17 HEY GÜZEL VATAN

Page 1

HEY GĂœZEL VATAN

2015 Nisan - Temmuz Makale ve Analizleri


HEY GÜZEL VATAN BULTURK BGSAM Yayınları Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi - BGSAM -17 BULTÜRK Genel Başkanı: Rafet ULUTÜRK Basım: Nisan -Temmuz - 2015 Koordinatör: Dr. Nedim BİRİNCİ Editör: Raziye ÇAKIR İnternet sorumlusu : Kapak Tasarım: Murat ULUTÜRK Pazarlama Sorumlusu: Hamiyet ÇAKIR Arşiv: İbrahim SOYTÜRK İsteme Tel: 0212 511 63 47 www.bulturk.org; www.bghaber.org; info@bulturk.org İnternet sitesinin yazıları Adres: Yıldırım Mah. Şehit Kamil Balkan cad. No.114/A Bayrampaşa İstanbul Tel: +90 (212) 511 63 47 Belgegeçer: +90 (212) 526 51 98 https://bgsam.org/, https://issuu.com/bulturk, https://bulturk.org.tr/ Baskı : DİNÇ OFSET MATBAACILIK SAN. ve TİC. LTD. ŞTİ. Adres: Davutpaşa Cd. Emintaş San. Sit. No: 103/580-581 Topkapı - İstanbul Tel: 0090 212 493 24 67 TÜRKİYE CUMHURİYETİ YASASI GEREĞİNCE BU ESERİN YAYIN HAKKI BULTÜRK’ten İZİNSİZ KISMEN VEYA TAMAMEN ÇOĞALTILIP YAYINLANAMAZ

Web: www.bghaber.org ; E.Posta: rafetuluturk@yahoo.com


“Bilgi Ordusu, Bizim Ordumuz, Bildiğimizi Öğretmek,Bizim Borcumuz.” Rafet ULUTÜRK

Düşünceler dizisi olan elinizdeki eserin anlamı derin bir uğraşın ancak başlangıcıdır. Bulgaristanlı Türk Müslümanların başına 1970-72, 1984-85’te düşen yıldırımın bir daha düşmemesi için bir uyarı ve ışık niteliğindedir. Saygılarımızla, B U LT Ü R K İ st a n b u l



Önsöz Yerine Yıl 2015 1970-1985 arası üzerimize yıldırım düşmüş gibiydik. Stres geçti mi diye, soranlara cevabımız yoktu. Çünkü acımız anlatılır türden değildi. Ayrıca “Geçmiş olsun!” da uygun bir teselli değildi. Çünkü derin izler kaldı ve hiç bir şey unutulmadı. Tanımak zorundayız. Biz Bulgaristan devleti tarafından seri tuzaklara düşürüldük. “Başa gelen çekilir” özlü sözünü de yanlış algıladık. “Başa gelen tepilir!” anlamını açmamız gerekiyordu. Kimlik değiştirme trajedisinden sonra, bir de “Büyük Göçten” sonra Türklerin Türklerle kaynaşması serüveni yaşandı. 120 bin soydaşımızın geri dönüşü Türk bilincinde buluşma dalgasını kırdı. Neyse yılların geçmesiyle bu da aşıldı ve 1989 Ağustosunda “Kapıkule”den girenlerimizin toplam sayısı, Türkiye’de doğan çocuklar dışında 2015 yılı itibarı ile artık Türkiye’de 710 bin kişiye ulaşmış durumdayız. Biz çok büyük, örgütlü ve bilinçli bir güç haline dönüşeceğiz. En büyük özelliğimiz de ata toprağımızı, atalarımızın mezarlarını asla unutmamış olmamızdır. Bugünde bizim için ata vatanımızdaki en değerli taş, oradaki mezar taşlarımızdır. Biz Bulgaristan’da Bulgar çocukları ile aynı kitapları okuyarak aynı okulları bitirmiş olsak da zıt yetiştik, adına sosyalizm yani sözde insan kardeşliğine ve eşitliğe dayanan bir toplumsal düzende bu çelişkiler, ulus ile etnik azınlıklar arasındaki bağdaşmazlığa (antagonizme) kadar kızıştı. “Soya dönüş” yalanı, totalitarizm yıllarında bizi tamamen köreltebildiklerine inananların icadıydı. Türk iradesinin toplu tutuklamalarla, toplama kamplarında taş kırdırılarak, “Belene” ölüm kodeslerinde ve koğuşlarda kırılamayacağını, sulandırılıp eritilemeyeceğini çok geç anladılar. Biz bugün de yeni bir başlangıçtayız. “Bulgar Etnik Modeli”ni gömmeye, Rus ve Bulgar istihbarat ajanlarını politik yapılanmamızdan atmaya ve gerçek demokrasi ile adaletli topluma açılmaya çalışıyoruz.


6

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu özgürlükçü demokrasi ve Batı medeniyetinde buluşma yoludur. Yazılarımızda işlediğimiz konulardan biri de yeni asırda göçmen kimliğinden sıyrılıp Türk ulusal kimliğiyle kaynaşmadır. Saygılarımızla, Raziye ÇAKIR


Önsöz: Toplumların hayatında yazılı tarih büyük bir öneme sahiptir. Ancak bizde yazılı olmayan tarih, yani nesilden nesile aktarılan tarih vardır. Bu nedenle bazı olaylar zamanla faklı şekilde anlatılmakta veya algılanmaktadır. Gelecek nesillere aktarılacak olan bilgi birikiminin arşivlenmesi, kitap, dergi veya gazete gibi yayın organları aracılığı ile kalıcı hale getirilmesi büyük bir öneme sahiptir. Bu nedenle edindikleri tecrübeleri, yaptıkları çalışmaları toparlamak ve kitaplaştırmak güzel bir çalışmadır. Bunu bireysel olarak yapımaktan öte kurumsal olarak da yapmaları takdire şayan bir davranıştır. BULGARİSTAN TÜRKLERİ KÜLTÜR VE HİZMET DERNEĞİ kısa bir süre önce 2013’te kurulan internet haber sayfası www. bghaber.org sitesindeki yazıları bir araya getirerek yapılan bu çalışmaları kitapçık halinde getirerek bu konuda büyük bir ciddiyet göstermektedir. Derneğin internet haber sayfasında çıkan yazıları ve çalışmalarının yıllıklar halinde kitapçık haline getirerek yer aldığı bu çalışma gelecek kuşaklara aktarılacak ve ışık tutacaktır. Öte yandan dernek büyük bir arşiv de oluşturmuş durumdadır. Dernek faaliyetlerini gerekli ciddiyetle yürüten dernek Başkanı öncülüğünde dernek kurucuları, Yönetim Kurulu ve üyelerinin yaptıkları özverili çalışmalarından dolayı kutluyorum ve başarılarının devamını diliyorum. Ahmet Tüfekçi BULTÜRK Kurucu Üye


8

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Değerli Hemşehrilerim, Bulgaristan’da hepimiz zor günler yaşadık, itildik, ezildik, çiğnendik, hatta gün geldi vurulduk, şehitler verdik. Bu nedenle bizler kendi içimize kapanarak, yaşam mücadelesi vermeye çalıştık. Ancak bu içine dönüklükten kurtulmalıyız ve Türkiye’de yaşadığımıza göre, yasaların bize verdiği tüm haklardan bizlerde yararlanmalıyız. Peki, neden bunu yapamıyoruz? 1877-78 Rus-Türk savaşından sonra Osmanlının Balkanlardan çekilmesiyle birlikte, savaş esnasında işlenen akıl almaz katliamlar nedeni ile atalarımız asırlarca yaşadıkları yerleri terk ederek göç yolunu tutmuşlardır. Geride kalanlar ise Bulgaristandevleti’nin uygulamaya başladığı soy kırım politikalarına karşı direnmiş ve hayatta kalmaya çalışmışlardır. Şimdi ise burada Türkiye’de yaşayanlar oralara yardım edebilmek için, burada ilk önce bir araya gelmek ve bir merkez oluşturmalıyız. Artık bir kurum altında toplanmalı ve birlikte hareket etmeliyiz. Bu birliğe hepimizin ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Artık bir birimizi kötülemekten vaz geçmeliyiz, birisi için yanında konuşamayacağımızı başka bir yerde konuşmamalıyız, yani kısaca arkasından konuşmamalıyız. En önemlisi samimi, hoşgörülü ve ahlaklı olmak. Zamanla her şey yerine geleceğine inanıyorum, ama tabi ki bu dava üzerinde kafa yoran, stratejiler üreten ve devamlı bunun üzerinde çalışan olursa. Bizim savaşımız insanlarımızı ahlaklı yetiştirmek olmalı, birlik ve beraberliğe kendi insanlarımızla başlayarak tüm Türk Dünyasına taşmalıyız. Bizler burada Türkiye’de yaşayan Bulgaristanlılar büyük bir kitle haline gelmiş durumdayız. İşte bu nedenle şimdi bu kitleyi yani kendi hemşerilerimizi, bir araya toplayarak bir merkez, bir güç birliği oluşturmalıyız, tabi ki bu bizim doğal tabii hakkımızdır. Bizler de artık toplum gücünü kullanabilmeliyiz. Toplum olarak haklarımızı elde etmek zorundayız ve bu yönde çalışmalıyız. Biz bunu söylerken, önderlerimizi seçerken, başkaları kötüdür demiyoruz.


Makale ve Analizler - 2015

9

Biz bu işi onlardan daha iyi yapabileceğimize, Türkiye Cumhuriyetine ve Türk Dünyasına daha verimli olacağımıza, buralarda bu bölgelerde yaşayan Türklerin daha iyi, daha güvenilir, yaşamalarını sağlayacağımıza inandığımız için, Önderliğe, Yönetime talibiz. Bu arada Bulgaristan’da kalan kardeşlerimizin hepsinin siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel kimliklerini, muhafaza edebilmeleri için mücadele etmeliyiz ve bu konuda gerekeni yapmalı ve gerekli yardımları yapmalı ve yaptırmalıyız. Aramızda Ahlâklı, Adaletli olanları seçmenli ve yüceltmeliyiz. Geçmişi konuşmaktansa, gelecekten söz etmeliyiz, bugünü değil, yarınları görerek hareket etmeliyiz. Aramızdan stratejistlere imkân ve fırsat vermeliyiz ve onları bizler yetiştirmeli yön verebilmeliyizkısa-10 ve uzunvadeli -50 yıllık hedefleri gösterebilmeliyiz. Aramızda kötü niyetli insanları tespit etmeliyiz, bilmeliyiz ki, onların kusurlarından dolayı değil, bu güne kadar yapılması gerekenleri engelledikleri için aramızdan uzaklaştırmalıyız. Bu güne kadar neler yapılmamış, onları araştırmalı, bilmeliyiz ve neler yapılması gerekir onları söylemeliyiz ve bunları bir an önce hayata geçirmeliyiz. Bizler gözyaşları dindirmek için, yaralara mehlem olmak için, her yüke ortak olabilmeliyiz. Gençlerimize, sadece balık pişirmesini değil, balık tutmasını da öğretmeliyiz, insanlarımızı denizlere, okyanuslara açılmalarını sağlamalıyız. Aramızda Tek Lider değil her sokakta, her mahallede bir lider yetiştirmeliyiz, biz dünyayı yönetmek için oğullarımızı yetiştirmeliyiz. Bizim insanlarımız yani Bulgaristan Türkleri şahsi başarıları Türkiye’de belkide en çok olanlardanız. İşte artık bizler toplum olarak haklarımızdan yararlanmasını bilmeliyiz. Her şeyden önce siyasi haklarımızı toplum olarak kullanmalıyız, daha sonra ekonomik ve kültürel haklar onu takip edecektir. Hepimizin gördüğü gibi, tarihte büyük güçler çok defa kötü politikaların kurbanı olmuşlar ve bunlar devam edecektir. Bir toplumun Lideri olmadan hiçbir şey olmaz, bu lideri de toplum çıkarmalıdır. Siyaseti güvenilir, sevimli hale getirmek bizim hedefimiz olmalı, bu gün çok zor, imkânsız olarak görünse de, yarınlara umutla bakabilmeli ve baktırabilmeliyiz. Var olabilmemiz için, var kalabilmemiz için, öncelikle temel hususlarda anlaşma sağlamalıyız. Aramızda bir birimize güveni kaynaştırmalıyız ve samimi olmalıyız.


10

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Her şeyden önce özgüvenimizi kazanmalıyız, birlik ve beraberliği ön planda tutarak insanları insan oldukları için sevip saymalıyız. İçimizde barışı sağlayıp, tek merkezde bir çatı altına toplanmalıyız. Bu çatı da “BULTÜRK Derneği” olmalıdır. Buradan tüm dünyaya sesimizi duyurabiliriz. Balkanlar konusundaki politikalarda etkili olabilmek için yolları aşındırmalıyız. Çünkü gelişmiş ve Bulgaristan’da etkili bir Türkiye Balkanlara tamamen hâkimiyet kurabilecektir. En önemlisi kararlı olalım ve birbirimize samimi, saygılı olmayı ve bir birimizi sevmeyi öğrenmeliyiz. Bizim derdimizi ve problemlerimizi en iyi anlayabilecek zaat bizden olduğunu idrak etmeliyiz. Bulgaristan Türkleri konusunda teşhisi bizler kendimizi yetiştirerek yetki mercileri alarak son noktayı biz koymalıyız, bu güne kadar ki eksikliğimiz budur. Ayrıca Balkanların anahtarı Bulgaristan’da yani Bulgaristan Türklerinden geçtiğini de öğrenmeli ve öğretmeliyiz. Sevgili dava arkadaşlarım. Kendimizde özgüveni, aramızda güveni ve merkezioluşturduktan sonra, kimsenin aramıza nifak tohumları ekmesi mümkün değildir. Bizim için önemli olan, eksiklerimizi bulmaktır. Geçmişi bırakarak artık bizler aydınlanma dönemine bir an önce geçmeliyiz. Halimizi tespit etmek çok kolay, gazete, dergi yayın hayatımız nerede, kaç gazete, tv, radyo bizimle ilgili haber yapıyor.Burada suçlu değil, sebepleri aramalıyız. Gelin bunları tartışalım, niçin bu güne kadar bir Bulgaristan Kültür Merkezi olmamış, bunu şimdi nasıl gerçekleştirilebiliriz, bunlara yönelik çalışmalar toplantılar yapmalıyız. Hedefimiz Türkiye Cumhuriyetini daha güçlü, daha huzurlu ve daha iyi yarınlara götürmek için olmalı. Güçlü bir Türkiye Bulgaristan da yaşayan Türklerede güven ve huzur verecektir, onların daha rahat yaşamalarını hep birlikte sağlayabiliriz. Bunlar zannetiğiniz kadar zor işler değil. Dünyada insanlar bir iş için değil, bir İdeal için hayatını feda ederler. Bunun için güçlü olmak sesini duyurabilmek için öncelikle bir Kurum ve bunun Merkezini oluşturmalıyız. Çünkü Merkezi olmayan hiçbir topluluk bir yerlere gelmesi mümkün değildir. Bu güne kadar konuşmalar tartışmalar yapılmış fakat bir ağıç ekilmemiş işte bu gün bunu yaptık BULTÜRK tüm Bulgaristan Türklerinin biz öncelikle sadece Bulgaristanlıyız.


Makale ve Analizler - 2015

11

Bizler elimizdeki kıt kaynaklarla bir merkez oluşturmaya çalıştık, bunda da muhafak olduk. Bu merkeze ulaşmakta büyük güçlükler ile karşılaştık bu konuda bizlere yardımcı olan emeği geçen herkese teşekkür ediyoruz. Ayrıca bizlere kendi yerini veren Mümin Hocamıza huzurunuzda kendisine tekrar tüm halkımız adına buradan teşekkür ediyoruz. Bundan sonraki hedef de Türkiye’nin her yerine ulaşmak ve bu birlikteliği her yerde tesis etmektir. Bu merkezimizde artık kendimize ait bir kültür merkezimiz oluştu toplantı salonumuz da mevcuttur her 15 günde bir toplanıyoruz. Amacımıza ulaşabilmek için devletin bir şeyler yapmasını beklememeliyiz. Birlikten kuvet doğar Atasözünde olduğu gibi güçlerimizi birleştirerek devlet yönetiminde söz sahibi olmalıyız ve geleceğimize kendimiz yön vermeliyiz. Gençlerimizin devlete girmelerinin yolunu aydınlatmalıyız. Artık bizim de Ankara’da TBMM’de kendi temsilcilerimiz olmalı. Bizler de buralara kendi içimizden birilerini gönderebilmeliyiz. Aramızda birlik ve beraberliğimizi oluşturduğumuz takdirde kendi içimizde samimi olduğumuzda başarıların ard arda geldiğini göreceğiz bunu başaracağımıza eminim. İhtiyacımız olan tek şey kendi içimizde daha adaletli olabilmek. Sevgi ve saygılarımı sunarım, Genel Başkan Rafet ULUTÜRK


12

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Korku İçinde Yaşamak İstiyoruz!

İbrahim Soytürk-11.Nisan.2015

Biz, Bulgaristan Türkleri olarak 20. yüzyıl boyunca korku içinde yaşadık. Anneler çocuklarını korkusuz bir dünya için savaşçı olarak doğurup emzirirken hep korktular. Nenelerimiz, dedelerimiz cephelerden dönmeyecek diye durmadan korktular, bir an önce dönsünler diye gece boyu dua ettiler. Biz 1989’da demokrasiye, adalet ve hürriyet düzenine, kanunların her şeyin üzerinde olacağı bir toplumu özlemiştik. Ahlak kurallarımıza saygı gösterilecek bir yaşam tarzında yaşamak istiyorduk. Kanun karşısında hepimizin eşit olacağı bir sisteme mutlu olacağımıza inanmıştık. Adil bir dünyaya susamıştık. Boynumuz kıldan ince, her sabah doğan güneş gibi bir gün, bir sabah allanmış pullanmış gelmesini besledik. İnandık! Ne yazık ki sonunda aldatıldığımız, aldandığımız ve yalan bataklığını itildiğimiz ortaya çıktı. Bu bataklığın sivrisineklerinden ve kokusundan, göçtükçe göçmekten henüz kurutamadık. Biz korku ortamında yaşarken uyanmaya çalışıyorduk, dirildik, bilinçlendik ve ayaklanmıştık. Bataklığın karanlı daha tehlikeli olduğundan, önümüzü göremediğimizden, el yordamıyla ilerleyemediğimizden, süründükçe battığımızdan, kuru karanlık içindeki yaşama dönmek istiyoruz. Bu bataklık boğucu, zehirleyici ve yok edicidir. Aldatılmışlığımız çeyrek asır sürdü ve süresi bitmelidir. Korkmadan dalavere yapma, yasaları çiğneme, adaleti rafa kaldırma, halkı amansızca soymaya devam ettiğini gördükçe hepimizin korkusu arttı, tırmanmaya devam ediyor. Biz daha iyi günlere inancımızı yitirmek istemiyoruz. Korku İçinde Yaşam İstiyoruzun Anlamı Nedir? Yasalar her kes için ayni güçte geçerli olmalıdır. Hiçbir fiziksel veya tüzel kişinin yasalar üzerinde hükmü ve erki olmamalıdır. Şimdiki durumda kimileri akçan da korktuğu için bir ekmek bile çalamıyor. Korkudan titreyen sefiller ordusu devamlı büyüyor. Çöp kofaları başında ölenler artıyor. Kolay ölümü kendini ateşe vermekte görenler çıra gibi yanıyor. Yargıda adalet yok haykırışları meydanlardan taşıyor. Eşit iş hakkı, eşit ücret, eşit vatandaş olmak isteyenler ordu kurdu. Eşit ölme hakkı isteyenler uzun alayda sıra düzüyor. Ayakta ölenler morglarda yatıyor. Sesleriniz kulağımdadır. Sizi işitiyorum! Ne oluyoruz diye soruyorsunuz.


Makale ve Analizler - 2015

13

Hangi ileten öleceğini bilmek için hastane kapılarında bekleyenle, bunu bile öğrenemeden çöp kutusu başında ölenin hali bir midir? Hayvan kepeğinden yapılmış ekmeği çiğneyip çiğneyip yutamayanlarla yağlı ballı ve üstü kaymaklı pastaları çiğnemeden yutanın hali bir midir?! Biz Korku İçinde Yaşamak İstiyoruz! Açlıktan, adaletsizlikten, işsizlikten, geçim derdinden, devamlı aldatılıp yalandırılmaktan bir daha uyanabilmemizin tek yolu korku dünyasına geri dönmektik. O dünyada bir defa uyanmış ve şahlanmıştık. O zamanlar bir sıçan tıkırtısına, rüzgârın kapıyı okşamasına hemen uyanır fırlardık. Şimdi ninnisiz uyutulduk, horlamaya bile uyanamıyoruz. İrlanda’nın Edenburg’tan gönderilecek havaleyi bekleye bekleye gözlerimiz yolda kalıyor. Bizim yasalarımızsa günlerimizi, haftalarımızı, bazen gecikince ayımızı alan şu bekleme işini işten saymıyor. Bizim beklemekten başka işimiz yok. Bekleyene sosyal yardım yok. Bekleyene emekli maaşı yok. Bekleme primleri ödenmiyor. İşimiz gücümüz gelmezse diye korka korka beklemekken, elektrik söner, gaz tüpü gelmez diye ödümüz koparken, onlar beklemeyi işten saymıyor. Böyle bir yazı yazmak için bilgisayarımın başına oturmama birkaç neden var. Bir.İsa Peygamberin çarmıha gerilmek üzere cellâtlara teslim edildiği günde şöyle bir şey oldu. Sofya’da Polis Tahkikat Dairesi Genel Merkezi’nden Hak ve Özgürlükler Partisi Merkez Yönetim Kurulu üyesi, Parti Başkan Yardımcısı, 4 kez HÖH partisi milletvekili ve Sofya parlamentosu Başkan Yardımcısı, avukat Hristo Biserov (Ahmet Doğan’ın en fazla güvendiği kişilerden biridir) çıktı. Gazeteciler onu bol bol resme çektiler. Yazılanlara göre, HÖH - DPS partisinin en gözde adamı olağanüstü büyük miktarda para aklamaktan, vergi kaçırmaktan, gelirlerini bildirmemekten ve buna benzer bir sürü suçtan 3 ile 8 yıl arası hapis cezasıyla yargılanacak. Burada benim tepemi attıran nokta, Sofya savcılığının ve Şahsen İş İşleri Bakanı Yovçev’in dalavereleri kanıtlanan Hristo Biserov’u tutuklamazdan önce yani 2 Kasım 2013 günü “saraya” gidip Ahmet Doğanı bilgilendirmesidir. Suçu kanıtlı bir hırsızı tutuklamak için gidip Ahmet Doğan’dan izin alınması, arabayı devirir, olayların akışını değiştirir ve bizim demokrasinin totalitarizmden farkı olmadığına en kesin ve yüzde yüz geçerli bir kanıttır. Hatırlatıyorum: 1990 öncesi savcılık ve polis suç işleyen komünist partisi üyesini tutuklamak için, parti sekreterine sormak zorundaydı. Görüldüğü üzere, HÖH - DPS partisi tek kişi tarafından (ruh hastasıdır) idare edilen bir komünist partisinden farkı olmayan bir örgüt haline gelmiştir. Daha öte yorumu kendiniz yapınız.


14

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İki: HÖH - DPS 8. olağan kurultayında Parti Başkanı Ahmet Doğan’a silah çıkarıp bir bostan korkuluğu gibi onu metrelerce savurup kürsüden atan yüksek mimarlık öğrencilerimizden Oktay Yeni Mehmedov’un 2013 yılı boyunca tutuklu yargılandı. Davası görülürken, Doğan, Mestan ve Peevski gibi Türk partisi ileri gelenleri halkın yasal tepkisini dile getiren genç sanığa kıyıp, hepimize gözdağı olsun diye 20 yıl ağır hapis cezası verilmesinde çok ısrarlıydılar ve ellerinden geleni yaptılar. Oktay suçsuz bulundu ve salıverildi. Doğan, Mestan ve Peevski üçlüsünün son kararı veren Sofya İstinaf Mahkemesi Başkanı Penkezov, geçen ay görevinden atıldı. Bizim sözümüzü iki ettin, istediğimizi yapmadın hırsıyla yargılanacaktır. Bu bardağı taşıran iğrençlik değil de nedir? Lütfen kendiniz yorumlayınız. Kimileri hapse girdiler ama bazıları mahkeme kararlarına rağmen 5. yıldan beri polisin gelip “kollarını uzat” demesini evde beklerken rakısını içmeye devam ediyor. Çünkü savcılık, çünkü polis makamı, çünkü devlet üzerinde görülen ve görülmeyen ellerin, makamın baskısı var. Bu baskı toplumu, adaleti felce uğratıyor, filizlenmek isteyen hürriyeti ayakaltında çiğnemeye devam ediyor. *** Siz düşünürken, ben de bu konudaki düşüncelerimi paylaşıyorum: Bağımsız ve Tarafsız Bir Savcılık. Bulgaristan’da her şeyden önce bağımsız ve tam tarafsız bir savcılık kurulmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nde olduğu gibi... Adil ve cesur bir Bulgar yargı sistemi oluşturulmalıdır. Mesela bugün Ankara Mahkemesinin Fetullah Gülen yıkım ve paralel devlet çeteleri hakkında Fetullah Gülen Terör Örgütü diyebildiği kadar adil ve en az o kadar cesur bir yargı organı oluşturulmalıdır. Savcılar yeminli olmalıdır. İşine bakmayan değiştirilebilmelidir. Onları ancak ve yalnız meclis seçmelidir. Savcı politik parti uşağı olamaz. Kimseye, bu arada Bakanlar Kuruluna, İç İçleri Bakanlığına boyun eğen biri de olamaz. Savcılık hiçbir makama bağlı olmamalıdır. Savcılar yolsuzluk işleyen Başbakanı, Bakanları, Parti Başkanlarını, milletvekillerini hemen tutuklayıp yargıya sevk etmelidir. Bunu yapmak için dış ülkelerden, Brüksel’den, Washington’dan emir beklememelidir. Memleketimizde özel korumalı parti başkanları, milletvekilleri, saray kurtları ve kalın enseli olmasına yol verilemez. Hiçbir kimse kanunun üstünde olamaz. Olmamalıdır! Bağımsız savcılar, Başbakanı ve bakanları, milletvekillerini ve sorgu yargıçlarını, polisi, bir ekmek çalan aç Romanı tutukladıkları kadar kolay tutuklayabilmelidir. Bunu yapmak için kulislerden, ipleri çekenler-


Makale ve Analizler - 2015

15

den emir, işaret vs. beklemek yanlıştır. Yasal hareketlerle yasalar istisnasız uygulamalıdır. Ceza kanunu maddeleri daha da sertleştirilerek ülkede adil düzen sağlayacak yol açılmalıdır. Kanundan ve savcılıktan korku duyulmayan bir ülkede adaletten söz edilemez. Bir bankadan 5 milyar leva çalındı tutuklanan yok. Bu işi yapanlar hemen tutuklanmalıdır. Günümüzde yolsuzlukların elebaşları, banka soyguncuları, düzen çökerticileri ne yazık ki korkmuyor, uykuda kâbus görmüyor, hatta devlet kendilerine özel korumalar tesis ediyor. Hırsızdan korkulmaz! Hırsızı balla börekle beslemek günahtır. Ne yazık ki, bizim devlet onları hala sıvazlıyor, övüyor, kahraman yapıyor. Bugünün kralları çıplaktır bunu artık haykırmalıyız. Bağımsız savcılık bu duruma hemen el koyup son vermelidir. Banka kasaları para dolu olan ama iki gün mesaisi olmayan dolandırıcı ve yankesicilerin yakasına yapışan savcılık, şu paranın hesabını ver, deyebilmelidir. Demelidir! Adalet, bir yere kadar, bir de korku içinde yaşamaktır! Dürüst olan hiç kimse bu korkuyu hissetmez, tanımaz, bilmez. Namuslu vatandaş adaletten korkmaz. Korku içinde yaşamak istiyoruz sloganının derin anlamı budur. Özündeki şudur: Yasalar karşısında sorumlu olmayan bir tek vatandaş kalmamalıdır. Duruşmalara müdahale kapıları kapanmalıdır. Vatandaş sorumluluğu eşit olmalıdır. Her vatandaş yaptığı işten önce kendisi sorumlu olmalıdır. Bu özellik önce kendisine, ailesine ve topluma karşıdır. Yolsuzluk yaptım, çaldım, dolandırdım, devleti aldattım kuşkusuyla yaşayanlar her an yakalanmalı, kanun her an yakama yapışılabilir kuşkusu kimseyi rahata bırakmamalıdır. Bu duygusu yaşamalıdır. Emeklilerin ekmeğine el uzatanların kolu hemen kırılmalıdır. Bugünkü gazetelerde HÖH milletvekilleri Hasan Ademov, Tuncer Kırcali ve Cevdet Çakırov iş ve işçi bulma kurumlarına kayıtlı binlerce kişiye iş gösterilmediğinden, yeni Sağlık Reformu ile köylerimizde sağlık hizmeti sözünün dahi tamamen unutulacağını, insanlarımızın sağlık primlerini ödeyemediklerinden poliklinik ve hastane kapılarının kapandığını anlatıp yakınıyorlar. Şimdiye kadar neredeydiniz? Unutmayın siz şimdiye kadar Ahmet Doğan ve çevresindeki doymak bilmez ejderha sürüsüne hizmet ettiniz. Halkımızı sürünür duruma getirdiniz. Belki de emir kulu olduğunuzdan, zaten olmayan bilincinizi hiçbir yerde kullanamadığınızdan yargılanmayabilirsiniz. Fakat bu halkın durumunu düzetmeyecek ve çilelerine şifa olmayacaktır. Yılanın başını koparmadan sürünmesi bitmez. Sizinle halkımız arasında dolaşan aç yılan sürüsünü siz yetiştirdiniz ve bundan sorumlusunuz...5 defa milletvekili oldunuz ve ortada bir iş yok. Bağımsız ve tarafsız savcılık işte bunun için gereklidir. Yakanıza yapışıp....


16

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Herkes çalıyor, ben de aldım ne olacak?! Bu durum tamamen ve ebediyen aşılmalıdır. Yasalar iri hırsızlara, büyük çalanlara, arabayla kaçıranlara, banka soyanlara işlemiyor, savcılar zenginlerle dosttur anlayışı yerin dibine gömülmelidir. Çaldım-kaptım, işimi yapmadım görürlerse savcılık yakama yapışır duygusu herkesin içine, ruhuna işlemelidir. Adalet yolunda vatandaşlar yasalar karşısında eşit olmalıdır. Ayrıcalıklı vatandaş ve zümre, tabaka, lider takımı vs. olmamalıdır. Dilinden, dininden, örf ve âdetinden ötürü yargıya düşme tamamen unutulmalıdır. İnsan haklarını çiğneyen, kısıtlayan ve etnik haklara gölge düşüren, sınırlayıcı yasaklayıcı ceza öngören tüm yasalar anayasadan atılmalı, yasalardan çıkarılmalıdır. Hürriyet olmayan yerde adalet olamaz! Adaletin olmadığı yerde demokrasi olamaz. Demokrasinin olmadığı yerde de özel girişim, emeğe göre gelir, eşit imkân ve mutluluk olamaz. Savcılık beni içeri atar. Yasa yakama yapışır ve beni kimse kurtaramaz duygusu toplumum tüm kesim ve katlarında, kılcal damarlarında egemen olmalıdır. Hiçbir vatandaş adalet sisteminden kuşkulanmamalıdır. Yolsuzluk yapana kurtuluş yok korkusu tüm topluma hakim olmalıdır. Yasaları uygularken imtiyaz tanımayan bağımsız ve tarafsız savcılık mutlaka kurulmalıdır. Bu yapılmadan adalet reformu yapılamaz, yenilikler havada kalır. İsmimizden, dinimizden, aile düzenimizden, kendi türkülerimizi söylediğimizden ötürü evlerimiz basılırken bizi nasıl korkuttularsa, yolsuzluk yapan her Bulgaristan vatandaşı gece gündüz aynı korkuyu kat kat yaşamalıdır. Bunu yaşamayan toplum arınamaz, ne adaletsizlik korkusu yenilir, ne de adil toplum kurulabilir. Sözde bağımsız savcılık istemiyoruz. Hiç politik partiye bağlı olmayan bağımsız savcılık müessesesi totaliter diktatörlük rejimi kuramaz. Hepimiz bunun bilincinde olmalıyız. Adaletin egemen olduğu yerde totalitarizm yani yasaları hiçe sayan bir düzen asla kurulamaz. Todor Jivkov zamanında savcılık komünist partisine bağlı ve tabii idi. Komünist savcı parti sekreterinden ya da parti büyüklerinden gelen emri uygulamak zorundaydı. Hatırlayın Kırcaali mahkemesinde savcı Eğiri Dereli İsmet’in dediği dedik, kestiği kestikti. Yargısız idamların, sürgünlerin, işten uzaklaştırmaların, hiçbir suçu olmayan Türkleri izletmek yasa dışıydı ama BKP’li savcının yasaları çiğneme hakkı vardı, parti yasanın üstündeydi. Bugün Ahmet Doğan’ın yaptığı budur. Bu çarpı düzen mutlaka değiştirilmelidir. HÖH - DPS yönetimi demokratik toplumda yeri olmayan zehirli bir tümör haline gelmiştir ve mutlaka temizlenmelidir. Adalet reformundan bağımsız ve tarafsız bir savcılık bekliyoruz. Bizim istediğimiz bağımsız ve tarafsız bir savcılık sistemi çoktur. Bulgaristan’da yapılacak yeni adalet reformunun temeli, özü ve esası bu olmalıdır. Ana değişiklik bu yönde mayalanmalıdır.


Makale ve Analizler - 2015

17

Bu reformun birden olacağına inanmıyoruz. İsviçre bu sistemi 100 senede uygulayabilmiş. Türkiye Osmanlıdan beri bağımsız ve tarafsız yargı sistemini yerleştirmeye çalışıyor ve başarılı ilerliyor. Bulgaristan’ın bu yolda 1 asır gecikmesinde ana neden Çarlık düzeni ve sosyalist totalitarizm yıllarıdır. Hayat demokrasiye geçişin sözle olamayacağını gösterdi. Adalet mücadelesi insanlığın geçmişinde en ağır savaşımlardan biri olagelmiştir. Gerçekten aydınlık olsun diye korku içinde yaşamak istiyoruz!

Saman, Ateşi Isıtmaz

Dr. Nedim Birinci-12.Nisan.2015

Biz Türkler laleler gibi renk rengiz. Kırmızıyı seven sarımızı kıskanır, alacağız desek, bu da ne güzellik deyip bayılan olur. Şu unutulmasın derim, bizim lalelerin en güzellerine dağ yamaçlarında, dere boylarında rastlanır. Avrupalılar Türklere “lale dünyası insanları” derken, çok çeşitli ve renkli olsak da boyda, kokuda hep aynı olduğumuzu düşünmüşlerdir. Başkaları bizi böyle bilirken, atalarımızın 942 yıl önce Van gölü boylarında, Malazgirt’te Bizans’ı yenip dünya tarihinde yeni bir çağ açmalarını tartışma konusu etmek, laf edip, laf yetiştirmelere akıl erdiremedim doğrusu. Tarihimizde kopmaz bir süreklilik vardır dendiğinde, belirli topraklarda değişik dönemlerde farklı millerlerden insanların yaşamadığı anlamına gelmez. Biz arı bir millet değiliz diyarımızdaki soy ve boyların ortak bir bütünüyüz. Şu da var, savaşların yapıldığı topraklardaki halkların savaşın sonucunu belirlediği gibi bir sav geçersizdir. Birçok imparatorluk birkaç kıtada, birçok halkın toraklarında hükmetmiştir. İspanyol imparatorluğu Latin Amerika’da egem olurken, Güney Amerika imparatorluğu olmamıştır. Aynı şeyi Portekizler veya İngilizler için de söyleyebiliriz. Büyük Britanya imparatorluğu Hindistan’da hükmetmiş, savaşmış vs. ama hiçbir zaman bir Hindistan İmparatorlu olmamıştır. Selçuklu da bir Türk hükümdarlığıdır. 1072’de günümüz Türkiye Kürtlerinin yaşadığı topraklarda savaşmış olması onu asla ve hiçbir zaman Kürt İmparatorluğu yapmamıştır. Tarihte zaman katmanlarının birbirine karıştırılması yanlışlıklar doğurur. Kürtlerin de bu gibi iddiaları yoktur. Yerli halkın her zaman savaş sırasında galip gelenden yana olduğu da iddia edilemez. Mesela, 1877 - 78 Plevne


18

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Savaşı’nda yerli zengin Bulgarlar, şehrin papazı öncülüğünde Rusları yenmesi ve kendileri koruması için Osman Paşaya 3 torba altın vermiştir. Tarihte, Selçuk Orduları’nda Kürt asker olduğuna dair resmi belge bile yoktur. Türklerin Selçuk ceninden de geldiğini, Orta ve Yakın Doğu’da ve Anadolu’da yeni dünya özlemini birlikte mayaladıklarına ilişkin milyonlarca kanıt var. Bir de şu önemli: İmparatorluklar, uygarlıklar gibi birbirinin devamıdır. Selçukluğun devamı da Osmanlıdır. Bu iki ardıl imparatorluğun devamında kopmaz bir bütünlülük oluşmuştur. Bu bakıma Selçuk ve Osmanlı birbirini tamamlayan kesintisiz bir sürekliliktir. Ortada ne hol ne de yumurta varken, o telefonda şöyle dedi, bu ise o an kulağı kulaklıkla tıkalı olduğundan ters anladı gibi saçmalıkları konu ederek kişisel ya da tüzel saldırılara geçmek hiç birimiz için yararlı değildir. Konuyu görüşen BULTÜRK Yönetim Kurulu derneğimizin Selçuklu Türkleri ve tarihteki devamlılığı anlama konusunda aşağıdaki tezler üzerindeki kesin görüşünü dikkatinize sunarız. Bu münakaşayı alevlendirip anti-Rafet, anti-BULTÜTK gibi kılıflara girip her Roman düğününde kamber olma meraklılarına saflarımızda ve dernekçilik ortamında hele 7 Haziran 2015 genel seçimleri öncesinde asla yer olmadığını önemle gündeme getiriyoruz: Kesin görüşlerimiz şu tezlerde bütünleşmiştir: Selçuklu tarihi, bir de Türkün Türk’le mücadele tarihidir. Türk’ün birbiriyle mücadelesi Türk insanını çok kırmış ama çok da bilemiştir. Selçuklu Hükümdarları güç toplamak ve kendilerini kabul ettirmek için ortaya irade koymuştur. Fethedilen alanlar, çevresine toplanan insan iradesinin Türk ve Müslüman tezahürüdür. Bu topraklarda yaşayanlar ümmetten, hakim din de İslam’dı. Selçuklu tarihi gerek yayıldığı geniş sahası ve gerek vasal (boyunduruk altına aldığı) devletlerdeki hoşgörü itibarıyla dünyada başka bir örneği yok deyebiliriz. Bu geçmiş bizim öz tarihimizden bir halkadır. Selçuklu tarihi, devletler içinde devler tarihidir. Olay, Türk halkından başka bir halkın ve devletin tarihi olarak düşünülemez. Türk’ün Hunlardan beri gelen anlayışı, bütün ülke hakanındır ve hakan, bu topraklar üzerinde istediği gibi tassa ruf etme hakkına sahiptir. Elbette bunun, gelenekle oluşmuş belli kaideleri vardır ve belirleyici olan her zaman Türklerin İslam dinine dayalı gelişip yerleşen ahlak ve gelenekleri olmuştur. Türkler bölündükçe çoğaldı ve çoğaldıkça dağıldılar. Her zaman güç toplama yollarını buldular ve galip oldular. Kimi zaman güçlerini birleştirdiler, “kudret” kazandılar; kimi zaman güçleri çarpıştırıp zayıf düştüler ama hiçbir zaman yok olmadılar. Tarihte ve bugün her yerde “Türk” varsa, bunun hikmetini öncelikle tarihte aramalıyız. Türkler düşman aramayan, gittiği her yerde dost kazanan bir


Makale ve Analizler - 2015

19

millettir. Selçukluların tarihini bilmeden, öğrenmeden Türklerin tarihini bilemeyiz ve anlayamayız. Selçuk ile Anadolu ve Balkanlar Osmanlı ve Türk dünyası olmuştur. Selçuk tarihi, Osmanlı ve Türk tarihinin en önemli kısmını bir bütün olarak anlamamızın en güvenilir kaynağıdır. BULTÜRK Derneği olarak ortak tarih anlayışımız gerçeklere dayandığı gibi ani ve soyut tespitlerden çok uzak ve tamamen nesnel ve gerçekçidir. Biz bu sonsuz tarihin devamıyız. Yolumuza da birlikte devam edelim. Önceden bildirdiğim ve hazırladığım yazı konumu değiştirmek sorunda kaldığım için özür dilerim.

Hey Güzel Vatan!

İbrahim Soytrük-12.Nisan.2015

Bin yıllık kardeşlikten söz edemedik Ah bir edebilseydik Saldın aramıza köstebekleri Her türden ağaç kurdu Ve tatil ettin ağaçkakanları Sonra da: Mundar bunlar dedin! Mundar olansa köstebek ve kurtlar Ve onlardan kana dışkı, posa ve un... Koskoca vatan oracıkta dururken, Tarlası çapa, ormanı ilgi, doğası sevgi beklerken Çiçeklerin rengini beğenmedin Kokumuz ağır geldi sana! Tütün, katran ve ter, Gül kokusuna mis gelir bana! İstediğimiz o kadar azdı ki,


20

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Şu kadarı yeter de artardı: Gel, uzan şöyle Yeşil çimenler üstüne Başını göğsüne koyayım Doyayım kalbinin sesine. Bunu çok görün bana... Bin yıllık kardeşlikten söz etmeye yürek yok sende, Yürek! Hey güzel vatan! Ulus falan kalbinde bir illet! Beni kovmayacaktın. Köstebek boku zehir oldu sana, bilemedin. Bense göklere uzanırken her gün birazcık Seni daha güzel bulmak isterdim Koynuna sessizce sokulmak ve oracıkta Yepyeni bir dünya doğurmak isterdim Beni kovmayacaktın Ben senin hayatına Bir sır gibi girip Günlerini bol güneşli, dallarını meyve yüklü yapacaktım. Bugün de sabrımı tahtınla süsledim Sevdim seni kalbimi dinlemeden Sevdim seni sevdiğime inanmadan Şimdi hem uzakta hem yanındayım Hayalimdeki sevgi dünyayı kaplayacak Kalbim o kadar minik ki Seni sevmekten çatlayacak.


Makale ve Analizler - 2015

21

1912 - 13 Pomak Faciası

Rafet Ulutürk-14.Nisan.2015

Rodoplar’da Pomak İslam - Türk kimliği ilk defa 1912 - 1913’te büyük facia yaşadı. Hıristiyanlaştırılarak yok edilmek istendi. Din, dil, isim, kimlik değiştirme zulmü bütün Rodoplar’ı sardı, kurbanlar aldı, olağanüstü şiddetli yürütüldü. Bir önceki inceleme yazımızda Pomakları topyekûn Bulgarlaştırma siyasetinin Çar Ferdinand, hükümet ve Yüksek Din Kurulu tarafından, ordunun bizzat katılımıyla, haydut çetelerinin kol gezdiği bir ortamda yürütüldüğünü hatırlattık. Pomaklarımızın belleğinde bu olaylar tazedir. Olayları köy köy, kasaba kasaba biz de hatırlıyoruz. Balıkdere (Ribnitsa) köyüçocukları Tahir Binbaşov’un evine toplandı ve vaftiz edilecekler, yeni Bulgar isimleri ezberletilecekti. Ansızın beliren bir süvari Papaza bir mektup uzattı. Onu bekleyen semerli katıra atladı ve kadınlardan çocuklarına birer Bulgar adı seçmelerini ve vaftiz işini de unutmamalarını kendilerinden rica etti. Kadınlar kazanı devirdi ve evlerine dağıldılar. Çangırdere (Çepintsi) köyündevaftiz yapan Papaz önce köy imamı Hacı Köroğulu’nun ismini ve dinini değiştirmeyi denedi. Direnen Hacı çoban sopasıyla dövüldü. Ardından caminin minaresi yıkıldı. Çamurköy’de (Miçure) Hıristiyanlaştırma kampanyası, Osmanlı birliklerinin Elece üzerinden Ksanti’ye inmesinden sonraya yani güz sonuna kalmıştı. Köye inen Papaz cüppelilerin ellerinde ve bellerinde tabanca, tüfek ve bomba vardı. Onların öncüsü Alamidereli (Polkovnik Serafimovo) Papaz Hristo teyel idi. Silahlılar 10 yaşından 90 yaşına kadar bütün erkekleri camiye kapadı. Cami kapısına silahlı bekçi dikildi. Köylülerden biri olan Mümün Onbaşı minareye çıkmayı başarabildi. Minareden yardım için haykırdı ve yakın evlerdeki Bayanlar sesini duydular. Darcıklara kül dolduran Bayanlar bekçilere içerdekilere yemek getirdik dediler ve camiye girebildiler. Vaftiz hazırlıkları yapan Papazın ve yardımcılarının gözüne kül atarak kaçtılar ve köyü çevreleyen bayırlara dağıldılar. Daha sonra kadın ve çocuklar toplatıldı ve vaftiz edildi. Caminin minaresi yıkıldı.Alamidere (Polkovnik Sarafimovo) köyündeHıristiyanlaştırma işi Osmanlı zamanında inşa edilen “Sveti Dimitır” kilisesinde yapıldı.Çokmanovo köyünden Papaz Hristo vaftiz etti. İsimler değiştirildi. Papaz cüppeliler arasında Hristo ve İvanko isminde iki kişi daha vardı. Raykovo köyünden Jivko’nun papaz cübbesinin altındaki silah belli oluyordu. Georgi Piçanov ve Kolyo Gogov’un ellinde de tabanca vardı. Bu defa da bazı hanelerin mallarına el uzatıldı, köylüler arasında dayaktan geçirilenler oldu. Ahmet Kehayanın dikiş makinesi Dinyo Hubçev’in evinde tıkırdamaya başladı vb.


22

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Emrinde 6 yardımcı ve bir ayinci olan Metropolit Teodosiy Üsküp’ten gönderilmiş veNevrekop (Gotse Delçev)piskoposluğuna bakıyordu. Bu piskoposluğa delege edilen Papazlar Bulgar Ortadıks Kilisesine bağlı din okul ve akademisinde hocalar ya da Başkovo manastırındaki papazların arasından özel olarak seçilmiş yüksek hazırlık görmüş kişilerdi. 15 günü Yüksek Ruhani Meclis Başkanlığı Sekreteri St. Kostov, Papaz Teodosiy’in Nevrekop piskoposluğuna bağlı 30 köyde vaftiz edip Pomakların isimlerinin değiştirildiğini, daha sonra bölge kaymakamının kampanyayı durdurduğunu ve 41 köyün vaftız edilmeden kaldığını Başbakan Geşev’e özel bir mektupla bildirdi. 13 tarihli Yüksek Ruhani Meclis tarafından kaleme alınan 3 n.o.’lu Tutanak da belirtildiğine göre, Nevrekop yöresindeki açlık, yoksulluk, çaresizlik, bitkinlik, çeteler ve haydutların ardı kesilmeyen saldırıları, insan öldürmeler, fidye isteme ve zorlamalar vb. 30 köyün pek fazla mukavemet göstermeden vaftiz edilebilmiştir. Başlıca Rodop Dağlarının kuzey bölgelerindedin ve isim değiştirme kampanyasının sürdüğü ve adı Üçüncü Bölge’ye giren köy ve kasabalar olarak geçen yerlerde Müslümanları Hıristiyan yapma görevi Filibe (Plovdiv) Metropoliti Maksim’e ve ona bağlı olan piskoposlukta görevli papazlara havale edilmişti. Bulgar Prensliğindeki kilise ve manastırlardan Filibe piskoposluğuna büyük sayıda papaz ve başka din görevlisi gönderilmişti. Kampanya ateşlenirken Çepin yamaç köylerinde vaftiz eden Papaz Konstantin Koev hakkında diğer din görevlilerinin şikâyeti üzerine bir dava açıldı. Bu yakınma dilekçelerinde Papaz Koevin Pomakları soyup soğana çevirdiği yetmezmiş gibi kendi din görevlilerinden de rüşvet almaya başladığı yer almıştı. Zulme dayanamayan Müslümanların boş bırakıp kaçtıkları köyler talan ediliyordu. Bu olaylar demokratik aydınlardan Stoyo Şişkov ile Hristo Karamancukov tarafından eleştirilirken, bilinen yazar Atanas Straşimirov ise Pomakların vaftiz edilmesinin yalnız bir vesile olduğunu, iktidarın ülke ve dünya için yüzkarası cinayetler işlediğine işaret etti. O, çalıp çırparak şahsi zenginleşmenin tek hedef olduğunu yazdı. Yukarıda zikrettiğimiz 13 tarihli Yüksek Ruhani Meclis’in 3 no.’lu tutanağında kaydedildiği üzere, Çepino vadisinde vaftiz kampanyası sona ermek üzeredir. Kirovo, Banya, Lıjene, Rakitovo’da 300 hane, Dorkovo’da 200 ev,Kostandovo’da 200 hane vaftiz edildi. Dövlen (Devin) imamları da aileleriyle birlikte Hıristiyanlığı kabul ettiler Devin’e bağlı Beden köyünde cami kilise yapıldı. 13’teDövlen bölgesindenerkeklerin tutuklandığı öğrenildi. Halkın Hıristiyan olma şartı olarak tutukluların serbest bırakılmasını öne sürdü. Görevliler Müslümanları Bulgar yapma işlerinin daha kolay yürümesi için tutukluların serbest bırakılmasını önerdi. Bu arada Hıristiyanlığı kabul edenlerin bunu ekonomik nedenlerle yaptıklarını gizlemedikleri anlaşıldı.


Makale ve Analizler - 2015

23

Yine bu sırada 10 ile 30 yaş arasında olup dinleri değiştirenler için 500 kalpak, 100 çift çarık, 1000 haç ve 100 kadın içinde elbise istenmişti. Rodoplu ahalinin ekonomik olarak gelişmemiş olmasından meydana gelmiş çok ağır bir durum vardı. Hıristiyan olmayı kabule zorlananTırmış’e bağlı 14 köyde 5 - 10 yarı çıplak, aç, yıkık dökül kulübelerde oturan aileler olduğu öğrenildi. Dövlen kasabasıkomandandı Spasov 5 - 6 köyde kilise inşaatına başlama izni istedi. Bu vesileyle 13’te Stanimaka Baş Papaz Yardımcısı V. Dimitrov, Pomakların vaftiz edilirken kullanılmak üzere Çepelare’ye yakın bir köy olanBogitevo’dakicamiyi “Ts. Velikomıçenitsa Petka” kilisesi haline getirme niyetini açıkladı. Ahi-Çelebiye bağlı Sepet mahallesindeki cami 1908’de onarılmıştı, fakat 1912’ye kadar bu caminin minaresi yapılamamıştı. Bir Türk Bayan elinde büyüyen bir Bulgar subay, minnettarlık ifadesi olarak, askeri seferber edip yakın korudaki en kalın meşeyi kesip, cami duvarına minare olarak diktirdi. Yeni minareden okunan ilk ezanda “Türk ananın” adını da işitince askerleriyle bölgeyi terk etmişti. Bir yıl sonra gelen komutan minareyi yıktırdı. Bu maskaralığı yapanlar ise Vladimir Serafimov komutasındaki 21. piyade tugayından çetecilerdi. Bogutovo, Er Köprü (Mostovo) ve Dryanovo köyleri nüfusu 23’te Halk Meclisi Başkanı St. Danev’e gönderdikleri bir şikâyet mektubunda, din değiştirerek Hıristiyanlaştırma işlerinde baskı uygulandığı, eğer Pomaklar soy köklerine dönmek isteselerdi daha bundan 35 yıl önce Rus - Osmanlı Savaşı’nda bu işi bitirmiş olurlardı, deniyordu. Halk Meclisi Başkanı’ndan Bulgar Ortodoks Kilisesince girişilen bu tamamen yüz karası uygulamanın hemen durdurulması istendi. 13’te Filibe (Plovdiv) Metropoliti Maksim piskoposlukta grev yapan Başpiskopos Yardımcılarının vaftiz yaparken yeni Hıristiyanlardan aldıkları geri çevirmelerini emretti. Karşılı köyünde(Vievo) erkekler tutuklandı, çocuk kadın ve yaşlılarsa Kutela, Çepelare ve Dere Köy (Mogilovtsi) köylerine dağıtıldı. Çepelare köyünde kalanlar Dere Köy kilisesinde vaftiz edilmişlerdi. Çepelare cami yakılmıştı. Yangını söndürmek isteyen birkaç Müslüman tutuklandı ve Dövlen karakoluna götürüldü. Götürüldükleri yerde vaftiz edildikten sonra serbest bırakıldılar ve köylerine döndüklerinde aileleri de Hıristiyanlaştırıldı. Çocuklar kiliseye toplandı, kazanlara sokup çıkarıldı, ayin yapıldı ve hepsinin saçlarından birer tutam kesildi. Dinleri taze değiştirilenlerde Hıristiyanlığın pekişmesi için yerli Bulgar ailelerden Çerlokova onlara Hıristiyan din tarihi, İsa Peygamber üstüne öyküler anlatıp Pazar günleri hepsini ayine götürüyordu. Kâbustan kurtulmak isteyen Çepelare Pomaklarından bazıları Osmanlı topraklarına kaçtı. 13 günü Papaz Yanakiev Çuren köyünde Pomakları Hıristiyanlaştıramadığını, Kriçim’e kaçıp Türk evlerine saklandıklarını bildirdi. Bu mektuba cevap veren Filibe (Plovdiv) Metropoliti Maksim 13 tarihinde Karlovo, Peştera, Panagürişte, Stanimaka, Pazar-


24

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

cık piskoposluklarına gönderdiği mektubunda, “Türkleri vaftiz etmek yasak değildir!” diye yazdı. Ortadaks kilisesinin yaptığını Protestanlar da yaparak Pomaklardan bazılarını saflarına kazanmayı denediler. Bu vesileyle Razlok Başpiskopos Yardımcısı N. Saev 13 tarihinde yazdığı mektupta, o zamana kadar Protestanların bu işte başarılı olamadığını, fakat Babek bölgesinde sefil durumda bulunan ahaliye yardım dağıtan 3 komisyonda yer aldıklarını yazdı. Birinci komisyon Konyarevo köyünde etkinliklerini sürdürürken, ikinci komisyon merkezi Doğan mahallesine yerleşti ve üçüncüsü de Babek’in Kiraz mahallesine pos attı. Komisyon üyeleri iki Papaz, bir danışman, bir kâtip ve koruma işlerine bakan 15 polisti. Yerli askeri makamlar ve sivil kurumlarda din ve isim değiştirme işlerinde hep yardımcı oldu. Konyarovo bölgesinde 100’ü hasta olmak üzere 1300 kişi, Doğan köyünde 162’si hasta 869 kişi, Babek köylerinde de 130’u hasta 1446 kişi vaftiz edildi. Bu 3 bölgede nüfus aç ve sefildi, bu nedenle komisyon devletten ek miktar gıda maddeleri talep etti. Son derece sefil şartlarda barındıklarından birçok kişi bulaşıcı olan kızamık ve difteri hastalıklarından yatakta oldukları için vaftiz edilememişti. Başkanı Noel Bıkston, Sekreteri Artır Siminds ve şeref sekreteri Eduard Boyl olan Balkan Komisyonu 13’te Başbakan İv. Ev. Geşov’a özel bir mektup göndererek Müttefik Güçlerın ele geçirdiği topraklarda Müslümanların isimleri ile dinlerinin zorla değiştirildiğine ilişkin bilgilerin kulaklarına geldiğini paylaştı. Balkan Komisyonu bu konuda ayrıntılı ve gerçekçi bilgi istediğini duyurdu. Balkan Savaşı’nda ve Müttefikler arası savaşta Pomakların geçirdiği facia amansız ve gaddardı. Bu halka çok derin tarih dersleri verdi. Parçalansalar, bölünseler, kovulsalar, vaftiz edilseler, köprülerden atılsalar veya kurşunlansalar da bu ahali Müslüman kaldı, dayandı, defalarca vaftiz edildi ama hep geri dönme yollarını kendisi buldu. Biz bu yazı dizimizde ideolojiye değinmiyoruz, dönem politikasını da konu etmek istemiyoruz, Bulgar halkı için 100 yıl yüz karası olması gereken olayları anlatırken bir daha tekrar etmemelerini temenni ediyoruz. Bizim için yaşadıkları toprakların efendisi o toprakta yaşayandır. Anlattığımız bayırlarda, dere tepelerde, çamlıklarda ve kar altında mutlu olmaya alışmış, kendi yaralarını kendi pansuman etmede de ustalaşmış, o bilge insanların adı Pomak kardeşlerimizdir. Onların çekisi her zaman bizim de çilemiz olmuştur. Devam edeceğiz. Konumuz: Müttefikler arası savaş ve Pomaklardır.


Makale ve Analizler - 2015

25

Kurumuş Harcı Parçalamayın!

Neriman Eralp Kalyoncuoğlu-15.Nisan.2015

Dünyada ne kadar dil öldürüldüyse O kadar da millet, O kadar da kültür ve O kadar da medeniyet öldürülmüştür... Bunu birçok yazar, şair ve düşünür söylese de aldıran olmuyor. Bir de şöyle desek: Gelin şu aptal soy boy inadindan vazgecin. Bulgar Bulgar kalsın, Pomak Pomak, Biz de Türk ve Romanlarsa Roman kardeşlerimiz... Çiçeklerin hepsi doğacıların himayesinde olduğu gibi, çocuk eğitimi, yaşlılarla ilgilenme hepimize ne büyük vazife... Ahlak ortak, saygı karşılıklı ve alabildiğine sevmek... Gelin Balkanların binlerce yillik kardesligini bozmayin. Bakan Raşidov dehalığımızı gösterirken yorgun düştü sandık taşımaktan... Büyüklüğümüzü gösterecek dünyaya... Hep altın olan çakan çömlek ve zırhlı elbiseleri Paris’te. “Luvar”a vatan toprağında mayalanmış kültürle parlıyor. Anlatıyor derinlerden parça parça süzülen ama bir türlü kaynaşmayan büyüklüğümüzü. Yüzükler boşanan ya da kocalarının savaşlardan dönmesini bekleyemeyen gelinlerin olmalı... Kafatası kadehler altın olsa da, acı şarap sofralarından kalma... Neyse, onlarda bunlar da yok. Toprak karıştırırken bulduğumuzu bilseler “değersiz” deyebilirler. Tarihi yaşatmak çok zor! Bir de şu, bu eserleri yaratan halkların yok olduğu gerçekliği var... Tarih armut ağacı değil ki, silkesin. Meyvelerin arasında da kurtluları var.... Hepsi aştın olunca, gümüşler, bakırlar, Türklerin çömlekleri, ibrikler ve fes devri nerede diye soran olmalı ama yok. Altını gören toprağa bakmıyor. Gelin bu binlerce yıllık külturle daha dun soylenmis masallari yaristirmaya kalkmayin, lütfen kalkmayin, tarihi incitmeyin... Gelin harcın içindeki toprağı, suyu, kumu, çakılı, samanı ayırmaya da kalkmayın. Bu harç çoktan tutmuş, yeniden karmak için kırıp parcalamanız gerekir. Kırmayın, parçalamayın! Tarih yalnız altın olsa, hayat ölürdü, unutmayın...


26

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Rusya’dan Kopma Süreci - 1

BG-SAM-15.Nisan.2015

Bu bir armudun dalından kopup yere düşmesinden çok farklı ve zor bir süreçtir. Bulgarların Rusya’ya sımsıkı bağlanma süreci ulusal kimliklerinin ve Osmanlı’dan ayrılma umudunun enkübasyon (ceninin gelişmesi) döneminde mayalanıp gelişti. 19. yüzyılda Bulgar gençlerinden en uyanık olanlar hep Rusya bursuyla Odesa’da okutuldu. Bulgar toplumuna Rusya eliyle kurtarılacağı beklentisi böyle aşılandı. Bu beklenti birikiminin kabarması birkaç kuşak devam etti. Bu umut hep beslendi. Biz hiç çekinmeden Bulgar ulusal uyanış ve dirilişi Osmanlı koşullarında gerçekleşti derken, bu sürecin bir yere kadar da Osmanlı makamlarının desteklemesiyle güçlendiğini vurguluyoruz. Bir ayrıntı: 1863 - 69 yılları arasında Padişahın Rusçuk Bölge Valisi olan Mithat Paşa, öğrenim görüp Paris’ten dönerken Todor Şişkov’u kabul eder. Tırnono kentinde bir Bulgar okulu aşması için ona yıllık 15 bin lira devlet ödeneği bağlar. 1877 - 78 Osmanlı - Rusya Savaşı Bulgar dirilişinde beklentinin hem doruk noktası hem de dönüş yaptığı bir aşamadır. Osmanlıdan kopmayı hayal eden Bulgarlar 3 Mart 1878’de San Stefano Antlaşmasının imzalanmasını “Büyük Bulgaristan” özlemimiz gerçekleşti coşkusuyla bayram ederek kutladı. Ne ki, başta Avusturya - Macaristan, Almanya, Fransa ve İngiltere olmak üzere Büyük Devletler 3 ay sonra Berlin Konferansında durumu değiştirdiler. Bulgar Prensliği Tuna ile Koca Balkan arasına sıkıştırıldı. Başına da bir Prens dikildi. O gün bugün bu topraklarda 2 eğilim devamlı didişe geldi. Birinci: Bulgar topraklarını birleştirme eğilimi. (Berlin Antlaşması San Stefano Anlaşmasına göre Rusya’nın işgal topraklarını daha dar yeni sınırlara kaparken, Osmanlı sınırlarını genişletti.) Bu sorunu günümüz açısından algılarken 1912 Balkan Savaşını, 1913’te müttefikler arası savaşı, 1913 ve 1943’te Bulgar ordusunun Makedonya topraklarına girmesini hatırlamanız yeterlidir. İkinci: Bulgar ulusal ülkünün gerçekleştirilmesidir. Bu arada Bulgar ulusal devletini kurma ve Bulgaristan’da yaşayan tüm azınlıkları eriterek ulusal kemikte bütünlük sağlama her dönemde ve her vesileyle, Çarlık yıllarında ve totaliter sosyalizmde devlet politikası olarak azınlıklara zulüm edilerek uygulandı. 1912’de


Makale ve Analizler - 2015

27

Pomakların isim ve dinlerinin değiştirilmesi, 1936 ve 1942’de kimliklerine saldırılarının şiddetlenmesi, 1972 ve 1984 - 1989 faciası bu politikanın sonucudur. “Bulgar etnik modeli” etnikleri asimile etme siyasetinin, HÖH (DPS) partisinin yardımları ve yine devletin eliyle devamıdır. Bu açıdan Bulgar devletinin, halkın ve kamuoyunun Rusya’ya bakış açısı belirleyici olmuştur. Çünkü Moskova 1878’de ayak bastığı topraklarda etnik, dini ve kültürel temizlik yapılmasına ya göz yumdu ya da yeşil ışık yaktı. Rusya ile olan ilişkilerdeki yargı değeri Osmanlı’dan ayrılan Bulgar’da hemen esaslanmış ve ana gelişim yönünü almıştır. Bu derin çelişkili bir gelişim hattı olduğu gibi, iki ana eğilim olarak şöyle açıklayabilir: Birinci eğilim: “Bulgaristan’ın Rusya’dan ihtiyacı var ve Rusyasız olamayız!” Bu eğilimin 136 yıllık politik geçmişi var. Günümüzde en azimli biçimde “Ataka” partisi tarafından savunuluyor. Aşırı sağ milliyetçilerin meclis grubundan (PF –partisinden) ayrılıp 4 Nisan günü Veliko Tırnovo’ya bağlı “Arbanasi” merkezinde Velizar Ençev tarafından kurulan yeni Diriliş ve Kalkınma Partisi Rusya taraftarı çizgide olduğunu gizlemiyor. Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) de Moskova’ya bir beklentiyle bakmaya hala devam ediyor. Türklerin HÖH DPS partisi 23 yıl boyunca BSP partisine çanak açarken, aslında Moskovacılık yaptı. Birinci eğilimin belirtileri genelde politik düzeydedir. İkinci eğilim: 1886 - 1894 yılları arasında Bulgaristan başbakanı aynı zamanda kendisi de Odesa’da anti-Osmanlıkçı ruhla eğitilmiş asilerden biri olan, henüz 20 yaşındayken V. Levski’den sonra Bulgar komitacılarının başına geçen, Eski Zağara Ayaklanmasını yöneten, uzun zaman meclis başkanlığı da yapan Stefan Stanbolov bu eğilimi şöyle nitelendirip biçimlendirdi: “Bizi kurtardığı için kardeş Rus halkına karşı şükran borcumuz olması doğaldır. Bizim saygın yurttaşımız İvan Vazov’un yaptığı gibi bu şükran duygularını şiirlerimizde, romanlarımızda, romanslarımızda dile getirip yaşatmalıyız....f akat politikadaki şiarımız “Ellerinizi Yakamızdan Çekin!” olmalıdır. Bulgar Rus ve Bulgaristan Rusya ilişkilerinin doğru biçimde anlaşılması için cenin gelişme devresindeki çatlama, ikileme ve çatallaşma bu noktada açık ifade edilmiştir. Halklar arasındaki ilişkilerin ile devletlerarasındaki siyasetin daha o zaman farklılaştırılmış olduğunu görmek zorundayız. Güncelleştirilmiş bir değişle, mesela bugün Cumhurbaşkanı R. Plevneliev Moskova’nın Ukrayna ve Kırım siyasetini ve saldırganlığını kınarken, AB’nin Rusya yaptırımlarına katılıyor, NATO’ya bizde üs kurmasına olanak veriyor, bir de Rus turistlere Bulgaristan’a gelin ucuz tatil yapın diyor. Oldukça karışık olan güncel Bulgaristan politikasını başka türlü anlayabilmemiz imkânsız oldu. Bu ikilimin gelişim devreleri, Bul-


28

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

gar devleti ile Rusya devleti, Bulgar toplumu ile Rusya toplumu arasındaki ilişkilerin gelişim aşamalarıdır. 1892’de Rusya Çarlığı ile diplomatik ilişkilerimizi kesmiştik. 1943’te ABD, İngiltere, Fransa ile birlikte Stalin’e de savaş ilan ettik. Bugün 7 Nisan 2015 Moskova ile olan ilişkilerimiz her bakıma dibe vurmuş durumdadır. Uzlaşmaz çelişkini temelleri derinlere uzanıyor. 1839 Tanzimat öncesi ve sonrası gelişen Bulgar ulusal bilincinde motor olan Bulgar ulusal sermayesiydi. Bu sermaye Rus İmparatorluğu toplum yapısı ve üretim biçim ve ilişkilerinden daha gelişkin olan Osmanlı bünyesinde oluşmuş ve güçlenmişti. Bulgar sermayesinin Rusya’dan alacağı bir şey yoktu. 19. yüzyılın sonlarında Rusya henüz toprak köleliği devrinden sıyrılamamıştı. Bulgar köylüleri mal mülk sahibi olmuş, kendi topraklarını işliyor, iç pazara katılıyor, dış pazara açılmaya kanat açıyordu. Başka bir değişte, o yıllarda Rusya tarım ve sanayisi Bulgar ulusal sermayesi oluşum ve birikim anlaşmasına cevap veremedi. Bulgar devleti ve sermayesi yeni ortaklarını Batı’da aramak zorunda kaldı. Bu ilişki o zaman bu zaman devam ederken, kapitalist gelişimin daha ilk adımlarını atmasıyla 1891’de Koca Balkan’ın Buzluca Tepesi’nde kurulan Bulgaristan Sosyal Demokrat Partisi – daha sonra komünist ve sosyalist parti - çok dalgalandı, alçaldı, yükseldi. Son 25 yılda varlığını Bulgaristan Sosyalist Partisi olarak sürdüren bu eğilim, hafta sonunda Sofya’da kurultay yaptı. Kaçıncısı olduğu hiç önemli değil, toplanan 5 bin delegeden % 70’i 60 yaşın üstündeydi. Şu ince ayrıma dikkat ediniz: Parti üye sayısının % 80’inin yaş ortalaması 62 iken, Ekim 2014’te yapılan son meclis seçimlerinde bu partiye oy verenlerin yarısı 68 yaşın üstündedir. BSP üyelerinin % 30’u özürlü emekli, % 40’ı köylü, diğerleri de büyük kentlerde, fakat yalnız yaşayan emeklilerdir. Bu kurultayda ilk kez olmak üzere, 25 yıl önce kendi kendini dağıtmak zorunda kalan Bulgaristan Komünist Partisini temsil eden partili kanat lideri ve 12 yıl parti başkanı olan ve halen Avrupa Sosyalistleri Başkanı PES’in dönem başkanlığını yapan S. Stanişev’in Kurultay salonundan çıkması isteği ile 25 metre uzun pankart açıldı. Bu parti içi arınma Moskova’dan kopma sürecimize paralel gelişti. Rusya’dan kopma bugün artık bir adı Putinci, eş anlamlı ismi de yeni-Stalincilik olan sertleşme siyasetçilerinin hemen tavsiyesi anlamındadır. 1878’de Bulgaristan topraklarının Rus orduları işgaline girmesine ve Bulgar Prensliğinin Rus Prens tarafından idare edilmesine rağmen, yeni Bulgar ulusal yönetimi 1886’dan sonra Rus Çarlığı ile ilişkilerini koparma noktasına kadar gevşetti. 2015 Bulgaristan’ında benzer bir durum yaşıyoruz. 1990’dan beri Moskova’dan kopuyoruz. Süreç artık 25 yıldan beri sürüyor ve derinleşiyor. An-


Makale ve Analizler - 2015

29

laşılan 2. soğuk savaş döneminde biz Batı cephesinde yer alıp Rusya’dan iyice uzaklaşacağız. Biz uzaklaşmaya çalışırken Rusya bizden pek vazgeçmek istemiyor. Bizi 1 Euro’ya kapatmak istiyor. Bu durumdan çıkayım derken, daha da batıyoruz. Rusya bizi yemek istiyor. Bu sürecin özündeki nedir? Kısa yanıtlarsak, Bulgar ulusal sermayesinin yüz yıl arayla geçirdiği iki oluşum sürecidir. İlk aşama 1878 ile 1895 yılları arasında yaşandı. O zaman Rus sermayesi Bulgaristan üzerinde etki kuramadı. Bulgar milli sermayesi ilk birikimini Osmanlıda yaptı. Moskova’nın 1878 saldırısı bu süreci durdurdu. Yeni atılım Prenslik koşullarında başladı. Rakamlarla anlatırsak 1888’de yani Plevne Savaşından 10 yıl sonra, Bulgar ekonomisi küçük ölçekli olsa da, ulusal iktidarın dayandığı tabakaları şöyleydi. Ülkede 104 sanayici; 4 bin 284 orta ölçekli tüccar; 22 bin 542 perakende tüccar ve 51 bin 542 serbest meslek sahibi, öğretmen, doktor, avukat vs. vardı. Yeni devlet sınırları kapalı (proteksiyonist) bir siyaset izleyerek, bir yandan Osmanlının kapitülasyon uygulamasından kurtulmaya çalışırken, batılı büyük devletlerle ticaret ve onlardan kredi alma yolları açılıyordu. Yani Bulgar ulusal sermayesi Osmanlı ya da Rusya destekli değil, Batı devletleri destekli oluşum sürecine girdi. Bu gelişmenin politik anlamı bir de Rusya ve Osmanlıdan koparken, Batıya bağlanmaktı. 1990’dan sonra Rusya Bulgaristan’dan elini çekti. 1000 adet üretim lisansını birden geri aldı ve işleme sanayimizi çökertti. Doğal gaz ve petrol fiyatlarına getirdiği zamlarla kimya ve demir çelik endüstrimizi çökertti. Bulgar tarım ürünlerini işleme, gıda ve tekstil sanayi mamullerimize yüksek gümrük koyarak 100 adet orta ölçekli sanayi tesisimizi bir çırpıda kapattı. Böylece kooperatifçi tarımdan özel sermayeli tarım işletmeciliğine geçilmesi baltaladı. Tarımda iç pazar tıkandı. Köylü gençler iş aramaya gurbete çıkınca ulusal tarım felç oldu. Rusya hiçbir tasarımı gerçekleştirmeye yanaşmadı. “Burgas - Aleksandropolis petrol boru hattı”; “Belene Atom Elektrik Santrali; Kozloduy Atom Elektrik Santrali Yedinci Reaktörü”; “Güney Akım” doğal gaz boru hattı bunlardan bazılarıdır. Dev Proje Defterleri açıldı ve birer birer kapandı. Böylece Bulgar enerji sektörüne ölümcül darbeler indi. Ardından Bulgar bankacılığı seri darbeler aldı. Toplam 16 banka kapandı. Bulgar turizmine yatırım yapanlar da Moskova’nın turistlerini geri çekmesiyle zor günler yaşıyor. Sözün kısası, 100 yıl sonra da Bulgar ulusal sermayesi yine Batı ülkelerinin, Avrupa Birliği’nin yardımıyla oluşmaya, dirilmeye çaba gösteriyor. Avrupa ve dünya standartlarına göre iş yapmanın zor olduğu bilinse de, ilk adımlar atılmaya çalışılıyor. Pekişen Bulgar ekonomisi Rusya’dan bağımsız olmayı arzuluyor. 2014’te ülkemiz Rusya’dan 650 milyon US Dolar tutarında genellikle yakıt ve hammadde ithal ederken, dış satımımız tıkanmış durumdadır. Yeni enerji


30

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

kaynaklarımızı Azerbaycan ve İran’da ararken Türkiye ile yakın işbirliği yolları açılmaya çalışılıyor. Rusya tarafından Osmanlı’dan kurtarılan ama kısa bir dönem sonra Alman ve Batı devletlerine bağlanan Bulgaristan, 1944 - 1990 gibi çok uzun bir süre Moskova’nın kucağında kaldı. Buna karşın, kısa bir sürede toparlanıp yön değiştirdi. 11 yıl önce yani 2004’te NATO’ya girdi, 3 yıl sonra da Avrupa Birliği kapısını açtı. Artık Batı cephesinde mevzilendi ve mevzilerini güçlendirdikçe Rusya’dan tamamen kopmaya doğru adım atıyor. Önemle vurgulamak istediğimiz nokta şudur. 1990’dan sonra gelişen süreçlerde yani bu arada Rusya’dan uzaklaştıkça zayıf düşen Bulgar toplumunda Türk sermayesine bağlı yerli çok etnikli ulusal burjuvazi oluşturma sürecinin başlaması çok önemliydi. Fakat olmadı. Azınlıklara bu hak tanınmadı. Bulgaristanlı Türkler arasından müteşebbis kesimin göç etmesi, gençlerin ise, Batı devletlerine kaçması girişimciliğin kök salmasına engel oldu. Türkiye’den gelen, “Doğuş Holding”, MNG, NKA ve bazı başka iri Türk sermaye kuruluşlarının Bulgaristan üzerindeki çalışmaları devlet veya belediye malı olan alt yapı tesislerinin inşasında katkıda bulunmakla sınırlandı. Şu anda aktif olan “Koza Holding” de inşaat kesiminde faaldir. 1990’lı yılların ikinci yarısında “Exim Bank” tarafından açılan 50 milyonluk kredi dilimini öncelikle Bulgar devlet sanayi işletmeleri ömrünün bir süre daha uzatılmasına yaradı. Bu arada daha sonra “Group-Adres” şeklinde biçimlenen transport şirketleri kaptı. Türk sermayesi daha fazla lokantacılık ve gıda sektörünü tercih ediyor. Bulgaristan Türk azınlığının dinçleşmesinde rol oynamasını beklediğimiz sayıları binleri bulan Türk üniversite öğrencilerinin ülkemizin ekonomisinde herhangi bir rol oynadıklarını söylemek yanlış olur. Üretim ilişkilerimizin kökten değişimine yönelik dış sermaye yatırımlarında Türkiye’nin payı yok denecek kadar azdır. Bulgaristan politik yapısında 25 yıldan beri kemikleşen Halk ve Özgürlükler (DPS) partisi önü açık bir üretim sektöründen fazla sönmeye mahkûm üretimlerde çalışanları temsil etti. 10 yıldan beri tütün kotaları azalıyor. Devlet üreticiyi karşılıksız desteklerken yeni üretim biçimleri bulup geliştirmesine seçenek tanıyor. Fakat yardımlar geçim için harcandığından, yeni üretimlere geçilemiyor. HÖH partisinin demokratikleşmemizin ilk 23 yılında Moskovacı bir tavır içinde olması ve iflas sürecine seyirci kalması hiçbir sonuç vermedi. Bulgaristan Türklerinden 20 kişinin zengin olması halkın geçim sıkıntısına derman olmuyor. Türk ve Müslüman kesimden gençlerin dış ülkelerde işte kaçması ya da Türkiye’de iş aramaları henüz sonuç belirleyici gelişime kapı açmadı. Bulgaristan’da kalanlarımızın “isimlerine bir şey olmasın diye HÖH’ün üslendiği bekçilik rolü” 21. yüzyıl sorunlarının çözümü için ne politik, ne ekonomik, ne sosyal, ne de kültü-


Makale ve Analizler - 2015

31

rel ve eğitimsel açıdan geçerli bir akçe değildir. Moskova’dan kopma sürecinde yeni kurban “Kooperatif Ticaret Bankası - BTK” oldu. İnsanların paraları doğrudan çalındı. Savcılık olayı futbol karşılaşması seyreder gibi izliyor. Dalaverecilerin çemberi sıkışınca adalet, eğitim ve kültür alanında reform bekleyenler de hayal ediyor. Moskova’dan kopma sürecinin bir doğal sonucu olarak bizim de daha gerçekçi, yani söze, göze, boş lafa ve ölü vaatlere dayanmayan ya da hayalimizdeki özlemi gerçek sanıp devamlı aldanmayacağımız bir yeni ortam yaratmamız zorunlu olmuştur. Yeni yönelimin temelinde dıştan gelen kontrolsüz paralarla yaratılan talihli zenginden farklı olarak öz üretimimizden kaynaklanan bir örgütlenmeye ve pekişmeye gitmemiz zorunlu olacaktır.

