hafiye okulu arasında direk bağ var. Ajanlar yalnız HÖH partisini değil devleti de kemiriyor. Sarıca arılar sokmaya adam arıyor. Bulgar toplumunda 25 yıldan beri devam eden totalitarizm uzantılarının gizli kazan kapağı artık açıldı. Bu işte BG Haber ve BG Stratejik Araştırma Merkezi ve “Bulgaristan Türklerinin Sesi” gazetesi büyük rol oynadı. Gazetenin yeni sayısı artık Bulgaristan’da elden ele dolaşıyor. Halkın konuşmasına bakılırsa, şu Başbakan Boyko Borisov 2. kez Başbakan oldu, şoför koltuğuna oturdu arabanın dümenini sağ sola çeviriyor ama araba batağa saplanmış gibi bir türlü yerinden kımıldamıyor. Sanki Rodoplar’da kara saplanmış... Uzun zaman yerimizde saydık. Canı sıkılanlar haklı. Yolcu yoluna deyenler çoğalıyor. Yıllar geçiyor. Bir kuşağın ömrü neredeyse bir iş yapmadan bakınmakla geçti. Gazeteler, öteden beri işleri frenleyenin, Bulgar halkının kalkınmasına engel olanların başında: Birinci yerde “saray” kurdu Ahmet Doğan’ındır, diyor. Bu işe daha derin bakalım dedik. Son zamanda “devlete en çok engel olan, reform yapılmasını frenleyen Kütüphaneciler Enstitüsüdür” diyenlerin sesi iyice yükseldi. Bu enstitünün Rektörünü tanıtıyoruz. “Multigrup” şirketi CİO’su, 37. halk meclisinde HÖH milletvekili; L. Berov hükümetinde Bakanlar Kurulu Sekreteri, Ahmet Doğan’ın çok yakını, 2007’de “ajan dosyalarının” açılmasıyla hafiye olduğu ortaya çıkan bir komünist; 2010’da özel “Bibliotekarski İnstitut” yani Kütüphanecilik Enstitüsü (UniBİT) kurup kendini Rektör tayin eden Stoyan Dençev. Ana amacı İçişleri Bakanlığı’na ve Bulgar istihbaratına kadro eğiten bu özel enstitüde eski komünist-totaliter rejimden 7 gizli polis ders vermektedir. Enstitü HÖH - DPS yönetimiyle koordineli çalışıyor. Yetiştirdiği kadrolar Türklere ve Müslümanlara, daha ötesi azınlık topluluklarına karşı çalışacak uzmanlık almaktadır. Türkler arasında hafiyelik yapacak kadrolar çok yoksul ailelerden, hatta sokaktan seçiliyor ve kendilerine lüks ortamda eğitim sağlanıyor. Enstitü yönetiminde en önemli figür ise, totalitarizm döneminde BKP MK Politik Büro ve Sekreterliği ile gizli çalışan devlet güvenlik servisi “DS” arasındaki uyum sağlayan “Altıncı Şube” yöneticisi 25 yıldan beri totalitarizm uzantısı siyasi yayın organı “Duma”; “Rusya Bugün” ve “Zemya” gibi gazetelerin sahibi Dimitır İvanov. Bu siyasi polis şefi artık elinde Prof. Dr.çantası ile geziyor.


116

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

5 yıldan beri fazla ses çıkarmadan kıkırdayan bu “sarıca arı yuvası - enstitü” kazanının kapağını kaldıran haftalık Sofya gazetelerinde “168 Çasa” - (168 Saat) gazetesinden Bayan Hortenziya Markova ile Hristina Teodosieva adında iki genç ve cesur gazeteci oldu. Onlar, geçen hafta kendilerini öğrenci kılığına sokup, yine geçen hafta makamını boş bırakmak zorunda kalan, gizli polis “DS” yerine kurulan, Devlet Güvenlik Ajansı “DANS” Başkanı Tsvetlin Yovçev’in derslerine girebildiler. Yovçev, HÖH - DPS - BSP - “ATAKA” ortak hükümetinde İç İşleri Bakanı idi. Dr. Yovçev bu özel enstitüde “Casusluk ve Karşı Casusluk” dersi veriyor. Genç gazeteciler, aynı gün öğleden sonda ise, Devlet Güvenlik Ajansı “DANS” eski Başkanı doçent Konstantin Kazakov’un “Stratejik Casusluk” dersini de gizlice dinlediler. Bu özel gizli sivil polis ve casus yetiştirme merkezinin kod adı “UmiBİT”. Kuşkusuz “UniBİT” içine sızan, kayıtsız öğrenci olarak ilk kez konferansa katılan bu bayanların tespitleri ve izlenimleri olağanüstü ilginç olduğu kadar, Bulgaristan devlet yapısında totaliter tümörün neden devleti zorladığına, neden hiçbir konuda ileri adım atılamadığına ve 25 yıldan beri neden gerçek ajan ve hafiye temizliği yapılamadığına güçlü projektör tutuyor. Aynı zamanda, ülkemizde HÖH ile gizli polisin el ele olduğu gerçeği de kanıtlanmış oldu. Öyleyse olaya daha yakından bakalım: Hocalar Kim Kimlerdir? Bir: “UniBİT” kitapları kitapçılarda satılmayan bir kapalı enstitüdür. İki hocanın da ders sunmaya başlarken söyledikleri ilk cümle, bu konuda dışardan “kitap aramayın” not almanıza da gerek yok, dinlemeniz yeterlidir, demesi dikkat çekicidir. Bu cümleyi söyleyen Ts. Yovçev “Casusluk ve Karşı Casusluk” dersinde İsrail’in Araplara karşı cami kapılarında dilencilik yaparak yetiştirdiği ve Albay ve General rütbesine yükselmiş casusları anlatmıştır. Dikkati çeken nokta Hocaların örnekleme yaparken devamlı İslam dinine, Müslümanlara karşı Yahudilerin başarılı savaşından örnekler vermesi olmuştur. “UniBİT” casus yetiştirme merkezinde ders veren hocalar özel seçilmiş ve yetiştirilmiştir. “168 Saat” şöyle yazıyor: “Eski gizli casus örgütü “DS” den sekiz ajan, DPS - HÖH hükumetlerine katılan 3 bakan, gizli servis DANS’tan 3 özel yetkili uzman ve Ahmet Doğan’ bağlı 5 özel ajan bu enstitüde ders veriyor.” İki: “Ulusal Güvenlik” kürsüsünde görev alan 20 öğretmen arasında, komünist gizli servis sistemi yöneticilerinden 5 adet şube amiri yer alıyor: DANS şefi Ts. Yonçev, DANS şefi K. Kazakov, Multigrup CİO’su Stoyan Dençev; “VI. Şube” Amiri Dimitir İvanov vs.


Makale ve Analizler - 2015

117

Bu enstitü Bulgaristan’da gizli polis şef ve ajanlarının en yoğun biçimde derse girdiği bir eğitim kurumudur. Örneğin, yılda devlet bütçesinden 20 milyon leva hibe alan bu enstitüde gizli polis yetiştirilen “Ulusal Güvenlik” kürsüsü öğrencilerine ülke çapında en yüksek burs veriyor, yemek, içmek bedavadır. Hocalar evlerinden siyah “Volvo” Jeep ile girilmektedir. Üç: “UniBİT” enstitüsünde Türklere ve Müslümanlara karşı çalışacak ajanların yetiştirilmesine katılan, şahsen Ahmet Doğan haini tarafından seçilmiş ve kimileri de yeni başkan Lütfü Mestan tarafından önerilmiş ve enstitüye yerleştirilmiş isimler görev alıyor. Bu kişilerden bazıları şunlardır: 1) Mümün Tahir: O, Lütfü Mestan ile Şükrü Tahir’in (Orlin Zagorov) yakın akrabası ve köydeşidir. Komünist rejim zamanında ajan adı “Yosif” (Münün Tahir) olan bu gizli polis ajanı Mastanlıya bağlı Nanovitsa muhtarlığı köylerinde “DS” ajanı avlama işinden para almıştır. Bir hain, gizli polis hafiyesi olarak bilinir. Sofya’ya getirilince acele doktor ve doçent ilan edilmiştir. Bu gidişle “Akademisyen” olabilir, çünkü Bulgaristan Türklerine yaptığı kötülüklerin hakkı hesabı yoktur. Düşmana yapılan hizmetler de gün gelir ödüllendirilir. Artık bu yönde ilk adım atılmıştır, isim değiştirme ve Bulgaristan’da Müslüman kültürün yok edilmesi işinde başı çeken Haytov adına verilen “Haytov Nişanı”na layik görülmüş ve göğsüne takmıştır. Şimdi Türkler arasında çalışacak gizli ajan yetiştirme işinde öncüdür. Bir yıl önce “Türkler Bulgar’dır” dersi vermek üzere UniBİT enstitüsüne alınmıştır. Bulgaristan Cumhuriyeti’nde Türklerin başına tarifi zor olan belalar açan Ahmet Doğan’ın “Bulgar Etnik Modeli”ni destekleyen ve okuyanın da hiçbir konuda ne dediğini anlayamadığı saçmalıklarla dolu onun yazdığı sözde “kitaplarla” Bulgarca bir şeyler yazarak ilerlemeye çalışıyor. Kırcaali’den alınıp Sofya’da yükseltilirken birinci aşamada Bulgar Yazarlar Birliğine alınan, bir sıra Bulgar Yazarlar Birliği Yönetim Kuruluna sözüm ona “seçilen” sonra da “kabiliyetsizlik ve bencil - küstahlık” nedenleriyle sıkılmış paçavra gibi sokağa atılan ajan “Yosif “ odur. Kültür Bakanı atanmasının da üçüncü günü, Kültür Bakanlığı’nda “Türklerin Kültürel Kalkınmasını Engelleme Şubesi” şefliğinden onu sokağa atan ise, Vejdi Raşidov’tur. Bakan Raşidov ajan YOSİF’i (Mümün Tahir), bir ajan-provokatör olarak görevden uzaklaştırmıştır. Türkiye’de görgü tanıklarının verdiği ifadelerde, 1984’ten sonra tutuklanan ve İç İşleri Bakanlığı MVR Kırcaali Amirliği koğuşlarına düşenlerin kendine gizli polis subayı süsü veren ajan Yosif tarafından tartaklandığı, onun hafiyeliği sonucu 23 kilinin “Belene Ölüm Adasına” sürgün edildiği yazılıdır. Hafiye - ajan “Yosıf” gizli polise Türkler aleyhinde hizmet vermeye devam ettiği için “dosyası” henüz açıklanmamıştır. Ajan “Yosif”in kör cahilliğine rağmen, (Mümün Tahir) Sofya’da 3 basamak birden yükseldi. HÖH - DPS’nin bağlı olduğu gizli servi-


118

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

sin ve totaliter tümörün içinde görev almasında ona devamlı arka olan ajan “Pavel” yani HÖH Başkanı Lütfü Mestan’dır. Bu işbirliğinin sonu yakındır, çünkü kazanın kapağı açıldı ve kokusu bütün ülkeyi sardı. 2) Maryana Georgieva: “UniBİT” sözde (kütüphanecilik enstitüsü) ama aslında Türklere, Müslümanlara ve Tüm azınlıklara karşı kışkırtıcı çalışan gizli polis ajanı eğitme ve yetiştirme enstitüsüdür. Bu enstitüde gözde hocalardan biri HÖH - DPS Genel Başkanı Lütfü Mestan’ın gözdesi, metresi, Bulgar dili üslup hocası, Türk ve Müslümanların öz partisi olan DPS’den 2. dönem milletvekili, 2013 - 2014 yıllarında Pl. Oreşarski hükümetinde Spor Bakanı olan Prof. Maryana Georgieva’dır. Prof. Georgieva “Kitap ve Toplum” kürsüsünde hocalık yapıyor. Derslerinde Osmanlı, Türkler ve Müslümanlar aleyhinde yazılmış olan Bulgar ve Dünya edebiyatı eserleri üzerinde çalışma yöntemlerini öğretiyor. Kemiklerinin iliğine kadar Türk düşmanı olan Georgieva şu an derse girmiyor, çünkü 43. mecliste milletvekili olması hoca olarak çalışmasına engel oluyor. Georgieva’nın Türk partisinden milletvekilliği adaylığı şahsen Başkan Lütfü Mestan tarafından önerildi ve desteklendi. Georgieva, Başkan Mestan’ın akıl hocası olarak bilinir. Politik hazırlığı sıfırın altında sıfır olan Başkan Lütfü Mestan büyük potlar kırmasın diye yanına takılan Prof. Georgieva onun demeçlerini kaleme alıp uygun üslupla incelttiği gibi, HÖH - DPS partisinin Bulgar demokratik kamuoyu ile aşılmaz çelişkilere düşmesi için de özen gösteriyor. Onun etkinlikleri ve kırdığı potlar sonucu HÖH partisi bugün toplumla ve tüm partilerle çelişkiye düşmüştür. Politik kışkırtıcılık yöntemlerini iyi bilen ve kullanan Georgieva’nın Bulgaristan etnik azınlıkları davasına hiçbir katkısı olmamış ve olamaz. O, “UniBİT” ajan yetiştirme enstitüsü ana kadrolarından olup, derin devletle kopmaz bağlarla bağlı olduğundan, yeni Bulgar ulusal ideolojisinde azınlık düşmanlığı, azınlıkların tecrit edilmesi, devamlı sömürülerek ezilmesi ve soysuzlaştırılması konularında da uzmanlaşmıştır. 3) İskra Georgieva: Derin devletin derinliklerinden olan “UniBİT” - ajan yetiştirme merkezinde Türk ve Müslümanlara karşı etkin ve yönetici mevkilerde görev alacak, hainlik yapmaya hazır kadro eğitme özellikle dikkate alan şahıstır. Bu konuda özelleşmiş kürsüde çalışan ve bu özel polis enstitüsünün Yönetim Konseyi üyesi olan, yine HÖH - DPS liderliği tarafından yükseltilen bir isim olan eski Çevre Bakanı ve halen HÖH - DPS listesinden seçilen Avrupa Birliği Parlamentosu Genel Kurulu üyesi ve HÖH - DPS grubu AB Liberaller Parlamenter Grup Başkanı İskra Georgieva çok faal bir öğretim üyesidir. O, Ahmet Doğan ile çok yakın ve sıkı ilişkiler içindedir. Bu “kıdemli” özel yetenekli hoca halen Brüksel’de görevli olduğu için derse giremiyor, ama enstitü ile yakın iliş-


Makale ve Analizler - 2015

119

kilerini devamlı canlı tutuyor. . Georgieva Ahmet Doğan haininin “sarayda” kutlanan son doğum gününe eşiyle birlikte katılmıştır. 4) Orhan İzmailov: Kasım Dal ve Korman İsmailov partisinden milletvekili adayı gösterilen ama halktan gerekli oyu alıp seçilemeyen, çok uzun zaman “Ajan Dosyaları” açıp kapama merkezde çalışan Orhan İsmailov’un hayat yolu da ilginçtir. Dosya karıştırma işine Kasım Dal’ın arkalamasıyla atanmıştır. Lütfü Mestan, Güner Tahir, Kasım Dal gibi derin devlete hala gerekli olan gizli polis ajanlarının dosyalarının birer birer temizlenmesi işini O. İsmailov yapmıştır. O, bu kirli işleri kendi elleriyle gerçekleştirmiştir. Sonunda mükâfat olarak Reformcu Blok siyasi partisi tarafından Savunma Bakanı Yardımcısı görevine atandı. Doktora tezini bu özel enstitüde gizli belgeler üzerine derlendirme yaparak savundu. Savunması da kapalı kapılar ardında gizli yapıldı. Hatırlanacağı üzere, Ahmet Doğan da doktora tezinde Bulgaristan Türklerini eritme konusunu işleyerek İçişleri Bakanlığına bağlı Sofya “Simeyonovo” Polis Enstitüsünde yine ajan-doktor, ajan-doçent, ajan-profesör, sivil polisten albay, gizli polisten generaller vs. önünde, halktan tamam gizli ve demokratik kamuoyuna bilgi sızdırmadan kapalı kapılar ardında savunmuştu. Bu doktora tezinden başımıza gelenleri anlatmama gerek olmadığı kanısındayım. Şimdi artık Dr. Orhan İsmailov’a karşı mecliste muhalefet oluşmasının nedeni ve bu arada, neden Hak ve Özgürlük Hareketi meclis grubunun Orhan İsmailov’un Savunma Bakanı olması lehinde oy kullandığı gün ışığına çıktı. O, bir UniBİT kadrosudur. Yani totalitarizmi devlet güvenlik sistemi içinde yaşatma görevine hizmet eden biridir. “Dosya Komisyonu”nda yaptığı işi yani “bu bizim adamdır” dosyalarını temizleme işini, askeri casusluk ve karşı casusluk sisteminde çalışmış ve çalışan ajan dosyaları açılırken de yapacaktır.. Güneş balçıkla sıvanmaz ve görülen köy kılavuz istemez. Yeri gelmişken şunu eklemek istiyorum: Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde de ajan dosyaları açıldı. Ne var ki, açılmazdan önce, halka en büyük kötülükleri yapmış olanlar derin devletten “aman bizim ajan dosyalarımızı yok edin” ricasında bulunmuştu. Bu istek karşısında, derin devlet düşünmüş taşınmış, “yaksak” dosyalar arasındaki bağ kopacak ve anlaşılır, “eritsek” gene olmaz derken, en sonunda özel bir kâğıt kıyma makinesi icat edip “kıyalım” kararında birlik olmuşlar. 39 bin özel ajan- hafiye dosyası kıyılmış. Bu olay 1989’da olmuş, tam zamanı ise Berlin Duvarı’nın yıkılmasından 2 ay öncesine rastlar. İki Almanya’nın birleşmesinden sonra alınan ilk kararlardan biri “kıyılan dosyaların” yapıştırılarak okunur hale getirilmesi ve hafiye, muhbir, jurnalci, hain, dönek yazılarının bire dek incelenmesi ve gerekli sonuçların çıkarılması olmuştur. Dosya kıymıklarının toplanıp seçilip yapıştırılması 25 yıl devam ettikten sonra, geçen hafta bir açıklama yapıldı.


120

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Kıyılan ajan evraklarının birleştirerek okunur hale getirme içinde 1000 kişi çalışmıştır. Açıklamada dosyaları imha edilen ajanlardan yarısının günümüz Almanya Cumhuriyet’inde yüksek makam görevlisi ve birçoklarının da gizli servislerde çalıştığı açıklanmıştır. 5) Tsvetan Semerviev: Bulgaristan’da da 1990’da ajan dosyalarının bir kısmını imha eden eki İç İşleri Bakan Atanas Semerciev mahkemeye verilmişti ama bir sonuç çıkmadı. Şimdi oğlu Tsevetan Semerciev UniBİT ajan yetiştirme enstitüsünde “Bilgi Teknolojileri” kürsüsünde konferans veriyor. Hatırlanacağı üzere, HÖH - DPS - BSP - “ATAKA” hükümeti zamanında (Haziran 2013-Temmuz 2014) Bulgaristan İçişleri Bakanlığında “solucan” operasyonu gerçekleştirilmiş, İç İşleri Bakanlığı bilgileri ele geçirilmiş ve bilinmeyen bir merkeze servis edilmiştir. İpuçlarının UniBİT enstitüsüne uzandığı ve olayın mahkemelik olduğu biliniyor. 4 milyar 200 milyon levası çalınan ve halen kapatılan Korporatif Ticaret Bankası (KTB) de devlet güvenliğindeki finans işleri bölümlerinin aforoz edilmesinin kesin sonucu olduğuna işaret ediliyor. Bu açıdan bakıldığında HÖH - DPS partisinin devlet bünyesinden sökülmesinde direnenler sanki tamamen haklıdır. 6) Stoyan Dençev: UniBİT totaliter düzeni yaşatma, devlet güvenlik sistemini ayakta tutma, Türkleri, Pomakları, Romanları ve diğer etnikleri asimile etme, onları bir kaşık suya muhtaç bırakma, kar altında çürüseler, evlerinde su çıksa bile kimseye yardım etmeme siyasetini ne pahasına olursa olsun sürdürme enstitüsünde çok önemli görev alan Rektör, Stoyan Dençev’in kendisidir. O, Ahmet Doğan’ın Bulgaristan Müslümanlarının özelleştirme bonolarıyla Yönetim Kuruluna katıldığı “Multi Grup” şirketinin Bulgar ekonomisini çökerten talancı çalışmalarında Genel Müdürlük yapmıştır. Başbakan Lüben Berov hükümetinde Bakanlar Kurulu Sekreteri görevinde bulunduğu sürede Bulgaristan’da soyguncu ve zorbacı murta -kalın enseli asi- çetesi kuruldu. HÖH lideri Doğan çevresinde kurulan firmaların Amerikan Yahudilerinin “Rotşild” şirketinin İsviçre koluyla bağlanmasını sağlayan da odur. Bulgaristan sanayi ve tarımının çökertilmesinde halkımızın can damarından son damla kanın da emilmesinde olağanüstü büyük rolü vardır. Bu arada Avrupa Birliğinden Bulgaristan Türk, Pomak ve Romanların eğitim ihtiyaçları, kültür ve medeni açıdan geri kalmışlığın aşılması, anaokulu, ilkokul, lise, kültür merkezi, okuma evleri açılması ve çalıştırılması için gelen hibe paraların hedef dışı kullanılmasında büyük gayretkeşlik göstermiştir. Son amacı hainlik olan değişik gizli doktora tezleri hazırlatıp savunulmasını sağlayan ve ajan olarak eğitilen zavallı kız ve oğlanlara yüksek burs vererek kirli ve iğrenç işler için kadro olarak hazırlanmalarına harcanması hırsızlıktır ve suçtur.


Makale ve Analizler - 2015

121

Bu işlerde Doktor Ahmet Doğan ile Prof. Stoyan Dençev çok sıkı işbirliği yapmıştır. Bu çalışmaların son amacı devler güvenliğini çökertmektir. 25 yılda Türk, Pomak ve Roman mahalle, köy ve kasabalarında bir tek yeni okul kurulmadı. Bir tek okul onarılmadı. Yüzlerce okulun kapanması parasızlıktandır. Onarılan bazı okullarımız Türkiye, Japonya, Almanya ve bazı başka dış devletlerin direk yardımları ve müdahalesiyle gerçekleşti. AB yönetimi Bulgaristan’daki çarpıklığı gördü. Eğitim için gönderilen paraların kaybolduğunu fark ve tespit etti, fonları rafa kaldırdı. 7) Dimitir İvanov: Totalitarizm polisinin en tehlikeli, an azgın ve saldırgan politik ve ideolojik kollarını birleştiren VI Şubenin yöneticiliğini yapmıştır. Todor Jivkov’a yakınlığıyla bilinir. 1984 - 1989 isim değiştirme, kovuşturma, tutuklama, hapsetme, sürgün etme ve her türünden zulmetme işlerinde belirleyici rol oynamıştır. “Altıncı Şube” kitabının yazarıdır. Bu eserin 362-3 sayfasında Bulgaristan Türk Kurtuluş Hareketi Çağrısı adlı bir bildiriye yer verilmiştir. Bu gizli hareketi kuran Ahmet Doğan’dır. Bu Çağrıda 1985 Mayısında Ahmet Doğan ve arkadaşları tarafından kurulan bu direniş hareketinin ana ve temek hedefininBulgaristan Türk aydınları ve Hocalarla hesaplaşmak olduğu yazılıdır. Son 30 yılda Ahmet Doğan belası Bulgaristan Türk aydınlarının kökünü kurutmaya çalıştı. Bu işte “Altıncı Şube” Generalleri ile birlikte oldukları tamamen ve kesin ortadadır. Bu bağlara son verilmeden, HÖH partisi Bulgaristan Türk azınlığının, Bulgaristan Müslümanlığının öz partisi olamaz, hak ve özgürlük davamız bu gidişle mum gibi söndürülecektir, adalet ve demokrasimiz bugün de boğulmaya ve yok edilmeye çalışılıyor. HÖH partisi yönetimi, Ahmet Doğan tayfası totalitarizm, gizli polis “DS” ve yeni gizli polis sisteminin politik kadrolarıdır. Öngörülü açıklama yapan arkadaşları, soydaşları tebrik ediyoruz. Pastayı Dağıtan Oyundan Çekilmelidir. Bugün artık, kazanın kapağının kalkmasıyla, Ahmet Doğan’ın Gotse Delçev’in Koçini köyünde 2009’da “pastayı dağıtan benim” demesinin gerçek anlamı gün ışığına iyice çıktı. Evet, pastayı dağıtanın o olduğu artık kesin anlaşıldı. Daha da kesin olan ise şudur: Halkımızın en güncel ve acil ihtiyaçlarının karşılanması için gönderilen paralar Türklere, Pomaklara ve Romanlara karşı gizlice zorlayarak eritme planları hazırlanmasına, gençler arasından yeni kuşak hain ajan ve hafiye çakalı sürüsü yetiştirilmesine harcanmış ve harcanmaktadır. Halkın ihtiyaçlarına gönderilen paralar halka karşı kullanılmıştır. Kendilerine hiçbir yerde, hiçbir devlet görevinde, hiçbir makamda iş verilmemesi gereken ajan “Yosif, (Mümün Tahir)” ajan “Pavel (Lütfü Mestan)”, ajan “Sava (Ahmet Doğan)” gibi hainlerin bugün de Türklüğümüze, Bulgar demokratik güçlerine, Bulgaristan’da adalet düzeni kurulmasına harcandığı ve gerçek demokrasi lehinde harcanmaya devam


122

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

edildiği ortadadır. 25 yıldan beri “hiç bir şey değişmedi” deyenlerin işaret ettiği nokta budur. Totaliter zulmün hainlik ocakları bu merkezlerdedir. Bu bakıma “şu isim değiştirme işinde Türk ajanların parmağı var” iddiasında direnenlerin işaret etmek istediği işte bu hainlerin faaliyetleri, dönekliği, küstahlığı, ikiyüzlülüğü ve alçaklığıdır. Memleketimizde sarıca arı kovanlarına tabak tabak şerbet sunulduğu artık ortadadır. Ajanların ve hainlerin özel beslendiği gün ışığına çıkmıştır. Bu yenir yutulur gibi bir şey değildir. Başbakan Boyko Borisov hükümeti devletin ruhunu sarmış bu kanser tümörünü söküp atarsa gelecek seçimlerde Türklerin ve Müslümanların oylarının yarısını hemen alır. Kimse çamçasın... Polis halka hizmet vermeye başlarsa GERB Partisi Türk ve Müslümanlardan çok daha fazla oy alır. Bu bakıma Borisov’un geçen hafta özel bir girişimle gizli servis DANS Başkanı Yosifov ile İç İşleri Bakanlığı Sekreteri Lazarov’u görevden alması, İçişleri Bakanlığına Bakan olarak Bayan Rumyana Bıçvarova’yı, bakanlık sekreterliğine de Gergi Kostov’u ataması çok anlamlıdır. Bulgaristan yargı sisteminde ve 60 bin görevlisi olan polisinde değişikliklerin, yenilenmenin, beklenen köklü reformların yapılıp “güvenlik gücünün devlet ve halk güvenliği ve huzuru için var olan bir sistem oluşturmasını sağlamak,” yürütme ve yargıyı birbirinden ayırmak kaçınılmaz olmuştur. Bu arada devlet güvenliğinin kendi kadrolarının kendi imkanlarıyla yetiştirmesi, UniBİT gibi çarpık amaçlı özel enstitülerin hizmetlerinden kesin vazgeçmesi de zorunlu hale gelmiştir. Kısa adı UniBİT olan kütüphanecilik enstitüsü bir “sarıca arı ve eşek arısı” yuvası olduğundan mutlaka dağıtılmalıdır. Devlet bütçesinden ve Avrupa Birliği’nde eğitim fonlarından beslenmesi durdurulmalıdır. Bu arada HÖH - DPS partisi ile ajan ve katil yetiştirme merkezi ile temaslarını hemen kesmelidir. Zavallı yetimlerden ajan yetiştirme merkezi kapanmalıdır. Anasız babasız, yoksul ve geçimini sağlayamayan ya da Feytullah Gülen’in Sofya okulunda okuyan ve mutlaka polis olmaya heveslenmiş geçlerin UniBİK merkezine çekilmesine son verilmelidir. Gençlerin kafalarının yıkanması merkezleri, Türklere ve Müslümanlara karşı ajan hazırlama merkezleri hemen kapatılmalıdır. Reform denince, halk düşmanı, azınlıkları eritme gibi konularda doktora ya da başka uzmanlık ya da bilimsel tez savunmuş olanlarının bilimsel unvanları geçersiz kılınmalı, görevlerine son verilmeli ve devlet sisteminden çıkarılmaları zamanı gelmiş de geçmiştir. 2013 Haziranında Ahmet Doğan ile S. Stanişev’in gizli servis DANS Balkanlığına atadığı, dedesi Türk düşmanı generallerden olan Daniyel Peevski olayı unutulmamalıdır. Hak protestoları Peevskiyi görevden çekilmeye zorlamıştı. Halk yine ayaklanıp ajan yetiştirme enstitü


Makale ve Analizler - 2015

123

UniBİT’in kapatılmasını sağlamalıdır. Bu yönde ilk adımları atan Boyko Borisov hükümeti reformlarını kesin desteklemesi inancı kök salmaya devam ediyor ve edecektir.

Uzun Koşu ve Yakın Ödevler

Seyhan Özgür-16.Mart.2015

İktidardan düşmek ağaçtan düşmekten kötüdür. 1944’ün 16 Martında Sofya’daki “Büyük Cami” minaresine Amerika savaş uçaklarından atılan bir kör bomba isabet etmişti ve şerefesiyle birlikte minareyi kesip yere sermişti. Şerefe düştü, o gün bu gün aradan 71 yıl geçti, yenisi dikilemedi. Kalan kısmı da yıkıldı. Cami “Milli Arkeoloji Müzesi”, avlusu kahvehane, duvarına eklenen yapı da Bulgar Askeri Karşı İstihbarat Kurmaylığı oldu. Yıllar böylece geçti. Arkeolojik Müzeye giren Türk görmedim. Askeri istihbarat kurmaylığına da girenler belli. Kala kala kahve kapısında kaldık. 16 Mart 1944’te Bulgaristan Çarlıktı. Avrupa birbirine girmiş İkinci Dünya Savaşı’nda ölen 50 milyon insanın akacak kanı akmaya devam ediyordu. Bulgar Çarı III. Boris Büyük Savaşta Hitler Cephesinde yer aldı. Bulgar halkını faşist çizme altında ezmek için 1934’te askeri darbe yapıldı. 1943’te Hitler bizim Çar’dan Rus Cephesine Ordu çıkarmasını istedi. Çar Bulgar Rusofil (Rusya sevenleri) ile Rusofob (Rusya sevmeyenlerini) şöyle bir kantarladı ve “Olmaz, Yapamam!” dedi. 1877 - 1878 Rusya - Osmanlı Savaşı’ndan 65 yıl geçmiş, Berlin Konferansına, 1908’de Bulgar egemenliği ilan edilmesine, Balkan Savaşı’na, Müttefikler arası savaşa ve Birinci Dünya Savaşına ve 60 yıl Batıya bakan rejime rağmen Bulgar halkının Moskova’ya beslediği hayranlık ve cana yakınlık alevleri sönmemişti. Dünya canisi Hitler, III. Boris’i görüştükleri yeraltı sığınağında zehirledi. 1943’te Çar öldü. Öyle ki, 71 yıl önce “Büyük Cami” minaresi yıkılırken, Bulgaristan’ın Çarı III. Borisin oğlu çocuk yaşındaki II. Simeyon idi. O uzun soluklu bir politikacı çıktı. 1948’de Bulgaristan’ın bir halkoylamasına giderek Çarlık idaresini ret edip Halk Cumhuriyeti ilan etmesiyle ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Önce Türkiye’de, ardından Mısır’da kaldıktan sonra Madrid’e yerleşti.


124

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Sofya’dan İstanbul’a trenle yolculuk etmişti. Tren Edirne’yi geçince İsmet İnönü Stalin’den bir mektup aldı. Stalin “Bizim oğlana göz kulak ol, iyi bak” diyordu. Simeyon dış ülkelerde yaşarken boş durmadı. Sofya yolunu köstebek gibi kazdı. Daha sonra yıllarını Sofya’ya dönmeye adadığı ortaya çıktı. Arkada kalan yıllarda Bulgar totaliter makamlarının onun hakkında demedik söz bırakmadıklarından, Çarı geri çağırmaya yüzleri yoktu. Bir fıkramız bu konuda şöyle der: Birinci evladı kız olan iç güveysinden halsiz damadın ikinci çocuğu da kız doğunca burnu iyice düşmüş. Yolda kayın pederiyle karşılaşmışlar. “Anlatsana ne oldu” diyen kayın peder? Hayırlı haber bekliyor tabii. “Kız! Kız doğdu!” demiş sönük bir sesle damat ve “Ben bu işi beklediğimiz gibi yapamadım,” anlamında gözlerini yana kaçırmış. Durumu anlayan kayın peder, “Onun kuru kakasına muhtaç olan bilsen kimler var!” deyip durumu elinden geldiğince sakinleştirmiş ve şöyle noktalamış. “Analı babalı büyüsün evladım, hepimizi sevindirsin. Hayırlı evlat olsun!” Çarımızla ilgili Bulgaristan’daki durumda bu kadar kötümserdi. Fakat bunalım batağının çok derinlerine kayan Bulgaristan halkı durumu düzeltebilmek için yılana sarılmaya hazırdı. İşte böyle bir ortamda iyi niyet elçisi göndermek gerekti. Ayağı Moskova’ya bağlı olan bilinen Ahmet Doğan üzerinde duruldu ve Madrid’e ilk uçan o oldu. Ardından Bulgaristanlı bir saygın Ermeni gazeteci olan Kivork Kivorkiyan uçtu. Daha sonra da Bulgar Yahudileri “aman dön gel, halk seni bekliyor” uzun havasını başlattılar. Nihayet 2001’de Çar II Simeyon vatandaşlığı olmayan bir Bulgar vatandaşı olarak Sofya uçak alanına indi. 2001’de Bulgaristan’da durumun vaziyeti çok kötüydü. Kimse rahatsız olmadı. Halk biraz da coştu. “Hoş Gelmişti!” Gelen bir umuttu. Önemli olan gelmiş ve bir ışık getirmiş olmasıydı. Enflasyon levayı yemiş bitirmiş, Başbakan Filip Dimitrov, Lüben Berov, Jan Videnov ve İvan Kostov hükümetleri sanayi işletmelerini hurdaya çıkarıp satmış, 16 banka kepenk çekmiş, köylüler tarlaya gitmez olmuş, ahırlar boşalmış, millet işsiz ve elleri açmış Mesih bekler gibi bekliyordu. Ve dönüş vaktini kim planladıysa, gelişiyle sanki bir kurtarıcı Mesih inmişti. Daha uçak alanında 842 günde “her şeyi yerli yerine koyacağını, en iyi yılları geri getireceğini” hemen duyurdu. Bir şey olmasa bile herkes beklediğini işitmişti.


Makale ve Analizler - 2015

125

Simiyon hemen meydan mitingleri topladı. “Barış politik bir süreçtir. Açık politik tavır ve politik ilişki gerektirir!” diyordu. Herkes barışmaktan yanaydı, eline verilen demet demet çiçekleri halka geri veriyordu. Komünist rejim yıkılmış ama komünistler öfkeyle tepinse de ses çıkarmadan pusuya yatmış “görelim bakalım!” diyorlardı. Türkler Ayaklanmış, göç etmiş, politik örgüt biçimi almış ve bir durgunluk içine girmişlerdi. Öteki etnik azınlıklar daha yaşanası günler için oy vermeye hazırdı. Mitinglere toplananlar İkinci Dünya Savaşını, ölümü görmemiş, açlık çekmemiş, kapitalizmin amansız gerçekliğiyle ilk karşılaşmada durup irkilmiş, halk ve devlet adına çok çalışmış ama sömürüldüğünün farkına varamamış bir kitle tarih derslerinde işittiklerini dürüp rafa kaldırmış ve el açmasa da, umutla bekliyordu. O mitinglerde emek insanları kitlesinin sınıfsal bilinci sönmüş gibiydi. Aslına bakılırsa hiçbir çarpışmaya girmeden, savaşmadan yenilmiş olan bu kitle paniklemiş ve ekmek ve geçim derdini yenmek için, sosyalizmle kapitalizmi geri sıçrayıp otokrat Çarlık düzenine dönmeye hazırdı. Bozuk Bulgarcasıyla konuşmaktan çekinmeyen II Simiyon hazretleri şöyle diyordu. “Siz, yani geniş yığınların gücü ve eylemi olmadan demokratikleşme olamaz! Adalet kurulamaz!, Özgürlükler elde edilemez! Avrupa medeniyetine uzanılamaz!” Bu sözleri söyleyen bir şahsiyetin oy istemesine gerek toktu. BSP, SDS, GBP, DPS ve tüm diğer politik partiler oyun kartlarını oynamış, şimdi sıra II. Simiyon’da idi. Bunun için ona oy verip köklü değişiklikler başlatma zamanıydı. Kitle kendi kendini buna inandırıyordu. Ona hayran olanlar Çarın babası zamanında yaşamamıştı. Onu dinleyenlerin üzerine Amerikan uçaklarından bomba düşmemişti. Sanki bu bombardımanlar sırasında ölen 4 bin kişinin ve yaralanan 5 bin kişinin yakınlarından kimse meydanlarda yoktu. Yine o bombardımanlar sırasında evleri yıkılanlar da orada değildi. 1945’ten sonra “Belene” Ölüm kampından ve daha 45 “emek eğitimi” kampı çilesini yaşayanların yakınları, faşist-monarşi düzeninden Sovyet rejimi örneği sosyalizme geçişi kabul etmedikleri için öldürülen 20 bin kişinin akrabaları o meydanlarda olsalar bile susmaya alışkın olduklarından hem susuyor hem de alkışlıyorlardı. Onlar yapılacak olanın başkası tarafından yapılmasını daha hayırlı bulduklarından, II. Simyon’un işleri “düzelteceği” ve hatta öç alacağı gibi bir beklentiye yenilmişlerdi. Simiyon geldi, gitti. Hiçbir Çar’ın yapmadığını yaptı, yani başbakan oldu. Bulgar siyasetinde bağdaşmaz zıtlara uzlaşma örneği verdi. Hükümet ortaklığına çektiği sosyalist Parti (BSP) 16 Nisan 1925’te Sofya’da Ts. Nedelya Kilisesi’nde bombalı suikastla babasını öldürmek isteyen komünistlerin varisiydi. Herkes istediğini yapabilir, benim işim dedemden ve babamdan kalan taşınmazlarımı ve tüm mirasımızı yasallaştırıp mülküme almaktır, demeden bu işe dört elle sarıldı.


