22 RUSLARA BORCUMUZ YOK

Page 1

RUSLARA BORCUMUZ YOKTUR

2016 Åžubat - Mart Makale ve Analizleri


2

BG-SAM

RUSLARA BORCUMUZ YOK

BULTURK BGSAM Yayınları Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi - BGSAM -22 BULTÜRK Genel Başkanı: Rafet ULUTÜRK Basım: Şubat - Mart - 2016 Koordinatör: Dr. Nedim BİRİNCİ Editör: Raziye ÇAKIR İnternet sorumlusu : Kapak Tasarım: Murat ULUTÜRK Pazarlama Sorumlusu: Hamiyet ÇAKIR Arşiv: İbrahim SOYTÜRK İsteme Tel: 0212 511 63 47 www.bulturk.org; www.bghaber.org; info@bulturk.org İnternet sitesinin yazıları Adres: Yıldırım Mah. Şehit Kamil Balkan cad. No.114/A Bayrampaşa İstanbul Tel: +90 (212) 511 63 47 Belgegeçer: +90 (212) 526 51 98 https://bgsam.org/, https://issuu.com/bulturk, https://bulturk.org.tr/ Baskı : DİNÇ OFSET MATBAACILIK SAN. ve TİC. LTD. ŞTİ. Adres: Davutpaşa Cd. Emintaş San. Sit. No: 103/580-581 Topkapı - İstanbul Tel: 0090 212 493 24 67 TÜRKİYE CUMHURİYETİ YASASI GEREĞİNCE BU ESERİN YAYIN HAKKI BULTÜRK’ten İZİNSİZ KISMEN VEYA TAMAMEN ÇOĞALTILIP YAYINLANAMAZ

Web: www.bghaber.org ; E.Posta: rafetuluturk@yahoo.com


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

3

“Bilgi Ordusu, Bizim Ordumuz, Bildiğimizi Öğretmek,Bizim Borcumuz.” Rafet ULUTÜRK

Düşünceler dizisi olan elinizdeki eserin anlamı derin bir uğraşın ancak başlangıcıdır. Bulgaristanlı Türk Müslümanların başına 1970-72, 1984-85’te düşen yıldırımın bir daha düşmemesi için bir uyarı ve ışık niteliğindedir. Saygılarımızla, B U LT Ü R K İ st a n b u l


4

BG-SAM


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

5

Önsöz Yerine Yıl 2016 1970-1985 arası üzerimize yıldırım düşmüş gibiydik. Stres geçti mi diye, soranlara cevabımız yoktu. Çünkü acımız anlatılır türden değildi. Ayrıca “Geçmiş olsun!” da uygun bir teselli değildi. Çünkü derin izler kaldı ve hiç bir şey unutulmadı. Tanımak zorundayız. Biz Bulgaristan devleti tarafından seri tuzaklara düşürüldük. “Başa gelen çekilir” özlü sözünü de yanlış algıladık. “Başa gelen tepilir!” anlamını açmamız gerekiyordu. Kimlik değiştirme trajedisinden sonra, bir de “Büyük Göçten” sonra Türklerin Türklerle kaynaşması serüveni yaşandı. 120 bin soydaşımızın geri dönüşü Türk bilincinde buluşma dalgasını kırdı. Neyse yılların geçmesiyle bu da aşıldı ve 1989 Ağustosunda “Kapıkule”den girenlerimizin toplam sayısı, Türkiye’de doğan çocuklar dışında 2015 yılı itibarı ile artık Türkiye’de 710 bin kişiye ulaşmış durumdayız. Biz çok büyük, örgütlü ve bilinçli bir güç haline dönüşeceğiz. En büyük özelliğimiz de ata toprağımızı, atalarımızın mezarlarını asla unutmamış olmamızdır. Bugünde bizim için ata vatanımızdaki en değerli taş, oradaki mezar taşlarımızdır. Biz Bulgaristan’da Bulgar çocukları ile aynı kitapları okuyarak aynı okulları bitirmiş olsak da zıt yetiştik, adına sosyalizm yani sözde insan kardeşliğine ve eşitliğe dayanan bir toplumsal düzende bu çelişkiler, ulus ile etnik azınlıklar arasındaki bağdaşmazlığa (antagonizme) kadar kızıştı. “Soya dönüş” yalanı, totalitarizm yıllarında bizi tamamen köreltebildiklerine inananların icadıydı. Türk iradesinin toplu tutuklamalarla, toplama kamplarında taş kırdırılarak, “Belene” ölüm kodeslerinde ve koğuşlarda kırılamayacağını, sulandırılıp eritilemeyeceğini çok geç anladılar. Biz bugün de yeni bir başlangıçtayız. “Bulgar Etnik Modeli”ni gömmeye, Rus ve Bulgar istihbarat ajanlarını politik yapılanmamızdan atmaya ve gerçek demokrasi ile adaletli topluma açılmaya çalışıyoruz.


6

BG-SAM

Bu özgürlükçü demokrasi ve Batı medeniyetinde buluşma yoludur. Yazılarımızda işlediğimiz konulardan biri de yeni asırda göçmen kimliğinden sıyrılıp Türk ulusal kimliğiyle kaynaşmadır. Saygılarımızla, Raziye ÇAKIR


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

7

Önsöz: Toplumların hayatında yazılı tarih büyük bir öneme sahiptir. Ancak bizde yazılı olmayan tarih, yani nesilden nesile aktarılan tarih vardır. Bu nedenle bazı olaylar zamanla faklı şekilde anlatılmakta veya algılanmaktadır. Gelecek nesillere aktarılacak olan bilgi birikiminin arşivlenmesi, kitap, dergi veya gazete gibi yayın organları aracılığı ile kalıcı hale getirilmesi büyük bir öneme sahiptir. Bu nedenle edindikleri tecrübeleri, yaptıkları çalışmaları toparlamak ve kitaplaştırmak güzel bir çalışmadır. Bunu bireysel olarak yapımaktan öte kurumsal olarak da yapmaları takdire şayan bir davranıştır. BULGARİSTAN TÜRKLERİ KÜLTÜR VE HİZMET DERNEĞİ kısa bir süre önce 2013’te kurulan internet haber sayfası www.bghaber.org sitesindeki yazıları bir araya getirerek yapılan bu çalışmaları kitapçık halinde getirerek bu konuda büyük bir ciddiyet göstermektedir. Derneğin internet haber sayfasında çıkan yazıları ve çalışmalarının yıllıklar halinde kitapçık haline getirerek yer aldığı bu çalışma gelecek kuşaklara aktarılacak ve ışık tutacaktır. Öte yandan dernek büyük bir arşiv de oluşturmuş durumdadır. Dernek faaliyetlerini gerekli ciddiyetle yürüten dernek Başkanı öncülüğünde dernek kurucuları, Yönetim Kurulu ve üyelerinin yaptıkları özverili çalışmalarından dolayı kutluyorum ve başarılarının devamını diliyorum. Mehmet ÇAKIR BULTÜRK Kurucu Üye


8

BG-SAM

Değerli Hemşehrilerim, Bulgaristan’da hepimiz zor günler yaşadık, itildik, ezildik, çiğnendik, hatta gün geldi vurulduk, şehitler verdik. Bu nedenle bizler kendi içimize kapanarak, yaşam mücadelesi vermeye çalıştık. Ancak bu içine dönüklükten kurtulmalıyız ve Türkiye’de yaşadığımıza göre, yasaların bize verdiği tüm haklardan bizlerde yararlanmalıyız. Peki, neden bunu yapamıyoruz? 1877-78 Rus-Türk savaşından sonra Osmanlının Balkanlardan çekilmesiyle birlikte, savaş esnasında işlenen akıl almaz katliamlar nedeni ile atalarımız asırlarca yaşadıkları yerleri terk ederek göç yolunu tutmuşlardır. Geride kalanlar ise Bulgaristandevleti’nin uygulamaya başladığı soy kırım politikalarına karşı direnmiş ve hayatta kalmaya çalışmışlardır. Şimdi ise burada Türkiye’de yaşayanlar oralara yardım edebilmek için, burada ilk önce bir araya gelmek ve bir merkez oluşturmalıyız. Artık bir kurum altında toplanmalı ve birlikte hareket etmeliyiz. Bu birliğe hepimizin ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Artık bir birimizi kötülemekten vaz geçmeliyiz, birisi için yanında konuşamayacağımızı başka bir yerde konuşmamalıyız, yani kısaca arkasından konuşmamalıyız. En önemlisi samimi, hoşgörülü ve ahlaklı olmak. Zamanla her şey yerine geleceğine inanıyorum, ama tabi ki bu dava üzerinde kafa yoran, stratejiler üreten ve devamlı bunun üzerinde çalışan olursa. Bizim savaşımız insanlarımızı ahlaklı yetiştirmek olmalı, birlik ve beraberliğe kendi insanlarımızla başlayarak tüm Türk Dünyasına taşmalıyız. Bizler burada Türkiye’de yaşayan Bulgaristanlılar büyük bir kitle haline gelmiş durumdayız. İşte bu nedenle şimdi bu kitleyi yani kendi hemşerilerimizi, bir araya toplayarak bir merkez, bir güç birliği oluşturmalıyız, tabi ki bu bizim doğal tabii hakkımızdır. Bizler de artık toplum gücünü kullanabilmeliyiz. Toplum olarak haklarımızı elde etmek zorundayız ve bu yönde çalışmalıyız. Biz bunu söylerken, önderlerimizi seçerken, başkaları kötüdür demiyoruz.


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

9

Biz bu işi onlardan daha iyi yapabileceğimize, Türkiye Cumhuriyetine ve Türk Dünyasına daha verimli olacağımıza, buralarda bu bölgelerde yaşayan Türklerin daha iyi, daha güvenilir, yaşamalarını sağlayacağımıza inandığımız için, Önderliğe, Yönetime talibiz. Bu arada Bulgaristan’da kalan kardeşlerimizin hepsinin siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel kimliklerini, muhafaza edebilmeleri için mücadele etmeliyiz ve bu konuda gerekeni yapmalı ve gerekli yardımları yapmalı ve yaptırmalıyız. Aramızda Ahlâklı, Adaletli olanları seçmenli ve yüceltmeliyiz. Geçmişi konuşmaktansa, gelecekten söz etmeliyiz, bugünü değil, yarınları görerek hareket etmeliyiz. Aramızdan stratejistlere imkân ve fırsat vermeliyiz ve onları bizler yetiştirmeli yön verebilmeliyizkısa-10 ve uzunvadeli -50 yıllık hedefleri gösterebilmeliyiz. Aramızda kötü niyetli insanları tespit etmeliyiz, bilmeliyiz ki, onların kusurlarından dolayı değil, bu güne kadar yapılması gerekenleri engelledikleri için aramızdan uzaklaştırmalıyız. Bu güne kadar neler yapılmamış, onları araştırmalı, bilmeliyiz ve neler yapılması gerekir onları söylemeliyiz ve bunları bir an önce hayata geçirmeliyiz. Bizler gözyaşları dindirmek için, yaralara mehlem olmak için, her yüke ortak olabilmeliyiz. Gençlerimize, sadece balık pişirmesini değil, balık tutmasını da öğretmeliyiz, insanlarımızı denizlere, okyanuslara açılmalarını sağlamalıyız. Aramızda Tek Lider değil her sokakta, her mahallede bir lider yetiştirmeliyiz, biz dünyayı yönetmek için oğullarımızı yetiştirmeliyiz. Bizim insanlarımız yani Bulgaristan Türkleri şahsi başarıları Türkiye’de belkide en çok olanlardanız. İşte artık bizler toplum olarak haklarımızdan yararlanmasını bilmeliyiz. Her şeyden önce siyasi haklarımızı toplum olarak kullanmalıyız, daha sonra ekonomik ve kültürel haklar onu takip edecektir. Hepimizin gördüğü gibi, tarihte büyük güçler çok defa kötü politikaların kurbanı olmuşlar ve bunlar devam edecektir. Bir toplumun Lideri olmadan hiçbir şey olmaz, bu lideri de toplum çıkarmalıdır. Siyaseti güvenilir, sevimli hale getirmek bizim hedefimiz olmalı, bu gün çok zor, imkânsız olarak görünse de, yarınlara umutla bakabilmeli ve baktırabilmeliyiz. Var olabilmemiz için, var kalabilmemiz için, öncelikle temel hususlarda anlaşma sağlamalıyız. Aramızda bir birimize güveni kaynaştırmalıyız ve samimi olmalıyız.


10

BG-SAM

Her şeyden önce özgüvenimizi kazanmalıyız, birlik ve beraberliği ön planda tutarak insanları insan oldukları için sevip saymalıyız. İçimizde barışı sağlayıp, tek merkezde bir çatı altına toplanmalıyız. Bu çatı da “BULTÜRK Derneği” olmalıdır. Buradan tüm dünyaya sesimizi duyurabiliriz. Balkanlar konusundaki politikalarda etkili olabilmek için yolları aşındırmalıyız. Çünkü gelişmiş ve Bulgaristan’da etkili bir Türkiye Balkanlara tamamen hâkimiyet kurabilecektir. En önemlisi kararlı olalım ve birbirimize samimi, saygılı olmayı ve bir birimizi sevmeyi öğrenmeliyiz. Bizim derdimizi ve problemlerimizi en iyi anlayabilecek zaat bizden olduğunu idrak etmeliyiz. Bulgaristan Türkleri konusunda teşhisi bizler kendimizi yetiştirerek yetki mercileri alarak son noktayı biz koymalıyız, bu güne kadar ki eksikliğimiz budur. Ayrıca Balkanların anahtarı Bulgaristan’da yani Bulgaristan Türklerinden geçtiğini de öğrenmeli ve öğretmeliyiz. Sevgili dava arkadaşlarım. Kendimizde özgüveni, aramızda güveni ve merkezioluşturduktan sonra, kimsenin aramıza nifak tohumları ekmesi mümkün değildir. Bizim için önemli olan, eksiklerimizi bulmaktır. Geçmişi bırakarak artık bizler aydınlanma dönemine bir an önce geçmeliyiz. Halimizi tespit etmek çok kolay, gazete, dergi yayın hayatımız nerede, kaç gazete, tv, radyo bizimle ilgili haber yapıyor.Burada suçlu değil, sebepleri aramalıyız. Gelin bunları tartışalım, niçin bu güne kadar bir Bulgaristan Kültür Merkezi olmamış, bunu şimdi nasıl gerçekleştirilebiliriz, bunlara yönelik çalışmalar toplantılar yapmalıyız. Hedefimiz Türkiye Cumhuriyetini daha güçlü, daha huzurlu ve daha iyi yarınlara götürmek için olmalı. Güçlü bir Türkiye Bulgaristan da yaşayan Türklerede güven ve huzur verecektir, onların daha rahat yaşamalarını hep birlikte sağlayabiliriz. Bunlar zannetiğiniz kadar zor işler değil. Dünyada insanlar bir iş için değil, bir İdeal için hayatını feda ederler. Bunun için güçlü olmak sesini duyurabilmek için öncelikle bir Kurum ve bunun Merkezini oluşturmalıyız. Çünkü Merkezi olmayan hiçbir topluluk bir yerlere gelmesi mümkün değildir. Bu güne kadar konuşmalar tartışmalar yapılmış fakat bir ağıç ekilmemiş işte bu gün bunu yaptık BULTÜRK tüm Bulgaristan Türklerinin biz öncelikle sadece Bulgaristanlıyız.


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

11

Bizler elimizdeki kıt kaynaklarla bir merkez oluşturmaya çalıştık, bunda da muhafak olduk. Bu merkeze ulaşmakta büyük güçlükler ile karşılaştık bu konuda bizlere yardımcı olan emeği geçen herkese teşekkür ediyoruz. Ayrıca bizlere kendi yerini veren Mümin Hocamıza huzurunuzda kendisine tekrar tüm halkımız adına buradan teşekkür ediyoruz. Bundan sonraki hedef de Türkiye’nin her yerine ulaşmak ve bu birlikteliği her yerde tesis etmektir. Bu merkezimizde artık kendimize ait bir kültür merkezimiz oluştu toplantı salonumuz da mevcuttur her 15 günde bir toplanıyoruz. Amacımıza ulaşabilmek için devletin bir şeyler yapmasını beklememeliyiz. Birlikten kuvet doğar Atasözünde olduğu gibi güçlerimizi birleştirerek devlet yönetiminde söz sahibi olmalıyız ve geleceğimize kendimiz yön vermeliyiz. Gençlerimizin devlete girmelerinin yolunu aydınlatmalıyız. Artık bizim de Ankara’da TBMM’de kendi temsilcilerimiz olmalı. Bizler de buralara kendi içimizden birilerini gönderebilmeliyiz. Aramızda birlik ve beraberliğimizi oluşturduğumuz takdirde kendi içimizde samimi olduğumuzda başarıların ard arda geldiğini göreceğiz bunu başaracağımıza eminim. İhtiyacımız olan tek şey kendi içimizde daha adaletli olabilmek. Sevgi ve saygılarımı sunarım, Genel Başkan Rafet ULUTÜRK


12

BG-SAM

Büyük Kavganın Eşiğindeyiz

Rafet Ulutürk-14.Şubat.2016

Konu: Yılan hikâyesinedönüşendemokrasi yalanı sona erecek mi? 1990’da başlayan demokrasi oyunu bizde fazlasıyla dayandı. Ama yalnız bizde mi? Suriye’deki sahte barışçı ve yapmacık anti-terörist Rus saldırganının yalandan başka bir şey olmadığını görmeyen kalmadı. İnsan hakları örgütlerinin yayınlarında bu Arap ülkesinde 2 milyondan fazla kişinin öldürüldüğü, 4 milyonun sakatlandığı ve 12 milyon kadın ve çocuğun vatanından kaçtığı duyuruldu. Rusların kör bombalarına karşı en başta Türkiye’nin kesin ve kararlı tutumu sonucu trajik vahşetin artık durdurulacağından söz edilmeye başlandı. En kanlı ve en ağır son çarpışmaları izliyoruz. “CU-24” uçağının düşüren Türkiye, Rus saldırgana beklemediği bir anda ve 21-inci yüzyılda ilk kez sert bir biçimde “DUR!” dedi. Bu kararlılık Suriye ve Yakın Doğu ortamında Türkiye dışında çözüm olmadığını yeniden gün ışığına çıktı. Cenevre’de, Viyana’da, Münih’te toslayan Yakın Doğu görüşmelerine alıştık. Bu olayın etkisi o kadar güçlü oldu ki, Bulgaristan yeniden Rusofil ve Rusofob siyam ikizlerine böldü. Bu bölünme derinleştikçe derinleşti, fakat siyam ikizleri bir türlü birbirinden ayrılamıyor. Bugüne kadar herkes Bulgaristanlı Türk Müslümanlarımızı, siyam ikizlerinin dışında ve Türkiye’den yana biliyordu. Bölünenlerin hesaplarında bizim yerimiz başka hanedeydi. Bizi Türkiye cephesinde görmek istemeyenler hortladı. Nallarının söküldüğünü sandıklarımız yalnız uyukluyormuş, o da ortaya çıktı. Başka bir değişle bu defa ve birinci kez olmak üzere Bulgaristan’ın içsel bölünmesi Bulgaristanlı Türk Müslümanlar yani Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) üzerinden oldu. 1989 Mayısı’nda da memleketimiz Türkler ile silahlı ordu, milis, jandarma, bereler ve sivil polisler olmak üzere, ikiye bölünmüştü. Bu bölünmede devlet terörü uygulayanların iktidar ayağı kaydı. Ayağı kayanlar bir de Bulgaristan’da o tarihteki 1 milyon 80 bin komünistti. Bu kavgada ve çarpışmada Türk Müslümanların toplam sayısı 1 milyon 500 bin ve 650 bini Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldı. Gelişmeler şöyle oldu ki, anayurda göç edenler ile memlekette kalanlar arasındaki organik bağlar kopmadı, birlik ve dayanışma devam etti. 1989 Büyük Göçü daha önceki 5 kitle göçünden bu bakıma farklıdır.


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

13

1989 Büyük Göçü ilk kez olmak üzere 1950 - 52, 1968, 1977 - 1978 göçleriyle vatandan gidenleri Bulgar vatandaşlığına çekebildi. Yüne ilk defa olmak üzere göç edenlerin emeklilik ve diğer sosyal haklarının korunması için çalışıldı. Göçmen çocukları geri dönüp Bulgaristan’da okudu. Bulgar Türkiye tarihinde daha önce görülmeyen belediyeler arası, dernekler, kulüpler, işletmeler arası ilişki ve işbirliği yöntemleri gelişti ve gelişiyor. Şöyle ki, bu ilişkiler Bulgar toplumunun Rusofil ve Rusofob olmasına bakılmaksızın güç aldı. Büyük ölçüde olmak üzere, 1896’da olduğu gibi 1990’da da Bulgaristan’ın Moskova’dan koparak Batıya yönelmesinde Müslüman Türkler belirleyici rol oynadılar. Bulgaristan’ın Batıya yönelmesi, ardından 2004’te Türkiye’nin yardımıyla NATO ve 2007’de Avrupa Birliği üyeliğini getirdi ve daha sonra ABD askeri üsleriyle Bulgaristan’a geldi. Bulgaristan’da kaynayan siyasi kazanın altında yanan odunlardan çıkan duman budur. HÖH - DPS partisinde 17 Aralık 2015’teki iç darbe Bulgaristan’ınbakışını ve tavrını Moskova’danayırıp Batıya çevirmesi ve bu değişimin Türkiye ile kesişmesi sunucudur. Bulgar meclisinde “CU-24” uçağının Türk hava sahasına girmesine ve Türkiye Cumhuriyeti egemenliğini ihlal etmesine karşı yükselen sesin ayarı budur. Bu gelişme objektif ve zamanın istemlerine uygundur.Rusya’nınTürkiye ile ilişkilerini bozması ve bunalıma sürümesi. Suriye krizini bitirip, Balkanlara sıçra ve Bulgaristan’a bu sıçramayı yaparken Türk-Müslümanların omzuna basma niyetidir. Doğan’ın demeci, saraydan boynuz göstermesi Rusya’nın bu beklentisine cevaptır. Şunu da unutmayalım, Suriye’de burnu kırılmazsa, Rusya’nın gözü yalnız Balkanlarda değil, Baltık Cumhuriyetlerine de yönelmiştir. “Focus”, “Bild”, “Spigel” gibi Alman yayınları Talın ve Riga’ya saldırmaya hazırlanmış, ağır silahlarla donatılmış 17 Rus tümeni olduğunu yazdı. Bulgar demokratik kamuoyu, “fahri” başkan Ahmet Doğan’ı Rusofil (Putinci) olarak kabul etti. “Bulgaristan milli menfaatlerine” bu defa Rusofillik üzerinden yeni ayar verildi. Türk Müslüman etnik halk topluluğunu Türkiye yanlısı görenlere karşı tavır alındı. Lütfü Mestan ve arkadaşlarının HÖH yönetiminden ve saflarından atılması ise, “bizden olmayan, dediğimizi yapmaya razı olmayanların kaderi budur” anlamındadır. 17 Aralık olayı Bulgaristan Türklerine gözdağıdır. HÖH partisindeki iç darbe aslında bir gözdağıdır. Ahmet Doğan’ın sözde Rusçu olduğundan kuşkulandığı Lütfi Mestan ve ona sadık kadrolar keyfi hareketle, karar bile alınmadan, kim-


14

BG-SAM

seye sorulmadan, seçmenle ve partiyle danışılmadan HÖH’ten kirli çorap gibi atılabiliyorsa, ne kalmış bizim Hasan agaya.... İşaret edilen yol bellidir. Burada söz konusu olan demokrasinin temel ilkelerinin çiğnenmesi, hasıraltı edilmesi veya rafa kaldırılmasıdır. Demokrasinin ana ilkeleri nelerdir ve çiğnenen ve hiç sayılan nelerdir? Demokrasi halkın yönetimi anlamına gelir. Parti işlerinde uygulanan demokrasi ise, parti üyelerinin partinin yönetimine katılması hürriyeti ve hakkı anlamındadır. Ahmet Doğan 19 Ocak 2013’te parti başkanlığından düştüğünde, Lütfi Mestan’ı Başkanlığa kendi koopte etti. Burada koopte etme sözünü, HÖH Başkanı Ahmet Doğan’ın kendi yerine Lütfü Mestan’ı kendisinin seçmesi anlamına gelir ki, bu tüm demokrasi ilkelerine “çao” demek anlamına gelir.Yani bir kişinin pazardan ev köpeği satın alması gibi bir şeydir. Bu olay parti içi demokrasiyi, seçimle görev başına gelme, demokratik merkeziyetçilik ve tüm diğer parti iç yaşam ve etkinlik ilkelerini asla saymamak anlamındadır. Demokrasinin ikinci ilkesi ise, parti üyelerinden hepsinin sorunların çözümüne katılmasını öngörür. Lütfi Mestan’ın atanması, başkanlıktan ve partiden atılması HÖH partisinde Ahmet Doğandan başka kimsenin beş para etmediğine, halk tarafından seçilen milletvekillerinin kullanılmış selpak gibi atılabileceğini, hiç kimsenin hiçbir değeri olmadığını kanıtladı.Bu örneklere milletvekillerinden Hüsemen ve Başev’in kaderini de ekleyebiliriz. Bu baskıya son örnek ve halk tepkisi ise, Deliorman’daki yerel seçim sonuçları ve Kırcaali’de parti kurucu başkanı Bahri Ömer’in HÖH il başkanlığından ve partiden ayrılması oldu. Demokrasinin üçüncü ilkesi diğerlerinin haklarının sayılması, başkalarının haklarına hoşgörülü yaklaşma zorunluluğudur. HÖH partisi içinde korku hakimdir. Göreve gelebilmiş olanlar, ekmek parası için titrerken, seçilmiş olanları da aynı korku sarmıştır. HÖH bir oligarşi diktatörlüğü partisidir. Bununla birlikte “şirketler çemberi” değiminin ardında ise, Rusya’nın ülkemizin son damla kanına kadar emmek üzere memleketimizde kurduğu şirketlerin başında, tabii kulis ardında, Ahmet Doğan ve onun en fazla güvendiği “vılka” gibi uluslararası mafya tiplerdir. Ülke içinde mecliste bu tiplerin babasının adı Delyan Peevski’dir. Ben artık Ahmet Doğan’ın Avrupa ve Amerika mason çevreleriyle ilişki içinde olduğuna inanıyorum. O, Deliorman’da “Demir Baba” törenlerinde yaptığı son konuşmada böyle bağları olduğunu gizlemedi. Amma bu yıl ki törene katılamayacağını ortada ve açıktır çünkü İsperih belediyesi bağımsız almıştır. Belediye başkanı ise hapishaneye boyladı ve birçok HÖH belediyeleri bunu izleyecek gibi görünüyor.


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

15

Kısacası, Ahmet Doğan milli anlayış, duygu vb. niteliklerini tamamen yitirmiş, boynunda Rus tasması, ali kolu Avrupa ve Amerika mason şebekelerine bağlı, belinde ise Bulgar mafyası kemeri olan kimliğini kaybetmiş biridir. Bu bakıma, memleketimizdeki gelişmelerin, sosyal gerilimin gemlenmez durumda olduğunu, Avrupa’nın en yoksul, en sefil insan topluluğu olduğumuzu dikkate alırsak büyük bir sosyal patlamanın eşiğinde ve beşiğinde olduğumuza işaret ediyorum. Bu defa bu güçlü tepki öncelikle seçim ortamında kendini gösterecektir. Seçmenimiz demokrasiden, halkın idare işlerini kendi eline almasından yana olduğunu ve ancak seçimlere birlikte, bilinçli, kendi adaylarına oy vererek tüm Doğanları, dolandırıcıları, rüşvetten geçinenleri ve onların yamaklarını çöpe atacağına inanıyorum. Kötülüğün önüne geçecek güç biziz.Totalitarizmi yıktık, Todor Jivkov’u devirdik, Ahmet Doğan kimmiş?! Yılanhikâyesinedönüşendemokrasi kendini arıtmak zorundadır.

Türkiye’nin Muhtemel Suriye Opersayonu

İsmail Cingöz1-14.Şubat.2016

Tunus’ta başlayarak bütün Ortadoğu ülkelerini etkileyen Arap Baharı olaylarının üzerinden beş yıl geçmesine rağmen etkisi hâlâ sona ermemiştir. Özellikle Suriye rejiminin sert direnişine Rusya ve İran’ın açıktan desteği, bölgede daha farklı olayları her an tetikleme riskini de beraberinde getirmiştir. Neredeyse ırk, din ve mezhep ayrımı yapmaksızın her unsura saldırı düzenleyen, uyguladığı terör taktikleri ile halk üzerinde korku ve panik uyandırarak göçlere sebep olan DEAŞ (Devlet’ül Irak ve’ş Şam) ise adeta heterojen bölgelerin homojenleşmesine hizmet ile görevlendirilmiş olduğu izlenimi vermektedir. Böylece Suriye’nin kuzeyinde olmaz denilen Kürt Koridorunun oluşturulmasının sonlarına gelindiği görülmektedir. Arap Baharı olaylarının Suriye’ye sirayeti ile ülkenin bölgesel demografik yapılarını değiştiren göçler yaşanmış, olmaz denilenler olmuş ve Suriye’nin kuzeyi DEAŞ’in de etkisiyle PKK terör örgütünün Suriye oluşumu olan PYD tarafından Kürtleştirilmiştir. 1- Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Uzmanı, BAŞKON-Uluslararası İlişkiler Koordinasyon K rulu Üyesi ve BULTÜRK Ankara Temsilcisi.


16

BG-SAM

Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Rusya merkezli olarak Suriye üzerinden yürütülen güç mücadelesi ise her geçen gün daha da karmaşık hale gelmektedir. Bu mücadelede saflar yeniden belirlenirken en fazla etkilenen ve zarar gören ülkenin ise Türkiye olduğu aşikârdır. Zira Türkiye’nin, Suriye’den beş yıldır kesintisiz süren göç dalgaları ile gelen sığınmacılarla uğraşı devam ederken, bir taraftan maddi olarak olumsuzlukları tolere etmeye çalışırken, diğer taraftan ise sınır güvenliği ve iç güvenlik kaygıları da buna paralel olarak her geçen gün artmaktadır. Haziran 2012’de Akdeniz üzerinde düşürülen Türk uçağının düşürülmesinden sonra angajman kurallarını değiştirdiğini açıklayan Türkiye, bu çerçevede 24 Kasım 2015’de Rus uçağını düşürmesi ile Suriye politikasında işler daha bir karmaşık hâl almıştır. Rus uçaklarının Bayır-Bucak Türkmenlerini bombalanması; hem Türkiye hava sahasını ihlal ederek bu eylemi gerçekleştirmesi Türkiye’yi ve Türk halkını kışkırtma, hem de hiçe sayma anlamı da taşımaktadır bir noktada.Belki de Rusya, Suriye özelinde Türkiye ile özellikle kriz çıkartmak ve Türkiye’nin elini zayıflatmak için uçağını yem olarak kullanıp, Türkiye’nin düşürmesini istemiş de olabilir. Suriye krizine kadar Türk-Rus siyasi ilişkilerinde son yıllarda iyi bir ivme kazanıyor görüntüsü bir anda yerle bir olmuştur. Eğer Rusya uçağını bilerek düşürttürmüş ise çok farklı planları olduğu değerlendirilmelidir.Tüm bunlardan daha da vahimi Türk hava sahasını ısrarla ihlal eden Rus uçağının Türkiye tarafından düşürülmesi sonrası NATO’nun Türkiye lehine açıklamaları yanında, Genel Sekreter Jens Stoltenberg’in “Müslümanlar İçin Savaşmayız” sözleri ibret vericidir. Rusya ve İran’ın açıktan destekleri ile Suriye rejimi bazı bölgeleri tekrar ele geçirmeye, muhaliflerden ve DEAŞ’tan temizlemeye başlamıştır. Gelinen süreçte Avrupa, ABD, Rusya, İran, İsrail, Suudi Arabistan başta olmak üzere kimin kime yardım ve destek olduğu birbirine karışmış durumdadır. Yani ortalık toz-duman haldedir.Suriye rejimi Rusya ve İran’ın desteği ile bazı bölgeleri tekrar kontrolü altına almaya başlaması ile özgüvenini yeniden elde etmiş olacak ki; Beşşar Esed “Askeri harekât olursa karşı koyarız” açıklaması yapmasının hemen ardından Türkiye ve Suudi Arabistan’ın müşterek bir operasyonla Suriye’ye müdahale edeceklerinin konuşulduğu bu günlerde Suudi uçakları İncirlik Üssüne konuşlanmıştır. Suriye’nin kuzeyinde yaşanan gelişmeler, Halep’e saldırılar ve nihai hedefinin Akdeniz’e ulaşma amacı taşıdığı her yönüyle açıkça belli olan Kürt Kuşağı oluşturma çabalarını ve kurgulanan oyunları bozmak isteyen Türkiye, 13 14 Şubat tarihlerinde PYD hedeflerini vurmuştur.


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

17

Bu arada gözden kaçırılmaması gereken bir diğer husus da terör örgütlerini kendi çıkarları doğrultusunda kullanmakta mahir olan Esed’in Suriye Muhaberatı vasıtasıyla Lübnan Hizbullahı’nın çabaları ile “Liva İskenderun” isminde PKK terör örgütünden farklı yeni bir örgüt kurdurarak Amanos Dağlarında faaliyete geçirmeye çalıştığı, özellikle Hatay üzerinden Türkiye’yi yeni bir terör örgütü ile oyalamaya çalışacağı basında yer almıştır. Eğer bu oluşum faaliyete geçirilirse Suriye rejiminin Hatay politikalarından çok PYD’nin işine yarayacağını, Kürt koridorunun oluşmasına hizmet edeceğini anlamak zor olmasa gerek. Görülen o ki, Suriye özelinde Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler Türkiye’yi sıcak bir çatışma ortamına sürükleme tehlikesi ile karşı karşıya getirmektedir. Türkiye Günlüğü Dergisi Genel Yönetmeni Sayın Mustafa Çalık’ın ifadesi ile Türkler yüzlerce yıldan buyana yurt tutarak vatan eylediği bu coğrafyada savaşçı özelliği ile tutunabilmiştir. Şimdi şartlar 1918’in Osmanlı Devleti ya da 1922’nin Türkiye’sindeki gibi değildir. Günümüz Türkiye’si gerek nüfus, gerekse askeri açıdan çok daha güçlü bir durumdadır. Savaş arzu edilen en son şeydir ama yeni bir Sevr dayatması ile karşı karşıya kalmak durumu hâsıl olursa elbette Türkiye gerekeni yapacaktır. Fakat Türkiye hamlelerinde uluslararası meşruiyet çerçevesinde hareket etmelidir. Uluslararası kamuoyunu, dost ve müttefik gördüğü ülkeleri ve en önemlisi iç kamuoyunu muhtemel Suriye harekâtına ikna etmiş, haklılıklarını ortaya koymuş olmalıdır. NATO’nun yanımızda yer almama ihtimali olduğundan hareketle B ve C planlarımız en ince ayrıntıları ile hazır olmalıdır.

Dönüşümler, Kırılma Noktalarıdır

Neriman Eralp Kalyoncuoğlu-15.Şubat.2016

Konu:Yeni olan eskinin tekrarıdır. Dünya sanki Üçüncü Dünya Savaşı’na el atıyor. Rusya’nın saldırganlığı yeni bir aşamaya girdi. Lütfi Mestan’ın başına gelen, III. Bulgar devleti tarihinde daha önce birçok siyasetçinin başına gelmişti. 1878’de Bulgar Prensliği Osmanlıdan koptuğunda, uygun idareci bulunup Prensliğe Prens olarak atanması sorunu gündem olmuştu.


18

BG-SAM

Berlin Konferansı (1878) ve imzalanan Antlaşmaya göre, Bulgaristan’da kurucu meclis toplanması ve Anayasa kabul etmesi gerekiyordu. Kurucu Meclis Tırnovo’da toplandığında bir Alman Prensi olan Aleksandır I. Batenberg (1857 - 1893) Bulgar Prensliği’nin Birinci Prensi (1879 -1886) olarak kabul etti. Al. Batenberg Bulgaristan’a geldiğinde, onu muhafazakâr devlet adamları çevreledi. O da kişisel idare kurmaya yöneldi. Şöyle ki, 1879’da kabul edilen Birinci Anayasayı o 27 Nisan 1881 geçersiz ilan etti. Kamuoyunun tepkisiyle 7 Eylül 1883’te yeniden yürürlüğe koymak zorunda kaldı. Bulgar Anayasası Liberal Parti idaresi zamanında rafa kaldırılmıştı. 1881 - 1883 yılları arasında Prenslik askeri hükumetler tarafından yönetildi. Yasalara hiç başvurulmadı. Batenger Prensliği yönettiği yıllarda Bulgaristan siyaseti Rusya Çarlığı dayatılan egemenliğinden kopmaya ve Avusturya - Macaristan ve dolayısıyla İngiltere yörüngesine kazanılmaya çalışıldı. Prensin tahtan indirilmesi ve Bulgaristan’ı terk etmesi 1878’den sonra Rus Çarı II. Aleksandır çizmesi altına girmek istemeyen Bulgaristan halkının tepkisi ve direnişi sonucu gerçekleşmişti. Bir neden daha var tabii, Bulgar Prensliğini Güney Rumeli ile birleştirmeye çalışan Batenberg Berlin Anlaşması maddelerini çiğnemişti. Onun memleketimizden ayrılması Liberal Parti (Radoslavov) hükumetinin ilk dönemine rastladı. Bulgar Prensliği’ne Batenberg’in yerine getirilen ve 1893 - 1908 yılları arasında Bulgar Prensliği Prensi olan Ferdinand Saks Kobur Gotski Rusya Çarlığı’ndan uzaklaştırma siyasetine devam etti. Osmanlının da teşvikleriyle Bulgaristan Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya cephesinde yer almıştı. 1944 yılına kadar Bulgaristan Nazı Almanya’sı cephesinde kaldı. Buna rağmen, Bulgaristan demokratik kamuoyu İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi Almanya’sına Rus cephesine göndermesi için ordu vermedi. Berlin’e karşı dönen savaş yolunu Budapeşte’ye kadar Sovyet Ordusu ile birlikte yürüdü. Bulgar siyasetindeki Moskova yörüngesine dönüş 1944’te oldu. İkinci Dünya Savaşı neticesinde, Bulgaristan’ın III. Ukrayna Ordusu tarafından istila edildi. Güney Doğu Avrupa ülkeleri üzerindeki Sovyet egemenliği 1945’te koyulaştı. Moskova yörüngesine dönüş çok kanlı ve trajik oldu. Resmi verilere göre, faşist dönem katilleriyle hesaplaşan Halk Mahkemeleri’nden yüzlerce idam cezası kesildi. 72 toplama kampı kuruldu. Toplam 300 bin kişi yok edildi. O yıllarda “Belene” Ölüm Kampı açıktı. Harıl harıl çalıştı. Şu dönemde, özellikle de 2004’te Türkiye’nin de yoğun yardımlarıyla Bulgaristan Cumhuriyeti Kuzey Atlantik Paktı (NATO) siyasi ve askeri örgütüne kabul edildi. Bulgaristan halkı Batıya yönelik adımlarını 2007’de Avrupa Birliği (AB) üyeliği ile sıklaştırdı. 2015 yılında AB ve Birleşik Amerika’nın (ABD) Pu-


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

19

tin Rusya’sına yaptırımlarına Bulgaristan da katıldı. Moskova ile dış ticaretini sıfırladı. Halen Rusya’dan sadece doğal gaz ve petrol alıyoruz. Suriye katliamı dünya savaşı başlatabilir. İşte böyle bir ortamda, Şam diktatörü Esad’ın sözde daveti üzerine Rusya uçaklarından atılan bombalarından 2 milyon 200 bin Suriyeli öldü, 4 milyon sakat kaldı, 12 milyon kişi evini yurdunu terk etti. Sığınmacı alaylarının Avrupa yolculuğu ortaya çıktı. Yolları Balkanlardan geçiyor. Bulgaristan çok yoksul olduğundan bizde kalmak istemiyorlar. Onlar Avrupa ülkelerine yerleşirken beklenmedik yeni bir durum meydana geldi. Avrupa Birliği’nden değişik sesler çıktı. Milliyetçilik ağır bastı. Devletlerarasına dikenli del ve beton duvarlar gelirdi. Sınırlarını kaldırmaya hazırlanan ülkelerin sınır kontrolleri sertleşti. Avrupalılar kendi içine büzüldü. Sığınmacıları durdurmak 2015’in ana siyaset konusu oldu. Rusya Türkiye ve Suudi Arabistan askerlerini Suriye’ye gömelim propagandası yapıyor. Anlaşılan eski kıta sığınmacı istemiyoruz. Arap ülkelerinden gelenlere karşı dalgası yükseldi. Yeni oluşan durumun şiddeti azalmıyor. Olayları Bulgaristan iç siyasetini son derece şiddetli etkiledi. Avrupa’nın terörle mücadele bayrağı altında birleşmesi bekleniyordu, olmadı. AB parçalanması ve öncelikle Müslüman düşmanlığı olmak üzere yabancı aleyhtarlığı ağırlık kazandı. Halep’ten kaçan Suriyelilerin Bulgaristan’a yönelebileceği tehlikesi belirdi. Avusturya’nın mali, maddi ve asker-polis desteğiyle göçmen dalgasını durdurma çabalarının Makedonya Yunanistan sınırına kaydığını gösteriyor. Avrupa doldu. Bulgaristan sığınmacı dalgasının ülkeyi istila edeceğinden korkuyor. Savaş tırmanmaya devam ederken yalan makinesinden buhar çıkıyor. Münih Güvenli Konferansı karalama kampanyası göklere çıktı. Rusya Başbakanı Medvedev’in Münhen Güvenlik Konferansında hafta sonunda “soğuk savaş” yeniden başladı, dedi. Ardından Rusya propaganda makinesi yalan değirmenini harekete geçirdi. Rus propagandası doğru olan her şeyi ret ediyor. Propaganda siyah beyaz oldu. Türkiye’ye karşı Osmanlı zamanından kalmış karalama ve bulaşık kafası Moskova TV ekranlarından izleyicilerin kafasına boşaltıldı. “93 savaşından” önce Osmanlı ordularının sözde Bulgarları katlettiğini konu eden ressam karalamalarının tümü gösteriliyor. O zamanlar Rus halkını Osmanlıya karşı kışkırtmak için yazıp çizen Dostoevski’nin yazıları her güm yeniden okunuyor. Siber saldırılardan biri hafta sonunda Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’a yapıldı. Ukrayna devlet yönetimiyle uydurma tercümeli telefon görüşmesi yayınlandı.


20

BG-SAM

Türkiye’nin AB’den para istediği, ege ve Akdeniz kıyılarında güvenlik tedbiri almadığı, tekneleri alabora olan sığınmacıları kurtarmadığı gibi yalanlar çoğaltılarak her dilde yayınlanıyor. Türkiye’ye karşı propaganda yoğunla ştırılıyor. Rus saldırı propagandası askeri vitese geçmiş durumda ve her cümlesinde savaş kokusu var. Rus uzmanlarının açıkladığına göre, Türkiye Cumhuriyeti. Askeri hava güçlerinin hepsini yok etme planı yapılmıştır. Akdeniz’deki Rus savaş gemileri’nde saldırı hazırlığı görüldüğü gizli tutulmuyor. NATO’nun öncü gücü olan Türkiye’nin yok edilmesi konu ediliyor. Rusya merkez iletişim araçlarında, devlet TV ve radyolarında, Türkiye’ye karşı kötüleme kampanyası alabildiğine devam ederken, Rus halkı tarihinde ilk kez olmak üzere haklı olmadığını bilse de, karalama eylemlerine aktif katılmaya zorlanıyor. Rus saldırganlığına cevap vermede başarılı olan, canlı TV açık oturum tartışmalarına katılan Türk gazeteci Fuad Abbazov, Türkiye Cumhurbaşkanı ve Türk devletinin haklı tutumunu ve davasını başarıyla savunurken, saldırganın neden olduğu yıkım ve katliama her defasında işaret ediyor. Almanya’nın Münih kentinde düzenlenen “Güvenlik Konferansında” Fransız Başbakan Manuel Vals, modern terörizmle mücadele etmenin diplomatik yolları olmadığına, DEAŞ’in da dünyanın hiçbir ülkesinde ofisi ve temsilciliği bulunmadığını ve arabulucularla dahi görüşmeye yanaşmadıklarını söyledi. Bu cümleden olmakla, total saldırıya geçen Rusya’nın da sözde “anti İslam devleti mücadelesine” katıldığı, ama Türkiye ile yarattığı suni gerginliği aşmak için görüşme masasına oturmadığını, devlet başkanı Putin ile Dışişleri Bakanı Lavrov’un Türk yetkililerin görüşme tekliflerine yanaşmadığı ve onların da gerçek teröristler gibi davrandığı konu edildi. Konferansta konuşan İngiliz dış ileri bakanı, Rus uçaklarının sivilleri bombaladığına dikkat çekti. ABD Dışişleri Bakanı John Kerry ise, Avrupa kıtasının İkinci Dünya Savaşından beri en derin göç, terör ve Rusya ile çatışma bunalımı yaşadığını söyledi ve bu defa da Amerika devletinin Avrupa’yı yalnız bırakmayacağını dile getirdi. O, Avrupalıların kendilerini yenilmiş (ezilmiş) hissettiklerine ve kendilerine meydan okunduğu havasına girdiklerine işaret etti. Rus basını Münih Konferansında son adımların atıldığını, savaşı durdurabilecek yeni bir durum ve güç olmadığını yazıyor. Yorumlarda Rusya’yı Gürcistan’da ve Ukrayna’da kurduramayanlar, Suriye’de durduramayacaktır, öngörüsünde bulunuyorlar. Bunu yapanlar, Balkanlarla ilgili konuşurken, Rusya’nın Balkanlar-


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

21

daki etki alanlarının genişletileceğinden söz ediyorlar. AB ve NATO üyesi 3 Baltık ülkesinin 3 saatte işgal edileceği tekrar ediliyor. Ev sahipliği yapan Almanya Başbakanı Merkel ise, Suriye çocuklarının hepsini almanya’ya almaya hazır olduklarını açıkladı. İşte böyle bir ortamda, dünyaya gözdağı vermek isteyen Rusya Başkanı Putin, hafta sonunda 3 bin kilometre uzun bir cephede hava, deniz ve kara tatbikatı yaptı ve savaş hazırlıklarına devam edileceğini bildirdi. Rusya’nın AB üyesi 3 Baltık ülkesini işgal etmek için 17 ağır silahlanmış tümeni sınır boyuna dizmesine karşı, ABD 2016’da Orta ve Güney Batı Avrupa ülkelerini savunma harcamalarını 10 kat arttırma kararı aldı ve hazırlıklara başladı. Rusya’nın saldırganlığını arttırmasına neden olan, bir de Uzak Doğu siyasetinin toslamasıdır. Çin Rusya’dan almayı düşündüğü doğal gazı almaktan vazgeçmiş ve alternatif enerji kaynakları kullanma kararı almıştır. İşte böyle bir ortamda, NATO’nun içinde ve Batının yanında olan Bulgaristan ve diğer birçok Avrupa devletinden Rus saldırganlığını durdurma açısından ilk kararlı adım olan “CU-24” savaş uçağının düşürülmesine, ayrı ayrı devletler olarak, ilk anda NATO ülkelerinden güçlü destek gelmedi. Avrupa devletleri sanki bunu yaparsak “Rusya bize ne der” - egemenliğini savunan ve bağımsız ve müttefik bir devlet olan Türkiye ile dayanışma içinde olduğunu duyurmaktan çekinen bir ortam hakim oldu. Pek tabii ki, kendiliğinden olmak üzere, Avrupalılar Türklerden neden korkar sorusu gündem olmaya başlarken, Bulgaristan çatırdadı ve olay, Rus baskısıyla olduğu gözden kaçmadı. Lütfi Mestan döneminde, Türkiye egemenliğini savunan ve Rus uçağının düşürülmesini kınayan HÖH bildirisi, yalnız parti yönetiminin başını yemekle kalmadı. Bulgaristanlı Türk Müslümanları “Rusyacı mısın? Türkiye’den yana mısın” sınavından geçti. Medya baskısı altına alındı. Bir NATO ülkesinde bir etnik azınlık üzerinde iç baskının bu noktada şiddetleneceği beklenmiyordu. Bu olayın motoru olan Rus istihbaratının kullandığı ajan başı Ahmet Doğan ve çetesi, Bulgar iç siyasetini karıştırmayı başardı. Bulgar kamuoyunun NATO’dan, AB’den ve Atlantik bağlaşıklığından yana olduğuna tereddüt getirmeye çalıştı. Türkiye’nin dayanışma alarak daha da güçlenmesi eğilimine engel olmaya çalıştı. Rusçu, Putinci, biz Rus çizmesi altında olmazsak rahat edemeyiz diye tutturan dazlak kafalılar aktifleştiler. Türkiye’ye, İslam’a ve Suriye’de terörizmin başını ezip barış tesis edilmesi için savaşan güçlere karşı başkaldırmaya başardılar. Bu arada iç darbe yapan Ahmet Doğan, HÖH partisini bir daha parçalayabildiklerine sevinenler anti-Türkiye dalgasını iyice kışkırtabildiklerinden de memnun olmalılar. Bu bakıma Ahmet Doğan ve ihanetçi yandaşlarının oynadığı rol büyük oldu.


22

BG-SAM

Demek oluyor ki, tarih tekrar ediyor. Rusya’dan kopma siyaseti vaktiyle Aleksandır Batenberg’in başına değişik belalar sarmıştı. Bulgar halkını Rusya’nın koynuna sıkıştırma politikası 1945’ten sonra yüz binlerin kellesine mal oldu. Bu defa da Rusya’dan kopma ve Batıya ve Türkiye’ye sığınma siyaseti kurban almaya başladı. Bunlardan en yenisi Lütfi Mestan ve arkadaşları olduğunu kabul edelim. Siyasi değişiklerin kozmetik olmaması için derinlere inmeye halkımızla iç içe olmaya çalışmalıyız. Bu büyük kavga nasıl ve ne kadar alevlenirse alevlensin biz mutlaka Türkiye’nin yanında yer almak zorundayız. Doğru ve zamanında haber almak için BULTÜRK ve Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi yayınlarını izleyiniz. Pazar akşam, Rusya TV birinci programında konuşan aşırı milletvekillerinden Vladimir Jirinovski canlı yayında konuşurken Suriye topraklarında son Türk ve Suudi Arabistan askerine kadar öldürmeliyiz, Halep yerle bir edilmeli, canlı kalmasın, çağrısında bulundu. Propagandanın yükselttiği son şiar şudur: “Biz Barış Anlaşmasından Yana Değiliz!” Rusya devleti, silahlı kuvvetleri, toplumsal ve özel TV yayınları, radyoları ve basını seferber olmuş ve savaş hazırlığına başlamıştır. Yakın Doğu’da yürütülecek bütün halkı yok edecek Üçüncü Dünya Savaşı’ndan söz ediliyor. Devamlılık ve ısrarla yürütüldüğünde bu direnişler demokrasi aradığını ilan eden ülkelerde başarı vermek zorundadır. İşte bir örnek: 2000 yılından beri Kurultay kararları Sofya mahkemelerince onaylanmayan ve kayıtlara kaydedilmeyen Bulgaristan Türkleri Başmüftülüğü 25 Ocak Kurultayında muvaffak oldu. Kurultay kararlarının kaydının yapıldığına ilişkin mahkeme kararı yayınlandı. Böyleye yasal ve meşru durumumuza dönebildik. Bu kararın mahkemece tasdik edilmesi Müslüman halkımıza rahat bir soluk aldırdı. Kurultay kararının onaylanması aynı zamanda, polis ve ateist olan fakat Başmüftülüğü değişik dolaplar çevirerek geçim kaynağı olarak kullanan Nedim Gencev grubuna da çok sert bir darbe oldu. Doktor Mustafa Hacı Başkanlığındaki Başmüftülüğün yasal çalışmalarına devam etmesi, din şarlatanlarının ve Bulgaristan Türkleri vakıf ve Başmüftülük mallarına göz dikmiş olan çevreleri niyetlerini suya düşürme yolunda atılmış büyük bir adımdır. Öte yandan, Sofya’da Balkan Yüksek İslam Enstitüsü kurulması tartışmaları devam ediyor. Birçok iletişim aracı, Bulgar nüfusun yoğun olduğu kentlerde bu konuda anket düzenleyerek “hayırcı” kamuoyu oluşturup örgütlemeye gayret ediyor. Engeller bitmeyecektir, fakat biz de yolumuza devam etmeye kararlıyız.


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

23

Işıl Işıl Şiirler

Hamiyet Çakır-15.Şubat.2016

Konu: Şairlerimizi tanıyalım. Şairlerimizden Durhan Hasan Hatipoğulu, 25 Mayıs 1937 yılında Bulgaristan’ın Haskovo ilinin Hocaköyü’nde (Rabovo) dünyaya geldi. Sofya’da Türk Pedagoji Okulu’nu bitirdikten sonra (1955) Sofya Üniversitesi’nin Doğu Dil ve Tarihleri bölümünden mezun olmuştur. Kırca ali’de öğretmenlik, tiyatro yazarlığı ve tiyatro müdürlüğü görevlerinde bulunmuştur. Şiir denemelerini Bulgaristan’da yaşayan Türk etnik azınlığının zengin sözlü edebiyat ve sanatından esinlenerek geliştirmiş ve sürdürmüştür. 1950 ve 60’lı yıllarda “İnsan kardeşlerim” şiir derlemesi ve birçok tiyatro oyunu yayınlandı. Türkiye’ye göçtükten sonra yaratıcının “Kanlı Horon” adlı anıları ve “Yalancının Mumu” adlı tiyatro oyunu da mevcuttur. Şair Durhan Hatiboğlu’nun 1989’da göç etmek zorunda kaldığı anavatanda kaleme aldığı şiirlerinden üçünü sizler için seçtim. Günaydın Türkiye’m Zalim Bulgar bebeye beş el ateş etti. Günaydın Türkiye’m Ayşe Ayşe Ayşecik Anavatanım, özyurdum, Durur şimdi, Aç kollarını, evlatlarına geliyor! Çürür şimdi mezarda... Alileri, Mehmetleri vurdular, Kan kusturdular Fatmalara, Zeyneplere, Yaman esti karayel, yaman, Zaman hiç akmadı, hep durdu. Dağbaşını duman aldı, Tanklar homurdandı, itler kudurdu. Akmaz oldu gümüş dere... Evlerimizi hep gece yarı bastılar; Sen şefkatlisin, akıllısın, Yücesin de; Haramiler pusu kurdu geçtiğimiz yollara, Yolumuzu hep cüceler kesti. İğrenç yalanlar astılar sonra Kapandı el kapıları, Yeşil yeşil fenerlerle Evimizin eşiğinde acı rüzgârlar esti. Işıl ışıl dallara... Dan dan vurdu çanlar zulmete, Günaydın Türkiye’m Nazlı bebelerimizin rüyasına Aç koynunu, ozanların geliyor! Korku girdi, ölüm girdi. Onlar ki, Ayşe Ayşe Ayşecik, Susturulmak istendi, susmadılar, Boncuk gözlü bebekti, Allı pullu horozlar gibi öttüler hep


24

BG-SAM Türk olmanın mutluluğuyla yandı hep Şiirimizde iki milyon insan kardeşimiz. Geldik, kavuştuk sana, çok şükür. Efkârlıysak, ağlamaklıysak şu an, Bizi özürlü say, Çünkü biz, Bir yarayız, Özgürlüğün sinesinde yaşayan! 16 Haziran 1989 Kapıkule Özgürlük Üstüne Söylenmiştir

Geceye karşı; Sokak sokak, çarşı çarşı Gelmeden dize, Bir bayrak oldular Yenişmeye, Eskimeze, Katledilen Recep Küpçü’nün Altın dişi, cevher düşü vardı, Ömer Osman, Yaralı güvercin. Rıza Molla’nın müritleriyiz biz.

Edirne’den Ardahan’a kadar, Höyük höyük, katar katar, Güveren dal, yalaza buğday, köpüren su, Sen, paha biçemediğimiz, Büyük yaşatan güçlü bir ulusu, İçimize dolan aydınlık, Alnımızdan damla damla akan ter, Sen ismini yazdığımız beş arşın beze, Anafartalar, İnönüler gibi şanlı, Mustafa Kemal’in kalbindeki hız;

Yüceliğini çağlara sığdıramadığımız Şehitlerimizin kalbinde açan gül, Ve dualarımız, dileklerimiz bunca; Mutlarımızı bütünleyen dört yapraklı yonca Evladan kurşuna kadar olan mesafe, Büyük ölülerimizin tek parmak tetiği; Soframızdaki nimet, gözlerimizdeki fer, Kimsesizlere ev bark, yetimlere ana, Şefkatinle gözettin ilelebet İçimizdeki cihana

Bir Ayrılık Türküsü Mendiller çürüttü gözümün yaşı, Ah’larım eritti dağları, taşı, Bıraktık yâd elde bacı, kardeşi... Ayrılık, ayrılık, beter ayrılık, Bu kadarı bize yeter ayrılık.

Hani benim sevdiklerim nerede? Bomboş evler, çekilmiş tüm perdeler, Çatı çökmüş, kiremitler yerdeler... Ayrılık, ayrılık, zalim ayrılık, Sormazsın nicedir halim, ayrılık.

Benim orda evim barkım yerim var, Her karış toprakta alın terim var, Mezarında yatan bir pederim var. Ayrılık, ayrılık, zalim ayrılık, Gözlerimde tüten duman ayrılık.

Eşiği aşınmış baba ocağım, Çocukluk günlerim, erginlik çağım, Sizleri asla unutmayacağım Ayrılık, ayrılık onmaz ayrılık, Sonuna bir nokta konmaz ayrılık...


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

25

Bu Millet Yenilmez

Filiz Soytürk-15.Şubat.2016

Konu: Hikâye ve masallarımızda yaşayan kahramanlıklarımız. Osmanlı devleti yıkılmıştı.Anadolu’da muhteşem bir Kurtuluş Mücadelesi veriliyordu. Çanakkale yenilgisinin izlerini hâlâ üzerlerinden atamayan Batılılar, yeni bir Osmanlının doğmasından endişeliydi. Bundan dolayı Anadolu insanının Kurtuluş Mücadelesi’ni yakından izliyorlardı. O günlerde birçok yabancı casus, gazeteci sıfatıyla ülkemizi geziyordu. Bir Fransız casus heyeti de gazeteci sıfatıyla Anadolu köylerini dolaşmaktaydı. Anadolu köylerinin içinde bulunduğu yoksulluğu gördüklerinde için için seviniyorlardı. Köylerde genç erkek namına, bir numune dahi görmemeleri onları umutlandırmıştı. Her taraf dullar ve yetimlerle doluydu. Dalı budağı budanmış bir ağaç gibiydi Anadolu. Sefalet diz boyu idi. İçlerinden birisi yanındakine gülümsedi. Türkler bundan sonra bir daha bellerini doğrultamazlar. Tarih bundan sonra Türkleri sahnesinde göremeyecektir. Yanındaki gazeteci gözlerinin içi parlayarak tasdik etti onu. Bir zaman sonra gazetecilerin yolu Eskişehir istasyonuna düştü. O zamana kadar gülen bir yüzle karşılaşmamışlardı. İstasyondaki üç çocuk neşeyle oynuyorlardı. Çocukların ayaklarında ayakkabıları yoktu ve üzerlerinde elbise olarak yamalı çuvallar vardı. Çocukların üzerlerindeki çuvalların boyunları ve kol yerleri delinerek elbise şekline getirilmişti. Bütün bunlara rağmen onların neşeyle oynayıp gülmelerine bir anlam veremeyen gazeteci, çocuklardan birine yaklaştı: “Senin baban nerede?” “Babam, Çanakkale’de vatan için din için şehit oldu.” Çocuk bunu söylerken babasıyla gurur duyduğunu gazetecilere hissettirmişti. Diğer çocuklar da yanlarına gelmişlerdi. Fransız gazeteci, diğer çocuklara da aynı soruyu sordu: “Ya senin baban?” “Benim babam da Çanakkale’de din için vatan için şehit oldu.” Bu kez üçüncü çocuğa da aynı soruyu yöneltti gazeteci: “Benim babam da Yemen’de şehit oldu.”


26

BG-SAM

“Peki, babalarınız yok, size kim bakıyor.” “Ninemiz,” dedi üçü birden. “Siz kuzen misiniz?” “Evet, emmioğullarıyız.” “Ya dedeniz nerde?” “O da şehit oldu Çanakkale’de.” “Sizin isimlerinizi kim verdi?” “Babalarımız cephedeyken ninelerimiz isimlerimizi değiştirdi.” İstasyonun hemen karşısındaki derme çatma kulübeden ihtiyar bir nine çıkıverdi. Yüzündeki çizgiler, çilenin ve acının her türlüsünü yaşamış olduğunun deliliydi. Yoksulluğu her halinden belli oluyordu. Ama bir o kadar da vakurdu (ağırbaşlıydı) duruşu. Çocuklara seslendi. “Gazanfer, Muzaffer, Mücahit, yavruların gelin size çorba yaptım, yemeğinizi yiyin!” Anadolu’daki gezisi boyunca neşesini kaybetmeyen gazetecinin yüzü asıldı. Yanındakine döndü: “Bunlar yoksul, aç, yalınayaklar. Ama isimleri Muzaffer, Gazanfer, Mücahit. Her ne kadar Türkleri bir daha doğrulmamak üzere imha ettiğimizi düşünsek de Anadolu’da bu ruh olduğu müddetçe bu millet yeniden dirilir. Biz bu milletin erkeklerini cephede imha ederken, kadınlarını hesaba katmadık. Bu millet yenilmez bir millet.” Biz Bulgaristanlı Türk Müslümanlarının dedeleri de Çanakkale gazisidir. Atatürk önderliğinde Türkiye milletini savunurken Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşunu da müjdelemiştir. Anavatanımızın her karışında atalarımızın kanı olması, bizim sonsuz gurur kaymağımız olmaya devam ediyor ve olacaktır. Biz Türk’üz ve yenilmeziz.


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

27

Düşmana Sarılmak Zorunda Kaldık

Şakir Aralantaş-17.Şubat.2016

Konu: İçinde bulunduğumuz durumun bilincinde olmak zorundayız. Bizim başımıza gelen kötülüklerin arasından en ağır olan, bize DOST olarak görünmeyi kabul ettirmeyi başaran düşmana sarılacak kadar alçalmak zorunda kalmış olmamızdır. Burada kendini DOST olarak gösteren, hak ve özgürlük uğruna verdiğimiz davadan geldiğine hepimizi inandıran, kendini kabul ettirirken, aslında hepimize, davamıza ve etnik Müslüman azınlığımıza ihanet etmiş biri olan Ahmet Doğan’dır. Onun hakkında yazılan birçok kitabın birincisi “Kim Kimdir?” başlığı altında gazeteci İliana Benovska kaleminden 1992’de Sofya’da çıkmıştı. Eserin ön sözünde “o her zaman daha zayıf olanın yanında oluyor” diyen Benovska, gerçeği göremediği için iletişim ortamında gölgede kaldı. Çünkü Ahmet Doğan “her zaman ancak zayıf olanın yanında yer alır gibi göründü”, ama halktan hiç birine asla el uzatmadı. Soru cevap şeklinde yazıulan kitaptaki ilk soru: Ahmet Doğan, siz kimsiniz? Cevap: Ancak susarak cevap verebilirim... Kitabı daha öte okumanıza gerek yok, çünkü verilen cevapların hepsi uydurmadır. Özellikle genç okurlarıma, atalarının, dede ve ninelerinin, baba ve annelerinin çok şerefli insanlar olduklarını, mücadele veren insanları aldatmanın çok zor olduğunu, onlar direniş ateşlerinden gelmişlerdi, demek isterken, 1989’da memleketimizde kalan kardeşlerimizin oyuna getirildiğini, tuzağa düşürüldüğünü anlatmak istiyorum. 4 yıldan beri Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi çalışmalarına canla başla katılıyorum. Yazılarımı yazabilmem için köyümü, insanlarını, onların geçmişini ve emellerini bilmem yeterli olmadı. Yüzlerce tarih ve felsefe, psikoloji ve araştırma eseri karıştırmam gerekti. Çalışmalarım benim için de çok yararlı oldu. Dünyaya birkaç yeni pencere açmak gerekti. Bunlardan biri içime açılan penceredir. İnsan başkalarını anlatabilmek için önce kendini anlatabilmelidir. Olay şöyle ki, her defasında bilgisayarımın başına oturduğumda başka biliri değil, kendimi, kendi bakış açımla, kendi dünya görüşümle kendimi anlattığımın farkına varınca, duruyor, bazen bir sigara püfletip, kendi kendime “çiziden çıkma” diyorum.


28

BG-SAM

İkincisi köyüme ve köyümün insanlarına ve yetiştiğim doğaya açılan penceredir. Bu açıdan bakarken fer insanın farklı olduğunu, farklılıkların toplamının köy nüfusunun ruh halini oluşturduğunu, insanlar arasındaki ilişkiler canlı olduğunu, bunların arasında yakın akrabalıkların başta geldiğini ve belirleyici olanınsa, yaşlılara gösterilen saygı olduğunu görebildim. Köy hocamıza ve muhtara, doktor ve baytara, öğretmenlere olan saygıya da özel bir yer ayırmam gerekir. Bizim köyümüz dış dünyadan haber alan bir merkez, haberleri harmanlayıp öğüten bir değirmen ve onlardan faydalanma yolları arayan bir mekanizmaydı. İnsanlarımızın kimliğini belirleyen dili, dini, gelenek ve göreneklerimizle birlikte biraz da Bulgar toplumu içinde yaşamamız, çocuklarımızın Bulgar ilk ve ortaokulunda okuması ve işyerlerimizin de Bulgar ortamında olmasıydı. Köydeşlerim iki işgal görmüştü. 1878’de topraklarımıza Varna limanından giren ve Şumen’deki Osmanlı Ordusuna saldırma hazırlıkları yaparken bugünkü ismi Suvorovo olan (Kozluca) kaza merkezinde konuşlanan Rus ordusu ve ikinci defa da 1985 Şubatında, yani bundan 31 yıl önce katlı kışlı bir havada Bulgar Ordusu zırhlılarınca kuşatıldı ve dolayısıyla işgal edildi. Bu iki işgal, özellikle de ikincisi köydeşlerimin ruh hali üzerine fazlasıyla olumsuz etki yaptı. Bizde, “adil ol canımı al” diye bir söz vardır. Devlet bize karşı adil davranmamıştı. Bu olaydan sonra köyümüzün ahalisi üçte iki oranında azaldı, Büyük Göç büyük yaralar açtı. Sızıları dinmiyor. Size köyümü ve insanlarını anlatırken, kendilerini çok özlemiş olacağım. Zorlanıyor. Yakın ve akrabalarının zulüm gördüğünü yeniden yaşamak boğucu etki yapıyor. Bu nedenle anlatmak istediğim olayı size, bir arkadaşımın vaktiyle bana anlattığı bir olayı anlatarak sunmak istiyorum. Hikâye şöyle olmuş. Güzel bir Türk kızı, Türk düşmanı manyak bir yabancıya âşık olmuş. Adama deli gibi tapıyormuş (Bizim, köylülerimiz 1985’ten sonra mücadele başlatıp sonra Hak ve Özgürlük Hareketine ve onun Türk düşmanı lideri Ahmet Doğan’a taptığımız gibi.) Adam Türklere o kadar düşmanmış ki kendisine âşık olan kıza Türklerden intikam alma kiniyle yaklaşıyormuş. Türk kızının kendisine olan büyük aşkını sırf bu intikam duygusunu tatmin için istismar etmeye başlamış. (Ahmet Doğan’ın köyümüze büyük bir okul yaptırdığı, içini kitapla doldurduğu ve asla hizmete açmadığı gibi.) Kıza bin türlü hakaretler, eziyetler ediyormuş. (Okulsuz çocuklara okul kapısını göstermek de bir eziyet türüdür.) Bunlara rağmen kız, ona deli gibi tapıyor, adamın her sözünü ayet gibi biliyor, her aşağılayıcı hareketinde bir keramet arıyormuş. Adam, bir gün kızı karşısına dikmiş. Seninle heyecanlı bir oyun oynayacağız demiş. Buna göre kızı bir duvara dayamış. Ellerini ve ayaklarını olabildiğince yanlara açarak duvardaki çivilere bağlamış. Böylece kız, ellerini ve ayak-


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

29

larını hiçbir yere hareket ettiremez olmuş. (1985’te köyümün basıldı gibi, felç olmuştuk) Sonra bacaklarının arasına, apış arasına tabure üstüne bir elma koymuş. Karşısına geçip 50 metre uzaklıktan elmayı vurmak için silahla ateş etmeye hazırlanmış. Bu durumu gören kız, bağırmaya, yalvarmaya başlamış. Yapma etme, yanlışlıkla beni vurursun, ölürüm falan dediyse de, adam aldırmamış ve nişan alıp silahını çekmiş. Elmayı vurmuş, kıza bir şey olmamış. (Tam bizim isimlerimizi değiştirdikleri ve elimize yeni kimlik verildiği gibi) Sonra elini ayağını çözmüş. Kız şoka girmiş bir vaziyette adama sarılarak hüngür hüngür ağlamaya başlamış. Hikâye kısaca böyle. Bu hikâye bugün bize neleri çağrıştırıyor birlikte bakalım. 26 yıldan beri, hepimiz Türk düşmanlarına sanki âşık olmuşuz. Ahmet Doğan gibilerine tapar gibi olmuşuz. Dışarıdan ve içeriden bütün Türk Müslüman düşmanları, kayıtsız şartsız tapar duruma gelen boş kafalılar, gözü körler durumuna gelmişiz, oysa aynı zamanda bizim kendilerine taptıklarımız Türklere her türlü hakaret yapılırken seyirci durumda seyircidirler. İşsiz kaldık, Avrupa kıtasında en yoksul durumdayız, artık % 71’imiz her şeyin kökten değişmesi gerektiğine inanıyoruz. Fakat hala sürüm sürüm sürünmeye razı oluyorlar, orta yerde elle tutulur bir şey yokken gönlümüze boş umutlar ekerek elimizde avucumuzda neyimiz varsa alıyorlar, neyimiz varsa, neyimiz yoksa alavere dalavere ile alıyor, tarihimize, atalarımıza, dilimize, dinimize kültürümüze, bütün dini ve özgün manevi değerlerimize her türlü hakareti yapıyorlar. İnsanımız içine kapanmış. Korktuğu belli. Tüm bunlara rağmen sindirildiği zamanların izlerinden kurtulamayan, onları silkemeyen Türk Müslüman halk onlara sabırlı davranmaya, iki de bir “hoşgörü” diklenmeye, hoşgörü mevlitleri yapmaya devam ediyor, hatta kabul etmek istemese bile düşmanlarına tapmaya devam ediyor. Son ayların gelişmelerinde Türklüğümüze karşı yeni saldırılar baş gösterdi, neymiş efendim Bulgar Milli Çıkarları ön plandaymış. Bizim Bulgar milli çıkarlarına dil uzattığımız yok da, ülkemizi kavim kargaşası içinde kargaşaya götürmeyi düşünüyorlar. Suriye barbarlığında saldırgan Rus uçaklarının hastaneleri, okulları bombalamasını 2 milyondan fazla cana kıymasını nasıl haklı bulabiliriz. Biz barıştan yana insanlarız. Son olaylar bize Bulgaristan’da Türk düşmanlarının dışarıda ve içerde işbirliği halinde çalıştıkları çevreler olduğunu ortaya koydu. Ahmet Doğan’ın Moskova ajanı olduğunu Bulgar ve Avrupa basını yazdı. Bulgar makamları henüz tedbir almıyor. 17 Aralık gecesi Sofya’daki Hak ve özgürlükçülerin Yılbaşı Ge-


30

BG-SAM

cesi töreninde oynanan sahne, öncede hazırlanmıştır. Kendilerine tapmaz olduğumuzun farkına varmış olacaklar ki, çemberi sıkmaya yeltendiler. Amaçları, Lütfü Mestan Başkanın kellesini uçurup, Müslüman Türklere gözdağı vermekti. 4 - 5 kişinin kellesini tek vuruşta kaydırmak Türk düşmanlarının sadist olduğunu kanıtladı. Türk düşmanlığına dayalı hortlayan etnik ırkçılık propagandaları, düşmanına davranan romantik kız tavrını aratıyor. Ahmet Doğan başta olmak üzere, bizim düşmanlarımız, bizim ilericiliğimizi, aydınlığımıza, modernleşmemize, demokrasiye sevdalandığımıza, vatanımızı sevdiğimize, Türkçülüğümüze ve İslam’a bağlılığımıza hasımdır. Bizi NATO’culukla, Amerikancılıkla, Avrupacılıkla, Türkçülükle, Müslümanlıkla suçlayanlara şaşmamak elde değil. Şahsi fikrime göre, dış düşman (Rusya) Bulgaristanlı Türk ve Müslümanlara özellikle yan bakıyor ve düşmanlık kusuyor. Çünkü biz siyasi, ekonomik ve kültürel olarak Bulgaristan nüfusu içinde en uyanık kesimiz. Bu arada adalet kapasitemiz de çok yüksek. Böyle olmasa 1989 Mayısında ayaklanamazdır. Ne yazık ki, totalitarizm ajanları, Rusçular 1989 devri değişimde paralarımızı, iş yerlerimizi, din ve kültür müesseslerimizi, okullarımızı yasa dışı yöntemlerle, zorla elimizden aldılar ama ruhumuzu kıramadılar. Bunu o âşık kız hikâyesiyle mukayese ettiğimizde, biz onlar için bir mana taşımıyoruz, kızın her şeyini kendi ekliyle teslim ettiği gibi bir şey, salaklık yani. Eski yıldan çıkarken ve yeni yıla girerken, Doğan’a bağlı olan hocalar, doçentler, profesörler, politikacılar, gözlemciler, TV yayınları, gazeteler ve radyolar, şarkıcı ve türkücüler efendilerinden paracık alarak hep bir ağızdan Türklerin kimliğine ve değerlerine, dostluklarına ve geleceğine dil uzattılar. Bunu benim bir hemşerimin yapması bana ağır geldi. Ne yazık ki, kimliği yaralanmış kardeşlerim kendilerini efendi yerine, (lider) kılıfına girenlere tapmaya devam ediyorlar. Kendinden kaçıp düşmanın kollarına sığınıp hüngür hüngür ağlayan ve kurtuluşu kendilerine eziyet edenden bekleyenlere tapmakta arayanları kardeşlerimi düşündükçe, çok üzülüyorum. Halkımızı köle durumuna getirebilmek için Avrupanın en sefil tabakası durumuna ittiler ve kenardan gülüyorlar. Düşünüyorum da, benim o elmayı apış arama değil, her gün kalbimin üzerine koyup her gün oraya nişan alıyorlar. Ölüp ölüp diriliyoruz ama adamlar bizi öldürmüyorlar. Sadistçe intikam duygularını tatmin ediyorlar. Biz çaresizlik içinde ecel terleri döktükçe adamlar saraylarda katıla katıla gülerken viski içiyorlar. Gece törenleri düzenliyorlar. Başımıza gelen bin bir derde rağmen, onlar bizim kendilere hala yalvarmamızdan, ayaklarına düşmemizden, kucaklarına atlamamızdan, hak ve özgürlüklerimizi yine onlara teslim olmakta bulmamızdan gizli bir sevinç duyarak, bakışarak, gururlanarak bizimle alay etmeye devam ediyorlar. Gün ge-


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

31

liyor, ölmekten beter bir ölüm yaşıyoruz. Bulgaristan Türklerinin son 138 yılda başına gelen en büyük kötülüklerden biri - kendimizden sandığımız hainlere inanmaları, gönül vermeleri, hatta tapmaları oldu. Tuzağa düşürüldüler. Bizim ümidimizi beslememiz ve Türk olarak yeniden doğmamız ve şahlanmamız gerekiyor. Körü körüne bel bağlayan ahalimizi tamamen kazanmak, uyandırmak, bilgilendirmek ve bilinçlendirmek için kendi aramızdan yeni aydınlara, fedakâr ve cefakâr Rafetlere, Hasanlara, Hüseyinlere, Ayşe gelinlere, Hatice annelere çok ihtiyaç var. Şereflice, soyluca bir hayat yaşamak istiyorsak kendi elimizle başkalarına teslim ettiğimiz bütün maddi ve manevi değerlerimizi tekrar geri olmalıyız. Ruhumuza, kimliğimize, dilimize, dinimize, vatanımıza, toprağımıza, toprağımızın zenginliklerine sahip çıkmalıyız. Bulgaristanlı olmak gurur kaynağımız olmalıdır. Biz susarak cevap vermek istemiyoruz. Yeniden konuşmaya, direnmeye, uyanmaya bilinçlenmeye başlıyoruz.

Koltuk Değneği - 7

Dr. Nedim Birinci-17.Şubat.2016

Konu: Gizlenen gerçeklik kokuşmaya başladı. Henüz kimse seçim sloganı kaldırıp meydanlara yürümedi ama Bulgar toplumsal kazanı artık kabarcık yapıyor. Siyasetin suyu ısınıyor. İktidardakilerin işbaşından çekilme zamanı kapı çalıyor. Yeni durum budur. Analiz edelim. Yeni durum gizlenmek istense de, artık gizlenemez oldu. Siyaset tarihinde iktidarların başını yiyen en büyük düşman kimdir? Rüşvet Ppaşadır. Bizde rüşvette bir de fıkra düzdüler: Adama yol yapmak için para vermişler. O yolu yaparken parayı ceplemiş. Parayla kendine en pahalılarından bir araba almış. Araba çöken yeni yolda kaza yapmış. Paralar tamirciye gitmiş. Özet:Devletten çalınan paradan hayır gelmez.