Rusya’dan Kopma Süreci - 2

BG-SAM-15.Nisan.2015

Geçen asır Rusya’dan bir iki defa kopan, sonra yine kardeşleşen Bulgaristan’ın “U” dönüşlerini bir önceki yazımda anlattım. XXI. asrın başında da Batıya dönüş süreci ile başladı. Derinleştikçe de tökezliyor. Geçen yazıma aldığım tepkilerde, “onlar solucanlar gibi birbirine dolaşmış, ayrılmaları mümkün olabilir mi?” sorusu öne çıktı. Okurlarıma teşekkür ediyorum. Bazı görüşlerine yazımda yer vereceğim. “Onlar hava ile sis gibidir.” İç içedir. Sis nasıl havadan ayrılamazsa, onların geçmişini ayıklamak mümkün olamaz. Bazı halklar kendilerini mutlaka daha büyük milletlere, devletlere, sistemlere ve imparatorluklara bağlamadan edemezler. Bu, onların yaşayabilmeleri, kendilerini bir şey zannetmeleri, hatta mutluluk havası nefes etmeleri için olağanüstü gereklidir. Olmazsa olmazdır! Bu gerçeği şöyle anlatan bir okurumun kıyaslaması ise, şok edici: Doğan’ın kapatıldığı sarayda yeni enerji kaynağı bulmaya çalıştığını, “Tsankov Kamık” Elektrik Santrali’nden 1 milyon 250 bin Euro “komisyon” cepleyince iştahının artığını, havadaki hidrojeni oksijenden ayrıştırıp, benzin olarak kullanılacak yakıt icat etmeye çalıştığını, yazmış. Ne yazık ki sihirbazlıkta bek ileri değil. Yalan söylemek ile büyücülük arasındaki fark büyük. Rus ajanı olmak da kolay değil ama her zaman işe yaramıyor. Artık onun şu bir işe yarama-


32

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

yan meşhur “Felsefi simetri” yerine “Felsefi imkânsızlık” kuramı geliştirmeye çalışmasını anlamaya başladım. Şu da git gide açıklık kazandı, Ahmet’in derin planlarından biri de, Dobruca’yı Amerikalılara satmak. Eski yardımcılarından olan ve Batılı mason locaları ile sıkı fıkı fingirdeşince gizli işler çevirmeye başlayan ve başladım damlayacak derken, kaynağı belli olmayan 200 milyon US Doları ayakları iflas çamurundaki US bankalarından birine kaptıran, A. Emin’in acı mirası bu işin başındadır. Bize, son dönemde sık gelip giden yüksek görevli Amerikalılardan bazıları gece karanlığında, mahalle sokaklarında son lambalar söndüğünde “saraya” uzamaya başladı. Bizim toprak mülkü kanununda değişiklik istiyorlar. Bizde toprak satın alan, toprağın yalnız işlenir kısmına sahip olur. Mülkümün içinde su kuyusu kazayım dese, belediyeden ve daha birçok makamdan izin almadan olmaz. Karşılığı US Dolarları sayıp bizim topraklardan alma heveslileri, dünyanın göbeğine kadar inmek, toprağın içinde, derin tabakalarında ne varsa çıkarıp götürmek hakkı istiyorlar. Texas’lı bunlar. Gözleri böyle açılmış. Toprağımızın üstünü alan altına da sahip olacakmış. Madenlerimiz, su kaynakları, petrol ve doğal gaz yatakları hepsi ellerine geçecek. Fal taşı gibi fırlamış gözleri Dobruca ovamızda. Sanki güzelim ova Ahmet Doğan’ın miras mülkü. Drındarlı olduğundan bu işleri halleder diye düşünmüşler. Türklerden kimliksiz kişilik yaratabildi, köylülerden topraksız köle yaratabilir, diyorlarmış. Son görüşmede “şu köylüleri mülksüzleştirme işinin üstesinden gelebilirsen “A. Emin’in kaybettiği 200 milyonu çanta içinde getirebiliriz” demişler. Umut ediyorlar. Bizden kimseyi gördükleri yok. Uzaydan bakınca insan değil, bizim oralarda taş gazı görmüşler. İlgi birden arttı. Dobruca Ovası-Karadeniz Kıyısı güvenliğinden “US-Şabla Askeri Üssü” sorumludur. Filibe yakınındaki “İganovo” uçak alanına inen uçaklardan çıkan binlerce ağır silahlı komando “Novo Selo” talim alanında “Platin Aslan 15 - 2” tatbikatlarına başladı. Görenler, “Trake zamanından beri şu Trakya ovası böyle zırh görmedi” diye anlatıyor. Hedefler 2: Hem muhtemel ayaklanmaları bastırmaktır, hem de Rusya’ya gözdağı vermek! Bu defa iyice yerleşiyorlar, artık kovmadan gitmezler... Önceki yazımda da altını çizdiğim gibi, Rusya sen “kakasın” dediğimizde, 2004’te NATO askeri teşkilatı ve 2007’de Avrupa Birliği boyunduruğuna homurdanmadan koşulduk. Bu iki Batı kalesi kapısından içeri alınırken sırtımızdaki kıl torbalarını hala indiremedik, elimiz açık ve kendimiz muhtaç, henüz soluklanamadık bile, nerde saraya alınmak:.. Fakat Dobrucamızı Sam Amca’ya heybe edersek, birkaç kişinin işi yoluna girebilir... ***


Makale ve Analizler - 2015

33

Bizde, Rusya’dan kopmayı (uzaklaşmayı) yeni uzak görüşlülüğe göre, kötülüklerden arınma, ruhsal ve ayrıca tarihsel temizlenme olarak anlayanlar (irdeleyip kavrayanlar), ayrıca bu işin böyle olduğunu kabul edenler belirdi. Onlar fikirlerini artık açık olarak duvar yazılarında beyan edip TV stüdyolarında tartışıyorlar. Üstelik yeni gelecek hayali bu defa yazıda belirdi. 1917 Ekim Devrimi’nde orak çekiç kaldırmışlardı. 1789 Paris sefilleri Lui’nin kellesini kazıkta taşıdılar. 1944’te bizde partizanlara kimse çiçek vermemişti. Demetler resimlere sonradan monte edildi. Bu bahar gece boyu duvar karalayanlar hayalet gibi dolaşıyor. *** Dünya, bu arada Bulgaristan, İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin 70. yıldönümünü (9 Mayıs 2015) kutlamaya pek hevesli değilken Rus uşaklığından, (Rusofilik), Stalincilik ve Putincilikten kopmak isteyenler artıyor. Bu iş bizde komünizmden ve Rusçuluktan kesin ayrılma (lüstrasiya) olarak kabul ediliyor. 26 yıl önce olmalıydı da, olmadı! Sovyet Askeri anıtlarına “yıkılsın” ya da “sökülsün” yazanlar buna işaret ediyor. Kuşkusuz bizde iyice koyulaşan komünizm tortusuyla birlikte komünist yalamalar da sahneden itilerek, Ahmet Doğan ve Lütfü Mestan gibilerin helvası yenecektir. Çünkü gündöndü bile aynı zamanda hem Doğuya hem de Batıya bakamıyor... Soru? Anıtların yıkılması tarihi değiştirir mi? 20 yıl önce Sofya “Batenberg Meydanı”nda “Georgi Dimitrov Mozolesi” birkaç bomba ile havaya uçuruldu. Boşluğa birkaç ağaç dikildi. Aüaçlar mezarlık ağacı olmadığına tutmadı ve yeri boş kaldı. Bu patlama bizdeki totaliter komünist küfü kazıdı mı? Hayır! Küf kokusu ciğerimizi kemirmeye devam ediyor. Sofya’da Çar Boris Parkı’nda “Sovyet Ordusu Anıtı” (1954’te dikildi) havaya uçurulsa, insanlığın İkinci Dünya Savaşında verdiği 50 milyon kurban hayata geri döner mi? Şehitlerin aziz hatırasına, barış sembolü olan emellerine saygımız azalır mı? Hayır, azalmaz. Öyleyse! İsimlerimizi ve kimliğimizi değiştirme mengenesi sıkılırken, totaliter zulüm zirve yaparken büyük sayıda kurban verdik. Bulgar demokratik kamuoyunun bazı temsilcileri tarihimizde işlenen en gaddar zulümdür, deseler de, Todor Jivkov’u ve totalitarizmi lanetleyen Öcü Anıtı dikilmedi. Totalitarizmi lanetleyen kitapların yeni baskısı gecikiyor. Haklı davamızda göz, kol, bacak, ayak kaybeden özürlülerimizin çocuklarımız Öcü Anıtını göremediler. Gaddarlığı, ırkçılığı ve et kafalılığı lanetleyen anıt da yok. Anıt yok diye nefretimiz azaldı mı? Hayır azalmadı! Yıkılması istenen ve ayakta kalması istenen anıtlar. Bu ikilem toplumu parçaladı.


34

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Seçim yapmakta zorlananlar var. Mesela, Rus Çarı II. Aleksandır anıtına itiraz eden yok. Meclis Meydanına 1901 - 1907 yıllarında dikilmiştir. Rus askeri ile Sovyet eri arasında fark yapılıyor. Aslında birisi Osmanlıdan, öteki de monarşifaşist diktatörlükten kurtarandır. Değişiklik istemeyenler, küçük devletlerin asla kurtulamadıklarını, tam bir boyunduruktan kurtulduk derken, yeni bağımlılığa düştüklerini kitaplarda okumak istemiyorlar. Bu böyle olmasa, 1878’de Osmanlı’dan ayrılınca Rus Çarlığına bağlanan Bulgar Prensliği, neden 10 yıl sonra (1886) Avusturya Macaristan ve Alman boyunduruğuna gönüllü girmek istedi? 30 yıl Prenslikten sonra da, 1908’de aman bizi Almanya’ya daha sıkı bağlayın çığlıklarıyla 36 yıl boyunca Çarın dikta rejiminde inledi. Yeni dönem Bulgar Çarları olan Ferdinant, oğlu III. Boris, torunu II. Simeyon ve onun oğlu veliaht Kardam 7 yıl komada yattıktan sonra 7 Nisan 2015 günü hayata gözlerini yumdu. Bu zatların vatanımızda anıtı değil dikili tek ağıcı yoktur. Halkımıza üç defa ulusal felaket yaşattıkları hiçbir zaman unutulamaz. Bu anlamda anıtı olmayınca onlar unutuldu mu? Faşizm döneminde verdiği kurbanları yok mu sayalım!!! Toplumun değer yargıları açısından arınması heykellerle hesaplaşmakla olmaz. Yıkılanların yerine yenilerin dikilmesi de bir şey değiştirmez. Anıt hak etmiş azizlerin heykellerinin yükseltilmesine yasak getirilmesi hiç bir şeye çözüm değildir. Tarihe dört gözle bakıp ibret alacaksak, Osman Paşa anıtını mutlaka dikilmelidir. Süleyman Paşa da Şipka Doruğunda yerini almalıdır. İnsanımız 600 sene tütüncülükten geçindi. Yol boylarında tütüncü çeşmeleri akmalıdır. Yenilenme yolu yıkımdan geçmez. Değişime açılan yenilenme (reform) zamanını yaşamış olanın içinden yeni bakış açısı ve değer sistemi süzülerek filizlenmelidir. Cani bir sistem olan faşizmi, insanlık dışı bir düzen olan totalitarizmi olumsuzlarken daha iyi olanı aradık. Faşizm Alman, İtalyan ve Bulgar toplumlarında gelişti, tırnaklandı ve zehirli dışlarını hümanizme, insan sevgisine, hiç bir suçu olmayan halklara, insanlara batırdı. Onları parçaladı, kurşunladı, çizme ökçesi altında ezdi, kendilerinden olmayan herkesi yok etmek istedi. Toplumun en değerli hüman ilkelerle ve düzgün bir ahlak uyarınca eğitilmesine ağırlık verilmeyince gökdelen büyüklüğünde öcü anıtları da dikilse, arkadan gelen yine milliyetçilik, ırkçılık ve palazlanmış faşizan zihniyet olacaktır. Bu bakıma, anıtları yıkmak tarihi çarpıtmak anlamına gelir. Bizde, İtalya’da ve Almanya’da Hitler canisinin anıtı yok. Bu faşizmin yeniden kükremeyeceği anlamına gelmez. Faşizmi doğuran temel bir de çarpıtılmış geçmiştir. Ters yüz gösterilen geçmişten beklenen yenidünya doğmaz. Mesela isimlerimizin katli, hoşgörülü bir yaşam ortamının yeşermesine olanak vermiyor. İyi


Makale ve Analizler - 2015

35

komşuluk direğimiz yıkıldı, yerine konamıyor. Vatanda kapanmadan açılan, kilidi olmayan Komşu Kapısı bir anıt hak etmedi mi dersiniz!. Ama yok... Biz dünyada, hem geçmiş, hem de gelecek olarak varız. Yalnız sol ya da yalnız sağ gözle bakarsak gerçeği göremeyiz. Hatta iki gözle de değil, her yana dört gözle bakmalıyız. Görmemiz gereken eski ve yeni olan, yararlı ve yararsız olan, yeni uygarlığın taşıyıcısı olan ve ona yönelmemizdir önemli olan. Rusya ile ilişkilerimiz, dostluğumuz ve işbirliğimiz zamanını doldurmuşsa, onları özel fedakârlıkla sürdürmemize gerek yoktur. *** Politik partiler açısından Bulgaristan’daki Purinci, yeni-Stalinci, eski Rustçu güçlerin başında gelenlerin omurgasını oluştura gelen Sovyetler Birliği Komünist Partisi’ne kölece bağlanan BKP’nin devamcısıBulgaristan Sosyalist Partisidir(BSP). Bu politik güç küçüldükçe küçülse ve parçalandıkça ufalsa da hayatımızda, kamuoyunda, parlamentoda (39 milletvekili var) güncel yaşamda etkisini sürdürüyor. Şirketleri, bankaları çalışmaya devam ediyor. İstedikleri an banka çökertebiliyorlar. Mesela BTK’yı yoldular ve kapattılar. Yenidünyaya kimsenin gözyaşına bakmadan ayak uydurmaya çalışıyorlar. BSP Başkanı M. Mihov yönetimindeki parti heyeti geçen ay Moskova’ya gitti. Ziyaret masrafını sigaracı devi Pillips Muris’e bağlı bir İsviçre şirketi ödetti. Hayatın renkleri her gün değişebiliyor... Rus yandaşlığının omurgasını, geleneksel bağları ve dil, din, örf, adet ve başka yakınlıklar temelinde BSP partisi ayakta tutsa da, aşırı sol cephede aktif olan “Ataka” partisi geliştirdiği propaganda ve etkin çıkışlarıyla Moskova’nın yanında, daha doğrusu “Jirinovski partisi” olarak bilinen Rus milliyetçileriyle uyumlu çalışıyor. Tüm politik güçler gibi onlar da tek başına iktidar olmak ve Bulgar pervanesini yeniden Moskova’ya çevirmek istiyorlar. Ukrayna ve Kırım krizlerinde Putin politikasına dört elle sarıldılar. Batı’nın yaptırımlarını kınarken, NATO güçlerinin ülkemize yerleşmesine, bu askeri paktın bizde operativ karargâh kurmasına karşı çıktılar. “Ataka”nın Rusya’dan kopmamıza karşı etkinlikleri meclis kürsüsünden sokak gösterilerine kadar yayılmış durumdadır. Rusçu omurganın özünden olan ama kendisini Rusya politikası odaklı yeni bir eksende görmeye çalışan, sosyal işler bakanı Kalfin nezdinde, Başbakan Boyko Borisov hükümeti ortaklığında da yer alan,Bulgaristan’ın Yeniden Doğuşu İçin Alternatif (ABV)partisi Başkanı G. Parvanov çok çelişkili bir dış politika sahneye koymaya çalışıyor. Bir yandan Bulgaristan’ın 2004’te NATO’ya ve 2007’de AB’ye girişi G. Parvanov’un 2 dönemlik Cumhurbaşkanlığı süresinde gerçekleşmişti. Bu unutulmamalıdır. Şunu da aklımızdan çıkarmayalım: G. Par-


36

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

vanov, Sosyalist Parti’ye girmezden önce, üstelik BSP başkanı olduğu dönemde, Cumhurbaşkanlığının birinci süresinde ve 2006’da bir Türk partisi olarak bilinen HÖH’ün de desteğiyle yeniden seçildiğinde azınlıklara hep ters baktı. Devamlı olarak, arasız ve yılmadan, elinden geldiğince Bulgaristan Türklerinin ve Müslümanların tüm etnik azınlıkların ezilmesinde ve bizde kimliksiz insan kütlesi yaratılmasında Doğancılarla birlik oldu. Bizi sistemli olarak ezenlerden biri odur. Bu politik kimlik, günümüzde en kararlı Rus yanlısı rol almaya sıvanıyor. İstekleri arasında, AB Genel Kuruluna Rusya’ya karşı yaptırımların kaldırılması için Bulgar devletinin başvurması; bir Bulgar heyetinin Moskova’ya gidip ticari ilişkileri ve özellikle de Bulgaristan’ın Balkanlarda enerji merkezi oluşturması ve “Güney Akım” gaz boru hattı sorunlarını çözmesi başta yer alıyor. Bu arada, dosyası kapanan “Belene” Atom Elektrik Santrali’nin Rusya tarafından inşa edilmesi gündeme çekiliyor. Aklından geçen Karadeniz sularında Bulgaristan’ın Moskova gemileri yanında yer almasıdır. Böylece Rusya Bulgaristan ilişkilerinde cırt pırt çıkışlar dönemi aşılıp yeniden programsal bir yumuşamalı yaklaşım geliştirilip gündeme getirilmeye çalışılıyor. Kuşkusuz bu yeni atılım yeni girişim olarak kök salabilse, “Ataka” ile BSP Rusyacı politikada ikinci sıraya itilebilir. Isınıp Rusya’ya yeniden sarılma eğilimi bir de, geçen hafta kurulması yolunda ilk adımlar atan bağımsız milletvekiliVelizar Ençevtarafından başlatıldı. O, yıllar yılı Sofya’da yazdığı yazılarını “Skat” TV’de yayınladı. Aşırı sağ basında köşe oldu. Anti-İslam, anti Türk çizgisinde uzmanlaştı. Gençliğinde Bulgar gizli servisi “DS” Birinci Şubesine bağlı dış casusluk kurumlarında görev aldı. Totalitarizmci ve patriotik cephe adıyla siyasete katılan sağ milliyetçi ve ırkçı çizgili “PF” partisinden parlamentoya girdi. Başbakan Borisov hükümetiyle “reformlar ve dış borç alma” gibi konularda bağdaşmazlığa düşünce, partisizliği seçmek zorunda kaldı. Kolay parlayan Yunan Başbakanı Çipros örneğini beğendi. Parti kurmaya soyundu. Bu politikanın son hedefinde AB ve NATO içinde Rus “Truva Atı” olmak var. Tekrar ederek altını çizmek istiyorum. Rusya etkisinden, kıskacından, “kardeşliğinden”, “kurtarıcılığından” ve işbirliğinden kurtulmamız hiç de kolay olmayabilir. Bir yandan Batı dünyasına bağlılığımız gelişip derinleşirken, enerji kaynaklarımızın % 80’ni, hammadde alımlarımız Rus pazarına bağlı kalmaya devam ediyor. Öte yandan Ukrayna çatışmasında Rus Amerika yüzleşmesinin çok yakınında kaldık. 1990’dan beri ekonomimizi çökerten Rusya’nın gözü üzerimizdedir.


Makale ve Analizler - 2015

37

“Ermeni Soykırımı Vardır” Demek Suç Olsun

Alptekin Cevherli-18.Nisan.2015

Başta News Azerbaycan olmak üzere Azerbaycan kaynaklı bazı haber siteleri bir kampanya başlatmışlar. Oldukça mantıklı olan bu kampanya aslında Fransa başta olmak üzere çeşitli AB ülkelerinde uzun yıllardır var olan sözde Ermeni soykırımı iddialarını red etmeyi suç sayan yasalara karşı şimdiye kadar çoktan konulması gereken bir tepkiyi dile getirmiş. Aşağıda linkini de verdiğim kampanya bildirisini bilginize sunuyorum. Siz de gelin; gecikmiş tepkimizi, uluslar arası hukuklun en önemli kuralı olan mütekabiliyet esasına göre koyalım. Bildiri şöyle: (http://www.ermeni-soykirimi-var-diyen-cezalansin.org/v2/ indexx.php) Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’na, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’na ve Türkiye Cumhuriyeti Millet Meclisi’ne, Konu: Ermeni Soykırımı Var Diyenler Cezalandırılsın Son günlerde esassız “ermeni soykırımı” iddiaları yine ülkemizi rahatsız etmeye başladı. Ayrıca kendilerini demokrasinin merkezi sayan ülkelerin, teşkilatların, şahısların bu yönde adımlar atması bizleri rahatsız ediyor ve artık yeter demek geliyor içimizden. Olmayan bir soykırımı yıllardır önümüze getirerek bunu bir koz olarak kullananlara artık dur demek lazım. Tarihte acı olaylar yaşanmış olabilir. Belli bir bölgeden insanlar göç ettirilmiş olabilir, ama bunu soykırımı diye sunmak insafsızlıktır ve art niyetliliktir. O tarihlerde ermeni çeteleri tarafından öldürülen insanlarımızın hakları ne olacak? O günün şartlarında çetelerle baş edemeyen devlet, o bölgede yaşayanların yaşam alanında yer değişimine gitmiş olabilir. Bu bir yer değişimidir ve insan öldürme değildir veya bir ırkı yok etme değildir. (Eğer soykırım yapılmak istenseydi, bin yılda bugün bir tek Ermeni bile kalmazdı.) Geçmişte soykırım yapmış milletin evlatları olduğumuzu esassız iddia etmeleri bile bizleri rahatsız etmiştir. Ayrıca ileride ortaya çıkabilecek hukuki problemlerin yükünü bu esassız iddialara destek verenlerin çekmesi isteğimiz doğal olsa gerek. TBMM (Türkiye Büyük Millet Meclisi)’den ricamız ve isteğimiz budur: -Ermeni Soykırımı Var Diyenler Cezalandırılsın- kanunu çıkarılsın. Fakat kanunun yürürlükte olduğu dönemde Dünyada bu işin uzmanı olan, herkesin kabul edeceği tarihçilerden bir komisyon oluşturulsun ve bu komisyonun çıkaracağı


38

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

sonuca göre bu kanun değiştirilebilir. Yani komisyon “ermeni soykırımı yapılmış” derse, kanun tekrar gözden geçirilecektir. Cezanın içeriği: 18 ay hapis ve 100 bin TL para cezası (bu tutar Şehit Ailelerine harcanacaktır) olabilir. Ayrıca TBMM en kısa dönemde Ermenilerin 1992 yılında Azerbaycan’ın şehirlerinden olan Hocalı’ da yaptıkları (gerçek) Soykırımı, yani “Hocalı Soykırımı”nı tanıma girişimlerinde bulunmalıdır. “Hocalı Soykırımı” ermeniler tarafından 1992 yılında gerçekleştirildi ve tartışmaya açık değildir, çünkü videolu ve belgeli yapılmış gerçek bir soykırımdır. Bu isteğimizi imzalıyoruz.

Çekişmeli Asırlar - 1

Rafet Ulutürk-21.Nisan.2015

Biz çekişmeli yılların çocuklarıyız. İki asırda birden yaşamak, 20.yy kâbusundan sıyrılıp 21. yüzyıla geçmek için doğmuşuz. Neslimizin ana vazifesi bu olsa da, sanki talihsiz doğmuşuz, çekilerin etkisinden ne sıyrılabildik ne de kurtulduk. Yapamadık! Bir önceki asrın (19.yy) dayattığı problemler içinde bocalamaya bugün de devam ediyoruz. Bulgar Prensliği, ardından monarşi-faşist Bulgar Çarlığı, gerekse totaliter komünist düzen bizdenkimliksiz Türk, kimliği olmayan insan yaratmak istedi. Yapılan ve uygulanmaya devam eden atalarımızın ve bizim üzerimizde süresiz bir denemedir. Hitlerin cani doktoru Men gele İkinci Dünya Savaşı ölüm kamplarında insan geni değiştirmekle başlatmıştı bu denemeleri. O, öldürmeye hevesli, öldürmekten zevk alan robot adam tipi yaratmak istedi. Klonlanmış asker tipi her savaşı kazanmak zorunda, çünkü onun programında yenilgi diye bir şey yoktur. Bizim Türk ve Müslüman kimliğimiz beden ve ruhumuzdan sökülüp alınacak ve katledilecekti. Kimliğimizin kemikleri kazanlarda eritilip suyu lağım kanalına akıtılacaktı. Erimeyen kemiklerse değirmenlerde öğütülüp unu rüzgarlı bir havada çöplüklere savrulacaktı. Kemliksiz olmayı doğal kabul etmezsek kö-


Makale ve Analizler - 2015

39

leleştirilecektik. Kölelik çağında köleler de kimliksizdi. Kabullenemedik. Onun için Türkiye’deyiz. Son hedef Türk olarak kimliksizleştirilmemizdi. Bu bir süreçti. Osmanlıdan kopmamızın acı tarihi olan 1877 - 78 Plevne yenilgimizle başladı. 136 yıldır devam ediyor. Acımasız planın temelinde, kılıç artığı olan Bulgaristan Türk ve Müslümanlarıyla istediğimizi yapma fırsatı bize düştü anlayışı vardı. Yolda okulda askerde kafalarımıza hep bu sokuldu ve hepimiz birden uyanamadık. İnsafa gelir. Ekmeğimizi yemiş, hayrımızı görmüş, İnşallah duamızı da hak eder, sözleriyle kendimizi avuttuk. Onlar da çarıklı, abalı poturlu ve fesliydiler. Çarşı pazardaki ümmet aynıydı. O zamanlar ayırım sözü henüz yoktu. Osmanlı ceninden bir tek Bulgar çıkar rüzgarı da esmeye başlamamıştı henüz. Ayırım burunları din, dil ve etnik kültür kokusu aldığında başladı. Derken, dağların ardından güneşin yalnız kendileri için doğduğunu düşünenler kalabalaştı. Uçuşan kelebekler biri sen biri ben gel farklılıkların oynaştığı bir dünya kuralım çağrısını kabul edilmez oldu. O vadilere gülü atalarımız götürse de, her goncada kendilerini gördüler, birisinin de biz olmamıza tahammülleri söndü. Bu ne kendini bilmezlik, baharda cümle alem gül kokar, dense de, o gün bugün inatları devam ediyor. Sözde ümmet kozasından onlardan 100 yıl sonra çıkmışız. Hakkımız uçmadan ölmek ya da uçup onlara katılmakmış. Şanlı geçmişimizi göremediğimizden, zifiri karanlıkta Türklük kaynağını bulup özümüzden içmemiz zor oldu. Ancak 100 yıl sonra ayaklanabildik. Politik bilinç ve örgütlenme seviyesine bir asırda erdik. Uyanıp bilinçlenmemiz kimliklerimiz giderek dönüştürülüp farkına bile varmadan Bulgarcalaştırılmamıza paralel oldu. Gözlerimizi umut kapısından kimliğimize çevirmeyi kardeş kellesiyle ödedik. Biz hepimiz aynı sebepten Türkiye’deyiz. Hiç birimizin ayrıcalığı yok. Biz bedenen ölümden, ruhen kimliksizleştirilmekten kaçan insanlarız. Göçmen soydaşın anlamı budur. Kimliksizleştirilmeyi kabul etmediğimiz için soydaşız. Yurdumuzdan kovulduğumuz için buradayız. Şimdi Türk kimliği ile yaşayan vatansızlarız. Ana vatan öz vatanın yerini dolduramaz, çünkü bizim kimliğimizin bir parçası da vatanımızdır. Buralara yaralı geldik. Bir yarımız orada kaldı. İçimizdeki boşluğu dolduracak yedek parça yok. “Balkanda adam, ovada kabak yetişir.” Bizim vatanımız Balkanlardır. Türk kimliği Türk olan adamın kimliğidir. 1878’den beri yapabildiğimiz en büyük iş, Türk kimliğimizle boy atmış olmamızdır. Dünyaya şu


40

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Trakya, şu Rodoplar, şu Deliorman, şu Dobruca ve şu Gerlovo ezelden Türklük kalesidir dedirttik. Türk kimliğimizi bir öz ve biçim olarak korumaya çalışırken çok büyük fedakârlıkta bulunmak zorunda kaldık. Dedelerimiz mimari değerlere önem veren bir milletin mensubuydular. 17. yy.da sadece Sofya’da 53 cami ve mescit vardı. Dahası var: 40 okul, 2 Medrese, 11 han, 1086 dükkân ve daha birçok köprü gibi değerli eserler. Bunlar yüce bir medeniyet ve kültürün sembolleridir. O gün bugün biz, her yeni gün bir önceki günden biraz daha soysuzlaştırıldık. Bulgaristanlı Türk kimliğimiz 4 rejimle mücadele içinde oluştu. Bulgar Prensliğinde (1878 - 1908); Bulgar faşist-monarşi Çarlığında (1908 -1944); totaliter sosyalist devlet düzeninde (1944 -1990) ve demokratikleşme devresinde (1990 - 2015) büyük kayıplar versek de, kimlik ve özgün Türk kültürümüzle var olma çırpınışımız bir an olsun dinmedi. 1984 Aralığı ile 1985 Martı arasında Türklüğümüz en ağır darbeyi aldı. Öz kimliğimize ait neyimiz varsa zorla ve resmen elimizden alındı. Posta kutularımızdaki adlarımız bile değiştirildi. Yolunmuş piliç gibi ortada kaldık. Baskı-terör hat safhadaydı. Rejim zorbalığı dayanılır gibi değildi. Siyasi atılım için örgütlü birikimimiz 1989 Mayısı’nda patladı. Türklüğümüzden çalınanların tümünü geri istedik. Ayaklanma politik bilinçlenmede son aşamadır. Başkaldıranlar kenetlenmiş yapılanmaya ve siyasi partide örgütlenmeye hazırdır. 1989’da bu an yaşandı. Halkımız siyasi partisini doğurmaya hazırdı. Kanatlanmış uçtu uçacakken, kanadımızı kırmak için göçe zorlandık. Şimdi buradayız. İtiraf ediyorum. Bize Türk gibi solumayı çok görenler 136 yıldır uyumuyor. Karanlıkta çatlayan tohumun Türklük olduğunu görünce kudurdular. Son gizli silahlarını çıkardılar. Karşımıza dikilen kimliksiz kimlik laboratuar ürünü Ahmet Doğan’dı. 10 Ocak 1990 günü Varna’da ilan ettiği Hak ve Özgürlükler Hareketi ile başımıza beklenmedik büyük musallat oldu ve olmaya devam ediyor. Doğan olayının özünü bir daha açmadan ileri hamle yapamayız. Bilinmeyen ve tanınmayan düşman yenilmez. Bugün Bulgaristan Türklerinin en büyük düşmanı Doğancı zihniyettir. O, ana-baba soyu belli olmayan, doğumundan 3 ay sonra sokağa bırakılmış, gönül sıcaklığımızdan, ahlak ve hoşgörümüzden nasip almadan, kendini Türk olarak pazarlayan biridir. Bir gün çamurda sürünürken Türklere ve Türklüğe karşı çalışan Bulgar gizli polisine köstebek olmayı kabul etmiştir. 1974’ten beri devam eden bu sürüngenlik Ahmet İsmailov Ahmedov, Medi Doganov, Ahmet Doğan, Angelov, Sergey, Sava, HÖH lideri gibi isimlerle hep önümüze çıktı.


Makale ve Analizler - 2015

41

Ahmet Doğan bir hafiyeden, muhbirden, ajandan öte biridir. O 31 yıldan beri tanıdığı her Türk’ü ispiyonlamış ve jurnallemiştir. Birçoklarımızı ekmek parasından etmiş, tutuklatmış, sürgün ettirmiş, hapse attırmış, okumasına mani olmuş, aile parçalamış, rastladığı Türklere “milliyetçi,” Türkçe konuşan, Türkçe müzik dinleyen, gözü Türkiye’de gibi damgası vurmuş, gammazlamış, kötülemiş, yollarını kesmiş, hayatlarını kâbus etmiştir. Ahmet Doğan’ın iyilik yaptığı birisi varsa o da kendisidir. Kimseye bir bardan su uzatmamış, hiç kimseye bir tas çorba uzatmamıştır. Elindeki yetkilerle yaptığı tek iş “hak” ve “özgürlük” gibi vaatlerle uyuşturabildiklerini kimliklerini unutmaya zorlamak ve onları 26 yıldan beri sayada koyun gibi sağmaktır. Gizli servisin parasıyla Sofya Üniversitesinde sözde felsefe okuyan bu hain, herkese “Felsefede Simetriklik” konusundan dem vururken, şu konular üzerinde çalıştı. “Türk milliyetçiliği ve İmanda Köktendincilik”, “Bulgaristan Türklerinin Biri Bulgar Öteki Belli Olmayan İkili Kültürü”, “Bulgaristan Türklerinde Kimlik Oluşturma Çabalarına Karşı Mücadelenin Yol, Yöntem ve Araçları”, “Türk Kimliği İle Yaşamak İsteyen Bulgaristan Vatandaşlarıyla Mücadele Edelim” ve “Etnikleri Eritip Tek Bulgar Ulusu Kurma Yolları.” Bu konuda doktora tezi savundu. Bize karşı bıçağını biledikçe biledi. Başkanı olduğu parti ancak şekil olarak hak ve özgürlükçüdür. Öz olarak dünya görüşü ve yapı olarak totaliter düzen partisidir. Demokratik merkeziyetçilik mekanizması çalışmayan, lider ve yönetimi tabandan kopmuş bir siyasi oluşumdur. Bulgaristanlı Türk ve Müslümanların yürekler acısı yeni durumu onun eseridir. O ve etrafındaki 7 - 8 zengin hepimizi alabildiğine, insafsızca ve gaddarca eziyor. Türk kimliğimizi ve özgün Türk kültürümüzü yok etme davası ellerindedir. 25 yılda ana dilimizi unutturmaya çalışırken, ellerinde olsa dilimizi kesip köpeklere atma yolunu seçtiler. Bize karşı merhametsizlik ve gaddarlık yaşatan zihniyet. Ahmet Doğan’ın kılcal damarlarına işlemiş hainlik, 1985 başında kırılma noktası geçirdi. Bir ara kendini bulunmaz Bursa kumaşı sanmış, 6 isimli kimliksiz bir hainin adı mı değiştirilir ya da ben bu işi hal ederim diye düşünmüştü. Oysa 1985 Şubatı’nın soğuk bir sabahında Sofya’da sıkıyönetim uygulanmış, kuş uçmuyor. Üniformalı milis onun kapısını da çaldı. “Aç ağzını dişlerini sayacağım!” dedi. Kafa Kaf dağında - bir gün Libya’da ya da Bağdat’ta İslam felsefesi okuyor, Başmüftü olacak; ertesi gün Sorbona’da felsefe hocası; iki saat sonra Kembrich’te, öğleden sonra Moskova Üniversitesinde, bir sonraki günse Harvard’da “felsefe simetrisi ve kimliksiz Türk yaratma uygulamasını” açıklıyor. Geri zekâlı desek az, kafa yok, kafa gitmiş... Ondan kimse bir şey istemedi.


42

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

“Angelov” ismini 1974’te gönüllü seçmişti. Türkçesine de dokunan yoktu, Türkçe onun ne ana dili ne baba diliydi. Köstebek olmak Türk olmaya yeterli olamazdı. Bir ara Türklere sokulurken, “babam Türkiye’de yaşıyor,” dedi. Türkiye’ye sığınmakla Türk olunsa, bugün Güney Doğu’daki 4 milyon kaçak Suriyeli, Türk sayılırdı. Bizim zavallı gencin hayatı baştan aşağı hayaldi. Kendini feylesoftan satıyor ama Sofya Üniversitesine giriş sınavlarında Bulgar Tarihi sınavında Plevne Savaşı’nı anlatamadı. Zayıf not aldı ve kayıt dışı kaldı. Ajanlar kovanı “DS” - 1. şube; 2. şube, BKP MK Türklerin kimliğini tarihe katma- ideolojisi şubesi şefi St. Mihaylov. Bulgar Bilim ve Teknik Komitesi Başkanı N. Papazov, İş İşleri Bakanı, Milli Eğitim bakanı hepsi kafa kafaya verdi ve “bu ajansız olamayız” noktasında birleşti. Sonunda -6 ay sonra- sabık bir KGB ajanı olan doç. Vitanov’un Rektör olduğu Şumen “Payisiy Hilendarski Üniversitesi” Bulgar Dili Fakültesine kaydını yaptı. Bu kadar otoriteli devlet adamının ve makamların gayreti ve “adam olur” umuduyla 5. yıl felsefe sınavından iyi (4) aldı. O yıllarda bu başarıyla iş bulmak zordu. Fakat bizimki, Bulgar Bilimler Akademisi (BAN) Felsefe Enstitüsü’nde doktora tezi yazmaya başladı. “Türkleri kimliksizleştirme” konusunda asisten tayin edildi. Ahmet Doğan şahsına bu kadar ayrıntılı değinmemin nedeni şudur. Bu mevkide bir genç, “DS” Birinci Şubesinde gözde bir ajan, işyeri BAN, gözü Harvard’da ve 1985 yılının Şubat ayında aniden “U” dönüşü yapıp geçmiş defterini kapayarak köyüne dönüyor. Akrabaları ve birkaç tanışla birlikte illegal bir örgüt olan ve hedefine isimlerimizin geri alınmasını birinci yere koyan Bulgaristan Türkleri Milli Kurtuluş Hareketi’ni (BTMKH) kurmaya, beyanname ve bildiri dağıtmaya ve program kaleme almaya ağırlık veriyor. 3 defa ajan adı değiştiren bir köstebek, üniversite tahsilini gizli polis “DS” bursuyla alan bir hain, nereden ve nasıl cesaret bulup da, “davadan döner”? Bu ne cüret!? Ajanın bu noktadaki “kırılışı” birçok kişinin dikkatini çekmiştir. Gizli poliste “dönekliğin” faturası kelledir. “DS” VI. Şube şefliğinden ayrıldıktan sonra 6 kitap yazan ve bugün de gizli polise kadro eğiten “Kütüphaneci Enstitüsü” Rektörü Dimitır İvanov konuyu “bu işte tepenin üstünden bir karar olmalı” tespitiyle geçiştiriyor. “Doğan Dosyası” nı ilk okuyanlardan biri olan Bulgar yazar Toma Bikov, bu “danışlı bir dönekliktir” - “bu bir oyundur” diye yazdı. Üstelik Tolbuh’in köylerinden birkaçını ziyaret ettikten ve akrabalarıyla görüştükten sonra, (BTMKH) “kurunca” tutuklanan ve güya “devlet güvenliğine


Makale ve Analizler - 2015

43

tehlike yaratmaktan” sorgulanmaya girmezden 4 gün önce, (07. 06.1986 akşamı) Sofya’da “Rodina” otelinin 12. katında Ahmet Doğan ile “DS” den Albay T. Genov arasında 2 saat süren bir gizli görüşme yapılmıştır. O görüşme başlarken dosyasının adı “Dönek” olan Doğan yeni gizli vazifelerle köstebekliği ikinci kez kabul etti. 10 gün sonra tutuklandı. Onu sorgulayan Angel Aleksandrov daha sonra Bulgar Sorgulama Makamı Genel Müdürü oldu. Onun savunmasını yapan Av. Nikolay Svinarov’un daha sonra Savunma Bakanı oldu. Sofya Hapishanesinde onu besleyen sağlıkçı d-r Stoyan Stoyanov’un Sofya Vali Yardımcısı ve BC Sağlık Bakan Yardımcısı atandı. Pazarcık hapishanesi gardiyanları HÖH partisinden milletvekilliği adaylığı teklifi aldı. Ahmet Doğan totaliter diktatör, isimlerimizi değiştiren en büyük Türk düşmanı Todor Jivkov’u 10 Kasım 1989’dan sonra hemen ziyaret etti. 5 saat görüştüler. Öpüştüler koklaştılar. Bunlar kendiliğinden öykülenen olaylardır. 10 Ocak 1990 günü Ahmet Doğan Varna’da HÖH partisini kurarken, emrine 3016 gizli polis ajanı verildi. Bunlardan 57’si “Belene” Ölüm Kampında, 73 de değişik ceza evleri ve sürgün kamplarında köstebeklik yapmıştı. HÖH partisi gizli polis “DS” eliyle totalitarizmi ayakta tutmak ve ömrünü uzatmak için kuruldu. Türkler gerçekleri görüp baş kaldırınca Ahmet Doğan korumaya alındı ama dolapların başında olandır. Maskesi inen gerçeklerin hakiki yüzü budur. Evet! Biz hepimiz aldatıldık! Bir ajan eliyle tuzağa düşürüldük. 26 yıldan beri soydaşız. Derneklerde örgütlendik. HÖH partisine 25 defadır oy verip, Ahmet Doğan haininin değirmenine su taşıyoruz. Ne yapmalıyız? Bizi bekleyen tarihsel rol nedir?

Yeni Yüzleşmeye Doğru

Rafet Ulutürk-20.Nisan.2015

Biz Bulgaristanlı Türkler gerek Türkiye’de soydaşlar olarak, gerekse Bulgaristan’da olanlar olarak kendimizle yeni bir yüzleşmeye hazırlanmak zorundayız. Hayat bizi buna zorluyor. Biz bu yüzleşmeden korkarsak, ucuna getirildiğimiz hendeğe itilmemiz an meselesidir. Yeniden dirilip güçlenmemiz, işbu bu yüzleşme anında başlayacaktır.


44

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Olması zorunlu olanı şöyle gerekçelendirebiliriz. İkinci Viyana Kuşatması’ndan Çanakkale - Sakarya Savaşlarına kadar Osmanlıda, Türklük geriledi. Bu yüzyıllar sürdü. Gerilemeyi durdurup dirilmeyi başlatan Büyük Atatürk’tür. Gerilememiz her yönlü bir çöküştü. Modern Türklüğün doğması belirsiz tarihlere atılıyordu. Dirilişimizi istemeyenler Osmanlının son kalelerini aralarında paylaşmak için planlarını hazırlamıştı. O dönem açılan derin yaralar, bizde bugün de sarılamadı. Çöküş Türkiye’de durduruldu. Cumhuriyet kuruldu. Türklük yeni büyük birikime başladı, fakat bu toparlanma henüz doruk edip alabildiğine ve önü alınmaz bir şekilde taşmadı. Şu da var. Çöküşün durdurulması ancak Türkiye sınırları içine aittir. Neredeyse 1.5 (bir buçuk) asırdan beri Bulgaristan topraklarında Türklük ve Müslümanlık suyunu çekmeye devam ediyor, çağdaşlaşmaktan uzaklaştırılıyor. Prenslik yıkıldı, Çarlık yıkıldı, totaliter rejim yıkıldı ama Türkleri batıl inançlar kazanında kaynatma heveslilerinin iradesi yıkılmadı. 136 yıldır her Türk anıtı Bulgar gözünde bir diken. Son olarak Bulgar Temyiz Mahkemesi 1475’te kurulan Karlovo kentindeki “Kurşun Cami ve avlusunu” Başmüftülük mülkünden alıp Belediye’ye verdi.Totalitarizm mirasçıları sadece kendi varlıklarını yaşatmak istiyor. Totalitarizmin bizdeki anıtları toplu mezarlar ve kültür katliamıdır. Şimdiki rejim de “demokrasi” falan dese der kültür anıtlarımıza, ana dilimizi konuşmamıza amansız düşmandır. Onlara yardakçılık edenler bizim kendileriyle yüzleşmek istediklerimizdir. Onların tüzel isimi Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS) liderliğidir. Adları ve kod adları ajan dosyalarındadır. Toplumsal bünyemizde gerilemeyi durdurma irade ve gücünün doğması asırlar aldı. Sanki bizi yok etmek isteyenlerden daha cesur, yüksek iradeli ve daha zeki kuşakların gelmesi zaman istiyordu. Galibiyetimiz Türk anaların elindeydi. Biz Bulgaristanlı “kılıç artığı” geniş Türk tabaka, 1878’de balyozların en büyüğüyle ezilmek istendik. 19. asrın en vahşi saldırı ve işgal savaşlarından sonuncusu bize karşı yapıldı. Kanlı akan dereler 3 - 4 kuşak unutulmadı. Göç kafileleri gözlerimizin önünden gitmedi. Boş kalan tarlalarla birlikte toplum da eşek dikeni ve sarca arısıyla doldu. Gözler Türk peteğine yöneldi. O gün bu gün yediler, yediler de, hala bitiremediler. “Kılıç artığı” Osmanlıya ait ve dahildi. Kimliğini aramaya başladığında ümmettenBulgaristanlı Türk kimliğiyaratmayı seçti. Bu ağaç “toprak benim diyen”


Makale ve Analizler - 2015

45

Bulgar’da yetişecekti. Yokuş dik ve dikenliydi. Tırmanamayanlar çöküş yolunca hep göç ediyor. Biz aynı zamanda göç de edenlerdeniz. Olaya daha derin bakıldığında, kahramanları doğuran analardır. Ninelerimiz ve annelerimizdir, Anadolu Türkünden farklı olarak, bizler Bulgar’da doğduk ve Bulgar koşullarında yetiştik. Bilirsiniz çocuğa cesaret aşılanmaz. Uyuşuk bir genç kavgacı tip olamaz. İnsan asiyse, doğuştan asidir. “Asilik Türkün suyunda var” sözü buradan gelir. Geçen ay yüzüncü yılını andığımız, Çanakkale, Con Bayırı, Sakarya’da birçok devletten gelen düşmanlarıı hepsini birden göğüsleyip yenen ruh bizimdir. Onları Türk analar doğurdu. Biz bu topraklarda Tanrı misafiriyiz. Kaderimiz kutsaldır. Şu satırları bu bilinç doğurdu: “Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak! O benim milletimin yıldızıdır parlayacak!” Bulgaristanlı Türklerde galip gelme ruhu eziyetin, çekilerin, olabilme kapılarının yüzümüze kapandığı zifiri karanlıkta doğdu. TV’de bir sağlık programı izledim. Karakter oluşumunun cenin rahminde patlamasıyla biçimlenişi anlatılıyordu. Hamileliğinde devamlı mücadele içinde olan, güçlük aşmayı başaran, pes etmeyen, üstünlük sağlayan bir annenin hareketlerine, tepkisine veya gülümseyişine bebe aynı duygularla el ve ayak tepip kafa sallayarak ya da sert tekme atarak iştirak ediyor, kâh yaslanıp kâh dikilerek sanki eğitim alıyordu. Olay, hamile anne stres geçirirken, dinlenirken, gezip tozarken, eğlenirken vs. vs. izlenmiş. Kocası asker, sürgün, ceza evinde olan hamile bir gelinin duygu dünyası, çaresiz bekleyişleri, gece boyu gözyaşı akıtmasını doğmamış yavru da yaşıyor. Yıllar sonra çocuğun baş kaldırıp “ben babamı kurtaracağım!” demesinin temelinde olan bu... Ya da aynı çatı altında oturan iki elti düşünün, birinin birkaç çocuğu varken diğerininse yok! Bekleme çilesi yaşayan müstakbel anne içsel isyan yaşar ve ilk yavrusunun delikanlı olmaya başlarken “ben annemi kurtaracağım!” çığlığının altında, hamilelikteki birikimin dışa vuruşu aranmalıdır. Oysa bu sert çıkışı yapanın dünyaya gelmesiyle sıkıntılar açılmış ama yarası kalmıştır. Çocuktaki içsel birikim direnç hakkıyla doğmuştur. Bunlar gözü pek insanlar. Bu kadar uzaklara gitmemizin nedeni insanlarımızı daha iyi anlamak istememizdir. Farklı bir ayrıntı daha verelim: Almanya’da dünyaya gelen, “ben geldiğim” çığlığını atmazdan önce, annesinin göğsüne - kalbinin üzerine konur. Anlamı “annesinden sıcaklık, nabız ve sevgi” almasıdır. İkinci anlamı da, anne ateşiyle baba ocağında yansın. Bu bizim temenni duamızda da vardır.


46

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Anlatmak istediğimiz karakter çizgilerini -asiliği, cesurluğu, gözü pekliği, yılmazlığı, zekâyı- ekmek elden su gölden sefa süren aile çocuklarında aramıyoruz. İki ucunu bir araya bağlamak için hamileliklerinde de bin bir derde katlanan, çekileri bitmeyen, zorlandıkça zorlanan, özlem ve hasret içinde devamlı mücadele ederek hamilelik geçiren annelerin evlatlarında bulmaya çalışıyoruz. İlk iş başvurumda yaşlı patronum bana “evladım sen çocukluğunda balık tuttun mu, komşu bahçesinden elma çaldın mı?” diye sormuştu. Bunun anlamı şuydu. Benim uyuşuk, uyurgezer biri mi, yoksa ipe sapa gelmeyen bir fırıllak mı olduğumu öğrenmek istemişti. O, çocukluğunda kapı taşlamamış, cam kırmamış birini işe almıyordu. Ona göre, asilik ateşi komşu kızının saçı çekilince parlar ve nişanda sönerdi. Fransız devriminde kadın barikatları varmış. Çanakkale savaşında hemşire anne ve bacıların, kız ve gelinlerin fedakârlığı sonsuz bir öykü oldu. Zonguldak’tan Sakarya cephesine sırtlarında cephane taşıyan yalın ayak kadınların kin ve öfke, zekâ ve bilinç seviyesini ölçecek alet daha bu dünyada icat edilemedi. çünkü bunun gibi bir örnek, dünya tarihinde yokmuş. Geçmişimiz kalbi yüreğine sığmayanların cesur efsane dantelidir. “Büyük Göçte” araba altında, çalılık kenarında, çeşme yolunda 15 bacımız doğum yaptı. Hatırlatırken bu evlatların tarihten hesap sormasını beklemekte haklıyız. Cesur bir kuşak yetişirken önderini bulup kalabalık bir taban olarak hareketlenmesi bir nesilde olacak gibi değil. 4 kuşak birikimi olan 1989 isyan treni artık kaçtı. Arkada kalanları aynı zincire bağlayanlar, Türk’e köleliği uygun gördüler. Çok üzücü de olsa, Bizi zincire vuran, en yakınımızda olanlardır. Kendi partimiz, HÖH liderliğidir. Hakkımızda “onlar eskiden de çarık bağcıkları kopuktu, korku içinde yaşıyorlardı” diyenler bu gün idarecimiz oldu. Bizim kuşak, atalarımız kadar cesur olamadık. Onlar sezisi kuvvetli ve öngörülüymüşler. Erkek evlat doğsa dere boyuna sıra kavak diker, asker olur ihtiyaç olur, okur masraf olur, evlense çeyiz, düğün yapılır misafir olur diye daha ilk anda önlem alırlarmış. Su dereden, güneş gökten evlatla beraber kavaklar da boy atar, vakit geldiğinde Hızır gibi yetişirmiş. Yazımı bu çok konuya adamamın nedeni, katıldığım bir tartışma ve bir konserdir. Tartışırken “Bulgaristan’ı unut!”, “Biz burada başka insan olduk, farklı yetiştik!” dedi, arkadaşlarımdan bazıları. “89 ateşi bir daha alev almaz!” diyenler oldu. Hatta “Durum pat! İnsanımız sanki memnun. Bir daha hareketlenmez!” diyenler ısrarcıydı. Karşı tezlerin birinde “her taş yerinde ağır.” diyenlere, “o taş geldiği yeri, bir yerlerden alıp getirildiğini asla unutmaz” yanıtı geldi. Bizdeki durum bu seviyede sütliman gibi olsa da, tam da uzaktan görüldüğü gibi değil-


Makale ve Analizler - 2015

47

dir. Bugün 26 bin soydaşımız Bulgaristan (NOY’dan) emekli maaşı alıyor. Bu aileler 5 kişilik olsa neredeyse 150 bin insan eder. Onların gözleri yalnız postacıda değil, memlekette kalan bağlar bahçeler, evleri, daireleri, tarlaları, dostları akıllarından çıkmıyor. Burada doğup okuyan yeni bir kuşak yetişti. Benim Vatanım yaşadığımız daire mi, sorusunu sorarken uyandı, bilinçlendi. Örgütlenip hareketlenmek istiyor. Göç kervanında annesinden aldığı ateşle, bizi bu durumlara düşürenden hesap sormak istiyor. 2015 Kutlu Doğum Haftası’nın başlaması münasebetiyle Sofya’da Bulgaristan Müslümanları Başmüftülüğü öncülüğünde ve TV AVAZ, BNT, BTA, TRT, “Presa” gazetesi ve “Müslümanlar” dergisi destekli bir anma gecesi ve Necip Karakaya yönetiminde Tasavvuf Müzikisi konseri düzenlendi. 5 bin kişilik salon Türk ve Pomak Müslümanların yaşadığı her köyden gelen gençlerle dolup taşmıştı. HÖH lideri Lütfü Mestan ve milletvekilleri de oradaydı ama adlarını anan olmadı. Daha önceki yıllarda böyle bir gecede Ahmet Doğan’a özel plâket verildiğini, Lütfü Mestan’ın da defalarca sıvazlanıp pohpohlandığına şahit olmuştum. Halk hiçbir iş yapmayanları, kendi kendileriyle derdi olanları, savaşmadan teslim olanları, üzerimize uyku suyu serpenleri ve kendilerinden hiçbir iş beklenmeyenleri ön saflardan atmaya, temizlenmeye, taşları yerine oturtmaya ve ahlak anlayışımıza göre hiza kurarken “liderleri” imtiyazsız vatandaş sırasına çekmeye başladı. Yazımın başında konu ettiğim Büyük Yüzleşme işte böyle başlıyor. Türklük ve Müslüman suyu çekilmeye devam eden bizlerin yeni uyanışı, hepimize müjde olsun. Şu noktada vurgulamak istediğim, Bulgaristanlı Türk ve Müslüman’da ahlak ve adalet duygusu, anlayışı ve kıstasları yaşıyor. Filizlenmek için ortam bekliyor. Olayı sosyal dalgalanma olarak düşünürsek, bizim taban tabakamız 1984 85’te hareketlendi ve 1989 İsyanımızla isimlerimizi geri isterken, gördüğümüz zulmü kınarken, önümüzün karanlık olmasına karşı doruk yaptı. Büyük Göçle isyanımızın gazını aldı ve alevler geri döküldü. 26 yıl sonra birbirimize örülmüş bir etnik Türk azınlığı, 2 milyondan fazla Müslüman olarak aldatıldığımızın bilincindeyiz. Bizi topluca aldatmak için eğitilip, okutulup yetiştirilen, dünkü sümüklülerin göğüslerinde parlayan düşman madalyalarını hepimiz gördük. Onlar bizim kahramanımız değildir ve olamazlar. Bunlar ancak düşmanlarımızın uşakları olabilirler. Yeni kuşağın davası madalyaları içimizden atıp yeni siyasi yapılanma başlatmaktır.


48

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu defa bu atılım Türkiye’deki soydaşlarımızla başlayacaktır. Yolu uzun, adım adım yürünecek bir yoldur. Yeniden uyanacak, yeniden örgütlenecek ve yeniden partileşecek olan kitle 1989 isyancılarının yakınlarıdır, evlatlarıdır; Büyük Göç selini oluşturan çığ, yani bizler yani soydaşlarımızdır. Vatanımızı bize Tanrımızın bahşettiğine inanların hepsidir. Bunlar kültürel varlığımıza değer verenler olacaktır. Bulgaristan Türklüğü ile Rumeli-Balkanlıların kardeşliğine inananların hepsidir. Hayat, Ahmet Doğan ve onun kulis ardı para babalarına, Bulgaristan’ın bizsiz olamadığını ve olamayacağına defalarca kanıtladı. Seçimlerde kapımıza gelip oy isteyenler onlardı. Onlar bize yok olundiye kuyuya atılan eşek misali baktılar. Üzerimize totalitarizm külfeti yığmaya devam ettiler. Hatırlarsınız bunun bir de masalı vardır. Eşek kuyuya atılan toprağı ayaklarıyla eze çiğneye kurtulur ve kuyudan çıkar. Son 26 yıldır bu süreci yaşadık. Bizi yok etmek isteyenlere, 26 yılda 50 defa oy verdik. Bu aldatılmışlığımızın boyut ve derinliğini kanıtlamaya yeter de artar. HÖH-liderliği bu güne kadar avantayla yaşadı. Kuyudan biz çıktık ama o ana dil, basın yayın, radyo TV, iş, eşit haklı vatandaş, etnik azınlık, iman özgürlüğü ve daha birçok ekonomik ve sosyal haklarımızı, adalet isteğimizi derin kuyudan çıkarmadı, üzerine taş atmaya devam ediyor. Neyimiz varsa gömmeye çalışıyor. Şunu iyi bilmeliyiz. Biz denize itilmedik. Deniz diri ve ölüleri geri verir. Biz, Türk ve Türklük olarak ebediyen çıkamamak üzere derin bir uçurum kenarındayız. Vicdanımızın mermerinden her gün bir yonga koparılıp hiçbir yongayı geri vermeyen uçuruma atılıyor. Haykırıyorum: Denize düşelim ama bu uçuruma düşmeyelim. Tarihsel yüzleşmeye hazırlanmak zorundayız. Bu yüzleşme tüm soydaşlar ve Bulgaristanlı Türk ve Müslümanlarla gizli polis ajanı HÖH-yönetimiyle olacaktır. Bu yüzleşmede bizim dalgamız onları ezip geçmelidir.Biz dip dalgasıyız ve kudretimiz sınırsızdır. Soydaşlar olarak kendi kendine yeten bir topluluğuz. Yeni yüzleşmeye doğru şahlanmak zorundayız. Kenetlenip örgütlenmek ve politik düzeyde partileşmek zorundayız. Bunu yaptığımızda, ne Ahmet Doğan, ne Lütfü Mestan ne de onların ajan çetesi karşımıza durabilir. Onlar bizim baskımıza asla dayanamazlar.


Makale ve Analizler - 2015

49

Minnettarlık Nedir Bilmeyenlere

Osman Bülbül-20.Nisan.2015

Bu dizimizde sayın okuyucularıma Türklere en fazla kötülük eden Bulgarları anlatmak istiyorum. Önünüze çıkan simalarda, köylülerimizden çok iyilik görmüş. birkaç defa hayatları kurtarılmış ama sonunda Türklere olan kin ve nefretini yenemeyip ellerinden geleni ardına bırakmayan hain-simalarla karşılaşacaksınız. Birinci yazımda BKP MK Politik Bürosu’nda yerini soğutmayan ve Vatan Cephesi Başkanlığı da yapan Penço Kubadinski’yi anlatmak istiyorum. Kaynak olarak da, onu yakından tanıyan, Deliorman yazarlarımızdan, Ahmet Şerif Şerefli’nin Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı yayınlarında 2008’de çıkan, Türk Dünyası Edebiyatı serisinden Türk Doğduk, Türk Öldük eserinden bir alıntı sunuyorum. Bulgaristan Türklerinin “Babası” Kubadinski Kubadinski Bulgaristan Komünist Partisi Politik Büro üyesi. Bir zamanlar Türklerin “babası” yerine geçiyordu. Türklerin kaderi ondan sorulurdu. Fırsat buldukça Türk tanıdıklara misafir gidiyor. Türkçe konuşuyor; Deliorman bölgesinde güreşleri birlikte seyrediyordu. Daha sonra bu içinden pazarlıklı adam, ad değişiminde, Türklere bıçağı arkadan vuranlardan biri oldu. Kimdi Kubadinski? Deliorman bölgesinde 1944’ten önce partizanlık etmiş, çeteler kurmuşlardan bir tanesi. Razgrat’a bağlı Kubadın (Loznitsa) köyünde doğma, lise öğrenimi yıllarında kendisini komünizm ideolojisine adayanlardan bir çeteci. Onu Çar jandarmasının elinden kurtaran Türk halkı olmuştu. Onun için yeni rejim gelince Türk halkının “babası” kesilmişti. Türk halkının arasına girip, köylü dayıya Türkçe selam vermesi gönülleri okşuyordu. Onun jandarma elinden kurtarıcısı Kubadın köyünden Kurtlar’ın Noman dedeydi. Şöyle anlatıyordu: “...Penço mu? Biz köydeşiz. Babası köyün en zenginiydi. Köyün en gam almazlarındandı. Penço. Okuyamadı O. Okulu yarıda kesti. Partizan oldu ve dağlara çıktı. Çeteler kurdular. Babası gibi zenginlere karşı savaşıyordu. Geceleri köylere inerek zenginlerin evlerini basıyor, polisleri öldürüyor, belediyelerin evraklarını köy meydanında yakıyorlardı. Zenginlerden yağmaladıkları yiyecek maddelerini “Biz idareye geldiğimiz zaman işte böyle yapacağız!” diyerek halka dağıtıyorlardı. Amaç, fakirin gönlünü kazanmak ve onları saflarına katmaktı.” “Bir gün gece yarısı Penço evimize geldi. Aç kalmışlardı. Bizim koca-karı uykudan kalktı. Fırını kızdırarak, iki fırın ekmek pişirdi. Partizanların torba-


50

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

larına ekmekleri doldurduk. Partizanlar aç kalmıştı. Köyden kırlara çıkmak, ölüm kalım demekti. Abluka altındaydık. Ben bir oyun düşündüm. Partizan Penço’yu ve ekmek torbalarını arabanın altında bıraktım. Üstünü mısır saplarıyla doldurdum. Böylece polis kordonunu yarıp geçtik....” Kubadinski’nin neden annesinin ve babasının evine gidip ekmek almadığını sormuştum Noman dedeye. Gülümseyerek tetiği çekermiş gibi yaptı: “Gidecek ama kurşunu yağlayacak! Polisler geceli gündüzlü evin çevresinde dolaşıyorlardı. Diğer yandan O, babasına karşı savaşıyordu. Babası zaten gelmesini istemiyordu. Eh anneleri bilmiyorsun, onların gözleri hep yaşlı...” Başka bir soru: Noman dede sen onu sadece bir defa mı ölümden kurtardın? “Aaa, değil! İkinci sefer izlerini kaybettirmek için ardından koyunlarımı sürdüm kırlara. Polis yine farkına varamamıştı. Her iki seferde korkudan hasta oldum. Gâvur hele de Türk olduğumu fark edince amansızca çekiyordu kurşunu. Üstelik evini de ateşe veriyordu.” 1944’ün 9 Eylülünden sonraki ilişkileri: Kubadinski gelip görüyor mu seni? “Kubadinski devlet adamı oldu. Korkusu yok, ama zamanı sınırlı. Çevrede bir yerde güreş varsa, o zaman seyretmek için fırsat bulup, bize de uğradı birkaç defa. O eski adam değil o. Zamanla insan değişiyor; neler yaşadığını unutuyor.” Noman dede Kubadinski’ye ve çetesindekilere yardım ettiği için, “Kapitalizme ve Faşizme Karşı Savaşan Adam” ilân edilmiş ve ödüllendirilmişti. Tebrik edince gülümsedi: “Kardeşim bana ödül, tatlı sözdür. Neme gerek bu demir parçaları! Eh, getirip verdiler. Allah razı olsun! Demeye dilim varmadı. Penço’ya yardım ettiysem, komünist olduğumdan dolayı değil. Biz Türkler, muhtaca yardım ederiz!” Madalyaların altın mı gümüş mü? “Sen de kardeşim. Bulgar’da nerede altın? Teneke. “Abba, cici, cici” deyip torunum oynuyor onlarla. Koca - karı çocuğun elinden almak istediyse de, “Bırak oynasın!” diye çıkıştım. Ben teneke parçasına sevinecek yaşta değilim!” “Sen, Kubadinski’den memnun değilsin anladığım kadarıyla.” “Memnun veya değilim, her sözün söylenecek yeri, günü var. Orasını bana bırak! Pek derinleri eşeleme...” Çok derinlere dalmıştı Noman dede, devam etti;


Makale ve Analizler - 2015

51

“Eve girmek için insanlar kapı düşünmüşler. Evin ardındaki pencereden girmek mubah olsaydı, pencereden girerlerdi içeriye! Bırak söyletme beni!” Kucağında sarışın bir torunu vardı: İki yaşında var yoktu. Arada bir onu seviyor ve düşünüyordu. Torunu dedesinin sakalını çekiyordu. Şumnu’da Tombul Cami de denilen Şerifpaşa Camii vardı. Bu ibadet binasını yaptıran Şerif paşanın, çok ihmalkâr oğlu, har vurup harman savuruyormuş. Babası oğluna içi acıdıkça “Senden adam olmaz, oğlum!” diye sitem ediyormuş. Gel zaman git zaman oğlu da yüksek bir koltuğa yaslanarak Paşa olmuş. İşte o zaman adam olduğunu kanıtlamak için iki zaptiye yollayarak babasını huzuruna çıkartmış. “Baba bana hep Senden adam olmaz!” diyordun. “Gözünle gör ben Paşa oldum! Paşa!” Baba gülümsemiş... “Oğlum, gerçi sen Paşa oldun ama adam olamadın! Adam olmak, paşa olmaktan daha büyük. Adam olmuş olsaydın, yaşlı babanı iki kat huzuruna çıkartmazdın!” demiş. Norman dede bir süre susmuştu: “Bizim Kubadinski de ministri (bakan) oldu, ama adam olamadı gitti!” Ad değişimi kampanyasında “Kurtlar” familya adı, “Vılkov” oldu. Noman dedenin doktor olan oğlu böyle dar bir durumda Penço Kubadinski’yi makamında ziyaret ediyor. Hiç olmazsa soy isimlerinin (familya isimlerinin) aynı kalması için, ricada bulunuyor: “Bu Politik Büro’nun kararıdır, yardım edemem!” *** İsimlerimiz değiştirilmezden önceleri, 1974’te Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Bülent Ecevit Bulgaristan’ı ziyaret etti. Bu ziyaret esnasında Bulgaristan Türklerinin hayatını yakından izlemek üzere Razgrat ili Kubadın köyüne götürüldü. Köy Meydanındaki kültür evi balkonundan yaptığı konuşmada B. Ecevit, Todor Jivkov’a dönerek şöyle demişti: “Soydaşlarımın, isimlerine, soyadlarına, din ve ana diline, özgün kültürüne, ahlak ve adalet anlayışına müdahale etmediğiniz takdirde, Bulgaristan Türkiye Cumhuriyetinden büyük ve yakın dost bulamaz!”


52

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Gelin Türküleri

Filiz Soytürk-20.Nisan.2015

Daha fazla atasözleriyle konuşan yaşlılar zamanlarına ben yetişemedim. Nenem deneyimden geçmiş sözlerle konuşan büyüklerin çok saygıdeğer olduğunu sıkça söylerdi ve hemen ardından “Nerde o zamanlar” eklerken, saçımı okşar ve “sen az konuş, uz konuş kızım” deyiverirdi. Elinin kınası toprak, katran olan insanımızın yaratıcı örneklerinde manilerde yöre nabzı vardı. Aynı değerlendirmeyi Gelin Türkülerimiz için de söyleyebiliriz. Şimdi bu nabzın dilde, ahlakta, sevgi ve saygıda atmaz olduğu anlatılıyor. Her şeyin yerini alan, gözü kör olası Para. “Parası olanın kılıcı keser” yeni atasözlerimizden biri... Arkadan gelenlerin, atasözlerimizi bilmemeleri bir yana, değimlerimizi bile kullanmadan konuşuyor, güzel sözlerimizin yerine şalak ambalajlı yabancılarını sıkıştırıveriyorlar. “Çılgın Müzik” modası da geçmedi. Kendini dünyaya Rap Tekerlemeleriyle anlatmaya çalışanlar el kol sallamaya devam ediyor. Gönül sesi öldü mü? “Sevgilime şiir okudum. Şiirsel bir mektup döktürdüm,” demek bir yana, “Yazıştık, bir dörtlükle gönlünü aldım,” deyenler bile çok seyrek. Aslında ölen insan sıcaklığı... Gönül zekâmızı yaşatmaya çalışanlarımız da yok değil. Atalarımızın ataları vatan dediğimiz Tanrı Yerine yerleşirken, belleklerinde 100 makam getirmişler. Ardından Mesnevi kültürü sel gibi akmış ve gönüllerde taht olmuş bizim diyarda. Resul Allah Hazreti Muhammet’in doğum yıldönümlerinde kent sahnelerinde Serviş Seması oynandığını birkaç kez görmüştüm, çok etkileyiciydi. Dervişlerin siyah örtülerinden sıyrılıp, beyazlarla doğması, İslam’ la gelen aydınlığın, Batının karanlık dünyasını yendiğini anlatıyordu. Yüzyıllarca günlük yaşayışımızda nur olan atasözlerimiz gibi semayla anlatılan felsefe de, yerle göğün birliğini, hayatın sonsuzluğunu, güzel olanın farklılıkların bütünlüğünde gizlendiğini ve kemal insanın hoşgörü dolu gönül zenginliğini anlatır. Yeri doldurulamaz değerlerimiz arasında bu denli derin bir ruhsal alem olmasından gurur duyuyorum. Zamanla her şey o kadar değişti ki, “Hepinize Selam” yerine işitilen “selams” kulaklarımı tırmalıyor.


Makale ve Analizler - 2015

53

Göçmen yaşlıları anlamaya çalışmak da zor. Aksakallar bizim orada ermişler gibiymiş. Sözü geçenlermiş. Türbesi olan babalar - Deliorman’da Demir Baba, Güney Doğu Rodoplar’da Seyit Baba gibiler her sözü akılda kalan ve rehber olan kemallikte saygın olanlarmış. *** Halk bilgeliğimizi Gelin Türkülerimizde de buluyoruz. Unutulmayan halk yapıtlarımızdan bir demet seçme: Bulgasitan Türkleri Kültüründe Gelin Türküleri Gelin Türküsü - 1 Üç aylık yoldan da gelse Anamın buğday somunu Anamın kokusu Burnumda tütüyor Altı aylık yoldan geliyor Ellerin en tatlı sözleri Babamın kokusu Bağrımı deliyor. Babamın kırk atı olsa Anamın kanadı olsa Uçsa da gelse. Uçsa da gelse. Uzak da uzak memleketlere Kız vermesinler Analar babalar kız evladını Hor görmesinler. Gelin Türküsü - 2 Akşam olur kardeşlerim aç gelir Bu gece bana el kapıları güç gelir Bülbül eşten, ben kardeşten ayrıldım Bülbül gülden, ben annemden ayrıldım. Akşam olur kardeşlerim gezinir Gezinir de hayatlarda büzülür. Bülbül eşten, ben kardeşten ayrıldım Bülbül gülden, ben annemden ayrıldım. Annem der ki, ben kızıma kıyamam Babam der ki, ben sözümden dönemem Bülbül eşten, ben kardeşten ayrıldım Bülbül gülden, ben annemden ayrıldım.


54

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Akşam olur kardeşlerimin yok durağı Ne güç olur ayrılmanın ferağı Bülbül eşten, ben kardeşten ayrıldım Bülbül gülden, ben annemden ayrıldım.

Akşam oldu yakamadım gazımı Kadir Mevla’m böyle yazmış yazımı Bülbül eşten, ben kardeşten ayrıldım Bülbül gülden, ben annemden ayrıldım. Gelin Türküsü - 3 Altıma yaydılar bir ala kilim Altıma yaydılar bir kara döşek Yanıma koydular bir güllü gelin Yanıma koydular bir aptal uçak Ben isterim dengim ile oynaşmak Senin nene lazım, be çocuk, tellice gelin Sen bana yar değil, kal şimden geru Sen bana yar değil, kal şimden geru Sen bana yar değil, öl şimden geru. Sen bana yar değil, öl şimden geru. Varın söyleyin de İnal Hocaya Nasıl Nikâh kıymış böyle kocaya Acırım yanarım geçen geceye Sen bana yar değil, kal şimden geru Sen bana yar değil, öl şimden geru. Gelin Türküsü - 4 Annem, annem, canım annem Sütünü emdim kane kane Helâl eyle döne döne Ayırmayın beni anneciğimden Uçurmayın beni yuvacığımdan

Evlerimin önü kavak Kavağın yaprağı varak Elim kına, yüzüm duvak Ayırmayın beni anneciğimden Uçurmayın beni yuvacığımdan

Bakırlarım susuz kaldı Anneciğim kızsız kaldı Ayırmayın beni anneciğimden Uçurmayın beni yuvacığımdan

Evlerimin önü iğde İğdenin dalları yerde Uzlaşırız kare yerde Ayırmayın beni anneciğimden


Makale ve Analizler - 2015 Uçurmayın beni yuvacığımdan Evlerimin önü şimşir Şimşirin yaprağı yeşil Aklını başına devşir Ayırmayın beni anneciğimden Uçurmayın beni yuvacığımdan Evlerimin önü nane Ben kül oldum, yane yane Helâl eyle canım annem Ayırmayın beni anneciğimden Uçurmayın beni yuvacığımdan

55

Çıkarın kızın annesini Atsın kızın parasını Ayırmayın beni anneciğimden Uçurmayın beni yuvacığımdan Çıkarın kızın yengesini Ursun kızın kınasını Ayırmayın beni anneciğimden Uçurmayın beni yuvacığımdan

Dalgınlıktan Uyanış!

BG-SAM-21.Nisan.2015

TRT AVAZ’ da 18 Nisan 2015, Cumartesi günü canlı yayınlanan ve 22 Nisan akşamı tekrar sunulan Peygamber Efendimiz (sav)’in Kutlu Doğumu münasebeti ile organize edilen Sofya Tasavvuf Musikisi Konseri 1 milyar Müslüman’a hitap etti. Bulgaristan Cumhuriyeti Müslümanları Başmüftülüğü tarafından örgütlenen Hazreti Muhammed (sav)’in Kutlu Doğum Haftası törenlerinde, yönetmen Necip Karakaya tarafından sunulan Müslümanlığın uyanışını dile getiren Gafletten Uyanma ilahisi salonda bulunan 5 bin kişinin bir ağızdan birlikte söylemesi dikkati çekti. Uyan Hey Gözlerim, Gafletten Uyan! Uyan hey! Uykusu Çok Gözlerim Uyan! Doğu Türkistan’dan, Bosna Hersek’in en uç şehri olan Bihaç’a kadar nefes kestiren konserin tekrarında da dile geldiğine göre, bütün Bulgaristan topraklarına rahmet müjdesi veren olağanüstü değerli bir sesleniş oldu. Kulakları çınlayanlar arasında


56

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu topraklarda yaklaşık 1000 yıl var olan Varna’ya bağlı Kluga kalesinde ve Babadağ’da yatan Sarı Saltık (ölümü 1296 - 7); Balçık’ta Akyazılı (İbrahim Sani - 15. yy.) baba kabri dualarını; Razgrad’a bağlı Mumcular köyü Demir Baba tekkesi (17. yy.); Kırcaaliye bağlı Seyit Ali Sultan, Mürsel Baba ve Yedi kızlar camisine; Ustina’da İsmail Baba; Filibe yakınlarında Mustafa Baba; Deliorman’da Pehlivan Hasan vb. de vardı. Türbe ve dergahlara bağlı Müslümanlar, Bulgaristan’ın 10 il müftülüğünde, ilçe müftülüklerinde, köylerde ve kasabalarda konseri can kulağı ile dinlenirken, selamlara selamla yanıt verdi. Ayrıca yine gafletten uyanışı anlatan ve doğruluğun her zaman üstün geldiğini simgeleyen Derviş Oyunu da seve seve izlendi. Dile gelen öyküler artık yankılanıyor. Konserin tekrarına gösterilen ilgi kat kat fazla oldu. Sanatçılarla dinleyicilerin teması olağanüstü sıcaktı. İnsanımız derin bir gaflet içinde bulunduğunu fark etti. Tarihimizin derinlerinden gelen sesleniş etkileyici ve yüreklendiriciydi. Aymazlığın sonunu ancak kendi ellerimizle getirebileceğimize inanç arttı. Bu bilinç dürtüsü güç alırken özellikle de Orta ve Batı Rodoplar’da, Deliorman’da, Gerlovo’da yeni boyutlarla yükseliyor. İçinde bulunduğumuz yılın güz aylarında yapılacak olan belediye başkanı ve muhtarlık seçimlerine yeni renk katması bekleniyor. Bizim demokrasiyi oturtma ve aldatılmışlıktan uyanıp kurtulma yolumuz gafletten uyanmadan geçiyor. Bizi oyuna getirenler artık birer ikişer değil sürü halinde etki alanlarından çıkıp çekilmek olduklarını fark ediyorlar. Onu gerilemeye iten halkımızın uyanışıdır. Son gelişmeler, Rodop Dağlarında özü sözü bir, namuslu Müslümanlar cennet yolunun bu dünyada adalet sağlama, yolsuzlukların belini kırma ve halkın yüzünü güldürme yolundan geçtiği inancıyla diriliyor. İlk tepkiler çok güçlü ve dikkat çekicidir. Hayat sürprizlerle doludur. En büyük sürprizi yapan da halkımızın tepkileridir. Geçen yılın Ekim ayında yapılan genel seçimlerde ve Mart 2015 Pazarcık ili Satovça belediye seçimlerinde 40 sandıkta oyların% 30’unun geçersiz çıktığı açıklandı. Zaten Satovça’da seçmenin % 30’u oy kullanmadı, oyların % 30’u da geçersiz. Yani seçtiren, aday gösteren, aday ve seçim sistemi ile razı olmayan, dayatılanı kabul etmeyenlerin oranı en uzak dağ köylerinde bile % 60 oranındadır. Bu bir bilinçlik patlamasıdır. Olaya 2014 genel seçimleri açısından ulusal çapta baktığımızda şöyle bir tablo ortaya çıkıyor. Genel görünüm şöyledir: Seçim sistemini, aday gösterme sürecini kesinlikle itiraz eden illerin başında Burgas, Varna, Pazarcık, Pleven, Plovdiv şehri, Plovdiv ili, Sliven, Sofya


Makale ve Analizler - 2015

57

ili, Stara Zagora ve Haskovo başta geliyor. Anlaşılan Deliorman ve Doğu Rodoplar ile Gerlovo’da HÖH baskılar çok yoğun ki, yaşanan patlamalar ancak kısmi oldu. Bu illerde seçim sandığına geçersiz bülten salma bilinçli bireysel protesto olarak gelişti. Süreç bütün ülkeye yayılıyor. Bu suskun protesto biçimi olarak kabul ediliyor. Bu yazımda, güze yapılacak olan belediye ve muhtarlık seçimlerinde, bizi büyük sürprizler beklediği, arabanın devrilmesi ihtimalinin güçlü olduğuna işaret edip herkesi uyarmaktır. Mesela, Blagorevgrat’a bağlı Razlog kasabasında son genel seçimde seçmen % 74 geçersiz oy kullandı. Varna’da bu oran % 41 idi. Geçersiz oyların toplam sayısı 218bin 125 olup, politik bilanço 15 milletvekilidir. Bu oylar geçerli olsaydı aşırı soldan “Ataka” ve aşırı sağdan “PF” partisi barajı atlayıp meclise giremeyebilirdi. Bu sözler ABV partisi için de geçerlidir. Olaya biraz daha somut bakalım: Son meclis seçimlerinde seçmen nüfusun daha fazları Roman olan Sofya’nın Krasna polyana (Kızıl vadi) semtindeki 058, 061, 062, 063, 064 ve 065 n.o’lu 6 sandıktabn çıkan oylar % 32,8 ile % 37,2 arasında geçersizdi. Sorulan sorulara alınan yanırlarda: “İşsiziz, aç yaşanmıyor, çocuklarımıza bakamıyoruz!” Sliven şehrinde Yukarı Mahalle ve Aşağı Mahalle’de ve yine Romların oy kullandığı Seliminovo köyünde oyları n% 35,7’si geçersizdi. Zarf içinden çıkan bültenler yırtık, karalanmıştı. Bu yerleşim yerindeki ana sorun da geçim sıkıntısıdır. Boş zarfın protesto aracı olduğu bölgelerden Pomakların ve Türklerin yaşadığı Asenovgrat’ın 058 no’lu sandığından bültenler % 40,7; 059 nolu sandıktan % 39,5 boş çıktı. Bolyatsi köyünde geçersiz oy oranı % 35,9 idi. Rodop dağlarının ön kalesi olan Asenovgrat sanki Trakya ovası ile Rodop yerleşim yerlerinin protestosunu birleştirdi. Burada dikkati çeken çok nazik bir olay gözlendi. Gerçek seçim sonuçları 6 ay sonra açıklanınca sanki Bulgaristan Belediyeler Birliği Başkanlığı da Biray uyandı ve HÖH kalesi olan Pazarcık ilini mercek altına aldı. Pazarcık (Tatar Pazarcık) Belediye Başkanı 2004’ten beri görevdeydi. Aylık maaşı 2 leva olan Papazov’un üzerine olan daire, konak ve köy çiftlikleri üzerindeki örgü kaldırıldı ve toplam tutarın milyonlardan yüksek olduğu açıklandı. HÖH milletvekili Danieyel Peevski’nin gölgesinde iş gören belediyeci Papazov, son yıllarda 5 bin adet belediye taşınmazını el altından sattı. Peevski şahsında zengin oligarşi zümre ile bağlanan ve ABV partisi başkanlığına da aday olduğu ortaya çıktı. G. Papazov, maskeli ve zırhlı baretlerin Pazarcık “Ebu Bekir Cami”ne saldırılarına, mahalle ve köy baskınlarına, Müslümanlar arasında


58

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tutuklamalara ve halka yapılan baskıya tepki göstermedi. Olayları alkışladı. Bu gelişmelere Ekim 2015 seçim sonuçlarına şöyle yansıdır: Pazarcık ilinde Ekim 2005’te geçersiz oy oranı: Velingrat 020 nolu sandıktan çıkan geçersiz oy oranı % 46,9; Pazarcık 043 nolu sandıktan çıkan geçersiz oy oranı % 32,8; Pazarcık 061 nolu sandıktan çıkan geçersiz oy oranı % 31,2; Pazarcık 086 nolu sandıktan çıkan geçersiz oy oranı % 31,2; Poibrene köyü 036 nolu sandıktan çıkan geçersiz oy oranı % 36,4; Peştera 005 nolu sandıktan çıkan geçersiz oy oranı % 31,6; Peştera 006 nolu sandıktan çıkan geçersiz oy oranı % 38,7; Bu sonuçlar yerey yönetimi tamamen ret ettiği gibi, polis baskısına da suskun bir tepkidir. Son seçim sonuçları demokratik kamuoyundan gizlendi ama gerçekler gecikmeli su yüzüne çıkmaya başladı ve toplumu çalkaladı. Halk tabanında uyanma, başkaldırı ve dalgalanma var. Dalgınlar uyanıyor. Gafletten uyananlar susarak harekete geçti. Gözlenen budur. Baldırı çıplak sefiller, insan yerine konmayanlar seçim sandığını devirebilir. Pazarcık bölgesi Pomak ve Roman seçmen kütlesinin bilinçli hareket ettiği ortadadır. O satın almak artık para etmiyor. Köfteleri yiyen ve birasını içen de gidip geçersiz oy veriyor. Pazarcık tepki merkezi oldu: HÖH - DPS - BSP - “Ataka” ortaklığı Oreşarski hükümeti bu yörede cami baskınları yaptı, dava devam ediyor. Sokaklardaki polis sayısı arttırıldı. Halk tepkilidir. Baskınları 2 defa Borisov hükümeti de destekledi. Maskeli silahlılar Müslüman evlerini bastı. Dinine bağlı insanlar tutuklandı. Yargıladı. Suçsuz içerden çıkamadı. Özellikle de Suudi Arabistan Kralı Faysal’ın ölümünden sonra kendilerine karşı baskı ve yaptırımlar alabildiğine tırmandı. Müslümanların tepkisi 6 ay önce patladı. % 33’ü sandık başına gitmedi. Oy kullanan % 30’u da hükümet politikasını, sahte demokrasiyi ve özgürlükleri kısıtlayıcı uygulamaları gözü kırpmadan kınadı ve lanetledi. Filibe şehri ve ilindeki geçersiz oyların anlamı: Aynı protesto şeklini Filibe’nin Stolipenovo (Yeni Mahalle), Şeker Mahalle gibi seçim semtlerinde de izliyoruz. Buradaki beş seçim sandığında geçersiz oy


Makale ve Analizler - 2015

59

oranı% 31 ile % 41 arasındadır. Büyük kent tepkisi bilinçli bir hareketlenmedir. Parayla aldatılamayanların, ağızlarına şeker suyuna batırılmış emzik verilince avunmayanların, boş vaatlere karnı tok olanların suskunluğu bu gidişle yeni siyasi gelişmelere damga vuracak gibi. Plovdiv Avrupa Kültür Şehri olmaya çalışırken, yalnız kent merkezinin, bazı parkların temizlenip, yıkanıp, boyanması yeterli olmayacak gibi. Şehri içindeki Roman mahallerindeki sosyalim enkazını mutlaka kaldırmak gerek... Filibelilerin geçersiz oylarda ifade bulan protesto eylem biçiminin altında % 44 oranında genç işsizlik de var. Bu şehirdeki sahte Geçiş Döneminde onlarca hafif sanayi tesisi, dokuma, konserve fabrikaları kapandı ve yerlerinde yel esti. Filibe ovası bütün Bulgaristan nüfusunu besliyordu, şimdi eşek dikenliği durumundadır. Suskun tepki ekonomik çöküşü ve karanlığı koyulaşan geleceği de hedef alıyor. Karadeniz sahil kıyısında durum farklı değil. Sessizce tepki gösterme biçimi güç topluyor.Burgaz ilinme bağlı Aytos, Karnobat ve Ruen belediyelerindeki son seçim sandıklarından çıkan sonuçlar şöyledir: Geçersiz oy sayısı % 31 oranında olup, Varna’da geçen yılın yaz aylarında sellere maruz kalan Asporuhovo, Roman İskelesi, Avren gibi semtinde zarftan çıkan yırtılmış ve karalanmış oy sayısı ise % 41’dir. Buradaki kitlesel tepki hükümetin doğal afetlerle mücadele ve sosyal politikasını protesto etti. Halkın duyarlılığı artıyor. Vakit bulup sokak ve meydanlarda yumruk sallamayanların büyük bir birikimle sandıkta söz sahibi olduklarına tanık oluyoruz. Kentsel duyarlılıkta birikim var. Bu gidişle Varna belediye başkanına yol görünüyor. Tepki dalgası Blogoegrat ilini de sardı: Geçen sene tütün paralarını güç bela alabilen, gençlerin % 60’ı dış ülkelere kaçan, sosyal yardım programları kesilen, çam ormanlarının büyük bir kısmı Çar II Simeyon tarafından (2001 - 2005) kesilip ihraç edilen, yolları delik deşik, köprüleri yıkılmış, köylerinde sağlık hizmeti olmayan, dini baskılar son bulmayan, okullarında direnişler dinmeyen Blogoevgrad ilinde büyük bir kıpırdanış izleniyor. Razlog, Gotse Delçev, Bansko ve Banya gibi yerleşim merkezlerinde başkaldırı büyük boyutlar aldı. Şimdiki siyaseti olumsuzlama eğilimi son seçim sonuçlarına çöyle yansıdı: Belitsa 002 nolu sandıktan çıkan geçersiz oy oranı % 30,8; Petriç 030 nolu sandıktan çıkan geçersiz oy oranı % 31,6; Petriç 031 nolu sandıktan çıkan geçersiz oy oranı % 30,7; Petriç 032 nolu sandıktan çıkan geçersiz oy oranı % 50,0; Razlog 028 nolu sandıktan çıkan geçersiz oy oranı % 70,4;


60

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu Bulgaristan seçmen kitlesinde olumsuzlama patlaması olduğuna bir işarettir. Bu yalnız izlenen ve yakın gelecekte izlenecek olan politikaların tümüyle kabul edilmemekle birlikte bir de, ret edildiğini gösterdiği gibi, yönelimdeki siyasi elitin de onay bulmadığına kesin kanıttır. Aynı gelişmeyi Stara Zagora ve Pleven’de de izliyoruz. Burada başat olan Bulgaristan toplumunda, sosyal katmanların derin tabakalarında, tüm katları sarmaya başlayan bir gaflette uyanış görüyoruz. Totaliter düzenin baskı ve teröründen kurtulmayı başaran, ama demokrasi toplumuna ve adalet düzenine geçemeyen Bulgaristan halkı yeni bir yüzleşmeye birikim topluyor. Son 26 yıla boşa geçen zaman olarak değil, deneyim toplayıp yeniden uyanma dönemi olarak bakanlar alt dokuda birleşiyorlar. Ülkedeki sivil toplum hareketlerinin hedefinde birimiz hepimiz, hepimiz birimiz içi sloganı yükselmeye başladı. Azınlıkların eşit haklı vatandaş olma hareketi, herkesin oyunun, sözünün ve önerilerinin değeri bir olmalı eğilimi tabanı kucaklamaya başlıyor. Görüldüğü üzere, susan kitle, kararını verip sandıkta geçersiz oy kullanarak “istediğini yap” seninle işim olmaz yolunda adımlıyor. Bulgaristan halkının gafletten uyanacağına inancım her geçen gün biraz daha artıyor.

