19 DÜNYA ESKİ DÜNYA DEĞİL

Page 1

Makale ve Analizler - 2015

1

DÜNYA ESKİ DÜNYA DEĞİL

2015 Eylül - Kasım Makale ve Analizleri


2

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

DÜNYA ESKİ DÜNYA DEĞİL BULTURK BGSAM Yayınları Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi - BGSAM -19 BULTÜRK Genel Başkanı: Rafet ULUTÜRK Basım: Eylül - Kasım - 2015 Koordinatör: Dr. Nedim BİRİNCİ Editör: Raziye ÇAKIR İnternet sorumlusu : Kapak Tasarım: Murat ULUTÜRK Pazarlama Sorumlusu: Hamiyet ÇAKIR Arşiv: İbrahim SOYTÜRK İsteme Tel: 0212 511 63 47 www.bulturk.org; www.bghaber.org; info@bulturk.org İnternet sitesinin yazıları Adres: Yıldırım Mah. Şehit Kamil Balkan cad. No.114/A Bayrampaşa İstanbul Tel: +90 (212) 511 63 47 Belgegeçer: +90 (212) 526 51 98 https://bgsam.org/, https://issuu.com/bulturk, https://bulturk.org.tr/ Baskı : DİNÇ OFSET MATBAACILIK SAN. ve TİC. LTD. ŞTİ. Adres: Davutpaşa Cd. Emintaş San. Sit. No: 103/580-581 Topkapı - İstanbul Tel: 0090 212 493 24 67 TÜRKİYE CUMHURİYETİ YASASI GEREĞİNCE BU ESERİN YAYIN HAKKI BULTÜRK’ten İZİNSİZ KISMEN VEYA TAMAMEN ÇOĞALTILIP YAYINLANAMAZ

Web: www.bghaber.org ; E.Posta: rafetuluturk@yahoo.com


3

Makale ve Analizler - 2015

“Bilgi Ordusu, Bizim Ordumuz, Bildiğimizi Öğretmek,Bizim Borcumuz.” Rafet ULUTÜRK

Düşünceler dizisi olan elinizdeki eserin anlamı derin bir uğraşın ancak başlangıcıdır. Bulgaristanlı Türk Müslümanların başına 1970-72, 1984-85’te düşen yıldırımın bir daha düşmemesi için bir uyarı ve ışık niteliğindedir. Saygılarımızla, B U LT Ü R K İ st a n b u l


4

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2015

5

Önsöz Yerine Yıl 2015 1970-1985 arası üzerimize yıldırım düşmüş gibiydik. Stres geçti mi diye, soranlara cevabımız yoktu. Çünkü acımız anlatılır türden değildi. Ayrıca “Geçmiş olsun!” da uygun bir teselli değildi. Çünkü derin izler kaldı ve hiç bir şey unutulmadı. Tanımak zorundayız. Biz Bulgaristan devleti tarafından seri tuzaklara düşürüldük. “Başa gelen çekilir” özlü sözünü de yanlış algıladık. “Başa gelen tepilir!” anlamını açmamız gerekiyordu. Kimlik değiştirme trajedisinden sonra, bir de “Büyük Göçten” sonra Türklerin Türklerle kaynaşması serüveni yaşandı. 120 bin soydaşımızın geri dönüşü Türk bilincinde buluşma dalgasını kırdı. Neyse yılların geçmesiyle bu da aşıldı ve 1989 Ağustosunda “Kapıkule”den girenlerimizin toplam sayısı, Türkiye’de doğan çocuklar dışında 2015 yılı itibarı ile artık Türkiye’de 710 bin kişiye ulaşmış durumdayız. Biz çok büyük, örgütlü ve bilinçli bir güç haline dönüşeceğiz. En büyük özelliğimiz de ata toprağımızı, atalarımızın mezarlarını asla unutmamış olmamızdır. Bugünde bizim için ata vatanımızdaki en değerli taş, oradaki mezar taşlarımızdır. Biz Bulgaristan’da Bulgar çocukları ile aynı kitapları okuyarak aynı okulları bitirmiş olsak da zıt yetiştik, adına sosyalizm yani sözde insan kardeşliğine ve eşitliğe dayanan bir toplumsal düzende bu çelişkiler, ulus ile etnik azınlıklar arasındaki bağdaşmazlığa (antagonizme) kadar kızıştı. “Soya dönüş” yalanı, totalitarizm yıllarında bizi tamamen köreltebildiklerine inananların icadıydı. Türk iradesinin toplu tutuklamalarla, toplama kamplarında taş kırdırılarak, “Belene” ölüm kodeslerinde ve koğuşlarda kırılamayacağını, sulandırılıp eritilemeyeceğini çok geç anladılar. Biz bugün de yeni bir başlangıçtayız. “Bulgar Etnik Modeli”ni gömmeye, Rus ve Bulgar istihbarat ajanlarını politik yapılanmamızdan atmaya ve gerçek demokrasi ile adaletli topluma açılmaya çalışıyoruz.


6

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu özgürlükçü demokrasi ve Batı medeniyetinde buluşma yoludur. Yazılarımızda işlediğimiz konulardan biri de yeni asırda göçmen kimliğinden sıyrılıp Türk ulusal kimliğiyle kaynaşmadır. Saygılarımızla, Raziye ÇAKIR


Makale ve Analizler - 2015

7

Önsöz: Toplumların hayatında yazılı tarih büyük bir öneme sahiptir. Ancak bizde yazılı olmayan tarih, yani nesilden nesile aktarılan tarih vardır. Bu nedenle bazı olaylar zamanla faklı şekilde anlatılmakta veya algılanmaktadır. Gelecek nesillere aktarılacak olan bilgi birikiminin arşivlenmesi, kitap, dergi veya gazete gibi yayın organları aracılığı ile kalıcı hale getirilmesi büyük bir öneme sahiptir. Bu nedenle edindikleri tecrübeleri, yaptıkları çalışmaları toparlamak ve kitaplaştırmak güzel bir çalışmadır. Bunu bireysel olarak yapımaktan öte kurumsal olarak da yapmaları takdire şayan bir davranıştır. BULGARİSTAN TÜRKLERİ KÜLTÜR VE HİZMET DERNEĞİ kısa bir süre önce 2013’te kurulan internet haber sayfası www.bghaber.org sitesindeki yazıları bir araya getirerek yapılan bu çalışmaları kitapçık halinde getirerek bu konuda büyük bir ciddiyet göstermektedir. Derneğin internet haber sayfasında çıkan yazıları ve çalışmalarının yıllıklar halinde kitapçık haline getirerek yer aldığı bu çalışma gelecek kuşaklara aktarılacak ve ışık tutacaktır. Öte yandan dernek büyük bir arşiv de oluşturmuş durumdadır. Dernek faaliyetlerini gerekli ciddiyetle yürüten dernek Başkanı öncülüğünde dernek kurucuları, Yönetim Kurulu ve üyelerinin yaptıkları özverili çalışmalarından dolayı kutluyorum ve başarılarının devamını diliyorum. Ahmet Tüfekçi BULTÜRK Kurucu Üye


8

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Değerli Hemşehrilerim, Bulgaristan’da hepimiz zor günler yaşadık, itildik, ezildik, çiğnendik, hatta gün geldi vurulduk, şehitler verdik. Bu nedenle bizler kendi içimize kapanarak, yaşam mücadelesi vermeye çalıştık. Ancak bu içine dönüklükten kurtulmalıyız ve Türkiye’de yaşadığımıza göre, yasaların bize verdiği tüm haklardan bizlerde yararlanmalıyız. Peki, neden bunu yapamıyoruz? 1877-78 Rus-Türk savaşından sonra Osmanlının Balkanlardan çekilmesiyle birlikte, savaş esnasında işlenen akıl almaz katliamlar nedeni ile atalarımız asırlarca yaşadıkları yerleri terk ederek göç yolunu tutmuşlardır. Geride kalanlar ise Bulgaristandevleti’nin uygulamaya başladığı soy kırım politikalarına karşı direnmiş ve hayatta kalmaya çalışmışlardır. Şimdi ise burada Türkiye’de yaşayanlar oralara yardım edebilmek için, burada ilk önce bir araya gelmek ve bir merkez oluşturmalıyız. Artık bir kurum altında toplanmalı ve birlikte hareket etmeliyiz. Bu birliğe hepimizin ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Artık bir birimizi kötülemekten vaz geçmeliyiz, birisi için yanında konuşamayacağımızı başka bir yerde konuşmamalıyız, yani kısaca arkasından konuşmamalıyız. En önemlisi samimi, hoşgörülü ve ahlaklı olmak. Zamanla her şey yerine geleceğine inanıyorum, ama tabi ki bu dava üzerinde kafa yoran, stratejiler üreten ve devamlı bunun üzerinde çalışan olursa. Bizim savaşımız insanlarımızı ahlaklı yetiştirmek olmalı, birlik ve beraberliğe kendi insanlarımızla başlayarak tüm Türk Dünyasına taşmalıyız. Bizler burada Türkiye’de yaşayan Bulgaristanlılar büyük bir kitle haline gelmiş durumdayız. İşte bu nedenle şimdi bu kitleyi yani kendi hemşerilerimizi, bir araya toplayarak bir merkez, bir güç birliği oluşturmalıyız, tabi ki bu bizim doğal tabii hakkımızdır. Bizler de artık toplum gücünü kullanabilmeliyiz. Toplum olarak haklarımızı elde etmek zorundayız ve bu yönde çalışmalıyız. Biz bunu söylerken, önderlerimizi seçerken, başkaları kötüdür demiyoruz.


Makale ve Analizler - 2015

9

Biz bu işi onlardan daha iyi yapabileceğimize, Türkiye Cumhuriyetine ve Türk Dünyasına daha verimli olacağımıza, buralarda bu bölgelerde yaşayan Türklerin daha iyi, daha güvenilir, yaşamalarını sağlayacağımıza inandığımız için, Önderliğe, Yönetime talibiz. Bu arada Bulgaristan’da kalan kardeşlerimizin hepsinin siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel kimliklerini, muhafaza edebilmeleri için mücadele etmeliyiz ve bu konuda gerekeni yapmalı ve gerekli yardımları yapmalı ve yaptırmalıyız. Aramızda Ahlâklı, Adaletli olanları seçmenli ve yüceltmeliyiz. Geçmişi konuşmaktansa, gelecekten söz etmeliyiz, bugünü değil, yarınları görerek hareket etmeliyiz. Aramızdan stratejistlere imkân ve fırsat vermeliyiz ve onları bizler yetiştirmeli yön verebilmeliyizkısa-10 ve uzunvadeli -50 yıllık hedefleri gösterebilmeliyiz. Aramızda kötü niyetli insanları tespit etmeliyiz, bilmeliyiz ki, onların kusurlarından dolayı değil, bu güne kadar yapılması gerekenleri engelledikleri için aramızdan uzaklaştırmalıyız. Bu güne kadar neler yapılmamış, onları araştırmalı, bilmeliyiz ve neler yapılması gerekir onları söylemeliyiz ve bunları bir an önce hayata geçirmeliyiz. Bizler gözyaşları dindirmek için, yaralara mehlem olmak için, her yüke ortak olabilmeliyiz. Gençlerimize, sadece balık pişirmesini değil, balık tutmasını da öğretmeliyiz, insanlarımızı denizlere, okyanuslara açılmalarını sağlamalıyız. Aramızda Tek Lider değil her sokakta, her mahallede bir lider yetiştirmeliyiz, biz dünyayı yönetmek için oğullarımızı yetiştirmeliyiz. Bizim insanlarımız yani Bulgaristan Türkleri şahsi başarıları Türkiye’de belkide en çok olanlardanız. İşte artık bizler toplum olarak haklarımızdan yararlanmasını bilmeliyiz. Her şeyden önce siyasi haklarımızı toplum olarak kullanmalıyız, daha sonra ekonomik ve kültürel haklar onu takip edecektir. Hepimizin gördüğü gibi, tarihte büyük güçler çok defa kötü politikaların kurbanı olmuşlar ve bunlar devam edecektir. Bir toplumun Lideri olmadan hiçbir şey olmaz, bu lideri de toplum çıkarmalıdır. Siyaseti güvenilir, sevimli hale getirmek bizim hedefimiz olmalı, bu gün çok zor, imkânsız olarak görünse de, yarınlara umutla bakabilmeli ve baktırabilmeliyiz. Var olabilmemiz için, var kalabilmemiz için, öncelikle temel hususlarda anlaşma sağlamalıyız. Aramızda bir birimize güveni kaynaştırmalıyız ve samimi olmalıyız.


10

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Her şeyden önce özgüvenimizi kazanmalıyız, birlik ve beraberliği ön planda tutarak insanları insan oldukları için sevip saymalıyız. İçimizde barışı sağlayıp, tek merkezde bir çatı altına toplanmalıyız. Bu çatı da “BULTÜRK Derneği” olmalıdır. Buradan tüm dünyaya sesimizi duyurabiliriz. Balkanlar konusundaki politikalarda etkili olabilmek için yolları aşındırmalıyız. Çünkü gelişmiş ve Bulgaristan’da etkili bir Türkiye Balkanlara tamamen hâkimiyet kurabilecektir. En önemlisi kararlı olalım ve birbirimize samimi, saygılı olmayı ve bir birimizi sevmeyi öğrenmeliyiz. Bizim derdimizi ve problemlerimizi en iyi anlayabilecek zaat bizden olduğunu idrak etmeliyiz. Bulgaristan Türkleri konusunda teşhisi bizler kendimizi yetiştirerek yetki mercileri alarak son noktayı biz koymalıyız, bu güne kadar ki eksikliğimiz budur. Ayrıca Balkanların anahtarı Bulgaristan’da yani Bulgaristan Türklerinden geçtiğini de öğrenmeli ve öğretmeliyiz. Sevgili dava arkadaşlarım. Kendimizde özgüveni, aramızda güveni ve merkezioluşturduktan sonra, kimsenin aramıza nifak tohumları ekmesi mümkün değildir. Bizim için önemli olan, eksiklerimizi bulmaktır. Geçmişi bırakarak artık bizler aydınlanma dönemine bir an önce geçmeliyiz. Halimizi tespit etmek çok kolay, gazete, dergi yayın hayatımız nerede, kaç gazete, tv, radyo bizimle ilgili haber yapıyor.Burada suçlu değil, sebepleri aramalıyız. Gelin bunları tartışalım, niçin bu güne kadar bir Bulgaristan Kültür Merkezi olmamış, bunu şimdi nasıl gerçekleştirilebiliriz, bunlara yönelik çalışmalar toplantılar yapmalıyız. Hedefimiz Türkiye Cumhuriyetini daha güçlü, daha huzurlu ve daha iyi yarınlara götürmek için olmalı. Güçlü bir Türkiye Bulgaristan da yaşayan Türklerede güven ve huzur verecektir, onların daha rahat yaşamalarını hep birlikte sağlayabiliriz. Bunlar zannetiğiniz kadar zor işler değil. Dünyada insanlar bir iş için değil, bir İdeal için hayatını feda ederler. Bunun için güçlü olmak sesini duyurabilmek için öncelikle bir Kurum ve bunun Merkezini oluşturmalıyız. Çünkü Merkezi olmayan hiçbir topluluk bir yerlere gelmesi mümkün değildir. Bu güne kadar konuşmalar tartışmalar yapılmış fakat bir ağıç ekilmemiş işte bu gün bunu yaptık BULTÜRK tüm Bulgaristan Türklerinin biz öncelikle sadece Bulgaristanlıyız.


Makale ve Analizler - 2015

11

Bizler elimizdeki kıt kaynaklarla bir merkez oluşturmaya çalıştık, bunda da muhafak olduk. Bu merkeze ulaşmakta büyük güçlükler ile karşılaştık bu konuda bizlere yardımcı olan emeği geçen herkese teşekkür ediyoruz. Ayrıca bizlere kendi yerini veren Mümin Hocamıza huzurunuzda kendisine tekrar tüm halkımız adına buradan teşekkür ediyoruz. Bundan sonraki hedef de Türkiye’nin her yerine ulaşmak ve bu birlikteliği her yerde tesis etmektir. Bu merkezimizde artık kendimize ait bir kültür merkezimiz oluştu toplantı salonumuz da mevcuttur her 15 günde bir toplanıyoruz. Amacımıza ulaşabilmek için devletin bir şeyler yapmasını beklememeliyiz. Birlikten kuvet doğar Atasözünde olduğu gibi güçlerimizi birleştirerek devlet yönetiminde söz sahibi olmalıyız ve geleceğimize kendimiz yön vermeliyiz. Gençlerimizin devlete girmelerinin yolunu aydınlatmalıyız. Artık bizim de Ankara’da TBMM’de kendi temsilcilerimiz olmalı. Bizler de buralara kendi içimizden birilerini gönderebilmeliyiz. Aramızda birlik ve beraberliğimizi oluşturduğumuz takdirde kendi içimizde samimi olduğumuzda başarıların ard arda geldiğini göreceğiz bunu başaracağımıza eminim. İhtiyacımız olan tek şey kendi içimizde daha adaletli olabilmek. Sevgi ve saygılarımı sunarım, Genel Başkan Rafet ULUTÜRK


12

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Evsiz Kaldık Ama Yenilmedik ki!

Musa Vatansever-13.Eylül.2015

Konu: Son Roman Türküsü: Ben Halkımın Kavgasıyım: “Pirin Dağı” yaylasındayız. Okullar açılıyor, 15 Eylüle 4 gün kaldı. Roman çocuğu babasına: “Baba ben bu yıl da okula gitmeyeceğim.” diyor. “Nedenmiş o?” oluyor babasının tepkisi. “Evimizi yıktılar, ödevlerimi yazmaya yer yok!” “Git oğlum git, diz üstünde yazarsın!” sözleriyle ısrar ediyor babası. “Gitsem de ne olacak be baba!” “Ne mi olacak? Bulgarlar bitiyor, Türkler gidiyor. Memleket bize kalacak! Oku oğlum oku, memleket bize kalacak. Okumuş adama ihtiyaç olacak!” büyük bir alayın içinde el ele tutunmuş yürümeye devam ediyorlar. “Gırmen” muhtarlığında Roman evleri yıkımı devam ediyor. Bazı yapılarda temel betonla tutulmuş, taşıyan duvarlarda demir var. Dozer diş batıramadı. Buldozer geldi. Devlet kadar “büyük” dişli ve “başbakan kadar kuvvetli.” Kocaman çanaklı! Vuruyor Roman evinin duvarına, sahibinin kara suratına vurur gibi, ne duvar yıkılıyor, ne Roman. Hava kap kara kararmış, olup bitene üzülen toprak gibi... Roman İsyanları yerel seçimi kilitledi. Muhtar Bayan Kapitanova, Romanların salladığı yumruklardan korkmuş ve yerel seçimden tam 45 gün önce köyü, muhtarlığı, görevini, dairesini, yakınlarını, komşularını terk edip alıp başını gitmiş. 25 Ekim’de memlekette seçim var. Politik liderler derlenip toparlanıp halk arasına inemiyorlar. Varna’da Roman evleri yıkımı devam ederken, Sofya’nın “Orlandovtsi” ve “Filipovtsi” mahallerinde isyan ateşi yanıyor. “Gırmen”de 1000 Roman isyan etti. Onların kendi bayrağı yok. Bulgar bayrakları dalgalanıyor. Protestocu alayı muhtarlığa yürüyor. Yol kesen Jandarma maskeli, coplu, silahlı, kalkanlı gerilmiş önlerine, “ben devletim” diyor. Roman gözleri kızıl kor. Yumruklar havada, yaş burunlu çocuklar kucakta, kızılcık sopasına dayanmış ihtiyarlar isyan ateşinde ısındıklarına inanamıyorlar. Ağızlar kapalı,


Makale ve Analizler - 2015

13

dilaltına toplanmış tükürük bol, ama muhtar kaçmış, nafile... Yerel düzeyde idari makamlarla seçmen arasındaki kopuş yalnız duygusal değil, kitle kin topluyor. Rumeli’ye Bulgarlardan ve Türklerden önce geldiklerini biliyor muydunuz? Anlatayım: Eski çağ Mısırı’nı ve Orta Asya’yı da sınırları içine alan, Tuna ırmağından Hindistan’a kadar uzanan “Dünya Makedon Devleti” kurucusu Büyük İskender (M.Ö. 356 - 323) zamanında Mısır’ın liman şehri İskenderiye’de çağın en büyük kütüphanesinin temellerini de atmıştı. Bu kütüphanede 600 bin kitap vardı. Bunlar elle yazılmış eserlerdi. İnsanlar yazarak bilgi alış verişinde bulunuyor, kent kültürü ve eğitim gerçekleşiyordu. O zamanlar insanlar henüz kâğıt hamuru yapamıyordu. İşlenmiş kösele üzerine ebru ile yazılıyordu. Küçük bir özellik! Hele biz Bulgaristan Türklerinin 2015 yılında henüz bir matbaamız yok. Konu ettiğim altı yüz bin eserlik kütüphane yeniçağdan 400 yıl öncesine aittir. Araştırmacı yazar Sabri Alagöz geçen hafta “Dava Bitmedi” adlı eserini anadilimizde baskıya verdi. Bulgarcasını da getir demişler. Sofya’nın “Vitoşa” caddesinde kitap fuarı var. Türkçeden çeviriler alıcı buluyor. Ankara, Türkçe kitapların Bulgarca çevirisini parasal özendirirken, yerli Türklerin ve diğer etnik azınlıkların eserlerinin anadilde basılmasına göz yummaya başladı. Başmüftülük ve camiler de baştanbaşa Bulgarlaşıyor. Zaman mı değişti, siyaset mi yoksa devlet siyaseti mi, anlamakta güçlük çekiyoruz. Zor işleri göğüslemek zaten Türk meziyetinde yoktur. Romanların Hıristiyanlığa hizmetlerini anlatmaya devam ediyorum. Efsaneler zamanı uygarlığını içinde İskenderiye’de Romanlar de vardı ki, bugünden tam 2 bin 400 yıl evvel, dünyanın en büyük kütüphanesi her hangi bir sebeple alev aldığında, kitapları kaçırıp kurtaran ve alevlerden uzak bir yerlere saklayan bizzat Romanlar oldu. Bu işi yapan onların dedeleri Firavun II. Ramzes’i (M.Ö. 1317 - 1251) tanıyordu. O, kızını evlendirirken düğünde çalıp oynamışlardı. Herkes onların Hint Yarımadasından geldiklerini biliyordu. Yerleşik düzen içinde kentler kurarak buralarda yaşamak alışkanlığı edinmiş Paganlar’ı ve Nomad adıyla bilinen gezicileri, kimi defa da uygarlık dışı olanları güzel müzikli efkâr yaşattıklarından ötelenmemişlerdi. Erkek ellinden müzik aletleri düşmeyen, çalgı duyunca kıvırmaya başlayan kadınlarıyla tanınan bu etnik topluluğun o zamanların uygarlık düzeyine damga vuran kültürle sorunlu olduğuna inanmıyorum. Romanların İskenderiye Kütüphanesi yanarken binlerce kitabı alevlerden kaçırıp kurtarması, dünya kültür hazinesine çok özel bir katkı olmakla birlikte, gece gündüz söyle-


14

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

dikleri şarkı, türkü ve oyun havalarının da bu bakıma ayrı bir ağırlığı vardır. Ne ki, Balkanlara gelen göçebe kafileler o kurtardıkları kitaplardan birkaçını bile beraberlerinde getirmeye zahmet etmemişti. Ah bir getirmiş olsalardı ve memleketin dört bir yanını gece gündüz kazan definecilerden biri bu eserlerden birini bulsaydı... Tarihi çarpıttığı için görevinden uzaklaştırılan Bulgar Ulusal Müzesi Müdürü Prof. Bojidar Dimitrov, “eski tarihi de biz yazdık” deyip, anlattığımız olayların Bulgarların Balkanlara gelmesinden 2 bin sene gerilere uzanması da nasılsa ölçüp biçer, gerekirse takvimi değiştirir ve kılıfına uydururdu. Maalesef artık görevinde değil. Romanlar ölümsüz şaheserlere konu olmuştur: 5 yıl önce İstanbul Kültür Sarayı’nda 1000 kemanlı Macar “Çigan Orkestrası” sahne aldığında şok olmuştum. Ayakta alkışlandılar. Rus klasiği A.S. Puşkin (1799 - 1837) “Roman kafilesi göklere gidiyor” (Tabor Ukhodit v nebo) onların yaşam tarzını, dertlerini ve mücadelelerini anlattı. İnsanlığa, dünyaya yeni bir kurtarıcı Mesih, belki de ikinci bir Hazreti Musa geleceği haber vermek isterken umudu yaşatmak için “Dolunay Gecesinde Mutluluk” eserinde büyük Shakspeare (1564 - 1616) Romanları konu etti. Fransız Besteci Georges Bizet 1885’te Paris’te sahnelediği 4 perdelik “Carmen” operasında Roman kızı aşkını anlattır. Klasiklerin babası Victor Hugo Fransız Devrimi sonrasını “Notre Dam’ın Kamburu” (1831) romanında Roman kızı Esmeralda’yı sahneye çıkarmadan, Roman ruhuna rol vermeden anlatamamıştır. Sözün özüne dönüyorum: Yangından kaçırılan kitaplar ne mi oldu? Bu değerli kitapların ne olduğuna bakmazdan önce, yine Milattan önce, Müslümanlara göre Peygamber, Yahudilere göre siyasetçi Musa’nın Kızıldeniz’i asasıyla sözde ikiye bölüp Yahudileri Mesih toprağına geçirmesinden sonraki dönemlerde, Romanlar de Nil ırmağını aşarak kimileri Ak Deniz adaları üzerinden Balkanlara, diğer bir kısmı da Mezopotamya ve Anadolu’ya yayılmışlardır. O yolculuk başlarken, şu günlerde 1 milyona yakın Suriyeli savaş kaçağının gemisiz, yatsız, teknesiz ve bilmem daha ne siz Denizleri aşarak ırmak boylarınca ve demir yolu raylarınca yürüyüp Almanya, Oslo ve Stockholm’a demir atmaları misali, onlar yakıcı kumsaldan tuzlu deniz suyuna tam ayak basacakları an, gözle görünmeyen Roman Tanrısı karşılarına çıkmış ve: “Durun! Nereye böyle?” demiş. “Deniz öte gideceğiz,” cevabını vermiş sakallı Roman babaları. “Bakıyorum kararlısınız. Oralarda hayat zordur, Mısıra benzemez, yazdan başka kar kış, dondurucu soğuklar vardır. Dayanamazsınız. Size toprak, mal mülk sahibi olma hakkı tanıyayım da öyle gidin,” dese de...


Makale ve Analizler - 2015

15

“İstemeyiz, ne toprak, ne mal ne de mülk, bize dilenme, eşlerimize de çocuk doğurma hakkını tanısanız, yeter de artar,” demişler ve denizi yürümeye devam etmişler. Anlatmaya çalıştığım zaman kesimi hayal ettiniz tabii. Bu pencereden baktığımızda, Bulgaristanlı Romanların gelenekselliği ve kendi kurallarını bozmadan demir atmış bir inatla yaşadıkları dikkat çekiyor. Onlar, o gün bu gün toprak sahibi olmadan, mal mülk edinmeden, at koşulu talikalarda geze dolaşa, ırmak kenarlarında veya çayırlarda sevişip konaklayarak, çocuklarını kulübe ve talika kültürüyle eğiterek “Gırmen” muhtarlığında Çingene İsyanı kaldıracak düzeye gelebildiler. Nasıl anlatayım bilmiyorum. Biz Türkler sabır ve iman insanıyız. Romanların inadı keçi inadı değil, doğrudan teke inadı. Efsaneler vaktinden bu yana bir okul, bir sağlık ocağı, bir kültür evi, bir işletme kurmadan, sürünerek desem, sanki süründüklerini belli etmemeye çalışarak yaşaya geldiler. Roman sorunlarında öz ve şekil çelişkisi! İskenderiye Kütüphanesi kitaplarının bir kısmını yok olmaktan kurtaran Mısır Romanlarının bu çok bilge eserleri sakladıkları yerde okuduklarına inanmak istiyorum da, okuma bilmediklerinden okuyamamışlardır, diye düşünüyorum. O gün bu gün onların eğitim durumlarında hiçbir değişiklik olmadı. Romanların elitti: Bulgar toplumunda Romanlar arasından baron ve “çar” sivriltilmesine öteden beri özel ilgi gösterilmiştir. Osmanlı döneminde ve Bulgar devleti koşullarında Berlin Bağdar denir yolu kuruculuğunda bedava taş kıran Romanlardan bazılarına sahte “hacılık belgesi” verilmişti. Kudüs’e gidip Yaratan Kabrini görmeden Hacı Sertifikası alanların soy isimlerinin önüne “Hacı” sözü işlendi ve sülale unvanı oldu. 1990’dan sonra “Çar Kiro” gibi uyanık Romanlar Viyana’ya gidip Çar Sertifikası satın aldı. Stara Zagora Papazlarından Galaktiyon, Romanlardan “Baron” vaftiz etme işinde uzmandır. Bu arada Bulgaristan Romanlarının kendi kabristanlıkları yoktur. Cesetlerini kah Hıristiyan kah Müslüman mezarlıklarına gömdükleri gözlenir. Birkaç Roman partisi olsa da, HÖH - DPS ve GERB partisinden başka Roman adayı listeye alan yoktur. Eğitimdeki özelliğin finansal arka planı: Bulgaristan’da 16 yaşına kadar her çocuğun okula gitmesi mecburi iken, okulu bitirmesi zorunlu değildir. Eğitim Bakanlığı cetvellerinde Roman çocuklarının hepsi okula kayıtlıdır. Eğitim kanununa göre, öğrencilerin okula gitmesi zorunlu olmadığından, evde hazırlanıp sınava çıkarak sınıf geçme kapısı açık bırakılmıştır. Gelir düzeyi düşük okul çağında çocuğu olan Roman ailelerine devlet aylık yardım veriyor. Bu parayı almak için Romanlar çocuklarını okula kaydedi-


16

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

yor, ama göndermiyorlar. Bu uygulamayla aile 16 yıl yardım alırken, öğrenci 16 yıl birinci sınıftan ikinci sınıfa geçmeden, okuldan ayrılıyor. Nüfusun % 25’ini oluşturan Romanların okuryazar olmayan oranının % 50’den fazla olduğu gün ışığına böyle çıkıyor. Görünümde Roman çocuklarının hepsi öğrencidir, gerçekte hepsi kör cahildir. Bu etnik azınlığın yerleştiği yerlerde ancak kendi kültürleriyle, anadillerinde eğitim veren okullarda ve hayat tarzından kaynaklanan özgünlükleri koruyarak yaşamak istediklerine sönmeyen bir sinyaldir. Yangından kaçırılan kitaplar ne oldu? Mısırı terk edip Mezopotamya ve Anadolu’ya yönelen kafileler yangından kaçırdıkları kitapları saz sepetlerde, eşeksırtında Antep’e getirdiler. Birinci yüzyıldan itibaren Harran bu eserlerin ve Mezopotamya özel kütüphanelerinden kitapların çoğaltıldığı bir merkez oldu. Ve gün gelir, Aziz Peter (Pierre) Atakya’da ilk Hıristiyan kilisesini kurmak için 8 deve yükü kitapla yola çıkarken, elinde ilk İncil vardı. Kilise tarihinde bir devrim niteliği olan bu eser Antep’te yazılmıştı. Bu tespitin ikinci yarısında, “Harran’daki kitapların diğerlerine ne oldu?” var. O çağın özelliklerine farklı bir bakış. Konuya girmeden önce, yeri geldiği için, gündelik dilde Bizans İmparatorluğu denilen devletin gerçek adı Doğu Roma İmparatorluğu idi. Roma İmparatorluğunun Doğu ve Batı olarak ikiye ayrılması 395’te ortaya çıktı ve 1000 yıl ayakta kaldı. Bizans denilen küçük yerleşim alanı Megara bölgesinin içinde bir alandı. Konstantin bu alanı geliştirdi. Şehrin adını Konstantiniye yaptı. Yeni imparatorluğa yeni din gerekiyordu. İznik Konsülü’nde Hıristiyanlık Katolikler ve Ortodokslar olarak ikiye bölündü. Konstantiniye’deki Doğu Kilisesi ile Roma’ daki Kilise arasında kesin kopuş oldu. Bunlardan biri Katolik Kilisesi ve diğeri de Ortodoks Kilisesi olarak anılır oldular. Bu kopuş 900 yıl sürdü. Bu kopuşun gölgesinde bulunan, geçimlerini Tılsım ve Muska yazıp, garip bir dil konuşarak nazara, büyüye ve sihire karşı dualar okuyarak kazanan Romanların rolü nedir? Ayasofya’daki Papaz. İşaret edilen kopuş döneminde Konstantiniye’de Mikhail Psellus adlı çok ilginç bir din adamı ve bilgin vardı. Ortodoks Kilisesi’nin en üst düzey yöneticilerinden biri olarak görev yapıyordu. Psellus antik çağ literatürüne (İskenderiye kütüphanesinden kurtarılan ve Mezopotamya’dan toplanan kitaplara) aşina bir adamdı. Bugünkü Ayasofya Cami - Müzesindeki çalışma ofisini genişlettirdi ve buraya gözlerden gizli bir giriş açtırdı ve işte buraya Harran’da bulunan ve Roma Kilisesi için çok tehlikeli olan kitapları Romanlara taşıttı. Bu eserlerin toplamına Hermeticum adı verildi ve bu kavram aslında Romanlarin mistik ve gizemli faaliyetlerini de yansıtıyordu.


Makale ve Analizler - 2015

17

Romanlarin İstanbul’a gelişi İlginçtir ki, Papaz Psellus’un çalışma odasını kurduğu ve Antep’teki kitapları getirdiği yıllarda Konstantiniye’nin kapılarından içeri girip surlarının dibine uzanan yoksul fakat kendilerince çok mutlu ama Hıristiyanlardan çok farklı yaşam sürdüren bir etnik topluluk birikti. Bu insanlar, çok şaşırtıcıdır ki, Harran’dan Psellus’a iletilen ve yaklaşık 2 bin yıllık elyazmalarında betimlenmiş olan formüllere göre büyü yapıp büyü çözüyor, kurşun döküyor ve Tarot Kartları’nın özgün resimlerine bakarak Baht okuyorlardı. Bu topluluğa Zingari deyenler, günümüz Romanlarına hitap ediyorlardı. Avrupa Birliği standartları gereği midir nedir beş bin yıllık beş bin yıllık Zingari, Gitano oldu, şimdi de Roman adı çıktı. Güzelim Gitano veya Roman dururken bu abuk sabuk Romanlık nereden çıktı, bilmiyorum. Onların o günkü dillerinde Rom, “niteliksiz yani çocuk yapamayan, iş göremeyen erkek” demekti. Romanlar İstanbul surlarının içinden Bizans seferleriyle çıktı. Osmanlının Balkan ve Avrupa akınlarına genelde at bakıcı, arabacı, nallayıcı ve koşumcu olarak katılırken, boylarıyla Osmanlı topraklarına yayıldılar. Osmanlıda yaşadıkları huzuru bir daha bulamadılar. İflas eden Bulgar Etnik Modeli. Bugün Bulgaristan’da “Bulgar Etnik Modeli” ve AB’den büyük paralar çeken “Roman On Yıllığı - Bütünleşme Programı” 26 yıldan beri çangal inek olsa da sağıldı. Bu iki programda da Romanlara - davulcu, burgucu, kalaycı, demirci vs boyları da bu arada hep “Rom” dendi. Bu da, şu yazıyı kaleme almama vesile olan, “Gırmen” İsyanı’na kadar götüren yanlış bir siyaset çizgisi doğurduğuna işaret etmek istiyorum. Uğruna milyonlar ayrılan ve hemen hemen hepsi çalınan paralarla sürdürülen yanlış yan yana yaşama, birlik olma politikalarının temelinde uzlaşma kültürü olmadığını görüyoruz. Bulgaristan Romanlarinin medyası –radyo ve gazetesi, yayın evi ve TV programları yok. 26 yıldan beri bu ülkede Romanca kitap basılmadı. Politik yönetimde “cahilleri yönetmek daha kolay oluyor” fikri hakimdir. Belediye evraklarındaki Romanlar: 1908’den sonra Bulgaristan’da Romanlar muhtarlık kütüklerine işlenmeye başladı. Kimse onlara “Nereden, nasıl ve ne için geldin?” sorusunu sormadı. Bulgaristan’a gelirken büyük aralıklarla farklı kıtalara yerleşip kaldıklarından ve kendi tarihlerini yaşatmaya özel ortam bulamadıklarından, okuma yazma kültürlerinin eksikliğinden de olabilir, “Bulgaristan’a talika ile mi yoksa “Mercedes 600” ile mi geldiniz sorunun yanıtı bile yanıltıcı olabilirdi.


18

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İstanbul “Sulukule”den geldikleri sanıldığından ilk evraklarda, isimleri Türk ismi, dini “İslam”, milliyeti (boş) bırakılırken mürekkep ve tükenmez kullanmadı. Karakalemle yapılan kayıtlar giderek Bulgar isimleriyle değiştirilirken, dini Hıristiyan, milliyeti Bulgar ve sonra bunların hepsi 8 haneli kimlik numarasıyla değiştirildi. Devamlı değişen sosyal ortamda onlar da mal mülk edinmeye, arsa satın almaya önem ve öncelik vermediler. Zaman geldi çocuk sattılar ama hayat kavgasında yenik düşmediler. Bir ara, Bulgar devletiyle araları iyice açıldığında Hindistan Başbakanı İndira Gandı Sliven’e davet edildi “Rahatınız iyi değilse, “Gang” ırmağı vadisinde boş yer var, arzu ederseniz buyurun!” dedi, fakat giden olmadı. Yerel seçim arifesinde politik hareketlenme. 21. yüzyılla hareketlenen Bulgaristan Roman dip dalgası 2014’te sivil toplum örgütlerinin politik eylemlerine katıldı. 2015 başında Bulgar ırkçılığı dikenlerinin uzamasına karşı yürüyüşler yapan Çingen gençler Sofya Meclisi kapısına Eşit Haklı Vatandaş Olma Hakkımızı İstiyoruz pankartı astılar. Bu slogan Bulgar Çingen eylemlerinin politik nitelik aldığına işaret oldu. Gerek Varna, Gırmen, Sliven ve gerekse Sofya’nın Orlandovtsi ve Filipovtsi semtlerinde yükselen direniş dalgasını analiz eden Bulgar bilim adamları ve sosyologları “Korku yok! Çünkü hepsi cahil ve liderleri yok” demekle kamuoyu rahatlatılmak istendi. Basın, politik liderlerin ve bilgelik satanların, 1277’de bir domuz çobanı olan köylü İvaylo’nun ayaklandığını ve Bulgar Çarı olduğunu anımsattılar. Son nüanslar: Ünlü bir Roman sanatçı olan Aziz, geçen hafta “Vitoş Dağı”nda gezi yaparken, yaşlı bir Bulgar “Hey ‘çernilka’ senin ne işin var burada!” demiş. Olay basına düştü. “Çernilka” Türkçemizde (karanın karasına) veya daha doğrusu (kazan karasına) isabet ediyor. Bir gazetecinin “siz neden bu kadar siyahsınız’” sorusuna bir Roman karısı şu cevabı verdi: “Biz Mısırdan geldik, orada topraklar karadır, unutamıyoruz!” Başka bir cevapta ise “Geldiğimiz toprakların rengidir siyah, unutamıyoruz!” oldu. Evleri yıkılan ve yaklaşan kış ortamında sokakta kalan Roman kitlesinde “Ben halkımın kavgasıyım!” bilinci oluşuyor. Roman deyip de geçme! Kendilerini kutlarken gurur duyuyorum.


Makale ve Analizler - 2015

19

Sınırsız Bir Dünya İsteyenlerin Zaferi

BG-SAM-13.Eylül.2015

Konu: Durdurulamayan Göç Selini Biz Başlattık. “Soğuk Savaş” sonrası en büyük değişim, mazlum halkların sel gibi hareketlenmesi oldu. Kuvvetli akışın özelli ise devlet sınırlarını tanımamaktı. Dip dalgasının yükselmesi dediğimiz bu hareketlenmeyi 1989’da ayaklanan Bulgaristan Türkleri ve Müslümanlar başlattı. Onlar, totaliter rejimin zulme karşı isyan ettiklerinde önü alınmaz bir güçle Bulgaristan ile Türkiye arasındaki devlet sınırını aştılar. Köylerini boşaltanlar yolları, trenleri doldurdu. Bulgar’ın kuş uçmaz sınır kapılarını gelip geçen Türk seli önü alınmaz bir güçle ve dünyayı aya kaldıran bir gürültüyle ilerledi. Göç volkanı patlayıp akmıştı. 1984 - 1989 yılları arası Bulgaristan’da Türk olmadığı yalanını dünya kamuoyuna yutturmak için elinden geleni yapan Todor Jivkov rejimi Türk seliyle yıkıldı. Devlet sınırını ezip geçenler hürriyet ve özgürlük ararken Bulgar devlet egemenliğini de hiçe saydıkları gösterdiler. 1908’de ilan edilen üçüncü Bulgar Çarlığı ile 1944’te kurulan sosyalist düzen ulusal devlet olma yolunda uyguladığı etnik azınlıkları ezip asimile etme ve Bulgarlaştırma politikasına yenik düştü. Bir halkın yuvasını terk etmesi, arıların kovandan topluca kaçmasına benzer. Sepet boşalır, son kırıntıları kemirme sıçanlara kalır, örümcekler ağa kurar. 1989 yazında 500 bin Türkün Bulgaristan’dan çıkması, köyleri, tarlaları, sanayi tesislerini, madenleri, ormanları insansız bıraktı. Türkler sel gibi akarken Bulgar halkının kalpsiz kalması, Türklerde kendilerine karşı derin bir kin beslendiğinden kuşku bırakmamıştı. Türk etnik azınlığın yola düştüğü gün başlayan ulusal çöküş bir türlü durdurulamadı. Ne Avrupa Birliği ne de NATO üyeliği Türksüz ve insansız kalan Bulgaristan’ı ıslah edemedi. 1994’te Kosova ve Bosna katliamlarında da yarım milyon insan evlerini, yurtlarını terk etti. Komşu Makedonya’da çadır kentlere sığındı. Fakat Türkiye öncülüğünde gerçekleşen NATO bombardımanı ile düşmanın başı ezilince herkes evine yurduna döndü. O zaman ters bir politik olay oldu. Yugoslavya parçalandı ve federatif devlet düzeni dağıldı. Saray Bosnalılar ve Kosovalı halk toplulukları, Slovenler, Sırplar ve Makedonlar vb uluslar gibi kendi devletlerini kurdular. Yeni devlet sınırlarının çekilmesi de federatif bir baskı ve terör rejiminin yıkılması sonucu gerçekleştiği için özgür insan kardeşliğinin zaferi olarak kutlandı. 21. yüzyıl emperyalizmin sömürge sistemi zincirlerinin koparılabildiğini gösterdi.


20

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Dünya nimetlerinin her gün yeniden paylaşılmak için büyük savaşlar çıkarıp hiçbir suçu olmayan barışçı halkları kırmanın anlamsızlığını kanıtladır. Bütün bir yüzyıl dünya kaynaklarını tek elde toplamanın anlamsızlığını ispatlamakla geçti. Ne yazık ki, barış savaşı ebediyen gemlemeye çalışırken savaşın bir piçi olan terör halkları dize getirmek için dünya sahnesine zırhlı ve silahlı çıktı ve yeni yüzyılın başında Yakın Doğuya yerleşti. “Arap Baharı” adlı katliamı “medeniyetler çatışması” olarak tanıtmaya çalışanların jetlerinden atılan bombalar binlerce köy ve kenti yakarken, milyonlarca Arap açıkta, işiz, gelirsiz ve geçimsiz kaldı. Barbarlığa isyan eden çöl kumları bile hareketlendi ve kanayan vahşeti denize gömmek için kuzeye çekildi. Olanların arasında en kötü olansa 20. yüzyılın 21. yüzyıla bahsettiği beklenen barış olmadı. 20 yüzyılın bağrından eli hançerli, ağzı ateş püsküren terör ejderhası çıktı. 20. asrın 2 dünya savaşından, Vietnam’dan Afganistan’a kadar uzanan emperyalist hegemonya savaşlarında dökülen kandan başka bir şey çıkmasını beklemek yanlış olurdu. Suçlu suçsuz ayırmayan, halk, devlet, tarih, kültür ve medeniyet tanımayan terör ejderhası bu defa Hıristiyan bünyeli ve İslam Maskeli kol geziyor. 1982 Birinci Çöl Savaşı’ndan beri ateş ve duman püsküren Yakın Doğu’da sivrildi. Yerel ve merkezi idare tanımayıp Bağdat ve Şam arasına çöreklenmeye çalışırken kendini IŞİD isimli sözde İslam devleti olarak ilan etti. Kendine PKK ve KCK gibi kardeşler de buldu. 2015’te Mezopotamya kan gölüne döndü. Dünyanın yarısı istatistikle uğraşırken, atılan mermiler ve bombalar hep sayılırken, ne Arap Baharında ne de Mezopotamya Katliamında ölü ve yaralı, yıkılan ev, köy ve kasaba sayısı asla açıklanmadı. Terörden beslenen IŞİD ile mücadele dünyayı ikiye böldü. Sözde İslam dünyasına adalet getiren IŞİD şimdiye kadar ant-emperyalist, anti-İsrail pankart kaldırıp slogan atmadı. Katillerin ellerindeki modern silahların coğrafyada adı olmayan yerleşe gizli fabrikalarda ofşor şirketlerce üretildiği ve temin edildiği ortaya çıktı. Bunlar terör tröstleriydi. Tırmanan terör Libya’dan sonra Suriye ve Irak savaş kaçağı kafileleri, komşu Türkiye ve Lübnan gibi ülkelerde tarihin tanımadığı büyüklükte sığınmacı kampları, okul, mescit, yemekhane ve başka sosyal tesisli çadır kentler oluşturdu. Sayıları 4 milyonu aşan terör kaçakları Türkiye’den ve Yakın Doğu’dan taşıp Akdeniz’i tekne, sal ve şişirme botlarla aşarak İtalya’dan sonra Yunanistan sınırını deldi. Karıncalar gibi dizilip sel gibi ilerleyen sırt torbalı kafile iki hafta önce Vardar ırmağı boyunca Makedonya’ya geçti ve Sırbistan üzerinden Macaristan’a, oradan da Avusturya, Almaya ve İskandinavya ülkelerine uzadı. 28 devleti birleştiren Avrupa Birliği 160 bin sığınmacıyı “Hoş Geldiniz” diye karşılarken, toplantı ardına toplantı yaptı ama çözüm bulamadı. Sırt torbalı,


Makale ve Analizler - 2015

21

türbanlı, kucaklarında yavrularıyla karşılarına dikilen, ciltleri buğday renkli sığınmacıların gözlerinde şu soru vardı: “Katillerin ellerindeki silahlar sizin paranızla üretiliyor, Siz Bizden Ne İstiyorsunuz!” Yerel kültüründe şu vardı: Birisi gidip başka birinin evini ateşe verdiyse, evsiz kalan, kundakçının evine yerleşme hakkı elde etmiş oluyordu. Onlar ev yakanların Avrupa silah konserleri olduğunu biliyorlardı. Kovanların üzerindeki yazıları okumuşlardı. İnançlarına göre evlerini yakıp yıkanlar onları konuk etmek zorundaydı. Dünya hepimizindi. Bulgar Türkiye sınırında 3 metre yüksek ve 174 km uzun dikenli tel örgüyle delinmez Şenken sınır güvenlik sistemi; sözde aşılmaz olan AB sınırı bir sel kudretiyle ilerleyenlere dayanamadı. Polis, asker ve jandarma güçlerini yol kenarına itti. Sınır kapılarında kontrol yapılamadı. Çünkü hür insanların üzerinde kimlik ne gezerdi. Onların Büyük Seferi barış isteyenlerin sınırsız ve güvenli bir dünya uğruna ilk zafer oldu. Onlar sınır geçmiyor. Bir kıtadan başka bir kıtaya akıyorlardı. Bu zafer, Avrupa ırkçılığının dünyaca yenileceğine de işaret oldu. Makedonya üzerinden geçen sığınmacı alayının batı sınırı üzerinden Bulgaristan’a taşacağı korkusu Bulgar ırkçı ve milliyetçilerinin uykusunu kaçırdı. Sınıra polis ve jandarmayla birlikte ordu birlikleri sürüldü. Sofya hükümeti Makedon sınırını korumaya çalışırken İvaylovgrat (Ortaköy) mevkiinde, Odrintsi köyü kenarında delinen Yunan Bulgar sınırından giren ve Roman kanalcıların rehberliğinde Batak kasabası ve Vidin üzerinden Sırbistan’a çıkan günlük grubu 150 kişi olan bir karınca yolunun aylardan beri çalıştığı ortaya çıktı. Sığınmacılar Bulgaristan’da yakalanmak istemiyor, çünkü yakalanan kayıt ediliyor, kaydı yapılansa Almanya’ya gitse bile kaydolduğu AB ülkesine geri çevriliyor. Brüksel 1600 sığınmacıyı Bulgaristan’a geri çevirecek, almak istemiyorsak her biri için 6 bin Euro ödemek zorunda kalacağız. Arapların Avrupa’ya akınları eskidir. Onlar, Avrupa sınırlarını defalarca delmiştir. 756 yılında İspanya’da bir Endülüs Emevî Devleti ve tam bir İslam egemenliği kurmuşlardı. Arap seferleri Sicilya’yı da ele geçirmiştir. Bizans surlarını zorlamıştır. 19. yy sonlarında İngilizler ve Fransızlar tarafından Osmanlıya karşı kışkırtılmazdan önce, Arap tarihi huzur çağını yaşadı. Onların düşmanı sezinleme özelliği iyi bilinir. Eski kıtaya kitlesel seferin ana nedeni bu olmalı... Arap sığınmacıların Avrupa yolunu kesmek için Macaristan Avrupa Duvarı kurdu. Duvarı aşan akıncıları durdurmak için “Aılmaz Sınır” askeri tatbikatı başlattı. Öte yandan, Norveç tren ve gemilerini durdurdu. Ne olursa olsun 28 devlet 160 bin terör kaçağı sığınmacıyı aralarında paylaştı. 300 yıl sonra dünya değişmiş. Amerikan Yan kileri eskiden gemiyle Afrika kıyılarına çıkar, köle pazarlarından boyuna, yaşına, dişine, gözüne bakıp kölelerden köle seçerlerdi. Şimdi köle olmak isteyenler kendileri geldi. 300 yılda Ame-


22

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

rikanın rengi ve düzeni değişti. Köleler vatandaş olurken birisi de Başkan koltuğuna oturdu. Avrupa’yı neler bekliyor acaba?... Mazlum halkların dip dalgası hareketlendi. Sınırsız özgür bir dünya isteyenlerin ordusu büyüyor. Baskı ve terör düzenlerini, terör ejderhasını pes edecek olan kitlelerin zaferi yakındır. Yığınlar dayatıldığı şekliyle hayata katlanmak istemiyor. Bireysel özgürlük uygarlığın bir erdemi değildir, insanların hepsi hür doğar ve özgür yaşamak ister. Memleket seçmek kolektif bir haktır. 21. yüzyılda anavatana akarken biz bu hakkımızı kullandık. Eski surlar yıkılıyor, dünya hepimizin olacak!

İlham Mezarlığı Yok... - 1

Filiz Soytürk-14.Eylül.2015

Konu: Bugünün şiiri yarın yazılmaz. Yaşanan günün hakkını veriyor muyuz? Şair aklından geçen duygu ve düşüncelerin her gün kaleme alması gerekir. Daha net anlaşılması için, bunu herhangi bir şeyle karşılaştırmamız gerektiğinde, en uygun olan, bamyadır. Çiçeği ne kadar büyük ve vaadedici olursa olsun, meyvesi ilk günün sabahında koparılır. Bekletileni makbul değildir. Şair de yaşadıklarını her gün kaleme alır, düşündüklerini, karşılaştığı şeyleri dumanı üstünde yazıp anlatırsa, doğru davranıyor demektir; ama arada bir bunu yapamazsa, fazla bir şey kaybetmiş sayılmaz. Tolstoy “Savaş ve Barışı” o savaştan 45 yıl sonra yazmıştı. Bir yaratıcının yeteneği birden bire, ilk eserlerinde bütün gücüyle parlayamayabilir. Ne var ki, insan kendini, işine adadığını hissediyorsa ve çaba harcıyorsa yürüyeceği yolu bulur. Bizim Bulgaristan Türkleri yaratıcılığında son çeyrek yüzyılda duraksama gözleniyor. Son yılların ne seçme hikâyeleri, ne seçme şiirleri ne de seçme fıkralarımız çıktı. Ahmet Şerif, Halit Dağlı, İsmail Cambaz, Sabri Alagöz gibi ya-


Makale ve Analizler - 2015

23

ratıcılarımızın eserleri yaratıcılık dünyamıza ilham veremedi. Aydınlarda birikim patlaması olmadan, dip dalgası hareketlenmez! Yirmi birinci yüzyılda Bulgaristan Türkleri edebiyatını yaratma çabalarımız sanki yerinde sayıyor. Çekinerek yazsam da, ilerleme olanaksız hale geldi. Elektronik medya çağında, olaylar ve karakterler bilinir, şair ve yazara sadece olan biteni yazı diliyle canlandırmak kalır. Tek şey, kendi hazinesini de kullanarak, kaleme almak ve paylaşmaktır. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında yaratan şair ve yazarlarımızın büyük kısmının Türkiye’ye göçtüklerinde, orada duygularını devamlı besleyen ilham ortamı bulamadıkları artık biliniyor. Oysa onlar beraberlerinde çok uzun süren bir zulüm devri izlerini, hapishane yaralarını, “Büyük Göç” acısını, hemen öyle kısa sürede solması beklenmeyen bu gerçeklikten motifler, ifade edilmesi gereken konular asıl özdü. Bunları güzel yapıtlar olarak ortaya koymak ise, şair ve yazarlarımıza düşerdi. “Belene” şarkısı, ata toprağından sökülmemizin ağıtı, Büyük Göçün destansal, poetik, sanatsal yansıması vs beklendi. Bunu, Bulgar hükumetinde görevli, maaşlı yaratıcılardan beklemedik, çeki deryasında ezilenlerin ruh sesinden umut etmiştik. Düşünüldüğünde, insan birçok şeyi yazabilir, ama yaşanmayanı, yeterince derin araştırmadan yazamaz. “Belene” kampında kaldınız ise, balıkları ve balıkçıları anlatabilirsiniz belki ama kutup ayılarını ve avcıları değil. 1990 birçoklarımız için bir kırılma dönemi oldu. Yazmadan edemeyen aydınlarımızın kalemleri yazmaz oldu... Yıllarca süren eziyetten sonra, düşüncelerini bir çınar gölgesinde gökten dökülürcesine akıtmak için giden yazar ve şairimizden biri olan yazar Ömer Osman’ın son eserine “Sevgi Kırıntıları Arıyorum Yollarda” adını koyması manidar oldu. Doğal yeteneği olanlar bile, kıvamlı huzura kavuşamadan, güneşe ve yıldızlara sorup anlatmak istediklerini dökemeden sustular. Mehmet Türker gibi Rodoplu, Sabri Tata gibi Deliormanlı yaratıcılarımız kitap ardına kitap yazsa da, etnik topluluğumuzun çocukluk hallerini bilmediklerinden olacak, kalemin ucunu efsanelerimize dayandırıp başımıza gelenleri doyurucu ve doğru yansıtamadılar. Her devrin, her ortamın ve her neslin kıvamını tutturmak çok zor olsa gerek. Türkçe de yazan tükenmezlerini ceplerinde taşıyanlarımızın Koşukavak, Mestanlı ve Kırcali buluşmaları külleri karıştırdı karıştırmasına da, hemen alevlenen köz bulunamadı. Üzerlerinden yarım yüzyıl geçen “Soğuk Pınar” tartışmalarını zaman soldurmuştu.


24

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Eğri Dere’de geleneksel edebiyat buluşmaları, yerli yazar ve şairlerimizle periyodik görüşmeler tohumlarını ekmeye devam ediyor. Edebiyatımızın canlanması için yeni bir Nazım Hikmet rüzgarı bekleyemeyiz. Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Yaşar Kemal ilhamı da soldu. Yol göstericilere ihtiyaç var. Yetenek sahibi yeni nesilden daha çok şey beklense de, kıdemli kalemler sanki gonca kelemlere aşı yapamıyor. Edebiyatımız düşecek olan son kalemiz olmalıdır. Dayanmak zorundayız.

İlham Mezarlığı Yok... - 2

Filiz Soytürk-14.Eylül.2015

Anadilimizden farklı ikinci veya üçüncü bir dilde yaratmak kısırlıktır. Bakış açısı, düşünüş tarzındaki bazı özellikleri bize çok yakın olsa bile, Elif Şafak gibi anadilimizden farklı bir yazı dili seçmemiz bize çok ağır yaralar verecektir. Sevarlı Hasan Karahüseyin’in oğlu şair Mehmet’in isim ve kimlik davamızda kendini yakması capcanlı emsaldir. Ben yazmaz isem, sen yazmaz isen, biz yazmaz isek anadilimizde, nasıl durulur Türkçe’mizde değim, kavram, terim ve konsept keşmekeşi? Bizim kaynaklarımız durudur. Biz bunu kendi aramızda, memleketimizde aşmıştık. Aramızda anlaşılmayan bir şeycik kalmamıştı. 1995’te kalemini, Rodoplar’ın gökdelen çamlarından birinin altında okul çantalı bir evlada hediye edip cennetlerin cennetine göç etmezden önce güneşin ilk ışıklarından ilham alarak yorulmadan yazmıştı Faik İsmail Arda: Rumeli Gızanı Gözleri, ah ne güzel gözleri – Ben Rumeli’li Kibritsiz gandil yakıyordu... Gazallık Gızanı Faik Arda Ben Rumeli’li 85’te öldüm, 89’da dirildim. Gazallık Gızanı Faik Arda Bir Gazallık Gızı sevdim İstanbul’da Boğaziçi’nde değil Elleri tütüne kokuyordu, Rumeli’de gazal içinde büyüdüm Ayakları, fıstık ayakları – Karpuzçatlatan kaynaklardan Gıldır gıldır mekik dokuyordu...


Makale ve Analizler - 2015 Eğilip sular içtim... Şu dağlarım uğruna Sevgilimden vazgeçtim... Ben Rumeli’li Gazallık Gızanı Faik Arda Şu koskoca dağlar Küçücük kalbime nasıl sığmışlar Bilmiyorum. Gazal içinde büyüyen

25

Boğaziçi’nde yaşayamaz... Ben Rumeli’li Gazallık Gızanı Faik Arda 85’te öldüm, 89’da dirildim... Şimdi bir Gazallık gızı seviyorum Öldürmeyin beni boşuna Sonra daha büyük, Daha Gocaman diriliyorum...

Yazan insan kendisini anlatır. Önce en yakını için yazar. Yazdı diye kalem kırılsa, kendisi için kırıldığını bilir. En yakın bildiğimiz ruh değiştirmek zorunda kalır ve anadilini öğrenememişse, Şafak’ın dizileri gibi Bulgarcaya da tercüme edilmesi gerekir ki, havası değişir, mayası bozulur. Sofya “Vitoş” caddesinde kitap fuarı var. Çeviriye uygun olan kitapların hepsi çevrilip basılmış. Alıp okuyorlar da, bir de şu var: Yabancı bir dilde yazan şair ve yazarın başka bir halkı mayaladığı ve dirilttiğine dünyada örneği yoktur. Yazarın şu ya da bu hesapla uzak geleceğe ilk adım atması yeterli olmaz, atılan her yeni adım hem yakın hedefe hem de ileriye doğru atılan bir adım olmalıdır. Geçen sene bir arkadaşım Bulgar Meclis üyelerine 240 adet “Sefiller” dağıttı. Hediye çantasını verirken milletvekillerinden her birine ayrı ayrı Victor Hugo anlaşılmadan ne devrim ne de reform yapılabilir, dedi. Dedi de ne oldu?! İki gün önce “rüşvetle mücadele edelim yasa önerisi” onaylandı.

İlham Mezarlığı Yok... - 3

Filiz Soytürk-14.Eylül.2015

İnsan dünkü yağmurdan bugün ya da yağmamış yağmurdan yarın ıslanması mümkün değildir. Şu da çok önemlidir. Bulgaristan’da Türk halk kültürünün ve edebiyatımızın kendini besleyemez duruma geleceği gün yaklaşıyor gibi görünüyor. O an geldiğinde anadilimizin ayakta durma gücü kalmayacak, sönecek ve geleceğimizi kendi ışığımızla görebilmemiz olanaksızlaşacak.


26

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Karanlık basacak. Düşmana uymaktan, ihanet deresini akıtmaktan artık vazgeçmeliyiz. İçimizden geldiği gibi davranmak, yazmak, söylemek, yaratmak gerektiğinde Türkçe küfür etmek ve Türk ruhumuzu yaşatmak zorundayız. Şu iyi bilinmeli! Bizim kavgamız Hak ve Örgütlük Hareketinin yerel veya merkez yöneticileriyle veya milletvekilleriyle, Kasım Dal ve Korman İsmailov gibi particilik oynayanlarla ya da politik sahnede fol yumurta gibi tekerlenen Nedim Gençev’le değildir. Anadilimizi bilmeyenlerin Türklük mumu çoktan söndü. Yıl 2015! Bu üç partinin üçü de şimdiki ve yarınki seçimlerde bir olsa Bulgaristanlı Türk ve Müslümanların evrensel değil, en doğal haklarına bir zırnık ilave edemez. 4 Ocak 1990’da Varna’da HÖH partisi kurulurken bizim bahçeleri çiğ kavurdu. Bizi yakan sabah zehrinin adı Ahmet Doğan’dır. Güz mevsimini beklerken yaz boyu sepet ördük. Maalesef nafile! Bu üç partinin ve Bulgaristan Türk aydınlarının ve demokratik kamuoyunun karşısında Bulgaristan etnik azınlıklarının dilini, dinini ve özgün kültürünü ne pahasına olursa olsun yok etme konusunda sımsıkı kenetlenmiş siyasi partiler ordusu, yasama, yürütme ve yönetme ve binlerce bilinçli ve bilinçsiz, ama hepsi vicdansız hain sürüsü var. 1921’de 1923 Türk Okulu olan memleketimde kardeşlerim istemeye istemeye de olsa “Merhaba’yı” unuturken, “Maraba!” kendi gelen oluyor yani biz köleliği kabul etmeye kendimiz geldik işaretleri veriyoruz. Maraba, anadilimizde toprak kölesi demektir. Dilin çamaşır makinesi ve kuru temizlikçisi edebiyat, yazmak ve okumaktır... Türk’üz ama bugün bir tek okulumuz yok. Ne kadar geriletildiğimizi, ne büyük darbelere göğüs gerip dayandığımızı düşünebiliyor musunuz? Biz artık yaralı değiliz, çünkü yara acılarını hissetmez duruma gelmişiz. Kırılan her kalem kalbimizi kanattı. Onlar nice nice idi. Bizi bir asırdan fazla bir zamandır Türk olarak, dil, din, özgün kültür olarak silip süpürmek isteyen Bulgar devletinin ta kendisidir. Son 136 yılda 63 başbakan değişti. Bulgaristan Türklerine ve Müslümanlarına karşı politika hiç mi hiç değişmedi. Anayasalar değişti, Türklerin insan hakları yazacak ne sayfa, ne madde ne de fıkra bulunabildi. Fıçının çemberleri devamlı sıkılıyor ki, Türk halkının Türk balından tadamasın. Edebiyatımız, anadilimiz, halk yaratıcılığımız bizim balımızdır. Şiirlerimiz, düz yazımız, şarkı ve Türkülerimiz, efsane, masal, öykü ve romanlarımız, fıkra ve taşlamalarımız ruhumuzun balıdır. Manevi hayatımızın tek gıdası, kıvamlı şerbeti, tatlısı ve acısıdır.


Makale ve Analizler - 2015

27

Gıdalaşamayan ruh ölür. Ruhu ölen halklar yaşayamaz. “You Tube” bakıyorum, 600 Türkü ve şarkısı olan Bulgaristan Türklerinden bir eser takılmamış. Çalınmayan Türküler ölür. Yazılmış ama okunmayan, ezberlenmeyen, şarkılaşmayan şiirler de dayanamaz, can verir. Şairlerimiz nerede olurlarsa olsunlar sabah çiğiyle topladıkları balı Facebook’ta paylaşmalıdır. Bekliyoruz. Her satır, her dörtlük bir cankurtaran olabilir. Konu yok, sabahları balkondan gerinmemiz, kahve gırgırı uzun sürüyor demeyin. Ahmet Kaya’yı dünyaya tanıtan hapishane çileleri değil, balkondan denize bakarken bestelediği şu “kum gibi” satırlarıdır. Dünya öyle büyük, öyle zengin, yaşam öyle renkli ki, şiir yazmak için konu bulmakta hiç dert sorun olmaz.Büyük Nazım’ın ilk şiiri “Yangındır”. Dün gece İstanbul’u sel aldı. Hiçbir şairden çıt çıkmadı. “Aman kurtulduk şu kocaman şehrin Kirinden pasından, Ne olduğu belli olmayan, kokusundan!” diyen olmadı. Evet sabah kahveleri hep köpük kokar ve kokacaktır. Ne yazık ki suskunluğun kokusu yok ve belki de hiç olmayacak. Ölülerin konuşmadığı gibi, bizim olan o güzel hayat da bir gün gelip konuşmayacak. Aman gelsin de şu anadilimde birisi bana küfür etsin, kavga edelim, birinin yakasına yapışayım da imanını gevreteyim diye bekleyeceksiniz. Büyük Goethe’nin nasıl şair olduğunu biliyor musunuz: Lise öğrencisiyken mahalle Papazı’na mezar başı methiyelerini yazıyormuş. Yaza yaza yazar olmuş! Yeteneğinin patlaması için 1755’te Lizbon depremi ruhunu sarsıp gözünü açmış ve o da her gün yazmaya başlamış. Bütün yazdıklarının arasında en değerli olan nedir bilir misiniz? Hazreti Muhammed (sav)’e inen vahilere Almanca ve Fransızca çeviride “Devrim” demiş. O zamana kadar gerçeği karanlık içinde arayan eski kıta, ışık dünyasının Doğu olduğunu, Doğuda yaşayanları görebilmiş. Hakikat denen bir şey var. Biz bir sorun yaşıyoruz. Nefesimizi kesmek isteyenler bizi durdurdu. Her sorunun çözümü onun kendi içindedir. Her şair ve yazarın kendi yazgısı olduğu gibi, kitapların da yazgısı vardır. Ancak yazılmayan eserlerin, çıkmayan yapıtların yazgısı yoktur. Biz şu an “ölü” durumdayız. Yani yazgımız yok! Zaman canlanma zamanıdır. Biliyorum aranızdan, “bekleyelim” yazan olur, deyenler çıkacak. Şu beklemeyi sevenlere hatırlatıyorum: “Yazı ölülerin dilidir” Boş yere dememişler. Biz uyutulduk! Çocuklarımızın anaokullarında ve okulda ana dil eğitimi almasında gerektiği gibi ısrarlı değiliz. İlerlemeyi beceremediğimiz gibi, üstüne üstelik geriliyoruz ki, bu da kabul edilemez.


28

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Biz hepimiz köy kökenliyiz, ilk zaman tarla sürüp, hayvan gütmekten başka bir şey bilmiyorduk. Gözle görülür yoksulluk içinde alçakgönüllü idik, kendi kendimize ve biraz da el yordamıyla anadilimizde yazı yazmayı güzel çizmeyi öğrendiğimizde başladı mutluluk duygularımız kıpırdamaya. Biz o zaman zevk aldık ama uykudan uyanmayı, her şeyin bilincine varmayı örenemedik. Öğrenmiş olsaydık 1989 İsyanımız destanlaşır, “Büyük Göç” romanlaşırdı, “Belene” kapında Tuna’yı dinlerken korkanlar sorunlara kendi içlerinde çözüm aramaya başlardı. Biz hep sustuk, susuyoruz. Tren garlarında doğan çocuklar Türkiye’ye kayıtsız ve isimsiz girdi, 26 yaşında delikanlılar vatan toprağımızın kokusunu, yüzlerimizin neden buğday rengi olduğunu, çiçeklerimizin mutlaka her bahar açmak için güneşi bekleyişini hala bilmiyorlar, çünkü anlatamadık. Aydın ödevimizi yerine getiremedik. İlhamı olmayanlar konu bulamaz. Esin içimizdedir. Esin mezarlığı yok. Kaleme ve tükenmeze de gerek yok, internete yazıp dünyayı uyandırın. Biz de varız deyin. Herkes sizi bekliyor. Haydi ileri...

Bilinmezler Çoğalıyor

Dr. Nedim Birinci-15.Eylül.2015

Konu: “Kendisi Gitti” siyaseti sertleşmeye devam ediyor. Hafta sonunda (13 Eylül 2015) Sofya’da Avrupa İçin Bulgaristan GERB Partisi kurultay yaptı. Başkentin “Arena” kapalı Spor Salonu’na 15 bin partili toplandı. Başbakan ve GERB Başkanı Boyko Borisov zinde ve güçlü görünmeye çalışıyor, kendinden çok emin, kürsüye sımsıkı yapışmış, suda ördek misali başını yarım daire çevirdikçe, önceleri söylediklerini, şimdi daha kalabalık bir dinleyici kitlesine anlatıyordu. Konuşuyordu da, insanların dünyada çığır açabilmesi için öncelikle iki şeye ihtiyaç duyduklarını sanki bilmiyordu. Bunu yapacak kişinin, bir, büyük kafası, ikincisi de o insanın büyük bir mirasa konmuş olması lazımdır. Burada kişi sözü Lider (önder, yönetici, yol gösteren) anlamında kullanılmıştır. Büyük kafa sözü de akıllı, zeki ve deneyimli anlamındadır. İnsan anasından akılı doğmaz, çünkü insanın aklı Büyük Beynindeki güç, deneyim, yönetim kabiliyeti ve öngörüdür ki, bunlar yaşarken şekillenir.


Makale ve Analizler - 2015

29

Zekâ ise, irsidir, ana - babadan 7 kuşak gerilerden gelen bütün birikimin çizgi ve vasıflardan örülmüş doğuştan var olan bir dokudur. Deneyimse yaşadıkça biriken ve gerektiğinde işe yarayandır. Meslekten itfaiyeci, diktatör Todor Jivkov’ın yıllar yılı şahsi koruması, deneyimden polis ve sigorta şirketi başkanı olan Boyko Borisov’un İç İşleri Bakanlığında Orgeneral rütbesine yükselmesini ise, HÖH - DPS “fahri başkanı” Ahmet Doğan (şopar) Çar II. Simyon hükümeti zamanında önermiş olduğundan dolayı, olayı ciddiye almasak da olur. Çünkü bir defa, II. Simyon Bulgaristan’ın gerçek Çarı değildir. İkinci olarak ise, Ahmet Doğan bir Roman uzantısı olarak, temsil ettiği kavmin Balkanlarda ve Avrupa’nın hiçbir yerinde ordusu ve polisi yoktur. Bir subay, daha yüksek rütbeye ancak bir kurumun önerisi üzerine terfi edebilir. Söz konusu Orgeneral ataması, bu bakıma sahtedir. Çünkü şopar Ahmet Bulgar ordusu inşaat erlerinde onbaşıdan yüksek görev atanmamıştır. Siyasi poliste ise gammazcı, ispiyoncu, hafiye, müzevir, jurnalci, ruhsuz ihanetçi ve baş dalavereci tipinden rüşvetçi gibi sürünenlerin aldığı mutfak artığı işler görmüştür. Bu kadrolar toplumun bulaşık suyu olduğu için, ne poliste, ne de orduda, hatta itfaiyede terfi olmazlar. Yani onbaşı ömür boyu onbaşı kalır. Ve bir onbaşı bir itfaiye subayının, bir kişisel korumanın orgeneralliğe terfi etmesine öneri hazırlayıp sunamaz. Kurallara terstir. İkincisi de, insanın dünyada çığır açması için büyük bir mirasa konması lazımdır. Napolion bile Fransız Devrimi mirasını yemiştir. Evet, Boyko Borisov ve kurup yönettiği ve ikinci kez iktidara yükselttiği GERB partisi de Bulgaristan’da çok büyük bir mirasa konmuştur. Bu adam ve partisi, Bulgaristan Komünist Partisi (BKP), totaliter Bulgar devletinin miras yedisidir. GERB partisinin kadroları 1989’un 10 Kasım gününden yani BKP’nin iktidardan devrilmesi ve çökmesinden 2009’a kadar, 19 yıl boyunca sindi, gizlendi. Nomanklatür seçkinler olduklarını unutturmaya çalıştı. Totaliter rejimin kirli ve iğrenç hesaplaşmalarına ve özellikle de Türklere ve Müslümanlara karşı uygulanan “soya dönüş” adılı zorla Bulgarlaştırma siyasetine bizzat iştirak ettiklerini unutturan gizli polis, milis, itfaiye ve ordu kadrolarıdır. Bu niteleme bundan açık yazılamaz! Bu bakıma, sudaki ördek benzetmesinde, Borisov’un kafasını yarı daire şeklinde çevirip yalnız kendi kadrolarını, öz adamlarını görmek istemesi çok anlamlıdır. Çünkü bu mirasa konan partiler arasında 1990’dan sonra apoletsiz kesimi örgütleyen Bulgar Sosyalist Partisi (BSP) birkaç defa iktidar koltuğunu ele geçirse de tutunamadı, çünkü ekonomik çöküş döneminde, tüm sosyal demokrat hareketlerin dağılıp ufalma kaderini yaşarken birkaç defa parçalandı ve küçüldükçe küçüldü. Özellikle, sol cephede BKP’ye BSP aşılması yapılmasında ve komünist kadrıolardan oluşan bir partinin sosyalist kılıfıyla Avrupa Sosyalistler


30

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Birliği’ne (PES) kabul edilmesindeki rolü önemli olan ve 2 dönem Cumhurbaşkanı makamında oturan G. Pırvanov’un Bulgaristan’ın Yeniden Doğuşu İçin Alternatif (ABV) adında bir parti kurup BSP’den büyük bir fraksiyonla ayrılarak sağ alandaki GERB hükümetine bakan vermesi soldaki geleneksel kuralları bozduğu gibi, varsayım ve öngörü hesaplarını da iyice birbirine karıştırdı. Yine bu Geçiş Dönemi dediğimiz, 1990 - 2015 yılları arasında, Bulgar toplumunun sağ kanadını, sermaye birikimini, demokratik koşullarda eşitliği ve özgürlüğü temsil etmesi gereken Demokratik Güçler Birliği (CDC) misali partiler siyasi sahneden kayıp gitti. Sahneye tırmanmaya çalışan Güçlü Bulgaristan (DCB) ve başka benzer sağcı oluşumlar da hep bodur kaldı, siyasi alanda ıhamadı, bugünkü koşullarda Reformcu Blok (RB) gibi 5 parti bileşimlerle kabinede yer alsalar bile, GERB kurultayına davet bile edilmediler. Fakat sağ ve sol güçlerden oluşan bir toplumda, sağ merkeze oturan GERB parti Başkanı’nın bakış açısı yarı daire dışına çıkmamaya gayret gösterse de, iktidarın “cankurtaran simidi” olan sözde reformculara övgü yağdırmadan edemedi. 1990’dan sonra, Bulgaristan toplumuna, sayıları milyonları aşan, yerleşik Türkler ve Müslümanlar adına siyasi sahnede rol alan, 36 milletvekil,i olan Hak ve Özgürlükler Partisi (HÖH - DPS) Kurultay’a davet edilmezken, GERB partisi adına ikinci kez Bulgaristan Cumhuriyeti Kültür Bakanı koltuğuna oturan Vejdi Raşidov da fotoğrafçı ve kameramanların hiç birinin foküs odağına düşmedi. Reformcuların ortağı Korman İsmailov ile Kasım Dal da bu mecliste yer almazken, Başkan Borisov konuşmasının en uzun bölümü Türklere, Müslümanlara ve onların politik temsilcisi olan HÖH - DPS partisine ayırması dikkati çekti. Politik durum: Olaylar, bilinmezler çoğalırken, sığınmacı seli tel örgüleri ırgalarken; savaş kaçakları Avrupa’da deprem yaşatırken, AB ikiye bölünürken; ABD askeri üslerinden birini bizde kurarken; asker ve zırhlı araç yığını yaparken; Suriye’ye silah taşıyan Rus uçakları hava sahamızı her gün zorlarken vs vs gelişmelerle aynı günlerde ve ortamda hız alıyor. Üstelik yine şu günler AB’nin savaş kaçakları ve sığınmacı siyaseti değişti. Brüksel kürsüsüne çıkan siyasetçiler, Yakın Doğu felaket ve katliamından, ardı kesilmeyen insan selinden Birleşik Amerika’nın ve gizli kanallarla IŞİD, PKK ve KCK’yı en modern imha araçlarıyla silahlandıranların suçlu olduğunu yüksek sesle kınamaya başladılar. Ama bu kürsülerden konuşanlar hala Bulgar temsilciler ve özellikle HÖH - DPS’ liler değildir. İlk kez olmak üzere Avrupa’dan yükselen seslerde, İslamcı terörün arkasında duran, 3 milyon kişilik sığınmacı kamplarını boş tutup bekleten Suudi Arabistan gibi Müslüman ülkeler de lanetlenmeye başladı.


Makale ve Analizler - 2015

31

Son sahnede, Bulgar hükümetinin, GERB Kurultayında konuşan Başbakan Boyko Borisov, 8 Ekim’den sonra ülkeye yerleşecek olan 1600 sığınmacıya karşı hoşgörülü olma çağrısında bulundu ve destek aldı. Şimdiye kadar bu tavır sert ve tepkiliydi. Şimdi “arlaya atılan iyilik, gün gelir önüne çıkar!” şeklinde biçimlendi. Ne var ki, Bulgaristan Türklerine ve Hak ve Özgürlükler Partisi’ne karşı 2009’dan beri sertleşme trendine giren ve 2014’ten beri topyekûn ötekileştirme rüzgârıyla esen GERB politikası yeni ince ayar aldı. Borisov konuşmasında, bir yandan GERB partisinin temel hasmı HÖH - DPS partisi diye vurgulama yaparken,Türklerin ve Müslümanların bundan böyle iktidara katılması yolunun kesileceğini, DPS ile kabine ortaklığı yapmayacaklarını belitti. GERB, şimdiye kadar yapılan şiddetli anti-DPS kampanyalarını anlattı; 25 Ekim’de yapılacak yerel seçimler öncesi anti-DPS kampanyası başlatmanın ve şiddetlendirmenin kolay olduğunu, fakat bugün muhalefette bulunan HÖH - DPS partisinden yapılacak olan Anayasa ve yasa değişikleri için ihtiyaçları olabileceği hesaplarını gizlemedi. Başbakan, Türklerin ve Müslümanların politik partisiyle iktidar ortaklığına gitme seçeneği olmadığını tekrarlayarak açıkladı. Bulgaristan’da esen yeni rüzgârlar çok yakında fırtınaya dönebilir. Sosyalist Parti eski Başkanı Sergey Stanişev ile HÖH lideri Lütfü Mestan’ın Sofya’da “Kartal Köprü” de öpüşmesinden sonra devlet ve siyaset objeleri Türkleri ve DPS’yi gerilemeye ve ödün vermeye zorluyor. Stanışev’in düşürülmesi ve Lütfü Mestan ile Boyko Borisov arasında gelişen “Türk Kahvesi” diplomasisi kör çekiş oyununa benziyor. Mestan uzak görülü bir siyaseti olmadığından, başımıza gelecek olan kötülükleri önceden hissedip göremiyor. Beklenen kötülüklerin başında, Bulgaristan’ın 2007’de imzaladığı AB üyeliği sözleşmesinden kaynaklanması beklenen yeni cansıkıcı gelişmeler olacaktır. DPS lideri Ahmet Doğan’ın bilgisinde hazırlanan bu tuzaklar, sözleşmelere incelenmiştir. Tarihleri geldiğinde bomba gibi patlayacaktır. AB ülkelerinin çifte vatandaşlık hakları 2016 sonunda kaldırılacaktır. Yeni durumda soydaşlarımızın ya Bulgaristan ya da Türkiye vatandaşlığını seçmeleri gündeme gelirken, mal mülkleri ve diğer sosyal hakları masaya yatırılacak, Bulgaristan Türkiye ilişkilerinde Bilinmezler İçinde Bocalama Dönemi başlayacaktır. Bu diplomatik görüşmelerde bizim kaderimiz çizilse, belirlense de şimdiye kadar bunlara Bulgaristan Türklerinden bir tek şahsiyet oturmamıştır. Deneyimler o kadar acıdır ki, 1989 Ağustosunda Türkiye Dış İşleri Bakanı sıfatıyla bizi Kuveyt’teki Bulgar Türk görüşmelerinde temsil eden Mesut Yılmaz bizim için okul, resmi anadil hakkı, radyo, TV programı, özgün kültürel yaşam, hayat tarzımızı geleneklerimize ve ahlakımıza göre yaşama, gazete, dergi vb haklarımızdan hiç birini ta-


32

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lep etmedi; haklarımızı sıralama zahmetinde bile bulunmadı. Bulgaristan Türkleri “Bu adamın o kadar mı çok kumar borcu varmış da bizi yaktı!” sorusunu hala soruyor. Biz, öz haklarımız, adlarımız, dilimiz, dinimiz, kültürümüz için 1989 Mayısında ayaklanmıştık, nice şehitler verdik, M. Yılmaz bizi sattı. Bizi temsil edecek olan yeni temsilcilerle önceden dobra dobra konuşma zamanı artık gelmiştir. Yeni temsilciler Bulgaristan Türklüğünü yok etmeye yeminli olmayan kadrolar arasından seçilmelidir. Yeni durumda HÖH - DPS parti liderlerinin soydaşlarımızı ve tüm Bulgaristanlı Türkleri ve Müslümanları sindirip uyutma ve tüm haklarını elde etme konularında bilinçlenmelerine her bakıma ve her yerde engel olma, halkımızı engelleme siyasetinin acı meyveleri çok yakında boğazımıza duracaktır. Zaten olan hep bize olmuyor mu?! Gelecek yıl bir daha Türkiye vatandaşı veya Bulgaristan ve AB vatandaşı olarak parçalanmaya zorlanabileceğimiz haberini hepinize büyük bir yürek acısıyla bildiriyorum. 500 binimiz kovulurken “Büyük Seyahat” diyenler bu defa “Kendileri Seçti” ya da “Kendi Gitti” adını hepimize dayatabilirler. Ufukta dolu var. İnanıyorum ki, suda süzülen ördeğin başını neden yarı daire şeklinde çevirdiğini anlayabildiniz. Biz ördeğin gözlerinin görmediği yerde kalıyoruz. Başbakan ve GERB başkanı Bulgar politik kodamanlarını ve kamuoyunu Türkleri bir daha “Kendileri gitmeye veya ebediyen kopmaya, Türkiye’dekileri ise Bulgaristan’ı unutturmaya zorlarsak, 1989’da davrandıkları gibi “hoşgörüye” alıştırıyor. “Büyük Göçe” zorlarken hatta isimlerimizi değiştirip, pasaportları elimize vermişlerdi. Unutmayalım ve lütfen gözümüzü açalım! Konumuza devam edeceğiz. Okuduğunuz için teşekkür ederim.