32

BG-SAM

Siyasi anlamda kullandığımız rüşvet, devlet paralarının kişisel çıkarlar için çar çur edilmesi, devletin soyulması, toplum kanının emilmesi, çaresizliğe düşünce de iktidarın devrilmesidir. 26 yıl önce devlet damarına yapışan ve emdikçe emen kenelerden birinin bizdeki adı Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) lideri Ahmet Doğan ve onu çevreleyen, dalavere çevirmekle geçinen oligarşi yaması mafya grubudur. Bu çete, bizde kahramandır, ödüllendirilir ve övülür, ama dünyanın gözünde beş para etmeyen, yok edilmesi gereken hayırsız ve huysuzlardır. Bu grup çeyrek asır halkımızın varına yoğuna el atmakla yetinmedi. Devlet eliyle AB fonlarıyla emekçi halka, sıradan işçi, memur ve emekli katlara, öksüzlere, özürlülere, sefillere, muhtaçlara yöneltilen tüm imkânları, ödenekleri, sosyal yardımları, hizmetleri kendine bağladı, kontrol altına aldı. Hiçbir kimseye hiçbir zırnık bile sızdırmadı, kaptırmadı. Her fırsatı aç kurt gibi paramparça edip ya yarın yerim diye gömdüler ya da yiyip bitirdiler ve yeni saldırılara geçtiler. Bu aç kurt sürüsünün başında Ahmet Doğan’ın olmasından utandık, utanıyoruz. Eski Eğri Dere (Ardino) Belediye Başkanı ve HÖH milletvekili ve basık Tarım Bakanı Mehmet Dikme son olaylarla ilgili konuştu. “Saray’da” yılbaşı töreni düzenleyenler Doğan’ın iplerini çöekenlerdir, dedi. Öyleyse HÖH’te iç darbe yaptırıp Lürfi Mestan ve arkadaşlarının başını kaydırtanlar da onlar. O, iç darbe nedenlerden birine şöyle değindi: Bu, polis senaryosudur. 17 Aralık 2015’te “saraya” davet edilen şahısları polis belirlenmiştir. Bir de şu var: Lütfü Mestan Doğan kör sofrasındaki su böreğinden daha büyük bir parça istemiştir. Yani devletimizi emen rüşvet kenesinden kendine daha büyük pay talep etmiştir. Ne yazık ki, ancak meclis oyunlarında kullandığı siyasi parti yönetimini kendisine devreden Doğan, Lütfü Mestan’a ekonomik ve mali kazanç payından daha fazla kaptırmak istemediği için onu yiyip bitirmiştir. Olayı bir de geriye dönük analiz edelim. HÖH Genel Başkan yardımcılarının başını yiyen hep kör sofradaki su böreğinden daha büyük pay talep etmeleri olmuştur. Güner Tahir, Osman Oktay ve Kasim Dal vicdanlarını önlerine koyup ellerine açsalar parmaklarında paraya uzanma izleri göreceklerdir. Şöyle ki, rüşvet hastalığı kanser gibi bir şeydir. Yakalanan gider. Dönüşü yoktur. Doğan’ı götürecek olan da odur. Yetim hakkı insanı bitirir. Doğan’ı değil, önümüzdeki Nisan ayında 9. HÖH kurultayında Mustafa Karadayı, Ruşen Riza ve Çetin Kazak beraberce sarıp sarmalanıp troyka olarak çöpe atılmazsa parti de gider. Allah nazardan korusun da, dünkü çocuk şu Çetin Kazak’ın ensesine baksanıza bir, bu kuru ekmek kabuğundan olamaz, köfte katmerleri ortadadır. Her şeyin bir sınırı olmalı! Öyle ki, partiyi derleyip topar-


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

33

layacak alçak gönüllü ve gözü tok saflardan gelen yeni bir Genel Başkan bulunamazsa, parti de gidecek benziyor. Bu kalın enseli başkanları gören hiç kimse bizim aç ve sefil olduğumuza inanmaz. Ve şöyle bir şey daha var. Kasım Dal, Güner Tahir ve Osman Oktay HÖH Genel Başkan yardımcılığından çürük elma gibi düştükten ya da Doğan tarafından iç darbesiz çöpe atılır gibi ıskarta edildikten sonra, “şunu yaparız, bunu yaparız demelerine rağmen, hiçbir şey yapamamış olmaları” kurdukları yeni siyasi oluşumlarla kendilerini emekliye ayırdıklarını bilmeyen kalmadı. Çünkü “lider” olma heveslisi bu şahısların hiç biri Bulgar gizli polisinin bizim için hazırladığı “hak ve özgürlükler” emziğinin yerine yenisini koyamadı. Üç defasında da bebe emziksiz kaldı, ağlayıp katıldı. Eski parayı yasaklarken yerine geçerli yeni akçe basmak zorundasın. Hiç kimse buzağısını başkasının ahırında besleyemez. Ahır yapıp içine buzağı bağlamış olsalardı, mutlaka kazanacaklardı. Yeni akçeyi basmış olsalardı yine kazanacaklardı. Hatta bir emzik bulamadılar. Bu olayın yazısı buysa, turası da şudur. Hiç birimiz boş mideyle dolaşmak istemediğimiz gibi, sosyal alem, siyaset ve toplum da boşluklardan hoşlanmaz. Hiç bir bahçıvan, güzel meyveler vereceğine inanmadığı bir fidanı dikmez, ona bakmaz, yetiştirmez. Kuşkusuz siz yazılarınızda “HÖH - DPS kısırdır” dediğimizi defalarca okudunuz. HÖH partisinin halka meyve vermesi için dikilmiş bir ağaç olduğunu hepimiz yıllarca gördük. Haklısınız. HÖH-DPS partisinin Bulgaristan Türk Müslümanlarına faydası dokunmadı. Bir şeyler yapacağına da inanmıyoruz. Çünkü bu parti “duvar çalısı” rolü görmek için dikilmiştir. 1980’lerin ikinci yarısında Bulgarlara şiddetli hiddetlenip öfkelenmiştik ya, o zaman bizi birbirimizden ayırmak için çekildi bu çit, bu diken çalısı. Yani Bulgar köpeklerini bizden korumak için bugün de oradadır. Doğan’ın sözü bize değil, bize angajmanı, verilmiş sözü, ettiği yemin yoktur. O, işledikleri cinayetleri bilen, suçlu oldukları akıllarından çıkmayan Bulgarlara ben sizi “onlardan korurum” sözü vermiştir. Bu amaçla çekilen dikenli duvar hiçbir güvence değildir. Bu dikenli çalı dişe takılan meyve vermez, özelliği ancak dikenli olmasıdır. Yalanın en büyü de şudur: Bugün insanlarımızın karşısında konuşan ve “Bulgaristan’da son 26 yılda barışı Ahmet Doğan’a borçluyuz” diyenler, bile bile yalan söylüyorlar. 600 yıllık ortak tarihimiz boyunca bizim komşumuz, hemşerimiz, birlikte aynı mahallede, köyde ya da şehirde yaşadığımız Bulgar ahaliyle sorunumuz olmadı, olmamış-


34

BG-SAM

tır. Biz, 600 sene “hoşgörü mevlidi” okuya okuya bu günlere gelen bir milletiz. 1980’lerin ikinci yarısında isimlerimiz zorla değiştirilirken, yargısız sürgün edildiğimiz, hapsedildiğimiz yıllarda kapışmamız, derdimiz ve kavgamız Bulgar halkıyla değil Totaliter Bulgar Devletiyle idi. Biz devlet terörüyle ezildik. Bulgar komşularımız bize el kaldırmadı. İsimlerimiz değiştirilirken kapımıza komşumuz olan İvan dede ile Penka nine gelmedi. Devlet kapımıza, iş yerimize silahlı milis, asker, bereli güçler gönderdi. Köylerimize giren zırhlı araçlar ve tanklardı. En ağır günlerimizde bile Bulgar ahaliyle kapışmadık. Hiö bir Bulgar bana Türkler şunu yaptı bunu yaptı diye şikâyet etmemiştir, hakkımızda açılan dava yoktur. Üzerimize ateş açanlar sivil ve üniformalı güvenlik güçleriydi. Tekrar edelim, Bulgar komşularımızla tarih boyu sorunumuz olmamıştır. Hoşgörü mevlitlerimizde onların da sağlığı, sofrasının bereketi ve mutlu olmaları için dua etmişizdir. Onları hep aşureye davet etik! Geldiler! Biz totaliter Bulgar devletinin ayakta kalmasına dua etmedik, ona karşı ayaklandık, şehitler verdik, muzaffer olduk. Başımız diktir! Bugünkü anti-Türk, anti-İslam, anti-Müslüman kışkırtması da boş iştir. Evet Pazarcıkta, Sırnıtsa’da, Haskovo köylerinde Müslüman haneler, camiler basıldı, din kitapları toplandı. Yargılananlar oldu. Başmüftü Mustafa Hacı’nın şu sözlerine katılmamak yanlış olur: “Bulgarcaya tercüme edilen İslam dini kitapları çarpık çevrilmiştir. Müslümanların bu işte suçu yoktur!” Bu olay bana şöyle bir örneği hatırlattı. Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye’de Kuranı Kerim’i İstanbul Türkçemize tercüme ederken ve bir yandan Arapça ve Osmanlıcadan tercüme işleri ilerlerken, öte yandan da daha karşılaştırmalı olsun diye, Fransızcasından da çevirelim, diyenler işe sarılmışlar. Fransız tercümanlar, yukarıdan gelen emirlere uyarak, Fransızları İslam dininden uzak tutmak hatta tiksindirmek için olacak, “oğulların anneleriyle ve kız kardeşleriyle çiftleşmesi sevaptır” gibi yamalamalarda bulunmuşlar. Buna rastlayan Türk tercümanların divit ellerinde donmuş ve hemen olayı Büyük Mustafa Kemal Atatürk’e iletmişler. O da, görüyorsunuz işte, bizim namusumuza saldırılar Kuranı çarpıtarak da devam ediyor, demiş ve Fransızcadan tercümeyi durdurarak, olaya parmak basmıştır. Bize kötülük edenler çeteleşmiştir. Yeni durumdan söz ederken, anlatmak istediğimiz öncelikle şudur: Bizi Bulgaristan’dan kovan totaliter-komünist Todor Jivkov rejimi yıkıldı gibi oldu ama yıkılmadı. Yıkılıp mezarı kazılıp gömülmesine engel olanların başında gelenlerden biri ise, gizli servis ajanı Ahmet Doğan ve emrine verilen Hak ve Özgürlükler Partisi’dir. Bu partinin sıradan üyeleri veya partiye yakınlık duyanlar, herkes nereye ben de oraya değip partiye oy veren Müslüman Türkler değildir. Parti lideri ve lider etrafındaki çetedir. Halkımızın, seçmenimizin Bulgar tota-


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

35

liter yapısının ayakta kalmasına bilinçli katkısı olmamış ve olmayacaktır. HÖH’e oy verenler, seçtikleri milletvekillerinin bu denkli büyük kötülük yapanlara karıştıklarını öğrendiklerinde, partiden tiksindiler. Bugün artık Doğan ve çetesine başkaldıranlar ordusu oluştur. Bu ordunun Bulgaristan ve Türkiye kanadı kenetleşmiş durumdadır. İşte bu yeni noktada biz, HÖH - DPS partisi yönetimi ile tabanı arasında uçurum belirdidedik. Bu uçurum hem Bulgaristan köy ve kasabalarında hem de partiye oy veren çifte vatandaş soydaşlarımızın arasında oluşan aşılmaz derinlikli ve büyük boyutlu bir hendektir. Bu yalnız devlet soygununa katılmak ve rüşvet bataklığında boğulmak istemeyen insancıklarımızın içgüdüsel tepki ve isyanı olmakla kalmadı,, bilinçli ve örgütlü eylem alayı oluşturdu. Seri tepkiler birbirini izliyor. Yılsonunda yapılan yerel seçimlerde Deliorman ve Rodoplar’da HÖH - DPS’nin belediye ve muhtarlıklardan atılması; Kırcaali il belediye meclisi üyelerinin toplantılara girmemesi; parti il başkanı Bahri Ömerin partiden ayrılması, 17 Aralık 2015 HÖH içi darbesi; HÖH meclis grubunda ve il örgütlerinde beklenen yeni parçalanmalar art arda yeni ufuk açarken, önü asla alınmaz ve tartışma kabul etmeyen kanıtlar sunuyor. Bu parti tabanımızın HÖH yönetim çetesine karşı başkaldırısıdır. Bu yeni durumda 9. Kurultay’da HÖH’cü delegeler partide iç değişiklik, strateji, taktik ve kadro reformu yapacak, Dğancıları partiden uzaklaştıracak birt yeni lider ortaya çıkmazsa, HÖH yeniden art arda parçalanacak ve büyük bir olasılıkla Lütfü Mestan grubu seçim barajını aşacak kadar oy alabilecektir. Tabii önceden bu yeni partinin Tüzük ve Programını görmek, incelemek, tartışmak ve halka indirmek gerek... Son durumun utanç verici yeni benekleri var: Yazıma başlarken, kazanda kabarcıklar kabarıyor, suları ısınıyor dedim de, olay çok daha ciddidir. Kazan kulplarını tutanlar “hıçkırınca patlayınca yiyin” çığlıklarıyla kazanı asalakların önlerine boşaltmak istiyor. Türkçemizde isyanın bir adı da “kazan kaldırmaktır.” Görülen yol buraya çıkacak. Kazan bu defa “saray kör sofrasına toplananların” kafasına dökülecek ve o gün hepsinin eline birer kürek verilip “bu pislik sizindir, hadi temizleyin!” denecek. Gelen baharla yeniden yeşermek isteyen toplum her gün geçen seneden kalan son yapraklarını da dökmeye başladı. Yazdıklarımı şöyle açmak istiyorum. Yargıçlar: Bulgaristan’da ortalama yargıç maaşı 2015’te 720 leva idi. 25 yıl bir yargıç 720 leva maaş almış olsa bunun toplamı 215 bin leva eder. Soyulup köpeklere atılan KTB Bankasında 184 mahkeme başkanı (yargıç–hâkim) hesapların-


36

BG-SAM

dan 1 milyon levadan fazla yani gelirlerinden 4 defa daha fazla para çıktı. Böyle bir toplumda adaletin adı Rüşvet değil de nedir? Milletvekilleri: 65 milletvekilinin yalnız bu bankadaki kişisel hesaplarında milyon levadan fazla para bulundu. Bizde milletvekili maaşı 2 500 levadır. Bu adamlar gün boyu rüşvet düşünmez de ne iş yapar acaba! Bakanlar. 50 bakanın hesaplarından milyonlarca leva bulundu.Bizde bir bakan maaşı 3 bin levadır. Bu rüşvet yapılmamış reformların ön ödemesi mi oluyor? Savcılar. 152 savcının banka hesaplarında en az birkaç milyon leva para olduğu tespit edilmiştir. Bizde bir savcının maaşı 870 levadır. Bu paralar 25 yılda birikmemiş, son yılda toplanan rüşvetlerle kabarmıştır. Savcının rüşvet aldığı bir ülkede devletin adı ne olabilir? Şu an iktidarda olan Boyko Borisov hükümetinde yalnız 56 gün Ekonomi Bakanı Yardımcısı görevinde bulunan Dimitır Çohaciev 2 ayda milyon levadan fazla rüşvet almıştır. Bunu basın yazıyorsa, bizim yorumlamamıza gerek var mı? Bunlar yalnız çökertilen bir bankadan örneklerdir. Biz bu işin içinde başrol oynayanlar HÖH lideri Ahmet Doğan -HÖH milletvekili Delyan Peevski- Başsavcı Tsatsarov üçlüsüdür, derken şuna işaret etmek istiyoruz. Böyle bir ortamda adalet, hak ve özgürlük için çırpınmak beyhudedir. Toplum rüşvete teslim olmuştur. 2007’den beri artık neredeyse 9 yıldır Avrupa Birliği üyesiyiz. Brüksel bize aman Avrupa’nın en sefil ülkesisiniz deyip sağlık, sosyal yardım, eğitim, sanayileşme, çevre sağlığı için tomar tomar program parası gönderdi. Bu paraları paylaştırma ödevi (kendisinin de itiraf etti üzere) sağ ve sol iktidarlara “koltuk değneği olma şartıyla” Doğan’a verildi. Doğan bu paralardan kırıntıları Dobrucalı, Deliormanlı birkaç ve birkaç da Rodoplu Nedelino Belediye Başkanı gibi ve bazı milletvekiline paylaştırırken hepsi hakkında ardından dava açtırdı, iştahları kursaklarında kalsın diye ve çok hevesli olanların burnunu bir yumrukta kırmak için Akkadın’lı (Dulovo) Doktor Nihat Tabakov gibileri Varna hapsine attırdı. Birçok kişi tartaklandı, tehdit edildi. Hiç kimse Avrupa yatırım parasına proje sunmaz oldu. Yani paralar hep sahte evraklarla işleri idare eden, soygun çetesinin sadık elemanlarından Tadarıkov gibilere kaldı. Doğan’la paylaşıp paylaşıp sakladılar. Düşüne biliyor musunuz? Tolbuhin’e yakın her birinin kapasitesi 1000


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

37

piliç olan 40 kümesli “Altın Piliç” (Zlatno Pile) tesisi vardı. Doğancı Tadarıkov onu bile mülküne geçirmiş. Bunların aç gözlülüğünün başı sonu, doyumu yoktur. Çünkü arkalarında besledikleri koskocaman bir gizli polis ordusu var. Hırsızları koruyan, savunan, onlara dokundurmayan, uykuları kaçmasın diye saray kapılarında nöbet tutan bostan korkuluğu çetesi hep ayaktaydı ve şimdi de ayaktadır. Ve tüm olanların içinde en kötü olan ise bizim bu kirli soygun talan işlerine bir etnik azınlık olarak alet edilmemiz oldu. Hırsızlığın bizim adımızdan ve üzerimizden yapılmış olması oldu. Son günlerde yeni bir balon patladı. İktidara “koltuk değneği” olmak var da, hükümetin de koltuk değneğini yağlayıp yaprak laması, kullanmadığı günlerde kılıfta tutması, kuru olmasına dikkat etmesi var ya, işte bu noktada oldu yeni balon patlaması. Bir ayağı HÖH - DPS partisini temsil eden oligarşi uzantısı HÖH milletvekili Delyan Peevski; ikinci koltuğu da Rusya’nın Bulgaristan’daki ekonomik çıkarlarının bekçi başı Vasil Zlatev, % 50’ye % 50 bölüşmek şartıyla, danışlı dövüş Sofya - Varna anayolunun “Hemus - 2” otoyolunu inşa etme yükümlülüğü ile iki şirket sahibi olarak “ihale” kazanmışlardı. Her şey yama üstüne yama ve dolandırıcı kılıflarına zorla sığdırılmış olduğundan, itirazlar oldu, davalar açıldı. Tabii bizde dava kazanmak zordur. Bunu bilen, Başbakan Borisov, hükümet kararıyla “ihaleyi” geçersiz kıldı. Gerekçe olarak da, bu yolu yaptırmak için devlet bütçesinde 800 milyon ile 1 milyar leva arasında para olmadığını gösterdi. İlk kez olmak üzere, 15 aydan beri iktidar yorganını hep kendi üstüne çeken GERB Başkanı Borisov, “koltuk değneği” ücretini ödeyemeyeceğini alenen itiraf etti. Bu onun sonu anlamına gelmez mi? İkinci iktidarını dalgalı sözleşmelere bağlayan Borisov zor durumdadır. 15 aydır zar zor dayanan GERB hükümeti’nin anlaşmalı koalisyon ortağı olan Reformcu Blok (RB) parçalanıyor. Hem iktidar hem de muhalefet olmak zorundadır. Son seçimde 300 bin oy alan ve sırtını 1997 - 2001 yılları arasında Başbakan olan İvan Kostov’a dayayan Güçlü Bulgaristan Partisi (RB) dan çıkmaya kararlı olduğunu açıkladı. Şu anda Sosyalistler ile hak ve özgürlükçülerin meclis grupları “gensoru” vermiş olsalar da, hükümeti düşüremeyebilirler. Fakat RB içinden Güçlü Bulgaristancıların 3 bakanla iktidar ortaklığından çekilmesi yeni genel erken seçime vesile olabilir. Yeni durumda biz Türk Müslümanlar ne yapacağız? Bundan böyle sol ya da sağ Bulgar partilerine “koltuk değneği” olmak, zenginlerin daha da zenginleşmesine, oligarşinin ciğerimizi yemeye devam et-


38

BG-SAM

mesine, “saray” sofralarında yenen yemekleri düşünürken, tükürük yutkunarak karın doyurmaya devam etmek istemiyorsak, her zamankinden daha sıkı birlik, daha yakın kardeşlik, dayanışma ve omuz omuza olma azmiyle birbirimize kenetlenmemiz, bu ateşle yanmamız, örgütlenmemiz ve kararlı hareket etmemiz gerekecektir. Türkiye’den gelen telefonlar, her gün bu konuyu tartışan “Belene” kahramanları, eski tüfeklerin, mahpusçuların, bölünmüş ailelerin kin ve nefreti buna işaret ediyor. Bizi bölmek ve parçalamak ve bir daha ensemize basmak isteyenlerin hesapları boşa çıkmalıdır. Yeniden kabaran mücadele dalgasında Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği BULTÜRK, Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi’nin, diğer derneklerimizin, bağımsız aydınların, kulüp ve federasyonlarımızın rolü çok büyük olacaktır. Yeni günlerde dik durmamız zorunlu oldu! Bizi unutanları, bizi aldatanları ve umutlarımızı budayanları saflarımızdan uzaklaştırmak zorundayız! Yeni yolu açarken ilk adımlarımızı atmaya hazır olalım!

Bulgarlık Dayatmasına Son Verelim

BG-SAM-18.Şubat.2016

Konu: Hemen çözüm bekleyen sorunlarımızın başında gelen, anadilde eğitimdir. Kolumuz kaysa, kolsuz kalırız. Bacağımız kaysa, topal yaşarız. Dilimizi kaybediyoruz, Ne yapmalıyız? Topluluk olarak dilsiz yaşayamayız! Sorunların çözülememesinin, problemlerin aşılamamasının ana nedeni, suçluların cezalandırılmaktan kaçmayı başarabilmeleridir. Bulgaristan’da, 1984 -1989 yılları arasında, toplam sayıları 1 milyon 250 bin kişi olan etnik Türk Müslümanlardan 60 bin kişi tutuklanmış, sorgulamış, sudan sebeplerle yargılayarak yada yargılamadan, ailesinden ayırmış, sürmüş, “Belene” Ölüm Kampına, cezaevine, hapishanelerine tıkmış, mektuplaşanların mektuplarını okumuş, evlenmelerini, dua etmelerini, şenlenmelerini, sevinmelerini yasaklamıştır. Yani 20’den biz ce-


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

39

hennem inine girmiş, bin bir travma aldıktan sonra sanki serbest bırakılmış, korkutulduğu için göç etmeye zorlanmıştır. Manevi hayatımızın 1960’lardan beri buruk ve sarsıntılı geçtiğini hepimiz biliyoruz. Kötü gidişin önü alınamadı. Ruhsal yıkımı durdurmaya irade oluşmadı. Zulüm görenlerin içi dışı hiddet ve öfke dolmuş olsa da, Büyük Göç çilesi çekerlerken, onları izleyenlerin raporlarında “hissizleştirildikleri” ve yurtlarından kaçmaktan başka bir isteği olmayan “robotlaştırılmış insanlar” haline getirile bilmişler, diye yazdılar. Vatanından kim kaçar? Memleketinden kovuşturulanlar, arananlar, haklarında tutuklama kararı çıkmış olanlar ile yurdunda daha fazla kalmaya yüzü olmayan, cinayetlerin en kötülerini, katliamların en kanlılarını işlemiş katiler. Bir askeri beton yeraltı sığınağında eşi Eva Braun ile birlikte gizlenen ve 1945’te sözde eşiyle birlikte kendini yakan, aslında kayıplara karışan Adolf Hitler de Almanya’dan kaçmıştı. 1962’ye kadar Patagonya’da yaşadı ve orada öldü. Kaçmamış olsaydı 25 milyon Alman vatandaşının ve milyonlarca da Yahudi’nin ölüm kaplarından yakılmasından ve Almanya’nın yerle bir edilmesinden suçlu biri olarak ya linç edilecek, ya da Nürnberg Savaş Suçluları Mahkemesi’nde idam cezası alacaktı. Savaş suçlularının 2’si Almanya’da biri de Romanya’da geçen hafta tutuklandı ve yargıya teslim edildi. Almanlarının faşizmden ve faşistlerden, Nazilerden arındırılması kolay olmadı, 70 yıl sürdü ama başarıldı. 1989’dan sonra ülkemizin de totaliter rejimin silahlı katillerinden, infaz imzalarını atanlardan, kendilerini mahkemelerin yerine koyan dere beylerden, avukatı, savcı ve yargıcı hiçe sayanlardan, anayasayı ve yasaları rafa kaldıranlardan, insan haklarından söz ettirmeyenlerden temizlenmesi, arıtılacağı vardı içimizde ama olmadı. İsimler değiştirilirken 42 Türk kadın ve erkek kahraman kurşunlandı, yüzlercesi yaralandı. Katiller aranmadı ve bulunmadı. 12 bin Türk Müslüman hapis yaptı sürüldü. Bu zorbalıktan hesap soran olmadı. Bu insanların en önemli hakkı olan doğdukları topraklarda yaşama hakkı ellerinden alındı ve vatanlarından kovuldular. Sökülüp sınır dışına atıldılar. Ve katiller ve yardımcıları, dalkavukları, kertenkele gibi renk değiştirdi, barba gibi kılıf değiştirdi, ismini değiştirdi yine iktidar oldular, hükümete çöreklendiler ve bir daha kalkmadılar. Todor Jivkov dönemi bize Bulgarlık dayatmıştı, 1990’dan sonra sis kalkmadı, hava boğuyor.


40

BG-SAM

Çok iyi dikkat etmemiz gereken hususun özündeki ise şudur. Anadilimizin atkısı Türkçemizse, çözgüsü dinimizdir, kültürümüz ve uygarlığımız ise bu ikinin bütünlük ürünüdür. Bu bütünlük bozulduğu an, başka hiçbir şeyin önemi yoktur ve olamaz. Bin bir travma aldık dedik. Amerikan psikiyatristlerinin not defterlerinden bir örnek alsak, farelerde birkaç dakikalık stresin beyinlerini ömür boyu değiştiği izleriz. Anneler bilir, çocuklar esnek doğmaz. 0 ile 7 yaş arasında beyinleri büyür ve duyum sistemi gelişirken travma ya da taciz görse açılan yaralar ömür boyu silinmez. Biz Bulgaristanlı Türkler artık üçüncü kuşan travmalıyız dediğimiz zaman, 1950’lerin sonunda rahlelerinin üzerinden Türkçe kitapları, cami odalarından din kitapları toplanan dedelerimizin ve bizim çocuklarımıza kadar uzanan kuşakların bu yaralanmayı devamlı olarak yaşadığını yaşadık ve yaşıyoruz. Anadilimizde yazıp çizmek, eğitim ve öğretim görmek, sanat etkinlikleri yasayı ile birlikte, sokakta ve diğer sosyal alanlarda konuşmak, tartışmak, eğitim ve hizmet dili olarak anadilimizi kullanmak hep imkânsızlaştırıldı. Türkçe etkinlikte bulunmanın cezalandırıldığı ve daha da sert önlemlerle baskı yapıldığı (Türkçe kitapların yasaklanması, şarkı, türkü kaset ve CD’lerinin yok edilmesi) ve bunun genel zulmün bir biçimi olarak devlet eliyle uygulandığı dikkate alındığında, olayın son derece ciddi olduğu gün ışığına hemen çıkıyor. Ciddi baskı ve terörün bıraktığı izler derin ve kapanmaz olmuştur. Okullarda Türk dilinde eğitim programlarının kaldırılması ve anadilimizde kitap basımının yasaklanması sonucu lise, kolej ve üniversite mezunu Türk-Müslüman aydınlar yetişmesi yolu kesildi. Havanın sertleştiğini sezen aydınlarımızın ilk büyük grubu 1976 göçüyle yortan ayrıldı. 1989 göçünden sonra Türk Müslüman doktor, mühendis, sanatçı ve öğretmenleri Bulgaristan’dan gitti. 2007’de Avrupa Birliği’ne girmemizle uzman işçiler, yabancı dil bilenler, ustalar, gençler ve aileleri köylerinden Batı ülkelerine uçtular. Bu hareketlenin temelinde hangi güncel nedenler ağır basmış olursa olsun, kaşınan travma hep eski yaralardı, anadilimizin yasaklanmış olmasıydı, ısınamadığımız bir yaşam tarzına zorlanmamızdı, özgün kültür ve din haklarımızın tanınmamasıydı. Eğitim olanaklarının daralması, eğitimli ve diplomalı genç aydınlarımız için istihdamsızlık, umutsuzluk vb oldu. İki dil kılıfı içinde Bulgarca dayatılmasını kabul etmeye devam etmemiz bizim sonumuz olacak, biz kendimiz teslim olmayı kabul etmiş olacağız. Sözde bizim için yapılan her şey aslında bir tuzaktır. Bulgar ulusal devlet bütünlüğünü ve Bulgar sözde etnik modelini kabul etmekle biz Türk Müslüman kimliğimizi,


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

41

dilimizi, dinimizi, özgün kültürümüzü ve yaşam biçimimizi ret etmiş oluyoruz. Yarım yüz önce uygulanmaya konan ve tüm tük okullarının devletleştirilmesiyle taçlanan, anadile ayrılan saatler sıfırlanana kadar “iki dilli eğitime geçiş” projesiyle asimilasyona doğru en büyük ve kararlı adım atılmıştı. Buracıkta, şu ince noktaya dikkat etmek zorundayız. 1989’da diktatör Todor Jivkov’un totaliter komünist reji sarsılıp yıkılırken ve bu mücadelede Türk Müslümanların olağanüstü büyük olduğu düşünüldüğünde, demokratik ortamda özgün haklarımızı ve özgürlüklerimizi mutlaka elde etmemiz gerekiyordu. Totalitarizm - demokrasi didişmesi 26 yıldan beri devam ediyor, kah kızışıyor, kah serinletiliyor, ama oyun bozulmuyor. Kimse anayasaya dokunmak, anayasanın içinde totalitarizmi sökmek, etnik azınlık topluluklarının haklarını tanımak, seçim sistemini değiştirmek, halkın iradesine gerçekten özgürlük tanımak, demokratik insan haklarının tümünü tanımak ve buna göre yasaları da değiştirme maddeleri işlenmiyor. Etnik Türk Müslüman ropluluğunun milli harcı olan anadilimiz Türkçeyi resmen tanıyan ve ona yaşama hakkı tanıyan maddeler getirmeye çırpınan yok. HÖH - DPS döneminde, meclis oyunlarıyla iktidar partilerine koltuk değneği olma siyaseti sürerken, demokrasi, insan hakları, genel kültürel haklar ve etniklerin özgün kültürel hakları, barış, güvenlik ve özgürlük vb adına bu kavramların haklarını çarpıtmadan uygulama sağlayacak yasal değişikliklere gidilmedi. HÖH - DPS partisi totalitarizmin özünü ve kabunu karumak için hayata çağrıldığı için tavız üstüne tavız vermek zorunda kaldı, 1992’de yıkılan Bulgaristan ekonomisinin yerine mafya düzeni, oligarşi sistemi, devleti dalavere yaparak soymaktan başka bir şey bilmeyen rüşvet rejimi kurulmasında önayak oldu. Parti halktan tamamen koptu. Ekonomiyi, sosyal yaşamı, kültürel geçmişimizi ve geleceğimizi yıktığı gibi, Türk Müslüman kimliğimizi de ateşe verdi. HÖH lideri Ahmet Doğan’ın saçmalıktan başka bir şey olmayan yeni “Bulgar milli menfaatleri” siyaseti Bulgaristan milli birliğine bir darbedir, ulusal bütünlüğümüzü baltalamayı, Türk Bulgar dostluğuna travma vermeyi amaçlayan bir tuzaktır. Şu unutulmamalı, bugünkü saldırgan Rusya’nın çıkarları Bulgaristan milli çıkarlarıyla çakışmadığı gibi, Bulgaristan Müslümanlarının menfaatleriyle asla ilintili bile değildir. Şu iyi bilinmeli, Bulgaristanlı Türk Müslümanların anadil, çzgün kültür ve yaşam tarzı ile din hak ve özgürlükleri bütünsel tanınmadan, tek devlet, tek vatan, tek bayrak ve egemenlik davası başarıya ulaşamaz. Bulgaristan Müslümanlarının ve Türkiye’deki soydaşlarımızın oylarıyla siyasette, ortak, denge faktörü, koltuk değneği ya da yapıcı muhalefet durumuna


42

BG-SAM

gelen HÖH - DPS partisi oyunu aldığı insanları yoksullar ve sefiller çizgisi altına iterek milli kimliklerini yok etme, onları sürekli korku ve baskı içinde yaşatma siyaseti yürütmeye devam edemez. Bu gidiş partinin beşinci defa parçalanmasının çok yakın olduğuna sinyal veriyor. Parti etnik zümrecilik, din adamlarını yalıt lama, gençlerin umudunu çalma ve vatanımızın utkunu karartma siyasetinden vazgeçmelidir. Bulgar demokratik kamuoyu HÖH - DPS partisi bir mafya-mason-oligarşi yapılanması olarak bakıyor ki, bu gidiş uçurumadır. Milli sorumluluk milli bütünlüğü esas almalı ve etnik grupların haklarına konma siyasetinden kesinlikle uzaklaşmalıdır. Vatanımızda yaşayan Bulgaristanlı Türkler bu memleketin en az Bulgar kavmi kadar efendisi ve sahibidir ve bu durum korunduğunda aşılamayacak durum olmayacaktır. Başta HÖH troykası olmak üzere, kendilerini Müslüman olarak kabul ettirmeye çalışan siyasetçiler de “ateizm” ve başka yerlere kendileri yamama anlayışıyla vedalaş-malıdırlar. Din ile siyaset ateşle su gibidir, yaratan onları birbirinden uzak kalsınlar diye yaratmıştır.Bu sözler, Bulgarcılık siyaseti için de geçerlidir.

İhanet Eden Biri, Sonradan İyi Ahlaklı Olamaz

İbrahim Soytürk-18.Şubat.2016

Konu: Nasıl nabız alınır biliyor musunuz? Lise öğrencisiyken okuduğum ve çok etkilendiğim romanların biriydi “Briç Oyuncuları”. En yüksek seviyede korunan hapishanenin hücre ve koridorlarından geçmiş, ceza yıllarını aşındırmış, nefret ve kinin tortulaşmasını bekleyebilmiş ve çok gürültülü kapanan o demir kapıdan dışarı adımlarken tebessüm eden güneşe “özgürüm” diye haykırabilmiş 4 kişiydi eserin kahramanları. İki üç yılını “briç oyuncusu” eski katillerle geçiren yazar, deneyimlerin sonradan gelenleri filtreleyişini anlatmıştı. Cevabını aradığı soru, ihanet etmek bir katillikse, ihanet eden birinin, sonradan iyi ahlaklı olma şansıydı konusu. Davası görülmüş, ceza çekilirken dökülen tuzlu terle birlikte insan arınır, pişmanlık geçirir, aklı dengesi yerine gelir desek de, gizli işlenen, açıklanmayan suçlar filtre-


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

43

lerde nasıl süzülür, tortusu nasıl alınır, yoksa gizli katiler ve hainler ömür boyu soğan zarı gibi kokar mı? İşlenilemeyecek hainlik olmadığı gibi, af edilemeyecek suç da yoktur. Fakat her suç af edilmez. Faili bilinmeyen cinayetler, bilinçli olarak işlenen ama gizli kalan suçlar, insanları süründüren ihbarlar, yanlış verilen bilgilerle kararan hayatlar, katil bir devletin ayakta kalabilmesi ve pençelenmiş halkı boğmaya yarayan art arda kurulan tuzaklar insanımıza çok çektirdi. Kötülük yapmak için doğmuş insanoğlu olduğuna inanmıyorum. Biz sıradan saf insanlar kendiliğinden arınışa ve yetkinleşişe inanırız. Durum böyleyken ve yaşlılarımızın “kötülük etme kötülük bulursun” nasihatiyle büyümüşken, bir de duruma bakalım. Jivkov zulmü döneminde şunun bunun aleyhinde, kötülemek amacıyla devlet yetkililerine haber ulaştıran ve bu işi yapanların 1997’de resmen açıklanmış olmasına rağmen, sonrası da var, gizli polis arşivlerinin de masaya dizilmesine karşın, listelerde adı yayınlanan şerefsizlerden hiç biri çıkıp toplumdan özür dilemedi. Haklarındaki gizli ihbar gerekçe gösterilerek tutuklanıp dövülen, içeri düşen, sürgün edilen, ailesinden evlatlarından ayrı düşen, işsiz kalan, okuyamayan, kötürüm olan, sınırı boylayan yurttaşların hiç birine “Geçmiş Olsun!” denmedi. Bir devletin “sizi ele veren hainler işte bunlardı” demesi, hainleri ve hainlikleri af eder mi?! Bir de, onların kene gibi yapıştıkları devleti daha öte yolmalarına ne dersiniz? Durumun Türkçesi şudur: “Nankör bir toplumuz!Ama çok nankör!” Bu nankörlüğe “Yeter” diyen olmadı mı? Oldu. 79 dava açıldı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kapısı çalındı. 200 dernekten yalnız bir ikisinin çabaları 60 bin kişinin çektiği eziyeti, 12 bin hapisçinin çilesini, 518 “Belene”cinin acısını, ayrılık sancılarını pansuman edebilir mi? Babasız ve anasız kalan çocukların gözyaşlarını dindirebilir mi? Şehitlerimizin kanı yerde kalmadı mı? Hafiyeler gizli çalışmış, toplananlar gece yakalanmış, zindanlarda dövülenler zifiri karanlıkta dövülmüş, geceler izleri gizlemiş ortalıkta güneşin görebileceği bir iz yok sanki...Ve en kötüsü, sözde her şey değişirken, ispiyon hainlerin daha yüksek görevlere atanması, kendi aralarında birlik olup yeni ihanetlerin tuzakları kurması, adaletin yakasına yapışmış onu çöpe atmaya çalışmalarıdır. Tepeden tırnağa hain olanlar aramızda, önümüzde ve ardımızdadır.


44

BG-SAM

Yeni hainlikler üslenmek de moda oldu. Eski ihbarcı dosyalarını gizleten ve bugün yüzümüze gülüp mezarımızı kazanlardır onlar. Geçmişleri kapağı açılmamış sır küpü, “Briç oyuncuları” gibi. Dosyası kayıplara karışan ve yüzünün rengi hainliğimi ele vermesin diye sakal salanlardan biri Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) Genel Başkanı Lütfi Mestan’dır. İki ay önce tepe üstü düştü. Tüm gizli çamaşırları ortaya çıktı. Bilmeyenlere anlatalım. HÖH (PS) partisini DS ve KGB elinden aldım havasına tam girmiş ve “pasta dilimlerini dağıtma işine” el atmaya da hazırlanırken, saray yılanının kuyruğuna bastı ve kellesi kaydı. Ne mi oldu? 26 yıldan beri devletten koparılan, Avrupa Birliğinden gelen, içerden dışardan çalıp çırpılan, dış borçlanmadan gelen paralar “saray arıtma tesisinde” filtrelenmeden kimseye koklatılmıyordu. Önce şirketler çemberi sulanıyor, ardından devamlı ağzı açık mafya ve oligarşi ve emekli ve yeni atanmış generallerin payı dağıtılıyor ve herkes payını aldıktan sonra basın TV ve radyo “şeytan aldı götürdü ve geri getirmedi” şarkısı söylenmeye başlıyordu. Köyde yetişmiş, Bulgarcadan başka pek bir şey okumamış ve hayat tecrübesi balıkçılıkla dağ bayır avcılığına dayanan Lütfi Mestan, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Sayın Ahmet Davutoğulu’nun 15 Aralık 2015’te bir günlük Sofya ziyareti sırasında, hele de kırık dökük Türkçesiyle iki başbakanı anlaştırmaya çalışırken, kendini kümeste horoz sandı. Ömür boyu bir ajan öğretmen, ajan belediye müfettişi, ajan milletvekili maaşı alan ve kendine 18 yıldan beri yaşadığı Sofya’da bir daire bile satın alamayan bu şahıs yeni bunalıma girmeden önce şöyle bir olay oldu.Türkiye Cumhuriyeti Başbakanının Bulgaristan’a, 100 milyon Euro, Ardından 200 milyon Euro ve daha da ardından 1 milyar Eurogibi bir yatırım programı açıklamasıyla, bu işte tercüman olduğunu unutan arkadaş, bu paralar benim cebime girip çıkacak sandı ve birdenbire keçileri kaçırdı. 17 Aralık 2015’te “saray kör sofrasında” kellesi kaymazdan önce, aklından neler neler geçti! Hatta yılbaşı hediyesi olarak Doğan’ın kendisine “pastaları kestiği bıçağı” hediye etmesini bekleyecek kadar ileri gitmişti. Bu beklenti onun başını yedi. Halkımızın, herkes her iş için değildir, atasözü doğru çıktı. Böylece bizim “briç masası” dağıldı. Çünkü bu sayada oynayanların hayal etme ve dalavere düşünme hakkı yoktu. Katilden ve hainden DOST olmaz. Lütfi tepe taklak olduğunu hemen fark edemedi, çünkü geçirdiği şoktan ayılması uzun sürdü. Sırtım yerer gelmez artık havalarına girdi. DOST partisi tescil ettirip halk arasına girmeyi hayal etti. Mahkeme kararını beklerken, düşünemediği bir gerçek vardı. Türkiye’den Bulgaristan’a akan ırmak yoktu. Bu yarata-


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

45

nın siyasetle uğraşanlara önemli bir işaretiydi, ama Bulgar dili kitaplarına alınmadığından rastlamamıştı. “Maske değiştirip ben bu işi kurtarırım” demeye devam etti. Heyecanı o kadar büyüktü ki, içindeki süre geleni durduramıyordu. O, Bulgar siyasi istihbaratının Türkiye Amirliği ve Rusya Balkanlar istihbaratının Bulgar Masası önünde “iki sözünüzü bir etmeyeceğim” yemini vermişti de, ona Türkiye Cumhuriyetinden gelecek paralarla ilgili hiçbir şey söylenmemişti. O gafil avlandığının da farkında değildi. Hapse girip günah çıkarmamış, hainliği aklanmamış, haktan af dilememiş bir ajan bozuntusuna bu kadar büyük güven bağlanması da merkezlerin kitaplarında yoktu. Oysa bu olay defalarca denenmişti. Bir tarla ne için sürülür? Tırmıklanır karıklar çekilirekmek için değil mi? Çileler ne için çekilir? Halk neden ayaklanır? Evlatlar neden kurban olur? Günlerimiz daha iyi olsun diye değil mi? 2013’ün 19 Ocak günü genç kahraman Oktay Yenimehmedov, Türklük adına, Müslümanlık adına, halkımız adına, çocuklarımızın geleceği adına hainliklerin baş ustası Ahmet Doğan’ı HÖH - DPS 8. kurultay kürsüsünden indirdi. Olay, Lütfi Mestan güneşi doğmasına vesile oldu. 10 gün sonra, Bulgaristan Türk Aydınları arasından seçkinler heyeti yeni Genel Başkanı kutlamaya ve kendisine bir kültürel eylem programı sunmaya gitti. Bu programda, bir Türkçe gazete, Türkçe ve Bulgarca ideolojik, politik, edebiyat ve tarih dergisi ve günde 2 - 3 saat Bulgaristan Türk Müslümanlarına Mahsus özel radyo yayını vardı. Daha önce aynı program Ahmet Doğan’a sunulmuştu. O “Türk kültürü isteyene Türkiye kapısı açık” demişti. Mestan’dan olumlu yanıt bekleniyordu. Onun Bulgaristan Türk Müslüman Aydınların tam desteğini alması onu 20 yıl ayakta tutabilirdi. “Olmaz!”, “Benim Türk edebiyatı, Türk kültürü, Türklüğün örf ve âdetiyle işim olmaz!” dedi. Sanki Bulgar mezarlığına gömülecekti. Sanki her haine anıt dikilecekti. Bu kapı çalma bir umuttu. Daha ne sarısı ne beyazı belli, bizim öz dilimizde sıpırtık olması muhtemel, DOST yumurtasının kanlı, bo...ve ufacık olması beklenirken, gelmişler ağzımızı yokluyorlar. Hani programınız? Tüzük nerede?


46

BG-SAM

DOST be kardeşim, DOST bunun ötesi mi olur, diyorlar... Besbelli bizim kımızda acıyanın “DOST kazığı” olduğunu unuttular. Nasıl nabız alınır biliyor musunuz? diye sorduk. Liderliğe soyunmuş halk nabzı nasıl alınır haberleri yok. Türkiye’deki soydaşlarımızla memlekette kalan kardeşlerimizin nabzının aynı ritimde atmaya başladığından da haberleri yok. Bu gidişle öyle bir patlama olacak ki, halk ayaklanacak, en derinde gizli en büyük hain-ajanların arşivlenmiş sırlarını sırtına yükleyip çıkaracak depolardan ve gammazcıları Sofya “Bağımsızlık” kaldırımına dizip hepsine dosyasını mürekkebi ve kâğdıyla yedirecek. Beklenen devrim böyle gerçekleşecek. Hainlerin boy ölçüsünü alacağı gün yakındır. Bakalım o zaman bir daha ihanet edebilecekler mi?! Dosyası onlarca cilt olan bizim külüstür takımının eski icatları ortadayken, akıllarından geçen yeni tuzakları işittikçe tüylerim diken diken oluyor. Yunan çiftçisi ayaklanmış, sınır kapılarını kesmiş, bizim işgüzarlar Yunan şirketlerinin bizdeki atölyelerine, mal mülküne el koymak, gasp etmek istiyorlar. Zarara uğratılmışlarmış, tazminat talep ediyorlar. Bizim camilerimizi, okullarımızı, hamam ve bedestenli dükkanlarımızı vermedikleri gibi. İyi ki, Ahmet Lütfi ve çetesinin kellesini aldı ve dolayısıyla Davutoğulu planı da başka bir zamana kaldı ve bizim kalpazanların hesapları bu defa çarşıya uymadı. İzlenimlerin sergilediğine göre, Lütfi Mestan’ın büyüme eksikliği var. Beyninde, damarında ve kanında Türklük yok. Türkleri gammazlarken kanı sulanmış ve tortusu Bulgarlaşmış Kuranı Kerim’i açmadan, üzerine namusu üzerine el basmadan, camiye girmeden, hocanın, yaşlıların elini öpmeden yetişmiş bir tip o. Türk Müslüman kimlik ateşinden ateş, suyundan su almamış olması, Türk örsünde dövülmemiş olması, hayalperest, serüvenci, içindeki şeytan çıkmamış tuhaf biri olarak biçimlenmesine yön vermiştir. “Briç oyuncularından” farkı, deneyim filtresinin çalışmaması, irili ufaklı olsalar da içinde biriken olumsuz kütlenin kendi kendini eritememesidir. Bu gelişme onun bütün hayat olunu belirleyen bir çizgidir ve etrafına toplanan dostları için de yüzde yüz geçerlidir. Örneğin, “bende hainliğimden gelen soğan sarımsak kokusu yok,” diyenlerin arasında en irisi olan Bahri Ömer’dir. Kırcaali Öğretmen Enstitüsünü diplomalı beden eğitimi öğretmeni olarak bitirdiğinde, Kırcaali sokaklarının bir kaldırımında totalitarizm, ötekinde Bahri Ömer el kol sallayarak dolaşıyordu. Bir gün İçişleri Bakanlığı Kırcaali Amiri General Mirçev, İl Belediyesinde Eğitim ve Sağlık İşleri Müdürü Şükrü Tahirov’a telefonda “Bizim oğlan Ömer’i Cebel köylerinden birine hemen tayin et!” emretti. O gün bu gün Bahri’nin


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

47

yüzü öğretmen, belediye başkanı, Ahmet Doğan’ı Perperek garında karşılayan, Kırcaali HÖH kurucusu, HÖH Kırcaali İl Başkanı, HÖH Kırcaali milletvekili olarak hep güldü. Lütfü Mestan, Demokratik Güçler Birliği’nden (CDC) yüz çevirip, Ataka partisi başkanı Volen Siderov ile beraber Moskova ajanlığını kabul ettikten hemen sonra, onun Kırcaali ilinde işi bitmişti. Plan yapıldı, sözde Şirin hanımla evlenmesi, sözde Mestanlı’lı eski komünist Hasan Ali’nin damadı olması falan filan bahane edilerek, milletvekili seçilen Bahri Ömer’in yerine Sofya’ya Lütfi Mestan gönderildi. Kasım Dal ile Korman İsmailov HÖH partisinden atılırken yaptığı konuşma ise, yazmaya yüreğim varmıyor... Bizim masanın “Briç oyuncuları” daha 50 yıl oynasalar oyun kaybetmezler. Çünkü filtreleri çalışmıyor, etraf baştanbaşa pislik arıtılacak malzeme, vicdan, hafıza, bilinç, ahlak, duyarlılık yok, al birini vur birine. Şimdi “DOST briç masası” kuracaklarmış, ama yeni desteyi alamadılar. Ödünç alsalar bile bu takım iskambilden ve basit bil ottan başka oyun bilmez. Briç Ahmet’in işi, oynadıkça kaşarlanmak yaratan vergisidir... Şimdi bir gün kendisine o eski hapisçi hainlerin hiç bir şey olmamış, dökülen kan ilk yağmurda yıkamış, sarılan yaralar savmış, rüzgâr esti hava değişti huzuruyla hep oturan “Briççilerin” kahvede DOST lideri Lütfi Mestana (oralara gelmez de) rastlasak ve söyle bakalım: Sürü başı bozkurt sürünün neresinde yürür? desek “kuyrukta” diyemez. Koyun koyun ardından yürürken ne izler? desek, kuyruk kokusu, diyemez, çünkü bilmez. Nereden bilsin ki? Üç kurt vurdu, sözde diyorum, çünkü dünyaya rezil oldu. Sorsak vurduğun kurtlar “Öncü mü?”, “Kanat mı?”, “Anaç mı?”, “Sürü başı mı?” bilmez. Bir defa üç kurt birden vurulmaz. Sürü başını vursan, yırtıcılar dağılır, saldırır, tehlike bacayı sarar. İnsanlar kurtlardan çok şey öğrenmiştir. Örneğin Bulgar toplumunun 138 yıllık yeni tarihinde yalnız 3 kurt (lider) yetişti. Sürü başı olmadan kurt ailesi, sürü oluşmaz. Lider olmadan toplum, devlet ve rejim de kurulamaz. Türk milletinin sürü ve devlet başı bozkurdu Mustafa Kemal Atatürk’tür. Alman milletinin 20 yüzyıl bozkurdu (beğensek de beğenmesek de kabul etmek zorundayız) Adolf Hitler’dir. 1878’de Bulgar halkı Osmanlı’dan ayrıldıktan sonra, Almanya Kansleri Bismark’ın değerlendirmelerine göre, ülkede sürü başı olacak biri yani liderliği üslenecek köklü soydan bir şahsiyet olmadı için, Avrupa’dan bir Prens gönderilmesi kararı alınmıştır. İlk Prens Aleksandır Batenber’tir. 10 yıl iktidar başı ol-


48

BG-SAM

muş ama yeni bir devlet düzeni yaratma gibi çok ağır bir ödevle başa çıkamadığı için görevden ayrılmak zorunda kalmıştır. Onun yerine davet edilen yine Avrupa soylularından Prens Ferdinand ülkeyi bir kurt gibi yönetmek istese de, tarihe “tilki” olarak geçmiştir. Bulgaristan’ı (1912 - 1915) savaştan savaşa, felaketten felakete sürükleyen odur. O gün bu gün Bulgaristan’da kimseye “lider” yani “kurt” denmemişti, ta ki, Bulgaristan Halk Çiftçi Partisi (BZNS) Başkanı Valkov, Dışişleri Bakanı olana, “Monterey” iş adamları kulübünü oluşturana ve Ankara Büyükelçiliği’nden dönene kadar. Adı üstünde Vılkanov (Kurt oğlu) Bulgar toplumunun bir asırda yetiştirebildiği ilk kurttur. Siz de işitmişsinizdir, Ahmet Doğan’a “lider” diyenler çok oldu, ama kimse “kurt” demedi. Çünkü kurt olan kurt, kendi sürüsünden çalmaz, sürüsü aç susuz dağa tepe gezerken ine çekilip yan gelmez. Görevi dağ tepesine çıkıp ulumak ve sürünün gideceği yola işaret etmektir. Yavrusuna saldıran kurt görülmemiştir. Ahmet Doğan döneminde Bulgaristan Türkleri Avrupa’nın en sefil, en yoksul etnik halk topluluğu durumuna düştü. Sürünüyoruz. Böyle derin bunalımlı durumlarda, sürü yeni bir bozkurt seçer ve o sürü sonunda iz tutar. Ama bu işi bir defa denemiş ve becerememiş olan kurt asla yeni bozkurt rolü alamaz. Tabiat kurallarında istisna yoktur. İnsan toplumu kendi yarattığı kurallar dışında bir de tabiat kurallarının yansımasıyla düzenlidir. Bu bakıma Lütfü Mestan sürüden dışlanmıştır. Tabiat kurallarına göre, lider toplum değil, toplum lider yetiştirir. Bir örnek daha verelim. Bizim kovanların birinde “bey” ölmüştü. Bunu gören babam, başka bir sandığın oğul vermeye hazırlandığını ve “bey” yetiştirdiğini görmüş olacak, ölüleri kovandan atan temizlikçi arıların vızıldayışını beklemeden can vermiş “beyi” gömeçten aldı ve bir kutucuk içinde komşu sandıktan getirdiği “genç beyi” içeri saldı. Sandıktaki bütün arılar bir anda savaşa kalktı. Kendilerinden olmayanı öldürdüler ve kanatlarıyla ite kaka dışarı çıkardılar. Aile güçlüydü. Kısa bir sürede kendine bey üretti. Toplum da böyledir. Toplum kendi liderini kendi seçmelidir. Demek istenen, dış ve iç faktörlerin lider belirlemesine kapı aralamayalım. Bu işte onun bunun hatırı olmamalıdır. Ne ki, toplumun yaralı durumları, boş bulunma anları, değişik yanlışlıklar yapılmasına temel oluşturabiliyor. Bizde de öyle olmadı mı? Kim bilirdi 1986’da Rus istihbaratının Bulgaristan masası şefi DS’den “bize uygun birini gösterin” derken koştuğu şartların arasında, “Türk olmasın” olacağını ve olduğunu! O yıllarda ismi “Medyü” olan Ahmet Doğan’ın, anası Kırım Tatarı, babası Varna şoparı. Rus istemlerine uygun! Türklerin başına püskül olsa olsa bu olur


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

49

dediler. Ailesi dağılmış çocuk yaşantıları yetersiz, Türk olan ikinci babası tarafından kabul edilmediğinden dolayı Türklere çok kırgın, ruhu travmalı birinden daha iyi aransa bulunamazdı! Onu tanıyan yoktu. Biz, sürgün mahpus, ayaklanma göç seline kapılmış bocalarken, kimse bize Ahmet’in nasıl bir Ahmet doğduğunu anlatmadı. Beyin kökünde, Osmanlıya Viyana kuşatmasında, Stalin’e son büyük savaşta ihanet etmiş bir ruh ışıltısı olan bu genci hanlerin haini olarak eğitmek güç olmadı. 1989’da ayaklanan Türklerin başına çoban böyle bulundu. Türklerin ruhunda hainlik yoktur, aralarından hain çıkmaz gerçeğini bilen Ruslar, hainliğin bir kanser hücresi olduğunu ve kendi kendini yok edemediğini biliyordu. Yayılması için çok çalışmadılar, 3016 ajan elde ettiler. Usulca içimize yerleştirildiler. Varna şoparlığından pudra şekerli “lider” bozuntusu başımıza böyle kondu. Kader işte. Üstüne üstelik Türk gençliği uyanıp bu şopar bozuntusunu kürsüden sıkılmış paçavra gibi fırlatırken, yerine geçen eskisini arattı. Ne parti değiştirmekte ne ispiyonlukta ne de ahlaksızlıkta eşi emsali olan Lütfi Mestan’ın kondu başımıza ve azdı da azdı. Düşene kadar “benim kimseye ihtiyacım yok” havası yapsa da bu şahsın, başket Sofya’da çakılmış çivisi olmadığı “Çarın çıplak olduğu” hemen ortaya çıktı. Evinde topu topu 12 kitap olması onu “bir şey zannedenleri” de iyice şaşırttı. Doğan onu çöpe atarken biraz da başkentten taşraya itmiş oldu. Kızına 2 milyon levalık düğün yaptığını, damada 300 bin US Dolarlık “Audi” aldığını da açıklayarak, “sen ikiyüzlüsün” demiş oldu. Son haberlere göre parti kurma, paracık alma, lider olma gibi konularda danışmak üzere Ankara’ya gidip gelmiş.. Gelen bayramdır, camileri gezer mendil açarsın, halkımız duyarlıdır, gönlünden kopanı esirgemez, verir, cevabını almışlar. Bunun karıştırdığı kitaplarda “her buluttan yağmur yağmaz” yazmıyor besbelli. O benim gençliğimde okuduğum kitapta da “Briççiler” her oyunu kazanamıyorlar. Kazançlı oldukları bir şey varsa, oturdukları yerde durulmalarıdır. İhanetten kurtulursak daha iyi ahlaklı birileri olma umuduyla yaşıyorlar. Biz durumun nabzını böyle aldık.


50

BG-SAM

Kendi Tarihimizi Kendimiz Yazmadıkça, Zor!

Alptekin Cevherli-23.Şubat.2016

TÜRKSOY’un Kasım 2015’te yaptığı toplantıda alınan bir kararla 2016 yılının Türk Dünyası’nda “Yusuf Has Hacip Yılı” olarak kutlanmasına karar verilmişti. Bu doğrultuda da Kırgızistan’ın girişimleri ile Türk Dünyası Belediyeler Birliği Başkanı Sayın İbrahim Karaosmanoğlu’nun da iştirakleri ile Zeytinburnu’nda düzenlenen bir etkinlikle “2016 Yusuf Has Hacip Yılı” etkinlikleri başlamış oldu. Büyük Türk Dünyası’na hayırlı uğurlu olsun... *** Peki, Yusuf Has Hacip kimdir ki, 8’i bağımsız 40’tan fazla devlet tarafından adına anma yılı kabul edilsin? Türkistan’da kurulmuş bulunan ve resmi tarih tarafından ilk Müslüman Türk Devleti olarak kabul edilen Karahanlılar devrinde yani 1016 yılında doğan Yusuf Has Hacip’in yazmış olduğu “Kutadgu Bilig” adlı eser İslâm’ı kabul sonrası Türk Edebiyatı’nın günümüze ulaşabilmiş ilk örneği olduğu için Türk ve dünya tarihi bakımından önemli ip uçları içermektedir. Türklerin İslâm’ı kabulleri değil belki ama İslâm’ı kabulleniş şekilleri ve saf inançlarının (moda tabirle ortodoks) bütün güzelliği bu esere yansımıştır. Sanırım hatırlamışsınızdır; lisedeki edebiyat derslerinde iyi izah edilmediği ve önemi aksettirilmediği için bir kısmınızın başına belâ olan o kitaptan ve dönemlerden bahsediyorum. Ama merak etmeyin konu Türk Edebiyatı değil! Burada elbette sizlere Yusuf Has Hacip’in hayatını veya yazdığı kitabı anlatmayacağım. İsteyen internetten veya kitapçılardan bulabilir... Asıl derdim şu: Kitap, 1070 yılında yani Selçuklu Türkleri resmen Anadolu’yu fethetmeden önce yazılıyor. Karahanlı Devleti hükümdarı Ulu Kara Buğra Han’a, sunuluyor. Bu kitabı okuyan “Ulu Kara Buğra Han” Hacip’e, “Ulu Has Hacib” unvanını ve Kaşgar’da vezir yardımcısı görevini veriyor. Sonra? Kutadgu Bilig’in Uygur Türkçesi ile olan ilk nüshası 1439’da Herat’da (bugünkü Afganistan’da) bulunmuş. Bulunan ikinci bir nüshası ise Arapça. Kitabın ilk baskısı 1900’de Alman asıllı sonradan Rus vatandaşı Türkolog Radloff tarafından gerçekleşiyor. Hayda! Ne alâka değil mi?


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

51

1896’da, Kahire’de, Hidiv (bugünkü Kral) Kütüphanesinin o zamanki müdürü yine bir Alman şarkiyatçı Moritz tarafından bulunuyor. 1940’ta da Zeki Velidî Togan ise Fergana nüshasını buluyor. Sonra’da Türk Dil Kurumu 1943’ten sonra müteaddit defalar bu kitabı basıyor. Kitap bizim, ama bulanlar Alman... Ne ilginç değil mi? Biz Moritz’e gitmeden şu Radloff’u kısaca bir tanıyalım ki, niye bu kadar lafı döndürdüğümüz anlaşılsın. Radloff, Türk Dünyası’nı değişik yönleriyle araştıran, bulduklarını gün ışığına çıkararak Türkoloji tarihinde yeni bir devir açan ve 81 yıllık ömrünün 60 yılını bu çalışmalara adamış Alman asıllı bir Rus Türkologudur. Orta Asya ve Sibirya’nın az tanınmış dil ve lehçelerini kendisine çalışma sahası olarak seçmiş, Türkçe ile birlikte Moğolca, Mançuca ve Çinceyi de araştırmıştır. Araştırma yapmak amacıyla Rusya’ya gitmeyi düşünen Radlof, Rusçayı da öğrenmiştir. 1859’da Sibirya’ya gitmiş ve orada 12 yıl kalmıştır. Adama bakın, sen Almanya’yı bırak git Sibirya’daki Tayga Ormanları’na Türk tarihini araştır... Radlof, “Ben, hayatım boyunca yeni bir ilmin, Türkoloji’nin kuruluş ve gelişmesini yaşadım ve gücümün yettiği kadar bu ilmin ilerlemesine hizmet ettim. Bu yüzden benim çalışmalarım, başkalarının da yardımını gerektiren bu ilim dalının tamamlanması ve Türkoloji’nin devam etmesi için birer yapı taşı olmaktan başka bir şey ifade etmez” diyerek dünyada çok az milletin sahip olduğu bir bilim dalını kurmuştur. 1866 yılında yayımladığı ilk eserinin ön sözünde Türkçe için, “Yeryüzündeki hiçbir dil ailesi Türkçe kadar geniş sahalara yayılmış değildir. Afrika’nın kuzeydoğu bölgesinden Türkiye’ye ve Rusya’nın güneydoğusundan Sibirya’nın güneyine ve Gobi Çölü’nün içlerine kadar Türkçe konuşan kavimler yaşamaktadır...” diyerek 19’uncu yüzyılda bizim aslında neredeyse haberimiz dahi olmayan unuttuğumuz dev bir coğrafya ile ilgili olarak Alman kamuoyunu aydınlatmış ve daha sonra bu hizmeti Rus Çarı’na da sunmuştur. O tarihlerde Almanlar belki doğuya doğru ilerleyememiş ama Türkoloji ve şarkiyat çalışmalarından önemli bilgiler elde eden Ruslar bütün Kafkasya ve Türkistan’ı işgal etmişlerdir. Almanya ise Türkoloji çalışmalarının meyvesini Osmanlı Devleti’ni adeta sömürgeleştirmeye çalışırken kullanmıştır. En sonunda da bizi punduna getirip yanında 1’inci Dünya Savaşı’na sokarak semeresini almıştır. Diğer yandan Danimarkalı Dil Bilimci ve Türkolog Vilhelm Thomsen 1893 yılında, Alman-Rus Türkolog Vasili Radlof’un da yardımıyla en eski Türkçe yazı


52

BG-SAM

olan Orhun Kitabeleri’ni çözmüştür. İşin ilginci ise bu kitabeleri de 1721’de İsveçli subay Johan von Strahlenberg bularak dünyaya ilan etmiştir... Adamlara bakın biri Sibirya’ya gidiyor, diğeri Gobi çöllerinde dolanıyor, Biri Afrika Sahrasında Tuareglerin arasında Türkçe’nin izini sürüyor, bir başkası Türkistan bozkırlarında dikilitaş arıyor... Peki, bizi bizden iyi tanımak için Batılı ülkeler bu çalışmaları yaparken, o yıllarda biz ne yapıyorduk dersiniz? Peki, bugün için ülkemizin güneydoğusunda 30 yıla yakın bir zamandır terörle mücadele ediyoruz. Bununla ilgili Batılılar kaç asırdır çalışma yapıyor biliyor musunuz? Haydi, son 200 yılı geride bıraktım. Son 50 yıldır, konuyla ilgili araştırma yapan kaç akademisyenimiz çıktı? Batı’dan para alıp yazılan ısmarlama ihanet raporlarını demiyorum. Gerçekten bilimsel ve devlet - millet adına çözüm odaklı, kaç tane rapor var? Haydi onu geçtim; Doğu Karadeniz, Kuzey Doğu Anadolu, Ege, Trakya, İstanbul ve Çukurova bölgesi için Batılı gezgin, fotoğrafçı, tarihçi, araştırmacı, maceraperest, Türkiye hayranı vs., vs. tarafından kaç bin makale ve kitap yazıldı, yazılıyor?Ondan sonra da bu terör bir türlü bitmiyor... Bitmez tabi. Sen çalışıyor musun ki, bitsin! Fakültede Niyazi Öktem Hocamız şöyle demişti de kızmıştık: “Türkler tarih yazmaz, tarih yapar” diye. Evet, biz kendimizi yazmadığımız müddetçe, tarihi hep başkaları yazacak, biz ise Mehmetleri ebedî âleme uğurlayacağız... Bakın, gidip İskoç tarihini yazalım, Katalan tarihini yazalım, Korsika tarihini yazalım, Sicilya tarihini yazalım, Bavyera tarihini yazalım veya Beyaz Rusya tarihini yazalım demiyorum. Kendi tarihimizi; kendi kitaplarımızı, kendi aklımızı kullanarak yazalım diyorum. Selçuklular 1071’de Malazgirt Ovası’ndan resmen Anadolu’ya girdiklerinden 7 yıl sonra 1078’de İstanbul kapısına gelmişlerdi. Bu ciddi bir ön araştırma ve hazırlığın sonucuydu. Gazi Süleyman Paşa Çimpe Kalesi’ne 1352’de girdiğinden sadece 9 yıl sonra 1361’de Edirne Osmanlı Devleti’ne geçti ve başkent oldu. Bu ciddi bir araştırma ve hazırlığın eseriydi.Bu bizim medeniyetimizde var. Yeter ki, özümüze dönelim.2016 Yusuf Has Hacip Yılı bunlara vesile olsun, kutlu olsun!


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

Renklere Tutkunluk

53

Sevilcan Yüce-23.Şubat.2016

Konu:Bitmez sönmez memleket hasreti. (Ya da Ecdat Toprağına Sevgilerimiz) Rodop dağlarında tan ağarmasını görmediniz mi hiç? Görenler ala benzetiyor Kızıla benzetiyor Ama doğru değil Ben on dörtlük kızların Yanaklarındaki renge çalıyor diyorum İçimden Ama söyleyemiyorum Toprak dalgalanırken görmemişsinizdir elbet Bir duruyorum da Rusçuk kıyılarına Çıkageliyor Timok tarafından Dalgalar memleket memleket Kimi yeşile yüz tutmuş Kimi altın rengine Kimi sarıya Görenler buna doğanın oyunudur diyorlar Ben toprağımızın bereketi İnsanlarımızın mutluluğudur diyorum İçimden Ama söyleyemiyorum. Sevgililer Vitoş’a çıkarlar geceleri Vitoş’un üstü gökyüzü ile bitişik Bakarsın ötelere bir ışık, bir ışık Ve aydan, yıldızlardan bahsedilecekse o gece Şaşırır insan Sofya ovasındaki yıldızları görünce ...


54

BG-SAM Meriç kıvram-dolam güney topraklarımızda Şeftalilerin bir yanı kızıla çalar Yabancılar gelir geçer buradan Kalplerini kaptırır, Gök mavisi mi, yaylalar mı birleşmiş uzaklarda Renkler bir sarhoş eder insanı bir aydırır Kimi elma der, Kimi ayva der Kimi nar ... Kimi Trakya düzü, der Kimi yurdun yemiş bahçesi Ama öyle değil bu ... Ben, Ellerimizle yarattığımız cennet köşesi (Ecdadımızın en mukaddes toprağı) Diyorum içimden Ama söyleyemiyorum ... Denizin güzeli sabahta belli olur Döner durur baş uçunda bir martı Rüzgâr kokusu duyar duymaz Kıyılara çıkagelir bir hışırtı Kimi deniz dalgası der buna Kimi deniz çalkantısı Ama doğru değil Ben, Karadeniz delişmenliğe yönelmiş Diyorum içimden Ama söyleyemiyorum ... Rodoplar’da kalmanın zevki yıllarca (Ve türkülerini haram etmek soyunla beraber) Reçine kokusuna tutkunluk küçükten Çamların selviliği rüyalarıma giren varlıklarca Koparıp alınamayacak derecede yaylalar yürekten


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

55

Kimi çimen yeşili diyor onlara Kimi çoban -yeşili Kimi koyu- yeşil Ama doğru değil Ben sevdiğim gözlerin rengine çalıyor diyorum İçimden . Ama söyleyemiyorum ... Güneş batmaya yönelir de uzaklarda Memleketimin dağlarında bir renk kalır Soydaşlarımın akıtılan kanlarıyla beraber) Kimi buna ılık akşamönü der Kimi güneşten kalan kırmızılık Ama doğru değil Ben, düşen ağabeylerimizin kanına çalıyor Diyorum bu renk içimden Ama söyleyemiyorum ... İliğim kemiğim etim Eyyyy, bağrında dev çocuklar emzirmiş Benim küçük memleketim Sevdaların söylenilmeyeni tatlıdır Kimi güzel diyor sana Kimi dilber, kimi şirin Ben sana vurgunum demek istiyorum içimden Süleyman Yusuf ADALI *** Memleket sevdalı şaheserlerimiz edebiyatımızın inci gerdanlığındaki pırlantalarımızdır. Yaralı yaratıcılarımızın kalem teri doğacak şafağın habercisidir. Edebiyat ölümsüzdür, çünkü kendi mezarını kendi kazamaz, hayat taşıyan bir umut yaşattığı için ebedidir. İnsanın doğup büyüdüğü yerlere sevdalanması öyle dükkândan çekirdek alıp soyamazsam kuşlara atarım, elimde kalırsa, tohum yapar bahçeye saçarım gibi bir şey değildir. Yetiştiği toprakları ana bağrı olarak kabul edip sevgili sever gibi sevebilmek, eline batan dikenlerine küsmeye bilmek, her ne pahasına olursa olsun kötülükleri yenebilerek, sevdalını sevdikçe seve bil-


56

BG-SAM

mek ve gölü verdiğinden asla vazgeçmemek, yandıkça daha fazla yanmak, belki de mutluluğun gerçek adıdır. Bulgar şaşkınlığı vatan sevgimizi öldürmek için atlarımızı, dağın taşın, derenin tepenin adını değiştirdi. Kuşları yuvasından kovar gibi kovdu bizi, ama “güneşten kalan kırmızılığa” isim bulmadı. Çünkü onu görebilmesi için onun biz olması gerekiyordu. O ezendi, biz ise ezilen. Sonunda kovduğu kuşların kırmızılıkta kayboluşunu kıskandı ve kendisi de uçup yolsuz semada dağıldı. O, mutlu olmamızı çok bulurken, biz gökyüzüne, güneşe, umuda sevdalanmıştık. Yuvamız orada kalsa da, kötülükler üzerinde umut doğmadığı için yeni bir hayatı ufka çağıramadı. Ve bugüne bugün onun gözünde ne “gökyüzünde kalan kırmızılık”, ne “çoban yeşili”, ne “çimen yeşili” ne de “koyu yeşil” bir değer olmadı, çünkü mmleket sevdasıyla yanan rüyalarına girmedi.

Kuzgunlar Ülkesi

Musa Vatansever-23.Şubat.2016

Konu: Halktan kopmuş iktidar ve eritilmiş muhalefet. Mülk dokunulmazlığı adaletin temelidir, ilkesi uygulanmadıkça hukuksal anlamı yoktur. Son yıllarını yaşlılığını Kuzey Bulgaristan’ın binlerce benzer köyünden biri olan Topolçene’de geçirmeye çalışan M. Kovaçeva 93 yaşındadır. Baba evinde yalnız kalıyor. 160 leva (80 Euro) emekli maaşı bütün geliri. Bu hafta gece yarısı 2 bıçaklı hırsız evini bastı. Yaşlı kadının boğazına bıçak dayandı. “Altınların ve paraların yerini söylemezsen keseriz” dediler. Bıçak göğsünü deldi. Bizde gece baskınları günlük olay haline geldi. 1878’de Türkleri köylerinden kovalarken yapılan baskınları şimdi kendi kendilerine yapıyorlar. Zorları “paralar”, “altınlar.” Kalabalık kentlerin sıkıntısından köylerine kaçan yaşlıların başı dertte, köylerde jandarma, koruyucu yok, muhtarlar dalavere peşinde, devlet yok! Türkleri topraklarından, yuvalarından kovan totaliter Bulgar devleti, şimdi de Bulgar köylerinden el çekmiş. Devletin halkı korumakla yükümlü bağışıklık sistemi felç geçirmiş. Korku içinde yaşayan halkın emekli maaşına uzanan kanlı eller kanser hücreleri gibi yayılmış ve güçlenmiş.