126

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu memlekette her şey benimdir havalarına girdi Rila ve Pirin Dağlarından toplam tutarı 5 milyon US Dolar olan tomruk kesti ve Yunanistan’a çıkardı. Bu kadar çok konak ve saraya, orman ve koruya, yazlık ve kışlık dağ evlerine sahip çıkması Bulgar kamuoyuna biraz fazla geldi ve mahkemeye düştü. Bu arada 4 yıl geçti. Her şeyi düzeltirim demişti, ancak kendi miras işlerini bir yere kadar yola koyabildi ve Sofya’dan uzaklaştı. II. Simiyon Politik Hareketini kurmuştu, halk hayal kırıklığına uğrayınca, parti dağıldı. O her iki defasında da lanetlenmeden gitti. Başbakan olduğu 4 yılda karikatürize edildi. Hepsini topladı, sergi açtı, bir kitap yazdı ve hayatını anlattı ve sanki hepimize ne yaparsanız yapın küçük parmağımdan kestiğim tırnak bile olamazsınız dedi. Simyon Saks Kobur Gotski’nin dedesi Ferdinant, 1878 Berlin Konferansı’ndan sonra adam kıtlığında Bulgaristan Prensliğine Prens olarak belirlenmişti. O, 7 Temmuz 1887’de Bulgar Prensi, 22 Eylül 1908’den 3 Ekim 1918’e kadar Bulgar Çarı oldu. Oğlu III. Boris 1943’e kadar Taht’ta kaldı. Torunu II. Simiyon Saks-Kobur-Gorski de 1948’e kadar Çar’dı. 2001’de dönen II. Simiyon Cumhuriyet rejiminde ve anayasal bir düzende Çar olamazdı, Cumhurbaşkanlığı adaylığı işinse 5 yıl sürekli ülkede yaşamış olması gerekiyordu ki, o da olmadığından, Başbakan oldu. Yaşı bir hayli ilerlemiş olan II. Simiyonun politik sahneden çekilmesi gerekirken, Sofya parlamentosunda onun geri getirilmesi ve görevlendirilmesi için yeni etkinlik başladı. Başbakan tarafından özel görevlendirilmiş elçi olarak bazı nazik görüşmelerde ve forumlarda ülkemizi temsil etmesi, Bakanlar Kurulu toplantılarına katılması, Avrupa Birliğinde “Shengen Bölgesine” girmemiz görüşmelerine katılacak heyete başkanlık etmesi gibi konuları üslenmesi ve bu güncel sorunu Genel Kurula taşımak için gerekli 100 imza toplanmaya başladı. Konuyu daha açık sunmak için şu örnek uygundur. 9 Mayısta Moskova’da 2. Dünya Savaşı Zaferinin 70. yıldönümü anılacak, askeri nümayişi yapılacak vs. NATO üyesiyiz, bu askeri paktın karargâhını, üslerini konuşlandırıyoruz, füzeler, tankların namluları Rusya’ya bakıyor. Avrupa Birliği’nin Moskova’ya yaptırımlarını destekliyoruz. Yani törene gidecek yüzümüz yok. Yok, yine de birilerini göndermek gerek. Fransa ve Almanya başbakan ve devlet liderlerinin de gitmeyeceği açıklandı da, ne de olsa bir yandan 3 Mart milli törenlerinde “kurtarıcımız” diyoruz. İşte böyle bir ortamda II. Simyon’un Çar ya da devlet başkanı veya başbakan olarak değil de, Moskova’nın uzun eli olduğuna itiraz etmeyen biri olarak, bu işlerle ilgili görevlendirmemiz siyasi uzun koşunun aktüel ve acil ödevi olarak ortaya çıktı. Ne yapalım, istesek de istemesek de, bazen “kakasına” muhtaç kalıyoruz. Acaba şimdiki durumumuz gerçekten 1978’e biraz benziyor mu? O kadar da mı çaresiz kaldık?. Vay be!


Makale ve Analizler - 2015

127

Ortak Hedefimiz Yok

Dr. Nedim Birinci-17.Mart.2015

Bulgaristan vatandaşları olarak paramparça parçalanmış durumdayız. Bir defa 150 partiye ve harekete bölündük. Parlamento içinde 8 parti var, yarısı birbiriyle konuşmuyor. Köyde şehirde Bulgar, Türk, Pomak, Roman, Hristiyan Müslüman olarak farklıyız. İş ararken, sosyal yardım talep ederken kör ve kara cahil ve tahsilliyiz. Laf dinlerken kalın kafa ve aydınız. İş ve işçi bulma kurumunda çalışan ve işsiziz. Kıra çıksan doğa katlediciler ve doğa sevenleriz. Evde, sokakta ve doğada hayvan sever ve hayvan düşmanıyız. Dış politikada Rusofil yani Rusya seven ve Rusofob yani Rusya düşmanlarıyız. Batıya doğru baksak Amerikan emperyalizmi düşmanları ve NATO düşmanlarıyız veya Amerikancı ve Atlantikçileriz. Doğuya baksak ya Türklüğü ve Türkiyeyi seven ya da Osmanlı ve Türk düşmanıyız. Müslüman ya da İslam düşmanıyız. Gurbetçiler ve gurbete gitmeye cesaret edemeyenler-iz, İslam düşmanları, Bulgar olmayanların düşmanları, anti-komünistler, anti-faşistler, ırkçılar ve Irkçılık düşmanları yani insan sever, aşırı milliyetçi ya da yurtseverler vs. vs olmak üzere bin bir parçaya, gruba, gerçek kişiye ve tüzel kişiye bölünmüş, parçalanmış, birbirine düşmüş bir haldeyiz. Bizde ne olursa olsun her zaman kendisine küfre-dilecek bulunur. Kıskançlığımız hep kaynamış ve taşmış halde olduğundan, önemli olan dostumuzun, komşumuzun, tanıdığımızın, hatta öz karımızın kötü olmasıdır. Biz bambaşka hayvanlarız. Birimiz manda gibi batakta yatmayı, öteki temiz suda yüzmeyi, başka birilerimiz temiz havayı, diğerleri de doğayı katletmeyi severiz. Toplum devamlı çelişki üretiyor. Biri çözülürken yenileri türüyor. Şimdi bu ayrışıma bir de geleneksel dışa bağlılığımız açısından bakalım. Todor Jivkov Moskova’ya sımsıkı bağlıydı. Moskova’nın bir dediğini iki etmezdi. Onun öğrencisi olduğunu beyan eden Boyko Borisov’da saatini bizdeki gölgenin uzunluğuna göre değil de, Batıya, Angela Merrkel’e, AB’ye, Avrupa Halk Partileri yönetimi ve Washington’a bakarak ayarlıyor. Olaya bizim politikacılarımızın bakış açısına göre baktığımızda ise, çok çelişkili bir durum ortaya çıkıyor. Mesela Sağlık Bakanı Dr. Moskova seçmen önünde reyting yapmak için tahta ya da teneke kulübelerde yaşayan, sağlığa uygunluk koşulları sıfır olan Roman nüfus, özürlü ve emeklilere saldırıyor. Ülkemizde yaş ortalaması 43’tür. As-


128

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lında şu çok ağır koşullarda bizde reform yapılmasını isteyen de pek yok. Karnı aç olan bir adamdan, bir özürlüden, bir yaşlıdan değişmesini istemek boşunadır. Arabaların trotoara park edilmesini yasaklamak, yeni ambulans almak, yatılı hastalara yemek vermeyip evden yemek getirilmesini istemek vs. sağlık reformu değildir. Sol sağ açısından da bir yenilik yok. Bizde tüm politikacılar adına her konuda konuşan ve yazan 25 - 30 uzman var. Onlar sol ve sağ kavramları birbirine karıştıra karıştıra yargı değeri farkını başarıyla gömdüler. Sol kanadın açlara, felaketzedelere vs. olan acımalı tutumu sulandırıldı; sol kesim anti-amerikancılığı amerikan hayranlığı oldu; solun devletin ekonomiye müdahale etmesi ilkesi vs. devleti soymaya yol açmaya dönüştü. Sağdaki devletin neo-liberal özelleştirilmesi, aşırı sağ ırkçılık ve Bulgar olmayana düşmanlık vs. illetler bizde bu konularda aşırı sol olan “Ataka” ile aşırı sağ olan “PF” aynı iğrençliği kusunca fark kalktı. Sol-sağ arası yuvarlak ve uzlaştırıcı kavramlarla anlatılan anlaşılmaz oldu. Bizdeki durumda şu “saf soldur”, şu da “su kaçırılmamış sağdır” demek olanaksızlaştı. Sağ ile sol aynı yolun iki tarafından köpekler gibi Türk, Müslüman, İslam, adalet, hak, hukuk, gerçek demokrasi, eşit haklı vatandaş, herkese sağlık hizmeti, herkese anadilinde okuma ve gelişme hakkı gibi istekleri işitince birleşip düşman belirleyip birlikte saldırıyorlar. İşte böyle bir halkız. Bulmuş da tiksinmiş gibiyiz.. Pazar akşam “ÇSKA” -Sofya ile “Botev”- Plovdiv karşılaşmasını izledim. Bu kadar da olmaz. “Levski” takımını klasmandan düşürmek için “ÇSKA” Plovdiv’te 2:0 yenildi. Taraftar yenildik bayramı etti. Gençlerin içinde öyle kin ve nefret birikmiş ki, anlatılacak gibi değil. Statta topladıkları öfkeyi sokağa çıkınca cami taşlamakla, bağırıp çağırmakla atmaya çalışıyorlar. İşte takımlar arası bir çelişki. Bu artık bir sportif yarış değiş, iğneli topuz, kimin kafasına çarpacağı belli olmaz, çünkü sapını tutan para. Durumda başka bir değişme de izleniyor. Gençler internet toplumu oluşturuyor. İnternetten gelen emirle sokaklara dökülüyor. Kimileri internet üzerinden Avustralya’da bir şirkette çalışıyor. Bu yıl 1 Martta Somya’lılar Çin “marteniçkası” taktılar. Kimileri internet üzerinden Holiwood’lu bir yıldıza aşık oluyor vs. Kar altında kalan, evinde su çıkan, toprak kaymaları su borularını koparan vs. vatandaşla bağlar tamamen kopmuştur. Polisin milletvekili arabasıyla hırsız kovaladığı bir ülkede yaşıyoruz. Memlekette bir de Bulgar faşizmi üstüne tartışma başladı. İvaylo Diçev gibi profesörler Bulgar faşizminin “Hitler faşizminden farklı olduğunu” iddia


Makale ve Analizler - 2015

129

ediyor. Meclisteki faşizan parti “PF” şefi V. Simyonov Bulgar Romanları için “yarı insan” dedi. Oysa bizim anayasamız “yarı insanlara” hiçbir konuda hiçbir hak tanımıyor, Romanlarımız ise “eşit haklı vatandaş” olmak istiyorlar. Prof Diçev, Bulgarların bir halk ya da ulus olmadığını “ateş etrafında dans eden bir kabile” olduğumuzu, “yüksek sesle barışıp çağrışırken, müzik yapıp dans ederken komşu aşiretleri rahatsız edip sinirlendirme özelliğimiz olduğunu”, yazıyor. Bizimki ulus değil Bulgar, Türk, Roman ve muhtemelen yarın bir de Çinli etnik guruplarından derme çatma bir topluluk olacağını belirtiyor. Ulus olsak, kurumlarımız olur, onların da nizam ve kuralları olur ve hepimiz nizama uymak zorunda oluruz, bizde böyle bir şey yok diyor. Misal verirken de mecliste en sık kullanılan sözün olumsuzlama anlamında “Bulgar işi” olduğuna ve devamlı yeni baştan başlamaktan söz edildiğine işaret ediliyor. Şükür güneş yüzünü gösterdi. Toprak alacalandı. Kar altında kalan, erişilemeyen köyler var. Kar tümsekleri altından 8 ceset çıktı. İlaçsız, ekmeksiz, aşsız kalan hastaların durumundan henüz haber yok. Kar düşünce köylerine ulaşılamayan bir memlekette yaşıyoruz. 15 günden beri 1000 Rodop köyünde elektrik yok. İtalya 30 jeneratör göndermiş ama onları köylere götürüp monte etmenin henüz bir yolu bulunamadı. Yeni günler kar altındaki kara topraktan doğacak umutlarıyla avunuyoruz. Eskiden de böyleydi. 1975’te son dağ evini de elektriklendirdiğimizde, Todor Jivkov böbürlenerek şöyle demişti: “Bütün ülkenin elektriklendirilmesi artı sosyalizm eşittir komünizm.” Elektrik direkleri çürük çıktı, karda kışta devrildi, teller de çok gevrek buzlanınca çat çat koptu. Olan halka oldu. Direkler çürük, teller gevrek diye elektrik faturası düşük gelmiyor. Hükümet bu işin üstesinden gelemeyeceğini sanki bir daha anlamış gibi. Çünkü 2013 Şubatında GERB’i iktidardan indiren elektrik faturaları olmuştu. İki haftadır karanlıkta kalanların ayaklanması yakındır. Başbakan Borisov “etnik çatışma tehlikesi var” demeye başladı. Halk başkaldırırsa “ben yokum” diyor. HÖH - DPS parti 4 metre kar azmış gibi tümsekler daha da yığılsın da işler iyice karışsın duası istemiş, hafızlar “olmaz” demişler. Güneş gözlüğü takmadan karlı dağlara bakamayan HÖH - kadroları, Trakya’da evlerinde su çıkan köy ve kasabaları da gidip görmedi. “Evinde su çıksın!” dilimizde ağır bir lanettir. Öyle de, kar altında kalan, evinde su çıkan, çığılar, toprak kaymaları yollarını kesen insanlar üstüne bir de aç, işsiz ve sefil yüzde yüz eskisi gibi yaşamak istemiyorlardı. Öyleyse istedikleri nedir?! Hafta sonunda ülkemizin en yeni belediyesi olan mahalleleri merkez Rodopların bağrına serilmiş Sarnıtsa’da muhtarlık seçimi yapıldı. Burası bir Müslüman Pomak yerleşim yeridir.


130

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İnsanlar kar ve tipi altında kalmıştı, ama seçim vesilesiyle en güçlü tırtıl tekerlekli askeri araçlar kar tepelerini deldi ve seçim için hazırlanan ama “oy satın almak yasak olduğu için” kar-kış felaketzedelerine yardım olarak dağıtılan torbalarında ayçiçeği yağ, un ve şekerle her çalar saat ve yaşlılara tespih vardı. İlk turda seçimi kazanan olmadı. HÖH muhtar adayı Nebi Bozov oyların % 45,50’sini alırken, GERB adayı Mustafa Alikanov % 30,35’ini aldı. Reformcu Blok temsilcisi Kemal Tinev de oyların % 22,73 ile üçüncü oldu. İkinci tur kavgası hemen kızıştı. Ekim 2015’te yapılacak Yerel Seçimler provası olan bu seçim toplumsal kutuplaşma açısından olağanüstü büyük bir önem taşıyor. Ekimdeki, genel seçimlerde 10 Müslüman Türk ve Pomak bakan yardımcısı atamayı vaat eden Başbakan Boyko Borisov’un sözünde durmadığı ortadayken; HÖH - DPS tarafında 2013 -14 yıllarında işe alınan Türkleri birer ikişer veya grup halinde işten çıkarma trajedisi yaşanırken Sırnitsa’da oylarının üçte birinin GERB’e kayması üzerinde düşünülmesi gereken bir gelişmedir. Bu olayın derin nedenleri nedir? Önce şu “Hak ve Özgürlük Partisi’ni devlet makamlarından sökmek gerekiyor” tümcesinin özünü açalım. Bu konuda 7 meclis partisi HÖH - DPS’ye karşı birleşti. Bu bir kısır birleşme de olsa, gövde gösterisi yapabilmeye kalabalık gerektiğine artık inandılar. Anayasamıza göre, eşit haklı vatandaşlarız istediğimiz makamda enstitüde vs. çalışabiliriz. Sorun herkesi rahatsız ettiğine göre, başka bir açıdan bakmak gerek. Ve şöyle: 1990 yılında Hak ve Özgürlükler Hareketi, BKP MK Sekreterliği ve Politik Büro, BHC Devlet Konseyi ve Bakanlar Kurulu yazılı evrakı olmayan şöyle bir karar almıştı. Bu karar göre. 1989 Mayısında Ayaklanan Türk ve Müslümanları yatıştırıp, büyük bir kısmının ülkeden kovulmalarına yardım eden gizli polis “DS”, askeri istihbarat “VR”, dış casusluk ve “Altıncı Şube”ye bağlı istihbaratçı ajan görevi yapanlara hafiyelerin hainlik işleri başı Ahmet Doğan yönetiminde parti kurma ve gördükleri işlerden % 10 komisyon almalarına göz yumulacaktı. Toplam ajan sayısı 3016, yaklaşık 4600 parti üyesi vardı. O günlerden bu günlere 25 yıl geçti. HÖH - DPS partisi 3-4 defa iktidar ortağı oldu. Parti içinde finans oligarşisine bağlı zengin katman oluştu. Milletvekilleri, belediye başkanları ve muhtarlar düzeyinde iyi geçinenler sınıfı yaratıldı. Giderek hele 2007’de Avrupa Birliği’nden hibe paralar gelmeye başlamasıyla “eski hizmet harcı” % 20’ye, daha sonra % 30’a ve nihayet 2014’te yüzde 40’a yükseldi. Şirketlere baraj bakımı için ödenen paralar, ırmak yataklarını temizletme


Makale ve Analizler - 2015

131

paraları, çevre sağlığı harcamaları “Romanları Bulgar Halkıyla Kaynaştırma On Yıllığı” ödenekleri vs. vs. doğrudan HÖH - DPS kasalarına doldu. Parti her işten harç toplamaya başladı ki, Bulgar üst tabaka, oligarşik kesim bunu görünce önce şöyle bir dikildi ve “Yeter!” dedi. Bu doymak bilmezliğe, saray sefalarına, dört elle çalmaya tepki oldu. Şimdi artıko hizmetin parasını ödedik deyenler çoğalıyor, birleşiyor, güçleniyorlar. Borisov’un “etnik çatışma”dan söz etmesi, “biraz daha yesinler” anlamında olmayıp, bir kurnazlıktır. Demek oluyor ki HÖH - DPS yönetiminin GERB partisi ve bir yere kadar BSP partisiyle çelişkisi, kavgası, kapışması hep bu yüzdendir. “Temizlik yapılacak Kör sofradan Kalksanız iyi olur!” anlamındadır. Son aylarda bu işler o kadar kafa karıştırdı ki, seçmen ve geniş kitle “şu pasta” dağıtma işinde bir şeyler olduğunu fark etti. Olay, son 6 yılda devletin ödediği tütün primlerini başlıca muhtarların aldığı ortaya çıkınca patladı. Ateşlenmesi ve alevlenmesi ise, Avrupa Birliği Genel Kurulu komiserlerinin Sofya’ya gönderilen ve halka dağıtılması gereken teşvik amaçlı paraların kayıplara karıştığını ve Sofya ile Brüksel arasındaki evrak trafiğinin gerçekleri yansıtmadığı anlaşılınca ortaya çıktı ve son hafta Brüksel bu konuda karar değişikliği yaptığını bildirdi. Artık paralar Sofya’ya gönderilmeyecek doğrudan sundukları programlar ve tasarımlar onaylanan belediyelere ve muhtarlıklara gönderilecektir. Dananın kuyruğunun koptığı yer burasıdır. Kazan başının elinden çarpak, pasta dağıtıcısının elinden bıçak alınmıştır. Çatırtı bu yüzden kopmuştur. Eski Tarım Bakanı bu yüzden HÖH (DPS Genel Başkanı Lütfü Mestan’a “Sen git de doktora görün!” dedi. Bu sözlerin anlamı şudur: 25 yıl devam eden bayram sona erdi ve davulcu son tokmağı vurdu. Böylece Sarnıtsa seçimlerinin önemi anlaşılmış oldu. Muhtarlığı GERB kazanırsa HÖH - DPS’nın gerilemesi gerekecektir. Çözüm GERB ile RB partisi adaylarının ortak noktada birleşmesindedir. Beraber hareket etmelerinde gizlidir. Yeni bir başlangıç böyle başlayacaktır. Tüm soruların çözümü bu düğümde gizlidir. Bu açıdan Sarnıtsa gibi küçük ve yeni bir belediyede yapılacak 2. tur yerel seçimin önemi olağanüstü nitelik kazanmıştır. Hayırlısı olsun. Şimdilik Ortak Hedef parayı kapmaktır.


132

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Sızlıyor!

Mustafa Akgün-18.Mart.2015

Bulgaristan’da Pomaklık ve Müslümanlık kalelerinden olan Sarnıtsa muhtarlığı 1972’de Velingrat Belediyesine bağlıydı. 26 yaşındaki Pomak Sergey Kurtov, göreve tayin edilirken isminin değiştirmesi şartını kabul etmiş ve milis üniforması giymişti. Pazar gün yapılan seçimler için Sarnıtsa’ya giden HÖH - DPS kodamanları arabalarında inerken karşılarına dikilen “Halk Kahramanı” anıtını görmüşlerdir. Bu heykel 23 Nisan 1972’de öldürülen işte o polis Kurtov anısına sosyalizm yıllarında dikilmişti. Olay şöyledir. Kurtov 23 Nisan 1972’de (Pomakların isimlerinin değiştirilmeye başlandığı gündür) İçinde 4 yolcuyla köyden çıkan arabayı durdurdu. Şoförün ehliyetini ve aracın evraklarını aldı. “İsimlerinizi değiştirmeden geri vermeyeceğim” dedi. Araçtaki 4 kişi genç polisi yaka paça kaçırdı ve köy dışına çıkardı. Milisi korkutmak amacıyla anadan doğma soyup bir bacağına ip bağlayarak Sırnıtsa mahallerini birbirine bağlayan köprüden sallandırdı. Olacak işte, ip koptu ve polis dereye düştü. Başı taşa çarptı ve öldü. Kaçıranlar onu sudan çıkdı ve bir daha dirilmesin diye kafasını taşla ezdi. 23 Nisan 1972 günü Bulgaristan Pomaklık dünyasında açılan bu yara 1989’a kadar derinleşti, çok kişi hapse düştü, sürgün edildi, Pomak ayaklanmaları oldu, yani yara asla savmadı ve bugün de sızlıyor. HÖH - DPS bizim memlekette defalarca iktidar ortağı oldu, ama her gün bu feci olayı hatırlatan heykeli kaldırmadı. Sarnıtsa Pomaklarına baskı ve terör de arasız sürdü. Mesela, 2014’te Pazarcık’ta “Ebu Bekir” camii ve cemaatin evleri maskeli polislerle basılırken, bu köy de basıldı. İmam Sait Mutlu tutuklandı. Mahkemede 3 bin leva para cezası ve bir yıl şartlı mahkûmiyet cezası aldı. O, Sırnıtsa İslam Din Okulunda hocaydı. Okul kapandı. Görüldüğü üzere ve artık bilmeyen kalmadığına göre eski “DS” gizli siyasi polis İslam’a, Müslümanlara ve Pomaklara olan kin ve öfkesini yenemedi. Kuşak değişti ama sızı dinmiyor. Yerlilere sorduk: İslam’a göre bir kin, öfke ve nefretin ömrü ne kadardır?


Makale ve Analizler - 2015

133

Aldığımız cevap şu oldu: Yaş bir havlu yağışlı bir havada ne kadar zamanda kurursa, o kadardır, dediler. Belediye merkezinde birleşen 3 mahalle ile Medeni Kamıni ve Pobit Kamık köylerinde de seçim yapıldı, kışı evinde geçiren 3 bin 122 seçmenden % 95’i oy verdi ve HÖH - DPS oyların % 45’ini aldı. Ardından GERB ve Reformcu Blok geliyor. Köyde hiçbir şey unutulmamış, Komünist Partisi uzantısı BSP seçime katılamadı. Suskun insanlar seçimden önce, seçim günü ve sonrası hep düşünüyor. Düşünme özgürlüğü Allah vergisi. En fazla kafa yordukları konula ise fakirlik ve sefalettir. Lak iskarpinler, İngiliz kumaşından takım elbiseyle arabası kat teperine saplanan Reformcu Blok partisinden Radan Kınev yarısı ayı yalnız 100 leva ile geçinmek zorunda kalan bu insanların arasında kendini traji-komik bir sahnede hissetti. Ürettikleri patatesleri kilosunu 30 stotinkadan satamayan bu köylülerin sütleri de 15 günden beri ellerinde kalmıştı. HÖH - DPS ve BSP - “Ataka” iktidarı günlerinde bu köyde her evde bir ton patates varken, Şili, Polonya ve Fransa’dan patates ithal etik. Krakov’tan TIR’a yüklenen patatesler Sofya pazarına TIR parası da dahil 5 stotinkaya indirilirken onların ürettikleri ürün neden 6 defa daha pahalı, sorusuna yanıt arayanlar, Lehler tarımcıların Brüksel’den çok büyük subvensiyon aldığını anlatsalar da, onlar bu sözün ne olduğunu bilmediklerinden birbirlerine bakınıyorlar. Radan Kınev’ “refomları” anlatmaya başlayınca da, kahvedeki Pomaklar ne konuştuğunu anlayamadılar, çünkü onların diline şu “reform” sözü henüz girmediği gibi, ne yapılacağına da bir türlü akıl erdiremediler. Durgunluk durumundan hareketlenmeye geçiş reformsa, öyleyse köy meydanına 20 TIR getirip hiç olmazsa 400 ton patates yükleseler ve önlerine 120 bin leva atsalar, yüzleri gülecek ve kışı daha rahat geçireceklerdi. Ama politikacıların istediği, adına yine anlayamadıkları bir kavram olan “statüko”yu devam ettirmekti ki, bunun için hediye olarak pilli duvar saati ve tespih getirmişlerdi. “Tespih”in anlamı siz camilerde sayıklamaya devam edin (Sarnıtsa’da 3 caami var), biz satın pıli bitene kadar yine geleceğiz ve o zaman “reformlar” başlayacak anlamındaydı. Onlar anlamaya başlasalar da karınları açtı ve içlerinde durmadan sızlayan bir sıkıntı vardı. Devam edecek.


134

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Balkanlardaki Türkiye

Alptekin Cevherli-18.Mart.2015

Sevgili okurlar, uzun bir aradan sonra yine beraberiz. Geçen hafta sonu Kosova’daydım. Balkanlardaki bu küçük ama önemli ülke ile ilgili izlenimlerini hem turistik bir bakış açısıyla, hem de sosyal yaşam şartları açısından sizlerle kısaca paylaşacağım. Kosova 2008 yılında Sırplarla yapılan savaş sonrası bağımsızlığını ilan etmiş. Başta ABD ve Türkiye olmak üzere 107 devlet tarafından tanınmış 10 bin km² alana sahip küçük bir ülke. AB’nin ortak parası olan Avro aynı zamanda Kosova’nın da resmi parası. Ülkenin tek uluslararası uçuşlara açık havaalanı başkent Priştine’de. Ancak ne yazık ki, Şehrin oldukça dışında olan bu havaalanından Kosova’nın başka kentlerine gitmek istediğinizde ya mecburen Priştine şehir merkezine uğrayıp oradan otobüse bineceksiniz, ya da zamanınız kıymetli ise taksi kiralayarak Prizren veya İpek gibi şehirlere taksi ile gideceksiniz. Nüfus yaklaşık 2 milyon. Bunun tahmini olarak 250 bin kadarı Türk. Ancak iş Türkçeyi pratik olarak kullanmaya gelince hayatının tamamında Türkçe kullanan sanırım 60 bini geçmez. Diğer Türkler ise Arnavutça ve Türkçeyi ortak kullanıyor. Genelde Türkçe, Latince ve Slavca karışımı bir dil olan Arnavutça’nın ülkede tartışılmaz bir üstünlüğü var. Kosova Devlet Televizyonunda belirli zamanlarda Türkçe yayın yapılıyor ve belediye meclisi kararlarıyla da Türkçe, pek çok kentte (Prizren, Mamuşa, Priştine, Mitroviça, Vıçıtırın, Gilan vb.) resmi dil olarak kabul edilmiş. Ancak bir dükkâna girdiniz; esnafla Türkçe konuşurken, içeriye yabancı biri girdi mi, esnaf bir anda Türkçeyi unutuveriyor ve sizin sorularınıza Arnavutça cevap vermeye başlıyor. Diğer yandan eğer Türkçe’nin yanı sıra İngilizce veya Latin kökenli bir dili biliyorsanız, Arnavuça’yı yazılı metin halinde gördüğünüzde zaten önemli ölçüde anlayabiliyorsunuz. Bunun haricinde ilginç bir tezattır ki, Kosova’daki Türk Tugayı’nın radyosu, sanırım ülkedeki reytingi en yüksek radyo. Herkes Türkçe şarkı dinliyor. Bu arada Kosova’yı ABD, Türkiye, İtalya ve Almanya başta olmak üzere NATO kuvvetleri koruyor. Ama şunu gururla söyleyebilirim ki, sokakta en rahat gezen asker bizimkisi. Diğerleri halka diyaloğa girmekten imtina ederken, Kosova halkı Türk askerini resmen bağrına basmış. Her yerde Türk askerine rastlayabiliyorsunuz...


Makale ve Analizler - 2015

135

Prizren ise sanki Osmanlı dönemini hâlâ yaşıyormuş izlenimini veriyor. Tarihi doku olabildiğince korunmuş. Sokakta, çarşıda Türkçe hâkim. Hatta Galatasaray spor kulübünün Prizren’de taraftar derneği ve oldukça büyük bir lokali dahi var. Özellikle Türklerin çok yoğun olarak yaşadığı Prizren’de belirgin bir huzur ve güven ortamı var. Hatta Prizren’de kendi mahallenizde dolaşıyormuş gibi hissediyorsunuz. Şehrin içinden geçen Akdere (Bristriça) ayrı bir hava ve turizm potansiyeli katmış. Aynen Makedonya’da olduğu gibi Kosova’da da TİKA Müthiş bir restorasyon işine girişmiş. Hatta Makedonya’dakinden çok daha ileri bir şekilde Kosova’da nerede bir Osmanlı eseri varsa hemen tamirine başlanmış. Bu vesile ile TİKA Kosova temsilciliğini yürekten tebrik ediyorum. Priştine ise Batı ile Doğu kültürü arasında sıkışmış garip bir şehir. Denizi olsa İstanbul’a benziyor diyeceksiniz. Bir yanda 40 katlı dev binalar, dibinde gecekondular, yağmalanmış tarihi eserler hemen yanında Batı tarzı heykeller ve kafeler... Prizren ile kıyaslandığında “Ne işim var benim Priştine’de?” dedirtiyor. Ama elbette başkent olmanın verdiği avantajıyla müthiş bir meydana ve gösterişli kamu binalarına sahip. Gelelim sosyal yaşama... Kosova’da Arnavut milliyetçiliği almış başını gitmiş. Meselâ Makedonya’da bir dükkâna girdiğinizde rahatlıkla Türk bayrağı ile karşılaşabilirken Kosova’da tek bir dükkânda Türk bayrağı görmedim. Türkler dahi Arnavutluk bayrağı aşmışlar. Kosova bayrağı ise sadece resmi yerlerde asılı. Hatta kamu binalarında dahi çoğu zaman Arnavutluk bayrağı ve Kosova bayrağı yan yana asılmış durumda. Kosova’nın bağımsızlığının ardındaki UÇK’ya (Kosova Kurtuluş Ordusu) ait anıt, mezar ve heykeller ülkenin dört bir yanında var. Aynen Makedonya’da olduğu gibi, hatta daha hızlı bir şekilde Kosova’daki Türkler de çok ciddi bir asimilasyon süreci yaşıyor. Eğer Türkiye çok acil ve plânlı bir şekilde müdahale etmezse bundan 20 sene sonra Balkanlar’da Türkçe konuşabilen nüfus yarı yarıya azalacak. Türkler hızla Arnavutlaştırılıyor. Bu konuda devletimizin çok acil bir eylem plânı geliştirmesi gerekiyor. Ayrıca Türkiye’deki yöre derneklerinin iç politikayla uğraşmayı ve koltuk kavgasını bırakıp asli vazifelerini yerine getirmeleri ve kültürel çalışmalar yapmaları gerekiyor. İşin daha ilginci ise Arnavutlar aslında antropolojik olarak Türk asıllı. Milattan sonra 3’ncü yüzyıldan itibaren bölge Hun, Macar, Bulgar, Peçenek ve Oğuz Türkleri’nin hâkimiyetinde kalmış. O dönemde Roma imparatorluğu bunları Hristiyanlaştırmak için gayret göstermiş ise de pek başarılı olamamış. Ancak dil konusunda İtalyanca etkisini hissettirmiş. Bizans döneminde Hristiyanlaştırma baskısı sürmüş. Ardından Bizans’ın zayıflamaya başlamasıyla Slavlar bölgeye inmiş.


136

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Böylece Slavca da dile karışmış. Ardından Osmanlı Devleti ile birlikte yeniden Türk hâkimiyeti başlamış. Arnavutlar Müslüman olmuş ama dillerinde Türkçe, % 35 - 40 kadar kalmış. Bunda da İslâmiyet’in kuşkusuz büyük olumlu etkisi var. Bölgede Arnavut olmak kutsanırken; Türk işgalci, barbar olarak betimleniyor. Diğer bir tezat ise bölgeye İslâmiyet’i Osmanlı Devleti getirdiği halde, bugün Türkçe konuştuğunuzda veya millî bir konu gündeme getirdiğinizde “Sonuçta hepimiz Müslümanız, ırkçılık yapmayalım”, denilip Türkçe bırakılıyor ve Arnavutça konuşulmaya başlanıyor... Gelelim 2020 perspektifine... Osmanlı’nın miras bıraktığı Hanefi - Maturudi İslâm anlayışı ise bugün Kosova’da yerini çok tehlikeli bir şekilde Suud tarzı Vehabiliğe bırakıyor. Bu konuda Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı ve Kosova’daki ilgili kurumlar acil tedbir almak zorunda. Tabi işin Ehl-i Sünnet kısmının manevi sorumluluğu haricinde dünya kamuoyundaki Türkiye Modeli veya Batı’nın hoşuna giden moda tabirle ‘ılımlı İslâm’ anlayışı da ciddi tehdit altında. Ne demek istediğimi iki örnekle anlatacağım: Priştine Fatih Camii’nde akşam namazını kıldık. Cemaatin yarıya yakınının Şafi mezhebinde olması dikkatimi çekti. Çünkü sosyolojik olarak ya Osmanlı’nın resmi mezhebi Hanefi - Maturudi olmaları gerekiyor, ya da Akıncı ve Yeniçeri Ocağı’nın bağlı olduğu Bektaşi.Şafiliğin bu kadar yayılmış olması o an çok anlamsız geldi. İmam selâm verdi, cemaatin yarıya yakını sünneti kılmadan Arap ülkelerindeki gibi camiyi terk etti. Hanefi olan ve hoşgörülü Osmanlı’nın mirası, önemli ölçüde çok daha katı kurallı ve genelde Araplar arasında çok daha yaygın bir hak mezhep olan Şafiliğe dönüşmüş. Şafi olmaları aslında dinen sorun değil. Sorun, bunun kimin tarafında ve ne maksatla, özellikle çalışılarak gerçekleştirildiği. Bilmem anlatabildim mi? Kıyafetler ve saç - sakal şekilleri de hakeza öyle... Kendinizi İŞİD işgalindeki Musul’da gibi hissediyorsunuz. Ayrıca meselâ Priştine’de vitrin mankenlerinin yüzüne ya koli bandı, ya naylon torba veya bayan çorabı geçirilmiş. Bir kısım insan vitrin mankenlerini put olarak tanımlıyor. Tabi bu işin sosyolojik boyutu. Bu değişimin 1990’dan sonra (özellikle de son 20 yılda) bu kadar hızlı ve dikkat çekici olmasının mutlaka Türkiye tarafından izlenmesi ve araştırılması gerekiyor.Ancak son söz olarak şunu söylemek istiyorum: Düşünün ki, bugün Avrupa’nın ortasında sayılabilecek bir yerde, halkının yaklaşık % 98’i Müslüman bir ülke var. Batı, bunu jeostratejik çıkarları gereği bir şekilde kabullenmiş durumda. Ancak burada çıkacak bir iç kargaşa veya taassup sahibi bir hareket; NATO askerlerine muhtemel bir saldırı


Makale ve Analizler - 2015

137

veya NATO kuvvetleri çekilir çekilmez Rusya ve Sırbistan’ın yapacağı taarruz kesin olan bir ülke için intihar demektir. Bağımsızlığını aynen Kosova gibi kazanıp tekrar kaybeden Çeçenistan örneği bunun en somut delilidir. Vehabi mantıklı bir anlayışın Balkanlar gibi çok dinli, çok etnik yapılı ve çok kültürlü bir coğrafyada yaşam şansı yoktur. Buna sayın dış işleri yetkililerimizin ve Kosova Hükümeti’nin çok acil çözüm bulması bizce gereklidir...

Nerede Kalmıştık?

BG-SAM-19.Mart.2015

Bulgaristan’ın Güneyinde, hele Smolyan (Paşmaklı) ve Kırcaali illeri belediye köy ve mahallerinde yaşayan soydaşlarımızın yakın tarihin en kalın bir kara kış altında kaldığını anlatmıştım ve herkes Lodos bekliyor, demiştim. Evet, Lodos esti, karlar eridi, karaçalı ve güvem kuytularında kar çiçeklerimizle çiğdemlerimiz güneşi selamladı. Bir de ne mi oldu? Karın kışın faturası kesildi. Kar tepecikleri altında soluyamayan hayatta 10’dan fazla kardeşimiz, 2000’e yakın koyun uzumuz, keçi ve ulağımız, 100’den fazla eşek, inek, buzağı ve sayıları açıklanmayacak kadar büyük olan tavuğumuz öldü. Birçok yerde toprak kaymaları oldu, yamaçlar yarıldı, kayma tehlikesi arttı. Karakışa yenilmeden evlerinden çıkanlar bitkin. Felaketin en büyük zarar verdiği bölge Yunanla sınır boyu köylerimizdir. Bu sınırda artık beton ve demir direkler, içinden devamlı elektrik geçen, 5 6 kat dikenli tel örgüler, sürülmüş sınır çizgisi kaldırıldı. Mayın tarlaları söküldü. Yani günlerde ir baş hayvanlar kafalarına estikçe memleketten memlekete geçebiliyor, ne kalmış kar bulutlarına ve vitesiz kuzey rüzgârlarına. Bize düşen kar sınır ötesine, Gümülcüneyse de yağdı. Gidip dönenler anlatıyor, kapanan yol yok, elektrikler kesilmemiş, okullar kapanmamış. Hayat etkilenmiş ama durmamış. Poliklinikler, dükkânlar, çarşı, Pazar açıkmış. Nasıl olur da Yunanlılar yollarını bir günde açabilirken bizde kar neredeyse yıllanacak. Bir de üstüne kar yağıyor diye bayram edenler var. Halk büzüldükçe büzülsün!