Dünya Artık Eski Dünya Değil

Rafet Ulutürk-18.Eylül.2015

Konu: Yakın Doğu’nun alınmaz kalesi Türkiyedir. Türkiye terörle mutlaka başa çıkacaktır. Sofya’da 76 no’lu otobüsle yolculuk ederken, “Rus Anıtı” kavşak durağında ellerinde ağır mitralyöz silahı olan bir grup üniformalı US asker orta kapıdan haldır hul dur içeri doldu. Silahlı kişilerin toplumsal taşıt araçlarında yolcu-


Makale ve Analizler - 2015

33

luk etmesi bizde yasak olduğundan herkes birbirine baktı. Dünya ne kadar değişti dedim kendi kendime... Daha doğrusu düşündüm kaldım! Anlaşılan her yüzyılın kendi tablosu var. Arkada kalan, sanayi sermayesi ile işçi sınıfının iktidar kavgaları; devlet tekel kapitalizminin yeryüzü kaynaklarını bir daha ve ardından bir daha pençeleme, paylaşma ve kapışma savaşlarıyla geçti. Bu savaşlar, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarından sonra endüstri sermayesi sayfasını kapatırken finans sermayesini egemen duruma getirdi. İşçi sınıfını fabrikalara ortak ederek direniş sokaklarını ve meydanlarını boşalttı. Emperyalizmin üçüncü dünyayı tekrar tekrar parçalayıp talan etme çabalarına cevap olan ulusal kurtuluş savaşları bütün kıtalarda Atatürk ve Türkiye örneği ulusal devletleri kurma yollarını açtı. Berlin Duvarından sonra tüm sosyalist sistemin çökmesi git gide US askerleriyle birlikte aynı otobüste yolculuk etmeyi normal karşılamamıza kadar uzadı. Yeni yüzyılın gümüş tepsilerde altın elma sunmayacağı artık belli oldu. Gelecek yılların kime ne getireceği hiç belli olmaz. Yakın bir gelecekte kimsenin rahat edemeyeceğinden korkanlar haklı çıkabilir. Bugünkü gidiş bir yandan durdurulamadığı gibi, ırmak olsa su toplamaya devam ediyor. Keşke düşünmek bu kadar zor olmasaydı ve insanlar geleceği daha net görebilselerdi. İçlerinde cesaret duygusu olanlar, hiç kimseyi dinlemeden, en doğal hakları olan yürüme haklarını kullanıyorlar. Emperyalizmin 1919 Versaye (Sevr) Anlaşması Avrupa ve dünya haritasını yeniden çizerken, kalemin ucuyla Yakın Doğu’yu da karıştırdı. Bu yörede İngiliz ve Fransız çıkarları olduğu ilk kez o zaman sözleşmelere girdi. Kuşkusuz 20. yüzyılın ortasında emperyalizm bu haritayı yeniden çizmek için bir daha savaşa kalktı. Bu savaştan sonra da gözleri hep Yakın Doğu’da kaldı. Sanki Selahattin Eyüp’le haçlılar arasındaki boğuşmalardan hırslarını alamamışlardı. Yakın Doğu’da taş üstünde taş ve hiç bir insan ve hatta haşarat kalmaz ise sular durulur mu dersiniz! Hayat olmayan yerde insan olmaz. İnsanlar ağaçlar gibidir. Önce birey, sonra koru, ardından orman ve balkan olana kadar yıllar, asırlar geçer. Biz soydaşsız, ardımızdan 2. kuşak gelse de yerleştik gibiyiz ama iyice yerleşmiş ve kaynaşmış değiliz. Bütün insanlar bir araya geldiği zaman toplumu oluşturur. Değer vermeyi öğrendiğimiz ölçüde bize değer verilir. Türkiye’de yaşıyoruz ama TBMM’de iki temsilcimiz yok, evet şu an size soruyoruz, “Kaç Belediye Başkanımız var?” demek oluyor ki biz olgun bir topluluk olamamışız, bize değer verilecek, bizsiz olunamayan bir duruma henüz gelememişiz. Sayılarımızın 1 ya da 10 milyon olması hiç önem taşımaz, çünkü rakamlar niceli ifade eder, toplumsa aynı


34

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

bilinçte ve iradede olan, lideri olan, her yerde her bakıma örgütlenmiş insan topluluğudur. Şunu hep unutuyoruz gibi. Müslümanlar Cebelitarık’ı (Gibreltar) arkalarına bıraktıklarında tekne ve gemilerin hepsini teker teker ateşe vermişlerdir. Sebebi, geri dönme yollunu kapatıp dönüş ihtimalini ve umudunu kafalarından silmekti. Atalarımızın Çanakkale Boğazını hangi gemiyle ve nasıl geçtiğini de kimse bilmez! Kararlı insanlar geri dönmemek için ilerler. Türkiye boyunca karadan ve Akdeniz üzerinden eski kıtaya çıkan ve Avrupa’yı allak bullak eden ilk milyon artık finans sermayesinin avlusuna demirledi. “Sen benim ata topraklarımı yaşanmaz ettin! Yaşamak istiyorum, hayat hakkı için geldik,” çığlık atıyorlar. Kimdir bu insanlar: Bir milyonu artık Avrupa Birliği’nde ve oradaki 6 milyon Türk’e katıldılar. 100 bini Edirne yolunda, bugün 623’ü Bulgar’ın gerdiği tel örgülerden geçmeyi başardı. 2 - 3 milyonu Türkiye’deki kamplarda. İstanbul ve İzmir’de harekete hazır büyük kitleler var... Önümüzdeki 1 - 2 yılda şöyle bir 3 - 5 milyon olarak Avrupa’ya atlayabilseler, dünyanın bugünü ve yarını tamamen değişebilir. Dünya yeni bir düzen aramak zorundadır. Çin Seti’nde beri gerilen tüm duvarların, çitlerin, tel örgülerin beş para etmediği, dünyanın tüm insanların ortam vatanı olduğu itiraz götürmez bir şekilde kanıtlanmış olacaktır. Niteliksel analiz: Bir defa Avrupa’ya akın edenler genç, dinamik ve bilinçli kişiler. Birçoklarının mesleği var ama hepsi yaralı. Çocuklu anneler kalabalık. Yavrularını yeni dünyaya taşıyan kartalları andırıyorlar. Avrupa gözlerini dört açmış gelişlerini izliyor. İçten içe onları bekliyor, çünkü eski kıta onlar olmadan çok yakında nefes alamayacağını biliyor. “Bu yıl 800 bine kucak açacağım” diye ilan eden Almanya Başbakanı Merkel, aslında içten içe “32 milyon sığınmacı iş gücüne ihtiyacı olduğunu gizliyor.” 18 ile 35 yaş arasında olan sığınmacılar Avrupa’yı bir dünya gücü edebilecek tek güçtür. Onlar ucuz işgücüdür. Savaş kaçakları, evleri barkları bombalanmış, yakınları telef olmuş, yuvaları yıkılmış, tarlalarında, bağ bahçelerinde savaş yürütülen, hayvanları ellerinden alınmış, işsiz, yerel yönetim düzenleri bozulmuş, şeyhlikler, aşiret reisliği, muhtarlıklar vs. Tarih çöplüğüne gömülmeyi kabul etmiş, sosyal düzeni olmayan - çeşmesiz, kuyusuz, fırınsız, yolsuz, doktorsuz vs kalmış insanlar sığınmacı grubuna dahildir. Bunlar muhtaç insanlardır. Oluşan kalabalık kitlenin vardığı ülkeden yasal hak talep etme hakkı yoktur. Avrupa medeni kanunlarında bu


Makale ve Analizler - 2015

35

kişilerin beklediği ancak ve yalnız merhamettir. Yerleri, ilk aşamada sığınma kamplarıdır. Bu sığınma merkezlerinin Avrupa dillerindeki adı GETTO olup buralarda sıkı rejim uygulanır, izinsiz bir şey yapılamaz. Gettoculukta Avrupa’nın geçen yüzyıldan çok geniş deneyimi vardır. Mesela İkinci Dünya Savaşı’nda yıkılan Fransız şehirleri Cezayirli işçiler tarafından inşa edilirken, onlara sığınmacı ya da kaçak işçi statüsü verildi ve gettolarda kalmışlardı. Sendikasızlardı. Örgütlenme hakları yoktu, Fransız işçi sınıfının sosyal haklardan yararlanmadan çalıştı. 70 yıl sonra, artık 2. ve 3. kuşakta hukuksal durumları giderek değişen bu sığınmacılar Paris’in varoş çemberini oluşturuyor. 2015 sığınmacıları Avrupa’nın yeni seviyesiz proletaryasını, sefiller ordularını oluşturacaktır. Finans sermayesi sığınmacılarda ucuz vasıfsız iş gücü kitlesi görüyor. Bu insanların bir iki kuşak sendikal ve sosyal hakları olmayacak ve gönüllü olarak sömürülmeye hazır olduklarını kendileri beyan ediyorlar. Başka bir değişle, yeni kitle hiçbir sözleşmeye dayanmayan ilişkileri kabul ederek, ekonomi çarkında sömürülmeye gönüllü sarılan “kendi gelenlerden” oluşuyor. İkinci gruba dahil olanlar mültecilerdir. Onlar ekonomik nedenlerle göç Edenlerdir ve yerleri getto dışındadır. Batı ülkelerindeki sosyal sisteme katılmayı hedefliyorlar. Onlarda, “Arap Baharı”nda, Afganistan ve Pakistan’dan, Suriye’den akan kitleyi görüyoruz. Aslı’nda 2007’den buyana Bulgaristan’dan çıkıp aileleriyle birlikte Batı ülkelerinde, Amerika ve Kanada’da ekmek parası mücadelesi veren, yalnız ekmek teknesini değil, evini barkını, vatanını ve gelecek umudunu dış ülkeye taşıyan bu kalabalık topluluk orada hayat mücadelesi vermeyi önceden ve gönüllü olarak kabul etmiş ve kolları sıvamıştır. Bu kalabalığın birinci ve ikinci kuşağı sosyal hak falan elde edemez, sendikalaşamaz ve vardığı yerlerde kök salmaya çalışırken gözleri, aklı hep geride, vatanda, köyünde kasabasında kopamaz. Bu iş göçü Bulgaristan’da kalan yakınlarının durumunu bildiğinden dolayı bir yandan orada kendi yağıyla kavrulmaya çalışırken, her yıl 1 milyar Euro gibi bir yardımla akrabalarına arka olmaya da gayret ediyor. Olayı derin analiz etmeye ve yorumlamaya gerek yok, 70 yıldan beri Almanya’da çalışan Türk konuk işçilerin durumu mülteciler için bir emsaldir. Türkiye seçimlerinde oy kullanma hakkını Cumhurbaşkanımız Sayın Tayyip Erdoğan sayesinde yeni yeni elde ettikleri de ortadadır. Yeni yabancı iş gücü AB koşullarında yerleşik yabancı iş gücüyle rekabet edecektir. Bu göç selinde yer alan üçüncü grup da teröristlerdir. Tabii bunlar özel eğitimli ve örgütlü, yol yordam bilen, himaye sağlanmış, dayanıklı, fonksiyon üslenmiş kişiler olduklarından dolayı onlara karşı yaklaşım tamamen farklıdır. Avrupa ne 11 Eylül’de ikiz kulelerin yıkılmasını, ne de Paris’te yılbaşında meydana gelen katliam olayını unuttu, gerekli anti-


36

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

terörist tedbirlerini almak zorundadır. Yunanistan sınırında, Makedonya’da ve Macaristan’da sınır askerleri ve polisle meydana gelen kavga, didişme ve çatışmalarda eğitimli davranan kişiler olduğu dikkati çekti. Kuşkusuz bu kişilere eski kıtada yer yok, çünkü Avrupa Birliği terörizmle mücadelede yer alma kararlılığını sürdürüyor. Bu arada Macaristan’dan sonra Bulgaristan da sığınmacılara yol gösteren ve yardım edenlere 12 yıl hapis cezası öngören yasa onayladı. Avrupa finans kapitalinin hedefinde eski kıtaya bedavadan ucuz iş gücü sağlamaktır. 1982’den beri bombalanan, rejimleri devrilen, devlet düzeni yok edilen, toplumsal yaşamı telef olan, sosyal ve dini düzeni bozulan Yakın Doğu halklarından genç kuşan işte böyle bir işgücü kaynağı olarak görülüp hareketlendirilebildi. “Kendi geldi” kuralları işleme konuyor. Bu mağdur insanların statüsü eski zamanların köle statüsünden pek farklı sayılmaz. Her şey değişse de, Fransa örneği gün gibi ortadadır, onların ki, dondurulabilir. Olaya, bu acınası olaya dünya siyaseti üzerinden bakıldığında, basın, “Türkiye üstüne düşeni yapar, demokratik hakları tanınmış bulunan Kürtlerle anlaşıp, PKK, IŞİD, KCK gibi örgütleri dize getirir” fikirlerini yayıyor. 600 STÖ’nün Diyarbakır’da ve 250 STO, Konfederasyon ve Federasyonun Ankara’da düzenlediği “Teröre Hayır! Kardeşliğe Evet!” gösteri ve mitingler Türkiye’nin gerçek demokratik bir ülke olduğunu herkese gösterdi. Unutmayalım İspanya’da ETA 15 milyon sokağa çıkınca silah bırakmak zorunda kalmıştı. Aynı olayı İngiltere’de IRA teröristlerinde de izledik. Şimdi sıra Türkiye halkındadır. Bu mücadelenin içinde çok güçlü ve önemi artan bir kolordu anavatan sevdalısı tüm Rumelilerdir. Anavatanlarını hak etme sevdalılarıdır. Bu sloganın politik anlamında 1 Kasım’da tüm oylar AK Parti’ye gerçeği yer alacaktır. Türkiye’nin geliştirdiği sığınmacıların kalacağı kendi ülkelerinde bir tampon bölge kurma siyaseti de destek bulmaya devam ediyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya ve Avrupa’yı ayaküstüne diken konuk Türk işçileri, Büyük Türkiye’nin olduğu gibi, huzur bulacak Yakın Doğu’nun da baş mimarı olacaktır. Bu inanç olmaya başlayan büyük umuttur. Bu gidişle Yakın Doğu değişen dünyanın bir parçası olacaktır. Bu açıdan bakıldığında emperyalizmin, Fransa ve İngiltere gibi eski takıntılarını aşamayan emperyalist sinsi güçlerin, küflü taleplerinden, Kürt terör güçlerini kışkırtmaktan vazgeçmeleri zamanı çoktan gelip geçmiştir. İsrail IŞİD’i silahlandırmaya son vermelidir. Sözde anti-terörist bir tutum almış bulunan Kürt lideri Barzani bölücüsünün son zamanda Almanya tarafından silahlandırılması da ateşe benzin dökülmesinden başka bir şey değildir. Türkiye siyasetinde meydan savaşına çıkan, sosyal-demokrat maskeli HDP


Makale ve Analizler - 2015

37

partisi, 7 Haziran günü bir yılanın değiştirdiği derisinin yolda kalması gibi hareket etti. HDP tutumunda çok para yasal yönetime boyun eğdirmez, halkın seçtiği Cumhurbaşkanına dil uzattırır, gibi gerçekler doğurttu. 1 Kasım’da boş umut dolu bu balon patlayabilir. 1990’larda kendi kendini ele veren, ülkesinin vagon ve trenlerle, gemilerle soyulmasına, hatta 2 vagon mücevherinin çalınmasına göz yuman Moskova yeni zenginleri, son dönemde dirilmeye ve derin uykudan uyanmış aç bir ayı gibi dişlerini göstermeye başladı. Yakın Doğu siyasetinde etkilerini görüyoruz. Latakya başta olmak üzere, Suriye’ye yeni 3 Rus askeri üssü kuruluyor. Şam uçak alanı “T - 90” tanklarıyla savunuluyor. “Katışa” tipi yoğun imha silahları kullanılıyor. Basın, IŞİD yönetim merkezlerindeki patlamaların Akdeniz’deki Rus askeri gemilerinin plazma silahıyla gerçekleştirdiğini açıklandı. Öte yandan, Başar Esat gibi diktatörler devrilmeden Yakın Doğu’da suların durulmayacağı gerçeğini anlamak istemeyen Başkan V. Putin IŞİD ile savaşta zaferin B. Esat yönetiminde “Suriye Ordusunun olacağını” belirtiyor. Moskova’da yapılan son Türkiye – Rusya diplomatik görüşmelerinde, Rusya IŞİD düşmanı göçlerin Beşar Esat dışında birliğini yine kabul etmedi. Bu durumda, Avrupa’ya akan göç selinin durdurulamayacağı, emperyalizmin değirmenine su taşınmaya devam edileceği gözden kaçmıyor. Bir yayılmacı gücün yerine daha tehlikeli başka birinin yerleşmesiyle sorunların çözüm bulacağına inanan kalmadı. “Dünya artık eski dünya değil” derken, şuna da işaret etmek istemiştik. Sığınmacı dalgası Avruğayı 80 - 90 yıl geri itti. Avrupa 1930’ları andırmaya başladı. Gelişmelerin sonuçları fecidir. İlk başta finans kapitalin dünyayı tek koldan yönetme planları suya düştü. Tek merkezli dünya bu gidişle 3 merkezli oluyor. Bu merkezlerde ABD Rusya ve Çin yer almaya çalışıyor. Eski kıta ve merkezindeki Avrupa Birliği sanki yüzükoyun yerde kaldı. Artan göç dalgasına Avrupa sınırlarını hiçe sayma hakkı tanıyanlar aslında Avrupa’yı diriltip yenileyerek, üçlü dünyanın dördüncü merkezini oluşturmaya çalışıyorlar. Bu açıdan bakıldığında, sığınmacılara, savaş kaçaklarına vs ateş açılmaması, onlara Avrupa’nın merkezi olan Almanya’ya doğru yol bulup açma hakkı tanınması “aman gelin bizi kurtarın çığlığı değil de nedir?” Bu trajediye bir de bu açıdan bakalım. Türkiye milyonlarca sığınmacıya yıllardır ev sahipliği yaparak dünyaya parmak ısırttı. Değişen dünyada CHP, MHP ve HDP üçlüsünü anlamak gerçekten zor oldu. Okuduğunuz için teşekkür ederiz.


38

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bayrak Birleştirdi

Rafet Ulutürk-18.Eylül.2015

Dip dalgası hareketlendi Türkiye arınıyor. Bitlis’te okul yakmak, Güneydoğu’da yolları yürünmez hale getirmek, hangi soruna çözümdür? Halkın ekonomik ve sosyal edinimlerinin direk hedef alınması, cana tehdit kadar tepki uyandırır. Terörün ölümcül korkusu halkın hareketlenmesidir. Halk kitlelerinin hareketlenmesinin bir başka ifade eşekli dip dalgasının, sefil ve orta hallice halk tabakalarının sokaklara dökülmesidir. Bu saflarda anavatan mücadelesinden gelen soydaşlarımıza özel yer vardır. Terörü lanetleyen hareketlenme Türkiye’de çok güçlü bir dip dalgası olarak boy gösteriyor. 17 Eylül 2015 Ankara’da gerçekleşen “Teröre Hayır! Kardeşliğe Evet!” birlik ve beraberlik yürüyüş ve mitingleri Sivil Toplum Örgütleri (STÖ) tarafından örgütlendi. 250’den fazla örgüt, terörü olumsuzlayarak yürüyen kitle “vatan bölünmez” sloganıyla barış, güvenlik ve kardeşlik yolu döşendi. Türkiye halkı tek bayrak, tek devlet ve tek vatan altında birleşti. Sosyal bilimlerin özündeki gerçek, halk kitlelerini baştanbaşa mayalamanın ve hareketlendirmenin ancak gerçek siyasetle, devlet, ulusal bütünlük, bayrak, vatan bütünlüğü tehlikeye düştüğünde olabileceğini gösterir. Bu bir fırsat işi değil, boş vaatlerle dolu balon uçurmak ise hiç değildir. Yazılarımızda dip dalgası dediğimizde, hep sivil toplum örgütlerini, saflarında birleşen milli, dini, etnik ayrımı olmayan geniş kitleyi anladık. Biz Bulgaristan göçmenleri de Sivil Toplum Örgütlerin’de örgütlüyüz. BULTÜRK de terörü lanetleyen bir STK’dır. Terörün başladığı ilk günden beri Türkiye halkını tek bayrak altında, anavatan bölünmez mitinglerine çağırdık, bu yöndeki eylemlerin hepsinde yer aldık, alacağız. Bu hafta Diyarbakırlı gençlerin de elinde Türkiye Cumhuriyeti bayrağı dalgalanan vatan bölünmez mitinginde gördük. Büyük sayıda STK tarafından yönetilen “Teröre Hayır! Kardeşliğe Evet!” mitingi Türkiye Kürtlerinin Türkiye’de yaşamak istediklerine, vatanın bölmek isteyenlere karşı baş kaldırdıklarına, teröre son verilip silahların gömülmesinden yana olduklarını dile getirdi. Kızlarının kaçırılıp katil kamplarında eğitilmesini kınayan anneler meydanlardaydı. Okulları yakılan, bombalanan, okul araçları telef olan öğrenciler de annelerinin eline yapışmış, öğrencileriyle birlikte okumak istediklerini dile getirdiler. Gerek Diyarbakır, gerekse Ankara mitingleri ve ardından gelecek yeni yığınsal eylemlerde, Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği üyelerinden


Makale ve Analizler - 2015

39

ellerinde ay yıldızlı bayrak gençleri gördüğünüzde gurur duymak doğal hakkınızdır. Onlar anavatanımızın bölünmezliği ve Türkiye halkının kardeşliği irademizi dile getiren evlatlarımızdır. BULTÜRK’ ün tek bayrak üzerinden gelişen birlik ve beraberlik eylemleri politikaya damga vuruyor. 1 Kasım seçimlerine ağırlığını koyacaktır. Dolayısıyla 7 Haziranda halkın öngördüğü politik bütünlüğümüzü kabul etmeyenler yeni simge tek bayrak halkımızın kardeşliği olacaktır. Yüz binler kardeşliğe yürürken saflarında soydaşlar yer alması hepimize gurur veriyor. Türkiye bayrağı taşıyan herkes kardeşimizdir. Dip dalganın yükselmesiyle gün yüzüne çıkan büyük gerçekte ortak devlet, ortak yaşam, herkes için huzur, komşuluk ve kardeşlik ve tek bayrak var. Yükselen hareketlenme şiddeti ve terörü ret ediyor, geri dönüşü olmayan bir biçimde olumsuzluyor. Korkuya, silaha, kavgaya, pusulara hayır diyenler bütün sorunların çözümünde diyalog, uzlaşmacı yaklaşım, çözüm sürecinin devamında ayak diriyor. Ulusumuzun en büyük ödevi terörü yenmek ve huzurlu günlere açılmaktır. Dip dalgasının İspanya zaferi. Yakın geçmişin dünya siyaseti kitle hareketlenmesinin gücünü gösteren parlak örneklerle doludur. İspanya Katolonya’da akan kan, patlamalar, suikastlar unutulmuş değildir. Şehirlerde örgütlenmiş olan Baskıların ETA terör örgütü İspanya devletini parçalamak istiyordu. Seçimlerde halktan bölünme onayı alamadıkça ejderha gibi saldırıyor, kudurdukça kuduruyordu. Aynı şimdi Türkiye’de PKKve KCK gibi devamlı kurban istiyor, kan akıtıyor, anaları ağlatıyordu. İspanyolların sivil toplum örgütleri, işçi sendikaları, meslek birlikleri, öğrenci dernekleri, esnaf ve aydınlar vb tek bayrak altında, “vatan bölünmez” sloganı altında kesin hesaplaşmak uğruna birleşerek hareketlenmiştir. Toplumun dip dalgası 15 milyon kişiyi aynı günde aynı anda ülkenin tüm meydan ve kavşaklarına topladığında, ETA teröristleri silah indirmek, mermileri gömmek ve barış görülmelerini, halkın iradesini, memlekettin her yanında huzur sağlanması talebini kabul etmek zorunda kaldı. İspanya böyle huzur buldu. Terör politik bir eylemdir ve hedefindeki devlettir. Bugün PKK da Türkiye devlerini hedef almıyor mu? İspanya’da ulusal barışı STK’ların, tüm halkın terörü lanetlemesiyle, terörü ret eden dip dalgasının yükselmesiyle ve ulusal siyasete damga vurmasıyla tek bayrak altında zafere ulaştı. Dip dalgasının politik bilinçle hareketlenmesine ne PKK ne de KCK dayanabilir, hepsinin yeri siyasi çöplük ve tarih hurdalılığıdır. Bunun olması için HDP gibi politika sahtekarlarının, politikayı kilitleyenlerin öncülüğüne asla gerek yoktur.


40

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Fecebook’a: Cizre’deki Arjen’den İstanbul’daki Alp’e mektup var. Savaşa dur deme bilincini göstermeliyiz! Dip dalgasının hareketlenmesi Türkiye halkının bu bilince yükseldiğine kesin kanıt oldu. Olaylara farklı bakış açısı: 17 Eylül’de Ankara kitle eylemlerine politik partiler davet edilmedi. İspanya’da da öyle olmuştu. İngiliz halkı İRA terör örgütünü dize getirirken de politikacılar sahnede yoktu. Mitinglerimizde ne Kemal Kılıçdaroğlu, ne Devlet Bahçeli ne de başka bir siyasetçi konuştu. Politikacılara boy gösterme fırsatı tanınmadı. Yeni ortamda STK’nın toplumdaki yapıcı rolünü yükseldi. İki seçim arası, halkın kısır politika mimarlarını görebildi. Türkiye Cumhuriyet tarihinde siyaset ilk kez kilitleyen onlardır. Buna bir fatura kesilmelidir. Bayrak mitingi, 7 Haziran iradesini kavrayamayanlardan, bir koalisyon hükümeti kurulmasını engelleyenlerden, siyaseti kilitleyen zihniyetten yeni ayar istedi. 2 ay önce meclis hemen çalışmaya başlamış olsaydı, ortak bir Bakanlar Kurulu kurulabilseydi, terör kükreme fırsatı bulamazdı. Görülen köy kılavuz istemez. STK’lar geleneksel muhalefetin terör konusunda sergilediği politikayı inandırıcı bulmuyor. Örneğin, MHP 1 Kasım aday listesine vatan bölünmez şiarının bayraktarı Bulgaristan göçmen temsilcisi almadı. Halk iradesi ardından başka hesapların yapıldığına, inatçı ve kısır bir siyaset izlendiğine işaretler var. HDP partisinin siyasi tutumu, sosyal demokratik görüşleri bir paravan olarak kullanması, terör bölgelerinde boy gösterirken sert ve zıt konuşmalarla kamuoyunu yalan yanlış etkileme denemeleri kulak tırmaladı. Hayat hiç kimsenin bir eli balda bir eli b..ta olamayacağına işaret eder. Demokrasi isteyen genç politikacıların bir elinde silah bir elinde beyaz güvercin olamaz. Diyarbakır meydanlarında PKK ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ay yıldızlı bayrağı yan yana aynı alanda dalgalanamaz. İnsan kardeşliği laf salatası değil, samimiyet ister. Aynı koltukta 2 karpuz taşıyamadığı gibi, aynı elde 2 bayrak dalgalanmaz. Tek bayrak ve kardeşlik mitinglerine katılmak isteyenlere uyarımızdır. Çatal baş siyasetin Türkiye politikasında yeri olamaz!. Seçenek tektir. Sivil siyasette ikilik olmaz. Gönlü bir, dini bir, tarihi bir toplulukların birbirine kıydırılması, halkın matem törenlerinde, kan gölü içinde yaşamaya zorlanması hainlikten, teröristlikten ve zulümden başka bir şey değildir. Türkiye halkının bilincinde yarı hain ve yarı terörist yoktur. Hain haindir terörist teröristtir, her ikisi de yok edilmesi gereken illettir. Hayalimiz tek bayrak altında mutlu olmaktır.


Makale ve Analizler - 2015

41

Çözüm, Her Sorunun Kendi İçindedir

Raziye ÇAKIR -20.Eylül.2015

Konu: Bir soruna 40 çözüm olunca, problem çözülmez. Esat gitmeden Suriye halkı huzur bulamaz. İlk tuşa bastığımda, Avrupa ülkelerinin sığınmacılara kapılarını birer birer kapadığı haberleri gelmeye başladı. Gelen kış, yollarda 300 bin savaş kaçağı var, yarısının kollarında çocuklar! Durum: İsveç’in bir eyaletinde halk oylaması yapıldı. Sonuçtan, “sığınmacı istemiyoruz”, çıktı. Karar, “Bir sığınmacı için her gün 9 Euro ödeyelim, gelmesinler.” Yakın Doğu’dan kaynayıp yola çıkan “savaş kaçağı” ve sığınmacı selini durdurmak şimdilik kimsenin gücünde değil. Avrupa Birliği, Afrika kıtası sığınmacılarla ilgili yeni karar aldı: “1 milyar Euro verelim, lütfen hepsini geri alınız!” Cevap yok. “Russia 24 TV” haberlerine inanılırsa, “Yakın Doğu Savaşı daha 8 milyon kişi yurdundan kaçmaya zorlayabilir.” Alman “Focus” yayınları, IŞİD’ in Libya üzerinden Avrupa’ya çıkarma hazırlılığını filme çekmiş, gösterdi. İtalya ve Yunanistan’a denizden gelen sığınmacı dalgasının devamlı artacağına işaret ediyor. IŞİD TV yayınlarında ise aşırı saldırganlık var: “Roma’yı işgal edeceğiz! İspanya’nın Endülüs yöresine yerleşeceğiz!” söylemi dünyayı uyarıyor. Libya, Suriye, Irak gibi toprakları bombalanıp yaşanmaz hale gelenler sanki emperyalizmimle göç tusunamisi silahıyla hesaplaşmak istiyor. Dikkati çeken özellik, sığınmacı selindeki kadınlar. Müslüman kadın evinden, yuvasından çıkmışsa, olay çok vahim anlamına gelir. Kucaklarında bebeleriyle yürüyen bu insanların çilesi tarihe sığmaz. Kamplarda taşıyor: Dünya medyası, Ürdün ve Lübnan sığınmacı kamplarındaki durumun yürek acısı olduğunu gösteriyor. Türkiye’deki sığınmacıların sabrı da taştı. İzmir, İstanbul ve Edirne yollarına düştüler. 2.2 milyon sığınmacı aileye normal yaşam koşullarını ancak Türkiye gibi güçlü bir ülke sağlayabilirdi. Türkiye’den çıkıp Yu-


42

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

nanistan ve Bulgaristan üzerinden Almanya’yı göğüsleme hareketi kabardı ve ilk 10 bin Edirne’ye yığıldı. Meriçin geçilememesi, Bulgar sınırının tel örgüleri, yoğun diplomatik temaslardan sonra, Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan ve Başbakanımız Sayın Prof. Ahmet Davutoğlu’ndan ilk yapıcı teklif, Avrupa önderlerine çağrı geldi. “Sizi istiyorlar, müsaade edin uçakla gönderelim. Biletler bizden!” Dikkati çeken başka bir özellik şudur: Almanya’ya uzayan sığınmacı alayına Arnavutluk, Kosova, Makedonya, Bosna ve Sırbistan’dan katılanlar artıyor. Gelişmeler tarihsel bir olayı hatırlattı. Sultan Süleyman Viyana seferine askeri Edirne toplamıştı. 50 bin askerle yola çıkan akın Avrupa’nın merkezine 130 binlik kafile olarak varmıştı. Uçakla sevkıyat Hersek, Slovenya ve Macaristan’daki gerginli hafifletebilir. Avrupa Türkiye’nin çözüm teklifine kulak vermek zorundadır. Ocak - Ağustos yay giden sığınmacılardan 265 bin 931 kişi Batı Avrupa’ya vardı. Bunların % 21 Suriyelidir. Komşu nüfusunun % 5 sekiz ayda Almanya’ya taşındı. Berlin’de 60, Bremen’de 76, Hamburg’da da 77 yerliye bir Suriyeli düşüyor. Ne yazık ki olay Suriyelilerle birmiyor. Sığınmacıların Avrupa yolları: Rusya, Beyaz Rusya ve Polonya yolu en işlek olarak biliniyor. İkinci olarak Fas üzerinden İspanya ve Portekiz’e gidenler çok kalabalıktır. Üçüncü yol ise, Türkiye sığınmacı kamplarından başlayıp Yunanistan’a Makedonya üzerinden Orta Avrupa’ya yöneliyor. Libyalılar da İtalya kıyılarından giriyorlar. Başkanları ve Tuna boyu Avrupa ülkeleri sarsan Yunanistan üzerinden giren sığınmacı serüveni oldu. Bölge dramı: Son aylarda “savaş kaçağı”, “ekonomik göç” ve “sığınmacı seli” kazan kapağını Suriye açtı. Bu ülkede iç savaş şiddetleniyor. Türkiye’nin PKK terör örgütü kamplarına ölümcül darbesi, bölge haritasını yeniden çizmek isteyenlerin hayalleri boşa çıkardı. Durumu değişti. PKK sekiyor. Yakaladıklarının eline bir sarı bayrak tutuşturanlar söylem değiştiriyor. Amerika, Rusya, İsrail, sigara kaçakçılığı ve uyuşturucu kanallarından, Batı Avrupa ülkelerindeki işçilerimizi ve şirketlerimizi harca zorlamaktan beslenen ve Türkiye’de yaşayan her Kürt ailesini baskı altına almayı başaran PKK ve iç uzantısı terör beslemesi PKK ve son dönemin politik sahnesindeki yanardöner sihirbaz HDP hak ettikleri ilk dersi artık aldılar. Umarız 1 Kasımda defterleri dürülür. Türkiye’nin sonuç belirleyen bir faktör olarak terörle kesin hesaplaşma kararlılığı Yakın Doğuyu bütünüyle etkilerken, dengeleri değiştirdi.


Makale ve Analizler - 2015

43

İç savaş düğmesine basan, yılan gibi saldırıp kurban arayanlar saklanacak in arıyor. Niyetlerinde Türkiye’yi parçalamak vardı. Tutmadı. Türkiye sivil toplum örgütleri, bütün devlet, polis, jandarma, polis, adliye teröre karşı tek yumruk oldu. “Vatan bölünmez” sloganı dalgalandıkça dalgalandı. Tek bayrak mitingleri gönülleri birleştirdi. Yakın Doğu bataklığı 1919’dan beri kaynıyor. Burası farklı çelişkiler düğümü oldu. Türkiye sahneye çıkmazdan önce, problemlere çözüm formülleri arayanlar, bataklığa taş atmaktan, etnik ve mezhep kavgalarını alevlendirmekten başka bir şey yapmadılar. Geçen yüzyıl çelişkiler her gün biraz daha keskinleşti. Savaş sahnesinde diktatör Beşer Esat, PKK gibi Kürt terörist örgütleri ve IŞİD adlı aşırı İslam katilleri, vatansever yerli muhalefet grupları paylaşım ve hâkimiyet kavgasının kanlı perdesinde rol alıyor. Terör güçlerine ve odaklarına en sert yanıt veren Türkiye oldu. ABD oyuna yeni katıldı. Rusya ve İran diktatör Başar Esat’tı silahlandırıyor, “barış” sağlayacak tek güç olarak lanse edip kan gölüne taş atıyorlar. Almanya ise Barzani’yi silahlandırıyor. Her nedense, sığınmayılar Almanya’ya gelsin derken, birden bire sınır kapılarını kapadı. 1 Kasım 2015 genel erken seçimi öncesinde, Türkiye’de iç ve dış terör sorunları birine sımsıkı örülmüş gelişti. Terör vahşetini doğru okuyamayanlar 7 Haziran’da Meclisi ve siyaseti kilitlediklerinde bayram ettiler. İş ve dış terör kullarının organik bağlılığı, terör tröstü tarafından yönlendirildiğini halkımıza ve dünyaya gösteren Cumhurbaşkanı ve başbakan oldu. Ankara’da toplansan “vatan bölünmez” ve İstanbul “tek bayrak” mitingleri çözümü geniş kitlelere indirebildi. Gül kokan zehirli sis artık kalkıyor. Legal yanıltıcı söylev ve illegal saldılar, düşmanlığın ana kaynağı PKK’nın, özerk belediyeler kılıfına sokarak anavatanımızı parçalama planları 1924’ten beri ilk kez olmak üzere bu denli sert saldırılarla karşımıza çıktı. Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan ve Başbakanımız Sayın Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu çok başlı bir ejderha ile baş etmeyi başardı. Kendisi ile hesaplaşmamız devam eden, sınırlarımız ötesindeki işin şiddeti de iç düşmanın kılık değiştirip baş kaldırmasına yol açtı, vurgulanması gerekir. Devletimizin gücü düşman belini kırmaya etti de arttı. Halkımız, düşmanı kendi kanında boğma hamlesine her yerde ve her yönlüce destek oldu. BULTÜRK gibi STÖ ve tüm soydaşlarımız bu davada tek bayrak şölenlerinde yerini aldı. Savaş sahnesindeki düşman çok başlıdır. Türk halkına silah çeken PKK, kendi halkını katleden Diktatör Başar Esat ile aynı kamptadır. Terörizmle mücadele de çok renklidir. Orduları her gün teröristlerle hesaplaşma tatbikatı yapan Rusya, Türkiye devletine saldıran PKK’yı bir terör örgütü olarak görmüyor. Halep’te çarşı pazara bir kitle imha silahı olan balon bombalarını uçaklardan sa-


44

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lan Beşar Esat’ı da terörcü-diktatör olarak nitelendirmiyor. Şam’ı silahlandırma konusunda Tahran ile Moskova el ele vermişler. Kansler Merkel ise Barzasni’ ye silah gönderirken bu savaş araçlarını kimin kullanacağından sözde ilgilenmiyor. Rusya’nın Şam’ı askeri olarak desteklemesi, Suriye’de eski barbar rejimin yeniden kurulmasında ayak diretmesi, barış ve çözüm yollarını dinamitlerken, Başar Esat’ın politik sahneden çekilmesi ve Suriye’de bir seçim yapılarak halkın kabul ettiği bir düzen kurulması çabalarını artık Başkan Obama ve İngiltere hükümeti de destekliyor. Obama’ nın Esat’ın çekilmesinde arabuluculuk yapmaları için Moskova ve Tahran’a gönderdiği özel mesaj, uzlaşma kapısını açma bakımından çok anlamlıdır. Çünkü olayın çözümü yalnız “İslam Devleti” illetini yok etmekte gizlenmekle kalmıyor, B. Esat’ın da Şam’ı terk etmesi gündemden inmiyor. Bu bakıma tek hedefli olan çözüm de iki başlıdır. Rusya’nın Esatçı tutumu: 1982 “Çöl fırtınası” başladığından beri Irak’ta huzur yok. 20. yy.’da hep galip gelenler arasında yer alan, ama ne 1877 - 78 Plevne Savaşı’nda, ne Birinci Dünya Savaşında, ne de İkinci Dünya Savaşında “sıcak denizlere” inmeyi başaramayan Moskova, Suriye’ye demirlemeyi başardı. Hem de öyle demirledi ki, bugün artık Yakın Doğu ve Suriye krizinde çözüm faktörü olmaya çalışıyor. İsrail heveslerini göğüslerken Arap devletlerine diplomatik yardım ve silah temin eden, Rusya Suriye’ye iyice yerleşti. Kendi halkına kan kusturan diktatör Başar Esat’a yıllardan beri arka oluyor. Bugün de gitmesini istemiyor, onu “T-90” tankları, “KATÜŞA” füze kusanları, , elektronik top tüfek, lazer ve plazma silahları, danışman ve uzmanlarıyla ayakta tutuyor. Bu arada Suriye’nin Akdeniz limanlarına demirlerken, yeni 3 kara üslerinde konuşlanması bu bölgede uzun zaman kalma niyetlerine işaret ediyor. Unutmayalım. Sorun stratejik olduğu kadar günceldir, çünkü ortada kanayan bir yara var, durdurulması gereken güçlü bir göç dalgası var. Yollarda ve kamplarda yaşayanlar B. Esat zulmünden, köy ve kasabalara attığı kocaman bombalardan kaçıyorlar. Halk düşmanı diktatör Şam’da kaldıkça yurtlarına dönmek istemiyorlar. Macar sınırını trenle deldiler, Budapeşte kamplarında kendilerine “Guantanama” US askeri kapındaki işkenceler yapılmasına dayanandılar. Aç susuz, uykusuz ve yorgun olmalarına rağmen, gözü dönmüşçe yürüyerek Esat’ın vahşet ve barbarlığından kaçtıklarını dünya halklarına anlatıyorlar. Olay merhamet boyutlarını çoktan açtı. Suriye canisini destekleyen Putin’in ne istiyor? Rusya, Suriye ayağıyla Fransa, İngiltere, İsrail ve belki de ABD’nin hayal ettiği topraklara basma ve bölgede egemen olmak istiyor.


Makale ve Analizler - 2015

45

Halep önünde en modern savaş gemilerinden filo bulunduran Putin, B. Esat’ı ayakta tutarken, gerici Arap rejimlerine yanaşıyor. Suriyelini yurtlarından kovarken 2015’te kendisine yaptırım uygulayan AB’yi karıştırmak istiyor. Moskova, Türkiye askeri uçaklarının PKK üslerini yerle bir etmesinden rahatsız oldu. Moskova, Suriyeli sığınmacılarını çadır kentlerde barındıran, aş, okul, sağlık hizmeti sunan Türkiye’nin Suriye sınırında güvenli bölge oluşturma çabalarına olumlu bakmıyor. Esat’ın bütün ülkeye egemen olmasını sağlamaya çalışıyor. Yurdunu terk edenler Esat kadar Putin’i de ilgilendirmiyor. Ayrıca Türk ve Amerika uçaklarının IŞİD mevzilerini bombalamasına da olumlu bakmıyor vb. Sonuçta, Suriye’yi kendi hamiyetine bağlı ve Esat yönetiminde korumaya gayret ediyor. Moskova’nın yakın ve uzak hedefleri: 2014’te Kırımı ilhak edip yarımadaya yerleşen Putin, Ukrayna’nın bölünmesine neden olurken AB ve ABD tarafından yaptırımlar uygulandı. Tecritli durum devam etse de, Ukrayna balonu patladı ve Moskova yerel kritik durumu aşmayı başardı. Şimdi Suriye savaşına diren müdahale ederek “IŞİD” – İslam Devleti tehlikesinden Avrupayı kurtaracak olan ancak benim demek istiyor. Avrupa’ya yığılan sığınmacılar AB’yi ırgaladıkça aslında Moskova’nın ekmeğine yağ sürüyorlar. Moskova artık durumun kontrol edilemez noktaya gelmesini bekliyor ki o zaman AB’ye kendi yaptırımlarını dayatacaktır. IŞİD’in saflarını büyük ölçüde Kırgızistan ve Tacikistan gençlerinden doldurulurken, Moskova buna seyirci kalıyor. Türkiye ile ilişkilerde, şu dönemde Moskova ile Ankara arasında IŞİD’e karşı ortak savaş yürütme yolları tıkalıdır. PKK ve Beşar Esat destekçisi Moskova, krizden faydalanarak, Türkiye’nin kara ve deniz sınırları yakınına yarı daire şeklinde konuşlanmaya çalışıyor. Bu gelişmelere gönül hoşluğuyla bakan Araplar, İsrail’in Mesih toprakları hevesinin kursağında kalacağına seviniyorlar. Amerika’nın bölgede tek egemen olma hevesini de söndürüp açık hesaplarını kapatmaya çalışanlar var. Kan damlayan bu tabloya, Mısır Başkan Sisi’nin gönül hoşluğu ile baktığını eklemek yerinde olur. Çözüm, her sorunun kendi içindedir. Suriye’de bulunmalıdır. Bu durumu yaratan diktatörlük zulmüne son verilmelidir. Son hesapta emperyalizmin hain planları her zaman mazlum halklara ödetilmiştir. Bu yara Osmanlı’nın çökmesiyle 1919’da açılmış ve fatura bugün de ezilen yerli halklara kesilmeye devam ediyor. Milyonlarca sığınmacının çekisi dün-


46

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

yanın gözü önünde derinleşmeye devam ediyor. Aç kalınca Balkan çayırlarında mantardan zehirlenen Suriyeli kadın ve çocuklara acıyorum. Ölümden kaçanların tanımadıkları bir kültüre sığınmaya koşmaları hepimizi düşündürmelidir. Görünümde sanki yuvası bozulan karınca kaçışı var. 1 Kasım öncesi, hükümet kurmaktan kaçanların “Suriye bunalımını 1 ayda çözerim” çığlığı sıkça işitiliyor. Ağır sorunlar, tez elde çözülebilir, ama neyin pahasına? Fırsatçı CHP, Beşar Esat ve dolayısıyla Vladimir Putin’le Suriye konusunda anlaşsa, çözüm kimin lehinde olur? Kral çıplak. Terörizm bütün Avrupa’nın ana sorunu oldu. Eski kıta çatırdıyor. Dünya ekseni değişiyor. CHP ve MHP liderlerinin derdi hep Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti. Yani kendi devletimizi ve kendi istikbalimizi kendi ellerimizle yok etmek! Sorun Türkiye sorunu olmakla birlikte, tüm insanlığın sorunudur, ama çözüm sorunun kendi içinde gizlidir. Esat gitmeden Suriye halkı huzur bulamaz.

Eski ve Yeni Avrupa

İbrahim Soytürk-22.Eylül.2015

Konu: Tarihi bilmeyenler bugünü çözemez. Prof. Dimitrov sığımacıların Hıristiyanlaştırılmasını istedi Hekimlik okurken kalın ama ruhsuz tıp kitaplarını görmek bile istemediğim oluyordu. O anlar karşı raftan bakan Byron ve Goethe’ye uzanır, ruhuma hayat şerbeti arardım. Belki de dedesi Türk olduğundan ya da İslam dini, Peygamberimiz Hazreti Muhammet ve Kuranı Kerim üstüne yazdığı şiirlerinde sıcaklık bulduğumdan Johann Wolfgang von Goethe’nin eserlerinden birini çekip okurdum. Not ettiği ölümsüz fikirler düşündürürken, Hz. Muhammed’in Namesi’ni (şarkısını) bin kez okumuşumdur desem azdır. Kurban Bayramına önce, bayramlaşma heyecanı ve sevginin çiçeklenmesini bekleyiş gönül samimiyetine kapı aralıyor. Türkiye’ye gelmezden önce, Vahdet’in anlamını bilmediğimi itiraf ediyorum. “Koskoca Doktor oldun, Vahdet’in ne ol-


Makale ve Analizler - 2015

47

duğunu bilmezsin” sitemini işitmemek için, yıllarca kimseye soramadım. Yanıtı şair Goethe dörtlüklerinden birinde buldum. Böylece hak ortaya çıkacağa benziyor. Muhammed’in de başardığı gibi, Zira o bir Vahdet kavramıyla Tüm dünyaya diz çöktürdü. Burada Vahdet -tek, yegâne- anlamındadır. Allah’tan başka Allah yoktur, haberidir. 1749 - 1832 yılları arasında yaşayan Orta Çağı klasiği Goethe, geçmişi ve geleceği olmayan insan olamaz, derken o çağdaki İslam kültürünün Batı kültüründen ileri ve üstün olduğunu duyurur. O zamana kadar bir gizem dünyası olarak bilinen Doğu’nun perdesini kaldıran odur ve ayrıca dinlerin, kültür ve uygarlıkların dört yanına değinirken insanları yeni bir dünya görüşüyle silahlandırmıştır. Şöyle de söyleyebiliriz: O, akisleri dönen bir ilahi ses gibi günümüzde tınlıyor. Sanki bizim halk sanatımızın 100 yıl nabzını tutan “göç yolları göründü bize” ve “göç yolları döner tersine” şarkılarımızda o büyük zekâdan seda taşıyor. Yaşanan çağların ana çizgileri günümüz aynasında gün ışığında parlıyor. 20 Eylül 2015, Pazar, İstanbul “Yenikapı’da” terörizme karşı “Tek Bayrak”, “Tek Ses” ve “Tek Yürek” mitingine katıldım. Başbakanımız Sayın Ahmet Davutoğlu, Rumeli, Bulgaristanlı göçmen iradesinin vatan bilincine kenetli olduğunu özel vurguladı. Geçen yüzyılda 5 milyondan fazla Balkan Türkü vatan yolunda telef oldu, birisinin dikili taşı yok gerçeğine özel vurgu yaptı. Duygulandım. Gözlerim yaşardı. Uyanan çağrışım kaleme uzanmama vesile oldu. Başbakanımız atalarımın çilesini anlattı. Bir asır adım başı kurban alan anavatan yolunu. 21.yy meydanlarına sığmayan acı ve heyecanı. İstanbul / Zeytinburnu Spor Salonu’nda yapılan başka bir buluşmada, bu konuya, Batı Trakyalı göçmen kızlarımızdan olan Prof. Meral Akşener değinmişti. “Bağrında iki kuşak dede mezarı olmayan toprak, kimseye Vatan olamaz!” demişti. Tüylerim diken diken, donup kalmıştım. Dedelerimin mezarına gitmemiştim. İşte o an kendimden utandım. Düşünüyorum da, ne kadar benziyor bugün düne! Git gel gibi. Okyanus sularının kabarıp karaya dönmek için hangi kazanda kaynadığını, ne gibi hazırlık yaptığını bilmiyorum. Yer çekimine bağlıymış. Balkan Türklerini anavatana Türklük, İslam ve anavatan çekimi topladıysa, soruyo-


48

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

rum: Türkiye ve Balkanlar üzerinden Avrupa’ya yürüyen insanları hangi zihniyet ve ruh gücü yola düşürdü? Atalarımız zordan, zulümden, ölümden kaçmıştır. Şu kucaklarında emzikli bebe olan analar evini yurdunu neden terk ediyor? Bu, son derece büyük ve birey gücüyle aşılması mümkün olmayan bir zora ve muhtaca dayanır olmalı! “İhtiyaç ne kadar büyükse yardım da o kadar hızlı gelir,” çınlıyor kulağımdaki yaşlı bilge sedalarında. Alet edevat, ilaç dolu çanta elimde, çağrılan yere gecikmeden yetiştiğimde karşılanırken “Hızır gibi yetiştin maşallah!” adetten söylenmiş olsa da, gönlüm bir hoş olurdu. Aslında bu lütuf, adalet ruhu her yeri aydınlatan Hz. Muhammed (sav)’e atfedilmiştir. Halk kültürümüzde içten minnet ifadesi olarak yaşıyor. Türkiye’nin dayanılmaz duruma düşen komşularından iki buçuk milyon kişiye 4 sene sofra ve yatak açması dünyayı şaşırttı. Misafirperverliğimiz, hoşgörümüz, dara düşene el uzatmak eski kültürümüzün bugüne yansımasıdır. Eski çağ kültürümüz ile evrensel şahsiyetlerimizin dünyayı etkileyip verimli kıldığını görüyoruz. Avrupa’ya dudak ısırtan konukseverliğimiz temel geleneklerimizden biridir. Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın gelin bu ateşi birlikte söndürelim, terör ocaklarını birlikte yok edelim çağrıları artık gerçek sağırların da kulağını açtı. Obama, Putin, Merkel ve daha birçok lider Yakın Doğu’da yanan ateşle ilgili görüş değiştirmeye zorlandı. Zamanını çağdaşlarından daha iyi görebilme gücünü bilgelik kaynağından alan dahi Goethe, Doğu’yu okurken insanların İslam’ı gönüllü olarak kabul ettiklerini duyurdu. Yahudilik bir var oluş Tarzı, Hıristiyanlık bir Dogma, ama İslamiyet kelimenin tam anlamıyla bir Din diye yazdı. İslam’ın dünyaya, insanların da İslam’a akışını şiirleştirdi. “Karanlığın kapısı kapalı” derken, aydınlığın ayak seslerini dinledi. Celâleddin Rumi’nin “Müzik Cennet kapılarının gıcırtısıdır” sözleriyle gizem dünyalarına girdi. O devirlerde, eski Avrupa’da da göçler vardı. Şu dörtlükte Batı’ya ışık taşımak için Doğu’da ilham arayan, gerçek Goethe var: Kuzey, Batı ve Güney paramparça oluyor. Tahtlar çöküyor, imparatorluklar sallanıyor. Pederşahilerin havasını solumak istersen, İş tertemiz Doğu’ya hicret et. Anlatılan eski tufanla bugünkü dünya trajedisi ne kadar benzeşiyor. İmparatorluklar yine parçalanıyor, kırbaçlanan insanlar kaçıyor. Kaçanlar kafilesine


Makale ve Analizler - 2015

49

yenileri katılıyor. Tahtlar sallanıyor ama Beşar Esat gibi diktatörler hala düşmüyor. Medeniyetler arasındaki uçurumlarda isimsiz bebeler, çocuklar, analar, yaşlılar kayboluyor. IŞİD gibi maskeli İslamcı katiler dünyayı yaşanmaz hale getiriyor. Kan gölünde yüzen imparatorluk heveslilerini yaşatmak için yeni askeri üsler kuruluyor. Geleceği şiddet ve zorbalık ezdikçe, umut ufku arayanlar denizi göğüslüyor. Sonu olmayan yolculuk kâbusu çıkmaza saplanıyor. Yeniden doğuş aydınlıksa, onu arayanlar yok oluyor. Arkada kalan dünyada bir köpek bile yaşamaz desem, bilmem yeterli olur mu! Goethe’nin devrinde Batı da böyleymiş ki, o “Doğuya hicret et!” demiştir. Savaş, yangınlar ve felaketler içindeki Yakın Doğu toprağını kan, acı ve gözyaşları sularken, beklenen yenidünya doğmuyor. Kabaran göç dalgasını doğuran, yerçekimi falan değil, tarihin tanımadığı zorbalıktır. Balkonuma güvercinler kondu. Su içip, yek gagalayıp nefes alarak yaşıyorlar. Tepeliler bile ne birbirlerini ne de ötekileri yoluyor. “Kış” desem hepsi uçuşacak, demezsem bakışmalarına, ara sıra öpüşmelerine, sıçrayıp uçmalarına, hatta takla atışlarına doyum olmadığı gibi, engel de yok. Erkekle dişi yumurtalar üzerinde sıralaşarak yatıyorlar. Yavrular tüylenirken solucan taşıyıp gagalarına veriyorlar. Düzeni bir hayat! Su, solucanlar ve gökyüzü hepsine yetiyor. Uyumlu bir yaşam için yazılı kurala gerek yok! Güvercilerin düzeni eskiden de böyleymiş. Değişen yalnız insanların birbirlerini engellemek için çektiği çitlerde, daha dikenli ve daha yüksek oluyorlar. Beton duvarlar uzuyor. Yasaklar yasalara işlenirken yaptırımlar artıyor. Büyük sorun bir de kaçak sığınmacıların paylaşılmasında, dedelerinin ömrü Afrika’da köle seçmekle geçenler, bugün “kendi gelenleri” beğenmiyorlar. İnsan yetersizliğinin atası kural koymaktır! İnsanoğlu her zaman yeni kural koymaya ve tavrını haklı göstermeye hazırdır. Bulgar tarihçi Profesör B.Dimitrov yine boy gösterdi. “Müslüman sığınmacılara haç öptürüp, vaftiz edelim” dedi. Hıristiyanlaştırılmalarını istedi. Vaktiyle Orta Asyalı Kumanlar, Peçenekler, Avarlar ve Tatarlar Tuna’yı geçip Rumeli’ye girerken, sözde Bulgar papazları onları durdurur, haç öptürüp vaftiz edermiş. Profesör 1839’a kadar Bulgar papazların Rum olduğunu unutmuş! Saçmalıklarına “soya dönüş” fiyaskosundan sonra yani son 26 yılda, Müslümanları Hristiyan dinine kazanma çabalarının yeni bir yoğunlukla devam ettiğini eklerken, geçen sene (Babası Müslüman olan) Papaz Boyan Sarıev’in 130 Müslüman’ı vaftiz ettiğini ağzından kaçırdı.


50

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Anlaşılan odur ki, sığınmacılardan bir kısmı “muhtemelen” Bulgaristan’a gelse (gelmek istemediklerini defalarca duyurdular) Bulgar olmaya “kendin geldin” öp şu haçı ile karşılanabilirler. Böylece yerli Türklere “keçi inadı yapmayın” dersi verilecek. “Verin öpeyim, ne olacak!” diyen bir Suriyeli demirci, iş buldu ve emsal oldu. Hristiyanlıkta “kendi geldi” tarihi yoktur. 30 yıl ve 100 yıl savaşları dinde kıyım ve parçalanma savaşlarıdır. Engizisyon, papazların insanlığa yaşattığı en karanlık devridir. Yahudilik ise, bir yaşam tarzı olarak, hoşgörü içermediğinden topluma emniyet ve güven hissi verememiştir. Bu, aydınlıkçı Goethe’ye ışığı Doğu’da aratırken, İslam’ın tarihsel devrim olduğunu fark ettirmiştir. “Kendi geldi” - Peygamberimiz Hazreti Muhammed (sav)’in Mekke’den Medine’ye göç etmesinden sonra yeni din ve uygarlığa yönelen insan kitlesini anımsatır. Zordan kaçanların transit güzergahı olan Bulgaristan’ın tarih gerçeklerini çarpıtan B. Dimitrov gibi dünyeviler ve kilise gölgesinde yeniden yeşermek isteyen kaşarlı politikacılar Papazları siyaset sahnesine itmeye gayret ediyor. Suriye diktatörüne askeri mühimmat taşıyan birkaç Rus askeri uçağına semamızda koridor verilmeyince “bak biz sizin yanınızdayız,” bu işin de bir bedeli olmalı, diyenler ses çıkarmaya başladı. Kapı aralamak isteyen bu akım, Hak ve Özgürlük Hareketi’ne (DPS) karşı 25 Ekim yerel seçim arifesinde yeni bir Türk ve Müslüman düşmanlığı fırtınası koparabilir. Yeni olan bir şey yok gibi, seçim öncesi Türklere karşı fesatlık kışkırtılmasını doğal karşılar olduk. Etkisi: “Bir kulağımdan girdi, ötekisinden çıktı.”, “Kendi geldiler” camiye girmezse, bir taşla iki kuş vuracaklar. Camilerimizi geri vermek istemeyenler, “Araplar bile camiye girmiyor” saçmalığında bir dayanak noktası daha arayacaklar. Güvercinler balkonuma kendileri geliyor. Goethe’nin verandasına da kendileri gelirmiş. Arzu ettikleri gibi hareket etme hakkını istedikleri gibi kullanıyorlar. Onların inanç ve imanı yok. İnsan inanmalıdır, buna hakkı vardır; bu onun tabiatı icabıdır; dini vaatlere de güvenmelidirler. İnançları sığınmacıları hareket ettiren güç kaynağıdır. Onlara kanattır. Böyle olmasa, onlar yolda söner, kendilerini deniz üzerinde sallanan teknelere atamaz. Edirne asfaltı üzerinde, top sahalarında, tren yolunda güneşin altında olduğu gibi, Ay ışığında ibadet ederken gördük onları. İman ederken güç alıyorlar. Onlar imandan gelecek mükâfatın kendilerini bulacağına inanıyorlar. Böyle bir ortamda savaş zulmünden yorgun


Makale ve Analizler - 2015

51

düşmüş bu insanları, sığınma hakkı için, din değiştirip “dönekliğe” zorlamaktan daha anlamsız bir şey, daha büyük bir sapıklık olamaz. AB üyesi 28 ülkede serbest, vizesiz, pasaport ve kimlik kontrolsüz seyahat hayali tuzla buz oldu. Orta Avrupa’yı bostanlık gibi çitleten göç, serbest dolaşım tüm insanların doğal hakkı olmalı bayrağı yükseltti. İnsan hakları hakemliği yapmak isteyen AB sınırlara duvar örme işgüzarlığında haksızdır. Serbest dolaşım insanın doğal hakkıdır. İnsan Hakları, Düşünce ve İnanç özgürlüğüne esas olan Tolerans (hoşgörü) Fermanı, bir AB eseri ya da yasası değildir. Hristiyanlığın kabulünden 313 yıl önce, tahtı İstanbul olan İmparator Konstantin tarafından yazdırmış ve ilan etmiştir. Yani bir Hristiyan değeri değildir. Bu belgeye sığınanlar daha sonra bir Dogma olan Hristiyanlığı Devlet Dini ilan edip ardından da ret ederek Tek Kral (Çar) /İmparator/, tek Dil ve Tek Tanrı şiarını dayatmıştır ki, işine gelen bunu şimdi de bayrak olarak sallamaya devam ediyor. Zorla dayatılan kurallara uymayanlar tarih boyu engizisyon ateşinde yakıldı. Yahudilerin İspanyadan kovulması; atalarımızın Rumeli’den çekilirken 2 milyon kurban vermesi işbu gerçeğe dayanır. Hep anımsatalım, Avrupa’da ilk kez karşılıklı hoşgörü içinde yaşama ilkesi Goethe gibi aydın dehalar sayesinde, ışığın (bilimin, adaletin, insan haklarının ve sevginin) Doğu’dan, İslam medeniyetinden geldiğini ortaya koyanların çağ açan çabaları sonucu hayat hakkı buldu. Emzikli bebesi kollarında 5 bin km yaya yol-geçen sığınmacı Bayanlar Batıya ışık taşımıyor. “Işığımızı neden söndürdünüz, adaletimizi neden bozdunuz?” sorusunu yüzlerine yapıştırmaya gidiyor. Hele Bulgaristan’a! Gönül, sığınmacılarda fırtına yüklü bulut görenlerin haklı olmasını arzu eder. Bu insanlar bombaların düştüğü köylerde yaşamak istenmedikleri için yollardalar. Ruhsuz ve duygusuz kör idarecilerin yerine yetenekli ve bilge liderler bekliyorlar. Belki onlardan biri henüz beşikte, denizde patlatılan lastik botta ya da annesiyle birlikte tel örgü altından sürünen geçiyordur. Doğu’daki ışığı far eden şair Goethe sağ olsaydı bu yıldızı mutlaka görecekti. Avrupa kıt’asına sürünen “kendi gelenlerden” % 30’u Hristiyan’dır. Bu bakıma sınır kapılarına Papaz yığmak anlamsızdır. Bulgaristan Brüksel’den Hristiyan sığınmacı talep edebilir. O zaman Türklere dil uzatılmamış olur. İnsanlar huzur arıyor.


52

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu açıdan bakıldığında Almanya Başbakanı Merkel’in “hepsi gelsin” sözleri yanlış algılandı. O, yollarda olanlara çağrı yapmıştı. Devlet adamlarının yanlış söylevde bulunması sık rastlanan bir olaydır. Yanlış kararlar bazen başkaları için uğurludur. Bulgar Çarı Ferdinan’tın 1913’te Müttefikler arası savaşa girdi. Trakya’nın Bulgar işgalinden kurtarılması kolaylaştı. Bulgar devleti ulusal felaket yaşadı. 1946’da G. Dimitrov ülkemizdeki Makedonları bir etnik azınlık olarak tanıdı. Onlara Makedon kimliği verdi. Makedonlara iyilik ederken milliyetçiler kudurdu. 1972’de Pomakların ve 1985’te Türklerin isimleri değiştirildi. Sonuçta Bulgaristan’ın tek tek uluslu bir devlet olmadığı kanıtlandı. 1989’da Türkler Bulgaristan’dan kovuldu. Rumeli Türklerinin ulusal bütünlüğü bir daha kanıtlandı. Bulgaristan ekonominin çöküş yaşadı. Bayan Merkel’in söylev yanılgısı 2-3 milyon sığınmacıya ne çile yaşattı! Büyük göz Güney Doğu ve Orta Avrupa’yı ırgaladı. Bu gelişmeler Avrupa kıtasını umut balonu şişirme politikalarından vazgeçirmelidir. Yeni uygarlığı göç dalgaları doğurmayacaktır. Yeni Avrupa bağrında gizlediği eski Avrupa illetlerinden kurtulmalıdır. Bir örnek: Bulgar sınırından giren 130 sığınmacı tutuklandı. Ön sorgudan sonra “devlet sınırını ihlal suçundan” yargılandı. Öteki AB ülkelerinde devlet sınırını ihlal kanunu yoktur. Sınırdan geçmek suç değildir. Üye devletler arasında sınır kontrolü kaldırılmıştı. Sonuç: Sığınmacı sınır geçti diye yargılanamaz, hapse atılamaz! Bulgaristan’da uygulanan yasa, 1931’de XI. Papa tarafından yayınlanan bir doktrindeki bir maddedir. Papa fermanından kopyalanmıştır. Bulgar meclisinden geçmiş. Özü şudur: “Küçük birimlerin yetkisi onlara ait olmalıdır.” Yani AB üyesi küçük devletler kendi iç işleri kurallarını kendileri düzenler, merkez bu işe karışamaz, anlamındadır. Buna dayanarak, sınır geçeni tutuklayıp yargılama kuralı, sınırsız AB içinde eşek dikeni gibi açmıştır. İş bu yasa, Bulgar makamlarına, etnik toplulukların geçmişine ve geleceğine zehir dökme olanağı tanıyor. Esasında, AB istediği genel geçerli kararı alabilir, biz ulusal egemen bir ülke olarak istediğimiz şekilde uygulama düzenleriz, var. Türkçe, İslam, etniklerin özgün kültürel hakları denince hemen ayağa kalkabiliyorlar: “anayasa”, “bizim yasalarımız” diye ötmeye başlıyorlar. Kırcaali’ye


Makale ve Analizler - 2015

53

3 saat Türkçe Radyo Yayını dendiğinde, Makedoncular partisi VMRO, ırkçılar partisi “PF” ve “Ataka” rosofilleri Sofya Radyo binasını basıp “yasalarımız çiğneniyor” yaygarası koparabiliyor. Oysa bir kuralları herkes için geçerli bir dünya istiyoruz. AB yasalarında etnik azınlıkların radyo yayını yapması yasaktır, gazete dergi çıkaramazlar, anadillerinde TV programları olamaz diye bir madde yoktur. Hatta bu etkinliklerin finanse edilmesi öngörülmüştür. Ama “küçük birimlerin yetkisi onlara ait olmalıdır” saçmalığı hemen harekete geçiriyor ve bu kurala göre, ulusal birimler içinde etnik azınlıklara hak tanınması öngörülmüyor. Ahmet Doğan’n en büyük ihanet ve hainliklerinden biri şudur: O, 2007’de AB’ye üye olurken “Bulgaristan’da çözülmemiş etnik sorun yoktur bildirisini imzaladı. Bunu yapmakla hepimizi yüzükoyun sürünür durumda bıraktı ve ensemize basılmasına yol verdi. Todor Jivkov rejimindeki eski duruma istediği kadar var olma hakkı tanındı. Bugün ona “Allah canını almasın!” diyen Türkler tamamen haklıdır, çünkü o yollarını tıkayandır. Ve bizim öz kültürümüzle, ana dilimizle, dinimizle ve adetlerimizle istediğimiz gibi yaşama hakkımız bugün sığınmacıların durumu kadar acınası haldedir. Özet olarak, yeni Avrupa eski Avrupa’nın köhnemiş anlayış ve yasalarıyla kurulamaz, Papaz fermanlarıyla yol alamayız. Güvercinler geçmişlerini ve geleceği bilmeden gününü gün ediyor. “Kış” denmezse mutlular. Sınır tanımıyorlar. Bize her yerde ve her zaman devamlı “kış” diyorlar. Mutsuzuz! Eski kurallarla yeni düzen kurmak isteyenler, sınırda haç öptürmeyi düşünenler, Avrupa içine “Çin Seddi” gerenler, Tuna’yı geri akıtmak hevesiyle yaşıyorlar. Çağı bitmiş, çırası sönmüşlerin zihniyetiyle yeni Avrupa, eşitlik ve kardeşlik, herkese demokrasi kurulamaz. 21. yüzyılda şair Goethe’ye bir daha dönerken, batarken küçülmeyen Güneş’in yarın sabah yine bütün parlaklıyla herkes için yeniden doğacağı umuduma bir daha şerbet vermek istedim. Hepinize Mutlu bayramlar.


54

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Devrimlerin En Büyüğü, Onun Yaptığı Devrimdi!

Sevilcan Yüce-23.Eylül.2015

Konu: Bayram Selamı! Hz. Muhammed’e Övgü Hz. Muhammed’in Şarkısı Kaynaklardan fışkıran, Şu neşe pınarına bakın, Bir yıldız çakışı sanki Bulutlar üzerinde Yüce ruhlar beslemiş gençliğini, İçinde koruluktaki kaynakların! Taptaze gençliğiyle, Sıyrılıp bulutlardan Raks eder gibi iner mermer kayalara Haykırır sevincini yine Sinesinden asumana. Katmış da önüne rengârenk çakılları Sürüklüyor dağ geçitlerinden aşağı, Ve bir önder azmiyle Götürüyor beraberinde, Nice kardeş pınarları Vadilerden aşağı Çiçeklerin geçtiği yerler, Ve çimenler Soluğuyla yeşerir. Lâkin eyleyemez onu, Ne gölgeli vadiler, Ne sevdalı bakışlarla yüze gülerek,

Dizlerine kapanan çiçekler; Basıp ovayı tâ içlere kadar ilerler, Sonra döne dolana akar gider. Yoldaşı oluverir akarsular. Ve şimdi güneş pırıltılar içinde Girer ovaya, Ve onunla pırıldar ova, Ve ovalardan gelen ırmaklardan Ve dağlardan inen derelerden Sevinçle bir ses yükselir: Kardeş! Kardeş, kardeşlerini de al yanına, O kadim Yaratana, Kucağını açıp bizi bekleyen O ebedi ummana kavuştur, Ah! O kollar ki beyhude açılmış, Bağrına basmak için hasret çekenleri; Zira şu ısız çölün Haris kumları bizi yiyip bitirecek; Güneş yukarıdan kanımızı içecek; Bir Tümsek engel göle ulaşmamıza! Kardeşler! Al ovalardan bütün kardeşleri, Dağlardan bütün kardeşleri al Eriştir hepsini yüce Yaratana!


Makale ve Analizler - 2015 Haydi, gelin hepiniz!Nasıl da coşmakta şevkle; Bir nasıl ki taşıyor yücelere önderini! Parlak zaferlerle ilerlerken, Ülkelere ad verir, Geçtiği yerlerde şehirler kurulur Durdurulamaz, muttasıl akar köpürerek

55

Böylece ardında bırakır gider. Sanki atlas; sedir ağacından gemileri, Taşıyor devasa omuzlarında, Ve bir uğultu ki rüzgârda, Sırtında binlerce yelkenli, Hep onun ihtişamına şahit. Ve böyle bütün kardeşlerini, Evlatlarını, hazinelerini, Neşe saçan kalbiyle Götürür bekleyen Yaratana.

Öyle cömert bir fıtrat ki o, Parlayan kuleleri, Ve görkemli mermer sarayları Nasıl anlamalıyız? Bu şiir Hz. Muhammed (sav)’i yüceltmek için yazılmış bir tür na’t, bir kasidedir. Easen Goethe, bu şiiri Muhammed Dramı’nda Hz. Ali (kv) ile Hz. Fatma (ra)’nın kıta kıta okumaları için kaleme almış. Ne var ki adı geçen dram tamamlayamayınca, geriye yalnız şiir kalmıştır. Bu eseri kaleme almadan önce Goethe, Avrupa’da o zamana kadar Hz. Muhammed (sav)hakkında neşredilmiş tüm kitapları okuyor. Şunu belirtelim ki, şairler prensinin Hz. Peygamber (sav) hakkında okuduğu kitapların hemen hepsi maalesef önyargılarla dolu menfi kitaplardır. Daha doğrusu bu kitaplarda Hz. Peygamber (sav), iktidar düşkünü, şiddet yanlısı bir sahtekâr, tiran ve yalancı bir peygamber olarak tanıtılıyor; fakat buna rağmen Goethe, gizliyi yarayan deha kudreti, sezgisi ve müthiş zekâsıyla bu olumsuz kitapların ve önyargıların cürufunun içerisinden “fışkıran bir neşe pınarı” olan Hz. Peygamber (sav)’e ulaşmayı başarmıştır. İşte bu muhteşem şiir, bu harikulade kaside böyle bir anlama ve algılama merakının eseridir. Doğrusu Goethe, işte bu şiirinde Hz. Peygamber (sav)’i insanlığın manevi lideri, bir “deha” olarak tanıtmaktadır. Ona göre Hz. Peygamber (sav), insanlığın manevi lideri olarak, onun tabiriyle bir de “dâhisi” olarak, tıpkı kayalardan fışkıran bir pınarın ummana koşması gibi, tüm insanları bir kardeş muhabbetiyle yanına almış, Allah’a eriştirmeye çalışmaktadır. Daha şiirin ilk mısralarında estetik büyüsüyle şöyle bir tablo çıkıyor karşımıza: Kayalardan fışkıran berrak bir pınar...


56

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Beyaz inciler gibi raks edercesine mermer kayalar üzerine dökülür ve parlak bir ufuk huzmesi gibi yukarı sıçrar, tül tül dağılır... Hayat verici, taze, canlı, serinletici su ve suyun harikulade sesi... İlk mısralarda irademizi âdeta sihirleşen bu estetik görünüş, bu gümüş parıltı gittikçe büyüyen, açılan ve diğer akarsuları, çayları ve dereleri de bünyesine katmak suretiyle daha da güçlenen, güçlendikçe güzelleşen, büyük görkemli kayalar üzerlerine tül tül dağılan, yayılan ve yeniden toparlanan, sonra daha güçlü olarak akışına devam eden ve zamanla tüm renk ve ışık oyunlarıyla gözü, sesin çeşitli tini ve renklerinden oluşan bir ahenk ve ritimle de kulakları kendine bend eden bir güç, ihtişam ve coşku ırmağı halinde okyanusun derinliklerine iner. İlk bakışta gördüğünüz manzara budur; dağ doruklarında bir ışık seli halinde inen ve bütün diğer dereleri ve küçük nehirleri de kendine katarak hiçbir engel tanımadan okyanusa koşan gümüş bir parıltı. Aynı manzaraya biraz daha yakından bakalım: Dağ doruklarındaki kayalıklardan gür bir ışık sesi gibi fışkıran berrak, pırıl pırıl bir pınar, omuzlarımızdan dökülür gibi, hayat saçarak, susuz gönülleri serinletircesine yüce dağlardan iniyor; kayaların arasından köpük köpük dökülerek, çağlayarak aşağılara doğru akıyor. Bu coşkun akış, bu heybetli geliş esnasında gittikçe güçlenen ve köpüren pınar, dağ çiçeklerinden geçerken rengârenk çakılları önüne katar, kardeş pınarları yanına alır, daha da güçlenerek, kükreyen bir aslan gibi vadilere iner. Onun soluğunu duyan çemen çocukları bir bir seyre çıkarlar; süsenler dillenir, menekşeler titreşir, sümbüller ve laleler yakasını açar, gelincikler el ele tutuşur ve her zaman gözü yaşlı nergis başta olmak üzere tüm yüzler güler. Gelişini hasretle bekleyen, içtenlikle sevinen, kutlayan, bayrak eden bahar çocukları, gidişine üzülür, gözyaşı dökerler; ayrılmasın diye yalvarıp yakarırlar, dizlerine kapanırlar; vadi yemyeşil ipek halılar serer ayağına, güzel kokuyu sevdiği için çiçekler en güzel kokuları taktım ederler ona. Gitmesini istemezler, çünkü onunla iklim değişmiştir, bahar gelmiştir gönüllerine... O ise, ovayı tâ içlerine kadar sulayıp, ışıklandırdıktan sonra kararlı adımlarla yoluna devam etmek ister. Uzun zaman onlarla olamaz, eğlenemez, çünkü hasretle kendini bekleyen kardeşlerini de alacaktır koltuklarına; ovalardan çayları, dağlardan inen dereleri de kardeşçe kucaklayıp bağrına basacaktır. Peki, bütün çaylar, dereler ve küçük akarsular bu ana ırmakla birleşmeye can atarken, kendi başına akıp giden, ana ırmakla birleşmek istemeyen, yanlış yolda olan ve yanlış yöne akan sular çıkmayacak mıdır? Çıkacaktır belki, çünkü kalpleri mühürlü olanlar da vardır. Onlar sapkınlardır, Allah’ın ipine sarılmayanlar, elbette yanlış yola gideceklerdir. Allah’ın ili gürül gürül akan ırmağa benzer; bu ırmak ilahi mesajın taşıyıcısı, ilahi bilgilerin men bağ Hz. Peygamber’dir. Bu ilahı mesajı taşıyan Hz. Peygamber (sav)’i


Makale ve Analizler - 2015

57

hiçbir engel durduramaz; o hiçbir yerde eğlenemez. Onun görevi bu ilahı mesajı tüm insanlara ulaştırmaktır. Yaşayan mesaj: Gel, bizi de kollarına al, ummana, yüce Yaradan’a ulaştır! Evet, bu ilahi mesajın taşıyıcısı hiçbir yerde eğlenemez, kalamaz, çünkü kâinatın her yerinde insanlık onu beklemektedir. Dağlardan kopup gelen nice dereler, onun kucağına atlarcasına şelalelerden aşağı bırakan köpüklü sular ve kızgın güneşin altında, parlak kumlar üzerinde sessizce akan çaylar onun sesini duyuyorlar, onu bekliyorlar, ona sığınmak istiyorlar. Ve pek garibana duygularla, “Gel, bizi de kollarına al, ummana, yüce Yaradan’a ulaştır!” diye yalvarıyorlar; “Şu ıssız, vahşi çölün, muhteris kumları bizi yiyip bitirecek, güneş yukarıdan kanımızı içecek!” diyorlar. İşte bu yüzden, o nurdan nehir, omuzlarında dehanın ağır yüküyle yoluna devam etmek mecburiyetindedir; zira o, beşeriyetin acılarını dindirmekle görevlidir. İşte bu yüzden o, kırık kalpleri onarmak, üzgün yüzleri güldürmek, geçtiği yerlerde memur medeniyetler inşa etmek üzere yoluna devam istemektedir. O, geçtiği yerlerdeki harabeleri mamur bir medeniyete dönüştürmüş, ardında ışıl ışıl yanan minareler, kuleler ve pırıl pırıl mermer saraylar serpiştirmiştir. Üstünkörü bir bakışla şiirdeki estetik manzara böyle görünmektedir; ancak bu estetik görüntü bizi şiirin anlatmak istediklerini tümüyle vermekten halen çok uzaktır. Şiiri hakkıyla derlendirmek için bütünüyle muhtevaya, yapıya ve teferruata daha yakından bakmak gerekmektedir; ancak evvela neşrinden sonra şiirin yarattığı yankılar çok derin ve görkemli olmuştu. Bu şiirin ilk baskısıyla başlayan kıskançlık kendi kendini yerken, İslam dünyaca büyüdü. Bayramınız kutlu olsun.


58

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İnsan Canının Bedava Olduğu Coğrafyada...

Alptekin Cevherli-28.Eylül.2015

Evde basit bir elektrik işi var. Bayram üzeri yana yakıla elektrikçi arıyorum. Bir tanesine gittim. Ajandasına baktı, “Bayramdan sonra gelirim” dedi. - “Usta 10 dakika sürmez, akşam seni dükkândan alsam, iş bitince evine bıraksam?” - “Olmaz, bayramdan sonra!” - “İyi, iyi de; bayram 9 gün... Bayramdan sonra eder, 10 gün. Ben 10 gün ne yapacağım?” - “???” Başka elektrikçiye gidiyorum. Küçücük bir dükkân... Bir bakıyorum usta da dükkân komşusu ile içeride oturmuş, tavla oynuyor. Çırağı, kalfası diğer komşuları da yancı pozisyonunda eğleniyorlar... - “Selamünaleyküm, bir elektrikli şofben montajımız vardı da...” Usta, başını kaldırıp şöööyle bir bakıyor. - “Ağabey, işim çok (?)” - “Nasıl yani, şimdi montaja gelmeyecek misin?” - “Ağabey, biz büyük projeler yapıyoruz. Site, blok elektrikleri filan. Öyle basit işlere zamanımız yok.” - “İyi de kardeşim ben ne yapacağım?” - “Valla sen arada bir uğra, müsait bir fırsat bulursam gelirim (?)” - “Valla ben en iyisi elektrikçilik okuyayım da...” - “Nasıl anlamadım ağabey?” - “Seninkinin karşısına dükkân açacağım da!” *** Bu yıl kutsal hac farzını yerine getiren hacılardan binden fazlası işgüzarlık, iş bilmezlik ve bana necilik yüzünden hayatını kaybetti. Kimi eğreti tutturulan vincin altında kalarak Kâbe’nin dibinde can verdi, kimisi de Prens’e yol vermek için çıkan izdihamda şehit oldu. Suudi Arabistan Kralı da bunun üzerine vincin sahibi inşaat firmasını (ki sahibi “Ladin” ailesidir) kamu ihalelerinden men etti, Mekke Emniyet müdürünü de görevden aldı. Al sana ceza...