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

57

Genel güvensizlikle tırmanan huzursuzluk her gün “Türkiye’den gelecek sığınmacı seli devletimizi çökertecek” hamuruyla mayalanıp fakir yaşlıların boş sofralarına sunuluyor. İlgisizliğe dönüşmüş çaresizlik içindeki belediye ve muhtarlıklarda devlet otoritesi buharlaşmış. Evler, bahçeler, meyve bahçeli evler, çayırlar, işlenir arazı fiyatları dibe çakmış. Korku kâbusunda yaşayan köylüler kefen ve defin paralarını sakladıkları kavanozların yerini bile unutmuşlar. Halktan kopmuş iktidar Rusya ile Türkiye arasında ezilmemeye çalışırken, değişik gerekçeler uydurup batı bankalarından yeni krediler çekmek derdindedir. Hal ve Özgürlük Hareketi (DPS) de aralarında parlamento muhalefeti artık kabuk ve öz olarak erimiş, ideolojisi sulanmış, bayramdan bayrama, seçimden seçime aranan seçmen kitlesi köpeksiz sürü gibi dağılmış. Bulgaristan’da 57 bin polis ve 20 bin jandarma var. 3 - 4 milyon nüfuslu bu Balkan devleti kişi başına polis ve jandarma sayısı bakımından Avrupa birincisidir. Polisin de parası yetmediğinden o da dalavere peşindedir. Milyonlar harcandı Türkiye ile sınıra tel örgü gerildi ve kaçakçılık kolaylaştı. Parayı alan polis sığınmacı gruplarını kendisi getirip kendisi uğurluyor. Yabancılar böreği sofrasına ordu da davet edildi. Artık asker sınır bekleyecek. Asker sınır bekleyecek de, aydan aya emekliliğini bekleyen şu bir buçuk milyon zavallı hasta, sakar, kör, sağır, dişsiz, bastonlu emeklileri iç haydutlardan, soygun çetelerinden, savcılığın infaz çekirdeklerinden kim koruyacak?! Bir Avrupa atasözü, “babalarını koruyamayan oğullar lanetlidir, hiç birinin geleceği olmaz!” der. Eserlerinde bunu işleyen büyük yazar Umberto Eco geçen hafta “size ömür.” Keskin kalem 1989’un 10 Kasımından önce bize davet edilmişti. “Havamı bozmak istemiyorum, ama gelirsem Türklerle görüşmek isterim,” demişti. “Kahraman adamlar” dediği Türklerle görüşmeyi hiçbir şeyi istemediği kadar istemişti Eco. 1990’da Bulgaristan’a geldiğinde Türkler harmandan kovulan kuşlar gibi uçup gitmişti. Onu da Nazım’a gösterdikleri “Dikili Taşlar” gösterildi. Üç gün sonra bir şiiri çıktı. (Yattığı yer nur olsun) “başkalarıyla yaşamayı beceremeyenler, şu Varna’nın dikili taşları gibi yalnız ve tek, gündüz bostan korkuluğu, gece de, kuzgun olur,” demişti. Ordumuzu sığınmacılara Sınır Kuzgunu Yapmak hayra alamet ola... HÖH (DPS) partisinin de üçüncü parlamenter parti olarak katıldığı muhalefet geçen hafta Bulgar Ordusu’nu bir NATO müttefiki ve AB içi hudut taşı olmayan gelecek ortaklığından olan Sakar Dağ tepelerini korumaya göndermesi


58

BG-SAM

kargaları bile düşündürdü. Memlekette iç huzur sağlamak için işe komşudan başlamak, arabayı öküzün önüne koymak değil de nedir? Bulgar parlamentosundan köklü değişiklikler bir yana, sıhhi değişiklikler beklemek bile yanlış olur. Çünkü bizde işler genelde öyle gelmiş öyle gider. Bu süregeliş, milletvekili Margarita Georgieva’nın kaleminden çıkan “kusursuz Bulgarcalı” Genel Başkan Mestan demeçleriyle başlamıştı. Birbirinden elektik alan Mestan-Georgieva ikilisi, artık genel kurulun son sırasında, sönünce rafa kalkmış iki gaz lambası gibi, gelen kıştan korkan çifte kumrular gibi... Lütfi Mestan genel başkanlığı ne gerçek korkulukları ne bostan korkuluklarını ne de kuzgunları görmek istedi. Halkımız, demokrasimiz, adaletimiz, mal ve mülkümüz için en büyük tehlike haline gelen siyasi oligarşinin filo köpeği Delyan Peevski, Lütfü Mestan’ın HÖH Genel Başkanlığı döneminde tüylendi, palazlandı, kuzgunun DANS –istihbarat şefliği onaylandı. Dilimizde “ben o adamdan rahatsız oluyorum” deyimi vardır. 1989’da sinen Bulgar totaliter milliyetçi başkaldırısı, bundan 11 yıl önce 17 Nisan 2005’te “ATAKA” partisinin kurulmasıyla başladı. Milliyeti partinin kurucu başkanı Volen Siderov HÖH Genel Başkanı Lütfi Mestan’la Demokratik Güçler Birliği (SDS) yıllarından çok sıkı fıkı dostu, ayrıca ATAKA’nın kurulması için Ahmet Doğan Volen Siderov’a 1 600 000 leva (bir milyon altı yüz bin) para vermiştir. Aşırı Bulgar milliyetçi, Rusyacı, Türk ve Müslüman düşmanı ideolojiye oturan bu partinin temel hedefi Türklerle Bulgarların, Müslümanlarla Hıristiyanların arasını açmak, ayrıca da Bulgar toplumunu Rusofiller ve Rusofoblar olarak iki ayırmak ve bu ayırımı derinleştirmektir. Bu partini Sofya “Banya Başı Camii” saldırısı esnasında, Plovdiv ve Karlovo camilerine saldırılarında Lütfi Mestan HÖH milletvekili ve parlamento grubu başkanıydı ve hep sustu. Buıgün Volen Siderov ve elindeki en güçlü saldırı aracı olan Alfa TV yayını Moskova’nın parasıyla saldırıyor, fakat bu saldırılarda eskiden olduğu gibi şimdi de Lütfü Mestan’ın adı geçmiyor. Sözün özü şudur “Lütfi Mestan Volen Siderov’tan rahatsız olmadığı gibi Volen Siderov da Lütfi Mestan’dan rahatsız olmuyor.” Aynı cümle Ahmet Doğan için de geçerlidir, çünkü bu köpeği avlumuza salan ve besleyen odur. Aklından olansa, insanlarımızı huzursuz etmek ve hepimize devamlı korku yaşatmaktır. Birde 2003’te Lütfü Mestan Genel Başkanlığında HÖH partisi aşırı milliyetçi ve Moskofcu Volen Siderov ile hükümet ortaklığında bir araya gelmiştir ki, bu ikisinin aynı çeşmeden su içtiğine somut kanıttır. Aynı zamanda, yine Lütfü Mestan başkanlığında çevrilen dalaverelerin arasında birisi daha gün ışığına çıktı. Bulgar Politik oligarşisinin temsilcisi olan ve aynı zamanda somut devlet işlerinde “saray” kulisini yöneten Ahmet Doğan’ın emriyle 2013 yılında Başbakan Boyko Borisov hükümeti devrilmezden önce


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

59

İçişleri Bakanı görevinde bulunan Tsvetan Tsvetanov ile Baş Savcı adayı Sotir Tsarov arasında 30 görüşme yapıldı. Bu sayıda görüşme de Baş Savcı adayı ile Ahmet Doğan arasında “sarayda” yapıldı. Başsavcı koltuğuna oturmazdan önce hangi davanın nasıl sonuçlandırılacağına karar verildi. Anayasa ve kanunlar hasıraltı edilirken adaletin rafa böyle kaldırıldı. Topolçene köyünde gece gırtlağına bıçak dayanan 93 yaşındaki Mariya nine bu yüzden muhtarı çağırmıyor, polise telefon etmiyor, komşusundan bile yardım talep edemiyor, hak arayamıyor, adalet deyemiyor. Art arda beklenen seçimlere gergin, ürkütülmüş, korkutulmuş, can çekişen, devletten kopmuş ama devlet bizi bırakmaz umuduna sarılmış bir seçmen tabanıyla gitmek ve onu on an oracıkta daha da ezmek istiyorlar. 2005’te mayanan bu gelişmeler Lütfü Mestan başkanlığında şiddetlendi ve partilerle, devletle sıradan zavallı yurttaşın arası açıldı, muhtaç kalan halk yere kapandı ve susmayı tercih etti. Bizim demokrasimiz sahtedir. Bu adalet yalandır. İktidar halktan tamamen kopmuştur. Muhalefet de ezilmiş ve sindirilmiştir. Böyle gelmiş böyle gider anlayışı sindirilen halka, Lütfü Mestan zamanında yerleşmiştir. Dikkatinizi çekerim! İşler o kadar cıvıkmış tır ki, artık bazı oburlara kör sofradan “kalk lan” demek zorunda kalıyorlar. Doğan’ın koynunda yetiştirdiği, MULTİGRUP döneminden beri cebine paracık koyduğu, bitirilmiş orta tahsili yokken Bakan Yardımcısı yaptığı, Varna Liman Başkanlığına atadığı, sonra da DANS Genel Başkanlığına uygun gördüğü DPS milletvekili General torunu Delyan Peevski artık Bulgaristan’ı terk ediyormuş. Çok sıkıştılar. Ama biz bu işlerde yalnızla Doğan’ı suçlayamayız. Lütfü Mestan bu işin içindeydi. O Genel Başkan olduktan sonra BULGARTABAC hisse senetlerinin % 80’ni Of Shor adalardaki bankalara kaçırıldı. Onun Genel Başkanlığı altında Delyan Peevski BULGARTABAC hisselerinin % 5’ine el attı. Mestan anasının ve babasının da ekmek teknesinin tütüncülük olduğunu bilmiyor muydu? Neden parlamentoyu havaya kaldırmadı? Neden tütüncüleri yediden yetmişe ayaklandırmadı. Neden kuşatılmadı meclisi, meydanları, sokakları ve neden yakılmadı hırsızların arabaları ve daireleri? Çünkü bu hırsızlıktan parmağımı yalarım geçti onun aklımdan, bize de bir şeyler düşer, dedi içinden... Bilmem farkında mısınız ama Lütfü Mestan kendine olan güveni haram etti.


60

BG-SAM

Suçun en büyü nedir bilir misiniz? Azmettirmektir. Birini hırsızlığa, suça, cinayete zorlamak veya hırsız yapanı görüp de seyirci kalmaktır. HÖH Genel Başkanı olan Lütfü Mestan bu gelişmelerin hep içindeydi. Her şeyden haberi vardı.Görevde kalabilmek için sustu, görmezlikten geldi, demokratikleşmemizin yolunun hırsızlarca, rüşvetçilerle, dolandırıcılarla kesildiğini görse de, parmağını kımıldatmadı. Varsa yoksa av, şu Büyükelçilik, şu otelde şu metres... Gerçek durum şuydu. DOST partisi demiş adına! Kardeşim sen bir defa şöyle bir dur ve etrafına bir göz at. Doğan 17 Aralık 2015 “saray kör sofrasında” 150 kişinin önünde, ağzından lokmanı aldığı gibi sözünü de kesip aldı. Kaydın gittin. Dostun falan olsa sen yere serildiğinde birisi gelir ağzına bir kaşık su damlatırdı. Yapan olmadı. Sağ olsun kızımız Şirin Hanım ki, bir bardak su istedi. Sen gitmiştin. Kime DOST diyorsun, anlayamadık. Senin dostun falan yok ve seninle kimse dost olmak istemez, DOST partisine de oy vermez. Seninle dost olmak ajan “Pavel”in koynuna gitmek olur ki, sen unut o günleri. Biz artık yırttık. Başkanlığında insanımız kan kustu. “Saray kulisi” kimi isterse işten attı, istediğini hapse tıktı, kimileri içinse mahkeme kararını bekletti, çıkmış icra kararlarını durdurdu ya da hızlandırdı, kimi isterse kaçırttı kulağını çektirdi, kimi isterse dövdürdü, kimi isterse aç bırakıp vatanı terk etmeye zorladı. Memleketimizi terk edenlerin yavruları dede nene himayesinde köy çamurluğunda kedi köpekle yetişti. İtlerin Kemaller köylerinde muhtar adayı bacılarımıza saldırdıklarında, birini beliklerinden tutup köy meydanında yerde sürüklemişlerdi... Bilir misin bilmem, fakat atalarımız bir Türk kadınının muhtar, hemşire, ebe, doktor öğretmen olması ve dünya medeniyetine renk vermesi için ömür törpülemişlerdir.Bu kadar alçak nasıl düşebildin bilemiyorum, aklımı zorluyorum, hafızamdaki alçaklık yelpazesinin en alt derecelerine bile takılmıyor yaptıklarınız... Başkanlığın yıllarında iri kenelerden biri düşmedi, katilerden rahatsız edilmedi. Aldıkları rüşvetler büyük ölçekli olan siyasi oligarşiden tutuklanan, sorgulanan, hatta vergisini bile doğru dürüst ödeyen olmadı. En önemlisi ise, onlardan kimsenin kılına dokunan da olmadı. Son haftalarda 2 defa Ankara’ya çağrılan Başsavcı Tsatsarov’un susma nedenine gelince, BULGARTABAC sigara mafyasının İran – Irak üzerinden Kürt terör örgütleri PKK ve PYG beslemesidir. Orada yaşayanlar en yakın akrabalarımızıdır, parçalanmak istenen anavatanımızdır, her gün kurban veriyoruz ve senin harami çeten düşmanlarımızı besliyor. Utan be! DOST most deyip de ne yüzle Türk partisi başkanı olmak istiyorsun, anlayan varsa lütfen bildirsin. Etrafına toplayıp peşinden karanlık darboğaza sürüklediğin insanlara da acımıyor değilim.


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

61

Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi son yılar yazılarında, memleketimizde totaliter yapının sökülemediğine, hatta durumun daha da perçinleştiğine işaret ederken, yürütme (bakanlar kurulu) ile yargının (savcılık ve mahkemelerin) birbirine kenetlenmiş devlet sisteminin özgürlükçü demokrasi ve adalet yolunu kestiğini yazdı. Biz bu gerçeği defalarca vurgularken, sen Lütfü Mestan! Adalet reformu süreci tamam hareketlenirken frenlerini patlattın. Sayenizde kapanan Bulgar Kooperatif Ticaret Bankası (BTK) gibi bankalarda hesabı olan savcı, yargıç ve diğer adalet temsilcilerine tebessümle gülen de sen oldun. Onların hesaplarındaki milyonları biliyordun. Kızın bile, aynı bankanın görevlisi olarak, 14 bin leva maaşla bu işin içindeydi. Kazı sakalını, aç yüzünü ve gönlünü “Ben Buyun” de diyebilirsen! Asla deyemezsin. Bu sahtelik Bulgar kamuoyunun da canına tak dedi. Sofya Şehit Mahkemesinde Normal Devlet partisi tescile sunuldu. Kamuoyu artık ne liberal, ne demokratik, ne adaletçi ne de halkçı bir siyasi parti istiyor. İstenen Normal bir siyasi parti kurulması ve gemi aza almış zır deli atının gemlenip sakinleştirilmesidir. Bulgaristan Sosyalist Partisi’nde (BSP) yeni ayrılan Normal Devlet formasyonu, 26 yıldan beri dağılıp parçalanarak ufalan ve özü buharlaşan Bulgar devletini ekonomi, sosyal, kültür, sağlık ve eğitim gibi sektörlerde göreve çağırıyor. Bir şartları var. Sahte DOST’lar ve hainler hariç. Yeni doğan başkan Georgi Kadiev Bulgaristan’ındaki ana çelişkinin üretim araçları ve üretim ilişkileri, dış ve iç güçler, savaş ve barış olmadığını vurgularken, bizi toplum içinde bir Kuzgun olan totalitarizmin söküp gömmeye çağırıyor. Ona göre, temel çelişki totaliter kuzgunu yaşatmak ve gömmek isteyenler arasındadır. Ana çelişkinin renk nüansları da var: Onursuz ve onurlular; Sorumlu ve sorumsuzlar; Rüşvet vermek istemeyenler ve rüşvet almadan iş yapmayanlar; Adaletle adaletsizlik. Yasallara uyanlar ve yasa dışı yaşayanlar. Vergi verenler ve vermeyenler. Yolu, suyu ve elektriği olmayan, tavanı da akan kulübelerde oturanlar ve saraycılar. Sefiller ve zenginler. Yoksullar ve birkaç oligarşi kodamanı. Haktan kopmuş iktidar ve Avrupa’nın en yoksul tabakası. Kimliksizleştirilip erimiş muhalefet ve oy verdiğine kahrolan seçmenler vb. tezat nüansları renklerini berraklaştırıyor. DOST partisi evraklarını mahkemeye sunan Lütfü Mestan bu kavganın neresindedir. O, totaliter modelin, Bulgar etnik modelinin, bir buçuk milyon insanı sefillik çıtasının altında ezen modelin sökülmesini gündeme getirebilir mi? Bu uğurda mücadeleye katılır mı? Bu iş gizli ihbar yazmaya benzemez ha!


62

BG-SAM

Bir işçik bari yapaydın be kardeşim. 23 yıldan beri Bulgaristan’da Türkçe dersleri için kitap basılmıyor. Devlet okullarında anadilimizin zorunlu ders olarak okutulmasını yasaklayalı 50 yıl (yarım asır) oldu. Bir konuşmanda değinseydin, bir dilekçecik yazsaydın, bir okula girip de durumu gözlerinle görseydin. Hayatın adı generallerle avlanmak ya da kaçak balık avlamak değildir! Türkçe derslerine ancak 6 bin öğrenci giriyor. Defter yok, kitap yok, kütüphanede anadilimizde bir tek kitap, sözlük, konuşma rehberi yok. 21 Şubat 2016’da Sofya’da “Ramada” Otelinde göstermelik “Anadil Şöleni” yapılmış. Giriş davetiyeli. Devletin en koyu totaliter uygulaması kopyalanmış, anadil şölenine davetiyesi olmayan katılamıyor. Bu gelenek de senden geldi Lürfi Mestan. İstediğime anadilinde konuşma hakkı tanırım, istemediğine tanımam. Bu memlekette Türkçe bir ben konuşurum! Havalarına girdin çıktın. Boş kafalılıkta eşin yok. Bulgar makamları sana az ceza kesti. Mankafalılığınla halkıma ettiğin kötülüklerin bedeli henüz ödenmemiştir. Sana kesilen ceza hem hak, hem de azdır, çünkü çektiklerimiz unutulacak gibi değil. 2014’te yapılan son erken seçimden ders alamadın. Bulgaristanlı Türk Müslümanlardan 120 bin kişi Lütfü Mestan yönetimindeki partiye oy vermediler. Bu bir sökülme ve çözülmenin başlangıcı oldu. 600 yıllık beraberliğimizde hep canca kanca birlikteydik. İlk kez bilinçli olarak, DPS tepesine ders vermek için bölündük. Mestan ile kötülüklerin başı Doğan ders almadılar. Kendilerini dalavereye kaptırmışlardı. Ardından yerel seçimler geldi. Deliorman ve Rodoplar tepki gösterdi. Bulgar partilerine de yüz çevirip bağımsızlık bayrağı yükselttik. İsperih, Dulovo, Kubrat, Vırbitsa ve Todor İkonomovo belediyesi, muhtarlıklar, Kara Su (Mesta) boyu değişti. Çok sevdiğimiz barış sembolü olan zeytin dallı HÖH bayrağını yürek acısıyla indirdik. Bir defa şimdiye kadar 6 kez parçalanan HÖH - DPS partisi 2016 başında 5 milletvekili ile birlikte parti genel başkanının da partiden kovulmasıyla yeni bir aşamaya girdi. Parti ufalanıyor ve siniyor. Partiden aforoz edilenlerin tohumu tutmuyor. Yüne bu gidişin bir sonucu olarak, halen mecliste olan 30 milletvekilinin ve Parti Yürütme Kurulunun daha Nisan ayında toplanacak olan 9. kurultaya kadar bir daha parçalanması ve “troyka” yerine güçlü bir başkan seçilmesi kavgasının başlaması bekleniyor. İstediğimiz değişiklikler olmazsa seçeneğimiz DOST partisi olmayacak. Çünkü o da bizim için bir kuzgundur.


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

63

Sinemezler

Dr. Mustafa Kahraman-23.Şubat.2016

Konu: Böyle gelmiş böyle gitmez. Köpek yavrusu da, o yavru bizim köpeğin. Fakat köpek, bizim köpek değil artık! Türkiye sigara mafyası ile PKK - PYD tekelindeki kaçak sigara paketlerinin % 50 Ahmet Doğan ve kopili Delyan Peevski kaynaklı olmasına karşı Türk devlet yasaklardan Bulgar siyasi yorumcularının çıkardığı sonuçtur bu. Bir sentezdir. her şeyin iki yüzü olduğu gibi sentezin de iki yüzü vardır ve bunları görmek zorundayız. Onların mantığına göre, yorumcular, süregelen (kendi kendine gelişen) durumda nitel değişme oldu: Önce sigara yüklü 100 TIR Bulgar gümrüğünde durduruldu. Bulgar Baş Savcısı Sotir Tsatsarov Ankara’ya buyur edildi. Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’la görüştü. Taşı yerinden oynatan bu görüşme oldu. Ardından enternasyonal basın (dünya medyasının en önemli organları) sigara kaçakçısı mafyanın beyin kökünün bulunduğu yer olarak Sofya’daki “saraya” işaret etti. Daha yakın günlerde, hem özel korumalı hem de birisinin milletvekili dokunulmazlığı olan Bulgaristanlı iki şahısın Türkiye’ye girmesine yasak getirildiği rüzgârı esti. Şuna özellikle dikkatinize sunmak istiyorum, bu olayların hepsi Lütfü Mestan Hak ve Özgürlükler Partisi (HÖH) Genel Başkanı görevinden bir iç darbeyle indirilmezden önce oldu. Partimizdeki iç darbeni iç ve dış sebepleri var. “CU-24” uçağının düşürülmesi yalnızca bir vesiledir. Nedenlerinin başında gelen, “Türk kimlikli bir lider olarak çok önemli büyüme yetersizlikleri olan” Lürtfi Mestan’ın HÖH partisi adı öne sürülerek oluşturulan, Ahmet Doğan tarafından yönetilen hayalet “şirketler çemberi” tarafından örgütlenen, Yakın Doğu merkezli kıtalar arası sigara kaçakçılığından “kendine özel pay istemiş olmasıdır.” İç darbe ve 17 Aralık 2015’te Genel Başkan Lütfü Mestan’ın kellesinin “sarayda” kaydırılması HÖH partisinde yeni bir dönem ve süreç başlatmıştır. Alçalma (sinme) sürecinin özündeki anlam nedir?


64

BG-SAM

Bu konuyu açabilmemiz için önce Bulgaristan iç ve dış siyasetindeki alçalma (sinme) sürecine bakmamız gerekir. Bu artık resmileşen süreç Londra’da Başbakan Boyko Borisov’un Bulgar diasporası ile görüşmesi esnasında başladı. Katılımcılardan bir genç şu soruyu sordu: Sayın Başbakan aynaya baktığınızda kimi görüyorsunuz? Ertesi sabah Sofya merkez basını gözde karikatürcüsü Kumarnitski, Başbakanı boy aynası karşısına dikti. Aynadaki Rus oligarşisinin Bulgaristan temsilcisi, “saray”ın tüylü köpek yavrusu HÖH Milletvekili yerli milyoner Delyan Peevski idi. Bu, 2000 yılından beri Bulgar siyasetinde yükselen Boyko Borisov’un otoritesine atılan yanmış bir kibrit çubuğu değil, molotov kokteyli oldu. O, Bulgar politikasında bir istisnaydı. Siyasi yükseliş basamaklarında tırmanışı, Mihail Gorboçov tarafından budanan Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nden kalan eski tüfekleri 1993 kurultayında birleştiren Rusya Federasyonu Komünist Partisi Genel Başkanı Genadiy Züganov’un, 2002 - 2012 dönemi Bulgaristan Cumhurbaşkanı olmazdan önce, Sosyalist Parti lideri olan Georgi Parvanov’a telefon açıp “Boyko Borisov’a arka çıkın” demesiyle başladı. Onun yükselmesi kendi başına bir istisnaydı derken şunu kastediyorum. Meslekten itfaiyeci, gönül verdiği iş ise, polislik olan Boyko Borisov’un demokrasi (1990) öncesi iş hayatında erişebildiği en yüksek mertebe, diktatör Todor Jivkov’un kişisel koruma ekibinde yer alışıdır. Platon’un (M.Ö. 427 - 347) yazdığı ve 1915’te Bulgarcaya tercüme edileliden ve o gün bu gün ilkelerine uyulmaya çalışılan devletin yapısında Borisov’un “koruyucudan”, “yönetici” katına sıçraması, yıllarca asimile edilemedi. Kamuoyu “bu iş nasıl oldu diye düşünedursun” o Politik Büro varislerini “limitsiz kredi kartı” ile uyuşturdu ve kendini tek favori durumuna getirebildi. Egosu bu denli kabarmış bir başbakana, başka yerde değil, hem de tam Londra’da “aynaya bakınca kimi görüyorsunuz” sorusunun sorulması olağanüstü cesaret eseri bir gelişmeydi. Hiç kuşkusuz 13 Mart 2013’te onu başbakan koltuğundan indiren 17 sahte elektrik faturasından çok daha ustaca hazırlanmış, derin ve büyük hacimli bir tuzaktı. “Bana çuvaldız batıran bu genç kim?” diye sorsa da, cevap alamadı. Kalktığı gibi uçağa atladı ve Sofya’ya döndü. Ortalık ne zaman yandı? Hemen ardından Başbakan Borisov, konuk katılımcı olarak, göçmen dalgasının baharla yükselmesine karşı yeni önlemler saptamak için toplanan “Vişegrad Dörtlüsü” oturumuna davet edildi. Avrupa Birliği üyesi olan, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Polonya ve Slovenya’yı birleştiren bu dörtlü oturumlarında sığınmacıların aşamayacağı tel örgü ve beton duvarlı “Çin Seddi”ne benzetmek için daha neler yapılması gerektiğinden başka ne görüşüldüğü bilinmese de Borisov


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

65

Prag’dan önemli bir seslenişle ortalığı yaktı. Sofya – Varna ana yolunun “Hemus - 2” ihalesini “kazanan şirketlerinin ardında Delyan Peevski yani Ahmet Doğan ve Rusya oligarşisinin ülkemizdeki resmi temsilcisi Valentin Zlatev olduğu” gerekçesiyle bozdu. Kökleri dışarıda bu iki şirketler grubunun devletten aldığı 3 iş daha rafa kaldırıldı. “Saraya”, “Lukoil” kasalarına 1 milyar 500 milyon leva akışı durduruldu. Yalan demokrasi büyütülmeye başlandığı 1990’dan beri böyle bir darbe almamış, benzer olay yaşanmamıştı. Kanının her yuvarlağı devleti ve emekçi halkımızı çatır çutur gece gündüz kökünden yolup soymaktan oluşan ve bir ejderhaya dönüşen bizdeki yerli ve Rusçu ahtapot ilk vuruş aldı. “Saray” şirketler çemberi, Rusça oligarşi yerli mafya siyam ikizi ve Zlatev’in yönettiği grubun bir buçuk milyar leva gibi önemli bir kayba uğratılması, imaj değişikliği yarattı. Daniel Peevski’nin dili söküldü. V. Zlatev, yalancıların uyguladığı altın kural olan “inkâr etmeyi” denedi. Ahmet Doğan ise son okuduğu “Masonların Başarı Sırları” kitabında, en sık geçen “sabra” takılmış bekliyor Bu gelişmeler Bulgar TV’lerde baş haber olduğu akşam, anti-totaliter Bulgar demokratlar cephesinde önemli bir aydın ve yapımcı olan Evgeni Mihaylov’un “Geçmiş (Bitmemiş) Bitmiş” dizisi ekrandaydı. Ne oldu acabada da Borisov nefis muhasebesi yapıyor. “Herkes palasını toplasın, oyun bitti” diye düşündüm. Ama biten oyunların hangisiydi. Yoksa bazılarının tahmin ettiği gibi, alçalıp sinme dönemi mi başladı. Çok ilginçtir. Şu bizim memlekette, Türkiye’nin sahiplenmediği köpek yavrusu tüylü ister tüysüz hem de çok sevimli olsa bile, yeri dış kapının dışındaki bulaşık çanağıdır. Oyun gerçekten bitti mi? Bunu şöyle anlayabilir miyiz? Bulgar siyaset gözlemciler, “Bu köpek, bizim köpek değil artık” derken bıyık altından gülümsüyorlardı. Doğa’nın Türkiye devleti ile olan göbek bağını kestiklerine mi seviniyorlardı? O bağ çoktan kesildi diyenler olsa da, şimdiye kadar hep ikili bir oyun oynandığı kuşkusu vardı işlerinde. Lütfi Mestan’ın bir vuruşta yok edilişini bir opera sahnesine benzettiler. Aslında onlar için Lütfü Mestan’ın önemli bir kişi değildi. Gizli polisin yeminlisiydi. Üstelik Demokratik Güçler Birliği (CDC) adıyla ünlenen ama 5 - 6 senede kendi mezarını kendi kazan, genetik özüyle önceden oynanmış ve siyasi tohumu bitmez, kendisi işe yaramaz şahıslar listesine alınmıştı. Onun içinden Türklüğe susamışlık duygusu sökülmüştü. Müslümanlık boşluğuna doyumsuz böbürlenme açlığı doldurulmuş, algılayarak özümseme ve sonuç çıkarma yetersiz bırakılarak yerine maddiyata bağlı rahatlık ve mutluluk aşısı yapılmıştı. Bulgaristan Müslüman Türklerinin onurlu iradesiyle hesaplaşma siyasetinde çok önemli bir halka olan bu gelişmeler, tarihsel olarak ilginç bir zaman kesiminde alevlendi. Bu zaman kesimi Osmanlının ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bu-


66

BG-SAM

nalımlı yıllarına rastlamıştır. Bulgaristan Türk Müslümanlarının kaderi sanki Türkiye durumuna göre alevlenmiş ya da sakin ve huzurlu yıllar yaşamıştır. Osmanlı çöküşünde önemli bir aşama olan Jon Türkler devrimi yılında alan boşaldı havasına giren Bulgar Prensi Ferdinand, 1878 Berlin Anlaşmasını bozup 1908’de Krallık ilan etmiştir. Osmanlı’nın zor toparlandığını görünce Balkan devletlerini ardına alıp Birinci Balkan Savaşı ateşlemiş Orta ve Batı Rodoplar’da Müslüman Pomaklarımızı ezip Hıristiyanlaştırırken Edine, Kırklareli ve Lüleburgaz üzerinden İstanbul yolunu doğrultmaya başlamış ve Çatalca’da ezilmesi rüya kurmaya devam edecekti. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da kooperatifleştirme bahanesiyle Türk Müslümanların ve tüm diğer azınlıkların, dini kurumların ve eğitim ocaklarımızın malına mülküne el atılması da derin infial yaratmış, göçlere neden olmuştur. Büyük gerginliğin üçüncüsüne Bulgarlar “soya dönüş” zulmüyle kendileri neden olmuş ve yine göç yaşanmıştır. 1990’dan sonra gelişen HÖH DPS planlı serüveni artık bitti mi? Sorun budur. Bulgaristan azınlıklarının mecliste siyası temsilciliğine son mu verilecek? Seçimden seçime oynanan demokrasi oyunu zamanını doldurdu mu? HÖH’ten ayrılan 4 siyasi parti ve polis Nedim Gençev’in partisi olmak üzere, geniyle oynanmış, Türklüğü öldürülmüş 5 partiden hiçbir beklentimiz olmadığına ve olamayacağına göre, son köpek yavrusunu da dış kapıdan kovup, yeni oyun kurma zamanı gelmiştir. Şimdi ortaya çıkan ve Sofya Mahkemesinde tescil yaptırmaya çalışan yeni bulaşıkçıya, avlu içine saklanma ve ben ağa gözdesiyim deme hakkı tanınmamalıdır. Türklükten geçinen ve parsalarını büyütmek için yeni kurdukları partini adına Dostluk ve Hoşgörü gibi isimler takan hem de Türkiye’nin zor günlerinde baş ağrısı yaratanlara karşı hoşgörülü olmak baştanbaşa ihanettir. Süregelen Türklüğü 70 soy geriye dönerek yok etmeyi planlamış sönmeyen bir intikam hırsıdır ve son çeyrek asırda olagelenden hainlik bir hastalıktır ve asla tedavisi yoktur deyip kesin yol ayrımı yapmak zorundayız. Farkındaysanız bizi bol buldukları yerde hançerlemek istiyorlar, hatta hançerliyorlar. Biz en ağır dönemleri atlattık, “Belene” kampından çıkabildik, kölelik zincirlerini koparıp göç edebildik, umudumuz tüm hainlikleri yeni, yeni tuzaklara düşmeyelim. Lütfilerin falan gözyaşına, el açmasına kapılıp yeni tuzaklara düşmeyelim... Bulgarlar için son 26 yılda başlarına gelen en büyük bela HÖH’ten ve ondan ayrılan ama kanser hücreleri gibi kendi kendilerini yok edemeyen yaralı genlerinde büyüme yetersizliği olan partilerden kurtulmaktan büyük başarı olamazdı. Ne ki, Bulgarin kendi içinde de savmayan bir hastalık var. Adamlar “biz köleydik” bilincinden kurtulamadıkları gibi, kendi avlularına kendi elleriyle diktikleri karaçalı dikeni HÖH partisinden de kurtulmak istemiyorlar. Baş hain Ahmet Doğan’a Türkleri karşı savaşımın başkahramanı “Vasil Levski” dediler. Öte yandan Levski’yi Hıristiyan Azısı yapmaya çalıştılar. Neredeyse bir dinsiz Ah-


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

67

met Bulgar Ortodoks Kilisesi’nde Aziz oluyordu. Ayarı tamamen bozulmuş, değerlerin tamamen değersizleştiğinin farkında olan kişilerin olmadığı bir toplumda aydın olarak var olmak hakikatten çok zorlaştı. Olayların anlamında “geçmiş bitti!” yeni sayfa açıyoruz var olabilir mi? Ahmet, Lütfi, Osman, Kasım ve Güner tarih çöplüğüne doldular diyebilir miyiz? Bizim ovaya yeni tohumla yeni yonca ekip yeşermesine birlikte mi sevineceğiz? Yoksa rüzgâr çok şiddetli esiyor, şöyle kenara çekilip biraz sinelim anlamı mı çıkıyor gelişmelerden? Türkiye uluslararası terörizmle her gün şehitler vererek canla başla savaşırken, teröristleri sigara kaçakçılığıyla beslemenin işlerine ve bu kara ve kirli işlerden paya talep ederek dünyayı birbirine katanların çirkinliğine göz yumulacak yenir yutulur bir tarafı olabilir mi? Böyle gelmiş böyle gitmez...

Hiçbirşey Değişmedi

Şakir Aralantaş-26.Şubat.2016

Konu: Halkına ihanetin nedeni olmaz er ya da geç bedeli olur! En yüksek ağaca tırmanıp “şu yöne” diyecek lider bekliyoruz. 21 Eylül 1933’te Sofya’ya resmi ziyarete çekilen Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı İsmet İnönü Milli Gazete’ye verdiği demecinde şöyle demişti: “Balkanlarda, barışın ve iyi geçinmenin taraftarı bulunduğumuzu ve Bulgaristan’la Türkiye arasında emniyet ve samimiyet havasının kuvvetlendirilmesinin ciddi arzumuz olduğunu açık olarak anlatacağımıza eminiz. Seyahatimiz her şeyden evvel, Türk milletinin samimi ve dostane hislerini, yüksek evsafını takdir ettiğimiz Bulgar milletine yerinde ifade etmek için bir vesiledir.” O vakit Bulgaristan Başbakanı Demokrat Parti Başkanı Nikola Muşanov’tur. Bulgaristan Çarlıktı. Bu dostluk ziyareti iki ülke arasındaki ilişkilerin barışçı ve iyi niyetli programa uygun gelişimi başlatan dönemde yapılmış ve Bulgaristan Türk-


68

BG-SAM

lerine gönül rahatlığı, güven aşılamıştı. Bulgaristanlı Türk Müslümanlar, Deliormanlılar Başbakan İsmet İnönü’yü kendilerinden biri olarak kabul etmişlerdi. O, Balkanlarda Türk Ünlüleri 3 ciltlik (Ansiklopedik bilgiler) kitabının 2. cildinden şöyle tanıtılmıştır: Türkiye Cumhuriyeti’nin İkinci Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü 1884’ yılında İzmir’de dünyaya geldi. Asıl adı Mustafa’dır. Annesi Cevriye Temelli Hanım ise, şimdi Bulgaristan topraklarında bulunan Deliorman’ın göbeğindeki Razdrad şehri yakınlarındaki Kalova (Dânkovo) köyü doğumludur. Kalova, Razgrat’ın 17 km Kuzeydoğusunda olup 1573’te Türklerce kurulmuştur. Bu köyün Türk halkı, İnönü döneminde Anavatan’a göç ederek Eskişehir’in bir bölgesine yerleşmiştir. Cevriye hanım Razgrat’ta doğmuştur. Yaptığımız araştırmalar sonucu Cevriye Temelli Hanım’ın Kalova’da doğduğu, ailesinin uzun süre Razgrat’ta yaşadığı saptanmıştır. Cevriye Hanım, Osmanlı - Rus Savaşı’ndan sonra (1877 - 1878) ailesiyle beraber Anavatan’a gelmiş ve Malatya doğumlu Raşit Bey ile aile yuvası kurmuşlar. Babası memuriyet gereksimi İzmir Adliyesi’nde çalışırken, bu evliliğin sonucu İsmet İnönü orada dünyaya gelmiştir.” Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ve 10 defa Türkiye Başbakanı seçilen İsmet Paşa Avrupa devletlerine ve değişik uluslararası konferans ve forumlara katılmaya giderken birçok kez Bulgaristan’dan geçmiştir. Yeri gelmişken büyük sayıda Türk ve Müslüman’ın da yaşadığı Bulgaristan’la ilgili Türkiye’nin değişmez dostane ve yapıcı tavrına bir daha işaret ederken, ikili ilişkilerde tekrarlayan bir olumsuzluğu da hatırlayalım: Atatürk, İnönü’yü Bulgar Çetesinden nasıl kurtardı. İnönü Rusya seyahati dönüşü Sofya Büyükelçiliği’nde mahsur kalır.Bulgar çeteciler İnönü’yü öldürmek için elçiliğimizi kuşatmışlardı. Bulgaristan’a ihtar notası verilir. Sofya hükümeti umursamaz. Ankara’da beyin fırtınası yapıldı, işin içinden çıkılamadı. Atatürk’e sordular. O, “sizler ne düşünüyorsunuz?” diye sordu. “Bulgaristan’a ekonomik baskı uygulayalım...” dediler. Atatürk, güldü. “Telefonu verin bana” dedi. Donanmaya emir verdi. Ertesi sabah, “Yavuz” zırhlısı İzmit’ten Varna’ya gitti. Limanda havaya yüz bir pare top atışı yaptı. Topların gürültüsünden evlerin camları kırıldı. Gemi amirali Bulgar yetkililere, “İsmet Paşa’yı almaya geldim” dedi. Bulgar hükümeti, İsmet Paşa’yı Sofya’dan Varna’ya zırhlı bir trenle derhal getirdi. Oradan da bando ve merasimle Yavuz’a uğurladı. Amiralimiz, kırılan camların parasını ödedi. İsmet Paşa’yı yurda getirdi. Atatürk’ün hayalleri bile insanı heyecanlandırıyor.


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

69

Dostluğumuzun Kökleri Çok Derindir İki devlet arasında karşılıklı yararlı ilişkiler tesis edilmesinde ve önemi uzun zaman devam edecek olan 1925 Ankara Atlaşmasından sonra gelen bu ziyaretlere tepkili olan Bulgar kamuoyundaki belli başlı kişiler Makedon voyvodalarının çömezleri olmuştu. İlk ziyaretlerden sonra dünya siyasetini İkinci Dünya Savaşı ve ardından gelen “Soğuk Savaş”, dünyanın kamplaşması birbirini izlemiştir. Bulgaristan ile Türkiye’nin iki ayrı kamplara düşmesi ikili ilişkileri olumsuz etkilemişti. 1965’te başlayan Süleyman Demirel’in başbakanlıklarına kadar doruk ziyaretler olmamış olsa da, 1974 Kıbrıs Harekâtından sonra Başbakan Bülent Ecevit’in birinci Sofya ziyareti ve Deliorman’ın Vladimirovtsi köy meydanındaki programsal konuşması Bulgaristanlı Türk ve Müslüman azınlığın alnına derin kazındı. Bülent Ecevit, Todor Jivkov’a dönerek. “Bulgaristan Türk Müslüman azınlığının dil, din, kendi ahlak ve kültürüyle geleneklerine göre yaşama hakkına, malına mülküne, cami ve okullarına dokunmadan huzur içinde yaşamasını sağladığınız sürece, Türkiye Cumhuriyeti’nden daha iyi komşu ve dost bulamazsınız.” demişti. Todor Jivkov da konuşmasında bu haklarımızın garantili olduğunu teyit etmişti. Türkiye’nin Bulgaristan’la ve Bulgaristan halkıyla dostluk, işbirliği ve iyi komşuluk siyaseti asla şaşmamıştır. Biz Hep Aynı Yolda Yürüdük Bu konuşma o zaman “Rabotniçesko Delo” (İşçi Davası) gazetesinde Bulgarca, “Yeni Işık” gazetesinde de Türk dilinde yayınlandı. Bulgaristanlı Türk ailelerin hepsi bu iki gazeteyi Mushaf gibi korudular. Ne ki 1985’te “soya dönüş” denen zalim yaratık kara ölüm gibi karşımıza dikildiğinde biz orak, tırpan ve satırlara salmazdan önce “Rabotniçesko Delo” ve “Yeni Işık” gazetelerini eşlerimizin çeyiz sandığından çıkarıp inci tütün sırıklarını dört köşe çakarak yaptığımız pankartlara Bulgarca ve Türkçe önlü artlı yapıştırıp yürüyüşe kalkıştık. Hedefimizde devlet adına verilen vaatleri, Türk olduğumuzu, dinimizin İslam olduğunu hatırlatmak vardı. Başkaldırışımızın derin anlamında bir de, Türkiye – Bulgaristan karşılıklı yararlı dostluk ve işbirliğini pekiştirerek sürdürmek ve çok yönlü geliştirmek vardı. Ne yazık ki, karşımıza önce talihsiz adamlar, ardından Devlet Terörü çıktı. 1879’da başlayan tek uluslu Bulgar devleti yaratma siyasi çılgınlığı kısırlaşmış, kabul etmediği çok kültürlü çok etnikli ama Bulgaristan kokan medeniyeti boğup yok etme sayfasını açmıştı. Bu sert yüzleşmede biz Türkler, Pomaklar, Çingeneler ve Bulgaristan’da yaşayan diğer etnik azınlık toplulukları ayaklandı.


70

BG-SAM

Olayların bu denli, hatta olağanüstü şiddetlendirilmesi, Türkleri yaşadıkları topraklardan söküp kovmak için önceden hazırlanmış bir stratejik plan mıydı? Bu sorunun yanıtı henüz bir sırdır. Böyle olsa da, Rus-Osmanlı 1877 - 78 Plevne savaşından beri Moskova’nın gözünün Bulgaristan Müslüman Türkleri üzerinde devamlı olduğunu kesin söyleyebiliriz. Kremlin yıldızının Sofya üzerinde (1945 -1989) en uzun parladığı dönemde bile (1952 ve 1976) göçleri olmuş 300 binden fazla Türk Türkiye’ye göçe zorlanmıştı. Köy ekonomisinde, işleme sanayinde, madenlerde, kara ve demiryolu, liman yapımında kullanılan, gençlik yıllarında İnşaat Askerileri olarak bedava çalıştırılan Müslüman gençlere sanki son derece büyük ihtiyaç vardı. Kanaatkâr, azla yetinmesini bilen, minnettar ve hoşgörülü olan Bulgaristanlı Türk nüfus, ne kadar alçak gönüllü olursa olsun, Türkiye ile Bulgaristan ilişkilerinde her zaman dengeli diplomasi terazisinin topuzu olmayı başarmıştır. Şöyle ki, gözünün ucuyla hep Ankara’ya bakan, anavatandaki akrabalarının nasıl olduklarını aklından çıkarmayan, iyi hoş olmaları dileklerini dilinden düşürmeyen, iyiliklerin, dostluk ve iyi komşulukların var olabilmesi için barış olması gerektiğine devamlı inanan onlardı. 1985’te Bulgaristanlı Türk ahalisi üzerine onun taşıyabileceğinden fazla ve ağır zulüm çullandı. Türk ve Müslüman kimlikleri sökülüp alınmak ve yok edilmek istendi. Başlarına gelen sabır sınırlarının son kapısını zorluyordu. Bir imparatorluk ve cumhuriyet rejimi olarak Türkiye devleti 1398 yıldan beri Bulgar devletine savaş açmamıştı. Ne ki, ilk kez olmak üzere Bulgar devleti izlediği baskı ve terör siyasetini ret eden, insanoğlu insan gibi kendi dünyalarında yaşamak isteyen yabalı, tırpanlı, oraklı ve çaplı Türkleri karşısında buldu. Vatan sevgimiz asla değişmemiştir Bütün ayaklanmalar gibi 1989 Bulgar Demokrasi İsyanı’nda da yenenler ve yenilenler oldu. Totaliter komünist devlet bazı yelkenlerini dürmek zorunda kalırken, Türk ve Pomak Müslümanlara biraz yeşerme imkânı tanıdı. Ülkedeki etnik azınlıkları bundan öte yönetimine Moskova’nın da razılığını alarak stratejik değişikler getirdi. Mayıs 1989 Türk Ayaklanmasına bir çıbanbaşı olarak bakıldı. Kara zulümden oluşan kara kan ve hicranı Türkiye’ye akıtma kararı alındı. Büyük Göç kışkırtıldı. Göç seline etnik azınlığının beyin, bilinç ve mücadele azmini de kattılar. 1990 baharına girerken sanki ağıcın dalları seyreltilmiş ve hava alabiliyordu. 1989 Ayaklanmasını Bulgar devleti ile Türk Müslüman azınlığı arasında bir kapışma olarak ele alanlar, olayın tekrarlamasına olanak vermemek amacıyla


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

71

strateji ve taktik değişikliğine gittiler. Yeni strateji olarak geliştirilen “Bulgar Etnik Modeli” kalıbına sıkıştırılan azınlık sorunları Bulgar ve Rus gizli servislerinin emrindeki bedbaht kişilerin eline bırakıldı. Olayı politik düzeye tırmandırmak için Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) kuruldu ve sinsi niyetlere alet edildi. Stratejik hedefte Türk kimliğinin her bahar budanan dut ağacı gibi dalsız, yapraksız ve meyvesiz bırakmak vardı. Türklere Türksünüz demek, Türk olmaları için yeterli değildi. Türk dili ile İslam’ın buluşup kaynaşması yolu devamlı kapalı tutulacaktı. Kültürel alanda çember her an daraltılacak ve her şey HÖH kontrolünde gerçekleşecekti. Bu stratejinin taktiğini Bulgarlar kendileri bulmadı. Hitler ve Stalin’in yaptığı yapılacaktı. Türklere her zaman işitmek istedikleri söylenecek fakat vaat edilenlerin hiç biri yerine getirilmeyecekti. Bu yolda 5 yıl özel “ballı börekli hücre eğitim” gören Ahmet Doğan her şeyi benimsemiş ve çizilen stratejik ve taktik uygulamadan sapmamayı kabul etmişti. Aynı oyun Türkiyelilere de uygulanacak, söz verilse de hiçbir konuda onların istediklerin olmasına olanak verilmeyecekti. Yalancının mumu yassıya kadar yanar İnsanlara işitmek istediklerini söylemekle onları avutmak denenmiş bir uygulamaydı ve Bulgaristan’da 26 yıl tuttu. Vaat eden Ahmet Doğan’dı, o hiçbir konuda hiçbir şey yapmasa da TV-ler ve radyolar, muhtarlar, belediye başkanları ve müftüler ondan hayır haber getiriyor, sağ sağlım olduğu anlatılıyor ve böyle böyle umut yaşatılıyordu. Türk azınlığının arasındaki en külüstür, arka kapıya mandal olmayı hak etmeyen, ömür boyu sözüne kulak verilmeyen soylardan seçilen dalkavuklar da bu işe alet olduklarında yavaş yavaş parti yönetimine oturdular. Sonunda Bulgaristan Müslüman Türkleri yeni bir kısır döngüye koşuldular. Herkesin aklına her şey gelir. Bulgaristanlı Müslümanların bu kadar karanlık ve derin bir tuzağa düşürülüp bozdur bozdur harca duruma getirilememişlerdi. Bu durumun artık en iyi ve en güvenilir komşumuz olan Türkiye ile siyasette karışıklık, gerginlik ve güvensizlik yaratmak için kullanılır duruma getirilebileceğini öngörebilen ise olmadı. Bu bakıma, 17 Aralık 2015’dan sonra Lütfi Mestan’ın “ben eşekten neden düştüm” konusundaki beyin fırtınası, bu hain planı hazırlayıp uygulayanların daha da alkışlanmasından başka bir sonuç getirmedi. Bu dünyada hiçbir kimse ağızdan çıkıp yere düşen bir lokmayı yeniden ağzına almaz. Olay bu kadar basittir. Değişen stratejide, Bulgaristanlı Müslüman Türklerle boğuşurken artık kendi ellerini kirletmek istemeden tüm pis işleri başkalarına yaptıranlar, hep o paslanmazla yapılmış eski maşalardır. Hain başı Doğan ve boynu boyundurukta, bes-


72

BG-SAM

leme HÖH ekibi kulis ardının emrindedir. Ne yazık ki, ne Çar jandarmasının ne de totaliter milisin yapamadığını Lütfi Mestan’a, muhtar adayı Türk bayanları köy ortasında tartaklatma ve saçından sürüme gibi alçaklığı Lütfü Mestan’a yaptırabilmiş olmaları ise, öngörülü olduklarına işarettir. Bulgaristan Türkleri tarihine en karanlık ve iğrenç olaylardan biri olan, 17 Aralık 20016 HÖH iç darbesine tepki yükselmemesinin temelinde olan budur. Herkes ektiğini biçer. Komşu yabancımız değildir. Sayın Davutoğulu’nun Bulgaristan’a bu jestini halk şöyle yorumladı. Kalova ovasında buğday tohumu saçan yaşlı bir Türk köylüsü komşu Bulgarlar’a da kendi tohumundan her sene verirmiş. Onlara “haydi beraber ekelim,” dermiş. Bir gün yoldan geçen biri dedeye sormuş: “Ya sen onlara kendi tohumundan neden veriyorsun?” “Beraber ekilen, beraber biter ve boylanır, tozlaşır ve kardeşleşir de ondan” demiş yaşlı köylü. Yolca bakakalmış. Bizde olanı paylaşmak âdetimizdendir. Ne yazık bunu anlayamayıp çok görenlere... Biz buyuz. Onların yetiştirdiklerini bizden sayamayız. Titizlikle kundaklanan iğrenç oyun siyasete alet edildi. Türkiyeci olarak tanıtılan Lütfü Mestan’ın başını alanlar, artık korumalı geziyorlar. Geleceğin daha büyük kötülüklere hamile olduğunu göremeyenler gözlüklerini indirsinler ve gecenin sesine kulak versinler. Ne demek istediğimi, kolay algılayabilmek için kendini video oyunlarına kaptırmış tek başına yaşayan, yalnız köpeklerle temas eden, akvaryumunda yalnız yılan besleyen çok kötü ruhlu, çok kötü niyetli, kötülük yapmaktan hoşlanan zalim ve içinden pazarlıklı çok hırslı birini düşünün. Bu yaratık insanlara, işiyle gücüyle uğraşan köylülere, onlara ait ne varsa her şeye saldırmaktan zevk alır. Günlerce, aylarca, yıllarca kimseyle konuşmaz, güneş görmek istemez ve zalimliğini ancak gece gösterir. Bu sima, 17 Aralık 2015 gecesi olanların ta kendisidir. Türk olan Türk misafirleriyle hesaplaşmaz. Bu kinin fışkırmasına neden olan son derece büyük olan iyi niyetimizdir. T.C. Başbakanı Sayın Ahmet Dağutoğulu’nun 15 Aralık 2015 Sofya ziyaretinde Dobruca, Deliorman, Güney Doğu, Merkez ve Batı Rodoplar’a yönelik 1 milyar 500 milyon Euro Türkiye yatırım programıdır sürpriz olan. Bulgaristan’ın beş kuruşa takla yaptığı olağanüstü ağır dönemde Türkiye’den gelen bu yatırım önerisi düşmanlarımızın kıskançlık fıçısını patlattı. Yalnız 2 gün sonraki iç darbeyi, “saray ininde” uçak kelleleri hatırlayın.


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

73

1986’da Doğan’ı sözde hapse atıp lojmanlarda, dağ evlerinde, otellerde yedirip içirenler, 2013’ten sonra onu ve metreslerini “saraylarda” yaşatanlar 1990’da diktikleri hainlik ağacının en zehirli meyvesini tadıp ferahladılar. “Saray ininde” zehirli mantar yetiştirildiğine inanmayan kalmadı. Anavatanımıza, orada yaşayan kardeşlerimizle ilişkilerimize, Bulgar Türkiye dostluğuna büyük bir darbe vurma niyetlerine fırsat buldular. Onlar için en büyük korku Türkiye’den uzanan dostluk ve işbirliği elidir, bir daha belli oldu. Bizim de strateji ve taktik değiştirme zamanımız geldi. Geç bile kaldık. Yeni adımları satılmış hainlerin peşinden yürüyerek değil kendi sivil toplum örgütlerimizle atacağız. Birlikte yürüyen önderi halkın kendisi olacak. Halkımız ayılıyor, memleket yeşeriyor, uyanışı dal budak sürmüş, bahar yüklü günler hepimizi bekliyor. Geleceğimiz kardeşlik umutlarıyla dolu... Bizi Rus menfaatlerine Bulgar milliyetçilerinin katmerli düşmanlığına kurban etmek isteyenlere, “Bulgaristan Türklerini beşinci kol ordu olarak kurban etmeyi” düşünenlere selamımız olsun. “Büyük Türkiye” Balkanlara taşacak, bu gelişi durduramayacaksınız çünkü hain tuzaklarınıza sığmayacak. Büyük Atatürk’ün şu sözlerini unutmayalım: Halkına ihanetin nedeni olmaz er ya da geç bedeli olur!!!

Kopyalanan Hasımlıklar

Neriman Eralp Kalyoncuoğlu-26.Şubat.2016

Konu: Sisteme uyan sistemi değiştiremez. Yirminci yüzyıl Bulgaristan toplumu çok dert üretti de analarımızın bize ninnisi “Derdim çoktur, hangisine yanayım” oldu. Türküde “çok hasretlik çektim, bağırım eziktir” özdür. Nasıl oldu da yarım binyıl mutlu yaşanan topraklarımızdaki bileşim kötüye değişti? İnsanoğlu kendini görmezden önce cama kapıya çıkar ve yakında olan başkalarını görür. Başımıza gelen kötülükleri bir devlet düzeni, bir rejim dayattı, dedik defalarca. Kötülüklerin fışkırdığı karanlık Hıristiyanlıktır. Bu din, Musa Peygamberin dini olan Yahudilikten gelirken kurucu Peygamber İsa’nın çarmıha


74

BG-SAM

gerilmesi, Hıristiyanların içinde öteki dinlere karşı sönmeyen husumet ateşi yakmıştır. Bu ateş daha sonra eski kıtadaki azınlıklara karşı da alev almıştır. Yakın zaman olaylarını anlatabilmek için Orta Çağlarda Batı ülkelerinde Katoliklerin katı inançlarına karşı gelenleri cezalandırmak için kurulan kilise mahkemelerini, insanların meydan ateşlerinde canlı yakıldığını anımsamadan olmuyor. İspanyol Yahudilerinin Avrupa ülkelerine dağılışını, XV. Yüzyılda Osmanlı’ya sığınışını vs unutmamak gerek. Ne var ki, adı katliam olan bu kitlesel vahşet olaylarının XX. asrın birinci yarısında, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı arasında, Avrupa Yahudilerine yönelik olarak Nazi Almanya’sında ve savaştan sonra kovuşturma biçiminde Sovyetler Birliği’nde tekrar ettiği gözlendi. 1960’lardan başlayıp 1990’lara kadar uzanan 30 yıllık Bulgar komünist totalitarizmi Türklere ve diğer etniklere karşı “soya dönüş” adında farklı bir zulüm uyguladı. Müslüman Türkleri asimile ederek ya da yaşadıkları topraklardan kovarak tek uluslu Bulgar devleti kurmak için baskı ve teröre başvurdu. “Derdim çoktur, hangisine yanayım” türküsü o yıllarda hiç birimizin ağzından düşmedi. İnsanın kendi başından geçeni bir başkasından dinlemesi, derdini deşmektir. Bizdeki dert yanmak, sızlanmak değildir. Dertleşmelerimizden “Derdini Makro Paşaya anlat” değimi çıkmıştır ki anlamı şudur: 1888’de bizim topraklarda Makro Paşa adında biri belirmiş. Osmanlının yenilip çekilmesinden sonra arkada kalanlarda dert çok, kimilerine göre, Makro Paşa fakir fukaranın derdiyle ilgilenir görünüp olumlu bir iş yapmayan masal sima olarak Rusların yarattığı bir Türk hekimdir. İnsanlarımızı oyalamak, derlerini öğrenmek, aldatarak uyutmak ve ayılmalarını engellemek için yaratılmıştır. Olayın tekrarını 1990’da Hak ve Özgürlükler Hareketini kuruluşunda ve kendini “kurtarıcı lider” olarak dayatan yeminli Rus ajanı Ahmet Doğan simasında, yeni Makro Paşa olarak tanıdık. O sözde herkesin derdini dinler gibi havalara girdi ama hiç birimizin derdine derman bulmadı. İnsanımızı aldatarak oyalama TV dizisini 2013’ten sonra Lütfü Mestan sürdürdü. Dolayısıyla son üç yılın Makro Paşa’sı odur. Şimdi kalkmış “öyle değil böyleydi” falan filan nedenlerle kendini aklamaya çalışıyor. Ama bu hapın zehirli olduğunu bilmeyen kalmadı. Etniklere zulüm etme, Nazi Almanya’sı ve Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi Bulgaristan’da da bir devlet (rejim) sorunudur. Önce Bulgar komünist rejimine totalitarizm dememizin nedeni, Komünist partisi ile yasama, yürütme ve yargının (meclis, hükümet ve mahkemelerin) birbirine kaynaşması ve son üçü anayasayla birlikte rafa kaldırılarak ülkenin komünist parti tarafından keyfi bir şe-


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

75

kilde, kitaba deftere bakmadan yönetilmesini yani zulmü doğurdu. Geçen sene rahmetli olan Bulgaristan Demokratik Güçler (SDS) kurucusu ve 1990 - 1997 dönemi Cumhurbaşkanı Jelü Jelev totalitarizm yıllarında sürgünde yazdığı “Faşizm” eserinde Bulgar devlet yapısının Nazi Almanya’sına tıpa tıp benzediğini kanıtlamıştı. Neden Sovyetler Birliği devlet yapısı örnek alınmamış da Nazi Almanya’sı rejimi emsal alınmış diye soranlara cevabım şudur: Bulgar devletinin 1908’de egemenliği ilan edildiğinde Çar Ferdinand yeni devleti Bismark Almanya’sını örnek alarak inşa etmeye başladı. Oğlu Çar III. Boris bu işi tamamladı. 1945’te devlet yönetimini ele geçiren komünistler devlet yapısı ve etnik azınlıklar konularında yüzeysel (kozmatik) değişikliklere giderek keyfi uygulamaya geçmişlerdir. Etnik azınlıklara saldırı konularında Alman Nazilerinin ideolojisi komünistler tarafından ancak kopyalanarak ve özgün koşullara göre uygulanmıştır. Türklerin sınır boyu köylerinden çıkarılması vs hep bu siyasetten kaynaklanmıştır. Tek uluslu devlet oluşturma hedefi hiç saptırılmadan faşist Çarlık döneminden devralınmış ve kat kat şiddetlendirilerek uygulanmıştır. Bu konuyu İngiliz yazarlarından Saymın Dınstın ile Cerard Ulyams geçen ay çıkan “Bozkurt” kitabında yeniden işlerken Almanya pratiğini şöyle anlatıyor: “1934’ün ağustosunda yaşlı Hindenbur’un vefatından sonra, Nazi partisinin ve devletin yönetimine el koyan Adolf Hitler 38 milyon Alman’ın oyunu aldığı halk oylamasının ertesi günü “zor kullanarak eşitleştirmek” siyasetini uygulamaya başladı. Nazi partisinin kontrolü altında bulunmayan tüm devlet kurumlarını kapattı ve devleti tek elde topladı. Devlet kararnameleri yayınlayarak kişisel hakları ve dernek kurma hakkını yasakladı; basın yayın haklarını kıstı; Nazi partisi dışında tüm partiler ve özgür sendikacılık yasaklandı; mahkemelerin ve yerel otoritelerin bağımsız ve özerklik hakları rafa kaldırıldı. Olur, olmaz “suçlar” için idam cezası getirildi. Muhalefet temsilcilerinden sonra, faşistlerin gözünde ahlaksız olan Yahudiler, Çingeneler ve diğer azınlıklar arasında büyük gruplar halinde tutuklamalar başladı. Bu insanlardan daha fazlası Hitler idaresinin ilk yıllarında kurulan 50 Ölüm Kampına tıkıldı.” (Sayfa 67) Anlatılan gerçekler, Bulgaristan rejim gerçekliğine ve başımıza gelenlere tam olarak benzemiyor mu? Örneğin olaya kitaplarımızın yasaklanması ve toplatılması açısından bakarsak, Hitlerde Einschtein, Froyd, Kafka ve Marksın eserlerini toplatıp yaktı. Sosyalist Bulgaristan’da Froyd ve Kafka yasaktı. 153 cilt olan Maks Engels kül yatı’nın bizde yalnız 56 cildi basıldı. Başka eserleri olduğunu kimsecikler bilmiyordu. Bulgaristan’da Kuranı Kerim, Muhammet Peygamber’imizin hayatı hiç basılamadı. Kitapların yakıldığı yerde bir gün insanlar yakılır.


76

BG-SAM

Bunu haykıran 19-uncu yüzyıl dev şairi Heinrich Heine’nin eserleri 10 Mayıs 1934’te Berlin “Opera” meydanında 25 bin klasik eserle birlikte ateşe verildiğinde 40 bin kişi coşmuştu. Aynı yılın Kasım ayında yapılan halk oylamasında Nazı partisi % 95 oy aldı. Aslında hak ve özgürlükleri sistemli olarak ellerinden alınacak ve kelepçe takın diye bileklerini uzatmak zorunda kalacan olanlar verdi oyunu. Bizde BKP oyların % 98’ini almıyor muydu? Sonra aynı parti toplatmadı mı hepimizi? Bugün Ahmet Doğan ve Lütfi Mestan’a tebessümle bakanlara şaşıyorum. Hadi artık ayılalım! Bizde hep böyle oldu. Tüm kitaplarımız toplanmadı mı? Yazmaya devam edenler “Belene” Ölüm Kampına tıkılmadı mı? Kitaplar dolusu şiirlerini ezberinde yaşatanlar delirmedi mi? Komünist zulme alkış tufanı tutanlar da soluğu “Kapıkule” yolunda almadılar mı?! Totalitarizm döneminde Müslüman Türklerin siyasi partisi var mıydı? Hayır, yoktu! Müslüman Türkleri biricik olsun derneği, kültür kulübü, kütüphanesi, basım evi vb. var mıydı? Hayır, yoktu! Yüzde doksan sekiz buçuk değil, bu tam bir benzerlik. Fark şu ki, Almanya’daki etnik Yahudi azınlık “Alman ırkı arındırılırken” krematoryumlarda (canlı canlı) yakıldı. Biz Bulgaristanlı Türkler ise tek uluslu Bulgar devleti kurulurken 6 defa göçe zorlandık, süründük, hep süründürüldük. Sonra Bulgarlaştırıldık ve Türklüğümüz uğrunda isyan ettiğimizde, daha sonra yine göçe zorlanmadık mı?. Bu zülüm yapılırken Bulgar Alman Nazilerinden zalim davranmadım mı? Mesela, Hitler, Berlin İstanbul Mekke demiryolu hattının yüksek mimarı A. Hoffmann’ı diğer Yahudilerle birlikte yakmalıkta canlı canlı yakmadı. Yahudi seçkinlerin 15 kişi olduğu bilinir. Bizde Türkler arasından en büyük komünistler, en sadık vatansever Türkler, hatta gizli polis ajanları arasından olup rütbe almış olanlar, daha da beğenmediniz spor dallarında dünya ve olimpiyat şampiyonlarımız bile hiç birinin gözyaşına bakılmaksızın tümünü adı değiştirildi, hepsinin eşleriyle ana babasıyla Türkçe konuşması, atalarının mezarı başında bir Fatiha okuması bile yasaklandı. Burada büyük bir benzerlik değil yüzde yüz örtüşme, daha kötüsü katmerli örtüşme var. Kötülük ve zulmün renginde, zalimlik duruğunda buluşma ve çakışma var. Çok acı bir gerçek! İzninizle bu ırkçı iğrençliğin bir adım daha derinine inelim ve geçen yüzyılın 30’lu yıllarında, Almanya’da Yahudileri sindirmek amacıyla devlet desteğiyle Yahudi dükkânlarının taşlanıp yağmalandığını, ülkeyi terk etmek isteyen Yahudilerin para ve taşınır mallarını beraberinde götürme hakkı olmadığını anımsayalım. Camilerimizin ve medreselerimizin taşlanması bu faşizan saldırıları size de anımsatmıyor mu? Tüm okullarımızın kapatılmasında faşizmin aşek dikenlerinin açmasından farklı ne görebildiniz ki? Atalarımızdan kalan yüzlerce çeşme, hamam, dükkân ve bedestenden, kahve, çayhane, tatlıcı ve muhallebiciden hiç


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

77

birinin bugün çalıştırılamaması neyi anlatıyor size? Hangi köyümüzde keşkek dövülüyor? Dirilmenin zorluklarını bugün birlikte yaşamıyor muyuz? Anadil gününde Deliorman bayanları toplanmışlar ve şarkı söylemişler öyle sevindim ki. Doğanın da ruhu var Türkülerimizi bekliyor. Tabii bu gelişmelerin özünde bir de Bulgar ustalığını gözlüyoruz. Bulgar devleti azınlıklara zalimliği 1990’a kadar kendi elleriyle, rejim araçlarıyla, asker ve milis gücüyle uyguladı. Ne ki, 1985’ten sonra dünyada duyulan Bulgar zulmünün, Türklere zorbalığın devletin dağılmasına neden olabileceğini görünce, Rus’un önerisine uydu. Asimile etme, kimsizlikleştirme, dilini dinini yasaklama, yaşam tarzını değiştirme, geçmişini unutturma ve benzer gaddarlıkla dizisini etnik olarak Bulgar milletinden olmayan, Müslüman Türk de olmayan ama kırma ateist-Müslüman geçinen Ahmet Doğan ve Lütfi Mestan gibi çarpılmışların, hainlerin eline devretti. Ne çekimiz bitti, ne sızımız bitti. Biz bugünde, “Derdim çoktur, hangisine yanayım” türküsünü söylemeye devam ediyoruz. Biz bize bin kez kötülük edenlerden yeni günlerde iyilik geleceğine inanmıyoruz. NATO’culuk, Atlantikçilik, Amerikancılık bizi doyurmaz. Biz ezim ezim ezilmiş inlerken NATO vardı, Atlantikçiler de buzlu viskilerini yudumluyordu, Amerikan köpekleri bizim için havlamadı bile! Ayarı bozuklarla işimiz olmaz! Durumun vaziyeti bu iken, son üç yılda Nazı ve totalitercilerin uyguladığı “gönüllü yatıştırma” siyasetini tatbik eden Lütfi Mestan’ın kellesi kesilip çöpe atıldıktan sonra yeni bir parti kurarak kör sofrada tereyağlı su böreklerinin başına yeniden çökme niyetine şaşıyorum. Sen şansını elinin tersiyle ittin. Buna binlerce örnek var. Halk gönül sofrasını iki defa kurmaz. Unut bu işi!!! Sen uygulamaya çalıştığın hasımlıkların kopyalanmış olduğunun farkına bile varamadık. Senin halkımıza aşılamak istediğin ruh bizim ruhumuz değil, lütfen uzak dur! Lütfü Mestan aklından çıkarmaman için özel olarak seçtim. Geçmişi kontrol eden, Geleceği elinde tutandır. Anlatmaya çalıştığım acı geçmişin uygulayıcılarından birisin. Geleceğimizde asla yerin olamaz.


78

BG-SAM

Kara Delik

Rafet Ulutürk-26.Şubat.2016

Denizlerin dalgasıyım Ben halkımın kavgacısıyım Yarınların sevdalısıyım Yenilmeyeceğim ki! Bu şarkıyı söyleyen Türkiye’mizin en güzel seslerinden Seldan Bağcan, Bizden Biridir. Soyu Makedonyalı Manastır göçmenidir. Yakınlarını Çanakkale’de kaybetmiş soydaşlarımızdan birinin kızıdır. Ve bugün Türkiye’mizi toprak gibi yeşermeye, dev gibi devrilmeye davet eden o yürek yeni kavgalarımızda bizimdir. Balkanların en büyük ülkesi Bulgaristan, bizim memleketimizdir. Doğduğumuz toprakların yeşermesi, insanlarının iyi komşuluk, dostane yardımlaşma ve karşılıklı güven ve saygı ortamında yaşaması için döktüğümüz ter bir gün bir yerde toplanabilse deniz olur, deniz. Bazen doğaya kulak veriyorum da kulağıma usulca “dön gel sevgilim” diyor için için. Öksüz kalmış gibi bir hali var. Sanki çilesini yenemiyor ve duvar dibine çömelmiş beni seni bizi beklemeye devam ediyor. Ana vatanımızın iki komşusunda kara delik oluştu. Birisi Suriye’de ötekisi de memleketimiz Bulgaristan’da. Bütün Balkanlar’da diyebiliriz. Kara delik ya insanı içine içine çeker, ya da içinde ne varsa dışarı saçar ve arınır. Atmosferde meydana geldiğinde kara deliğin adı hortum. Önüne çıkanı kırıp geçmesi özelliğidir. Yaratan ona bu hususiyeti verirken sanki dünya üzerine hiçbir şey yapılamayacak, ileri giderseniz hemen yıkarım ihtarında bulunmuştur. Siyasetteki kara delik de doğaldır ve bir burgaç sonucu meydana gelir. Bu bir geri dönüştür. Geri takla atıştır. İleriye gidişin geri dönüşüdür. Toplumda şuna buna yaranmak için yapılan bir hareket değil, ileri gidişin tıkanması sonucu deniz dalgası gibi geri dökülmektir. İyi okunması gerekir. Şu anda Bulgaristan vatandaşları Avrupa’nın en yoksul insanlarıdır. Ama yoksulluk ayıp değildir deyip olayı geçiştiremeyiz, çünkü daha fazla yoksullaşamayacağımız için, dönüşmemiz, ayaklanmamız, gerekirse devrim yapmamız doğaldır. Yani fakırlığın daha ilerisi ve aç mezarı olmadığı için olmadığı için geri dönüp “ötesi yok, bizi nereye itiyorsunuz?” sorusu sorulmalıdır.


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

79

Geri dönüş budur. Bulgaristan’daki durum şudur: Bankalarda 44 milyar leva birikmiş para var, bir de vatandaşların % 90’nın bankalarda hesabı yok. Devlet rüşvetle çalışıyor. Yolsuzlukla veya emeksiz kazanç arkasında koşanların başında Hak ve Özgürlük Hareketi liderleri bulunuyor. 1990 yılından beri HÖH partisinde çalışan, üç defa milletvekili seçilen, biyoloji öğretmeni son dönemde HÖH partisi ile Türkiye Cumhuriyetindeki soydaş derneklerinden sorumlu olan Ahmet Hüseyin “NOVA TV” ekranından “HÖH liderlerinin Bulgaristan rüşvet şampiyonudur.” dedi. Bu tespit, yıllardan beri anlatmaya çalıştığımız daha iyi yaşama yollarının tamamen tıkanmasından meydana gelen ters akımın yarattığı samimi bir halk adamının tepkisidir. Bu bunalımın iki başka rengi de, doğumdan dünyada 162. yerde, ölüm oranı bakımından ise 5. yerde olmamızdır. Bu rakamlar, bir bitişin, bir sönüşün, cansızların arasında kaybolunduğuna ve aynı zamanda bu gidişe takla attırıp yeni yol aramanın simgesidir. İki kanatlı Bulgaristan aynası: Günümüz politik ortamında bu olayı en kolay anlatabilmek iki kanatlı ayna örneğiyle oluyor: İki kanatlı ayna kanatlarının birinde Rusya uşaklığı yapan HÖH-cüleri, oligarşi temsilcileri HÖH milletvekili Delyan Peevski’yi, kapanan BTK Bankası sahibi (şu anda Belgrat’ta sığınmacı) Tsvetan Vasilev’i, siyasi rüşvet mekanizmasının lokomotifçisi HÖH sahibi Ahmet Doğan ve arkadaşlarını - totaliter siyaset kalıntısı eski siyasetçi ve generaller görüyoruz. Diğer kanatta ise Başbakan Boyko Borisov’u ve dirilmeye çalışan devletin ve demokratik kamuoyunun ve sivil kamu örgütlerinin sis ardından belirmeye çalışan siluetidir. Kapalı bir tünel önündeyiz: Halk arasında dilden dile dolaşan kara delik, insanların hayalinde tren yolundaki tünel deliğidir. Anlatılan fıkrada Bulgaristan toplumu üçe ayrılmışız: Tarafsızlar, iyimserler ve kötümserler. Üçü de tünele bakıyor. Önce tarafsıza sormuşlar. “Ne görüyorsun?” “Kara bir delik.” cevabını vermiş. İyimsere sormuşlar. “Tünelin ucunda sanki bir ışıkçık var.” demiş. Kötümserin cevabı: “Tren geliyor. Bizi ezecek, acele edin, rayların üzerinden çekilelin.”


80

BG-SAM

Son ay içinde Bulgaristan siyasetinde kötümser adam rolü oynayan kahraman Boyko Borisov oldu. Normal gidişin yol alamadığını ve geri teptiğini gördü. Bir buçuk milyar leva tutarında devlet bütçesinden ödenecek kamu ihalelerini (otoyol, arıtma tesisi, onarım vb işler) durdurdu. Rus oligarşisinin ülkemizde en fazla palazlanan temsilcilerinden Moskova bağlantılı Delyan Peevski ve Valentin Zlatev’in yolunu kesti. Hatta Ahmet Doğan adına Bulgar devleti ile yeni zenginler ve mafya arasında aracılık yapan Peevski’ye devletle temas yolunu kesti. Devlet eliyle tüm hareketlerini kontrol altına aldı. Öte yandan 3 yıldan beri Doğan’ın da sıkı kontrol altında ve Sofya varoşunda bir evde 24 saat sıkı denetim ve gardiyan gözetimi altında tutulduğu ve dış temaslarının kısıtlandığı herkesçe biliniyor. Olay şöyle ki, halk tünelin önünden ve rayların üzerinden kenara çekilirken, mafya ve oligarşi sıkı denetim altına alınmaya çalışılıyor. Beklide yeni bir başlangıçta bulunuyoruz. Hatırlayacaksınız öyle bir fıkra vardı. Adama cennete şurada demişler, kazmış kazmış dibi yok. Yorulan toplum deforme oldu. İnsanlar birbirini yemeye başladı. Geçen sene vatandaşlar birbirlerine karşı bizde 800 bin şikayet yazmış, dava açmak istemiş. Mahkemeler bu kadar büyük sayıda adaletsizliğe davaya açamadı ve beyaz bayrak kaldırdı. Adalet sisteminde Reform dendi. Reformculara mecliste engel olanlar çoğunluktu. Adalet sistemi dipsiz bir kara delik. İçine düşen çıkamıyor. Kara deliğin içinde yargısız infaz almış yürümüş. Naumov ailesi 30 yaşlarında sabah arabayla işe giderken Sofya çevre yolunda klakson çaldı diye kalın enseliler tarafından çamaşır sopasıyla dövüldü, kolu kırıldı, 3 dişi düştü. Yine kalın enselilerin infazına uğrayan Vratsa şehrinde bir lise öğrencisi hayat gözlerini yumdu. 2009’da birinci başbakanlığı döneminde Borisov çamaşır sopası ile insan dövmeyi yasaklamıştı. Ne var ki, olay fıkra olmaktan çıktı. Bununla birlikte bir devletin gerilemeye başladığını da gözlüyoruz. Mesela, Varna, Pazarcık ve Sofya kadın koğuşlarında durum o kadar kötü ki, mahkûmların Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde açtıkları davalardan hepsini kazanıyorlar. Geçen sene devlet 500 bin leva ceza geldi. Devlet boşluğuna kaba kuvvet ve uluslararası hukukla gelen adalet doluyor. Toplumun tıkandığını görenler feryat ediyor.


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

81

Şu dönemalçak uçmaya zorlanıyorlar. Ama değişikliklerin yapılabilmesi için kellerin kayması zorunlu oldu. Lütfi Mestan ve arkadaşları kurban olurken, Delyan Peevski, Valentin Zahariev ve daha vb. bi oligarşi uzantısı da sıkıştırıldı. Yeni döneme ad vermemiz gerekirse, uçak olsa alçalmak zorunda bırakıldı, deriz. Kendi kabuklarında büzülmeye zorlandılar. Bu sözler Ahmet Doğan için de geçerlidir. Totalitarizm yıllarında DS 6. şube şefi Dimitır İvanov ile temas altında olduğu artık açıklandı ki, 17 Aralık 2015 HÖH ininde gerçekleştirilen Rusçu iç darbe ile boyası yüzüne vuran Doğan’ın Dimitır İvanov tarafından “Stefan Stambolov” nişanı ile ödüllendirilerek yüreklendirilmesi birçok gerçeği bir daha ipe serdi. Bugün D.İvanov Türklere, Pomaklara ve Roman Müslümanlara karşı kullanılan gizli ajan eğitme merkezlerinden biri olan “Kütüphaneci Enstitüsü”nü yönetiyor. Doğan’ın yeni rollerinden biri de öksüz, yoksul, imkânsız Müslüman çocukların arasından çocuk seçip onları İslam’a ve Türk kimliğine düşman eğitime vermektir. Bu gerçek içine düştüğümüz kara deliğin merkezindeki ejderhanın ta kendisidir. Halkı sindirmek için kullandıkları son yalan da “Bulgar milli çıkarları”dır. Gerçekleri öğrenmek bile çok zor olsa da, bizim toplumdan totalitarizm sökülmeden hiç birimiz kara delikten çıkamayız. Kara tünelden gelen kara tren hepimizi ezip geçecektir. Bu oyunun yeni perdesinde Rus ayısı da Tünelden çıkabilir. Putin’in yönettiği Rusya devletinin ülkemize karşı siber saldırılarını Cumhurbaşkanımız Rosen Plevneliev’in kınamasından ve Rusya’nın Bulgaristan’ın İçişlerine karışmasını inceleyecek bir meclis komisyonu kurulmasından sonra, Rusya Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Mariya Zaharova Bulgaristan’a şiddetle saldırdı. Rus ordularının 72 yıl önce faşizmden ve 138 yıl önce de Osmanlıdan olmak üzere, Bulgaristan’ı silah elde 2 defa kurtardığını hatırlatırken, “kendinize gelin” dedi. Bu sert uyarı 17 Aralık 2015’te Ahmet Doğan’ın NATO ve Avrupa Birliği ve Birleşik Amerika’ya sitem ederek “yerimiz Rusya ile beraber olmaktır” demesinden sonra gelen ikinci uyarıdır. Tünel başında trenden korunmaya çalışırken bir de ininden çıkan Rus ayısını unutmamamız iyi olur. Bu konuda da parlamento ikiye bölündü. Bu arada HÖH içinde sen Rusçu ve Türkiyeciyim kavgası başladı. Bu arada 26 yıldan beri ajanlık yapan HÖH - DPS’cilerin siyasi polisten koparılması ülkenin, halkın ve devletin en önemli sorunlarından biri oldu. Bu ameliyat yapılmadan adalete ve özgürlükçü demokrasiye doğru bir adım ileri atılamaz. Polis ajanlarının yeni parti kurması hiçbir soruna çözüm değildir ve olamaz.


