18 BARIŞIN YOLU HAKLARIMIZI ALMAKTAN GEÇER

Page 1

Makale ve Analizler - 2015

1

BARIŞIN YOLU HAKLARIMIZI ALMAKTAN GEÇER

2015 Temmuz - Eylül Makale ve Analizleri


2

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

BARIŞIN YOLU DÜŞMANI YEMEKTEN GEÇER BULTURK BGSAM Yayınları Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi - BGSAM -18 BULTÜRK Genel Başkanı: Rafet ULUTÜRK Basım: Temmuz-Eylül - 2015 Koordinatör: Dr. Nedim BİRİNCİ Editör: Raziye ÇAKIR İnternet sorumlusu : Kapak Tasarım: Murat ULUTÜRK Pazarlama Sorumlusu: Hamiyet ÇAKIR Arşiv: İbrahim SOYTÜRK İsteme Tel: 0212 511 63 47 www.bulturk.org; www.bghaber.org; info@bulturk.org İnternet sitesinin yazıları Adres: Yıldırım Mah. Şehit Kamil Balkan cad. No.114/A Bayrampaşa İstanbul Tel: +90 (212) 511 63 47 Belgegeçer: +90 (212) 526 51 98 https://bgsam.org/, https://issuu.com/bulturk, https://bulturk.org.tr/ Baskı : DİNÇ OFSET MATBAACILIK SAN. ve TİC. LTD. ŞTİ. Adres: Davutpaşa Cd. Emintaş San. Sit. No: 103/580-581 Topkapı - İstanbul Tel: 0090 212 493 24 67 TÜRKİYE CUMHURİYETİ YASASI GEREĞİNCE BU ESERİN YAYIN HAKKI BULTÜRK’ten İZİNSİZ KISMEN VEYA TAMAMEN ÇOĞALTILIP YAYINLANAMAZ

Web: www.bghaber.org ; E.Posta: rafetuluturk@yahoo.com


3

Makale ve Analizler - 2015

“Bilgi Ordusu, Bizim Ordumuz, Bildiğimizi Öğretmek,Bizim Borcumuz.” Rafet ULUTÜRK

Düşünceler dizisi olan elinizdeki eserin anlamı derin bir uğraşın ancak başlangıcıdır. Bulgaristanlı Türk Müslümanların başına 1970-72, 1984-85’te düşen yıldırımın bir daha düşmemesi için bir uyarı ve ışık niteliğindedir. Saygılarımızla, B U LT Ü R K İ st a n b u l


4

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2015

5

Önsöz Yerine Yıl 2015 1970-1985 arası üzerimize yıldırım düşmüş gibiydik. Stres geçti mi diye, soranlara cevabımız yoktu. Çünkü acımız anlatılır türden değildi. Ayrıca “Geçmiş olsun!” da uygun bir teselli değildi. Çünkü derin izler kaldı ve hiç bir şey unutulmadı. Tanımak zorundayız. Biz Bulgaristan devleti tarafından seri tuzaklara düşürüldük. “Başa gelen çekilir” özlü sözünü de yanlış algıladık. “Başa gelen tepilir!” anlamını açmamız gerekiyordu. Kimlik değiştirme trajedisinden sonra, bir de “Büyük Göçten” sonra Türklerin Türklerle kaynaşması serüveni yaşandı. 120 bin soydaşımızın geri dönüşü Türk bilincinde buluşma dalgasını kırdı. Neyse yılların geçmesiyle bu da aşıldı ve 1989 Ağustosunda “Kapıkule”den girenlerimizin toplam sayısı, Türkiye’de doğan çocuklar dışında 2015 yılı itibarı ile artık Türkiye’de 710 bin kişiye ulaşmış durumdayız. Biz çok büyük, örgütlü ve bilinçli bir güç haline dönüşeceğiz. En büyük özelliğimiz de ata toprağımızı, atalarımızın mezarlarını asla unutmamış olmamızdır. Bugünde bizim için ata vatanımızdaki en değerli taş, oradaki mezar taşlarımızdır. Biz Bulgaristan’da Bulgar çocukları ile aynı kitapları okuyarak aynı okulları bitirmiş olsak da zıt yetiştik, adına sosyalizm yani sözde insan kardeşliğine ve eşitliğe dayanan bir toplumsal düzende bu çelişkiler, ulus ile etnik azınlıklar arasındaki bağdaşmazlığa (antagonizme) kadar kızıştı. “Soya dönüş” yalanı, totalitarizm yıllarında bizi tamamen köreltebildiklerine inananların icadıydı. Türk iradesinin toplu tutuklamalarla, toplama kamplarında taş kırdırılarak, “Belene” ölüm kodeslerinde ve koğuşlarda kırılamayacağını, sulandırılıp eritilemeyeceğini çok geç anladılar. Biz bugün de yeni bir başlangıçtayız. “Bulgar Etnik Modeli”ni gömmeye, Rus ve Bulgar istihbarat ajanlarını politik yapılanmamızdan atmaya ve gerçek demokrasi ile adaletli topluma açılmaya çalışıyoruz.


6

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu özgürlükçü demokrasi ve Batı medeniyetinde buluşma yoludur. Yazılarımızda işlediğimiz konulardan biri de yeni asırda göçmen kimliğinden sıyrılıp Türk ulusal kimliğiyle kaynaşmadır. Saygılarımızla, Raziye ÇAKIR

Eyüp Belediye Başkan Yrd. Ahmet Tüfekçi’yi makamında hayırlı olsun ziyareti


Makale ve Analizler - 2015

7

Önsöz: Toplumların hayatında yazılı tarih büyük bir öneme sahiptir. Ancak bizde yazılı olmayan tarih, yani nesilden nesile aktarılan tarih vardır. Bu nedenle bazı olaylar zamanla faklı şekilde anlatılmakta veya algılanmaktadır. Gelecek nesillere aktarılacak olan bilgi birikiminin arşivlenmesi, kitap, dergi veya gazete gibi yayın organları aracılığı ile kalıcı hale getirilmesi büyük bir öneme sahiptir. Bu nedenle edindikleri tecrübeleri, yaptıkları çalışmaları toparlamak ve kitaplaştırmak güzel bir çalışmadır. Bunu bireysel olarak yapımaktan öte kurumsal olarak da yapmaları takdire şayan bir davranıştır. BULGARİSTAN TÜRKLERİ KÜLTÜR VE HİZMET DERNEĞİ kısa bir süre önce 2013’te kurulan internet haber sayfası www.bghaber.org sitesindeki yazıları bir araya getirerek yapılan bu çalışmaları kitapçık halinde getirerek bu konuda büyük bir ciddiyet göstermektedir. Derneğin internet haber sayfasında çıkan yazıları ve çalışmalarının yıllıklar halinde kitapçık haline getirerek yer aldığı bu çalışma gelecek kuşaklara aktarılacak ve ışık tutacaktır. Öte yandan dernek büyük bir arşiv de oluşturmuş durumdadır. Dernek faaliyetlerini gerekli ciddiyetle yürüten dernek Başkanı öncülüğünde dernek kurucuları, Yönetim Kurulu ve üyelerinin yaptıkları özverili çalışmalarından dolayı kutluyorum ve başarılarının devamını diliyorum. Ahmet Tüfekçi BULTÜRK Kurucu Üye


8

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Değerli Hemşehrilerim, Bulgaristan’da hepimiz zor günler yaşadık, itildik, ezildik, çiğnendik, hatta gün geldi vurulduk, şehitler verdik. Bu nedenle bizler kendi içimize kapanarak, yaşam mücadelesi vermeye çalıştık. Ancak bu içine dönüklükten kurtulmalıyız ve Türkiye’de yaşadığımıza göre, yasaların bize verdiği tüm haklardan bizlerde yararlanmalıyız. Peki, neden bunu yapamıyoruz? 1877-78 Rus-Türk savaşından sonra Osmanlının Balkanlardan çekilmesiyle birlikte, savaş esnasında işlenen akıl almaz katliamlar nedeni ile atalarımız asırlarca yaşadıkları yerleri terk ederek göç yolunu tutmuşlardır. Geride kalanlar ise Bulgaristandevleti’nin uygulamaya başladığı soy kırım politikalarına karşı direnmiş ve hayatta kalmaya çalışmışlardır. Şimdi ise burada Türkiye’de yaşayanlar oralara yardım edebilmek için, burada ilk önce bir araya gelmek ve bir merkez oluşturmalıyız. Artık bir kurum altında toplanmalı ve birlikte hareket etmeliyiz. Bu birliğe hepimizin ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Artık bir birimizi kötülemekten vaz geçmeliyiz, birisi için yanında konuşamayacağımızı başka bir yerde konuşmamalıyız, yani kısaca arkasından konuşmamalıyız. En önemlisi samimi, hoşgörülü ve ahlaklı olmak. Zamanla her şey yerine geleceğine inanıyorum, ama tabi ki bu dava üzerinde kafa yoran, stratejiler üreten ve devamlı bunun üzerinde çalışan olursa. Bizim savaşımız insanlarımızı ahlaklı yetiştirmek olmalı, birlik ve beraberliğe kendi insanlarımızla başlayarak tüm Türk Dünyasına taşmalıyız. Bizler burada Türkiye’de yaşayan Bulgaristanlılar büyük bir kitle haline gelmiş durumdayız. İşte bu nedenle şimdi bu kitleyi yani kendi hemşerilerimizi, bir araya toplayarak bir merkez, bir güç birliği oluşturmalıyız, tabi ki bu bizim doğal tabii hakkımızdır. Bizler de artık toplum gücünü kullanabilmeliyiz. Toplum olarak haklarımızı elde etmek zorundayız ve bu yönde çalışmalıyız. Biz bunu söylerken, önderlerimizi seçerken, başkaları kötüdür demiyoruz.


Makale ve Analizler - 2015

9

Biz bu işi onlardan daha iyi yapabileceğimize, Türkiye Cumhuriyetine ve Türk Dünyasına daha verimli olacağımıza, buralarda bu bölgelerde yaşayan Türklerin daha iyi, daha güvenilir, yaşamalarını sağlayacağımıza inandığımız için, Önderliğe, Yönetime talibiz. Bu arada Bulgaristan’da kalan kardeşlerimizin hepsinin siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel kimliklerini, muhafaza edebilmeleri için mücadele etmeliyiz ve bu konuda gerekeni yapmalı ve gerekli yardımları yapmalı ve yaptırmalıyız. Aramızda Ahlâklı, Adaletli olanları seçmenli ve yüceltmeliyiz. Geçmişi konuşmaktansa, gelecekten söz etmeliyiz, bugünü değil, yarınları görerek hareket etmeliyiz. Aramızdan stratejistlere imkân ve fırsat vermeliyiz ve onları bizler yetiştirmeli yön verebilmeliyizkısa-10 ve uzunvadeli -50 yıllık hedefleri gösterebilmeliyiz. Aramızda kötü niyetli insanları tespit etmeliyiz, bilmeliyiz ki, onların kusurlarından dolayı değil, bu güne kadar yapılması gerekenleri engelledikleri için aramızdan uzaklaştırmalıyız. Bu güne kadar neler yapılmamış, onları araştırmalı, bilmeliyiz ve neler yapılması gerekir onları söylemeliyiz ve bunları bir an önce hayata geçirmeliyiz. Bizler gözyaşları dindirmek için, yaralara mehlem olmak için, her yüke ortak olabilmeliyiz. Gençlerimize, sadece balık pişirmesini değil, balık tutmasını da öğretmeliyiz, insanlarımızı denizlere, okyanuslara açılmalarını sağlamalıyız. Aramızda Tek Lider değil her sokakta, her mahallede bir lider yetiştirmeliyiz, biz dünyayı yönetmek için oğullarımızı yetiştirmeliyiz. Bizim insanlarımız yani Bulgaristan Türkleri şahsi başarıları Türkiye’de belkide en çok olanlardanız. İşte artık bizler toplum olarak haklarımızdan yararlanmasını bilmeliyiz. Her şeyden önce siyasi haklarımızı toplum olarak kullanmalıyız, daha sonra ekonomik ve kültürel haklar onu takip edecektir. Hepimizin gördüğü gibi, tarihte büyük güçler çok defa kötü politikaların kurbanı olmuşlar ve bunlar devam edecektir. Bir toplumun Lideri olmadan hiçbir şey olmaz, bu lideri de toplum çıkarmalıdır. Siyaseti güvenilir, sevimli hale getirmek bizim hedefimiz olmalı, bu gün çok zor, imkânsız olarak görünse de, yarınlara umutla bakabilmeli ve baktırabilmeliyiz. Var olabilmemiz için, var kalabilmemiz için, öncelikle temel hususlarda anlaşma sağlamalıyız. Aramızda bir birimize güveni kaynaştırmalıyız ve samimi olmalıyız.


10

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Her şeyden önce özgüvenimizi kazanmalıyız, birlik ve beraberliği ön planda tutarak insanları insan oldukları için sevip saymalıyız. İçimizde barışı sağlayıp, tek merkezde bir çatı altına toplanmalıyız. Bu çatı da “BULTÜRK Derneği” olmalıdır. Buradan tüm dünyaya sesimizi duyurabiliriz. Balkanlar konusundaki politikalarda etkili olabilmek için yolları aşındırmalıyız. Çünkü gelişmiş ve Bulgaristan’da etkili bir Türkiye Balkanlara tamamen hâkimiyet kurabilecektir. En önemlisi kararlı olalım ve birbirimize samimi, saygılı olmayı ve bir birimizi sevmeyi öğrenmeliyiz. Bizim derdimizi ve problemlerimizi en iyi anlayabilecek zaat bizden olduğunu idrak etmeliyiz. Bulgaristan Türkleri konusunda teşhisi bizler kendimizi yetiştirerek yetki mercileri alarak son noktayı biz koymalıyız, bu güne kadar ki eksikliğimiz budur. Ayrıca Balkanların anahtarı Bulgaristan’da yani Bulgaristan Türklerinden geçtiğini de öğrenmeli ve öğretmeliyiz. Sevgili dava arkadaşlarım. Kendimizde özgüveni, aramızda güveni ve merkezioluşturduktan sonra, kimsenin aramıza nifak tohumları ekmesi mümkün değildir. Bizim için önemli olan, eksiklerimizi bulmaktır. Geçmişi bırakarak artık bizler aydınlanma dönemine bir an önce geçmeliyiz. Halimizi tespit etmek çok kolay, gazete, dergi yayın hayatımız nerede, kaç gazete, tv, radyo bizimle ilgili haber yapıyor.Burada suçlu değil, sebepleri aramalıyız. Gelin bunları tartışalım, niçin bu güne kadar bir Bulgaristan Kültür Merkezi olmamış, bunu şimdi nasıl gerçekleştirilebiliriz, bunlara yönelik çalışmalar toplantılar yapmalıyız. Hedefimiz Türkiye Cumhuriyetini daha güçlü, daha huzurlu ve daha iyi yarınlara götürmek için olmalı. Güçlü bir Türkiye Bulgaristan da yaşayan Türklerede güven ve huzur verecektir, onların daha rahat yaşamalarını hep birlikte sağlayabiliriz. Bunlar zannetiğiniz kadar zor işler değil. Dünyada insanlar bir iş için değil, bir İdeal için hayatını feda ederler. Bunun için güçlü olmak sesini duyurabilmek için öncelikle bir Kurum ve bunun Merkezini oluşturmalıyız. Çünkü Merkezi olmayan hiçbir topluluk bir yerlere gelmesi mümkün değildir. Bu güne kadar konuşmalar tartışmalar yapılmış fakat bir ağıç ekilmemiş işte bu gün bunu yaptık BULTÜRK tüm Bulgaristan Türklerinin biz öncelikle sadece Bulgaristanlıyız.


Makale ve Analizler - 2015

11

Bizler elimizdeki kıt kaynaklarla bir merkez oluşturmaya çalıştık, bunda da muhafak olduk. Bu merkeze ulaşmakta büyük güçlükler ile karşılaştık bu konuda bizlere yardımcı olan emeği geçen herkese teşekkür ediyoruz. Ayrıca bizlere kendi yerini veren Mümin Hocamıza huzurunuzda kendisine tekrar tüm halkımız adına buradan teşekkür ediyoruz. Bundan sonraki hedef de Türkiye’nin her yerine ulaşmak ve bu birlikteliği her yerde tesis etmektir. Bu merkezimizde artık kendimize ait bir kültür merkezimiz oluştu toplantı salonumuz da mevcuttur her 15 günde bir toplanıyoruz. Amacımıza ulaşabilmek için devletin bir şeyler yapmasını beklememeliyiz. Birlikten kuvet doğar Atasözünde olduğu gibi güçlerimizi birleştirerek devlet yönetiminde söz sahibi olmalıyız ve geleceğimize kendimiz yön vermeliyiz. Gençlerimizin devlete girmelerinin yolunu aydınlatmalıyız. Artık bizim de Ankara’da TBMM’de kendi temsilcilerimiz olmalı. Bizler de buralara kendi içimizden birilerini gönderebilmeliyiz. Aramızda birlik ve beraberliğimizi oluşturduğumuz takdirde kendi içimizde samimi olduğumuzda başarıların ard arda geldiğini göreceğiz bunu başaracağımıza eminim. İhtiyacımız olan tek şey kendi içimizde daha adaletli olabilmek. Sevgi ve saygılarımı sunarım, Genel Başkan Rafet ULUTÜRK


12

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Kartlar Yeniden Dağıtılırken...

Alptekin Cevherli-15.Temmuz.2015

İlk devletlerden ve hata kabilelerden günümüze insanlık stratejik kaynaklar nedeniyle pek çok savaş yaşamış ve bunlarda yüz milyonlarca insan hayatını kaybetmiştir. Kişisel ihtiraslar nedeniyle yaşanmış birkaç savaşı saymazsak dünya savaş tarihini var olan kaynakların paylaşım mücadelesi olarak özetleyebiliriz. Elbette bu savaşların dini, sosyolojik veya psikolojik pek çok sebebi de olmuştur ama ana itici güç, var olan kaynakların paylaşımı şeklindedir. Eski çağlarda savaşlar uzun hazırlıklar gerektirir, ancak çok kısa sürerdi. Bütün bir ülkenin kaderi birkaç saat içerisinde belirlenirdi. Aylar süren hazırlıklar ve savaş meydanına veya kale önüne ulaşım zorlukları ardından saatler ile hesaplanabilecek bir sürede neticeye ulaşılırdı. Meselâ Mohaç Meydan Muharebesi veya Malazgirt Zaferi bunun en güzel örneklerindendir. Gelişen teknoloji ile birlikte hazırlık süreleri kısalmaya, silahlı mücadele süreleri de uzamaya ve çeşitlenmeye başlamıştır. Bunun ilk örneği olarak İstanbul’un Fethi’ni verebiliriz. İstanbul, Ortaçağ şartlarına göre uzun sayılabilecek bir savaş süresi neticesi fethedilmiş üstelik de çağına göre çok korkunç bir teknoloji kullanılmıştır. Tüfekten topa ve gemilerin karadan hareket ettirilmesine kadar o zamanki dünyanın pek de tasavvur edemediği yenilikler gerçekleştirilmiştir. Bunun neticesinde de Ortaçağ’ın kapanıp, Yeni Çağ’ın başlangıcı kabul edilmiştir. Yeni Çağ’ı geçiş dönemi kabul edersek Yakın Çağ ile birlikte artık günümüzde savaşlar neredeyse hiç bitmiyor. Hatta başkaları sizin adınıza savaşıyor, (İŞİD, PYD, Taliban, PKK, El Kaide, Hizbullah vb.) siz oturduğunuz yerden belki birkaç hava operasyonu ile işin kaymağını yiyorsunuz. SSCB’nin yıkılması ardından neticelenen soğuk savaş dönemi ardından tek kutuplu hale gelen dünyamızda, bugün yeniden bir kutuplaşma sürecinin artık çok belirgin hale geldiğini görüyoruz... Şimdi ise kartlar yeniden karılıyor... Muhtemelen de yakında dağıtılacak. Şu an için önemli olan ise kime hangi kartın geleceğinden ziyade kimlerin oyuncu olduğu! Eğer masada oturmuyorsanız kime hangi kartın geldiğinden ziyade, oyunun sonunda ne olacağınızı düşünmeniz gerekir. Şu anda Türkiye’miz masaya oturmakla, yancı olmak arasında ciddi bir yol ayrımında gözükmektedir. Şu anda


Makale ve Analizler - 2015

13

başat oyuncu olarak ABD, Rusya Federasyonu ve Çin görünüyor. Almanya öncülüğündeki AB ise iç sorunlarıyla hemhal olmuş vaziyette birliğini koruma telaşına düşmüş. Ama masaya oturması muhtemel olan dördüncü oyuncudur. Aşağı yukarı 2’nci Dünya Savaşı’ndaki ekip aynen masadadır. Japonya ve İtalya ise masaya oturmaktan ziyade yancı durumuna gelmiştir. (Yancı: 1- Kahvelerde oynanan oyunları seyreden ve bedavadan yiyip içen kimse. 2- Düşmana karşı ilerleyen bir kuvvetin yandan gelebilecek baskınlardan korunmak amacıyla oluşturduğu emniyet birliği.) Birinci Dünya Savaşı’nda Türk-İslâm Dünyası’nı temsilen masada olan tek aktör Osmanlı Devleti’ydi. Genç Türkiye Cumhuriyeti ise savaşın yıkıcı etkilerinden kurtulmak için 2’nci Dünya Savaşı’na girmeyerek mantıklı bir politika izlemiş askeri ve ekonomik olarak meydana gelen savaş sürecindeki bu dinç kuvvetini savaş sonrasında yeteri kadar kullanma becerisini göstermediği için; 12 Ada, Batı Trakya, Musul-Kerkük, Kıbrıs ve Batum gibi konularda hiçbir fırsatı değerlendirememiştir. Üstelik SSCB’den gelen tazyikle birlikte kendini ABD’nin kolları arasında buluvermiştir. O günden bugüne seviyeli bir birliktelik yaşayan ABD - Türkiye ilişkileri, Kıbrıs Barış Harekâtı ve 1 Mart Tezkeresi gibi durumları saymazsak genel olarak masadaki ABD’nin yanında yancı görüntüsü verilerek devam etmiştir. Ancak son yirmi yılda Muavenet Muhribi’nin vurulması, Çekiç Güç’ün PKK terör örgütüne yardımları, Çuval rezaleti, Türk Özel Polis Timi’nin pusuya düşürülmesi gibi hadiselerle ABD tarafından Türkiye sürekli olarak uyarılmıştır. Bu ise elbette Türkiye içerisinde dozu gittikçe artan bir Amerikan karşıtlığı oluşmasına neden olmuştur. NATO’da müttefik olan Türkiye ve ABD aynı zamanda aslında pek çok alanda çıkar birlikteliğine sahip olmalarına rağmen gittikçe uzaklaşmaya başlamışlardır. Bunun en açık örneği ise Irak ve Suriye konusunda ortaya çıkmıştır. Irak’ın kuzeyindeki fiili durum ile Suriye konusunda Ankara’ya net bir mesaj iletemeyen Vaşington yönetiminin gizli ajandası olup olmadığı ve Suriye’nin kuzeyinde de bir oldubitti ile fiili durum meydana getirmek istediği kanaati Türk kamuoyunda ciddi ciddi tartışılır olmuştur. Ek 1’de görüleceği gibi ABD Devleti tarafından rutin olarak gerçekleştirilen dünya çapındaki kamuoyu araştırmasının sonuncusunda Türkiye’deki ABD sevgisi nefret kısmına düşmüştür. Sevmeyen durumundaki ülkelere dikkat ederseniz Türkiye hariç hiç biri NATO üyesi değildir. Ancak ilginç bir ayrıntı daha vardır ki, ABD’nin yeşil kuşak projesi kapsamındaki eski dostları olan Ürdün ve Pakistan da Türkiye’ye benzer bir şekilde ABD’yi sevmeyen ülkeler haline gelmiştir. Pakistan, ABD’nin Taliban ile mücadelesine en anlamlı desteği vermesine rağmen bizzat ABD hava kuvvetleri tarafından sürekli bombalanması ne-


14

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

deniyle; Ürdün ise Suriye’deki iç savaşta ABD’nin uyguladığı muğlâk tavır ve Filistin nedeniyle önemli ölçüde ABD’ye olan sempatisini kaybetmiştir. Oysa ABD’nin her üç ülkeye de çok ciddi alamda ihtiyacı vardır. Ne Türkiye’nin yerini yeni müttefik adayı İran tutabilir, ne de Irak ve Suriye’nin kuzeyinde oluşturacağı yapay devlet bu imkâna sahiptir. Aynı şekilde Pakistan’ın Orta Asya’daki stratejik imkânlarını bölgede verebilecek başka bir güç yoktur. Aynı şekilde İsrail’e karşı oluşabilecek muhtemel bir Arap kalkışmasında da bunu frenleyebilecek Ürdün dışında başka bir devlet yoktur. ABD’nin durumunu daha net olarak gözler önüne koyan bir başka tablo ile konuyu sürdürelim. Ek 2’de ABD’ye vize uygulayan ülkelerin listesi ve dünya üzerindeki konumları var. Dikkat ettiyseniz bu tabloda mantıksız olan 4 unsur var. Birincisi NATO üyesi Türkiye, 2’nci Arap Yarımadası’ndaki değişmez müttefiki Suudi Arabistan ve 3’üncü olarak da Avustralya ve 4’üncü olarak da Pakistan. Peki, ABD bunu neden yapıyor? Bu soruya cevap aramadan önce yazımızın başındaki 4 oyuncuyu kısaca görmemiz gerekli. Rusya’nın Ukrayna’dan Kırım’ı ve Donetsk’i, Moldova’dan Trans Dinyester’i, Gürcistan’dan Abhazya ve Güney Osetya’yı, Azerbaycan’dan ise Karabağ’ı yerel güçler ve/veya silahlandırdığı militanlarınca ele geçirdiği ve kendi stratejik hedefleri doğrultusunda yeniden SSCB dönemine dönme arzusu taşıdığı bilinen bir gerçek. (Ek 3) Bu konuda BDT ülkelerini sürekli sıkıştırarak onları her alanda elinde tutmak için yoğun bir çaba da harcıyor. Turuncu devrimlerle elden kaçırdığı Ukrayna, Gürcistan ve Kırgızistan gibi ülkeleri yeniden ama bu kez silah zoruyla yanına çekmeye çalışıyor. Ukrayna ve Gürcistan buna direnirken Kırgızistan ise biraz da Kazakistan’ın güvence vermesiyle birlikte 14 Temmuz 2015 itibariyle Putin’in de onayıyla artık resmen ‘Avrasya Birliği’ üyesi oldu. Buna karşılık ABD ise, Ermenistan’da enerji isyanını teşvik ederek bir nevi yeni bir turuncu devrim ile Ermenileri yanına çekmenin ve böylece Azerbaycan’ın da tatmin edilerek Ermenistan’ı içinden çıkılamaz hale gelen Türk ablukasından kurtarmayı plânlamakta böylece Kafkasya’da sınırları koruyarak Türkiye, Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan arasında en azından işbirliği oluşumunu tesis etmeyi tasarlamaktadır. Bu konuda ayrıca Türkiye ve Ermenistan’ı soykırım iddiaları konusunda herkesi tatmin edecek bir düzleme getirme projesi de vardır. Rusya ayrıca Irak’ta yaptığı hatayı tekrar etmek istememekte ve Suriye konusunda Şam yönetimine Lazkiye’deki askeri üssünü de kullanarak her türlü desteği sağlamaktadır. Bu da Esed yönetiminin bunca kargaşaya rağmen hâlâ bölgede etkin bir güç olmasını sağlamaktadır. İşin daha da ilginci ABD hava kuvvetlerinin desteğiyle


Makale ve Analizler - 2015

15

PYD’nin Barzani’ye denize çıkmak için yol olarak açtığı kuzey Suriye koridorunun da önündeki iki engelden birini Ruslar teşkil etmektedir. (Diğer engel ise Türkiye’mizin Hatay vilayetidir.) Çin ise binlerce yıllık tarihine ve kalabalık nüfusuna rağmen çağlar boyunca genelde Türk hakimiyetinde yaşadığı veya Türklerle mücadele ettiği için asla fütuhat sahibi olamamıştır. Bu konuda ciddi bir tecrübesi ve kültürü yoktur. Sadece yakın komşularının hatalarından istifade ederek onların bir kısım topraklarını o da 2’nci Dünya Savaşı ardından işgal edebilmiş bir ülkedir. Doğu Türkistan, Tibet ve İç Moğolistan bu bakımdan Çin’in kanayan yarasıdır. Bu nedenle de kartlar karılırken oyuncu durumunda olan Çin aynı zamanda kalabalık nüfusu ve teknoloji kopyalaması dışında çok ciddi bir artıya sahip değildir. Bölgedeki Türk devletleriyle, Japonya’yla ve Güney Kore’yle de ciddi sorunları vardır. Buna karşılık Şangay İşbirliği Örgütü ile Rusya ile yakınlaşmıştır. AB ise İzlanda’da başlayan ve en on Yunanistan’da ayyuka çıkan Avro ekonomik krizi nedeniyle tarihinin en güç dönemini yaşamaktadır. Avrupa’nın yaşlı halkları, Almanya ve Fransa’nın sırtından daha ne kadar geçinebilir şüphelidir... Buna karşın AB Projesi revize edilir ve Kıbrıs Rum kesimi, Yunanistan, Bulgaristan vb. yük oluşturan ülkeler birlik dışına ötelenirse veya bunların olmadığı üst kurul mantığıyla Süper AB veya Elit AB oluşturulursa masanın yeniden ciddi bir oyuncusu olma ihtimali yüksektir. Bu durumda Türkiye ne yapacaktır? Görüldüğü gibi Türkiye Çin ile Doğu Türkistan konusunda, Rusya ile Kırım, Gürcistan ve Karabağ konusunda ve ABD ile güneyimizde oluşturulmak istenen yapay kuşak konusunda sıkıntılar yaşamaktadır. AB ile de Kıbrıs nedeniyle yaklaşık 60 yıldır sorun yaşamaktadır. Aslında bu sorunların hiç biri de aşılamayacak ölçüde değildir. Ancak muhataplarımızın anlaşma yolu yerine inatla projelerini sürdürmeleri tehlikeli boyutlara ulaşmıştır. Çin Doğu Türkistan’ı tamamen eritme konusunda, Rusya yayılmacı anlayışını sürdürme konusunda, AB ise kendi medeniyetinin temelinde Helen kültürü olduğu masalına inandığı ve bu inatlarını sürdürdükleri müddetçe bu zordur. ABD ise dengesiz ve kaypak bir politika sürdürerek Türkiye’yi tedirgin etmeye devam etmektedir. İran ile anlaşmaya vararak İran’ın nükleer güç olmasına sarı ışık yakarken, bir yandan da İran pazarını ele geçirme ve İsrail’in ekonomik güç kullanılarak güvenceye alınmasını sağlamaktadır. Diğer yandan Azerbaycan’dan aldığımız bilgilere göre İran’ın Kürdistan eyaletinden Güney Batı Azerbaycan’a özellikle de Urumiye çevresine nüfus kaydırılarak bölgenin etnik yapısı Türkler aleyhine bozulmaya devam edilmektedir. Böylece Türkiye’nin


16

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

güney ve doğusundaki 3 komşusuyla sınırları da hukuken olmasa da fiilen Erbil yönetiminin kontrolüne geçmektedir. Kısacası Türkiye’nin etrafı yeni bir kuşak projesi ile çevrelenmektedir. Eğer ki, 3’ncü Dünya Savaşı çıkacaksa bu tablodan görüldüğü kadarıyla Türkiye’nin 2’nci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi tarafsız kalma şansı yoktur. Hatta Türkiye ne yazık ki cephe ülkesi görünümündedir. Ya 1’nci Dünya Savaşı’ndaki gibi masada olacaktır, ya da yancı olarak bir gücün yanında savaşa girecektir. 1’nci Dünya Savaşı’nda masada olmamıza rağmen basiretsizce ordumuzun yönetimini müttefiklere bırakıp askerlerimizi insan kaynağı gibi gören bir zihniyete teslim edersek galip tarafta olsak bile sonuçta kaybeden olacağımız kesindir. Ya da masada olmak için var gücümüzle çalışmamız gereklidir. Bu konuda nükleer enerji santralleri Türkiye ekonomisi için olmazsa olmaz birer güç kaynağı olacaktır. Boru hatları projeleri elimizi güçlendirecektir. Savunma sanayi projeleri hızla geliştirilip gerçek müttefiklere destek verebilecek duruma getirilmelidir. Ancak bu arada etrafımızı sarmakta olan kuşağa karşı somut ve net bir tavır içinde olunması kaçınılmazdır. Şimdi aynı soruyu yine soruyoruz: ABD bunları neden yapıyor? Hayali Büyük Ortadoğu Projesi’ni hayata geçirmek için 22 ülkeyi karıştırıp; Türkiye gibi bir müttefikten vazgeçmek ne kadar rasyoneldir, tartışılır... Türkiye, İsrail için bir tehdit midir, tartışılır... Diğer şık ise Türkiye’nin “Süper Güç” olma ihtimalidir. Eğer ki Türkiye’nin gelişerek masaya oturacak 5’nci taraf olma ihtimali bu kadar güçlü ise ABD’nin bu konuda aslında destek olması çıkarları gereğidir. Çünkü muhtemel taraflar göz önüne alındığında, Türk milletinin binlerce yıllık tarihi zaten ABD’nin muhtemel rakipleriyle mücadele içinde geçmiştir. Bu bakımdan Anglo - Sakson blok kalıcı bir dünya barışı için Türkiye ile işbirliği yapmak zorundadır. Aksi durumda ilk kez kaybeden taraf olma ihtimalleri kuvvetlidir.


Makale ve Analizler - 2015

17

Her İşi Yokuşa Sürmede Ustalaştılar

Osman Bülbül-17.Temmuz.2015

Konu: En doğal haklarımız için Brüksel kapısında dilenci olduk. Her kişinin ve topluluğun doğal hakları vardır. Çocukların doğal hakları da çok önemidir. Mesela ana dilini öğrenme özlemi bir hak olarak evde, aile ortamında başlar, anaokulunda ve ilkokulda gerçekleşir. Bu, en temel tabii haklarımızdan biridir ki, çocukluktan yaşlılığa kadar her birimizin yaşayışını belirler. Anadilini bilmeyen bir kişi toplumla tam faydalı kaynaşamaz yani yaşadığı ortama tam kapasiteyle yararlı olamaz. Anadilini iyi bilmeyenlerin hayal etme ve fikir üretme olanakları kendiliğinden sınırlıdır. Bütün yeni fikirlerin kökleri anadil köklerinden türer. “T-haber”de 2 haftadan beri adeta reklâm edilen Avrupa Parlamentosu’nda (AB) Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin (HÖH) Milletvekili ve Gençlik Kolları Başkanı İlhan Küçük, sözde hangi tarihte ve nerede yapıldığına işaret edilmeden partinin Genel Kurulu’nda Bulgarca dışında başka dilde propaganda yasağına ilişkin imza kampanyası başlattığını açıkladı. Bizi ilgilendiren Türk dilinde seçim propagandası yapılmasıdır. Bu davayı yakından izleyen gözlemciler Genel Kurul “sarayda” yapıldıysa “bir şey olmaz”, “bu, yeni bir kör fişek” dediler. Çünkü artık sarayın hem girişinde hem de çıkışında sıkı yoklama ve sorgulama uygulanmaya başlandı. İçeri evrakla girmek ve evrakla girmek yasak! 2015 Temmuz tutanaklarına bakıldığında “Türk dilinde propaganda yapılması için Parti Genel Kurulu Gençlik Örgütü girişimini desteklemiştir” diye bir kayıt bulamazsınız. Kayıtlı 132 bin üyesi olan gençlik teşkilatında artık 23 imza toplandığı açıklandı. İyi iş aslında! Gençlerin vazifesidir artık şu anadil konusuna bir çözüm bulmak. Geçen sene genel seçimlerden önce GERB partisi 500 bin imza toplayarak seçim kanununda değişiklik istemişti. Boşa kürek çekti. Pirin Dağındaki Gırmen Belediyesi’ne Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinden (AİHM) geçen hafta gelen bir mektupta, “Romanlara barınacakları yeni bir konut göstermeden kimsenin evi yıkılmasın!” dendi, dendi de dikkate alan oldu mu? Yazılıp çizileni okuyup uygulayan var mı? Dozerler mahallenin altından girdi üstünden çıktı. Roman kızanları çil yavrusu gibi ortada kaldı.


18

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Anadilde propaganda konusunda da olacağı budur. AB Genel Kurulu işgüzarlık gösterip şöyle bir karar alabilir: “AB üyesi devletlerin her birinin resmi dilinde seçim propagandası yapılabilir!” AB resmi dilleri arasında bizim azınlık dillerimiz yok ki! Ne yapacağız? Romance AB resmi dili değil, Türkçe AB resmi dili değil, Pomakça AB resmi dili değil! Y,ne boşa mı kürek çekiyoruz. Yoksa olmayacak olan bir şeyin asla olmayacağına kendimizi ikna edip bu sayfayı ebediyen kapamak mı istiyoruz? Al sana yeni bir amerikan sakızı daha.... çiğne çiğneye bildiğin kadar! Yere tükürmek yok, çünkü AB çevrecilerine ve Bulgar ırkçılarına hakaret etmiş olursun, üstüne bir de ceza yiyebilirsin. Milletvekili İlhan Küçük, bu imza kampanyasında bir taşla iki kuş vurmak istiyor. Bazılarına göre, HÖH Gençlik Teşkilatı üyelerinden memlekette adam kalmamış, herkes ekmek parası için dış ülkelere taşınmış, bu kampanyayı kim yürütecek sorusu yükseldi. Öte yandan Ekim 2015’te yerel seçim var. Sıraları şimdiden düzmek lazım! Memlekette genç kalmayınca ana dilinde propaganda yapılacak adam da kalmıyor ki, Brüksel bu işe hem güler hem de sevinir... HÖH Genel Kurulundan sonra milletvekili İlhan Küçüğün resmi dilin dışında öteki dillerde seçim propagandası yapma üzerindeki yasağın Bulgaristan’ın Avrupa’ya etnik temelde ve dil temelinde uyum sağlamasına engel olacağı iddiasında bulunması ise tam bir iki yüzlülüktür. Çünkü 2007’de Bulgaristan’ın AB’ye üyeliğinden önce HÖH - DPS Başkanı Ahmet Doğan “Bulgaristan’da çözülmemiş etnik sorun yoktur!” bildirgesi imzaladı. Bu imzayla ana dilimiz olan Türkçemizi yedi kat yerin dibine gömdü, üzerine de ısırgan otu dikti. Anadilimizi kullanma hakkımızı ipe çekti. Dilsiz insanları yönetmenin daha kolay olacağını düşünmüş olabilir. “Türk kültürü ile yaşamak isteyen Türkiye’ye gitsin!” sözleri de aynı saray kurduna aittir. Üstüne üstelik HÖH parlamento grubu, 1992 Anayasasında ve 1997 Anaya değişikliğinde ana dil hakkımızı bir nebzecik bile savunmadı. Daha sonraki yıllarda görüşülen ve Türkçemizi yasaklayan tüm yeni yasalara da öz lehimizde oy kullandı. Dahası var, bugün dava bayrağı olarak dalgalandırılmak istenen “Türkçe Seçim Propagandası” 2013’te Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) ile HÖH birlikte idare ederken -Başbakan Oreşarski hükümeti döneminde- kabul edilmişti. Bunların hepsi kalbimizde acıyor. Ben artık şu anadil işinin akıl işi değil yürek işi olduğuna inanmış bulunuyorum. Başkan Lütfü Mestan, Slimna (Sliven) ve Kırcaali köylerinde 2014 seçim görüşmelerinde Türkçe konuştu diye cezalandırılmıştı. Alevlenen olayı Lütfü Mestan “AİHM’ye taşıyacağını” kendisi defalarca beyan etti. Bu sözcüklere inananlar AİHM’den bir “emsal karar” çıkarsa işler düzelerin umuduna kapıldı. Beklediğimiz kursağımızda kaldı. Ne oldu biliyor musunuz? Bu iş de unutturuldu. Yani biz artık o kadar ufaldık ki, milletvekili Hüseyin Hafızov “Türkçe konuştuğum


Makale ve Analizler - 2015

19

için bana kesilen cezaları Temyiz Mahkemesi akladı!” diyecek kadar haysiyetsizleşti. Onun demeçlerinin anlamında olan “Her koyun kendi bacağından asılır!” ya da “Paçayı kurtaran Paşadır.” Bizde yeni bir bencillik belirdi. Dereyi geçenler saraya yerleştiler, Mercedes abalarla hava atıyorlar. Ne var ki, bir halk topluluğunda bir zattın paçasını kurtarması önem arz etmez. Bazı bireyleri yeğleyen hain zihniyet bizde 26 yıl önce 500 bin Bulgaristan Türkünü Vatanlarından söktü, ocaksız bıraktı. Bu koşullarda biz “Türklerin Bulgaristan’da Türkçe konuşma, Türkçe iletişim aracı kullanma ve hatta politik propaganda yapma yasağını kaldıracak bir AB Genel Kurul veya AİHM kararı beklemiyoruz.” Yeni alaca balonlar şişiriliyor. Bizim köyde bir Onbaşı Hasan aga vardı. İneklerinden birini satmak istese, alıcı gelmezden önce yeşil yoncaya salar ve hayvanın karnı şişene kadar yemesine göz yumar ve ardından, “ineğim gebedir, bir değil iki can alıyorsunuz” diye el sıkışırdı. Bunların hepsi bilinen yalan ve oyunlardır. Bizi yönettiklerini zannedenler bütün hileleri önceden kafalarında planlamışlardır. Bu iğrenç oyunda Lütfü Mestan baş aktör rolüne soyunmuştur. Türkçeyi bilmemesi bir yana, anlaşılmayan bir Bulgarca kullanması trajik ve komik bir ortam yaratıyor. Atalarımız “Halkını aldatan kendini aldatır!” demiştir. Bizim bu çözümsüzlüğü sürüngenleşen derdimiz bir Yunan öyküsünde şöyle anlatılmıştır. Kendine bizim Ahmet Doğan gibi üstlerin üstü imajı veren ZEUS’u sinirlendiren Kral Sysyphos kocaman bir kayayı bir tepeye çıkarmakla cezalandırılmıştır. Fakat kaya tepeden her defasında yuvarlandığından bu ceza ebediyen sürmüştür. Olay, bizim ana dilimize ilişkin sorunların son 2 yılda bir ara AB Genel Kuruluna, bir müddet sonra sözde AİHM’ne, şimdi de imza toplayarak AB Gençlik Kollarına, Bulgaristan Temyiz Mahkemesine, TV ekranına, basına ve daha nerelere nerelere taşınmasına benzemiyor mu? Hiçbir yerden lehimize, çözümden yana bir sonuç alınamıyor. Anadilimiz konusunda 136 yıldan beri geriletiliyoruz ama bunun son 26 yılda seçtiğimiz vekillerimizin alet edildiği tuzaklarla sürdürülmesi çok acıdır. Biz anadilimiz konusunda bir dilenci durumundayız. Bu olay İnatçı Dilenci öyküsüne benzemedi mi? İnatçı Dilenci Günümüzde bir dev tüzel kişi olan ve Noel Baba gibi 28 ülkeye hediye ve para dağıtan Avrupa Birliği gibi vaktiyle “yardım dağıtan” bir ulu kişi varmış. Bu ulu kişi el uzatanlara, hani şimdi AB’den anadilimizi hiç olmadı seçimden seçime kullanma hakkı istediğimiz gibi, istekte bulunanlara çok iyi davra-


20

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

nırmış. Sayısız bağışta bulunmuş, kese keser altınlar (şimdi olsa tomar tomar Euro) dağıtırmış. Kısacası cömertlikte onun bir benzeri daha yokmuş. Yardımlarından herkes istediği kadar yararlansın diye, sabah farklı seçtiği bir gruba bağış yaparmış. Bir gün belaya uğramışlara yardım ederken, başka bir gün de kadınlara... Başka bir gün yoksul dervişlere ve yabancı dil okutmakla uğraşan fakirlere. Daha başka bir gün borç altında ezilenlere... Bu iyiliksever adamın yalnız bir şartı varmış. Kimse ondan diliyle bir şey istemeyecek, ağzını açıp anadiliyle dilenmeyecek... Anadili çözülsün diye dudaklarını oynatanlara para kaptırmazmış... Muhtaç kimseler onun geçeceği yolun kenarına dizilir, sessizce beklerlermiş. Biri ağzını açsa zırnık bile alamazmış. Yardımda bulunanın yasası “Susan Kurtulur” imiş. Parayı anadil öğrenip doya doya konuşmak için talep edenlerle susmakla anadil öğrenmenin imkân dışı olduğunu bilenlerin işi öteki dilencilerden daha zormuş... Yardımsever adamın kesesi ve kâsesi susanlar içinmiş. Türkçe öğretmenleri yardım toplama günü ilan etmişler tutmamış. Ağlayıp sızlamalar da h,ç bir işe yaramamış... Bir sabah Türkçe derslerinde araç gereç, okuma ve gramer kitabı eksikliğini tamamlamak için öğretmenlerden biri ayağını eski bezlerle sarıp sakatların arasına karışmış, ayağını kırık sansınlar diye sağına soluna tahtalar bağlamış ama boşuna. Yardımsever adam her defasında onu gördüğünde hemen tanır ve ona hiçbir şey vermezmiş. Başka bir gün yine aynı anadili sorunlarını çözmeye gerekli parayı dilenmek için yüzünü peçe parçasıyla örten öğretmen, yine tanınmış. Dilenci rolüne giren Türkçe öğretmeni son 26 yılda yüz çeşitli hileyle başvurmuş ama nafile. Sonunda çaresiz kalıp kadınlar gibi çarşaf giymiş. Dulların arasına girip oturmuş. Başını öne eğmiş. Ellerini gizlemiş. Ama yinen Türk dili hocası olarak tanındığında yardımdan alamamış ve sorunların birini çözememiş. Çaresizliğe ve çözümsüzlüğe düşen öğretmenin gönlü iyice yanmaya başlamış. Sonunda karar vermiş ve bir kefenciye gitmiş ve şöyle bir ricada bulunmuş: “Beni bir kilime sar. Yol üstüne koy. Ağzımı açmayacağım.. O ulunun oradan geçmesini bekleyeceğim... Belki görünce ölü zannedip, kefen parası olarak birkaç altın atar, ne verirse yarısını sana veririm,” demiş.


Makale ve Analizler - 2015

21

Paragöz kefenci öğretmenin dediğini yapmış, onu kilime sarıp yola bırakmış. Her şeyin hakanı olan ulu adamın yolu oraya düşmüş ve geçerken kilimin üstüne birkaç altın atmış. Öğretmen hızla elini çıkarıp kilimin üstünden altınları toplamış. Sonra başını kilimden çıkarıp seslenmiş: “Hey cömertlik kapılarını kapatan, çocuklarımızın anadil öğrenmelerine engel olan, sonunda altınları nasıl aldım ama...” Kime yardım edilmesi gerektiği üstüne her gün talimat alan Ulu: “Ey inatçı! Doğru, altınları aldın, ama ancak öldükten sonra! Ölü adamın anadil öğrendiği nerde görülmüş...” demiş. Çok acıklı değimli! Şu bizim sihirbazlar bizi bu durumlara düşürdüler. Ana dil sorunumuzun çözümü bundan farklı ise, mektuplarınızı bekliyorum. Bir öğretmenim ve durumun vaziyeti içimi yakıyor. Bayramınızı kutlar, hepinize mutluluk ve sağlık dilerim. Daha umutlu bir gelecek hepimizin olsun!

Saldırılar Devam Ediyor

Rafet Ulutürk-20.Temmuz.2015

Konu: Hedefli Saldırılar Devam Ediyor HÖH partisi Başkanı Lütfü Mestan Bayram namazını Plevne Cami’nde kıldı. Daha önce kendisini Allah Evinde görmeyenler biraz şaşırsa da, büyük adamların imzası büyük işleredir anlayışıyla, cemaat huzur bozmadı ve olgun karşıladı. Başkan etrafını saran çocuklara 20-şer leva, camiye de ihtiyaç gidermek için bin leva verdi. Plevne Türklerinin ileri gelenleriyle bayram kahvesine oturan, Mestan’ın geçen sene Türkçe propaganda yaptığı için Bulgar Mahkemelerinden aldığı 12 ceza konu oldu. Bunların en yüklüsü 2 bin 400 leva en küçük ceza da 661 leva (altı yüz altmış bir) olduğu açıklandı. Şu 661 leva olan ceza çok anlamlı! Çünkü Mahkeme Başkanı sözlü açıklamasında “Bulgarlar şu bizim de yaşadığımız topraklara 661 yılında geldiğini ve o zamandan beri bu memleketin onların olduğunu ve bu rakamla bir hatırlatma cezası kesiyorum”, dedi.


22

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bulgar Filolojisi mezunu olan Lütfü Mestan’a böyle bir anımsatmada bulunmak da kendine göre bir alçaklık da, hadi neyse, artık her gün her yerde iğneli konuşmalarına alıştık. Doğrusunu isterseniz ben Lütfü Mestan cezalandırıldığı diye “ah vah” etmiyorum, çünkü bu ceza kesme geleneği bizde 1984’te başladı. Ahmet Doğan da ara sıra seçmene “Merhaba” dedi fakat cezalandırılmadı. Ceza meselesinde de ayrıcalık mı var yoksa?! Besbelli istediğine ceza kesiyor, istemediğine yok. Sofya Temiz Mahkemesi milletvekillerinden Hafızov’un ve Tsonev’in Türkçe konuştu cezalarını af etti. Mestan’ın cezalarını ödenmesinde ısrar ediyor. Gerekçe aynı, olay seçim propagandası, Konuşan Türk, dinleyici Türk Müslüman, söylenen sözler selam sabah ya da Bulgaristan’ı övücü! Bu işin içinde yine bir iş var. Hala anlayamadık gitti. Anla anlaya bilirsen? Cezalandırma davaları 2015’te birçok yerde devam ediyor. Cenevre İnsan Hakları Mahkemesine Gidenlerden ise ses seda yok. Anlaşılan orada lobileri güçlü... Başkan Mestan’a Veliko Tırnovo İl Mahkemesi’nde savunma hakkı tanınmamış, Pavlikeni Belediye Mahkemesinin (Birinci dereceli mahkeme) kestiği 2000 levalık “Selamı Aleyküm” cezasının gerekçesi yeniden görüşülecekmiş. Çünkü Mestan’ın seçim mitingine gelen 22 Romanın cebinden 17 leva para çıkmış, kesilen ceza ise 2 bin leva. Nerde Sofya, nerde adalet... Bu arada, Türkleri veya daha kesin ve isabetli bir ifadeyle yazılırsa, halkın arasında sivrilen yani dış ülkeye gidip cebinde birkaç parayla dönen Türklere karşı aç kartalların koyun kuzulara saldırdığı, tarlada tavşanları pençeleyip kaldırdığı gibi bir saldırı var. “Otoman” partisi kurucuları olan Üzeyir ile Ali kardeşlere (Omurtak Belediyesi Slavyani köyünde ikamet ediyorlar) toplam 500 bin leva icra kararına işlenmiş ceza gelmiş. İcra memurları yalnız bu iki kardeşin evine, avlusuna, eşeğine, katırına, ineklerine, koyunlarına, tarlalarına, köy meydanında diktikleri Bulgar Devletlerinin Yürüttüğü Saldırı Savaşlarında Can Feda Eden Bulgaristanlı Türk Askerlerin Heykeli de icra kararıyla gasp ediliyor. Hem de özel bir uygulamayla, 2012’de GERB Partisi iktidardayken yapılan bir ceza kanunu değişikliğine göre, bu gibi hallerde mahkeme kararına itiraz edilmiyor, Temyiz yolu kapalı. İcra makamı hemen harekete geçiyor. Üzeirov’un eşinin çeyiziyle getirdiği birkaç dönüm tarlaya bile el koymuşlar. Olayın özündeki gerçek şudur: Bu kardeşler, HÖH partisinin kör balta olduğunu görünce doğru dürüst bir politik parti kuralım dediler ve başlarına gelmedik kalmadı.


Makale ve Analizler - 2015

23

3 yıldan beri Bulgar mali müşavirler Üzeyirov kardeşlerin politik parti kurmaya parayı nerede bulduğunu araştırmışlar. Hollanda’da çalıştıkları ama vergilerini tam olarak ödemedikleri ortaya çıkmış sözde... ve hemen ardından al sana yarım milyon levalık başka bir AB ülkesinde vergi kaçırma cezası ve kapıdaki icra! Kardeşlerim, bu işin özünde kokuşmuş bir çürüklük var. Bu demokrasi faşist diktatörlükten, yargısız infazdan beter! Kimilerini “saray” köşelerinde besliyor, kimilerine “camiye git, eğilip el öpmeyi öğren ve gel benim önümde eğil!” demek istiyor, diğerlerine ise, hadi bavullarınızı sıktınızsa biletinizi alın ve otobüsü kaçırmayın,” diyorlar. Bu gelişme 26 yıldan beri kokuşuyor. Anlamında bizden büyük politikacı “olamazsın”, bizden zengin “olamazsın”, önümüze geçersen yolunu keseriz gibi saçmalıklar takılmış kafalarına ve millete kan kusturuyorlar. Genel değerlendirme yapıldığında bu Ramazan’ın iyi geçtiği, kardeşlik sofralarının bol olduğu, gelenin geri çevrilmediği, Türk - Müslüman cömertliğinin gönüllere doldu, hoşgörünün ne olduğunu anlayan anladı, sonunda Güney Rodoplar’da Coşkun Sabah havaları ve Mesnevi Semalarıyla dünyamızın yeniden renklendiğini yazabilirim. Bu ayın koyu sıcağında biraz politika da vardı. Komşu Yunanistan’da 2 yangına birden tutuştu. Birinde ormanlar, adalar ve kurumuş çayırlar yanarken bu ülkede çok bol olan deniz suyu işe yaradı. İkinci yangın bankaları kapattı, bankomatları kilitledi. Bu kısıtlamadan etkilenip “Uzo” muhabbetine ve “Sirtaki” kıvırmaya son vermeyen Rumları temsil eden sol politik yönetimi birkaç gece meclis koltuğunda sabahladı. Güneşten zeytine, ada turizminden gece hayatına hiçbir şeyi eksik olmayan ve ara sıra “biz çalışmasak da geçiniriz” havalarına giren güney komşumuzun dış borç olarak gösterilen ama aslında kayıplara karışmış gibi bir hali olan şu 300 milyar Euro’luk açığının kaynağı gün ışığına çıktı. Yunanistan öteden beri Pentagondan sonra US silahı satın alan ana müşteriymiş. Brüksel’den ele geçirdiği paralarla silahlanmış da silahlanmış, kime karşı dersiniz, Türkiye’ye mi? Bulgar’a mı?, Kuzey Kıbrıs’taki Türk Askeri varlığına mı, yoksa bayrağına Güneş amblemi takan ve insan boyundan yüksek anıtlar diken Makedonya’ya karşı mı? Olabilir ya... Belki de hepimize karşı silahlanmıştır. Aslında barışçı oldukları bilinen sosyalistlerin, sağcılardan kalan bu kadar amerikan silahını ne yapacakları pek bilinmiyor. Sözde Türkiye, Yunanistan ve Bulgaristan NATO üyesi ama çarşafın altı barut dolu...


24

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bulgaristan bu ay da Türkiye sınırına biri 2.5 metre, ikincisi de 3 metre yüksek, üst kat teli kesici ile güçlendirilmiş duvar germeye devam etti. Öte yandan Bulgar kasabalarına ciddi yatırımlar yapılıyor. Birçok şehrin çehresi değişti. Yakında yeni heykeller dikilirse şaşmam, çünkü tarihleri de değiştiriliyor.... 2 bin tulumcu (gaydacı) Merkezi Rodoplar’daki Rojen yaylasında 3 gün 3 gece çaldı. Bazı eski inançlara göre, halkın kaynaşması müzikle başlıyormuş. Komünizm döneminde sahneden inmeyen kimi Pomak bayanlar, artık çok yaşlanmış olsalar da, 12 yıllık bir aradan sonra yine pirelerini döktüler. Paralelinde kızışan politik propaganda bütün tarihi alt üst etti. Artık Bulgarların Trake olduğu, bu arada eski çağların Atlaslarından oldukları iddia ediliyor ki, tüm bu gelişmelerin ışığında Lütfü Mestan’a 661 leva ceza kesilmesinin derin anlamını bir türlü algılayamadım. Çünkü Lütfü Mestan Trakelerin Atlasların ve Efendiler çağından bazı Tanrıların adlarını bile bilmiyor. Mestan’ın ilk kez pasif kaldığı, anlaşılan yine bu ayın koyu sıcağında gölge aramadan çok acele hazırlanan Anayasa değişikliği ile “meclis kürsüsünden anlaşılır Bulgarca konuşmayanlar” cezalandırılacakmış ki, vay bizim zavallının haline. Başbakan Boyko Borisov, Lütfü Mestan hakkında “Bulgarcası anlaşılmıyor” derken tam olarak ne kastetmiş olabilir, öğrenemedik gitti! Yoksa bizde yeni bir çatal başlılık dönemi mi başlıyor? Bulgar milleti bizim için Tuna’yı geçip gelmişken, kendisi içinse Trake kökünden mi gelmiştir dersiniz... Bu kimlik işleri içi başka dışı başka olunca mide bulandırıyor tabii! Pomaklar için de “onlar Kelttir” diyenler var. “Kelt” olunca Türk, Müslüman, Bulgar Muhamedanı, Dağlı falan olmuyormuş. Çünkü çok uzaklardan (İrlanda’dan) gelenlerinden tek isim taşıyorlarmış. Tek isimlilerinse sözü sözdür ve bu işin geri dönüşü olmaz! Yalnız şu var ki, Pomak kardeşlerimiz adını “rakıdan” almışmış, yani Kelt dilinde “mak” rakı demekmiş, “po” öntakısı ise gizliden gizliye yani saklıca içen anlamına geliyormuş. Bu işler bu boyutta ve bu derinlikteyken binlerce yıl kaynaşamamış olsalar da, şimdi artık “o gün bu gündür!”, denebilir haklı olabilir mi acaba! Siz düşünmeye devam edin lütfen. Ben ara veriyorum...


Makale ve Analizler - 2015

25

Sapla Saman Karışmış Yine...

Alptekin Cevherli-21.Temmuz.2015

Türkiye’mizin etrafında bir ateş çemberi var ve gittikçe büyüyor. Yıllardır söylediğimiz “güven ve istikrar adası Türkiye” söylemi dahi neredeyse tehlikeye girdi. Irak’la başlayan ve Suriye ile devam eden süreçte, ülkemizin bütün güney sınır komşuları ciddi bir kaos ile istihbarat ve terör örgütleri için ise geniş imkân sunar hale geldiler. 22 İslâm ülkesinin sınırlarının yeniden yapılandırılması ve bunların içinden etnik, mezhepsel ve lehçelere göre yeni devletçikler çıkarma projesi olan Büyük Ortadoğu Projesi gün be gün hayata geçerken neredeyse Türkiye dışında, proje için başkaca da bir pürüz kalmadı... Son pürüz olan İran da; ABD ile yaptığı antlaşma çerçevesinde Batı’ya kapıları sonuna kadar açmış oldu. Bunun Türkiye’ye yararları olduğu gibi, çeşitli zararları da mutlak surette olacaktır. Örneğin neredeyse tamamını yurt dışından aldığımız petrol fiyatları, dünya pazarlarına arz artacağı için ucuzlayacak; buna karşın Türkiye’nin ise İran’a neredeyse tekel olarak sattığı ürünlere ve hizmetlere artık Batılı rakipler gelecektir. Bunun yanında İran’ın ordusuna yaptığı ve sınır komşusu olmamız nedeniyle dolaylı olarak bizi de ilgilendiren askeri harcamaları ve nükleer silah ihtimali azalacak; buna karşın doğu sınırımızın hemen dışında yeni etnik hareketlenmeler ve Erbil yönetimi benzeri yeni oluşumlar meydana gelecektir. Patlamaya hazır bir bomba haline gelen Güney Azerbaycan konusu gündeme gelirken, Türkiye’nin önüne çeşitli mezhepsel savaş senaryoları da konulacaktır. Geçen yazımızda dediğimiz gibi İran, ABD ile müttefik haline gelirken bir yandan da ülkesinde yeni bir turuncu devrimin kapısını aralamıştır. Ancak iç dinamikleri Ukrayna veya Kırgızistan’dan oldukça farklı olan İran’da, neyin plânlandığı ve ne kadara kadar esnetilerek içinden savaşsız olarak özerk yönetimler çıkarılacağı şu an için muammadır. Bütün bunların yanı sıra en son Suruç’ta IŞİD’in düzenlediği ve 32 vatandaşımızın öldüğü saldırı gibi eylemlerle ülkemizin taciz edilmesi ve Suriye’deki cehenneme çekilmeye çalışılması çabaları da göz ardı edilmemelidir. Öldürülen vatandaşlarımızın hesabı mutlaka sorulmalıdır. Ancak o vatandaşların da terör örgütü PKK’nın Suriye kolu olan PYD’ye destek için orada toplandıkları gerçeği de asla unutulmamalıdır. Bu konuda “izin verilmedi - verilseydi


26

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ölmeyecektiler, onlar şehittir” gibi ajitasyonlarla Hükümetimizi ve Devletimizi suçlamak en hafifinden vicdansızlık ve ihanettir. Üstelik diğer yandan da “sözüm ona ateşkesi” artık tanımadığını ilan eden PKK’nın Adıyaman’da aynı gün düzenlediği saldırıyla şehit ettiği uzman çavuş ve yaraladığı askerlerimizin haberleri varken, bunu yapmak en basit ifadeyle yüzsüzlüktür... *** Görüldüğü kadarıyla senaryo şöyle olabilir: Türkiye içinde “mikro milliyetçilik” akımları tahrik edilecek, mezhepsel ayrım körüklenecektir. Bu konuda cem evlerine ve camilere saldırı ihtimalleri kuvvetlidir. Ayrıca ses getirecek ve infial uyandıracak farklı eylemleri de plânlıyor olabilirler. Bu durumdaki Türkiye’nin uzayıp giden koalisyon görüşmelerine çok da tahammülü yoktur. Bütün partilerin üzerine düşen görev, artık 3’e beş’e bakmadan bir an önce hükümetin kurulması ve ülkenin yeni ve güçlü bir hükümetle yoluna devam etmesine imkân sağlamaktır. Gün birlik ve beraberlik günüdür. Yoksa Sayın Başbakan’ın canlı yayında söylediği gibi, “Bugün Suruç’ta, yarın başka bir yerde, öbür gün başka bir yerde” cenazelerimizin ardından ağlar dururuz...

Ateş Çemberindeki İstikrar Adası

Rafet Ulutürk-21.Temmuz.2015

Konu: Göğüs Geren Büyük Türkiye Bu sene oruç ve bayram tanımayan bir barbarlıkla yüzleştik. Komşumuz Irak ve Suriye’de iktidar otoritesi boşluğu bulan silahlı ve maskeli güçler İslam Dünyası’ndan olmadıklarını, Müslüman ruhu taşımadıklarını, özel eğitimli azgın kiralık katil olduklarını her gün kanıtladılar. Şanlı Urfa’nın Suruç ilçesindeki cıhadist, terörist saldırı Türkiye’yi ayağa kaldırdı ama dünya hala bön bön bakıyor. Sözlü kınama ve lanetlemeler terörist ocaklarının yok edilmesine yeterli olmuyor.


Makale ve Analizler - 2015

27

Yakın Doğu’da 1982’ten beri yanan bir büyük ateş var. Amerikan emperyalizminin yerli iktidarları devirip halkların doğal kaynaklarını talan etme planları yaktı bu ateşi. Katil niyetler her geçen gün biraz daha boşa çıkıyor. Bombalamakla kazanılamayan zafer! Öldürmekle kurulamayan güvenli düzen! Ne yazık ki birçoklarına ders olmuyor. Emperyalizmin Uzak Doğu ve Guantanama kamp ve hapishanelerinde, toplama kamplarında eğittiği cinayet suçlularından oluşturulan çeteler, kelle kesen katiller sürüsü barış tesis edemez. Kuzey Irak’a yerleşen terör çetelerinde savaşanlar dinsiz ve birçokları Hıristiyan dininden olmalarına rağmen, IŞİD gibi bir sahte İslamcı terör gücünün saflarında yer alarak profesyonel saldırılarıyla her gün büyük sayıda can almaya devam ediyor. Bu katil güruhun yaktığı ateşi yaymaya devam ederken, mazlum insanları evlerinden, köylerinden, topraklarından kovarken sanki sürekli konuşlanmak için kendine alan açıyor ve aynı zamanda Türkiye içinde de kargaşa yaratmak amacıyla canlı bomba silahına başvuruyor. Canlı bomba suikastçıları Türkiye’nin istikrar yolunu kesmeyi, huzuru bozmayı, güven ortamını baltalamayı, Türkiye halklarını birbirine düşürmeyi hedefliyor. Tarih boyu saldırı savaşına girişmemiş olan, çevresinde körüklenen savaş ateşi konusunda son derece titiz ve ittihatlı davranan Ankara hükümeti, hiçbir terör örgütüne hiçbir zaman arka olmadığını bir daha kesin beyan etti. Başbakan Ahmet Davutoğlu kim olursa olsun her teröristle hesaplanılacağını belirtirken halkı yeniden huzura çağırdı. 21. yüzyılın başından beri Türkiye Cumhuriyeti birçok kanlı saldırı savaşına hedeftir. Düşmanın kullandığı ölüm araçlarını, eğitimi, içlerindeki nefret ve kini emperyalizmin dünyaya hakim olma hesaplarından alan kafalarına Türk düşmanlığı aşılanmasına izin veren zavallı güçler ve onları yönetenlerin hesapları bu defa da boşa çıkacaktır. Sabrını tüketmeyen Türk halkı vatanının delik deşik edilmesine ve her köşesine bir bomba düzeneği yerleştirilecek bir köstebek yuvası haline getirilmesine göz yummayacak ve katillerle her saat, her gün, her an her yerde hesaplaşacaktır. Yakın Doğu’da yükselen ateş çemberinden kıvılcımların yurdumuza sıçramasına asla ve hiçbir koşulda göz yumulamaz. Vatanımızın bütünlüğü, halkımızın iktidara olan güveni, Türkiye demokrasisi ve halkımızın birlik ve beraberliği konularında asla ödün verilemez. Kurdurmak istemedikleri, kurulmasından korktukları Büyük Türkiye hepsinin amma hepsinin kâbusudur.


28

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Türkiye büyüdükçe, güçlendikçe yayıldığını dünyaya göstermeye başladı. Balkan yollarına düşen Ramazan kervanı Saraybosna’dan Bulgaristan’ın Mastanlı şehrine kadar binlerce kilometre yol geçerken, yüzlerce köy ve şehirde, ezan sesinin olduğu her yerde durdu. Sofra kurup oruç açtı. İslam’ın gönül okşayan sema nameleri Balkanların dört bir yanında dalgalandı. İyilik, iyi komşuluk, hoşgörü, hayır yapma, muhtaç olan herkese yardım eli uzatma gelenekleri yeniden hayat hakkı kazandı. Yerleşmeye başladı. Atalarımız akşam saatlerinde köprübaşlarına, yol kavşaklarına sini gönderir, orucunu açamamış bir yolcu geçse karnını doyurun diye tembihlerdi. Ramazan kervanları köprübaşlarında, yol kavşaklarında durdu. Sofya “Banya Başı Cami” oruç çadırında, Yakı Doğudan ve Arap Baharından kaçmış sığınmacılarla birlikte 12 bin Hıristiyan’ın da oturdu. Gönül kervanları Afrika’yı ve Orta Asya’yı da dolaştı. Dünya Türkün iyilikseverliğinin sınır tanımadığına bir daha inandı. Biz, Bulgaristanlı ve Balkanlı Müslümanlarının meskun yerlerinde 15’nci ve 19’uncu yüzyıllar arasında üç yüz dört yüz yıl gibi çok uzun bir süre savaş ateşi yanmamıştır. İnsana karşı tüfek patlamamıştır. Öyle ki hepimiz bir huzur diyarında yetişip yaşadığımızdan dolayı, kin, nefret ve öfke birikimi bakımından kalplerimizin boş ve hoş olduğu için bu güzel toprakları memleket bilip Vatan olarak imar ettik. Köprüler kurup ırmaklarını geçtik. Camiler ve okullar inşa edip kültür ve uygarlık taşıdık, adetlerimizle gönül hoşluğu saçtık. Balkanlara gülfidanlarını ve hoşgörü tohumlarını eken biziz. Bugün horozlananların tavırlarına bakıldığında Bulgarlar, Sırplar, Makedonlar, Karadağlılar ve Rumlar Uyanış Çağrılarını sanki Osmanlının koynunda yaşamadı! Hala söylenen Bulgar şehir şarkıları sanki nihavent makamı ile Fransız şansonlarının bir karışımından farkı bir şey!? Ve bu yüzden olacak ki, 19-uncu yüzyıl sonlarından başlayarak Balkanlarda yaşayan Müslüman halk topluluklarımıza karşı Batıdan ve Doğu’dan şiddetlendikçe şiddetlenen, dur durak bilmeyen ve hepimizi kovmayı, ezmeyi, yok etmeyi hedef alan hınç dolu bir düşmanca saldırıya hedef olduğumuzu dünya gördü. Biz görsek de yıllarca bunun derin anlamını anlam veremedik düşmanlık gütmeyen düşmanlığı sezemez, deyenler bu defa da haklı, ve sanki bu nedenle son uyanmamız biraz gecikti. Evet Artık uyandık.


Makale ve Analizler - 2015

29

Anavatan bildiğimiz Türkiyemiz ne yazık ki, aynı Batılı ve Doğulu kendini bitmezlerin kışkırttığı, sınırlarımızın ötesine konuşlandırdığı, adı barbarlık olan kıyım saldırılarıyla yerli halkı korkutup kovduğu bir yeni asırda yaşıyoruz. 20-inci asırda nefislerini yenemeyenler küstahlıklarına 21-inci yüzyılda kiralık katil sürüleriyle devam ediyor. Bu barbarlığın en acı ve feci olan örneklerinde bazı Arap devletlerindeki kardeşlerimizin ve hatta Türkiye vatandaşı olan bazı etnik toplulukların 19’uncu ve 20’nci yüzyılda kanlarına ve beyinlerine akıtılan Türk ve İslam düşmanlığından bugün de arınamamış olmaları ve durmaksızın ölüm kusmalarıdır. Türk dünyasına karşı kışkırtılan düşmanlıkları ezan sesleri ve Büyük Türkiye sevdalılarının yeni atılımları artacaktır. Buna inanıyoruz. Türkiye Balkanlarda ve Yakın Doğu’da güvenilir bir istikrar adası olmaya bundan böyle de güvenle devam edecektir.