Makale ve Analizler - 2015

59

Bu mudur yani? Binden fazla hacı adayı pisi pisine ölüyor ve sonuç ortada... Binden fazla Müslüman, sırf birilerinin bayram günü Kâbe’yi göresi geldiği için veya Kâbe’nin dibine diktikleri dev otellerin inşasında kullandıkları vinçleri adam gibi inşa etmedikleri için şehit olmasının vebali bu mudur? Evet, kader. Elbette, ecel! Ama sen işini dosdoğru, emredildiği gibi yap; kaderde varsa bile, vebali sende olmasın. Düşünsenize Vatikan’da binden fazla kişi “kardinal bilmem kime” yol vermek için çıkarılan izdihamdan veya vinç devrilmesi sonucu ölse, bizim televizyonlar bile aylarca bunu yayınlar durur, değil mi? Neredeyse milletçe yas tutarız. Yalan mı? Ama binden fazla din kardeşimiz feci şekilde öldü. Çalgı, çengi, eğlence programları gırla... Bu mudur yani? İslâm kardeşliği bu mudur? İsrail, kendi bayramlarında; olur da Müslümanlar bir taşkınlık yaparsa ihtimaline karşı bile ilk Kıble’miz olan Mescid-i Aksa’ya operasyon düzenliyor. Yüzlerce kişiyi göz altına alıp, kendince tedbir alıyor. Diğer yandan güya bir İslâm Devleti’nin kontrolündeki bizim ikinci Kıble’mizde binden fazla hacı pisi pisine ölüyor. Ondan sonra, “Kahrolsun İsrail!” değil mi? Sloganlarla iş bitse, ne de güzel olurdu. Sayın Bakan Mehmet Ali Şahin ve Diyanet İşleri Başkanımız çok doğru söylüyorlar. Hac organizasyonu kesinlikle Suudi yönetiminden alınmalıdır ve Türkiye’ye verilmelidir. Bin yıldan fazla süredir Kâbe’nin güvenliği ve hac organizasyonu Türklerin elinde kalmış ve ciddi hiçbir olay vuku bulmamıştır. Bizden öncesinde vardır, ama bizim dönemlerimizde yoktur... Her şey aslına rücu ettiği gibi Mekke ve Medine’nin kontrolü de Türkiye öncülüğünde İslâm ülkelerinden oluşan bir heyete verilmelidir. Eyyubiler, Memluküler, Selçuklular, Osmanlılar ve diğer ceddimiz gibi kutsal toprakları yine en iyi şekilde biz korur ve gözetiriz. *** Hoca’ya sormuşlar: - “Hocam kıyamet neden kopacak?” - “Bana ne.” - “Aman hocam bana ne olur mu? Kıymet bu?” - “Bana ne.” - “Aman hocam etme, eyleme. Söyle neden kopacak?”


60

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

- “Dedim ya ‘Bana ne’. Bana necilik öyle bir noktaya gelecek ki...” *** Trafik kazalarında 200’den fazla can verdik. Sanki savaş gibi... Çoğu hatalı sollama, uykusuzluk, aşırı yorgunluktan sebep dikkatsizlik ve acelecilikten kaynaklanan kazalar. Bize bir şey olmaz ve bana ne. Öyle bir noktaya gelmiş ki; kendi canımızı dahi koruyamaz durumdayız çoğumuz. Allah akıl, fikir vermiş oysa. Sen tedbirini al. Gideceğin yere iki saat geç git. Yat uyu. Ama ne diyoruz. Yok olmaaaz. Niye? Çünkü, bana bir şey olmaz... Rahmetli de öyle diyordu, işte... *** Bayram ziyaretinden dönüyoruz. Sol şeridin ortasında amcam, bir eli cebinde öbür elinde tesbih salına salına yürüyor. Frene ve kornaya basıyorum. Amcamda tık yok. Hanım “Kulakları sağır herhalde, yazık” diyor. - “Hakikaten çok yazık, baksana gözleri de kör sanırım ki, yolun ortasından gittiğini de görmüyor (?)” Amcanın sağına yanaşıyoruz. Tam yanından geçerken kornaya hafifçe dokunuyorum. Bana ters ters bakıyor. Hayret kulakları duyduğu gibi, gözleri de görüyormuş amcanın ama bana necilik o kadar kanına işlemiş ki, yokuş aşağı inen çift şeritli yolun sol şeridinin ortasında eli cebinde tıngır mıngır yürüyerek gidiyor. Kaldırım mı? Zaten boşuna yapılmış... Kimsenin gittiği yok ki! Neyse, yola devam ediyoruz. İki genç kız adayı 14 - 15 yaşlarında çocuklar, karşıdan karşıya geçiyorlar. Birinin elinde cep telefonu hararetli hararetli bir şeyler konuşuyor. Süslenmiş, püslenmiş ağızında sakızı hem patlatıyor, hem konuşuyor, hem de bölünmüş yolda karşıdan karşıya geçiyor. Oysa yaya geçidi 50 metre ileride ya, olsun... Gelip önlerinde duruyoruz. Hanımefendiler karşıya geçsinler diye. Biz durduk ya, ablam iyice yavaşlıyor. Sonunda yolun ortasında duruyor. Başlıyor telefondakiyle kavga etmeye. Arkadaşı çekiştiriyor. “Haydi” diyor. Ablamın cevabı: - “İşi ne, beklesin biraz(?)” ***


Makale ve Analizler - 2015

61

Suriye’de her gün 60 - 70 kişi, Irak’ta 15 - 20 kişi hunharca katlediliyor. Akdeniz’de ve denizlerimizde kaçak göçmenler 20’şer 30’ar boğuluyor. Teröristler, cankurtaranlarımıza bile ateş ediyor... İnsan canının bu kadar ucuz olduğu bir coğrafyada ne yazık ki, nedense tesadüfi yaşıyormuşuz gibi bir hisse kapılıyor insan.

Kafalar İyice Karıştı

Rafet Ulutürk-30.Eylül.2015

Konu: Türkülerimiz de kardeştir. Ay doğdu Raymem, Gün doğdu Raymem, Gelsene dere boyuna... Bulgaristan Türklerinin toplu yaşadığı Borino yöresindeki asırlık çamlar arasında doğan ve yaşayan sevilen türkülerimizden “Raymem” Avrupa Anadiller Gününde Bulgaristan’ı karıştırdı. 25 Ekim’de seçim kampanyasına damga vurdu. Etnik hakların durumunu, demokrasiye doğru alınan yolun son kilometre taşını ve Bulgarların milli şuur takıntılarını bir daha gün ışığına çıkarıp ipe dizdi. Gülünç Bulgar milliyetçiliği kalıntılarında zavallılığı ortaya koydu. Deliorman’ın Kemaller (İsperih) ovasında düzenlenen seçmenlerle buluşmasında, çanak anten TV yıldızlarımızdan Faruk Yılmaz’ın tüm yasaklara rağmen bilinen ve sevilen “Raymem” türkümüzü ince ve geniş ayar melodiye Türkçe ve Bulgarca söz nakış ederken göz çıkardı. Kâh Raimeye kâh Rayna’ya sevdalanan sanatçı, Deliorman ovasını neşe doldurdu, Türkçe türkünün güzelliği Bulgar milliyetçilerine fazla geldi,19-ncu ve 20. asrın çöplüğünden kokuşmuş nefret birikintisi istifra ettiler. İnternette Facebook patladı. Telefonlar kızardı. Sanki Rayna’yı 16 yaşında kaçırdık ve Müslüman yaptık. İşte böyle bir ortam oluştu. Politik bildiriler yağmaya başladı. Hepsinde vurgulanan ortak noktada “Rayna” kızın 1886 Nisan Ayaklanmasında bayraktarlığı. Bulgar milleti dirilişine şan ve şeref doruklarından doruk oluşu dile gelirken, baş düşman olan, Türklerin ağzına düşmesi, hele Hak ve Özgür-


62

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lük Partisi seçim toplantısında söylenmesi kazanı taşırdı, söyleyene de, dinleyene de günü zehir etti. 26 yıldan beri yeni ruhun, ekilecek tohumların Türkiye’den geleceğine inanıyor ve güz ekiminden önce esen rüzgârların hep güneyden ama çok güçlü, hibeleri tohum dolu gelmesine dua ettim. Beklenen oldu. “Türkülerimiz Kardeştir!” diyen sanatçımız Faruk Yılmaz, iki sözle bu milliyetçi hortlamayı susturdu. Önce aynı melodi dokusu üzerinde iki dilde nakış olacağına inanamayanlar, pot kırdıklarını anlayınca yeni bir ayar aramaya koyuldular. Savunacak hiçbir konumu olmayanlar kuyruk kısmak zorunda kaldı. Tarihe not etmek için demiş olalım. Bulgar milli şuuru sanki bir daha uyandı. Bulgar Diriliş Çağı’da gözde şairlerden Penço Slaveykov anımsandı. “Şarkı Nameleri” (Pesnopoyka) derlemesinde topladığı halk türkülerinin melodi namelerini Türk ve Rum halk sanatından aldığını, önsözünde, kendisinin itiraf ettiği, hatırlandı. Bulgar halk sanatı Osmanlının bağrında oluşurken Diriliş Çağında dile geldi. Bu eserlerin Türklerden kıskanılması doğal mı pek bilemiyorum. Üstelik Bulgar diriliş müziği Osmanlı Türk kökenli olduğu bilinirken, bu bilincin babası olan halk müziği akademisyeni Kauffman’ın bu hafta Ruse’de yapılan 90. doğum günü anma töreninde, “aynı müzik üzerinde değişik halkların farklı dillerde şarkı güftesi olabileceğini yazdığı” anımsandı. Bu arada taşan tencereden başka gerçekler de çıktı. Bulgar milli marşının müzik dokusu sözde bir Yahudi şarkısından alınmış. Milli sanat müziği olarak geçen, yine diriliş çağından yanı 19. yüzyıldan olan ve özgün adı da “şehir müziği” olan eserlerin özünde de, İngiliz müzisyen Bırks’tan çalıntılar olduğu dillendi. Uzatmayalım, halk müziği ve yaratıcılığının etkileşim içinde olduğuna biz de inanıyoruz. Yunanlar uzo sofralarında buzuki eşliğinde bir küplet Türkçe bir nakarat Rumca serenat yaparken ruhumuz bozulmuyor, gönül hoşluğuyla dinliyoruz. Sanatta etkileşimle birbirine işleyiş ve kaynayış eski ve güncel bir konudur. Düşünürsek en güzel Bulgar halk türkülerinin içindeki en güzel söz “gül”dür. Gülü Bulgar halk sanatı eserlerinden söküp çıkarmak imkânsızdır. Sıralamaya “çeşmeyi”, “duvari”, “sümbülü” vb ekleyebiliriz. Önemle belirtilmesi gereken bir nokta daha var. Yine Bulgaristan’da ilk nefes alan ve sevilerek söylenen modern sanat türü “çalga müziği” problem yaşıyor. Radyoda yasak, TV programlarına alınmıyor, CD’leri toplatılıyor, “çalga” söylenen gece kulüpleri basılıyor. Tüm yasaklara rağmen son yılların en sevilen sanatçısı Aziz, en sevilen müzik çalga tü-


Makale ve Analizler - 2015

63

rüdür. Bu yaratıcılığın ana dokusunda nihavent makamımız var. Tepki kaynağı da budur. Adamlar Türk tınılarından kurtulmak istiyor ama olmuyor. Yapılacak bir şey yok. Bir konservatuar mezunu olmadığımdan dolayı olayı farklı örneklemelerle açıklamak istiyorum. Ne denirse densin Sofya Ulusal Kültür Sarayı Anadolu Ateşi’ne coştuğu gibi bir daha yanmamıştır. Köklü Bulgaristan vatandaşıyız. Anadilimizde Türkçe konuşmamıza, okumamıza, şiir ve şarkı söylememize, birbirimize Türk kitapları hediye etmemize, Türk olarak şenlenip neşelenmemize, meclis kurmamıza yasak konmuş, izin verilmese de, bizim içimiz dışımız Türk’tür. Biz azla yetinen bir milletiz. Biz türkülerimizde Halime, Selime ve Raymeyle yetinir, Rodoplarla Deliormanla, Gerlovo ve Dobrucamızla, Tuna’dan başlayıp Arda boylarında coşup taşarız. Türkülerimizin nota ayarı gönlümüzdedir. Sessiz ağlayışlarımız da, barım, barım barışlarımız da notaya uygundur. Halk sanatımız dağ doruğunda kaynayan ayazmayı andırır, güneşle selamlaşıp yola çıkar, kimseye el açmadan bütün gönüllere dolar. Ölümsüzdür. Seçim havası koklarken, bu defa anadilimizle yaşayan türkülerimizin, şarkılarımızın, namelerimizin, müziğimizin hedef olacağını düşünemedim. Halkımızın belleğinden alınıp yazıya dökülmüş, notası yazılmış 600’den fazla şarkı ve türkümüz var. Hepsini yargılasan, hapse atsan, zindanda çürütsen, kurşunlaşan olmaz. Sanat mantar gibidir birini çiğnersin bin çıkar. Hepsini kendi kendine güzelleşirken yenidünyaya uyma özelliği var. Folklorumuzu yaşatmak için gece gündüz çaba gösteriyoruz. Hiçbir kimsenin ilk sevdiği ninni ya da şarkı veya türkü Bulgar, Türk, Arap, Alman vs eserlerinden biri olamaz. Atalarımız büyük besteci Richard Vagner’i tanıyamadılar. Bizde dinlenmesi 50 yıl yasaktı. “Faşist”, “Nazici” dediler. Defterini dürdüler. Her hangi bir müzik akımına takıntılı olmak övünülecek bir şey olmadığı gibi utanılacak bir durum da değildir. Yasaklar büyük bestecileri ve eserlerinin muhteşemliğini küçültemez. İnsanlık 1824’te tamamlanan L. Beethoven’ın 9. Senfonisinden daha üstün bir eser yaratabilseydi, Avrupa Birliği 200 yıl sonra başka bir müziği milli marş olarak seçerdi. Bizim gibi geçmişinde sıkıntılı dönemler olan küçük ülkelerde anlam verilmesi zor olaylar da yaşanıyor. Cumhurbaşkanlarımızdan Plovdivli (Filibeli) Petır


64

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Stoyanov komünist dönemde “Beatles” şarkıları dinlediği için “demokrat” olarak kabul edildi. Demokratik Güçler Birliği (CDC) Başkanı seçildi. Hiç kimse ana babasını seçmek şansına sahip olmadığı gibi onların sevdiği sanat türünü ve dilini seçmede söz sahibi olamaz. Onun anası ve babası boş zamanlarında İngilizce şarkı dinlemeyi sevdiği için o da aynı ortamda yaşarken etkilenmiştir. Bu, insanların hangi cilt rengiyle doğacaklarını kendilerinin belirleyemediği gibi bir şeydir. Halkların müzik kültürü de değişik etkileşim, bazen da fırsat sonucu doğar ve gelişir. Bulgar bestecilerinden Angel Vagenstein, Çarlık döneminde Almanya müzik akademilerinde müzik tarihi ve bestecilik okumuş, Alman sanat ve klasik müziğinin halk motifleri dokusundan yaratıldığını öğrenince, ülkemize döndüğünde Bulgar halk müziği araştırmaları yapıp değişik süitler ve orkestra eserleri bestelemiştir. Müzikte milli olanın abartılması yanlış olur. Sanatta her türden milliyetçilik insanlık dışıdır. “Raymem” türküsüne karşı çakılan kibritte ve parlayan milliyetçi ateşte görüldüğü gibi, ırkçılık hem sanatın hem de insanlığın en büyük düşmanıdır. Bu hafta birden hortlayan Bulgar milliyetçiliğini ateşleyip körükleyen yerli seçim havası, HÖH’ün 40 belediyeyi yönettiği ve bu seçimde 2. parti olarak büyümeye yönelmesi vb. köklü kıskançlık, egoizimdir. Bu illet mutlaka gün ışığına çıkarılmalı ve köklenmelidir. Aşırı Milliyetçiliğin bir ulusu küçük düşürdüğünü, çok etnikli halkların bütünlüğüne tehlike oluşturduğunu altını çizerek belirtiyorum. Güzel sanatın da en büyük düşmanı milliyetçiliktir. Her sanat eseri bütün insanlar tarafından sevilebilir. Bir türkü, Türk türküsü olduğundan dolayı sevilemez diye bir kural konamaz. Vagner yasaklandı da ne oldu? Memleketimizde değişik etnik azınlıklar ve onların özgün sanatı olduğu asla unutulmamalıdır. Son olay, en sevilen, ünlü Bulgaristan Türk sanat yıldızı, halk türkücüsü Kadriye Lativova’nın oğlu Vejdi Raşidov’un Kültür Bakanı olduğu bir dönemde meydana geldiğine işaret etmekle yetinmek istiyorum. Bakanlığın susması çok anlamlıdır. Dilimizde “yaza yaza yazar oldu” değişi, “susa susa bakan oldu” ile değiştirilmiş olabilir mi? Yeri gelirken, tüm okullarda tüm etnik müziklerin öğretilmesine son derece büyük önem verilmesi gerektiğine işaret ediyorum. Her etnik azınlıktan gençler kendi müzik aletlerini çalabilmeli, kendi danslarını öğrenip oynamalıdırlar.


Makale ve Analizler - 2015

65

Bu en büyük ruhsal zenginliğimizdir. Halkımızı birleştirecek en büyük güç sanat ve kültür ruhudur. Kırcaali şehir saati, her saat başı “stani stani yunak balkanski” - “ayağa kalk, ayağa kalk Balkan yiğidi!” şarkısının müziğinden bir parça çalıyor. Şehrin dört köşesinde işitilen bu melodi, Bulgarlara “ayağa kalkın” diyorsa, Türklere ne ima ediyor acaba!? Müzik ortak bir edinimdir ve en iyi olan herkese aynı şeyi söylemesidir. Bu da toplumun yaşadığı zaman kesimine ve ruhsal ortama bağlıdır. Farklı anlaşılan sanattan düşmanlık doğar... Buna çok dikkat edilmelidir. Son olaylara farklı yaklaşırsak, oyun bozulur! Ayağa kalkacak biri varsa, o hepimiz! Memleket hepimizindir. Aynı vatanın evlatlarıyız. En büyük özlemimizde, “yarın yanağından gayri, her şey ortak olmalıdır!” Müzik sevgisinde ayrı gayrı olamaz! Kalın salıcakla,

Ekim Ayı Yazıları 25 Ekim Seçimlerinde Lütfen Sandık Başına!

BG-SAM-01.Ekim.2015

Konu: Hep aynı ince uzun iki yol. Saldırı Noktaları 25 Ekimde hepimiz sandık başına! 25 Ekim günü Bulgaristan yerel seçimleriyle birlikte, bundan sonra internet üzerinden meclis seçimlerine katılma konusunda halk oylaması yani halkoylaması da yapılacak. Soydaşlarımız belediye başkanı, belediye meclis üyeleri ve muhtar seçimlerine katılmasa da, Türkiye’de açılacak 174 sandıkta bundan sonraki meclis seçimlerinde elektronik araçlarla oy kullanılmayı yasallaştıracak halk oylamasına katılabileceklerdir. Bu seçimde parti bülteni olmayacak, tek bir tek bülten olacaktır. Bültenin alt köşesinde 2 dörtken vardır. Bunların birisinde “DA” yani “EVET” ikincisinde de “NE” yani “Hayır” yazılmıştır. Siz bu iki kareden birinin üzerini çizerek, oyunuzu kullanmış ve iradenizi beyan etmiş olacaksınız.


66

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu ayrıntıyı Bulgaristan vatandaşı olan ama aranızdan Bulgarcayı bilmeyenler ya da unutmuş olanlar için bildiriyoruz. Biz, BULTÜRK olarak (DA) yazan kareyi çizmenizi ve internet üzerinden seçime katılmayı kabul etmenizi rica ediyoruz. Bu referandumun anlamı ve önemi nedir? Bu referandum Bulgaristan Cumhurbaşkanı Rosen Plevneliev’in isteği üzerine ve meclis kararına uyularak yapılacak, katılmamız iyi olur. İnternet üzerinden seçime katılıp oy kullanmak bir bakıma insan haklarını genişleten bir edinimdir. Elektronik kullanarak yani internetle dünyanın her yerinde, iş yerinden ya da evden Bulgaristan seçimlerine oy vererek, politik düzen ve sosyal yapı üzerine etkide bulunma hakkı bundan böy6le olağanüstü yüyük önem taşıyacaktır. Bizim Türkiye’de yaşadığımız gibi, iki buçuk milyon soydaşımız da gurbetçidir. Kanada’dan Endonezya’ya, Almanya’dan Avustralya’ya kadar dağılmışız. Son hesapta hepimizin derdi aynıdır, ekmek parası, çocuklarımızı daha iyi okullarda okutabilmek, huzur ve güvenli ortamda yetiştirmek, mutluluğu bulmak ve yaşamaktır. Memleketimizi hakikatten dönüştürmeyi istiyorsak, Bulgaristan’ın ırkçılık ve milliyetçiliği kusup ayrımcılık, öteleştirme, insan hakları kapsamına giren birçok illetten kurtuluşumuza oyumuzla, yerimizden kalkmadan, kavga etmeden, grev yapmadan, isyan etmeden etkide bulunma, arka olma, destek gösterme yolunu 25 Ekimde açmalıyız. Bu kazanımı elde etmek şimdi bizim elinizdedir. Hepinizin yeri sandık başında olmalıdır. Bu seçime katılmamız, Bulgaristan’da siyasi ve kurumsal yapıyı belirleme, anayasayı demokratikleştirme, tüm etnik haklarımızı elde etmemiz için çok değil, olağanüstü önemlidir. Bizim gibi düşünenler ve davamızı desteklemeye katılmaya hazır olanlar her gün artıyor. Dış ülkelere işe çıkanlar, oradaki yaşamın demokratik özelliklerini, emekçilerin sosyal haklarını, kazanımlarını, yaşam koşullarını görüyor ve memleketimizdeki durumla karşılaştırdıkça kendiliğinden bizim cepheye kendileri geçiyorlar. Dış ülkeye çıkan vatandaşlarımız insan haklarının sınırsız olduğunu, etnik azınlıktan olanlara ayrım uygulanmadığını, okullarda 4 saat zorunlu anadil eğitimi görüldüğünü, din eğitimine önem verildiğini görüyorlar. Bu hakları aileleri de kullanabiliyor. İnsanlarımız, sosyal ortam değişiyor. Bulgaristan vatandaşları demokrasideki eksikliklere görmeye başladılar. Eğitim sisteminden, sağlık hizmetlerinden sıradan Bulgar aileler de memnun değil. Ülkede 500 bin dilenci ya da çöp tenekesinden geçinen, evsiz barksızlar var. 100 binlerce vatandaş 130 leva emekli maaşıyla geçim çaresizliğinde çırpınıyor, yaşam çilesi çekiyor. 25 Ekimde “EVET” diyelim ve bu vatandaşlara yardım eli uzatalım. Referandumun anlamı demokrasi yolunu açmaya kollarımızı sıvamaktır. 25 Ekim halk oylamasına katılmak davayı kabullenmektir.


Makale ve Analizler - 2015

67

Sizin Türkiye’de işinizle gücünüzle Bulgaristan’da olup biteni yakından izleme imkânınız olmayabilir ama memleketimizde gerçekten de kıyasıya bir boğuşma ve kapışma var. Siyaset cepheleşmiştir. 25 Ekimde oy kullananlar demokrasi güçleri cephesinde yer almış olacaktır. Bizde siyasi ve sosyal hayat kutuplaşmıştır. Bir yanda Bulgar milliyetçileri, Türk ve İslam düşmanları yığınak yaparken, , demokrasi cephede de Türkler, Pomaklar, Romanlar, Müslümanlar, azınlık haklarını ve özgün insan haklarını elde etmek isteyen, çocuklarının ana dil öğrenmesini, çocuk yurtlarında, anaokullarında yavrularına zamanı geçmiş yemekler, domuz eti verilmesine karşı mücadele eden büyük bir kitle oluşuyor. Hepimizin, tüm soydaşların ana ödevi yeri değişik etnik halk topluluklarının mücadele cephesinde onurlu yerini gönüllü almaktır. Güç toplayan cephe insan hakları ve demokrasi cephesidir. Demokratikleşme mücadelesinde yerimiz biliniyor. BULTÜRK Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği, Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi, “Bulgaristan Türklerinin Sesi” gazetesi, Bizim Gazete, “Bghaber.org”, “Thaber.net.bg” ve birçok başka yazılı ve elektronik yayın hak ve özgürlüklerimiz için direniş cephesinde gece gündüz mücadele veriyor, zaferlerin bizim olana kadar saflarını sıklaştıracak ve mücadeleye devam edecektir. Seçim öncesi 10 Bakan Yardımcısı Müslümanlardan olacak diyen GERB lideri, bizi bir defa aldatır, ikinci defa mutlaka toslayacaktır. Halkımızı her bakıma sömüren, üstü kapalı hedefleri için kullanan Hak ve Özgürlük Partisi yönetim ekibi de insanlarımızın dertlerini, ihtiyaçlarını, çaresizliğini ve muhtaç durumunu doğru okumak ve çözüm yolu açmak zorundadır. Bugün Bulgaristan’da durum gönül açıcı değildir. Türklere karşı olan cephe birçok defa uzlaşıp saldırıya geçti, hırçınlığı artıyor, hiçbir konuda geri adım atmak, herhangi bir konuda ödün vermek istemediklerini, çok kararlı olduklarını gizlemiyorlar. Türkçe eğitim, camilerimizi geri alma, hamamlarımız ve mezarlıklarımız gibi konularında mahkeme kararlarına rağmen bir adım gerilemediler. Her an saldırıya hazır durumda saf tutuyorlar. 25 E+kim’de elektronik oy kullanma hakkını elde edebilirsek, gün gelecek yerimizde otururken istemediklerimizin hepsini meclisten dışarı atabilir, istediklerimizi seçebiliriz. Yolumuz bu yol olmalı... Düşmanlarımızın yeni saldırı hedefleri şunlardır: Yeni ders yılının başlamasıyla anadilimiz Türkçemizi okumamıza karşı saldırılar yeni bir şiddetle devam ediyor. 25 Ekim seçimleri arifesinde Türkçe propagandaya ceza kesilmeye de devam ederken, Türkçe şarkı Türkü söylenmesi, konser verilmesi, çocuklarımızın ana babalarını ve hazır bulunanları Bulgaristan Türk edebiyatından güzel şi-


68

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

irlerimizle kutlamalarına karşı yeni saldırılar var. Seçim mitinglerinin yapıldığı meydanlara Türkçe pankart, şiar yazılması yasaklanmıştır. Radyodan herkesin anladığı anadilimizde seçim propagandası yapılması da yasaklanmıştır. Yerel seçimde oyumuzu mutlaka Hak ve Özgürlük Partisine vererek, muhtarların Türk dili derslerine öğrencilerden hepsinin katılmalarının sağlanması konusunda kontrol uygulanmasını istemek hakkımızdır. Bizdeki ilkokullar belediye okuludur ve belediye başkanı ile meclis üyeler okullar üzerinde kontrol ve düzen sağlama, Türkçe kitabı olmayan öğrencilere okuma kitapları verilmesinde uygulatıcı haklara sahiptir. Biz çok büyük ve kararlı bir azınlık olduk. Halk oylamasına hepimiz katılarak çok kabalık olduğumuzu bir daha göstermek zorundayız. Hepiniz anımsayınız, 1980’de General Kenan Evren Sofya’yı ziyaret ettiğinde Todor Jivkov “Türkler çok ürüyor, çok kalabalaştılar” demişti. Yani bizden korkanlar, bizim kalabalık olmamızdan korkuyorlar. Yani biz bu halkoylamasına hepimiz katılarak, bizim ne kadar büyük bir topluluk olduğumuzu bilmeyenlere, hayal ettiklerinden kat kat kalabalık, çok büyük bir azınlık olduğumuzu hepsine göstermeliyiz. Niceliklerin birikiminden nitelik doğduğunu unutmayalım. Ne kadar büyük bir seçmen kitlesi olduğumuzu dünyaya gösterelim. Bu seçimde 40 belediyeyi 60’a çıkaralım. Bu seçimde Bulgaristan’da münkün olduğu kadar daha fazla muhtar ve belediye başkanı, belediye meclis üyesi çıkarmalıyız. Bu seçimde, lider takımının izlediği hain siyasete bakmaksızın, yalnız ve yalnız bizim çok kalabalık ve önü alınmaz bir güç olduğumuzu, bu memlekette malımız mülkümüz, binlerce camı ve medresemiz olduğunu, işlenen tarlaların bizim olduğunu, bizim bu ülkenin kaderini belirleyen bilinçli güç olduğumuzu gösterebilmemiz için birlik olalım. Oyumuzu, her şeye rağmen, HÖH listesine vermeliyiz. Düşmanlarımız bizi bir etnik maneviyat, bir özgün ahlak, özellikleri olan bir kültür topluluğu olarak yok etmek istediklerini gizlemiyorlar. Hele ikinci turda hepsi HÖH adaylarına karşı birleşiyorlar. Biz sorunu daha birinci turda yani 25 Ekimde bitirelim. Bütün haklarımız elimizden alınmış olmasına rağmen, son silahımız olan seçme hakkımızı bilinçli kullanalım. Dev bir Türk azınlığı, Müslüman topluluğu, birbirine kenetlenmiş Türk, Pomak ve Roman kardeşliğini, azınlıklarımızın 21. yy bütünlüğünü ortaya çıkmalıyız. Talep ettiğimiz haklarımızı ve özgürlüklerimizi ne kadar daha büyük bir topluluk olabilirsek o kadar daha kolay elde edebiliriz. Yerel seçimde de en önemli olan oy sayısıdır. Anadilde okuma hakkı:


Makale ve Analizler - 2015

69

Bunu yalnız kendimiz için değil, Pomaklar, Romanlar, Gagavuzlar vb. azınlıklar için de istemeliyiz. Bu hakkımızı bize Türk olduğumuz için, anadilini öğrenemeyen gençlerimizi daha kolay asimile edebilmeyi tasarladıkları için vermiyorlar. Romanlara anadilde eğitim hakkını tanımamalarını ise, Romanların ortak bir edebiyat dili olmamasına, basılmış kitap, yazılmış gramer kuralları vb. olmamasına dayandırıp hiçbir şey yapmama siyasetine gerekçe uyduruyorlar. Hiçbir Roman doğru dürüst Bulgarca konuşamıyor. Neden? Çünkü Anadilini bilmeyen biri yabancı dili doğru dürüst öğrenemez! Bu gerçek Bulgaristan’da kendini her gün kanıtlıyor. Mecliste 36 milletvekilimiz var, Lütfü Mestan’dan başkalarına “siz doğru dürüst Bulgarca bilmiyorsunuz, konuşmayın, susun, maaşınız kafeste keklik, gezin tozun!” denmedi mi? Lütfü Mestan’ın konuşmalarını ise kendisinden başka anlayan olmadığından dolayı, yularını boş saldılar. Romanların hepsinde Bulgar kimliği olmuş da ne olmuş? İş arayan her Romanlara sorulan ilk soru - “Sen azınlıktansın değil misin?” Roman çocuklarının ancak mahalle okullarına kaydedildiği ortadadır. Hastanelerdeki durum da aynı! Yolsuzluğun seçeneği çamur çiğnemek! Bulgaristan’da yapılan eğitim reformu denemesi ancak oligarşi çocuklarına kolaylıklar, özel okullarda doğru dürüst eğitim öğretim getirdi. Zengin çocuklarına sunulan koşullar damat ısırtıyor. İsteyenler çocuklarını okula göndermeme hakkını da elde ettiler. Evde verilen eğitimi devlet okulları tanımak zorunda kaldı. Kim kimi nasıl eğitecek acaba!? Hiçbir Roman mahallesinde, Türk ve Pomak köyünde anadilde eğitim sunan okul açılmadı. 26 yılda eğitim bakanlığı anadilde konuşulan hiçbir anaokulu, kreş, yatılı eğitim merkezi açmadı. Dünyada azınlıkların ana dillerini öğrenmesinden korkan başka bir ülke olduğunu bilmiyorum. Bu bakıma dünya şampiyonuyuz. Parası olan yabancılara İngilizce programlı üniversite ve fakülteler açtık. Önemli olan bizimkilerin kör cahil kalmaları... Bildiğim şudur, goncalar güneşe baka baka açılır, halk toplulukları da egemen unsuru örnek alarak haklarını arar. Bulgarlar da eğitim ve öğrenim, kültürel özerklik haklarına Osmanlı’da elde etmişti. Bu örnekleme 21. yüzyılda da devam ediyor. İspanyol egemen kültürü içinde Katalonya’da kültürel özerklik yolu da seçimlere herkesin katılmasıyla elde edebildi. Lituanya’da nüfusun % 40’ı Rus kökenli, okullarda tedrisat da Rusçadır. Anadil ardından en aktüel saldırı hedefi, şarkılarımız, türkülerimiz, azınlıkların özgün sanatı gelirken, çocuklarımızı sünnet ettirmemiz de gündeme getirildi.


70

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Kısa dalga üzerinden Türkçe yayın yapan “Bulgarya Radyosu” arasız saldırılara uğrarken, gazeteci, tercüman ve sözcü arkadaşlarımızla kişisel hesaplaşmaya geçileceği korkusu belirdi. Böyle bir tehdit ve korku ortamını şahsen CEM - Bulgar Kitle Haberleşme Araçları Genel Başkanı Lüskanov da TV ekranında paylaştı. Bulgaristan’da Rusya’nın “Komsomolskaya Pravda” gazetesi Burgas kentinde Bulgarca olarak yayınlanıyor. Rusya’yı konu eden “Rasiya Dnes” (Rusya Bugün) gazetesi de haftalık yayın olarak devam ediyor. İngilizce ve Fransızca yayınlar da var. Mesele Türkçe, Roman dillerinden birinde yada başka bir etnik dilinde bir yazılı ya da sözlü özel yayına geçilmesi imkânsızdır. Bu konuda talep edilen AB yardımlarına yanıt gelmiyor. Anadilde masal ve çocuk kitapları basmak ise çok tehlikeli oldu. Ateş noktaları: Tırgovişte iline bağlı Omurtag şehrinde yapılan toplu sünnet mahkemeye verildi. Türkiye’den gelen sünnetçi doktorların bu işe hakkı olup olmadığı sorgulanıyor, halkın cezalandırılması isteniyor. Bu kampanyaya 2015’te GERB partisi hükümetinde Sağlık Bakanı olan Reformcu Blok temsilcisi Doktor Moskov da katılıyor. Saldırı hedeflerindeki ateş noktalarını ana dil, anadilde eğitime imkân tanımama, özgün kültürümüzün eserlerine, şarkı ve türkülerimize, edebiyatımıza, yine Türk kimliğimizin bir simgesi olan sünnetimize saldırı ateşi hem artıyor hem de genişliyor. Çocuklar sünnetsiz bırakılmak isteniyor. Bu alanda totaliterizm ile demokrasi arasında hiçbir fark kalmadı. Seçimler – köklü dönüşümlere açılan sihirli kapıdır. İstemediklerimizi, demokrasi düşmanlarını siyasi sahneden indirmenin tek barışçı yoludur. Kuduz saldırıların başbuğları: “Sizden sabun yapacağız!” söyleviyle politik sahneye yerleşen rufofil Volen Siderov, Ahmet Doğan’ın hibe etiği 1 milyon 600 bin leva ile “Ataka” (saldırı) partisini kurdu. Moskova’dan aldığı karşılıksız dolarlarla ise, “Ataka” gazetesi çıkardı. 24 saatlik “Alfa” TV programıyla Türkleri, İslam’ı ve NATO ile Avrupa Birliğini ve Amerikanın Bulgaristan’a üslenmesini hedef aldı. 16 vekille meclise yerleşen “Ataka” anti-Türk ve anti-İslam saldırılarına şimdi de sığınmacı düşmanlığı ekledi. Yerel seçimlerde Rusçuluğu şerbetlerken Moskova parası akıtıyor. Klasik Bulgar ırkçılığını yeşerten sözüm ona Yurtsever Cephe (PF) partisi irili ufaklı biçimli biçimsiz ırkçılığın her türünü saflarında birleştirdi ve hükümet ortaklığına programsal destek sağlıyor. Anadilimizi öğrenmemize, Türkçe radyo ve TV yayınlarımıza, gazete ve dergi çıkarmamıza kesinlikle karşı olan bu düşmanca zihniyetin içinde, kustukları zehir çok fazla mide bulandıran Makedon İç Devrim Hareketi VMRO başkanı Karakaçanov ile aynı partinin Avrupa Birliği


Makale ve Analizler - 2015

71

milletvekili Cambazki aşırılıklarıyla başı çekiyor. Bu şahsiyetler anti-Türk saldırıları topluma yaymak için ellerinden geleni artlarına bırakmıyor, milletvekili dokunulmazlıkları ardına gizlenerek, demokraside insan haklarına lağım akıtıyorlar. Bu güçler ve Burgas kentinden yayın yapan “Skat” televizyonu Türk buluşmalarını takıp edip, Türkçe konuşan herkese karşı dava açıyorlar. Irkçılığın aşırılından doğacak gerginlik bir de sığınmacıların Bulgaristan’ı Müslümanlaştıracağı saçmalıyla besleniyor. Avrupa ırkçılığından beslenen bu ırkçı saldırılarla düşmanlıkların derinleştirilmesine çaba harcanıyor. Bulgarlaşmamız için Tümler’e ima edilen örnekler. Bir yandan her yönlü ve çok ağır saldırılar yoğunlaşırken, Bulgar medyaları Türklere şöyle oluverin örnekleri dayatmaya başladı. Son zamanlarda çoğaltılan bu örneklerden biri, anası 1920 göçüyle bir gemiden Burgas limanına inen ve daha sonra Stara Zagora (Eski Zara) kentine yerleşen Ermeni kızı Reneta İnceva’nın sülalesidir. Daha sonra bir Bulgarla evlenen ve evladına bir Bulgar ismi olan Reneta diyen aile, evladını Bulgar okuluna göndermiş, andili olan Ermeniceyi öğrenmeden ve Ermeni Grigoryan Kilisesinden uzak kalarak yetişen kızcağız, zamanın geçmesiyle Bulgaristan ekonomik ve moral şçküşünde dibe vurunca (9 dönemi Sofya geçici seçim hükümetine Başbakan seçilmişti. İşaret edilen ince uzun Bulgarlaşma yolu budur denmese de, emsal olarak gösterilip, Türklere de açıktır denmek isteniyor. 70 yıl önce olduğumuz gibi bugün de ince uzun yolun değişmeyen kavşağındayız. Ya Bulgar olur halkına, soyuna köküne ihanet edersin, Türk Müslüman kimliğini unutuersun ya da Türkiye yolunca uzanırsın. Durumun son inceliği budur. Yani değişen hiçbir şey yok. Bu nedenle de olmak üzere, 25 Ekim sabahı hepimiz sandık başına, hiç olmazsa çocuklarımıza ve torunlarımıza elektronik oy kullanma hakkını kullanarak, Bulgar siyasetini ve iradesini değiştirme hakkı tanıyalım. Hayırlı günler.


72

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Karabağ Azatlık Teşkilâtı Başkanı Kocaeli’nde

Alptekin Cevherli-02.Ekim.2015

Ermenistan işgali altındaki binlerce yıllık Türk yurdu Karabağ’ın kurtuluşu için kurulan Karabağ Azatlık Teşkilâtı Başkanı Akif Nağı, SEKAPARK’taki Haydar Aliyev Kültür Evi’nde son gelişmeleri değerlendirdi Sovyet Rusya’nın dağılması ardından gelişen süreçte Rus askerleriyle takviye edilmiş Ermenistan birliklerince işgal edilen Azerbaycan’ın Karabağ bölgesindeki işgal sürerken son günlerde sınır hattında başlayan çatışmalar gözleri yine Kafkasya’ya çevirdi. Karabağ Azatlık Teşkilâtı heyeti “Karabağ sorunu tanıtım turu” kapsamında bir sonraki sunumunu 30 Eylül Çarşamba günü Kocaeli’nde gerçekleştirdi. SEKAPARK’taki Haydar Aliyev Kültür Evi’nde gerçekleştirilen toplantıda Karabağ Azatlık Teşkilâtı (KAT) Başkanı Akif Nağı, KAT Türkiye temsilciliği Başkanı Cafer Dal, KAT yönetim kurulu üyeleri Rahman Ceferov, Hüseyin Hüseynov ile Ermenilerin Karabağ’da Türkler’e karşı gerçekleştirdiği soykırımı anlatan “Bellek” belgesel filminin yönetmeni Elhan Xanəlizadə de hazır bulundu. Sunum öncesi Türkiye Azerbaycan Dernekleri Federasyonu Başkanı Bilal Dündar, Azerbaycan ile Türkiye’nin kardeşlik bağlarının öneminden ve bölge barışı için gerekliliğinden bahsetti. KAT Başkanı Akif Nağı ise sunumu esnasında Bakü’den gelen ‘kardeşinin vefat’ haberine rağmen sunumunu yarıda kesmeyerek Azerbaycan’ın haklı davasını anlatmaya devam etti. KAT Başkanı Akif Nağı özel hayatı sosyal hayattan ayırmak gerektiğini söyleyerek, insanın özel hayatına ait hiçbir şeyin millî menfaatlerin önüne geçemeyeceğini söyledi. Daha sonra KAT Başkanı Nağı, Ermenistan-Azerbaycan, Dağlık Karabağ anlaşmazlığı konusunda geniş malûmat verdi. Azerbaycan’ın kardeş Türkiye’den daha çok beklentisi olduğunu dile getirerek; bugün Azerbaycan’ın eriştiği güçte Türkiye’nin çok büyük katkısı olduğunun altını çizdi. Bakü’nün 1918 yılında Taşnaklar’dan tahliye edilmesini de hatırlatan KAT Başkanı, “Bugün Azerbaycan’da herkesin Nuri Paşa’yı ve Kafkas İslâm Ordusu’nun neferlerini rahmetle anmaktadır. Çünkü dünyanın bildiği tek bir gerçek vardır o da Türk’ün geleceğidir. Türk Dünyası üzerindeki oyunların tek sebebi budur” dedi. Daha sonra “Bellek” belgesel filmi gösterimi gerçekleştirilip Ermenilerin yaptığı soykırımın canlı çekim görüntüleri ekrana yansıtıldı. Programda konuk olarak katılanlardan Kocaeli Şairler ve Yazarlar Birliği Başkanı Alptekin Cevherli, Selçuklu Düşünce Kulübü Başkanı Süleyman Pekin, KAT Türkiye temsilciliği yönetim kurulu üyesi Naci Siyah, Kocaeli Aydın-


Makale ve Analizler - 2015

73

lar Ocağı Başkanı Ruhiddin Sönmez, Kocaeli sınır kentleri Kars, Ardahan, Iğdır Azerbaycan Dernekleri Başkanı Necdet Qaradaş, Buluş ve Modelciler Derneği Başkanı Ertuğrul Kemâloğlu da kısa birer konuşma yaptılar.

Suriye Savaşı Medeniyetin Neresinde?

BG-SAM-02.Ekim.2015

Konu: Suriye parçalanıyor. Savaşların medeniyetleri yok etmek, dünyayı kırık dökmek ve yerine yenisini tesis etmek için yapıldığını söyleyenleri siz de işitmiş olabilirsiniz. Bunun böyle olmadığını siz de bilirsiniz. Birinci Dünya Savaşı harabeliğinden ikincisi çıktı. İlki 20 milyon can alırken, ikincisi 50 milyon kişiyi öldürdü. Son 70 yılda dünyada irili ufaklı 284 savaş patladı. Savaş ateşinde değil medeniyet yaratmak, medeni olmak bile hayal edilemez. Yalnız insanın değil, insanlığın en büyük edinimi olan medeniyetin kuduz düşmanıdır savaş. Son çılgınlıksa her zaman ilk bombayı atmak olmuştur. Hayali kararmışların zevki olabilir bu. Acı örneği Suriye savaşı ve Rus bombardımanının başlamasıdır. Olabilir ya başkalarının medeniyetini yıkmak zevkli iş de olabilir. Medeniyetler beşiklerinden biri daha gözlerimiz önünde 21. yüzyıla kanlı püskül oldu! Vavilon odağı, Mezopotamya kültür merkezi, İslam kalesi Bağdat 1982’den beri talan edilmiyor mu? Barbarlığın, medeniyetlerin ve kültürün yok edildiği topraklarda doğduğunu görmeyen mi kaldı. Ezilenden olumlu olan doğar iddiaları da artık tamamen yanlış gibi. Kılık değiştirip terörist olmak artık zor bir iş değil. Orta Çağ işkencecilerin başlarında çuval vardı, bugünün katilleri maske takmış, yaptıkları iş hep aynı, suçsuz insanları, Müslüman öldürmek... Yıkıp yakma, katledip yok etme, canilik! Dinlerin arasında en insancıl olan İslam’dır. İman sevgisiyle yoğrulmuştur. İmanın milleti, ırkı ve düşmanı yoktur. Çünkü iman sevgiyle yaratan güçtür. Kelle kesen, çocukları kazığa dizenler Müslüman olamaz. Canilikle ünlenen IŞİD’e bir İslam devleti denemez. Adı kitaba geçmeden, çok geç de olmadan, en kötü adlardan birini kendine beğenip seçsin... Dünya medeniyetlerinin köşe taşı Bağdat ve Şam kalelerinin isminden harf kullanmak bile af edilir de-


74

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ğildir. Dünyanın geçmişi ve geleceği bir bütündür. Homs surlarını, kütüphaneleri yıkmak kör cahilliğin zirvesidir. Unutmasınlar yarınlar yakılamaz, imha da edilemez, alınlarına yazılan kara leke ise, asla silinemez, işledikleri insanlık suçudur, aklanamaz. Halkını kimyasal silahla zehirleyen, pazarlara varil bombası atan birine ancak diktatör ve hain denir. Sonu ya intihar ya da idamdır. Diktatörlerin ve teröristlerin medeniyet yarattığı görülmemiştir. Şehitler ölmez ve unutulmaz! 5 yılda 6 milyon kişiyi evinden yurdundan kovan, yüz bin kadın ve çocuğu denize gömen nasıl af edilebilir? 25 milyon Suriyelinin 12 milyonundan kurtulmayı göze alan, bunu kendisi yapamayınca Rus gemi ve uçaklarını, plazma ve lazar bombalarını. “T-90” tank ve toplarını yardıma çağıran bir diktatör vatan ve halk haini değilse, nedir? Katil Esat tahtında kalsa ne olur? Adalet kellecileri bekletmez! Yakın Doğuda bu durum kim yarattı? Yakın Doğu’nun bir çıbanbaşı gibi zonklaması 1919 Versay Antlaşmasında tasarlandı. Sevr gölgesi Birinci Dünya Savaşından galip ama yorgun çıkan, ağızları çok sulansa da Osmanlı’nın son kaburgalarını yiyemeyenlerin, kursaklarında kalan iştahlarının sedasıdır. Bu talan önce Fransız ve İngiliz emperyalistlerine hak görülürken, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika Birleşik Devletleri ile Rusya Arap dünyasına değişik biçimlerde yerleşmeyi başardılar. Amerika Yakın Doğu’yu (Irak - Çöl Savaşı) 1982’den beri bombalanıyor. Üzerlerinde yeni medeniyet yazan bombalardan kapkara bir dünya ve tepki olarak da kara maskeli terörizm doğdu. İnsanlık uzlaşma kabul etmez bir dünya ile yüzleşti. Amerikan bombaları suçlu suçsuz, suni şii, kadın erkek, cami cem evi ayrımı yapmadığı gibi maskeli teröristler de sıradan öldürüyorlar. Kuduz köpek gibi herkese saldırıyorlar. Onların hayat normu herkese silah çekmek! Savaşın yasası yok. Barbar normlarına göre var olmak imkânsız. Ölümden dönen yok. Rusya’nın bölgeye yerleşmesi nasıl oldu? Bunu düşünürken birkaç gün önce okuduğum bir haberi paylaşıyorum. Doktor bir göz ameliyat esnasında, bir şeyim yok bir şikâyetim yok, yalnız biraz kaşınıyor deien birinin göz bebeğinden 9 santimetre uzun renksiz bir solucan çıkarmış. Gazetelerde resmi bir kavanoz içinde yayınlandı. Bugün terörist avı bahanesiyle Suriye halkının bombalanması bana bunu anımsattı. Ne yazık ki, solucan bizim gözümüzde yetişmiş ve şimdi bizi bizden kurtarmaya kalktı. Ne yazık! Bugün ameliyat masasına yatanlar düşmanı kendi içlerinde beslemişler. İsyankâr enerjinin kaynağı zulüm müdür? Putin’e göre, IŞİD saflarında 1 700 Rusyalı var. Onlar zulüm kurbanı mı? Zulüm kaçağı mı? Rusya’daki zu-


Makale ve Analizler - 2015

75

lümde yetişenler Suriye’de mi yok edilecek? Sonucu yok etmekle neden köklenebilir mi? Doktorun gözden çıkardığı solucan göz bebeğine nasıl yuvalanabilmiştir? Zulmün ve bombaların arasında yetişenler, hiçbir otoriteden çekinmeden, korkusuzca yaşamak isteyenler teröristse, mazlum insanların suçu nedir? Suçsuz olanların katletmesine hangi din, hangi ahlak (moral) hangi yasa veya ferman izin verip emretmiştir! Hayvanların kendi türünden olanı öldürdüğünü görmedik. Teröristler hayvandan da beter! Önce onları doğuran zihniyeti yok etmek gerekmez mi! Sevgi hissetmemiş, kültür görmemiş bir terörist hangi sevgiyi ve kültürü paylaşır? Anasız babasız, okula gitmeden, kütüphaneye uğramadan, müze kapısından girmeden, dost ortamı tanımadan yetişen bir kişi medeniyet nedir bilebilir mi? Teröristlerin kariyeri nasıl biçimlenir? Komutan olması için çıraklık döneminde, kalfa iken kaç kişi öldürmesi, usta olunca ne yapması gerekir! Terörist adam olur mu? Öldürülen teröristin yerinde yenisi mi doğar? Düşünmek istemiyorum. Çünkü adam gibi adam eğitimle tasarımlanmışsa, terörist kimin hayal ürünüdür? Dünya yüz ve on, yazı ve tura ise, aydınlık ve karanlık ise, onların bizim aramızda ne işi var!? Olayların tarihçesi: Rus İmparatorları 1878’de Ege Denizine çıkmak için Yeşil köye inmedi mi? Akdeniz’i hedeflerken Erzurum’a gelmedi mi? 1970’li yıllarda Afganistan’a neden girdi? Sıcak denizleri kontrolünde tutmaktı onların hedefinde olandı. İkinci Dünya Savaşı’ndan buyana 3 yol taşı dikkati çekiyor. Vietnam, Afganistan ve Suriye savaşları! Vietnam cangillerini bombalayarak Güney Doğu Asya’ya yeni bir medeniyet taşımak isteyen Amerikalılar sebep oldukları katliam ve barbarlık eserlerini kendi gözleriyle gördüğünde ruh hastası oldular. 52 bini can verirken, 154 bini deli hastanelerine düştü. Bu defa amerikan halkı ayaklandı. Vietnam’a götürülen “amerikancı demokrasi ve uygarlık” ise “B-52” uçan kalelerden inerken ellerinde patladı. Afganistan dağlarına tırmanamayıp kaçan Ruslar oldu. Vietnam’da olduğu gibi burada da kazanan yerli halktı. Savaşlarda galip gelenler saraylarda yaşayacak diye bir kural yoktur. Afganların kışlaklarda, Vietnamlıların da çeltik tarlalarında mutlu olduğunu dünya bilir. Bu iki savaş havadan bombalamakla hakların ne bitirilebileceğini ne de yenilebileceğini gösterdi. O yıllarda dünyada gerginlik tansiyonu hiç düşmedi. Dünya savaşlarında galip olan dev güçler dünyayı hep yeniden ve yeniden paylaşmak için parçalayarak dize getirmeye çalıştı. Vietnam ve Afganistan’da bu hiç de istedikleri gibi olmadı desek de, Yakın Doğu’da


76

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

1982’de başlayan havadan bombardımanların Saddam Hüseyin gibi güçlü bir diktatörü devirebildiğini hatırlarken, bölgede yaşayan halkların soy, boy, aşiret, Suni ve Şii gibi mezhep, Arap, Kürt, Türkmen ve başka etnik kavgalara itildiğini gözledik. Para ve silah verip Kürkleri dağa çıkaran onlardır. Dünyayı karşısına alan, hatta son derece hırpalanan hakların İslam dinini çarpıttığı da ortadadır. Terörist IŞİD gibi diktatörlüklere yenik düşenlerin çaresizliğini herkes görüyor. Bu görünümde üçüncü yol taşı dediğimiz Suriye çok daha karmaşık ve kökleri derinde çelişkilerle sivriliyor. Vietnam’dan Suriye’ye uzanan, nedenleri ve seyri aynı olan, bu üç savaşın arasında dünyada 284 başka çatışma da oldu. Bunlardan hangisinin tam olarak söndüğünü söylemek bugün de zor. Her biri sanki her an alevlenebilir. Kibirdi çakanlar ortada. Sudan’da ateş kesilirken, Eri tre’de başlamazsa, Yemen’de patlak veriyor. Ne var ki, 1956 Süveyş Krizi’nden sonra Orta Doğu’daki varlığını hep hissettiren Sovyetler Birliği, şimdiki Rusya, geçen asır bölgede imparatorluk politikasının nabzını hep elinde tuttu. 30 Eylül’de başlayan Rus savaş uçakları bombardımanına Suriyeli askeri pilotların katılışı bir istisna değil. Araplar en fazla uçak satın alsa da, havada savaşmayı beceremezler, savaşı bırak, kazandıkları uçak çarpışması bile yoktur. En büyük düşman gördükleri Yahudi şeytanlığına hep Moskova arkalamasıyla gözdağı vermişlerdir. “Vaat edilen topraklarımızı” istiyoruz çılgınlığına kapılan İsrail Başbakanı Bayan Golda Mayer ve Savunma Bakanı Moşe Dayan 1974’te “Araplara karşı atom bombası kullanacağız” derken Mısır Başkanı Enver Sedat Sovyet yönetiminden askeri hava savunması talep edince, şöyle bir bir olay yaşanmıştı: Sovyetler Mısır Piramitleri yakınlarına duvarları 4 metre geniş, temel ve tavanı da 6 metre kalın beton sığınaklar yaptı ve içine birkaç MİG–15 tipi savaş uçağı gizledi. Bu uçaklardan biri, Tel Aviv borazanlarının çok öttüğü günlerden birinde, gün batımında Sina Çölünü geçerek İsrail’in tüm uçak savat sistemlerinin ateşlenmesine ve tüm avcı uçaklarının “davetsiz misafiri durdurmak için” havalanmasına rağmen, Tel Aviv semasında 20 dakika dolaştıktan sonra geldiği yönde kayboldu. Bu uçuş İsrail’de bir karıncanın bile ölmesine sebep olmasa da, çok yakın zamanda yukarıda adları geçen başbakan ve bakanın görevinden çekildi. Benzer bir olar, son Lübnan krizinde de yaşandı. Sözde kurşun ve bomba geçirmez şekilde zırhlanan İsrail, tanklı Beyrut seferine çıktığında HAMAS savaşçılarının kullandığı Rus tanksavarları otobanı tank hurdalığı haline getirdi. İsrail’in “vaat edilmiş topraklara yayılma hevesi” bir daha kursağında kalmıştı.


Makale ve Analizler - 2015

77

Golan Tepeleri Savaşı’nı unutamayan Şam hep tedirgin yaşarken, Moskova’ya bel bağlamış ve Tarsus ve Laskiye’de deniz üssü kurmasına göz yumdu. İlk Rus savaş uçaklarının Laskiye kara üssünden havalanmasından 5 gün önce, İsrail Başbakanı Natenyahu başına gelebilecekleri sezinlemiş olacak, soluğu Moskova’da aldı ve “bize dokunmayın” ricasını iletti. Son saldırılara Sureyeli pilotların da katılması ile ilgili bir tarihi olayı anımsatmak istiyorum. Rusya’nın diğer ülkelere askeri pilot eğitmesi eski bir gelenektir. Sözü geçen 1919 Versay Anlaşması’nın altına galip devletlerden biri olarak imza atan Lenin Rusya’sı imparatorluk geleneklerini bozmadı. Bu uluslar arası antlaşmayı defalarca ihlal etti. Anlaşma Almanya’nın “motorlu araç üretimini” araba, lokomotif, uçak, savaş gemisi vb. üretmesini yasaklanmıştı. Hitler iktidara gelince daha sonra Fransa’yı ve Londra’yı, en fazla da Sovyetler Birliği şehirlerini bombalayan “Messerschmitt” savaş uçaklarının motorlarını İsveç’e, kanatlarını Avusturya’ya, gövdesini İsviçre’ye sipariş edip, Almanya’da monte etti ve uçurdu. İlginç olan, Versay sözleşmelerinde Almanya’ya pilot eğitimini de yasaklamıştı. Alman savaş pilotlarını Rusya eğitti. Bilmem inanır mısınız, ama gerçek budur. Rusya bu geleneği Arap devletlerinin ordularını donatırken de gizlice uyguladı. Şu da bir gerçek, Ruslar, Suriyeli pilotlar hariç “sesten hızlı uçarken manevra yapan, savaşa giren, kendi halkını bombalayacak kadar çarpılmış Arap pilotu” eğitilemedi. Bu örnekler ise doktorun göz bebeğinden çıkardığı 9 sm solucanı hatırlatmadı mı? Arap kumlarının altındaki gerçek budur. Diktatör Sedat, diktatör Saddam, diktatör Sisi ve aynı madalyonun arkası olan maskeli IŞİD’liler hep Arap çöllerinin deve zevki kavgalaş dikenleridir. Herkes inandı ki, 200 yıllık Rus yayılmacılığı, değişmeyen imparatorluk politikası artık Tarsus ve Laskiye’de konuşlandı. İki askeri üs, limanlarda Rus askeri gemileri,Rus uçaklarının ülkeyi ikiye bölecek bir şekilde bombalaması, evi yaptık şimdi avlumuzu genişletip çiti çekelim anlamındadır. Bunun için de bu gidişle Suriye bölünecektir. Saldırı Başkan Putin’in BM’de yaptığı konuşmasıyla başlamadı. Kapsamlı bir savaş hazırlığının gün ışığına çıkmasıdır. Kırımı ilhak edip, Ukrayna’yı bölen Putin kendini güçlü buldu. Son gelişmelerde sivrilen iki örnek var. Bir. Cenevre’de yapılan Suriye görüşmelerinden sonra, Beşar Esat’ın halkına karşı kimyasal silah kullanmasını cezalandırmak isteyen Amerikanın bir anda eli kolu bağlandı. Akdeniz’deki US savaş gemilerinden ateşlenecek füzelerin kovanlarına girmesine Rus gemileri elektronik şok etkisi yaparak engel olabildi.


78

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İki. Bu yıl, Bulgaristan ve Türkiye’nin de katıldığı Karadeniz’de yapılan 7. US ve NATO müttefik kuvvetleri deniz tatbikatlarından birinde, ana US askeri gemisi üzerinden geçen SU - 34 tipi bir Rus savaş uçağının geminin motor, elektik ve elektronik sistemlerini durdurması ve 39 kişilik mürettebatın şok etkisinden sonra Bükreş Ruh Hastalıkları kliniğinde tedavi görmesi ve ardından US deniz kuvvetleri terkibinden çıkarılması, ilgi çekicidir. Bu örnekler ve özellikle de henüz başlayan Suriye bombardımanları, Türkiye’de, Ürdün ve Lübnan’da bulunan birkaç milyon sığınmacı, Avrupa yollarındakiler, savaş kaçakları ve mülteciler, açlar, evsizler, işsizler ve Suriye krizinden çıkılmasında ve terörizmin belkemiği rolü gören PKK ve DEAŞ ile IŞİD’in yok edilmesi açısından bakıldığında yeni gelişmeler endişe vericidir. Öyle oldu ki, herkes terörizme karşı, ama hangi teröriste ve terörizme? Teröristleri renklerine göre seçmek kimin haddine. Yoksa bu iddia ile Yakın Doğu’da senin teröristin ve benim teröristim olduğu ortaya mı çıktı. Anlaşılan Moskova yalnız Rus teröristleri yok etmek istiyor, çünkü geri döndüklerinde metroyu, tiyatro ve tren istasyonlarını yine bombalayacaklar diye korkuyor. Diktatör Beşar Esat düşerse bölgeden uçaklarını ve gemilerini alıp başının çaresine bakması gerekeceğini de fark ediyor. IŞİD’e saldırıyorum iddiasında bulunan Rusya PKK ve DEAŞ’a dokunmak istemiyor. Almanya da sesini çıkardı. Rusya’nın Suriye saldırılarını destekliyoruz dedi. Ama PKK’ya da ders verin demedi. Tüm bu gelişmelerin doğurduğu soru: Suriye savaşı medeniyetin neresinde?

Hak ve Özgürlük Tohumlarını Kim Saçtı?

BG-SAM-05.Ekim.2015

Konu: Uyanışımızı çözemeyenlere cevabımızdır. Birinci Bölüm Giriş Bulgar Bilimler Akademisi’nde ve diğer 39 yüksek okul ve fakültemizin sosyal bilimler bölümlerinde son 26 yılda kafaları kurcalayan ve bilim dünyasınca yanıt aranan Bulgaristan tarlasına ekilmeyen Hak ve Özgürlük Hare-


Makale ve Analizler - 2015

79

keti nasıl oluştu ve toplumu nasıl sarabildi gibi çok önemli olduğu iddia edilen, bir sıra problem ortaya çıktı. Daha önceki araştırma yazılarında defalarca vurguladığım gibi, Bulgaristan şartlarında totaliter bir düzen olarak boy gösteren sosyalist toplumdan, özel mülkiyete dayanan sınıf ayrışımlı bir toplum olan kapitalist topluma – Serbest Pazar Ekonomisi ve demokratikleşme – kılıfı içinde doğru dürüst geçilememesi bugün artık ıslahı çok zor olan sonuçlar doğurdu. Toplumsal gelişimi durdurup donduran ana neden komünist totalitarizmin sökülüp yani bir devlet düzeni olarak dönüştürülmesi yollarının hala tıkalı olmasında gizlidir. Memlekette demokratik düşünme biçimi ve zihniyetin egemen dünya görüşü olarak yerleşmesi yollarının da kesilmiş olmada gizlidir. Konumuza Bulgaristan misalleriyle girmezden önce, dinimizde ve yaşam tarzımızda olmayan şu hak ve özgürlüklerin ilk önce kimin tarlasında, kimin dünyasında bittiğine ve Bulgaristan tarlasına hangi rüzgârla geldiğine -birinci bölümde- bakmak istiyorum. İkinci bölümde ise, doğal ve insan haklarımız, Türk kimliğimiz uğruna verdiğimiz şanlı ve kanlı mücadelemizden örneklerle Hak ve Özgürlük kavramlarının düşüncemize, duygularımıza, yaşam biçimimize nasıl yerleştiğini, ne gibi bir rol oynadığını, bizim için zararlı mı, faydalı mı olduğunu, 21 yüzyılda kimlerin umudu olduğunu açıklamak istiyorum. BULTÜRK - Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği yayınları, Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi çatısı altında yürütülen analiz, araştırma, irdeleme ve toparlama çalışmaları Fikir Özgürlüğü esasına dayanır ve bu konularda tüm okurların düşüncelerini paylaşma, yazılarımızla ilgili destekleme ya da itiraz etme hakkı kendilerinde gizlidir. İyi okumalar. Hak ve Özgürlük Hareketi’ni (DPS) Bulgar Toplumuna kim dikti? Bulgar toplumuna dendiğinde, bizde Hıristiyan toplum anlaşılır. Buraya bir Türk Müslüman partisi tohumlarını kim saçtı? Bizden olmayan bu fidanları kim dikti? Ne istiyorlar gibi sorular bu nedenle günden oluşturuyor. Daha açık sorulduğunda, 1960-1990 Bulgar totaliter düzeni kokusundan gelen bu sorularda “biz size Bulgar olma, Hıristiyan olma hakkı ve fırsatı tanıdık, elinizle geri teptiniz, istemediniz, isyan ettiniz, şimdi ne istiyorsunuz” yansıması uçuşuyor. Bu soruları doğuran gerçekse şunlardır: 1912 - 13’te Pomakların hepsine haç öptürüp başlarına kalpak geçirildi; minarelerini yıkıp camilerini kilise yapıldı; adları da değiştirildi; Müslüman geleneklerini yasakladık, 1960’tan sonra Romanların adları değişti. 1972’de Pomakları bir daha Bulgarlaştırdık. 1985’te


80

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Türklere de Bulgar kimliği ile yaşama hakkı tanındı. Hristiyan haklarının hepsi onlara da tanındı! Daha ne istiyorlar. İsimlerini geri istediler, verdik. Daha ne istiyorlar? Hakim olan zihniyet, Bulgarların kendi kendilerini haklı buldukları zihniyet budur. Bu bir ruh halidir, sözüm ona haklılık duyulmamasıdır ve ardından birçok hareketi doğuran, saldırılara kaynak olan zehirli ortamdır. Kimlik değiştirmenin hakla hukukla ilintisi var mıdır? Etnik azınlıkları Bulgarlaştırmanın kanun dayanağı yok ise, nasıl hareket edildi? Kanunsuz işler yapıldığı bir toplumda insan haklarından söz edilebilir mi? Yasal olmayan ortamda yasa uyguluyoruz deyip keyfi hareket edenleri durduracak kanunlar ne zaman çıkarılacak? Yalnız yasaklayıcı kanunları olan bir toplum olabilir mi? Bu soruları daha doyurucu açıklamak istiyorum. Örnekliyorum: Kemaller’de (İsperih) geçen hafta yapılan son HÖH - DPS mitinginde “hazır bulunan Türklere Türkçe selam verdi” gerekçesiyle “seçimde Türkçe kullanmayı yasaklayan” kanuna dayanılarak milliyetçi Makedon hareketinden Avrupa Birliği (AB) milletvekili av. Angel Cambazki’nin dava dilekçesini Sofya Şehir Mahkemesi kabul etti. Lütfü Mestan’a karşı yeni bir dava açıldı. Fakat bu mitingde Türkçe türkü şarkı dinlediler gerekçesiyle hazırlanan dava dilekçesini aynı mahkeme geri çevirdi. Sebebi. Türkçe türkü şarkı söyleyip dinlemeyi yasaklayan kanun olmamasıdır. Öyleyse solumamızdan su dökmemize kadar yaptığımız her şeyin yasası, normu, kuralı, izni, ceza maddesi mi olmalı? Kuşkusuz bu durumda, hayatımızın bu derece sıkboğaz edildiği bir durumda, Angel Cambazki gibi 5 kuşak Türk İslam düşmanı AB milletvekili hukukçulardan bir ricamız olacak. Bizim kendi memleketimizde yaşama kurallarımızı, bizimle ilgili temel ve doğal haklarımızı yasaklayıcı yasaların tümünü yazsınlar ve biz azınlıklar Hıristiyan karanlığının içindeki yerimizi bilelim. Hak ve özgürlük kuyusunun derinliklerine bakıyoruz: Hak-hukuk kavramına temel olan İnsan Hakları Kavramı esas itibarıyla Hıristiyanlığa ait bir kavramdır. Öyle olsa da, “hak” anlayışının Yahudi ve İslam şeriatlarında benzer algılanış tarzıyla yeri yoktur. İslamiyet’te ise bir insanın bir şeye hakkı olması anlamsızdır, çünkü hiç kimsenin Allah’ın varlığı ve tanımlarını kabul etmeme ya da reddetme hakkı yoktur. Toparlarsak, İslam’da Allah’ın varlığı ve sözleri konusunda insanın şüphe duyabilmesi mümkün değildir. İslam’ı Yahudilikten ve Hıristiyanlıktan daha gelişmiş bir din kavramına en uygun inanç sistemi yapan da işte bu sözlerdir. Hıristiyanlıkta ise Hz. Meryem anasının hamile kalmasından İsa Peygamber’in dirilişine kadar her şey ilk gün-


Makale ve Analizler - 2015

81

den bugüne kadar şüphe konusudur. Bu esasta hak-hukuk konuları da aşılamayan sonsuz bir şüphecilik doğurmuştur. Şunu unutmayalım, Hak ve Özgürlüklerinden söz ediyoruz. Yahudilikte (başka birine hak ve özgürlük tanıma bir yana) hoşgörü yani tolerans İsa’nın kendisine bile gösterilmemiştir. Çarmıha gerilen İsa’nın kendisidir. Yani hoşgörü bir yana Hz. İsa’ya yaşama hakkı bile tanınmamıştır. Şu da var. Hz. İsa’ya tolerans gösterilmese de, İsa’nın öğretisinde insana tolerans tanınmıştır. Özellikle de sadece seçilmişlerin değil her insanın İman’ı aracılıyla, Tanrının Krallığında bir yer edinebileceği mesajı -başkalarının inayetiyle değil, kendilerinin seçimiyle bu mertebeye ulaşabilecekleri tanımı- toleransın açık kanıtıdır. Ne yazık ki, daha sonra Kilise bu hakkı Din Bürokrasisine dönüştürmüş ve hoşgörüyü askıya almıştır. Katolik dini ise toleransa tamamen karşıdır. Balkanlara hoşgörü ve iyi komşuluk, merhamet, karşılıklı saygı İslam’la gelmiş ve Türk yaşam tarzıyla yerleşmiştir. 1878’den beri Türklerin Bulgaristan’dan kovma süreci derinleştikçe iyi komşuluk kapıları kapanmış, Türk Bulgar dayanışması kalkmış, hoş görü yerini düşmanlığa bırakmış, yardımlaşma bozulunca toplum da çökmüştür. “Bulgar’dan ödünç para alınmaz!”, “Bulgar’dan fayda gelmez!” gibi deyimler bu süreç içinde belirmiştir. “Bulgar’ın tanıyacağı hak ve özgürlük öte dursun!” değimi de etnik ilişkilerin donma sürecinde yaşam hakkı elde etmiştir. Nitekim bu anlayışı tarih içinde yönlendiren ve şartlandıran Hıristiyanlar ve özellikle de Katolik alemi, çağlar boyunca sayısız katliamlar yapmış ve bunların hiç biri unutulmamıştır. 1918 -1948 yılları arasındaki 30 yıl içinde (bu zaman kesiminde Bulgaristan’a Avusturya kökenli Bulgar Çarı Ferdinant ve oğlu III. Boris hükmederken Müslümanlara karşı düşmanca tavır kemikleşmiştir) Hıristiyanların katlettiği diğer Hıristiyanların sayısı İsa’nın Çarmıha gerilmesinden sonraki 300 yıl içinde katledilen ilk Hıristiyanların sayısından 200 kat daha fazladır. Dedelerimiz başa gelecek kötülük bulutlarının karardığını, tepelerinde çakan şimşekleri görememiş olsalardı, Türkiye’ye göç yolları arar mıydı! Bizden son olumsuz örnekler. Aynı şeyleri bugün de yaşıyoruz. Bulgar Başpiskoposluğu, reddedilmez bir insan hakkı olan sığınma hakkı talep eden Suriyelilere “ülkemize giremezsiniz”, “biz sizi istemiyoruz” dedi. Yıl 2015. Soruyorum. İnsan hakları, özgürlükler demiyorum, şu ağızdan düşmeyen haklar meyve vermeyen, Hıristiyanlık karanlığında yaprakları da görünmeyen bir kuru ağaç mıdır? Şu yukarıdaki Kemaller’de (İsperih) 25 Ekim mahalli seçim ve halk oylaması toplantısı Türklerin kendi aralarında ana dillerinde konuşmasını yasakla-


82

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ması açısından ele alındığında Hıristiyan Bulgar toplumunda devlet makamının tolerans esintisi olmayan bir zulüm ve zorbalık ortamı tesis ettiğine kanıttır. 21. yüzyılda insanların anadillerinde konuşmasını yasaklayan bir toplumda İnsan Haklarının Hangi Maddesinden söz edilebilir. Bulgaristan’da anadilde konuşma yasağına ilişkin bir yasa maddesi olmadığına göre, yasa dışı “yasakların” uygulanmasına yol açan kimsenin bilmediği, yalnız ırkçıların kafasına olan yasalar ve yaptırımlar mı var? İşte bu yüzden biz Bulgaristan Cumhuriyetinde insan haklarının sıfır olduğunu, etnik azınlıkların her bakıma haksız ve özgürlüksüz yaşadığını iddia etmiyor, gözle gördüklerimizi yazıp anlatıyoruz. En kötü olansa, 1990’dan beri iktidara uzanan Hak ve Özgürlükler Hareketi kuruluş maksadına ve özüne ters hareket ederek, olmayan hakların, tanınmayan özgürlüklerin, en doğal insan haklarının ayaklar altına alındığı bir ortamın aldatıcı yasal boş balonu oldu. En kötü olan ise, insan haklarına ihanet edenleri yargılamak HİÇBİR için kanun olmamasıdır. Maalesef, haksızları yaşatan durum budur. “İnsan Hakları” Kavramının doğuşu: İnsan Hakları’na, dil ve din özgürlüğüne, Düşünce ve İnanç hürriyetlerine esas olan Tolerans (Hoşgörü) Fermanını İmparator Konstantin, Hıristiyanlığın kabulünden önce, 313 yılında yazdırmıştı. İlan edilmesi de gecikmedi. Bu Ferman aynı zamanda insan haklarının ortaya çıkışında ilk düzenlemedir. Demek oluyor ki, insan hakları bir sosyal kavram olarak Hıristiyanlığın gelmesinden çok önceleri, dinler dışı münasebetlerin düzenlenmesinde gerekli görülmüş ve biçimlenmiştir. Hıristiyanlık daha sonra Hıristiyanlığı Devlet Dini haline getirince insan haklarına da el attı. Sonradan gelen Hıristiyan kurallarına ve Kral fermanlarına uymayanlara verilecek ceza tekti: Yakmak. Karşılıklı hoşgörü fikrinin doğuşu: Orta Çağ Avrupa’sı karanlığında (12. ve 13. yy.) ve ardından yürütülen din savaşlarından sonra 1648 Westfalya Antlaşmasında, (o dönemlerde sosyal ilişkileri belirleyen kurum Kiliseydi) ulusal kiliselere Roma kilisesinden ayrılma hakkı tanındı. Roma Kilise’nin parçalanma kapısı açılırken bir de, Katolik bir prensin tebaasının da tamamen Katolik olması şeklinde uygulama ortadan kaldırıldı. Yani Müslümanlar da Hıristiyanlar arasında yaşayabilirlerdi. Oysa İspanya Endülüs’te artık 700 sene yaşıyorlardı. Biz Balkanlara Osmanlıyla geldiğimizden bu inceliklerin yakan ateşini hiç hissetmedik. Westfalya Anlaşmasıyla Hıristiyan dünyaya gelen yenilikler İslam’ın özünde il günden vardı, Osmanlı da bir devlet olarak bu dereyi 300 sene önce geçmişti. Tohumun oluşması ve çatlaması:


Makale ve Analizler - 2015

83

Neyse, işte böyle bir ortamda, bizim bugün umudumuz olan Avrupa’da, Aydınlanma Çağında ilk kez “karşılıklı hoş görü içinde yaşama ilkesi” tohum çatlattı. Bu tohumu, karanlıkların en karanlık zindanında, asıp, kesip yıkıp yakmaktan usananların aydınlık kıvılcımı aramaya başlaması doğurdu. Aydınlık Çağı tohumu ışıktır. Bu gelişmelerin belirli bir sabitliğe yerleşmesi en az 200 sene sürmüştür. Analizimizi, yazımıza başlık olan, Bulgaristan tarlasına biz hak ve özgürlük tohumu ekmedik, bu da nereden çıktı?, sorusuna cevap verme açısından sürdürürsek, yazımızın ikinci bölümünde, biz Bulgaristan Türkleri arasında bütün köy ve kasabalarımızda, bütün hanelerimizde ve gönüllerde birden olmak üzere, bu tohumun (kurtuluş, hak ve özgürlük tohumunun) 1878’den, yani özümüzden koparılmamızdan tam 95 - 100 sene sonra yerde gökte birden yeşerdiğini görürüz. Demek oluyor ki bizim gelişmemiz de diğer halkların ve toplumların gelişmesi gibi tamamen doğal süreçlere uygun olmuştur. Kötülüklerden, acılardan, çekilerden, alınan yaraların sızılarından, zulümden kurtuluşun tohumu belirli birikimden sonra oluşmuş ve çatlamıştır. Bu çatlama, cinin şişeden çıkması gibi bir şeydir ki, geri dönüşü yoktur. Tohum çatlaması, yeni bir kimlik bilinciyle doğuş, yeni bir umuda uzanıştır. Karanlık üzerindeki aydınlık dünyasını amaçlar. Hak ve özgürlüklerle yaşamanın anlamı budur. Bu da toplumsal hoşgörüyü ve karşılıklı tahammül ve anlayış varlığını zorunlu kılar. 376 yıl önceki Avrupa’da yürütülen 30 yıllık din savaşlarında 24 milyon Alman’dan 20 milyonu öldü diye hatırlarsak, zulümde, katliamlarda, çekilen çile ve akan kanda hoşgörü olmadan yaşanmaz çekirdeği çatlayışını hemen görürüz, oracıkta şakıyordur. Bizde, de hak ve özgürlük davası, İslam’da böyle bir sorun olmamasına rağmen, çektiğimiz eziyetlerle mayalanmış ve pat diye açmıştır. Herkese bütün haklar tanındı da yalnız biz mi mağduruz diye düşünmeyin lütfen. Hafif dalgalı denizine hayran olduğumuz Yunanistan’da Kilise’nin bastığı İncil’’den başkasını okumak ve okutmak hâlâ yasaktır. İrlanda’da Katolikler Protestanları hala kabul etmezken, Belçika’da dil ve din kavgası alabildiğine sürüyor. Dil konusu Ukrayna’yı parçaladı. İspanya’da Basklar ülkesinde Katolunyalıların dil, din ve özgün kültürel haklar dokusunda kaynaşmaları, iki hafta önce yerel seçim zaferi getirirken, nihai çözüm yolunu açacak benziyor. Şu kocamış dünyada eskimemiş bir şey varsa o da ateşin hep bir kıvılcımla yakılmasıdır. Bu din, dil, yazma, çizme, şarkı, türkü vs vs kıvılcımı olabilir. Aman onlardan bize ne demeyiniz. Biz bir AB üyesi bir ülkeyiz. Eski kıta hukukunda geçerli uygun örnek (emsal) çok etkilidir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin doğal haklar, genel geçerli insan hakları gibi konularda alacağı bir emsal karar eski kıtayı bir anda alt üst edebilir. Eski Yasakların son şekilleri:


84

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Tarih olarak bu kadar gerilere gitmemin nedeninde şöyle bir ince ayar var. Bugün Avrupa Birliği’nin bir din devleti olmadığını siz de bilirsiniz. Dünya değiştikçe, Avrupa’ya Müslümanlar dolup yerleştikçe biz bir “Hıristiyan Kulübüyüz” deyenlerin tezler sağır kalmaya başladı. Şöyle bir gerçek de var. Kilise ve Papalar tarafından tanımlanmış birçok kavram, AB’nin “resmi” metinlerine monte ediliyor. Papa XI. Pius’un 1931’de yayınladığı bir Risale’de yer alan ve bugün AB üyesi Bulgaristan gibi küçük ülkelerde aynen uygulanan yasalar var. Bu yasalar günümüz ırkçılarına kendi ülkelerinde nefes alma hakkı tanıyor. “Küçük birimlerin yetkileri onlara ait olmalıdır. Büyük birimlere bırakılmamalıdır.” Bu, 85 yıl önceden bir Papa doktrinidir. “Yerel Yönetimlerle” ilgili olan bu doktrin, AB bürokratları tarafından Brüksel’deki her oturumda binlerce defa dile getirilmiştir. Bir norm haline getirilmiştir. AB’nin nihai senedine sokulmuştur. Bizdeki milliyetçi ve ırkçı sürüsünün başlarından olan AB milletvekili (Makedonya İç Devrim Örgütü -VMRO) An. Cambazki,Parti Başkanı Kr. Karakaçanov, Parti Başkanı V. Simyonov, Parti Başkanı Volen Siderov vb okullarda Türkçe okunması, Türklerin özgün kültürel haklarının tanınması, radyo ve TV yayınları açılması ve Türkçe gazete, dergi ve kitap çıkarılmasına karşı zehir kusarken sanki AB adına konuşuyor, saldırdıkça saldırıyorlar. Şu örnek düşündürücü olabilir: Güneye dönüş seferini kaçıran bir leylek, Burgas hava limanı pistine yumuşak iniş yapmış ve orada 4 saat kalmış, bu zaman kesiminde yani tam 4 saat piste uçak inip kalkmasına izin verilmemiş. Bizim anadilimiz bile yasak, bir leylek kadar haysiyetimiz var mı?, siz söyleyin. Avrupa Birliği’ne üye olurken sevinmiştik. Farklılıkların demetinde bir çiçek olacağımızı sanmıştık. Şunu da eklemek istiyorum, biz AB üyesi bil ülkede, Ortaçağ Hıristiyan dogmalarının kalıntısı olan, zamanını asırlar önce doldurmuş, ama AB senedine ve yasalarına işlenen ve yeni gibi dayatılan ayrımcı anlayışın kurbanı olarak varolmaya çalışmak da istemiyoruz. Artık tolerans (hoşgörü) de kimse için yeterli olmuyor, hoşgörü bizim özümüzü belirlerken, karşılıklı hoşgörü olmadan yaşam ortamı bulmakta zorlanıyor. İnsan haklarının karşılıklı hoşgörüyü ayarladığı bir dünyada yaşamak istiyoruz. Avrupa!’da olumlu olan ne varsa hangi güçlerle yaşama çağrıldıysa bizim insanca yaşama ve gelişme mücadelemiz de aynı rüzgârlarda güç toplamıştır. Bugünkü Avrupa’da bizi yok etmek isteyen güçlerin birikim yaptığına tanık oluyoruz. Gizemleri çözülemeyen bir dünyada yaşamak istemiyoruz. Boş bir uğraşıya dalmışlar. Gizemli dünyalarında bizi çözerken zorlanıyorlar. AB’nin 28 üyesi olduğu halde bayrağında yalnız 12 yıldız var. Diğer ülke-


Makale ve Analizler - 2015

85

ler üvey evlat mıdır. Bulgaristan’ın sembolü olmayan adı geçmeyen bir toplulukta, etnik halk toplulukları haklarını nasıl elde etsinler, özgürlük arayışlarını nasıl yönlendirsinler? Ortak para birimi Euro’nun sembolü ne anlama gelir? Bu para biriminde biz neredeyiz? NATO’nun dört köşeli yıldızı ne anlama gelir? Dğnya barış ve huzurunu koruyan bir güç nasıl olur da azınlıkların hak ve hukuku konusunda sağır ve dilsiz kalır. Yöneticiler halklarından tamamen kopmuş, kutu içinde kuru, sır küpü, esrarengiz. Her dönemde uykularını kaçıran yine “hak” ve “özgürlüklerimiz.” Bulgaristan’ı örnekleyen İkinci Bölümü de okuyunuz!