82

BG-SAM

Rüşvet çarkı devleti de ezebilir. Osmanlıyı bile içinden kemirip çürüten rüşvet olmuştu. 2016 yılında açılan yeni sayfada “Başbakan Borisov’un ve bir yere kadar hükümetin rüşvetle geçinen dalaverecilerden uzaklaşmayı seçtiğini görüyoruz.” Halen Yugoslavya’da bulunan ve 7 milyar 200 milyon leva ile Bulgaristan Kooperatif Ticaret Bankası’nın (BTK) iflas ettiğini beyan edip ülkeden kaçan, Başsavcılığımızın Sırbistan’ın başkenti Belgrat’tan iade edilmesini istediği Tsvetan Vasilev’ın aslında bir mali piramit yönettiği kanıtlandı. BTK’nın çökertilmesinde başrol oynayanların başında bulunan kişinin ise Ahmet Doğan - Delyan Peevski ikilisi (Hak ve Özgürlük Parti’nin bugünkü kodamanları olduğu artık gün ışığına çıktı. Bu hayırlı içte Türkiye Cumhuriyetinin yardımları büyük oldu. Bu ikilinin PKK’ya sigara kaçakçılığı ile yardım ettiği meydanda, gazetelere düştü. Sayın Recep Tayyip Erdoğan Bulgar Başsavcısı Tsatsarov’la Ankara’da 2 defa görüştü. Halkımızı soyan ve devleti içten kemiren oligarşi ipinin çekilmesi Türkiye’nin ve yerli Türklerimizin tepkisi sonucu güç aldı. Böylece Bulgaristanlı Müslümanlar devletin yanında yer alırken, adil düzen istediklerini bir daha duyurmuş oldular. İkiyüzlüler bugün de aramızdadır. 1990 sonrası Bulgaristan toplumuna gerçekçi bakabilmemiz için dikkat edilmesi gerek şöyle bir açı daha var. Son yıllarda siyasi yorumcu olarak geçinen falcı-muskacı Osman Oktay acısıdır bu. Totalitarizmin omurga kemiği olan komünistlerle işbirliği yapan emniyet amiri birinci ve ikinci şube generallerin Türk yamakları, hafiyeleri vardı. Onlardan biri olan ve 2000 yılına kadar HÖH Başkan Yardımcısı, Örgüt İşleri Sekreteri görevi yapan Oktay, bugün Bulgar radyo ve TV yayınlarında siyaset bakımcılığına soyundu. İsteseler de istemeseler de Bulgar kara deliğine düşmüş tarafsız, iyimser ve kötümserlere ekranda fal açarken, “HÖH partisi dağılacak ve kapanacak” diyor. HÖH kapanırsa kurban keseriz havası oluşuyor. Benden söylemesi, günah benden gitti havalarına giren 1990 öncesi köy sağlık ocağı pansumancılığı yapan bu şahsa bazı hatırlatmalar yapmak istiyorum. Hainlerin hainleri komünist partili değildi. 4 Ocak 1990’da Varna’da bir gizli Bulgar ve Rus polis projesi olarak HÖH partisinin kurulmasından birkaç gün sonra Sofya’da İçişleri Bakanlığı’nda Bulgar istihbarat ve aksi istihbarat generalleriyle birlikte, Ahmet Doğan’la beraber çektirdiği bir resimdir anımsatalım. Daha sonra bu resim, totalitarizm simgesi


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

83

olup komünist partisi ile gizli istihbarın kaynaştığı kara delik olan yani totalitarizmin özü olan DSAltıncı Şube’nin amiri Dimitır İvanov’un “Altuncu Şube” kitabında yayınlandı. Son 26 yılda Bulgaristan’ın geçmişini, bugününü ve geleceğini anlatan bu kadar önemli bir resim yoktur. Şu iyi bilinmelidir. Gerekli nitelikleri olmadığı için Doğan, Oktay ve Mestan’ın siyasi polisin Müslüman Türklere karşı çalışan amirliklerine yamak olması BKP dışında dolaysız gerçekleşmiştir. Bu kalpazanların BKP üyeliği olsaydı, ajan olabilmelerine BKP Merkez Komitesi Sekreterliğimden özel izin alınması gerekirdi ki, kural buydu ve bu olmamıştır. Bunlar hainlerin haini olarak yetişen yamak sürüngenlerin sürüsündendirler. Bugünkü Oktay’ın falcı-muskacılığı bu iğrençliğin devamıdır ve hepimizi kara deliğin dibine çekmektedir.. Şu unutulmamalıdır ki, Oktay HÖH partisi’nden sözde 400 bin US Dolar aşırıp ayrıldıktan sonra kendisine iş alanı gösterilmiş, değirmeni bugün de dönüyor. Suyunun nereden geldiği bilinen bu değirmenin “keseriz ha” dendiğinde, oldukça gergin olarak değerlendirilen şu dönem Türkiye Bulgaristan ilişkileri ve HÖH içi durumda “ateşe sen de birkaç onun atayım” falı açtı. Seyrediyoruz. Kara deliği açan totalitarizmdir. Şimdi, Bulgaristan’ın içine düştüğü bu kuyuyu Türkiye’nin açtığı, içine itildiğimiz, burgacıdan çıkmakta zorlandığımız saçmalanıyor. Yalan değirmeni ince öğütüyor. Parmaktan emen bu siyasi falcı, istasyon şefleri, mecliste sönmüş lamba şişesi gibi oturanlar körelmiş akıllarıyla karanlık içindedir. Türkiye Cumhuriyetinin atılımlı büyümesi karşısında bodur kalmış olmalarının derdindedir. Gerçek durumu görmekte zorlanıyorlar. Kıdemli HÖH milletvekillerinden Ahmet Hüseyin’in son TV demecine göre, Bulgar meclisindeki HÖH milletvekillerinden 5 - 6’sı dışında hiç birinin kafası çalışmıyor. Bu gerçeğin tersini, Kırcaali belediye meclisi başkanı seçiminde HÖH’lü vekillerin serbest davranmalarında görebildik. “Saraydan” gelen emirlere uymadılar. HÖH yönetimi bütün başarısızlıklarını, sökülüp dağılmasını Türkiye’ye yüklemeyi alışkanlık haline getirdi. Türkiye’den gelen oylarla hep Bulgarların meclise taşındığı asla unutulmamalıdır. Onlar hep suyun üzerinde mi kalacak? Türkiye Burgas konsolosluğu görevlilerinden diplomat Uğur Emiroğulu’nun bizdeki görevine son verilmesiyle ilgili olarak ise, anlatılanın Arap saçı gibi karma karışık olduğundan olaydan herkes hayret etti. Osman Oktay bu konuda diplomatı kovanlardan yana oldu. Onları haklı gördü ve örneklerken şöyle dedi:


84

BG-SAM

“İstanbul ziyaretimizde Atatürk’ün “Yeşil Yurt” konağında kaldık. Görüşmelerimizden sonra Bulgaristan’da yaşayan Türklerle Türkiye’deki göçmenlerin aynı soydan, kökten, boydan, anadan babadan olduğunu kabul etmeye zorlandık. Benim için bunlar farklı etniklerdendir.” Oktay Bulgar medyasında abuk sabuk konuşuyor. İki oğlunun ikisini de Adapazarı Üniversitesinde Türkiye Cumhuriyeti “Şeker Bank” AŞ bursuyla okuttuğunu unuttu! Türk değilsen evlatlarını neden Türklük ortamında eğitin? Biz bu soruyu yakına kadar sıkı arkadaşın olan Doğan’a sormuyoruz. O kendini Türk hissetmediğini gizlemiyor. Bu nedenle oğlu Erol’u yine devlet parasıyla Yunanistan’da okuttu. Söyleyecek sözümüz yok. Rahmetli baban Osman Beyin Türkçemizden başka dil bilmediğini unuttun. Aslında hiçbir şey unutulmamış ve unutulmayacaktır. Şimdi bunalım treni henüz kara tünelden çıkamamış ama herkes biliyor ki tünelin ucu görünmeyince almış başını geri dönüyor. Bu işte bu defa falcılıkla, muskacılıkla, rayların üzerinden çekilip tarafsızlar ve iyimserlik arasına karışarak kaybolmak yok. Kara delik, Rusya tehlikesi ve milli menfaatler konusunda Doğan konuşuyor diye sen de hemen kurbağa gibi hareket ettin. Bilirsiniz, at ayağını kaldırmış, nallamaya başlamışlar. Bunu göre kurbağa da ayağını kaldırmış. Osman’ı eski dostlarına yaranma yarışında gördük. Bir tünelin önünde veya bir kara delik içindeyiz. Çıkış yolunu biz kendimiz bulmak zorundayız. Bunu başkalarından beklememeliyiz. Saygılarımızla,

Bulgaristan’da DOST Partisi Kuruldu

BG-SAM-28.Şubat.2016

Konu: İnşallah ilk kıra umutlarımızı kavurmaz. Bugün 27 Şubat 2016, Sofya’da 5 yıldızlı “Grand Otel Sofya” salonlarının birinde 186 Bulgaristanlı Türk Müslüman delege kısa adı DOST ve açılımı Demokrasi, Sorumluluk, Özgürlük ve Hoşgörü olan yeni bir siyasi parti kurdu.


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

85

Olay tarihsel bir olay olduğu gibi Bulgaristanlı Türk Müslümanların doğal, insan ve medeni haklar mücadelesinde yepyeni niteliği olan direniş sayfası açıldığına da işarettir. Türklerin Pomakların ve Çingene Müslümanların yaşadığı il ve ilçelerin hepsinden gelen delegelerin, 1990’da Ahmet Doğan’ın yol taşlarını diktiği yoldan bundan ileri yürümek istemedikleri, yepyeni bir atılım için yüreklenerek geldikleri her hareketlerinde belliydi. DOST partisi kurucu kurultayı diyeceğimiz bu forum, delegelerin gönüllüğü esas tutularak, yeni ve yüksek nitelikli bir bileşimle kavganın ortasında dirilmiş kişiliklerin bileşimiydi. Bilindiği üzere DOST partisinin kurulmasına vesile, Hak ve Özgürlükler Partisi (HÖH - DPS)’nin 17 Aralık 2015 gecesi partinin fahri başkanı Ahmet Doğan’ın parti içi darbe yaparak, Genel Başkan Lütfi Mestan ve 4 arkadaşını partiden ihraç etmesi oldu. 1968’de Bulgaristanlı Çingene Müslümanların isimlerinin değiştirilmesiyle başlayan, 1972’de Pomak Müslümanların dil ve dinlerine saldırıyla daha da şiddetlenen ve 1984 Aralığından sonra sayıları 1 milyon 500 bin kişi olan ve 120 yıllık bir Türk - Müslüman kimliği oluşturma sürecini tamamlamış olan Bulgaristan Türklerine karşı saldırılara tepki olarak, Mayıs 1989 Ayaklanmasıyla totalitarizmi deviren ve özgürlükçü demokrasi ve insan hakları bayrağı dalgalandıranların siyasi bilinci dünyaca parlamıştı. Bulgaristan’da Müslüman tabanın kabarması 1990’da - 1878’de Osmanlı’dan kopan bu topraklarda ilk Türk Müslüman partisinin kurulmasına götürmüştü. Bu ansızın ve kendiliğinden olmamıştı. 1984–1989 zulüm döneminde Pomaklar ve Türkler sürgünde ve zindanlarda ezilirken Türk kimlik ruhu şahlanmış ve 44 direniş parti, örgüt, birlik ve hareketinden HÖH partisi doğarken Bulgaristan Müslümanlarının evladrı Bulgar ve Rus siyasi polisi tarafından çalınmıştır. Bu tuzak Ahmet Doğan ve Komunistler tarafından gerçekleştirilmiştir ki, 27 Şubat 2016’da kurulan DOST partisi, elimizden çalınan kutsalımızı yeniden yaratarak geri almak ve vahim durumu düzeltmektir. Doğduğu gün, yönü saptırılınca böyle bir ölümcül yara alan Bulgaristan Türklerinin bilinçli ve örgütlü mücadelesi, kısa zaman içinde aldatıldığını, gizli polis ajanlarının ve halkımızın kutsal davasına ihanet edenlerin tuzağına düştüğünü fark edip direnişe geçse de, tabanın gerçeklere açılan bir bilinçle uyanması ve hareketlenmesi yıllar almıştır. İlk bilinçli kesin tepkiler, illegal ve yarı legal kavga müfrezelerini kuranların saflarından geldi.


86

BG-SAM

Milletvekilleri Adem Kenan ve Mehmet Beytulla Hareketten ayrıldı. 1993’te yapılan HÖH kurultayında stratejik rotayı, haklarımız ve insan hakları mücadelesi raylarına çekmeye çalışan ve delegeleri bu uğurda tolere eden milletvekili Mehmet Hoca 100 kişiyle salondan çıktı. 1989 Mayıs Ayaklanmasının sürükleyicisi olan Demokratik Lig örgütü başkanı Mustafa Ömer de kurultayı tepenler arasındaydı. Hasan Baltov’un grubundan Pomak sürgüncü ve zindancılar da “Bulgar Etnik Modelini” kabul etmeyip, dil ve din haklarımızın, kutsal özgürlüklerimizden bir zerre bile feda edemeyiz şiarlarıyla dışarı fırlamışlardı. O gün bugün 23 yıl geçti. Bu zaman içinde HÖH partisinde 3 (üç) parçalanma daha oldu. Parti’den yarılan ve yeni parti kuranların üçü de Genel Başkan Yardımcısıdır. 1) Önce Güner Tahir partiden ayrıldı. Gazetelerden okuyoruz, Doğan’la kavgası 5 bin US Dolar içindir. CHP Genel Merkezi’nden parasal yardım almaya giden Güner Tahir’e Ankara’da 20 bin US Dolar almış, paranın dörtte birini gelirken harcamış ve “işte bunu verdiler” deyip 15 bin US Dolar uzatınca, Ankara’dan gelen teleksi kendine uzatılınca dananın kuyruğu kopmuştur. Bu gibi konularda olağanüstü hassas olan seçmenimiz G. Tahir’i bir daha meclise göndermemiştir. 2) 2000 yılında Genel Başkan Yardımcısı ve Örgüt Sorunları Sekreteri Osman Oktay’ın HÖH partisinden kovulması da gazetelerden okuyoruz yine sözde para meselesine dayanır. Oktay partiden 400 bin US Dolar aşırmıştır. O da bir daha seçmenin gönlünü kazanamamış ve mebus seçilmemiştir. 3) 2012’de Parti Başkan Yardımcısı ve Örgüt Sorunları Sekreteri Kasım Dal ile HÖH Gençlik Kolları Başkanı Korman İsmailov’un partiden ayrılmasına gerekçe olarak, Genel Başkan Ahmet Doğan’ın gizli siyasi polis ajanlığı ve partinin rüşvet bataklığına batması gösterildi. 1 Aralık 2012’de kurulan Özgürlük ve Şeref Partisi 2013 erken genel seçimlerinde kendi başına vekil çıkaramadı. 2014’te seçimlere sağ kanattan 5 siyasi parti ve bir hareketle Reformcu Blok cephesi kurarak katılan parti başkanı K. İsmailov Sofya’dan milletvekili oldu ve halen hükümet ortağıdır. Cephe bileşimindeki çelişkiler şu an bölünme yaratmış ve bir kanadı iktidar partisiyle kaynaşırken, yarısı muhalefete geçmiştir. 27 Şubat 2016’da çağrılan DOST kurultayı yepyeni bir nitelik sergilemiştir. 1985’te Dobriçin Baraklar köyünde bir samanlıkta gizli kurulan Bulgaristan Türklerinin Milli Kurtuluş Partisi kurucu başkanı Necmettin Hak başta olmak üzere, HÖH partisinin Deliorman ve Rodop kent ve köylerinden kurucu üyeler;


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

87

1990’da Büyük Milet Meclisi seçim programını yazan ve partiyi köy köy kasaba kasaba toplantı ve mitingler düzenleyerek Bulgaristan Türklerine tanıtan, siyasi davayı halka indiren bilinen demokrat aydın Hikmet Efendiev; 1993 kurultayını iten Mehmet Hoca ve Mustafa Ömer; “Belene” Ölüm Kampından, sürgünlerden ve siyasi tutuklular arasından kahramanlar; Türkiye’den soydaş dernek ve federasyonlarımızdan 14’ü, Göçmen Konfederasyonluğu heyeti; Yükseköğrenimli gençler grubu; Özenci sanat kolektifleri ve öğretmen sendikası temsilcileri vb. kurucu kurultaya katıldı ve DOST partisinin kurulmasına hep beraber oy verdiler.Göçmen konfederasyonu Genel Başkanı Sayın Çalışkan kurultaydan sonra Bulgar basınına verdiği demeçte, Türkiye’de Bulgaristan seçimlerine katılma hakkı olan 280 bin soydaş yaşadığını söyledi. Kurultay, kurucu başkanlığa HÖH eski Genel Başkanı Lürfi Mestan’ı seçti. Mestan yaptığı ilkesel konuşmasında, önce HÖH - DPS partisinin zamanını doldurduğunu ve halkımızın hak ve özgürlüklerinin elde edilmesi davasını frenlediği için siyaset sahnesinden çekilmesi gerektiğini esaslandırdı. Bulgaristan’da azınlıkların fazlasıyla kutuplaşmış bir yapılanmanın dibinde, son derece yoksul bir toplumsal ortamda yaşadıklarına dikkati çekti. Devleti dolandırmaktan başka hiçbir işleri olmayan saray grubunun siyaset dışına itilip yargılanmasını istedi.Mestan bu sözleri söylerken Sofya meclis meydanında ve bakanlar kurulu önünde on binlerce kişi hemen adli reform yapılması, anayasanın değiştirilmesi, demokratik hakların tanınması istekleriyle kitle gösterileri ve miting düzenliyordu. DOST partisinin liberal demokratik özgürlükçü ilkelere dayanacağını ve memleketimizin Avrupa Atlantik doğrultusunda, NATO üyesi olarak, Avrupa Birliği üyeliğini koruyarak gelişim yolu izlemesini destekleyeceğini vurguladı. Mestan, fahri başkan Ahmet Doğan’ın partiyi Bulgaristan Türk, Pomak ve Çingene Müslümanlardan tamamen kopardığını söyledikten sonra şu noktalara da değindi. Doğancı elitin, Rus oligarşisinin Bulgaristan’daki sinsi emellerine hizmet ettiğini, Bulgaristanlı Türk Müslümanları Türkiye’deki yakınlarından koparmaya çalıştığını, en ilkel doğal ve insan haklarının tanınmasına engel olduğunu, kültürel ve medeniyet haklarımız açısından son derece acınası bir durumda bulunduğumuzu önemle vurguladı. Ülkemizin köklü dönüşümlerle evrimleşme ve refah yoluna açılması zamanının geldiğine işaret etti. Bu esaslı konuşmada dikkati çeken özelliklerden biri de, Bulgar halkının da HÖH - DPS partisine, Bulgaristan Türk Müslüman azınlığına ve par-


88

BG-SAM

tisin 17 Aralık 2015’ten sonra izlediği siyasete kritik baktığına yer verilmesi oldu. Bilhassa üzerinde durulan nokta ise, Doğan’ın destekleyicilerinin başında artık yalnız Bulgar siyaset çevrelerinde lâkabı “gestapo” olan, totaliter rejimin siyasi polisinin VI. Şube Amiri Dimitır İvanov ile “Kütüphaneci Enstitüsü” maskesi altında Türk Müslümanlar ve diğer etnik azınlıklar arasında ajanlık yaptırmak için polis yamağı yetiştiren Stoyan Delçev ikilisi olduğudur.Putinci, sabık Cumhurbaşkanı G. Pırvanov, Türk düşmanı Makedon haydutlarının günümüz çömezlerinin partisi (VMRO) Makedonya İç Devrim Örgütü başkanı Karakaçanov olduğu, Sol milliyetçi Putinci Ataka partisi başkanı Siderov ve daha birkaç ırkçılığa sürtünmüş milliyetçiden başka kimsenin kalmadığı basına açık beyan edildi. Kurultayı bağımsız milletvekili Hüseyin Hafızov yönetti. Kendiliğinden oluşan bir ortak siyasi kurucu kurultay zemininde yapıcı ruhta gelişen tartışmaların ikisi kurucu kurultayın siyasi alanını genişletti. 1990’da HÖH’in kurulmasıyla sonuçlanan siyasi çekirdeğin oluşumuna götüren hareketlenmeyi doğal yapılanmayla yöneten Necmettin Hak ilk konuştu ve kurucu meclisi kutladıktan sonra, “Doğan’ın kişisel baskısı altında boğulan HÖH - DPS partisinin siyasi içeriğini tüketmiş ve sürükleyici özelliklerini tamamen yitirmiş ve seçmenden ve memleketimizin sorunlarından kopmuş olduğunu açıkladı. O, kurultay kürsüsünden insanımıza Türkiye karşıtlığı aşılamaya çalışan bir saldırgan Rusya uzantısı saldırganlık rolü üstlenen bir partiye aramızdan oy veren olmaz” dedi. Bulgaristan Türk Müslümanlarının anadil, din ve özgün kültür ve Avrupa medeniyetine öz geleneklerinden gelen zenginlikle katkıda bulunabilme fırsatı verilmediğini söyledi. 2020 yılında kesilecek olan Avrupa Fonlarından ekonomi, eğitim, sağlık ve kültür dallarında yararlanılmasına olanak tanınmamasını kınadı. Bulgaristan’da yaşayan Müslümanların bir etnik azınlık olarak tanınması gerektiğine, parmakla sayılacak kadar profesör, doçent ve doktorumuz olmadığına işaret ederken, din, dil, edebiyat, sanat, kültürel, sportif vb özgün kültürel özellikler taşıyan haklarımızın mutlaka elde etmek için birlik olmaya çağırdı. Kültürel azınlık haklarımızın mutlaka tanınması gerektiğini vurgularken, şu dönemde Bulgaristan Türklerinin köle durumunda olduğunu bundan dolayı vatanlarını Türkiye’ye ve Batı istikametinde terk ettiklerini belirtti. Necmettin Hak, HÖH’ün kurulduğu gün yapılan yanlışlıkları 26 yıl sonra düzeltmeye çalışıyoruz derken, oyuna gelmeyelim, dedi.


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

89

Kurucu kurultayda söz alan Mehmet Hoca, “HÖH partisinin Bulgaristanlı Türklerin hak ve özgürlükler davasına ihanet ettiğini, ülkedeki totaliter statükonun korunabilmesi için Ahmet Doğan’ın Türk aydınları memleketti terk etmeye zorladığını, binlerce gencin ekmek parası için Batı ülkelerine gittiğini, Türkçe eğitimin her gün engellendiğini, belediyelerin ve diğer devlet organlarının halka hizmet sunmadığını açıkladıktan sonra DOST partisi Bulgaristan Müslümanlarını Ahmet Doğan’dan kurtarmalıdır, yardım etmeye geldik” dedi. Mehmet Hoca, “Bulgaristanlı Türklerin vatanını sevdiğini, memleketin tüm erdemlerini onların yarattığını ve HÖH kapanına bir daha düşmemek için çok sıkı çalışmamız gerektiğini vurguladı. Bugün ülkemizdeki en önemli sorunun azınlık haklarının tanınması olduğunun altını çizdi.” Mehmet Hoca HÖH partisi ile DOST partisi arasında yargı değerleri bakımından derin köklü fark olduğunu da belirtti. Şumen şehrindeki Kültürel etkinlikleri yöneten, Nazım Hikmet Okuma Evi Başkanı, şaire Nurten Remzi ise konuşmasında, öncelikle çözülmesi gereken sorunlardan birinin tarih konusu olduğuna değinirken, Bulgarların kendi tarihlerini bilmediklerini, bu topraklarda yaşanan tarihin ortak tarih olduğunu örneklerle açıklarken şöyle dedi. Biz edebiyatı, tarihi, kültürü, hayatın her dalında başarıları olan bir etnik azınlığız, din, ırk, kültür ayrımı gözetmeksizin, çok kültürlü bir ulus ve medeniyette yaşamak istiyoruz. Yenidünyaya ayak uydurmak istiyoruz. Bize tüm azınlık hakları bütünsel olarak tanınmalıdır. Bu savaşımda DOST partisine başarı dilerim.Kurucu kurultay Bulgar toplumunda ve medyasında çok geniş yankılandı. “Grand Otel Sofya” karşısında kurultayı kınamak için toplananların yalnızca 8 kişi olması dikkati çekti. Merkez basın, radyo ve TV programları kurucu kurultayı geniş olarak yansıttı. Türkiyeci parti gibi kara çalmaya fırsat bulamadılar. Bulgaristan Türk ve Müslüman azınlığının tüm insan haklarından yoksun yaşaması konusunda demeçler veren kurucu delegeler medyanın ağzını kapadı. Demokrasi, Sorumluluk, Özgürlük ve Hoşgörü DOST partisinin tescil edilmesi için 2 500 kurucu delege imzasına gerek var. Birinci Kurultayın 45 gün içinde Sofya’da çağrılmasına oy birliği ile karar alındı. Bulgaristan Türklerinin bu defa engelleri atlayıp yol almaya başlayacağına inanmak istiyoruz. BG-SAM, DOST partisi ile ilgili gelişmeleri yakından takıp edip değerlendirecektir.


90

BG-SAM

Koltuk Değneği - 8

Dr. Nedim Birinci-28.Şubat.2016

Konu: Bulgaristan’da siyasi muhalefeti kimin yöneteceği Komünist Partisi gizli oturumunda kararlaştırılmıştı.Hainler o gün bu gün görev başındadır. İşleri soyabildiklerini söymaktır. Burada durduk kaldık 10 Kasım 1989’un üzerinden çeyrek asır geçmesine rağmen, komünist totaliter rejimin bir türlü arınamaması, demokrasinin gemlenip kazığa bağlanmış durumu, ülkedeki ileri adım atılmasının imkânsız duruma gelmiş bulunması herkesi düşündürmeye başladı. Sonu sonunda her şeyin insanlara bağlı olduğu ortadadır. Toplumu yaratan insanlardır. Toplum insanlar için vardır ve insanlar tarafından yönetilir. “Berlin Duvarı” yıkılırken, “Soğuk Savaş” isterisinin de güya sona ermesiyle bir şeyin mezarının kazılması, cesedin gömülmesi ve duasının okunması gerekiyordu. Can çekişen sosyalizm, komünist parti, totalitarizm ve rejimin baskı ve terör aygıtıydı. Çok geniş ve derin bir mezar kazıp bizim için kara kehanet yaratan bu olguyu gömmemiz gerekiyordu. Ölümü yaklaşanların vasiyet yazdığı gibi, bizde de Komünist partisi vasiyetini şöyle yazmıştı. 10 Kasım 1989’dan önce, BKP Merkez Komitesi Politik Büro üyesi ve diktatör Todor Jivkov’un özel kalem odası şefi Milko Balev yönetiminde toplanan Merkez Komitesi oturumunda, Bulgar muhalefetini kimlerin yöneteceğine karar verilmişti. Bu cetvelin içinde 120 kişinin isimleri ve soyadları sıralanmıştır. Bu cetvelin bizim için ilginç yanı, sıralamada 3 Bulgaristanlı Türk isminin de yer almasıdır. Bunlar: 1) Ahmet Doğan, 2) Şerife Mustafa ve 3) Osman Oktay üçlüsüdür. Bu kişilerin totalitarizme karşı direniş yıllarında birbirini tanımadığı bilinir. Kırım Tatarlarının çoban soylarının birinden gelen ve öğrenimini de siyasi polis itelemesiyle zar zor bitiren Ahmet Doğan, Türklerin işlerine karışmayı kabul ettiğinde, dedesi Hüseyin çoban “aman yapma, bize yakışmaz, onların kapı kuluyuz” demesin diye hemen adamcağız Sosyalist Emek Kahramanı yapıldı. Çoban maaşına ek olarak 200 leva ek maaş bağlandı.


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

91

Necmettin Hak halkın çilesinden çatlayan bir tohum olarak direnişleri başlatan, isyan ateşini yakan kahramandır. Doğan aralarındaki uzak yanın akrabalıkları vesile ederek Dobruca köylerinde kurulan direniş örgütüne bulaşmayı başarınca yarı yolu almış oldu. Artık hapisçi maskesi takabilir ve değişik sayfiye merkezi ve dağ evlerinde polis amirleriyle votka - viski içip kahve falı bakabilirdi. Bu onun demokrasi kursuydu. Ondan hiç kimse bir şey yapmasını, bir şey öğrenmesini veya birilerine bir şeyler öğretmesini istememişti, çünkü onun ağzından çıkan sözleri önceden çiğneyip onun ağzına sıkıştıracak kişiler vardı. O, yağmurda ıslanmaya, karda donmaya, biraz da rüzgâra dayanmaya alışıp bir bostan korkuluğu olmayı kabul eden bir şerefsizdi. Şerife Mustafa, Filibe’ye bağlı Sopot belediyesinin “Anevo” köyünden olup Faşizme ve Kapitalizme Karşı Aktif Savaşçı listelerine girebilmiş, komünistin üstü komünist geçinen, böbürlenmeyi seven, herkes sürgün ve hapishanelerdeyken damatları Türklük kalesi Kırcaali ilinde kestiği kestik totaliter savcılarından biriydi, halkın gözündeyse en büyük şerefsizdi. O da Ahmet Doğan gibi Bulgar dili okumuş ve Bulgarcasıyla övünmekten kendini alıkoyamayan biriydi. Osman Oktay ise, övünecek tarafı olmayan yoksul bir köylü çocuğudur. Dobruca - Deliorman köyleri sağlık ocaklarında Türklere hapcık dağıtırken topladığı istihbarat bilgilerini yağlı ballı pansuman ederek “adam” olmuştur. Komünizm yıkıldıktan sonra Bulgaristan Türk-Pomak ve Çingene Müslüman etnik azınlık topluluğunda işleri toparlayacak ve komünist totaliter devletin mezarı kazılsa bile, duası okunan ceset yerine, mezara boş tabut salınmasına razı olan bir genç olarak, totalitarizmin ayakta tutulabilmesinde Bulgar görevlilere yardım edecekti. Kitap okumayı sevmezdi. Bazı şeyleri ezberlemişti ve önemli olan ezberindekileri ısıtıp ısıtıp satmaktı. Üstlendiği zor bir ödevdi. Seçilen 3 kişiden hiç biri ötekini tanımıyordu. Ortak yanları Türklük ve Türkler üzerinde konuşmayı sevmemeleriydi. Bir de Türk olan Türk’e yardım etmeme konusunda yemin etmişlerdi. Onları birbirine bağlayan işte bu yemin olmasa, aralarında bağ denen hiçbir şey yoktu. Siyasi polis kendi işini yaparken onlar yalnızca tapışlayacaklardı. Şerife ekmek karmayı bilmediğinden tapışlamanın ne olduğunu bilmiyordu. Ahmet nenesini hamur üstüne un serpin elinin tersiyle sıvazladığını görmüştü. Osman da görmüştü de adının tapışlayış olduğunu bilmiyordu. Ahmet ile Şerife Bulgar Filolojisinde okumuşlardı. Osman’ın gördüğü eğitim ise köy sağlık ocağı memuru olmasına el veriyordu. BKP MK aldığı gizli kararda siyaset okumuş, halk arasında çok sevilen soylardan birini aramadan, siyasi polisten gelen teklife ve 6. Şube Amiri Dimir İvanov’un ısrarına uymuştu. Üçünün de komünist partisi üyeliği yoktu. Hiçbirinin Kâbesi İnsan değildi. Ko-


92

BG-SAM

münistlikte disiplin, onur ve dürüstlük gibi erdemler arandığı oluyordu, bunlar göbeği hainliğe bağlanmıştı. Onların aktif bir biçimde katılacağı, Bulgaristan’ı sosyalist bir rejimden kapitalist bir düzene dönüştürme planının özünde hiç bir kimsenin kafası değiştirilmeden, insanların uyuşturulmuş beyinleri ve zehirlenmiş kanları korunarak, hatta gözlerinin körlüğü de muhafaza edilerek yapılacak çok iş vardı. Eski rejimin suçlularına, katillerine dokunmadan, tutuklanmalarına ve yargılanmalarına, darağaçlarında sağlandırılmalarına yol verilmeden sözde değişikler yaşanacaktı. Totalitarizm döneminde çok suç ilenmişti, hele Türkler, hele Pomaklar, hele Çingeneler çok çekmiş, ezilmiş, zülüm görmüştü, ama kimsenin elinde bir belge yoktu. Kırılan kemikler kaynaşmış, yaralar şişmiş inmiş, morlar silinmişti. Onlardan istenen dert dinlemek ama derman olmamaktı. Hedef büyük ve basitti. Stratejik planın şöyle bir yanı da vardı. Ekonominin ve ticaretin komünist devletin elinden alınıp öncelikle komünist soydan gelen ya da yandaş ailelere devretmek (satmak) ve böylece örgütleniş iktisat biçiminden ve kırsaldaki kooperatifçilik yok olacak, kimsenin kimseden alıp vereceği olmayan yeni bir durum oluşturulacaktı. Alandan çalandan hesap sorulmayacaktı. Yani çalıp çırpma hakkı saklıydı. Hırsızlık nimetlerinden önce Mustigrup, ardından Ahmet Doğan etrafındaki “şirketler çemberi” ve daha sonra da Rus isteklerine de bağlı olarak Delyan Peevski’nin oligarşi-mafya talancı-rüşvetçi ahtapot yapılanması oluştu. Bu ballı börek sofrasından Şerife Mustafa’ya da büyükçe pay düştü. Müdür olarak atandığı bankanın sıçan deliklerinden ve arka kapısından kaçırılan paralar kayıplara karışmasaydı iyi olacaktı da, hırsızlıkla geçinmeye sevdalı bir milletin içinde, bu başarıya ulaşmak zor tabii. Olmayınca halen baba evinde psişik tedavi görüyor.Babası çalmak kapmak nedir bilmeyen Osman Oktay 2000 yılına kadar seçimden seçime elinden geçen paralardan toz kalmamasına özellikle dikkat etti. İlk zamanlar vicdanını kirletmek istemezken, birden bire değişiverdi. Ahmet Doğan’ın çekmecelerinde Leva, US Dolar ve Euro için yer kalmadığını gördükçe, “ben artık boş tabut gömme merasimlerine katılmayacağım” demeye başladı, Birkaç deste parayla alın yazısını değiştirmeyi seçti. Sonunda el-kol pansumancılığından kurtuldu ve kendilerini içimde bir yara sızısı var diye Bulgarlara falcılık-muskacılık benzeri siyasi büyücülük yapmaya sıvandı ve başarılı olduğunu söyleyenler var. Kuşkusuz bu gelişme seyrinde NATO’ya ve ardından da Avrupa Birliği’ne girerken yapılan irili ufaklı yemlemeden, Ramadan Atalay, Mehmet Dikme ve birkaç bir kaç başkaları da zenginlere yakışır kravat takıp insan arasına katılma imkânı bulabildi.


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

93

Ben bu yazı dizimin 7 bölümünde Hak ve Özgürlükler Partisinin Bulgar siyasi yaşamında, mecliste ve toplumsal yaşamın değişik yerlerinde totalitarizmi ayakta tutmaya çalışanlara koltuk değnekliği olma biçimlerini anlatmaya çalıştım. Bu yazımda size, olaya bir başka açıdan bakma fırsatı sunarken, son 26 yılda olanların hiç birisinin rastlantı olmadığına birkaç önemle işaret etmek istiyorum. Üçüyle yapılan ayrı ayrı dört göz arası görüşmelerde her birine Türk’e yardım edilmeyecek, şartı koşulması çok önemlidir. Bunun anlamında onları yanınıza çekip suyunu alacaksınız, fakat devlet gücüyle kimseye yardım etmeyeceksiniz denmiş olmasının anlamı derindi. Bu Türk aydınlarını, girişimci iş adamlarını, otorite sahibi olanları kapana düşürüp ezeceksiniz anlamına da geliyordu ki. Kemaller (İsperih) doktoru, Belediye başkanı ve milletvekili Nihat Tavakov bu tuzağa düşürüldü. Halen Varna cezaevindedir. Komşu kasaba olan Akkadınlar’ da (Dulovo) Güney Seferin başına da savcılık ve icra sarığı sarıldı. Şumnu’da kültür evi başkanı ve şaire, il HÖH örgütlerinin kurucusu ve büyük girişimci aydın Nurten Remzi’nin evinin birkaç defa aranıp taranması, bilgisayarlarına el konması hep aynı sivrilen Türkleri ezme dizisinden örneklerdir. Ahmet Doğan’a “Yeter!” diyen genç Oktay’ın da Sofya mahpushanesinde gün sayması ibret verici bir örnektir. Farklı bir örnek olarak ise şunu ele alabiliriz. 1990’da 1 milyon 200 bin kişilik bir kalabalığın Sofya’nın “Kartal Köprü” meydanında toplanmasından çıkarılacak çok sonuçlar var. O zaman tüm topluma ve dünyaya “Bulgaristan demokrasiye uyanıyor!” deyebilmiştik. Bizde “Demokrasiye Geçiş, Özgürlük ve Adalet!” isteyenlerin kalın kafalı komünistlerden çok daha fazla olduğunu, kamuoyunda çok daha ağır bastıklarını gösterebilmiştik. Sonunda bir şey olmamasıdır düşündürücü olan. Aynı meydana toplanmış, sıkılmış yumruklu sağ kollarını havaya kaldırmış insanların aralarında onları birleştiren harç olmayınca, sanki kum yığını gibi dağılıp birbirlerini tanımaz ve selamlamaz olduklarını izliyoruz, izledik. Bu harç onların totalitarizmi söküp yerine demokratik düzeni monte edebileceklerine inanmalarıydı. Bunu yapamadılar, çünkü önce totalitarizmi sökülemedi. Demokrasi bayrağı dalgalandırmak isteyenler kendi çaresizliklerine inanmak zorunda kaldılar. Bu davada çok önemi faktör olan biz Türkler de beklediklerimiz olmayınca felç geçirdik. HÖH’ten sonra 5 Türk partisi kuruldu ama biri tutmadı. Sanki hasta yatağını sevmişti. Türk Müslümanlar, bizi aldatmayı başaran Ahmet Doğan takımına inandık. Aldatıldığımızı kabul etmek istemedik, kendimize direndik. 90’lı yılların başından beri ciddi bir gösteri, protesto yürüyüşü yapamadık. Cebelli Tütüncülerin, Haskovo yollarında, Kara


94

BG-SAM

Su nehri boyundaki köylerde, Deliorman harmanlarında tütünlerini yakarak direnenleri unutmadık, fakat bu direnişler büyük kötülüğün dışında olan irili ufaklı başkaldırılardı. Demokrasi mahmurluğundan ayılmamız, uyanıp, dünyayı yeniden görmemiz uzunca sürdü. Bizi maymuna döndürdüler. “Kartal Köprü” mitingine dönersek, biz bu tarihsel mitingin düzenlenmesine vesile olduk ama biz orada yoktuk. Halkın karşısına geçip onu coşturan hatiplerle ilgili yapılan kişisel analizler yapılmazdan önce her birinin Faşizme ve Kapitalizme Karşı Aktif Savaşçı soyundan, komünist kökten gelirken özel olarak seçilmiş kişiler olduğunu görebiliyoruz. 2 dönem Cumhurbaşkanı, Demokratik Güçler Birliği (SDS) kurucusu ve lider olan Dr. Jelü Jelev’in de komünist partisi üyesi olduğu, kayın pederininse Faşizme ve Kapitalizme Karşı Aktif Savaşçı olduğu kimseyi şaşırtmadı. Çünkü komünist tümör toplumda öyle metastaz etmişti ki, kitlenin önüne geçecek başka kimseler sanki kalmamıştı. Bu öne sıçrayan kişilerden hepsi en yüksek akademilerde okumuş olsalar da, bilim tarihinde özel mülkiyet toplumundan daha yüksek bir gelişim aşaması olarak kabul edilen ve hala böyle olmadığı olumsuzlanmayan kamu mülkiyet biçimi - sosyalizmden geriye dönüşün ne kuramı ne de pratiği var olmadığından, söylenenlerin hepsi parmaktan emmekti. Bu anlamda ballı konuşanlar ve ağızlarına baktıranlar halkı aldattıklarının farkında olduklarından, o gün birbirlerinin gözlerine bakamadıkları gibi, bugün vicdan azabı çekiyorlar. Düşüne biliyor musunuz, bu yıl 100 bin Bulgaristan genci Amerikan çiftliklerinde çalışmak için yazılmış ve vize almışlar, bizim domates ve biberleri toplayacak adam yine yok. Bizdeki gelişme öyle oldu ki, yoksulluk çitası altındakiler Toplumun % 90’nı ve hiç birinin banka hesabı yok. Toplumsal geri dönüş sanki üstümüze yıkıldı. Hepsimizi ezdi. Başka bir değişle silindir gibi üstümüzden geçti. Hepimizi asfalt üzerine yasladı. Adı sosyalizmi yıkmak ve kamusal olanı çökertmek olan bu geri dönüşü yeniden izlememizi sağlayan dizi henüz çekilmedi. Zamanı gelmediğinden kitabı da yazılmadı. Konuşanlar çok da, demek istediğim Fransız Devirim’inin psikolojisini Gustave Le Bon gibi anlatan, Rusya’daki toprak köleliğini Gogol gibi “Ölü Canlılar” da yazan, Türkiye tarih, bugün ve geleceğine Prof. Onur Bilge Kula gibi inen biri henüz ortaya çıkmadı. Bu bir özleyiştir. Yukarıda değindiğim hamurdan parça parça koparıp kızgın yağılı tavaya atılan çöreklerin cızıltısını özledim. İnşallah o günlerde beraber oluruz. Çünkü 15 bin sanayi ünitesini yok etmenin, 15 koyunu yok etmenin, binlerce dönüp sulanır araziyi çoraklaştırmanın vs vs insanın içini yakması var. Beliren bir boşluk var ki, onu henüz doldurmak bir yana, anlatmak da çok zor.


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

95

Sonra başka bir şey daha var ki, eski DS ve şimdiki gizli DANS ajanları Türkiye’den para kopartmak için, yeni tuzak kurmaya devam ediyorlar. Sofya “NOVA” TV yayına demeç veren, birinci derece mahkemelerde yolsuzluk davaları devam eden, Doğan’ın yakın adamlarından, Mestan’la birlikte milletvekilliği yapan Akkadınlı Güney Sefer, 2013’te yapılan HÖH 8. olağan genel kurultayında delegeydi. Doğan kürsüden atıldıktan ve başkanlıktan kaydıktan sonra Kurultay Kararlarında Başkan olarak Lütfü Mestan’ın tescil edildiğini, kararların onun elinde olduğunu ve HÖH Başkanlığından çekilmesine gerekçe olmadığını söyledi ve şöyle dedi: “Kanımca, 17 Aralık 2015 gecesi “sarayda” meydana gelen kapışma kalabalık önünde oynanmış bir sahnedir. T.C.’den para kopartmak için oynanmıştır ve başarılı olmuştur. Ahmet Doğan dediği diye mahkeme kararı bozulmaz. DOST partisi T.C.’den para kopartmak için düşünülmüştür.” Bulgaristan’ı bugünkü yürek acısı duruma getiren fena kehanet planını gerçekleştirmekle görevli ilk dönemin üçlü troykasında, görüldüğü üzere Lütfi Mestan da katılmıştır. Kötülüklerin başı Ahmet Doğan hep görevinde kalmıştır. Efendileri memnun ki, “Sarayda” yaşatılıyor. Tarihte yıkım kahramanı yoktur. Bizde de Doğan’dan başkası yok. Hiö kimse hayatın kendisinden daha akıllı değildir. Soruyorum: “Doğan’ın Bulgaristan yıkımına koltuk değneği olmaktan başka görevi var mıydı?” Onun kahramanlar kahramanı yapılması için 35 yıl köle gibi çalışan Türklerin haklarına el koymaktan başka hedef olabilir miydi? Plan çok daha derin ve kapsamlıydı. 1995 - 97 yılları arasında Bulgaristan’a başbakan olan Jan Videnov, bütün sanayi ve tarım, bankalar yok edilerek toplumun dönüştürülmesi planıyla tanıştıktan sonra, o planı okurken 24’üncü maddede duraklamıştı. Bu maddeye göre, Bulgaristan’da 3 milyon insan kalacaktı. O zaman artık Türkler yarı yarıya kovulmuştu. İşler Türklerle bitmiyordu. Vatandan kovulanların geri gelmesi de açık bir sorundu. Bulgar nüfusun 3 milyona düşürülmesini kabul etmeyen Başbakan Videnov, bankalarımıza yapılan siber saldırıya dayanamadı ve kısa sürede devrildi. Ahmet Doğan ve daha beslemelerinin ayakta kalması ise istenen her şeye evet demelerine bağlıdır. 26 Şubat 2016’da HÖH Merkez Yönetimi bir bildiri yayınladı. Anlaşılan olay artık maddiyata dayanmıyor. Millet aç kalmış kimsenin umurunda değil. Bildiride şimdiki durum 1990 yılına benzetilirken şöyle deniyor:


96

BG-SAM

“Çok kısa bir süre önce meydana gelen olaylar, aldıkları yöne bakılmaksızın, bizim için aynı karakteristik özellikleri taşıyor - bunalım yaratıyor, dünyanın değişik yerlerinde çatışmalara neden oluyor. HÖH partisi günümüz sorunları doğru görebilen ve çözüm sunan tek partidir. Bu bakıma ödevimiz şiddetli uluslararası gerginlik ve cepheleşme koşullarında hak ve özgürlüklerin, barışın, güvenliğin ve huzurun korunmasıdır.” Devam eden ikiyüzlülük budur. Tanınmamış haklar verilmiş gibi gösteriliyor. Söndürülmüş özgürlükler tanınmış gibi anlatılıyor. Kültürel, dini, eğitim ve diğer geleneksel edinimlerimizden asla söz edilmez oldu. HÖH’ ün yalanları bu noktada düğümlüdür. Olmamışı olmuş gibi göstermekte ustalaştılar. Avrupa fonlarını, devlet bütçesini soydukları yetmezmiş gibi, kendilerini T.C. devletinin düşmanı terörist başı PKK ve PYD koynuna atacak kadar ileri giderken, Ankara’da para kopartmak için partiyi 5. kez parçaladılar. HÖH üçlü yönetiminin analiz bildirisinden şu tespit ilginçtir. “Yıllarca savunduğumuz ilkeler ve yargı değerleri yeniden sınanıyor, bizim eski durumu savunmamız gerekiyor. Aynı zamanda, topluma açık bir karar aldık, HÖH DPS partisinin temellerini oluşturan hedef ve yargı değerlerini kabul etmeyenleri partiden atıp onlardan kurtulabildik.” 25 yıllık parti başkanı 19 yıllık parti meclis grup başkanını partiden atıyor. Hem de parti kurultayı aynı kişi olan genel başkan ve meclis başkanı üzerine tescilliyken. Bunların yapmayacağı yok. Türk seçmen DPS’li olmaktan utanır olmuş, % 15 oranında GERB’e kayma var. Bu tespitler çok önemlidir. Bu gelişmelerle demek istenen, “Bulgarlaşmayı kabul etmeyenlerden, köle gibi yaşamayı kabul etmeyenlerden, kendilerini ezmemizi istemeyenlerden, Türk Müslüman kimlikleriyle yaşamak isteyenlerden kurtulmaktır!” Görüldüğü üzere, sırat köprüsünden geçiş günü günlerden bu gündür. Dünya görüşümüz, olayları algılayışımız, yargı değerlerimiz, erdemlerimiz ve hedeflerimiz birbirinden kökte farklaşmış durumdadır. Onlar 1990’dan beri BKP MK özel kararlarını yerine getirmeye devam ediyorlar. BKP dağılırken kulis ardına çekildi. “Kartal Köprü”de Sosyalist Parti lideri Sergey Stanişev’le ebedi dostluk için öpüşen Lütfi Mestan’dır. Bu olay unutulmamıştır. Bu erkek erkeğe öpüşme, “olan olmuş, bitmiş ve unutulmuş” anlamındadır. Doğan’ın bu işleri yaparken devletin pekmez kazanından parmağını hep yaladığı için, hainlikten vazgeçmeye niyeti yoktur. Gerçeklerin analizi, bu hain çetesinin tuzak ardından tuzak kurmaktan memnuniyet aldığı ortadadır. Herhangi bir Türkü HÖH partisinden atmak, ezmek ve hakkında jurnalcilik yapmak, bu


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

97

arada Bulgar ve Türk devletlerinden para koparmak gelenek oldu. Bu böyle gelmiş ama böyle gitmez!

Su Başındayız!

Rafet Ulutürk-29.Şubat.2016

Konu: Yalancının mumu yassıya kadar yanar. Doktor benim neyime Aman anam garibem! Evvel böyle değildim Ben şimdi mecnun oldum Aman anam garibem! Bu sözleri Bulgaristan halk sanatının en güzel sesi, sanat bülbülümüz Kadriye Latifova’nın en sevilen Türküsünden aldım. Sanki bugünümüzü görmüş o uzaklardan ve bize “garibem” demiş ki, derin anlamında yadırganan ve alışılmamış bir olay vardır. Evet, bir yadırgananlar olduk ama alışılagelmemiş çılgın ve deli bir durumda subaşındayız. Yazar ve analiz eden arkadaşlarımın uyarılarına kulak verirken, onlara hak da veriyorum, çünkü “yeni tuzağa” düşürerek bizi parçalayarak, bin bir yeni tuzağa düşürerek ufalayıp kül gibi savurmak isteyenleri görebilenleri kutluyorum. Sosyal olayların doktoru siyasetçilerdir. Siyasetçi olabilmek içinse okulda birinci akademide alacı olmak yetmiyor. Bir de devrimin dikenli patikalarından yürümek, dağlarda dağlanmak, gecelere sevdalanmak, umuda sevdalanmak mutluluğa aşık olmak ve en zifiri karanlıkta bile kıvılcımların çaktığını görebilmek gerekiyor. Biz 26 yıldan beri bu yoldayız. Bu bizim öz güven, özgürlük yürüyüşümüzdür,1985’te başladı.1990’da hedeften saptırıldık, Biz Bulgaristan demokratik aydınları ve özgürlükçü taban olarak öz davamızı gerçek raylarına oturtmaya bugün her zamankinden daha fazla kararlıyız. Yeniden subaşındayız.


98

BG-SAM

Önce 1990’ın ilk günlerinde nasıl aldatıldığımızı bir daha açalım ve doğrulayalım. 20. yüzyıl lider heveslileri ya Hitler’e ya Stalin’e özenmişlerdi.Hitler 1934’te “Fürer” koltuğuna oturduğunda sonra şöyle demişti: “Önüme açılan iki ufuk var: Ya tüm planlarımı gerçekleştireceğim ya da hezimete uğrayıp mahvolacağım. Kazanırsam tarihin en yüce simalarından biri olabilirim! Yenilirsem yargılanacağım, hor görüleceğim, herkes benden tiksinecek ve lanetleneceğim”. İnsanlık Hitlerin cinayetlerini, katliamlarını ve insan düşmanı rejimini lanetledi. Bugün de lanetlemeye devam ediyor. Onun seçenekleri 1990’da Ahmet Doğan ve hainliğe gönül vermiş arkadaşları benimsedi. Hedeflerinde, Bulgar etnik azınlıklarının özünü aşındırıp kimliklerini unutturup tamamen değiştirme son amacı olan totaliter siyasete XXI. yüzyılda da hem Hak ve Özgürlük Hareketi (DPS) hem de devletin baskı mekanizmalarıyla devam etmek vardı.Bulgaristan’da Türk - Müslümanları usandırıp Bulgarlaştırmak, bu siyasetinin ana aracıydı. Hainliği gerçekleştirme aracı Hitlerin en yakın dostlarından biri olan Göbels’ten araklanmıştı. Faşist partinin propaganda şefinin “yalana dayanalım” sözleri hiç unutulmadı. Hele Bulgaristan’da bunlar bize karşı her an hala uygulanıyor: “ Büyük bir yalan söyle, bir şey yapma yalnız söyle ve sonra hep tekrarla, bir zaman sonra insanlar sana inanacaklar.” demişti Göbels. “Size hak ve özgürlüklerinizi vereceğiz, türkü ve şarkılarınızı anadilinizde söyle hakkı tanınacak. Türk gibi doğup Türk gibi sevişerek yaşayacaksınız” demişlerdi bizi kandırırken. Bu yalan bin mitingde, 20 bin toplantıda, forum ve kurultayların hepsinde tekrarlanırken işler yoluna girecek sandık, aldatıldık, uyutulduk, kullanıldık, umut sömürücülerine yem olduk. Şimdi yeniden subaşındayız! Doğru yolda yürümek, yalan rüyalardan uyanmak ve gerçek haklarımızı elde etmek için yeniden kollarımızı sıvamaya, omuz omuza vermeye hazırlanıyoruz. Sonra tarihin bizi çöpe atmasını engellemek istiyorsak, kendi tarihimizi kendimiz yazmak zorundayız. Bizim başımıza yalan çuvalı geçirenlerin bildiği şöyle bir şey vardı. “Tarih kazananlardan gerçeği söyleyip söylemediklerini sormaz!”


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

99

Fakat kazanamadınız, saraylara gizlendiniz, ininden başınızı çıkaramıyorsunuz, bir değiş üç çatlak sesli horoz ötse de kimse yalana uyanmak istemiyor. Son aylarda durumda köklü bir değişiklik oldu. Bulgaristan Türklerinin totalitarizm tünelinden, zindanlardan çıkabilmesi için örgütlü mücadele çırasını yakan HÖH kurulmazdan önce hak ve özgürlük direnişlerimizin babası olan Dobrucalı Necmetik Hak BTV’deki konuşmasında özetle şöyle dedi: “Bulgarlar Bulgaristan’ı benim kadar sevmiş olsa, Avrupa’ya köle olmaya gitmezlerdi!” İnsanları etnik azınlıklara karşı cephe almaya ve onları bölünmeye zorlayan politikayı yürütenler bir avuç insandır. Şu Bulgaristan, Bulgarlarındır diyen Bulgarlar, bu işi unutsunlar, çünkü bu bir gerçek değildir. Eğer Bulgarlar Bulgaristan’ı, benim sevdiğim kadar, sevmiş olsalardı, Avrupa’ya kaçıp Avrupa halklarına kölelik etmeyi kabul etmez, vatanları için çalışırlardı. 1980’li yıllarda Bulgaristan Türklerinin Milli Kurtuluş Hareketini (BTMKH) kuran, yargılanan ve uzun zaman hapiste kalan, sürgün edilen, vatanından kovulan ve geri dönen, suyunu kazanıp da içtiği, ekmeğini bölüp de yediği, alkış da duymuş, lanet de işitmiş öncü militan Necmettin Hak demecine şöyle devam etti: “Azınlıkları ve ulusu birbirine düşürme, bölme siyasetini yöneten bir avuç insan, halka doğru yolu göstermiyor. Biz anadil, eğitim öğretim, kültürel haklarımızı istiyoruz. Kendi bayramlarımızı istediğimiz gibi kutlamak istiyoruz.” Kurban ve Ramazan Bayramlarımız tatil günü olmalıdır. Bulgaristan’da her bayram tatil de yalnız bizim bayramlarımıza izin verilmiyor. Bulgaristan’da “Geçiş Dönemini” eleştiren Necmettin Hak şöyle dedi: “Her konuda yalan söyleniyor. 26 yıldan beri tekrarlanan kuyruklu yalanlar var. Bunlardan biri kamu ve kooperatif mülkünü özelleştirmeye ilişkindir. Bizdeki özelleştirme bir yasalara uydurulan hırsızlıktı. Halkın malı talan edildi. Bulgaristan’ı soyup soğana çeviren, insanlarımızı Avrupa’nın en sefil insanları durumuna getiren, değişmez yönetici geçinen bir grup bugün yeni yalanlar uydurup, yeni oyunlar peşinde olup halka yeni kapan kuruyorlar. Türkler hakkında yalan üstüne yalan konuşanların anlattıklarına bakılırsa.” “Biz Türkler soymuşuz Bulgaristan’ı sanki...” Bulgaristan’ın ana iş gücü ordusu olan Türklerin memleketimizin kalkındırılmasındaki rolüne değinen Hak şunlara işaret etti:


100

BG-SAM

“Bulgaristan’ın tarımda ve endüstride en önemli, en nitelikli işçi tabakası Türklerdir. Sosyalizm yıllarında hiçbir zaman iktidar katlarına çıkmamıza yol açılmadı.” 27 Şubat 2016 günü Sofya’da Demokrasi, Sorumluluk, Özgürlük ve Hoşgörü - kısa adı DOST partisinin kurucuları arasında olan Necmettin Hak, kendisine Ahmet Doğan ve yeni partinin başkanı Lütfü Mestan hakkında sorulan soruları cevapsız bıraktı... Öte yandan, Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS) yi, kendi mülkü ilan edip bir Ltd şirketi haline getiren Ahmet Doğan, 15 Şubat 2015 gecesi gerçekleştirdiği iç darbeden sonra olayların çok karıştığını, adeta kontrolden çıktığını, yörelerde partide sökülme izlendiğini itiraf ederek “Frog” ajansına verdiği demeçte şöyle dedi: “Pevski dolayında şiddetlenen skandalların başladığı günden beri parti hızla nüfus kaybediyor.” Milyoner oligarşi temsilcisinin Peevski’nin verdiği demeçler ve hareketleri yerel örgütlerde endişe uyandırıyor, partinin bir dolandırıcının şirketlerine şemsiye açmasına tepki gösteriliyorlar.” Doğan demecinde “Peevski boynumuza asılan bir değirmen taşı oldu” dedi ve şöyle devam etti. “Birçok iş adamı beni arıyor ve Peevski’nin kendilerinden rüşvet istediğini, ismimi kullandığını söylüyorlar” derken bilinen bir gerçeği azından çıkarmış oldu. Konuyla ilgili yapılan yorumlarda, “Ahmet Doğan’ın milletvekili Daniyel Peevski’den korktuğu ve Peevski’nin “lideri” avucuna almış limon gibi sıktığı” belirtildi. Son dönemde “Saray”a girip çıkanların beyanları ise, Doğan’ın eski “dostlarından” olup sık sık medya sayfalarında onu öven, bilimsel çalışmalar üzerinde derinleştiğini söyleyen, hatta “Braun Gazı” üzerine incelemeler yaptığını belirten Tadarıkov’u yalan söylemekle ve gerçekleri gizlemekle itham etti. Bu yorumlarda Ahmet Doğan’ın insan arasına çıkacak durumda olmadığına, art arda boşalan viski şişelerinin şuurunu iyice bulandırdığına ve Peevski çevresinden gelen lağım kokusunun da maneviyatını iyice boğduğuna işaret ediliyor. Bulgaristan demokratik kamuoyu temsilcileri, 2 aydan beri basının ve tüm medyanın (DPS) konusunu harmanlayıp parmağına doladığı dikkate alındığında, Ahmet Doğan’ın hiçbir konuda tek söz söyleyecek durumda olmadığına dikkat çekerken, durumun çok ağır olduğunu, partide lider krizi olduğunu, yerel örgütlerin seçenek aradığını yazıyor. Bu bunalımın temelinde Daniel Peevski dolandırıcılığı olduğu kadar, parti içi baskı da olduğunu gören sıradan partilileri iğrendiriyor.


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

101

Tüm bu gelişmeler insanın aklına “yalancının mumu yatsıya kadar yanar” atasözümüzü getiriyor. Haber kaynağı olarak, Türkiye kamuoyunda bilinen iki şahıs olan, Yalçın Bayar ile Yalçın Koçak’ı gösteren HÖH - DPS eski Başkan Yardımcısı Osman Oktay, son dönem siyasi yorumculuğa soyundu. HÖH partisinin gelecek seçimlere kadar dağılmasını gündeme getirdi. Kâhinlik yaparken Türkiye makamlarının HÖH yöneticileri, Ahmet Doğan ve Delyan Peevski çevresinin banka hesaplarını açıp daire ve otellerine el koyacağı, Kıbrıs’a kaçırılan paraların gasp edileceği gibi haberlerle tutuşturulan ve Türkiye ile Bulgaristan arasını açmayı hedefleyen Rusya fitilli ateşe benzin dökmeye devam ediliyor. Sözün özü, Bulgaristan’da Müslümanlar ile ilgili siyaset yalanla dolanla başladı ve öyle de devam ediyor. Gerçekçi düşünenler artık bu işlerin sonunun geldiğine, subaşında olduğumuza inanıyorlar. Zamanı dolanlar düşünsün. Onları bundan sonra en iyi doktorlar bile kurtaramazlar çünkü bu hastalık ölümcül... Buruna gelen koku budur. Kalın sağlıcakla,

Mart Ayı Yazıları Biz Bir Milletiz!

Sevilcan Yüce-02.Mart.2016

Konu: Kendi dünyamızda yolculuk Edebiyat kavgası siyasi bir kavgadır. Davaya omuz verelim kardeşler, Memleket kavgası, hürriyet kavgasıdır,


102

BG-SAM

Şarkısı, türküsü, şiiri, hikâyesi, masalı, taşlaması, fıkrası, destanı ve romanı olan gülen ve güldüren, dinleyen ve dinleten insanlardın toplamıdır bir millet. Hani büyük ve küçük milletler var diyorlar ya, hani millet olduğumuzu tanımamak için bize etnik falan filan diyorlar ya, hepsi boş laf, çünkü tohumların irisi ufağı önemli değildir, önemli olan o tohumun çatlayabilmesi, toprağı delebilmesi, güneşe sevinebilmesi, suyu emebilmesi ve köklenerek yapraklanıp açması ve tozlaşıp sarma hüneridir. İşte bu özelliklerin hepsi var bizde, hem de öyle bir var ki, bizim özelliklerimizle var olan başka hiçbir varlık yok. Halk sanatımızla girelim, Ar gelir Osman aga, ar gelir, Safiye’me karyola dar gelir. Varma başka bir millette böyle bir söyleyiş? Yoktur ve olamaz! Türkülerimize geçelim, Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler Annesinin bir tanesini hor görmesinler Uçan da kuşlara malum olsun Ben annemi özledim. Hemen annemi, hem babamı Ben memleketimi özledim. Bu türkü bizim canımızdan ciğerimizden değil de nerelidir? “Köyümün dikenleri bana gül oldu” gelmiyor mu bu mısraların devamında? Ve bu bizim bir asır hayatımızın özünün özü değil midir? Kaç defa göç yaşadık! Köyümüzün dikenleri kaç kez güç açtı rüyalarımızda! Şu derelerde akan gözyaşlarımız değil mi? Irmaklar ve dolup taşan seller?... Ve artık bir uğultu var bizim oralarda, gökten gelen inilti şöyle diyor. Baklasını karalamakla Kendini aklayamazsın... Başkasını yalamakla Kendi yaranı kapatamazsın... Önce kendinle barış Sonra el işine karış...


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

103

Türkleri kovmakla Kendine yuva açamazsın... Bu gerçek bizim hayat felsefemiz oldu. Nerede yaşadığımız önemli değil. İçimiz hep huzurlu. Çocuklarımız dünya sahnelerinde piyanist yarışlarından ödüllerle dönüyorlar. Davet edilseler, mutlaka en büyük ödülü alırdı şairlerimiz. Ama kimse çağırmıyor ki bizi ozan yarışlarına. Yalın sesimiz herkesi yakacak korkusu var içlerinde... Bizden William Shakspeare gibi şair yetişmez. Bunu yapsak, dünya ve Bulgarlarla sorun yaşamayız. O zamanların büyük üstadı yaşadığı krallı, kontlu dünya ile başa çıkamayınca, 8 asır geriye taşımış toplumu! Çağının eşek ve attan başka taşıtı olmadığından semerlilere yüklemiş o günlerin çelişkilerini ve eski tarihin sararıp solan sayfalarına işlemiş nakışlayarak. Aklından geçeni Hamlet’e söyletmiş. Hıncını Kral Lir’den çıkarmış. Sevemediği Jilet’i Romeo’ya sevdirir. Dünyaya balkon aşkları yaşatır. Shakspeare, herkesin beni anlaması şart değil deyip günümüzde kabarmasını istediğimiz hamura bol bol soda bikarbonat ektiğimiz gibi, o günlerin kısır söz hazinesine sıkıştırmış kimsenin bilmediği ve anlamadığı söz ve değimleri! Okudukça alışırlar, sevdikçe öğrenirler, anladıkça açılırlar. Sevmeyi öğrendikçe kendileri de sıvazlamaya başlarlar umuduyla döktürmüş de döktürmüş. Hayat böyle işte! Dünya kıskançlar dünyası. Shakspeare’inin kalemi “patates” sözünü, ne “kumpir” ne de “mömek” olarak işlemiş. Bizim şarkı, türkü, öykü ve romanlarımızda 100 yıl öncesine kadar adı geçmezdi. Kolay alışıp hemen sevmiş olacağız ki, fıkralaşmasına fırsat tanımamışız. Büyük yazardan sonra önce Hollanda’ya ardından da Hamburg’a inen patates çuvallarından çıkan tohumlar Alman kumsalını sevmiş, kardeşleşirken irileştikçe irileşmiş. Burada da başka bir sorun yaşanmış. Milletin kumpir yemeye alışması zor olmuş. Nitekim sonunda yalnız Almanlar için geçerli “patates göbeği” sözü ve patates göbekli biriysem ben Almanım yani Alman milletimden biriyim inancı doğmuş. Ve biz de aynı çileyi yaşadığımız için, hepimizin isimleri değiştirildiği, hepimizin ana dili ve dini yok edilmek istendiği için bir milletiz. Onlar patatesçi milletse bir de haklarımız ve özgürlüklerimiz için birbirimize omuz vermiş direndikçe direnen bir milletiz.


104

BG-SAM

Şu bizim Ahmet Şerif Şerefli var ya, ne diyor? “Türk Doğduk Türk Öldük” kitabında askerliğimizi anlatırken ucundan dokunduruyor.: “Şu üstü kireçli gençler, yıllardır iskelelerde çalışırlar. Aralarında yıllardır Ekmeği, sigarayı, güçlükleri paylaşırlar. Ve inip iskelelerden Geceleri narlarda sırt sırta uyurlar!...” İşte böyle yazdın mı, yani hayatın kabuğunu ceviz kabuğu kırar gibi kırıp içini açtığında, kıskanan olur adamı. Ne oldu? Bizde askerliği yasakladılar. O sırt sırta verip kireç kokusuyla kaynaşırken biraderleşmemizi aldılar elimizden... Biz kardeşleşirken kokunun çekini ve sayısız çilenin içinde Türk kimliğimiz de patates gibi büyüyor ve içimize sığmaz oluyordu. Kardeşlik mayamızsa beraberce ezilirken hepimizden damlayan terin tuzudur. Kaynaşma kavgasında doğdu ortak umutlarımız? İnlememiz, oflamamız, bol bol kalaylı küfürlerimiz ve rüya kâbuslarından gelen iniltili sesler bizim gramer kurallarına sığmayan anadilimizdir. Biz hepimiz birer Shakspeare’iz, çünkü en yasaklı dönemlerde bile bakışarak, sırıtarak, baş sallayarak hep anlaştık. Biz bir milletiz. Ve şiirimizle başkalarına akıl verme hevesinden de vazgeçelim artık? “Dünyada ne kadar dil öldürüldüyse O kadar da millet öldürülmüştür...” Dedir mi, denmemeli, çünkü bunu öğrenen düşman neyimize saldıracağını öğrenmiş oldu. Dilimizi yasaklıyor. Anadilimizde konuşmamıza kelepçe takıyor. Konuşmadan anlaşacaksınız, öpüşmeden sevişeceksiniz, besbelli bunu demek istiyor. Çünkü öpüşürken dudaklar birbiriyle konuşuyormuş. Al başına belayı... Bunlar hepimiz için geçerli olduğu için biz bir milletiz. Sonra çal kalem ben yazabiliyorum, içimden geliyor, gönlüm kaynıyor deyip, aklına geleni yazmayacaksın. Şöyle yani şu şairin istediklerine bir bakın lütfen. Memleket isterim Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun; Kuşların çiçeklerin diyarı olsun. Memleket isterim Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun; Kardeş kavgasına bir nihayet olsun. Memleket isterim


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

105

Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun; Oyun oynayan çocukların anadili olsun. Tabii biz aynı çocukların “Kel Oğlan”, “Köroğlu”, “Alattin’in Lambası”, “Peri Kızı ve Çoban” ve “Binbir Gece Masalları” olsun istiyoruz. Kendi kitaplarımız var bizim, birçokları kafamıza yazılmış, hep bizi anlatan! Kimisinde ardıç ferahlığına kekik kokusu karışmış, diğerinde atalarımızın sevdiği gül rengi lavanta mavisi nakışlı; eli kalem tutan oğlanın yazıp çizip hainlik etmesini önlemek isteyen babanın parmak kesişi işlenmiş acılı sayfalarda; halk birikimimizin esansını ninnileştiren anneler, nenelerin bakışla Türklük açılayışı farklı konular. Atasözlerimiz var bizim. “Ahlak pazarı yoktur”; “Dil ve din en büyük nimetidir” diyen. Fıkralarımız hep uyarır. “Güvenmeyin!”, “Aldanmayın!”, “Başka milletten olan kimseden borç para alınmaz.” Kötü huylular vardı bizim fıkralarımızda. Akrep anlatılır mesela! Ve hemen gelir arkası: Akrebin yolu ırmağa çıkar. Su yakadan yakaya, geçebilmenin yolu yok. Bakınırken bir kurbağa görür. Sazlık kenarına yaklaşır ve: “Kurbağa kardeş, bir zahmet, geçirsene beni öte yakaya,” der çok acınası bir sesle. “Sen bana acımazsın, sokup öldürürsün, bilmem mi ben seni,” olur aldığı cevap. “Sokar mıyım hiç! Sokarsam ben de boğulurum ve geçemem,” der acınası ama ısrarlı sesiyle akrep. “Mademki böyle düşünüyorsun, iyi öyleyse”, diyen kurbağa, “bin sırtıma”, der. Akrep kurbağanın sırtına ve girmişler ırmağa. Tam ortada akrep kurbağayı sokmuş. Bunu fark eden kurbağa, başını akrebe çevirerek: “Neden yaptın bunu? Söz vermiştin hani?” dediğinde kurbağanın cevabı şu olmuş: “Huyum böyle, elimde değil!” Biz işler böyle, biz hep uyarılarak büyüdük. Gün geldi hep aldatıldık, kapana düşürüldük. Acıyılar yaşadık. Şarkılarda dendiği gibi “Bülbüller ötmez! Ozanlar yaratmaz oldu!” Ne destanlarımız var bir bilseniz! O kadar acılı ki, belki de gün gelecek ve her notası 3 teli birkaç diyesi yepyeni müzik aletlerinde dillenecek. Hani şu Kırımlı sanatçı kızımız var ya nenesinden dinlediği ahitlerle Eurovizyon Şarkı Yarışmasına çıkmaya hazırlanan, henüz söylemeden şarkısını zalim Putin’i delirt-


106

BG-SAM

meyi başaran, işte öyle bir şey bizim ki... Bizim bir millet olarak söylenmemiş ahitlerimiz var. Romanlarımız da var vatan toprağımızı herkesten fazla sevdiğimizi anlatan. Yüz yıllık derdi harflerle oya gibi işleyen, fakat henüz görücüye çıkarılmayan. Kafalarımızın içi rastlanmış ciltlere uzanan gençler bekliyor. Biz gelirken baştanbaşa meyve yüklü bahçeler bırakmıştık tadı damağımızda. Doğamı öksüz kaldı, biraz küs bize, yeniden kaynaşacağımız günü bekliyoruz. Sevdalıyız hala o bize bizse ona. Biz doğasına sevdalı bir milletiz.

O Kadar Küstahlaştılar ki...

Dr. Osman Büyükkaya-03.Mart.2016

Konu: “93 Harbi” bugün de devam ediyor. Tuna nehri akmam diyor. Ben kıyımı yıkmam diyor. Bulgaristanlı Türklerin yakın ve uzak tarihinde başına gelen en kötü olay “93 Harbi” dir. Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya Çarlığı arasındaki 1877 - 78 Plevne Meydan Savaşı’nda Osmanlı Ordusunun Başkomutanı Osman Paşa’nın yenik düşmesi bizim için kader belirleyici olmuştur. 138 yıl önce meydana gelen bu çarpışma bugün de sızlayan ağır yaralar bıraktı. Nesillerin değişimi ortalama 25 yılda olsa, artık beşinci kuşak dertlerimize kaynak olan bu yenilgi ve doğurduğu sonuçlardır. Biz o zaman “Orient’in Hasta Adamıydık” ve henüz iyileştik ve artık diriliyoruz. O zaman Çarı II. Aleksandır’ın Osmanlıyı baştanbaşa yok etmek için büyük saldırı savaşı başlattı. Osmanlıya Tuna, Karadeniz ve Kafkasya üzerinden azgınca giren Rusya orduları Osmanlıyı bitirip sıcak denizlere inmeyi hedeflemişti. Stratejik hedefini gizli tutan düşman ordular, Ortodoks Hıristiyanlığın savunucusu olarak boy gösterirken dünyaya karşı ve kendi içinde sinsiliğini barındırmayı başarmıştı. Bu savaşı Osmanlı ve Bulgar halkı için bir savunma savaşıydı. Osmanlı Orduları Bulgar halkını zor günlerinde dış düşmandan korumuştu. Bulgaristanlı Türk Müslümanlar için bu savaş ölüm kalım, vatan, memleket, var olabilme kapışması olduğundan yenilgi kapanmayan yaralar açtı. Osmanlının kurulduğu yüceldiği ve dünya imparatorluğu olduğu topraklarda yenilmesi hükümdarlığın ana


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

107

direği olan Türk Müslüman tabanında yeniden uyanış doğana ve diriliş boy gösterene kadar hayatı sıfırlamıştı. Alınan yaraların en büyü aktıkça akarken, günümüz Bulgaristan topraklarına hala tutunan olan Müslüman Türk nüfusun kıyılarak ya da kovularak bitirilmesi gündem olmuştu. Bu savaşta kanı akan bir milyon şehitle birlikte sevdiği toprakları bırakıp Anadolu’ya kaçmak zorunda kalanların göç alayının ardı arası bir asır kesilmedi. Ayrılık hepsine dinmeyen zulüm ve acı getirdi. Rus barbarlığından önce o topraklarda çoğunluk olan Müslüman nüfus bugün artık aynı boyutta coşup taşamıyor. Yıkımın ikinci sonucunda, kurulduğu Rumeli’de dünya imparatorluğundan kalan emsali olmayan tarih, yüksek mimar ve kültür eserlerinin kıyıma uğradığı çok acı bir gerçektir. Osmanlı çağı yapıtlarını talan ederek yoka katmak, ortaçağın en yüksek medeniyetini yokmuş saymak ya da birçok görkemli yapıtın biçimini değiştirerek Hıristiyanlığın hizmetine sunmak, bu yerlerde daha önce görülmemiş acizliğin iğrenç olgularıdır. Biz Bulgaristanlı Türkler de bu arada Balkan halklarına savaşsız yüzyıllar, çağdaş medeniyetin beşiği olan Uyanış Çağı yaşatan, bütün soyları boyları millet ve halkları, din ve dilleri bir farklılıklar demedi ve günümüzde imrenilen hoşgörülü ümmette toplayan Osmanlı özlemi burunlarda tütmeye başladı. 1878’de Osmanlı savaş meydanında yenilmiş ama hoşgörülü dünyası hayatı sevenlerle yaşamaya devam ediyor. Savaşa son veren antlaşma 3 Mart 1878’de İstanbul Yeşilköy’de (San Stefano) Osmanlı devleti açısından ağır koşullarla imzalandı. Anlaşmanın Bulgaristan bölümüne göre, Büyük Bulgaristan Prensliği kurulacaktı ve Prensliğin sınırları Tuna’dan Ege’ye, Trakya’dan Arnavutluk’a uzanacaktı. Uygar dünya yeni doğan bir çocuğa 44 numara ayakkabı büyük gelir deyip düşündü. Yeni durum Rusya’yı Balkanlar’da tek güç durumuna getiriyordu. Durum Avrupa’nın diğer büyük devletlerini rahatsız etti. İki ay sonra (13 Haziran 1878) Berlin Konferansı çağrıldı ve 13 Temmuz 1878’de Yeşilköy anlaşmasını bozan yeni bir anlaşmayla sona erdi. Yeni anlaşmaya göre Doğu Rumeli imtiyazlı vilayet haline gelirken, Tuna boyunca Bulgar Prensliği kuruldu. Prenslik 30 yıl sonra (1908) Bulgar Çarlığı; 1945’te iki defa büyüyerek Bulgaristan Hak Cumhuriyeti ve 1992’de Bulgar Cumhuriyeti oldu. Yazımı kaleme aldığım şu dakikalarda (02 Mart 2016) Bulgar Haber Ajansı 1908’de kurulan Bulgar devletinin 3 aşamasında da yaşayan kıdemli gazeteci Petır Buçarov’un vefat ettiği haberini duyururken, onun “Bulgar siyasetçi ve devlet adamlarının uzak görüşlü olmaları gerektiği” sözlerini anımsattı. “Uzak görüşlülük” kavramının esansında yönü değişen rüzgâra göre pervane gibi dönmektense, yerinde dönmeyi öğrenme öğüttü olduğuna inanıyorum.