Onur Daglar

Ahmet Arif-21.Temmuz.2015

Konu: İstemeyen Şiir! Gözlerinin pınarında Bir bulut, Boşandı boşanacak Neredeyse, Aklımdan geçenleri Okuyorsun su gibi. Dünya gördü Bizi boğazladılar... Tutma gözyaşlarını Onur da ağalar... Bırak yıkansın gökyüzü Lacivert, yeşil, altın

Işıkları günbatının. İşte şafaktayız gene Çırılçıplak Ve mavi. İşte sanki dağ yeli Ve işte sanki meltem... Kimse toz konduramaz Kesip attığımız tırnağa bile. Sen en güzel kızısın Bütün galaksilerin Bense tözüyüm artık Akkor tözüyüm


30

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Prometoyus’u yakan kara sevdanın... Ne alnımızda bir ayıp Ne koltuk altında Saklı haçımız

Biz bu halkı sevdik. Ve bu ülkeyi, İşte bağışlanmaz Korkunç suçumuz... 1968 - Ahmet Arif 21 Nisan 1927 2 Haziran 1991

Türk Dünyası Gazetecileri Birliği

BG-SAM-21.Temmuz.2015

Yalova - Türk Dünyası Gazeteciler Toplantısından Sayın Başkanım, Misafirperver Yalovanın YAFEM Yöneticileri, Türk Dünyasından Gelen Değerli Misafirler, Kıymetli Basın Mensupları, Değerli dava arkadaşlarım. Bu defaki buluşmamızın anlamı sembolik bir yerde gerçekleşiyor. Burası bir defa Yalı bir de üstüne Ova. Yalı nedir bilir misiniz? Yalı, o aklınızdan geçen Boğaz Kıyısına dizilmiş, yeşillikler, çiçekler arasına gizlenmiş adlarına Yalı dediğimiz güzelim İstanbul Evleri değildir. Yalı, denizin mutluluk ararken köpürüp sevgilisini öptüğü kara kıyısıdır. Yalova bu bakıma Mutlulukla bereketin birbirini bulduğu, deniz dalgalarının kıyıyı değil kıyıda bir de bereket ovası bulduğu, o büyük sembolik güzellik yerinin adıdır. Görüşmemize merkez olarak Yalova’yı seçen YAFEM yönetimini ilk adımda başarılı olmakla candan kutluyorum. Her şeyden önce, bu kadar umutlu bir topluluk içinde bulunmaktan, gurur duyuyorum. Sizleri bir arada görünce o eski birlik ve beraberliğimizi hatırladım. Çekiçleri aynı örse vurduğumuz şanlı tarihimizin yakın gelecekte tekrar edeceğine gönülden inanıyorum. Son yüz yıl, insanoğlunun kullanımına, çeşitli iletişim araçlarını sundu. Dünya avucumuza sıkıştırıverdi. Taşkentli bir dostumla elimdeki telefondan Vaybırla görüşürken, neredeyse Efendilerin gezegenden ge-


Makale ve Analizler - 2015

31

zegene sıçradığı o eski çağları yeniden yaşıyorum. Gazete, dergi, radyo, televizyon, internet gibi araçların yaşamımızı belirlediği çağın sayfasını dürüyoruz. Feecebox’ta herkes gazeteci, herkes yorumcu. Beyin fırtınası kendiliğinden oluşuyor. Bazen de hortum olup istenmeyeni kökünden söküp çöpe atıyor. Yeni doğan çocuğun adını annesi koyduğu gibi, teknolojik yenilikleri doğuranlar isim verme hakkını gizli tutuyorlar. Her gün yenileşen bu dünyaya biz Medya Dünyası demeye alıştık. Karşılıklı etkileşim artık bir yarış oldu. Habere ilk ulaşmak, güzeli ilk görmek kadar önemli! Dünyada çikolata fabrikalarından çok, haber ajansları var. Fabrikası olmayan çikolatayı ihraç ettiği gibi, ihraç haberlerle yaşayanlar, yapay bir dünyada soyutlaşarak yok olmaya alışıyor. Medya bir de top sesi ve barut kokusu olmayan bir silah! Hükumet düşürüyor, darbe yapıyor, çaresizleri süründürebiliyor. Bu keşmekeş içinde meydanın işlevleri şunlardır: 1. Habercilik, 2.Eğitim; 3. Kültürel Gelişim; 4. Toplumsallaştırma, 5. Motivasyon, 6. Tartışma-diyalog, 7. Eğlence işlevi; 8. Aynı hedef uğrunda bütünleşme ve başka. 1- Habercilik işlevi - Temel ve en önde gelen işlevdir. Onu bilgilendirme işlevi olarak da görebiliriz. Haber bültenleri, belgeseller, açıklamalı bilgiler bu işlevin ifadesidir. 2- Eğitimsel işlevi - Toplumun bütün üyelerine aynı bilgileri sunmakla yükümlüdür. Topluma yeni üyeler kazandırma, onları toplumsal kültürel değerlerle eğitme bu işlev içerisindedir. Bugün medya okul için bilgi kaynağıdır. Bilgilenerek eğitilme en aranır yöntemdir. Akıllı tahta ve tablet sınıf odasında birbirini tamamlıyor. 3. Kültürel işlevi - Medya korumak, yaşatmak ve bilgilendirerek tanıtmak amacıyla geleneksel sanatsal ve kültür yapıtları değer sistemimizin özünde canlı tutar. Medya dünyayı daha kültürlü yaptı, diyebiliriz. Medya sanata kanat taktı. Kültürün ölü tonlarına ton verdi. Halk hünerini nenelerimizin sandığından çekip aldı ve yeni uygarlığa nakış yaptı. 4. Toplumsallaştırma - günümüzün mozaik yapılı toplumlarında, bireylerin bir arada yaşamalarının sağlanabilmesi için, ortak toplumsal değerlerin, yani kültürün, yayınlar aracılığı ile toplum kesimlerine iletilmesidir. 5- Motivasyon - kitle iletişim araçları hep birlikte topluma hedefler. Ortak amaçlar koyar ve bu hedef ve amaçlar doğrultusunda yayın yaparak medyatik


32

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

kitleyi etkiler; hor görür ya da yüceltir ve böylece isteklendirme sağlar. Tarafsızlık, bağımsızlık, özgürlük, doğal haklar, insan hakları, uluslar arası olmazla olmazlar, sosyal adalet gibi değerler buna kullanılan değişmez araçlardır. Susmaksa, caydırma yönteminde kullanılan bir araçtır. 6- Tartışma - diyalog işlevi - iletişim araçları gerek ulusal gerekse uluslar arası düzeyde toplumun çıkarlarını, bu çıkarlar doğrultusunda hareket edilip edilmediğini anlamamızı sağlar ve kamuoyu oluşturma görevi görür. Böylece hatalı hareket eden kişilere ve kurumlara karşı eleştiri kapısını aralar. Haklı ve haksız savaşlar, bağımlılık ve bağımsızlık, yoksullaşma, göreceli yoksullaşma ve mutlak yoksullaşma ve başka konular çok sık başvurulan tartışma konularıdır. İzlenim ile gözlemleme sevilen diyalog konuları arasındadır. 7- Eğlence işlevi - Medya ortamının bir diğer işlevidir. İnsanları eğlendirme, rahatlatma, dinlendirme görsel ve sesli yayın zamanının neredeyse üçte ikisini kaplar. Eğlendirirken bilgilendirme sevilen yayınların başında gelir. Bunların içeriğinde konser, spor, eğlence, magazin programları olabileceği gibi radyolarda da şiir, yarışmaları, masal ve fıkra dinletileri, gezi notları vb. yayınlar olabilir. 8- Bütünleştirme işlevi - Kitle iletişim araçlarının bütünleştirme işlevi, toplumsallaştırma, eğitim, kültürel gelişim ile doğru orantılıdır. Bu yönüyle, birey ve toplumdaki grupların birbirlerini tanımalarına, kültürel farklılıkları azaltarak çatışmaları önlemeye çalışır. Yani kısaca Medya kültürden siyasete, ekonomiden aileye, akraba ilişkilerinden evliliğe kadar, toplumdaki tüm bireylerine etki etmeyi hedeflerken bu işin yol ve biçimlerini de bulmuştur. Günümüz medya ortamında yazan okurlar, sunucuyu arayan dinleyiciler, yayına katılan seyirciler çoğalıyor. Resmi gazeteler kadar tıklanan birey veya dernek gazeteleri var. Örneğin bizim “bghaber.org” sitemizin 40 bin izleyicisi, tek tek yorumlarımızın ise ortalama 25 bin okuru var. Bulgaristan Türklerinin Sesi gazetemizi 10 bin olarak hem Türkiye’de hem de Bulgaristan’da bedava dağıtıyoruz. Bizim toplumumuz 2 dili olduğundan yayınlarımızı hem ana dilimiz olan Türkçe hem de vatan dilimiz olan Bulgar dilinde yayınlamaya da önem veriyoruz. Eski bir yöntem olan gazetelerdeki en önemli yazıların öğretmenler veya hocalar tarafından sesli okunması yöntemi bizde son zamanda kendiliğinde yeniden yerleşmeye başlıyor. Dolayısıyla Medya toplumun şekillenmesinde, toplumdaki ortak düşünce ve duyguların meydana getirilmesi ve toplumsal bütünlüğün sağlanmasında, pekiştirilmesinde büyük bir rol oynuyor. Kitle iletişim araçlarının motorunu ise Basın Mensupları yani siz gazetecilersiniz.


Makale ve Analizler - 2015

33

Bir haberin veriliş şekli, bir yazının içeriği, köşe yazısının sunuş biçimi bugünde keskin bıçaktır. Yazılı yayınların toplum üzerindeki etkisi son derece büyüktür. Bilgiyi tekrar tekrar okuyarak pekiştirenler hareket hazırlığı içindedir. Bu yüzden Medya Mensuplarının toplum üzerindeki etkileri olumlu olabileceği gibi, olumsuz da olabilir. Medya yalnız kişileri, grupları hareketlendirebilen bir güç olmakla kalmayıp, kitle tabanını da harekete geçirebilen bir motordur. Dünyada en büyük güç ikna gücüdür. Dünyada İkna edebilen, galip olandır. Türk Dünyasının değerli Basın Yayın Mensuplarının katılmakta olduğu bu toplantıyı da geleceğin Türk dünyasının şekillenmesinde atılan birçok adımlardan biri olarak düşünmekteyiz. Bu toplantılar ortak fikirlerimizi ortaya çıkaracak, Türk Dünyasında ortak düşünce ve duygular geliştirecek, kaçınılmaz olarak ortak kültür ve Tarih anlayışı oluşturacak, dil birliğimizin de ana yolunu açacaktır. Bu da Türk Dünyasında işbirliğinin boy atmasına, güç verirken, adım adım olsa da Türk Dünyasının bütünleşmesini mutlaka sağlayacaktır. Biz aynı steplerin, aynı ovaların, aynı dağların evlatlarıyız. Birbirimizle her yönlü etkileşimden kıvanç duyan insanlarız. Tarihe örülmüş ortak köklerimiz, gökleri delen gövdemiz ve dünyayı gölgeleyen dallarımız var. Bizim birlik ve beraberliğimiz yeni uygarlığın olmazsa olmazı oldu. “Ne mutlu Türküm Diyene!” Konumuz “birimizin olan sorunu hepimizin sorunu haline getirmektir?” Bu 21. yüzyılın davasıdır, davamızdır. Biz, bölgemizden hiçbir haberin öteki ajanslar tarafından bizden teyit almadan yayınlanamaz duruma yükselmeliyiz. Hedefimiz bu olmalıdır! Bir örnek ile medyanın tesirini vurgulamaya çalışacağım. Türkiye’de bir gazetede şunlar yazıyordu. Kırgızistan 6,3 ile sallandı, ülkenin güneyinde olan depremde 72 kişi hayatını kaybederken en az 100 kişi yaralandı. Arama kurtarma çalışmaları sürüyor. Değerli arkadaşlar, bu başlık böyle olacağı yerde “Kardeş Kırgızistan 6,3 ile sallandı” ülkenin güneyinde olan depremde 72 kişi hayatını kaybederken en az 100 kişi yaralandı. Arama kurtarma çalışmaları sürüyor. Depremde hayatını kaybeden kardeşlerimize Allahtan Rahmet yaralılara acil şifalar diliyoruz. Şeklinde gazeteye başlık atılsaydı bütün okuyucular Kırgızistan’ın kardeş bir ülke olduğu konusu sürekli işlenerek bu kardeşlik canlı tutulacaktır.


34

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu küçük örnekten de anlaşılacağı gibi Basın Yayın Mensupları yazılarında, yorumlarında makalelerinde Türk Dünyasını ilgilendiren konularında kalemleriyle kardeşlik ve işbirliği duygularını güçlendirmek için fevkalade imkânlarına sahip olduklarını görmekteyiz. Ümit ederiz ki, Türk Dünyasının Basın Yayın Mensupları bütün çalışmalarını bu düşünce çerçevesinde yapacaklar ve Türk Dünyası Birliğinin Akıncılar sıfatını kazanacaklardır. Bundan dolayı burada bulunan tüm Türk Dünyası Basın Yayın Mensuplarının çok ağır bir yük omuzlamaları gerekmektedir. Dünyanın Yörüngesini değiştirecek adımların atılması için büyük fedakârlıklarda da bulunmak gerektiğini unutmamamız gerekir. Biz burada bulunan bu arkadaşlarımızın bu fedakârlıklara katlanacaklarına tüm kalbimizle inanıyoruz. Burada coğrafi olarak Balkanlarla ilgili görüşlerimi paylaşmak istiyorum bunu diğer bölgelere de yayabiliriz: Öncelikle Türk Dünyasının Basın Yayın Mensuplarının bir Basın Yayın Enformasyon Merkezi, veya internet sitesi ile başlayarak Türk Dünyasını ilgilendiren konuları Türk Dünyasının her yerinde aynı anda ve aynı konuyu vurgulayarak işlemeleri, haber akışını sürekli kılmaları gerekmektedir. Tabi ki bunlar kısa sürede gerçekleşebilecek şeyler değildir. Ancak çalışmaların bir merkezden veya ara verilmeksizin sürdürülmesi başarıyı da getirecektir. Balkanlardaki duruma göz attığımızda karşımıza çıkan manzara hiç de iç açıcı değildir. Batı Trakya’daki Türk - Müslüman toplumu yanı başındaki Bulgaristan Türklerinin durumu konusunda yeterli bilgiye sahip değilken Bulgaristan Türkleri de Makedonya veya Batı Trakya’da yaşayan Türkler ile Balkan ülkelerindeki Türk toplulukları konusunda yeterli bilgiye sahip değildirler. Batı Trakya’da meydana gelen bir olay bütün Balkanlardaki Türk toplulukları arasında gerekli yankıyı uyandırmalı, aynı şekilde Bulgaristan Türlerini etkileyen bir olayın diğer bütün Balkan ülkelerindeki Türk-Müslüman toplulukları tarafından sahiplenmesi gerekmektedir. Bu da bilgi ile ortak duygu ve düşüncelerin gelişmesiyle olacaktır. Bu konuda ise en büyük görev medyaya dolayısıyla Basın Yayın çalışanlarına düşmektedir. Balkan ülkelerinden Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya AB üyesi ülkelerdir. Bu ülkelerdeki basın aracılığıyla sesimizi tüm Avrupa’ya yaymamız, haklarımızı savunmamız da mümkündür.


Makale ve Analizler - 2015

35

Balkan ülkelerinde yaşayan Türk ve Müslüman topluluklarda kendi aralarında bir Balkan Basın yayın ve enformasyon merkezi kurmalıdırlar. Böylece Balkan ülkelerinde yaşayan Türk ve Müslüman topluluklar arasındaki bilgi akışı sağlanacak ve bu toplulukları ilgilendiren konularda ortak eylemler yapılabilecektir. Biz Makedonya Türklerini veya Batı Trakya Türklerini ilgilendiren bir konuda Bulgaristan Türklerinin Bulgaristan’da gerçekleştirdiği bir eyleme şahit olmadık, tabi sözümüz tüm Balkanlar içinde geçerlidir. Balkanlardaki Türk ve Müslüman topluluklarının bilinçlendirilmesi, bilgi akışının sürekli olması konuları üzerinde önemle durulmalıdır. Balkan basın yayın bilgi merkezi için en uygun yer olarak ise İstanbul veya Sofya düşünülebilir. Sofya’nın AB üyesi olması ve Balkanlardaki en fazla Türk nüfusuna sahip bir ülkenin başkenti olması AB nezdindede söz sahibi olmamıza büyük katkı sağlayacağına inanmakla birlikte İstanbul’un Türk Dünyasının Merkezinde bulunması ve kolay ulaşım imkânlarına sahip olması bu şehri de düşünmemizi sağlamaktadır. Yer tespiti için de ayrıca bir çalışma yapıla bilinir. Balkanlarda Türkçe yayınlar son derece kısıtlıdır. Türkçe televizyon yayınları ise yok denecek kadar azdır. Buna mukabil Türkçenin ortadan kaldırılması veya unutturulması için geniş çaplı çalışmalar bulunmaktadır. Türkiye’nin TRT AVAZ gibi bölge TV’leri yaygınlaştırılmalıdır. Yani bir BALKAN TV yayına geçilmeli. Burada ortak Türk kültürü vurgulanmalıdır. Bu nedenle Balkanlarda Türkçe yayın yapan yayın evleri ve özelikle Türk kitap evlerinin açılması şart olduğunu düşünüyoruz. Bunu gerçekleştirmek insanın tek başına becerebileceği bir şey değildir. Bu nedenle bu gibi girişimler Türk Devletleri taraflarından desteklenmelidir. Nasıl ki dünyanın pek çok yerinde Türkiye de dâhil Amerikan, Fransız veya Holanda kültür merkezleri gibi merkezler oluşturmuşlar ise, Türk Devletleri de buna benzer Türk Merkezlerini özellikle de Balkanlarda geniş çaplı bir çalışmaya niye başlatmasınlar. Bunu Bağımsız Türk Cumhuriyetlerinden de beklemekteyiz. Kısa bir örnek vermek isterim; Biz Bulgaristan Türkleri, 1878’de Osmanlı’dan koparılınca devletsiz kaldık, yeni iktidarlar 1945’lere kadar eski irfan ocaklarımızı tamamen söndürdü. Lise ve yüksekokulları hayallerimizden bile silindiğinde, köy okullarında öğretmenlik yapacak kadromuz bile kalmadığında, karanlığın bu denli zifiri olduğu bir dönemde, ruhumuzda Azerbaycan nuru yandı. Bakü’den gelen bilge hocaların, doçent ve profesörlerin öncülüğünde ve yardımıyla Kırcaali, Razgrad, Şu-


36

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

men, Ruse ve Sofya’da pedagoji okulları açıldı. Sofya Üniversitesinde 4 fakülte Türkçe tedrisata başladı. Bulgaristan birden bire aydınlandı. Eğer bugün Bulgaristan Türkleri edebiyatından, modern çizgileri olan özgün bir etnik kültürümüzden, Türk kimliğimizin var oluşundan söz edebiliyorsak, bugün çok çok büyük ölçüde 1950’lerde ülkemizde Türklük çırası yakan Azerbaycanlı aydınlara borçluyuz. Kendilerine bugün de teşekkür ederiz. Birbirini tanımayan insanlar birbirine faydalı olamaz. Biz, soydaşlar son 26 yılda Türkiye’yi tanıdık, dünyamız değişti. Daha büyük Türk olduk. Bulgaristan’a Türklük taşıyanlardan birileri olduk – gazetelerimiz, elektronik yayınlarımız, kitaplarımız halkın sıcaklığını kazandı. İyi ve kötü günde birlikteyiz, birlikte bayram ediyor, birlikte hayal ediyoruz. Ortak davamızda sanki eksikliklerimiz var. Bulgaristan’da artık Azerbaycan filmi oynatılmıyor. Kardeş Azerbaycan yazarlarının raflardaki yerleri boş... Masallarınızı, öykülerinizi dinlemek istiyor çocuklarımız.... Neden bu gün Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Özbekistan veya KKTC olmasın? Tarihi aydınlatan büyük halkların yeni ödevi, yılların yükünü taşımakta zorlanan eski kıta Avrupa şimdi de yeni ışık bekliyor. Beklenen petrol ve doğal gaz ışı ile birlikte manevi nurdur. Bu ödev artık ortak ödevlerimizden biri oldu. Ayrı ayrı yanan ama birleşince yanmayan Hidrojen ve Oksijen’ı parçalayıp yeni enerji kaynakları arayanlara selam olsun, en büyük ateş insanların gönlündeki dostluk ve kardeşlik ateşidir. Ve bu ateşi yaşatan bizleriz. Yirminci Yüzyılda Amerika’da en fazla basılan ve okunan eser Mevlana Celalettin Rumi’nin Mesnevî’si olduysa, 21. Yüzyılda Avrupa’da en büyük baskı sayısında çıkan ve en fazla satan eser neden Nizami, Fuzuli, Nevai, Ahmet Yasevî, Kaşgarlı Mahmut, Yusuf Akçuara, İbni Sina, Mahdumkulu ve ya diğer Türk Dünyasının aydınlıkçılarımız olmasın. Onların incileri kalem ucundan deri sırtına döküleli 1000 yıl oldu ama ışığın eskisi ve yenisi olmaz. Dünyada Türklerin çırası güneş ışığından bir parçadır. Yeni dönemde Türkiye ve Türk Cumhuriyetleri’nin Avrupa kapısı Bulgaristan olabilir. Böyle bir ihtiyaç kapısı artık kapımızı çaldı. Değerli Basın Yayın Mensupları, kardeşlerim bu toplantının Türk Birliğinin oluşmasında önemli rol oynamasını arzu ederek çalışmalarınızda ve basın ha-


Makale ve Analizler - 2015

37

yatınızda üstün başarılar diliyor, Yalova’ya kadar geldiğiniz ve kısa konuşmamı dinlediğiniz için teşekkür eder ve saygılar sunarım. Sağ olunuz! Var Olunuz! Allaha Emanet Olunuz. BULTÜRK Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Rafet Ulutürk

Teknik Kontrol

Dr. Mustafa Kahraman-23.Temmuz.2015

Konu: Bulgaristan Anayasa Değişikliğinden Çok Uzak! Ekime doğru Bulgaristan’da yerel seçim yapılacak. Ülkede duruma hakim ve mecliste son söze sahip olduğunu kanıtlamaya gereksinim duyan Başbakan Boyko Borisov ve yönettiği Avrupalı Gelişim İçin Vatandaşlık adıyla ünlenen GERB partisi “yargı konusunda Anayasa değişikliği” isteyerek, otoritesini teraziye koymaya karar verdi. Birkaç haftadan bu yana yapılan ön görüşmeler istenen sonucu vermedi. Anayasa’da yapılacak değişiklikleri kaleme alan, Sofya’da hukuk okuduktan sonra Amerika’da ihtisas gören, 2014’te kurulan geçici seçim hükümetine Adalet Bakanı atanmazdan önce birkaç gece US Büyükelçiliği destekli Reformcu Blok (RB) saflarında Sivil Toplum Örgütleri’nin kargaşalığında görünen Hristo İvanov, niyetini açıklayınca önce Başsavcı Sotir Tsasarov ile çelişkiye düştü. Fakat şimdiki Sofya hükümetinin en başarılı yönetim taktiği sorunları “erteleyerek” çözmek olduğundan, bu zıtlaşma da aynı usulle belirsiz bir zaman için unutturuldu. Bu taktik bizde zaman kazanmak için bilinçli olarak erteleme şeklinde en başarılı uygulanıyor. Aslında bu yılın başından beri “reform” sözünü en fazla kullanan (RB) partisi liderleri, iktidar ortaklığında kalmalarının zorunlu olduğunu halka göstermek istiyordu. Bizim reformcular, bunlardan biri genç siyasetçi Korman İsmailov’tur, reform yapmayı önce “sağlık sektöründe”, ardından “eğitim sisteminde” denemeye çalıştılar, bu kaşığın onların ağzına büyük geldiğini anlaşılınca, dikkatleri


38

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

“hukuk sistemi - adalet reformu” üzerinde yoğunlaştırdılar. Öküz boynuzlarından yakalanmadan devrilemeyeceği gibi, hukuk işlerinde Anayasa’dan başlamadan adım atılamayacağını anlayan Bakan İvanov: Hukukun üstünlüğü ve adalet dağıtımında hukukun uygulanmasını önce kendisinin inanmaya başladığı bir slogan haline getirmeye çalıştı. Adalet Bakanı’nın Anayasa’da yapılması gerek değişikliklere aslında Bakanlık önündeki göstericiler her gün işaret ediyordu. Akşam saatlerinde toplanan Romanlar “Eşit vatandaşlık hakkı istiyoruz!” pankartlarını bakanlığın kapısına asarken, gece geç saatlerde cep telefonlarıyla örgütlenen genç aydınlar: “Mafya”, “Oligarşi” ve “KİM” gibi ortalıkta dolaşmayan ama tüm işlerde parmağı olan gizli güçlerle hesaplaşmada ısrar ediyordu. Son 26 yılda Bulgar devleti ekonomik olarak çökmüş ama talandan yargılanan bir yana tutuklanan bile olmamıştır. Gerçekler böyle olsa da hazırlanan Anayasa değişiklikleri ülkede Amerikancı ve Amerika’ya karşı olmak üzere iki ana çizgi oluştururken, gün geçtikçe kokuşan bir “reform bataklığı” oluştuğu ve bu bataklığın ortasında da Başbakan’ın olduğu görüldü. Bu arada politik sahnede “adalet reformu” ve “önce Anayasa değişikliği” bölümü oynanırken, Avrupa Birliği Hukuk Komisyonunda bir “sözlü mesaj” geldi ve geleneğimiz olan “erteleme” taktiğinin yerine “bu iş Temmuz ayının sonuna kadar ivedilikle noktalansın” taktiği dayatıldı. Adalet Bakanı, gerçekleştirilecek reformla kendisine diş bilenen Başsavcı ve toplum bu değişikliği istiyor ateşine kömür atan “protestocu ağı” bir anda uzlaşsa da, kulistekilerin gücü de her zaman her şeye yetmeye bilir... Çünkü Bulgaristan’da da kanunlar, hele hele Anayasa değişiklikleri sokak gösterileri sırasında yazılmadığından işin ucu yine meclise, milletvekillerine, partilere ve komisyonlara dayanacaktı. Daha ilk anda, harcadığı paraları Moskova’dan aldığını gizlemeyen, sol milliyetçi “Ataka”; Rus ve İslav sevdası sönmemiş Bulgaristan Sosyalist Partisi (BS); yine aynı gruptan olan Bulgaristan’ın Yeniden Doğuşu İçin Alternatif (ABV) ve bir gözüyle Moskova’ya, diğeriyle Washington’a bakan Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS) zaman kaybetmeden “biz bu işte yokuz” dedi. Başbakan Borisov’un “ulusal çıkarlar adına, kendileriyle görüşüp hepsini ikna ederim” sözleri havada kaldı. Bu durumda Anayasa değişikliğine gerekli 160 oyu bulabilmek imkânsızlaştı. Çukur çok derinleşmişti. Kimse bir sıçramada onu atlayabilecek durumda değildir.


Makale ve Analizler - 2015

39

Kuşkusuz bu durum, bir birikimin sonucudur. 6 aylık hükümetini “teknik kontrol servisine” çekmek zorunda kalan Başbakan Boyko Borisov’un içte ve dıştaki otoritesi, havanın çok sıcak olmasına rağmen, patlak balon gibi fire vermek zorundadır. Borisov 2014 seçim propagandasını, hükümet kurma görüşmelerini ve yönettiği kabinenin ilk aylardaki propagandasını ve son dönem icraatlarını antı-İslam, anti-Türk, anti-Roman fikirsel temellerine oturtup “DPS’siz” yönetim, “DPS kadrolarını bire kadar makamlardan söküp atma” gibi söyleve ve uygulamaya dayandırdı. Başbakan olduğunda 10 bakan yardımcısını Müslümanlardan atayacaktı! Hani? Öyle ama keserin sapı bir döndü iki döndü ve HÖH partisinin 36 oyu “anayasa değişikliğini mecliste durduran güç oldu.” İşte bugün, Başbakan Boyko Borisov’un Bulgaristanlı Türk komşusunun “külüne muhtaç kaldığı” gündür. Bunun bilincine varabilirse ne ala. DPS partisi bugün artık hiç bir politik parlamenter güce karşılıksız hediye yapmamalıdır. Bu süre dolmuştur. Tabii ben Bulgaristan’da kimsenin hiçbir şeyden sorumlu ya da suçlu olduğunu görmedim ve işitmedim. Evdeki hesapları çarşıya uymayanlar bile kusuru başkalarında bula ustalarıdır. “Hukuk reformu benim işimdir!” diyen ve 6 ayda baltayı taşa vuran, siyasi kökenleri eski başbakanlardan İvan Kostov’un kurduğu Güçlü Bulgaristan Hareketi (DSB) yapısına dayanan (RB) milletvekili Grozdan Karacov “Presa” gazetesinde şu açıklamayı yaptı: “Geçen yılın Kasım ayında Adalet Reformu yapılması stratejisine oy veren güçlere bel bağlıyoruz. O zaman gerekli olan anayasal meclis çoğunluğu sağlanabilmişti. Şimdi burada biz Orient (şark) oyunlarına sahne oluyoruz. Baskı Ankara’dan ve Moskova’dan geliyor. Bulgaristan’da hukuk reformu yapılmasına gerekli olan oyları durduran güçler şunlardır: Rusya Ankara Mihveri, yani Yeni-Osmancılık ile Put in’in uyguladığı yeni-dikta turacı siyaset bize engel oluyor. Bu işte iki çekim gücü var: Birincisi bize, artık ailelerine katıldığımız, NATO’lu bağlaşıklarımıza yani Brüksel’le, Washington’a ve Kanada’ya götürüyor, öteki güç ise Ankara ve Moskova onların özel makamlarının etkisidir.” Birçok yazımızda anlatmaya çalıştığımız ve adına “gündöndü” siyaseti dediğimiz bu gelişmeyi 2015 ortasında Bulgar parlamenter Grozdanov işte böyle anlatıyor. Bu arada Bulgar günlük basını HÖHDPS partisinin bugünkü resmini şu renklerle çiziyor:


40

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

“HÖH partisi bugünkü meclis bileşiminde dikkate alınması mutlaka zorunlu bir güçtür. HÖH partisi “adalet reformuna” -Evet- demeden bu paket meclisten geçmez. Bir yandan HÖH bir Avro-Atlantik partisi olduğunu her gün bir daha kanıtlarken, öte yandan artık büyük deneyim sahibi olan bu partinin Brüksel’in görüşüne karşı çıkması, Amerikan ve İngiliz ve daha birçok Batılı Büyük Elçinin telefonlarına çıkmaması veya öğütlerine önem vermemesi, anlaşılır gibi değildir.” Bunlar Bulgar gazetelerinden alınmış görüşlerdir. Burada önemli olan bir yandan HÖH - DPS partisinin kendi görüşünü dayatmakta kesin ısrarlı olması olmakla birlikte, en önemlisi de, 16 milyar leva dış borcu cepleyen B. Borisov her gün biraz daha mağrurlaşırken, birden bire “teknik kontrol servisine” gitmek zorunda kalmasıdır. Nasıl demişler, “iyilik etme kötülük bulursun” ama bunu biz demedik, Bulgarlar demiştir. Bizim atasözümüz “eden kendine eder!” demekle yetinmiştir. Hakikatten Boyko Borisov ve tayfası İslam, Türk, Roman, cami baskını, din adamlarımızı yargılama, Roman evlerini yıkma, mahallelerini dağıtma, onları kendi köylerinden kovma gibi konularda fazla ileri gitti. Kuşkusu bu yasa dışı sel gibi gelişmenin başında birinci ve ikinci derece mahkeme kararıyla elde ettiğimiz mal ve mülklerimizin geri verilmemesi, daha da önemlisi İnsan Hakları Mahkemesine yaptığımız başvurulardan hiçbir sonuç alamamamız geliyor. Nedir üzerinde durduğumuz “Anayasa Değişikliği” bizim bu doğal ve temel haklarımız tanuınacaksa, dikilelim HÖH Mermezine ve bütün milletvekillerini baskı altına alarak gerekeni yapalım, ama yok sizin hukuk reformunuzun ne esası ne kökleri ne de madde ve fıkraları halka inmiyor, halkın öz menfaatlerini savunmayı amaçlamıyor. Biz adı “demokrasi” olan ama adaletsizliğin kol gezip at oynattığı bir memlekette yaşadığımızın farkında ve bilincindeyiz ve isteklerinize Hayır diyenlerin yanındayız. Biz, ırkçı hortlamaların körükleyicilerini tutuklayacak bir hukuk reformundan yanayız. Biz memleketimizde gerginlik ve huzursuzluk yaratanların cezalandırılmasını sağlayacak bir Ceza Kanunu değişikliği istiyoruz. Biz eşit haklı vatandaş olarak mutlu olmak istiyoruz. Camilerimizin temellerini kazanlara ve “ah bu da kiliseymiş” tiyatrosu oynayanlara düşmanız. Siz bu gelişmelere sağır ve kör kaldıkça bizden oy alamazsınız. Bu gidişle tishort, don, kalem, çakmak dağıtarak, köfte kebap ikram ederek, bira içirerek aldığınız oyları da alamaz duruma gelebilirsiniz. Yalnız birileri için adalet yoktur! Ben bir doktorum, temennim şu koyu sıcaklarda, serin gölgelerde kalmanız ve can sıkan hiçbir şeye kulak asmamanızdır. Kendinize iyi bakın!


Makale ve Analizler - 2015

41

Beklenen Oldu

Musa Vatansever-23.Temmuz.2015

Konu: 2015 Ramazanı New York sokaklarında 800 dil konuşuluyor. “Demokrasi kalesiyim” diyen Amerika “800 dilin hepsi benimdir” dese itiraz edecek olmaz. Yan kiler Kızılderili topraklarını işgal etti de karşı koyan oldu mu? Yok! 800 dilin 799’unu yok edip yalnız bir dilde konuşulacak bundan böyle yasası çıkarsa, itiraz eden olur mu? Cevap vermek istemiyorum. Olabilir ya Meksikalılar başkaldırabilir. Kızılderililerin anadilinde de 40 söz kalmış, onlarda “vermeyiz, olmaz, vazgeçmeyiz” diyebilirler. Beklenen oldu diyorum, çünkü mübarek Ramazan ayında kendisine en fazla güvendiğimiz milletvekilimiz Hüseyin Hafızov, Bulgar (BHT) TV yayınında Roman mitinginde Romanca, Ermeni Mitinginde Ermeni dilinde ve Bulgaristanlı Türklerin mitinglerinde de Türk dilinde konuşulmasını savundu. Onun kesin inancına göre ki, doğrudur, her milli azınlık kendi anadilinde konuşmalı, okumalı, yazmalı çizmeli, dinlemeli ders görmelidir. Bu onun öz hakkıdır, demokratik hakların anası olan bu hak yasal olmalıdır. 26 yıldan beri bu yönde hiçbir şey yapmaması, Hak ve Özgürlükler (DPS) partisinin Bulgar milliyetçilerinin etniklerin hakları budama politikasına alet olması yasa dışıdır. Anadili kullanma hakkı etniklerin Anayasal hakları arasında başta gelmelidir. Bulgaristan Cumhuriyeti Anayasasında böyle bir demokratik insan hakkı işlenmezse, Anayasa değişikliğine gerek yoktur... Olayın Ramazan günlerine rastlaması çok iyi oldu. Çünkü yapılan sosyolojik araştırmalardan alınan sonuçlara göre, insanlarımızın en fazla sohbet ettiği, en fazla fıkra anlattığı, masal dinlediği ay Ramazan ayıdır, Ramazan geceleridir. Ramazan taşlamaları, Ramazan fıkraları ve efsaneleri, birlikte oruç açma, Ramazan ziyaretleri, küskünlükleri, dargınlıkları aşma vs. halk kültürümüzün özünden bir parçadır. 1975’ten sonra Bulgaristan Türkleri arasından belirli bir kesim, İslam dinine, Ramazan’a, Ramazan ve Kurban bayramlarımıza, din eğitim ve öğretimine karşı çıkarak, Müslümanlıkla Hıriristiyanlık arasında kaldılar. Bulgaristan’da İslam dinine, Müslüman yaşam tarzına ve dolayısıyla Türklerin öz yaşayışını belirleyen adet ve geleneklerine, halk sanatına, yaratıcılığına ve edebiyatına karşı çıkanlar oldu. 1990’dan sonra İslam dinine belirli çerçeveler içinde


42

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

özgürlük tanınmış olsa da, geleneklerimizin canlandırılmasına ve gelişerek her yerde, köylere kadar derin kökler salmasına engel olunmaya devam etti. Şimdiki dönemde, bazı camilerde Bulgarca konuşulması müminleri rahatsız ediyor. Ramazan gecelerinde, ortak oruç açarken de kimi şahısların Bulgar dilini kullanması geniş kitlede hoşnutsuzluk yaratmaya devam ediyor. Öte yandan Sofya, Smolyan, Plovdiv ve daha birçok kültür merkezinde her akşam açılan oruç sofralarında dostluk ve anlaşma, kardeşçe beraberlik ve omuz omuza dayanışma havası ve ortamı yaratılabildi. Başmüftülüğün iftarlarına 16 bin kişi katılıyor. İslam’a karşı konuşurken ağızları köpürenler sanki biraz sustular Bulgarların da oruç açanlara aynı sofralarda katılması hoşgörüyle karşılanıyor. Bu sene Ramazan başladığından beri yaklaşık 100 bin yardım paketi dağıtıldı. Bu geniş kapsamlı çalışmaları Başmüftülüğümüz örgütledi. Öncelikle ihtiyacı olan, yaşlı ve çok çocuklu ailelere yardım ediliyor. Şu dönem Müslümanlar fitre ve özel yardımlarını ödemeye hazırlık görüyorlar. Ramazan akşamları samimi ve dostane bir ortamda geçiyor. Ülkedeki barış havasının pekişmesine katkı sağlıyor. Balıkesir bölgesinden seçilen ve Ramazan gecelerinde camilerimizde Kuran okuyan hafızların etkinlikleri ilgiyle takip ediliyor. Ramazan ayında Momçilgrad, Şumen, Ruse ve Sofya İslam eğitim merkezlerinin etkinlikleri de sevgiyle karşılanıyor. Eski geleneklerimizi bu sene, Bulgaristan Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı RosenPlevneliev ilk iftar yemeğini Cumhurbaşkanlığı Sarayında vermekle kendisi sürdürdü. İl merkezlerinde ve belediyelerde bu asil ve eski geleneğimiz yerleşmeye devam etti. Türkiye Cumhuriyeti Büyük Elçisi Sayın Gökçe Büyükelçimizin öncülüğünde Momçilgrad ve birçok başka şehirlerde halkla birlikte iftar sofralarını paylaşması, yaptığı konuşmalar yapıcılığı ile dikkat çekti. Gönüllere dolan yeni kaynaşmamızın ifadesi olarak karşılandı. 2015 yılı Ramazan ayı Bulgaristan Türklerinin Müslümanlar olarak çok derin geleneklerle yaşadığını, dine olan bağlılıklarının sonsuz olduğunu, Müslümanlığın onların yerleşim yerlerindeki yaşam tarzını, aile hayatını ve ahlakını belirlediğini ve biçimlendirdiğini yeniden tüm Bulgaristan halkına ve dünyaya gösterdi.Bu arada, Bulgaristan Türklerinin Bulgaristan’daki Müslümanlar arasında egemen unsur olduğunu, bu kalabalık etnik topluluğun daha fazlasının Suni - Hanefi mezhebinden olduğunu ve din inançlarının bu esasa dayandığını gösterdi ve doğruladı.Bu cümleden olmak üzere, Pazarcık ve Plovdiv İl Mahkemelerinde Müslüman din adamlarına karşı tutuklu olarak devam eden duruşma-


Makale ve Analizler - 2015

43

ların asılsız olduğu, yalnız 5 ay içinde birçok cami, mescit, oda ve diğer ibadet yerlerinden, Müslüman hanelerin evlerinden 1000’den fazla din kitabinin toplatılmasının da azınlıkları birbirine düşürmeden başka bir işe yaramadığı ortaya çıktı. Bazı araştırmacı yazarların yıl başından beri yedincisi yaşanan yerel Roman İsyanlarının anadilde kültürel etkileşim; iman ve dinsel bilgi eksikliğinden kaynaklandığı vurgulamasına katılırken, Roman gettolarında dal budak salmaya başlayan “eşit haklı vatandaşlık hareketinin” Bulgaristan’ın devlet ve sosyal yapısını değiştirebilecek nitelikte olduğu görüşüne katılıyorum. Son gelişmeler, Bulgaristan’da din kültürünün yetersiz olduğunu kanıtlarken, Ramazan ayında birçok girişim gerçekleştirilse de, bu açıdan imkanlar gereği gibi kullanılamadığını da gösteriyor. Yeni açılan büyük bir yelken var. 2015 Ramazanında İstanbul Gazi Osman Paşa, Bayrampaşa, Avcılar, Bursa, İzmir vb. derneklerin iftar yemekleri çok anlamlı geçerken, yapılan konuşmalarda iyilikler Bulgaristan’a taştığına işaret edildi. Bu açıdan BULTÜRK Derneği’nin İstanbul Sultan Ahmet’teki iftar buluşmasında Bulgaristanlı göçmen soydaşlarla orada kalan kardeşlerimiz arasında çok sıkı ve semereli ilişkilerin yeni bir gelişim seviyesine taşınmasına işaret edilirken, birçok öğrenciye burs verilmesine, kadro eğitimine önem verilmesi istendi. Balkanları dolaşan ve Bulgaristan’a da uğrayan Ramazan Kervan’ı iftar gecelerinden röportajlar gösterildi. Temennilerde bulunuldu. Ne var ki, demokrasiye, anlaşma, yardımlaşma ve hoşgörüye dayanan yenidünya görüşü henüz Bulgaristan halkına ve ülkedeki etniklere öz ve biçim olarak indirilemedi. Bu amaçla çok yönlü ve değişik eğitim düzeyli ve değişik yaş gruplarından Müslümanlar ve diğerleri arasında farklı ve çeşitlendirilmiş seminer çalışmaları yürütülmesi gerektiğini ortaya çıktı. Bu arada Başmüftülüğün Türk dilinde dini eser yayınlama, sözlü ve yazılı yayınlarını renklendirmesi, faaliyetini canlandırması acil gereksinim oldu. Tük eksikliklere rağmen bu Ramazanda beklenen Oldu demek istiyorum *** Bu cümleden olmak üzere, sizlerle çocukluk yıllarımdan kalan bazı söyleşileri paylaşmak istiyorum: Umut ve Nasihat Biri Hoca Efendiye sorar: “Sana göre dünyada biricik devamlı olan şey nedir?” “Umut” diye cevap verir hoca. “Zira bizi en son bırakan budur.” “Peki, öyleyse en kolay olan şey nedir?” diye sorunca ise, “Başkasına nasihat vermek ” diye cevap verir Hoca.


44

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) ***

Umut “İnsanlar için en tatlı şey nedir?” diye sorulduğunda Hocanın cevabı şu olmuştur: “Umut!” Ne Zaman? *** Ne konuştuğunu, nerede nasıl konuşacağını bilmeyen ve her zaman insanları kıran bir adam, Hocaya sorar: - “Ne zaman konuşmalıyım?” - “Susmak istediğin zaman.” - “Ne zaman susayım?” - “Konuşmak istediğin zaman.” diye cevap alır. *** Genç Kalmanın Sırrı Hocanın biri yaşına göre akranlarından daha zinde ve dinç imiş. Bunun sebebini merak edenler bir Ramazan gecesi kendine sormuşlar. “Genç kalmanızın sırrı nedir?” Hoca bu soruyu öğrenmenin ne kadar önemli olduğunu vurgulamak için şu cevabı vermiş: “Ben gençliğimden beri her gün yeni bir şey öğrenmeye çalışıyorum.” *** Yaşlıların anlattıkları arasında sık sık şunları işitirdik: “Dost iyi günde çağırılınca gelir; kötü günde ise kendiliğinden. Burada gençlere nasihat şudur: Bu üç kimseye mutlaka saygı gösteriniz. Kendi evinizdeyken: Ailenize. Sokaktayken: Gelip Geçenlere. Yalnızken: Kendinize. *** Bir Hocanın Öğrencisine Nasihatleri Hikmeti sev. Bil ki Allah’ın nimetleri içinde hikmetten hayırlı bir şey yoktur. Hakim odur ki fikri, sözü, işi birbiriyle aynıdır.


Makale ve Analizler - 2015

45

Rabbini ve O’nun hakkın bil. İlim Öğrenmeye ihtimam göstermeye devam et. Geçici mutluluk için, daimi mutluluğu terk etmen gerekmez. Dünya Sultanlığını reddet. Kendini Saraylara kapatma. Vaktini güzel edepten men etme. İnsanlar arasında durumun ezik ve pısırık değil, tevazu ile olsun. Ölümü hatırlamaya ve ölüden ibret almaya devam et. İyilik yaparken yorulduğun zaman yorgunluk geçer iyilik kalır. İyilik olarak yaptığın şeye pişman olma. Sadece 3 sözle hakim olma, amelle de hakim olmaya gayret göster. Faydasız şey hakkında fazla konuşma.... *** Atasözlerimizden birkaçı: Dost ol! Ta ki sana da dost olsunlar. Dostluğunu kötü günde de göster. Ta ki kötü gün dostu bulasın.

Hünersiz Lider

Filiz Soytrük-24.Temmuz.2015

Konu: Mestan’ın Sakalına Ne Oldu? İnsanları birbirinden farklı eden en başta hünerleridir. Hünersiz ve hünerli adamlar arasında çok büyük fark vardır. Geçmişimizde hünerli gençlere “şeytan gibi maşallah!”, “şeytan tüylü”, hünerli yaşlılara “derviş”, çok bilenlere “akil adam” dendiğini işitmişsinizdir. Bazı halklar hüner sırrının “sakalda gizli olduğunu” sandıklarından sakal taşımayı şereften sayar. Bunun böyle olmadığını ilk fark edenlerden biri olan Rus Çarı Deli Petro toprak kölelerine sakallarını kesmeye zorlarken birçok kelle kaymış ve büyük cezalar kesilmişti. Biz Bulgaristan Türkleri arasında sakal taşımak pek bir şey ifade etmese de inat kişilere “keçi sakallı”, toplum işlerinde kendilerine orta direk havası ver-


46

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

meye çalışanlara “top sakal” ya da “bırak onu aklı sakalı gibi seyrek” dendiğini biliriz. Hak ve Özgürlükler Partisi lideri Lütfü Mestan bu işe başlarken sakallıydı. Hatta bir sıra kendine Orta Asya bilgeleri gibi bir şekil vermeye çalışırken “keçi sakalı” salmıştı. Şimdi ise onun sakalı “uzaktan baktım hiç yok, yanına vardım çenesinin altında pek çok” şekli aldı. Çene altı sakalının herhangi bir hüner ifadesi olduğunu veya işe yaradığını pek işitmedim. Onun da doğup yetiştiği diyar olan, Doğu Rodoplar’da Asıl Hüner adlı bir masal anlatılır. Günümüzde Bulgaristan politikacılarının “Anayasa Değişikliği” yapmaya çalışırken gösterdikleri birbirlerini köşeye sıkıştırma hünerlerini TV ekranında izlerken aklıma geldi. Sizinle paylaşmak istiyorum. Sultan Mahmut bir gece, kılık değiştirir ve şehri dolaşmaya çıkar. Derken birkaç hırsıza rastlar. Hırsızlar, onun karşısına dikilir ve kim olduğunu sorar. Sultan Mahmut: - “Ben de sizden biriyim,” der. Hırsızlar da ona inanır. İçlerinden biri: - “Hadi bakalım, herkes ustalığını söylesin. Ne gibi marifetleri olduğunu paylaşsın,” der. Hırsızlardan biri ileri atılır: - “Benim en önemli özelliğim kulaklarımdadır, köpek havladığında ne dediğini anlarım ve hemen gerekli olan yere bildiririm ve bu işten geçinirim,” der. - “Bu da ne ki, sen hiçbir işe yaramazsın,” diyen ötekiler, hemen öne atılırlar. İkincisi kendini şöyle tanıtır: - “Benim bütün hünerim gözümdedir. Gece karanlıkta kimi görsem, gündüz şüpheye yer bırakmayacak kadar tanırım.” Bir başkası: - “Benim hünerim kolumdadır,” diye ortaya atılır. Kol gücüyle tüneller kazarım. Bir başkası ise kendini şöyle anlatır: - “Benim marifetim burnumdadır. İşim toprakları koklamaktır. Toprağın altında hangi madenler var ne kadar para gizlidir, hemen anlarım,” der. Sonuncu hırsız da bileğini över. Dağların tepesine kadar ip atabileceğini iddia eder. En son olarak aralarına yeni giren arkadaşlarına dönüp sorarlar. - “Senin ustalığın hangi konudadır, söylesene!” Sultan Murat şöyle der: - “Benim hünerim sakalımdadır. Onunla suçluları kurtarırım, gerektiğinde kimilerini zindana attırırım, istersem suçsuzlara bile hapis yolu gösteririm. Cellat, suçluları cezalandırmaya hazırken ben sakalımı oynatırsam onlar kurtulur.”


Makale ve Analizler - 2015

47

Hırsızlar onu dinleyince, birbirlerine bakışır ve şöyle der: - “Tamam, aramızda en usta sensin. Sıkıntıya düştüğümüzde, bizi sen kurtaracaksın,” derler. Sonra hep birlikte yola koyulurlar. Padişahın Sarayına doğru giderler. Bu arada bir köpek havlaması duyulur. Köpek dilini anlayan hayretle, - “Padişah sizinledir,” diyor der. Fakat arkadaşları ona kulak asmaz. İp atma ustası kendini sarayın yüksek duvarının üzerinden aşırır. Hep birlikte sarayın bahçesine girerler. Koklamada usta olan, yerden bir avuç toprak alır. Sultanın hazinesinin nerede gizli olduğunu söyler. Tünel kazan sağlam bir tünel kazıp hazinenin olduğu yere ulaşır. Her biri oradan bir şeyler alır. Çokça altın, değerli mücevherler, takılar, sırmalı giysiler, para, döviz... Bunları hemen götürüp gizlerler. Padişah, hepsinin yerini kimliğini öğrenmiştir. Hırsızlardan gizlice ayrılıp saraya döner. Gündüz adamlarıyla yaptığı toplantıda bu macerasını anlatır. Bunun üzerine emirlerini verir. Askerler gidip hırsızları birer birer bulur, yakalar ve saraya getirir. Hırsızlar can korkusuyla tir tir titrer. Padişahın huzurunda durduklarında, gece gördüğünü gündüz tereddütsüz tanıyan hırsız der ki: - “Bu, dün gece bizimle dolaşan arkadaşımızdır. İşte bu yüzden yakalandık. Çünkü bizim yaptığımızı gördü, sırlarımızı öğrendi.” Hırsız arkadaşlarına bunları söyledikten sonra padişaha yalvarmaya başladı. - “Biz marifetimizi saydık döktük. Hünerlerimizin bizi üstün kıldığını zannettik. Meğer yanılmışız. Marifetlerimiz, boynumuza ip oldu. Bizi bataklığa sürükledi. Şimdi bu hünerlerimizden hiç biri fayda veremez. Bugün bu durumda bize yardım edecek yalnızca sensin.” - “Pişmanız bizi affet. Bize merhamet göster de haydi şu sakalını bir oynat.” Bu masal size Lütfü Mestan’dan önce “kara sakallı lider” Ahmet Doğan’ı hatırlatmadı mı! O sakalını oynatsa, Türkiye’ye gitmeye zorlanan ailelere vize verilirdi. Bulgaristan’a geri dönmemek şartıyla dış ülkelerde okumak isteyen öğrenciler hemen gönderilirdi. Çok bilenler partiden ve memleketten kovulurdu. Bulgaristan Türklüğüne hizmet etmek isteyenlerin yolu kesilirdi. Bizden olup işi iyi olanların işi bozulurdu. Koskocaman Bulgaristan’da onun seçtiklerinin dışında hiçbir Türk’e zengin olma, orta tabakaya girme hakkı ve imkanı tanınmazdı. O, istediğinin işini hemen bozmada büyük hüner gösterdi. Allah canını almasın, sayesinde ne kadar aile yıkıldı, ocak söndü vs. vs. Ahmet Doğan’ın kara sakalı seyrelip kararınca tüm hüneri yok oldu. Bilirsiniz yitirilen marifet geri gelmez. 20


48

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

- 25 yıl Bulgar makamlarının Türklere karşı kullandığı bu kara sakallı artık köseleşti, sakalını kesip attılar, çöpü kaldırıldı. Onun yerine gelen ve önce keçi sakalı sert bakışında “benim astığım astık, kestiğim kestik” gibi bir şeyler gizleyen L. Mestan ise bambaşka bir hüner gösterdi. Önce, henüz keçi sakalını kesmemişken “disiplin insanları değiştirir,” fikriyle meydana çıktı. Türklere değil, Romanlara hitap ederken, disiplinsizliği hak ve özgürlük olarak anlattı. Bu sözlerle gettolardaki barbar sürülerine yol açtığını kestirememişti. Arı artık kovandan çıktı. Her ay bir isyan oluyor. Komitacı, yazar, politikacı Zahari Stoyanov, Bulgar tiyatro sanatının kaymağı Tatyana Lalova gibi aktrislerin yetiştiği Sliven’in Medven köyünde tırpan kaldıran Roman gençler çiftlik sahiplerinin kollarını kesti. Gırmen’li Romlar dayanamadılar, talikaya attıkları yorgan döşekle mekân değiştiriyorlar. İhtiman’da polislerin apoletlerini yolan ve silahlarına uzanan Roman gençler tutuklandı. Pazarcıkta tutuklanan imamların davası devam ediyor. Olaylar raydan çıkarken, isyancıları gemlemek, halka huzur bahşetmek için “sakallı lider” olan Lütfü Mestan ne yazık ki, sakalını sallamak istese de, artık sallayamıyor, çünkü onu hemen kestiler. Sakalsız bir liderin hükmü kime geçer? Sakalı olmayanın hüneri olmaz, diyenler belirdi. Meclisteki 36 HÖH milletvekilinin hepsi masaldaki tutuklanan hırsız tipler gibi. Hırsız çetesine benzeyen çizgilerde ve hünerlerinde birleşmişler. Son haftalarda Anayasa değişikliğini su çıkarma mengenesine takmışlar anayasadan bir şeyler çıkarmaya çalışıyorlar. Bizim ülkede reform edilecek şey, zamanı dolmuş, çöplük olmaya hazır bir şeydir ki, bu anayasa da olabilir. Bu Anayasa bizimkilerin işledikleri ağır suçları aklamada işe yarıyordu. Mesela HÖH - DPS Başkan Yardımcısı, Meclis Başkan Yardımcısı Hristo Biserov para aklarken yakalanıp tutuklandığında onu içeri attırmadılar. Artık 3 - 4 senedir karıcığının yanında, deniz sayfiyelerinde ve dağ serinliğinde sefa sürmeye devam ediyor. Ak Kadınlı Dr. N. Tabakov gibi “kalın kafalılar” ise Varna hapishanesinde dalga sesi dinliyor. Büyük bir sorun ortaya çıktı. Yani sakal sallanmadan çözülemeyecek kadar büyük bir problem bu. Savcı ve yargıçları bundan böyle kim atayacak? Tabii savcı ve yargıç işine karışılmaz da, onların arasında da partililer olunca kapı açık kalıyor. Şu örnekteki sorun nasıl çözüldü dersiniz? Geçen sene bir bankamızdan 4 milyar 200 milyon leva çalındı, tutuklanan yok, açılan dava yok. İpleri parti liderinin elinde olan savcı ya da yargıç olmasa bu “düzen” nasıl sağlanır? Ve şimdi biz tam yukarıdaki masalda olduğu gibi, sanki kollarımız kelepçeli mazlumlarız ve sakal


Makale ve Analizler - 2015

49

oynatmasını beklediğimiz kişinin önündeyiz. Mestan’ın sakalı olmadığına göre, başka sihirli özelliği de olmayabilir! Hüneri de yok! Bu durumdan bu üstü kapaklı sır içinde gizem işler suya düşer sonucu çıkmaz mı? Neymiş efendim bizim “lider” hırsızları koruyan yeni bir hünerle çıkıyor sahneye: Anayasa değişikliğinden sonra atanacak yeni yargıç ve savcılardan bazılarını parti çetesinden atama hakkı talep ediyor. Bunun anlamı nedir? Bizim eşek nallanmayacaktır! Bizim hırsızlarımıza dokunmayacaksınızdır! Bizim göstermediğimiz hiçbir dolandırıcı tutuklanmayacaktır. Sorgulanmayacak, yargılanmayacaktır! Eski defterler açılmayacaktır. Eski suçluların huzuru bozulmayacaktan başka hiçbir şey değildir. Ve bunu isteyenin bu memlekette en fazla ezilenlerin, sürüm sürüm sürünenlerin parti başkanı olmasından utanmayalım da neden çekinelim söylesenize! Hünersiz lider kendi derdinde! Yaşasın hırsızların zaferi! Yaşasın sahte reformculuk! Yaşasın halkın gözüne kül atanların kahramanlığı! Yaşasın bilinen ve bilinmeyen katiller. Yaşasın adaletsizlik ve sahte demokratik düzen! Yaşasın sakalsızların hünersizliği!

Vicdan Satanlardan Merhamet Beklenmez

Alptekin Cevherli-24.Temmuz.2015

Hayır vakıflarından birindeki çalışanlar şehrin en başarılı ve en çok kazanan tüccarından henüz herhangi bir bağış almamış olduklarını fark ederler. Bağış toplayan amca, tüccarı bağışta bulunması için ikna etmeye çalışır: - “Araştırmalarımıza göre yıllık geliriniz en az 1 milyon USD. Ancak bugüne kadar hiç bir hayır işine, bir kuruş bile bağışta bulunmamışsınız. O paranın bir kısmını bir şekilde topluma iade etmek istemez miydiniz?” Tüccar açmış ağzını, yummuş gözünü: - “O bahsettiğiniz araştırmalarınız; annemin uzun bir hastalıktan sonra ölmek üzere olduğunu ve hastane masraflarının onun yıllık gelirinin kaç kat üstünde olduğunu da gösterdi mi? Sonra, kardeşimin malul bir gazi, kör ve tekerlekli iskemleye mahkûm olduğunu? Ya da kız kardeşimin kocasının bir trafik kazasında öldüğünü ve onu dört çocuğuyla beş parasız sokakta kaldığını biliyor muydunuz? Bana ne yardımından bahsediyorsunuz? Görevli elbette utanmış, sıkılmış, adeta yerin dibine geçmiş. Sadece:


50

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

- “Hayır, hiç bir bilgim yoktu, özür dilerim...” diye mırıldanabilmiş. Tüccar, onun sözünü keserek devam etmiş: - “Pekâlâ, ben onlara dahi bir kuruş para vermezken, size niye vereyim ki?” *** Birkaç aydır farkındaysanız yumurta ve tavuk eti fiyatları almış başını gidiyordu. 30’lu bir paket yumurta 15 - 16 TL’ye kadar çıktı. Havalar da henüz aşırı sıcak olmadığı için buna bir anlam veremediydik. İşi uyanık tüccarın “Ramazan kazığı” olarak düşünüyorduk. Hatırlayanlar bilir, eskiden Ramazan ayında fiyatlar ucuzlardı. Esnaf kâr oranlarını biraz aşağı çeker, böylece de dar gelirli vatandaşlar en azından mübarek ayda rahat bir nefes alırdı. Ama kapitalist anlayış o kadar ruhumuza kadar girdi ki, artık üç aylardan itibaren yükseliş trendine giren gıda fiyatları, Ramazan ayı ile birlikte zirveye oturuyor. Aynı şey giyim sektörü için de geçerli. Bayrama birkaç gün kala bakıyorsunuz, fiyatlar ikiye katlanmış. Bunu sadece arz - talep dengesi ile açıklamak ise imkânsız. İş vicdanlarda bitiyor... Neden mi, alın size cevabı. Bugünkü gazetelerden bir haber: Kanatlı sektöründe “Irak” sevinci Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin “kuş gribi vakaları” nedeniyle mayıs ayında durdurduğu Türkiye’den tavuk ithalatına yeniden başlayacağı yönündeki açıklama, kanatlı sektöründe sevinçle karşılandı. İki ay süren yasak nedeniyle yumurta ihracatında 80 milyon dolarlık kayıp yaşanırken, aylık 19 bin ton olan tavuk eti ihracatı tamamen durmuştu. Beyaz Et Sanayicileri ve Damızlıkçıları Birliği Derneği (BESD-BİR) Başkanı Sait Koca, AA muhabirine yaptığı açıklamada, daha önce kuş gribi nedeniyle durdurulan Türkiye’den tavuk eti ithalatının bugün itibarıyla tekrar başlayacağını bildirdi. Irak’ta ilgili makamların gerekli incelemeleri tamamladığını ve ithalatın yeniden başlayacağını ifade eden Koca, “Yaklaşık 2 aydır Irak’ı ikna etmek için çaba gösteriyorduk. Bu işten onlar da muzdarip oluyordu. Dışa bağımlılar. İthalat yapamadıkları için onlar da sıkıntı çekiyordu” dedi. Irak’a Nisan ayında 19 bin ton tavuk eti ihraç edildiğini belirterek, şunları söyledi: “Mayıs ayında Irak’a ihracat rakamı 5 bin tona düşmüş. Haziran ayında Irak’a sıfır ihracat yapmışız. Bu kararın ardından tekrar 20 bin tona ulaşacağız. Toplamda geçen yılki ihracatımız 430 bin ton. Bunu bu yıl 500 bin


Makale ve Analizler - 2015

51

tona çıkarma hedefimiz var ama biraz aşağı çekebiliriz. Bu Irak’ta yaşanan 2 aylık boşluktan ötürü. Tekrar aynı rakama ulaşırsak mutlu olacağız” Yumurtada 80 milyon dolarlık kayıp Yumurta Üreticileri Merkez Birliği (YUM-BİR) Başkanı Hasan Konya ise Irak’ın ithalatı tekrar başlatma kararının tüm kanatlı sektörü için çok önemli olduğunu ifade etti. Irak’a Mayıs ayından bu yana çok küçük miktarda yumurta gönderdiklerini belirten Konya, “Sektörümüz her ay 250 tır yumurtayı Irak’a gönderirken geride kalan 2 ayda haftada 80 tır gönderebildik. Bu iki ayda yaklaşık 80 milyon dolarlık bir kayıp söz konusu” diye konuştu. Hasan Konya, sektörün hedefinin 500 milyon dolar ihracat olduğunu, Irak’ta ortaya çıkan açığı diğer pazarlarda kapatmak için çalıştıklarını, ihracatın tam manasıyla başlamasıyla fiyatlarda biraz hareketlilik yaşanabileceğini ancak bu hareketliliğin geçici olacağını sözlerine ekledi. Milliyet - 01.07.2015 *** Irak’taki peşmerge yönetimi, Türkiye’de kuş gribi salgını var iddiasıyla Türkiye’den yumurta alımını durdurmuş. İki ayda 500 tır yerine sadece 80 tır Irak’ a yumurta göndermişiz. 420 TIR dolusu yumurta elde kalmış değil mi? Üstelik son iki ayda yumurta fiyatları Türkiye’de neredeyse ikiye katlanmışken. Haydi, şimdi bunu arz - talep dengesiyle izah edin bakalım. Eğer ekonomi kuralına uygun olarak işlese, bırakın sosyal adaleti filan, kapitalist mantık bile yumurtayı ucuzlatıp eldeki ürünü zarardan kurtarmaya çalışırken, ya da yeni pazarlar ararken bizim vicdan yoksunu toptancılarımız ne yapıyor? İhracattan uğradığı zararı fiyatları düşürüp sürümden kazanmak yerine, maliyeti kendi vatandaşımıza yükleyip, fiyatları artırıyor. Kaybettiği 80 milyon doları kendi vatandaşının boğazından çıkartıyor. Yazıklar olsun... Bunu bu yıl patateste de gördük, geçen yıl pirinçte gördük. Evvelki yıl et fiyatlarında yaşadık. Bunun adı resmen karaborsacılıktır. Ve suçtur. Ete, patatese ve pirince, Hükümetimiz ve Tarım Bakanlığımız müdahale edince karaborsadan vazgeçmek zorunda kalan malum zihniyet, bu kez de Ramazan’ı da fırsat bilip yumurtadan saldırmış. Bu kadar mı gözünüzü para bürüdü?


52

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Hiç mi vicdanınızın sesini duymuyorsunuz artık? Yoksa “vicdan” ne, onu da mı bilmiyorsunuz? *** Seri katli nihayet yakalanır ve hâkim karşısına çıkarılır. Hâkim şahitleri dinledikten sonra seri katile dönüp sorar: - “Oğlum sen hiç vicdanının sesini dinlemedin mi?” Katil başını öne eğer, gayet mahcup cevap verir: - “Vallahi hâkim bey o söylediğinizin hangi kanalda, saat kaçta yayınladığından haberim yoktu(?)”

Pomakların Türk Olmadığını İddia Edenler Pomak Değildir!

Cengiz Ömer-25.Temmuz.2015

Pişkinlikte sınır tanımayan bazı sözde Pomaklar, çoğu zaman ukalâ bir edayla fırlayıp kendilerince “Pomak Türk’ü” denilemiyeceğini delillendirmeye çalışıyorlar. Neymiş, Pomak Pomak’mış, Türk de Türk’müş, dolayısıyla Pomak Türk’ü denemezmiş ve bunu söyleyenler çaresizliklerinden söylüyormuş, Pomakları Türkleştirmek istediklerinden söylüyorlarmış... En büyük iddiaları ve “bize cevap veremezler” dedikleri şu: Neden Pomaklar Türkçe konuşmuyor? Konuştukları (slav kırması) dil nasıl açıklanacak, diyorlar ve bu da onlara göre en büyük delilmiş. Gagavuzları ileri sürüyor ve attıklarına destek uyduruyorlar. Gagavuzlar dillerini korumuş ama Pomaklar koruyamamış. En büyük cehaletleri de burda sırıtıyor. Bir kere tarih bilmediklerini anlamak için tek başına bu yeter. Gagavuzlar Heath Lawry’ye göre (Osmanlı Uzmanıdır) Selçuklu Sultanı İzzettin Keykavuz’un Anadolu’dan göç eden torunlarıdır. Bunlar Balkanlı değildir. Zaten Türkçe biliyorlardı ve asimile olmak için zaman yeterli olmadı. Dolayısıyla sadece dinlerini kaybettiler. Pomaklar ise yüzyıllar boyu, hatta binlerce yıl önce Balkanlarda olan Türk kökenli halkların karışımından oluşan bir topluluk. Yazıları olmadığından


Makale ve Analizler - 2015

53

Balkanlar’da yazıya sahip Slavlar’la karışarak onların yazılarını benimsemek zorunda kalmış ve zamanla dilleri birçok dilin kırmasından oluşan bir Slav lehçesi olmuştur. Makedon ve Bulgarca’ya çok benzemektedir. Ben de onlara soruyorum: Bulgarların Türk asıllı oldukları ve Asya’dan geldikleri tarihen sabittir. Bugün İdil - Volga bölgesinde Tataristan, Çuvaşistan ve Başkurdistan bölgelerinde yaşayan halklar Bulgar olduklarını söylüyorlar. Özellikle Çuvaşistan, Doğu Bloku’nun çöküşüyle Rus yönetimine ülkelerinin Bulgaristan olarak isimlendirilmesi için isteklerini bildirmişlerdir. Bulgarlar Türk olup zamanında Türkçe konuşan bir halk iken zamanla nasıl asimile olup slavlaşmışlarsa, Pomaklar da bu süreç içerisinde dillerini bölgelere göre az veya çok kaybetmiş, ama İslam’ı seçerek farklılaşmışlar ve dinleri sayesinde bugün daha özgür bir şekilde -özellikle Bulgaristan’da- kendilerini yeniden keşfetmektedirler. Özlerine döndükçe Türk olduklarını öğreniyorlar. Hainlikte yarışanlar da yok değil, ama bunlar her toplumda belli bir oranda hep olmuştur. “Pomak Türkleri” diye tabir olmaz diyenler, işlerine gelmediği için bozuluyorlar. Bal gibi de olur... Kazak, Kırgız, Tatar, Azeri, Özbek derken bunların nasıl ki Türk asıllı olduklarını anlıyorsak, Pomak deyince de o anlaşılsın diye Pomak Türkleri diyoruz. Çünkü oynanan Slavlaştırma oyununda Pomaklara tek başına Pomak dendiğinde, bilmeyenler yanlış anlıyor. Bunu daha önce duymayanlar ve işin aslını bilmeyenler için özellikle “Pomak Türkleri” demek zorundayız. Hatta bu durumda, Pomak Türkleri demek şarttır. Pomakların slavlaştırılmasına bu şekilde set vurulmuş oluyor. Gerçi bu inkârcı “gezi” zekâlı zihniyete sorsanız, Azeriler, Tatarlar, Ahıskalılar ve hatta Karamanlılar da Türk değildir. Bu mantığa göre “Gagavuz ve Ahıska Türkleri” tabiri olamaz. Gagavuzlar da, Gagavuz’dur. Kırım Tatarları Tatar Türkleri değil, Tatar’dır, hatta Moğol’dur. Selçuklular da Türk değil, sadece Selçuklu’dur. Buna kendileri de inanmıyor, ama kimi kandırırsam kârdır, anlayışla ortalığı sulandırmaya çalışıyorlar. Bence asıl gayeleri de sadece ortalığı sulandırmak. Halbuki mesele gayet açık: Tarihte Türk asıllı olarak bilinen bir çok kavim ve devletin Türk olduklarını anlatmak adına tarihçiler, beraberinde Türk tabirini de kullanırlar. Meselâ Hun Türkleri, Kuman-Kıpçak, Peçenek, Bulgar Türkleri gibi. Bugün birçok insan bilmediği için Macar denen halkı farklı bir ırktan sanıyor. Oysa bizzat kendileri “Biz Türk’üz” diye haykırıyorlar. Bu işi anlamak için en basitiyle Moldovya’da özerk bir Cumhuriyet olarak varlık sürdüren Gagavuzya’daki Gagavuzlara göz atmak yeterlidir. Tek başına Gagavuz dediğimizde, bunu ilk defa duyanlar farklı bir milletten oluşan bir bölgeyi anlarlar.


54

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Oysa Gagavuzlar Selçuklu Sultanı İzzettin Keykavuz’un torunlarıdır. Kendileriyle konuştuğunuzda “Biz, Gagavuz Türkleriyiz” derler. Farz edelim ki Tatarlarlar Moğol’dur. Peki, onların konuştuğu Türkçeyi açıklasınlar o zaman. Hadi bakalım dünya akıllıları, açıklayın bakalım. Kazdığınız kuyudan çıkın bakalım. Günümüzde birçok halkın konuştuğu dil aynı olmasına rağmen köken olarak ayrıdır ve devletleri de farklıdır. Hırvatlar, Boşnaklar, Slovenler ve Sırplar farklı milletlerdir, ama aynı dili konuşurlar. Hırvatlar özellikle kendilerinin farklı kökenden olduklarını vurgularlar. İliryalıyız, ama Balkanlarda yoğun Slav baskısıyla dillerimiz asimile olmuştur, derler. Benzeri şeyleri Slovenler ve Boşnaklar da söylemektedirler. Brezilya Portekiz’in sömürgesi olduğundan burada resmi dil Portekizce olmuş ve okullarda yıllarca okutulduğu için bugün birçok halk Brezilya’da Portkizce konuşuyor ve resmi dil de Portekizce. Aynı şekilde Afrika’da birçok Fransız ve Belçika sömürgesi Fransızca konuşuyor. Afrikalılar kendi dillerini unutmuş Fransızca konuşuyor diye bunlar Fransız mı oluyorlar? Bizim kendini dünya akıllısı sanan Türk ve İslam düşmanı Slav Pomakçılarına göre şüphesiz Fransız. Bu şekilde biz de onların ne kadar “Fransız” olduklarını anlıyoruz. Bu “Fransızlar”, Bilimsel görüş ve delil diye ileri sürülen sürüyle zorlama ve uydurmaları, ancak bunlara inanmak isteyenlere yutturabilirler. Bir çoğuna kendileri bile inanmıyor, çünkü bence bunları ileri sürenler Pomak değildir. Ciddi bir Pomak böyle saçmalıklarla ve hainliklerle uğraşmaz. Bu nedenle, Pomakların Türk olmadığını iddia edenler bana göre Pomak olamaz. Bunlar olsa olsa Pomakları ve ellerine fırsat geçtiğinde en ufak bir bahane ile insanların akıllarına şüphe düşürüp Türk İslam dünyasını atomlarına ayırmaya çalışanların ürettiklerini dünyanın her yerinde pazarlayan “Frenkleşmiş” uşaklarıdır. Zaten sanal ortamdaki zırvalıklarına baktığınızda Batı Trakya’da Azınlık halkından yana değil, Azınlık basınına dava açan, Azınlığı asimile etmeye çalışan derin devletin ve resmi devlet politikası ağzıyla konuşuyorlar. Bunlar, Azınlık basınını ortadan kaldırmaya çalışan rejime hizmet etmektedirler. Türkiye’de Slav Pomak propagandası yapan solcu ve hümanistler, Yunanistan’da aşırı sağcı çevreler tarafından desteklenen aşırı sağcılarla, Yunan Pomakları ve gazetecileriyle aynı safta yer almaktadırlar. Sonuç itibarıyla Türkiye’de solcu, devrimci, ilerici, gezici, marksist ve anarşist geçinen uşaklar, Yunanistan’da ideolojik baş düşmanları sayılabilecek aşırı sağcı ve hatta ırkçı çevrelerin/zihniyetin ve kapitalist devlet ideolojisinin desteklediği kişilerle angaje olmaktadırlar.


Makale ve Analizler - 2015

55

Bunlarla dayanışma içerisinde olup azınlık karşıtı kişilerin avukatlığını, derin devletin borazanlığını yapmaktadırlar. Bu nasıl perhiz, ne biçim lâhana turşusu? Demek ki, iş Türk ve İslâm düşmanlığı yapmağa gelince, bütün şer güçler birleşiyor. Sağ sol demeden hepsi ittifak içerisinde topyekün saldırıyorlar. Batı Trakya Türkleri bugün Türkiye’dekine benzer bir toplu saldırıyla karşı karşıyadır. Türkiye ve Yunanistan’daki bütün paralel güçler sözde Yunan/Slav Pomakçılık, Romancılık ve daha birçok yapılanma ve söylem adı altında Batı Trakya Müslüman Türk Azınlığı’na kudurmuş köpekler gibi saldırmaktadırlar. Allah bizleri bunların şerrinden korusun!

Herşeyi Çok Yönlü Değerlendirelim!