Hak ve Özgürlük Tohumlarımız - 2

BG-SAM-05.Ekim.2015

Konu: Şahlanma, Direniş ve Aldatılışımız İkinci Bölüm - Bulgar bilimi “hak” ve “özgürlük” sırrını çözme peşinde. Binlerce kişiyi, binlerce kitap arasına kapayıp, her ay milyonlarca leva maaş ödeyerek okuyun, yazın çizin, düşünün ama nihayet şu Bulgaristan’a Hak ve Özgürlük tohumlarını kim saçtı sorunun cevabını bulun emrini verenlere şaşıyorum. Şu bizim devletin parası bu kadar da mı ucuz oldu ki, koskocaman “bilim dünyası” böyle bir sorunla müşkül ediliyor. Anlaşılan “ne yapın yapın, bu soruna bir an önce cevap bulun” konusunda Brüksel’de baskı yapılıyor. İspanya’da Bask azınlığının yerel idareyi ele geçirmesinden sonra azınlık ateşini söndürmeye fonları büyütüp daha fazla para ayırabilirler. Aslında bu iş plansız programsız kontrolsüz harcanan, çalınıp çırpılan paralarla çözülemiyor. Ders alan yok. Azınlık probleminin çok ciddi bir sorun olduğunu Brüksel’in artık anlaması gerekirdi.


86

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bulgaristan Türklerinin Hak ve Özgürlüklerini tanımamak için “Bulgaristan Etnik Modelini” icat edenler siyaset, sosyal ve kültürel arenada başarılı olmaya devam ediyorlar. Bu defa örneklemeyi Romanlarla yapmak istiyorum. “Bulgaristan’da Romanlarla Bütünleşme On Yıllığına” Brüksel’den 10 yılda toplam 800 milyon Euro geldi. “Bulgar Etnik Modeli” çerçevesinde, halkın ve devletin menfaatlerine ihanet edenlerin başında geldiği için son yıllarda özel koruma altına alınan HÖH Genel Başkanlığında “fahri başkan” görevinde bulunan ama çobanlar başı olarak sürüyü gütmeye devam eden Ahmet Doğan bavula, sandığa sığmayan ve bir konteynır dolusu olduğu söylenen bu kadar dövizi, iki Roman kızanın burnunu silinmeden, bir okula badana yapılmadan, 200 Roman kızı okutmadan, 4 Roman karısına iş göstermeden, 2 göle balık yumurtası bile atılmadan, çöp kutularından geçinen 500 bin kişiye bir sıcak çorba mutfağı açmadan harcadı mı, gömdü mü, kaçırdı mı, içti mi pek bilen yok. Hırsızlığın bu boyutundan korkanlar HÖH - DPS yönetimini bırakıp gittiler, Tabii dünyada boş yer yok yerlerine yeni açlar geldi. Onlar da daha fazla hak ve daha fazla özgürlük peşindedir. Hepsini görüyoruz. Konumun derinlerine inmezden önce memleketten bir örnekle Ahmet Doğan sürüsünün kendi sorunlarını nasıl çözdüğünü iki örnekle sere serpe açmak istiyorum. Birinci örnek: Kırcaali ilinin en gelişmiş belediyelerinde sayılan Karagözler (Çernooçene) yöresinde 50 Türk köyü ve adı Kovanlık (Pçelarovo) olan biricik Bulgar köyü var. Son 26 yılda (demokrasiye geçiş döneminde) tek Bulgar köyünden 50 yüksek öğrenimli uzman çıktı. 49 Türk köyden lise üstü eğitim görenlerin sayısı 49 kIŞİDir. Bu somut gerçek durumdur! Bu belediyenin yaklaşık 20 yıl milletvekili olan av. Remzi Osman, bir önceki seçimlerde Türk köylerini gezdi. Birçok okulda birinci sınıftan sekizinciye kadar çocukların tek odada ders gördüğünü, bir öretmeklerin kime, hangi sınıfa ders vereceğini şaşırmış durumunu gördü. Okul müdürlerinin saat 10’da votka şişesi açtığını, gün boyu aymadığını gözleriyle görünce Çernooçene’de yatılı, yemekhaneli, spor salonu, kütüphanesi, bilgisayar odası vs. olan büyük bir ilk ve ortaokul binası inşa edileceğini vaat ederek oy aldı. Yalanın her çeşidine kanmış seçmen, onu gençliğinde bu köylerde öğretmenlik yapmış biri olarak tanıdığından, “hadi bakalım” dedi. Yıllar geçti. Okul yapılmadı. R.Osman bir daha seçilemedi. Homurdanmaya başladı. Aldatılanların köylü tepkisi kendiliğinden kükredi. İşe Ahmet Doğan ile Lütfü Mestan parmak bastı. Çözüm bulundu? R. Osman Karagözler Yatılı Okul Binasını unutma şartıyla Bulgaristan Su İşleri Genel Müdürlüğüne 11 bin leva maaşla fuzuli göreve atandı. Umut çırası söndü.


Makale ve Analizler - 2015

87

Bizdeki etnik sorunlara çözüm yöntemi bu biçimi aldı. Ağzına emzik alan susuyor. Ahmet Sarayda yaşıyor. Sahnedeki Hacivat Lütfü Mestan. Biz halkın tutuşacağı günü bekliyoruz. İkinci örnek: Yine 15 - 20 yıl mecliste kalan, hatta Meclis Başkan Yardımcılığına yükselen, HÖH milletvekillerimizden Ünal Lütfü “Ben şu Radyo meselesini çözerim!” demişti. Ortada kaldı. Bulgaristanlı Türklerin radyosuz da olabileceğine kendini inandırırken çok nostaljik müzik dinlemiş ve insanın yalnız geçmişle yaşaması mutlu olmasına yeterli olabilir, sonucuna varmış. Bu önemli sonuç hemen ödüllendirildi. “Petrol” şirketi Genel Müdürlüğüne atanırken, maaşın sustukça artacağı söylendi, 14 bin leva ile iş başı yaptı. “Konuşmanın gümüş, susmanın altın olduğuna” o zaman inandım. Demek oluyor ki, Bulgaristan Türklerinin, Roman ve Pomaklar da dahil, özlemli dünyalarda yaşamaları isteniyor. Etnik bilinçlenme yolunu kesenler, görmemek, konuşmamak, zekâlı doğanların beynine taş koymak ödüllendiriliyor. Eğitim sistemi, kitle iletişim araçları, bilgi kaynakları, elektronikleşen toplum dışında bırakma hep aynı hedefe hizmet ediyor. Yaşasın ihanet! Yaşasın Etnik Kültürel Kıyım! Bir hareket motoru olarak “Hak” ile “Özgürlük” Konumuz: Tohum ekilmeyen bir tarlada biten - (HÖH). İnanın Hak ve Özgürlük hareketi, zulümden kurtuluş ateşi bugünkü ihanetçi sürüsünün kalbinde tutuşmadı. Bunu bilim çevreleri sahte kişilerden yalan dolan beyanat alarak kendilerini ve halkı anlatmasınlar diye yazıyorum. Bu işten ücret alan bilginlerden birinin anlattıkları: Dün olmayan HÖH - DPS bugün var. Düne kadar IŞİD de yoktu. Düne kadar bu kadar gaddar bir örgüt bilinmiyordu. Saddam Hüseyin’in tutuklanan er ve subayları Bağdat’ın ‘Bury’ hapishanesinde en modern işkence curcunalarıyla aylarca gece gündüz işkence görmeselerdi IŞİD olmayacaktı. Çarmıha gerdiği Müslümanların kafası iyice karıştırılmaz ve akıllar çelinmez olsaydı sonra ellerine verilen silahları gördükleri kişiye sıkmayabilirlerdi. Vahşi insanların katil sürüsünü yaratana bak! Bu katiller zorla mayalanmıştır. İşkence görenden işkenceci doğmuştur. En ağır işkencelerden, IŞİD ejderhası doğmuştur..


88

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Kamboçya gerçekliğinde olay farklıydı. İnsan kellesinden piramit diken Pol Pot Parist’e sosyal bilimler okumuştu. Vatansever olması beklenirken ihanet edenlerin kellerine sevdalandı. Hak ve özgürlük niteliğinde en kötü olan, öze ihanettir. Anadilinde okuyamayan çocuklarımızın, Bulgarca eğitim alma şartlarının iyileştirilmesine de yüksek maaş ceplemek için kıyan ya da Radyosuz da olur, yalnız özlemli müzik yeter “siz bana paradan haber verin” zihniyetiyle ters dönmek arasında pek fark yoktur. Her iki durumda da temel hak ve özgürlükler rafa kaldırılmış ya da hasıraltı edilmiştir. Bulgaristan Türklerine hizmet etmek için milletvekili seçilip o zavallıları hemen unutanlar ile diğer örneklerdekiler arasında ne fark var ki. Bu örnekleri işitmezden önce insan vicdanının satıldığını bilmezdim. Totalitarizm döneminde en fazla ezilenlerin politik temsilcisi olan HÖH liderlerinin geçen hafta Sofya meclisinde totalitarizm katillerinden hesap sorulmasını neden istemediklerini artık daha iyi anlıyorum. Susma bedeli alıyorlar. Bu tohumları kim saçtı? Evet, bu gibi derin irdeleme ve araştırmalar sonucu kitaplar yayınlandı. İnternet üzerinden dağıtılıyor. Dr. Aleksandır Todorov 658 sayfalık araştırmasını bana da gönderdi. Konusu “Bu tohumları kim ekti?” Merakla açıp okumaya sarıldım. İhanet tohumlarını kim ekti, konusunu işlemiz zannettim. Onun da derdi, o kara topraktan biten o ilk hak ve özgürlükçüler. Hak partisine “hak” ve “özgürlük” yerine neden “kurtuluş” dedi? Türklerin siyasi partisi HÖH’ün 1990’da Hak ve Özgürlük ismiyle ortaya çıkması ilginçtir? Kökleri 1984 - 89 yılları arasındaki illegal nüvelerine dayanıyorsa ki, iddia budur, bu çekirdeklerin hiç birinin isminde “hak” ve “özgürlük” (hürriyet) sözleri yan yana yer almamıştır. Doğa ve toplum yasalarına göre ne ekersen onu biçersin! Nasıl oldu da hak ve özgürlük ekmeden, HÖH biçtik? İlk hamlede farklı bir şey beklemek yanlış olurdu. Olayları kendi ağzından anlatırken zevk aldığı yüzünde okunan Necmettin Hak’ın Baraklar köyünde kendi evinde arkadaşlarıyla kurduğu illegal Bulgaristanlı Türklerin Milli Kurtuluş Hareketi bilirkişi incelemesine tabii tutulmuştur. 60 yıl sonra bile Türk halkının Milli Kurtuluş Hareketi etkisinin Dobruca’da sürdüğü sonucu çıkmıştır. Göz menzili boydan boya verimli ova engininde işle güçle meşgul olan insanlarımız “hak” veya “hürriyet” diye yüreklenmedilerse, onlara küsemeyiz. Çünkü 1985’te yüreğimizden alınan Türk kimliğimiz anadil, ahlak, din ve özgün kültürümüz zorlu bir gasptı. Kara toprağın ve anarlın yenisini doğuracağını bilenler bekliyordu. Olaya hak ve hürriyet rengi verilememişti.


Makale ve Analizler - 2015

89

Gönül rahat Türkler bir evrak değişimiyle ellerinden alınanın derin bilincine tam olarak varamamışlardı. “Aldı da işine yaramadığını görür ve geri getirir,” sesleri dolaşıyordu. “Hak” ve “özgürlük” akıldan geçmezken, başa gelen çekilir inancı, , parmağımızı kesen Tanrı değil bilinciyle aşıldı ve toptan kurtuluş ön plana çıktı. Bu anlamda kurtuluşun alt dokusu hak ve özgürlüktür. “Onun hakkından hukukundan ne olur!” hak zekâmızda belirleyici olandır. Müslüman olmayan birinden bir şey talep etmek hukukumuzda yoktur. Ne ki, Necmettin Hak demeçlerinde açıklamadığı gibi, örgüt belgeleri de “kurtuluş” öz ve sınırlarına açıklık getirmemiştir. Davanın kurtuluş özüyle yapraklanması son hedefi belirleme açısından belirleyicidir. Kurucu lider bugün de bu konuya açıklık getirmiyor. Müslümanlar haktan hürriyetten söz etmez, Allah’a yürüme yolu herkesin yoludur, demekle yetiniyor. Suriye sığınmacılarını görüyorsunuz, torba sırtlayan yolda, bizde de 1989 yazında öyle olmadı mı! Bilmem bu açıklama yeterli oldu mu? Sürgünlerin kurduğu örgütler. “Belene” Ölüm Kampı serüveninden sonra Kuzey Batı Bulgaristan’ın Vidin, Vratsa ve Montana illeri köy ve kasabalarına sürgün edilen toplam 517 kişi Hak ve Özgürlük ruhunda bir hareket düşünmemiştir, demiyorum. Necmettin Hak hareketi evinde arkadaşlarıyla kurmuştur. Tutuklular “Belene” den Bulgar köylerine sürüldü. “Demokratik Lig” kendi ortamında Türk olarak yaşamak isteyenlerin sürgünde mayalanan hareketidir. Kısa sürede memleketi sarmıştır. “Demokratik Lig” örgütünün isim açılımı: “İnsan Haklarını Savunmak İçin Demokratik Lig.” Mahkeme tescili de bu isimle istemiştir. İsimdeki “Hakları Savunma”, Bulgar direnişçilerinden İliya Minev ve Petır Manolov tarafından kurulan “Bulgaristan’da İnsan Haklarını Savunmak İçin Bağımsız Dernek” isminden etkilenmiştir dense de, Lig evraklarında böyle bir iz yoktur. Örgüt, Bulgaristan Türklerinin haklarını elde kalan ve bizden alınan olarak ikiye bölünmüş görmediği gibi, dava özünü Türk kimliği ile yaşamazsak, yaşamak istemiyoruz, şeklinde dile getirmiş ve yaymıştır. Bu ruhu, daha sonraki yıllarda çıkan “Türk Doğdum Türk Öldüm” gibi eserlerde de görüyoruz. Bugün Sofya Meclisi karşısına durup totalitarizmin dönüşümünü frenleyen milletvekillerine sabah selamı olarak birkaç bozuk yumurta ya da domates fırlatan Nikolay Kolev-Bosiya “Biz Demokratik Lig’e Bağımsız İnsan Hakları Derneğimizin “Türk Kolu” olarak baktık ve “açlık grevlerine de tam destek verdik” derken, onun samimiyetine inanmak istiyorum.


90

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

1989 Nisanında başlayan ve 900 kişinin katıldığı “açlık grevleri” ilk kez soyut bir istek olarak “Haklarımızı İstiyoruz!” sloganı yükseltti. Hak arama davası Şumen’e bağlı Kaolinovo ve Novi Pazar bölge grevlerinde tutundu. Kemaller (İsperih) ve Ak Kadınlar (Dulovo) yöresinde rejimin yerel dayaklarını sarstı. Dikkat çeken bir özellikse hak arama direnişlerine kadınlarımızın çok yoğun, kararlı ve cesur katılımı oldu. Hemen hepsi yüksek öğrenimli ve deneyimli militan kadro olan: Yalvanlarlı İsmail Hamzov; Koşukavaklı Mustafa Ömer (Asi); Sarıyerli Sabri İskender; Alvanlı Ali Ormanlı; Nasuf Bilal; Hayrettin Ali; Ali Mutlu, Silistra Doğrularlı Nazım Saliman Saliev (Nazım Başaran) ve daha birçoklarının katıldığı gizli sürgün toplantılarında “hak” ya da “hürriyet” sloganı gündeme gelmedi. Sürgündekiler duruma uygun halkı birden kucaklayacak slogan arıyordu. Batı radyoları, Bulgar makamlarına sunulan resmi belgeler, açıklarken olayı “temel insan hakları” çizgisine kaydırmıştı. Aydınlar hep hapisçi olduğundan bu konuda derin bilgili kadro da yoktu. 28 direniş örgütünden bazıları: Öğretmen Avni Veli’nin Cebel’de kurduğu partisinin adı Bulgaristan Türklerinin Marksist Leninist Partisi idi. Direnişlere damga vuran “Ucun Kış” örgütü ve diğer 28 legal ve illegal grup, dernek, hareket ve partinin adında “hak” ve “özgürlük” kavramları yan yana yer almamıştı. 1989 Mayıs olaylarından sonra Belgrat, Viyena, Paris ve Kanada’ya kovulanlar arasında en nüfuslu olan Viyana–89 grubunu kuranlar böyle bir isim üzerinde durmamışlardı. Barı Radyoları, direnişlerimizi, davamızı duyururken, bize uygulanan yoğun ve şiddetli baskıları dünyaya açıklarken konuyu insan hakları bildirileri çerçevesinde anlatıp yorumluyordu. Şu özellik ilginçtir. 1960 -1989 yılları arasında parti görevlerinde bulunan ve legal ve yarı legal yollardan BKP’ye, totalitarizme karşı başkaldıran toplam 824 Bulgar direniş grubunun adında da “hak” ve “özgürlük” sözlerine birlikte rastlanmadı. Bu bilgilerle HÖH isminin bir Bulgar direniş hareketinden taklit edilmediğine dikkatinizi çekerim. 1984 - 1989 zulüm döneminde Bulgaristan Türkleri direniş nüvelerinde birleşmişler. Bulgar devletinden hak ve hürriyet talebinde bulunan olmadı. İsimlerin ve Türk kimliğinin geri istenmesi güçlü bir halk hareketi olarak fışkırdı. Bu bakıma hak ve özgürlük için direniş bütün kalpleri sarmıştı. Yükselen sesler, mahkûmların, sürgünlerin serbest bırakılmasını, özgür yaşama ve insanca var olmanın etnik haklar açısından 1950 yıllarına döndürülmesinde ısrarlıydı. O


Makale ve Analizler - 2015

91

yıllarda Türkçe konuşuluyor, her köyde Türk okulu, şehirlerde ortaokul ve lise, Üniversitede bile Türkçe eğitim veren birkaç fakülte, Türk tiyatroları, yaygın bir özenci sanat ve kültürel yaşam vardı. “Hak” dendiğinde o hakların iadesi, “özgürlük” dendiğinde de manevi hayatın yaşayış geleneklerimize, kendi ahlak ve kültürümüze göre düzenlenmesi isteniyordu. Özgürlük Örgütünün doğuşu! Pasajov Dobriç’in Yürükler köyünde doğdu. Sofya Üniversitesi Gazetecilik Fakültesini bitirdikten sonra “Yeni Işık Nova Svetlina” gazetesinde çalıştı. Türk milliyetçisi olarak damga alınca 1976’da işten uzaklaştırıldı. Sofya inşaatlarında çalışırken Türk işçileriyle kaynaştı. 9 Temmuz 1985’te (isimlerimizin değiştirilmesinden 4 ay sonra) Sofya kenarındaki Vitoş Dağı’nda Rodoplu inşaatçı Şükrü Topçu ile birlikte “Özgürlük Örgütü” kurdu. Örgütün istekleri soyutluktan uzaktı: 1) Türkçe konuşma yasağının kaldırılması; 2) Ana babaların evlatlarını Türk ruhunda yetiştirebilmesi; 3) Gençlerin Bulgar kızlarıyla evlilik yapmaması vb öne çekilmişti. Kurucu üyelerden yedisini tutukladı. 8 ile 12 yıl arasında hapis cezası aldılar. İçeri düştü. Yeri gelmişken belirtilim, diğer direniş birimleri “Özgürlük”ten sonra kurulmuştur. Olayın renk değiştirmesi: Son çeyrek yüzyılda çıkan kitap ve yazılarda, 4 Ocak 1990’da Varna’da 33 Türkün katılımıyla Emin Hamdi’nin dairesinde yapılan toplantıda kurulan siyasi örgütün bir parti değil, “hareket” olmasında ısrar eden Ahmet Doğan’dır. Hak ve Özgürlük Hareketi ismini öneren, hareketin vaftiz babası ise Halim Pasajov (Paker) oldu. Kurucu kurultayda HÖH Başkanlığına seçilen Pazajov, elinde Ahmet Doğan gibi bir Tüzük tutuyordu. 33 kişiden biri olan Mehmet Özgür Ankara’da yazdığı bir kitapta şu özelliği anlatıyor. Pasajov’un elindeki Tüzük’te “Bulgaristan Türkleri Türk ulusundan bir parçadır,” yazarken, Doğan’ınkinde “Bulgar halkına dahildirler” yazıyordu. HÖH’ün halkımıza ihanetinin başladığı an, nokta Varna toplantısıdır. Kabul edilen Tüzük Ahmet Doğan’ın elindeki olduğundan, Türklük davamız o yerde öldürülmüş ve çiğnenmiştir. Bulgar ulusal kimliğini kabullenen bir Türk, Türk kimlik hakları için mücadele edemez. İşte o top-


92

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lantıda davamız anlamsızlaştırılmış ve o zaman 122. yılını dolduran Bulgarların Türkleri yok etme ve sıfırlama davasına hepimiz esir edilmişizdir. Son 26 yıklda politik temsil hakkı elde edilmiş gibi görünse de, Bulgaristan Türkleri hiçbir konuda hiçbir hak ve özgürlük elde edememişlerdir. Ahmet Doğan’ın saraylarda yaşatılmasının esas sebebi budur. Bu tohumu kim ekti de hak ve özgürlük davası yeşerdi sihirbazları ise üzerimize zehirli gül suyu serpiyorlar. Okuduğunuz için teşekkür ederim.

Seçime Gidiyoruz!

BG-SAM-06.Ekim.2015

“Biz de zalimlerden olursak, zulme karşı savaşmamızın bir anlamı kalmaz. Kitaba uyacağız.” Dünyada en kolay şey söz vermek, En zor şey de verilen sözü tutmak. Aranızda bunu bilmeyen olmasa da, hayatın her gün yeni baştan yaşandığını düşünürsek, en kolay vaatlerin bile hemen yerine getirilmesi istendiğinde, sık sık büyük pot kırılabiliyor. Her milletin sabır darcığının da farklı olduğunu bilirsiniz. Biz Türkler sabretmekten haz alırız. Sabırlı milletiz. Romanlar ise, vaat edilenin hemen olmasına tez canlıdırlar. Seçime giderken, yeni politikacılar Romanları mahalle ortasına toplayıp “cak”, “cak” yapmaya başladığında, bazen desti suyolunda kırılıyor. Geçen gün, Borovets (Çak Koru) kayak merkezinin bağlı olduğu il şehri olan Samakov Roman mahallesinde olay oldu. Bir Roman genç HÖH partisi tarafından Belediye Meclis üye adayı gösterilince, hemen “ben meseleyi hallederim, artık elektrik faturası ödemeyeceksiniz” sözünü ağzından kaçırmış. Sen misin bunu deyen, öküz altında buza arayan “NOVA” tv çökmüş mahalleye. Mahalleli onun “dediği dediktir.” Biz arkasındayız! “Ne istiyorsunuz,


Makale ve Analizler - 2015

93

istediğimizi seçeriz!” çığlıklarıyla özgürlük savaşçıları havasına girip gazetecileri, kamaracıları, TV şoförlerini öyle bir benzetmişler ki, sorma! Türklük zamanlarında Çam Koru olarak bilinen Rila Dağı’nın bir günü bir ömre bedel güzellim yamaçlarında, isyan etmek de, bir o kadar güzel olsa gerek. Kavganın sonu yok. HÖH - DPS partisi şehir meclisi adayı, halkın oylarıyla, gönül razılıyla “hayır” yoluna girerken birkaç kitap okumuş. Bunlardan birinde bir dervişin şu sözlerine rastlamış: “Gençliğinde hayır işle, bu senin için ihtiyarlık devrinde işleyecek olduğun hayırlardan daha hayırlıdır.” Genç adayın bundan böyle elektrik faturası ödemeyeceksiniz sözü anında geçerli olan bir iyilik olarak kabul edilmiş ve tutmuş. Sofyalı gazeteciler ise, bu işte “rüşvetle oy toplama” sezdikleri için, büyü bozarken pataklanmışlar. Bağrış çağırışı içiten parti Genel Başkanı Lütfü Mestan olaya müdahale edip meclis üyesi adayından vazgeçmiş. “Kir gider su durulur” diyen bakımcı Roman karıları, Mestan’a “hile ve kötülüklerden temizlen,” nasihatinde bulunurken “elektrik dediğin nedir ne içilir, ne yeniz, oncağızı bari bedava veriverin” demişler. Bu olay böylece geldi geçti derken, mahalle Romanların karılı kızanlı, dedeli nineli, sopa ve yumrukla saldırıp meşe yarması gibi gazetecilerle başa çıkması, başkent merkezlerindeki bazı görevlilerin dikkatini çekmiş. Hemen mahalleye dönün ve okuma yazması olan Romanların kulübelerinde bulduğunuz kitapları toplayıp inceleyin, son 6 ayda mahalleye girip çıkan yabancıların listesini çıkarın, demişler. Mahalleyi alt üst eden sivil polisler “Arıların Saldırısı” ve “Karıncaların Savaşı” adlı yerden yere değiştirmekten ve nemden iyice sararmış iki kitap bulmuş. “Arıların Saldırısı” birinci sayfa “arılar birlikte saldırır ve savaşı her zaman kazanır” sözlerinin altı kırmızı kalemle çizilmiş, rapor etmiş. İkinci kitabı okuyan görevli “saldıran karıncalar gerilemez ve bölünmez” cümlesine işaret etmiş. Polisler bu kitabı Güney Afrikalı bir yazarın yazdığını ve 20 yıl önce Bulgar diline çevrildiğini ve Samakov basım evinde 500 nüsha basıldığını tespit edince, vicdanen rahatlamışlar. Asker nizamı görmemiş Romanların ilk çığlıkta toparlanıp arılar gibi saldırırken asla gerilemediği sırrını böylece çözmüşler. “Arıların Saldırısı” ve “Karıncaların Savaşı” kitapları çok tehlikeli yabancı kitaplar listesine alınmış ve 498 nüshanın bulunup toplatılması emredilmiş. Şimdi arıyorlar. Kuşkusuz bu arama tarama işinin derinleştirilmesi gerekecek, çünkü elektrikle ısınmayan Roman haneleri odun kömür yakıyor ve bu kitaplarla ocak tutuşturmuş olabilirler. Roman karılarına “Sizde bu kitap var mı?” diye sormuş-


94

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lar. Aldıkları cevap: “Ne soruyor bu maaa!” Roman sülalelerinin birlikte yürüyüşü, beraber saldırıya geçmesi, hücumda yumruklansalar ve yaralı düşseler bile gerilemeyişleri Girmen’de ve Varda’da da gözlendi. Bizde Roman şerefi nedir bilinmiyor. Kendilerine sorulduğunda, kötülük yapmazsak bir şey olmaz, diyorlar. Kötülüğü ise bıçak kullanma ve kan dökme olarak niteliyorlar. Memlekette Roman hareketlenmesi başlayalıdan beri toplumun kutuplaşması derinleşti. Genç Romanlar konuşmadan hareket ediyorlar, susmayı tercih ediyorlar. Ağızlarını açmadıkça başlarının belaya girmeyeceğine inanlar var. Bizim dilimizi, derdimizi, sorunlarımızı anlayan yok ki, deyenler çoğalıyor. Romanların topluca oy verdiği parti olan Hak ve Özgürlük Hareketi Başkanı Lütfü Mestan, toplumun en alt katmanı olan milyonlarca yoksulun nüvesini oluşturan Roman sorunlarında hak ve verilen sözler uğruna diriliş karşısında döneklik edince, mahallerdekiler birbirine bakışıp kalmışlar. “Türklerin sözü sözdür, bu adamda bir şey var!” dediler. Lütfü Mestan’ın Bayram namazından sonra Kırcaali cemaati tarafından yuhalandığını işitenler ise, “Bak, bak! Demek yuhalamışlar ha!” diye iş geçiriyorlar. Aralarından bazıları, İstanbul’a gittiklerinde Aliya İzzetbegoviç’in kitabını almışlar. Kırcaali Pazarını dolaşırken birisinin ağzından şu sözleri işittim. “Biz de zalimlerden olursak, zulme karşı savaşmamızın bir anlamı kalmaz. Kitaba uyacağız.” Seçime beraber gidelim.

Ahmet Doğan’a Nasihat Olsun!

Sevilcan Yüce-07.Ekim.2015

Konu: Su konuşmadan yolunu bulurken, bir konuşuyoruz ama yolumuzu bulamıyoruz. Bir Delinin Padişaha Öğrettikleri Padişahın biri, tımarhaneyi ziyarete gitmiş. Ziyareti esnasında baş doktor hükümdara hastalar hakkında bilgi verip, koğuşları dolaşırlarken azgın delilerin tedavi gördükleri koğuşa varmışlar.


Makale ve Analizler - 2015

95

Hükümdar, azgın delilerden bir tanesini görmek istemiş. Hastalardan her biri birer hücrelerde kapalı olarak tedavi görürlermiş. Baştabip orada bir hücrenin kapısını açıp, hastayı hükümdara göstermek istediğinde, hücrenin kapısının içerinden kapalı olduğunu gören doktor, içerideki hastaya seslenip kapıyı açmasını söylediğinde hasta içeriden: “Şimdi işim var, rica ederim beni meşgul etmeyin!” diye doktora cevap vermiş. Hükümdar doktora: “Sor bakalım ne işi varmış?” demiş. Doktor da: “Ne işin var, ne yapıyorsun?” diye sorduğunda hasta içeriden: “Yahu, ne laf anlamaz adammışsın, hesap yapıyorum, hesap.” “Ne hesabı yapıyorsun bakalım?” deyince akıl hastası: “Padişahla benim aramdaki hesabın farkını yapıyorum,” demiş. Hükümdarın hesabıyla tabip sormuş: “Senin ile hükümdar arasında ne fark gördün bakalım?” Deli saymaya başlamış: “Ben de hükümdar da bir ana babadan doğduk. Benim babam fakir idi, onun babası padişah idi. Padişah orda benden farklı. O da ben de iğrenç bir su idik. Sonuna bakarsak o da ölecek, ben de öleceğim. Burada yine birleştik. Farkımız yok! Ben öldüğümde bana kaç paralık kefen, hükümdar öldüğünde ona kaç paralık kefen sararlar? Bu hesabı da yaptım. Onun kefeni benimkinden 60 para farklı. Ben de, o da toprağa gireceğiz.Burada farkımız yok! O da çürüyecek, ben de çürüyeceğim, orada da farkımız yok. Cenazelerimize kaç kişi gelir? Benim cenazemde kaç kişi bulunur, sultanın cenazesinde kaç kişi bulunur? Burada sultan benden çok farklı; benim için cenaze namazı kılmak murat olduğunda imam ve cemaat nasıl niyet ederse, sultanın cenaze namazı kılınırken de imam ve cemaat aynı şekilde: “Er kişi niyetine” diyetine her ikimize niyet edeceklerinden burada da farkımız yok! İmam efendi, beni tezkiye ederken, nasıl tezkiye eder, sultanı tezkiye ederken nasıl tezkiye eder? Cemaat benim için nasıl şahadet eder? Padişah için nasıl şahadet eder? Padişaha nesil bir kabir yapılır? Benim için nasıl bir kabir kazılır? İşte, bunların hepsinin hesabını yapıyordum. Geldin, hepsini alt üst ettin. Bir miktarını çıkardım. Bak şöyle: Hükümdarla benim farkımın hesabım doğru mu?” dedi ve saymaya başladı:


96

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

“Ben dünyaya bir kadın ve bir erkekten gelmişim. O da benim gibi bir ana ve bir babadan dünyaya geldi. Ben doğduğumda, anam babam sevinç duydular, bayram ettiler. Onun da babası ve annesi bayram ettiler. Velâkin onun doğduğunu istemeyenler oldu. Ben, hasta oldum beni buraya attılar, azgın olduğum için kollarıma zincir taktılar ve bu hücreye koydular. Padişahı da sarayında hapsettiler ve kollarına cevahir bilezik taktılar. Beni, yalnız bırakmadıkları gibi, onu da yalnız bırakmadılar. Ben, bir evde doğdum, o bir sarayda dünyaya geldi, ikisi de yakın bir zamanda harap oluyor. Ben içi kırpıntı dolu yatakta, o ise içi kuş tüyü; ipek bir yatakta doğdu; ikisi de yakında çürür, çöplüğe atılır. Benim makamıma imrenen olmaz. Onun tahtında çok kimsenin gözü vardır. Benim düşmanım azdır, onun çoktur. Ben öldüğümde bana ağlayan olmaz. Onun öldüğünde ağlayandan çok sevineni vardır. Bana adi, birkaç arşın kefen, ona ise ipekten kefen sararlar. Ona da bana da er kişi diye niyet ederler, imam: “Cemaat bunu nasıl bilirsiniz?” diye beni sorduğunda “Zavallı, akıl hastası,” derler. Onun cemaatine: “Nasıl bilirsiniz?” dediklerinde, dilleri ile “İyi biliriz,” derler, lâkin kalpleri ile yaptığı zulmü ve fenalığı hatırlayıp, yalancı şahadet ettiklerini düşünürler. Bana harap yerden bir çukur açarlar. Ona ise bir yüce kabir inşa ederler. Lâkin yakın bir zamanda ikisi de viran olur. İşte yaptığım hesap bu idi. Bazı yerlerde o benden âlâ görünürse de, pek farkımız yok. Bazı yerde de ben ondan âlâyım. Sultanınki muvakkat bir zaman için benimkinden birkaç para fazla görünüyor. Bu fark, zamanla beraber oluyor. Sultan ile benim aramda hiçbir fark kalmıyor, beraber oluyoruz.” Hükümdar, bu sözlerindeki manayı anlayıp, tahammül edemeyip ağlamış. Bu mecnundan aldığı ders, evvelce aldığı her dersten üstün olmuştu. Bu masalı seçmemin sebebi siz okuyucularıma bir soru sormaktır. Bulgar devletinde Sultanlıktan ve Krallıktan sonra Sarayda yaşayan kalmasa da, Ahmet Doğan adında bir kişi korumalı ve zırhlı saraylarda beslenip içiriliyor. Aynı zamanda, Avrupa Birliği hesaplarına göre, aralarında bazı profesör, opera sanatçısı, eski işletme müdürü, parti sekreteri, yaşar, gazeteci, işçi, memur başlıca Sofya’da olmak üzere çöp tenekelerinden, Pazar atıklarından, yemekhane ve lokanta kırıntılarından geçinmeye çalışırken, evsiz barksız yaşıyorlar. Hele gençler Batı Avrupa ülkelerine kaçalı durum çok vahim oldu, deli haneler, tımarhaneler ve huzur evleri dolmuş taşmış, yer yok. Soru: Bulgaristan ortamında Ahmet Doğan bu simalardan hangisidir? Masallarımızda kendimizi aramaya devam edeceğiz.


Makale ve Analizler - 2015

97

BULTÜRK - Birlik ve Kardeşlik Panelinden

BG-SAM-10.Ekim.2015

BULTÜRK - Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneğinin organize ettiği “Birlik ve Kardeşlik” konulu yemekli Panelimize katılan tüm uyelerimize, STK Başkanları ve yöneticileri, değerli İş adamlarımız, aydınlarımız, kıymetli aileleri, misafirlerimize çok çok teşekkür ediyoruz. Ayrıca Gecemize destek veren Belediye Başkanımız Sn.Hasan Tahsin Usta’ya , Bulgaristanlı İstanbul Milletvekilimiz Hüseyin Bürge, 2.bölge Milletvekili adayı Gülver Erdem ve yıllarca bizim BULTÜRK Derneğinin kahrını çeken Bayrampaşa Belediye Başkanımız Sayın Atilla Aydıner, Vatan Partisi Milletvekili adayı, Ankaradan araştırmacı yazar İsmail Cingöz, Kurucularımızdan Hasan Mollaoğlu, işadamlarımızda Niyazi Güler, Sefer Yamaç, Metin Akın ve Türk Dünyası gönüllüleri (Azerbaycan, Afganistan, Mardin, Diyarbakır) Ural Derneği Bülent Maşaoğlu, Rumeli Vakfı Sadullah Sipahioğlu ve bir çok Balkan STK Başkanlarımızın, siyasi partilerin ve Bulgaristan’dan da gelen misafirlerimizin katılımıyla gerçekleştirdiğimiz “Birlik ve Kardeşlik Panelimizde” bir aradaydık. Toplantımıza katılan STK’lar Gecemize Telgraf gönderenler; Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu, Çanakkale Milletvekili Bülent Turan, Balıkesir Milletvekili Sema Kırcı, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Kadir Topbaş, Bursa Nülüfer Belediye Başkanı Mustafa Bozbey, Ümraniye Belediye Başkanı Hasan Can Gecemize Çelenk gönderen; Sayın Sedat Peker Gecemize katılan, telgraf ve çelenk gönderen ayrıca emeği geçen herkese teşekkür eder, şükranlarımızı sunarız. Hoş geldiniz, sefa getirdiniz. Panelimize renk verdiniz. Beraberliğimiz çök yönlü yeni bir atılıma kapı açıyor. Önce Bulgaristan diyelim, yani memleket, “vatan” demiyorum, çünkü Anavatan birdir. Çeyrek asır oldu çıkalı memleketimizden. Evden çıkarken lambayı söndürmedik, memleket kapısı arkamızda açık kaldı. Bulgaristan Vatandaşıyız, herkesin olduğu kadar bizimdir memleketimiz.


98

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Coğrafikadı,eskilerdenRumeli’ydi, daha sonra Balkanlar oldu, şimdi ise Güneydoğu Avrupa’ya değiştirildi. Ne olursa olsun, o memleket, bizim memleketimiz! Biz buraya geldik geleli, Bulgaristan, totalitarizmden sıyrılmaya çalışıyor. Özde dönüşüm zor oluyor. Bize kıyan Diktatör Todor Jivkov unutulmadı. Hatta Hak ve Özgürlük Hareketi muhtarlarından biri onun heykelini bile dikti. Toplumdaki yapısal yenilenme öncelikle anayasa ve yasaların değiştirilmesini gerektirirken, Bulgaristan bunu başaramadı. Totaliter yasalar hele etnik azınlık haklarını düzenleyen yasalar raflardalar hala oralardan indiril(e)medi. Birinci Bulgar Anayasası 1908’de kabul edilirken, Tırnovo Meclisinde 6 Türk milletvekili oy kullanmıştı. Son Bulgar Anayasa’sı 1992’de hayat buldu. Bu Anayasa, 24 yıldır, 30 bini Bulgar, diğerleri ise Türk ve Müslüman olan komünizm kurbanlarının hiçbir şey olmamış gibi rahat gezip tozmalarına şemsiye oldu. Kökleri Çarlık döneminde atılan, totalitarizm döneminde şiddetlenen etnik toplulukların kimliklerini eritip onları yok etme siyaseti, Bulgarlaştırma zulmü 1990’da başlayan “Geçiş Dönemi’nde” - “Bulgar Etnik Modeli” şeklinde bir an bile ara vermeden devam etti ve ediyor. Bizim Türk ve Müslüman kimliğimize saldıran dehşetin şekli ve şiddeti aynıdır. Bulgaristan’da İlk önce Gagauzları, daha sonra 1960’larda Romanların, 1972 Pomakların, 1984-85’te tümümüzün isim ve kimliğimiz değiştirildi. 1912 - 13’te başlatılan Müslüman Pomak kardeşlerimizin isim ve dinlerine, kimliğine saldırı geçen asır dalga dalga aralıksız, ama şiddetlenerek, etniklere zülüm olarak hep tırmanıştaydı. Komünizm suçları zaman aşımına uğramaz gerçeği yasallaşsa da, tek bir katil sorgulanıp yargılanmadı. Bu konuda Hak ve Özgürlük Partisi’nin aktif pasifliği nefret uyandırıyor. Yargısız infazlardan, aramızdaki “Belene” ölüm kampı gazilerimizin çile ve zülümlerinden, gençliklerin hapishane koğuşlarında çürütülenlerin gördüğü zulümden, anadilimizin yasaklanmasından ve ahlakımızın ayak altına alınmasından tutuşan kıvılcımlarla 1989 Mayıs İsyanı patladı. Tansiyonu düşüren ancak “89 Büyük Göç” oldu.


Makale ve Analizler - 2015

99

Bir etnik halk topluluğu olarak özgün haklarımızın hiç biri yasallaşmadı. Hatta ne Çarlık ne totaliter dönemde elimizden alınan eğitim ve dini kurumlarımız, vakıf dükkan ve tarlalarımız, medreselerimiz hatta hamamlarımız halen geri verilmedi. Türk-Müslüman haklarına, mal ve mülklerimize, taşınmazlarımıza, iade edilmesi konusunda mahkeme kararları dahi uygulanamıyor. Hukukun herkes için işlemediği yerde adalet olamaz, adalet sağlanamadığı yerde demokrasiden söz edilemez. Avrupa Birliği ve NATO üyeliği bu bakıma durum belirleyemez, paravan edilemez, adaletin seçeneği yoktur. Bu gün Bulgaristan’da Anadilimiz okutulmuyor, seçim gerçeğini Türklere Türkçe anlatana ceza kesiliyor, Türk dilinde günlük gazete, dergi çıkmıyor. Enformasyon merkezimiz yok. İnsan bilincini belirleyen, canlı tutan, geçmiş ve geleceği biçimleyen anadil olduğundan, Türk ocaklarımızı tamamen söndürüp yedi kat yerin dibine gömmeyi hedefleyenler buna devam etmekteler. Anadilini öğrenemeyen bir çocuk, küçük yaşta sakatlanmış olduğu için, Bulgarcayı doğru dürüst asla öğrenemez! İnanmayanlar Roman gettolarına gidip gerçekleri görsünler. Rodop köylerinde birinci sınıftan sekizinciye kadar aynı odada ders gören çocukların okul sorununu acilen çözülmelidir. Biz ki, memleketime Hak ve Özgürlük tohumlarını eken, burada bulunan siz kardeşlerimin öz davamızda tuzu ve mayası vardı. Başka bir bayrak kaldırmadık, parçalanalım, ayrılalım, özerklik demedik. İlk Türk Cumhuriyeti kuran bayrağı, anayasası, marşı yani kısaca bir devlet için gereken her şeyi olmasına rağmen biz bu topraklarda bunu hiç amma hiç dile getirmedik. Geleceğimizi, Bulgaristan kokan, kırmızı olan Bulgar, sarısı Roman, beyazı Pomak, renklerden biri de Türk olan bir Gül Ddemeti olarak gördük, kabullendik, bağrımıza bastık. Ne var ki, bize her renk çok görüldü. Ezan sesimizden, berrak Türkçemizden, özü sağlığa uygunluk ve saygı olan ahlakımızdan, modern olanı kucaklayabilen, medeniyetlere farklı güzellikleri suna suna gelişen kimliğimizden hiç bir şey kabul görmedi. Atalarımız bu topraklarda hoşgörü, iyi komşuluk, sağduyu etnikleri kaynaştıran harç olmuş ve yakın geçmişte Balkanlar’da 600 yıl savaşsız yaşanabilmiştir. Bugünkü Bulgaristan’da, Türk alnından düşen terlerle sulanmamış, bir karış toprak gösterilemez. Bu bakıma, İspanya Katalanya’da 27 Eylülde yapılan ve sonuçlarından özerk-bağımsızlık ruhu fışkıran yerel seçimler bizlere örnek değildir.


100

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Hatırlatmış olalım, hak ve özgürlük davamızda “hak” dediğimizde, Tanrı adaletiyle yasa isteğimiz başta, üst yapıda, manevi alanda 1950’de elde etmiş olduğumuz eğitim ve kültürel haklarımızın tümünü geri verilmesini istiyoruz. Yani yeni bir şeyler değil elimizden alınanları geri istiyoruz. İlk ve ortaokullarımızı, liselerimizi, basın, radyo, televizyon tiyatro edinimlerimizi yeniden tesis etmek isterken, anaokullarında çocuklarımıza domuz eti verilmemesini, anaokullarında Türk evlatlarına Türkçe hazırlık programı uygulanmasını talep ediyoruz. Özgürlük dendiğinde biz hep iman ve ahlak yolunu biliriz. Meryem ananın bakireliği, İsa Peygamberin mucizeleri, Yedi Dünya veya yeni Kudüs gibi özlemler bizi ilgilendirmez. Yeni umut kapısı! Bu defa umut kapısı, başkası değil, bizleriz! Ve bizden başkası yok. Kimliğimizin, dilimizin, dinimizin, kültürümüzün orada yaşayabilmesi bize bağlıdır. Bizim Bulgarlardan da öğreneceğimiz bazı şey de var. Bir örnek vermek isterim: Kuzey Kanada’ya göç eden ve orada birbirine uzak düşen 5 genç Bulgar aile, 6 öğrenci için Cumartesi-Pazar dershanesi açtı. Çocuklar Bulgarca, folklor ve sanat öğreniyor. Bulgar devleti bu girişime yani Bulgar çocukların Kanada’da Bulgarca öğrenmesine destek oluyor. Moldova Besarabya’ya kitap, öğretmen gönderiyor. Değerli arkadaşlar; Bulgaristan Türklerinin 1920’lerde 1793 özel okulu vardı. Bugün bir tek okulumuz, dershanemiz, okuma evimiz, Türkçe kitap dolusu bir kütüphanemiz vs. yok. Bulgar eğitim kazanı çocuklarımızdan Bulgar yapmak için kaynıyor. Okullarda Bulgaristan Türkleri Tarihi, edebiyatı, özgün kültürü okutulmuyor. Çuvaldızı kendimize de batıralım. Son 26 yılda Bulgaristan’a, köylerimize 20 bin defa gidip geldik. Her gidişte hediye olarak birer masal, şiir, güzel hikâye kitabı, uzun hikâye, roman, birer Türkçe CD götürmüş olsaydık, artık oralar pırıl pırıl Türkçe yanacaktı. Hiç bir şey yapılmıyor demiyorum, ama Türklüğün eline koluna, zihnine - beynine takılan prangaları hala kıramadık, bu bir gerçek! TİKA resmi olarak girememesine rağmen birçok okulumuzu onardı ve daha çok Batı Balkanlara kaydı. Kara Dağda 98 Müslüman kültür anıtını kısa sürede onarması gurur vericidir. Bulgaristan’da Türklüğü ve Müslümanlığı yaşatmak hepimizin namusu ve bilinci olmalıdır. Mustafa Kemal Viyana’dan sonra çökü-


Makale ve Analizler - 2015

101

şümüzü Sakarya’da durdurdu, ama biz Bulgaristan’da gerilememizi durduramadık. Ana sorun işte budur. 25 Ekim’de memleket yerel seçime gidiyor. Büyük sayıda parti ve koalisyon kayıt yaptırdı. Propaganda başladı. Kırcaali Belediye Başkanlığına bu defa 16 Türk aday çıktı amma kazanan yine eskisi oldu, çünkü yenilenmek istemiyorlar. Nedense hep eski sistemin uşakları yönetimlerde oluyor... “Değişen bir şey yok.” Totaliter baskı devam ediyor. Düzen ahtapot gibi, çocuklarımızın anaokulunda kaç yudum domuz eti yediğinden, Kırcali belediyesine bağlı Türk köyünde kaç yaşlı kaldığını, son yaşlıların kaç metre kefenle defnedileceğine kadar her yerde her şeyi kontrol altında tutuyorlar. Türkiye’ye göçmek, davadan kaçmak ya da davaya yüz çevirmek olmamalı! Ana sorun, 136 yıldan beri devam eden mücadelede şimdiki yerimizi ve rolümüzü belirlemek olacaktır. Biz Türkiye ile Bulgaristan arasına hendek açmak değil köprü kurmak istiyoruz. Yerel seçimle birlikte bir halk oylaması da yapılacak. Genel seçimlerde elektronik araçlarla, örneğin internet üzerinden oy kullanma için onay istenecek. Türkiye’de de sandık açılacak. Torunlarımızın seçime katılmasını kolaylaştırmak istiyorsak mutlaka sandık başına gidip “evet” karesini çizmemiz gerekecek. 25 Ekim günü hepinizi aktif olmaya davet ediyorum. Bulgaristan’da Esas Konu: Savaş Kaçakları ve Sığınmacı Korkusudur! Geçen yüzyılın başında Osmanlı sınırları içinde olan Yakın Doğu, günümüzde çıbanbaşı oldu. 300 bin sığınmacı korkusu Sofya’yı da sarstı. Ortodoks Kilisesi anti-sığınmacı kararı çıkardı. Masallarında din, dil, ırk ayırımı yoktu. Hükümet ortaklığında ırkçı kesim de “gelmesinler” borazanı çalıyor. Türkiye sınırına çekilen tel örgü modern teknoloji, polis, jandarma ve ordu, çekirge sürüleri gibi gelen sığınmacıları durduramaz korkusu yeri göğü titretiyor. Savaş kaçağı alayı eski kıta merkezlerine uzandı. Bu süreçte Bulgarlar hep Türkiye’ye baktı. Çatırdayan AB parçalansa çalınacak kapı bir tek Türkiye kaldı. Türkiye’de kısa süreli veya yıl tatilli geçirenler, Türklerle alış verişte bulunanlar, Türkiye hastanelerinde şifa bulanlar, Bulgaristan’daki Türk iş yerlerinde çalışanlar, Türkler ile eski dostlukları unutamayanlara bir ucube olarak dayatılan, “Osmanlı esareti” balonuna aldırmaz oldu. Artık Türkiye’ye çok büyük bir ilgi var.


102

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Son 25 yılda, Türk yazarları en fazla tercüme edip basan, konser salonları sanatçılarımızla defalarca ayağa kalkan, en fazla Türk filmi oynatan ülke Bulgaristan oldu. Üstüne üstelik en fazla Türkiyeli öğrenci okutan; ( bu yıl Bulgar Üniversitelerinde 3 bin öğrencimiz okuyor); belediyelerimizle en fazla kardeşlik bağı kuran; üniversitelerimize konuk hoca gönderen, Türkiye kültür - sanat şölenlerine, bilimsel bilgi alış verişi çalıştaylarına vs. en fazla ve aktif katılan yine Bulgaristan oldu. Ramazan ve kurban bayramı kutlamalarımıza ilginin de tamamen değiştiğini vurgulamak istiyorum. Tabii bu yılların en büyük getirisi, yediden yetmişe bütün Bulgaristanlı Türklerin, Müslümanların Türkiye’yi, Türk mizacını, Türk ruhunu, Türk misafirperverliğini ve Türk halkının yaratıcı gücünü kendi gözleriyle gelip görmeleri, hissetmeleri ve Türk yüreği sıcaklığını duyulmamaları oldu. Bu, kitap okumakla, konferans dinlemekle, yardım paketi dağıtmakla olabilecek olan bir şeyden çok, çok farklı bir etkileşimdi. Yalnız İstanbul’un kalp atışlarını dinlemek, iki kıtaya yerleşmiş güzelliklerden etkilenmek, tüm kurgu kitap ve filmlerinin yarattığı cennetten defalarca daha büyüleyici, kendi kendini doldurup taşan bir fantastik rüya oldu. Her gün bin uçak inip kalkan, on bin otobüs girip çıkan, kıtadan kıtaya 4 dakikadan geçilen; inci ırmağı akışını andıran Boğaz ve Haliç Köprüleri üzerindeki araba seli; tek baca tütmeden 2 bin kilometre etrafına gece gündüz mal gönderen, eğitim, öğrenim, sağlık, spor, sanat ve kültür merkezlerinin en büyü olan İstanbul’u hafızasına sığdırabilen biri varsa, lütfen bana da göstersin. Ağaçlar büyüdükçe gölgeleri de büyür. Sözlerim yalnız İstanbul, İzmir, Ankara, Bursa için değil, tüm Türkiye için geçerlidir. Büyüdükçe kabuğuna sığmayan Türkiye, bizim Türkiye’mizdir. 2000’lerden sonra AK Partinin kurulmasıyla Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan öncülüğünde başlayan son derece verimli, kendi dinamikleriyle gelişen, çok yönlü atılım yaşadık. BULTÜR’ümüz de 2003 yıllında kuruldu ve beraber yürüdük, hep birlikte büyüdük. Bir sermaye olarak Bulgaristan’a taşacağımız gün yakındır. Orada her yolun bizim köylerimize çıktığı bir gerçektir. Yol kenarlarında akan çeşmelerimiz, ata kabirlerimiz, diktiğimiz ağaçları, kapısı açık kalan evlerimiz bizi bekliyor. Orada kalan büyük kültürel mirasımız var. 1300 camimizde her sabah ezan sesi var. Türk-İslam tarihi eserlerimizin de bizi beklediği bir gerçektir. Orada bize susamış, bizi özlemiş ve bizi bekleyen bir dünya var. Bulgaristan’a çıkan her yol gül bahçelerimize, çayırlarımıza, ovalarımıza ve dağ doruklarımıza çıkar. Türksüz kalmış Bulgaristan bugün ruhen ısızdır.


Makale ve Analizler - 2015

103

İnsansız toplum olamaz, toplumun vızıldamadığı yerde güçlü yerel ve merkez idare yoktur. Tüm üstyapıların alt dokusu ekonomidir. İşleme sanayilerinin hammadde kaynağı ise tarım üretimmidir. Biz 1980 yılında Bulgaristan dış pazarlara yönelik tarım ve endüstri üretiminden gelen dövizin % 49’unu sağlıyorduk. Birbirini tamamlayan seri üretimlerin dayanağı bizdik. Sovyetler Birliği’ne yönelik üretim kapısı kapanırken, Avrupa Birliği’nin istemlerine henüz ayak uydurulamadı. Bulgaristan geleneksel pazarlarını kaybederken, birçok üretim kaleminde kota yitirdi, standartları yakalayamadı. Bu bakıma, Bulgaristan’ın ekonomik olarak kalkınması yeni üretimlerle, yeni tarım teknolojilerine ihtiyaç duyuyor. Biz buraya köpek havlatılıyor diye gelmedik. Zulüm gördük, kurban verdik, Türk özümüzü daha fazla çekiden korumak için geldik. İhanet gördük. “Allah canını almaz” çektirenin! Büyük Nazım’ın dediği gibi, “Hiçbir korkuya benzemez, halkını satanın korkusu!” Hiçbir şey değişmiyor derken, korkuyorlar, diyorum. “Topraktan, sudan ve ateşten doğanların en mükemmeli doğacak bizden” inancı içimizdedir. Buraya dönmeye değil, kaynaşıp bütünleşmeye, Türkiye’yi daha da büyütmeye Büyük Türkiye yaratmaya geldik. Büyük Türkiye Rüzgârına Yelken Açmaya geldik. Değerli dava arkadaşlarım, seçim arifesinde bulunduğumuz için vurgulamak istiyorum, inanın bu seçimde her oy çok önemlidir. Tuna’dan, Arda’dan akan ırmak bile damlalardan oluşur, Bu damlalar göller, ırmaklar, denizler ve okyanusları oluştur. İşte bu damlalar birbirine tutunamamış olsalardı, hiçbir şey oluşturamazlardı, ama el ele verip okyanusu oluşturan o damlalardır. Gelin bizlerde birlik olalım, öncelikle Türkiye’de Bulgaristanlı Türk denizi - okyanusunu bizler oluşturalım. Bir damla bir ırmak için ne kadar önemliyse bizlerin bir oyu da, o kadar önemlidir. Bilinçlenmemizde ana sorun budur. Nicel birliği sağlayıp, nitele ulaşmak! 1 Kasım’da Türkiye Büyük Millet Meclisi erken genel seçimi yapılacaktır. Hayalimiz, bu seçimlerde Büyük Türkiye atılımına daha kararlı katılarak beraberce devam etmektir. Artık Büyük Türkiye İçin Bizde Varız diyoruz. İki seçim arası bir iş savaş yaşadık, aşamalarını şöyle algıladık: 12 ağaç için orman değil, devlet yakmaya kalkanlar oldu. Maskeleri düştü. Güçlü Türkiye’yi ekonomik bunalım bataklığına, borç bataklığına itemediler. İşçi işveren kavgası ateşinde yakamadılar. Dış düşman, son hesaplaşma için ateş püsküren ejderha gibi dikildi karşımıza. Türkiye’mizin yeni bir Anayasa,


104

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Başkanlık sistemi, daha adil bir yargı, daha huzurlu ve güvenli bir hayat, hiç ayrımsız hepimiz için gerçek özgürlük ve gelişmiş demokrasi, gelişmiş demokrasi aşamasına açılırken, yol kesenlerle yüzleşti. Değişik kurban alan, liramıza darbe vuran, ekonomimizi sıkıntıya iten bu ejderha artık ölüm hendeğine kaydı. Ne var ki, yerini hemen terör-tröstleri aldı. Amaçları Türkiyeyi ateşe atmaktı. Saldırı menzilinde hep Türkiye devleti ve hükümeti, devlet güçleri, egemenliğimiz, istiklalimiz, al yıldızlı bayrağımız, göz nurumuz olan anavatanımız vardı. Bölmek, parçalamak, yakıp yıkmak, ezmek istediler, Türkün eseri olan her şey hedeflerindeydi. Eş zamanlı operasyonlarla yılanın başını ezme kararı 3 Temmuz’da alındı. Ellerindeki Alman silahlarından çok daha üstün Türk silahlarıyla yok edilmeye başladı. Yeni tarihimizde ilk kez, hain, yarı hain, çeyrek hain, düşman, dost görünen düşman ya da muhtemel düşman ayrımı yapılmadı. Kartallar gibi havalanan jetlerimiz hepsi birden hedef aldı. Vurdu. Mağaralarını havaya uçurdu. Ve düşmanın beli kırıldı. Terör örgüyü ile silahlı hesaplaşma Türkiye’mizin her karışında devam ediyor. Bu yüzleşmede birlik ve beraberliğimizi koruduk. Türkiye devleti ve hükümetinin yanında yer aldık. 1 Kasım’a kadar son ellerindeki son silahların da alınacağına inanıyoruz. Halkımız “Büyük Türkiye” için huzurlu seçim yapmaya kararlıdır. Son üç ayda siyasi maskeler düştü. Gerçek niyetler ortaya çıktı. Bu seçimin Büyük Türkiye yolumuzu kesmek isteyenlerin, kötülüğümüzü düşünenlerin baraj altına düşeceğine inanıyorum. Büyük Türkiye seferine katılanları, Büyük Türkiye için oy verenleri, halkımızın huzurunu, iyiliğimizi düşünen tüm dostlarımız, 1 Kasımda Zafer ve Barış’la kucaklamaya hazırlanıyoruz. O an, hepimize şimdiden kutlu olsun! Türkiye’yi algılamamız da kolay olmadı. Soydaşlar genelde iktidar partisine oy verirken. AK Parti’nin program hedeflerine uzun süre inanamadılar. Bugün artık kimim gerçekleri konuştuğu, kimin balon şişirdiği belli oldu. Türkiye Cumhuriyeti siyasetini kilitleyenleri de gördük. İktidar olmaktan korkanları da! Bu açıdan 1 Kasım’sa sandık başına giderken niyetimiz Büyük Türkiye yolunu açmaktır. Bizimde bu seçimde Büyük Türkiye’ye götüren yoldan gidenlerle beraber olmak istiyoruz. Bulgaristan Türkiye ilişkileri, karşılıklı yardımlaşma girişimleri, görkemli tasarımlar, iki halkı ve ülkeyi, iki kıtayı birbirine kenetleyecek hamlelerin yenidünya görüşüne, yeni vizyona, yeni paradigmalara ihtiyacı var.


Makale ve Analizler - 2015

105

Bunlarsa ancak bizim insanlarımızda bulunur. Tarihte yapılamayanları gerçekleştirecek olan kuşağın şerefli temsilcileriyle birlikte olmakla övünebiliriz. Saldırılar, operasyonlar, sığınmacılık, bunalımlar geçicidir. Yaralar sarılır sızılar gelip geçer. Kalıcı olan Türkiye’dir. Yeni olan Büyük Türkiye özlemidir. Türkiye büyüdükçe sorunların çözümü hızlanacak ve kolaylaşacaktır. Yakın Doğu’da barış savaşı mutlaka yenecektir. “Büyük Türkiye” yolunca yeni atılımlarında bize düşense, önce 1 Kasım seçiminde hepimizin görevi oyumuzu vermek, güçlü Türkiye seçeneğine destek olmak, ardından da Bulgaristan’a taşan Türkiye ayağında köprübaşı olmaktır. Bu özlem tarihsel özgörevimizdir. 1 Kasım’da hepimiz Büyük Türkiye rüzgârına yelken açalım! Panelimize katıldığınız için hepinize içten teşekkür ederim. Sağ olun. Allaha emanet olunuz

Bulgaristan’da Günümüze Ulaşan 500 Osmanlı Eseri Mevcut

Emine Bayraktarova-12.Ekim.2015

Bulgaristan Başmüftülüğü’nün düzenlediği “Dini ve Kültürel Mirasın Korunması” adlı konferansta konuşan Dr. Emine Bayraktarova, Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’da 15 bin 846 adet mimari yapı inşa ettiğini aktardı. Sofya’daki İslam Enstitüsü öğretim görevlisi olan Bayraktarova, Ekrem Hakkı Ayverdi’nin tespitlerine göre; Bulgaristan’da İslami mimari eserlerin sayısının 3 bin 399 adet olduğuna değindi. Bayraktarova,


106

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

“1980’li yıllarda, günümüze 80 - 150 arası eser ulaştığı tahmin ediliyordu, fakat 2001 - 2004 yılları döneminde yapılan incelemelerde Bulgaristan’da 518 Osmanlı eserinin ayakta olduğu tespit edildi.” diye konuştu. Ayverdiye’ye göre, 1879 yılına kadar Bulgaristan’da 2 bin 356 adet cami-mescit, 142 medrese, 273 mektep, 174 tekke-zaviye, 42 imaret, 116 han, 113 hamam - ılıca - kaplıca, 27 türbe, 24 köprü, 16 kervansaray, 74 çeşme, saat kuleleri, hastaneler, bedestenler, kütüphaneler ve çeşitli sanat eserleri bulunduğu tespit edilmiştir. Konferansta Sofya Üniver­si­te­si’nde Arap Dili Öğretim Görevlisi olan Dr. Galina Evstatieva, İslam sanatının bölgesel stil özellikleri ile alakalı konuşmasında, İslam sanatının Müslümanların estetik anlayışından ileri geldiğini ve Efendimiz Hz. Muhammed (sav)’in “Allah güzeldir, güzeli sever” Hadis-i Şerifi’nden hareket ederek geliştiğini kaydetti. İslam’ın geniş bir coğrafyaya yayıldığı için tek tip bir mabet şekli beklemenin düşünülmez olduğunu ifade eden Evstatieva, “Kurtuba’daki cami ile Delhi’deki camii bir tutamazsınız. İslam’ın genişlemesiyle birlikte yerel halkın estetik anlayışı cami yapımına yansıyor.” diye konuştu. Müslümanların kullandığı süsleme sanatları arasında kuşkusuz en zarif olanının kaligrafi sanatı olduğunu savunan Evstatieva, canlıyı resmetmemek şartının İslam’da kaligrafiyi (hat sanatı) çok ileri dereceye taşıdığını kaydetti. İslam kültürü uzmanı, “Hat sanatı, manevi dünyanın bir parçası kabul edilmektedir. Hat sanatı sayesinde Allah’ın kelamıyla, yine Allah’ın yarattıkları tasvir ediliyor.” ifadesini kullandı. İslamda tek tip bir cami anlayışı olmadığının altını çizen Evstatieva, camilerin bölgeye göre farklılık arzettiğini, fakat zaruri mimari unsurların korunduğunu aktardı. Müslümanların cami prototipi Mescid-i Nebevi olduğunu aktaran Evsttatieva, “Dinde cami prototipi Muhammed (sav)’in Yesrib’e (Medine) geldiğinde yapılan Peygamber camiidir. Bu sade yapının sütunları hurma kütüklerinden, çatısı hurma dallarından yapılmış, duvarları ise taşlarla örülmüştü. Peygamber, minber olmadığından Cuma hutbelerini bir ağaç kütüğünün üstünde gerçekleştiriyordu. İşte bu cami, her camide olması gereken zaruri unsurları ortaya koyuyordu. Bunlar ibadet yeri olan sahn, avul içi haram, mihrap ve minberdir.” sözlerine yer verdi. İslam sanatı uzmanı, “Bu ilk sade yapıda minare yoktu. Bilal Habeşi, yüksek bir yere çıkarak ezan okuyordu. Esas minare yapımı ise 8’inci yüzyıldan itibaren geliştirildi, çünkü mescit genişletilmeye başlanınca ezan her tarftan duyulmaz oldu. Dolayısıyla zaruri unsurlar kullanılark dünyanın dört bir tarafında Müslümanlar kendi kültür farklılıklarına göre farklı camiler yapmışlardır. Mesela Samokov’da Bayrakli Camii’de gaytanlı kemerler göze çarpmaktadır.” dedi. Genel olarak 5 cami tipinden söz eden Evstatieva, sütün tipi camiler (Şam’da Büyük Cami), kubbe tipi camiler (Süleymaniye Camii), ay-


Makale ve Analizler - 2015

107

van tipi camiler (Orta Aysa), üçlü kubbeli camiler (Hindistan) ve Çin camilerini misal gösterdi.

Bulgaristan’da Türk Tarihi Pomaklar ve Yaşanan Göçler

İsmail Cingöz1-12.Ekim.2015

Özet Türkler Balkanlara Karadeniz’in kuzeyinde ve Anadolu’dan olmak üzere iki şekilde gelmişlerdir. II. Yüzyıldan itibaren Karadeniz’in kuzeyinden gelen Türk boyları uzun yıllar Balkanlara hüküm sürseler de zamanla Hıristiyanlığı benimseyerek Slavlaşarak asimile olmuşlardır. Anadolu üzerinden gelen Türkler ise İslam unsurunu da beraberlerinde getirmişlerdir. Osmanlı Devletinin bölgeye hakimiyeti ile 500 yıldan fazla bir süre yeniden Türk hakimiyetine geçen Balkanlarda bazı yerli halkla birlikte Kuman Türkleri de İslamiyeti seçerek yeni gelen Türkler ile bütünleşme yaşamıştır. 1877 - 1878 Osmanlı - Rus Savaşı’nda Türklerin yenilgisi ile başlayan geri çekilme ile birlikte bu bölgede yaşayan Müslüman - Türk unsurlarında Anadolu’ya göçleri kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıkmıştır. Göç edememiş olanları ise baskı, şiddet, asimilasyona maruz kalma durumu kaçınılmaz olmuştur. Türkiye başta Bulgaristan’da kalan Türkler olmak üzere Balkan devletlerinde bulunan Müslüman-Türk nüfus ile kültürel ve ekonomik bağlarını arttırarak ilişkilerine devam etmelidir. Birçok defa çeşitli antlaşma ve yasalarla güvence altına alınmış olan ama uygulamada sıkıntı yaşanan huşuların giderilmesi ve asimilasyona maruz kalmamaları için gerekli çalışmalara hız kesmeden devam etmelidir. Anahtar Kelimeler: Balkanlar, Bulgaristan, Osmanlı Devleti, Pomak Türkleri, Göç. Balkanlar’da ve Bulgaristan’da Türk Varlığı 1- Turgut Özal Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler (Tez Aşamasında) Yüksek Lisans Öğrencisi.


108

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Kök itibariyle Türkçe olan “Balkan” kelimesi Batılı yazarları rahatsız etmiş olacak ki, son zamanlarda Türkçe kökenli bir kelime yerine “Güneydoğu Avrupa” şeklinde tanımlamaya gayret ettikleri görülmektedir. Çünkü geri planda Türk ve Müslüman imajından rahatsızlık duydukları anlaşılmaktadır. Zira Avrupalılar bile XIX. Yüzyıla kadar bu bölge için “Avrupa Türkiye’si” veya “Avrupa’daki Türkiye” tabirini kullanmaktaydılar (Şaybak, 2006: 50-52). Çünkü bölgede yoğun bir Türk nüfusu bulunmaktaydı. Türklerin Balkanlara ilk gelmeleri Osmanlı dönemi ile değil çok daha önceden Hazar ve Karadeniz’in kuzeyinden olduğu bilinmektedir. Türklerin Batı Kolu olan İskitlerin II. Yüzyılda Orta Asya’dan başlattıkları ilk göçlerini Hun Türkleri IV. Yüzyılda, Avar Türkleri V. Yüzyılda, Peçenek Türkleri IX. Yüzyılda ve Kuman (Kıpçak) Türkleri XI. Yüzyılda devam ettirdiler (Atun, 2009; Toksöz, 2011). Ayrıca ilk gelen bu Türk boyları içerisinde Bulgar, Oğuz ve Ogur (Utrugur) Türklerinin de bulundukları bilinmektedir. Fakat bu Türk boylarının büyük bir çoğunluğu zamanla Hıristiyanlığı benimseyerek Turan ve Ural bölgelerine ait dillerini terk ederek Slavlaşmışlar ve benliklerini kaybederek asimile oldular (Şaybak, 2006, 58; Nuri, 2013). Çünkü Batı’ya göç eden bu Türk boylarından sonra bölgeye yoğun bir Slav göçü yaşanmıştır (Tikici ve diğ., 2008). Divânu Lügati’t Türk’te “Rum yakınında oturan Türklerden bir bölük” şeklinde tasvir edilen Peçenek Türkleri Bizans ile ilişkileri neticesinde 1071 Malazgirt Meydan Muharebesinde Bizans ordusu içerisinde yer almıştır. Fakat savaşın devamı esnasında savaştıkları kişilerin Türk olduklarını anlamaları ile saf değiştirmeleri, Büyük Selçuklu Devletinin yani Sultan Alparslan’ın zafer kazanmasında etkili olmuştur (Nuri, 2013). 1091 yılına kadar varlığını sürdüren Kuman-Peçenek Türk Federasyonunun dağılmasının ardından Trakya ve Rodoplar, Makedonya ile Bulgaristan’ın dağlık kesimlerinde kalan ve Osmanlı Devletinin 20 Ağustos 1389 tarihinde I. Kosova Savaşı ile bu bölgeyi fethetmesine kadar Şaman dinine bağlı olarak yaşayan Kumanlar, fetihten sonra kendi istekleri ile gönüllü olarak İslam Dinine geçtiler (Toksöz, 2011). Türklerin Balkanlara Karadeniz’in kuzeyinden geçişinden sonra Anadolu üzerinden geçişleri bazı kaynaklarda üç farklı şekilde gösterilmiştir; Birincisi 1065 yılında Konya bölgesin gelerek yerleşen 55 - 60 bin civarında Müslüman Yürük-Türkmen nüfusu Dedeağaç, Kavala ve Selanik üzerinden deniz yolu ile Batı Trakya, Rodoplar ve Makedonya bölgelerine Bizans yöneticileri tarafından yerleştirilerek iskan edilmişlerdir (Nevrezova, 2006: 28). İkincisi Osmanlı Devleti’nden 11 yıl önce Aydınoğlu Umur Bey tarafından gerçekleştirilmiştir. 1341’de Bizans İmparatoru III. Andranikus’un ölmesi üzerine yaşanan


Makale ve Analizler - 2015

109

taht mücadelesinde Kantakuzen’e yardım için Umur Bey donanma ile Rumeli’ye geçmiştir (Toksöz, 2011). Üçüncü olarak Osmanlı Padişahı Orhan Gazi’nin oğlu Şehzade Süleyman Paşa 1352 yılında Gelibolu Yarımadasına geçerek bir yıl içerisinde Tekirdağ bölgesini fethetmeyi başarmıştır. Orhan Gazi’den sonra tahta geçen Sultan I. Murad dönemi ile birlikte düzenli ordularla yürütülen fetih hareketi ile 1361’de Edirne, 1362’de Filibe, 1364’de Stara Zagora (Zağra) ele geçirilmiştir. Daha sonraki Padişah Yıldırım Bayezid ise 1395’de Bulgarların o zamanki başkenti Tırnova’yı fethetmesi ile Bulgaristan’ın tamamen Osmanlı egemenliğine dâhil olması ile Osmanlı adalet ve hoşgörü dönemi de başlamış (Konukman, 1990: 20), bölge tamamen Osmanlı denetimine geçmiş ve 559 yıl adalet ve hoşgörü ile yönetilmiştir (Atun, 2009). Bu kadar uzun bir süre bölgeye hâkim olan Türk ve İslam unsurunun bölgedeki Hıristiyan ve Yahudi halklarını da zamanla etkilemiş olduğu görülmektedir. Osmanlı Devleti’nin hâkim olduğu dönem içerisinde Türk kültürüne ait önemli eserlerin inşa edilmesi Hıristiyan halkının kültürünü de etkilemiştir. Camiler ve medreselerin yanı sıra imara da önem verilmiş, yollar, köprüler, hastaneler, han, hamam, kaplıca, ılıca, kervansaray, saat kuleleri, imaret, türbe, çeşme, bedesten, kütüphane gibi 15 bin 787 adet mimari eser Balkanlara inşa edilmiştir. Osmanlının sadece dini eserler inşa etmemesi bölgede asimilasyon amacını gütmediğinin bariz bir göstergesi olarak değerlendirilmektedir. Fakat bu kadar eserin çok az bir kısmı orijinal halde kalabilmiş, büyük bir kısmı Türk kimliğinin silinmesi adına yok edilmiştir (Tikici ve diğ., 2008). Osmanlı Devletinin; halkın dini inançlarını, malını ve canını güvence altına almış olması, hakim olduğu bölgelerde imar çalışmalarına öncelik vermesi, devlet dahilindeki halkların barış içerisinde hayat sürmelerine imkan tanıması ile Balkanlarda son yılları hariç olmak üzere neredeyse savaşsız bir dönem geçirmesini sağlamıştır. Fakat milliyetçilik fikirleri ile hareket eden halkların faaliyetleri ile XIX. Yüzyılda bölgeye huzursuzluk ve kargaşa hakim olmuştur (Tikici ve diğ., 2008). Balkan tarihi için Türk varlığının XIII. Yüzyıldan itibaren zirveye ulaşmasında; Osmanlı Devleti’nin Balkanları fethetme süreci ile birlikte Anadolu’dan Türkleri bu bölgelere yerleştirmesi şeklinde başlayan iskan politikası etkili olmuş (Tikici ve diğ., 2008) ve kalıcı hale gelmiştir. Osmanlı Devleti tarafından Rumeli adı verilen Balkanlara fetihlerle birlikte nüfus yapısında denge oluşturabilmek amacıyla Anadolu’dan kitleler halinde getirilen Müslüman Türkler ile kısa zamanda Müslüman-Türk nüfusu artmış, özellikle de Bulgaristan’da % 70-80’lere varan oran ile çoğunluk hale gelmiştir (Maral, 2010: 1). 1633, 1639, 1641 ve 1696 cizye defterleri kayıtlarına göre bü-


110

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tün köylerde Hristiyan nüfusa rastlanmış olsa da birçoğunda Müslüman nüfusun %89’lara kadar çıkmış olduğu görülmektedir (Koyuncu, 2013). Türklerin Balkanlarda gerçekleştirdiği fetih hareketleri devam ederken bir taraftan Katolpak, diğer taraftan Rum kiliselerinin baskılarına dayanamayan Protestan Bosna Hersek Basle (Basel) Konsili bir kurtuluş çaresi olarak 1410 yılında Türkleri ülkesine davet etmiş, Rum Ortodoksluğuna İslam’ı tercih etmiştir (Nuri, 2013). Osmanlı Devleti’nin Balkanlara fetih hareketlerinde daha önceki Karadeniz üzerinden gelmiş olan Türk kavimlerinin bir kısmının yardımcı ve faydalı oldukları görülmüştür (Toksöz, 2011). Bulgaristan’ın fethi sırasında XI. Yüzyıldan itibaren bölgeye yerleşmiş ve XIV. Yüzyıldan itibaren İslamiyet’e girmeye başlamış olan Kuman (Kıpçak) Türklerine bu yardımlarından dolayı Slav dilinde yardımcı anlamına gelen “pomaga” sıfatı verilmiş ve bu tarihten itibaren de “Pomak Türkleri” denilmeye başlanmıştır (Nevrezova, 2006: 9). Pomakların gönüllü olarak İslamiyeti benimsemeleri ve zamanla İslam dinine geçmeleri XVIII. Yüzyılın ortalarına kadar devam etmiştir (Koyuncu, 2013). Osmanlı Devleti’nin fetihleri ile birlikte bölgeye yerleştirilen Türklerin etkisi ile Balkanların yerli halklarından İslamiyet’e geçmemiş olanlar ise kendi din ve dillerini korusalar da Türk usulü hayat tarzından etkilenerek benimsemişler, zamanla gelenek-görenekleri ve sosyo-kültürel özellikleri Türk tarzına doğru evrilmeye başlamıştır. Fakat Osmanlı Devleti’nin Balkanlardan çekilmesi ile Avrupa kültürü etkili hale gelmiştir (Tikici ve diğ., 2008). Bütün Balkan devletlerine yayılmış olarak yaşayan Pomakları bu devletlerin hemen hepsi sahiplenmekte ve etnik kökenlerinin tam olarak bilinmediği iddia edilirken genel olarak Slav kökenli oldukları kabul edilmektedir (Oran, 1993). Pomakların etnik kökenlerine yönelik iddiaların çeşitli ve ihtilaflı olmasının temel nedeni siyasidir. Çünkü iddia ve tezler ilmî değildir. Osmanlı Devleti’nin Balkanlardan çekilmesi ile birlikte her etnik grup kendine göre bir söylem geliştirmiştir (Koyuncu, 2013). Makedonya’da yasayan Pomaklara “Torbeş”, Kosovo ve Arnavutluk’takilerine “Goran” denilirken (Nevrezova, 2006: 9), Sırbistan’da ise daha çok Gora Bölgesinde yaşadıkları için “Goralı Sırp kökenli Müslümanlar” olarak nitelenmektedirler. Türk kaynaklarına göre ise Pomakların kökeni Kuman (Kıpçak) veya Peçeneklere dayandırılmaktadır (Türbedar, t.y.). Pomakların Türk kökenli olduklarına dair tezler Cumhuriyetin ilk yıllarında yüksek sesle dile getirilmeye başlanmıştır. Bu hususta Galip Bahtiyar’ın 1928 yılındaki açıklamalarında Pomakların Slavlardan önce Balkanlara gelen Türk kavimleri olmalarına rağmen zamanla Slavlar içerisinde asimile olduklarını fakat


Makale ve Analizler - 2015

111

İslamiyeti kabulleri ile birlikte Türklüğe tam bir bağlılık içerisinde oldukları belirtilmektedir (Koyuncu, 2013). Bulgaristan’da Pomakların bir kısmı etnik kökenlerinin ne olduğunu bilmediği, bir kısmının “Bulgaristan Müslümanı” olarak kendini tanımladığı bir bölümünün de kendisini Türk olarak ifade etmekte (Oran, 1993) oldukları tezi olmuş olsa da genel olarak kendilerini Türk kabul etmekte ve o şekilde kendilerini ifade etmektedirler. Önemli olan başkaları tarafından tanımlanmalarından ziyade, kendilerinin nasıl kabul ettikleridir (Ulutürk, 2004). Bulgar yöneticilerinin Pomak Türklerini “Müslümanlaştırılmış Bulgarlar” olarak dünyaya takdimleri tamamen yalan ve mesnetsizdir (Özlem, 2009). Bulgar tarihçilerine göre Osmanlı - Türk hâkimiyetinin etkisi ile Müslümanlaşmış Slav Bulgarları’na Pomak deniliyor olsa da İslamiyet’in bu coğrafyaya Osmanlı Türklerinden yüzyıllar önce yayılmış olması gözden kaçmakta ya da kasıtlı olarak görmezden gelinmektedir (Nevrezova, 2006: 28). Osmanlı Devleti idaresi altında bulunan tebaanın statüsünü Tanzimat Fermanı’na kadar etnik kimliğe göre değil, dinî mensubiyetlerine göre dizayn etmiştir. Fakat Osmanlı politikaları asimile üzerine bina edilmemiş, gayri Müslimleri İslam’a, Türk olmayanları Türkleştirme gayreti içerisinde olmamıştır. Osmanlı Devleti fethettiği Hıristiyan ülkelerin toplum yapısına, dini inanç ve ritüelleri ile genel yönetim biçimine müdahale etmemiştir (Türbedar, t.y.). Bulgaristan’da Müslüman-Türk Katliamları ve Asimilasyon Hareketleri 1787 yılında başlayarak 1789 yılında başarıya ulaşan Fransız ihtilalinin milliyetçilik fikirlerinin etkisiyle birlikte Rusların Pan-Slavist politikaları ile Fener Rum Patrikhanesi’nin de teşvikleri sonucu 1841 yılında başlayan Bulgarların isyan hareketleri Balkanların huzurlu ortamını bozmuştur. 1841’de Niş’de başlayan isyanlar 1850’de Vidin’de, 1856’da Tırnova’da devam etmiştir. Her isyanda Türk köyleri yakılmış, Müslüman halk katledilmiştir (Maral, 2010: 2; Orhan, 2008: 4; Nevrezova, 2006: 9). XIX. yüzyıla kadar sorunsuz bir şekilde Türkler ile bir arada yaşayan Bulgarlar, kendi dillerinde eğitim görürlerken, Osmanlı kurum ve kuruluşlarının paralelinde kendi kuruluşlarını da oluşturabilmişlerdir. Hatta daha iyi eğitim görmek isteyen Bulgar gençleri İstanbul veya Rusya’ya da gidebiliyorlardı (Maral, 2010: 2). 1820 yılında Rusya’da “Birleşik Slavlar Cemiyeti” kurularak; Slav kabul edilen Çekoslovaklar, Polonyalılar, Bulgarlar, Sırplar, Hırvatlar, Slovenler ve Karadağlılar Rusya tarafından Rus bayrağı altında birleştirmeye çalışılmıştır (Konukman, 1990: 22).