138

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Dalavere biçimleri. Sorunun cevabı basit: Bizdeki durumda gizli özellik var. Mesela Blagoevgrat ilinde Sandanski, Petriç, Razlog, Satovça, Gotse Delçev gibi hem Pirin hem de Rila gibi en fazla kar düşen, soğu sert, yolları tek şeritli, dar, dönemeçli, çıkışlı inişli dağ yoludur. Her ilde kar temizleyen, yol açan, yollara tuz, tuzlu su atan bir şirket ve bu şirketin her belediyelerde şubecikleri var. Ana şirketin ve ona bağlı olan şubelerin makine parkı aynıdır. Belediye ve kara yolu ihalelerine girenler bir tek şirketin temsilcileridir. İhale belgelerindeki makineler her aynı makinelerdir. Bunlar modern, cilt yeni, “bizim şartlarımıza çok uygun, yüksek verimli” hepsi ithal malı ve Avrupa ülkelerinde denenmiş ve sertifikalıdır. Öyle ise, neden 15 gün yolları açamadık? Evet açamadık, çünkü aynı makinenin aynı anda 15 yerde birden çalışması imkansızdır. Aslında her belediyede bütün önlemler alınmış görünse de kar temizleme ve yol açma ekibi aynıdır. Bu ekibin aynı anda her yere birden yetişe bilmesi imkânsızdır. Kabahat kimde? Havada, bulutlarda, karda, poyrazda, memleketimizin dağlık olmasında, insanlarımızın köylerde yaşamasında, köylere yol olmamasında vs. Suçlu olan çok, ama hesap sorulacak adam yok. Yanlış olan tüm kar temizleme işlerinin aynı şirkete verilmiş olmasıdır. Kar yol kesip hayatı durdurmamış olsaydı bur gerçek ortaya çıkmayacaktı tabii. Şirket belediyelere, onlar da hükümete karakışla mücadelede şu kadar bütçe dışı masrafımız oldu diye fatura kesmişler, Hasan Ali de Kırcaali kış zedeleri için 2 - 3 milyon istemiş, inek başı 1000, koyu başı da 180 leva ödemişler. Öteki paraların hepsi bir tek şirketin cebine giriyor. Smolyan’da ve Pazarcık’ta da durum aynıdır. HÖH - DPS zamanında da öyleydi. Irmak yataklarını temizleme paraları hep Roman şirketlerine verildi ve sonda ırmaklar taştı ve memleket su altında kaldı. Değişen bir şey yok. Gerçekler çok acı, dalavere, rüşvet ve dolandırıcılık almış yürümüş, devlet olmadığı yerlerden kalkan cenazeler var. Karayolları Genel Müdürü görevinden istifa etti. Uzatmayalım.... Böylece “Kara Kış” konusunu tamamlamış oldum. Noktaladım. Üzgünüm Hak ve Özgürlük Hareketi (DPS) yönetimi helikopterlerle atlayıp kar altında kalan köylere inip “Geçmiş Olsun!” deyemediler. “Bizimkilerin” bu kara kışta dalaveresi yoktu. Şimdi gelelim konumuzun ikinci kısmına. Bulgaristan’da reform neden yapılamaz? Sofya’da çıkan ve en fazla satan (en fazla okunan demiyorum “Presa” gazetesini inceledim. Bir sayısında 50 defa “reform”, “reformcu blok”, “reform politikası”, “beklenen reformlar”, “reform programı”, “reform hükümeti” ve “bizde reform olabilir mi”, “bu halkla reform yapılabilir mi”, “bu kadar yok-


Makale ve Analizler - 2015

139

sul ve sefil yaşayan insanlardan reformcu ordu oluşturulabilir mi” gibi tespit ve soru okumaktan yoruldum. Bir de devlet damarlarına aç kene gibi yapışmaya çalışan Reformcu Blok var ki, tamamen felaket. Devrim ile evrimin kardeş olduğu söylenir. Birincisi hızlı, güçlü, çok kararlı, bilinçli, politik güç tarafından yönetilirken, ikincisini anlayabilmek için yalnız “hızlı” sözünü “aşamalı”, “giderek” veya “yavaş yavaş” gibi bir sözcükle değiştirmemiz yerli olur, deyenler kalabalık ve biz de onlara katılmış olalım. Bulgaristan’da belki de hiç devrim olamadı. III. Bulgar devleti 1877 - 78 Rusya - Osmanlı Savaşı sonucunda kuruldu. Bulgar Çarı Ferdinand Tahtına devrimsiz oturdu. 1944’ün 9 Eylül günü sosyalist devrim oldu deyenler, bu değişiklik III. Ukrayna Ordusu’nun Hitler ordularını inlerine kovalarken yolu bizden geçti ve rejim değişikliği zorunlu odlunu söylemek ve yazmak istemiyorlar. Devrimci dönüşüm olması için yeni gelenin eski idarenin yaptıklarından hiö birisini yapmaması gerekir. Çar Ferdinand 1912’de, Çar III. Boris 1936 ve 1942 - 43’te, Todor Jivkov Pomakların isimlerini 1972 - 73’te ve Türklerin isim ve kimliklerini 1984 - 1989’da değiştirdi. Burada 100 yıl kesintisiz devam eden bir ince ayrımlı rejimden söz edilebilir. Yani toplumdaki kara kanı akıtan derin bir olay sanki olmadı. Değişiklik istekleri sürekli çarpıtıldı. Azınlıklara didişme, düşmanca davranış, zulüm politikası aldı yürüdü.. Toplum param parça oldu. 10 Kasım 1989’da diktatör Todor Jivkov ve komünist totaliter rejim düşmüş gibi oldu. Aslında salyangoz gibi kabuğunun içine çekildi. Azınlıklara karşı klasik ayrım politikası HÖH - DPS’ ye rağmen devam ediyor. Çünkü HÖH yönetiminin sahne rolü şeytanlık yapmaktır. Bir de şu var: Bulgar halkı zaten devrimci yenilenmeye, derin dönüşümlere pek istekli değildir. Dikkatinizi çektiyse hiçbir sol partinin işçi sendikasının, gençlik birliğinin isminde “devrim” sözü yoktur. Devrim kendisinden korkulan bir şey gibidir. 137 yıllık yeni Bulgaristan tarihinde devrim olmamıştır. Olanlar hep ya isyan (1918 Vladaya Asker İsyanı; 1923 Eylül Ayaklanması, 1944 hükümet devirmesi) ya darbe (1934 faşist askeri darbesi) ya da işçi hareketi, gençlik hareketi, partizan direniş hareketi vs. Devrim bir de bir şeyi tamamen yok edip yerine yenisini yaratma (koyma) anlamına gelir. Bizde 1990 ile 2000 yılları arasında 1945 ile 1985 yılları arasında kurulan sosyal ve ekonomik ilişkiler toptan yıkılıp yok edildi. Tarım kooperatifleri dağıtıldı. Ttopraklar sahiplerine geri verildi. Sanayi işletmelerini de yıktılar yıkıyorlar, çöpe attık atıyoruz ya da hurdaya çıkardık çıkarmaya devam ediyoruz. Makinelerimizi Türkiye’den Yemene de-


140

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ğişik devletlere sattık, paketleyip gönderdik. Ama yerlerine yenisini kurmadık. Sözde dış yatırım bekliyoruz. Aslında şu bizde 1989’dan sonra ve Geçiş Dönemi boyunca oldurulmaya çalışılanın pek adı da yok. Çünkü toplumsal gelişim süreci içinde, özel mülklerin kooperatifleştirilmesi ve kamulaştırılmasıyla kurulan sosyalizm özel kapitalizmden bir adım ileri bir sosyal ve ekonomik olgudur. Sosyalizmin pes etmesi olan 1989 yenilgisi aslında sosyal ilerleme yolunda bir “U” bükümüdür. Bir eri dönüştür. Değişikliklerden kazanan Batı sermayesi oldu. Her yıl ülkemizden 9 milyar leva para kar olarak Batı bankalarına aktarılıyor. Hiçbir Batı şirketi Bulgaristan işçisine Batı işçisine verdiği ücreti vermiyor. Biz, Geçiş Döneminde (25 yıldan beri ) sosyalizmden kapitalizme dönüşmeye çalışırken kamulaştırılmış ve kooperatifleştirilmiş mülkiyeti eski sahiplerine iade etmeye gayret ettik. Bu işten en çok memnun olan dükkânlarını geri alan şehir esnafı oldu. Mol, Billa, Kaufland, Moll vs, alış veriş merkezlerinin iç pazarımıza çökmesi onların da sevincini kursağımızda bıraktı. Devrimin “yok etme” ve “yenisini yaratma” sosyal yaşamda, uygarlık yolunda ileri bir adım, bir hamle olduğu düşünüldüğünde, bizde sanki bir şeylerin yarısı yapıldı ve ardından tüm işler birden durdu anlamı ortaya çıkıyor. Çünkü ilerlerken ileri gidemedik, dibe batık. 900 bin kişi - her 5 kişiden biri - ayı 100 leva (50 Euro) ile çıkarmak zorunda. Çalışanların aldıkları maaşla geçinememesi acı bir gerçek. Gözlenen sosyal-ekonomik ve kültürel topyekûn çöküş acı bir gerçektir. Bu durumda bizde olup biten hakkında yalnızca şu soruyu sorabiliriz: Olanlar bir “yarım kalmış devrimin yaraları mıdır?” Yalnız üst yapıyı -politikayı- kucaklayan değişikliklerin geniş kitlelerin hayatını, yaşam tarzını ve düzeyini etkilemediğine örnek oluyoruz. Bizde olmaya başlayan ve yarım kalan işlerin bilimsel araştırılması yapılmadığından, bu bakıma söz hazinemiz de kısırdır. İnandığımız bir şey varsa o da, bizim memleket gibi yerlerde, belki biraz şarklı olduğumuzdan, belki Osmanlı bünyesinde çok uzun zaman beraberliğimiz olduğundan “devrimci dönüşüm” olarak anlatmaya çalıştıklarımız ancak sürünerek evrim geçirendir. Acele etmeden, can sıkmadan, otura otura, çok zorunlu olmadan hatta yerinden kalkma zahmetine katlanmadan, bazen da sürünerek olanın adıdır. Belki de dünyayı görme arzusunu yitirmişlerin saray sefasının son ismidir. Halsizliğe düşenlerin çığlığı.


Makale ve Analizler - 2015

141

Kalın kar 3 günde düştü. 12 günde kalktı. İş 15 günde bitti. Ama bu doğada böyle... Olayın sonunu hızlandıran dış etken Lodos esintisi oldu. Toplumsal işler çok uzun zaman istiyor. Mesela Boyko Borisov hükümeti HÖH - DPS oylarıyla 16 milyar levayı aldı, canını neden sıksın. Canı çok sıkılan zaten kendini ya tren altına atıyor. Ya da apartmanın 5-nci katından uçuyor. Arabalar devamlı birbiriyle çarpışıp günde 3 - 5 can alıyor. Kendini yakan 30 kişinin kendini yakacağı önceden biliniyormuş hiç kimse hiçbir tedbir almamakta özgür. Bu işin haklı yanı da “kaderi yönlendirebilecek güç olmaması kuramı” iktidarda olanların işine geliyor. Fazla ileri gidenlere karşı önlemler hemen işleme konuyor. Hayreddin köyünde 80 yaşında bir ninenin evi 15 defa soyulmuş, dedesi gamdan ölmüş. Nine bir tüfek icat etmiş ve 16-ncı defa mutfağa giren hırsızın ensesine dayamış. Hırsız ihbarda bulunmuş ve 80’lik nineyi önce ifadeye, ardından sorguya ve şimdi de duruşmaya çağırılmış. Yani işlerini yapamayanlar halkın devrimci silahlı başkaldırısından korkuyorlar. Kısır döngü içindeyiz. Bazı işler bizde de şıp diye oluyor da, mesela aydınlığın Doğudan Batıya geçmesi 300 yıl aldı. Batı çok zor aydınlandı. Uyanış çağına zor girdi. Önceleri insanlar Güneş Batıya battığından, aydınlığın Batıdan gelmesini beklemişler. Giden gittiği yoldan geri döner misali. Kara toprağa gömülen tohumun sürgünle belirmesi gibi. Fakat bizimde bazı ağaçlar açsa da meyve bağlamıyor. Bütün bahçe meyve vermeyen kalemlerle aşılansa, mahvoluruz be! Vaktiyle sizlere anlattığım Papaz Armudu öykümde yanında aynı armuttan bir ağaç daha yoksa tozlaşamaz, meyve vermez, demiştim. O benim hayat tecrübemdendi. Bu bakıma şu Geçiş Dönemi diğer ülkelerde sanki tuttu ama tozlaşamayan biziz, bizde sonuç vermedi. Şu anda aklıma başka bir şey takıldı. İkinci Dünya Savaşında Almanya öyle bombalanmıştı ki, yerüstüne dilmiş ne varsa % 80’ni yerle bir olmuştu. Dünyayı yakma emeli olan Hitler faşisti ölümünden bir gün önce, yerin yedi kat altındaki beton sığınakta “Almanya’yı yakın!” emrini verdi. Bu onun son emriydi. Bir gün sonra kendini zehirledi. Bu onun son emriydi, yerine getirilmedi. Ama 19 Mart 1945’te, yani tam 70 yıl önce o dünyayı ürpertmişti. Alman halkı vatanını yakmadı. Toparlandı. 70 yılda eski kıtanın en gelişmiş ve en güçlü ülkesi oldu. Dünya Hitlerden önce de çılgınlar tanıdı. Olaylar ters de gelişebilir.


142

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Hıristiyanlıkla gelen Yeni Çağa girerken Neron Roma’yı “yakın” demişti. Çılgınlıkları sıralamakla bitiremeyiz. Yakıp yıkmak aslında ne devrim ne de evrimdir. Reform ise hiç değil. Kural bozanlar gerçek tarihi yazanlardır. Bir örnek. 13 Nisan 1876’da Orta Balkan göbeğindeki Panagürişte – Oberişte çamlığında Osmanlıyı devirmeye karar alan havariler iki hafta sonra yani 1 Mayıs 1876’da Ayaklanma başlatıp Sultanlıktan kopmayı planlamıştı. İsyan çırasını Filibe’de (Plovdiv) kendi evlerini, köşklerini, çiftliklerini ateşe vererek yakacaklardı. İncil, tabanca ve kama üzerinde yemin etmişlerdi. Damarlarından kan akıtarak dava uğruna kardeşleşmişlerdi. Ne oldu, aklıselim üstün geldi ve Filibe’de kimse evini yakmadı. İnsana devrim, kurtuluş, evrim, reform diyerek rahatını bozdurmak zordur. Dünyayı yeniden kurmak bir devrimci yeniden biçimlenme ise, hafta içinde en güzel haberi Kahire’den aldık. Dubay’lı bir para babası, 46 milyar US Doları gözden çıkarmış ve Mısır devlet konseyini, bakanlar kurulunu, anayasa mahkemesini ve bazı başka makamları 10 milyonluk şehrin çilesinden kurtarmaya karar kılmış. Nil Irmağının Doğusuna ve her sabah Güneşin ilk ışıklarının belirdiği kumsal tepenin tam ardına yeni süper modern bir anakent inşa edip gözdeleri yeni kente taşınacakmış. Yeni anakent, kadim Kahire, piramitler ve Swings görünmesin diye gökdelensiz, kimse nümayiş ve miting yapmasın diye meydansız, her şey serbest ve herkes özgür olacağı için mahkemesiz ve hapishanesiz kurulacak. Bu olay, Mısır’ın yeni yönetim merkezi, size de, zaman içinde her şeyin ya Batıya ya da Doğuya doğru devamlı değiştiğini ima etmedi mi? II. Ramzes (m.ö. 1318 - 1251) zamanlarında, Menfis kenti Mısıra Güney Payitaht imiş. Ama Kahire’nin idarî anakenti içinden atmasında, eski geleneğe ancak biçimsel benzerlik taşıyor. Yolun rahata götürdüğüne inanan insan seve seve yürür. Devrimci dönüşüm örnekleri. Devrin olguları, öz olanı ve biçimi değişime güçle zorlarken, aslında insanlar değişim açısından tutucudur, bir çivinin bile sökülüp yerine başkasının çakılmasına karşı çıkarlar. Mesela Fransız Burjuva devrimi (1789 - 1794) Krallık (monarşi) yerine parlamenter burjuva düzeni getirdi. Bu bir tarihsel devrimdi çünkü toplumsal ilişkileri öz ve şekil olarak kökten yeniledi. Toprak kölesi (maraba) köylüler iş gücünü satabilme özgürlüğü kazandı. Karşısında giyotin duran devrim ordusu kurtuluş özlemiş genç gönüllülerden kurulmuştu. Mustafa Kemal Atatürk T.C.’nde Osmanlıca dil ve Arap harfleriyle yazımı Türk alfabe ve diliyle değiştirdi. Devrimci eğitim ve kültür reformu gerçekleştirdi. Öz ve şekildeki yenileşme cumhuriyet ruhunda ve devrimci nitelikliydi. Bu atılımlar büyük hazırlıklar sonucu emsalsiz bir kararlılıkla ve tek hamlede gerçekleştirildiği için devrimci eylem örneğidir. Bugün Cumhurbaşkanımız Recep


Makale ve Analizler - 2015

143

Tayyip Erdoğan yönetiminde asırlarca medeniyet dilimiz olan Osmanlıcayı seve seve öğrenmeye hazırlanıyoruz, çünkü cumhuriyetle gelen Türkçemizle zengin tarihimizi kucaklayamıyoruz, dolayısıyla yeni ufkumuza gerekli kaynaklarımıza hayat hakkı tanımakla gurur duyuyoruz. 1990 - 2015 Bulgaristan’da totaliter devlet-tekelci rejiminden, halkçı demokratik özgürlükçü düzene geçilmesi beklendi, fakat olmadı. Eski güçler zamanı dolmuş olanın yıkılmasına yol verdiler. Daha kesin bir ifadeyle, öze dokunulmasına yani toplumsal ilişkilerin değişmesine fırsat ve imkân tanınmadı. Değişiklikler işi olanı işsiz bıraktı. Emekçi kitle dış ülkelere işe kaçmak zorunda bırakıldı. Sebebi, alt yapıda köklü dönüşüm yapılmamasıdır. 1989’da Türkleri vatanlarından kovan totaliter iktidar, aslında önemli bir stratejik ödevi kendi lehinde çözdü. Ahmet Doğan ve diğer gizli polis “DS” ajanlarının ve BKP üyelerinin “Büyük Göç”e öncülük etmeleri bu stratejiden bir parçadır. 1989 Mayısında ayaklanan Türkler ve Müslümanlar yönetimi korkutmuştu. Onlar yalnız hak ve özgürlük içindeğil, adalet de istedikleri için toplumsal bünyedeki altyapı üst yapı ilişkilerini, politik yönetimi hedef almışlardı ki, ülkeden kovulmaları genel sosyal gerginlik ve birikimin gazını büyük ölçüde aldı. Ahmet Doğan ve ekibine bugün de tomar tomar para veriliyorsa, Bulgar totalitarizmi bedel ödüyor demektir. Bu açıdan, toplumsal değişim için mücadele birikimleri gazının büyük ve küçük göçle, sınır kapılarını açık tutarak, sürgünle, sindirmeyle, yargısız infaz uygulayarak, kitlesel tutuklamalarla alınması hem devrimlerin (köklü dönüşümün) hem de evrimleri (yenilenmeyi) olayların frenlenerek engellenmesi anlamındadır. Sinsi sinci gerçekleştirilen toplumsal dönüşümü engelleyip durdurabilmeleridir. Daha derin ve uzun vadeli planlarının ne olduğunu bilmiyoruz. Son 25 yılda bir şeyler yapalım derken her defasında tosladılar. Kendilerini mağdur gösterip yaprak oynamasına izin vermediler. Değişim isteyen birikimin gazı her fırsatta alındı. Türkleri 1984 - 1989 yıllarında eritip asimile ederek Bulgarlaştırmaya çalışan totaliter zihniyetin canlı olduğunu 2015 HÖH aleyhtarı genel ve toplu hortlamada izliyoruz. Baskı rejiminden en fazla zarar gören Türklerin ve Müslümanların kitle iradesine rağmen de olsa, eski zorbalığın terör heveslisi komünist general varislerine arda ve destek olarak, onlarla işbirliği yaparak, ortaklıklar kurarak, politik sahnede değişik biçimlerde yaşayabilmelerine fırsat tanınması çok olumsuz ve yüzkarası bir özellik olup geleceğimizi karartabilir. Karakış günü dolunca, güneşi görünce kalktı. Bu misale göre, BKP mirasçısı BSP partisinin de demokrasi koşullarında eriyip gitmesi, derelere akıp, yolumuzdan çekilmesi gerekirdi. Söylemesi ağır gelse de, totalitarizm mirasını 25 yıl yaşatan Ahmet Doğan’cı HÖH


144

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

- DPS hain yönetimidir. Haindir diyoruz, çünkü bize zorbalık uygulayanla birlik oldular. Bu af edilir bir olay değildir. Uzlaşma politikası her zaman ve her yerde uygulanmaz. Biz Çar II. Simeyon değiliz. HÖH - satılmışları daha 1990’da devrimci dönüşümden yana tavır alsaydı, bol bol demokrasi meyveleri toplayacaktık. Ödüllendirilen hainler sustular, baka kör oyunu oynadılar. Yiye yiye şiştiler ve yenileşmeye açılan yolumuza ölü manda gibi yatıp yolumuzu tıkadılar. Konuyu dağ başındaki kardan kıştan, devrimci hamle ya da evrimci sürünmeyle rejim değişikliğine getirmemin sebebi ise, yine geçen hafta Bulgaristan’da sözün tam anlamıyla bir darbe teşebbüssünün (girişiminin) önlenmesidir. Olay şöyle sahnelendi. Biz öteden beri yazılarımızda BKP’nin varisi olan ve artık zamanını iyice dolduran, hazır mezarı kazılmış ve duası da okunmuş ama “ben hala canlıyım, bana zaman tanıyın” diye didinen sosyalist parti BSP ve burnunu her işe sokan DPS’li saray kurdu ajanların bir anda kenara sıkıştırılması oldu.

Yem Olmayalım!

Filiz Soytürk-19.Mart.2015

Biz ayır buyur politikası kurbanlarıyız. Totaliter rejim isimlerimize, adetlerimize, kültürümüze, geleneklerimize yaşayışımıza saldırmazdan önce Türklüğümüzden, Müslümanlığımızdan rahatsız olan yoktu. Bizim ahlakımız, doğal yaşayışımız ve dinimizle bağlıydı, gönlümüzde ve dilimizde yaşarken bizi birbirimize kaynaştırıyordu. Bizi istemeyenler nasıl oldu da kimliğimize saldırabilecek duruma geldi. Biz hangi noktada gevşedik? Bu kâbusu çözmeden ileri gidemeyiz. Genel ulusal norm ve istemlere uyumlu olan hayatımız doyurucuydu. Kimseye muhtaç olmadan yaşıyorduk. Sürüp ekip biçiyor, bacamız tütüyordu. Geçen yüzyılın ikinci yarısında isimlerimizden önce ovalarımız, isimlerimizden önce okullarımız, isimlerimizden önce dinimiz, özgün kültürümüz, ahlakımız elimizden alındı. Nasıl oldu da boş bulunduk? Bunun nasıl yapıldığını Aslan ve Üç İnek masalıyla anlatmak istiyorum. Aslan ve Üç İnek


Makale ve Analizler - 2015

145

Beyaz, siyah ve kahverengi üç inek derin bir vadide, berrak bir ırmak kenarındaki zümrüt çayırda yaşıyormuş. Aralarından su sızmayan üç kız kardeş gibiymişler. Gündüz yan yana otlar, gece yan yana uyurlarmış. Günlerden bir gün çayırın kenarından aç ve kurban arayan bir aslan geçmiş. İnekleri görünce gözleri parlamış, fakat üçüne birden saldırmaya cesaret edememiş. Pusuya yatmış ve ineklerin birbirinden uzaklaşmasını beklemiş. Gece gündüz beraber olunca yırtıcı etçillerin saldırılarına başarılı karşı koyabileceklerini bildiklerinden birbirlerinden hiç ayrılmadan yaşıyorlarmış. Aslanın iki üç gün pusuda yatması bu sebeple bir işe yaramamış. Aslan aklını çalıştırıp taktik değiştirmiş, bir gün ineklere yaklaşmış, selam vermiş ve onlara: “Sayın dostlarım nasılsınız! Sizleri iyi gördüm. Nice zamandır aklımda olsanız da, işlerimin yoğunluğundan, vakit ayırıp halinizi sormak için yolunu bulup uğrayamadım. Fakat bugün niyetlendim ve geldim,” diyerek temas kurmuş. Kahverengi inek yanıt vermiş: “Gelmeniz iyi oldu bey efendi, baksanıza siz gelince çayır bile dalgalandı.” Beyaz ve kara inek kahverengi ineğin sözlerinden rahatsız olmuş ve onun safdil davranmasına üzülmüşler. Aslanın punduna getirip onu aldatabileceğini düşünmüşler. Çünkü kahverengi inek aslana inanıyormuş. İneklerde ikisi de aynı zamanda. “Aslanın diğer hayvanlara yalnız kurban olarak baktığını nasıl unutabilir” diye düşünüp kahrolmuşlar. Öyle olsa da, kahverengi inek aslana her gün biraz daha yakın duruyormuş. Diğer ikisi onunla konuşmak ve kendisini uyarmak isteseler de gayretlerinde pek başarılı olamamışlar. Bir gün aslan kahverengi ineğe şöyle demiş: “Sen, bizim rengimizin koyu, beyaz ineğin rengininse açık olduğunu görüyorsun. Beyazın karanlığa zıt olduğunu da biliyorsun. Renklerimiz arasındaki farkı kaldırmak ve mutlu yaşamak için, ben beyaz ineği yesem, çok mutlu yaşarız.” Kahverengi inek kıskanç aslanın söylediklerine inanmış ve o ineği yerken ona kimsenin engel olmaması için siyah ineği kenara almış ve onunla uzun uzun sohbet etmiş. Tek başına kalan beyaz inek saldırganı püskürtememiş, öldürülmüş ve aslan rahatsız edilmeden ineği yemiş.


146

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Aslanın beyaz ineğin kemiklerini kazıdığı günden iki üç gün geçmiş olacak, yırtıcı yine aç ve mutsuz çayıra uzanmış yatarken, kahverengi inek dolayında otluyormuş. Aşını kaldıran aslan onu yanına çağırmış. İnek: “Buyurun, bir şey mi istediniz!” demiş. “Bizim renklerimiz kahverengi, siyah bize uymuyor. Ben şu kara ineği yesem, vadide yalnız aynı renkte hayvanlar kalsak, ne güzel olur,” demiş aslan, Kahverengi inek razı olmuş ve uzaklaşmış. Aslan kara ineğin üzerine atlamış, onu boğmuş, parçalamış ve yemiş. Kahverengi inek o derece mutluymuş ki, içi içine sığmıyormuş. Yeşil çayırda yuvarlanıp sırtını, ağaç bellerinde sırtını kaşımış ve kendi kendine mutluluk yaşarken: “Aslanın renginde olan yalnız benim...” diye mırıldanıyormuş. Birkaç gün sonra aslan yine gelmiş ve hemen homurdanmış. “Kahverengi İnek! Neredesin?” Korkudan titremeye başlayan inek, ağaçların ardından çıkıp gelmiş. “Bugün senin günün” demiş aslan, “Hazırlan seni yiyeceğim.” Çok korkan kahverengi inek: “Ama neden, ben sizin yakın dostunuz değil miyim?” dediklerinizi yaptım. “Beni neden yemek istiyorsunuz?” diye sormuş. Aslan daha da güçlü bir sesle yeniden homurdanmış: “Ben senin dostluğuna ihtiyacım yok. Aslanın inekle dostluk ettiği nerede görülmüş?” İneğin hayatta kalmak için yalvarıp yakarması, aslanı kararından vazgeçirmek için bin dereden su getirmesi para etmemiş, yırtıcı ağzını açmış başını sağ sola sallarken onu dinlemek bile istememiş ve pençeleriyle üzerine atlamaya hazırlanırken. Kurtuluş olmadığını gören inek: “Aslanların aslanı, siz beni yemeden, müsaade buyurun da, üç defa yüksek sesle haykırayım,” demiş. Ben, beyaz inek yendiği gün yenmiştim. Ben kara inek yendiği gün de yenmiştim. Ben tâ aslana inandığım gün yenmiştim. Aslan ineği acele yemiş ve uykuya yatmazdan önce hayalinden geçen, bu vadide işimi bitirdim, şimdi başka yere gidebilirimmiş. Bu masal “Ayır Buyur” tehlikesine uyarıdır. Su uyur bu tehlike uyumaz. Sayın okurum. Lütfen düşün. Biz neden birimize düştük? Neden buradayız? Vatanımızdan neden kaçtık? Daha doğrusu ayrılmaya zorlandık. Fesatlık tuzağına nasıl düşürüldük? Onun olmasın da benim olsun, hırsına nasıl yenik düştük!


Makale ve Analizler - 2015

147

Bu iğrenç oyun bugün devam ediyor mu? Etrafınız temiz mi? Bizi daha kolay ezmek, yerlerde süründürmek için neler yaptılar, lütfen hatırlayınız.... Ayrılığımız derinleşmiyor mu? Her gün bizden yeni kurban istemiyor mu? Yeni bir ibret öyküsünde buluşmak umuduyla.

Eli Kulağında

BG-SAM-21.Mart.2015

Yılbaşından beri Ahmet Doğan kaldığı köşkte ileri geri gezinirken ikide bir saatine bakıyor. Kolundaki “Faberje” 400 bin levalıktan. Saniyeyi altmışa, saliseleri de parçalarına ayıran marka. Bizlerde “saate bakıp durma” beklediğin biri varsa, mutlaka gelir derler. Yeni adetlerinden biri de, sabah erken uyanıyor. Komandoya uzanıp “NOVA” TV’yi açıyoruz. Pür dikkat “Hava Durumu.” izliyor. Coğrafya okumamış ve rasathanelerde staj yapmamış ama el kol sallayarak rüzgârlara yön değiştirten ya da bulutları aralayıp güneşi gösteren genç bayan oğlu Demir’in nişanlısı Gergana Malkodanska. Nazlı adı Geracık olan hava durumu sunucusu son aylarda etrafında kuş uçmayan köşke sıkça girip çıkıyor. Kapı bekçisi polislerin her gün yazdığı raporlarda içeride ne konuşulduğuna işaret edilmiyor. Son ihbarda, sıkça saate baktığına, belki de birisini beklediğine yer verilmiş. Hafiye, kızın ekrandaki el kol işaretleri bir merkeze bilgi aktarma şifresi olabilir, gibi bir şeyler eklemiş. Kalın dosyaları karıştırmaya bıkmayan Bulgar istihbaratçı General Todor Boyacıev okuyucuya bu ay sunduğu “Dünyayı Değiştiren Gizli Operasyonlar” eserinde “Parçalayan Etken” operasyonunun 75 yıllık gizliliği ve Bulgaristan’la ilgili de bir operasyonun gizlilik süresinin bu yıl sona ereceğine, “dosya açılacak” sözleriyle kısaca değinmiş. Amerikan casusu Alın Dıles tarafından düşünülen “Parçalayan Etken” bir uzunca vadeli anti-Sovyet operasyonu idi. Genel Sekreter L.İ. Brejnev iktidardayken Rus casusluk merkezi KGB Amerikan CIA merkezinin bu icadını nasılsa eline geçmiş. Son hedefi Orta Asya Rusya Cumhuriyetlerini Moskova’ya


148

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

karşı kışkırtıp merkez idareden kopararak Sovyetler Birliğini dağıtmak olan bu sinsi plan 1990’da zaten gerçekleştirilmişti. Fakat kendilerine karşı hazırlanan bu hain planı öğrenip deşifre eden KGB çok beğenmiş ve mesela Bulgaristan’a karşı kendi planıymış gibi uygulamaya koyalı tam 25 yıl oldu. 1990’dan önce KGB ajanlığını kabul edenler bu casusluk planı üstüne dört göz arasında ve çok korumalı ve güvenli bir ortamda olmak üzere ayrıntılı bilgi almıştır. Sofya’da çıkan “Galerya” gazetesi, olayı büyüteç altına aldı. “Ahmet Doğan’a A. Dıles programı üstüne bilgi Rodoplar’da bir dağ evinde verildi” diye yazdı. Bilgilendirme kursu Ahmet Doğan Pazarcık ceza evinde bulunduğu süre içinde başlayıp bitmiştir. Bu amaçla o her hafta özel bir siyah araçla hapishanesinden alınıp Orta Rodoplar’ın kalbinde, Smolyan (Paşmaklı) şehri yakınlarında gözden kulaktan uzak, yüzlerce dönüm sarılı, korumalı, kapalı ormanlık alan içinde bulunan ve dışardan bakının gözle göremediği KGB özel merkezine götürüldü. Burası korusunda geyikler ve marallar oynaşan, yaban horozları ötüşen şahane bir yerdi. Haftada bir yapılan buluşmada anlatılanlar gizlilik ömrü çeyrek asır olan sırdı. Açıklanırsa cin şişeden çıkar ve dünya birbirine karışırdı. İşte o süre bu sene içinde bitti. Ahmet 2009’dan beri köşkte kapalı tutulduğundan bu konuda kimseyle görüşemedi. Haber gelmesi gerekiyor ama kapısını çalan yoktu. Bu hafta Bakanlar Kuruluna başlı Devlet Güvenlik biriminin bütçesi onaylanmış, (hayatı için olağanüstü büyük tehlike var gerekçesiyle 2 milyon leva daha ayırmışlar) yani bir yıl daha kapalı kalacak. Program süre dolduğuna göre, beklemekten başka yapılacak bir şey yok.. Ayrıca son dönemde Moskova ile ilişkiler gerginleşti. Sosyalist Parti Başkanı Mihail Mihov ayaklarına gitti. Putin yüzüne bakmamış, “siz bittiniz, yapabileceğim bir şey yok!” demiş. “Oğlana selamımı bildirin lütfen” bile dememiş. Başkanlığı kaybedince, işleri fahri başkan olarak idare etse bile, kagebecilerin ondan yüzde yüz vazgeçmediklerine inandığından, sabırsızlıkla bekliyor. “Hava Durumu” bildiren müstakbel gelini TV ekranına çıkarmasının sebebi de “hendek” ve “çökük” gibi sözler içeren bir telefon gelir umuduydu. Kod sözler “hendek” veya “çöküktü”. Şu karakışta Karagözler (Çernooçene) belediyesine bağlı Susuzlu (Bezvodno) köyü yolu hendeğe kaydı ve bir köprü çöktü de, temas kurmaya vesile olur gibi bir şeyler de hayal etti. Kız ondan gelip telefon edenlerin ne dediğini, mektuplarda ne yazdığını rapor ediyor da, gerçek bir belirti henüz belirmedi. Belli olan yalnız yıl (2015), ay, gün, saat hala bilinmiyor. Bilinse dışarı çıkabilir mi, gelecek olan gelse kapıdaki siviller adamın Rus casusu olduğunu tanır mı? Soru üstüne soru. Kolundaki “Faberje” de işe yaramıyor. “Olayları hızlandıramayan, salise gösteren bu kadar pahalı bir saate ne gerek var ki?” diyenler çıkabilir.


Makale ve Analizler - 2015

149

Ahmet beklemeye devam etsin biz şu A. Dalıs casusluk planının, KGB varyasyonunun Bulgaristan uygulamalı özelliklerine bir nebzecik göz atalım: Önce şu uzun vadeli operasyon “aralıksız çalışan bir program” olarak düşünülmüş. Hani Ahmet’in şu kolundaki saat gibi yani, sudan havadan, geceden gündüzden, zembereğinin kurulmasından ya da pilden hiç etkilenmeden yalnız taşıyanın kolunun sıcaklığından beslenerek çalışacak. Bizde “salla kolunu al paranı” değimi var ya, işte öyle bir şey, tak koluna çalışsın. KGB bu US - CIA casusluk planını ele geçirince SBKP MK Politik Büro’suna hemen sunmuş. Görüşmüşler, tartışmışlar. Derin inceledikten sonra Todor Jivkov’un “demirden kemikten sert bir birlik ve beraberlik içindeyiz” dediği Bulgaristan’da uygulamaya karar vermişler. “DS” gizli servisinden bir adam istediklerinde Ahmet Doğan’ı teklif etmişler. Anasının Kırım Tatarı, Babasının da nereden geldikleri pek belli olmayan burgucuklardan olduğunu ve o an cezaevinde olduğunu işiten kagebeciler dört elle sarılmışlar. Akıllarına ilk gelen Kırım Tatarları ürkek ve korkaktır, bu bizim plana biçilmiş kaftan olmuş. Dağ evindeki görüşmelerde yedirip içirme vesilesi buymuş. Sovyetler Birliğini parçalamak için tasarlanan operasyon programın orijinali 500 sayfa. Orta Asya Müslümanlarıyla çalışmalarda başarılı uygulanan bazı bölümlerinde aynen şu saptamalı hedeflere işaret ediliyor: “Savaş sona erecek. (İkinci Dünya Savaşı) Her şey nasılsa yatışacak, dibe çökecek ve yoluna girecek. Ve biz o zaman tüm güçlerimizi, Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) bütün altınlarını, ABD’nin bütün maddi gücünü insanları aldatmak ve aptal etmek için harekete geçireceğiz. İnsan beyni, onun bilinci değişmeye yatkındır. İnsanların beynine karışıklık (kargaşa) ekerek, onların değer yargılarını inanacakları yeni olan sahteleriyle değiştireceğiz. Nasıl mı? Biz, önce (Bulgaristan gibi) hedef ülkede bizim gibi düşünen, bizimle hemfikir olan, bize yardımcı ve müttefik olmaya hazır durumda bulunanları bulacağız. Yavaş yavaş, perde perde olmak üzere dünyanın en dik kafalı ve boyun eğmez (Türkler kastediliyor) halkına bile sürünmeyi öğreteceğiz. Hedefimiz halkın benliğini, kimliğini geri dönüşü olmayan bir biçimde eritip değiştirmektir. Devlet yönetiminde keşmekeş ve karışıklı yaratacağız. Kendilerini toparlayamaz duruma gelecekler. Kurala uymayan ilke tanımayan memur tabakası, dolandırıcılık, rüşvetçilik düzenini hiç kimseye sezdirmeden, ama etkin ve devamlılıkla yaratacağız. Onurlu ve hayırsever olanla alay edilecek, zamanını dolduran erdemlerin yerine prensipsiz bürokrasi ve kendini beğenmiş görevli sürüsü atanacak.


150

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Basitlik ve kabalık, yalan söyleme ve aldatma, insanları boş umutla beslemek, içki içmek, insanları birbirine aç kurtlar gibi saldıracak duruma getirmek, ahlaksızlık, fahişelik, utanmazlık, milliyetçilik, aşırı milliyetçilik, ırkçılık gibi etniklerle toplum içine, aileye nifak sokarak herkesi birbirine düşüreceğiz. Etnik azınlıkları ana ulusal düşman edeceğiz. Bu tohumlarımızın hepsi bahar çiçeği gibi dikilecek ve sonra demet demet açacaklar ve toplumu böyle böyle zehirleyeceğiz. Olup bitenin, başlarına geçireceğimiz çuvalın farkında olanlar parmakla sayılacak kadar az olacak. Planlarımızın farkına sonradan varanları aç, işsiz, çaresiz bırakacağız, süreceğiz, süründüreceğiz, hiç birinin ak günleri olmayacak, yüzü gülmeyecek, hepsini bostan korkuluğu durumuna getireceğiz, onlarla alay edilecek, onları lanetleyip gülünç duruma düşüreceğiz, toplumun kendileriyle alay edecek vs. Soydan gelen ve dinle beslenen ahlak ve iyiliğin ruhsal köklerini sökeceğiz. Aile gelenekleri bozulup nesilleri birbirine düşürülecek. Ve biz böyle hareket ederek nesilleri birbirini olumsuzlamaya zorlayıp toplumsal yaşamda kayma meydana getireceğiz ve insanlara değerli olan her şeyi, tarih ve geleneklerini unutturacağız. İnsanlarla daha doğdukları gün, bebeyken, anaokulunda, okulda, lisede, üniversitede çalışılacak. Kilitleneceğimiz hedef gençlerdir. Onları onursuz duruma getirip, geveze, işe yaramaz, hırçın ve kendini beğenmiş, bencil ve kıskanç olacaklar. Geçler kaba ve küstah, ahlaksız, kozmopolit bir genç kuşak oluşturulacak. Tüketici toplumda en basit ve en ilkel tüketiciler onlar olacaklar. Bir torba yardıma sevinir duruma getirilecekler. Bunu yapmalıyız.” Evet Ahmet doğana Pazarcık cezaevinde çıkarılıp Rus KGB ajanlarıyla yaptığı buluşmalarda verilen ödevler bunlardır. Son 25 yılda o bu programı uyguladı ve sonuçları herkesin gözü önündedir. Rodoplardaki dağ evinde konuşulanlar bunlardı. Ahmet Doğan bu ödevleri kabul etti. Şimdi ileri geri gidip gelirken canı sıkılıyor, acaba bedel mi bekliyor. O zaman Bulgaristan Türk ve Müslümanları arasında bir başka KGB ajanı yoktu. Bedel ödenecekse bütün para kendine mi verilecek acaba! Beklenti büyük. Yoksa KGB kodamanları kardeşim biz bu olayı o zaman bir kaç şişe “Vodka” ile kutladık. 25 yıl sonra fatura kesilmez deyebilirle mi dersiniz. “Yemiş içilmiştir, hesap bitmiştir” de geçiyor insanın aklından da, acele etmiyelim diyorum. Biz acele etmeyelim de, bu işlerden haberdar olan Boyko Borisov’un birinci hükümetinde Kültür Bakanı olan, fakat ajan dosyası masaya konunca istifa eden, ama şimdi Başbakan danışmanı olarak Bakanlar Kuruluna girip çıkan Türk Müslüman düşmanlarından biri olarak bilinen Prof. Bojidar Dimitrov, acele etti ve basın açıklaması yaptı. Diyor ki:


Makale ve Analizler - 2015

151

“Hak ve Özgürlükler Hareketi”ne (DPS) gizli polis “DS” ajanları arasında en başarılı olanlar seçildi. Hedef, isim değiştirmeden sonra Bulgaristan Türkleri ve Müslümanlarda biriken olumsuz gazı almaktı. Bulgaristan’da gerginleşen etnik durum sonucunda, Türkiye istihbarat birimlerinin ülkemizi Kosovo örneğine itecek bir etnik parti kurması bekleniyordu. O zaman (1990) Bulgaristan Komünist Partisi elini çabuk tuttu ve Türk istihbaratının önüne geçti. Doğan, Mestan ve onların meslektaşları iyi ajan olduklarından dolayı, devletimize olan vatan borcunu şerefle ödediler ve ülkemizde aşırı örgütler kurulmasının yolunu kestiler. HÖH (DPS) partisi kötü niyetle sokulanların hepsi partiden temizlendi. Bu ödevler için onlar Bulgar devletinden çok istediler ve istediklerini de aldılar. Onlara idare etmeleri için Bulgaristan Türk ahalisi verildi, Türklerin damarlarındaki kanı emmelerine göz yumuldu, Türk ahalisini toprak köleliği koşullarında kapalı tutmalarına bir itirazda bulunulmadı, ülkemizin yönetimine katıldılar ve devlet bütçesi memelerini kurutana kadar emdiler. Kamu ihalelerinden aldıkları komisyonların efsaneleri dilden dile dolaşıyor. Vatandaşlar ödemek zorunda kaldıkları komisyonların % 40’lara vardığını dillendiriyorlar. HÖH partisi kuruluşunun ilk 4–5 yılında olumlu rol oynadı. Soru: Ahmet Doğan’ın gizli polis “DS” ajanları arasında en iyilerinden biri olduğu doğru mudur? Cevap: Ben onun ajan dosyasını okumadım. Fakat Rus gizli servisi KGB için de çalıştığını biliyorum. Bizdeki o tanıdıklarına karşı kısa ihbarlarda bulunmuştur. Aslında o Türkiye’ye bir casus olarak gönderilmeye hazırlanmıştı. Soru: Lütfü Mestan’ın “ajan dosyası” neden yerinde değil. Cevap: İlgilenmiş ve yaktırmıştır. Yerinde bir karton varsa, dosyası vardır, demektir. Geçen hafta Sofya’da dım ve Anton Todorov’un 5 yıl araştırmacı yazar olarak çalışmasının sonucu olan III. ciltlik “Geçiş Döneminin Perde Ardı - İvan Kostov” eserinin Birinci Cildini aldım ve okudum. Kitapta Bulgaristan’daki Rus KGB ajanları konusuyla ilgili bir cümleyi sizlerle paylaşmak istiyorum. “19 Ocak 1989’da Fransa Cumhurbaşkanı Fransoa Miteran Sofya’da Fransa Büyük-elçiliği Konuk evinde kendilerine sabah kahvaltısı verdiği 12 Bulgar muhalefet temsilcisi (disident) hepsinin KGB ajanı olduğunu” okuyunca durdum ve okumama ara verdim. Bu konuya devam edeceğiz. Şimdi artık iyi bildiğimiz bir gerçek var ve kabul etmeliyiz birçok uzaktan hazırlanmış bir tuzağa düşürülmüşüz. Fakat ezilmedik, fakat ayaktayız, fa-


152

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

kat kimliğimizi yitirmedik ve Türk benliğimizle yaşama mücadelemize devam ediyoruz ve edeceğiz. Eli kulağında dedik. Ahmet Doğan hapsedildiği köşkte KGB istasyon şefini beklemeye devam etsin, bu işe oğlu Demiri, nişanlısı Geri’yi ve daha bir sürü ajan bozuntusunu, Türklüğünü yitirmiş süprüntüsü alet edebilir. Ne de yapsa en sonunda öğreneceğiz ve bu defa tedbirimizi peşin alacağız.