Hüseyin Yıldırım-29.Temmuz.2015

Sahte Bayrak Kaldırıldı Yazılarımla ilgili gelen mesajlardan biri dikkatimi kilitledi. “Bghaber. org” yayınlarını Chicago’da izleyen Mustafa Kazak “Batı Dünyası bizden ne aldı? Onları da anlatın. Bilelim de bizde buralarda anlatalım,” demiş. Güzel bir niyet! Dünya, bizden öğrenileni bir bilse, Müslümanlara ve Türklere bakış açısı kökten değişirdi. Sorunuza örnekle cevap verme imkânımız olsa da, sizi bilgiye boğup bardağı taşırmak istemiyorum. Her yazarın konusu vardır. Cevabımı yazıma işleyeceğim. Dünyayı değiştiren liderler ansiklopedisinde yazdığına göre, Napolyon Bonaparté kullandığı savaş taktiklerini kimden öğrenmiş biliyor musunuz? Hz. Muhammed (sav)’in muzaffer savaşlarından; Roma İmparatoru ordularını Akdeniz’e döken Arap göçmen kabilelerinden! İşin özündeki inanarak savaşmak; kovalarken yenmek var. Arapları Afrika’dan Avrupa’ya taşıyan ve Fransa’nın burnu dibine Endülüs Müslüman devletini kuran bu zaferlerdir. Napolyon Müslüman Araplardan inançlı ordu kurmayı ve imanla savaşmayı öğrenmiştir. 1812’de Moskova kapılarına dayanan Fransız askerleri yeni bir din kadar yüreklendiren Büyük Devrim ateşi oldu. Dünyaya yeni bir din getiren Hz. Muhammed (sav)’in idealleriyle silahlanan Araplar güçlü ordular kurup eski Roma’nın bir bölümünü hızla fethetmişlerdi. Muhammetleşmiş dünyaya yeni dinle yenil-


56

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

mez inanç gelmişti.18. yüzyılda ruhen tamamen çökmüş olan Batıda devrim aşkı yeni kutsal bir din rolü gördü. Devrim adalete susamışların savaş silahı oldu. Napolyon ordularını eğitirken, İslam’ın dünyayı kucaklamasıyla müritlerin kalbine dolan inancı örnek aldı. Askerlerinin kalbine devrim ateşi aşıladı. O dönemde Fransa’da tek gerçek Napolyon ve Cumhuriyeti Zaman 1800 arifesi ve sonrasıydı. İslam için savaşanların Allah katında eşit olduğu inancı yeni bir ruh yaratmıştı. Bin yıldan fazla bir zaman sonra Fransa’da eşitlik, kardeşlik ve özgürlük şeklinde yeniden dalgalandı. Hep aynı şeyleri hayal ve umut eden insandı. Napolyon ordularının ayak basıp işgal ettikleri yerde özgürlük savaşçıları gibi karşılanmasını hayalleri kanatlandırarak sağladı. Dünyayı ve halkları değiştiren inançtı. Sorunuza yanıtı işte bu gerçekte aramalıyız. Batı bizden barbarlık ve insan eti yemeyi değil karanlıktan çıkıp aydınlık aramayı öğrendi. Yenilmezliği ve ebediliği bütün taşlarda yazılı Roma İmparatorluğu kalpleri fetheden İslam imanı karşısında denizlere döküldü. Aynı ateşle savaşan Fatih Mehmet Bizans’ı dize getirdi. Değişimin ateşi bizim ateşimizdir. Avrupa’nın Müslümanlıktan aldığı en büyük nimet, inanç ateşidir. Bu inanların içindeki yenilmezlik inancıdır. Korkmadan yaşamaktır. Esas olan, Allah adına ve onun iradesini egemen kılma yolunda Hz. Muhammed (sav)’in yalnız savunma savaşı yürüterek bile muzaffer olmasıdır. Yeryüzüne İslam ışığıyla inen toplum düzeni var olmuş olan her şeyden daha üstün olduğu için Roma’nın kölelik devrini kapatabildi. Çünkü ondan kat kat adildi. O eski çağda insan köleydi. Hayvan gibi alınıp satılırdı. İslam’la kutsal ve saygın olan İnsan oldu. Doğu Roma İmparatorluğu - Bizans’ı yıkıp yerine kurulan Osmanlı düzenine milenyum düşünürü Karl Marks “cennet” dedi. 3 kıtaya yayılıp hükmettiği topraklara yüzlerce yıl barış getiren Osmanlıdan başka bir devlet yoktur. 30 yıl ve 100 yıl din savaşlarında kırılan Avrupa’yı karanlıktan sıyrılıp aydınlık aramaya zorlayan Osmanlı oldu. İşte bu sebepledir ki, bugün hayran olduğumuz Batı ve benim dediği buluşların temelinde Osmanlı ve Müslümanlık örnekleri vardır. İslam ışığı olmasaydı, Osmanlı onların ensesinde solumasaydı Batı Orta Çağın zifiri karanlığında bocalamaya devam edecekti. Olaylara bu açıdan baktığımızda gerçekleri çok daha parlak ve bütünsel algılayabiliriz. Batıyı dönüşüme zorlayan dürtü Doğu’dan gelen ışıktır. Yani bizim zekâmızdır. Roma medeniyetinin en önemli merkezleri Mısır, Suriye, Tunus, Anadolu idi. Bu diyar aydınlığın karanlığı yendiği topraklardır. Görüyorsunuz bugün de Batının karanlık güçleri bu topraklar çöreklendi. İŞİD, PKK, DAİŞ, DHKPC,


Makale ve Analizler - 2015

57

PYD vs. kiralık katil sürüleri sayesinde bu toprakların gerçek sahibi olan yerli halkı kırıp sahte bayrak dalgalandırıyor. Köyleri yakarak sözde medeniyet çarpışmasından dem vuruyorlar. Zafer her zaman yaşadığı toprakları memleket bilen, ekip biçen halkındır. Konum itibarıyla Batı değil, Orta Doğu olan bu diyarda tek kurtarıcı güç olarak Hz. Muhammed ruhuyla ve Cumhuriyet inancıyla silahlanmış Türk ordusunu görüyoruz. Vicdanını satıp para için katliam yapan kiralık katileri yok edip bölgeye barış ve adalet getirecek umut Türkiye’dir. Halklar Türkiye’nin barış ve güvenliği savunduğuna inanıyor. Türkiye’nin yılan başını ezeceğine güven büyüyor. Görüldüğü gibi, kötülük yapanlar da ölmek istemiyor. Bir öyküsü şöyle anlatır: Yaşlı bir adam odun kesmiş, sonra da sırtına yükleyip yola koyulmuş. Uzun bir yol kat ettikten sonra yorulmuş, hayatından bezmiş. Odunları yere bırakıp kendisini alsın götürsün diye Ölüm’ü çağırmış. Hemen karşısına beliren Ölüm, “kendisini neden çağırdığını” sormuş. Yaşı adam, “Ağır odunları kaldırıp tekrar sırtıma yüklemen için çağırdım,” demiş. Katillerin bile yaşamak istediğini de anlatır bu masal. Her ne kadar haksız olsa da ölmeyi, yok olmayı, silinip unutulmayı kimse istemeyiz. İŞİD, PKK, DAİŞ, DHKPC, PYD gibi örgütler de kendi halkları önünde katil durumdadır ama teslim olup “idam cezamı kesin,” demez. Olayları bu açıdan değerlendirenler, Türkiye Hava Kuvvetlerinin son günlerde düşmanı nokta atışlarıyla gözünden vurmasını takdir etti. Türkiye, Türkiye’de yaşayanların vatanıdır. Irak ve Suriye katil yurdu olamaz. Bugün sığınmacı ama oralı olan yerli halkın huzur bulacağı bir toprak parçasıdır. Terörle toprak işgali ve halkları memleketlerinde silah zoruyla kovma çağı kapanmıştır. Haklı savaşlar kesin huzur tesis edilene kadar devam eder. Suçlu halk yoktur. Terör üste çıkan bir tortudur ve çökertilip temizlenmelidir. Bu gibi nitelik taşıyan olaylara bir de Bulgaristan açısından bakalım: 24 Temmuz 2015 günü Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) milletvekillerinin istemedikleri Anayasa Değişikliğine Sofya meclisinde sıraya durup kuzu kuzu imza atmalarını izledik. İçlerine oturmuş korku gözlerinde okunuyor. Tükenmez tutan eller titriyordu. Bu görünmez bir güce itaatti. Hepsi statükocu olan HÖH milletvekilleri 26 yıl sonra ilk kez topluca geriledi. Statükocu yani 1990’da devralınan ve halen egemen olan totaliter hukuksal düzenin sürmesinden yana olan bu 36 kişi, neden mi geriledi? Aslında onlar kimliklerine sağdık kalsalardı ve Geçiş Döneminde Türk ve Müslümanların hak ve özgürlükleri tanınmadığına, yargı sistemi tökezlediğine ve adalet rafa kaldırıldığına göre, edinimlere “evet” deselerdi, doğal kabul edilirdi. Olmadı. Ayak dirediler. İşte bu noktada onların tavrını her yönlü analiz etmek zorundayız. Ne yazık ki, en öncü görüşlerin taşıyıcısı olması gereken bu partinin mayasında tutuculuk var. HÖH yönetimi tota-


58

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

liter düzen takıntılarını bir türlü aşamıyor. Hak ve hukuk, adalet konularında komünizmden miras kalanı korumayı sanki kendine görev biliyor. Bu saflarda Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) ve Rusya beslemesi “ATAKA” partisiyle beraber yürüyor. Olayın özü şudur: Sosyalist-totaliter düzende yasama, yönetme ve yargı iç içeydi. Yargı ile savcılık da iç içeydi. Mahkeme kararlarını belirleyen Bulgaristan Komünist Partisi (BK) ile gizli polis örgütü (DS) idi. Dava dosyası, kanır ve gerekçeler havada buluttu. 1990’da bizde yanlış demokrasi bayrağı kalktı. 1992 kabul edilen demokrasi Anayasası yargı sistemine pek dokunmadı, yargı organı ile savcı makamını ayırmadı. Yargıcı atayan savcıyı da atıyor. Savcılar duruşma salonunda kaldı. O gün bu gün 26 sene geçti ama beklenen adalet mahkeme kapısını bir türlü çalmadı. Hele HÖH - DPS partisi totaliter düzen suçlularından her hangi birinin tutuklanıp yargılanmasına hep engel oldu. İsim değiştirme sürecinde işlenen suçların, totaliter dönem suçlularının yargıya teslim edilmesi yolunu kapattı. Oysa AB üyesiyiz. AB hukuku insanlığa karşı işlenen suçları unutmuyor ve af etmiyor. 1942’de 12 Yahudi’nin öldürülmesinde parmağı olan Hitler subayı Herr Gorrin 70 yıl sonra, 94 yaşında bileklerini uzattı ve kelepçeleri takıldı. 25 milyon kurban veren Almanya’nın sanki aklı başına gelmiş ki, katillerin, insanlara zulüm edenlerin suçları için zaman aşımı olamaz, diyor. Zülüm ruhunu yok etmeyi öngören bu ilke bütün AB ülkeleri hukuku için neden zorunlu değil? Hukuk normları kökten farklı olan devletlerarasında hukuksal birlik ve ortak adalet anlayışı olabilir mi? Bugün artık ilk adım gerileyen sahte hak ve özgürlükçülüğün sahte bayrak salladığı ilk önce şöyle ortaya çıktı. Önce şuna işaret edeyim. Bir idealinin yalan olması, bir tuzak olması onun tutmasına ve yayılmasına engel değildir. Bizde de tam öyle oldu. Sahte bir idealin başına sahte bir lider diktiler ve itiraz eden olmadı. Karşı çıkanlar da memleketten kovuldu ve herkes sustu. Olay, Bulgaristan’da devlet gücünün halka her şeyi dayatabildiğine örnektir. Olayı açmaya bu temel üzerinde devam edelim. Bir hünersiz zevali olan ama gizli polise müzevir olmayı kabul eden ve daha sonra hainlik başı olan kukla lider Ahmet Doğan, Sofya’dan ve Bulgaristan’dan tükürük yağmuru ve lanet çığlıkları arasında kaçması beklenen Todor Jivkov’u evinde ziyaret etti. Böylece onun görülmez güçler tarafından yönlendirildiği ortaya çıktı. 10 yıl sonra onun kahpeliği tekrar etti. Hainlik başı Doğan bu defa 1944’ten önce dedesi, babası ve kendisi Pomakları defalarca din ve kimlik değiştirmeye zorlayan, üzen, ezen ve onlara etmediğini bırakmayan, camilerini kilise yapan, vaftiz eden, din değiştirmeye zorlayan Simeyon Saks Kobur-gotski’yi İspanya başkentinde ziyaret etti. Bulgaristan’a başbakanı olmaya çağırdı. Biz Bulgaristanlı Türkler olarak onun bu hareketlerinden utandık ve kendisini lanetledik.


Makale ve Analizler - 2015

59

Dahası var. 2007’de Avrupa Birliği’ne davet edildiğimizde “Bulgaristan’da yaşayan Türklerin ve diğer etnik ve dini azınlıkların çözülmedik sorunu yoktur” bildirgesini imzaladı ve can alıcı etnik sorunlarımızın Avrupa Birliği içinde çözebilmemiz kapılarını da yüzümüze kapadı. Bunlar ihanet edimleridir. HÖH - DPS partisinin etnik azınlıkları totaliter statüko içinde boğup eritme çabalarına kanıttır. Azınlıkların hakları tanınmış tanınmamış ne Ahmet Doğan’ın ne de Lütfü Mestan’ın umurunda değildi. Onların anlayışında insan hakları, hukuksal edinimler ve adalet ve özgürlükler, ihtiyaca göre kesilen kumaş gibidir. Bizde ceket pantolon diken terzi kalmadı. Vatandaş Almanya morglarından gönderilen ve ikinci el satan mağazalarda kilo hesabıyla alıcı bulan hazır giyime alıştı. Kumaş kestiren yok. İktidara gelince, 2009 - 2013 arası ilk dönem iktidar olan GERB ve Başbakan Boyko Borisov hak ve özgürlük, azınlık sorunları, dini hürriyetler gibi ufak işlerle uğraşmadı. 2014 Kasımında ikinci kez iktidar olurken, haktan hukuktan, Anayasa değişliğinden pek söz etmedi. Reform işlerini Reformcu Blok grubuna devretti ve şimdi HÖH - DPS “olmaz” deyince birden tökezledi ve kamuoyunda yeni bir durum oluştu. RB hukuk ekibi HÖH lideri Mestan’ı uzlaşmak amacıyla dostane görüşmeye davet etti. Bu görüşmede Mestan’ın hukuk bilgilerinin ve hukuk felsefesinin takıntılı olduğu ortaya çıkınca, masadan kovuldu. DPS partisinin en büyük hukuk uzmanı geçinen Daniel Peevski hakkında “Kapital” gazetesinde bir yazı çıktı. Çevre Sağlığı Bakan Yardımcılığından kovulmazdan önce savcılık makamına bağlı Sofya Sorgulamasında çalışmış görünen milletvekili Peevski, 3 yılda hiç bir dosyayı kapatmamış, hiç bir sorunu çözmemiş, hiç bir olayı dava aşamasına götürememiştir. Durum budur. Parti ve hükümet başı olan Boyko Borisov, 240 milletvekili olan Sofya Meclisinde 160 veya 180 oy sağlamadan Anayasa’nın hiç bir maddesine dokunamayacağını anladı. HÖH’ün 36 oyu olmadan aranan çoğunlu sağlamak tamamen imkânsız, çünkü Moskovacı “Ataka” ile Putinci Sosyalistler görüşmelere zaten katılmıyor. Aşılamayan çıta şudur: “Yüksek Yargı üyeleri majoriter (oy fazlasıyla seçilir) ve yargı ile savcılık makamları birbirinden ayrılır.” Her yerde “demokratım” diyen Lütfü Mestan adaletin bu olmazsa olmazını kabul etmedi. Daha anlaşılır olsun diye yazıyorum, değişiklik yapıldığında Razgrad yargıcını Razgratlılar, Filibe yargıcını da Filibe sakinleri kendileri seçecektir. Savcılık da yargıca, dosyaya, davalara, duruşmalara direk ve dolaylı olarak müdahale hakkını yitirecektir. Ne ki, bunlar onun adalet ve demokratik hukuk anlayışına ters düş-


60

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tüğü için ıvırdı kıvırdı ve uzun zaman “hayır” dedikten sonra ne sebepleyse artık pisi pisi imzaladı. Uzunca oldu ama anlatmak istediğim gerileme buydu. Şu bilinmeli, bu memlekette en fazla ezilen, en haksız yaşayan, terör görmüş, göçe zorlanmış bir etnik azınlığın hukuksal savunması totaliter adalet anlayışıyla asla yapılamaz. Bulgaristan hukuk sisteminin yeni baştan düzenlenmesi zorunludur. Bunu artık AB, ABD ve tüm dünya demokratları istiyor. Aynı suçtan yargılanan ve 11 yıl alan Ak Kadınlı Sever evde rahatına bakarken, aynı kasabanın belediye başkanı Dr. Tabakov aynı davadan 5 yıl alıp Varna hapsine tıkılamaz. Ahmet Doğan’ı kürsüden indiren Oktay Yenimehmedov’u suçsuz bulan Sofya İstinaf Mahkemesi Başkanı Veselin Pengezov görevinden atılıp yargılanamaz. HÖH lideri olayları çok yönlü ve insanlarımızın bakış açısından görmezse kendi kendini bitirir. Ejderha pençeleri adalet sistemimizin üzerinden mutlaka çekilmelidir.

Yüzyılda Geçse Unutamayız!

Neriman Eralp Kalyoncuoğlu-29.Temmuz.2015

Konu: Gençliği Yollarda Dökülenler Bir türkü var radyoda: Bulgaristan muhacirleri, Çöküyor çadırları. Çöküyor hep çadırları Ağılıyor çocukları. Halkımız çok büyük bir acı yaşadı. Ağılıyor çocuklarımız! Kalbi kirlenmemiş insanlardık. Dayanamayız asla çocuk ağlamasına! Gözden düşmüş duruma getirildik. Bir el açmadığımız kaldı, onurumuzu avucumuza alıp da! Yalnız gözlerinde kalmıştı umut:


Makale ve Analizler - 2015

61

Anadilimiz, örf ve adetlerimiz, manilerimiz, kına türkülerimiz vs unutturulmuştu. Bayramlaşma sıcaklığını unutmuş insan durumuna getirilmiştik. En doğru telaffuz ettiğimiz söylerdi: “Yalan bir ömür, böyle gelmiş böyle gider!” Gitmiyor işte, yaprakları dökülmüş, çiçeklerini bu sene de kıra vurmuş bir kuru kazık gibi durmuş önüme, ne ileri ne geri. Ve Ahmet Şerif’in bir şiiri geliyor aklıma: Çocukluğumda arı idim, kır çiçeklerini sevdim. Çiçekten çiçeğe konarak Sevdiğim şarkıları söyledim! Hayat, ben senin adını o zaman Sevdiğim bir çiçek sandım! Her yaşın şarkısı başka, tasası, sevinci başka Öğrenci sıralarında düşmüştü çocuk gölüm ilk aşka. Hayat, ben senin aşkını o zaman Sevdiğim bir kız sandım! Yazık ki günlerim hep boşuna akmış! Hayat sende şiiriyet olmayınca Sevgi de yıkılıyor, memleket de! Memleketi olmayan insanların sevgisi olur mu diye çok düşündüm. Sevemeyen insanların memleketi olur mu? Çiçek olmadan arıların bal yapamayacağı gibi bir şey! Öyleyse çiçekler neden bal yüklü? Elindeki bavula, sırtındaki çıkıya ya da hudut kapısında çektiği arabaya memleketi sığdırdım diyenler vardı. Ha deyelim ki, geçmişini sırtladı, beraberinde getirdi, geleceği nerede? Ağlayan çocuklarından biri elinde, ufağı kucağında, öteki de 3 adım önünde... Annen, baban, kardeşlerin, nenen ve deden nerede? Dünyanın yarısı orada kalmadı mı? Ağlayanlar ne için ağlıyor? Aklın neden hep orada? Kurtulduk diye mi? Yoksa öksüz kaldık diye mi? Memleketsizlik öksüzlüktür. Dayanılmaz bir ayrılıktır, nasıl dayandın! Herkesin başka bir şey için ağladığı dorudur. Soruyorum: Bu seslerin hepsi neden yanık ve yakıcı. Ağlayanın içinde bir ateş var ki, o ses bu kadar dağlayıcı...


62

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Dağlardan büyük umutlarımız kaldı orada. Sınır kapısı umutlara dar, geçit yoktu onlara! Bir de, kurda kuşa yem olmamak için kendimize kazdığımız mezarlar açık kaldı. Zorla kazdırılan mezarlar da.... Hazır kazmışken kendi ellerimle kendi çukurumu keşke gömselerdi beni! Bu sözleri babandan, dayından, amcandan işitmek ne kadar zor bir bilsen sen! Defnedecek adam da kalmamıştı köyde! Şansımız olsa da sorsaydı hoca son merasimde “gözün arkada kalmasın, her şeyini aldın mı?” diye. “Öfkemi, nefretimi, hıncımı büyük büyük sopalarla bıraktım,” diyecektim. Öfkemi götürmeme gerek yok. Burada doğmuş, burada kalacak. Kabrimi kim bekleyecek? Benimki öyle bir öfke ki, ne cennete ne de cehenneme sığar. Çocuklar ağladıkça köpürür. Kime öfkeliyim ben? Bilmiyorum! Olabilir ya en fazla kendi kendime... Her söylenene inandığım, öküzleri adam sandığım, dediklerini harfiyen yaptığım, tuzağa düşürüldüğümü göremediğim! Ben öfkelim kendime! Öfkesini kendinden çıkaramayan, başkasından asla çıkaramaz. Öfke sakatı kalır ömür boyu. Sakat kaldım ben! Cesedimi bir köpek leşi gibi atsalardı çukura... Korktular doğrudan cennetlik olurum diye! Çile görenlerin hepsi cennetliktir. Eziyet görmeyen mi var! Kazdığım mezarın beni beklediğimi düşünürüm hep. Bu da başka bir eziyet! Başka bir mezara da gömülsem yine aklımda kalacak. Bir insan kendi mezarını kendi ellerinle kazmamışsa, bunu anlamakta zorlanır. Bu başka bir duygu! İnsandan büyük ve gözle görülmeyecek kadar küçük. Bir insana kendi mezarını kendi elleriyle kazdırmanın cezası yok. İnsan hakları da işlememiş bu konuyu. Zaten ölenlerin dava dosyaları kapanır. Çekilen zulüm ve görülmemiş ceza geçen kışın karı gibi birden yok oluyor. Ne ki, insanın kendi mezarını kazması soğan kazmak gibi bir şey asla değil. Türküyü kaydettim ve yeniden dinliyorum: Bulgaristan muhacirleri, Çöküyor çadırları. Çöküyor hep çadırları Ağılıyor çocukları.


Makale ve Analizler - 2015

63

1989’un bu aylarında grup halinde kovulmaya başlamıştık. Hatırlayalım.

Anti-Terörist Ortaklık

Musa Vatansever-29.Temmuz.2015

Konu: Türkiye’nin Büyük Diplomatik Başarısı F-16 savaş uçaklarının ilk nokta atışları yapılınca kuyruğuna basılmış kertenkele gibi cıyakladılar. Kuyruğu bırakıp kaçmak mi, renk değiştirmek ve yeni maske takmak mi iyi olur diye düşündüler kaldılar. Sabrın sonunun geleceği günü düşünememişlerdi. Bu defa “Savaşa Karşıyız!” sloganı tutmayacak, çünkü tutması için önce “Teröre Karşıyız!” “İnsanların Katledilmesine Karşıyız!”, “Caniliğe Karşıyız!” pankartları taşınmalıydı. İkincileri ne yazdınız ne de taşıdınız. İnsanların kucu gibi kesilmesine karşı miting düzenlemeniz gerekirdi, yapmadınız. Cenaze törenlerine gelmediniz, kimseyle helalaşmadınız... Şimdi birden bire, “bu bir savaş”, “Biz savaş istemiyoruz?” diye bağırıştılar. İki çeşit savaş vardır. Biri Haklı ve Adil Savaş! İkincisi de sizin mazlum insanlara karşı gece gündüz yürüttüğünüz sinsi saldırı savaşıdır ki, baştan aşağı haksızdır, lanetlidir ve durdurulup yok edilmesi kutsaldır. Haksız olan, niteliğinde bir saldırı olan terör savaşlarının tümü haksızdır. Hedeflenen mazlum insanların huzurlu yaşamıdır, gasp ve talandır. Türkiye’nin Yakın Doğu sınırı ötesine konuşlanmış, Irak ve Suriye’de ölüm saçan, barbar olduğu kadar da vahşi, acımasız, merhametsiz saldırgan terör örgütlenmesine ve kudurmuşça saldırılarına karşı açılmış bir savaştır sözünü ettiğimiz yeni haklı akın. Yakın Doğu, dünya gizli karar merkezlerinin sinsi planlarını gerçekleştirerek birçok kabileyi, halkı ve devleti parçalayıp yok etme planlarına atış alanı, tatbikat sahası ve insanlığın sabrını sınama merkezi haline getirilemez! Yılanın uzadığı, kertenkelenin büyüdüğü ve ateşin de yayıldığı gibi zorla yakılan şu ölüm ateşinin ayevleri yükseldikçe kıvılcımlar Türkiye’ye de sıçramaya başladı. Bu imha ateşine benzin atanlar nereye gizlenirlerse gizlensinler, kiralık katillerinin hiç bi-


64

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

rinin mezarına gelmeseler bile, gün gelip onlar da inlerinden çıkacak ve yok edileceklerdir. Gizli hazırlanan imha etme ve hakim olma planlarının bin bilmem kaçıncı sayfasında Türk halkının yok edilmesi cümlesinin yazılı olduğundan da şüphe etmiyoruz. Çünkü kendileri kara cahil yüzleri maskeli katillerine verilen son emir yok, gözü dönmüşler sözde “yeni bir dünya kurmak için” eski dünyayı karıncalarına kadar öldürüp yok etmeyi göze almışlar. Berrak akan suların tüm diğer içilir kaynakları yatağına aldığı bilinir. Haklı savaşlarda hep öncü olan Türkiye Cumhuriyeti yeryüzünde terör kaynaklarını yok etmeye yeminli tüm halkları ve devletleri, ulusal ve uluslar arası barış ve adalet örgütlerini, insan hakları güçlerini saflarında toplamayı başarıyor. Öldüren katili öldürmek sevaptır inancı bölgeye ve dünyaya yayılıyor. Teröristlerle kesin hesaplaşma zamanı geldiğine inananlar eyleme geçiyor. Türkiye’nin yeni dış politikası, büyük bir bölgeyi yakan ve katillerin herkesi öldürme niyetinin gözle göründüğü, savaşın diğer bölgelere de yayılarak yayıldığı bir dönemde cankurtaran olarak yetişti. Şu da var, dünya artık tüm teröristlerin aynı kaynaktan beslendiğini, silahlandırılıp kışkırtıldığını gördü ve inandı. 40 yıldan beri silah bırakmayan PKK ile yeni hareketlenen DEAŞ’ın aynı katil sürüsünden olduğunu görmeyen kalmadı. Yeni ve isabetli politikanın ilan edilmesi ve ilk jetlerin havalanmasıyla birlikte Birleşik Amerika hükümetinin Ankara’nın anti-terörist harekâtını tamamen ve bütünsel desteklediğini açıkladı. Dünyanın en büyük 4 askeri hava üssünden biri olan, Yakın Doğu barışı için stratejik önem taşıyan, Adana “İncirlik” askeri tesisini anti-terörist operasyonlarda birlikte lojistik ve operasyonel kullanma kararı açıklandı. İnşasına 1951’de başlanan, 1954’te tamamlanan ve 1974 Kıbrıs çıkarması sırasında olduğu gibi aralıklarla kapatılan, sonra yine açılan bu tesisin son dönemde ucu direk olarak Türkiye’ye de uzanan, her gün can alan Irak ve Suriye’deki terör başkaldırısına karşı ortak kullanımı öncelikle çok büyük bir diplomatik başarıdır. Son 60 yılda, NATO çerçevesinde de olmak üzere, “İncirlik” Türkiye’nin devlet bütünlüğünün korunması ve Türk dış politikasının stratejik hedefleri için bu kadar kararlı olmak üzere birlikte kullanılmamıştı. Yakın Doğuda, Türkiye’nin komşularıyla sınırlarında ve düşman inlerinde yepyeni bir durum meydana geldi. Teröristleri karargâhlarında yok etme kararlılığı bölgede dua edilerek karşılandı. Yeni durumun adı “teröristlere göz açtırmama kararlılığıdır!” Bu kutsal bir karardır. Türk Amerikan ilişkilerinde şimdiye kadar erişilememiş bir doruktur. Bu politik tezi doğru anlatabilmem açısından Türk Amerikan ilişkilerinin tarihine bir göz atalım:


Makale ve Analizler - 2015

65

Türkiye - ABD ilişkilerinin başlangıç tarihi, şimdilerde unutulmuştur; ama oldukça gerilere 1780’lere kadar gider. Yani Bulgaristan Osmanlı sınırları içindeydi ve Osmanlının bir parçasıydı o zamanlar. Söz konusu yıllarda Amerikan gazetelerinde Türk-Osmanlı tarım ürünleri başta olmak üzere, İzmir’in incirini pazarlayan şirketlerin ilanları yer almaktaydı. 1799’da ABD Başkanı John Adams, bir komisyon kurdurarak, komisyon başkanlığına adadığı William L. Smith’ten, Osmanlılarla bir dostluk ve ticaret antlaşması yapabilmek için görüşmeler başlatılmasını istemişti. Nedir ki, bu komisyonun çalışmaları bir sonuç getirmemiş, Osmanlı devleti henüz “rüştünü kanıt etmemiş” olan Amerika ile dostluk ve ticaret antlaşması imzalamaya yanaşmamıştır. Bu antlaşma daha sonra Başkan Andrew Jackson döneminde, 7 Mayıs 1830’da İstanbul’da imzalanmıştır. Böylelikle Amerika, 1535 yılından beri Osmanlı’nın vermekte olduğu kapitülasyonlardan da yararlanmış oldu. Amerika kapitülasyonların veriliş sırasına göre 12. devletti. Daha önce kapitülasyon almış olan Fransa, Avusturya, İngiltere, Hollanda, İsveç, Danimarka, Prusya, Bavyera, Rusya, İtalya bu özel ticaret antlaşmalarından büyük karlar elde etmekteydiler. Amerika ile imzalanan ticaret antlaşması ve verilen “en imtiyazlı ulus” statüsü Amerikan Senatosu tarafından çabucak ve 40 lehte oya 1 karşı oyla imzalanmıştı. Osmanlı topraklarına ilk ayak basan misyonerlerse Pliny Fisk ve Levi Parsons olmuşlardı. Bu iki din adamı 5 Ocak 1820’de İzmir’e gelmişlerdi. Anadolu topraklarında misyonerlik faaliyetlerini sürdürmek ve Hıristiyanlığın diğer kollarıyla misyonerlik yarışına girmek için uğraşan bu iki din adamından Amerikan Devleti ilginç bir talepte bulunmuştu. Kısaca ABCFM diye bilinen Congregational Kilisesi’ne bağlı olan Amerikan Yabancı Misyonerlik Komisyonu bu iki din adamından önce Anadolu’da aşiretlerin yerleşim alanlarını ve yaşam tarzlarıyla Osmanlı’daki sınıfsal kurumların incelenmesini ve raporlar halinde kiliseye iletmelerini istemişti. Amerika ile Türkiye arasında 1830’da imzalanan dostluk ve ticaret antlaşması yaklaşık 100 yıl yürürlükte kaldı. Lozan 1923 antlaşmasıyla Türkiye Osmanlı tarafından verilmiş olan tüm kapitülasyonlardan kurtuldu. Ne var ki, Lozan’ın Amerikan senatosundaki onaylanması Ermeniler tarafından ve Episkopal Kilisesi’nin gayretleriyle 50 karşı oyla 34 lehte oyla reddedilmişti. Yukarıda sözünü ettiğim diğer kilise, Congregational ise Türk-Osmanlı topraklarında en etkili faaliyetlerini yürütmüş kurumdu. Okullar açmış ve pek çok insanı kendi bünyesine kazandırmıştı. Bu kiliseye katılan Anadolu halkının büyük çoğunluğu, Müslüman değildi, diğer Hıristiyan mezheplerine mensup (Süryani, Sabi, Nasturi, Keldani, vb) insanlardı.


66

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu iki kiliseden Episkopal Kilisesi, Protestanlığa daha yakındır ve aynı yıllarda bu iki kilise arasında Türkiye konusunda da amansız bir rekabet yaşanmıştır. Osmanlı Devleti, ilginçtir ki, kendisi bir monarşi olmasına rağmen, Amerikan İç Savaşında (1861–1865) Federalist ve Cumhuriyetçi güçlerin “Birleşik Devlet” kurmaları tezini ve “Temsili Hükümeti” yerleştirmeleri fikrini desteklemişti. Osmanlı, birçok Avrupa devletinin aksine Amerika’nın “Bölünmez Bütünlüğünü” savunduğunu açıkça tüm dost ve düşmanlarına -en başta İngiltere ve Rusya- ilan etmekten kaçınmamıştı. 1861’de Amerika Edward Joy Moris’i Türkiye Bakanı olarak atamıştı ve kendisinden sultanın desteğinin hangi yönde olduğunu öğrenmesini istemişti. 1861’de Sultanla görüşen Morris Amerikan Başkanına şu mektubu yazmıştır: “Sultan, Birleşik Devletlerin bölünmezliğini savunuyor. Bu güzel haberi Amerika’ya bildirmek beni çok mutlu etti. Amerika, bu büyük imparatorlukta kendisine çok yakın bir dost bulmuştur.” Osmanlı bununla kalmadı. Bir de kararname yayınlayarak Osmanlı’nın denetiminde ya da etkisinde olan tüm limanlarda Amerikan gemilerine, başka devletler tarafından engelleme yapılmasını ya da başka yollardan zarar verilmesini yasakladı. Türk - Amerikan ilişkilerinin kısa tarihinden bazı sayfalar verdim. Adana “İncirlik” üssüne ve bu askeri tesisi ortak düşmana karşı birlikte kullanmaya giden yolun kaldırım taşlarında yürüdük. Şimdi ilk kez olmak üzere Amerika Türkiye’nin toprak bütünlüğünden yana, ortak düşman olan uluslararası terörizme karşı omuz omuza savaşma, aynı askeri üssü aynı hedeflere karşı birlikte kullanma ve düşmanı yok edici dereceye tırmandırmayı kabul ettiğini görüyoruz. Bu çok uzun bir diplomatik uğraşının zafer doruğudur. Biz Bulgaristanlı soydaşlar, derneğimiz ve taraftarlarımız, tüm dostlarımızla birlikte Türk diplomasisinin büyük başarısını candan kutluyoruz.


Makale ve Analizler - 2015

67

Başka Türkiye Yok!

Rafet Ulutrük-29.Temmuz.2015

Konumuz: Dilinde, Buna Da Şükür!, Olmayan Halk! Teröre karşı çıkan herkesi öldüren bir zihniyet çıktı karşımıza. Kaç bin yılın nefreti toplanmış içinde? Irak ve Suriye’de kol geziyor. Birkaç gün öncesine kadar hedefini anlamak zordu. Artık maskesi düştü. Yahudiler bu toprakları İsa’dan önce 66 yılında kaybetmişlerdi. 1948’de İsrail devleti kurulmazdan önce bir taşını geri alabileceklerini kimse hayal bile etmiyordu. “Kutsal” dedikleri bu topraklar üzerine en dev imparatorluklar yerleşmiş, kılıcın en keskin ve silahın olduğu devirde en kanlı savaşlar burada yapılmıştı. Yahudiler 1880 yıl topraksız, vatansız ve devletsiz yaşadılar, yok olmadılar, eski dilleri ifritle ve dinleriyle dayandılar. Tevrat’ta işaret edilen toprakların bir parçasını geri alabilmeleri ve devlet kurabilmeleri en fazla ezildikleri 20. yüzyılda mucize etkisi yaptı. Yahudi devletinin kurulduğu gün onları yenebiliriz fikri yeniden doğdu. Bu, Hıristiyanlar için İsa Peygamberin sözde dirilmesi kadar önemliydi. Bir hayal bile olsa onların ruhunu hep okşadı. Yeni tarihin son 67 yılında Hristiyan aleminin Arap ve Türkiye toprakları üzerindeki emellerini kışkırtan budur. Şuna işaret edeyim, 1990’a kadar Batı dünyası güçlerini başlıca komünizmle mücadeleye bağladığı için, Türkiye ve Arap toprakları üzerindeki talepleri bu kadar yoğun değildi. İsrail devleti geçen yüzyılın ikinci yarısında Mısır ve Suriye ile Gaza şeridindeki Filistinlilerle tek başına başa çıkmayı defalarca denese de Muaffak olamadı. Sonra Amerika’ya bel bağlayıp saldırı savaşları başlattı. Lübnan’ı yok etmeyi denedi. Durduruldu. Zamanı geldikçe “Otur oturduğun yerde!” deyen büyük güç hareketlendi. Son olarak bu çıkışı Davost’ta Türkiye Cumhuriyetinin Başbakanı Sayın RecepTayyip Erdoğan “Bir Dakika!” repliğiyle yaptı. O günden sonra Tel Aviv durakladı ve bölge devletlerini yıpratma taktiğine yeni değişik halkalar aradı. Örneğin, HAMAS’ı karşısında bulunca yüzlerce tankla Beyrut’a girme hevesinden caydı. 40 yıldan beri arkaladığı PKK gibi terör örgütlerini ayakta tuttu. Suriye ve Irak’ta DAİŞ, DHKPC, IŞİD, PYD gibi daha amansız ve azgın terör örgütleri kurdu. Katil buldu, eğitti, silahlandırdı, kışkırttı. Müslüman’ı Müslüman’a kırdırmayı denedi. Kanlı olayları izleyenler, Irak Suriye futbol turnuvası eleme karşılaşmalarında oyuncuların birbirini kırdığını gözlüyordu sanki. Dünyada ne kadar kana susamış eğitimli katil varsa bölgeye toplandı. Süngülerindeki kanı silmeden Türkiye devlet sınırlarına her gün biraz


68

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

daha yaklaştılar. Önce olan yerlilere oldu. Milyonlarcası Türkiye’ye Lübnan’a, değişik ülkelere kaçtı, sığındı. Facia 3 - 4 yıldan beri şiddetlenerek devam erken nokta atışı yapanlar, Türkiye sınır bölgelerinde kurban almaya başladı. Bu arada Türkiye gündemindeki barış sürecinin bir aldatmaca olduğu anlaşıldı. 4 yıl önce yeni bir sayfa açan Kürt etnik azınlığı ile barışıp kaynaşma süreci bu nenle durdu. Her gün yol kesenleri temsil eden politik kimlik TBMM’ne girdi. Bunu Türkiye demokrasisinin bir kazanı olarak değil de, Türkiye devletini geriletip zor duruma düşürmede bir başarı olarak algılayanlar baş kaldırmaya ve doğrudan devlet üzerine tepki göstermeye başladılar. Politik kimliklerine şehir maskesi takmada gecikmediler. Bu arada tuzak kurma, devlet memuruna, polise, savcıya, yargıca, asker ve subaya saldırılar kesilmedi. Hem dağda hem mecliste aktif olanlar Türkiye devleti içinde ölü köyler, ölü kasabalar, ölü iller yaratma, araç sürülemeyen yol ve kavşaklar yaratma hainliğini elden bırakmadılar. Sıradan vatandaşı korku bataklığına itme, devletimizin çalışmalarını baltalama yolu seçildi. Her gün birkaç ceset kalktı. Güvendiği devletine inançla bakan halk sanki “hadi ne duruyoruz,” dedi. Türkiye devleti ilk adımı kendi güçleriyle, kendi uçaklarımızla attı. Tümünün terörist, hepsinin kiralık katil yuvası olduğu merkezler, konaklar, evler, silah depoları havaya uçuruldu. İlk vuruşlarla düşmana “haddini bil!” dendi. Şehit düşen her askerin ve subayın ardında 75 milyon asker ve subay olduğunu, Türkiye’nin bütünlüğünün parçalanamayacağını dünya gördü. Başbakan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu hükumetinin gösterdiği kesin kararlılık demokratik dünya toplumda destek buldu. Washington terör örgütü listesine aldığı katil çetelerinin yoğun bombalanmasından yana çıktı. Dünyanın en büyük dört stratejik askeri hava üssünden biri olan “İncirlik” askeri üssü insanlı ve insansız uçak harekâtına açıldı. NATO üyesi diğer müttefikler de askeri hava operasyonlarına katılmaya davet edildi. Bu arada, belki de kimi desteklediklerinin pek bilincinde olmayan bazı Arap devletleri birden bire sustu. Yakın Doğu’da askeri taktik ve strateji yeni ayara çekildi. Türkiye devletinin sınır ötesinde diş bileyen düşmanla sınırı geçmeden de baş edebileceği gün gibi ortaya çıktı. Dünya, silahlandırılıp kışkırtılan kiralık katillerin karşısında çok güçlü ve Büyük Türkiye gibi bir dev güç görmek istemese de, gördü. Dış ülkelerde ve ülke içinde gizlice örgütlenen, Türkiye ve Müslüman dünya düşmanlarından aldıkları paralarla silahlanıp saldıran teröristler inlerinde basıldı. Dağlarımızdan sonra kentlerimize de konuşlanmak için mevzilenen, her gün birkaç kişiyi dağa kaçıran, yol kesip haraç toplayan, haydutluğun bin bir biçimini uygulayıp halkımızın huzurlu yaşamasına engel olan, trafik araçlarına gizlice hasar verip zincirleme kazalara sebep olan sinsi terör grupları yine bu hafta içinde ülke çapında gerçekleştirilen


Makale ve Analizler - 2015

69

polis operasyonlarıyla çökertildi. Yüzlerce katil suçüstü yakalandı. Silah ve patlayıcı depoları, sığınaklar bulundu. Balkanlardan gelen baskı ve terör görmüş göçmenlerimiz, bu arada Bulgaristanlı soydaşlarımız Ankara hükumetinin başlattığı iç ve dış terörle çok yönlü mücadeleyi her bakıma ve tüm imkanlarımızla destekliyoruz. Sivil toplum örgütlerimiz, derneklerimiz, basın yayın merkezlerimizden son gelişmeler üstüne doğru bilgi alıyoruz. Bir eli silahlı, aklının yarısı Kandil dağında, kulağı çocuk katili Öcalan’da olan yüzü ve ruhu maskeli politikacıların Türkiye halkının ve Türkiye’nin iyiliğini düşünmediği ortaya çıktı. Bir anne olarak olayları izlerken aklıma hep Çiftçi ile Yılan masalı geliyor. “Günün birinde bir yılan bir çiftçinin çocuğunu sokup ölümüne neden olmuş. Kızgın çiftçi baltasını kaptığı gibi yılanın yuvasının başına durmuş, çıkmasını beklemiş. Yılan kafasını çıkarır çıkarmaz baltasını hızla indiren çiftçi, yılana değil de bir taşa vurmuş ve ikiye ayırmış. Bunun üzerine yılanın öç almak isteyeceğini düşünen çiftçi, onunla uzlaşmak istemiş, ama yılan “bu ikiye ayrılan taş ve çocuğunun mezarı dururken biz dost olamayız,” demiş. Türkiye devleti Kürtlerle dört yıl uzlaşma yolu aradı. Daha fazla kan akmasına engel olma yolu aradı. Olayda biri yılan biri insan olarak algılanmayıp, ikimiz de insanız ve ikimiz de aynı vatanın evladıyız görüşü ve uzlaşma umudu ön plana çıktı. Anlaşılan son 40 yılda akan kan ve dökülen gözyaşı onların iç huzurunu iyice bozmuş, hepsini fırsatçı ve ikiyüzlü yapmış, ruhlarını zehirlemiş. İçlerindeki düşmanlığa yenik düşmüşler. Tarihsel kardeşliğe dönüşemeyecek kadar değişmişler. Türkiye her vatandaşı için vatandır. Kamplardaki 4 milyon sığınmacıya da ev ve yurttur. Ne yazık ki, 100 yıl önce bölgede yakılan savaş ateşi körüklenerek yanıyor. Çok can alıyor. İnsanlar tüm tüm dağılıyor. Fakat bu ateş mutlaka söndürülecektir. Bu ateşi Türkiye ve dostları söndürecektir. Bölgede Türkiye’den başka güvenlik ve barış kalesi yoktur. Ne yazık ki, ifrit dilinde “Buna Da Şükür!” sözleri yok. Çok eski bir dil olduğundan olacak, yenidünyadan hiçbir şey kabul etmiyor. Bu Yahudilerin sorunu olmaya devam etsin. Bizim için başka bir Türkiye yok!


70

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Hesapları Tutmayanların Hikâyeleri

Osman Bülübül-31.Temmuz.2015

Temmuz ayı hepimizi iyice kavurdu. Bu yılın ekmeği İnşallah daha leziz olur. Buğday başakta pişti. Kırcaali’deydim. Bir fırının önünde uzunca kuyruk dikkatimi çekti. Yol boyu dizilmiş ıhlamurların gölgesine durmuştu bekleyenler. İlgilendim. Katkısız Rum ekmeği pişiriyor, dediler. Dizildim. Ben de aldım. Gençliğimin “Has” ekmek gibi, un, tuz ve maya, kokusu koku, kabı kap, iyi kabarmıştı. Gölgelerin önemi çok arttı bu ay. Ihlamur altında beklerken ben de bir fıkra paylaştım: Yolcuyla - Çınar Ağacı Şimdiki gibi sıcak bir yaz günü güneşin altında yürümekten bitip düşen bir grup insan bir çınar ağacı görünce hemen koşup gölgesine sığınmışlar. Başlarını yukarıya doğru çevirip çınarın dallarına bakan adamlar birbirlerine: “Meyve vermeyen bu ağıcın hiç kimseye hiçbir yararı yok,” diye aralarında atıp tutmaya başlamışlar. O zaman çınar, - “Ne kadar nankörmüşsünüz, meyve vermediğim için beni kötülüyorsunuz, ama gölgemde serinlediğinizin farkında değilsiniz,” demiş. Dikkatle dinleyenler, “Buna da şükür!” deyip gölgelenmeye devam ettiler. Bu masal onları da düşündürdü. Aslında iyilik yaptıkları halde nankörlükle karşılanan insanlara işaret ediyordu. Akıllarından geçenleri okuyamadım ama suskunlukları sanki konuşuyordu. Gazete karıştıranlar var. - Bulgar hep eski kafa ve eski sorunlarına kendine göre derman aramaya devam ediyor. Hep hem serin gölgeli hem iri meyveli ağaç ararken insanlar tüm tüm dağıldılar. 89’da 500 bin kişi birden memleketten kovulduğumuz yetmemiş gibi, geri dönen yok ve nüfus sökülmeye devam ediyor. 2001 ile 11 arasında etnik Bulgarlar da 500 binle azalmış. İşin kötü tarafı, geçen yıl 109 bin kişi vefat etmiş, bu sayı geçen yıl dünyaya gelenlerden yüzde yüz daha fazlaymış. Yani 1 kişi doğarken, 2 kişi ölmüş. Bir önceki gelişimde, son Bulgarin mezar taşının 2050 yılında dikileceği telaşı vardı. Şimdi yani altı ay sonra, son yıl olarak 2 bin 132 gösteriliyor. Bir şeyler olmuş ama haberimiz yok. Güney Bulgaristan’da 7 hane kalan Makedon


Makale ve Analizler - 2015

71

köylerinde muhtarlık kayıtları 700 kişi olduğunu gösteriyor. Kırmızı Pasaport alıp Avrupa’ya işe çıkmak için Bulgar olmuş Makedonyalıların kayıtları bunlar. Onlar köye uğramıyorlar. Vatandaşlık kayıtları yapılmış ve Batı Avrupa’yı boylamışlar. Bulgaristan’ın AB üyeliğinden faydalanıyorlar. Anlayabildiğim kadarıyla bir Avrupa Birliği ülkesinde nüfusun tükenmesi yani tarlaların, işletmelerin, yolların, devlet makamlarının, meclisin ve başbakanlığın insansız kalması gibi, ciddi bir bunalım olasılığı yalnız Bulgaristan yaşamıyor. Bu tehlike son dönem AB üyesi olan eski SSCB bünyesinden olan, Baltık Denizi ülkelerinden Lituanya’da daha da gerginleşmiş. 1990’da 3 milyon 500 bin kişi yaşayan bu ülkede 1.4 milyon insan kalmış. Brüksel’deki resmi istatistiklerde Lituanya’da 2 milyon 900 bin nüfus var. Avrupa yönetim merkezindekilerin tuzu kuru. Onlar sözde birbirlerine inanıyorlar. İstatistikleri denetleyen yok. Nüfusun kalabalık gösterilmesinin nedeni ise, yardım, eğitim, sağlık sübvansiyonları kişi başına verildiğinden her sene daha fazla pay kopartmaktır. Şu ayrıcalıklı uygulanan sübvansiyon siyaseti AB’i içinden kemirip çökertebilir mi?, sorusu geçiyor aklımdan. Şu nüfusun azalması ve sonra kağıt üzerinde nasılsa yine çoğaltılması, şu ensede yumurta pişiren sıcakta, birinin yakasından sırtına buz atmak kadar kolay bir şey olmasa gerek. AB’nin kişilere yönelik ceza uygulaması yok. Oysa yanlış rapor eden ya da doğru yazan veya yanılgıyı düzelten hep insanlar değil mi? Önce yanlışla denenip “ah oh” tan sonra gelen özür ve geçiştirilen olaylar. Dünyada geriye dönük işleyen süreç yok. Örneğin ben şu an doğup büyüdüğüm şehrimdeyim, ama misafirim, demek ki, artık onun sosyal ve kültürel yaşamından bir parça değilim. Her şey bu kadar kolay mı yahu! Bu felsefeye göre, kovduğundan kurtuluyorsun mantığı hakımdır. Ne kötü! Hani demokraside her şey, geçmiş ve gelecek ortaktı, hepimizindi? Şu an katkım ancak konuk olduğum yakınlarımın mutfağına, alış verişine, akşam sohbetlerine, çocuklarının okul harçlarına vb ve o kadar. Hayatın geri vitesi yok. Sözde birlik olmak, güya kader birliği yapmak için bütünleşen devletler birbirlerini aldatıyorsa, insanlara ne kalmış! HÖH - DPS partisinde de 3. kez milletvekili olan ve parlamentoda otururken artık neredeyse profesör unvanı almaya hazırlanan Aliosman İmamov’un istatistik uzmanı olarak bu konulara değinmesi, yazılar yazması ve halkı aydınlatması gerekmez mi! Biz çocuklarımızda gerçeği öğrenme, okuma, adam gibi adam olma sevdasını şimdi yakmazsak, ne zaman yakacağız? Dünyadan birkaç kuşak geride kalmamız planlanmış olabilir. Var olmamız, varlığımızı sürdürmemiz, Türk anaların yalnız ve ancak Türk doğurduğu gerçeği, ara sıra da olsa bazılarını artık azıcık da olsa etkilemeyecek mi, düşündürmeyecek mi? Yoksa “susmak altındır”,


72

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

“yazmamak ise, okumuşlukta derinlik simgesidir”, bir istatistik uzmanı olarak sonuna kadar susarsam, gün gelir Sayıştay’a Başkan olurum düşüncesi mi ağır basıyor? Ne yazık ki kütük hep kütüktür, dallanıp ağaç olmaz. Bazı ülkelerde utanç hissi intihara neden olabiliyor. Tarihte birçok şerefli kendine tabanca çekmiştir. Bizim parlamentodakilerin toplumun işleyişiyle ilgili sezgileri olmadığı gibi, şu sıcakta kafaları dalavereden başka bir şeye basmıyor. Olabilir ya, bu işlerde öngörülmezlik yani ne olacağı bilinemez fikrini kabul etmiş olup gölge arayanlar olabilir. Fakat “insanlarımızın sayısı kritik düzeyin altına inerse” ne yaparız! Tabii bizim gibi doğası güzel memleketin köyleri boş kalmaz, denizlerde - git gel yasası var ya! Bizde hep işler. Çekilen dalga yerine hemen yenisi gelir. Kumsal hep ıslaktır. Kara denizimizin kıyısından bu sene Ruslar çekilirken, insansız kalan zümrüt yeşil ve serin Dağ köylerimize Almanlar yerleşiyor. Teteven Balkan’ındaki subaşı kayın gölgelerine karılı kocalı 50 Alman kondu. Hepsi yaşlı, emekli, mavi çadır germişler. Terkedilmiş yıkık dökük bir köy beğenmişler. Muhtar da “sizin olsun” demiş. “Ne hakla?” diye soran yok. Muhtar değil mi ister eker, ister biçer. Almanların yerleşeceği köy 150 sene önce kurulmuş. O zaman Osmanlı’da herkes evini kendi mülküne kurduğundan, altyapı, üst yapı, asfalt yol, trotuar, çocuk parkı, yaşlılara peyke falan yok. Ne sağlık merkezi ne de okul var. Fakat yaşlı Almanlar bir yerlere dayanırmış gibi bir tarafa bel vermiş pencereleri kapaklı, demirli, çardaklı evlerin avluları geniş, kuyulu, kendi kendilerine büyümüş meyve ağaçlarıyla dolu - Almanlara göre çok romantikmiş. Yaşlı Almanların hepsi bütün terkedilmiş köylerimize dolsa nüfusta artış olur mu? Hepsi kocamış. Elimdeki ekmeği kokluyorum. İçimden sen “doğru zamanda doğru yerde doğru insanlar arasındasın” sesi geliyor. Kırcaali bezim şehrimizdir. Biz “Hey Kırcali güzel şehir, şirin şehir....” şarkısıyla kızlaştık. Şehrim kokusu ne güzel bir bilseniz! Memleketimin kokusundan bir parça, olmazsa olmazı, içime doldukça gönlüm açılıyor. Elimde ekmek yakınlarıma yürüyorum. Türkiye’den dönerken beraberime ekmek aldığımı hatırlamıyorum. Yakınlarımın “Ekmek aldın mı?” diye sorduğunu da... Çocukluğumdan unutamadığım ekmeklerimiz vardı. Porça, mısır ekmeği, “Has” ekmek, kölemen kokusuyla yetiştik biz. İçine tereyağı sürüp kekik ekilmiş kölemen tadı tatmamış biri bizi anlayamaz. Abartmadan yazıyorum, bu tadı tatmamış biri bizden sayılmaz. O kölemende ambardaki buğdaydan, meşe korlarından ve durmadan akan çeşmelerimizin suyundan bir şeyler, bir şeycikler ve kırıntı da olsa biraz da baba ocağı kokusu vardı.


Makale ve Analizler - 2015

73

Olabilir ya, öğretmen olduğumdan olacak, öğrenciliğim geliyor aklıma, sonra sosyal yaşamda uygarlığa doğru geçiş sürecinin ilk ekmeğin pişirilmesiyle mi başladığını düşünüyorum, birden irkiliyorum, “Hayır” alfabenin icadıyla, çocukların anadilde eğitim aldıkları okul kapılarının açılmasıyla başladığına ikna ediyorum kendimi. Bu sürecin başka bir mucidin yeni fikirleri çoğaltıp halka indirmek için matbaa kurma hamlesiyle hızlandığına, elektik ve elektronikle sıçramalı ilerleme kaydettiğine takılıyorum, inanıyorum. Hepimizi kör cahil bıraksalar yarınlarımızı nasıl görürüz, onların yetiştirdiği bir ispiyoncunun aydınlığı herkese yeter mi diye fikir yürütüyorum. Yoldayım, ilerliyorum... Öğretmen olmak bir de ahlakla kültürü birbirinden ayırmak demektir. Ahlak bizim soyumuzdan, dinimizden gelenimizdir. Bizi tüm ötekilerden ayıran güzel davranışlarımız, konuşmamız, lehçemiz, tutumumuz, saygımız ve şükreden olmamızdır. Kültürse dıştan öğrenmiş olduğumuzdur. Biz Bulgar kültürü içinde yetiştik ve bu kültür, Hıristiyan uygarlığının bir parçası olarak ağır bir taş gibi yüklendi Türk ahlakımızın üzerine ve bizi ezmeye devam ediyor. Özgünlüğümüzü korumaya çalışıyoruz. Bir kitapçı yanından geçiyorum. Burada “ayın kitabı” ya da “çok satan kitaplar” gibi tabela yok. Çocukları alaylı eğitip işe alıştırma kültürü de 100 yıl önce gömülmüş. Toplum “pratik bilim olmadan ölüdür!” yanılgısına esir olmuş. Alaylı adıyla bilinen Osmanlının çıraktan yetiştirip adam etme geleneğinin dibine kibrit suyu dökülmüş. Şehirde esnaf katmanı yok! Eğitilmeyen, okumayan insanlar fikir üretebilir mi? Amerin ekonomisi kalkınmasını büyük ölçüde endüstri üretimine değil, fikir üretimine borçludur. Türkiye yüksek enstitüleri de üretimle el ele verip fikir üretmede atılım yapmaya başlayınca sıçramalı kalkınma gerçekleşti. 2008’den beri derinleşen dünya bunalımlarına boğulmadan kurtuldu. Anadilde eğitim veren okulları olmasa da Bulgaristanlı Türkleri okumaya alıştırmaya, kalabalık okur kitlesi oluşturma işinde kendilerine yardımcı olmaya mecburuz sanki. Bu fikirlerimi anlattığım yerlilerden aldığım cevap şu oldu: “Fikir, fikir de kalan yalnız masal ve hikâyeler.” Evet, insanlarımız halen atasözlerimizin, değimlerimizin, fıkra ve öykülerimizin, TV ekranının ateşiyle ısınmaya çalışıyorlar. Yolcularla Çınar Ağacı masalını derin yorumlayıp, Bulgaristan’daki Bulgar nüfusun azalmasına ve tükenme trendini seçmesine bağlamak istiyorum. Bulgar olmayan etniklerin yavrularını Bulgar’dan sayıp nüfusu fazla gösterme çabala-


74

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

rının geçen yüzyıl açtığı onarılmaz yaralar unutulmamıştır. Burada, Lituanya’da ve bazı başka Güney Doğu Avrupa ülkelerdeki gerçek nüfus durumuna artık Sofya’dan ya da başka bir hücra köşeden bakılması önemli değil, Brüksel’in ne gördüğü ve ne de ne dediği önemlidir. Bu durumu ben yine çınar ağacı fıkraları dizisinden “Yolcularla Çalı” fıkrasıyla tarif etmek istiyorum: Deniz kenarında yürüyen iki arkadaş denizde yüzen koca bir çalı görünce uzaktan onu gemi sanmışlar ve yanaşmasını beklemeye başlamışlar. Çalı rüzgârla sürüklenip yaklaştıkça küçük bir gemi olduğuna karar vermişler. Sonunda dalga çalıyı karaya çıkarınca gemi olmadığını anlamışlar. O zaman işlerinden biri, “Boşuna var olmayan bir şeyi beklemişiz,” demiş. Masalı ters yorumlamak istiyorum. Doğru yorum: uzaktan mühimmiş gibi görünen birçok şey yakından bakınca değersiz olduğu anlaşılır. Ters yorum: yakından önemsiz olduğu sanılan birçok şey, mesela anadilde eğitim, okumak, fikir alış verişinde bulunmak tartışmak, özgün geleneklerimize, dinimize uyumlu yaşamak aslında çok önemlidir ve yapılmadığı zaman insanın gelecek ufkunu kapanır. Şu şiddetli yaz sıcağının bizi bunalttığı gibi toplumu da semeler ve gölgeye yatırıp gökten bir şey düşmesini bekleriz. Oysa gökten, “Has” ekmek değil, “Yahudi simidi” bile düşmez. Geri dönüşlü yaşayamayız ama geçmişimizde ne varsa geleceğe taşımak zorundayız. En koyu sıcaklar bile buna mani olamaz, olmamalıdır.

Halkın Gözünde Sıfırlandılar

Rafet Ulutürk-31.Temmuz.2015

Konu: Milletvekillerini Seçmenin Göstermesinden ve Hepimizin Oy Kullanmamızdan Korkarken, Anayasayı deldiler. Yaz tatiline çıkmaya hazırlanan Sofya parlamentosu kendi kendini bitirdi. “Sen Bana Ben Sana ya da Ben Sana Sen Bana” oyununun son raundunda top patladı. Art arda ve yangından mal kaçırırmış gibi görüşülen son 2 kanun teklifi meclisteki 8 siyasi partiler ve milletvekilleri arasında dönen oyunları açığa vurdu. Milletvekillerinin tümüne güven birden bire çöktü ve kamuoyu temsilciler yine sarı taşlı kaldırıma yığıldılar.


Makale ve Analizler - 2015

75

Halk tabakalarından gelen yeni ses, “Sofya’da bir milyon üç yüz bin insan var, her gün yüz bin kişi meclis kapısını kapatsın ve halkın istediği kanun değişiklikleri yapılmadan milletvekilleri dışarı bırakılmasın!” şeklinde güç topluyor. Halk uyanıyor, çünkü halkın en doğal özgürlüğü olan seçme ve seçilme hürriyeti konusunda Anayasa Delindi. Gerginliği bu denli yükselten neden. Cumhurbaşkanı Rosen Plevneliev’ın Ekim ayında yapılacak belediye seçimlerinde bir de seçim kanununda 3 madde değişikliği halkoyuna sunulsun (referandum yapılsın) teklifi oldu. Halkoyuna sunulmak istenen seçim sisteminde değişiklik istenen o 3 madde şunlardır: 1- Milletvekillerini halk göstersin halk seçsin. Majoriter yani en fazla oy alanın seçildiği bir sisteme geçilsin. 2- Seçimlere herkesin katılması sağlansın ya da seçime katılmak için vatandaş görevi olarak zorunlu olsun. 3- Elektronik oy kullanma yasallaşsın. Cumhurbaşkanı Plevneliev’ın de hazır bulunduğu meclis bileşiminde yapılan oylamada yukarıdaki tekliflerden ilk ikisi geçmedi. Hem de kimin oylarıyla biliyor musunuz. A) Avrupalı Gelim İçin Vatandaşlık GERB Partisi ve; B) Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS) Partisi karşı oy kullandı. Oylamanın yapıldığı gün GERB ile DPS halkın gözünde sıfırlandı. Birisi iktidarda tekel, ötekisi de muhalefette kazık olan bu iki siyasi parti arasında gizli “sen bana ben sana ya da ben sana sen bana” pazarlıkları yapıldığı, Kırcaali ve Sofya’da Başbakan Boyko Borisov ile DPS Başkanı Lütfü Mestan arasında “Türk Kahvesi” etrafında sohbetlerinin iç yüzü ortaya çıktı. Böylece, son genel seçimde B. Borisov’un yönettiği GERB partisinin Türkiye’de oy kullanan soydaşlarımızın arasında seçim günü yardım işlerinde çalışma yürütmek için hiçbir derneğe resmi yekti ve temsilcilik tanımamasının nedenleri kesin olarak açıklanmış oldu. Bu iki partinin ikisi de eski düzenden kalan sistemin ayakta kalmasında direniyor. Bu konuda aralarında yeminlidirler. Ve güç birliği yapıyorlar. HÖH - DPS partisi GERB partisinin gizli silahı ve yedeği rolünü oynuyor ve buna karşılık pastadan pay alıyor. Bulgaristan’da “eski hamam, eski tas” devam ediyor. Bu öykü ile halk kitlelerini uyutma ve tekelleşerek hem ekonomik hem de siyasi duruma hakim olma siyasetinin koyu sis perdesi artık


76

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

aralandı. Todor Jivkov’un gizli servisleriyle sıkı işbirliği halinde olan bu iki siyasi parti halkımıza ihanet etmeye devam ediyorlar. Kim neden korkuyor? Genel seçimde majoriter (halkın kendi milletvekillerini kendinin gösterdiği seçim sistemidir ve en fazla oy kullanan aday seçilir) sistem HÖH - DPS partisindeki Ahmet Doğancı, Lütfü Mestancı, muhbir ve statükocu köle milletvekillerini meclisten dışarı atıp memleketimizin hukuksal, siyasi, ekonomik, mali ve sosyal köklü yenilenmesi kapısını açacak şeffaf bir sistemdir. Bugünkü Softya Meclisi terkibinde 86 eski rejimin siyasi polisi “DS” ajanı yer almaktadır. Bunlardan bazılar Lütfü Mestan gibi parti başkanı durumundadır. Bunlar tarafsızlık, bağımsızlık, siyasi irade, politik bilinç, seçmen kitlesinin öz menfaatler vb nedir bilmeyen kimliksiz kimselerdir. Ahmet Doğan ile Lütfü Mestan da dahil olmak üzere milletvekili ve politik parti yönetiminde yer almak için ispiyonluk ve muhbirlikten başka hiçbir niteliği olmayan bu zavallılar ve onların etrafındaki beceri, yetenek ve geçmişte yaptıkları işler açısından otoriteleri sıfırın altında sıfır olan bugünkü HÖH politikacılarının hep politik sahneden düşeceklerdir. Onların en büyük korkusu halkımızın göstereceği milletvekili adayları arasında onların göstermek istediklerinin hiç birisinin olmayacağı gerçeğidir. Bu hakikatin ardındaki gelişme ise, HÖH partisinin şimdiki yerli ve merkez yöneticilerinin bire dek politik çöp kofasına atılması olacaktır. Majoriter sisteme geçildiğinde Türkiye’de oy kullanan soydaşlarımızın oylarıyla Ahmet Doğan ve Lütfü Mestan ikilisinin kankası olan Samakovlu futbolcu Roman Mihaylov (Bat Sali) 800 oy alabildiği Köstendil’den milletvekili seçilemeyecektir. Gizli polisin en güvenilir elemanlarının HÖH listesinden milletvekili olma kapısı kapanacaktı. Ne yazık ki, GERB ile HÖH bu defa da el ele verdiler ve gerçek demokrat olan Cumhurbaşkanının bu teklifini baltaladılar. Olay şudur ki, majoriter sisteme geçilmeden Sofya parlamentosu sözle görülmeyen kulisin esaretinden kurtulamaz! Milletvekilleri at gözlüklerini asla indiremez! Şimdiki durumda seçmene farklı hikâyeler anlatılmaya devam edecektir. Evet böylece Bulgaristan’da yenilenme yolu bir daha kapanmıştır. Cumhurbaşkanının majoriter seçim sistemine geçilmesi ve herkesin oy kullanması önerisini destekleyen Sofya’nın gözdesi “Presa” gazetesi oylamadan 3 günden sonra “kapandığı” açıkladı. Devlet yardımı almayan gazeteye reklâm verilmesini de günün güçlüleri GERB ve DPS durdurabildi. Demokrasimiz her gün kırbaçlanıyor ve baltalanarak kurban veriyor. Demokratik basın susturuluyor. Finans oligarşisinin hâkimiyeti Bulgaristan’da vites değişikliği yaptırabildi ve memleketimizi Todor Jivkov zihniyetinin yeni diktatörlüğüne doğru adım adım götürüyor. Bu gidişin en acı yanı, en fazla çeken ve


Makale ve Analizler - 2015

77

ezilen, görmedikleri zülüm kalmayan ve hatta memleketlerinden zorla kovulan ve mallarına mülklerine el konan SÖZDE Türk ve Müslümanların partisiyim diye Bulgaristan’da dolaşan HÖH - DPS’nın dikta rejimi yolunda atılan adımları parlamento içinde ve dışında desteklemesidir. Halkımız bu gidişin trajik sonuçlarını sezmeye başlamadan bu gidiş durdurulamaz. Herkesin oy kullanmasından, en demokratik hakkı olan seçme ve seçilme hakkındaki “genel seçimde oy kullanma zorunluluğuna neden karşı çıktılar?” Bu maddenin onaylanmasını durduran neden HÖH - DPS oldu? Daha önce de defalarca yazdığımıza göre, bir defa Bulgaristan’da 7 milyon nüfus yok. Vatandaşların 3 milyonu toplam 56 ülkede gurbetçidir. Bunlardan 800 bin kardeşimizin Türkiye’de barındığını da eklemek zorundayız. Demek istediğim bir defa seçmen sayısı tam olarak bilinmiyor. Bu durumda seçmen cetvellerinden silinmemiş, oy kullanır olarak görünen ama sandık başına gitmeyen bir buçuk milyon gibi bir “kafeste keklik” oy var. Bu oylardan bir kısmı GERB partisinindir. Bilindiği üzere bundan 3 yıl önce, 2013’te yapılan seçimlerde seçim günü bittikten sonra Kostenbrot matbaasından 370 bin oy pusuları çıkaran bir kamyon yakalanmıştı ve bunu açıklayan “TV 7” gazetecisi Nikolay Barekov işinden oldu. Burada açıklamak istediğim, bir defa Bulgaristan seçimlerinde “ölü oy” sayısı çok büyüktür. İkincisi bütün il ve ilçelerde Seçim Komisyonları Başkanları çuval ve sandıklardaki gerçek oy sayısından farklı olarak Merkez Seçim Komisyonuna bilgi vermektedir. Öyle ki, son 26 yılda Merkez Seçim Komisyonuna yapılan itirazların hiç biri yeni bir oy sayımı sonucu olarak farklı bir durum ortaya çıkarmamıştır. Yani yapılan şikayetler hepsi yanlış ve bu şikayetler öylesine yapılıyor. Cumhurbaşkanı Plevneliev’in “herkes sandık başına” şiarı seçimde yeni reel bir durum ortaya koyacak, dalavere yapılmasına bir yere kadar olanak tanımayabilirdi. Plevneliev GERB ve DPS oylarıyla seçilmiş bir Cumhurbaşkanı olsa da onu seçenlerle bağdaşmaz çelişki halindedir. Cumhurbaşkanını hareketlendiren geçen yılın ilk yarısında aynı isteklerle yapılan ve ülke çapında 526 bin imza toplanarak gerçekleştirilen imza kampanyasıydı. Bu kampanyayı 2014 yılı geçici Başbakanı Bliznaşki oldu. Plevneliev halkın isteklerini ancak meclis onayına sundu ve destek bulamadı. Bulgaristan’ı “ölü canlıların” (sandık başına gitmeyen ama oy kullanmış gibi görünenlerin) oylarıyla idare etmek çok daha kolaydır ki, onlar 1.5 milyonluk bir kitledir. Politik partiler arasındaki “adil ölü oy paylaşımıyla” statükoyu ayakta tutanlar aynı zamanda pastanın başındadır. Yani kısaca 1990 yılından günümüze sadece piyonlar değişmiş ve ara sıra birileri içerisine girse bile yok edilmişlerdir.


78

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Önerinin ikinci maddesi şeffaf seçime belki gerçek de olanak ve büyük ihtimal tanımayacaktı. Meclisteki durumu kökten değiştirip, şimdi pasif olup oranı % 55’şi bulan seçime katılmayan küskün kitleyi hareketlendirmeyi başaracaktı. Böylece dip dalga bir daha baş kaldırabilirdi. Bunun sonucunda memleketimizde yeni bir siyasi denge ortaya çıkabilir, statüko yıkılabilirdi. Artık Bulgaristan’da dürüst insanlar bir araya gelmelidirler. Eski CDC li Sayın Evgeniy Mihaylov, Edvin Sugarev, Lilyana Drumeva, Hristo Hristov vsy. gibi dürüst insanlar tek çatı altında toplanabilirler. Yani artık dürüst ve samimi olan hem Türk hemde Bulgar partilere ihtiyaç vardır. GERB ile DPS el ele verdiler ve aslında toplanan imzalarda ifade bulan ve Cumhurbaşkanı tarafından meclis onayına sunulan halk oylaması önerisinin 2. maddesi yüzlerine maske takarak baltalayıp meclis çöplüğüne atmayı başardılar. Bu onlar için büyük bir zaferdir, ama geçici olmasını dileriz. Bunu halkın önünde yapmakla bedelden kaçamayacaksınız. Halk düşmanlığına gerekçe olmaz. Yeniden görüldüğü ki Bulgaristan’da Genel Seçim Hakkı aslında halkımızın en sınırlı hakkıdır. Genel seçim yapılıyor ama seçmen kendi Milletvekilini belirleyemiyor, gösteremiyor, seçemiyor tanımadığı birine oy vermek zorunda bırakılıyor. İtiraz bile edemiyor. Demokrasiyi yıkan asıl tehlike burada gömülüdür. Genel seçim hakkını tehlikeli kılan, yönetimde olan siyasi liderlerin aslında ruhsuz ve pısırık adamlar olmasıdır. Lütfü Mestan’ın seçmenden korktuğu gün gibi ortadadır. Halktan korkan Ahmet Doğan’ın devlet korumasında ve kapalı yaşadığı herkesçe biliniyor. GERB ve DPS gibi partilerin listelerindeki adaylar halk tarafından seçilmiyor, yerli, mahalli seçim komisyon başı köpeklerin baskısıyla oy alıyor. Son örnek utanç vericidir. Haskovo’ya bağlı Karamantsi köyünde muhtar adayı olarak Mümün İskerder mi yoksa Musa Çolak mı gösterilsin toplantısında çıkan kavgada silahlar patlamış, tutuklular var. Oy kullananlardan büyük kısmının Çolak’ın adaylığına oy vermesine rağmen, oyların hepsinin Parti Başkanı Lütfü Mestan’ı gösterdiği Mümün İskender’e çıkması, bir defa köylü Seçmeni yumruk sıkmaya ittiği gibi, aynı zamanda adaletsizliğin boyutuna da işaret ediyor. “Gösterdiğimi seçmezseniz tabancalar patlar, polis köyü basar!” mantığı 1984’te bu köyde başka bir yerel isyana sebep olmuştu. Lütfü Mestan gibi kendisi dolap atı gözlüklü olan totaliter zamanın liderlerinden Saliv İlyazov (Aleksandır Kolev) aynı salonda onlara “Bulgar olduklarını anlattığı bir toplantı esnasında” kürsüyü devirip konuşmacıyı ezmişlerdi. Birçok kişi o zaman da tutuklandı. Hapis yatanlar oldu. Gerçek ortadadır. Artık uyanan halkımız yukarıdakilerin emirlerine uyacak hizmetkarları seçmek istemiyor, adalet, iş, ekmek istiyor....


Makale ve Analizler - 2015

79

Son olay Bulgaristan siyasetinde fay hattının Karamantsi köyünden geçtiğini gösterdiği gibi, beklenen umut patlaması gününün yakın olduğuna işarettir. Cumhurbaşkanı’nın seçimlerde elektronik oylama yapılsın önerisi onaylandı. Memleketimizde insanlarımızın % 55’i bilgisayar kullanmak bilmez. Bulgaristan Türkleri ve Müslümanlar arasında bu oran % 70 gibi çok yüksek bir boyuttadır. Seçmenlerimizin büyük bir kısmının internet hesabı yoktur. İnternet üzerinden oy kullanacak olanların dış ülkelerde bulunduğu ve Seçim Merkezinde adres kaydı yoksa bu iş daha da karışır. Fakat aslında seçmenlerinden yarısı Türkiye’de yaşayan, diğer kısmı da Batı Avrupa ülkelerinde bulunan HÖH - DPS partisi “seçmene internet hizmeti” sunmak şeklinde birçok pasif seçmenin oyunun “HÖH sandığına düşmesini” kolayca sağlayabilir. Son seçimlerde 70 kişilik bir ekip 2 ay Avrupa gezisi yapmıştı. Bu GERB için de söylenebilir. İnsanların Banka hesaplarını delip paralarına el atan Bulgar hackerlerin seçim günü oyları GERB hesabına toplaması pek zor bir ödev olmaya bilir. Hatırlayacağınız üzere, paraları GERB ve HÖH adamlarınca araklanan, halen öldürüleceğinden korkan ve Belgrat’a sığınan Bulgar Ticaret ve Korporatif Bankası şefi Vasilev, Sofya ve ülke çapındaki lehte ve aleyhteki durumu 200 yüksek nitelikli bilgisayarcı ile uyulmuyordu. Durumu 8 yıl böyle ayarlamıştı. Sonunda balon patladı ve Banka yağmalandı. Elektronik seçim dalaveresi de nereye kadar??? Sonuç. Bu defter şimdilik kapandı. majoriter seçim olmayacak. Halk istediği kişiyi aday gösterip istediği gibi seçemeyecek. Bunu istemek şimdilik haram! Boyko Borisov’un GERB ve Lütfü Mestan HÖH çetesi duruma halen hakim! . Herkes gidip oy kullanmak zorunda değil. Hiç kimse sandık başına gitmese de onlar seçimi yine kazanacaklar. Zaten 26 yıldan beri sandık başına gitmeyenler çoğunlukta. Elektronik seçime gelince, lütfen ben bu kara kutu işlerinden anlamam, al şu vekâletimi ve benim için de düğmeye basıver diye kimseyi vekil etmeyiniz. Seçme ve seçilme hakkı kutsaldır ve şahsi bir görevdir, vekâletler geçerli kabul edilemez. Şimdilik Sofya parlamentosu tatildedir. Fakat “Sen Bana Ben Sana ya da Ben Sana Sen Bana” oyunu devam ediyor. Önemli olan memlekete aç mezarı olmamasıdır. Bu tatilde meclisimizin Karadeniz sayfiyelerindeki konaklarında milletvekillerimize “kumdan saray” yapmayı öğreteceklermiş. Amerika’dan gelen özel hocalar onlara kumdan saraylar kurdurup küçük ve önemsiz dalgaların bu muhteşem yapıları nasıl bir vuruşta yıkabildiğini seyrettireceklermiş. Deniz dalgalarının kaleleri, sarayları ve köşkleri yerle bir etmesi gösterildikten sonra, o küçücük dalgacıkların bu işi yüzeye çıkıp sahile akmazdan önce daha denizin en dibinde nasıl öğrendiği anlatılacakmış. İnşallah yararlı olur! Çünkü deni-


80

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

zin ne zaman kuduracağı bilinmediği gibi, toplumsal fırtınanın da ne zaman kopacağı pek bilinemez... Sonunda, olan bize olduğuna göre, ne kadar kazıklanırsak kazıklanalım, yöneticilerin de son nefesi olacak. Hafiyeler, muhbirler, hizmetkârlar, haysiyetsizler, ajanlar, gammazcılar ve onların en üst kademesi olan HALK HAİNLERİ için özel mezarlık yok! Ben şahsen, Hocalarımızın son an musallat taşı önünde duranlara Halk Hainlerinin Müslüman Mezarlığında Yeri Olur mu? diye sormasını ve hazır bulunanların Hayır! Diyeceği günü bekliyorum.