112

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

1876 yılına gelindiğinde Bulgaristan Prensliği sınırlarında 1 milyon 120 bin Türk, 1 milyon 130 bin Bulgar yaşıyordu. Tarım arazilerinin de %70’i Türklerin elindeydi. Fakat 93 Harbi olarak tarihe geçen 1877 - 1878 Osmanlı - Rus Savaşı’nı Türklerin kaybetmesiyle yaşanan felaket ile Bulgarlar Çatalca’ya kadar gelmiş ve 3 Mart 1878 Ayestefanos (Yeşilköy) Antlaşması ile Bulgar Prensliği kurulurken, Sırbistan, Romanya ve Karadağ Osmanlı Devletinden ayrılarak bağımsızlığını ilan ettiler (Nevrezova, 2006: 10-11). Dini bağımsızlıklarını 1870’de Bulgar Eksarhlığı2’nın kurulması ile elde eden Bulgarlar, bu savaş sonrasında siyasi özerkliği de elde etmiş oldular (Koyuncu, 2013). Bu savaş ile ilk kez göç olgusu ile karşı karşıya kalan 1 milyon 500 bin Türk, Bulgarların baskısı ile göç ederken, bu insanların 450 bini Bulgar çetelerinin katliamları, açlık, soğuk ve salgın hastalıklar ile feci bir şekilde hayatlarını kaybetmişlerdir (Özlem, 2009). Bu savaş sonrasında Türk nüfusu Bulgaristan’da ilk defa azınlık durumuna düşmüştür (Dağlıoğlu, 2014: 21). 5 Ekim 1908’de Özerk Bulgaristan Prensliği’nin ilan ettiği bağımsız krallığı Osmanlı Devleti 19 Nisan 1909 da tanıdı ve Bulgaristan ile bir protokol imzalayarak Türk-Müslüman topluluğun din ve mezhep özürlüğü ile medeni ve siyasi haklarının Bulgar halkı ile eşit hak sahibi olduğu azınlık hakları olarak teminat altına alındı. Fakat Bulgarların emperyalist baskısı hız kesmeden devam etmiştir (Nevrezova, 2006: 11). 1912 - 1913 yıllarında yaşanan I. ve II. Balkan Savaşları’ndan sonra Osmanlı Devleti ile Bulgaristan arasında imzalanan 29 Eylül 1913 tarihli “Dostluk ve İyi Komşuluk Antlaşması” ile Müslüman-Türk azınlık hakları yine garanti altına alınmış olsa da zulüm ve baskılar devam etmiş, 200 bin Müslüman - Türk Osmanlı topraklarına doğru göç etmek mecburiyetinde kalmıştır (Maral, 2010: 5-7). Bu dönemde Bulgaristan sınırları içerisinde kalan Rumlar ve Museviler de mezalime uğramış, Bulgarlaştırılmaya çalışılmıştır (Orhan, 2008: 65). Dünya Savaşı’nda aynı blok içerisinde savaşa dâhil olan Osmanlı Devleti ile Bulgaristan savaştan yenik olarak ayrıldılar ve Bulgaristan’ın 27 Kasım 1919’da Müttefik Devletlerle yapmış olduğu Neuilly Barış Antlaşması ile azınlık hakları bir kez daha koruma altına alınmıştır. Türkler ile aynı tarafta savaşmanın da verdiği atmosfer ile 1923 yılına kadar iktidarda kalan Bulgaristan Çiftçi Partisi döneminde Türkler biraz olsun rahat ettiler (Nevrezova, 2006: 12; Maral, 2010: 7). 2- Eksarh, Doğu Roma İmparatorluğu’nda patriğin verdiği yetkiyle taşrada yönetici sıfatıyla görev y pan din adamlarına verilen ad. Osmanlı Devleti döneminde Rum Ortodoks tahakkümünden ayrılmak isteyen Bulgarlara Sultan Abdülaziz’in 28 Şubat 1870 tarihli fermanıyla “Eksarhlık” müeessesi tahsisedilmiş ve İstanbul’da bir eksarhhane kurulmuştur (Vikipedi, 2015).


Makale ve Analizler - 2015

113

Bulgaristan’da yaşayan Türk nüfusu hiçbir dönem kesin rakamlarla belli olmamıştır. Bulgaristan’ın Osmanlı Devleti’nden ayrılmasından sonra Türk nüfusunun az gösterilmesi için özellikle gayret edilmesi nedeniyle rakamlar genel olarak tahmini olarak ifade edilmiştir. Bu çerçevede elde edilen Müslüman-Türk nüfusunun yıllara göre durumu şu şekildedir (Konukman, 1990: 39-40); Bulgaristan Müslüman-Türk Nüfusunun Yıllara Göre Durumu Müslüman-Türk Müslüman-Türk Yıllar Nüfus Nüfus 1887 602.331 1910 602.078 1892 569.728 1920 690.734 1900 539.656 1934 821.235 1905 505.439 1946 938.418 (Konukman, 1990: 39-40). Cumhuriyet döneminden önce Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç eden soydaşlarımızın yıllara göre sayısı ise şu şekildedir (Konukman, 1990: 42); Yıllar

Yıllar Sayı Yıllar Sayı 1878 1.000.000 1898 6.640 1880 200.000 1899 7.354 1893 11.460 1900 7.417 1894 8.837 1901 9.339 1895 5.095 1902 9.714 1896 1.946 1913 440.000 1897 2.801 TOPLAM 1.710.603 Tabloda yer alan 1878, 1880 ve 1913 yıllarına ait veriler tahmini, diğerleri ise Bulgar istatistiklerine göre elde edilmiştir (Konukman, 1990: 42). Bulgaristan’da Müslüman-Türk Azınlık Haklarını Garanti Altına Alan Bazı Antlaşmalar - 13 Temmuz 1878 Berlin Antlaşması; Bulgaristan’daki Türklerin hak ve çıkarları korunacak, göç etmiş veya ayrılmış olsa dahi Türklerin mülkleri korunacak ve devlet tarafından el konulmayacaktır. - 19 Nisan 1909 İstanbul Protokolü ve Sözleşmesi; Bulgaristan’daki Müslüman ahali dini hak ve örgütlenmeleri ile hukuki ve siyasi haklardan faydala-


114

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

nabilecekler, okullarını, camilerini ve mescitlerini koruyup yaşatma hakkına sahip olacaklardır. - 29 Eylül 1913 Türkiye [Osmanlı Devleti] - Bulgaristan Barış Antlaşması ve Müftülerle İlgili Sözleşme; Bulgaristan’da yaşayan Türkler, Bulgar vatandaşı sayılacaklar fakat dört yıl içerisinde istedikleri zaman Bulgaristan’ı terk ederek Türk vatandaşlığını tercih ile taşınabilecekler, mallarını satmak veya götürmek haklarına sahip olacaklardır. - 27 Kasım 1919 Neuilly Barış Antlaşması; Bulgaristan’daki azınlık haklarının garanti alındığı, yapılacak olan anayasanın, kanunların ve resmi kararların bu kanun hilafına olamayacağı garanti altına alınmıştır. - 18 Ekim 1925 Ankara Türkiye-Bulgaristan Dostluk Antlaşması; İki hükümet azınlıkların korunmasına ilişkin olarak, Neuilly Antlaşması ve Lozan Antlaşmasında yazılı hükümlerin tümünden Bulgaristan’da oturan Müslüman Azınlıklar ile Türkiye’de oturan Bulgar Azınlıkların yararlandırılmaları karşılıklı olarak yükümlenilmiştir. - 25 Haziran 1945 Birleşmiş Milletler (BM) Antlaşması; İnsan haklarının korunması, milletlerarası barış ve güvenliği garanti altına alınmıştır. 14 Aralık 1955’te BM Teşkilatına üye olan Bulgaristan, İnsan Hakları kurallarını kabul ederek, azınlıklarla ilgili şartları da yerine getirmeyi kabul etmiştir (Vatansever, 2011: 40-141). - 1998 Türkiye-Bulgaristan Arasında Bulgaristan Emekli Aylıklarının Türkiye’de Ödenmesine İlişkin Anlaşma (Özlem, t.y.: 1). Bu antlaşmalarla Müslüman-Türk Halkının her ne kadar hak ve özgürlükleri güvence altına alınmış olsa da Bulgaristan’ın taahhütleri sadece kâğıt üzerinde kalmış, en başta canları ve malları olmak üzere siyasi ve kültürel baskılar eksilmeden sistemli bir şekilde devam etmiştir (Vatansever, 2011: 141). Cumhuriyet Döneminde Yaşanan Göçler Azınlık haklarının korunmasını garanti altına alan Neuilly Barış Antlaşması Bulgaristan Türklerinin eğitimini olumlu etkilemiştir. Bu dönemde Türk Öğretmen Okulu açılmış, Şumnu’da Müftü vekili yetiştiren Medrese-i Nübvvab Okulu açılmış, Müslüman Öğretmenler Kongresi düzenlenmiş ve Bulgaristan Muallimin-i İslamiye Cemiyeti kurulmuştur. 1921 yılında çıkartılan Milli Eğitim Yasası ile Bulgarca zorunlu eğitimin kaldırılması ile Türk okulu sayısı 1712’ye ulaşmıştır (Nevrezova, 2006: 13). 1925 yılında imzalanan Dostluk Antlaşması ve İkamet Sözleşmesi her ne kadar olumlu gibi görülse de Müslüman-Türk azınlığa karşı baskı, zulüm ve eziyetler devam etmiştir. Bu durum yeni göçlerin kapısını açmıştır. İkamet Sözleş-


Makale ve Analizler - 2015

115

mesi gereği Bulgaristan’ın kapılarını açması ile isteyenler; mallarını, hayvanlarını satarak, tasfiye ederek, bedellerinin yanlarında getirerek, isteyen taşınabilir mallarını yanında getirerek Türkiye’ye göç etmiştir. 1923 - 1939 yılları arasında 198 bin 688 Müslüman - Türk Türkiye’ye göç etmiştir. Bu göçlerin yıllara göre ağılımı ise şöyledir (Konukman, 1990: 42; Vatansever, 2008: 68); 1923-1939 Dönemi Yıllık Göçmen Durumu YILLAR GÖÇMEN SAYISI 1923-1933 101.507 1934 8.682 1935 24.968 1936 11.730 1937 13.490 1938 20.542 1939 17.769 1923-1939 TOPLAMI 198.688 (Konukman, 1990: 42) Dünya Savaşı sonrasında da göçlerin devam ettiği görülmektedir. Yurt dışına çıkışların yasaklanması ile gelenlerin sayısında düşüş olsa da yıllık ortalamanın 2 bin 100 kişiyi bulan bu gelişler ekseri kaçak ve pasaportsuz olarak gerçekleşmiştir. 1939-1949 döneminde 21 bin 353 Müslüman - Türk Türkiye’ye gelebilmiştir (Konukman, 1990: 42; Vatansever, 2008: 68-69). 1939-1949 Dönemi Yıllık Göçmen Durumu: YILLAR 1940 1941 1942 1943 1944 1945 1946 1947 1948

GÖÇMEN SAYISI 6.960 3.803 2.672 1.145 489 631 706 1.763 1.514


116

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

1949 1.670 1940-1949 TOPLAMI 21.353 (Konukman, 1990: 42;) Dünya Savaşı’nda Almanya’nın yanında savaşa dâhil olan Bulgaristan savaştan Almanya ile birlikte yenik olarak ayrıldı ve 5 Eylül 1944 yılında Sovyet Kızıl Ordusu Bulgaristan’a hakim oldu. Sovyetler kendilerine bağlı bir Halk Cumhuriyeti kurarak kendi sistemini kurmuştur. Yaşanan gelişmeler Sovyetlerin Müslüman - Türk azınlığın asimile edilmesini hedeflediğini ortaya çıkartmıştır (Nevrezova, 2006: 16). Çünkü Bulgar Komünist Başbakan Georgi Dimitrov “Osmanlı İmparatorluğunun Balkanlar’da egemen olduğu nişanelerin silineceği” şeklinde yaptığı açıklama sonrası Müslüman-Türklere maddi ve manevi baskılar arttırılarak, gerekçesiz tutuklamalar başlamıştır (Konukman, 1990: 43). Baskılara dayanamayan Türklerin Türkiye’ye göç etmek için müracaatta bulunması üzerine, 1949 yılında NATO’ya girmeye çalışan Türkiye’yi ekonomik ve siyasi olarak zora sokmak isteyen Bulgaristan, 1925 tarihli İkamet Sözleşmesi kapsamında, 12 Ağustos 1950 de 250 bin Türkün göçmen statüsünde alınarak, üç ay içerisinde kabulünü isteyen bir nota verdi (Nevrezova, 2006: 27-28). Bulgaristan’ın bu hareketinin bir diğer sebebi de bünyesinde eritemediği Türk azınlıktan kurtulmak istemesidir (Bayraktar, 2007: 84). Bulgaristan’ın anlaşma şartlarına riayet etmemesi nedeniyle Türkiye’nin sınırı kapatmasına kadar yani 1950 - 1951 arası 154 bin Türk tehcir edilircesine Bulgaristan’dan göç etmiştir (Üstündağlı, 2009: 108). Yaşanan bu göç o tarihe kadar Bulgaristan’dan gelen göçmen sayısı bakımından en yoğun olanıdır. Fakat ilgili sözleşmeye aykırı olarak soydaşlarımızın taşınabilir mal, hayvan ve paralarını çıkartmalarına izin verilmemiş ve 1925 tarihli antlaşmayı hatırlatan Türkiye ile 2 Aralık 1950’de, 1951 yılına kadar işleyen yeni bir göç anlaşması imzalamıştır. Bu kapsamda gelen göçmenler arasına Bulgaristan’ın casus ve Romanlari da Türkiye’ye sokmaya çalıştığını tespit eden Türkiye sınırı kapatmış ve yapılan araştırma ile 126 Bulgar casusu ve Romanlar Bulgaristan’a iade edilmiştir (Konukman, 1990: 43). 1 Aralık 1956’da Bulgaristan’da yapılan nüfus sayımında Bulgar yönetimi Müslüman nüfusu az göstermek için Pomakları Bulgar olarak saymıştır. Aynı zamanda Pirin Bölgesinde yaşayan Makedonlara da yeni kimlik çıkartarak bunları da Bulgar olarak göstermiştir. Bu sayım sonucuna göre; 656 bin 25 Türk, 197 bin 865 Roman, 5 bin 993 Tatar olduğu açıklanmıştır. Pomakların Bulgar olarak gösterilmesi ilk kez bu tarihte olmamıştır. 1912, 1942, 1962 ve 1971 yıllarında da Bulgar ismi almaya zorlandılar fakat 1913, 1945, 1964 ve 1990 yıllarında tekrar


Makale ve Analizler - 2015

117

tekrar neredeyse istisnasız olarak eski Müslüman isimlerini geri almayı başarmışlar ve zorla Hıristiyanlaştırılanlar da tekrar İslam’a dönüş yapmışlardır (Nevrezova, 2006: 28-31; Koyuncu, 2013). Türklere, Pomaklara ve Romanlar karşı isim değiştirme politikaları Bulgaristan’ın baskıcı politikaları olarak tarihteki yerini almıştır (Dağlıoğlu, 2014: 36). 1970’li yıllara gelindiğinde Bulgaristan’da azınlık nüfusundaki artış hızı Bulgar hükümetini telaşlandırmaya başlamıştır. Çünkü Bulgar aileler tek çocuk sahibi ya da çocuksuzken, azınlıklar özellikle Türk ailelerin 5 - 6 çocuğu vardı. Defalarca göç uygulanmasına rağmen bu artış engellenememiştir (Nevrezova, 2006: 35). Bu arada 1950 - 1951 yıllarında yapılan göç uygulamasında Bulgaristan’ın aileleri parçalayarak göndermesi nedeniyle bu sorunun çözümünü talep eden soydaşlarımızın bu isteğini bahane eden Bulgaristan yeni bir göç ile azınlık nüfusunun azaltılabileceği bir sebep elde etmiş oldu. Bölünmüş ailelerin birleştirilmesi amacıyla Türkiye-Bulgaristan arasında 22 Mart 1968’de “Yakın Akraba Göç Antlaşması” imzalanmıştır. Sınırlı kapsamda kalan ve bölünmüş aileler için 1969-1978 yılları arasında uygulanan anlaşma ile 130 bin Türk Türkiye’ye gelmiştir. Fakat bölünmüş aileleri birleştirmek için uygulanan bu göç de yeni bölünmeleri getirmiştir (Bayraktar, 2007: 84). Çünkü Bulgar hükümeti, büyük bir göç dalgası ile özellikle tarım alanı olmak üzere ekonomide işgücü kaybı olmaması için ve sosyalizmin güçlenmesinde kullanılmak istenildiğinden yükseköğrenim görenlerin göç etmelerine müsaade edilmemiştir. Fakat 1989’da yaşanacak göç dalgasında ise ilk onları sınır dışı etmiştir (Nevrezova, 2006: 29-30). Göçü sınırlı tutmak ve ekonomisine olacak olumsuzluğu engellemek istemesine rağmen yapılan bu göç Bulgar ekonomisinin mahfına sebep olmuştur (Üstündağlı, 2009: 130). 1950-1968 Dönemi Yıllık Göçmen Durumu; YIL 1950 1951 1952-1960 1968

SAYI 52.185 102.208 93 120.000

274.486 (Konukman, 1990: 45). Bu yıllarda yaşanan bir diğer gelişme ise azınlık grupların bir birleri ile temaslarının önlenmesi olayıdır. Bu tarihte Tatar, Pomak ve Müslüman Roman ailelerinin çocuklarını Türk okullara gönderdiğini ve bu çocukların sosyal, kültürel ve dilsel olarak Türk toplumu ile birleşmesinden endişelenen Bulgaristan Komünist Partisi Politbürosu 5 Nisan 1962 tarihli karar ile bu azınlık grupların birbirleTOPLAM


118

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

riyle temaslarına son verme önlemleri almıştır (Nevrezova, 2006: 22). 1923’ten 1980 yılına kadar 507 bin 561 Türk’ün göç etmesine rağmen azınlık nüfusunun çoğunluğa geçme korkusu yaşayan yöneticiler ve Politbüro yetkilileri 17 Temmuz 1970 yılında “tehditle milliyet ve din değiştirme” uygulaması için gizli bir kararı ile 1974’e kadar 220 bin Pomak Türkünün baskı ve şiddet ile Bulgar ismi almak zorunda bırakılması ile yöneticiler kendilerince Pomak sorununu çözdüklerini ileri sürdüler (Nevrezova, 2006: 35). 1984 sonbaharında Bulgaristan Türklerinin isimlerinin zorla Bulgar isimleri ile değiştirilmeye başlandığı son ve en kanlı döneminin başlangıcı olmuştur. 1985 başları Bulgar mezaliminin doruk noktasına çıktığı zamandır. Askerler ve yanlarında milisler ile Türk bölgelerine girerek isimler zorla değiştirilmiştir (Yorulmaz, 2012: 13). 28 Ocak 1985’de Bulgaristan Komünist Partisi Merkez Komitesi “Yeniden Canlanma” fikri ile Bulgar kimliği kazandırılan azınlıkların çoğunluk içerisinde asimilasyonu planlanmış ve önce Rodoplar bölgesi güneydoğu kesimindeki 310 bin Türk ve Pomakların kimlikleri zorla Bulgar isimleri ile değiştirilmiştir (Nevrezova, 2006: 37). Mart 1985’e kadar 800 - 2 bin 500 arasında Türk bu uygulamalara karşı geldikleri için katledilmiş (Yorulmaz, 2012: 13) veya binlercesi Belene toplama kampında Nazi usulü işkencelere maruz kalmıştır (Konukman, 1990: 56-59). Türkiye ve uluslararası kuruluşların baskıları karşısında uzun süre direnen Bulgaristan Devlet Başkanı Todor Jivkof en sonunda uygulanan politikanın iflasını anlamış olacak ki, 2 Haziran 1989 günü “Pasaportlarınızı vereceğiz, Türkiye kapılarını açsın kalmak istemeyen çekip gitsin” açıklamasından sonra, daha önceki uygulamalarda olduğu gibi Bulgar yönetiminin tespit ettiği aileler parçalanarak, zorbalıkla mal varlıklarına el koymak sureti ile göçe zorlandılar. Bulgaristan’ın bu uygulaması bir ayıp olarak tarih sahnesindeki yerini almıştır (Konukman, 1990: 60). Mayıs 1989 - Mayıs 1990 Aylık Veriler Halinde Sınırdan Türkiye’ye Girişler TARİH MAYIS / 1989

GİRİŞ YAPANLAR G E N E L TOPLAM TOPLAM VİZELİ VİZESİZ (KİŞİ) (KİŞİ) (KİŞİ) (KİŞİ) 1.630 1.630 1.630

HAZİRAN/1989

22

87.599

87.621

89.251

TEMMUZ/1989 AĞUSTOS/1989 EYLÜL/1989

79 512 1.859

135.297 87.396 -

135.316 87.908 1.859

224.567 312.475 314.334


Makale ve Analizler - 2015

119

EKİM/1989 3.619 3.619 317.953 KASIM/1989 4.531 4.531 322.484 ARALIK/1989 4.843 4.843 327.327 OCAK/1990 2.779 2.779 330.106 ŞUBAT/1990 3.645 3.645 333.751 MART/1990 4.595 4.595 338.346 NİSAN/1990 4.360 4.360 342.706 MAYIS/1990 3.254 3.254 345.960 TOPLAM 34.098 311.862 345.960 345.960 (Konukman, 1990: 61). Soydaşlarımızı zulümden kurtarabilmek amacıyla Türkiye Bulgaristan’la aramızdaki vize uygulamasını geçici olarak kaldırarak girişlerine müsaade etmiştir. Bulgar hükümeti soydaşlarımızı turist pasaportu ile göndermiş, yanlarında sınırlı eşya ve para getirmelerine izin vermiş fakat altı ay içerisinde geri dönmeyenlerin mal varlıklarına el konulacağını ve emeklilik haklarının iptal edileceğini açıklamıştır. Türkiye Bulgaristan ile yeni bir göç anlaşması yapabilmek ve soydaşlarımızın haklarının kazanımlarını sağlayabilmek amacıyla vizesiz girişleri 22 Haziran 1989 tarihi itibariyle durdurmuştur (Konukman, 1990: 60-63). Bu gelmeler yaşanırken Bulgaristan’ın aileleri parçalaması, altı ay içerisinde geri dönmeyenlerin mal varlıklarına el konulacağını ve türlü sosyal haklarının da iptal edileceğini açıklaması nedeniyle geri dönmek zorunda kalanlar da olmuştur. Bu dönüşü yapanlara “Bulgar rejimini ve dilini kabul ettiklerine dair” belgeler imzalatılırken, eski köylerine, evlerine, işlerine ve mesleklerine dönmelerine müsaade edilmemiştir (Konukman, 1990: 70). Türkiye’den Bulgaristan’a Geriye Dönüşlerin Sayısal Durumu

TARİH

MAYIS / 1989 HAZİRAN/1989 TEMMUZ/1989

GERİYE DÖNÜŞ YAPANLAR (KİŞİ) 40 76

DÖNÜŞLERİN AYLAR İTİBARİ İLE GEN. TOP. (KİŞİ) 40 116

TÜRKİYE’DE İKAMET EDEN (KİŞİ) 1.630 89.211 224.451


120

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

AĞUSTOS/1989 3.677 3.793 308.682 EYLÜL/1989 26.181 29.974 284.360 EKİM/1989 21.486 51.460 266.493 KASIM/1989 16.293 67.753 254.731 ARALIK/1989 27.688 95.441 231.886 OCAK/1990 8.292 103.733 226.373 ŞUBAT/1990 6.816 110.549 223.202 MART/1990 10.033 120.923 217.764 NİSAN/1990 7.341 127.923 214.783 MAYIS/1990 5.343 133.272 212.688 TOPLAM 133.272 133.272 212.688 (Konukman, 1990: 71). Sonuç Türk - İslam varlığı Balkanlara bilinenin aksine ilk defa Osmanlı Devleti ile ayak basmamıştır. Türklerin Balkanlara gelmeleri II. Yüzyılda İskitler ile başlamıştır. Daha 1071 Malazgirt Zaferi öncesinde 1065 yılında Konya bölgesinde yaşayan Müslüman Türklerin Bizans tarafından siyasi amaçlarla Balkanlara yerleştirildiği bazı kaynaklarda geçmektedir. Balkan devletlerinde akademisyen ve tarihçiler kendi tarihlerini yazarlarken doğru olmayan ve tarafgir bir şekilde yazmakta ısrar etmektedirler. Bu nedenle Trakya Üniversitesi bünyesinde kurulmuş olan Balkan Araştırma Enstitüsüne gibi akademik yapılanmalar diğer üniversitelere de yaygınlaştırılmalıdır. Aynı zamanda bu hususta düzenlenen konferans ve paneller de arttırılarak devam edilmelidir. Daha Osmanlı döneminde dillerinin Bulgarcaya yakın olması nedeniyle3 Bulgarlaştırma gayretlerine karşı çıkan ve Osmanlı Hükümetine ikazlarda bulunmaya çalışan (Koyuncu, 2013) Pomak Türkleri Kuman (Kıpçak) Türklerinin torunlarıdırlar ve İslam’a da sıkı sıkıya bağlıdırlar (Özlem, 2009). Pomak Türklerinin dil problemlerinin çözüme kavuşturulması için Türkiye Milli Eğitim Bakanlığı Bulgaristan ile gerekli istişareleri yaparak Türkçe eğitim ve öğretimi verecek alt yapıları oluşturmalıdır. Mevcut olan dil okulları var ise onların da kapasiteleri arttırılmalıdır. Pomak Türklerinin etnik olarak da Kuman (Kıpçak) Türkleri olduğu bilinci çeşitli basın ve yayınlar vasıtasıyla kazandırılmaya çalışılmalıdır. 3- Pomakça olarak konuşulan dil içerisinde; %30 Ukrayna Slavcası, %25 Kuman-Kıpçakça, %20 Oğuz Türkçesi, %15 Nogayca ve %10 Arapça kelime bulunmaktadır (Türbedar, t.y.).


Makale ve Analizler - 2015

121

Bulgaristan’ın zorla değiştirdiği isimlerin eski haline dönüştürülme işlemi 1993 yılına kadar müracaatla yapılabiliyorken, bu tarihten sonra mahkeme kararları ile değiştirilebilmektedir. İsimlerini eski haline değiştirmemiş olanların bir kısmı ihmalden, bir kısmı da “tekrar eski uygulama yapılabilir, baskıya maruz kalabiliriz” korkusu ile yapmadıkları görülmektedir (Oran, 1993). Şimdi bu kişilerin isim değişikliğini yeniden yapmaları için mahkeme masrafı ortaya çıkmakta, değişiklik yapılırsa bu defa da değiştirilmesi gereken kimlikler, diplomalar ile diğer resmi evrakları sorunu ortaya çıkmakta, bunlar için de maddi kaynağa ihtiyaç duyulmaktadır. Bu masrafları karşılamakta zorlananlar için Türkiye, Bulgaristan Türkiye Hükümeti bu sorunların çözümü için Bulgar Hükümetinden kolaylık talebi için girişimlerde bulunmalı, gerekirse oluşturulacak bir ekonomik fon ile bu sorunun çözümü cihetine gidilmelidir. Bulgaristan’da yaşayan ya da göç ederek gelmiş soydaşlarımız için bazı akademisyen veya basın yayın kuruluşlarının “Bulgar Türkü” ifadesini kullandıkları görülmektedir. Bu soydaşlarımız için “Bulgaristan Türkleri”, “Bulgaristan’da yaşayan Türkler” veya “Bulgaristan’dan gelen Türkler” ifadelerinin kullanılması yaygınlaştırılmalı, yanlış ifade kullanımına son verilmelidir. Türkiye etnik temelli bir politika izlemese de Balkanlar’da bulunan Müslümanların durumları bölge ülkeleriyle yürütülen ilişkileri her zaman etkileyen önemli faktör olduğu bir realitedir. Türkiye’nin Balkanlarda Müslüman-Türk varlığı ile temasların kopmaması için (Türbedar, t.y.) Dışişleri Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı başta olmak üzere diğer kurum ve kuruluşlar vasıtasıyla kültürel ve ekonomik köprüler ile irtibatı devam ettirmeli, buralarda Türk kültürünün pekiştirilmesinin yanında ekonomik etkinliğini de arttırmalıdır. Kaynaklar Atun, Ata, (2009) Batı Trakya’daki Planlı Türk Soykırımı, Batı Trakya Online, (Erişim), http://www.batitrakya.org/e-arsiv/yayinlar/bati-trakyadaki-planliturk-soykirimi.html, 25.09.2015. Bayraktar, Hatice, (2007) Osmanlı’nın Balkanlardan Çekilmesi: Savaşlar, İsyanlar ve Göçler, T.C. Balıkesir Üniversitesi F.E.F. Karesi Tarih Kulübü Bülteni, 2007/1, (Erişim), http://karesitarih.balikesir.edu.tr/5_Balkanlar.pdf, 12.11.2013. Dağlıoğlu, Gökçay, (2014) Turgut Özal Döneminde Türkiye’nin Bulgaristan Türkler Politikası: Konstrüktivist Bir İnceleme, Turgut Özal Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Ankara. Konukman, R. Ercüment, (1990) Tarihi Belgeler Işığında Büyük Göç ve Anavatan (Nedenleri, Boyutları, Sonuçları), Ankara, Hazırlayan: Kutlay Doğan.


122

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Koyuncu, Aşkın, (2013) Balkan Savaşları Sırasında Pomakların Zorla Tanassur Edilmesi (1912 - 1913), OTAM, Bahar 2013, S.33, ss.139-196. Maral, Fevziye, (2010) Bulgaristan’dan Türkiye’ye 1989 Göçü, İstanbul Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul. Nevrezova, Aydzhan, (2006) Bulgar Yönetiminde Azınlıklar (1878 - 2004), Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Master Tezi, Ankara. Nuri, Celal, (2013) Bulgar ve Pomak, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, S.53, C.2, ss. 421-431, Çev./Akt.: Muhammet Kemaloğlu. Şaybak, Arzu, (2006) Soğuk Savaş Sonrası Türkiye’nin Balkan Ülkeleriyle İlişkilerinde Güvenlik Olgusu ve Karşılıklı Çıkarlar, Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Uluslararası İlişkiler Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Bursa. Oran, Baskın (1993) Balkan Türkleri Üzerine İncelemeler (Bulgaristan, Makedonya, Kosova), Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 48(01). Orhan, Sibel, (2008) Balkan Savaşları’nda Türklere Yapılan Bulgar Mezalimi, Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Hatay. Özlem, Kader, (2009) Tarihsel Süreç İçinde Türklere Uygulanan Şovenist Bulgar Politikaları, Turan Stratejik Araştırmalar Merkezi, Turan-Sam, 01.01.2009, (Erişim), http://turansam.org/makale.php?id=213, 25.09.2015. Özlem, Kader, (t.y.) Lozan Antlaşması’nın Bulgaristan Türkleri İçin Geçerliliği Hukuksal Bir Değerlendirme, (kaderozlem@gmail.com), (Erişim), http:// balgoc.org.tr/bilgi/kaderzolan.doc, 17.12.2013. Tikici, Mehmet, Karatepe, Selma, Erdem, Orhan, (2008), Balkanlarda Türk Kültürü: Osmanlı Sonrası Kosova’da Yaşayan Türklerin Kültürel Özellikleri ve Türkiye İle İlişkileri Üzerine Bir Değerlendirme, 24.04.2008, Tekirdağ, 1.Uluslararası Balkanlarda Tarih ve Kültür Kongresi, (Erişim), www.sbekongre. sakarya.edu.tr/kongre1/Bildiri/217-230.pdf, 29.09.2015. Toksöz, İlhan, (2011) Batı Trakya Türk Topluluğunun Rodoplardaki Buluşma Noktası: Seçek Yaylası Tarihi Seçek Yağlı Güreşleri ve Kültür Etkinlikleri, Millî Folklor, S. 91, (Erişim), http://www.millifolklor.com Türbedar, Erhan, (t.y.) Balkanlar’da Müslüman Topluluklar ve Türkiye, (Erişim), http://balgoc.org.tr/2004/bmtseminer/bursateblig.htm, 28.09.2015.


Makale ve Analizler - 2015

123

Ulutürk, Rafet, (2004) “Bulgaristan’da Pomak Türkleri 1”, 01.12.02004, (Erişim), http://bulturk.org/site/index.php?option=com_content&view=article&id=112 :bulgaristanda-pomak-teri-2&catid=33:rafet-uluturk&Itemid=318, 25.09.2015. Üstündağlı, Elif, (2009) Balkan Göçmenlerinin Türkiye’de Kültürleşmeleri Sürecinde Türk Tüketim Kültürüyle Olan Etkileşimi, T.C. Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İşletme Anabilim Dalı, Pazarlama Yüksek Lisans Programı, Yüksek Lisans Tezi, İzmir. Vatansever, Erhan, (2011) Bulgaristan Türklerinin Hakları ve Demokrasi Döneminde Bulgaristan Türkleri (1989 ve Sonrası), Bilge Adam Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM), (Erişim), http://bilgesam.org/Images/Dokumanlar/0399-2015020925balkankongresikitabi-9.pdf, 12.11.2013. Vikipedi, (2015), Eksarh, (Erişim), http://tr.wikipedia.org/wiki/Eksarh, 05.10.2015. Yorulmaz, Seçil, (2012) 1984-1989 Yılları Arasında Bulgaristan Türklerine Yönelik Uygulanan Asimilasyon Politikaları ve Göç Deneyimleri, T.C. Maltepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sosyoloji Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul.

Başımıza Gelenlerin Kökleri Var

Musa Vatansever-12.Ekim.2015

Konu: Derinlere Bakalım. Yıllardan 1947. Aramızda olanlardan bazıların doğum yılı olabilir. 68 yıl bahar yaşamış olanlar. Şu yazımda yazacaklarım sizin tarafınızdan işitilmemiş veya düşünmemiş olabilir. Gençlerse okurken bir yerlerde rastlamış olsalar bile dikkat etmemişlerdir, çünkü onlar genelde geçmişe ölmüş olan olarak bakmayı yeğliyorlar. Ölmüş olan bir şeyden ders almak ise bizde âdetten değildir. Çok değerli bir şey olsa zaten akılda kalırdı. Bizim atasözlerimiz öldürülemeyen olana yani geleceğe dönüktür.


124

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Çocukluğumuzda atasözlerimizden “sakla samanı gelir zamanı” oldukça yaygındı. O zaman radyolar vardı. Bulgaristan Türkleri 1950 göçünden sonra radyo dinliyor ve göç edenler hakkında haberlere kulak veriyorlardı. Başbakan Adnan Menderesi sevmişlerdi. 1960 darbesiyle tutuklanıp yargılanmasına uzun zaman akıl erdirememişler ve “Yassı Ada” davasını akşam akşam baştan sona dinlemişler, asılmasına çok üzülmüşlerdi. Onlar için Menderes iyi biriydi, konuşmaları gönül dolduruyor, umut veriyorlardı. Gidenlere toprak vermiş, yer göstermişti. Çorap satıp ocak tüttürmenin mümkün olduğunu o yıllarda öğrenen bizimkiler “Allah razı olsun!” derken mutlu oldukları ortadaydı. Yarım asır önce de dünya çok gizemli ve derin hesaplar peşindeydi. İnsanlarımız, ne gidenler ne de memlekette kalanlar “stratejinin felsefesi” deyimini bilmiyordu. Bir defa aralarında en okumuş olanalar hatmetmiş olanlar olduğundan ne “felsefe” ne de “strateji” sözlerini çözemedi. Kutsal kitapta böyle bir deyim yoktu. Gâvur dillerinden çalınmıştı. Anlaşılsa da işe yaramazdı. Hayat bazen insanı 68 yıl gibi çok gerilere itiyor. Doğum gününde, yılında olup bitenleri öğrenmeden yaşlandık, ömür boşa geçti. Başın üstünde dönüp dolaşanı görüp öğrenmeden başka dünyalara göç etme anlamında sürprizler denizinde yaşadık. Bunlardan birine ben de birkaç gün önce rastladım. Daha önce eski bir komplo planı içinde kıskıvrak sıkıştırılmış olduğumuzu görememiştim, işitsem de pek kulak asmadım, üzerinde durmadım, olayı çözmeye çalışmadım. “Soğuk Savaşın” başladığı 1947’de olmuş anlatacağım olay. “Soğuk Savaş” 1947’de doğdu ve 43 yıl yaşadı. Biz onu sanki gömdük. “Soğuk Savaş” bir “Sıcak Savaş” olan İkinci Dünya Savaşından (1939 - 1945) sonra başladı. Rüzgârlarılar esmeye niyetlenirken Amerika Birleşik Devletlerinde (US) kısa adı CIA olan Merkezi İstihbarat Teşkilatı kuruldu. Bu diğer ülkelerde casusluk işleri görecek bir dünya gücü olarak tasarlandı ve oluşturuldu. O yıllarda aynı sıklette güreşmeye soyunan Rusların da kısa adı KGB olan Devlet Güvenlik Komitesi vardı. Bu iki örgüt 20’inci yüzyılın ikinci yarısında yeryüzünün her karışında yüzleşmek, savaşmak ve birbirini bitirmek için kurulmuştu. Öncelikle dış ülkelerde savaşacaklardı. Birbiriyle savaşan CIA ile KGB birbirlerinin niyet ve sırlarını öğrendikçe dostlarıyla paylaştılar, Bulgar gizli servisi DS ile BKP MK Politik Bürosu da sırları öğrendi ve işine geldiği çekilde Türklere, Pomaklara ve Romanlara karşı uyguladı. CIA’nın kurucu Başkanı Alın Fostır Dıles idi. O, daha 1947’deki stratejik demeçlerinden birinde, CIA stratejik hedefini dünyaya duyurdu. Ve santim santim de olsa bu hedefler bütünüyle gerçekleştirildi. O zaman Dıles’in söyledikleri, çok ilginçti ve ben sizin için bugün bu demeçten bir parçacık seçtim ve kendi tercümemle dikkatinize sunuyorum.


Makale ve Analizler - 2015

125

“Sosyalist ülkelerde yaşayan insanları aldatmak ve aptallaştırmak için gerekirse Amerika Birleşik Devletlerinin bütün altınlarını harcayacağız, gerekirse ABD’nin bütün güçlerini seferber edip kullanacağız. Onlara asla fark ettirmeden insan değerlerini sahte değerlerle değiştireceğiz, sonuncuları dayatma yolları bulacağız. Nasıl mı? Sosyalist ülkelerde ve Rusya’da bizim gibi düşünenler yaratacağız, bulacağız. Bu ülkelerde toplumsal yaşamı baştanbaşa etkileyip esir almamıza yarayan yıkıp yakan çözücü etkenler yaratacağız. Bu yönde çalışacağız; onların edebiyatlarındaki sosyal ve insancıl özü söküp çöpe atacağız; insanların gözünde cinsel ilişkileri, zorbalığı, güç kullanmayı, işkence yapmayı, ihanet etmeyi, müzevirliği, gammazlamayı, ispiyonlamayı putlaştıran eserler yazacak yazarları parayla satın alacağız, yetiştireceğiz yani biz hiçbir ahlak normu tanımayan, moralsiz bir toplum oluşturacağız. Bu amacımıza ulaşabilmemiz için bize, doğal olanı, geleneklerden geleni, namuslarında olanı bozacağız, dürüstlüğü eskiden kalma, zamanını yaşamış değerler olarak alay konusu edecek ve değerli olan nitelikleri küçümseyecek yazar ve şairler bulacağız. Biz insanların doğasında olduğunu bildiğimiz ama su yüzüne çıkmayan aşağılık, kabalık, yalan söyleme, aldatma, sarhoşluk, uyuşturucu kullanma, hayvan gibi korkma, utanmazlık, kötülük yapmak için ele verme ve daha birçok eksiklik ve kusurdan her türlü yararlanma yolunu bulurken, insanın doğal dünyasını karıştıracağız. Ve biz bunu yaparken tatmin olup durmayacağız, yeni nesillerin hepsine uygulanacak olan da budur. Gençleri çökertirken doğallıklarını yıpratacağız ve toplumsal yaşamdan tiksindireceğiz. Biz, en basit bir tüketici yapısı olan değersiz insan tipi yaratmayı hedefliyoruz. Ve tüm bunları biz şu slogan altında (maskesi ardında) gerçekleştirmeyi tasarlıyoruz: İnsan Haklarını ve Vatandaş Hürriyetlerini Savunmak!” Washington’da planlanan bu stratejinin tüm ayrıntıları öğrenen Bulgar rejimi, karşı çıkıp Bulgar ulusal kimliğini koruyacağına, çuvalı bizim başımıza geçirdi. Üstelik 1990’da sosyalist dünyanın dağılmasıyla bu stratejik planlar tavana kaldırılmadı, uygulamada derinleşme devam etti. ABD bugün de bildiğini okuyor. Sosyalist sistem dağıldı. Komünist rejimler düştü. Fakat totaliter bünye ve zihniyet çökmedi. Bulgaristan’da demokrasiye açılan içerik dönüşmedi. Azınlık hakları tanınmadı. Köklü değişiklikler Amerika’nın istediği yönde olmadı. Sözün özü 1990’dan sonra Bulgaristan’daki dönüşüm Washingtpn’un arzu ettiği gibi olsun diye toplam 11 milyar US Dolar harcandı. İhanetçi başı Ahmet Doğan’ın “pastayı dağıtan benim” derken kastettiği bu paralardı. Hedefleri ve uygulama alanları belli bir stratejiyi hayata geçirmek için geldi bu paralar. Hedeflerin hedefi olan bir de biz Bulgaristanlı Türklerdik. Bizim sindirilerek, değişik zulüm biçimleriyle, tüm haklarımız kağıt üzerinde bırakılarak devamlı ve


126

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

çok yönlü sıkıştırılmamızı HÖH - DPS partisinin üslenmesi ve uygulamayı kabullenmesi, başımıza gelen kötülüklerin en kötüsü oldu. Bizim Türk olarak kalmamız istenmediği gibi öz ve şekil, yaşam tarzı ve dünyaya bakışımızın kökten yenilenmesinde ısrar ediliyordu. 1989 Ayaklanmamızla Bulgar olmayı ret ettik ama mesela Ahmet Doğan gibi bir Romanın ardına takılıp Romanlığı kabul etmeye - kör cahil, malsız mülksüz, dinsiz kalmaya, ahlaksızlığa, ikiyüzlülüğe, ana dili olmayan bir halk topluluğu olmayı kabul etmeye zorlanabilirdik. “Bulgar Etnik Modeli” tuzağı bunun için kuruldu. Bir yandan Bulgar toplumu parçalanırken ki son 26 yılda bu gerçekleşti, ikincisi de Türklerin azınlıkların içinde eritilmesi ve kimliksizleştirmeleri hedeflendi. İlk önce halkımızın 1989 Ayaklanmasıyla Tanrı sırrına erişip manevi güç kazananlar olarak “demokrasiyi” hak ettiği saçmalıyla aldatıldı. Ardından “Büyük Göçle” sarsılıp semelendi. Korkutulup aptallaştırıldı. 1989’da Bulgaristanlı Türk ailelerinden % 99’u yeniden parçalandı, kan kaybetti, yara aldı. 2007’de memleketimizin AB’ye üyeliği ve herkesin eline birer kırmızı pasaport verilmesiyle 2 milyon genç, genç aile ülkeyi terk etti. Bütün toplum parçalandı. O tarihte yüzde yüz okuryazar olan Bulgaristan halkının % 40’ ı artık kör cahil durumdadır. Ortalıkta kalifiye kadro kalmadı. Ömründe hiçbir kitap okumayanlar kamuoyu oluşturuyor. Vatandaşlar cahil olduklarının farkında değil. 2013 yılı yazında her akşam sokağa dökülenlere ücret ödendiği açıklandı. Yani demokrasi ve dönüşüm bir halk hareketi değil, taşıma suyla dönen bir değirmendi. Değişik vesilelerle kışkırtılanlar dünyanın onların etrafında döndüğünü sanıyorlardı. Demokrasinin özü olan, seçme ve seçilme hakkı, özgürlüklerin en büyü olarak lanse edildi. 26 yılda yapılan yerel ve genel seçimleri toparlarsak, seçme hakkını kullanan, ancak onların - HÖH - DPS, BSP, GERB ve diğer parti merkezlerinin gösterdiği kişileri, (muhtarları, belediye başkanlarını, milletvekillerini vb) seçme hakkı vardı. Hiç kimse hiçbir seçimde kendini hiçbir makama aday gösteremedi. Kendi isteğiyle kimse seçilemedi, parti değiştiremedi! 25 Ekimde memlekette yerel seçim var. Kemaller (İsperih) köyleri 26 yıldan beri HÖH kalesidir. Bölgeden birçok aydın Türk halka hizmet sunarken mahkemelik olunca herkes serbest seçim hakkını kullanmaya yöneldi. Yakim Gruevo köyünde eski ama sevilen muhtarlardan Anife Mehmet bu seçimde Birleşik Bulgaristan Partisi’nden (Obedinena Bılgaria) muhtar adayı oldu. DPS kopoylarının saldırısına uğradı, tartaklandı, köy ortasında sürüklendi. Amerika’dan gizlice para alan ve “bizim gösterdiğimiz seçilecek” diyenler en temel insan haklarımızı ayakaltına alıyorlar. Bu seçimlerde kapışma çok sertleşti. 2015’te birçok mahallede ve şehirde Roman barakaları, evleri yıkıldı. Samakov, Haskovo, Gırmen, Sofya, Byala Slatina vb merkezlerde Roman mahalleri gece gündüz kaynıyor. Kimse


Makale ve Analizler - 2015

127

oyunu 20 levaya satmak istemiyor. Ev tapusu istiyor. Günlük avutma, ağızına ballı meme tutuşturma sökmez oldu. Türklerse HÖH - DPS kazanına çok para aktığını ama yönetimdekiler arasında paylaşıldığını ve halka hiçbir şey sızdırılmadığını artık gördükleri için, yan bakıyorlar. Sefalet derinleştikçe seçmenle politikacıların arası açılıyor. Ahmet Doğan artık hiçbir miting ya da toplantıya katılamıyor. İhanet acısı içini yakıyor. Kırcaali Belediye Başkanı yarışına katılmak isteyen 16 Türk adayın umudu da Sofya’da dalavereci başı sinir küpü Ahmet Doğan’la görüşmede yitirdi. Parti içi demokrasi ve seçmen özgürlüklerini hiçe sayma, seçme ve seçilme hakkının en büyük düşmanıdır. Anayasal hakların işlemediği bir ülkede demokrasi ve adalet olamaz. Amerikanvari demokrasi Bulgaristan etnik azınlıklarına bir de unutma hakkı getirdi. Geçmişi unutma hakkı. Unutma hakkı kötülüklerin dirilmesini önlemek için dayatıldı. Şanlı tarihi olan Türkler geçmişlerini unuttuklarında bir daha ayaklanamaz, şahlanamaz, hak hukuk davası güdemezler. Bunun için çok dua edildi, kazanlarla rakı içildi. Onlar kökü olmayan ağacın büyüyemeyeceğini bilirler. Köksüz ağacı sökmek, tarihi olmayan insanlarla hesaplaşmak kolaydır. Bulgaristan Türkleri de aynı duygu ve hesaplarla ezildiler. Totaliter rejim bize tarihimiz olmadığını, Bulgar olduğumuzu dayattı. Orlin Zagorov (Şükrü Tahirov) “Gerçek” kitabında bunu anlattı. Pazarcık cezaevinde Cumartesi konferansları veren Ahmet Doğan mahkûmlara Bulgar olduklarını anlattı. Bunu kabul eden Ahmet Doğan parti başkanı oldu ve hepimizi “Bulgar Etnik Modelinde” boğmaya çalıştı. Kimse bir kaşık suda boğulmak veya yok olmak istemez. Onlardan istenen unutmayı kabullenip Türk kimliklerinin üstüne bir bardak soğuk su içmekti. İçenler kurtuldu. Memleketten çakanlar onlardır. İnsanın kendinden utanması eziyetlerin en büyüdür. Bize bir de bize korkma hakkı tanındı. Bilirsiniz özümüz yılmaz ve korkmazdır. İşin yoksa Bulgar haydudundan, Balkan komitasından, milisten, polisten, savcıdan, parti sekreterinden, hainden, ispiyoncudan, Rus’tan şimdi de Amerikalısından kork! Korku da aşı ve iğneyle akıtılan zehir gibi birey yavaş yavaş ama devamlı işliyor ve insan ruhunu çökertiyor. Korku, ruhumuzu köreltendir ve bize tanınmış bir haktır. Manevi sınırları ve geleneksel ortamı dışına itilen herkes korkar. Tanınan korkma hakkı, her şeyden ve herkesten korkma ile başlar. Yıllarca gece kapımıza gelip tutuklanacağız, işten atılacağız, vurulacağız gibi korkularla yaşadık. Devamlı korkan, korku karanlığında boğulduğunu fark edemez. Hep korkutulduk, dehşet ortamında sıkıştık kaldık. Dostlarımızdan, birbirimizden korkmaya başladık. Bu ortamda defalarca tuzağa düşürüldük! İlk stratejik uygulama ailelerimizi parçalamaktı.


128

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Okuduğunuz için teşekkür ederim.

Bile Bile Lades!

Alptekin Cevherli-14.Ekim.2015

Geçtiğimiz Cumartesi Ankara’da patlayan bombalar ile 102 vatandaşımızı kaybettik. Ondan önce de Suruç’ta 32 vatandaşımız benzer şekilde katledilmişti. Suruç ile Ankara bombalamaları arasında geçen süreçte ise gazetelerin dediğine göre asker, polis, korucu ve sivil vatandaşımız olmak üzere 420 vatandaşımız terör saldırılarında şehit oldu. Bunun yanı sıra güvenlik güçlerimizce yapılan operasyonlarda öldürülen PKK’lı terörist sayısı 1000’i zannediyorum aştı. Ülke olarak 3 ay gibi kısa bir sürede çok korkunç bir can kaybımız var. Bunun sorumluları aslında herkes tarafından biliniyor. Romanı bir köşede kıstırmışlar başına başına vuruyorlarmış, o da bağırıyormuş; “Ah arkam, ah arkam” diye. Dövenler dayanamayıp sormuş, “Biz senin başına vuruyoruz, sen arkam diye bağırıyorsun. Ne iş?” Roman cevap vermiş, “Arkam olsa siz böyle beni dövebilir miydiniz? Onun için arkam, arkaaam diye bağırıyorum!” Aslında alan belli, satan belli... Olan ise insanımıza oluyor. Baş katiller ise Moskova’da, Vaşington’da Paris’te, Londra’da, Tel Aviv’de ve Tahran’da keyif çatıyorlar. Türkiye’nin biraz daha güneyini de hesaba katarsak son üç ayda ölen Müslüman sayısı sanırım 50 bine yaklaşmış olabilir. Denizlerde boğulanlar hariç... İnsan canı bu kadar mı ucuz olabilir... ABD’nin iki askeri öldü diye Libya’yı bombaladığı günleri, İsrail’in bir askeri için Lübnan’ı dümdüz ettiğini, Rusya’nın birkaç soydaşı öldü diye Ukrayna’nın üçte birini işgal ettiğini daha unutmadık. Başlıkta “Bile Bile Lades” dedik. Neden biliyor musunuz? Bunun olacağı belliydi de ondan. Nasıl mı? Geçen hafta Rus Savaş Uçakları Türk Hava Sahasını birkaç kez ihlâl etti. Silâhlı Kuvvetlerimiz ve Hükümetimiz, itidalli davranarak karşılık vermedi, iyi


Makale ve Analizler - 2015

129

de yaptı. Çünkü ilk tetiği çeken olarak sonu belirsiz bir maceraya sürüklenebilirdik. Belki de zaten istenen buydu! Ama bu ihlâl, bir tahrik olmanın ötesinde, tepki süresini ve kapasitesini ölçme maksadıyla da yapılmış olabilir elbette. Hatırlarsanız Hollanda, Almanya ve ABD başta olmak üzere NATO’nun Güneydoğu Anadolu’muza konuşlanmış bulunan hava savunma sistemleri ani bir kararla geri çekilmeye başlandı. Güya süreleri doldu ve tehdit ortadan kalktı... Oysa o sistemlerin geldiğinde ne Suriye’nin (Esed’in) Türkiye’yi vurma gücü vardı. Ne de IŞİD diye bir örgüt vardı. Milyonda bir ihtimale karşı gelen hava savunma sistemleri; pat diye Rus Savaş uçakları burnumuzun dibine gelip Türk semalarını ihlâl edince bir anda geri döndüler. Haydi, geri dönüş kararı önceden alınmıştı diyelim. Peki, NATO’nun düşmanı olan (en azından bizim öyle bildiğimiz) Rusya’nın savaş uçakları bir NATO üyesi olan ülkenin hava sahasına tecavüz edince, çekilme işleminin durdurulması gerekemez mi? Ama hâlâ Batılı müttefiklerimizin askerleri “aylardır” bölgeden kaçıyorlar. Bir de dalga geçer gibi, siz çağırırsanız en fazla 48 saat sonra yardımınıza yetişiriz diyorlar. İncirlik Askeri üssündeki ABD askerlerinin aileleri ABD’ye geri gönderiliyor. Batılı ülkeler, Türkiye’deki vatandaşlarına dikkatli olun ve Türkiye’yi terk edin, Türkiye’ye geleceklere de gitmeyin diyorlar. İnsan acaba, ABD ve Rusya anlaştı da Suriye’yi ikiye paylaştılar ve Türkiye bir sorun çıkarabilir diye nabız mı yokluyorlar diyor... Veya bölgemiz haritası yeniden dizayn edilmek üzere masada görüşüldü de, uygulamaya mı geçildi? Ama şu unutulmamalıdır ki; 1918’de Osmanlı Devleti haritasını masaya yatırıp pay kapmaya kalkanlar nasıl bir Osmanlı tokadı yediyse; 2016’nın Türkiye’si bundan çok daha ağırını suratlarına indirir de bu kez kendileri de bir daha iflah olamazlar, bizden söylemesi. Kendi düşen ağlamaz!


130

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Birlik ve Kardeşlik Yolunda İleri!

BG-SAM-14.Ekim.2015

Konu: Bu seçimde Bağımsızlık Hainliktir Türkiye cumhuriyet tarihinin en ağır günlerinde Birlik ve Kardeşlik Panelimizi yaptık. Demokratik kamuoyu, barış güçleri, güvenlik ve huzur isteyenlerin tümü Ankara ve İstanbul’da gerçekleştiği gibi, ana vatanımızın dört bir yanında “Vatan Bölünmez, Tek Bayrak”, “İnadına Birlik ve İnadına Barış” mitingleri düzenlenirken, 10 Ekim sabahı Ankara “Barış Meydanı” Trajedisi yaşandı. Hiç birimize göz açtırmayan, halkımızı mateme boğan, ana vatanımızı parçalamak isteyen kelleş düşmanı, tüm terör olaylarını, katliamlara arka olanları önce Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği BULTÜRK, panelimize katılan Türk Dünyasından tüm kardeş STK’lara tüm soydaşlarım ve Bulgaristanlı Türkler adına terörü kınıyor ve lanetliyoruz. Ankara’da terör saldırısında ölenlere Allah’tan rahmet dilerken, yakınlarına baş sağılığı ve tüm halkımıza geçmiş olsun diyoruz. Tüm dostlar sağ olsun! Bu son derece ağır günlerde biz soydaşların farkındalığı devletten, hükumetten, güvenlik güçlerinin yanında olmamızdır. Türkiye’mizin istikrarını, huzurunu bozmak isteyen katillerin, seri katillerin, zulüm yapanların karşısındayız. Türkiye’nin geleceği asla önlenemez, kim ne yaparsa yapsın başarı Büyük Türkiye’nin olacaktır. Güzel vatanımızın altın toprağını kana boyayanlar, anaları yürek acısına boğma, ana vatanımızı parçalamak gibi hain planların uzun zamandan beri hazırlandığını gördük. Yılan ininden çıkmış ve amansızca saldırılarda bulunuyor. Sabırlı uyanık ve kararlı olmak zorundayız. Tehlike kapımızdadır. Halkımızın barış iradesinden yeni bir barışçı kuşak yetişirken sanki bize gözdağı vermek isteyenler yaptıkları son kelleş saldırılarla biz soydaşların bağrında sarılmaz yaralar açtı. Türkiye’mizi her gün biraz daha karanlığa itmeye çalışanlara karşı kin, nefret ve öfke doluyuz. Terör örgütlerinin barış örgütleri adı altında legalleştiğini ve başkaldırdığını gördükçe ürperiyoruz. Kayıplarımız ağırdır. Türkiye’miz yasta! Fakat biz bu karanlıktan da aydınlık çıkacağına inanıyoruz. Türkiye devletinin gücüne, Cumhurbaşkanımız Sayın R. Tayyip Erdoğan’ın bilgeliğine, sabır ve sağduyusuna; geçici seçim hükumetinin 1 Kasım’da halkımızı huzura götürecek yolu açacağına, AK Parti yönetiminde Büyük Türkiye yelkenlerine taze güç dolacağına inanıyoruz ve güveniyoruz. Türkiye’mizde hayatı yavaşlatmak ve durdurmak hesapları yapanlar yanılgı içindedir. Yaşamdan koparılan kardeşlerimiz barış ve huzur davamızın


Makale ve Analizler - 2015

131

yüce şehitleridir. Acılar sarılacak, halkımızın birlik ve kardeşlik iradesi kesin zafer kazanacaktır. Büyük Türkiye yolunda omuz omuza olmak zorundayız. Birlik olmamız kaçınılmazdır. En büyük erdemimiz ana vatanımızda yaşamamızdır ve bu konuda hiçbir ödün veremeyiz. Hepimiz ölür ama ana vatanımızı parçalatmayız. Türkiye Cumhuriyetinin her karışı kutsaldır. 1 Kasım erken genel seçimlerine 29 siyasi parti katılıyor. Bu partilerin arasında Türkiye, Türklük, Türk kimliği davamıza yüzde yüz sahip çıkan tek siyasi parti var: AK Parti. İktidar partisinin doğru yolundan ayrılmak, yan çizmek, sandık başına gitmemek vb ince hesaplı kurnazlıklar bu defa asla af edilemez. Ayrılmak, bölünmek, kişisel hesaplar peşinde ihanet yolu aramak en büyük yanlış olacak, bu defa geleceğimiz hakikatten körelir. Kendi gözle görülmeyen ama elini kolunu sallaya sallaya aramızda dolaştığını hissettiğimiz düşman, güzel yurdumuzla, Türkiye’mizle, hepimizle hesaplaşmak istiyor,canlı bomba kılığına girip kendini feda ediyor. Gözü kararmış olanlarla anlaşma yolu bulmak zor. Durdurup katledip yok etmek istedikleri birliğimizdir, huzurumuzdur, istikrarımızdır, yüksek tempolu atılımlarla kurmaya çalıştığımız Büyük Türkiye hayalimizdir. Büyük Türkiye hepsinin gözünde diken oldu. Oyumuzu bu projeyi düşünen, oluşturan, başlatan ve gerçekleştiren AK Parti’ye vermeliyiz. AK Parti hepimize altın çağ yaşattı. Yola devam. Buluşma yeri ikinci altın çağımız! Biz, ideolojik hesaplar peşinde değiliz. İnce hesaplarla yolunu şaşıranların yanında, onlarla birlikte olamayız. Biz, Büyük Atatürk’ün “Yurtta Barış, Dünyada Barış” şiarını yanlış algılayanlarla da birlikte olamayız. Oyumuzu onlara veremeyiz. Biz, Türkiye Cumhuriyet tarihinin en ağır katliamlarının birbirini izlediği günlerde, meclisi, siyaseti kilitleyen “Hayır!” politikacılarıyla beraber olamayız, biz dış Türkler AK Parti dışında hiçbir partiye oy veremeyiz. Biz, 8 Haziran sabahı Kürtleri silahlı ayaklanmaya çağıran, barış maskesi takmış ve ardına hala gizlenen, ikiyüzlülüğü siyasi ilke yapan, vatan hainliğini değişmez ilke olarak benimsemiş dil ayarı bozuk güçlerle birlik olamayız, onlarla ortaklığımız olamaz. Biz, bölünmeye, parçalanmaya, Türkiye’mizin koşan gidişini frenlemeye kalkan tüm legal siyasi güçlere karşı olduğumuz gibi, iç ve dış teröristlerle, milli güvenliğimize gölge düşürenlerle, canlı bombaların saatini kuranlarla, Türkiye’ye karşı gece gündüz komplo planları çizenlerle, bölücülerle birlik olmuş yerel yönetimleri kınıyoruz. Teröristlere nefes alma hakkı ve ortamı tanıyanları lanetli-


132

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

yoruz. Ülkemizin geçtiği kritik süreçte birlik ve beraberlik için güçlü bir Türkiye için tek başına bir iktidar seçmeliyiz. Türkiye düşmanları, cumhuriyet tarihimiz boyunca olduğu gibi, bugün de biz soydaşları ve derneklerimizi yine karşılarında bulacaklardır. Çanakkale’de mayalanan beraberliğimiz bugün memleketin her karışında mevcuttur. Barışı savunma, güvenliği güçlendirme, iç savaşa yol vermeme gibi konularda milli politikamız, ulusal çıkarlarımız ve sarsılmaz irademizi bir takım ideolojik saçmalıklara kurban edilemez, hainlerin kafa yapısı bize terstir. Türkiye’mizin parçalanmaz bütünlüğü, egemenliğimiz ve anayasal demokratik düzenle yasalara dayanan adaletimiz tüm uydurma soyut değerlerin üstündedir. Bizim Türkiye’den başka ana vatanımız yok. Türkiye’ye, kardeşimiz olan Türkiye halkının her ferdi, canımızdan candır. Türk halkının her bir ferdine kalkan terör eli, her birimize, hepimize tüm Türk Dünyasına kalkmıştır, mutlaka gereken yapılacak ve kırılacaktır. Bunların Fransa veya Almanya’dan gelmesi fark etmez bunun bedelini ödetiriz. Bizler Türkiye’ye gidecek başka yerimiz olmadığı için geldik. Biz terör ve zulüm nedir biliriz. Türk halkına zulüm yapılmasına asla tahammülümüz olamaz. Bulgaristanlı Türkler teröre karşı tek yürektir. Ana vatanımızın politik iradesini ifade eden, onurunu koruyan ve güçlendiren, halkımıza huzur sağlayan her şeyden ve herkesten önce Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan, Başbakanımız Sayın Ahmet Davutoğlu, iktidar partisi AK Parti’dir. Gösterdikleri sabır ve yılmaz irade için kendilerine teşekkür ediyor, her yerde ve yönde muzaffer olmalarını diliyoruz. Biz soydaşlar, bugün ancak sivil toplum örgütlerinde örgütlenmiş bulunuyoruz. Kendi siyasi partimizi kuracak olgunluğa henüz ulaşamadık. Bu bakıma, siyasi arenadaki yerimiz belirlerken, iktidar partisinin, Adalet ve Kalkınma Partimizin yanında olmayı seçtik. Bugün iç ve dış düşmanla, iç ve dış terör odakları ve yardımcılarıyla, dış terör tröstleriyle içte ve dünya çapında mücadele eden AK Parti’dir, Ankara hükümetidir, Cumhurbaşkanımızdır. Bu kararlılığı Gezi hortlamasında, paralelci hainlerle, PKK ve yandaşlarıyla izledik ve gurur duyduk. Hele IŞİD ve PKK gibi katil sürülerinin Türkiye’ye sızmaya çalıştığı şu kritik dönemde hükümetimizin yanında olmamız kaçınılmazdır. Propagandasına kapılıp yalanlarına inanıp hele hele bağımsıza oy vermek, maskeli düşmana oy vermek affı olmayan bir hainlik olur.


Makale ve Analizler - 2015

133

Bizlerden her türlüsü çıkar ama hain çıkmaz, çıkmamalıdır! Son günlerde Balkan göçmenlerimizin sivil toplum örgütleri ve soydaşlarımız başka bir haberle de sarsıldı. Rumeli Balkan Federasyonu Başkanı Ayhan Bölükbaş’ın Bağımsız Milletvekili Adayı olduğu haberi, demokratik topluluğumuzda infial uyandırdı. Tepkiler gökleri deldi. Türkiye’nin kaderinin belirleneceği böylesi kritik ve Türkiye’nin kaderi belirleneceği bir seçimde (1 Kasım 2015 erken meclis seçimlerinde) tarafsızlık ayakları yapmak, bağımsız aday çıkmak, doğrudan doğruya devlet erkini zayıf düşürmeyi hedefleyen bir karardır. Bu, siyasi alanda hergele sürüsüne katılmaktır. Düşmanlarımızın değirmenine su taşımaktan başka hiç bir şey değildir. Politik hamlık, kişisel çıkar kollamak, seçmenin kafasını karıştırmaktır.Bu bir hainliktir, dönekliktir. Vatan hainliğidir. Düşmanla buluşma ve kucaklaşma anlamındadır. Bizlere Rumelilere Balkanlılara bu yakışmaz. Onur kırıcıdır. İlkesizliktir. Soydaş seçmeni şaşırtmak, kandırmak ve kişisel menfaat ve hesapların peşine düşmek anlamında olan bu tutarsız kararı Rumeli seçmenine anlatmak olanaksızdır. Rumeli göçmenleri her zaman devletimizin, Türkiye’nin, Büyük ve Güçlü Türkiye özleminin gönüllü yandaşları oldu. Olmalıdır ve olacaktır! Ayrıca, Balkan Türkleri arasında en büyük kitleyi oluşturan ve bu seçimlerde oyumuzu AK Partiye vermekte kararlı olan Bulgaristanlı soydaşlar ve derneklerimiz, Federasyon Başkanı Ayhan Bölükbaşı’nın bağımsızlık kararını kesinlikle kınarken, kendisine tek oy vermeyeceğimizi önceden beyan ediyoruz. Bu denli zor bir dönemde, AK partiyi tek başına iktidara taşımamız gerekirken, tek oyun bile değeri her gün artarken, soydaş topluluğundan ayrılmak, soydaşların iktidarla kenetlenmiş ligine el kaldırmak ve bu anlamda bağımsıza oy vermek asla kabul edilemez, olmaz, olamaz! Bizlerden her türlüsü çıkar ama Türkiye karşıtı, Türkiye’ye ihanet eden, ana vatanımıza hainlik eden hiç kimse çıkmaz. Bizlerden, Bulgaristan Türklerinden, Rumeli seçmenlerinden Bağımsızlarar oy yok! Bunu herkes böyle bile! Yarın çıkıp bakın, Rumelilerden ne kadar oy çıktı demesinler, biz bu günden söylüyoruz. Bizden bağımsız adaylara oy yok! Bizler onlardan ayrı olduğumuzu belirtiyor ve kandırılmış olanlar da bu gün kendilerini göstersinler ki, bilelim. 1 Kasımda oyumuzu AK Parti!ye vereceğiz! Büyük Türkiye hayalimizi oyumuzla destekleyeceğiz. Oyumuzla güvenlik ve huzur istediğimizi duyuracağız.


134

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Her oyla Türkiye’mizi güçlendireceğiz. Barışın terörü yeneceğine inanıyoruz. Oyumuz barışadır. Oylarımız çocuklarımızın huzur içinde yaşaması için AK Parti’yedir. Biz Kararlıyız! Bu seçimlerde Bağımsızlık ise hainliktir!

Haplanmışız

Murat Ulutürk-18.Ekim.2015

Konu: Bizi düşündürenler. Sözde Bulgar Çarı II. Simeon Saks Koburggotski /Bulgar Başpiskoposluğu Çarlığını tanıdı ve adını Pazar ayinlerine aldı/ Viyana Uçak terminalinde kenara buyur edilmiş, dar bir odaya alınarak anti-bombacı ekiplerce arayıp taranmış, ayakkabıları çıkartılmış, çorapları köpeğe koklatılmış. Şaşmamak elde değil! II. Simeon’un dedesi Ferdinand (1887 - 1908) Bulgar Prensi; 1908 - 1918 arası Bulgar Çarı olup aslında Avusturya köklüdür. Şimdi Bulgaristan ile Avusturya, ikisi de AB üyesidir. Aralarında vizesiz ve kontrolsüz düzenleme var. Üstelik 2001 - 2005 yılları arasında Simeon Saks Koburggotski Bulgaristan Cumhuriyeti başbakanıydı. Şu günlerde yüzbinlerce Suriyeli sığınmacı ve savaş kaçağı sınırda kontrol edilmeden Viyana’ya dolarken, (Çarımıza) “ayakkabınızı, çorabınızı” lütfen denmesi, bizi düşündürmesin de kimleri düşündürsün? Kuşkusuz II. Simeyon bir az da politik diyapazon belirleyici rolüne girmeyi sevdiğinden, gümrük kontrolünde gayrı resmi durdurulmuş olabilir, çünkü o hala Avrupa Kral Saraylarında ve oligarşi kulüplerinde kumar oynuyor ve Bulgaristan konularında siyasi danışman statüsünde saygı görüyor. Bir de, soy köklerinin dayandığı Wartburg hanedanlığının bulutları Avrupa üzerinde dolaşmaya devam ediyor. 1937 Sofya doğumlu olan Simeon 1943’te babası Hitler tarafından zehirlenip hayata gözlerini yumunca küçük yaşta tahta çıktı. 1945’te komünistler iktidarı ele geçirdiğinde ise ülkeden kovuldu. Önce İstanbul’a indi, ardından Kahire’ye gitti, sonunda Madrid’e yerleşti. Yazılıp çizilene, radyo, TV diline düşene bakılırsa, mültecilik yıllarında gözü üzerinde olan Moskova, ondan kendine sadık bir ajan yaptı. Geçen asrın sonunda


Makale ve Analizler - 2015

135

KGB ağına düşen başka birisi de, DPS lideri Ahmet Doğan’dı. Moskova her ikisinin de dosyasını bugün de açmıyor. Bosna Savaşı esnasında NATO uçaklarına koridor veren Bulgaristan’ın politik yıldızı biraz parlamıştı. Ahmet Doğan İspanya başkentine gönderildi. Tacı ve tahtı küflenmiş olduğuna ve hatta Bulgarcayı zar zor konuştuğuna bakmaksızın, II. Simeon’a Bulgaristan başbakanı olması davetini ileten o oldu. Uygulanan, bir Kremlin planıydı. Davet Viski kutusundaki zarfa gizlenmişti. Böylece biz Bulgaristanlı Türkler, Pomaklar ve Romanlar, Moskova’nın dış casusluk örgütü KGB’ye ciğerini satan çarıklı lider Ahmet Doğan eliyle ve Bulgar kamuoyuna rağmen, II. Simeon’u görünüşte geri getirenler olduk. Dedesinden ve babasından çektiklerimiz yetmezmiş gibi, bu defa Simeon’a bel bağladık. Dedesi Bulgaristan’a Tuna yoluyla gelmişti, torunu uçaktan indi. 50 yıl uzak kaldığı memleket toprağında karşılanırken “çaresizliğinize dayanamadım, bütün dertlerinize 846 günde çözüm getirmeye geldim, hepinize güveniyorum!” dedi. Bu sözler ona ezberletilmişti. Memleketten kovulduğunu, tahtının paramparça edilip yakıldığını, amcasının asıldığını, dedesi ve babasının dostlarından 20 bin kişinin öldürüldüğünü, sığınmacı gibi süründüğü yerlerdeki çekilerine asla değinmedi. “Fakir yoksula yardım edemez” atasözünü biliyordu. Bu yüzden iç ve dış sefilliğini ustaca gizlerken, dert yanması inandırıcı olmazdı. Siyasi partisi yoktu. Memleket toprağında izleri de silinmişti. Birkaç Moskov ajanı dışında doğru dürüst kimseyi tanımıyordu. Demokrasi davasına baş koyanlarla yakınlaşmadı. Mitinglere gelip elini öpen, anlattıklarını dinleyemeye gayret gösterenlere para verildiği kulağına gelmişti. İlgilenmedi. Veren razı, alan razıydı! Üzüm yemek varken bağını sormak tuhaf olurdu. Üstelik cebi boştu. Vaatlerine, sakalına ve kravatına hayran olun seçmen 2 ayda onu başbakan yaptı. Bu, tam “hak ve özgürlük” palavralarına inanıp Ahmet Doğan şoparını başımıza bela etmemize benzer bir sahneydi. Tahtsız çar Mısırda ve Madrid’e büyücülük işlerinde yıllarca ders görmüştü. İspanyollar bu işe “haplama” diyordu. Babası Çar III. Boris’in katlettiği komünist torunları ona oy verdi. Toplumu uyuşturark yönlendirme bu denli gelişmişti. Bu gerçekleri görünce onun mucizelere olan inancı kat kat arttı. İpleri çekenlere hayrandı. “Vranya” Sarayı bahçesinde dolaşırken gelişmeleri analiz ediyor. “Çaresizlikten doğan şaşılık bu olsa” gibi fikirlere takılıyordu. Onun Bulgaristan’a giremediği yarım asırda ağaçlar büyümüş, insanlar yaşlanmış, çökmüş veya dünyadan göçmüştü. Komünist rejim onu kovmakla yetinirken, birçok idam cezasını hemen infaz etmişti. O birçok konuya değinmedi. Komünizm kurbanları anıtı dikilmesi, “Belene” Ölüm Kampında Bulgar Türk ve diğer Müslümanların isimleri altın harflerle yazılmış bir levha bulanması ge-


136

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

reğine bile işaret etmedi. Politik mahkûmları toplayıp bir akşam yemeğinde geçmiş olsun demedi. Güney Afrika kahramanı, 24 yıl zindanda tutulan Nelson Mandela’dan daha uzun zaman içerde kalan, Bulgaristan’da ilk gizli muhalefet örgütü olan, Bağımsız İnsan Haklarını Örgütünün kurucusu İliya Minev’i bir defa olsun kabul etmedi. Pazarcık huzur evinde aç susuz pislik içinde hayata gözlerini yummasını görmezden geldi. Şunu özellikle belirtmek yerinde olur. Yeni düzen, totalitarizm yıllarında Bulgaristan’da hapis yatmışlardan ve anti-komünist direnişçilerden yalnız Jelü Jelev, Ahmet Doğan, Filip Dimitrov ve Blaga Dimitrova’ya iyi yaşam koşulu sunuldu. Diğerleri totaliter bünyeye sızamadı. Birer dönem milletvekilliğinden sonra, işsiz, gelirsiz, etkisiz, sefiller tabakasına itildiler. Politik kimliklerini yitirdiler. Biz bugün totaliter düzenin öz olarak ayakta kaldığını ve dönüşmediğini belirtiyoruz. Dayanağımız, yenilenme uğruna mücadele eden ruhun, zihniyetin, farklı bakışın tamamen yıpranması ve teslimiyet bayrağı kaldırmış olmasıdır. Bu gerçeğe değinmemin nedeni ise “Geçiş Dönemi” hapının tesirli olduğu II. Simeon’un başbakanlığı yıllarında (2001 - 2005) totaliter - komünist kalıt özünün BKP’den BSP’ye dönüşümünden sonra GERB olarak ortaya çıkma olanaklarını harmanlayabilme ortamı bulması oldu. Biz her fırsatta dönüşümün aydınlarla, düşünürlerle, yazarlarla, öğretmenlerle, doktor ve mühendislerle, bilim adamları öncülüğünde olacağına inandık. Bulgaristan için “haplar” Moskova, Amerika ya da Berlin’de hazırlansa da, uygulanma alanı ülkemizdi, bu hapları içecek olan halkımızdı. Bulgar demokratik aydınları, bilim adamları totalitarizmde çok ezilmişti. II. Simeon’un dönmesiyle yeşeren Bulgar Bilimsel Akademisi yerine Bulgar Ulusal Bilimler Akademisi’nde Çar III. Boris yönetimindeki faşizan zihniyetin başkaldırdığını gözlüyoruz. Bu gelişme II. Simeon’un iktidardan düşüp politik olarak sıfırlanmasından sonra aşırı milliyetçilerin politik iradesi olan (yurtsever cephe) adlı bir partinin (PF) eylemlerinde ortaya çıktı. Türk düşmanı eski Makedon komitalarının (VMRO) palazlanıp kudurduğu ortadadır. 18 milletvekili ile meclise giren bu zihniyet, aşırı Bulgar milliyetçiliğinin baş borazancısı Karakaçanov’u meclis Başkan Yardımcısı, azınlıkların azgın düşmanı Cambazkiyi Avrupa Birliği Genel Kurulu’na yükselti. Milliyetçilerin rado, TV ve gazeteleri, para kaynakları var ve zehir kamuoyuna yayılmaya devam ediyor. Ben bu yazımı düşünürken Cuma sabahı Bulgar medyası şöyle bir haberle patladı. “54 Afganistanlı Türkiye sınırdan girmiş, üç Bulgar sınır muhafızı kendilerine Elena yöresinde, sınırdan 40 - 50 km içerde, “Sıedinenie” mevkiinde rastlamış ve açılan ateşten bir sığınmacı yerinde can vermiştir.” Olay, Başbakan Boyko Borisov’ın Brüksel’de “sığınmacılar görüşmesinden” kalkıp hemen


Makale ve Analizler - 2015

137

dönmesine sebep oldu. Şimdi size Bulgar kamuoyunda olayla ilgili çıkan milliyetçi ve ırkçı yorumlardan birkaç alıntı vermek istiyorum: “İlk silah patladı. Bulgaristan’la birlikte Avrupa’yı da biz kurtaracağız. Osmanlılara karşı kiraz topu patlattığımız gibi, silaha sarılan ilk biz olduk.” Sığınmacı seliyle ilgili olarak: “Ülkemiz dramatik bir pes oluşla yüz yüzedir. Jeopolitik statüsü değişmeden Bulgaristan’da hiçbir değişiklik yapılamaz. “Avrupa çürüyor, dağılıyor. Biz Avrupa’nın içindeyiz. Fakat, her şey kaybedilmedikçe, hiç bir şey kaybedilmiş değildir!” Avrupa’yı çok zor günler beklediği ortadadır. Belki Bulgaristan’ı da çok daha kötü günler bekliyor. Ne yazık ki, kötülük süreci artık oldukça yol aldı. Şunu unutmayalım, Avrupa, Avrupalıların evlerini alıp, istilacılara vermeye başlamadan önce, Bulgaristan istilacılara karşı ilk kurşunu sıktı ve birini yere serdi. İnanın yeni başlangıç, işte budur. Yalnız biri düştü, ama ilki artık yere serilmiştir. Bizim toplum artık bir sığınmacının kurşunlan öldürülmesine seviniyor. Biz Bulgaristanlı Türkler işte bu zehir bataklığı içine itiliyoruz. Kamuoyunu zehirlemeye başlayan bu insanlık düşmanı zihniyet II. Simeon zamanında zemin buldu ve artık budaklandı. Ahmet Doğan ve Lütfü Mestan ise bu zehrin yayılmasına çanak tuttular. Bu katliama kimse tepki göstermedi. Bu arada, II. Simeon kanadı altında palazlanan eski maliye bakanı Milen Velçev gibi Çar beslemelerinin Moskova para babalarının ekonomimize çöreklenmesine kapı araladığını da görüyoruz. Demokrasi ve aydınlıkçı ruhu ile mayalanmış Bulgaristan Türk aydınları “Büyük Göçle” % 90 Türkiye’ye kovuldu. Kimileri turist gidip dönmedi. En başta halkımızın ruh ateşinde parlayan yazar ve şairlerimiz, sanatçılarımız kovuldu ki, onlar olmadan halkımızı mutlu günlere taşımamız olanaksızdır. II. Simeon döneminde de ülkemizde bir tek Türkçe gazete, dergi çıkmaması, bir tek kitap basılmaması nedeni budur. Şimdi sözde AB’de aldığı bir kararla “sivri uçları törpüleme, düşmanlık ocaklarını söndürme” anlamında Hristo Botev ile İvan Vazov’un okullarda öğrencilerin beynine Türk düşmanlığı eken ideolojik fikirleri ders kitaplarından çıkarılacakmış. Bu iş yapılacaksa, Tarih kitaplarına da Osmanlı - Rusya 93 harbinin bir saldırı savaşı olduğu, saldırganın Rus Çarı olduğu, bu savaşta Türklerin Bulgaristan’ı ve Bulgarları da savunduğu işlenmelidir. Doğan ve etrafına topladığı kör cahil ajan ekibi sahayı boş buldu. İnsanlarımızı Bulgar toplumundan ayırdı, uzlaşma bulup kaynaşmamız yollarını kesti.