108

BG-SAM

Yazımızda “93 Harbini” ancak Bulgaristan, Bulgaristan’daki Türk Müslümanlar açısından ele alırken, bir de 1878’de Rus askerlerinin Erzurum’a kadar indiğini hatırladığımızda, o zaman İngiltere’nin yeni Avrupa sınırlarının çizilmesinde ağırlığını koyarak, Rusya’nın Balkanlara çöreklenmesine engel olması dikkate değerdir. O durumda İngiltere Rusya’nın Orta Doğu’daki Britanya çıkarlarını tehdit edeceğine, sıcak denizlere inip kendisiyle rekabete başlayacağına da inanmıştı ki, Alman, Avusturya-Macaristan, Osmanlı, Rusya imparatorluklarını, Fransa ve İtalya’yı büyük tehlike karşısında birleştirebilmişti. 3 Mart 1878 Antlaşmasını rafa kaldırıp, 1878 Berlin Antlaşmasını yürürlüğe koymak son derece önemli bir tarihsel olaydır. Bulgaristan topraklarında kalan Türk Müslüman azınlığı olarak Berlin Konferansı dil, din, azınlık ve genel geçerli insan haklarımızı anlaşmanın esas maddeleri olarak saptamıştı. Arkadan gelen Balkan Savaşları, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı ve diğer uluslar arası forumlarda esas haklarımız her zaman gündeme gelip anlaşmalara işlenmiştir. Tarihsel hükmü ve önemi bugün de etkindir. Bulgaristan dışındaki Balkan devletleri 3 Mart’ı çoktan unuttu. 3 Mart’ı bir milli bayram olarak Bulgaristan’da 1880’den sonra kutlanmaya başlandı.Çar III. Boris’in faşist diktatörlüğü döneminde bu mili bayram unutulmuştu. Rus ordularının Tuna’dan ülkemize ikinci giriş tarihi olan 9 Eylül 1944, 45 yıl milli bayram günü oldu. 1990’dan sonra Moskof hayranlığına ve Osmanlı-Türk düşmanlığına zirve yaptıran törenli kutlama günleri giderek yerleşti. Tören günü Süleyman Paşa ile çarpışıldığı Şipka doruğunda Rus ekser ve subay giysili kılıç ve süngülü taburlar Osmanlı asker subay ve hoca kılıklı maketlere saldırıp kelle uçurarak gözdağı vermeye çalışırken, kan kabartıyor. Bu milliyetçi törenleri yaşatan koşullar ortadan kalkmıştır. Bulgaristan günümüz Batı medeniyetiyle kaynaşmayı seçen bir ülke olarak, 140 yıl önce savaş oyunlarına sahne olan günümüz Bulgaristan toprakları olsa bile, çoktan tarihe karışmış iki imparatorluk arasında olmuş bir savaştır “93 Harbi” ve suçlu dayanışmasını gizlemek için her yıl yaygara koparma zamanı değildir. Bu yılki 3 Mart törenleri arifesinde Rusya Federasyonu’nun Sofya Büyükelçisi Yuri İsakov, Bulgar devlet TV’sinde 1877’de Osmanlıya saldıran Rus Çarlığının saldırgan azmini gizlemeye çalışırken, bu savaşa büyük paralar ve vaatlerle Romen ve Finlandiya orduları da dâhil edildiğine değinmeden, Osmanlıyla yalnız “gönüllüler” savaştı, dedi. Günümüzde Rusya ile Bulgaristan arasında gerginlik yaşandığına işaretle ise, “yalnız görüş ayrılıkları var” demekle yetindi. Suriye’de sivil halka, köy ve kasabalara binlerce kör bomba atarak milyonlara


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

109

mezar kazan Rus saldırganı 2 asır sonra da aynı barbarlıkla hareket ediyor. Küstahlığının kat kat arttığını bütün dünya her gün görüyor. Son yıllarda 3 Mart kutlamalarında konuşma yapmayan Bulgaristan Cumhuriyeti Cumrbaşkanı Plevneliev, bir NATO ve AB üyesi olan ve yeni tarihinde ABD ile ilk kez müttefik olabilen Bulgaristan’ın saldırgan Putin siyasetine Kırım’ın ilhakı, Ukrayna’yı parçalama denemesi ve Suriye vahşetinde karşı çıkarken, ekonomik ve ticari yaptırımlara devam edileceği umudunu dile getirdi. Suriye hava saldırılarının yoğunlaşması ve “CU-24” bombardıman uçağının düşürülmesinden sonra Türkiye Rusya siyaseti kriz dönemi yaşıyor. Türkiye devleti komşu ve kardeş Suriye halkının Esat diktatörüne karşı haklı davasında arka oluyor. Rus imparatorlarının saldırgan siyasetini XXI. yüzyılda sürdüren Putin kliğinin mutlaka gemlenmesi ve Yakın Doğu’dan kovulması gerektiğine dünya barışsever ve demokratik güçleri kesin inanıyor. Modern barbarlığın boyutlarını sığınmacı trajedisi boyutlarında izliyoruz. Dünya her halkın kendi memleketinde yaşama hakkına sahip çıkmalıdır. Bu kutsal bir haktır. Bunalımlarını aşamayan Putin gibi çılgın diktatörlerin hakların doğal haklarına saldıran kolu kırılmalıdır. Rus küstahlığına su taşıyan Moskova’nın ülkemizdeki ajan başı Ahmet Doğan, son 3 ayda Rus baskı ve zulüm zehrini toplumumuza akıtmayı başardı. Dozunu kaçırıp Müslümanlarımızı savaş kâbusuyla tehdit edecek kadar ileri gitti. Uzun çabalar sonucu Rusçu siyasetten kopan Bulgar halkını da tehdit etti. NATO’cu ve AB’ci siyaset çizgisinden koparıp Moskof kuyruğuna takmaya çalıştı. Türkiye’yi seven, NATO, ABD ve AB bağlılığı siyasetine sarılan Bulgar demokratik kamuoyu Doğan kışkırtması sonucu Rusofil-Putincileri karşısında buldu. Toplum ikiye böldü.Artık Bulgaristan’da Rusya parasıyla siyaset yapan Ataka ırkçılarından, totalitarizm posası ABV partisi lideri G. Parvanov, Bulgaristan Sosyalist Partisi ile öfkeleri San Stefano sözleşmesinin Berlin’de bozulmasından beri kaynayan VMRO - Makedonya komitacılarının varislerinden başka hemen hemen kimse kalmadı. 3 Mart kutlamalarına katılmak istemeyenlerden 400 bin kişi bu yıl iki günlüğüne Yunanistan’a gidiyor. Türk ve Müslüman kitle bu törenlere hiç katılmadı. Balkanlara çöreklenmeye öteden beri heves eden Moskova, bugün de Bulgaristan’a “ben sizi iki defa kurtardım, sonsuza kadar bana borçlusunuz” çılgınlığıyla gözdağı veriyor. Ülkemize karşı siber saldırılar da dâhil çök yönlü engel olma siyaseti genişletiliyor.Yine Rusya’nın kışkırtmasıyla bugün Bulgaristan ile Rusya’nın arası açıktır. Zengin kültürlü çok dilli, dinli, farklı etniklerin hoşgörülü yakınlaşması ve beraberliğinden oluşacak bir kardeş halk medeniyetini ülkemizde de oluşmasına baş engel bugün de Moskova’dır.Bu yıldönümü vesilesiyle bizde düşmanlık siyasetinin somut izleri her yerde canlıdır, derken bu yazımda sizlere bir asır


110

BG-SAM

önce ateşe verilen Pomak köylerinden örnek vermek, öldürülen soydaşlarını öyküleyen bilinen siyaset adamı Arif Aguş’un anılarını sunuyoruz: “Bir kampanyaya kurban olan Türk kardeşlerimizden farklı olarak, Pomak kimliğimizin değiştirilmesi için yapılan baskılar sürekliydi.” 1974’te gizli polis DS tarafından Pomaklara karşı bütün Bulgaristan çağında kovalama ve tutuklama harekâtı bir daha gerçekleştirildi ve babam o zaman tutuklanmıştı. Gece gündüz içerde kaldı. Bulgarlaştırıcılara ve Hıristiyanlaştırıcılara yardım etmesi için kendisine baskı yapılmıştı. Anlattığına göre, İçişleri Bakanı da babamla şahsen görüşmeye gelmişti. Babama ne konuştunuz, diye sorduğumda şöyle dedi: “Siz otoriter, tek kişi tarafından yönetilen güçlü bir iktidarsınız, sağ kalmak isteyenlerin isimlerini ve dinlerini zorla değiştirebilirsiniz. Fakat sorun insanların kimliklerini değiştirmekle bitmez, çünkü sizin insanları toplumla bütünleştirecek siyasetiniz yok.” O zaman öğrenciydim, tatildi. Aranıyordum. Saklanabildim. Kardeşim askerdi. Henüz kışlaya girip isim değiştirmek için baskı yapmaya başlamamışlardı. Kimlik kartlarını planlı bir şekilde ve hazırladıkları cetvellere uyarak değiştiriyorlardı. 1980’de benim de kimlik kartımı değiştirmem gerekti. Gerekli tüm evrakları toplayarak Ruse Belediyesine gittim. Biz Ruse yöresine sürgün edilmiştik. Eski kimliğimi aldılar. Bana “ismini değiştirmek istediğine ilişkin şu dilekçeyi imzalamadan sana yeni kimlik vermeyeceğiz” dendi. Kimliğime el koyuldu. Vesikamı yoklamak için eve görevliler göndermeye başladılar. Yeni kimliğim olmadığına bana 100 leva ceza kesmeye başladılar. Mahkeme açtım, sivil polis DS görevlileri kendimi savunabilmem için avukat tutmama izin vermedi. 5 yıl kimliksiz dolaştım. 1985’te kardeşimi yedek olarak orduya çağırırken Pleven şehrinde yakalandı. Benim tebliğimi imzalatmadan pasta kutuma saldılar. 2 ay sonra kapım çalındı, Elime yeni bir kimlik tutuşturuldu. Yeni isimlerimi böyle öğrendim. Kökü Merkez Rodoplardan olan Aguş bir Müslümanlık kalesi olan ata evini ve mirasını şöyle anlatıyor. Mogilitsa köyünde konağımız, Çereşevo köyünde de yaz köşkümüz vardı. XIX. yüzyılın başlarında 25 yılda kurulmuştu. Aguşev soyunun 1949 yılına kadar kışlık ve yazlık konaklarıydı bu köşkler. İçinde kütüphanemiz ve ders odaları, ibadet yerleri vardı. 1949’da soyumuzun yarısı “Belene”ye sürüldü. Diğer yarısı da memleketin değişik köy ve kasabalarına dağıtıldı. “Sürgüne gönderme” yasına göre, sürgün edilenlere sürüldükleri yerlerde gasp edilene uygun değerde ev ve mülk göstermek koşuluyla, evler, mülkler ve ev eşyaları devlete kaldı. Konağımızda 6 bin kitap vardı. Kışlık konağımız kışla yapılınca askerler kitaplarımızı yakmışlar.


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

111

1965 yılında Bulgaristan Halk Cumhuriyeti Halk Meclisi’nin özel bir kararıyla her iki konağımız da “kültür mirası” ilan etti. Devlet el koydu. Yazlık konağımız tarım kooperatifinin suni gübre deposu olarak kullanıldı. Uzun süren davalardan sonra 2006 yılında Kışlık Konağımızı geri alabildik. Harabelik olmuştu. Gerekli onarımı yapmak için evrak toplama zorlukları içinde boğuşuyoruz. Ailemiz köşklerimizi 19. yüzyılda kurulduğu şekilde korumakta kararlıdır.Bütün bu öykülerin devamında 100 yıl önce yakılan Pomak köyleri, 250 bin kişinin isim ve dininin zorla değiştirilmesi var. Bu siyaset Rusya Çarlarının, komünistlerinin ve Putincilerin dayattığı siyasettir.

Türk Milleti Hoşgörülüdür

Hamiyet Yıldırım-04.Mart.2016

Konu: Hoşgörü dünyasında buluşalım. Günlerden pazardı. Hava kapalıydı. Hafif bir sis tepelerde dalgalanıyordu. Teğmen Festings, karşılıklı sağlanan geçici ateşkesi fırsat bilerek birliğiyle birlikte sessizce cephe gerisindeki sahra kilisesine gidiyordu. Festings, savaşın şiddetini azalttığı ver Pazar, fırsatını bulunca böyle birliğiyle birlikte kiliseye gidip ibadet ederdi. İngiliz teğmen, tedirgin bakışlarla fundalıklar arasında gezinin sisle birlikte yol alıyordu. Yüzünde endişe vardı. Yolu kaybetmişti. Birliğini endişelendirmemek için durumu kimseye hissettirmemeye çalıştı bir süre. Ne var ki askerler de yollarını kaybettiklerini anlamışlar, tedirgin bakışlarla etrafı kolaçan ederek ilerliyorlardı. Bir anda kendilerini Türk siperlerinin ortasında bulmuşlardı. Türk çavuşun tok sesiyle oldukları yere çivilendiler. Dur! Kimse kımıldamasın. Eller havaya! Türk çavuşun söylediklerinin anlamını bilmiyorlardı, ancak eşik düştüklerini anlamışlardı. Türk askerleri çoktan etrafını sarmıştı. Teğmen Festing, hemen ellerini havaya kaldırdı. Kumandanlarının ellerini kaldırdığını görünce, tereddütsüz diğer askerler de ellerini kaldılar. Bir anda esir düşmüşlerdi. Hepsinin gözlerinde tarifi imkânsız bir korku vardı. Zira kumandanları: Türk askerlerinin acımasız, vahşi, esirlere işkence eden, korkunç varlıklar olduklarını anlatmıştı.


112

BG-SAM

Hepsi, karşılarında silahlarını kendilerine doğrultmuş olan Türk askerlerinin gözlerinin içine bakıyordu. Teğmen Festings, Türk birliğinin başındaki çavuşa İncil’i göstererek silahsız olduklarını ve ibadet etmeye gitmekte olduklarını anlatmaya çalıştı. Esirliği kabullenmiş, canını kurtarma telaşına düşmüştü. Zira İngiliz askerlerinin, Türk askerlerin olmadık işkenceler yaparak öldürdüklerine bizzat şahit olmuştu. Türklerin kendilerine işkence ederek öldürmelerinden endişe ediyordu. Türk birliğinin çavuşu, gözlerini Teğmen Festing’in gözlerinden hiç ayırmıyordu. Onun bakışlarındaki niyeti anlamıştı. Esir İngiliz birliğini, önüne takarak takım kumandanının yanına götürdü. Sonra da teğmenine olanları anlattı. Türk teğmen, önünde bekleyen İngiliz birliğine göz gezdirdi. Başta İngiliz teğmen hepsi korkmuştu. Türk teğmen eğitimliydi, İngilizlerin dilini anlıyordu. İngiliz teğmenin gözlerinin içine baktı. Savaşmak, sadece öldürmek demek değildir. Yeri geldiğinde esareti, ölümü göze almak demektir. Bakışlarınızdaki bu dehşetli korkunun sebebi nedir Teğmen? İngiliz teğmen yutkunarak cevap verdi: Sizler hakkında çok şey duyduk da ondan. Ne gibi şeyler? Sizlerin esirleri kesip yediğinizi duyduk. Acımasız ve vahşı olduğunuzu duyduk. Türk milleti yamyam değildir. Tarihinin hiçbir döneminde de mazluma el kaldırmamıştır. Şimdi söyleyin... Neden buradasınız? Sahra kilisesine ibadet etmeye gidiyorduk. Yolumuzu kaybettik. Baskın gibi bir niyetimiz yoktu. Görüyorsunuz silahsızız. Elimizde sadece İncil var. Türk teğmen, anlatılanların doğruluğundan emin olmak istedi. İngiliz teğmenin gözlerinin içine bakarak konuştu: - Sözlerimizin doğru olduğuna, ellerimizdeki kutsal kitap üzerine yemin eder misiniz. İngiliz teğmenin gözlerinin içi parladı. Bu sözde kurtuluş umudu saklıydı. Ölümden kurtulmak için dil dökerken, esirlikten dahi kurtulma umudu belirmişti. Esaretten kurtulmak da geleceği için çok önemliydi. Esir olmak, bir İngiliz kumandan için bir nevi ölmek demekti. Zira savaşta esir düşen bir kumandan, esaretten kurtulunca askeri mahkemeye verilir, hataları varsa derhal ordudan atılırdı. Oysa Teğmen Festing’in ileriye dönük büyük hayalleri vardı. Şimdi, kar-


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

113

şısında duran temiz yüzlü genç Türk teğmen, onun hayallerine izin vermek için bir ışık sunuyordu. Elini havaya kaldırarak heyecanla bağırdı. “Evet, ederiz.” Birliğine dönerek eliyle işaret etti. İngiliz birliğinin tamamı ellerindeki kitaplarını havaya kaldırarak: “Evet, yemin ederiz,” dediler. Türk teğmen çavuşa işaret etti. “Biz inançlı insanlara saygı gösteririz. Bırakın ibadetlerini yapmaya gitsinler.” İngiliz teğmen, çavuşun serbestsiniz, işaretini tam anlayamamıştı. Atılıverdi: “Yani serbest miyiz?” “Biz hoşgörülü bir milletiz. İnançlara saygılı bir milletiz. Bizim topraklarımızda Hıristiyanlar ve Museviler, yüzyıllarca ibadetlerini yapmaktadır. Siz Türkleri yanlış tanımışsınız Teğmen.” Teğmen Festing duyduklarına inanamamıştı. İngiliz birliğinin arasında bir sevinç çığlığı koptu. Bir anda esaretten kurtulan İngiliz teğmenin yüzünde tuhaf bir şaşkınlık vardı. Birliğiyle beraber, tepelerin ardına süzüldü. Hala olanlara inanamıyor olmalıydı ki tedirgin bakışlarla arkasına bakmaktan geri duramıyordu. Türk siperlerinden epey uzaklaşmışlardı. Sis biraz olsun dağılmıştı. Öğle vaktiydi. Geride kalan Türk siperinden dalga dalga ezan sesi yayılmaya başladı. Festings bir an durdu. Daha önce de duyduğu bu sesle içinde hoş bir ürperti meydana gelmişti. Yürümeye devam etti. Türk siperlerinden ayrıldıktan sonra askerlerinin gözlerine hiç bakmamıştı. Onlara Türkler hakkında yanlış bilgi verdiği için kendinden utanıyordu. Askerlerin ağzını bıçak açmıyor, sessizce kumandanlarının ardından ilerliyordu. Hepsi, hâlâ yaşadıklarına inanamıyor gibiydi. Teğmen Festings, başı yerde isteksizce ilerliyordu. Kendileri Türklere hiç acımazken, Türkler neden bu kadar insanî davranıyorlardı ki? Bu davranış, Türklerin dinlerinin emrettiği bir davranış olsa gerektir, diye düşünüyordu. Türk siperlerinden yükselen tatlı ezan sesi hala kulaklarında çınlıyordu. Bir daha askerlerine Türkler hakkında kötü bir şey söylemeyi düşünmüyordu. İçinde, gideceği yere ve savaşa karşı bir isteksizlik belirmişti. “Tanrım ben bu insanlarla nasıl savaşacağım,” diye mırıldandı.


114

BG-SAM

BG-SAM - Stratejik Araştırma Merkezi, hoşgörünün (tolerans) son yıllarda Bulgaristan siyasetçilerinin diline fazlasıyla dolaştığını dikkate alarak ve geçen ay kuruluş kurultayı toplanan Lütfi Mestan öncülüğündeki DOST partisi ismine de Bulgarca olarak alındığını dikkate alarak 10 bölümlük bir “Hoşgörünün farklı anlamları” konulu araştırma yayınlayacaktır. Bilindiği üzere Bulgarca, Rusça ve Almanca gibi diller “tolerans” değimini Fransızcadan almışlardır ve Fransızcadaki anlamından da çok değişik bir anlam yüklemişlerdir. Bizim için esas olan pek tabii ki, Türkçemizdeki hoşgörünün derin anlamı ahlak ve siyaset temeli olmasıdır. Gelecek haftaki konumuz Mevlâna ve Hoşgörü.

Düşündüren Konu

BG-SAM-04.Mart.2016

Konu: Milliyet ruhunu koruyan Türk, Milletin uyanık vicdanıdır. 3 Mart Bulgaristan’ın Mili Bayramı olmalı mı olmamalı mı?Milli bayramsa neden bütün milletin bayramı değildir? Millet nedir? Aynı memlekette yaşayanların bir millet olduğunu söyleyebilmemiz için, aynı tarihi birlikte yaşayıp aynı kültüre ait olma zorunluluğu da vardır ki, bu da kendiliğinden aynı dili kullanma, aynı dine mensup olma ve aynı yaşayış tarzına ait olmayı beraberinde getirir. Bizim aramızda ahlak, gelenek ve görenek, yani özgün kültürümüzden gelen ve kimliğimizi belirleyen farklar var. Bizi teoride Bulgar halkına dahil eden ve bunun pratiğini gerçekleştirmek için “soya dönüş” zulüm sürecini bize yaşatırken toslayanlar hala gerçeği görmek istemiyorlar. Bizim gibi, bir halkın içinde farklı din, anadil ve ahlak, gelenek görenek olması topluluk oluşumunu engellemez ama farkı etnik milli kimlikler belirler. Her halk çok kültürlü ve farklı kimliklerden oluşan bir toplumsal düzen kurabilir. Değişik azınlıklar farklı kültürel kimliklerini bu düzende yaşatıp geliştirebilir. Bunun komşularımızda bile pek çok örnekleri vardır. Romanya’da sayıları 20 bin olan Tatar azınlığın kültürel ve eğitim ihtiyaçları için devlet bütçesinden birkaç milyon Euro ayrılırken Bulgaristan’da 1 milyon Müslüman Türk’e beş kuruş koklatılmaması artık bütün Avrupa parlamentosunun dikkatini çekmeye baş-


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

115

ladı. Devler kaynaklarının etnik kültürlerin gelişmesine kapalı kalması azınlıklara sıkıntı yaşatır. Ulusal kimliği etnik azınlıkların özgün kimliklerini tanımadığında toplum kaynaşamaz. Bulgaristan buna parlak örnektir. Bulgar Milli Bayramı 3 Mart konumuzdur. Bir milli bayramın bütün ulus ve onun tarihi için en önemli gün olması gerekir. Bizde 3 Mart toplumun büyük bir kısmının ilgisi dışında kalıyor. 3 Mart’ın Bulgaristan milli bayramı olmasını olumsuzlayan önemli olaylar var. Ulusal bayram kutlaması, bugünkü Bulgaristan topraklarında yerli halkın iradesi dışında oluyor. Halka rağmen yapılıyor. 138 yıl evvel, o zamanın iki büyük imparatorlukları olan Osmanlı ve Rusya arasında meydana gelen bir savaşın sona erdiği bir gündür 3 Mart. O tarihte bugünkü İstanbul’un Yeşilköy’ünde savaşı durduran bir Barış Antlaşması imzalanmıştır. Sonra o savaş zamanın Büyük Devletleri tarafından tanınmayıp, 3 ay sonra Berlin Konferansında bozulmuştur. Savaş, Bulgaristan dışında bulunan iki imparatorluk arasında olmuştur. Üstünlük Rusya’nın başlattığı bir saldırı savaşıdır. 3 Martı Milli Bayram yapmakla Bulgaristan saldırgan Rusya’nın yanında yer almıştır. Olay Bulgaristan topraklarında yaşayan ve o zaman çoğunluk olan Türk Müslümanların iradesi dışında patlamış ve gelişmiştir. O savaşta Bulgar halkını savunan ve koruyan Osmanlı ordularıdır. Bu önemli tarihsel olaya bu açıdan baktığımızda, 3 Mart, bir anma ve minnettarlık günü olarak önem taşıyabilir, fakat Bulgaristan Milli Bayramı ilan edilmesi bir isabetsizliktir. Hatta bir yanlıştır, acı meyvelerini bugün tatmak zorundayız ve yarında tatmak zorunda kalacağız. 1880’de alınmış aceleci ve esassız bir kararın etkisi devam ediyor. “Milli Bayram” kavramının kökünde “millet” bulunur. Millet ise, değişik etnik ve halk topluluklarının toplamından oluşur. Bir milli Bayramın milletin bir kısmı tarafından kabul edilip kutlanması diğer kesimin ise ilgisiz kalması, neticede milli birliği parçalar ve toplumu ikiye parçalar. Sonuçta, milli kutlama rolünü oynayabilmesi için, Milli Bayram, bir ülke topraklarında yaşayan irili ufaklı tüm etnik ve halk topluluklarının istisnasız ortak bayramı olmalıdır. Milli Bayramı her vatandaşın kutlama vesile ve gerekçesi olmalıdır. Her vatandaş, kendisini toplumun parçalanmaz bütünün bir bölümü hissetmeli ve topluca bayram edilmelidir. Aksi durumda milli bayramın toplumsal pekişmeye yararı dokunmaz. 3 Mart bütünleştiren ruhta bir bayram değildir. Bulgaristan nüfusunu bütünleştirmediği bir yana, 26 yıldan beri parçalanmayı derinleştiriyor, Müslüman


116

BG-SAM

azınlıkta suçluluk ve tarih karşısında çaresizlik duygusu uyandırırken, öte yandan tüm etnik toplulukları sonrasız boşluğa itiyor. 3 Mart günü binlerce Bulgaristan vatandaşını bugün de düşündürüyor. Bir defa o tarihte yeri olmayan ve geçersiz kılınmış bir anlaşmanın imzalandığı tarihidir. Hiçbir Bulgar yetkilinin bu vesika altında imzası yoktur. 1878’de Rusya’nın, 1944’te de Sovyetler Birliği’nin, bugün Avrupa Birliği’nin yarınsa başka birinin eline düşecek Bulgaristan’ın yeni tarihinin başlangıcı sayılabilir. 3 Mart, “93 Harbinden” sonra, kendilerinden öç alınması için hiçbir neden ve gerekçe olmadığı bilincinde olan ve vatan olarak bugünkü memleketlerini, sevdikleri topraklarda yaşamayı seçen Türkler ise, her birinin dünyaya gelmesinden çok önce meydana gelmiş olan olaylardan ötürü, kendilerini bugün baskı altında hissediyorlar?! XX. yüzyıl boyunca aynı nedenlerle defalarca göçe zorlandılar, “kültürel soykırım” yaşadılar, aydınsız kaldılar, bugün de yeniden toparlanabilme güçlükleri yaşıyorlar. 1990’dan sonra bazı ruhsuz ve vicdanlarını saçmış Moskof ajanları tarafından değişik tuzaklarına düşürülüp çekmeye devam ediyorlar. Ve biz bugün, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Margarita Popova’nın “Şipka” tepesinde, biz Rusya’ya minnettarlık duygularımıza dayanarak gelecek kuşakları da aynı yurtsever ruhta eğitmeye devam edeceğiz, derken, sayın okurum siz kendinizi Bulgaristan’daki Türk ve diğer azınlıkların yerine koymaya çalışın lütfen. Bu sözlerin gerçek anlamında Bulgaristan Türk Müslüman azınlığı üzerinde düşmanlık bulutlarının kararmaya devam edeceği, ara sıra da herkesin başına dolu yağacağından başka hiçbir şey değildir. Bu bir milliyetçi kışkırtmadır.Bu sözlerin Türklerin üzerindeki etkisini, onları nasıl hislerle şarj ettiğini ve bin bir çileyle oluştura bildikleri siyasi partilerden tümünün susmayı tercih etmesini bir düşünün lütfen. Bu neye benziyor biliyor musunuz? Hıncını tek suçları ülkelerini savunmak olan on beş bin askerin gözlerini çıkaran Bizans İmparatoru Bulgar kasabı II. Basileios’un katliamının, Bulgar imparatorluğunun ortadan kaldırılmasının yıldönümünü günümüzde Bulgar halkından kutlamasını istemektir bu! Ya da Bulgarlardan Birinci Balkan Savaşında “Çatalca Yenilgisini” kutlamasının istemesi gibi bir şey! Veya aynı savaşın ikinci aşamasında Bulgar Çarı Ferdinand’ın bugünkü Makedonya’nın Kumanovo ovasında Sırp ve Yunanla çarpışmada bir dünde 46 bin asker ve subayı telef etmesinin kutlanması gibi bir şey değil de nedir?


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

117

Sevilen şair elerimizden Şumnulu Nurten Remzi, “Ben Şipka’da Rus saldırgan tarafından dedemin öldürüldüğüne nasıl sevineyim? 3 Martı Milli Bayram olarak nasıl kutlarım?” Bu soruyu tüm topluma yöneltmişti! Bu nedenle olacak ki, olayların bilincinde olan Bulgar halkı 3 Mart törenlerinde ayarlı ve sakin kalmayı yeğliyor. Bu yılki törenlerde, özellikle de Şipka tepesinde birkaç bin kişinin toplanmasından ve Stara Zagora kentinde milletin parklara akın etmesinden ve Ataka partisi önde gelenleriyle birlikte Rus parlamentosundan milletvekillerinin de yürümesinden çıkarılan sonuçlar şunlardır: Bulgarlar tarihini değerlendirme konusunda Avrupa medeniyetinden çok ama çok uzakta bulunuyoruz. Henüz yeni yargı değerleri bulunamadığı gibi, Osmanlıda yaşanmayan bir mantaliteyi, kölelik zihniyetini kendinden silkemeyenler arasında yaşıyoruz. Bir de eski düşmanlıkların yeni kuşaklara aşılamak istediğini izliyoruz. Bu bakıma 3 Mart sahte bir Milli Bayram olarak genç kuşağın sırtına bir yük olarak biniyor ki, silkinmesi ne kadar zaman ister söylemek zordur. Avrupa kıtasının tüm ülkelerindeki tüm okullar için okutulması zorunlu yeni tarih kitaplarının basılmasını bekliyoruz. Bulgaristanlılar kör değildir. Birçok güçlükleri aşarak zorluklar altında ezilerek gelindi bu günlere ve biz barış, güvenlik ve huzur adına olmakla birlikte hiç kimsenin tarihi karmakarışık yaşamasına, başka devletlerin savaş zaferlerinin Milli Bayram olarak kutlanmasını kabul edemeyiz ve buna gerek de yoktur. İnsan öldürülmemek için kıyar cana. Esaret altına düşmemek, eritilmemek, tarihte kaybolmamak için mücadele eder ve bu onun öz hakkıdır. Bunu yapmayanlar tarihte gen ve soy olarak erimiştir. Yok olmuştur. Yalnız istatistiklerde kalmıştır. Bu vurgulama, Bulgaristanlı Müslüman Türkler için özellikle geçerlidir. Onlar bu sınavın her aşamasını verdiler. Bu bakıma biz, 1877 - 78 Savaşı bugün de devam ediyor, derken ihtarda bulunuyoruz. Düşmanın kadehine şarap doldurmaya gerek yok. Eski ve yeni düşman diye bir şey yoktur. Kötülük unutulmaz. Düşman hep aynıdır. Biz bunun bilincinde olduğumuz için, Ahmet Doğan’ın yeni piyasaya sürdüğü “milli çıkarlar” tezlerine ve anlayışına “hayır” diyoruz. Bu vatanda biz askerlik yapmışız ve onu en az Bulgarlar ve diğer etniklerden kardeşlerimiz kadar seviyoruz. Kendiliğinden konuşan bir gerçek var: Giden gitti biz buradayız! Ne olursa olsun, bizim olmayan bayramları kutlamayı kabul edemeyiz ve etmeyeceğiz! Edemeyiz! Biz atalarımızın hatırasına saygı duyuyoruz. Hain ve dönek değiliz ve olmayacağız. 3 Martı kutlamaya vesilemiz yoksa Bulgaristan vatandaşı olmadığımız anlamına gelmez. Ahmetlerin, Haticelerin, Mustafa ve Ayşelerin Milli Bayram gününde neden kenarda kaldıkları, neden gelinlik kızların ellerine kına yakmadığı hükümeti ve meclisi düşündürmelidir!


118

BG-SAM

3 Mart Bulgaristan Türk ve Müslümanları tarafından kutlanmadı. Onlar yabancı saldırganların suçlarına ortak olmak istemediler. Barış direği olmakta kararlıyız.Bir milleti millet eden, bir de milli bayramları birlikte kutlarken aynı ufku aramasıdır. Milliyet ruhunu koruyan Bulgaristanlı Türk, yarının uyanık vicdanıdır.

Ruslara Borcumuz Yoktur!

Şakir Arslantaş-07.Mart.2016

sun.

Konu: Yalana dolana gelmeyelim. Ahmet Doğan biraz da tarih oku-

Bulgaristan tarihi efsane ve yalan dikenliğine büründü. Hele 03 Mart Milli Bayramı günlerinde yalan dolanlar bacayı iğice sardı. Fakat herkes tarafından bilinmesi gereken gerçekler var ki, bunları bir daha yazmamızda ya da anlatmamızda fayda görüyorum. Bulgar yazarı İvan Vazov 1916’da, tam 100 yıl önce “Rus Askerleri” şiirinde, şöyle demişti: Hey. Ruslar... Siz neden buradasınız? Sevilmeyen, istenmeyen, davet edilmeyenlerin Bulgaristan ovalarında ne işi var?... Bulgar - Rus politik ilişkilerinin tarihi yalnızca 140 yaşındadır, çok kısadır. Fakat diğer siyasi ilişkiler gibi onların da efsaneleri var? Yalanlar masal gibi anlatılıyor. Ruslar’ın, Bulgaristan’la ilişkilerindeki en büyük efsane, ikili ilişkilerin uyumlu olması ve 1877 - 78 Savaşı esnasında ve daha sonra Bulgarların Ruslarla çok derin minnettarlık duygularıyla bağlanmış olması yalanıdır. Bu 1944’ten beri ve halen halka bu telkin ediliyor. En son örneği de, Ahmet Doğan’ın HÖH partisinde iç darbe yaparken, bu konuda bir de KGB ajanı yalakalığı yapmış olmasıdır. Öyle ki, “Rus gücüyle ilgili” efsanelerin Bulgaristan tarihinde ve BulgarRus ilişkilerinin geçmişinde özel ve güçlü bir dayanak noktası yoktur. Kullanılan taktikle toplum parçalanıyor ve taraflar birbirine karşı kışkırtılıyor. “Soya dönüş”


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

119

saçmalığıyla ikiye bölünen Bulgaristan toplumu, bu Rus kışkırtmaları ve efsanelere dayanan siyaset sonucu artık neredeyse 30 yıldan beri bir daha bütünleşemiyor ve son 7 - 8 yılda Batı ve özellikle AB bayrağı altında Avrupalı birleşmemiz hamlelerimiz de her fırsatta baltalanmaya çalışılıyor. Bu ilişkiler büyült geç altına alındığında, iki devlet arasında gerginlik ve düşmanlığın ağırlıklı durumu görebiliyoruz. Bu tarihi belirleyen Rusya’nın Bulgaristan İçişlerine, dış siyasetine sürekli müdahale etmesi, iç darbelere neden olması, tuzak üstüne tuzak kurması, entrikalar çevirmesi, şu ya da bu konuda baskı yaparak devleti ve halkı zorlaması vb olaylardır. Örneklersek, Rusya Bulgaristan’da birçok kişinin öldürülmesine neden olmuştur ki, Başbakan Stefan Stanbolov’un Rus Çarının Bulgaristan’da kol gezen ajanları tarafından (1894) öldürüldüğüne inanmayan yoktur. Rusya’nın gösterdiği “razılıkla” Bulgaristan’ın birleşmesinden sonra kışkırtılan Sırbistan Bulgaristan’a saldırmıştır.1916’da Dobruca’yı işgal eden ve ülkemizin derinliklerine girmek üzere silah depolayıp saldırı hazırlığı gören Rusya’ya kesin tepkisidir Rusofiller’in babası sayılan İvan Vazov’tan yukarıdaki dörtlük. Şu da var, Rusların Dobruca’dan kovulması Osmanlı ordusunun yardımıyla gerçekleşti. Şehit olan Türk asker ve subaylarının isimleri Tutrakan Şahitler Anıtındadır. 1877 - 78 Savaşı döneminde Bulgar kasabalı ve köylülerinin, daha büyük ve daha güçlü bir İslav halkı olan Rusya’ya karşı belirli bir boyutta olmak üzere idealist bir bağlılık duyması sebebine gelince, bu Bulgar halkının anlatılana göre büyüğüne alfabe, yazım, kültür hatta din vermiş olmasına dayanır. Olay şöyle anlaşılmalıdır. Bulgarların beklentilerini Rusya üzerinden tasarlamalarının gerçek nedeni, tarihsel belleklerinde kendilerinin daha önce Ruslara verdiklerinin izlerinin canlı olmasında gizlidir. Şu da var, Bulgar halkı Ruslara kendi milli tarih ve kültürlerinin oluşmasına olan katkılarını Rusların başına asla kakmamıştır, çünkü bunlar gerçek olduğu halde, Bulgar’ın huyunda bu özellik yoktur. Rus imparatorluğu sınırları içinde bulunan Bisarabya’da nüfusunun daha fazlası Bulgardır ve Osmanlı döneminde yıllarca oralarda barınan Bulgar aydınlarının Rus liberalleriyle bağlar kurup geliştirdiği doğru olsa da, Bulgar halk psikolojisine “Rus” ve “Rusya” ile ilgili bir “umut” beklentisi yansıtmamıştır. Fakat o dönem bir de Avrupa’da okuyup aydınlanmış Rus liberallerinin, bir gerici otokrat devlet olan ve kendilerine düşman olan Rus Çarlığına aydınlık taşıdıkları yıllardır. Rus Çarlık düzeni kendi liberallerini sürekli kovalamıştır. Rus liberalizminin en seçkin ve kararlı temsilcileri olan Dekebristler (1905 ayaklanmacıları) Sibirya’ya sürülmüş ve ömür boyu orada yaşamak zorunda kalmışlardır.


120

BG-SAM

Öyle ki, gurbetteki Bulgar aydınlarına yardım eli uzatan Rusya ve Rus simgesini oluşturmaya çalışan yerli liberaller gibi Bulgar aydınlar da Rus Çarlık düzeninde gün görmemiş, kovalanmış ve cezalandırılmıştır. Sözünü ettiğimiz yıllarda Rus köylüler henüz toprak kölesidir. Rus milli doktrini ise, bir grup Bulgarin kafasında yanlış kurguladığı gibi, İslav milli volontarizmi ülküsüyle yüreklenmemiştir. O dönemde Rusya iri bir otokrat sistem olarak yeni jeo-politik etki alanları arayışı içindedir. Ege ve Akdenizlere açılan Boğazlar Osmanlı Sultanı’nın egemenliğinde olan Güney Karadeniz göz dikilen bölgelerin başında gelir. O dönem, Rusya Osmanlı’ya karşı birkaç savaş açmıştır. Kırım Savaşı’ndan sonra, istemiş olsa, Bulgarlara bağımsızlık talebinde bulunabilirdi, ama bunu yapmamıştır. Çarın hesaplarında, bugünkü Bulgaristan toprakları Rus çıkarlarına gün gelir lazım olabilir strateji defterindedir. Rusya’nın Bulgaristan ile ilgili bugün izlediği aktüel siyasette Bulgarların Rusya’ya olan şükran ve sevgisinin gerçek derinliğini görebiliriz. Rusya bu telkini hem Bulgaristan’a yaptığı propagandada hem de ülke içindeki çalışmalarında sürekli canlı tutuyor. Rus halkına Bulgarların Rusya’yı ve halkını çok sevdiği ve özgürlüğü için dökülen kandan ötürü son derece minnettar olduğu aşılanıyor. Bu bir yalandır.Bulgaristan’ın özgürlüğüne kavuşması ve daha sonraki dönemden örneklerle bu efsanenin tutarsızlığına ışık tutabiliriz. Birkaç gün önce, en aktif ve en yaşlı Rus milliyetçisi olan Jerinovski, “Bulgaristan Rusya’ya ne kadar borçludur bir bilseniz” gibi Kremlin ile Sofya ilişkilerinde bir köşe taşı olan bu sorunla ilgili, Bulgar Cumhurbaşkanı Plevneleev’e gücendirici sözlerle hakaret etti. Sarhoş Rus siyasetçi, diplomasinin en basit kurallarını rafa kaldırarak, “Tarih kitaplarınızı bir daha okuyun ve hatırlayın!” dedi. Bu küstahlık aslında çok yararlı bir öğüttür. “Geçmişini bilmeyen bir halkın geleceği olamaz,” diyen İngiliz Oriel’den sonra bu konuda Fransız Montesquieu şöyle demişti: “Bir halk tarihine ne kadar daha sık başvurursa, tarih onun bugününe o kadar daha parlak etkide bulunur, o kendi kimliğini daha iyi görebilir, bugünüyle başa çıkıp geleceğine de ilgi gösterir.” Bu durumda Bulgaristan’ın Rusya’ya ne gibi borcu olduğuna tarih sayfalarını karıştırarak bakalım:Bulgar nüfusun istatistik ortalamasını oluşturan Bulgar tabakası 1877 - 78 Rus Osmanlı Savaşında (83 Harbi) öldürülen Bulgarların sayısını biliyor mu? Bu rakam gönüllü savaşçılar olmakla birlikte 15 bin kişidir. Bu savaşta ölen Rus erlerinin sayısı da 15 bin kişidir. Şimdi Rus Osmanlı savaşında ölen Rus askerleri ve Bulgarlar için bugünkü Bulgaristan köy ve şehirlerinde dikilmiş olan anıtların sayısına bakalım.


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

121

Bu savaşta ölen Rusların daha fazlası, Rus Çarının Boğazları ele geçirme savaşına katılmaları halinde kendilerine toprak köleliğinden kurtulma yani özgür köylü olma vaat verilmiş olan mujiklerdir ki, onlar için memleketimizin dört bir yanına dikilen kilise, anıt levhası, heykel ve başka Bulgar gönüllülerine dikilenlerden 100 kat fazladır. Bundan daha büyük minnettarlık olabilir mi? Bu savaşta ölen Rusların yakınlarına 1944’e kadar her ay 1000 leva para ödenmiştir ki, bu o dönemde bir Bulgar devlet memurunun aldığı maaştan 2 defa daha fazladır. Burada başka bir sorun da ortaya çıkıyor. Bulgar halkı özgürlüğü için Rusya’ya savaş tazminatı ödemiştir. Rakam olarak Bulgar Prensliği Rusya Çarına bugün değeriyle 40 milyar US Dolar ödeme yapmıştır. Bulgaristan’a yerleşen Rus istila ordularının masrafları, Bulgar ekonomisinin aldığı büyük yıkım, 1908 yılına kadar Rus ajanlarının memleketimizde kurduğu tuzaklar, neden oldukları kayıplar vb bu rakama dahil edilmemiştir. Bulgar Prensliği ile Doğu Rumeli’nin birleşmesi için ise, Bulgaristan halkının Rusya Çarına ödediği para, bugünkü kur üzerinden US Dolar olarak 18 milyar US Dolardır. Ve bu birleşmeden sonra Bulgaristan halkı, Türk Müslümanlar da dâhil vatan toprağında borç içinde sürünmüşlerdir. Bu, Rus Çarlarının entrikalarına ya da kurdukları tuzaklar için ödenen bedeldir. 1908’de Bulgaristan egemenliğini ilan edebilmesi için, memleketteki Rus askerilerinin topraklarımızı terk etmeleri için “savaş tazminatı” ödemiştir. Bu gerçeğin altında olan şudur: 1878 ve 1879 yıllarında imzalanan tüm antlaşmalarda Bulgaristan’da Rus istila güçleri olduğundan söz edilirken, 1944’ten son gelişen ve tarihi değiştiren komünist propaganda ve tarih bilimi Bulgaristan’da “Rus istilacı güçleri” gerçeğini “Rus varlığı” ile değiştirmiştir. O dönemde yürütülen Rus propagandası, Dobruca’nın Bulgaristan’dan koparılacağından, Besarabya ve Moldova’da yaşan Bulgarlarla ilişkilerin sonsuza dek kesileceğini işlemiştir. Bu arada, toplam tutarı 60 milyar US Dolar olan ve San Stefano ve Berlin Antlaşmalarından kaynaklanan Osmanlı’nın Rusya’ya savaş tazminatları da Bulgaristan’a yüklenmiştir. Fakat iş bununla bitmiyor tabii, 1944’te Kızıl Ordu’nun Bulgaristan’a girmesiyle (bu istila için de Sofya ve Filibe’de 2 boy heykeli dikildi) Bulgar hazinesinde ne kadar altın ve döviz varsa toplanıp Moskova’ya götürüldü. Çalınan paralar arasında Bulgaristan vatandaşlarının emekli sigortaları, devlet senetleri vb. vardı. Kaba hesap Bulgar Rus ilişkilerinin sonucu olan ve Rusya ve ardından Sovyetler Birliği’nin Bulgaristan’dan alıp götürdüğü ve asla geri çevirmediği toplam para günümüz kurunda US Dolar olarak 895 milyar US Dolar tutarındadır.


122

BG-SAM

1944 Eylülünden 18 Mart 1948’e kadar Sovyet istila birlikleri memleketimizde kalmış ve onları Bulgaristan halkı beslemiştir. G. Dimitrov Moskova’da “Moskova ile Dostluk ve Yardımlaşma Antlaşması” imzaladıktan sonra, Bulgaristan İkinci Dünya Savaşının 2. aşamasına 450 kişilik orduyla katılmaya zorlanmıştı. Bugünün parasıyla 91 milyar leva yani 70 milyar US Dolar harcadı. Büyük savaşın son aşamasında, Nazi askerleri artık Bulgaristan’dan çıkmış ve hatta Yugoslavya’yı bile terk etmişken ve savaşmadan Berlin’e doğru çekilmeye çalışırken Bulgar ordularının savaşa itilmesi sonucu 35 bin Bulgar genci can vermiştir. Unutmamak gerekir bunların birçoğu Kızıl Ordu birliklerinin açtığı “dost ateşinde” ölmüş ya da 1944 - 45 yıllarının karlı kışlı, sisli ve yağmurlu günlerinde eski Yugoslavya bataklıklarında sürünürken telef olmuştur. 1947 yılından sonra eski Bulgar devlet arşivi Moskova’ya götürülmüştür. Bu belgelerin, Bulgar devleti arşivine ait olan 60 bin sayfası bugün de eksiktir. Kremlin bu belgelerimizi bugün de geri vermeyi kabul etmiyor.Rus ve Sovyet devletleri Dobruca ve Bisarabya’da çalıştırdıkları Bulgar nüfus için Bulgar devletine hiçbir tazminat ödemedi.1962 yılında Bulgaristan eski Sovyetler Birliği tarafından tamamen soyulmuştur. Bulgaristan ham maddeleri, ürünleri ve mali kaynakları SB’ne taşınmıştır. Ülke iflas pençesine itilmiş ve şöyle ki bugüne kadar bu yoksulluktan asla kurtulma yolu bulamamıştır. Olayların arasında şu gibi akıllara durgun verenler örnekler de var. Kremlin ile Varşova Paktı’nın Dünya Bankası’nda aldığı borçların garantörlerinden biri Bulgaristan’dır. Şu örnek çıldırtıcıdır. Yalnız 1982’de Dünya Bankası ve birkaç Batı Bankası Sovyetler Birliği’ne ve Varşova Paktına toplam miktarı 630 milyar US Dolar olan ve bunlara yıllık faizleri de ekstra eklenen kısa ve uzun süreli borç vermiştir. Bulgaristan’ın Rusya plan ve çıkarlarına her yıl ödemek zorunda kaldığı paraların hesaplanması adeta mümkün değildir. Bulgaristan halkının kendi kendine şu soruyu hemen sorması doğru olur. Rusya’nın Bulgaristan’a olan borcu ne kadardır? Bunun cevabında, bir defa sarhoş Jerinovski’nin lanetlerinin dikkate alınmaması ve tarihimizi gerçekten öğrenip, her şeyi yeniden tartıp biçmemiz ve yeni yargı değerlerine göre düzenlememiz zorunluluk olmuştur. Bu yazı üzerinde çalışmamın nedeni Ahmet Doğan’ın 17 Aralık 2015 gecesi “Bulgar milli menfaatleri” gibi saçmalık ardına gizlenerek, Bulgaristan halkını Rusyacı ve Batıcı olmak ikiye bölüp bir daha kışkırtması, Bulgaristan Türk Müslümanlarını Türkiye’ye karşı olmaya çağırması ve Balkanlara Rus tehdidi saçmaya çalışmasıdır.Bu arada 3 Mart günü Rus milliyetçiliği ile geçinen


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

123

Ataka’cıların, Moskova parlamentosundan konuk milletvekilleriyle birlikte Avrupa Birliği bayrağını Sofya Kültür Sarayı gönderinden indirip çiğnemeleri dikkat çekici oldu. Önemli olan da Sofya polisinin olaya seyirci kalmasıdır. Rusya’ya değişik vesilelerle ödenen paraların en fazlasını biz Bulgaristanlı Müslümanlar ödedik. Uran, kurşun çinko ve bakır madenlerinde biz çalıştık. Rusların bedava yediği etler, içtiği şaraplar, tüt tetiği sigaralar, salata yaptığı domates ve biberler, peynir ve kaşarları üreten biz Bulgaristanlı Türk Müslümanlarıydık. Bu bakıma Ahmet Doğan baksın işine, bizim Ruslarla işimiz olmaz.

HÖH Sökülüyor!

Rafet Ulutürk-07.Mart.2016

Konu: Hiçbir şeye karşı ilgisiz kalamayız. 17 Aralık 2015’te siyaset kulisi tarafından hazırlanan ve DS - (Devlet Güvenli Dairesi); DANS - (Devlet Ulusal Güvenlik Ajansı); KGB - (Devlet Güvenlik Komitesi) ve FCB - (Federal Güvenlik Dairesi) ajanı ve Bulgaristan istasyon şefi HÖH DPS “fahri” başkan Ahmet Doğan eliyle “saray” adı verilen gizli tuzak merkezinde gerçekleştirilen “İç Darbe” ve Bulgaristanlı Türklerin siyasi örgütünü bir daha silkeleyip budama saldırısından beklenen büyük sonuç alınamadı. Bir yandan Türk-Müslümanları HÖH partisinden çekilmeyi hızlandırdı. Bulgarlar ise tepkisini biz ölmüş bir imparatorluğun, başka bir devletin bayramını Milli Bayram olarak kutlamak istemiyoruz şeklinde tepki gösterirken Sofya’da Cumhuriyet Manifestosu forumu toplandı. Gelişmelere önce HÖH partisindeki parçalanma ve sökülme açısından bakalım. Bir defa “HÖH partisini ben kurdum ve parti benimle beraber kapanır” tezinde ısrarlı olmaya ve halkımızı korkutmaya devan eden Ahmet Doğan’dan ne gelebilir buna bir bakalım. Soru şudur. Nisan ayında yapılacak olan 9. HÖH Kurultayında Ahmet Doğan Hak ve Özgürlükler Partisini kapatabilir mi. Burada “kapatabilir mi? yerine dağıtabilir mi? diye sormak daha doğru olur. Bulgaristanlı Türk Müslümanlara


124

BG-SAM

her türden kötülük yapmaya yeminli olan bu sahte “liderden” her şey beklenebilir. Tüzük kendisine böyle bir hak tanımasa da, aynı Tüzük ona parti içinde iç darbe yapma hakkı da tanımazken, 17 Aralıkta bunu yapabildi. Adamcağız, Bulgaristan Türklerinin partisinde istediği gibi at oynatıyor, sanki babasının çiftliği. Parti örgütlerine çok büyük bir yüklenme ve baskı olduğu her yerde belli oldu. Kırcaali’de Hasan Aziz’in “yukarıdan gelen emirlere uymak zorundayız” sözleri çok anlamlıdır. Parti Nisanda dağılmazsa, üye sayıları çok azalacak ve belki de gelecek seçimlerde meclise giremeyecektir. İkinci önemli gelişme ise, Sofya meclisinde baş gösterdi. Sağ kanat Bulgar milliyetçilerinin partisi olan Yurtsever Cephe PF lideri Simyonov, (SKAT TV sahibi) meclis komisyonundan geçirdiği ve genel kurula sunabildiği seçim kanunu değişikliğnde, Bir yandan seçimlerde her vatandaşın zorunlu oy kullanması şartını getirirken, Türk partilerine, Bulgaristan meclis seçimlerine dış ülkelerde oy vererek katılan soydaşlarımızı bu kutsal haktan mahrum etmeye çalışıyor. Nasıl mı? Örneğin Türkiye’de dernek başkanlarına göre 280 bin oyumuz varken, oylama yalnız Ankara’da Büyük Elçilik Konağında ve İstanbul Ulustaki Baş Konsoloslukta yapılacak gibi bir kısıtlama getirilerek, soydaşlarımızın siyaset dışına, Bulgaristanlı Türklerin politik partilerinin de parlamento dışına itilmeleri öngörülüyor. Gerekçe olarak da, Türkiye Cumhuriyeti’nin Avrupa Birliği (AB) üyesi olmadığı gösteriliyor. AB üyesi olan ülkelerde ise daha fazla seçim sandığı açılması öneriliyor. Böylece Bulgar milliyetçilerinin yüzü gülecek. Çünkü Ankara ve İstanbul temsilciliklerinde açılacak 2 seçim sandığında toplam 2 bin oydan fazla kullanılamaz. Hem de bir taşla iki kuş vuracaklar. Hem Bulgaristanlı Türklerin oy kullanma hakkı kavgasız gürültüsüz ellerinde alınırken, Türk partilerini parlamenter siyaset dışına itilebilecek. Zaten, 6 ay memlekette yaşama zorunluluğu getirildiğinde yerel seçimlere katılma hakkımızı kaybettik. “Türkler her zaman bizim düşmanımızdır” zihniyetini yenemeyeler her gün adım adım üzerimize geliyor. Bu arada, HÖH üyesi sıradan partililer haklarına saldıranlara karşı uyandı. İşleri kendi ellerine alma yolundan şaşmadan ilerliyorlar. Bu dirilme ülkenin dört bin yanında devam ediyor. Özellikle Nisan ayında Sofya’da toplanması öngörülen HÖH - DPS Dokuzuncu olağan kurultayı yaklaştıkça, belediye ve ilk konferanslarında partiden ihraç hız alıyor. Çemen il konferansı sert tartışmalı geçti. Deliorman’ın öteki şehirlerindeki gelişmeler Şumen HÖH teşkilatını etkiledi. Parti teşkilatından uzaklaştırılan seçkin genç özgürlükçü demokratlar şunlardır. Başbakan Plamane Oreşarski hükümetinde (Mayıs 2015 - Ağustos 2014) Çevre Bakan Yardımcısı olan Din Onbaşı; Şumen Belediye Başkan Yardımcısı Sedat Kadir; Hak ve Özgürlükler Hareketi


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

125

eski İl Başkanı Günay Tefikov ve HÖH - DPS Kadın Dernekleri Başkanı Emine Osman cezalandırılarak bir yıl süreyle partiden uzaklaştırıldı. Bu cezalandırma “saray” emriyle yapılmıştır. Saray ağası Doğan bu gençlerimizi Türkçü bulmuştur. Partiden uzaklaştırma kampanyası Haskovo ve Kırcaali teşkilatlarını kaynatıyor. Yerel, belediye ve il parti teşkilatlarında parti milli merkezi ve kabiliyetsiz oldukları her sözlerinde beli olan “troyka” aleyhinde gelişen bilinçli başkaldırı parti içi ayaklanma niteliği almış durumdadır. Dulovo, Kubrat ve İsperih seçmeninin değişiklik yaparak yenilenme yolunu seçmesi artık bütün Deliorman’ı etkisi altına almış bulunuyor. Kırcaali yöresi merkez ve köy parti teşkilatlarının HÖH - DPS kelepçelerini kırıp kapandan kurtulmaları, oyumu kime istersem ona veririm havaları esmesi Rodop dağlarının merkez ve batı köy ve kasabalarındaki siyasi dalgalanmayı başlatan güç oldu. Halen Hak ve Özgürlük Hareketi Türk Müslüman seçmenin dörtte birini tamamen kaybetmiş durumdadır. Dikkati çeken başka bir olay daha var. HÖH partisi şimdiye kadar 5 kez budandı. Partiden atılan Mehmet Hocov, Necmettin Hak, Adem Kenan, Osman Oktay, Güner Tahır, İ.Korman ve şimdi de Lütfi Mestan ve onunla birlikte ihraç edilen Bahri Ömer, Şabanali Ahmet ve Hüseyin Hafızov be daha birçok seçkin siyaset adamları Türkiye’ye gitmiyor.Gitseler de geri dönüyorlar ve halkımızın baskı ve zulüm uygulayanlara karşı hak ve özgürlükçü demokrasi uğrunda dirilişine her yönlü omuz veriyorlar. Halen, Türkiye’de “ZAMAN” gazetesi dolayındaki olaylardan sonra, haftalık Bulgarca ve Türkçe çıkan “Bulgaristan ZAMAN” gazetesinin kapanması beklenirken, Bulgaristanlı Türk Müslümanlara direk olarak etki yapacak bir haftalık Türkçe gazete ve aylık tarih, edebiyat, sanat ve kültür dergisi çıkarılmasına ihtiyaç olduğu konusunda ön anlaşma sağlanmıştır. Aydın çevreler Türkiye’de soydaşlar arasında dağıtılan ve geniş etki uyandıran “Bulgaristan Türklerinin Sesi Gazetesi”nin memlekette de dağıtılmasının yararlı olacağı fikrini öne sürüyorlar.Öte yandan Sofya’da “Grand Otel Sofya”da düzenlenen özgürlükçü hareketin eski tüfekler buluşması bütün Bulgaristan Türklüğünü olduğu gibi, Türkiye’deki soydaşlarımızı ve Batı ülkelerinde çalışan seçmenlerimiz arasında da fazlasıyla ilgili buldu. Herkes Bulgaristan Müslümanlarının yeni bir arayış içinde olduğu görüşünde birleşiyor. “www.bghaber.org”, “thaber.bg”, “dombira.eu”, “Bulgaristan Türklerinin Sesi Gazetesi” vb yayınlar son yıllarda Bulgaristan Türklerin bütün toplumla paralel aydınlanıp bilinçlenmesinde çok yararlı oldu. Son 26 yılda HÖH partisinin seçmeni ve halkı aydınlatma yönünde hiçbir adım atmaması büyük sıkıntı yarattı. XX. yüzyılın en şiddetli zulmünü gören insanlarımız gerçekleri göremedi. Kötülüklerin başını tanımakta zorlandı. Son dönemde bu yönde ciddi bir atılım var.


126

BG-SAM

Bir örnek: 4 yıl 6 ay Stara Zagora hapishanesinde yattıktan sonra İstanbul’a göç eden ve evinde Bulgar gazetecilerine demeç veren Mehmet isimli soydaşımız Bulgar basınına demeç verdi ve gizlediği büyük bir gerçeği açıkladı. “KGB ile işbirliği yapacağına dair imza attım. Ancak kimseyi ispiyonlamadığım. Bunu da istihbaratın niyetini öğrenmek için yaptığım. Rus istihbaratının Türk siyasi mahkumlar arasından ajan aradığına tanık oldum.” İşte bu noktada da gerçeklerin sökülmesi gerekiyor. Çünkü iç kurallarına Bilinen kurallara göre imza attırdığı kişiyi konserve eden ve torunu büyüyene kadar bekleyen KGB totalitarizm yıllarında bizde geniş kapsamlı yemlemede bulundu. (Doğan’ın dedesi Kırımda KGB tarafından ele geçirilmiş, hain babası bize karşı çalıştırıldı.) Türkiye’deki diğer imza atmış ajanlar açıklamalarda bulunsa torunlarına iyilik etmiş olurlar.Bu arada, Dosyalar Komisyonu, gizli belgelerle ilgili 26. cildi yayınladı. 1962’de ve 1982 yılında Bulgar istihbarat teşkilatı (DS) ile Rusya Devlet Güvenlik Komitesi (KGB) arasında “DS”nin Rus istihbaratının Bulgaristan Şubesi olduğu ve KGB’ye ülkemizde serbestçe çalışma hakkı tanındığı” yayınlanan belgelerde ortaya çıktı. Son 60 yılda hepimizden fazla hırpalanmış ve kafası özel yöntemlerle yıkanmış olan “Belene” kahramanlarımız ve hapishane koğuşlarında çürütülen kardeşlerimiz arasında Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH) tarafından yıllarca aldatılmış ve ihanete uğramış olanların duygusal tepkisi arttı. Aldatılmış oldukları siyasi bilinç olarak uyandı. Yeni dönemde HÖH partisine karşı daha geniş çaplı ve daha kararlı bir tepki dalgası yükselmesi bekleniyor. HÖH’ün son 26 yılda yaptığı en büyük yanlışlardan biri de Türk Müslümanlarımız arasında anti-Türkiye dalgası kışkırtma yeltenişi oldu. Sofya aydın özgürlükçüler toplantısında Türkiye’den gelen 14 dernek başkan ve temsilcisiyle beraber “Belene” mağdurları ve siyasi mahkûmlar heyetinin tokmağı aynı örse vurması, gerekirse halkın özgürlükçü demokrasi davasına sivil toplum örgütleri olarak öncülük edeye hazır oluşları dikkati çekti. Konuşmacıların hepsi, Bulgaristanlı Türk gençler arasında ideolojik çalışma yürütülmesi gerektiği, “dedelerimizin düşmanı bizim de düşmanımızdır” anlayışıyla ülkemiz üzerine Doğu’dan yeniden yükselen tehlikeden kaynaklanan korkuya karşı birlik ve beraberlik olmamız gereği vurgulandı.Yine tatil günlerinde Sofya’da Cumhuriyet forumu yapıldı ve Cumhuriyet Manifestosu yayınlandı. Bu foruma katılan ve sol ve sağ kanatan siyasetçi, hukukçu ve aydınlar “Devlet ve Oligarşi”, “Mafya KİM ve Oligarşi” gibi konuları tartışırken, Bulgaristan’da bir gün önce olmak üzere rüşvetle mücadele yasası çıkarılmasında birleştiler. Foruma katılan sivil toplum örgütleri temsilcileri sosyal yaşamda son derece derin bir adaletsizlik olduğunu, nüfusun % 10’u bankalarda 42 milyar leva üzerine çöreklenmişken % 90’nın açlık sınırında yaşadığını ve Bulgar oligarşi babaları isimlerinin dört yana asılmasında ısrar etti. Yoksulluktan hırsızlık ve baskı doğduğunu, bü-


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

127

yük sayıda yükseköğretimli yaşlının da çöp kutusundan geçinmeye çalıştığı belirtildi. Bilinen siyasetçilerden Tatyana Donçeva “yasa dışı yollardan zenginleşme imkânları dondurulmalıdır!” dedi. Bu forumda da, Bulgaristan halkının bundan sonra “başka bir ülkenin bayramını kutlamaya zorlanmasına son verilmesi”, ayrıca da “Bulgaristan tarihinin yeniden değerlendirilmesi gerektiği, şimdiki tarih anlayışının toplumu parçaladığı” gündeme geldi.Bu forumda üzerinde en fazla durulan konu “Devlet ve Oligarşi” oldu. Bu ağır ve irdelenmesi çileli konunun tartışması, Bulgaristan Baş Savcısı Tsatsarov’un Sofya Meclisine Hak ve Özgürlük Hareketi 43. meclis milletvekili İliya İliev’ı sorgulayıp yargı organına teslim etmek için dokunulmazlığının (imunitet) kaldırılmasına ilişkin Meclis Başkanlığına dilekçe sunmasıyla başladı. Mebus İliya İliev, Ahmet Doğan’ın çok yakın dostu olup meclise her defasında Türkiye’den gelen oylarla girmiştir. O meclis sandalyesinde otururken 2007 - 2009 yılları arasında “Rozaliya MM” Ltd, “Enerji Grup 2003” Ltd ve “Stroitelstvo i investıtsii” Ltd şirketlerini uzaktan komandalı sahte aracılarla yönlenmiştir. (İnşaat başlatılmasına ve yapılmasına ilişkin evrak, sahte tutanak, sahte sözleşme ve sahte fatura sağlamıştır.) Gorna Oryahovitsa tren istasyonuna bağlı demir yollarında kullanılmak üzere devlet tarafından tesis edilen milyonlarca levaya el koymakla suçlanıyor. Konuşmacılar HÖH partisinin devleti bir ahtapot gibi soyma işinde uzmanlaştığına işaret ettiler. BTK bankası ile BULGARTABAC şirketi soygunlarının örneklerinin araştırılmasını ısrarla talep ettiler. Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği BULTÜRK, İstanbul Bayrampaşa Genel Merkezde son gelişmelerle ilgili bilgilendirme toplantısı yaptı. Bilhassa aydınların, göçmen öğretmen, doktor ve mühendislerle üniversiteli gençlerin yoğun katılımı dikkati çekti. Söz alıp konuşanlar, HÖH partisinin halktan tamamen koptuğuna, bu partiye bundan sonra umut bağlamanın boş iş olduğuna işaret ederken, Sofya’da toplanacak 9. kurultayda bütün parti yönetiminin değişmesi gerektiği vurguladı. Yeni program ve yeni Tüzük sorunları konu edildi. Genç hatipler, artık parti için çözülme ve sökülmenin durdurulamayacağına işaret ederken, yenilenme ve değişimden yana olduklarını, yeni ortaya çıkan siyasi oluşumların program ve tüzüğünü, yıllara ve aylara bölünmüş, köy köy, beledi belediye, soydaş derneklerinin hepsinde ve basında tartışılmasını istediler.Burada önemle değinilmesi gereken bir incelik de şudur. Yalan tavası ısıtılmaya devam ediyor. Kırklareli/Lüleburgaz/Büyükkarıştıran’da Göçmen Derneklerince düzenlenen ve HÖH partisi son defa parçalanmazdan önce milletvekili olan Hüseyin Hafızov, Kırcaali Belediye Başkanı Hasan Aziz ve başka yetkililerin de katılımıyla “Göçün 25. Yıldönümü” görüşmesi düzenlendi.


128

BG-SAM

Halka hitaben konuşan milletvekilleri “vatan” ve “anavatan”, “TürkMüslüman kimli,” HÖH içindeki ahtapotlara, rüşvet dalavereciliğine, devlet soygununa, halkımızın dayanılmaz yoksulluğuna ve ülkemizdeki genel sefalete değinmeden mani okudular. Görüldüğü üzere, siyaset sahnesinden inmek istemeyenlerden gerçek siyasete, halkın dertlerine, her öğün lokma sayanların problemlerine, çocuklarına okul harçlığı veremeyenlerin sorunlarına inip hepsini birer birer ele almadan hiçbir konuda ileri adım atılamaz. Seçim yapmak zorundayız: ya eski yalanları dinlemeye devam ederiz ya da ploçayı değiştireceğiz. Konu devam edecek.

Yağmurda Karıncaya Niçin Birşey Olmaz

İbrahim Soytürk-07.Mart.2016

Bir karıncayı alın, suyun içine batırın, saatlerce tutun ölmez. Sudan çıkardığınızda ölü gibi görünür ama birkaç saat içinde kendine gelir. Biz insanlar böyle suya batırılırsak, nefes alamadığımız için oksijenlikten ölürüz ama su karıncaların çok ince olan nefes tüplerinden içeri giremez. Karbondioksitten narkoz yemiş gibi olurlar. Tabii ki bu süre çok uzarsa onlar da ölürler ama dayanma süreleri inanılmazdır. Ne var ki, karıncalar yağmur ve seller altında bu şekilde nefeslerini tutarak mücadele vermiyorlar. Yağmuru hissedince yuvalarına giriyorlar ve giriş yollarını tıkıyorlar. Ateş karıncası denilen bir türünde ise karıncalar birbirlerine tutunarak sel sularının üstünde yüzüyorlar. Bir yerde karaya vurup çıkıyorlar. Tabii kraliçe karınca ortada, yüksekte ve mümkün olduğunca kuru tutuluyor. Karınca yuvaları inşaat tekniği olarak örnektirler. Yuvanın girişine bağlı ve buradaki suyu alıp başka tarafa verebilen birçok tünel daha inşa ederler. Bazıları ise yuvalarının üstünü öyle sağlam kapatırlar ki, sel sularının bir evin çatısının üstünden aşması gibi geçip giderler. Yine de bir aksilik olr, yuva su ile dolarsa, karıncalar çöp ve yaprak parçalarına ve yukarıda belirtildiği gibi birbirlerine tutunup yüzebilirler. Çok şiddetli


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

129

yağmurdan sonra oluşan çamur tünellerini kapattığı zaman ise yuvalarını yeniden inşa etmek zorunda kalırlar. Gündelik hayatta artık yaygın olarak kullanılan mikrodalga fırınları kapaklarında kaçak yapmamaları, insanlara zarar vermemeleri için özel tedbirler alınır. Ancak bir mikrodalga fırınına girmiş karıncaya, fırın çalıştığı sürece bir zarar gelmeyeceğini biliyor muydunuz? Mikrodalga fırınlarında ışın yolculuğu bir noktaya göre ayarlıdır. Bu nokta hemen hemen fırının ortasıır. Bu nedenle yiyecek, her tarafı eşit pişsin diye ortada dönen bir tabla üzerine konulur. Karıncalar fırında ışınların daha az olduğu bölgeleri hissederler. Zaten sıcak bölgelere girseler de, vücut yüzey alanlarının hacimlerine oranla yüksek olması nedeni ile ılık bölgeyi bulana kadar kendilerine zarar gelmez

Karar Vermede Biraz Sabırlı Ol!

Murat Ulutürk-07.Mart.2016

“Karar vermek için acele etmeyin” Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama Kral bile onu kıskanırmış... Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, Kral bu at için ihtiyara neredeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış. “Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan dostunu satar mı” dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: “Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın.Şimdi ne paran var, ne de atın” demişler... İhtiyar: “Karar vermek için acele etmeyin” demiş. “Sadece at kayıp deyin, Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar.Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı?


130

BG-SAM

Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıçtır. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.” Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler. Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş... Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ithiyardan özür dilemişler. “Babalık” demişler, “Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var..” “Karar vermek için gene acele ediyorsunuz” demiş ihtiyar. “Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece budur. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıçtır. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?” Köylüler bu defa açıkçn ihtiyarla dalga geçmemişler ama içlerinden “Bu herif sahiden gerzek” diye geçirmişler... Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara. “Bir kez daha haklı çıktın” demişler. “Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın” demişler. İhtiyar; “Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz” diye cevap vermiş. “O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğrudur. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez.” Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler... “Gene haklı olduğun kanıtlandı” demişler. “Oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler, belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer...” “Siz erken karar vermeye devam edin” demiş, ihtiyar. “Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var.Benim oğlum yanımda, sizinkiler


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

131

askerde... Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor.”

Bizim İnek Niye Öldü?

Alptekin Cevherli-09.Mart.2016

Dursun bir gün kahvehanede Temel’in yanına gelerek: - “Ula Temel, geçen gün senin inek hastalanmıştı ya, sen iyileşmesi için ona ne yaptun?” Temel şöyle bir Dursun’u süzmüş: - “Benim ineğe tuz ruhu içirttum.” Bu sözlerden sonra Dursun bakkala gitmiş, bir şişe tuz ruhu alıp evine dönmüş. İte-kaka ineğe zorla tuz ruhunu içirmiş. Tabi inek mevta... Ve ertesi gün Dursun, kahvehanede yine çıkagelip Temel’e; - “Ula Temel, benum ineğe tuz ruhu içurttum, yarim saat geçmeden öldi!...” Temel şaşkın bir edayla başını kaşımış. Sonra Dursun’a doğru dönerek; - “Bilemeyrum ki uşağum, benum inek de ölmişti...” -? Öyle bir çağda yaşıyoruz ki, çocuklar artık anne - babasız büyüyor. Hayat para kazanma gailesine dönüşmüş, “para ne için kazanılır” diye düşünülmeden ömür törpülüyoruz çoğumuz... Oysa madde maksat olup amaca hizmet eder. Amaç ise insandır. Her şey insan içindir. Yüce Yaratıcı’nın her şeyi emrine amade kıldığı, uğruna koca kâinatı yarattığı insanoğlunun, birbirinden bir şeyleri kıskanması ve biraz daha az imkânı olanları köle gibi kullanması kadar saçma bir şey olamaz... Eski çağlarda insanoğlunun avcılık ve toplayıcılık ile uğraştığı dönemlerde aileler geniş olup çocuklar hem dede ve ninesini, hem de anne-babasını sürekli görüyor; onlarla beraber bir hayat sürerek yetişiyordu.


132

BG-SAM

Tarım toplumuna geçiş ile birlikte dede, nine ve anne aile içinde kalmakla birlikte baba, tarla ve ahır işleri için ara ara çocuğun yetişmesi esnasında yanından ayrılmaya başladı. Atölye ve tüccar sistemiyle birlikte baba, çocuğun yetişmesinden neredeyse tamamen çıktı. Eve para getiren, akşamdan akşama eve uğrayan bir adam şekline dönüştü. Sanayi devrimi ile birlikte Batı’da anne de fabrikalarda çalışmaya başladı. Çocuklar ise dede ve ninenin elinde büyüyordu. Artık anne de baba gibi işlevsizleşmiş, evi otel gibi kullanır olmuştu. Toplumsal çöküş ve çözülme de bu dönemde hızla gelişti ve bugün insanlığın yaşadığı pek çok sorunun temeli de bu dönemde atılmış oldu. İnsanın sevgi ile ve maneviyat ile bağları da bu dönemde hızla kopmaya başladı. Fazla uzatıp, gözlerinizi yormak istemem, süreçleri sizler de biliyorsunuz. Günümüze gelince artık “modern çağda” yaşıyoruz. O büyük ailenin yerini Türkiye’mizde ve ülkemize benzer karakteristik özelliklere sahip yerlerde çekirdek aileler aldı. Anne - baba ve çocuklardan oluşan bu ailelerde anne - baba iş yerinde çalışıyor. Dede - nine ise kendi hayatını yaşıyor. “Bugüne kadar biz size baktık, artık siz de kendi çocuklarınıza bakın” havasında... (Tabii onlar da elden ayaktan düşünce doğru huzurevini boyluyor. Çünkü sen çocuklara, torunlara sevgi vermemişsin ki onlar sana niye sevgi beslesin, değil mi ya?) Çocuklar ise biraz büyükse ya televizyona emanet, ya da sokaklarda geziyor. Küçükse muhtemelen doğru dürüst bir eğitimi olmayan, bu nedenle de iş bulamamış komşu teyzeye, para karşılığında emanet duruyorlar. Kadın, zaten kendi çocuklarını yetiştirememiş ki, seninkini nasıl yetiştirsin? Sorsan senin kız - oğlan ne yapıyor desen, çoğunun verecek cevabı da yok! Çocuklar evde televizyon karşılığında hangi kültürle yetişiyor belli değil. Evde hangi kanal açık, teyzem ne izliyor belli değil. Evlilik programımı izliyor, kim kimi nasıl öldürmüş onu mu takip ediyor, saçma sapan pembe dizilere mi takılmış? Senin çocuğun evde kafası ne saçmalıklarla doluyor, bir Allah biliyor... Anne - baba biraz daha iyi para kazanabiliyorsa çocuğu komşu teyzeye değil de, kolejlerin kreş adı altındaki kelle avcılarına emanet ediyor. Orada ise hangi kültürle yetiştikleri, kime hizmet edildiği de çoğu kez belli değil... Zeki olanlar küçüklükten itibaren Batı’ya gidecek şekilde formatlanıyor. Biraz daha safları ise kendi milletine yabancılaştırılıp bırakılıyor. Yalan mı?


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

133

Biraz daha dindar olanların çocukları az biraz kendini kurtarınca soluğu niye Amerika’da ya da Almanya da alıyor? Hiç düşündünüz mü? Devletimiz kaç yıldır paralel yapı denilen sistemle ya da yabancı okullarla niye mücadele ediyor? Ondan sonra bu çocuk büyüyünce anne - babaya asi olduğunda bir de kızıyorsun. Yemedim yedirdim. Giymedim giydirdim. Kolejlerde okuttum. Bir de şuna bak haytanın teki oldu diyorsun; beş kuruş para için anne - babasına kıyıyor. Yalan mı? Her gün gazetelerde, haberlerde görmüyor muyuz? Uyuşturucu parası için annesini öldüren kızları, ya da bir an önce mirasa konmak için babasını katleden evlâtları... Veya benim oğlan/kız Amerika’da bilmem ne enstitüsünde çalışıyor, oradan teklif geldi, diye saf saf övünüyorsun. E senin çocuk uçmuş - gitmiş, el güzeli olmuş haberin yok... Hatta Batı ülkelerinde bireysel yaşam daha da revaçtadır. Çocuk bir şekilde dünyaya geliyor(!) Belirli bir baba yok. Anne ise çocuğu ya çocuk esirgeme kurumuna bırakıyor, ya da maddi durumu iyi ise bakıcı tutup kendi evinde ya da bakıcının evinde baktırıyor. Orada ise durum daha da kötüdür. Bu kez akşamdan akşama da olsa eve gelen baba da yok. Zaten kızılca kıyamette burada kopuyor. Sonra da anne - babalar soruyoruz: - “Bizim inek niye öldi?”