Ağustos Ayı Yazıları Yeni Politik Durum

Dr. Nedim Birinci-01.Ağustos.2015

Konu: Anayasa delindi, meşruluk bitti. Demokrasinin dogmaları arasında belki de en temel ve en çekici olanı Genel Sseçim Hakkıdır. Dünyaya yeni tarih yazdıran Büyük Fransız Devrimiyle hayat hakkı kazanan eşitlik, kardeşlik ve özgürlüğün getirdiği en büyük kazanım hiçbir ayrım yapılmaksızın tüm vatandaşların seçimlere eşit olarak katılma, seçilme ve seçme hakkıdır. İşte bu noktada demokrasimiz yara aldı. Kısa tarihçe: Bulgaristan’a bu yasal hak 16 Nisan 1879’da Veliko Tırnovo Kurucu Meclisince 49 Türk ve Müslüman temsilcinin (milletvekili) da katılımıyla hazırlanıp onaylanan ve 4 Aralık 1947’ye kadar yürürlükte kalan Tırnovo Anayası ile sağlanmıştır. 4 Aralık 1947’de çağrılan Bulgaristan Halk Cumhuriyeti Büyük Halk Meclisi Tırnovo Anayasası’nı değiştirdi ve 18 Mayıs 1971’e kadar yürürlükte kalan yeni bir Anayasa onayladı. 1971de Bulgaristan’ın gelişmiş sosyalizm yani totaliter düzen Anayasası kabul edildi ve 19 yıl değiştirilmedi. Bu 3 Anayasa Bulga-


Makale ve Analizler - 2015

81

ristan vatandaşlarına sözde eşitlik tanırken, seçmen hiçbir zaman kendi milletvekilini gösterip seçemedi; majoriter sistem uygulanmadı; temsili meclise, 1945’e kadar Çarın ve ona yakın olan burjuva partilerinin gösterdiği adaylar, daha sonra da Bulgaristan Komünist Partisi’nin (BKP) ve totaliter rejimin güvendiği kişiler seçildi. 1934 faşist askeri darbesinden sonra Anayasa bir süre geçersiz kılındı. Sosyalist demokrasi halk adına var olsa da, hiçbir dönemde direk demokrasi uygulamadı, halkın iradesine saygı göstermedi, memleketimizde yaşayan azınlıklara derneklerde, sendikalarda, kulüplerde veya partilerde örgütlenme haklarını hiçbir zaman tanımadı, azınlık nüfus hep baskı altındaydı. “Kimliksizleştirerek asimile etme” sözü dönem anayasalarında yer almasa da devamlı terörize edilip eritilerek Bulgarlaştırılmaya çalışıldı. Yeni durum: 1990 Haziran’ında yapılan ilk özgür Büyük Halk Meclisi (BHM) seçiminden 25 yıldan sonra Sofya parlamentosu -28 Temmuz 2015 günü- temel Anayasal haklarımızdan olan Dolaysız Demokrasiyi rafa kaldırdı. Anayasamıza göre, BHM’nin başat ve esas görevi Anayasa’da değişiklikler yapmaktır. Bu değişiklikleri olağan meclis bileşimi yapamaz. Bu amaçla BHM hem mutlak çoğunluk usulü (majoriter) hem de nispi yani oranlı (propotsionel) sisteme göre seçilir. 1990’da bu iki seçim sistemi de uygulanmıştı. 28 Temmuz günü yani geçen Salı, Sofya meclisi Cumhurbaşkanı Plevneliev’in Ekim ayında yapılması öngörülen belediye seçimleriyle birlikte, yürürlükteki Genel Seçim Yasasının 3 maddesinde düzeltme öngören bir halk oylaması (referandum) yapılması önerisinde bulundu. Bu öneri 2014’te 526 bin seçmen imzasıyla istenmişti. Meclis, başlıca GERB ve HÖH - DPS oylarıyla olmak üzere, milletvekillerinden yarısının majoriter sisteme göre, yani halkın gösterdiği adaylardan seçilmesi ve seçime katılmanın tüm vatandaşlar için mecburi olması teklifini ret etti. Böylece, Anayasamızın 1. Maddesi: “iktidarın kaynağı halktır ve halkın egemenliğini kısıtlamaya kimsenin hakkı yoktur” temel ilkesi delindi, yok sayıldı. Halkın milletvekili adaylarından bir kısmını gösterebilmesi bir kitle talebidir. Yasaklanması anayasal temel haklarımızdan birinin -seçme ve seçilmehakkımızın çiğnendiği anlamına gelir. 526 bin imza, Bulgaristanlı oy kullanan seçmenlerin üçte birinin iradesidir. Onlar milletvekili adaylarının parti merkezlerinde, demir parmaklıklar ardında silahlı korumalı “saraylarda” gizlenenlerin göstermesine karşı baş kaldıranlardır. Parti listelerine göre seçilen milletvekillerinin hiçbir işe yaramadığını herkes gördü. Parlamento sandalyelerinde bu defa hiçbir konuda fikir sahibi olmayan, bütün gün işaret bekleyen, hazırlıksız,


82

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

hizmetkâr ruhlu, şahsiyetsizlerle oturuyor. Meclisin bu bileşimiyle biç bir reform yapılamayacağı gün gibi ortadadır. Halkın kendi adayını özgür seçme ve seçilme hakkını yaralayan, hiçe sayan bugünkü meclis zihniyeti ortalıkta dolaşmayan herhangi bir diş güce hizmet verirken, ani bir saldırıyla Anayasamızı direk saldırıyla ölümcül biçimde deldi ve tatile çıktı. İktidar yolunu halka kapayanların cüzdanları bir daha doldu taştı. Ana görevleri, dış borç alıp çalmak, ayakta kalan son işletmeleri de talan etmek; Avrupa Birliği’nden gelen paralardan halka koklatmamak; önüne geleni dolandırmak; halka düşmanı “ibrikçileri” pohpohlamak; diğer hizmetkârları yemlemek olan ve bunu yaparken milli menfaatleri her gün çiğneyen yapmayan bugünkü meclis terkibi, çapulcular çetesini andırıyor. Derme çatma B. Borisov hükümeti 7 aylık sürede miadını doldurdu. Komple onarıma giriyor. İlk etapta, hiçbir işe yaramayanların başında gelen Kasim Dal tarafından yönetilen Onur ve Özgürlük Partisi’nin de katıldığı, hükümet ortağı Reformcu Blok’tan son derece bihaber, beceriksiz kadroların yönettiği sağlık, eğitim ve adalet vb. bakanlıklar sektör olarak çöktü. Bu bakanların görevden alınması halk isteği ile oldu. GERB iktidarında başka bir yama olan, Türk ve Müslüman düşmanlığı, “ötekileştirme” ve ırkçılık körüklemeden başka bir işe yaramayan sözüm ona “Yurtsever Cephe” (PF) partisinin de siyaset sahnesinden inme zamanı geldi. Yürümeyi beceremeyen ama ötmeyi deneyen ırkçı tayfa şiddetlendirdiği düşmanlık söyleviyle 2015’te ülkemizde birçok isyanın patlak vermesine vesile oldu. Kabinedekiler arasında işten anlamayan, uzmanlığı olmayan, hatır için parti listesinden meclise girmişlerin çoğunluk olması ülkemizi borç barağı felaketine sürükledi. Dış politikada Amerika ve NATO’nun PKK ve DAEŞ’a karşı yeni uluslar arası anti-terör kararlılığı karşısında “bizden de asker istenirse” dehşetine kapılmış tiril tiril titriyor. Yeni siyasi ortamda, Türkiye’ye karşı diyecek sözü olmayan bu hizmetkâr zihniyetin iktidardan mutlaka uzaklaştırılmaları ulusal zorunluluk olmuştur. Ne pahasına olursa olsun iktidarda kalma, ne olursa olsun mecliste kalma zihniyeti ülkemizi diktatörlüğe taşıyor. Görüldüğü üzere dayatılan durumun savunucuları önce Anayasamızın 1. maddesini deldiler. Yasal olmayan yeni bir siyasi ortam oluştu. Buruna gelen kokularda, DPS lider takımının belirleyici parmağı olduğu tamamen kesinleşen son banka soygunu faillerinin açıklanmasından, partide yüksek mevki alan kadrolara karşı devam eden davaların akıbetinden çekindiği için yargı sisteminde değişikliklere kesin karşı çıkan, bütün çözümleri erteleyen HÖH kaymak takımı zihniyeti aslında en çok musalla taşının kaldırılmasından korkuyor.


Makale ve Analizler - 2015

83

Vedalaşma gününün yaklaştığını hissettiğinden Anayasa’nın ve özgür seçmen haklarının rafa kaldırılmasına oy verdi. Mebus ömrümüzü uzattık rahatlığıyla tatile gittiler. Biz ise, haklarımızı elde etmek için ayaklanmıştık! Bu davada memleketimizden baba ocağımızdan kovulduk! Çocuklarımız vatan kokusu nefes edemeden büyüdü. Çok yazık oldu. Bizi aldatanlar şimdi hepimize kıydılar. Tongaya düşürüldük. Hiç biri öncelikle halktan, halk iradesinden, halkımızla yüzleşmeden korktuğunu gizleyemedi. Olayın özü nedir? Anayasamıza göre her politik parti seçmenlerini şu ya da bu şekilde seçime katılmaya davet edebilir. Salı gün yapılan oylamada seçmenin kendi adayını göstermesi ve seçmesi yasaklandı. Majoriter seçim sistemine yasak konması; direk demokrasiye indirilen bir darbe, hak ve özgürlüklere açılan yaylım ateşidir. Evet, bugünkü Borisov hükümeti de olmak üzere, gücünü diktatörlükten ve seçmeni korku içinde yaşatmaktan alan bütün partiler genel seçim hakkının kısıtlanmadan kullanılmasından korkmuştur. Bu olunda korkmayan bir güç varsa o da seçmen kitlesidir ve siyasi anekdotlarda “kedi” olarak adlandırılır ve fıkrası da şudur: Ben kendisi hakkında sıçanların ne düşündüğünden rahatsız olan kedi görmedim: Evet bu oyunun kedisi ve oyun dağıtıcısı kedidir. Zavallı politikacıları indiren ve bindiren hep o olmuştur. Politikacı seçmenden korkar, yalanlarının ortaya çıkacağını düşündükçe stres geçirir. Bir haftadan beri HÖH - DPS iri yalancıları da yaklaşan seçimlerde hangi yalanı kıvıracaklarını düşündükçe gözlerine uyku girmiyor. Amma son yapılan hamleleri ile Tatilleri zehir oldu. Bulgaristan’da seçerken ve seçilirken eşitlik duygusu ağır yara aldı. Vatandaşın insan olarak eşit olma UMUDU ezildi. Bundan böyle, ancak bir an için de olsa zenginle fakır, okumuşla cahil, işçi ile patron, partinin sıradan bir üyesi ya da yakınlıkduyar (sempatizanı) ile başkanı arasında eşit durum olmayacaktır. Bu sayfa kapandı. Fransız devriminden kalmıştı ve kardeşlik ve özgürlükten sonra eşitlik de çöpe atıldı. Seçilecek aday gösteren ve ona oy vermek zorunda kalan farklı kişiler olacak! Adayı parti başkanlığının göstermesine küskün olanlar yıllardan beri seçimlere katılmaz oldu. 1990’da % 92 oy kullananların % 50’si artık sandığa gitmiyor. Bu ölümcül darbeden sonra artık seçilme hakkımız yok. Biz soydaşlardan şimdiye kadar seçilen hiç kimse olmadı. Biz artık hakkı olanlar ve haklarını kaybetmiş olanlar olarak ikiye ayrıldık. Fakire fukaraya meclis kapıları kapandı. Yalnız haklarımız değil, hak arama davamız da askıya alındı. Topu başkasının üzerine atma çabaları.


84

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Gazeteler Cumhurbaşkanı Plevneliev ile alay edildiğini yazdı. Milletvekillerinin lakın iradesinden ve gerçek demokrasiden korktukları gün, korkuları gün ışığına çıktı. En fazla korkan milletvekillerinin başında HÖH - DPS’liler var. Durum yürekler acısıdır. Utanç vericidir. Milletvekillerimizi seçmenimiz kendisi gösterebilseydi ve kendisi seçseydi gizli kapaklı kişiler, ajanlar, damatlar, bacanaklar, çotanaklar, hırsızlıkta ortaklar, birlikte dalavere çevirenler, hafiye dosyası olanlar, “Belene” adasına muhbirlik, ispiyonlamak için girenler vs. meclise giremeyecekti. Yeni durumda da demokrasi onlar için ballı börekli özgürlük olmaya devam ediyor. Sofralarda halkın lokmasını başkaları yiyip içiyor. Meclistekilerin savunduğu halkın hakkı, hukuku, menfaatleri ve adaleti değil, hırsızların kellesidir. Bu milletvekillerinden reform yapmalarını beklemek abes olur. Şu günlerde çok konuşulan Adalet Reformu mu, hayır onu da hiçbir zaman yapamazlar, çünkü ne yapılması gerektiğini bilmedikleri gibi, 16 Büyükelçiliğin ve Brüksel Hukuk Komisyonunun baskısını bile doğru algılayamıyorlar. Şimdi Bulgaristan’da savcıları Yüksek Yargı Konseyi (YYK) üyesi olan yargıçlar seçiyor. Olacak iş mi? Dünyanın neresinde görülmüş! Üstüne üstelik Yüksek Yargı Konseyi üyelerini de meclis seçiyor. Bu politik atama yargıçları sımsıkı kendisine bağlamışlar. Politikacılar, meclis her gün yargıyı boğuyor. Delyan Peevski’nin neden tutuklanıp yargılanmadığı, Biserov’un neden ortalıkta dolaştığı, Ak Kadınlarlı Severin neden hapiste olmadığı daha iyi anlaşılıyor şimdi. Şöyle bir incelik de var. Bizde Yüksek Temyiz Mahkemesi (YTM) ile Yüksek İdari Mahkeme (YİM) Başkanlarını Cumhurbaşkanı atıyor. Bağımsız ve tarafsız bir yüksek yargı organı kurulabilmesi için Cumhurbaşkanı’nın bu iki atama ile ilgili Yüksek Yargı Konseyi’nden (YYK) gelecek herhangi bir öneriyi dikkate almaması gerekir. Bugünkü durum şöyledir: YYK “İvanov” adında bir vatandaşı YTM veya YİM Başkanlığına önermiş olsa, Cumhurbaşkanı bu teklifi onaylamazsa, aynı “İvanov” ikinci kez önerildiğinde onaylamak zorundadır. Çok komik bir durumdur, Cumhurbaşkanı üzerine çullanmış bir dayatma mekanizması sürekli baskı uyguladığı gibi, Cumhurbaşkanın kendi başına karar alma hakkı olmasa da, adalet sistemindeki yolsuzluklardan son hesapta sorumlu olan kişi bizzat kendisidir. Adalet sistemimizde çok köklü değişiklikler yapılması gerekse bile, bunları ancak Büyük Millet Meclisi yapabilir. Fakat bu büyük bileşimi seçme iradesi bugün ezilmiştir. Artık herkes Anayasa’nın delindiğini ve delik kalburla su taşınamayacağını bildiğinden, köklü dönüşüm yeniden gündem olmuştur. Hadi hayırlısı.


Makale ve Analizler - 2015

85

Osmanlı Ocaklarını Bekliyoruz!

Rafet Ulutrük-03.Ağustos.2015

Konu: Balkanlarda Yaşayan Müslümanlar Kara Kartalı Bekliyor. Okuduğum son kitap “Siyah Kuğu.” Nassim Nicholas Taleb 50 yılda yazmış. Lübnan’ın Ortadoks köyü Amioun’da doğmuş. Beyrut Fransız Lisesinde okur iken gökten tolu gibi düşen bombalar okul arkadaşlarının hepsini öldürmüş. 15 yıl süre ilân edilmemiş savaştan önce, etniklerin numune kardeşlik buketi olan Beyrut, eşsiz cennetmiş. Farklı soydan boydan gelen, değişik diller konuşan ve ayrı dinlere inanan evde başka sokakta başka ahlaklı insanlar benim şehrimde kardeştiler diye yazmış Nassim, erken çocuklunu anlatırken. “Siyah Kuğu” - sığınaklarında kitap okurken, dünyayı silah sesleriyle tanımaya başlayan ve Amerikan Üniversitelerinde Dekanlığa kadar uzayan dik bir yolculuğun bellek özetidir. O, belleğini bir bilgisayardaki teker gibi seri kayıt cihazı olarak görmüyor: kendi kendine hizmet eden -ret edip özümseyen, düşünerek yenilenen- bir şarj makinesine benzetiyor. Eserin “Buharlaşan Cennet” bölümünü okumam ağır ve çağrışımlı oldu. Bizim Bulgaristan’da 150 yıldan beri devam eden kâbus gibi, orada da, kimin kimden, neden kurtulmak istediğini ve insansız bir anakentle ne yapılacağını anlayamadım. “Beyrut Savaşıyla olağanüstü bir birlikteliğin yerinde açılan boşluğa düşmanlık zehri dolduruldu” diye yazıyor Nassim ve şu özelliğe işaret ediyor: “İç savaşla birlikte göç hareketi hızlandı. Etraf bir anda vakumla boşaltılmış gibiydi. Gidenlerin, hele beyin göçünün geri dönmesi zordur. Asırlarca oluşan eski entelektüel inceliğin büyük bir kısmı, iyi komşuluklar ve hoşgörü sonsuza dek geri gelmemek üzere kayboldu. Bunun adı, boşalan insan kardeşliği ocağına incir ağacı dikmekti.” Bizde de öyle olmadı mı? Bulgaristan’da, Balkanlarda, Rumeli’de bir buçuk asırdan beri söndürülmeye çalışılan Osmanlı Ocaklarıdır. Bugün artık bir Yanardağ oluşturdukları ve asla söndürülemeyecekleri artık gün gibi görüldü. Hayata yeniden uyanan ekmeden dikmeden biten Osmanlı - Türk Ruhudur. Türkün ayak bastığı yerde er ya da geç Türk biter! Bu Osmanlı - Türk Ocakları suyundan gelen ebediliktir, inancı yerleşti.


86

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Osmanlı Ocaklarını daha sonra da Türk Ocaklarını söndürmeye pek hevesli olanlar önce Batılı Doğulu ve yerli saldırganlardan oluşan kalabalık bir sürüydü. Birbirini kışkırtan kin ve nefret kaynakları köy ve şehirlerimizi boşaltırken, camileri kiliseye dönüştürürken, bizim olan malımıza mülkümüze konarken, yakıp yıkarken çok hevesli ve amansız davrandılar. Asırlar içinde oluşan hoşgörü, iyi komşuluk, hayır ve iyilikte birlikte olma uygarlığımızın suyu bulandırıldı. Irkçı ötekileştirme, hor görme, ocaktan kovma hep destek buldu. Sadece bir asırda kinleri öyle köpürdü ki, 69 yıldan beri yolda, meydanda, kahvede, işte anadilimizi konuşamıyoruz, konuşanın yıllık gelirine eşit ceza hala bugün de kesiliyor. Bulgaristan’da Türklük ocağımız sadece Türk - İslam sentezi zengin bir ahlakla ayakta duran ailelerimize dayanıyor. Türkiye Cumhuriyetinin, Osmanlı Ocaklarının nefesiyle hala bugün de onların ruhuyla ayaktayız. Nassim Tales’in “Kara Kuğu”ndan önce başka bir kitabı, bu kadar uzun aralı okuduğumu hatırlamıyorum. Satırlara bakan gözlerim kendini kilitliyordu. Belleğim yenilenip özümseme gözeneklerini açmadan bir satır okuyamıyordum. Size de aktarmak istediğim ve memleketim olan Balkanlara adanmış şu satırlarda birde sizinle paylaşmak isterim: “Yaşlılar arasındaki günlük sohbetlerde, Akdeniz’in kuzeyinde bulunan Balkanlarda dört mevsimde yalnız bir deha hamam yapan insanlar yaşadığı anlatılırken, dinleyenler sanki zekâ durgunluğu yaşıyordu!” Günümüzde Balkan ülkelerinden birini gelip görenleri bunlara inandırmak zor olsa da, 2014’te Bulgar “NOVA” TV de dağ içi bir köyde 2 yaşlının yaşayışını canlandırırken şöyle bir soru geldi: “Hamamınız yok, nerede yıkanıyorsunuz?” cevap şu oldu: “Senede 2 defa yıkanırız. Hıdrellez’de, sonra da Bocuk’ta...” Yaşlı adam anlatırken duvar kenarındaki ocağı ve hayvanlara yem taşıdığı dışı isli kofayı eliyle gösterdi. Kitapta işlenmeyen ama beni çok ilgilendiren, sabunun tarihteki yeri, konusu var. Cahillik devrini sabunsuz aşarken atalarımız Balkanlara sabun kullanan bir medeniyet getirdiler. Bu ilginç oldu kadar beni defalarca yerime mıhlayan bir kültür olayıdır. Gençliğimde bir gün şöyle bir olay oldu: Başkentin “Park Hotel Sofya” kahvesinde vakit geçirirken, yan masada oturan, uzak bir ülkeden gelmiş misafirlerin ellerini gördüğüm an, nefesim birden kesilmişti. Yakınımda oturanların ellerinin üzerinde siyah kıl değil, bir parmak kir vardı. Arık şeklinde çatlamış kir kaşarlanmıştı. Baka kalmışım ki, heyetin rehberi usulca bana sokuldu. Bulgarca, “bunu dini adetleri gerektiriyormuş, doğuştan sonra hemen yıkanan eller, bir


Makale ve Analizler - 2015

87

daha hayata gözlerini yumduktan sonra keseleniyor, rahatsız olmayın, özür dileriz,” dedi ve nazik bir jestle uzaklaştı. Yazarın belleğinde 50 yıl yazıp silerek biçimlendirmeye çalıştığı “Siyah Kuğu” metaforu belki de buydu. Dış dünyadan tüm yeniliklerine kapalı, kaskatı bir zihniyet! Rastlantı sonucu karşılaşmasam varlığından asla haberim olmayacaktı. Ne güzel ki, Vatan güzelliği nakşettiğimiz şu güzel topraklara “Siyah Kuğu” gibi değil, Kara Kartallar gibi, çok uzaklara düşsek, hatta bulutların üzerinde olsak da sönmeden sevgi ve merhamet hevesiyle gelerek yerleşip suyuna su, bereketine bereket, mutluluklara mutluluk katarak yaşamışlar. Şunu da ilave etmek istiyorum: Bizim için “Siyah Kuğu” bir keşif olsa, hiçbir yeniliğin plan ve proje dahilinde ortaya çıkmadığını görürüz. Bir örnek: Son göçten önce tarım kooperatifimizde tütün üretilirdi. Irmak boyuna su pompaları dizildi. 1 dönümden 100 yerine 150 kilo ürün elde edileceği planlandı. Yazıldı rapor edildi. Fakat o yıl dolu düştü. “Afrika çekirgeleri” bastı. Tarlaları sarı ot bürüdü ve planlanan ürün alınamadı. Biz mucizeyi göremedik. Bu böyle ama sosyal olaylarda durumun farklı olduğu ortada... İnsanlar birçok tarihsel olayı öngörebildi. Hatta tarihin akışı etkilenebildi. Atatürk ve arkadaşları emperyalizmi Çanakkale’de denize dökeceğine, Sakarya’da Rum ordularını durduracağına, Cumhuriyeti kurup demokrasi tesis ederek Türk halkını gönençli bir hayata götürebileceğine inanıyordu. Bugün gücünü Türk halkından, TSK’den, Osmanlı Ocaklarından, Cumhuriyet kurumlarından, AK Parti’den, orada BULTÜRK Derneği gibi daha bir çok derneklerde örgütlenmiş Balkanlı göçmen soydaşlarımızdan alan Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan ve Sayın Başbakanımız Prof Dr. Ahmet Davutoğlu yönetimindeki iktidarımızın bölücü Kürt asilleri, PKK ve DAEŞ düşmanları, paralellcilerle ve değişik iç düşmanla kesin başa çıkıp huzur ve güvenli barış ortamı tesis edileceğine kesin inanıyoruz. Büyük gerçekleri söyleyebilmek için çok söze, yeni evrim ve devrim teorilerine, trilyonlarca harf ve sözü art arda dizip birbirine eklemeye gerek yok. Bundan sekiz yüz yıl önce memleketime kanatları yeni bir medeniyetle yüklü gelen Kara Kartal dağlarımızı yuva bildi. “Osmanlı Ocağı bu diyar olacak” buyurdu. Daha önce hiçbir kimsenin görmediği medeniyet eserleri, camiler, türbeler, konaklar, saraylar, köprüler, medreseler vb. bu beylerbeyliğinde dikildi. Hepsi asırların yükünü taşıdı ve bugün de ayaktadır. Diğer medeniyetlerin ve düşmanca zihniyetin ağır toplarına dayanan eserlerdir bunlar. Kardeşçe eşitliğe dayanan gü-


88

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

venli huzuru biz getirdik ve ocaklarımızda yaşattık bu topraklarda. Daha önce hiçbir yerde görülmemiş toplumsal ilişki cennetini biz kurduk bu topraklarda. Biz tarih öncesinden beri beklenen Kara Kuğu ve Kara Kartal mucizesi olarak vardık, varız ve var olmaya da devam edeceğiz bu diyarda. Kıyaslayarak düşündüğümüzde, “Sofya Oteli”nde gördüğüm ve unutamadığım ellere kıyasla bir yılda 2 defa demlenen Balkan köylüsü vücut temizliği kültürü açısından evrim değil devrim geçirmiş durumda gibidir. Sudan korkmadığı ortadadır. Birde bu topraklar daha hiç kimseler yok iken Osmanlı Ocakları açmak için belinde hamam tası, elinde kese, sabunla, kurnalı, havalandırmalı, göbek taşlı hamamlar kurmak niyetiyle gelen atalarımızı hatırlayınız. Haftada birkaç defa yıkanmayı ahlak şartı edinmiş insanlarımızla yerleşen yaşam tarzını düşününüz. Bulgaristan’da bugün hamamlarımızı geri alamadığımız azız durumları kendiniz yorumlayınız. Daha önce çakılı iki çivisi olamayan tüm, kullandığı tüm yapı ustalığını Osmanlı mimarisinden alan ama ana baba odasına bir hamam dolabı yapmayı kabul etmeyen bir zihniyet var bugün de karşımızda. Her gün ellerinden, dirseklerinden, ayaklarından, ağzından ve kulak ardından beş defa su geçiren insanlarımıza camide saldıran zihniyeti çözmeye çalışın lütfen! Bombalanan Lübnan’ın Amioun köyündeki sığmaktan bakıldığında, bizim Balkan dünyamızın gerçekten görülüp anlaşılabilmesi için alışagelinenin ötesinde bir hayal gücüne sahip olmak gerektiğine inanıyorum. Gerçekle yanlış olan ancak yaşanınca değerlendirilebilir. Hayal edilenin doğru olduğuna kıstas yoktur. Son 150 yılda biz Bulgaristan Müslümanlarının hayatı hep ters yüz anlatıldı. Bu uğraşı yer küresinin ekseni ve güneş etrafında dönmesini durduramasa da, tarihsel, kültürel ve medeniyetsel gelişmeyi uzun süreler engelleyebildi. Bu sürenin en çarpıcı tarifini yaparken, pişirmesini ve içmesini bizden öğrendikleri “çorbaya” Avrupa merkezlerinden bizimdir sertifikası çıkarana kadar devam ettini söyleyebilirim. Şimdi artık gizlice gidip gelenlerin, Oxford Üniversitesi diplomalarını gördük. Kendilerine, “İnsanlığın medeniyetler yolunu,” sorduğumuzda cevap şu oluyor: “Cahillikten, Yahudi dinine, ortada Hıristiyanlığa ve daha sonra İslam’a yükseliştir.” İslam da şu dünyaya yeni bir olgu, kanatlarında daha yüksek bir uygarlık taşıyan “nadir bir doruk” gibi iyilikler, kolaylıklar, rahmet vs müjdesi imanla gelmemiş mi? Öyleyse ret edilmesi bu kadar kolaysa, kabul edilmesi neden bu kadar zor!


Makale ve Analizler - 2015

89

İnsanların 2 bin yıldan beri su ile sabunun temizlik, temizliğin ise sağlık olduğuna birbirini inandırmakla uğraşması, ne kadar acınası bir durum! Ve bizim Balkanlardaki durumun hala bu olması ne kadar kötü bir gerçek. Srebrenitsa’da Müslüman oldukları için, yüreklerinde en güzel olanı taşıdıkları için katledilen kardeşlerimi unutamıyorum. Atalarımız bu diyara 100 makam ve 300 ritimle gelmişler. Sadece Bulgaristan’da 600 türkü ve şarkı yaratmışız. Birkaç gün önce TRT Müzik’te Bosna Kız Korosu’ndan Bosna İlahileri dinledim. Tarifi imkânsız bir güzellikti. Tarihsel alt ve üst yapısı olmamış bu sanat ne yaratılabilir ne de seslendirilebilirdi. Osmanlı Ocaklarının etkin varlığı Balkanlarının her yerinde günümüzde de aranıyor. Ülkemde insanların % 60’şı hala gettolarda, penceresinde cam olmayan tek katlı kulübelerde, içinde ve avlusunda su olmayan evlerde, yolsuz mahallelerde yaşıyorsa ve biz farklılıkların kaynaşmasından oluşacak yeni medeniyetler demetinin daha ilk adımlarını atamamışsak, bu karanlıktan nasıl çıkarız? İşte bu noktada herkes için yararlı olacak Yeni Osmanlı Ocakların rol almasını bekliyoruz. Bu görevin yerine getirilmesinde Osmanlının en çok eser bıraktığı Bulgaristan’da Ankara Osmanlı Ocakları Genel Başkanı Abdüldadir Canpolat beyi ülkemizde beklerken Türkiye’de attıkları büyük adımları bir an önce bize de taşımasını bekliyoruz. Müslümanlar Balkanlara Kara Kartallar gibi yuvalanmaya ve ebedi kalmaya gelmiştir. Tarih bilincimizde beraberlerinde kat kat üstün ahlak ve medeniyet getirip yerleştirdikleri var. Onlar bu memlekete torunlarının da saygı duyması için gelmiştir. Getirdikleri yaşam biçimi ve kültür yerliler tarafından kabul edildi edilmedi onlar binlerce cami, köprü, medrese, külliyat, mescit, kütüphane, hamam, konaklama yeri, işlik, dükkân, Bizansen, Pazaryeri kurup halk hizmetine açtılar. Osmanlıda değişik üretimler adil bir düzen olarak yerleşti. Bulgaristan’da yaşayan Türkler ve Müslümanlar olarak, hele hele son 150 yılda varımız yoğumuz devamlı el değiştirip yıkıma uğradığı mirasımızın canlı ve yararlı işleyişini artık hayal bile edebilecek durumda değiliz. Üstüne üstelik yaşayan tarihimizin nesilden nesle devrini engellemek, bireysel ve toplumsal belleğimizden silmek isteyenler bize resmen baskı uyguluyor. Geçmişimizden bize yalnız kötü ve olumsuz, karalayıcı ve küçük düşürücü olan incitmek amacıyla bilinçli olarak devamlı kafamıza kakılıyor. Ruhumuz eziliyor. Son dönem Müslüman neslimizde “geçmişimizden utanma ve suçluluk duygusu” uyandırılmaya çalışıldı. Yaşayan bir kimse, bir kuşak yaşamadığı tarihten suçlu olamaz. Kendi okullarımız, kütüphanelerimiz, kültür merkezlerimiz Osmanlı - Türk Ocaklarımız olmasa bile bugün de 1300 camiden gelen iman sesiyle yaşıyoruz. Gözle görülmeyen, kaydı olmayan binlerce Osmanlı ocağımız gönlümüzdedir.


90

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu topraklardaki Osmanlı sevgisi ve merhameti ile mirasının bekçisi olma bilinç ve gururuyla varız. Vardık, Varız ve Varolacağız. Türbelerimizde, Osmanlı döneminden kalmış çardaklı taş duvar avlulu evlerde, atalarımızın diktiği ceviz ve kestane ağaçları gölgelerindeyiz. Arda, Meriç, Tunca, Kamçiya vb ırmaklar üzerindeki köprülerimiz hala ayakta. Bu yıl kutlayacağımız 500.yılı Şeytan Köprüsü hala dimdik ayakta. Arnavut kaldırımlarında yürürken sanki geri doğru emeklemeye zorlanıyoruz. Gönlümüzü serin tutansa tarihin emeklemediği, sıçrayarak geliştiği inancımızdır. Şimdi gelip de bana “Köklerin hangi ocağa uzanır?” diye sorarsan. “Şu gördüğünüz Balkanların eteğinden tepesine her deresine ve her Vadisine, Osmanlı – Türk Ocaklarına uzanır desem, yeterli olur mu?” O zaman atalarımın daha Orta Asya steplerindeyken, daha Türklükle İslam kaynaşmadan, eski ve yeni geçmişte ilk medeni devrim bilinen atları, köpekleri ve tavukları evcilleştirmesi ne olacak! Biz memleket ve vatan bildiğimiz bu diyara kara kartallar gibi ebediyen kalmaya gelmişiz. Ne var ki bizim kartalımız bir buçuk asır önce tırnaklarını ve gagasını yolup atmaya çekildi kuduz dağındadır. Uzun sürse de, artık sökmüş atmış hepsini, yenileri yetişmiştir. Bunu herkes böyle bile. Bilirsiniz tırnaklarını ve gagasını yenileyen Kara Kartal bir o kadar daha yaşar. Bekliyoruz Kara Kartal Sayın Canpolat’ı Osmanlı Ocaklarını taşısın buralara. Kitabını pür dikkatle okuduğum Nassim Taleb Lübnan dağları çocuğudur. Belleği hayal açarken, yeraltında bomba sığınaklarında kaldığından olacak, ancak Tanrılarla temas eden Kara Kartalların tırnak ve gaga sökmesini görememiş, dönüşüm amaçlı bir yenilenme olan bu derinliğin anlamını açmamış. Bu nedenle bekleyişimizde “Kara Kuğu” yok, “Kara Kartal” var. Osmanlı Ocakları umudu yeniden alevleniyor. Kara Kartalları Bulgaristan’da bekliyoruz.


Makale ve Analizler - 2015

91

Anavatan Türkiye’nin Katılımı Olmaksızın Mümkün Değil!

Menderes Kungün-03.Ağustos.2015

Hâlihazırda Bulgaristan’ın Türk - Müslüman topluluğu yaklaşık 1 milyon 200 bin bin kişiliktir. İktidardaki Bulgar hükümetlerinin izledikleri baskı ve asimilasyon politikası sonucunda 1989 yılına kadar yaklaşık 784 bin kişi ülkeden göç ettirildi, daha 410 bin kişi demokratik geçiş döneminde de ülkeyi terk etti. Azınlığımız, 1878 tarihi Berlin Antlaşması, 1909 tarihli İstanbul Antlaşması, 1925 tarihli Ankara Antlaşması gibi bir sıra uluslararası sözleşmelerde tesis edilen ulusal azınlık olarak tespit edilmiştir. Ancak insan hakları ve azınlıklar haklarına adanmış bütün uluslararası belgelerde söz konusu azınlıkların gerçekten var olması ve ulusal mevzuat hükümlerinde tanınmış olması gibi bir şart vardır. Bulgaristan’da hukuki açıdan Türk-Müslüman azınlığı yoktur, ne Anayasada, ne de diğer kanunlarda böyle bir azınlık tanınmış değildir. Gerçekten biz bugün bu Avrupa ülkesinin hudutları içinde oturuyoruz, çalışıyoruz, var oluyoruz, ancak kendi bilincimizi yansıtacak bir hukuki tanımlama hiçbir yerde yoktur. Lukanov’un 1991 tarihli yeni Anayasasında Bulgaristan Türklerinin ulusal azınlık statüsünü ortadan kaldırarak devletin tek ulusluluğunu kabul ettirildi. Bugünkü Bulgar Anayasası, ulusal azınlıkların var olmasını düzenleyen eski sosyalist anayasasından farklı olarak bizi Bulgar olarak tanımlıyor. Asimilasyona dayalı bu hüküm 1999 yılında imzaladığımız Ulusal Azınlıkların Korunması için Çerçeve Sözleşmesi hükümlerine aykırıdır. Bu sözleşmede Bulgar ulusal mevzuatı ile uygulanacak ana ilkeleri belirtilmiştir. Sözleşmede ulusal azınlık mensuplarına kendilerine özgü kültür öz> elliklerinin geliştirilmesine ve din, dil, gelenek ve kültür olmak üzere ulusal kimliğinin muhafaza edilmesine uygun ortam sağlanması öngörülmüştür. Devlet, Türk ulusal kimliğinin korunması ve geliştirilmesini garantileyen Avrupa Sözleşmesini uygulamayı ve hükümlerine uyulmasını Avrupa bürokratları önünde raporlamayı reddediyor. Eski komünist rejimi tarafından kurulan ve bu rejimin politik uydu partilerince gerçekleştirilen sözüm ona “Bulgar etnik modeli” de Avrupa Sözleşmesine karşı çıkıyor. Bu model ülkedeki etnik gerginliğin artmasına, etnik gruplar arasında korku ve nefret uyandırılmasına, azınlığımızın ayırımına ve yıkılışına yol açtı. Bulgaristan Türkleri ve Müslümanlarının bugünkü durumu sosyalist dönemindekine kıyasla daha kötüdür. Bulgaristan Türklerinin yurt dışına kovuşturuldukları 1990 yılından sonra devlet mülkiyetinin özel mülkiyete dönüştürülmesi ve piyasa ekonomisinin uygulanmasını da kapsayan birçok köklü ekonomik reform yapıldı. Ana ekonomik


92

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

sektörlerden 3 bini aşkın devlet işletmesinin özelleştirilmesi Bulgar ekonomisinin çehresini ve toplum içindeki ilişkileri değiştirdi. Eski komünist üst düzey yetkilileri, gerçek mali karşılığı olmayan senetler aracılığı ile işletmeler sahibi haline gelerek ekonomiyi fethetti. Bugün devleti ekonomik aletler ile idare eden kapitalistler kısa bir süre içinde dünyaya geldi. Bunun yanı sıra menşei bilinmeyen yabancı sermaye de ülkemize girmeye başlayarak yerli firmaların iflasına sebep oldu. Yerli piyasa yabancı mallar ile dolduruldu, düşük kaliteli Bulgar ürünlerinin Avrupa piyasalarına erişimi ise kesildi. Bu karmaşık ortamda korumasız Bulgaristan Türklerinin kimileri varlığını sürdürebilmek üzere ahırda ve tarlalarda kaldı, diğerleri ise yurtdışına gurbete çıktılar. Bu ekonomik gelişme politik değişmelere de yol açtı. Ayrı ayrı ekonomik oligarşi çevreleri için lobi kurarak farklı program ve ideolojilere bağlı 300’den fazla parti kuruldu. Bizim için de “devlet güvenlik güçlerince” bizleri eskide isimlerimiz zorla değiştirmiş bulunanların yararına yöneterek yakından izlemek üzere bir politik parti kuruldu. Sonuç olarak devlet yönetimi zayıfladı, yolsuzluk üstün geldi, bürokrasi genişletildi, yatırımcılar yeni yeni riskler ile karşı karşıya geldi, suç olayları kat kat arttı ve dolayısıyla Avrupa fonlarının kesilmesine sebebiyet verildi. Çok partili ve sorumsuz sosyalist yönetiminin Bulgaristan’ın Avrupa Birliğine üyeliğinin ileri sürdüğü meydan okumaların üstesinden gelmek üzere yetkili olmadığı anlaşıldı. Bulgaristan Türklerinin partisi sayılan Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin, eski komünist rejimi ile sıkı sıkıya bağlı olup oligarşi çevrelerini temsil eden liderlik tipi bir Bulgar partisi olduğu görüldü. Rus gizli servislerinin baskı aparatı tarafından kurulan bu parti, bugünkü sosyalistlerin koalisyon partneri olup Türk azınlığının menfaatini korumaz. Türklerin ağır sosyal durumundan ilgilenmez. Gerçekten bu parti, Bulgaristan Türklerinin güçlükler ve sıkıntılar ile dolu yaşamının iyileştirilmesi ve de bunların azınlık statüsünün tanınması için hiçbir şey yapmış değildir. Eski komünistler ve ajanlardan oluşmuş küçük bir grup kendi firmalar çemberi kurup zavallı Türk proleterleri hesabına daha da zenginleşiyor. Politik partiler Türk-Müslüman azınlığının statüsü ve hakları sorununa çözüm getirilmemesi için çaba harcıyor. Ülkede, Bulgaristan Türkleri azınlığı mensuplarının politik, kültürel, sosyal ve ekonomik haklarının gerçekleşmesi için uygun ortam yoktur. Avrupa Birliği üyesi olan Bulgaristan’da anayasa hükümlerine göre ulusal azınlıkların mevcut olmadığından dolayı böyle azınlıkların var olmadığı zannedildiği için azınlıklara yönelik uluslararası sözleşmeler ile Avrupa Yönetmeliklerine devletçe uyulmamasına gerekçe sağlanır. Bir örnek verelim. Ülkemiz, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslar arası Sözleşmesinin “her halkın kendi kendini tayin hakkına sahip olduğu, kendi sosyal ve kültürel gelişmesini serbestçe gerçekleştirebildiği” be-


Makale ve Analizler - 2015

93

lirtilen 1. Maddesine uymaz. Devletlerin mevcut azınlıkları ve bunların ulusal kültürünü korumasını gerektiren BMT’nın 1992 tarihli Azınlık Haklarına ilişkin Beyannamesine aykırı olarak Türk etnik grubuna karşı propaganda devam ediliyor. Bulgaristan, yasa gereğince kesinleşmiş Ulusal azınlıklar Çerçeve Sözleşmesine uymamaktadır çünkü benzeri azılıklar yokmuş, sözleşme ise Avrupa’nın aldatılması amacı ile formal olarak kabul edilmiş. Türkçenin ülke topraklarından kaldırılması amacı ile Avrupa Sözleşmesinin karma bölgedeki Türkçe sorunu düzenleyen 12 no’lu Protokolünün kabulü bugüne bugün de reddediliyor. Okullarda Türkçe, mecburi bir ders olarak değil de serbest seçmeli ders olarak kabul edildi. Böylece çocuklarımızın ana dilini okumamaları garantilendi. Yukarıdaki olumsuz görüşler esasında ve Bulgaristan Türklerinin mutsuz durumu gerekçesiyle kapsamlı imza toplama etkinliğine başlayarak Bulgaristan devletine 10 puanlık talep listesini sunduk. Bu belgede Bulgaristan’da Türk ulusal azınlığının tanınmasını istedik. Ayrıca serbest ulusal tayin hakkını istedik. Anayasada yer alan etnik açıdan parti kurma yasağının kaldırılması, Türkçenin mecburi olarak okutulması ve karma bölgelerinde ikinci resmi dil olarak tanınması, devletin Müslüman dinine karışmaması, Bulgar etnik modelinin kaldırılması, Türk okulları, okuma evleri ve üniversitesinin açılması taleplerimizin bir kısmını oluşturdu. Uluslar arası hukuka uygun olan taleplerimizin gerçekleştirilmesi Bulgaristan’ın Avrupa Birliği ile başarılı bütünleşmesi amacı ile Bulgar devletinin önceliklerinden biri haline getirilmelidir. Serbest birleşme ve ulusal Türk azınlığına mensubiyet haklarımızın ihlali nedeniyle Strasburg Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde dava açtık. Sivil toplumun bu ilk demokratik etkinlikleri parti aleyhindeki itiraz niteliğini kazandı. Bunlar, partiler statükosuna ve Türklere karşı devam eden asimilasyon politikasına karşı koymamızı ifade eden bu etkinlikler Türk azınlığının siyaset seçkinlerine karşı tutumunu açıkça gösterdi. Bulgaristan’ın AB’ne bütünleşmesinden sonra Bulgaristan Türklerinin yaşam standardının yükseltilmesi, ülkedeki etnik barışın korunması ve Tük ulusal kimliğinin muhafaza edilmesi olmak üzere üç ana amacı vardır. Bu sorunların çözüme bağlanması ekonomik amaçlı göç olaylarının sınırlanmasına, özel ekonomi ve serbest özel girişimlerinin geliştirilmesine katkıda bulunacaktır. Türk dili ve kültürünün muhafaza edilmesi, Türk okulları, liseleri ve üniversitesinin açılması olağanüstü önemli sorunlardır. Türkçe yayınlana radyo ve televizyonun kurulması, okuma evleri, kültür merkezleri ve basın yayınları, kütüphaneler ve Türk kültürel ve tarihsel kalıtını sergileyen müzelerin açılması Bulgaristan’daki Türk azınlığının sağlamlaştırılmasına katkıda bulunacaktır. Türkiye Cumhuriyeti bu amaçların gerçekleştirilmesine yardımda bulunabilir ve bulunmalıdır. Bu amaçla Kamu sektörü ve Türk politik seçkinlerinin tümü ile


94

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

karşılıklı etkileşim programı ve açık doktrin hazırlanmalıdır. Bu, devletin ve bütün partilerin önceliklerinden birine dönüştürülmelidir. Ulusal açıdan sorumlu bir politikanın uygulanması için arabuluculuk gerekli değildir. Bulgaristan Türkleri arasında üstün geldiğini iddia eden bir partinin tercih edilmesi başarısız, zararlı bile çıktı. Bulgaristan’daki Türk - Müslüman topluluğunun geleceğinin, Avrupa Birliği çerçevesindeki var olmamızı garantileyebilecek tek etken olan Anavatan Türkiye’nin katılımı olmaksızın mümkün olmayacağı görüşü tespit edilmiştir. Bulgaristan’ın AB’ne katılmasından sonra karşı karşıya geldiğimiz riskler çoğaldı. İçinde yaşamak mecburiyetinde bulunduğumuz ortamda normal yaşam koşulları ve sosyal-politik şartlarının garantilenmesi için zayıflayan azınlığımıza karşı benzeri yükümlülük üstlenmelidir. Türklerin Bulgar etnik modelinden serbest bırakılması yalnız Türkiye Cumhuriyeti’nde etkin faaliyet yürüten hükümet dışı örgütlerin yardımı ile yerine girilebilir. Bulgaristan’daki Türk ulusal azınlığının korunması Balkanların istikrarı, refahı, demokratik güvenliği ve barışı için olağanüstü önemlidir.

Dikkatle Okuyunuz!

Musa Vatansever-03.Ağustos.2015

Konu: HÖH Oyunundan Kurtulmak Zorundayız. Yazı ve yorumlarımızdan bazılarına tepkilerinizi gönül hoşluğuyla karşılamaya büyük gayret gösterdik. Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi (BGSAM) görevlilerinden biri olarak, paylaştığım düşünceleri, onlara inandığım için yazdım. Bu, hepinize hizmet sunmak için üstlendiğimiz gönüllü ama ağır bir uğraşıdır. Gecesi ve gündüzü, tatili veya hafta sonu yoktur. Devamlı araştırmak, her teması değerlendirmek, haber ve bilgi akışını izlemek vb gibi fedakârlık isteyen bir yazıp çizmedir. 2003 - 2011 dernekçi birikimimizden sonra, üç buçuk yıllık dur durak bilmeyen çabalamayla ektiğimiz her tohumun biteceğini, boy atıp saracağını, umut kaynağı olacağını düşünmedik. Yanılmışım, gençler bizi arıyor, akın akın yanımıza geliyor. Zor bir iş bizimki, dünya tarihinde daha önce hiçbir yerde ve asla yaşanmamış - sosyalist toplumdan kapitalist üretim tarzına yani karşıdan karşıya “aldatılarak, gözleri bağlı olarak geçirilmek istendiğinize” dikkatinizi çektik.


Makale ve Analizler - 2015

95

Bu yolda birçok tuzak olduğuna, bu gidişin tehlikeli olduğuna, sonumuz olabileceğine işaret etmek istedik. Bu arada, ana uğraşı hedefimizde sivri oklarımızın hedefinde Bulgaristan Türk ve Müslümanlarının politik yönetimini üstlenen HÖH - DPS lider ekibi var. Öncelikle de tuzak hareketin kurucu başkanı ve şimdiki fahri Başkanı, artık korumalı saraylara, zırhlı araçlara gizlenen Ahmet Doğan var. Bu arada eski bir Türk ispiyoncusu olan ve iki yıl önce kulistekiler tarafından DPS Başkanlığına atanan Lütfü Mestan hedefimizin 10 numarasıdır. Onun etrafına topladığı oligarşik tayfanın halkımızı ezdiğini, totaliter düzeni sürdürmeye gayret edenlerle birlik olduğunu, hain zihniyetli olduklarını açıklamaya çalışıyoruz. Parlamentodakilerin sahtekâr ve ikiyüzlü olduğunu anlatırken perdeyi ve maskeyi indirmeye çalışıyoruz. 1989’un 10 Kasımı’nda tüm Müslümanlar da aralarında, Bulgaristan demokratik güçlerinin, öncü aydınlarının, Türk ve Müslüman dostlarının aldatıldıklarını her fırsatta yazdık. Bizdeki demokratikleşmenin sahte olduğunu her fırsatta vurguladık. Halkın gözünü boyamak için şekilsel, göstermelik değişiklikler yapıldığını anlattık. Bizdeki totaliter özün korunduğunu açıklamaya çalıştık. Şu dönem çok güncel olduğu için işaret ediyorum. Bütün demokratik yenilenmelerin (reformların) esasında öncelikle köklü anayasa ve yasal değişiklikler, yasama, yürütme ve yargı sistemlerinin, adalet anlayış ve yapılanmasında yargıçlarla savcıların birbirinden ayrılması, adalet makamının bağımsız ve tarafsız olması gerektiğini defalarca gündeme getirdik. Olmadı da olmadı demek istemiyorum, çünkü 26 yıldan beri bu işler belirsiz bir süreye erteleyenler artık masa etrafına toplanmaya zorlanıyorlar. Halkın gözünü açtığı gün geldi. Evet, siz şimdi, bu uğraşılarımıza tüm tepkilerinizde altını çizdiğiniz gibi, yazdıklarının hepsini biliyoruz, diyeceğinizi de biliyorum. Şunu sormak istiyorum: Yalnız bilmek yeter mi? Bilenler bilmeyenlere anlatıyor mu? Hepimiz aynı fikirler etrafında ne zaman birleşeceğiz! Geçen hafta çok güzel bir haber aldım, İzmir’de BULTÜRK yayınlarından Bulgaristan Türklerinin Sesi Gazetesinde çıkan yazılarım üzerine, bizim dilimizde tartışma (müzakere etme) dediğimiz, günümüz deyimiyle Fikir Fırtınası yapmışlar. Aradı hemşerilerim. Sağ olsunlar. Çok etkilendim ve bu yazılarımı okuyanlar olduğunu duymak beni çok mutlu etti. Soydaşlarım diyorlar ki, Bulgaristan Türklerinin, tüm Müslümanlarımızın “aldatıldığını, tuzağa düşürüldüğünü, uyutulduğunu yazıyorsunuz, siz hakikatten bu işleri böyle mi anlıyorsunuz?” Biz buraya göçeli çeyrek asır oldu da, ruhumuz, aklımız orada kaldı. Dönen dolapları bilmek istiyoruz! BUnları da siz-


96

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lerin sayesinde www.bghaber.org sitesinden ve BULTURK gazetesinden öğreniyoruz. Üçte biri ömürlerinde bir tek kitap okumamış, üçte ikisinin evinde bir kitap olmayan, % 90’nı günlük gazeteye bakmayan Roman kardeşlerimizin de kolayca anlayabileceği bir şekilde, örneğin bir fıkrayla anlatınız da, şu Hak ve Özgürlükler (DPS) meselesini bir daha tartışalım, çünkü Romanlar oylarını birkaç defadır bu partiye veriyorlar. Bizi ilgilendiren şöyle bir sorun da var. Nasıl oldu da daha 4 Ocak 1990’da Varna’da hemşerimizin evinde yapılan HÖH kurucu toplantısında tongaya düşürüldük? Hazır bulunanlardan herhangi biri neden yapışmadı hain Ahmet’in yakasına? Yaptığımız toplantıda bol bol çay içtik de, bilgisizlik sisi kalkmadı. Birçok sorun yanıtsız kaldı. Ardımızda önümüzde dönen ve artık uykumuzu kaçırmaya başlayan zincirleme karanlık olayları anlayabilmemizde bize yardımcı olunuz lütfen! Yazarın işini kolaylaştıran okurlarının anlatılanı hala anlayamamış olmasıdır. Doğrusunu bilmek isterseniz, biz de bize atılan kazığın şekli şimalini birden anlayamadık. Yıllarımız toplantılarda didişerek geçmedi mi? Göz göze kavgalarda süzülmedik mi? İlginize sevindim. Yazımın “bghaber.org” dışında BULTÜRK yazılı yayınlarında da yer almasında ısrar edeceyim ki, ellinizde bir şeyler olsun. Sizlere, sorularınıza toplu cevap olabilecek, memlekette anlatılan öykülerimizden birini seçtim: Yılan Yutmuş Adam Akıllı bir yolcu, atına binmiş gidiyordu. Yol kenarındaki bir ağacın altında uyumakta olan bir adam gördü. Tam yolcunun geçtiği sırada küçük bir yılan, uyumakta olan adamın ağzına girmek üzereydi. Akıllı adam, yılanı ürkütüp kaçırmak, böylece uyuyan adamı kurtarmak için atından atladı, fakat yılana engel olamadı. Hemen bir karar vermesi gerekiyordu. Kısa bir süre düşündükten sonra eline geçirdiği kalın bir dal parçasıyla uyuyan adama birkaç defa vurdu. Uyuyan adam, aldığı darbelerin etkisiyle yerinden fırladı. Karşısında elinde dal parçası kendisine vurmaya çalışan biri olduğunu görünce koşarak kaçmaya başladı.


Makale ve Analizler - 2015

97

Öbür adamsa hemen atına atladı ve kaçan adamın peşinden gitti. Şaşırmış ve korkmuş vaziyette kaçan adam, can havliyle yaşlı bir elma ağacının altına sığındı. Gücü tükendiğinden orada soluklandı. Atlı da az sonra o ağacın altına geldi. Atlı adam korkuyla kendisine bakan adama, yerdeki elmaları gösterdi. “Çabuk şu elmaları ye! Yoksa seni çok fena döverim!” diğer adam şaşkındı ve olup bitene anlam veremiyordu. Ama çaresizce isteyeni yaptı. Onlarca elmayı mideye indirdi. Bir süre sonra o kadar çok elma yemişti ki midesi artık daha fazlasını almayacak kadar şişti. Adam yalvarmaya başladı: “Ben sana ne yaptım? Bana ne kastın var? Niyetin beni öldürmekse, işi uzatma. Kılıcını vur da kanımı hemen dök! Yoluma nerden çıktın keşke seni karşılamasaydım.” Adam, atlıya daha nice kötü sözler söyledi. Fakat atlı onu dinlemedi. Daha fazla elma yiyemeyecek hâle gelen adamın sırtına elindeki soyayı indirip, “Şimdi koşmaya başla,” dedi. Adam yediği sopanın etkisiyle perişan, rüzgâr gibi koşmaya başladı. İkide bir yere kapaklanıyordu. Sonra kalkıp yine koşuyordu. Karnı yediği elmalardan dolayı şişmiş, koşmaktan halsiz düşmüştü. Ayağı ve yüzü yara bere içindeydi. Atlı, adamın bu haline aldırış bile etmeden onu akşama kadar koşturup durdu. Sonunda adamın midesi bulandı, iki dizinin üstüne çöküp kusmaya başladı. Tabii yedikleriyle birlikte içindeki yılan da dışarı fırladı. Adam, yılanı görünce gözleri hayretle açıldı. Bütün gün çektiği sıkıntıların hepsini bir anda unuttu. Öfkelenip durduğu kişinin gerçekte ona yardım etmeye çalıştığını anlamıştı. Ona söylediği kötü sözler için utandı. Atlı yolcuya gülümseyerek baktı ve dedi ki: “Sana rastladığım an, ne kutlu anmış meğer. Sen bana yeni bir can bağışladın. Sen beni analar gibi ararken, ben senden eşekler gibi kaçtım. Ne akılsızmışım. Başıma geleni bilmediğim için bir de sana sövüp saydım. Niye bana söylemedin?” Atlı, bu soruyu şöyle cevapladı: “Eğer sana durumu söyleseydim korkudan ödün patlardı. Yılandan önce korku seni öldürürdü.” Dertten kurtulan adam atlıya hak verdi. “Allah senden razı olsun. Seni mükâfatlandırsın. Benim sana borcumu ödemeye gücüm yetmez,” dedi. Evet, öğreticiliğine inandığım öykümüz bu.


98

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Hikâyede uyurken ağzına yılan giren adam Bulgaristanlı Türkler ve tüm Müslümanlarızdır, soydaşlarımızdır. Atlı, 1989’da ve daha sonra Türkiye’ye sığınmak durumunda kalan bilge aydınlarımız, deneyimli arkadaşlarımız, gün- gece çabalayan, yazan çizen, gazete ve kitaplar çıkarıp dağıtan, toplantılar yaparak biz uyurken koynumuza sokulan, 1990’da küçük olan ama şimdi sırık kadar olan “yılanı” HÖH - DPS partisi yönetimini kast ettik. Evet, gerçek ATLI soydaşlarımıza gerçek durumu anlatmaya çalıştığı için kendisine küfredilendir. Uğraşılarımızın hedefinde, size “koynunuzda yılan besliyorsunuz” demeden birlikte uyanmak, dirilip ve başımıza sarılan dertlerden cümlemizin kurtulmasına yardımcı olmak, yol göstermektir. Biz birlik olup bunu yapamazsak, koynumuzdaki yılan HÖH - DPS tuzağı memleketimizde Türkleri, Türklüğü, Müslümanlığı ve hepimizi bitirecektir. Anlatması bizden anlaması sizden! Öyküde sözü edilen kurtuluşun ne kadar zor olduğunu gördünüz. Başınızda sopalı atlı yok. Ama önümüzde bilinçlenme, çelikleşme ve dirilme yolu var. Okuduğunuz için teşekkür ederim.

Seçimler, Barışçı Kurtuluş Yoludur

Filiz Soytürk-04.Ağustos.2015

Konu: Tavşanı örnek alalım ve illetten mutlaka kurtulalım. Masallarımızda ne ararız? İçine düştüğümüz durumlardan çıkış tabii. Zekâ küpü halkımızın birikiminin yansımasıdır bizim masallarımız. Kimisi uzun kimisi kısadır. Başkahramanımızın Kel Oğlan ya da bir tavşan olabilir, eşeğine ter binmiş Nasrettin Hoca konuşabilir, önemli olan dinleyenlerin beklentisidir. Masal okuyanlar problem çözümünde zeki çözüm arayanlardır. Yeni yüzyılın ilk hamlelerinde de yine masal kitapları rehberimiz oluyor. Masallar bize “herkes dönüp baksın kendine” diyor. Masallarımız “kovmakla bitmez bu ocakta Türkler!” der. Nükteli sözlerimiz: “Yapma komşuna kötülük, gelir başına!” der. Yeni yüzyılın bilgeliği ise, “Seçimle çözülemeyen sosyal sorun yok!” Şeklinde sivrildi.


Makale ve Analizler - 2015

99

Dilimizde dolaşan en yeni tekerleme ise, “Biz hep dobracılığımızdan çektik!” “Dobra” sözcüğü Bulgarca da var. Lehçemizde “dobra dobra” olarak kullanılır. “Dobra dobra” dolan başlı yollara vurmadan, eğirip bükmeden, sakınmadan, gözyaşına bakmadan “çata çat” deriz ya bazı şeyleri bazen, işte bunun ifadesi oluyor bu. Şimdi sizler için seçtiğim ve bir tavşanın zekâsıyla bir Aslanı kuyuya nasıl düşürdüğünü anlatan halen politikacı geçenlere de ibret olacak bir halk masalı anlatmak istiyorum. Tavşanın Aklı Yemyeşil bir ovada birçok hayvan bir arada yaşıyordu. Ancak bir aslan yüzünden çok huzursuzlardı. Çünkü aslan, sürekli pusu kuruyor ve büyük küçük ayırt etmeden önüne gelen her hayvanı avlıyordu. Aslan, güzelim ovayı bütün hayvanlara zindan etmişti. Çok güçlü ve acımasız olan aslanla kimse boy ölçüşemiyordu. Bu korkuyla yaşamaya daha fazla katlanamayan hayvanlar toplandılar. Aralarında tartışıp aslana bir teklif sunmaya karar verdiler. Hep birlikte aslanın mağarasına giderek, “Bundan sonra av peşine düşmene gerek kalmadı. İstersen her gün aramızda kura çekerek belirleyeceğimiz bir hayvan gelip öğünün olacak,” dediler. Bu teklif aslanın hoşuna gider ancak o kandırılmaktan çekinir. Onlara şöyle der: “Bu hoş bir öneri! Tabii sözünüzde durursanız... Şundan bundan çok hileler gördüm çünkü. Hem ben kendi yiyeceğimi kendim avlamaya alışmışım. Çakallar, tilkiler gibi başkasının getireceği lokmayı nasıl beklerim?!” Hayvanlar, aslanı önerilerini kabul etmeye razı edebilmek için çok dil döktüler. Ancak aslanda onlara hemen güvenecek göz yoktu. Diretip duruyordu. Hayvanlar aslana, yaptıkları anlaşmaya uyacaklarına dair kesin bir söz verdiler. Ona “Hiç tasalanma, yiyeceğin her gün kesintisiz gelecek.” dediler. Aslan, “Eğer anlaşmayı bozarsanız hiddetimden korkun,” diyerek hayvanların önerisini kabul eder. Bu anlaşmadan önce, her çekilen kura hangi hayvana hangi hayvana isabet ederse o, koşarak aslana gidiyor ve aslan da geleni afiyetle yiyordu. Günün birinde kurada tavşanın ismi çıktı. Tavşan, kendinden beklenmeyecek kadar gür bir sesle,


100

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

“Artık bu zulüm yeter!” diye bağırdı. Diğer hayvanlar tavşanın tepkisine şaşırdılar. “Biz bunca zamandır verdiğimiz söz uğruna canlar feda ettik. Ey inatçı, sen bizim adımızı kötüye mi çıkaracaksın? Aman dikkat et de aslan incinmesin! Haydi, yürü git, çabuk!” Tavşan: “Ey dostlar, Hepimizi bu aslanın çektirdiklerinden kurtarmam için bana biraz zaman tanıyın. Öyle bir çare bulacağım ki, hepimizin canı kurtulacak.” Hayvanlar tavşanın bu sözleri karşısında korkuya kapılırlar. Hemen ona itiraz ederler: “Ey akılsız! Bir tavşan olduğunu unutma. Koskoca aslana sen ne yapabilirsin ki?!” Tavşan söylenen sözleri duymazdan gelir. Aklındaki planı uygulama konusunda diretir. Diğer hayvanlar tavşanın üstüne daha fazla gitmekten vazgeçerler. Ancak onun ne yapacağını da merak ederler. Tavşan, “Her sırrın açıklanması uygun değildir. Zira iki dudağı aşan sır yayılır,” diyerek düşüncelerini açıklamaktan kaçınır. Tavşan kasıtlı olarak oyalanır. Epey zaman geçtikten sonra da aslanın mağarasına doğru yola koyulur. Aslan günlük yiyeceği geciktiği için öfkelenmiştir. Mağarasında habire dolanır, toprağı eşeleyip, kükredi: “Hey Alçak! Ben ki filleri parçaladım, ben ki başka aslanların kulağını çektim! Sen nasıl olur da beni bekletmeye cesaret edersin? Sen ne akılsız bir tavşansın! Yaklaş da bir aslanın öfkesi ne demekmiş, gör!” Tavşan, boynunu büküp konuşur: “Büyüklük gösterip affedersen, özürüm var. Onun için geciktim.” Aslan, öfkeyle söylenmeye devam eder: “Ne özrü? Şahların huzuruna bu zamanda mı gelinir? Ahmağın özrünü dinlemek bile yakışmaz!” Tavşan, yalvarmayı sürdürür: “Dinle! Ben sabah erkenden yola düştüm. Yanımda bir başka tavşan ile buraya geliyorduk. Arkadaşlar, senin için onu bana yoldaş etmişlerdi. Arkadaşım şişmanlıkta da güzellikte de benim iki katımdı. Fakat yolda daha önce görmediğimiz bir aslan yolumuzu kesti, bize sataştı. Ben ona sana geldiğimi söyledimse de beni dinlemedi. “O da kim oluyor? Gelsin de kimin daha güçlü olduğunu görsün!” dedi. Bizi paramparça etmekle tehdit etti. O zaman, “Ne olur bizi bırak da senden ona haber götürelim!” dedim. Dileğimi, arkadaşımı yanında rehin bırakmak şartıyla kabul etti. Çok yalvarsak da hiç fayda etmedi. Yoldaşımı alıkoyup beni serbest bıraktı.”


Makale ve Analizler - 2015

101

Tavşan, sözlerinin etkisini arttırmak için kısa bir süre sustu. Aslan onu dikkat ve şaşkınlıkla dinliyordu. Giderek sinirlendiği de gözlerinden belliydi. Tavşan ağlamaklı, etkileyici bir ses tonuyla konuşmaya devam etti. “Sana geldiğimiz yol bundan böyle o aslan tarafından kapatılmıştır. Sana günlük yiyecek lazımsa o aslandan kurtulmalısın.” Aslanın aklı karışmış ve öfkelenmişti. “Haydi, gel bakalım, dedi. Doğru söylüyorsan düş önüme! Onun da cezasını veririm, onun gibi yüz binlercesinin de... Ama yalan söylüyorsan eğer, çekeceğin cezayı sen düşün!” dedi. Tavşan, planını gerçekleştirmek için kılavuz gibi önüne geçti. O önde aslan arkasında önceden belirlediği bir kuyuya doğru yola çıktılar. Kuyuya yaklaşınca tavşan yavaşladı. Aslanın arksından arkasından yürümeye başladı. Aslan bağırdı: “Niçin geride kaldın, öne geçsene.” Tavşan: “Padişahım,” diye inledi. “O hain beni öyle korkuttu ki dizlerim tir tir titriyor, ayaklarım geri geri gidiyor. Lütfen beni affedin. Beni öne geçirmeyin.” Aslan: “Söyle o hâlde nerede u canına susamış aslan parçası,” diye sordu. Tavşan, eliyle işaret ederek konuştu: “Bakın, o sizi hiçe sayan o haddini bilmez aslan işte şu kuyuda yaşıyor.” Aslan: “Peki, dedi. Bir bak bakalım, orada mı?” Tavşan, çekiniyormuş gibi davrandı. “Tek başıma o kuyuya yaklaşamam. Ama beni kucağına alırsan senin yardımınla kuyuya bakabilirim.” Aslan tavşanı kucağına aldı. Birlikte kuyunun ağzına kadar yaklaştılar. Aslan kuyunun ağzından bakınca, suda pırıldayan kendi yansımasını gördü. O yansımaya göre kuyunun dibinde, kucağında bir tavşanla kocaman bir aslan duruyordu! Aslan düşmanını gördüğünü sandı ve kucağındaki tavşanı kenara fırlatıp kuyunun içine atladı. Aslan bir daha o kuyudan çıkamadı. Planıyla aslandan kurtulmayı başaran tavşan, sevinçle arkadaşlarının yanına dönerek onlara bu müjdeli haberi ulaştırdı. Tavşan çözümü kendi aklınla bulup hazır yiyici aslandan böyle kurtulmuştur. Masalı da zor duruma düşenlere ibret olsun diye anlatılır. Bizim toplumda da kendilerini saraylara kapatıp ekmek elden su gölden ahkâm kesenler var. Mesela Ahmet Doğan Bulgar devletini ve Türk ve Müslümanlarımızı saraydan soyuyor. Çanağının derinliğini bilmediği bir baraj inşasından 1 milyon 250 bin Euro; Avrupa’dan gelen yardım ve yatırım paralarından % 25; ona buna yaptığı işlerden % 40; adı var sapı yok dalaverelerden % 50 ve kâğıt üstü yalan işlerden de % 60’a kadar harç alıyor. Bizim “şoparı” ya


102

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Avrupa Birliği kuyusuna götürme ya da seçim sandığı içine hapsetme zamanı artık geldi. Barışçı, gürültüsüz patırtısız, Bulgar’a rezil olmadan kurtuluş yolumuz seçim sandığı olmalıdır. Okuduğunuz için teşekkür ederim.

Midem Almıyor Ağabey(!)

Alptekin Cevherli-06.Ağustos.2015

Bir dönem İstanbul’da internet kafe işletiyordum. 3 - 4 dükkân aşağıda da lokantacı bir dükkân komşumuz vardı. Lokantayı baba - oğul birlikte işletiyorlardı. Öğlen ve akşam yemeklerine onlara gidiyor, hem muhabbet ediyor, hem de karnımı doyuruyordum. Fiyatları öyle çok ucuz değildi ama yakın olması nedeniyle tercih ediyordum. Gel zaman, git zaman tam karşısına bir lokanta daha açıldı. Ramazan ayıydı... Yeni komşuya da hem hayırlı olsun diyeyim, hem de iftar edeyim diye düşündüm. İçeri girdim; Aaa, bir de ne göreyim? Bizim lokantacı baba - oğul orada... Saflık ya, herhalde onlar da hayırlı olsuna gelmişlerdir diye içimden geçirdim. Selâmlaştık, boş bir sandalyeye oturdum, iftarımı açtım. Lokantacı baba - oğula karşı kendim mahcup hissediyordum... Ama işin doğrusu bu yeni yerin yemeklerinin tadı da hoşuma gitmişti hani... Ertesi gün yine yeni açılan lokantaya gittim. Bir de ne göreyim, babası yoktu ama oğlu yine oradaydı. Biraz işkillendim tabii. Ertesi gün, yine aynı, daha sonraki gün yine öyle... Dördüncü gün dayanamadım, oturdum yanına: - “Hayırdır dostum, her gün buradasın. Baban bir şey demesin sonra, müşterilere kötü örnek oluyorsun diye?” Delikanlı başını önüne eğdi: - “Ne yapayım, bizim lokantadaki yemekleri midem almıyor ağabey(!)” Bu satırlarda daha önce de defalarca yazmıştım. Balkanlardaki Türkler hızla asimile oluyor. Türkler arasında etnik kökenini Arnavut olmaya dayandıranlar ve bunu moda haline getirenler gün geçtikçe artıyor diye.