138

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Hepimizi sahte hayallerle hapladı. Durumun farkına varan memleketi terk etti ve ediyor. Köylerimiz iyice boşaldı. II. Simeon toplumun parçalandığını görse de “Bulgar Etnik Modeli”ne karşı çıkmadı. Türklerin tarım ve endüstri devrimi özlemi engellendi. Gazeteler Bulgaristan köylülerinin geçimini yıllar yılı sağlayan tütüncülüğün BULGARTABAC şirketinin özelleştirilmesiyle Ahmet Doğan, Delyan Peevski ve Boyko Borisov - üçlü ortaklığı olan Dubay merkezli “Ti Ji Ey” şirketine geçtiğini yazıyor. Üreticimize iğne, kınnap, sicim, çul, sırık, ram kalık, enser vs vermekten aciz bu üçlü Dubaycı grup, serbest bölgesinde büyük bir sigara fabrikası kurmuşlar. Halkın dilinden, gözünden ve hıncından korkuyorlar tabii. II. Simeon bu üçlüye katılamamış. Ama o da hırsını, 5 milyon Dolar tutarında çam kesip tomruk halinde Yunanistan’a satarak aldı. Dede ve baba mal mülküne pek oturamasa da niyetini gizlemedi. Onlar, köylümüzün lokmasını sayanlardır. Etnik azınlığımızın kaderi üzerinde hak iddia eden şirketlerin hiç birinin yönetiminde bir tek Türk müdür, temsilci ya da üye yok. Bu hırsızlık, bu dolandırıcılık, bu dalavereci düzen II. Simyon’un başbakanlığı döneminde biçimlendi. Aç ve işsiz insan kolay yönetilir ahlaksızlığına dayandılar. Topluluğumuzun yeşermesini engelledi. Bulgaristan Türklerine ve Müslümanlara devamlı bedava yalan hapı dağıtıldı. Gerçekleri göremedik. Başbakanlık yıllarında II. Simeon toplumsal demokratikleşme ve halkın bilinçlenmesi süreçlerine yol vermedi. Bu konularda Ahmet Doğanla el ele verdiler. Bulgaristan politikasında rota değiştirme de 2004’te NATO üyeliği ile başladı. Balkanlarda en büyük askeri üssü Kosova’ya kuran Pentagon, memleketimizde de 3 üslük alan beğendi ve artık konuşlandı. Bu gelişmeye Rusya’nın tepkisi gecikmedi. Burgas - Aleksandropolis Petrol Boru hattı, 1,5 milyar US Dolar harcaması yapılan “Belene ATS”, “Güney Akım” Doğalgaz boru hattı dosyaları kapandı. Rusya ile ticaretimiz de sıfırlandı. Tüm bu gelişmelerde ikili oynayan II. Simeon şok olmuş olabilir mi? Yoksa başkasının sırtına 100 sopa az mantıyla aman “hırsımı aldım” mı dedi? Hayali kararmış insanlar, umutsuz kalınca, o dönem ateş böceğine ışık diye sarılıyorlardı. Sofya’da tanıma fırsatı bulduğu, Demokratik Güçler Birliği (CDC) Başkanı Dr. Jelü Jelev onu korkutan ilk kişi oldu. 1990 - 1997 döneminde 2 defa büyük bir çoğunlukla Cumhurbaşkanı seçilen Dr. Jelev, görev süresi bittiğinde, “Liberal Seçenek” (Liberalna alternativa) adlı bir parti kurdu. Seçime girdi ve % 0,32 oy aldı. Toparladığımızda, Bulgar seçmenin “uyuşturulmuş” ve “ayık” gibi iki durumda yaşadığı ortaya çıkıyor. Jelev’i 1990’da ve kendisini 2001’de


Makale ve Analizler - 2015

139

seçenler sanki uyuşturucu almıştı. Toplum tansiyonuna tavan ve dip yaptıran sihirli bir güç var ki, o zaman hala çözemediği bir hesapla kendisine şans tanımıştı. 26 yıldan beri hiçbir yönde köklü değişim olmayan bu ülkede kendisinin sözde Çar sıfatıyla boy göstermesi “demokratikleşiyoruz” masalını 5 yıl beslemişti, aklından geçen buydu. Bu fikirlerin beyninde dolaştığı yer Viyana uçak limanıydı. Ortada ne hol ne yumurta, hem de ondan istenenlerin hepsini fazlasıyla yerine getirmişken, “ayakkabı ve çoraplarınızı çıkarınız” demeleri ve etrafı koklayan şu köpek. Hava limanı sürprizi! Bildiği bir şey vardı: Küçük devletler komşu büyük devletlerden her zaman korkmuştur. Bulgaristan da komşusu Türkiye’den korkuyordu. Bir yandan Rusya’nın diş bileyişi, Avrupa’nın da parçalanırsam ne olur diye kara kara düşündüğü bir ortamda, elle tutulmayan gözle görülmeyen Türkiye korkusuyla yaşamaktan daha iyisi sanki yoktu. Almanya Başkanı Merkel bile “Türkiye’ye 3 milyar Euro verelim de korku selini gemlesin” demedi mi? Aslında korkunun büyümesi veya küçülmesi için Türkiye’nin bir şey yapmasına gerek yoktu. Sınır boyunda gece gündüz tur atan sığınmacılar, “hadi geçin!”, “Büyük Göçle” gelenler, “hadi dönün” her şeye musallat olanlar da “yolcu yoluna” havası koklasa, Bulgaristan İslam-Arap seline boğulur vs. vs. Fakat Türkler komşusunu sevip sayan bir millet olduklarına, dostluklara kıyamazlar... Orası öyle de, çorabını çıkarırken, gözleri, onun olmayan Çarlığın prensi oğullarından çok daha genç yaşta olan polisin masası üzerindeki bilgisayarının yanında, İvo Andriç’in “Drina Köprüsü” eserine takıldı. Ayraç eserin tam ortasındaydı. Osmanlı Sadrazamı Sokoğlu bu köprüyü Müslümanlıkla Hıristiyan dünyasını bağlamak niyetiyle kurdurmuştu. Kemerleri altından hayat akarken, üzerinde olan beraberce yaşamanın güzelliğiydi. O gün bu gün, ne orada ne de Bulgaristan’da hayat değişmedi. Halk toplulukları “Papazla Hoca gibi sevişmeye devam etti.” İki kez yönettiği bu küçük ülkenin ne geçmişinde, ne bugününde ne de geleceğinde herkesin birlikte aynı anda üzüleceği ya da sevinebileceği bir şey gösterebilecek durumda değildi. Dedesinin, babasının ve kendisinin toplam 43 yıl yönettiği toplamda insanlar birbirlerinden iyice uzaklaşmıştı. Ötekileştirmenin açtığı hendek artık çok derindi. Bu bakıma Andriç’in eserinin masa üzerinde durması anlamlıydı. Bu eser Balkanların Müslümanlardan temizlenmesinin acısız sızısız yapılması sürecine ışık tutuyordu. Oysa artık Balkanların baştan başa Müslümanlaşmasından söz ediliyor, Suudi Arabistan kralının sığınmacılara 200 cami yaptırmak istediği konuşuluyordu. Karşısındaki genç memur Çar’ın gözüne bakıp “bir işe yaramadın” dese, cevabı yoktu. Hem Moskova’ya, hem Washington’a, hem Berlin’e hem de Viyana’ya yaranmak imkânsızdı. Bataklıkta


140

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

vurulan av, köpeksiz çıkarılamazdı. Avrupa’ya pazarlanan Balkanları, Bulgaristan’ı Amerika kaptı ve Türkiye’ye gün doğdu. Bu işi yönetenler halkın koyu gölge aradığını iyi biliyordu. Onu Sofya’ya uğurlarken beklentisi olan Viyana gölgesi ise kestane gölgesi gibi alacaydı. Sustu. Bu konulara girmesi doğru olmazdı. Sırbistan parçalanacağı kadar parçalanmış, birçok egemenliğin bayrağı yan yana dalgalanıyordu. İki asır geri gidilse, yeni devletlerin hepsi Avusturya’nın dolaysız himayesinden kopmuştu. Ne yazık ki, o güzelim diyarı Osmanlı anıtları gibi anlatan iz dahi bırakamamışlardı. Hele şu sığınmacılar konusu, Avrupa Birliği’ni Polonya, Çek, Macar ve Sloven dörtlü olarak Merkez Avrupa Grubu ve Almanya ve Fransa ikili - Batı Grubu olarak ikiye bölerken, Avusturya yalnız kalmıştı. Genç Polisin, “Gidebilirsiniz!” dedidiğinde kendini derin uykudan uyanmış gibi hissetti. Düşenin dostu yoktur. Loş odadan çıkarken, İspanya’nın Endülüs diyarında bir dağ eteğinde bulunan sık sık uğradığı, Güneşin batışını görmeyen Dağ evini hatırladı. Güneş doğarken ve batarken aynı büyüklüktedir, diyenler doğruyu söylemiyordu. O böyle bir batışı hak edecek ne yapmıştı!

Biz Anavatanımız İçin Varız!

Rafet Ulutrük-18.Ekim.2015

Konu: Büyük Türkiye Yolunu birlikte açalım. Dernek olarak Birlik ve Kardeşlik Paneli yaptık. 1 Kasım erken genel seçim arifesinde yüzlerce görüşme, toplantı, yayın yaptı. Hedefimiz Türkiye’mizin içinde bulunduğu durumu, seçim ardından seçime gitmemizin nedenlerini anlatmak, soydaşlarımızı bilgilendirmekti. Her birimizin 1 Kasım 2015, Pazar günü hiç istisnasız sandık başına gidip oy kullanması zorunlu olmuştur. Biz Bulgaristanlı seçmenler oyumuzu geleneksel olarak İktidar Partisine verdik. 7 Haziran seçimizden sonra anavatanımıza karşı olağanüstü tehlikeli bir iç ve dış terör saldırısı başladığını görüyorsunuz. Maskeli iç ve azmış dış düşman omuz omuza vermiş Vatanımızı parçalamak istiyor. Cumhuriyet tarihinin en gaddar, en keleş ve en ikiyüzlü komplolarını gördük. Diyarbakır’dan başlayıp, Suruç’tan Ankara’ya sıçrayan bombalı saldırılar hepimizi sarstı. Terörü kınıyoruz! Hain saldırılarla an-


Makale ve Analizler - 2015

141

cak AK Parti iktidarının başa çıkabileceğine inanıyoruz ve oyumuzu AK Parti’ye vermeye kararlıyız. Türkiye’miz ağır bir dönemden geçiyor. Bunun başat sebebi AK Parti yönetiminde Türkiye’nin kesintisiz bir istikrar, ilerleme, kalkınma ve demokratikleşme trendi yakalayarak Büyük Türkiye hamlesini başlatmış olmasıdır. 2002’den sonra dünya bunalımlar içinde kıvranırken AK Parti yönetiminde Türkiye altın çağını yaşadı. Hem Avrupa hem de Asya kısmı aynı atılım içinde bir bütün oluşturan ülkemiz, bir bütün olarak, sosyal, ekonomik ve kültürel bakıma dünyada en önde gidenler arsında yer aldı. Asya ve Afrika ülkelerine her bakıma örnek oluyoruz. Hatta artık Avrupa Birliği siyaseti üzerinde sonuç belirleyen büyük ülke konumuna yerleştik. Sığınmacı seline boğulan Avrupa Birliği bu sorunu Türkiyesiz çözemeyeceğini kabul etti. Hükümetimize 3 milyar Euro teklif ederek sığınmacı selini durdurmasını rica etti, birçok başka imtiyazlı önerilerde bulundu. Politikayı izleyip iyi algılamamız gerekiyor. Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan önderliğinde ülkemiz son yıllarda 2 milyon 400 bin savaş kaçağına ve sığınmacıya hizmeti sunarak ev sahipliği yaparken, 28 AB devletleri 1 milyon sığınmacıyı kabul ederken birbirine girdi. Sığınmacılar konusunda AB ikiye parçalandı. Sığınmacı kabul etmeyiz diyen ve sınırlarına tel örgü geren Macaristan, Polonya, Çek ve Sloven Cumhuriyetleri Merkez Blok oluşturdu. En fazla göç kabul eden Almanya ile Fransa ise Batı Bloku’nda birleştiler. İskandinavya devletleri de olaya olumsuz kaldılar. Gelen sığınmacılar ilgi görmeyince, 5 gün devam eden ve birçok kentte birden başlayan ilk Sığınmacı Ayaklanması yaşandı. Avrupa Birliği hükümetlerinin başbakanları olağanüstü toplanarak çözüm aradı. Türkiye’nin terörle mücadelede ve Yakın Doğu sorunlarının çözümündeki büyük rolüne, yapıcı önerilerine ve barışçı politikasın yüksek değer verdi ve devletimizden yardım istedi. AB’de 28 devlet birbirine düşüren, AP’yi parçalanma sınırına getiren sorunları Türkiye’nin kendi başın çözebilmesi ve insancıl sorunların çözümünde çabalarını esirgememesi dünyanın dikkatini topladı ve hepsi bir şaşkınlık halindeydiler. AB için Türkiye büyük, güçlü ve kritik bil ülkedir. Şuna da önem vermeliyiz. Biz Türkler 1950’lerden beri, artık 3. Kuşak Almanya’dayız. İnsanlarımız orada 90 bin işyeri çalıştırıyor ve Almsn Federal bütçesine her yıl 15 milyar katkı sağlıyoruz. Almanya hükümetinin Türkleri köklerinden koparmadan ikamet et-


142

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

mesi bir yandan bütünleşmeyi sağlarken aynı zamanda yeni bir uygarlığı yapılandırıyor. Bu bakım Almanya kansleri Angela Merkel’in seçim arifesinde Türkiye ziyaretleri, Ankara hükümetinin anti-terör siyasetini, Suriye topraklarında güvenlik bölgesi oluşturulması ve NATO savunma sistemlerinin ülkemize çadır olması ve Yakın Doğu’da barış tesis etmede hükümetimizin izlediği politikanın doğruluğunu bir daha ortaya koyuyor. Aynı konular Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov ile de görüşüldü ve tam destek alındı. Düşmanın beli kırılmıştır. Barış ve güvenlik ufkunu, sığınmacı trajedisine çözümü, önce Suriye topraklarında geçici bir güvenlik bölgesi tesis edilmesinde, dolayısıyla diktatör Beşer Esad’ın gitmesinde ve halk iradesine dayanan demokratik bir Suriye kurulmasında gören güçlü Türkiye Avrupa siyasetinde belirleyici rol oynarken, ülkemize saldıran PKK, IŞİD, DEAŞ ve diğer terör örgütlerinin belini kırdı ve nefesini kesmeye çalışıyor. 7 Hazıran’da Türkiye’de yaşayan halkı AK Partiye % 42 oy vererek tam destek gösterdi. Mesaj bu ağır memleket sorunlarının çözümüne siyasi muhalefeti de davet edin, CHP ve MHP de katılsın, birlikte olmaktan başka bir şey değildi. Ne yazık ki olmadı, evdeki hesapları çarşıya uymayan bu iki parti, seçimden sonra kısır politikalar öne sürdüler. Türkiye’ye altın çağını yaşatan AK Parti kurucu başkanı ve % 52 oyla seçilen Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a dil uzattılar. Başbakanımızı karalama ve küçümseme yolunu seçtiler. Siyasi arenaya yeni çıkan ve HDP ise seçimin ertesi gün ayaklanma çağrısı yaptı, “Çözüm Süreci” ilerlerken 80 bin silahı ve tonlarca bombayı Türkiye’ye depoladığını ve anavatanımızı bölmek ve parçalamak istediğini gizlemedi. Başbakanımız Sayın Ahmet Davutoğlu’nun kurduğu Seçim Hükümeti kararlı ve ödünsüz tavır alarak teröristlere karşı kimsenin halay etmediği genel saldırıyı başlattı. Türkiye Cumhuriyeti silahlı kuvvetlerini, uzaydan, havadan ve karadan uyumlu akınları yılan yuvalarını havaya uçururken, düşmanın başını ezdi. Suruç ve Ankara saldırısı gibi çılgınlıklar, toplu katliamların yolu bir daha asla tekrar etmemek üzere kesilmekte, katiller birer birer bulunup etkisiz hale getirilmektedir. Türkiye teröristlerin at oynattığı bir ülke olmaktan mutlaka kurtulacaktır. Türkiye’miz ekonomisi güçlü, teknik düzeyi yüksek, askeri eğitimi ve gücü yeterli büyük ve dinamik bir devlettir. Bu devlet artık eski devlet değil, bu devlet artık uzaya çıktı. Kimseye el açmadan 2 milyon 400 bin sığınmacıya 5 yıldır ev sahipliği yapıyor. Ülkemizi bu imrenilecek duruma getiren AK Parti’nin 2002’den beri çalışmaları, vatanımıza katkıları, gerçekleşen Büyük Türkiye hamlesidir. Dipten doruğa yükselen bu inkişafın içinde, biz soydaşlar da vardık, varız ve var olacağız 1 Kasım’da göstereceğimiz kararlılıkla olmaya devam edeceğiz.


Makale ve Analizler - 2015

143

21. Yüzyılda başka hiçbir devletin yapamadığı büyümeyi, büyük bir kararlılıkla gerçekleştirebilen bizleriz. AK Parti yönetiminde olan Türkiye atılımlarında bizim göçmenlerimiz de alın terimiz var. Ve bugün yola devam edelim çağrısını aldık. Yolumuzdan ayrılmayalım, daha büyük başarı, daha mutlu bir yaşam daha rahat ve güvenli yarınlar ufku ağrıyor. Biz evlatlarımızı Büyük Türkiye ruhuyla yetiştirdik ve bugün hedefimiz daha güçlü, daha yakın beraberlik ve birlik içindeyiz. Kötülüğün kısa geçmişi. 7 Haziran meclis seçimlerinden sonra Türkiye politikasında farklı renkler ve tavırlar kendini gösterdi. Bahçemizde gül sandıklarımız gavgalaz ve eşek dikeni çıktı. Bu tavrın kökü ve rengi var. En kötüsü Türkiye seçmeninin % 42 oy verdiği bir partiyi kötülemeleri ve Cumhurbaşkanımız Sayın R. Tayyip Erdoğan’ı karalama ve kötüleme saldırısına girişmeleri oldu. Türk ahlakına sahip seçmenin güvenini yitirdiler. Muhalefetin HDP kanadı Kürtleri ayaklanmaya çağırırken tüylerimizin, soydaş yüreklerinin diken diken oluşunu unutamam. Kan susamış terör örgütü PKK - DEAŞ uzantılarının TBMM’ne girmesi başka bir bela... Sırt sırta vermiş iç ve dış düşman bayram ettiğini gizleyemedi, maskesi düştü. CHP partisinin kendini beğenmiş ve burnundan kıl aldırmaz tavrı, taşıma akılla hareket etmesi hepimizi üzdü. Suruç ve Ankara katliamlarında niyetleri asvalta düştü. CHP Başkanının niyetinin yara sarmak değil seçim hükümetini düşürmek, “hükümetsiz seçim olmaz” velvelesiyle Türkiye’yi parçalamak isteyenlerin ekmeğine yağ sürmek, siyaseti kilitlemek ve anavatanımızı düşman çizmesi altında pes etmekti. Bugünkü CHP zihniyetinin Atatürkçülükle, Kemalimizle, milli kurtuluş davamız, güçlü Türkiye yaratma ve egemenliğimizle yakından uzaktan ilintisi yoktur. Hedeflerinde Atatürk anıtlarının gölgesinde komplo hazırlamak ve hükümete ve Cumhurbaşkanımıza dil uzatmaktan başka bir şey yoktur. CHP sorumluk almaktan korkan bir parti durumundadır ve artık biz balkan Türkleri yani Bulgristanlı Türklerden oy alamaz. CHP’nin pes etmiş, işbirlikçi burjuvaziden aldığı borçları alamamış ve kendini kiralamış durumunu gören soydaş dernek başkanlarının tarafsız ve bağımsız bir tutuma geçiyoruz çağrıları da yanlıştır. Biz anavatana onun atılımlarına katılmaya, onun Büyük Türkiye ruhuna kaynaşmaya geldik ve yerimiz ancak ve bir tek AK Parti’dedir. Yeni durumda, terörün çırpınmaya devam ettiği bir ortamda biz Türk’üz, Türkiye’mizi candan seven vatandaşız ve tarafsız ya da bağımsız olamayız. Bunu yağarsak anavatanımıza ve çocuklarımızın geleceğine hainlik etmiş oluruz.


144

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Seçmen gerçeği gördü ve kesin kararlıdır. Bugünkü siyasi ortamda hain durumda olan HDP partisidir. Ankara’da şehit kanı akarken sırıtmalarını, horona kalkışlarını ve devletimizi suçladığını TV’de gördünüz. Halkın kin ve nefretini küreklerken, seçimde kendilerine pay çıkarmak için kürsülere tırmandıklarını gördünüz. Bizim görüşümüz terörü lanetlemeyenlerin hepsi teröristtir. Yarı terörist olmaz, hepsi baştan aşağı satılmış teröristlerdir. Onların bu vatanın ekmeğini yemesi, havasını soluması, gökyüzüne bakması bile haramdır. Terör saldırılarından seçime pay çıkarmak, düşen maskelerini kaldırmak için TSK jetlerinin sınır ötesi operasyonlarından sonra ah vah edişlerini, sınıra yürümelerini izledik. Ankara ve İstanbul “Vatan Bölünmez” ve “Tek Bayrak” mitingleri hepsini korkuttu. Barış mitinglerine katılacak kadar alçak düştüler, Ankara katliamında şehitler yerde yatarken sırıtacak kadar şerefsiz oldukları herkesçe göründü. Türkiye politik ruhunu 1 Kasım günü temizlemelidir. Onlar, yürümekle, sırıtmakla, maske takmakla yetinmeyip Cumhurbaşkanımıza, Başbakanımıza ve hükümetimize “katil ve seri katil” gibi saldırılar yöneltirken her defasında namuslu Türk seçmenin ve kendilerine oy veren kandırılmış seçmenin gözünden düştüler. “Çözüm sürecini” kendileri baltaladı. “Özerklik” istekleri Kürt halkının sert tepkisine neden oldu. 1000 beraber yaşayan, kanı ve ruhu karışmış Türk ve Kürt halkları arasına nifak sokmak isteyenler, bu iki halkın ortak bir vatan, Türkiye Cumhuriyetini kurmak için, Dumlupınar’da Çanakkale’de, Sakarya’da, İzmir’de ve bugün Ağırı dağında, Haranda, Güney Doğu’nun dört bir köşesinde Vatan hainlerine karşı birlikte savaştığını, silah kardeşliği yaptığını görmek istemiyorlar. Teröre, terör yandaşlarına, PKK’ya, kundakçılara karşı silahlı savaşta şehit düşen iki askerden, jandarmadan, bekçiden birine Kürt anaların ağladığını, Kürtçe ahit yakıldığını herkes görüyor ve terörü birlikte lanetliyoruz. Matem merasimlerinde HDP’liler yok. Çünkü hepsi terör cephesinde yer almıştır. Bunun sonu 1 kasımda TBMM’nin dışına atmakla olmalıdır. CHP ile MHP iki seçim arasında akıl tutulması yaşadı. İstanbul’daki işbirlikçi, komprador torunu sermaye babalarıyla danışmadan artık siyasi arenada demeç vermeyen, adım atmayan CHP Başkanı Kılıçdaroğlu, PKK terör örgütünün memleket uzantısı ve legal siyasi hayatta temsilcisi olan HDP’nin 7 Haziran seçiminde TBMM’ne 80 milletvekili sokmasına en çok sevinen oldu. Eli nasırlı, kepenk kapamış, çocukları okula gidemeyen, hastaneleri bombalanan Kürtler kan ağlarken, CHP yönetimi bayram etti ve Güney Doğu’da politik haysiyetini sıfırladı. Onlar İstanbul iri ölçekli sermayeyi devlet rantıyla Güney Doğu’ya taşıma ve sığınmacıları bedavadan ucuz çalıştırmayı düşünmüş ve buna sözü vermişti. Bu işten nemalanacaklar ve palazlanacaklar.


Makale ve Analizler - 2015

145

Çünkü bu defa AK Parti hükümeti kendi başına kuracak ve CHP maskesi artık düşecek ve herkes onu görecektir. Son hesaplarında HDP barajı bir daha atlarsa belki de hükümet katlarında buluşuruz var. Bu terör ortaklarını Ankara hükümetine taşımak ve Türkiye’ye büyük yara vermek, emperyalizmin Türkiye’nin ilerlemesini durdurma planlarına uymak olur. Şu dönemde yaptıkları ise, PKK ile anlaşıp Türkiye Silahlı Kuvvetlerini, polis, jandarma ve özel güvenli güçlerini itibarsızlaştırmak ve çarşı pazara varil bombası atan Başar Esad katiline arka olanlarla birlik onu kurmak var. Rus uçak saldırılarına içten içe sevinmeleri ise, sığınmacı selinin Türkiye’nin kaldıramayacağı bir sınıra gelmesine arka olmaktır. Hedeflerinde, ne olursa olsun ama AK Parti 1 Kasım’da seçimleri kazanmasın var ve tüm hileli hesaplar bunun için yapılıyor. Bu CHP artık asla ve hiçbir yanıyla Atatürk’ün CHP’si değildir. Bugüne kadar hiçbir sözünde durmamış bir partidir. Duygu sömürüsüyle geçiniyor, boş vaatte bulunarak geçiniyor... Emekli maaşları konusunda şişirdiği balonlar boştur. CHP hedefinde üretim yok, AK Parti’nin bugüne kadar biriktirdiklerini çar çur ederek ayakta durmak var. Bizim oturduğumuz semtlerimizde de sosyal ve ekonomik yaşamda tamamen itibarsız olduğunu kendiniz de gözlüyor ve biliyorsunuz. CHP yönetiminin HDP yılanının her gün sırtını sıvazladığını hepimiz görüyoruz. Canlı bomba olayları ortada! Bir beklentisi var her halde! Kılıçtroğuluna hatırlatılması gereken bir gerçek var, yeri gelmişken yazalım: Memleket çıkarları, vatanın bütünlüğü tehlikede olunca, ideolojik hesaplar her zaman kenara çekilir, ikinci planda kalır. Tuzakların sonu yok. Lütfen kendiniz söyleyiniz. Bir ucundan tutuşturulan Türkiye baştan başa yakılmaya çalışılırken, başkentimizde bir anda 102 vatandaş öldürülürken MHP Başkanı Devlet Bahçeli’nin dil sürtüşmesi geçirmesi ve her soruya “Hayır!” demesi, anlaşılır bir iş midir? Koskoca Üniversite hocası olan bu lider, AK Parti durdurulursa, Güney Doğu bir daha asla toparlanmaz, bu işler kısır siyasetle çözülecek sorunlar mı, bu gerçekleri göremiyor mu? Siyaseti dondurduk ve meclisi kilitledik diye sevinirken, aralarından bazılar, “seçimsiz de olur”, “meclissiz de olur” vb saçmalıklarla, Türkiye devlet düzenini bozmaya yönelik konuşuyor. Milletimiz düğümlemeyi de bilir çözmeyi de, sağduyu sahibi seçmenimizin 1 Kasım gecesi TV ekranı karşısında birçoklarına akıl tutulması yaşatacağına kesin inanıyoruz. Oyun bozuculuk yapıyorlar.


146

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu kararlı tavrımız herkese karşı çıkanlara ve Büyük Türkiye hamlemizi durdurup boğmayı hedefleyenlere kesin yanıtımız olsun. Yürüdükleri yol Türkiye’nin istiklal yolu değildir. İzledikleri yolu seçmekle kendilerini inkâr ettikleri ortadadır. Bazı liderlerin bu denli değişmesinde, milliyetçi çizgiyi ret etmesinde başka yerlerden beslendikleri kendini belli etmiyor mu? Soydaşlar arasında ve Türkiye genelinde yerleşen ortalama kanatta CHP ile MHP oyun bozuculuğu var. Biz soydaşlar acımızı içimize gömen bir halk topluluğuyuz. Biz bizden olmayanı yürüyüşünden, göz bebeklerinden, kaşından gözünden anlarız. Maske takmışları, ruhunu satanları hemen sezeriz. CHP ile MHP’nin milletin aklıyla alay ettiğini, oyuna getirilmek istendiğimizi hemen gördük. CHP temsilcilerinin Birlik ve Kardeşlik Panelimize gelmemesi onların sinsi niyetlerini açığa vurdu. Milliyetçilik saksı çiçeği değildir. Türkçülük de öyle. Vatan sevgisi de aynı. Ruhları birleşmeyen, yürekleri aynı atmayan insanlar birlik kuramaz. Kursalar da işe yaramaz. Teröristlerle birlik ve sırdaş olanlarla bizim işimiz olmaz. Biz AK Parti siyasetiyle bu ihanetten beslenen sapıklığın kesin ve kararlı karşısındayız. 7 Haziran - 1 Kasım arasında vatanımızı terörist ejderhadan canı pahasına koruyanları ve bütün olumlu adımlara, önerilere karşı çıkanları apaçık gördük. Bazıları, Diyarbakır iş adamları odalar birliği gibi “PKK terör örgütü değildir” diyecek kadar ileri gittiler. Terörden beslenenler birer birer ortaya çıkıyor. Bazı Sivil Toplum Örgütleri oda ve baro başkanları, CNN - Türk gibi “PKK kanlı bir terör örgütüdür” demekten çekinerek haber okuyan TV programları kendilerini gizleyemiyor. Binlerce aile şehit vermiş, binlerce ananın gözyaşı dinmiyor, binlerce evlat öksüz umurlarında bile değil. Yüzlerindeki renk görünmesin diye sakal salmışlar ve çekinmeden, düşünmeden konuşuyor, halkı kışkırtıyorlar. Aydın dönekliği de boyasını belli etti. Yine bu yayınlar sayesinde Paralelci ihanet odağı ile PKK, DEAŞ, HDP ve Doğan Holding gibi medya babalarının omuz omuza olduğu ortaya çıktı. Halkı yanıltmak için “ben de HDP’ye oy verdim” kampanyası başlatma hevesli aydın uzantılarının yumruklanmasına, TV ve gazete baskınlarına tanık olduk. Halk tepkisine gem vuramaz duruma geldi. Böylece bizi yanıltmak isteyenleri izlememe, okumama, onlarla temas halinde olmama kararı aldık. Biz, oyun oyunu bozar atasözümüze inandığımız kadar AK Parti’nin 1 Kasım’da seçim zaferi kutlayacağına ve tek başına hükümet kuracağına ve Büyük Türkiye’yi dünya gelişmiş devletler arenasına taşıyacağına kesin inanıyoruz. Halkımızın seçim öncesi aklını çelmeye çalışan en korkunç makine HDP’nin yalan makinasıdır. Kürt dilinde propaganda zehiri evlerine, sofralarına, düş-


Makale ve Analizler - 2015

147

lerine akıtılan Kürtlerimiz dezenformasyon dünyasında Büyük Bir Korku içinde yaşıyor. Türkiye halkından koparılmak istemeyenler artıyor. Milyonlarla aile karışmış ve Kürt - Türk husumeti olmadan yaşarken, PKK ve HDP zehri hepsini yoruyor. Aileler bozuluyor. Vatan dilimizi konuşanların bazı yerde tartaklanması da tepki doğurdu. PKK ve HDP propagandası Türkiye halklarını parçalamak, Kürtleri ötekileştirmek ve geleceğin belirsizliğine ve karanlığına kapamayı amaçlıyor. Türk Kürt kardeşliğine kaldırılan hançer PKK ve HDP’nin de kesin sonu olur. 1000 yıl kardeş kardeş yaşamış iki Müslüman halkın yuvasını yıkmak, aileleri korkulu rüyalar dünyasında yaşatmak, öz devletinden soğutmak, hasımlık aşılamak, hayır alamet değildir. AK Parti bu yıkım siyasetine “Sen, Ben Yok! Türkiye Var!” siyasetiyle karşı koyuyor. Kesin kararlıyız. Bugünkü gergin durumda Türkiye ufkunu AK Parti’den başka açacak ve parlatacak bir siyasi güç yoktur. Biz oyumuzu AK Parti’ye vermeye hazırız. Bu yol istiklal ve egemenliğimizin, evlatlarımızı Büyük Türkiye’ye taşıyacak olan yoldur. Bildiğimizden şaşmayalım. 2002’den beri bu yolda yürüdük ve yine kardeşçe, beraber, omuz omuza yürüyelim. Seçim başarımızı tüm TÜRK Milleti ile önceden kutlarım. Kalın sağlıcakla.

Sığınmacı Çığı Ardındaki Güç - CIA

Mesut Uğurlu-19.Ekim.2015

Konu: Dünya politikası içinde Türkiye’nin artan rolü Avrupa Birliği (AB) sığınmacı sorununa kesin bir çözüm bulamadı. 28 üye ülkeden 28 çatlak ses çıktı. 1954 yılından beri yuvarlanarak ve yeni üyeler cezbederek büyümeye çalışan AB ilk kez bir yüz yüze geldiği bir iç sorununun çözümü için topluluk üyesi olmayan Türkiye’den yardım talep etti. Türkiye’ye 3 milyar Euro yardım önerdi vs. Bu sorunu Türkiye’ye taşıyan Almanya Başbakanı Angela Merkel, Türkiye’nin yenidünya politikasındaki kilit rolünü tanımış oldu. Cumhurbaşkanımız Sayın Re-


148

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

cep Tayyip Erdoğan ve Başbakanımız Sayın A. Davutoğluyla görüşmelerinde bu önemli sorunlar dile geldi, iki buçuk milyon sığınmacıya ev sahipliği ederken, PKK, DEAŞ ve IŞİD gibi dış ve iç düşmanla savaşan devletimizde “biz sığınmacı sorununu çözemiyoruz, yardım edin” dendi. Tarihte, Türkiye, yok olma noktasına gelen Fransa Krallarına da birkaç defa yardım etmiştir. 1950’lerden beri Almanya’da çalışan ve bu ülkenin İkinci Dünya harabeliğinden kalkmasında ve bugün artık Avrupa’nın bir numaralı ülkesi durumuna gelmesinde olağanüstü büyük katkıları olan Türk işçileriyani Türkiye olduğunu da unutmayalım. Bu arada sığınmacı sayısının artması, ilk göçmen ayaklanmalarını yaşayan Batı Avrupa’da politik dengeyi etkilerken, ibre sağ kaymaya başladı. BG Stratejik Araştırma Merkezi diğer ülkelerin sığınmacı deliğinden bakınca neler gördüğünü size sunmak için dış basında çıkan birkaç yazıyı dikkatinize Türkçeleştirilmiş olarak sunmayı kararlaştırdı. İyi okumalar. Bir: “Komsomolska Pravda” gazetesi. Yazar Darya Aslanova Krizin sorumlusu kimdir?Avrupa ayakta kalabilecek mi? Bunu ne pahasına yapabilir? Kurtarıcı kim olacak? Adına Halkların Büyük Göçü dediğimiz olayın üç Balkan versiyonu var. Sığınmacı selinin arkasında duran kim? Sorun çözülebilir mi? Gazeteci Derya Aslanova bu soruların yanıtını, Yakın Doğu’dan gelen göç çığının önemli durakları olan Sırbistan ve Hırvatistan’da aradı. Sığınmacı çığına kim neden oldu? Sığınmacı seli Avrupa’ya aktıkça, AB ülkeleri sığınmacı bunalımına batıyor, halkların paniği büyüyor. Adı Avrupa Birliği olan yapay birlik dikiş yerlerinden açılıyor, sınırlara tel örgü çekilirken, yeni Demir Perdeler geriliyor. Bunalım, ilk önce hep istikrarsız ve fakir olan Balkanları vurdu, komşular arasındaki eski didişmeleri alevlendirirken yenilerini başlattı. Balkan ocağından dehşetli çığlıklar yükseliyor. Batıya doğru büyük bir umutla bakmaya başlayan Balkan ülkeleri, şimdi nereye bakacaklarını bilemiyorlar. Krizin sorumlusu kimdir? Avrupa ayakta kalabilecek mi? Bunu ne pahasına yapabilir? Kurtarıcı kim olacak? Bu soruların cevabı gün geçtikçe gün ışığına çıkmaya başladı. Birinci şık: Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Rusya ile Almanya’nın arasını açmaya çalışıyor.


Makale ve Analizler - 2015

149

Soruyu yanıtlayan: DavorDomazet - Loşo. O, bir emekli amiraldir. Hırvatistan Silahlı Kuvvetleri eski Genel Kurmay Başkanı ve istihbarat daire başkanı görevlerinde bulunmuştur.Hırvatistan Cumhurbaşkanı Güvenlik Konseyi üyesidir. - Global bunalımlar genellikle ve hiçbir zaman bir tesadüf eseri olmamıştır. Yüksek makamlarda görev alan strateji uzmanları tarafından hazırlanır. İzlediğimiz süreç bir rastlantı değildir. Daha CorjBuş –baba tarafından ilan edilen Yeni Dünya Düzeni dayatılıyor. XXI. Yüzyıl hakimiyetine açılan yol, Yeni İpek Yolu, - Adriyatik Denizi’nden başlıyor, Karadeniz ve Hazar Denizi’nden, Kafkaslardan, Kazakistan üzerinden, baştan başa Çin’den geçip Malezya’ya kadar uzanıyor. Amerikan siyaset bilimcisi ve SSCB’nin dağılmasının ideoloğu ZbignevBjejinski şöyle demişti: Dev petrol, doğal gaz ve doğal kaynaklar ve su havzalarına sahip olan Avro-Asya’yı kontrol altında tutan, dünyayı denetleyen olacaktır. Avro-Asya’ya üç kapı açılır: Birinci kapı, denizden denize yani Hırvatistan’dan İsrail’e kadar uzanır. İkinci kapı: Basra Körfezidir. Üçüncü kapı ise, Kore ve Vietnam’dır. Birinci kapıdan giren sudan geçer. Örnekleri: Yugoslavya Savaşı. Ülkenin parçalanması. Bu, yönetilebilen bir bunalımdı. Aynı zamanda, “Çöl Fırtınası” adı altında Irak’a karşı ilk operasyon başlatıldı. “Çöl Fırtınası” bir cerrahi ameliyata benzer şekilde yapıldı. ABD bir yandan Avrupa kapısını açarken, aynı zamanda Rusya ile Çin arasına olası en kerin şekilde bir kama kakmaya çalıştı. Balkan Savaşları sonucu ABD Kosova’yı ele geçirdi ve Moskova ile Tahran’a aynı uzaklıkta olan Avrupa’daki en büyük askeri üslerini orada kurdular. NATO’da genişledi ve Güney Doğu Avrupa’yı yuttu. Bağdat’ın bombalanması. Amerikan istihbaratı tarafından hazırlanan, 11 Eylül 2001 terör saldırısından olayından sonra, Avro-Asya’nın en büyük ve önemli yol kavşağı olan Afganistan’ı ele geçirdi. 2003’te yürütülen Irak Savaşı ABD’ye ABD’ye ikinci kapıyı “Basra Körfezi”ni açtı. Gürcüstan ve Ukrayna’daki “turuncu” devrimler, Bulgaristan ile Romanya’nın NATO’ya alınması Amerika’nın Karadeniz’e demir atmasını sağladı. (Amerika Bulgaristan’a bir askeri üs, eğitim merkezleri kurdu, “Bezmer” ve “İganovo” uçak pisleri genişletildi ve büyük US uçakları inebiliyor.) Bu gelişmeler olurken Rusya zayıftı. Vladimir Putin’in Başkan olmasıyla Rusyada ilerleme başladı, ne var ki, Amerikan uzmanları bunu öngörememişti. Rusya ekonomide ve askeri sektörde sıçrama gerçekleştirdi, jeopolitik arenada kendine hak ettiği yeri aradı. Amerika İran’a saldırmak için plan üstüne plan hazırlarken, (şu unutulmamalı Şam ele geçirilmeden Tahran alınamaz), Suriye’nin


150

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

istikrarsızlaştırılmasına başlandı, Rusya fırsat bulup, Başar Esad rejimini desteklemeye hakkı olduğunu iddia ederek, haksız bir şekilde oyuna girdi ve bombalamaya başladı. Ve işte bu noktada Amerikan teklemeye başladı. Washington Lübnan’ı yok ettiği gibi, Şükriye’yi bir hamlede kolayca yok edemedi. İşte böyle bir ortamda Amerika Ukrayna’da meydan olaylarını kışkırtarak Rusya’ya başka bir yandan darbe indirmeye denedi. Fakat burada da Ruslar hazırlıklı ve esnek davrandı ve Kırım’ı ilhak ettiler, Amerika ise Karadeniz’i kaybetti. Yine bu dönemde Putin Arktik ’teki mevzileri de güçlendirebildi. Libya’daki gelişmeleri biliyorsunuz. Şunu da unutmamalı, Rus Ordusu en ağır iklim şartlarında savaşmak için eğitilmiştir. Şu da var, yine son yıllarda Rus denizaltıları NATO üyesi Baltık ülkelerini ve Kuzey Avrupa’yı kuşattı ve Amerikan avlusuna girdiler. Bu arada, ABD’nin tek tabanca hakimiyet kurduğu Pasifik Okyanusu’nda, Çin etkin olmaya başladı. Biz Kiev meydanına bir daha dönelim.Ukrayna kargaşası Almanya ile Rusya arasında çatışma çıkması için düşünülmüştü. İkinci Dünya Savaşından sonra, milyonlarca vatandaşını yitiren, Almanya ve Rusya kansız kalmıştı. Bu felaketi düşünenler İngiliz ve Sak sonlardı. Ne ki, bu savaştan iki devlet de daha akıllı çıktı. Ve bu kapana bir daha düşmezler. Almanya Avrupa’nın ana gücüdür. Amerika Avrupa’yı Rusya’ya yaptırım uygulamaya zorladı. (Yaptırımlara Bulgaristan da katılıyor.) Washington’un her dediğine boyun eğmeyen Avrupa’ya kesilen ceza ise sığınmacılardır. - Ruslar, Almanların ahmaklığına hiddetlenmede haklıdır. Bu, aptallık değil, bir korku eseridir. Almanya’nın bugün de istila edilmiş bir alan olduğunu bilenler azdır. Ruslar ordularını Almanya’dan çekti, NATO ise aynı ülkeye yığınak yaptı. Şu an Almanya’da 50 bin US askeri var. Ramstein US askeri üssü açıktır. Almanya’nın altın yedeklerinin daha büyük kısmı Amerika’da ve Londra bankalarında saklanıyor. 1949’da imzalanan bir gizli antlaşmayla, Almanya devlet egemenliğinin 2099 yılına kadar sınırlanmış olduğunu da unutmayalım. Bu durumda yaptırımları uygulamayı kabul ederken Almanların başka seçeneği olmadığını anlamamız gerekir. - Ne ki, Almanların herşeyi kabul etmediği de ortadadır. Rusya’yı dize getirmek için, Amerika, Avrupa’dan çok daha sert yaptırımlar almasını beklemişti. Bunu yapmadığı için Avrupa’nın cezalandırılması gerekti. Cezalandırmanın bir başka gerekçesi de, güçlü Almanya’nın Rusya’nın yegane ekonomik müttefiki olmasıydı.


Makale ve Analizler - 2015

151

Sığınmacı selinin eski kıtaya akması, AB’ye İngiliz-Sak son gücünün kestiği cezadır. İngiliz-Sak son zihniyeti, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra olduğu gibi, Avrupalıların Amerika’dan yardım istemeye zorlarken, Avrupa’yı istikrarsız bir topluluk haline getirmeye, yıkıp dökmeye çalışıyor. Eski “Marshall Planı” - yeni bir biçimde aranıyor. Göç krizi, başı ve sonu olmayan, askersiz, çarpışmışız, sahasız ve savaş etkinliği olmayan asimetrik bir savaştır. Batının Yakın Doğu’da başlattığı ve körüklediği göç, Türkiye, Lübnan ve Ürdün’e milyonlarca savaş kaçağı ve sığınmacıyı çıkardı. Sayıları yalnız o bölgede 5 milyon kişiyi aştı. Bu insanlar en düşük yaşam standardına, sefalet kuyusuna bilinçli olarak itildiler. Çıldırma aşamasına geldiklerinde onlara barındırılmış topraklara Avrupa, Almanya yolu gösterildi. - Kanıma göre, bu kitlesel göçte yeni bir şey yok. Mısır’dan kaçan Yahudilere Musa Peygamber’in (Moisey) uyguladığı matris uygulanıyor. - Şu an akmaya devam eden birinci göç seli Avrupa’nın ve ayrı ayrı AB üye devletlerindeki tepkiyi ölçecektir. Bir askeri operasyon planı hazırlanırken, zayıf noktaya saldırılır. Avrupa’daki en zayıf halka yalanıcı ve ikiyüzlü hümanizm (insan severliktir). İnsan haklarına ilişkin söylenenler.... Sınır duvarına ilk erişen her defasında çocuklar ve kadınlar oluyor. Arkalarından da erkekler ve gençler yetişiyor. Bir iki ay sonra, gecelerin soğuk olmaya başladığında, sel azalacak. Baharda daha da büyük bir güçle hareketlenecek. İkinci sel dalgası bir az daha ısrarcı, radikal olacaktır. Sığınmacılar daha fazla hak talep edecekler. Suudi Arabistan’ın 200 cami inşaatını finanse etmeye hazır olduğunu beyan etmesi, dikkatinizi çekti mi? Yeni camiler nüfus savaşı kaleleri olacak. AB’nin yeni vatandaşı olacak olan sığınmacılar, oy kullanarak yani demokratik usule uygun olarak haklarını elde edemediklerinde, baskı kullanmaya başlayacaklar. Avrupa’da yeni bir çağ başlıyor. Avrupa’nın protest anlaştırılmasında yeni aşamaya geçiliyor. Adriyatik’ten, Baltık devletleri üzerinden Vladivostok’a kadar uzanacak bu yol. Böyleve Batı Avrupa sayfası kapanacak. Eski kıtanın artık manevi gücü tükendi. Almanya Avrupa’nın yeni geleceğine katılma ya da katılma konusunda seçenek yapabilir. Rusya dünyanın en önemli ülkesi olmaya başladı. Şimdi herşey Süriye’deki savaşın nasıl sonuçlanacağına bağlıdır. - Halkların yaşadığı büyüyen bir korku var. Yeni bir Afganistan yaratmamıza gerek olmadığı kanısındayım. Rusya, Beşar Esad’ın Akdeniz’e limanlarında mutlaka kalmak kaydıyla, Suriye’yi parçalamayı denemek zorundadır. Beşar Esad’ın ayakta kalması için Rusya’nın ordu göndermesi gerekebilir. Ana hedef Rusya’nın Laskiye ve Tarsus deniz üslerinin korunabilmesidir. En sonunda Rusya bunu yaparsa Deli


152

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Petro’nun Akdeniz havzasındaki sıcak denizlere çıkma vasiyetini gerçekleştirmiş olacaktır. Bunu yapamayan Rusya asla süper devlet olamaz. İkinci şık: Zagreb Üniversitesi Prof. Elena Yurişiç. Olayların arka planındaki güç – CIA: Sığınmacıların bileşimi ve izledikleri yol birçok sorun doğurdu. Evet, onların arasında başı çeken, eğitimli, zengin bir elit grup var. Birde, internet iletişimi bile olmayan, Afganistan ve Afrika köylerinden gençler var. Ben bu gençlerin ellerine bugüne kadar coğrafya haritası almadığına inanıyorum. Soru: Öyleyse izleyecekleri yolu nereden biliyorlar? Sürünün başını çeken kim? Birkaç gün önce Karadağ, Bosna ve Dubrovnik üzerinden yeni bir güzergâh izlemeye başladılar. Demek istediğim sığınmacılar sürüsü bütün Balkan ülkelerine yayılmış bulunuyor. Krizin ilk günlerinde Yunanistan Makedonya sınırında bazı kişilerin sığınmacılara harita dağıttığı ortaya çıktı. Sınırları nereden ve nasıl geçmeleri gerektiği işaretlenmişti. Bu insanlar kimdir? Bu soruya tam olarak yanıt veremiyorum. Tahminlerim şudur: Sığınmacıları Savunma Örgütü var. Gönüllülerden bağış topluyor. Örgütün elemanları sığınmacıları otobüs terminallerinde ve tren garlarında, yemek yemelerini örgütlüyor, sığınmacı haklarının anlatıldığı el kitapları dağıtıyorlar. Gidecekleri yol ve yerlilerle ilişkiye geçme gibi konularda onları bilgilendiriyorlar. İnternette USAİG örgütüne rastladım. Bu bir US gelişim ajansıdır. US “devleti dış ülkelere yardımlarını” bu örgüt eliyle dağıtıyor. “Renkli” devrimlerin ardındaki güç USAİ örgütüdür. 2012 yılında USAİD kadroları Rusya’dan kovulmuştu. Bu işin içinde USAİD varsa, ardındaki güç Merkezi Haber alma Örgütü - CIA olmalıdır. Dolayısıyla Avrupa İslam alemiyle çatışmaya itiliyor. Irak ve Afganistan’da ABD kendi başlarına savaşıyor. Libya saldırısına Fransa ile İngiltere’yi çekebildiler. Fakat sığınmacı bunalımında Avrupa yalnız bırakıldı ve kendi gücüyle hareket etmeye başladı. Balkanların istikrarsızlaştırılması: Şimdi olaya biraz da Türkiye açısından bakalım. Türkiye ile Rusya arasında “Güney Akım” gaz boru hattı anlaşmasının imzalanmasından sonra Türkiye birçok ciddi sorun yaşadı. Hükümet krizi; Kürtlerle gerçek bir iç savaş. Ülke ilk kez istikrarsız bir bölge oldu. Gaz boru hattını unutturmaya çalıştılar. Türkiye’den sonra sığınmacı sorunları giderek Balkanlara aktarıldı. Kimi ülkeler iyice hırpalandı. Öncelikle Rusya’ya dost gözüyle bakan Yunanistan, Makedonya ve Sırbistan ve Putin’in bugünkü müttefiki olan Katolik Macaristan büyük darbeler aldı. Hırpalanacak olan devletlerden biri de Karadağ’dır. AB


Makale ve Analizler - 2015

153

ise, topraklarına büyük bir sığınmacı kampı inşa etmesi için baskı uygulayarak, Sırbistan’a şantaj yapıyor. Adeta, ya mültecileri yanınızda tutarsınız ya da başınıza gelene katlanırsınız, diyorlar. Burada hedef Balkanların bir çöplük haline getirilmesidir. Bir başka özellik daha kayda değerdir. Amerikalıların “heyecanla” destekleyip kışkırttıkları “Arap Baharı” sadece ılımlı İslam’ın hakim olduğu Tunus, Mısır, Libya, Suriye ve Irak’ı kapsadı. Radikal İslam’ın egemen olduğu Suudi Arabistan, Katar ve Bahreyn’de kargaşalık çıkmasına yol verilmedi, bu devletler ABD, İngiltere ve İsrail’in daha emin dostları olmaya gayret gösterdiler. Saldırgan, terörist İslam virüsü Yakın Doğu’ya artık baştanbaşa bulaştı. Yeni gelen sığınmacılar da bu salgını eski kıtaya taşıyorlar. Sığınmacı trajedisini dünya basınından izliyoruz. Tercüme edilmiştir.

Göç Krisine Farklı Bir Bakış Açısı

Dr. Nedim Birinci-21.Ekim.2015

Konu: AB ve Şengen yasalarında olmayanlar: Tel örgülü sınır yok. Sığınmacılara ateş etmek yasak! Giriş. Avrupa’nın güvenli merkezi Almanya’ya doğru yürümeye devam eden savaş kaçağı ve sığınmacı kafileleri 40-50 kişilik gruplar halinde her gün Türkiye’den Bulgaristan’a gizlice girip memleket içine uzuyor. Yakalanan gruplarda izlenecek güzergâh tableti var. 200-300 kişinin her gece sınırı deldiğini bilmeyen yok. Sakar Balkan çalılıklarında, dağ patikalarında, köprübaşlarında veya Sofya’da meydanlarında belirince yakalanan, üzerlerinde hiçbir vesika olmayan bu kişilerin sakin tavrı polisi şok ediyor. Çalışmayan sınır tekniği: 132 km.’lik Bulgar Türk sınırına son 2 yılda milyonlarca leva akıtıldı. 6 bin sınır eri görevlendirildi. Dikenli, jiletli tel duvar 3 kat, gözetleme modern teknikle yapılıyor. Direklerde gece gündüz etrafı gören kamaralar. Girip çıkan karıncanın


154

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

kaydedildiğini gazeteler yazdı. Ne ki bu teknik donatım cereyanız çalışmıyormuş. Son sınır ihlallerinde kamaraların çalışmadığı ortaya çıktı. Bu yüksek çözümlü kamaralar ve sinyal sisteminin kullandığı elektriğin faturası ödenmediğinden cereyan kesilmiş. Olayın bu kısmını yorumlamak istemiyorum. Bulgar elektrik şebekesi yabancı dağıtım şirketlerine yıllar önce verildi. Meclisteki milletvekillerinin yarısı da elektrik sermayesine hizmet ediyor. Sınıra elektrik veren şebekeye de kaçakçı mafyası el atmış olabilir. Kutu içinde kutu! Bizden sır çıkmaz. Kurşunlanan sığınmacılar. Bulgar Türkiye sınırından 50 km içeride “Siedinenie” köy köprüsünde 3 sınır eri tarafından durdurulan 52 kişilik Afganistanlı kafileye açılan ateşte 1 sığınmacı öldü. Benzer olay daha önce de olmuştu. O zaman ateş eden Bulgar polis 6 yıl hapis cezası almıştı. Macaristan’da bir gazetecinin geçen ay kucağında çocuklu bir savaş kaçağını çelerek yere düşürmesi Avrupa’da tepki uyandırmıştı. Bizde, Meclis Başkan Yardımcısı milliyetçi Karakaçanov’un “Avrupa’nın sığınmacı politikası aptallıktır” diye bağırıp çağırdığı şu günlerde, ortam çok farklı ve öldüren polisi aklamak için ulusal imza toplama kampanyası başladı. Bu iş imza toplamakla hal edilecekse uluslararası ve ulusal yasalara, insan haklarına ve sığınmacı hakları yasasına ne gerek var!? Balkanlar çalkalanıyor: Güzle yağmurlar başladı. Şemsiyesiz, naylona sarılmış çocukların, annelerin, durumu yürek acısı. Hırvatistan sınır kapısını aştı. Günde 2 bin 500 kişi Slovenya’ya geçiyor. Kaydını yaptıranlar Avusturya yolunda. Alman - Avusturya sınırına da artık tel örgü çekiliyor. Kontrolsüz geçide izin yok. Başbakan Merkel alacağım dediği 800 bin göçmeni barındırmaya çalışıyor. Yeni sığınmacıların ilk isyanı: Sığınmacılar yumruklarını sıkıp havaya kaldırmazdan önce Almanya’nın Drezden eyaletinde anti-sığınmacılarla yabancı düşmanları her gece fener alayı yaptı. Başbakan Merkel onları susturdu. Araştırmalara göre, Saksonya’da hayat % 52 oranında güvensiz v tehlikeli olmuş. Sığınmacı ve sığınmacı düşmanlarının karşılıklı hiddetlendiği, öfkelendiği ve didiştiği yerde kıvılcım çakıyor. İsveç ilk göçmen ayaklanmasını 5 şehirde birden yaşadı. Yakılan araç sayısı bini aştı. Fransa İslam Cumhuriyeti! Son yıllarda birkaç defa ayaklanan Kuzey Afrikalı Fransızlar ve 2. ve 3. kuşak göçmenler ülkedeki Arapların sosyal ve politik yapıyı etkileyebildiğini gösterdi. Bu arada Arapların Avrupa’ya göçünü para babalarından Rotşild’in finanse ettiği ortaya çıktı. Onun için bu paralar karşılığı olmayan kâğıt parçasıdır. Bu gi-


Makale ve Analizler - 2015

155

dişle Euro gelecek yıl çökebilir. Karşılıksız paralarla hem Büyük İsrail kurulabilir, hem de Avrupa dönüştürülebilir. Dolar değişiyor. Euro değer kaybedince, US Dolar değiştirilecek ve adı amer olacak. Siz sayın okurum Kudenhov-Kalergi’nin ismini hiç işittiniz mi? Bu kişi, geçen yüzyılın 20. Yıllarında Birleşik Avrupa fikrini öne çıkarak ve Pan Avrupa Birliği’nin temellerini atan Kont Riçard Kudenhov-Kalergi’dir. O devlet sınırlarının kaldırılmasında ve ulusların devletten ayrılmasında ısrar etmişti. O, insanların “insan kitlesi” (halk yığınları) ve “nitelikli insanlar” (asilzadeler, aristokrat ailelere mensup kimseler) ve “manevi aristokrasi” olarak Yahudilere olarak iki kategoriye ayırmıştı. O, dünyanın bir asilzade ırk, dünya üstü elit tarafından yönetilmesi gerektiğini düşünmüştü. Uluslar ve halklar ise, “nitelikli olan insanlar” tarafından yönetilen bir birleşik Avro Asya - Zencivari ırk meydana gelene kadar karışmasını önermişti. Kudenhov - Kalegri Avrupa’nın manevi atası ve mülti- kül turizm idelerinin es inleyicisi olarak da bilinir. Onun onuruna tesis edilen madalya ile Angela Merkel, Ronald Reygan ve Helmud Kol ödüllendirilmiştir. Sığınmacılar yurtlarını neden terk ediyor? AB ülkelerine, Almanya’ya gidip oraları karıştırmak, başkaldırmak, ayaklanmak için mi? İnanmıyorum. Şunu unutmayalım. Tarihte tüm savaşlar ve büyük göçler hep yeni topraklar elde edip yeni topraklara yerleşmek için olmuştur. Biz de göçmen değil miyiz? Neden söküldük kökümüzden dersiniz! Bizi kovanlar topraklarımıza yerleşmedi mi? Bizde de olduğu gibi, büyük kargaşalıklar, ayaklanmalar ve savaşlar esnasında toprak ve taşınmaz mal mülk değer kaybeder. Biz de evlerimizi yok pahasına satıp elimize geçeni yol parası yapmadık mı? Parasız yola çıkılır mı? Çakalların talanı: Suriye’deki de durum tam böyle imiş. Sığınmacı ifadelerinde 100 bin US Dolar tutan evlerini, bahçelerini, tarlalarını karşılarına birdenbire çıkan “çakallara” 3 - 5 bin US Dolara kaptırdıkları anlaşılıyor. Yollara düşmüşler. “Çakalların” o anki konuşmalarından: Bir ev, tarla, traktör biçerdöver nedir ki? Yarın üzerine bir bomba düşecek ve yerle bir olacak. O zaman ne yapacaksın? Ailen ve çocukların ölecek! İkircimli uykusuz geceler geçirirken, bir anda sözde fiyatlar düşüyor. Eline 2 - 3 bin US Dolar alan bohçasını sıkıp yollara çıkıyor. Bunu yoksullarla birlikte, gece gündüz silah sesleriyle korkutulan zenginler, toprak beyleri de yapıyor. Suyu, yolu, kültürü ve medeniyeti olan diyarları “çakallara” kaptırmışlar.


156

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Tabii ki, her yerde olduğu gibi oradaki o ateşin içinde de, “çakalların”, deniz kıyısında ölü balık bekleyen glarusların ardında duran büyükler var. Filistin’de de böyle olmuştu. Araplar toprağı zengin ve suyu bol yerlerden kovulurken “mülklerini ellerinden yok pahasına çıkardılar, sözde Yahudilere sattılar.” Oysa kovuldular. Kudüs’te apartmanlar parasızdan ucuza satıldı. Dünya halkları, demokratik kamuoyu Yakın Doğu savaşının yalnız bir ülkeye – yalnız İsrail’e yararlı olduğuna, kesin inanıyor. Dikkatinizi çekmiyor mu? “İslam Devleti” IŞİD İsrail’i bir kez bile tehdit etmedi. İsrail’in Suriye topraklarında gözü ve buralara ilişkin uzun vadeli planları var. 1981’de Golan Tepeleri’ne girdi. BMT Güvenlik Konseyi kararlarına rağmen geri çekilmedi. Gözünü Suriye’nin bereketli vadilerinden ayırmıyor. Suriye’nin stratejik önemini biliyor. Son yıllarda Şam’a 13 hava saldırısı gerçekleştirdi. Sinsi planın özünde Nil ırmağından Fırat’a uzanacak Büyük İsrail hayali var. Bunları bilenlerin beynindeki lamba, dünyanın uluslararası Siyonizm, transulusal korporasyonlar, Bilderberg Kulübü ve dünya hükümeti yani zenginler tarafından yönetildiğine işaret ediyor. Bunların bir başka adı da “Hazar Siyonistleri”. Sıradan Yahudilerin bunlarla alakası yoktu Siyonistlerin durumsal ahlakı vardır. Yüzde yüz Yahudi olsan bile, fakirsen, hastaysan veya mutsuzsan, zengin Yahudilerin ilgisini çeken biri olamazsın. Fakat herhangi bir parlak yetenek gösterebilirsen, ilerlersin, zengin olabilirsin, zenginlerin ilgi odağına çekildiğinde, sana olan saygıları sonsuz olacaktır. Diğer ırklardan tüm insanlara karşı merhametsizdirler. Avrupa’ya doğru yükselen göç dalgasının arkasındaki tüm soruların yanıtı şu noktada düğümlüdür: Siyonistler, Amerikalı Hazarlar Büyük İsrail kurma hedefine saplanmıştır. Bu bakıma Türkiye’nin bölgenin en güçlü ve en büyük ve dinamik büyüyen devleti olması onları rahatsız ediyor. Yıkmak istedikleri Arap devletleridir. Irak’ta bu yapılmak istendi, Suriye’de bu yapılıyor, çünkü devletler olmasa, bu topraklar ovadan başka bir şey değildir. Bu bakıma Kürtleri de kullanıyorlar. İnsanlar köy ve kasabalarından sökülüp kovuluyor, onlar olmadan orada devlet, devlet müsseseleri ve yerel idare olamaz. Göçebeleri koşullandırmak etmekse kolaydır. Durum “Arap Baharı”ndan önce de aynıydı. O zaman, Yahudi basını, Mubarak devrilecek, Kaddafi öldürülecek, Arap ortamı baştanbaşa keşmekeş, ayaklanma ve devrim yaşayacak ve karışıklık ateşinde yanacak, diye yazıyordu. Hedeflerinde Arapları topraksız ve devletsiz bırakıp kendilerine köle etmektir. Göçleri finanse eden gözle görülmeyen para babaları:Önce İsrail’i kim kurdu sorusuna cevap bulalım. Kurucunun ismi - Teodor Herzel. 1897’de


Makale ve Analizler - 2015

157

İsviçre’nin Bazel şehrinde Birinci Dünya Siyonist Kurultayı yapıldı. Hedefinde olan, Filistin’e yapılacak Yahudi göçleriyle “ulusal ocak” yakmaktı. Filistin’e göç edenlere parayı veren Rotşild idi. Ve bugün de Arapları öz topraklarını bırakıp Avrupa yollarına düşüren ve bu göçün masrafını çeken yine Rotşil ve Rokfeler gibi zenginlerdir. Bu defa onlar bu işi “Hayır Derneklerine” para vererek, bazı cami imamlarına para vererek, sivil toplum örgütleri kanalıyla yapıyor. Suriyelilerin cebinde yol parası olduğuna hala inanmak istiyorum. Fakat Afrikalıların ceplerinden 10 - 15 bin US Dolar çıkarıp aracılara verdiğini işittikçe şaşıyorum. Bu Bulgaristanlı bir Türk köylüsünün 5 yıllık geliri, Türkiye vatandaşları için de büyük para. Afrika’dan kaçmaları için kendilerine bu paraları verenler, Afrika’nın yarınların cenneti, el sürülmemiş ova ve orman, berrak sulu ırmaklar, dünyanın en yaşanası yeri olduğunu biliyorlar. Şöyle bir olay da gözleniyor: Üsküp, Belgrat, Budapeşte, Viyana, Berlin, Leipzig, Hamburg, Bremen ve daha birçok yerde göçmenler hep “Reiffeizen Bank” gişelerine yığılıyor ve para çekiyorlar. Soru: Bu adamlara kim para gönderiyor? Buradaki şema açıklandı. Sığınmacılara bir sonraki hedefe ulaştıklarında para gönderiliyor yola devam etmeleri için. Bazı sınırları geçemeyince öfkelendikleri ve bağrıp çağırmaları böyle anlaşılabilir. Onların takip ettiği güzergâh paraya götürüyor. Ellerindeki modern cep telefonları da göç planına hizmet ediyor. Bana öyle geliyor ki, bizim neslin gözleri önünde Avrupa’nın beyaz ırkı Arap ve Afrikalılarla karışacak Yeni çıkan kitaplarda şunları okuyorum: Fransa göçmenlerin çocukları ve göçmenler arasında ve bir de Fransızlara karşı başlayacak bir iç savaşta yerle bir olacak. Geçen hafta Katolik Kilise Fransız Silahlı Kuvvetleri (milliyetçi generallerle) ile bir sözleşme imzaladı. Bu anlaşmaya göre kilise orduya para yardımı sunuyor. Kilise Güney Fransa’nın Cumhuriyetten kopmasından ve “Fransa İslam Cumhuriyeti” ilan etmesinden korkuyor. Bu gidişle ekonomik olarak çökmesi beklenen Avrupa Birliği dağılabilir. Avrupa’nın kalan kısımlarını ise ABD istila etmeye devam edecektir.Bizim kuşak Rus tanklarına karşı 1956 Budapeşte Ayaklanmasını ve 1974 Prag olaylarını yaşadı. Suriye’ye bomba eken Rusya askerlerinin çiçekle karşılanmadığını görüyoruz. Fakat Avrupa Türkiyenin de çok önemli yardımlarıyla sığınmacı selini durduramaz ve soruna çözüm sunamazsa, Rusya’ya “ama gelin bizi kurtarın” dendiğinde olayların çok vahim yön alacağı düşünülebilir.Aslında, tarih kitaplarına bakılırsa, Avrupa, Napolyon’dan, Sultan Süleyman’dan ve Hitler’den kur-


158

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tarıldı. Bugün kime minnet duyulacağı belli değil. Sonra Avrupa’nın İslam’dan kurtarılması bir saçmalık olmaz mı? Dünya’da birkaç milyar Müslüman yaşıyor. Rusya nüfusunun % 20’si de Müslüman.Evet, şimdi formül değişti. Rusya ve Batı İslam dünyasını teröristlerden ve radikallerden kurtarmaya çalışıyor. Bu kurtarmanın formülü anlaşılan devletleri parçalamak! Suriye’den kaç dilim çıkar dersiniz.Türkiye’yi de parçalamayı düşünüyorlar. Avrupa, Anadolu ve Güney Doğu - üç parça. Geçen yüzyılın başında yapamadıklarını şimdi gerçekleştirmeye çalışıyorlar.1 Kasım’da seçim var. Tüm soydaşlarıma sesleniyorum. Aklımızı başımıza toplayalım ve oyumuzu AK Parti’ye vererek Türkiye’mizin bütünlüğünü koruyalım, Büyük Türkiye yolunda birleşelim. Bunu yapmazsak, paranın kokusu yok, öteki seçimlere kadar hepimizi satın alacaklar ve çok geç olacak. Başka vatan bulamayız. BU planlar hep karanlıkta yapılıyor. Okuduğunuz için teşekkür ederim.

BULTÜRK’ün Birlik ve Kardeşlik Gecesinden

BG-SAM-26.Ekim.2015

Gecede Rafet ULUTÜRK’ün Konuşması; Sayım Milletvekillerin, Sayın Belediye Başkanım, Sayın STK Başkanları ve yöneticileri, çok değerli misafirler, hepiniz Hoş Geldiniz, Sefa Getirdiniz. Bulgaristan Vatandaşıyız, herkesin olduğu kadar bizimdir memleketimiz. Coğrafik adı, eskilerden Rumeli’ydi, daha sonra Balkanlar oldu, şimdi ise Güney Doğu Avrupa’ya değiştirildi. Ne olursa olsun, o memleket, bizim memleketimiz! Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneğimiz 2003’ten beri beklediğimiz, soydaş kitlesi inisiyatiflerine sizlerin, sivil toplum örgütleri tabanımızın sahip çıkması, şahsen beni ve dernek yönetimimizi derin etkiledi. Bizim kıvılcımdan ateş doğacak inancım kat ve kat arttı. Bu buluşmamızın 25 Ekim Bulgaristan’daki yerel seçimin şu an oy sayımı devam ederken diğer taraftan da Türkiye’mizde, kader çizgisi belirleyici nitelikte olan, 1 Kasım erken genel seçimlerinden tam bir hafta önceye rastlaması, anavatanımızın geleceği, halkımızın huzuru, Büyük Türkiye atılımlarını kucaklama kararlılığımız açısından, gurur verici oldu.


Makale ve Analizler - 2015

159

Bulgaristan’daki mahalli seçimde pek bir şey değişeceğine inanmıyorum. Totaliter yapı, sarı öküzleri boz çiftle değiştirip tarlasını sürmeye devam ediyor. 1990’da çarpıtılan sosyal altyapı bir daha toparlanamadı. Mülkiyet bir avuç, oligarşi uzantısı dediğimiz zengin Bulgar tabakasının eline sıkıştırılırken, topraksız, mülksüz ve işsiz kitle, çaresiz yaşlı tabaka, bu arada etnik toplulukların % 90’ı köleliğe ve avuç açmaya alıştırılıyor. Seçim listelerinde 6 milyon 868 bin seçmen ismi sıralanmış, ama sandık başına gidenler 2.5 milyondan fazla değil. Sanki sandıklara girmeyen oylar çuvala girmiş ve Yüksek Seçim Kurumuma düzenli bir şekilde teslim edilmiş. Diyecek bir şeyim yok: Adalet olmayan yerde Yaşasın Sahtekârlık! Adalet, sosyal adalet Mülkiyet ilişkilerine dayanır. Mülkiyet ilişkilerini adil düzenleyen ise Anayasa ve kanunlardır. Bulgaristan Krallığı 1908’de kuruldu ve mülkiyet ilişkilerini düzenlemek için birçok Anayasa çıkarıldı, kanunlar yazıldı. Bütün bu uygulama, Osmanlıdan kalma büyük kapsamlı, Mülk ve Eserleri yasal ele geçirmek için kullanıldı, 1879 sayımında kayıtlı 2 bin 356 mescit, cami, 142 medrese, 273 mekteb vs. bunların hepsi usulüne uygun kapatma ve yok etme için yapıldı. Mülk ve miras hakkının zedelenmiş ve yalnız kimileri için var olduğu bir ülkede adalet olamaz. durum budur. Kanunsuz bir ülkede Muhtar ya da Belediye Başkanı seçsek de pek bir şey ifade etmez? Bir örnek vermek gerekir ise ; 3 dönem Kırcaali Belediye Başkanlığı yapmış olan Hasan Aziz maalesef Kırcaalide bulunan Türk - Müslüman mezarlığını bakım ve temizlik işlerini yapmamıştır. Ayrıca ana okullarda Türk-Müslüman çocuklarına zorunlu olarak domuz eti verilmesini desteklemiştir. Ha! Hiç mi umut yok? diye soranlara bu yıl baş gösteren bir müjdem var. Avrupa Birliği Eğitim Komisyonu Bulgar okullarındaki ders kitaplarından Osmanlı düşmanı, şair Hristo Botev ile Osmanlı düşmanı yazar ve şair İvan Vazov’un tamamen çıkarılmasına karar verdi.


160

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İnşallah tarih dersi kitaplarında 1878 Rus - Osmanlı Savaşı hakkında, bu Rus Çarının bir saldırı savaşıdır, Osmanlı orduları Bulgaristan’ı ve Bulgar halkını savunmuştur, diye belirtilmesini de isteriz. Çünkü tarih toprak gibidir, zehirli topraktan zehirli mahsul alınır. Bu olursa, Rus aşırı milliyetçilerinden Vladimir Jirinovski Bulgar halkına ikide bir sitemde bulunurken, “biz sizi Osmanlı köleliğinden kurtardık, siz bize ilelebet minnettar olmak zorundasınız!” diye bağırıp çağırması kesilir. Biz artık “Bulgaristan Türklerinin Sesi” gazetesinin 101. Sayısı çıkardık, BG-SAM yayınlarıyla, www.bghaber.org üzerinden ve artık bastığımız onun üzerinde kitapla, panel, ulusal ve uluslararası sempozyum ve konferanslarla sizleri hep bilgilendirdik, bilgilendiriyoruz ve bu etkinliklerimiz devam edecektir. Bizler, BARIŞA düşkün insanlarız. Mayamız Osmanlı döneminde Balkanların 300 yıl savaşsız yaşadığı çağda tutulmuş. Değiştirmek elimizde değil. Ne yazık ki, baskılardan, terörden, zulümden kaçtık da geldik anavatanımıza. Hristiyanlık İnsanlığın ve İnsan Sevgisinin ne tarihini ne de kitabını yazabildi. Olmayan şeyi nasıl yazsın! Biz, dünyanın en güzel diyarında, memleketimizden, daha da güzel ve yaşayışı mutluluk veren anavatanımıza geldik. O gün bu gün memleketimiz üzerinden hüzün bulutları dağılmadı, insanın mutlu olmadığı yerde, hiçbir şeyin mutlu olmadığını herkes gördü, inandı. Biz şanslı insanlarız. Gelir gelmez, 21. yüzyılın başında, ANAVATAN Partisi daha sonra AK Parti öncülüğünde Büyük Türkiye trendine ayak uydurduk ve anavatanımızın altın çağına birlikte gidiyoruz. Bizden önceki göçlerin bahtı bu kadar açık olmamıştı. Anavatanımız olan, bu cennet toprakların 500 milyon kardeşi doyurmaya yetecek kadar zengin ve verimli olduğuna inandık. Daha 18’inci yüzyılda Anadolu ve Ege ile Trakya’yı anlatan tarihçi Hammer de bu gerçeği, daha o zaman vurgulamıştı.


Makale ve Analizler - 2015

161

Bu tabanda, bugün, gönül birliğinde buluşmayı başardık ve birbirimize sarılıp yüksek sesle Barış diye yeri ve göğü dolduranların arasına katılmış bulunmamız bizim özümüzü dünyaya gösterdi. Biz korktuğumuz için barış istemiyoruz, Kardeşçe yaşamak için Barış diyoruz. İnsan üremek, üretmek ve devmek için dünyaya gelir, öldürmek için değil. Yakındoğu barışının yeni kalesi Büyük Türkiye olacaktır. Bu büyük hamleyi yöneten, bölge halklarının umudu ve önderi, Türkiye Cumhuriyeti olacaktır. Bu gün Terörist dediğimiz iç düşman kudurdu. 7 Haziran gecesi Ayaklanma Çağrısı yapanlar, baltanın taşa çarpacağını anlayamadı, Türk’e kalkan kolun mutlaka kırıldığını da unutmuşlardı. Kolları değil belleri de kırıldı, son çığlıkları can acısındandır. Zaferi ülkemizin ufkunda parlayan 1 Kasım 2015 seçimlerini yöneten, Hükümetimizin başı Başbakanımız Sayın Ahmet Davutoğlu’dur. “Düşman ne kadar zalimleşirse zalimleşsin, halkımızın birliği ve kararlılığı karşısında yenik düşmesi kaçınılmazdır.” Çocuk, kadın ve yaşlı cana kıyan terörizm, PKK, DEAŞ ve aramızdaki uzantıları açtığımız ateşin çemberi içindedir. Tek çareleri kaldı, ateş çemberindeki yengeç gibi, hepsi kendi zehriyle kendini yok etmektir. Ankara’da patlayan intihar bombaları, çaresiz çürümüş zihniyetin çılgınlığından başka bir şey değildir. Bu olayların Berlinde planlandığı da artık gizli değildir. Türkiye büyüdükçe, düşmanları azdı. Barış Sürecini suistimal ederek halkımızın, kamuoyunun gözüne kül atıp binlerce ton patlayıcıyı ev, cami, yol ve köprülerimize yerleştiren katillerin Af Olma ve Sağ Kalma Şansı yoktur ve olamaz. İyi yürekli insanların ruhunu değiştiren yalan, ihanet, sinsilik ve satılmışlıktır. Yanlış okunan ve anlaşılan demokrasi çok kurban aldı. Halkımızın bilinçlenme yolunda atacağı çok yeni adımlar var. Sulh ve Barış’ı tarih boyu aynı duyarlılıkla Türk halkının huzuruna el kaldıranlarla hesaplaşma halkımızın öz davası olmuşsa, son kapışmada BİZ Bulgaristanlı göçmenler ön saflarda yer almaya hazırız.


162

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İstiklalimizin en büyük kazanımı - Vatanımızın Bölünmezliği, tek bayrak, tek devlet ve tek millet olmasıdır. Sen ben değil Türkiye, bugün dalgalanan ay yıldızlı bayrağımızdır. Bu yürekli yükseliş 1 Kasım seçimlerinin ruhunu belirledi. Kardeşlerim Dünyada başka bir Türkiye Yok! Bizler hepimiz vatansızlığın ne olduğunu en iyi bilenlerdeniz. Bizler bir defa 500 yıllık kökümüzden, toprağımızdan söküldük ve kovulduk. Bizi 1878’den beri memleketimizden göçe zorlanıyoruz. Varımızı yoğumuzu beş parasız elimizden aldılar. Bayram ediyorlar. Hala orada kalan tarihimizi yok etmek istiyorlar. 26 yıl geçti. Büyük Göç şarkıları hala doğmadı. Soydaşlar zorla kovulduklarını unutamadı. Acının şarkısını söylemeye dil yok. Dile gelen şarkı değil, sonsuz bir çekiye ağıttır. Anavatan toprağında ikinci kuşak yetiştirdik, büyüttük, eğittik, ama yüreklendirip uçuramadık. Biz hepimiz kanadı kırık kuşlar gibiyiz. Beceremediğimiz tek şey korku. İçimizdeki korkuyu aşamadık. Son 26 yılda ne mi öğrendik? 100 yıllık zulmün insan ruhundan 26 senede bile çıkmadığını, omuzlarımızdaki ağırlık, gözlerimizdeki sönüklük, bakışlarımızdaki batılılık olarak eziyor hepimizi. Uyanma korkusu var bizde. Uçma korkusu, yükselme ve başka korkular hep sırtımızda, bir türlü silkinemedik. Sırtındaki semerden ısınan hamallar gibi, totalitarizm semeri indi, allı pullu, nazar boncuklu HÖH - DPS semeri yaslandı arkamıza. İnerse soğuklarız, ezilmeden nasıl yaşarız, ruh hali var bizde. Türklüğümüz ağır yara almış. Onu gördük. Bu öyle bir yara ki, mehlemi yok, ancak kendiliğinden savıyor. Aynaya bakınca özü alınmış bomboş bir kimlik çıktıkça karşımıza, o bizi kendisi değiştiriyor, değiştirecek.Bize dayatılan ve ruhumuzu zehirleyen mutluluğun formülü çok çok acıdır, kolay kolay arınmıyor: Aynaya birlikte bakalım: 70 yaşındakiler Türk olarak ölmüşlerdi. 50 yaşındakiler Türk olarak can çekişti, sürüldü, ezildi, hücreye atıldı. 30 yaşındakiler Türklüğünden vaz geçmeyi kabule zorlandı. 10 yaşındakiler Türk adlarını unutmaya başladı. 1 yaşındakiler Bulgar doğdu.


Makale ve Analizler - 2015

163

Biz bu ırmağı durdurmak için ayaklandık ve bent kurduk. Zora düştük göç ettik. Ama bizler vardık, varız ve var olmaya devam edeceğiz. Bir araya gelmeyi, birlikte toplanmayı, beraber oturmayı, oturduğumuz yerden Bulgaristan’a bakmayı öğrendikçe, gözlerimizin ateşine dayanamayacaklar, yengeçler gibi kendi zehirleriyle kendilerini öldürecekler. Bu fikrimi size bir başka örnekle açıklamak istiyorum: Son aylarda Bulgar sınırını göğüsleyen göç dalgasını “Edirne’de durdurduk”, “dondurduk”, “bizden korktular”, “Bulgar’a giremediler!”, “AB’nin en güvenli dış sınırı biziz” havasına giren Bulgar milliyetçiler son günlerde, bugün tamamen şaşırmış durumdadır. Hatırlarsınız yaz aylarında Eski Zara ovasına mısır sulamaya giderdik. Suyu bir karığa salardık, gider gitmesine, ama karık ne dolar, ne de taşardı. Biz de beklerdik. Bir bakmışsın, 5 karık yanda göl olmuş, su yol bulup kaçmış. Bu sığınmacılar meselesi de tam öyle. Şimdi Bulgar sınırı boyunca, en açık, görünen kuytu yerlere küme küme oturmuşlar, sanki tel örgüler sökülecek ve “buyurun” diyecekler. Oysa olayın kokusu Sofya otellerinde çıkıyor. Her gün 1000 Suriyeli, Afgan ve Pakistanlı sığınmacı tutuklanıyor. Suyun 5 karın ötede göl yaptığı gibi, onlardan Sofya otellerinde beliriyorlar. Dünyayı değiştirmek ancak insan iradesi ve kararlılığıyla oluyor. Onlar bizden kararlı. Önce Avrupa’daki küflü kafa yapısını kırıp içini insan sevgisiyle değiştirmek istiyorlar. Başaracaklarına inanıyorum. Çünkü sığınmacı sayısı çoğalıyor, Avrupa’nın çamurlu yollarında birbirleriyle kaynaşıyorlar, onların çilesi yeni bir nitelik mayalıyor. Biz bu davada galip geldik. Şehitlerimizi saygıyla anarken kendilerine ebediyen minnettarız. Biz arkamızda binlerce adsız mezar bırakan yiğit bir nesiliz. Arkamız, evlerimiz, köylerimiz, kasabalarımız karanlık kaldı. Kuşların geri dönmesi; kertenkelenin tepişmesi bir topluma can vermiyor. Dağ taş ayaklanmış, gerçek sahibimden başkasını istemem diyor. Hayat kimseye aldırmadan devam etmek isterken, o uzaklarda bir çocuk daha kendiliğinden doğmuyor, okullar kendiliğinden açılmıyor, güler yüzlü öğretmenler sınıfa girmiyor, doğa uyanıyor fakat toplum uyanamıyor. Biz diğer Balkanlı kardeşlerimizden de çok farklıyız. Farklılıkların kaynaştığı ve herkesi hiç ayrışım sız mutlu ettiği asırlar ve sosyal devirler tarihte kaldı. Bize geçmişimizi unutturmaya çalışanların elde edemediği nimet de işte budur. Farklı olmaktan çekinmeyenlerin farklılıklarını da yaşatmış olmalarıdır. Bugün basmakalıp düşünen, Rumeli, Balkanlı yakıştırması yetmezmiş gibi, bir de Güney Doğu Avrupalı söz kalabalığıyla, tarihimizi renklerini okumadan, hepimizi aynı mezara gömmeye çalıştığını gözlüyoruz. Bugün


164

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Güney Doğu Avrupa’da, Balkanlarda, yani Rumeli’de Bulgaristan, Yunanistan, Arnavutluk, Makedonya, Sırbistan, Slovenya, Karadağ, Bosna-Herzek, Kosova, Hırvatistan, Romanya gibi 11 ülke var. Her devletin adı halkı herşeyi farklılaşmıştır. Biz de bu devletlere ayrı ayrı bakmalıyız. Hiçbir ayrım yapmaksızın, bu ülkelerin hepsini, 2 asır önce Osmanlının görüldüğü şekilde kabul edemeyiz. Farklılıkları dikkate alan dış politika T.C.’nin Balkanlar siyasetinin yeni temeli olmalıdır. Makedonya ile Bulgaristan bile iki komşu, dil ve tarih benzerliği var. Tarihin izleri Balkanların her karışında vardır. Bunları dikkate almadan, hele Türk ve Müslümanlara olan yerel farklı yaklaşım göz önünde bulundurulmadan hazırlanan genel siyaset asla uygulanamaz., Tamamen yanlış olur. Bu devletlerden bazıları NATO ve Avrupa Birliği üyesi, diğerleri üyelik adayı vs. Başarılı olmak istersek Balkan - Rumeli değil, buralarda devletlerin bugünkü ismini kullanmalıyız. Çünkü bu devletlerin adları hepsinin ayrı ayrı koyulmuştur ve 200 yıldır bunların tamamının adı değişmiştir. Bulgraistan’da yaşayan halk ile Yunanistan’da Makedonya’da yaşayan halk arasında ortak neredeyse hiçbir şey yoktur. Her bölgede ayrı insan tipi yaratılmıştır. Bunu artık görmeliyiz ve her bölge için ayrı stratejiler üretmeliyiz. Başarının yolu budur. Bunu Ankara artık görmelidir. Bu güne kadar başaramamızın tek yolu teşhisi konulamamasıdır. Demek istediğim, toplumsal yapı, Anayasal düzen, devlet yapısı, tarihsel konumu, nüfus bileşimi, sosyal ve etnik hakları elde etmişlik ve başka açılardan birbirinden dağlar kadar farklı bir durum ortadadır. Sadece Türklerin etnik haklarının tanınmışlık düzeyini ele alsak, Makedonya’da, Kosova’da Türk Çocukların Türk okullarında okuduğu, anadilde eğitimin ve yaşam tarzının yasalarca düzenlenmiş ligi, özgün kültürel özelliklerin yaşam ortamı bulması dikkati çekerken, Bulgaristan’da Türkçe seçim konuşması yapanlara ceza kesildiği, Bulgarca “Rayna Prenses” şarkısını “Güzel Rabiem” diye dilimizde okuyan sanatçıların memleketten dışlandığını anlatırken, kimseyi şaşırtmış olmam kanısındayım. Çünkü biz, kaynağı kurumayan bu zehirin kendimiz de kurbanıyız. Her şeyde ve her yerde farklı olanı dikkate alarak, somut olana, farklı yaklaşım gerekliliği T.C.nin Balkanlar politikasında Bulgaristan’ın ayrı ve özel bir yer alması gerektiğini, özgün bir yaklaşımla, araç ve gereçlerle çalışmamızın son derece gerekli olduğu ortadadır. Sözün özü: Sevgili kader kardeşlerim. İnsan aya çıktı, Türkiye’miz de uzayı deldi ama insanoğlu kaderini değiştirmek için her zamankinden daha fazla beraber, birlik


Makale ve Analizler - 2015

165

içinde olmaya ihtiyaç duyuyor. Bu akşam buraya toplanmamızın nedeni de, bir daha olmak üzere, Yaşasın Halkların Kardeşliği, demekti. Biz barış ve huzur istiyoruz, çünkü bu uğurda mücadele ettik, bu yolun hep yolcusuyduk. Bu yol 1 Kasım’da hepimizden yeni imkânlar istiyor. 2002’den beri Türkiye’mizi yöneten ve yücelten Ak Parti güven tazelemek, tek partili güçlü iktidar olarak Büyük Türkiye yolunca bizimle, hepimizle beraber yürümek istiyor. Biz, BULTÜRK yönetimi olarak hepinizi sandık başına davet ederken, oyunuzu Büyük ve Güçlü Türkiye özlemine vermenize çağrıda bulunuyoruz. Türkiye’miz karışmıştır. Karıştıranlar, devletimizde el kaldırıp, dil uzatarak, silah yöneltenler ortadadır buna rağmen, biz akan suyun durulduğuna inanırken, hükümetimizin yeni seferinde her şeyin durulacağına, emellerimizin gerçek olacağına inancımızı yeniliyoruz. Büyük Türkiye İçin Bizde Varız! Geldiğiniz için hepinize teşekkürler. Sağ olun var olun, Allaha emanet olun!