Bizi Yakından Tanıyanlar

Filiz Soytürk-21.Nisan.2015

Avrupa’da bahar havasıyla renk renk güzellikler açmasını beklerken, kapkara kararan sözüm ona “Ermeni soykırım” yüzyılı bulutlarına, geçmişimizde bizi iyi tanıyan büyüklerin kitaplarından ve bayanlarından alıntılarla selam göndermek istiyorum: Yabancı gözüyle Türkler bölümü açmamız da zorunlu oldu. Önüne gelen ekmeğimizi yiyip suyumuzu içip bizi kötülemekten de geri durmuyor.


Makale ve Analizler - 2015

61

Aşağıdaki kısa alıntılar, işlerinde krallar, devlet adamları, kumandanlar, tarihçiler, elçiler, edebiyatçılar, gezginler, bilim adamları da bulunan, Türkleri yakından tanımış ünlü siyasetçilerin Türkler hakkında söyledikleri ve yazdıklarıdır. Bunları okurken, başta gençlerimiz olmak üzere hepimizin, yüksek karakter ve insani vasıflarıyla yabancıları dahi büyüleyen soylu atalarımıza, bugün ne derece lâyık olduğumuzu sorgulamamız gerekir. Özellikle de Türkler şunu yaptılar, bunu yaptılar diye ocakta kül bırakmayanların gerçekleri iyi bilmesi gerekir. 1877 - 78 Plevne Savaşı’nı bizzat görmüş ve içinde yaşamışbir Rus yazar anlatıyor: “Rus ordularını aylarca karşısında tutan ve onlara çok müşkül ve tehlikeli anlar yaşatan Plevne düştü. İlk iş Osmanlı kuvvetlerine komuta eden Osman Paşa’yı aramak oldu. Karargâhında bulunamadı. Ortalık arandı, tarandı nihayet yaralı askerler arasında yaralı olarak yerde yatar bir halde bulundu ve esir edildi. Türk askerleri bembeyaz karlar üzerinde küme küme ufuklara kadar uzanıyordu. Doktorla bunları teftiş ediyoruz. Üsleri başlan lime lime etleri görünüyordu, açlıktan bitkin bir haldeler... Bet beniz kalmamış. Neredeyse ölecekler. Aralarında tek tük ölenlere de rastlanıyor. Sağ kalanlar ölüden kalan pusatları boğuşarak kapışıyorlar, ellerinde kalan parçayı üzerlerine alıyorlar, ısınmaya çalışıyorlar, bunların birkaç saatlik ömürleri ya var ya yok... İşte bu insanlara soruyoruz: “Bir şeye ihtiyacınız var mı? Bir şey ister misiniz?” Rus olduğumuzu anlayınca erkek çehreleriyle sert bakıyorlar, belki de yarım saat sonra gözlerini ebediyen kapayacak olan bu adamlar son bir gayretle ayağa kalkarak: “Hiçbir şeye ihtiyacımız yok, karşılığını veriyorlar.” Anlıyoruz ki, Plevne’yi müdafaa eden Gaziler işte bu izzeti hisleri yüksek Türklerdir.” İşte Türk budur. Napeleon Bonopat: “İnsanları yükselten iki büyük meziyet vardır. Erkeğin cesur, kadının iffetli (namuslu) olması. Bu iki meziyetin yanı başında her iki cinsi, kadınla erkeği şereflendiren tek fazilet (erdem) vardır: Vatana, icabında her şeyini feda edecek kadar bağlı olmak. Bu meziyetler ve bu fazilet en büyük kahramanlığı; hayatın elemine, kederine karşı fütursuz kalmayı ve ağır hadiselerin acılıklarına göğüs germeyi doğurur. İşte Türkler bu çeşit kahramanlardır ve ondan dolayı: Türkler öldürülebilir, lakin mağlup edilemezler. Türk askerlerini dalkılıç olmaya mecbur edecek kadar üstlerine varmamalıdır. Bir defa dalkılıç olmayı göze almış birkaç yüz Türk meydana çıkarsa önlerinde mağlup olmamak mümkün değildir.”


62

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Demirbaş Şarl: “Poltava’da esir oluyordum. Bu, benim için bir ölümdü, kurtuldum. Buğ nehri önünde tehlike daha kuvvetli olarak belirdi... Gene kurtuldum. Fakat bugün esirim. Türklerin esiriyim. Denizin, ateşin ve suyun yapamadığını onlar yaptılar, beni esir ettiler. Ayağımda zincir yok. Zindanda da değilim. Hürüm, istediğimi yapıyorum. Lakin gene esirim; şefkatin, ülüvvü cenabın, asaletin, nezaketin esiriyim. Türkler beni işte bu elmas bağa sardılar.” Tasse: “Türk’ten bahsediyorum. Düşmana saldırırken amansız bir kasırgaya, korkunç bir deniz ve insafsız bir yıldırıma benzeyen Türkler, dost yanında ve silahsız kalmış düşman karşısında bir seher yelidir, berrak bir göldür. Gönül açan bu yeli, kasırgayı, göz kamaştıran bu gölü coşkun bir denize, ıtırında asalet uçan bu gülü yıldırıma çevirmek tabiatı inciten bir gaflet olur.” Plano Carpini: “Dünyada Türk kadar saygı bilir bir kavim daha yoktur. Türker’de inzibat, büyüklere karşı itaat o derecedir ki, bizim keşiş (dini) sınıfımız bile onlardan örnek alabilir... Türkler bir tek büyük ailenin bireyleri gibi yaşarlar ve dar şartlar içinde olsalar dahi yiyeceklerini kardeşçe paylaşırlar.” Arap Alimi Cahiz: “Türkler yaltaklanma, yaldızlı sözler, münafıklık, kovuculuk, yapmacık, yerme, riya, dostlarına karşı kibir, arkadaşlarına karşı fenalık, bidat nedir bilmezler. Çeşitli fikirler onları bozmamıştır. Türkler pek namuslu insanlardır.” Lamartine: “...Türkler canlı ve cansız mahlûkların hepsiyle iyi geçinirler. Ağaçlara, kuşlara, köpeklere, velhasıl Allah’ın yarattığı her şeye hürmet ederler. Bizim memleketlerde başıboş bırakılan veya kimsesiz olan bu zavallı hayvan cinslerinin hepsine şefkat ve merhametlerini esirgemezler. Bütün sokaklarda mahalle köpekleri için muayyen fasılalarla su kovaları sıralanır; bazı Türkler de ömürleri boyunca besledikleri kumrular için ölürken vakıflar kurup kendilerinden sonra da yem serpilmesini sağlamış olurlar.” Du Loır “Hiç şüphesiz ki ahlak bakımında Türk siyasetiyle medeni hayatı bütün cihana örnek olabilecek variyettedir.” Dünya bizi böyle tanıyor.


Makale ve Analizler - 2015

63

Olmadıysa Olmamıştır

İlyas Vatansever-21.Nisan.2015

Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan, dünya tarihinde ilk Ulusal Kurtuluş Savaşı zaferi olan Çanakkale Zaferinin 100. yıldönümünde yaptığı değerli konuşmada “o savaşların ve galibiyetlerin etkisi bugün de devam ediyor” derken, çok önemli bir konuya parmak bastı. Gerçekten de, 15. yılında olduğumuz yeni yüzyılda bir asır önce Osmanlı topraklarına yağan bombalar, yalan yağmurları bugün de yağmaya devam ediyor. O zaman Edirne, Gelibolu, Çanakkale, Sakarya vs. bombalanıyordu, bugünde aynı imparatorluğun kardeş yurdu olan Mısır, Yemen, Libya vs. bombalanmaya devam ediyor. O zaman Akdeniz’de savaş gemileri batırılıyordu, bugün savaş kaçakları dolu gemiler denizin dibini boyluyor. O zaman azınlıklar sözde baskı altındaydı, dinleri köreltiliyordu. Bugün de aynı masallarla aldatılıyor. Üstüne üstelik o zaman olmamış olanlar bugün olmuş gibi allatılıyor, balon gibi şişirilip büyük kara lekeler güneşi kapıyor. Emperyalizmin o zaman diktiği kavga ağaçları bugün çatırdadıkça çatırdıyor. Olmayan ağacın gölgesi de olmaz. Fakat ne yazık ki olmamış olan sözde soykırım ve katliamların faturası bugün de Türkiye Cumhuriyetine ve Türk halkına kesilmeye devam ediyor. Bunlardan biri Ermeni sözüm ona sözde soykırım faturasıdır. Moskova’dan Londra’ya ve İstanbul’dan Erivan’a tüm tarih arşivleri “Ermeni soykırımı” diye bir olay olmadığını anlatsa da, yalan üstüne yalan, yama üstüne yama Ermeni Soykırımı bir bostan korkuluğu olarak XX. yy. tarihinde dikili duruyor. İnsanlık çok soykırım gördü de, olmamış bir “Ermeni soykırımı” korosuna Roma Papası ile Avrupa Birliği Genel Kurulu’nun da katılması, geçmişe kör bakmaktan kolay bir şey olmadığını bir daha kanıtladı. Oysa Avrupa 1953’te bir karar aldı ve “geçmişte olan olaylara ‘soykırım’denemez” dedi. Bu karar Birleşmiş Milletler katında da geçerli oldu. Geriye dönük böyle bir karar alınması kesinlikle yasaktı. Öyle olmasa, milyonlarca Yahudi’yi gaz kamaralarında yakan Almanya XX asır Avrupa tarihinin en vahşi ve cani soykırımcısı ilan edilirdi. Korku Avrupa’yı titretmeye devam eder ve farklılıkların güzellik demetinden oluşacak yeni uygarlıktan söz bile etmezdi. Oysa XVI. yy. başında farklı düşünenleri meydan ateşlerinde yakan İspanyol Kralı ve kilise -engizisyon devri-– tarih aynasında kendini gördüğünde, intihar ederdi. Oysa biz Bulgaristan Türkleri ve Bulgaristanlı Müslümanlarını da 1877 78’den sonra aralıklarla ve son 1989’da toplu halde vatanımızdan kovulurken


64

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

bir soykırım yaşadık,bize karşı dilimiz, dinimiz ve yaşam tarzımız yasaklandığında bir kültürel soykırıma uğradık. Ne Papa ne de AB Genel Kurulu ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu olaylara görmezden geldi sustu, görmek istemiyorlardı. Hem AB üyesiyiz, hem kültürel soykırıma maruz kalmışız, hem de Brüksel bize aman şu haklarınızı alın, aman sizde de etnik azınlıklara da eşitlik sağlayan yeni bir adalet anlayışı olsun demiyor! Şu dünyanın arşını ne zamana kadar farklı ölçecek? Ne zamana kadar Batı Doğuya tek gözle bakacak. Ne zamana kadar Türkün olan her şey “kötü” ve “kara” olacak? Ermenilerle ilgili başlarına gelmemiş bir olayın “soykırım” olarak gösterilmesine, gerek Bulgar halk meclisinde gerekse, bizde aldığı oylarla bir yere kadar Müslümanlığımızı ve Türklüğümüzü de savunmak ve temsil etmek için Brüksel’e delege ettiğimiz HÖH milletvekilleri düşman seline kapılıp sahte, asılsız ve tarih çarpıtıcı kararlara “evet” oyu verecekler? Bulgaristan Türkleri ve tüm Müslümanlarımız günümüz Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) Genel Başkanı Lütfü Mestan’ın 1915’te Osmanlıda “Ermeni soykırımı” olduğu kararına onay vermiş olmasını asla unutamaz. Bunun hesabı mutlaka sorulacaktır. Bize, muhbirler, yanar döner ve dönekler başı olan bir başkan lazım değil! Lütfü Mestan’ın HÖH parti başkanlık koltuğunda oturma niyetinde ısrarlıysa, bir uydurmadan başka bir şey olmayan, şu sahte bir asır kokuşmuş ve yıldönümü anılmaya hazırlanan Ermeni meselesini vesile ederek, basın ve medya önünde, Sofya Meclisi’nde ve tüm parti örgütlerinde bir bildiri yayınlayarak olmamış bir olayın anılmasını lanetlemesi gerekir. Eğer gerçekten Türk partisinin Genel Başkanı olmak isterse. Gerçekler balçıkla sıvanamaz. Hak ve Özgürlük Hareketi yönetimi perde ardı güçlerin esirliğinden kurtulmalıdır. Doğrularca çizilen gerçekçi yolu izlemelidir. Kendilerinden bunu istemekte haklıyız. Biz, birisi Bulgaristan Türkiye’nin görevlileri olan diplomatların Ermeni diasporası (kopuntusu) tarafından öldürüldüğünü unutmadık. Biz Ermeni diasporasının sözde Ermeni soykırım olayını kabul etmeyen Bulgaristan Türklerine, Bulgarlara, belediyelerimize, meclisimize baskı yaptığını ve yapmaya devam ettiğini de unutmadık. Bu baskıların son aşamasında Haskovo şehrimizdeki Türk mahallesinde bulunan çocuk parkına “Ermeni Parkı” adı verilmek istenmesinde de gördük. Bu olayı bizler protesto ediyoruz. HÖH partisinin adım adım ilerleyen düşmanlık ve ötekileştirme karşısında sağır ve kör kalmasını da şiddetle kınıyoruz.


Makale ve Analizler - 2015

65

Olmamış bir olaya abide dikilmez! Olmamış olayın gerçek öyküsü, romanı, sanat eseri, ne ninnisi, ne şarkısı ne de senfonisi olur. Anlatılanlar uydurmadır. Osmanlı Padişahinin emperyalist güçlerin İstanbul’u amansız bombalayarak işgal etmeye hazırlandığı bir dönemde “şehrin boşaltılmasını emretmesi”; Rus Çarı ordularının Kafkasya üzerinden Anadolu’ya yayıldığı ve dehşet saçtığı yıllarda Ermeni çetelerinin Türk köylerini talan etmesine halk sillesi, soykırım olarak nitelenemez. Dünya XX. yüzyıl Yakın Doğu ve Osmanlı tarihini yeni kıstaslarla yeniden okuyup olayları gerçekçi değerlendirmek zorundadır. Mason localarında çizilen planlar gün ışığına dayanamaz. İngiliz başbakanı Churchill’in “Biz Anadolu’yu Türklere bırakmayacağız” sözlerine kapılıp isyan eden yardakçıların başına gelenler soykırım olarak gösterilemez. Soruyoruz: Dünyanın Tarihsel Gerçekleri Ne Zaman Doğru Dürüst Okunmaya başlayacak? Tarih çıkar kalemiyle yazıldıkça “soykırım” masalları bitmez! *** XXI. asır yeni bir başlangıcın başıdır. Yeni atılımın özünde farklılıklar ateşini körüklemek değil, farklılıkların çelengini örmek olmalıdır. Avrupa Birliği bu amaçla kuruldu. Doğu Batı köprüleri böyle bir niyetle atıldı. Asya, Afrika, Avrupa ve dünya hepimizin ortak evidir. İnsanlığın en büyük edinimi olan barış ve güvenliği yaşatmak ve güçlendirmek ortak davamızdır. Eski defterleri karıştırıp olmayan, gündemden düşmüş veya zaman aşımına uğramış bazı olayları zorla masaya yatırıp, bütün dünyayı meşgul etmek ve halklar arasına nifak sokmaya çalışmak en istenmeyen şeydir. Ermeni halkı da dâhil bazı halkların Türk halkını tamamen tanıyamamış olması üzücü bir olaydır. Tüm halklar gibi, Ermeni halkı da, Türk halkına kardeş halklardan biridir. Ortak tarihimiz özü kimin biçimi kimin ustalığı olduğu bilinmeyen eserlerle döşenmiştir. Türk halkının büyüklüğü de, öncelikle Anadolu mirasına ortak bir kazanım olarak bakmasında ve Anadolu hazinesini bir dünya kültür hazinesi olarak yaşatmasında gizlidir. Büyüklüğümüzün kuvvet kaynağı budur. Bu ansambılın içinde birçok Ermeni eseri de vardır. Bu konuda Sayın Başbakanımız Prof. Dr. Ahmet Davudoğlu Bilecik’te şöyle dedi: “Horasan’dan baslayip, Konya’da tohumlari ekilen, Selcuklu mirasını burada sekillendiren, Osmanli ile cihan devleti haline gelmiş olan bu hare-


66

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ket, Turkiye Cumhuriyeti ile istikbalini kazanmıştır. İnsallah kiyamete kadar da durdurulamayacak, engellenemeyecektir” İşte Gerçek budur. Bu sözlerde gizlenen büyük bir öykü var. Bu öykude hepimiz yerimizi bulmalıyız. Ermeni kardeşlerimiz de dâhil. Bu ülkede yasayan herkesin kendini bulacaği bir tarih var. Kadim Anadolu tarihi. Adı Türkiye tarihidir. Adı Vatan tarihidir. Bu ülkenin, bu topraklarin kendi öz tarihidir bu. Hatti, Akad, Asur, Luvi ve Hitit’lerden Lidyalilar ve Frigyalilar’a Galya, Pergamon, Pontus ve Romalilardan Mogollar, Selcuklu, İlhanlılar, Saruhanlılar, Osmanlıya kadar uzanan,Cumhuriyet kuran ve şimdi ve kendine has bir Türk Başkanlık sistemine uzanan bu topraklara uzaklardan gelen ya da uzak gecmişten bu yana bu topraklarda yasayan tüm halklarının ortak tarihi... Bu da bizim tarihimizdir. Hepimizin ortak tarihidir. Bu tarihin içinde “soykırım” diye bir şey yoktur. Olamaz. Olmamıştır. Çünkü yaşamış, yaşayan ve aynı toprak üzerinde var olmaya devam eden halklar, soylar, boylar, etnikler aynı toprağın ürünleriyle var olduklarından dolayı, aynı tarihin devamıdırlar. Bu tarihte birinin başına gelen diğerlerin de başına gelmiştir. Kimseye karşı özel bir işlem yapılmamıştır. Çünkü kardeş dünyamızda herkese yer vardır. Olmuştur. Olacaktır. Bu ulkede yasayan herkesin, benim sizin hepimizin tarihidir sözünü ettiğim... Türkü, Kürdü, Lazi, Cerkezi, Ermeni’yi tum Türkiye insanının iligine kemiğine, benliğine islemiş bir tarih bu. Geldiğimiz ve bugün yaşatmaya çalıştığımız kültürle harmanlanmiş bir tarih. Yani kısaca Ortak tarihimiz. *** Biz Bulgaristanlı Türkler devletsiz yetiştik. Ulus kavramıyla da ilgilenmiyoruz, çünkü biz başka bir ulusun bizi kendi içinde eriterek yok etme çabalarından kaçtık da geldik. Bizim için Balkanlı, Rumelili olmak, Ulusallık kafesine kapanmışlıktan çok daha değerli ve anlamlıdır. Biz kafeste değil ormanlarda dallarda ötmek, hür olmak için varız. Siz adina baska bir sey deyin, ben Türk olarak ulusus yaşamak istiyorum. Evet bunları istemiyorum... Ayrıcalık istemiyorum. Bir ulus bu kadar rengi, bu kadar farklılığı ve bu kadar zengin bir kültürü bağrında taşıyamaz.... biz ulus üstü bir dünyayız. Eşitlerin içinde eşit insan topluluğundan bir fert olmak, ne kadar güzel! Biz tarihsel güzellikler demeti olan biziz! ***


Makale ve Analizler - 2015

67

İnancımı saklamak zorunda olmadığım, anadilimle böbürlenmediğim, birlikte yasamak icin bölünmek gerekmedigine inandığım bir yer var, biliyorum, o da burası, onu da biliyorum. Adı Türkiye. Dünyanın en güzel yeri, canım yurdum benim. Belki başka bir şeydi eski adı, ama; Şairler olmamış şeylerden etkilenmez “Dortnala gelip Uzak Asya’dan Akdeniz’e bir kisrak başi gibi uzanan” bu memlekette “bir agaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi karde içerisinde” yaşamak için; birlikte mucadele edebileceğimiz, bir Türkü oldugunu biliyorum. Kardeşlik türküsü... Kazanabilmemizin mumkun olduğu, bir o kadar da zorunlu olduğu, kavgayi birlikte yapabileceğimiz bir ortaklık, ya da adını siz de koyabilirsiniz...bambaşka bir birliktelik... Yalnız olmamış bir şeyin adını koymayın. Ne mutlu koca dünyaya. Anadolu’da adı “soykırım” olan bir tek çocuk yok... “Savaş” var, “barış” var, “zafer” var, ama adı “soykırım” olan tek bir çocuk yok... Gelin bu aptal soy boy inadindan vazgeçelim! Olmamış şeyleri olmuş diye kışkırtmaktan ne çıkar? Gelin geçmişimizin binlerce yillik kardesliğini bozmayalım! Türklerle dost olmadan daha mükemmelini bulabilmeniz zaten hayal! Gelin bizim binlerce yillik sevgi kültürümüzle daha dün soylenmis masallari yarıştırmaya kalkmayın, çünkü dünyada başka bir benzerini bulamazsınız! Sizleri sadece ateşi yakarken çıra yerine kullandılar ve kullanmaya da devam ediyorlar amma hepimizin bildiği gibi ateş yandıktan sonra çıralara ihtiyaç kalmaz. Bakın Balkanlarda kurulan devletlere bu gün hepsi zor durumdalar, yardım nerede yok. Çünkü onlarla işleri bitti. Gelin dervişleri, bilgeleri, şairleri dinleyin... Arşivlere bakın, tarihten gelen yankıya kulak verin! Bunlar Para sesi su sesi değildir. Gelin bildiğimizden şaşmayın! Gelin harcın içindeki toprağı, suyu, kumu, çakılı, samanı ayırmaya kalkmayın. Bu harç çoktan tutmuş yeniden karmak için kırıp parçalamanız gerekir. Kırmayın, parçalamayın.


68

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Olmayanı zorla oldurmaya çabalamayın!

Köstebeklik Yılları

Hüseyin Yıldırım-26.Nisan.2015

Bu hafta, köydeşim Ahmet Doğan’ın 10 ciltlik gizli servis dosyasında olmayan büyük bir olay kabak çiçeği gibi açtı. Cumartesi (25 Nisan 2015) saat 18’de Bulgar kamuoyu NOVA TV ekranına kilitlendi. Bir hafta öncesinden başlayan tanıtımda “Hak ve Özgürlükler Hareketini kuran Ahmet Doğan değil, başkasıymış!” diyenler aslında, “Kral Çıplak” demek isterken, ben gibi sıradan seyirciler saray kurdu da sahteymiş anlıyordu. Dobriç’e bağlı Bakalovo (Baraklar) köyünde Necmettin Hak’ın doğduğu evin misafir odası, şimdi saman dolu. Samanlığın dış kapı sürgüsü çekilince yere düştü. Kapı kendiliğinden açıldı ve içim birden aydınlandım. “Biz, üç kişiydik. 5 yıl sonra, 4 Ocak 1990’da’ Varna’da Emin Hamdi’nin dairesinde 33 kişiyle kurduğumuz Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin temellerini biz kendi aramızda, şu odacıkta, 1985’in Mayısında atmıştık. ” diye anlatmaya başlayan kurucu başkan Necmettin Hak’ın ta kendisiydi. Arkadaşlarım da Zahid Vahid ile Mümün Mustafa’dır. Necmettin Hak 30 yıldan beri politik sahnede yoktu. Orta boylu, toparlak yüzlü, kurucu kahraman artık altmış beşe basamak dayamış, fazla beyazlanmamış saçlarının verdiği gururla olacak, 24 Aralık 2014’te Kırcaali’ye bağlı “Türkan Çeşme” şehitleri anma, isim değiştirme ve kültürel soykırım kitle mitinginde mikrofonu aldığında sözleri suyu birikmiş bir ayazma gibi akmaya başladığında, herkes ona kilitlemişti. Ele verilmiş, tutuklanmış, sorgulanmış, acıları derin işkenceler görmüş adamın sesi açıldıkça samımı, namuslu, iyimser, fedakâr ve halkını seven biri olduğunu ele veriyordu. Yalın bakışlarının ardında Dobrucalıların nabzını tutmuş, zeki bilgeliğinden hiçbir şey yitirmeden olgunlaşmış bir hatip vardı. Hakkında belki bin, belki 5 milyon ve daha da fazla kez “terörist” denmişti. Sofya’da “Razvigor” milli polis sorgulama merkezinde, zemin katın bilinmez kaç kat dibinde, 6 ay gece gündüz sorgulanmıştı. Sözle, bakışla, masaya yumruk vurup başına lastik balyoz indirerek öğrenemediklerini, günlerce aç-susuz


Makale ve Analizler - 2015

69

tutmakla elde etmeye çalışmışlardı. Kulaklarını, kaşlarını, gözlerini kemirsinler, kanını emsinler diye kaldığı koğuşa her gece iri iri aç fare ve kene salıyorlardı. Bu da fayda etmemişti ki, bir deri, bir kemik kaldığında adalelerine topuklu iğne ve birkaç defa enser kakılmıştı. Türk olan herkesin her şeyini aldıkları zaman onun ailesinin de her şeyini almışlardı. Henüz otuz beşindeydi. İçinde büyüdüğü ova gibi düz, aynı ovanın yolları gibi doğru, derin kuyulardan çekilen sular gibi berrak, içi dışı bir, biriydi. Onu ele veren köstebek, anneannesi tarafından akraba olduklarını yazmıştı. Baraklar köyüne gitmiş, Necmettin, Zahid ve Mümün’ün isimlerini ve Türk kimliklerini, ibadet haklarını birlikte istemek ve almak için birlikte kurdukları Bulgaristan Türk Milli Hareketi’nin adını kendileri bulmuş, ilk bildirileri el yazısıyla karalamışlar ve köydeşlerini fazla zorlanmadan çalışmaya davet etmişlerdi. Onların isimleri ve Türk olarak tüm hak ve özgürlükleri kendi köylerinde ellerinden alınmıştı. Köyünde ve herkesin önünde geri verilmeliydi. “Diken battığı yerden çıkar!” diyenler haklıydı. Bu sebeple, şoförden sürat yapmaması; biçerdöverciden bir günlük işi iki günde yapması; inek bakıcılardan buzağıları daha fazla emzirmesi; öğretmenlerin değişik neden uydurarak okula gitmemesi vs. isteniyordu. Okumuşlardı, o da köyünde, Köseler rüştiyesinde (Telerik), traktörcü, pompacı, kamyon şoförü olmak hevesiyle II. Teknik Liseyi de bitirdi ve babasının da ısrarıyla bir sanayi ve teknik merkezi olan Gabrovo kentinde Yüksek Teknik Öğrenim aldı ve köylülükten silkinerek Dobtriç’te Ulaştırma Meslek Lisesi’ne öğretmen atandı. Aklından geçmeyen şeyler başına gelmeseydi, hayatı evden okula, hafta sonunda köye, kızların düğünleri, torunlar gelip geçecekti. Dünyanın başına yıkılacağını nereden bile bilirdi? Belalar ve kötülükler kimseye geliyorum demediği gibi, ne Necmettin’e, ne köstebek Ahmet’in hayatlarını oyduğu 8 dava arkadaşına, ne Drandarlı olup Varna “Georgi Dimitrov” tersanesinde çalışan 10 işçiye; ne köy muhtarına, ne sağlık ocağı şefine ne de öğretmenlere geliyorum dememişti. 2006’da ajan dosyalarının açılmasıyla Ahmet Doğan’ın Türk ve Müslümanlarının karaciğerini, beyninin özünü oymayı hedef alan körleştirilmiş bir köstebek olduğunu anladıklarında şaşakalmışlardı. TV yayınında, Necmettin Hak, ajanlara saldırmadı, Türklerin büyük yürekliliğini öne çekerek, “eden kendine eder” derken, ben kimseyi şahsi bir iş için dava saflarına çekmedim, bu bizim ortak davamızdır, ajan ve hainlerle hesaplaşmak vazifem olmadı ve değildir, şeklinde konuştu. Bulgaristan Türk ve Müslümanları kişisel intikam peşine düşmeseler de, onlar “İlahı Adalet” olduğuna inanıyorlar. “İşte bak, ben sokakta yürüyorum, Dobriç’ten Sofya’ya geliyorum, pastaneye girip çay içiyorum, dostlarımla soh-


70

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

bet ediyor, mitinglerde konuşuyorum!” bunu yapamayanlar, halkın gözüne bakmaktan çekinip korkanlar, düşünsün diye ekliyor. Kurduğu Bulgaristan Türk Milli Hareketi’nin terörist bir örgüt olmadığını, komünistler de dahil, saflarında herkese yer olduğunu, halk davasının tamamen haklı ve ortak olduğunu, 1985 “terör olaylarını gerçekleştirenlerle” uzaktan yakından hiçbir bağları olmadığını anlattı ve şöyle dedi: “Barışçı araç ve yöntemlerle mücadele ettik, bildiri dağıttık, halkı uyardık, toplantı yaptık.” Tüm Türklerin ayaklanmaya zaten hazır olduğunu herkesin biliyordu deyen kurucu başkan, “Ahmet Doğan”ı 3 yıldan beri görmediğini söyledi. Direniş biçimlerinin 1989 Mayısı’nda da değişmediğini ve Pazarcık hapishanesinde eşiyle yaptığı görüşmelerde “başkaldıranların kalabalık gruplar halinde yürümemeleri”, “direnişin oturma grevi şeklinde yürütmelerini” önerdiğini bir daha hatırlattı. 1989 Mayısında Paris İnsan Hakları Konferansına, Ahmet Doğan’ın ceza evinden bir Bildiri gönderip göndermediği sorusunu da yanıtladı. Necmettin Hak, Prag’a yolculuk etmeye hazırlanan Lozenets’lı bir TIR şoförüne bir yazı verildiğini, ne ki, şoförün dövüldüğünü, nefes alamaz bir durumda yol kenarına itilmiş bulunduğunu, öldüğünü ve daha öte yazının kaderini bilmediğini açıkladı. Dosyalarda olmayan bu ayrıntılara dikkatinizi çekerken, 22 Aralık 1989’da Ahmet Doğan ile Necmettin Hak’ın Pazarcık ceza evinden aynı ende serbest bırakılmıştır. Aynı polis aracıyla Sofya’ya getirilseler de birbirlerini görmemişlerdir. Serbest bırakılınca 4 - 5 gün Ahmet Doğan’ın Sofya’daki dairesinde kalan Necmettin Hak ve arkadaşları yeni bir parti kurma konusunda hemen karara varır. Burada anlaşılmayan noktaysa şudur: Bulgaristan’da 23, 24, 25 Aralık günleri Noel Bayram tatili olduğu gibi, 31 Aralık ile 1 ve 2 Ocak günleri de tatildir. 1989 Kışının olağanüstü ağır ve aynı yılın 28 - 29 ve 30 Aralık karlı günlerinde Bulgaristanlı Pomakların Sofya’ya toplanıp Halk Meclisini bloke ettiği, 30 Aralık Gecesi isimlerimizin ve dinsel haklarımızın geri verildiği dikkate alındığında, iplerin uçları birbirini yine tutmuyor. Çünkü Sofya’daki Pomak yürüyüşlerini yakından izleyenlerden biri Necmettin Hak’tı. Meclis binası karşısındaki “Sofya” otelinin ikinci katındaki kahvesine girip çıkıyor ve çay içiyordu. Burada Necmettin Hak’ın da açıklayamadığı şu nokta hala cevap bekliyor. 1985’te olduğu gibi, 1989’da cezaevinden çıktığında Ahmet Doğan’ın Bulgaristan Türk Milli Hareketi’nde resmi bir görevi ve konumu yoktur. 30 Aralık 1989’da alaca karanlık basarken, lapa lapa kar altında, polis aracından elinde bir hoparlörle inip “Kurtarıcı Çar” meydanına toplanan Pomaklara hitaben “isimleriniz iade edilecek garantör benim” demesi ve aynı polis aracıyla Bulgar Ulusal TV Birinci Programı’na çıkıp “Türklerin ve Müslümanların isimlerinin geri ve-


Makale ve Analizler - 2015

71

rilecek” müjdesini vermesi çok anlamlıdır. Necmettin Hak bir parti program ve tüzüğü yazılması konusunda mutabık kaldıklarını, ama bu birkaç günün içinde bu belgelerin nasıl hazırlandığını ve 22 Aralık 1989 ile 4 Ocak 1990 günleri arasında 7 - 8 resmi tatil günü olması rağmen, bu evrakların nasıl tasdik ettirildiğini, bu kadar sıkışık bir ortamda Varna mahkemesinde nasıl tescil ettirildiğini, 33 kişinin katıldığı Emin Hamdi’nin dairesinde nasıl olur da, hiçbir kimsenin bu iki ana belge üzerinde tartışma açmadığı, yeni partinin isminin Hak ve Özgürlükler Partisi olmasında direnen ve önerisi kabul edilen Halim Pasajov’tan başka hiçbir kimsenin görüş beyan etmediği anlaşılır gibi değildir. Bu arada, Kurucu Kurultay’a sunulan partinin taslak isminin ne olduğu bile 26 yıldır sır kaldı. Ahmet Doğan dosyası 10 cilt olsa da, bu gibi ayrıntılara açıklık getirmiyor. Kendisiyle yapılan kişisel görüşmelerimizde, Necmettin Hak - 1985 Mayısında başkanı olduğu BTMKH başkanlığından neden vazgeçtiğini gerekçelendirmek istemiyor. HÖH parti başkanlığına neden aday olmadığını da gün ışığına çıkarmıyor. Halk tarafından bu denli sevilen bir liderin nasıl olur da bu denli sindirilebildiği ilgi uyandırmaya devam ediyor. Bilindiği üzere, 10 Şubat 1990’da Necmettin Hak ve ailesi Bulgaristan’dan sökülüp atıldı. Türkiye’ye kovalandılar. “Halk tarafından sevildiğimiz için” kovulduk dese de, Ahmet Doğan’la kişisel ilişkilerine değinmeden verilen bir yanıt, inandırıcı gelmiyor. Necmettin Hak ile H. Pasajov’un Bulgaristan’dan kovulmasından sonra Ahmet Doğan HÖH başkanlığında koltuğunu ısıtmaya başladı. Bir iki yılda Demokratik Lig Başkanı Mustafa Ömer’i de saf dışı etti. Sabri İskender ve arkadaşları daha 1989 Mayısında kovulmuşlardı. 1989’un Mayısında Necmettin Hak ailesi Bulgaristan’a geri döndüğünde artık köprülerin altından çok su akmıştı. Anlatılanlara bakıldığında Hak’ın HÖH’e katılmasını engelleyen Kasım Dal oldu. Partide görev alma yollarını kontrol altına alan Kasım DAL Bulgaristan Türk aydınlarının halkımızın uyanmasına hizmette bulunmalarına en büyük darbeyi indiren olmuştur. HÖH Başkan Yardımcılığı ve Örgüt sekreterliğinden ayrılması da aynı hainliğe yanı Türk ve Müslüman aydınların halkla kucaklaşmasını baltalamaktır ve bugüne kadar başarılı olduğu konusunda kuşku yoktur. Böylece zaten aralarında organik bağ olmayan 1985’te kurulan BTMKH ile 1990’da kurulan HÖH partilerinin arası açılmaya daha ilk günde başladı. Çünkü köstebekler başı HÖH’ ten tavsiyeleri ve kadro kıyımını daha 4 Ocak 1990’da Varna’da başlatmıştı. BTMKH ile HÖH partileri Ahmet Doğan’ı politik olarak yükseltme ve “lider” yapma noktasında birbirinin devamıdır. Diğer tüm hususlarda birbirini tanımayan iki hain düşmandır. Bugünkü HÖH yönetiminde, meclis grubunda ve Dobruca il ve ilçe örgütlerinde BTMKH elemanlarından hiç birine görev verilmediği gibi kendilerine devamlı engel olunmuş ve köklerinden


72

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

sökülüp yurt dışına atılmasına gayret edilmiştir. Köstebeklik yıllarlını “lider” pozisyonundan devam ettiren günümüzde “sarayda” oturuyor.

Mukayeseli Analiz

Ertaş Çakır-26.Nisan.2015

1915 Ermeni olayları konusunda Sofya parlamentosunun 24 Nisan 2014 tarihli “kitle halinde imha etme” kararı, Bulgaristan Türklerini ve demokratik kamuoyunu endişelendirdi. Anlaşılması zor bir karışıklık meydana gelmesine neden oldu. Tüm kötülükleri komşu kapısına yığmak bir modern devletin geçerli siyaseti olamaz, çünkü trotuar ve yol ortaktır. Çöp kokusu herkesin burnundadır. Bir defa meclis genel kurulu kürsüsünde kızışan tartışmalarında, vatanımızda sağduyunun giderek buharlaştığı, ırkçı çeteleşmenin yerleştiği ve hareketlendiği, meclis duvarına tarihi gerçekçi göstermesi için asılan ve Avrupa insan haklarına kıstaslara göre ayarlanan aynanın iyice bulandığı ortaya çıktı. Meclis dış kapısının üstündeki “Birlikten Güç Doğar” sloganı da artık geçerli değil, çünkü parlamentonun içinde birlik denen bir şey yok. Parçalananların Türklere saldırısı artıyor. Bizim için bu durumda önemli olan şudur: Geçen yılın Ekim ayından beri Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS) meclis grubu hiçbir konuda etkili olamadı. Hiçbir konuda geçerli çözüm sunamıyor. Milletvekillerimiz sanki kara büyüye kapılmışlar. Tamamen tecrit edilmiş bir duruma içine düştüler. Parlamenter bağlaşıklılık siyasetini yürütemiyorlar. Hiçbir konuda esneklik sağlayamıyorlar. Yeri gelmişken şunu özellikle belirmemizde yarar olacağı kanısındayım. 50 yıldan beri ana dili yasaklı olan, okul kapıları kapalı bulunan, eline öz dilinde bir gazete ve kitap alamayan insanlarımızın rahatsız olduğu bir durum var. Camilerimizde Arapça ağırlıklı ibadet ve açıklamasız ayinlerin, Yakın Doğulu kaçak ve göçmen akımının artmasıyla iyice anlaşılmaz bir duruma gelmesi gözden kaçmıyor. Camiler aydınlanma ocağı olmaktan çıkıyor. Bununla birlikte Sofya meclisinde yapılan ve Bulgar televizyonlarının canlı yayında gösterdiği konuşmalarda, kendini tek söz hakkı olan ilan edip kürsüyü işgal eden, HÖH Başkanı Lütfü Mestan’ın kullandığı Bulgarca politik olarak da anlaşılır bir lisan olmaktan uzaktır. Yabancı ve içerikli halk tarafından anlaşılmayan sözleri birbirine ek-


Makale ve Analizler - 2015

73

lemekle politika yapılmaz ve siyasi durum savunulmaz. Ermeni sorunu tartışmalarında da öyle oldu. Bir asır önce, olmamış olan bir olayın 2015 yılı günlük politikasına ve Türk Bulgar ikili ilişkilerine bağlanmasına kimse anlam veremedi. Bir kişinin bir konuda “bilgi sahibi” olduğunu kanıtlaması için, kendisinin de anlamadığı, basında kullanılmayan ve lügatlere girmemiş, açıklaması yapılmamış terimler kullanmasına gerek yoktur. Anlaşılmayan kavramlarla konuşma meselesi, Ahmet Doğan dosyasına bile girmiştir. Felsefe okumadan kendini feylesof satan Ahmet Doğan 1978’de Varna’da onu köstebeklik yaparken, onu yöneten sivil polis görevlisi raporlarında “anlaşılmayan kategorilerle konuşma tutkusu var” kaydında bulunmuştur. Et kafalılarda bir hastalık haline gelen salgın Lütfü Mestan’ı da esir aldı. Ne var ki, anlatılamayan ya da anlaşılmayacak bir şekilde anlatılan bir derde, kimse derman bulamaz. Bu işlerin bilinçli olarak ve kafa karıştırmak için yapıldığına inanıyoruz. Bu yeni “DS” gizli polisinin yeni bir taktiği de olabilir. Gelelim 1915 Ermeni meselesine: Türklerle Ermenilerin 800 yüzyılı aşkın ortak geçmişleri, bu ortak geçmişin mirasını taşıyan güçlü tarihsel hafızaları vardır. Bu iki halk bu yıllar boyunca beraber yaşamışlar, mutluluğu ve kaderi beraberce paylaşmışlardır. Bazen çatışmışlar, bazen de ortak düşmana karşı işbirliği yapmışlardır. Ermeniler de, tıpkı Osmanlı İmparatorluğunun diğer unsurları gibi, Osmanlı idaresinde barış ve refah içinde yaşadıkları kadar, fakirlik ve zor koşullarla da karşı karşıya kalmışlardır. İmparatorluğun güçlü ve müreffeh günlerinde bu gücün ve refahın tadını birlikte çıkarmışlar, İmparatorluğun siyasi ve ekonomik gücünün zayıfladığı dönemlerde ise bu durumun yarattığı olumsuzluklara maruz kalmışlardır. Diğer bir değişle, Türklerin ve Ermenilerin kaderi iç içe geçmiştir. Ancak 19. yy. sonlarına doğru Ermenilerin bir kısmı İmparatorluğun dağılmasını, içinde yaşadıkları bölgenin bağımsızlığını kazanması için bir fırsat olarak değerlendirmek istemişlerdir. Dönemin bazı büyük güçleri (İngiltere, Fransa, Rusya) de Ermenilerin çıkarları için değil de, kendi çıkarları için Ermenilerin bağımsızlığını destekler gibi görünmüşlerdir. İsyan eden Ermeniler Osmanlı İmparatorluğunun zayıflamasının Ermeni toplumunun refah ve huzurunun zayıflaması anlamına geleceğini düşünememişlerdir. Bu nedenle de bu aşırı politize olmuş grup tüm Ermeni toplumu adına hareket ederek onları İmparatorluğa karşı isyana sevk etmiştir. Elbette, Ermeni topluluğu Osmanlı İmparatorluğu’nun bozulan siyasi ve ekonomik şartları altında yaşadıkları olumsuzluklara tepki göstermekte haklıydılar. Ancak oların göz ardı ettiği husus şuydu: Yalnızca kendileri değil, İmpara-


74

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

torluğun tüm unsurları, hatta baskın Türk unsur da, benzer olumsuz koşullar altında yaşıyordu. Ermeni toplumunun politize olmuş seçkinleri, İstanbul’da meşrutiyetin 2. kez ilan edilmesinin bu olumsuz koşulları ortadan kaldırmakta yetersiz olduğuna inanmış ve bu hayal kırıklığıyla bağımsızlık için daha fazla bastırmaya başlamışlardı. Aynı zamanda Osmanlı yönetimi de Balkan Savaşlarında (1912 - 1915) en büyük travmalarından birini yaşamıştı. Büyük İmparatorluğun tüm Balkan topraklarının bir anda işgal edilmesi ve Balkan Müslümanlarının çok büyük dalgalar halinde ve çok perişan bir şekilde İmparatorluk merkezi (Anavatana) göç etmeleri Osmanlı yönetiminin ruh haline büyük bir darbe vurmuştur. Osmanlı yönetimi bu trajediyi İmparatorluğun eski tebaasının, yani yeni kurulan Balkan devletlerinin (Bulgaristan egemenliğiniz 1908’de ilan etti) ihaneti olarak değerlendirdi; böylece bağımsızlık için mücadele eden Ermeni siyasi örgütlerinin faaliyetleri de benzer bir hayal kırıklığı yarattı. İşbu karşılıklı güvensizliğin hat safhasında olduğu bir dönemde Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. Osmanlı yönetimi Ermenilerin düşmanlarıyla işbirliği yapmamasını ümit etmekteydi. Aslında yönetime sadık Ermenilere duyulan güven tamdı. Nitekim bu sadık Ermeniler Osmanlı bürokrasisinde istihdam edilmeye devam edildiler ve İmparatorluğun bölünmesine uzak duran girişimlerden uzak durdular. Diğerleri ise İmparatorluğun düşmanlarının saflarına katıldılar. Rus Ordusunda er ve subay oldular ve Osmanlı birliklerine karşı çatışmalara girdiler. Doğu Akdeniz’de ise, Fransızlara istihbarat sağladılar. Osmanlı Ordusunun lojistik ve iletişim hatlarını tahrip edecek sabotaj faaliyetlerinde bulundular. İmparatorluğun düşmanlarına istihbarat sağladılar ve düşman ordularının ilerleyişini kolaylaştıracak küçük ve büyük çaplı isyanlar çıkardılar. Bunlardan en büyü Van İsyanıdır. Osmanlı hükümeti de hayati bir tehdit olarak algıladığı bu duruma tepki göstererek, Ermenileri tehcir etme (göç ettirme) kararı aldı.1915’te alındı. Bu tehcir tam bir felaketti. Osmanlı Ermenileri için tam bir trajedi oldu. Olay budur. Ve (göç ettirme) olayı, neden bir soykırım değildir? Karşılaştırmalı Analiz: Anlaşılan yolunu bulup Bulgar parlamentosuna da baskıda bulunma yollarını bulan Ermeni Diaspora’sının iddiaları doğru mudur? Diaspora’ya göre, Ermenilerin 1915 göçü XX. yüzyılın “ilk Holokost’u” yani “soykırımı” olarak tanıtmaktadır. Bu saçmalığın yanıtı şudur: Osmanlının Ermenilere yönelik tutumu Nazilerin Yahudilere yönelik tutumu ile mukayese edilebilir mi? Çünkü


Makale ve Analizler - 2015

75

Avrupa’da soykırım yapan ülke Nazı Alman yası’dır. İki olayın tarihsel evrimi incelendiğinde büyük farklılıkların ortaya çıktığı görülmektedir. Yahudiler Alman devletine karşı isyan etmemişlerdir. Oysa Ermeniler Osmanlı İmparatorluğu’na karşı isyan etmişlerdir. Yahudiler siyasi bir siyasi varlık elde etmek için (otonomi, bağımsız devlet vb.) siyasi örgütlenmeye gitmemişlerdir. Oysa Ermeni siyasi örgütleri başından itibaren bağımsızlık talebiyle yola çıkmışlardır. Rus Ordusuna 150 bin er ve subay vermişlerdir. Çeteleşmişler ve halka zulüm etmişlerdir. İstanbul Ermenileri asilere yataklık etmiş ve destek vermiştir. Yahudiler İkinci Dünya Savaşı sırasında düşman ordularını desteklememiştir. Alman ordularının lojistik ve irtibat hatlarına saldırmamıştır. Ermeniler Osmanlı ordusuna karşı tahribata kalkışmışlar ve düşman lehinde casusluk yapmışlardır. Ermeni gönüllüler Rus ordusu saflarına Osmanlı ordularına karşı savaşmışlardır. Van İsyanını kışkırtan ve yöneten Ermenilerdir. Yahudiler tarafından Almanya’nın düşmanlarıyla olan sınır bölgesindeki büyük bir kentinde, düşmanların o kenti kolayca ele geçirebilmesi için isyan tertip etmemişlerdir. Oysa Ermeniler Van’da kentin Rus Ordusu tarafından işgalini kolaylaştıracak büyük bir isyan çıkarmışlardır. Ne Berlin Yahudileri, ne de Berlin’deki Yahudi din adamları Nazi Rejiminin sistemli katliamından muaf kalmamışlardır. Oysa İstanbul Ermenileri, siyasi faaliyetlerinden ve devlet aleyhine cürüm işlediklerinden şüphelenilenler hariç, Ermeni Patrikhanesi de dahil olmak üzere tehcirden (göçten) muaf tutulmuşlardır. Nazi idaresi altında Alman bürokrasisinde görev yapan bir tek Yahudi yoktur. Oysa İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) idaresi Osmanlı bürokrasisinde Ermenileri istihdam etmekte tereddüt etmemiştir. Yahudiler Almanya’da Nazı idaresi tarafından sadece Yahudi oldukları için yok edilmişlerdir, toplama kamplarında yakılmışlardır. Ermenilere ise sistemli bir etnik nefretin göç sürecinde bile yöneltildiğini iddia etmek imkânsızdır. Almanya’daki Nazi soykırımı 1942’de Nazi Faşist Partisinin Vansee Kurultay kararı uygulanarak gerçekleştirilmiştir. Osmanlı kendi vatandaşlarından herhangi bir soyun öldürülmesine ilişkin hiçbir dönemde hiçbir karar almamış ve uygulamamıştır. Osmanlı Ermenileri göçe davet etmiştir..... Bu analizin, araştırma ve incelemenin siyasallaştırılması ise son derce sakıncalıdır. Bu bakıma Sofya Parlamentosu kararı çıkarcı çevrelerin Türk düşmanlarının bir tuzağıdır ve içine kendileri mutlaka düşecektir.


76

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Olaya hukuksal bakış: 1915 tehcirini soykırım olarak tanıyan herhangi bir yetkili mahkeme kararı bulunmuyor. Hukuken 1915 güçlerini soykırım olarak tanımak mümkün değildir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin özel bir kararında da vurguladığı gibi, bu hususta uluslar arası toplumun bir fikir birliği içinde olduğu söylenemez. Bulgar parlamentosunda aşırı sağ ve sol milliyetçiliğin her fırsatta hortlamasına ise artık alışmaya başladık. İlerliyorlar, dikenleri kalınlaşırken sivrileşiyor. Tehlike büyümeye devam ediyor. Her konuda saldırıya geçmeye başladılar. Okuduğunuz için teşekkür ederim.

Mayıs 2015 yazılarımız 1 Mayıs Bayramı

Filiz Soytrük-01.Mayıs.2015

Bayramın Kutlu Olsun Güzel İnsanlar! Değerli dostlar, güzel insanlar, İşçi sınıfının uluslararası dayanışma ve Sömürüsüz bir dünya için savaşım günü 1 Mayıs Hepimizin bayramıdır. Hepimize Kutlu Olsun! Savaşsız, sömürüsüz, kardeşçe yaşanacak Farklılıkların goncaları demet demet Serpilip açacak Güzel bir dünya özlemiyle 1 Mayıslar en mutlu günümüz olsun! Bize devredilen mirası daha ileriye taşıyarak Bizdensonra geleceklere daha güzel bir dünya devretme


Makale ve Analizler - 2015 İnancıyla mutlu ve sağlıklı günler hepimizin olsun! *** Nazım Hikmet’in işçilerle ilgili şiirleri ve sözleri Türkiye işçi sınıfına selâm! Selâm yaratana! Tohumların tohumuna, serpilip gelişene selâm! Bütün yemişler dallarınızdadır. Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir, haklı günler, büyük günler, gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan, ekmek, gül ve hürriyet günleri. Düşmanı yenecek işçi sınıfımıza selâm! Paranın padişahlığını, karanlığını yobazın ve yabancının roketini yenecek işçi sınıfına selâm! Vay Kurban ... Ölüm bu, Fukara ölümü Geldim, geliyorum demez. Ya bir kuşluk vakti, ya akşam üstü, Ya da seher, mahmurlukta, Bakarsın, olmuş olacak. Bir hastan vardı umutsuz, Hayreti uykularda, Hayreti soğuk sularda. Gayrı, iki korku çiçeğidir gözleri, İki mavi, kocaman korku çiçeği, Açar, derin kuyularda... Dağlarının, dağlarının ardı korkunçtur. Hiç akıl edip de düşünen var mı? Gün kimin hesabına tutar akşamı, Rahmetinden kim demlenir bulutun,

77


78

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Hayırlı evlat makina Nasıl canavar kesilir. Kurdun, karıncanın rızkını veren Toprak nasıl ayartılır, Yüz vermez topal öküze, Ve almaz koynuna kara sabanı. Sepetçioğlu’m bir kömür işçişidir, Mavzer değil, kürek tutar Urfalı Nazif Mal, haraç-mezattır, Can, pazar-pazar. Kırmızı, ak ve esmer, Yumuşak ve sert buğdayları Yaratan ellerin sahibidir bu, Kör boğaz, nafaka uğruna, Haldan düşmüş, tebdil gezer... Ahmed Arif

*** Maden işçilerine 1 Mayıs selamımız- Ellerinin akı kara. dır! için Alnının teri kara. Kara Kömür Talihin adı kara. Ellerin karıştı kara kara. Aldı seni kömür denen mücevher. Umudun, elinde bir kazma dudağında Aldı hayattan. sigara. Koydu kara mezara. Gün görmedin hiç. Ümit Alphan Güneşi sevmedin! “O kadar çok kazdılar ki Cennet’e düşBu yokluğundan numara. tüler...” Ölmedin girdin toprağın altında ki me*** zara.


Makale ve Analizler - 2015 Ekmek Parası Masmavi göreceğiz Karadeniz’i Balkaya’danBapuz’a kadar, Karış karış biliriz bu şehri; EKİ’nin çiçekli bahçeleri, Rıhtıma kömür taşıyan vagonlarıyla;

79

Paydos saatlerinde yollara dökülen, Soluk benizli insanlarıyla... Siyah akar Zonguldak’ın deresi Yüz karası değil, kömür karası Böyle kazanılır ekmek parası Orhan Veli

Zafer Günü mü? Matem Günü mü?

Neriman Eralp Kalyoncuoğlu-03.mayıs.2015

Dünya barışseverleri Hitler4 faşizmi üzerinde kazanılan Büyük Zaferin 70. Yılını kutlamaya hazırlanıyor. Yeni tarihte 9 Mayıs görülen ve yaşanan savaşların arasında e büyük en fazla can alan ve en büyük yıkıma neden olandır. Tarihe 2. Dünya Savaşı olarak girdi. Savaş 9 Mayıs günü Sovyet Ordularının Berlin’e ele alması ve şehrin düşüp teslim olmasıyla ve bir der yine Almanya başkentinin Karl horst semtinde Sovyetler Birliği Mareşali Jukov ile Alman Mareşali Keytel arasında imzalanan yenilgi ve barış sözleşmesiyle anılır. 2 Dünya Savaşında 50 milyondan fazla insan öldü. Tarihte ilk kez olmak üzere Naziler Yahudileri gaz kamaralarında canlı canlı yaktı. Hitler faşistlerinin dünyaya hakim olma saldırıları Sovyetler Birliği, Fransa, İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nin savaş cephesinde ortaklığıyla ve işgal altına düşen hakların kanlı direnişleriyle dize getirildi. O zamandan bu yana 70 yıl geçti. Faşist düşmanın başının kırılmasından sonra dünya bütün sürede barış, güvenlik, kardeşlik ve dostluk içinde yaşamadı. Sıcak savaştan hemen sonra Soğuk Savaş başladı ve tam yarım asır sürdü. Soğuk Savaş 1989’da Berlin Duvarı’nın düşmesi ve İki Almanya’nın birleşmesi ve Doğu Avrupa ülkelerinde ve Sovyetler Birliği’nde totaliter rejimlerin de devrilmesi ve demokrasiye geçiş sürecinin başlamasıyla yol almaya başlasa da, bir arpa boyu ilerleyemedi. Bulgaristan’da, bizi vatanımızdan kovan katı komünist totalitarizm omurgası kırılamadı. 2014’te Kırım ve Ukrayna krizleri baş gösterdi. Avrupa’da silah sesleri işitilmeye başladı. 50 milyon kişinin can verdiği ve bu nedenle Matem Günü mü? yoksa savaş kıyımının sona ermesi vesilesiyle ve Hitler faşizminin yenilgisinden dolayı Zafer Günü mü? Olduğuna herkes kendisi kanat verebilir. Bu önemli vbe büyük anma gününde dünjyamız yine ikiye bölünmüş durumdadır. 2. So-


80

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ğuk Savaş 2015’te 2 yaşına bastı. İş allah büyümet ve deli bir cesaretle güzel gezegenimizi bir daha yakmauyı denemez. Zafer gününü Alman şair B. Brecht’ten bir şiirle bir de anıyoruz. Bu şir 1942’de Savaş’ın en ağır çatışmalarının yürütüldüğü günlerde Norveç’te yazılmıştır. Almanca Yakarış Ulu önderlerimiz mutlu bir gün buyurdular bize: -Dazig ile Varşova’ yı alacağız! Uçaklarımız ve tanklarımızla saldırdık Polonya’ ya, yirmi günde ulaştık hedefimize: Tanrı korusun bizi! Ulu önderlerimiz mutlu bir gün buyurdular bize: Alacağız Oslo ile Paris’ i! Norveç’i, Paris’i işgal ettik, ulaştık altı hafta geçmeden hedefimize. Tanrı korusun bizi! Ulu önderlerimiz mutlu bir gün buyurdular bize: -Sırbistan’ ı, Yunanistan’ ı, Rusya’ yı alacağız! İşgal ettik Sırbistan’ı, Yunanistan’ı, Rusya’yı, Ve... Bulgaristan’ı İki yıl var kurtarmaya çalışırız kıçımızı. Tanrı korusun bizi! Bir gün gelecek ulu önderlerimiz buyuracaklar bize: -Ayı da alacağız, Okyonusu’ u da! İyi ama, çok zor şu Rusya’ da dayanmak, karşı durmak düşmana, kara, kışa, ne zaman döneceğini bilmeden. Tanrı korusun bizi, döndürsün evimize!


Makale ve Analizler - 2015

81

Bertolt BRECHT Bu vesileyle Büyük Savaşı yaşamış 1 deha şöyle demişti,. “Bir kişiyi öldürürsen katil, onlarca kişiyi öldürürsen kahramansın.” Charlie Chaplin

Tatlı ve Güzeldir Vatan İçin Ölmek

Hamiyet Çakır-03.mayıs.2015

Büyük yaratıcı W. OWEN’in kaleminden ölümden kaçış. İhtiyar dilenciler gibi ikiye bükülmüş, çuvalların altında dizleri birbirine kenetlenmiş, cadı kadınlar gibi öksürerek, küfür ettik lağım deliğinin içinde, akıldan çıkmayan işaret fişeğinin ışıkları üstümüze düşünce arkalarımızı döndük ve yorgun adımlarla yürüdük uzak dinlenme kampımıza doğru. Adamlar uygun adım yürüdüler uyurken. Çoğu potinlerini kaybetmişti fakat topallayarak yürüdüler, gözleri kanla dolu. hepsi topal kaldı; hepsi kör oldu; sarhoştuk yorgunluktan; sağır, havayı delen hışırtılarına bile, yorulmuş, yarışta geçilmiş elli-dokuzluk top mermilerinin ardımıza düşen. Gaz! Zehirli gaz! Çocuklar, çabuk! -kendinden geçmiş bir boş yere çabalama, hantal miğferleri tam zamanında yerine oturtmak için: fakat birisi acı acı bağırıyor ve tökezliyordu ve çırpınıyordu sanki ateşe ya da kireç kuyusuna düşmüş gibi...loş, puslu pencere camlarının içinden ve yoğun yeşil ışıktan, altında gibi yeşil bir denizin, onu boğulurken gördüm. Bütün rüyalarımda, benim çaresiz görme gücümün önünde, o bana doğru fırlar, eriyip akarak, nefessiz kalarak, boğularak. eğer bir toza dumana boğulmuş rüyada sen de yavaşça yürüyebilseydin onu içine attığımız el arabasının arkasından ve baksaydın kıvranan beyaz gözlere onun yüzündeki, onun asılı duran yüzüne, sanki şeytan günahtan hastalanmış gibi; eğer duyabilseydin, her sarsılmada, kanı gargara edilip gelen köpükle laçkalaşmış ciğerlerden, kanser gibi tiksindirici, gevişi gibi acı masum dillerin üstünde berbat, tedavi edilemez yaraların, dostum, söylemezdin o zaman bu ka-


82

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

dar büyük bir zevkle bir çeşit umutsuz görkeme heveslenen çocuklara eski yalanı: Tatlı ve güzeldir ölmek vatan için!

Haziran Ayı Yazıları Heykeller Dönüştürülemez

Rafet Ulutürk-01.Haziran.2015

7 Haziran genel seçimlerine bir hafta kaldı. Sanki çok konuşuldu. Politikacılar eteklerindekileri silkmeye devam ediyorlar. Halk da kimin kaç para edeceğini meydanlarda gördü. Sözüm Cumhuriyet Halk Partisi’nedir. Yeni CHP bu kez de meyve verecek bir filiz sürmedi. Türkçemizdeki “artık ıhmaz” sözü onadır. CHP, dünya emperyalizminin Türk toprağına, sözüne ve vatanına dört bir yandan saldıran düşmanı durduran, imparatorluğu yadsıyan ve yerine Cumhuriyetimizi kuran Büyük Mustafa Kemal Atatürk’ün partisiydi. Politik partiler kitleleri uyandırmak, yüreklendirmek, örgütlemek ve politik hedefleri tabana indirerek reformlar gerçekleştirmek için kurulur ve bunu için vardır. CHP Atatürk’ün önderliğinde demokratik Türkiye’yi oluştururken devletçilik, halkçılık, devrimcilik, laiklik vs. kapsamlı reform paketi gerçekleştirdi. Türkiye toplumundaki alt ve üst yapıyı yeniledi. Toplumu ve milleti daha öte yönetebilecek durumda olmayan saltanatı tarihe kattı. Yasama, yürütme ve yargı sistemlerinin bağımsızlık ilkesine dayanan ve toplumun tüm fertlerine hür eşitlik, azınlıklara vatandaş eşitliği, kadın ve erkek eşitliği getiren bir yasal düzenden bahşetti. Osmanlı Cumhuriyet düzenine dönüştürülmesi zor oldu ama zaferle sonuçlandı. Gün geldi, Büyük Atatürk de hayata gözlerini yumdu.


Makale ve Analizler - 2015

83

Türkiye Cumhuriyeti, yaptıkları eserleri, öğütleri kaldı. Onun attığı temeller üzerinde onun bıraktığı mirası daha ileri götürmeye heveslenen CHP’liler ideolojik, politik dünya görüşü ve Türkiye demokrasisini daha ileri götürme konusunda hazırlıksız olduklarını gizleyemediler, tökezlediler. Atatürkçü selle birlikte bir süre daha idare etseler de, toplumu kendi iç dinamitleriyle yüceltme yolunu bulamadılar. Daha 1950’de demokrasinin olmazsa olmazı olan çoğulculuk, laiklik, yeniden emperyalizmin kucağına düşmeden kalkınma gibi konularda tökezlediler ve seçmen kendilerini politik sahneden indirdi. Cumhuriyetin uzun zaman ayakta kalması için Atatürk Anayasamıza değişmez ilkeler perçinlemişti. Bu ilkeler genelde Türk Silahlı Kuvetlerine özel hak ve imtiyazlar tanımıştı. Bu temelden yasal güç alan TSK çoğulcu demokrasiyi kabullenmek istenmedi. 10 yıl aralarla 3 askeri darbe yaparak Türkiye’de demokrasinin halkın tüm katmanlarını kucaklamasını ve anti-emperyalist mayalanışı hep buralardaydılar. Onlar anavatanımızda demokrasiyi ancak tek dallı bir ağaç olarak gördüler. Bu ağcın dalları kuzeye mi güneye mi, doğuya mı batıya mı bakacaktı, yıllar yılı belirlenemedi. 1974’te Bülent Ecevit’in batıl görüşlü CHP yönetimini, başkan İsmet İnönü ile birlikte olumsuzlarken ve dekorları yeni günlere uygun olmayan politika sahnesinden inmeye davet ettiğinde, halkın Atatürk sevgisinden, cumhuriyet ve demokrasi anlayışından ve perspektiflerinden güç almıştı. Ne yazık ki, kendi kendini yenileyemeyen, diğer politik güçlerle de kaynaşıp büyüyemeyen, üstüne üstelik meyve bile vermeyen bir kavak ağacını andıran Yeni-CHP, 7 Haziran genel seçimlerine yine eski davul ve eski zurnayla yoluna devam ediyor. Sanki iktidar olma hakkı ebediyen kendilerine tahsis edilmiş gibi kürsü saldırıları yapan CHP lideri bu defa da Atatrük’ün adını en fazla kullanıyor, mirastan söz ediyor, Mustafa Kemal gölgesine sığınarak yol almak istiyor. Zamanların değiştiğini kabul etmek istemiyor. Şu iyi bilinmelidir ki, Atatürk ve eserleri, Cumhuriyet ve demokrasi Türkiye’de bütün Türklerin ve Türkiye’de yaşayan halkın en kutsal eseridir. Atatürkçülük ortak bir değerdir. Şu ya da bu politik zihniyet tarafından asla tek yanlı sömürülüp politik amaçlarla istismar edilemez. Şu iyi bilinmelidir ki, Atatürk’ün adını şerefle anma her Türkiye vatandaşının en kutsal ve en yasal hakkıdır. Atatürk’ün evlatları ve davasının devamcıları olmak hepimizin kıvanç ve gururudur. Bu toprakta Atatürkçü olmayan Türk doğmaz. Her Türk Atatürkçüdür. Şu iyi bilinmelidir ki, Türk halkı Atatürk’e ve


84

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

davasına sahip çıktığı ve onun kutsal ruhunu ebediyen yaşatmak ve yeni kuşakları bu ruhta eğitmek için onun davasını Anıt Kabirde sonsuzlaştırdı. Onu tüm halkımıza ve dünyaya emanet etti. Yurdun dört bir yanına heykelleri dikildi. Cemalini bayraklara çizdi. Genç kızlar onun kutsallığını, hayallerini ipek halılara işledi. Her baktığımız yerde büstlerini görmekle onurlanıp yürekleniyoruz. Bu bir sevgi, saygı ve vefa ifadesidir. Heykeller konuşmaz, kendileri yeni politik görüş doğurmaz ve dönüştürülemez. Şöyle bir gerçek var. Heykeller dönüştürülemez diyorum. Atatürk’ün heykelleri, büstleri ve gravür ve sanat seri resimleri için de geçerli olan bu gerçeğin anlamı derindir. Çağdaş Atatürkçülük büyük önderin heykelleri ardına gizlenmek, gölgesinde demlenmek ya da her fırsatta onu zikretmek ya da ona işaret etmek anlamına gelmez. Çünkü geleceğin sembolü olan en değerli heykel bile ancak geçmişin simgesidir. Heykelleşen geçmiş tarihtir, değiştirilemez, ne kadar süslense-püslense de ne biçim ne de içerik olarak geleceği yansıtmaz. Bugün aktüel olan XX. yy. Türkiye tarihinin özünü oluşturan bu olayı anlamak ya da anlayamamakta gizlidir. Atatürkçülük Saltanat sistemini ret etmektir. 21. yy’de Osmanlı diline, Osmanlı tarihine, tarihine, sanatına, yaşam tarzına, adalet anlayışına, bizi Orta Asya köklerimizle bağlayan Selçuklu dönemine her zamankinden daha büyük ihtiyacımız oldu açık olarak görülmektedir. Kesintisiz tarih güç kaynağıdır. Atatürk’ün olumsuzlaşmasından bazı yanları ve tarihe gömülen bazı özellikleri geri almamız ve yaşama çağırarak yeniden halka mal etmemiz ihtiyaç olmuştur. Hayatın ihtiyaç duyduklarına, “Atatürk bunları lüzumsuz bulmuştu” iddialarıyla karşı çıkmak, yaratıcı bir Atatürkçülük değildir. Dünkü gün gerekli olmayan yeni günde ihtiyaç doğurabilir. CHP yönetimi, hele Başkan Kılıçdaroğlu dönemi, Atatürkçülüğü diyalektik bir devinim zemini olarak göremedi, taştan, betondan, bronzdan bir heykel gibi algıladı. Ne var ki, yukarıda da değim gibi, heykeller geçmişin cemalidir, geleceğin değil. Heykeller politik taleplere göre dönüştürülemez, her devirde bayrak da olamaz. Bundan dolayıdır ki, Yeni CHP tarafından savunulan, öne atılan sloganlar hiç biri tutmayacaktır, tutması da mümkün değildir. Önemle vurguluyorum. Yeni-CHP Atatürk Cumhuriyetçiliğini kavramada, kısır bir döngü içindedir. Türkiye’de cumhuriyet ve özgürlük anlayışı Atatürk ile başlamamıştır.


Makale ve Analizler - 2015

85

Ondan önce birinci ve ikinci meşrutiyet meclisleri vardı. Kuşkusuz onun kurduğu Cumhuriyeti ve yönetim sistemini bir tabu, bir dogma ve kas katılık olarak görmüyordu. 1950’li yıllarda iki kamaralı -meclis ve senato- Türkiye parlamentosunu oluşturdu. Cumhurbaşkanlığı da bir dönüştürülemez heykel değildir. Hantallaşan meclislerin hareketlendirilmesi, daha verimli çalışmasının özendirilmesi, yerel yönetimlerin daha etkin ve verimli çalışır bir duruma getirilmesi yine yasal değişikliklerle ve Cumhurbaşkanı haklarının genişletilmesi yoluyla mümkündür. Bunlar Atatürk döneminde de böyleydi. Başkomutan Mustafa Kemal Yunana karşı savaşta Mareşal yetkileri tanıyan TBMM’dir. Yasaların ve gerektiğinde Anayasa’nın devrin ihtiyaçlarına göre değiştirilmesi doğaldır. Dünya 21. Yüzyıla çok farklı bir yapılanmayla girdi. 20. Yüzyılın ikinci yarısında yaşanan “soğuk savaştan”, “iki kutuplu” ve ardından “tek kutuplu” dünyadan sonra şimdi “çok kutuplu” bir dünya belirdi ufukta. Türkiye Cumhuriyeti bu yenidünya düzeninde 10 lider devletten biri durumunda gelme olanaklarını elde ettiği gibi şu dönem bu şansı yakalamış durumdadır. Yeni Türkiye Başkanı olarak da dünya Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ı tanıdı. Dünya artık “Erdoğan’ı Başkan yaptırmayacağız!” diyenlere alabildiğine gülüyor. İnsanlığın bildiği büyük bir gerçek var: Türkiye’yi 2003 - 2015 yılları arasında bunalımsız geliştirip yükselten AK parti ve onun kurucu lideri Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dır. CHP bu gerçeği tanımakta zorlanıyor. 21. yy’la ağır bunalım içinde giren Avrupa ve eski dünyayı sıçramalı gelişmesiyle fersah fersah ardında bırakan Türkiye, 2023 ve 2050 perspektifiyle gelişme hamlesi üstlenerek, Avrupa ve Asya arasında ana köprü, her iki kıtayı da olumlu etkileyecek bir dinamik merkez durumuna geliyor. CHP bu yükü taşıyamaz. İktidarda bulunduğu dönemlerde, koalisyonlar kurduğu yıllarda Türkiye’yi yükseltecek hiç bir iz bırakamadı. CHP, Türkiye‘nin yükseltme zihniyetinin taşıyıcısı değildir. Bununla birlikte, Atatürk’ün yarattığı “tek ulus” anlayışı da, AK Parti döneminde öz ve biçim olarak gelişti. Her dile yaşama hakkı tanınırken, özgün halk kültürlerine, gelenek ve törelerine var olma ve gelişme olanakları tanındı. Pek çok ülkede olmayan azınlıklara TV, radyo ve basın hakları, azınlık dillerinde Üniversite vs. haklar demokrasinin yeni boyutlarına renk kattı.


86

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Üretim araçlarını modernleştirme ve herkese iş! Türkiye bu edinimlere AK Partiyle kavuştu. CHP bu gerçekleri ve halkın gününü renklendiren bu değişiklikleri tanımadan, yeni-demokrasi anlayışından dem vuramaz. 7 Haziran seçimleriyle Türkiye halkı, köklü bir Anayasa değişikliğine, yarı başkanlık ve dolayısıyla Başkanlık sistemine “evet” demeye hazırlanıyor. Yakın tarihimizi defalarca eleştiren ve değişiklikleri yaşama çağıran AK Parti zihniyeti birçok ilke temel attı. Öncelikle Türk devletinin, Türkiye halkının büyük düşünme, büyük ölçekli işlere girmeye kanat açtı, insanlarımıza özgüven verdi. Halkı yüreklendirdi. Biz bu işleri yapamayız korkusunu zihinlerden sildi attı. Boğazı deldik, kendi denizaltımızla suların derinlerine girdik, kendi uçağımızla uçuyoruz, kendi tankımızla huzur sağlıyoruz. Amma CHP halkımızı bu boyutlu atılıma davet edemiyor. İktidara gelmesi halk atılımlarının yarıda kalması, hayal kırıklığı, çöküşümüz anlamına gelecektir. Biz 21. Yüzyılda sönmeyen ateşlerin yandığı Yakın Doğu’da yaşıyoruz. AK Parti son 30 yılda diğer iktidarların yapamadığını yaptı. PKK’nın bileğini bükmekle ve “çözüm sürecine”başlamakla Kürt ve Türk annelerin gözyaşını sildi ve dindirdi. Bu arada, CHP’nin Suriye ve Mısır gibi Arap devletlerinde diktatör rejimlerine sıcak bakması dikkat çekicidir. Mısır’da idam cezaları imzalamakla tarihe geçmesi muhtemel, Kuveyt’in parasıyla iktidar olan darbeci General Sisi, şimdi İsrail ve Yunanistan’la el ele vermiş ve Kıbrıs doğal kaynaklarına oturma hayalleri kuruyor ve bu hesapların içinde kendisini görmek isteyen CHP lideri, hayal dünyasında yaşıyor. Aslında boş vaatlere inanan da pek kalmadı. Seçmenin gözü ufukta, geleceğin dev Türkiye’ni görebilme çabasındadır. 2002’de başlayan, Büyük 21. Yüzyıl atılımıyşa Türkiye Cumhuriyeti Balkanlar’da, Yakın ve Orta Doğuda kader çizen, sonuç belirleyen, yol açan ve yol gösteren bir dev ülke oldu. Atatürk’ün “Ülkede Sulh Dünyada Sulh!” sloganı dinamik anlamlı bir politik ilkedir. Suriye ve Mısır sınırlarımızda ateş çok yakınımıza gelmiş ve emperyalizm tarafından kışkırtılmaya devam ediyor. Kılıçtaroğlunun ilkesiz eleştirileri bu savaşın durdurulmasına, huzur ve güvenlik sağlanmasına ve 4 milyon savaş kaçağının evlerine dönmesine yol açamaz. Bu konuda HDP - CHP el ele verişi de kısırdır, çünkü aşiret toplumlarında sosyal demokratla politika olmaz.


Makale ve Analizler - 2015

87

Türkiye 17 - 25 Aralık günlerinde emperyalizme bağlı 4. darbeyle yüzleşti. Kılıçdaroğlu’nun ilkesiz politikasının, AK Parti iktidarı devrilsin ve hükümet olmasırası bize gelsin anlayış ve yaklaşımı, eğer kurulan tuzak gerçekleşseydi, pek çok yurttaşın hayatını karartacaktı. Kenan Evren darbesinden sonra gerçekleştirilen sağcı solcu kıyım denizde damla kalacaktı. Bu açıdan bakıldığında Kılıçdaroğlunun yargı sistemi üstüne söylediklerini yadsırken, “paralel” yapılanmanın “Hizbullahcılar” karalamasıyla gerçekleştirilmek istenen katliamı durduran AK Parti’ye ve Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a teşekkür etmesi gerekir. Uzatmayalım, 7 Kasımda CHP’ye verilen her oy, Türkiye’de daha öte demokratikleşme ve daha büyük bir güven ve mutluluk içinde yaşama davasına saplanmış bir hançer olacaktır. Tüm Bulgaristanlı soydaşlarımı AK Parti bültenine oy vermeye davet ediyorum. Biz oyumuzu Geleceğin Başkanına, Büyük Türkiye Başkanına, AK Parti’ye vereceğiz. Biz yeni büyük Türkiye’den kopmaz bir parça olmak istediğimiz için, yeni Türkiye’nin kuruculuğunda bizimde bir harcımız bir tuğlamız olsun inancıyla böyle bir seçim yaptık. Aynı kararlılığı sizden de bekliyoruz. Türkiye Vatan, Bayrak, Millet ve Devlet olarak hepimizindir. Başkanlık Sistemi bu yükselişin yeni köşe taşıdır bu böyle biline! Bölünmezlik ve yenilmezlik simgemizdir. Başkanlık sistemi ise, mutlu geleceğimizin ta kendisidir.


88

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Hainler Bizden Olamaz!