Sessiz İşkenceler

BG-SAM-23.Mart.2015

Cezaevi denilen yerde işkence uygulanmaması düşünülemez. Bu, Bulgar cezaevlerinde sessizce yapılıyordu. İşkenceler mahkûmlara acı çektirmek, üzüntü vermek ve ıstırap içine itmek için yapılıyordu. Bu yüzden ben cezaevine hep Istırap Evi dedim durdum. Istırap Evi olur da, duvarları, pencereleri, tavanları, kapısı, karyolası, döşeği, her şeyi, her şeyi ıstıraptan, acıdan yapılmamış olur muydu? Demir kapıların açılığı ıstırap, kapanışı acı, yat emri dert, kalk borusu üzüntü idi. Istırap evinde mahkûmlar ıstırap solur, ıstırap yer, ıstırap içerler. Istırap evinde mahkûmların içine çektiği hava ıstıraptır, acıdır, derttir, üzüntüdür. Siyasi tutuklular için ıstırap evinde geçen her dakika, acıdır, derttir, üzüntüdür. .. Çünkü onlar bu eve beyinlerinin yıkanması ve komünistlere uyum sağlamış bir biçimde düşünmeleri, daha doğrusu, düşünmeden onların dediği gibi hareket etmeleri kapatılmışlardı. Rusçuk’lu Sabri bu düşüncesini her yeri geldiğinde yöneticilere söylüyordu. Sabriye dokuz ay süresince karısının mektupları verilmemişti. Amaç, karısının kendisini bıraktığı sanısını vermek. Ama Sabri karısının kendisini bırakmış olacağına hiç inanmadı. Bu yüzden açlık grevine başladı. On ikinci günde karısını görüşmeye getirdiler. Köyde karısına da aynı alçakça metodu uygulamışlardı. Bütün mahpuslar rejim altındaydı. Rejimler hafif, umum, sıkı, çok sıkı ve özel olmak üzere beş çeşitti. Hafif ve umum rejimler, cinailer için, diğerleri, yani sert olanlar siyasiler içindi. Mektup göndermek ve almak kısıtlı idi. Üstelik hangi milletten olursan ol, mektuplar Bulgarca yazılmalıydı, çünkü giren de çıkan da okunuyordu. Anlayışlarına uymayan mektuplar alı konuluyordu.


Makale ve Analizler - 2015

153

Görüşmeler rejime göre ayda bir, iki ayda bir, üç ayda bir, özel rejimlere ise yılda birdi. Evden yemekli ve meyveli koli almak da öyleydi. Görüşmeye gelen kişilerin getirdiği azık, meyve ve sebzeler grama kadar tartılıyor, fazları geri çevriliyordu. En alçakça yapılan bir haksızlık da, biz Türkleri görüşmelerde yakınlarımızla, Bulgarca bilmeyen ana babalarımızla Bulgarca konuşma zorunluluğu idi. Her iki taraftan birinin ağzından çıkan Türkçe kelime, görüşmeyi yarıda bırakmaya yeterli idi. Yüzlerce kilometre uzaktan, oğlunu görmeye gelen onlarca yaşlı ana, oğluna tek kelime söylemeden, nasılsın dahi deyemeden eve dönüp gitmişlerdir. Böyle bir ananın gözyaşları kurur mu, içi ferahlar mı dersiniz? Hiç unutmam. Bir görüşmede annem geldi. Yalnız değildi tabii. Diğerleri ile konuştuk, anneciğim kırk dakika süreyle hep ağladı. O ağlar da ben durur muyum. Ben de ona bakıp bakıp ağladım. Diğer bir alçaklık da, her iki yanımızda birer polisin bizi dinlemesiydi. Her ikisi de ellerinde kalem, ağzımızdan çıkacak “yaramaz” kelimeyi yazmaya hazırdı. Yaramaz dediğim onların siyasetine uymayacak bir şeydi. Birçok arkadaşımıza “Falanca burada ama seninle görüşmek istemiyor.” deyip, geleni geri gönderiyorlardı. Cezaların en ağırı, iki ya da üç dört ayda yapacağın görüşmeden yoksun edilmendi. Dinleyen polisler hoşlarına gitmeyen bir şeyden, ya da Türkçe söylenen bir sözden ötürü görüşmeyi anında iptal edebiliyorlardı. İş yerinde verilen işi bitirememek, emrin icra edilmediği bahanesiyle, ceza hücresine göndermekle cezalandırılıyordu. Mahpusları üzmek, ezmek, incitmek, acı çektirmek için bir bahane de yatakların üstündeki battaniyelerin düzgün yapılmaması idi. Bu sorun, bütün sorunların üstünde, önemce ilk sırada bulunuyordu. Bu soruna Belene’de karyolanın üstüne konulan battaniyenin düzgün olması normaldi, ama her şeyi milimetre ile ölçerek, son derece özenerek yapmaya ne gerek olduğunu hala anlamış değilim, bu yüzden ceza hücresine gönderilenler hiç de az değildi. Benim cezaevinde olduğum sırada (1981) Komünist Partisinin kongresi yapılacaktı. Kongre önünde bir takım projelerin okunması için bizi her akşam işten sonra topluyorlardı. Gitmek istemeyenler anında ceza hücresine gönderiliyordu. Bu da işkencelerden biri sayılırdı. Tek sözle, Bulgaristan’da cezaevinde olmayanların bile kendi düşünce ve fikirlerine saygı gösterilmezken, mahpusların isteklerine, düşüncelerine saygı göstermek kimin haddineydi? Birkaç işkence usulü de, beş altı aylık aralıklarla, mahpusların tümünü, bir deney amacı ile olacak, ishale uğratmaktı. Bir bakmışsın, gece, saat on iki, bir


154

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

üstlerin hücre kapıları güm güm güm dövülmeye başlamış. Az sonra bütün cezaevi ayağa kalkıyor, tuvalete koşan koşana, tuvalet kofalarını kavrayan kavrayana... Akşam ya da öğlen yemek ile verilen bir şey, bir madde, az istisna ile bütün mahpusları ishale uğratıyordu. Kimi ise önden arkadan çıkarıyordu. İlginç olan, mahpusların başına gelen bu felaketi görmeye cezaevinin bütün yöneticileri, müdür de dahil, gelip demir parmaklıların ardında sırıtarak bizi seyrediyorlardı. Bazen bu durum sabaha kadar sürüyordu. O gün işe gidemeyecek kadar bitik olanlar da vardı. Ben cezaevinde bulunduğum sürede bu, beş kere tekrarladı. Bir defasında Şaban Cimpiri, Gestapo lakabı verdiğimiz müfreze şefine: “Bu deneylere artık son vermeyecek misiniz?” dedi yarı şaka, yarı gerçek. Adı Pinçev olan şef, gafil avlanmış olacak ki acele acele cevap verdi: “Bu son. Bu son.” Müfreze şefinin cevabı, bu tür deneylerin kasıtlı olarak yapıldığını apaçık gösteriyordu. Bir maddenin “topluca zehirleme” gücü mahpuslar üzerinde deneniyordu. Komünist yöneticilerin gözünde mahpusların değeri, deney farelerinden farksızdı. Müzik iyi, çok iyi bir şeydir ya, çeşitleri vardır. Gürültüye benzeyen müzik baş ağrıtır, yorar kırar adamı. Cezaevinde her hücrede bulunan hoparlörlerden gelen müzik, çoğunlukla insanın başını arıtır, beyin zonklatan bir gürültü idi. Onlar, cezaevinin bir merkezinden yönetiliyordu. Herkes yönetmenliğin saldığı müziği dinlemeye mecburdu. Her taraftan sıkı sıkı kapatılmış dmrt duvar arasında, sonuna kadar açılmış radyodan senfonik müzik ya da opera müziği dinlediğiniz var mı sizin? Doğruyu söyleyeyim ben hastalanıyordum. Durdurmaya da imkânımız yoktu. Ğstelik durdurmak yasaktı. Anlaşılırsa, cezalandırılıyordu. Arkadaşlardan bazıları “Bu da cezanın içine giriyor” diyorlardı. Böyle olduğuna ben de inandım. İşkencenin bir başkası da soğuktu. Akşamları işten dönünce hele kış günleri buz gibi soğuk hücrelere giriyorduk. Yirmi dakika sonra kapılar dışarıdan otomatik olarak kapanıyordu. Dışarıda kalıp gezinmek yasaktı. İçeride dört duvarın arasında soğukta durmaya mecburduk. Kaloriferler ta akşam yemeğinden sonra bir saat kadar çalışıyordu. Saat dokuzda elektrikler söndürülüyordu. Mum falan yakıp bir şeyler okumak kesinlikle yasaktı. Hatta bir şey yapmadan öylece oturmak bile yasaktı. İlle de battaniyenin altında olacaktın. Böyle uzun kış gecelerinde sır sıvışık bir vesvese sokulur, beni saatlerce uyutmaz, hayalimde dünyaları dolaşırdım. Bu anlar, kendi kendimle baş başa kalabildiğim tek anlardı. Başka türlü her şey beraberdi. Çalışmak beraber, yemek beraber, yakınmak beraber, açık hava gezisi beraber, yolda beraber, hücrede beraber... Cezaevi sanat adamları için hiç de elverişli bir yer değildi. Sanat adamına yalnızlık, kendi kendine kalmak, , vicdanıyla, duygularıyla, her şeyiyle baş başa, teke tek kalmak gerekliydi. Ak-


Makale ve Analizler - 2015

155

lıma gelip de kaleme alma imkânı bulamadığım bir sıra şiir dörtlüğü ya da bütün bir şiir doğmadan ölmüştür. Ancak iş yerindeki büyük salonun dip köşeciğinde yarımşar, birer saat kadar yalnız kalabiliyordum. Böyle anlarda beynimin bir yanlarında, yüreğimde doğan bir şiirin dizelerini yazabilmek için, elimdeki çekici usulca bırakıp, beni kimsenin göremediğine emin olduktan sonra, kalemi alıyor, yazacağımı yazıyor, kâğıt parçacığını gene katlayıp işime devam ediyordum. Böyle böyle birkaç günde bir şiir tamamlayabiliyordum. Tamamlanan şiir yine böyle güçlükle temize çekilir, sonra yavaş yavaş ezberlenirdi. Şiiri unutmayacak kadar güzel öğrendikten sonra, kâğıdı yırtıp yakıyordum. Cezaevinde doğan şiirlerin tümü, bir uzun kader zincirinin birer halkasıydı. İşte birinin kısa hikâyesi... Bir gün, cezaevi yöneticilerinden biri bana, üstü kapalı, dolaylı bir biçimde kendilerine “Yardımcı” olmamı teklif etti. Başka bir sözle bu, hafiye ol demekti. Ama gerekli cevabı verdikten sonra, başımda şu şiir doğdu: Tek bir kez kullanırsam işaret parmağımı Keskin kılıçla dilim dilim dilinsin elim Tek bir kez haksız söze açarsam dudağımı Sözümü bitirmeden yansın kurusun dilim Tek bir kez kötü yola atsam ayağımı Dipsiz uçurumlara iletsin beni yolum Tek bir kez kızartırsa yalan söz yanağımı Bütün sevdiklerimden koparıp alsın ölüm Sonsuz sonsuzluklara değin savrulsun külüm. Cezaevinde horlayarak, aç ve susuz bırakarak, güç kullanarak, zulüm ederek, işkence uygulayarak, zorla kendi istediği biçime sokarak, özgür insan kafasını ve beynini yıkamaya çalışıyorlar, ellerini kollarını kelepçeliyorlar, yıldırıyorlar ve uyuşturuyorlardı. Bu bir intihara da benziyor ya, değil. Çünkü komünistler bunu sadece kitlelere ve de azınlıklara uyguluyorlardı. Örneğin, ben bir fert olarak kalmak, Türk olarak hayatta yaratmak istediğim için ıstırap evindeyim. Ben, ferdi fert olmaktan çıkarıp, bir kolektifin, kalabalığın, kilitlenen kişilikten çıkarılıp yozlaştırılmış, sürüleştirilmiş bir üyesi durumuna sokmak isteyen her fikre, her inanca, her hükümete karşıyım, beni bu anlayış ve görüşümden alıkoyacak tek güç Allah’tır, ölümdür.


156

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Geçmişin Dönüşü

Musa Vatansever-24.Mart.2015

Son yıllarda dünya siyasetinde yerel yangını çıkaranın hemen ardından itfaiyeci olduğu dikkatleri üzerine topluyor. Aertık “iyi olanları” ve “kötüleri” belirleyen aynı merkezdir. Yakı Doğu’daki yerel savaş ocaklarına kibrit hep dışardan atıldı. Yangın söndürmeye gelenler de hep dışardan, uçaklarından bombalar yağıyor. Yakın geçmişte Lübnan ve Beyrut böyle yıkıldı. Saddam’ın Irak’ı böyle yok edildi. Afganistan, Yemen, Filistin alevlenirken, birden “Arap Baharı” patladı. Camilerin içine tabancayla girmek yasakken, namaz esnasında bombalar patladı. Mezhepler arası çatışmalarla İslam uygarlığının temelleri birçok yerde dinamitlendi. “İslam Devleti” doğdu. Dere boyu terör akıyor. Birbirlerinden öç almak isteyenler New York’tan Paris’e ellerinden geldiğince silah şakırdatmaya devam ederken, Yakın Doğu’da maskeli teröristlerin beyaz tenli olduğu ve Arapça bilmediği her gün kanıtlanıyor. Modern Dünyayı anlamak zorlaştı. Gerginlik noktalarındaki olaylar üzerinde yapılan analiz ve sentezlerde topu dolandıranların en sonunda hep aynı kapıya gol atmak istediği gözden kaçmıyor. Bu kapı, barış içinde, güvenli bir ortamda, dostluklar dünyasında yaşamak isteyenlerin devamlı rahatsız edilmesine ve zor günler yaşamaya zorlanarak yalvarır duruma düşürülmesine açılıyor. Bu iradeye boyun eğmeyen, uymayan ve her zaman kardeşlerinin ve mazlumların yanında yer alan bir devlet varsa o da Büyük Türkiye’dir. Türkiye iradesi XX. yüzyılda yeniden oluştu. XXI. yüzyıla devlet sınırlarını kat kat aşmış bir biçimde girdi. 100 yıl önce emperyalizm ve çakallarını denize dökerek Büyük Zaferi kazanan Türk milleti Avrupa ve Asya gibi iki ana kıtada bir asır boyunca silaha sarılmayan tek büyük devlettir. Çanakkale kutlamaları buna kanıttır. Irak savaşında komşu ve kardeş Müslüman halkının yanında yer alan Türkiye iradesi aynı kararlılığı ve cömertliği Suriye iç savaşında da gösterdi. Recep Tayyip ERDOĞAN başkanlığında güçlenen Türk olma iradesi, uzakta veya yakında ezilen halklara, savaş kurbanlarına kucak açıp himaye etmeye devam ederken, çağımızın gerçek barış için mücadele veren devletlerin arasında başı çeken ve yön veren bir siyaset izlemeye devam ediyor. Uluslar arası forumlarda sözü giderek daha ağır basan devlet vatanımızdır. Ankara’nın Filistin halkına koşulsuz arka olması, dışardan kışkırtılıp desteklenen PKK ile uzlaşma ve silah bıraktırma yolu bulması ve genel Orta Doğu keşmekeşi ve dinmeyen sıcak iç sa-


Makale ve Analizler - 2015

157

vaşlarında sokanlılıkla barış kalesi güveni kazanması büyüdükçe büyüyen saygı kazandı ve takdir ediliyor. Bu yapıcı politikanın Balkanlar’da da kesilmeyen bir barış esintisi yarattığını vurgulamak istiyorum. Geçmişin Dönüşü derken anlamamız gereken nedir? Balkanlı ve Yakın Doğulu olduğumuz kadar, biz bir de gerçek Avrupalıyız. Günümüzde esas meselenin kesişme noktası ne yazık ki yine eski kıtadır. Ana çelişki Amerika ile Rusya arasındaki hegemonya kavgasıdır. Olay yeri yine Avrupa’dır. Bilindiği üzere, bundan 70 yıl önce, eski ve yeni tarihlerin en büyük savaşı - İkinci Dünya Savaşı’nda son silah patladı. Berlin Kreuzberg’te Hitler Almanya’sının yenilgisi ve Rusya, Amerika, Fransa ve İngiltere’den oluşan müttefik güçlerin zaferi imza altına alındı. Avrupa kıtasının büyük savaş sonrası sınırları daha savaş devam ederken, 4 - 12 Şubat 1945’te, o zaman Ukrayna devlet sınırları içinde bulunan Kırım Yarımadasındaki Yatla sayfiye merkezinde 3 devlet başkanı - Y.V. Stalin, W. Churchill ve F. Roosevelt’in Ortak Bildirisiyle çizildi. Eski kıta yeniden parçalandı, yeni düzeni belirlendi. Yeni kurulan düzene karşı ilk konuşan ve onun ne pahasına olursa olsun bozulmasını isteyen lider, imzası hala kurumamış olan, İngiltere başbakanı W. Churchill oldu. O, 5 Mart 1946’da ABD Misury eyaletinin Ful ton şehrindeki Westminstar kolejindeki konuşmasında dünya geleceğe ilişkin çok açık bir Program ortaya koydu. Yeni tarih bu demeci yeni bir dünya savaşının başlangıcı yani Soğuk Savaş’ın ilan edildiği ve Demir Perde’nin çekildiği gün olarak kabul etti. “Demir Perde” bir Baltık Denizi limanı olan Şçeçin’den Adriyatik Denizi’ndeki Tries’e kadar uzatılırken, eski kıtayı ikiye böldü. Yeni durum Berlin Duvarı’nın düştüğü güne kadar yani 44 yıl devam etti. Demir Perde ülkeleri adı verilenler arasında Bulgaristan da vardı. Bu devletlerde totaliter rejim kuruldu. Totaliter düzen sözünün harfi anlamı her şey üzerinde komünist devlet kontrolü kurulmasıdır. Bu kontrol, yasama, yürütme ve yardı birbirine bağlanarak gizli ve üniformalı polis gücüyle gerçekleşmişti. Bulgaristan Türkleri o terör dönemini 50’li ve 70’li yıllarda kitlesel göçle aşmaya çalışsalar da, çok ağır geçirdiler. Totaliter rejimin insanlık dışı zulmü, Türk, Pomak ve Müslüman düşmanı politik zorbalık uygulamalarının en iğrenç zirve örnekleri 1972’de, 1984 - 1989 döneminde verdi. Türk isimlerini değiştirerek, İslam dinini yasaklayarak, kültürel soy kıyımla, asimile etme politikasıyla kimlik değiştirmede insanlarımıza daha önce eşine rastlanmamış eziyet çektirdi. Büyük sayıda kurban aldı. Soy köklerimizin yok edilmesinin amacı tarihten silinmemizdi. Türk olarak devlet kütüklerinden


158

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

silinmemiz, bir etnik azınlık ve özgün öz kültür taşıyan bir topluluk, dini ve gelenekleri, yaşam biçimi ve öz ahlakı olan bir azınlık olarak yok edilmek istenmemiz, dünya çapındaki bir cepheleşmede Demir Perde ardında kalmış olsak da Avrupa demokratik güçleriyle kaynaşma yolları bulduk. Türkiye’deki soydaşlarımız ve Ankara devlet olarak bize kanat açtı. Demir Perde yıllarında hayatımızın kara sayfalarını yaşamak zorunda kaldık. Totalitarizme karşı direnişimizde eski kıtanın ve dünyanın insan hakları örgütleri, barış ve demokrasi güçlerinin desteğini her an her yerde hissettik, gücümüzü haklı olmamızdan aldık, sarsılmaz ve yenilmez Türk olma iradesi etrafında birleştik.. Geri dönen Demir Perde. Burada bir parantez açarak, Demir Perde kavramının Churchill’in bir buluşu olmadığına işaret etmek istiyorum. Bu kavram ilk defa, Büyük Savaşın sona ermesinden 3 ay önce, Almanya’sında çıkan Nazi dergisi “Das Reich”ta Hitler’in propaganda şefi Göbels’n bir yazısında belirdi. Yazısında, Batı devletlerrini, savaşı Sovyetler Birliği kazanırsa Doğu ve Orta Avrupa’nın Bolşevik çizmesinin ökçesi altında kalacağına uyarırken şöyle diyordu: “Sovyetler Birliği’nin engin coğrafyası da göz önünde bulundurulduğunda çok muazzam bir dünyaya Demir Perde düşecektir.” Hakikatten de öyle oldu. Hitlerin demir perdesi ile Sovyet rejiminin demir perdesini karşılaştıran Dr. Jelü Jelev “Faşizm” eserinde, “ikisi de aynı,” dedi. Churchill’in demecinden bir hafta sonra Moskova diktatörü Stalin, “Pravda” gazetesindeki cevabında şöyle yazdı: “Olayın esasında Bay Churchill ve onun İngiltere ve Birleşik Amerika’daki dostları, İngilizce konuşmayan halklara özel ve kesin bir uyarıyla (ültimatom) bizim hâkimiyetimizi gönüllü tanıdığınız halde, sorun kalmaz, diyor. Bunu yapmazsanız savaşın patlaması kaçınılmaz olacaktır, haberini iletiyor. Ne dersiniz, Hitlere karşı 5 yıl savaşan halklar Hitler’ciliği Churchillcilikle değiştirmek için mi savaştılar?” Yazılıp çizilenlere bakılırsa o zaman ABD’nin elinde 130 atom bombası vardı, Hiroşima ve Nagazaki nüfusu üzerine salınan 2ikisi dünyayı ağılatmaya yetti. 76’sı SB’ inde patlatılacaktı. Pentagon haritalarında hedef haritası işaretlemişti. Olabilir ya, belki de o zaman Batı liderleri Stalin’in elinde hidrojen bombası olduğunu henüz bilmiyor ve her şeyin cezasız kalacağını umut ediyordu. Yeni durumu öğrenenler sıcak savaş hedeflerini, soğuk savaş planlarıyla değiştirdi. Ve dünyaca silahlanma yarışı başladı. Bugünkü durumda gerginlik, 1990’da Sovyetler Birliğinin 15 devlete bölünmesi ve Orta ve Güney Avrupa sosyalist devletlerinin Sovyet Bloğu’ndan ayrılıp Avrupa Birliği ve Batının savunma paktı NATO’ya bağlanmasından sonra


Makale ve Analizler - 2015

159

dinmedi. 15 bağımsız devletten biri olan Ukrayna’ya göz dikilerek onu da Batı dünyasına bağlama yelteniş, çok ciddi bir sıcak savaş ateşi yaktı. Bu arada Moskova silah patlatmadan Kırım Adasını Ukrayna’dan koparıp aldı. Böylece Moskova Karadeniz’e iyice üstlendi. Bugün tank top mermileri 500 km uzağımızda gece gündüz patlıyor. Rus dili konuşan Doğu Ukrayna bağımsızlık için silaha sarıldı. Şu anda Demir Perde’nin tam nereden nereye kadar uzandığını ve hangi köylerin Batıda hangilerin de Doğu’da kaldığını söyleyebilmek imkânsız gibi, çünkü kazan kaynamaya arasız devam ediyor. Bu yüzden ABD tankları, topları, zırhlı araçları Atlantik limanlarına inip bütün Batı Avrupa üzerinden geçerken sanki gövde gösterisi yapıyor. Sanki “Hey uyanın!” diye uyarıyor. Yeni üslerinden biri Bulgaristan! Düzelim Dobruca’mızın Şabla bölgesi tank ve füze doldu. Bezmer askeri hava alanı genişletildi. En büyük savaş ikmal uçaklarına pis ve hangar yapıldı. Bulgaristan Cephe Ülkesi oldu. Amerikan askeri yiyeceklerini beraberlerinde getirdiklerinden bizim pazarlara çıkmıyorlar. Kesin anlaşıldı ki, bu defa biz Demir Perde ardında yani Batı yandayız. Değişen Doğuludan Batılı olmamızdan fazla, 70 yıl sonra Soğuk Savaş’ın geri dönüşüyle Demir Perde’nin yeniden çekilmesidir. Avrupa ve dünya yeniden ikiye bölündü. Bu bölmesi ve dönüşü dayatanlar şimdi demokrasiyi korumaya geldiler. Olay budur. Dünya üzerine bu büyük kavgada Ana Vatanımız Türkiye Cumhuriyeti’ ateş dışı kalmayı başardı. Şimdi de her zaman olduğu gibi mağdurdan uyanadır. Barıştan yana yapıcı dış politikamız Cumhurbaşkanımız Recep Tayyib Erdoğan’ın Kiev’e yaptığı son ziyaretle bir daha doğrulandı. Yeni ortamda Bulgaristan durumuna da bakalım. Ukrayna sorunlarına çözüm ararken Batı dünyasının hem ABD hem de AB olarak Moskova’ya yaptırım paketleri (empargo) uygulaması bizde de siyasi tutum belirleyici oldu. Yapılan anketlerden alınan sonuçlarda, kuşkusuz halkımız Demir Perde zamanlarının dönmesine, totaliter rejim eziyetinin bir kuşak daha yaşanmasına kesinlikle karşı olduğunu açıkça ifade etmekten çekinmedi. Halkın % 60’ı ekonomik ve mali yaptırımlara karşıyız, derken, ancak % 21’i diyor. Bir defa yaptırım politikası zorlama siyasetinde bir uygulama biçimi olduğundan birçok sıkıntıyı beraberinde getiriyor. Bizim Rusya’ya dış satımımız durmuş durumda, enerji kaynaklarımızın Rusya menşeli olmasından dolayı beklenen darboğaza hemen girdik. Bulgaristan İkinci Dünya Savaşı’ndan önce Alman pazarına bağlıydı, Ticaretimizin % 70’i Almanya ile yapılıyordu. Savaştan sonra mallarımızı % 80 Doğu’ya


160

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

gönderdik. Son yıllarda Doğudan kopmaya çalışırken Batı’ya da henüz tamamen kenetlenemedik ve arada kaldık. Yaptırımlar ekonomimizin belini tamamen kırabilir. İsrail ile Sırbistan kısa dönemde Rusya Pazar payımızı kaptı. Yazıma, Moskova’da yapılacak 9 Mayıs anma törenleriyle başlamıştım. Cumhurbaşkanımız R. Plevneliev törenlere katılmayacağını açıkladı. Daha önce Cumhurbaşkanı P. Stoyanov da katılmamıştı. Böylece biz artık Rusya’ya “saldırgan” deyen koroya kesin olarak katılıyoruz. Ne dersiniz bilmem, anlaşılan Geçmişin Dönüşü başladı. Görülen köy kılavuz istemez. Bizi düşündüren yeni zamanların bizim kimliğimizi ve yaşayışımızı nasıl etkileyeceğidir.

Hayatın İçinden

Rafet Ulutürk-24.Mart.2015

Altı yıl önce Haskovo’da bir genel seçim mitingi izledim. Güzün güneşli günlerinden biriydi. Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) halkı şehrin kenarına araba yarışları yapılan boş alana toplamış parti Başkanı Sergey Stanişev bekleniyordu. O, 10 Kasım 1989’da iktidardan itilen BKP MK Politik Büro üyesi Dimitır Stanişev’in oğludur. Meydanını dolduran halkı ısıtıp kızıştırmak için “Çalga” müziği yıldızı Aziz sahnedeydi. Bekleyenleri galeyana getirmek için Aziz birden donunu indirdi, çıplak popo kıvırmaya başladı. Oy toplamak için bu durumlara düşen bir parti memleketi ve halkını nasıl yönetebilir?, diye düşündüğümü hatırlıyorum. Çılgınlık ve aşırılıklar derinleşen çöküşün belirtilerindendir. Seçmeni aldatmaya çalışanlar çaresizlerdi. O mitingde sosyalist başkan Stanişev’ın ne dediğini asla hatırlamıyorum, çizdiği pembe gelecek de hafızamdan silindi. O gün bu gün “Lafla peynir gemisi yürümediğini” bilenler o partinin hayal politikasından giderek iyice soğudu. 2013 seçimlerinde 76, 2014’te 39 milletvekili düşen BSP, 22 Mart 2015 Pomak Müslüman kardeşlerimizin yeni belediyesi Satovça muhtar seçimlerinde aday dahi gösteremedi. Artık bir halk süzgeci olan seçim yarışına bile giremiyor. Aziz’in poposu işe yaramaz oldu. Çünkü tarihini unutmayan halk kendiliğinden bilinçleniyor. Dağ köylüleri her şeyin para olmadığının bilinçli onuruyla yaşıyor.


Makale ve Analizler - 2015

161

Bu arada parçalanan, iki defa zorunlu encikleyen, daralan ve büzülen, kendi kabuğuna sıkışan BSP içinde artık birbirinin yüzüne bakmayan 3 grup didişiyor: Yeni Stalinciler, Avrupacı solcular ve oligarşi temsilcileri. Parti yeni bir parçalanma eşiğindedir. Çelişkilerin derinleştikçe keskinleşmesinin nedenlerinden biri dış etkendir. Eski lider Sergey Stanişev Avrupa sosyalistleri PES’in dönem başkanıdır. Fakat o da partiye güçlendirici cereyan akıtamıyor. Çünkü Avrupa Birliği Genel Kurulunda kesin ve şeffaf bir sol inanç yoktur. 28 ülke sol parti vekilleri ile inançları aynı derece belirsiz ve kafaları solcularınki kadar bulanık olan sağcılar, sanki politika yapmaya değil, kör sofraya toplanmışlar. Aralarında kavga çıkmıyor, çünkü kimse sofradan kalkmak istemediği için her konuda hemen uzlaşma sağlanabiliyor. Böyle bir ortamda eski kıtayı yenileyecek çözümler üretenleri karanlık gecede mumla arasak nafile. Herkesin derdi standardı korumak için uzlaşmak gibi. Bulgaristan bu sofraya yeni oturdu. Henüz nasibini alamadı. Avrupa’nın 2000’ler başındaki kalkınmasını da yakalayamadı ve halen, belki bir şey olur umudunu ısıranlar arasında kalabalık yapıyor. Vaktıyla Avrupa devrimleri ateşinden kaçanların sığındığı yer İsviçre olduğu gibi, günümüzde Rus ayısından kaçanların toplandığı anakent Brüksel oldu. Biz Türkler yardımsever insanlarız, Brüksel yolunu bulamayanlar artık bizi arıyor. Moskova’nın Bulgaristan’da yetiştirdiği enerji zengini R. Kovaçki’nin “Lider” partisini Liberaller kovanı Alde’ye öneriyoruz. Büyük Platon’un Devlet kitabında bir yanlış buldum. “Sefilden ve soysuzdan zengin olmaz!” demiş. Oysa “sefil ve yoksul döneklerden zengin oluyormuş!” “Dönekliğin başı sonu olmayan sınırsız bir ihanet” olduğunu da yazmamış, bu da başka bir eksiklik. Moskova 9 Mayısta Hitler faşizmi üzerinde kazanılan zaferin 70. yıldönümünde birlikte analım diye, AB ülkelerine davet göndermiş ve hepsi birden gelemeyiz demişler. Ukrayna’yı ve Kırım’ı artık düşünmez oldum. Halklar bir soy ağacıysa, zaman içinde neresinden kesilirse kesilsin yeni filizler hep aynı meyveyi verecekse..... bu noktada Almanya’yı düşündükçe kafam zonklamaya başlıyor. 1945’ten önce Bulgaristan da bir faşizan çarlıktı hatırası ise beni hepten çıldırtıyor... Şunu ekleme zamanı geldi mi dersiniz. Süreğen ekonomik ve malı bunalım koşullarında sol ve sağ popülizmi (halk yardakçılığı) egemen oldu. Avrupa Birliği’nde (Bulgaristan örneği ortada) insanlar refah içinde yaşamıyor, sefalet hayatı durdurdu. Şunu unutmayalım, insanların iyi yaşadığı yerde popülizm -yalan laflar- sökmez. Halkı boş vaatlerle aldatmayı başaran Bulgaristan sağ sol aşı-


162

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

rıları ile meydanlarda seçmene 2 kebap ve yarım ekmek dağıtan Sansürsüz Bulgaristan Partisi ne yazık ki, meclise 60’a yakın vekil sokabildiler ve içine kirli su gibi akan siyasi dengeleri bozdular. “Zorla güzellik olmaz!” yaşını, zamanını dolduran, halka verecek hizmeti kalmayan siyasi güçler politikadan çekilmelidir. İnsanları bir aldatırsın iki aldatırsın, bu ebediyen böyle sürmez. Ne var ki, 1990’da iktidardan devrilen komünistlerin varisi olan BSP, önce Demokratik Güçler Birliği (CDC), “Yeşiller Partisi” (PZ) gibi siyasi oluşumlara hayat hakkı tanıdı sonra hepsini Siyaset Süzgeci’nde boğdu. Kimisine “ajan dosyası” çıkardı, “kimilerine vatan haini” dendi, gözden düşürüldü, onlara bağlı ve sağdık olanlara “görev” gösterildi ve biraz gecikmeli de olsa maskeleri yine indirildi ve sonunda bire dek hepsini çöpe itti. 1990’da 1 milyon 200 bin kişiyle miting yapan CDC partisi 2013’te meclise giremedi. Siyasetten son kovulan Güçlü Bulgaristan Partisi (DSB) kurucu başkanı ve Başbakan İvan Kostov oldu. 1997 - 2001 arası Başbakan olan Kostov milletvekili seçilmedi. Oysa 10 Kasım 1989’da tüm görevlerinden alaşağı edilen T. Jivkov’ un sorduğu son soru şuydu: “Başbakanlığa İvan Kostov mu getirilecek?” Kostov’un gizli polis DS ve Sovyetler Birliği dış casusluk servisi KGB ajan dosyaları önceden mi temizlenmişti. 1945’te Komintern’in (III. Komünist Enternasyonal) Bulgaristan’a başbakan olarak gönderdiği Stanke Dimitrov onun amcasıdır. Öngörülüler, onun BKP MK İdeolojik İşler Şubesi danışmanı olduğunu dosyalardan çıkardı. Hatta anasının, babasının ve tüm yakınlarının çok aktif komünist geçmişi olduğu, partizanlara yataklık ettiği de rafa kaldırılabildi. 1989’da Bulgaristan’ın demokratik geleceğinin yoğrulduğu yuvarlak masada, o bir sabah sol güçler saflarındayken, öğleden sonra sağ demokratlar yanına kaydı. Kamuoyu görmezden geldi. Fakat politik süzgecinin gözenekleri sıklaşınca, sürpriz gelişmeler de oluyor. Ne de olsa 25 yılın Bulgar politikacılarını kantara koyduğumuzda fazlalık ve eksikliklerine rağmen, ilk demokratik başbakan Filip Dimitov, ilk demokratik Cumhurbaşkanı Dr. Jelü Jelev ve belki de Çar tahtından inip Başbakan koltuğuna oturan Simiyon Saks-Kobur-gotski halkın belleğinde kaldı. İv. Kostov ise sönüp silinmeye başladı. Son hesapta politik posa olan bu “şahsiyetlerin” 1945 - 1989 yılları arasında inşa edilen halk ekonomisini yıkıp bitirmekten başka hiçbir temel hedefi olmadığı, Geçiş Dönemi boyunca Bulgar ekonomisine dört enser kakılmamasında ifade buldu. Ülkede en fazla geviş getirilen bir yabancı deyim olan reform sözüdür. Yenileme anlamına gelen bu uygulama çok kötü sonuçlar verdi. Var olan durumu uzattıkça uzatma yolu oldu. Binlerce irili ufaklı sanayi tesisi, 15 banka ve kooperatifçi tarım işletmesi yok edildi. Ülkeyi Yunandan maydanoz


Makale ve Analizler - 2015

163

ve Makedonya’dan havuç, Türkiye’den salatalık ve Polonya’dan patates ithal eder duruma getirenlerin hiçbir suç işlememiş gibi dolaşmaları halkın uyanışını tetikliyor. Devletin bir hastane ya da bir enerji dağıtım şebekesi olmadığını, bu işleri özel sektörün de yapabileceği bilincine varanlar artık çoğalıyor. Romanya misali adalet reformu isteyenler, meclisin ve mahkemelerin özelleştirilemeyeceğini biliyorlar. Bu açıdan bakıldığında, sol ile sağın sürekli el sıkışıp öpüşmekten vazgeçip politika sahnesine çıkması bekleniyor. Türkiye azınlıkların tüm kültürel etnik haklarını tanıdı, bunu görmemek gerçekleri değiştiremez. Gerçek halk demokrasisi rüzgârı bir gün bize de gelecektir. Sağ ve sol siyasi araştırma merkezlerinden çıkan sonuçlarda, Yunanistan’da deprem yapan Siriza hareketinin eski kıtada sol ile sağ arasında gerçek bir çatışma yaşanmamasından, Güney Doğu Avrupa (Bulgaristan da bu gruba dâhildir) ülkelerin 25 yıldan beri semelikten sıyrılamamasından sivrildiğini görünce eski kıta irkildi. Bulgaristan’da BSP partisinin yeniden parçalanmasıyla, muhtemelen aşırı solun temsilcisi “Ataka” ile birleşecek olan yeni-Stalinciler dışındakiler politika güvertesinden düşecek ve hırçın ve atılgan bir orta sola saha açılacaktır. Ne yazık ki, iktidarın ana politik partisi olan GERB, özel emeklilik kurumlarını devletleştirirken, 16 milyar leva dış borç alırken Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) onu destekledi. Bu durumda GERP partisinin tam süre iktidarda kalması yolunu açan HÖH oldu. Geçen hafta, hükümet ortaklarına danışmadan bu yıl için 3 milyar 600 milyon Euro ek dış borç alan hükümet, ekonomik durgunluk, çöküş ve mali sıkıntılar içinde var olan durumu koruyabildi. Üstüne üstelik Başbakan Boyko Borisov’un AB Genel Kuruluna geçen hafta yaptığı ani ziyaret olumlu sonuç verdi. NATO karargâhının Bulgaristan’a taşınmasına mükafat olarak, son 2 hükümetin dondurulan fonları tekrar açıldı. Yasaklar kalktı. “Yünker” yatırım programı aracılıyla değişik sektörlere 6 - 7 milyar Euro gelecek. AB “ödemelerin durdurulmasında halkın bir suçu olmadığı” gerçeğine olumlu baktı. Bununla birlikte, Başbakan Borisov 40–50 yıl önce kurulan ve mutlaka dış kaplama yapılması gereken apartmanların yenilenmesi için 1 milyar Euro karşılıksız onarım yatırımı sağladım deyince, kemerde biraz gevşeme hissedildi. Bu Pazar ana iktidar partisi GERB, polikliniği, hastanesi, eczanesi, doktor ve hemşiresi olmayan en yeni belediyemiz Sırnitsa’ya bir ambulans hediye etti. İktidar partisi GERB ile ana muhalefet partisi HÖH - DPS arasında muhtar seçiminde ikinci tur yapıldı. Birincisinde başı çeken HÖH partisine karşı ikinci turda iktidar ortakları GERB ve Reformcu Blok birleşmeye çalıştı. Basit matematikle ilk turda aldıkları oyların toplamı -% 55- torbada keklik bildiler. Olmadı. Halk