Sandığa Girmeden Sandıktan Çıkanlar

Dr. Mustafa Kahraman-31.Ekim.2015

Konu: Kirli demokrasi yine aydınlanmadı. Ben bir doktorum. Üniversite ve hastane yollarında eskittim ayakkabılarımı. Bir sivilce görsem, sorun ciğerde, sorun pankreasta, sorun böbrekte, midede, ince ya da kalında diyebilmeye çalışmışım bugünüme kadar. Benden önce hayatını sağlığa adayanların yazdıklarını hep okudum, birikimlerini öğrenmeye çalıştım. İnsan sesi işitince normal şartlarda ömrünün kaç yaşa erişebileceğini iki aşağı bir yukarı kestirebilenler tanımışım. Yüz kırışıklarını okuyanlara, el nasırları altındaki enerji volkanını hissedenleri gördüm. Geçmişi bilenlerin geleceği okuyabileceğine inandım. Benim hayat ateşim buydu. Şimdi dünyada, hastaneler ve hatta hastalar değişti. Doğal ortamda doğaya uygun yaşamış, baharda kirazın allanmasını bekleyip tadan, son baharda kerevizi topraktan çıkarıp çorbaya katanlara, hayatı sabırla yaşayarak zevk çıkarmış olmanın gururuyla kapımı çalan “hastalara” aylarca rastlayamıyorum. Hastanenler tamirhaneye döndü. Millet sebepli sebepsiz birbirini kırıp döküyor, biz de bütün


166

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

gün pansuman yapıp yedek parça değiştirerek sözde “insanları tedavi etmeye çalışıyoruz.” Bu sözleri hastalarım için yazarken, onların yarattığı toplum için de söylüyorum. Hasta insanlar ancak hasta toplum yaratabilir. Bir doktor hastasına “annenizde ya da babanızda, soyunuzda şeker hastası olan var mıdır?” diye sorarken, akan bir ırmakta su damlalarının birbirini kovaladığı gibi, hayatta hastalıklar nesilden nesle devam eder, geçmişinizi bilmeliyim, demek ister. Hasta hanelerin her katının yeni teknoloji deposu haline gelmesine de anlam veremiyorum. İnandığım bir şey var. Yeni teknik araçlarla güneşi kuyruğundan tutmaya çalışsak da, dünyada zaten olması, olmazsa olmaz olan, bir denge olması şartı var. Mesela Yer Çekimi olmasa biz hepimiz kuşlar gibi kanat çırparak değil, balonlar ya da sabun köpüğü gibi uçuşarak kayboluruz. Saray piresi Ahmet Doğan, kendilerini sözde politikacı yayıp, aslında hidrojen ile oksijen bileşimi olan suyun, Hidrojen ile Oksijenden ayrışımından üretilecek enerjinin dünya enerji sorununu çözeceği iddia ederek kendine “enerji uzmanı” reklamı yaptırıyor. Pire bir sıçrar iki sıçrar sonra tırnaklar arasında ezilir. Bizimki son zamanda çok ileri gitti, kanısındayım. Kendi hayatını tamamen çarpıttığı yetmezmiş gibi, toplumsal yapıyı ve düzeni de 26 yıl gibi kısa bir sürede stop ettirdiler. Sizlere şimdi Bulgaristan’daki hayatın özü olmayan bir şekil haline getirilişini anlatacağım. Bu iş en modern teknolojiyi satın alan bir hastanenin bu teknikle çalışacak uzman hekimi olmamasına benziyor. Toplumsal düzenin adı “demokrasi” ise, bunun adı, baharda otların, dikenlerin, çiçeklerin topraktan kendiliğinden fışkırmasıdır. Futbol sahası da yemyeşil ama çimler seralarda yetiştirilmiş, tıraşlanmış, kesilmiş, düzlenmiş, penaltı noktası önceden boyanmış, üzerleri çizilmiş ve dizilirken birbirine yapıştırılmıştır. Bu da sahte bahar yani çarpıtılmış ve suni demokrasidir. Ve yaptıkları işte budur. Son defa Bulgaristan’a gittiğimde İlyan Boşkov isminde bir Bulgar’la tanıştım. 1991 yılında evlenmiş ve kırmızı Pasport alır almaz eşi Elena ile birlikte İrlanda’ya iş aramaya gitmiş. İki çocuğu da orada dünyaya gelmiş. O bir fırıncı. O memlekette beyaz ekmek yenmediğinden, çavdar ve bezelye ekmeği çeşitlerini Viski masasıyla mayalayıp, odun değil, kömür fırınında pişirmeyi öğrenene yıllarca çıraklık etmişler. “Tadı dilinin ucunda ya da damağında” olmayan bir şeyin iyi ya da kötü olduğunu hatta olup olmadığını anlamak zor bir iş, diye anlatıyor. “Onların sevdiğini biz de sevebiliriz diye bir şey yok, onlar sevdikleriyle mutlu, biz de orada hep anılarımızla, hasret duygularımızla, hafızamızdakilerle mutluyduk,” diye devam ederken sesi bir başka oluyor. İlyan doğma büyüme Gotse Delçev’li. Günümüz Bulgar Makedonculuğunun göbek oynattığı, Fatih Sultan Camisinin yıllardan beri onarım bekleyen Küstendil iline bağlı olan bu ilçe merkezinden geçen ana yol hem Yunanistan’a hem


Makale ve Analizler - 2015

167

de Üsküp Ovasınca Vardar ırmağına çıkarken, bir kolu da Rodop Dağları’nın bağrına giriyor. Burası bir kavşak. Birkaç yazıma konu edip ışık tutmaya çalıştığım Blagoevgrat ili, Pirin Dağı yüksek yaylasındaki Gırmen kasabasının “Kremikovtsi” mahallesi Romanlarına giden yol da buradan geçiyor. Dostum İlyan, Roman Ayaklanmasını canlı izlemiş. “Kremikovtsi” meyhanesine gidip bira açıp Roman derdi dinlemiş. Gırmen merkezindeki “Pirin” lokantasına oturup Romanlardan şikayet edenlerin anlatıklarına da kulak vermiş ve sorun “Çalga” diyor. “Çalga” Roman popunun adı. Mahalle kasabadan 2.5 km uzakta bulunsa da gece gündüz müzik yapan Roman edalarının yankılanmasından rahatsız olanlar var. “Dağın uğultusunu” işitemiyorlarmış. Yazmıştım, Roman kulübeleri, atlarını dizginledikleri derme çatma ahırlar dozer gücüyle, polis gözetiminde yıkıldı. Romanlar kimsenin anlamadığı bir dilin belki de hiçbir yabancının daha önce işitmediği bir lehçenin en kırık dökük sesleriyle kimi lanetlediği, en ağır kalayların kimin anasına hitaben söylendiğini işitseler de anlayamadılar. Geçen hafta bu mahallede de yerel seçim vardı. 700 kişilik köyde 17 ilk okul mezunu var. Seçim bültenleri siyah beyaz olduğundan, bu defa renk tarifi de yapılamadığından kime oy verileceğini anlatmak çok zor olmuş. Neyse herkes gitmiş, oyunu vermiş, ama eli kalem tutan olmadığından, oylar sandıktan “anadan doğma” çıkmış, hiç kimseyi işaretlememişler. “Evlerimizi yıkmayana helal olsun!” havası esmiş. İlyan oyunu Goyse Delçev’te kullanmış. Anlaşılan memleketten uzak, sıla hasretten usanmış. Çocuklarının doğru dürüst Bulgarca öğrenemediklerine canı sıkılmış, “ana dilimizi bilmeden olmaz” derken, son altı ayda baba ocağında kalırken, kızını ve çocuğunu okula yazdırmış. “Hepten köksüz” kalmasınlar, diyor. Okul işlerini yoluna koyarken eğitimci Mariya Kermezova adında bir Bayan tanımış ve onun belediye meclis danışmanı adayı olduğunu öğrenince Pazar günkü yerel seçimde oyunu eşiyle birlikte Kermezova’ya vermiş. Kermezova seçilemeyince, sandık başkanından adayın kaç oyla seçilemediğini öğrenmek üzere belediye seçim komisyonuna gitmiş ve “Kermezova’ya hiçbir oy verilmediğini” öğrendiğinde eşiyle birlikte şok geçirmişler. Olay “NOVA” TV ekranlarından taşacak kadar büyüdü. Olay bu. Defalarca yazdık çizdik. Uyardık! Bize inanmadılar. BULTÜRK Genel Başkanımız ve Stratejik Araştırma Merkezi çalışanlarımıza hakarette bulunacak kadar ileri gidenler oldu. Ben şu yazımla bir daha bütün kimliğim ve bilinçli birikimimle “bu işin içinde bir bit yeniği var” diyorum. Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az. Örneğin Sofya Belediye Başkanı Fındıkova geçerli oyların ancak % 15’i ile seçilmiştir. Bu durumda seçimlerin meşruluğu söz konusudur.


168

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu iş büyük ölçüde 1990 öncesine benziyor. O zaman bizim insanlarımız işte güçte, madende, dağda bayırda kuzu koyun peşinde ya da tütünde, mısırda ekinde oy kullanmazdı ama seçim sonuçları hep % 99.9 “zaferle” noktalanırdı. Bu defa 6 milyon 668 bin seçmen var, dediler. Oy kullanan 2 milyon 400 bin olarak açıklandı. Ardından Sofya’da bile 10 oydan biri hileli kullanıldığı için “sayılmayacak” dendi. Bununla birlikte 460 bin oyun sandıktan çıkıp çuvala girerken değiştirildiğini gazeteler yazdı. İlyan “benim oyum çalındı!” diyor. Plovdiv’e bağlı Çernozem köyü seçim gecesi ayaklandı ve yol kesti. Bütün köy yeni muhtar adayı genç mühendis İvanov’a ay vermiş, ama sandıktan eski sahtekar muhtar çıkmış. Oy kullananların söz hakkı, direniş eylemleri böyle doğuyor işte. Olanlar bir tepkidir. Hedefinde sistem değişikliği var. Ölmüş insanların oy kullanması da sert protestolara temel oluyor. “Bulgaristan her adımı cinayet olan bir klik tarafından yönetiliyor!” sözleri manşetşere taşındı. Bu seçimlerde sahtekarlığın ve olmayan demokrasi şaşırtma ılığının en göz kamaştırıcı örneği Sofya “Arena Armeets” kapalı spor salonunda yaşandı. 14 bin kişi bu salonda Sofya oylarının sayımını 72 saat dakika dakika izleyeceklerdi. Tabii onlar 24 saat önceden soyunma odalarına doldurulan, kilit altındaki çuval çuval oyların farkında değillerdi. Bakanlar hep baktı, sayanlar hep saydı. Yemek dağıtıldı yediler. Kimin kime oy verdiği pek önemli değildi. Aritmetik sonuçlar önceden hesaplandığına uygun çıktı. Tutanak tutuldu, gözleyenler de imzaladı, kaşelendi. Bilirsiniz büyük işler “kurban” alır. Sofya Seçim Komitesi Başkanı istifa etti. “Sahtekarlık kokuyor! Olamaz!” diyenler oldu. Yumruklar sallandı, su şişeleri uçuştu. “İstifa!”, “Mafya!” vb çığlıklar kiremitleri kaldırdı indirdi, kaldırdı indirdi ve sonunda yağmur başladı. Herkes evine toplandı. Nihayet TV ekranından sıfır çarpı sıfırın kaç olduğunu bilmeyenler olduğu açıklandı. İzleyenler, kendi üstünlüklerinden memnun gönül hoşluğuyla yatak odasına çekildiler. İliya “İrlanda’da böyle bir şey olamaz!” diyor. Şu demokrasinin de “mayalanma, doğma, yeşerme, gelişme, olgunlaşma ve normal yaşam düzeni olarak var olma aşamaları varmış, biz bu aşamaların hiç birisinde yokuz,” diyor da, pek inanmak istemiyorum. Bu taştan toprak doğması gibi bir şey. Bizim tarlada taş taştı, topraksa toprak. Taşları toplar toplar dereye atardım. Sarı otları da öyle, ayrıkları da, eşek dikenlerini de hem de köküyle birlikte... Ama ertesi yol sürümden sonra yine belirirdi taşlar, sarı otlar, eşek dikenleri. Kötü olan bütün tarlayı sarmaları, bitkileri boğmaları ve mahsule hayat hakkı vermemeleri, beklentilerimizi boğmaları ve yok etmeleriydi. En büyük felaket tarlanın mızır felaketine, yaprak bitine, kök düşmanı ayrıklara teslim olması ve yenik düşmesiydi.


Makale ve Analizler - 2015

169

İnanarak yazıyorum Bulgar demokrasi daha gerçekten mayalanmadan totalitarizm illetine yenik düşmüş ve nefes alamaz duruma gelmiştir. Öz yok edilmiş, şekil paketlenip paketlenip vitrine konuyor. Olay budur. Bu nasıl mı yapılıyor? Devlet içinde değişmeyen bir ajan sistemi var. Durumu idare edenler eskiden onlardı, şimde de onlardır. Bunlar “Beleneci” de olabilir, Ahmet Doğan gibi 5 hapis değiştirmiş de olabilir, bunun hiçbir önemi yoktur. İsimlerimiz değiştirilirken onlar 3 bin 16 kişiydiler, tabii bir o kadar da “yumurtadan çıkmamış ve muhbir havası soluma heveslisi” vardı, kayıtsız ispiyonlar gene başka ve hatta daha da tehlikeliydiler. Bu hafiye kitlesi devlete ve halka hayırlı meyve vermeyenler hasırını oluşturuyordu. Yukarıda anlattığım futbol sahasındaki yeşil hasır, sera çimenleridir onlar, görüntüyü oluştururlar, hizmet olsun diye hapse girip çıkanlar. Hatırlayacağınız üzere sosyalizmde de “sosyalist demokrasiden,” yani “halk demokrasisinden” söz edilirdi. Bunun görüntüsünü oluşturan dolup şişen ama yağmayan umut buluttu işte bu ispiyonculuk hastalığına yakalanıp sürünenler sürüsüdür. Müzevirlik savmayan bir hastalıktır ve devam ediyor. Memleketi bu beceriksizler yönettikçe ne en iyi teknik donanımlı hastanede herhangi bir hasta tedavi edilebilir ne de gerçekten demokratik seçim yapılabilir. Irmakta eski su akmaya devam ediyor ve arınamıyor. Devleti halkın seçtiği kişilerle değil kendi adamlarıyla idare ediyorlar. Örnekliyorum: HÖH - DPS ve birlikte katıldığı koalisyonlarda yer alan ajanlar. (Basından alınmıştır.) Ahmet Ahmedov Başev, Gırmen Belediye Başkan Adayı; Ahmet İbryamov Kontilev, Pavel Banya Belediyesi’ne bağlı Gabarova (Gabarevo) köyü Muhtarı Adayı; Aleksandır Yordanov Aleksandrov, Sofya İli’ne bağlı Novi İskır Bölgesi Belediye Başkan Adayı; Ana Yosifova Stoyanova, Silistre İli’nin Alfatar Belediyesi’ne bağlı Akpınar (Bistra) köyü Muhtar Adayı; Bahti Halit Selim, Şumnu İli’nin Şeytancık (Hitrino) Belediyesi’ne bağlı Kızılkaya (Jivkovo) köyü Muhtar Adayı; Bayram Ali Mutalip, Aydos Belediyesi’nin Seferköy (Raklinovo) köyü Muhtar Adayı; Behçet Mustafa Hacıveli, Razgrad İli’nin Zavut Belediyesi’ne bağlı Adaköyü (Ostrovo) köyü Muhtar Adayı;


170

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Boryana Mitkova Hızova, Kırcaali İli’nin Kızılağaç (Kirkovo) Belediyesi’ne bağlı Kirli (Benkovski) köyü Muhtar Adayı; Bürhan Nazmi Ali, Silistre İli’nin Alfatar Belediyesi’ne bağlı Tokmakköy (Çukovets) köyü Muhtar Adayı; Cemal Mustafa Şaranski, Yukarı Cuma (Blagoevgrad) İli’nin Yakoruda Belediyesi’ne bağlı Çerna Mesta köyü Muhtar Adayı; Davut Mehmet İbryam, Rusçuk Belediye Başkan Adayı; Fevzi Hamidov Bayraktarov, İslimiye (Sliven) İli’nin Tvırditsa Belediyesi’ne bağlı Byala Palanka köyü Muhtar Adayı; Hasan İbrahim İbrahim, Kırcaali İli’nin Mestanlı Belediyesi’ne bağlı Celepler köyü Muhtar Adayı; Hristo Rayçev Mirçev, Kırcaali İli’nin Cebel Belediyesi’ne bağlı Seyitali (Plazişte) köyü Muhtar Adayı; Hüseyin Hüseyin Hüseyin, Aydos Beşediyesi’nin Karatepe (Çerna Mogila) köyü Muhtar Adayı; Hüsmen Hüsmen Ali, İslimiye Belediyesi’ne bağlı Örencik (Gradsko) köyü Muhtar Adayı; İbryam Aliev Tazimov, Silistre İli’nin Tutrakan Belediyesi’ne bağlı Yeniceköy (Preslavtsi) köyü Muhtar Adayı; İsmail Hüseyinov Halidov, Şumnu İli’nin Köpekköy (Vırbitsa) Belediyesi’ne bağlı Karatlar (Konevo) köyü Muhtar Adayı; İsmail Mustafov Mustafov, Eski Cuma (Tırgovişte) İli’nin Tsvetnitsa köyü Muhtar Adayı; İsmet Niyaziev Erecebov, Eski Cuma İli’nin Omurtag (Osmanpazar) Belediyesi’ne bağlı Tekeler (Obitel) köyü Muhtar Adayı; Krasimir Krasimirov Serbezov, Mestanlı Belediyesi’nin Çakmaklar (Kremenets) köyü Muhtar Adayı; Mehmet Aliev Hocov, Razgrad İli’nin Kemaller (İsperih) Belediyesi’ne bağlı Küçük Yunus Abdal (Molko Yonkovo) köyü Muhtar Adayı; Mehmet Ömer Ömer, Tutrakan Belediyesi’ne bağlı Kütüklü (Tsar Samuil) köyü Muhtar Adayı; Memduh Mehmet Ali, Silistre Belediyesi’ne bağlı Çatalca (Yordanovo) köyü Muhtar Adayı; Mithat Talât Ömer, Silistre İli’nin Akkadınlar (Dulovo) Belediyesi’ne bağlı Emirler (Boil) köyü Muhtar Adayı;


Makale ve Analizler - 2015

171

Mladen Marinov Rusev, Kotel Belediye Başkanı Adayı, HÖH ve Halk Birliği koalisyonunun ortak adayı; Mustafa Ahmedov Mehmedov, Osmanpazar Belediyesi’ne bağlı Kademler (Bılgaranovo) köyü Muhtar Adayı; Mustafa Osman Hoca, Burgaz İli’nin Uluhanlı (Ruen) Belediyesi’ne bağlı Göçenler (Zayçar) köyü Muhtar Adayı; Sebahattin Hasan Hüseyin, Kırcaali İli’nin Koşukavak (Krumovgrad) Belediyesi’ne bağlı Soğukpınar (Studen Kladenets) köyü Muhtar Adayı; Smail (İsmail) Şükriev Afızov (Hafızov), Lofça (Loveç) İli’nin Troyan Belediyesi’ne bağlı Borima köyü Muhtar Adayı; Stefan Kolev Dençev, Troyan Belediyesi’nin Debnevo köyü Muhtar Adayı; Svilen Aldinov Rusinov, Lofça İli’nin Teteven Belediyesi’ne bağlı Gradejnitsa köyü Muhtar Adayı; Şenol Mehmedov Ethemov, Razgrad İli’nin Kubadın (Loznitsa) Belediyesi’ne bağlı Gökçesu (Sinya Voda) köyü Muhtar Adayı; Şenol Sali Recep, Rusçuk İli’nin Kaşıklar (Slivo Pole) Belediyesi’ne bağlı Stambolovo köyü Muhtar Adayı; Yüksel Bedri Hakkı, Akkadınlar Belediyesi’ne bağlı Baharköy (Kolobır) köyü Muhtar Adayı; Yusuf Mehmet Mollahasan, Koşukavak Belediyesi’ne bağlı Talaşmandere (Samovila) köyü Muhtar Adayı; Vasil Pandeliev Pandeliev, Burgaz İli’ne bağlı Surgurlare Belediye Başkanı Adayı; Veselin Kınçev Urumov, İslimiye (Sliven) İli’nin Kotel Belediyesi’ne bağlı Gradets köyü Muhtar Adayı;Yılmaz Remzi Afuzahmet (Hafızahmet), Sungurlare Belediyesi’ne bağlı Dobral (Prilep) köyü Muhtar Adayı. *** İşte böyle, bunları GERB, BSP, “Atak”, Milliyetçi, ırkçı vb. bağımsız, tarafsız, partiler üstü ve partiler dışı vb listelerin hepsinde bulabilirsiniz. Bu ajan tabakası memleketimizi sanki yönetmek için doğmuştur. Onlar “kurtlar sofrasını” oluşturan ve kimseye zırnık kaptırmayanlardır. Onlar Sandığa Girmeden Ssndıktan Çıkanlardır. Bu seçim, 26 yıldan beri yapılan seçimler gibi hepimize bir derstir. İyi kumalıyız, Demokrasi dersimize iyi çalışmalıyız. Demokrasi dersimizi iyi öğren-


172

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

meden majoriter seçime geçemeyiz, kendi belirlediklerimizi seçemeyiz, toplumu dönüştüremez ve mutlu olamayız. Totaliter toprak (toplum) zehirlenmişti. 26 yıl geçti arınmadı, temizlenmedi, aydınlanmadı. Mücadelemiz devam edecek. Bu mücadele dostum İlyan Boşkov’un, Gırmenli Romanların, “Arena Armeets” salonunda uyuklayanların, senin benim ortak davamız oldu. Okuduğunuz için teşekkür ederim.

Kasım Ayı Yazıları “Atacağız”, “Temizleyeceğiz” Şimdi “Köklerini Kazıyacağız” Oldu

Dr. Nedim Birinci-04.Kasım.2015

Konu: Bulgaristan Yerel Seçimlerine Genel Bakış. Anneciğim Beni Kısmetimle Doğur da, İstersen Çöpe At. Bu Bulgar atasözü ne der? Anlayışlı olan bunu hemen anlar. Öyle olsa da, biz kısmetin gökten zembille inmediğine inanırız. Bir de, hayat çizgimizin dışında, hem de hemen yanı başında bir de şansımız olduğunu biliriz. Eğer yoksa onu yaratırız. Var olduğu ikide bir aklımızdan geçmese loto, toto ve çeşit iddialara para döker miyiz? Avrupalılar, kendiliğinden gelene, daha doğrusu ayağa dolaşana “Kara kuğu” demişler. Beyazlarla birlikte çırpınarak bir sabah geleceğini beklemek ekmek - su istemeyen umut! O, bir gün bizi ansızın bulabilir. Okuyucumun, söz hakkını kullanarak “Kısmetinde ne varsa kaşığına o çıkar!” ilavesine, ben de hemen katılıyorum. Şans bir yana, gerçek tabloya bakalım: 1 Kasım’da Bulgaristan’da yerel seçimlerin 2. turu yapıldı. Birinci turda 27 büyük şehir belediye başkanından 13’üncüsü seçildi. 2’inci tura katılım çok zayıftı. Sofya’da yalnız seçmenin % 12,64’ü sandığa gitti. İl merkezlerinin 20’sinde iktidar partisi GERB, 4’ü Reformcu Blok, 1’i HÖH - DPS’den ve diğerleri de


Makale ve Analizler - 2015

173

bağımsız ya da yerel koalisyonlar adayları kazandı. 1944’ten beri Bulgaristan’da hiçbir sosyalist aday il merkezlerinde seçim kazanamadı. Ana muhalefet partisi Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) belediye başkanı çıkaramadı. Tamamen çöktü ve parti yönetimi 2 Kasım sabahı istifa etti. Mühendis Hasan Aziz Kırcaali Belediye başkanlığına yeniden seçilirken, ilin 7 kasabasında belediye başkanları ve köy muhtarları da aynı partiden yine seçildiler. HÖH parti il merkezlerinde belediye başkanlığı için 2. Hamlesini Eski Cuma’da (Tırgovişte) denedi. Milletvekili Emine Yakubova oyların % 42’sini aldı. Bulgar partileri seçimlere Türk ve Müslümanların partisi HÖH - DPS için “siyasetten atacağız”, “devlet makamlarından temizleyeceğiz” söyleviyle girerken, HÖH’ün 25 yıldan beri ilk kez oy kaybından stres yaşadığını görünce slogan değiştirdi, daha da bir coşarak “köklerini kazıyacağız” dediler. Kamuoyuna göre bu seçimde GERB kazandı, HÖH ile BSP’yi kalelerinden attı. Kaleye yeni giren hükümet ortağı 5 partili merkez sağ koalisyon Reformcu Blok (RB) partisi Pleven, Küstendil, Montana ve Dobriç’te bayrak dikti ve çok önemli ana kentlere yerleşerek aslında politik anlamda onu 2. Parti yaptı. Bu tespiti PB’un Sofya’da birkaç semt belediye başkanlığı ve büyük sayıda belediye meclis üyeliği kazanması da destekliyor. Ne ki, bizde seçim kazanan partiler sıralaması hala aldıkları oy sayısına göre yapıldığından GERB’in ardından gelen BSP ve üçüncü yerde de HÖH - DPS partisidir. Bulgaristan’ın Yeniden Doğuşu İçin Alternatif (ABV) partisi; Rusofil bayrağı dalgalandıran milliyetçi “Ataka”; Nikolay Barekov’un Demokratik Merkezcileri; Valentin Simyonov’un sığınmacı ve Müslüman düşmanı ırkçı sağ milliyetçi “Yurtsever Cephe” (PF) vb. marjinal partilere değil belediyelerinde, köy muhtarlıklarında bile yer olmadığı ortaya çıktı. VMRO (Makedon İç Devrim Hareketi) ile topladığı koalisyon, geleneksel kaleleri olan Filibe (Plovdiv) belediyesine giremedi. Tepeler şehrine GERB çadır kurdu. HÖH Başkanı Lütfü Mestan’a göre, partinin seçim kaybı “geçersiz” oylarda gizlidir. Bunlar toplam oyların da % 14,09 (462 bin) olarak açıklandı. Fakat akçenin bir de yüzü var. 2015 yerel seçiminde Hak ve Özgürlük Partisi’nde iç sökülme başladı. Örnek veriyorum. Parti Deliorman’da, Razgrat’a ve Silistre’ye bağlı Kemaller (İsperih), Balbunlar (Kubrat) ve Akkadınlar (Dulovo) belediyelerinde bu seçimi, yakına kadar kendi saflarında aktif çalışan, kendi yetiştirdiği kadroların bağımsız adaylıkları karşısında kaybetti. Razgrad İli’ne bağlı Kemaller (İsperih) Belediyesi’ni Bağımsız Aday Beysim Rasim kazandı.


174

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Razgrad’a bağlı Balbunlar (Kubrat) Belediye başkanı bağımsız aday Beysim İsmailov oldu. HÖH’ün adayı Güner Ahmet, Silistre İli’ne bağlı Akkadınlar (Dulovo) Belediyesi’ni yine Bağımsız Aday Yüksel Ahmet’e kaptırdı. Hacıoğlu Pazarcık’ta (Dobriç) Reformcu Blok adayı Yordan Yordanov Türk seçmenin de oylarıyla seçim kazandı. Sözün özü: Deliorman ve Dobruca’da hava döndü. İnsanlarımız (seçmen) Hak ve Özgürlüğün bir yalan, sahte bir kabuk, içindeki yapının totaliter diktatörlük kalıntısı olduğunu gördü ve aldatılmışlıktan kurtuluş bayrağını kendisi dalgalandırdı. Hem de Deliorman ve Dobruca ile birlikte Orta ve Batı Rodoplar’da da hava döndü. Biz Hak ve Özgürlük Hareketinin darbe almasına değil, halkımızın uyanışına seviniyoruz. Bu dirilişi yıllar önce gördük ve Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi olarak onlarca yazımızla hepinizi dehalarca bilgilendirdik ve uyardık. Bunu en iyi niyetle yaptık ve işimize devam edeceğiz. Mestan, dut yemiş bülbül gibi susuyor. Çünkü yalnız Akkadınlar’ı, Kemaller’i ve Balbunlar’ı değil Zlatokrat, Nedelino, Gırmen vb kaleler de elinden alındı. Uyanışa mayalanma ne zaman başladı ve nasıl kabardı? Seçmen çaresizlik içindedir. Bültenler uzadıkça uzuyor. Bu seçimlere de 81 parti ve 3 bağımsız koalisyon girdi. Dikkat çeken büyük özelliklerden biri, 2009’dan beri “geçersiz” oy oranının 7 defa artmış olmasıdır. Örnek veriyorum: 2009 halk meclisi seçiminde geçersiz oylar % 2; 2014 genel meclis seçiminde % 6; 2013 yerel seçimlerinde % 13,4 ve 2015 yerel seçimlerinde % 14,9 olarak resmen açıklandı. Üzerinde durulması gereken bir başka husus ise, seçim tutanaklarının % 90 oranında imla yanlışlı doldurulmuş olmasıdır. Bu olay bizde okuma yazma oranının çok düştüğüne çan çalıyor. Önce oy hakkı olan 6 milyon 680 vatandaş var dediler. Sandığa giden ancak 1.7 milyon. Oyların 1 milyona yakınını GERB, 300 - 400 binini BSP ve 300 binini HÖH aldı. Dört oydan birisi geçersiz çıktı. Geçersizlerin artması yaşlılardan oy alan BSP’yi ve Bulgar dilinde okuma yazması yeterli olmayan etniklerden oy toplayan DPS’yi bitirebilir. Tabii, burada birbirine ters gelişen iki eğilim var. Zaman’la BSP’ye oy veren kitle doğal olarak azalırken, etnik azınlıklardan Bulgarcayı daha kullanışlı öğrenen DPS’ci Roman gençler çoğalıyor. Bunu yazmamın nedeni ise, daha önceki bir yazımda bu yerel seçimde HÖH -


Makale ve Analizler - 2015

175

DPS ikinci parti olabilir, demiş olmamdır. HÖH - DPS Reformcu Blok tarafından sollanmazsa gelecek yıl yapılacak Cumhurbaşkanı ve meclis seçimlerinde bu başarıyı kucaklayabilir, kuşkusuz iç çözülme süreci sürat toplayıp partiyi alabora etmezse! Yazımın başlığına “Ana beni kısmetimle doğur da, istersen çöpe at!” dememin nedeni de, BSP’nin yok olması sonucu DPS’nin ikinci olma yıldızının daha tez doğabileceği umuduydu. İşte böyle bir ortamda, ideolojisi solmuş, yaşlı üye ve yandaşları dünya değiştirdikçe oyları seçimden seçime hızla azalan, 100 yaşındaki Sosyalist Partinin dibe vuracağını saptayan Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi, seçimlerden 2 ay önce Hak ve Özgürlük Partisi bu yerel seçimden 2. parti olarak çıkacaktır, derken tahmininde haklıydı. Ne ki, HÖH içindeki sökülmenin bu denli hızlanacağını hesaba katmamış olabiliriz. 5 - 6 kalenin birden düşmesi, yalnız sana bana değil, beceriksiz ama şanslı olan Lütfü Mestan’a bile dudak ısırttı. Saray piresi şu günlerde kımıldamıyor. Olaya bir de şöyle bakarsak, bu seçimlere, bir önceki seçimde HÖH partisine yaklaşık 100 bin oy veren Türkiye’deki soydaşlarımız ve 2014 genel seçimlerine 56 bin olya katılan Batı Avrupa ülkelerindeki işçilerimiz ve ailelerinin toplam 150 bini oyu hesaba katılırsa, Türklerin ve Müslümanların politik iradesi temsil eden reel olarak BSP’yi aslında sollamıştır. HÖH - DPS partisinin 1 Kasım’da Deliorman’dan başka Merkezi ve Batı Rodop’larda Zlatograt, Nedelino, Gırmen, Belingrad, Devin vb. şehir belediyelerini ve birçok muhtarlığı kaybetse de (muhtarlıklar kırktan otuz üçe düştü) genel politik denklemdeki ağırlığı, BSP’nin erimesi, parçalanması, ufalması ve yok olma trendindi karşısında sanki bir az güçlenmiştir. Tüm bunları gikkate alan seçmen, halka hizmeti dokunmayan HÖH partisi şansının açık olmasına, bu defa seçmen “Acı patlıcanı kırağı çalmaz!” atasözüyle benzetme yapsa da, yerel kalelerinde sökülme ve yön değiştirme aldı başını gidiyor. Olayı, bu seçim kampanyasını Kemaller’de başlatırken Makedonyalı sanatçı Faruk Yılmaza Bulgarca şarkı söyletilmesi de damga vurdu. Bizim 600 şarkı ve türkümüz varken, bunların yarısı Deliorman Türklüğünün gönlünden çıkmış ve ruhunu yaşatırken, dil, din, öz kültür ve sanatımız konusunda konsepti olmayan Lütfü Mestan gibi köy okullarında Bulgarca öğretmenliğinden gelen kadroların, olayı alay konusu etmesine ve çarpıttığına da sert tepkidir. Seçmen’in “Bulgar Etnik Modeli”ne yeni isyanıdır. Son yıllarda Deliorman’da, özellikle de Ak Kadınlar (Dulovo) ve Kemaller (İsperih) belediye ve muhtarlıklarındaki tutuklamalar, Dr. Nihat Tabakov’un Varna cezaevine atılması, Siliste ve Varna’da birçok HÖH koordinatörü ve militanı hakkında sorgulama başlaması, halkın sahte vaatlere dayanan temelsiz ve


176

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

esasız politikadan yüz çevirmesine neden oluyor. Balkımız barış ve huzur, karşılıklı hoşgörü bekliyor. Bildiğimiz üzere, hak ve özgürlük davasının alevlendiği merkezler Deliorman köyleridir. 1989 Mayısında yürüyen kitle Deliorman bağrından aktı. Totaliter düzeni kökünden ırgaladı. Devirmeyi başardı. Deliorman insanı çalışkandır, bilinçlidir, namusludur, vatanseverdir ve doruluktan, haktan yanadır. Onlar, olayları ince eleyip sık dokuyarak değerlendiren kişilik sahibi Türklerdir. Ayrıca vurgulanması gereken bir nokta ise, haklı dava ateşinin Deliormanlıları yüreklendirip uyandırdığı ve bir daha sönmediği gerçeğidir. Ne yazık ki ne saray piseri Ahmet Doğan ne de kendinden başka kimseyi görmeyen Lütfü Mestan Deliormanlıları anlayamadılar, onların kanatlanmaya hazır ruhlarını besleyemediler, ne Deliorman’a, ne Dobruca’ya ne Koca Balkan’a ne de Rodoplar’a nabzı halk için atan demokrasi taşıyamadılar. Kırcaali yöresinde seçimin %% kazanılmasının temelinde ise halkın korku ve baskı altında yaşamasıdır. HÖH’ün sökülme ve çöküş süreci, kuruluşundan 25 yıl sonra, somut ifade edilmesi gerekirse, geçen yılın Ekim erken meclis seçimlerinde yine Kemaller’de başlamıştı. Halk tarım mühendisi, yediden yetmişe halkın sevgisini kazanan Günay Hüsmen’i 1000 oy fark atarak HÖH milletvekili seçti. Bu sıradan bir oylama değildi. Seçmen tercihli seçim hakkını bilinçli kullandı. Hüsmen Beyi 8’inci yerden başa çekti. Sofya parlamentosuna gönderdi. Tırnak arasında çıtlatılmayı bekleyen saray piresi Ahmet Doğan ile kendini beğenmiş Lütfü Mestan’ın Türklere karşı çalışmış, isimlerimizi değiştiren, bize cezaevlerinde döven, kan kusturan “DS” generallerinden birinin oğlunu milletvekili çıkarma planı onun tercihli seçilmesi sonucu suya düştü. Bu adımı atan, oyunu bilinçli kullanan, ancak tanıdığı şahsa oy veren Kemalli seçmendi. Sofya’da, milletvekili Sayın Günay Hüsmen HÖH - DPS meclis grubundan atıldı. Parti ceza makinesi çalıştırıldı. G. Hüsmen’e yapmadıkları kalmadı. Kemalli seçmenin cevabı gecikmedi. Bu defa oyunu HÖH - DPS adayına vermedi. HÖH - DPS’den ayrılan ve bağımsızım diyen Beysim Rifat’ı, yine 1000 oy farkla Kemaller Belediye Başkanı seçti. Politik dilde bu devrimci bir sıçramadır. Uyanının uyandığını ve kapana düşürüldüğünü görünce, kelepçelerini kırıp, duruma hakim olmasıdır. Kutluyoruz. Yüzde yüz benzer bir olayı Blagoevgrat’ta da izledik. Geçen yılın Ekim seçiminde yine tercihli seçmen oylarıyla milletvekili seçilen eski Blagoevgrat İl Başkanı Başev, Sofya’ya gelince kenara çekildi. Güney Hüsmen gibi o da HÖH meclis grubundan çıkarıldı. Cezalandırıldı. Ona da “Sen bittin” dendi. Parti içi diktatörlüğün balyozu altına çekildi. Şu an Başev ile Hüsmen Bulgar meclisinde bağımsız milletvekilidir.


Makale ve Analizler - 2015

177

Seçim, köylü seçmenin boş HÖH vaatlerinden bıktığını gösterdi. “Bilinçli olarak yalan söylüyorlar” inancı büyüyor. Şu sözler Deliormanda ve Rodoplarda ağızdan ağıza dolaşıyor: “Kimsenin kimseye karışmaya hakkı yok!” Demokrasinin gerçek anlamı budur. Birkaç söz de GERB partisi için söyleyeklim. GERB eskiyi okumayı bilen bir parti olarak gelişiyor. Seçmeni sıksa oylarını daha da arttırabilirdi. Ama “1 milyon oy bana yeter” der gibi bir havaya girdi. 24 yıl önce Demokratik Güçler Birliği (CDC) 1 milyon 700 bin oy almış, iktidara doyamayınca, biraz daha biraz daha derken, oburluktan patlamıştı. Başbakan Boyko Borisov, yakın geçmişimizden bu gerçeği unutmuyor. Israr ettiği bir nokta var. Yeni borç alınması. Seçimden sonra soframızı bollaştırmak için yeniden 5.5 milyar leva borç alıyoruz. Bu borçları biz ödemeyeceğiz. Çocuklarımız ve torunlarımız ödeyecek. Bulgarcada bunun fıkrası da var. Sert bir kış akşamı köyün yaşlıları lokantaya (horemak) gitmişler. Garson çekingen olduklarını görünce, “bizim lokantada torunlar öder, yiyin için, çekinmeden sipariş edin, biz parasını torunlarınızdan alırız,” diye ısrar etmiş. Siparişler gelmiş, yenmiş içilmiş ve eve gitme vakti gelmiş. Kalkmışlar. Kalpaklarını alıp kapıya yöneldiklerinde, başgarson karşılarına gerilip yollarını kesmiş. Elinde kalem kiyat: “Hesabı kim ödeyecek?” diye sormuş. Yaşlılar bakınmış, torunlarımız diyecek olmuşlar. Başgarson hemen yetiştirmiş. “Bu akşamki hesabı değil, dedelerinizin hesabı var bizde, onu kim ödeyecek?” diye sormuş. Bulgaristan yerel seçim sonrası oluşan durum genel hatlarıyla budur. HÖH - DPS partisi dış borçlanmaların hepsine oy veriyor.... Borçlu yaşamak da bir şans....Düşünmesi sizden. Okuduğunuz için teşekkür ederim.


178

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

AK Parti Tek Başına İktidarda

Rafet Ulutrük-05.Kasım.2015

Konu: Siyasi ayarda dengeleme başarılı oldu. Zaferimiz Kutlu Olsun! 1 Kasım heyecanı hayırlı sonuçlandı. Siyasi girdaba itilen Türkiye Cumhuriyeti gemisi demir alıp yelkenleri açtı. Yeni Türkiye - “Büyük Türkiye” siyasi atılımı beş aylık bir aradan sonra artık doludizgin yol almaya hazır. Bu sefer yol boyunca ve sonunda halkımıza mutluluk sergileyen güzergah kaptanı AK Partinin kurucusu ve Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti Genel Başkanı ve Başbakanımız Sayın Ahmet Davutoğlu görev başındadır. Barış, güven, huzur ve istikrar irademizin bütünlüğü olan AK Parti seçim zaferi, Türkiye halkının, Türk-İslam Dünyasının ve biz soydaşların, hepimizin ortak zaferi ve Türkiye’nizin yeni umududur. 1 Kasım’da Türkiye seçmeni dünyada görünmeyen olağanüstü yüksek bir siyasi katılım, büyük bir olgunluk, sağduyu ve kararlılık gösterdi. Sandıktan çıkan her oy birlik ve kardeşlik, tek partili iktidar, anavatanımızın bölünmezliği ve ülkemizin bir ucundan bir ucuna tek bayrak dalgalandırma azmimizin daha önce görülmemiş bir ifadesi oldu. Bununla birlikte hepimiz tüm olayları yeni bir bakış açısına göre değerlendirme olanağı bulduk. İçte ve dışta “açıldık” ve içimize sızıp kümelenme yaklaşımıyla Türkiye’mizin gece gündüz durmadan kuyusunu kazmaya çalışanlarla yüzleşme imkanı bulduk. Bizi, Türkün büyüklüğünü, Büyük Türkiye ve yeni toplumsal yapılanma ve daha anlamlı demokrasi atılımlarımızı kıskananların hasedi ve kıskançlığıyla savaşmak zorunda kaldık. Doğal süreçleri algılama yetersizliğinden kaynaklanan, zamanını doldurmuş ideolojik saplantılardan kurtulamayan, yeni Türkiye perspektifini algılamakta zorlananların inatlığı ve hırçınlığı Cumhuriyet tarihimizde rastlanmayan siyaseti kilitleme gibi olumsuzlukları ayağımıza dolandı. Üç yüzlü zihniyetin ve düşmanlık zehrinden kurtulamayanların yakın ve uzak hedeflerini çözdük. 1 Kasımda birçok maske birden indi. AK Partiyi 4. kez tek başına göreve çağıran Türkiye’deki seçmenler Cumhurbaşkanımıza ve hükümetimize olan güvenimiz kesinlikle yeniledi. 7 Haziran ile 1 Kasım arası halkımız için yeniden göz açma, bazı umutlardan sıyrılarak uyanma süreci olmakla birlikte, aynı zamandan Çanakkale Savaşı’nda olduğu gibi yeniden dirilme ve hücuma geçme fırsatı oldu. Hainleri yenemeyen ve kendileri hazırlayıp dünyaya dayattıkları planlarından asla vazgeçmeyen em-


Makale ve Analizler - 2015

179

peryalist güçlerce oluşturulan, beslenen ve silahlandırılıp kışkırtılan PKK terör örgütü, onun uzantısı olan ve ülkemizde konuşlanan kimlikleri ve hedefleri karanlık yeraltı müfrezeleri, legal ve gizli kollar 8 Haziran sabahı ayaklanma kararıyla huysuzlaştı. Güneydoğu illerimizde halka zulüm uygulayarak, yol kesip hastane ve okulları havaya uçuran, devlet makamlarını hiçe sayıp mahalli özerklik ilan etme deneme ve silahlı hortlamasına gereken ders kısa sürede verildi. Sınır ötesi düşmanın beli kırıldı. 2 bin 600 terörist etkisiz hale getirildi. Bir o kadar halk ve devlet düşmanıyla da memleket içinde hesaplaşırken, dağda ve kentte, köylerdeki patlayıcı ve silah depoları havaya uçuruldu. Militan ve uşak kadroları tutuklandı. Hepsi adalete teslim edildi. Türkiye’nin havası değişti. Üstün gelen barış, kardeşlik ve huzur seçim sonuçlarını belirledi. Silahlı Kuvvetlerimize, polis ve jandarmamıza, özel harekât birliklerimize olan güven kat kat artarken, gönüller gurur ve kıvançla doldu. 1 Kasım erken genel seçimde AK Parti zaferi, barış ve kardeşlikten yana olanların zaferi, bu asil davaya katılan tüm soydaşlarımızın kesin ve büyük zaferidir. Biz Bulgaristanlı göçmenler için başta gelen Türkiye’mizin birliği ve bölünmezliği, halkımızın kardeşliği ve hepimizin mutluluğudur. Anavatana yapışan köklerimizi besleyen umut budur. Türkiye toprağında patlayan her bomba, yüreğimizi paraladı, verilen her kurban canımızdan can aldı. İki seçim arası etkinliklerini soydaşlarımızı aydınlatırken, Türkiye’mizi yeni ufuklara taşıma davasının ancak AK Parti stratejisiyle olabileceğine inanan BULTÜRK - Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet merkezi, tüm diğer soydaş sivil toplum örgütleriyle kenetlenerek emin adımlarla ilerlemeyi kader bildi. AK Parti’nin çizdiği yeni düzen, Büyük Türkiye, barış ve istikrar siyaseti “Bulgaristan Türklerinin Sesi”, “bghaber org”, “bgbulturk.net” ve başka günlük ve süreli yayınlarımızda, bastığımız kitaplarda, “Akit” TV’de katıldığımız programlarda ana konumuz oldu. Gaziosman Paşa ve Bayrampaşa Belediyeleri ile birlikte maddi ve manevi desteğiyle gerçekleşen milletvekili adaylarımızla görüşme etkinlikleri ve toplantılarda, katıldığımız kitle mitinglerinde aynı ruh büyük bir inanç dile geldi. “Başka bir Türkiye yok” sloganı soydaşlarımızın Ankara hükumetinin 31 Temmuz’da başlattığı hava operasyonlarına tam destek verdi. Mitinglerimizde “Türkiye’nin bölünmez bütünlüğü” vurgulanırken, düşen her şehit bizdendir, canımızdan candır, dendi. Son seçimlerde halkımız daha bir kararlı daha bir dirilmiş ve yarınlardan emin çıktı. CHP, MHP ve HDP partisine yüz çevirip AK Parti’ye oy verenler genel bir değişimin sinyali oldu. Artık hepimiz Türkiye gibi büyük bir devletin “İt ürür kervan yürür!” siyasetiyle yönetilemeyeceğine inandı. İki seçim arası soluklanma ve öz eleşti-


180

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

rel bir ortamda denge hesaplarının yeniden düzenlenirken artık hepimiz yeni bir Anayasa, ayrımsız herkese eşit adalet, Başkanlık sistemi getirilmesine inandığımız kadar, son terör odağı da havaya uçurulana ve mücadelenin son terörist de silahını devlete teslim edene kadar sürmesi gerektiğine kesin inandık. Büyük olmanın büyük ödün verme anlamı olmadığına, Türkiye Cumhuriyeti, Türk Bayrağı ve Ana-vatanımızın birliği, bütünlüğü ve bu konuların hiçbir görüşme masasına yatırılıp pazarlık konusu dahi edilemeyeceğine tüm soydaşlar inandı. Türkiye halkıyla birlikte aynı bayrak altında AK Parti yönetiminde bir hamlede kendini yenileyebilen çok kararlı ve tarihsel geleneklerinden güç alan büyük bir halk olduğunu tekrar ayağı kalkarak dünyaya gösterdi. 1 Kasım 2015 seçim zaferimiz hepimize kutlu olsun. Yeni Türkiye, Büyük Türkiye, dünya lideri Türkiye atılımlarında birlikte olmanın gururu ve kıvancı içinde en iyi temennilerimle AK Partiye oy veren soydaşlarımı, bu çalışmalarda tuzu olan sivil toplum örgütlerini mutlu Türkiye ufkunu görenlerin tümünü en içten kutluyorum. Bundan böyle de birlikte olmanın gücünü çok yakında hepimiz göreceğiz. Kırcaaliden “Bizde Varız Türkiyem!” sloganı hepimizin gururunu kabarttı, buradan Mehmet kardeşimiz olmak üzere hepsini kutluyorum. Sağ olun var olun. Allaha emanet olun.

İstifa ve Yenilenme Zamanı

İbrahim Soytrük-05.Kasım.2015

Konu: Kaleler yıkıldı. 1 Kasım 2015 yerel seçimleri Bulgaristan’da dengeleri değiştirdi. Elde edilen sonuçlar her şeyden önce topumun sağ kaydığını gösterirken, Bulgaristan halkının artık eskisi gibi yaşamak istemediği, zamanı dolmuş siyasi parti yöneticilerinin de toplumu başarılı yönetemediği gün ışığına çıktı. 25 yıldan beri dönüşüp yenilenemeyen, baskı ve korku ortamında dinamitleri zedelenen Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS) yükseliş trendini tamamen yitirirken, en önemli kaleleri çöktü. 2. turda seçmenin ancak % 17,2’si sandık başına gitse de dengeler değişti. Mesela Ak Kadınlar (Dulovo), Kemaller (İsperih), Kubrat, Opaka gibi Deliorman ilçe merkezleri HÖH - DPS kontrolünden çıktı. Bu Türklük merkezlerinde


Makale ve Analizler - 2015

181

bağımsız adaylar belediye başkanı seçilirken, Orta ve Batı Rodoplar’da Seçmen GERB partisine oy verdi. Hava burum burum değişim kokuyor. Halkımız, “diken battığı yerden çıkar” derken, sosyal olaylar da başladığı yerde biter, demek istemiştir. HÖH - DPS’li Bulgaristan direniş hareketinin ilk kıvılcımları Deliorman ve Dobruca’da çakmıştı. Son 25 yılda hareket dallanıp budaklanacağına davayı kızağa çekmekle meşgul oldu, “Bulgaristan Etnik Modeli” içinde boğmaya çalıştı. Bu bir tuzaktı. Bunalım artık aşılıyor. Bu seçimin sonuçlarını HÖH kalelerinin yıkılışı olarak okurken, hak ve özgürlük davamızın darbe aldığı şeklinde algılamamamız gerekir. Çeyrek asırdan beri bir gizli polis rejiminde çalışan parti yönetimi, yerel örgütlerle zaten ilişkisini tamamen kesmişti, halkın dertleri kimsenin umurunda değildi. Seçimden seçime davayı birkaç şişe rakı ve birkaç şarkı türkü ile ısıtanlar, it ürür kervan yürür anlayışıyla işler gidiyor havası devam ediyordu. Oysa parti safları kokuşmuş, seçmen tepkili, köylüler kıt kanat geçiniyor ve umutları sönmek üzereydi. Olanlar “büyük umutları” gömüp “biz kendi yağımızla kavrulacağız” anlamındadır. Tabandaki değişiklik, yenilenme hareketidir. Parti bünyesini baştan aşağı sarması ve gerekenin yapılmasına zorlama kapıdadır. Türk ve Müslümanlarının totaliter zulme, insan hakları ve özgürlüklerimiz için , ülkede demokrasi ve herkese eşit adalet Deliorman ve Dobruca köylerinde kök salmış ve yeşermiş, ilk direniş örgütleri bu toprakta bitmiş, başkaldırı halk ayaklanması bayrağı dalgalandırmıştı. Bulgaristan Türklüğünün bağrında, Demir Baba yatırının hepimizle beraber soluduğu bu kadım diyarda Hak ve Özgürlük hareketi yönetiminin bir işe yaramaz, entrikacı, içinden pazarlıklı, fitneci, doğruluğa kuyu kazan, hain içyüzünü okudu. Hava değişti. Seçmen oyunu kendi seçtiği adaylara verdi. Gönlündeki muhtarları, belediye başkanlarını ve meclis danışmanlarını göreve çağırdı. 04 Ocak 1990’da Varna’da Silistre, Razgrat, Şumen ve Tırgovişte temsilcilerinin de katılımıyla kurulan Hak ve Özgürlükler hareketi, 25 yıldan beri halkımızı kapalı kutuda tuttu. Demokratik toplum kurma ve geleneklerine uygun yaşama özlemine yeşerme olanağı tanımadı. Doğal ve genel insan haklarını kısıtlandı. Yeni yaşam kurallarının, adaletin, demokrasinin kasaba ve köylerimize yerleşmesi engellendi. Köylülerimizin üretimde güç birliği yapmasına olanak tanınmadı. Türklük yöresinde iri ölçekli tarım burjuvazisi oluşmasına destek olan DPS, halkımızı ekonomik ve sosyal açıdan ezdi. Kalkınma ve istikrar yolumuzu açacak olan yeni üretimlere geçilmesine yol vermedi. Bu seçimde köy çobanı değişiyor gibi bir şey oldu. Şimdiye kadar “hak ve özgürlüklerinizin garantörü benim deyen Ahmet Doğan yalancısının sözlerini”, son seçim kürsüsün-


182

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

den “GERB Başkanı Boyko Borisov” tekrarladı. Ses nereden gelirse başımızı o yöne çeviririz. Batı Rodoplar’da olan budur. Kulübeleri yıkılan German köylüleri “Hepinize kaloriferli ve sıcak sulu ev dağıtacağız” yalanıyla aldatıldı. Bunu yapanlar, bugüne kadar elinden geleni ardına koymayanlar, Avrupa Birliği’nden gelen program teşviklerini, karşılıksız yardımlarla köylümüzün yüzünü güldürmediler. Bu politikanın özünde yer alan, 3 defa iktidar ortağı olan, çeyrek yüzyılda halkın lehinde belli başlı bir program ortaya koyamayan HÖH - DPS, mahalli ve yöresel kalkınma projeleri hazırlanmasına engel oldu. Ekonomik kadro yetiştirip halkın önünde işe koşmadı. Üretim biçimini değiştirmedi. Bütün Türklerin az gelirli sınırı altına düşmesine engel olmadı. Hatta bu işe baş koyan kadroların başına gelmeyen kalmadı. İşler, Ak Kadınlara içme suyu getiren ve su arıtma tesis kuran Belediye Başkanı Dr. Nihat Tabakov’un Varna hapsine kapatılmasına kadar karıştı. Parti ilişkileri Kubrat’a bağlı Sevar köyü meydanındaki göl suyundan bulanıktır. Bu yerel seçim, seçmenimizin bocalama içinde olduğuna, yeni bir seçenek aradığına işaret verdi. Yapılan bütün sosyolojik araştırma sonuçları. Rüzgârın GERB’den yana estiğine, 2016’da Cumhurbaşkanı seçimiyle birlikte bir de erken meclis seçimi yapılırsa, Boyko Borisov’un salt çoğunluk elde edip, tek başına hükümet kurabileceğini gösteriyor. Bu değişim rüzgârı yalnız Deliorman’da değil, Orta ve Batı Rodoplar’da da, bütün Bulgaristan’da bora gibi esiyor.Reformcu Blok partisinin başarısı da yok denecek kadar az, birkaç il belediye başkanlığı ele geçirse de, koalisyon içinde kendi payına düşen oy 20 bini aşmıyor. Ahmet Doğan ile Lütfü Mestan’ın yakın dostu Nedelino belediye başkanı Beşirov,; DPS milletvekili ve sesi sık duyulan Gırmen’li Başev seçilmedi. GERB’e yenik düştüler. HÖH - DPS partisini, son iki yılda cephe alıp siyasi yaşamdan kazımaya çalışan GERB, birçok yerde başarılı oldu. Gerileme, çökme ve çaresizlik bayrağı Zlatograd, Devin, Velingrad vb Rodop belediyelerinde de gönderden indi. Pazarcığa bağlı Sançinovo köyünde Rom Plamen Temelkov muhtar seçildi, ama Bulgar seçmen tarafından muhtarlığa bırakılmıyor. Aynı ilin Batanovtsi kasabasında durum aynı. Belli olmaz, belki de Ahmet Doğan’ın yapamadığını Lütfü Mestan yapar ve “bu iş olmuyor” deyip bu gidişle partiyi kapatabilirler. Araba yokuşa sürüldü. Onlarda öz görevlerini (misyonlarını) gerçekleştirmiş havası belirdi. Ulusal bir parti olan HÖH - DPS için artık “milli” demek güç olur. Ben bugüne kadar başarısızlığını ve yeteneksizliğini kabullenen lider görmedim. Bu iş, yenilmeye doymayan pehlivan hevesi gibi bir şey oldu. “Alfa Rıçars” Bulgar sosyolojik araştırma merkezi başkanı Boryana Dimitrova 4 Kasım günü “24 Saat” gazetesinde yaptığı yerel seçim değerlendirmesinde şu ana görüşleri savundu: “Hak ve Özgürlük Hareketi (DPS) Kubrat, İsperih ve Gır-


Makale ve Analizler - 2015

183

men gibi geleneksel güçlü kalelerini kaybetti. HÖH - DPS Deliorman’da yıkıldı. Sebeplerini şöyle açıklayabilir: DPS çok içine kapalı bir partidir. Kuzey Bulgaristan, Tuna vaadinde bir Roman kasabası olan Krivo Dol’da “liberal model” dayatmaya çalışırken en ana kaleleri olan Kemaller, Kubrat ve Gırmen düştü. Bu çöküşe açıklama getiren yok. Gözle görülen ve artık saklanamayan büyük bir gerçek var. Parti iç çeliklilerini çözemiyor, yönetimde kavga almış başını kızışıyor. Üstünlük arayanlar güreş sahasından çekilmiyor. Partide söz sahibi olan, halkın sevdiği ve saydığı kendilerine oy verdiği kadrolar darbe üstüne darbe alıyor, hak ve özgürlük zihni ezilmeye çalışılıyor. Bu didişme ve yumrujklaşma süreci nasıl gelişecek. Bu da kış aylarındaki Bulgaristan politik sahnesinin en ilginç sahnesi olacak.” “Alfa Rıçars” Başkanı analizine şöyle devam ediyor: “Bulgaristanlı Türkler ve Müslümanlar yeni bir seçenek arıyor. Bu defa bu eğilim belirginleşti. HÖH’ten sökülen kitle bağımsız muhtar ve belediye başkanı buldu. HÖH’ü belediyelerinden attı. Deliorman’da yeni hava esiyor. HÖH diktatörlüğüne son verenler bayram ediyor. Kazanlarda helva kavruluyor, lokma dağıtılıyor. 1 Kasım’dan bu yana köy meyhaneleri boşalmıyor. Yeni muhtar ve belediye başkanları kutlanıyor. Her yerde çeyrek asırlık iç baskıdan kurtuluş havası var. HÖH - DPS’nın artık Türker’in, Pomakların ve Romanların hepsini temsil ettiği asla söylenemez. “ Ahmet Doğan ve Lütfü Mestan’ın Türklük davasına ihanet siyasetinin beli kırıldı. Bulgaristan’da totaliter rejimi alabora eden Türkler ve Müslümanlar, gizli polis servisi “DS” tarafından, toplam 3 bin 16 hain ajanın eliyle kafalarına geçirilen sahte halk ve özgürlük çuvalını artık çıkardı ve dünyayı yeniden algılıyor. Bundan 20 yıl önce, Bulgar istihbarat servislerinin şefi olan General Brigo Asparuhov, Ahmet Doğan’ı inşaat erlerinde onbaşıdan aldı ve istihbaratta Albay yaptı. Ardından ancak Türk ve Müslüman düşmanlarına verilen “Şeritli Koca Balkan” madalyasına laik görüldü. Ve o hepimizin başına çoban edildi. Tarihte “generalsiz ordu” diye bir değim vardır, bizimki artık ordusuz albaydır. 19 Ocak 2013’te genç hak ve özgürlük savaşçılarımızdan üniversite öğrencisi Oktay Yenimehmedov tarafından HÖH 8. Kurultayı kürsüsünden sıkılmış paçavra gibi savrulmuştu. Bu sahte kahraman o gün başkanlıktan düşse de, partinin iplerini elinden bırakmadı, bu seçimde de 51 ajanı muhtar göstererek kötülük yapmaya devam etti. Hatta son yerel seçimlerde belediye başkanlarını kendisi seçip insanımıza dayatmaya çalıştı. Bu anti-demokratik ve siyasi sahtekârlık bu defa 21. yüzyıl duvarına tosladı. Gelişmeler, Bulgaristan Türk ve Müslümanlarının başına bela olan bu sahte albay, sahte cezaevi mahkûmu, sahte parti kurucusu ve sahte liderin hesabını görme zamanı geldiğini kanıtladı.


184

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Lütfü Mestan’ın da Türk ve Müslümanların siyasi iradesinin şeref tacı olan HÖH partisini uçurum kenarına getirdi. Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) Başkanı Sergey Stanışev’le öpüşlü koklaşmalı kucaklaşmaları asla unutulmadı. BSP çöktü. Fikir üretemeyen “alçı kafalı” duruma geldi. Parçalandı dağıldı. HÖH yönetimini beraberinde sürüklüyor. Bir yıldan beri Lütfü Mestan’ın GERB lideri Başbakan Boyko Borisov’a da kuyruk kıvırması herkesin dikkatini çekti. Teslimiyetçi özlü, ödüncü, yalan dolana dayanan, ikiyüzlü, bana bakıp başkasını gören politikalar, banka çökertmeler, rüşvet, dolandırıcılık, AB fonlarına oturma, hısım akrabayı yüksek maaşlı işlere yerleştirmeler kimsenin gözünden kaçmıyor. Parti parasıyla çocuklarını Amerikalarda okutma ve yoksul insanlarımıza “ama beni Türkçe konuşuyorum sizinle diye cezalandırdılar” yakınmalarını köy meydanlarına, camilere, yağmur dualarına taşıma ve neredeyse, ceza ödemek için bir iki leva toplamak için halka şapka açma, el açma durumuna düşüldüğünü görmeyen kalmadı. Hem Ahmet Doğan ile hem de Lütfü Mestan’ın Hak ve Özgürlükler Partisi’nden atılması; Parti “fahri” başkanlığının lav edilmesi, kaldırılması; Ahmet Doğan’ın HÖH - DPS partisiyle bundan böyle tüm ilişkilerinin kesilmesi, üzerine geçirdiği parti paralarının ve şirket senetlerinin geri alınması, ayrıca para aklama, rüşvet, dolandırıcılık, mafya kurumlarıyla bağlantılı olan HÖH Merkez Yönetim Kurulu üyelerinin bire kadar partiden uzaklaştırılması zamanı çoktan gelmiştir. Bu bir kurultay içidir ve yeni kurultayın normal çalışmasını sağlamak için günden dışı birinci madde gereği Lütfü Mestan ile Ahmet Doğan’ın ya gönüllü istifaları ya da partiden atılması görüşülüp kesinleşmelidir. Bu yapılmadan parti yeniden güç toplayamaz, sökülme süreci asla durdurulamaz. Zaman yönetimde nesil değiştirme zamanıdır. Lütfü Mestan HÖH partisini batağa itme suçundan tüm parti örgütlerinde legal olarak Tüzük’e göre yargılanmalı ve partideki tüm görevlerinden uzaklaştırılmalıdır. Ajan “Sava” ile muhbir “Sergey”in zamanı dolmuş olsa da onlar eski alışkanlıklarına göre çalışmaya devam ettikçe Bulgaristan Türklerine ve Müslümanlara tüm kurtuluş yolları açılamıyacaktır. Son yerel seçimde HÖH - DPS partisinin 51 belediye başkanı ve muhtar adayını gizli polis ispiyoncuları arasından seçmiş olmaları partiyi korku içinde yaşatmak isteyişlerinin dışa vuruşudur. Doğan ve Mestan ajan ikilisi görevlerinde kalmak isteyebilirler, onlara bu şans verilemez. Halkımıza kötülük etmek ikisinin de damarına işlemiştir. Bu kan kanseri savmaz. Kurtuluşu yoktur. İkisi de ajanlık illetinden kurtulamaz, mümkün değildir, Son nefeslerine kadar kötülük yapmadan edemezler. Partimiz kuzu kuzu büyürken onlar kutrular ve kuzuyu yemek için bugünü beklediler. Bu böyle olmasa HÖH yönetiminden biri çıkar ve “biz yok olduk” olduk der, ama susu-


Makale ve Analizler - 2015

185

yorlar. Alışmış kudurmuştan beterdir, diyenler, sanki bu gerçeği daha önce yaşamışlar ve hepimizi uyarıyorlar. Şimdiki kararlılık ikiyüzlüleri saflarımızdan atmaya, arınmaya, dirilmeye, Bulgaristan Türklerinin bilincini ve iradesini, gücünü ve kudretini, kimliğini ve kararlılığını tüm dünyaya göstermeye yeter de artar. Dobruca, Deliormanlı ve Gerlovo’lulardan çok daha büyük bir baskı altında olan, genellikle yaşlanmış oldukları için birbirinden güç alamayan, aldatılmış olduklarının farkına varıp, gerçekliğin üstün gelmesi için mücadeleye uyanmış olsalar da omuz omuza veremeyen Kırzalili HÖH üyeleri bu kez der Sofya’dan dayatılan kadroları seçtiler. Fakat Dobruca’da, Razgrat, Tırgovişte, Varna, Silistre ve Şumen’deki başarılı başkaldırma HÖH adaylarını silkeleme ve halkın gerçek temsilcilerini, sevdiklerimizi seçmesi hepimizi etkiledi, hepimize güç ve inanç aşıladı. Olacak bu iş demeye dilleri dönmeyenler artık konuşuyor. Ve konu birdir: Bu yol artık müzevir, ikiyüzlü gammazcı, ispiyon, beceriksiz ve hain sürüsüyle yürünmez, hapsini yol boyunda bırakıp bildiğimiz gibi yürümeliyizdir. Partinin dağılmasından sorumlu olan Genel Başkan Lütfü Mestan hesap veremeye yanaşmıyorsa hemen istifa etmelidir. Örnek ortada. 100 yıllık BSP’yi bataklığa itenler, et kafalı riyakarlar birlikte istifa sundu.Hiç olmazsa onlar örnek alınsın. Diğer başarısız partilerdeki durum aynıdır. Lütfü Mestan döneminde ülkemizde Türk ve Müslüman düşmanlığı tırmanmıştır. Bu tırmanışa yeşil ışık yakılmıştır. “Ataka” yı kendi parasıyla kurduran HÖH - DPS lideri, “Partiotik Cepheye” de çanak açmış, Makedon milliyetçilerine de “dur, ne oluyor?” dememiştir. Etnik azınlıklar ana ulustan uzaklaştırılmış ve yoksulluk hendeği kenarına dizilmiştirç. Bu işin sorumluları yok mu? HÖH–DPS yönetimi yıllarında Bulgaristan köy ekonomisi çöktü. kota sistemi getirilerek köy emekçileri geleneksel üretimlerinden uzak bırakıldı. Dış ülkelere konuk işçi olarak gitmeye fiilen zorlandılar. HÖH - DPS Bulgaristan Türk ve Müslüman kültürünün gelişmesi, ana dilimizde iletişim ve haberleşme araçlarımız kurulmasına engel oldu. Kendi öz radyo ve televizyonumuzu dinleme hakkımızı kullanma, kendi gazete ve dergilerimizi, kitaplarımızı ana dilimizde okuma hakkımız baltalandı. En kötüsü de devlet okullarında ana dilimizde eğitim ve öğretim hakkımızı elimizden aldı. Çocuklarımızı cahil bıraktı. Türk kimliğimize her gün ölümcül darbe indirilmeye devam ediyor. Kubrat, Kemaller, Ak Kadınlar, Opak’a ve daha birçok belediyede HÖH adaylarının seçim kaybetmesi, bu yerleşim merkezlerimizde HÖH kapılarının kapanması, kalelerin düşmesi büyük ve köklü bir dönüşüme örnek olmakla birlikte, hepimizi yenilenmemizin hemen başlamasına güçlü bir çarıdır. Tüm emellerimiz yerel düzeyde gerçekleşebilir. Partinin genç kadrolara devredilmesi için biz soydaşlar da toplu çağrıda bulunuyoruz.Parti Tüzük ve Programının değişeceği, Lütfü Mestan ile Doğan’ı liste dışı bırakacak yeni Kurultaya Türkiye’deki Bulgaristanlı Türk ve Müslümanlardan en an 100 delege


186

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

davet edilmesi zorunlu oldu. Oyumuzu verdiğimiz kadroları tanımak istiyoruz. Biz soydaşlar Sofya’da öyle dediler diye artık bilmediğimiz tanımadığımız kişilere oy vermek istemiyoruz. Bizim de orada haklarımız var. Sofya’daki haklarımızı kendimiz temsil etmek istiyoruz. HÖH bizim bağrımızdan, terimizden, çilemizden, haykırışlarımızdan çıkmış bir partidir. Partimizi hain ajan sürüsünden temizlemek, gerçek halk evlatlarının, direniş ateşinde su almış kardeşlerimizin politik görevlere yükseltmeyi sağlamak en günce ödev haline gelmiştir. Zaman istifa ve değişiklikler zamanıdır. Okuduğunuz için teşekkür ederim.

Başkanlık Yolu Açıldı

Rafet Ulutrük-05.Kasım.2015

Hatırlatma-eski yazımızı tekrar yayınlıyoruz Tarihin en görkemli İmparatorluğu olan Osmanlının çözülme ve monarşiden Cumhuriyete geçiş sürecinde toplam 44 devlet oluştu. Son hesapta, bu zengin geçmişin ana varisi Türkiye Cumhuriyetidir. O, aynı tarihsel geçmişin enerjisiyle kurulan irili ufaklı devletlerden hiç birine yan gözle asla bakmadı gibi, husumet yaratıp savaş da açmadı. Bu açıdan Türkiye’nin bir asırlık Cumhuriyet tarihi son yüzyılın emsali olmayan parlak bir örneğidir. 43 kardeşine ayırıp kayırma gözetmeyen, hepsine karşı hep aynı mesafede olmaya çalışırken bir ağabey gibi davranan Türkiye devleti, yakaladığı toplumsal modernleşme, gelişme ve kalkınma modeliyle öteki kardeşlerine örnek olurken, dara düşene ise hep yardım eli uzatıyordu. Suriye faciasında, konuk muamelesi gören sığınakçılara gösterilen sıcaklık, biz Bulgaristan ve Balkan Türklerinin yaşadığımız toplam 39 göç esnasında, hele 1989 Büyük Göçünde gördüğümüz büyük ağabey yaklaşımının bir devamıdır.


Makale ve Analizler - 2015

187

Büyük Osmanlının gölgesi ruhlarımızda bugün de hepimizin Vatanı ve yuvasıdır. Bu dev Çınar’ının köklerinin kardeşleşmesinden oluşan ormanda ağaçlar ortak gölge oluşturmaya çalışırken, son bir ayda beliren zamansız mezhep kavgaları; “İslam Devleti” ve “Halifelik” ilan edilmen ya da kargaşayı fırsat bilip sınır çizgilerini değiştirip bağımsızlıktan dem vurmaya kalkanlar, bizde farklı çağrışım uyandırdı. 1981’te, Bulgar Devleti’nin “1300. Yıldönümü” törenlerinde, olayları olduğundan görkemli, gölgeleri de olduğundan koyu göstermeye çalışan diktatör Todor Jivkov, Sofya’da Kültür Sarayı bahçesine bir günde büyük büyük yapraklı ağaçlar dikip her yeri gölgelendirilmişti. Dev ağaçlar Almanya’dan getirilen iri dişli kepçelerle kökünden söküp saray bahçesine açılan kuyulara ormandan getirilip dikilmişti. Bilirsiniz boylanan ağıcın kökü kazılmaz ve sulanmaz, çünkü o aradığı suyu derinde bulmuştur ama bizimkiler kazdılar suladılar, suladılar kazdılar ve ikide bir ilaçladılar ama bir iki yılda ağaçların hepsi kurudu. Sosyalizm düzenine de totalitarizm illetini dikerek toplumsal olarak da kurudukları misali... İslam Devleti ilan edenlerin Halifeliği de in üstüne çatı gibi göründüğünden kendini anlamsızlaştırdı. Hilafetin kaldırılması ben Osmanlıyım demekle gururlanan teba için 3 Kasım 1939’da Tanzimat fermanının ilanı ile modernleşme mikrobunun halk zihninde parçalanıp bölünen ufalanan devletten yıkıcı kanunları kendisinin nasıl yok etini göstermiş oldu. Bu olay bana, en basit tebaası “Osmanlıyım” demekle gururlanırken 3 Kasım 1839’da Tanzimat Fermanıyla içine “modernleşme” mikrobu düşürüp baştanaşa parçalanıp bölünerek ufalanma temellerini kendisinin nasıl attığını anımsattı. 1924’te TBMM Hilafeti kaldırmakla Müslüman ülkelerin uygar dünyaya katılma kapısını araladığı gibi, Bulgaristan Krallığı’nda yaşayan Müslümanların yenileşen düzene Başmüftülük yönetiminde ayak uydurabilmelerine serbestlik getirmişti. Son yüzyılda Osmanlıdan kopan devletler uygar dünya yolunu ararken hep Türkiye’ye baktılar, Türkiye Cumhuriyeti’ni örnek aldılar. Tarihsel gidişi silah zoruyla ters çevirip, geçen hafta bir şeriat devleti ve Halifelik ilan edilmesi hepimizi düşündürdü. Hıristiyan dünyası ile ilişkilerin “soğuk ve sıcak savaş” dönemine yeniden itilmesine yol verilemez. Dişişleri Bakanımızın Sayın Ahmet Davutoğlu’nun “dünyanın bundan sonra ilerlemesi uygarlıklararası savaştan geçer” diyenlere verdiği yanıtında


188

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

“Hayır, barış ve anlaşmadan, sınırsız bir dünyadan geçecektir” demesi yankılanırken büyük destek topladı. Balkanlar açısından bakıldığında, Büyük İskender, kimin Çarı oldukları üzerinde tartışmalar dinmeyen II. Simeon ve İvan Asen, İslav alfabesini yazan Kiril ve Metodiy kardeşlerin devasa anıtlarının çevrelediği Üsküp meydanında değişik vesilelerle karma mehter takımlarının Osmanlı ve Türk marşlarını dinlemek olanaklaştı. Makedonya’da Osmanlı mirası olan bütün konak, askeri okul, cami, medrese, tekke, köprü, okul ve çarşılar onarıldı. Güzellikler yaşama kazandırıldı. Kutlamaya değer gelişmeler oluyor. Öte yandan, Bulgaristan’da Başmüftülük ve vakıf taşınmazlarının, Osmanlı kale ve konaklarının, Kostendil’de “Fatih Camii” de aralarında olmak üzere Karlovo “Kurşun Camii”, Razgrad “Büyük Camii”, Kırcaali’de Medresemize, Filibe “Taşköprü camisi” ve “Türk Hamamları” gibi tarihi ve yüksek mimari mirasımızın dış mangalına bile dokunmamıza izin verilmiyor. Bulgar’ın Anti-İslam ve antiTürk devlet politikası halen sürüyor. Düne kadar Türkiye diplomasisi tarafından da desteklenen HÖH - DPS lider takımı öz Vatanımızda Türklük düşmanı politikayı çok aşamalı ve değişik biçimli bir uygulama olarak bazı belediyeler desteklemeye devam ediyorlar. Bu konuda mahkeme kararlarının hiçe sayılması, çok manidar olduğu kadar, eski Osmanlı topraklarında çok çelişkili ve ağır problemli sorunlar yaşandığına hepimizi tanık ediyor. Bu arada Bulgaristan’a son 25 yılda en fazla yardım eden ülke de yine Türkiye Cumhuriyetidir. 2 milyardan fazla yatırımla Türkiye Bulgaristan’ın birçok il merkezinde fabrika bacalarını tüttürdü. Sofya yer altı treninin 2. Hattını inşa edip işletti. Burgas iline açılan otoyola damga vurdu. Sofya’yı Pernik şehrine otoyolla bağladı. Oteller kurdu, işletiyor. Lokantalar açtı ağız dadımız değişti. Özlemlerimizi giderdi. Eğitim ve kültür alanında atılacak yeni adımlara alan hazırlıkları devam ediyor. Bu dev yardımların 2002 yılından sonra kat kat artarak hayat bulması, olayların kökünde Sayın Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın olduğunu belirtmemize yeni vesile olmuştur. Bu minnettarlığımızın ifadesi olarak Biz Bulgaristan Türklerinden İstanbul’da BULTÜRK Derneği olarak son yerel seçimlerde oyumuzu AK Parti adaylarına verilmesi gerektiğini basın toplantısı ile açıkladık. Hareketimizin doğru olduğuna inanıyoruz. İşte böylesi karmaşık bir ortamda Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez olmak üzere direk başkanlık seçimine gidiliyor. 10 Ağustos 2014 bu bakıma çok anlamlı bir gündür. Burada Türkiye’yi ileriye ve geriye çekmek isteyen iki cephenin birbiriyle yüzleşmesini izleyeceğiz. Monarşiden Cumhuriyet düzenine geçerken Osmanlının paşası ve Cumhuriyetin de kurucusu ve Başkanı olan Mustafa Kemal Atatürk’tür. Onun zamanında gerçekleştirilen reformlar Osmanlıyı öz ve biçim olarak olum-


Makale ve Analizler - 2015

189

suzlaştırdı. Fakat bu yapılırken bazı çerçeveler dar tutulmuştu. Bunları genişleterek aşma yolunu ise Başbakan Recep Tayyip Erdoğan buldu. Son 12 yılda köklü yenileştirici adımlar attı: Bir defa çoğulculuğa dayanan politik sistemin üzerindeki anayasal vesaiti kaldırdı. Politik yapıyı yeniden düzenlerken demokratikleştirdi. Anadolu’nun sermayesini oluşturdu; Anadolu’da eğitim, kültür ve sanayi devrimi yaptı; Türkiye savunmasını dışa bağımlılıktan kurtarmak için milli savaş sanayisini kurdu; modern bir Türkiye’nin dinamik alt yapısını tünel, köprü, oto yol ve hava alanlarıyla tanınmaz bir hale getirdi. Ulusal bütünlüğünün etnik farklılıkları yaşatan bir bukette yaşayacağına inandı. Kürtlere ve diğer etniklere özgün kültürel haklarını tanıdı. 34 yıldan beri çözülemeyen Kürt problemine başarılı çözüm formülü buldu. Türkiye’de XXI. Yüzyılın ilk atılımlarını belirleyen bu gelişmeler daha 139’da atılan Batıya dönük uygarlaşma yolunu genişletmeye çalıştı. Kuşkusuz burada Türkiye Cumhuriyeti’nin atlayamayacağı bir çita olmadığını yazarken, tuz içinde şekerin zor eridiğine işaret etmek istiyorum. Modern Avrupa’da ilan edilen “farklılıkların bir araya gelmesinden oluşacak yeni Avrupa Birliği uygarlığı” aslında hayal edildiğinden çok farklı çizgiler de içeriyor. Bir defa, üye olan 28 devletin sınırlarını kaldırarak, bütünleştik demesi ve Brüksel meclisinde 24 dilin resmi dil olarak kabul edilerek kullanılması, yeni bir forumsal varolma biçimi yaratırken, özsel değişikler getirmedi. Üye ülkelerin her birinde var olan ve çözülemeyen ise etnik sorunlar kangrenleşmeye devam ediyor. Üye devletlerin ulusal devlet politikalarında azınlıklara etnik eğitim, kültür v.b. haklarını kullanma hakkı devlet eliyle kısıtlanıyor. Devlet ajanlarınca yönetilen yamak partiler örneğin Bulgaristan (HÖH) partisi Türk ve Müslüman azınlıklarını eriterek yok sayma değirmenine su taşımaya devam ederek ayakta tutuluyor. Atalarımızın atları evcilleştirerek, bakır, demiri ve çeliği yerlilerden daha iyi işleyip ehlileştirerek kolayca yerleştiği Anadolu’da buldukları eski Elen kültürü, Bizans hukuku ve Hıristiyan dininin yerine daha üstün bir üretim biçimi, ahlak ve adalet anlayışı getirdiklerinden dolayı 1000 yıl önce kolayca kabul dilip yerleşebilmeleri dünyayı şaşırtmamıştı. Avrupa Birliği’nin (AB) varoluşuna temel tarihsel dayanak olarak gösterdiği Hıristiyanlık, kadim Rum kültürü ve Bizans hukuk üçlüsüydü. Modern Anadolu’da yani Türkiye sınırları içinde İslam dini, Müslüman yaşam biçimi, Türk-İslam sentezi kültür ve devletin cumhuriyet biçimiyle tam bir uyum ve mükemmel bir harmoni içinde yaşamış, yaşıyor ve yaşayabilecekken, aynı üçlü sentez bütünlüğü eski kıtada Türklük uygarlığıyla birlikte neden uygulanmasın? Neden uygulanmak istenmiyor? Bu pers-


190

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

pektifi, nurlu ufku neden kabulü mümkün bir uygarlık olarak göremeyenlerin yaşam ortamı bulabildiklerini anlamak, dün olduğu kadar bugün de hakikatten anlaşılır gibi değildir. İşte böyle suni olarak ağırlaştırılmış koşullarda, Türkiye Cumhuriyeti Başkanlık seçimine gidiyor. Yarın AK Parti Başkan adayını açıklayacak. Herkes Sn. Recep Tayyip Erdoğan’ın üzerinde duruyor. Gerçeği isterseniz kişilik o kadar da önemli değil, çünkü Türkiye Cumhuriyeti Anayasa’sına göre bir vatandaş kendi başına Cumhurbaşkanı olmak isteyemez, kendini aday da gösteremez, parlamentodan 20 kişilik bir grup tarafından önerilmelidir. Şimdiki muhalefet, ana hatlarıyla CHP - MHP ikilisi, son 12 yılda Türkiye’de yeni algoritmaları üreten, yeni bakış açılarını yerleştiren ve devletin politik ve felsefi yeni yapılaşmasında dinamo rolü gören Başbakan Sn.Recep Tayyip Erdoğan veya AK Parti’nin önereceği adayın önüne hiç beklenmedik bir şahsiyeti (Ekmelledin İhsanoğullu) aday olarak dikildi. Bu neye benziyor biliyor musunuz? AK Parti ve Başkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan dar başkanlık yolunda üç atlı faytonuyla normal ilerlerken, önüne muhalefet tarafından indirilen bir kani arabasıyla yolunun tıkanmasıdır. Fikrin özündeki hainlikte Başkanlık yokuşunun dar bir yol olduğu ve solama ve sağdan dolanma gibi bir imkân olmamasıdır. Bu yolun bir tarafı dere hendeğidir diğer yanı da siperdir. Monarşiden Cumhuriyete Cumhuriyetten Başkanlık sistemine başarılı geçiş, aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin devleti yönetim sistemini daha da demokratikleştirilmesi ve ehlileştirilerek daha verimli bir hale getirilmesi açısından Avrupa Birliği’nin önüne geçmesi anlamına gelir. Evet Türkiye artık devleşiyor ve bu devleşme de yarı ve başkanlık sistemine geçmek zorundadır. Bu gerçekleştiği takdirde inşallah tüm dünyada yaşayan Türklerin de dualarıyla yeni Türkiye’nin, yeni Cumhurbaşkanı hem ülkemize hem milletimize hem de dünyanın her yerindeki insanlarımıza umut verecektir. İnşallah Rama-


Makale ve Analizler - 2015

191

zan ayının bereketiyle oluşan bu dualar Milletimizin hem birliğine hem beraberliğimize hem kardeşliğimizi pekiştirir ve dünyada yaşanan acıları da ancak böyle hafifletebiliriz. Bekliyoruz. Başkanlık yolu yokuştur, geri dönüşü olmayan bir tırmanıştır. Türkiye Cumhuriyeti için ise bu bir yücelme yoludur. Tüm Türk Dünyası ve Osmanlıdan ayrılan 44 devletin pir dikkat izlediği ve örnek almak istediği bir ilerleme ve onur yoludur. Türk Dünyası Merkezinin oluşmasına az kaldı... Şimdiden Dünya Türklerine hayırlı ve uğurlu olsun

Sosyal Hayatı Derin Donrurucuda Tutamazsınız

Dr. Mustafa Kahraman-06.Kasım.2015

Sosyal hareketlenme polisten başladı. Bulgar polisi ayaklandı. Kavşaklara, sınır kapılarına yığıldı. Trafik durdu. Eskiden haydutlar da yol keserdi. Devlete isyanları gelen geçen kervanları soymaktı. 22 Eylül 1972’de Dimitır Obşti yönetiminde Bulgar komitalar Orta Balkan’daki Araba Konak Geçidi’nde Osmanlı kervanını soydu ve yargılandılar ve asıldılar. Osmanlıda daha fazla akçe için kazan çeviren Yeniçerilerin akıbeti de bilinir. Onlardan yalnız itfaiyeciler hayatta kalmıştı. Sultan hepsini bugünkü Sultan Ahmet Meydanı’na toplamış ve top ateşine tutmuştu. 3 yıl önce Batum’a gittim. Trafik polisleri boykot yapıyordu. Işıklar yanıp sönüyor ve yolcu yoluna devam ediyordu. İsviçre yollarında tünel ağızları ve tüm kavşaklarda 24 saat çalışan kameralar var. Telefondan verilen trafik kurallarını ihlal sinyali, kamera kayıtlarına göre denetlenip ya çöpe atılıyor ya da ceza kesiliyor. Ceza internet ya da SMS’le bildiriliyor ve ödenmeyince bak sen ne oluyor. İsviçre’de ordu da yok. Erkekler silahlarını evlerinde saklıyor ve çağırıldığında eğitime gidiyorlar. Romanya 10 yıl önce polis ve güvenlik sisteminde reform yaptı. Polis sayısını 24 bine indirdi. Polis primlerini ve ayrıcalıklarını budadı.