Makale ve Analizler - 2015

103

Bilmem kaç kuşak önce bir Arnavut gelin almış ailenin torunlarına bir bakıyorsunuz, “Biz Arnavutuz, bilirsin” diyor. Eğer Mendel kanunu diye bir şey varsa, Bu arkadaşlara işlemiyor herhalde... Geçen gün Makedonya’daydım. Kaldığım otelde Makedonya birinci kanalı MT1’i açtım. Bir film başladı. Adı “Filip”. 1983 yapımı filimde “Barbar Türkler”, genç bir delikanlıyı askere almak için babasını gözünün önünde öldürüyorlar, ardından annesini de tekme tokat dövüp çocuğu zorla götürüyorlar. Çocuk devşiriliyor güya ama o tarihlerde en azından bizde(?) devşirme uygulaması yok tabii, neyse... Filimde ilçe jandarma komutanı desen, üçkâğıtçının teki, Kaymakam ise hinoğlu hin! Dizide ne kadar Türk varsa ya aptal, ya insanlık düşmanı aşağılık mahlûk olarak canlandırılmış. Her halde filim çekilirken Makedonya’da ne kadar tipsiz herif varsa hepsini toplayıp, Türk rolünde oynatmışlar. Seyrettiğim bölümün sonunda bu barbarca baskılara karşı isyan eden Makedon gençleri duvarlarında Sultan 2’nci Abdülhamit Han’ın posterinin olduğu bir tiyatroda Kaymakamın gözünün içine baka baka Abdülhamit Han için “Kanlı Sultan” diye bağırıyorlar. Kaymakam protokol ile birlikte dışarı çıkınca da salonda bir alkış tufanı kopuyor. Ardından da bir tabanca ve hançer üzerine yemin ederek o Balkanlardaki milyonlarca Müslüman Türk’ün vahşice katledilmesine sebep olan Komitacı teşkilâtlarını kuruyorlar... Daha Sovyetler Birliği ve Yugoslavya Federasyonu yıkılmadan çevrilen, neredeyse tarih olmuş bir filmin olanca eski görüntü kalitesine rağmen Makedon Komitacıların Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklandığı ve bir hafta süre ile komün hayatı yaşadıkları ve elbette Osmanlı Ordusuna teslim olmak zorunda kaldıkları 2 Ağustos Bayramı’nda yayınlanması oldukça manidar tabii. Oysa Makedon Anayasasına göre Türkler, ülkeyi oluşturan kurucu 3 unsurdan birisi. Ve dahası uygulamada pek olmasa da en azından hukuki olarak “Türkçe” Makedonya’da resmi dillerden birisi... Ama gel gör ki, Türk düşmanlığı devlet televizyonunda alenen bin bir yalan ve iftira ile sahne alıyor... Bu psikolojik ve sosyal baskı altında yetişen ve yaşayan Türk çocukları da zamanla kendilerinden ve mensubu oldukları Türk milletinden utanır hale geliyorlar. Ve kendilerini Batı tarafından rol model olarak gösterilen başka bir Müslüman millete, yani Arnavutlara veya Bosna için de Boşnaklara yamamaya çalışıyorlar. Elbette Arnavutlar da, Boşnaklar da bizim kardeşimiz. Ama aslını inkâr etmek ve çıktığı yumurtayı beğenmemek nedir?


104

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Burada uygulanan mantık şu: Önce Türklükten utandır, ardından Arnavutlaştır, sonra da Hristiyanlaştır. Bu nedenle de meselâ bir mürtet olan Rahibe Teresa’nın resmini ülkenin dört bir yanına asmışlar. Adını her yere vermişler... (Rahibe Teresa: Gerçek adı Gonca Boyacı olan bir Arnavut’tur. Misyoner okulunda okurken devşirilmiş ve rahibe yapılarak Vatikan’ın reklâm yüzü olarak 50 yıldan fazla kullanılmıştır. Sonra yazdığı mektuplarda pişman olduğu ve yaptıklarını sorguladığı anlaşılsa da özellikle Hindistan ve Güneydoğu Asya’da pek çok insanın Hristiyan olmasına neden olmuştur. Bu etki elbette aynı zamanda Balkanlar’da da görülmüştür.) Kosova’da Arnavutlara ve Bosna’da Boşnaklara karşı Sırplar katliam ve etnik arındırma uygularken onlara sahip çıkan tek devlet Türkiye idi. Sanırım bu nedenle oradaki Türklere karşı psikolojik baskı uygulanarak bunun hıncı alınıyor... Peki olumlu şeyler yok mu? Elbette var! TİKA bölgede adeta mucizeler yaratmış. Devletimiz ağırlığını ekonomik ve askeri olarak çok net bir şekilde hissettiriyor. Bölgede hâlâ kendine Türk diyenler ise “Biz Türkiye ve Hükümeti sayesinde varlığımızı burada devam ettiriyoruz. Yoksa bizleri bir gün yaşatmazlar” diye açıkça söylüyorlar. Ama bütün bunların yanı sıra oradaki soydaşlarımıza sadece camileri restore ederek ya da dev Türk şirketleriyle destek olamayız. Karşı psikolojik unsurların da bir an önce devreye sokulması gereklidir. Yoksa oradaki Türkler bir hatıra olarak kalacak... Çünkü aslını inkâr eden bir nesilden kimseye hayır gelmez.

Korkunun Sonu!

BG-SAM-07.Ağustos.2015

Konu: Bilinmeyenden Korkulur mu? Kimi defa bazı şeyleri söylemek kolaydır. Ona faşist, buna komünist, diğerlerine İslamcı, daha başkalarına hain deyip yol alanlar var. Ben Bulgaristan Türkleri arasında olup gerçek Türk ailelerinde, Müslüman ortamında yetişip memleketimize, dinimize ve ahlakımıza, geçmişimize ve geleceğimize kahreden biri olabileceğine inanmıyorum. Daha doğrusu inanmak istemiyorum.


Makale ve Analizler - 2015

105

Müslüman ailede Müslüman yetişir deyenlerimiz her zaman haklıdır. Bu memlekette bizden asil, bizden günahsız ve âlicenap, içindeki insan sevgisi bizimkinden büyük olan insan sever yoktur, diyenler de bizimledir. Tabii bizde Türklük ve İslam ruhu, yücelik ve cesaret de atmaya başlayan her minicik yürekle yeniden hayat hakkı kazanıyor. Şahsen ben komşularımıza, köydeşlerimize, uzak yakın köylerden hemşerilerimize karşı tek kötü söz söylenmemiş bir ailede yetiştim. Aynı şeyi Suvorovo köylerinden Bulgar için de söyleyebilirim, onları bizden sayar kötü görmek, karalamak istemiyorduk. Pazarlarda kendileriyle da alış verişimiz olurdu. Toplumu bir arı kovanı gibi gördüğümüzde bal toplayan arılarla kovan bekçileri arasında kavgadan kimseye fayda olmayacağına herkes peşin inanmıştı. Dün akşam Varna bölgesel TV yayınına baktım. Belediye encümenliğinde yumruklaşıyorlar. Nedeni? Geçen sene evlerini sel götüren Roman vatandaşlara inşa edip daire dağıtılması plan tasarısı görüşülüyordu. Belediye Başkanı, Belediye meclisi üyeleri ve felaket mağdurları razı, Avrupa Birliği’nden de “olur, ödenek sağlarız” denmiş, fakat bu defa yerli halk “olmaz!” diyor. Apartmanların kurulacağı yer denizi en iyi görüyormuş. Denize açılan manzarayı kıskanıyorlar. Gemileri seyretmeyi Romanlara çok görüyorlar. Kıskanıyorlar işte, denizin neyini kıskanıyorlarsa! “Deniz, bakanken insanın karnını doyurmaz ki!” desek. Karar alamadılar. Yankılanan nedir. Kıskançlık yerel idare organlarını felç edecek duruma gelmiş, haberimiz yok. Kıskançlık (egoizm) bir hastalık mıdır?. Toplumsal felaket olabilir mi?! Bunun adı, kaşarlı Bulgar kıskançlığından başka, bir de ırkçılık, ayrımcılık değil de nedir! Harmanlı’deki “savaş kaçakları kampında kalanların şehir havuzunda serinlemesi yasaklanmış.” Nerede serinlesin bu insanlar? Köküm Dobruca’lıdır. Bizim oralar fazla alçaklı yüksekli, dereli tepeli sayılmaz. Ses yankılanmasına, koyun güzü ardından önce, köy hamamında şaşırmıştım. Yankıda her şeyimizin yansır, yankı insan aynasıdır. Bir defa mantar toplamaya gitmiştik. Kız kardeşimin ayağı bir çalıya takıldı ve o boş bulunup ansızın yere düştü. Canı acıyınca çığlıkla “Anacığım!” diye bağırdı. Sesi “Anaaa!” diye döndü. Korkmuş olacak, ayağa kalkmaya çalışırken “Ağabey bu da kim?” diye sordu. Ben henüz yanıt vermeden, hafifçe bir sesin “Ağabey bu da kim?” dediği kulağa geldi. Kardeşim şaşırdı. Ne olduğunu anlayamamıştı. Sesi ilk kez yankılandığından, korktuğu her halinden belliydi. Oysa korkacak bir şey yoktu.


106

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Hafifçe anlattım. “Yankılanan sesin aslında Hayat” olduğunu söyledim. Hayat, insanın ona verdiğini her zaman geri verir: “Kötülük yapan, kötülük bulur!”, “İyilik yapan hayır bulur!” sözlerinde kökü budur, derken şunları da ekledim: “Daha fazla sevgi istediğin zaman, daha çok sevmelisin; daha fazla şefkat istediğinde, daha çok şev katlı olmasın!” gibi öğütlerde bulundum. Hayatın yokuşunda ilk adımlarını atmaya çalışan kardeşime sesinin hayat boyu yankılanacağını, yankılanma durduğunda endişeli ve korkulu günlerin kapı çalacağını ilave ettim. Bireysel düzeyde hayat sanki çok güzel de, sosyal hayatta yıllar yılı başımıza gelenlerin, bize yapılan kötülüklerin, öfkeli, kinli ve nefretli kudurmuşların icatı olan zulmün hesabı ne zaman sorulacak, bu olaylar mahkemelerde, ağır ceza duruşmalarında ne zaman yankılanacak? Büyük göçten sonra ardınızda ezgin bir kuşak kaldı. Bir asır boyu Türklere karşı uygulanan baskı ve terör, sindirme ve ezme, kovalama, sürgün etme, yargısız infaz ve zulüm siyaseti derin izler bıraktı. Bu çekinin yankısı bugün de derinden gelen bir inilti değil de nedir? Kaynağının çok derin olduğunu söylemek istediğim, kap tutmuş yaraların yankısı seda şeklinde değil, zonk zonk olarak, her gün yüreğimizi iğneliyor. Bu kapanmış bir sayfanın, dürülmüş bir defterin, unutulmuş bir geçmişin aynası olamaz! Yankılanan yakın tarihimizde halkımızın ağır çekileridir. İstesem de istemesem de düşmanlığın düşmanlık olarak yankılandığını itiraf ediyorum. Bir de birçok yaramız o denli derindir ki, acı yankılanma henüz yüze vurmamıştır. Üç kuşak Türklüğün okulsuz ve medeniyet kaynaklarından yoksun bırakılması 21. asır boyunca zonklamaya mahkûmdur. Olayı, şöyle bir örnekle açmak istiyorum: Başımıza gelen olayların içinde gizli amaçlar, sırlar var. Bizden hala gizlenen gerçekler var. Bunlar gün ışığına çıkmadan gerçek asla yankılanamaz, hayat aynası gerçeği gösteremez. Eskiden olduğu gibi bugün de hayatın önemli sırlarını bilen hep üç beş kişidir. 26 Nisan 1894’te Mısırın liman şehri olan İskenderiye’de doğan, Alman Nazilerinin en önde gelenlerinden biri düzeyine yükselen Rudulf Hess, 17 Ağustos 1987’de, son 42 yılını geçirdiği Berlin’in Spandau Hapishanesi’nde, 29 yıl önce öldü. İkinci Dünya Savaşı suçlularının yargılandığı Nürnberg Mahkemesi’nde sustu. Daha sonra da ağzını açıp Hitlerin ne sebeple iktidara getirildiğini dünyaya anlatmadı. O, ne hükmetse son 70 yılda hoşgörüden ve aftan yararlanamayan tek Nazi’dir. İçerdeyken ona gazetecilerle görüşme izini verilmedi, yani geçmişi basında yankılanmadı. Hess, bu dünyadan sırlarıyla birlikte göçtü.


Makale ve Analizler - 2015

107

Ancak ilginçtir ki, 1942 yılında, İngilizlerin eline geçince kendi serbest iradesiyle verdiği ifadeler, belgeler ve bilgiler, İngiliz hükümeti tarafından, 75 yıl açıklanmaması kaydıyla, arşivlerde saklandı. Öyle ama o gün bu gün neredeyse 74 yıl tarihe karıştı ve şimdi soruyorum: 2017’de Hess’in İngiliz M 16 servisine anlattıkları yayınlanacak mı? Dünya 50 milyon kişinin canına kıyındığı o dehşetli trajedi hakkında bilmediklerini nihayet öğrenebilecek mi? Almanya tarihi yendem mi yazılacak? Hess, 1942’de bir askeri uçağa binip kendi isteğiyle gitmişti İngiltere’ye, uçaktan atlamış, teslim olmuş ve anlattıklarını kendi iradesiyle paylaşmış, yazmış çizmişti. Bu dosyalar İngiltere tarafından 2017’de açıklanabilir. Sadece açıklanabilir diyorum, çünkü bu Londra hükümetinin arzusuna bağlıdır. Gerekli görürse bir 75 yıl daha açıklamayabilir. Konuya bu kapıdan giriyorum, çünkü sayın okurum sizi başka bir kapıya götürmek istiyorum. Geçen hafta Bulgaristan’dan dönen hemşerilerimden biri bana, totaliter dönemde Bulgar gizli istihbaratı VI. Dairesinin Türkiye Masası 4. Amirliği şefliğinde görev alan, doğduğu yer bir Razgrat köyü olan Albay V. Bojkov’un Bulgaristan Türkleri ve Türkiye konulu 6. kitabını getirdi. Ayak tırnağından saçının son teline kadar her hücresinde Türk ve Müslüman düşmanlığı şakıyan bu ruhu zehirlenmiş Bulgar albayın daha önceki kitaplarında işlediği şöyle bir konu vardı. Her şeyin fazlasına bizzat tanık olmuş olan bu istihbarat subayı yeni eserinde şöyle demiştir: “Ahmet Doğan, Pazarcık hapishanesindeyken, onu belirli aralarla siyah bir “Volga” sabah erken cezaevinden alıp SSCB Sofya Büyükelçiliğinin Orta Rodop Dağları’nın Smolyan şehri mevkisindeki, dışardan bakılınca dikkat çekmeyen, hatta gözle görülmeyen “Rus Köşküne” götürüyordu. Köşkte kendisiyle gün boyu görüşülüyordu. Ona vazifeler o zaman ve orada verilmiştir.” Albay Boşkov, o yıllardaki Bulgar gizli polis servislerinin en önemli şubesinin otoritesine toz kondurmamak amacıyla “biz bu Dağ Köşkü’nün her köşesine böcek yetiştirmiştik. Rus istasyon şeflerinin onunla ne konuştuğunu, ona ne gibi vazifeler verdiğini vs böcekler aracılığıyla dinleyip kaydettik ve kayıtlar saklanıyor.” diye yazdı. Soru: Bu kayıtlar açıklanmadan çıbanbaşı akar mı? Gerçek yankılanır, yorumlanır mı? Bu yapılmadan korku ve dehşet kalkar mı? Halkımızı o gün bu gün korku içinde yaşatmak için bir tuzak var ortada ve Ahmet Doğan gerçeği açıklamak ve Rus dış istihbaratı tarafından kendisine verilen gizli ödevleri kamuoyuna anlatmak zorundadır. Onun “DS” dosyasında bu ödevlerden söz edilmemesi, onu aklamaz. 30 yıldan beri halkımıza karşı kin ve öfke dolu sır küpü gibi susması, artık tehlikeli olmaya başladı. Herkesin bildiği üzere, kaldığı “saray” döküntü-


108

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

sünden 200 milyon US Dolar para kaybolmuştur. Arkasında 3 yetim bırakan Ahmet Emin kurşunlanarak öldürülmüştür. Çalınan paralar HÖH partisinin yani halkımızın parasıdır. Bu konularda yeni Başkan Lütfü Mestan’ın da gece gündüz susması onu da aklamaz, o da bir muhbirdir ve bu oyunların içinde olduğu için sorumludur. Olaylar gizli tutulmaya çalışılsa da Sofya sokaklarında, kahvelerde, soydaşlarımız arasında yankılanıyor, geçmişin aynasına çarpıyor. Ve şöyle bir durum da var. Gün gelip tüm sırlar mutlaka açıklanmalıdır. Gerektiğinde kapı kapı dolaşılıp imza toplanacak! HÖH Kurultayı toplanacak! Yüz karası olaylar gündem olacaktır. 30 yıllık gizem kutusunu açıp halktan gizlenen sırlar ortaya konduğu zaman Ahmet Doğan’ın hainlik öyküsü; Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin, (DPS) gerçek tarihi ve Bulgaristan Cumhuriyetinin son 30 yıllık geçmişi yeniden kaleme alınacaktır. Rus Dağ Köşkünde yapılan ve hala gizli tutulan kayıtlar deşifre edilip açıklanmadan, halk gerçekleri öğrenmeden, yayınlanmadan memlekette huzur ve güven olamaz. Bu işin içinde devlet ihaneti varsa savcılık soruşturması tamamlanmadan ve mahkeme kararı çıkmadan gerçek tarihimizi yazamayız. Yankılanmayı beklemek zorundayız. Hainler susarak zaman kazanıyorlar. Artık gün gibi ortada olan, şu “dosya” komedisinin, büyük ihanet oyunundan ancak küçük bir güldürü sahnesi olduğunun görülmüş olmasıdır. Şöyle de bir gerçek var. Doğan hakkındaki çabalar halkımızı aldatmayı, sem eleyip uyutmayı hedefliyor. Ahmetlerin Lütfülerin geçmişinden gelen yankı baştanbaşa sahtedir. İngilizler, Rudolf Hess itiraflarını 75 yıldan beri nasıl saklıyorsa “DS” ve Ruslar da, en az 30 yıldan beri, Bulgaristan Türkleri ve Müslümanlarla ilgili A. Doğan’ın üstlendiği “önemli vazifeler” gizli tutuluyor. Halkımız huzursuzdur. HÖH liderlerinin suskunluğu halkımızı korkutuyor. Bulgar halkının ve Bulgaristan Türk ve Müslümanlarının gerçekleri bilme zamanı gelmiştir. Korkunun ve endişenin gizlendiği yer bilgi yetersizliğidir. Şu da ortadadır ki, bu ihanet iftiralarını sır gibi koruyan bir tek Moskova gizli servisi KGB değil, öz olarak Bulgaristan devletine karşı doğrudan doğruyta bir ihanet darbesi olan ve seve seve üstlenilen bu “önemli” ödevler, affı gayrı mümkün suç teşkil etmektedir. Bu nedenle Ahmet Doğan tutuklanıp sorguya çekilmelidir. Bu arada, aynı dönemde, Bulgar devlet düzeni, ekonomik alt yapı, mali sistem, eğitim, sağlık, adalet düzeni, etnik azınlıklar siyaseti, dış ve iç politika baştanbaşa yere saplanmış ki, ne tutuklanan, ne sorgulanan, ne de cezalandırılan var. Suçlular “saraylarda” kuş sütüyle besleniyor. Geri gidiş vitesindeyiz ve tam gaz ilerliyoruz. Halkımız bu batışın hesabını sormak istiyor. Yalnız 2014’ten beri dış


Makale ve Analizler - 2015

109

borcumuz % 51 artış kaydetti. Bizi Yunandan daha kötü günler bekliyor. Bu gidişin yankılanması, beklenen ölü dalga hepimizi süpürecektir. İnsanın aklından değişik fikirler geçse de, biz çekenler olduğumuzdan, yere en yakın uçanı kuyruğundan çekip içini görmek istiyoruz. Şu dönem Bulgaristan ile Rusya’nın arası iyice açıldı. Mal alıp veremiyoruz, Nataşalar kumsallarımızdan çekildi. Varna’da aç kaldı. Roman daireleri için birbirine girdi. Burunlara gelen bir iç savaş kokusudur. Ukrayna Cumhurbaşkanı Proşenko: “Putin’in bir sonraki hedefi Bulgaristan” diye uyardı. HÖH partisi NATO’culukta ve Avrupa - Atlantik yaltaklığında başı çekerken, bilip de söyleyemedikleri, kusulacak bir şeyler varsa, kusup kurtulma zamanı, değil mi? Yoksa bizim salak Ahmet sahtecikten yattığı hapishaneden aman zaman beni kurtarın diye yalvarırken imzaladığı evraklarda “Korkunç İvan’ın Müslüman Düşmanlığını Balkanların göbeği Bulgaristan’da Türklere, Pomaklara diğer Müslümanlara karşı uzun vadede mutlaka uygulamayı ve hepimizin dinini, imanını, öz kimliğini öyle böyle ama kaçınılmaz surette unutturmayı, ezip suyunu çıkarmayı” üstlenmiş olabilir mi? Bunun için mi böyle gece gündüz korunuyor, dersiniz. Ruslar, Sofya makamlarına “Ahmet Doğan’ı yok ederseniz, size savaş açarız!” notası çekmiş olabilirler mi? Proşenko’nun bildiği bir şeyler var. Hayır olamaz! Çünkü Rus dış politikasından şahsın hiçbir önemi yoktur. Öyleyse bu işin içinde bir kurt yeniği var. Bütün mesele yankılanmada, şimdi Rusya’ya kızmışken, Smolyan Balkanı’nda yapılan böcek kayıtları birden bire bir açıklansa, halkımız davulun sesini işitse, tokmak bir daha kafalarında balyoz gibi patlamadan, birazcık kenara çekilseler, diyorum. Yani şu yakın tarihimizden beklenen yankılanma, bizi bir daha korkutacağa benziyor. Kız kardeşimin mantar toplamaya giderken kendi sesinden korktuğu gibi biz de, sözde bizden biri olarak geçinen ve 30 yıldan beri kuyumuzu kazandan korkuyoruz. Romanlara “sizden sabun yaptıracağım” dedirten Ahmet Doğan’dır. Bu sözler için 1 milyon 600 bin leva ödemiştir Volen Siderov’a... Bilinmeyen gerçekler en büyük korku kaynağıdır. Konuşandan değil, susandan kork!, deyenler haklıdır. Ahmet Doğan’ı konuşmasın diye sımsıkı kapadılar. Ha çıksın bakalım çıkabilirse... Belki de artık Rus istihbaratı bile kurtaramayacak. Biz Bulgaristan Türkleri olarak, “Ahmet Doğan şeytanlık yaptığını biliyoruz.” Biz artık “saray” olayına bir “cin şişesi” gözüyle bakıyoruz. “Cin şişeden çıkarsa” sözünü işitmişsinizdir. Çıkarsa olay biter. Çıkar ve şişeye bir daha geri dönemez. Rus istihbaratının bizdeki sırları da böyledir. Totalitarizmde 1200 ajanları vardı, ancak 120 kişi kalmışlar. Sıçan gibi gizleniyorlar. Bizimki “saraydan” çıkamıyor.


110

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Siz de düşünün taşının, isterseniz Ekim ayında yerel seçimlerde topluca sandık başına gitmeyelim, oy kullanmayalım. Ses çıkarmazsak yankılanma olmaz. Yankılanma olmayınca kimse ürkmez korkmaz. Bunu yaparsak boyaları çıkar, balon patlar, şişe kırılır ve biz de korkuyu ebediyen yeneriz ve korku dediğin her gün her fırsatta yankılanıp durmaz... Albay Boşkov bile sözde her şeyi biliyorum ve yazdıkça yazıyorum derken, Smolyan Dağ Köşkünde yapılan böcek kayıtlarının ne zaman yayınlanacağını bu kitabında da açıklayamadı. Bu iş yine bize kaldı. Biz korkmayız diye korkuyorlar. Sandığı boykot edersek olay biter. Bu zulüm 100 yıl daha devam edemez. Olay bu....

Dosyalar Sır Kaldı

BG-SAM-07.Ağustos.2015

Konu: Çorap Sökülmedi. Günümüzde Bulgar istihbaratına kadro yetiştiren “Kütüphaneci Enstitüsü” Rektörü olan ve yaptığımızın araştırmalardan çıkan sonuçlarda “Geçiş Dönemi”nin en gizemli adamı olarak beliren Albay Dimitır İvanov’un ilk eseri “çok gizli” damgasıyla 2004’te basılan Altıncı Şube kitabıydı. 1980’li yıllarda Bulgaristan Halk Cumhuriyeti Komünist Partisi Merkez Komitesi Politik Bürosu’nun (BKP MK PB) hizmet sunan Altıncı Şube, İçişleri Bakanlığının sağ koluydu. Yazar İvanov 15 yıl politik poliste çalışmış ve yazdığına göre, hayatının bu bölümü “İçişleri Bakanı ile aynı binanın aynı katında çalışan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) Devlet Güvenlik Komitesi (KGB) Başmüsteşarının “çalışma odaları arasında mekik dokumakla” geçmiştir. Gazetecilik okuyan, birkaç dil bilen, özel eğitimle istihbaratçı hazırlıklarından sonra, bilim dalına atlayan, Tarih Doktoru unvanı alan Albay, en başarılı Bulgar siyasi polislerinden biridir. Günümüzde, devleti bütçesinden ve AB eğitim programlarından damlayan karşılıksız paralarla yeni istihbaratçıları eğiten “Kütüphaneci Enstitüsü” rektörüdür. BKP MK’nin son yayın organı “Duma” (Söz) gazetesi ile tarımcılara hitap eden “Zemya” (Toprak) gazetesini 20 yıldır çıkarmaya


Makale ve Analizler - 2015

111

devam ediyor. Bulgar tarihini konu eden birçok araştırma kitabı var. O, demokrasi döneminde otoritesini yükselten kıdemli polislerden biridir. 2004’te çıkan 460 sayfalık “Altıncı Şube” eserinde bazı resimleri ilk kez yayınladı. Bulgar gizli polis teşkilatı generallerinin birey ve grup halindeki resimleri arasında, Moskova - KGB dış casusluk örgütünün Sofya İstasyon Şefleri ile 2 Bulgaristanlı “Türk”ün de resmi yer aldı. Bunlar Ahmet Doğan ile Osman Oktay’dı. Bu konuya geri dönmemizin nedenine gelince: 1990 Haziranında yapılan ilk demokratik seçimlerde Bulgaristan Büyük Millet Meclisi’ne HÖH’lü 24 Türk milletvekili girdi. Ahmet Doğan, Osman Oktay, Ünal Lütfü, İbrahim Tatarlı ve Kadir Kadir vb başta olmak üzere, 6 kişinin gizli polis ajanlı hemen açıklanmıştı. Elimdeki eserin dokuzuncu bölümü -“Arşiv”Altıncı Şube dosyalarının önceden ayıklandığını, bütünüyle gözden geçirildiğini ve korunduğunu yazıyor.Yazarı bu ayrıntıya işaret etmeye zorlayansa onun başına gelen bir olay. İvanov, Altıncı Şube arşivini Bulgar İçişleri Bakanlığı Arşivine verdiğini itiraf ediyor. Karalayıcıları ise onun dosyaların bir kısmını Sang Peterburg’a, öteki yarısını da Pekin’e kaçırdığını iddia ediyorlar. Bu nedenle o Askeri Savcılıkla tutuklanmak isteniyor ve hakkında dava açılıyor. Olay, inceleme eserinin 263 - 270 sayfalarından anlatılıyor. Nedenlerinden biri ise, sözde Kasım Dal’ın girişimiyle gizli polis “DS” hafiye dosyalarının kirli çamaşır ipine serildiğini anlatan, trajik ve komik sahnelerle halkımızın ve dünya kamuoyunun çok acınası bir şekilde aldatılmış olduğuna bir daha parmak basmaktır. Daha doğrusu askeri iç ve dış istihbarat ajanları ile Altıncı Şube ajanlarının asla açıklanmadığını vurgulamaktadır. Bu arada “Belene” ölüm kampında kalan 518 kişiden 52’sinin de gizli muhbir olduğu ve isimlerinin bugüne dek açıklanmadığı herkesçe biliniyor. İnsanlarımızın içinde yenemedikleri o korku bugün de bu gizli ispiyoncuları aramızda dolaşmasından kaynaklanıyor. Korkunun kaynağı % 90 sır, bilinmeyen, gizemli ve mistik olandır. Ajan ve muhbir bozuntularının kendi korkusu, pısırıklığı, şerefsizliği insanlarımızı kemirmeye devam ediyor. Onlar, buğday biti dediğimiz bir haşarat vardır, ona benzerler. Gözle görülmez o bit. Dış kabuğu yemez, tane içine, öze yuvalanır. Düşmandır, onu un haline getirir ve bu ekmek kabarmaz, çünkü buğdayın buğdayını yemiş bitirmiştir. Bu hafiyeler de hep bizim Türklük ve Müslümanlığımızı kemirdiler, yiye yiye bitiremediler de, yemeye de devam ediyorlar. Bu illet gözle görülmediği, renksiz olduğu ve ıslak iz bırakmadığı için gizemlidir. Gizemli olduğu kadar da son derece tehlikelidir.


112

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Kemirerek yok etme bulaşıcı bir hastalıktır. Ruhlara işler. Genç kuşağı yüreksiz ve pasif kılar. Özüne saldırdıkça hayat sevdasını söndürür. Hafiyeliğin kötü tarafı buradadır. Bulgar gizli polisi Ahmet Doğan’ı bile Bulgarlara karşı çalıştırmadı. Türk ruhunu kemirirken Bulgar ruhunu güçlendirip yüceltmeye çalıştı. Elimizde olsa da açabilsek, göreceğimiz en kesin gerçek Bulgarlara karşı çalıştırılmış Türk ispiyoncu olmamasıdır. Bulgar gizli polisi Türkleri Türklere karşı kışkırtmayı başarınca Bulgarlarla Türklerin arasını açtı. 1989’dan önce kurulan direniş hareketlerinde, örneğin - Dini Hakları, Vicdan Özgürlüğünü ve Manevi Değerli Koruma Komitesi’nde; Glasdtnost ve Perestroyka Komitesini Destekleme Komitesi’nde; Jelü Jelev’in ve diğerler aydınların kurduğu Direniş Komitelerinin hiç birinde bir tek Türk ve Müslüman yoktur. Bu da daha mücadele mayalanırken gizli polisin Bulgaristan Halkını ayırmayı başardığına bir kanıttır. Resmi açıklamalara göre, toplam 3 bin 16 Türk hafiyeden hiç biri ben “ajandım”, muhbirdim, jurnalciydim, namussuzluk ettim, ispiyonladım, olabilir ya buna mecbur kaldım, yaptıklarımdan utanan ve kendi gözümde hain olan biri varsa, o da benim diyemedi. Eli kalem tutanlar bile, bu iğrenç olayı gerçekleri yazıp anlatamadı. Şu, şu, şu... Hemşerilerime, kişilere kötülük ettim, benim yüzümden tutuklandılar, dövüldüler, ezildiler, yattılar, kötürüm oldular, boşandılar, çocukları öksüz kaldı, okuyamadılar, meslek öğrenemediler, sürünüyorlar, göçe zorlandılar vs vs... hepinizden özür dilerim! Deyemedi. Açıklama yapıp, bir basın toplantısı düzenleyip içini döken bir şerefli çıkmadı. Bizim özümüz buğday özü gibi kemirilmiş mi? Biz ekilsek bir daha bitmeyecek miyiz. Öyleyse şerefsizlere bu dünyada yer yok bilincine varmışız, diyelim. Belki de serbest kalınca, göç edip soydaş olunca hiç kimse dara düşmedi, sıkıştırılmadı ve gerçekleri açıklanmaya zorlanmadı. İşte, şu bize yapılan zorbalığın başı olan Albay D. İvanov dara düşünce, ayağına basılınca, hakkında dava açılınca “altıncı şube arşivini korunduğunu” anlatıverdi. “Kütüphaneci Enstitüsünde” etrafını hainler sarmış. Eski polisler, sır kutulu içinde yaşayanlar, herkesten uzak kalmayı tercih edenler.... bu enstitüde gizli ajan yetiştirme görevinden ekmek yiyorlar. İvanov’un dara sıkıldığı itirafını birlikte okuyalım. Sayfa 263: 1990 başında İçişleri Bakanlığı’nı General At. Semerciev yönetiyordu. General L. Gotsev birinci bakan yardımcısıydı. Yanına gitmeye karar verdim. Sonra vazgeçtim. Bakana mektup yazdım. Bir işle ilgili benden parti Merkez Komitesi için gizli belgeler aldıklarını, bunlarla eğitimli olmayan kişiler


Makale ve Analizler - 2015

113

çalışırsa gizli bilgilerin dışarı sızabileceğini ve suçsuz kişilerin zarar görmesinin olası olduğunu bildirdim. Bu nedenle, belgeleri geri almama izin istedim, gerekli biçimde işlendikten sonra, gizlilik istemlerine uygun bir biçimde kendilerine yeniden verilebileceğine işaret ettim. Beklediğime değdi. Semerciev mektubumu yeşil mürekkeple “Evetle” onayladı. MK’ deki komisyon başkanının yanına gittim ve Bakan’ın iznini gösterdikten sonra: “Şu odaların birinde olacaklar, bulabilirseniz alın!” cevabını aldım. Ben o an, oracıkta, devletin dökülmeye başladığını hissetim. İkindi vaktiydi, Sofya merkezindeki en korumalı binadan 4 çuval gizli evrak çıkardım, “Dondukov” sokağında durduğum ilk araca atladım, çuvallardaki gizli evrakları nereye götürdüğümüzden ilgilenen olmadı. Sayfa 264: MK’nin eski üyelerinden olup rüşvet alan ve dalavere çeviren 24 kişi ve ayrıca Todor Jivkov ailesinden olup benzer işlerle uğraşanlar hakkında rapor hazırlayıp Bakan Semerciev’e verdim. Artık işe gelmez olan istihbarat şefi General Şopov’a haber verdim, o da Başbakan Andrey Lukanov’u haberdar etmişti. Bu bilgilendirmeden 5 ay sonra, bu arada bir efsaneye dönüşen Altıncı Şube Arşivi ile ilgili hakkımda bir soruşturma davası başlatıldığına dair savcılıktan tebligat aldım. Başsavcı Hristo Hristov’a gittim. Şu açıklamayı yaptı: “Ben başlatmadım, askeri savcılığın işi olabilir.” Askeri Savcılık Başkanı L. Yotsov ise yüzüme şöyle dedi: “Eski dostluğumuza bel bağlama, sıran gelmiş olabilir!” Bakan Yardımcısı General L. Marinçevski görüşmemizde bana acıdığını şu sözlerle ifade etti: “İvanov, sizin karışık işlerinizden hiçbir şey anlamadığımı bilirsin!” Sayfa 265: Ofisime girdiğimde telefon çaldı. Sorgulama Amiri Leonid Katsamunski: “Hemen gel hakkında tutuklama kararı çıktı! Üç çocuğun var, kendini kahraman yapmaya çalışma, suçu Musakov ile Boyan Velinov’un üzerine atmaya bak!” dedi. Biraz düşündüm ve “Bana yardım etmek ister misin?” diye sorum. Hemen gelen cevap şu oldu: “Biz meslektaştık, neden olmasın!” Kendisinden, dahili telefondan Emniyet ve Koruma Müsteşarı (YBO) şefi General Cendov’u aramasını rica ettim ve “Cumhurbaşkanı Jelü Jelev ile görüşmemi ayarlamasını rica et!” dedim. Cevabı: “Bu işi ben de yapabilirim!” oldu. Cumhurbaşkanı Jelü Jelev’in beni kabul etmesini beklerken, kalem müdürüm Bayan Petya Jelyaskova’ya konuyla ilgili 13 sayfa dikte ettim. Telefon, Cumhurbaşkanı Yardımcısı İvaylo Trifonov’tan geldi: “Hemen gelebilir misin, Cumhurbaşkanı seni kabul edecek.” dedi.


114

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Dr. Jelü Jelev’e şöyle konuştum: “Bulgaristan Cumhurbaşkanı olarak, eski Devlet Güvenlik Örgütü ‘DS’ nin bütün belgeleriyle ilgili tüm bilgileri bilme hakkına sahipsiniz. Ben size Altıncı Şube’nin Altıncı Amirliğini anlatmak istiyorum. Bana kaç dakika ayırdınız?” Jelev, “40 dakika” dedi. Sözüm kesilmeden 1 saat 40 dakika konuştum: “Eski Devlet Güvenlik Örgütleri hakkında yalan dolan bilgilerle şaibeler belirmemesi için kendisine güvendiğimi söyledim ve sözümü noktaladım. Jelev’e “biz BKP MK kararlarını uygulayanlardık, biz katil ve hırsız değiliz, Altıncı Şube arşivini aldığımız emir üzerine 10 Kasım 1989 tarihinden önce tamamen temizlemiştik, kontrolümüz dışında olan herhangi bir evrak kalmışsa o da İçişleri Bakanlığı Arşivinde bulunuyor.” Dedim ve anlattıklarımı 13 sayfa halinde yazılı olarak da eline verdim. Jelev: “Tutuklanmayacaksınız!” dedi ve beni uğurladı. 1997 - 1999 yılları arasında, İvan Kostov’un Başbakanlığı döneminde, “muhbir dosyaları” konusu körüklenerek “DS”deki arşiv konusu yeniden alevlendi. İçişleri Bakanı Bogomil Bonev ispiyonların isimlerini mecliste okudu. Dosyalarının açılması ya da açılmaması konusu toplumu ikiye böldü. “Duma”, “Zemya”, “Republika”, “24 saat” ve “Trud” gazetelerinde yazdığım yazılarla dosyaların açılmasına karşı çıktı.. Başbakan İvan Kostov ile Meclis Başkanı Yordan Sokolov bana “Yeni Himler” dediler. Bulgaristan’ın totaliter döneminde Silahlı Kuvvetler Başsavcısı olan, demokrasiye geçişten sonra ise Yüksek Temyiz Mahkemesi Özel Davalar Savcısı atanan Albay Nikolay Kolev 2000 yılında ofisimde beni ziyaret etti. Bilindiği üzere Nikolay Kolev 2003 yılında kurşunlanarak öldürüldü. Kolev ile 1995’te tanışmıştık, ücrete karşı Multi Grup için çalışıyordu. “Multigrub” Başkanı olan İliya Pavlov’un kayın pederi General Petır Çengilarov’a karşı açılan davayı durdurduğunda, İliya Pavlov’tan para koparacağını umut ediyordu. Bir defasında ofisime gelmişti ve viski içerken o bana şöyle dedi: “Çok bilmiş olduğun için sana karşı bir dava açacağız!.”, “Bu defa yapamazsınız, başka zaman olur!” cevabını verdim. “Bana güvenebilmen için kesenin ağzını açacaksın,” dedi. Ona para vermedim. Dava 2001’de açıldı. 2003’te sanık olarak duruşmaya çağrıldım. Sözde kaybolan Altıncı Amirliğin arşivi için dava edilmiştim, arşivi İçişleri Bakanlığı Arşiv şefi Serafim Stoykova teslim etmiştim, fakat o arşivin kendilerinde olduğunu belgelendirmek istemedi. O, bir yandan eline verdiğim arşivi hem saklıyor hem de basında yazı yazarak benim 6. amirliğin arşivini yok ettiğimi ve bu nedenle ulusal güvenliğimize zarar verdiğimi yazıyordu. Not: Bu arşivler ellerinde ki, o gün bu gün kimse tutuklanamadı, Sosyalist Parti, HÖH - DPS ve şimdi de GERB ekmeden biçmeye devam edi-


Makale ve Analizler - 2015

115

yorlar, istediklerini kulağından tutup cadı kazanına atıyorlar. İstediklerinin evlatlarını ise “kütüphaneci” yapmaya çalışıyorlar. Başbakan İvan Kostov hükümetinin düşmesinden ve Başsavcı Nikola Filçev’e yazdığım rapordan sonra davam düştü. Düşse de sınır dışına çıkma yasağım yıllarca kalkmadı. Ulusal Güvenlik Amirliği şefi Atanas Atanasov Amerikan Büyük Elçiliğine yazdığı bir mektupta, Amerikan idaresi için tehlikeli olabilecek Bulgaristan vatandaşlarının isimleriyle bir liste sundu ve ABD vizesi almam yasaklandı. İşte böyle, o kadar yazıp çizilmesine karşın, Altıncı Şube dosyalarının yok edilmediği, temizlendiği ve İçişleri Bakanlığı arşivinde korunduğu böylece bir daha ortaya çıkmış oldu. Bu arada askeri istihbarat kadrolarının isimleri ile dış ülkelerdeki ajanların adları da gizli tutulmaya devam ediyor. Bununla birlikte totaliter komünist rejim çökerken ne kadar çok ajanın uyutulduğuna ve taş gibi yerinde durup zamanlarının gelmesini beklediklerine ise değinen yok. Aslında bizde ne totaliter devlet yıkıldı ne de gizli polis çökertilebildi. Bu yüzdendir ki, saraylarda sefa sürenlerin rahatının yerinde olduğuna şaşmamak gerek. Bu gidiş ve durum bizim için tehlike arz ediyor. Devlete yardım eden cesur ve adil ilkeli ve yüksek ruhlu namuslu kadrolar eğitilip çalıştırılmasına karşı değiliz, fakat ne ideolojisi, ne anayasası ne de yasaları değişen bir sistemde adalet yolunda adım atılabileceğine inanmıyoruz. Bizim isimlerimiz Altıncı Şube subayları ekip biçerken zorla değiştirildi. Şimdi Altıncı Şube şefi Dimitır İvanov Bulgaristan’da yaşayan azınlıklara karşı çalışacak gizli polis eğitimine rektör olarak “Kütüphaneci Enstitüsünde” devam ederken, yanındaki hocaları arasında en seçkini de Kırcaali politik polisinde 1984 - 1989 yılları arasında baş sopacı olarak bilinen ve artık Doktor seviyesine yükseltilen Mümün Tahir’dir. Sanki değişen hiç bir şey yok. Bu işlerin içinde olan Ahmet Doğan’ı “saray” zindanında kapalı tuttukları da her gün biraz daha anlaşılır oluyor. Son aylarda birçok muhtarın “bu enstitüye” kursa çağırılması anlam kazanmaya başladı. Yeni Başkan Lütfü Mestan’ın Bulgarca raporları “Kütüphaneci Enstitüsü” uzmanlarınca yazılıyor. Başbakan Boyko Borisov “Şu Mestan’ın konuşmalarından bir şey anlayamıyorum!” derken bu gerçeğe işaret ediyor. Eskiden Altıncı Şube’nin ne yaptığını kimse bilmezdi, şimdi de Lütfü Mestan’ın ne dediğini kimse anlayamıyor. Yani koyu karanlık koyu sis olarak devam ediyor. Bu karanlığın tüttüğü ocak ise 70 yıl süren fişleme ve dosyalanmamızdır. Kısa ifade etmek gerekirse, kapıdaki mangallar çok ve bir bir üstünedir. Bizde her şey bir gizem! Gelin birlik olalım ve şu sırları geç olmadan beraberce çözelim...Bu dosyalar ve ajanlar, hafiyeler çöpe atılmadan kimse asla huzur bulamaz.


116

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Baba Ocağına Dönüş Başladı

Neriman Eralp Kalyoncuoğlu-08.Ağustos.2015

Konu: Yazı Memlekette Geçirenlere Selam! Bizim lehçemiz isyana uygundur. Gün gelecek nefretiniz gevgire dönecek, Tarhana kaynar gibi, kaynatıp Fokur fokur dip tutacaksınız. Bu yüksek sesle söylenen bir yürek yanığı değildir. Bundan 26 yıl önce göçe zorlanan Bulgaristanlı Türklerin aklından geçen ama yüksek sesle haykırılmadan, bellek yarası olarak kalandı. Hiç unutulmadı ve tuttu. Ve bu bakış açısı doğuştan yoktu onlarda. Onlara karşı uygulanan baskı ve zorlama sıkıntılarında birikti o. Haklıyı haksız çıkaranın bedeli ödenirdi bir günlerde. Kendi dillerinde konuşmaları, şarkı türkü söyleyerek, şakalaşarak yaşamaları suç sayılırken nasıl hakkı olunabilirdi? Onların gidip görecekleri, Bulgar devletinin de bilinmez kaçıncı kez çöküş yazgısı varmış kaderinde. Gidenlerin gitmesi iyi oldu. Anavatanla kucaklaştılar, ruhlarına Türkçemizi, Türk kültürümüzü, Türk özümüzü, Türklüğün ebediliğini, vatan sevgisinin sonsuzluğunu şarj ettiler, yeniden elektriklendiler ve artık dolu dolu dönüyorlar. Son yıllarda göçmen kızlarımız da memlekete yeni bakış açısıyla bakmaya başladılar. Ve artık bizim oralara hayatın yeni renklerini taşımak istiyorlar. Onların mutluluğa sevdalanmış olması ne güzel bir bilseniz! Kendimden anlatayım. Giriş yapan kemanı çok hafiften salsam da “Aşk için ölmeli, aşk, o zaman aşk!” diye inletiyor Sezan Aksu küçürek göçmen dairemizi, annemle babamın evde olmamasını fırsat bilip, önce pencereleri sonra şarkıyı sonuna kadar açtığımda, karşı dairelerden akranlarım da katılınca koromuza, dünyamız kanatlanır ayağa kalkıp uçmaya hazırlanırdı. Göçmen kızına yaktı mı seni? Ya da sevdalanmış göçmen kızı gördün mü? Bakışarak konuşurlar. Gözleriyle öpüşürler. Yarım bakışla yakar ve bir daha sönmez...


Makale ve Analizler - 2015

117

Sır alır sır vermez onlar. İşte böyle bir ortam düşünün. Yıllar içinde Sezen Aksu’yu, Tarkan’ı, kız manilerini, Alişimin Kaşları’nı, gelin türkülerini dairelerden göçmen kulübüne indirenler, ardından avluda halk beğenisine sunanlardır onlar. Frekanslarına en uyan sanatçı Rustem Avcı’ydı. Bir defa bizden, üstüne üstelik Deliorman yapılı, romantiktir. O söyledi, onlar oynadı ve “kıyımı yıkmam” deyen Tuna’ya omuz verdiler. Memleketimizde genç delikanlıları çeşme başlarında delirten, elleri suda olsa da, belli etmeden ergenlerde sevda ateşi yakan kızlarımız, göç yıllarının “ezgin çocukları” o durumu giderek açtılar, bu uzun yolda hünerlerinden zerre kadar yitirmediler. Şöyle anlatsak belki daha iyi olur: Ruh okur, söze gerek yok. Başımıza gelen, onları da bulacak. Edenlerin canı mutlaka yanacak. Yol görünür edene, adressiz yerlere Kan akıtmadan, bıçağa sarılmadan, küfür etmeden yenmek ne kadar ince bir ustalık! Bu ustalıkla Utkan olan soyumun büyüklüğüne eş yok. Gittik ama dönüyoruz, kutsal olan dönmektir, biz bu işte varız. Şimdi sıra onlarda, giden gidene gidiyorlarmış. Ama onlar bizim gibi topluca gidip topluca dönemezler. Bu başka bir hüner, o da onlarda yok, olamaz. El ele tutuşmak, omuz omuza vermek, dönüp dolanırken hep gülümsemek, kelebek gibi uçuşurken aynı kıvrım ve edayla herkesi büyülemek bizim özelliğimizdir. Var mı sizde bu? Savrulan saç yerine oyalı pullu yazmalarla oynaşma, çakmak yerine bakışla gönül yerine... Ne hoş göçmen kızı olmak! Ve şimdi bu güzellikler geri, memlekete uçuşmaya hazırlık içinde. Önce göçmen kuşlar gibi dönüyorlar, dönecekler, bekliyoruz. Nenelerine, annelerine yengelerine memleket sevdasıyla yandıklarını hissettirmemek için uğraştılar hep. “Aşk için ölmeye” gurbette de seve seve hazır olduklarını gösterirken mutluluk aradılar. Sevdanın yankılanması var ya yürekten yüreğe, coştukça coşması, ne içe ne dışa sığması... Olmazlığın içinde Muaffak olmak! Erişilemeyene erişmek. Göçmen ezikliğini gençlik mutluluğu ile savmak! İşte böyle bir şeydi bizim hayatımız. “Seviyorum” deyemedim Göçmen kızı olduğumu Lehçemden anlarsın diye


118

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Sen, göçmen yolunda yürümeden, bu sızıyı hissetmiş olamazsın! O kadar incedir ki o, acısını çekenin yüreğini nasıl yaktığını ölçme cihazı henüz icat edilmemiş. Çaresizlik içinde kaçırılmak için can atarken, kaçırılmaktan korktun mu hiç? “Sevenlere samanlık seyrandır!” sözlerinin anlamını otobüsler, arabalar, yayalar ve yolunu kaybetmişler arasında aradın mı hiç? Sular durulana kadar gençliğim geçecek diye korktun mu hiç. Ve şu masal aklına geldi mi her akşam? Treni kaçırıyorum kâbusu gördün mü sen? Görmedinse oku: Gençlik elden gitmeden, doğru seçim yapmak Bir zamanlar bir kasabada dünyalar güzeli bir göçmen kızı varmış. Komşu bir ülkeden gelen bu kız o kadar güzelmiş ki, çok uzak şehirlerden, çok güzel çok yakışıklı ve asil pek çok delikanlı, onu görmeye gelmiş, istetseler de, kız aşını suyunu, huyunuzu bilmem, ben bir göçmem kızıyım, deyip teklifleri kabul etmezmiş. Bu arada aynı kasabaya yerleşmiş olan ve bu kıza aşık olan bir delikanlı da kızı istemiş. Ama kız onu da ret etmiş. Aradan çeyrek asır geçmiş, bizim delikanlı bu kasabadan ayrılmış. Kendine başka bir hayat kurmuş, evlenmiş, çoluk çocuğa kavuşmuş. Bir gün yolu bir zamanlar yaşadığı, kasabaya düşmüş. Orada tanıdık ama yaşlanmış birine rastladığında aklına bir zamanlar orada yaşayan dünyalar güzeli göçmen kızı gelmiş ve ona o kızla ne olduğunu sormuş. Yaşlı adam, önünde gül bahçesi olan bir evi göstererek kızın evlendiğini söylemiş. Bizimki bir zamanlar herkesi ret etmiş olan kızın kocasını çok merak etmiş. Bir gün gizlenip kocasını evden çıkarken görmüş. Güzeller güzeli kızın kocası şişman, kel ve çirkin mi çirkin bir adammış. Kız kapıyı açınca kendini tanıtmış ve neden böyle bir adamla evlenmiş olduğunu sormuş. Kız da ona, arkasındaki gül bahçesinden en güzel gülü getirirse, cevabını vereceğini; bu arada tek şartının, bahçede ilerlerken, geriye dönmemesi olduğunu söylemiş. Adam da bunun üzerine, yüzlerce gülün olduğu bahçede ilerlemeye başlamış. Birden çok güzel, sarı bir gül görmüş. Tam ona doğru ilerlerken, biraz ileride kocaman pembe bir görünce çarpmış. Tam ona uzanırken bir gül goncası görmüş. Tam onu koparırken ileride... Derken, bir de bakmış ki bahçenin sonuna gelmiş ve mecburen oradaki sonuncu gülü koparıp kıza götürmüş. Bahçenin en güzel gülünü beklerken, kız bir de ne görsün; yaprakları solmuş, cılız bir gül. Gülmüş adama.


Makale ve Analizler - 2015

119

“Bak gördün mü? Demiş. Her zaman daha iyisini bulmak isterken ömür geçer ve sen sonunda en kötüsüne bile razı olmak zorunda kalırsın. Bu yüzden gençlik elden gitmeden doğru seçimler yapmayı öğrenmek gerekir.” Artık 2016’dayız ve bizim kızlar şu gül bahçesi serüvenlerini atlattılar. Hayat bize görü dönme ve bakma hakkını mukaddes bir öz hak olarak tanımıştır. Evet, kızlarımız oralarda okudular, yetiştiler, sevdalandılar, aldanmadan evlilik yaptılar, iş kurdular, evlendiler, ellerinde kucaklarında mutluluk var. Hayatın tadını orada çıkarırken hep bizim asıl memleketimizi düşünmeye devam ettiler. Rüzgârını koklamak, çiçeklerinden demetler derlemek, meyvelerini sepet dolusu toplamak, tatmak, tattırmak ve herkesler birlikte zevkli bir dünya kurmak özlemi terk etmedi onları. Bu işte onlara öncülük edenler oldu. Çeyrek asırdan beri dağ bellerinde, yol kenarlarında kuyu, çeşme başlarında yol gözleyenler, sürülemeyen boş kalan tarlalara baktıkça üzülenler, her bahar kuşlar döndü de torunlarım gelmedi diye ahit yakanlar vardı akıllarında. Onlar, gözleri iki çeşme iyi dayandılar. Ayrılık kadermiş deyenler yutkunup beklediler. Bizimkiler sahayı boşaltınca, bize düşman kesilenler de dayanamadılar. Askeriyesi, topuyla tüfeğiyle, polisiyle hafiyeleri ve ispiyoncularıyla geri çekilmek zorunda kaldılar. Bizim oralarda etraf boşaldı, bizim olan bize kaldı. “Poligon” dedikleri atış alanlarından silah sesleri gelmez oldu. Ağır silahlarla donatılmış askerler geçmiyor köylerden. Sanki Türklere gözdağı vermek isteyenlerin akılları başlarına geldi... Şimdi bizim oralarda yeni bir adet var. Eskiden asker uğurlaması yapılırdı. Çadır kurup yemekli, çalgı dinlenirdi, gençlere yolluk, askerlik takılırdı. Tren garlarına kadar uğurlanırdı genç askerler. Şimdi Bulgar uğurluyor hane hane komşularını Almanya’ya, Avrupa’ya! Kökten kopma, vatan kokusundan uzak kalma acısını onlar kokluyor. Ekmek parası için Avrupa’da bulaşıkçı olmayı gönüllü kabullenmek gönül kırıcı gelse de, susarak katlanıp kabul ediyorlar. Sonra arkada bıraktıkları vatan, artık işgal edilmiş bir toprak parçası. Bu hafta Bulgaristan’a 250 amerikan tankı indi, orta menzilli füzeler üstlendiriliyor, uçak alanları genişletilirken, Ukrayna’ya ve Rusya’ya bakan liman şehirlerimize ağır silahlı asker konuşlandırıyor. 1942’de böyle olmuştu, Alman Nazi birlikleri memleketimizi çiğneyip Yunanistan ile Makedonya’yı işgal etti. Ardından İngiliz uçaklarından bombalar bizim kafamıza yağdı. Sofya “Büyük Camii” bugün de minaresizdir. O bombalar ne bomba idi ki, daha sonra daha irilerinden ikisi Nagazaki ve Hiroşima’ya atıldı ve 500 bin kişinin ani ölümüne sebep oldu. Şu da var, işgal altında olsa, en kötü biçimde yönetilse ve eşek dikenlerine konacak arı bile kalmasa, o memleket bizimdir. Atalarımızın kabrinin olduğu her


120

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

karış toprak memleketimizdir. O topraktan alınmış kıvılcımla yanan Türk kalbi sönmez bir ocak olur. Gel dalgası artık yükseliyor. Bu yaz Kırcaali belediyesinin nüfusu % 12 artı. Şumen, Razgrat ve Silistre köylerinde canlanma var. Anavatanda emekli olan işçilerimiz, öğretmenlerimiz, din adamlarımız, çevrecilerimiz, orman işçilerimiz, demircilerimiz, marangoz ve ustalarımız baharı ve yazı kendi köy ve kasabalarında bıraktıkları evlerde, konu komşu sıcaklığında geçirdiler. Türkiye Cumhuriyeti’nden hak ettikleri emekli maaşlarına küçük de olsa bir Bulgar emekli geliri de ekleyince Türk ortamında canlanma gözlendi. Avlu duvarları yeni biçim aldı, asmalar kesildi, ilaçlandı, meyve bahçelerinin kurumuş dalları alındı, kireçlenip sulanınca gölgeler koyulaştı. Ağaç ruhu okuyanlar en büyük canlılık cevizlerde, bu sene misafirlerimiz var havasına girip yüklendiler de yüklendiler. Göçmenlerimizin geri dönmesini tabiat da istiyor. Şirinleşerek seviniyor. Hepimizi kendi evlatlarından bildiğinden geri bekliyor. Köy çeşmelerinin şırıltısı bir başka! Diyarımızı insanlarımızla beraber terk eden güvercinler, samsanlar, kargalar, serçeler, Dedemanlar geri döndü. Yıllardan beri ilk kez kara kartallar harmanlarımızın üzerinde saatlerce süzülüp döndü. Anlaşılan git dönemi artık bitti ve geliniz, geleceğiz, geliyoruz dönemi başladı. Dönenler, beklentisiz ama ayat dolu dönüyorlar. Asla kimseye muhtaç olmama niyetiyle geliyorlar. Mübarek olsun. Ve hafızalarında o 1989 Ağustosunun yakıcı sıcağında yollara düşmeye zorlanmaları hep canlı? Dipçikli silahlar, bir şişe su için yalvarışlar, arabaların altına sığınanların günlerce bekleyişi, çocukların dinmeyen çığlıkları ve mutlaka tutsun diye yakılan ahitler, edilen dualar, anavatana doğru sürünerek de olsa yol alanların bitmez çilesi: Bizim lehçemiz bile isyana uygundur. Gün gelecek nefretiniz gevgire dönecek, Tarhana kaynar gibi, kaynadıkça Fokur fokur dip tutacaksınız.


Makale ve Analizler - 2015

121

Ocaklarımıza Dönerken

Dr. Nedim Birinci-12.Ağustos.2015

Konu: Hoş Bulduk Komşu! Biz ağustos sıcağında inmiştik Edirne’ye Şarkı söyleyemeden güneşe aya Masal da dinleyemedik doya doya Ne de doyabildik oyun oynamaya Biz göçmen çocukları olarak yetiştik. Kırılmayalım diye “soydaş” dediler. Kapları soyulur, özleri Türkleşir, şehirleştikçe bizim olurlar, dediler. Ne olduksa olduk da, aslında böyle olmamız iyi oldu. Cenneti görmemiş birinin cenneti anlatması mümkün değildi. Türkiye’yi göremeseydik, Türkiye’de yetişmeseydik Bizlerde belki Türk olduğumuz bilincini giderek yitirecektik. Kim olduğu beli olmayan, ne istediğini bilmeyen tipler olacaktık... Geldiğimizde dağdan inmiş, ayrı ayrı çakan kıvılcımlardık. Mümkün değildi, kıvılcım toplayıp ısınmak. Bizi gemleyip yola getirip adam etmek zor oldu. İşte böyle yaşadık biz çeyrek asrı, Orası Vatan diye diye... Zülüm olayı var bu işin içinde. Baskı ve zorbalık olarak uygulanan zülüm getirdi bizi buralara. Artık anlıyorum ki, zülüm bir kişinin falakaya yatırılmasından, kafasının mengene takılmasından çok daha kötü bir şey. Ayak tabanına vurulan kızılcık sopasıyla aklın başa geleceğine inanmıyorum. Ancak sakatlanır topallarsın... Kafatasın çatlasa veya kırılsa kaynaşır, ama biz kesilen bir yolun yolcularıydık. Türklük yani bizim yolumuz tam 150 yıl önce kesilmişti. Önce, olmayan olan Türklükle zamanını doldurmuş Osmanlıcılığın iç içe olduğunu bilemedik. Birbirlerinden ayrılırken kaynaşabileceklerine kanaat kılmamız uzun sürdü. İki yaka bir araya bir türlü toplanmadı. Ve tarihimizin en büyük depremi Osmanlı içinden Türklük fışkırırken yaşandı. Bu derin ve uzun bir ırmağı geçmek gibi bir şeydi. Karşı yakaya çıkanların kurulanmak ve yollarına devam edebilmeleri için tek şansı güneşli hava veya hafif bir melteme rast gelmiş olmalarıydı. Şansımız yaver gitti. Çok bocaladık ama artık diriliyoruz.


122

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bazen iyi ki dünya değişti diyorum. İyi ki arkamızdaki köprüleri yıktık. Gözüm ardımızda kalmadı, diyorum. Osmanlıda Türk Ocaklarını unutamıyorum. Memleketim Osmanlı’nin en sevdiği diyardı. Nereye gitsem büyük büyük camiler, kapısı yıllarca açılmamış ama öğrenci bekleyen medreseler, okullar kül yatlar. Türklükten kalan ve geleceğe taşıması zorunlu kaleler bunlardı. Tarih parçalanıp bölünemez, Türklük ruhu tüm maddi ve manevi mirasıyla birlikte bizimdir, her zaman ve her yerde o bizimleydi. Biz onsuz olamayız, çünkü o bizim içimizdeki özdedir. Atalarımızın Osmanlı tabanına Türklük aşılanması uzun sürdü. Osmanlıyı yaşatırken Türklüğü yetiştirdiler. Türklük Osmanlı ocaklarında mayalanmış. Liderleri de Rumeli Osmanlı ocaklarımızdan yükseldi: Mustafa Kemal Atatürk! O olmasaydı, Türk milletinin, Panislâmcı ümmet rüyasından uyanıp, abayı poturu atıp Türkleşmesi uzun sürebilirdi. O yıllarda ağız açmış diş bileyen emperyalist ejderha Osmanlı kalıntılarını topluca yutmak istiyordu. 93 harbiyle Rusların, ardından Yunan, İtalyan, Fransız, İngiliz ve Bulgarların sırtlan sürüsü gibi bir oldukları asla unutulamaz. Bizim kimliğimizi doğup dirilirken bir ganimet gibi yutup yok etmekti hedeflerinde olan. Bu düşünülünce, Türklük kuvvetinin dev kudretini kimlik ocaklarından aldığını göz önüne getirebiliyorum. Şehit vermeyen Türk ocağı ve hanesi yoktur. En kutsal mekanlarımız Türklük uğruna can verenlerin yattığı kutsal kabirlerdir. XIX. yüzyılın kinci yarısına ve XX. asrın ilk çeyreğine rastlayan bu ölüm kalım dönemi sözün tam anlamıyla Türklüğün yeniden diriliş dönemidir. Biz Bulgaristanlı Türkleri Özünden geldiğimiz Osmanlılıktan sıyrılmamız ağır oldu ve uzun bir dönem aldı. Belki de Atatürk öncülüğünde Türkiye Cumhuriyeti kurulmasaydı, insanlık tarihinde benzeri olmayan bu emsal yaratılmasaydı, biz kimliğimizi bulamayacaktık. Soylarımızdan birinden olan büyük önder Mustafa Kemal’e inancımız güneşin doğacağına inanmamız gibi kesindi. O olmasaydı, yaşattığı emsal Türkiye Cumhuriyeti olmasaydı beldi biz Bulgaristan Türkleri olarak Osmanlı kimlik kabuğunu açıp, Türk kimliğimizi bulamayabilirdik. Yaşadığımız coğrafya baştanbaşa yabancı bir din ve medeniyetle sarıldı. Memleketimiz her karışında Osmanlıyı anlatırken onu tarih olarak yok etme, unutturma ve lanetleme sayfası açıldı. Biz ise onu ayakta tutup yaşatmaya çalıştık. Müslümanlığın kendiliğinden Türklük doğurmadığını bu amansız kavga içinde öğrendik. Aynı zamanda bir de zamanını doldurmuş olanı ret ederek olumsuzlama ve yeni zamanla gelen Türklüğü yaşatabilme ortamı oluşturma davamız başladı. Bu davada yıllar yılı liderimiz yoktu. Bulgar devleti o gün bu gün Türklük üzerindeki sisin kalkmasına izin vermedi. Dedelerimiz, babalarımız ve biz puslu devirlerin çocuklarıyız. Yıllar yılı öğretmen dernekleri, Turancı birlikleri, spor ku-


Makale ve Analizler - 2015

123

lüpleri vs. olmak üzere Türk ocaklarında sıcaklı ve aydınlık arayanların akıbeti ağır oldu. Türklük yeni bir ideoloji, yeni bir ahlak, yeni bir bakış açısı, hoşgörüsü yeniden ayarlanmış yeni bir dünya görüşü olarak doğmalıydı. Bir asır bu yolda mücadele verdik. 1989 Mayısındaki hak ve özgürlükler için ayaklanmamız bu örgütlü ve cesur atılımın en parlak örneğidir. Sonra Yugoslavya’ya, Avusturya’ya ve Türkiye’ye kovulduk ve tüm dünyaya dağılmak zorunda kaldık ama kökümüzden kopmadık. Türklük ocağımızın közleri Vatanımız Bulgaristan’dadır. Bizim için Bulgar devletinin kem gözlerden uzak örgütlediği Hak ve Özgürlükler Hareketini önce Türk ocağı sandık. Oysa o cam ardında alevler oynatan hediyelik ocaklardanmış. Bunu anlayabilmemiz yıllar aldı. Çünkü verdiğimiz savaşımın politik bir yapılanmayla sonuçlanacağını inanmıştık. Oyuna getirildiğimize inanamadık. Türklük ocağına yıllar yılı çalı çırpı odun taşıdık, artık hepsi çürüdü, çünkü Rus ocağında Türklük alevlenmesi mümkün değildi. Sorun şöyle biçimlendi. Memleketimizde Türklük erdemleriyle Türk dili, dini, kültürü ve tüm özgünlüklerimizle yeni bir Türk kimliği doğması ve onun Türkiye Türklüğüne kenetlenme yolu kesildi. Dallanıp budaklanmamıza karşı olanlar üzerimize çığı gibi geldiler. Bir asırda altı büyük göçle aydınsız, öğretmensiz, doktorsuz, mühendissiz, hocasız kaldık, manevi güçlerimizden olduk. Onların inancına göre uygarlık ordumuz kovulunca ruhumuz daha kolay ezilebilirdi. Birçoklarına göre bu topraklarda bir tek Türk yaprağı yeşermeyecek, bir tek Türklük goncasını açmayacaktı. Adı var olma savaşımı olan bu kavga bugün de alabildiğine devam ediyor. Şekil ve renk değiştirse ve ara sıra kertenkele gibi kuyruğunu bırakmak zorunda kalsa bile, özü hep aynıdır. Anlatmaya çalıştıklarımı 1989 ağustosunu anımsayarak yazdım. Aşağıdaki dörtlükler gençliğimin özetidir. Biz ağustos sıcağında inmiştik Edirne’ye Şarkı söyleyemeden güneşe aya Masal da dinleyemedik doya doya Ne de doyabildik oyun oynamaya Biz ana çocuğuyuz, babaları hapisken doğmuş, Dedeleri savaşlardan dönmemiş, nine çocukları Baba tokattı yemeden büyüdük, kırılganızdır Biz Türkiye’ye Türklük suyu almaya geldik. Ve Dönüyoruz.


124

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Seçim Kazanı Kaynıyor

Dr. Mustafa Kahraman-13.Ağustos.2015

Konu: Ne zamana kadar? Ekim’e bir şey kalmadı. Hem yerel seçim hem halk oylaması (referendum) ve belki de genel seçimler aynı günde yapılacak. Bir taşla 3 kuş. Seçmen ne kadar dayanabilirse artık! Aynı masallarla iki üç seçim geçiştirilirse dört yamalı iktidarın ömrü biraz daha uzayabilir. “Galerya” gazetesi bu yılın 23. sayısında seçimler vesilesiyle Roman mahallerinde dağıtılan beyaz bluzları artık resmetmiş. Şiar şu: “Bulgaristan Sensin!” Gazetenin yorumu 15 yıl sonra yani 2030’da Bulgaristan’da Romanlarla Türklerin genel nüfus içindeki oranı Bulgar nüfustan daha fazla olacak. Bu tespitin derin anlamı şudur: Bulgaristan’da bugün çoğunluk olan Bulgar nüfus 15 yıl sonra azınlık durumuna düşecek; Romanlarla Türkler ise azınlık olmaktan kurtulup çoğunluk olacaklar. Demek oluyor ki, memleketimizin nüfus yapısıyla birlikte anayasa ve tüm yasalar da değişecek, çoğunluk olma durumundan kaynaklanan tüm haklar Roman ve Türklere tanınacak, resmi ve anadil, din, kültür sorunları kendiliğinden çözülecek vs. vs. Bulgaristan’ın tepeden tırnaüa yeniden yapılanmasını beklemek doğaldır. Bu konuda Akademisyen Petır İvanov imzasıyla basılan araştırma yazında aynen şöyle deniyor: Birleşmiş Milletler Örgütü (BMÖ) Ekonomik ve Sosyal Sorunlar Sekreterliği dünyanın nüfus oranları (demografik) durumuyla ilgili yıllık raporunu yayınladı. Birçok Bulgar medyası, bu raporun Bulgar nüfusun azalmasıyla ilgili çok trajik bir tablo çizdiğini yazdı. Bulgaristan nüfusu en yüksek hızla azalan ve yok olan ülkelerin cetvelinde ilk yerlerde yer alıyor. Raporda, önümüzdeki 35 yılda Bulgar nüfusun % 15 azalacağı vurgulanıyor. Araştırma resmi araştırmalara dayanıyor. Konuyu Dünya Bankası da ele alıp analiz etmiştir. Yayınlanan resmi sonuçlarda “Bulgaristan nüfusu 2050’de % 34 azalacak” deniyor. Ve toplam nüfus 4 - 4,5 milyon kalacak, deniyor. Son 25 yılda Bulgaristan nüfusu 2 milyon kişi azaldı. Yıllık nüfus azalması ortalama % 1 oranında olmakla, yılık azalma 80 - 90 bin kişidir. Son yıl ölenlerin sayısı 96 bin iken, 43 bin çocuk doğdu. Son 35 yılda yıllık % 1 nüfus azalması devam ettiğinde, Bulgaristan’da yaşayanların üçte bir daha yok olacağı ortaya çıkıyor.


Makale ve Analizler - 2015

125

Bulgaristan’da nüfus yapısının değişmesine yeni çoğunluk açısından bakıldığında köklü reformlar yapılmasına ihtiyaç olduğu ortaya çıkıyor. Bir defa eğitimli ve öğrenimli, iktisat sahibi Bulgarlar gençlerin geri dönmemek üzere ülkeyi terk etmeleri önlenmelidir. Emekçilerden, köylü üreticiden alınan vergilerle ayakta duran devlet eğitim sisteminden yararlanıp bedava okuyup ülkeden kaçanlardan özel eğitim vergisi alınmalı ve halkın parasının dışa akması önlenmelidir. Bir yandan anaokullarında afacanlara dana etli çorba, ilk okula gidenlere bir bardak süt veremeyen devlet, yabancı devletler için kadro eğitme politikasına son vermelidir. Yakınlarını, çocuklarını dış ülkelerde Eğitim Bakanlığı bursları ile okutan HÖH - DPS yönetici tayfası da bu konuda düşünmelidir. Başkasının sofrasına oturup ballı börekleri lüpletme dönemi en kısa zamanda son bulmalıdır. Gençlerimiz memleketlerinden neden kaçıyorlar biliyor musunuz? Gelinler doğumu neden başka ülkelerde yapıyor, yavrularını neden yabancı ülke vatandaşlığına kaydettiriyor, biliyor musunuz! Daha fazla doğum ve çocuk parası, aile yardımı alabilmek için; Son on yılda çocuklarını Batı ülkelerinde doğuran Bulgar aileler 20 - 25 bin oldu. Genç nesille Bulgaristan gen fonunu dış ülkelere kayıyor. Anadilinde anaokulu, anadilinde ilk okul eğitimi, zorunlu anadil ve etnik kültür ve din eğitimi olmaması genç ailelerin ülkeyi terk etmeye devam etmesi nedenlerinin başındadır. Aynı zamanda son 25 yılda Bulgaristan’da yaşayan Roman nüfus iki kat arttı. Çok ağır ve kötü sosyal şartlarda yaşayan, işsizlik çilesi çeken bu azınlığın her ailesinde en az 4 çocuk var. Bu çarpık aile ve eğitim politikası sonunda Bulgarların kendi devletlerinde azınlık durumuna düşme gerçeği kabak çiçeği gibi açtı. Romanlar ile Türklerin ülkede ulusal çoğunluğu oluşturması gerçek ve katı bir eğilim olarak yerleşiyor. Bu tandans esaslı eğitim politikasıyla desteklenmelidir. Kadrosu olmayan bir azınlık, ulusun başını çekemez, hep ezik kalır, köle durumdan kurtulamaz. Daha bu yıldan başlayarak Hukuk, Tıp, Pedagoji, Matematik ve kimya fakültelerine binden fazla Roman ve Türk genç kaydedilmelidir. Bu yapılmazsa “okumak istemiyorlar” bahanesiyle Romanların neden eğitimsiz, okulsuz, kör cahil bırakıldıkları kendiliğinden anlaşılır. Bu bilgiler BMÖ ve Dünya Bankası tarafından resmen açıklanıp bütün dünyaya dağıtılmadan önce Bulgar Bilimler Akademisi (BAN); Ulusal İstatistik Enstitüsü (NSİ), kimlik bilgilerini koruyan ESGRAO merkezi ve başka devlet kurumları tarafından gizli tutuluyordu. Bulgaristan’da meskûn olan Roman nüfusun 12 lehçesi var ama Roman alfabesine dayanan, lehçeleri edebiyat dilinde birleştiren bir gazete, kitap basımı, radyo ve tv yayınları yok. Günümüz Roman edebiyatını temsil eden şair ve yazar Georgi Paruşev gibi saygın yaratıcılar ekmek parası için dış ülkelere çıktılar.