164

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

HÖH’lü N. Bozov’u muhtar seçti. Bu olay Bulgar politikasına ebelik edenleri ince eleyip sık dokumaya ve yorum üstüne yorum yapmaya zorladı. Bir defa HÖH partisinin başarısının temelinde, HÖH - BSP - “Ataka” hükümetinin iktidardan düşmezden önce 2014’te Sarnitsa yerleşim merkezini idari olarak Pazarcık iline bağlı Velingrad belediyesinden ayırması belirleyici rol oynadı. Bu dağların derin bağrında yaşayan insanlar için köylerinin bir kasaba ilan edilmesi büyük bir olaydı. İkincisi GERB partisi Pomaklar gibi onurlu, temiz vicdanlı ve adaletsever insanların karşısına eski İç İşleri Bakanı, bir ayağı mahkemede olan Ts. Tsevataov’u çıkarması talihsizlik oldu. Pomak seçmen devletle yamuk işi olana bel bağlamaz ve sonuçlar bunu teyit etti. Üçüncüsü, Kasım Dal partisinin de katıldığı ve gerçek politik çehresi henüz biçimlenmemiş olan, 23 milletvekilli ve 7 bakanlıklı Reformcu Blok (RB) partisinden gelen “ikinci turda oylarınızı GERB adayı Mustafa Alikanov’a verin!” daveti dikiş tutmadı, çünkü hükümet koltuklarında ortak, yerel ortamda kafa kafaya zıt güçleri anlamak zordu. Seçmen, GERB partisine totaliter komünist zulüm düzeninin kökünden fırlamış bir piç olarak baktığını gizlemedi. Oylama sonucunda 1/3 fark var. Kasım Dal’a ise, “bir şey yapamayacaktın da, bizi neden umutlandırdın” cevabı verildi. 1990’larda % 90 oy alan DPS’yi bu defa % 60’la desteklendi, bu da onlar tarafından başarı olarak görülmemelidir. Sarnıtsa haneleri % 65 Fransa ve İngiltere’ye işe gönderdikleri gençlerden gelen parayla yaşıyor. Gurbetçilerin öz vatanı oldu. Patatesleri bu yıl da ellerinde kaldı. Devletin yaban meyvelerine ve şifalı çiçek ve meyve toplatma işinden el çekmesi gelir dağarcının ağzını iyice büzdü. Bu ay çıkan tomruk ve odun ihracatına yasak kar kışla birlikte orman işçilerini evlerine kapadı, bıçkıhaneler sustu. Ekim 2015’te Bulgaristan’da yerel seçim var. Sarnitsa sanki son provaydı. Bir ambulansla iş olmadı. Gönül alma tuzağı ters tepti. Açıkçası, HÖH - DPS partisi bu seçimlerde GERB ile RB arasındaki muhtemel birliği tuzla buz etti. Henüz pekişmemiş ve dal budak salmamış olan RB partisinin çöküş ve dağılma sayfası açıldı. Bulgaristan’da politik güçlerin gerçek ayrışımına yol açılıyor. Meclisteki 8 partili dağılım sanki gerçek durumu yansıtmıyor. Yerel seçim bir süzgeç, bir arıtma tesisi gibi çalışıyor. Sahteler çöp kazanına atılmayı ve yok olmayı kabul etmek zorundadır. Artık sıra BSP ile birlikte RB partisine de işaret ediyor. Bu blok içindeki, Dal - Korman ekibine en yakın olan lider adayı Radan Kınev grubu gerçek kimliğini artık gizleyemiyor. 2001’de siyasetten dışlanan İvan Kostov’un devamı oldukları ortadadır. Onların totalitarizmin çifte ajan


Makale ve Analizler - 2015

165

uzantısı olduğunu kanıtlamak için basına başvuruyorum: “1990’da (BKP MK Politik Büro üyesi) Başbakan A. Lukanov 7 aralık 1989’da kurulan Demokratik Güçler Birliği Başkan vekili Petır Beron’a, “İvan Kostov’u bakan yapalım” demişti. Birkaç ay sonra o D. Popov’un hükümetinde maliye bakanı oldu. Gözde gazetecilerinden “Presa” yazarı V. Veleva hatırlatıyor: “Başbakan Lukanov görevini devretmek zorunda kaldığında, Kostov davamızı devam ettireceklerine yemin etti.” Hayat ve gelecek günümüze değişik yansıyor. Sanatçılarımızdan heykeltıraş Tamer Halil Bulgar mizah yazarlarından Aleko Konstantinov’un 1895’te kaleme aldığı “Bay Ganyo” eserinde yarattığı, tay durmaya çalışan, Bulgar burjuvazisinin simasını son heykelinde yaşattı. Kaznlık belediyesi Skobelovo köyündeki Gülyağı Fabrikası önünde peykaya oturan Bay Ganyo, Osmanlıdan ayrıldıktan sonraki Bulgar halkının ortak simasıdır. Ülkemizde 300 yıldan beri gülden yağ çıkarılıyor, 137 yıldır Bay Ganyo aramızda, birlikte yaşıyoruz. Ona Geçiş Döneminde çok sık rastladık. Bu sima politika yaparak zengin olmanın yolsuzluk olduğunu anımsatıyor. Yolu ve polikliniği olmayan Sarnıtsa’ya ambülâns hediye ederek seçim kazanma hevesi bu zihniyetin son eseridir. Bulgaristan politik edebiyatında “partiler sivil toplum örgütlerinin aracı olmalıdır” sözü, Bay Ganyo’nun ağzından çıkmıştı, o zamandan beri değişen bir şey yok. Bulgar sanatçılardan Litso’ya Aziz’in popo heykelini yapması için para vermişler. O kendi emeğiyle Haskovo merkezine Hasetlik heykeli dikti. Ne güzel ki, halkını seven sanatçıların emelleri bir noktada birleşiyor. Herkes Geçiş Dönemi ya da Son Politik Süzgeç heykelinin ne zaman dikileceğini merak ediyor. Gerçek olmayanın heykeli yapılamaz. Sofya’daki 1300 yıl Bulgaristan Heykeli yıkıldı. Hayatın beklenen eseri insanlarımızın bilinçlenmesidir. Bu özlem siyasi hayatımızı süze süze gerçekleşiyor. Çile ve çekilerle durulan hayatı yaşamak özlemlerin özlemi oldu.


166

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

“Türküler Diyarı Rodoplar Türkü Doğuramıyor”

Mustafa Bayramali-26.Mart.2015

Geçmiş yıllara dönünce dağlının Aşk ve Sevgi Dolu türkü ve manilerinin saymakla bitmediğini görürüz Türkülerimiz sevinç dolu, keder dolu, hoşgörü dolu. Ay yüzlü, güneş gözlü dilber gibi güzeldir onlar. Yıllar yılı kalbimizi coşturan, gözlerimizi yaşartan olayları nağmelere dökerek kimi sevinç, kimi hüzünle söyleriz. Hele hele de Rodoplarda her olay bir türkü olur hemen söylenirdi yıllarca. Dağlı türküyle yatar, türküyle kalkardı. Sesiyle söyleyemediğini ıslıkla söylerdi. Gün oldu cepheye gittik, arkamızda ana, baba, eş, oğul, uşak, yakınlarımızı bırakarak. Yemen çöllerinde savaştık. “Orası Muştur, yolu yokuştur Giden gelmiyor acep ne iştir?” Diye düşünüp durduk. Sonra “Çanakkale içinde vurdular beni”, diye fısıldayarak şehit düştük. Nicelerimiz kaldı savaş alanlarında. Çocuklar: “Anne benim babam yok mu? Nerde kaldı gelmedi Hep çocuklar güldü ama Benim yüzüm gülmedi.” Sorularını yönelttiler annelerine hıçkırarak. Yıl oldu yüzümüz güldü. İnşaat alanları açıldı. “Türlü madenleri var, Madan’da kazılırlar” türküsü döküldü dilimizden. Yeni Şehirler kurduk ve hemen: “Rodpların güzeli Rudozem’dir dilberi.” dedik. Tarım kooperatiflerinde: “Sarı altın tütün toplanırken gel. Arda boyuna gel.” Türküsü düşmedi dilimizden yıllarca. Suni barajlar kurup Arda sularını gemledik ve acele: “Gün doğdu, bulut geldi ayın önüne, Yazoviri kurduk suyun önüne.” Nağmeleri fısıldadı dudaklarımız. Panayırlar düzenlenir, insan seli akar, çağlayan dereler gibi alanlara. Eğlenir herkes yediden yetmişe ve içlerinden biri tutturur hemen: “Yağbasan panayırında güreş havası, Diğerlerini tekrarlıyor özenerek, Mümün Ali mehterin gırnatası.” Rodoplar’ın taşı, dikeni, karaçalısı Dağlının gülü, bahçesidir, canı, canciğeridir. “Ardino’nun eğri büğrü yolları, Bahçesinde zambakları gülleri. Sabah sabah eser bahar yelleri. Küçük şehrin kalbimizde yeri var.”, “Ey Kırcaali güzel şehir, dilber şehir. Onbeşinde bir kız gibi uykusuz duran şehir.”


Makale ve Analizler - 2015

167

“Cebelli kız, ince belli kız” Türküleriyle ifade etmişizdir bu topraklara bağlılığımızı. Kınalı elli Selime’yi dalgalar aldı tan yeri ağrırken.... O günün bitimine doğru “Ardalar aldıya, gelinlik kızı”, diye bir türkü çınladı kulaklara ve söylenir bugün. Yusuf’un kayığı deryalara karıştı, sürüler sayaya dönerken. “Arda ile Kırcaali arası” ağıtını yaktık hiç beklemeden. Gurbet türküleri de saymakla bitmez. Rodoplu dünden bugüne zaten gurbetçidir. Yabancı ilde, yolda, belde türkü düşmez dilinden. Garibandır o. Mektup yazar yazar da sonunu: “Mektup yazdım acele, Al koynuna hecele. Mektup benim vekilim. Yaz da yolla acele!” mısraları ile noktalar. Çok geçmeden yanıt alır sevgilisinden, aşkından “Sütler kaymak tutar tutmaz ordayım”, diye. Daha neler, neler var. Saydıklarımız az. Sayamadıklarımız çok. Asırlık dağları inleten türküler, maniler, ağıtlar, ninniler ne kağıda sığar, ne kalem yeter... Şimdi susuyoruz. Hemde çeyrek asırdan beri. Sesimiz kısıldı, boğazımız kurudu. Yıllar yılı başımıza çöken kara, simsiyah bulutları, baharımızın, yazımızın karakışa dönüşünü gönlümüze gömdük, türkülere dökemedik. Neşemizi, sevincimizi şakrak sesimizle söyleyemiyoruz, nağmelere dökemiyoruz. Neden ?!... Belki dağ köylerinde bir zamanki türkü kaynakları azaldı. Toplanıp yapacak işimiz yokluğundan meciler tertiplenemiyor. Kına geceleri eski usulce yapılmıyor. Yedi kızlar aşı gecelerinin yerini, diskotekler aldı. Kızlar toplanıp, beraberce çeyiz yapmıyor artık. Düğünlerimizin tertibi değişti. Bayramlarımız, seyranlarımız coşturup kalbimizi hoplatmıyor eskisi gibi. Türküleri biz değil, sanatçılar söylüyor. Bize yalnız göbek atması düşüyor. Köyleri birbirine bağlayan patikalarda insan seli kısıtlı. Nede olsa bizler hep buradayız daha ve buralarda da olacağız. Bizi etkileyen, gönlümüzü okşayan, üzen olaylar bugün de az değil. Geçim derdi çoklarımızı, batıya, yabancı diyarlara aşırdı. Bu ayrılıklar az mı aile bozdu? Sarışın batı hanımları az mı canlar yaktı. Oralarda, trafik, iş kazalarında eş, kardeş, çocuklarımız hayatlarını yitirmedi mi ? Oralardan kucak dolusu parayla dönüp, buralarda mutlu olanlar, iş kuranlar yok mu ? Onları nağmelere dökelim dedelerimiz, ninelerimiz, annelerimiz babalarımız, bacılarımız misali. Kendi türkülerimizi, kendimiz yaratıp, kendi ağzımızla söyleyip inletelim dağı taşı. Terzi atölyelerini, iş yerimizi, evimizi türkü kaynakları yapalım. Çocuklarımızı kendi ninnilerimizle avutalım, televizyon programları yerine. Aramızdan türeyen türkülerle gülüp, ağlayalım, beniliğimizi, kendimizi, kendi öz türküle-


168

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

rimizde görelim. Diskoteklerde, barlarda, başka eğlence yerlerinde çalınan yabancı müzikle aldatmayalım ruhumuzu. Bize has olan türküleri söyleyerek kuşaktan kuşağa devredelim, sanat kolektiflerinin repertuarlarını zenginleştirelim ve en önemlisi de bu günkü yaşantımızı türküler vasıtasıyla miras bırakalım genç kuşaklara, gelecek nesillere. Ruhsal düşkünlükten kurtaralım kendimizi. Gaflet uykusundan uyanalım. İyimser olup, açık alınla öz yaşamımıza yakışır biçimde, Türkçemiz gibi ahenkli türküler doğuralım, yanık aşk manileri üretelim, Türklüğümüzü yüceltelim. Kısır kalmayalım türkülere...

Bu Sabah Uyandığımda,

Vildan Umut-27.Mart.2015

Her zaman ki telaş ve yapılacak işleri yetiştirmeliyim kaygısıyla hızlıca toparlanıp, evden koşuşturarak çıktığım da, temiz bir havanın girmesi için açmış olduğum pencereyi kapatmayı unuttuğumu hatırladım. Bir an için açık kalmasın da bir sakınca olmayacağını düşünmüş ise de, içimden gelen diğer bir ses o pencereyi geri dönüp kapatmam gerektiğini söylüyordu. Hangisi doğru olduğuna karar verebilmek için durup düşündüğümde, hemen ayağımın yanı başında mor menekşeler ve beyaz sümbüller ile kardelenlerin de cevabımı beklercesine sessizce süzüldüklerini fark ettim? Bir anda yıllar öncesinde o çiçekleri toplayıp, bize her gelişinde bir elinde bastonu, diğer elinde bahçelerinden zor da olsa eğilip, sapları kısacık kopmuş sümbülleri getiren büyük babamı hatırladım. O yıllarda henüz çocuk iken, büyük babam bir baston ile dolaştığı halde, o dik duruşu ile hepimizde sert ve kaba bir görünüş ve korku uyandırıyor olsa da, o koparılmış çiçekleri uzattığında kalbindeki sevginin de ne kadar büyük olduğunu ve geçmişten süre gelen o hiç unutmayıp, nesillerden nesillere taşınılması gerekir imiş çesine anlattığı hikayelerinden bir tanesini anımsadım. “Bir zamanlar, bir kral, ülkesinde yönettiği krallığında başarılı ve sevilen, sayılan bir kral olmak için “Eğer bir işe ne zaman başlayacağımı, kimi dinleyeceğimi ve yapmam gereken en önemli şeyin ne olduğunu bilseydim, giriştiğim


Makale ve Analizler - 2015

169

her işi başarırdım” diye düşüncesiyle bu sorularının cevabını bulmaya koyulmuş. Krallığın her tarafına haber uçurmuş; şayet ki bu sorularına cevap verecek bir kimse olursa, ona büyük bir ödül vereceğini de belirtmiş. Bilgeler krallığa akın edip, birbiriyle tümüyle farklı cevaplar vermeye başlayınca, Kral halen sorularının yanıtını alamadığından, halktan biri imiş gibi giyinip, atını ve korumalarını da bırakıp tek başına yola koyulmuş. Krallığa gelmeyen bir Bilge daha olduğunu öğrenen Kral, o Bilgeye ulaşmak üzere evine vardığında, onu kovuğun önüne çiçek tarhları kazarken bulmuş. “Ey Bilge kişi, sizden doğru olan bir şeyi, doğru bir zamanda yapmayı nasıl öğrenebilirim; en fazla gereksinim duyduğum, dolayısıyla ötekilerden daha fazla ilgi göstermem gereken kişiler kimdir; en önemli ve her şeyden önce gelen sorumum ise: Kendimi vermem gereken işler nelerdir?” diye sorularını sıralamış... Bilge, Kralın bu konuşmasını dinlemiş ise de bir yanıt vermeden, dönüp yapmakta olduğu işini sürdürmüş. Güzünü Bilgeden ayırmayan Kral, onun ne kadar yorulduğunu fark etmiş ve “Küreği bana verin de siz biraz dinlenin” demiş. Bilge kişi “Sağ olun” diye cevap vererek küreği Krala uzattıktan sonda, yere oturup dinlenmeye başlamış. Kral, iki tarih kazdıktan sonra sorularını tekrardan sormuş, ancak Bilge kişi, ona Krala vermek yerine ayağa kalkıp elini küreğe uzatarak “Siz biraz dinlenin; bir parça da ben çalışayım” demiş. Fakat kral, küreği Bilgeye vermek istememiş ve tarhı kazmayı sürdürmüş, saatler birbirini kovalıyor ve güneş yavaş yavaş ağaçların ardından batmaya başladığında Kral tekrardan sormuş : “Ey bilge kişi, senin yanına, sorularıma bir yanıt bulmak için geldim eğer yanıt vermeyeceksen, söyle de evime döneyim.” demiş. Bilge kişi, yine yanıt vermekten kaçınarak gözlerini uzaklara dikip, “Bak, bir adam koşarak buraya geliyor” demiş ve “Bakalım kimmiş, ne istiyormuş...” Kral, arkasına dönüp bilgenin gösterdiği yöne baktığında bir adamın koşarak kendilerine doğru geldiğini görmüş, adamın karnına bastırdığı ellerinin altından kan sızdığını fark etmiş. Adam Kralın yanına ulaşınca, kendinden geçercesine inleyerek, bayılıp yere düşmüş. Kral ve bilge kişi, hemen adamın kanayan yarasını elinden geldiğince yıkayarak, kralın mendiliyle ve bilge kişinin havlusuyla sarmayarak, kanı durdurmuşlar. Adam, bir süre sonra kendisine geldiğinde su istemiş, Kral, kendisi dereden taze su getirerek adama vermiş. Bu telaşın içinde Kral, saatin çok olduğunu fark etmemiş ise de havanın soğuk ve kararması üzerine Bilge kişinin de yardımıyla, yaralı adamı kovuğa taşı-


170

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

yarak yatağa yatırmış. Kral, yorgunluğunun farkında olmadan, çökmüş olduğu eşiğin dibinde uyuyakalmış. Sabah olduğunda Kralın da uyandığını gören adam, zayıf bir sesle “Beni affedin” demiş Krala. Kral, “Sizi tanımıyorum. Üstelik affedilecek bir şey yapmadınız ki” diyerek adamın konuşmasını kesmiş. “Siz beni tanımıyorsunuz, ama ben sizi tanıyorum” demiş adam. “Ben, kardeşimi astırdığınız ve mallarını elinden aldığınız için sizden öç almaya yemin etmiş bir düşmanınızım. Tek başınıza bilge kişiyi görmeye gittiğinizi öğrendim ve dönerken yolda sizi öldürmeye karar verdim. Ama akşam olduğu halde dönmediniz. Ben de pusuya yattığım yerden çıkıp sizi aramaya koyulduğumda, korumalarınıza yakalandım. Onlar beni tanıdılar ve öldürmek istediler. Ellerinden kurtuldum; ama yaralıydım; yaramdan kan akıyordu. Siz dün akşam yaramı sarmasaydınız, kan kaybından ölürdüm. Ben sizi öldürmek istedim; fakat siz benim yaşamımı kurtardınız. Eğer yaşarsam, şimdiden sonra en sadık köleniz olarak size hizmet edeceğim ve oğullarıma da aynı şeyi yapmalarını emredeceğim. Affedin beni.” diye sözünü bitirmiş. Kral, düşmanıyla bu denli kolay barıştığı ve onun dostluğunu kazandığı için çok mutlu olup, onu yalnızca affetmekle kalmamış; uşaklarını ve kendi doktorunu gönderip onun tedavisini yaptırmakla birlikte, el koyulan tüm mallarının da geri verileceğine söz vermiş. Yaralı adamla vedalaşan kral, kapının önüne çıkıp, Bilgenin yanına dönüp, sorularının yanıtını aramış, ancak Bilge ona “Siz, beklediğiniz sorularınızın yanıtınızı çoktan aldınız” demiş . Devamla, “Dün eğer benim güçsüzlüğüme acımayıp şu tarhları kazmasaydınız, buradan ayrılacaktınız ve geri dönerken şu adamın saldırısına uğrayacaktınız. Yani dün sizin için en önemli an, tarhları kazdığınız andı. Sizin için en önemli kişi bendim ve sizin için en önemli iş, bana iyilik yapmaktı. Daha sonra yaralı adam koşarak geldi yanımıza. Sizin için en önemli an, onunla ilgilendiğiniz andı. Çünkü eğer onun yaralarını sarmasaydınız, o adam sizinle barışmadan ölecekti. Dolayısıyla o zaman sizin için en önemli kişi oydu. Ve yine o zaman en önemli işiniz de onun için yaptıklarınızdı.” Bilge, bunları söyledikten sonra krala bir de öğüt vermiş: “Sizin için en önemli anın, içinde bulunduğunuz an olduğunu hiçbir zaman unutmayın. Çünkü, yalnızca o an, elimizden bir şey gelebilir. Sizin için en önemli kişi ise o an birlikte olduğunuz kişidir. Çünkü hiç kimse, bir başka kişiyle bir daha görüşüp görüşmeyeceğini bilemez. Ve sizin için en önemli iş, iyilik yapmaktır. Çünkü, kişinin bu dünyaya gelmesinin tek nedeni budur.”


Makale ve Analizler - 2015

171

Onca zaman sonra bu hikayenin halen hatıramda bu denli unutulmamış olmasına şaşırmış isem de, Bilgenin vermiş olduğu öğütün bugünlerde de geçerliliğini sürdürmesi ve nitekim eskiden olanın devamı gibi “süreklilik içinde yenilik” şeklinde var olan bir hayat gerçekliliğini gözler önüne sermiştir. Ders alınması gereken bu öğüt ile günümüz Türkiye’sinde, belirtmek isterim ki Bizler Bulgaristan’dan geleli 25 yıllık bir süreç sonrasında, geçmişimize dönüp baktığımızda 1989 yıllarında Bulgaristan’da yaşadığımız soykırım nedeniyle, şayet ki Türkiye bize acıyarak yardım etmemiş olsaydı ve 1989 göçü yaşanmamış ve Türkiye’ye gelmemiş olsaydık, biz halen Bulgaristan’da Bulgar isimlerimiz ile yaşayıp, asimilasyon politikası ile Türk kimliğimizi kaybetmiş, ikinci sınıf muamelesi görmeye devam eden “insancıklar” olarak hayatımızı idame ettiriyor olacak idik; belki de Osmanlı toprakları olarak bildiğimiz o topraklarda Bulgar isimlerimizin de yazıldığı mezarlara gömülüp, yok olmaya mahkum bir nesil olarak tarihe adımızı yazdırır idik? Bu nedenle Bizler, Bulgaristan Türkleri olarak, bizim için en önemli an, zorunlu göç adı altında da olsa Türkiye’ye geldiğimiz an’dır. Bizim için o günlerde en önemli kişi yaralarımızı saran ve sahiplenen ANAP Partisi ve Genel Başkanı Turgut Özal idi; bizim için o tarihte en önemli olan şey çocuklarımızın ve tüm aile büyüklerimizin Türk isimleriyle ve Müslüman olarak, ana vatanına kavuşmuş ve Mutlu, Özgür, Vatansever soyadlarını da alarak tarih yazdırdığımız an idi. Şimdi bugünümüzde, Bulgaristan’da yaşananlardan sonra ideolojiden uzak bir hayat kurmaya çabamız ile, sade bir vatandaş olarak ideolojinin, normal hayatımıza bulaşmadan yaşama özlemi ile ayaklarımızın üzerinde durmaya çalışırken, başarılı olma iç güdüsüyle hareket ettiğimizi ve yaşadığımız günümüz Türkiye’sinde ekonomide, politikada ve güvenlikte de başarı elde edilmesinin, küresel değerlere göre var olabildiğini unutmamakla birlikte, hepimizinbir birey olarak var olabilmesi adına, bir Türk - Müslüman toplumu olarak var olabilmemiz önem taşımaktadır. Bir başka değişle Bulgaristan göçmenleri olarak günümüz Türkiye’sinde bu misyonu üstlenmiş olarak, Ak parti çatısı altında yürüyerek başarabileceğimiz gerçeğini kabullenmekle birlikte, daha evvelki icraatlarını gündeme getirerek ne kadar eleştirirsek eleştirelim, bir takım gerçekleri görmezlikten gelemeyiz. Bu nedenle ki, Bulgaristan’da yaşanan 1989 soykırımına tanıklık etmemiş ve rencide edilmemiş olanlarımız, tüm bu süreci yaşamamış olduklarından, yaşanan gerçekleri ve o dönemde alınan yara ve çiziklerimizden habersiz olarak, Birleşmiş Milletlerin yapısının değişikliği önerimizi, önemsiz bulurlar. Aynı şekilde bir çoğumuz, çok yakın bir tarihe kadar IMF ile yapılan “anlaşmalar” adı


172

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

altında Türkiye’yi borç bataklığına sürükleyip, henüz doğmamış olan torunlarımızın dahi borçlu kıldıkları halde, yapılanı unutmuş gibidir? Bunları umursamak yerine , unutmayı tercih edenlere hatırlatmak babında “Hangi lider IMF’den ne kadar borç aldı” başlıklı yazıya atıfta bulunmakla yetiniyorum (alıntı Sabah gazetesinden yapıldı/26.03.2015) : “Türkiye’nin IMF ile ilk stand-by anlaşması, 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra ülkeyi yöneten askeri idare sırasında, 1 Ocak 1961 tarihinde gerçekleşti. Cemal Gürsel döneminde sağlanan bu anlaşma kapsamında IMF’den 16 milyon SDR borç alındı. 1961 sonunda Başbakan olan İsmet İnönü, 1965’e kadar IMF’den 55,5 milyon SDR’lik borç aldı. 1965 yılında Adalet Partisi ile iktidara gelen Süleyman Demirel, 1966 - 70 yıllarında beş stand-by anlaşması kapsamında toplam 175,5 milyon SDR borca imza attı. 1971 - 78 yılları arasında IMF’den borç almayan Türkiye, 1978 yılında “Karaoğlan” lakaplı Bülent Ecevit döneminde IMF’nin kapısını çaldı. Ecevit 1978 79 yıllarında toplam 320 milyon SDR’lik stand-by anlaşmalarına imza attı 1980 yılında yeniden iktidarda olan Süleyman Demirel, 12 Eylül darbesinden aylar önce 1,25 milyar SDR’lik, üç yılı kapsayan bir “genişletilmiş fon kolaylığı” (EFF) anlaşmasını imzaladı. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra Türkiye’yi üç yıl yöneten askeri yönetim boyunca IMF ile yeni anlaşma yapılmadı. 1983 yılında Anavatan Partisi’yle iktidara gelen Turgut Özal, IMF ile 1983 84 yıllarında 225 milyon SDR bedelinde iki ayrı stand-by anlaşması imzaladı. 1984’te imzalanan stand-by’dan sonra Türkiye 10 yıl boyunca IMF ile stand-by anlaşması imzalamadı. 1994 yılında iktidarda olan Tansu Çiller bu uzunca aradan sonra 460 milyon SDR’lik anlaşmaya imza attı. 1999 yılına gelindiğinde tekrar Başbakan olan Bülent Ecevit, IMF ile 1999 ve 2002 yıllarında 23,7 milyar SDR’lik iki anlaşma yaptı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan yönetimindeki Ak Parti iktidarı, Türkiye’nin IMF ile son stand-by anlaşmasını 2005 yılında 6,6 milyar SDR’lik ödenek için yaptı.” Netice itibarıyla Türkiye’nin, IMF ile olan ve yıllarına göre çeşitli parti ve Başbakanı, Cumhur başkanlarımızı ile tamtamına 52 yıllık bir borç süreci kapatıldı. Hazine, 14 Mayıs’ta Türkiye’nin IMF’ye olan borcunun son taksidini ödedi. 422 milyon 100 bin dolar tutarındaki bu ödeme ile, Türkiye’nin IMF’ye borcu sı-


Makale ve Analizler - 2015

173

fırlandı. Son 10 yılda IMF’ye toplam 23 milyar 500 milyon dolar ödeyerek borcunu ve IMF’ye olan zoraki bağımlılığını bitiren Ak Parti iktidarında oldu. Nitekim 2008 yılında almış olduğu “IMF ile stand-by anlaşması imzalamamaya yönelik” karar, Türkiye’nin tarihine bir ilk olarak zikreden Ak parti idi. Aynı şekilde tüm bu süreç içerisinde yıllara göre geriye dönüp baktığımızda Türkiye’nin 10 yıllık ekonomik gelişiminde sadece birkaçını örnek olarak sıralayacak olursak : 2001 yılında 31 milyar dolar olan ihracat rakamları, bugünümüzde 5 - 6 katına çıktı; 2004’te çıkan Yasa ile TL. den 6 sıfır atılarak, tedavüle çıkan yeni banknotlar ile TL. itibarını geri kazandı; 2001 de %54,4 olan enflasyon, 2013 nisan’da % 6,1 e düştü; Küresel krizde Londra, Almanya, Japonya gibi ülkelerin borsaları üçte bire varan oranlarda daralırken, Borsa İstanbul’un 2008’de 248 milyar dolar olan işlem hacmi 2012’de 358 milyar dolara yükseldi; nitekim Türkiye ekonomisinde sağlanan istikrarın süreklilik arz etmesi uğruna Ak partinin uyguladığı politika ve aldığı önlemler sayesinde IMF’siz bir dönemde uluslararası yabancı sermaye miktarını artmış ve yatırımcılar için güven verici bir ortam oluşturmakla, bölgesel ve küresel piyasalarda da Türkiye’yi önemli bir aktör haline gelmiştir. Özetle yukarıda belirttiğim ve paylaşmaya çalıştığım hayatımın geçmiş 22 yıllık Bulgaristan ve 25 yıllık Türkiye yaşantım sürecinde, her iki ülkede yaşananların canlı tanıklığımın yanı sıra aynı kaderi benimle birlikte paylaşmış olan ve zorunlu göç muhacirleri de bilir ki, hiç te kolay olmayan bir yolda, yok sayıldığımız bir ülkeden, zorunlu göç nedeniyle geldiğimiz 1989 yılı itibarıyla bağırımıza bastığımız Türkiye’mizde var olabilmek ve gelecek nesilleri yaşatabilmek adına vermiş olduğumuz mücadelede, sesimiz hep birlikte Yeni Türkiye için devam ediyor olacak ve 25.Dönem TBMM’nde yükselecek. Hepimizin okuduğu ve yukarıda belirttiğim Bilgenin vermiş öğütten de yola çıkarak Bizim için şu an “en önemli anın, şu an ülkemizin içinde bulunduğu andır, hiçbir zaman unutmayın ki yalnızca bu an, elimizden bir şey gelebilir. Bizim için en önemli kişi ise bu an birlikte Türkiye’mizde hepimizle bugünlerimize kadar bizimle birlikte yürüdüğümüz kişidir. Çünkü hiç kimse, bir başka kişiyle bu denli yol alamayacağını da bilmeli ve günümüz Türkiye’sinde en önemli işimiz, birbirimize, iyilik yapmaktır. Çünkü, kişinin bu dünyaya gelmesinin tek nedeni budur.”


174

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Yeni Esintiler

yor.

Sevilcan Yüce-28.Mart.2015 Bulgar şiiri yaşam gücü buluyor. Hayatı yaşamaya çağırıyor. El atıyor. Bu davet şaire Veoleta Hristiva’da geliyor. Çirpanlı bu yürek, Sofya’da atı-

“Geçen Kıştan Kar”; “Ot Olan Sen Misin?” gibi şiir gül desteleri 10 kitabından yalnız ikisidir. Raflarda yenisine yer açılıyor. Son eserin adı: “Bir Ampul Zindan.” Derlemeden sizler için “Bu Gece Giderken Bana Ne Dedin?”; “Yara İzleri” ve “Sondan Önceki Karanlık” şiirlerini seçtim. Bu Gece Giderken Bana Ne Dedin? Çok kıyılı bir ırmaktır rüya. Kayaları sivri, girdaplı, sular çukurlu. Dokunsam, Hemen uyanırsın. Uyanıp beni unutursun. Yeni bir geceye kadar Senin yolun Bir tebeşir çizgisinden Farksızsın. Korkma! Karanlık dipte. Seni seviyorum. Benim için çok önemlisin. Soldaki son Kapıı. Biraz ilerisi Kalbim. Ölüm!

Ufak gizli bir cepte. Ve yeni bir bünye için Bol vaatler. İçimdeki gizli nem, Sabahtır. Uyanınca unutursun Beni Bu gece giderken söyledin Renkli umut yerinde bir ayna. Devasa olan. Hiçbir şey, gördüm. Sonu hiç olan Kapandı. Taç kök oldu, Kök meyve için yandı. Hepsini gördüm Dağların korkmuş bir Fare gibi titrediğini de Fareninse aslana baktığını Gördüm.


Makale ve Analizler - 2015 Güçlü olan tökezledi. Korku vedalaşırken el salladı. Bir andı kabul edilen Ebedi. Başı ve sonu olmayan saniyeyi de, Gördüm. Senin yerinde kendimi

Renkli umut yerinde ayna gördüm. Hem gördüm, hem de göremedim. Yürüdüm, varamadım. Sonda kimse yoktu. O da gördü beni.

Yara İzleri Şu etrafımdaki dünya, Tanıyor gibiyim, Uzak olan Yalnız hayal, Gelen, giren ve değişim, Barbarları bekleyen Bir düş. Örtüleri tanıdım, Bileklerdeki yara izlerini, Derisi soyulmuş teni.... Gözlerin bende kaldı, Çok ağıladım, Tek başıma ufalandıkça Ufalandım... Seni böyle görmemiştim Nice zamandır – Kendinden geçmiş, kimliksiz, Parçalara ufalanmıştın. Seni o zaman,

Hırslı , yüreksiz maske ardında ama tanıyabildim. Yuvarlak ve şişkin güz darbeleriyle Bizi sıkıştıran ağır basınç altındaydın... O uzaklardaki Gökyüzü devrimi Dökülürken yerlere, Gürleyip parlarken, Öylesi bir sıcaklık yaşadık ki... Bu trotuarlarda, nereye? Uykulu yorgunluk nerelere Götürür beni? Adına hayat desem de, Bende kalan yara izlerini silmeye ancak gayret ediyorum.

175


176

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Sondan Bir Önceki Karanlık Bir aralık, bir pencere Karanlık çöktü. Bir delik bile yok... Korku bastı. Kendi kabuğuma öylece Suyun üzerinde akıp giden hep Sıkışmışım, Kara düşüncelerdi. Ve sürünerek Ve sözler tarafından sıkıştırılan Karanlıklar dibinde kaybolan, Bünyemdi, Derinden gelen o sesinte, Ruhumun için mücadele etmeyi Beni lanetliyordun. Unuttum. Korkuyorum, Korkular topaç topaç Susanlar geri geri yürüyor. Gelirken Yol karanlığın sonsuz çıkmazına, Tenim üzerinde Kendileri girdiler. Tırmanır soğukluk. Ve aralarından hiç biri Güneş ışık vermiyor, Aydınlığı çağırmıyor. Acıtıp yakıyor.

Akıllı Telefon

Hamiyet Çakır-28.Mart.2015

Kahveye çıktım. Bu gece saatler bir saat ileri çekilecekmiş. Cep telefonlarının işlevi bir de saati göstermek olduğundan, kimse yorum getirmedi. Karşı masada çay tazeleyen genç biri Akılı telefonlarda saat kendiliğinden değişiyor, bir şey yapmanıza gerek yok, diyerek lafa karıştı. Yaşlıların ellerindeki “Nokia”lar zamanını doldurmuş modellerden olduğundan ve saati bir saat ileri çekip yeniden ayarlayarak cama çıkarmak için tam 9 işlem yapılması gerekiyor. Karşımda oturan Mustafa ağabey gence hitaben, Oğlum yarın buraya uğradığında haber et. Bizimkilerin ayarına bir el at. Elimizden düşmez, ama ayar işlerini pek bilmeyiz, dedi. Benim cep telefonum dokunmatik, saati kendiliğinden bir saat ileri alacak kadar akıllı mıdır, bu işi benim müdahalem olmadan yapar mı?, orasını bilmiyo-


Makale ve Analizler - 2015

177

rum, çünkü yakında aldım, ikinci el, rehberi yoktu. Ne kadar “akıllı” olduğunu her gün biraz daha öğreniyorum. Şu akıllı saat, akıllı telefon, akıllı sayaç meselesi eve döndüğümde kafamı kurcalamaya devam etti. Plağı değiştireyim diye, Varna’ya son gittiğimde, bir üniversite yılları arkadaşımın tavsiyesine uyarak satın aldığım ve oturma odasında konsolun kenarında dururken son aylarda yerini iyice ısıtan Protesto Göetreilerinin Aynası kitabını usulca aldım ve koltuğuma çekildim. Eserin yazarı -Petır Klisarov- 2013 - 2014 yıllarında Sofya’da ve Bulgaristan’ın diğer büyük şehirlerinde, bu arada Varna’da yapılan nümayişlere katılmış. Direniş günlerinde “Reformların Anahtarı Dolaysız Demokrasidir” kitabını yazıp akşam akşam dağıtmış. Her geceyi sokak ve meydanlarda geçirenlerden biri olduğunu Giriş’te anlatıyor. Öğrenimini Kanada’da gören ve yine orada elektronik ve sibernetik yollarla toplumu etkileyerek şu ya da bu yönde oynatma (yönlendirme) konularında tez savunan genç yazar, “her şey bir başka şeyin devamıdır inancından çıkarak,” Fransız klasik “Emil Zola”nın “Roman Toplumun aynası gibi birşeydir” eserinin başlığından esinlenerek seçmiş. 300 sayfalık inceleme çalışması bir roman değil. Bulgar toplumunun 1.5 yıllık hareketlenme nedenlerini gerçekliğe bağlı açıklama denemesi diyebiliriz. Girişte şöyle diyor: Hedefim günümüz kitle olaylarının gerçek nedenlerini açıklayabilmek ve rengi ne olursa olsun, doğruları ancak gerçekleri tahlil ederek gösterme çalışmamdır. İçeriğin daha kolay anlaşılabilmesi için olacak, “Bulgaristan’ın yeni tip devlet yönetim teorisine ihtiyacı var” deyebilen bu cesaretle yazar tabloyu çizmeye ise şöyle başlıyor: 17 Şubat 2013’te Sofyalılar ikiye katlanmış elektrik faturalarını gördükten 2 saat sonra yani saat 13.30’da “Kartal Köprü”ye yığıldı. Bu kadar insanı bir arada daha önce ancak 1990’da Demokratik Güçler Birliği’nin ilk mitinginde görmüştüm. “Hiç kimse yeni faturayı ödeyecek durumda değildi. Kimileri “Kahrolsun Borisov!” çığlığı atarken, diğerleri nasıl olur da herkesin faturası aynı anda birden katlanır? Gibi bir soruya yanıt arıyordu. Elektrik fiyatlarına zam yapılacağına ilişkin hükümet kararı, bir haber, uyarı, hatta bu konuda bir gazete yazısı bile yoktu. Tramvay, yeraltı treni ve otobüslerle aynı meydana dolan insanların bir lideri, yönetim konseyi, kitle başkanlığı hatta bir dernek başkanı bile yoktu. İktidar partisi ve başbakanın gafil avlandığı gibi, aynı gün muhalefet de politik uyuşukluktan henüz ayılmamış, ne olduğunu anlayamamıştı.