192

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bulgaristan’da 60 bin polis, gardiyan ve jandarma var. 1 Kasım seçimleri ertesinde başlayan ulusal polis başkaldırısına katılanlardan 1 360’ı artık istifasını sunmuş. İstifaların kabul edileceğini beyan eden İç İşleri Bakanı Bıçvarova 15 bin istifa dilekçesi bekliyor. Yani Bulgar polisi 45 bine düşebilir. Bulgaristan’a “polis devleti” dendiğini siz de duymuşsunuzdur. Bu tanım, yol ve kavşaklarda adım başı polise rastlanmasından fazla, üniformalı sahte polislerin Türkiye’den gelenlerin sık sık yolunun kesmesi, kendilerinin ve arabalarının soyulmasından da kaynaklanmıştır. Bu ayaklanma Başbakan Boyko Borisov’un devletin 2016 bütçesini açıklamasına tepkidir. Yeni yıl bütçesinde polis ayrıcalıklarında makas oynatılmıştır. 20 maaş emeklilik primi 10 maaşa indirilirken, yıllık % 2 kıdem tazminatı vb budanmıştır. Toplum, polis direnişini desteklemiyor. Sivil toplum örgütleri ve sendikalar susuyor. Polislere çiçek veren vatandaş yok. Üniversite öğrencileri polis yürüyüşlerine katılmıyor. Basın ve medya da analiz yaparken eleştirel tutumuyla hükümetin zorlanmasına tepkili. Başbakan Boyko Borisov da, yaz kış güneş altında ya da karlı buzlu havada sahada, sınırda ve hapishanelerde ve tutuk evlerinde görev yapan polisler dışındaki polis müdürlüklerinde çalışan ve kendilerine “çantacılar” denen personelin “birinci kategori” imtiyazlı emekli olmasını desteklemiyor. Bulgaristan’da polisler dışında emekli olurken 20 maaş toplu prim alan sosyal tabaka yok. Üstüne, Bulgaristan devlet kurumlarında polislerden başka 800 leva asgari ücretle iş başı yapan da yok. Öğretmen, doktor ve diğer devlet memurları 470 leva ile iş başı yapıyor. Maaşları yıldan yıla % 2 oranında zam görmüyor. Mesai süresinde porsiyonları da yok. Bunun dışında ülkenin birçok yerinde Polis Hastaneleri var. Hiçbir yerde Öğretmen ve Eğitmen Hastanesi yok. Kültür ve sanat çevrelerinin sosyal durumu da yürekler acısıdır. Birkaç gün önce bir arkadaşımla sohbet ederken, “abi çok güzel yazıyorsunuz da, millet anlamıyor ki sizi,” gibi bir şeyler söyledi. “Biz düşünce ve özverili birinin çoğu zaman günümüz insanına bir şey ifade etmese de, gün gelir gerçek değeri toplumda yerini bulur inancına sımsıkı bağlıyız. Biz yazılarımız için kimseden beş kuruş istemedik, gazete ve kitaplarımızı da bedava dağıtıyoruz. Sizden istenen yalnızca okumak.” Geçse de kafamdan, ona söylediğim sözler şunlar oldu: Biz yeteneğini her an her konuda elinde bulunduran sizlerden olan ve tüm uğraşısını sizin için yapan, mükemmel insanlarız. Ürettiğimiz düşüncelerin, geliştirdiğimiz görüşlerin yazarlar, şairler, diğer taratıcılar, halk ozanları, yaratma hevesiyle doğmuş koncalar tarafından kucaklanmasını ve geniş kitlelere herkese indirilmesini ve halkımızın ruhuna işlemesini arzu ediyoruz. Biz düşünceyi üre-


Makale ve Analizler - 2015

193

ten merkez gibi çalışırken, fikirlerimizi ekeceğimiz kültür kaynaklarını arıyoruz. Biz kendimizi halkımıza borçlu hissediyoruz. Bizim yayınladığımız yazılar öğretmenlerimiz, muhtarlarımız, doktorlarımız, mühendislerimiz, özetle aydın kesim içindir, hevesi olanlara hitap eder. Yayınladığımız teorik ve politik yazılar popüler olamaz. Bunu bekleyen ve düşünen yanılır. Bizim yayınladığımız yazılar öncelikle bize benzerlik gösteren kesim içindir ve okurlarımızdan anladıklarını kendi sözleriyle ve ortama göre halka indirmelerini isterken haklıyız. Konuyu şöyle de ele alalım. Aramızdan olup en fazla saldırıya uğrayan, ama hem Türkiye hem de Bulgaristan konusunda yazdığı her yazıda her defasında haklı çıkan, şaşırmadan yol gösteren BULTÜRK başkanı Rafet Ulutürk gibi bir yazar, onun seviyesinde bir zekâ, bu kadar geniş yelpazeli olan biri, elbette sevilmeye de bilir. Dünya kıskançların da dünyasıdır. Ama sular her zaman berraklaşır ve gerçek pırıl pırıl yanar ve herkes görür. Dönelim polis isyanına: Bu başkaldırıda en fazla konuşulan reform - dönüşüm yani yenilenmedir. Hükümet “para yok, polisin bu imtiyazlarını ödeyemem, giden gitsin kalanlar bizim” derken, aklıma Bulgar edebiyatı klasiklerinden Aleko Konstantinov geldi. O, 1895’te Osmanlı fesini atıp başına kalpak geçiren Bulgar burjuvazisinin reform anlayışını çok sevilen ve okunan “Bay Ganü” eserinin ilk satırlarında şöyle çizmişi: “Bay Ganü’ye sırtından yağmurluğunu çıkarması için yardım ettiler. Ala bir Belçika paltosu giydi. Hepsi: Bay Ganü tam Avrupalı oldu, dediler.” Büyük mizahçı yazar ve düşünür Al. Konstantinov’un yaşadığı zamanı eleştirisi gönül hoşluğu ile karşılanmamıştı. 100 yıl Bulgar burjuvaların doğuşuna anıt dikilemedi. Kimse kirli çamaşırlarını ipe serdirmez. Benim burada demek istediğim Bulgar toplumda 1878’den buyana yapılan tüm reformların anlamsız, yüzeysel ve kişisel ve grup çıkarları için olduğuna işaret etmektir. Bulgar devletinin yine ilk yıllarında 1912’de Pomakların fesleri toplatılıp hepsine birer külah hediye edilerek Hıristiyan ilan edilmediler mi? Bay Ganü’ün yağmurluğunun Belçika paltosuyla değiştirilmesi, feslilerin başına külah geçirilmesi ne değiştirdi ki? Bu saçmalıkları 20. Yüzyıl boyunca yaşadık, 1972’de Pomakların isimlerinin, 1984 - 85’te Türklerin kimliklerinin değiştirilip dillerinin yasaklanması da aynı türden saçmalıklardır. Burada işaret edilmesi gereken, dil sorunu kimlik özüne ait bir sorunken elbise, ayakkabı, şapka, takım elbise vb şekle işaret eder ve esas dışında kalır. Bu anlamda biz şimdiye kadar yayınladığımız tüm yazılarda 1990’dan sonra “Bulgaristan’da demokrasiye açılan reform yapılmadı. Totaliter anlayış 5 santim büyümüş bir böbrek taşı gibi içimizde kaldı ve sancılar bütün vücudumuzu


194

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

zorluyor.” Diye yazarken, derinleşen bunalımların polislerin sosyal haklarını arttırmak, maşlarına zam yapmak, 1 ay olan yıllık ödenekli izinlerinin 2 aya çıkarmakla ve polis sayısının da Romanya’daki gibi 60 binden 24 bine azaltarak ya da 100 bine çıkararak çözülebileceğine asla inanmıyoruz. Polis, gardiyan ve jandarmalar bütün kavşakları tutsa, sınır kapılarını kapasa ve köprübaşlarını kilitse hiçbir şey olmaz, sosyal devrimler, sosyal reformlar ancak üretici güçlerin öz görevi, işi ve misyonudur. Polisler, gardiyanlar ve jandarmalar daha fazla yemek ve yedikçe hırçınlaşmak için ayaklandılar. Olay budur. Tabii onların da örnek aldığı büyükleri var, mesela ne polise, ne devlete, ne Türk ve Müslüman halkına, ne de Bulgar milletine bir yudum iyiliği, faydası ve hizmeti dokunmayan saray kenesi Ahmet Doğan ve onun gibi hazır oncuların korunmasına, viskilerine, çamaşırına, kadınlarına, keyfine, köpeklerine her yıl üçer milyon leva harcandığı mecliste onaylandı. Bunlar 50 kişi olsa 150 milyon eder, polislerin talep ettiği ek para zaten 24 milyon. Olaya bir de bu açıdan bakmakta haklıyız. Biz hak ve özgürlük savaşçıları olarak, göçmen ve soydaş olarak ve Bulgaristan vatandaşı sıfatıyla toplumumuzda imtiyazlı kesim olmasına karşıyız. İtalya Başbakanı Berliskonu tutuklanıp yargılanabiliyorsa ve bulaşıkçılık yapıyorsa, bizim keneler de artık halkın bütçesinden koparılsın ve normal vatandaşlığı tatsınlar. Bu bakıma Bulgar polisinin kendisi için ayaklandığını görüyorum ve bu direnişin reform ve sosyal yaşam açısından zararlı ve kışkırtıcı olduğunu savunuyorum. Savaşımlar artık başlıyor. Okuduğunuz için teşekkür ederim.

Çakıl Çorbası

Filiz Soytrük-07.Kasım.2015

Konu: Yolun sonuna kurulacak sofra. Çakıl dense çakıl taşlarını düşünürüz. Rodop dere ve çayları çakıllıdır. Bizimde onlar yalabık, renkleri parlak ve irili ufaklıdır. Mutfak kültürümüzde “Çakıl Çorbası” yoktur. Bir defa işkembe çorbası için pek “takıl tukul” dendiğini işitmiştim. Çakıl çorbası sözüne “Bulgar Halk Masalları” kitabında rastladım. Bu masalın seçilip yeni baskıya alınması ve çok ucuz bir fiyatla genç okula sunulması


Makale ve Analizler - 2015

195

çok anlamlı olabilir. Çünkü her masal geçmişten bir hatıradır, insana, eşe dosta bir şey hatırlattır. Üstüne bir de geçmiş adına bir uyarıdır. Bulgaristan Türkleri masal ve efsanelerinde “Çakıl Çorbası” diye bir masalı yoktur. Olayın beni iyice düşündürmesinin bir başka nedeni daha var. Bilirsiniz bu yaz sığınmacılar yılıydı. Yaz aylarında Ege’den Skandinavya ülkelerine uzanan savaş kaçakları seli ilerledikçe daha da kalabalık olduğunu gazeteler yazmıştı. Önce nedendir acaba diye düşünsem de, artık olay ortaya çıktı. Sığınmacılar seline Sırbistan, Arnavutluk, Makedonya, Hırvatistan vb Balkan ülkelerinden Romanlar da katılıyormuş. Bulgaristan’ın Kuzey Batı yöresinden, Vidin, Montana ve Vratsa gibi illerde yaşayan Romanlar de, Bulgar kimliklerini ve Pasaportlarını sıkı saklayıp çocukları koltuk altında kafileye sokulmuşlar. Zaten kimse kimseyi tanımadığından yürüdükçe yürümüşler. Zor zar Avusturya’ya vardıklarında karşılarına dikilen kayıt memurları: “Buraya gelme nedeniniz?” deyince bizimkiler, kimsenin anlamadığı bir dilde, “Çakıl Taşı Çorbasına” doyduk, açız demeye başlamışlar. Önce bu çorbanın çok özel bir çorba olduğunu düşünen makamlar, tercüme isteyince, karşılarına “Salzstein Suppe” (Kaya Tuzu Çorbası) çıkmış. İlk anda kimse bir şey dememiş, Çünkü onların Salsburg (Kaya Tuzu Dağı) bir şeyler çağrıştırmış. Taş Tuzu Dağı yöresinde benzer çorba içiliyormuş. Almanlar araştırmada bulunmuşlar, AB standartlarında “Çakıl Çorbası” tescili olmadığından, ilk anda kendi ülkelerinde yenmeyen işkembe çorbasını da düşünmüşler. Onlar için kokusu itici olduğundan dolayı dosyayı hemen kaparken, bizim Romanları haklı bulmuşlar. Yani “Çakıl Çorbası” bu kadar ciddi bir konu olurken, Arapsaçı gibi karman çorman yani içinden çıkılmaz bir hale gelmiş, fakat bizimkilerin Avrupa sosyal fonlarından yardım almasına yaramış. Asıl masal ise şöyle: Harmanda top oynamaktan ter su içinde soluk soluğa dönen torun nenesine: “Çok acıktım, bir şeyler yok mu?, yesem,” demiş ve masa başına çökmüş. Dolap kapaklarını çocuğun da işiteceği şekilde vura çarpa açıp kapayan yaşlı kadın, “Yok, yok evladım! Bir şeycikler yok. Sofraya konacak bir şey kalmadı,” diye yakınmış. Bunu işiten oğlan, “İyi neneçiğim. Öyleyse ben tez elden bir çorba pişireyim de ikimiz yiyelim,” demiş ve hemen işe koyulmuş. “Ne çorbası pişireceksin ki?” diye sormuş ninesi.


196

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

“Çakıl Çorbası,” diye cevap vermiş oğlan ve dolaptan tencereyi aldığı gibi ocağa koymuş ve cebinden çıkardığı çakıl taşlarını da tencereye atınca üstüne su doldurmuş. Biraz sonra, yüksek sesle: “Nene, nene! Kaynadı bana patates ver. Nene bana soğan uzat. Bahçeden kopar domates biber, maydanoz getir” derken çorba olmuş. Duvardaki çarpığa uzanan oğlan çorbayı iki çanağa paylaştırmış ve sofraya oturmuşlar. Genç aşçı çorba içinde kaşık gezdirip çakıl taşlarını usulca ayıklamış ve cebine koymuş. Ninesi ise onları ezmeye çalışırken dişlerini kırmış... Bulgarların “Çakıl Çorbası” masalı işte böyle. Nenelere ders olsun, tencereyi çorbasız bırakmasınlar diye mi düşünülmüş, yalanla karın doyurmak için mı icat edilmiş, günümüzde ailelerin olağanüstü yoksullaşmasıyla ve mahzendeki son yedekler olan eski konservelere saldıranlara ima olsun diye mi yeniden basılmış bilmiyorum. Ne ki, bu gibi hallerde başka defa da olduğu gibi, bu defa da üstün çıkan bizim Romanların AB fonlarından birazcık daha kemirmesine yaramış. Bu durumda biz Türkler ne yapalım? Tarhanaya kaçık uzatmaktan başka çare yok gibi. Bulgarlar kendileri için yeni bir çıkış yolu daha bulmuşlar. Şaraplar kaynamış ve “Soğanlı Şarap Çorbası” içiyorlar. Bu yıl da Allah vergisi memlekette bağlar doğurdu da doğurdu. Şarap fıçılarının çemberleri patlayacak gibi şişmiş. Yıl bir de soğan yılıydı. Onların işi iş! Bu yıl paçayı kurtardılar. Göbek bağı çorba olan biziz, biz ne yapalım? Olay Ahmet Doğan’ın da kulağına gitmiş. Deliorman kalelerinin düşmesinden sonra burnu iyice kızarmış, çok hiddetli olduğundan sert tepki vermiş: Ben 20 yıldır ekmek yemedim, yalnız viski ile yaşıyorum. Onlar da bulsunlar içecek bir şeyler, yemeseler de olur, demiş. Lütfü ise, çoluk çocuk talika ardından gider gibi Tuna boyunca Avrupa’ya uzanan Romanların şu yaptıklarından çok rahatsız. Bulgar evraklarını gizlemişlerse artık seçimlere de katılamazlar, evraksız dalavere olmaz gibi düşüncelerle çok meşgul, soran sorsun o hiçbir şey diyememiş, ama “Çakıl Çorbası” onda “Çökelek Çorbası” çağrıştırmış. Onların orada “Ekşimik Çorbası” adıyla da bilindiğinden ve çocukluğunda dadı damağında kaldığından “İyi işte! İyidir, Afiyetle yesinler!” diye cevap vermiş. Olay bu, bizi “fırın ekmeğini” bilmediğimiz yıllara geri çevirme planı var gibi. Romanlar bizden uyanık, tası tarağı toplayıp gidiyorlar. Bu Karaçalı Dağları’nın, ırmak boyu ılgınlıklarının, nadasa kalmış tarlaların, yaşlı dalları budanma bekleyen kirazların, son yıllarda dibi kazılmamış ve kesilmemiş bağların, toplanmamış cevizlerin, sıçramak için baharı bekleyen çekirgelerin, ışımak


Makale ve Analizler - 2015

197

için ağustosu bekleyen ateş böceklerinin, yuvası yıkılmış kuşların bekçisi olarak biz kaldık bu memlekette. Bizi bekleyen ise bu gidişle yüzde yüz adı ne olursa olsun çorbaların çorbası “Çakıl Çorbası” olabilir. Bulgar masalları her zaman çıkar. Sağ olun.

Büyük İç Tepki

Musa Vatansever-08.Kasım.2015

Konu: Politikayı doğuran toplumdur. Söylemek istediklerimi daha basit ve anlaşılabilir bir şekilde sunmak işin insanları zenginliği (parayı) sevenler; şerefi sevenler ve bilgiyi sevenler olarak üç gruba ayırıyorum. Bu üç değerden -zenginlik, şeref, bilgelik-– bir yerlere ulaşmak istemenin ölçülerine göre, toplumda üç insan tipi meydana gelmiştir. Bu tiplerin anlam kazanması her zaman devlet içinde olmuştur. Bugün günlerden Pazar (8 Kasım 2015) TV bültenlerinde birinci haber Bükreş meydanında 5 günden beri bayrak sallayan, hükumeti düşürmeyi başaranlar, rüşvetçi ve dolandırıcı tabakanın devlet bünyesinden sökülüp atılmasını, anayasa değişikliği ve yeni-genç istidatlı bir elit kuşağın devlet yönetimine berrak bir vicdan ve temiz ellerle el koymasını da istiyorlar. Sofya’da da ulusal direniş var. Ne var ki, burada olaylar tamamen farklı. Önce polis, jandarma, itfaiyeciler, gardiyanlar (60 bin kişi) ve sayıları 29-30 bin olan ordu mensupları sosyal haklarını sözde birlikte koruyacaklardı. Polisler bir haftadan beri kavşaklarda, sınır kapılarında, Bakanlar Kurulu ve Halk Meclisi önünde olaysız direniyor. Ordu mensupları caydı. Olayların derin anlamı nedir? Ansızın patlamış gibi ortaya çıkan bu olay öyle bir fışkırdı ki, Fransız Devrimi’ni yazan tüm kitapları okusak anlamakta zorlanırız. Bu analizimizde Sofya’da başlayan ve il merkezlerini saran hareketlenmeyi, zenginlik, şeref ve bilgelik açısından ele alırsak, hiçbir sonuç elde edemeyiz. Olayın iç yüzü çok farklı! Direnenler zam ve prim istemiyor, ellerinden alınmak istenen, kırpılan sosyal haklarını korumaya çalışıyorlar. Durumları yani iş ekmek parasına dayanmış memur deviniminin nitelik doğuracağına bel bağlamak yanlış olur. Sendikalı ve iyi örgütlü olmalar top-


198

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lumu silkebilecek bir güce sahip olduklarını endişesini doğurdu. Biraz daha ileri gidersek, polis ile ordunun el ele verip (şu anda böyle bir durum yok) yapacakları olası darbeden ancak, diktatörlük doğar. Bu yazımda hangi güç (parti, iktidar) hangi güçten doğdu konusuna geniş çapta ve önemle değinmek istiyorum. Çünkü git gide büyüyen hareketlenme yeni yıla kadar sürerse ve ödün vermeden aynı isteklerde ısrar edilirse, yılbaşında genel parlamenter seçim gündeme gelebilir. Benzer olaylar tarihte defalarca yaşanmış ve yazılmış çizilmiştir. Olaya daha derin bakabilmemiz için yeniçağdan önce (427-347) yılları arasında yaşayan ve birçok olağanüstü değerli eser arasında “Devlet”i de bırakan Platon’a dönüyoruz. Fakat ben o kadar gerilere dönmeye hazırlanırken, önce Feceebok’ta dünyayı dolaşan 2 bin 700 yaşındaki 100 metre yüksek mum gibi bir ağacı hatırladım. Platon dünyaya gelmezden önce bitmiş bu ağaç 500 defa döktüğü ve yeniden sürdüğü yapraklarının yeşilliğinden asla ödün vermemek için her birine su ve mineralleri en az 100 metre derinden çekiyor ve 100 metre de doruğa taşıyor. Platon da tam bu ağaç gibi! Eserlerinde yaşayan fikirleriyle 2 bin 600 yıl sonra bizim bugünkü toplumu ve devleti anlamamıza ışık tutuyor, ipuçları veriyor. O devlet konusunda kısaca şöyle demişti: Onun doğal kökü, onu kurduran doğal neden, hiçbir insanın kendi kendine yetememesi, bu yüzden de bir sürü ihtiyaçları gidermek için başkalarının yardımına muhtaç olmasıdır. Onun için devletin her yerde ödevi aynıdır: İnsanların ortaklaşa yaşamlarını, bunları mutluluk sağlayacak şekilde düzenlemek. Bu ödev de, topluluk hayatı ahlak ilkelerine göre düzenlenirse gerçekleşebilir. İnsanın ruhunda nasıl üç ayrı bölüm varsa, devlet de onun gibi üç ayrı kısımdan kurulmuştur. Ruhtaki itkilere (dürtülere) karşı olan besleyenler (köylüler, işçiler, üretenler) takımı; iradeye karşı olandan koruyanlar (polis, jandarma, gardiyan, bekçi) takımı; akla karşılık olan öğretenler (yönetenler) takımıdır. İştahlarından doğan bir kaygı ile günlük ihtiyaçların ardından koşan yurttaşların büyük çoğunluğu (çalışanlar), topluluk hayatının maddi temellerini sağlar; Koruyucular dışarıya karşı düşmandan savunma (askeri güç) ile, içeriye karşı da kanunların yürütülmesini sağlamakla (polis, jandarma) devletin varlığını ve bütünlüğünü korurlar. Yöneticiler ise bilgileriyle, geniş görüşleriyle kanunları koyarlar, devleti yönetecek ilkeleri belirlerler. Bütün devletin olgunluğunu da ana erdemler sağlar: Bunlar dabilgelik, cesaret, ölçülülük ve adalettir. Yöneticilerin temel erdemi


Makale ve Analizler - 2015

199

Koruyucuların özel erdemi cesarettir. Neden korkulup korkulmayacağı konusunda eğitim alırlar. Bu günümüzde Polis Akademilerinde Sofya’daki Kütüphaneci Enstitüsü gibi kurumlarda olur. Adalet ve ölçülülük ise, bu üç takımdan yalnız birisinin değil, hepsinde olması gerekir. Adaletin ana istemi, her takımın kendine düşen ödevi yerine getirmesinde birleştirici olandır. Ölçülülük yığının erdemi değildir, en alt tabakanın kendi erdemi yoktur. Modern devletin ana ödevi bütün vatandaşları (üretenleri, koruyanları ve yönetenleri) kucaklamak ve yönetmektir. Platon’a göre, alt tabakanın (besleyenlerinüretenlerin) kendi özel erdemleri olmadığından kendini gelenek ve göreneklerine göre durumu idare etmesini uygun bulur. (Bulgaristan’da etnik azınlık topluluklarına bu hak verilmiyor.) Platon eserinde koruyanların (polisin, jandarma, itfaiyeci ve gardiyanların) yönetici olamayacağına özellikle işaret etmiştir. Yani bir toplumda meydana gelen ana olaylar bu üç tabaka arasında kızışır ve gelişir. İşte bugün biz Bulgaristan’da Varda ve Burgaz’dan vb il merkezlerinden otobüslerle Sofya’ya gelen ve emekliye ayrılırken aldıkları toplu primin 20’den 10 maaşa, yıllık izinlerinin de 30 günden 20 güne indirilmesini kabul etmeyen ve ulusal direnişe başlayan koruyucular isyanına sahne oluyoruz. Bu, görevleri koruma olanların kendi öz isteklerini savunmak için başlattığı yeni başkaldırıdır. Bundan 3 yıl önce onlar maaşlarına zam isterken de örgütlü ve beraberce hareket etmişlerdi. Meclis önünde gün boyu sigara içmişler ve sonunda istedikleri parayı koparmışlardı. Şimdi gelelim bugünkü duruma. Bulgaristan’da koruyucuların direnişine ve kendilerinden biri olan, Bakanlar Burulu Başkanı görevinde bulunan Boyko Borisov’un ve onun yönettiği GERB partisinin olayla ilgili tavrına. İktidar bile bazen sevdiklerinin, bel bağladıklarının istediği bir şeyi veremeyecek duruma düşebilir. Bizdeki ekonomik durum gönül açıcı değildir. Geçen sene 15 milyar leva dış borç alındı. Todor Jivkov döneminden kalan 13 milyar US Dolar dış borcu henüz ödeyemedik. 2016 yılı bütçesinin çalışır duruma gelebilmesi için 5 milyar levaya ihtiyaç var. Bu da yeni bir dış borçlanma ile sağlanacak. Görüldüğü üzere, direnişe kalkan koruyucuların başkaldırısın-dan ne yöneticilerin ne de üreticilerin -senin, benim- faydamız var. Onlar kendi imtiyazlı durumlarını korumaya çalışıyorlar. Bu direnişi bir de koruyucuların iktidara ve onların öz lideri olan Başbakan Boyko Borisov’a ilk büyük ihaneti olarak kabul edebiliriz. Ülkemizde büyük ihanetler devri başlamıştır. Bizden saydıklarımızı daha da kayırma devri derinleşirse, ufuktaki Erken Parlamento seçimidir. İşler neden bu duruma tırmandı?


200

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu yazımda analiz etmek istemesem de, Bulgaristan’da 1890’dan beri seçimler hep gece mumlar söndürülerek kazanılmıştır. Mum söndürmenin yeni adları çok farklı olabilir, satın almak, kömür dağıtmak, iş vadetmek vs. Seçim kazanma usulümüz hep bu oldu. Bizde yeni olan unutulmuş olan eskidir. Ama bu konuyu başka bir yazımızda işleriz... Hiçbir konuda hiçbir kişiye kin tutmuyoruz. Analizimizi, 1915’te (Yeni Bulgar devletinin kuruluşundan 7 yıl sonra) Bulgarcaya çevrilen düşünür Platon’ un “Devlet” kitabını kılavuz ederek yapıyoruz. 1890’lı yıllarda Bulgaristan’da kurulan ve bugüne kadar İşçi, komünist ve sosyalist parti olarak isim değiştirerek yaşayan, ilk adı BİSDP - Bulgaristan İşçi Sosyal Demokrasi Partisi irdelememizin mihverindedir. Çünkü bu parti yeni Bulgaristan tarihinde kurulup kapanan, yeniden süren 1000’den fazla parti arasında 3 ayaklanmadan, 2 savaştan, faşist darbelerden geçerken su almış, ders çıkarmış tek partidir. Ne var ki, artık ideolojisi iyice eskimiş ve yerel seçimlerde hiçbir ilde belediye başkanı çıkaramayacak kadar ufalmış, kalın çotuk BSP - Bulgaristan Sosyalist Partisi’nden söz ediyoruz. Bu parti günümüz Bulgaristan politik hayatının anasıdır. 1990’dan sonra doğan partiler onun yavrusudur. Çarı Madrid’den getirip Başbakan yapan ve sonra yolcu yoluna diyen yine o part ve eski yönetenlerdir. Bu süreci görmeden, dikkatle okumadan, biz hiçbir konuyu doğru dürüst ve doyurucu anlatamayız, siz okurlarımız da anlayamazsınız. Şu cümleyi kendi sorumluluğumda yazıyorum: Bulgaristan’da bir tek politik parti var - BSP, tüm diğerleri partiden başka her şeydir. Örneğin HÖH - DPS milli istihbaratın meşruluğu kitaba uydurulmuş bir yan kuruluşudur. Şöyle bir ince çizgi var yaşlanmış partide, üye tabanı seçim kazanmak istese de yönetimi istemiyor, iktidar olmaktan korkuyor, ufalarak kendini unutturmaya ve gömmeye çalışıyor. Belki de geçmişinden nefret ediyor ve aklanacak yanı yok. 26 yıldan beri bu böyle. BSP geçmişinin açılmasından korkan bir partidir. Bu, “soya dönüş” iğrençliğini aşan bir konudur. BKP - Bulgaristan Komünist Partisi’nin 1990’da BSP’ye dönüştürülmesi, ardından komünistlerin oğullarının ve yakınlarının kuracağı Demokratik Güçler Birliği (CDC) yalnız iktidarda kalmak, seçim kazanmak içindi. Demokratik Güçler Birliği, BSP yönetiminin sevimli evladıdır. Ömrü az oldu. Üç kuşak komünist soylu “demokratları” o zaman tanımadık mı? Bu gerçek BSP yöneticilerinin utanarak gizledikleri gerçeklerden biridir. Hayat berraklaştıkça etraf kokuşuyor. Yerden göğe sahte oyun 2000 yılına kadar devam etti, sonra bir süre sahneye Çar II. Simyon çekildi. O, bizi NATO ve AB’ye bağladı, ABD’yi çağırdı. Ona oy verenler de BSP kadrolarıydı. 2007’den sonra plak değişti, BSP kadrosunun büyük kısmı GERB’e kaydı. Bugün ülkede ciddi bir sosyolojik araştırma yapılsa nüfusun % 99.9’u GERB açılımının anlamını bilmez. GERB söz ola-


Makale ve Analizler - 2015

201

rak arma demektir. GERB’in siyasete bulaşması, BSP’nin işidir. BSP ikinci doğum yaptı. Vurguluyorum, Avrupalı Gelişim İçin Vatandaşların Gelişim GERB Partisi’nin kuruluşu Boyko Borisov’un erdemi olmadığı gibi, hem anası hem de ebesi BSP’dir. Şu noktanın iyi anlaşılmasına işaret etmek gerekir: Konu GERB’in mayası ise, bir anekdot şöyle der: “Köpek uçak kaçırmış, iz yok.” Şöyle yani: GERB’i sis gibi hem var hem yok sayın. GERB diye bir olgu yokmuş diye düşünün. Bu parti hiç bir konuda iz bırakmıyor. GERB’in kadrosunda devlet memurları, onların baldızları, metresleri, komşuları, korumaları ve şoförleri ile onların akrabaları var. Başka bir anlatımla sempatik olma, Avrupa’ya uygun olma, şirin görünme, gövde gösterisi heveslilerinin 8 yıl önce kendiliğinden oluşan devlet memurlarının ve dostlarının ve hepsinin akrabalarının, devlet sofrasından yemeye alışmış olanların bir pembe bulutu belirdi, yuvarlanınca parti ve iktidar oluverdi. 13 Şubat 2013’te 50 sahte elektrik faturası ve 2 damla kanla devrildi ve pes etti. Olayı dikkatle gözlemleyenlerle aynı görüşte olabiliriz: Ortada Parti olmak istemeyen bir parti; eskiden (totaliter dönemde olduğu gibi) parti olmaya yürek atan devlet, fakat henüz partileşmeyi başaramamış bir devlet var ortada. GERB bu gidişle seçimleri %% kazanabilir, ama korkuyor. Neden mi? Sorumluluk taşımaktan, halkı yönetmekten!... Bu olayı şimdi Platon süzgecinden geçirelim: GERB yok. Ortadaki Boyko Borisov. Onun halkla ilişki uzmanları, alt ve orta katmanı oyalarken yemleyen uzman ekipler, basın, medya vs. Dikkat edelim. 2005 - 2008 yılları arasında Bulgaristan’da iktidar BKP MK Politik Büro üyelerinin istidatsız, niteliksiz, becerisiz çocuk ve torunlarının (örneğin Sergey Stanişev vb.) elinden koruyucularına kaydı. Bu muhafızların Kraliçenin yatağına girmesi gibi bir şeydir. Ne yazık ki oldu. Herkes bilir, Boyko Borisov sosyal sınıf mensubiyeti olarak koruyuculuktan (meslekten itfaiyeci, diktatör Todor Jivkov’un korumasıydı, polis akademisi mezunudur) gelir yani o (post)geç sosyalizmin koruma muhafızlarındandır. Platon’a göre onun yönetim eliti arasına girme yolu doğuştan tıkalı olmalıdır. Muhafızların Kraliçenin yatağına girmesi kural bozmaktır. Bu sözler hainlikle lider olan Ahmet Doğan için de geçerlidir. Varna şoparlarından olduğunu çok tez unuttu. Lütfü Mestan’ın köy öğretmeni olduğu da her cümlesinden sızıyor. Türkiye’ye okumaya giden 1500 Bulgaristan Türk gencinin geri dönmemesini de “kıyım korkusuna” bağlasak iyi olur. Bizdeki durumda elit zümrenin bozulması, ilke sellikten gerileme söz konusudur. Yine Platon’dan faydalanırsak, birinci kuşak elit iktidarı silah gücüyle de alsa, idare etmesini bilir. İkinci kuşak belki iktidara kendi gücüyle uzanamaz ama tepside sunulunca yönetmeyi becerebilir. Bizdeki üçüncü kuşak yalnız kredi kartı kullanmayı beceriyor. Ve


202

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bulgaristan’da görüldüğü üzere, koruyanlar, bu becerisiz üçüncü kuşağı yönetip yönlendirmek için iş başına gelmiş bulunuyor. Bu bakıma bizdeki polis, gardiyan, itfaiyeci ve jandarma isyanı korumacıların başı Boyko Borisov’un çok yüksek bir düzeyde ihanete uğradığının kesin ifadesinden başka bir şey değildir. Şimdi meydanlara çöken o GERB adlı pembe buluttur yani GERB’in kendisidir. Bu durumda, yine Platon’a kapı deliğinden baktığımızda, Boyko Borisov’un kaderi çıkıyor önümüze. Bugün o ordusuz general durumuna düşmüştür. Platon der ki, bu duruma düşen bir korumacı general ya tanımadığı bir düşman tarafından yenilir ya da onun iktidara el koymasına belli etmeden yardım eden (bizde bu işi US Büyükelçiliği yapmıştı) sinirlenip elinin tersiyle hareket eder veya en yakın adamları tarafından ihanete uğrayabilir. Demek üç seçenek sıra bekliyor. Olaylar bu kadar ciddi. Platon’a şunu eklemek yerinde olur. Bir erken seçimde oylar tamamen Boyko Borisov’a kaydığında iktidar güçlenir. Herkesin bildiği bir gerçekse şudur. GERB, BSP’nin yavrusudur, dedik. Yavru ayağına diken batsa anasına gider. Anası isterse onu tokatlar. Bizim durumumuzda kulağından tutup iktidardan indirebilir. Ama BSP bunu yapmak istemiyor, daha doğrusu yapamıyor çünkü özündeki ikilemi aşamıyor. Bir gözü Moskova’ya bakarken, ikincisi Washington’u okşuyor. Çatal başlı ruhundan bir türlü kurtulamıyor. Bu 26 yıldan beri böyle sürünüyor. Jeopolitik stratejik konular kahve tartışmalarına konu oldu. İşi toparlanmak, yeni ruh yaratmak çok zor olmalı! Kararsızlık savmaz bir hastalık olur. İşte bu nedenle ufaldıkça ufalan BSP partisi ne politik, ne tarihimiz ne de medeniyetimiz konularında bir sonuca varamıyor. Ruhu sönük bir parti olarak belki son nefesini alıyor. Dünya siyaseti sağ kayarken BSP’nin solda kalması, merkezin soluna tırnaklarıyla tutunması bile imkânsız gibi oldu. İşte bu yüzden hiçbir politik parti Bulgar polisinin kazan kaldırmasını alkışlamadı. Kamuoyu direnişi aile içi didişme, komşu kavgası olarak izliyor. HÖH - DPS partisine gelince o da susuyor. Çünkü partinin belkemiğini ve yönetimini oluşturan polis muhbirleridir. İspiyonlar subaylarına karşı tutum alamazlar. “Kral Çıplak” diyemezler. Açlıktan sürünsek bile ruhunu satmış bir takım gerçek durumu asla göremez, çünkü onların vazifesi halkı görmek değil, en büyük sızılardan daha fazla acıyan sabır sızılarımızın taşıp taşmadığını gözlemek ve rapor etmektir. Saflarımızda bir kıpırdama olsa, bugün grevde olan koruyucu takımı, donanmış ve silahlı karşımızda bulacağımızdan yüzde yüz eminiz. Biz onların altındaki kattan, besleyenlerden, üretenlerden, vergi ödeyenlerdeniz. Hakları elinden alınmış tabandayız biz. Polis iktidar devirse diktatörlük olur. Halk ayaklanırsa adı devrimdir. Devrim olmadan katmanlar her değiştiremez. Bu gerçek Platon’dan buyana böyle gelmiş böyle gider. Okuduğunuz için teşekkür ederim.


Makale ve Analizler - 2015

203

Sanat Ateşi Olan Bir Halkız

Raziye ÇAKIR -09.Kasım.2015

Halk şiirimiz, türkülerimiz, manilerimiz bugün de canlıdır. Sayın okurlarım, Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi Başkanlığı ve BULTÜRK - Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği Genel Başkanı Rafet Ulutürk’ün girişimiyle alınan bir kararla Bulgaristan Türkleri Halk Yaratıcılığının ve kültürel atılımlarımızın ana kaynaklarına uzunca bir yazı dizimizle eğilmek istiyoruz. Kapımız herkese açıktır. 1950’li yıllardan sonra yaratıcı aydınlarımız öncülüğünde halk yaratıcılığımızı gün ışığına çıkarma alanda köklü bir çalışma yapılmıştı. Anonim eserler çiğdem çiçekleri gibi çalı altı kuytulardan, gönüllerden çıkarılarak derlenmişti. Rıza Mollov, Niyazi Hüseyin, Hüsmen Mutaf, Musa Beytullah, Hüseyin Hasan, Yusuf Kerim, İsmail Cambaz, Müzeyyen Ahmet, Dinçer Haliçoğlu, Nuriye Emin, Sabri Alagöz ve daha birçok yaratıcımız bu çalışmalarda yıllarını tüketmişlerdi. Halk şiirimiz toprağımızda, halkımızın bağrında, sılada, günlük hayatın içinde doğmuştur. Bizimdir. Biz, sanatı, özgün halk kültürü ve şiiri, efsaneleri, öyküleri, taşlamaları vb olan bir halk topluluğu olduğumuzdan dolayı şerefli ve mutluyuz. Kendi yaratıcılığı olmayan halk kördür. Hayatımız baştan başa sonsuz bir yaratıcılık kaynağıdır. Balkanlar, Türkler gibi bir halka, Müslümanlık gibi bir dine vatan olabildiği için gururludur. Onun yüksek dağlarından, berrak sulu derelerinden, karından kışından, şirin yaylalarından, nimet yüklü ovalarından, bahçelerinden, gonca ve çiçeklerinden, kuşlarının şarkılarından ve kurtlarının uğultusundan başka hiçbir yerde esine rastlanmayan özgün kendi sanatımızı yaratabildik. Biz yaşadığımız doğanın bir parçası olduğumuzdan tüm yaratıcılığımız da adına hayat denen sonsuz senfoninin içinde özel yeri olan bir fragmanız. Biz kendimizi biliriz, sözündeki derin anlam budur. Artık neredeyse bir milenyum (bin yıl) boyu Bulgaristan ve Balkanlardaki Türk yaratıcılığı, Müslüman din varlığı, geçen yüzyıl sıkıntılı dönemler geçirse de, yeni asra ayak basarken kendi öz kaynaklarına dönebiliyor. Sararıp düşmüş her yaprak kaldırıldığında altında pırlayan nem damlaları ve kara toprağı delip çıkmış çiçek başları gibi bizim öz sanatımız da kendi sesiyle yaşamak, yaratıcılığımız bahar goncaları gibi patlayıp açmak istiyor.


204

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Tanıtım dizimizin ilk bölümünde sizlere yaşını bilmediğimiz, biz bu topraklarda yaşadıkça bizimle beraber olmuş, aşk, hicran, sabır, hasret duygularımızla dile gelmiş esintiler seçtik. Tarihimiz boyu özellikle analarımız, nenelerimiz, eşlerimiz, kızlarımız yani Türk kadını bu şiirlerle, türkülerle, ninnilerle içini dökmüş durmuştur. Bir halkı tanımak istersen halk şiirine, öz sanatına bak diyenler, bunu kasteder. Çünkü halkımızın yaşayan hayatı eserlerinde anlatılabilen hayatıdır. İnsanlığın en büyük yapıtları, Çanakkale Truva Savaşı’nı anlatan Homeros’un İlyada eseri bile halktan toplanan efsanelerin, şiirlerin, anıların sanatsal işlenip yansıması ve eski tarihin aynasıdır. Halk yaratıcılığından daha derin ve daha büyük bir yaratıcılık düşünülemez. Bu dizimizde sunacağımız halk eserleri öteden beri öz belleğimizde yaşarken ruhumuza güç vermiştir. Manilerimiezle başlıyoruz. Konumuz: Gençlik Aşk ve Muhabbet. İndim çeşme başına Yazı yazdım taşına Sevda nedir bilmezdim O da geldi başıma. Uzaklar seçilmiyor Gönüldür geçilmiyor Gönül bir top ibrişim Dolaşmış açılmıyor. Bıçağın çeliğine Tahtanın deliğine Bir kuştur uçar gider Güvenme gençliğine. Sarı üzüm salkımda Yeşil yaprak altında Şu kızların sevdası Can yüreğin altında

Tuna boyu düz gider Fayton dolu kız gider Fayton yolu şaşırmış İnşallah bize gider.

Ne güzelsin, ne çirkin Ettin beni tedirgin, Yaşın daha pek küçük Değilim senin dengin

Dulovo edikleri Şu nedir yedikleri Hiç aklımdan çıkmıyor Kızların yedikleri

Sevginin mumu sönmez Gözyaşları hiç dinmez Denizde su tükenir Âşıkta dert tükenmez

Kaleden öküz bakar Öküzün alnı sakar Sakallıya kim bakar Delikanlı can yakar

Denizin kumu bitti Balığın pulu bitti Ben çocuğa bakarken Gözümün nuru bitti.

İncir serdim güneşe Bakan gözler kamaşa Sen bir demet gül isen Ben bir demet menekşe

Mavi mavi mor verir Kız kapıya yan verir İki çocuk kız için Mahkemede can verir.

Yağmursuz gün olur mu Yiğit yarsız olur mu Dünyayı neylemeli Güzel yarsız olur mu?

Rastık çekmiş kaşına Örtü örtmüş başına Sevilecek çağdadır Girmiş on beş yaşına.


205

Makale ve Analizler - 2015 Ak sargıları sararsın Bizim mahal ede ne ararsın Bizim mahallede kız çoktur Kara sevdaya kararsın. Su boyunda karınca Yolunca git yolunca Bulgaryayı dolaştım Bulamadım boyumca. Ay ırmağa ırmağa Gitti dal kırmağa Altın yüzük doladım Bir kınalı parmağa. Bahtın yolu düzdedir Top zülüfler yüzdedir Benim şu gönlüm ise İnce belli kızdadır. Kahve değil, çay değil Sözlerim alay değil Aşk kalbe kolay girer Çıkarmak kolay değil. Acep kim kimi yene. İstersen haydi dene Aşk bir demir leblebi Aşk olsun çiğneyene. (Devam eecek)

miz

Halk Türküleri-

Kız Destanı Bir kız altı yaşına girince Yanakları bal olur Yedide boyu uzar Sekizde açar gözünü Dokuzda her düzenini düzer Onda da açılmadık güle benzer On birde kız kanına katılır On ikide de ak gün olur açılır On üçte ak yüzüne bakılır On dörtte yavaş yavaş yar olur On beşte gece girer düşüne On altıda çocuk düşer peşine On yedide yalan söyler eşine On sekizde kına düşer saçına On dokuzda türlü ballar saçar Yirmide her huyundan geçer Yirmi birde isteyenler vaz geçer

Yirmi ikide dul adama gider. 2. Aşk Türküsü. Su üstünde sarayım Entarim yok dikeyim Haykır yârim varayım Dikeyim de düreyim Saat kösteği kırayım Yolla yârim kokuyu Sende benim merağım. Entarime süreyim. Al eline kalemi Koyunlarım sayada Yaz başına geleni Güder harman kayada Hasta oldum ölüyorum Alacaksan al yârim Oldum yastık veremi. Olum var bu dünyada. (devam edecek)


206

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Balkan Halklarının Tarih Belleği “İslamofobiye” Geçit Vermeyecektir

Dr. Abidin Karasu-10.Kasım.2015

Çeşitli gruplar tarafından servis edilen İslamofobi politikaları Balkanlarda asırlarca yan yana yaşayan halkları bir birine düşürme gayesindedir. Hiç kuşkusuz Balkan halkları bu süreci iyi anlayacak ve asırlardır sadık kaldıkları kardeşlik havasını koruyacaklardır. Fransa’da yaşanan Charlie Hebdo saldırısı Avrupa’daki İslamofobiyi körüklerken bu dalga Balkanlarda da hissedilmeye başlandı. Müslüman nüfusun yoğun olarak yaşadığı Bulgaristan, Makedonya, Bosna Hersek, Arnavutluk gibi Balkan ülkelerinde Müslüman karşıtı gruplar harekete geçerek Müslümanların dini mekânlarına çeşitli saldırılarda bulundular. Düzenlenen yürüyüşlerde ırkçı söylemlere yer verilerek bu coğrafyada Müslümanların gerilimi tırmandırdığı iddia edildi. Balkanlardaki camilere yapılan saldırılar, kundaklama hadiseleri, İslam’ın kutsal değerleriyle alay etme gibi hadiselerle karşılaşılmaktadır. Makedonya’da Vevçani Karnavalında İslam’ın kutsal değerleriyle alay edilmiştir. Charlie Hebdo saldırılarıyla oluşturulan olumsuz havanın İslam dinine mal edilmek istenen vahşet, şiddet, ölüm gibi kavramlar asla kabul edilemez. Bir inancın değerleriyle alay etmek, istismar etmek hakaret etmek ifade özgürlüğü veya demokrasi gibi kılıflarla örtülmesi veya geçiştirilmesi asla kabul edilecek bir davranış şekli olamaz. Balkanlardaki İslam karşıtı hareketlerin çeşitli manipülasyonlar çevresinde gerçekleştiği bilinmektedir. Meydana gelen farklı saldırılar neticesinde medyanın İslam topluluğunu sorumlu tutması bu tezi güçlendirmektedir. Balkan halkları bu oyuna asla gelmemeli tarihi belleklerini taze tutarak barış ve istikrarı yaşatmalıdır. Yine Balkanlarda yaşayan Müslümanların çalıştıkları yerlerde namaz kılmaları, Cuma namazına gitmeleri, başörtüsü takmaları dolayısıyla uğradıkları ayrımcılıkla ilgili sıkıntılar yaşanmaktadırlar. Balkan ülkelerinin anayasalarında dini özgürlükleri destekleyen maddeler olmasına rağmen birçok Müslüman sözlü tacize maruz kalmakta ve çoğu zaman çeşitli sebeplerden dolayı, işini kaybetme korkusu veya dışlanmadan çekindiği için bu tavrını net şekilde koyamamaktadır. Balkan halkları, dedelerinin Osmanlı döneminde yaşadığı huzurlu barış ortamını unutmayarak farklılıkları ve hoşgörüye duyacakları saygıyı pekiştirmelidirler. Bu davranış, asırlarca Balkan tarihi ve yaşanılan güzel anlara karşı bir so-


Makale ve Analizler - 2015

207

rumluluk olacaktır. Bugün Balkanlarda yaşayan bütün halklar şunun idrakine varmalıdır ki dedeleri, ataları huzurlu bir ortamda yaşamasaydı bugün kendileri de olmayacak, dilleri ve kültürleri de yaşamayacaktı. Asırlarca büyük emek ve caba neticesinde oluşturulmuş bu barış ve huzur ortamı bilinçli şekilde çeşitli çevreler tarafından bozulmaya çalışılıyor. Ortak olan bu mirası korumak bütün Balkan halklarının tarihe karşı sorumluluğudur. Osmanlı Balkanları İstikrar Adasına Çevirmiştir Balkanlarda asırlara dayanan hoşgörünün altyapısını anlayabilmek için Osmanlı’nın bütün sınırları içinde uyguladığı ve dünyaya örnek olan“millet” sistemini idrak etmek gerekiyor. Osmanlı, sınırları içinde yaşayan bütün halklara kendi inançlarını yaşama özgürlüğü tanınmıştı. Bu güvence altında yaşayan halk, karşılığında devlete cizye adı altında vergi vererek asırlarca barış, huzur ve güvence altında hayatını sürdürmüştür. Esas itibariyle millet sistemi din hoşgörüsüne ve din farkına dayandığı için Osmanlı toplumu içinde bütün halklar kendi dini kurumlarıyla özerk bir statüye sahipti. Osmanlı devletinin uyguladığı bu sistem temel olarak Allah’ın Kur’ân’daki emirlerine dayanır: “Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adalete uygun hüküm vermenizi emreder. Allah bununla, size ne de güzel öğüt veriyor! Şüphe yok ki Allah Semî ve Basîr’dir (sözlerinizi de, hükümlerinizi de hakkıyla işitir, bütün yaptıklarınızı hakkıyla görür.” (Nisa Suresi, 58) Böyle bir yönetim anlayışını benimseyen Osmanlı idarecileri farklı ırk, din ve mezheplere hoş görü göstererek insanlara eşit davranmışlardı. Osmanlı döneminde dışlanmış, değer verilmemiş halk toplulukları kucaklanarak kaynaşma yoluna gidilmiştir. Fatih, Balkanlardaki Uygulamalarıyla İnsanlığa Ders Vermiştir Fatih Sultan Mehmet Han devrinde Osmanlı millet sistemini bize özetleyen çok güzel örneklerle karşılaşmaktayız. “Sırbistan’ın her tarafında Katolik kiliseleri tesis edeceğim, Protestan kiliselerini yıkacağım.” diyen Macar Kralına karşı Fatih Sultan Mehmet Sırp Kralı Brankoviç’e “Eğer devletime itaat ederseniz, her caminin yanında bir kilise inşâ edilecek; buralarda herkes kendi Hâlıkına ibâdet edecek”. Osmanlı bu ve benzeri uygulamalarla Balkan halklarına güvence vermesini bilmiştir. Bu güven ortamında Balkan halkları asırlar boyunca huzur içinde yaşamışlardır.Fatih Sultan Mehmet’in Bosna’yı fethinden sonra burada yaşayan Latin papazlarına dini hürriyet, can ve mal güvenliklerini temin eden fermanı insanlık tarihinin en önemli ibretlerinden birisidir. “Ben ki Sultan Mehmed Hânım!


208

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Dünyaya ilân ediyorum ki, bu padişah fermanı verilen Fransiskenler himayem altındadır ve emrediyorum; hiç kimse ne bu adı geçen insanları ve ne de onların kiliselerini rahatsız etmesin ve zarar vermesin. İmparatorluğumda huzur içinde yaşasınlar. Ve bu göçmen durumuna düşen insanlar hür ve emniyet içinde yaşasınlar. İmparatorluğumdaki bütün memleketlere bütünü dönüp korkusuzca kendi manastırlarına yerleşsinler. Ne padişahlık eşrafından, ne vezirlerden veya memurlardan, ne hizmetkârlarımdan ve ne de imparatorluk vatandaşlarından hiç kimse bu insanların onurunu kırmayacak ve onlara zarar vermeyecektir. Hiç kimse bu insanların hayatlarına, mallarına ve kiliselerine saldırmasın, hor görmesin veya tehlikeye atmasın. Hattâ bu insanlar başka ülkelerden devletime birisini getirirse, onlar da aynı haklara sahiptir.Bu padişah fermanını ilân ederek burada, yerlerin ve göklerin yaratıcısı ve efendisi Allah, Allah’ın büyük elçisi aziz Peygamberimiz Hz. Muhammed (sas) ve 124 bin peygamber ile kuşandığım kılıç adına yemin ediyorum ki, emrime uyarak bana sâdık kaldıkları sürece tebaamdan hiç kimse bu fermanda yazanların aksini yapmayacaktır. Şöyle bilesiniz.... 29 Mayıs 1463” Osmanlının farklı dinlere ve milletlere olan hoşgörüsü başta Balkanlarda olmak üzere bütün imparatorluk sınırları içinde toplum barışının sağlanmasında dünyada eşine az rastlanan bir uygulama olmuştur. Osmanlının bugün için bile örnek olacak millet sistemi Müslüman, Hristiyan, Musevi ve diğer toplulukların asırlarca barış içinde yaşamalarını, kendi dillerini ve kültürlerini muhafaza etmelerini sağlamıştır. Asırlarca farklı kültürlere, din, dil ve milletlere yaşam hakkı vermiş Osmanlı, çekildiği bölgelerden hemen sonra büyük bir kargaşa, zulüm baş göstermiş bir çatı altından yaşamış olan halklar kavgaya tutuşmuştur. Kafkaslar’dan Balkanlara, Afrika’dan Ortadoğu’ya kadar savaşlar, katliamlar devam etmektedir. Osmanlı idaresindeki bölgelerde karşılaşılan bütün zorluklara rağmen devlet hiçbir zaman zulme, baskıya başvurmamış elinden geldiğince adil bir düzen uygulamıştır. Hoşgörü, sevgi, adalet ekseninde insanlığa barış getirmiştir. Osmanlının asırlarca sarsılmadan ayakta kalmasının en büyük sebebi hiç kuşkusuz bu olmuştur. Balkanlardaki Hoşgörünün Temelleri Osmanlı Döneminde Atılmıştır Gerek Balkanların içinden gerekse bu coğrafyanın dışından gelen fitne kıvılcımları Balkan halkalarını bir birine düşürmüştür. Fakat sağlam bir bilince sahip olan Balkan halkları, asırlara dayanan hoşgörüye dayalı belleklerini korumakta ve bu hoşgörü mirasına sahip çıkmaktadırlar.


Makale ve Analizler - 2015

209

Belirli dönemlerde bilinçli şekilde ortaya çıkarılan kargaşalar Balkan toplumunun huzurunu kaçırsa da bu topraklar Osmanlının hoşgörüsü, medeniyeti, kültürü ve sevgisiyle doludur. Ve her Balkan milleti bunun kıymetini gayet iyi bilmektedir. Temelde insanı merkeze alan Osmanlı devlet anlayışı, onun huzuru için elinden gelen her şeyi yapmıştır. Avrupa ülkelerinde insanlık ayaklar altına alınmışken, bitmek bilmeyen mezhep savaşları yaşanırken Osmanlı coğrafyasında barış, refah ve huzur vardı. Yine bu asırlarda Yahudiler her yerden kovulurken, büyük baskılara ve eziyetlere maruz bırakılırken şefkat elini açan ve kapısını aralayan tek devlet Osmanlı olmuştur. Sormak gerekirse hangi Avrupa şehrinde cami, kilise ve havrayı yan yana görürsünüz? Var mıdır bunun örneği? Cami, kilise ve havranın yan yana olması Osmanlı’nın hoşgörüsünün sonucudur. Farklı dinleri kucaklayan, yaşatan onların mabetlerine saygı gösteren Osmanlı olmuştur. Başka kültürlerde ve İmparatorluklarda bunu göremezsiniz. Bugün Avrupa’da yaşanan İslamofobi hadiselerini Balkanlara yaymak isteyen çevreler asla başarılı olamayacaklardır. Yaşanan gelişmeler tamamen siyasi çıkarlar doğrultusunda yönlendirmekte buna karşılık Balkan halklarının tabanında bir sıkıntı bulunmamaktadır. Osmanlı Balkanlardan çekildikten sonra burada yaşayan halklar kültürlerini, dillerini muhafaza etmiş bir şekilde ortaya çıktılar. İstisnasız olarak Balkanlarda bütün milletler Osmanlı idaresi zamanında dillerini korumuşlardır. Yok olan, unutturulan tek bir dil bile göremezsiniz. Osmanlı Balkanlara hoşgörü kültürünü getirmiştir. Bir birlerine tahammülü olmayan, kin kusan topluluklar Osmanlının millet sistemi zemininde kardeşçe birbirlerini kucaklamışlardır. Osmanlının Balkan idaresi örnek bir insanlık dersidir. Osmanlı bu coğrafyada insanlık tarihine örnek bir yönetim sistemi uygulamıştır. Osmanlı, Balkanlardaki halklara yardım eli uzatarak asırlar içerisinde dini mabetler, köprüler yapmış onların huzuru için çalışmıştır. Bu yüzden Balkan toplumların hafızaları muhafaza edilmiş ve bugün devamlılıkları sağlanmıştır. Altı asır Osmanlı idaresi süresince Balkanlarda ortadan kalkan bir dil, din, kültür gösterebilir misinizi? Buna kesinlikle hayır cevabını verebilirsiniz. Balkanlardaki dini mekânların, kilise, havra vb. yerlerin inşa tarihlerine bir bakalım. Bunların çoğu Osmanlı döneminde yapılmıştır. Osmanlı bunları desteklemiş ve kalkındırmıştır. Bu örnek davranış insanların kardeşçe yaşamalarını, bir birilerine sonsuz saygı göstermelerini sağlamıştır.


210

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Son yıllarda Balkan halkları bir birlerine yabancılaştırılmak istenmektedir. Bir birini tanımayan topluluklar karşılıklı güven eksikliği duyarlar. Bu da çatışmaya uygun bir zemindir. Oysa ki Osmanlı burada çok güzel bir miras bıraktı. Bütün Balkan halkları bir birini tanıyor ve anlıyordu. Ferid Muhiç’in aktardığı bir anı şu şekildedir: “1970’lerde vefat eden hocam Mitko İlievski ile Viniça’daki Blates köyüne gittik. Orada sohbet eden iki kişiye rastladık. Birisi Türkçe, diğeri de Makedonca konuşuyordu. Hocama bunu sordum. O da Türkçe konuşanın Makedon, Makedonca konuşanın da Türk olduğunu söyledi. Demek ki insanlar birbirlerinin dillerine saygılıydı.” Bu ve benzeri örnekler bize aslında bu zemini anlatmaktadır. Çeşitli gruplar tarafından servis edilen İslamofobi politikaları Balkanlarda asırlarca yan yana yaşayan halkları bir birine düşürme gayesindedir. Hiç kuşkusuz Balkan halkları bu süreci iyi anlayacak ve asırlardır sadık kaldıkları kardeşlik havasını koruyacaklardır. Ortadoğu uzmanı Edward Said’in de belirttiği gibi; dünyada köklü ve samimi bir barış ancak, Osmanlı millet sistemine benzer bir sistemin, zamanın ruhuna ve telâkkilerine uygun bir şekilde tatbik edilmesiyle yerleşecektir. Bütün bunlar Balkanların tarihi hafızasına işlenmiş güzellikler olup Balkan halkları tarafından bilinmeli ve sahip çıkılmalıdır. Osmanlının değerleri etrafında uygulanacak politikalarla Balkanlar huzur, refah ve barışa kavuşacaktır.


Makale ve Analizler - 2015

211

Çoraklaşan Demokrasi

Dr. Mustafa Kahraman-12.Kasım.2015

Yeni kuşak totalitarizmi ve zulmü bilmiyor. Bulgaristan’da demokrasi artık ıhtı. 26 yaşında, gençlik ateşinin tam parlayacağı sırada, çöktü oturdu. Demokrasinin yerleşeceği yer ya serin bir gölge ya da olsa olsa her sabah süpürülen meclis önüdür. Sofya’da meclis çevresi dört köşe pırıl pırıl sarı taş döşelidir. Demokrasimizin oturup soluklanmak için seçtiği yer hakikatten sarı kaldırımsa, son dönemde o meydan da artık yer yok, etraf polis doldu. Çeyrek asırda aşınan ökçe nalçalarının yenilenmesini istiyorlar. 10 Kasım 1989’da Bulgaristan’da Todor Jivkov iktidardan düşürülmüştü. O bir diktatördü. Halk meclisinin, bakanlar kurulu ve mahkemelerin yargı organlarının tüm imkân ve gücünü Komünist Partisi’nin elinde toplamış, vatandaşı birbirinin peşine takmış, anayasaya ve yasalara uymadan idare ediyordu. Uyguladığı yönetim biçimi zulümdü. Kimin canı çıkarılacaksa gündüz belirliyor, gece basıyordu. Rejiminin dayanağı, polis ve ordu gücüyle ayakta duran baskı ve terördü. Bu zalim uygulamayı en ağır şekilde yaşayan Bulgaristan Türkleri, Pomaklar, diğer Müslümanlar ve etnik azınlıklar oldu. 45 yıl iktidarda kalan (1944 - 1989) Bulgaristan Komünist Partisi (BKP) ülkede yaşayan azınlıklara, özellikle de Türklerle ilgili hileli bir siyaset izledi. Önce söz verdi ve sonra vaz geçti. 1950 yıllarında Türklerin ve Müslümanların etnik kimliğini ve kültürel haklarını bir yere kadar tanıdı. Türk okulları, liseler, din eğitim merkezleri, tiyatrolar, basın evleri kuruldu, Türk dilinde radyo yayınları başladı. Öğrenciler, gençler ve geniş okuyucu kitlesi için anadilde gazete ve dergiler çıktı. “Memleketimin dağlarında Türklük Yeşerdi.” Nazım Hikmet türküleri söyleniyordu. Sabahattin Ali sevildi. Gönüllerde Türklük tohumları yeşermişti. Hemen ardından, özelikle de 1956’da Todor Jivkov’un BKP Birinci Sekreterliği’ne seçilmesiyle, devamında Başbakan ve Devlet Konseyi görevlerine oturduğunda anti-Türk ve anti-İslam politikası parti ve devlet siyaseti oldu. Baskı ve terör ortamı oluştu. Türklere 70 yıl önce tanınan özgün haklar birer birer budandı, dilleri, yaşam tarzlarını belirleyen kültürel gelenekleri yasasız kuralsız baskıyla yasaklandı. Adına “sosyalist demokrasi” denen rejimde Türklere ve Müslümanlara karşı uygulanan entrikalar, onları yıldırıp usandırmak için kurulan tuzaklar çok can aldı, çok can yaktı. Toplumun sabrını taşırdı. 1972 - 1984 - 1985 isim değiştirme, 1984 - 1989 Türk kimliğini yok etme süreçlerinde terör öyle boyutlar ulaştı ki, Türkler 1989 Mayıs’ında Bulgar devletine karşı ayaklandı. Ayaklanma seli


212

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Todor Jivkov’u düşürdü. Henüz büyük zafere sevinemeden yaz aylarında toplu halde vatan bildikleri topraklardan kalkışarak Türkiye’ye göç ettiler. Birçok Bulgar bilim adamının, demokratik kamuoyunun ve hatta eski Cumhurbaşkanı Dr. Jelü Jelev’in de yazdığına göre, Bulgaristan’da totaliter rejimi, diktatör Todor Jivkov’u iktidardan düşüren Türkler oldu. Bu büyük gerçek henüz okul kitaplarına, yakın tarih eserlerine ve ansiklopedilere işlenmemiş ve halk belleğinde gerekli yerini almamış olsa da, “Türker bizim onurumuzu savundu” sözlerini Bulgar aydın demokratların ağızından işitmek, insana kıvanç yaşatıyor. Çünkü Türklere karşı tırmandırılarak uygulanan bir barbarlıktı. 37 yıl iktidarda kalan Todor Jivkov insanımıza çok çektirdi. Onun uyguladığı vahşetin boyutunu anlamak için 10 Kasım 1989’da o görevlerinden indirilirken, itiraz eden olmaması da, Bulgar toplumunun zulmü ret etmeye olgunlaşmış olduğuna bir kanıt oldu. Tarih, bizim yaşadığı topraklarda çok kanlı sahneler görmüştür. Mesela Bizans döneminde 88 imparator alaşağı edilmiş, bunlardan 13’ü canını kurtarabilmek için manastırlara kapanmış, 30 imparator boğularak ya da zehirlenerek öldürülmüştür. Todor Jivkov devrildikten sonra “Vitoş” Dağı eteklerindeki “Sekvoya” sok. Dağ evine çekildi. 1908’de başlayan ve 1989’da ancak 81 yaşında olan yeni Bulgar devlet tarihinin hemen hemen yarısı boyunca hükmeden ve arkasında çok kanlı izler bırakan bu hükümdarın nasıl oldu da ömrünün sonuna kadar kılın dokunamadı?! Hakkında dav açıldı ama hüküm almadı. Komünizm suçlarının zaman aşımına uğramadığı yasallaşsa da mahkemelerde açılmış dava yok. 1984 - 1989 arasında yalnız bizden 42 kişi kurşunlandı. Yaralıların hakkı hesabı yok. Bu işe, yıllarca kimsenin aklı ermedi. 10 Kasım 1989 sabahı Bulgaristan halkı, Bulgar halkı Todor Jivkov’un düşeceğini bilmiyordu, ama Moskova ve Washington biliyordu. Olaydan 15 gün önce zamanın ileri gelenlerinden daha sonra başbakan olan Andrey Lukanov ile Cumhurbaşkanı olan Perer Mladenov birlikte Washington’a gitmişler ve birincisi Merkezi İstihbarat Teşkilatı CIA ve diğeri de iş ve finans kulüplerine Sofya’da beklenen gelişmeler hakkında bilgi vermişti. Bunu bilenler sık elenir sık dokunur ve komünizm kurtları kalburüstü kaldığında atılır ve toplum temizlenir diye düşünmüşlerdi, ne ki, hiç de öyle olmadı. Bir köpek sürüsü, başka bir köpek sürüsüyle nöbet değiştirdi. Jivkov’un devrilmesi dünya sosyalizminin tekleyerek durması sürecinde bir halkaydı. Sosyalizm bir devlet sistemi olarak emek verimliğinde, daha iyi yaşanası bir dünya yaratma yarışında üstün gelemedi. Kapitalizm karşısında kaybetti. Emperyalizme yenildi. Hiçbir yerde tek bir bomba patlamadan gerçekleşen bu mağlubiyet sürecinde Bulgaristan gibi sosyalist devletler talan edilmeyi


Makale ve Analizler - 2015

213

kabul ettiler. Bugün NATO ve AY üyeliğimiz, ABD’nin ülkemizde üslenmesi bu sürecin devamıdır. Sosyalist ülkelerde yaşayan halklar “kapitalist demokrasinin ne olduğunu bilmiyordu” ama hepsi onun remine sevdalanmıştı. Bu aşk aymaz bir sarhoşluk gibi olmuştu. Olup olacakların adı, demokratik düzene ve Pazar ekonomisine dönüş olarak açıklandı. Toplumsal gidiş inceldiği yerden kopmuştu. Bu yer demokrasi eksikliğiydi. Demokratik olan neydi: siyasi denetimin doğrudan doğruya halkın ya da düzenli aralıklarla halın özgürce seçtiği temsilcilerin elinde bulunduğu, toplumsal ve ekonomik durumu ne olursa olsun tüm yurttaşların eşit sayıldığı yönetim biçimidir. Pazar ekonomisi neydi: Devlet ekonomisinin yerine geçecek olan serbest rekabetti. Bunların ikisinin de olabilmesi için anayasa ve yasa değişiklikleri yapılması gerekiyordu. Ama yasaların yaşayan demokrasi olması için namusluca, bilinçli ve dürüst uygulanması gerekiyordu. Yasaların kanı dürüstlüktü. Yeni yasaları bizim icat etmemize gerek yoktu. Modern dünyanın dört bir yanında günümüzde geçeri olan kanunlar, o zamanlar Bizans olan, yine bugün bizim yaşadığımız topraklarda hükmeden İmparator Jüstinyen (527 - 565) tarafından kaleme alınmış ve çok başarılı uygulanmıştı. Tarihin hiçbir döneminde daha üstün olanı icat edilmediğini gören General Napolyon (1800), Jüstinyan Kanunlarını olduğu gibi Fransız hukuk sistemine almış ve silah gücüyle eski kıtaya dayatmak için büyük seferlerine çıkmıştı. Bugün AB’de hukuk sistemimizi Bizans’tan aldık demekten çekinmiyor. 10 Kasım 1989’da bizde sözüm olan “sosyalist demokrasiden kapitalist demokrasiye geçilirken” işte bu Jüstinyen yasalarının eksiksiz uygulanması gerekiyordu. 1992’de anayasa de yasa değişikleri yapılırken dikkate alınmayan (görmezlikten gelinen) yaslardan birkaçına çeyrek asır sonra dikkat edelim. Rüşvet: Devletin, adalet sisteminin rüşvetle çalışması tüm devletleri, Bizans’ı ve Osmanlı İmparatorluğu’nu, Sovyet sistemini içinden kemiren ve çökerten kurt olmuştur. Kabuğunun altından özüne doğru kemiren en küçük haşarat bile en dev ağaçları kurutmuştur. Bu gerçekler partiler ve devletler için geçerlidir. HÖH - DPS Gene Başkan Yardımcısı olduğu yıllarda Kasım Dal’ın şu sözleri asla unutulmaz: “Benim yanıma gelen kapımı ayakla açacak, iki elinde iki dolu çanta olacak!” Bu çantalar büyüdü. Başbakan İvan Kostov yıllarında (1997) emekli maşlarını temin eden Sosyal Sigorta Sisteminden 2 milyar leva kayıplara karıştı.


214

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ardından 15 Bulgar bankası boşaltıldı. 2014 yılında Bulgar Kooperatif Ticaret Bankası’ndan 7 milyar 400 milyon leva para kayıplara karıştı ve banka çökertildi. Hırsızlık rüşvetin kardeşidir. Rüşvet örneklerimiz bakımından sıralamamız uzun olabilir. İnsan kayırma: Biz Bulgaristanlı Türkler açısından iki yönlü uygulanmıştır. Bir defa HÖH - DPS yönetimi hainlik siyaseti uygulanmasına engel olabilirler endişesiyle 10 - 12 bir Türk aydınını ülkemizden kovdu. Hafiyecilik, ispiyonculuğa dayanan siyasi uygulamayı kabul etmeyen hiçbir Türk ve Müslümana iş gösterilmedi, imanlı olunmadı. İnsan kayırma HÖH partisini yakında çökertecek boyutlara tırmandı. Olaya iktidar partisi GERB açısından bakarsak, “HÖH kadrolarını devlet makamlarından kazıma” sözleri tehlikeli bir siyasetin kesin ifadesidir. Birisini kazıyacak ki, yerine kendinden olanı yerleştirecek. GERB partisi kendisi bir devlet görevlisi, onların akrabaları, bacanakları, şoförleri vb yakınlarının partisi olduğu için, artık bu gücün devlet güvenlik sisteminde reform yapılmasını engelleyebilecek durum geldiğini görüyoruz. Sarı kaldırımda “İstifa” seslerini yükseltenler onlardır. Justinyan yasalarında olan, azınlıkların dinsel ve etnik öz kimlik haklarına saygı gösterilmesini öngören maddeler de 1992’de topluca dikkate alınmadı. Vatandaşlar arasında her bakıma eşitlilik, din, dil ve kültür, yaşam tarzı özgürlüğü Osmanlı’nın tolerans-hoşgörü siyasetinin de özünü oluşturmuştur. Oysa 1989 Mayısında isyan eden ve Todor Jivkov’un devrilmesi kapısını aralayan Türler aslında 1950 yıllarında kendilerine tanınan Türk kültür ve eğitim haklarını geri isterken, geleneksel yaşam tarzına dönmek istemişlerdi. Ne yazık ki, bu haklar bugüne kadar tanınmadı. Bu bakıma, 1989’la gelen sözüm olan Bulgar demokrasisi ile 1990 öncesi uygulanan zorbalık rejimi arasında pek fark yoktur. Yapılan değişiklikler biçimseldir. Şunu önemle belirtmek yerinde olur. Bulgaristan Türkleri, Müslümanları ve tüm azınlıkların özgün kültürel etnik topluluk haklarının, anadillerini kullanma hakkı tanınmadan, demokratik hak ve özgürlüklerden söz edilemez. Bulgaristanlı Türklerin öz haklarının tanınmayacağı daha 1992’de belli olmuştu. Koltuğundan atılan Todor Jivkov’u gidip ilk ziyaret eden, hatta elini öpen, hafiyesi Ahmet Doğan olmuştu. Bulgaristan Türkleri tarihinde en yüzkarası ve üzücü olay budur, çünkü bu boyun eğme Türkler adına yapılmıştır. HÖH Genel Başkanı Lütfü Mestan’ın BSP Genel Başkanı Sergey Stanışevle Sofya “Kartal Köprü” başında öpüşmesi ise, kabul edilebilir bir davranış değildir. U iki lider bozması, isimlerimizi değiştiren, Türk kimliğimizi yok eden, bizi vatan toprağımızdan atan zihniyete teslim olmakla, hepimizi incitmiştir. Teslimiyetçi zihni-


Makale ve Analizler - 2015

215

yetin bir ürünü olan “Bulgar Etnik Modeli” o zaman icat edildi ve hepimize uyku hapı verildi. Bugünkü Başbakanımız Boyko Borisov ise Todor Jivkov’un yakın korumasıydı. Bu bakıma Bulgaristan’da olan değişim ve dönüşüm değil, görev değişimidir. Sofya Üniversitesi tarih Prof. İskra Baeva “Neden hiçbir şey olmadı?” sorusuna şu yanıtı veriyor: “Bizde demokrasi temel hedeflerinden hiçbirine ulaşamadı. Gerçek demokrasiye açılamadık, adaletli bir düzene doğru adım atamdık, toplum modernleşemedi, teknolojiyi yenilemedik ve emek verimliliğini yükseltemedik.” 1989’da dünyaya gelen gençlerimiz artık üniversite bitirdi ve ülkemizi terk eden 2 milyon 500 binlik gurbetçi ordusuna katıldı. Biz köyleri boşalmış bir yaşlılar ülkesinde yaşıyoruz. Yüksekokullarda yapılan anketler, “geçişin” tamamlanamadığına ve önümüzdeki yıllarda tamamlanamayacağına işaret ediyor. Gönül açıcı olan, yeni kuşağın komünizmi ve zulmü bilmemesidir. İnsan bilmediği bir şeyle nasıl mücadele eder? Türklerin yaşadığı bölgelerden ortaokul öğrencileri “Belene” ölüm adasında 518 Türkün hapsedildiğini bilmiyor. Gençler Türklere kültürel soy kırım yapılmış olmasına anlam veremiyor. Hiçbir okulda “Demokrasi” şiiri yarışması yapılmıyor. “Totalitarizm nedir” sorusu ders kitaplarına alınmıyor. Tüm bunların sonunda: Her şey sanki büyük bir yalan, demek istiyorum. 26 yıl daha anlamsız geçemezdi. Olacak olanın, olması gerekenin olmamasına HÖH partisinin katkıda bulunmuş olmasına tepki olan ise içimdeki sızıyı sizle de paylaşıyorum. İşlerin olmadığına bir işaret de, Romanların da demokrasi müziğini hal çalmakta zorlanmasıdır.


216

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Osmanlı Ocakları Başkanı Kadir Canpolat ile birlikte...


Makale ve Analizler - 2015

217


218

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2015

219


220

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

TÜRK HALKLARI KONGRESİ DÖNEM BAŞKANLIĞI

RAFET ULUTÜRK TESLİM ALIRKEN (2015-2017


Makale ve Analizler - 2015

221


222

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2015

223


224

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.