126

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Roman resim sanatının seçkin temsilcileri devlet desteğinden yoksundur. Günümüz Bulgaristan Romanların yarattığı çalga müziği en çok beğeni toplasa da Bulgar Halk Sanatında bir oluşum olarak takdir bulmuyor. Örneğin b haftalar düzenlenen Koprivştitsa Halk Sanatı Ulusal Festivali’nde Belediye Meclisi’nin özel kararıyla çalga müziği yasaklandı. Çalga müziği TV ve Radyolarda yasaktır. Merkezi Rodoplar’da yapılan Gayda Çalma Ulusal Festivali’ne hiçbir Roman davet edilmedi vs. vs. Toplumun yalnız Roman - Türk - Pomak ve öte yakada Bulgarlar olarak kültür ve sanatın her dalında ikiye ayrılması “Bulgar Etnik Modeliyle” ve son 26 yılda uygulanan yanlış, anlamsız, özsüz ve sahte hedefli etnik siyasetle derinleşti. Artık sıkıntılar yaratıyor. Irkçılık dikenlerinin uzadığını artık her köy ve kasabada görmek mümkündür. Birleşmiş Milletlerin raporundan anlaşıldığına göre, önümüzdeki 10–15 yılda Bulgaristan’ın sosyal, ekonomik ve politik tablosu baştanbaşa değişecektir. Değişmezse ulusal felaket kapıdadır. Kuşkusuz bu perspektif Bulgarların pek hoşuna gitmiyor. Fakat Bulgar kamuoyunu direk olarak etkiliyor. 2 ay sonra yapılacak belediye, muhtarlık, meclis üyesi seçimlerine doğru gittikçe politik gerginlik kızışıyor ve huzursuzluğun patladığı olaylar izliyoruz. Durumu gizlemek için son zamanda “hoşgörülü (toleranslı) siyaset izliyoruz” bayrağı kalktı. Brüksel için hazırlanan raporlarda en fazla kullanılan bu Fransızca sözdür. Bulgar politikacılar aslında gerçek durumu yansıtmıyorlar. Brüksel’i aldatmaya çalışıyorlar. Evleri 2013 sellerine dayanamayan Varna Roman mahalleleri sakinlerine “Çayka” semtinde daire verilmesi tasarısı Belediye Meclisi’ni birbirine düşürdü. “Ataka” partisi tarafından örgütlenen milliyetçiler Meclisi bastı. Karar aldırmadı. Son 70 yılda yerel idare organı basılmamıştı. Şehirdeki anti-Roman, AntiTürk, anti-Müslüman kin ve öfke öyle birikmiş ki, birden taştı. Karadeniz incisinde hayatı bir 10 yıl zehirledi. Aslında burada çözülmeyecek bir durum yoktur. Varna nüfusunun % 34’ü Rus olduğundan, Ukrayna ve Kırım krizleri ve Amerikanın Varna yakınlarına askeri üst kurup yığınak yapması, hele Avrupa Birliği ambargosu Rusları bizden soğuttu, bu yaz evlerini satışa çıkardılar, gidiyorlar. Varna Belediyesi “Çayka” semtine yeni apartmanlar dikmeden de soruna çözüm bulabilirdi. Rusların satışa çıkardığı boş konutları satın alıp felaketzedelere, bu arada Roman vatandaşlara dağıtabilir ve sorun çözülür. Son dört beş yılda ülkemizdeki temel etnik çelişkinin ana çizgide ırkçı, milliyetçi Bulgar kesimle Roman topluluğu arasında kızıştığına tanık olduk. Ro-


Makale ve Analizler - 2015

127

manların “eşit haklı vatandaş olmak istiyoruz” ve “Bulgaristan’ın yarını biziz!” sloganları olayın temelde hukuksal adalet için güç topladığına işaret ediyor. Bu hareketlenme Bulgar’da kan kabartıyor. Karadeniz’de bu sene “Bu kumsala Romanlar giremez!”, “Bu havuzu Romanlar kullanamaz!” gibi yazılar belirdi. Irkçılık sosyal hayatın dört yanına yayılıyor. Dolayısıyla tepkiler gecikmiyor. Benzer yazılara Harmanlı, Stara Zagora ve Sandanski şehirlerinde de rastlandı. Bu arada Blagoevgrad ilindeki Gırmen belediyesi’ne bağlı “Kremikovtsi” Roman mahallesinde plansız kurulan Roman evlerinden bazıları yıkıldı. Aileler ortada kaldı. Olaylar ateşe benzin attı. Etnik sorunları çözmeye gerekli hazırlıkların yapılmadığı, kamuoyunun hazırlanmadığı vs ortaya çıktı. Böyle durumlarda, hele seçim arifesinde politik güçler arasında uyum sağlanması olanaksızdır. Gerginliğin kabarması, tepkilerin büyümesi huzursuzluk ve gerginlik doğurdu. Yukarıda işaret ettiğim Dünya Bankası ve BMÖ raporundan çıkarak ve Bulgaristan’daki nüfus dengenin değişeceği ve çok kısa bir zaman kesimi içinde azınlıkların çoğunluk olacağı gerçeği dikkate alınırsa, yeni bir etnik azınlık ve etnik çoğunluk plan-programı üzerinde düşünme zorunluluğu gündeme geliyor. Yeni durum, ülkemizde Ahmet Doğan’ın adına bağlanmış olan “Bulgar Etnik Modeli” statik bir model olarak hazırlanmamış olsa da merkez çekim güçleri yerine merkezden iten güçler doğurdu, birleşeceği düşünülen toplumsal güçler, etnikler parçalandı ve didişiyor. Özünde, Roman, Türkler ve Pomakların ve diğer etnik azınlıkların baskı altında tutulup ezmeyi eritip yok etmeyi hedefleyen Ahmet Doğan etnik modeli zamanını doldurdu ve çöplük olmuştur. Yeni modelin ülkenin bilirkişileri, bağımsız kamuoyu temsilcileri tarafından yakın ve uzak ülkeler örneği de dikkate alınarak, her etniğin özgün kültürel hakları tanınıp esas alınarak masaya yatırılmalıdır. Yeni bir ulusal etnik yapılanma modeli çizilmesi gündem oldu. Yeni model üzerinde çalışacak şahısların eski politik polis DS ajanı olmamasına ve totaliter rejim makamlarında görev almamasına özellikle dikkat edilmelidir. Bu arada, 2007 yılında Bulgaristan Türkleri ve diğer etnik azınlıklar adına Brüksel’e gönderilen, A. Doğan imzalı “Bulgaristan’da Etnik Sorun Yoktur!” Bildirgesi de Avrupa Birliği Azınlıklar Kurulundan geri istenmeli ve Bulgaristan’da Bulgar nüfusun 2030 yılında azınlık durumuna düşeceği esas alınarak, şimdiki etnik azınlıkların ulusal nüfus çoğunluğunu oluşturacağı için yeni bir Etnik Haklar ve Özgürlükler Programı kaleme alınmalıdır. Bu programda 1972 - 1990 yılları arasında etnik hak ve özgürlükleri uğruna kararlı ve örgütlü mücadele veren Bulgaristanlı Türk ve Pomak kardeşlerin yerine getirilmeyen, tanınmayan, yasallaşmayan temel istekleri yeniden ortaya konmalı ve ana dil, din, özgün kültür, geleneklere ve yaşam tarzına saygı temelinde yepyeni bir dünya görüşüyle


128

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

yeni bir düzenlenmeye gidilmelidir. Bu oluşumun esasında farklılıklardan oluşan bütünlüğün en yeni ve en değerli edinim olduğuna saygı gösterilerek, AP ile hak eşitliği esasında bütünleşme yolu açılmalıdır. Avrupa Birliği medeniyetinin ulusal ve etnik farklılıklara saygı temelinde bir bütünleşme olacağı vurgulanmalıdır. Bu esasta, temel haklarımızın – doğal haklarımız ve demokratik insan haklarımız başta olmak üzere - tümü gündeme getirilmelidir. Sözümüz HÖH Genel Başkanı Lütfü Mestan’adır: Lütfen politik şarlatanlıkları rafa kaldırınız. Gözle görülen köy kılavuz istemez. GERB ile gizli işbirliği içinde olduğunuz ortaya çıktı. Bu sinsiliğin özünü halka, seçmene açıklamak zorundasınız. Gözleri kapaklı dolap beygiri dönüp, başkasının kuyusundan su çıkarmaya son vermelisiniz. Biz kimsenin hizmetkârı, yamağı veya kölesi değiliz ve olmak istemiyoruz. Son 20 yılda Bulgaristan Sosyalist Partisi ile yürüttüğünüz gizli pazarlıklarla idare etme sahtekârlığından vazgeçmek zorunda kaldığınız gibi, şimdi de hakikatten demokratik bir Bulgaristan kurma ve Avrupa Birliğine ve dünya demokratik devletlerine gerçekten yakınlaşıp onlarla işbirliği yapma politikasını seçmek ve şeffaf uygulamak zorundasınız. İzlediğiniz politikanın kısır olduğu ortaya çıktı. Evet, siz ortamdan yararlandınız, oğlunuzu Amerika’da okuttunuz, hatta Ahmet Doğan metresi Aylin Alieva’yı Amerika’da okuttu. Bunlar sizi haklı çıkarmaz, durumu değiştirmez. Önal Lütfünün oğlu da Amerika’da okumuştu, ne oldu?. Annesi Gülten hanım da bu arada, herhangi bir kimseye birazcık olsun faydası dokundu mu?. Vazgeçin şu sahtekârlıklarınızdan! Bir köylünün kentli olması 3 nesil sürer. Zorla güzellik olmaz. İnanıyorum ki, oğlun Bulgaristan’a dönmeyecektir. Aylin de Ahmet’e tekmeyi vurmuştur, bir eli balda bir eli yağda olsa da “saray” kapısını açmayacaktır. Sizin yaptığınız işlerin hepsi sahte. Halkın parasıyla gelin güvey oluyor, zevce oynatıyorsunuz. . Durum her gün değişiyor. Gelecek seçimlerde HÖH partisine tek bir oy vermeme hareketi güç topluyor, derin taban elektriklenmek üzere, yakında volkan gibi patlayacak. Yepyeni bir direniş biçimi uygulanmak isteniyor. Seçmen bir günde hepinizi çöplük etmeyi düşünüyor. Halkımız artık size kendilerine bile faydası dokunmayan sürtükler olarak baklaya başladı. Ahmet’in düştüğü durumlara bak, Sofya çarşısında geveleyenlere bak, siz bizi Türk olduğumuzdan utanır duruma düşürdünüz. Söyle doğum günün ne zaman, bir ayna gönderelim, önden arkadan bir bak kendine ve yaklaşan seçimlerde Türk alayında yerinizi yeniden belirleyiniz.


Makale ve Analizler - 2015

129

Açlar aç yatıp aç kalkıyor! Emekliler maaşıyla geçinemiyorlar. Gençler işsiz. Elektrik faturalarını ödeyemeyenler dip dalgasında birleşiyor. Daha ilk patlama hepinizi çöp tenekesine dolduracak. Sonra Türkiye’den dönmeye hazırlananların seli de bir bakın, 500 bin gittiler, 1 milyon 200 bin olmuşlar, onlar da alay alay gelmeye hazırlanıyorlar. Tusunami gibi gelirlerse saklanacak yer bulamayacaksınız. Seçmen düşünceli... Tepki göstermeye hazırlananlar alayında Romanlarla birlikte Türkler, bizimle birlikte Pomaklar, en fazla da Bulgar var. Kazan kaynıyor.

Sönmeyen Volkan

İbrahim Soytürk-13.Ağustos.2015

Konu: Tarih Irmağı Akmaya Devam Ediyor. İnsanların aynı yere dönmesi hem doğal hem manidardır. Rodoplar’ın Odrintsi köyü Arda ırmağı ayazmalarının kadim vatanıdır. Arda ise Merkezi ve Doğu Rodop Türklüğünün akarsuyudur. Buradaki dere tepeler, yakın geçmişimize kadar, adına “klön” denen ve birinden devamlı cereyan olan 7 kat tel örgülü devlet hududumuzdu. Yazarken “altın kafese HAYIR”, “karaçalı dikeni yuvamdır” diyen çalıkuşunu hatırladım. İnsanlarımıza bir cehennem olan bu elektrikli tel duvarlar, geçen asrın 80’li yıllarında tam da bu noktada hürriyete geçiş ararken 9 Alman genci yakmıştı. Hepsi tel duvarda korkuluk gibi sallanmış bulundu. Siyah naylon çuvallar içinde memleketlerine geri göndermişlerdi. Bu köyde Alman mezarı yok. 1942’de Almanlar Yunana geçerken geçit yolu olarak yine bizim dere boyunu seçmişlerdi. O zaman geri dönen olmamıştı. Yılların katmerleştirdiği korkudan olacak, hürriyet güneşi görenler Odrintsi’yi terk etti. Bu öyle bir terk edişti ki, köyde bastona sarılmadan otobüs durağına gidecek hali olmayan 5 yaşlı hane kaldı. Kapılar açık kalsa da köpekler dağıldı. İnsan olmayan yerde sıçan da olmuyor, kediler de seyreldi. “Siz gidin biz mezarları, camiyi ve ayazmaları bekleriz!” dediler ve gençleri uğurladılar. Bu yılın Mayıs ayında Odrintsi’ye 50 Alman kondu. Kimin olduğunu bile sormadan evlerden birini şantiye yaptılar, önce çadırlara yerleştiler, seçtikleri evleri kendilerininmiş gibi onarmaya başladılar. Bu arada Madan, Rudozem, Smolyan hayvan pazarlarından 230 keçi aldılar, birkaç köpek, bir eşek ve 2 katır getirdi-


130

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ler. Hayat yeniden başladı sanki. Evlerin onarımı, sayaların kiremitlerini aktarma, yemliklerin ve su kaynaklarını elden geçirme işleri devam ediyor. Yabancıların hepsi gündüzleri bele kadar çıplak çalışıyor. 4 aylık saç sakal birbirine karışmış olsa da, hepsinin eli keser tutuyor ve çivi çakıyor. Elektrikli alet, araç, gereç kullanmıyorlar. Yeminli elektrik düşmanı gibi davranıyorlar. Aslında köyde elektrik yok. Yaşlı köylüler faturaları ödeyemeyiz korkusundan elektik istemezken, yeni gelen göçebelerde elektik alerjisi var, “biz şu dere boyunda tellerde asılı kalan kardeşlerimizin anısını yaşatmaya geldik, elektrikli sobasında ısınmaya değil!” diyorlar. Göçmenler yerli yaşlılara her sabah birer tas keçi süttü verseler de, aralarında dil sorunu olduğundan, henüz sözlü temas kurulamamıştır. Bu haberi yayan “Royters Ajansı”na göre, hepsi yüksek öğrenimli olan Almanların eski Demokratik Almanya Cumhuriyeti vatandaşıymış. 1990 öncesi Bulgaristan Yunanistan sınırında kurşunlanarak öldürülen yada elektrikli, dikenli sınır teli direklerinde asılı kalan yakınlarının hürriyette yolculuğunu, haklı davasını, ölümsüz ruhunu ve unutulmayan anılarını ebedileştirmek için, bu yörede herhangi bir yere, belki bir ayazmalarımızdan birisinin üzerine, olabilir ya belki de karaçalı dikenlerinin en sık ve sivri olduğu bir tepeye herkesin görebileceği yüksekliklerden birine görkemli bir anıt dikmeye niyetlenmişler. Bu anıtta çıkan dönemeçli yol boyunda elektrik lambası, teleferik, asansör, yürüyen basamak vb olmayacak. Hürriyet şehirlerinin bir sırt çantasıyla özgürlüğü aradıkları gibi anıtı görüp, bu sınırda can veren 136 Almanın isimlerini altın harflerle yazılacağı mermer levhaya akan çeşmenin kenarına bir demet dağ çiçeği koymak isteyenler, bu tepeye çıkma zahmetine katlanacaklardır. Almanlar, bu anıttı dikmek için muhtardan, belediye başkanından veya Sofya’da konaklanmış Kültür Bakanı Vejdi Raşidov’tan izin almayı düşünmüyorlar. Çünkü “Bulgar devleti bizim yakınlarımıza kıyarken kimseden izin istemedi!” diyorlar. Anıt kompleksi projesini de totaliter dönem yüksek mimarlarından ya da dönekliği ve hainliği ile dillere düşmüş bir yüksek mimara veya heykeltıraşa havale etmeyi düşünmüyorlar. Bu arada aldıkları bir kararı açıkladılar. Anıt kabrin kuruculuğunda Bulgar çimentosu kullanmayacakmış, çünkü 3 çuvaldan birisinin boyanmış kömür tozu olduğu kanıtlanmıştır. İki günde bir ekmek pişiren, bol bol keçi süttü içen, keçi sütünü mayalamayı ve peynir yapmayı artık öğrenen ve Rodop yamaçlarının yaban meyvelerine bayıldıklarını, sularını içmeye doyum olmadığını anlatan davetsiz konuklar, adeta daha önce yaşamadıkları bir heyecan içindedir.Çözemedikleri bir tek sır kalmış: Yerlilerin bu cenneti bırakıp da nereye gittiklerini öğrenmeye çalışıyorlar. Hiçbir yasa insanların, halkların şehitlerine saygı gösterme, dönemli olarak anma törenleri düzenleme, gökleri delen abidelerde yaşatma hakkını konu edip


Makale ve Analizler - 2015

131

belirlememiştir. Halkların kahramanlarını ebedileştirmek için anıtlar dikmesini yasaklayan uluslar arası geçerli yasalar yoktur. Örneğin, Türk halkının ruhuna yenik düşen İngiliz Anzaklarına Çanakkale yamaçlarından birinde kabristanlık tesis edilmesi, büyük önder ve emsalsiz komutan Atatürk ve TBMM tarafından kararlaştırılmıştır. Onların, her yıl papaz ayinli yıllık anma töreni düzenlemelerine engel yoktur. Yüze Türk milletinin anlayışında Düşmana saygı insanın kendisine olan saygıdan kaynaklanır. Bulgaristan Topraklarında yürütülen en büyük meydan savaşı olan 1877 78 Rus - Osmanlı Harbi’nde esir düşen ama dünya harp akademileri ders kitaplarında savunma strateji komutanı olarak okutulan Osman Paşa’ya özel bir anıt dikilip gerekli itibar gösterilmemiştir. Oysa Osman Paşa Rusya İmparatorunun bir saldırısına hedef olan Osmanlı’nın Balkan kalelerini savunan Osman Paşa, aynı zamanda Plevne’de ve köylerinde yaşayan Bulgar nüfusu da korumuştur. Şöyle ki, Bulgar ve Türk nüfusun birlikte yaşadığı Plevne sakinlerinden şehir öncüleri - Papaz, öğretmen, doktor, esnaf ve toprak sahibi köylüler aralarında topladıkları 3 torba altını Osman Paşa’ya devredip, kendilerini de Rus talanından korumasını ısrarla istemişlerdir. Bu paranın yarım torbasını askeri lazer etlerde sivillere gösterilen sağlık hizmetlerine harcayan Osman Paşa, şehri bırakmazdan önce kalan parayı Plevneli Bulgar öncülere geri vermiş, onların da şehri birlikte terk etme ısrarına uyarak, kendilerine yardım ederken yaralanmıştır. Bilindiği üzere, Plevne meydan savaşında, Rus saldırılarından, yağmalamasından Bulgar halkını da koruma çatışmalarında toplam 118 bin Osmanlı er ve subayı şehit düşmüştür. 1887’de Bulgar Prensi, 1908 - 1918 yılları arasında Bulgar Çarı olan Ferdinad’ın İngiliz Parlamentosu’na ricası üzerine, Osmanlı’nın Plevne şehitlerinin kemikleri, toplu kabrinden çıkarılıp, Londra’ya götürülerek öğütülmüş ve unu bir ormana serpilmiştir. Fakat ruhu o toplu mezarda kalmıştır ve yaşıyor. Bunu Şipka şehitleri ve 1877-78’de (93 savaşında) Bulgaristan’ın değişik köy ve kentlerinde kurban olanlar için de söyleyebiliriz. Hiç birinin ardında bir iz, bir mezar taşı, akan bir çeçme olmaması son dere üzücüdür. Şehitlerin kemiklerinin kabirden çıkarılıp İngiltere kemik değirmenlerinde öğütülmesi ve oradaki ısız ormanlara saçılması, Osman Paşa’nın büyüklüğüne gölge düşüremediği gibi, tarihsel gerçekleri de değiştirmez. Bu inancı, o savaştan sonra, Bulgaristan’dan anavatana göçe zorlanan 6 ayrı kafilenin kaderi için olduğu gibi, Balkan Savaşları şehitleri, 1984 - 1989 isim değiştirme baskı ve zulmüne tepkide gösterilen dayanıklılık ve kahramanlığımız için de vurgulamak yerinde olur. Her şehidimiz, Osmanlıyı yani Türklüğü yani sizi, bizi, seni beni, hepimizi sıkıştırıp boğma ve yok etme saldırısına karşı mücadele eden, mert bir erdi.


132

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Şu bilince yaşatmalıyız. Düşman bizi hep bir gördü. Biz onlar için hep Osmanlı Türkleri, Osmanlı kalıntıları, Türkiye Cumhuriyetinin “beşinci kolordusu” vs. idik. Herhangi bir kimseye ayrıcalıklı bakılmışsa o özel bir hainlik hizmeti içindir. 1985 - 89 yılları arasında muhbirlik yapan 3 016 ispiyoncuya özel hizmet ödülü ya da emekli maaşlarına 5 - 10 leva bile eklenmemiştir. Bu işten kazançlı çıkan bir tek hainliğin başı sayılan Ahmet Doğan’dır. Bugün de devlet sofrasından bedava yiyip içmeye ve HÖH - DPS paralarını istediği gibi kadın kız peşinde harcamaya devam ediyor. Başka hiçbir kişiye özel imtiyaz tanınmamıştır. Tekrar ediyorum, tarih boyu bize saldırdıklarında aramızdan kimseye ayrıcalıklı bir gözle bakmadı. Hepimiz Osmanlı evlatlarıydık. Hepimizden kurtulmak istendi. Göçe hepimiz zorlandık, hepimizin isimleri değiştirildi, en verimli tarlalara, bağ ve bahçelere sahip olan Türklerin hepsinin malları ellerinde alındı, en iyi evlere sahip olanlar hep evsiz kaldı, en güzel kız evlatlara sahip olanlarımız hep ağladılar. Bugünde bizden hiç birimize zengin olma fırsatı verilmiyor. Avrupa Birliğinden gelen paraları yiyip içen veya kayıplara karıştıran da onlardır. Onların kafasındaki hep milli ayrımdı, hep dinsel ayrımdı, ırkçılı oldu, düşmanlıktı. 600 yıldan beri vatan bildiğimiz bu topraklarda kendisiyle gurur duyduğumuz bir kardeşimize gururlanacağımız, önünden geçerken saygıyla eğilip selam vereceğimiz bir anıt dikemedik. Savaşlardan dönmeyenler anısına yaptığımız çeşmeler kurutuldu ve yıkıldı? Neden kendi ellerimizle diktiğimiz korular kesip kurutuldu? “Türk korusu” sözü unutuldu. Neden “Belene Ölüm Kampı”nda 1984 - 1989 yılları arasında kalan sürgün Türk ve Müslümanların yüz akı bir anıt kompleksi, bir Zincirini Koparan Adamlar Anıtı dikilmesine izin verilmedi, verilmiyor. Türklere yapılan zülüm unutturulmak istendiğinde olabilir mi? Osmanlının topraklarımızdaki camileri, medreselerimiz, tekkelerimiz, mescitlerimiz, köprü ve hamamlarımız, saz ayarında söylenmiş her türkümüz sonsuz bir hatıranın yaşantısıdır. Krallık ve Sosyalizm dönemlerinde ve “Geçiş Döneminde” yani son 130 yılda Bulgaristan’da bir Türk okulunun kurulamaması da yüzkarasıdır. Bize tarihi yalnızca şu tarihten şu tarihe kadar okutanların artık mumu sönüyor. Aynı sözlerle olmamış savaşları olmuş gösteren, barbarlıklardan söz bile etmeyen, lagarlarında zulüm sözü olmayan, dillerinde olmayan sözlerle insan ilişkilerini ve dünya tarihini anlatmaya çalışanların zavallılığına acıyorum. Yunanla Makedonya’nın arasının açılması ve Yugoslavya’nın dağılmasıyla Üsküp merkezinde tarih boyu akan, Vardır ırmağı üzerindeki büyük bir anıttan Osmanlı Köprülerine gururla bakan Büyük İskender yazıp çizmekten geçinenlerin çoğunu kalem bırakmaya ve soğan kazmayı seçmeyi zorladı. Ohri Gölü yamaçlarındaki Osmanlı evleri hakkında kötü konuşan yok. Belki de güzele her şey yakışır değiminin anlamını biliyorlardır. Eğer köprülerimiz tarihin anıtları olarak kabul ediliyorsa, Slivengrat’taki Mustafa Paşa köprüsünün hiç bir kemerinin asırlarca


Makale ve Analizler - 2015

133

aşınmadan dolup taşan Meriç sularına selam verdiğini unutmsınlar. Osmanlı’nın Bulgaristan’daki Hıristiyan medeniyetini gölgelediğini iddia edenlere sözümüz var. Günümüzde Boğazları dünyanın en büyük köprüsüyle, Trakya’ya kurulan dev uçak alanıyla ve Büyük Atatürk’ün özgürleştirdiği Türk zekâ ve aklıyla Yeni Osmanlı atılımları geliyor. Bu esinti düşmanlarımızı ters hesap yapmaya, en yenisi kabuklarına çekilmeye zorluyor. Şimdiye kadar -150 yıldan beri- güç kaynakları Osmanlıyı ve Türkleri kötülemekti. Bu tükürük artık hiçbir duvara yapışmıyor. Kimse erişemediği meyveleri koparamaz. Taşlayabilir ama taşlar bazen geri kafasına düşer. İşte böyle bir dönemde yaşıyoruz. Almanların demokrasi arayan hürriyet şehitlerini unutmadığı gerçeği, onlara biz totalitarizmin yıkılmasında “en çok ve çok değerli kurban veren milletiz,” deme hakkını tanır mı bilmiyorum. Çünkü 1984 - 85’te ve 1989’da biz de ayaklandık. Kurbanlar verdik. Sonuçta, büyük bir hürriyet anıt komplekslerini dikme hakkı elde edemedik. Bizim kıvılcımlar bu defa da ateş yakmadı. Şu da bir gerçektir! Almanlar yanardöner, yıldız gibi parlayan bir anıt yerine, içine dönük, gerçeği kendi içinde, özünde arayan, her birimizi durup düşünmeye zorlayan bir anıta taşımak istiyorlar. Mekân olarak Bulgar - Yunan - Türk ruhunun kesiştiği bir Müslüman Ocağı olan Rodop Dağları doruklarından birinin seçilmiş olması ise, şehitlerin manevi dünyasını, özlemlerini, yaşadıkları zamanı, aradıkları insan haklarını, ortak yarınlarımızı, kalıcı barışı, her birimize gerekli olan huzuru ve güvenliği ters okumaya çalışanlara son derece büyük bir ders olur umududur. İnsanın kendi iradesiyle yapamadığını takın ya da uzak bir komşusunun yapabildiğine sevinmesi ve niyet ve çabasından guru duyması büyük bir olgunluğun çok eski bir simgesidir. Tüm ocakları sönmüş bir köye ateş götürmek ne büyük bir olay. Yaşam ırmağı akmaya devam ediyor. Rodoplarda dağ doruklarından her biri bir başlangıcın müjdecisidir. “Royters”in haberi, bizi Odrinsi köyünde hürriyet yolunda kurban olan Alman geçlerle birlikte, Balkanlar’da Osmanlı ve Türklük volkanının ebediyen sönmediğine, bir süre için küllenmiş olduğuna uyandırdı. Dere sularını toplayan ırmaklar dile geldi ve bize tarihin, tek tek kahramanlıkların buluştuğu doruklarda yazıldığını hatırlattı. Bu toprakların en büyük kahramanları bizleriz. Kovulmuş, sürülmüş, kaçmak zorunda kalmış, ezilmiş ama buraları memleket bilen ve seven Müslüman Türkler. Bizim için bu yerler emsalsiz bir anıttır. Dikemediğimiz anıtlar, doğrultmamızı bekleyen mezar taşlarımız her gün bizimle konuşuyor. O çamlıklarda yaşayan Ruh, Alman ruhu değil Osmanlı ve Türk geçmişi ve bugünüdür. Sönmeyen bir volkandır.


134

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Hatıralar ve Durulamayan Anılar

Musa Vatansever-14.Ağustos.2015

Tuna Akmaya Devam Ediyor 15 Ağustos 2015’te “Belene Ölüm Kampı”nda kalanların Tuna ırmağı adacıklarından Persin’de buluşması var. 1984 -1989 yılları arasında bu adaya resmi istatistiklere göre 518 Bulgaristan Türkü sürgün edilmiştir. Kamptaki şartların olağanüstü ağır olduğundan ötürü Belene’ye “Ölüm Adası” adı verilmişti. “Belene” de imtiyazlı Türk yoktu. Adaya sürgün edenlerin hepsi şu ya da bu şekilde isimlerimizin değiştirilmesine, “soya dönüş sürecine”, Bulgarlaştırılmamıza, Türkçemizin yasaklanmasına, anadilini konuşanlara ceza kesilmesine karşı başkaldırmışlardı. Yakınlarının yargısız sorgusuz içeri atılıp sürgün edilmesini açık orta kınayanlar, Türk Müslüman adetlerine göre yaşamaya devam etmek isteyenler hep “Belene”yi boylamıştı. Onların adasında en büyük grubu aydınlar, öğretmenler, yazar ve şairler, gazeteciler, nüfus sahibi olan iktisat yöneticileri, okul müdürleri, bilinen sporcular oluşturuyordu. Sonradan öğrenildiğine göre, bu 518 kişiden 52’si siyasi polisin hafiyesiymiş, adaya görevli olarak gönderilmiş ve koğuş sorumlusu, yazar, bekçi gibi sudan havadan işler onlara verilmişti. 26 yıl geçmesine rağmen ajanların adları özel olarak açıklanmadı, çünkü anlaşılan polis işini “Belene”de de boşlamamıştı. Yıllar sonra çıkan istatistiklerde 1984 - 1989 yılları arasında Bulgaristan Türeleri’nden 250 kişinin daha “ispiyonculuğu kabul ediyorum” belgesini imzalamaya zorlandığı ortaya çıktı. “Denize düşen yılana sarılır”, o zor zamanlarda yaşanan sıkıntıların doğurduğu bazı hareketlerin Türk ruhuna ters düştüğünü ve baskı sonucu doğan gelişmelere anlayışlı ve hoşgörülü bakılmasından yana olduğumuzu bir daha beyan ediyoruz. İmza kendiliğinden iş yapmaz! Fişlenmiş olan her kişinin kötülük yaptığına da inanmak istemiyoruz. Zaten “Belene”den kurtulan, “geçmişimden utanç duyuyorum ve ruhen temizlenmeye yer arıyorum” der gibi hemen memleketimizi, evini barkını terk etti ve huzur bulmak amacıyla anavatana sığındı. Şu da bir gerçektir: Bulgaristan Komünist Partisi (BKP) veya Bulgaristan Çiftçi Halk Birliği (BZNS) üyesi olmak, Bulgaristanlı Türklerden hiçbirine “Belene” kapısını kapamadı. Birçok madalyalı tütün üreticisi, hayvan bakıcı, öğretmen, ressam, gazeteci ve sporcu ölüm adasındaydı. Ağır sıklette 2 defa olimpiyat şampiyonu olan güreşçimiz Lütfü Almedov’un Türk ismini değiştirmeselerdi, aramızda ayrıcalıklı olan da varmış, diyebilirdim. O da “Kendine İsim


Makale ve Analizler - 2015

135

Seç!” dendiğinde, altın madalyaları geri verdi. Türk-Bulgar didişmesinde hiçbir hizmetin ve otoritenin beş para etmediğini anladı ve üzüldü. Ciddi tepki gösteren aydınlardan biri olan, Koşukavak lisesinde Marksizm Leninizm hocası olan Mustafa Ömer’di. O sürgünde Demokratik Lig hareketini kurdu ve Mayıs 1989 Ayaklanmasını ateşledi. Bulgaristan Türklerine Mahsus Yayın Yapan Türkçe Radyo programlarının ilk spikeri Kahveci’de susmadı. Türkçe öğretmeni, yazar ve şair Ömer Osman “Türküm bilinciyle yaşayan her Bulgaristan vatandaşının yeri Belene adasıdır!” dedi. “Belene ölüm kampına” 3 kez girip de uslanmayan şair Nuri Adalı gibi asiler başkaldıranlara öncü oldu. Köy ve kasabalarda isimleri değiştirilemeyen Türklerin, polisten kaçanların ve yakalanınca sürgün edenlerin isimleri bu adada değiştirildi. Kampta, Türk bayanlar vardı. Onlar tütün işçisi, öğretmen veya hemşireydiler. Emsalsiz bir dayanırlık, sabır ve kahramanlık gösterdiler. Kendilerine yapılan işkencelerin vücutlarında iz bırakmamasını önlemek için domuz etlerinin donduran derin dondurucuya kapatıldılar. Çıngıl çıngıl buzlanıp dondular, kas katı kesildiler ama ruhen çökmediler. Mosmor morardıklarında buzlar çözülürken acılara dayanamayacakları düşünülmüştü. Türk bilinçlerini işkencelere dayanıklılığı polislere dudak ısırttı. İşkenceler ölüm kampındaki Türk aydın bayanların iradesini kıramadı. Belene Adasında “kalan ve kalmayanlar, işkence gören ve görmeyenler” üstüne değişik kitaplar yazdı. Bunların bazılarında 1947 - 1953’te komünist rejim düşmanı Bulgarların kaldığı bu Tuna adasında, insan yakma fırını olduğu ve “yakılanların yağlarının bacalardan damlamaya devam ettiği” gibi hayal ürünü anlatımlara rastladık. O dönemde Bulgaristan’da 46 toplama kampı vardı. Bunlarda 20 bin kişinin can verdiği doğrudur. Fakat “Belene Ölüm Kampında” 1984 - 1989 arasında yakılan ya da öldürülen Bulgaristan Türkü ve Müslümanı yoktur. Adada kalanlar hakkında “aklım başıma geldi” izlenimi uyandıranlar hemen Kuzey Batı Bulgaristan’ın değişik Bulgar köy ve kasabalarına, bölgeyi terk etmemek şartıyla, sürgün edildiler. Genç ve sağlık durumları iyi olan Türklerse yine aynı yöredeki “Bobovdol” kömür madeni ocağına işe gönderildi. Başka bir analizse, Belene Ölüm Adası’nın 1984 Aralığı ile 1985 Şubat sonu arasındaki ilk Türk Ayaklanmasından, 1989 Mayıs Ayaklanmamıza kadarki dönemde uyanık, saygın ve asi Türkleri gemlemek, korkutmak ve susturmak için kullanıldığını gösteriyor. 1984 - 85 olaylarında kırk kişiden fazla şehit düşmüştü. Halk öfkesi patladı. 1989 Ağustosu Büyük Göçü ise, 6 yıl süren sert ve kararlı kitle direnişlerine katılan örgütlü kadroyu ve kararlı yandaşları dış ülkelere kovarak, baş eğmeyen Türklerden kurtuluş seçeneği oldu.


136

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

“Belene Ada Kampında” yazılan veya daha sonra kalem alınan eserlerde, aydınlarımız çekilen çileyi gelecek nesillere anlattı. Örneğin ömrünün 23 yılı hapis ve sürgünde geçen şair N.Turgut Adalı “Belene - 1” şiirinde şöyle dedi: Dev ırmak Tuna, Götür beni anama Bu demir kapıları Açamam, güç ver bana! “Belene - 2” şiirinde ise hüzünlüydü. Umudu yenikti. Şöyle haykırdı: Arda’dan Tuna’ya yol ırak, Bir günde varılmaz büyük suya! Anneciğim, yollara düşüp, zahmet etme! Kuş konmaz bu kahrolası Belene’ye Bilincini ve kalemini hücre örsünde sivrilten yazar ve şair Ahmet Şerif Şerefli, “Önce fikirlerimizi esir aldılar” görüşünü açtığı “Türk Doğduk, Türk Öldük!” eserinde, baharın yeniden yeşereceği, çiçeklerin gene açacağına ve dalların yine meyve yükleneceğine olan inancını ödün vermeden dile getirdi. Binlerce okuruna Türklük suyu verdi. 1984 - 89, “Belene Ölüm Kampı” trajedisi, binlerimizin yargısız içeri atılmamız, hücre karanlığında körleştirilmemiz... tüm sırlarımızı unutturmak, OsmanlıTürk ocaklarına ve çok daha gerilere inen izlerimizi kaybettirmek, belleğimizden ebediyen silmek için yapıldı. Onlar, isimsiz bir kişinin ehemmiyetsiz biri olduğunu biliyordu. Onlar, köksüz bir ağıcın kesilmiş ve odunluğa dizilmiş yarma olduğunu da iyi biliyordu. Bizi canlı canlı değil, Belenelerde, Sofya, Stara Zagora, Varna vb hapishanelerde kurutup gevreterek bitireceklerdi. Onlar kuru fidanıno dikilmediğini, dikilse de yeşermediğini iyi biliyorlardı. Fakat biz hepimiz onlardan çok daha yakındık güneşe ve bugün kızlarımız, oğlanlarla el ele tutuşmuş bayram ederken, birbirlerine sevgi verip memleket topraklarda Türklüğü, Türk kültürünü ve sonsuz asaletimizi ve hoşgörümüzü yaşatmak için uğraşıyorlar. Bundan 30 yıl öncesine o ağır yılları anlatan anı eserlerinde Rodoplu yazar Mehmet Türker, Mastanlı’lı tutuklu Kasım Hasanov’la birlikte, bilekleri kelepçeli “Belene” yolunda bir polis aracı içinde geçen bir konuşmsyı şöyle anlatıyor: 24 saat dövülen Kasım Hasanov’a Kırcaali polis amirliğinde şöyle demişlerdi: “Şu mermileri senin için hazırladım. Seni avluya çıkarıp beynini tuz buz edeceğim ve benden kimse hesap soramayacak!” Yazar Türker, çok önemli bir noktaya parmak basıyor. “Belene” yollarında yargısız infaz edilenlerin, polis mahzenlerinde son nefesini verenlerin, barajlara, kuyulara, derelere atılanların adı, soyadı,


Makale ve Analizler - 2015

137

kaç kişi oldukları, neden öldürüldükleri, haklarında hiçbir şey bilinmiyor. 1984 - 89 döneminde keyfi hareketten, silah çekip insan öldürmekten, insan dövmekten, sakatlamaktan, yanıltıcı bilgilendirmeden, izinsiz silah kullanmadan sorgulanmış veya yargılanmış Bulgar polisi yoktur. Bu arada yaralı Türkleri polikliniklere ve hastanelere almayan Bulgar doktor ve hemşireler de sorgulanmamış ve yargılanmamıştır. Bulgar polisi, sivil polisler, hafiyeler, kendi akrabalarına, halkımıza karşı neden müzevirlik yaptıklarını bilmeyenler, komünistlikten geçinenler ve etrafımızda çivisi çıkmış gibi dolaşan komsomol militanları yıllarca uygulanan yargısız infazların sanki farkında değildir. Onlar için devletin görülmeyen elleriyle işlediği cinayetler sanki Hakkın emriydi. Kafaları donmuş, mermerleşmiş ve ya güneşten pişmiş olduğundan onlar öz halkına karşı yapılanları “doğru” bulacak kadar iğrençleşmişti. Yazar, Ömer Osman “Belene” kampında yağışlı günlerde tasarladığı romanlarının birinde “genç bir kahramanına namus gerçeğini” aratır. “Babasının eline bir satır verir ve bundan böyle ihbar yazamasın diye oğlunun parmaklarını kütükte kestirir!” Bu roman hainliğe karşı bir isyandır, ayrıca Bulgaristanlı Türklerin bilinçlenmesinde de çok önemli bir aşamadır. “Belene Ölüm Kampı” Bulgaristanlı Türkler için Türklük akademisi oldu. Orada hep sessizce Türkçe konuşuldu. O yıllarda Bulgaristanlı Türkler’den hangisinin en fazla çeki gördüğünü söyleyebilmem ne yazık ki, bugün de imkânsızdır. Herkes başından geçenleri anlattı. Yatanlardan birçoğunun komünist ya da parti aday veya yedek parti üyesi olduğuna, iyi işçi, başarılı memur, öğretmen, okul müdürü, sanatçı, yazar, şair olduğuna kesin inanıyorum. İsimlerimizin değiştirilmesine karşı halkı ayaklandırmaya partisiz olanlar kadar, onlarla omuz omuza direnen komünistler de vardı. Daha önce siyasi poliste görev almış ve komünist partisinin etnikleri eritme politikasıyla razı olmadığı için sürgün edilenleri tanıdım. Bilgili ve aktiftiler. Ayaklanmamız bir halk ayaklanmasıydı. Herkesin alnında parlayan, kızıl yıldız değil, Türk bilinciydi. Başkaldıran yığına katılanlar, bir halk düğününe andıran kavga saflarına davetsiz ve gönüllü gelmişlerdi. Ayaklanma sırasında ihanet eden Türk yoktu. Çileyi herkes kendi içinde yaşadığı için ani tepki gösterenler kendilerini direnişçiler arasında, ön saflarda ya da kitle alayında buldular. Ayaklananlar arasında komünist görenler yadırgamadı. Totaliter zulüm rejimiyle kitle arasındaki bağlar tamamen kopmuştu. Şunu önemle belirtmekte yarar vardır. 1989 Mayısında ayaklanan Bulgaristan Türklerine karşı duran cephede yalnız birkaç Türk vardı. Herkes, Türk anaların mert Türk savaşçı doğurduğuna, Türk Ocaklarında yiğit evlatlar yetiştiğine inanmıştı. Bütün derelerin ve yeraltı sularının Tuna gibi ırmaklarda toplandığı gibi, Osmanlı-Türk ocaklarından, Türk soy ve boyların-


138

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

dan, camilerden ve cem evlerinden gelenlerin hepsi aynı anda ve aynı yerdeydi. Onların aklınca Bulgaristan Türklüğü cenazeye çağrılmıştı. İsim dinini ve TürkMüslüman kimliğini değiştirin onlardan geleceklerini kendi elleriyle gömmesi isteniyordu. Kimse bu cenazede bulunmak istemedi. Bu bilinçlenmenin ve şahlanışımızın son sınavı oldu. Bu acı lokmadan tatmayan kalmadı. O zaman anaların yalnız asi doğurduğu zamandı. Bizi bilinçlendirip yüreklendirense özümüzü savunma kavgamızdı. Şimdi Belene anma törenine gidenler, gelemeyenler, gelmek istemeyenler, bu işten el çekenler olacaktır. Çünkü Bele kampında tutulanların ve daha sonra sürgün edilenlerin Bulgaristan’dan Mayıs-Ağustos 1989 göç seliyle kovulmaları, davaya sadık erler alayını dağıttı. Davanın mayası su aldı. Hak ve Özgürlük davamız Belene Ölüm Kampı’nda yatmayanların eline geçti, tekeli oldu. Halkımız rüzgârın yön değiştirdiğini hissediyor. Hak ve Özgürlüklerimiz için sözde mücadele edenlerin politik sahneye çıkışı, onlara karşı devlet cömertliği, baş hainlerin saray ve köşklerde yaşatılması derin anlamlıdır. Bu dünyada kimse düşmanını sarayda beslemez! Beleneciler örgütlenip filizlenemedi. Manevi değerler için başlayan dava maddi boyutlara kaydı. Hedef saptı. Ellerine tutuşturulan birer tomar paranın halkın çilesine mehlem olacağını sananlar önce kendilerini aldattı. Bu arada, daha ilk başta olmak üzere, sürgündeki kahramanlarımızın hak ve özgürlük davamızda politik nüve oluşturması yolu kesildi. Evde kalan yakınlarına yapılan baskılar onları üzüyordu. Sürgün yıllarında kurulan direniş birimleri Büyük Göçte ivme ve enerji kaybetti, demokrasi koşullarında halkı yüreklendirme ve toplama merkezi haline gelemedi. Bu örgütlerin davadan saptırılmasına çalışıldı ve çalışılıyor. Bu arada göz boyamak için olacak, Belene’de ve cezaevlerinde kalmış kahramanlara Momçilgrat’ta HÖH onurluğu verilirken, ardından kimileri Cumhurbaşkanı nişanına layık görüldü. Bunu, vitrindeki meyveden tohumluk alınmadığını iyi bilenler yaptı. En derin kökle en uç daldaki çiçek arasında devamlı bir bağlılık olması engellendi. Son gelişmeler HÖH ağıcının bu gidişle kuruyacağına işarettir. HÖH 26 yıldan beri ardına, halka bakmıyor, artık boynu tutulmuş ve körleşmiştir. Bulgaristan’da Türklüğü yaşatmamız bugün de ana vazifemizdir. 1987’de yayınlanan TRT Belen Dizisinde kendini bulanlar ve bulamayanlar var. O yıllar, ruhsal çöküşümüzün dip dönemiydi. Ardından büyük dirilişimiz patladı. O filmleşmedi. Halkımızın öncü kesimi Belene’de, sürgünde, hapislerde uyandı. 44 direniş örgütü, hareket, dernek, kulüp, hücre kuruldu. Dirilirken kalplerimiz bir Osmanlı ocağı, bir Türklük kalesi olmuştu. Her genç bir direniş eri olduğundan Bulgaristanlı Türk ve Müslümanlardan birleştiren tipik önder çıkmadı.


Makale ve Analizler - 2015

139

TUNA, 560 km kare olan Belene Adasının iki yanında akmaya devam ediyor. Bir İtalyan yüksek mimar yerleşmiş buraya. Motel ve oteller kurup, sürgünlerin kaldığı bölüm ve hücreleri gezip görülecek duruma getirmeye çalışıyor. Ölüm adasında yıllarca kalanların isimlerini mermere işletip yabancı Turist çekmeye heveslenmiş. Hitler Alman yası’nın Polonya ve Almanya’daki toplama kamplarını, Berlin Muabit Hapishanesini ve başka tarihsel yerleri gidip görenlerin bıraktığı paralar dikkate alınırsa, İtalyan’ın girişimi kötü değil. Gençler değişik ülkeleri ziyaret ederken ezilenlerin yaşayışını, zulüm merkezlerini vb da görmek istiyorlarmış. Yılların değişmesiyle, “Belene” ada otelleri balkonlarından Tuna sularına atlayıp serinleyecek olan gençlerde doğacak yeni izlenimler hangi renkte olacak? Benim yazımda anlatmaya çalıştığım hatıralardan çok farklı olabilir. Kanayan anılar dinecek mi, sızılar ne olacak? Yoksa Tuna sularının güneşe göre parladığı gibi tarih de yuvarlandıkça, biz bir kartopu gibi büyürken çekili geçmişimiz çok içte ve derinlerde mi kalacağız? Soruyorum: Nasıl arınacağız!

“Müslümanın Feraseti Vardır”

Alptekin Cevherli-14.Ağustos.2015

Adam soruyor: “Feraset mi, o da ne?” Hep gençlerin kültürel olarak yozlaştığından, bazı insanî değerleri bilmediklerinden dem vurulur ya; bir şey dikkatimi çekti. Aslında gençler insanî olumlarını olabildiğince yaşamaya çalışıyorlar. Ancak o bahsedilen kavramların karşılığı olan kelimeleri bilmedikleri için yaşadıkları, ancak ifade edemedikleri duygular arasında kayboluyorlar. Çünkü dilimizi güya sadeleştireceğiz diye, pek çok güzel kelimemizi kullanamaz olmuşuz. Ondan sonra da İslâm ülkeleri niye böyle perişan deyip, türlü türlü mazeretlerle, suçlamalarla kendimizi kandırıyoruz. Bir gün Abdülhâlik Gucdüvânî hazretleri (Özbekistan) Buhara’da mürit ve gönüldaşlarıyla velilik halleri üzerine sohbet ediyordu. Sohbet halkasına elinde


140

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tespih, sırtında dervişlik hırkası, omuzunda seccade olan bir genç de dahil olmuş, can kulağı ile Gucdüvânî Hazretlerini dinler görünmekteydi. Meclistekilerin ilk defa gördükleri bu genç, bir müddet sonra sual sormak için müsaade aldı ve son derece hürmetkâr bir eda ile şöyle dedi: - “Efendim, malûmunuz, Hz. Peygamber (sav.), “Müminin ferasetinden sakının; çünkü o, Allah’ın nuru ile bakar” buyurmuşlardır. Bu hadis-i şerifin sırrı nedir acaba?” Gucdüvânî Hazretleri soruyu önce duymazdan geldi. Ancak genç ısrarla Gucdüvânî Hazretleri’ni sıkıştırıyor, cemaatin içinde güç durumda bırakmaya çalışıyordu. Bunun üzerine Abdülhâlik Gucdüvânî, bu gence kısa bir süre nazar eyledikten sonra sert bir tonla: - “Sen önce beline bağladığın zünnarı kesip imana gel, Müslüman ol ki; bu hadis-i şerifin sırrı tecelli etsin,” buyurdu. (Zünnar: Papazların, ucunu önden sarkıtarak bellerine bağladıkları örme bir kuşaktır ve tıpkı haç gibi Hıristiyanlık alametidir.) Gucdüvânî Hazretleri’nin bu sözü oradaki herkesi şaşırttı. Çünkü genç, Müslüman bir Türkmen dervişi kıyafetindeydi. Nitekim inkâra yeltendi ama yakınında bulunan birkaç kişi gencin üzerindeki hırkayı zorla çıkarınca, düğüm düğüm ederek gizlemeye çalıştığı zünnarının belinde bağlı olduğu görüldü. Gerçekte Hıristiyan olan bu genç, müminin ferasetindeki isabeti bizzat yaşayarak öğrenmişti. Maksadını anlatıp, Zamanının en büyük İslâm âlimlerinden olan Gucdüvânî Hazretleri’ni itibarsızlaştırmak için bu oyunu plânladığını ve sorusuna cevap aldıktan sonra Zünnarı çıkarıp “Senin ferasetin, işte bu kadar” işte deyip küçük düşürmeyi tasarladığını söyledi. Ardından af diledi, zünnarını çözüp attı, kelime-i şahadet getirip Müslüman oldu. Bunun üzerine Gucdüvânî Hazretleri, etrafındakilere döndü, buyurdu ki: - “Ey dostlar! Bu genç zünnarını kesti, Müslüman oldu. Gelin sizler de kalplerinizdeki zünnarı kesip iman edin. Kalpteki zünnar da kibir ve gururdur. Bunları çözüp atmadıkça ahdine sadık bir mümin olamazsınız! Bugün İslâm dünyası arasında belinde gizli zünnar ile dolaşan o kadar çok çıfıt var ki, sorun feraset sahibi mümin olmayışında...” Adamlar kıtır kıtır İslâm adına Müslüman kesiyorlar. Hatta artık aştılar, fantezi yapmaya başladılar. Canlı canlı çatıdan atıp aşağıda nasıl öldüğünü kameraya çekip facebook’tan paylaşıyorlar, diri diri boynuna kadar toprağa gömüp altına yerleştirdikleri bombayı patlatıp, topraktan fırlayan ceset parçalarını seyredip bir de dalga geçer gibi “Allahüekber” diye bağırıyorlar. Bu ne tezattır, ne gaflettir, ne ironidir ki, İslâm ülkelerinde de ortalama’ % 10 oranında da IŞİD’in gerçekten şeriatı gerçekleştirdiklerine inanan bir kesim


Makale ve Analizler - 2015

141

var.Bunların bellerindeki zünnarı, boynundaki haçı gösterecek Müslümanlar ise ya uykuda, ya da başka işlerle uğraşmaktan bunlarla mücadeleye fırsat bulamıyorlar.Öyle ise gençlerimizi bilinçli yetiştireceğiz. Çocuklarımızın kafalarının ve ellerinin bu münafıkların kontrolüne geçmemesi için İslâm’ı adam gibi öğreteceğiz. Öyle namaz kıl, oruç tutu Müslümanlığı bitti. Geldiği yer işte ortada... Asla ama asla “Protestan İslâmiyet” istemiyoruz! Selefidir, Vehabidir vb. ideolojilere karşı gençlerimizi eğiteceğiz. Soğuktan donanı buzla ovarlar. Eğer ateşle tedavi etmeye kalkarsanız kalbi dayanmaz ölür. IŞİD’in (DEAŞ’ın) panzehiri yine Sünni İslâm’dadır. Bu vahşetin yaşandığı bölge genelde Hanefi ve Şafi’dir. İmam Azam Ebu Hanife Hazretleri’nin ve İmam Şafi Hazretleri’nin anlattıkları gerçek anlamlarıyla öğretilmek zorundadır. Yoksa Lawrence’ların icat ettiği sözde İslâm felsefesi ile nazenin gençlerimiz birbirini kırmaya daha çok devam ederler. Memlekette Selefiliğin ve Vehabiliğin adını duymayan yok. Peki, nerede İmam Maturudî? Gençler arasında adını bile duyan iki elin parmaklarını geçmiyor. Yalan mı? Bugünlerde Müslümanlara dayatılan Selefiyye ve Mutezile’nin aksine, Matüridî’ye göre dinin kaynağı olarak nakil (Kur’an) ve akıla aynı oranda itimat etmek gerekir. Matüridî, İslâm’ın evrenselliğine zarar vermeyecek biçimde, itici olmaktan çok kucaklayıcı bir yaklaşımla dini anlatır. Bu sebeple İmam Matüridî, dinin “özünü” ilgilendirmeyen görüş farklılıklarını hoş görür, onların sahiplerini dinden çıkmış saymaz. Kendisiyle aynı görüşte olmayanları zorlamaz. (kafa kesmez) “Akıl” ile “nakli” dengeli bir şekilde kullanır. Akıl, bilgi kaynaklarından biri, insana verilmiş ilâhi bir emanettir. İnsanlar akılları sayesinde güzellik ve çirkinlikleri tanır, kendi üstünlüklerini onun sayesinde anlarlar. Kulun kusur işlemesi aklını kullanmayışı yüzündendir. “Allah’ın emirleri akıllı olana hitabendir”. Akıl bali olmayan deli ya da çocuk hükmündedir. Allah’ın emirlerini anlayacak akıl seviyesine sahip olmayanlar, ilâhi emirlerin dışında kalır, sorumlu olmazlar. Onlara deli muamelesi yapılır. Bugün dünyanın ama en çok İslâm dünyasının ihtiyacı; feraset sahibi, özünü bilen ve akıl bali insanların çoğalmasıdır. Yoksa ABD ile veya İran ile bir olup, bu ateş söndürülemez, sadece daha da ‘odun’ taşınır... İhtiyaç olan berrak ve serin bir gönül iklimidir. Özet; Peygamber Efendimiz (sav), “Müminin ferasetinden sakının! Çünkü o Allah’ın nuruyla bakar” buyurmuşlardır. (Tirmizi’den)


142

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Çıban Başından Akan İcrandır

BG-SAM-15.Ağustos.2015

Konu: Tükürdüğünü Yalamak, Stratejide Bir Taktik Midir? Bulgaristan’da satılan “Kemal Atatürk Çağı ve Bulgaristan’ın Trajedisi” kitabı 426 sayfadır. “Propeler” yayınevince 2015 yılı lüks baskısı olarak çıktı. Eser neredeyse üçte bir fiyata, hatta ikinci el fiyatına satılıyor. Baskı sayısı verilmemiş ama anlaşılan tüm Bulgarlara yetecek kadar bol miktarda yayımlanmış, kitapçılar dolu. Eserin her satırı, yazar Albay Veselin Boşkov’un Bulgaristan Türkleri, Pomaklar, Türkiye, Bulgaristan’ın kaderi ne olacak gibi konular üzerinde ömür boyu çalıştığını ele veriyor. Arka kapakta basılmış resimli hayat yolunda 27 yıl Bulgar gizli servisi “DS” çalışmalarını anlatıyor. Müsteşarlıkta aksi istihbaratın İkinci Şube Türk Amirliği Müdür Yardımcılığında başarılı olduktan sonra, 10 yıl da Altıncı Şube’nin Türk Amirliği’ni yönetmiş. Altıncı Şube Bulgaristan Komünist Partisi Merkez Komitesi (BKP MK) ile gizli polis arasında koordinasyonu sağlayan çok önemli bir polis birimiydi. Bu görevde bulunduğu dönemde BKP MK’nin “Türk Sorunu” konusuna adadığı oturum, toplantı ve görüşmelerde bulunmuş, alınan kararlara katılmış ve “soya dönüş” sürecinin yönetilmesinde önemli katkı ve rolü olmuştur. Onun yönettiği gizli polis birimi 25 yıl önce kapandığında, o kaleme sarıldı. Mezara götürmesi gereken kokuşmuş çıbanbaşı birikimini beyaz kağıda döktü kitaplar çıkardı. Bildiklerini, düşündüklerini ve hayal ettiklerini şu kitaplarda sundu: “Tehlike Yaşıyor”; “Bulgar Kaderi”; “İslam Kökten Dinciliğinin Yayılması”; “Yüzyıl Devam Eden Saldırı”; “Soya Dönüş Süreci ve Bulgar Müslümanlar”; “Beş Yüz Yıllık Soykırım”; “Bizim Soyumuz” ve son olarak bu ay çıkan ana fikirlerini size sunmak istediğimiz - “Kemal Atatürk Çağı ve Bulgaristan’ın Trajedisi”. Tanıtım yazısında aynen şöyle deniyor: “Elinizdeki eserde, Türkiye’nin birinci Cumhurbaşkanı Kemal Atatürk tarafından yönetilen, Bulgaristan’a karşı yürütülen, olağanüstü tehlikeli ve boyutları bakımından çok büyük ve etkin yıkıcı faaliyetin yeri ve rolü ilk kez ele alınıyor. Atatürk hayattayken, bir tek MİT (Milli İstihbarat Teşkilatı) ve Türk propaganda organ ve kurumlarınca arasız kışkırtılan girişimleri, Türk istihbaratını, azınlıklar ve göç politikasını geliştirmekle kalmadı, Bulgaristan’la ilgili şu cürette de bulundu: “O topraklar bizimdi ve yine bizim olacaktır.” dedi. Bizi, beş asır-


Makale ve Analizler - 2015

143

lık soykırımın dehşet veren yıllarına geri döndürmek amacıyla Bulgaristan’ı yeniden ele geçirmek uğruna niyet ve biçimleri tüyler ürpertici olan etkinliklerde Atatürk’ün rolü Bulgar polis, askeri karşı istihbarat ve diğer kaynaklarca toplanan delillerle kanıtlanmıştır. “Dersini Atatürk’ten alan Yeni-Osmanlıcılar, İslamcı Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Bulgaristan’daki Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH), öteki Türk ve Müslüman parti ve örgütler, anadilini konuşan ve topluca yaşayan Türk ve Pomaklar Rodop, Deliorman ve diğer yöreleri otonom Türk bölgesi ve etnik-dinsel Müslüman (anklav) yabancı devlet sınırı içinde bulunan bölge haline getirdi.” “Son 25 yılda Bulgar hükumetlerinin tümü tarafından izlenen siyaset sonucunda, Türkiye ve bizdeki “beşinci kolordusu” özledikleri otonomiyi elde ettiler. Muhtemelen, onların belirleyeceği, önümüzdeki ay ve yılların birinde, (zaman seçimi onlara kalmış), Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS) Bulgaristan’da bir Otonom Türk Cumhuriyeti ilan etmekle kalmayacak, onu “anavatan” Türkiye’ye dahil edecektir.” “XX. Yüzyılın başında bir Anadolu eyaleti haline getirilen, o kadim Bulgar topraklarında artık Bulgaristan yoktur. Vatanımız, kabuslara gebe bir ölüm sarmalındadır. Bunu, Bulgarların daha büyük kısmının artık hissettiği, yeni Türk esaretinin eşiğinde bulunuyoruz. Sürünerek gelen otonomi ve yeni köleliğimiz ancak Bulgarların Bulgar devleti üzerine sarkmış olan yok olma tehlikesini fark etmesiyle önlenip aşınabilir. Bulgaristan’ın kurtuluşu, satılmış, ihanetçi politikacıların görevden uzaklaştırılmasında ve ulusal çıkarları savunmayı üstlenecek gerçek yurtseverlerin yönetime el koymasıyla olası olabilir.” Eserin özeti olan bu felsefi-tarihsel-politik sunum geçmişimizi, bugünümüzü ve geleceğimizi bu “DS” albayı açısından gün ışığına koyuyor. Gençliğini 1990’dan önce Bulgaristan’da yaşayan kuşaklar bu sözleri yüzlerce defa işitmiştir. Pazarcık Hapishanesinde mahkûm Türklere Cumartesi - Pazar sohbetleri sunan Ahmet Doğan da elinde Orlin Zagorov’un “Gerçekler” (İstinata) kitabı, aynı kelimelerle yıllarca anlatırken, aslında belki de bugün yönettiği ihanet örgütüne kadro yetiştiriyordu. Bu iş neye benziyor biliyor musunuz? Bu, 26 yıldan beri arıtıp kurtulmaya çalıştığımız Bulgar faşizan-totaliter- ırkçılığa göz çakan milliyetçi tortusundan dolu dolu bir kepçenin daha yirmi birinci yüzyıl tatlısı olarak kamuoyuna sunulmasıdır. Her zarı düşmanlık kokan bu zihniyet, günümüzde Bulgar parlamentosu’na çöreklenen Valeri Simyonov gibi sahte yurtseverlerin “yurtsever cephe” (PF) partisi, Volen Siderov’un “Ataka” partisi gibi oluşumların demokrasi koşullarında mayalanıp boy atmasına olanak verdi.


144

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Demek oluyor ki, Bulgar toplumunda 21. yüzyıl istemlerine ayak uydurması mümkün olmayan bir alt tabaka, sosyal zemin katmanı var ve düşmanlık suyu içmeden edemiyor. Bu ruhsal çarpıklık, bu fikirsel böbürleniş, dil uzatma... 1876 Nisan Ayaklanması’ndan, 1877 - 78 Rusya’nın Osmanlıya Tuna üzerinden saldırısından, bir Avusturya çömezi olan Bulgar Çarı Ferdinan’dın “Konstan’in Başkenti’ne” altın kaplamalı 6 atlı faytonla girme hevesine yenik düşerek Edirne’de Selimiye’yi bombalamasından, faşist ve komünist darbelerden, üç ulusal felaketten, totalitarizm zulmünden, “sizden sabun yapacağız” sloganlarından... altı kitle göçünden, haksızlık, hukuksuzluk ve adaletsizlikten kokuşmuş ulusal birikim kırıntılarıyla kaşarlanmıştır. Bu konuda, bu gibi kitaplarda yazılanlardan, canlı kütüphanelerin anlattıkları çok daha önemli ve belirleyicidir. Albay Boşkov gibilerinin zihinsel yapısına dayanan politika milyonlarca Bulgaristan vatandaşına “bu gibi memleket olacağına olmasın, alında başınıza çalın, lanet olsun!” dedirtmiştir. Kitabın tanıtımında, 1970’lerden sonra Bulgar devletinin etnik politikasını yaratıp yöneten zihniyet açıkça gün ışığına çıkıyor. Dövülenin dövüldüğü için, tutuklananın tutuklandığı için, anadilinde konuşanın konuştuğu için, hak hukuk arayanın adalete uyandığı için, özgürlük arayanın güneşi gördüğü için, inananın inandığı için, Türk’ün Türk olduğu için, Pomağın Pomak olduğu için hayatının zehir edildiğini herkes bilir. Bu gidişle isimlerinin Bulgar adlarıyla değiştirilmesini bir aşı olarak kabul eden ve pek 1960-70’lerde pek tepki göstermeyen Roman nüfusun Roman doğdukları için suçlu olduğuna yeni bedeller ödemesi muhtemeldir. Altı kazılan toprak er geç insanın üzerine çöker. İçinde bulunduğumuz kör ve kısır bir döngüdür. Birlikte yaşamaya mahkûm olanları birbirinden ayırmak, birbirlerine karşı kışkırtmak, kötülemek, hor görmek, bizden olmayana hayvan muamelesinde bulunmak; kimliksizleştirmek, küçümsemek, asimile etmek vs kitabın her satırında okunurken, bu zihniyetin doğurduğu milliyetçi faşist ve komünist ulusalcılık haklı gösterilmeye çalışılıyor. Bulgaristan, 1990’dan sonra ekonomik olarak çöktü. Değişen başka bir şey yok. Düşmanlık kazanı “Geçiş Dönemi”nde kaynamaya devam etti. Bu defa Ahmet Doğan ve Lütfü Mestan gibi onursuzlar düşmanlık kaynatan bu ocağa maşağı oldu. Ödevleri, “Bulgar Etnik Modeli” kazanında Türklük ve Müslüman medeniyetini, ahlakını, özünü hafif ateşte buharlaştırmaktı. Hep aynı yere ateş verdiler. Yüz binlerce insanımızı göçe zorlarken, arkadakiler işsiz, eğitimsiz, devletin sosyal hizmetlerinden yoksun bırakıldı. Türklük ve Müslümanlık özü buhar bulutlarıyla boşaltılmaya hep devam edildi. “Aynı kazanda kaynıyoruz”, “aynı


Makale ve Analizler - 2015

145

ulustanız”, “kaderimiz aynıdır” gibi mide bulandıran lakırdılar bu hedefe hizmet için uyduruldu. Etnik kimliğe ihanet olan “Bulgar Etnik Modeli” saray kurtlarının kabineye girdiği II. Simiyon ve Sergey Stanişev hükumetlerinde bir süre bal kazanı çarpağını ele geçirdi. Geçirdi de, zavallı Türklere, sefil Romanlara, namuslu Pomaklara kovan bozumunda parmak yalatmadı. En aşırı Bulgar milliyetçi şirketlerinin yeşermesine, palazlanmasına, sorgulanmadan çalıp çırpma yöntemlerini başarılı uygulamada uzlaşmalarına olanak tanıdı. “Saray”dan gelen telefonlara göre çalışan Başbakan Yardımcısı Emel Etem Toşkova’nın bu hizmetlerdeki rolü ve payı çok büyüktür.Yazdıklarımızın anlamı şudur: Bizim düşmanımızı HÖH yönetimi büyüttü. “Ataka” partisi Ahmet Doğan’ın verdiği bir milyon altı yüz bin leva ile kuruldu. Politik hedefi Türklere ve Müslümanlığa karşı havlamak, sövmek ve saymaktı. Şimdi Moskova Bulgar makamlarıyla ve AB ile hır mır dönemine gireli, usulca sustu. Bu olayların hepsi, Albay Bojkov’un işaret etmek istemediği, açıklamaktan kaçındığı perde ardı, kulis,n sonu gelmeyen sinsi oyunlarının devamıdır. Kol gezen “soygun şebekeleri”, “hırsız şirket zincirleri”, uçuşan “ofşor bulutları” sözde Türk partisine, aslında Ahmet Doğan güruhuna kurduruldu. Bugün iktidar dayağı olan bu güçler eriyip buharlaşa-mayan, arınamayan, devamlı şekil değiştirerek hepimizi her gün sıkıştıran Bulgar düşmanlığında rol oynamaya devam ediyor. İncelemek istediğimiz kitap onlara ideolojik ve politik destek olma bakımından kaleme alınmıştır. Bütün tirajı peşin olarak Ahmet Doğan’ın HÖH kasasından ödediğine inanıyorum. Şimdi “sarada yan gelip yatmış, av bekleyen it gibi sinsi sinsi homurdanan” Doğan, politik istihbaratçı görevi devam eden Albay Boşkov tarafından hedef saptırmak için 26 yıldan beri “Türk iti” olarak gösterilmeye çalışılıyor. Haine tesis edilen “saray”, “saray bekçileri”, “saray hademeleri”, “saray masrafları” ve “saray hizmetleri”, hatta “saraydaki hamam böcekleri” Bulgar devlet mülkündedir. Bu anlamda “beşinci kolordu”, “otonomi”, “anklav” vb gibi saçma savlar bir danışıklı dövüş olup, bir yandan Türklere, Pomaklara ve Romanlara, Bulgaristan’daki Osmanlı Türk varlığına karşı saldırıları daha da tırmandıranlarla öte yandan Bulgar ırkçı milletçiliği ile öz davamıza ihanet eden modern hafiye grubunun aynı kabağa osurduğuna gizlemek içindir. Bu anlamda olmak üzere, Bulgaristan’ın trajedisi, Bulgar halkına özel saygı duyduğunu defalarca dile getiren büyük önder Atatürk değil, Bulgar devletinin kökten yanlış kültürel etnik azınlıklar politikasıdır. Bulgaristan Türkleri ve diğer etnik ve dini azınlıkların gerçek temsilcilerini devlet ve toplum yönetimi işlerine


146

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

davet etmek yerine, elleri ve ruhları kirli dolandırıcı, rüşvetçi, her yönüyle hain sürüsüne “sorumluluk” yüklemesindedir. Kemal Atatürk Çağı ve Bulgaristan’ın Trajedisi ağır ve düşündürücü bir kitap! Son sayfasını kapadığımda başımı kaldırdım ve içimi çekerken, “Mustafa Kemal gibi bir önder yetiştiren Türk halkı ne büyük bir halk,” diye düşündüm. 20. asır olaylarını Albay Bojkov kantarından tarttığımızda, Mustafa Kemal Paşa’nın zekâsı, aklı ve öngörüsü, Türk halkına motor olup onu şahlandırma yetisi, bir komutan olarak tüm düşman süngülerine, kurşunlarına önce kendini kalkan etme cesareti ve yürekliliğine bir övgü. Öyle olsa da, sanki İstanbul, sanki Anadolu, sanki Batı Trakya Bulgarlara hakmış da, kaçırılan fırsat bugün de sızlıyor gibi bir hava var. Her şeye rağmen, eserde, Ulusal Kurtuluş Savaşı önderi Mustafa Kemal Paşa Utkan bir komutan olarak yüksek değer bulmuştur. Anlaşılamamış olan tarafsa, onun Türk devrimini kendi halkının kanından kan dökmeden, bir özden sıyrılıp yeni bir öz yaratmayı yani başlıca Bulgar, Yunan, İngiliz, Fransız, İtalyan ve başka dış düşmanla savaşırken Osmanlı Saltanatını ve feodal düzenini de tarih sahnesinden indirmeyi ve yerine Türkiye Cumhuriyeti’ni kurması başarması olmuştur. Bu özelliğin öz çizgisi ise, Atatürk’ün Türkiye sınırları dışında kalan tüm Türklere bir her zaman yanındayız inancını bırakmış olmasıdır ki, bir Türkün bunu yaşam gerekçesi ve bilinç haline getirmesi için ona gece gündüz propaganda yapılmasına gerek yoktur. Kitabın paralel konusu olan, Bulgaristanlı Türk ve Müslümanların Türk-İslam kimliğini belirleyen Türkiye propagandasından önce, bir Türk ana ve babadan doğmuş olan bir evladın Türk soyunu, Türklük ruhunu, Türk ahlakını yaşatmak üzere hayata çağrıldıklarına daha ilk günden kendiliğinden inanmış olmasıdır. Yavrularımızın hoca dizinde eğitime, devlet okulları ve üniversitelerde bilimin son edinimleriyle şarj olmaya ihtiyacı ne kadar büyük ve kaçınılmaz olursa olsun, kitap açabilecek durum bulamasalar bile onların Türk oldukları şüphe götürmez ve her davranışlarından bellidir. Yazarın, bir polis inancıyla kaleme aldığı Pomakların 1912’de isim ve dinlerini zorla değiştirmeye zorlanması olayında Kral Ferdinant’ı, Sofya hükümeti ve Ortodoks kiliseyi bir tek silah patlatmadan geriletmeyi başaran ve 1 yıl sonra Pomakların isimlerini geri alıp İslam’a ibadetlerini sağlayan Mustafa Kemal’e nefret püskürmesi ağır bir yenilgini itirafıdır. Bu başarı 1989’da aynı görkemlikle tekrar etti. Kuşkusuz, akla gelen bir soru var. İsimleri değiştirme konusunda 5 - 6 deneme yapan Bulgar devleti, tükürdüğünü tekrar tekrar yalamaktan zevk mi alıyor? Son dönemde Türklerin Türklüğünü ve Müslümanların Müslümanlığını boğma işini Ahmet Doğan ve Lütfü Mestan ikilisine devretmekle başarılı olacağını mı zannediyor?


Makale ve Analizler - 2015

147

Bu çıbanbaşından ancak icran akar. Hem de kanı ve niyeti bozuk adamlar çıbandan kurtulamaz. Bir defa Türkiye Cumhuriyeti 93 harbinde yitirilen Balkan topraklarını, Tuna’ya kadar eskiden bizim olanı savaşla geri almak niyetiyle kurulmamıştır. İlan edilen ana ilke: “Yurtta Barış Dünyada Barış!” ilkesidir. Türk halkının Mustafa Kemal önderliğinde gerçekleştirdiği Ulusal Kurtuluş Savaşı dünyada benzer örneği olmayan bir devrimin özünden bir parçadır. Türk devrimin ön yapısı, Çar Ferdinand sürülerinin Çatalca’da, İngilizlerin Çanakkale’de, Yunanın da Sakarya boylarında yenilmesiyle atıldı. Osmanlı’nın 300 yıllık gerilemesini Mustafa Kemal önderliğinde durduran Türk milleti, Saltanatı olumsuzlarken Cumhuriyeti kurma şerefini kazanmış oldu. Hiçbir devrimci dönüşüm içinde yan güçler son egemen olamaz. Albay Veselin Bojkov’a 7 yıldan beri bir Avrupa Birliği ülkesi olan ve eski kıta tarihi içinde var olma hakkı olduğu iddiasında bulunan Bulgaristan’ın Osmanlı Rus 93 Harbi’nde bir yan ürün olarak hayat hakkı kazandığını unutmamak gerekir. Bulgar Prensliği’nin, daha sonra Çarlığı’nın ve Cumhuriyeti’nin aynı coğrafyayı paylaşan diğer etniklere karşı amansız düşman olarak davranılmasının hiçbir dayanağı yoktur. Doğrudur, 20. yüzyıl “Atatürk Çağı” idi. 5 kıta halkının uyanmasına ve emperyalizm zincirlerini zorlamasına ilham veren Mustafa Kemal Paşa oldu. Dünya halklarına imparatorluktan kurtulup Cumhuriyet kurmayı o öğretti. Devrimlerin sonsuz bir süreç olduğunu anlatırken Türk halkını her şey üzerinde düşünmeye çağıran Atatürk yenileşmeyi, atılımlı ilerlemeyi, köklü reformlar yaparak toprağın derin sürüldüğü gibi toplumun da dönüştürülebileceğini gösterdi. Ne yazık ki, okuduğumuz eserden anlaşıldığı üzere, Türk halkının mutluluğu ve yücelmeyi ararken devamlı yenileşme yolu açması, Bulgaristan makamlarında kışkırtma, kundaklama, yıkıcı propaganda vb olarak algılanmış. Ne yazık ki, yazar Albay Bojkov, Atatürk devrimi ve dönüşümlerinin doğal bir devamı olan Yeni Osmancılığı, yani 19. yüzyıl savaşlarında diğer ülkelerde kalan dini ve yüksek mimari ve kültür eserlerimize sahip çıkmamızı da “yayılmacılık”, “Bulgaristan’ın toprak bütünlüğü için tehlike” olarak görüyor. Bulgaristan’da yaşayan Türklerin ve tüm Müslümanların Türk ocaklarında ısınma azmini de düşmanca değerlendiriyor. Türk olarak yaşamak isteyen binlerce kişinin tutuklandığını, hapsedildiğini vb anlatıyor. Türklüğü sıfırlamanın mümkün olmadığı itiraf etmesini beklesek de, susuyor. Memleketimizde ucu açılmış bir çıbanbaşı var. Bu eser, icran selinin akmaya başladığını ve mutlaka akması gerektiğini gösteren bir belgedir. Türkiye’nin ve Türklüğün başarıları hiçbir zaman hiçbir kimse trajedi olmamıştır. Biz Türklüğümüze su verdikçe düşmanlık zehri mutlaka akacak ve hepimiz kurtulacağız.