Ertaş Çakır-02.Haziran.2015

Bulgaristan’ın çöküşü alabildiğine devam ediyor. 2015 baharında Amerikan’ın ülkemize üslenmesi ve füzeler Ukrayna ve Rusya istikametine dönünce, çöküşün çatırtısı arttı. Yılbaşında Rusya Başkanı “Güney Akım” doğal gaz yolunu değiştirip “Türk Akım” adıyla boruların Dobruca ve Tuna ırmağı vadisinden değil de, Trakya’ya değiştirileceğini açıklamasıyla sanki Rusya Bulgaristan ilişkilerinde son sayfa, final perdesi de kapandı. Yalnız bu boru hattından Bulgaristan’ın yıllık kaybı 420 milyon Euro’dur. Yüzyılın ilk 15 yılında, “Burgas Aleksandropolis ham petrol boru hattı” projesi silindi. Yıllık kaybı Bulgaristan’ın 500 milyon US Dolardır. Rus teknolojisi ile kurulacak olan “Belene” Atom Elektrik Santrali inşaatından vaz geçmemiz, Bulgaristan’ın Balkan ülkeleri arasında enerji kaynağı gelmesini baltaladığı gibi, dinamik gelişimle ilerleyecek, son model teknolojiye dayanan bir sanayileşme kapımızı kapadı. Bu santralin 2 reaktörünü artık hazırlayan Rusya bizi Stockholm Uluslararası Mahkemesinde yargılarken, yüz milyonlarca tazminat talep ediyor. “Kozloduy” Atom Elektrik Santralinde 7. Reaktör kuruculuğu konusunda US “Westernhaus” konserin ile sözleşmeye varılamadı. Avrupa Birliği bu santralin genişletilmesini finanse etmeye yanaşmıyor. Türkiyeli “Ceylan Holding”in Yukarı Arda’da kurmaya başladığı 3 baraj da kâğıt üstünde kaldı, çıkan itilaf Paris Mahkemesinde görüşülüyor. Ceylan’ın talebi 179 milyon Dolardır. Bu yılın başında “Varna Elektrik Santrali” bacaları da tütmez oldu. İşte böyle bir çöküş ve gerileme ortamında Bulgar basınında Georgi Georgiev’in Büyük İşlerin Hepsinin İpleri Hep Moskova’ya Bağlı başlıklı yazısı çıktı. Bu yazıda Bulgaristan’da enerji durumu, enerji mafyası ve yarını olmayan bir enerji geleceği yalnız “Ahmet Doğan”, “Daniel Peevski” gibi isimlerle ve “oligarşi”, “piyonlar” ve “Rus menfaatleri gibi” ve “DPS” gibi deyimlerle açıklanıyor. Çöküşün ve Rus ökçesi altında ezilmenin tarihçesi şöyledir:


Makale ve Analizler - 2015

89

1991’de Başbakan Filip Dimitrov’un yönettiği hükümet, “Burgas-Neftohim Kombinası Bulgar bütçesinin ana gelir kaynağıdır ve ulusal güvenliğimizin dayanağıdır” gerekçesiyle tesisin Moskova’ya satılmasına karşı çıkınca, güvenoyu yapıldı, HÖH - DPS karşı oy kullanarak Demokratik Güçler Birliği (CDC) iktidardan düştü. Yapılan ulusal menfaatlere ihanetti. Sosyalist Parti Başbakanı olan Jan Videnov da, Bulgaristan devletinin doğal gaz taşıma boru hattını “Multi Grup” eliyle “Top-enejiye” devretmeyi kabul etmeyince anında devrildi. Multi Grubun ardındaki kişi ise Ahmet Doğan’dı. Aynı zamanda 50 milyar US Dolar (300 milyar leva) karşılıksız kredi dağıtıldı ve 12 banka çökertildi. Bu operasyonun ardında Rus casusluk servisi KGB vardı. Dikkat ediniz. Bu arada “Neftohim” şöyle böyle “Lukoil” eline geçti, 6 yılda 40 milyar leva kar etti, ama bir leva vergi ödemedi. Bu arada “Bulgar Tabak” şirketi ve Bulgar Telekomünikasyon şirketi gibi kurumlar Moskova eline geçti. 1988’de daha Jivkov zamanında 500 milyon leva sermaye ile (Bulgar-Sovyet Yatırım Bankası” kurulmuştu. 1994 yılında, bu banka, 2014’te kepenkleri indiren Bulgar Kooperatif Ticaret Bankası (BTK) oldu. Sahibi Vasilev Belgrat’ta sığındı. Bankayı gizli Bulgar servisi “DS” ve gizli Rus servisi KGB ajanları yönetti. Ruslar paraları çekip BTK bankasını batırdı, Bulgar devleti yılın bütçesinden 3 milyar 200 milyon leva ödeyip mağdurları susturdu. Belki de bu B. Borisov’un ikinci kez Başbakan olabilmesinin harcıydı. Devletin soyulmasına devam ediliyor. HÖH - DPS meclis grubu bu işleri hep onayladı, 16 milyar leva yeni borç alınmasına da “evet” dedi. Bu borcu kim ödeyecek? Şimdi neymiş efendim! Hüseyin Hafızov’un 10 bin leva olan Türkçe konuşma borcunu “Temyiz Mahkemesi” silmiş. Silmiştir. Neden silmesin? Kredi borçlarını bile siler. Sen devleti borçlandırmaya ve halkı borç mezarına gömmeye oy vermeye devam edersen, “nişan” bile alırsın... Bu arada çok kötü bir haber geldi. Dünya basını (Bu arada Türkiye ve Bulgaristan medyası) 35 yıldan beri Türk kanı akıtan PKK-terör örgütü gelirinin önemli bir kısmının “Bulgartavac” tarafından sağlanan sigaralardan elde edildiğini açıkladı. Bu holding perde ardında HÖH - DPS Milletvekili Daniyel Peevski’nin şirketlerinin mülkündedir. Yani dolayısıyla Ahmet Doğan’ındır yani Moskova’nındır. Şirket zinciri şöyledir: “Bulgartabak Holdıng”, “Blagoevgrat BT”, “Bulgar Tabak Holdıng” AD, Avusturya’da Viyena Ticaret Mahkemesinde tescilli BT İnvest GMbH, ofşor şirketleri Lichtenstein Livero Establishment, İndustrie strasse 26 9491 Rugell, Lichtenstein ve Woodford Establishment - Egerta 53, 9496 Balzers, Lichtenstein vs.


90

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Tütüncülerimiz katranlı ellerle, iki büklüm, gece gündüz çalışa dursun, onların alın terinin halktan tamamen kopmuş ve Bulgaristan üzerinden Moskova’nın stratejik hedeflerine köle olmuş durumda bulunan HÖH - DPS yönetimi hele açıklanan son ihanetleriyle hepimiz için yüz karası olmuştur. Yarım asırlık Moskova bağımlılığından kopmaya çalışan Bulgar halkının bu asil hamlesinin HÖH - DPS yönetimince engellenmesi düşündürücüdür. “Burgas Aleksandroıpolis” petrol boru hattı için bir zırhlı “Jeep” hediye edilen, Rodop Dağlarında bir elektrik santrali kuruculuğuna enerji oligarşisine sözde danışmanlık ettiği gerekçesiyle 1 milyon 250 bin Euro ücret alan Ahmet Doğan Bulgar tarihinde devlete en çok ihanet eden kişi durumuna geldi. Bu gelişme ne zaman başladı? Artık herkesin bildiğine göre, “Angelov” ve “Sava” gibi takma adlarla Bulgaristan Türk toplumu içinde muhbirlik yapan Ahmet Doğan, 1985’te isimlerimizin değiştirilmesinden sonra birden çark eder ve “ben artık muhbirlik-ajanlık” işlerinde yokum havasına girdiğinde, gizli polis “DS” dosyasına sivil polis yazışmalarında dönek ismiyle yer alır. Ahmet Doğan’a yeni bir “ajan ismi” takmayan polisler, aslında büyük bir gerçeği gizlemişlerdir. 07.06.1986 tarihli raporunu, Ahmet Doğan’la (dönekle) Sofya’da “Rodina” Otelinin 12. Katında Albay T. Genov, “Bulgar gizli servisi yönetimine Doğan’ın Bulgar gizli polis ajanı olarak çalışmaya devam etmeyi kabul ettiğini bildirir.” Bu olay Ahmet Doğan’ın dosyasına girdiği gibi, Toma Bikov’un Doğan Dosyası kitabında da işlenmiştir. Bu tarihten sonra Ahmet Doğan’ın yargılanması, hapis cezası alması, Sofya, Eski Zara ve Pazarcık hapishanelerinde yatması “dayanışlı döğüş”tür. Bu gerçeği kanıtlayan birçok delil vardır. Önce, mahkûm Ahmet’le ilgilenen doktorun daha sonra Sağlık Bakanı Yardımcısı olması; onun savunmasını yapan avukatın Savunma Bakanı olması ve benzer bir sürü örnek gösterilebilir. Doğan /Dönekle/ Rus istihbaratı KGB arasındaki bağlantı ise Pazarcık hapishanesinde kurulmuştur. Rodop Dağlarında, Smolyan yakınlarındaki “Rus Dağ Evinde” Moskova Büyükelçisi Avdeev ile ceza evinden çıkarılıp görüşmeye getirilen Doğan arasında yapılan görüşmelerde Moskova’nın Bulgaristan’daki çıkarlarının korunması konusunda anlaşmaya varılmıştır. Bu gelişme 1989’a başlamış ve günümüze kadar devam etmiştir. Bulgaristan ekonomik ve finans olarak çökertilmiştir. Bulgaristanlı Türklere Ahmet Doğan zulmü devam ediyor. Bu gelişme Moskova ajanlığı şeklinde sürerken, Türkiye, Türk, İslam ve öteki düşmanlığı olarak güçleniyor. Bulgaristan Türk ve Müslümanlığının bu baş belasından


Makale ve Analizler - 2015

91

ve etrafındaki tayfadan mutlaka kurtulma zamanı gelmiştir. Çünkü biz vatanımızı sevenleriz ve asla hain olamayız, hainler ise bizden olamaz.

Bakü, Mutluluk Ateşini Yakıyor

Rafet Ulutürk-05.Haziran.2015-Konuşma metni

Sayın Ekselansları, Değerli Sivil Toplum Örgütü Başkanları, temsilcileri ve bizi her yerde takip eden basın mensupları, Sevgili Can Azerbaycan’ımızın Can Dostları, Öncelikle bizleri buraya davet eden Sn. Lale hanıma teşekkür ediyorum. Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliev’in Liderliğinde tarihte İlk defa 50 Avrupa ülkesinden 6 bin sporcu, 2 hafta boyunca 23 spor dalında boy ölçüşecek. Bu barışçı yarışmanın bir Müslüman ve kardeş ülke Azerbaycanın Başkenti Bakü’de, Sayın Mihriban Alieva’nın şeref başkanlığında gerçekleşecek olması, hepimiz için kıvanç ve gurur vesilesidir. Eski Kıta’da bu denli büyük bir sportif etkinlik ilk kez bir Müslüman Türk Bayan girişimiyle gerçekleşiyor. 2 yıllık bir hazırlık sonucu, 6 bin sporcuya birden ev sahipliği yapmak, yeni, geniş ve güzel ama zorlu bir yolun başlangıcıdır. Atılımlı gelişmesiyle Türk Dünyasının Şah Damarı olan ve bir Avrupa İncisi olan Yahşi Bakü, daha önce yaşamadığı büyük bir heyecan yaşıyor. Avrupa Olimpiyat ateşini yakmakla geleceğin de Mutluluk Ateşini Yakıyor. Şu günlerde Bakü adeta coşuyor. Bu büyük coşkunun ilk fitili yeni 50 spor tesisi açılışı ile başlıyor. Daha da önemlisi, kardeşten yakın olduğumuz bu ülkede, dünyaca bilinen Sayın Mihriban Alieva gibi bir şerefli bayanın “Bakü 2015 Birinci Avrupa Olimpiyatları” gibi dev bir organizasyona imza atması, dünya kadınlarının büyük hayallerinin Türk-Müslüman bir ülkede gerçekleşmesi yeni kıvılcımların çıkması için bir ilham kaynağıdır. Kendisini selamlıyor ve tüm Türk Dünyası onunla gurur duyuyor. Bu örnekle, Türk dünyasında yeni bir uyanışa, dirilişe ve görkemli başarıya tanık olduğumuzu, hep birlikte paylaşıyoruz. Türkiye’de bulunan STK temsilcileri, Türk Halkları Kongresi Genel Başkanı ve Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği BULTÜRK Başkanı olarak ve diğer soydaş dernek, vakıf ve federasyonlar adına ve Türkiye başta olmak üzere,


92

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Eski Kıtadaki tüm Müslüman devlet ve azınlıkları hiç ayrım yapmadan, kutsal bir yüzleşme olan spor sahalarında bir araya gelmelerini destekliyor ve en içten başarılar diliyoruz. Ayrıca başta Sn. Mihriban Alieva olmak üzere bu organizasyonda emeği geçen herkesi kutluyor ve başarılı geçmesini diliyorum. Mehriban Arif kızı Aliyeva Azerbaycan’da barışın ve mutlu geleceğin anahtarını bulmakla övünebilir. Ufuktaki yarın, Yaşam Gücünü, farklılıkları, spor ve kültür dallarında yarışmaktan alacak, almalıdır. Yeni medeniyet, “dinlerin çatışmasından doğacak” iddiasında bulunanların tüm savlarını çürüten Bakü olimpiyatları, güzelliklerin, farklılıkların yarışlarından beklediğimize inançlı bir işaret ve semboldür. Bu büyük uluslararası etkinliğe destek veren Türkiye’den STK arasında yer almak bizler için onurdur. Hepinizi kutluyorum. Her an her yerde beraber olacağımıza inanıyorum. Katılan tüm Sporculara başar dilerim. Sağ olun. Yine bu büyük görevi üstlenen Katun Alieva’ya başarılarının devamını dilerken Allah yar ve yardımcısı olsun. Teşekkür ederim. Rafet Ulutürk Türk Halkları Kongresi Genel Başkanı

Bulgaristanlı Türkler ve Sorunlu “Yeni CHP”

BG-SAM-06.Haziran.2015

Biz Bulgaristanlı Türkler, Trakya, Balkan ve Rumelili soydaşlar Türk milletinde Cumhuriyet sevdasının mayalandığı topraklardan geldik. O diyar Mustafa Kemal’in, Mehmet Akif Ersoy’un vatanı, Türklük ceninin, tohumunun çatladığı yerdir. İnsanları bir davaya can feda etmek için savaş cephelerine toplayan büyük ülkülerdir. Geçen yüzyılın başlarında Türklüğün ülküsü cumhuriyet’ti. Cumhuriyetle olumsuzlanan Padişahlıktan ve imparatorluktan Türk milli devleti ve demokrasi doğdu. Demokratik Türkiye’nin büyük edinimlerinden biri de Cumhuriyet Halk Partisi’dir (CHP). Biz Bulgaristanlı Türkler 136 yıldan beri Türkiye’ye, Cumhuriyete, demokrasiye, Türklüğün Cumhuriyet bayrağı altına göç değil, akın ediyoruz. Türkiye halkıyla kaynaşmaya geldik. Atatürk kurduğu için, Atatürk’ün sevdası olduğu


Makale ve Analizler - 2015

93

için Cumhuriyet Halk Partisini neredeyse bir asır boyu gönülden destekledik, oyumuzu verdik, beklenti içinde yaşadık. Ne yazık ki, CHP demokrasi sınırlarını dar tuttu, ulusçuluk çemberinden çıkamadı. 65 yıl önce kendisinin de katılmayı kabul ettiği çoğulcu demokrasi koşullarında olduğu gibi, 1974’te başlattığı “ortanın solu” atılımına rağmen, hep kendi kabuğunun içinde kaldı. 7 Haziran 2015 genel seçimleri önündeyiz. Bu seçimlerin büyük özelliği, Türkiye Cumhuriyeti’nin yarınları açısından halkoylaması niteliği kazanmış olmasındadır. Biz Bulgaristanlı Türkler, Türkiye kamuoyu ve demokratik dünya bir bekleyiş içine düştü: Sorun şudur: Seçim sonuçları demokratik cumhuriyetin daha ileri gelişmesi ufkunu açacak mı yoksa cumhuriyeti kendi içine kilitleyecek mi? Bu yüzleşme içinde CHP gelenekselleşen tutuculuğunu aşamıyor; Çoğulculuğun, çok kültürlülüğün, Osmanlıdan kopan 44 devlet vatandaşlarının hepsine Anavatan olma Türkiye gerçeğinin özünde gizlediği büyüklüğü algılayıp yeniçağın, farklılıkların demedi olmak isteyen, yeni uygarlığı kucaklamakta zorluk çekiyor. Türkiye toplumunun özgün koşullarında 2002’den beri yenileşme seline yön veren Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ile zıtlaşan zihniyetin temsilcilerini Atatürk’le anlatıyoruz: Atatürk’ün kapısından eksik olmayanlar yakınıyorlar: “Efendim, filanca çok sert konuşuyor, memlekete zarar verecek, Anayasayı değiştirecek, cumhuriyeti yıkacak, yolunun kesilmesi, partisinin kapatılması, durdurulması lazım.” Atatürk’ün cevabı: “Onlara dokunmayınız!” Israr ediyorlar: “Çok sıkıntı yaratıyorlar, bize büyük engeller çıkarıyorlar. Geleceğimizi karartıyorlar.” Cevabı şudur ölümsüz Atatürk’ün: “Namusludur. Dokunamayız. Elle tutulur, gözle görülür bir yanlışlığı yoktur.” Ve şikayetleri bitmeyenler bir gün diyor ki: “Bize çok zarar veriyorlar. İstediklerini yapabildiklerinde, bizim güneşimiz söner. Bıçak kemiğe dayandı.” Kükrüyor büyük Önder:


94

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

“Kimseyi bertaraf edemeyiz. Yeni yönetim biçimine katlanacağız, çünkü namuslu adamlar. Onları kişi ve parti olarak bertaraf ettiğimizde, yerine hem muhalif hem de namussuz birileri gelirse ne yapacaksınız.” İşte Mustafa Kemalin bugünkü Türkiye gerçekliği konusundaki görüşleri bunlardır. Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) Cumhuriyet Halk Partisini dalından koparıp sepete koyarak, cumhuriyet ağıcında CHP zihniyetinin daha büyük ve daha leziz bir meyve veremeyeceğine halkı ikna ederek iktidar oldu. AK Parti sandıktan hileyle çıkmadı. AK Parti Türk toplumunun istediği yenileşmenin simgesidir. Türkiye Cumhuriyetini dünyanın seçkin devletleri kulübüne, en gelişmiş ekonomileri arasına, Birleşmiş Milletler Teşkilatı nezdinde daha güvenli yenidünya barış sistemi isteyenlerin başına geçirdi. 300 yıldan beri yalnız emperyalist devletlerin lüksünde bulunan hammadde ve enerji kaynaklarının yeniden yapılandırılmasında ve adil dağıtım ağının kurulmasında Türkiye, sonuç belirleyici rol üstlendi. İran gibi eski uygarlıkların hammadde dış satımının % 80’nını Türkiye’ye yöneldi. “Güney Akım”, “Mavi Akım”, NABUKO ve TANAS gibi doğal gaz ve petrol boru hatları Türkiye’de toplandı. Türkiye artık Avrupa Birliği’nin de olmazsa olmazı duruma geldi. İki atom elektrik santralini birden inşa ederek enerji devrimi gerçekleştirmeye sınanan AK Parti iktidarıdır. Bu dev atılım dahilinde, Avrupa ve Asya kıtalarını üçüncü Boğaz Köprüsü ve su altı tüp demiryolu ve karayolu geçitleriyle birleştirmekle de yetinmeyerek, Avrupa’nın en büyük hava limanını ve Kara Deniz ile Marmara’yı ikinci bir boğaz geçidiyle bağlamayı da tasarlayıp işleme koydu. Bu dev atılımı yöneten, tarihimizin cumhuriyet katını bir kat daha çıkan Cumhuriyet Türkiye’sinin Mustafa Kemal Atatürk’ten sonra yetiştirdiği dev lideri Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’dır. Bu bakıma hiç kimse, bu arada CHP, erişemediğine “mundar,” tutamadığı dala “kırık” demesin. Tabii ki, dün bugünün ardında kaldı, bugünün de yarının ardında kalmak zorundadır. 7 Haziran 2015 seçimlerinde kullanılacak her oy, bir halkoylaması niteliğindedir derken, tam bunu kastettim. Cumhuriyetimizle gelen tek partili sistemin çok partili sistemle değiştiği gibi, anayasal devlet düzenimizin de, meclis kargaşasını aşarak önce Yarı Başkanlık, devamında da Başkanlık yönetimine açılması doğal ve yasaldır. 16 devlet kurmuş olan Türk ırkı, kendi yönetim biçimini en sağlıklı ve uygun belirleme zekâsına ve olgunluğuna ulaşmış ulus ve halkların en önündedir. Bu bakıma 7 Haziran’da yapacağımız doğru seçim, önce şu bizden olan, özümüzden ayrılıp yeniden biçimlenen ve her adımımızı dikkatle izleyen 44 kardeş devletimiz için örnek teşkil edecek vazıyettedir. İmparatorluktan soyulurken giydiğimiz gömlek XXI asır Türkiye’sine dar gel-


Makale ve Analizler - 2015

95

meye başladı, yeni kıyafetimizi kendimiz kesip biçme hürriyeti 7 Haziran 2015 tarihinde hepimize tanınacak. Demokraside biçen de diken de halktır. Halkın iradesi kullandığı oydur. İster Başkanlık sistemi yolunu açar. İstemese kendine CHP-prangası takar. Bu sorun, oy kullanacak halkın acil çözüm bekleyen başat sorunudur. Türkiye’ye değişik zamanda gelen ve yerleşen Bulgaristanlı Türkler 7 Haziran seçimleri konusunda Yeni CHP partisinin sorunlu doğduğunu, yeni çağın dayattığı dev sorunlara çözüm getirecek durumda olmadığını algıladı ve kararını verdi. BULTÜRK Derneğimiz başta olmak üzere İstanbul, Bursa, Ankara, Balıkesir, İzmir, İzmit, Tekirdağ, Lüleburgaz, Çorlu ve diğer yerleşim merkezlerinde yapılan toplantı ve görüşmelerimizde yeni Türkiye Çınarı’nın Başkanlık sistemi olacağını ve büyük önderimizin de Sayın Recep Tayyip Erdoğan kişiliğinde simgelendiği inancı hakim oldu. Soydaşlarımız bu defa oylarını topluca AKP adaylarına vererek, aynı zamanda Yeni CHP zihniyeti olarak ortaya çıkan aslında zamanını doğmadan yaşamış dünya görüşünü de ret etmiş olacaktır. Türkiye’de yetmiş iki soydan kardeşlerimiz içinde kendi özgün kimliğimizle yerimizi almamız ve benliğimizi koruyup geliştirerek bütünleşmemiz ancak Başkanlık sisteminin getireceği anayasal haklar ve hürriyetlerle, yeni adalet anlayışıyla la sağlanabileceğine inanmış bulunuyoruz. Ancak geleceği görebilen ve geninde taşıyanlar seçim kazanır.

Yolumuz Başkanlık Yoludur!

Dr. Nedim Birinci-06.Haziran.2015

Türkiye’de Başkanlık sistemi yıllardan beri yürünen bir yoldur. Bu yolun döşenmesinden önce yapılması gereken yasal Düzenleme ve Toplumsal Arınma yıllar aldı. Aslında 1950’de Türk iradesinin demokraside çoğulculuk yolunu seçmesiyle ufukta beliren başkanlık sistemi ufukta belirdi. On yıl arayla gelen askeri darbeleri anayasa değişiklikleri, baskısı ağır yıllar izledi. “Vesayet re-


96

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

jimi” olarak adlandırılan ve demokratikleşme önüne bir Çin Seti olarak gerilen engel hep yerinde kaldı, ödün vermedi. 1960 ile 2000 yılları arasında yerleşen kanıda, ne olursa olsun, demokratikleşme ufku açıldığında bir vesile bulunur ve “askerler erke el koyar” diyenler çoğunluktu. Özellikle General Kenan Evren darbesi geniş kitleyi sindirmiş, aydınlar susturulmuş ve 500 bin öncü, sendikacı ve demokrat - yazar, gazeteci, öğretmen -ülkeden kovulunca umutsuzluk katılaştı. AK Partinin 2003’te iktidar olması Türkiye tarihinde ve Türk halkının 21. Yüzyıl beklentilerinde yeni bir ışık ve umut olarak doğdu. Emekçi halkın 20. Yüzyıl birikimi büyük bir hızla gerçekleşme yoluna girdi. Diriliş başladı. AK Parti Türklüğün hayal sınırlarını pratik uygulamalarla kırıp aştı. Yeni bir Türkiye, Türk demokrasisi ve Türklük geleceği doğurdu. 13 yıl bu davaya hizmet etti. Bir başka sürpriz de tüm Türkleri sevindirdi. 20. asırdan 21. asra başarılı sıçramayı gerçekleştirmede olağanüstü büyük rolü olan ve bu büyük atılımın mimarı ve lideri olan Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan dünyayı şaşırtan kişilik sergiledi. Aynı Atatürk’ün “Anadolu’yu Türklere bırakmam!” diyen İngiliz Başbakanı Churchill’i savaş alanında manen ve fiilen mağlup ettiği gibi, Sayın Erdoğan ve partisi de 2 asır arasında bunalıma düşen dünya şartlarında Türkiye’ye sıçramalı kalkınma yolunu açtı ve ülkemizi elit devletler grubuna taşıdı. 13 yıl gibi kısa bir sürede, Türkiye’nin baştan başa değişeceğini, kendi modern savaş sanayini kuracağını; Anadolu sermayesini oluşturacağını; ekstansiv üretim biçiminden entanziv (yoğun) üretime geçebileceğini; çağdaş üretimlerin olmazsa olmazı olan en modern altyapı tesislerini duble yollarını, modern denizcilik ve hava ulaşımını, hızlı tren şebekesini oluşturabileceğini; en önemlisi de Balkanları, Yakın ve Orta Doğu’yu gerilerde bırakıp, bu arada Avrupa’yı büyük ölçüde imrendiren yeni projeleri gerçekleştirmeye hazırlıklarını tamamlamış olması gözden kaçamaz. Bu tasarımlar arasında 3 katlı su altı Boğaz Geçidi; tamamlanmak üzere olan 4 sağ 4 sol toplam 8 şeritli ve demiryolu hatlı 3. Boğaz Köprüsü; ihalesi yapılmak üzere olan 2. Boğaz Geçidi dünya çapındaki önemli projelerin de başında geliyor. Bu büyük ölçekli atılımlar bir yandan ulaşım sektörüne hitap ederken, elektronik teknolojiler dalında G-5 projesini Türkiye’nin üslenmesi be devletimize 25 milyar tasarruf sağlaması, ilgililere göz kamaştırdı. Bu arada İstanbul dünya pazarı, Akdeniz ve Ege sayfiye kentlerimiz turizm incisi oldu.


Makale ve Analizler - 2015

97

Bilinen bir gerçektir. Savaşlar bunalımlardan, dünya kaynaklarını yeniden paylaşma heves ve hırsından çıkmıştır. Birinci ve İkinci dünya Savaşları hep bu kavganın sonucudur. Devam eden Yakın Doğu kapışması da bu yüzden şiddetleniyor. Ne yazık ki, bu konuya Türkiye’den başka, yapıcı ve güvenlik ve huzur veren bir yaklaşım bulabilen olmadı. Ülkemizin ve devlet yönetimimizin “Arap Baharı” konusundaki tutumu dünyaya dudak ısırttı. Her yerde takdir buldu. Darbeci Generallerin Mısırdaki son idam cezalarını en sert kınayan güçlü ses de yine Ankara ‘dan yükseldi. Öz akaryakıt kaynakları bakımından pek zengin olmayan ülkemiz, izlediği güven ve işbirliği politikası sayesinde “Mavi Akım”, “Türk Akımı”, “NABUKO” ve daha birçok uluslararası petrol ve doğal gaz kaynağının taşıyıcısı ve dağıtımını sağlayan güvenilir kilit ülke durumuna geldi. Ambargo yasaklarını henüz kırmaya başlayan İran’ın dış satımını % 80 Türkiye’ye yöneltmesi, Türkiye’nin bölgedeki yeni rolünü yorumsuz anlaşılıyor. Burada vurgulanan bir başka nokta da, ABD ve AB’nin Ukrayna Krizi ve Kırım’ın ilhakından sonra Moskova’ya yaptırım sistemi uygulamasıyla Türkiye’nin kazandığı yepyeni rol ve durumdur. Görüldüğü üze 21. Yüzyıl Türkiye’ye devlet devletlerden biri olma yolu açarken, 7 Haziran seçimlerinde sağ sol propagandası ve bol kesen vaatte bulunanlara inanıp yanlış yapmamızı zorunlu kılıyor. Seçim sonuçlarının Türkiye devlet sistemi açısından arz ettiği önem de çok büyüktür. Türkiye demokrasisi 21. Yüzyıl Anayasasını hazırlayıp kabul etmek ve uygulamak ve diğer devletlere bu bakıma örnek olmak zorundadır. Gözler Ankara’ya bakan gözler beklenti içindedir. Değişikliğin gerçekleştirmesi gereken birkaç çok önemli husus var. Bunlardan biri Türkiye yürütme ve yönetim sistemini bir basamak yukarıya taşınması gereğidir. Bunun anlamı, 17 - 25 Aralık son darbe teşebbüssünün de boşa çıkarılmasıyla “vesayet sisteminin” tamamen çökertilmesinden sonra anayasa değişikliği yolunu açıp, yarı başkanlık ve Başkanlık sistemi yoluna girmenin gerekli oluşudur. Bu olmazsa son darbeyi kundaklamak isteyen “paralel” yapılanmanın yeni denemeleri yakındıor. Bu dünyanın ileri-dev ülkelerinin hepsinde -ABD, Fransa, Rusya vb.- hep liderlik ve başkanlık sistemi egemendir. Başkanlık sistemine geçemeyen ülkelerde sözde halkın iradesi olan meclis daha ileri demokratikleşmenin yolunu da tıkamıştır. Hiçbir yurtsever Türkiye’nin inkişaf yolunun tıkanmasını arzu etmez. Etmemelidir. 7Haziran’da kullanacağımız oyla AK Parti’nin ülkemizi devlet yapılanması, hukuka dayanan adalet düzeni olarak daha ileri taşımasına destek verelim. Demokratik sistemde çok dilliliğin, etniklerin özgün kültürleriyle yaşamasının, gelenekleri ve yaşayış tarzlarını devlet bütünlüğüne engel olmadığını kanıtladı. Bölge ülkeleri arasında bu konuda örnek olan devlet Türkiye oldu.


98

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Başkanlık sistemiyle elde edilecek yeni nitel durum, öncelikle devletin ve ülkenin tek bayrak altında bütünselliği açısından önem taşıyor. Anadolu sermayesini oluşturan ve liman kentlerindeki işbirlikçi kümelenmenin emperyalizmle işbirliğini yeniden düzenleyen 13 yıllık AK Parti iktidarı bu seçimlerden sonra Güney Doğu illerinde biçimlenen sermaye birikimiyle ulusal Türk sermayesinin sımsıkı kaynaşmasını sağlarken, Türkiye’den “Kürdistan Lokması” koparmak isteyenlerin tüm hayalleri suya düşürecektir. Büyük Türkiye kurma davasının ardı arası olmayan meclis kürsüsünden laf kalabalığıyla çözülemeyeceğine, Devlet Başkanımızın bu konuda daha büyük yetkilerle ilk ve son söz sahibi olması gerektiğine hepimiz inanmış bulunuyoruz. Daha büyük, daha güçlü ve daha perspektifli olacak bir Türkiye bütünselliğini koruyan Türkiye Cumhuriyeti olacaktır ve olmalıdır. Biz, henüz kendi politik yapılanmasına erişememiş olan, sivil toplum örgütlerimizde ve öncelikle de BULTÜRK Kültür ve Hizmet Derneğimizde ve diğer yapılanmalarımızda artık güçlenen ve günlük ve periodik yayınlarımızla halkımızın, seçmen kitlemizin nabzını tutuyoruz. 7 Haziran seçimlerinde Büyük Türkiye ve refah düzeyi devamlı yükselecek bir Türkiye yolunun oyumuzu AK Parti’ye vermemizden geçtiğine gördük ve inandık. Türkiye bizim anavatanımızdır ve geleceğimizdir. Olmazsa olmazımızdır. Türkiye’mizi ne Kürt sosyal demokratlarına bırakabiliriz, ne de Atatürkçülüğü geveleye geveleye eskiten siyasi anlayışları yetersiz olanlara bırakabiliriz. Konuştukça konuşan, kötüledikçe kötüleyen ve dil uzatanlarla geçinenlerle işimiz olmamalıdır. Olamaz! Zamanını doldurmuş partiler, son şanslarını deneyen politikalar ve onların militanlığını yapan güçler anın kahramanı olup fırsat gözlüyorlar. Onlara bu fırsat tanınmamalıdır. Birlikte düşünelim, emperyalizmin silahlandırıp Türkiye üzerine kışkırtan PKK güçlerini dize getirip, onları silah bırakmaya zorlayan politika AK Partisinin barışçı, çözümcü siyasetidir. Türklerle kardeşçe yaşamak isteyen Kürtler Türkiye’den iyi, güvenli ve huzurlu bir Vatan bulamazlar. Yakın Doğu yanıyor. Birinci ve İkinci Körfez Savaşlarından sonra 1 karık mısır ekilmeyen, hasat yapılmayan bir diyardan söz ediyoruz. Kurşun ve şarapneller yenmiyor. Tarihte kiralık asker-katillerle devlet kuran olmadı. Emperyalizm bölgeyi talan etmek için ateşi ve silahı elinden bırakmıyor. Üzerine bomba düşmeyen köy kalmadı, yıkılmayan bina da bulmak imkânsızdır. Bu güçlere göğüs geren, huzurun kalesi olan ancak ve yalnız Türkiye’dir. 7 Haziran’da AK Partisi 400 milletvekili çıkardığında, gerekli olan yasal ve anayasal değişikliklerle 20. Yüzyıldan kalan devlet sistemindeki pürüz ve eksiklikleri yeniden düzenleyerek Büyük Türkiye tarih yolunca ileri taşınacak-


Makale ve Analizler - 2015

99

tır. Aynı zamanda, Başkanlık sistemi Türkiye’yi dünya siyaseti alanında layik olduğu yere taşıyacak, Türkiye’nin sesi daha da işitilir, daha tutarlı ve geçerli olacak, daha görkemli ve saygın bir siyasi durum kazanmış olacaktır. AK Parti’ye vereceğimiz her oy Sayın Recep Tayyip Erdoğan’la yücelen bir Türkiye davasına verilen oydur. Yolumuz Başkanlık Yoludur.

İşler Karışıyor, Mülkiyet Adaletin Temelidir Zengin Yoksullar

Musa Vatansever-06.Haziran.2015

Varna’ya bağlı İgnatievo’yu polis kuşattı. “Evler cepçi parasıyla kurulmuşmuş.” Tutuklu Roman bayanlar kelepçeli olarak götürüldüler. Olaya neden olan “Nova TV”nin Varna III. Polis Bölge Müdürlüğünden yayınladığı bir röportaj oldu. Gazeteci, polislerin rüşfet aldığını ve kesin delillere rağmen, soruşturmaya yol vermediğini iddia etti. Varna’daki AVM’lerde cepçiler ile korumalar el ele vermiş aralarından su sızmıyormuş. Belediye verilerine göre, İgnatievo’da “sosyal durumları yetersiz, yoksul ve belediye yardımlarıyla ayakta duran Romanlar yaşıyor.” Yıllardan beri burada yoğun bir kuruculuk var ve aileler 2 - 3 katlı konaklara taşındılar. Bu da yerli ceplilerle polisin ve AVM korumalarının kaynaşması ve bincilerin ikinci ve üçüncülere rüşvet vermesi sonucu oldu. Bu biraz da “yağmurdan sonra şemsiye açmak gibi bir şey” oldu. Evler dikilmiş, insanlar yerleşmiş, oturuyor ve birden bire “parasını nerede buldun?” sorusuyla polisi hareketlendiren devlet gülünç duruma düştü. Savcılık, vergi dairesi, polis ve diğer devlet makamlarının gözü önünde en lüks araçların ve en modern deviz manzaralı konakların mantar gibi bittiği bu şehirde, “bu derenin suyu nereden geliyor?” diye soran olmadı. Blogoevgrad’a bağlı “Gırmen” Belediyesinde durum aynıdır. Burada “yasa dışı gelirle kurulan da konaklarının parası ise” Avrupa ülkelerinden gelmiştir. “Gırmenli gençler AB’de çalışıyor.” Pirin eteklerindeki bu yerleşim yeri de po-


100

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lis ile jandarma kuşattı. Yasa dışı kurulmuş oldukları için 2 - 3 karlı Roman evlerinin yıkılmasını istediler ve halk ayaklandı. “Mülkiyet Adaletin Temelidir.” Bizans’tan beri dünya hukukunun temeli olan bu ilke bizde doğru dürüst uygulanmıyor. Bu ilke din tüzel kişilikleri için, vakıflar ve okul mülkleri için de istisnasız geçerli olmalıdır. Bulgaristan’da Başmüftülük ve müftülük mülklerinin geri verilmemesi adalet düzeni temelinde bir tehlikeli dinamittir. Yıkılmak istenen evlerin hepsi seçim önü kurulmuştur. Yani vaatler döneminde. Ekim 2015’te yeni yerel seçim var. Belediye başkanları ve muhtarlar ateşe odun atmaya ve seçmeni sıkıştırmaya başladı. Romanlardan (Roman seçmenden) genel ve yerli seçimde oy isteyen partiler “tapusuz arsalara” belediye çayırlarına ve orman kenarına izinsiz bina dikenlere göz yummuştur. Ustaların çekiçleri toplatılmamış, “para kaynağı” sorulmamıştır. “Vergisi ödenmemiş parayla kışla gibi bina dikmek olmaz!” diyen olmamıştır. Şimdi yine yerel seçim var. İşler karışmaya başladı. “Gırmen”, Pirin dağının bağrında, genelde Pomak nüfusun kalabalık olduğu bir doğa beldesi olarak çekici bir yöredir. İnsanları Müslüman, sakin ve huzurludur. Yerli Müslümanların bilincinde Allah birdir. O Allah ki sonsuzdur ve herkes ona muhtaçtır. Onların dünya görüşünde Kur’an’ın töresi şu sözlerle özetlenebilir: “Sizi kovanlara yaklaşınız: sizden kapanlara veriniz; sizi aşağılayanları bağışlayınız; herkese iyilik ediniz; bilgisizlerle tartışmayınız.” Yeri gelmişken Müslümanların merhametli olduklarını ve onlarda hırsızlığa rastlanmadığını hatırlatmak zorundayız ki, Çingen nüfusun Müslümanların yaşadığı yörelere yönelmesi nedenlerinden biri de budur. Hukukun uygulanmasında etnik menşe gözetilemez. Hukuk herkes için birdir. “İganovo” ve “Gırmen” olayları 1990’dan beri Bulgaristan’da oluşan yeni mülkiyet ilişkilerinin adalet temeline oturmadığını kanıtlıyor. Öncelikle, toprak ve tarımsal taşınmazlar iade edilirken adaletsizlik yaşandı. Geri verilen topraklara tapu verilmedi. Şehir sınırlarına katılan, kurulan baraj ve gölet suları altında kalan topraklara eşir arazı verilmedi. 1950’lerde tarım kooperatiflerine malsız mülksüz, topraksız kaydedilen Roman nüfusun, 40 yıl sonra yine eli avucu boştu. Son 26 yılda değişen bir şey olmadı. Dünyadan örnekler. Mülkiyet hakları konusunda dini hukuk ile medeni hukuk çelişkili değildir. Sosyal haklar medeni hakların özünde yer alır.


Makale ve Analizler - 2015

101

Sosyal yardımla geçinenlerin devlet vergi dairelerinde kaydı yoktur. Geçiş Dönemi dediğimiz yıllarda demokrasinin temeli olan özel mülkiyet ilişkileri doğru dürüst oturmamıştır. Yine aynı nedenle, mülkiyet ilişkilerinin hukuksal temeli oluşmadığı yerde adalet tesis edilememiştir. İngiltere’de “evim benim kalem” mantığı yerleşişken, özel mülkiyetin hukuksallığı kutsallaşmıştır. Aynı şeyi Almanya ve diğer Batı devletleri ve Türkiye için de söyleyebiliriz. Bulgaristan’da hala icra kararı olmadan özel mülke girme yasağı olmadığı gibi, üstüne üstelik polis şehirleri kuşatabiliyor, mahkeme kararı olmadan insan tutuklanıyor, evleri basıyor, arayıp tarayabiliyor. AB içinde bu gibi keyfi uygulamalara yer olmamalı, olanak tanınmamalıdır. Camiler, medreseler, tekkeler, din okulları, ibadet konakları mülktür ve mülkiyet hakkına tabiidir. Müftülüklere bağlı vakıfların taşınmaz hakları yasaldır. Bulgaristan’da Romanlar “mülksüz kesim” olarak bilinir. Nüfusun artık % 25’ini oluşturan bu yoksul insanların taşınmazı, mülkü, bağbahçesi yok. Roman ailelerde özel tarım üreticisi gelenek ve kültürü de yoktur. 1950 - 1990 arası Roman nüfus toprağı mülk sahibi kooperatifçilerle ortak kullandı, özelleşmediler. Sofya, İslimye (Sliven), Stara Zagora (Eski Zara) Varna ve Burgas gibi sanayi merkezlerinde Romanlar ihtisasız işçi sınıfının önemli bir kesimini oluşturdu. İnşaat erleri ve demiryolu askerleri de onlardandı. Sosyalist altyapı kuruculuğunda hepsinin emeği geçti. Sonra hepsi birden işsiz kaldılar. Örneğin ana yollar boyunca dikilen ceviz ağaçlarını Romanlar dikmişti. 1990’dan sonra devler her şeyi yüz üstü bırakınca, hiçbir hukuksal hakları olmasa da sahibinin kim olduğu belli olmayan her şeyi sahiplenmeye kalktılar. Cevizleri toplama, ormanı kesme, bağ-bahçeye gidip istediği kadar çalma hakkı sanki Romanlar tesis edilmişti. Çalıp çırpmaktan birkaç ay içeri girenler, kaloriferli hapishanelerde ve porsiyonlu yemekhanelerde kışı getirip eski alışkanlıkla yaşamaya devam ediyorlar. Romanlarla ilgili birçok devlet kararı alındı. 10 yılda Bulgarlarla bütünleştirme programı onaylandı. Bu işler için AB’den ödenekler geldi ama bir sonuç alınamadı, durum her zamankinden berbattır. Yönetimlerin Roman elebaşı olarak piyasaya çıkardığı yöneticilerden Çar Kiro’nun İngiltere’ye AVM soygunu için 350 kişilik bir kol ordu çıkardığı Avrupa basınında deprem yarattı. HÖH - DPS partisinin 2 Roman milletvekili var. Mihaylov ve İliev. Onların duruma hakim olma çabaları sonuç vermiyor. Çünkü bir yandan çalma kapma, öte yandan zenginlik gösterisi ve saltanatla böbürlenme salgını, önü alınamayan işsizlik, cahillik, sosyal yetersizlik vs. aldı yürüdü. Önü alınamayan sel her yeri kaplıyor. Olaylar Bulgar nüfusu rahatsız etmeye başladı.


102

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu, eski bir yaradır. Bulgarlarla Romanlar bugün artık bizde birbirini kemirerek yemeye başladılar. 2014’ten sonra sızısı dinmemiş eski yaranın yeniden açıldığını görüyoruz. Olayların kökleri derinlere dayanıyor: 1878 Haziranında Berlin Konferansı, 3 Mart 1878 San Stefano (Yeşil Köy) Sözleşmesini bozmuştu. Pirin dağı yöresini kapsayan Razlog kentinin batısını Osmanlı devletine bıraktı. Oradaki Romanlar o gün bu gün Müslüman Türk ve Pomaklarla kader birliği yaptı. “Gırmen” olaylarında bu nüfusun son 10 - 15 yılda yaşadığı iç göçün sonuçlarını da görüyoruz. Göçler genelde geçimi kolay olan yerlere kaydı. “Gırmen” turistik geleceği olan bir yöredir. Olaylar doğal olarak bu seyri gösterse de, Bulgarlar ekonomik durgunluk ve bunalım koşullarında Roman nüfusla birlikte yaşamayı bir türlü öğrenemedi. Bulgarların “ulusal birlik” gibi tarihsel yalanlardan hoşlanan bir millet olduğuna işaret eden bilinen sosyolog Andrey Rayçev “Nova TV” programında, “Bulgar devletinin parçalanmasını istemiyorsak Romanlarla birlikte yaşamayı öğrenmek zorundayız!” dedi. Bulgar devlet ve kamuoyunu büyük ölçüde etkileyen bu demecinde Rayçev şöyle konuştu: “Biz azınlıklarla yaşamayı öğrenemedik, fakat öğrenmek zorundayız. Bunun iki yolu vardır: Bilinçli ve akıllıca ya da baskı uygulamak suretiyle gerçekleşir. Biz Roman liderleri tanımak zorundayız ve onları git gide aramıza çekmek zorundayız, Türklerin liderlerini, HÖH liderlerini kazandığımız gibi.” Bulgaristan’da yaşayan Türklerle Bulgarlar arasındaki ilişkilere de ayrıntılı değinen Rayçev, “tarihimizde bir Türk köyünün bir Bulgar köyüne saldırdığı ya da tersi görülmemiştir. Yerli Türklerle birlikte yaşamak her zaman huzur içinde geçmiştir” şeklinde konuştu. Türklerin anadil, din, vakıf mallarına ve müftülük mülklerinde ilişkin hakları tanınmıyor. Bu haklar tanınmadan, Bulgar yönetimi HÖH lider tayfasıyla anlaşsa bile, Türk halkıysa hiçbir zaman ve asla anlaşamaz. Türkler kutsal saydıkları anadil ve din haklarından asla ödün vermez ve vermeyecektir. Şu örnek yürekler acısıdır: 2014’te Güney Bulgaristan’ın Plovdiv (Filibe) kentinde camilere karşı yapılan saldırılarda ve Karlovo kentlerindeki Başmüftülük ve müftülük mülklerinin, özellikle 1475’te inşa edilmiş olan tarihi “Kurşun Cami” belediyeden alınıp yerli Müslümanlara verilmesini engelleyen miting ve gösterilerde ırkçı güçler baskıcı rol oynadılar. Bulgar devleti Hıristiyan Kilisenin sosyalizm yıllarında gasp edi-


Makale ve Analizler - 2015

103

len malını mülkünü, tüm taşınmazlarını iade ederken, Müslümanların bu haklarını sınırlıyor ve engelliyor. Yasal bir hak olmasına rağmen, Başmüftülüğün taşınmazları geri verilmiyor. Bu konuda açılan 83 davada yerel mahkemeler Müslüman mülk sahipleri lehinde karar verse de, Temyiz Mahkemesi bu kararları bozuyor, totaliter statükoda değişiklik yapılmasına izin vermiyor. Müslüman mülklerinin hukuk yoluyla geri alınmasına karşı kamuoyu oluşturan ve yargı organına baskı yaparak hukuk düzeninin adaletli işlemesini engelleyen saldırgan güçlerin başında motorize Roker grupları, “PF” ve “Ataka” partilerine bağlı aşırı milliyetçiler ve futbol fenleri bulunuyor. Onlar azınlıklara karşı polis ve jandarma ile birlikte hareket ediyorlar. Meclis kürsüsünde tartışılan “Gırmen” Roman İsyanı sosyal tabanı çok geniş bir olay olarak nitelendi. İsyanın bastırılmasında Pirin Balkanı eteklerinde bir Romanlarla aşırı milliyetçi Bulgar çatışması körükleyen “yurtsever cephe” (PF) adıyla bilinen ve ötekileştiren etnik düşmanlığını körükleyenlerin başı olan “PF” başkanı V. Simyonov 1930’larda Hitler Almanya’sında kurulan “şpits komando” vur-kır grupları benzeri “gönüllü silahlı maaşlı anti-etnik saldırı güçleri” kurulmasında ısrar ediyor. Todor Jivkov rejimi “kırmızı bere” silahlı saldırı gücü kurmuştu. Bu saldırı müfrezeleri isim değiştirme esnasında kullanılmıştı. “Gırmen” belediyesine çok yakın olan Razlog şehrinde ve Deliorman’da Şumnu iline bağlı Novi Pazar kentinde konuşlanmışlardı.1985 - 1989 şiddetli terör yıllarında bu yörede de kullanılmışlardı. Aslında bu kırıp yıkan güçlerin 2014’ten başlayarak hareketlenme halinde olduğunu görüyoruz. Onlar, her zaman her yerde azınlıklara karşı saldırıya hazır durumda tutuluyor. Görüldüğü üzere Bulgaristan’da azınlık sorunları yeniden kızıştı. Cepheleşme var. Bu sorunun aşılması için Bulgaristan’da yerli nüfus olan ve kendi özgün dil ve kültürleriyle, yasal haklarıyla ve eşit vatandaş olarak yaşamak isteyenlerin tüm ulusal ve uluslararası temel haklarının, insan hakları sözleşmelerinin kusursuz uygulanması zorunlu olmuştur. Bu hakların temelinde anayasal haklar ve ülkenin 01.01.2007’de başlayan AB üyeliğinden kaynaklanan tüm temel hakların tamamen tanınması vardır. Kimse aldatılamaz, kimsenin hakları istismar edilemez.


104

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Türk Dünyası’nın Parlayan Yıldızı

Alptekin Cevherli-06.Haziran.2015

Kocaeli Kitap Fuarı’nın ilk günüydü... Yayımcımın standında kitaplarımı imzalıyordum. Telefon ısrarla çalmaya başladı. Açtım, arayan Azerbaycan’dan yıllardır görmediğim dostum, Cengiz Bey’di. Azerbaycan’da Türkçe ile ilgili yapılacak bir toplantı nedeniyle davet edildiğimi, ancak ilgili kurum yöneticisi olan Değerli Dostum Ekber Qoşalı’nın bana bir türlü ulaşamadığını söylüyordu... Ve... 1 Haziran Pazartesi günü Bakü’ye vardım... Bakü Havaalanı gerçekten de çok modern ve temiz bir yerdi. Ülkenin, Bakü 2015 1’inci Avrupa Oyunları nedeniyle daha bir dikkatli hale geldiği düşünülürse, bunun vitrini de elbette Bakü Haydar Aliyev havaalanı olacaktı. Ekber Bey, beni karşıladı ve Bakü’nün otoyollarından ve geniş caddelerinden geçerek otelimize ulaştık. Bütün kent adeta Bakü 2015 1’inci Avrupa Oyunları için seferber olmuştu. Üstelik halkın da çok yoğun ilgisi ve bu yarışların Azerbaycan’da yapılmasından dolayı duyduğu mutluluğu gözlerinden okuyabiliyordunuz... Türkiye’yi benim temsil ettiğim toplantıda ayrıca Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Makedonya, Kırgızistan, Özbekistan, Tataristan Özerk Cumhuriyeti ile Karakalpak Özerk Bölgesi ve elbette Azerbaycan temsilcileri vardı. 5 Haziran’a kadar süren toplantılardan önce Azerbaycan’la ilgili birkaç önemli bilgiyi siz değerli okurlarımla paylaşmak istiyorum. Ülke 2005 - 2006 dönemlerinden itibaren hızla kalkınmış ve gelişmiş. Dubai veya Kuveyt’i aratmıyor. Petrolün sunduğu zenginlik her yere yansımış. Yollarda süper jipler, son model sıfır kilometre otomobiller ve ancak otomobil fuarlarında görebileceğiniz lüks araçlar son sürat gidiyor. Araç fazlasından dolayı Bakü trafiği İstanbul veya Londra’yla yarışıyor. Ancak şunu ifade etmem lâzım ki, arabaların motor gücü çok yüksek olduğu için genç, yaşlı adeta herkes yarış edercesine gaza yükleniyor. Bu da trafik cezalarına yansıyor tabi... Benzin 80 kupil (1 Manat’ın 0,8’i ve 1 Manat yaklaşık 2,5 Lira) Hız tahdidi aşımı 100 Manat ve kırmızı ışık ihlâli 80 Manat’mış.


Makale ve Analizler - 2015

105

Hazar denizi kıyısında Bulvar adını verdikleri bizim İzmir’in Kordon Boyu’nu anımsatan muhteşem bir alan hazırlamışlar. Bize söylediklerine göre 8 ay önce petrol kulelerinin yükseldiği bu alanda şu anda dev bir Kristal Salon, büyük ağaçlar, türlü çay bahçeleri, yürüyüş yolları ve rengârenk çiçekler boy gösteriyor. Ardından Devlet Mezarlığı’na sonrasında ise Şehitler Hıyabanı’na, Türk Şehitliği’ne ve Karabağ Şehitliği’ne gittik. Türk şehitliğinde; Birinci Dünya Savaşı yıllarında Azerbaycan’ı işgal eden Rus ve İngiliz ordularına karşı Enver Paşa’nın üvey kardeşi Nuri Paşa yaklaşık 10 bin kişilik çoğu gönüllülerden oluşan bir kuvvetle Enver Paşa’nın da emriyle Bakü’ye girmiş. Rus ve İngiliz birliklerini bozguna uğrattığı çatışmalarda 1350 askerimizin şehit düştüğü tahmin ediliyor. Bu şehitlerimiz için marşlar besteleniyor... Bugün Bakü’nün en güzel yerinde; Azerbaycan yeniden bağımsızlığına kavuşunca Türk şehitliği inşa ediliyor ve bulunabilen şehitlerimizin naaşları buraya defnediliyor. Azerbaycan’da bu şekilde 8 şehitliğimiz varmış. Kafkas İslâm Orduları’nın Bakü’ye girmesi ardından Azerbaycan, 1918 yılında Mehmet Emin Resûlzade önderliğinde bağımsızlığını ilân ederek yeni kurulmakta olan Türkiye’ye büyük yardımlarda bulunuyor. Ancak antlaşmalarla Türk askeri Bakü’den anavatana geri dönünce Güney’i İngilizler, Kuzey’i de Ruslar kısa zaman içerisinde yeniden işgal ediyorlar. Rus işgali ve SSCB döneminde Türk askeri işgalci olarak tanıtılsa ve Ruslarca Türk şehitlerinin mezarları yok edilmeye çalışılsa da Azerbaycan Türk’ü kendisini kurtarmak için can veren bu şehitleri unutmuyor ve dededen toruna geçen millî bir sır olarak Türk şehitlerinin mezarlarını saklıyor. Yeri unutmamak için de üzerine ağaç dikiyor, çeşme yapıyor ama Ruslara bilgi vermiyor. Ne zaman ki 1990’ların başında Azerbaycan yeniden bağımsızlığına kavuşunca bu şehitlerin kabirlerini şehitliklere toplayıp, şanlarına yakışır hale getiriyorlar. Türkiye’miz de şık bir cami ile bu şehitliği süslüyor. Bu arada Nuri Paşa Türk-İslâm dünyası adına çalışmaya devam ediyor. Kafkasya İslâm orduları başkumandanı Nuri Paşa Savaş bitip, Osmanlı devleti yıkıldıktan sonra Zeytinburnu’nda metal ev eşyası üreten bir fabrika kurmuş hayatını devam ettiriyor. Ancak daha sonra bu fabrikayı Sütlüce’ye taşır, silah fabrikasına dönüştürüp, ihtiyacı olan ve bağımsızlık savaşı sürdüren ülkelere silah satışı yapmaya başlıyor. 14 Mayıs 1948’de İsrail Devleti bir oldu-bitti ile kuruluyor. Birleşmiş Milletler aldığı bir kararla, İsrail’e karşı savaş açan Mısır, Suriye, Ürdün ve diğer Arap ülkelerine silah satışını yasaklıyor. Mısır, Suriye ve Ürdün kendilerine silah satmayan ülkelerin aksine İstanbul’da silah fabrikası olan Nuri Paşa ile temasa geçiyor. Ve antlaşma imzalanıyor.


106

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Nuri Paşa, BM kararını tanımayarak yaptığı anlaşma gereği birkaç kalem savaş malzemesini ön anlaşma yaptığı Araplara teslim eder. Yaptığı anlaşma gereği silah, top ve sair mühimmat sevkiyatları başlar. Ancak asıl büyük parti mal satışı için Nuri Paşa Mısır’a gider. Teknisyenleri ile beraber 1 Mart günü Türkiye’ye döner. Aldıkları sipariş epey yüklüdür. Ertesi gün yani 2 Mart 1949 günü akşam saatlerinde Sütlüce’deki fabrika da korkunç bir patlama olur. Yarım saat sonra bir patlama daha gerçekleşir ve ikinci patlamada yardım ekipleriyle birlikte fabrikada hasar tespiti yapan Nuri Paşa da diğer 27 kişi ile birlikte vefat eder. Kaza mı, sabotaj mı ise elbette anlaşılamaz... Cesetler tespit edilemeyecek durumdadır... Nereden nereye; Can Azerbaycan’ın bağımsızlığı için savaştan, Filistin’in bağımsızlığı için savaşa ve şahadete... Gelecek yazımızda Azerbaycan’ı ve Türkçe konulu toplantıları değerlendirmeye devam edeceğiz.

Erken Alevlendi

Dr. Mustafa Kahraman-06.Haziran.2015

Konu: Roman İsyanları Bulgaristan’da 2015 yerel seçimleri Ekim ayında yapılacak. Seçim kurulu tam tarih acıkması yapmadı. Fakat bu defa seçim ateşi daha Haziran’da kızıştı ve parladı. “Gırmen”de 720 Roman’ın polis, jandarma, futbol fenleri, sahte yurtsever, VMRO’cu kalpazan, motorize Roker gruplarına çapa, orak, tırpan, yaba, kürek, satır ve baltalarla karşı koyması ve birçok “baba” geçinen - elebaşının başını yarıp suratında iz bırakması, çok anlamlı bir olaydır. Bundan birkaç yıl önce 200 Bulgarın ellerinde yanan katranlı sopalarla Plovdiv’e (Filibe) bağlı “Katunitsa” köyünde Çar Kiroya ait olan “konakları” ateşe verildi. Koca binalar çatır çatır yanarken bayram edip seyirci kalanlar bu defa “Gırmen”de Roman Mahallesine giremediler. O zaman Çar Kiro ve ailesi


Makale ve Analizler - 2015

107

tutuklanmıştı. Sorgulandı, yargılandı, ceza evine atıldı, uzun zaman içerde kaldı. Gırmen’de tutuklu yok. Dikkati çeken nokta ve özellik: Devlet ile Roman nüfusun arasına giren futbol serserileri,Bulgar aşırı milliyetçiler, “Rokerler” VMRO bozuntuları, “biz devleti koruyoruz” diye sahneye çıkıyorlar. Gırmen’de devlet muhtarlıktır, köy jandarmasıdır, vergi memuru, postacı, ormancı ve öğretmenlerdir. İmam ve papaz bile devlet değildir, çünkü Bulgaristan layık bir devlettir ve devlet din işlerine karışmadığı gibi din adamları da devletle halk arasındaki çatışmada taraf almaz ve almadı da. Romanlar de Bulgar devletinin vatandaşıdır. Hepimiz eşit haklıyız. Yasalar karşısında hepimiz aynı derecede sorumlu ve yükümlüyüz. Yalnız Bulgarlar ya da yalnız Romanlar için yazılmış kanun yoktur. Hepimizin iş hakkı da eşittir. Fakat Romanlar işsizdir. Hepimizin eğitim alma, okuma, meslek öğrenme ve ihtisas görüp çalışma hakkımız var, ama Romanlar kör cahil, kitapsız, mesleksiz, umutsuz ve geleceksizdir. Bulgar “düzen sağlayıcılarına karşı” iş aletleriyle yürüdüler. Eşek ve katırın pisliğini temizleyenler yaba yükseltti, oduncular balta kaldırdı, domates sulamaya çalışanlar bahçıvan çapası kaldırdı, ocak başında olanlar maşalı yürüdü, çocukların ellerinde sırık ve kazık vardı. Sanki dünya geri dönmüş ve “Tuva Savaşı” yeniden başlıyordu. Savunulan kale - Roman Mahallesiydi. Roman çocukları “korkuyoruz”, “çocukluğumuz korku içinde geçiyor” diyor. “Okula gitmiyoruz, çünkü bizi istemiyorlar!” diyorlar. Bulgar TV kanallarında olay naklen gösterildi, yorumlandı. Politik gözlemci Nidal Algafari “Nova” TV’de “Biz Romanlardan nefret ediyoruz. Ama neden?” dedi. Bütün Bulgaristan’da Romanlardan neden nefret edildiğini açıklayabilen yok! “Romanların çalıp kapması doğaldır, çünkü bu insanlar aç ve yiyecek hiçbir şeyleri yok!” - Bu tespit yapan da Algafari. Gazeteci Mirolüba Benatova, “Bulgaristan’da Roman topluluğu tarafından istila edilmiş birçok bölge var, bu olaylar üzerinde konuşulmuyor.” dedi ve şöyle devam etti: “Devlet aç olduklarından dolayı hırsızlık yapan Romanlardan önce, yoksul Romanlara ülkeden ve dış ülkelerde hırsızlık yaptıran Roman Çar ve Baronlarıyla hesaplaşmalıdır” vurgulamasını yaptı. Bu arada Bulgar basınında yayınlanan bir uluslararası araştırma sonuçlarını açıkladı. İsveç, Filanda, Norveç gibi ülkelerde hırsızlık yapan 40 kişilik bir Roman kadın çetesi tutuklandığı ve yargılandığı duyuruldu.


108

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Gazeteler, Bulgar devletinin gerçekten fakir ve geçim kaynağı olmayan ailelerle, sosyal yetersizlik içinde olduklarını beyan eden ve devletten para alan sahte kayıtlar arasında ayrım yapıp, duruma hakim olması zamanı geldiğini yazdı. “Girmen” de ayaklanan Romanlar, Avrupa Birliği’nden sosyal durumları yürekler acısı olan ailelere son 8 yılda gelen yardım paralarına el atan ve bunları çar çor eden politik parti temsilcilerinden hesap sorulmasında ısrar ettiler. “Girmen”e komşu olan “Koçina” köyünde 2009’da seçim önü konuşması yapan HÖH - DPS lideri Ahmet Doğan “Avrupadan Gelen paraları paylaştıran benim” demişti. Bu “pasta dağıtıcısının” yaptığı işin sonucu bugünkü “Gırmen İsyanı”dır. 700 kişi devlete ve bir devletin savunucusuyuz gibi sloganlarla saldırıya geçen çapulculara, kalın enselilere, aşırı milliyetçilere ve devleri soymayı, Roman hakkına el uzatmayı haktan sayanlara isyandır. Bu isyanı “Katunitsa”da çakılan Roman “konakları” alevlerinde gördük. Karlovo’ya bağlı Rozino (Ramanlı) köyünde Roman mahallesine yapılan kalabalık holigan ve aşırı milliyetçi saldırısında gördük. Karlovo şehrindeki “Kurşun Cami’nin Başmüftülüğe” geri verilmesini engelleyen ırkçı ve İslam düşmanı hortlamada izledik. Bu alevleri halen Varna’nın semt ve ilçelerinde -İganovo, Asporuhovo- seyrediyoruz. Bir halkın ve dini kurumların mallarına, taşınmazlarına, hamamlarına, tarlalarına el atan bir devlette adalet olduğundan söz edilemez. Bulgar kiliseleri bomboş, ama taşınmazları bire dek iade edildi. Müslüman malları geri verilmiyor. Mahkeme kararları uygulanamıyor. Adalet bunun neresinde? Romanların el açtığı kapı Müslüman kapısıdır. Mallarımız geri verilmeyince, biz de çaresiziz. Özürlülerimizin Bursa belediyesinden ve sivil toplum örgütlerinden yardım talep etmesi çok anlamlıdır. Olaylar huzursuzluk yapanlarla hırsızlık olaylarına bakanların, koruma ve bekçilerin, tutuklayan ve sorgulayanların el ele verdiğini ve ortaklık yaptığını kanıtlıyor. Belirli bir kesimde hırsızlık önü alınmaz bir sel olmuştur ve doğal hak olarak uygulanıyor. Olaylar, alt katmanın, sefillerin, alt düzey memur katmanının ve işsiz kesimin, şehir serserilerinin artık eskisi gibi - son 26 yılda olduğu gibi, bundan sonra yaşamak istemediğini doğruluyor. Bu insanların isyan silahı v.cdanlarıdır. Kırılmaz ve bükülmez yaşama haklarıdır. Vatandaş haklarıdır. Hiç kimseye ayrım yapılmadan eşit haklı yaşama isteğidir. Dilenme değil, iş hakkı talebidir. Hak ve Özgürlük Partisinin “Bulgar Etnik Modeli” tamamen çökmüş ve azınlık toplulukları tarafından kökten ret edilmiştir. Ülkede otonom Roman bölgeleri olouşturulmaya başlandı. Bu bölgelerde devletin kanunları uygulanamıyor. Devletin dili konuşulmuyor. Devletin dini tanınmıyor. Oyal derin ve düşündürücüdür.


Makale ve Analizler - 2015

109

Bulgarlar yeni bir formülle, eşit haklılık ve eşit vatandaşlık, tüm etniklerin özgün haklarını, anadillerini ve yaşam tarzını tanımak temelinde geliştirmeyi kabul etmelidir. Avrupa Birliği yasalarında etniklere gönderilen paralar bazı politikacılar tarafından çalınamaz. Bu paraları ceplenenler Bulgaristan’ın en büyük sahtekâr ve hırsızlarıdır ve mutlaka tutuklanmalı ve ceza evini boylamalıdır. Bu yapılmadıkça “Gırmen”, “Katunitsa”, “Rozino”, “Asparuhovo”, “İganovo” ve diğer isyan ateşleri asla sönmeyecektir. Bu isyanlar sosyal ve ekonomik temelli ve politik renklerle parlıyor. Bir sonraki yazımızda Bulgaristan’da bu defa yerel seçimler arifesinde erken alevlenen Roman isyanlarına politik açıdan analiz edeceğiz. Unutmayalım, Bulgar milliyetçileri ve ırkçıları şimdiye kadar hiçbir etnik soruna uygulamalı çözüm sunamadı ve onlardan yapıcı bir adım beklemek yanlış olur.

Azerbaycan Kardeş Halkını Selamlıyoruz

Rafet Ulutürk-06.Haizran.2015

“Bakü 2015 Birinci Avrupa Olimpiyatları” başladı. Konu: Bakü Olimpiyatları Azerbaycan’ın Başkenti Bakü’de 50 ülkeden sporcu gençlerin dostluk ateşi parladı. İlk defa bir Müslüman ülkede, Türk dünyasının gözdesi kardeş Azerbaycan’da “Bakü 2015 Birinci Avrupa Olimpiyatları” hazırlık yarışları düzenleniyor. Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov ve Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan ve daha birçok devlet ve hükümet başkanları açılış törenlerinde hazır bulundu. Son üç buçuk yılda 50 yeni Olimpiyat ebatlarına uygun sportif tesis kuran ve Olimpiyat ateşinin ilk defa yandığı Eski Kıta gençliğinin en iyi koşullarda yarışması ve en yüksek başarılar elde edebilmesi ve dünya olimpiyatlarında hepimizi şerefle temsil etmesi için en üstün koşullar en elverişi şartlar yaratılmıştır. Sovyetler Birliğinden ayrılıp çeyrek asır önce bağımsız Cumhuriyet bayrağını yükselten Azerbaycan, Devlet Başkanı Sayın İlhan Aliev ve Olimpiyat Komitesi Girişim Konseyi Başkanı ve dünyaca ünlü bir sporcu olan eşi Sayın Mihriban Alieva yönetiminde 21. yüzyılın eşlinde seyrek rastlanan bir başarıya, dünya


110

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

gençlerini dostluk ve kardeşlik yarışında bir araya getirmeyi başardılar. Kendilerini BULTÜRK - Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği ve tüm soydaşlarımız, dernek, kulüp ve federasyonlarımız adına içten başarı dileklerimizle en samimi bir şekilde kutluyoruz. Olimpiyatlar dendiğinde bizler Bulgaristanlı Türkler Koca Yusuf’u, Lütfü Ahmedov’u, Hüseyin Mehmedov’u, Naim Süleymanoğlu’nu ve Halil Mutlu’yu ve daha birçok olimpiyat şampiyonu, olimpiyat ödülü ile ödüllendirilmiş sporcu kardeşimizi anmadan geçemeyiz. Onlar bizin Türk topluluğumuzun, halkımızın, vatanımızın ve dünya spor kültürünün şanı ve şerefidir. Biz, 1964 Tokyo Yaz Olimpiyatlarında ağır sıklet serbest güreşte Razgratlı Lütfü Pehlivanın İranlı Hamit Kaplanı nasıl tuş ettiğini bütün halkımızın nefes kesip nasıl izlediğini asla unutamayız. Bayrak töreninde o zaman kuşkusuz canımızdan fazla sevdiğimiz vatanımızın bayrağı yerine başka bir devlet bayrağının göndere çekilmesine tepki gösteren Lütfü Ahmedov “Ben Bulgaristan Halk Cumhuriyeti adına güreştim ve Olimpiyat Şampiyonu oldum. Lütfen vatanımın bayrağı göndere çekilsin!” deyip, ödüllendirme töreninin bir daha düzenlenmesini istemiş ve göndere bayrağımızı çektirmişti bunları gençlerimize hatırlatmalıyız. 1985’te hiçbir hizmetimiz, hiçbir değerimiz, hiçbir başarımız dikkate alınmadan, kimliğimiz sıfırlanarak isimlerimizi değiştirmeye kalkanlar Olimpiyat, dünya ve Avrupa şampiyonu şerefli kardeşimiz Lütfü Ahmedov’un isim ve soy ismini de değiştirdiler. Lütfü Ahmedov dünya sporcularının gözünde daha da devleşirken, totaliter Bulgar devleti dünya önünde en haysiyetsiz devlet şerefsizliğini hak etti ve lanetlendi. Geçmişimizde unutulması mümkün olmayan olaylar var ki, bugün Bulgaristan bayrağını yeniden en yükseklerde dalgalandırma şevkimiz ve hevesimiz kırılmış durumdadır. Bazı yaraların sarılmasını beklemek yanlış olur. Onursuzluğa, baskı ve teröre, totaliter düzene karşı halkça başkaldırımız-da başı çeken gençlerimizin ön saflarında yine sporcularımız, Avrupa, dünya ve olimpiyat şampiyonlarımız vardı. Üç kez Olimpiyat, 8 kez dünya şampiyonu olan, 46 kez dünya rekoru kıran, hepimizin gururu olmaya devam eden haltercimiz Naim Süleymanoğu 1984’te Avusturalya’dan Türkiye’ye kaçmakla, kurtuluş yolu arayan mert ve kararlı sporcu direnişçilerimize örnek oldu. Türkiye’de sportif başarı yoluna devam etti ve 1992’de Dünya’nın en İyi Sporcusu seçildi. O, Bulgaristan Türkerinin insan hakları ve özgürlüklerimiz uğruna mücadelesinde bayrak olarak dalgalanmaya devam ediyor.


Makale ve Analizler - 2015

111

Olimpiyat oyunları mucizeler yaşatan bir beklentidir. İnsanoğlu hayatın birçok dalında ulaştığı yüksek başarıları olimpiyatlara borçludur. İşte bir örnek: 10 yaşında bir Japon çocuğun en büyük hedefi, dünyaca ünlü bir judocu olmakmış. Ama beklenmedik bir trafik kazası tüm hayallerini yok etmiş, sol kolunu tam omuz hizasından kaybetmiş. Bütün hayalleri yıkılmış. Tek kolla nasıl judocu olunur ki? Ama gene de ailesi oyalansın diye, onu Japonya’nın en ünlü judo hocalarından birinin yanına vermiş. Hoca çocuğa tek kolla yapabileceği bir fırlama hareketi göstermiş ve üzerinde çalışmaya başlamışlar. Çocuk iki haftada hareketi ezberlemiş. Hocası “Güzel oldu,” demiş. “Şimdi daha hızlı yapmaya çalış bakalım”. Oğlan zamanla hareketi şimşek hızıyla yapmaya başlamış. Sonra hocasına gitmiş. “Bu hareketi çok iyi öğrendim artık. Bir başka harekete geçeriz artık,” demiş. “Başka harekete gerek yok.“ demiş hocası. “Sen sadece bu hareketi bileceksin, bu harekete çalışacaksın ve bu hareketi dünyada en iyi yapan olacaksın. O sana yeter...” Çalışmalar bir yıl sürmüş. “Günün birinde hoca, öğrencisine artık olimpiyatlara katılma zamanının geldiğini söylemiş.” Tek kolu, tek hareketle olimpiyatlara katılmak mı? Olan itiraz edecek olmuş... Hocası, “Sen öğrendiğin hareketi yap, gerisini merak etme.” diye öğütlemiş. Turnuva başlamış. Bizimki şaşılacak bir hız ve kolaylıkla finale gelmiş. Finalde karşısına iki misli heybetli en büyük judocu çıkmış. Hocası, “Kendi oyununu yap, gerisi tamam.” demiş gene. Karşısında yarısı kadar, üstelik de tek kollu çocuğu gören dev gibi bir rakibi biraz da umursamaz yaklaşınca kendini bir anda önce havada, sonra yerde bulmuş. Tek kollu çocuk kazanmış. Kucağında kupası, göğsünde madalyası büyük bir mutluluk içinde evine dönerken dayanamamış ve sormuş: “Hocam ben bunların hepsini nasıl yendim?” Hocası gülümsemiş... Üç sırrın var oğulum: Birincisi aklına bir hedef koydun.; İkincisi, judonun en zor fırlatma hareketlerinden birini o kadar iyi öğrendin ki ben bile senin gibi yapamam;


112

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Üçüncüsü, bu öğrendiğin harekete karşı bir tek savunma hamlesi vardır. Hareketi yapanın sol kolunu tutmak.” Bakü Olimpiyatlarından mucizeler bekliyoruz. Bu yarışmada Bulgaristanlı Türklerin her dalda temsil edilmemesinden çok üzgünüz. Fakat umudumuzu yitirmiş değiliz. 1984’ten sonra biz Bulgaristanlı Türkler halk topluluğu daha önce elde ettiğimiz kazanımlarımızdan birçoğuna henüz yeniden kavuşamadık. Bu bakıma Azerbaycanlı kardeşlerimizden öğreneceğimiz birçok şey var. Çok bilge parti ve devlet yönetimi olan Azerbaycan halkı yalnız spor kollarında değil, anadil, öz kültür, ekonomi, maliye ve uluslararası ilişkiler alanında da örnek ve imrenilecek başarılar elde etmeyi başardı. Azerbaycan halkının başarılarını anlamakta, bir Meksika öyküsü bize şöyle yardımcı oluyor. Azerbaycan’da olduğu gibi Meksika’nın kimi yörelerinde de soğuk ve sıcak yeraltı suları birbirine çok yakın noktalarda yer üstüne çıkmaktadır. Bir gün, bu yörelerden birinde gezmekte olan bir turiste rehber, bu suların çıktığı yerde çamaşır yıkayan yerli kadınları gösterdi. “Burada kadınlar, sıcak suda çamaşırlarını yıkarlar, sonra da soğuk suda durularlar.” dedi. Turist, bu doğa olayı karşısında duygulanır ve: “Ne kadar şanslı bu yörenin kadınları.” der. “Doğa onlara çamaşırlarını yıkama konusunda bile gereken yardımı yapmış.” Rehber, “Hiç de öğle değil.” Anlamında başını iki yana sallar ve “Bir de şu kadınlara sorun bakalım.” der. Onlar her çamaşır yıkayışlarında, “Soğuk suyla sıcak suyu veren Tanrı, sanki sabunu neden vermemiş ki” diye söylenir dururlar. Azerbaycan’ın başarısı sabunu, petrolü, doğal gazı, insanların vatan ve yarın sevgisini ve umudunu bulmasında gizlidir. Bu başarıya ulaşılmasında Azerbaycan’ın Lideri Sayın İlhan Aliev’in öncülüğünde ve Sayın Mihriban Alieva gibi bir şerefli bayanın “Bakü 2015 Birinci Avrupa Olimpiyatları” gibi dev bir organizasyona imza atması, dünya kadınlarının büyük hayallerinin Türk-Müslüman bir ülkede gerçekleşmesi yeni kıvılcımların çıkması için bir ilham kaynağıdır. Ayrıca Mihriban Alieva ailesinin bilgeliği ve arasız çabaları olağanüstü büyük ve sonuç belirleyici rol oynamıştır. Olimpiyat haftasında dünya Azerbaycan kardeş halkını selamlıyor ve kutluyorum.


Makale ve Analizler - 2015

113

Heykelini Dikecekler

İbrahim Soytürk-08.Haziran.2015

HÖH İçindeki Ucube Godzil Bulgaristan sivil Toplum Örgütleri 26 yıldan beri sürünen Geçiş Dönemi’nin heykelini dikmeye karar vermişler. Simge olarak da, Hak ve Örgütlükler Hareketi (DPS) Pzararcık (Tatar Pazarcık) milletvekili Daniel Peevski siması seçilmiş. Sofya’da münasip yer aranıyor. Bulunamamış. Birinci teklif, Sofya “Kliment Ohridski Üniversitesi” önündeki Sovyet Askeri Anıtı’nı yıkıp yerine dikelim, şeklinde ortaya çıksa da itiraz edenler var. Peevski Bulgar ekonomisi ve demokrasisinin çöküşünde büyük rol oynadığı için, heykelin yer üstünde değil, derin bir uçurumun dibinde olmasından yana olanlar var ki, taşlamak isteyenler, zorlanmasın, diyorlar. İkinci teklifi sunanlarsa, Ulusal Kültür Sarayı (NDK) önünde dökülen ve yıkıldı yıkılacak durumda olan “1300 Yıl Bulgaristan” anıtının yerine olabilir şeklinde gündeme gelse de, o da kabul edilmemiş, çünkü Başkent Belediye Meclisi o meydana “Bulgar Asker Anıtı” dikmeyi düşünüyormuş. Türk partisinden üç kez parlamenter olan Peevski, meclis önündeki “Kurtarıcı Çar” anıtı üzerindeki Çar ile altındaki uzun kuyruklu at def edilsin ve 160 kiloluk ucube görkemli bir koltuğa oturtularak meclis kapısına baksın, diyenlerin teklifi elektronik medyada müzakere edilmeye devam ediyor. Bu öneriye tepkiler heykelin en az 500 kilogram olmasında ısrar ediyorlar, çünkü aksi halde Romanlar heykeli çalıp hurdaya satar, diye yazılıp çiziliyor. Peevski heykeli eritilse ülke ekonomisine iyi bir katkı sağlayabilir. Yorum yazıp çizenler, “1300 yıllık Bulgar tarihinde Peevski gibi bir hırsıza, kabadayıya ve kendini beğenmişe rastlanmamıştır!” tespitinde bulundular. Totalitarizm yıllarında, Todor Jivkov’un yakın çevresinden olup isimlerimizin değiştirilmesinde olağanüstü gaddar davranan ve daha sonra Botevgrat, Vidin ve Montana köylerine sürgün edilen direnişçi Türk tutuklulardan sorumlu olan bir İçişleri Bakanlığı Generalinin torunu olan Daniyel Peevski bir milletvekili gibi değil, dev soyguncu bir mafyanın dehşet hortumu gibi hareket ediyor. Evet yanlış okumadınız babası Türkleri tutukluyor oğlunu Türkler milletvekili seçiyor...