Koltuk Değneği - 9

Dr. Nedim Birinci-09.Mart.2016

Konu: Bir gencin köyünün, dedesinin ve nenesinin ismini unuttuğu gün, köksüz kaldığı ve bittiği gündür. Biz Bulgaristan Türklerinin kendi ordumuz, deniz ve hava kuvvetlerimiz yok ve hiç olmadı. Bize silâhaltında askerlik bile yaptırmadılar. Kürek salladık, kazmayla kazdık, mertek taşıdık, tuğla dizdik, yol yaptık, tünel açtık, baraj duvarları yükselttik, ray dizdik, köprüler, fabrikalar kurduk, bacalar dizdik vs. Hep bedava işledik. Tamamladığımız işlerden hiç birine, hiçbir çeşmeye, baraja, semte,


134

BG-SAM

köprüye bazım adımız verilmedi. Yüzlerce park kurduk, bizim çocuklarımız da oynasın diye ama asla oynayamadılar. Bizim tarım kooperatiflerimizin adı bile yabancıydı. Ya “Pobeda” (Zafer) ya “Kosmos” (Uzay) ya “Nadejda” (Umut) ya da “Çerveno Zname” (Kızıl Bayrak) vb idi. Bu arada birçok şehrimize, bulvar ve sokağımıza 1978’de ve ikinci defa da 1944’te ülkemizi istila eden Rus ve Sovyet orduları komutanlarının adı verildi. General Suvorov (Suvorovo - Suvorov’un şehri) birinci istilayı gerçekleştirmiş, Üçüncü Rus Ordusu Mareşali Tolbuhin’in adı Dobruca’da bir il şehrine verilmişti; Bir Bulgar köyünün adı hala General Gurko adını taşıyor. O da Rus saldırı komutanlarından biridir. Graf İgnatiev, 3 Mart 1878’de Rus İmparatoru adına San Stefano Anlaşmasını imzalayan diplomattır, birçok okul, yüksek okul, kültür merkezi vs Rus bilim ve kültür adamlarının isimlerini taşıyor. Bu olayları düşünüp uygulayanlar adım adım üzerimize geldiler. 1970’te Bulgaristan’da sosyalizm ve yaşatmaya çalıştığı hümanizm bitti. 1972’de Pomak kardeşlerimize karşı isimlerini ve dinlerini değiştirmek için genel saldırı başladı. 2016 baharında bu konu Yakurudalı Bay Arifin trajedisiyle gündem oldu. Babasını Stara Zagora hapsinden kurtaran Salih Mümün Salih’im Bulgar yapumcı Mihaylov’un film kahramanı olmasıyla dikkatleri üzerine çekti. Henüz öldürülenlerin toplam sayısının açıklanmasından, sakat kalanların isimlerini açıklamaktan ve sürgün faciasını açık açık anlatmaktan korkulduğuna şahidiz.Pomaklardan sonra 1984 - 85’ye 1 milyon 250 bin Türkün ismi değiştirildi. Türk ve Müslüman oldukları unutturulmaya çalışılıyor. Türklüklerinden vazgeçemeyenlerden 500 bin kişi vatanlarından kovuldu. Son derece büyük bir trajedi yaşandı. Bu arada ilk kez olmak üzere Amerikan yazarı Casti Makkarti’nin Balkan faciasını anlatan kitabı çıktı, ilk kez Bulgaristan’ın Birinci ve İkinci Balkan Savaşlarında, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında 4 defa çöküş yaşadığı, bu yıllarda Türklerin ve Pomakların tarihte eşi görülmeyen eziyet ve zulüm gördüğü kitaba girdi, filmleşti. Bu olayların HÖH - DPS partisi ve halen ilk adımlarını atmaya çalışan DOST partisi tarafından işlenmemesi, halkın aydınlatılmaması, yeni bakış açısı geliştirilmemesi, hiçbir işe yaramayan tezlerin boş boş tekrar edilmesi tamamen anlamsız bir yönde olduğumuza kanıttır. Lütfü Mestan NATO, NATO diyor ama Türkiye’nin bölgede en önemli Büyük Devlet olduğunu söyleyemiyor. Avrupa’nın bugün Türkiyesiz olamayacağını tanıdığına bile değinmekten çekiniyor. Eski unla yeni taze hamuru karılmaz. Yeni fırın açacaksanız, yeni un, yeni maya ve tuz ve su bile taze olacak, fırında yaş söğüt kesikleri yakmayacaksınız, kayın, gürgen ve meşe kömürü kullanacaksınız. Ancak o zaman fırın kapısında kuyruk olur. Böyle yapılmazsa Bulgar ve Rus milliyetçilerine koltuk değneği olmaya bir adım yakınsınız.


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

135

Her yerin ve her şeyin isminin Bulgarlaştırılmayı ya da Ruslaştırılmasıyla ve bunlara cesaret bulup tepki gösteremeyerek sanki bir her gün biraz daha küçülüyor, eriyor ve bitiyorduk. Dağların, köylerin, mahallelerin, sokakların isimlerinin değiştirilmesi 138 yıldan beri devam eden bir süreçti. Bulgaristan tarihinde Türk ismiyle yer alan yalnız beş kişi kaldı desem bilmem yanlış olur mu? Bunlardan biri Osman Paşa’dır. O bir Pleven Kahramanıdır. Gazidir. Onun adı geçmeden ne Bulgaristan ne de Rus tarihi yazılabilir. Fakat bu memlekette bir Osman paşa caddesi, Osman Paşa mahallesi, bir Osman Paşa çeşmesi yoktur. Yalnız halkın gönlünde yaşıyor. Şöyle bir gerçek vardır. “Tuna Nehri akmam diyor, kenarımı yıkmam diyor!” türküsünü bilen ve yolda yürürken mırıldayan hiçbir Türk’ün Türk kimliği, vatan sevgisi, içsel yüceliği asla ezilemez, kırılamaz ve küçültülemez. Bulgaristan Türklerinin Osman Paşaya olan hayranlığı ve sonsuz sevgisi 24 ayar Türk kimliği ölçütüdür. Osman Paşaya hayran olan gençlerimizden hiç biri başka bir millete, ne Bulgar’a ne de Rus’a “Koltuk Değneği” olmamıştır, değildir ve olamaz. Bulgarların her şeyi Bulgarlaştırmaya ve Ruslaştırmaya çalıştığı en ağır zulüm günlerinde halkımız Osman Paşa için şiirler yazmış, türküler yandırmıştır. İşte bunlardan biri. Osman Paşa Karadeniz akmam diyor Moskof Tuna’yı atladı Ben Tuna’ya bakmam diyor Karakolları yokladı Ünü büyük Osman Paşa Osman Paşa’nın kolunda Plevne’den çıkmam diyor Yüz bin top birden patladı Kılıcımı çaldım taşa Taş yarıldı baştanbaşa Şanlı yiğit Osman Paşa Askerinle binler yaşa Gazi Osman Paşa hayatının sonuna kadar eşsiz bir komutan olarak askeri görevini devam ettirmiştir. 1900 yılında hayata gözlerini yummuştur. Vasiyeti üzere, naşı Fatih Camii’nin hazinesine gömülmüştür. Gaziye özel saygı duyan II. Abdülhamit tarafından kendisine muhteşem bir türbe yaptırılmıştır. Memleketimizde mutlaka bir anıtı olması gereken tarih kahramanlarından birisi de Süleyman Paşadır. Kocabalkan’da bükülüp kaynaklarından su içtiğimiz Şipka tepesinde anılmıştır. Türk tarihine Şipka kahramanı olarak girmiştir. Büyük kahramanı unutturmak için tepeye bir anıt dikilmesine henüz izin çıkmadı.


136

BG-SAM

Hem Rus’a hem de Bulgar’a bu tarihi çarpıtma siyasetinde 26 yıldan beri koltuk değneği olan Hak ve Özgürlük Hareketi (DPS) milletvekillerinin toplam sayısı artık 500’den dazla olsalar da hiç biri bu konuda Sofya parlamentosuna bu şerefli konuda bir yasa önerisi sunmadı. Oysa biz de her kavgada bedel verdik. Bizi temsil edenler biz halkımızın kavgasıyız diyorlar, ama gerçekleri yaşatmak istemiyorlar. Şipka tepesinden hepimiz geçmişizdir. Fakat bu savaşın özelliklerini ve şehitlerimizi biliyoruz. Bu iş şöyle ki, bir şehitlerimizi bilirsek, yenilmeyiz, tarihimizle yaşarız. İşte birkaç özel nokta: Şipka Geçidi günümüzde Bulgaristan sınırları içinde, Kuzey ve Güney Bulgaristan’ı karayoluyla birbirine bağlayan 1.150 metre yüksek bir dağ geçididir. Şipka Geçidi Tuna nehri boyundaki Rusçuk kentinden başlar ve Edirne’ye kadar uzanır. 1877 - 1878 Osmanlı - Rus Savaşı sırasında Balkanları aşarak İstanbul’a doğru saldırıya geçmiş Rus Ordusu için büyük bir engel oluşturuyordu. Şipka Geçidi’ni ele geçirdiği takdirde Edirneye kadar Rus ordusunun önü açık olacaktı. O yüzden burada Osmanlılar ve Ruslar arasında 4 değişik savaş olmuştur. Rus saldırısını durdurmak için Osmanlı komutanı Süleyman paşa 1877 yılının Haziran ayında sayıları 5 bin kişi olan birliğini Karadeniz yoluyla ve ordusunu da Dedeağaç’tan kara yoluyla Şipka Geçidine yöneltir. Ne ki, Temmuz ayında Tuna nehrini geçen bir Rus birliği Şıpka Geçidi’ne daha evvel ulaşır. Bu geçit için 4 savaş olmuştur. Birinci Şipka Geçidi Savaşı 17 - 19 Temmuz 1877 yürütülmüş ve bu savaşta Gurko geçidi ele geçirmiştir. İkinci Şipka Geçidi Savaşı 21 - 26 Ağustos 1877 olmuş ve Süleyman Paşa birlikleri Geçidi geri almak için taarruza geçmiş fakat geri püskürtülmüşlerdir. Üçüncü Şipka Geçidi Savaşı 13 - 17 Ağustos 1877’de yapılmış, Osmanlı ikinci bir taarruza geçmiş ama geri püskürtülmüştür. Dördüncü Şıpka Geçidi Savaşı 5 - 9 Ocak 1878’de yürütülmüş ve Osmanlı güçleri Geçitten geri çekilmiştir. Bu savaşta yenilgiye uğramasına rağmen Süleyman Paşa Şipka Kahramanı ilan edilmiştir. Fakat bu tepede onun şanını yaşatan kahramanlığına laik bir anıt henüz dikilmemiştir. Bulgaristan’da Birinci ve İkinci Balkan Savaşlarında büyük başarı gösteren Türk generallerin adının anılmamasına büyük özen gösteriliyor. Bu komutanlar arasında Edirne savunması komutanı Şükrü Paşayı saygıyla anmak gerekir. Şükrü Paşa 1912 Ekirn’e savunmasında en fazla Rodopl’u er ve subaylara güvenmiştir. O dönemde Osmanlıya ait olan Batı ve Güney Doğu Rodoplar’dan gençler Edirne savaşına gönüllü olarak katılmış ve büyük kahramanlık göstermiştir. Bu


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

137

kahramanlıkların unutturulması, tarih kitaplarına alınmaması, okullarda ders kitaplarına gerçekçi bir yazımla alınmaması vatan bilincinin oluşmasına engel olduğu gibi, halk belleğimizin boşaltılmasına çalışanlara da hizmet etmektedir. O yıllardan kalan “Halilim” türküsü Rodop köylerimizde hakla söylenir ve dinlenir. Şunu da eklemek yerinde olur. Balkan Savaşlarına Dobrucalı Müslümanlar da katılmıştır. Bu savaştan sonra 1918’de Dobruca’da Rus Ordularına karşı yürütülen savaşlara ise Bulgar ve Osmanlı orduları omuz omuza katılmışlar ve Rus ordularını konuşlandıkları yakın mevzilerden kovmuşlardır. Bu olayların güncel önemi çok büyüktür, çünkü 138 yıllık tarihi olan Bulgar devleti, 3 Mart 1818’de Bresk Litovsk’ta galip ülke olarak barış antlaşmasına imza atarken ilk ve son kez Osmanlı generalleriyle aynı safta yer almıştır. Bu savaşlarda yüksek başarı gösteren Türk komutanlar arasında Mahmut Muhtar Paşayı, Nazım Paşayı ve Aşi Riza Paşayı da saygıyla anmamız Türk kimliğimizin yüreklerinde her zaman dürtü olur. Köylerimizin, kentlerimizin, geçitlerimizin isimlerinin değiştirilerek unutturulmasına general ve mareşallerimizin isimlerinin anılmasının yasaklanması ve anıtlarının dikilmesine izin verilmemesi ve bu uğurda mücadele etmekten vazgeçmemiz de düşmana koltuk değneği olmaktan başka bir anlam taşımaz. Hedeflerinde olan, bizim Türk Müslüman kimliğimizi eriterek bitirmek ve hafızamızı silmektir. Bir gencin köyünün, dedesinin ve nenesinin ismini unuttuğu gün, köksüz kaldığı gündür.

Seçim Kapısı Aralanıyor

Rafet Ulutürk-09.Mart.2016

Konu: Politik yorum Bu yıl 2016’da tekrar erken seçime gidiyoruz. Tabii hepiniz iş güç başında olduğunuzdan ya da iş arayanlar grubundan olduğumuzdan dolayı kimilerimiz bunu fark edememiş olabilir. Kısacası Bulgaristan’da seçim yelkeni dolmaya başladı. Seçim gemisinin kaptanı ise bu defa sivil toplum örgütleri olacak gibi. Siyasi slogan: “Halk mafyaya karşıdır!” Sendika liderleri, kabine reform benzeri bir şeyler yapmaktan kurtulamadı.


138

BG-SAM

Bunlar mimikçidir, açıklaması yaptı. Devlet ve hükumet yönetimiyle halkın arası tamamen açıldı. Çalışarak geçinebilme umudunu yetirenlerin yeni hedefinde köylerdeki emekli yaşlılara saldırı var. Bizde yaşlı emekli grubunda çoğunluğu kadınlar oluşturuyor. Yetersiz emeklilikleriyle kira, kalorifer, sıcak ve soğuk su, elektrik ve temizlik faturalarını ödeyemeyen emeklilerimiz köylerindeki evlerine çekilmiş durumdadır. Ne var ki, bugün olanlar son 30 - 40 yılda bir çivi çakılmamış, sıvası düşmüş, kiremitleri karışmış köy evlerinde yaşayanların köpek besleyecek gücü olmadığı artık itiraf edildi. Bu durum Kuzey Bulgaristan köyleri için özellikle geçerlidir. Gençlerden oluşan hırsız çeteleri boş bulmuş harman savuruyor. Gece basılan yaşlıların boğuzlandıkları, yaralandı, hastanelik olduğu, soyulduğu haberleri birbirini takip ediyor. Güvenlik ve huzur sorunu en güncel sorun oldu. Bu bakıma yeni seçimle yeni yönetim isteği ya da herhangi bir hususta varı yoğu muhtarlığa dayanan köy idarelerinde değişiklik isteği daha ısrarlı olurken, medya cinayet olaylarını ciddi takip etmeye başladı. Ortaya çıkan gerçek, hükümet makamlarıyla halkın arasındaki etkileşimin kopmuş olması yani hükümetin köylerden çekilmesidir. Hükümletin çabaları sonuç vermiyor. Son erken genel seçimlerde (2014) GERB partisinin yönettiği belediyelere (oy avcılığı için) toplam 78 milyon leva tesis etmişti. Kimsesiz gibi görünen, bacası tütmeyen köy evlerine makarna, un, şeker paketleri, sabun, kibrit ve ayçiçeği yağı şişeleri dağıtılmıştı. Bazı köylerde aylarca ödenmemiş elektrik faturaları topluca yatırıldı, zavallı insanlar can sıkıcı dertlerinden bir süre için kurtarıldı. Ormanlardan odun kesen ve veresiye dağıtanların eline de birkaç para geçti. Yüzler biraz güldü. Fakat bu kış bellerini yine büktüler. 2016’da seçim bekleyen yaşlılar paketçileri beklerken, bunları düşünüyor. Sefil kesim seçimin siyasi özüne inmek istemiyor ama seçimden yanadır. CİA bizim için ne araştırdı. Amerika Merkezi İstihbarat Örgütü (CIA) Bulgaristan’ın nüfus olarak 2050 yılına ışık tutan bir rapor yayınladı. Bu raporda bu sene erken genel seçim olacağına işaret edilmiyor. Memleketimizin 2030 yılında Avrupa Birliğinden (AB) “ödevleri yerine getirememe ve birlik istemlerine ayak uyduramam sebebiyle” çıkarılacak diyen CIA yoksulluk açısından analiz ederken, şu noktalara da açıklık getirdi: Bulgaristan vatandaşları nerelerde yaşayacak?


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

139

Kuzey Bulgaristan’da yaşayan Bulgar nüfus Varna, Veliko Tırnovo, Rusçuk, Plevne ve Vidin’de yoğunlaşırken, Güney Bulgaristan’da yaşayanlar Burgas, Stara Zagora, Filibe şehirlerinde toplanacak. Türk Müslüman nüfusun sayısı yeniden 1 milyon sınırını aşacak, kültürel özerklik haklarını elde ederek Güney’de Kırcaali şehri ve yöresine, Kuzey’de ise Razgrat şehirlerini merkez ederek Deliorman ve Dobruca’ya yoğunlaşacaktır. Bu iki merkez Türklük kültür ve eğitim merkezi haline gelecektir. Pomak Müslümanların iki büyük merkezi Smolyan ile Blogoevgrad konumlarını ve işlevliklerini koruyacaktır. 2050 yılına doğru genç ve dinamik nüfusu 2 milyon 500 bini bulacak olan Hristiyan ve Müslüman Milletler büyük kentlerden çekilirken köylere yönelecek, geniş alanlar istila edecekler. Güçlü talan çeteleri oluşturacaklar ve geçimlerini hırsızlıkla temin etme yolunu seçeceklerdir. Devletin görevleri tartışılıyor. Köylerde huzur ve güvenlik sağlanması konusunda, kırsal alanı jandarmaya, şehirlerin güvenliğini de tamamen polise yükleme yolunda örnek arayanlar, son dönemde Türkiye üzerinde durdu. Bugün AB ülkeleri arasında 57 bir polisle nüfusuna oranla en büyük ve güçlü bir güvenlik ordusuna sahip olan Bulgaristan’ın bu konudaki çaresizliği sürekli dile geliyor. Makedonya, Sırbistan, Slovenya, Hırvatistan gibi Balkan Yarımadası devletleri yağışlı, rüzgârlı ve soğuk kışın devam ettiğine, tren yollarına ve yol kenarlarına kurulmuş çadırlarda ve yollarda yarısı hasta ve aç 50 binden fazla sığınmacı kadın ve çocuğun olduğunu bilmelerine rağmen sert tedbirler alması, bütün bölgeyi etkiledi. Bir defa AB’nin hümanist bir kuruluş olduğuna gölge düştü. Bulgaristan Türkiye, Makedonya ve Yunan sınırına asker sürdü. Tartışılan tel örgülü sınırları kimin koruması gerektiğidir. Brüksel’den gelen son tepkiler Genel gerginliğin nabzını hızlandıran son durumda, Sofya Brüksel’den sert bir mektup aldı. Bu mektupta Bulgaristan’ın AB istemlerine uygun yapılanma gerçekleştiremediğine vurgu yapılırken, devlet ile oligarşi arasındaki aracıların AB fonlarından rüşvet almakla geçindiğine yer verildi. Brüksel yönetiminin baskısı sonucu, “Hemus-2” Sofya Varna ana yolunun ve daha birkaç iri inşaatın mafya kökenli ve oligarşi aracısı milletvekili Daniyel Peevski ve Valentin Zahariev’in kazandığı ihaleler bozuldu. HÖH milletvekili ve dolandırıcılığa katılan İliya İliev’ın dokunulmazlığı kaldırılıyor. AB komisyonu bunları yeterli bulmadı. Basına düşen son örnekte, “Maritsa - İstok 2” Isı Elektrik Santrali Koruması için devlet ihalesi yapıldığı, ihaleyi en yüksek fiyatı veren şirketin son fiyatına 3 milyon leva daha ekleyerek


140

BG-SAM

alması toplumda şok etkisi yaptı. Bulgaristan’da kamu ihalelerine katılan 2 bin 300 özel şirket var. Bu çalışma usulüyle toplumun çökertilmesi gibi bir sonuç verebilir. Bu anlamayan kalmadı. Toplum seçim ve değişiklik istiyor. Hiçbir reform yol alamadı. İkinci Boyko Borisov hükumeti bir buçuk yılda hiçbir reform yapamadı. Hatta Brüksel’in baskısıyla ihale bozarak geri adım attı. Öte yandan elinden geleni ardına koymayıp totaliter devlet sisteminin sökülmesini engellemeye çalışıyor. Bu işte HÖH eliti ve saray kulisi onunla beraberdir. Anayasada birkaç madde değiştirilip savcılıkla mahkemelerin birbirinden ayrılması, Yüksek Mahkemede Yargıçların çoğunluk olmasını öngören değişiklikler GERB ve HÖH partisi ortaklığıyla suya düşürüldü. Böylece Bulgaristan’da Başsavcılık İktidarı rejimi ayakta durmaya devam ediyor. Sağlık reformu, Adalet Bakanının başını yedi ama “adalet istiyoruz” sloganıyla gösteriler sürüyor. Bu noktada bardağı taşıran, Başbakan Borisov’un Yüksek Mahkeme (BCC) oturumuna girmesi ve onu gören yargıçların ayağa kalkması oldu. Artık herkes köklü bir anayasa reformu ve adalet yolunu genişletecek kanun değişiklikleri yapılmadan oligarşiye uşaklık eden rüşvetçi dolandırıcılar düzenini değiştirilemeyeceğine inanıyor. Eğitim reformu tosladı. Eğitim bakanlığında değişiklikler öneren ve yeni bir dünya görüşü getirmeye çalışan bakanın kellesi kaydı. Komünist kadrolardan olan reformcu maskeli Miglena Kuneva statükoyu korumak için bakan oldu. Onun Türk azınlığın özgün eğitim haklarını, anadil eğitimini zorunlu etmeye zaten niyeti yok. Osmanlının bir “kölelik düzeni” olduğu saksısına bir bardak daha su döktü ve yeşermeye devam etmesini sağladı. Sağlık reformu Anayasa Mahkemesine takıldı Sağlık alanında yenileme yapıyorum gerekçesiyle işleri birbirine karıştıran Bakan Dr. Moskov, önce şubat ayında “gensoruya” neden olurken, ardından yine de meclisten geçirmeyi başardığı Sağlık Reformu Yasası, 9 Mart 2016 günü Anaya Mahkemesi’nden geçmedi. Muhalefet güçleri birlik olarak bakanın da istifasını istediler. Dikkati çeken nokta, 7 Kasım 2014’te ikinci hükumetini kuran GERB partisi lideri Başbakan Borisov’un yargı, ekonomi, ulaşım, eğitim, sağılık ve sosyal alanların hiç birinde var olan durgunluğu aşacak bir değişikliğe açılamamış olması kamuoyunda güçlü bir endişe ve yeni genel seçim azmi doğurdu. Memleketteki kutuplaşma almış başını gidiyor. Nüfusun yüzde 10 ban-


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

141

kalarda 44 milyar leva üzerine otururken, 1 milyon 500 bin kişinin emekli maaşı 100 Euro’yu aşmıyor. Okullarda ve hastanelerde durum fecidir. Birbirini tutmayan 4 yamadan oluşan ve bunlardan biri olan 5 parçalı Reformcu Blok parçalandı. Milliyetçi hedefte biz varız Bu hükumeti anlaşmasız destekleyen Yurtsever Cephe (PF) partisi Türkiye’deki soydaşlarımızın seçime serbestçe ve yaşadıkları yerlerde katılmalarını engellemek için çabalarını sürdürüyor. Dış ülkelerde oy kullananların ayrı bir seçim ili oluşturması isteği meclise sunuldu, fakat bu ile yalnız AB üyesi ülkelerdeki Bulgar seçmenler alınacak, Türkiye’de seçmenlerin sandığı kullanmasına engel olunması isteniyor. Bu konuda şimdiye kadar karşılarında tepki gösteren de olmadı. Yolun ucu karanlık Bu olumsuz tablonun içinde en karamsar olan şudur. 2020 yılında yani 4 yıl sonra AB’nin Bulgaristan’a olan teşvik fonlarını duracaktır. 2007’den beri AB üyesi olan fakat eski rejim yapısını söküp atamayan, anayasada gerekli demokratik değişiklikleri getiremeyen, serbest Pazar ekonomisine başarılı geçtiğini anlatsa da, üretim biçimini, araçlarını ve ilişkilerini değiştiremeyen Bulgaristan aylardan beri yerinde sayıyor. Son 26 yılda kurulan hükumetler sosyalist ve kooperatifçi düzeni söküp talan etmeyi ve çaldıklarını dış ülkelere kaçırmayı başarmış olsa da, serbest rekabet koşullarında üretim örgütlemeyi, hukukun üstünlüğüne dayanan sosyal düzen kurmayı, üretim ilişkilerini yenilemeyi ve teknolojiyi yenileştirmeyi başaramadı. Bu arada tarımsal üretim bütün alanlarda gerilerken, ülkemiz etten başka, domates ve biber ve maydanozu dışardan getirmeye başladı. AB devletlerinde teşvik programlarının çok farklı dağılmış olması ise, pazarlarımızda ürettiğimiz patates ve elmaları bile satmamızı çok zorlaştırdı. Hele AB’nin Rusya’ya ambargoları birçok üye ülke tarımsal üretim artıklarının iç pazarımıza yöneltilmesiyle yerli üretimi boğdu. Polonya’da getirilen patatesler Sofya pazarında Rodop yamaçlarından çıkarılan patateslerle rekabeti kazanıyor. Bunu dışardan gelen soğan ve salatalık vb için de söyleyebiliriz. Durumu değiştirecek bir ışıksa henüz belirmedi. Öze gelirsek, Boyko Borisov ve bakanları isteseler de istemeseler de Bulgaristan’da seçim kapısı aralanmaya başladı. Halkımızın da ekmek teknesi olan kamu işleri deneme tahtası değildir. Son hükumetin hiçbir alanda köklü yenilenme aramaması, hatta gözü önünde BTK bankasından 7 milyar leva çalan hırsızları, oligarşi uşaklarını bulup yargı-


142

BG-SAM

lamaya yanaşmaması acizliğine kanıttır. Halkımızın sabrı tükenmiştir. Yeni bir seçim yapıp yeni yol arama hakkı hepimizin yasal hakkıdır. Önümüzdeki seçimlerde BULTÜRK başta olmak üzere sivil toplum örgütlerine olağanüstü büyük bir ödev düşecektir. Türkiye’de yalnız konsolosluklarda sandık açılırsa seçmeni Bulgaristan’a taşınması gerekecektir. Bu defa konsolosluklara da gitmeyip 280 bin seçmeni memlekete taşıyalım ve çok bilenlere 26 yıldan beri mezarımızı kazanlara Hanya’yı Konya’yı gösterelim kardeşler. Derneklerin sesine kulak verin, seçim dalgası yükseliyor, sesler ve hava değişiyor. Seçmenin buraya taşınması bir on gün gibi bir süreye dağıtılmalıdır. İyi bir çalışma bekleniyor. Sağlıcakla kalınız,

Diriliş Biriken Güçtür

Raziye Çakır-10.Mart.2016

Masallarımızı unutmayalım. Çocukluğum ve ilk gençliğim Avrupa deryası Tuna’ya bakarak geçti. Bizim oralar dünyanın başka bir yerine benzemez, ırmağa baksan akarken dalgalar oynatır, başını kaldırıp etrafına bakırsan rüzgâr buğday engininde başak oynatır. Bir de kaysı memleketidir bizim oralar. Goncaların al ile mor arasında ton seçtiği zamanda dalları saran arılar polen toplama ve tuzlaştırma işini birden yaparken sanki çiçekleri bizden kıskanır. Kovan hapsinden sonra mis kokan bahçelerde hayata el çırpan renkli doğayla sarmaş dolaş olmaları bayram gibidir. Asırlar içinde kah Osmanlı’da, kah Romanya’da ardından da Bulgar’da kalmamız bizim ruhumuzun sonrasız bir gençlik çağı yaşamasına engel olamamıştır. Bal arılarının çiçekleri paylaşırken asla kavga etmedikleri gibi insanlarımız da her zaman ayarlı, sabırlı, doğaya yakın, fırsat buldukça göz attıkları su deryası gibi engin ruhlu ve ekip biçtikleri toprakların mutlu yaşatmak için var olduğuna inanırlar. Her şeyin herkeste olması diye bir zorunluluk, köyde aranan bir hanede olsa herkeste vardır. Bu dayanışma, doğayla iletişimizden fazla bir


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

143

de geçmişimizi yaşatan efsane ve masallarımızdan kaynaklanır.Ben siz okurlarıma onlardan birini anlatmak istiyorum: Rivayete göre, bizim oralarda, istediğinde Tuna suları deryasında, istediğinde de bağ ve bahçelerimizden seçtiğinde “Gökten” adında bir zat yaşar. Bizden sayılan bu zattın bir de “Ahmet” adında bir oğlu vardır. Şeytan bir gün kıyafet değiştirerek Ahmet’e gelip babasını öldürerek babasının yerine geçmesini öğütler. Ahmet babasını öldürür ve tahtına geçer. Ekmek elden su nehirden saltanatın cazibesine kapılan Ahmet kendine bu fikri veren şahsı (şeytanı) yanına çağırır ve onu bir hediye ile ödüllendirmek ister. Ancak şeytan hediye kabul etmez, buna karşılık onu omuzlarından öpmek ister ve öper. Şeytanın öptüğü yerlerde birer ejderha peyda olur ve sonra da şeytan saraydan çıkar ve kaybolur. Bu iki ejderha günden güne büyümektedir. Ahmet ülkesindeki bütün akıl hocalarını toplar ve kimse buna bir çare bulamayınca da hocaların hepsini öldürtür. Ardından öğretmenleri, okul müdürlerini, gazetecileri toplar ve onlar da bir çıkış bulamayınca onları da öldürtür. Olayı uzaktan takıp eden şeytan bir güne kılıf değiştirir ve hakem kıyafetinde ortaya çıkar ve ejderhaların kendisini rahatsız etmemesi için her gün iki genç insan beyni yemesini tavsiye eder. Daha sonra aşçı kılıyla bahçeye giren şeytan, her gün iki gencin beynini hazırlayarak Ahmet’e yedirir. Günler böyle gelip geçerken bir gün şeytan saraydan kaybolur. Saraya iki aşçı alınır. Biri iyi yürekli Halit ile Kerem adlı iki aşçı aralarında anlaşarak saraya getirilen her iki gençten birinin beynini ikiye bölüp Ahmet’e iki beyin diye sunarken kurtulan gençleri de Tuna sularından karşı yakaya gönderirler. Olay böyle devam ederken karşı yakaya geçerek hayatlarını kurtaran gençlerin sayısı 200’den fazla olmuş. Efsaneye göre, bir gün ölüm sırası Kaya adında bir demircinin oğluna gelir. Kaya saraya girerek, bu uğurda 17 oğlunun beyninin çıkarılıp öldürüldüğünü, hiç olmazsa sonuncu oğlunun bağışlanmasını istese de reddedilir. Bunun üzerine o da bu gidişe son vermek isteyen halkla bütünleşerek ve Tuna’nın karşı yakasındakilerden de destek alarak Ahmet’in saltanatına son verir. Ve ondan sonra her şey yeniden başlar.O gün yeni gündür. Bahar bayramıdır.Bu efsanemiz bundan ibarettir. Halkımızın belleğindeki umutta Ahmet’in ölümü yeni günün başlangıcıdır. Aranızda olmaktan gurur duyuyorum. Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi Grubu’nun yeni kalemiyim. Ana Vatan Türkiye’de okudum ve size sonsuz güzellikler ve ibret diyarı Tuna Boyu Dobruca’sını bir vatan sızısıyla anlatmak istiyorum. Teşekkür ederim.


144

BG-SAM

Birkaç Dalımızı Birden Kesiyorlar

Musa Vatansever-10.Mart.2016

Konu: Türk olduğumuzu ne pahasına olursa olsun unutturmak istiyorlar. Çıkış yolu: Her yerde ve her an bizden korkacaklar! “Öfke, taş altında yatsın!” bir Rus atasözüdür. Bulgaristan’daki uygulanışı ise şöyledir. “Türk - Müslümanların problemleri bize hatırlatılmazsa, onlar bizim için yok olacaktır.” Bulgar totaliter rejim uzantıları 26 yıl gibi kısa bir sürede “soya dönüş” dönemi sorunlarını Bulgar toplumuna unutturduğu gibi, sağ ve sol siyasi uçlarda milliyetçi Türk ve İslam düşmanları yetiştirerek, siber saldırı ve propaganda merkezleri ve araçları geliştirerek, bizimle planlı mücadele tahtını ve bayrağını onlara devretmeyi başardı. Devler köpeklerini yetiştirdi ve kendisi geri çekiliyor gibi. Yeni yapılanma içinde artık yerini bulanlar var. Aşırı Bulgar milliyetçilerinin Alfa ve Skat gibi 24 saat saldıran özel TV programları var. Bizi devamlı eksikli, farklı, gerekli olmayanlar olarak göstermeyi becerebilen özel eğitimli kadrolar sahneye çıkarılıyor. Biz her şeyden tamamen mahrum bırakıldık. Türk Müslümanlar kitlesinin bir özel radyo yayınımız, bir günlük dertleşme merkezimiz olmadı, haftalık bir gazetemiz bile yok. Aylık bir tarih, edebiyat, sanat ve sportif dergimiz yok. Bir çocuk gazetemiz, 26 yılda basılmış bir masal veya şiir kitabımız yıllarca çıkarılamıyor. Biz sanki kendini Allah olarak tanıtan bir boğa yılanı sarmış ve hepimizi boğdukça boğuyor. Bulgar yaptığı zalimliği unutturma işini Türk taşeronlara yaptırıyor. “Türkiye sizin için bir şey yapmıyor mu?” diyenlere selamımız oldu. Bizdeki haftalık tek Türkçe Bulgarca gazeteyi biliyor musunuz kim finanse ediyor? Türkiye devletini düşmanları! Türk devletini devirmek için paralelci uşaklarıyla gece gündüz dolap çeviren Feytullah Gülen hoca ajanları. Özel eğitim görmüş ve gazeteci kılığına girmeyi başarmış bu ajanlar öncelikle Bulgaristanlı Türk Müslümanlara karşı mücadele veriyorlar. “Zaman Bulgaristan” gazetesinin her


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

145

sayısıyla öz zekâmızı, bilincimizi kıyım kıyım yontup çöpe atarak bizi bir daha dirilmemek üzere teslim olmaya hazırlıyorlar. Bizim Bulgaristanlı Türk kimliğimize acımasız sinsi saldırılarda bulunuyorlar. Bulgaristanlı Türklere olan yaklaşımı paralel olmakla birlikte, Bulgarlara yaraşmak ve onların gönlünde ısınmak için şu özelliklerini besliyorlar: Tarihimizi, anadilimizi, adetlerimizi, ahlakımızı, namusumuzu yok çarpıtarak, yalan yanlış anlatarak çarpıtıp saydıkları yetmezmiş gibi, bu “aydın bozmaları” Bulgaristanlı Türk Müslümanların gittiği camilerde namaz kılmıyorlar. Mevlitlerimize gelmiyorlar. Yıllık yerel anma törenlerimize katılmıyorlar, ama gidip Kırcaali’nin merkezinde Bulgarlara aşure dağıtıyorlar. Papazları ve Ahmet Doğan hainini ödüllendirme törenleri düzenlediler, düzenliyorlar. Ramazana, bayrama, aşureye Ortodoks Papazları ziyafetlere davet edip bol bol konuşturuyorlar, öz bayramımızın içine papaz kokusu katarak törenlerimizin havasını bozuyorlar, insanımızı Müslüman törenlerinden caydırıp uzaklaştırmayı hedeflerini artık herkes anladı. Memlekette “Zaman Bulgaristan” plâketi almayan papaz kalmadı. Bol kese harçlıklarını US Dolar üzerinden Amerika’dan alan bu ajanlar Bulgar’dan büyük papazcı çıktılar. Hoşgörü (tolerans) masallarını maske ederek hükümet katlarına, bakan ve başbakan katlarına Bulgaristan Türkleri adına, sözde onları temsil edermiş gibi, hatta onların temsilcisiymiş gibi tırmandılar. Bu hareketleri zaten yıllardan beri hepimizi rahatsız ediyordu. Ağızlarına ayarı olmayan bu “aydın” hocacılar T.C. devletine, Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayip Erdoğan’a ve Türk hükümetine karşı bol keseden sitem savururken kırmızıçizgileri hepten çiğnediler. Üstüne üstelik Sofya azılı milliyetçilerle aynı kabağa osurmaları, “SU-24” uçağının düşürülmesinden sonra Ahmet Doğan adlı KGB ajanının ortaya attığı “Bulgar milli çıkarları” doğrultusunda makaleler yazmaları tüm sabır sınırlarını aştı. 2016’da olaylar özellikle de milli çıkarlar ile ideolojik boyutları birbirinden ayırt etmeyi becermekte aciz olan ve habercilikte hainliğe uzanan “Cumhuriyet” gazetesinden Cem Dündar gibi yazılarında isabetli görüş ve tutarlı bakış açısı olmayan yazarları savundular. Dilaltında gizledikleri “T.C.’de basın özgürlüğü olmadığı” görüşünü duyurmak için Bulgar TV yayınlarında poz verdiler. Sınırsız ileri gidişleri “Zaman” gazetesine kayyum atanmasından sonra daha da şiddetlendi. Bu gerin dönemde, ülkemizde de anketler yapıp değişik biçimlerde paralelcilik yapan bu “Zaman grubunda” Bulgaristan Türk Müslümanlarıyla ilgili hayra vesile bir gram gerçekçilik duygusu yoktur. Yıllardan beri Ahmet Doğan hainiyle birlik olup, aralarındaki gizli sözleşmeye sadık kalan, bizim “soya dönüş” yaralarımıza tuz ekip üzerine her defasında dağa büyük ve ağır taş bastılar. Bu paralelci ekip köy kasaba gezip sıradan insanlarımızın bilincini tek tek zehirlemek, kardeşlerimizin beynine paralelcilik aşılamak, milletçe omuzladığımız “Büyük Türkiye” davasından hemşerilerimizi caydırmak, memlekette kalan ve


146

BG-SAM

göç etmek zorunda kalan akrabalarımızın arasındaki bağları koparmaya, kardeşliğimizi otalamaya çalıştılar. Bunlar unutulacak kötülükler değildir. Son günlerde, “Zaman Bulgaristan” Bulgar milliyetçilerine yaranma yolunda Bulgaristan Baş Piskoposluğuna (Sinod) 2016 Nobel Barış Ödülü verilmesi kampanyasına ayak uydurmaya çalışıyor. Bu işte de “Gerçek, taş altında yatsın” atasözüne uyularak hareket ediliyor. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Bulgaristan’da yaşayan Yahudileri Nazilerin ölüm kamplarına götürülmesini engelleyen mücadeleni abartılmış anlatan yazıların ve yorumların dışında kalan gerçeklere bir göz atalım. Bir defa şu unutulmamalıdır ki, Büyük Savaş Yıllarında özellikle de 1943’te Nazı ve Bulgar ordularının işgali altında bulunan Makedonya topraklarında yaşayan Yahudi nüfustan 11 bin kişi Polonya’nın “Maydenek” adlı Toplama Kampına götürülmüş ve yakılmıştır. Bulgar Çarı III. Boris bu Yahudilerin ölüm yolunu durdurmadığı için Nazi suçlularından biridir. Bununla paralel olarak Bulgaristan Başkenti Sofya’da 24 Mayıs 1943’te 25 bin erkek, kadın ve çocuk Yahudi’nin gösteri yaptığı ve Çarın ve hükümetin Yahudileri sürme ve toplama kamplarında, sürgünlerde sömürmesine son verilmesine tepki gösterdiği bilinir. Yüne o zor dönemde Filibe’nin “Orta Mezarlık” mahallesinde bir Yahudi Kampı kurulduğu ve buraya toplanan binlerce Yahudi vatandaşa aynı Almanya ve Polonya’daki ölüm kamplarında uygulanan rejim uygulandığı unutulmamıştır. Ek olarak o dönemde Bulgaristan’daki güçlü partizan hareketinin Yahudileri savunduğunu anımsatırken, okumayanların Yahudi serüvenini anlatan “Struma” romanını okumalarını önermek istiyorum. Bunları yazarken, Bulgaristan’da sahnelenen propaganda oyunlarının içinde bir Rus entrika tuzağı olduğunu seziyorum. 17 Aralık 2015 gecesi HÖH partisi içinde darbe yaparak, Bulgaristanlı Türk Müslümanları kendi aralarında bölen, bir daha hırpalayıp, birbirine düşürmeyi başaran, Türkiye’ye karşı da bir saldırı kampanyası kışkırtan Ruscu ajan Ahmet Doğandan sonra siber saldırı durmadı. 3 Mart Milli Bayram’da toplum bir daha ikiye bölündü. Çökmüş ve dağılmış Rusya imparatorluğunun zafer vesilesinden Milli Bayram törenleri istemeyenler bu defa çoğunluktu. Sinod’un Nobel Barış Adayı gösterilmesi önerisi de yine aynı siber saldırıdan bir halkadır. Tarihsel gerçeği bilen Bulgarlar bu öneriye gülerken toplum yine ikiye bölündü. Hedef toplumu devamlı zorlamak, değerlerin hepsinde kuşku yaratmak ve halkın beraber olma azmini yaralamaktır. Son zamanda adına siber saldırı dediğimiz bu girişimlerin en güçlüsü yine Türk Müslümanlara yöneltildi. Bu defa seçim mitinglerinde Bulgarca konuşulanların Türkçeye tercüme edilmesi de yasaklandı. Halkımızın doğrudan doğruya köpekleşmesi hedeflenmiş ki ellerinden geleni artlarına bırakmıyorlar. Bul-


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

147

salar Türklerin seçime katılmasını da yasaklayacaklar. Saldırı makinesi sürekli yeni hedefler üretiyor. Artık bu baskıdan, zulümden küçümsenmeden kurtuluşumuzu, T.C.’nin Türkçemizi Avrupa Birliği dillerinden biri olarak kabul ettirmesi ve Avrupa Birliği ülkelerinde seçim propagandasının temel dil olarak kabul edilen Türkçe de dahil dillerden birinde yapılmasının yasallaşmasında görüyoruz. Ya da memleket içinde şu ilde propaganda şu dilde bu ilde bu dilde yapılır yasası çıkarılmalıdır. 26 yıldan beri değil 70 yıldan beri ana dava konumuz anadilimizi yaşatmaktı ve bu kutsal davamızda yeni yeni yaralar almaya devam ediyoruz. Şöyle bir önerimiz de var: Bulgaristan’da ve Türkiye Cumhuriyeti’de yaşayan Bulgaristanlı Türk Müslümanlar olarak teker teker imza toplayalım. Anadilimizde okumak yazmak konuşmak ve propaganda yapmak istiyoruz. Tüm isteklerimizi kucaklatan hepimiz tarafından imzalanmış toplu dilekçemizi Birleşmiş Milletlere, UNESCO’ya, Avrupa Birliği İnsan Hakları Mahkemesine, Avrupa Birliği Genel Kuruluna, Avrupa Birliği Azınlıklar Komisyonuna, Bulgaristan Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Rosen Plevneliev’e, Başbakan Boyko Borisov’va ve Halk Meclisi Başkanlığına ve Sofya Halk Meclisi Azınlıklar Komisyonu Başkanlığına vb gönderelim. Bu imza toplama işine T.C.’deki bütün dernek, kulüp, hareket, federasyon ve konfederasyonları göreve çağırıyoruz. Koordinasyon Merkezi olarak BG Stratejik Araştırma Merkezi ve BULTÜRK - Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği ofislerini kullanabiliriz. Ev ev gezilip her vatandaştan bu imza mutlaka alınacaktır. Yolumuz budur! Bu davaya dört elle sarılmalı ve başarıya ulaşmalıyız! Dün, bugün ve yarın karşımıza dikilip bizi ezmek ve yok etmek isteyenleri geriletmenin tek yolu vardır: Bizden her an ve her yerde korkacaklar!


148

BG-SAM

Barbarca Tırmanma Tökezleniyor

Derya Yıldırım-12.Mart.2016

Konu:Yakın Doğu, Avrupa ve dünya siyaset merkezindeki anahtar devlet Türkiye Rusya Başkanı koltuğunda tutunabilmek için kaçınılmaz olarak savaş yürütmek zorunda olduğuna inanılan Vladimir Putin’i anlatabilmek için tarihsel tabloda 1796 - 1855 yılları arasında yaşayan ve ömrünün son 30 yılında Rus Çarı olan Birinci Nikolay’ı aramak zorundayız. Birinci Nikolay’ın çarlığını anlayabilmek içinse, Fransız imparatoru Napolyon Bonapart’ı 1812’de Moskova’da, 1813’te Avrupa birleşik güçleriyle birlikte Leipzig’de ve 1815’te Waterloo’da yenen ağabeyi Birinci Aleksandır’ı tanımak zorundayız. Savaştan bezmiş olan Birinci Aleksandır, “Rusya’nın yeni topraklara ihtiyacı yok” sözleriyle hatırlanır. O imparatorluğunu doğal sınırları içine çekmişti de, savaş çığırtkanlığını barut kokusuyla besleyen Rus milliyetçileri onu “zayıf” ve “kararsız” biri olarak andı. Huzur arayan kardeşinin ölümünden sonra Çar olan Birinci Nikolay, Avrupa savaşlarından etkilenen subay asilzadelerin bir başkaldırısı olan, Rusya’da aydınlanmayı ve toprak köleliğinin kaldırılmasını amaçlayan Dekebristler Ayaklanmasını 1825’in Aralığında kana boğarken yüzlerce kişiyi darağacına çekerek veya zindana atarak göreve başlar. 1830-31’de Polonya Ayaklanmasını da kana boğan Birinci Nikolay Lehleri zorla “Ruslaştırma” siyasetini başlattı. Haklı olarak ona “Avrupa’nın jandarması” unvanı uygun görülmüştü. Zorbalıktan zorbalık doğduğuna göre kaçınılmaz savaş çarkı böylece dönmeye başlar. İç terörü dışarı taşımak için Osmanlıya “hasta adam” diyen bu Rus Çarı “sıcak denizlere inme” stratejisi geliştirdi. İstanbul’a göz dikti ama saldırmaya cesaret gösteremedi. Onun döneminde Rusya “tehlikeli bir buhran içinde” yüzdü. Son büyük Rus diktatörü olarak da bilinen Birinci Nikolay İslav halklarını Osmanlı egemenliğinden kurtarma gibi kendine bir özel misyon uydurdu. Oysa o çağda Osmanlı’da Ortodoks Hıristiyanlar Katolik ve Protestanlardan çok daha iyi yaşıyordu. Rusya steplerinde insanlar “Ölü Canlılar” gibi yaşarken Rus Çarları Türkler arasında sefa süren Hıristiyanların derdine düşmüştü. Ne var ki Rus Çarlığı’nın son nalı 1917’de söküldü. Rus yazar ve yorumcular Vladimir Putin’i kışkırtırken hep Birinci Nikolay’la mukayese ettiler. Bu benzetmeyi yapanlardan biri de Çek Dışişleri Bakanı Karel Şvartsenber oldu. “Birinci Nikolay zamanında Orta Asya’nın büyük kısmı


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

149

Rusya’nın kontrolü altına geçti. Onun zamanında Batı hep kaybetmişti,” diyen bakan, Kırım Savaşı’nda (1851- 1856) bütün Batı’nın Büyük Britanya, Fransa ve Osmanlı’nın Rusya’ya karşı birleştiğini unuttu. Kırım Savaşı’nda Batı devletlerinin kullandığı savaş araçlarının Rus silahlarından çok ileri olduğunu gören Birinci Nikolay intihar eder. Birinci Nikolay - Putin benzetmesini çizebilmek için, ikincisinin 1999’da henüz toy bir başbakanken bombalattığı Çeçen toprağının bir kan gölüne dönüşünü hatırlamalıyız. Çeçen barbarlığı Putin’in diktatörlüğe yükseliş basamağında birinci ayak oldu. Savaş kokusuyla beslenen Rus yurtseverliği (patriotizm) Kuzey Osetya Özerk Cumhuriyeti ile Abhazya Özerk Cumhuriyeti’nin silah gücüyle ezilmesini alkışladı. Gürcistan savaşında esin buldu. Gerek Çeçen - Vandallığında gerekse 9 yıl sonra gerçekleşen Osetya, Abhazya ve Gürcistan saldırılarında Rus ordusu silahsız sivil halka karşı otomatik silah, tank, top ve uçak kullandı. Bütün Rusya ürperdi, toplum kasıldı, isterik korku belirdi. Birleşik Amerika Başkanı Barak Obama “Rusya, bütün dünya tarafından tanınan insan haklarını ve temel ilkeleri çiğneyemez!” dedi fakat Putin devletler hukukunu çiğnemeye devam etti. Top namlusu, Stalin’in ölümünden sonra 1954’te Sovyetler Birliği sınırları içindeki 15 cumhuriyetten biri olan Ukrayna’ya katılan Kırım Yarımadasına çevrildi. 2014’te Putinciler “Kırım Bizim” sloganı yükseltti. Ukrayna’daki Rus azınlığı savaşa kışkırtılar. Kırım ilhak edilirken ülke ikiye bölündü. Rusya Doğu Ukrayna’ya çöreklendi. Putin sadece 10 yıl gibi kısa bir sürede “kötülükler imparatorluğu” yarattı. Nitekim tırmanan saldırganlığa göğüs germek için demokratik dünya giderek birleşti. Batı dünyası, NATO, Avrupa Birliği ve Birleşik Amerika Türkiye’nin yanında anti-terörist cephede buluştu. Kural tanımayan Rus yayılmacılığı demokratik Avrupa’yı uyandırdı. Devlet Başkanı Putin “G-8” zirvesinden çıkarıldı. Soçi Olimpiyatları birçok devlet tarafından boykot edildi. Rusya’ya karşı ekonomik, ticari, teknik ve teknolojik yaptırımlar (ambargo) uyguladı. Moskova bu önlemlerden gerekli ders almadı. Saldıracak yer ararken kendi halkından 5 milyon insana kıyan Şam diktatörü Esat’ın sözde davetine uydu. “Anti-terörist” maskesi takarak Suriye’de sivil halkı ve diktatör Esat’a karşı savaşan güçlerin mevziilerini yoğun bombalamaya fırsat buldu. Yakın-Doğu’daki savaş alanını genişletmeye çalışırken Türkiye Cumhuriyeti semalarını ihlal eden “CU-24” uçağının düşürülmesinden sonra tek yanlı ticari ve turistik önlemlerle Türkiye’ye zor günler yaşatma yolunu seçti. Ana niteliği sınırsız yayılmacı barbarlık içeren Putinci tırmanmanın karakteristik özelliğinde “çaresizlik” ve “aman yarın ne olacak” korkusu ağırlık kazanmaya başladı. Suriye’de 5 aylık bombalama Rusya’ya bütçesini 161 milyar


150

BG-SAM

US Dolar büzdü. Gelirinin % 50’sini petrol ve doğal gaz dış satışından toplayan devlet bütçesi açık verdi ve sosyal kısıtlamalar başladı. Bunalımın yükünü üstlenmek istemeyen Rus zenginler Batıya kaçmaya başlarken, Moskova varoşlarında yeni inşa edilen asilzade köşklerinin fiyatı 5 defa ucuzladı ve alıcı bulamıyor. İç pazarı daraltı. Rus yönetiminin Merkezi Avrupa’ya yönelik stratejik tasarımları - “Güney Akım” gaz boru hattı, “Türk Akım” ve “Kuzey Akım” suya düştü. Durum artık endişeli olma sınırını açtı. Herkes için korku doğurdu. En büyük kötülüğün bile sonu olduğuna inananlar, hiçbir halkın havadan bombalamakla yok edilemeyeceği inancında birleşiyor. Milyonlarca cana mal olan savaşın öncelikle petrol ve doğal gaz yollarını kontrol altında tutma savaşı olduğunu kanıtladı. Doğal enerji kaynaklarının bulunduğu Orta Asya, Hazar Havzası ve Arap Yarımadası’nın Avrupa yolunun Anadolu’dan geçtiğini bilmeyen kalmadı. Bu yolun sahibi ise, Orta Doğu’nun anahtar konumlu ülkesi olan Türkiye’dir. Türk devletinin Putin’in stratejik planlarına alet olmak istememesi ise, fışkıran Rus düşmanlığının temel nedenidir. Putin Rus halkıyla yüzleşmeden kaçmaya başladı. Çeçen ve Osetin toprağını kan gölüne çevirdikten sonra bir ay kaybolmuştu. Ukrayna’da oluk gibi kan akınca Putin 2 ay kayıplara karışmıştı. Şimdi Suriye halkı trajedisiyle yüz yüzeyiz. Ortada milli sınırları aşmış, denizlere akan, birçok ülkeyi bağlayan, Avrupa Birliği Genel Kurulunda ana konu olan, Türkiye AB ilişkilerine yüklenen milyonlarca insanın kaderi var. XX. yüzyıl savaşlarında 100 milyon insanın ölümüne neden olan Kremlin saldırganlığı, XXI’inci yüzyıl başında yarattığı insanlık acısını daha önce yaşatamamıştı. Gözlenen can çekişmesi, büyük bir imparatorluk hevesinin toslamasından sonraki feryattır. Halkların ortak davası haline gelen Putin çılgınlıyla savaşım dalga dalga güç topluyor ve mutlaka muzaffer olacaktır. Artık doğal gaz denizinde yüzen Türkmenistan da enerjisini Rusya üzerinden satmaktan vazgeçti. Suriye’yi bombalayan Putin’in aslında Suudi Arabistan, Katar, Mısır ve Akdeniz doğal gazının T.C. üzerinden AB ülkelerine ulaştırılması projelerini çökertmeyi hedefliyor. Geçici bir zaman için bunu yapabilse bile, “geçicidir” dediğimiz bu süre, giderek kısalıyor. Medeni dünya Rus doğal gaz ve petrolüne olan talebini kendisi karşılayabilecek duruma geldi. Teknolojik olarak Rusya’dan çok ileri olan Avrupa ve Birleşik Amerika temel enerji kaynakların nitelik olarak değiştiriyor. Amerika sıvı gazı artık taştan alıyor. Almanya güneş ısısından bir buçuk kat daha büyük sıcaklığa ulaştı ve elektrik enerji üretim yolunu kısaltabildi. Eski kıta karanlığı deliyor. Dünya değişiyor. Almanya’da 50 bin elektrikli otomobil şarj tesisi kuruldu. Putin’in siyaset sahnesinden kaybolmasına sebep olan Rusya’nın teknolojik olarak bu defa da uygar dünyadan çok ama çok geri kalmış olduğunu algılamasıdır. Rusya’nın dünya gücü doktrininin


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

151

mezarını kazan işte bu geri kalmışlık ve aşamadığı teknolojik yenilenme engeli oluyor. Görülen, eski bombaları depolardan çıkarıp Suriye fındık fıstık bahçelerine, ekin tarlalarına atmak hiçbir sorunu çözecek durumda değildir. Beşar Esat’ın diktatörlük günlerinin sayılı olduğuna inananlar da çoğunluktur. Sivil Suriyelileri vatan toprağından ölüm tehlikesi yaratarak kovan PutinEsat ikilisi Türkiye’den başlayarak, Balkanları, Orta ve Kuzey Avrupa’yı savaş kaçağı - sığınmacı çadır kampı haline getirdi. Akdeniz dalgaları cesetleri sahillere taşıyan sıhhiye taburu rolü görmese, medeniyetlerin beşiği olan bu güzelim deniz artık “ölü deniz” olacaktı. Kucaklarında çocuklarıyla ata ocağından kaçmak zorunda kalan zavallı alayları üstüne herkes bir plan kurarken, gerçek yüzünü gizleyemedi. Savaş kaçaklarına olan yaklaşım 21. yüzyılın insanlık kıstası olurken, daha ilk günde Türkiye devletinden daha insan sever bir ülke, devlet ve halk olmadığını görmeyen kalmadı. Ne ki sağanak yağış ve kar altında demiryolu rayları arasına çadır kuran bu zavallı felaketzedelere kör, sağır ve ilgisiz bakanlar bugün de çok! Dedeleri gelip geçen olur diye köprübaşına, yol kavşaklarına tava çıkaran bizden başka şimdi de gönül sofrası açan yok. Bulgar Dışişleri Bakanı Mihov da aralarında göçmenler konusunda Brüksel’de varılan sözleşmelerde değişiklikler istemesi kendi derdini kendine anlatan acizliği bir başka ifadesidir. Yarım asır önce evlerimize ve topraklarımıza göz dikenlerin bugün göçmen çadırlarına kurulan sofralara göz dikmesi kimseyi şaşırtmadı. Göçmen faciası bir kuru ağaçtan dal koparılması değildir. Kanadıkça kanayacak derin bir yaradır. Bu yüzyılın kaderini belirleyecek niteliktedir. Demokratik dünya kötülük bataklığının kurutulmasında her zamankinden daha kararlı ve azimli olmalıdır. Bu dava Türkiye Yakın Doğu barışı garantörü olana kadar sürecektir. İlk ve son hedefinde bir de saldırgan uşağı taşeronların kafalarını kesin ezmek var. Bu arada eski kıtayı sığınmacı acısına boğmayı planlayanların başı olan Putin Türk halkının sonsuz insan sevgisini, son lokmasını da paylaşma geleneklerini bu defa da algılayamadı. Bu bakıma tamamen tosladı. Türk sofrasına oturan her gencin her defasında saldırgan Ruslara düşman kalktığını da düşünemedi. Katillerin dininde, ahlakında ve namusunda olmayan büyük bir gerçeklik var bizde. “Kapımızı çalan kardeşimizdir.” Bu gözle görülmeyen ve dile gelmeyen büyüklük, hoşgörülü Türk dünyasının eski olduğu kadar yeni hususiyetidir. İnsanları kardeş olan bir halk hiçbir silahla yenilemez, asla dize gelmez. Bundan 161 yıl önce Kırım’da Osmanlı Ordularıyla birlikte Fransızlar ve İngiliz tüfeği de patladığında Birinci Nikolay kalp krizinden gitmişti. Dünya medeniyetlerinin kendisie karşı dikilişine dayanamamıştı.


152

BG-SAM

Son Rus diktatörü Vladimir Putin öldürdüğü Çeçen, Osetin, Gürcü, Kırım Tatarı, Ukraynalı ve Suriyeli Müslümanların ahini çekmek zorundadır. En yakın köpeği olan Çeçen katili Ramzan Kadirov’un telefonlarına çıkmaz olmuş. Kremlin önünde düşen son şehit Nemsov’u da öldürttüğü ortaya çıkan bu katil-başının akıttığı kan Putin’in üzerine sıçrıyor. Kırım Tatarlarına 1940 zulmü ve kitle katliamlar asla unutulmadı. Çeçen halkı zulme karşı yeniden uyanıyor. İçme suyu kaynaklarına zehir, petrol kuyularına dinamit, köylere kanatlı füze, pazarlara varil bombası ve daha neler neler atan savaş katilleri okul ve hastaneleri yıktılar. Semtleri ve şehirleri yerle bir edip yaşanmaz hale getirdiler. Bu vahşetin hesabı sorulmayacak mı? Çocuk çığlıkları, anaların bağrışları, kolsuz, başsız ve bacaksız cesetler kâbusu olanların yarını olamaz. Ve tüm bunların üstünde Amerika Birleşik Devletleri, Büyük Britanya, Fransa, Almanya ve Türkiye’nin Putin’e sen de bir teröristsin demesi katilin dünyasına sis gibi çöktü. Bu defa Rus diktatörü her defasından fazla ve iyice sıkıştı. Çeçenleri, Gürcüleri, Yakın Doğu’yu bombalarken köprüleri yıkmakla kalmadı savaşı da kaybetti. Rus TV kanalarının en ünlü yorumcusu Vladimir Pozner işte şu yorum yaptı: “Şahsen benim için Rusya milli menfaatlerinin savunulması ülkemizin ekonomik gücünün artmasında ifade bulur. Biz ekonomik olarak güçlenemezsek, savaşları kaybederiz ve hiçbir alanda başarılı olamayız. Son yıllarda Rusya ekonomik gücünü kaybediyor, iç ve dış politikada belirlediğimiz hedeflerden hiç birine ulaşamıyoruz, bu yüzden Rusya’da alarm çanları çalıyor!” Birinci Nikolay’ın sonu Putin’in kapısını da artık çalıyor.

Ankara Batı Trakya Türk Birliği Derneği’nde Seminer

İsmail Cingöz-13.Mart.2016

12 Mart 2016 Cumartesi günü merkezi Ankara’da bulunan Batı Trakya Türk Birliği Derneği’nin düzenlemiş olduğu etkinlikte; BULTÜRK Ankara Temsilcimiz Sayın İsmail Cingöz tarafından “Balkanların Dünü ve Bugünü” konulu bir seminer verilmiştir.


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

153

Balkanların Dünü ve Bugünü Özet M.Ö. II. Yüzyılda Karadeniz’in kuzeyinden başlayan Türk göçleri Balkanlar ile Avrupa’nın içlerine kadar geniş bir bölgeyi etkilemiş ve uzun bir süre Türk hâkimiyetinde kalmıştır. Fakat bu Türk kavimlerinden sonra aynı bölgeye olan yoğun Slav göçlerinin etkisi ile zamanla Slavlaşarak asimile olmuşlardır. Anadolu üzerinden gelen Türkler ise Balkan ve Avrupa coğrafyasına Türk kimliğinin yanında İslam’ı da getirmişlerdir. Osmanlı Devleti 500 yıldan fazla bir süre adalet ve barış içerisinde yönettiği bölgeden geri çekilmesiyle birlikte etkisi günümüze kadar devam eden göç ve göçmen sorunu ortaya çıkarken, bir taraftan da geride kalan Türk-İslam nüfusunun gölgede yaşadığı sıkıntı ve zulümler baş göstermeye başlamıştır. Özellikle Yunanistan ve Bulgaristan’da pervasızca devam eden baskı ve zulümlerin AB üyesi olmalarına rağmen halen devam etmekte olduğu görülmektedir. Anahtar Kelimeler: Azınlık, Bulgaristan, Osmanlı, Türk, Yunanistan. Balkanlar’da Türk Varlığı Kök itibariyle Türkçe olan “Balkan” kelimesi (Şaybak, 2006: 50), Batı Trakya ağzında dağ anlamında kullanılmaktadır (Şentürk, 2006: 26). Balkanlarda Osmanlı Devleti’nin 1352 yılında Gelibolu Yarımadasına geçmesi ile başlayan Türk-İslâm hâkimiyeti, tarihimize 93 Harbi olarak geçen 1876 - 1877 Osmanlı - Rus Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin yenilmesi ile başlayan geri çekilme dönemine kadar yaklaşık 500 yıl kesintisiz olarak devam etmiştir. Ancak bilinenin aksine Türkler Balkanlara Osmanlı Devleti ile gelmemişlerdir. Türklerin Batı Trakya bölgesindeki varlıkları 2100 yıldan fazla bir zamana tekâmül etmektedir (Atun, 2009). M.Ö. II. yüzyılda bir Türk boyu olan İskitlerin (Sakalar) Batı kolunun Orta Asya’dan başlattıkları ilk göçleri (Cin, 2009); IV. yüzyılda Hun, V. yüzyılda Avar, IX. yüzyılda Peçenek ve XI. yüzyılda Kuman (Kıpçak) Türkleri sürdürmüşlerdir (Atun, 2009; Toksöz, 2011). Bu Türk boyları ile birlikte Bulgar, Oğuz ve Ogur (Utrugur) Türklerinden de yer alanların olduğu bilinmektedir. Fakat bu Türk boylarının büyük bir çoğunluğu (Şaybak, 2006, 58; Nuri, 2013) Türklerden sonra yaşanan yoğun Slav göçleri (Tikici ve diğ., 2008) ile zamanla Hıristiyanlaşarak, dillerini terk ederek Slavlaşmışlar, Türklüklerini ve benliklerini kaybederek asimile olmuşlardır. 1071 Malazgirt Meydan Muharebesinde Selçuklu ordusuna karşı Bizans ordusunda yer alan Peçenek Türkleri, savaştıkları ordunun Türk olduklarını an-


154

BG-SAM

lamaları üzerine saf değiştirmişler ve Sultan Alparslan’ın zaferinde etkin rol almışlardır (Nuri, 2013). Balkanlarda Kuman-Peçenek Türk Federasyonu 1091 yılında dağılmış, Trakya ve Rodoplar, Makedonya ile Bulgaristan’ın dağlık kesimlerinde Şaman inançlarına bağlı olarak yaşayan Kumanlar Osmanlı Devleti’nin 20 Ağustos 1389’da I. Kosova Savaşı ile gerçekleşen fetih sonrası gönüllü olarak İslâm Dinine geçmişlerdir (Toksöz, 2011). Mevcut kaynaklara göre Türklerin Anadolu üzerinden Balkanlara geçişleri üç farklı şekilde gerçekleşmiştir. İlk olarak; 1065 yılında Konya bölgesine gelen yaklaşık 55 - 60 bin Müslüman Yörük-Türkmen, Bizans tarafından Dedeağaç, Kavala ve Selanik üzerinden deniz yolu ile getirilerek Batı Trakya, Rodoplar ve Makedonya bölgelerine iskân edildikleri görülmektedir (Nevrezova, 2006: 28). İkincisi olarak Osmanlı Devleti’nden 11 yıl önce 1341’de Bizans İmparatoru III. Andranikus’un ölmesi üzerine yaşanan taht mücadelesinde Aydınoğlu Umur Bey’in Kantakuzen’e yardım amacıyla donanma ile Rumeli’ye geçmesi ile olmuştur (Toksöz, 2011). Üçüncü olarak ise Osmanlı Döneminde Orhan Gazi’nin oğlu Şehzade Süleyman Paşa’nın 1352’de Gelibolu Yarımadasına geçişi ile olmuş ve bir yıl içerisinde Tekirdağ bölgesi fethedilmiştir. Sultan I. Murad döneminde düzenli ordularla yürütülen fetihler ile 1361’de Edirne, 1362’de Filibe, 1364’de Stara Zagora (Zağra) ele geçirilmiştir. Padişah Yıldırım Bayezid’in 1395’de Bulgarların o zamanki başkenti Tırnova’yı fethetmesi ile Bulgaristan’ın tamamen Osmanlı egemenliğine geçmesi ile Osmanlı adalet ve hoşgörü dönemi de başlamış (Konukman, 1990: 20), bölge 559 yıl adalet ve hoşgörü ile yönetilmiştir (Atun, 2009). Osmanlı Devleti döneminde Türk kültürüne ait önemli eserlerin inşa edilmesi bölgede bulunan Hıristiyan halkın kültürünü de etkilemiştir. Sadece cami ve medreseler inşa edilmemiş, imara da önem verilerek; yollar, köprüler, hastaneler, han, hamam, kaplıca, ılıca, kervansaray, saat kuleleri, imaret, türbe, çeşme, bedesten, kütüphane gibi 15 bin 787 adet mimari eser Balkanlara inşa edilmiştir. Bölgede yalnızca dini eserler inşa etmemesi ile Osmanlı’nın asimilasyon amacı olmadığının bariz bir göstergesi olarak değerlendirilmektedir. Fakat Türk kimliğinin yok edilmesi amacıyla bu eserlerin büyük bir kısmı yok edilmiş, çok az bir kısmı orijinal halde günümüze kadar gelebilmiştir (Tikici ve diğ., 2008). Osmanlı Devletinin; halkın dini inançlarını, malını ve canını güvence altına almış olması, hâkim olduğu bölgelerde imar çalışmalarına öncelik vermesi, devlet dâhilindeki halkların barış içerisinde hayat sürmelerine imkan tanıması ile Balkanlarda son yılları hariç olmak üzere neredeyse savaşsız bir dönem geçirmesini sağlamıştır. Fakat milliyetçilik fikirleri ile hareket eden halkların faa-


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

155

liyetleri ile XIX. yüzyılda bölgeye huzursuzluk ve kargaşa hakim olmuştur (Tikici ve diğ., 2008). Balkan tarihi için Türk varlığının XIII. yüzyıldan itibaren zirveye ulaşmasında; Osmanlı Devleti’nin Balkanları fethetme süreci ile birlikte Anadolu’dan Türkleri bu bölgelere yerleştirmesi şeklinde başlayan iskan politikası etkili olmuş (Tikici ve diğ., 2008) ve kalıcı hale gelmiştir. Osmanlı Devleti tarafından Rumeli adı verilen Balkanlara fetihlerle birlikte nüfus yapısında denge oluşturabilmek amacıyla Anadolu’dan kitleler halinde getirilen Müslüman Türkler ile kısa zamanda Müslüman-Türk nüfusu artmış, özellikle de Bulgaristan’da % 70-80’lere varan oran ile çoğunluk hale gelmiştir (Maral, 2010: 1). 1633, 1639, 1641 ve 1696 cizye defterleri kayıtlarına göre bütün köylerde Hristiyan nüfusa rastlanmış olsa da birçoğunda Müslüman nüfusun %89’lara kadar çıkmış olduğu görülmektedir (Koyuncu, 2013). Türklerin Balkanlarda gerçekleştirdiği fetih hareketleri devam ederken bir taraftan Katolik, diğer taraftan Rum kiliselerinin baskılarına dayanamayan Protestan Bosna Hersek Basle (Basel) Konsili bir kurtuluş çaresi olarak 1410 yılında Türkleri ülkesine davet ederek, Rum Ortodoksluğuna İslâm’ı tercih etmiştir (Nuri, 2013). Osmanlı Devleti’nin Balkanlara fetih hareketlerinde daha önceki Karadeniz üzerinden gelmiş olan Türk kavimlerinin bir kısmının yardımcı ve faydalı oldukları görülmüştür (Toksöz, 2011). Bulgaristan’ın fethi sırasında XI. Yüzyıldan itibaren bölgeye yerleşmiş ve XIV. Yüzyıldan itibaren İslâmiyet’e girmeye başlamış olan Kuman (Kıpçak) Türklerine bu yardımlarından dolayı Slav dilinde yardımcı anlamına gelen “pomaga” sıfatı verilmiş ve bu tarihten itibaren de “Pomak Türkleri” denilmeye başlanmıştır (Nevrezova, 2006: 9). Pomakların gönüllü olarak İslâmiyeti benimsemeleri ve zamanla İslâm dinine geçmeleri XVIII. Yüzyılın ortalarına kadar devam etmiştir (Koyuncu, 2013). Balkanların yerli halklarından İslâmiyet’e geçmemiş olanlar ise kendi din ve dillerini korusalar da Osmanlı Devleti’nin fetihleri ile birlikte bölgeye yerleştirilen Türklerin etkisi ile Türk usulü hayat tarzından etkilenerek benimsemişler, zamanla gelenek-görenekleri ve sosyo-kültürel özellikleri Türk tarzına doğru evrilmeye başlamıştır. Fakat Osmanlı Devleti’nin Balkanlardan çekilmesi ile Avrupa kültürü etkili hale gelmiştir (Tikici ve diğ., 2008). Osmanlı Devleti idaresi altında bulunan tebaanın statüsünü Tanzimat Fermanı’na kadar etnik kimliğe göre değil, dinî mensubiyetlerine göre dizayn etmiştir. Fakat Osmanlı politikaları asimile üzerine bina edilmemiş, gayri Müslimleri İslâm’a, Türk olmayanları Türkleştirme gayreti içerisinde olmamıştır. Os-


156

BG-SAM

manlı Devleti fethettiği Hıristiyan ülkelerin toplum yapısına, dini inanç ve ritüelleri ile genel yönetim biçimine müdahale etmemiştir (Türbedar, t.y.). Osmanlı Devleti’nin Balkanlardan Çekilmesi Osmanlı Devleti 1299 yılında Söğüt’te bir Uç Beyliği’nden devletleşmeye geçişi ile birlikte fetih bilincinden hareketle sürekli büyümüştür. Bu büyüme başlangıçta Bizans İmparatorluğu yönünde olmakla birlikte zamanla üç kıtaya yayılmış, bir Cihan İmparatorluğu olmuştur. Osmanlı Devleti’nin en kudretli dönemi genel olarak Kanuni Sultan Süleyman dönemi olarak kabul edilegelmiştir. Fakat Kanuni’nin 7 Eylül 1566’da Zigetvar Kuşatması esnasında vefatından sonra yükselme devrinin de sona erdiği ve duraklama döneminin başladığı da varsayılır. 1683 yılına gelindiğinde IV. Mehmet döneminde Merzifonlu Kara Mustafa Paşa komutasında Viyana II. Defa kuşatılmış fakat Osmanlı ordusu bu savaşı kaybetmiş ve tarihin akışı değişmiştir (Turan, 1998). Bu yenilgi ile birlikte başlayan toprak kayıpları 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşından sonra çok daha vahim hal almaya başlamıştır. Sürekli geri çekilmelerle birlikte Osmanlı Devleti ve halk “muhacir ve göçmen” kelimelerini bizzat yaşayarak öğrenmeye başlamıştır. Bu arada Osmanlı tebaası içerisinde bulunan azınlıklar da bu zayıflıktan yararlanarak milliyetçilik fikirleri ile birlikte bağımsızlık hareketlerini de başlatmıştır. 1789 Fransız İhtilali’nin etkisiyle Osmanlı’da ilk isyan hareketi 1808’de Sırplardan gelmiştir (Hasan, 2012a). Fakat Osmanlı Devleti’nden ilk defa bağımsızlığını elde edenler Yunanlılar olmuştur. Bürokrasi içerisinde oldukça fazla Rum olması ve dış güçlerin de desteği ile sistematik bir isyan yürütülmüştür. İlerleyen zamanda 1828 - 1829 Osmanlı-Rus Savaşı sonrası Yunanlılar 1829 Edirne Antlaşması ile özerklik, Şubat 1830 Londra Antlaşması ile de bağımsızlıklarını elde etmiştir. Yunanistan’ın bağımsızlığı ile diğer azınlıklarda bağımsızlık fikirlerinin daha da canlanmasına vesile olurken, dış devletlerin Osmanlı İçişlerine daha fazla müdahil olmalarının önü açılırken, Fransa’nın 1830 Cezayir işgal örneğinde olduğu gibi Batı’nın Osmanlı karşıtı tutumları her geçen gün sertleşmeye başlamıştır (Hasan, 2012b). Bu süreçte 93 Harbi Türkler için kelimenin tam manasıyla bir felaketle sonuçlanmış, savaş sonrası Bulgarlar, Rus desteği ile Çatalca önlerine kadar gelmiş, nihayet 3 Mart 1878 Ayestefanos (Yeşilköy) Antlaşması imzalanmış ve Tuna Vilayeti Bulgar Prensliği kurulmuş, aynı zamanda Sırbistan, Romanya ve Karadağ da Osmanlı’dan ayrılarak bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir (Nevrezova, 2006: 10).