148

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu inançta olanların safları her gün güçleniyor. Bulgar yazar T. Kojuharov Atatürk’e adadığı bir öyküsünde şöyle demişti: “Atatürk, hiçbir şartlılığın çerçevesine sığdırılamayan önü alınmaz bir doğal afetti. O, olağanüstü bir insandı. Genel düzeyin üstünde yükselten tükenmeyen enerjisinin altında çerçevelerin hepsi kırılıyor ve eksik olan her şeye rağmen, itirazsız önder olduğu hiçbir kimse tarafından tartışılmıyordu. Atatürk, geleneklerin her türüne yabancı, geçmişin tanıdığı en büyük simaları bile taklit etmeyen, orijinal biriydi. Türkiye’nin yücelmesi, onun tek ideali ve Tanrısıydı.” “Atatürk Çağı!” Güneş balçıkla sıvanamaz! Atatürk Bulgar halkını seven ve sayan büyük bir liderdi. Unutmayalım, Bulgar halkının Mustafa Kemal’den başka, onun kadar değerli, saygın ve dünya çapında ünlü bir devlet adamı Bulgar halkına dost olmamıştır.

Türkiye Yeni Ufkuna Yöneliyor!

Rafet Ulutürk-16.Ağustos.2015

Konu: İnsanlar ilerlemeyi yürüye yürüye öğrenir. Daha bir ay önceki yazımızda genel seçim değerlendirmemizde “Türkiye yeni seçime gidecek” demiştik. “CHP görev alır Kılıçdaroğlu hükümet kurar” diyenler son bir ayda kahvehanelerde ayağa kalkarak konuşmaya başladılar. Ankara’da US Büyükelçiliği’ne gidip “hükümet ateşi istediler” alıp alamadıklarını bilemeyiz, kapıdan çıktıklarında elleri boştu. Anlayabildiğimiz kadarıyla “Amerikan Büyükelçisi, bütün Türkiye’de yanan bir Mustafa Kemal ateşi var, istediğiniz nedir!” diye sormuş. Dört sene öncesine kadar, Türkiye devlet bütünlüğünü elde silahla korurken şehit düşen gencecik kahramanlarımız son yolculuğuna uğurlanırken MHP gönüllüleri çok aktif ve olumlu bir görev üslenmişlerdi. Vatan toprağımızda Yeni Çağ öncesi düşünenlerden biri, “feylesofluk edenler halktan kopar ve ana acısını anlayamazlar!” diye yazmıştı. Türkiye’miz ateş çemberi içindedir, bunu


Makale ve Analizler - 2015

149

görmek istemeyen kör kafalar, “Müslüman kurşunundan ölen Müslüman şehit midir?” tartışması başlatmaya çalışıyor. Bu olaya, “Bırakın konuşsun arkanızdan isteyen herkes, martı kakasıyla denizler kirlenmez...” mantığıyla bakamayız. Bizim için Anavatanımızı savunma hattında tereddüt yaratanların hepsi hiç istisnasız haindir. Kişisel, yerel, yöresel, örgütsel, partisel çıkarlarını Türkiye devlet bütünlüğünü savunma gerçekliği üstünde görmeyen ve bu amaçla tüm saflarını seferber etmeyen hiçbir politikacı ve siyasi güç, Türkiye’nin geleceği üzerinde söz sahibi olamaz. Keser döner, sap döner, gün gelir hesap döner, pasiflik ve halkı gevşetip uyutmayı hedefleyen felsefi-politik gevezelikler de yargılanmalıdır. Dönen dönsün, biz dönmeyiz yolumuzdan iradesi acılarını bugün de yüreğimize gömüyoruz. Son Türkü: “Mezarlık oldu ülkemiz, yata yata çürüdüm ben!” derken halkın iradesi “Bir öldüm, bin dirildim ben” haykırışında dile geldi. Toprağa düşerken canlar, toprağı yatarken kanlar, 21. Yüzyılda Türk ruhu doğdu. Bu şahlanışta ihanete tahammül çizgisi yoktur. “Size sesleniyorum... Unutmayın ki, en büyük savaş, cehalete ve gericiliğe karşı yapılan savaştır” diye uyaran büyük önderin ruhu yönetiyor bugünkü kavgamızı. Türkiye’nin yarınlarına açılan iki yol var: Evet yol ayrımındayız. Birinci yol: Bundan 100 yıl önce Osmanlı bünyesindeki 44 kardeşimizle ayrılma kaderine katlandığımız gibi, daha o zamanlara uzanan ve halkımıza Türkiye Cumhuriyetini çok gören emperyalistlere uşaklık etmeyi kabullenmiş olup silaha sarılan, kana susamış hainlerle son defa hesaplaşırken, seçtiğimiz kardeşçe birlik içinde aynı vatanda beraberce var olmaya devam etmektir. Paylaşamayacağımız hiç bir şeyimiz yoktur. Devletimizin her vatandaşa olan sevgisi gökyüzünün sonsuzluğuna kadar büyük ve sonsuzdur. Kendi kabuklarında kendi nefesiyle boğulmaya mahkûm olanların hedefi, Türkiye vatandaşlarına rahat bir nefes aldırmamaktır. Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan ve Başbakanımız Sayın Profesör Dr. Ahmet Davutoğlu yönetiminde 21. yüzyıl trendini doğru biçimde yakalayan Türkiye, ülkemizi sıçramalı gelişme ve yükselme yoluna çekti ve bunu çok görenler kudurdu. Zaten bizi hep kıskandılar. Eski kıtada yeni uygarlık motorunun teklemesi ve umutların Türkiye’ye kayması hepsini çılgın etti. Gözle görülen köy kılavuz istemez, kendi memleketlerinde işsiz, aç kalanlar bugün Türkiye’de, savaş kaçakları ona keza, bizim gibi vatan toprağından kovulmuş milyonlar da buradayız. Kısaca Büyük Türkiye kapısı herkese açık!


150

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Emperyalizmin bomba yağmuru: Afganistanda yaşayan halkların yuvasını bozdu; Arap Baharı, Suriye diktatörü Beşer Esad, IŞİD katliamları, 40 yıldan beri şarjör dolduran PKK terörü vb gibi saldırılar yerli milyonları Güney’den Kuzey’e hareketlendirdi. Yakın Doğuda huzur kalmadı. Yayılan ateş alevleri göklere tırmanıyor. Türkiye’yi savaş ve çatışma çemberi içinde yorup parçalamak isteyenler baş gösterdi. İçte, KCK terörü, paralel yapılanma, bombalı saldırılarla yollarımızı yürünmez hale getirip kan dolaşımımızı durdurarak, ayrıca HDP ikiyüzlülüğüyle bizi çökertmek istiyorlar. İngilizler yayınlarına devam ediyorlar “Türkiye’de iç savaş başladı” diye. 20. yüzyılda yapamadıklarını 21. yüzyılda gerçekleştirmeyi hedefleyenler yine sahnelerdedir. Beklemedikleri bir anda tosladılar. Bu toslama, o bilinen “durun, hallederiz!” gibi olmadı. Cumhurbaşkanımızın yönetimindeki Türkiye devlet iradesi, kaynağından kirletilen suyun ırmak boyunca dizilen arıtma tesisleriyle arıtılamayacağına kesin inandığını dile getirdi. Türkiye Cumhuriyet tarihinin en büyük hava saldırı harekâtını başlattı. Düşmanı yuvasında yok etme planı gerçekleştiriliyor. Kara kartallar düşmana çullandı. Bu şahlanış, Türkiye vatandaşlarının güvenliğine ve huzuruna, Türkiye toprak bütünlüğüne, bayrağına ve egemenliğine dil uzatanlarla içte ve dışta kesin ve son hesaplaşmadır. Zafer tarihi önemli değildir. Bütün memlekette, bu arada Bulgaristanlı soydaşlarımızın tümünde hakim olan kesin hesaplaşma iradesine ruh veren, hiç bir çatışma ve savaşta yenilmeyen Büyük komutan Mustafa Kemal gibi bu günde Cumhurbaşkanımız bu yoldan devam ediyor. Artık Türkiye’nin çıkarları her şeyin önünde yürüyor. Bizler de Anavatana, vatan bölünmez davasında er olmaya geldik! İkinci yol: Bu da nafakasını, emirlerini, mermileri PKK, IŞİD ve benzeri terör örgütlerinin seçtiği yok olmanın son bulmanın yoludur. Bir Millet olarak barışı savunmamız gerek, hem de katkısız, “ama”sız ve koşulsuz barışı... Bütün bir halk olarak şiddete karşı durmamız gerek, “ama”sız ve koşulsuz ve mertçe.... Şiddete başvuranlara sonuna kadar karşı çıkmalıyız. Erzurum’da PKK canilerinin yolunu çapa, tırpan ve satırlarla kesen köylüler, “Bu vatan hapimizin Ulusal Hareketini başlattılar!” sonuna kadar destekliyoruz. Şiddete karşı durup barışı savunurken hainlere silah bıraktırmak değil o elleri kırana kadar yürümeliyiz.


Makale ve Analizler - 2015

151

Önümüzde Kasım ayında Türkiye yeniden sandık başına gidecek. 7 Haziran seçimlerinde AK Partiye, Büyük Türkiye projelerine, devletimizin Orta Doğuda Dev olmasına, halkımızın huzuruna ve güvenliğimiz oy vermeyenler - şiddet kurbanı oldular. Her şey ortada pusudaki hainlerin fırsat kolladığı gün gibi ortadadır. “Biz çabuk unutan bir milletiz” diyen, yanılıyor. Pusuda yattıklarını biliyorduk. Türkiye’mizi zayıf düşürmek, iktidarsız bırakmak, hükümet kurulmasını engellemek, sorunların çözümünü engellemek istediklerini biliyorduk, görüyorduk, izliyorduk. Amma şimdi yeni seçimden sonra sokakta kaldıklarını neyle izah edecekler merak ediyoruz. İmralı adasındaki çocuk katilinin bu kavgada bir virgül, bir nokta bile olmadığını biliyorduk. “Çözüm Süreci”nin Türkiye’yi köstebek tarlasına çevirip havaya kaldırmak isteyenlere zaman kazandırdığına inandık. Şunu da eklemek istiyorum, “bıçak kemiğe dayandığında ne ideoloji, ne raftaki binlerce kitap, ne ardındaki hesaplar, ne de yalvarma yakarma beş para etmez!” Türkiye devlet bütünlüğünü ve halkını savunma savaşı veriyor. Bu savaşta ana güç Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti hükümetidir. Halkımızın iradesi bu makamda toplanmış ve hareketlenmiştir. Zafer kararlılığımızı zayıflatmak istemeyen yan güçlere yardakçılık yapmakla ne çarpışma ne de savaş kazanılamayacağını iyi bilmelidirler. Biz soydaş topluluğu olarak Türkiye halkının iradesinden bir parçayız ve kaderimiz anavatanımızın kaderidir. Seçim hükümeti bileşimini asla dikkate almaksızın oyumuzu topluca AK Partiye vermeliyiz. Biz her zaman Büyük Türkiye’nin yanında olduk ve şimdi de bunu AK Parti ile birlikte ayağı kalkmalıyız. Bizlerden her tür insan çıkar amma hain hiçbir zaman çıkmaz bu böyle biline. İki seçim arasında boşa geçen dönemi, yerinde sayma olarak değil, büyük sıçramaya zemin hazırlama olarak değerlendiriyoruz. Türkiye’mizi şahlandıracak ve aydın ufku açacak olan Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti’dir.


152

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

25 Ekim’de Seçim Var!

Dr. Nedim Birinci-16.Ağustos.2015

Konu: Yüzleşme Günü Yakındır. Falcıların fal baktığı kahve fincanı ağırlıkta hafif, görünümde ince ve ilk bakışta albenilidir! Falcının söyleyecekleri kahve köpüğüyle de ilintili değildir. Geçen hafta Bulgaristanlı iki arkadaşım memlekette yerel seçimlerle halk oylamasının hangi gün, daha doğrusu Ekim ayının hangi pazarında yapılacağı konusunda iddiaya girdiler. Son Pazar, 25 Ekim 2015 günü olur deyen kazandı. Şans, kendisini kutlarım. Seçimler şu yaz sıcağında yapılsa, kuyrukta vıcır vıcır olurduk. Ekim serindir. Bu defa Bulgaristan’da hem belediye başkanı, köy ve mahalle muhtarı, yerel meclis üyeleri seçilirken, gelecek seçimlerde elektronik oy kullanma usulü uygulansın mı, uygulanmasın mı sorusuna da cevap aranacak. Kimseyi küçümsemek ya da incitmek istemem ama “bu da neymiş be gülüm, anlatsanız da biz de bilelim!” diyenler çoğalmaya başladı. Türkiye’de oy yanlış şu elektronik seçme usulünün uygulanması konusuna verilecek. Bunun anlamı, evinde otururken, internet kahveye giderek ya da öğrenci çocuğunun bilgisayarını kullanarak seçme ve seçilme hakkı olan her vatandaşın oy kullanmasıdır. Modern zamanların, elektronik çağın bir kazanımıdır. Biliyorsunuz Bulgaristan halkı dört yana dağıldı. Dış ülkelerde bulunan 3 milyon 500 bin kişinin 400 - 500 seçim sandığında oy kullanması, bu işin örgütlenmesi, kontrolü son derece zordur. Bu nedenle herkese bilgisayar üzerinden seçime katılma ve oyunu kullanma hakkı tanınıyor. Cumhurbaşkanı Plevneliev’ın bir girişimidir ve desteklesek iyi olur. Yerel seçimler, doğal eşitsizliklerin ve demokratik eşitlenmenin aynasıdır. Demokrasinin gereği her bireyin bir oyu var, tüm oylar kullanıldığında eşdeğer toplamı çok büyük güç oluşturuyor. Silaha sarılmadan ve hiçbir kimseyi tutuklamadan, sorgulamadan ve yargılamadan iktidardan indiren ya da erken seçen bir güçtür oyların toplamı! Vaktiyle devrimler köprübaşları ele geçirilerek, radyo evi basılarak veya hapishanelerin kapıları açılarak yapılırdı. Mesela Fransız Devrimi’nde (1795) bir hapishane olan Basil ya basıldığında, içinde sarhoşluktan yatan 7 mahkûm bulunmuş. 1917’in soğuk bir kış günü olan 7 Kasım’da Petersburg’ta Ekim Devrimi’ne katılan köylü ve deniz-


Makale ve Analizler - 2015

153

ciler “Kışlık Saraya” saldırmışlar, ısınacak bir yer aramış da olabilirler. Bu işin artık birkaç komuta basarak cep telefonunda da yapılabilmesi, her şeyden önce dünyanın ne kadar ilerlediğine bir işaret ve kanıttır. Bu gidişe ayak uydursak iyi olur. Amerika, Kana’da ve Almanya’daki yakınlarımızla bilgisayar ve vaybar sistemleriyle görüşmeyi nasıl başarabiliyorsak bunu da öğrenmek zorundayız. Türkiye’de BULTÜRK gibi derneklere ve yeni kurulacak olan bilgisayar donanımlı Osmanlı Ocaklarına bu bakıma büyük ödevler düşüyor. Hükümet ortaklığı yapma ya da tek başına iktidar olma ve hatta muhalefette kalma kullanacağımız oy hesaplamalarından geçecektir. Oyun belirleyiciliği yerel seçimlerde de aynıdır. Hiçbir politikacı, hiçbir politik parti niyetlerini peşin açıklamadığına göre, sahte slogan ve vaatlerle, seçimden sonla işler yoluna girecek umuduna doğal gübreli suyu damla sistemiyle verip seçim kazanır, muhtar seçer, Belediye Başkanlarını görevlendirilir. Doğal gübre suyu dediğim şimdiye kadar 2 bira 4 köfte, 20 leva, 1 metre küp odun veya yarım ton kömürdü. Yeni günlerde yiyecek maddesi dolu torba da olabilir. İngilizler her yıl kullanım süresi geçen, geçmek üzere olan ya da muhtemelen geçmiş ilan edilecek olan 22 bin ton gıdayı çöpe atıyormuş, bunlar hemen alınır ve yeniden paketlenerek veya dökme olarak bizim seçmeni tavlama işinde kullanılır. Seçim haberi her kulağı deldi. Romana Gettolarında davulların sesi değişti. Seçim geliyor yani bayram geliyor yani ekmek elden su gölden yaşama serüveni devam ediyor. Demokrasini şu yanı var ya bayılıyorum. Modern toplumda insanların birbirini kandırmaları bir salgın olmuş. TV, radyo ve basın bunlarla yaşıyor. Halkın karşısına çıkıp doğru olanı anlatan kalmadı. Ahmet Doğan bile “sarayda” yalnız köpeği ile konuşuyormuş. Bu seçimlerin Bulgaristan’da biraz çatışmalı geçeceğine inanıyorum. Çünkü seçmende kıpırdama başladı. Geçen hafta Varna Belediye binası basıldı. Milliyetçiler sınırı aşıyor. Yerel Meclis oturumu kesildi. Bu mevsim kumsalda Rusların azalması ve boşlukları Romanların doldurması zaten dengesiz olan milliyetçilerin çivisini çıkardı. “Ataka”cılar kudurmuş gibi, artık Bulgaristan’da politik gündemi etnik sorun belirliyor. 50 yıl sosyalizmde tapulu ev bark sahibi olamayan Roman nüfus hak arama kavgasına katıldı. Her tepkinin karşı tepki uyandırdı dikkate alındığında Romanların en genç ve en kalabalık etnik katman olarak eylemler başlatması hem doğal, hem de düşündürücüdür. Bizde sosyalizmin en sağlam temellerinden biri kapitalistlere, sömürücülere, seçkinlere duyulan derin nefretti. Sosyalizm kendisi ayrıcalıklı tabaka olarak nomaklatür tabaka yarattı ve devrildi. 26 yaşını dolduran bizim sahte demokrasi de


154

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

insan arasına çıkmaktan korkan ve kim oldukları bilinmeyen oligarşi-burjuvazisine duyulan nefrete kurban olabilir. Bunu seçimler ve gelecek gösterecek. Söylemek istediğim şudur, demokraside meclis bileşimi seçilir, halkın iradesini ifade eder ve belediye binası eli sopalılarla boşaltılınca bu olayın adı, anlamı vs değişir. Bir de şu var, yine aynı eli sopalılar Gırmen’de Romana evlerini dozerle yıktıkları gibi, belediyeyi hiçe sayarak “düzen kurmaya” devam ederse bu olayın adı da demokrasi ve halk iradesi olmaktan çıkar. Ateşin göğü sarmasına bir kıvılcım yeter de artar. Konu derindir, biraz da beyin fırtınası yapınız. Artık Bulgaristan’da da eşitsizliğin eğitimden kaynaklandığına inananlar çoğalıyor. Anadilinde okuryazar olmayanların, resmi dili ve yabancı bir dili öğrenmelerinin çok zahmetli olduğu gerçeğini hayat defalarca doğruladı. Bütün Bulgaristan’da Roman mahallelerinden hiç birinde bir tek kırtasiye ya da kitapçı yok. Bu konuda başka yoruma ve tahmine gerek yoktur. Ayrıca memleketimizde Türklerin yaşadığı bölgelerde bile Türkçe kitap satan bir tek kitapçı da yok. Son 15 yılda bir tek hikâye ve masal kitabı basılmadı. Kendi masal ve fıkralarını bilmeyen biri farkı anlayamadığı için dana gibi bakar. Biz bu duruma getirildik. Yeni kuşan Bulgaristan Türklerinin edebiyat ve tarih eserlerini Bulgarca değil, ana dillinde bekliyor. Anadiline sevdalanmayan başka dil sevemez... Yeni bir bakış açısı ve yepyeni bir dünya görüşü yaratılmasında masallarımızın önemi olağanüstü büyüktür. 12. yüzyılda yaşayıp yaratan binyıl düşünürü Celalettin Rumi’nin “Tasavvuf” eseri İngilizceye geçen yüzyıl yani 800 yıl sonra tercüme edildi ve Amerika’da en büyük tirajla basılan yüzyıl yapıtı oldu. Bu eserin içindeki bilgelik öykülerini Sarı Saltuk daha 13. yüzyılda Balkanlara getirmiş ve Osmanlı gelmezden önce, Osmanlı Ocakları açarak yeni ateş tütmüştü. Dünyada ebedi değerler vardır. Bunların başında iyilik yapmak gelir ve bu sel artık akmaya başlamıştır. Siz de buyurun iyilik yapma alayında birlik olalım... Aslında Doğa eşitlik diye bir şey bilmez. Dehayı, güzelliği, sağlığı, gücü, zekâyı, taşıyıcılarını öteki insanlardan üstün kılacak özellikleri eşit dağıtmaz. Yeteneklerin, kabiliyetin, istidadın kükremesi büyük ölçüde eğitim ve uğraşı sonucudur. Şumenli Hasan ve İbrahim kardeşler geçen sene Malta’da kuyruklu piyano çalarken bütün Avrupa ayağa kalktı. Bu başarı büyük ölçüde onların aldığı kişisel eğitim ve özel ilgi ve yoğun uğraşı sonucudur. Halkımız ne der: “Yara-


Makale ve Analizler - 2015

155

tan vermemişse zorla olmaz!” Müzikte, pehlivanlıkta, halterde, teniste vs kaç kez dünyaca ünlendik. Yani şu anadan doğma olan, istidat denen bizde var da, bu tohumu ekecek tarlamız yok artık. Okulumuz, uygulama alanlarımız, serpilip açma sahamız her gün daraltılıyor. “Yaratanın insanımıza verdiklerini” değerlendirebilmemiz büyük ölçüde bizim dışımızdaki faktörlere bağlıdır. Örneğin Amerikalara, Fransalara gidip sözde okuyoruz diye para harcayanlar Lütfülerin, Ahmetlerin yakın çevresinden kişilerin evlatlarıdır, paralar halka inmiyor, imkânlar halka hizmet amaçlı kullandırılmıyor. Bu davada 25 Ekimde seçeceğimiz belediye başkanlarına, belediye meclis üyelerine ve muhtarlara büyük ödevler düşüyor. Bu hayatın her dalı için geçerlidir. Her yerde doğru bildiğimiz yerel yönetici olmalıdır. Bunları seçmek ise bizim karar ve irademizle olur ve olacaktır. Biz ana babalar olarak, hem Türkiye’de hem de Bulgaristan’da genç neslin önünü açmadan solmasını, bağlamadan kurumasını mutlaka önlemeliyiz. İzninize sığınarak, bu yazımda şu anda görevde olan, yeni süre için aday olan ya da seçmen tarafından yükseltilen hiçbir belediye başkanımız, hiçbir meclis danışmanı ve meclis üyemiz hakkında, hiçbir muhtarımızla ilgili hiçbir kötü sözcük dahi yazmak istemiyorum. Halkımıza hizmet verme bir yarıştır, halkın seçme hakkı kutsaldır, hangi gönülde aslan yattığını önceden görebilmek bazen da olası olmayabilir. Hepinize bol şans! Etkisi 4 yıl sürecek yeni büyük oyunun henüz başındayız. Seçim gününe daha 85 gün var. Kahve falına bakmaya gerekli fırsat ve zaman olacak. Görülen köy kılavuz istemez. Kırcaali’de GERB Başkanı ve Başbakan Boyko Borisov ile HÖH (DPS) Başkanı Lütfü Mestan bir kahve içtiler ve bak sen olana: Falcı Fatma fincanları yıkatmamış, birkaç saat bekletmiş. Onun inancında olansa “büyük adamların falı yüzüne söylenmez!” Kahveden sonra arabalarına binip uzaklaşınca “iki yılan gibi birbirlerine sarılıyorlar” deyivermiş. Bakın işte, artık ikisi birbirinden ayrılamıyor. Siyam ikizler gibi oldular. Sözde biri sola biri sağa bakıyor olsa da, barsaklarına varınca birbirine dolaşmış olduğundan, zor görünce aynı delikten rahatlıyorlar. Ne yazık ki, resmi dilimiz olan Bulgarcada hamamdan sonra “İyi saatler olsun!” olmadığı gibi, gevşeyince “Rahat ola!” da yoktur. Mestan ara sıra aynı delikten rahatlayan Boyko’ya “Rahat ola!” deyince Borisov ne demek istediğini anlayamadığından olacak, “Konuşması pek anlaşılmıyor!” dese de, yöneteceği halkın kültürünü bilmeyen bir liderin eksiklerine alışmak zorundayız.


156

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bulgaristan’da hele şu seçimlerde politikayı anlamak ve anlatmak kolay olacakmış. Merkezi Rodoplar’da -Rojen- ve ardından Koprivçitsa kasabasında halk sanatı ulusal gösterisi yapıldı. Şenliklerde yalnız Gaydacı katıldı. Çalınanları herkes aynı anda anladı. Bu müzik aletinde yalnız “sol” ve “la” var. Yalnız 2 nota! İki partili sisteme mi alıştırıyoruz sorusu geldi? Düşünülen, “al gülüm, ver gülüm” gibi bir şey. Halk dilinde olup bitene “ben sana, sen bana” diyorlar. Bu uygulama politik alana çekildiğinde, tüm işler ön anlaşmalı olduğundan iktidarda olmakla muhalefette olmak arasında pek fark yok gibi. Bir melodi çıkması için “la”dan sonra “sol”u, “sol”dan sonra da yine “la”yı basmak zorundasın, hangisinin önde arkada, ya da altta üstte olmasının ne önemi var? Siyam ikizlerinin aynı zamanda sola ve sağa bakmasına benziyor... Yerel seçimleri kimin kazanacağı önemli değil! Muhtar aynı zamanda iki partiye de hizmet verebilir, önemli olan hangi eğitim ekolünden geldiği ve bacağının nereye bağlı olduğudur, ruhuna gelince gözle görülmeyen, elle tutulmayan ve başkaları tarafından hissedilemeyen bir şey olduğundan ve bizde ruh yargılayan ceza kanunu olmadığından, boş ver derken, bu işi de falcı Farma’ya bırakıyorum... Aslında tüm farklılıkları olduğu gibi, GERB ve DPS arasındaki farklılıkları da hiçbir teori ortadan kaldıramaz. Bir defa biri totaliter rejimin sağ merkezci Bulgar partisinin devamı; öteki de gizli polis kadrolarının merkezci sol Türk - Roman - Bulgar karışımı DPS partisidir. Öyle ki seçimlere katılım yasaları insanların kapasitelerini birleştirmeye elverinceye kadar demokratik öğretiler sözlere sınırlı kalacaktır. Şu da var, “Kütüphaneci Enstitüsünde” doğal eşitlik, eşitsizlik ve demokraside eşitlik ve eşitsizlik üstüne savunulmuş doktora tezi olmadığından, işler oldukça karışık. Bizim polis teşkilatında seçilmiş kadro ve seçim yoktur. Amirler atanır. Normal koşullarda bırakın belediye başkanını, muhtarın bile sandıktan çıkması mucize... Maşallah muhtarların hepsi Bulgar sihirbaz Mister Senko kadar yetenekli, bir köyde 17 hane yaşarken, sandıktan 700 oya kadar çıkarıp salt çoğunlukla seçilme kabiliyeti gösterebiliyorlar. Memlekette toplu kayıt değiştirme hareketlenmesi gözleniyor. Örneğin Sosyalist Parti Meclis kalesini alamadığı Başkent Sofya’yı dıştan kuşatma planı uygulamaya hazırlanırken, Köstendil ve Varna Romanların başkent etrafındaki köylere kaydettiriyor. Bazı getto kulübelerinde 100 kişi yaşadığı basına düştü. Kanun bilen, yasa okuyan, avukata danışan olmadığından muhtarın seçim günü Londra’da bulaşık yıkayan Ayşe gelin, Hollanda’da karanfil derleyen Fahriye teyze, Stokholm’da inek sağan Mustafa ağabey, Edirne’de hocalık yapan İdris veya Bursa’da “Fiat” fabrikası bekçisi Mıstık için oy kullanmasına herkes


Makale ve Analizler - 2015

157

alıştı. İtirazda bulunan yok. “Bu seçimler de bizim!” diyenler bu iddiayı da kazanabilirler. Fala baktırmaya gerek kalmadı. Aslında bu seçim suyu sığı gibi görünse de, derenin dibi görünmüyor. Tekrar ediyorum, misalleri bizden verip te kimseyi gücendirmek istemedim. Hani nüfusu 3 milyon 900 bin iken AB üyesi olunca 1 milyon 400 bine düşen ve eşitsizliğin ve sefaletin kokusunu alan Litvanya var ya, biliyor musunuz orada olup biteni? Eski Cumhurbaşkanı ve Merkez Bankası Başkanı son 5 - 6 yılda Brüksel’den gelen paraları olduğu gibi çalmışlar. Bulgaristan’da hani raflarında dizi düzen olmayan ve belki de daha çok yoksul kesimden müşteri bekleyen “T-Market” zinciri var ya, bunları 51’de onlarınmış. İl kentlerimizin göbeğinden en gözde arsalara oturmuşlar. Hani Sofya’da “Ofça Kupel -1” semtinde “motokar” (fortlift) fabrikasını yıktırıp 300 dönüm araziyi temizleten ve 2 gökdelenle en büyük MOLL inşası için hazır duruma getiren onlarmış. Tabii bu Moll mağazasında da Avrupa’da kullanım ömrü geçti geçecek olan gıdalar veya seri dışı giysiler satılacaktı. Neyse plan suya düşmüş, halkımıza da geçmiş olsun, çünkü Litva’da yapılan son seçimde bu iki “AB parası iri hırsızı” seçilememiş. Yukarıda yazdığım gibi, 4 yıl önce 3 milyon 900 bin nüfuslu bu ülkede kalan 1 milyon 400 bin kişinin midesi açlık işareti verir gibi gurlamaya başlayınca, herkes sinsi sinsi sandığa gitmiş, bu ikiliye tek oy vermeyerek hem öç almışlar hem de kazan kapağını kaldırmışlar. Kazandan baş gösteren yılanlar uzayıp kaçmaya başlamışlar. İkisi ise soluğu Washington’da almışlar. Paraların bir kısmını gösterip Amerikan vatandaşı olmuşlar. Şu bizim AB yasaları amerikan hırsızlarını ısıramıyor. Neyse Litvalılara geçmiş olsun. Bu haberleri öğrendikçe bizde bazı “iriların”, “madalyalıların”, “evlenip boşanan köpek bakıcıların” neden kapalı, korumalı tutulduğunu daha iyi anlıyorum. Dedim yai şu seçim içinde büyük keramet var. Bir oy, iki oy derken, oyların hepsi toplanınca en güçlü orduyu bile yenebiliyor, iktidarlar devirebiliyor, en büyük yolsuzlukları otrtaya çıkarabiliyor. Bu ipliğin geçtiği iğne deliği ise halkın, seçmenin bilinçlenmesidir. En büyük karanlığın sonu aydınlıktır.


158

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

O Sizi Tespih Boncuğu Gibi Dizer

Neriman Eralp Kalyoncuoğlu-17.Ağustos.2015

Konu: Kıskançlık bir hastalık mıdır? Bir tanıdığım ve sevdiğim. İsminin açıklanmasını istemeyenlerden, bir deneme göndermiş, diyor ki: Uç... her şeye rağmen dene. Bin kere düşsen de yere. Yine dene... Bir gün sen de Öğreneceksin uçabilmeyi. Kısa bir yaşam seninki Ve başkaları karar veriyor senin adına. Hangimiz öyle değiliz ki? Ama vazgeçme uçmayı denemekten Bir gün sen de alacaksın beyaz bulutları altına Uç... Her şeye rağmen dene. Bin kere düşsen de yere. Yine dene... Şiiri okuduktan sonra, gönderenin ne demek istediğini çözmeye çalışırken, (Thabernet.bg) sitesinde yazar İsmet Topaloğlu’nun “Unutulmaz şairimiz Nuri Turgut Adalı” yazısını ve ekinde çıkan 19 yorumu okudum. Güzel bir yazı, kaleminize sağlık, sizi kutluyorum İsmet Bey. Bir nebzecik de, olsa rahmetlinin Bursa’da olağanüstü ilgisiz karşılanmasına da değinseydiniz. “Bal-Göç” yönetiminin, 23 yıl hapiste çürütülen bir kahramana ilgisiz kalmasını anlatsaydınız. Türklük için yanıp tutuşan bu şairimizi Mestanlı’ya döndüren içsel boğuşmaya da azdan aza değinseydiniz. Dikkatinizi çekerim, Mestanlıya döndükten sonra şairimizin ruhu karardı. Yeni iki satır yazamadı. 23 yılını verdiği hürriyet Türkler için çehresizdi. Tablonuzda farklı renkler aradım... Mestanlı Belediye yetkililerinin şairi 150 yıllık baba evi harabeliğinden çıkarıp el uzatmaları iş, daire ve belediye yemekhanesinde sıcak yemek... Birkaç ay da olsa sıcak ilgi! Bunu da yapan daha sonra Bulgaristan’da ilk Türk Cum-


Makale ve Analizler - 2015

159

hurbaşkanı adayı olan Sali Şaban idi, işte ilk Türk Cumhurbaşkanı adayı olmayı bu davranışı ile hakketmişti. Fakat yönetime HÖH gelince! Yani yönetim değişince ellindeki baston ve sırtındaki kamburla yine sokakta! Bu tüm yazar, şair, ressam vb sanatçılarımızın ortak kaderidir. Bu tavrın ardında “Bulgaristan Türk kültürüyle işim yok!” küstahlığı var. Vurguladığınız ölüm tablosu, kimsesizlik, büyük şairin feci sonu ayrı bir trajedi. Bir halkın şair ve yazarlarına sahip çıkması için önce edebiyatına sahip çıkması lazım. Bu ise sanat bilinci denen boyutta yaşayan başka bir şey. Yıllar sonra Türkiye’de ve Bulgaristan’da dikilen anlamlı anıtlar. Kurulan çeşmeler. Düzenlenen anma törenleri ve geçen sene verilen devlet nişanı vs bunlar da işin püskülü... Bir şair nasıl yaşar? Şiirleri şarkılaşınca, değil mi? Anma törenlerinde nutuk değil, öğrenciler şiirlerini okudukça, şarkılar gönüllere dolup taşarken... HÖH Hak ve Özgürlük Partisi Bulgaristan Türkleri Edebiyatının orta direği olan şair Nuri Adalının toplu eserlerini 100’er sayfalık 10 cilt, el kitabı vb halinde bastırıp, hiç olmazsa anma törenlerine gelenlere birer nüsha dağıtmayı gelenek haline getirse, yine de olaya bakış açımız değişirdi. Eli kalem tutan genç ressamlara şiir şarjlarını yapmaları havale edilse, ne güzel olurdu. Değerli olan hem geçmişe hem de geleceğe hitap edendir. Türk ressam Abedin Dino’ya Paris merkezindeki küçük bir parkların birinde dikilen görkemli anıtta, 50 yıl önce Nazım Hikmet’in tüm eserlerinin Sofya baskısında “İnsan Manzaraları” destanına yaptığı şarjları bronz figürler halinde hayat buldu. Hücrede yatmayan karanlığın zifiri rengini bilmez. O kadar karanlıkta Nuri Adalı gibi aydınlığı yaşatanları anlayamaz. Onun için okunan Adalıyı çizip yaşatmak lazım. Sofya’da çıkan “Sabah” gazetesi onu, en büyük okyanusun en deli dalgalarının çarptığı bir deniz fenerinin içine kapanmış ve parmaklıklara sarılmış aydınlık arayan bir mahkûm olarak çizmişti. Ne yazık ki, şu cahil güruh Bulgaristan Türk ailelerinin evlerinde bir tek Türkçe gazete ve kitap olmaması konusunda sanki yemin etmişler. Okurlarınızın Sayın İsmet Bey, daha doğrusu takipçilerinizin paylaştıkları görüşlere gelince, olumlu ve olumsuz enerji taşıyan tipler olarak, müsaadenizle onları ikiye ayırmak istiyorum. Olumsuz enerji yüklü olanlar, ruhu kararmış tipler gibi nitelendirirsek, gökten yıldız düşse, onların negatif tutumu değişmeyecektir. Bizim 1200 okulumuz kapanmış 720 Türkçe öğretmenimiz dersten, köyünden, şehrinden ve memleketinden kovulmuş, onlar “hareket” ve “harekât” kakasıyla ateş yakmaya çalışıyorlar. Bilenleri kıskanacak kadar küçük düşmek ne garip... Tolstoy gibi çok kalın kitaplar yazıp bu tiplerin kafasına vura vura hep-


160

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

sini paralamak, belkide, Bulgaristanlı Türk aydınların son kuşağı olan bizlerin, fazla zorlanmadan yapabileceğimiz en hayırlı iş olacaktır. Ben bu tiplere “cam gözlüler” demek istiyorum. Çünkü dünyada olup biteni ters gördükleri için, yaratan onların gözlerini bir gece uyurken almış ve yerine iki kara cam göz takmış. Ve onlar şimdi ne hafızalardaki geçmişi ne de bugünü veya yarını görebiliyorlar. 19 yazıda Bulgaristan Türklüğünün onuru şair Adalı hakkında dört satır yok. Hiç birinin şairin bir tek şiirini okumadığı hemen seziliyor. Sorsan hepsi onunla birlikte “Belene Ölüm Kampı”nın 4. barakasında kalmışlardır. Nuri ağabey kendilerine gece boyu şiir okumuştur. Tuna’nın gece uğultusunda birbirlerine sokulurken şiirler yüreklerini ısıtmıştır vs. vs. Gerek Türkiye’de gerekse Bulgaristan’da hanginiz bir sınıf odasına girip çocuklara “Belene Ölüm Kampı” hatıraları anlattınız? Cevap: Hiç birimiz...Soruyorum: “Nasıl deneyecek uçmayı şu afacanlar?...” Hele bazıların cam gözlerine kara boya çalınmış. Yazar Topaloğulu’nun ulusal şairimiz Adalı’yı anlatan yazını okurken onlar hep BULTÜRK Balkanı, soydaşlarımızın Osmanlı Ocakları Başkanı, Bulgaristan Türklerinin Sesi Gazetesi ve www.bghaber. org sitesi imtiyaz sahibi vb. Sayın Rafet Ulutürk kardeşimizi düşünüyor olmaları gariptir. Hepsinin başı Rafet Beyle dertte... Onlar sanki “DS” ya da “DANS” tarafından maaşa bağlanmışlar. Belki de Sofya’dan aldıkları emekli maaşlarına özel birkaç yüz levacık eklenmiş gibi bir tavır alıyorlar. İşleri kıskandıkları Rafet Ulutürk’e kuyu kazmak. Onun yaptığı her şey kötü. Doğru ve haklı olan hep onlar, boş boş eleştirenler, tatminkarsızlar, köylü keleşler. Bir de şu var, Sofya’dan aldıkları emekli maaşları HÖH - DPS liderliğince her ay yemleniyor olabilir. İsimlerini gizleyen bu şerefsizler, herhangi birimizin, yukarıdaki şiirde dendiği gibi, “uçmayı denememize” bile karşı çıkıyorlar. Uçmak isteyenlerimizin kanatlarını kesen onlardır. Birimiz birazcık başarılı olsak hemen kuduruyorlar. Bulgaristan’da Türkçe kitap basılmasına izin vermeyeceklermiş. Halkımıza ana dilde kültürel hizmet sunulması hepsini çıldırtıyor. Türk dilinde çıkan doğru dürüst bir analiz yazısına, bir öyküye bile tahammülleri yok. Gazetelerin yazdığına göre, 2003’te kurulan BULTÜRK derneğimizden önce var olan İstanbul - Çemberlitaş Merkezli Kültür Derneği’nin başkanı Çavuş “ikili ajan”mış, ondan sonra aynı göreve atanan İsmet Bey de “ikili ajan” olduğu açıklandı. Balkan Türkleri Derneği yok oldu onunla birlikte Bulgaristan Türkleri de yok oldu artık merkezleri kalmadı. Ondan sonra istanbul’da BULTÜRK Derneği’ni başarıyla yöneten, Osmanlı Ocaklarını soydaş mahallerinde tütmeye başlatan, dürüst, saygın, becerikli ve başarı yolunu açma yeteneğine sahip bir kişi çıktı ve Sayın Rafet Ulutürk’e aç keneler gibi saldırmaları bu yüzdendir. “Kravat takıyormuş, takım elbise giyiyormuş, içtiği kahveyi kendisi ödü-


Makale ve Analizler - 2015

161

yormuş”... Size ne! Rafet Ulutürk Bey Türkiye vatandaşı olarak tüm insan ve soydaş haklarına en az sizler kadar sahip olan biri değil mi? Yoksa kimin nasıl yaşayıp nasıl çalışacağı sizden mi soruluyor? Belediyelerde, Bakanlıklarda ve Cumhurbaşkanlığında ilgi hak etme uzun bir yol yürümeden, dürüstlük kanıtlanmadan mümkün olamaz... İnsanın aynası boyu değil, işidir. Ne yazık ki, cam gözlüklülerin bunu görebilmesi asla olanaklı olamaz. Bu tipler, Sofya’ya gidip sorup soruşturmuşlar. Rafet Ulutürk adında bir Bulgar ajan dosyası araştırmışlar, bulamamışlar. Bulgar İçişleri Bakanlığı hafiye arşivinde özel arama yaptırmışlar, oradan da bir şey çıkmamış. Bu gerçekler, soydaşların yüzünün gülmesine, örgütlenmelerine, artık “uçmaya hazırlanmalarına” engel olmaya çalışanların içini iyice kemiriyor. Düşman aramızda ve içimizdedir. İnsana yakın olan biri de, en büyük düşmanı olabilir. Olay budur! Son dönemde, Rafet Bey etrafında dolaşan kıskanç hafiyeleri erken sezdi. BULTÜRK yönetim kurulu üyelerinden bazılarını tavsiye etti. “Bulgaristan Türklerinin Sesi Gazetesi” köşe yazarı bir daha değerlendirildi. Derneğin güçlenmesine pranga vurmaya çalışanlara yol gösterildi. Yolun dik olduğunu görenler davadan kendileri vazgeçti. Halkı bilinçlendirmek devrim yapmaktan çok daha önce yapılması gereken zor ve uzun zaman isteyen bir iştir. Bu iş genelde en az üç nesil sürer de, Türkler kimlik davasında bilinçle değil, hisleriyle davrandıkları için zafer çok yakındır. Yuvasında kalan kuş yüktür, yükseklik korkusu olanları anneleri yuvadan iter. Kanat açınca uçtuklarını fark ederler. Eksiklerimiz cesaretimiz ve özgüvenimizdir. Hepimiz uçacağız! Rafet Beyin Filibe Müftülüğü’nde Vakıf müdürü olarak görev almış olması ve bazı cami onarım işlerine ödenek bulması, ne yazık ki, savmayan bir yara halini aldı, görüldüğü üzere bugün de kaşındıkça kaşınıyor. Fakat daha o zamanlarda Türk-İslam Eserlerini Koruma araştırma vakı - UFUK Vakfı’nı kuran da o olmuştu. Osmanlıdan kalan tarih ve sanat eserlerimizi yaşatmak öz davamız oldu. Mahkemeler devam ediyor. Bu davada başarılı olmamız için çok güçlenmemiz gerekiyor. Karşımızdaki güçler Müslüman dünyası bunalımlarından yarar sağlamaya çalışıyor, yeni saldırılar için fırsat gözlüyorlar. Bu noktada Başkanımıza Rafet Beye dil uzatılması doğrudan doğruya kıskançlık, hainlik ve küstahlıktır. Günümüze kadar, bir Bulgaristanlı Türkün Bulgar istihbaratına hizmet etmiş olması en büyük yüzkarası ve suçtu. Sanki söz konusu şahıs Rafet Bey olduğunda kıstaslar, yargı değerleri değişiyor ve onun böyle bir alçaklık yapmamış olması


162

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

neredeyse suç olarak gösterilmeye çalışılıyor. Yukarıdaki şiirde bu işlere “başkaları karar veriyor” dense de, alçaklığın şu seviyesi insanı düşündürüyor. Ben artık, kanatlanıp uçmayı denememizi engelleyen saldırıların hep aynı düşmanlık ininden geldiğine inanıyorum. “T haber net bg” sitesine katılanların yüzleri bugün görünmese bile, şairin “bir gün sen de alacaksın beyaz bulutları altına” dediği gibi, gerçekler mutlaka gün yüzüne çıkacaktır. Biz artık HÖH partisinin gerçekçi yayın yapan soydaş gazetelerine karşı yazı yazan, replikte bulunan, elektronik yayınlarda olayları tersyüz göstermeye çalışan kadrolar atadığını haber aldık. Onları korkutan Başkan Rafet Ulutürk’ün soydaşlarımızın gönlüne giden yolu açması, herkese hizmet davasında git gide daha büyük başarı elde etmesi; Osmanlı Ocaklarıyla Türklüğü yeni bir bilinç olarak uyandırması ve birbirlerine ısınırken hedef birliğinde kenetlenerek yüreklenmemizin yeni ajanları iyice rahatsız etmeye başlamış olmasıdır. Aklınızda olsun, halk kitlelerini ardına alan Başkan Rafet Ulutürk sizi tespih boncuğu gibi dizecek kabiliyet ve güce sahiptir. Uç... Her şeye rağmen dene. Bin kere düşsen de yere. Yine dene,

Anayasal Hükümet Kuruldu

BG-SAM-31.Ağustos.2015

Türkiye Seçim Yolunu Buldu Türkiye Cumhuriyeti hükümetsiz kalmaz demiştik. 28 Ağustos 2015’te Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan, Başbakan Sayın Prof. Dr. Ahmet Dağutoğlu’nun kurduğu Anayasal Bakanlar Kurulu’nu onayladı. Seçim kabinesine AK Parti’den başka, Halkın Demokratik Partisi’nden (HDP) 2 bakan, Milliyetçi Hareket Partisi’nden (MHP) 1 Bakan ve meclis dışından bakanlar katılıyor. Anayasal uygulama çerçevesinde tarafsız olması öngörülen yeni iktidar 1 Kasım 2015’ (Pazar) günü yapılacak genel seçimleri örgütleyecek ve ülkeyi 3 ay yönetecektir. Türkiye’nin Cumhuriyet tarihinde ilk Anayasal bir yeni genel seçim kabinesi kurulmasını zorunlu kılan, 7 Kasım 2015’te yapılan parlamento seçimlerinden sonra oluşan 4 partili meclisten yasal bir hükümet çıkarılamamasıdır. Cum-


Makale ve Analizler - 2015

163

huriyet Halk Partisi (CHP) ile Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) liderleri Kemal Kılıçdaroğlu ile Devlet Bahçeli Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) kendileriyle veya HDP’nin de katılımıyla bir koalisyon hükümeti kurulmasını kabul etmemiştir. Ülkenin yeni genel seçime gitmesi bir Anayasal zaruret olmuştur. Seçim kabinesi kuran AK Parti Meclisi, siyaseti ve ülkemizin geleceğinin darboğaza sıkıştırılmasını önlemek için 78 milyonluk Türkiye’nin seçme ve seçilme hakkı olan 57 milyonunu tam 2 ay sonra yeniden sandık başına davet ediyor. Türkiye’nin içinde bulunduğu seçim önü durum! Siyasi analiz: 7 Haziran 2015’ten beri Türkiye’miz bir soğuk, sıcak ve sibrit savaş içinde bulunuyor. Tam bir asır sonra önümüze - çocuklarımıza nasıl bir Türkiye bırakacağız?- sorusu yeniden çıktı. Kurtuluş Savaşı atmosferine yeniden girdik. Evlatlarımıza iyi ve huzurlu bir Türkiye bırakabilmemiz yeni ulusal hedef oldu. Anavatanım, benim Türkiye’m diyenler ruhen kenetlendi ve ulusal davada er olma hazırlanıyor. Soydaşlarım kutsal sahlarda gönüllü olma şerefiyle yaşıyor. Sorunun yanıtı tek cümlelik değildir. Sıcak savaş, soğuk savaş ve sibrit savaş durumunu algılayabilmek için 100 yıl gerilere dönmemiz gerekiyor. Osmanlı dağılırken bütün Rumeli’yi ve bütün Anadolu’yu çiğnemeden yutmak isteyenlerin o zaman kırılan çenesi ve boğazlarına saplanan kılçıklar bir asır sonra da zonklamaya devam ediyor. Deli hırsı olmayanlar, kendilerini ezip denize döken dev güçler ikinci kez ikinci kez çıkmak istemezler. O zaman bizi bir leş sanıp parçalamaya gelenler yenildi. Onlar bugünkü sıcak savaşı DEAŞ, PKK ve DHKPC gibi gözünü kan bürümüş besleme katil sürüsü eliyle yaktılar. Gözle görülen dünya gidişine tamamen ters kışkırtılmış bir savaştır. Dünya bütünleşirken, kafaları peçeteli, elleri silahlı katiller Türkiye’yi parçalamak istiyor. Beyni yıkanmış, Türk asker ve polisine, belediye ve valiliklere, hastane ve okullara gece gündüz saldıran azgın bir iç ve dış düşman koordineli saldırıyor. Bu savaşta, milliyet, ideolojisi, soy, merhameti olmayan kana susamış azgın bir ejderha ile karşı karşıyayız. “Türkiye bir ateş çemberi içindedir” demiştim, daha önceki yazılarımın birinde ve 1 Kasım seçimlerine giderken alevler büyüyor. Dış düşman Kandilden yönetilen silahlı PKK örgütüne karşı savaş hava saldırılarıyla devam ediyor. Güney Doğu illerinde atarlı davranan iç düşman kundaklama düzenleyip polis, jandarma ve askerle savaşıyor. Her gün can alan örgütlü ve eğitimli, silahlı terör gücü - Türkiye Cumhuriyetinin egemenliğini, Anadolu’yu parçalamayı hedefliyor. Ülkemizin istikrarlı ve huzurlu ilerleme yolunu kesmeye çalışıyor. Her gün


164

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

kanlı olay kundaklayarak halkı yıpratmayı ve sindirmeyi amaçlıyor ve mahalli isyan ateşi yakıyor. Hedeflerinden biri de Anayasal hükümetin seçimleri güvenli bir ortamda yapmasını baltalamaktır. Güvenlik güçleri iç savaşı söndürüp barış ve huzur ortamı tesis etmek için seferber olmuştur. İç ve dış savaşın ardında güçlü bir terör lobisi var. Hem sıcak, hem de soğuk savaşı yöneten bu gücün ana hedefi AK Partinin kurucusu, 2002’den buyana Türkiye’yi kalkınma rayına oturtan ve yenileşme sürecini bir köklü dönüşüm sürecine dönüştürmeye çalışan Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan var. Bir yıl önce % 52 çoğunlukla Cumhurbaşkanı seçilen Sayın Erdoğan’ın aldığı makamın meşruluğu ilk kez gündem konusu oldu. Seçmenin, halkımızın devlet makamlarına ve yönetimine darbe indirilmek hedefleniyor. Uluslar arası terör lobisine hademelik eden güçlere artık MHP Başkanı Devlet Bahçeli ve CHP Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun meclisi ve siyaseti kilitleyerek, seçim hükümeti kurulmasını baltalamaya çalışarak çanak açtığı ortadadır. Bu cümleden olmak üzere, MHP Başkan Yardımcısı Tuğrul Türkeş’in Anayasal seçim hükümetine katılma davetini bir devlet görevi olarak kabul etmesi çok anlamlı olup katılaşan muhalefeti milli menfaatleri savunma davasına uyandırabilecek niteliktedir. 1 Kasım seçimleri her gün kurban alan, anaları ağlatan terör politikasını ebediyen saf dışı edip denize dökmek zorundadır. Türkiye halkının birlik ve beraberlik yolunda yeniden uyanma zamanı gelmiştir. 1 Kasım seçimleri arifesinde Türkiye bir ateş çemberi içinde derken, Irak ve Suriye’deki iç savaşı, Türkiye’ye sınır köy ve kasabalarda ölüm saçan, tarih değiştiren IŞİD katliamlarını ilk sırada görüyoruz. Arap halklarının uyanışı, birkaç yıl önce, Irak, İran, Libya, Mısır liderlerinin petrolü US Dolar üzerinden değil de, istedikleri dövizle satmaya kalkmalarına karşı yakılan Arap Baharı ateşi, görülmemiş bir trajedi doğurdu. Milyonlarca can aldı. Savaş kaçakları bugün de Akdeniz sularına gömülüyor. 90’lı yıllarda Batı Balkanlar soykırımı yaşandı. 2014’te Ukrayna parçalandı. Kırım Adası ilhak edildi. Bölgeye yabancı askeri güçler, savaş araçları yığılıyor. Komşumuz Bulgaristan’da Amerika askerleri bu yıl 70 tatbikat yapıyor. Lise bitiren genç kız ve oğlanlar 3 ay silâhaltına alınıyor. Arkasında yüzlerce bebek, çocuk, kadın ve hasta bırakarak göç alayı Kuzey’e ilerlerken Bulgaristan’ın Makedonya ve Türkiye sınırını hudut askerleri, jandarma, polis ve ordu ile koruyor. Bu durumda Türkiye tek barış adası, istikrar merkezi, savaş kaçaklarına kanat açan huzur ülkesi oldu. Bundan rahatsız olanlar var. PKK, DEAŞ ve gizli ve açık ama hep birlikte hareket eden düşman, Türkiye tarihinde ilk kez Ankara meclisini kilitleyebildiği, siyasette darboğaz yaşattığı için bayram etti ve kutla-


Makale ve Analizler - 2015

165

dığı zaferin doruğunda CHP ve MHP yönetiminin zamanı dolmuş politikalarını alet edebilmesi vardı. Bugün de boynuzlarını göstermeye devam eden düşmanı en fazla rahatsız eden ne oldu? Bir. Terör lobisini en fazla rahatsız eden halkın ve dünyanın Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ı büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ten sonra Türkiye’nin doğal lideri olarak kabul etmesidir. Bir yıl önce yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde halkın % 52’sinin Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet düzeninin Anayasal Başkanlık Sistemine büyütmesine oy vermesi oldu. Oyunu bilinçli kullanan Türk seçmenini daha bir yıl önce, 2007’de başlayan sistem değişikliğini algıladı, meclisin bir yasama organı olarak tıkanacağını ve muhalefetin hainleşmeye başladığını, Kandil’e paslaştığını görebildi. Son 13 yılda büyün çabalarını Türkiye’ye bir barış ağacı dikmeye yoğunlaştıran AK Parti hükümetlerinin tüm başarılarını ve hele “çözüm sürecini” yok sayan yeni muhalefet zihniyeti, Türkiye’nin köklü dönüşüm hedefleyen 2023 yolunu kesmeyi denedi. Ardında “sibrit savaş” denen olay, “Gezi” serüveni, “paralel darbe”, Güney Doğu kasabalarındaki isyan denemesi aynı sinsi planın halkalarıdır. Türkiye cumhuriyet tarihinde ilk kez sıcak savaş, soğuk savaş ve sibrit savaş kesintisiz bir saldırganlıkla uygulandı. Bu defa, Ahmet Davutoğlu hükümeti yılanın başına bastı. Devam eden saldırılar düşman güçlerin son saldırılarıdır. Olayın üzücü yanı ise, emri Kandil’den alan HDP liderleri ile Türkiye’nin 21. yüzyıl milli menfaatlerini algılamakta göçlük çeken Kemal Kılıçdaroğlu ve Devlet Bahçeli gibi siyasetçilerin aynı koroda yer alması oldu. Onların zafer doruğu meclisi felce itip Türkiye’yi hükümetsiz bırakmak ve vatanımızın parçalanmasına yol açmaktı. Fakat onların gizli hesapları bu kez de çarşı pazara uymadı. Ahmet Davutoğlu Başbakanlığında Türkiye bir Anayasal hükümet kurarak erken seçimle yenilenme yolunu açtı. Türk egemenliği Osmanlı’nın bağrında, emperyalizmle mücadelede, XX. yüzyılın başında Rumeli ve Anadolu Müdafaa Cemiyeti ve Büyük Atatürk önderliğinde mayalanmış ve gerçekleştirilmiştir. Ağır savaşlardan bölünmez, parçalanmaz bir bütün olarak çıkan Rumeli ve Anadolu Türklüğü Cumhuriyet ve egemenliğimizin kalkanıdır. Bu yol tüm iç ve dış düşmanlar, geleceğimiz üzerinde gözü olanlar yenilerek taçlandı. 100 yıl sonra Türkiye’yi hükümetsiz bırakmak isteyenler 1 Kasım 2015’ten sonra bu yolun yolcusu olamazlar.


166

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bulgaristanlı soydaşlarımın BULTÜRK Derneği, örgüt sistemi kuran Osmanlı ve Türk Ocakları Başkanı sıfatıyla ve imtiyazımda bulunan Bulgaristan Türklerinin Sesi, Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi ve “Bghaber.org” gibi elektronik sitelerinden anavatanımızdaki son gelişmeler üstüne bilgilenmek isteyenler çoğalıyor. Günlük ve aylık yayınlarımızda, temas ve görüşmelerimizde 7 Haziran’dan sonra Türkiye’nin neden vites değiştiremediği, toplumun, meclisin, politikanın neden kilitlendiği sorularına cevap arıyoruz. TBMM nasıl olur da hükümet kurmaktan kaçar sorusu sık soruluyor! CHP ile MHP nasıl olur da koalisyon davetini geri teper! Seçim hükümetine bakan vermez vb sorular dünya görüşü değiştiren boyut aldı. Tutucu muhalefet siyasetçilerine karşı tepki artıyor. Yeni seçim kampanyası işte böyle bir ortamda başladı. Hayırlı olsun! Cumhuriyet tarihimizde meşru bir meclisin, meşru bir hükümet çıkarmasına engel olabilenlerden 1 Kasımdan sonra da kötünün kötüsü beklenebilir. Özünde düşmanlık olan, zamanı dolmuş siyasi zihniyeti 1 Kasım’da mutlaka sandığa gömmeliyiz. Bütün oylar Büyük Türkiye ülküsünü yaratan ve gerçekleştiren AK Parti adaylarına!. Sözün kısası, emperyalizm, terör lobisi, hain ve katiller bugünümüzle birlikte çocuklarımızın yarınlarını da karartarak istiyorlar. Türklüğü Anadolu ve Rumeli’den kovmak istiyorlar. Bizi Bulgaristan’dan kovdukları gibi... Bizim bir göçmeniz ve gidecek başka yerimiz yoktur. Başka bir Türkiye yok! Başka bir Anavatan yok! Bütün oylar AK Parti’ye!

Korku

BG-SAM-31.Ağustos.2015 Konu: Korku içinde yaşamaya yenilecekler. Şairlerimizden Ali Bayram şöyle demişti: Şu Küçücük Bulgar mezarlığında Bilir misin? Ne büyük Türkler yatıyor! İş bu gerçek geçen yüzyılımızı yanıtıdır. Bu ülkede Türklerin başına gelen çok büyük bir korku doğurmuştur. Bu “ama hortlarlarsa”, “bir de öç almaya kalkışırlarsa” korkusudur.


Makale ve Analizler - 2015

167

Korkuyu doğuran yapılan kötülükler, zulümdür. Bu, hesap sormaya kalkarlarsa korkusudur. Mezarda yatan insandan korkulur mu? İnsanlar ölür fakat onlara yapılan kötülüklerin acısı, suçluların hafızasında yer eder ve ömür boyu onların kimliğini, vicdanlarını kemirir. Kırcaali İl Hastane’sin bir süre önce Koşukavak (Krumovgrad) Polis Amirliğinden emekli olan Hr. Haralampiev ameliyat oldu ve 2 bacağı da kesildi. Doktorun “Ne olsu sana böyle Bay Hristo?” sorusuna o şu cevabı verdi: “Ben şu isim değiştirme yıllarında Türkleri bu ayaklarımla ezdim, tekmeledim, birçoklarını sakat bıraktım, görülmeyen adalet beni buldu. Olay budur.” Korkuyu yaşatan İlahi Adalet duygusu 1985’ten sonra birçok tutuklu Türk Kırcali polis amirliğinde tartaklayan, ayak altına alıp ezen Türk yüzbaşı polis Mümün Tahir de bu görülmeyen adaletin ruhuna yakalamış ve onu kör etmek üzereyken, Sofya Tıp Akademisi göz kliniğinde geçirdiği ameliyatla zar zor kurtulmuştur. 1984 Aralığında Mestanlı (Mumçilgrat) Türk ayaklanmasında kurşun yarası alan ve sözde daha iyi tedavi etmek üzere ambulansla gece Stara Zagora hastanesine taşınan Türklerin bazıları hastanenin 5. kat pencerelerinden kendilerini atmak zorunda kalmış oldukları artık biliniyor. Allah’ın rahmetine böyle kavuşan bu Türklerin yürek yakan hikâyeleri bu hastaneyi terk edip Batı Avrupa ülkelerine giden Bulgar Doktor ve hemşirelerin anlattıkları olaylarda ortaya çıkmıştır. Bugün ülkemizde doktor sayısı çok azalmıştır. Türklerin yaşadığı bölgelerin il hastanelerinde bile birçok uzman doktor yerleri boştur. Doktorlar, biz yeminli uzmanlarız, mesele para meselesi değildir “işimize müdahale ediliyor” diye anlatıyorlar. Ortaya çıkan gerçek ise, Türklere ve Müslümanlara karşı uygulanan baskı ve terörde sağlık sisteminin doktor ve hemşirelerin de alet edilmesi görüldü. Bu önemli gerçeğin bir halkası da, 1989 Mayıs Haziran olaylarında kurşunlanan Türklerin Kubrat, Novipazar vb. Deliorman yöre hastanelerine alınmaması, kendilerine ilk yardım gösterilmemesi. Bu olaylar ülkemizde büyük bir korku doğurmuştur. Türklere hastanelerde iyi bakılmadığı gibi, insanlarımızda hastaneye düşme korkusu da büyüyor. Biz bu hayatta ne kadar büyüksek, mezarlıklarımızda da o kadar büyüktür. Şu geçici dünyada kabristan önünden geçen Müslümanlardan başka, susa-


168

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

rak saygıda duran var mıdır? Anlatmaya çalıştığı olay yalnız Bulgaristan’a has olmayıp, bütün Balkanları da sarmıştır. Bir Bosna şarkısı der ki: Abanı alıp giderken, Çarşıya gider gibi ahir ete, Beraberinde aldın mı çarşı havasını İnsan tebessümünü cennette? Bu söylem, biz Müslümanların ölümden korkmadığımıza gösterirken, yüreğimizin hoş olduğuna, her zaman her yerde herkesin iyiliğini istediğimizi kanıtladığı gibi, “Allah canını almasın!” sözlerinin bizim için değil, korkanların daha da korkması için bir dua olduğunu kanıtlar. Başka büyük korkular da vardı geçen yüzyıldan uzanan. Korku, bir sosyal ve siyasi olay olarak Bulgaristan’da yaşamaya ve büyümeye devam ediyor. Korku, Hak ve Özgürlük Hareketini de özellikle yönetim kadrolarını bütünüyle sarmış durumundadır. Bugün günlerden 31 Ağustos 2015, sabah saat 08’de açtığım “NOVA” TV ekranında HÖH - DPS partisinin kurucu yöneticilerinden ve uzun yıllar Başkan Yardımcılığı ve Örgüt İşleri Sekreteri görevinde bulunan Osman Oktay, ekrandan “örgüt yönetimindeki korku” konusunu anlatıyor. O, 2000 yıllarının başında “Leani” isimli Bulgar şirketinde görev alan ve aynı zamanda Parti Başkanı Ahmet Doğan’ın özel kalem müdürü olan Ahmet Emin’in sözde intihar etmesi (kurşunlanarak öldürülmesi) olayına değiniyor. Ona göre, Ahmet Emin sermaye akımlarıyla ilgili olayları kontrol etmekte zorlandığı için yok edilmiştir. Oktay’ın görüşüne göre, Türk ve Müslümanlarımızın malı mülküne hakim olan şirketlerin tek elde toplanması süreci devam ediyor. Bilindiği üzere bu sermaye birikimi “Multi Grup’ta” başlamıştı. Bulgaristan Türklerinin devlet mülkünün özelleştirilmesinden elde ettikleri senetlerle “Multi Grup” adına Burgaz’da “Kablo Fabrikası”, yine aynı ilde bir “Şeker Fabrikası”, Smolyan ilinde kurşun çinko maden işletmeciliği ve daha birçok işletme hisseleri ele geçirilmişti. Holdingin yöneticisi, HÖH Başkanı Ahmet Doğan’ın yakın dostu İliya Pavlov kurşunlanarak öldürülünce peynir dağıldı. Devlet bütçesinden ve Avrupa Birliği’nden gelen paraların “dağıtıcısı” görevi Ahmet Doğan’a verildi ve şimdi o korkudan kapatıldığı saraydan burnunu bile çıkaramıyor.


Makale ve Analizler - 2015

169

Olaya değinmemin nedeni ise, O. Oktay’ın “NOVA” TV’den “Ahmet Doğan intihar edebilir” ihbarında bulunmasıdır. Bu ikili bir korkudur. Bir defa devlet Ahmet Doğan’ın öldürülmesinden veya intihar etmesinden korkuluyor ki, onu gece gündüz koruyorlar. İkinci olarak da, Ahmet Doğan kendisi, çevirdiği dalaverelerden bundan böyle hesap veremeyeceğinden korktuğu için yakında intihar edebilir. Aslında eden bulur der bizin atalarımız. Oktay’ın genellemesinde, aynı korku HÖH Genel Başkanı Lütfü Mestan’ın bacasında da sarmıştır. Son dönemde, sözde Bulgar iri sermayesi ile yerli-yabancı oligarşiyi temsil eden Başbakan Boyko Borisov, HÖH Başkanı Lütfü Mestan ile kahve içmeye ve adı konmamış “dostluklara” devam etmek için şart koşmuştur. Başbakan, Bulgaristan’daki Rus oligarşisini temsil eden, 7 gazete sahibi ve artık Bulgaristan Türk ve Müslümanlarının ekmek teknesi olan “Bulgar Tabac” holdinge de el atan, DPS milletvekili Delyan Peevski’de kurtulmasını istemiştir. Peevski geçen hafta HÖH partisi milletvekilliğinden ayrılacağını ve Eylül ayında meclisten çıkacağını ve politikadan da uzaklaşacağını açıkladı. Görüldüğü üzere, kulis güçleri, Rus sermayesinin Bulgaristan Türkleri ve Müslümanları partisini bir olumsuz uğur gibi ve Daniel Peevski eliyle yiyip bitirmesine yol vermek istemiyor. HÖH partisinin yok edilmesi uluslar arası problem de olabilir. Bu nedenle, şimdi anca politik liderliği yok etmekle yetineceklere benziyor. Son gelişmelere zehirli okların direk olarak Ahmet Doğan’ı hedeflediğine işaret ediyor. Daha 2013 başında Doğan’ın politikadan çıkarılması planı hazırlanmıştı ama bu plan onun “fahri başkanlığa” itilerek kısmen uygulandığı görüldü. Ajans haberlerinde, Lütfü Mestan’ın da artık dönen dalaverelerden hesap verebilecek durumda odlunu ortaya koyuyor. Daniel Peevski’nin partiden ve politikadan uzaklaştırılması, Lütfü Mestan’ın da paçayı kurtarmasına yetecek mi? Yoksa beklenen çığdan yalnız general oğlu Peevski mi kurtarılmak isteniyor. Bulgar basını, falcı tahminlerini, önce 4. şimdi de 2. sayfaya çekerek, Lütfü Mestan’ın daha bu yılın sonunda, yani yerel seçimlerden hemen sonra bir kadın Başkan’la değiştirileceğini basıyor.


170

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu Bayan Başkan’ın da HÖH - DPS Başkan Yardımcısı, 3. dönem AB milletvekili, eski bakan Filiz Hüsmenova olacağına açıktan işaret ediyor. Hüsmenova HÖH yönetiminde US politik iradesi temsilcisi olarak biliniyor. Lütfü Mestan yaz tatilinde ciddi bir korku yaşadı. Korku tırmandıkça HÖH başkanlığından sıkılmış bir paçavra gibi atılırsam havasına girdi. Ardından gelen nöbet ise, bir de “anayasal reform yapılırsa” ve “ceza kanunları değişirse” “Geçiş Dönemi dalavereleri büyüteç altına alınırsa”, “evraklar birer birer açılırsa” ne yaparım nasıl hesap verebilirim korkusu bacayı sarıyor. Hesap sorma konusunda Merkel yönetimindeki Almanya örnek oluyor. Alman polisi yalnız sosyalizm döneminde işlenen suçları değil, iki Almanya’nın birleşmezinden yani 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra çevrilen dolapları da birer ikişer açıklamaya ve dava açmaya başladı. Son gelişmeler, “sarayda”, HÖH meclis grubunda ve dalaverelere ismi karışmış kadrolarda can sıkısını aşan bir huzursuzluk uyandırdı. Müsaadenizle bunlardan yalnız birine işaret etmek istiyorum. Şu sermayesi toptan çalınınca kapanan ve bu işin içinde HÖH - DPS yönetimi kadrolarının bulunduğu iddiası olan Bulgar “BTK Bankası” olayı tütmeye devam ediyor. Bir komisyon kurulmuş. Avukatlar tutulmuş. Dava açılmaya hazırlanırken çorap sökülmeye başladı. Banka kapanmazdan önce, HÖH’ ün sıradan üyelerine değişik illerde birçok şirket kurdurulmuş, bu firmalara çok büyük miktarlarda paralar aktarılmış ve sonra da milyonların şahıslara ve başka paravan şirketlere firma kredisi olarak dağıtıldığı tespit edilmiş bulunuyor. Ardından şirketler arasındaki dalavereleri sözde yasallaştırmak için imzalanan sözleşmeler, yapılan liste ve anlaşmaların, banka havale evraklarının toplatıldığı anlaşıldı. Bu işlerin, gerekçesiz havalelerin sorumluluğunu taşımak zor olur. Çünkü çalınan para, yalnız bu banka kasalarından yok olan 6 milyar 200 milyon leva ağır bir yüktür. Lütfü Mestan için bu taşın altından elini, kafasını ve vicdanını çekip kurtarma yolu yoktur. Ondan, tüm HÖH - DPS partisinin, tüm Türk ve Müslümanların varını yoğunu bir levalık bir hisseyle elden çıkarması istenebilir. Bu hepimizin sonu olur. Köleleşiriz. Olay bu kadar ciddi, dehşetli ve korkunç boyuttadır. Ne var ki, Geçiş Döneminde bizde sık uygulanan bir hesaplaşma yöntemidir.


Makale ve Analizler - 2015

171

Büyük korku dört yanı sarıyor.Korkunun alacağı yeni “kurbanlar” için şu sözlerin yazılacağına inanmıyorum: Şu Küçücük Bulgar mezarlığında Bilir misin? Ne büyük Türkler yatıyor!

Eylül Ayı Yazıları Barış Yolu Düşmanı Yenmekten Geçer!

Sevilcan Yüce-01.Eylül.2015

Konu: Barış yolu düşmanı yenmekten geçer! Bugün dünya barış günü. Bizim için barış henüz ufukta. Kocaman bir güneş gibi her an doğacak. Huzurluyuz bugün. Dün öldürenler bugün artık “Barış” diye feryat ediyor. Tek taraflı ateş keseceklermiş, silahlarını gömmeden, beton lamadan ve tetik çeken parmaklarını kendileri kesmeden, kez alan gözlerini kendi elleriyle oymadan. İsteyen yok böyle bir barışı. Gidin başkasına satın! Biz güneşin doğduğu toprağın evlatlarıyız. Barış güneş gibidir. Ne tutulur, ne bölünür ne de ışık ve sıcağını birilerine fazla diğerlerine eksik gönderir. Anavatanımız hepimize vatan, Güneş de hepimize doğandır. Başka bir semada değil bundan böyle de ancak bizim vatanımızın semasında doğacaktır. Ve önce Al bayrağımızı selamlayacaktır. Güneş hainler için doğmaz! Hep şehitlere doğmayacaktır. Dünya Barış Gününde şehitlerimizi saygıyla anıyoruz. Bayrak İnmez, Vatan Bölünmez Köyümdeki kardelenler, menekşeler açmıştır ana, Mezarıma çiçek getir, köyümün kokusu gelsin bu yana, Yârim anavatanımdır, adını yazdım tüfeğimin kabzasına,


172

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Vatan bölünmez, Bayrak inmez, hain artık anlasana! Deliormanlı Ahmet Pehlivan şehitlik mertebesine ulaştı, Anavatan için can veren kardeşleriyle cennette kucaklaştı.. Anam kına yakmıştı elime, kurban olayım diye anavatana, Fatiha gönderin dostlar, anavatan için toprak altında yatana, Sahip çık ülkene, bırakma hainlere, layık ol Atana, Vatan bölünmez, Bayrak inmez, hain artık anlasana! Gerlovolu Hasan Kayın şehitlik mertebesine ulaştı, Anavatan için can veren kardeşleriyle cennette kucaklaştı. Bayrak için evladını kurban veren babaya feda olsun canım, Yedi şehit değil, yetmiş şehit versem de bitmez kanım, Geçmişimize bir bak, buna benzer çoktur benim anım, Canım feda olsun, emanettir Atamdan cennet anavatanım! Rodoplu Ali Ayazma şehitlik mertebesine ulaştı, Anavatan için can veren kardeşleriyle cennette kucaklaştı. Bizim orada güneş erken ve hüzünlü battı o gün, Trakya’da Hikmet Devtürk de toprağa verildi bugün, Tuna boyundan Mustafa Arslan da Allah’a varmış dün, Yürekler yandı ama sakın bekleme hain, bir ödün! Dobruca’dan İlham Türk şehitlik mertebesine ulaştı, Anavatan için can veren kahramanlarla cennette kucaklaştı. Anavatanımın her köşesinde şanlı bayrağım gururla dalgalanır, Türkiye’mi bölmek, bayrağımı indirmek isteyenler hep aldanır, Bayrağım namusumdur, onlar namus çiğnetilir mi sanır? Tarihe şöyle bir bak bre hain, bizi tüm dünya tanır! Filibe’li Hilmi Vatansever şehitlik mertebesine ulaştı, Anavatan için can veren ölümsüz kardeşlerine cennette kavuştu.