114

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Banka çökertmesi işten değil. Onun çaldıklarının yanında, hırsızlıkları için ölüm cezası alan komitacı Dimitır Obşti’nin 1872 “Araba Konak” soygununda Osmanlıdan çaldığı altın ve paralar solda sıfırdır. Peevski milyarları yutabilen bir hortumdan daha dehşetli bir felakettir. Günlük ve haftalık gazete sahibi olan anası ise, 2007’den beri Avrupa Birliği oligarşi çevreleriyle içli dışlı oldu. Ülkemize gelmesi öngörülen karşılıksız yardım ve program finansmanları üzerine çöreklendi. Ahmet Doğan sözde “porsiyonları dağıtıyorum” diyor da, bu bayan subayını tutmuş durumdadır. Çala bildiğin kadar çal! ya da “halkımızın dediği üzere, su akarken bakırlarını doldur” davasında sanki AB ve bizim devletin malı deniz ve çalmayan domuz. Böyle bir hava var. Bir yandan paylaşan paylaşana öte yandan 16 milyar borç alıyorlar. HÖH partisi borçlanma politikasını destekleyenlerin başında bulunuyor. Hırsızla birbirine destek oluyorlar. Mecliste gayet kaba davranan Peevski aşırma - kaçırma, dolandırma, yalanlama işlerinde sonuç belirleyen rol oynuyor ve her gün Savcılık makamında bir şeyler yumurtluyor. 1985’te KGB’nin Bulgaristan istasyon şefi olan Ahmet Doğan (Dönekoğlu), son koalisyon hükumetinde Daniel Peevski’yi Bulgar Devlet Güvenlik Ajansı (DANS) Başkanlığına dayatmaya çalıştı. O zaman Moskova 1944 - 1990 arası tüm Bulgar ajanlarının dosyalarını istemişlerdi. Ülkenin tüm STÖ ve demokratik güçleri, öğrenci hareketi tek yumrukta birleşerek, bu iğrenç hesaplaşma hamlesine engel oldu ve yeni bir hainliğin yolunu kesti. Bulgar istihbarat bilgilerinin topluca Rusya gizli servisi (FSB) hediye edilmesini önleyebildi. Bu, Moskova’nın Bulgaristan ajanlarından biri olan Ahmet Doğan’a ilk ölümcül darbe oldu. Onun 30 yıldan beri devam eden hainliğinin yolunu halk kitlesi ayaklanarak kesti. İşte o zaman Bulgar gizli servisi onu “saray hapsine” kapadı. O, 2013’teki son hainliği Daniel Peevski eliyle yapmaya yeltenmişti. Muvaffak olamadı. Bilindiği üzere 1944 - 1990 yılları arasında Bulgaristan’ı yöneten, fakat daha önce Çar III. Boris’in faşist istihbaratına ajanlık, muhbirlik, yardımcılık eden tüm kadroların dosyalarını, faşizm yıllarında Bulgar gizli polisini yöneten ve daha sonra Türkiye’ye kaçan Gejev, 1944’te İngiltere’nin İstanbul konsolosluğunda MI-6 şefi olan Filbi’ye vermişti. Filbi aynı zamanda bir KGB ajanı olduğundan bu dosyaları hemen Moskova’ya iletti ve 1944 - 1990 yılları arasında Bulgaristan KP ve sosyalist devletinde görev alanların hepsinin gizli geçmişi Moskova tarafından bilindiğinden, işler kolayca yönlendirilebilmiştir. Bu çok ciddi bir olaydır, çünkü Bulgar halkının hayatını karartmıştı. Yalnız 1944 1953 yılları arasında Bulgar toplama kamplarında 20 bin kişinin hayatını kaybettiği unutulmamıştır. 2013’te Moskova Ahmet Doğan’ı kullanarak, BSP Başkanı S. Stanışefin razı lığıyla ve Başbakan P. Oreşarski’nin suskun onayıyla Peevski’nin gizli ser-


Makale ve Analizler - 2015

115

vis DANS Başkanı yaparak, ülkemizin geleceğini en az 50 yıl daha karartacaktı, şantajlar devam edecekti. Bu hainliğin cezalandırılmadan kalması çok düşündürücü değil mi? HÖH - DPS’nin eski lideri Ahmet Doğan, KGB tarafından emrine verilen sözüm ona milletvekili Peevski’yi Türk, Pomak ve Romanlara, Tüm Müslümanlara baskı uygulayarak 10 yıldan beri zorla seçtiriyor, politik sahneye çıkarıyor, sözde bizi temsil eder duruma yükseltiyor. Artık ucube heykeli dikilmek istenen bu kişi yalnız Türkler için bir tehlike oluşturmakla kalmıyor, bütün Bulgar halkının hatta BUlgaristan devletinin geleceği, NATO ve AB ile ilişkilerimiz için de büyük bir tehlikedir. O, Pzarcık, Smolyan, Plovdiv ve Haskovo illerinde terörü eksik etmemek için araç olarak kullanıyor. Geçen yıldan bu yana Pazarcık “Ebu Bekir Camii” “İzgrev” semti, Sırnjıtsa belediyesi ve diğer Müslüman yerleşim merkezleri maskeli polislerin silahlı saldırılarına arasız hedef olurken, halk korku içinde yaşıyor. Tehditlerin ardı arası kesilmiyor. Halk evlerini terk edip başka yerlere sığınıyor. Tutuklular gerekçesiz yargılanıyor. Yurdumuzun bu bölgesinde keyfi bir idare hüküm sürüyor. Belediye ihalelerini hep aynı şirketler kazanıyor. “Kurallara uymayan belediye görevlileri” bilinmeyen katillerin kör kurşunlarına hedef oluyor. Belediye başkanları derebeyi gibi palazlanıp hüküm sürüyor. Bulgaristan Müslümanlarına karşı en fazla baskı ve terör uygulanan, halk dehşet ve korku içinde yaşayan, gençlerin köyleri tamamen boşaltıp İngiltere’de ekmek parası aradığı yer, Daniel Peevski’nin milletvekili seçildiği Pazarcık ilidir. Bu bölgedeki ilk ayrımı, işsizlik, sefillik ülkenin hiçbir yöresinde bu safhaya henüz erişememiştir. Durum vahimdir. Lütfü Mestan ve etrafındaki keçi sakallılar olaylara seyirci kalmaya devam ediyorlar. Peevski - Başkan Lütfü Mestan’ın koruduğu, himaye ettiği ve kendisinden çok korktuğu bir şahsiyettir. Artık herkes biliyor ki içinden 4 milyar 200 milyon çalınarak çökertilen Bulgar Kooperatif Ticaret Bankası (BTK) D. Peevski emrindeki, Rusya’ya ve oligarşiye bağlı gizli çalışan (adı var kendi yok) şirketler grubu tarafından çökertildi. Banka sahibi ölümle tehdit edildi. 100 bin Euro üzerinde tasarrufu olanlar paralarını yitirdi. Kayba uğratılanların biri de Kültür Bakanı V. Raşidov oldu. O, 2.5 milyon levanın üstüne bir bardak soğuk su içti. 1944’e kadar Almanya tarafından kurulan ve İkinci Dünya Savaşı’nda savaş ganimeti olarak Ruslara kalan sigara fabrikalarımızın tümü ve BULGARTABAC şirketi Daniel Peevski’nin elindedir, mülkündedir. Devletin tütün üreticilerine gönderdiği yardımların dağıtımında ilk ve son söz sahibi Peevki ağadır. Şu dönemde, Rusya’dan bir yere kadar kopma süreci yaşadığımızdan ve Avrupa Birliğinin ve Amerika’nın Moskova’ya karşı cezai yaptırımlarına tamı tamına uyduğu-muzdan dolayı Rusya ülkemize ekonomik ve politik baskılarını arttırdı. Hele geçen ay US hava ve kara kuvvetlerinin Bulgaristan’a konuşlanması, karada ve denizde yapılan ortak askeri tatbikatlar, “US- Şabla As-


116

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

keri Üssüne” orta menzilli füzeler üslendirilmesi ve “Bezmer” havaalanının en büyük askeri uçakların inip kalkmasına elverişli duruma getirilerek modernleştirilmesi bazı örneklerdir. Bu gelişmeler sonucu, 2004’ten beri Moskova’nın bize karşı dilini sertleştirdiği gibi, dış ticaretimizin sıfırlanmasına da neden oldu. Karadeniz sayfiyelerimize gelen Rus turistlerin sayısında büyük azalma var. Hiç bir şey satamadığımız Rusya’dan ancak doğal gaz ve petrol almaya devam ediyoruz. Bu gelişmeler, Ahmet Doğan ve Daniel Peevski tarafından, Moskova’nin bir kol ordusu gibi yönetilen HÖH - DPS partisinin izlediği politikayı direk olarak etkiliyor. HÖH - DPS partisi Moskova köleliğinden sıyrılamıyor. Halkımıza zor günler yaşatıyor. Parti başkanı Lütfü Mestan meclis kürsüsünde, NATO’cu, AB ve ABD’ci görünmeye çalışsa da, partinin ideolojisi ve pratiği kölelik zihniyetinden kurtulamıyor, parti yöneticileri geleceklerini karanlık gördüklerinden dolayı, teslimiyetçi tavırdan sıyrılamıyorlar. Bu politikayı hareketsizleştiren, bir negatif tümör durumuna getiren HÖH yönetimi tarafından Moskova’ya daha önce verilen sözlerdir. Bulgar demokratik kamuoyunun “Peevski Mafya” ve “Doğan Mafya!” pankartlarıyla HÖH - DPS yönetimini yüksek sesle yuhalayışı unutulmadı. Bulgar STK’ları Lütfü Mestan’ın Peevski’yi meclis kürsüsünden savunmasına katıla katıla gülmeyen kalmadı. Biz, STK temsilcileri olarak ve seçmen kitlesi, soydaşlar olarak HÖH - DPS partisinin Bulgar toplumunda ne sınırsız güç ve kaba kuvvet politikasını tasvip ediyoruz, ne de beceriksiz, cesaretsiz, pısırık, devamlı susan, devamlı korkan, dirayetsiz bir meclis grubunun san dalyalar arasında kaybolmasından yanayız. HÖH - DPS partisi iç temizlik, içsel arında, faşizan zihniyetli, ruhsuz, tamamen teslim olmuş ajan kadrolarından kurtulma, oligarşiyle sömürgen, soyguncu ve hileli bağlarını koparmasından ve halka inmesinden, hak ve özgürlükçü oldukları için kalbi alabildiğine çarparak coşan insanlarımızla, seçmen kitlesiyle kucaklaşmasından yanayız. Bu yüzleşme yakındır. HÖH ucubelerdern kurtulmalıdır. HÖH kendini yenilemelidir. HÖH halkı kucaklamalıdır. Bulgar halkı için bir ucube olan D. Paevski Anıdı’nın temellerinin atıldığı gün bu Godzil HÖH partisinden kovulmalıdır. Lütfü Mestan bunu yapamazsa partinin bittiği gündür. Biz böbürlenerek kendi gösteren ve böbürlendikçe kendi tatmin eden ucubelerle aynı partide olmak istemiyoruz. HÖH halkını seven kardeşlerimizin devrimci dava ocağıdır. Bilirsiniz, bazen bir rüzgâr en iyi gemiyi devirip batırabilir. Bir kurt bir ağacı çürütebilir. Temelsiz hiddet, böbürlenmek vs. politik partiler bünyesinde gereksiz hastalık yapan ve hareketi öldüren unsurlardır. Peevski, HÖH partisini felce uğratmıştır. Partimiz hastadır. Ne bir fikir, ne bir plan program üretebiliyor. 21. Yüzyılda susmak devrimcilik, yenilikçilik olamaz!


Makale ve Analizler - 2015

117

Biz Türk’üz. Partimizi Türk Müslüman Partisi olarak kurduk ve Moskova ve Brüksel’den taşıma fikirlerle işlerin doğru yön alacağına inanmıyoruz. Kurtuluş kuvvetimiz bizim kalbimizde atan güçtür. Gözlerimizin ateşidir. Biz partiyi davaya çağırırken Peevki yoktu. Biz onsuz da oluru7z, varız ve olacağız. Halkımız bilgedir ve kendi derdine derman bulur. Bulgar toplumunda düşüncesi en fazla aydınlatılmaya muhtaç olan topluluk Türk azınlığı başta olmak üzere, etnik azınlıklardır. Bugün tüm iyiliklerimizden kötülük doğuyor. Kötülükler bize karşı kullanılıyor. Halkımızın ana dili yok sayılıyor. Dilsiz bırakılarak, kimliksiz, kültürsüz yok edilmeye çalışılıyoruz. HÖH partisi gerçekçi ve halka kucaklaşmış bir parti durumuna gelmediği sürece bu yıkım ve yok oluş devam edecektir. HÖH partisinin şimdiki mafyotik durumdan, donmuşluktan, kast katılıktan ve halkımıza hiçbir konuda yardım etmek istemeyişinden sıyrılması ve doğru yolu bulması, halka inmesi gerekiyor. Bu yapılmadan hiçbir şey değiştirilemez, yenilenemez, değişemez. Peevski ile Ahmet Doğan’a bir anıt dikilir. Halk istiyorsa bu yapılır. Bulgar halkı yılda bir gün seçer ve o gün herkes bu anıda gidip tükürür. İstenen buysa.... Bu da kabulümüzdür. Kötülükler asla unutulmamalıdır!

Yol Açıktır

Rafet Ulutürk-09.Haziran.2015

Konu: Taneler sap ve samandan ayrılacaktır. Elbet, zorla güzellik olmaz, ama yolumuz açıktır. Hükümet kurulsa da kurulmasa da; erken seçim olsa da olmasa da Türkiye Cumhuriyeti var olmaya devam edecektir. Seçim sonuçları halkın iradesinin yansımasıdır, nesnel ve belirleyicidir. Gelişim ve yükseliş tarihinde daha önce olduğu gibi bundan böyle de duraksamalar, tökezlemeler, hız yavaşlatmalar olacaktır. Gelişmenin hele Türkiye gibi 3 kıtanın kesiştiği bir noktada bulunan, 2 bin km. etrafına gece gündüz etki yapan, Türk Dünyasından çok daha geniş bir alanda


118

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

bilim ve teknik dallarında başı çeken bir devletin yükselerek ilerlemesinin içten ve dıştan geri çekmek istenmesi doğaldır. Sabrın sonu selamettir diyenler bu sözler belki de böyle günler için söylemişlerdir. Osmanlıdan sıyrılınca ulusallaşan ve Cumhuriyet rejimini seçen Türkiye halkı tek partili ve dar çerçeveli demokrasiden çoğulcu ve tüm toplumu kucaklayan demokratik yapılanmaya geçerken zorlu yılları tarihe kattı. 20.yüzyılın ikinci yarısını belirleyen 3 askeri darbenin hedefi çoğulcu demokrasinin belini kırmak ve onu yaşatmamaktı. 20.asırda AK Parti’nin Türkiye politik sahnesine güçlü bir atılımla çıkması ve adına vesayet sistemi denen Demokrat Kılıcını çoğulcu Türk demokrasi üzerinden çekip alması ve 17 - 25 Aralık 2014 son darbe denemesini de suya düşürürken, ülkede genel huzur sağlaması yeni umutlar doğurdu. Her zorlu boğuşmanın, örneklerken belirteyim – ardında İngiliz emperyalizminin Fetullah Gülen kolunun bulunduğu ve Türkiye devletine ve adalet sistemine güçlü sızmış olan “paralel” yapılanmayla kapışma – yeniden dirilme gibi bir süreç geçirmek zorunda olduğundan dolayı, 7 Haziran 2015 seçim sonuçlarına direk olarak, doğrudan olumlu yansımamış olabilir. Seçmenin yeni olan her şeyi algılayıp değerlendirebilmek için zamana ihtiyaç vardır. Olayların kitle tarafından kavranması, tohumluk tanelerin sap samandan ayrılması belirli bir vakit alabilir. Fakat sular durulacak ve ileriye olan atılımlı gelişmemizi tökezleyenlerin sinsiliği ve kin kölesi oldukları mutlaka görülecektir. Biz, soydaş seçmenin Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği olarak kader kardeşlerimizin oylarını genel irade doğrultusunda AK Parti’ye vermeye çağırdık. Bulunduğumuz Bayrampaşa semtinde bulunan derneğimiz İstanbu 2. Seçim bölgesinde ana muhalefeti temsil eden CHP milletvekili sayısı da 2 kişi azaldı. BULTÜRK’ün aktif olduğu diğer seçim bölgelerinde de aynı başarı sağlanmıştır. Bursa gibi soydaş kitlesinin yoğun yaşadığı bölgelerde ise su akışına bırakıldı ve beklenen sonuçlar elde edilemedi. Her konuda her seçmene inmek, her konuyu aydınlatmak, doğrular üzerine kurulmuş taktik ve stratejiyi kitleye indirmek hedefimizdir ve çalışmalarımızın biçim ve özünü belirlemeye devam edecektir. Büyük stratejiyi belirleyenlerin yanlış tespit ve uygulama yaptıklarını, kimseyi gücendirmeden olmak üzere birçok noktada pot kırıldığını bir dernek başkanı olarak, hemen ilk elden belirtmek istiyorum.


Makale ve Analizler - 2015

119

Bir defa seçim barajı % 5’e indirilmiş olsaydı, AK Parti için seçim sonuçları çok farklı olacak ve tek partili hükümet muzaffer yoluna devam edecekti. Halkın Demokrasi Partisi’ne (HDP) bilinçli olarak ödünç oyla destek vermekle kendisinin yoğun olduğu bölgelerde ise seçim hilesi yapmıştır. Demokrasiden yana olan herkes demokrasi ve barış isteyen her partinin mecliste yer almasını ister. Ne var ki HDP’nin bir kolu PKK öteki kolu da şehir gerillasıdır ve böyle bir yapılanması olan bir politik parti ancak görünüşte demokrat, aslında ise katı totaliter bir yapılanma sergiler. Bu partinin aleni savunduğu sosyal-demokrasi ideolojisi ise bir aldatma perdesidir. Çünkü Türkiye’nin Güney Doğusunda yarı aşiret sistemi, ne yazık ki henüz hâkimdir ve bu gibi yaşam ve üretim ilişkilerinde sosyal-demokrasi anlayışı tutmaz. Ve bu partinin eş başkanı olan Selahattin Demirtaş’ın bir şu partiyle “hükümet ortaklığına girmeyiz” gibi sözleri birçoğumuzu düşündürdü, çünkü bu parti ilk kez olmak üzere bir Türk sofrasına davet edilmiştir. Türk sofrası ortaktır, kimin ne kadar yiyeceği önceden sorun edilmez, herkes istediği kadar, gönlünce yer ve sofrasından doyunca kalkar. Bu sofranın 2400 yıllık gelenekleri vardır ve bunlar bugün de hala geçerlidir. Bazı kişilerin kendilerine tanınan ilk şansı ilk fırsatta kaybettikleri daha önce de görülmüştür. 20.yüzyıla Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan başkanlığında atılımlı gidiyor. Dünya bunalım batağında bocalarken, tarih boyu yapılamayan projeler gerçekleştirildi. Yakın Doğu ve Avrupa - Asya kavşağı, birçok bakıma yeni dünya merkezi durumuna gelen, Balkanların gözdesi olan, Osmanlıdan beri kültürel ve tarihi mirasımıza sahip çıkan, onu onararak yaşatan ve yeni eserlerle zenginleştiren bir Türkiye yolunu kesmeye çalışmak af edilir bir yanlış değildir. Büyük Türkiye’nin dışa taşmasından önce, iç pazarını bütünleştirip pekiştirerek büyütmesi, dünyaya Türkiye iç pazarının parçalanmaz bir bütün olduğunu kanıtlaması ödevi gün gibi ortadayken, Türkiye “bölünmeden reform yapamaz, yenileşemez, ilerleyemez” gibi saçmalıklarla seçmenin kafasını karıştıranlar, yeni bir hükümet kurulması bakımından durumu “pat” ettiklerine sevinip bayram edebilirler. Tıkanan politik durum, meclisin tıkandığına da bir kanıttır. “Tekme tokat birbirinize girin” ve US Dolar 3 lira olsun diyen oligarşiye, yabancı para babalarına çanak açanlar ortadadır. US Dolar, Euro ve Altın’ın pahalılaşması Türkiye ekonomisinin, Türk emekçisi bütçesinin yabancılar tarafından kemirildiği anlamına gelir. Türkiye’nin “Gezi” trajedisinde 20 milyar Euro kaybetmesine sevinenler, aslında uğradıkları kişisel kayıplar için yas tutmalıdırlar. Türkiye Cumhuriyeti 70’li ve 80’li yıllarda benzer olaylar yaşadı. Ne yazık ki seçmenimizin


120

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

bilinçlenme süreci halkımızın gönençli bir yaşam seviyesine ulaşmasına mezar kazanları kazdıkları mezarda gömecek duruma henüz yükselemedi. Seçim sonuçlarını seçmen soydaşlarımız açısından okuduğumuzda, daha önceki yazılarımın birinde işaret ettiğim şu gerçeği bir daha göstermek istiyorum. Heykeller dönüştürülemez. Geçen yıl edilen mısır bu sene bir daha biçilemez. Büyük Atatürk ve davası, dünya görüşü, laikliği ve reformları Türkiye Cumhuriyeti’ni yarattı. Türk ulusunu ve tek partili yönetim sistemini oluşturdu. 21. Yüzyıla bu gömlek dar geliyor. Çoğulcu sistemle ve modernleşmek zorunda olan ve farklılıkların bütünlüğü esasında gelişmesi gündeme gelen toplumumuz kendi yenilerken bazı şeyleri ret ederek olumsuzlamak zorundadır. Aynı zamanda tarihimizin içinden en olumlu ve en yararlı olduğuna inandığımız ilkeleri yeniden yaşama çağırmak zorundayız. Bu ilkelerden biri çıkmaza giren meclis sistemlerine çözüm olan Başkanlık sistemidir. Anaya değişikliğine gidip bunu yapmak, kabullenmek ve bununla yaşamak zorundayız. Bir de şu var tabii. Başkanlık sistemi saltanat, diktatörlük, kek kişinin sorumsuz baskı rejimi anlamına gelmelidir. Menderesi örnek alan politik elit ve başkan, onun oğullarına devlet işlerinde çalışma yasağı getirdiğini kulaklarına küpe etmek zorundadırlar. Günümüz bunu gerekli kılıyor. Başkanlık sistemi aile saltanatı olamaz ve olmamalıdır. Eskiden ibret dersi alınacaksa şunu da anımsatmak isterim. Sultanlığın belirli dönemlerinde yolsuzluk yapan vezir, Baş vezir, asker, paşa vs.lerin kellesi alındığı gibi mal mülküne de devlet lehinde el konuyordu. Bu ilke hırsızlık ve yolsuzlukların alabildiğine palazlandığı şu dönemde yararlı olabilir. Seçim yaptık. Yol kapanmadı. Açıktır. Zaman ders çıkarma zamanıdır. Büyük Türkiye yolu açıktır. Dümende olacak politik irade ise ancak AK Parti’nin katılımı ile olacaktır. Saygılarımla,


Makale ve Analizler - 2015

121

Şeytan Köprüsü

İbrahim Soytürk-09.Haziran.2015

Konu: Hayatın Şeytan Köprüleri 500 yaşında Bizim oralara gelenler mutlaka “Şeytan Köprüsü”nden geçmek ister. Bunu yapanlar günahlarımı Eğri Dere’ye silktim, kem gözlerden kurtuldum, gibi havalara girer. Zemzem suyuyla durulanırlar sanki. Bizim “Şeytan Köprüsü” bu yıl 500 yaşını dolduruyor... Yaşlanmış, yosun tutsa da bel vermemiş, gök kuşağı gibi öylece oracıkta dimdik ayakta duruyor. Buralara gelip köprüye bakanlar hep kemerleri sayıyor, kambur belli köprüyü resmediyorlar amma şeytanı ne gören ne de şemailini çizen ya da resmeden bu güne kadar olmamış. “Şeytan Köprüsü” efsanelerimiz vatan belleğimizin, doğa sevgimizin özünü oluşturur. Geçmişimizi çağrıştırır. Herkes şunu iyi bilmelidir ki, propaganda amaçlı yazılarda ve düşmanlık körüklemek için anlatımlarda Türklerin Bulgarlara karşı her zaman barbarca davrandığı savının doğru olmadığını bilmek önemlidir. Tersi olsaydı, bu köprü 500 yıl “düşmanlıklardan silkinme abidesi” olarak dimdik ayakta duramazdı. Tek taşı dahi düşmemiş... Yalanlardan hoşlanan uluslar çoktur. Tarih bunlarla doludur. “Şeytan Köprüsü” taşlarını yontan, kemerleri ören ustanın dualarında, “kuzeyin yalanı burada kalır, güneyin hırsı burada durur” ayini vardır. Etrafındaki ağaçlar nasıl kendi başlarına dimdik duruyorsa, kemerleri selamlayarak durmadan akan derenin suyu nasıl kendi başına yol bulup ilerliyorsa, köprü de bur açıkta kendi gücüyle var oldu. Onun nefes almasına bir tek insan sevgisi yeterliydi. Örneklersek, bu köprü yapılırken geçen sohbetlerde Sultan Mehmet’in bir kavunu kimin yediğini anlamak için 14 uşağının karnını yardırdığı; yeniçerilerine hoş görünmek amacıyla sevgilisi İrena’nın başını kestirdiği gibi uydurmalar anlatılmaya başlandığında “ama şeytanın kulağına gitmesin!” denir ve olay noktalanırdı. Adı üstünde olsa da köprücü ustalar şeytana yem vermedi, hoşgörü göstermedi. Bir de şu bizim “Şeytan Köprüsü” bizim dağların taşına toprağına tutunmuştur. Dışardan destekli, dayaklı, asma ve benzeri bir yapı olsaydı dayanamazdı hayat davasına. Köprü ne kemer altından akan sulara “neden gölgemi alıp götürüyorsunuz” diye sitem yaptı, ne de üstünden gelip geçenlerden taşımı aşındırdınız diye haraç istedi. Köprünün açılış duasında üzerinden geçenlerden sadece hayır dua etmeleri istenmişti. Bu duayı esen rüzgârlar, yağan yağmurlar, düşen kar ve kış da hep eksik etmedi.


122

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Anlatıldığına göre, son beş yüz yılda köprünün bekçiliğini yapan şeytan kötülük yapmak için günde yüz kere fırsat bulurken, iyilik etmek isteyenlere ise senede bir kere fırsat tanınmıştır. Fakat şeytanın şeytanlığı dağlı yerlilerin iyi yürekliliğine hep yenik düşmüştü. Şeytanlıkların hiç biri sökmedi. Köprüden kötü niyetle geçenlerin işi aklan gitmedi. Yolcular niyetleri durulmadan köprüyü geçmemeye dikkat edip sabır eğlediler. Asırlar içinde kemerlerin gölgesinde sular şeytan kovalarmış gibi durmadan akıp giderken kemerlerin üzerinden geçirilen tutukluları gören halk hep söyle düşündü: “Bir masumu mahkûm etmektense, suçsuz tutuklanmış olanı kurtarmak daha hayırlıdır.” İnsanlarımız kanunların insanları kötülükten, şeytan tuzaklarından korumak için olduğu kadar, onlara yardım etmek için de yapılmış olduğuna inanır. Yasal olmayan duruma “şeytan işi”, “şeytanın parmağı vardır”, “şeytan gözü ısırmıştır” der ve büyük gerçeklerin defterleri hep yeni bir umut doğana kadar kapanır ve beklenirdi. “İnsanoğlunun işine karışma” uyarısıyla gelen şeytanın kafasındaki ise hep şu olmuştur: Yaratan ona köprünün iki başında da “uslu ol” buyurmuştur. Köprü adını “şeytanın” onun bir kemerinde, iki taşı arasında, şu ya da öbür başında, bir köşesinde gizlenmiş olduğu inancından almıştır. Biliyorsunuz 1984 - 85’te hepimizin ismi değiştirildi, Bulgar “Şeytan Köprüsü” adına dokunmadı. Onun inancında olan, şu geçici dünyada şeytanla başla çıkabilen güç ancak “cömertliktir.” O da onda olmadığından şeytana dokunmaktan korkmuştur. O zaman onlar “şeytana dokunursak” aşımıza büyük bela alırız korkusuna yenik düştüler. Şeytanı yetkisiz kılan güçse şudur: Bölgedeki Müslümanların doğuştan cömert insanlardır. Onlar kötülük yapmak için devamlı fırsat kollayan şeytanın elini kolunu iyilik kudretiyle hep bağlamış, nefesini kesmişlerdir. Onların bu özeliği bir Allah vergisi olup dikkate değerdir. Cömertlik ve iyilik melekleri tarafından korunan köprüden geçenler arasında suya düşen, köprü üzerinde ayağı kayıp sürünen, başı dönüp devrilen, geçerken birbirine bıçak çeken olmamıştır. Anlatılanlara göre, köprüden kötü niyetle geçenlerin işi uz gitmezmiş. Geçen yüzyılın başlarında bu dağlarda dolaşan Bulgar haramiler, niyetleri kötü olduğundan “Şeytan Köprüsünden” geçmekten korkmuştur. Bir efsanede bu köprüde gizlenen şeytanın büyük kemerin ortasına dikilenin niyet ruhunu gece gündüz okur, insafa gelir ve kötü emele engel olmak için yani kimseye kötülük edilmesin diye o an “cömertlik meleğine” yenik düşmeyi yeğlermiş.


Makale ve Analizler - 2015

123

1942’de bu köprüden geçen kocaman Macar atlılar ve silah yüklü katırlar ve Alman ve Bulgar asker taburları bu kadim özellikleri dikkate almamıştı ve Yunan’dan perişan döndü. Totaliter kötülükler yıllarında çekilerden kurtulmak için kendilerini köprüden atarak kurtulmak isteyenlere iyilik melekleri yol vermemişti. Köprüden atlayıp hayatına son vermek isteyenlerin hepsi, deresinin suyundan içti ve davaya devam etme gücü bulduğuna sevinerek hakikat aramaya devam etti. Dünyanın kendini devamlı yenileyebildiği gibi, haklı davaların güç yenilemesi de kutsal yerlerde olur ve bu bakıma “Şeytan Köprüsü” kemerlerini okşayarak akan sular kutsaldır, yüreklendirici olup cesaret aşılar, insanı yüceltir. “Şeytan Köprüsü” üstüne anlatılanlarda şu da var: Köprüden dua ederek geçerken kötülüklerden kurtulan bir gencin, çok sevdiği bir kıza evlenecek iken, sevgilisini gene o kızın aşkından dolayı ölmek üzere bulunan bir dostuna bırakmış ve bir de üstüne üstelik çeyizini tedarik ettiği yer alır. Bu bakıma “Şeytan Köprüsü” sihirlidir. Bunu başka öyküler de işler. Bu tarihi köprü üstüne düzülen öykülerin birinde ise, şeytanın insanın aklını karıştırması dile gelir. Bunların birinde, haramiler sevgilisini kaçırmak isteyen bir çobanın tek başına savaşarak sevgilisini kurtardığı çelişkili ve biraz karışık anlatılır. Çoban sevgilisini kurtarmış, boynuna sarılırken, beş adım ileride başka bir harami çetesinin onun annesini kaçırmaya çalışır ve o da bu vahim durumu görür. Sevgilisini bırakıp annesinin imdadına koşar. Fakat dönüp geldiğinde sevgilisini ölmek üzere bulur. Bu durumda intihar etmek ister. Ama annesine bakacak başka biri olmadığından, hayatın acılarına katlanma cesareti gösterir ve hayatta kalır. İyi ile kötü arasındaki kapışma hiçbir zaman tek perdeli bir piyes değildir.. Yüksek mimarlık eseri bu Osmanlı mirası köprü, iyilik ile kötülük arasındaki sonrasız kapışmanın bir sembolü olmaya devam ediyor. Bu amansız kavgada iyilik her zaman üstün gelir. Bunun hikâyesi şöyledir. Köylünün biri mahkemeye düşmüştür. Davayı kaybetmiştir. Cezası büyük. Köylü geliriyle ödenecek bir borç değil. Duruşma salonunda başı kolları arasında, perişan bir durumda olan mahkûm köylüyü kadı arka odaya çağırır. “Sen “Şeytan Köprüsü”ne bir git “şeytanın” ayağını kır ve gel”. “İki defa kuzeyden güneye üç defa da güneyden kuzeye geç, derenin suyunda elini yüzünü yıka, açıl, arın ve dön,” der. Köylü kadının dediğini yapar. Ona acıyan kadı, onun borcunu kendi cebinden öder ve köylü dertten kurtulur.


124

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

500 yıllık bir köprünün altından gece gündüz akan suyun miktarı ölçülemeyeceği gibi, burada anlatılan fıkralar, köprü ve ruhundaki şeytan hakkında düzülen ve anlatılan hikâyelerin de sayısı bilinmez. Bilinen bir şey varsa o bunların hepsinde iyilik ve dürüstlüğün, hoşgörü ve insan sevgisinin, hakkın her zaman üstün gelmesidir. Halkımız artık başka bir gerçeğe de inanıyor: “Şeytan Köprüsü”’nden şeytan geçse ayağı kendiliğinden kırılır ve büyü çözülür, dertler biter. 1990’dan beri Bulgarların “Şeytan” adıyla tanıtmaya çalıştığı HÖH - DPS lideri Ahmet Doğan’ın “Şeytan Köprüsü”nden geçip temizlenmesi, arınması, ruhunu kemiren kenelerden kurtulması, şeytanın bacağının kırılması ve dertlerin bitmesi için dua edenler çoğalıyor. Gelmesini burada meşalelerin altında bekleyenler var. Dilde dile anlatılana bakılırsa, “şeytan işini şeytan bozar”. “Büyük şeytan küçük şeytan büyüsünü bozabilir” lafları dolaşıyor. Durumun vaziyeti böyle olduğundan, bugüne kadar hiç kimse, 500 senelik köprü şeytanının mı daha yaşlı yoksa 500 yıllık Rusya’nın Bulgar - Türk düşmanlığı şeytanının mı daha ihtiyar olduğu henüz hesaplanamamış. Bu nedenle, Ahmet Doğan’ın ruhunu büyüleyen Rus Şeytanı Eğri Dere ırmağı bayırında “Şeytan Köprüsü” şeytanıyla yüzleşmek istemezmiş. Sizin de bildiğiniz üzere, 1878’de Yeşilköy’e kadar inen Rus Şeytanı Eğri Dere boyundan geçmedi. Şimdi, Ahmet Doğan şeytanı ile “Şeytan Köprü” şeytanı yüzleşirse, her gün aklına yüz şeytanlık gelen bizim şeytanın dış şeytanı yeneceğine inanılıyor. “Rus büyüsü bir dağılsa kurtuluruz” diyenler artıyor. Herkes şeytanların kapıştığı günü görmek ve bu kavgada seyirci olmak istiyor. Bundan dolayı, Şeytan Köprü şeytanı son yıllarda bir de halk davasının daha büyük kötülüklerden koruyucusu sıfatını kazandı. “Denize düşen yılana sarılır” gerçeğinden çıkarak, davayı kaybeden şeytandan medet umar umuduna bağlananlar, “şeytan köleliğinden kurtulmalıyız!” diyorlar. Yeni durumda, hele şu, belki de önemli kutlamalarla anılması beklenen “Şeytan Köprüsü” 500. Yıldönümü anma törenlerinde, “iki şeytan bir araya gelmesin, bu hayır alameti olmaz!” diyenler ortaya çıktı. Sağduyu sahibi genç güçler durumu kontrol altına almaya başladılar. Yerli halktan kimse şeytan düğününe gitmek istemiyor. Benim inancıma göre, biz şeytanla mücadelede uzun yol kat edebildik, “böyle devam edersek mutlaka kazanırız” diyorlar. Yolumuzdan şeytan geçmesin de.


Makale ve Analizler - 2015

125

Kanatları Mıhlanmış Zümrüdüanka

Alptekin Cevherli-13.Haziran.2015

Geçen hafta kaldığımız yerden Azerbaycan izlenimlerimizi sizlerle paylaşmaya devam ediyoruz. Bakü’de ilk gün ulaşımımızı sağlayan Ilgar Bey’in de ahbabı olan değerli edebiyatçı Yaşar Gasımbeyli ile sohbet ediyoruz. Gasımbeyli Türkiye’den geldiğimi duyunca sanki yıllardır görmediği öz kardeşini bulmuş gibi hasretle sarılıyor. Koyu bir sohbete dalıyoruz... Türkçe’nin ve Türk Dünyası’nın sorunları üzerine anlattıkça anlatıyor. Sonra birden susuyor, gözlerimin için bakarak: “Biliyor musun, Türk Dünyası neye benziyor?” diye soruyor. “Türk dünyası aynen Zümrüdüanka kuşuna benzer. Türkiye bunun başıdır, Azerbaycan canıdır, Türkistan gövdesidir ve Doğu Türkistan ile Güney Azerbaycan ise bunun kanatlarıdır. Bugün kanatlarımızı mıhlamışlar. Zümrüdüanka kanatlarını açıp, silkinse; bir havalansa, onu hiçbir güç tutamaz. Dünyaya yeniden adalet ve nizam verir ama ne yapalım ki şimdi kanatlarımız mıhlıdır!” diyor. Bakü’de Azerbaycan Basın Konseyi’ni ziyaret ediyoruz. Burada yapılan görüşmelerde Gaspıralı İsmail Bey’in yüz yıl önce başardığı Türk Dünyası’nın her yanında okunan Tercüman Gazetesi ölçüsünde ve ortak Türkçesi’nde şu anda bir gazete olmadığının eksikliğinin kendini hissettirdiği vurgulanıyor. Ortak bir Türkçe ile yüz yıl önceki şartlarda yapılan bir çalışmanın bugünkü teknolojik imkânlar ve 8 bağımsız Türk Devleti bulunmasına rağmen gerçekleştirilememesinin ortak duygu ve düşüncelerin oluşmasında hissettirdiği eksiklik vurgulanıyor. Türkiye’nin Kıbrıs konusunda, Azerbaycan’ın Karabağ konusunda ve Makedonya Türkleri’nin maruz kaldıkları asimilasyon süreci konusundaki sıkıntılarını Türk Dünyası’na layıkıyla anlatamadıkları ve kardeş ülkelerin kamuoyunun bu konularda yeteri kadar bilinçlenemediği ve yönetimlerine gerekli baskıyı yapamadıkları örnekleriyle ortaya konuyor. Bu konuda Türkiye Türkçesiyle ve ortak 32 harften oluşan bir alfabeyle yapılacak yayınlar ve oluşturulacak yazılı basının yaygın dağıtım ağı, kanımca çözüm olabilecektir. Türkiye’nin ve diğer Türk devletlerinin sahip olduğu uydu yayın sistemlerinin yaygınlaştırılması ve yayınların içerik kalitesinin de yükseltilmesi izlenebilirliğini daha da artıracaktır. Ertesi gün Azerbaycan Türk Sanayici Ve İşadamları Derneği ziyaretinde Başkan Yavuz Keleş Türk Dünyası’ndan gelen biz yazarları kabul etti. Başkan


126

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Keleş, “Biz sadece Azerbaycan ve Türkiye’yi değil, 20 milyon kilometrekaredeki 500 milyon insanı ön görerek yatırımlarımızı yapıyoruz” dedi. 300 üyesi olan derneğin, üye kaydında seçici olduğunu ve belli kriterleri yerine getiren büyük firmaları üye olarak kabul ettiklerinden bahisle 7 milyar 500 milyon dolar yatırım hacmi, yıllık 6 milyon 500 bin dolar iş hacmi ile 60 bin kişiye istihdam imkânı sağladıklarından bahsetti. “Kuruluş amacımız ekonomik. Azerbaycan ve Türkiye’deki ekonomik ilişkileri daha da canlandırmak hedefimiz. Ama kültürel çalışmalarımız da var. Azerbaycan ile Türkiye arasında bir köprü oluşturuyoruz. Artık Türk Dünyası’nı da hedef aldık. Dünyanın neresinde bir Türk varsa ekonomik ve kültürel çalışmalar yapıyoruz. Türk Dünyası’nda birçok sıkıntılar var. Bizim nüfusumuz 500 milyon. Bu insanlara karşı sorumluluğumuz var. Burada yazar, çizerlere de görevler düşüyor. Yatırım yapmak bizim görevimiz. Ekonomik birliğin yanında, kültürel birlik de önemli. Türk Dünyası’nın ortak dili ve ortak alfabesi olmalı. Bu, sıkıntıları aşmada ve ekonomik işbirliğinin gelişmesinde ortak alfabe ve dil çok önemli bir güç olacaktır. Çünkü iletişim kurabildiğiniz kişilerle ancak ticaret yapabilirsiniz” dedi. Ertesi gün, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Bakü temsilciliğinde Türk Dünyası yazarları onuruna düzenlenen davete katıldık. Azerbaycan’dan çok sayıda milletvekilinin iştirak ettiği davette ayrıca Makedonya Parlamentosu’ndaki 2 Türk Milletvekili’nden birisi olan Enes İbrahim de iştirak etti. Burada KKTC’nin önemi ve Türkiye ile KKTC’nin haklı davasında dünyaya kendini daha iyi ifade edebilmeleri için yazar ve edebiyatçılara düşen görevler üzerinde duruldu. Rum tarafının sürekli basın yoluyla ve romanlarla, şiirlerle dünya kamuoyunda bir propaganda rüzgârı estirdiği ancak Türk yazarların haklı olunan bir davada aynı derecede yayın yapmadığı dile getirildi. Aynı durumun Ermeni işgalindeki Yukarı Karabağ için de geçerli olduğu vurgulandı. Bakü olabildiğince modern bir şehir, alt ve üst geçitleri, yaya tünelleri, metrosuyla tam bir metropol. Dil konusunda hiçbir sıkıntı yaşamıyorsunuz. Ülke, özellikle son dönemde gelişmesini katlayarak sürdürüyor. Ancak dış devletlerin, okyanus ötesi güçlerin belli hesapları için müdahil olma çalışmaları da sürüyor. Türkiye ile olan çok sıkı ilişkiler, ne yazık ki bazı kendini bilmez gazeteciler tarafından bozulmak maksadıyla sanki özel bir gayret gösteriliyor. Özellikle Bursa’da geçen yıllarda yaşanan bayrak krizi bunun en açık örneği. Bu konuda her iki ülkenin de ama özellikle de Türkiye’nin basın mensuplarına ve basın cemiyetlerine öz denetim anlamında büyük görev ve sorumluluk düşüyor. Gözlemlediğim kadarıyla Azerbaycan’daki istikrarı ve Türkiye ile olan sıkı ilişkilerini çekemeyen ABD, Rusya, İran ve Ermenistan her türlü NGO (gayri resmi örgütlenme) faaliyetini sürdürüyor. Geçmiş yıllarda Azerbaycan seçimlerinde


Makale ve Analizler - 2015

127

“Bush gel bizi kurtar” pankartı taşıyanlarla, Türkiye’de “Azerbaycan KKTC konusunda bizi desteklemiyor” diyenler aslında aynı zihniyetin mahsulleri. İzlemlediğim kadarıyla Türkiye ve Azerbaycan ilişkileri oldukça iyi yönde ve her iki hükümet de bu konuda iyi niyetle yoğun bir gayret gösteriyor. Tek eksiklik ise halklar arasında birbirimizden gerçek anlamda habersizliğimiz ve iletişim kopukluğumuz...

Biz Göçe Zorlandık!

Hüseyin Yıldırım-14.Haziran.2015

Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü sanki bugün de devam ediyor. Bundan 100 yıl önce bu çöküş kuzeyde ve güneyde, doğuda ve batıda her yerde birden olmuştu. 800 yıllık bir saltanatın son Sultanı bir İngiliz gemisine atlayıp paçayı kurtarma derdine düşerse, sonu ne olacaktı? O zaman böylece kaçan Vahdettin’in yüzü de gülmedi. Sülalesi gurbetin tüm çilelerini çekti. Torunlarından biri olan Alaattin’in bugün de Sofya’da evi var. Fransa’dan geldiğinde önce “dönün” dendiğinde İstanbul’a yakın olsun diye Plovdiv’e (Filibe) yerleşmişti, sonra Sofya’ya taşındı. Sosyalizm yıllarında bazı özel kişilerin kira, su, elektrik, çöp parası ödemedikleri bir sokakta özel bir konuta yerleştirildi. “Tam rahatımı buldum, bana kimse bir şey edemez” havalarına girdiği dönemde Selanik’teki ” Sultan mülk mirasından” 20 dönümü Bulgar devletine heybe etti. Bu mekâna Bulgar konsolosluğu kurulduğunda iyice havalanmıştı. 1985’in soğuk Şubat sabahlarından birinde polisler ilk kez grup halinde kapısına dayandı. Kendisine sorulan sorulara cevap verecek durumda değildi, şaşırıp kaldı, çünkü o karşısındaki üniformalı polisleri ve onların amirlerini tanımıyordu. Emir emirdir. Sultan torununu önlerine taktılar. Kasaplık kınalı koç gibi “ismini, baba adını ve soyadını” değiştirmek üzere belediyeye götürdüler. Belediye başkanı -o da emir kulu- “ben seni tanımam, sen bir Türk’sün ve adın


128

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

değişecek” dedi. Böbürlenmeye çalıştı. Yükselen sesini güçlendirmek için sol elini sağ sola salladı. Sağ elini ise yumruk halinde havaya kalktı. Alaattin Bey, “bana dokunamazsınız. Bana dokunulmaması konusunda ben önderiniz Todor Jivkov’la anlaştım, Selanik’teki 20 dönüm arsamı size verdim, mülküme konsolosluk yaptınız, kira almıyorum, mülkü size devrettim” diye yarım yamalak Bulgarcasıyla anlatmaya çalışsa da, dikiş tutturamadı, olayı çözemiyordu. Belediye Başkanı, “şu adamın ismi değiştirilmeyecek diye bir emir, bir yazı bir telefon almadım, Türklerin isimleri bire bir hepsi değişecek!” derken ağızı köpürüyordu. Alaattin dayanamadı, “Sultan’ın ismi de mi değiştirilecek?” “Osmanlı İmparatorluğu Bulgar İmparatorluğu muydu?” gibi soruları çok sert bir tavırla sorarken, Belediye Başkanına çok yaklaştı, nezaket sınırını aşarak, başkanın yakasına yapıştı. Belediye Başkanı “Yardım!” diye haykırınca kapı ardındaki silahlı milisler içeri doldular. Sultan torununu kollarından tuttular ve onu koridorun sonunda, bu iş için özel hazırlanmış boş bir odaya kapadılar. O ana kadar Osmanlı Sultanı torununun emrindeki belediyede oturduğunu bilmeyen Belediye Başkanı Sofya Büyük Şehir Belediyesindeki Başkent İsim Değiştirme Komisyonu Başkanı’nı aradı, olayı anlattı. Başkan Stamatov özel bir arabayla olay yerine gitti. Alaattin’i o da şahsen tanımasa da, resmi evraklarını gösterdi ve Sultan torununu bir de o dinledi. Alaattin ile Bulgar devlet yönetimi arasında gizli bir sözleşme olduğu ve bu mutabakata göre, Alattin 20 dönüm arsayı Bulgar makamlarına hediye etmekle “dokunulmazlığını” garantilemiş oluyor gibiydi, geçmişine ve bugününe ilişkin herhangi yeni bir işlem düzenlemede bulunma yolu kapanmıştı. Kuşkusuz, İsim Değiştirme Komisyon Başkanı bu ayrıntıyı bilmiyordu. Elindeki özel telefonla isim değiştirme çirkefliğinin son merhalesi olan Devlet Konseyi Başkanı ve BKP MK Politik Büro Genel Sekreteri Todor Jivkov’u aradı. Jivkov aynı gün “Bankiya” şehrindeki özel sayfiyesindeydi ama telefona çıkmadı. Stamatov’un devlet başkanını bir günde ancak 3 kez aramaya hakkı vardı. Bir defa aradı, temas kuramadı. Sofya’da isim değiştirme işi 2 gün sürecekti. Pazar akşam saat 17’de hepsinin ismini değiştirdik raporu sunulacaktı. Stamatov özel yetkisini kullanarak Alaattin Beyi evine kadar götürdü, kapısına kadar uğurlarken, “yarın akşam saat 15’e kadar sokağa çıkmayın!” dedi. Sultan torunu böylece Bulgaristan’da ev hapsine düştü. Tüm dünyada Türklerin


Makale ve Analizler - 2015

129

kaderi sanki birdi. Bizde de kimisi tutuk evinde, ötekiler hapishanede Sultan torunu da ev hapsindeydi. O gün bu gün Alaattin Bey Bulgaristan’a çok seyrek uğruyor. O günlerden son hatıralarımda, merhabamız olan Bulgarlarla görüşmelerimizde, “sizi ne Sultan ne de Ankara hükümeti saydı.” Dediklerini unutamadım. Bir halkın vatanını terk etmeye zorlanması uzun ve çileli bir süreçtir. 136 yıldan beri devam etmektedir. Son günlerde, Desebg.com sitesi, komünist dönemin istihbarat teşkilâtı DS’nin bir gizli belgesini yayımladı. Bulgaristan Türklerinin, zorla Bulgar ismi verilmesini barışçıl yollarla protesto etmesi nedeniyle 360 bin Türkün kovulduğu ortaya çıktı. Yeni başlayan süreçler asla kesilmiyor. 1989’da 350 bin Türk Bulgaristan’dan kovuldu. Ardından 160 bin kişi de ekonomik nedenlerle göç yolunu seçti. 2007’den sonra ise 3 milyon Bulgaristan vatandaşı ekmek parası için Batı Avrupa devletlerinde kaçak çalışmaya başladı. Tüm tümümüz dünyanın her yönüne dağıldık. Vatan millet, hak hürriyet davası ekmek davası oldu. Bunalımlar derinleşmeye devam ediyor. Ben size Sultan torunu Alaattin olayını anlatmakla şunu demek istedim. Türkiye’de bitmeyen bir sürtüşme içindeyiz, bir defa kendi aramızda “sen buydun, ben buyum”, “senden ötürü bu durumdayız” ve benzeri birçok suçlamayı her gün işitiyoruz toplandığımız kafelerde. Biz hala ağaçtan kopmuş ama yere düşememiş bir ağaç gibiyiz. Rüzgar esse de esmese de solda sağ, sağdan sola dalgalanmaya devam ediyoruz. Durulmamız yıllar, on yıllar alacak. Çocuklarımız bizi anlamak istemiyor. İki gün önce okuldan dönen torunum, “dede bizim sınıfa 4 Suriyeli geldi,, Türkçe bilmiyorlar” dedi. Aynı sınıfta Kürtler, Çerkezler, Romanlar, Iraklı göçmen çocukları ve bizim Bulgaristanlılar aynı dili, aynı tarihi, aynı geleceği okumaya çalışıyorlar, aynı umuda su veriyorlar. Ortak bir gelecek kurmaya yol açmaya çalışıyorlar. Bu yolun ortak bil dilden, dinden ve kültürden geçtiğine her gün biraz daha inanıyorlar. Osmanlı’dan 44 devlet vardı hepsi huzurluydu amma içinden 44 devlet doğurttular. Doğmaya bilirdi. Ama Osmanlı bütünlüğünü parçalamak isteyen ve bu yıkım işlerine çok paralar harcayan emperyalist güçler 19., 20., yüzyılda zaman kaybetmedi, boş durmadılar. Osmanlının milletler kardeşliği yaşatan ümmetimizi parçaladılar. Silistre yakınlarında imzalanan “Küçük Kaynarca” Antlaşmasından sonra Rus Çarları, Osmanlı devletinin İçişlerine din ve etnik konularda arasız saldırdı.


130

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Haramı çeteleri yetiştirdi, komitacılığı besledi, ayaklanmalar kundakladı. Saldırı savaşı hazırladı. Osmanlı’yı yutmaya çalıştılar. Bu sinsi davada Fransa ve İngiltere de boş durmadı. Kışkırtıcılık yaptı. Çeteleri silahlandırdı. Devleti bir defa din açısından parçalayıp din düşmanlığı körüklediler. Osmanlı’dan kopan 44 devletin 100 yıldan beri derdi hiç mi amma hiç bitmedi. Çeçenler Ruslarla hala savaşıyor. Osetya egemenlik peşinde, Kırım Adası 2014’te yeniden ilhak edildi, Irak 2003’ten beri savaşıyor, “Arap Baharı” adlı katliam binlerce Müslüman’ın canına mal oldu. Suriye yerle bir edildi. Kürtler huzursuz. Irak ve Suriye’de binlerce kişi evsiz barksız, İŞİD – çeteleri halka kan kusturuyor. Bulgaristan’daki durumda da gönül açıcı bir gelişme izlenmiyor. Bu gergin ve berbat durumda insanlar kendi topraklarından kovuluyorlar. Bulgaristan, Makedonya, Bosna Hersek, Yunanistan, Romanya 100 yıldan beri boşaltılıyor. Yakın Doğuda emperyalizmle 100 yıl önce başlayan kapışma, Osmanlıyı parçalayarak ele geçirme planları, devam eden ayır böl parçala politikasının en acı meyveleri ölüm ve göçler. Türkiye yalnız 5 yılda Suriye ve Irak’tan 6 milyon göç aldı, bunların çoğu yaşlı ve çocuk. Türkiye’ye göç seli akmaya devam ediyor. Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti devleti bu uluslararası kangrenli felaketin bilincinde olduğundan, gelenleri geri çevirmiyor, çeviremiyor, kanat açıyor, önce su, ardından ekmek, ardından konaklama hakkı, okul ve hastanede tedavi olanakları sunuyor. Büyük kardeş vazifesini yerine getirmeye imkanları dahilinde çalışıyor. Aynı zamanda kana sızıyor, acıyor, akıyor, dinmiyor, huzur yok. Bu gerçekleri Osmanlıdan kopan 44 devlette yaşayanların iyi ve kötü gün olduğunu 100 yıl sonra yeniden kanıtlıyor. Bu arada Osmanlıdan kopmuş ama kendi devletini kuramamış Balkan Türkleriyle ilgi durum da aynıdır. Onlar da büyük Türk ve Müslüman birliğinden bir parçasıdır. Kopmaz bir parçadırlar. Size Sultan torunu Alaattin’in Sofya’da başına gelenleri anlatmakla, başımıza gelenlere, çekilerimize, Büyük Göç acılarına bir nebzecik de olsa değinmek istedim. Onun başına bunlar gelmişse bizim başımıza gelenleri, çekilerimizi lütfen şöyle bir düşünün. Değerli Bulgaristanlı kardeşlerim, lütfen tutunduğumuz dallara çok daha sıkı sarılmamız, birbirimizden asla ayrılmamız her zaman ve her yerde birbirimizi desteklememiz gerekiyor. Önümüzdeki mübarek Ramazan günleri bu bakıma yeni bir vesiledir. İnşallah bu Ramazan hepinizi önce kendinizi sorgulamanız dileği ile... Şimdiden Ramazanınız Kutlu olsun.


Makale ve Analizler - 2015

131

Neyi Nasıl Anlamalıyız? - 1

BG-SAM-15.Haziran.2015

Sorun: Reformcuları Anlama Çabası Her şey her gün biraz değiştiğinden dolayı, benden değişiklikler, dönüşümler ve reform deyimlerinin bir süreç halinde anlaşılmasına dikkat çekmemizin zamanı geldiği fikri belirdi. Ani değişimlerle belirli bir dönem içinde olgunlaşarak gerçekleşen değişiklikleri faklı okumak zorundayız. Birincileri kısa süreli ve kısa etkili olabilir. İkinciler uzun zaman olgunlaşır ve etkileri de yıllar, yüzyıl ve daha fazla sürer. Örneğin bundan 16 asır önce İslam dininin belirmesi bir toplumsal gereksinimdi ve bugün de etkisi artarak devam ediyor. Roma imparatorluğunun Batı Roma ve Doğu Roma (Bizans) olarak yine 16 - 17 asır önce parçalanması yine derin ve kızışmış çelişkiler sonucudur ve dünyanın belirli bir bölgesinde kölelik devrini kapatmıştır. Bizans İmparatorluğunda oluşan hukuk anlayışı ve kurulan hukuk sistemi bugünkü Avrupa Birliğinde Türkiye ve Bulgaristan’daki medeni hukukun temellerinde yer alıyor. Yani etkisi sürmeye devam ediyor. Asırlar boyu hukuk sistemi oluşumunda esas oluyor. Sorunu bu kadar genel ele alırken, benzer süreçlere (reform olayına) çok parlak ve anlatımı kolay çok açık ve net örnekler sunmuş olan Deli Petro dönemine bakmak ve örneklerimi o çağdan almak istiyorum. Mayıs ayının ikinci yarısında Volga (İdil) ırmağı boyunca bir arkadaş grubuyla birlikte Tataristan’ın başkenti tarihi Kazan şehrine kadar uzandık ve gördüklerimle, anlatılanlarla, tanıklık ettiğim olaylarla tarih bilgilerini hem tazeledim hem de zenginleştirmiş oldum. Bizim öz tarihimize, uyanışımıza, Müslümanlığımıza, Tatarlarla kardeşliğimize ilişkin izlenimlerimi, ortak düşmanlara karşı ortak mücadelelerimizi, değişik devirlerde aynı zulmün oralarda da işlendiğini vs bizim isimlerimizin değiştirildiği, dinimize saldırıldığı gibi örneğin Başkurdistan’da ahalinin başına gelenleri, sonuçlarını teferruatlı olarak belgesel yazılı anlatmak istiyorum. Yazılarıma oralarda çektirdiğim bazı fotoğraflar da eklemek niyetindeyim.


132

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ruslar devlet kurma iradesi olmayan bir halktır. Bunu yazan tarihçiler var. Buna rağmen İsveçlilerin yardımlarıyla devlet kuran Rus halkı bugün dünya büyükleri arasında başta gelenlerden biri oldu. Bu nasıl oldu? Ruslar kendilerini nasıl eğittiler? Bu halk kendini hangi reformlarla eğitti? Gerçekleştirilen buy reformların etkisi nasıl oldu da bu denli uzun sürdü ve verimli, oldu? Yukarıda da dediğim gibi örneklerimi Deli Petro reformlarından alacağım. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında yani 20 asırda galipler arasında yer alan Rusya 21. asra da çok iddialı girdi, bunu 9 Mayıs 2015 Zafer Bayramı askeri nümayişinde gördük, desteklediği Suriye hükumetinin gaddarlaşmasında izliyoruz, Kırımın ilhakı ve Ukrayna’nın parçalanması dumanı üzerinde olaylardır. Hele 2015’in ilk günlerinden başlayarak Avrupa Birliği ve Amerika ile yaptırımlar ve karşılıklı cezalandırmalarla sürüp giden yeni bir süreç başladı, adına “ikinci soğuk savaş” diyenler oldu. Dönelim Deli Petro yıllarına. Deli Petro (1672 - 1725) 17. Yüzyılda yaşamış ve hükmetmiştir. “Büyük” sıfatıyla da anılır. Hayatı hayattan (pratikten) öğrenmiştir. Rusya’yı Avrupa’nın ve dünyanın kaderinde söz sahibi devletlerin arasına soktuğu düşünülür Batı Avrupa birikimlerini Rusya gerçekliğine başarıyla taşımış ve bizzat uygulamış olan biridir. Yaptığı reformlarla Rusya’yı Avrupa ülkesi ve devleti eden, Sang Petersburg’u kuran Çardır. Sanayi alanında, o devirde Rusya’nın ne kadar karanlık ve bilgisizlik içinde bocaladığını anlatanlar, bir defasında Deli Petro’nun kurduğu ilk fabrikanın bir toplu iğne fabrikası olduğuna işaret ederler. Rusya’da sanayileşme reformu 17. yy.’da başladı ve 300 yılda en büyük denizaltı, en fazla imha eden silah, en uzun uçan uçak ve uzay teknolojisinde öncü olmasına kadar ilerledi. Bu nasıl mı oldu. Sanayi reformuyla ile birlikte tüm diğer reformların da yapılmasıyla mümkün olabildi. Bu konuda kitaplar yazılabilir, ama kısa kısa değinmekle yetinmek istiyorum. Takvim değişti, Deli Petro 1699 sonunda ilan ettiği bir reformla Rusların yılbaşını Eylül ayında kutlamasını yasakladı ve yeni yılın Ocak ayında başlayacağını duyurdu. Dini karanlık içinde boğulan Ruslar, Eylül ayının yıl başı olarak Allah tarafından belirlendiğini ve bozulamayacağını iddia ederek ayaklandılar ama sökmedi. Deli Petro sözünün üstüne söz söyletmeyen ilk Rus Çarıdır. Yobaz başkaldırısını kırdı. Deli Petro Papazların tebaasını azaltmak ve kendi taraftarlarını çoğaltmak için şu reformları uyguladı.


Makale ve Analizler - 2015

133

Elli yaşından önce papaz olunmasını yasakladı. Deli Petro Papazları halkı karanlık içinde uyutarak boğan kötü bir tohum olarak adlandırdı ve Rusya’daki Papaz sayısını azaltırken 12 yaşına kadar erkek ve kız çocukların kiliseye girmesini de yasakladı. Şunu belirtmek yerinde olur, reformcu Çarın ölümünden sonra papazlık Rusya’da yeniden dal budak saldı, bütün din adamlarında olduğu gibi Rusya’da da din adamlarının emsallerini arttırmaya çalışması doğal bir düşkünlüktür ve bütün hükumetler de buna taviz veren doğal bir tutkunluk içindedir. Mesela bir önceki Bulgar hükumetinin Başbakanı Bliznaşki, bir devlet kilisesi olan Sofya’daki “Al. Nevski Katedralini,” Ruhani Sinod’a vermekle, yağcılık yaptı. Son asırlarda bu hep böyle devam etmiştir. Devletler laiktir ama başbakanlar gidip Papazların eteklerine sarılır. Askeri alanda: Deli Petro Rus ordusunu oluştururken asker eğitiminden fazla subayların askerler tarafından eğitim yöntemine önem vermiştir. O dönemde “Frunze” Askeri Akademisi, “Suvorov” Denizci Akademisi vb yoktu kuşkusuz. Hatt Rusya’da hiçbir askeri akademi yoktu. Bu durumda Deli Petro, eğitim, talim, manevra ve çarpışma esnasında askerlere yanlış emir veren, onları kayba ve yıkıma iten subayları askerlerin kendilerinin cezalandırması usulünü tüzüğe almıştır. Şöyle ki cezalandırılmayı hak eden subay, soyunur, bir tahta üzerine yatar ve askerlerin ortak kararına göre kızılcık sopası vurularak cezalandırılırdı. Bu dayak 100 sopa olduğu gibi 500 sopa da olabilirdi. Böylece subaylar düşünmeye ve doğru karar almaya zorlanmış ve alıştırılmıştır. İnsanı adam eden ezgi ve korkudur diyenler belki de haklıdır. Aile ilişkilerinde: Deli Petro’dan önce Rusya’da kadınlar erkeklerden ayrı yaşarlardı. Bir genç, alacağı kızı ancak nikah günü kilisede görebilirdi. Bununla küçük hanıma, ileride ufacık bir koca terbiyesi görmeye hazırlıklı olması salık verilirdi. Kocalar karılarını öldürebilirdi; bunun cezası yoktu. Bunları yazarken son 300 yılda Rus kadınların hak eşitliği alanında aldığı yolu düşünüyorum... Kocasını öldüren kadınlar ise Petro’dan önce diri diri gömülürlerdi ve bu işin hesabı sorulmazdı, cezası yoktu. Sizi bilmem, fakat ben bir bayan olarak yazarken, ürperiyorum, her yanım diken diken oluyor. Bu ceza, Roma Papazlarının evlenen bir kadının boşanma hakkını bin yıl yasaklamalarından daha kötü değil mi? Deli Petro’nun aile içi yasakları: Çar düğünde kız tarafının “kızımızın eksikleri varsa yola getirebilirsin” temennisiyle damada verdiği sopa demedi olayını ve kadınların öldürülmesini kesinlikle yasakladı. Eşlerin birbirine daha uygun olması ve evlenmede talihsizliklerin azalması için kadınların erkeklerle bir


134

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

arada yemelerini, aynı odada kalmalarını, gençlerin nikahtan önce gençlere takdim edilmelerini gelenek haline getirdi. Tek cümleyle açıklayacak olursak; Rus sosyetesini yarattı ve kurdu. Yol yordamdan hiç anlamayan bir ulus için bu kadar da yeterliydi. Ben bunları feribota benzeyen geminin camından Rus kırlarına, Volga boylarına, tek katlı balıkçı köylerine, kafalarında şapka balık tutmaya çalışan oltacılara bakarken de düşündüm. Kuşkusuz beni en fazla etkileyen dalgalarının çarpışmasından pek köpüklenmeyen Volga sularının yuvarlana yuvarlana akışını seyrederken de düşündüm.Hayat da işte böyle yuvarlanarak ilerlemiyor mu? Ne ki, sular güneye akarken biz kuzeye yüzüyor ve belki de Asya ile Avrupayı birbirinden en kesin ayıran bu dev ırmağın bir sağ ve bir sol yakasına bakarak, herhangi bir fark bulmaya çalışıyordum. Oysa iki kıyı sanki birbirinin aynasıydı...

Daha İyi Bir Hayat

BG-SAM-15.Haziran.2015

Konu: Türkiye’yi tanıma fırsatı buldum-Bulgaristan Kırcali Nov Jivot gazetesinin tercumesi Bir Bulgar’ın kaleminden. Angel Nikolov 200 km güneyde başka bir hayat var. Daha sakin, daha güvenli, daha huzurlu, daha iyi ve daha gerçek bir hayat. Balkan Yarımadasında insanların daha fazlasında sadece ekmek alacak kadar para kalmış olmalı ki, gezip görmeyi çok seven bu insanlar, artık biraz yerlerine oturdular. Bir süre önce Edirne Trakya Üniversitesinde konuk konferansçı olarak bulundum. Döndüğüm günden beri “Biz Türklere nasıl erişebiliriz?” diye düşünüyorum.Türkiye’ye hayran kaldım. Aynı üniversitede okuyan ve ziyaretim esnasında bana şehrin görülecek yerlerini gösterme zahmetine katlanan 2 öğrencinin anlattıklarından böyle bir izlenimle kaldım. Buradaki havayı, buranın ruhunu ve tarihini hissedebildim.


Makale ve Analizler - 2015

135

Müzelerde, anıtlar önünde yüksek mimar eserlerinin canlı ve heyecan veren etkileyişinde milli Türk tarihiyle yan yana günlük hayatı, insanların yaşayışını gördüm. Edirne’nin en ilgi çeken görülecek değerlerinden biri, Sağlık Müzesi adıyla ünlü olan, II. Beyazıt Kompleksidir. Burada birkaç ana yolun kesiştiği kavşakta dönen şadırvan da dikkatimi çekti. Bu komplekste 5 asır önce tıp öğrencilerinin nasıl eğitim aldığı, ruh hastalarının yine o zamanlar nasıl tedavi gördüğü, hatta yine yarım milyonum önce sosyal yardımlaşma sisteminin nasıl işlediğini görüp izleme imkânları bulabilirsiniz. Sayt - Odrin - 02 Kanımca bizde, Bulgaristan’da kötülükler kötü birikmiş, üzerimize büyüleyici ve ezotik bir kötülük çökmüş gibi, bir halk olarak bizi perişan eden kötü bir kader yaşıyoruz sanki. Her şey ve herkes suçlu! Her bir politik partiden “politikacıların” hepsi olmasa bile daha fazlası elini ayağını kötü işlere bulaştırmış ve boğazına kadar batakta olan kişilerdir. Hepsi de ipleri başkalarının elinde olan, ceplerini doldurmak için, politikayı yalnız kendi öz çıkarları için çalıştıran suçlu kuklalardır. Onlar, dünya çapında, Joe-politik milli üstü çıkarlara kendilerini (bizim standartlarımıza göre kuşkusuz) pahalı satmışlardır. Pek tabii ki, bu alım satımın bedelini ödeyen halkımızdır. Bu işlerin tökezlemesinden bedeli ödeyen kötü yazgılı ve lanetli halk sorumludur, çünkü o hep sustuğundan, hiçbir şey bilmek ve öğrenmek istemediği için, vurdum duymaz, tamamen pasif oluşundan, “yerinde kımıldamadan dur, kör gibi bak, yalnız kendin için endişelen ve kork” psikolojik kördüğümüne bağlanmış olduğundan dolayı birlikte mutluluk hayaldir, bundan dolayı kendi işine bak mantığına teslim olmuş olan insanlarımız her şeyden baştan sona sorumlu ve suçludur. Öte yandan kıskançlık, kin ve öfke, başkasının çanağına bakma, hainlik ve kötülük yapma hevesi, hilekârlık ve ikiyüzlülük, insan satma, hiçbir temeli olmayan doymaz açgözlülük (Çingenelik), manevi çöküş, herkesin ahlaksızlaşmış lığı ve daha önce de pek olmayan ama hakkında bol bol konuşulan değer yargıları, adalet gibi sistemlerinin tamamen sıfırlanmış olması aldı yürüdü. İşte bu çağdaş Bulgaristan’da insanın kimliğini belirleyen bu ahlak nitelik ve çizgileri, Bulgaristan’da hayatla baş etmenin bir aracı değilse bile, yaşam biçimi ve günlük yaşayışın kaçınılmaz ilkeleri olmuştur. İşte böyle bir durumda olumsuzlukların birikimi alabildiğine artarken nicelik olmaktan çıkıp nitelik oluyor. Ben artık, ezotermik olarak okuryazar olan, aydın olarak kabul edilen Bulgarlardan, Bulgarların alın yazısı en ağır olan, ama evrime katılma heveslileri olduğundan dolayı yaralı ruhlu mahlûklara dönüştüğünü işittim. Bu sözlerde gerçek payı var, çünkü Bulgaristan ve Bulgarlar asla ve hiçbir zaman iyi kişiler olmay6ı başaramamıştır. Bunu komünizm, sosyalizm


136

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ve kapitalizm dönemlerindeki Bulgarlar için iddia ediyorum. Hiçbir zaman iyi insan olamamışlardır. Üstüne üstelik şunları da ekleyelim: Bulgaristan’da yaşayan Bulgarların topluluğuna ülkemizdeki Roman, Türk, Pomakları da ekleyelim ve kültürel olarak birbirine karışmaları ve birbirlerini tamamları olanaksız olan bu karışım, aynı zamanda köklerinden kaynaklanan bir uzlaşmaz çelişkinin taşıyıcısıdırlar. Bu durumda biz, bir yırtıcı hayvanlar hayvanat bahçesinden farkı olmayan Bulgaristan’da hayatın kolayca ilerlemesini ve gelişerek mükemmelleşmesini, kaliteli, çok değerli ve anlamlı bir hayata dönüşmesini nasıl isteyebiliriz!? Oruel’de “Hayvan Çiftliği” model ödülünü kazandık ya. Okumadınızsa okuyunuz! Konferans sunan Bulgaristan’dan gelmiş olsa bile, Edirne’de öğrenciler onu alkışlayan zeki, okuyan kişilerdir. Düşünen ve bilgili gençler olarak gelişiyorlar. Edirne’de “çalga” yalnız müzik değil, düşünme biçimine ve duruşa dönüşmüştür. Bizde ise kolektif suçluluk duyumu, ulusal sorumsuzluk ve bazı özellikleriyle olumsuz ve lanetli olan halk psikolojimiz çalga ile karışarak umudu, geleceği, mutluluk duygusunu boğmuştur. Ben Bulgar yazarı Aleko Konstantinov değilim, onun anadan doğma yeteneği, bir edebiyatçı olma ayrıcalığı bende yok. Fakat Al. Konstantinov’un “Bay Ganyo” eserinde açtığı konular bugünde capcanlıdır. Hatta bunları görebilmek için Çikago’ya kadar yol tepmeye gerek yok. Edirne’ye gidip gelmek tamamen yeterlidir. (11 Haziran 2015)

El Açmadan Dirildik

Dr. Mustafa Kahraman-16.Haziran.2015

Konu: Yenilmeyen Ruhlu İnsanlar Artık TV izlemiyorum. Eşimden “komandoyu” bulamayacağım bir yere saklamasını rica ettiğim. Elim internet “faresine” uzanmıyor. Kendimi dünyaya kapadım. 1989 Büyük Göçü filmlerine bakarken başım dönüyor.


Makale ve Analizler - 2015

137

Ben bir doktorum, işim kanla icranla, kesip dikmeyle, pansuman yapmakla olsa da, bir halka nasıl olur da bu kadar büyük kötülük yapılır, bir türlü aklım ermiyor. Dün akşam kısa bir süre için “Keyif Kahve”ye uğradım.“ATV” Suriye sınırında savaş kurbanı yavruların Türkiye’ye getirilişini gösteriyordu. “Sınır”, “vatan”, “savaş”, “anasız babasız kalma”, “mülteci ya da savaş kaçağı olma” sözlerini bilmeyen çocuklar askerimizin kucağında, pet şişelerden su içmeye çalışıyorlar. “Ağlayışları” dikkatimi çekti. Belki Suriye tarafında ağlıyorlardı ama Türkiye’ye girince sesleri hemen kesiyorlar, Türk askerine babalarına sarılır gibi sarılıyorlar. Bir kitapta “cennete kimsenin ağlamadığını” okumuştum, işte öyle bir şey, sınırın bu yanı yani Türkiye bir “cennet”. Son defa, Bulgaristan’ın Blagoevgrat ili Gırmen Belediyesi, Mırçaevo köyünde Roman İsyanını yazmıştım. Her gün Roman başkaldırısına rastlanmadığı için olabilir, konu beni çok ilgilendirdi. Hatta ben kişisel sohbetlerimde birçok defa “Romanlar” ayaklanmaz, çünkü yalın ayak gezdikleri için toprak onların statik enerjilerini çekiyor, stres yapmalarını, içlerinde nefret birikimini engelliyor gibi saçmalıklar gevelediğimi bile hatırlıyorum. Ne var ki, olaylar büyüyor ve hiç de öyle hafife alınacak gibi değil. Bulgarlar da kaşınıyor tabi. 2 Haziran’da bölgeyi saran ve gece gündüz nöbet tutan jandarma güçleri, Pazar akşam 50 kişilik bir Bulgar kabadayı grubu yakalamışlar. Demir çubuklarla silahlanmış gözü dönmüşler, mahalleyi basıp, “Romanlara güneşin nereden doğduğunu göstereceklermiş!.” Mahalle, Mırgaevo köyüne bağlı ve ismi “Kremikovsi.” İki gün sonra yani 16 Haziran 2015 günü Sofya’da Ulusal Protesto düzenlenecekmiş. Plovdiv’te mahkemesinin Karloco “Kurşun Cami” Müslümanların mülkünü Başmüftülüğümüze geri verilmesi kararını kınayan ve protesto gösterilerinde camileri, mezarlık ve hamamlarımızı taşlayan eli sopalı motorlu gruplar, futbol fenleri ve aşırı ırkçı cepheden sözde “Yurtsever Cephe” (PF) partisi kadroları ve aşırı sol cepheden “Ataka”cı hergelelerdir. Bu defa “Mırgaevo” köyü Romanlarını kınamak için toplanıp sopa gösterecekler, “bulsalar hepsini kıyacaklar ama zamanlar değişti”, ancak yumruk sallayacaklar. Bilmem sizin bu güzelliği emsalsiz diyarı, o gökleri delen tepeleri yıl boyu kar kalpaklı dağları görme fırsatınız oldu mu, ama görüp de hayran olmamak elde değil. Başka birinin işine karışmak ne haddime! Buna rağmen, büyük yerleşim merkezlerinde uzak 720 kişinin yaşadığı bir mahallenin evlerinin yasa dışı olduğu gerekçesiyle yıkılmasında direnmek, bu ailelere birer tapu verip işi noktalamaktan çok daha kolay olsa gerek.


138

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu arada Sofya’nın “Orlandovtsi” semti de ayaklandı. Burada da Roman İsyanı abluka altına alındı. Olaylar izole edilip bastırılmaya ve söndürülmeye çalışılıyor. Bulgaristan’da “kapsüle etme” değimi, izole etme veya yanıltma, dünyadan koparma değimlerinin yerine kullanılıyor. Kapsül bir mühimmat çekirdeği olduğundan, olaya biraz da askeri baskı gizemi zırh gibi bir anlam da veriliyor. Bu uygulama son 26 yılda “Bulgar Etnik Modeli” ile Bulgaristanlı Türk ve Müslümanlara karşı denendi. “Kapsülün” içine devamlı sem eleyici, sendeleyici gaz püskürtüldü. Türklerin geçimsiz, parasız, sefil, bilgisiz, kara cahil, beceriksiz, mesleksiz, geçimsiz vs. kaldıklarının farkına varmaları, bilinçlenip 1989 Mayısında yaptıkları gibi bir daha ayaklanmalarına engel olmalarına çalışıldı. Bulgaristan nüfusu resmen açıklanmadığına göre, ülke nüfusunun % kaçının Roman olduğunu bilmiyoruz. Gazeteler bu nüfusun % 24 olduğunu yazmaya başladı. Bu amaçlı yapılıyor kuşkusuz, çünkü Roman nüfus ne kadar büyükse, sosyal yoksulluk çizgisinin altında bocalayanlar ne kadar kalabalıksa, Brüksel’den koparılan “yardım” dilimi de o kadar büyüktür, yani “pasta dilimini dağıtanların” gasp edecekleri ve istedikleri gibi harcamak için aralarında paylaşacakları para da o kadar büyüktür. “Bulgar Etnik Modeli”nin anlamı budur. Bu amacın sonu, etnikleri körelterek, kişiliksizleştirerek, sefil eştirerek sıfırlamaktır. Son 26 yılda hiçbir Roman mahallesine bir okul, bir anaokulu, bir poliklinik kurmayan, açlara bir çorba sunan bir yemekhane açamayan, Roman sorunlarını çözecek kadro yetiştirmeyen bir “modelden” kime yarar olur, oldu ya da olabilir? Perşembe gün “Orlandovtsi” isyancılarıyla kalın enseli eli sopalı “yurtseverlerin” Sofya’da ilk yüzleşmesi bekleniyor. Yoksulluk ve çaresizlik Roman gençlerin ruhuna su vermiş çok ciddi kapışmalar, meydan kavgaları olabilir. 100 yıldan beri Bulgarlaştırılan Romanlarımızın durumunda değişiklik meydana gelmiyor. Romanları hedefleyen hiçbir köklü reform yapılmadı. Henüz ana dillerinde alfabeleri, gazeteleri, radyo yayınları, dergileri, tiyatroları yok desem, kimin var da onların olsun? Diyeceğinizi biliyorum. Öyle ama Bulgaristan’da tek uluslu devlet sisteminin çöktüğü gün gibi ortadadır. Hiçbir gün işe gitmemiş üçüncü kuşak Roman soyları var. Ruhunun derinliklerinde bir reform yapılması için Roman kimliğinin ne kadar işlenmesi gerek, bunu da hala bilen yok. Kendisi de baba tarafından bir Roman olan Ahmet Doğan’ın devletimizi soymaya ve çökertmeye, Türker’i kapsüllerim gibi havalara girip Bulgarları oyala-


Makale ve Analizler - 2015

139

maya aklı eriyor ama iki “öz kardeşine” sümüklerini silmeleri için iki paket selpak uzatmaya sanki akıl erdiremiyor. Olay vahimdir. Olaya politik bakıldığında, Romanlar “sahte demokrasi”den bıktıkları gibi, “kaç kuşak sahte yaşayacağız!” diyorlar. Yasal eşitlik ve hukuksal eşitlik bilincine artık eriştiler. Son gösteri yürüyüşlerinde meclis kapısına “eşit haklı vatandaş olmak istiyoruz!” pankartı diktiler. Konunun temelinde kişilik konusu var. Türkler 1989 Mayıs’ında olayların çözümüne seferber olmuşlardı. Ayaklandılar. O zaman daha fazla ateşlenmeyeceklerdi. Yurdumuzdan kovulmalarına karşı yeniden ayaklanacaklardı. “Gitmeyin!” diyen iradeye kulak vereceklerdi. Ne yazık ki, göç selini durdurabilecek güç henüz oluşmamıştı.İnsanımız zulme dayanamadı ve göç seli ansızın boşandı. Köylerden kasabalardan mahallelerden yolları meydanları sınır kapısını doldurdu. “Herkes nereye biz de oraya!” zihniyeti üstün geldi. “Dur!” diyecek kudret henüz kanatlanmamıştı. Yol kesilemedi. Bizim iç kudretimiz, zekâmız, irademiz ve bilincimiz o an bu yolda mobilize olamadı. Yüzbinlerce Türkün vatan bildiği topraklardan sökülüp atılması kimsenin aklından geçmiyordu. Dış güçlerse göçü kışkırtmakla Bulgar baskı ve terör rejimine yardım ediyor ve akıllarınca Bulgaristan totalitarizminin kuyusunu kazıyorlardı. O gün bugün 26 yıl geçti. Göç esnasında, sınır kapılarında, göçmen kamplarında, misafir kaldığımız yerlerde doğan evlatlarımız artık ana baba oldular. Vatan olarak ancak Türkiye’yi biliyorlar. Onların bu mutlu günlere gelmesi kolay olmadı ama onların dede ve nineleri, ana babaları ve yakınları Bulgaristan’da verdikleri haklı mücadele yıllarında olduğu gibi, ana vatanda tutunma, burada yerleşme, güçlenme ev bark sahibi olma yıllarında kimseye el açmadılar. Onlar artık yok oldular diye bayram edenleri şaşırttılar. Evet, hepsi dirildi. El açmadan, boyun eğmeden, köle olmadan dirildik! Bu diriliş, bizim Türkiye’ye güçlü bir Türk - Müslüman kişili ile geldiğimize kanıttır. Bizi havuç sanıp baskı ve terör kazanında kaynattıkça yumuşayacağımızı sananlar aldandı. Kişiliğimiz yolumuzdaki en büyük ışığımız oldu. Yazımı söylemek istediklerimi çok kısa özetleyen bir öyküyle noktalamak istiyorum. Türkiye bizi sevgiyle karşıladı. Bir kadın evinden çıktı, evinin önünde beyaz, uzun sakalları olan üç yaşlı adam gördü. “Onlara, sizi tanımıyorum, ama aç olmalısınız. Lütfen evime bu-


140

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

yurun ve bir şeyler yiyin.” dedi. “Kocanız evde mi?” diye sordular. “Hayır,” dedi kadın, “Dışarıda”. “O zaman giremeyiz!” dediler. Akşamleyin kocası eve geldiğinde kadın onları ona anlattı. Kocası, “Onlara eve geldiğimi söyle ve eve davet et.” dedi. Kadın dışarı çıktı ve yaşlı adamları eve davet etti. “Biz bir eve beraber girmeyiz.” dediler. Kadın “Neden?” diye sordu. Yaşlı adamlardan biri “Onun adı Zenginliktir.” dedi, arkadaşlarından birini göstererek ve bir diğerini göstererek: “Onun da adı Başarı, bende Sevgi’yim.” Sonra ekledi: Şimdi eşinle konuş ve hangimizi evinize davet edeceğinize karar verin.” Kadın eve girdi ve olanları kocasına anlattı. Kocası çok sevindi. “Ne kadar harika. Zenginliği davet edelim, gelsin ve evimizi zenginlikle doldursun.” Kadın, “Neden Başarı davet etmiyoruz?” diye sordu. O sırada onları dinlemekte olan kızları, “Sevgiyi davet etsek daha iyi olmaz mı?” diye sordu. “O zaman evimiz sevgiyle dolar.” Adam, Bence kızımızın tavsiyesine uyalım. “Dışarıya çık ve Sevgi’yi davet et. Sevgi bizim misafirimiz olsun” dedi. Kadın dışarıya çıktı, Sevgiyi seçtiklerini söyledi ve Sevgi’yi evlerine davet etti. Sevgi kalktı ve eve doğru ilerlemeye başladı. Diğer iki arkadaşı da kalktı ve onu takip etti. Kadın büyük bir şaşkınlıkla “Ben sadece Sevgi’yi davet ettim. Siz neden geliyorsunuz?” diye sordu. Yaşlı adam cevap verdi. “Eğer siz Zenginlik veya Başarıyı davet etmiş olsaydınız, diğer ikimiz kalacaktık ama siz beni (Sevgi’yi) davet ettiğiniz için ben nereye gidersem Başarı ve Zenginlik de benimle birlikte gelir!” dedi. Bizim Türkiye’ye getiren ana vatan tutkusu, Türklük ve insan sevgimizdir. Suriye sınırını ağlamadan geçen afacanlar da aynı sevgiyle geliyor Türkiye’ye. Aralarında Kürt çocukların da olması hiç de önemli değildir. Onların, hepimizin ana vatanımız Büyük Türkiye olacaktır.