178

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Politik değimle havuzun bendi patlamış, suya yön veren yoktu. Belki de o an hem muhalefet hem de iktidar olayın şok etkisini yaşarken, Almanya hükümetinden 42 defa daha büyük bir polis gücüyle korunan Bulgar Bakanlar Kuruluna bir şeycik olmasın diye tüm polis gücü “Kartal Köprü”ye yığıldı.” Yazar şöyle devam ediyor: “İşte o zaman, o kalabalığın içinde sağıma soluma bakınarak olduğunu anlamaya çalışırken, bu muazzam kitleyi hareket ettiren, fakat görülmeyen bir el-kol olduğuna inanmaya başladım.” Her akşamları göstericilerle birlikteydim. Dişi tırnağa takılmış insanlar birbirlerine sokuluyor ve birbirlerini anlamaya alışıyorlardı. Meydana her çıkışımda Bulgaristan’da devrimin olgunlaştığına inanmaya başladım. İktidar kitleyi yönlendiremediği gibi ana sorunu da çözemiyordu. Başka bir ifadeyle iktidarla kalabalık kitlenin nabzı farklı atıyor, yönetimin saati durmak üzereyken, kitleninki kendi kendini ileri alıyordu. Her sabah önceki günden süzülen izlenimlerimi kaleme alıyordum. Yani bilgisayarımın başında “kitleyi hareket ettiren o eli-kolu” bulmaya çalışıyordum. İşin içindeki görünmeyen bir sihirbaz, bir hokkabaz eliydi. Böylesi durumlarda Başbakanlar topu hemen muhalefet sahasına atıp kurtulur. Sorumluluktan sıyrılmaya çalışır. 4 yıldan beri iktidardaki GERB devlet sofrasında yemeye alışmıştı. Ne yapacağını pek bilmeyen Başbakan B. Borisov’un dediği dedikti. 48 ayda yaptığı işlerin suyu sıkılsa, orman ve av alanları satışı, yol ve benzinci kenarında birkaç şerit gesme ve BTK bankasının altın senedini elden çıkarmadan başka dile dişe dokunan yapılmış iş yoktu. Buna rağmen, yaşlılar hiç bir delik kapamayan emekli maaşlarına zam yapılmasında ısrar etmiyor, sanayi durmuş, kültürel yaşam tatile çıkmış olsa da beklemeyi yeğliyorlardı. 2004’te NATO’ya, 2007’de de Avrupa Birliği’ne üye olunca Batı Dünyasındayız havaları esse de, yaşlılar yörüngesinden yeni ayrıldığımız ama pek fazla da uzaklaşmadığımız Moskova ile ılımlı ilişkiler sürdürmemizden memnundu. Örneklemek gerekirse, sosyalist parti (BSP) yaşlı emeklileri protesto gösterisine davet ettiğinde ancak 30 - 40 bastonlunun bir araya geliyordu. Sosyolojik araştırma sonuçlarında hem Doğuya ve hem de Batıya yani iki ayağıyla da yere bastığı sanılan Boyko Borisyov hükümetinin düşme ihtimali kendini belli etmiyordu. Meydanlardaki hava farklıydı. Meydanlara dolan kokuyu anlayabilmek için Stendal’i, Mopasan’ı, Balzak, Flober ve Dickens gibi yazarları okumak yeterli olmayabilirdi. Onlar insanları duygulandıran bir tarihi anlatmışlardı, meydandakilerin hepsinde aldatılmış oldukları duyumu vardı, fakat hayat bir de nesillerin yarattığı doğruluk, dürüstlük ve adalet birikimiydi ki, bizde o yoktu. Aldatıldığı için isyan eden meydan, aldatanın karşılarındaki Bakanlar Kurulu, Meclis ya da Cumhurbaşkanlığı binasındakiler olduğuna inanıyordu


Makale ve Analizler - 2015

179

18 Şubat sabahı Rusya basınını izlerken “Moskovskiye novosti” (Moskova Haberleri) gazetesinde, “Rusya’da da son elektrik faturalarının çok yüksek geldiği, halk arasında elektrik faturalarına yansıyan zamma homurdanmalar başladığını” okuyunca durakladım. Aynı zamanda iki ülkede birden, ev ihtiyaçlarında tüketilen elektriğin Aralık 2012 ve Ocak 2013 faturalarına yüzde yüz zam gelmişti. Haberi arkadaşlarımla paylaştım. Olaya farklı açılardan yaklaşmaya başladık. Geceyi internet ağına bağlı olmayan bilgisayarları etkileme yön ve yöntemleri üzerinde bilgi alış verişi yaparak geçirdik. Elektik sayacını “marka”, “üretim yılı”, ek işlevleri, “dışardan etkilenebilirliği” gibi açılardan araştırmak üzere gruplara ayrıldık. İlk tespitlerimizde, 2008’de Bulgaristan’a softuer ve harttueri internet ağına bağlı olmayan ama dışardan etkilenip yönlendirilebilen 1.000 adet bilgisayar ithal edildiğini saptadık. Parti Sofya, Varna ve Plovdiv’te satılmıştı. Aynı gün başkent semtlerinden Roman nüfusun oturduğu “Filipovtsi”, “Vasil Levski”, “Fakulteta”, “Botunets” vb. elektrik sayaçlarının bir merkezde toplanmış olduğunu, özdevimsel ayarlı olup, hepsinin bir merkezden kontrol edildiğini ve etkilenerek yönlendirilebildiğini tespit ettik. Zamlı faturalar uzaktan kontrollü sayaç sahibi tüketicilerle birlikte herkese gelmişti. Yapılan kontrollerde faturadaki tüketilmiş kw saat ile sayaçtaki kw saatin birbirini tuttuğunu gösteriyordu. Birkaç günde elektik sayaçlarına insan eli sürülmeden, kurşun damgası sökülmeden nasıl etki yapılabildiği ortaya çıktı. Şebeke buna izin veriyordu. Başkan Vladimir Putin halka hitap ederek, herkesin zamlı faturayı bir defa olmak üzere hemen ödemesini, ödenen paranın gelecek ayın faturadan düşürüleceğini açıkladı ve duruma hakim oldu. Eşekliği fark etmiş ve dış müdahale yapıldığını çözmüştü. Rusya olayı sosyal karışıklığa yol vermeden geçiştirdi. Hedef Bulgaristan ile Rusya’da aynı zamanda isyan ateşi yakmak ve rejim düşmesine neden olarak iki ülkenin arasını açmaktı. Gerginliğin tırmandığı bizde ise, gazeteler Başbakan Borisov hakkında kendini beğenmiş baba yiğit anlamına gelen “babayiğit” yakıştırmasını yaptı. Olayların gerçek nedenlerine inilmedi. Halkı hareketlendiren gerekçeli nedenleri araştırmayan Borisov, “gösterilerin Ahmet Doğan tarafından kışkırtıldığını iddia ederek” sorumluluktan sıyrılmak istedi. Bu defa gerekçeler kişisel değildi. Birileri birilerine ders verirken boyun eğilmesini istiyordu. Bu işi yapanlar Boyko Borisov’un iki tezgâhta birden dokumasını, AB’nin Moskova elçiliğini yapmasını istemedikleri gibi, ülkemize kayıtsız şartsız hakim olmayı hedefleşişlerdi. Şu “görülmeyen el-kol” 2013’ten beri Bulgaristan’da “cami kundaklamaktan elektrik faturalarına kadar” her işe burnunu etkin sokan geniş çapta ve sıkı örgütlü futbol taraftarları da aniden yeni bir takviye güç olarak meydanlardakilere


180

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

karıştılar. “Kahraman Bulgarlar!” sloganına paralel “Borisov Gitsin!” çığlıkları yükseltmeye başladılar. Nümayiş alayı için gösteri izini alındığı asfalt caddelerin kenarlarında kaldırım taşı yığınları belirmeye başladı. Vitrinler bu taşlarla indi. Polisin sert tepkisi ve kullandığı coplardan yere serilenlerin birinin başı bordür taşına çarptı ve ilk ölüm olayına Başbakan’ın cevabı: “Yola kan dökülmesine tahammül edemem! İstifa ediyorum!” oldu. O gün polis geri çekilmedi, fakat tüm kamaralar ve gözde gazeteciler olay yerindeydi. Sanki toplum “görünmeyen el-kola” teslim olmuştu. Memlekette Borisov’u da başbakanlıktan atacak güçler vardı da kim olduklarını bilen yoktu. Şişeden cin gibi çıkan, adaletli düzen kurmak isteyenlerin saflarına katılmıştı. O günlerde o görülmeyen güç Bulgaristan’ı Moskova’nın kucağından alıp Amerikanın kolları arasına teslim etmek isteyen iradeydi. Para babalarının isteğine uyularak Plamen Oreşarski hükümeti kuruldu. Moskova sevdalıları olarak bilinen Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP), Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS) ve uşaklık yapan “Ataka” Moskova yörüngesinde kalmak için son hamlelerini yapıyordu. 12 Mayıs 2013’te yapılan seçimlerden çıkan irade buydu. 17 ay iktidarda kalan bu hükümettin içindeki merkezden kaçan güç Türklerin Partisi olan HÖH’ü Moskova yörüngesinden çıkarsı ve Batı yörüngesine taktı. HÖH ile BSP ve “ATAKA” arasından kara kedi geçti. Yeni durumda HÖH partisi ile Boyko Borisov’un GERB partisinin Batı yörüngesinde buluşması gerekiyordu ama bu da olmadı. Borisov, HÖH - DPS, Ahmet Doğan ve Lütfü Mestan’a yan baktığını gizlemedi. Kırcaali’de ve bazı başka mekânlarda birkaç kahve içse de, GERB partisinin Türklerin partisiyle yakınlık istemediği ortaya çıktı. Arayı ısıtmak için HÖH - DPS mecliste en kritik durumda GERB’e 2 kez tam destek verdi. Karşılık alamadı. Bu uzlaşmazlığın özünü şöyle okumalıyız: Moskova “Güney Akım” borularını sizden geçireceğim, kira ödeyeceğim, işleri sizin şirketleriniz yapacak, “Belene” AES kurup sizi Balkanların elektrik enerjisi babası yapacağım, “şimdi 3 milyar, yarın 10 milyar” gönderiyorum vaatlerine HÖH ile GERB birlikte ağız açmışlardı. Hem Batılı hem Doğulu politikası çökünce, Moskova Bulgaristan’la işbirliği kapısını kapadı. Bulgar iri burjuvazisinin hayalleri suya düştü. GERB Başkanı Borisov AB ve ABD kaynaklarını paylaşmak istemiyordu. HÖH - DPS hazır oncuları ile işbirliği tehlikeliydi. Yeni durumu anlamak isteyenlere anahtar budur. Bu olaydan çıkarılan sonuçlarsa şunlardır: “Halkın oyu, Allahın iradesidir!” havalarına girip, ebediyen iktidar koltuğunda kalmak isteyenlere “perde ardındaki el - kol” - “kardeşim Tanrı iradesi biziz!” dedi.


Makale ve Analizler - 2015

181

Halkı aldatmak olmaz. Borisov Türk, Pomak, Roman ve Müslümanların hepsinden oy çalmak için Kırcaaliye gitti. Köyleri gezerken “iktidar olursam Müslümanlardan 10 bakan yardımcısı atayacağım!” dedi, fakat özünde durmadı. Seçim kampanyasına ise Türkleri tavlamak için Şumnu bölgesinde başladı, Türklerle sofra kurdu, ava çıktı. “Su meselenizi çözeceğim, okullarınız onarılacak, hepinize geniş iş olanakları tanıyacağım!” gibi laflar etti. Oyların yüzde onunu Müslümanlardan aldığını hatırlamadı. Dertlerimiz devam ediyor. Halkımız çileler içinde bocalaya dursun, akıllı saat Satovça Belediyesinde Başbakanın arzuladığı gibi çalmadı. Halk akıllı telefon istemiyor, akıllı başbakan, iş yapacak bakanlar kurulu, sözünde duran bir parti bekliyor. Evet, biz halkın oyuyla seçilen ama “akıllı elektronik araçlarla” bir hamlede hükümet devrilen bir çağda yaşıyoruz. Bu “gezi olaylarında” T.C.’de yapılamadı. Putin’e karşı sökmedi. Fakat bizde geçerli... Dünya çok küçüldü. Geçen hafta son deneme Yemen’de yapıldı. Milli parası US Dolar ve Euro dalgalanmalarınayenik düşüp ezilmesine boyun eğmedi diye, Yemen halkının başına gelmeyen kalmadı, US uçaklarından bomba yağdı. Aynı oyun bizi, B. Borisov kişiliğinde “US kucağına” oturttu. NATO Sofya’ya yerleşiyor. Atom santrallerini US şirketleri yapacak. Dobruca’yı satarsak problem kalmayacak. Şimdi 5 milyon 500 binmişiz, eğer birbirimizi yer ve 3 milyona düşersek, yani New York’un bir semti kadar kalırsak, yiyecek içecek sorunlarımız da çözülür. Amerikalılar “işkembe”, “kokereçi”, “sarımsaklı paçayı” filan falan bilmiyormuş, bize bütün sadakati gönderebilirler. Balkan Komşumuz Kara Dağ 600 bin kişilik bir devlet. Nereden baksan 10 TIR’lık sorunu var. Yardım edilecekse böyle nüfusu az devletlere edilsin ki, milletin yeme içme sıkıntısı tamamen kalksın. Tek sözle işlerin % 50’si akıllı telefonla görülebiliyorsa, elektrik sayaçlarının ayarı bozulup hükümet düşürülebiliyorsa şikâyet edilecek ne kaldı ki!? Kanımca bir soydaşlar emekli olunca hepimiz geri dönelim. Komşuluk ederiz. Dönerken beraberimizde yirmişer otuzar “bodur ceviz” fidanı alalım. Boş tarlalarımıza dikeriz. Çeviz dediğin su istemez gübre talep etmez. Bodurundan diyorum, çünkü yaşlandık, yüksek olunca zor silkeriz. Ceviz gölgesinde piknik yapmak da var hedefte... Ben dikilmiş de kurumuş ceviz ağacı görmedim. Nasıl olsa büyücekler, bol bol meyve verecekler, püskülünden çay, yaprağından boya kına, meyvesinden baklava yapar yaşatırız. Atalarımız 250 yıl önce o topraklara gül götürmekle anılmışlar. Bizim namımız da ceviz dallarında yaşar. Gölgeler hep parasız, her şey yanımıza kalır. Akıllı iş buna derim. O zaman akıllı telefona da gerek kalmaz, gölgeleri işaretleriz, gölge döndükçe saatin kaç olduğunu anla-


182

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

rız. O zaman bizi kimse etkileyemez, çünkü şu dünyada kabuğunda yaprağında böcek yaşamayan 3 meyve ağıcından biridir ceviz ağacı ve biz de gölgelerin en koyusunda yaşar gideriz. Akıllı olalım!

Neden Türk Ulusal Azınlığımız Kabul Görmüyor

Menderes Kungün-30 Mart.2015

Bulgaristan’ın Türk-Müslüman topluluğu 1878 tarihi Berlin Antlaşması, 1909 tarihli İstanbul Antlaşması ve 1925 tarihli Ankara Antlaşması gibi uluslararası sözleşmelerde ulusal azınlık olarak tespit edilmiştir. Ancak insan hakları ve azınlıklar haklarına adanmış bütün uluslararası belgelerde söz konusu azınlıkların gerçekten var olması ve ulusal mevzuat hükümlerinde tanınmış olması gibi bir şart vardır. Bulgaristan’da hukuki açıdan Türk-Müslüman azınlığı yoktur, ne Anayasada, ne de diğer kanunlarda böyle bir azınlık tanınmış değildir. Gerçekten biz bugün bir Avrupa ülkesinin hudutları içinde oturuyoruz, çalışıyoruz, var oluyoruz, ancak kendi bilincimizi yansıtacak bir hukuki tanımlama hiçbir yerde yoktur. Lukanov’un 1991 tarihli yeni Anayasasında Bulgaristan Türklerinin ulusal azınlık statüsünü ortadan kaldırarak devletin tek ulusluluğunu kabul ettirildi.Bu vicdansızlığa DPS de ön ayak olmuştu... Bugünkü Bulgar Anayasası, ulusal azınlıkların var olmasını düzenleyen eski sosyalist anayasasından farklı olarak bizi Bulgar olarak tanımlıyor. Asimilasyona dayalı bu hüküm 1999 yılında imzaladığımız Ulusal Azınlıkların Korunması için Çerçeve Sözleşmesi hükümlerine aykırıdır. Bu sözleşmede Bulgar ulusal mevzuatı ile uygulanacak ana ilkeleri belirtilmiştir. Sözleşmede ulusal azınlık mensuplarına kendilerine özgü kültür özellik-


Makale ve Analizler - 2015

183

lerinin geliştirilmesine, din, dil, gelenek ve kültür olmak üzere ulusal kimliğinin muhafaza edilmesine uygun ortam sağlanması öngörülmüştür. Devlet, Türk ulusal kimliğinin korunması ve geliştirilmesini garantileyen Avrupa Sözleşmesini uygulamayı ve hükümlerine uyulmasını Avrupa bürokratları önünde raporlamayı reddediyor. Eski komünist rejimi tarafından kurulan ve bu rejimin politik uydu partilerince gerçekleştirilen sözüm ona “Bulgar etnik modeli” de Avrupa Sözleşmesine karşı çıkıyor. Bu model ülkedeki etnik gerginliğin artmasına, etnik gruplar arasında korku ve nefret uyandırılmasına, azınlığımızın ayırımına ve yıkılışına yol açtı. Bulgaristan Türkleri ve Müslümanlarının bugünkü durumu sosyalist dönemindekine kıyasla daha kötüdür. Bulgaristan Türklerinin yurt dışına kovuşturuldukları 1990 yılından sonra devlet mülkiyetinin özel mülkiyete dönüştürülmesi ve piyasa ekonomisinin uygulanmasını da kapsayan birçok köklü ekonomik reform yapıldı. Ana ekonomik sektörlerden 3 bin aşkın devlet işletmesinin özelleştirilmesi Bulgar ekonomisinin çehresini ve toplum içindeki ilişkileri değiştirdi. Eski komünist üst düzey yetkilileri, gerçek mali karşılığı olmayan senetler aracılığı ile işletmeler sahibi haline gelerek ekonomiyi fethetti. Bugün devleti ekonomik aletler ile idare eden kapitalistler kısa bir süre içinde dünyaya geldi. Bunun yanı sıra menşei bilinmeyen yabancı sermaye de ülkemize girmeye başlayarak yerli firmaların iflasına sebep oldu. Yerli piyasa yabancı mallar ile dolduruldu, düşük kaliteli Bulgar ürünlerinin Avrupa piyasalarına erişimi ise kesildi. Bu karmaşık ortamda korumasız Bulgaristan Türklerinin bazıları varlığını sürdürebilmek üzere ahırda ve tarlalarda kaldı, diğerleri ise yurtdışına gurbete çıktılar. Bu ekonomik gelişme politik değişmelere de yol açtı. Ayrı ayrı ekonomik oligarşi çevreleri için lobi kurarak farklı program ve ideolojilere bağlı 300’den fazla parti kuruldu. Bizim için de “devlet güvenlik güçlerince” bizleri eskide isimlerimiz zorla değiştirmiş bulunanların yararına yöneterek yakından izlemek üzere bir politik parti kuruldu. Sonuç olarak devlet yönetimi zayıfladı, yolsuzluk üstün geldi, bürokrasi genişletildi, yatırımcılar yeni yeni riskler ile karşı karşıya geldi, suç olayları kat kat arttı ve dolayısıyla Avrupa fonlarının kesilmesine sebebiyet verildi. Çok partili ve sorumsuz sosyalist yönetiminin Bulgaristan’ın Avrupa Birliğine üyeliğinin ileri sürdüğü meydan okumaların üstesinden gelmek üzere yetkili olmadığı anlaşıldı.


184

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bulgaristan Türklerinin partisi sayılan Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin, eski komünist rejimi ile sıkı sıkıya bağlı olup oligarşi çevrelerini temsil eden liderlik tipi bir Bulgar partisi olduğu görüldü. Rus gizli servislerinin baskı aparatı tarafından kurulan bu parti Türk azınlığının menfaatini koruyamamakta. Türklerin ağır sosyal durumundan ilgilenmez. Gerçekten bu parti, Bulgaristan Türklerinin güçlükler ve sıkıntılar ile dolu yaşamının iyileştirilmesi ve de bunların azınlık statüsünün tanınması için hiçbir şey yapmış değildir. Eski komünistler ve ajanlardan oluşmuş küçük bir grup kendi firmalar çemberi kurup zavallı Türk proleterleri hesabına daha da zenginleşiyor. Politik partiler Türk-Müslüman azınlığının statüsü ve hakları sorununa çözüm getirilmemesi için çaba harcıyor. Ülkede, Bulgaristan Türkleri azınlığı mensuplarının politik, kültürel, sosyal ve ekonomik haklarının gerçekleşmesi için uygun ortam yoktur. Avrupa Birliği üyesi olan Bulgaristan’da anayasa hükümlerine göre ulusal azınlıkların mevcut olmadığından dolayı böyle azınlıkların var olmadığı zannedildiği için azınlıklara yönelik uluslararası sözleşmeler ile Avrupa Yönetmeliklerine devletçe uyulmamasına gerekçe sağlanır. Bir örnek verelim. Ülkemiz, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesinin “her halkın kendi kendini tayin hakkına sahip olduğu, kendi sosyal ve kültürel gelişmesini serbestçe gerçekleştirebildiği” belirtilen 1. Maddesine uymaz. Devletlerin mevcut azınlıkları ve bunların ulusal kültürünü korumasını gerektiren BMT’nın 1992 tarihli Azınlık Haklarına ilişkin Beyannamesine aykırı olarak Türk etnik grubuna karşı propaganda devam ediliyor. Bulgaristan, yasa gereğince kesinleşmiş Ulusal azınlıklar Çerçeve Sözleşmesine uymamaktadır çünkü benzeri azılıklar yokmuş, sözleşme ise Avrupa’nın aldatılması amacı ile formal olarak kabul edilmiş. Türkçenin ülke topraklarından kaldırılması amacı ile Avrupa Sözleşmesinin karma bölgedeki Türkçe sorunu düzenleyen 12 no’lu Protokolünün kabulü bugüne bugün de reddediliyor. Okullarda Türkçe, mecburi bir ders olarak değil de serbest seçmeli ders olarak kabul edildi. Böylece çocuklarımızın ana dilini okumamaları garantilendi.


Makale ve Analizler - 2015

185

Yukarıdaki olumsuz görüşler esasında ve Bulgaristan Türklerinin mutsuz durumu gerekçesiyle kapsamlı imza toplama etkinliğine başlayarak Bulgaristan devletine 10 puanlık talep listesini sunduk. Bu belgede Bulgaristan’da Türk ulusal azınlığının tanınmasını istedik. Ayrıca serbest ulusal tayin hakkını istedik. Anayasada yer alan etnik açıdan parti kurma yasağının kaldırılması, Türkçenin mecburi olarak okutulması ve karma bölgelerinde ikinci resmi dil olarak tanınması, devletin Müslüman dinine karışmaması, Bulgar etnik modelinin kaldırılması, Türk okulları, okuma evleri ve üniversitesinin açılması taleplerimizin bir kısmını oluşturdu. Uluslararası hukuka uygun olan taleplerimizin gerçekleştirilmesi Bulgaristan’ın Avrupa Birliği ile başarılı bütünleşmesi amacı ile Bulgar devletinin önceliklerinden biri haline getirilmelidir. Serbest birleşme ve ulusal Türk azınlığına mensubiyet haklarımızın ihlali nedeniyle Strasburg Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde dava açtık. Sivil toplumun bu ilk demokratik etkinlikleri parti aleyhindeki itiraz niteliğini kazandı. Bunlar, partiler statükosuna ve Türklere karşı devam eden asimilasyon politikasına karşı koymamızı ifade eden bu etkinlikler Türk azınlığının siyaset seçkinlerine karşı tutumunu açıkça gösterdi. Bulgaristan’ın AB’ne bütünleşmesinden sonra Bulgaristan Türklerinin yaşam standardının yükseltilmesi, ülkedeki etnik barışın korunması ve Tük ulusal kimliğinin muhafaza edilmesi olmak üzere üç ana amacı vardır. Bu sorunların çözüme bağlanması ekonomik amaçlı göç olaylarının sınırlanmasına, özel ekonomi ve serbest özel girişimlerinin geliştirilmesine katkıda bulunacaktır. Türk dili ve kültürünün muhafaza edilmesi, Türk okulları, liseleri ve üniversitesinin açılması olağanüstü önemli sorunlardır. Türkçe yayınlanan radyo ve televizyonun kurulması, okuma evleri, kültür merkezleri ve basın yayınları, kütüphaneler ve Türk kültürel ve tarihsel kalıtını sergileyen müzelerin açılması Bulgaristan’daki Türk azınlığının sağlamlaştırılmasına katkıda bulunacaktır. Türkiye Cumhuriyeti bu amaçların gerçekleştirilmesine yardımda bulunabilir ve bulunmalıdır. Bu amaçla kamu sektörü ve Türk politik seçkinlerinin tümü ile karşılıklı etkileşim programı ve açık doktrin hazırlanmalıdır. Bu, devletin ve bütün partile-


186

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

rin önceliklerinden birine dönüştürülmelidir. Ulusal açıdan sorumlu bir politikanın uygulanması için arabuluculuk gerekli değildir. Bulgaristan Türkleri arasında üstün geldiğini iddia eden bir partinin tercih edilmesi başarısız, zararlı bile çıktı. Bulgaristan’daki Türk-Müslüman topluluğunun geleceğinin, Avrupa Birliği çerçevesindeki var olmamızı garantileyebilecek tek etken olan Anavatan Türkiye’nin katılımı olmaksızın mümkün olmayacağı görüşü tespit edilmiştir. Bulgaristan’ın AB’ne katılmasından sonra karşı karşıya geldiğimiz riskler çoğaldı. İçinde yaşamak mecburiyetinde bulunduğumuz ortamda normal yaşam koşulları ve sosyal-politik şartlarının garantilenmesi için zayıflayan azınlığımıza karşı benzeri yükümlülük üstlenmelidir. Türklerin Bulgar etnik modelinden serbest bırakılması yalnız Türkiye Cumhuriyeti’nde etkin faaliyet yürüten hükümet dışı örgütlerin yardımı ile yerine getirilebilir. Bulgaristan’daki Türk ulusal azınlığının korunması Balkanların istikrarı, refahı, demokratik güvenliği ve barışı için olağanüstü önemlidir.

Kabarcıklar Patlarken

Hüseyin Yıldırım-30.mart.2015

Kış geçti. Bahar yağmurlarıyla ilk su kabarcıkları oluşmaya başlar. Onların kimseye faydası ya da zararı yoktur. Belirmeye başladıklarında annem, “gonguruklara bak, bu yağmur dinmez, çok yağacak, ıslanma evladım, acele git gel!” diyerek beni okula uyarırdı. “Gongurucuk” Rodop lehçemizde yağmurda su üzerinde beliren içi hava dolu kabarcıklara verilen ad idi. Anneme göre, uzun zaman rahmet düşeceğine işaretti. Yağmur ne kadar şiddetli düşerse düşsün onları düzleyemezdi. Bir tanesi deşilse hemen parçalanır ve yerine yeni iki üç tanesi belirir ve iyice şişince kendiliğinden patlardı. Hayatın mucizeleri birbirine ne kadar benziyordu. Fakat bugün de olsa, her defasında yağmur yağarken neden kabarcık olmuyor?, diye sorsanız, cevap verecek durumda değilim. Son damla düşünce kısa sürede patladıklarını ve su yüzeyinin nasıl düzlendiğini izlemeyi severim.


Makale ve Analizler - 2015

187

Sayın arkadaşım, anadilimizin çağdaş duyarlı kalemlerinden, yazıları artık BG-Haber ile birlikte Bulgaristan Türklerinin Sesi - BULTÜRK gazetesinde de beklenen Şakir Arslantaş geçen hafta Rodop Dağlarının göbeğindeki Pzarcık (Tatar Pazarcık) iline bağlı Sarnitsa Belediyesi muhtar seçimlerini anlattı. Gerçekler ne kadar acı olursa olsun, 1972’de Müslüman Pomak kardeşlerimizin isimlerinin zorla değiştirilmesi faciası Sarnitsa köyünde başlamıştı. Geçmişin seçeneği yoktur. Başa gelen çekilir. Zorbalık hızlı yayılır. Bundan 43 yıl önce ateş Borino Türk köyünü sarmıştı. Orada yaşanan ağır dramı, çarpışmayı, silahlı direnişi, şehitleri, yaralıları o köyde bir sağlık uzmanı olan Dr. Yülker Fridman’dan defalarca dinlemiştim. Hepinizin bildiği üzere, Bulgaristan’da isim değiştirme, kültürel soykırım, göçe zorlama, insanların kimlikleri ve soyları ile alay etme ve onları zoraki uygulamalarla, baskı ve terörü tırmandırarak değiştirme trajedisi unutulur gibi değildir. Yirminci asrın en trajik, kanlı ve zorbalı olaylarını anlatarak, yazarak, kutlayarak yaşatanlar da ayrıca ölümsüz kahramanlarımızdan en seçkinlerimizdir. Borino gibi ezilmiş, ev ev basılmış, her kişi kan ağlamış, kimileri kuyuya atılmış, mezarları defalarca açılıp kapanmış bu insanların başına gelen çekilir gibi olsaydı, biz de bugün yerimizde yurdumuzda olurduk. Zulme dayanan Bulgaristan Türk ve Pomaklarının hepsi kahramandır. Cumartesi yani 28 Mart 2015’ de Devin Belediyesine bağlı bir Türk köyü olan Borino’da zorla isim değiştirme trajedisinde şehit düşen 2 ve yaralanan 10 kardeşimiz saygıyla anıldı. 43. yılında zorbalık lanetlendi. Borinolular’ın o zaman başına gelen öyle bir şeydi ki, anlatmaya dil varmıyor. Köyün levent gençlerinden Yusuf, adını değiştirmek istediği için bacaklarından ve kollarından bağlanmış ve baş aşağı kuyuya salınmıştır. Kafası aşağıda beline kadar defalarca buz gibi suda tutulmuş ve bayılana kadar işkence görmüştür. Bu yılki anma törenine HÖH - DPS parti yöneticileri, milletvekilleri ve dış ülkelerde konuklar katıldı. Coşkun törende konuşan ve etrafındaki korumalardan fırsat bulup pek el kol sallayamayan Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) Başkanı Lütfü Mestan kısa konuşmasında ilk kez olmak üzere, halkımızın yanıt beklediği somut sorunların birkaçına değindi. Yani birkaç kabarcık patlattı. “Terör rejimine karşı mücadelede şehit düşenlerin isimleri Tarih Kitapları’na girmeli ve okullarda tarih derslerinde okutulmalıdır, çünkü Bulgaristan onlara borçludur!” deyen Lütfü Mestan, “Onlar yalnız din hakları, sadece isimleri için can feda etmediler, demokrasi ve özgürlüğümüz için öldüler!” vurgulaması yaptı.


188

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ne yazık ki, biz tarihine ironi ile bakabilen şu halktan bir parça değiliz. Tarih karayel ve poyraz gibi esen ve sonra dinen bir şey değildir. Silinmeyen izlerle yaşar. Bu izlerin sızıları geçmişimizdir. Bize ibret olan, bizi bilge ve vicdanlı, namuslu ve dürüst yapandır. Tarihte seçenek aramak tamamen yanlıştır. Kötülükleri payanlar ettiklerinden pişman olup yürekleri sızlamadan, yapılan kötülüğün bilincine varılmadıkça, vicdan azabından uykuları kaçmadıkça, değil birinin ikisinin hepsinin vicdanları toplumsal ruh arınmaz. Unutmayalım, Amerika Vietnam’da 50 bin ölü verdi, 150 asker ve subay da eve döndüğünde vicdan acısından delirdi, intihar etti. Bu acıyı yaşamadıkça toplumu yerinde sayar, ileri bir adım atamaz. Devrimler toplumların arınması için vardır. Vicdanı kirli bir toplumda ne reform, ne yenilenme, ne gelişme ne de kalkınma gerçekleştirilebilir. Vicdanı arınmayan toplumun ruhu kanatlanamaz. Borino Türkleri haysiyetli kardeşlerimizdir. En çok çeken ama intikam aramayan bir halktan bir fert olmak ne mutlu! Bu, bir yücelik değilse, nedir? Bu halkın olgunlaşması yolunu bir uçtan bir uca yürüyenlerimizdendir. Ruhu ve doğal bilinci bu kadar yüksek bir halka boş vaatte bulunmak günahtır. Bu kadar şerefli insanları umutlandırmak ve bekletmek de günahtır. Her toplumun arınması tarihsel zorunlu ve kaçınılmaz bir süreçtir. Bu sorun hele Bulgar toplumu için çok aktüel ve kaçınılmazdır. HÖH partisi lider takımının anma törenleri gezerek komünist ve totaliter, kendilerine sosyal demokrat süsü verenlere uşaklık etmesine gerek yoktur. Bugünün sözde sosyal demokratı ile Atakacısı ya da aşırı sağ milliyetçisi aynı kuyuya su taşıyorlar. Onların hepsi ezan sesinden rahatsız, ana dilimizi konuşmamızdan huzursuz ve kendilerine toprak kölesi gibi işlemek istememizden kudurmuş tiplerdir. Çocuklarımızın okula gitmesinden bile rahatsız olduklarını gizleyemiyorlar. 25 yıl her şey oyalandı, yaralar kaplandı ama savmadı. Cahiller daha cahil, hastalar daha hasta, açlar daha aç, hepsi bekleme kuyruğuna alındı. Bu oyalama sürecine hemen son verilmelidir. Olağanüstü şerefli ve üstün niteliklere sahip bir halk topluluğu sadece seçimden seçime oy vermek için hazır tutulamaz, oyalanamaz, oyalanmamalıdır. Bulgaristan Türkleri kışla bekçisi yeniçeri taburu değildir. En kutsal hakkımız özgür olup namusumuzla çalışarak yaşamaktır. Halkın önü bir an önce açılmalıdır. Gördüğünüz üzere bu köyde de genç kalmamış. Vatanımız Bulgaristan’dır. Bu dağlar, şu alem, akan sular, göklere uzanan çamlar, aşan menekşeler ve koşuşan geyik ve tavşanlar hepsi bizimdir. Gurbet bize


Makale ve Analizler - 2015

189

Vatan olamaz. 21, yüzyılda ekmek parasına kölelik yapmak bu kadar olgun ve yürekli bir halka eziyet olur. Bir toplumun arınması ertelenebilir veya geciktirilebilir bir olgu değildir. Borcu olan bir adam, insan öldürmüş bir katil bile arınmadan nasıl rahat edemiyorsa, bu toplumda da böyledir. Kötülükler ebediyen yaşamaz. Geçmişindeki olumlu erdemleri hatırlayıp öne çıkararak, yapılan kötülükleri, zorbalığı vs. gizleyerek gelecek kurulamaz. Fitnelik, cimrilik, hasetlik, hilekârlık, dolandırıcılık, dalaverecicik, yalancılık, ötekileştirme, zulmetme vb. nitelikler aşılmadan gelecek görülemez. Zaman gelir her şeyin hesabı sorulur. Mestan’ın da konuşmasında değindiği gibi, “1 Euro’ya satılan bir devletten” söz ediliyor. Bu memleket bizim vatanımızdır. Dış tüccarlar gelmiş “değeriniz 1 Euro!” dediler. Siz 25 yıldan beri neredesiz Başkan Lütfü? Bu defa karayel poyraz bütün köşklere, bütün saraylara girecek ve toplumda patlatılmayan kabarcık kalmayacak. Bütün tilkiler inlerinden çıkarılacak, kurtlar sıraya dizilecek, ayıların boynuna ip takılacak ve etrafınızdaki tüm kalın enseliler sorguya çekilecek... Toplumsal yaşam bir süreçtir. Borino köylüleri 1912’de de isimlerinin değiştirildiğini ve camilerinde vaftiz edilmeye başlandığını nasıl unutabilir. Birbirine sımsıkı sarılmış ve öz sıcaklıklarıyla yaşanan bu dağ insanları, doğal ve insan hakları için beraberce direndikleri ve anma töreninde beraber olabildikleri için gözlerinde mutluluk okunuyor, okunacak. Boruno Türkleri yıllar içinde baskılara dayanamayıp ana dillerini giderek unutmak zorunda kalmışlar. Türk köyünde Bulgarca konuşma âdetini sen sardın başımıza Lütfü arkadaş. Halk önünde Türkçemizi konuşmamızı yasaklayan kanunu BSP-li dostlarınızdan Maya Manolova ile beraber yazdınız ve 2013’ün Aralık ayı ortasında mecliste onayladınız.Sen Türkçeyi yasaklayan kanuna oy verdin.Sen artık Türkçemizi tamamen unutmuşsun, Sırnitsa’da seçmeni Arapça selamladın ve ceza gelmedi değil mi? Türkçe konuştum diye herkesi aldattın... Türende dağıtılan 8 bin köftede değil ama çömleklerinde kaynayan pastırmalı fasulyede, tereyağında kavrulan kırmızıbiber kokusunda, o köyün yufkalarında, tarhanalarında, dereotlu patates bidelerinde Türk mutfağı, irmik helvalarında, sütlü aşlarında, lokma ve tatlılarında bizden olduklarının öz kokusu var. Seni bir haneye davet etmediler. Çünkü adamdan saymıyorlar. Koruma-kuyruklarından çekindiler. Seni koruyanların babaları basmıştı 1972’de Borino köyünü. Sen korumalı gezerken ne zavallı bir duruma düştüm... Borino, Rodop Türklüğünün kahramanlık kalesidir. Rodop yaylalarında yeni bir hayatın, Türlüğün yeniden yeşermesi yoldadır. Sen bu kabarmadan korkmalı-


190

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

sın! Yeni türküler ve yeni şarkılar söylenecek köylerimizde... İnsanlarımızın arasına gerilmiş, geçmişini unutturma, dilini yasaklama, sanatını yok etme, geleceğini karalama duvarları mutlaka yıkılacak. Biz bugün her zamankinden daha fazla umutluyuz. Ne kadar ve kaç defa isterlerse aşılasınlar, isim değiştirsinler, din yasaklasınlar Borino köyü bir Türk kalesidir ve bu toprakta Türklükten başka hiç bir şey yetişmez.... Hepimizin aydın geleceğine açılan yeni yolun açılacağına ve öncelikle özgürlükten, her kes için tüm alanlarda eksiksiz bütünsel hürriyetten geçtiğine ve insan özgürlüğünden daha büyük bir nimet olmadığına inanıyoruz. Şehitlerini anma törenine gelen Borinolular da inanıyor. Hürriyetten daha büyük bir edinim ve kazanım olmadığına ve olamayacağına inanıyorlar. Yıldızlara komşu tepelerin belinde, yaz kış yeşil çamların arasında, her biri bir köşk evlerinde her sabah Türklükten ve İslam’dan bir selam bekleyen bu kardeşlerimize ayda bir gazete, dertlerine derman olacak bir radyo yayını götüremedik. O köyden çıkan HÖH partisi YK Örgüt Sekreteri, milletvekili M. Karadayı bir asır kimliklerinden ödün vermek zorunda kalan kardeşlerimizin Türk ruhuna dönebilmeleri için sürekli ruhsal, dini, eğitimsel ve kültürel desteğe ihtiyacı olduğuna kendini inandıramadı. Bulgaristan Türklüğünün kimliliğini yaşatma davasında Ahmet Doğan’a kötü körüne, yalnız DPS’ye oy vermenin ya da yılda bir iki törende bir araya gelmenin, bayramlaşmanın yeterli olmadığına inanacaklar. Borino ve Devin diyarının 1972 yılı öncesi de şanlı tarihi vardı. Her sabah köyden çıkan hayvan sürüleri, madenciler, orman işçileri, şarıl şarıl akan çeşmeler, çam uçlarından bal kaynatan bacılarımız bir ekene on veren doğal tarım, bin bir derde derman otlar, çiçekler, yapraklar, yaban meyveler bu diyarı dillere destan eden ve herkesi sevdiren nimetlerdir. Geçiş Dönemiyle başlayan çöküş birçok yerde dar dağ yollarını geçilmez duruma getirdi. Alt yapı aşındı ve eskidi. Köprüler can çekişiyor. Köylerdeki sağlık ocakları kapı kaparken, Belediye merkezi Devin hastanesi bile zaman zaman kepenk çekti. Etraf köylerin birinde eczane yok. Türk evlerine ana dillerinde bir kitap girmeyeli yarım asır oldu. Sinema ve kütüphaneler kapandı. Kültürel yaşam suyunu çekti. Modern politika mecliste çene çalmaktan, oy satın almaktan ya da seçimden seçime vaatte bulunmaktan çok öte bir olgudur. Halkın iyilik dolu ve açmak isteyen yüreğine her gün ve her yerde inmesi gereken yerel siyaset imkân, biçim, yol-yöntem olarak genelde havada kalıyor. Borino ve etraf köylerden Müslüman öğrencilerin yılda bir defa olmak üzere Türkiye gezisine götürülmesi ve Rumeli ve Anadolu kültürünün kaynaştığı, Os-


Makale ve Analizler - 2015

191

manlı ve Cumhuriyet tarihimizin birbirini tamamladığı anıtları mutlaka görmesi gerekiyor. Bir Türk ve Müslüman gencin bir defacık da olsa bir Türk tiyatrosu veya konseri izlemeden yetişmesi ne acı bir gerçek. Devamlı yerel müzik ve sevilen Türk sanat eserlerinin dinlendiği pastane ve kahvelerin daha faal kültürel ödevler üslenmesi, Sofya’da ana dilimizde mutlaka çıkacak gazetelerin bu merkezlerde gerekli miktarda dağıtılması ve ilgilenenlere sunulması zamanı geldi. Balkanların en derin içerikli masalları Rodop masallarıdır, efsanelerimizdir, fıkralarımızdır vs. Kültürel zenginliğin etkin yaşam biçimi merkezi haline getirilmesi gereken aydınlık ocaklarında kına gecelerinde, bayramlarda adetlerimiz yaşatılmalıdır. Bu kahramanlar diyarında gençlere kahramanlık Türkülerimiz öğretilmelidir. Şanlı geçmişimizle gelen en üstün faziletlerimiz anlatılarak yaşatılmalıdır. Donmuş doğada kabarcık olmaz. Gelen bahardır. Gelen ilkyaz rahmetidir. Gelen daha büyük ufuk ve daha parlak bir şafaktır. Rodoplar’da yıkılmış Türklük ve Müslümanlık kalesi yoktur. Geleceğimize sahip çıkalım. Bizim Borino köyünde ana dilimizi öğrenip öğrenmeyeceğimizi Avrupa Birliği, Brüksel İnsan Hakları Mahkemesi vb. makamlar belirleyemez. Anadilimiz bire var oldukça yaşayacaktır. Analar evlatlarını sevdikçe anadilimiz yaşayacaktır. Anadilimizi yaşatamazsak, teslim olmuşuzdur, olacak olan ruhumuz kanatsız kalmış anlamındadır. Bu dağların ruhu biziz. Biz olmadan bu dağlar da yaşayamaz, çamlar öksüz kalır, yıldızlar söner. El ele verelim kabarcıkları birer birer patlatalım, sorunlarımızı birlikte çözelim ve omuz omuza verip geleceği beraberce kucaklayalım.