Makale ve Analizler - 2015

173

Zarfa Değil, Mazrufa Bak Sen

Alptekin Cevherli-02.Eylül.2015

Adamın biri Şam’dan ipek, süs eşyaları ve çeşitli mücevherleri satın almış. Bağdat’a götürüp satacakmış. Fakat aldığı mallar o kadar değerli ve kıymetliymiş ki, yükte hafif, pahada ağır olan bu eşyaları, devenin sırtındaki küfenin ancak birini doldurabiliyormuş. Bu şekilde yola çıksa bakmış küfe, devenin sırtında durmayacak devrilecek. Ne yapayım diye düşünmüş düşünmüş; sonunda bir çare bulmuş. Öbür küfeyi de çöl kumuyla doldurup devesinin sırtına yüklemiş ve Bağdat’a doğru yola koyulmuş. Çölde kızgın kumlar üzerinde önde kendisi arkasında devesi ile ilerliyormuş. Epey bir yol gittikten sonra bir de bakmış ki kendisi de devesi de epey yorulmuş. Devenin sırtına oturmayı düşünmüş. Bakmış hayvan kan ter içerisinde kalmış, acımış. Bir vahada dinlenmeye karar vermiş. Bulduğu bir vahada hayvanı çökertip tam yükleri indirmeye çalışırken bir ses işitmiş: - “Selâmünaleyküm kervancı. Yardıma ihtiyaç var mı?” Sesin geldiği yöne doğru bakmış, hırpani giyimli, derviş kılıklı bir adam uzaktan kendisine bakıyor. - “Ve aleykümselâm. Valla Hızır gibi yetiştin. Şu küfeyi çözmeme yardım etsen çok iyi olur.” Küfeleri el birliği ile çözmüşler, deve rahatlamış. Suyun başında oturmuşlar, başlamışlar muhabbete... - “Nereden gelir nereye gidersin kervancı?” - “Şam’dan ipektir, mücevherdir bir şeyler aldım, Bağdat’a onları satmaya giderim. Ya sen?” - “Ben mi? Nasip nereye ise oraya! İki küfe dolusu mücevher, ipek maşallah bayağı zenginsin.” - “Yok. Aslında tam öyle değil. Küfelerin biri kum dolu.” - “Kum mu? Şam’dan Bağdat’a kum mu götürüyorsun?” (Eliyle çöldeki kum tepelerini göstermiş) “Burada her yer kum dolu...” - “Orası öyle de, küfeleri başka türlü dengeleyemedim. Aldığım mallar ancak bir küfeyi doldurdu. Tek küfe ise devenin sırtında durmuyor. Dengeyi bozuyor. Mecbur kaldım öbür küfeyi kum doldurup, devenin sırtındaki yükü eşitledim.”


174

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

- (Derviş hafiften gülümsemiş.) “Onun kolayı var. Yazık hayvana. Hem deveyi yoruyorsun, hem kendin yoruluyorsun.” - “Eeee ne yapacağım?” - “Şimdi kumu hemen boşaltacağız. Malların bulunduğu küfenin yarısını boşalttığımız küfeye dolduracağız. Böylece ikisi de eşitlenecek. Hem deven daha az yük taşıyacak, hem sen yorulmayacaksın, hem de daha hızlı gideceksin.” Kervancı bakmış adamın dediği doğru. Hayvancağıza boşu boşuna yük taşıttım diye de üzülmüş. Hemen kum dolu küfeyi boşaltmış ve malları ikiye bölmüş. Tam yola koyulurlarken dervişe dönmüş hayranlıkla: - “Sen bu zekâ ile eminim ki çok önemli bir medresenin müderrisisindir.” - “Yok, değilim. Hiç medreseye gitmedim.” - “O zaman tebdili kıyafet yapan bir vezir veya sultansın?” - “Yok efendim, estağfurullah.” - “O zaman kervanı haramiler tarafından soyulmuş, ellerinden canını zor kurtarmış bir tüccarsın. Bütün malını, mülkünü kaybettin; onun için böyle çöllerde perişan vaziyettesin?” - “Yok. Benim parayla, pulla hiç işim olmaz.” - “Eee?” - “Ben gördüğün gibi bir garip dervişim. Bulursam yerim şükrederim, bulamazsam Allah’a yine şükrederim. Gönlüm nereye derse, oraya giderim.” Bizim tüccar şaşırmış. - “Yani bu zekâ ve bilgiyle dikili bir ağacın bile yok mu?” - “Yoktur.” - “O zaman var defol git yanımdan. Kendine hayrı dokunmamış adam. Bana ne hayrın dokunacak!” (Demiş ve devesini durdurup. Malları tekrar tek küfeye doldurmuş ve boşalttığı küfeye de tekrar kum doldurmaya başlamış.) Derviş tebessüm etmiş... *** Bizler de yanı başımızda, belki kendine faydası dokunmayan; ya da kendi için aslında hiçbir şey istemeyen dostlarımızın kıyafetine, makamına, konumuna bakıp hor görüyoruz. Onlardan gelen sözleri, faydaları egomuza kapılıp görmüyoruz, kulak tıkıyoruz, hatta bazen müstehzi ifadelerle kınıyoruz ya; son gülen iyi güler sözünü bilfiil yaşamaya kendimizi hazırlıyoruz, farkında değiliz...


Makale ve Analizler - 2015

175

Oğullar Babaları Gibi Olmak İster mi Acaba?

Raziye Çakır-02.Eylül.2015

Devamlı değişen dünyada bir de değişen hayat var. Onu yüzen bir gemi olarak kabul ettiğimizde kaderci oluyoruz. Çünkü son hedef olan son durak her defasında aynıdır. Gidişi kürek çekerek ve dümenle yönlendirirsek o zaman kaderin işine karışmış oluruz. Başımıza gelen “Büyük Göç” gibi sosyal facialara halkımız “kaderde o da varmış” derken avunuyor. Hayat ırmağının şelalesinden düşerken, sağa sağalım kaldık. “Burada da yiyecek ekmeğimiz varmış” ise, ayın yazgımızın başka bir ayarıdır. Hayat yolunu nesillerin yuvarlanarak ilerlemesi olarak görüyorum. Dışardan iten biri yoksa sanki herkes aynı hızla yuvarlanıyor. Evden işe, işten eve uzayan bir yol. Gidişi bir çember olarak gördüğümüzde, dededen babaya ve gençlere geçen bir benzerlik var. Hayat sanki nesiller değiştikçe kendini aynı monotonluğa teslim ediyor. Yeni zamana ayak uydurmak zor ama her şeyden fazla gerekli! Sürekli geri bakarak ileri yürüyemeyiz. Olaya vatanımız Bulgaristan’ı unutma ya da unutmama açısından baktığımızda Büyüdüğümde Ben de Senin Gibi Olmak İstiyorum Baba öyküsüne saplandım. Bulgaristan’da ve Türkiye’de yıllar yılı parçalanmış yaşayan bizleri anlatıyor. Kimimiz orada kimimiz burada veya bambaşka bir yerde, beraberliğimiz hem son derece gerekli, hem git gide daha zor oluyor. Aşılması gereken güçlükler var. Gurbet hendeğini mutlaka aşmalıyız. Yürek olarak, ruh ve umut olarak hep beraber olmak zorundayız. Bizi ayıran, ayrı düşüren, birbirimizden uzaklaştırmak isteyen güçleri neye mal olursa olsun yenmeliyiz. Hikâyemiz şudur: Bir gün, çocuğum doğdu. O dünyaya geldiğinde, yetişmem gereken işlere ve ödemem gereken faturalarla meşguldüm. İşin biri bitti derken yeni biri çıkardı ve böylece zamanımızı tükettiğimizin farkında bile değildik. Oğulum ben uzaklardayken yürümeyi öğrendi, konuşmayı da öyle.


176

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ve biraz büyüdüğünde, “Senin gibi olmak istiyorum baba” demeye başladı. “Ben de büyünce senin gibi olacağım.” İşyerine telefon açıp “Baba, eve ne zaman geleceksin?” diye sorardı ikide bir. “Ne zaman geleceğimi bilmiyorum oğlum. Ama geldiğimde güzel vakit geçireceğimizden emin olabilirsin.” Yıllar öylece geçip gitti. Oğlum 10 yaşına geldi. Ona güzel bir top aldım. “Top için teşekkürler baba!” dedi, “Hadi oynayalım!” “Bu hafta sonu, tamamlanması gereken işlerim var” dedim. “Bugün olmaz haftaya tamam mı?”, “Tamam” dedi, fakat yüzündeki gülümseme eksilmedi. “Büyüyünce baba” dedi, “ben de senin gibi olmak istiyorum.” Yıllar böyle geçip gitti. Oğulum önce ilkokuldan, sonra liseden, sonra da üniversiteden mezun oldu. Bu durumda, başka birçok baba gibi, benim de söylemem gereken bir şeyler vardı. “Seninle gurur duyuyorum oğulum” dedim. “Gel şöyle biraz oturalım, sana diyeceklerim var.” Başını salladı ve gülümseyerek: “Arkadaşlara sözüm var baba” dedi. “Sen arabanın anahtarlarını verebilir misin baba? Sonra görüşürüz, oldu mu?” Yıllar öylece gelip geçti. Emekli oldum. Artık bol bol vaktim vardı. Oğlum ise, başka bir şehirde iyi bir iş bulmuştu, orada yaşıyordu. Bir gün ona telefon ettim: “Eğer sence de uygunsa, hafta sonu buraya gel de hasret giderelim” dedim. “Sevinirim baba” dedi. “Bir bakayım, müsait bir vakit bulabilirsem, gelirim. Ama şu sırada çok yoğunum. Fakat seninle görüşmeyi ben de istiyorum, baba” dedi. “Peki, ne zaman gelirsin oğlum?” “Ne zaman olur bilmiyorum, baba. Şimdi bir iş görüşmem var, ona yetişmem gerek. Sonra ararım seni. Geldiğimde birlikte güzel vakit geçireceğimizden emin olabilirsin.” Ve telefonu kapattığımda oğlumun çocukluk hayalini gerçekleştirdiğini anladım. Çocukluk hayalini gerçekleştirdiğini... Örnek aldığı babasına benzediğini... Büyüyünce tıpkı babası gibi olduğunu... İşte böyle, biz de, nasıl dağıldığımızı, nasıl paramparça olduğumuzu, bir gidenin bir daha yıllarca geri dönemediğini, evden kaçıp gidenleri düşündükçe kalbim duruyor, kafam zonkluyor. Sofya’da bir arkadaşım, “Arıcılık” kitabı tercüme etmiş. Herkesin anlayabileceği bir dille anlatırken, anlattığı aslında arıcılık değil, tek bir arının en büyük kovanda yaşasa bile bal yapamadığı, yapamayacağı gerçeği. Dağılan soylarımızın


Makale ve Analizler - 2015

177

da eski gücünü kaybettiği, birbirini görmeyen gözlerin gitgide yabancılaştığıdır. Tek arılı bir kovan etrafında en güzel çiçekler de açsa, beş para etmez. Kovan ailedir, soydur, kültürdür, iş bölümüdür, gelenektir, hürmettir, kavgadır evet bir ailedir, bal gibi tatlı bir yaşayış biçimidir. Arıların çiçek polenlerini karıştırmadan toplaması, renkleri birbirine asla karıştırmaması, “buket bal” karışımının bizim icraatımız olduğunu düşünmek bile, yukarıdaki hikâyemize döndüğümüzde, şu koşuşturmalı yaşamda devamlı düzen bozduğumuza bir kanıttır. Devir dönüyor. Göçler bizi yurdumuzdan sökerken aslında bu devresel dönüşün kurallarını, zaman kesimini, ahlakını vs tamamen bozarak değiştirdi. Köy mezarlığına uğramayalı kaç yıl oldu? Kimsenin unutulmak için yaşadığına inanmıyorum. Herkesin her işinin değerli olduğuna inanmak istiyorum. Yeni bir yola açılmak hevesiyle yola devam, diyorum.

Toparlanma Zamanı

Dr. Nedim Birinci-03.Eylül.2015

Konu: Geleceğimizi aynı örs üzerinde biçimlendirmek zorundayız. Sözüm hepinizedir sayın soydaşlarım. 1 Kasım seçiminde oyumuzu AK Partiye verip, Türkiye’de güçlü bir huzur, güven ve istikrar hükumeti kurulmasına destek olmalıyız. Yeni iktidarda Yeni Türkiye’de biz de olmalıyız. Zaman toparlanma zamanıdır. Hak verilmez alınır. Bize tepside sunulan bir şey olmadı. Seçim hak almanın en güçlü aracıdır. Seçim iktidar kavgasında en güçlü silahtır. Şu an Türkiye durdu, yerinde saymaya zorlandı. İlerlememiz yada parçalanıp bunalım bataklığına itilmemizi önlemek sizin bizim elinizdedir. Bu bakıma, 1 Kasım erken meclis seçiminde vereceğiniz her oy belirleyici olacaktır. Yeni büyük bir hamle yapmak zorundayız. CHP. MHP ve HDP üçlüsünün bize dayatmak istediği hain oyunları bozmak ve


178

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

önümüze gerilmek istenen duvarı yıkmak en önemli vazifemiz oldu. 1 Kasımda kaderimize sahip çıkıp sağduyumuza dayanarak zekâ ve akılla hareket ederken Türkiye’nin umudu olan AK Parti’nin yolunu açmalıyız. BULTÜRK Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği İstanbul / Bayrampaşa merkezinde düzenlediği son geniş oturumunda 1 Kasım 2015 erken Genel Seçimleri ve Bulgaristan Türklerinin Türkiye’de sosyal ve politik yaşamına daha etkin katılma ve söz sahibi olma konularını tartıştı ve bütün üye ve yandaşları için geçerli kararlar aldı. Türkiye genelinde, İstanbul, İzmir, Bursa, Kocaeli, Tekirdağ, Kırklareli ve Edirne’de örgütlenmiş olan BULTÜRK Derneği AK Parti seçim listelerine genç 15, toplamda 50 soydaşımızı milletvekili aday adayı olarak gösterdi. Bu bir ilktir. Bulgaristanlı soydaşlarımızın güçlü Sivil Toplum Örgütü adaylarımızın İstanbul ilk 5’te, İzmir ilk 3’te ve Bursa ilk 3’te yer almasında ısrar ediyor. BULTÜRK bir Sivil Toplum Örgütü (STÖ) olarak 2002’den beri Büyük Türkiye davasına dört elle sarılmıştır. Bu atılım AK Partinin 13 yıl önce ilk kez iktidar olmasıyla başladı. BULTÜRK “Büyük Göçle” gelen soydaşlarımızın problemlerini büyük politikaya dahil etmeyi başaran bir dernektir. Aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti ile Bulgaristan arasındaki ilişkilerin daha verimli ve devamlı gelişerek derinleştirilmesinde de köprü rolü üstlenmeye çaba harcıyor. Göç esnasında arkamızda kalan taşınmazlarımız, mal-mülk, tarihi eserlerimiz, sosyal, sağlık ve emeklilik haklarımızın savunulmasını bu dernek günlük çalışmalarına kattı. 600 yıllık Osmanlı dil, din, kültür, sanat ve yüksek mimar mirasına sahip çıkan ilk STÖ - BULTÜRK oldu. Her bir eserin onarılarak ayakta kalmasına, etkin kullanımına, bir de anadilimizde yaratığımız özgün kültür, edebiyat ve sanat dallarında yeni boyutlara yükselmesine el uzatıyor. Soykırımı lanetleyen, Bulgaristan’da ve Türkiye Cumhuriyetinde yaşayan alnı açık, dili bir, dini bir kardeşlerimizin aynı soy ve boydan olduğunu kanıtlayan etkinliklerine her dönemde ağırlık verdi. Derneğin 7 Haziran seçiminden sonra 1 Kasım erken seçimine de AK Parti listesinden bir grup adayla katılma hamlesi soydaşlarımızın Türkiye politikasına kendi ağırlıklarını koyma çabalarında bir taçtır. BULTÜRK’ün 50 kişilik aday adayı listesinde, iş çevrelerinde ve kamu görevlerinde başarılı toplumsal yapılanmamızda yer yapmış genç kadrolar öne çıktı. Bunlar arasında, Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneğimizin Genel Sekreteri Dr. Gülten Erdem Ünlü; İstanbul Büyük Şehir İl Meclisi üyesi makine mühendisi Mehmet Çakır, Çanakkaleli Psikolog Elif GÜNEŞ, İz-


Makale ve Analizler - 2015

179

mirli sevilen toplum eylemcisi Kenan Özgür, TRT Ses Sanatçısı Rüstem Avcı ve daha birçok yüksek öğrenimli temsilci hemen destek buldular. Dernek, AK Parti merkezinde aday listelerinin kesinleşmesiyle her yerde her soydaşımıza ulaşmayı amaçlayan çok yoğun ve farklı bir kampanya başlatacaktır. “Bulgaristan Türklerinin Sesi” gazetesi Eylül ve Ekim sayılarını 1 Kasım erken seçime ağırlık verilecektir. Seçim toplantılarında gazete ve BULTÜRK kitapları katılımcılara dağılacaktır. “www.bghaber. org” ve “www.bulturk.net” yayınları ve “facebook” ile hepinize ulaşılırken, anlamlı derin bir diyaloga katılmanızı bekliyoruz. 1 Kasım 2015 seçim kampanyasında ele alacağımız ana konular: * Soydaşlarımızın temel sosyal hakları. “Büyük Göçle” geleli 26 yıl oldu. Gençliği Bulgaristan’da kalanlar Türkiye’de yaşlandı. Emekli olma zamanı geldi. Artık Bulgaristan’dan emekli maaşı alan 26 bin kardeşimiz var. Sosyal primlerini düzenli ödemiş ve sağlık hizmeti ve emekli olmayı hak etmiş neredeyse 300 bin soydaşımız sorunlarına çözüm bekliyor. Bulgar tarafı emekliliklerimizin ödenmesine gelince arabayı yokuşa sürüyor. Dernek ve muhtar kapısı çalma, makamlara evrak sunma problemi kendiliğinden çözmüyor. Bu olayın bir de devlet boyutu var. Seçeceğimiz milletvekillerinin birinci ödevi şu olacaktır: “Bekletme politikasına son verip aktif katılım ve olayları sorunlarımızı çözme siyasetini başlatmak!” Adaylarımız arasında hazırlıklı kadrolarımız var. Bu dava bizim davamız ve başarmamız için hepinizin onuna ihtiyacımız var. Bu sorunu AK Partiden başka hiçbir siyasi parti çözemez. * Bulgaristan’da kalan haklarımızı NOY - Ulusal Sigorta Şirketi’nde, eskiden çalıştığımız kurum, tarım kooperatifi, madenler, fabrikalar ve firmalarda aramak zorundayız. Gidip görenler anlatıyor: Tufan geçmiş ve başvurulacak yerlerin yerinde sanki yel esmiş, askerlik evrakı almak için on defa mektup yazıp aylarca bekleniyor, tercümeler, noter tasdikleri, bakanlıktan kaşe alınca bekleyenin canı çıkıyor. Hepsi para tuzağı! İşler gittikçe zorlaşıyor. Bu işlerimizi görsün diye 26 yıldan beri DPS - Hak ve Özgürlükler Hareketi’ne oy veriyoruz. Sofya’da el ele vermişler olurun önüne taşlar yığıyor. Önümüze gerilen DPS bendini yıkmak zorundayız. Haklarımızı söke söke almak birinci vazifemizdir. Bulgaristan’da çalışmış olanların hepsi emekli maaşı hak etmiştir ve almalıdır. Yol 1 Kasım seçim sandığından geçiyor. * Avrupa Birliğinden (AB) gelen sosyal yardımlardan Bulgaristan’daki kardeşlerimize ve yakınlarımıza daha büyük bir pay ayrılması, köylerin sosyal ve alt yapı sorunlarının çözülmesi, okul e camilerin onarımı, çatısı çökmüş yaşlı-


180

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lara ödenek ayrılması, kış aylarında odun ve kömür dağıtılması için birlik olup ısrarlı bir mücadele vermek zorundayız. Bu ancak meclise göndereceğimiz vekillerle yürütülür. Dernek çalışmalarımızın bir kısmını doğup büyüdüğümüz köy ve kasabalara taşıyarak, ortak davamızda aynı örs üzerinde aynı demiri istediğimiz gibi biçimlendirmek zorundayız. Zaman toparlanmamız zamanıdır. Bu işlerde, şimdilik tek olan BULTÜRK Derneği’nin örneği genişletilirken desteklenmelidir. Benzer etkinlikler Bulgaristan’da yapılacak 25 Ekim muhtar ve belediye başkanı ve meclis üyeleri seçimleri arifesinde önem kazandı. Yeni milletvekillerimiz Bulgaristan’da yaşayan kardeşlerimize, oradaki taşınmaz mülklerimize sahip çıkılmasında, Türk ocaklarının tütmesine yardım etme davasında da her bakıma el uzatmaya gayret göstereceklerdir. Bu seçimlerde farklı olan nedir? 1950 göçünden beri derneklerimiz var. Eski dernekler, hak ve özgürlüklerimiz için devrimci dayanışmada sivrilen dorum olmaya çalışırken, kahvelerde şiir okumaktan ileri gidemedi. Türkiye’den Bulgaristan’a Türk kimliği, kültürü, ruhu taşıma yolları hep kapalı kaldı, anahtar bulup açılamadı. Hep “giden kurtuldu” havası esti. Ana-vatana ayak basanlarsa “kafamı çevirip arkama bakmam” laneti savurdu. Böylece kardeşler bile zamanla birbirlerinden uzaklaştıkça aralarında uçurum belirdi. Bulgaristanlı Türkler Türkiyelilerle, Türkiye politikasıyla iyi kaynaşamadı. Buna parlak örnek, 1990’da 150 bin kardeşimizin Türkiye kültürü, ahlak ve yaşayış tazına ayak uyduramayıp geri dönmesidir. 1 Kasımda ilk kez, yıllarca yapamadığımız bir şeyi gerçekleştiriyoruz. Dernek temelinde olmakla birlikte, politik boyutta birliğe uzanıyoruz. Bu siyasi bir kaynaşma olacak ve özünde hepimizin, kendimiz için olmak üzere AK Parti listesine oy vermemiz olacaktır. Biz Bulgaristan Türkleri Türkiye’ye muhalefet yapmak için göç etmedik. Ankara hükümeti bizim de iktidarımızdır. Politikada yerimizi bulmalıyız. Son 65 yılın göçmenleri Türkiye’de düze çıkana kadar zorlu bir yol yürüdüler de politik bir nüve etrafında toparlanamadılar. Atatürkçülüğe sarıldık. 21. yüzyıl politik arayışımız kısır kaldı. Aradıklarını bulamadılar. 1960 - 1990 yılları arası 3 defa tekrar eden askeri darbeler bize de hayal kırıklığı yaşattı. Çoğulcu bir siyasi yapılanmanın bu denli budanması bizi de ürküttü. Göçmenlerin siyasi biçimlenmesi bu yüzden hep güdük kaldı. 2002’den sonra AK Parti Türkiye’yi gerçek anlamda demokratikleştirdi. Kürtleri bile politik sahneye davet eden o oldu. Çoğulcu demokrasiye Adnan Menderes ve Turgut Özal’dan sonra Sayın Recep Tayyip Erdoğan öncülük etti.


Makale ve Analizler - 2015

181

Demokrasi üzerindeki asker gölgesini kaldıran da o oldu. Şimdi sıra bizde, Bulgaristanlı ve Rumeli-Balkan göçmenlerin Türkiye Cumhuriyetinin politik sahnesinde özgün rol alması zamanıdır. Bu anlamda toparlanmamız gerekiyor. MHP - CHP gibi geleceği olmayan, iktidar olmaktan korkan partilerin kuyruğundan artık ayrılmalıyız. Sandıkta onlara verilen her oy Türkiye politikasını tıkamak isteyenlere yani dış güçlere güç veriyor. Onları desteklerken Büyük Türkiye yolunu kapatıyoruz. Kabuğuna sığınmış bu iki partinin Türkiyeyi dünyanın büyük devleri arasında götürecek bir plan ve programı yoktur. 7 Haziranda Türkiye meclisini siyasetsizliğe kilitleyen CHP ve MHP’nin politik mumu sönmek üzeredir. Bocalama dönemi bitti. 1 Kasım 2015 erken genel seçimlerinde Türkiye’nin büyüme yolunda ilerlemesi için hepimizin AK Parti’ye oy vermemiz, hayati önem taşıyor. Biz, 1950’lerde Demokrat Parti’ye (DP), ardından Süleyman Demirel’in “Kır At”ına, Anavatan Partisi’ne (ANAP) birkaç defa da Bülent Ecevit’in Ortanın Solu’na oy verdik. Katıldığımız seçimlerde hep adı esemesi okunmayan, politik rengi, kendi adayı olmayan bizdik. Bizi götüren siyasetin sesiydi. Seçtiklerimizi ise generaller hep devirdi. Bu Türkiye’nin 20. yüzyılın ikinci yarısı genel tablosudur. Biz göçmenler politik olarak biçimlenemedik. Şimdi bunlar arkada kaldı. O yıllarda en iyi olan başımızın üstünde ay yıldızlı bayrağımız dalgalanıyor olmasıydı. Karnımız hep yarı aç yarı toktu. Emellerimiz sönük, onurumuz, öz güvenimiz yoktu başımız hep eğikti. 7 Haziran’da politikayı kilitleyen o dönem zihniyetidir. Bunu aşmanın tek yolu hepimiz oylarımızı AK Parti’ye vermemiz olacaktır. Geçen yüzyılın ikinci yarısında bizim için en önemli politik olay. Göçlerden sonra kökümüze dönerken yeni siyasi kimliğini bulmamız zor oldu. Bulgaristan’da isimlerine, Türk ve Müslüman kimliklerine, doğal insan haklarına seri halinde amansız ve gaddarca saldırılar sürgün ve zindanlar, akan kan birçoğumuzu ürkütmüştü. Bulgaristan’da ve Türkiye’de yaşayan Bulgaristanlı Türk ve Müslümanlar olarak büyük kaynaşmamız İstanbul / Taksim Meydan mitinginde, Todor Jivkov’un totaliter rejimine karşı birlikte büyük saraçhane mitinginde başkaldırımız da oldu. O zaman orada ilk kez birlikte tek yürek olarak çarptık, bir yumruk olarak havaya kalktık. Bu yeni bir başlangıç oldu. O gün o meydanda bize “Bulgar” diyenlerin yenildiği gündür. O güne kadar susal volkanın patladığı andır. Beraber olduğumuzu dünyaya İstanbul’dan duyurduk. Hepimiz birden haykırırken yeri göğü nasıl inlettiğimizi anımsıyorum. Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için mayamız o mitingde tuttu. Artık aramızda ol-


182

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

mayan, o dönemin Dernek Başkanı Mehmet Çavuş’a çok şey borçluyuz. İstanbul mitinginde hepimize dayanışma aşı yapıldı. Şimdi o muhteşem İstanbul mitinginden 30 yıl sonra Türkiye politikası içinde kendi yerimizi şerefle almamız için uyanıyoruz. Toparlanmamızın anlamı politiktir. Siyaset içinde biçimlenmeden hiçbir konuda yol alamayız. Bizim de liderimiz Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dır. Göçüp geldik de, yüzümüzün ancak 2002’den sonra gülmeye başladı. Son dönemde baştan başa değişen anavatanımızı kıskananlar belirdi. Ameli bozuklar Türk halkının Atatürk’ten sonra ikinci büyük lider olan AK Partini kurucusu, 3 dönem Başbakanımız ve Büyük Türkiye projesinin baş mimarı olan, 30 Ağustos 2014’te Cumhurbaşkanı seçilen Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ı kıskanıyor ve fesatlık püskürüyorlar. Dünya karşısında. Onun yönetiminde Türkiye dünyaya parmak ısırttı. Atatürk’ün dünya mazlum halklarına ulusal kurtuluş örneği verdiği gibi Recep Tayyip Erdoğan’da dünya bunalım bataklığında tepinirken hızlı ve güvenli kalkınma örneği verdi. Son 5 yılda derinleşen Yakın Doğu bunalımı, durmayan savaştan kaçan milyonlara kapı açan, onları doyuran Büyük Türkiye onun eseridir. Fesatçıların başında olanlar. Bir defa dıştan ve içten beslenen terör lobisi ve onun Türkiye uzantısı PKK silahlı örgütü, Halkın Demokratik Partisi HDP gibi bir çehresiz siyasi beslemesi var. Demokratikleşmede, etnik ve dini azınlıklara da tüm haklarını tanımada Avrupa’yı çoktan sollamış olan Türkiye’de bitmek bilmeyen “Kürtlerin demokrasi kavgası” sürüyor. Bu kavgayı yürütenlerin TBMM’ne de girip sinsi hainliklerine siyasi maske takabilmeleri için CHP kendilerine 7 Haziran seçiminde 1 milyon oy verdi. Bu partiye de Atatürk’ün partisi diyenler hala var. Fesatçılar başı olan başka bir grup da kışkırtmayı ve düşmanlığı Pensilvanya’dan üflüyor. “Paralelcilerin” Ankara iktidarını devirme denemesine şahit olduk. Bunların hepsi Türkiye’mizin kalbine uzanan dikenli ve zehirli ellerdir. Bu, sonsuz bir küstahlıktır. Fırsat buldukça destekledikleri PKK silahlı grupları, ülkeye yayılan ve her gün kurban alan silahlı terör örgütü, akan kan yerli ve yabancı terör lobisinin ortak hareket ettiğine kanıttır. Düşman güçlere göğüs geren silahlı güçlerimiz, polis, jandarma ve özel harekât kararlı operasyonlarına devam ederken, “İpek - Koza” gibi dev şirketlerin fesat havuzuna 7 milyar 600


Makale ve Analizler - 2015

183

milyon US Dolar akıttığı haberleri, nefret dolu toplumu sarsıyor. Bu mücadelede daha etkin ve kararlı devreye girmemiz 1 Kasım’da AK Partiye oy vererek Cumhurbaşkanımızın kararlılığını desteklemekle olacaktır. Bu da 400 vekil vererek olmalı. Birkaç gün önce başlayan 1 Kasım erken seçim kampanyası, aynı zamanda Bulgaristanlı soydaşlarımızın, eski ve yeni göçmenlerin dernekçiliği aşarak politikaya yelken açtığı yeni bir başlangıç olacaktır. Hedefimiz aramızdan 3 genç ve yetenekli soydaşımızı Büyük Türkiye’nin Büyük Politikasına katmaktır. Sesimiz ancak böyle duyulacak, yolumuz böyle açılacak, sorunlarımız çözüm bulacaktır. Anahtar sizin elinizdedir. Bu gün bu fırsatın var amma yarın olmayacak, yanlış yapma hakkımız yok! Ya Büyük Türkiyeyi tekrar şahlandıracağız ya da... Karar senin bu son atışı olduğunu unutma.

Anavatanımızı Hak Edelim!

Şakir Arslantaş-04.Eylül.2015

Konu: Kahramanlarımız sağ olsalardı hangi partiye oy verirdi? Yaz çarşıları, güneşli günleri tezgâh altına iterken, yağışlı rüzgârlı günlere davet gönderdi. Mevsim değişecek ama anılarım hep aynıdır. Ne güneşin yakıp kavurduğu günler ne de çadırımın savrulduğu ve soğuk damlaların yüzüme vurduğu anlar “ölümü çağırdığımız geceleri” belleğimden silemez. Benden ayrılmayan hatıralarım, geldim geleli sohbet ve tartışmalarıma hep konu oldu. Bazen yumruk bile sıktığım bu temaslarımda asla son çay veya son kahve olmadı. Yeniden buluşmak ve tartışmak umuduyla ayrıldık hep birbirimizden. Bulgaristan anılarımız, Türkiyeli soydaş kimliğimizin ruhuna şekil veren oldu. Kimse geçmişinden vazgeçemez. Komünist toplum seçimlerinde gidip oy verir, başkalarının gösterdiği adayları seçerdik, onlar da başkalarından aldıkları emirlerle iş görürlerdi. Bizim işimiz onları seçmek, onların işi ise bizimle uğraşmaktı. Öyle oldu da, kaşıya kaşıya


184

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

önce sivilce, ardından da her yerimiz yara bere oldu. Bulgar uyuzuna tutulduk. Verilmiş sadakamız varmış, zar zor kurtulabildik. Bizim kültürümüzde övünmek yoktur. Kendini yani başından geçenleri anlatanlara “guvalak” denir. Ardından kendini gene “göklere çıkardı” gelir. Daha ileri gidilince “ağzı laf yapıyor da, kendini övüyor, sanki aynı çileyi hepimiz çekmedik!” gibi tepkiler gecikmez. “Herkes kendini bilir” deyip ağzını bıçak açmayanlar, 26 yıldan beri sustular. Bu susmayı çözenler ve çözemeyenler var. Susanlar anlatacak bir şeyleri olmadığı için susmuyorlar. Anlatılması sakıncalı olan gerçekler olduğundan ses çıkarmıyorlar. Zindanın zindanı içinde kalmış, çilelerin çilesini çekmiş düşünürlerimizden Deliormanlı Ahmet Şerif Şerefli “Türk Doğduk, Türk Öldük” kitabında hapishanelerde geçirdiği ağır günlere ayırdığı sayfalarda iki tip insan anlatıyor. Gerçek kahramanlarımızın hayatından bir anı. Ölümü Çağırdığım Gece Kimi kez ölüme “Gel artık!” dediğim doğru. Ama “Ne şehit oldu ne Gazi” dedirtmek istemiyordum. Halide Edip Adıvar, “Kendime güzel bir ölüm saklayacağım!” demişti. Kimi kez avucumu açıyor, çok değerli bir nesneymiş gibi bakıyordum ona. Acılarım dayanılmaz olunca son çare olarak bu sırça parçasıyla pisipisine ölümü tercih edecektim. Çok acı duymayayım diye bilek damarını kesince sidik kovasının içine sokacaktım kolumu. Sıcakkan suyun içinde acı vermiyormuş o kadar. Ceza evinde ölümün en kolay çaresi buydu işte. Yedinci koğuşta kalanlar, hücrelerinde yattıkları döşek üzerinde yemeklerini yiyorlardı. Ekmek kesmek için kesici alet kullanmamıza izin vermedikleri için kimileri konserve kapaklarından bıçak yapıyorlardı. Tenekeyi taşa sürerek keskinleştiriyorlardı. Gardiyanlar bunu bildiklerinden arada bir arama yapıyorlardı. Gardiyan elini cebime sokunca işte bu ufak cam parçasını bulup çıkarmıştı. “Bu ne?” “Şey. Tırnak kesmek için kullanıyorum bunu!” “Bu tırnak keser mi?” “Ben kesmeye çalışıyorum işte! Tırnak makasımı aldınız ne yapabilirdim?” Sırça parçasını alıp götürmüştü. Sanki değerli bir taş alınmıştı benden. Beni en çok dayaklayan, paramı çalan, çorbamı eksik veren, banyoya götürüp yıkanmadan getiren hep aynı gardiyandı. Burnumu da o kırmıştı. Gardiyanda acıma duygusu yoktu. Bir köpekte ondan daha çok insanlık olabilirdi. Gardiyanların suya attıklarını köpekler kurtarmaya çalışıyor, biliyorum.


Makale ve Analizler - 2015

185

Bizim işte bu örnek, ölümü yenen ölümsüzlerimiz var. Sayılarını henüz kesin bilemiyoruz, listelerini hazırlayıp yayınlayamadık, çünkü aynı hapishanelerde sahtecikten yatan vicdansız hainler de vardı. Sahte “kahramanlarımız” - “DS” ispiyoncuları. İçeride onlar da bizimle beraberdi. Onlar da ayakkabı dikiyorlardı; demir dökümde kapıl dolduruyor gibi görünüyorlardı; marangozhanelerde kereste taşıyormuş gibiydiler; yonga süpürüyor, talaş topluyor, ağaç ununu sandıklara dolduruyorlardı ya da taş ocağında çakıl kırıyormuş gibi yapıyorlardı. Bazıları hem cezaevlerinde hem de “Belene” Toplama Kampı’nda koğuş sorumlusu, kâtip, depocu, alet edevatçı, kütüphane süpürücüsü gibi işleri elle koymuş gibi kapıyordu. Dükkânda gofret ve kullanım tarihi geçmiş balık ve domuz konservesi satıcısı olanlar bile vardı. Biz işe giderken onlar sıra dışı kalmayı her zaman becerdiler. Yemekhanede de öyleydi. Hep toktular. Hep iştahtan kesilmişlerdi. Üzerinde beyaz kurtlar yüzen siyah erik hoşafı geldiğinde ama “ben almayayım, teşekkür ederim” diyenlerin özel vazifeli olduğu 10 yıl önce gün yüzüne çıkmıştı. “Belene” kampında ayakaltında dolaşanların 52 kişi olduğu açıklandı. Memleketimizde, hem de burada soydaşlar arasında, sıktıkça çıbanbaşından yayılan sarı irin ve kara kan gibi akan bir yara var. Uzaktan bakınca görünmeyen, fakat soydaşlarımızın göz göze gelmesine engel olan bir geçmiş sızısı dinmedi gitti. Basında çıkan son açıklamalarda, Bulgar gizli polis dairesi, aksi istihbarat genel merkezi “DS” ajan dosyaları arasında “Ahmet Doğan, yani Medyo Doğanov, yani Sava, yani Sergey, yani Dönek, yani Andrey” dosyası 10 cilt üst üstte duruyor. Oturup okudum. Bu dosyaların içindeki pislik bir şey değil, dışarıdaki bulaşık suyu deresi şarıl şarıl akmaya devam ediyor. Dosyası açılmayan, dışarı kaçan, göç eden, saklanan, geçmişinden utandığı için yaşar yaşamaz hayat sürdürenler var. Eşine, çocuklarına, anasına babasına, akrabalarına geçmişini anlatamayanlar var. Onların geçmişi beyin ameliyatı geçirseler bile görülemeyecek. Bellek okuma makinesi henüz düşünülemedi. Dosya Şubesi Eski Başkanı, halen iktidar olan GERB partisi milletvekili Metodi Andreev son açıklamalarında, HÖH partisi kurucu başkanı ve hali hazırda “fahri” başkanı olan Ahmet Doğan sözde “gizli Türk partisi kurmak” suçundan yatarken, siyasi polisten 9 739 (dokuz bin yedi yüz otuz dokuz) leva para almış, deniyor. Bu nasıl iştir, bir türlü aklım almaz! At imzayı al parayı... Bir yandan, Sofya, Stara Zagora ve Pazarcık hapishanelerinde muhbirlik ve jurnalcilik için maaş alırken, üstünü tepegözlük edip kendini ağırdan satıyordu. Türklerden bu denli kaşarlı bir ikiyüzlü çıkması da başlı başına bir olaydır. Genelde Türkler sökülmeyen bir millettir. Ona, “baş hain”


186

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

deyenler haklı, püsküllü hain bu adam. (Paraları hangi isimle aldığı önemli değildir.) Ahmet Doğan “hapis yatarken” gizli çalışan makamdan sürekli para sızdırmıştır. “Hapis” yıllarında, o Sofya ile Filibe arasındaki İhtiman kasabası Demir Döküm İşletmesi’nde döküm ustası olarak maaşlı işte göründü. Yine aynı yıllarda Sofya ili dahilinde, Sırbistan sınırı yakınlarındaki Dragoman kasabası lisesinde Marksizm - Leninizm yani Sosyal Bilimler Öğretmeni olarak da sözde görevde bulundu ve maaş aldı. Bu yerlerin her ikisinden de devamlı ve aksatmadan maaş aldı. Ben şahsen bu örneklerin daha da fazla olduğuna inanmaya başladım. Çünkü yılların geçmesiyle büyük hainin dört bir yanı iyice kokuştu. Batan “BTK” bankası çöplüğüne Ahmet Doğan çevresindeki şirketlerin parasından 50 milyon leva kayıplara karıştı. Benzer örnekler çoktur. Hepsi şok edicidir. Bu da ikinci tip kahramanlarımıza lider örneğidir. 1 Eylülde Sofya’da meclis açıldı. İlk 3 gün “Rüşvetçilerle Mücadele” kanunu tasarısı görüşüldü. Reformcu Blok (RB) Başkan Yardımcısı ve Başbakan Yardımcısı M. Kuneva hazırlamıştı. Tartışmalar, bağrışmalar, kakışmalar, birbirlerini lanetlemeler ve iş oylamaya geldiğinde sonuç: “Yok, Biz böyle bir kanuna oy veremeyiz!” Kanun geçmedi. Yol kesenler “hazırdan yemeyi seven” takımıdır. Onlar rüşvet yemeden bir gün bile yaşayamaz. Avrupa Birliği’nden gelen paralara el atmazlarsa kudururlar. Bu kadrolar o eski devletin güvendiği kayırılmış kadrolardır. Hapishanede beslenen, sözde “işsiz kaldıklarında” sürekli yemlenen emin eller. Onlar artık hiçbir konuda değişiklik istemiyorlar. Her soruya yanıtları “Hayır!” “Sağlık Reformu” ile “Eğitim Reformu” ve hatta Avrupa Birliği’nin de ısrarla istenen “Adalet Reformu” meclis kalesini aşamıyor. Genel Kurul Bileşimi’nde gerekli oyu alamıyor. Yasa önerileri “Reformcu Blok” bileşimi altında hareket eden 5 parti tarafından hazırlanıyor ama hayat hakkı bulamıyor. Sonuç, M. Kuneva, Güçlü Bulgaristan Başkanı Radan Kınev ve çiftçiler, yeşiller ve diğer renkler artık “erken seçim” bayrağı kaldırdı. Mart 2016’da Bulgaristan’da erken seçim yapılmasında ısrar ediyorlar. Bu genel politikacı tipi, aslında bir şeyler yapmak istese der yapacak durumda değil. Onlar da, Bulgaristan’ı frenleyenlerden, kıskıvrak bağlayanlardan ve “stop” etmeye zorlayanlardan bazılarıdır. Her gün havada yeni bir bulut beliriyor. Kararıyor gürlüyor ama yağmur düşmüyor. Gerçek budur. Şimdi 2 ülkede de erken seçimden söz ediliyor. Bir defa 1 Kasım 2015’te Türkiye’de erken milletvekili seçimi olacak. Bu çok önemli bir seçim! Biz, Bulgaristanlı soydaşlar olarak 7 Haziran’da yaptığımız gibi, inat olsun diye gıcık olsunlar diye oyumuzu yine zamanını yaşamış, politikadan tatil olmak isteyen, formül üretemeyen CHP ve MHP partilerine verirsek ve hele CHP akıl ermez


Makale ve Analizler - 2015

187

nedenlerle Kürt asilerin HDP partisine 1 milyon oy hibe ederse, Türkiye’ye, anavatanımıza, çocuklarımızın geleceğine olağanüstü büyük zararda bulunmuş oluruz. Türkiye’yi bölme hedefli ve Türklüğü ezme amaçlı, silahlı çatışmalı bir siyaset her gün can alıyor. Bu gidişe ancak Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan, Başbakanımız Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu ve Anayasal hükümet çözüm getirebilir, mutlaka getirecektir. Kardeşlerim sorun olağanüstü ciddidir. En modern silahlarla donatılmış, ücretli asker kullanan, İslam düşmanı, kelle kesen ordusuna artık 200 bin (kiralık katil) katıldığını unutmayalım. “Arap Baharı” cesetlerinin Akdeniz kumsallarına vurması bütün Türklüğü ve Avrupa’yı sarstı. Canilerden kaçanların bir ucu Afrika limanlarında, tekneler dolusu denizde, Balkan tren garlarında, taşan trenlerde ve taa Norveç’tedir. Tarih katliam ve barbarlığın böylesini görmemiştir. Bu açıdan bakıldığında bu seçimlerin Türkiye için taşıdığı önem son derece büyüktür. Türkiye’de yaşamak isteyen Ak Parti’ye oy vermelidir. AK Parti’ye oy vermeyen aklını devşirsin ve bavul sıkmaya başlasın, başka deyeceğim yoktur. Yanlış anlamayınız, kimseyi korkutmuyorum. Atasözümüz “önce komşuna bak!” der. İnanın: Komşuların hepsi bu defa AK Parti’ye oy verecektir. Biz, BULTÜRK derneği olarak Oyumuz AK Parti’ye Sloganı etrafında birleştik. Bu seçimde AK Parti listesinde biz soydaşların da 50 aday adayı yükselttik. Bu bir ilk olmasına rağmen, kendilerine güveniyoruz. Hepsi genç ve gerçek kahraman olma şerefini hak etmiş kardeşlerimizdir. Hiç birinin Türk ruhuna leke düşmemiştir. Hepsi hile nedir bilmez, pırıl pırıl aydınlarımızdır. Bizim için önümüzdeki seçim yeniden toparlanabilmemize bir fırsatıdır. Bir de, Bulgaristan’da 25 Ekimde muhtarlık ve belediye başkanı seçimi var. Burada eski düzen devam ediyor. “Ajan olmayan seçilemez” kıstası oyun belirliyor. Genç kadrolara yol verilmiyor. Üstüne, ufukta gelecek yılın Martında erken parlamento seçimleri gövde gösterdi. Bu seçimlerde Bulgaristan’daki iki tip insanımız yeniden ve yeniden yüz yüze gelecekler, bu savaşım böyle devam ederken, bizim iyiliğin, dürüstlüğün, hak ve özgürlük davası gerçeğinin büyüyeceğine olan inancımız da güçlenecektir. Bu defa ancak AK Parti listesine oy verirsek, Türkiye politikasını anlayabildiğimizi, Türkiye’yi hendeğe itmek isteyen dış ve iç, yeni ve eski düşmanlarla savaşan saflarda olduğumuzu ispat edebiliriz. Sayın Başkanımız Recep Tayyip Erdoğan’a dil uzatanlar Türkiye’mize, anavatanımıza ve bizim hepimize dil uzatmış sayılır. Burada Ertuğrul Özkök’ü hemşehrimiz demeye utanıyoruz zaten kendisi de hemşehrilerine hiç bir yardımı dokunmadı.


188

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Düşman hepimizin düşmanıdır. Bunu anlamakta güçlük çekenlerin Türkiye’de yaşama hakkı yoktur inancındayım. AK Parti’ye Oy Ver! Saflarında yer almayanlar, yukarıda anlattığım sahte ve ikiyüzlü, kahpe ve hilebaz “kahraman” sürüsünden birilerdir. Zaman değişmiştir. Bir oyun önemi kat kat artmıştır. Ben de bir Türküm diyen her birimiz 1 Kasım’da oyunu AK Parti’ye vermek zorundadır. Ateş bacayı sarmıştır. Bunu kavrayamayanların, CHP, MHP ve HDP’ ye oy verme niyetinde olanların, yakınlarının ve çocuklarının Türkiye’de kalmasının anlamı kalmamıştır. 26 yıl önce gelmiş olmamıza rağmen, 1 Kasım 2015 seçimleri hepimiz için Türkiye vatandaşlığını hak etme sınavıdır. Bu sınavı ancak oyumuzu AK Parti’ye vermekle vermiş oluruz. Kahramanlarımız sağ olsalardı hepsi AK Parti’ye oyunu vereceklerdi! Şu zor günde Türkiye’nin bizlere ihtiyacı var. Bizlerde hain çıkmazdı kelemesi mağlesef bizlerde de değişmeye başlamış, ne olur buna çok dikkat edin. Bu gün AK Parti dışında oy kullanmak Türkiye Cumhuriyeti’ne zarar olduğunu tüm çevrenize iletiniz. Buraya niçin geldiğimizi bilelim, buradan öte köy olmadığını da. Anavatanımızı hak edelim!

Tam Demokratik Seçim Sistemi

Alptekin Cevherli-08.Eylül.2015

Bilinen fıkradır: 1950 Seçimleri’nde oyunu kullandıktan sonra, köylü seçmen bir an duraklar ve sandık başkanına döner: - “Bey pusulamı geri istiyorum.” - “Geri verilmez, niçin istiyorsun?”


Makale ve Analizler - 2015

189

- “Adres yazacağım” - “Adres yazılır mı be adam!...” - “Geçen seçimde” adresi yazmadık da oylar başka partiye gitti de... *** 7 Haziran’da bir genel seçim atlattık. O veya bu partiden ziyade hiç kimse seçimin galibi olarak çıkamadı. Ama bütün bir ülke kaybetti. Diğer yandan şu da bir gerçekti ki; % 41 oy alan bir parti dahi tek başına iktidar olacak milletvekili sayısına ulaşamamış oldu. Oysa daha önce bu ülkede % 35 ile hem de açık ara sandalye sayısı ile pek çok hükümet kurulmuştu. Öyleyse şu bir gerçektir ki; mevcut seçim sistemimizde ciddi bir sorun var demektir... Bunu incelemeye başlamadan önce bir bilgiyi daha siz değerli okurlarımla paylaşmak istiyorum: Eğer İstanbul ya da Ankara, İzmir gibi büyükşehirlerimizden birinde yaşıyorsanız ne yazık ki oyu daha az değerli vatandaş oluyorsunuz. Ama buna karşın Hakkâri veya Burdur gibi az nüfuslu bir ilimizde yaşıyorsanız oyunuz İstanbul’daki bir seçmene göre en az 5 - 6 kat daha fazla etkiye sahip! Nasıl mı? Türkiye’deki seçmen sayısı: 53 milyon 765 bin, Yurt dışından seçmen sayısı ise: 2 milyon 868 bin Toplam 56 milyon 633 bin seçmen ve 550 milletvekili koltuğumuz var. 56 mliyon 633 bin / 550 = 102 bin 969 ortalama ile milletvekili başına düşen seçmen sayısı çıkıyor. Buna göre, basit bir aritmetik hesapla her bir milletvekilimizin 102 bin 969 oyla seçilmesi gerekir, değil mi? Ama bu basit hesaba rağmen İzmir’de bir kişinin milletvekili çıkabilmesi için 155 bin 967 oy gerekirken, Tunceli’de 27 bin oy alan kişi milletvekili olabiliyor. Ve 1 Kasım’da da muhtemelen böyle olacak. Ya da İstanbul 2 numaralı seçim çevresinde 164 bin oy alan kişi ancak milletvekili olabilirken Hakkari’de ise 40 bin oy alan kişi milletvekili olabilecek. Elbette hesaplar bu kadar basit değil, kat sayılar, barajlar vb. pek çok öğe var. Ama gerçek sonuç bu... 4 İstanbullu bir Hakkârili oy gücüne ancak ulaşabiliyor. Bu da temsilde adalet ilkesinin resmen gaspı anlamına geliyor. Eğer 550 milletvekili çıkacak ise bu durumda her milletvekilinin ortalama 103 bin oy alması gerekir ki adalet olsun.


190

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Diğer yandan mevcut sistemde nüfusu az olan bazı vilayetlerimizde terör örgütü halkın üzerinde baskı oluşturarak 27 bin oyla bir milletvekili çıkarırken, İstanbul, İzmir veya Bursa gibi şehirlerde 150 bin - 160 bin oyla ancak bir milletvekili seçilebilmekte. Bu ise Mecliste Milletimizin iradesinin aslında temsil edilip edilmediği gerçeğini sorgulamaya neden olmakta! Yani; Bir Tuncelili ya da Batmanlı vatandaşımızın oyu 6 İstanbullu’nun oyuna eşit oluyor. Böyle bir durumda temsilde adaletten kim nasıl bahsedebilir? Ya da çıkan sonuç gerçekten Türk Milleti’nin iradesi midir? Eğer mecliste dirlik, düzen ve güçlü hükümetler istiyorsak öncelikle, seçim sistemindeki bu yanlışa çok hızlı bir şekilde son verilmesi gereklidir. Aksi halde yüce meclis, küçük bir bölgenin ve grubun çoğunluğa tahakkümüne aracı olmaktan başka bir anlam ifade etmez. Ondan sonra da gelsin şehit cenazeleri ve hamaset nutukları... Eğer 103 bin oy üzerinden vilayet tabanlı değil, nüfus tabanlı bir seçim sistemi oluşturulursa (yani bazı vilayetler birleştirilip 103 bin nüfuslu tek seçim bölgesi haline getirilirse) hem temsilde nispeten adalet sağlanacak, hem de terör örgütünün güdümünde siyaset yapmak zorunda olanların etkinliği azaltılacaktır. Öte yandan; aslında bu hata düzeltilse bile sistemde yine de çeşitli yanlışlar sürmeye devam edecek elbette... Çünkü bir diğer sorun da politik hayatımızda bir virüs gibi parti liderlerini ele geçiren lider sultası hastalığıdır. Bunun tedavisi ise asıl olan milletin, kendi vekilini gerçek anlama seçmesi, yani tanıdığı, bildiği insanlara oy vermesidir. Kısacası Tam Demokratik Seçim’dir. Kısacası partisiz demokrasi ya da diğer adıyla “Doğrudan demokrasi” uygulamasıdır. Ancak bu, temsilde adaleti ve milletin gerçekten kendini temsil edebildiği bir sistemi getirecektir. Fakat bu ise başlı başına başka bir yazının bir konusudur... Not: Hakkâri Dağlıca’da ve Iğdır’da kalleş tuzaklarla şehit edilen Mehmetçiklerimize ve polislerimize rahmet, gazilerimize de acil şifalar diliyorum. Milletimizin başı sağ olsun...


Makale ve Analizler - 2015

191

Radyosuz Olamayız!

Rafet Ulutürk-10.Eylül.2015

Konu: Bulgaristan Türkleri Radyo Sever Bir Halk Topluluğudur. Selçuklular Çağından (940 - 1157 ) Balkanlar’da görülen; Osmanlı Çağında (15. - 20. yy) yarımadaya ilerlerken medeniyetle yerleşen, bugünkü Bulgaristan Türkleri, geleneklerini Türk-Müslüman kültürü ve eski kıta uygarlığı ile iç içe yaşayan köklü bir halk topluluğudur. 93 Harbi’nde, (1877 - 1878 Rus - Osmanlı Savaşı’nda) Osmanlı ümmetinden kopan ve Bulgaristan’da Türk varlığı olarak yeni bir kimlik oluşturan halk topluluğu, ilk egemen oldukları topraklarda artık 136 yıldır azınlık durumundadır. 1878’den beri yok ediliyoruz. Bu tarihsel olayın Bulgaristan Türkleri için büyük bir trajedi olduğunu anlatabilmek için şöyle örnek yeterli olabilir. 1877 - 78 Savaşı Osmanlıya karşı bir saldırı savaşıydı. Rus ordularıyla çarpışmalar Bulgaristan topraklarında yürütüldü. Rus İmparatoru bu savaşı “ırklar ve yok etme”, Osmanlıyı tok etme saldırısı olarak yürüttü. 1 milyon 230 bin Türk Rumeli’den Anadolu’ya kovulurken muhacir durumuna düşürüldü. 20. yy’da Balkanlardan Türkiye’ye 39 göç olurken, bunların 6’sı Bulgaristan’dan oldu. Bu arada 261 bin 937 kişi de savaş sırasında ya da göç yollarında hayatını kaybetti. Öz kültürümüz ölümcül darbeler aldı. Ayrıca, Bulgaristan topraklarındaki Türk-Müslüman kültürel mirası ağır darbeler aldı. O dönemde Sofya’da 72 cami vardı, bugün 1 cami kaldı; Filibe’deki 33 camiden 2 cami kaldı. Türklüğe darbeler eğitim-öğretim alanında derinleştikçe derinleşti. Rahat dönemlerimiz de vardı. 1919 - 1923 yılları arasında Bulgaristan’da Aleksandır Stamboliyski hükümeti vardı. O kısa dönemde Türkler rahat günlerini yaşarken, 1921 - 1922 ders yılında Türk azınlık okullarının sayısı 1712’ye çıkmıştı. Bu, Bulgaristan Türkülüğünün ilk uyanış dönemidir. Onlar anadillerinde Prenslik Dönemi (1878 - 1908); Krallık Dönemi (1908 -1944) ve Komünist Dönemde (1944 - 1989) toplam 200 gazete ve dergi çıkardılar. Şumen, Razgrat, Rusçuk, Kırcaali ve Haskovo’da tiyatro sahnelerini açtılar. Razgrat, Rusçuk, Kırcaali, Sofya’da vb öğretmen okulları ve liseler kurdular. Sofya Üniversitesinde 4 fakülte Türkçe tedrisatlıydı. Sofya Radyosu Türkler için büyük bir kazanımdı.


192

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu kazanımlara 1947’de bir yenisi eklendi. Sofya Raryosu’nun Bulgaristan Türklerine mahsus Türk dilinde özel günlük radyo yayınları başladı. Radyo kültürel kaynaşmamızda, lehçelerimizin edebiyat Türkçesinde birleşmesinde, bir azınlık olarak beraberce haberleşmemizde olağanüstü büyük rol oynadı. Bulgaristan Türklerinin eğitip yetiştirdiği en gözde aydınlarımız bu yayınlarda yazar, yayımcı, çevirmen ve sunucu olarak yıllarca çalıştı, halkımıza hitap etti, gönül kaynaşmasında öncelik etti. 1974 yılından başlayarak Sofya Radyosu’nun Bulgaristan Türklerine Mahsus yayınları 5 saate çıktı. Haber ve yorum, bilgilenme, dünyaya açılan büyük pencere olan Sofya Radyosu susmadı, sabah, öğle ve akşam her an, her fırsatta halkımızın gönül dostu oldu. Radyomuz halkımızla birlikte soludu. Gün geldi Bulgaristan Türklüğünün inandığı tek haber ve bilgilenme kaynağı oldu. 1985 Şubatında kapatıldığında Bulgaristan Türkleri “kimlik davamızda en büyük şehidimiz düştü” dediler. Ağır bir suskunluk dönemi yaşandı. Sofya Radyosu bizim ana kültür kaynağımızdı. Sofya Radyosu Bulgaristan Türklerine Mahsus yayınlarının işlevsel ödevi yalnız Bulgar Haber Ajansı’ndan (BTA), Sofya hükümeti; Bulgaristan Komünist Partisi (BK) veya Bulgar Çiftçi Halk Partisi (BÇHP) propagandasına alet olmak değildi. Bunu böyle düşünenler yanılgı içindeydi. Radyo Türklerin yoğun yaşadığı bölgelerde hayatın nabzını tutuyordu. Yönlendirme ve kontrol fonksiyonu görüyor, adaletsizlikle, rüşvetçilikle, yolsuzluklarla savaşıyor, her sinyale dikkat çeviriyordu. Bununla birlikte, o Türk azınlığın sözlü ve yazılı edebiyatını, şarkı, türkü, ninni, mani ve taşlamalarını; şiirlerini, masallarını, efsanelerini, halk hikâyelerini, öykülerini, fıkralarını, taşlamalarını, çocuk edebiyatını; atasözlerini, taşlamalarını, tekerlemelerini vs canlı yaşatan bir kaynaktı. Radyo piyesleri, radyo romanı, radyoda edebiyat vb programlarla halkımızın kültürel yaşamından bir parça olmuştu. Radyodan hava durumunu dinlemeden kimse evinden çıkmazken, tütün sırıklarının güneşe çıkarılması ya da toplanması, bitkilerin sulanması ya da harmanda kurutulan hasadın örtülmesi ya da açılması hep bu bilgilenmeye göre yapılıyordu. Radyo halkın işini kolaylaştırıyordu. Sofya Radyosu Bulgaristan Türklerinin ahlakında namus, kültüründe ölçüt, anadilinde edebiyat düzeyi idi. Can kulağıyla dinleniyor ve seviliyordu. Radyo arşivindeki binlerce şarkı ve türkü, sanat eseri yaşamamıza tat ve tuz oluyordu. Kültürel soykırımın hedefi kimliğimizdi.


Makale ve Analizler - 2015

193

“Soya dönüş” saçmalığı, isim ve soy isimlerimizin değiştirilmesi, Türk kimliğimizin Bulgarlaştırılması, Müslüman yaşayış şeklimizin yok edilmesi zulmü son doruğuna tırmanmadan, özgün radyo yayınlarımız tam 43 yıl sürmüştü. Radyomuzun kapatılması, Türk’ten korkanların Türk dilinden, anadilimizden de korktuğunu ortaya koydu. Kimliğimizi belirleyen Türk kültürü eritilip asimile edilmemizin olmasızlığını gün gibi ortaya koydu. Türklük ruhunun Türk dilinde söylenen ninnilerle mayalandığı ortadaydı. Türkçe düşünme, konuşma, yazılma, radyo programları hazırlama, gazete çıkarma, kitap basma bilincine ulaşan bir kimliği köreltmek en ağır yasaklarla bile kolay olmadı. Aydınlar, öğretmenler, mühendis ve doktorlar, yazar ve şairler, tarih bilen, dünyayı algılayabilen Bulgaristan Türkleri sürüldü, hapsedildi ama yılmadı, hapishanelerde Türk kaldı. Yasaklamalarla Türklüğü yok etmenin mümkün olmadığı zihniyete iyice yerleşti. Tarih hafızayı yok eden beyin ameliyatı bilmiyordu. Yakın tarihte Yahudiler gaz kamaralarında yakılmışlar ama yine Yahudi kalmışlardı. Bulgaristan Türklerine yapılan zulmün zirvesinde bir radyo gazetecisi şöyle dedi: Türk doğduk, Türk öldük! Sofya Radyosu’nun Bulgaristan Türklerine mahsus günlük radyo yayınlarının yasaklanmasıyla Türklüğümüzü ve Müslümanlığımızı yok edebileceklerini düşünenlerin yanlış hesap peşinde olduğu hemen anlaşıldı. İbreler “Deutsche Welle”, “Amerika’nın Sesi”, “Ankara Radyosu” ve “BiBiSi” programlarını buldu. 1989 Mayısında isyanının örgütlenmesinde ve patlamasında radyolar büyük rol oynadı. Hayat Bulgaristan Türklerinin kulağının hep radyoda olduğunu kanıtladı. Radyo yayınlarımızı yeniden canlandırma çabalarımız. 10 Kasım 1989 günü BKP ve totaliter devletin politik sahneden çekilmesiyle başlayan “Geçiş Döneminde” hak ve özgürlüklerimizin yasal yollardan geri verileceğine, bu arada Sofya Radyosu’nda Bulgaristan Türklerine mahsus Türkçe yayınların yeniden başlayacağına umut bağladık. Bulgar devletinin, bir bir ardından iktidar olan güçlerin Bulgaristan Türklerinin en doğal hakları olan radyo ve TV yayını, gazete, dergi ve kitap basma hakkı, devlet okullarında anadilde eğitim alma hakkımız gibi en doğal haklarımız yerine getirilmedi, kabul edilmedi, yasallaşmadı. Hatta yasal sınırlamalar sertleşti. 2005 yılında Sofya Radyosu’nda 3 saatlik bir yayın “Bulgaristan” (Balgaria) programına bağlı program sunmaya başladı. 20 yıllık unutturma döneminden sonra yayına başlanması ilgi uyandırdı ve dinleyici kitlesi buldu.


194

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

2015 yılının Mart ayında Kırcaali Belediye Başkanı mühendis Hasan Aziz (3.dönem) , Kırcaali yöresi için 3 saatlik Türkçe yayın lisansı istemesi ancak 3.dönemin sonunda aklına gelebildi. Yayın Kırcaali, Haskovo, Güney Doğu Rodop bölgesinde Smolyan (Paşmaklı) ve Plovdiv (Filibe) köylerine kadar işitilir güçte olacaktı. Kısa adı SEM olan Bulgar Kitle İletişim Araçları Başkanlı ve Sofya Radyosu Başkanlığı konuyu birkaç defa gündeme getirdi. Bulgar aşırı milliyetçi ve ırkçı zihniyeti (VMRO, PF, “Ataka” vb) dışında Kırcaali’de Türk dilinde 3 saatlik bir radyo yayını başlaması, haber ve yorumlar dışında, ahlak bilgileri ve Bulgaristan Türklerinin sanat ve kültürünü konu etmesi büyük tepki uyandırmazken, zehiri keskin milliyetçiler büyük güçlük çıkararak Türk Radyosu Planını suya düşürmüş oldular. Türkçe radyo yayınları konusunda toplum ikiye bölündü. Olaya gerçekçi bir yorum getiren SEM Başkanı Georgi Lozanov Türkçe radyo yayınlarının arttırılmasını isteyen entelektüellerden biridir. O, Yakın Doğu Savaşı, ardı görülmeyen göç dalgası, Ukrayna’nın parçalanması, Kırım Yarımadasının ilhakı ve Bulgar toplumunun NATO ve AB üyeliğiyle başlayan iç toplumsal parçalanma sürecinin derinleştiğine dikkat çekerek, Bulgaristan Türkleri için günde 3 saat değil 18 saat anadillerinde yayın yapacak bir radyoya ihtiyaç olduğunu vurguladı. Yeni kuşağın ABD askeri güçlerinin ülkemize ağır silahlarla üslenmesini, Moskova yanlıları ve Batı taraftarları arasındaki kapışmayı anlamakta zorlandığı gün gibi ortadadır. Türkiye ile devlet sınırımıza gelen 3 metre yüksek dikenli tel gerilmesi, 25 Ekim yerel seçimleri propagandasının ana dilimizde yapılması yasağının sürmesi, Türklerin bilgi karanlığında tutulduğuna işarettir. Kültür ocakları kapanan köylerde çocuk sesi işitilmiyor. 15 Eylülde 2015 - 16 Ders yılı başlıyor, anadilimizin zorunlu okutulması tedrisata alınmadı. Karanlıkta yaşamak istemeyen Türkler çocuklarıyla birlikte memleketimizi terk ediyor. Suni-Hanefi mezhepten Müslümanların Başmüftüsü olan Prof. Dr. Nedim Gençev’in Razgrad’a bağlı Glodjevo’daki İngilizce tedrisatlı okuluna yeni ders yılında öğrenci toplanırken güçlük çekiyor. Köyler boşalşmış. İnsanlarımız kültürel harcı olmayan köylerde ömür geçirmek istemiyor. “Boğulacaksak, başımızı taşlara vura vura susuz köy deresinde değil, denizde boğulalım!” deyip çekip gidiyorlar. HÖH yönetiminin ilgisizliği. Hak ve Özgürlükler Hareket, (DPS) bu konuda susuyor. Bizim özgün kültürümüzün can çekişmesine seyirci bile olmak istemiyor. Kuşkusuz Allah hain-


Makale ve Analizler - 2015

195

leri kendi elleriyle cezalandırıyor. İçki kadehi elinden düşmeyen Ahmet Doğan’ın karaciğeri tamamen bitmiş, kalın basağındaki olumsuz tümör de kanserleşip 25 santimetreden fazla uzamış. Halkın lanetine saraylarda yaşamak mehlem olmuyor. Seçtiğimiz milletvekillerinin ruhlarını satmış, anadilini unutmuş tipler olduklarından radyo yayını derdi yok. SEM toplantılarından hiç birine gelmediler. Yerel ve ulusal radyo programları istiyoruz. Yazılar ölülerin dilidir. Biz canlı, yaşayan insanlarız. Anadilimiz Türkçedir ve Türkçe Radyo programı istiyoruz. Vergimizi Sofya devletine ödediğimiz için bu programları Bulgar hükümetinden, meclisinden ve toplumundan istemek öz hakkımızdır. Olmuyorsa, hayatımızı yeni baştan örgütlemek, biçimlendirmek ve yaşatmak zorunda olduğumuzun bilincindeyiz. Biz Radyosuz olamayız!

Özüne Sahip Çıkarak Yükselinir

Raziye ÇAKIR -11.Eylül.2015

Bir hastalığın tedavisinde, etkili bir sonuç elde edebilmek için doğru teşhis çok önemlidir. Teşhisin ardından başlayan tedavi ise; söz konusu hastalık vücuttan atılana kadar titizlik ve kararlılıkla devam ettirilmelidir. Aksi halde hastalığın nüks etmesi kaçınılmazdır. Aynı anlayış toplumsal hastalıklar için de geçerlidir. Herhangi bir toplumsal sorunla mücadele ederken, öncelikle yapılması gereken o sorunun ortaya çıkış nedenlerinin belirlenmesi olmalıdır.Yoksa alınan önlemler geçici olacaktır. İnsanların, toplumsal sorunlar karşısında köklü çözümler üretememelerinin nedeni bu nedenlerin doğru tespit edilememesidir. Yüzyılımızın en önemli toplumsal sorunlarından biri, tüm insanlarda , sevgi , birlik, beraberlik ve kardeşlik duygularının hakim olduğu doğru ahlaki tavırlar ile Toplumsal olarak birleşeceğimize inanmaktayım. Bizler ancak kendi özümüzdeki değerlere sahip çıkarak yükselebiliriz. Bu değerlerin en önemli olanı da toplumsal birlik ve beraberliğimizdir.


196

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu birlik ve beraberlik yani tüm ümmetin birliği gerçek manada sağlanmalıdır.Ancak bu şekilde ; demokratik , insan haklarına değer veren,ifade özgürlüğünün hakim olduğu, Musevilerin, Hristiyanların, her inançtan insanın veya inançsız veya ateist olanların haklarının korunduğu, herkesin birinci sınıf insan muamelesi gördüğü bir yapıya sahip olabiliriz. Gerçek ahlak,gerçek insan ve İslam ahlakı,farklı dinden ve inanıştan olan tüm insanlara sevgi, şefkat,hoşgörü ve merhametle yaklaşmayı emretmektedir. Hepimiz farklılıklarla yaratıldık.Kimimizin gözü renkli,kimimizin boyu uzun kimimizin kısa,kimimizin cildi esmer,kimimizin teni beyaz ,bunun için şükrediyorum. Bu farklılıklar birer çatışma ve husumet konusu değil,inanılmaz zenginlik ve çeşitliliktir. Ve Cenabb-ı Allah ; Rum Suresi 22’de, “Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı olması O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda Alimler için gerçekten ayetler vardır.” buyurmuştur. Evet farklıyız,ancak bu farklılıklar ruhlarımızda bir olduğu gerçeğini değiştirmez . Peygamber Efendimiz (sav) Veda Hutbesi’nde, “Ey insanlar, muhakkak ki Rabbiniz bir ve atanızda birdir.Hepiniz Ademden, Adem de topraktandır. Allah’ın yanında en üstün olanınız, O’ndan en fazla korkanınızdır. Arabın aceme, Acemin Arap ‘a, beyazın siyaha, siyahın da beyaza bir üstünlüğü yoktur,” demiştir. Bir insan, her ne olursa olsun, hayatını doğru yola vakfetmiş, bunu tüm tavır ve davranışları ile ispatlıyor, Allah’ın rızasını ve rahmetini gözeterek güzel davranışlarda bulunuyorsa, diğer tüm insanlar o kişiye karşı derisinin rengi, ait olduğu milleti, dini, dili, maddi imkanları ve mevkisini kıstas olarak değerlendirmez. Sadece sevgi, saygı, samimiyet ve hürmet duyarlar. Toplumumuzda kişilerin birbirine bakış, bakış açısı , birbirleri ile olan ilişkilerinde temel ölçü, karşısındaki kişinin ırkı, etnik kökeni, dili,dini, sahip olduğu imkanları, makamı , mevkisi değil, davranışları, imanı ve güzel ahlakıdır. Çok varlıklı ancak güven vermeyen hatta ahlaken mazbut olmayan bir insanla kimse yan yana olmak istemez. İşte , bu güzel ahlak ile Biz; tüm Avrupa orta çağın karanlığında iken, Dünyaya bilimi, akılcılığı, tıbbı, sanatı, şefkati, temizliği ve bir çok hasleti öğretmiştik. Kur’an nurundan ve hikmetinden kaynaklanan bu yükselişi tekrar başlatmak için, geçmişte olduğu gibi bugünde bizlerin Kuran ahlakı ve Peygamber Efendimiz (sav)’in sevgi şefkat, samimiyet, adalet, hoşgörü ve tüm sünnetini temel alan bir yol göstericiliğe, rehberliğe ihtiyacımız vardır.


Makale ve Analizler - 2015

197

Tüm bu konularda ülkemize çok büyük bir rol düşmektedir. Çünkü Türkiye, hem tarihi ve sosyolojikalt yapısının gereği olarak hem de Peygamber Efendimizin hadislerinde müjdelediği gibi çok büyük ve önemli sorumluluklar üstlenmektedir. Bu sorumlulukların en başında Dünyada barışın, kardeşliğin ,birliğin sağlanması için öncülük etmek gelmektedir. Unutmamak gerekir ki, Türkiye; sözünü ettiğim manada Türk, Kürt, Çerkez, Laz , Gürcü, Ermeni, Müslüman, Hristiyan, Musevi ve tüm insanları kucaklayan bir ümmet birliği kurmuş ve beş yüz yıldan uzun bir süre başarıyla idare etmiş Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısıdır. Bu sorumluluğu tekrar üstlenebilecek, toplumsal alt yapıya ve devlet geleneğine sahiptir. Dahası Türkiye İslam Dünyasının, Batı ile ilişkileri en gelişmiş ülkesidir. Bu da Batı ile İslam Dünyasının sorunlarının çözümünde ara buluculuk yapabilmesine olanak sağlar. Türkiye’nin tarihsel olarak anlayışlı ve mutedil olması ve Türkiye’nin İslam Dünyasında , Müslümanların büyük çoğunluğunun izlediği ehli sünnet inancını temsil etmesi de önemli bir vasıftır. Altı yüzyıl boyunca yaşadığımız bu çok kültürlü ve değerli medeniyet tüm dünyaya barış, adalet, hoşgörü, kardeşlik, yardımseverlik, birlik ve beraberlik getirmiştir. Günümüzde tüm dünya insanları böyle bir kültürün özlemi içindedir. Ve böyle bir kültürün oluşmaması için ortada hiç bir neden yoktur. İnanıyorum ki, bu kültürün yaşatılması ile; en üst kademedeki yöneticilerden en alta kadar herkesi adaletli merhametli, hoşgörülü, sevgi dolu, saygılı, affedici, dürüst, birlik, beraberlik ve kardeşlik duyguları ile bir bütün olacak .Ve toplumumuza huzur ve barış gelecektir.


198

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2015

199


200

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2015

201


202

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2015

203


204

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2015

205


206

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2015

207


208

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2015

209


210

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2015

211


212

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2015

213


214

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2015

215


216

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2015

217


218

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2015

219


220

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.