Makale ve Analizler - 2015

141

İman ve İnkâr

Tunay Şen-17.Haziran.2015

İman ile küfrün mücadelesi neredeyse insanlık tarihi kadar eskidir, esasen fıtratı gereği akılla donatılmış insan dünyanın hakimi olsa da bazen çok basit bir şeyi algılamaktan ve anlamaktan çok acizdir, bazen hased bazen kibir bu algılamayı geciktirir hatta bazen de tümüyle anlamaya mani olur. Kur’an-ı Kerim’de anlatıldığı üzere Nuh (as) hazırlıkları bitirmiş gemisini inşa etmiştir, aldığı vahi gereği yeryüzündeki hayvanlardan çifter çifter gemiye bindirmektedir, inananları da yolculuğa hazırdır, oradan geçmekte olan oğluna son defa tebliğ eder ki “Oğulcuğum gel sen de kurtul” der, oğlu da “merak etme baba ben yüksek bir yere çıkar kurtulurum” cevabını verir. İşte iman ile inkar arasındaki yaman çelişki böylece ortaya çıktı, bu nasıl bir aymazlık ve kibirdir ki insan babasına dahi inanmaz, ahiretini ve dünyasını böylece karartır. Şeytan aleyhi lain nasıl bir vesvese ile Nuh (as)’ın oğlunu böylesi bir inkara sürükleyebilmiştir. Mevlana ne güzel söylemiş “yürü kalk bir Allah (cc) dostu ara bul ki Allah’a (cc) sen de dost olasın” Maalesef ki Yaratcısını anlamada insanoğluna sadece aklı her zaman yetmez, “fikir” de gereklidir. Fikir olaylar ve objeler arasında muhakeme yeteneğinin olmasıdır, akıl ve fikir birlikte olgunlaşmış olmalıdır, birinin eksikliği diğerini de zayıflatır, akıl objeleri ve özelliklerini iyi tanırsa muhakeme etmesi de isabetli olacaktır. İşte bu muhakeme yeteneğine fikir diyoruz, akıl ve fikir ilişkisini anlamak için en iyi örnek, pahalı yükler taşıyan bir kervanı gözünüzün önüne getirin birbirine bağlı tek sıra olmuş yüzlerce deve. İşte bu develere akıl dersek en önde kervanı salimen götüren yolu bulan kısa boylu merkepte fikirdir. Akıl ve fikir ikilisinin uyumlu çalışması ile ilim ortaya çıkar, ilim de yine tek başına yeterli değildir, yanında mutlaka olmazsa olmazı irfan gereklidir, irfansız ilim sakıttır, eksiktir, bir örnekle açıklamak gerekirse bir üniversitenin ilim erbabı üst düzey bir profesörü ahlaksızlıktan yakalanır ve görevine son verilir, ilim sahibidir ama irfan sahibi değildir. Bu batıda bilinen bir tabir ve terim değildir, onlara sorsanız İrfanı Ahlak’la açıklamak isterler, fakat Ahlak yediden yetmişe herkese gerekli olan faydalı bir kuraldır. İlim sahiplerinden beklenen erdem ve ahlaka İrfan diyoruz, son söz ; irfansız ilim hep güdük ve eksiktir. Fakirler hayatlarını idame ettirebilmek için olsa gerek fikir etme yetenekleri çok daha gelişmiştir, keza Peygamber efendimiz zamanında da fakirlerden iman edenler Efendimizin çevresinde adeta bir halka oluşturmuştur. Zengin müşrikler haber gönderip etrafındaki yoksulları dağıtırsan bizde gelir sana biat ederiz diye kibirlerini ortaya koymuşlardır, Rahmet Peygamberi (sav)’nin böyle bir ayrıma te-


142

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

vessül etmeyeceğini sonradan anlamışlardır, kibir, fikr etmenin önündeki engellerden biridir. Peygamber Efendimiz (sav)’in, ölüm döşeğindeki amcası Ebu Leheb’e neden iman etmediğini sordular, çünkü artık aşikar olmuştu ki Efendimiz Muhammed Mustafa (sav) hak din İslamın peygamberiydi, Ebu Leheb açık sözlüdür, cevabı “iman edeceğim ama Kureyşin kadınları Ebu Leheb korktu da iman etti diyecekler” olmuştur, burada Ebu Leheb’in muhakeme yeteneğinin zayıflığına dikkatinizi çekmek isterim, Kureyş kadınlarının ne diyecekleri uğruna ahiretini heba etmiştir. Allah (cc) cümle Ümmet-i Muhammed’in inananlarını kibirden muhafaza buyursun inşallah.Amin. Değerli Müslümanlar bir mübarek Ramazan ayına daha hep birlikte hazırlanıyoruz, Ramazan ayının bize getirdiği güzellikleri fırsat bilip dört elle hayıra ibadete sarılmalıyız, gündüz oruçla pişen, olgunlaşan müminler gece de teravihle gönüllerini şenlendireceklerdir, bu hallerinde esasen melekuta bir yaklaşım vardır. Kadim Hindistan’da İslamın en parlak günlerini yaşayan Nakşibendi cemaatinin mensupları Şeylerine gelerek, günlerce aç kalıp pek az şekerli suyla beslenen Hindu Yogoların keramet gösterip havada uçtuğunu taraftar topladıklarını anlatmışlardır, Şeyh Efendi kuşlarında havada uçtuğunu bunun çok makbul olmadığını ibadet ve takvanın müslümanlar için önemine işaret etmiştir, gerçektende Osmanlı zamanında ilim ehli gidip bu Hindli Yogoları yerinde incelemiştir, bir hücreye çekilen sadece kemikleri kalmış bu zavallı insanlar, dünya zevkleri ve yemeden içmeden uzaklaştıkları oranda da doğa üstü güçlere sahip olmuşlardır, duvarı delip geçene rastlandığı bile rivayet edilir, fakat yukarıda da anlatıldığı üzere maksadımız, Rabbimize ibadet ve taat esas olduğundan yüce dinimiz bu tip işlere kıymet vermemiştir, mucizeler kıt imanlı insanların işidir de denilebilir, veya inanmaya gönlü olmayan insanların bahaneleridir. Peygamber Efendimiz (sav) mübüvvetini ilan ettiğinde inanmak istemeyenler hemen bir mucize getirmeli değilmiydi diyerek inananlara da bir şüphe vermek istemişlerdir, esasen mucize görseler bile inanmayacaklardı, insan fıtratını en iyi bilen Yüce Rabbimiz iki gün üst üste oruç tutmayı yasaklamıştır ki inananlar ibadete kuvvet bulsun. Hatta bütün bir seneyi de oruçla geçirmek de yasaklanmıştır, efdali bir gün oruç tutmak bir gün yemektir, aşırılık dinimizce hoş görülmemiştir, Diğer dünya zevklerini de Ramazan’da terk eden müminler melekut alemine yaklaşmışlardır, Bayram da keza Ramazanın ve üç ayların tacı ve süsüdür. Hasretler giderilir, barışmaya vesile olur, bir sevinç sarar her yanı. Allah (cc) oruçlarımızı kabul buyursun, işlerimizde kolaylıklar ihsan etsin inşallah, dünyada ezilen bütün müslüman kardeşlerimiz için de dualarımızı ve çabalarımızı eksik etmeyelim inşallah. Hayırlı Ramazanlar. Tunay Şen. 18.06.2015


Makale ve Analizler - 2015

143

Bir Varmış, Bir Yokmuş

Filiz Soytürk-18.Haziran.2015

Konu: Masallarımızla yöneltilen dikenli eleştiriler Masallar çocuklara hitap eden, eğlendirmek ya da öğüt vermek amacıyla yaratılmış tamamen hayali, çoğu kez uzun bir hikâye olarak sunulur. Kısası makbuldür. Masallarda dağlarımızdaki canlı ya da cansız varlıklar insanlar gibi düşünür, konuşur, kimi defa tanrılarla insanların bir araya geldiğinde güç simgesi olan yöneticilere açık veya üstü kapalı eleştirir ya da yaptıkları işlere itirazlar yönetilir. Bizim de kullandığımız eğitici öykülerin ne zaman doğdukları bilinmez. Eski Yunan devrinde en zeki masalları köleler icat etmiştir. Ve eski eserlerdeki masalları anlatanlar hep Rodoplu, Trakyalı ya da Deliormanlıdır. Masalcılar espri ve zekâ ile birçok şeyi etkileyip değiştirmeyi başarmıştır. Her masal iki parçanın bir araya gelmesiyle oluşur. Bu parçalardan biri masalın bedeni öteki canıdır denebilir. Beden masalın kendisi can ondan çıkan derstir. Şimdi 4 masalı analiz edelim: Kediyle Tavuklar Kedinin biri komşu çiftlikte tavukların hasta olduklarını duymuş, doktor kıyafeti giyerek ziyaretlerine gitmiş. Çiftliğin girişinde tavuklara hal hatır sormuş. “İyiyiz,” diye cevap vermiş tavuklar. Hatta sen buralardan uzaklaşsan, daha da iyi olacağız.” Bu masal kurnazların aklı başında olan insanları asla kandıramayacağını vurgulamak istiyor. Masaldaki kurnaz, örneğin Ahmet Doğan olabilir. O, 1985’te, sözde Sofya’daki Bilimler Akademisi Felsefe Fakültesi’ndeki görevini elinin tersiyle itti. Dobrucaya gitti, köylülere “isimleriniz değiştirilmiş, nasılsınız, bu iş için gerekirse birlikte mücadele ederiz,” diyerek Necmettin Hak ve arkadaşlarının Dobriç’e bağlı Baraklar köyünde kurduğu Bulgaristan Türkleri Milli Kurtuluş Hareketi’nin başına geçti, hareketi ele geçirdi, hedefinden saptırdı ve sonunda kurucularına ve halkımıza karşı bir silah olarak kullandı.”


144

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bundan 10 yıl önce halkımız akla karayı seçti ve Ahmet Doğan’a “sen buralardan uzaklaşırsan, daha da iyi olacağız,” dedi. Adamla Tilki Kötü bir adam komşusunun tarlasını çok kıskanıyormuş. Ona zarar vermek için bir tilki yakalamış ve kuyruğuna yanan bir çıra bağlayarak ve komşusunun tarlarına salmış. Kuyruğu tutuşan hayvan can havliyle istenilen yere gideceğine ters istikamete doğru koşmaya başlamış ve kötü çiftçinin tarlarına dalarak tamamen yakmış. Masal kötü insanların çoğu kez tasarladıkları kötülüğün kurbanı olduklarını vurguluyor. Örneklersek, Ahmet Doğan Bulgaristanlı Türk, Pomak ve Romanları tamamen kapalı mekânlarda izole etme planları yaptı. Adına “Bulgar Etnik Modeli” dedi ve en sonunda kendisi bir mekana kilitlendi, dışarı çıkamıyor, halkla görüşemiyor, kimseyle selamlaşamıyor. Bizim için düşündüğü kötülük, kabak gibi kendi başına patladı. Yani onun tarlası yandı. Avcıyla Keklik Bir avcı beklemediği misafirine ikram edecek başka bir şey bulamayınca evcil kekliğini kesip pişirmeyi düşünmüş. Avcının niyetini anlayan keklik yalvarmaya başlamış, “Ne olursun, beni kesme! Onca zamandır sana hizmet ediyorum. Ava çıktığında seninle kuşları şaşırtıp sana getiriyorum. Unuttun mu?” demiş. “Hayır, unutmadım, tersine senin soydaşlarına karşı acımasızca davranman bana yol gösterdi,” diye cevap vermiş avcı. Bu masal kendi soydaşlarına ihanet eden bir insanın herkes tarafından dışlandığını vurgulamak istiyor. Bizde bunun örnekleri Bulgar gizli servisi “DS” lehinde Pomaklara, Türklere ve Romanlara karşı etnik mensubiyet, anadil, öz kültür, din, adet, dini bayramlaşma ve benzeri konularda hafiyelik yapanları eleştirerek kınamak ve yüzlerine tükürmek için vardır. Bizdeki gizli hafiyelerin toplam sayısı öncellikle 1984 - 1989 döneminde 3 016 kişiyi bulmuştur. “Evcil keklik” bizim lehçemizdeki “möre” halkın arasına sokularak hafiyelik yapan ve insanlarımızın başına hapislikten ve sürgünlükten başlayarak 500 bin kişinin Vatan toprağından sökülüp atılmasına kadar, milyonlarca insanın geçimsiz bırakılmasına kadar çok ağır sonuçlar vermiştir. Masalda vurgulanan nokta ise, avcının yani hafiyenin iplerini elinde tutan polisin zamanın geldiğinde müzevirin gözyaşına asla bakmadığı gerçeğidir. Bizde Türklere karşı hafiyelik yaparak kötülükte bulunma çirkefliğinde baş hafiyeler Ahmet Doğan ile Lütfü Mestan’dır. Duvarla Çivi


Makale ve Analizler - 2015

145

Duvar onu delip içine giren çiviye seslenmiş. “Hey sen! Neden o kadar çok canımı acıtıyorsun? Sana ne yaptım ki?” “Benim suçum yok. Kabahat beni itende,” diye cevap vermiş çivi. Çivinin kendini haklı çıkarmaya çalışması, bizim Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) yöneticilerinin onları dalavere yapmaya, halkı kör cahil ve bilgisiz bırakmayı gizleyenlere benzemiyor mu? Onları sır perdesi ardından yönetilen birileri var hep, onlar iplerinin kimin elinde olduğunu biliyorlar, ama gizliyorlar, bunları halka söyle(ye)miyorlar. Aynısı, çivinin onu duvara kakanın çekiç, keser, tokmak veya balyoz olduğunu bildiği gibi. Çivi olmaya razı olan yani anan, muhbir, hafiye, müzevir olmaya razı olan tokmağın çilesine katlanmak zorundadır, bir gün gelip halk onu çürütene ve çıkarana kadar...

Ne Olmasaydı HÖH Olmazdı?

Şakir Arslantaş-19.Haziran.2015

ler

Konu: Sis perdesi ardında gün ışığı bekleyen gerçek-

Kanımca sorunların sorunu budur. 4 yıldan beri yazıyoruz ama daha bu boyuta inemedik. 1978 - 1990 arası Bulgaristanlı Türk ve Müslümanlar kendi politik partilerini kuramamıştı. 1990’un 4 Ocak günü bir parti kuruldu ve daha kurulduğu gün Ulusal Politik Hareket oldu. Buy analizi çok derin yapıp gerçeği diş hekimi kerpeteninin ucunda çürük bir diş kökü gibi çıkarmak gerekir ki, çok zor bir iş. Çünkü Hitler Nazilerinin Yahudileri yakmazdan önce Wansee Kurultayı’nda özel karar aldıkları gibi, bizim için ve özellikle de HÖH - DPS partisinin kurdurulması için alınmış özel kararlar olması gerekir. Bulgar politikacılardan Alman faşizmini en derin inceleyen ve Bulgar totalitarizmi ile kıyaslama yaptığında yazdığı esere “Faşizm” başlığını atan Prof. Dr. Jelü Jelev bizi ilgilendiren sorunlara yanıt vermiyor. Çünkü yine aynı boyutta


146

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

düşünmeye devam edersek “Hitler bir iş kazası değildir.” diye yazabiliriz. Hitlerin “yolunu açan”, “ona akıl hocalığı eden” biriler vardı. HÖH partisinin kurucusu olarak ünlenen Ahmet Doğan’ın sadece Bulgar dizli polisi “DS” muhbirliği böyle bir hareketin kurulup gelişmesine yeterli olabilir mi? Adolf Hitlerle ilgili değişik kitaplar okuyanların dikkatini şu sözler çekmiş olmalı. O, çocukluğu hakkında şöyle der: “İnsanlar benim gerçek kimliğimi hiçbir zaman öğrenmemelidirler. Benim nereden geldiğimi ve aile geçmişimi hiçbir zaman bilmemelidirler.” Adolf Hitler,1930. Bulgar halkından diktatör Todor Jivkov’un babasının Osmaniyeli (Botevgrat) bir burkucu şopar olduğu da gizlenmişti. Ahmet Doğan’ın gerçek babası da 50 yıldan beri en büyük devlet sırrı gibi gizleniyor. O, çocukluk yıllarında Türk gençler arasına sokulup orada ısınabilmek için babasının “Türkiye’ye kaçtığını” söylemiştir. Ne var ki, (şoparın) Ahmet Doğan’ın babası Türkiye’de değildir. Bugün Bulgar devleti tarafından yiyip içirilen, bir evde kapalı kapılar ardında tutulan, halk arasına çıkmayan, Türklere, Pomaklara ve Romanlara gösterilmeyen, sıkı korunan bir HÖH fahri lideri konu ediyoruz.Bilinmeyen bir Ahmet Doğan’ı konu etmek zorundayız. Bu kişinin Bulgaristanlı Türklerin, Pomakların ve Roman nüfusun başına ne kadar büyük belalar açtığını dikkate aldığımızda, gerçeği görebilmemiz için geriye bakmak zorundayız. Olayın arkasında İsim değiştirme ve Bulgarlaştırma süreci vardır. Şimdi siz, isimlerimiz değiştirilmeseydi ve baskı ve terör rejiminde çeki çekerek yaşamaya zorlanmasaydık Ahmet Doğan falan olmazdı, o zaman HÖH (DPS) de kurulmazdı, diyeceksiniz biliyorum. Fakat isim değiştirme ve kimliğimizi yok ederek bizi Müslüman ve Türk’ten Bulgar ve Hıristiyan’a dönüştürme süreci çok daha gerilere dayanıyor. Ve önemli olan bu niyetin, hedefin, bu uğraşının ardında yani sis perdesinin ardında hala açıklanmayan bir gizli kötülük merkezi olup olmadığıdır. Bu olaya Hitler’in yaşamı açısından baktığımızda, orada “Pe Mason Locası”, AMORC (Mystical Order of Rosy Cross) gibi Okült yani “Synarchie” (Devlet Egemenliğine Ortak Baskı Grubu) yapılarıyla Alman devletinin iktisadi, siyasal, toplumsal, tarihsel ve kültürel gelişimlerine müdahale edilmek ve onları kendi istekleri doğrultusunda yönlendirebilmek arzusundadırlar. Bunu Bulgaristan’da Türk dilinin, Çingenecenin, Pomakların özgün lehçelerinde konuşmalarının ve spesifik kültürleriyle yaşamalarının sınırlandırılarak yasaklanmasında açıkça görüyoruz ve bu süreç artık neredeyse 70 yıldan beri devam ediyor.


Makale ve Analizler - 2015

147

Birkaç noktaya bir daha bakalım: Hitler iktidara gelince kendi karanlık geçmişiyle ilgili bilgilere sahip olan herkesi öldürtmüştür. Ahmet Doğan da dedesini yakın tanıyan Kırım Tatarlarının Türkiye’ye göç etmesine vesile yaratmış, onları Dobruca’dan, Bulgaristan’da fazla gürültü kaldırmadan kovdurmuştur. Ahmet Doğan’ın dedesinin (Hüseyin dedesi) birkaç koyun güden bir köy çobanı olarak “Sosyalist Emek Kahramanı” ödülüyle mükâfatlandırılması da düşündürücüdür. Bir köy çobanı ne yapmış da sosyalist emek kahramanı olmuştur? Çünkü bu “kahramanlığın” ardında ayda 200 leva devlet maaşı vardır ki. Ahmet Doğan’ın Hüseyin dedesi bu maaşı her ay aldığı halde torunu Ahmet neden “sefil” bir köy hayat yaşamıştır, neden “evden kaçmak”, “Vladislavovo şişe cam okulunda yatılı ve burslu okumuştur?” Çünkü o yıllarda Bulgaristanlı bir tarım emekçisi ayda 50-60 levadan fazla kazanmıyordu. Yoksa 1856 Kırım Savaşından sonra Kara Deniz kıyısı boyunca Romanya üzerinden Dobruca’ya yerleşen ve ikide bir köy değiştiren bu soy devamlı izleniyor muydu? Daha önceden Ruslar tarafından belirlenmiş olup, Kırımdan göçten sonraki 3. Kuşak olan Ahmet’in soyu Rus dış casusluk örgütü (KGB) tarafından ele geçirilmesi bir gerçekti. Öyleyse Hüseyin dedesine verilen 200 leva avanta çoban maaşı da uzun bir planın küçük bir halkasıydı. Yine öyleyse, Ahmet Doğan’ın 1988 yılında Pazarcık Cezaevi’nde bulunduğu sürede, çok sık olmak üzere siyah bir “Volga” araba onu cezaevinden alınıp Rodop Dağlarının bağrında bulunan Smolyan Balkanındaki Rus sayfiye merkezine götürdü. Rus ajanı olduğuna dair resmi evrakları resmen orada imzaladı. Bu görüşmelerin hangi günler yapılacağını önceden bilmeyen Bulgar istihbaratı Ahmet Doğan’ı diğer mahkûmlarla birlikte İhtiman Demir Döküm Fabrikasına işe götürmese de, usta dökümcü olarak her gün işte olduğu belgeleniyor ve ay sonunda maaş ödeniyordu. Dedesi “sosyalist emek kahramanı maaşı” alan Ahmet kendisi de aynı kanaldan maaş aldı ve sustu. O olayları Sayın Necmettin Hak’ın bir Bulgaristanlı Türk mücadele önderi olarak neden anlatmadığı, “ne için herkes kendi işini kendisi bilir!” deyip gerçekleri sis karanlığından çıkarma davasına yardımcı olmayı kabul etmediği de anlaşılır gibi değildir. Çünkü o KGB tarafından çok daha önceden kiralanmış da olabilirdi. Hatta KGB istasyon şefinin onu Sofya Merkez Cezaevi’nde birkaç defa ziyaret ettiği biliniyor. Bu diplomat ziyaretleri Bulgaristan Türk mahkûmlardan hiç birinin dikkatini çekmiş olamaz mı?


148

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Çekmişse herkes neden susuyor ve ne zamana kadar susulacak? Susmanın kime faydası var? Dünyanın değiştiğini gören, Bulgarların dönekliğini de bilen, KGB Bulgaristan’dan vaz geçmek istemiyordu. Bu iş için ona (KGB’ye) Bulgar soyundan olmayan bir “kişi” lazımdı. Kırım Tatar soylarından gelmiş olan Ahmet’in soyu ve geçmişi buna en uygundu. Dedesine verilen 200 leva “kahraman” maaşının ödenmesinde arka dayak olmuşlardı. Bu paralar uzak hedefli kılıfına uygun bir avanstı, ön yatırımdı. Rusya’nın stratejik planında, bu işte ülkedeki etnik ve dini azınlıkları yeni koşullarda Bulgar toplumu içinde frenleyici tümör olarak yaşatmak önemli bir halkaydı. Bulgaristan’ı çöküşe zorlamak, Bulgarlara “ya bizimle olursunuz ya da yok olursunuz” diyecek olanların dilinin altında gizlenen buydu. Daha sonra Bulgar ırkının 2053’te yok olacağı, son Bulgarin da aynı yıl gömüleceği istatistikleri hep aynı hedefe hizmet olsun diye yayınlandı. Ahmet Doğan bu yayınlara tepkili değildi. “Vur kafasına gelsin aklı!” mantığıyla hareket eden Moskova, bugün Bulgaristan’la olan ticaretini sıfırladı, “Güney Akımı” da Bulgar coğrafyasından geçirmiyor. “Belene” AES kurulmayacak. Rus turistler de rota değiştirdi vs.vs. Ne bekleniyor: Ahmet Doğan’ın KGB ajanı olarak kod adı henüz açıklanmadı. Yeni dosyası da tamamen gizli! Totalitarizm döneminde Bulgar gizli politik polisi VI. Şubesinin 4. Amirliği’nde Albay olarak görev alan ve Türk Masasını yöneten Bojilov 4 ciltlik araştırma anı eseri yayınladı. Rodoplar’ın göbeğindeki o Rus İstihbaratçıların gizli Dağ Evinde Rus İstasyon şefleri ve Büyükelçilik görevlileri ile Ahmet Doğan arasında 1989 - 90’da yapılan gizli görüşmelerin “böcekler” ile kayda alındığını ve halen açıklanmadığını, derin devlet sırrı olduğunu yazdı. Ne zaman yayınlanacak kimse bilmiyor! Bir soru sormak istiyorum. Bulgaristan devleti bu kirli ve iğrenç oyunlarla çöktüğünde, o “böcek” kayıtları ne işe yarayacak!? Faydası kime dokunacak? Aynısı Hitlerin “gizli not defterleri gibi” derin devlet sırrı olduğundan yayınlanmıyorlar. O, Almanya çökeli 26 yıl oldu. Bu işin sırrı mı kaldı? Ahmet Doğan bugün hala perde arkasından destekleniyor. Bu açıdan bakıldığında Ahmet Doğan bilinmeyen bir kişidir ve çok tehlikelidir. Yalnız Türkler ve Pomaklarla Romanlar için, Bulgaristan’da İslam için değil, Bulgar devleti ve halkı için de o çopk büyük tehlike oluşturmaya devam ediyor. Bu bakıma, onun dosyasının köpeklere atılması anlam taşımıyor, çünkü işler artık başka boyutta dönüyor.


Makale ve Analizler - 2015

149

10 cilt hain dosyasının açıklanmasına ve birkaç Bulgar yazarının Doğan’ın Türklere ve Müslümanlara ajanlığı konusunda birkaç kitap yayınlamasına karşın, perde arkasındaki gizli örgüt henüz açıklanamadığı için tehlike bulutları kararmaya devam ediyor. Doğan’ın en tehlikeli faaliyetlerinin Bulgar devletinin ve Rus dış istihbaratı KGB’nin “derin devlet” arşivlerinde gizlendiğine inanıyorum. Esefle yazıyorum ve sözümü “Göldeki ve Kurbağalar” fıkrasıyla bitirmek istiyorum. İki kurbağa yaşadıkları göl kuruyunca kalacak başka bir yer aramaya başlamışlar. Bir kuyuya yaklaştıklarında biri hiç düşünmeden içine atlamalarını önermiş. Diğeri ise, “Kuyunun suyu da kurursa nasıl çıkarız oradan?” diyerek onu durdurmuş. Bu masal insanların olayları her açıdan düşünmeden karar vermelerinin doğru olmadığını vurguluyor. Eminin Ahmet Doğan’ın şu KGB ajanlığı gölü yakında kuruyacaktır ve ona aman kendini kuyuya atma diyecek bulunmaz! Olayların yeni mayalanışı bu yöndedir! Ne olmasaydı HÖH (DPS) olmazdı sorusunun cevabını siz de buldunuz değil mi? Bulgar gizli servisi “DS” ve Rusya Dış Casusluk Örgütü KGB olmasaydı HÖH olmazdı. İkinci şık da var. Onu da siz bulun lütfen.

Azerbaycan Çırası

Rafet Ulutürk-20.Haziran.2015

Büyük dostluklar ebedidir. Önce, bu uluslararası Bulgaristan - Azerbaycan - Türkiye ilişkileri Konferansımızda bizleri bir araya getiren Bilim Kurulu Başkanlığımıza ve üyelerimize; foruma ev sahipliği yapan Bayrampaşa Belediye Başkanımız Sayn Atila Aydıner’e önce teşekkür ederim. Sayın dostlar, Sayın Azerbaycanlı konuklar, Sayın Kaymakamım, Sayın Belediye Başkanlarım, Sayın Milletvekillerim ve en başta doğum gününü birlikte kutlamak için bizi bir daha buluşturan, şanlı yaşamıyla yiğitlik destanı yazan, Tür


150

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Dünyasının ve Can Azerbaycan’ımızın Milli Kahramanı ve dünyaca adalet davamızda hepimizin de kahramanı olan Sayın İbad Hüseyinli kardeşim. Değerli bilim dünyası temsilcileri, Kıymetli STK Başkanları ve yöneticileri, Sayın basın mensupları, değerli katılımcılar, çok değerli üyeler ve misafirler. Hepiniz Hoş geldiniz! Şeref Verdiniz! Değerli dostlar, bir çıradan ateş olur, o ateş bütün dünyayı ısıtır - diyenler ne kadar haklı! BULTÜRK -Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği ile Bakü’de başlayan “Gittik, gezdik gördük, soykırım mezarlığına çelen koyduk, kahraman heykellerini çiçeklerle donattık, Bakü, Kuba, Tovuz ve Gence bizi mesth etti” dönemi geçti, karşılıklı dostluğumuzdan Bulgaristan - Azerbaycan - Türkiye ilişkileri uluslararası sosyolojik boyuttan işte bu konferans doğdu. Azerbaycan’a sevgi ve takdir, Azerbaycan’ın İlham çırası, gönül ateşi binlerce kalbi alevlendirdi, ruhları aydınlattı. İki hafta önce ebedi Azerbaycan Ateşi bir de, Avrupa Olimpiyatlarında parladı. O an hepimiz daha önce hiçbir zaman gururlanmadığımız kadar gururlandık, gönlümüz övgü ve kıvançla doldu, doldu ve rahmet taştı. Türk benliğini, Türk ve İslam dünyasını ve de Yaşlı Kıtayı alabildiğine kucaklayan bu içten dostluk, kardeşlik ve spor dallarında yarışma hevesini bu denli yükseklere kaldıran Azerbaycan halkına, çağdaş Azerbaycan devleti kuran Haydar Aliyev’e, zeki ve bilge önder İlhan Aliyev’e ve ekibine çok büyük bir teşekkür borçluyuz. Olmayan yerde yoktur! Olan yerde boldur! Var olan yerde herkese yetecek kadar vardır. Bu sözlerin derin anlamında, Azerbaycan’da yalnız petrol ve doğal gaz değil, öncelikle tüm dünyaya yeni bir medeniyet ışığı verecek kadar büyük bir aydınlık ocağı var olduğu işareti gizlidir. Zeus’tan çalınan ebedi ateşi Prometeus Kafkaslara taşımadı mı? Asya bozkırlarında atları evcilleştiren atalarımız Hazar’ı aramadı mı? Dünyaya yetecek enerjiyi Azerbaycan halkı Hazar Denizi altında bulmadı mı? Güneş ışık ve enerjisini her sabah dünyaya bahşederken ne kadar adaletli ve cömertse, Azerbaycan halkı da aydınlık çırasından ışık isteyenlere aynı cömertlikle davranmıştır. Biz Bulgaristan Türkleri, 1878’de Osmanlı’dan koparılınca devletsiz kaldık, yeni iktidarlar 1945’lere kadar eski irfan ocaklarımızı tamamen söndürdü. Lise ve yüksekokulları hayallerimizden bile silindiğinde, köy okullarında öğret-


Makale ve Analizler - 2015

151

menlik yapacak kadromuz bile kalmadığında, karanlığın bu denli zifiri olduğu bir dönemde, ruhumuzda Azerbaycan nuru yandı. Bakü’den gelen BİLGE hocaların, doçent ve profesörlerin öncülüğünde ve yardımıyla Kırcaali, Razgrad, Şumen, Ruse ve Sofya’da pedagoji okulları açıldı. Sofya Üniversitesinde 4 fakülte Türkçe tedrisata başladı. Bulgaristan birden bire aydınlandı. Şumen Dram Tiyatrosu’nda Azerbaycan piyesleri sahnelendi. Bülbül oğlunun şarkıları gönüllere girdi. Gençler Nizami’yi Türkçe ezberlemeye koyuldu. Kızlar - Şirin, oğlanlar ise - Ferhat oldu. Yaşlılarımız dünyaya Fuzuli gözüyle bakmaya başladı. Bulgaristan Türkleri 1953’te birden bire Azerbaycan’a sevdalandı. Daha önce böyle bir aydınlık, böyle bir sıcaklık ve perspektif görmemişlerdi. Bizlerde, yani Bulgaristan’da Azerbaycan çırası böyle yandı. Türk kardeşliğinin sembolü, geçmiş ve geleceğimizi birleştiren ateş oldu. Eğer bugün Bulgaristan Türkleri edebiyatından, modern çizgileri olan özgün bir etnik kültürümüzden, Türk kimliğimizin varoluşundan söz edebiliyorsak, bugün çok çok büyük ölçüde 1950’lerde ülkemizde Türklük çırası yakan Azerbaycanlı aydınlara borçluyuz. Kendilerine bugün de teşekkür ederiz. Bu vesileyle, son çeyrek asır çalışmalarıyla Özgün Azerbaycan-Türk kültürünü çağdaş dünya uygarlığına başarıyla dâhil eden, bu bakıma Müslüman dünyasının öncüsü olan, gelenek ve göreneklerimizi yaşatan, emsalsiz Hazar Kültürünü her zamankinden daha fazla koruyan bugünkü Azerbaycan devlet yönetiminin bu başarılarını en içten kutluyorum. Türk tarihini yaşatmak; Türk geleceğini birlikte kurmak ve büyütmek; yeni dünya halkları medeniyetinde renk olmak, hepimiz için kıvançtır. Yine bu anlamda olmak üzere, aydın Türk ve Müslüman yaratma davasına hizmet ederken, 1953’te ülkemize gelip sınıf odalarımıza giren Bakülü, Tovuzlu, Gencel’i öğretmenler halkıma “Öğrenmenin başı olan, sonu olmayan bir uğraşı” olduğunu öğretirken, Türk âleminin de sonsuz bir derya olduğunu, yalnız her sabah pırıl pırıl olan güneşin değil, insanlığa ait tüm bilgilerin ve aydınlığın, medeniyetin, insanlığın ve hoşgörünün, cömertliğin de Doğu’dan doğduğunu ve herkes için var olduğunu bizlere öğrettiler. Biz, Omar Hayyam Hafız, din kurallarına paralel dünyayı çözme ve yönetme yöntemleri olduğunu onlardan öğrendik. Bulgaristan Türkleri öz sanat ve edebiyatlarını onların öğrettiği yazı dilinde ve Latin alfabesiyle kaleme aldık. Öz tarihimizi Türkçe yazdık. Türk olarak örgütlendik, aydınlandık, daha sonraki totaliter yasaklar döneminde, baskılara rağmen, Azerbaycan aydınlarının bizde yaktığı çırayla adalet ararken ayaklandık, asla yılmadık, kimseye el


152

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

açmadan dirilmeyi başardık. Azerbaycanlı aydınlar bize “muhtaç olduğumuz kudretin damarlarımızda mevcut olduğunu gösterdiler.” Biz onlara inanmıştık, inanıyoruz. Kendilerine buradan bir daha sonsuz teşekkürlerimizi iletiyoruz. Sayın dostlar, bizim Bulgaristan Türkleri bugün de sizlerin ebedi ateşinize ihtiyacımız var. Hem aydınlanma, hem de ısınma bakımından, size gereksinim duyuyoruz. “Evro-vizyon” yarışlarına Bakü’de katılmak, Olimpiyat hazırlıklarını birlikte yapmak, TANAP gaz boru hattından Bulgaristan’a da gaz almak sanki yeterli değil. Azerbaycan halkının başka bir tarihsel fonksiyonunuz, öz göreviniz de var ki, onu birlikte gerçekleştirmemiz gerekiyor. Önce halklarımızın birbirini daha yakından tanıyabilme kapısını sonuna kadar açmamız zorunlu oldu. Birbirini tanımayan insanlar birbirine faydalı olamaz. Biz, soydaşlar son 26 yılda Türkiye’yi tanıdık, dünyamız değişti. Daha büyük Türk olduk. Bulgaristan’a Türklük taşıyanlardan birileri olduk – gazetelerimiz, elektronik yayınlarımız, kitaplarımız halkın sıcaklığını kazandı. İyi ve kötü günde birlikteyiz, birlikte bayram ediyor, birlikte hayal ediyoruz. Ortak davamızda sanki eksikliklerimiz var. Bulgaristan’da artık Azerbaycan filmi oynatılmıyor. Kardeş Azerbaycan yazarlarının raflardaki yerleri boş... Masallarınızı, öykülerinizi dinlemek istiyor çocuklarımız.... Azerbaycanlı sanatçıların eskiden olduğu gibi şimdi de Radyo efirini ve gönülleri doldurmasını bekliyoruz. Bulgaristan’da son 20 yılda sayın Prof. Dr. Elçin İskenderzade beyin eserlerinden başka Türkçe ve Bulgarca yeni eserlerinizi okuyamadık. Azerbaycan’ı tanıtan rehber kitaplara ihtiyaç duyuyoruz. Bunlar Bulgarca da olabilir. Bu etkinlikleri BULTÜRK aracılıyla gerçekleştirebiliriz. Kapımız Can Azerbaycan’a açıktır. 1950’lerde Şumen dram tiyatrosunda “Ferhat ile Şirin”i izleyenlerin torunları bugün de aynı piyesi görme arzusuyla yanıp tutuşuyorlar. Tarihi aydınlatan büyük halkların yeni ödevi, yılların yükünü taşımakta zorlanan eski kıta Avrupa şimdi de yeni ışık bekliyor. Beklenen petrol ve doğal gaz ışı ile birlikte manevi nurdur. Bu ödev artık ortak ödevlerimizden biri oldu. Ayrı ayrı yanan ama birleşince yanmayan Hidrojen ve Oksijen’ı parçalayıp yeni enerji kaynakları arayan-


Makale ve Analizler - 2015

153

lara selam olsun, en büyük ateş insanların gönlündeki dostluk ve kardeşlik ateşidir. Ve bu ateşi yaşatan bizleriz. Yüzyılda Amerika’da en fazla basılan ve okunan eser Mevlana Cellalettin Rumi’nin Mesnevî’si olduysa, 21. Yüzyılda Avrupa’da en büyük baskı sayısında çıkan ve en fazla satan eser neden Nizamî, Fuzulî, Hafız ve ya diğer Azerbaycan aydınlıkçılarımız olmasın. Onların incileri kalem ucundan deri sırtına döküleli 1000 (bin) yıl oldu ama ışığın eskisi ve yenisi olmaz. Azerbaycan çırası güneş ışığından bir parçadır. Yeni dönemde Azerbaycan’ın Avrupa kapısı Bulgaristan olabilir. Böyle bir ihtiyaç kapısı artık kapımızı çaldı. Türk Dünyasının Şah damarı olan Azerbaycan böylesi dev bir atılımın motoru ise Türkiye ve onun sevilen Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan olabilir. Bulgaristan Başbakanı Sayın Boyko Borisov’un bu gibi gelişme perspektiflerine olumlu bakacağına inanıyorum. Engin topraklara bir defa bol nur saçan bir halk, halkımız, biz Türkler el ele verip aydınlık, dostluk ve işbirliği çırasını bir daha yakmak zorundayız. Büyük işler hep 3 kişinin ortak eseri olmuştur. Bundan böyle de öyle olacaktır. Türkiye Azerbaycan ve Bulgaristan güç birliğinde bölgeyi dönüştürecek gücü herkes görebiliyor ve eylem bekliyor. Sayın dostum kardeşim İbad Hüseyinli ve Atilla dergisi sahibi Sayın Gülşen hanıma, bizi bu denli anlamlı ve perspektifli vesilelerle bir araya getirmeyi başardığı için sizleri kutluyorum. Bu konferansımıza gelip bizlere destek veren tüm katılımcıları kutluyor ve hepinize teşekkür ederim. BULTÜRK - Genel Başkanı - Rafet Ulutürk - Not: Konferans açılışında konuşma metni


154

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Tarih Yazan Kalem Ucu Halk Kahramanlarıdır

Dr. Nedim Birinci-21.Haziran.2015

Konu: Azerbaycan Konferansında konuşma Sayın dostumuz İbad Hüseyinli - önce hoş geldiniz! Güzel memleket Azerbaycan’dan selam getirdiniz! Geldiğiniz için teşekkür ederiz! Aramızda bulunmanız hepimiz için büyük bir mutluluktur. Sizinle kıvan ve övgü duyuyoruz. Sayın Belediye Başkanım, sayın misafirler, Bulgaristanlı değerli konuklar, kıymetli dostlar siz de hoş geldiniz. Türk dünyasının Efsane Kahramanı İbad Hüseyinli’nin 45. Yaş gününü böyle törensel bir ortamda İstanbul’da kutlamak, şerefli yaşamıyla yiğitlik destanı yazan kahramanla Azerbaycan - Türkiye - Bulgaristan üçlü uluslararası ortamında birlikte olmak, hakikatte çok anlamlı ve kıvan vericidir. Türk Dünyası büyüdükçe kaynaşıyor. Aynı ufka yöneldik! Omuz omuza yüceliyoruz. Tarihi yazan halklardır. Büyük tarihler büyük halkların eseridir. Osmanlı tarihi, Türk soylarının ortak tarihi olduğu gibi... Etnik boyları aynı olan halklar tarih içinde bir renk bütünü oluştururken birbirlerine yakınlaşıp kaynaştır veya serpilip farklı renkler gösterir. Bizim yakınlaşmamız güçlü bir süreç olarak derinleşiyor. Bizim örneğimizde, kardeş halkların geçmiş ve geleceği, özlem dokusu hep aynı oldu. Bugün Türkiye Azerbaycan kardeşliğinde, Bulgaristanlı Türklerin Türk dünyasından ayrılmaz kaynaşmış bir parça oluşunda, bunları görebiliyoruz. Birimizin zaferi, hepimizin ortak utkusudur. Birimizin kahramanı hepimizin Ortak Kahramandır. Sayın İbad Hüseyinli de, hem Azerbaycan, hem Türkiye halkının, hem Bulgaristanlı Türk ve Müslümanların, tüm Türk dünyasının ortak kahramanı, gururlandığı kahramandır. Onu anlatmadan Azerbaycan’ı, Azerbaycan’ı anlatırken de onun kahramanlıklarını anlatmadan olmaz. O yeni Azerbaycan’ın parlayan yıldızlarındandır. Yıldızlar karanlık gecelerde parlar. O da Azerbaycan halkının en karanlık ve en zor günlerinde, vatan savaşında, ölüm kalım kavgasında doğdu ve parladı. Bu bakıma, Azerbaycan’ı aydınlatan yıldızı Azerbaycan’dan ayırmak nasıl olanaksızsa, halkın kahramanlarını yücelterek sevmesine de asla mani olunamaz. Bugün işte böyle bir kahramanla birlikte olmamız, çok anlamlıdır. Çünkü tarih yazan kalem ucu - halk savaşçıları ve en zor günlerin ölümsüz kahramanlarıdır. Bu yüksek unvanın İbad Hüseyinli kardeşimize yeni Azerbaycan’ın ku-


Makale ve Analizler - 2015

155

rucusu, büyük önder Haydar Aliyev tarafından verilmesi ve vurgulanması özellikle büyük önem taşıyan bir olaydır. Daha da önemli olansa, aynı meşalenin Cumhurbaşkanı İlham Aliyev tarafından daha onurlu ve daha yüksekte taşınmasıdır ki, bunun son büyük örneği de geçen hafta sona eren Bakü Avrupa Hazırlık Olimpiyatlarıdır. Olaylara yine bu açıdan baktığımızda, Türkiye’de ve Bulgaristan’da da hayatlarını halk davasına adamış nice halk kahramanlarımız var. Yalnız 1984 - 1990 döneminde Bulgaristan’da 12 bin Türk sürgün edildi, cezaevlerinde ezildi, illegal mücadele verdi. Uyanan halkımız ayaklandı. Totaliter baskı ve zulüm rejimini devirmek isteyenlere öncü oldu, uyandırdı ve ayaklandırdı. Bu davamızda çok sayıda Kahramanımız şehit oldu . Memleketimizin köy ve şehirlerine dikilen kahraman anıtları önünde taze çiçek demetleri eksik olmuyor. Azerbaycan halkının yiğitliği tüm Türk dünyasına örnektir. Türk dünyası, dünya edebiyat ve kültürü Nizami’siz, İslam Felsefesi Fuzulüsiz olamaz. “Işık Doğudan Gelmiştir” diyenlere Meşale olan dev aydınlarımız, Yaşlı Kıtayı ve bütün dünyayı aydınlattılar. Sevgilisine kavuşmak için dağları delen Ferhat, öz olanın insanın içinde, biçiminse dışa yansıyan olduğunu dünyaya anlatandır. Ancak yenilenen özle, arınan ruhla, kanatlanan yürekle dağların delinebileceğini insanlığa ima eden de odur. Bu çırpınmada Şirin’in güzelliği önemli değil, Ferhat’ın gözlerinin ne gördüğü önemlidir. Dünyaya bu bakış açısını getiren Azerbaycan aydınları dünya halklarının aydınlanmasına olan hizmet ve katkıları muazamdır. Fuzuli ise, öz olanı görebilmek için ona dışardan bakılması gereği bilgeliğini getirdi. Dünyayı değiştirmek için kalıpların dışına çıkıp bilimle donanmanın gereğine parmak bastı. Azerbaycan toprağından, dağlarından, Azer’den gelen bu sonsuz bereket dünyada aydınlık ateşlini yakan çıra oldu. Ne mutlu Türküm Diyene! felsefesinin temelinde olan Türklüğün ortak değeri, işte budur. Bir de şuna işaret etmek istiyorum. Azerbaycan halkı ve şu an aramızda bulunan İbad Hüseyinli gibi onun ünlü kahramanları özden, hepimizin özü olandan, Türk kimliğimizden ve benliğimizden ödün vermemenin ibret örneğidir. O geleceğimizi belirleyenden ödün vermeme savaşının ölümsüz kahramandan biridir. Daha somut bir ifadeyle, onun kanıyla ve canıyla savunduğu Karabağ - anavatan olan Azerbaycan’dan bir parçadır. O toprak kurtarılacak ve Azerbaycan olacaktır. Düşman ne yaparsa yapsın, 80 yıl Rus ezgisine dayanan Azerbaycan halkı bu defa da üstün gelecek, galebe çalacak ve Utkan olacaktır. Zafer haklı olanlarındır. Zafer Güçlü Azerbaycan olacaktır. Azerbaycan’ı Nizamisiz, Fuzulisiz, Haydar Aliyev’siz, İlham Aliyev’siz ve daha nice kahramansız hayal etmek mümkün değilse, Karabağ’sız tasavvur etmek veya kabullenmek de mümkün değildir ve olamaz.


156

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Sayın dostum İbad Hüseyinli, doğum gününüzü bizimle, değişik diyarlardan ama aynı yürekte çarpan dostlarınızla birlikte kutlama arzunuz çok anlamlıdır. Genç kuşağı kahramanların mayasıyla mayalamak ve onlara kahramanlık ruhuyla aşılamaktan daha asil hiçbir şey olamaz. Doğum gününüz kutlu olsun. Sizlere önce sağlık ve mutluluk, haklı davanızın zaferle sonuçlanmasını ve Azerbaycan halkına sizin gibi daha nice kahramanlar doğurup yetiştirmesini diliyoruz. Sağ olun! Yarınlarımız birlikte olsun! Teşekkür ederim.

AK Parti Dışında Seçenek Yoktur!

Rafet Ulutürk-22.Haziran.2015

Konu:Biz AK Partiyi destekliyoruz. Türkiye’de yapılan 7 Haziran Parlamento seçimlerinden sonra siyaset içine düştüğü girdaptan henüz çıkamadı. Bir yandan AK Parti, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve Halkın Demokrasi Partisi (HDP) gibi dört politik gücün meclise girmesi, Türkiye’de demokrasi ve çoğulcu politika kapısının ardına kadar açık olduğunu gösterdi. Seçimlerin olaysız belasız geçmesi de halkın siyasi olgunluğuna, seçme hakkını bilinçli kullandığına, demokratik düzenin egemenliğine ve seçmen iradesinin seçenek aramada özgür olduğunu kanıtladı. Daha fazla demokrasi, daha büyük adalet, daha büyük özgürlükler uğruna verilen kavga bu seçim sonuçlarıyla Türkiye siyasi geleceğini seçenek bulma açısından girdaba düşürmüş bulunuyor. Çünkü hiçbir siyası oluşum kendi başına hükümet kuramadığı gibi, dört parti arasındaki çelişkilerin derinliğinin koalisyon kabinesi kurulmasına da engel olduğunu her gün ortaya koyuyor. Olay nedir? Bu soruya cevap verebilmem için geçen hafta İstanbul’da bir Japon’la karşılaşmamı anlatmak istiyorum. Japon bana: “Oğulum, oluşturucu parçalarına ayrılmış bir bilgisayarı bir saat içinde toplayamaz ve işlemlere başlatamazsa, akşam eve giremez” dedi.


Makale ve Analizler - 2015

157

9 Mayıs 2015 İkinci Dünya Savaşı zaferini anma törenleriyle ilgili çıkan bir yazıda şunu okumuştum: Büyük Savaş yıllarında Güney Ural Dağları eteklerindeki “Çelapinsk” fabrikasından her yarım saatte bir “T-34” tankı çıkıyordu. İki hafta önce Bursa’da otomotiv sanayi grevi başladığında “her dakika bir araba monte edebildiğimiz” açıklandı. Nitekim bir dünya ile her bakıma ve her yerde bir kırasıya yarış içindeyiz. Biz sanayiyi bitirdik mi? Ne var ki, teknik hem iyi hem de kötü mayalarıyla gelir. Bizde de öyle oldu. Özellikle tıptaki yenilikler, modern teknik araçlarla donatılmış hastanelerimiz, yüksek uzmanlık düzeyindeki hekim ve operatörlerimiz Türkiye’yi Balkanlar ve Orta Doğu, Orta Asya ve Afrika Tıp Merkezi, sağlık yurdu haline getirdi. Teknolojinin eğitime girmesiyle Türkiye’de okuyan yabancı öğrenci sayısı defalarca arttı. Şu da var kuşkusuz: Teknik ve yeni teknolojilerin kötü yanları doğayı alabildiğine sömürürken, insanı, başta da emekçileri de sömürür, çünkü çağdaş dünyada teknik ve teknolojiler kapitalizmin elinde ve egemenliğindedir. Küreselleşen dünyaya egemen olmak isteyen, yalnız kendi işçi sınıfını ve emekçi halkını değil tüm dünya halklarını da alabildiğine ve tüm gaddarlığıyla daha da fazla sömürmek, soymak isteyen küresel sermaye bu davada amansızdır, gözü karadır, dur durak bilmez. AK Parti kişiliğinde Türkiye egemen sınıfı, devleti ve iradesi küresel sermayenin Türkiye’yi talan etmesine öteden beri karşıdır ve bu davada her zaman dimdik durabilmiştir. Türkiye politik iktidarı son 12 yılda komşu halkların da küresel sermaye tarafından parçalanıp yutulmasına karşı çıkıyor ve uluslararası arenada bu davayı sürdürüyor. Örnekleri arasında, ABD askerlerine Irak saldırısı için teskere verilmemesi; Bosna Hersek’te soykırımın Türkiye öncülüğünde önlenmesi; 1989’da Bulgaristan Türklerine daha şiddetli saldırılarda bulunulmasını sınır kapılarını ardına kadar açarak önlemesi, aynı alicenaplığı ve büyük kardeşliği Kürtlere karşı defalarca göstermesi, günümüzde milyonlarca Iraklı ve Suriyeli savaş kaçağının Türkiye’de barınması vs. vs örnekler gün gibi ortadadır. Hele “Arap Baharı” trajedisinde Türk kardeşliği tüm bilinen iyi niyet ve misafirperverlik örneklerine gölge düşürdü. Türkiye, dünya çapında sermayenin “insanı başka şeyler gibi tüketilir bir kaynak haline getirdiğini gördüğü günden beri” insanın yanında yer aldı, onu


158

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

savunuyor, hayata yaşama hakkı vermeye çabalıyor. Hayatın kendisi bunun çok zor olduğunu Filistin ve Gazi faciası örneklerinde gösterirken, Türkiye devlet politikası her zaman ve her düzeyde ve her yerde mazlumun yanında yer aldı. Yeni ejderha - liberal globalizmin pervazsızca olmak üzere, insanoğlunu her yerde yutmasına engel olmaya çalışıyor, kötü gidişe göğüs geriyor. Bugün dünya ateşinin yandığı yer Yakın Doğu’dur, Türkiye sınırlarının bir adım ötesidir ve bu ateşin kıvılcımları, kurşunları, bombaları her gün değilse, her hafta Türkiye topraklarını da yakmayı, ateşe vermesi deniyor. Bu yelteniş yıllardan beri devam ediyor AK Parti ve iktidarı bu saldırılara halen başarılı bir şekilde göğüs gererek, barışı, insanı, yaşamı koruyor ve korumaya da devam edecektir. Birleşmiş Milletler nerede mi diyorsunuz? Yaşadığımız dünyanın başta gelen niteliği küreselleşme ise, Birleşik Amerika emperyalizminin bu süreçteki rolü kıyımcı ve yok edicidir. Dünya emperyalizmi Birleşmiş Milletleri (BM) kendi elinde bir maşa haline getirmiştir. Barışın her yerde savunucusu ve savaş ocaklarının söndürücü (itfaiyesi) rolüyle kurulan BM 21. Yüzyılda bir manevi otorite durumuna indirgenmiştir. Onun bunalım bölgesinde temsilcisi bile olmadığı gibi, bunalımlara müdahalede ve arabuluculuk işlerinde bile hiçbir yaptırım gücü yoktur. Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyi’nin rolü de giderek sıfırlanmıştır. Laik, demokratik ve çok etnikli, çok dinli, çok kültürlü bir büyük devlet yaratmanın yüksek mimarı olan Türkiye Cumhuriyeti bu bakıma globalcilerin, emperyalizm köpeklerinin, şahin ve kuzgunların gözünde bir numaralı hasımdır. Türkiye Cumhuriyeti Başkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın BM’nin ve Güvenlik Konseyi’nin yeni bir Tüzükle ortaya çıkması, bunalım bölgesi devletlerine barışçı müdahale haklarını genişletmesi, barış kalkanı olması çağrı ve çabalarına tepkiler, bu kaynaktan kükremektedir. AK Parti’ye iç tepkiler dış kışkırtmalardandır. Global güçler, liberal kodamanlar, dünya hâkimiyetini bir an önce kurma yolunda Türkiye’yi de çiğnemeden yutmak isteyenler gece gündüz fırsat kolluyor. 15 günden beri bayram ettikleri haberini aldılar. Osmanlı hayal oldu, Türkiye girdaba düştü, hükümet kurması olanaksız havalarında “şerefe” diyorlarmış. Bugünkü durumumuzun baş mimarları kendileridir: Türkiye’de CHP gibi dişsiz, ruhsuz bir heykel partisinin iktidar olmasını düşleyenler, HDP partisinin ayrılık, nifak, bölünme, silahı elden bırakmadan meclis kürsüsünde boy göstermesini hedefleyenler hep onlardır. Bu amaçla harcadıkları paranın hesabı 100 yıl sonra yapılacaktır.


Makale ve Analizler - 2015

159

Geçen asır Osmanlı ile birlikte Türkiye’yi de barut dumanında boğmak isteyenler de onlardı bu halen devam ediyor. Balkanlarda ve Yakın Doğuda barış kalesi rolü oynayan Türkiye gözlerinde diken, ayaklarında dişi mayasıldır. Vatanımız 2014’te birkaç defa dinamitlenerek havaya uçurulmaya çalışıldı. “Gezi” olayları onların kışkırtmasıdır ve bir açık yaradır. 12 ağaç için bir ulusun gençliği devletini 20 milyar Euro zarara sokmaz. Globalcılar Taksim meydanında Türkiye devletine 20 milyar Euro yaktırırken, çökmemizi, ölmemizi beklediler ve mezarımıza kırmızı karanfil demetleri göndermeye hazırlandılar. AK Partisi hükümetine karşı hazırlanan tuzakların tümü dış kışkırtıcıların işidir. Olaylar bir komplodur. “Paralel devlet” olayı aynı tezgâhın ürünüdür, yara açıktır. Bu komploları ABD globalcileri adına ve onların parasıyla tertipleyen, ama AK Partinin seçim zaferi kursağında kalan baş belası Feytullah Hoca’nın Pennsylvania’da hastanelik oldu haberleri yayıldı. Türkiye’nin sıçramalı ilerlemesi, yeni bir hamleyle kalkınması, dünya öncüleri arasında gözde yerini alması düşmanlarımızı yok edecek, felç edecek en büyük gücümüzdür. Uşakların toslaması: Feytullah Hoca son 20 yılda Amerikan Liberal sermaye ve ideolojisine bölgemizde, Müslüman dünyasında ve öncelikle Türkiye’de maşa oldu, uşaklık yaptı ve buna devam etmekteler. Kendisi bu dünyayı terk etti, bıraksa bile o çevresindeki uşaklarla daha uzun zaman bu savaş devam edecektir. Müslüman dünya görüşünden çok uzak olan bu ideoloji, Amerikan global mali sermayesinin çıkarlarına yanıt veriyordu; söz konusu sermaye ise, kapitalist hareketlerin dünya çapında serbestlik kazanmasının önündeki bütün engelleri kaldırma arzusundaydı. Türkiye, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ve daha birçok yerde tosladı. Feytullah Hocayı hastanelik eden veya ... bu toslamadır. Liberalizm tehlikesi: Globalci liberalizm Türkiye gibi baş eğmeyen ülkelerde devletleri “gece bekçisi” durumuna getirmek istiyor. Ya da Bulgaristan’da olduğu gibi küçülen devletin başlıca ödevini “sınıra tel örgü germe ve Romanlara AB yardım poşeti dağıtma” düzeyine indirgemeye çalışıyor. Bugün Başkanlık sistemi oluşturmaya çalışan Türkiye Cumhuriyeti devleti dış güçlerin, onların en istemediği seçeneklerden biridir. Türkiye gibi güçlü bir devletin tek başına, tek merkezden karar alması, onların uykusunu kaçırıcı bir olaydır, tehlikedir. CHP’nin anayasa değişikliğini engellemesi, Bahçeli’nin son demeçlerinde Anayasa’nın 4 maddesinin değiştirilmez ligini ön plana çıkarması ve HDP’nın de bu karmakarışık içinde bulanık suda büyük balık avlama niyet-


160

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

leri, Türkiye halkının menfaatlerine tamamen ters olduğu gibi, emperyalizmin bölgesel ge global çıkarlarına uyularak AK Parti’yi politika dışında bırakma, Türkiye’nin önünü kesme, yerinde tutma ve sürünen bir üçüncü dünya ülkesine dönüştürme sinsi planlarının şakıyarak yansımasıdır. Yeni liberalizm, globalizm ve yerli uşakları Türkiye’yi dış yamacı güçlere teslim etmek istiyor. “Çok sevdikleri” Türk köylüsünün bacaklarına taş bağlayıp üzerine kuduz köpekler salmak istiyor. Türkiye işçi sınıfını dünyanın en amansız sömürülen emekçi kitlesi haline getirmeye hazır olduklarını gizlemiyorlar. Paranın yani uluslararası kapitalizm ve emperyalizmin paranın dünya çapında hareketlenerek insandan yana olan her şeyi kemirmesine karşı yeni küresel bir örgütlenme gerekiyor. AK Parti Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası (DB) ve diğer birçok uluslararası para kurumunun eski hükümetlerden kalan borçları ödeyerek bağımlılık defterlerini kapatıyor. Türk Dünyası’na yatırım yapan TİKA ana finansal güç olarak büyüyor. Bu bakıma Türkiye’yi zengin devletlerle yoksul ülkeler arasındaki derin uçuruma iterek bizden kurtulmak isteyenlerin niyet ve planları her gün biraz daha boşa çıkıyor. Üçüncü Boğaz Köprüsü kurmamıza, Trakya’da Avrupa’nın en büyük Hava Limanı’nı yapmamıza, İstanbul’a 3. Boğaz köprüsü, Boğazın altından 3 katlı tünel yol geçirmemize, bütün Türkiye’ye 300-400 km surat yapan hızlı tren yolları döşememize ve bu arada özellikle Marmara Denizine - yeni bir Karadenizden Kanal İstanbulu açmamıza karşı çıkmalarına ana neden güçlü bir Türkiye istememelerinden kaynaklanıyor. Bunlar yalnız kıskançlık değil, bizimle ilgili tüm planlarının suya düşmesi ve Türkiye’nin tanınamayacak bir dev devlet olması tehlikesini önleyememeleridir. Yani Türkiye’yi durdurmaları gerekir çünkü büyük bir dev olmaya doğru hızla ilerliyor. Bu projeler gerçekleşir ise Türkiye’yi kimse tutamaz korkusu tüm Avrupa’yı sarmış durumda. Bu derin ve geniş bir konudur. AK Parti diğer partilerden farkı, düşünce ve uzak görüşlülük olarak çok ileride olmasıdır. Ayrıca Milletvekillerinden birçoğu donanımlıdır. Kadroları göreve hazırdır. Biz AK Parti’yi bu nedenle destekliyoruz ve hepinizi göreve davet ediyoruz. Türkiye hepimizindir onu büyütmek ve güçlendirmek hepimizin borcu ve kaçınılmaz ana ödevimizdir. Daha dev ve daha insancıl, hepimizin daha iyi yaşayacağımız bir Vatan yolu bu yoldur. İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın sloganıyla yola devam etmektedir. Bizlerde bu yolda hayırlı uğurlu olmasını başarıların devamını dileriz. Saygılarımızla,


Makale ve Analizler - 2015

161

Henüz Gelmeyen Yeni Ayak Sesleri!

Rafet Ulutürk-22.Haziran.2015

Konu: CHP’nin uzun koşudaki yeri Ne olursa olsun, bir şeyin sonunun geldiğini anlatmak çok zor. Biz insanlar, bizim olan, kendimizin sandığımız hiçbir şeyden ayrılmak istemeyen varlıklarız. Bu iş, kırılan ve sızlayan hiç dişçiye gitmemiş birinin diş kökünü çektirmek için doktora gitmek kadar zor. Şiddetli bir fırtınada olmuş meyvelerini korumak için yaprakları ve dallarıyla çırpınan bir armut ağacını düşünün... Günümmüş olan bir şeyin hayat yolunun dolmakta olduğunu kabullenmek imkânsız gibi bir şey. Armut ağacı dile gelse ve o an “Söyle ne istiyorsun?” diye sorabilsek, belki “Bütün meyvelerimin çekirdeklerini kökümün dibine ekin ve benim yerimde binlerce yeni armut ağacı yetişsin! Yaşamak istemiyorum!” diye çılgınca haykıracaktır. Oysa armut ağaçlarının yaşaması meyve çekirdeklerinin başka başka yerlere ekilmesiyle mümkündür. Köke gömülenler çürür. “Anıtlar Dönüştürülemez” dediğimde tam bunu söylemek istemiştim. Başka bir değişle, Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) 7 Haziran 2015 seçimleri öncesi politikasının, tüm propaganda faaliyetlerinin renksiz ve kokusuz olduğuna işaret ederken, mesela “Gelin CHP’ye oy verelim ve gitsinler” reklamını seyredenlerin hele her bayramda birer ek emekli maaşı vadine “Helal olsun!” dediğini unutmadım. Çünkü o günü, daha iyi şartlarda bir kurban ya da şeker bayramı kurtarmaya heveslenenlere daha iyi ve daha emin bir umut verilmiyordu. Sonuç ortadadır. Halk CHP propagandasının günlük dertlerimizi, umutlarımızı, geleceğimizi bir torbaya doldurup emperyalizmin ince un değirmeninde öğütmek isteyen siyasi hedefini seziyordu. Seçmen CHP’den yeni hayal doğmasını beklemişti. Kitle algısında bu propaganda şu anlama geliyordu: Olan biten hakkında bölük - pörçük konuşmayı bırakınız! Saldırarak değil, bütünsel ve herkesi doyurucu bir açıklamaya ihtiyacımız var. Onlar her gün biraz daha karmaşık bir hal alan politik ortamı, yakın ve uzak dünyayı anlamada güçlük çektiklerinden, göz hep Atatürk heykelleri üzerindeydi. Atatürk anıtına kuş konmasını bile kıskanıyorlardı. Oysa Atatürk heykelleri herkesindir ve uçanların onlara konma hakkı doğaldır.


162

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu arayışta, her derde deva diye durup durup tekrarlanan “değişim” kavramı üstünde yeni bir aydınlığa çıkmanın zamanının geldiği hissi egemendi. Bekleyenlerin boşa beklemesi üzücü oldu. Durumda şöyle bir özellik de vardı: Dikkatimi çekeni bir Bulgaristan örneği ile açıklamak istiyorum. Bulgar’da “demokrasi” 26 yaşına bastı. Hepimizin hayatında bir 26 km olduğunu düşünün. 42 km’lik maratonların 26. kilometresinde atletler tükenme noktasına gelir. Bu soluk soluğa yaşantılı noktayı aşan maratonu rahat bitirir. Dikkat ettinizse, atletlerin çoğunluğu uzun koşuyu 26. km’de bırakır. Yarışı tamamlayanlar o ıstırap dolu kilometreyi aşabilenlerdir. Olayı politik maratona çektiğimizde, örneğin bizim orada “lider” Ahmet Doğan demokrasi uğruna uzun koşunun 24. Kilometresinde çöktü. Önce tökezledi, koşarken maskesi yere, ardından kendisi de kürsüden düştü. Bulgar toplumda dayanamadı bu maraton ıstırabına ve ekonomik mali sosyal ve kültürel açıdan iyice yere büküldü, belini doğrultamıyor, ardından Roman isyanları alevlendi. Dönelim Türkiye ve CHP örneğine. Büyük Atatürk’ü ebedileştiren anıtlar iri taşlardan, demir ve betondan dikilidir. Olay çok anlamlı olduğundan, günümüz CHP’lileri “ulusçuluk” ideolojisinin, “tek partili sistemin” 6 ok reformlarının sonsuzluğuna inanmışlar gibi. Sonsuz olanın da öz ve biçim değiştirerek var olduğunu işitmeye bile tahammülleri yok... Dedemden bilirim, kış günleri Stara Zagora (Eski Zara) köylerine bir dar cık un için karda kışta yol teperdi. Bir de yaz aylarında koltuk altına iki taş alıp aynı mesafeyi defalarca gidip gelirdi. Bu yüzden olacak nenem “gelir gelir” der, kapıdan pencereden yol gözleyen bizleri sakinleştirirdi. Günümüz, 1950’lerden sonra CHP’nin bu başları koltuk altında taşımadığını ve kendini şu zor günlere hazırlamadığını gösteriyor. Evet siyaset boş yere nefes tüketme işi olmaktan fazla sabır ve fikir işidir. Seçmenimizin miting meydanlarında söylenenleri doğru anlaması için birkaç mukayeseye ihtiyaç duyduğunu 7 Haziran sonuçlarında yeniden görebildik. Hayat bize ortada yapılmış bir iş olmadan yalnız konuşmanın, kör ve ölü olduğunu yeniden gösterdi. Bir de CHP’nin konuşamadığı politik olaylar var. Mesela 1969 Deniz Gezmiş ve 2 arkadaşının darağacına çekilmesi olayı bunlardan biridir. O zaman CHP’nin mecliste 181 milletvekilli vardı. İsteseydi kimseyi astırmazdı. Asılanların ulusal kalkınma, gerçek demokrasi, çok partili siyasi yaşam ve antiemperyalist mücadele erleri olduğu iyi bilinir. 7 Haziran seçim mitinglerinde bu sayfa açıl(a)madı.


Makale ve Analizler - 2015

163

Globalizmin dünya halklarını canlı canlı yutmaya çalıştığı bir ortamda CHP’nin geçmişten söz edememesi, geleceği görmesine en ciddi engeldir. Halkımız yelpazesi daha geniş bir demokrasi özlüyor. Bu cephenin Denizlerle birlikte 1970 ve 1980 askeri darbe kurbanlarını kucaklaması hala bir özlem olmaya devam ediyor. Bu gerçekler oy yüzdelerinde bu defa da okundu. Tarihte şöyle bir örnek de var: Türkiye çoğulcu siyasi demokrasi arayışında “Serbest Fırka” tutmayınca, halkın tek ağaçlı bahçe istemediğini bilen ve aynı zamanda demokrasinin olmazsa olmazlarından birinin çoğulculuk esası olduğunu aklından çıkarmayan Mustafa Kemal Atatürk, bir gün Ankara’da işini gücünü bırakıp Aydın’da Menderes Çiftliğine misafir olmak için yola düşer. Büyük önderin amacı demokratik yaşayış ve çok partililik kökleri derin olmayan Anadolu toprağına çoğulcu demokrasi bayrağını dikecek, bu bayrağı yükseklerde taşıyacak genç kadrolar bulmaktı. Paşanın o yıllarda aydın ve bilge olduğu kadar atılgan bir genç olan Adnan Menderes ile ilk görüşmesini onun çiftlik konağında gerçekleştirmek istemesi çok anlamlıdır. Olayın ne kadar can alıcı olduğunu anlayabilmek için büyük önderin Menderes’in yetiştiği koşulları, aile ortamını, soyunu sopunu görmek için onun evine uğraması günümüz CHP siyasetçilerine örnek olmalıdır. Atatürk bu seçiminde de yanılmamıştır. Menderes, Atatürk’ün hayata gözlerini yummasından sonra CHP’ne muhalefet olup, Türkiye’yi tek partili sistemden çok partili siyasi düzene başarıyla taşıyan kişidir. Türkiye’de çoğulcu siyaset 1950 - 1060 yılları arasında Adnan Menderes’in önderliğinde yerleşmiştir. Atatürk Menderesi çoğulcu siyaset alanına davet ederken, “ama bak, dikkat etmenizi isterim, seçimleri hep CHP kazanacak ve senin partin hep muhalefet yapacaktır” dememiştir. Büyük önder, bir ülkenin her yönlü ilerlemesinin kıyasıya politik kavgadan geçeceğini iyi biliyordu. Bu kavga verilmeden ne bir siyasi partinin, ne demokrasinin, ne de devletin arınmasının imkân dâhilinde olamayacağını çok iyi biliyordu. Demokrasi kendi kurallarına göre işler ve asla CHP birinci parti olacak anlamına gelmez! Bunlar büyük Atatürk’ün defalarca ifade buyurduğu görüşleridir. Ve bugün CHP fikir hocalarının düşünceleri hep 1938 öncelerine takıntılıdır. Amma şu da var ki CHP 1938 öncesini iyi okumamıştır. Bu yüzdendir ki, CHP son 12 yılda galip gelecek bir dünya görüşü üretemedi. Oy peşinde iken, keklikleri tuzağa düşürmek için yem saçmaya devam etti. Atatürk, Türk halkına ve bütün dünyanın gururu olmaya devam ettikçe, CHP anıtlara konan kuşlara


164

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

“Sizin burada ne işiniz var, kış!” demeye de yüzü olmadığından, işler eski hamam eski tas yuvarlanıyor. Atatürk Türkiye’ye çoğulcu politikayı yerleştirme çabalarıyla da hepimizin gururudur. Kırcaali’de lise öğrencisiyim. Sosyal Bilimler dersimiz vardı. Öğretmenimiz “Ludwig Feurbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu” eserini kim yazmıştı? diye sordu. Yan sıradaki Ayşe hemen “Friedrich Engels” dedi. Öğretmen, klasik alman felsefesi diyalektik bir felsefe ve diyalektik felsefeye göre hiçbir şey nihai, mutlak veya kutsal değildir. “Nasıl olur da Friedrich Engels bu felsefenin sonundan söz eder?” dedi. Ben o an felsefenin yokuşlu çıkışlı taşlı bir tarla olduğunu anlar gibi oldum. Ayşe ise, evde hazırlık yapmıştı ve ayağa kalkarak: “Ben felsefeyi bir bulut olarak algılıyorum. Buharlaşarak yeryüzünden kopmuş bir yansımadır. Bulutlar hep hareket halinde olduklarından ne zaman nereye ne miktarda ve ne kadar faydalı bir yağmur düşeceğini önceden kestirmek zor olur.” dedi ve yerine oturdu. Bu cevap doğru mu? Bilmiyorum. Öğretmen sanki gururlanmıştı. Bugünkü CHP çıkışlarına bakıldığında sanki pek doğru değildir. Çünkü CHP sonsuza dem birinci parti olamaz, olamıyor ve bu gidişle olamayacaktır. Bu halkımızın, seçmenin CHP partisini sevmediği anlamına gelmez. Halkımız, bu partinin Atatürk tarafından kurulduğunu hatırladığı için tüm oyların yarısını ona veriyor. Şöyle bir örnek de var: 1974’te CHP fikir ve siyaset olarak kırıldığında, Bülent Ecevit “Ortanın Solu” siyasetiyle seçmeni ardına taktı ve başbakan oldu. Büyük bir dönüşüm başarmıştı ama tekrar etmedi. Seçmen kısır politikaya bel bağlamak istemiyor. Başkan Kılıçdaroğlu bu defa da yine yerinde saydı hatta biraz geriledi. Seçimden sonra soldu ve ilerleme yolunu açamıyor. Bugün düşünüyorum da, Atatürk modern Türk düşünürün temellerini atan, Türk ulusuna çağdaşlaştıran ve ona yeni uygarlık meyvelerini tattırandır. Ne var ki büyük önder kimseye bu ancak böyle olur diye dayatmada bulunmamıştır. Her zaman hepimize yaratıcı atılımlarımızda yeni ayak sesleri beklememizi öğütlemişti. Ve biz insanın, insanoğlunun, kültürün ve tarihin bir ürünü olduğunu unutmadıkça, Atatürk’ü de asla unutmayacağız ve aramızda birleşmeyi gerçekleştirmeyi başardıkça yükseliş yollarını aramaya devam edeceğiz. Biz BULTÜRK Derneği ve Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi ekibi olarak uzun maraton koşusunun ilk 26 km’lik kısmını başarılı koştuk. Bunu hem Bulgaristan’da kalan kardeşlerimizle yeni tip ilişki ve etkileşim yolları geliştirme açısından hem de Türkiye’deki soydaşlarımızla çalışmalarımız için vurguluyorum. Biz, halkımızı dayatılan boğucu-yokeden düzeni kırıp yenileyerek gelişmeyi ve dönüştürmeyi başaracağız.


Makale ve Analizler - 2015

165

7 Haziran seçimlerinde oyunuzu AK Parti adaylarına verin çağrısında bulunurken Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğinin Başkanlık sistemi olduğuna defalarca işaret ettik. Görüşümüz hala değişmemiştir. İlkelerimiz ve fikirlerimiz aynı yöndedir. Türkiye’de meclis sistemi politik olarak tıkandı. Bir basamak yukarı çıkıp Başkanlık sisteminde yaşamaya alışmak zorundayız. Başkanlık sistemi Türkiye Cumhuriyeti ve halkını dünya devleri arasına taşıyacak ve Müslüman dünya devletlerine politik düzen örneği olacak ve artık gerçek bağımsızlığa ulaştıracaktır. 7 Haziran 2015 seçimlerinden 15 gün sonra durum değerlendirmemiz şöyledir. Seçim günü Yeni Türkiye ırmağı bir şelaleden döküldü. Seçim oldu. Sonuçları ortadadır. Sizler de bilirsiniz, şelale suları büyük girdaplara dökülür, su önce bir iki döner, sonra yön alır, karşı ve yan duvarlara vurur, geri döner ve istikamet belirler. Kimi defa büyük ırmaklar şelale girdabında parçalanır ve kollara ayrılır. Bunu isteyenler ve bekleyenler olsa da, Türkiye için böyle bir tehlike yoktur. Usul yolculuğun sonu olan şelaleler yeni bir yön alış ve akışın da başlangıcıdır. Deneme dönemindeyiz. CHP Başkanı Kılıçdaroğlu, sanki haddineymiş gibi, MHP Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’ye başbakanlık teklif etmekle olumsuz bir adım attı. Bahçeli teklifi kabul etmeyerek daha da olumsuz bir girişimde bulundu. Bu gelişmenin ardından yapılan öneri ve yorumlar da gönül açmadı. Bu politik yanlışlıklar, daha önce olduğu gibi, bu defa büyük bir kararsızlığın, cesaretsizliğin, teslimiyet ruhunun yansıması da oldu. Uzun yıl muhalefette kalan partilerin ruhları kırık ve yürekleri cesaretsiz olur, teslimiyet ise global sermaye karşısında pes edilmiş olmasından kaynaklandı. Kılıçdaroğlu politik sorumluluktan kaçtı. Seçmen bu hareketin hesabını mutlaka sormalıdır. Şelale suları girdapta kalmaz, yol bulur ve akar. Bu defa da böyle olacaktır. Türkiye halkı henüz gelmeyen ayak seslerini sabırsızlıkla bekliyor. Beklemeye devam edecektir. Sonra aya kalkar, çekilir ve olayı kendisi halleder. O zaman çöpe atılan cesaretsiz ve korkak politikacılar olacaktır. Gelecek yazımızda gönlümüzün neden AK Parti konusunu bir daha ele almak istiyoruz. Sorularınızı gönderebilirsiniz. Bu yol bizim inançlı uzun koşu yolumuzdur. Saygılarımla,


166

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bizi Oyuna Getiremezsiniz

Filiz Soytürk-28.Haziran.2015

Konu: Dilimizin kudreti. Bazen bir hatıra, bir fıkra insanların hayatını, düşünce ufkunu, zihniyetini ve her şeyini alt üst edecek güçtedir.. İşte hikmetin evrenselliği de burada yatar. Son yıllarda anadilimiz olan Türkçe’miz üzerine çok yazıldı, çizildi, çok konuşuldu, çok gevelendi de sanki hep küçümsendik, hatta bulsalar bizim dilsiz olduğumuzu söyleyecekler, o kadar ileri gittiler. Bu soruna yanıt olsun diye Bilgelik Hikayelerimizden bir tanesini seçtim ve size saygıyla sunuyorum. Bu konuyu hele Hak ve Özgürlükler Partisi’nin (DPS) ana dili okuma, öğrenme, anadilde kültür yaratma, edebiyat oluşturma, anadille yaşayan geleneklerimizi yaşatma, türkü şarkı söyleme, sevme ve çekişme dilimiz olarak görmeyip, sanki yalnız ve sadece Seçim Propagandası Dili olarak görüyor. Çok acı bir gerçek. Bu parti nasıl oldu da bu kadar ufaldı, alçaldı, şeref... bir türlü aklım ermiyor. HÖH - DPS Avrupa Milletvekili Necmi Ali’de kalkmış, “Türkçe propaganda yapılmasına izin verileceğini” yazarken hiç de utanmadan kameraya bakmış. “Thaberde” okudum da, kendimden utandım. Necmi ağabey, bu, “Bulgarcadan başka dilde seçim propagandası yapılmasını yasaklayan yasa biraz da HÖH oylarıyla, HÖH iktidar ortağı olduğnuz dönemden, HÖH Sosyalist Partisiyle sımsıkı kanka olduğu dönemde çıkmadı mı?!” Avrupa Parlamentosu bizim bir etnik topluluk olarak tüm etnik haklarımızı, ana dilimizde okul, anaokulu, lise ve üniversite haklarımızı, kültür geliştirme, geleneklerimizle yaşama, ana dilde ağlama, çalışıp ter dökme, ana dili konuşa konuşa, dertleşe dertleşe ölme haklarımızı tanısın. Ana dilde rüya görürken ölmek... Biz gazetemizi kendimiz çıkarırız, radyomuzu açarız, TV programlarımızı açar ve propagandamızı yaparız. Ne oluyor şimdi, iftar açarken Türkçe konuşanları bile jurnallıyorlar. İftar gecelerinde Bulgarca konuşuluyor. BULTÜRK derneğinin çıkardığı “Bulgaristan Türklerinin Sesi” Gazetesi’ni Kırcaali’de toplatan HÖH - DPS partisi değil


Makale ve Analizler - 2015

167

mi? Yoksa siz ayrımcı mısınız? Türkçeyi yalnız kendiniz için mi istiyorsunuz. Halk Türkçemizi bilmezse, siz Türk dilinde propaganda yapsanız kim anlar? Anlayan olmayan propagandanı faydası ne olur! Siz halkımızı kafasına sıkacak duruma mı getirmek istiyorsunuz yoksa?! Samimi olun, öyle bir şey varsa biz şerefimizden ödün vermeyiz, kafamıza sıkar gideriz ve istediğiniz dilde istediğiniz propagandayı yaparsınız! Yoksa “şimdi size ağustos sıcağında içi kor olmuş gara kaya üstüne suyu dökün, önemli olan cazlasın, cuzlasın mı dediler? Sizin için dilimizin yüceliği üstüne özel bir anı seçtim. Lütfen okuyunuz, Avrupa Parlamentosu kahvehanelerinde çay içerken anlatırsınız: Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) Osmanlı’yla imzaladığı kendi dilinde olmayan ilk ve tek antlaşma. Yıl 1783. Avrupa standartlarına göre mütevazi de olsa yeni bir denizci devlet olan ABD, denizlerde tek başına bayrak dalgalandırmaya başladı. Daha 15 Temmuz 1785’te Atlantik’te Cadiz açıklarında bu yeni bayrağı taşıyan ilk gemi, Osmanlı gemileri tarafından ele geçirildi. Bu gemi Boston limanına bağlı Kaptan İsaac Stevens’in idaresindeki “Maria” isimli bir gemi idi. Arkasından Philadelphia limanına bağlı kaptan O’Brien’in “Dauphin” isimli gemisi de aynı akıbete uğradı. 1793 Ekim ve Kasım aylarında 11 ABD gemisi daha Osmanlıların eline geçti. ABD Kongresi 27 Mart 1794’te Osmanlı denizcilerine karşı korsanca karşı koyacak güçte savaş gemilerinin inşa edilmesi veya satın alınması için Başkan George Washington’a 700 bin altına yakın harcama yetkisi verdi. Osmanlıların oluşturduğu deniz tehdidi sayesinde ABD donanmasının temelleri atılıyordu. 5 Eylül 1795’te ABD bu tehdide karşı Osmanlı Devleti ile bir antlaşma yapmayı kabul etti. Bu antlaşmaya göre ABD, Cezayir’deki esirlerin iadesi için 2 milyon 270 bin Meksika doları ödemiştir. Avrupa Atlantik’te ve Akdeniz’de ABD sancağı taşıyan hiçbir gemiye dokunulmaması karşılığında 642 bin altın ve yılda 12 bin Osmanlı altını ödeyecekti. Dili Türkçe olan ve 22 maddeden oluşan anlaşmaya George Washington ile Cezayir Beylerbeyi Dayı Hasan Paşa imza koydular. Böylece ABD yıllık vergiye bağlanmış oldu. Bu, ABD’nin 2 aya aşkın tarihinde yabancı bir dille imzalanan tek anlaşma olduğu gibi, yabancı bir devlete vergi ödemeyi kabul eden tek Amerikan belgesidir. İşte ABD tarihinde kendi dilinde olmayan tek uluslararası anlaşma Türkçe olup, yine ABD tarihinde kendisine vergi vermeyi kabul ettiği tek ülke Osmanlı Devletidir. ABD Başkanı George Washington, Osmanlı devleti tarafından muhatap alınmamış ve anlaşma Cezayir Beylerbeyi tarafından İmzalanmıştır.