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

157

Tuna cephesinde devam eden yedi ay süreli savaş sonucunda 600 binden fazla Müslüman Türk göçe zorlanmış, 350 binden fazlası ise katliam, açlık, soğuk ve salgın hastalıklarla feci şekilde hayatlarını kaybetmiştir (Maral, 2010: 2). Bu zamana kadar göçler genel olarak Balkanlardaki Türk bölgelerine doğru olurken, ilk kez Anadolu’ya Türk göçü bu savaş ile başlamıştır. Ve maalesef ardı kesilmez bir şekilde de devam edecektir. Balkan Savaşları Osmanlı Devleti’nden bağımsızlığını elde eden devletlerden Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ Krallıkları bir araya gelerek 8 Ekim 1912 - 30 Mayıs 1913 tarihleri arasında Osmanlı Devleti’ne savaş ilan ettiler ve Osmanlı’ya karşı galip gelerek Balkan topraklarının büyük çoğunluğunu Edirne ve Kırklareli’ye kadar ele geçirdiler. Yaşanan I. Balkan Savaşı sonrasında Osmanlı’dan elde ettikleri toprak paylaşımında en karlı olarak Bulgaristan’ın çıkmasından müttefikleri ve komşuları memnun olmamıştır. Bu düşüncelerle Sırbistan, Yunanistan, Karadağ ve Romanya Bulgaristan’a savaş ilan ettiler. 16 Haziran - 10 Ağustos 1913 tarihleri arasında yaşanan savaşta Osmanlı Devleti de kaybettiği toprakların bir kısmını kurtarabilmek amacıyla savaşa dâhil olarak Bulgaristan’a savaş ilan etti ve Edirne ile Kırklareli’yi geri almıştır (Özlem, t.y.). Bu savaşta Bulgaristan ağır bir yenilgi almış, Balkan devletlerinin sınırları yeniden belirlenmiştir. Viyana Savaşı’ndan itibaren geri çekilme ile başlayan Türk göçü dalgaları Balkan Savaşlarında da yaşanmıştır. Bu göç dalgaları Birinci Dünya Savaşı döneminde ve Mondros Mütarekesi sonrası terk edilen bölgelerden gelenlerle devam etmiştir. Fakat Kurtuluş Savaşı sonrasında imzalanan 1923 Lozan Antlaşması ile yeni bir durum ortaya çıkmış ve mübadele olayı yaşanmıştır (Kara, 2005). Batı Trakya Batı Trakya diye tabir edilen coğrafi bölgeyi belirmek gerekirse; Yunanistan’ın Kuzeydoğu bölgesinin doğusunda, Dedeağaç, Gümülcine ve İskeçe şehirleri, Doğu Makedonya’da yer alan Kavala ve Drama şehirleri ile Bulgaristan’da yer alan Rodop Dağları ile Ege Denizi arasında yer alan Meriç Nehri ile Karasu Nehirleri arasında kalan bir bölgeyi işaret etmektedir (Cin, 2009). Balkan Savaşı devam ederken Osmanlı Devleti’nin bu savaşa katılmaması yönünde telkinlerde bulunan Batılı Devletler, Osmanlı’nın savaşa dahil olması ve Edirne ile Kırklareli’nin geri alınması karşısında en azından Meriç Nehri’nin batısına geçilmeyeceği taahhüdü istemişlerdir. Bu taahhüt isteğini kabul eden Osmanlı yönetimine karşılık o zaman Yarbay olan Enver Paşa, Edirne’den ordu içerisinden bir grubu Kuşçubaşı Eşref komutasında Ortaköy üzerinden Batı Trakya’ya


158

BG-SAM

Toplam

Ermeni

Müslüman Çingene

Yahudi

Müslüman Gagavuz Türk

Yunan

Bulgar

Türk

girmeleri emrini vermiştir. Bu küçük birlik Koşukavak, Mestanlı, Kırcaali, Gümülcine ve İskeçe bölgeleri Dedeağaç hariç olmak üzere ele geçirilerek Süleyman Askeri Bey’in Erkan-ı Harbiye ve Garbi Trakya Hükümeti İcraiye reisi ünvanı taşımasına rağmen Salih Hoca reisliğinde (Özlem, t.y.) 31 Ağustos 1913’te Garbi Trakya Hükümet-i Muvakkatesi (Atun, 2009) adıyla ilk Türk Cumhuriyetinin kurulduğu açıklanmıştır. Çünkü II. Balkan Savaşı’ndan sonra 29 Eylül 1913 tarihli İstanbul Anlaşması ile Edirne dâhil Doğu Trakya Osmanlı Devletine bırakılmasına karşılık Batı Trakya’nın Bulgaristan’a bırakılması hükmünü “Batı Trakya Geçici Hükümeti” tanımadığını açıklayarak (Atun, 2009) idari teşkilatlanmasını tamamlamaya girişmiştir. Fakat bu devlet Batı Trakya’da kurulan ilk Türk Devleti değildir. İlk olarak Rodop Türkleri tarafından Çirmen Kasabası’nda 1878’de “Hükümet-i Muvakkate” ismiyle bir hükümet kurulmuş ve sekiz yıl varlığını sürdürmüştür. Dolayısı ile 1913’te kurulan Türk Devleti ikincisidir. En önemlisi de tarihte Türk kelimesi ile kurulan ilk Cumhuriyettir ve Yunanistan ile Bulgaristan tarafından da tanınmıştır. Kendi bayrağı, milli marşı, askeri ve devlet idari teşkilatlanmasını tamamlamayı başarmıştır. Yasalarını yapmış, adli teşkilatını ve bütçesini oluşturmuş, pul ve pasaport uygulamasına geçmiştir (Atun, 2009). Osmanlı Devleti tarafından Bulgaristan’a bırakılması kabul edilen Batı Trakya, 30 Ekim 1913’te Bulgaristan tarafından tamamen işgal edilmiştir. “Batı Trakya Geçici Hükümeti” mücadelesine tek başına 3 aydan fazla direnememiş (Atun, 2009) ve Batılı Devletlerin baskısına dayanamayan Osmanlı’nın da telkinleri ile kendisini feshetmek zorunda kalmıştır (Cin, 2009). Balkan Savaşlarına kadar bölgede Türk nüfusunun ezici olarak çoğunlukta olduğu görülmektedir. Tablo: 1 Batı Trakya’nın 1910 Yılı Nüfus Dağılımı

325.000 30.000 11.000 3.500 1.600 4.000 850 430.350 (Atun, 2009) Balkan Savaşlarının ardından Osmanlı Devleti ile fiziki sınırları kalmayan Arnavutluk da bağımsızlığını ilan ederek İşkodra’yı topraklarına katarken, Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki Selanik, Manastır, Kosova, Yanya ve İşkodra


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

159

vilayetlerinin paylaşımında en karlı olan Yunanistan olmuştur. Buna göre tarafların elde ettikleri kazanımlar şöyle olmuştur; Tablo: 2Balkan Savaşları Sonrası Devletlerinin Kazanımları Yunanistan Sırbistan Bulgaristan Karadağ Toprak / Km2 50.000 30.000 18.000 5.000 Nüfus 1.600.000 1.200.000 1.000.000 15.000 (Atun, 2009) Ayrıca Şubat 1914’te Londra’da İtalya’nın Ege adalarında Meis hariç işgali altında bulunan adaları kendisinde, İmroz, Bozcaada haricindeki diğer Ege adaları da Yunanistan’a kaldığı hususlarını içeren esaslar tespit edilmiştir (Atun, 2009). Bu hususların tespiti yapılırken Birinci Dünya Savaşı başlamıştır. Ardından Milli Mücadele dönemi başlamış ve Lozan Antlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti yeni bir devlet olarak ortaya çıkmıştır. 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgal eden Yunanistan, 4 Ekim 1919’da da Trakya’da giriştiği Türk topraklarını işgal eylemini 29 Eylül 1922 Mudanya Mütarekesi’ne kadar sürdürmüştür (Cin, 2009). Bu arada “Batı Trakya Umumi Merkezi” adıyla 15 Ekim 1919’da Fransa himayesi altında kurulan yeni bir hükümet ise 23 Mayıs 1920’de yıkılmıştır (Atun, 2009). Mudanya Mütarekesi gereğince 3-18 Ekim 1922 tarihlerinde Doğu Trakya’yı terk eden Yunanistan, 1923 Lozan Antlaşması ile bu bölgeyi Türkiye’ye bırakırken, Batı Trakya’yı kendinde bırakmayı başarmış ve o dönemde bu bölgede 129.120 Müslüman Türk olduğunu açıklamıştır. Ayrıca bu bölgede “Türkçe Konuşan Yunanlılar” olarak kabul edilen yerli Ortodoks Hıristiyan Gagavuz Türkleri ile Lozan Antlaşması kapsamında Türkiye’den mübadele gereği gönderilen Ortodoks Hıristiyan Türkler de vardır (Cin, 2009). 1950’lerde başlayan Kıbrıs sorunları Yunanistan’daki Türkleri de doğrudan etkilemiş, Yunanistan’ın sistematik bir şekilde Türk kimliğini reddetme politikasını uygulamaya koymuştur. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ise iki ülke ilişkilerini kopma noktasına getirirken, baskılara dayanamayan birçok Türk aile kitlesel olarak Türkiye’ye göç etmek durumunda kalmıştır (Hasan, 2012a). Günümüzde Bulgaristan’da 1 milyon 200 binden fazla, Yunanistan Batı Trakya Bölgesinde, Dedeağaç, İskeçe ve Gümülcine illerinde yaklaşık 150 bin Müslüman-Türk Azınlık yaşamaktadır (Hasan, 2012a). Fakat Yunanistan Türk azınlığını, Lozan Antlaşması hükümlerine göre “Müslüman Azınlık” olduklarını beyan ederek, Türklüklerini reddetmekte, daha sonra imzalanan göç anlaş-


160

BG-SAM

ması ve uluslararası raporlarda geçen “Türk Irkından Azınlık” ibarelerini hiçe saymaktadır (Atun, 2009). Yunanistan ve Bulgaristan ile Osmanlı Devleti ve Türkiye arasında birçok antlaşma ile Müslüman ve Türk azınlığın hukuki durumları güvence altına alınmıştır. Fakat uygulamaları ile Müslüman-Türk azınlığın haklarını Yunan ve Bulgaristan defalarca ihlal etmekten çekinmediği görülmektedir. Bu nedenle soydaşlarımız defaatle göç etmek zorunda kalmışlardır. Yunanistan ile İmzalanan Hukuki Metinler Yunanistan’ın taraf olduğu antlaşmalar ve bağlayıcı sözleşmeler incelendiğinde Batı Trakya Müslüman Türk Azınlığın haklarını ortaya koymaktadır. Bunlar; - 1830 Londra Protokolü, - 2 Temmuz 1881 İstanbul Antlaşması, - 14 Kasım 1913 Atina Barış Antlaşması, - 10 Ağustos 1920 Sevr Antlaşması - Yunanistan’daki Azınlıkların Korunmasına Dair Husus, - 24 Temmuz 1923 Lozan Barış Antlaşması (Mad.37-45) (Cin, 2009), - 1 Aralık 1926 Atina İtilafnamesi, - 10 Haziran 1930 Türk-Yunan Ahali Mübadele Sözleşmesi, - 1951 İkamet, Ticaret, Seyr-ü Sefain ve Kültür Antlaşmaları, - 1 Aralık 1968 tarihli Protokol (Toprak, 2014). Bulgaristan ile İmzalanan Hukuki Metinler - 13 Temmuz 1878 Berlin Antlaşması, - 19 Nisan 1909 İstanbul Protokolü ve Sözleşmesi, - 16 - 29 Eylül 1913 Türkiye [Osmanlı Devleti] - Bulgaristan Barış Antlaşması, - 29 Eylül 1913 Müftülerle İlgili Sözleşme, - 27 Kasım 1919 Neuily Barış Antlaşması, - 1925 Türkiye-Bulgaristan Dostluk Antlaşması ve İkamet Sözleşmesi, - 10 Şubat 1947 tarihli Bulgar Barış Antlaşması, - 1968 Yakın Akraba Göçü Antlaşması, - 1998 Türkiye-Bulgaristan arasında Bulgaristan Emekli Aylıklarının Türkiye’de Ödenmesine İlişkin Anlaşma (Özlem, t.y.: 1). Ayrıca BM ve AB Çerçevesinde; - BM Evrensel İnsan Hakları Bildirisi,


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

161

- Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme, - Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Uluslararası Sözleşme (CERD), - Çocuk Haklarına Dair Sözleşme ve Kadınlara Karsı Her Türlü Ayırımcılığın Önlenmesine Dair Sözleşme (CEDAW), - 1984 Tarihli işkence ve Diğer Zalimce, İnsanlık Dışı veya Küçültücü Davranış veya Cezalara Karşı Sözleşme, - Birleşmiş Milletler Ulusal veya Etnik, Dini ve Dilsel Azınlıklara Mensup Kişilerin Haklarına Dair Bildiri, - 1981 Tarihli Dine ve İnanca Dayalı Müsamahasızlığın ve Ayrımcılığın Bütün Şekilleriyle Ortadan Kaldırılması Hakkında Bildiri (Cin, 2009). Metinleri de Yunanistan ve Bulgaristan’ı Türk-İslâm azınlıklara karşı yükümlülük altına almaktadır. Bu antlaşma ve sözleşmeler ile Yunanistan ve Bulgaristan Türklerinin başta canları, malları olmak üzere sosyal ve siyasi tüm haklarını güvence altına almaktadır. Yine bu antlaşmalar incelendiğinde Batı Trakya Müslüman Türklerinin idari, hukuki, eğitim ve öğretim hakları bakımından özerkliğe sahip oldukları görülmektedir. Bugün AB üyesi Yunanistan bu hakları uygulamamakta direniyor olsa da Lozan Antlaşması kapsamında mütekabiliyet çerçevesinde Türkiye’yi de bu bölge Türkleri üzerinde hak sahibi yapmaktadır (Cin, 2009). Dolayısı ile Yunanistan AB yasalarını bahane ederek kısıtlamaya gitme hakkına sahip değildir. Türkiye ve Yunanistan 1923 ve 1929 yıllarında Türk azınlık haklarının antlaşma hilafına uygulanması nedenleriyle savaşın eşiğinden dönülmüştür. Fakat 25 Ekim 1932 ve 9 Haziran 1935 seçimlerinde Hafız Hasan’ın Venizelist Partisi’nden milletvekili seçilmesi olumlu bir gelişme olarak görülürken, 1938 tarih ve 1366 sayılı kanun ile Batı Trakya Türklerinin gayrimenkul ve toprak alımlarının yasaklandığı ve kamulaştırılan mallarını geri alamadıkları görülmektedir (Toprak, 2014). Sonuç Balkanlarda yer alan Romanya, Macaristan, Avusturya, Polonya, Arnavutluk ve artık var olmayan Yugoslavya gibi devletler de Osmanlı idaresinde bulunmuştur fakat bu çalışmada Balkanlar ve bu coğrafyada yaşayan Türk-İslâm unsuru ile yaşanan sorunlar Yunanistan ve Bulgaristan özelinde ele alınmıştır. Zira burada yer alan diğer devletlerde yaşanan sorunlar Yugoslavya devleti hariç olmak üzere bu iki ülkeler kadar aleni ve ağır şartlarda yaşanmamıştır. 1990’da başlayan ve yaklaşık 10 yıl süren karışıklıklar ve iç savaşlar sonucunda Yugoslavya 7 devlete bölünmüş (Bosna - Hersek, Hırvatistan, Slovenya, Makedonya, Sır-


162

BG-SAM

bıistan, Karadağ, Kosova) ve özellikle Müslüman Boşnakların uğradığı zulümler tarihteki yerini almıştır. 1877 - 1878 Osmanlı - Rus Savaşı’ndan itibaren Osmanlı Devleti’nin terk etmek zorunda kalmış olduğu bölgeleri ele geçiren devletler ve Gayri Müslim halkın Türk ve Müslüman nüfusu kendileri için bir tehlike olarak görmeleri nedeniyle baskı politikası uygulamaya başlamışlardır. Bu nedenle Türk-İslâm varlığının ortadan kaldırılması hedeflenmiş, katliama varan zulümler sergilenmiştir. Bu zulüm ve katliamlardan korunmanın en etkili yönü de Osmanlı kontrolünde kalan bölgelere, en sonunda da Anadolu’ya göç etmek olarak ortaya çıkmıştır. Ancak bu göçlerde binlerce soydaşımız yollarda hayatlarını kaybetmiş, göç edenlerin tamamı sağ salim gelememiştir. Yunanistan’ın 1956 ve 1967 yıllarında yine Türk azınlığa baskıları davam ederken, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nın faturasını da yine soydaşlarımıza kesmiş ve devam eden baskılarını daha da arttırmıştır. Yunanistan’ın Türk azınlığa karşı uygulamış olduğu her türlü baskı ve hukuksuzluğa karşılık olarak Türkiye’de bulunan Rum azınlıklara da misli ile uygulanacağını açıklamış olsa da 1971 yılında kapatılan Heybeliada Ruhban Okulunun kapatılması haricinde uluslararası kamuoyu baskıları nedenleriyle hiçbirine karşılık verememiştir. Osmanlı Devleti yapmak zorunda kaldığı barış antlaşmalarında terk ettiği bölgelerdeki Türk - İslâm nüfusunun güvenceye alınmasını öncelikli olarak ele almıştır. Milli Mücadele sonrasında imzalanan Lozan Antlaşmasının en önemli maddeleri arasında da aynı hususların yer almış olduğu görülmektedir. Fakat Batı ile Antlaşmalara taraf olan Balkan ve Avrupa Devletleri bu hakları tam olarak uygulamaktan mümkün olduğunca imtina etmişlerdir. Günümüzde AB üyesi olan bu ülkeler geçerliliği halen devam etmekte olan önceki antlaşma metinleri yanında AB müktesebatlarına dâhil olan hakları dahi uygulamaktan azami olarak kaçınmakta oldukları bir gerçektir. Lozan Antlaşması’nın “Yunanistan’daki Müslüman Azınlık” ibaresi nedeniyle Yunanistan, bünyesinde Türk azınlık bulunmadığını ileri sürmekte ve Türk ibareli dernek ve sivil toplum kuruluşlarına müsaade etmemektedir. 1955 tarih ve 3370 sayılı vatandaşlık yasası kapsamında çeşitli bahanelerle Yunanistan vatandaşlığından çıkartılmış olan 60 bin Türk’e vatandaşlık haklarının geri verilmemesi ve Türk Vakıfları denetimleri sorunları hala devam etmektedir. Ayrıca devam bazı sorunları şu başlıklar altında toplayabiliriz; Yunanistan’da Müslüman Türk Azınlığın Yaşadıkları Sorunlar - Din ve Vicdan Özgürlüğü Konularında Yaşanan Sorunlar, - Vakıflar Meselesinde Yaşanan Sorunlar,


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

163

- Eğitim ve Öğrenim Özgürlüğünde Yaşanan Sorunlar, - Selanik Özel Pedagoji Akademisi Sorunu, - 1981 Yılından Beri AB Üyesi Olan Yunanistan’da, Yunanistan Uyruklu Batı Trakya Müslüman Türklerinin Doğup Büyüdükleri Bölgelerinde ve Yunanistan’ın Diğer Bölgelerinde Kamu Hizmetlerinde İstihdam Edilmemeleri Sorunları, - Yunanistan Uyruğundan Çıkarılan ve Uyruksuz Kalanlar, Yani Haymatloslar Sorunu, - Taşınmaz Mülk Edinmede İzin Sistemi Sorunları, - Siyasi Katılım ve Temsilde Yaşanan Sorunlar, - Örgütlenme Özgürlüğünde Yaşanan Sorunlar. Bulgaristan Müslüman Türk Sorunları - Milli Kimlik Sorunu, - Dini Eğitim Sorunu, - Din Adamları Yetersizliği, - Eğitim Öğrenim Sorunu, - Vakıflar ve Vakıf Malları, - İşsizlik, - Bilgisizlik, - Pomak Türkleri Sorunu. Taraflar arasında imzalanmış olan bütün antlaşmalara rağmen Batı Trakya’da yaşayan Türk azınlık şiddetli bir Yunan ve Bulgar baskısı altında kalmış, Türkiye’nin tüm uyarılarına rağmen bu baskılar devam etmiş ve halen devam etmektedir.


164

BG-SAM

Habibi

Neriman Eralp Kalyoncuoğlu-13.Mart.2016

Konu: Azizlerin Azizi! YouTube’te “Habibi” şarkısını dinleyin lütfen. Söz: Aziz; Müzik: Aziz: Söyleyen: Aziz... Dünyayı ayağa kaldıran: Aziz! 3 ayda Googole’de 20 milyon defa tıklanan yine Aziz! Beyaz Bulgarlar kestane renkli, kara sakallı ve kara kafalı Aziz’i isteseler de istemeseler de, o herkese “Habibi” dedi. Bulgaristan’ın en fazla takdir edilen ve devlette en sayılan aktris oldu. Önce, Yugoslavya’dan getirdiği elbiseleri pazarlarda satıyor diye totaliter rejimin amansız polislerince iki koluna kelepçe takılan, ilerlemiş hamileliğine rağmen yargılanan ve zifiri karanlığın zindanı olarak bilinen Sliven Kadın Hapishanesi’ne tıkılan anası Azizini nar tahtası üzerinde doğurdu. Anası ona ninni söylerken, onu karavana yemeğine, aydınlığı aramaya ve umutla yaşamaya alıştırdı. Şimdi artık memleketimizde Çingene mahallerini, çarşıları, salonları ayağa kaldıran “Habibi” oldu. Güftesini sabah kahvesini içerken, küçürek bir köpek yavrusunu düşünerek yazdı. Kendini düşündü. Arap sazı, Türk bağlaması ve Fransız davulunu sahne ortaklığında buluşturdu. Doğarken ölümü, mahalle çamurunu, okulsuzluğu, onun yeteneğini kıskananların tümünü ve kestane kahvesi ten rengini ve kara kafasını beğenmeyenleri sahneden elinin yersiyle atan Aziz şöyle dedi: Habibi, Uykunu alabiliyor musun? Üzerini örtüyorlar mı? Mamanı yiyor musun? Çünkü ben hiç birini yapamıyorum! Gözü kör olası Seni seviyorum Ölmek istiyorum!


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

165

Aziz, kadınlar hapsine atılmamış, o oracıkta doğmuş yani doğuştan hareme girebilen bir oğlan o ve üstüne üstelik bir de yerde gökte istenmeyen bizim Çingenelerden, göz kaş kömür karası, beyazlığıyla övünenlerin görmek ve el sürmek istemediği tipten biri. Anasının loğsallığında Sevarlı Fatme kız da Sliven zindanındadır. İsimlerimiz değiştirilirken milisler kooperatif ahırında basar Farme’yi. Bir didişme bir kavgadır başlar. Sen misin benim ismimi değiştirecek dinsiz derken, elindeki yabayı savuran kızımız milisi yere serer ve soluğunu Sliven zindan koğuşunda alır. Türk kadınının yüreği çocuk sesine yufkadır. İşitir Azizin o yanık ağlayışındaki “Allah’ım kurtar anamı, kurtar hepimizi bu zindandan” yalvarışını duyunca koşar yanına. Bugünün dünya yıldızı Azizcik Fatme kızın elinde yetişir. Dünya yıldızı diyorum, çünkü “New York Times” gazetesi ve ardından dergisi dünya çapında düzenlediği “Geleceğin Müziği” klasmanında sanatçı Azizi ve dolayısıyla “Habibi” şarkısını listeye alarak onurlandırdı ve ödüllendirdi. Bu olay Bulgaristan yoksullar tabanında, çergesizler, çadırsızlar, okuma yazması olmayanlar, çocukları çamur içinde yetişenler arasında bomba gibi patladı. Aziz onlardan biriydi. Yarattığı “Çalga” müziği için yıllardan beri ona söylenmeyen kötü söz kalmamıştı. “Çalga” söyleyen kızlar toptan“fahişeydi.” Bu müziği “kalın enselliler yaratmıştı” ve daha aklınıza ne gelirse kabulümdür. Gökten altın top düşse bu kadar etkili olmazdı. Ve Aziz bestelemeye devam ediyor: Habibi, Bana küfür mü ettin? Sarhoş olup gece sürünüyor musun Çünkü ben sürünüyorum! Tımarhanelik oldum Karanlıktayım. Kara bahtlıyım. Beni isteyen yok! Aziz şarkısıyla toplumu kışkırtıyor. Psikolojik olarak yaşadığı toplumu linç ediyor. Olağanüstü yetenekli bir sanatçı! Çamurdan çıkıp göklere çıkışını anlatıyor. Küçücük köpeğin hayatı onun hayatı. O da köpek gibi büyümüş. Ne okuma ne yazma, birisi uzatmazsa ne sıcak çorba, bütün serveti içinde kaynayan yeteneği... o da, kaşı ve saçı kara, teni kestane kahvesi olduğu ve kara gözlerinde bakışı kıskançları delip kudurttuğu için sahne yoluna adım atamıyor. Yetişirken etnik ayrımcılığın adını öğrenmeden yaşamış.


166

BG-SAM

Bugün Allah Bulgaristan’da en büyük nimeti -sanat yeteneğini- bana vermiş, mutluyum diyor. Ne milliyetçiler, ne başbakan, ne cumhurbaşkanı benim kadar popüler değil, çok mutluyum, diyor. Vaktiyle ağır sıklet güreşçimiz Lütfi Ahmedov, haltercilerimizden Naim Süleymanov ve Halil Mutlu Olimpiyat şampiyonu olunca da böyle bir coşku yaşanmıştı. En dipten çekilip en yükseğe tırmanırken hep Orient müziğinden esinlenen Aziz, sanat egoistlerini çıldırtıyor, bizde istenmeyen ve hatta lanetlenen “Çalga müziği” dünyaya yayılırken geleceğin müziği seçiliyor. Onu eleştirmeden edemeyenler biz “500 sene mani dinlemişiz ve bir türlü kurtulamıyoruz” derken yenildiklerini kabul ediyorlar. Şimdi Aziz birden bire çok büyük ruhlu bir “Bulgar” oldu ve onu anlatanlar “Bulgarların damarında Orient var” demeden edemiyorlar. Şu şan şöhret hastalığı var ya, şu dönem yarattığı dalgaların “olumlu mu?” yoksa “olumsuz mu?” olduğunu bir türlü kestiremiyorum. Yalnız şunu söyleyebilirim biz çook amma çoook kötü bir sosyal ortamda yaşıyoruz. Bu ortamın karayılanı (onlar için olsa bile) asla Aziz değil, egoistlerin köpüren kıskançlığıdır. Ben olamadımsa, o da olamaz, olamamalıdır, hırsıdır ki, bu bizde veremden beterdir. Olursam ben olurum! Bizde bu sıtmadan beter olmuştur. Bütün iyi okullar onlarınken, Çingenelerin % 90’nı cahilken, hatta anadillerinde bir alfabe basmalarına izin verilmezken, şu Aziz dediğin kadın koğuşunda doğmuşken, nasıl olur da bir Arap sazı ve bir Türk bağlaması sentezinden dünya geleceğinin müziğini yaratabilir? Büyük bir beklenti içindeyim. Bulgar müzik dünyası kıskançları isyan edebilir. Belki de, “New York Times” gazete ve dergisinin Bulgaristan’a girmesinin yasaklanmasını isteyebilirler. İnsanı delirtecek bir mucize varsa, işte bu olabilir! Ancak 100 Aziz yetiştirip tepelerine dikebilirsek, onları esir etmiş olan o büyük zihin kurdunu öldürebiliriz. Bu hastalık başka türlü savmaz! Savamaz, çünkü işlediği yer damarları değil, kanları da değil, ruhlarını esir etmiş. Başka çare göremiyorum. Bidıls, Madonna, Gaga dünyayı değiştirebiliyorsa, Aziz de değiştirebilmelidir! O sözünü etmese de, neden iğrendiğini, neyin canına tak dediğini, artık 20 milyon kişiye anlatırken, neyin değişeceğine şöyle işaret ediyor. Ve artık o bizdeki dolu salonlar da onu anlıyor. En iyi olan da bu: Habibi, Sana güzel, yumuşacık ve tülü Körpecik yeni bir köpek hediye ettim Bugün onu da benim gibi Sokağa atılmış, gördüm Yalnız, aç ve mundar dolaşıyor


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

167

Kovulmuş benim gibi Kovulansın. Seviyorum seni! Kendimi sevdiğim gibi Zavallı yavrucukla konuşan Aziz kendini anlatıyor. Basit, sade ve yorumsuz bir anlatım! Bizdeki binlerin kaderi gibi. Çocuklar ve köpekler hariç, memleketimde 500 bin kişi çöp kofalarından geçiniyor. Çocukluğunda onlar da yokmuş. Yeri gelmişken biz de “Yaşamak güzel şey be kardeşim!” diyelim büyük Nazım gibi ve Aziz anlatıyor: Habibi, Zavallının biriyim ben, Köşeden belirmeni bekleyen Biliyorum Fark ettirmeden bakacaksın ya da Çevirmeden başını geçeceksin O yüreği kanayan, Yaralı fakir çocuğu görmeden yanından! Oysa seni hep istedi Hep sevdi. Aziz’in insan sevgisi sonsuz, onu müzikle mayalamak ise onun özel yeteneği! Memleketimde en sevilen, halka en yakın olan ve herkesin bağrına bastığı benim diyor. Bir insanın ne kadar seveni varsa o kadar da düşmanı olur. O bunu biliyor. Şimdi çıktığı dorukta bir yıl kalacakmış. Soluklanmak istiyor. Bir yıl yeni doruklara tırmanmak yok. Şu doruğun havasına alışacak. Oscar Doruğu’na uzanma hayali kuruyor.


168

BG-SAM

İnsanın nerede duracağını bilmesi ne güzel! Düşmanları duracaklar mı acaba. Aziz su arıyor. Doruklardadır suların kaynağı... Kendi kendime soruyorum: Pis sular da doruklardan mı akar? Aziz bulsa ya şu pis suların biriktiği kaya deliğini ve akıtsa hepsini... Egoizmden biriken öfke ne zaman patlar acaba? Ah bir arınabilsek! Aziz sözü, kıymetli, sevgide üstün tutulan, çok değerli birine hitap olduğunu bilseler ağızlarına alırlar mı acaba?! Durumları acınası olmaya başladı... Biz Türkçe konuşurken sürekli ceza kesiyorlar. Acaba Aziz’den, sen güfteyi Bulgarca yazdın, notaları da Bulgarca düşündün, şarkıyı da Bulgarca söyledin öde bakalım şu üç faturayı demeyecekler mi acaba bir gün? Aman şeytanı dürtmeyelim. Akıllarına gelirse yandığımız gün. Eden kendine eder!, deyip noktalarken Aziz de şöyle bitiriyor: Habibi Sensiz insana benzemiyorum Hep aynı elbiseleri taşımaktan usandım. Kimin için güzel olayım ki Ben bir insan mıyım? Soruyorum. Sen beni tekmeleyip sokağa attıkça Ben kimin için yaşayayım? Bu kader geleceğimizin yazgısı olmaması dileklerimle...


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

169

Bir Simit Parasıyla Cennet...

Raziye Çakır-14.Mart.2016

Ders Almak İsteyenlere Dünyanın en kıymetli incileriyle bile satın alamadığını,Bir simit parasıyla alınabileyeceğini bilmeyenlere. Bir Öğretmenin Günlüğünden Günün son dersiydi; Öğrenciler çıkmak için sabırsızlanıyordu. Defter ve kitaplarını çantalarına koydular. Zil çalar çalmaz, dışarı çıkmak için hazırdılar. Yalnız, Ali hazırlanmamıştı. Gecikmek için de elinden geleni yapıyordu. Nihayet zil çaldı. Öğrenciler bir anda kapıya yöneldi. Ali, yerinden kalkmadı. Ağır ağır eşyasını topladı. Bir yandan göz ucuyla öğretmenine bakıyor, bir yandan da arkadaşlarının gitmesini bekliyordu. Öğretmeni, onun bu halini fark etti: - “Hayrola Ali”, dedi. “Eve gitmeyecek misin?” Ali, son arkadaşının da çıktığını görünce cevap verdi: “Sizinle konuşmak istiyordum öğretmenim.” - “Peki”, dedi öğretmeni. “Ne söyleyeceksin bakalım?” - “Ahmet arkadaşımız var ya...” - “Evet, ne olmuş Ahmet’e?” - “Durumları pek iyi değil galiba. Annesi, beslenme çantasına pek iyi şeyler koymuyor.” - “Eee?” - “Ona yardim etmek istiyorum. Ama benim yardım ettiğimi bilirse üzülür. Günde bir simit parası biriktirip her hafta size versem, siz de ona verseniz?” Cebinden bir avuç bozuk para çıkarıp öğretmenin masasının üzerine koydu. Öğretmen, paraya dokunmadı. Sandalyesine oturup düşündü. Ali hakkındaki bilgilerini yokladı. Bildiği kadarıyla ailesinin durumu pekiyi değildi. Bu çalışkan ve sevimli öğrencisi, ne kadar da iyi niyetli ve düşünceliydi. Zengin bir ailenin çocuğu değildi. Buna rağmen yardım etmek istiyordu. Üstelik yardım ettiğinin bilinmesini istemiyordu. Öğretmen: “Dur bakalım Ali,” dedi. “Bildiğim kadarıyla sizin de maddi durumunuz pekiyi değil. Yanlış mı biliyorum?” - “Doğru biliyorsunuz öğretmenim. Babam gündelikçi. Çoğu zaman iş bulamıyor. Ama ben de çalışıyor, para kazanıyorum.”


170

BG-SAM

“Nerede çalışıyorsun?” - “Simit satıyorum.” Öğretmen yine durup düşündü. İyiliğin bu kadarına ne demeliydi şimdi? Bunun gerçekleşmesi zordu. Onu, bundan vazgeçirmek için bir çare bulmalıydı. Bunu yaparken, sevimli öğrencisini de kırmamalıydı. Onunla biraz daha konuşursa, belki bir yolunu bulurdu. Öğretmen, Ali’ye döndü: “Büyüyünce ne olmak istiyorsun,” diye sordu. - “Çok zengin bir iş adamı...” - “Niçin?” - “İnsanlara daha çok yardım etmek için...” - “Güzel”, dedi Öğretmen. “Bak simdi Ali, Ahmet’in ailesinin durumu pekiyi değil, bu doğru. Ama sizinki de bundan pek farklı değil. İstersen acele etme. Çok zengin olduğun zaman insanlara yârdım edersin. Olmaz mı?” - “Olmaz”, dedi Ali. “Şimdi yapmalıyım.” “Neden olmaz?” - “Üç sebepten dolayı olmaz.” Birincisi: Bu para zaten benim değil. İyilik ettiğim için Allah, beni insanlara sevimli gösteriyor. İnsanlar da bundan etkileniyor, daha çok simit alıyorlar. Bu sayede gün boyu çalışanlardan bile fazla simit satıyorum. Hele mahallede Hasan Amca var, her gün iki simit alıp güvercinlere veriyor. İkincisi: “Ağaç yas iken eğilir.” deniliyor. Şimdiden iyilik yapmayı öğrenmezsem büyüdüğümde hiç yapamam. Şimdiden iyilik yapmayıp bunu zenginlik günlerime erteler sem, zengin olduğum günlerde de daha zengin olduğum günlere erteler kendimi kandırmış olurum. Üçüncüsü ise daha önemli: Büyüdüğüm zaman çok zengin bir iş adamı olmak istiyorum. Zamanında yatırım yapmayanlar büyük iş adamı olamazlar. Nurhan Öğretmen, karsısında büyük biri varmış gibi dinliyordu: “Bu sonuncusunu pekiyi anlayamadım.” - “Açıklayayım öğretmenim,” dedi Ali. “Şimdi, çok zengin olmadığım için, ancak günde bir simit parası kadar yardım edebiliyorum. Bundan fazlasını veremem. Allah, Cennet’i gücü kadar iyilik edene veriyor. Şimdi gücüm bu olduğuna göre, Cennet’in fiyatı birkaç simit parası kadardır.


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

171

Eğer zengin olmadan ölürsem birkaç simit parasıyla Cennet’e girebilirim. Bundan daha karlı bir yatırım olur mu? Öğretmen’in gözleri dolmuştu. Başını “Evet” anlamında sallarken Ali’yi evine yolladı. Sınıfa geri dönerken okulun boşaldığını fark etti. Eşyalarını toplamak için masasına döndüğünde Ali’nin bıraktığı paraların masa üstünde kaldığını fark etti. Sandalyesine gayri ihtiyari oturdu ve paraları eline aldı. Hiç bir para ona bu kadar kıymetli gelmemişti. Sanki elinde dünyanın en kıymetli incilerini, yakutlarını, elmaslarını tutuyordu. Hatta bu paralar onlardan bile kıymetliydi. Bu paralar, bu bozuk simit paraları, Cenneti satın alabilecek paralardı. Sanki hiç bırakmak istemeyen bir duygu ile sımsıkı kavradı bu bozuk simit paralarını. Oturduğu yerden kalkamadı Öğretmen. İçinin dolduğunu, Tarif edilemeyen duygulara boğulduğunu hissetti. Birden boşalan sağanak yağmurlar gibi ağlamaya başladı. Ağladı... Ağladı... Ağladı.

Gelin Türkülerimiz

Sevilcan Yüce-15.Mart.2016

Konu: Türkülerimiz sanatsal yaratıcılığımızın temelidir. Sosyal örf yaratıcılığımızda Gelin Türküleri başta gelir ve çok önemli bir yer alır. Bu eserlerin doğması genç kızların yuvalarından ayrılması ve aile ilişkilerine olan yaklaşımını dile getirir. Saygı ve minnettarlık, korku ve umut dokuludur. Bu yapıtların yerel niteliği vardır. Gelin Türkülerimizi folklor araştırmacılarımızdan Hüseyin Çeşmeciev ve Rıza Mollov tarafından toplanmış ve değerlendirilmiştir. 1950’li yıllarda Bulgaristan Türklerinin özgün edebiyat ve sanatının lale devrinde bu eserler Türk Halk Türküleri derlemelerinde anadilimizde yasılmıştır. Bu eserlerin dilden dile dolaşarak düğün ve derneklerde en güzel şekilde söylenme-


172

BG-SAM

sine o yıllarda sayıları 3 olan Türk tiyatrolarımız ve 100’den fazla heveskâr sanat topluluğumuz büyük özen göstermiştir. Sizler için seçtiğimiz 4 gelin türküsü memleketimizi her yerinde bilinir. Gelin Türküsü - 1 Annem annem, canım annem Südünü emdim kane kane Helâl eyle döne döne Ayırmayın beni anneciğimden Uçurmayın beni yuvacığımdan

Evlerimin önü şimşir Şimşirin yaprağı yeşil Aklını başına devşir Ayırmayın beni anneciğimden Uçurmayın beni yuvacığımdan

Bakırlarım susuz kaldı Anneciğim susuz kaldı Ayırmayın beni anneciğimden Uçurmayın beni yuvacığımdan Evlerimin önü kavak Kavağın yaprağı varak Elim kına, yüzüm duvak Ayırmayın beni anneciğimden Uçurmayın beni yuvacığımdan

Evlerimin önü nane Ben kül oldum, yane yane Helâl eyle canım annem Ayırmayın beni anneciğimden Uçurmayın beni yuvacığımdan Çıkarım kızın annesini Atsın kızın paresini Ayırmayın beni anneciğimden Uçurmayın beni yuvacığımdan

Evlerimin önü ide Çıkarın kızın yengesini İğdenin dalları yerde Vursun kızın kınasını Uzlaşırız kare yerde Ayırmayın beni anneciğimden Ayırmayın beni anneciğimden Uçurmayın beni yuvacığımdan Uçurmayın beni yuvacığımdan Gelin Türküsü -2 Anamın buğday somunu Burnumda tütüyor Ellerin en tatlı sözleri Bağrımı deliyor. Anamın kanadı olsa Uçsa da gelse

Üç aylık yoldan geliyor Anamın kokusu Altı aylık yoldan geliyor Babamın kokusu. Babamın kırk atı olsa Uçsa da gelse


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi Uzak da uzak memleketlere Kız vermesinler

173

Analar babalar kız evladını Hor görmesinler.

(Not: Bu türkümüzü sevilen sanatçılarımızdan Kadriye Lativova’nın icrasında internet sitelerinde bulabilirsiniz) Gelin Türküsü -3 Akşam olur kardeşlerim aç gelir Bu gece bana el kapıları güç gelir Bülbül eşten, ben kardeşten ayrıldım Bülbül gülden, ben annemden ayrıldım.

Anam der ki ben kızıma kıyamam Babam der ki, ben sözümden dönemem Bülbül eşten, ben kardeşten ayrıldım Bülbül gülden, ben annemden ayrıldım.

Akşam olur kardeşlerim gezinir Gezinir de köy odalarında büzülür Bülbül eşten, ben kardeşten ayrıldım Bülbül gülden, ben annemden ayrıldım.

Akşam olur kardeşlerimin yok durağı En güç olur ayrılmanın ferağı Bülbül eşten, ben kardeşten ayrıldım Bülbül gülden, ben annemden ayrıldım.

Akşam oldu yakamadım gazanı Kadir Mevlâ’m öyle yazmış yazı Bülbül eşten, ben kardeşten ayrıldım Bülbül gülden, ben annemden ayrıldım. Gelin Türküsü -4 Altıma yaydılar bir ala kilim Altıma yaydılar bir kaba döşek Yanıma koydular bir güllü gelin Yanıma koydular bir aptal uşak Ben isterim dengim ile oynaşmak Senin nene lazım, be çocuk, tellice gelin Sen bana yâr değil, kal simden geru Sen bana yâr değil, kal simden geru Sen bana yar değil, öl şimden geru. Sen bana yar değil, öl şimden geru. Varın söyleyin de İnal Hocaya Nasıl nikâh kıymış böyle kocaya Acırım, yanarım geçen geceye Sen bana yâr değil, kal simden geru Sen bana yar değil, öl şimden geru.


174

BG-SAM

Rusya Çekilmek Zorunda Kaldı

Dr. Mustafa Kahraman-15.Mart.2016

Konu: Avrupa kilidi Türkiye’nin elindedir. Suriye üzerine en öldürücü bombalarını atan Rusya hedefine ulaşamadan çekiliyor. Savaş uçakları ve kanatlı füzeleriyle gövde gösterisi yapıp, Yakın Doğu’dan daha büyük pay isteyen diktatör Putin, 15 Mart 2016 tarihinden başlayarak Suriye’deki hava ve deniz güçlerinin ana bölümün bölgeden ayrılmasını emretti. Bunlar en başta askeri saldırı ve bombardıman uçak ve gemileridir. Yeni kurulan askeri tesisler sökülecek ve Rusya eski konumuna dönecektir. 6 ay süren amansız saldırının temel hedefleri şunlardı: Putin’in Suriye’ye inmesi, bir, diktatör Esat’ın “daveti” gibi sahte bir iddiaya dayandırıldı. Teröristlerden büyük terörist olan ve 500 bin sivil vatandaşını bombalayarak öldüren, milyonlarcasını sakat bırakan ve 7 milyon kişiyi de yurdundan kovan bu insan müsveddesine kol kanat gerip iktidarını uzatmak önem bir ödevdi. Bunu yaparken de, yerli halkın doğal kaynaklarına çökerek, aşamadığı öz problemlerine çözüm aramaktı. Moskova bu hedefine ulaşamadı. Rusya bunalımı alarm çanları çalmaya başladı. Çekilme gerekçesi gizli tutulsa da, Rusya içine düştüğü ekonomik ve mali dar boğazdan çıkamıyor. İki, dünya barış ve demokratik güçlerinin “anti-terör” cephesi, çaresiz Rusya için biçilmiş bir kaftan, ardına gizleneceği bir şeytan maskesiydi. Terör başı Esat’ı savunan her güç her zaman ve her yerde terör örgütü DEAŞ’ı karşısına alacaktı. Bu düşmanlığın özü şudur. Suriyeli Araplar “biz Esat’la mücadele ederken işgal ve işgalden sonra iblisle işbirliği yaparız” demekten çekinmedi. 2006’da Musul’un işgaliyle örgüt güç topladı. Artık herkes, DEAŞ adıyla bilinen terör örgütünün baş düşmanının Esat rejimi ve dış emperyalist güçler olduğunu görüyordu. İslam dininde olmayan vahşet biçimleriyle savaşan bu kuruluşun hedefinde öncelikle Putin uşağı diktatör Sedat vardı. Zaman içinde bu iki terör odağından hangisinin daha vahşi olduğunu henüz kimse gösteremedi. Aslında anti-emperyalist nitelikli bu güçlerin çekirdeğinde, 1982’de US tankları Bağdat kapılarına dayandığında birden bire kayıplara karışan büyük sayıda Saddam Hüseyin subayı olduğu biliniyor. Bunlar Rusya askeri akademilerinde eğitim almış yetenekli askerlerdir. Örgütün halkı kucaklaması ise 2006’da Irak’ta meshep savaşlarının başlaması, 800 bin kişinin öldürülmesi ve gelecek kaygısı başlamasıyla başladı. Petrol satımından elde edilen parayla ise IŞİD enternasyonal ordusu kuruldu. Görüldüğü üzere “terörle mücadele” yürütmeyi bahane ederek Suriye’ye giren Moskova DEAŞ mevziilerini pek bombalamadı.


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

175

Hedefinde yurtsever güçler, sivil halk, Bayır Bucak Türkmenleri, barıştan yana olan ve Esat mezaliminde yaşamak istemeyen Araplar, şehirler, köyler, yollar, Türk TIR’ları hastane ve okullar ve petrol boru hatları yani halkı sindirip topraklarından kovmak vardı. Bu zulümde bir yere kadar başarılı olabildi. Putin, diktatör Esat ile DEAŞ çelişkisini çözmek istemedi. Çünkü o Suriye’yi zayıf düşürecek ve parçalayacak tezadı onların kavgasında gördü. Bu yara kanamaya devam ediyor. Demokratik dünya Beşer Esat mı daha büyük terörist, DEAŞ mı daha büyük katil yoksa sivil halkı bombalayan Putin mi daha büyük barbar sorularına hala cevap bekliyor. Üç, Yakı ve Orta Doğu, Arap Dünyası doğal gazı ve petrolünün Avrupa Birliği yolunu kesmek, bu bölge devletlerini mezhep kavgalarıyla birbirine düşürerek sefaletin kara kuyusuna gömmek de Rus askeri saldırısının ana gerekçelerinden biriydi. O, Mısır’dan Homs’a kadar uzatılan gaz boru hattının Türkiye üzerinden Avrupa yolunu kestiğini sanıyor. Suudi Arabistan ve Katar enerji yedeklerinin eski kıtaya akıtılması tasarımlarını da şimdilik duvara astırdı. Bu projelerden ayakta kalan bir bölüm var. Doğu Akdeniz gaz kaynaklarının İsrail ve Lübnan yoluyla Türkiye’ye akıtılması ve bu yolla güvenli bir şekilde Balkanlara ve Orta Avrupa’ya yönlendirme projesi canlıdır. Nereden bakılırsa bakılsın enerji kaynaklarının Avrupa Birliği ülkelerine ulaşmasının 21’inci yüzyıl kilidi Türkiye Cumhuriyeti’nin elinde bulunuyor. Bu yüzden Büyük Türkiye yolunca daha emin adımlarla, daha kararlı, daha başı yukarda yürümemiz gerekiyor. Biz onlara değil, onlar bize muhtaçtır. Bu hepimizce çok iyi bilinmelidir. İstanbul’da yapılan son gösteriler oyun bozan tezgahıdır, siber saldırı merkezlerinin işidir. Dört, Efendisi olduğu PKK, PYD, YPG ve daha birçok kendilerine benzer Kürt terörcü Putin “gidiyoruz” deyince panikledi. Türkiye’yi çökertme planlarına taşeronluk edecekleri başka efendi yok. Rus’un çekilmesiyle onların da hem Kandil Dağında hem de Güney Doğu Anadolu’da hezimete uğratılması gün meselesidir. 40 yıldan beri beslenen, para alan, silahlandırılan PKK dağ kadrosu kent güçleri halkın gözünden düştü. Türkiye’de terörün etkisi altına aldığı güçlerin “kalkışması” Silahlı kuvvetler, polis, jandarma ve özel birlikler duvarına çarptı. Bu arada PKK’nin Türkiye’deki legal kolu HDP’nin de mumu sünüyor. Geçen senenin Haziran ayında, siyasallaşan PKK’nin HDP eliyle bölücülüğü, fitneciliği, kışkırtıcılığı TBMM’ne taşıması ve “ayaklanma” çağrıları da suya düştü. Hedeflerinde bölmek ve parçalamaktan başka bir şey olmayan bir siyasi yapılanma kaşarlı kudurmuşlarla kudurdu. Dağda bayırda, hapishane koğuşlarında ve saklandıkları bodrumlarda gördükleri düşleri hayal sandılar. TSK’nin PKK yuvalarına misillemeleri hem patronları hem de taşeronlarını delirtti, şok yaşattı, hayal kırıklığına uğrattı. Hatırlanacağı üzere Putin’in Suriye çı-


176

BG-SAM

karması Jetlerimizin Kandil kamplarını yerle bir etmesinden hemen sonra geldi. Çanakkale’de her boydan emperyalistlerle amansız mücadele içinde doğan bu Vatan’ın parçalanmaz bütünlüğünü bu kapışmada da görmeyen kalmadı. Efendilerinin tasını tarağını toplayıp bölgeden çekilmesi PKK, PYD, HDP ve benzerlerine hiç beklemedikleri büyük darbe oldu. Barış umuduyla yaşayan halkın demokratik özgürlükçü güçleri bu defa da galip geldi. T.C. Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın “son terörist yok edilinceye kadar bu mücadele devam edecektir” kararlılığı halkımızda tam destek buldu. BULTÜRK başta olmak üzere Bulgaristanlı soydaş dernekleri devletin ve hükümetin kararlılığından gurur duydu. İnsan komşusu iyi ise iyidir. Türkiye halkı iyi olmadan Suriye asla iyi olamaz. Halkını satanlar, dış güçlere uşaklık edenler, ülke yönetemez. Diktatör Esat’ın gitmesini ve demokratik bir seçimle halkın demokratik hükümetinin kurulmasını isteyenler yerden göğe haklıdır. Hatta bu seçimlerin, Türkiye, Lübnan, Ürdün vb kamplarda yapılacak olması herkes için üzücüdür. Beş, Yakın Doğu’ya 21’inci yüzyılda savaş kaçağı, sığınmacı ve ekonomik mülteci üreten bir bölge olarak bakanlara şu anda deyebileceğim pek bir şey yok. Tarlası bombalanmış, su kaynakları zehirlenmiş, evleri yıkılmış, eşyaları harap olmuş, fabrikaları çalışmayan, yolları delik deşik bir diyarda barınmak çok zor olsa gerek. Mezhepler arası ayrımın bu denli derinleştiği, kimin diktatör, kimin demokrat, kimin terörist veya yurtsever olduğunu tam olarak tespit etmenin bile çok zor olduğu koşullarda ortalığın durulması, sislerin kalkması ve toplumun şeffaflaşması için uzunca bir süreye ihtiyaç var.Bu arada, 2007’de “Times” dergisinin yılın adamı ilan ettiği Vladimir Putin’in mumunun söndüğü gün gibi ortadadır. Putin’in önerdiği yenidünya yapılanması çöktü. İki yıldan beri devam eden Rusya ambargosu, Rusya’ya yatırım yöneltmeme, likit enerji fiyatını düşük tutma siyaseti, NATO’nun sert askeri çizgisi devam edecektir. Uluslar arası platform. Birleşmiş Milletler Teşkilatı Sığınmacılar Komisyonu Başkanı Filipo Gandi, 2011’de başlayan Suriye Savaşından kaçanlardan 3 milyonu Türkiye’de olmak üzere, 4.8 milyon kişinin Mısır, Ürdün, Irak ve bazı Kuzey Afrika Arap ülkelerinden barındığını açıkladı. Şu an binlerce Suriyelinin kendi ülkesinde, kendi evinde can güvenliği olmadığını bildirdi. Almanya’ya gelen sığınmacıların toplam 986 bin olduğunu açıkladı. Avrupa Birliği ülkelerinde halen toplam 170 bin sığınmacıya talep olduğunu, fakat 42 bini Yunanistan’da bulunan sığınmacılar da aralarında olmak üzere, çok kısa bir sürede 480 bin Suriyelinin eski kıtaya yerleştirilmesi gerektiğine işaret etti. Türkiye denizden eski kıtayı arayan savaş kaçaklarının yolunu kesmede büyük başarı kaydediyor.Sığınmacılar konusu, bu ay Brüksel’de AB-Türkiye zirvesinde yapıcı çözüm planıyla masaya yatırıldı. Tür-


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

177

kiye projelerine ödenekler artık açıldı. Türkiye’nin yapıcı dış siyaseti AB katında güçlü destek bulurken, Brüksel’in anavatanımızı artık kendinden bir parça olarak görmeye başladığı kabulleniliyor. Tam üyelik dosyaları açılıyor. T.C. vatandaşlarına Haziran sonundan vizesiz Avrupa müjdesi geldi. AB ile T.C.’nin ortak çözüm masası kurması diplomasimizin çok büyük bir başarısıdır. 30 Mart’ta Cenevre’de toplanacak uluslar arası konferansta, Brüksel’in son kararıyla Balkan Sığınmacı Yolunun kapanması, Makedonya, Sırbistan, Slovenya ve Hırvatistan’ın Macaristan’dan sonra tel örgülü kapılara kilit asması ve yollarda ve demir yolu istasyonlarında çaresiz kalan, açlık ve hastalıklara yenik düşen sığınmacıların Avrupa ülkeleri arasında gönüllülük temelinde paylaşılması sorunları konu edilecek. Yunanistan’da biriken Sığınmacı kitlesi Makedonya sınırını delmeyi başardı ve Avrupa’ya yöneldi. Bu arada ülkemiz Bulgaristan, 9 yıldan beri AB üyesi olarak kendisine düşen ödevin AB’in T.C. ilen dış sınırını korumak olarak görüyordu. T.C. sınırından kuş uçmasına müsaade etmemeye çalıştı. Son aylarda bu işe orduyu da dahil eden Sofya biraz duraklamak zorunda kaldı. Bulgar sığınmacı kamplarının boş olması dikkat çekti. Bin bir türden esaslı veya esası olmayan nedenlerle boş duran kamplardaki durum mercek altına alındı. Bazı müdürler değiştirildi. Türkiye ile sınırın her kilometresine 4 milyon leva Brüksel parası harcamaya hevesinde olan ve sığınmacı kaçakçılarıyla işbirliği yaptıkları ortaya çıkan Bulgar makamları, T.C. vatandaşlarının AB’ye önce vizesiz girip çıkma hakkı elde edip, ardından ekonomik, mali ve tam üye ortaklığıyla bağlanma günü belirlemesi yutkunmalara sebep oldu. Çünkü yeni durumda AB dış sınırı Sakat Balkan’dan sökülüp Kandil Dağları’na çekilirse, durum kökten değişecektir. O zaman AB dış sınırı, kendiliğinden AB ve NATO dış sınırı olacaktır. O günler yakındır. O zaman PKK ve PYD’nin “devlet” hayalleri, Türkiye’yi parçalama ve bölgeyi Kürtleştirme düşleri yeşerdiği gibi solacak, kara kuyunun 7 kat dibimdeki mağaraya düşecek ve üzerine de Kandil Dağı kadar büyük bir taş yuvarlanacaktır. Putin’in son emri olan “Suriye’den çıkın”, Avrupa Birliği’nin ise “Türkiyesiz olamayız” kararının somut anlamı budur. Sözün özünde: Dünya dönmeye devam ediyor. Sığınmacılar misafirimizdir. Ne yazık ki, bu anlamak birçokları için hala çok zor. Ankara’da bomba patlatmak, İstanbul’da gösteri yapmak ya da turistlerin dünya güzeli anavatanımızı ziyaret etmesini engellemeye çalışmak, dünyanın dönüşünü durduramaz, sığınmacı konuklarımızı bağrımıza basmamıza asla engel olamaz. Yolumuz terörün kökünü kazıma ve Büyük Türkiye yoludur.


178

BG-SAM

Bundan Güzel Olabilir mi?

Filiz Soytürk-15.Mart.2016

Hayalimde yaşayan köyüm. Toprağın içindeki en büyük cevher atalarımızın naşıdır.Taşların en değerlisi mezar taşlarımızdır. Ahmet, Türkiye’de dünyaya gelmiş. Büyük şehrin gürültüsü içinde yetişmişti. Annesine: “Bizim köyümüz yok mu?” diye sorduğunda, aldığı cevaplarla kafasında bir Tentene köy kurmuştu. Asker arkadaşı Hüseyin ondan birkaç kez köyünü anlatmasını rica etti. Ricasını birlikte nöbette tutukları günlerin birinde yinelediğinde, yine “bırak şimdi” demesini beklerken, derinlerde yüzen gözlerini aradı. “Vakit geçmiyor. Anlatsana”, diye üsteledi. “Balkanlardan göçmüşüz”, diye başladı Ahmet. Bizim orada kaldırımlar “Arnavut Kaldırımı” gibi düz değil. Hayat da öyle... Irmak boyundan toplanmış, iri, yuvarlak ve söbe taşlar, düşün. Su içinde şekillendiklerinden kara kışa dayanıklı. Birbirine girdirilmezler. Aralarında etkilenmezler. Birisi yamulsa öteki yamulmaz. Toprağa tek tek ayrı ayrı oturduklarını düşün sen ki, birbirlerinden bağımsızdırlar. Sökülmeye başlarken yağlayıp ballandırdıkları sanki ırmak taşı değil, o çok uzakta kalmış hayattan parçalardı ki, yere bakarak devam etti. “Köy kapımız vardı bizim, belki bin senelik! Gövdesi kalın mı kalın, yol aşırı uzanan dalların ördüğü kemer altından girip çıkılırdı köyümüze. Gövdesi dediğim o kadar kalındı ki, 5 çocuk el ele tutunsak uç uca... Saramazdık. Demirbaşımızdı kapımız. Onunla övünür, kemeriyle anılırdık. Köy bekçimiz dalları arasında yaşardı. Birisi sediriydi onun, birbirine çivilenmiş birkaçı da yatağı. İkindi sıcağında yaprak arası esinti, ona gölge aratmazdı.” Köyüm dediğimde, ilk önce aklıma gelen ahlat ağacımızdır. Öyle kurudukça sulanan yeşerdikçe budanan bir ağaç değildi bizimki. Köklerinin her yıl bir metre yerin dibine indiğini düşünün, bin metre derinden içerdi suyunu. Yıl atlamazdı. Açabildiği kadar açar, yüklenebildiği kadar yüklenirdi. Dallarındaki kuş yuvaları ona ağır gelmezdi. Tırmandığımı ve dallarına tünediğimi hatırlamıyorum. Bekçiden korktuğumdan değil. Ham yenmezdi meyveleri. Olgunlaştığında da gece


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

179

gündüz demez, rüzgâr beklemez birer ikişer pat pat düşerdi. Sarının olgunu ile kahverengini açığı arasındaki tonlardan birinde buluşunca ahlatlar toprağı öpmeye inerdi. Yeri öpünce çatlar ve bağrını açıp kuşlara, “çekirdeklerimi istediğiniz kadar yiyim, yiyemediğinizi etrafa saçın” daveti yapardı. Kaldırım taşları üzerine düşenler neyse ne de, yoldan toz kapanlar yıkamadan yenmezdi. Avucum dolunca biraz ilerideki Bal Çeşmeye koşar, bol suda hepsini yıkar ve hapır hupur yerdik. Bu işte akranlarımla hep beraberdik. Ahlat kapma kavgasında kuşlar ve karıncalarla yarışırken, koyun ve kuzular da rakibimizdi. Sürü kemer altından çıkarken ve gün batımında tuz yalamaya gelirken dev ağacın altından geçer, yolu adeta süpürür, çoban Behçet’in de canı çekmiştir, deyip hatırını sayan olmazdı.” Adama köyünü anlat dedim, sanki borçlu çıktım, köy yolu kenarındaki Ahlat ağacını anlatıyor. Özlemiş besbelli. “Köye girsene, köyü anlat”, dedim. “Bizim köy terk edilmiş olsa da, ben sana gerçek bir köy olduğunu söylemek istiyorum.” Sen istersen bizim köyü bir hayal köy olarak düşün. Boş bir ev, ev olmaktan çıkmış bir ev olmaktan başka nedir? Boş bir köy de aynı değil mi? Aysız ve yıldızsız bir gök, bomboş bir gökyüzü olmaktan başka nedir? Ben her gece bizim köye giderim, boş olduğu için kemer kapıdan girmem. Baharda Ahlat goncalarının açmasını, kuşların yuvalanmasını, yazın meyvelerin irileşmesini ve kışa giderken de önce sararmış olanların, ardından da yaprakların düşmesini beklerim. Köyümde benim mevsimim devamlı kış. Benden önceki zamandan mı, yoksa bizden sonrakinden mi geldiğini bilmediğim erkekler, kadınlar, çocuklarla karşılaşırım. İşe gidip işten dönen kardeşlerimle, koyun keçi sürüleri hep kemer altından geçiyor. Hepsinin kafasında tek soru: Biz köyümüzü neden terk ettik? Köy bize ait değildi, bir köye aittik. Köyü başıboş bırakmakla yanlış ettik. Buna hakkımız yoktu. Bizi adam eden köyümüzdü de, iyi adam edememiş besbelli... Toprağımızı terk ettik, toprak bize ait değil ki, nasıl terk ederiz onu, biz toprağa aittik... Toprağın içindeki en büyük cevher atalarımızın naşıdır. Taşların en değerlisi mezar taşlarımızdır.


180

BG-SAM

Bırakıp gitmemiz en büyük yanlışımız oldu. Senin benim gibi her gün işe gidip gelenler, hayalimde selamlaşır, bayram eder, alış verişe gider, birlikte yaşamanın tadını çıkarıyorlar. - “Peki, anlattığın köy ölü bir köy mü?” diye soruyorum. Yüzüme bakıyor. - “Ahlat ağacı ne oldu?” diyorum. - “Hayır her şey canlı, orada, yaşıyor.” - “Ölmeleri mümkün değil, bin senelik ağaç ölür mü?” diyor. - “Neden?” - “Çünkü ahlat ağacı, kemer kapı ve toprağımız hayalimde yaşıyor. Bal Çeşme de akıyor”, diyor. Ahmet köy dantelâsını anasının anlattıklarından örmüş. Köyü olmadığını söylemesi zor! Toprağı orada yani kökü orada, hayalinde gidip geliyor.

Yeni Ufuk

Şakir Arslantaş-17.Mart.2016

Her gidişin bir de dönüşü vardır Türkiye devletinin son 14 yıl gibi çok kısa bir sürede eğitim, ekonomi, maliye, teknik, teknolojik ve başka sektörlerde ileri ülkelerden geri kalmışlığını silkip büyük bir kararlılıkla dirilmesi, Güney Doğu ve Orta Avrupa üzerinde son derece büyük, güçlü etki yaptı. Güç toplamaya devam eden bu ulusal hamlede Türk milletinin siyasal bütünlüğü ise, büyüyen devlet gücünü sahneye çıkardı. Orta Doğu’dan kaynayan göçmen seli önüne bir bent gibi gerilen Türkiye olmasaydı, Eski Kıta sığınmacı dalgasında boğulacak ve 28 parçaya bölünecekti. Bu bakıma Türkiye, 2015’te Avrupa Birliği’ni dağılmaktan kurtardı. Bu tarihsel olay artık varsayım olmaktan çıktı. Daha önce görülmemiş olan, bir ülkenin bir kıtayı başına gelecek felaketten koruması yaşanırken Yeni Ufuk ağırdı. Kabullenmekte zorlananlar olabilir de, büyük gerçek budur. Son derece büyük bu fedakârlıkla doğan halk minnettarlığı ve güven Brüksel diplomasisini Ankara’ya yöneltti. Avrupa tarihinde yeni başlık: AB Türkiye Sözleşmesi.


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

181

Brüksel’de, Avrupa Birliği devletleri başbakanları ile Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Sayın Ahmet Davutoğulu arasında gerçekleşen stratejik görüşme artık meyve veriyor. Bunun ilk meyvesi olarak, Rusya saldırganı Putin’in Suriye’den bazı güçlerini çekmesine işaret ediyorum. Bombardımanlar durmadan. Ateş sönmeden duman bitmez. Göçmen alayları, kıtalar ve denizler aşırı trajedi, bu barbarlığın yalnız dumanıdır. Brüksel Zirvesi birçok meyve birden verdi. Çareyi Türkiye ile anlaşmada arayan 28 hükümet başkanı birçok konuda anlaşabildi. Bulunan kesişme noktası, 21-inci yüzyıl AB - Türkiye birliğinde açılan yeni ufuk oldu. Şimdiye kadar, yani ne Birinci Dünya Savaşı’ndan (1914 - 1918) sonra, Versay, ne de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra (1939 - 1945) Pos dam’da 29 devlet bir araya gelip Avrupa kıtasının huzuru ve güvenliği konusunda anlaşmaya varamamıştır. Türkiye’nin Brüksel’de bir araya getirebildiği AB ağır topları, 21’inci yüzyıl sorunlarını değerlendirirken, “Türkiyesiz yapamayız” konusunda birleşti. Daha sıkı işbirliği konularında Türkiye hükümetinin önerilerini kabul ederken, sığınmacılar konusunda da beraberlik, yardımlaşma ve dayanışma azmi olağanüstü anlamlı ve yararlı bir gelişmedir. Terörizmi kınamak yeterli olmuyor. Putin uşakları Suriye’den çekilirken çok üzülenlerin ve hatta gözyaşı dökenler oldu. Baskıcı Beşar Esat, DEAŞ, PKK ve PYD gibi altyüklenici terör birimlerinin ileri gelenleri, onların piyonu olan canlı bombalar, uyuyan terör hücreleri, Güney Doğu Anadolu’da kısılıp kalan hain çeteleri hüzün yaşadılar. Türkiye Cumhuriyetine ceza yasalarının şiddetlendirilmesini isteyen Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan, azmettiricileri, silah taşeronlarını, örgüt başlarını, saldırı elemanlarını, canlı bombaları ve yataklık edenlerle yardımcılarını, terörün dış ve iç kollarını, terör propagandacılarını, siber saldırı kadrolarını, Türkiye halkına karşı psikolojik saldırı yapan odakları vb birbirinden ayrı ele alarak, gerekli sert hukuksal önlemlerin alınmasında ısrar etmiştir. Bu bakımdan Türkiye, uluslar arası terörle mücadele eden devletlerarasında öncü yerini koruyarak güçlendirmiştir. Bir militanın hem terörist yanlısı, hem milletvekili, hem insan hakları örgütü üyesi, hem bilim adamı hem aydın olamayacağını dünyaya gösteren Türkiye oldu. İnsanlık teröristler konusunda somut düşünmeyi de Türkiye’den öğreniyor. Terör eylemlerini doğru anlamak isteyenler olaylara ve eylemcilere bakarken, kişilerin yalnız geçmişlerine bakarak değil, bugününe, son tavırlarına, eylemlerine göre değer biçmeyi öğrenmek zo-


182

BG-SAM

rundadır. TBMM’ni mahalle kavgası merkezi haline çevirmek isteyenler ilkeli siyaset yürütülemez, hukuk ayaklarıyla adalet sağlanamaz! Rusya’nın ardında bıraktığı harabelik Bu arada Yakın Doğu’da terörist başı olan Şam diktatörü Esat’ta yardım için bölgeyi 167 gün gece gündüz bombalayan Rusya’nın 38 milyar ruble, yani günde 8 milyon US Dolar, ya da toplam 1,3 milyar US Dolar harcadığı açıklandı. Bombaların daha büyük kısmını sivil halkın üzerine atan Rus saldırgan yeni bombardıman uçaklarından “Su-34” ve “Su-24”, top jetlerden “Cu-35” ve “Su-25” ler kullandı. “Kalibır” kanatlı füzelerden 48 adetattı. Rusya hava kuvvetleri “Su-24” tipi bir bombardıman uçağı ile “MI8” tipi bir askeri helikopter yitirdi. “RBK Deyli” Suriye savaşında 2 milyon kişinin telef olduğunu, 8 milyon sivilin de ülkeyi terk ettiğini yazdı. Bu saldırı savaşında en fazla dikkati çeken özellik, “teröristlerle savaşmak” maskesiyle bölgeye giren Rusya’nın, terörcü diktatör Esat’ı desteklemesi, uluslararası terör örgütü DAEŞ mevzilerine hemen hemen bomba atmadan, yine uluslararası terör örgütü olarak tanınmış PKK ve piyonlarına dokunmadan teröristlerle sözde savaşması oldu. Onlara yeni silah, mühimmat ve para bıraktı. Tehlike sona erdi mi? “İndipendent” gazetesinin yazdığına göre, Suriye savaşında Putin “Çeçen Savaşı”nda kullandığı ve artık “küf tutmuş”uçak ve bombalarla ortaya çıktı. Bu savaşın sonuçlarından en fazla rahatsız olansa İsrail devletidir. Lâzkîye Rus üssüne (yani burnunun dibine) konuşlandırılan, gökyüzünü devamlı tarayan ve 400 km uzaklıkta bulunan uçan hedefi düşürebilen ve aynı zamanda İsrail hava sahasının yarısını tarayan “C-400” (Triumf) sistemi “başka birinin eline geçerse” korkusu dağları bekliyor. Bu arada, Rusya’nın Suriye’de bıraktığı ve “Ayaks” sistemlerine parazit yapan, aynı zamanda uydu radar sistemlerinden gelen sinyalleri de bozabilen “Krasuha-4” elektronik savaş silahı da NATO çevrelerinde endişe yaratmıştır. Büyük saldırganın savaş sahasından çekilmesinden sonra geride kalan ve cevap bekleyen soru şudur: “Batı, bu gelişmelere Moskova ile cepheleşmede yeni bir sayfa açarak mı yoksa Rusya ile uzlaşma yolu arayarak mı cevap verecektir?” Şu unutulmamalıdır ki, terörün en vahşisi, zulmün en kötüsü devlet terörüdür. Putin Suriye’ye otoriter baskı rejimi balı Beşar Esat’ı desteklemek için gitmişti. Alış verişe çıkmış pazarlarda buluşan halkını Varil Bombalarıyla telef eden bu diktatör, saraylarını baştanbaşa zeytin dalıyla süslese bile Yakın Doğu tarihine


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

183

en büyük katil olarak girecektir. Barbarlığıyla dünyayı ürperten IŞİD, hainlikte baş başa giden PKK ve PYD gibi terör örgütlerinin sırtını sıvazlıyor. Suriye halkının istediği barışa uzanan yolu bu güçler baltalıyor. Türkiye’de düzenledikleri patlamalarla Yakın Doğu’da gerginliği daha da tırmandırıyorlar. Terörizmle mücadelede Türkiye örneği Demokratik dünya terör taşıyıcıların DEAŞ, PKK, PYD terör örgütleri ile sürüye kattıkları irili ufaklı silahlı çetelerin olduğuna her geçen gün daha fazla inanıyor. Türkiye devleti terör konusuna derin ayrışım getirdi. 35 yıldan beri devam eden PKK terörüyle mücadele zengin bir deneyim ortaya koydu. Bu arada Ankara ve İstanbul canlı bomba tuzakları yeni kuşaklara da unutulmaz ders oldu. Milli çıkarların, toprak bütünlüğümüzün, bayrağımızın, halkın birlik ve beraberliğinin ideolojilerden çok daha yüksek değer ler olduğunu herkes görüp anlıyor. Demokratik dünya anti-terörist cephede Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’la birliktedir ve omuz omuza olmaya devam edeceğini duyuruyor. 21’inci yüzyılda terör halkların ve insanlığın, geleceğimizin en büyük düşmanıdır. Terör dil, din, ırk, azınlık veya çoğunluk, kültür ve medeniyet farkı tanımıyor. Suriye örneğinde terörün yeni yüzünü bomba tufanı olarak gösterdi. Türkiye devletinin büyük çabaları, “Cu-24” bombardıman uçağını düşürerek, 3 milyon sığınmacıya barınak sağlayarak, 700 bin savaş kaçağı yavruya anaokulu ve ilk ve ortaokul imkânı sunarak, yoğun diplomatik çabalarla Avrupa’ya uzattığı yardım eli farklı yorumlara da vesile oldu. Komşularımızın ve Avrupa’nın steriotiplerden - basmakalıp ezberlerden kurtulma zamanı geldi. Terör, terör örgütleri, terörizmle mücadele Avrupa’da yeni ortak anlamlı lügat yaratmalıdır. 5 yıldır devam eden Suriye Savaş’ı bir yandan sınırsız seyahat alanı olan “Shengen” sahasına dikenli tel duvar ördü, onu doğal parçalarına yeniden böldü ve kendi içine kapadı. Sanki “Benim evim, benim kalem” asrı geri döndü. Kurallara uymayanlar için ünlü İngiliz yazar Charles Dickens (1812 -1870) zamanı kapı çaldı. O eserlerinde, ibret olsun diye yol kenarında darağaçlarında sallananları anlatır. Suriye’de kesilen kellelere toplu imhalar eklendi. Dünya medeniyetinin beşiği olan toprakların insansız kalacağını düşünen yoktu. Bulgaristan bizim de memleketimiz ve vatanımızdır. Son günlerde bazı AB ülkelerinde, Bulgaristan da aralarında, yeni bir endişeli dalga yükseldi. Haziran ayında Türkiye vatandaşlarına AB vizeleri kalktığında Bulgaristan’ın 7 milyon Türkiyeli tarafından istila edileceği balonu şişirildi


184

BG-SAM

ve uçuruldu. Deneyimli siyaset yorumcularından Toma Todov, TV ekranından 75 milyon Türk istediği an bizi boğabilir dedi. Olaylara olumlu bakmak istemeyenlerin kışkırttığı histeri her geçen günle artıyor. Toplumsal gerginlik koyu renkler alıyor. Bulgaristan vatandaşları için de açmak isteyen Yeni Ufuk daha ilk haftalarda kara bulutlarla savaşıyor. Devam edecek. İkinci konu: Seçkin Bulgar aydınların Cumhuriyet Manifestosu! Gözler nereyi arıyor - Rusya’yı mı, yoksa Batı’yı mı? Yeni durumda Türk partiler yerini belirledi mi?

Nasıl Hoşgörü - 2

Hamiyet Çakır-18.Mart.2016

İyi komşuluk ortamında yaşamak bizim en doğal hakkımızdır. Bir gün Nasreddin Hoca’nın evine hırsız girmiş. Karısı bağırarak: “Hoca eve hırsız girdi masayı çaldı” demiş. Hoca: “Boş ver yenisini alırız” demiş. Ertesi gün aynı hırsızlar eve yine girmişler. Hoca’nın karısı: “Yine hırsızlar girdi, bu defa kavuğunu çaldılar” demiş. Hoca: “Boş ver yenisini alırız” demiş. Ertesi gün bir daha hırsız girmiş, bu sefer Hoca’nın karısını kaçırmışlar. Hoca’nın karısı: “Hoca beni kaçırıyorlar” demiş. Hoca: “Boş ver yenisini alırız” demiş. Biz hoşgörülü olmayı akılı ve aptal olarak ikiye ayırırsak, yukarıdaki fıkra, aptal hoşgörülüğün parlak bir örneğidir. Biz bu çeşit hoşgörüyü, karşısında direnerek ve çaresizlik içinde Bulgaristan koşullarından 100 yıl yaşadık. Evimizi, barkımızı, köyümüzü, kimliğimizi evliya mirasımızı kaybettik. Vasil Levski gibi haydutları yerde gökte arayıp bulup tutuklamak için Sultan’ın gönderdiği zaptiyelere “aman ona dokunmayın, ama o bizim çobanımız, ama o çiftimizi sürüyor” derken, haydutları bilinçsiz olarak korurken, devlet siyaseti


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

185

ile kişisel çıkarı birbirinden ayırıp doğru konum alamayanlar bizim atalarımızdır. Onların hoşgörüsü bir alışagelmişliğin ürünü ve savunmaktır. Hoşgörülülükle hiçbir şey edilemediğini ve edilemeyeceğini bize hayatın kendisi gösterdi, gösteriyor. Bu bakıma hoşgörünün günümüzdeki ürünü “Boş ver”dir ki, biz zaten boş vere vere bu durumlara düştük. Osman Oktay’ın gizli polisin dosya arşivinde “kartonu” varmış - “boş ver.” Güner Tahir’in gizli polis arşivinde “kartonu” varmış - “boş ver.” Kasim Dal’ın gizli polis arşivinde “kartonu” varmış - “boş ver.” Lütfi Mestan’ın gizli polis arşivinde “kartonu” varmış - “boş ver.” HÖH Halk ve özgürlükler Hareketi kurucularından 12’si gizli polis ajanıymış - “boş ver.” Parasız vere vere bize bir şey kalmadı türkümüz vardır, bu iş buna benzedi. Yaşama bu şekilde bakmış olmamız aslında bizim ezilmiş ve çaresiz özümüzü yansıtıyor. Milletimizin kitap dolu ve binlerce yazılmamış hoşgörü fıkramış, hoşgörü zihni ve felsefesi var. Hangi halkı böyle bir külliyatı yoksa o halk hayata olgunlaşmamıştır. Ne demişti feylesofların atası Mevlana: Gel, kim olursan ol gel! Üstadın yarattığı Tasavvuf felsefesi, insanlar, halklar, toplumlar, devletler vs ne olursa olsun arasında hoşgörü (tolerans) olmadan ileri tek adım atılamayacağına sönmeyen meşaledir. Mevlana’nın çağrısı bir dini davettir, İslam’a davettir, Allah yolunda vuslat davetidir. Yazımın başından beri söylemek istediğim, insanların birbirlerine görünmezliklerle bağlı oluşudur ve görünmezliğin aramızdaki karşılıklı hoşgörünün sökülmez kokusu oluşudur. Herkes hoşgörülü müdür? Olabilir mi? Toplumsal ilişki olarak hoşgörü nasıl doğmuştur? Önce hoşgörümüm kişisel bir ilişki olduğu kadar toplumsal bir ilişki olduğunu da tanıyalım. Ama hoşgörülü sınıf kavgası yoktur. Etniklerle ulus, devletle etnik azınlıklar arasında hoşgörü olabilir. Bunu Osmanlı devletinin 1872’de Doğu Ortodoks Bulgarlara kilise bağımsızlığı tanımasında görüyoruz. Ne ki, işle-


186

BG-SAM

rini yalnız baskı ve teröre, öfkeye dayandıran rejimden hoşgörü beklenmesi yanlış olur. Buna totaliter dönem örneklerini sıralamakla bitiremeyiz. Olaya başka bir açıdan bakarsak, “boşanma hakkı” için 100 yıl savaşı veren İngiltere’de boş kalan bir kadına “paçavra” olarak değil, yaşam hakkı olan bir insan olarak bakma çok zor doğmuştur. Toprak köleliğinden kurtulurken zincirlerini kıran ve emeğini satmaya başladığında, işimi elimden alacaklar diye yeni makineleri kırmasını anlamak da kolay olmamıştır. İşçi sınıfının sokak direnişlerinin destek bulması büyük evrim sonucudur. Hoşgörü haklı ile haksızı birinden ayırmaz. Günümüzde anti-terör güçlerinin verdiği mücadeleye hoşgörülü ve anlayışlı yaklaşım bir erdemdir.İnsan kendi içine hoşgörü, güzellikler doldurabilir mi? Bu mümkün müdür? Yoksa hoşgörü, güzel olan dışardan gelip insanı bulan, onu büyüleyen bir şey midir? İnsan doğasında, belirli bir yaşta aşk gibi bitiveren bir şey midir? Hoşgörü bir ilişkinin, hoşunuza giden bir yaşantının, ani bir hoşlanış sonucu olarak kabul edilmemelidir. Çünkü o tüm insanların doğal, medeni ve diğer insan haklarını tanımakla başlayan bir yaşam tarzı olarak süreklilik içirir ve varsa var, yoksa yoktur. Hoşgörülü olmak için önce insan olmak gerekir. Tarihimizde hoşgörülü komşuluğun en parlak belirtisi komşu kapıları gıcırtısı olmuştur. 1980’lerde zülüm altında inlediğimiz yıllarda hoşgörü unutulmuştu. Karşımıza silah diken, köyümüze tankla giren devletten hoşgörülü olmasını beklemek, dişlerini etine batırmış yılana ama zehrini salma yalvarışı değil de nedir. O zaman hatırımda kalmış radyo ve TV, basın ve kışkırtma yapanlar yalnız ve bir tek toleranstan söz ediyorlardı. Kurşun atıp insan öldüren kahraman, hakkını arayan düşman, terörist, vatan haini ve katildi. Bu denli derin bölünmüştük birbirimizden, 1990’dan beri viski içip, tere ya ve balla beslenenlerin açılan yarayı kapayabileceğini düşünenler de aldandı. Toleranslı olmakla falcı yalanları arasında iletişim noktası yoktur. Herkes yalana doydu. Kötülük yapmak isteyenler kendini hoşgörü maskesi ardına gizler. Ne ki 1990’dan sonra bizden hoşgörülü davranmamız isteniyor. Tolerans sözünü kullanmak moda oldu. Kurduğumuz derneklerin isminde, gazete yorumlarında, meclis ve toplantı salonlarında söz alıp konuşanların azından sık sık tolerans sözünü işittiğimizde, biz zaten müsamahalıyız, her zaman anlayış göstermeye çalıştık ama bizden istedikleri acaba nedir diye düşündüğümüz oldu. Öyle ki, hoşgörü sanki ardına saklanılan bir maske oldu. Kötülük yapmak isteyen kendini hoşgörü kılığına sığdırmaya çalışıyor. Bir de başkasının aklınla yaşanmaz.