Nisan Ayı Yazılarımız 2015 Yeni Algı ve Biz

Dr. Nedim Birinci-02.Nisan.2015

Süreğen idesel politik ve mali iflas ve çaresizlik halindeyiz. Bizim dilimizde benzer duruma topu atıp toparlanamamak denir. Bir başka ifade şeklide Banktur olmuş olmaktır. Bir boks maşında olsak iki yumrukla yere serilmiş ve el kol yardımıyla tam ayaküstüne kalkmak üzereyken yeni bir saldırıyla yere serilmiş


192

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

gibiyiz. Bu ezilmişlik ve yenilmişlik halinde bizi mutlu kılansa ringe çıkmış olmamız ve seyircilerin alkışlaması ya da yuhalamalarıdır. Önemli olan oyunda olmaktır. İflas bayrağı kaldırmak zorunda kalan devletler, eski defterli açıp alacaklı verecekli sayfalarında borçlu bulmaya çalışır. Mesela 1830’da mali işleri toslayan Yunanistan, Osmanlı İmparatorluğundan “kölelik tazminatı” istemişti. Hava aldı ama “alacaklı” olma guruyla bir süre kendini avuttu. Kabuklu yaralar yeniden kaşınıyor. Başlayan her olay belirli aralarla tekrar eder. Yunanistan’ın İkinci Dünya Savaşı bilânçosunu açıp, 70 yıl sonra “alacaklıyım” deyip kıvranmaya başlaması, son ayların parlak örneği oldu. Alman “Die Welt” gazetesi XIX. yüzyılda Osmanlıdan ilk ayrılan Atina’nın devamlı dış borç aradığını ve alabildiği her borç diliminden sonra “lüks yaşam başladığını” yazdı. Konuyu ele almamızın sebebinde “Deutsche Welle” radyosunda “Bulgaristan’ın Yunanistan’a Savaş Tazminatı Borcu Var mı?” sorusuna yorumudur. Hakikatten 6 Haziran 1941’de Hitler Orduları Yunanistan’a Bulgaristan üzerinden girmişti. Ardından oraya İtalyan faşistleri de yerleşti. Bulgar ordusu da Batı Trakya ve Ege Makedonya’sına girmeye gecikmedi. İkinci Dünya Savaşı ateşinin göklere çıktığında, Bulgar Çarı III. Boris’in oğlu Simyon doğdu. Hitler ökçesi altına aldığı Selanik’i Simiyon’a doğum günü hediyesi yapmak istedi, fakat babası Hitler karşılığında Rusya Cephesi’ne ordu ister korkusuyla razı olmadı. Kısacası o günler de şimdiki kadar karmakarışıktı. Bulgaristan işgal gücü olmuş ve kimin kime ne yaptığı pek belli değildi. 9 Mayıs 1945’te savaş bitti. 1947’de Paris’te savaşın bilânço defteri açılıp kapandı. Yunanistan kişi başı 2 250 US Dolar savaş tazminatı talep etti. Bulgar Çarlığı Savaşın birinci aşamasından Hitler cephesinde, ikincisinde de Rusya, İngiltere ve ABD tarafında yer aldı. İstenen savaş borcu birinci aşamaya aittir. Rumlara kişi başı 30 US Dolar ödendi. Kişi başı “zararın” 2 bin 220 US Doları Atina’ya göre sözde bakiye kaldı. Yine o zaman yazılıp çizildiğine göre, bu zararın üçte ikisini Almanya; % 30’u İtalya ve yaklaşık olarak % 6’sı da Bulgaristan ödeyecekti. Kapanmayan hesap. Biz 1964 yılı sonuna kadar borcu kuzu ve dana, kaşar ve beyaz peynirle son kuruşuna kadar ödedik. Yaşlı soydaşlarımız bilir, o yıllarda Bulgar’da kuzu kesmek yasaktı, hepsi körpecik Yunan’a gidiyordu. “Borç ödemekle bitmez!” atasözümüz doğru söyler, öyle de oldu. Ödenen borç bizden 1967’de ve 1974’te Albaylar Cuntasınca bir daha istendi. 2015’te basın ve radyolarda yeniden gündem oldu.


Makale ve Analizler - 2015

193

Artık 68 yıldan beri Atina’da “Yunanistan’ın Zararı” başlıklı bir elkitabı 4 dilde birden her yıl yeniden basılıyor. Yeni baskılara aynı “borcun” faizleri ekleniyor ve rakamlar büyüdükçe büyüyor. Ödediğimiz borç artık 1 milyar US Dolar olmuş. Allah insana iki göz vermiş. Olaya tek gözle bakınca böyle gürüne biliyor. Geçen yüzyıldan bu asra artan pek çok sorun var. Eskiden tek gözle baktığımız problemlere iki gözle baktığımızda farklı bir dünya görüyoruz, bakış açımız, değer yargılarımız değişiyor. Değişim algıyla başlar. Son yıllarda Bulgaristan’da “En Büyük Savaşın Öteki Tarihi” gibi kitaplar çıktı. Yakına kadar olaylara yalnız sol gözle bakan bilim adamları cesaret bulup bir de sağ gözle bakabildi. Tablo değişti. Bir de şu tarihimizi birinci sayfadan sonuncu sayfasına kadar atlamadan 2 güzle okumak zorundayız. Bizde buna “satır aralarını da oku!” yani okurken düşün veya “dört gözle bak,” denir. Totalitarizm yıllarında biz her şeye sol gözle bakmaya zorlandık. Yazıyı görsek turayı göremedik. Olayları tek yanlı algıladık. Beni bu konuya iten neden, HÖH partisi Başkanı Lütfü Mestan’ın Sırnıtsa ve Borino köylerinde söyledikleridir. O, “asimile etme zulmünün okullarda ders kitaplarına girmesini” istedi. Güzel! Hiç olmazsa cesaret bulup buncağızı isteyebildi. “Tarihimizde farklı etnikten olan vatandaşların soyu ve kimliği değiştirildi” yazması gerçeklere bir nebze ışık tutar. Fakat yalnız bunun itiraf edilmesi Bulgar halkına ısınmamız ve onunla kaynaşmamız için yeterli olamaz. Ders kitaplarına girmesi gereken daha pek çok gerçek var. Üstüne üstelik, kocaman tuzlu denizde bir damla tatlı su kendi başına yaşayamaz.. Derine inmek gerek. Mesela başkan Mestan akıl almak için ikide bir Sofya’daki Amerikan Büyük Elçiliği’ne uğruyor. Elçilik önünde İkinci Dünya Savaşında memleketimizi bombalarken düşürülen Amerikan Pilotlarının görkemli heykeli yükseliyor. Onların attığı kör bombalardan birçoğu kadın ve çocuk olmak üzere 2 bin 500 kişiyi öldürdü. Kurbanların anıtı yok. Tek gözle bakınca büyük gerçek görülemiyor. Biz öldürenin, yani katilin, yani suçlu olanın heykelini dikmişiz. Kurbanlarımızın hatırı, anısı yok mu! Hedef bilmez bombalardan biri Sofya Büyük Camii minaresini yıktı, 70 yıldan beri bir minare dikilemedi. Minarenin suçu ne!? Bir asır tek gözle baktık.


194

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Yine Amerikan ve İngiliz savaş uçakları savaşın son günlerinde Drezden’i bombaları ve 135 bin kişi can verdi. Şehir yerle bir oldu. Elbe ırmağından kan aktı. 14 Şubat 2015’te orada şehitleri anma töreni yapıldı, ne İngiliz, ne Amerikan ne de Rusya makamlarından kimse gitmedi. Besbelli savaşta galip gelenler 70 yıl sonra da olaylara tek gözle bakmaya devam ediyor. Oysa ölenler kadın ve çocuktu. Yahudilerin yakıldığı “Auschwiz” Ölüm Kampında şehitleri anma törenine ise, kampın kapıları açan ve tutuklu esirleri kurtaran Rus Ordusundan kimse davet edilmedi. Tarihin teres okunmasından ancak düşmanlık doğar. Amerikan okullarında Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atıldığı ve 360 bin Japon’un öldürüldüğü anlatılmıyormuş. Barbarlığı göremeyenler nasıl barışsever olsun? Dünyanın herhangi bir yerine bomba atarak kültür ve uygarlık taşınamaz. Bombalar öldürür. Yeni olansa yaşayan ruhun devamıdır. Taraf tutmakla yol alınmaz. 9 Mayısta Moskova’da “Zaferin 70. Yıl Kutlamaları” var. Bulgar Cumhurbaşkanı Plevneliev de dahil, AB Başkanları katılmayacaklarını bildirdi. Hitlere karşı birlik olan dünyanın günümüzde yeniden cepheleştiğini görüyoruz. Oysa AB İkinci Dünya Savaşı harabeliği üzerine kuruldu. 45 yıl boyunca “faşizmden kurtarıcımız” SSCB idi. Amerikan ve İngiliz savaş uçaklarına üzerimize saldığı bombaları Kiev’ten yüklediği bizden gizlendi. 2 bin 500 kişinin Sovyet bombalarından öldüğünü öğrenince ürperdim. Yalan bir dünyada yaşamak ne kadar kötü bir şey... Devamlı kurban olamayız. 13 Aralık 1941’de Sofya hükümeti Birleşik Amerika ve İngiltere’ ye savaş ilan etti. Aynı gün İngiliz Başbakanı Cherchill haritayı açtı ve ülkemizin üzerini kırmızı kalem çekti. Bizi coğrafyadan silerken şöyle dedi: “Bulgarlar günahkâr bir halktır. Bir asırda İngilizlere 3 kez savaş açtılar, mutlaka cezalandırılacaklardır.” Churchill Bulgaristan’ı 2 kez cezalandırdı. 1) 1943 ve 1944 yıllarında Bulgaristan savaş uçaklarından bombalandı. 2) Yatla Konferansı Bildiride, ülkemiz SSCB ve Stalin bölgesinde kaldı. Churchill binlerce ölü ve tonlarca harabe dışında bir de 6 cilt hatırat bıraktı. Hayat yolu kitaplarda anlatıldı. Bu eserlerin birinde “Bulgarlar günahkâr bir halktır!” cümlesine rastlamadım. Demek bize hep gerçeğin yarısı ya da daha az bir kısmı gösterilmişti. Bu yüzden bizim nesil kör yetiştik. Allah insana iki göz vermiş, gerçek budur. Savaşlarda galip gelenler yargılanmaz, bu ise insanların uydurmasıdır.


Makale ve Analizler - 2015

195

Tarihi savaşta üstün gelen yazar, bu da her tarih mutlaka yeniden yazılmalıdır, anlamına gelir. Şöyle ki, Türkiye’mizin dolaysız katılmadığı Büyük Savaş sonuçlarına gerçekçi gözle bir daha baktığımızda anti-Hitler koalisyonunun da askeri suç ve insanlığa karşı cinayet işlediği gün ışığına çıkıyor. Bugün NATO üyesi olduğumuz için onları anmıyoruz. Tarih siyasete alet ediliyor. Yarınların barışçı ve huzurlu olmasında direnenler her iki tarafın cinayetlerini de görmek ve kınamak zorundadırlar. Yargılanmayan ve cezasını çekmeyen suçlardan suç, cinayetlerden cinayet, katliamlardan katliam doğar. Örnekleri biz de uygulamalıyız. Bazı NATO ülkesinde olaylara gerçekçi bakış egemen olmaya başladı. Mesela İtalya, bir NATO ve AB üyesi olmasına rağmen, Başbakan Berliskoni Roma merkezinde İkinci Dünya Savaşında Amerikan ve İngiliz Bombardımanı Şehitleri Heykelini açtı. İtalya’da olan bizde neden olmasın?! Biz de kurban verdik. Sofya unutulmayanlar anıtını bekliyor. Memleketimizin yakın geçmiş gerçeklerini olduğu gibi öğrenebilmek için Plevne’de bir Osman Paşa Abidesi ve Şipka Doruğunda Süleyman Paşa Anıt Merkezi açılması yerinde olur. 5 yıldan beri “Belene” Ölüm Kampında çalışan bir İtalyan yüksek mimar heyeti 1950 yılları ve 1980 yılları Anıt Kompleksleri üzerinden çalışmalar yürütüyor. Ölüm kampında gün dolduran 518 kahramanımızın altın harflerle yazılmış anıt levhasında görmek istiyoruz. Seri yanlış ve felaketlerden ders çıkarılmalıdır. Yeri gelmişken bir az daha da gerilere bakmamız iyi olur. XX. yüzyıl tarihimizde yüzkarası yenilgi ve felaket ve iflas sayfaları var. Bunlar arasında Çar Ferdinand’ın Edirne’ye saldırıp Trakya’yı ateşe vererek İstanbul’u hedeflemesi; 1913’te trajik bir çılgınlık olan Makedonya serüveni; 27 Kasım 1919’da Nöy sözleşmesi; 1 Mart 1941’de Üçlü Faşist Pakta katılmamız ve 6 ay sonra Bulgaristan’ın ABD ve İngiltere’ye savaş açması tarihimizde en kara günleridir. Felaketler dizisi, yanlış politikalar ve nihayet 1912’de, 1936’da, 1942’de, 1972’de ve 1985 1989 eritip asimile etme, kimlik ve din değiştirmeye zorlayan zulüm halkımızın ve din kardeşlerimizin ruhunda derin yara açmıştır. Halkımızı parçalamıştır. Bu olaylara tek gözle baktığımızda farklı şeyler görürüz. Gerekçesiz savaşların sonucu olan ulusal felaketin, sürekli bocalamanın hırsını etnik azınlıklara saldırarak, onları rahata bırakmamakta arayanların ne kadar yanlış hareket ettiğini bugün artık görebiliyoruz. Bir o, bir bu büyük devlete yamanmanın acılarını bugün de çekiyoruz. 25 yıldan beri Moskova’dan kopamıyoruz. Rusya kılcal damarlarımıza kadar inmiş


196

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ve her şeyimize hakim olmuş. Her taşın altında tıslayan yılanlar öç almak istiyor. Son gelen “iş adamı - ajan - temsilci” heyeti 6 adet çalışan fabrikamızı 1 Euro’ya, telekomünikasyon şirketi Vivacom’u ve “Bulgartabac” şirketini bedava istiyorlar. Dalkavukluğun, hademeliğin, kimsizleşmenin kölelik doğurduğunu henüz öğrenemedik. Küçük hesaplarda yanıldıkça kendimizi ve insanlarımızı da yanıtlığımızın bilincine varamadık. Kişiliksiz olanın dostu olmaz diyenlere kulak vermedik. Gerçeklere, halkımızın dediği gibi, dört gözle bakmak zorundayız. Tek taraflı yaklaşım, tek taraflı algılama felaketlerin başlangıcı ve en kötü sonudur. Geçen yüzyıl bizim için ne dediler. 1877 - 1878 yıllarından sonra Bulgaristan’ın bir Moskova ve bir de Berlin ile paslaşırken, uzun zaman siyasi ve ekonomik yapılanma olarak ayağa kalkamaması ve devamlı kenara itilmiş kimliksiz bir ülke olduğumuzu algılama zorluklarımız XX yüzyılda derin izler bıraktı. Geçmişin izleri ebediyen gizlenemediği için artık birer ikişer gün yüzü görmeye başladılar. Geçmiş aslında bir de çelişkilerin sürekli düğümlenme çözülme sürecidir. Tam 100 yıl geri dönüp Çanakkale Savaşı toplarının patladığı gün açısından bakarsak, o gün W. Churchill “Ben Anadolu’yu Türklere bırakmam!” demişti. Bunu söylerken Bulgaristan’ı sözde “galip” tarafın yani İstanbul’a çöreklenme planları yapan Rusya Çarı ile Anadolu’yu bin bir dilime bölmek isteyen İngilizlerin yanına davet etmişti. Bulgar Çarı Ferdinand ve o ölüm kalım günlerinin cephe komutanı Mustafa Kemal’in yakın dostu Bulgar Başbakanı Radoslavov bu daveti kabul etmeyince, Churchill’in hayatı 15 yıl karıştı. Onun hem Bulgar hem de Türk halkına, tüm Balkan halklarına düşmanlığı katmerleşerek arttı. Yine bir asır önce Fransa Başbakanı Jorj Klemanco’nun Bulgarlar hakkında söyledikleri de akıllardan silinecek gibi değildir. O, “Biz Bulgarlara hafif ceza veriyoruz. Onlar savaşı 2 yıl uzattı ve bu nedenler Bolşevik Devriminden suçludurlar.” derken, Çanakkale Savaşında Bulgarları dişini tırnağına takmış Türk ordularına karşı kışkırtamadığı için içi içine sığmıyordu. Olumlu örnekler yakınımızdadır. Türkiye Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN Şanlı Çanakkale Zaferi kutlamalarındaki tarihsel konuşmasında “o savaş, 100 yıl sonra, bugün de devam ediyor” derken, dünyaya yalnız kendi çıkarları açısından tek gözle bakanları uyardı. Her vurgulaması derin anlamlı, ibret verici ve yol gösterici nitelikteydi. Bir asır sürdükten sonra XXI. yüzyıla taşan tarihin masası o zaman tutulmuştu.


Makale ve Analizler - 2015

197

Dostla düşmanın en iyi görülebildiği alan, savaş alanları ve barış kuruculuğudur. XX. yüzyılda hiçbir komşusuna saldırmayan ve Yurtta Sulh, Cihanda Sulh ilkesine bağlı kalan bir Anavatanda yaşamaktan büyük mutluluk olabilir mi? Rus Çarı II. Nikolay Birinci Dünya Savaşı’nda Bulgaristan’a hep ters baktı. O, 1913’te verdiği bir demeçte, “Bulgarlar’a İslavlığın dönekleri” dedi. Daha önce de Başbakan Stefan Stambolov Rus Çarı III. Aleksandır ile sert tartıştı ve Bulgaristan’da Rus aleyhtarlığı tohumları ekti. Bir asır boyunca toplumumuzun arınıp gerçek yolunu bulamaması ne kadar acı, değil mi? Hep küçük kalamayız, komşularımızla birleşme yolu aramalıyız. Kuşkusuz XX. yüzyılın büyükleri ve küçükleri XXI. asır politik ve tarih sahnesinde yer almaya devam ediyor, belirleyici olan bugün de onlar. Ülkemize yerleşmeye çalışan AB, ABD ve NATO Moskova’ya bağlı olan ne varsa palasını pırtısını toplasın ve çekip gitsin diyor da, toplum geçmişinden koparken çatırdadıkça çatırdıyor. Küçükler ne kadar büyük kurbanlar verirse versin, son hesapta sonuçları belirleyen ve tarihi yazan hep büyükler olmaya devam ediyor. Küçüklerin kaderinde çeki var. Belki de onların ya sağ ya da sol gözünü kapatan, iki gözünü birden açtırmayan, dört gözle bakmalarına engel olan hep bu küçük olmalarıdır. Ve kötü olan, küçük devletlerin küçük halklarından olan etnik azınlıkları da daha da ağır ve katmerli çekilerle yaşamak zorunda olmaları bizi bu analizleri yapmaya ve yazmaya zorlayandır.

Dilim Dilim Yürek

BG-SAM-08.Nisan.2015

Şair ve Yazar Ömer Osman’ın Sevgi Kırıntıları Arıyorum Yollarda kitabından alınmıştır. Sevgi ve özgürlüktür Bana gerekli olan iki şey Sevgi için hayatımı hemen feda edebilirim Sevgimi de özgürlük için hemen verebilirim. Şandar Petyöfi


198

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Cezaevinde doğmuş olan şiirlerim kırk yedi taneydi. Sonra onları dışarı çıkarmak da bir başka sorundu. Kırcaali polisinde yazıp ezberleyerek getirdiklerimi, Eski Zara cezaevinde yaratıklarımı sağ salim dışarı çıkarmak için tek bir çarem vardı: tümünü ezberlemek. Ben de tümünü ezberledim. 22 Nisan 1983’te cezaevinden çıkarken polis, ceketimin didintilerini dahi yokluyordu. Ben ona gülüyor, aradıklarının, başımda, beynimde, belleğimin kıvrımlarında gömülü olduğunu, ne kadar ararsa arasın, bulmanın mümkün olmadığını, insan iradesini kırmanın imkânsızlığını fısıldıyordum. Dışarı çıktım. Dışarıda bahar vardı. Dışarıda solgun bir güneş, silik bir yeşil hakimdi. Dışarısını komünistin kırmızısı boğazlamıştı. Derelerden kan akıtma pahasına bütün renkleri silip yok etme çılgınlığı içindeydi kırmızı. Dışarıda kızım Gülseren, karım ve bir komşum beni karşılamaya gelmişlerdi. Görüştük, sarmaştık, öpüştük, koklaştık. Bütün bunlarda, dört yıllık demlenmiş özlemin giderilme çabası vardı. Buruk bir sevincin gözyaşlarında eriyen katmer katmer özlem vardı. Ben, eşim, kızım ve komşum, dört Türk, dört Balkan Savaşı tutsağı Türk, Eski Zara’nın küçük bahçesinde bir sırada oturuyor, hazin bir özgürlüğe seviniyorduk. Oysa bunun, benim özgür kalışımın hiç de özgürlüğe benzer bir yanı yoktu. Bunu dördümüz de biliyorduk. Ben, beni karşılamaya gelenlerden özür diledim ve bir kenara çekilip şiirlerimi çabuk çabuk kâğıda geçirdim. Ezbere bildiğim için yazmaları uzun sürmedi. Zaten para almak için veznedarı beklemem de gererkiyordu. Bir de, Istırap Evinde, ıstıraplar içinde doğan şiirlerimin bir gün okuyucuya ulaşmasını çok istediğim için, onların yolda her hangi bir şekilde kaybolmasından çok korkuyordum. Eve varınca, şiirlerimi Dilim Dilim Yürek başlığı altında topladım. Daktilodan geçirdim. Onları Türkiye’ye benden sonra gelen yeğenim Mustafa getirdi. Kültür Bakanlığı yayınevine gönderdim. Bir yıl sonra bana iade ettiler. Yayınlayamayacaklarmış. Beni düşmanlarım - Bulgar komünistleri çok ağlattılar. Ben öyle çok ağladım, o kadar çok ağladım Yüreğim boşluklarda çırpınan sarkaç oldu Avunmak için Hakka yalvardığım kaç oldu? Bildiğim duaları kaç kere sıraladım. Diye inim inim inledim, sızladım kendimle baş başa vererek. Ama bu ağlayışın acısı, sızısı, sancısı, ıstırabı ile insanın sevip saydığı, uğruna canını feda etmeye hazır olduğu kişilerin ilgisizliğinden, nankörlüğünden, saygısızlığından doğan ağrıları, sancıları, gözyaşları arasında, tasavvur edemeyeceğiniz kadar fark vardır. Düşmanın akıttığı gözyaşları bana-bize ümit verdi,


Makale ve Analizler - 2015

199

cesaret verdi, azim verdi; oysa dost bildiğim, ana baba bellediğim, Anavatanım dediğim kişinin mi desem devlet müessesesinin mi akıttığı gözyaşları dayanılması güç bir acı vardı. Allah’ım sen sabır ver, Allah’ım diye ağladım. İki buçuk milyon kadar Bulgaristan Türkü görülmemiş bir soykırıma tabi tutulmuş. Kulaklarımız tıkanmış iken, Bulgarların kininden sıyrılmış kılıcı, başucumuzda Domakles Kılıcı gibi sarkarken, direniş yolu ve usulü bulmuşuz. Bu direnişin canlı şahitleri olarak, yüzyıllar önce haşmetli padişahlarımızdan birinin fermanı üzerine gittiğimiz Rumeli’den zorunlu göçe tabi tutulmuşuz, buraya gelirken de, Bulgaristan denen cezaevinin beton duvarları arasında her tehlikeyi göze alarak gizlice kaleme aşınmış olan şiirlerimizi, romanlarımızı geliştirme çareleri bulmuşuz ki bunlar Bulgaristan Türkünün aynasıdır. Şimdi burada bu aynaların, tıpkı düşmanlarımızın bulup buluşturup birer birer yok ettiği gibi, dostların, dost bildiklerimizin, Ana - Baba saydıklarımızın yok etmelerini, ya da bırakıldıkları yerlerde çürütülmelerini mi bekleyelim? Bu bir cinayet sayılmaz mı? Bunlar kafamda, yüreğimde, şimdi doğan duygusal düşünceler, oysa 22 Nisan 1983’te, cezaevinden ezberleyerek dışarı çıkardığım şiirleri kaleme aldığım Eski Zağara’nın küçük bahçesinde onları pırıl pırıl bir kitap halinde görüntülüyordum. Kendimi görmüyordum ya, dudaklarımda muhakkak tatlı, çok tatlı bir tebessüm dolaşıyordur. Çünkü ben, biz o zaman inanıyorduk, güveniyorduk, seviyorduk, o inancı, o sevgiyi, o güveni içimizden söküp çöplüğe atmamızı şiddetle arzu edenler var. Biz bunun silah zoru ile bile yapmadık. Gayretiniz boşunadır, çünkü burada da yapmayacağız. 22 Nisan akşam saat 5 sularında Eski Zağara Cezaevini, bir başka deyimle İstirap Evi’ni orada çektiğim acıları, ıstırapları, çileleri beynimin bir köşesine depolayıp yola koyuldum. Şehrin dışına henüz çıkmamıştım ki, yanımdakilerden o günlerdeki haberleri dinlerken, demek, diyordum kendi kendime, cezaevine girdiğim zamanla şimdiki zaman arasında, siyasi hiçbir değişiklik olmamış, aksine Bulgarlar bizi eritme amaçlarında daha da ileri gitmişlerdi. Bunu bana, cezaevi yanındaki DS sorumlusu söylemişti. Dikkatli olmam gerekiyormuş. Dikkatli olmazsam, cezaevinde yine görüşebilirmişiz. Gerçekten de o adını unuttuğum adamla Belene Ölüm Kampı’nda görüştük. Adam sayemizde yükselmiş, başkentte çalışıyormuş... Otomobilimiz Koşıkavak’a doğru yol alırken beni-bizi-hepimizi çetin bir savaş beklediğinin farkına varmıştım. Aklımdan, cezaevinde yazdığım bir şiirin bir parçasını mırıldanıyordum. Dizeler yeşermez kuru dal gibi, Gerçekten vermezsek sen ben el ele


200

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Yolunu bitirmiş bir sandal gibi Oyuncak oluruz yağmura sele Sözcükler ıstırap, uyaklar çile Serbest kalışımdan bir süre sonra, Kırcaali’de böbrek ameliyatı geçirdim. Eğer bana orda şifalı otlardan yararlanmayı yasak etmeselerdi, şimdi ameliyata gerek kalmazdı. Ameliyatta taş yerine böbreğimi aldılar. Sebebini bilmiyorum. Hastaneden taburca olduktan az süre sonra, henüz ameliyat yarası kapanmadan Belene Ölüm Kampı’na gönderildim. Ama Allah verdiği ömrü almıyor. Oradan serbest kalınca, kızım ve eşimle Kuzey Batı Bulgaristan’a sürgün edildim. Zülüm yağmur yağmurdu. İki buçuk milyonla beraber ben de Bulgaristan zulmünden sırılsıklam olmuştum. Bu, Roman kasabasında da sürdü. Orada kızımı Bulgar’la evlendirip beni sokak ortasında bırakmayı niyetine girmişlerdi. Çok çabaladılar ama kızımın Türklük eğitiminde, milli duygularında kusur olmadığı için başaramadılar. Şimdi hep beraber İstanbul’da oturuyor ve öğretmen olarak çalışıyoruz. Bunca zulümden sonra bir damla mutluluğa da hakkımız vardır sanırım. Ocak - Şubat 1991 İstanbul

Drom

BG-SAM-08.Nisan.2015

Diz çök ve toprağını öp özünden Bir güç var, bizlere kaderi çizen Ne gecesi var, ne gündüzü, biten O yolda selamet, bizde adalet. Ahmet Doğan 61. yaş gününü kutladı. Milletvekilleri, ilk koordinatörleri, en yakın dostları, dalavere işinde ortaklık yaptığı dostları kuş sütünden başka bir şeyin eksik olmadığı ziyafette halk adına, halk için ve halkın parasıyla hiç çekinmeden yemiş içmişler, kucaklaşıp resim çekmişler. Halktan selam getiren olmamış. Avludaki Kafkas Kurdu da artık dost düşman ayırmaya başlamış ve hepsine havlamış.


Makale ve Analizler - 2015

201

“Demokrasi güneşi” doğarken yani 1991’de Ahmet Doğan’ın 34. doğum gününe yalnızca milli güvenliğin VI. Şube gizli ajanlarından olup milletvekili seçilen Nerettin Mehmetov Ahmetov, , Orhan Tahirov Memişev, Recep Saliev Sadıkov ve İbrahim Tosun Tatarlı gibi Türklükten dönenler katılmıştı. Şimdi onların kimi vefat etti. Diğerleri de ortalıkta görünmüyor. Hiç birini hatırlayan bile olmadı. Ahmet de kimseyi sormadı. Adam feylesof akan suyun geri dönmeyeceğini biliyor. Adına “köşk” dense de iç düzgüsü olmasa bir hapishaneyi andıran dar odaları gezip dolaştıktan sonra, grubun 3 bin leva toplayıp aldığı ve özel paketlettiği hediyeyi sunmazdan önce, sivri akıllı olduğu bilinen yeni vekillerden biri, yeme içme arasında, galeyana geldi. Son aylarda Doğan’ın “şanson” şarkılarına bayıldığını hatırlayarak, - “Müsaadenizle doğum gününüzü bir bir masalla kutlamak istiyorum.” dedi. “Müsaade senin Betim,” diyen Doğan, uygun bir köşeye çekilip dikkat kesildi. Şerefsiz Mahkûm “Olay, Fransa’da 14. Lui vaktinde olmuş. Çoban soyundan olan ama Kral’ın her işine koşan ve gözüne girmeyi beceren biri, son söz sahibinin iradesiyle ucu idama açık, hapse düşmüş. Darağacında sallanacağı gün belirlendiğinde iyice sararıp solan mahkûmun yanına hilekâr tuzakçılığıyla ünlü 14. Lui ansızın son görüşmeye gelmiş ve şöyle demiş: “Sana bir son şans vermek istiyorum. Ödevimle baş edebilirsen, yarın dışarıda olursun, salıverilmeni emredeceğim. Bu gece koğuşunda gardiyan olmayacak. Burada bir yerde kapı var. Bulabilirsen çıkarsın. Bulamazsan gardiyanlar sabah seni son yoluna uğurlar.” Hakikatten birkaç dakika geçince gardiyanlar mahkûmun kelepçeleri indirip kayıplara karışmışlar. Hürriyete kavuşma şansı elde ettiğine adeta inanamayan mahkûm hiç vakit kaybetmeden kovuştan çıkış deliğini aramaya koyulmuş. Dehlizde bir çul ardında bir delik görünce delirecek gibi heyecanlanmış. Sokulmuş, sürünerek ilerlerken sonunda merdiven dayalı olan bir tünele girmiş. Merdiveni de tırmanmış. Yoluna çıkan yeni basamakları da aşmış, bir ara yüzünü gözünü serin rüzgâr okşamış ve kurtuluyorum heyecanıyla kendini çok yüksek bir kulenin en tepesinde bulmuş. O yükseklikten etrafına baktıkça hayal kırıklığına uğramış, çünkü oradan inmek imkânsızmış. Son şansımı da kaybettim umutsuzluğuyla koğuşa dönmeye karar vermiş.


202

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Döndüğünde onu bekleyen nara yorgun ve bitkin serildiğinde kendini 14. Lui’ye yakın hissettiğinden, kendisini aldatmadığına hâlâ inanıyormuş. Öfkesini çıkarmak için elini vurduğu taş duvar ansızın kımıldamış, itince taş oynamış, taşı söküp delik açılmış ve yeniden heyecanlanarak karanlık ine sokulmuş, sürününce genişçe bir tünele girmiş ve ilerlerken kulağına su şırıltısı gelmiş. Bu defa çıkışı bulduğuna çok sevinen mahkûmun yüreği sevinç dolmuş. Nihayet bulduğu kapı büyük taşlarla örülü olduğundan, bir nefes uzaktaki hürriyeti yine yitirmiş. Taş duvarlarda avuçlarıyla bir delicik bulmaya çalışsa da nafile ve sonunda bir daha umudu kırılınca tamamen bitkin bir halde koğuşa dönmüş ve nara boydan boya yeniden uzanmış. Gözler tavanda gece geçmiş. Koğuş deliğinden girip karşı duvara vuran güneş ışınları sanki sen şansını yitirdin, bu sabah son nefesini vereceksin, der gibi oynaşıyorlarmış. Ansızın kapıda beliren Kral: “Neden buradasın? Ben senin çoktan kaçıp gittiğini düşünmüştüm,” demiş. “Sizin beni yalandırmadığınızı düşünüyorum,” demiş mahkûm. “Sana şeref sözü vermiştim.” demiş Kral. “Koğuşun ve kalenin her köşesini gece boyu aradım. Fakat bir delik bulamadım.” diyen mahkuma Kralın cevabı şu olmuş. Kapı onurlu insanlar için her zaman açıktır. Senin için de gece boyu açıktı. “Çıkmak isteseydin, seni kimse durdurmayacaktı. Gidebilirdin. Besbelli onursuz birisin. Açık kapıyı göremeyecek kadar körleşmişsin. Yapacak bir şey yok.” demiş. Ahmet Doğan, masalcıyı dikkatle dinledikten sonra, usulca kalkıp “Sen bana şerefsiz diyecek kadar ne zaman büyüdün?” demiş. Sıra hediye paketlerini açmaya gelmiş. Milletvekillerinin hediyesi çok büyükmüş. Almazdan önce çok düşünmüşler. Paketin üstünde Dron yazıyormuş. “Dron” - uzaktan komandolu pilotsuz bir uçak. 10 km uçabiliyor. İyi yönetildiğinde açık pencereden içeri girebiliyor. Ahmet’in kaldığı mekân ile Sofya Millet Meclisi arasındaki mesafe havadan tam 10 km. Kapıdaki gardiyanlar “Büyük Liderin” mektuplarını açılıp okunduğundan ve o adına “köşk” denen ama aslında bir hapishaneyi andıran korumalı mekândan asla dışarı bırakılmadığından, avlusundan uçurulup meclisteki HÖH - DPS pencere-


Makale ve Analizler - 2015

203

sinden içeri girecek ve mektup taşıyacak bu pilotsuz uçağı almayı düşünmüşler. Böylece devamlı mektuplaşacaklarmış. Başa gelen çekilir. Hayırlı olsun.

Türküsüz Halk Olmaz

Raziye ÇAKIR -09.Nisan.2015

Halk türkülerimizin özünde yaşayışımızın dile gelişi vardır. Bir halk çekisini, direncini, özlemini, umutlarını, hal ettiklerini yazılı ve sözlü dile getirerek kendi sanatını yaratır. Bu eserlerin yaratanı halk, ozanı halkın kendisi, müziğini yaratan da odur. Halk sanatının ait olduğu bir zaman kesimi vardır. Değişen zamanın şiiri, müziği ve çağrışımları farklıdır. Fakat halk sanatı akan bir dere ya da bir ırmak olduğundan kesintisizdir, akar gider, durularak yol düzer, coşar taşar ama ne kendine ne de kıyısına zarar vermez. Halk sanatı gönül çırpıntımızdır. Biz çok görmüş çok geçirmiş bir halkın evlatları olduğumuzdan durulmamız bazen uzun sürebilir, ama mutlaka gonca verip en güzelinden demet demet açarız. Halkın iç dünyası var ya, o ne kadar derinse söyleyişi de kadar yanık ve ağıtlıdır. Gençlik şiirimizin ve söyleyişlerimizin esintisinde aşk rüzgârları vardır. Halkın arasında ve uzun zaman iç içe yaşayan aydınlarımız son zamanda kalem ucundan “Rodoplar artık türkü doğurmuyor” gibi sözler düştüğünü görünce kendileri de çok üzüldü. Hayatımızın hüzünlü olduğunu anlatanlar haklıdır. Ne var ki, hüzün kalıcı bir duygu değildir, kendini yener ve huzuru bulur. Gerçeklerimizin gerçek yüzü güleçtir. Tebessümlü, sağduyulu ve el uzatandır. Her mevsimin kendi havası, her emelin bir uçuşu, her gönlün bir bekleyişi ve emsalsiz bir kavuşması, bazen da sürpriz kucaklaşmalarımız yaşantı renklerlimizdendir. Her an yeni bir heyecanla dolup boşalıyoruz. Bu böyle devam edecektir. Nenelerimizin ve annelerimizin çok sevdiği şiirleşmiş türkülerimizden birkaçını sizler için özel seçtim. Orada kaldıklarını düşünenlere, bizimle geldiler diyorum.


204

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Gençlik ve Aşk Eserlerimizden Birkaç Örnek: Kız Destanı

Bir kız altı yaşına girince yanakları bal olur yedide boyu uzar sekizde açar gözünü dokuzda her düzenini düzer onda da açılmadık güle benzer on birde kız kanına katılır on ikide ak gül olur açılır on üçte ak yüzüne bakılır

on dörtte yavaş yavaş yâr olur on beşte gece girer düşüne on altıda çocuk düşer peşine on yedide yalan söyler eşine on sekizde kına düşer saçına on dokuzda türlü ballar saçar yirmi de her huyundan geçer yirmi birde isteyenler vazgeçer yirmi ikide dul adama gider. Aşk Türküsü

Su üstünde sarayım Haykır yârim varayım Saat kösteği kırayım Sende benim merağım

Entarim yok dikeyim Dikeyim de düreyim Yolla yârim kokuyu Entarime süreyim

Al eline kalemi Yaz başına geleni Hasta oldum ölüyorum Oldum yastık veremi.