168

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Sayın AB Meclisi milletvekilimiz Necmi Ali, sizin Brüksel’de serbest vaktiniz vardır, lütfen durun, şöyle bir düşünün, saatinizi, politikanızı ve tavrınızı, umut aşağılamak istediğiniz konuları iyi ayarlayınız ve öyle konuşunuz. Bu halkın aldatılmadık yalnız kulağının ardı kaldı, halkla dalga geçmeğin faturası ağır gelir. Bizden hatırlatmak siz yolunuza devam ediniz. Saygılarımla,

Benzeterek Düşünelim

Şakir Arslantaş-28.Haziran.2015

Konu: İhanet Hayatta, yapılan işlerin sembolleri vardır. Örneğin vahşi hayvanlardan Kurt ihanetin sembolüdür. Kurtlar haindir. Mesela Hitler de Kurtlar kadar haindi. Ve onun hainliğini kanıtlamaya gerek yok. Avrupayı yakması ve 509 milyon insanın hayatını yakması, Yahudi halkını gaz kamaralarında yok etmesi yeter de artar. Ne var ki, bu dehşet mantığını doğuran ve sis perdesi gibi ardında duran bir zihniyet var. Almanya’da bu “üstün ve ari ırk” yaratma sapıklığı iken aynı kötülüğü biz de yaşadık ve bugün de aynı vahşetin Ahmet Doğan gibi hainlerin eliyle uygulanmaya devam ettiğini görüyoruz. Hitler ile Ahmet Doğan’ın hain karakterleri arasında birçok benzer çizgiler vardır. Örneğin bunlardan biri, ikisinin de sevdiği kişilerin hepsine ihanet etmesidir. Hitler onun öz geçmişini bilen yakınında bulunmuş kişileri öldürtürken, Ahmet Doğan da hapishanede birlikte kaldığı “arkadaşlarına” ihanet etti. Sözde Bulgaristan Türklerinin Milli Kurtuluş Hareketi (BTMKH) gibi, yine Bulgaristan Türklerinden Necmettin Hak grubu tarafından 1985’te kurulan ama hemen sonra bir hamlede ele geçirebildiği bir gizli örgütün kurucu üyelerini bile yurt dışına kovulmaları unutulur gibi değildir. Onun hainliği 10 bin Bulgaristanlı demokrat aydının vatanımızı terk etmeye zorlanmasına, işsiz bırakılmalarına, hayat kavgasında yokuşa sürülmelerine neden oldu. Bu çile bugün daha sert bir biçimde devam ediyor. Ahmet’in hainliğine en büyük örnekler arasında ne BTMKH ne de HÖH (1990) hareketi kurucularından tek bir kişinin bile partide kalmaması, hepsiyle hesaplaşılmış olması, birçokları hakkında halen yeni çıkarılan hapis cezası bulunması, işsizliğe itilmeleri, sefillik koşullarında yaşam sürdürmeye zorlanmalarıdır. Bu hainliğin hesabı sorulmalıdır.


Makale ve Analizler - 2015

169

Olaylarda büyük benzerlikler var. Hitlerin hainliği 28. Haziran 1919’da Paris’te Versay Sarayı’nda imzalanan ve adına Versay Antlaşmasını denen Birinci Dünya Savaşı’na son veren antlaşmayı hiçe sayması ve İkinci Dünya Savaşına Başlama Hazırlıklarına yol vermesiyle başladı. Ahmet Doğan’ın ihaneti Necmettin Hakların kurduğu gizli BTMKH üyelerini ele verip hapse attırmasıyla başladı. İkinci aşamada 4 Ocak 1990’da Varna’da kurulan HÖH - DPS partisini stratejik hedeflerinden, programından, Türk halkını hak ve özgürlük, adalet ve mutluluk davasından saptırıp, halkımızı koyun gibi sayaya kapatıp körleştirme, kimliksizleştirme, Türklüğümüzü, dinimizi, dilimizi unutturma, aydınlarımızı kıyarak likide etme, ana dilimizi fiilen yasaklama, insanlarımızı, yeni kuşağı kör cahil bırakma, işsiz, güçsüz parasız ezme ihanetiyle başladı ve devam ediyor. Hitler de üye olduğu örgütlerin hepsini kapatıp yöneticilerini, hasımlarını hepsini tek tek öldürmüştür. Hatta kendisinin karanlık güçlerin desteklemesiyle kurduğu Nazı partisinin 10 kurucu üyesini öldürten de kendisidir. Bizde der Ak Kadınlı (Dulovo) doktoru milletvekili, Belediye Başkanı Dr Tabakov Varna Hapishanesi’nde çürütülmüyor mu? Bulgaristan Türk üniversiteli gençliğinin öncüsü cesur Yüksek Mimarlık Öğrencisi Oktay Yeni Mehmed hapiste değil mi? Hitler Kurt Köpeği besliyordu. Ahmet de o “saray” çöküntüsünün avlusunda Kurt Köpeği enceklerini seviyor. Hitler, hele ikinci Dünya Savaşı sırasında yaptırdığı derin sığınaklara hep “kurt ini”, “kurt kalesi”, “kurt sarayı” gibi isimler verdi. Ahmet Doğan da şu dönem kapalı olarak tutulduğu “Saray” yıkıntısı binayı HÖH merkezi olarak Vılkanov) yani Kurtoğlu soy adını taşıyan Almanya’da hukuk eğitimi almış bir Bulgar vatandaşından kiralamıştır. Bahçesinde gece boyu Kurt Köpekleri uluyan bu binada onun 1914 ve 1915 yıllarında en sık görüştüğü kişinin lakabı da “Vılk” (Kurt) tur. Ahmet bu “kurda” HÖH partisine bağlı olarak iş gören şirketleri devretmeye hazırlanıyor. “Vılk” da Almanya’dan geldi. Orada 20 yaş kendinden yaşlı bir kadınla birlikte kalıyordu. Kadının kocası Almanya’da çöp toplama işinde güçlü şirketi vardı, öldü, paraları bu yaşlı kadına kaldı ve “Vılk” bu paralara kondu ve şimdi de HÖH ekonomik gücünü ele geçirme peşindedir. Ahmet Doğan da dişi ve erkek kurtların koklaştığı gibi bu kişiyle 2 yıldan beri koklaşıyorlar. Hitlerin uygulamaya koyduğu önemli ilkelerden biri “Hermeyizme” ilkesiydi. Bu ilkeye göre, Hitler Yahudileri kapalı Gettolarda tutuyordu. Biz


170

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Almanya’daki Nazi toplama kampları (Yahudi Gettoları) üstüne defalarca yazıp çizdik. Bir yere kadar “Belene” Ölüm Kampı da bir Nazi usulü kurulmuş olan bir işkence getosuydu. Ne var ki Bulgaristan’da Ahmet Doğan’ın “Bulgar Etnik Modeli” uydurmasını dayatmaya başladığından bu yana bakış açımız değişti, çünkü işler iyice çığlığından çıkmaya başladı. Biz artık Getto’nun bir “Bulgar Etnik Model” uygulaması olduğuna inanıyoruz. Mülkiyet hakları değişmeden, adalet sisteminde köklü reform yapılmadan getoculuk zihniyeti değişmeyecektir. Güney Afrika’da adına “bandustan” denen getocu politika 100 yılda yok edildi. Bizde İnşallah daha tez hal olur. İkinci Dünya Savaşında “Müttefik Kuvvetler” zafer sağlamamış olsaydı, inanır mısınız bilemiyorum ama Avrupa’da belki bir tek Roman, bir tek Islav vs kalmayabilirdi! Ne yazıktır ki, Bulgaristan’da bir tek Roman, bir tek Türk ve Müslüman kalmasın siyaseti Büyük Savaştan 70 yıl sonra değişik biçimlerde ve Türk hainlerinin kendi eliyle alabildiğine uygulanmaya devam ediyor. Benim doğduğum köyde 350 haneden artık 150 hane kalmışız. İnsansız köylerimiz çoğalmaya başladı. Bulgaristan’da nüfusun neredeyse % 25’ini oluşturan Romanların (Romanların) durumunu bilmeyen yoktur. Hatta son yıllarda Bulgaristan’a gidenlerin dikkatini çeken en göz kamaştırıcı olay Roman sefaletidir. Evsiz, barksız, mal mülksüz, işsiz kimsesiz hatta mezarlığı bile olmayan bu kitle her geçen gün kara bulut gibi yuvarlanarak dehşet saçıyor. Bu günün ana sosyal sorun olmaya başladı, oldu. Belki önümüzdeki 50 yıl ekonomik-sosyal-eğitimsel gündemi oluşturmaya devam edecek. Üstüne Üstelik “Bulgar Etnik Modeli” çatladı ve çöktü. Yılbaşından beri 7 Roman İsyanı patlak verdi. Yeni kıvılcımlar sıçrıyor, alevler yükseliyor. Biliyorsunuz, Hitler Yahudilerle birlikte Romanları de yakmaya çalıştı. Bulgar ırkçılarından “Ataka” şefi Volen Siderov da Romanları Roman nüfustan “sabun yapmak istediğini” gizlemiyor. Yurtsever Cephe olarak geçen “PF” partisi lideri de aynı hayalleri rüya olarak görüyor. Bulgar ırkçı zihniyeti bundan 26 yıl önce bu sinsi planları “Bulgar Etnik Modeli”ne yükledi. Hitler Yahudilere çektirdiklerini kendinden önce yüzyıllarca katmerleşen Hristiyan uygulamasından almıştı. Hitler’den çok daha önce Yahudiler Getto denen yerlere kapatılmışlardı. Getto kavramı ilk kez 16. Yüzyılda Venedik’te ortaya atılmıştı. Kelime anlamıyla metaları ayrıştırmak demekti. Gettoda yaşayan Yahudiler yoksul değillerdi. Getto kalın duvarlarla çevrilmişti, geceleri ve Pazar günleri kapıları kapalı tutuluyordu. Yahudilerin yerel yetkililerden izin almadan dolaşmaları, Pazar günleri sokağa çıkmaları, izinsiz evlen-


Makale ve Analizler - 2015

171

meleri, ticaret yapmaları, kent parklarında dolaşmaları yasaktı. Bu ayrıntılar size sosyalizmin 70’lı ve 80’li yıllarında ülkemizin birinci, ikinci ve üçüncü sınır bölgesine ayrılmasını, izin kağıdı olmadan bir yerden bir yere gitmemizin yasaklandığı, polisten kim olduğunu kanıtlayan kağıt olmadan nikah kıyamadığımız yılları hatırlatmadı mı? Sliven, Novi Pazar, Kazanlık, Sofya ve Plovdiv Roman mahallelerine “getto” dendiğini hatırlatmadı mı? O zamanlar Almanya’da Yahudilerin toprak sahipleri olmaları, çiftlikli olma ve baharat işleri yapmaları yasaktı. Sen bizde toprak sahibi Roman gördün mü? Çiftlik babası Roman gördün mü? Baharat işi yapan Roman gördün mü? Onlar ak kabak (papatya) ıhlamur ve kekik otlarını vb ancak toplayabilme hakkına sahiptirler. Ya da gündelikçi olabilirler. “Bulgar Etnik Modeli” bir dille yazılmış ama başka hedefle uygulanmıştır. Esef ederek yazıyorum. Avrupa tarihinde 2 500 savaş olmuştur. Bu savaşlardan mesela Katolikler ve Protestanlar arasında 1618 - 1648 yılları arasında Almanya topraklarında yürütülen 30 yıllık savaşta, toplam 24 milyon olan Alman nüfusunun 20 milyonu ölmüş ve ancak 4 milyon Alman kalmıştır. Bu açıdan bakıldığında biz de “farklılıkların gül demeti” olarak hayali bir karşılaştırmayla anlatmaya çalıştığımız yenidünya aslında 70 yıl önce Büyük Savaştan sonra “Kültürel Karamsarlık” içindeydi. 20. Yüzyıl bu bakıma “Umut”un yüzyılı olarak geçti. Bu, bir hayal olan Umut Dünyasında düğünlerimizi çalan, bayramda seyranda hep aramızda olan Roman müzisyenler büyük rol oynadı, kemanlarıyla umut aşıladı, davul tokmağı vuruşlarına giderek uyandık ve dirildik. Ek olarak, işaret etmekle yetineceğim. Bugün oldukça büyüyen, 28 devletin birleştiği Avrupa Birliği’nin merkez gücünü oluşturan Büyük Avrupa (AB) aslında ilk olarak çok küçük bir denizcilik bölgesine verilen atla başlamıştı. Bu denizcilik bölgesi Ege’ydi ve günümüzdeki Yunanistan, Türkiye ve Akdeniz’in küçük bir kısmını kapsıyordu. İlk Avrupa burasıydı. Ve günümüzde Bulgaristan’ın Türkiye Cumhuriyeti ile sınırına 3 metre yüksek 5 kat dikenli tel sınır çekmesini anlamak mümkün değildir. Çünkü bu sınır aslında bugünkü Avrupa’yı gerçek Avrupa dışında bırakan bir sınırdır. Aynı mantıkla düşündüğümüzde bugünkü Kıta Avrupası eski Avrupa’nın kök uzantısından çıkan bir piçtir ve anasını ret etmektedir. Bu gidişle Yunanistan’da mali nedenlerle AB dışında kalma heyecanını yaşarken, Türkiye gibi o da sınır dışında kaldığında, Bulgaristan’ın Yunan sınırına da aynı tel örgüleri germesi, gerçek, bu işlerse, Avrupa dışında bir Avrupa’yı korumaya çalışmasından başka bir anlam taşımayacaktır.


172

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Avrupa kurucu belgesinde kaydedilmiş olduğuna göre ise, AB ilkelerinin esasında bugünkü İstanbul’da mayalanan Bizans hukuku, Yakındoğu’da oluşan Hıristiyan dini ve kökleri Anadolu’da olan eski Yunan kültürü bulunur. “Bulgar Etnik Modeli” saçmalığı bu bakıma bir yalandır, gerçek Avrupalılar olan Türkleri, Pomakları ve Romanları köklerinden koparmak, kimliksizleştirirken kültürlerinden etme, onları soyma ve sömürme modelidir. Bizde Ahmet Doğan ve ekibinin Bulgar makamlarının isteğine uyguladığı “Hermatizme” yani Getto benzeri yaşam usulü, Roman Türk ve Pomak yaşam tarzını ret ettiği gibi, özünde etnikleri eritip özümseme olan çok tehlikeli bir hedef güdüyor. Gettolarda Yahudi Okulu yoktu, Bulgaristan Türk köylerinde de Türk okulu yok. Gettolarda Yahudi anayurdu yoktu. Bulgaristan Roman gettolarında da yok. Gettolarda sağlık merkezi yoktu, bizim mahallerimizde de yok. Mestanlı (Momçilgrad) Belediyesinin Alfatlı (Neofit Bozveli) köyünden Fatme teyzenin Sofya’da modern bir hastanede tedavi görmesi olanak dahilinde midir? Hayır, değildir. Sağlık sistemimiz bu yolu Fatme teyze için sımsıkı kapamıştır. Yani eski Almanya’daki geto sistemi bugün bizde “Bulgar Etnik Modeli” olarak hem merkezden, hem de yöresel şekilde uygulanıyor. Herşey her gün biraz daha kötü oluyor. Uygulanan bu örnek çok tehlikelidir. Lütfen gözünüzü açınız! Bu benzetmelerde kendimizi görelim. Fazla istemiyorum, etrafınıza bakınsanız yeterli olacaktır. Uzatmak istemiyorum. Yeniden konu ederim. Lütfü Mestan ve etrafındaki Türk milletvekillerini düşünmeye ve uyanmaya davet ediyorum. Sağlıcakla kalınız.


Makale ve Analizler - 2015

173

Temmuz Ayı Yazıları Ulusal Müslüman Protestosu

Dr. Nedim Birinci-01.Temmuz.2015

Konu: Bulgaristan Toplumu Büyük Olaylara Gebe. 30 Haziran 2015 Bulgaristan Türk ve Müslümanları tarihinde hak ve özgürlüklerimizi, ulusal yasal adaleti sağlama yolunda 26 yıldan beri devam eden mücadelenin yeni bir aşamasını Karlovo kentinde bir ulusal protesto mitingle başlattı. Filibe (Plovdiv) ili Karlovo kentindeki 1475’te kurulmuş olan ve 500 yıl ibadete açık olan Kurşunlu Cami (Ali Paşa Cami) mahkeme kararlarına rağmen, Müslüman nüfusun ibadet hizmetlerinden alınıp Belediyeye verilmesine karşı düzenlendi. Protesto gösterisi ve mitinge Karlovo şehrinden etraf köylerde Rağmanlı (Rozino), Anevo ve Hristo Danovo’dan, Eski Zara (Stara Zagora), Yambol, Haskovo, Kırcaali, Pazarcık, Blagoevgrat, Smolyan ve Sofya’dan müminler katıldı. Gösteri alayını ve mitingi Bulgaristan Türkleri ve Müslümanları Başmüftülüğü Başmüftüsü Sayın Mustafa Hacı yönetti. Karlovo Müftüsü ve diğer din adamları konuştu. Karlovo imamı Kemal Raşit yaptığı hararetli konuşmasında, mitinge katılan tüm Müslümanlara haklı direnişlerine verdikleri desteklerden dolayı teşekkür etti ve bu hareketlenmenin tüm Müslüman mülklerine sahip çıkma ve yasal yollardan elde edilemeyen Müslüman Mülklerini elde etme yolunda yeni sayfa açtığını kaydetti.. Başmüftü Dr. Mustafa Hacı, “Bu gösteri Filibe Bölge Müftülüğü tarafından organize edilmiştir. Başmüftülük gerekli destekte bulunmak için bugün buraya geldik. Avrupa Birliği üyesi olan Bulgaristan vatandaşları olarak biz Müslümanlar barış, huzur ve anlayış içinde yaşamak istiyoruz. Müslüman topluluğu, Karlova Belediyesi’nin Kurşun Camii’ni müzeye çevrilmesi girişimine karşıdır. Şu anda caminin aktif olmaması, hiçbir zaman da olmayacağı anlamına gelmez” diye konuştu. Başmüftü, yerel yönetimin camileri müzeye çevrilmesi girişiminin ilk olmadığını belirtti. Başmüftünün konuşması yerel halk ve hazır bulunan 500 Müslüman tarafından uzun süre alkışlandı. Göstericiler Yüksek Mimarlık değeri büyük olan tarihi Kurşun Cami’yi birlikte ziyaret ettiler, dualar edildi.


174

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Kalabalık ve ulusal basın mensupları önünde Bulgaristan Müslümanları Başmüftülüğü Genel Sekreteri A. Ahmedov bir bildirge okudu. Deklarasyonda, “İslamofobi çizgisinde siyaset yürüten yerel yönetim cami bölgesinde arkeolojik kazılar yaparak ayrımcı tavırları ile bölge Müslümanlarını sürekli provoke etmekte” diye belirtiliyor. Gösteriyi yasaklamaya çalışan, ırkçı ve milliyetçi grupları toplayan ve düşmanca sloganlar atarak “Bulgaristan Bulgarlarındır!” Şiarı ardına gizlenenleri destekledi ve böylece bölücülük kışkırttı. Mahkeme kararlarını tanımayan Belediye Başkanı E. Kabaivanov Müslümanlar tarafından şiddetle protesto edildi. Bulgar ve İngiliz dillerinde yazılmış olan ve Karlova merkez caddesi boyunca taşınan “Avrupa Birliği ülkesi Bulgaristan’da Dini Mabetlerin Yok Edilmesini Durduralım!” sloganı nümayişi izleyen Müslümanlar tarafından izlendi. Ramazan günlerine rastlayan Ulusal Müslüman Protestosu, Bulgarların uydurma çevrebilimle ilgili programlarına kurban edilemez. Tarihi Kurşun Cami ve 4 dönümlük bahçesi başlı başına bir görülecek, ziyaret edilecek parktır. Bu cami Bulgaristan’daki en gözde yüksek mimar eserlerinden biridir. Bu yapıt ve tarihsel değerlerimize kazma kürekle saldırılması, cami duvarlarını karalama, camlarını kırma hiçbir soruna çözüm olamaz. Bulgaristan Türklerinin ve Müslümanlarının kesin inancına göre, bir ülkede Mahkeme kararları Belediye Başkanlarınca uygulanmıyorsa, hiçe sayılıyorsa, adil mahkeme kararlarına karşı ırkçı, milliyetçi, İslam dini düşmanı gösteriler yapılıyorsa, ki Filibe ve Karlovo’da 2014 ve 2015’te 5 benzer gösteri yapıldı, adalet olduğu söylenemez, yasal düzenleme yapıldığı iddia edilemez, Avrupa Birliği yasalarının uygulanması söz konusu olmadığı gibi, dini haklar, ibadet hakları doğrudan ayaklar altına alınmıştır. 1978 Berlin Antlaşması gereğince, 1877 - 78 yıllarında Bulgaristan üzerinden Osmanlıya yapılan Rus saldırı harbinden sonra ülkemizde kalan ve Bulgar Prensliği, 1908’den sonra Bulgar Krallığı ve daha sonra sosyalist Bulgaristan topraklarında kalan vakıf malları, mülkler, müftülüklere bağlı cami, mescit, mezarlık, han hamam, bedesten, dükkan ve diğer mülkler il ve ilçe müftülüklerine, bu arada Bulgaristan Müslümanları Başmüftülüğü kurulunca da kullanmak, işletmek, korumak ve yeni kuşaklara devretmek üzere devredilmiştir. Karlova ulusal gösterisinde gün ışığına çıkan olay 1950’den sonra Bulgar sosyalist devleti tarafından millileştirilen ve 1990’da demokrasiye geçiş döneminin başlamasıyla değiştirilen Anayasa ve yasalara göre, gasp edilen mal ve mülklerin gerçek sahiplerine devredilmesini öngören din kurumları – müftülüklerin ve vakıfların - mal ve mülklerinin geri verilmesini öngören kanunun Bulgaristan Müslümanlar için uygulanmamasıdır. “Kurşun Cami”ye 1950’e dev-


Makale ve Analizler - 2015

175

let el atmış ve ibadete kapatmıştı. Aynı şehirde, şu an Kültür Merkezi binasının yerindeki bir başka camii ise 1972’de bir gecede yıkıldı. Bulgaristan Türkleri Başmüftülüğü Müslüman taşınmazlarını, topraklarımızı, camilerimizi, mescitlerimizi, dükkânlarımızı, otlak ve ormanlarımızı geri alıp kullanmak ve faydalanmak için 80’den fazla dava açtı. Bu davaların bazıları 2014’te Başmüftülük lehinde sonuçlandı. “Kurşun Cami” olayının özünde olan budur. Dobriç’deki ilkokul mülkümüzün Kırcaali’de Medrese okulumuzun ve mülkünün geri verilmemesinin vs. özündeki adaletsizlik budur. Yerel Mahkemelerin aldığı kararları Temyiz Mahkemesi (Kasatsiyonen Sıd) bozuyor. Yerel makamlar ise yerel mahkeme kararlarına uymuyor. Bulgaristan Müslümanlarını sokaklara döken ve protestolarda birleştiren olay budur. Bu konularda ülkemizde huzur yoktur. Olayın politik yorumunu yaparken şunu özellikle vurgulamalıyız. Politik iktidar mahkeme kararlarını uygulamadığına göre, mahkemelerin, savcılığın vs. organların bağımsız ve tarafsız olduklarını iddia etmeleri anlamsızlaşmıştır. Hukukun hiçe sayılıp köpeklere yem olarak atıldığı ülkelerde Diktatörlük kapı açar. Biz ağır bir totaliter diktatörlük döneminden pek çok kurban vererek ve çile çekerek geldik. Özlemimiz demokrasinin yatılacağı bir vatanda var olmak ve kardeşlik aramaktır. Bulgaristan yalnız Bulgarların değildir. Bulgaristan, Bulgaristan vatandaşı olan herkesin vatanıdır. 1990 Anayasamızın ana ilkesi budur. Bu ilkeyi çiğneyenler ırkçıdır ve aynı anayasaya ve yasalara göre tutuklanmalı ve içeri atılmalıdır. Mahkeme kararlarını uygulamayan Belediye Başkanları da suçludur, görevden alınmalı ve hukuk düzenini bozma suçundan yargılanmalıdır. Hukuk devleti olmayan bir devletin Avrupa Birliğinde işi olamaz. Bulgaristan Mastrit insan hakları sözleşmelerini uygulamayı kabul etmiş bir devlettir ve demokrasi ve adalet tesis edebilmek için uluslararası yükümlülüklerine tamı tamına uymak mecburiyetindedir. Bu gerçeklerin çarpık, tersyüz yada keyfi yorumu olamaz. Hıristiyan, Katolik ve Gregoryen Kilise mülklerini iade edip, Başmüftülük mal ve mülkünü, cami ve taşınmazlarımızı, vakıf mallarımızı keyfi hareketlerle, düşmanlık kışkırtarak, taşlı sopalı katilleri sokaklara sürerek vermemek, iade edilmelerini önlemek tün insan haklarına, tüm dini haklarımıza, tüm demokratik edinimlerimize, demokrasi, hoşgörü ve birlikte yaşama ruhuna tamamen aykırıdır. Bulgaristan Müslümanlarının başlattığı dava her bakıma haklıdır, bütün halk tarafından desteklendiği gibi geniş çapta uluslararası yankı ve dayanışma uyandırmıştır. Roman evlerine tapu vermeme, camileri iade etmeme, Müslüman topraklarına yerleşme 19. Ve 20. Yüzyılda belki de dikiş tutmuştur, ama 21. Yüzyılda


176

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

“Bulgaristan Bulgarlarındır!” sloganının nefes almaya ortam bulabileceğine inanmıyorum. Ramazanınız mübarek olsun!

Vatan Paylaşılmaz!

Filiz Soytürk-02.Temmuz.2015

Konu: Vatan şiirleri Orada Bir Köy Var Uzakta Orada bir köy var, uzakta, O köy bizim köyümüzdür. Gezmesek de, tozmasak da O köy bizim köyümüzdür. Orada bir ev var, uzakta, O ev bizim evimizdir. Yatmasak da, kalkmasak da O ev bizim evimizdir.

Orada bir ses var, uzakta, O ses bizim sesimizdir. Duymasak da, tınmasak da O ses bizim evimizdir. Orada bir dağ var, uzakta, O dağ bizim dağımızdır. İnmesek de, çıkmasak da O dağ bizim dağımızdır.

Orada bir yol var, uzakta, O yol bizim yolumuzdur. Dönmesek de, varmasak da O yol bizim yolumuzdur. Ahmet Tacer Bu dörtlüklerin bizim için yazılmadığını söyleyebilir misiniz? Bu sözleri, camilerimiz, derelerimiz, tepelerimiz, çeşmelerimiz, karaçalı dikenliklerimiz, meşe ve çam ormanlarımız, okullarımız, muhtarlık ve belediyelerimiz, sağlık merkezlerimiz için söyleyebiliriz. Bu dörtlükleri içindeki özlem rüzgarı kesilen, dalgalar sönen bir insan söyleyemez. Bu sesleniş ocağını ve vatanını kaybeden bir yüreğin kendini alamadan üzülmesinin yansımasıdır.


Makale ve Analizler - 2015

177

Ve o bizim köyün yaşaması, evlerde bacaların tütmeye devam etmesi, umudun kıvılcım saçmaya devam etmesi için Büyük Türkiye’nin yardımları devam ediyor. Nerede insan varsa hayat orada yaşar. O bizim köylerde kalan yetimler var. Onlar ellerinden geldiğince hayat çırasını, yarını yaşama çağıran insan sıcaklığını yaşatmaya çalışıyorlar. Sayıları 180 binden fazla. Hepsine ayrı ayrı ulaşma çabaları gece gündüz devam ediyor. Hele bu Ramazan günleri TİKA ve yüzlerce yardım kurumu yine onların yanındaydı. Her akşam oruç birlikte açıldı. Bulgaristan köy ve şehirlerinde yüz bin yardım paketi dağıtıldı, 16 nin Müslüman orucunu toplu iftar merkezlerinde birlikte açtılar. Camiler dolup taşıyor. Arnavutluk’ta başarılı çalışmalarını sürdüren Osmanlı usulü cami ve hafızlık merkezi din adamları Ramazan ayını köylere dağılarak halk arasında geçirdi. Srebrenitsa çocuklarına eğitim desteği artıyor. Modern okul binaları ve savaşta öksüz kalanların kaldığı modern donanımlı pansiyonlarda geleceğin Balkanlı Müslüman gençleri eğitiliyor, yetişiyor. Makedonya göçmenleri atalarının köylerinden evlerinden ayrılırken lambaları söndürmemişti. Müslümanlığı ve Türkçe’mizi aynı ocağın sıcaklığıyla yaşatmaya devam ettiler, ediyorlar. Yüzlerce Makedonyalı genç Türkiye Yüksek Enstitülerinde eğitim aldıktan sonra geri döndü ve halkın gönlündeki daha iyi bir yaşam umudunu yaşatmaya devam ediyor. Makedonya’da Osmanlı yüksek mimar ve tarih eserlerinin onarılması bugüne katılması, birlikte yaşamanın mümkün olduğu, iyi komşuluk kapılarını kapatmamak gerektiğini doğruluyor. Üsküp’teki Türk Çarşısının Arnavut kaldırımında gezinenler bunu her gün kanıtlıyor. O çarşılarda, o çeşmelerde, kahvelerde, camilerde, bahçelere, duvar kenarlarına çömelmiş yaşlıların sohbetlerinde Türklük var, hoşgörü yaşıyor. Vardar ırmağı üzerindeki köprülerin anlattığı öykülerde Müslüman sevdası var. Türklerin 7 Balkan ülkesinin yedisinde de hiçbir yıkım yapmadan asırlar boyu yalnız inşa etmiş, yaratmış ve yüceltmiş olması, bu topraklarda başka hiç bir öykü olmaması, dünyanın başka bir yerinde rastlanması mümkün olmayan bir milli ve tarihsel özelliktir. Baş vezir Sokulu Mehmet Paşa zamanından beri “Drina Köprüsü” üzerinde kurulan çarşıda Doğu’nun Batıda aradığını, Batıının da Doğu’da aradığını bulduğunu herkes bilir. Birçoğumuz dünyanın başka bir yerinde emsali olmayan Müslüman, Hristiyan ve Katolik dinlerinin kardeşte yaşadığı, aynı toplum içinde birbirlerine engel olmadan sarmaşıklar gibi açtığı şehirlerde, köylerde doğduk ve yetiştik. Bizlerden sonra o coğrafyaların mazlum kaldığını hepimiz biliriz. Bugün ülkelerimizde halkın ekonomik durumu hiç de iyi olmasa da, yeni günlerin


178

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tarih içinde yanan dostluk ve yardımlaşma ateşlerinden doğacağına sönmeyen bir bekleyiş, sonsuz umut var. Bu umudun dokusunda sularının kemerleri arasından akmaya devam ettiği Sava ırmağının hala “Drina Köprüsü” üzerinden geçilmesi var. Sular ve onların berraklığı, çıkardığı sesin şırıltısı aynıdır. Bizde de öyle değil mi, Meriç suları Filibe’yi serinletmeye devam ederken “tarih geri dönmez, bu şehirde yaşanan iyi günlerin, komşulukların, bayramların havasını koruyun,” demiyor mu? Deliorman’da Türk köylerinin güzelliği unutulur mu? Dünya güreş şampiyonları hep bu köylerden çıkmadı mı? Geçmişe saygısı olmayanlar yeni bir dünya yaratabilir mi? Çocukları okula gidemeyen, anadilini öğrenemeyen, etnik kültüründen uzak tutulan köylerde “aydın gelecekten” söz etmek mümkün olabilir mi? Orada bir köy var, uzakta, O köy bizim köyümüzdür, unutmayın! Orada bir mezar var, uzakta, O mezar dedemizin mezarıdır, unutmayalım! Orada bir bahçe var, uzakta, O bahçe bizim bahçemiz, Çiçekleri gönlümüzün içinde, Kokusu gece gündüz burnumuzdadır, unutmayalım. O ezan sesi, o öğretmen, o yatalak ihtiyar, o başıboş hayvan, o karınca O da bizimdir uğur böceğimizdir, unutmayalım. Şunu da unutmayalım. Bizim hiçbir kimseye bıraktığımız bir şey yoktur. Mezardaki kemikler, Solmuş Çiçekler, Yere düşen, Kar altında çarlayan tohum, hepsi hepimiz-indir. Vatan paylaşılmaz, Bu vatan bizimdir.


Makale ve Analizler - 2015

179

Türk Mirasının Korunması İçin Yapılması Gerekenler

Dr. Aygün Hasanoğlu-02.Temmuz.2015

Çağdaş dünya gündeminde yer alma başlayan Türk dünyası hızla gelişen, keskinleşen ve mekanını genişlendiren çatışmaların içerisinde kendi varlığını korumak için mücadele vermektedir. Maalesef ki, bölgelerdeki çatışmaların en büyük darbesi de kültürel mirasa dokunduğundan çatışma bölgelerindeki Türk varlığı tehlikede kalmıştır. Bu durumda ortak projelerin gerçekleştirilmesine, Türk kültür mirasının korunması için ciddi çalışmalara ihtiyaç ortaya çıkmaktadır. Teknolojinin geliştiği çağdaş dönemde Türk halkları arasındaki ilişkilerin zayıf olması teessüf doğuruyor. Lakin internetin mevcutluğu ortaya geniş oimkanlar çıkarmıştır ki, bu imkanları yeterince kullanmak başarısına sahiplenmemesiz gerekiyor. Doğu Türküstanda, Azerbaycanın Karabağ Bölgesinin, Kerkük ve Mosulun, Suriyedeki ve Efganistandaki Türklerin, Bulgaristandaki Türklerin baskılar altında kalması onlara mahsus kültürel mirasın da yokolması tehlikesini göz önünüe almamızı gerektiriyor. Bir halkın meskunlaştığı. Yaşadığı yerdeki varlığını kanıtlayan tarihi kütürel miraslar bunlardır: Tarihi abideler. Anıtlar. Mezarlar Yer isimleri Maalesef ki, Türk dünyasında bu mirasın korunmasında büyük boşluk vardır. Bu gün Doğu Türküstan Türkleri Afganistan Türklerinin, Azerbaycan Türkleri Bulgaristan ve Balkan Türklerinin problemleri, yaşantıları, tarihi hakkında malumatsızdır. Bu bilgisizlik ortak problemlerin çözülmesinde ortak faaliyetin oluşturulmasına engel oluyor. Bu durum da çözümsüzlüğe getiriyor. Çünkü her kes ayrı ayrılıkta faaliyet gösterdiğinden sesler duyulmuyor, bir güç oluşturulamıyor. Ortak problemlerin ortak halli yollarını aramak gerekiyor. Düşünüyorum ki, önce birbirimizle ilişkileri artırmalıyık, bilgi alış-verişini daha çevik hale getirmeliyiz. Bunun için medyanın biribiryle irtibatta çalışması gerekiyor. Dünya Türk mirasını koruma altına almak günümüzde önemli meseledir. Bu amaçla projeler hazırlamak gerekiyor. Her şeyden önce Türk anıtları kayda alınmalıdır. Anıtların resimleri çəkilməli, nə zaman, kimler tarafından inşa edildiği ve


180

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

hakkındaki diğer bilgiler yazıya alınmalı, kitap halinde yayınlanmalı. Sonra bu anıtların koruma altına alınması için uluslararası örgütlere müracaat edilmelidir. Yer isimleri de çok önemlidir. Bazı isimler hatta bin, iki bin yıllık tarihi kendisinde yansıtıyor. Türklerin yaşadığı arazilerdeki Türk kökenli yer (şehir, köy, dağ, dere, çay, göl ve diger) isimleri kayda alınmalı, anlamı hakkında bilgiler de bu kayıtlara eklenmelidir. Nihayet, halk edebiyatına da dikkat yetirilmelidir. Halk efsane ve revayetleri, latifeler, yazarı belli olmayan şiirler ve şarkılar, ata sözleri de toplanmalı, yazıya alınmalıdır. Kalb sözle dolu olan yaşlı kuşak zaman geçtikce azalıyor. Onların taşıdıkları söz hazinesine sahip çıkmamız lazım. Türk sofra kültürü dünyanın en zengin sofra kültürleri sırasındadır. Maalesef ki, son zamanlar bazı Türk sofra numunalerinin talif hakkını başka milletlerden olan şahıslar tarafından satın alınmaktadır. Mesela, Paklava, Dolma, Ayran, Lavaş gibi nimetlerimize Yunanlar, Almanlar, Ermeniler sahiplenmeye çalışıyorlar. Ermenistan’da hatta Dolma festiveli düzenlemekle ginnesin rekorlar kitabına düşmek isteyen Ermeniler Dolma’nın uluslararası alanda ermeni mutfağına ait olması ile ilgili çalışmalarda bulunuyorlar. Bu olgular bizleri sofra kültürümüze de sahiplenmeye çağırıyor. Bölgeler üzre türk mutfağının örnekleri kayıtlara geçirilmeli ve Türk yemeği, tatlısı, içkisi Türk kültür mirası gibi koruma altna alınmalıdır. Bunlar hem kitap şeklinde, hem site halinde, hem de CD halinde toplanmalı ve Türk mtfağı gibi yayılmalıdır. Tabii ki bunlar proje şeklinde gerçekleştirilmelidir. Bu tür projeleri gerçekleştirmek için Proje merkezi kurmak istiyorum. Bu merkez Türklüğe hizmet eden projelere mali desteği aramaya çalışacaktır. Bu bir gerçektir ki, sen, senin olana sahiplenmezsen, ona başkaları sahiplenir.

Türkiye: Politik Analiz

Rafet Ulutürk-03.Temmuz.2015

7 Haziran günü Türkiye’de genel seçim yapıldı. Demokrasilerde belirleyici olan seçimlerdir. Politik yapılanmayı belirleyen seçim sonuçları yani halkın iradesi olur.


Makale ve Analizler - 2015

181

Ortaya çıkan tabloda toplum dörde bölündü. Başı çeken güç olarak demokratikleşme mücadelesinde öncü olan AK Parti en fazla oy alarak, iktidar dizginlerini elinde tutmaya devam ediyor. Biz son seçimle ilgili daha önce yazdığımız yorumlarda, tarihsel süreci akan bir ırmak gibi, seçimleri bir şelale gibi, seçim sonuçlarını da şelale sularının düştüğü yerde oluşan derin girdap gibi anlatmaya çalıştık. Şelale olayı nesnel bir yasallık olduğu gibi, toplumsal olaylar da nesnel sosyal kuralları olan bir gelişmedir. Kimse önceden bu şöyle ya da böyle olacak diyemez. Görüldüğü üzere seçimden sonra tam bir ay geçmesine rağmen, girdabın oluşturduğu gölün üzerinde beliren 4 politik parti, Türkiye’nin yeni aydın geleceğini belirleyecek ve Türkiye devletini kazasız belasız yeni ufuklara götürecek kaptanını henüz bulamadı. Biz bu irdelemeyi bu noktada kesmek istiyoruz, çünkü öngörüyle işgal eden sosyoloji bilimi en modern elektronikle donanmış olsa bile, deneyler geleceği tam olarak görebilen insan mantığının henüz çok az ışık verdiğini her gün doğruluyor. Günlük yaşam hayatta birçok şeyin zeka ve akla karşı oluştuğunu da doğrulamaya devam ediyor. Biz, Türkiye halkının ruhunun değişmediğine inanıyoruz. Biz, Türkiye’de tek ulustan uluslar demetine, tek partiden çok partililiğe dönüşen toplumun töreler ve zihinlerin öngörüsü açısından kendisini yenilemekte olduğunu görüyoruz. Biz, bir başbakanın, bakanların, hükümetin adının, bileşiminin değiştirilmesinin halkın zihniyetini değiştirmediğine inanıyoruz. Türkiye halkı daha fazla demokrasi, daha büyük özgürlükler istiyor. Bu yol hepimizin yoludur. Bu bakıma 3 partili bir parlamentoda, artık 4 partili bir meclis olduysa, bundan demokrasi yara almaz. Bu biçimsel bir değişimdir, özü etkilemeyecektir. Öyleyse bugün içinden çıkılamayan siyasi girdap nedir? Neden 4 siyasi partiden hiç biri siyaset gemisine hükümetim kurdum bayrağını dikip yol almaya başlayamıyor? Seçim siyasi bir olaydır. Siyasetin dayanağı insanların zihinlerinde yerleşmiş inançlardan kaynaklanabilir. Mesela Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) partilerinin siyaseti artık katılaşmış zihinsel birikimlerin özgün belirtisidir. Biz “Heykeller Dönüştürülemez” yazımızda konuyu işledik. Kemikleşen siyaset dogmalaşır, yenilik kabul etmez, ileri açılamaz. Buna rağmen bu iki siyasi partinin oylarını muhafaza etmesi, ancak halkta bir hoşnutsuzluk olduğu anlamına gelir. Bu hoşnutsuzluk politik olarak çok uyanık olan İstanbul, İzmir, İzmit, Ankara, Bursa vb şehirlerin oy oranlarında değişiklik olmaması, halkımızın gelenekçi ve eski ilkelere sımsıkı bağlı olduğuna kesin kanıttır. Kürt azınlığın ulusal uyanışı coğrafya olarak kendilerinden çok uzak bir bölgede -Güney Doğu’da- dallanıp budaklandığı için, bu etkileşim onların duygularına doğrudan doğruya hitap etmiyor. Ne var ki, hoşnutsuzluk olduğundan


182

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

söz etsek de bunun yaygınlaştığını ve güçlenen bir topluluk olduğunu söylemiyoruz. Türkiye’!nin yenilenerek kalkınması öncelikle bizim soydaşlarımızın yaşadığı kentlerde ve yörelerde gerçekleştiğine, hoşnutsuzluk bir durgunluğa tepki değildir, sosyal yaşamın iyileştirilmesi çabalarına da tepki değildir. Hoşnutsuzluk belki de yöneldiğimiz yeni uygarlığın ayarının önceden dengelenememesine olan bir tepki olabilir. Bu noktada, öngörülemeyen bir olgu olduğunu duyumsayanlar olabilir. Son aylarda Türkiye’de modern bir devrimle hükümetin bir gecede alaşağı edileceği sezgisi de yerinden kıpırdamıştı. “Paralel Yapı” ve onun hazırladığı darbe başarılı olsaydı, bu duyum doğru olabilirdi. Fakat Sarın Başkanımız T. Erdoğan yönetiminde bu sayfa kapandı. Biz 6 Haziran seçim sonuçlarını görünce Türkiye’de aşırı boyutlara uzanacak bir hoşnutsuzluk birikimi olmadığına inandık. Türkiye’nin geleceğinin AK programlarına dayanacağına inandık. İnanıyoruz. Biz AK Parti tarafından yönetilen halk kitlelerinin gücünü zincirlerinden boşanmış halk kitlelerinden aldığını görüyoruz. Öyleyse biz soydaşlar açısından sorun nedir: Biz, sosyal devrimi, ekonomik atılımları başarılı götüren Türkiye’nin, bu davada öncü olan AK Parti’nin uygarlığımızı ilerleteceğine inanıyoruz. Bizim uygarlığımızsa kopya bir medeniyet değildir. Kendi yaşam tarzımız ve kültürümüzün birikimleri dışında İslamiyet’in ve Bizans’ın bıraktığı uygarlık kalıtlarının hepsini içine almış sonsuz bir birikimdir. Biz geçmişin asla ölmediğine inanıyoruz. Çünkü geçmişimiz dışımızdan çok içimizdedir ve ana güç kaynaklarımızdan biridir. Şunu da eklemekte yarar olacağına inanıyorum: Bazı devrim havarilerinin, belki de bu anlayış biz Bulgaristan Türklerinde, komitacı havarilerin kol gezdiği bir diyardan geldiğimiz için hep vardır, biz devrimlerle derin reformlarla tarih içinde bir kopuş yaşandığına inanmıyoruz. Değerlendirmemiz farklıdır. Bizdeki komitacıların “yeni bir dünya yaratmak” - “geçmişten tamamen kopmak” gibi saçmalıklarla halkı aldattığını gördük. Geçmişle bugün birbirinin devamıdır, aynı bütündür. Bu bakıma biz HDP partisinin meclise girmesini de sokakta yürütülen ve 1000 yıllık bir beraberliğin devamı olan bir politikanın biçim değiştirerek meclis kürsüsüne taşınması olarak algılıyoruz. Hoşnutsuzluğun kökleri nerededir sorumuzun cevabını ise, Türkiye’nin henüz geliştirmeye başladığı Bilimsel devrimin niteliğinde arıyorum. Dün adı hırsız olarak gazete manşetlerinden düşmeyen bazı şahısların isimlerini Üniversite kapılarında gördükçe ürküyoruz. Burası “kovboy”, “mafya”, “dolandırıcı” eğitim merkezi mi sorusu kulaklarımızı rahatsız ediyor. Şerefsizlerin onurlu halkımızın önüne geçmeye çalışması hoşnutsuzluk yarattı. Konu budur. Şerefsizliğin


Makale ve Analizler - 2015

183

olduğu yerde bilim olmaz. Bilimin olmadığı yerde toplum boğulur ve yarınlarımızın kararlı endişesi bugünkü hoşnutsuzluğun ana nedenidir ve son seçim sonuçlarına yansımıştır. Girdaptaki gemi bu durumda yön bulup yelken açamaz. Türkiye’yi erken seçim bekliyor.

Bulgaristan’da Yeni Duraklama Dönemi

Rafet Ulutürk-03.Temmuz.2015

30 Haziran’da Bulgaristan’ın Filibe iline bağlı Karlova şehrinde gerçekleştirilen Ulusal Müslüman Protesto eylemi çok büyük anlam taşıyor. İslam dini özündeki hoşgörü, iyi komşuluk, alçak gönüllülük ve yardımseverlik gibi temel ilkeler üzerine kurulu olan yaşam biçimi ancak en az 100 yıllık bir rahatsızlığın sonucu olarak patlak verir. Genellikle Fransızca yazılmış olan ayaklanma psikolojisi eserlerine bakıldığında, egemen olmayan bir ulusun, egemen unsurun iktidarına, adalet sistemine ve yerel yönetimine karşı, dini haklarını, camilerini, medreselerini, taşınmazlarını vs. geri aşmak için ayaklanması 21. Yüzyılın özünü belirleyebilecek niteliktedir. 1877 - 1878 Rus saldırı harbi ve Osmanlı’dan Bulgar Prensliğinin kopmasından bu yana, 1908’de kurulan Bulgar Krallığında ve 1972’deki Smolyan ve Blagoevgrad iline bağlı Kornitsa, Glodjen vb. (Nevrekop) Gotse Delçev köylerindeki isim değiştirme ve din haklarını yasaklamaya karşı kitlesel Müslüman Ayaklanması’ndan ve 1989’un 30 - 31 Aralık günlerinde Sofya’da Müslüman Pomak yurttaşların her köyden, her kasabadan, her ilden gelip Parlamento Binasını kuşatmasından sonraki dönemde bu denli büyük, etkili ve toplumda deprem etkisi yapan bir gösteri ve kitle mitingi düzenlenmemişti. Filibe İl Müftülüğü tarafından örgütlenen, Bulgaristan Türkleri Başmüftüsü Sayın Mustafa Hacı ve Başmüftülük erkânı, İl Müftüleri ve Müslüman Konsey üyeleri ve müminlerin katıldığı miting; Bulgaristan’da “Hak ve Özgürlük Hareketi” (HÖH - DPS) partisinin 26 yıl önce açtığı “Bulgaristan Etnik Modeli” sayfasını kapattı;


184

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Müslümanların Bulgar Anayasası’na, yasalarına, adalet sistemine, savcılığına, yerel ve merkez organlarına olan güvenini sarstı, huzurumuzu bozdu ve sabrımızı taşırdı. Hak ve Özgürlük Hareketi, bu partinin yerel organları, milletvekilleri, parti yönetimi, “fahri” başkanı ve Başkanına olan güveni sıfırladı. Protesto mitingine bir destek telgrafı, bir dayanışma mesajı göndermeyen zihniyet Bulgaristan Müslümanları üzerinde politik hak talebinde bulunamaz, olay bitmiştir. HÖH - DPS partisine körü körüne inanma devri sona erdi. Halkımızın duyguları uyandı ve kitlelerimiz hareketlendi. Bulgaristan’da Anayasayı değiştirerek, Müslümanların tüm haklarının kayıtsız koşulsuz tanımak, Müslüman vakıflarının ve Başmüftülüğün ve İl Müftülüklerinin taşınmaz mal ve mülklerini, okullarını, medreselerini, dükkânlarını, tarla, bahçe, çayır, otlak ve korularını hiçbir güçlük yaratmadan, insanlarımızı mahkemelerde süründürmeden, işleri yokuşa sürmeden geri vermeyi yasallaştırmak zorundadır. Bu yapılmadan Bulgaristan’da adalet olamaz, yasal düzen kurulamaz, güven ve huzur tesis edilemez.1990’da Bulgaristan Türk milletvekilleri Demokrasiye Geçiş’in kısmı Anayasa değişiklerini kabul etmedi, imzalamadı onaylamadı. Son 26 yıldan beri Bulgaristan’daki dini kurumların mal ve mülkünün taşınmazlarının iade edilmesi için kabul edilen yasalar Hıristiyan, Georgia’n, Haham, Katolik vb kiliseler için uygulanırken, Müslümanların taşınmazları geri verilmiyor. Olaya tarihsel bakış: 1912’de Müslüman Pomakların isimleri, soyadları değiştirilmiş, cami ve mescitlerine, tarlalarına, okullarına el konmuş, büyük baskı ve terör olayları yaşanmıştı. O zaman bu ağır travmalı trajedinin çözümünü aynı dönemde Sofya’da Osmanlı Sultanının Askeri Ataşesi olan Büyük Mustafa Kemal başarılı bir şekilde çözebilmişti.Pomak Müslümanlar Liberal Parti’ye oy vermişler, meclise girip grup oluşturmuşlar ve isimlerini ve ibadet haklarını, cami ve medreselerini, köy odalarını geri almışlar, sürgün edilenler de köylerine geri dönmüşlerdi. Bu başarılı siyasetin kökleri bundan 103 yıl öncesine uzansa da, Bulgar iktidarlarının 20. Yüzyıl boyunca Müslümanlara karşı İslam düşmanlığı devam ettiğinden, 21. Yüzyıla çok ağır yaralarla girdik. 1984 - 1989 isim değiştirme, baskı ve zulüm yıllarında terör dalgasını 1989 Mayıs Ayaklanmasıyla kırdık. 40 kardeşimiz şehit oldu. Yarım milyonumuz ülkemizi, vatanımızı terk etmeye zorlandı. Bu çözüm çok ağır oldu. Büyük yara aldık, ama haklarımızı, taşınmazlarımızı yine de ele geçiremedik, yaralı kaldık, mahrum ve mazlum kaldık.1990’da isimlerimizi ve soy isimlerimizi geri alsak da, sosyalist devletin el attığı camilerimizi geri alamadık. Mülklerimizi vermedi-


Makale ve Analizler - 2015

185

ler. Ülkenin belki de bütün il mahkemelerinde bu konuda davalar sürüyor. Davaları kazanıyoruz Sofya Temmuz Mahkemesi bozuyor. Pazarcık, Haskovo, Smolyan illerinde Müslümanlara son 2 yılda 6 silahlı polis saldırısı yapıldı. Yargılanan din adamları var.Olayın özü şudur: Mayıs 1989’da ayaklanarak 1990’da Bulgaristan’a demokrasisi çağıran Türkler olsalar da, Bulgaristanlı Türk ve Müslümanlara demokrasi ve özgürlükler güneşi, doğmadı. Hakları verilmedi. Müslümanların ibadet merkezleri, Allah’ın evleri, tarlalarımız Bulgar makamlarının elinde kaldı ve geri verilmiyor. Bulgar Demokratik Güçleri komünistlerin el attığı baba ve dede mülklerini geri aldılar. Türkler onların haklarının iade edilmesini desteklediler, fakat bugün Bulgar demokratik kamuoyu Müslümanların camilerinin iade edilmesinden yana tavır almıyor, baskı yapmıyor, basın, radyo ve TV programları susuyor. Bu birikim derin bir cepheleşme doğurmaya başladı. Bu durumun aşılması ancak köklü bir yasal reformla ve filli uygulamayla gerçekleştirilebilir. Aksi takdirde Müslümanlardaki hoşnutsuzluk birikimini sınırlama yolları yoktur.Bulgaristan’da demokratikleşme “devrimi” güdük kaldı. Öz bakımından değişiklik getirmedi. Etnik azınlıkların durumunda hiçbir değişiklik olmadı. Bulgar devleti HÖH - DPS kartını halkımıza karşı başarılı oynadı. Yeni birimimin özündeki ana çizgiler bunlardır. Bu açıdan Bulgaristan Yeni Duraklama Dönemine girdi.

Yargısız İnfazı da Hitlerden Öğrenmişler

Rafet Ulutürk-04.Temmuz.2015

Konu: Kopyalanan ve acımasızca uygulanan faşizm Üç buçuk yıldan beri boş vakitlerimi siz kardeşlerime gerçekleri anlatmaya ayırdım. Araştırdım. Sonunda hep aynı sonuca vardım. Bulgar Çarları, Başbakanları, polisi, komünist partisi başta olmak üzere, yüz yıldan beri bizimle uğraşıp hepimizi bezdirip, bıktırıp, usandırıp, sindirerek Vatan ocağımızdan söküp Türkiye’ye atmak ve tüm varlığımızı gasp etme için çalışılmıştır. Yakın vadeli ve kendiliğinden değil uzun vadeli çalışılmıştır. Aralıksız ve baskıları şiddetlenerek pek tabii... Bulgaristan Türkleri arasından okutulup yetiştirilen ve devlet ve parti görevi alan siyasetçilerin hepsi, hiç istisnasız, bu amaçla kullanılmıştır. Bize uygu-


186

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lanan yaptırımın yöntem ve biçimleri, araç ve gereçleri Bulgarlar tarafından icat edilmedi, Bunlar Nazi Almanya’sında Yahudilere karşı 1918 - 1944 yılları arasında uygulanan zorlama ve zülüm şekil olarak renklendirilip bazı etnik ve dini özelliklerim dikkate alınarak ve Güney’de Türkiye Cumhuriyeti olduğunu akıldan çıkarmadan aynen tatbik edildi. Daha önceki yazılarımda da yazdığım gibi, Bulgaristan’da 1982’de “Faşizm” adlı araştırma eserini yazan, Bulgar totaliter sosyalizmini Nazi Almanya’sı devlet yapısına isabetli olarak benzettiği için popüler olan, Demokratik Güçler Birliği (CDC) kurucu başkanı ve 1991 yıllarda Cumhurbaşkanı seçilen JelüJelev’e içten içe öfkeliydim. Artık vefat etti ve bizlerde ölmüş adama garez beslenmez. Öfkemin nedeni, onun Bulgaristan’da totaliter rejim uygulandığına işaret ederken, zulüm siyasetin Türkler, Romanlar ve Pomaklara -tüm etnik azınlıklarakarşı emsali olmayan bir şiddet uygulanarak gerçekleştiğine işaret bile etmemiş olmasındandır. Bu eserin Türkçeleştirilmesinden sonra Jelü Jelev’i tanıma, kendisiyle sohbet etme imkânım da oldu. O, sürgün edildiği yıllarında -11 yıl- bir Türk - Bulgar köyünde soğan, samsak kazan bir bilim adamıydı. Ne yazık ki, Bulgar devletinin faşist nitelikler kazandığını, nazı yöntem ilkeleriyle yönetildiğini görse de, zulüm rejiminin balyozu Türklerin, etnik azınlıkların başına indirdiğine işaret etmeden kitabını noktaladı. Daha sonraki yıllarda yazdığı ve ana inceleme eseri olarak kabul edilen “Herşeye Rağmen” kitabında bazı çok önemli noktalara işaret etti. Cumhurbaşkanı koltuğunda otururken Ahmet Doğan’ın dosyasını istedi, okudu ve bir daha Ahmet Doğan’la yüzleşmedi. “Halkına ihanet eden bir kişiyle” görüşmem daha iyi olur diyen o dur. Bu eserinde o Ahmet Doğan ajanlığını, onun 1986’da başına geçtiği Bulgaristan Türklerinin Milli Kurtuluş Hareketigibi illegal tuzakları görünce, hapishanelerde sahteden yattığını, amacın Türkler arasından gerçek kahramanlarla, inanmış devrimcilerle ve cesur ruhlu Türklerle tanışıp onların daha sonra 1989 Mayısından başlayarak önce Viyana’ya sonra da Türkiye’ye kovulmaları yolunu açmak olduğunu anladı ve Türklerin Hak ve Özgürlükler Hareketini gizli polis oyunlarından ayrı görebildi. Belki de 10 derece daha gerçekçi olsa da, yine de kuyunun en dibine inmedi. Orada birikmiş yeşil bataklıkta Bulgaristanlı Türklere karşı ne kadar derin ve hain planlar hazırlanmış olduğunu birer birer açıklayarak hem Bulgar halkına hem de Bulgaristanlı Türklere tarihsel hizmette bulun(a) madı. Bu ikinci eserde o, Ahmet Doğan’ın sahte bir “lider” olduğuna işaret ederken, halk hareketimizin, 1989 Mayıs Ayaklanmamızın Bulgaristan’da faşist totalitarizmin yıkılması yolunu açtığını belirtirken, “Türkler Bulgar halkının şerefini kurtardı” diyemedi, amma daha sonra bunu diyen Bulgarlar oldu. Kendime


Makale ve Analizler - 2015

187

defalarca sorduğum bir soru var. Bulgarlar Alman faşistlerinin Yahudilere yaptığından beterini bize yaparken, neden Naziler Yahudileri yakıp yok etme yolunu, Bulgar ise bizi Türkiye’ye kovma, göçe zorlamayı seçti? “Bunu yalnız Türkiye Cumhuriyetinden korktuğu için yapmış olabilir mi?” diye sordum yıllarca kendime ve aklıma gelen hep çocukluk yıllarında kuş avladığım lastik geldi. Arkadaki meşine bir küçük taş koyup uzattığım bu kuş öldürme silahımda şöyle bir kural vardı. Ne kadar çok uzatırsam taşı o kadar daha hızlı ve uzağa atıyor ve o kadar da büyük bir güçle eski haline dönüyor yani il haline toplanıyordu. Bulgar devleti de bizi Türkiye’den, Türk halkından, İslam’dan, ana dilimiz Türkçemizden, Türk kültüründen, gelenek ve göreneklerimizden ne kadar uzaklaştırırsa, bir gün o kadar büyük bir hızla güçle özümüze döneceğimizi sanki biliyorlardı, sanki bu bir stratejik plandı ve aşama aşama, mengenenin kolunu çevire çevire bizi sıkıyordu. Bu zordan Ahmet Doğan gibi Bulgar okullarına kaçanlar, askerde hainliği kabul edenlerden ise suyumuzu ve özümüzü çıkarma mengenesinin kolunu çeviren iş gücü topluyordu. Gerçek sinsi planını kimsenin anlamasına müsaade etmemek için ise etrafa gül kokulu pus ve sis yumakları sallıyordu. Bu gövdesine ağaç kurtları yerleştirilen ağaç dal ve yapraklarına aslında hiçbir etkisi olmayan “ilaçlar” püskürtülmesi gibi bir şeydi. O yılları ben de yaşadım, pek tabii ki, bizim Dobruca’ya sis çöktüğünde, sisten ötesini görmek mümkün olmadığı gibi, politik olarak bizden gizlenen ama bizimle ilgili hazırlanan planları çözebilmemiz de o günlerde mümkün değildi. Yüksek mühendis olmamız da buna yetmezdi. Kuşkusuz aranızdan bazıları, Şakir Bey bütünokyanus suyunun tuzlu olduğu bir damla sudan da anlaşılır diyecektir, ama biz bunu ya anladık da korktuğumuzdan belli edemedik, ya anlayamadık ya da “dur bakalım” umuduyla yüreklenip sözde iyi günler pususuna yattık. Ben ve ailem de yıllardan beri İstanbul’da olduğumuza göre, yani biz tuzağa düşürüldük ve yenildik. Zor ama bunu kabul etmek zorundayız. Başkalarının başına da aynı çorap örülmesin diye yazıyorum. Başka bir soru da neden öldürülmedik de kovulduk sorusudur: Hazır cevap, okurlarım hemen “1948’e kadar Yahudilerin ülkesi ve devleti yoktu. Hitler onları nereye kovabilirdi? Nereye kovulacaklardı?” demişlerdir. Tarih açısından bu doğrudur. Alman devleti Yahudileri sürgün edecekleri bir toprak parçası araştırmış olsaydı, kuşkusuz bulurdu, ama aramadı. Polonya gibi işgal ettikleri topraklarda Nazi Kampları kurularak onlardan kurtulma yolunu seçtiler. Tarih kuyusunun en dibine inmeden biraz daha derinlerine baktığımızda, Avrupa’daki Yahudilerin toprak mülkü edinme hakkı, çiftçilik yapma hakkı gibi hakları olmadığını görürüz. Geçim kaynakları, Tevrat’ın kendilerine yasakladığı “tefeciliği” ötekilere uygulamakla geçiniyorlardı. Fransa’da XIV. Louis’e,


188

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Almanya’da iş adamlarına ve bankalara, Osmanlı’da Sultan’a varana kadar herkese faiz karşılığı borç para vermeyi başarmışlardı. Hitler Almanya Önderi olduğunda para Yahudi kasalarındaydı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Yahudiler Almanlarla iyice karışmış, karma çiftleşme ve evliliklerden yetilen yeni kuşağın etnik kimliğini ilk bakışta ayırt etmek zor olmaya başlamıştı. Böyle bir ortamda Alamanan’ya kamuoyunda beliren yeni bir duyguya işaret etmek istiyorum. Almanya’da Alman Ruhlu Yahudiler işte bu Birinci Dünya Savaşından sonraki dönemde oluşurken, Almanya’da Alman milli serveti Almancı Yahudilerin eline geçmeye başlamıştı ve bu olayın boyutları geniş ve derindi. Almanların Yahudiler bizi yiyip yutacak korkusunu 1985 öncesi Bulgaristan’da aradığımızda bankalardaki sıcak paranın % 33’üçünün Türk ve Pomakların banka hesaplarında olduğu, Bulgar devletinin yaptığı dış satımdan elde edilen dövizin yüzde 42,5’i gibi çok bir oranın Türklerin gerçekleştirdiği üretimlerden geldiği –tütün, hayvancılık, işleme sanayi, madencilik, “A” grup ağır sanayi -Bulgaristan’da “ana dil ve özgün kültür”le yaşama yasaklarına rağmen- Türk ruhunu değiştirip kanatlandırmıştı, Türkler başı dik yürüyen insanlardı. Bu noktada biriken egoizm, kıskançlık, çıbanbaşı olurken Bulgar’ın gece uykularını kaçırmıştır. Yazdıklarımın daha net anlaşılabilmesi için, şu noktaya açıklık getirmekte yarar görüyorum. Almanya bir ormanlar ülkesidir. Almanlar da orman insanıdır. Ormanda ışık ve aydınlık az, karanlık çoktur. Bu nedenler Almanlar yaşamlarını gündüzlere göre değil, geceye göre ayarlayan bir millettir. Hitlerin karanlık sığınaklarda yaşadığını, yalnız gece çalıştığını, Almanların Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında cephe taarruzlarının hep gece başladığını, düşmanın gece bombalandığını daha önceki yazılarımda yazmıştım. Almanya ve Almanlar üzerine yazılmış birçok kitapta “Alman Ruhunun derinliklerinde orman karanlığı olduğunu” siz de okumuşsunuzdur. Yine o eski eserler, Cermen ırkının geleneklerinde (Cannibalizm) -insanları parçalayarak çiğ çiği yemek- olduğunu, yazar. Bu koşullarda oluşan Alman yaşam tarzında orman karanlığı unsurunun belirleyici olduğu, kilise yapılarına yansıdığı ve onların tek kaldıklarında korkak, ürkek ve cesaretsiz oldukları ortaya çıkar. Belki de tarihte Almanların hiçbir savaşı Utkan sonuçlandıramamasının nedeni de budur. Hatırlarsak, 30 yıl savaşlarda 20 milyon ölü verip yenilmişler, birinci ve ikinci dünya savaşlarındaki yenilgileri Tuna ırmağını kaç defa kan gibi akıtmıştır. Demek oluyor ki, daha önceleri -orta çağlarda ve daha önce- düşmanlarımız bir daha yaşama dönmesinler diye onların ataları insan parçalayıp yiyerlerken, aynı tabloyu 20. Yüzyılda -Yahudiler örneğinde- aramızdan arınsınlar ve bir daha yaşama dönmesinler diye hepsini gaz kamaralarında canlı canlı yakmayı yeğle-


Makale ve Analizler - 2015

189

mişlerdir. Tarih bakımından özde değişen bir şey yoktur. Ve bunu gerçekleştirirken onlar her gün günbatımını beklediler. Gaz kamaraları bacalarının günde kaç saat tüttüğünü gören olmadı, çünkü duman hep gece karanlığına karıştı. Bizim oralarda bizden önceki tarih içinde bu “yok etme” olayının boyutları biraz başkadır. Bir defa devamlı kazılan ve eski tarih açısından bol ürün sunan Bulgaristan toprağında, istenmeyen insanların dünyaya yeniden dönmesinin yani hortlamasının (bu olay biraz da Hristiyanlığın mucizesi olan İsa Peygamber’in dirilmesiyle bağlantılıdır. Bocuk Bayramında ‘24 Aralık’ Hıristiyanlar bu arada Doğu Ortodoks dininden olan Bulgarlar birbirlerini hakikaten dirildi selamıyla kutlarlar.) Dirilişin önlenmesi yani hortlama imkânı verilmemesi açısından, merhumun cesedinin yakılmadığı, mezara yatırıldıklarında cesedin karın boşluklarına bir kalın demir kazık kakıldığı, yapılan arkeolojik kazılarda gün ışığına çıktı. Sozopol ve Momçilgrad (Perperekon’da) arkeologlar (Prof. Ovçarov) bunu kanıtladı. Öte yandan, Bulgarlar da bizim gibi Orta Asya’dan geldiklerinden ve Doğu Ortodoks Hristiyanlıkta insan yakma gibi bir zulüm olmadığından, Hitlerden kopya edilen her şeyi bizde uygulamaları ne faşizm ne de totalitarizm dönemlerinde o kadar kolay olamazdı. İzninizle bir ek açıklamada bulunmak istiyorum: Bulgaristan’da basılan Filibe’ye (Plovdiv) bağlı Soput Belediyesi köylerinden Anevo’lu Aziz Beyin “Belene” Ölüm Kampı üstüne yazdığı eserinde, “dördüncü bölüm koğuşlarındaki gaz kamarası baca duvarlarından insan yağlarının bugün de sızdığı” savı bir hayal ürünüdür. Lütfen “Belene” Kampında yatanların dilleri artık çözülsün, biz 1984 - 1989 tarih sayfamızı soru işaretleriyle kapatamayız. Susmak gerçeği kabul etmektir. Fakat gerçek bilinmediğinde, kötülük yapmak anlamına gelir.Hitler III. Boris’ten Bulgaristan’da “Yahudileri yakmak için gaz kamarası kurmasını istese de” böyle tesis inşa edilmemiş, fakat Çar III. Boris bu isteğe uymamış, hatta Yahudilerin Bulgaristan’dan kaçmalarına göz yummuştur. Ne var ki, burada açılması gereken yeni bir sayfa daha olduğuna işaret ediyorum. Bu sayfada psikolojik yani doğrudan doğruya insanların ruhunu etkileyen ve devamlı rahatsız eden bir noktaya ışık tutmamız gerekiyor. Bu da “Zan altında olma” ya da başka bir değişle “kişinin kendinin suçlu olduğundan kuşkulanması” gibi bir psikolojik durumdur. Totalitarizm döneminde bu vardı. Bütün savcı ithamlarında, suçlamaların hepsinde bu vardı. Polis mahzenlerinde imzalatılan sahte evraklar insanımızı zan altında bırakma yöntemlerinin başında geliyordu. “Zan altında” kalanların hiçbir suçu yoktu, onlar hakkında hafiyelerden, jurnalcilerden toplanmış aslı astarı olmayan “bilgiler” bu diye dosyalarına doldurulmuştu. Onlar bilinçli olarak lekelenmiş insanlarımızdır. Yargısız içeri düşen


190

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ve sürgülenen, sakatlanan kardeşlerimizdir. Bu sinsi olay çok önemlidir. Yıllarca uygulanmıştır. Hepiniz bilirsiniz Türk milleti çok cesurdur, gerektiğinde kincidir, “zan altında” bırakılması onu yok etme, ezme, yıldırma, korkutma ve yavaş yavaş bavullarını sıktırmaya zorlama taktiklerinden biridir. Şimdi Türkiye’de yaşayan ama konuşmayan, “Belene” kampında kalan ama ağızını bıçak açmayan kardeşlerimiz, arkalarında herhangi bir iz kaldığından ve son 26 yılda çürümüş olduğunu düşündükleri bu izin yeniden diriltilebileceğinden kokuyorlar. Bizdeki korkulardan birinin kaynağı geçmişimize gömülmüştür. Mazimiz ise vatanda kalmış ve kazma kürek Bulgar makamlarının elinde olduğundan her zaman her yerden bir şeyler çıkarabileceklerine inandığımızdan susuyoruz biz. Aslında bu durumu yenmemiz gerekiyor. Korkuyu yenmeden ilerleyemeyiz, uyanamayız dirilemeyiz. Gelecek yazımda size Nazi Almanya’sında “zan altında” bırakma olayının inceliklerini anlatmaya çalışacağım. Konumuz devam edecektir. Şimdiden Hayırlı Ramazanlar dilerim.

Hesaplaşmadan Kaçanlar

Dr. Mustafa Kahraman-04.Temmuz.2015

Konu: Arınamayan Toplumun sancıları Sel bir kere yatağından taştı mı, her yeri yıkıp yok edene kadar durmaz. Bizim memleketimizde sel 1989’un Mayısında gerçekleşen Türklerin ve Müslümanların hak, hukuk, özgürlük ve adalet ayaklanmasında taştı bizim sabır barajımız ve yeni bire dünya vaat eden sel, ne yazık ki işini tam olarak yapamadı. Eski dünyanın çöpü sokakta kaldı. O gün bu gün koktukça kokuyor... 1789 Büyük Fransız Devrimi’nden sonra klasiklerden Rivarol şöyle demişti: “Bir ulusun ayaklanmasından sonra iktidara ayak takımı gelirse, vay haline ayaklananların!” Bizde tam öyle olmadı mı? Hafiyelikten başka hünerleri olmayanlar meclise doldu.


Makale ve Analizler - 2015

191

Toplumsal yapıyı kökten yıktılar. İktidar oldular. Toplumsal değişiklik isteyenlere “Buyurun size değişiklik!” dediler. Bunlar arasında Bulgaristan Türklerinden yana bir tek reformun yapılmasına bile tahammülü olmayan Ahmet Doğan, Lütfü Mestan, Daniyel Peeski ve daha birçok HÖH’cü siyasetçi başta geliyor. Biz, Bulgaristan Türkleri Strratejik Araştırma Merkezi olarak birçok yazımızda, 21. Yüzyılın Bulgaristan Türkleri ve Müslümanları için de iç hesaplaşma asrı olacağını yazdık çizdik. Demek istediğimiz, 20 yüzyıl çok çeken, çok ezilen, çok kurban veren, defalarca göçe zorlanan halkımızın Yeni Bir Umut Asrı yaşadı. Çile birikimi sel gibi taştığında 1989 Mayıs Ayaklanması oldu ve Bulgaristan totaliter baskı ve terör rejiminin omurgası kırıldı. Zulüm düzeni devrildi. Yıkıldı da, ancak kabuğu soyuldu, özü korundu. Totaliter iktidardan devrilen kaşarlı komünistlerin yerine oğulları, korumaları, hafiyeleri geçti. Önce hepsinin anası ve babası olan tüm kötülüklerin ardında duran Bulgaristan Komünist Partisi (BKP) isim değiştirildi ve Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) oldu. Ardından personel değişiklikler başladı. Birkaç örnek sunuyorum: BKP MK Sekreteri ve Politik Büro üyesi Dimitar Stanışev görevden alındı, oğlu Sergey Syanişev BSP Başkanı ve Bulgaristan Başbakan oldu. Baktılar ki oğullarında pek iş yok, daha geriye gittiler. 1908’de III. Bulgar Çarlığını kuran Avusturya kökenli Ferdinand’ın torunu ve 1942’de zehirlenerek öldürülen Çar III. Boris’in oğlu, 1945’te Bulgaristan’dan kovulan II Simeyon Saks Koburg Gotski 50 yıl ayak basmadığı bir memlekete geri çağrıldı, politik partisi olmadığı halde genel seçim kazandı ve Bakanlar Kurulu Başkanı yapıldı. Simeyon da işe yaramadı, onu da erittiler ve daha güvenilir birini aramaya koyuldular. Boyuna postuna bakılınca bir ağır sıklet greko Roman pehlivanı andıran ve meslekten itfaiyeci, asıl işi ise, isimlerimizi değiştiren ve tüm haklarımızı yasaklayan ve Türk kimliğimizin köküne kibrit suyu döken totaliter diktatör Todor Jivkov’u korumakta olan Boyko Borisov hemen ardından gündeme geldi ve sahneye çıkarıldı. Kendi gayretleriyle bir parti kurmadan, 2008’de kurulan GERB partisi başkanı olarak artık ikinci dönem Bulgaristan Başbakanı görevinde bulunuyor. Soru: B. Borisov ve Partisi, yönettiği Bakanlar kurulu Bulgaristan’ın totaliter geçmişiyle hesaplaşır mı, halka bin bire kötülük yapanlarla yüzleşmek ve suçlu olanları cezalandırma yolunu seçer mi? Cevap: Sözde “Evet!”, fiiliyatta “Hayır!” Bu yazıyı yazmama vesile, Bulgaristan Adalet Federasyonu (BAF) Başkanı Sezgin Mümün beyin komünist dönemde yapılan zulümleri cezalandırma


192

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

teklifiyle ilgili yapılan oylamanın listesini çıkarmasıdır. (BAF) Başkanı 25 Haziran 2015’te komünist dönemde işlenen suçları cezalandırma teklifiyle ilgili Millet Meclisi’nde yapılan birinci oylamanın listesini çıkarmakla halkımıza ve Bulgar kamuoyuna çok büyük bir hizmet sundu. Kara koyun ak koyundan ayrıldı. Yılanın ölmediği, yalnız kabuk değiştirdiği, yerde sürünenin ve bize her konuda sıslayanan eski yılan olduğu gün gibi ortaya çıktı. 240 bileşimli mecliste Büyük Yüzleşmeyi isteyenlerin partilere göre dağılımı şöyledir: GERB’den 51, HÖH 20, Reformcu Blok 14, Bulgar Demokrasi Merkezi Koalisyonu 1 milletvekili ve HÖH’ten atılan Bağımsız Milletvekili Musa Palev “Evet” kullandı. Yani 86 milletvekili zulüm bataklığı geçmişimizle hesaplaşılmasını isterken, 156 milletvekili yani meclisin üçte kişi bunu istemiyor. Demek oluyor ki, Bulgar meclisi üçte iki çoğunlukla zihniyet ve ruh olarak totaliter komünist, baskı ve terör, azınlıklara zulüm rejiminin, köhnemiş düzeninin, çökmüş toplum yapısının devamından, yaşatılmasından yanadır. Demek ki, bu üçte iki zehirli olan bu zihniyet Türklere ve Pomaklara karşı onların haklarını tanımama, özgürlüklerini kısıtlama, onları adaletsiz yaşatma, sürüm sürüm süründürme, taşınmazlarına, mülklerine ve ibadet evlerine el koyma ve onları memleketlerinden kovma zihniyetiyle yaşıyor. Bu zehirli ruh ve kimlikle nefes alanlardan 27 kişinin, yani çoğunluğu oluşturan 27 milletvekilinin Hak ve Özgürlükler Partisinden, soydaşlarımızın oylarıyla seçilmiş olmasından utanıyorum, inanın içim sızlıyor. İsim ve kimlik değiştirme, din yasaklama hainliğine ön ayak olanlar elini kolunu sallaya sallaya yaşamaya devam edecekler öyle yani.... Cezaevlerinde hafiyelik yapanlar, 40 kişinin ölümünden sorumlu olanlar, 500 bin kişinin baba ocağından ve vatan toprağından sökülüp atılmasına vesile ve sebep olanlar paşa paşa yaşamaya devam edecekler öyle yani... “Saraylara” saklanıp sefa sürecekler öyle yani vs. Kimileri de mecliste eski hainliklerine devam edecekler öyle yani.... Kendime soruyorum: Utanmak, kahrolmak denilen meziyetler 21. Asrın kapısından giremediler mi yoksa? Oylamaya katılmayan HÖH milletvekillerinin Listesi


Makale ve Analizler - 2015

193

Aleksandır Hristov Metodiev (Sali Abi) - T.C.den gelen oylarla Köstendil’den seçildi. Ayhan Ahmet Etem, Delyan Slavçev Peevski, Durhan Mehmet Mustafa, İliya Yankov İliev, Kamen Kostov Kostadinov, Lütfi Ahmet Mestan, Mithat Sabri Metin, Nevin Halil Hasan, Petır Panduşev Çobanov, Ramadan Bayram Atalay, Tuncer Mehmedov Kırcaliev, Yanko Aleksandrov Yankov, Yordan Kirilov Tsonev. Bu arada, Reformcu Blok Milletvekili Korman Yakubov İsmailov ile HÖH’ten atılan Bağımsız MilletvekiliGünay Hüsmen’in oylamaya katılmaması dikkat çekiyor. Şimdi biz kendini bir kurban olarak gören halkın yeniden ayaklanmasını, yakıp uyanmaya başlamasını mı bekleyelim. Çünkü hain milletvekillerinin beyinleri hainlikleri unutmuş olabilir, ama tarih ölmedi yaşıyor ve hesap sormaya kılıç biliyor. Biz ayaklandığımızda Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik sloganlarının, çok kısa bir sürede açgözlüler, kıskançlar, kendini beğenmişler, hafiyeler, hainler ve ihaneti karakter çizgisi yapanlar tarafından renkli çarşafla, latifesi sözlerle, anlamsız görüşme ve törenlerle yeni bir kılıfa sokulacağını beklememişti. Bu yüzdendir ki, Bulgaristan tarihinde de halkın ayaklanması her zaman kargaşa, şiddet ve anarşiyle sonuşlanmıştır, 1918 “Vladaya Asker Ayaklanmas”ını, 1923 Eylülünde işçi direnişlerini, Sofya Merkezindeki “Ts. Nedelya” kilisesi kubbesinin havaya uçurulması ve daha birçok olayı unutmamak gerekir. Bizde olan yanlış oldu: Tarihte oğulların iktidara gelmesi için babaları deviren halk hareketi, devrim yoktur. En bilinen örnek, eğer Fransız Devrimi ise, bundan 226 yıl önce Fransız halkı soyluları alaşağı edip gilotinden geçirip toprağa verirken yerlerine burjuva iktidarını getirmişti. Yani gücünü yitirmiş zamanı dolmuş eski iktidarın yerine bu güce sahip olan yeni bir elit getirmişti. Olay şu ki, 10 Kasım 1989’da Todor Jivkov devrildiğinde, toplumu yöneten kesim kökten değişmedi, değiştirilemedi, demokrasi hareketine katılan halkın eski malları ve mülkleri verildi ve Bulgarlar susturuldu. Balon patladı. Adına CDC denen Demokratik Güçler Birliği liderleri dağıldı ve söndü, yeni ateş yakacak köz-kör biler kalmadı. Özü ise, BKP - BSP - GERB şeklinde devam ederken, HÖH partisi bunların hepsine destek oldu, yağcılık yaptı ve yapmaya devam ediyor. Bu yüzden Bulgar toplu büyük bir hesaplaşma, yenbiden yüzleşmeye hamiledir. Er ve geç bu olacaktır. Olmalıdır. Bu gerçek, demokratik Bulgaristan kuruculuğunda Ölüm Kalım Meselesidir:


194

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Şimdi HÖH’e oy verenleri vicdanları ile yanlız yanlıza bırakıyorum, kalın sağlıcakla.

Kızıl Elma

Ömer Özkaya-04.Temmuz.2015

ABD dünya sahnesine daha yeni yeni çıkarken, CIA Başkanı Allen Dulles’a gönderilen 5 Kasım 1954 tarihli bir rapordan: “Büyük güçlerden biri, diğer büyük devletlerin ekonomisini, askeriyesini ve iç politik gelişmelerini önemsemezse, küresel barış her zaman tehlikededir. Daha sorumlu olması gereken ve dünyada ne olup bittiğini bilmesi gereken ABD’dir.” Aynı yaklaşımı, ABD’den önceki süper güç İngiltere’de de görüyoruz. İngiliz İstihbarat Bakanlığı Müsteşarı Harold B. Nicolson, Haziran 1940’da, Hitler’in Amerikalı ünlü gazeteci Charmion Von Wiegand’a verdiği mülakata karşı cevabında şöyle konuşmuştu: “Dünya’nın emniyet ve şerefi bize, İngilizlere aittir.” (Yeni Sabah, 17 Haziran 1940, Sayfa 3) Eeşsiz bir dayanak oluyor Bu yaklaşımı eski Türkler’de de görüyoruz: “Türklerin İslam Dini’ni fazla bir güçlük çekmeden, seve seve kabul ettikleri muhakkaktır. Bu kolaylıkta onların Gök Tanrı dinleriyle İslamiyet arasında bir takım benzerliklerin bulunması da önemli rol oynamıştır. Türkler’in eskiden Tek Tanrı ile birlikte Cennet ve Cehennem’e inandıklarını biliyoruz. Üstelik İslam’ın Gaza ve Cihad’a verdiği önem, onların hayatlarına ve dünya görüşlerine de çok uygun düşüyordu. Türkler, dünyanın idaresinin Tanrı tarafından kendilerine ısmarlandığına inanırlardı. İslam’a girmekle onlar Allah’ın Askerleri oluyorlar, böylece ellerine hiç bir yerde bulamayacakları eşsiz bir dayanak geçirmiş oluyorlardı.” (Prof. Dr. Erol Güngör, Tarihte Türkler, Sayfa 68, Ötüken Yay. 1995) Milli Sanayiden mahrum memleketlere yabancı malları girdiği gibi, milli idealden mahrum vatanlara da tıpkı ithalat eşyası gibi ecnebi idealleri girer. İdealsizlik içinde yetştiler İslamiyet’in kabulünden sonra tarihin o muazzam harikalarını meydana getirenler, dini ve milli iki idealden kuvvet almışlardı. Bunların gönüllerinde İslam’ın


Makale ve Analizler - 2015

195

“Hak Yolunda Gaza” şuuruyla, Türk’ün “Kızıl Elma” dediği milli ideal, kaynaşıp birleşmişti. Asırlarca Türk idealini temsil ettikten sonra gerileme devirlerinde unutulup giden Kızıl Elma’nın yerine hiç bir şey konulmadı. Son 80 yılın nesilleri de “Ne bir karış toprak veririz, ne de bir karış toprak isteriz” gibi mevcudu “yeterli ideal” gösteren bir idealsizlik içinde yetiştirildi. Bir takım yabancı ideolojilerinin tıpkı ithalat eşyası gibi ülkemize ve zihnimize kolayca girivermesinin sebebi işte budur. Bizi küresel yapan iki şey vardı: Gaza ve Kızılelma. Bunları terkettik ve küçüldük.

Geçmişi Bilmeyen Geleceği Göremez

Rafet Ulutürk-07.Temmuz.2015

Temmuz- Konu: Kör Ayna İsterseniz bugünden başlayalım. İtalya zeytinliklerini gözle görülmeyecek kadar küçük haşarat basmış, meyveleri ve yapraklarını yiyip fidanlardan 1000 yıllık ağaçlara kadar hepsini kurutuyormuş. Dünyanın en büyük zeytin üreticilerinden olan İtalya’nın Sicilya adasında köylüler öldürülemeyen, gebertilip mezarı kazılamayan bu haşaratta pes etmiş ve her yerde beyaz bayraklar kalkmıştır. Ne kötü değil mi, olay bizim Kirkovo bölgesine baharda iri iri Fas çekirgeleri gelir ve tütünlere varınca her şeyi silip süpürür ya!, işte öyle bir şey. Fakat Fas çekirge sürüleri helikopterden atılan ilaca dayanamayıp yere serildiğinde herkesin içi serinlerdi. İtalya’yı esir alan bu kokusuz çekişiz gözle görülmeyen “düşman” sözde Kuzey Afrika sahillerinden Avrupa’ya kaçarken Ak Deniz’de batırılan teknelerdeki kadın ve çocukların öcünü alıyormuş. Çünkü Ak Deniz’de batan insan dolu teknelerdekiler Afrika Çöllerinin kuzeye akmasından ve doğanın çölleşmesinden kaşıyorlar ki, bu dehşet kendinden ve insanlardan önce “ uzaktan bakınca sanki varlığı hissedilen ama ağaçların yanına varınca görünmeyen ve yaprakların, çiçeklerin, zeytin meyvelerindeki kılcal damarlara girip onları kurutan şimdilik yenilmez bir “düşman.”


196

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu “düşman” yenilse ne olacak ki, doğa yarın yenisiniüretecek. Aslında biz doğayı onu zehirleyerek arıtıyoruz. Domates, kiraz ve diğer meyve ve sebzelerdeki pestisit kalıtları içimizde birikince kanser oluyor ve sonunda insanoğlunu öldürüyor. Bitkileri yok olmaktan kurtaran ilaçlar insanlarda çaresi hastalıklar doğurdukça, kör döngü bocalamaya devam ediyor. İnsanlar hem doğa hem de içinde yaşadıkları toplumla devamlı mücadele içindedir. Bu ikiyüzlü savaşımın birbirine benzer pek çok yanı var.Toplum doğadan sonra oluştuğundan birincisinin düzeninden benzerlikler taşır ve buna itiraz eden de yok. İnsanlar meyve ağcının parmak ucu kadar ve hatta yürüyemediği için kıvrılarak sürünen bir beyaz kurt tarafından kurutulabildiğini gözleriyle defalarca gördüklerinden, ağaç kurdunun becerisi konusunda problem yoktur. Zaten kuruyan meyve ağacını istemeye istemeye kestiğimizde özden çıkan bir kısım irili ufaklı ağaç kurdundan tiksiniriz, bu çok zararlı kurtları yere silker ve aynı yerde bir ateş yakarak yok olmalarına ve bahçemizi korumaya gayret ederiz. Yani biz bahçıvanlar geçmişte meyve ağacımızı kurutan bu kurtların bundan sonra zarar vermesini önlemek, yeni diktiğimiz fidanlarımızı da kurutmalarına yol vermemek, bahçemizi korumak için bundan böyle bütün ağaç kurtlarını öldürmeye karar veririz. Dahası da var, yaratan hayatı yaratırken zararlıların da düşmanlarını yarattığından ve biz insanlar ağaç kurtlarının baş düşmanının ve orman koruyucularının karıncalar olduğunu bildiğimizden, fazla bir şey yapmaktansa karınca yuvalarını bozmasak yeterli olduğunu biliriz. Ormanlarda büyük karınca yuvaları olmasının nedeni budur. Karıncalar ağaç dostudur. Yüzde yüz İtalyan zeytinlerin üreticilerine kan ağlatan gözle görülmeyen haşaratın da bir “düşmanı” vardır ki, biz insanlar onu henüz keşfedememişizdir.Ayna kördür. Bilimsel hayatta bu kural nasıl işler? Toplumda, bilgi sahibi olmayan fikir yürütemez. Toplumların kendi yasallıkları, kanunları, kural ve ilkeleri vs vardır ve sosyal yaşam bunlara uyarak gelişir. İnsanların birlikte yaşamaya başlamasından buyana sosyal hayat sonsuz bir süreçtir. Bu süreçte geçmiş ölmez, gelecekse umuttur, bugün ise yaşanır. İnsanların aynı kurallara ve ahlaka uyarak toplumsal bir düzen içinde düzgün yaşamaya başlaması çeşitli evrelerden geçmiştir. Bu evrelerden birini belirleyen dinler olmuştur. İnsan evriminde, dinimiz İslam olağanüstü büyük rol oynamıştır. Biz Türkler İslam’ı kabul edip Müslüman olmazdan önce de, kendi soy-boy yaşayışında belirli kuralara uydular, tavukları ilk olarak kümeslerde yumurtlatan ve atları evcilleştiren biziz. İslam’ı kabul ettiğimizde daha büyük ve daha zengin bir yaşam biçimine katıldık.. Yeni ruhsal dünyada ana dilimizden vazgeçmedik, özgün kültürel geleneklerimizi, adetlerimizi yaşatırken manevi dünyamıza


Makale ve Analizler - 2015

197

İslam’dan gelen, örneğin Ramazan ve Kurban Bayramları gibi yenilerini de ekledik. Uyduğumuz çok önemli dini kurallardan biri de oruçtur. İslam diğer dinlerden sonra geldiğinden ve çok daha mükemmel ve insana, aileye ve tüm topluma yararlı edinimlerle donanmış olduğundan, ayrıca diğer dinlerden çok üstün bir manevi düzenlilik sunduğundan, değişiklik, yenilenme vb aratmadı. Öteden beri insanlar dünyayı bir de din dışı bilimsel anlamaya çaba göstermiştir. Bu uzun sürecin birikimleri de aşamalardan geçmiş, insanlar dünyayı ve kâinatı belirli kurallar içinde, kendi yasa ve yasallıklarına göre var olan bir varlık olarak algılayarak, her şeyi insan ve toplumun yararına işletme, yararlı kılma yollarını aramış ve arıyorlar. Yaban elmasından yumruk gibi sarı, yeşil, allı, kırmızı elmalara, bin bir çeşit kaysı, şeftali, mandarin ve portakallara götüren yol budur. Birçok türler yok olurken yenileri belirmiştir. İnsanın uçması, denizaltına girmesi, atomu parçalaması vb bu sonsuz yarışmanın aşamalarıdır. Dış bakışta her şey çok basit gibi olsa da hiç de görüldüğü gibi değildir. Geleceğin aynası, insan onu sile sile parlatmadıkça karadır, kördür. Ona hayat verip geleceği ışık tutması için çalışan insandır. Çok basit bir örnek vermek istiyorum. Her an kullandığımız, içtiğimiz, ellerimizi yıkadığımız su (H2O4) - 2 molekül hidrojen ve 4 molekül oksijen bileşimidir. Dikkat ediniz: Hidrojen yanar, hatta Ruslar 1953’te ilk nükleer bombayı “Hidrojen Bombası” olarak yapmışlardı. Oksijen olmadansa ateş yanmaz. Buna rağmen şu (H2O4) asla yanmaz ve hatta ateş söndürmede itfaiyecilerin kullandığı ana söndürme aracı sudur.Dünyanın daha ileri gelişmesine yeni ucuz enerji kaynakları gerek. Bilim bugün enerji kaynağını ya H2O4 bileşimini parçalayarak dünya okyanusundaki sudan enerji üretmekte ya da bize yine yaratan tarafından bahşedilen güneş ışınlarını oluşturucu öğelerine parçalayarak, güneşten dünyamıza ışığı değil, sıcağı taşıyan şuadan faydalanma yolunu araştırıyor. İnsanlar, atın Türkler tarafından evcilleştirilmesine birinci enerji devrimi dediler, (C2) karbonun yakılıp araba, gemi ve trenleri, iş makinelerini hareketlendirmesine ikinci bilim devrimi dediler, yeniçağda işe koşulacak enerji kaynağının isminin açıklanmasını sabırsızlıkla bekliyoruz. Sosyal Hayatın ana gelişim aşamaları: Din ve bilim dünyasının dışında bir de devrimlerle gelişen toplumsal yaşam vardır. Bu üç alanın genel geçerli yasaları aynı özden ateş alır diye yazsam da bunların gelişimi ve biçimleri birbirinden farklıdır. İnsanların tarih aynasında taş ve bronz devirlerinden sonra gelen ataerkil, anaerkil, kölelik, feodalizm, kapitalizm, emperyalizm vs çağlar vardır. Biz Bulgaristan Türkleri vatanımızda 1944’ten sonra kapitalist Çarlık Bulgaristan’ından sosyalist Bulgaristan’ın totalitarizm dönemini yaşadık, dayanamadık ve Türkiye’ye göç ettik. Şunu özellikle belirtmek isterim ki, 10 Kasım 1989’da yöneticisiTo-


198

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

dorJivkov olan Bulgar komünist - totaliter rejiminin devrilmesi ve özel mülkiyet ilişkilerine ve pazar ekonomisine dayanan kapitalist üretim biçimine Geçiş Dönemi’nin ilan edilmesi, tarihte daha önce benzerine rastlanmamış bir olaydır. Bu deneyim bugün Bulgaristan’da yaşayan kardeşlerimize yokuş geldi. Ağır ekonomik ve mali şartlarda zorlanıyorlar, daha kolay yaşam yolu arıyorlar. Bu daha kolay yaşam yolunu bulması gereken güç ise politik iktidardır - meclistir, hükümettir. Biz araştırmalarımıza dayanarak, daha kolay yolun şu dönemde bulunmasının imkânsız olduğunu görebildiğimiz için, “Kör Ayna” derken, iktidarda olanların geçmişi ve geleceği görmek istemediklerine işaret etmek istiyoruz. Geçmişi görmek istemeyişlerinin özünde şu vardır: Sosyalizm döneminde devlet ve kooperatif mülkiyeti vardı. Politik partiler kamu yapısını yönetmek için kurulmuştu. Tek parti vardı (BKP) Yamağı çiftçi partisi (BZNS). 1990’dan sonra devlet mülkiyeti yok edildi, toprak sahiplerine geri verildi yani özel mülkiyet 1944 öncesi örneğince bir yere kadar geri döndü. Ne var ki, devletin politik yapısı dağılmadı. BKP BSP oldu, kap değiştirdi, öz değiştirmedi ve politik yapıyla ekonomik alt yapı birbirine ters düştü. 20 yılda bu yanlış anlaşıldı ve BSP partisinin yerine yine aynı komünist kazandan GERB partisi geçti. Demek oluyor ki, 1990’da kabuğu soyulan sosyalist ağaç yıkılmadı, içindeki kurtlarla birlikte ayakta kaldı ve çok yavaş kuruyor. Bu arada, geçen hafta mecliste komünist-totaliter dönemde suçlu olanların, hafiyelerin, ajanların ve hainlerin suçlarının af edilmemesi yasası görüşülürken, meclis bileşiminin üçte ikisinin salonda bulunmaması ve oylamaya katılmaması, düşünmeyenleri ile fikir yürütmeye zorladı. Bu yasanın onaylanmöası, kuruyan ağacın içindeki ağaç kurtlarının birer birer çıkarılması ve yok edilmesi anlamına gelir. Yani bugünkü Bulgaristan kamuoyunu temsil eden politik güçlerden üçte ikisi kurtların yaşamasını, ağıcın kurumasını, toplumun çökmesini istiyor gerçeği gün ışığına çıkmıştır ki, bu çok acı bir gerçektir4. Hele 1984 - 89’da kimlik değiştirme ve asimile edilme gibi çok ağır bir zulümden geçen Bulgaristanlı Türk ve Müslüman azınlığı temsil eden HÖH - DPS partisi iradesinin mecliste bulunmamasına anlam vermek çok zordur. Toplum yüzleşmeden, kurtlar ağacın özünü kemirdikçe felaket çok yakındır. İşte İtalya’daki zeytin ağaçlarının kütükleri, işte komşumuz Yunanistan’ın çöküşü... Biz “Kör Ayna” döneminin aşılmasından yanayız. Bu çok basit ve aynı zamanda çok derin bir konudur. Toplumsal yapının kılcal damarlarına kadar işlemiştir ve arınma, temizlenme, canlanıp dirilme isteyenlerin öz davasıdır. İyi Bayramlar.


Makale ve Analizler - 2015

199

İhaneti Başı ve Kırılma Noktaları

BG-SAM-09.Temmuz.2015

Konu: Bulgaristan Türklerine Büyük Komplo 50 Yaşında Onur ve Şeref Partisi Başkanı Korman İsmailov onursuzluk ve ş... sergilemeye devam ediyor. “Tv7’ye konuk olan Reformcu Blok Milletvekili Korman İsmailov, statükocu partilerin yargı reformunu baltaladığını söyledi.” Güler misin? Ağalar mısın? Soru bizim memlekette kim yargılanacak. Yargılanacak olan katiller, hırsızlar, dolandırıcılar, halkı ezenler, vatanımızı satanlar vs tespit edildi mi ki, onları yargılamak için reform yapılıp daha sert kanun çıkarılsın?! Yoksa durum değişti de bizim haberimiz mi olmadı. Bizim kesin inancımıza göre, ilk önce koğuşa tıkılacak olanlar, totaliter komünist rejim döneminde halkımıza kan kusturanlar, yargısız infaz yapanlar, insanlarımızı zan altında bırakanlar, toplumda nefret ateşi yakıp toplumu paramparça edenler ve 3 milyon vatandaşımızın ülkemizi terk etmesine sebep olanlardır. Komünizm suçlarının af edilemeyeceği, hiç birinin aklanmaması gerektiği konusunda geçen hafta Sofya Bulgaristan Meclisi’nde bir kanun oylamaya sunuldu ve sen meclis salonunda yoktun, sandalyen boştu, masanın üzerindeki lamban yanmadı. Bunu nasıl açıklayacaksın!? Cevap bekliyoruz. Balıkta olduğunu söylediler. “Devin” barajında Balkan Alabalığı avlamışsın. Oruçlu olmayan Pomak kardeşlerimizse bir yandan ızgarada kızartırken indirip bindirmişsin ve sana şöyle bir soru sormuşlar: “Bulgaristan Türklerindeki Kırılma Noktası ne zamana rastlar?” Önemli bir soru. Pomakların inandığı gerçeklere göre, biz 1972 Pomak Ayaklanmasına kadar kırılmamışız, yani Türkler dayanabilmiş, daha sonra birden “yumuşamışlar”, “çözülmeye başlamışlar” ve “kişisel kırılmalar” sonucu 1989’da kayıtlı “hainlerin” adeti 3 016’ya ulaşmış. Korman arkadaşın bu soruyu cevaplayabilmesi için 50 yıl gerilere bakması gerekir ki, o henüz 42 yaşında olduğundan, boyundan büyük işlere uzanmak istemeye bilir. Aslında insanlar, kendileri dünyaya gelmezden önce meydana gelen olaylardan sorumlu mudur değil midir sorusu da var da, görüldüğü üzere,


200

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

işlerine geldiğinde “her koyun kendi bacağından, başkalarının suçlarından sorumlu olamayız” diyenler, başka bir durumda örneğin “Türkiye’deki Ermeni Soykırımı” konusunda hiç çekinmeden “evet” oyu kullandılar. Korman’ın geçen hafta kullanmadığı oyun derin anlamını biraz açalım. İsimlerimiz değiştirilirken 40 kişi öldürüldü, 12 bin kişi hapis yattı, “Belene” Ölüm Kampı, sürgünler, sopalar, dayaklar, yarım milyona yakın insanımızın göçe zorlandı ama suçlu bulunan, tutuklanan, sorgulanan, yargılanan, içeri düşen olmadı. Sen bu eziyeti çekenlerin temsilcisi olarak mecliste bulunuyorsun ve en önemli yasa görüşülürken “Devin” Baraj gölünde alabalık avlıyorsun. Senin Sofya’dan “Reformcu Blok” Partisi oylarıyla meclise girmek durumu değiştirmiyor. Bu parti seni bir Türk temsilci olarak meclise seçtirdi, çünkü Türklerimiz seni ve akıl hocan olan Kasım Dal’ı tanıdığı için daha önce seçmedikleri gibi geçen sene de seçmeyebilirlerdi. Bu analizimizde bir basamak daha derine inelim: Söz konusu olan suçluların cezalandırılması yasasında değişiklik yapılası ve adaletin yerini bulmasıdır. Sen bu yasa değişikliğinin temel taşı (ana ilkesi) olan “komünist totaliter rejimde işlenen suçların af edilmemesi, son tarihi olmamasını isteyen kanun teklifinin görüşüldüğü bileşimde hazır bulunmamakla, kendin kendi ellerinle ve kendi kafanla kendini siyasetten dışarı attığının farkında mısın acaba.” Siz akıl hocanız Kasım Dal’la ikiniz, HÖH - DPS partisinden ayrılmakla, partiyi parçalamakla ve ne oldukları belli olmayan “reformcu” sürüsüne katılmakla ebedi politikacı olduğunuzu, Türkiye Cumhuriyetini ardınıza aldığınızı, Türkiye’deki bazı Balkan temsilcileri ve STK’lar aracılığıyla partinize oy alacağınızı sanıyorsanız çok yanılıyorsunuz. Siz geçen hafta siyaset arabasından bir kepek çuvalı gibi düştünüz ve olay bitmiştir. Bulgaristan “adalet” yarasının zonklayan özünde 1974’ten kapanmamış 2 cinayet dosyası vardır. Bunlardan biri Ahmet Hüseyinov (Ahmet Doğan) ikincisi de Nedim Gençev dosyasıdır. İkisinin kapağı da aynı yıl Şumen (Şumnu’da) açılmış, fakat ikisi de Sofya’da Bulgar devlet istihbaratının en gizli arşivinde en kalın çelik kapılı kasaların özel sırlar bölümünde halktan gizlenerek korunmaya devam ediyor. Bu dosyaların içindeki sır evrakları birer birer anlatmazdan önce, geçen hafta mecliste oylamaya katılmayarak, oyunuzu adalet reformu için kullanmayarak, bu 2 cinayet dosyasının açılmasına bir daha engel oldunuz. Böylece Bulgaristan “adaletinin” kökündeki zehirin temizlenmesine, halkın rahatlamasına engel


Makale ve Analizler - 2015

201

oldunuz ve bu konuda söz hakkınızı ebediyen kaybederken, politik geleceğinizi de kara listeye kendiniz aldınız. Olay nedir? 1974 yılında Yüzbaşı Nedim Gençev Şumen İşişleri Bakanlığı Amirliğinin “Türk Şubesi”nde subaydı. Bir Türk genci kovalarken kaza yaptı, genç öldü. O yılların trafik yasasına göre, Nedim Gençev’in tutuklanması, yargılanması ve hapse girmesi gerekiyordu. Bunların hiç birisi olmadı. Ölen gencin yakınları Türkiye’ye göç vizesi alma karşılığı olarak şikayette bile bulunamadı, Nedim tutuklanmadı. Oğullarının ölümünün acısıyla kıvrananlar göç ettiler. Nedim kurtuldu. Fakat Bulgar devleti Nedim Gençev’e yaptığı bu “iyiliğin” bedelini onun önüne hemen koydu. “Resmi polisliği unutacaksın, halkın gözünden kaybolacaksın, din eğitimi almak için Şam’a göndereceğiz seni ve döndüğünde Bulgaristan’da İslam’ı ve Müslümanlığı çökertme davasında er olacaksın!” Nedim Şam’da büyücülük eğitimi aldı. Döndü önce Kırcali Müftüsü, ardından Bulgaristan Müslümanları Manevi İşler Konsey Başkanı, daha sonra da Başmüftü oldu. 1990’da Bulgaristan Müslümanlarını “Yuvarlak Masa” da temsil etti. Tüm görevlerden düştü ama ihanetine son vermedi. Bulgaristan Müslümanlarını bölmek ve Bulgaristan Müslümanları Başmüftülüğünü parçalamak amacıyla Bulgaristan Müslümanları Suni Hanefi Müftülüğü kurdu. Müftülük taşınmazlarından birçoğunu “oğluna “sattı. Örneğin Rusçuk’taki (Ruse) Müftülüğünün mülkü olan Oteli bile oğluna devretti vs. Geçen hafta Filibe (Plovdiv) iline bağlı Karlova şehrindeki (Ali Paşa) Kurşun Caminin mahkeme kararlarına rağmen, Belediyeye devrine karşı, Filibe Müftülüğü ’nün çağrısına uyularak Ulusal Müslüman Protestosu yapıldı. Bu Bulgaristanlı Müslümanların Başmüftülük öncülüğünde “adaletsizliğe” karşı ilk ulusal başkaldırısı olarak tarihe geçti. 1475’te kurulmuş olan Kurşun Cami Filibe Müftülüğüne neden geri verilmedi biliyor musunuz? Cevap veriyorum: Nedim Gençev, Sünni Hanefi Başmüftülüğü adına Sofya Temyiz Mahkemesine bir itiraz dilekçesi sunarak 600 yıllık caminin kendisine ait olduğunu iddia etti ve mahkeme onun düzmece iddialarını kabul etti. Yorumlamak istemiyorum, çünkü gözümün önünde hep şu zavallı genç Kroman’ın ikiyüzlü sırıtması şakıyor. Yapılacak ceza kanunu değişikliği ile Nedim Gençev’in 1974 dosyası açılmalıdır. “Polislerin kasıtlı cinayetlerine aklama süresi ve zaman aşımı olamaz!” diyen maddeye dayanılarak “ver bileklerini kelepçeni takalım” dense ve yargıdan şöyle bir 15 yıl alsa, o zaman ihanet, sahtelik, döneklik, şeytanlık, yalan, dolan kazanı kaynayamaz, adalet kendiliğinden yerini bulur vs.


202

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bugün bu kaşarlı ajan bozmalarının tuvalete gidişleri bile danışıklı dövüş. 1974’de insan öldüren Nedim Gençev, Bulgaristan Müslümanlığına karşı bu yeni komployu da yapmakla, hapse gitmemesinin bedelini biraz daha ödemiş oldu. Daha ne kadar ödeyecek, Allah bilir! Bunu anlatmakla ve bir cinayet olayını 1974 yılının karanlık bir gecesinden 2015 Haziranının son günlerinde yapılan Bulgaristan Türklerinin İlk Ulusal Müslüman Protesto Gösterisine kadar gelirken hep aynı hainliğin, aynı ihanetin, bir türlü kendine gelemeyen ruhsal kırılmışlığın ve irade ezikliğinin kırmızı komplo çizgisini izliyoruz. Bir de paralel çizgi var. İkinci olay nedir? Bu da yine Şumen’de yine 1970’li yıllarda olan başka bir cinayette, “Şumen Üniversitesi”nde bir Türk öğrenci kızın bıçaklanarak öldürülmesine ve olayın göbeğinde baş aktör rolünde Ahmet Doğan’ın olmasına dayanır. O kızcağızımızın babası da 1976’da Türkiye’ye göç ederken, Bulgar Dili Öğrencisi Ahmet Hüseyinov’u suçlayan dilekçesini geri aldı, karşılığında pasaport verildi ve Bursa’yı boyladı. Ahmet Hüseyinov 1974’te gizli polise hafiye, muhbir olmuştu. Şumen’de öğrenci olunca çok büyük aktiflik gösteren ve bu kırlı işte sınır tanımayan bir genç polis muhbirinin bir Türk kızını cinsel zorlaması sonucu bıçaklayarak öldürmesi, halk tarafından “kızdan ırz kanı değil hafiye olması istenmiştir, kabul etmeyince de bıçaklanarak öldürülmüştür” sözlerinin şişeden şeytan ruhu gibi çıkması Sofya’daki generalleri bile uykularından etmişti. “Alın o yaramazı” oradan ve Sofya’ya getirin ve gözümüzün önünde dursun diyenlerin çok hiddetlendiği, olaya kapatmaya, muhbiri bu cinayet vesile edilerek ömür boyu zan altında bırakıp kullanma sonucunu doğurdu. Ahmet hapse gidip 10 yıl yatacağına, BKP MK Sekreteri St. Mihaylov’un özel mektubu, Bilim Ve Teknik Komitesi Başkanı N. Papazov’un yalvarmaları, hatta Bulgaristan İstihbaratı Birinci Şube Şefi Radobnov’un Sofya Üniversitesi Rektörüne çok ısrarlı gizli mektubu sonunda ilgili “çok kabiliyetli kişinin” yani “gizlenmesi gereken bir katilin” Şumen’den Sofya’ya devri gerçekleşti. Yıl 1976 idi. Bu “kabiliyetli kalpazan” derse girmeden, 2 yıl sallandı, şok ve stres dönemlerinden sonra felsefe fakültesini bitirmiştir diploması aldı. Bu olay da kimseyi şaşırtmadı. Bu işlerin iç yüzünü bilenler, “Bonfile” ateşe atılmazdan önce terbiye edildiğini iyi bildiklerinden, çok sabırlıydılar. Nihayet, karşılarındaki bir zavallı “katildi.” Cezasını çekmeliydi. Oltaya takışmış, ruhu kırılmıştı. Zaten kimliksiz olduğundan istedikleri gibi oynatıyorlardı. Bu arada, akıllarına gelen bir çılgınlık da, onu da ne pahasına olursa olsun yurt dışına ekmekti. Onu da Nedim Gencev gibi “yurt dışına çıkarma” serüveni başladı. Ne


Makale ve Analizler - 2015

203

yazık ki, Bulgar gizli polisi de bir “şoparı” Bulgar toplumuna “Türk” olarak dayatmada başarılı olurken, daha öte yapılan b.. koktu da koktu. En sonunda “saray” denen hapishaneye kapamak ve konuşmasını ve burnunu kapıdan çıkarmasını bile yasakladılar. Şimdi bütün gece içiyor ve bütün gün uyuyormuş... Yani 20 yıldır sabah güneşini görememiş birinden bahsediyoruz. Soruyorum: Ahmet Doğan’a karşı isyan eden ve HÖH - DPS partinden ayrılıp “Reform” heveslileri sürüsüne katılan Korman İsmailov, komünizm döneminde 1974 ve 1976 yılları da dahil Şumen şehrinde işlenen şu iki kalın ve ağır kriminal suç dosyalarının açılmasına ve Nedim Gençev ile Ahmet Doğan’ın 2 Türk genci bundan 50 yıl önce öldürmekten gecikmeli de olsa şimdi ve hemen yargılanmalarına ve en karanlık hapishanenin en zindan hücresine ömür boyu atılmasına neden karşı çıkıyor ve bu ne zamana kadar böyle devam edecektir.? Türkler arasında ruhen ve vicdanen il kırılan iki hain Nedim Gençev ile Ahmet Doğan hak ettikleri cezayı çekmedikçe, hukuktan kaçtıkça ve bunlara çadır açıp kendilerini koruyan oldukça Bulgaristan’da adaletten söz edilemez. Olay gerçeği budur. Şimdiden Ramazan Bayramınızı kutluyoruz.

Ramazan Masallarımız

Filiz Soytürk-13.Temmuz.2015

Konu: Ramazan Masallarımızdan Seçmeler Fıkralarımız pek nüktelidir, bir fıkrayı iyi anlatamadınız mı, bütün tadı kaçar. Korku Hoca, gece yarısı kapısı önünde bir patırtı işitmiş, susup dinlemeye başlamış. İki hırsız baş başa vermiş konuşuyorlarmış: “İçeri girip uykusunda Hocayı boğazlayalım. Oğlanı kesip karnımızı doyuralım. Karısını dağa kaldıralım, evini de soyalım.” Hoca “Amanın!” diye feryat basınca, hırsızlar korkup basmışlar. Karısı: “Amma da ödlekmişsin!” demiş. “Ne kadar korktun.” Hoca: “Tabii sana göre hava hoş, ne olursa oğlakla bana olacaktı.” Hafız Efendiye Bir Kahve


204

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Türkçe bilmeyen bir adamın, bir şikâyeti vardı. Kadının huzuruna çıkarak davasını, pürüzsüz bir Arapçayla anlatmaya başladı. Uzun süre adamı sessizce dinleyen kadı, Arap sözünü bitirince, Kuran okudu sanarak: “Amin!” dedi. Sonra mübaşire dönerek: “Hafız efendiye bir kahve söyle!” dedi. Kelime Oyunu Davalaşan iki taraftan biri, kadıya bir halı, öteki de yüz altın iletmişti. Vakti gelipte dava görülmeye başlayınca, halıyı veren adam Rumeli şivesiyle: “Kadı Efendi ben haklıyım, perişan oldum, benim halime bak!” dedi. Kadı hemen atıldı: “İyi söyledin oğlum ya, yalnız şu adamın da yüzüne bakıyorum da, acaba haklı olan o olmasın diye içime bir şüphe giriyor.” Utanmış Hocanın evine hırsız girmişti. Hoca bir patırtı duyarak korkusundan döşekliğe girince, hırsız evi boş sanarak rahat rahat her tarafı aradı. Ama dişe dokunur bir şey de bulamadı. Sonunda döne dolaşa döşekliğin kapısını açınca Hocayla karşılaştı. İlkin korkacak oldu, baktı ki Hoca ondan korkak: “Ne arıyorsun orada?” diye sordu. Hoca hiç bozuntuya vermedi: “Ah, sorma birader, evi tamtakır bulduğunu gördüm de utancımdan buraya saklandım.” Reçetesi Bende Hoca bir gün evine ciğer götürüyormuş. Yolda bir ahbabına rastlamış. Boğazına düşkünlüğüyle meşgul olan bu zat, ciğeri görünce “Eminim ki, sizinkiler bunun nasıl pişirileceğini bilmezler; dur ben sana bir usul salık vereyim,” demiş. Hoca: “Hatırımda kalmaz bir kâğıda yaz da ver.” cevabını vermiş. Adamcağız yazıp uzatmış. Hoca tekrar yola revan olmuş. Tam o aralık bir çaylak peyda olmuş. Kırmızı ciğeri görünce, Hoca’nın başı etrafında birkaç defa dolandıktan sonra kurşun gibi inerek ciğeri elinden kaptığı gibi havalanmış. Hoca, ciğeriyle gökte uzaklaşan çaylağa bakmış da gülmüş. “Nafile.” demiş. “Ağız tadıyla yiyemezsin reçetesi bende.” Ramazan Beni Tuttu


Makale ve Analizler - 2015

205

Ramazan adında bir Arnavut zaptiye çavuşu, softalığıyla meşgulmüş. Oruç günü oruç yiyenlere göz açtırmazmış. Bir gün onun eline düşen ve havadan sudan sebeplerden bir de dayak yiyen Bektaşi. Bayram şerefine hapisten çıkıp evinin yolunu tuttuğu sırada, bir tanıdığı ile karşılaşmış. Ahbabı sormuş: “Nasıl, hazret, bu yıl Ramazanı tutun mu?” Bektaşi: “Hayır,” demiş, “Ramazan beni tuttu.” Bir Gün Eksik Bir zenginin sofrasında Bayram yemeği yeniliyormuş. Oruçtan söz açılmış. Bey, birer birer herkesten kaç gün oruç tuttuğunu sormuş. Hazır bulunanlardan biri: “Ramazanı yolda geçirdiğim için, yalnız dün bu şehre varınca bir gün tutabildim.” demiş. Tâ kapının dibinde oturan, yoksul bir dervişe de aynı şey sorulunca: “Bey kardeşlerimizden bir gün eksik!” cevabını vermiş. Ramazan Bayramınız kutlu olsun.

Dünya Sanki Hep Aynı

BG-SAM-13.Temmuz.2015

Konu: Barıştan Korkulan Zamanların Anısına - Volga Boylarında “Ne ekersen onu biçersin!” atasözümüz sanki yalnız bizim için geçerli. Bizim vatan toprağında hiç ekmeden biten bikrinin adı eşek dikenidir. Bu dikenin iyi yanı, tüm çiçekler solduktan sonra güzün taam sonunda, bahar ve yaz güzellerinin kullanmadığı özgün bir tonla açarak doğaya son nefes vermesinde gizlidir. Arılar onun uzunca yaprakları arasına gömülüp sözde bazı dertlere deva olan, son kovan balını toplamayı, başıboş gezen eşeklerse ince uzun dikenleri dilime batmasın diye dikkat ederek yapraklarını zevkle yemeyi sever. Adını, baharda ve yazda koparacak öt beğenmeyen eşeklerin bu dikene olan sevdasından almış olabilir. Ama ben şimdi Volga Irmağındayım. Gemimiz Kazan şehri istikametinde ilerliyor. Akıntıya karşı yüzmek dağa tırmanmak gibi olsa da, yeşilin tüm tonlarıyla önümüze serilen sonsuz ova ormanı bana iki ay önce kaleme aldığı bir ya-


206

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

zılarından araştırmacı yazar Şakir Aslantürk’ü anımsattı. Onun, “Alman toprağından Alman Yetişir!” deyişi, bende bir defa ne yazık ki bizim toprakta eşek dikeni yetişir çağrışımı uyandırırken, bir de şu sonsuz ormanlar ülkesinde ne yetişir, sorusunu uyandırdı! Doludizgin akan ve sularını Hazar Denizine akıtmaya sanki acele eden derya ile boğuşan vapurumuzun kitaplığından seçtiğim bir esere fark etmeden daldım. İmparator I. Aleksander’in eşi Elizabeth’in 1812’de yazdığı bir mektupta, doğası gereği aslında kaba, dar görüşlü ve çok kayıtsız olan Rus köylüsünün Napolyon ordularının Rusya’yı istila ettiği haberini duyar duymaz değişmeye uğradığını şöyle anlatıyor: “Napolyon sınırlarımıza girer girmez haber bir elektrik akını gibi bir anda bütün Rusya’ya yayıldı; sanki sıçradığı alanın büyüklüğü sonucunda İmparatorluğun bütün köşelerine haber aynı anda yayılmış gibi, öyle feci bir öfke çığlığı yükseldi ki, dünyanın en uzak noktalarında bile yankılanmıştır sanırım. Napolyon ilerledikçe bu duygu daha da güçleniyor. Mallarının hepsini ya da büyük bölümünü yitiren ihtiyarlar ‘Yaşamanın bir yolunu buluruz. Utanç verici bir barıştansa her şeyi yeğleriz” diyorlar. Akrabaları orduda olan kadınların hepsine göre karşılaştıkları tehlikeler ikinci derecede önemli, barıştan başka korktukları bir şey yok. Ne mutlu bize ki Rusya’nın ölüm fermanı olacak olan böyle bir barış üzerinde anlaşma yapılmayacak; İmparator böyle bir şey geçirmiyor aklından, geçirseydi bile gerçekleştiremezdi. İçinde bulunduğumuz durumun kahramanca yanı işte bu.” Kitapta Rus köylülerin ulusal ruha ihanet etmeyi asla kabul etmediklerini anlatan şu satırlar da dikkatimi çekti: “Fransızlar Napolyon 1812’de Moskova’da bazı talihsiz köylüleri yakalamışlar, onları kendi saflarında hizmet vermeye zorlamayı, hafiyelik ve muhbirlik ilerinde kullanmayı düşünmüşler, kaçmamaları için de damızlık atlara vurdukları damga gibi ellerine damga vurmuşlar. Köylülerden biri bu işaretin anlamını sormuş; bir Fransız askeri olduğunu gösterdiği yanıtını alınca, ‘Ne! Ben Fransız İmparatorunun askeri mi olacakmışım!’ diye bağırmış. Anında küçük baltasını çıkarmış, elini kesmiş, orada bulunanların önüne fırlatmış; ‘Alın bunu, işaretiniz orada duruyor!’ demiş.” Dünya tarihinde en büyük savaşlardan biri olan Napolyon Savaşlarında Rusların galip gelmesi temellerinden biri bir tek Rus’un bile Fransızların merhametine sığınmaması, onlara hafiyelik, ajanlık etmeyi kabul etmemesi olmuştur.


Makale ve Analizler - 2015

207

Volga’yı yüzerken gemide okuduğum bu eser beni çok etkiledi. Mazlum, zavallı görülen, hatta kendi klasikleri tarafından “Canlı Ölüler” olarak tarif edilen bir halkın ırk duyularının ve dolayısıyla ruhunun değişmesiyle nefretin kabarması sonucu ne kahramanlıklar doğduğunu düşünmeye daldığım. Aklıma ilk gelen “Rus Toprağından Rus Doğar!” oldu. Burada bir halkın ruhunu değiştiren etkenler vardır. Bunların başında vatanının istila edilmesi, vatansız ve topraksız kalma duygusudur; insan kimliğine saldırı, ırk köklerinin değiştirilmek istenmesi, dil, din, yaşam tarzı ve kültürün bile bazen sağ kalma, ayakta durma gibi duygulardan ve inançlardan çok daha önde ve belirleyici olduğu bakış açısı esas oluşturan duruma geçiyor. Bu anlamda halkının öz davasına, kimliğine, vatana ihanet eden hainlerin cezası her zaman ölüm olmuştur. Yukarıda kolunu bileğinden kesip damgayı Fransızların önüne atan Rus köylüsünün hiçbir akademi bitirmeden, özel eğitim görmeden gösterdiği tavır ibret vericidir. Düşmanın verdiği parayı almayan, sunduğu hizmetlerden yararlanmayı kabul etmeyen, saraylarda yaşamaya “Hayır” diyen, her zaman ve her yerde halkına, halkının ruhuna bağlı ve sadık kalan halk lideri ve kahramanı olabilir. Hainlerin hak ettiği tarih boyu tek mermilik ölüm ya da darağacı olmuştur. Tarihte sorulmadık hesap, lanetlenmekten kurtulabilen hain yoktur. Halkını satana, onun öz davasına ihanet edene merhamet olmaz! Önemle vurgulanması gereken esas fikirlerden biri de bir ırkın ruhunun karşısında hiçbir şey yapılamayacağı gerçeğidir. Çünkü hiçbir halk satın alınamaz. Hiç bir halk sonuna kadar aldatılamaz. Uyanmayan, uyanıp gerçekleri göremeyen halk yoktur. Duyguların değişmesi İmparator I. Aleksander’in eşi Elizabeth’in yazdığı gibi elektrik hızıyla da olabilir, yada Bulgaristan Türklerinin toplumda egemen unsur olma durumunu yitirmeleriyle ümmetten Müslüman Türk oldukları bilincine, duygusuna ve ruhuna ulaşma yolu gibi uzun sürebilir. Bu ruhun güçlenmesi iç unsurlar kadar dış etkenlerle mücadele halinde olur. Ancak etnik ve milli ruha sahip olma ve bu odak etrafında kenetlenme hızlı ya da yavaş gelişen bir tarihsel süreç olsa da mutlaka hedefine ulaşır. Bulgaristan Türklerinin 1989 Mayıs Ayaklanması ve ardından Büyük Göç buna son parlak örneklerden biridir. Yakın tarihte Bulgar devletinin büyük yanlışları arasında her etniğin kendi duygu dünyası ve ruhu olduğunu görememesinde, değişik propaganda baskısıyla farklı bilinç oluşturularak, etnik duygu ve ruhta istenen değişikliğin sağlanabileceği yanılgısıdır. Bu arada, farklı etnik ve milli kimlikleri olan insanların aynı ojeye örneğin Bulgar devletine aynı sıcaklık güven ve bağlılıkla bakmalarının mümkün olduğunu hiçbir özelliği ret etmeden kabul etmek esas olabilirdi. Bunun için azınlık topluluklarında olduğu gibi toplumda da ruh bütünlük sağlan-


208

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ması zorunludur. Tek kişide, küçüklü büyüklü etnik topluluklarda ruhsal bütünlük oluşup güçlenmeden genel milli ruhtan söz edilemez. Ruhların yaralı, özürlü ve ezilmiş olduğu yerde ulusal ruhun varlığından bile söz edilemez. Moskova’da kolunu bileğinden kesip Napolyon askerlerinin önüne atan Rus köylüsü bütün Rus köylülerinin ve tüm Rusların bunu her fırsatta yapmaya hazır olduğuna bir işarettir. Bu, o zaman Rus halkının ruhunu satmaya asla razı olmayacağına kesin kanıttır. Bizim, Bulgaristan’daki binlerce Türkün hapse düşmesine, sürülmesine, tel örgüleri göğüsleyip dış ülkelere kaçmayı denememize esas neden, ruhlarını satmış alçak hainlerin insanlarımızın her davranışını, her sözünü ihbar etmesi, tümümüz üzerindeki genel baskı ve terörün şiddetlenmesine yardım etmeleri olmuştur. Bunların başında gelen ajan “Sava” bugün mükâfatlandırıldı ve “Saray”da yaşatılıyor. Ajan “Pavel” parti lideri yapıldı ve göklere çıkarılıyor. Diğer hainler de kuruda kalmadı, büyük krediler kullandı, devlet yardımları aldı, zengin sofralarda bulundu, kimi zaman nişan bile aldılar. Bizimkiler daha 1812’de hainliği kabul etmeyen bir topraksız Rus köylüsü kadar olamadılar. Kimlik ruhu olmayan, ana dilini konuşamayan, halk kültürümüzü, adetlerimizi, kendi soyunu kökünü bilmeyenlerden hafiye ve hain yaratmak beklide çok kolay bir iştir. Volga sularının ötesinde Kazan şehri görünmeye başladı. Turistler hareketlendi. Güverteye çıkıyorlar. Ben ise, elimdeki kitabın sanki ağırlığını tartıyorum. Ne yazık ki fikirler ne elle tutuluyor, ne gözle görülüyor, ne de yazıya dökülünce bir safi ağırlık gösteriyor. İnsan şerefinin de tartısı yok. Ancak ben şu an “Üç Bulgar’dan Biri Her Zaman Hain Olmuştur!” nükteli sözüne takıldım. Eğiri Dere (Ardino) lisesinde öğrendiğim bu bitilmeme Bulgar tarihinin komitacılık dönemine aittir, sonra Çarlık yıllarında derinleşmiş, sosyalizm aşamasında da doruk yapmıştır. Bu karışıma ancak 3 bin 16 Bulgaristanlı Türkün kurban gitmesi bir bakıma düşündürücüdür. Bu denli büyük ve bir asırdan fazla süren baskı ve zulüm döneminde Bulgar polisinin ve devletinin sadece 3 bin insanımızı eritebilmiş ve kendine ajan edebilmiş olması çok bir başarı sayılmamalıdır. Ne ki, bu ajanlardan bazılarının 1990’dan sonra da kabuk değiştirip hainlik görevine devam etmesi ruhumuzun kırılması için yapılan sistemli baskıların devam etmesinde büyük rol oynadı. Bizim birçok aydınımızın 1912’den bir Rus köylüsü kadar ruhlu olamaması çok üzücü tabii... Not olarak veriyorum, 1812 savaşında Napolyon’un merhametine sığınan bir tek Rus köylüsü, askeri, subayı vs. olmaması bütün halklara bu arada bize ibret olmalıdır. Hainlerle zafer kazanılmaz, ancak yolda kalınır... Dünya ise sanki hep aynı; o zaman akan Volga şimdi de akıyor, alabildiğine yeşermiş ormanlar rüzgâra seviniyor, 200 yıl önce Napolyon’la cenkleşen Rus


Makale ve Analizler - 2015

209

ruhu, şimdi de yine Avrupa Birliği ve Birleşik Amerika yaptırımlarıyla uğraşıyor. Bileğine “ajan” damgası vurulmadan hareketlenmeyen Rus ruhu bugün de sesiz ve sakin derinliğini koruyor. Devam edecek. Bayramınız kutlu olsun.

Srebrenica Katliamı

Musa Vatansever-13.Temmuz.2015

Konu : 20 Yüzyılın Son Barbarlığı Acılara ahit yakmak çok zor! Hangi dilde ve dinde yakılırsa yakılsın ahtın iyisi olmaz. Hele 12 bin masum insanın sadece Müslüman oldukları için katledildiği tarih 11 Temmuz 1995. Bir milletin tamamen yok edilmek istediği yer - komşumuz Srebrenica. 18 bin kişi yoklara karıştı 20. anma yılında yeni toplu mezarlardan çıkan kolu bir kabirden kafatası başka mezardan olan kimlik tespiti henüz sonuçlanmış 136 kişi daha “Beyaz Zambaklar” arasında torağa verildi. Onların hepsi aynı fabrikada katledilmişlerdi. Daha ne kadar şehit bulunacak, Srebrenica katliamını daha kaç cilt anlatacak?.... Srebrenica 1995 Temmuzunda erkeksiz kalan bir Balkan Müslüman şehridir. Sırp barbarlar, Miloşeviç, generalleri, askerleri ve katil sürüleri Balkan Yarım Adasında, Bosna toprağında Müslümanların kökünü kazımak için erkekleri yok ettiler. Bu katliamın olmasında Sırpların Müslüman nefreti kadar Srebrenica’da silahlı çatışma olmasın diye orada konuşlanan NATO birliklerinin ve komutanlarının da suçu vardır. 20 yıl önce bu yüz karası insan kıyımından bir ay önce NATO komutası yerli Müslüman halkı silahsızlandırmıştı. Müslümanların elindeki ve evlerindeki tüm silahları sözde bir barış gücü olan kendilerini Sırp Ordusu saldırılarından korumak için orada bulunan NATO-Komutasının emrine verilmişlerdi. Olayların temelindeki gerçek bir de bu renklerde birikiyor. Bugün Srebrenica baştanbaşa mezarlık. Ağlayanlar hep ağlamaktan bitmiş ve yaşlanmış kadınlar. 20 yıldan beri gözlerinden yaş sinmeyen analar, dullar, çocuklar. Vaktiyle “Gümüş Şehir” olarak bilinen bugünse dört yani beyaz mezar taşlarını gizlemeye çalışan Beyaz Zambaklar diyarı olan bu toprak şu dünyanın en güzel yeri olsa da ne gezer? Bu kadar büyük bir trajediden sonra altı cennet üstü cennet olsa da ne olacak! Bu trajediyi unutmak mümkün olabilir mi?


210

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bosna Savaşı 1992’de başlamıştı. Ulusal ve etnik sorunları, dil ve din sorunlarını çözemeyen eski sosyalist düzenler çatırdarken Saray-Bosna kuşatılmıştı. Bosna’nın Kuzeyinde ve Doğusunda Müslüman Boşnaklar etnik temizliğe maruz kalmıştı, katlediliyorlardı. Bu arada, Bosna’nın en Doğusunda Srebrenica sınırında yer alan ve savaştan kaçan insanların sığındığı Srebrenica’da da Sırp Ordusu birliklerine karşı direniş devam ediyordu. Bu bir defa Müslümanlığı koruma ve ikinci olarak da Bosnalıların Bosna Hersek de bağımsız yaşama savaşıydı. Birleşmiş Milletler ordusunun bulunduğu bölgede, kışa rağmen on binlerce insan dışarıda yatıyordu. Ayrıca açlık bütün şehri kasıp kavuran bir diğer sorundu. Sırpların izni olmadan yardımlar kasabaya sokulmuyor, nadiren sokulan yardımlar da Sırplar tarafından ziyan ediliyor ve zehirleniyordu. Yiyecekler de yardıma muhtaç insanların yerine karaborsacıların eline düşüyordu. Ne yazık ki, Birleşmiş Milletler askeri burada insanları korumak bir yana dışarıdan gelen yardımları korumaktan bile acizdiler. Birleşmiş Milletler askerleri ise korunması gereken insanlara en iğrenç şeyleri yaptırıyorlardı. Kendilerinden yiyecek istemeye gelen kadınları verecekleri yiyecek veya bir paket sigara karşılığında ilişkiye girmeye zorluyorlardı. Birçok kadın kendi çocuklarının gözü önünde ilişkiye girmek zorunda bırakıldılar. Daha genç okurlarıma anımsatmak için yazıyorum. Katliamın kısa tarihçesi: 16 Nisan 1993’te Bosna’daki 6 bölge “Güvenli Bölge” ilan edildi. Ancak ilan’ın üzerinden geçen 2 yıl içinde değişen hiç bir şey olmadı. Srebrenica’ya gönderilen Hollandalı askeri birlikler, Güvenli Bölge kavramı gereği, Boşnakların elindeki tüm silahları topladı. Ancak Sırplara hiçbir yaptırım uygulanmıyordu. Sanki bilinçli olarak savunması kırılan Boşnaklar, adeta Sırplar için hazır hedef haline getiriliyorlardı. Sırp liderle sık sık bir araya gelen Fransız lider Janvier ve Akashi Sırplara Güvenli Bölgedeki insanları korumak gibi bir kaygılarının olmadığına dair mesaj veriyorlardı. Gelişmeler (katliamdan yıllar sonra tutuklanan ve Lahey Savaş Suçluları Mahkemesinde katliam işleme suçundan yargılanmaya devam eden) General Miladiç komutasındaki Sırp askerlerinin Temmuz 1995 başlarında saldırılarını iyice sıklaştırmasına ön ayak oldu. Ağır bombardımanın başladığı günlerde ise Birleşmiş Milletler göstermelik olarak iki F 16 uçağını Srebrenica üzerinde uçurdu. Yaşananlar üzerine kendilerini korumak isteyen Boşnaklar, toplanan silahlarının geri verilmesini istediler. Ancak bu istekleri Hollandalı birliğin komutanı


Makale ve Analizler - 2015

211

Albay Karemans tarafından kabul edilmedi. Nihayetinde Hollandalı birlikler kasabayı terk ettiler ve arkalarında savunmasız binlerce insan bıraktılar. Onlar adeta Sırplar tarafından öldürülmeye terk edildiler. 11 Temmuz 1995’te Radko Mladiç, hiçbir direnişle karşılaşmadan büyük bir zafer kazanmış gibi Srebrenica’ya girdi. Mladiç için silahlardan arındırılmış kenti ele geçirmek zor olmadı. Şehrin ele geçirildiği akşam insanlar vahşice öldürülmeye başlandı. Boşnaklar Hollanda askerlerinin denetimindeki Botocari kentine doğru kaçmaya başladılar. 250 bin kişiden ancak 6 bin kadarı şehre girmeyi başardı. Diğerleri de bir kamp halinde çevrili olan şehrin dışında kaldı. Miladiç, Hollandalı askerlere eğer sığınmacıları geri vermezlerse kamp-şehri bombalayacağı blöfünü yapıyordu. Sonunda korkulan oldu ve Hollandalılar bütün şehri Sırplara teslim etmeye karar verdiler. Bu saatten sonra bütün Boşnaklar sığındıkları şehirden silah zoruyla çıkarıldılar. Öldürüleceklerini bile bile, feryatlara ve çığlıklara rağmen binlerce Boşnak, Sırplara teslim edildiler. Sözde hiçbir şey yapmayacağını söyleyen Sırplar 11 Temmuz ile 17 Temmuz 1995’te yani tam 20 yıl önce kadın ve çocukları ayırarak yaklaşık 8 binden fazla genç erkeği bir haftada katlettiler. Dahası da var: Zorla toplanan Bosnalı gençlere önce çukur kazdıran Sırplar; onlarca masum insanı ya diri diri gömüyor ya da üst üstte yatırıp ateş ediyorlardı. Ayrıca yaptıkları cinayet belli olmasın diye cesetleri tanınmaz hale getirip, kıyafetlerini alıyorlardı. Sırp caniler yaklaşık 72 saatte Srebrenica Müslüman halkını yok eriler. Srebrenica ve Potocari kampı boşaltıldıktan sonra Sırp katliamından kurtulmak için dağlara kaçmaya çalışan Boşnaklar yakalandıklar her yerde acımadan katledildiler. Birçoğu mayınlara basarak hayatını kaybetti. Sırp komutan -bugün yargı sandalyesinde oturan Mladiç- “herkesi öldürün canlı hiç kimseyi bırakmayın!” diye emirler veriyordu. Yalnız emir verenler değil, tetiği çekenler de sorumludur ve hak ettikleri cezayı bulmalıdır. Bir insanın yalnız Müslüman olduğu için öldürülmesi af edilmez bir suçtur. Dinler eşit, insanlar kardeş, ötesi ırkçılık ve vahşettir. Bosna Müslüman Halkının katli işte böyle gerçekleşmişti. Katliamın asıl sorumluları Radovan Karaziç ve General Radko Mladiç katliamdan sonra uzun süre Bosna’da rahatça dolaştılar. Futbol karşılaştırmalarında, kahvelerde göründüler. Uluslar arası savaş suçluları Mahkemesi ancak 2001 yılından başından beri bu saldırı savaşını yönlendiren Miloşeviç’i suçlu buldu.


212

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Sırplar kin ve nefret kaynıyordu. Bosnalı Müslümanlar kendi topraklarında, kendi dil ve dinleriyle özgür yaşamak istiyorlardı. Katledildiler. Ülkedeki bütün Sırplar dışındaki tüm azınlıkları sindirip katletme boyutlarını önleyen Türkiye Cumhuriyeti oldu. İtalya üzerinden NATO savaş uçaklarını havalandırdı. Kanlı katilin belini kıran Türkiye girişimi ve öncülüğü oldu. 1995’te Türkiye 1949 Türkiye’si değildi. O zaman da Bosnalı Müslümanlar Ankara’ya gelmişler ve sıkıntılarını paylaşmak için İsmet İnönü ile görüşmek istemişlerdi. İnönü “Benim Türkiye sınırları dışında tanıdığım Müslüman yok!” cevabını vermesiyle pek çok Müslüman ve dış Türk hayal kırıklığı yaşadı. 11 Temmuz 2015’te Srebrenica Kahramanlar Mezarlığında elde ele taşınan kimlik tespiti yeni yapılmış 136 tabutun uzun alayının başında en şerefli yürüyen ve Bosna halkına dostluk ve kardeşliğimizin ebedi olduğunu bir daha hatırlatan T.C. Başbakanı Sayın Ahmet Davutoğlu oldu. Büyük Türkiye Cumhuriyeti’nin Balkanlarda görev sahibi olduğunu vurgulayan Prof. Ahmet Davutoğlu, Türk ve Müslüman varlığının Balkan Yarımadasındaki derin tarihsel çizgilerinin silinmez olduğunu ve ebediyen gelişerek yaşatılacağını vurguladı ve hazır bulunan uluslar arası topluluk tarafından tam destek buldu. Şuna da işaret etmek istiyorum: Müslümanlar nefret besleyen bir topluluk değildir. Ama kendilerine yapılan kötülükleri, katliamları asla unutmazlar. Bu gerçek, 11 Temmuz 2015’te Srebrenica şehirlerini anma ve katliamını kınama mitinginde Sırp Başbakanı Aleksandır Vuçeç’in yuhalanması, tükürük ve taşlarla mezarlıktan kovulmasında ifade buldu. Bu anma töreninin biz Bulgaristan Türkleri ile direk bağlantısı vardır. 1984 1989 döneminde biz de içi kin ve nefret dolu eli silahlı güçlerin Müslüman Türklere yapabileceklerinin en kötülerini yaşadık. İsimlerimiz değiştirildi, ana dilimiz yasaklandı, okullarımız ve camilerimiz kapandı, bildiğimiz adetlere evlenmemiz, sevişmemiz, ürememiz, insan olmamız yasak altına alındı. Başkaldıranların tümü sürüldü, kapandı, zindanlara tıkıldı. Neredeyse herkesin dili kesilmişti. Ortaya biz de bir şopar Amet çıktı ve “Bulgar Etnik Modeli” dedi. 40 kişinin kurşunlanarak öldürülmesini, yüzlercimizin sakat ve özürlü bırakılmamızı ve 500 binimizin de ana toprağımızdan sökülüp sınır dışı edilmemiz yetmezmiş gibi, “Şu Bulgar Etnik Modelini” patent haline getirdi. Tümümüzü komünist totaliter rejim zulmüyle idare etme sevdasını sürdürüyor. Kendisi bir kriminal katil olan bu zat, düşmana hizmette kusur etmiyor. Halkımıza ise etmediği kötülük bırakmıyor. Bulgar’ın da bu yeni “gelişme” hoşuna gitti, kendi kendilerine ne yaparlarsa yapsınlar der gibi bir durumlara girdi ve zulüm rejimini yaşatıyor. Katiller cezasını bulmadıkça “saraylarda gizlenebildikçe” işler düzelmez,


Makale ve Analizler - 2015

213

anılar kanamaya deva<m eder, aldatılmışlık duygusu ise toplumda nefret ve kin uyandırır. Uyarmadınız demesinler. İyi Bayramlar.

Bu Adamlar Ne İş Yapar?

Neriman Eralp Kalyoncuoğlu-14.Temmuz.2015

Konu: Bu İp Gün Gelir Mutlaka Kopar. Tuna boyunda Silistre kaysı bahçelerindeyim. Dallar olmuş da ballanmış sarı benekli meyvelerle fazlasıyla yüklü olduğundan yere kadar eğilmişler. Kasa doldurmada gençlisi yaşlısı sanki yarışıyordu. Meyvelik kenarına park etmiş TIR Romanya plakalı ve arka kapağa kadar iyice dolmadan kalkmıyor. Bir yükleme 19 ton ve 4 saatlik yoldan sonra ya Turno Migorelle ya da 3 saat kuzeydeki Yaş şehri pazarında boşaltıldığı gibi kapışıyor. Romanlar Bulgaristan kayısılarına bayılıyor. 0.80 levaya yüklenen TIR, 1.2 levadan boşalıyor. Bu yıl kaysı yılı, satan memnun alan memnun... ama Kırcali, Haskovo, Filibe, Sofya pazarlarına Silistre’den kaysı yüklü kamyonlar gelmiyor. Komposto yapmak isteyenlerin gözleri yolda... Kaysı tatlısı sevenlerin umutları da boşa. Yerli kayısımızın iç pazarımızda satılmasını engelleyen Avrupa Birliği (AB) üreticiyi teşvik programları oldu. Üreticisi köylülerimize bir ton kaysı için sadece 35 Euro prim ödeyen Brüksel Yunanistan kayısısına ton başı 400 Euro prim ödeyince iç Pazar alt üst oldu.Yunan kayısısı Sofya ve Filibe pazarlarında Silistre kaysısından çok daha ucuz ve hemen alıcı buluyor. Yunanistanlı üretici bizim kaysı bakıcılarımızın ürün satış fiyatı kadar prim alıyor, altı üstü baştanbaşa kar. Bu kadar büyük adaletsizlik olur mu? Kendi kendime soruyorum, bizim milletvekillerimiz Brüksel’de ne iş yapıyorlar? Orada olup bitenden haberleri ne zaman olacak. Yunan bahçıvanlar Bulgar sebze üreticilerinden havuçta, salatalıkta, domateste, maydanozda, dereotunda, hatta kabak ve karpuz üretiminde ton başı 10 defa daha fazla prim alırken, biz onlara nasıl yetişelim?


214

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ağır yorum yapmaktan ve ithamda bulunmaktan uzak durmak istiyorum. Zaten olsa olsa bu kadar olur, daha düne kadar yıl ortalaması günde 500 vagon dış satıma yüklü yaş sebze ve meyve, kuru-yemiş, komposto ve konserve üreten Bulgaristan tarımsal üretimini kaput edip yere serenler ve üzerine işeyenlere vatan toprağımızda 700 yıllık ömrü olan bir Fare ve Kurbağa masalı anlatmak istiyorum: Fare İle Kurbağa Bir fare ile bir kurbağa bir bataklık kenarında tanışmışlar. Her sabah geceyi geçirdikleri yerden çıkıp buluşuyor, birbirlerine ilginç hikayeler anlatıyor, hoşça vakit geçiriyorlarmış. Bu sohbetler ikisinin de çok hoşuna gidiyormuş. Fare bir gün kurbağaya şöyle der: “Ne zamandır sana bir sır açıklamak istiyorum; ama sen suda koşturup durduğundan fırsat bulamadım. Kıyıdan sana seslensem de beni duymuyorsun. Yalnızca sabahları buluşmak bana yetmiyor. Seni gün boyu özlüyorum. İstediğim zaman seni görmek, seninle sohbet etmek istiyorum; ama bataklığa dalmama da imkan yok. Buna nasıl çözüm bulalım?” İki dost, bu konu hakkında beyin fırtınası yapmışlar. Ve sonunda şuna karar vermişler: Uzun bir ip bulup, hemen bir ucunu farenin kuyruğuna, öbür ucunu kurbağanın ayağına bağlamışlar. Konuşmak istediklerinde ipi çekerek birbirlerini haberdar edeceklerdi. Fare sevinçle, “Böylece birbirimize sıkı sıkıya da bağlanmış olacağız” diye eklemiş. Aslında bu karar kurbağayı huzursuz etmişti. Yine de bağlanmaya razı oldu. Fare kurbağayla görüşmek istediği zaman ipi çekiyordu. Kurbağa işareti alıp arkadaşının yanına geliyordu. Bir gün ansızın bir karakarga geldi ve kenarına uzanmış bataklığı seyre dalmış olan fareyi kapıp götürdü. Karakarga yükselince fareye iple bağlı olan kurbağa da suyun dibinden çıktı. Fare kara karganın gagasındaydı. Kurbağa da ayağı ipte, havada asılıydı. Bunu gören köylüler, önce şaşırıp kaldılar. Diyorlardı ki: “Bakın hele kurnaz karga kurbağayı nasıl avlamış. Kurbağa kendi cinsinden olmayan biriyle arkadaş olmanın cezasını böyle çekmişti. Şimdi masaldaki rolleri değiştirelim:


Makale ve Analizler - 2015

215

Bataklık: Avrupa Birliği Kurbağa: Bulgaristan. Fare: Yunanistan ve Karakarga: Mali bunalımdır. İp: iki ülkenin de AB üyeliğidir. Köylülerse: AB milletvekiller-imizdir. (Dünyadan haberi olmayan zavallı insanlar.) Yukarıdaki kaysı üreticilerimizin düştüğü çıkışı olmayan bataklığı düşününüz lütfen. Yunanistan’ın süreğen ve sonsuz mali bunalımları bizi de yok etmez mi? Biz Yunan köylüsüne kölelik yapmaya mecbur muyuz? Tütün kotalarımız neden Yunan çiftçilerine veriliyor. Yunanistan da yine bizim tütüncülerimizin gündelikçi olarak ürettiği tütünün fiyatı 10 defa daya pahalıdır? Bu sorulara cevabı Brüksel kahvelerinde bulmak belki de imkansızdır. Adalet nerede? Diye soranları hareketlenmesi çoooook yakındır! Dünyayı ayaklandıran her zaman adaletsizlikler olmuştur. Bu İp En Yakın Zamanda Mutlaka Kopacaktır. Hepinize en iyi Bayram dileklerimi sunuyorum.

Uyanan Karayılan

Dr. Nedim Birinci-15.Temmuz.2015

Konu: İnsanları birbirinden uzaklaştıran yanlış azınlık siyaseti! “Kremikovtsi” dendiğinde 2012 yılına kadar akla gelen Başkent Sofya ovasındaki bacaları gece gündüz tüten, 16 bin kişinin çalıştığı, inşaat demiri ile birlikte soğuk ve sıcak çekme saç üreten demir çelik devi akla gelirdi. Bu tesis Bulgaristan’da işçi sınıfı ve onun öncüsü Komünist Partisi iktidardayken, başkent emekçilerinin omurga kemiğini oluşturuyordu. Bu fabrika büyük sayıda Türk işçi çalışırken, 1072’den sonra siyasi nedenlerle ama yargısız sürgün edilenlerin önemli kısmı da kürek cezasını burada çekmişlerdi. Son yıllarda Bulgaristan siyasetçileri bu işletmeyi tamamen unuttururken, birden bire diyebiliriz, Blagoevgrat ilinin Gırmen Belediyesi’nde “Kremikovtsi” adlı bir mahalle politik sahneye oturdu.


216

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu yerleşim yerinde yalnız Roman yani Roman vatandaşların ikamet ettiği anlaşıldı. Bu Roman Mahallesinin bir dev “A” tip sanayi işletmesi adını alması ilginç... Toz dumanın devamlı birbirine karışmış olduğu bu demir çelik tesisinde Romanlar kürek cezası çekerken kazandıkları üç beş kuruşla, şu dağ beline krokisiz, izinsiz, plansız diktikleri tek katlı kerpiç evlerle şimdi ünlendiler. “Kremikovtsi” mahallesi aslında bir yerleşim yeri olarak Gırmen Belediyesinin kütüğüne işlenmiş, ama devletin kayıtlarına göre burada vergi ödeyen yok. Mahallenin adı, posta kodu, 720 sakini, tek katlı evler, odun taşınan katır arabaları, kahvehane, rakıcı, kavga meydanı, otobüs durağı vs. kütükte yazılı. Olmayansa sağlık ocağı, emzikli çocuklara ana mutfağı, anaokul, ilkokul, okuma evi, kültür evi, spor salonu, akan içme suyu, işyeri ve bu mahallenin kadastro planı ile yaşadıkları evlerin tapusu. Belediye huzursuz. Tapusuz yapılardan vergi toplayamıyor. Tapusuz evlerin elektrik ve su sayacı da yok. Adressiz müşteriye fatura kesemiyor. Yolu ve sokak adı olmayan mahalle çöp kofaları için para alamıyor. Belediye merkezinde oturanları huzursuz edense, Romanların gece gündüz davul çalması! Roman acıları müzik tonlarına yansıyor. İnsan olarak adalete uyanışları farklı tonlarla, daha acıklı namelerle sesleniyor. Evlerine göz dikilmesi, yuvalarının yıkılmak istenmesi volkan gibi nefret püskürdü. Koca dağı inletti. Önce sopalılarla baş ettiler. Dozerler birkaç evi yerle bir etti. Çocuklarla nineler, dedeler ve komşular beraberce ağıladılar. Yakındılar. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine ulaştılar: AİHM mektubunda “Evleri yıkılacaklara yaşayacak yer göstermeden yıkım yapmayın!” dese de, dinleyen olmadı. Yapıları yıkıp kerpiçleri çiğnemek ev yapmaktan daha kolay! Yıktılar ezdiler! Asıl yıkılan güven, merhamet, dağıtılan açların çorba ocağı, damlalık altında peykeye oturup kurdukları düşler.... Bunlar bazı görüntülerdi. Öyle de olsa, kazan kaynamaya ve ruhlar ısınmaya başladı. Silahları sopa, satır ve kazmalar. Onlara “siz buraya evsiz geldiniz!” diyorlar. Bu memlekete eviyle gelen tok ki! Piknikçi değiliz. Gelen ev, köy, şehir Vatan kurmaya geldi. Yerleşip kalmaya geldi. 21. yüzyılın Roman gençleri burada ilk kez devlet gücüyle yüz yüze geldi. Büyük bir slogan kaldırdılar: Eeşit haklı vatandaş olmak istiyoruz! İstedikleri eşitlik! Bir Avrupa Birliği ülkesi olan Bulgaristan’da eşit haklı vatandaş olmak! Ev sahibi olmak, memleketli olmak ve adaleti olan bir toplumda vatandaş olmak! Bu istenen en kutsal hak! Vergi ödeyerek vatandaş olunduğunu düşünenler yanılıyor! Onlar bu sloganı ilk kez yükselttiler.


Makale ve Analizler - 2015

217

1789, 1793 ve 1795’te ayaklanan Fransızlar Büyük Fransız Devrimi’nde İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesinde ilk kez modern yaşamın ana ilkelerini dile getirdiler: Eşitlik; özgürlük ve kardeşlik. Üç Bildirge eşitlik konusunda farklı görüşler içerse de, 1789 Bildirgesinin 1. Maddesine şunları yazdılar: “İnsanlar özgür ve eşit haklarla doğarlar, öyle kalırlar.” 1793 Bildirgesi bunu daha öteye taşıdı ve “İnsanlar doğalarında da özgürdür!” dedi. 1795 Bildirgesi ise, 3. Maddesinde daha ılımlı kaldı ve şöyle dedi: “Eşitlik Yasaya Dayanır ve herkes için aynıdır!” Birkaç yıl sonra başlayan İmparator Napolyon seferleri kardeşliği, halkların ve insanların özgürlüğünü ve eşitliğini ayaklar altına alırken, bu sözcüklerden oluşan Cumhuriyetçi parola tarihte çok önemli rol oynamıştır. Bu arada, Hıristiyanlık ve Müslümanlıkta tek bir Tanrının kulu olan insanlar eşittir, onlar yalnız erdemlerine göre yargılanırlar. Bütün insanların ruhları da tamamen eşittir. Bu sözlere rağmen, “eşitlik” sözcüğünün anlamı kullanan kişiye göre de değişti. Bu sözcük, yıllar yılı genellikle gerçek anlamına ters düşen duyguları saklamak için kullanıldı, benim üstüme kimse olmasın gibi bir gereksinimi temel etti; bu ihtiyaç yıllar içinde herkesin üstünde olma arzusuyla birleşti. Aslında bütün üstünlüklerden nefret edilmesini içermelidir. Despotlukları, lider diktası gibi baskı süzenini, ayır buyur siyasetini, egemen ulusun baskı göstermesini, yasal ayrışımı vs. tamamen ret etmelidir. Ne var ki tarihte eşitlik fidanları dikilen zemin de oluşturuldu. 1839’da Tazminat Fermanıyla Osmanlıda yaşayan tüm vatandaşlar, etnik ve dini azınlıklara tam eşitlik sağlandı, eşitlik yasallaştırıldı, eşit ulusal azınlıklar arasında kardeşçe yarışma ve özgürce yaşama ortamı yaratıldı. Eşitlik ilkesinin, kimi yerde rafa kaldırılması, diğer yerlerde çiğnenmesi veya bazı azınlıkların kendileri için daha fazla hak elde çabaları sosyal çelişkilere ve milli isyanlara bile temel oldu 20. yüzyıl eşitlik ilkesinin ezildiği ve umut edilen yaşam hakkı bulamadığı bir asırdır. Bundan olacak ki, geçen asırda doğal haklar, insan hakları, eşit vatandaş hakları yeni bir uyanışa temel oldu ve savaşım bayrağı açtı. Geçen yüzyılın Balkan Savaşları, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı, katliamlar, diktacı rejim zulüm, Arap Baharı vs. bireyler, insanlar, halklar, devletler-arasındaki eşitliği yok edip başkalarının üzerinde egemenlik sağlama gibi iğrenç bir sürecin devamıdır. Bizde bunun en ağır yıllarını bugün bebekli Roman ailelerinin evlerinin yıkıldığı Gırmen’de, Gotse Delçev’te, Babekte, Smolyan, Zlatograt ve Devinde vb. 1912 y.yaşadık. İnsanların kimlikleri, isimleri, isimleri değiştirilirken birçok cami, medrese, oda lar yıkılmıştı. O zaman hedefte olan Pomak Türkleriydi. Bu süreç 1936’dai 1942’de, 1972’de yinelendi. Eşitlik soldurup, ezilip, kemirilirken


218

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

unutturuldu. Etnik ve dini azınlıklar 20. yüzyıl boyunca Bulgar ulusal unsurundan uzaklaştı, ötekileşti, yabancılaştı. 1912’de başa gelenler 2012’den başlayarak yine Batı Rodoplar’da olmak üzere şimdi de başka bir etnik azınlığın üzerinde terör estiriyor. Bu gelişmelerin temelinde Bulgar milliyetçiliğinin ana genlerinden beslenen bugünkü meclise çöreklenmiş bulunan yurtsever cephe adıyla ortaya çıkan “PF” partisi var. O partinin ortağı olan Makedon İç Devrim Hareketi (VMRO) komitacıları var. Olayları kışkırtan, son dönemde ulusal politikada hakem rolü oynamayı üstlenen futbol fen gruplarını motorlarla Gırmen’e taşıyan ve halkın üstüne süren “PF” politik zihniyeti var. Hedefleri azınlıkları sindirmek, korkutmak ve çiğnemektir. Bu olay bende bir masal çağrıştırdı. Nefis ejderhasını ölü sanma Eline imkân geçmediği için donmuş gibi duruyor. Yılan Avcısının sonu Bir avcı yılan yakalamak için dağa çıkar. Arayan, er ya da geç aradığını bulur. Bu, başının belasını arayanlar için de geçerlidir. O avcı da nasibine güvenerek karda kışta dağları dolaşır ve işine yarayacak çok iri bir yılan arar. Derken gerçekten çok büyük bir karayılan görür. Hareketsiz duruşundan onun ölmüş olduğunu düşünür. Halkı hayrete düşürmek ve birkaç kuruş para kazanmak için o yılanı sürükleyip Bağdat’a götürür. Şehre vardığında yılanı nehir kıyısına taşır. Sonra da getirdiği karayılanı övmeye başlar. Şehirde daha önce görülmemiş bir hareketlilik yaşanır. “Avcı kocaman bir karayılan getirmiş. Şaşılacak, görülmemiş bir av yakalamış...” haberi dilden dile dolaşır. Bu sayede yılanın bulunduğu nehrin kıyısında çok büyük bir kalabalık toplanır. Yılancı kalabalığa: “Size ölü bir karayılan getirdim. Onu avlarken ne zahmetler çektim bir bilseniz,” diye kendini övmeye başlar. Ancak adamın yanıldığı bir nokta vardır. O yılanı ölü bilir, oysa yılan, dağdaki dondurucu soğuktan ötürü kaskatı kesilmiştir. Yani o koca yılan diridir ama ölü gibi görünür. Kalabalık gittikçe artar. Herkes yılanı bir an önce görmek için sabırsızlanır. Yılancı ise, kalabalık biraz daha artsın da eline geçecek para artsın diye gayret eder. Arada bir yılanın üstündeki örtüleri oynatır. O zaman meraklı insanlar, yılanı görebilmek için parmaklarının ucuna basarak boyunlarını uzatırlar.


Makale ve Analizler - 2015

219

Aşırı soğuktan donmuş olan yılan, o esnada kat kat örtünün altındadır. Gerçi yılancı tedbiri elden bırakmaz, onu kalın bir iple de bağlamıştır. Fakat halkın toplanması beklenirken o kadar uzun zaman geçer ki, bu süre içinde Bağdat’ın yakıcı güneşi yılanın üstünde uzunca zaman kaldığından, donmuş olan yılan, canlanır ve kımıldamaya başlar. Karayılan kımıldandığını gören halkın şaşkınlığı kat kat artar. Pek çokları çığlıklar atıp kaçmaya başlar. Halkın gürültüsü yılanı daha da azdırır. Karayılan ipini koparıp örtülerin altından uzayıp sıyrılır. Kaçışan halk iyice coşar ve birbirini çiğner. Bu arada yılan avcısı da şaşırıp kalır. Ne yapacağını bilemez, olduğu yerde bin pişman kalakalır. Karayılan masalında, Roman topluluğu aç susuz işsiz ve eğitimsiz dondurulurken durmadan çoğalıyor. Kalabalaşıyor. Nefret birikimi taşmaya başlıyor. Yani ısınan ve hareketlenen bir karayılan çulun altından sıyrılıyor. Nüfusumuzun dörtte biri oldular. Donmuşluk dönemleri sona eriyor. Diğer sürüngenler gibi onlar da kendi inlerine, kendi avlanma bölgelerine, kendi su kaynaklarına vb. sahip olmak istiyorlar, hedeflerinde doğal olarak eşit olanların eşitlik haklarını yaşatma öz güdüsü uyanıyor. Fransız Devrimi sefil kitleleri unutmak zorunda kalmıştı. 18. yüzyıl Avrupa’sı tarih oldu. 20. yüzyılın genç kuşağı olaylara başka gözle bakıyor. Eşit haklı vatandaş olmak istiyor! Bu bilinç bizde henüz tay durmaya çalışsa da, duygular hareketlenirken yumruklar sıkılıp havaya kalkıyor. Tarih kılavuzunda dozerle kavga rehberi yok, uygulanmayan yerli ve AİHM’de anlaşılan bir işe yaramıyor. Yeni kural yazmak isteyenler kavgaya hazırlanıyor. Hepinize Mutlu ve neşeli Bayramlar.


220

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2015

221


222

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2015

223



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.