Koyunlarım sayada Güder harman kayada Alacaksan al yârim Ölüm var bu dünyada Çoban İle Kız

Ben bir köylü kızıyım Davar inek sağarım Çıktım yolun üstüne Çobanımı ararım

Yüzüme bak güzel çoban Ben bir karagöz kızım Bilmem alacak mısın Çünkü köylü kızıyım

Burada mısın köylü kızı Ben de seni ararım Arayıp da bulamazsam Gözyaşıyla ağalarım

Hep böyle midir acap Köylülerin dilberi Topraklarla oynamış Pamuk gibi elleri


Makale ve Analizler - 2015

205

Gel yanıma, gir koluma Biz gidelim odaya Efendiler gücenmesin Oynaşalım orada... Kızım Kızım Kızım kızım, kınalı kuzum Versem seni bir cambaza Gider misin ona Aman sümbülüm, gider misin ona?

Kızım kızım, kınalı kuzum Versem seni bir sarhoşa Gider misin ona Aman Sümbülüm, gider misin ona?

Baba baba, ben gidemem ona Onun paraları çoktur Saydırır bana...

Baba baba, ben gidemem ona Gece sarhoş, gündüz sarhoş Ne kalır bana...

Kızım kızım, kınalı kuzum Versem seni bir mollaya Gider misin ona Aman Sümbülüm, gider misin ona?

Kızım kızım, kınalı kuzum Versem seni bir işçiye Gider misin ona Aman Sümbülüm, gider misin ona?

Baba baba, ben gidemem ona Onun kitapları çoktur Okutur bana...

Baba baba, ben giderim ona İşten döner, güçten döner Sarılır bana... Entarisi

Entarisi ala benziyor Benim yârim, anneciğim bala benziyor Aman dostlar, yanıyorum, bakın halime Tulumbayla su serpiniz yanık kalbime.

Entarisi boylu boylu Benim yârim, anneciğim fidan boylu Aman dostlar, yanıyorum, bakın halime Tulumbayla su serpiniz yanık kalbime.

Entarisi salkım saçak Sol yanımdan, anneciğim vurdular bıçak. Aman dostlar, yanıyorum, bakın halime Tulumbayla su serpiniz yanık kalbime.

Entarisi metil boya Saramadım, anneciğim doya doya Aman dostlar, yanıyorum, bakın halime Tulumbayla su serpiniz yanık kalbime.


206

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Entarisi biçim biçim Ölüyorum, anneciğim, ben o yar için Aman dostlar, yanıyorum, bakın halime Tulumbayla su serpiniz yanık kalbime. Uzun kavak selvi de kavak Dalların kurusun Ah yere düşen yaprakların Suda çürüsün, anam.

Benim yârim bahçede gezer Kestanenin etrafına karanfiller dizer Aman dostlar, yanıyorum, bakın halime Tulumbayla su serpiniz yanık kalbime.

Uzun Kavak Herkes alsın yârini de koluna Güle güle yürüsün Ah, benim yârim gül bahçesine Gelemez oldu, aman.

Herkesin yâri gül bahçede Güller gibi açılmış Ah, benim yârim gül bahçede Tomurcuk kalmış, aman.

Keloğlan ve Padişah Kızı

Filiz Soytürk-09.Nisan.2015

Bulgar halk masalları arasında en çok sevilenlerden olan Keleş ve Çar Kızı masalında Türk dünyamızın öz ve özgün çizgilerini buluyoruz. Bizim Bulgaristan Türkleri lehçelerimizde “keleş” nefret dolu, hırçın ve beceriksiz, ehemmiyetsiz bir adamdır. Mesela bu beceriksiz adamdan mı korkuyorsun? Sözleri keleş biri için söylenir. Bulgar halkı “keleş” sözünü bu halk masalında yiğit, cesur ve bahadır biri olarak, bilmiştir. Okur keloğlandan farklı bir simayla karşılaşır. Masalın özündeki Türk olgusunu ele veren bir de, Çar Kızının terlik giymesidir. Bulgar kültüründe ev içine ayakkabılarla girildiğinden, toplumda ve hatta Çar Saraylarında terlik kültürü diye bir olay yoktur. Üstelik dışarıda da terlikle dolaşma alışkanlığı yoktur. Masalda Çar kızının her gece bir çift terlik eskitmesi, masalın ana motiflerinden biridir.


Makale ve Analizler - 2015

207

Bu masal halk kültüründe derinliğini gösteren bir eser olduğu kadar, diğer halkların kültürlerini nasıl etkilediğine de bir örnektir. Önemli olan bir de kültürümüzde başaranın bir dev, bir ejderha, aslan veya yılan değil, öncelikle ve başlıca insanoğlu zekâsı, becerisi ve yaratıcılığı olduğuna bir örnektir. Bu masalımızın bir Bulgar hak masalı olarak sunuluş şekli şöyledir: Keleş ve Çar Kızı Vaktin birinde bir Çar ve onun da bir kızı varmış. Kız her gece terliklerini eskittiği için Çar her sabah ona yeni terlik alıyormuş. Nasıl olur da her gece bir çift terlik eskitir diye düşünen Çar, kızının gece yaşantısına bir türlü akıl erdiremediğinden, hayret içinde kalmış. Nihayet, kızının gece hayatını takip ettirmek ve olup biteni öğrenmek için koruma tutmuş. Üstüne üstelik kızının gece serüvenleri üstüne ona gerçekleri anlatana, kızını vermeyi de vaat etmiş. Birçok prens ve levent genç kısmet denerken gece uyuyup kaldıklarından Çara hiçbir sır açamamış ve sabah erken hepsinin kelleleri kaymış. Oysa Çar kızıyla oynaşan bir yılanmış. Korumalara uykuya daldığında gelip kızı kendi evine götürerek oynaştıktan sonra sabaha karşı saraya döndürüyormuş. Saraya Keleş adında bir genç gelene kadar 29 damat adayının kellesi kaydırılmış: - “Kutlu Çarım, müsaadenizle, kafamın kesilmesi pahasına da olsa, ben kızınızı koruma ödevini üstlenmek istiyorum,” demiş. Gece yarısına kadar uykusunu almak için akşam erkenden kızın kapısının eşiği yakın uzanmış ve horlamış. Gelen gece yarısı gelmiş, kızın kapısını usulca çalmış. Prenses kalkıp kapıyı açmış. Oda birden aydınlanmış, içinde sanki güneş doğmuş. Tam o an Keleş uyansa da, horlamaya devam etmiş. Prenses en güzel elbiselerini ve yeni terliklerini giymiş, el ele tutunup yılanın evine yollanmışlar. Keleş peşlerince yürümüş. Saraydan çıkınca yılanla prenses bir altın çiçek demetiyle oyuna başlamış. O kıza atıyor, kız da demeti geri çeviriyormuş. Keleş bir meşe gölgesine saklanmış ve bir defasında demet yakınına yuvarlanınca, uzanıp almış ve koynuna saklamış. Altın demedin kaybolduğunu fark eden yılan ile prenses kavga etmeye başlamışlar: “Demedi sana atmıştım.” diyormuş ısrarla yılan. “Görmedim.” diyormuş prenses.


208

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Nihayet ikisi de sakinleştiğinde yola koyulmuşlar. Onlar biraz uzaklaşınca, Keleş Çara götürmek için gölgesine saklandığı ağaçtan birkaç yonga koparmaya çalışmış. Kulağına satır sesleri gelen prenses: “Ağaçtan bir ses geliyor,” demiş. “Korkma, sana öyle gelmiştir.” demiş yılan. Yürümeye devam etmişler. Az gitmişler uz gitmişler, bir köprübaşına gelmişler. Onlar köprüden geçtikten sonra, Keleş köprüden bir taş parçası almak için köprü altına inmiş. Kulağına yine bir takım sesler gelen prenses ardına dönerek: “Bu ses nereden geliyor?” diye sormuş. “Korkma, sana öyle gelmiştir.” demiş yılan. Yine yola düşmüşler. Az gitmiş uz gitmişler ve köprüsü olmayan, derin bir ırmak kenarına varmışlar. Yılan Çar kızını kucakladığı gibi karşı yakaya atlamış. Keleş kıyıda, sağa bakınmış sola bakınmış, kimseyi görememiş. Yakınında iki şeytan bir bakır tava, bir büyük şapka ve bir gümüş değnek için ocak başında kavga ediyorlarmış. “Siz ne için kavga ediyorsunuz?” diye sormuş yüksek sesle Keleş. “Şu eşyalar için birbirimize girdik, çünkü onları aramızda paylaşamıyoruz.” demişler. Bunu işiten Keleş hemen sormuş: “Bunların özelliği nedir ki, aranızda paylaşamıyorsunuz?” diye sormuş. Şeytanın biri söze karışmış. “İnsan bu şapkayı başına koyunca, görünmez oluyor. İnsan şu bakır tavaya oturduğunda, en derin nehri hemen geçebiliyor,” diye eklemiş öteki şeytan. “Verin bana bunları ve ben aranızda adil paylaşım yaparım,” diye rica etmiş Keleş. İnanmışlar ve üç eşyayı da uzatmışlar. Keleş tavaya hemen oturmuş, şapkayı kafasına koymasıyla görünmez olmuş ve gümüş değnekle tavaya vurmasıyla kendini ırmağın karşı yakasında bulmuş. Bu arada yılan ile prenses kıyıdan bir hayli uzaklaşmış olduklarından, Keleş onları zor bulmuş. Nihayet onlara ulaşmış. Neredeyse yılanın evine varmışlar ve içeri girmek üzereymişler. Başına şeytanlardan aldığı şapkayı koyan Keleş yine görünmez olmuş ve arkalarından içeri girip kapı ardına gizlenmiş. Yılan ile prenses yol yorgunluğundan dinlenmek için bir köşeye oturmuşlar. Yılan koynundan bir altın elma çıkarmış, prensese yuvarlamış, o da geri çevirmiş. Altın alma bir defasında kapıya doğru yuvarlanana kadar, oyun devam etmiş. Yaklaşan altın elmayı alan Keleş, cebine saklamış. Yılan ile prenses topu aramışlar. Bulamayınca da tartışmaya başlamışlar:


Makale ve Analizler - 2015

209

“Elmayı atsana, neden gizliyorsun, sende olduğunu biliyorum.” diyormuş prenses. “Ben sana attım, sende olmalı.” diye cevap veriyormuş yılan. Kalkıp aramaya koyulmuşlar ve bulamayınca, Çar kızı: “Lütfen beni artık saraya götür,” demiş. Onlar, saray yola koyulmuş, arkalarından da Keleş ilerlemiş. Derin ırmağa geldiklerinde, onlar bir hamlede, arkalarından Keleş de tavayla geçmiş. Köprüden de geçmişler ve meşe ağacına yaklaşırken, Keleş, izlendiklerini anlamasınlar diye acele edip saraya onlardan evvel varmış. Kapının yanına uzanıp horlamaya başlarken onlar da yetişmişler. Keleş’in uyuduğunu görmüşler. Yılan prensesle vedalaşmış, onu yatağına yatırdıktan sonra uzaklaşmış. Ertesi sabah, herkes uyandığında, Çar kızının terliklerine bakmış, aşınmış durumlarını görünce hemen sormuş: - “Güzel kızım, terliklerin yine param parça, neredeydin?” - “Ben bir yere gitmedim, buradaydım.” Olmuş kızın cevabı. - “İyi öyleyse, ben Keleş’i çağırtıp, nerelerde gezdiğini, hemen öğreneceğim,” demiş Çar. - “Çağırt baba,” demiş kız. Çar Keleş’i çağırmış ve sormuş: “Ey, Keleş kızımın gece gece nereleri dolaştığını anlayabildin mi? Nereleri gezer de terliklerini bu duruma getirir?” diye sormuş. “Gerçekleri anladım Çar hazretleri,” diye cevap veren Keleş. Prenses bu cevaptan biraz şok olmuş ve “Anlat bakalım ne anladın?” demiş. Keleş, gece yarılarında yılanın prensesi uyandırıp evine götürdüğünü ve yolculuk ayrıntılarını birer birer anlatmış. Söz altın demete geldiğinde, Keleş onu koynundan çıkarıp Çara göstermiş. “Böyle olmadı mı?” diye sormuş prensese ve söz altın elmaya geldiğinde, onu da cebinden çıkarmış ve gösterdikten sonra prensese dönerek: “Öyle olmadı mı?” diye bir daha sormuş. Prenses babasından ve hazır bulunanlardan çok utanmış ve her şeyi doğrulamış: Doğruları öğrenen Çar kızını Keleşle evlendirmiş. Keleş Çar damadı olmuş. Çar damadına çarlığının yarısını vermiş. Keleşe kızınla yaşama ve çarlığa hükmetme hakkı tanımış.


210

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İşite böyle oluyor keloğlan keleşle, Sultan Çarla, kızı prensesle, ayakkabılar terlikle, fesler şapkayla, çubuklar değnekle vs. değiştirilince. Onlar ermişler muradına...

Yeni Giriş

Ertaş Çakır-11.Nisan.2015

Memleket isterim Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun; Kuşların çiçeklerin diyarı olsun. Memleket isterim Ne başta dert ne gönülde hasret olsun; Kardeş kavgasına bir nihayet olsun. Memleket isterim Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun; Kış günü herkesin evi barkı olsun. Hepimizin en büyük özlemiydi değil mi! Konuya giriyorum: Bölüm 1. Ahmet Doğan adıyla anılan Ahmet İsmailov Ahmedov benim köydeşim ve akranımdır. Bugüne kadar “Bulgaristan Türklerinin Sesi” yayınlarında birçok yazımla hemşerimi anlatmaya çalıştım. Onun hayatından anılarımı yazdım. Ahmet kötü biri ya da iyi biri olduğundan dolayı ya da benim kendimle bir alıp veremediğim olduğundan dolayı da değil, benim bildiklerimi hepinizin bilmesi ve hepimiz için kötü olan bu gidişi birlikte durdurmamız için bu çabayı gösterdim ve yine kaleme sarıldım.. İnsanı yakınındaki en iyi bilir, atasözümüz bu yazı dizime de anahtar olacaktır. Ahmet Doğan şahsının politik pazara sürülmesiyle Bulgaristan Türkleri ve Bulgaristanlı tüm Müslümanlarımız aldatılmıştır ve yanlış yola saptırılmıştır. Üstelik kendilerine en büyük kötülükleri yapan totaliter, komünist Bulgar rejimine


Makale ve Analizler - 2015

211

köle edilmişler ve 26 yıldan beri eritilmeleri süreci devam ederken ekmek parasına muhtaç duruma getirilmişlerdir. Ben Türkiye’ye Bulgaristan’da Madencilik ve Jeoloji Enstitüsü mezunu bir yüksek mühendis olarak diplomamla geldim. Bunu yazmama sebepse, kullandığım kaynakları orijinal okuyup anlayacak kadar düzgün Bulgar lisanım olmasıdır. Sofya’ya gittim. 1920’li yılların büyük Köylü önderi Al. Stamboliyski’nin Opera Binası önündeki boy heykelinin sağında bulunan yapıdaki Dosya Arşivi okuma salonuna girip “Ahmet Doğan Dosyası’nı” istedim ve günlerce okudum.10 kabarık cilt.Çok vaktimi aldı. Notlarımı değerlendirdim. Vakti olan ve ilgilenenlere aktarmak için bir dizi sunarak gerçekleri bir daha anlatıp açıklamaya çalışmak istiyorum. Bir şeyi yalnız birimizin bilmesi bir şey ifade etmiyor. Güçlü olmamız için aynı gerçekleri hepimizin bilmesi şart oldu. Bu kadar çok çaba ve ayrılan bu kadar uzun zaman içinden çıkan ter damlasındaki gerçek şudur: “O çok tehlikeli bir adam. Köyümüzden böyle biri çıkacağını hiç düşünemezdim. Çok insan canı yakmış. Kötülükleri alabildiğine devam ediyor.” Köydeşlerim adına hem utanıyor ve hem de bizim köyden birinin Bulgaristanlı Türklere, Müslümanlara, soydaşlarıma bu kadar iğrenç davranması, yanına sokulduğu her birimizin kuyusunu kazması, ocağını söndürmesi, sayısız kötülük yapması, bu kadar çok aile ocağını parçalaması ve bu kadar büyük sayıda annesi ağlatması insanı çıldırtabilir. Hafiyeliğin bir hastalık olduğunu daha önce bilmiyordum. Böylesi iğrenç bir olaya ilk kez rastlıyorum. Samimiyetle yazıyorum, soylarımız temizdir, imanlı ve merhametlidir. Biz hepimiz imanı kutsal bilen Müslümanlarız. Yaşlılarımız her gün beş vakit namazdadır. Ahlakımız dürüsttür. Köy kabristanlığımızda yatan atalarımız Türklüğün şeref duyabileceği adalet ve sulh içinde bir yaşam yaşayıp göçerken arkalarında görülecek hesap bırakmayan cennetlik kardeşlerimizdir. Yetiştiğimiz ortam budur. Ahmet, köydeş soylarından Dolanların Hasanın ikinci eşi Demiriye’nin beraberinde getirdiği ve babasının Varna Romanlarından olduğunu öğrenince üvey babanın gönlünü açıp sevemediği, git gide yozlaştıkça dışlanan ve köy ortamında pek tutunamayan biriydi. O Pçelarovo köyünde doğdu. 1985 yılına kadar toplanan dosya arşivinde, bu yüzden olacak Ahmet Doğan’ın ismi, Ahmet Ahmedov olarak geçiyor. Gerçek adı, baba adı ve soy ismi iseAhmet İsmailov Ahmedov’tur. Onu tanıyan birçok kişi bile, 1985’te zorla isim değiştirme faciasına kadar onun gerçek isimlerini bilmiyordu. İsim karışıklılığı yaratarak insanların gerçek kimliklerini gizlemek, bizde gizli polis servislerince uygulanan bir yöntemdir. Bu nedenle, 1990 başında Hak ve Özgürlük Hareketi (HÖH) başkanı olarak toplum onun adını işittiğinde


212

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ahmet’in ismi, baba adı ve soyadı tamamen değişti:Medi Doganov Doganovoldu. Okuduklarımdan çıkarabildiğim kadarıyla onun 3 isminin de değiştirilmesi ve bu şekle sokulması yine gizli polisle danışmalı ve koordineli olarak düşünülmüştür. Olay şöyledir: Bulgar dilinde ve dini kültürlerinde “medyum” sözü bilinir. Medyum, insanlarla ruhlar arasında aracılık eden kimsedir. O zaman gizli polisin fikrinde, olağanüstü yaralı ve öfkeli olan Bulgaristan Türklerine ve Bulgaristan’da yaşayan Müslümanlara sözde bir “şifa meleği” gönderip, hepimizi avutup yatıştırarak susturmak vardı ki, Ahmet’e “Medi” yani şifa veren adam, dendi. Bu bir polis uydurmasıydı. Tutar diye düşünmüşlerdi. Köydeşim Ahmet, bu ismi anasının ve dedesinin seçtiği ve köy imamının kulağına üflediği ismin yerine kabul etmekle, polis planını uyguladı. Baba adı olarak da (babası olmadığından, daha doğrusu, belki de oğlunun bir şeytan olarak dünyaya geldiğini ve insanlara çok kötülük yapacağını sezdiğinden olacak, evladını annesiyle birlikte terk etti. Alıp başını çekti gitti ve onları bir daha asla aramadı) annesinin ismi olan Demir iye’den “Demir” kökünü aldı. Bu da tutmadı. Gizli polis razı gelmedi. İsim meselesi önemliydi. Demir ismi Türkleri demir gibi olmaya özendirebilirdi ki, buna izin verilemezdi. Bu durumda babalığı Hasan’ın “Dolan” soy isminden “Doğan” yani Doğan üretildi. “Dolan” olamazdı, çünkü dolandırıcı veya gerçekleri dolanan sahtekâr birini çağrıştırıyordu. “Doğan” ise, “Şahin”di. Türklerin sevdiğiydi. Onların Şahinler gibi köyleri de vardı. Herkesin gözü pek, iş güden, avcılara ve büyük adamlara bağlı iş gören, ne bildiği belli olmayan birini anımsattığından Bulgar polisinin gönlüne yatmıştı. Medi’den Ahmet’e geri dönüldü. “Ajan” kişide sihirli nitelikler olmalıydı ama bu defa olmadı. Bu bakıma Ahmet’e dönüş de gizli polis önerisiyle oldu. Bulgar istihbaratının yaratığı, hiçbir ananın doğurmadığı, isimlerine, baba ismine soy ismine bakıldığında, soyu, kökü, suyu olmayan, anadan doğmamış ve babası da olmayan, insiz cinsizBulgaristan Türk Tipiolarak Ahmet Doğan yaratıldı. Ahmet’in isim serüveninin kıvrımları bunlardır. O yıllar, İngiltere’de “Doly” adlı anasız-babasız kuzuların meleşmeye ve İsrail laboratuarlarında çekirdekten değil de gövde suyundan hepsi yumurta gibi aynı büyüklükte tatsız tuzsuz domates üretilmeye başladığı yıllardı. Bulgarlar her zaman olduğu gibi, bu defa da, her bakıma en önde olmak istiyordu. Bir Bulgaristanlı “Türk”ten, soyu, kökü, anası ve babası olmayan, ana dilini konuşamayan, dedesini tanımak bile istemeyen bir Genç Tip yaratma yolunda başarılı olmuşlardı. Bu adam isimlerini geri isterken ayaklananlara “önder”, “yönetmen”, “lider” olmalıydı ve oldu. Medya ve politik sistem harekete geçti. Başardılar. Bugün korunması için yılda 2 milyon leva ödenen bu “Yeni İnsan Tipi” artık ruhsal


Makale ve Analizler - 2015

213

bozukluk, olağanüstü hırs ve ayarsızlık yaşadığı için halktan koparılıp uzaklaştırıldı ve bir ayıraç şişesine kapatılarak sanki derin dondurucuda tutuluyor. Hedef 100 yıl ezilen Türklere gözdağı vermektir. Eriyip asimile olmayı kabul etmezseniz size de derin dondurucuda yer var demek istiyorlar. Bir de şu var kuşkusuz, Müslümanlara itaat etmezlerse başlarına geleceklerin örneğini gösteriyorlar. Neredeyse 8 yıl oldu ve Ahmet Doğan sokağa çıkamıyor. Tabii Arşiv Dosyasında bu yeni durum yok, ama hayat uzadıkça uzayan bir süreçtir. Hapiste kalmaktan da kuşkusuz daha zor olan bu yaşam biçiminde oluşturulan Suni Yaratık işe yaramaya devam ediyor. O olmasaydı, 1990’da Politik Sahneden Atılan komünistliğin ömrü çoktan bitecek, abidesi dikilmese de mumu sönecekti. Bu olsaydı şişirilen balonda Türk ve Müslümanların haklarını geri vermek bir yalandı deyenler gülünç duruma düşerdi. Ben, köydeşlerimden biri olan hafiyenin arşiv dosyasını sayfa sayfa okudukça tüylerim ürperdi. Öfkemden patlayacak gibi oldum. İlk izlenimlerinde, 1985 yılına kadar Bulgaristan’da adı geçenler arasında pek bilinmeyen, dört kişinin tanıdığı veya iki kişinin selam verdiği bir sima olmadığından dolayı, (Ahmet Doğan’ı tanıyan pek yoktu) her şeyin bir gizem içinde, gizlice, ince düşünülerek ustaca yapılışına şaştım kaldım. Bulgar istihbaratı “DS” birkimliksiz kişi olan muammalı Ahmet’i lider gibi biçimlendirmeye ve halka dayatmaya çok çaba harcamış.Bu çabaların içinde ana çizgi, ona verilen esrarengizliktir. Sözdebaşkalarının bildiklerinden daha fazlasını bilenbiri havası yaratılmıştır. Bu, Bulgar toplumundaki yapılanış, halk psikolojisi ve Bulgaristanlı Türklerin büyük çekilerden sonra soru sormaya bile takat ve cesaretleri kalmadığı bir zamanda yapılmıştır. Halkın bezginliğinden yararlanılmıştır. Bu açıdan bakınca, 1990 ile 2000 yılı arasında Ahmet Doğan’la görüşmelerde kendisine ona adını, soyadını, soyunu, sopunu, muhbirliğini, ajanlığını, jurnalciliğini, dönekliğini, hainliğini, hapishane yıllarını sormamıştır. Bulgar gazeteleri bir “kahraman”, bir “insan hakları savunucusu” ve bir “Türk demokrat” yaratabilmek için ellerinden ve dillerinden geldiğini yapmıştır. Üstelik onun hakkında söylenen her sözün bir uydurma, birbirine dikilmiş yalan tuzağı olduğuna da pek dikkat eden olmamıştır. Parti adına yalnız kendisi konuşan bu polis gözdesi istediği yalanı istediği kadar tekrar ederek emeline ulaşmıştır. O yıllarda insanlarımız sanki inekti, yemliğe döküleni yiyor, insanımız da anlatılana inanıyor, uydurmaları gerçek olarak kabul ediyor ve inanıyordu. Dosyalarda halkımızın akla karayı seçip, gerçeği aradığına ilişkin bir hafiye bilgisi bulamadım. Bu konuda aydınlar da susmuş ve içlerine çekilmiştir. Bu, çok acı bir gerçektir. Dosyalardaki her satırı tüm dikkatimle okusam da, ara sıra kafam iyice karıştı ve içimden “olamaz böyle bir şey” dediğim oldu. Mesela 1989 yazında Paris’te


214

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

toplanan Uluslararası İnsan Hakları Kurultayı -UİHK’na giden Bulgar Demokratik Güçler Birliği heyeti- Jelü Jelev de dahil- hükümet uçağıyla uçmuştu. Otel paralarını devletten almışlar ve konferans salonuna girmeden dönmüşlerdi. Türklerin ve Demokratik Güçlerin mücadelesi ilişkin bildiri okunmadan “Sena” ırmağına atılmıştı. Okurken dilimi ısırdım. Git gide dosyayı bir roman gibi okumaya başladım. Ahmet Doğan Askeri Karşı İstihbarat (VKR) ve devlet güvenlik servisi “DS” Birinci Şube ajanıydı. Fakat 1985’ten başlayarak 2000 yılına kadar ona ajan geçmişi hakkında soru soran olmadığı gibi, sanki geçmişinden kuşku duyan da yoktur. O kendisi de gerçekten ajanlık yapanların bilinmesine gayret göstermese de, Önal Lütfi, Osman Oktay ve bazı diğer etkin hafiyeleri etrafına kalkan yapmayı başarmıştı. HÖH yönetimine yerleşebilen ajanlar dışında, hafiyeliğinden kuşkulandıklarını memleket dışına kovdurmak işine ağırlık verdi ve bu yönde elinden geleni ardına koymadı. Bu konuda dosyaya alınmış belge yok.Bu dosyalar temizlenmiş de olabilir,çünkü Türklere karşı işlenen kültürel soy kırımı anlatan evraklara da rastlamadım. Dikkatimi çeken Ahmet’in her görev için hafiye raporunu teslim ederken bir imza karşılığı para ödülü almasıdır. Örneğin 1994’te Hak ve Özgürlükler Gazetesi’nin Ahmet Doğan’ın emriyle kapatılması belgelenmemiştir. O yılarda, yani Türklerimizin zorla asimile edildiği dönemde, Türkler ve Müslümanlar arasında 3016 ajan çalıştırıldığı artık resmen biliniyor. Buajanlardan 54’ü “Belene” Ölüm Kampına sızdırılmış, hapishanelerde her beş “mahkûmdan” birinin ardına hafiye salınmışken, ajanlar yatakhane sorumlusu, kütüphaneci, kürekten kazmadan sorumlu, çaprakçı gibi işler görürken hiç biri hakkında evrak olmaması da ilginçtir. Durumu kontrol altında tutanların fişlenmemiş olması ilginçtir. Ahmet Doğan, 1990’dan sonra ajan sürüsünün ayıklanmasına, devlet önünde saygınların meclise kapatılmasında ve politik aktifliğin felce uğratılmasında başar rol oynamıştır. O, birçok dava arkadaşımızın ölümüne, yaralanmasına vs. neden olandır. En azılı ajanların ceza almaları için elini kımıldatmayan da odur. HÖH partisini kendisi var, ama halk için yaptığı hiçbir iş olmayan bir olgu haline getiren de odur. Onun gördüğü işlerdeki çizgide, ajan ağının koruma ve etnik halk topluluğumuzun başkaldırmasına engel olma en büyük özelliktir. O, tanıdığı kişileri devamlı gammazlayarak bu hedefine ulaşmıştır. Asimile edildiğimiz utanç yıllarında, bilimsel “kariyerine” (bilimler doktoru olmak istemişti) sözde ara verip Türkler arasında illegal çalışma başlatan, Bulgaristan Türkleri Kurtuluş Hareketi gibi gizli hareketlenmeyi oluşturan, sonra tutuklanan, sözüm yabana hapse giren ve bu adımlarıyla halkımızın hakları ve özgürlükleri, adalet ve demokrasi uğruna mücadele güçlerinin öncüleriyle ilişki kurmayı başaran ve onları jurnalleyen, ele verdiklerinin başına bin bir bela açan


Makale ve Analizler - 2015

215

Ahmet Doğan’ın kendisidir. Gammazlama yazıları dosyadadır. Bu iğrençlik için ödenen paraların makbuzları da dosyalardadır. Ahmet, kimsenin ona şüpheyle bakmamasını güven kazanarak başarıyla sağlamıştır. Dosyaların açılmasından sonra da kimsenin onu sorgulamaması ise anlaşılır gibi değildir. Bunu, insanımızdan iğrençlikten gına getirmesine bağladım. Maskesi indirilmeyen ilişkiler onu korumuş, kuytuya geçmesini sağlamış ve kendine legal yeni kimlik yaratıp, kendini kabul ettirmesine yol açmıştır. Gerçeklerin görülememesi sebeplerinin başında Büyük Göçle aydınlarımızın, en öncü direniş liderlerimizin sınır dışı edilmesini görüyorum. Yine demokrasi güneşinin doğduğu ilk yıllarda, “DS” Altıncı Şubesi ile bağlarınız var mı? gibi sorular kimi defa direk olarak sorulsa da, o gerçeği her defasında kesinlikle ret etmiş ve daha sonraları da, bu gibi sorulara asla cevap vermeye yanaşmamıştır. Bu da onun bir yalancı olduğuna büyük kanıttır. Günümüzde VI. Şube şefi Dimitır İvanov’un gizli polis için özel kadro eğitim merkezi olan “Kütüphaneci Enstitüsü”nü yönetenlerden biri olması da, cevabı verilmeyen sorulara geciken parlak yanıttır. Önümdeki dosya 10 cilt olup kapakları kapanırken ipleri ucu ucuna geliyor. İçinde yazılar su olsa, satırların her birinden ihanet ırmağı akmaya başlayacaktır. “Gerçeklerin anası inkârdır!” diyenler, bu derinliğe inerken başlarından neler geçmiştir dersiniz?! Adını, baba adını, soyadını, dinini, geçmişini, ajanlığını, ihanetini ve tüm öteki iğrençliği ret etmek için susmak yeterli olabilir mi? “Liderlik” yolu mutlaka hafiyelik belgeleriyle mi döşenmelidir! Kendi kendime sorduğum bu sorulara yanıt aramaya devam ediyorum. Şu noktaya dikkat ediniz lütfen. Dosyadaki belgelerde yazdığına göre, arşiflerin açılması işinde Ahmet Doğan’ın sıvazlaya sıvazlaya yetiştirdiği Kasim Dal’ın girişimi, ballandırarak anlattığı yasa inisiyatifi bir masaldır. “DS” ajan dosyaları Avrupa Birliği’nin baskıları sonucu açılmıştır.İsteyen okuyabilir. Ve ben gibi ilgisini söndüremeyip gidip dosya okuma zahmetine katılan biri, Bulgaristan’ın Demokrasiye Geçiş Dönemi’nde 2 defa hükümet kurma şansı elde eden bizi oyan ajanın, köydeşlerimden birinin hayat yolu ve halkıma ihaneti üstüne yakın ve ayrıntılı bilgi öğrendim. O gün bu gün Drındarlıyım demez oldum, çünkü utanıyorum. Bir gün gelir o sizlerdendi, sizden de hesap sormak var, deyecek birine rast gelirim diye çekiniyorum. İzlemlerimin bu noktası olağanüstü önemlidir, çünkü toplam 25 yıllık demokratikleşme sürecinde ülkeyi 10 yıl idare eden 2 hükümetin oluşturulmasına önayak olan ve vatanımızı çökertip insanlarımızı el açar duruma getiren bu ajana “köydeşimdir” diyemiyorum. Bir kişinin ihanetlerinin 1 milyon insanımızı bu kadar kötü ve yıkıcı etkileyebildiğine de inanmak istemiyorum.


216

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Şunu da yeri gelmişken vurgulamak istiyorum. Okuma olanağı bulduğum 10 ciltlik ajan dosyası, bir romanlaştırılmış cinayetler dizisi olmaktan çok öteydi. Arşivin içindeki sistemli bilgiler var. Son 25 yılda onun hakkında söylenen ve konuşulanlardan farklı olarak, HÖH-lideriyle ilgili çok daha doyurucu, kabuğu özden, samanı tanelerden ayırıcı, gerçekleri gün ışığına seren ayrıntılar okudum. Dosyada komünist rejim gizli servislerinin bize karşı çalışma usulünü görülebildiğim gibi, okuduğum sayfalarda baskı altına alınmış, dayanamamış, kendisine bir şeyler vaat edilerek kazanılmış ve zorlanmış ve bir dayanıksız, iradesiz olduğu için ajanlık yapmayı kabullenen biri yok, ajanlığı vicdan kaderi eden bir sürüngen buldum.Belgeler gizli polis “DS”nin hayatımızın kılcal damarlarına nasıl sızdığına, kanımızı nasıl emdiğine, bilincimizi nasıl söndürdüğüne, irademizi nasıl kırdığına kesin kanıtlar sunuyor. Dosyalarda amansız, acımasız, insanlık diye bir değeri olmayan, düzenli bir gizli polis teşkilatında görev alan bir ajan kimliği görebildim. Her şeyi kendi kontrolü altında tutmak ve yönlendirmek üzere kurulan, buna engel olanları tamamen ezerken acımasızlık gösteren, düzgün bir sistemin amaca yönelik soğuk insafsızlığını hissetim. Şu da var, sayfalardan sızdığına göre, Ahmet Doğan “DS” gizli polisininsıradan bir ajanı değilmiş. O totaliter rejimin zorbacı kesiminin çalıştırdığı bir imha makinesi rolü görmüştür. Hedefli, bilgili, irdeleyen ve yok eden, görünümü yoksul ama cebi para dolu ve işinde başarılı olan bir şeytan dikiliyor okuyucunun karşısına... O çok tehlikeli ve dehşet saçan biri olarak yetiştirildiğini gizlemek istese de gizleyemiyor. Birçok defa ikiyüzlülüğü sırıtırken, çaresizliği, acınası zavallılığı gölgesi oluyor ve onu boğazlamaya çalışıyor. Dosya evraklarında Ahmet Doğan’ın rüyasında ne gördüğü yok. Bu kadar kötülük eden bir kişinin ruh hastası olduğunu kabul etmezsek yanlış ederiz. Dosyalardaki Ahmet kimliksiz bir zavallı bir sürüngendir. Ahmet Doğan’ın hafiye arşivi aynı zaman şahsi bir bilgi kaynağı olduğundan, onun özel hayatı da ilgi çekicidir. Bir de, onun “DS” muhbirliğinde şahsi olan bir şey yoktur. Hatta arkadaş eşini tavlamaya çalışması, onları yatağa sürüklemesi, çıplak kızlarla çekilmiş resimleri “DS” görevi olarak ortaya çıkıyor. Dosyaları kapayıp, düşündüğümde ajan “Angelov”, “Sergey” ve Sava”nın çok zavallı ve acıklı bir hayat yolu olduğuna bir az da üzüldüm. Bir adam bu kadar zavallı duruma düşer mi diye düşündüm. O ömür boyu ipleri başkaları tarafından çekilen ve ancak isteneni yapmak zorunda olan işgüzar bir zavallıdan başka biri olamamıştır. Ne yazık değil mi! Bu şerefsiz bugün de “liderim” demeye devam ediyor. Aklımdan geçense, onun adının tarihte başkasının avlusunu süpürürken telleri kopmuş bir süpürge çomağı olarak geçecek olmasıdır. Sonra komşularımızı, yakınlarını, arkadaşlarını, misafirlerimizi, iş arkadaşlarımızı ele verdiği için para alması alçaklık değil de nedir? Ekmeğini yediğin köydeşimi jurnallemişsin, oldu mu?


Makale ve Analizler - 2015

217

Şu da önemlidir. Ajanlık yıllarında Ahmet Doğan yalnız “DS” Türk Şubesine hizmet etmiş, istihbarat toplayan ve analiz eden bir hafiye olarak görev almıştır. Hafiyeliğinin kurbanlarından ekseriyeti akrabaları, dostları, sevgilileri ve bizim sıradan köydeşlerimizdir. İsimlerini okudukça, hepsini tanıdığım ve başlarına geleni bildiğim için göz pınarlarımın dolmasına mani olamadım. 350 haneydik 150 hane kaldık. Huzurumuzu bozan hafiyeler bizi dağıtmayı başardılar. Bir kurdun en büyük ağacı kurutabildiğini duymuştum da, benim köyümün özünü oyanın Ahmet olduğunu okudukça, çok ama çok üzüldüm, kükredikçe köpürdüm. Ona kimse kötülük yapmamıştı. Kimden ne istedi? O zaten çok zavallı bir gençti, neyse aldanmışız işte... Ele verilenler onu Sofya’da okuyor falan diye bağrına bastı. Onunla samimi emellerini paylaşanlar vardı. Evraklarda hemşerilerim birer birer gözlerimin önüne dizildi. Ne kadar çekmişlerdi. Birçokları dosyalar açılmazdan önce öldü. Göç ettiler. Batıya kaçtılar ve gelmediler. Ah bir toplanabilsek...Bulgaristan Türkleri kuyusunun, onların merhamet gösterdikleri bir kişi tarafından kazılmış olması, Ahmet Doğan’ın aynasıdır. Bu acı olaya adamak istediğim yazılarımı halkımı sevdiğim için yazmak istiyorum. Benimhalkım en güçlü anti-totaliter ve anti-komünist hareket örgütleyip ayaklandı,çileler çekti ama dayandı, en önemli olan da toprağından sökülüp atılırken kimseye “elveda” demedi. İnancımızda, Vatanla vedalaşmak olmaz! Vatan ebedi olandır. Evlatlarını sabırla beklemesini bilendir. İnsanlarımızın demokrasi yolunda yürürken Ahmet Doğan gibi beş para etmeyen ajanları aldatılarak öncü bilmesi, politik temsil hakkını onlara vermesi, çok kötü oldu. Dava yolumuzda oyalandık, adalet geciktirildi, soy mayamızda dağılma oldu, belirli yerlerde zayıf düştük, ana dil, din, Müslüman ahlakını ve yaşam biçimini yaşatma gibi alanlarda ödün vermeye bugün de zorlanıyoruz. Kendi ellerimizle kurduğumuz parti halktan, etnik sorunlarımızdan, güncel yaşamımızdan koptu. Bulgarlarla kapı komşusu olsak da derelerden bulanık sular aktığından, iyi komşuluklara yeni anlam veremedik. Bizim sürekli yaşata geldiğimiz hoşgörü ve yardımseverliğimiz karşılık görmüyor. Bunun nedeni de Ahmet Doğan ile yakın arkadaşlarının, HÖH partisi yönetiminin, “DS” gizli polisinin yeni kurumlarıyla, eski komünistlerle eski dostluklarını çıkar temelinde sürdürmesi oldu.Bulgar bize bu yüzden inanmıyor. Bulgarlar Ahmet Doğan ve HÖH zirvesinin Geçiş Dönemi boyunca eski komünist zorbacılara omuz verdiğini ve onları yaşattığını gördükçe bizden yüz çevirdi. Yazılarım, hafiye ve hain köydeşim Ahmet Doğan’a komşularım adına verilecek bir hüküm olacaktır. Gelecek hafta “Angelov” dosyasını açalım ve çıkarılması gereken ibret dersleri üzerinde duralım. Okuduğunuz için teşekkür ederim.


218

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2015

219


220

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2015

221


222

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Sümeyye Erdoğan ile birlikte

Bulgaristan kınasından




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.