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

187

Bulgar basınında çıkan bir yazıda Lütfi Mestan’ın konuşmalarının başkası tarafından yazıldığı açıklandı. Nalsız eşekle ancak bu kadar yürünür. 18 yıl Lütfü Mestan’ın konuşmalarını kaleme alan bu Yahudi aydın, “Abi, sen siyasetten çık, liberalizmi unut, git köy öğretmeni ol!” demez mi! Tabii siz şimdi, hoşgörü bunun neresinde diyeceksiniz de, ben beyin fırtınası yapmaya başlasak diyorum. Hoşgörü bir hayal değildir. Derin kökü olan bir davranış, sürekliliği olan bir tutumdur. Bir yaşam biçiminde öz olandır. Her şeyin olduğu gibi hoşgörünün de dalı budağı vardır. Kimileri bizim hoşgörümüz dinimizdedir derken, biz Bulgaristan Türkleri de, Orta Asya’dan getirdiğimiz yaşam biçimi hoşgörülüdür tezinden hiç ödün vermedik, vazgeçmedik. Zaten Balkanlar hoşgörülü, sabırlı ve alçakgönüllü, açık gönüllü yaklaşımı ilk kez bizde gördü. Zaman içinde karşılıklı etkileşimde hoşgörülülüğün belirmesini ezan okunurken kilise çanı da çalınabilire indirgendi. İkili birliğin mümkün oluşunu biri camiye öteki kiliseye bakan iki pencereli odaya benzettiler de oldu. Atalarımızın hoşgörüsünden ezan sesinden rahatsız olanları incitmemek için yapılanlar hikâye oldu. Bu anlatımlarımız, genel anlamda, işine bakan, yolunca yürüyen, tolum düzenini bozmayan, ailesine, etrafına örnek olan her kimsenin huzurunu bozan olmaz anlayışına götürdü ki, eğer bu bir kural olabilseydi, başımıza gelenler, Büyük Göçler hep istisna olamazdı. Bu durumda, kuşkusuz hoşgörünün kuralı olması gerekir. Öyleyse bizim derdimiz kural bozanlarla olmalıdır. Ne ki, hoşgörü kuralının herkes için, tüm toplum için bağlayıcılığını göremedik. Karşımıza dikilen, kuralları rafa kaldıran devlet olunca, oyun iyice bozuldu ve hayat bize tek taraflı hoşgörü olamayacağını gösterdi. Şunu da gördük tek taraflı hoşgörü teslimiyete götüren yoldaki ilk adımdır. Şu da var, karşılıklı hoşgörü yolu mücadele yoludur. Devamlı canlı ve değişken bir durumdur. Bunun temel şartı ise, kuralın ortaklığı genel geçerli olmasıdır. Dolayısıyla kimse başka birini farklı kurallar içinde, kendi isteği dışında yaşamaya zorlayamaz. Bunu yapan zulüm etmiş olur. Zorbacıdır. İşte o zaman komşu kapısı kapanır. Bizim anlayışımızda Hoşgörü, sevgi gibi bir şeydir, bir insanın birisini sevmesi için mutlaka yanında olması gerekmez, sevgi ile mesafe arasında bir bağlantı yoktur, sevginin ve saygının içinde hoşgörü vardır, kavuşma umudumuzsa hoşgörüyü yaşatandır. Hoşgörü, sevenlerin birbirine saygılı davranışı gibi, yaşatmak istedikleri çiçeğe ortak ilgidir.


188

BG-SAM

“Anlayışlı ol!, Her şeyi husumetsiz, sabırla karşıla!” bir öğüt olarak bizimdir. Fakat bu öğüt, beraberinde hoşgörüyü göz yumma olarak anlamayı getirmemelidir. Örneğin geçen hafta “Levski” kasabası lisesinde 9. sınıf öğrencileri boş saatlerden birinde ders odasında bir saat kızlı erkekli köçek kıvırmışlar. Hoşgörü tavanı delmiş. Ulusal sorun oldu. “Hakkımızdır!” dedi Çingene öğrenciler, birlikte direndiler. Pazarcık iline bağlı Çingene köylerinde okulların kapatılması ve büyük merkezlerde toplanması planı köylü protestolarına neden oldu. Bizde, ilk defa, Çingene kadınlar köy okuluna sahip çıktı, kapatma planına göz yummuyorlar. Olay kapanmadı. Direnişler yükseliyor. Hoşgörülülükten kaynaklanan tepkilerin hepsi haklıdır. Hoşgörülü olmamız, teslim olmamız anlamına gelmez. Hoşgörülü kişi isyan eder mi? Başkaldırıp ayaklanmak dayanılmaz zorbalıklara tepkiden başka bir şey değildir. Evrim ve Devrim yolunu açan da tepkinin örgütlenmişi ve bilinçli olanıdır.Okullarını korumak isteyen Çingene kadınlarının protesto eylemi yerel bir direniş olsa da elektronik direniş çağında hemen yayılan ve ulusal anlam kazanan bir hareketlenmedir.Okul için başkaldıran köylü çingene bayanlar aydınlık yolunu arama yoluna çıkmıştır. Hoşgörüyü yaşatmak için başkaldıranlar çok farklı ve şekil olarak değişik direniş sergiler. Artık yarım yüzyıllık geçmişi olan bizdeki hak ve özgürlükler kavgasına götüren yıllarda önce karşılıklı saygı ortadan kalktı. Vatan hakkımıza hor ve dik bakışlarla göz dikenler hortladı. İkide bir dipçikleme, ceza kesme, hor görme, ardından devlet mengenesinde ezme, sürgün ve hapishane çileleri sertleştikçe şiddetlenmişti. Biz bu adımları atmaya, çileyi çekmeye zorlandığımızda ateşe girdik, su aldık ve örsle çekiş arasında ezildikçe sertleştik, pekiştik, çeliklendik, bilinçlendik. Yüz yıl hor görülüp ezilen bir azınlık olduğumuzdan, çoğunluktan olmadığımızı anlamamız zaman aldı. Devletin, adaletin, hakların ve özgürlüklerin çoğunluğun olduğuna inandığımız da uzun zaman aldı. Bu bir bilinçlenme süreci olduğu kadar, hoşgörülü ruhumuzun ezilerek can çekişmesi süreci olarak da çok acı verdi. Öyle ki, devletten hoşgörü dilenemeyiz, bunu mücadelede öğrendik. Zaten devlet tüm vatandaşlarına eşit baksaydı, fazla bir şey istememize gerek yoktu, çünkü biz hiçbir zaman ayrıcalık, özel haklar falan filan talep etmemiştik. Ne ki, ana dilimizi kullanma, vergimizi ödediğimiz devletin okullarında öğrenmemiz özel bir istek sayılmamalıydı. Çünkü sayılamazdı. Bu mücadelenin 70 yıldır sonuçsuz kalması da ayrıca acı veriyor.Konumuzu dizi halinde işlemek istediğimizden dolayı, son dönemde tartışma konusu olan doğru yolda mıyız, yoksa yine başa dönmek zorunda mıyız konusuna birkaç satırla değinmek istiyorum.


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

189

Biraz tarih Fransız kökenli olan ve Bulgar dilinde olduğu gibi kullanılan tolerans (hoşgörü) sözü, çok özgün koşullarda ve değişik sosyal ortamlarda farklı anlamlı doğmuştur.Öz amacı yapı ustalığı olan masonluk, zekâ kültürünü, kardeşlik ve dayanışma ile birliği gerçekleştirmeyi hedef ettiği için Fransız devriminden önce Batıda bir hoşgörü mezhebi olarak nitelendirilip kabul edilmişti. Batıda hoşgörülülerin örgütlü hareket etmesi ilk onlarda izlenmiştir. Olayın parlak biçimde ortaya çıkışı ise, toplumun çok yoksullaşıp sefilleştiği dönemlerde asilzade havalarına giren masonlar iyi niyetle ortaya çıkıp dayanılmaz fakirliğe müsamahasızlık ifadesi olarak, geçinemeyen ailelere gıda yardımı dağıtmalarında, çorba salonları açmalarında kendini göstermiştir. Bunun dışında, Fransa’da tolerans ara sıra da olsa “yoksulların çekisi bize de ağır gelir” şeklinde su yüzüne çıkıp gıda yardımı kampanyalarında, toplumsal alkış alırken, Napolyon Savaşlarından sonra İtalya’da müsamahalı ilişkiler önce kömür işçileri dayanışmasında izlendi. Muhtaç olanlara yakacak dağıtıldı. Genel çizgide kalfa, çırak, usta ilişki zincirinde de saygın karşılıksız yardımlaşma örnekleri boldur. Başka bir belirme biçimi: Aldığı canlar bakımından tarihin en büyük salhanelerinden biri olan Fransız Devrimi’nden sonra (1795) yüzyıl boyunca giyotin korkusu unutulamazken, kan kokusundan kurtulamayan Paris’te toleransın yeni bir türü doğdu. Bu, Burjuva Devriminin getirdiği tipik sosyal ilişkilerin ürünüdür. Paris genelevlerinde fahişeler için Tolerans Tüzüğü duvara asıldı. Tüzük, kör sakat, genç yaşlı, asker subay, siyah ciltli ya da ayak tırnaklarını hiç kesmemiş veya dişi fırça görmemiş olmasına bakmaksızın tüm müşterilere aynı hizmeti, aynı özen ve saygıyla yanaşma zorunluluğunu getirdi. Bu anlamda burjuva toplumu emek ücret ilişkisi içinde tolerans kavramına mecburiyet anlamı kazandırırken toleransı öldürdü. Bir de sosyal ilişkilerin içinde alış veriş belirleyici olmaya başlayınca, “kantarın topuzuna” ya da “terazinin ibresine” toleranslı olma geldi. “Tolerans” bu noktada aldatılan müşteriyi aldatıldığını kabul etmeye zorlarken, bizde “beş aşağı beş yukarı”, “ama ne olacak veya olun olmuş, beş gram az olsa, ne olur” gibi tekerlemelerle hayat hakkı istedi. Toleransın bu şekli Bulgaristan’da siyaset hayatı etkilemedi, çünkü azınlıklara karşı devlet siyaseti hep ödünsüz ve sert oldu. Belki de, bu tür tolerans Türkiye’de “idare ediyoruz işte” anlamı alırken, Bulgaristan’da “altı yok çarık gibi” deyimine kilitlendi. Burada gün ışığına çıkan bizim hoşgörü anlayışımızla toleransçıların hoşgörü anlayışının yardımlaşma dışında birçok noktada örtüşmemesidir.


190

BG-SAM

Fransa’dan Bulgaristan’a gelirken toleranslı sözü de hoş gönüllü, farklı görüşlere anlayışlı ve liberal gibi anlamlar almaya çalışsa da, pek içini dolduramamıştır. 1908’den 1044’e kadar farklı görüş kabul etmeyen faşist otokritik Çarlıkla idare edilen, totalitarizm döneminde, ise komünist katı doktrinlerin kabul edilmesi zorunlu olan Bulgaristan’da farklı görüşlerin yeşermesine hiçbir zaman hoşgörü gösterilmedi. Farklı görüşler savunanların yeri hep sürgün ve zindan oldu. Bulgaristan Türk edebiyatını yaratan şair ve yazarların hemen hemen hepsi içeri girip çıktı, daha sonra da yurttan uzaklaştı. İslam dinine, Müslümanlığa ve Türklerin özgün kültürüne asla müsamaha gösterilmedi. Bu sıkıcı gelişmeler 1990’dan sonra da devam etti. Geçiş Döneminde etnik azınlıkların farklı yaşam tarzından ve kültüründen genel değişik görüşleri “Bulgar Etnik Modeli” içinde boğulmaya çalışılırken, halk kitleleri uyandı ve bir baskı rejimi uzantısı olan bu modeli ret etti. Son gelişmeler, demokratik toplum düzenine ilk adımlar olan Bulgaristan Geçiş Dönemi’nin aslında Avrupa Birliği çerçevesinde 2050 yıllarına doğru oluşacak olan yeni bir uygarlığa doğru Ön Geçiş Dönemi olduğu açıklık buldu. Bu yeni uygarlık, nesnelere tek yanlı bakışa dayanan günümüz uygarlığından yeni ve daha yüksek bir iletişim ve haberleşme medeniyeti olacağı artık açıklık kazanmaya başladı. AB topluluğu yeni medeniyet ufkuna yönelirken özgün kültür, ulusal dil, topluluk dili, anadil, ulusal ve etnik edebiyat ve sanat, din ve ruhsal ve maddi yaşam tarzı vb gibi konularda tekleşmeye doğru yönelim değil de, manevi yaşamda çoğulculuğa (multi-kültrizme yani çok kültürlülüğe) yönelimin yol alacağına ve üstün geleceğine inanç giderek yerleşiyor. Aslında tersi olsa yani AB içinde Bulgaristan’da etn,k d,il, din ve kültürel çeşitliliği tamamen tok etmeye doğru alınan yolda yeni hamleler yapılsa, bir yandan bu bakımahoşgörü tamamen gömülürken, bugün bizim yaşımıza gelen, yarın Bulgarların kendi başına da gelecektir ki, Bulgar ulusu da AB topluluğu içinde bir azınlıktır ve tek dilli dünyaya ilerlerken kendi dilinden olmak zorunda kalacaktır. Böyle bir analiz toleransı için ya “yaşayacaksın” ya da “mezarın kazılacak” anlamı kazanırken, bizim birinci şıkta mücadelemize devam etmemiz her geçen gün daha kaçınılmaz oluyor. Mezar taşı, çeşme, türbe, muhabbet yerine saldıran bir kişi asla hoşgörülü kabul edilemez. Hoşgörüye bu açıdan bakarken bir de, sabır gösterip ve dayanıklı olma hususiyeti ortaya çıkıyor ki, ulusal Türk Müslüman kimliğini oluştururken Bulgaristanlı Türklerin azınlık topluluğu bu konuda çok metanetli olmuştur. 6 Büyük Göç yaşarken sonsuz sabır ve hoşgörüyle dayanıklılık gösterirken her zaman alçak gönüllü ve söz anlar tavrını bozmamıştır. İşte bu noktada, kulüp kuran adına


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

191

“toleranslı”, parti kurup adına “toleranslı” gibi sözler takıştıranlara selam olsun. Bizden hoşgörü ve anlayışlı olmamızı istemeniz tamamen yanlıştır. Bulgar toplumunun pekişmesi, uzlaşma temelinde denge kurabilmesi için her şeyden önce karşılıklı hoşgörüye ihtiyaç olduğuna inancımız kesindir. Liberalizm kavramı insan haklarına saygı gösterilmesi çizgisinde hoşgörü içerir. Biz toleranslı olmuşuz neye yarar, bir elin nesi var! Şimdiye kadar çeken hep biz olduk, buna rağmen hoşgörülü özümüzü koruduk. Dilinde olmayan sözlerle içini ve davranışlarını anlatmaya çalışanların hamlesi boş böbürlenmekten ileri gitmez. Oturup tolerans kavramına ortak bir anlam verelim ve önce bu kavramın önüne karşılıklı sözünü katalım da karşılıklı hoşgörü olsun. Bu, belki de tutar.

Açık Mektup

Levent Rasimov-18.Mart.2015

Konu: Bulgar basınından seçmeler. (18 Mart 2016 “Trud” gazetesi, s. 13. Analiz) Kime: Lütfü Mestan Geleceğin Politik Liberal Partisi’nin Kurucusu Dostum, Uzun süreli dostluğumuza ve senin akıllı ve entelektüel biri bulduğuna işaretle bu hitabı kullanıyorum. Birlikte nasıl yola çıktığımızı hatırlıyor musun? Sen Momçilgrat’tan (Mestanlı) henüz gelmiştin. Tanımadığın bir ortam olan meclise girmiştin ve ben sana kuralları, yazılmamış yasaları ve söz alıp konuşma ilkelerini anlayabilmende yardım ettim. Senin belirli niteliklerin, zekân var ve çabucak öğreniyordun. Kendini ortama hızla uyduruyordun. Bunlar senin önemli artılarındı. Gerçeği söylemek gerekirse, senaryocu başka biriydi, sen rol görendin Bir hatip olarak göze çarpman böyle başlamıştı. Hatırlatmamın hoşuna gitmeyeceğini bilsem de, senaryoyu yazan, şu mektubu yazandı yani bendim. İnce eleyip sık dokumaya gerek yok. Desteğim olmasaydı, hatta benim baskım olmasaydı sen ilerleyemezdin. Kafana işlediğim liberal ideleri, bunların siyasette uygulanmasının ve mecliste kullanılmasının ilkelerini bir yere kadar kavrayabildin.


192

BG-SAM

Ne yazık ki, sen parlamentodaki işlerinin çok fazla olmasından mı, yoksa başka nedenlerle mi, liberalizmin felsefi temellerini atanları Tomas Hobs, Con Luck, Baruh Spinoza, fon Mizes, Fridrich Heieck, Karl Popır ve Ralf Darendorf’un geliştirdiği gibi okuyup öğrenmeye vakit ayırmadın. İşte bu ortamda, senin algılayabildiğin liberalizm, dışsal, etiket liberalizmi olarak kaldı. İçerik olarak ise isteneni alamadın. Fakat mecliste, bu eserleri okuyup özümsemiş olan bir kişinin kopyası olarak, sen vazifeni alkış alarak yerine getiriyordun. Üstelik sen kendi üzerinde biraz çalışıp başarılı bir orijin (aslı) olmak için gerekli çabayı gösterip, kopya olmaktan kurtulamadın. Birçok defa sana, dostum oku ve öğren dedim, ama sen buna yanaşmadın. Dostum, Sen cephe liberalizminin devlet popülizminden (halk yardakçılığından) başka bir şey olmadığını öğrenemedin, kurulmuş olan bir liberal partide birinci olmayı başaramayınca kendine bir liberal parti kurmaya karar verdin. Ben bunu senin konuşmalarında okudum. Şimdi seninle 1947’de kabul edilen Oksford Manifestosu’na alınan temel liberal ilkeleri bir defa daha anımsamamız gerekecek. Kişisel özgürlükler, fikir ve din özgürlüğü; İfade özgürlüğü ve basın özgürlüğü; Birlik kurma özgürlüğü; Hiçbir önkoşula bakılmaksızın eğitim, öğrenim özgürlüğü; Mülk sahibi olma özgürlüğü, iş görme hakkı; Baylar ve Bayanlar için hak eşitliği; 50 yıl sonra 1997’de Liberal Enternasyonal, yine Oksford’da bu Manifestoya ilavelerde bulunarak, liberal parti etkinliklerinin önemli yönlerini belirleyen, 21. Yüzyıl Liberal Manifestosu kabul edildi. Rüşvetle, büyük anonim şirketlerin, kartel ve tekellerin hükümetlere baskısına karşı ve insan sermayesinin iyileştirilmesi uğrunda savaşımla demokrasinin genişletilmesi; Çatışma ve tartışmalı konularda uluslararası işbirliğinin genişletilmesi; Demokrasinin yetkinleştirilmesi; Politik kaynakların merkezden dağıtılması; İnsan haklarının savunulması; Nesiller arasında yeni bir sözleşmeye gidilmesi. Bu ilkeler liberalizmi tüm öteki siyasi fikirlerden ayırır. Sen bize “Sorumluluk, Özgürlük ve Tolerans Hareketi” DOST - politik partisini kuruluş Bil-


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

193

dirisi gibi bir şey açıkladın ki, bunların yukarıda sıralanan ilkelerle hiçbir ilintisi yoktur. İşte senin siyasi ilkelerin: Demokratik sivil toplum sınırları içinde özgürlük, eşitlik ve hoşgörü; Demokratik hukuk devletinde yasaların üstünlüğü; Erkler arasında bağımsızlık, paylaşım ve karşılıklı kontrol; Etnik ve dini azınlıklara mensubiyete bakılmaksızın, bütün ve bölünmez Bulgaristan vatandaşlarının eşitliği; Avrupa-Atlantik bölgesinde huzur ve güvenlik sağlanması için diyalog ve işbirliği; Şu senin sıraladıklarından kaçı liberal ilkelerle örtüşüyor? Birazcık ikisi yanından geçmiş. 11 ilkenin yalnız ikisi yanından geçmiş. Sana göre, bu parti liberal parti olabilir mi, baksana insan haklarını koruma ve dernek kurma hakkı bile yok aralarında! Bunlarsa her liberal partinin köşe taşlarıdır. Biz seninle bunları okumuştuk, DOST taslağında bu ilkelerin olmamasından sorumlu olanın sen olduğuna inanmak istiyorum. Okuduğun metnin başkası tarafından yazılmış olduğuna inanıyorum. (Ben senin yazı üslubunu tanıyan biriyim ve bu sen değilsin.) Arkanda duranların, Bayan Mariyana Georgieva’nın sahte entelektüel yetersizliğinin ya da İmam Hafızov’un din tarafından sakatlanmış siyasi düşünme tarzının yani ikisinden birinin olduğunu düşünüyorum. Onlardan biri değilse ben de utanırım. Bir öğretmenin öğrencilerinden utanması, çok kötü bir duygu! Sonunda küçük bir not daha düşmek istiyorum. Liberal partiler genelde sola ve sağa açık ve işbirliği yapan partilerdir. Fakat bu önüne gelenle, iktidar pahasına kaynaşmak anlamına gelmez, Oksford ilkelerini gerçekleştirme atılımı olmalıdır. Bundan sonra yalnız sağda bir koalisyon yapılabilir gibi, açık bir teklife, konuşmanda getirdiğin sınırlama, en nazik ifadeyle, liberal bir açılım değildir. Ve sen bir yedek parça olan Radan Kınev’in aşırı sağcı Güçlü Bulgaristan Partisi ile ilk görüşmelerine “yararcı” bir şekilde başlamaya işaret vermiş oldun. Bu bir şaşkınlık alametidir. Bir liberal partinin sağ bir parti olarak ilan edilmesi ise, “akıllı bir budalalık” olmaktan başka bir şey de değildir. Dostum, hem sen, hem de ben, liberal bir parti kurma şansın olmadığını çok iyi biliyoruz. O dolayındakilerle ve şu senin şahsi imkânlarınla, yedek bir partiden faklı bir şey çıkmasını düşünmek bile yanlış olur. Bulgar siyasi sisteminde 401. yedek parti olur. Yalnız birinci seçimden sonra yaşanacak hayal kırıklığını yaşamaya değer mi? Politik reklâm işlerinin babası olan Jak Segela’nın kitabı geldi şu an aklıma. Bulgarcaya çevirisi yapılmadığı için, okumuş olamazsın, fakat bu eserin başlığının tercümesi şöyledir: “Annem benim bir kerhanede piyano çaldığımı düşünüyor, lütfen ona benim bir reklâmcı olduğumu asla söylemeyin.”


194

BG-SAM

Şimdi sen yine birinci sıradan bir politikacı olmaktansa, piyanona (öğretmenliğine) dönsen daha iyi olmaz mı acaba diyorum. Ne de olsa mesleğine dönmen hiçin içindeki hiçten çok daha iyidir. Senin Samuel Levin.

Çanakkale Ruhu

BG-SAM-19.Mart.2016

Türk askeri yenilmez Çanakkale geçilmez. 18 Mart’ta ruhumuz Çanakkale’ye uçar. Kükreyen Mustafa Kemal Atatürk oluruz. Türk oluruz. En son nefer ölene kadar ölmeye hazır oluruz. Yaşayan Çanakkale ruhu oluruz. Türk gücünün dünyaya duyulduğu gündür 18 Mart. Türk yenilmez! Çanakkale geçilmez! o gün! Diriler şerefli, ölüler şanlıdır, o gün! Türk türküsünün, Zafer marşının yazıldığı gün! Çanakkale bizimdir. Kimseye vermeyiz, O kahramanlar. Bugün Diyarbakır, Mardin, Haran ovasında Savaşıyorlar. Düşman beyaz, siyah, sarı düşman, aynı düşman! Eli silahlı Türkün toprağında göz diken, aynı düşman! Vatan için ölüme gittiler Deliormanlı Dobrucalı. Canlarını feda ettiler Tuzlalı, Rodoplular. Tüfekleri, topları konuşturdular Düşmanı ezerek geçtiler. Çanakkale zaferi, İstiklal tarihimizin ilk harfidir ve kanla yazılmıştır. Halkımız Çanakkale’de “Çılgın Türkler” olarak savaşırken “Dirilmiştir”


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

195

Kanımızın toprakla karıştığı ve Yüce Türk milletinin doğduğu yerdir Çanakkale. Vatanımızı, devletimizi, umutlarımızı, Büyük Türkiye hayalimizi Çanakkale kahramanlarına borçluyuz. Yıldönümünü bir hikâye ile anıyoruz. Düğünden Cepheye Davulun tok sesi karşı tepelerde yankılanıyor, bütün dere-tepe, köydeki düğün neşesine şahitlik ediyordu. Köy meydanında gençler oynuyor, kadınlar kenara çekilmiş uzaktan onları seyrediyordu. Çocuklar neşeyle etrafta koşuşturuyordu. Meydandaki muhtarlığın önündeki asmanın gölgesinde oturan ihtiyarlar, aralarında sohbet ediyorlardı. Birden davulun sesi kesildi. Oynayan gençler öylece kalakaldı. Düğün başının tok sesi, meydanda yankılanmaya başladı. “Ey ahali! Duyduk duymadık demeyin. Çanakkale’de savaş çıkmış. Yedi düvel memleketimizin kapısına dikilmiş. Kasabadan müftü efendi haber almış. Akşama gönüllü kafile çıkacakmış. Gitmek isteyenler muhtarlığa gelip isim yazdırsınlar. Duyduk duymadık demeyin!” Meydan bir anda matem sessizliğine büründü. Oynayan gençler aralarında bir müddet konuştuktan sonra, kimi muhtarlığa doğru, kimi evine yöneldi. Bir anda düğün sahiplerinden başka kimse kalmadı meydanda. Damatlıklar içindeki Bekir, acele evine doğru yürümeye başladı. Soluk soluğa geldi evlerinin kapısına. Avlunun kapısını telaşla, hızlı hızlı çaldı. Küçük kız kardeşiydi kapıdaki. “Anamı kapıya çağırsana!” “Ne oldu Abi!” “Sorma sen, acelem var hemen anamı çağır.” Ailenin tek erkek evladıydı Bekir. Bundan dolayı ailenin gözünde pek kıymetliydi. Köylük yerde erkek evlat demek arka demek, güç demekti. Anasının babasının ona yüzünü ekşittiğini hiç gören olmazdı. Anası hemen avluya çıktı. Düğün telaşındaydı. “Hayırdır evladım, bir şey mi oldu?” “Oldu ya ana! Çanakkale’de harp çıkmış. Herkes muhtara gönüllü yazılmaya gitti. “Akşam gönüllü kafile çıkacakmış. Öteki işleri bırak. Biraz giyecek, biraz da yiyecek hazır et. Ben yazılmaya gidiyorum!”


196

BG-SAM

Anası ellerini böğrüne bastırdı. Derin bir iç geçirdi önce. Gözleri fal taşı gibi açıldı. “Vay başımıza gelene! Oğlum sen neler diyorsun öyle. Bugün senin düğünün, derneğin var. Kınan bile yakıldı. Akşam nikâhın var. Bu ne acele? Düğünün bitsin, muradına er, gidersin sonra. Olmaz mı?” “Olmaz ana kalamam! Arkadaşlarım benim namusumu korumak için düşman karşısına giderken ben sıcak yatağımda yatamam.” “İyi de kınalı kuzum, peki geline ne deyeceğiz? Kızcağızı aldık göç ettirdik, şimdi ne diyeceğiz?...” “Ayşeciğim! Benim helalimdir. Ona. “Bekir namusunu korumak için düşman Üzerine gitti”, dersiniz. Ayşe elinin kınasını soldurmasın, beni beklesin. Harp bitince düğünümüze kaldığımız yerden devam ederiz.” “A benim kınalı kuzum, sen iyice aklına koymuşsun. İyi de ya geri dönmezsen?” ... Anası ne söylediyse Bekir’e dinletemedi. Gitmeyi, iyiden iyiye aklına koymuştu Bekir. Avlu kapısından hızla çıkarak kayboldu. Anası emziği elinden alınmış çocuklar gibi kalakaldı öylece. Olduğu yere yamalı bohça gibi çöküverdi. İçindeki çeyiz düzenleme işi bir anda yarım kalmıştı. Gözyaşı dökerek içli bir ağıta durdu. Çeyiz düzenlemeye gelen mahalle kadınları ağıtı duyup dışarı çıktılar. Haberi alır almaz her biri hızla evlerine döndüler. Zira her evde cepheye namzet birkaç yiğit vardı. Bekir, kısa bir zaman sonra Gelibolu’da çarpışmanın ortasında buldu kendini. Bir süre sonra da gösterdiği kahramanlıklar sebebiyle çavuş oldu. Arıburnun’da düşmana karşı geniş çaplı bir saldırı başlamış ve bu saldırı, düşmanın ağır top bombardımanından sonra felakete dönüşmüştü. Dürt gün boyunca yaralılara dokunulamadı. Yaralı askerlerin çoğunun yarası kangren olmuştu. Bekir Çavuş da yaralılar arasındaydı. Yarasının kanını kendisi durdurmuştu. Beşinci gün İngilizlerle ateşkes imzalandı. Şehitler tepeye gömülürken yaralılar sahra hastanesine kaldırıldı. Bekir Çavuş da sahra hastanesine götürüldü. Birden çavuşun başındaki beş on sıhhiye eri, yüksek sesle tekbir getirmeye başladı. Başındaki askerlerle beraber kendisi de tekdir getiriyordu. Sahra çadırının içi “Allahü Ekber, Allahü Ekber!” sesleriyle inliyordu. Bekir Çavuş bayılmıştı. Kendine geldiğinde bir bacağı yerinde değildi. Doktorlar, hemşireler ve sıhhiye erleri yorgunluktan bitap düşüp, dinlenmeye çekildiler.


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

197

Bekir Çavuş biraz sonra yatağında doğruldu ve hemşirelere seslenmeye durdu: “Benim ameliyatım bitti. Beni daha burada ne diye tutuyorsunuz. Ben hemen cepheye dönmeliyim.” Yatağından hızla kalkıp kapıya yöneldi. Ne ki bacağının biri yerinde değildi. Sendelendi yere kapaklandı. Hemşireler, sıhhiye erleri daha başlarını yastıklarına yeni koymuşlardı ki gürültüyü duyar duymaz yataklarından fırladılar. Sıhhiye erleri, Bekir Çavuşu hemen yerinden kaldırıp yatağına yatırdılar. Fazla kan kaybetmiş, yüzü beyaz bir tülbende dönmüştü. Yarasından kan süzülüyordu. Bilincini kaybetmek üzereydi. Hemşire, telaşla doktorları uyandırdı. Bacağı yeniden kalçasına kadar kesilebilirdi. Doktorlar hazırlanırken gelip Bekir Çavuş’un başına oturdu. Bekir Çavuş, köyünü anlatmaya başladı hemşireye. Sonra düğününü, anacığını... Bilinci gidip gidip geldi. Sonra bir sessizliğe büründü. Hâlâ yaşıyordu. Uzaktan ezan sesi gelmeye başladı. Bekir Çavuş yavaşça gözlerini araladı. Hemşire, hâlâ başucundaydı. Dudaklarını zorlukla kımıldatarak hemşireye konuştu: “Bu ses ezan sesi değil mi?” “Evet ya, ezan sesi?” Mırıltıyla ezanı tekrar etmeye başladı. Ezan bitince, acı dolu gözlerle hemşireye baktı: “Hemşire hanım ben galiba şehit olacağım!” Dudaklarındaki mırıltı yavaşça kayboldu. Derin bir sessizliğe büründü. Hemşire üzerindeki çarşafı yavaşça çekerek Bekir Çavuş’un yüzünü kapattı. Bekir Çavuş’un yüzünde hafif bir tebessüm vardı.


198

BG-SAM

Saraya Çıkan Kulübe Yolu Yoktur

Osman Bülbül-20.Mart.2016

bilir.

Bizi neye alıştırmak istiyorlar? Hayalet olan ama gözle görülmeyen. Hayalet olmayan ama gözle görülen. Bu bir bilmece değil! İki durum arasındaki fark dağlar kadar büyük. “Zamanımız kıymetli, uğraştırmayın bizi” deyip burun kıvıranlarınız ola-

Olayı saçma zannetseler de, gerçek hiç de öyle değil. Okudukça tablo açılıp tamamlanacak ve olayın bizimle direk ilintili olduğunu görüp inanacaksınız. Çok acı bir gerçek aslında. Kopyasının bizde uygulanması da çok üzücü! Yukarıdaki iki satırı “Gonkur” ödüllü Fransız yazar Anri Troaya’nın Korkunç İvan kitabından aldım. Moskova’da dünyaya gelen, Bolşevik devriminden sonra Fransa’ya göç eden ve 100 tarih devinin otobiyografisini kaleme alan yaratıcı, Fransız Bilimler Akademisi üyesidir. 1940 -41! Alman topları sakinleri tahliye edilen ısız Moskova’yı gece gündüz bombalarken Başkomutan Stalin yeraltı treninin “Mayakovski” durağındadır. Koltuğa büzülmüş, dizlerinin üstünde yün battaniye, elinde Lev Tolstoy’un “Korkunç İvan”ı. Tren geçmeyen istasyonda bir teleks, bir sekreter, bir sam ovar ve burada kaldığı 20 günde elindeki kitabı defalarca okuyan korkunç başkomutan. İvan’ın hüküm süresi 1547 - 1584 yılları arası Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim ve III. Murat zamanıdır. Kazan’ı ele geçirdikten sonra yakan ve Rusya’yı Siberya’ya açan hileci ve gaddarlığıyla ünlü Çar odur. Son Büyük Savaşta mihverden (Almanya, İtalya ve Japonya) olan üçüncüsü, gaddar Çar’ın Rusya’ya kattığı Uzak Doğu topraklarına girmekte tereddütlüdür. Hitler, Doğan Güneş İmparatorluğunu Sovyetlere saldırmaya zorlamak amacıyla başbakan Hideki Töjö’yü Berlin’e çağırmıştır. Kuşatılmış Moskova’ya trenle gelen ve Almanya’ya uçakla gidip dönen Başbakan, KGB tarafından durdurulmuştur. “Trans Sibirya” trenini kaçırınca müzakere masasına oturmaya zorlanmıştır. Japonya’da savaşa girme kararını ancak meclis alabilir. Olay İmparatorun dışındadır. Görüşme salonundan bir sandık altınla çıkan ve tren son durak Vladivostok’a varmazdan önce uçaktan indiği bir ara istasyonda devlet konuğu vagonuna kurulan Töjö, Tokyo’ya sağ salim döndüğünde, meclis SSCB ile savaşa girmeme kararı almıştır.


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

199

Stalin’in Metro durağında beklediği şifreli haber işte budur. Olay Moskova, Leningrad ve Stalingrad çarpışmalarında ve savaşın daha sonraki kaderinde sonuç belirleyici rol oynamıştır. Çünkü haberi alan Başkomutan Japonya’ya karşı Sibirya’da tuttuğu orduları ve milyonlarca sürgün ve mahkûmu serbest bırakıp ellerine silah vererek cephelere sürmüş ve savaşın yönünü değiştirmiştir. Yazımızın başına dönüyoruz. Hayal olan güçler KGB, başbakan Töjö’nün hainliği, metro deliğindeki Stalin’in sabırsızlıkla bekleyişidir. Gerçek olansa Büyük Savaş, müttefikler arasındaki uyum sağlama çabaları, Töjö’nün bir sandık altına vicdanını satması ve Tokyo meclisinin aldığı karardır. İlk anda, Japonya meclisinin Nazilere baş kaldırıp böyle bir karar alması, Sibirya’daki orduların Moskova, Leningrad ve Stalingrad’a yığılması, milyonlarda tutuklunun bir anda serbest bırakılması ve tüm cephelerde savaşın kaderinin değiştirilebilmesi bir hayaldi. Gözle görülemeyen ama arzularda yaşayan bir hayal! Hayal olmayan ama gözle görülen ise, KGB’nin başbakan satın alıp meclisi etkileyebilme gücüdür. Stalin’in aynı kitabı, IV. İvan’ın hayat öyküsünü defalarca okuma sebebine gelince, ordularını ve halkını kaybeden başkomutan tarihte aynı duruma düşen bir hükümdarda emsal aramıştır. IV. İvan 37 yıllık hükümdarlığında çok zor duruma düştüğünde bir kez tacını çıkarmış ve yakınındaki sarhoşlardan birinin başına geçirmiştir. Böylece bir hayal olmuş ve Rusya İmparatorluğunu 17 yıl göze görünmeden, insan arasına çıkmadan idare etmiştir. Stalin okuduğu eserde kayıplara karışan, fakat sihirli bir hükümdar olarak hüküm sürmeye devam etmenin ruhsal sırlarına girmeye, koskocaman Rusya’yı bir hayalet olarak yönetme yollarını aramaya çalışmıştır. Çünkü Moskova düşünce ve Kızıl Meydan’a Nazi çizmesi basınca olacak olan ancak budur. Stalin’i bu kabustan kurtaran Tokyo’dan alınan hayırlı haber olmuştur ve ölüm kalım savaşının kaderi değişmiştir. Benzer olaylar bugün de tekrar etmeye devam ediyor. Ruhları satın alınmış liderlere bugün de rastlıyoruz. Biz Bulgaristan Türkleri yıllarca yüzünü görmediğimiz bir “lider” tarafından yönetilen bir etnik azınlık topluluğu değil miyiz? Hayalet tarafından yönetilen kitlelerin kendilerini aldatanlardan hesap sorma, onları yargılama, yakalarına yapışıp yere vurma olanakları ellerinden alınmış oluyor. Bizde bu örneği Ahmet Doğan’ın kişiliğinde ve yaptığı işlerde bunu görüyoruz.


200

BG-SAM

Ahmet Doğan perde ardından BULGARTABAC adlı ekmek teknemizi uşağı olan Delyan Peevski’ye hediye etti. Yeni idareci işleri iyice karıştırdı. Plovdiv sigara fabrikası yıkıldı. Sofya fabrikası kepenkleri kapatıyor. “Prences” sigarası dolu TIR’lara PKK yolu kapandı. Sarayda gizlenen hayaletten gelen cevap ne oldu? Bulgartabac şirketi 2016 yılı için tütüncülerimizle sözleşme imzalamayı ret ediyor. 290 bin ailemiz tütüncülükten geçiniyor. Ne olacak şimdi? Saraydaki hayalet, şirketi, kaşesi, imzası olmayan biri! Onun yalnız koruması var. Şirket sahibi Peevski de hisselerinden kurtuldu. Ofisi hangi adada olduğu bilinmeyen, hukuksal sorumluluk taşımayan bir Of Shor hayalete satıldı. Hayaletler lideri öteki hayaletleri bildiği gibi yönetiyor, halkı düşünen yok, fakir daha da yoksullaşmış kime ne!? Emekçi insanlarımız Türk Müslüman aileler hayalet kölesi olmuş. Tütüncülerimizin yıllık sözleşme imzalaması çok önemlidir. Sözleşmesi olmayan üretici ürününü sigrotalayamaz, vergi ödeyemez, emeklilik primlerini ve sağlık sigortasını da ödeyemez ve kendini toplum dışına atmış olur. Söz konusu olan yüz binlerce vatandaştır. Gelelim yazımızın başlığındaki soruya: Biz neye alıştırılmak isteniyoruz. Bunun en kısa cevabı şudur: Bizi toplum dışına itmeye çalışıyorlar. 16–22 Mart 2016 “Galetya” gazetesinin özel haberi elimde: Manşet: Doğan’ın 30 milyon USDolarlık sahil sarayları hizmete açılıyor. Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS) fahri başkanı 62. doğum gününü Kara Deniz sahilindeki özel saraylı çiftliklerinde kutlayacak. İnşaat tamamlanmış, saray donatılmış, eskiden kulübe patikası olan yol birinci sınıf saray yolu olmuş, boyanmış, işaretlenmiş ve halka kapanmış, elitte açılmış... Ahmet Doğan “Rosenets” sahil parkında devlet kumsallarını da kapatmış. 1 milyar Euro’dan fazla kendi parası olduğu dillerde dolaşan Doğan Karadeniz kıyısına kurduğu yazlık sarayla Bulgar iş ve mali çevrelerin en zenginlerini de gölgede bırakmış. Sofya’da Cuma namazı kılınan 4 mescidin önünde devamlı milliyetçi antiTürk, ant-Müslüman gösterileri yapılırken, camiye gitmeyen ve kendini ateist ilan eden Doğan deniz köşküne ek olarak bir cami de yaptırmıştır. Atanmış imam yok. “Galerya” Gazetesi, Sofya, “Ribaritsa”, Devin “Orfey”, “Rosenets” ve “Drındar” köşklerinin resmini başmış.


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

201

Soruyoruz: Ahmet Doğan adında bir şansın Bulgaristan’da şirketi var mı? Cevap: Yok! Soruyoruz: Ahmet Doğan adındaki vatandaş 2015 yılı için vergi beyannamesi verdi mi? Cevap: Vermemiştir. Soruyoruz: 2000 yılından beri Ahmet Doğan ne kadar vergi ödemiştir? Cevap: Sıfır leva! Soruyoruz: Ahmet Doğan’ın vergi beyannamesinde sıfırdan başka rakam var mı? Cevap: Gelir ve vergi beyannamesinde altı üstü önü ardı sıfır. Soruyoruz: Bu sarayların, ziyafetlerin, kör sofraların paraları nereden geliyor? Cevap: Bilen yok. Soruyoruz: Korumaların, köpek mamalarının, fahişelerin parasını kim ödüyor? Cevap: Bilen yok. Soruyoruz: Bu 1 milyar Euro, bu 30 milyarlık otel serisinin parası nereden geldi? Cevap: Bilen yok. Yaptıkları tüm işler yasa dışı, kural dışı, yalan dolan. Alınan rüşvetleri yasallaştırmak çok zor! Onlara sorulan soruların cevabı hep yalan, hep dolandırıcılık, hep üstü kapalı, hep biz bildiğimizi yaparız, siz karışmayın, sürünürsünüz özlüdür. Çok bilirseniz Bulgaristan hepinize dar gelir tipinden veya daha beter. Korkutup hırpalamak, her yönden her konuda zorlamak, herkesi sindirip pes edilmesini beklemek... Uzatmayalım. Bu olay bir yandan hayal gibi bir şey, aynı zamanda gerçektir. 29 Mart 2016’da deniz sarayında 62. doğum gününü kutlayacağını ilan etti Doğan. 3 yıldan beri ilk defa Sofya Sarayından resmen çıkacak. 80 silahlı komando sarayı denizden ve karadan koruyacak! Korku dağları bekliyor. Modern köleliği kabul eden M. Karadayı, R. Rıza ve Ç. Kazak Sofya’da takım elbise diktiriyor. Milletvekilleri aralarında para topluyor. Hediye alacaklarmış. Bulgaristan’ın en rüşvetçi ve dolandırıcı iş adamlarından olan Rumen Gaytanskı (vılka) ve Hristo Kovaşki – kömürcü doğum günü hazırlıklarını tamamlamışlar. Hatta Kovaçki birkaç kamyon kömür göndermiş ve “sarayı ısıtsınlar” demiş. Doğan’a öz evladından yakın olan BULGARTABAC sahibi Daniel Peevski’nin pek keyfi yok.


202

BG-SAM

3 yıl önce boş kafasına parti Genel Başkanı külahı geçirilen Lütfi Mestan’ın bu hayalet işlerdeki rolü büyük oldu. Doğan saraya gizlenince sahneye o çıkarıldı. Doğan’a 18 yıl çıraklık etmenin adı var. O kendisi yaptığı işleri hayal meyal hatırlasa da bulunduğu hizmetler arasında iz bırakan gerçekler de var. Örneğin 18 yıl liberal bir parti yönetiminde yer alsa da liberalizmin ilkelerini öğrenememiş. Okuduğu raporları hep başka biri yazmış. Adamın işi avcılık! O üç kurdu bile kendisinin öldürmediği anlatılıyor. Tütün fabrikasına giren cebinde birkaç paketle çıkar, gömeç tutan parmağını yalar. Ne ki, sahte taçlı şimdi dilini yuttu, 10 Nisanda yapacağım dediği DOST kurucu kurultayını bile ertelemiş. Paralar akmamış bu defa. İnsan arasına çıkacak suratı kalmadı. BULGARTABAC yeni tütün sözleşmesi imzalayamayacakmış, hem Lütfi, hem Şabanali, hem Hüseyin hoca bu konuda susuyor. Aslında gerçek sorun bu. Bu sorunu çözseler partiyi kurabilirler. Herkes imza verir. Çözemezlerse 2 bin 500 imzayı toplayamazlar. Herkes işsiz güçsüz! Aç ve üzgün. Lafa tok. İşlediği suçlardan, yaptığı hayaletlerden hesap sorulmasından korktuğu için gizlenmek zorunda kalan ve hayalet rolü üslenen Ahmet Doğan’a son 3 yılda hepimizi inanmaya ve ona bel bağlamaya zorlayandır Lütfü Mestan ve şimdi bu sahte tavrının hesabını ödemek zorundadır. Bir hayaleti yaşatmak, halka yalan söylemek, gerçekleri halktan gizlemek, vicdanımıza ihanet etmektir ve bunun faturası işte şimdi kesilmeye başlamıştır. Burada aslında nefes alıp yaşayan, ama hiçbir yerde imzası olmadığından dolayı sanki eli ayağı olmayan hayalet büyüsü içine itilmiş bulduk kendimizi. Aslında, kendini Liberal bir parti olarak tanıtmak isteyen DOST partisi de böyle bir şey! DOST sözünü gizli uşaklık hedeflerini gizlemek için bir kılıf olarak kullanmaya çalışıyorlar. 24 ayar bir sahtekar olan ve başkan olmak isteyen Lürfi’ye ne deyelim! Doğan bu beş sarayı, Lütfi Mestan onun HÖH - DPS Meclis Grubu Başkanı olduğun yıllarda kurdurmadı mı? HÖH - DPS Genel Başkan Yardımcısı ve Bulgar Meclisi Başkan Yardımcısı Biserov uluslar arası para kaçakçılığı işinde Lütfi’nin başkanlığı döneminde yakalanmadı mı? Bu adamın hiçbir şeyden haberi olmuyorsa, başkan koltuğunda ne işi var? Kendi kendime soruyorum: Hayalet olan saray kurdu Doğan mıdır? Yoksa koltuk sevdalısı bakar kör Lütfi Mestan mıdır? İkisi de hayaletse gerçek olan kimdir? KGB mı?, DS mi? DANS mı? CIA mi? Biz kâbus mu görüyoruz? Bana öyle geliyor ki Doğan da, Mestan da gerçek olmaktan korkuyorlar! Nerededir sözü edilen milyon dolarların kaynağı?


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

203

Yoksa Doğan’a da Japonya Başbakanına Moskova’da KGB’nin gizlice verdiği bir sandık altın gibi bir şeyler mi verildi de, haberimiz mi olmadı! Lütfi Bey, sökülmeden, bildiklerini söylemeden kimseden imza alamaz. Milletin canına tak demiştir. Halkımız gerçekleri bilmek istiyor. Sen boş kafana külah geçirildiğinde kendini Başkan sandın. Ne kadar zavallısın! Bizimse inandığımız gerçekler var. Bu gerçeklerin başında gelense şudur: Siz Bulgaristan Türk Müslüman topluluğunu satarken defalarca para aldınız. Size para ödenen koşullar şunlardır: Para alıp hesabınıza geçirdiğiniz durumlar: Bulgaristan Türk ve Müslüman azınlığı eritmeye devam edip Bulgarlaştırmayı kabul ettiniz. Bulgaristan Türk ve Müslümanlarını “Bulgar Etnik Modeli” içinde oyalayıp boğmaya çalıştınız; Avrupa Birliği’ne Bulgaristan’da etnik halk toplulukları sorunu yoktur, dil, din, özgün kültür meselesi yoktur dediğiniz için; Bulgaristan Türk Müslümanlarını devamlı yalandırmak ve baskı altında tutarak demokrasiye dahil olmalarını engellemek için; Bulgar devlet okullarında anadil eğitimini engellemek, geleneklerimizi unutturmak ve kültürümüzü yok etmek için; Bulgaristan’da etniklerin doğal ve insan haklarını rafa kaldırmak ve onları kimliksiz bırakmak için; Bulgaristan’da etnikleri devamlı korku içinde yaşatmak ve sindirmek için; Bulgaristan’daki Türklerle Türkiye’deki Türkler arasındaki bağları kesmek için; Bulgaristan’da Türk etnik kültür ve medeniyetinin yeşermesini budamak için; Bulgaristan’da çok kültürlü, hoşgörülü demokratik toplum kurulmasını önlemek için; Bulgaristan Türklerini sağ ve sol aşırı milliyetçiliğe hedef göstermek için. Rusya’nın imparatorluk hedeflerini savunmak için; Her durumda Rusyacı kalmak için; Bulgaristan’da hiçbir reform yaptırmamak için; vb. Kumsal kenarına, dağ beline, Sofya içine saraylar konduğunu gören sıradan insanlarımız bu işlerin hayal olmadığını, soyulduğumuzu, geleceksizleştirildiğimizin gerçek olduğunu görüp anlamaya başladı ve artık baş kaldırıyor. Şu an yapamadığınız bir tek iş kaldı. Memleketimizi ve insanlarını iyi bir alıcı bulup sata-


204

BG-SAM

madınız. Bu da bugün hayal olsa da yarın bakarsın gerçek oluverir. Putin ortada. Bu hevesli bir İngiliz liberali de olabilir. Arap şeyhleri de istiyormuş bizi... Yazımızın başına dönersek, işaret ettiğim gibi, “Korkunç İvan” Rusya’yı büyütürken o kadar çok kötülük yapmış, dehşet saçmış, cami, kütüphane, şehir yakmış ve sonunda halkın önüne çıkacak yüzü kalmadığından kendisini 17 yıl yok ilan etmiş. Nasıl mı? Tacını en yakınındaki sarhoşun başına geçirip gizlendiği yerde sefa sürerken, halkın önünde idare eden görüntü, bir hayalet olmuş. Hükmeden biri olarak kayıplara karışmış. Bizdeki örnek biraz farklı, Lütfi’nin kafasına külah geçiren Doğan, saraya kapandı. Artık 5 sarayı var, birine gizlenir, birinde Karadayı, ikincisinde Rıza, üçüncüsünde Çetin ile görüşür, dördüncüsünde fahişelerle buluşur ve beşincisinde de bulunana kadar gizlenir. Doğan’ın kürsüden atıldığı ve sıfırlandığı gün gibi IV. İvan en dehşetli ve öfkeli Çar olsa da, ondan da hesap soracak biri bulunmuş. Evlenip boşanmadan bıkan Çar her gece karı kız değiştiriyormuş. Kız çıkmayan kızın bacaklarını bağlatıp Moskova sokaklarında “troykaya” sürütüyor, dayanamayıp can veren kurban Moskova Nehri’ne attırıyormuş. Kız çıkmayan 50. kızın babası satırı kavradığı gibi Kremlin’e yürümüş. “Çar olduğuna bakmam, elimde kalır bu pezevenk” demiş ve Korkunç İvan babanın hiddetinden korktuğu gibi, kayıplara karışmış. Ahmet Doğan’ın Aysehel gelini bir battaniyeye sarıp kar kış gece karanlığında baba evine gönderdiği ve ardından saraya kapandığı gibi bir şey işte Ben Stalin’in bu kitabı okumasını da şuna bağlıyorum. O zamanlar milyonlarca Kırım Tatarı’nın ahtı kulaklarda! Kurşuna dizilen 5 milyon Sovyet vatandaşı unutulmamıştı. Belki o da IV. İvan gibi hayal olup, biryerlere gizlenip perde ardından, görünmeden, ortaya çıkmadan, idare etmek istiyordu.Baş düşmanı olan Adolf hitlerinde o zamanlar “kurt ini” adıyla bilinen 11 yer altı sığınağı vardı. Savaşı bir korku hayaleti olarak yönetiyordu. Korku dağları bekler. Neyse! Japon Başbakan Töjö bir sandık altını almasaydı, halkının vicdanını satmasaydı, ne olurdu? KGB onu öldürürdü? Gerçek olarak kalansa, parayı alanları, irade ve vicdan tüccarlarını, halkına ihanet edenleri bugün de uyku tutmamasıdır. Sarayda kâbus gören, 40 korumaya para ödeyen bizim kâfirin açıkgözle uyur gizi yapması bir örnektir. Aklıma şöyle bir örnek daha geldi. 1933–1945 yılları arasında devamlı Hitlerin yanında bulunan, “kurt inlerinde” yanından ayrılmayan Heinz Linge savaşın son günü Berlin’de tutuklanmış ve GKB’nin Moskova merkezi “Lüblanka” mahzenine kapanmış. Koğuşta binlerce tahtakurusu! Hiç uyuyamamış. “Beni başka bir koğuş istemiş”. Yeni koğuş pire yuvasıymış. Üçüncü koğuş fare ini! Dördüncüsü akreplikmiş ve Linge gerçek dünyadan kurtulmak için gerçekten delirmiş. Kanıma göre bizim saraylılar henüz oyunun başındadır.


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

205

Bütün bu senaryoda Rusya’nın 1547’den beri genişlediği bir gerçektir. Ruslar. Bizim saraylıları Bulgaristan ve Balkanlarda Türklüğün, Müslümanlığın genişlemesini önlemek için saraylarda yaşatıp kullanıyor. Ahmet Doğan’a Rusça 1000 kitap vermişler. O da “Drındar” köyüne götürüp 2008’de kurdurduğu ama bir türlü kapısını açıp içine giremediği “zeki çocuklar” okuluna depolamış. Bu arada Moskova Belediye Başkanı Kamçiya ırmağı deltasında ve Burgaz ilinde Rus çocuklar için 5 bin kişilik kapalı yerleşkeler kurdurdu ve tedrisat Moskova okullarına uygun Rusça yapılıyor. Hayal olan sanki bizim memleketimizde Türklüğümüzü yaşatabilme umudumuzdur. Gerçek olansa IV. İvan zamanından beri devam eden gerçeklik ve hayalet dünyası oyununun yeniden ve yeniden farklı dekorlarla sahneye konmasıdır. Külah da onların kel baş da! Ahmet Doğan, Lürfi Mestan ve diğerleri saraya çıkan kulübe yolu olmadığını, halkımızın bunu sezmeye başladığını, bu sisli puslu işlerin içinde bir şeyler döndüğünü anlamaya başladı. Gün gelir, Anri Troaya gibi gölgesinden korkmayan bir yazarın hayal olanla gerçek olanı birbirinden ayırıp gerçekleri bütün dünyaya anlatacağından korkuyorlar. Bu bir hayal değil, gerçekleşecek bir umuttur. Kralların sarayları ve Sultan köşkleri hep halka kalmıştır... Kulübeden saraya giden doğru yol yoktur.

Biz de Nevruz Çocuklarıyız

Hamiyet Yıldırım-22.Mart.2016

Bahar Bayramı demokrasi ve özgürlük için mücadele günüdür. Bizim geleneklerimizde “Bahar Bayramı” Mart ayının dokuzuna bağlıdır. “Martın Dokuzu Atar Topuzu.” Bu atasözümüz hem iyi bir habercidir, hem de ardından gelenlerle hepimizi daha sabırlı olmaya uyarır. Mart ayında artık tütün ocakları iki üç yapracık yapmış, naylon açolsın da dünya bizim olsun diye beklerken, “Mart ayı, dert ayı”dır.Hemen ardından gelendir, çünkü kış hastalıkları Mart ayı sona ermedikçe bitmez. Yeni takvime göre 21 Marta gelen bu tarihte biz çocuklar hep ısırgan otu toplamaya gönderilirdik, ellerimiz acır şişer, ama kavrulmuş unla yapılan ısırgan yemeğine de bayılırdık. Bir de Mart Mart’a uymazdı. Bu da halk dilimize “Mart, ayların Çingenesidir” sözünü getirmiştir ki, öteki ayların her birinin bir


206

BG-SAM

kişiliği bir soyluluğu varken Mart ayı ya karlı buzlu, ya balçıklı çamurlu, ya da gül gülüstanlıktır. Bu bakımdan soysuz, güvenilmez, ne yapacağı bilinmez kişilere benzer. Bu bakıma da herkesin bildiği “Mart kapıdan baktırır ve kazma kürek yaktırır” çok yaygındır, Mart ayında muhtemel şiddetli soğuklara bir uyarıdır. Odun, kömür de azaldığından aileler kazma kürek saplarını yakacak duruma düşer. Biz ilkyaz geleneklerimizi Türklüğümüzle birlikte getirerek yaşatmışız. İslam dinini kabul etmemizden sonra Nevruz’la (dünyanın baharda uyanmasıyla ilgili efsaneler) halk kültürümüze katılmıştır. Doğanın uyanması insanların da işe, yaratıcılığa, araştırmaya, dirilişe ve savaşıma uyanışı anlamındadır. Bu uyanış, diriliş ve üstün gelerek var olma en iyi bir şekilde Ergenekon efsanesinde dile gelmiştir. Ergenekon bizim ürediğimiz, enine boyuna yayıldığımız diyardır. Efsanede Ergenekon etrafı yüksek dağlarla çevrilmiş bir vadidir. Türkler kalabalıklaşınca bu ilk vatanlarından çıkalım, göç edelim, kim bize dost derse onunla görüşelim, düşmanlarımızla dövüşelim, yayılalım dediklerinde aslında yüksek dağlar çemberini aşabilmelerinin mümkün olmadığını görürler. O zaman kafilenin demircisi der ki: Burada bir demir madeni var. Demirini eritsek bir yol açılır. Yetmiş deriden yetmiş körük yaptılar, odun ve kömürü ateşlediler ve dağı erittiler. Ateşe dayanamayan demir dağ eriyip aktı. Türkler o günü, o ayı, o saati belleyip Ergenokon’dan çıktılar. Türkler o günü bayram sayarlar. O gün ateş yakarlar. Demirciler örs üzerinde demir döverler. Bunun için Nevruz, İlkyaz günü mukaddes bir gündür ve kutlanır. Düşmanlık, yakıp yıkma günü değil, umudun umutsuzluğu yendiği ve Türklük için ufuk açtığı gündür. Bizim kültürümüzdeki “insan isterse her şeyi yapabilir!” inancı işte bu demir dağı eritebilmiş olmamızda hayat hakkı kazanmış olup yaşıyor. *** Bundan 40 yıl önce Bulgaristan’da kardeş Pomak Müslümanları çok acı ve kanlı bir İlkbahar yaşadı. Bu trajedi 1973’ün bu günü bir kırmızıkomünist baskı ve terör zulmü olarak yaşandı. Bulgaristan’da komünist rejim ve Todor Jivkov diktatörlüğü dönüşü olmayan müthiş feci yenilgisini Müslüman etnik ve din topluluklara cinayet yaparken aldı. Günümüz Bulgar toplumunda savmayan açık yaralar, halk karşı izlenen düşmanca siyasetin verdiği sonuçlardır. Bundan tam 40 yıl önce, Bulgaristan Komünist Partisi (BKP) emriyle silahlı ordu ve milis güçleri Pomak-lığın kalbinde Kornitsa Cumhuriyeti’ni kana boğarak bastırdı. Bu olay tarih ve edebiyat ders kitaplarına alınmadığı, radyo


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

207

ve TV yayınlar yapıp bu tarihsel olayı anmadığı, yalan yanlış haberler yayıldığı ya da tamamen sustuğu için yeni kuşak Bulgaristan vatandaşları Kornitsa Cumhuriyeti’ni bilmez. Kornitsa, Gotse Delçev (Nevrokop) belediyesine bağlı bir Pomak köyüdür. 1970’li yolların başında, BKP Merkez Komitesi ve şahsen Todor Jivkov’un teşvikiyle Rodoplar’da ve Pirin bölgesinde Pomakların isimlerinin değiştirilmesi ve dinlerinin yasaklanması operasyonu başlamıştı. Bu bölgede yaşayan Pomakların dini İslam, isimleri Türk ismi, ahlak ve yaşam gelenekleri de Müslüman kültürüne uygundu. Birçoklarının konuştuğu dil ise Bulgar-caydı. Komünist rejim, halk topluluklarını yaşam tarzlarını ve yaşam kültürlerini belirleme haklarını rafa kaldırıp, tek uluslu devlet kurma hırsıyla baskı ve terörle Pomakları Bulgarlaştırma ve Hristiyanlaştırma yolunu seçmişti. Kızıl terör camiye gidilmesini, namaz kılınmasını, Müslüman ahlakını yasaklarken, dinsizlik (ateizm) dayatıyordu.Pirin dağı yöresinde yaşayan Pomakların kimliğine yeni saldırılar Aralık 1972’de başladı. Kornitsa köyünden bir grup Pomak orman işçisi “Predela” mevki iğinde Gotse Delçev şehrinden gelen 3 Jeep silahlı milisle kuşatıldılar. Milisler isimlerini değiştirmeleri şartıyla kendilerini toplarken, Bekir Sadullov, Aliş Paçev, Adem Paşov, İbrahim Byalkov tepki göstermiştir. Karşı koyanlar eşek sudan dönene kadar dövülmüştür. En ağır yarar alan İbrahim Byalkov’tur. Köyüne sedyede taşınmış ve bir ay kendine gelememiştir. BKP saldırı siyasetinden vazgeçmeyip Ahryan da dediği Pomaklar’ın isimlerini değiştirmek için şiddetli baskı yapmaya devam ediyor. Bu çatışmada en feci olaylar Kornitsa kötünde ve Babek mahallelerinde yaşanıyor. Blagoevgrat ilinden parti militanları önce ev ev dolaşıp isimlerini değiştirilmeleri için aileleri çeşitli vaatlerle kandırmaya çalışıyor. Ardından kır işlerinde çalışanların ekip şefi olarak görev alan Aylak Kepeşov, Asan İmamov, İsmail Benişov ve Reza Suin tebligatla karakola çağrılıyor. Çağrıya uymayan Reza’yı aramak üzere Kornitsa köyü 20 Ocak 1973’te milis gücü tarafından basıldı. Reza’yı tutuklayacaklarını anlayan köydeşleri onu savunmak için birlikte ayaklanmıştır. Milis gücü püskürtülmüş ve köyden kovulmuştur. Halk da birlikte hareket edince milisle başa çıkabileceğine inanmıştır. Bu olaydan sonra köylüler her gece köy meydanına toplanıp ateş yakıp etrafına oturmuşlar ve birlikte yenilmeyeceğiz umudunu pekiştirmişler, isimlerini korumaya kararlılıklarını bilemişlerdir. Ocak başında direniş 3 ay sürmüş ve Sofya kodamanlarını panikleştirmiştir. Kornitsa köylüleri işe gitmiyor, çocuklarını okula göndermiyordu. İsimlerin değiştirilmesi zorbalığına karşı barışçı mücadele yollarından başka direniş bi-


208

BG-SAM

çimi olduğunu düşünen bile olmamıştı. Fakat iktidar her bir Müslüman’ın adını zorla değiştirmek, yaşam tarzını ve kültürünü, dinini yasaklamakta kararlıydı. O dünleri anlatan İbrahim Runtov, Pirin eteklerinde kışın sert olduğunu, insanların bir yandan da kar ve kışla, sert rüzgarla, don ve sisle de direndiklerini, naylona sarılmış insanların yaş odunların acı dumanından acıyan gözlerinin yaşlı olduğunu anımsıyor. 20 Ocak 1973’te BKP Blagoevgrat İl Birinci Sekreteri Petır Dülgerov, Gotse Delçev ilçesi milis şefleriyle birlikte köye girmiştir. Daha sonra Bulgar Sendikalar Birliği Başkanı seçilen Dülgerov, ateş etrafındaki Pomaklara hitap ederek, şimdiye kadar kimseyi dövmedik, ama isimlerinizi değiştirmezseniz ve İslam’dan vazgeçmezseniz kan dökülecek uyarısında bulunuyor. Dülgerov dünyaya gelen bebeklere Hıristiyan –İslav isimleri konacağını söylüyor. Ardından köye gelen generallerden Radonov ve Karanfilov da aynı ihtarda bulunuyor.O zaman Sovyetler Birliği Jivkov rejimini koruyordu. İsimlerin zorla değiştirilmesi ve İslam dininin yasaklanması ise gönüllü, halk isteği olarak dünyaya yayılıyordu. Resmi verilerde, Bulgar nüfusun isimlerini gönüllü olarak değiştirdiği ve Bulgaristan’daki Türklerin huzur içinde yaşadığı iddia edildiğinden dolayı, Türkiye de susuyor. Yalan balonu 28 Mart 1973’te patladı. Sabah saat 5’te yorgun insanlar ocakların etrafında uyuklarken, 4 itfaiye aracı, silahlı milis dolu kamyonlar, sayıları 2 bin - 2 bin 500 olan otomatik silahlarla donatılmış, elleri coplu, sopalı, demir çubuklu köyü basmıştır. Silahlı çarpışma başlamış, köylüler dövülmüş ve ezilmiştir. Elleri boş köylüler köyü savunmaya çalışmıştır. İtfaiye araçları köylüleri ıslatırken sopacılar köylüleri, kadın ve erkekleri, yaşlıları alabildiğine dövmüş, silah dipçikleriyle vurulmuş, birçok kişi sakat kalmış, halkın üzerine kuduz köpekler salınmıştır. Atlı milisler insanları ezmiştir. Bu zulmü anlatmak zordur. Çatışmalarda 3 köylü ölmüştür. 300 kişi yaralanmıştır. Muharrem Muharremov Barganov, Hüseyin Asanov Karalilov ile Halif Mustafov Amedein şehit düşmüştür. Kornitsa köyünün 5 km kuzeyinde bulunan Breznitsa köyü ve 2 km güneydeki Lıjnitsa köyü sakinleri yardıma koşarken, milis gücü tarafından durdurulmuştur. Üstelik Breznitsa köylüleri bir hu havzasına itilerek dövülmüştür. Askerden yeni dönen Tefik Haciev öldürülmüştür. Aynı gün Breznitsa’lı yaşlı İsmail Atemin de öldürülmüştür. Böylece isyan eden halk tarafından ilan edilen Kornitsa Cumhuryeti zorla dağıtılmış, sakinlerinden daha fazlası ülkenin değişik yerlerine sürgün edilmiş, Bayram İbrahimov Getov, Bayram Bayramov Dulev, İsmail Ahmedov Drilev,


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

209

Hüseyin İbrahimov Sırmanliev, Ayruş İbrahimov Haciev, İsmail Bekirov Byalkov, Osman Alipov Buzev, Yusuf İbrahimov Sırmanliev ve Mostafa Faikov Byalkov hapse atılmıştır. Şiddet olaylarının tanıkları şöyle anlatıyor: “O olaylardan sonra köyümüze çöken ağır hüzünü anlatmak mümkün değildir. İsmi zorla değiştirilen köydeşlerimin neşeli olması ya da eski hayata dönebilmesi mümkün değildi. Yaraları açık ve kanayan köylüler, evden çıkamıyor, işe gidenlerse aç kalmamak için bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Ağır çeki yılları birbirini izledi. Hapislerde çürütülen erkekler, gençler için üzülenler bir türlü toparlanamıyor, sürgüne gönderilenlerle bağlarımız gesilmiş, matem içindeydik.”Pirin dağı bölgesinde Bulgarlaştırma ve Hıristiyanlaştırma süreci yeni bir aşamaya girmişti.Türk isimlerimizi kullanamıyor, bayramlarımızı kutlayamıyoruz, kadınlarımızın geleneksel Müslüman elbiseleriyle sokağa çıkması, şalvar, hırka ve ferece giymek özellikle yasaklanmıştı. Milli giysilerimizle işe gitmemiz yasaklanmış, erkek çocuklarımızı sünnet etmemiz yasaklanmıştı. Komünist propaganda Kornitsa isyanının, Türkiye devleti emirlerine göre çalışan, Bulgaristan’da komünist rejimi yıkmaya çalışan, illegal gruplarca kışkırtıldığı haberlerini yaydı. Ömrü yalnızca 3 ay olan Kornitsa Cumhuriyeti günlerinde köyde ay yıldızlı bayrak dalgalandığı anlatıldı. Yerliler bunların yalan olduğunu, milis güçlerinin saldırılarını, baskını, dövme, öldürme olaylarını ve zulmü bu yalanlarla haklı çıkarmaya çalıştığını anlatıyor. Bu çatışmada milis ve itfaiye güçleri de zayiat vermiştir.Bahar bayramı vesilesiyle anlattığımız Kornitsa Cumhuriyeti trajedisi Pomakların XX. yıldönümünde yaşadıklarından sadece küçük bir sahnedir. 1912’de 250 bin Pomak’ın ismi değiştirilmiş, camilerin minareleri yıkılarak kilise haline getirilmiş, sivil halka zorla vaftiz ettirilmiştir. Eskinin yaraları asla kapanmamıştır. 1989’da totalitarizmin yıkılması ve demokrasinin gelmesiyle Rodop ve Pirin Dağı yöresi halkı etnik olarak kendilerini Türk ilan etti ve İslam dinine döndü. 1973 katillerinden tutuklanıp sorgulanan ve yargılanan olmadı. Seçimden seçime Pomaklardan oy isteyen Hak ve Özgürlük Hareketi (DPS) Pomakların temel sorunlarına çözüm getirmesi, ülkede asimilasyon süreci devam ediyor. HÖH - DPS partisinin Sofya merkezinde ve yerel örgütlerinde gizli polis ve jurnalciler görev almaya ve totalitarizm kurbanları adına idare etmeye devam ettikçe değişikler olmasını bekleyenler giderek azalıyor. Bu arada BKP partisinin yalnız isim değiştirerek Sosyalist Parti olarak mecliste kaldıkça değişiklik umutları azaldıkça azalıyor.İşte böyle koşullarda, baharın toplumsal yaşamda da yeniden yeşereceğine inanmaya devam ederek, biz Bulgaristanlı Türk Müslümanlar, atalarımızın demir dağı eritip akıtarak kendilerine ufuk aç-


210

BG-SAM

tıkları gibi, totalitarizmi eritip özgürlükçü demokrasi yolunu açacağımıza inanmaya devam ediyoruz.

Yeni Tuzaklara Düşmeyelim!

Rafet Ulutürk-24.Mart.2016

Konu: Terör sorunu, sığınmacı problemi olmaktan fazla, Avrupa’da uyum sağlayamama kaynaklıdır. Toplum korktu mu? Korku saçıp sürekli ilgi odağı olmak istiyorlar. Dünya’da terörist koleji veya üniversitesi yok. (Gizli olabilir de biz bilmiyoruz.) Yer küresinde terörizmle şiddetli savaş var. (İlan edilmiş değil, ama her gün kurban alıyor.) Gözle görülmeyen, yerleşkesinin nerede olduğu bilinmeyen, karnesini de gören olmayan, terörizm akademisinde yetişmiş teröristler her yerde kendini gösteriyor. (Bu akademi yıllar önce değişik bir isim altında eğitim vermiş olabilir.) Değişik Avrupa’da ve diğer kıtalarda gizli yapılanmıştır. (Şu dönemde terörün odak merkezleri Yakın Doğudur. Bir de devletlerin desteklemediği terör örgütlerinin yaşama şansları da pek yoktur. Legal ve illegal terör örgütleri: DEAŞ, PKK ve YPD) Adına uluslararası terör denen ölüm ahtapotu kanla besleniyor. Onun saldırgan faaliyetlerinden semiren ise dev emperyalist güçler silah tekelleridir. Gençler bu örgütün ve uzantılarının ağına kolayca düşürülebiliyor. Bugüne kadar canlı bomba eğiten merkezlerini, kursları, kolejleri, üniversite ve akademileri ziyaret edip inceleyen, kitap yazıp anlatan birileri olmadı. İdeolojisinin hangi bilim kurumunda geliştirildiğini de sanki bilen yok. Değişik ülkelerden devşirilen gençlerin ölmeye hazır duruma getirilmesi yöntemini açmak anahtarını arayan sorun! Saldırganlar dağlardan kentlere indi. Avrupa merkezlerine kadar yayıldı. AB’nin kalbi Brükselli vurdu. 34 kurban ve 240 yaralı can yaktı. Avrupa felç oldu. Barışın, güvenliğin ve huzurun baş düşmanı terördür. Buna artık herkes inandı.


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

211

Anti-terör güçler dünya cephesi kurmaya çalışırken Ankara - Brüksel mihveri kuruldu. Terör yeni mihveri hedef aldı, bir yandan Ankara - İstanbul’u ardından Paris - Brüksel’i vurdu. İnsanlığın umudunu öldürmek istiyor. Avrupa’yı parçalayıp çökertmek istiyor. İnsanlara korkulu kara günler yaşatıyor. Terörle, kültürler, dinler birbirini ret ederken, düşmanlık kışkırtılıyor. Gelişmelerin işaret ettiğine göre, dünya adaletsiz büyük bir köy olmaya devam ettikçe terör azmaya devam edecek. Terör örgütlerinin kadro kaynağı, canlı bomba deposu yoksul halk tabanıdır. “Terörist başı” adıyla ünlenen, halen hapiste olan Abdullah Öcalan, canlı bomba ve katil terörist avlama konusunda şöyle bir talimat vermiştir: “Kürdistan’da her ailede başıboş dolaşan çocuklar var. Kızlı - erkekli aileden iki üç tanesini alırsanız yüz binlerce insan eder. O kadar da zor değil, zaten aile reisleri bunları beslemekten acizdir. Çoğu oğlunu ve kızını gönüllü verir, öyle dövünüp sızlanmazlar. Sonra o gençler de sevinerek yanımıza gelirler. Evlerinde çoğu huzursuz, aile içinde eğreti duruyorlar. Gençlik bunalımlarını en yoğun biçimde yaşıyorlar. Kolundan tuttunuz mu, kolayca cepheye getirirsiniz, canlı bomba olur. Bir az da ilk geldiklerinde ortamı güzelleştirdiniz mi, evlerinden ayrıldıklarına ve örgüte katıldıklarına sevineceklerdir.” Bu çalışmalar gurbetçi işsizler, yabancı öğrenciler, sorunlu bayanlar ve hasta kişiler arasında bugün de devam ediyor. Irk, millet, dil, din vb ayırımı yapılmıyor. Teröristin soyu, ulusu, vatanı yoktur. Terörist soysuzlaşmış, kimliksizleşmiş, dünyadan kopmuş kişidir. Avrupa’yı yasa bürüyen son trajedinin yaşandığı Brüksel’de bir gurbetçi ölüme teslim olma yolunda şu itirafında bulundu: “Maddi sıkıntı nedeniyle gurbete çalışmaya gitmiştim. Mesleğim yoktu. Okuma ve tahsil yapma imkânı da bulamamıştım. Bu nedenle inşaatlarda amele olarak çalışmaya başladım. Kazandığım para ile kendime bir yaşam kurabilmem mümkün değildi. Önceleri, Belçika’ya yine çalışmak için gelen ablamlar la birlikte kalıyordum. Ancak sonraları onların tavır ve davranışlarından yük olduğumu hissettim ve yanlarından ayrıldım. Artık inşaatlarda kalıyordum. Bunalımdaydım ve parasal durumum da hiç iyi değildi. İçinde bulunduğum durum beni insanlardan ve yaşamdan nefret ettirmişti. Kendimi toplumdan dışlanmış gibi hissediyordum. İntihar etmek istedim, ancak bunu bir türlü yapamadım. İnsanlardan uzaklaşmak istiyordum. Sonra bir örgüte girmeyi düşündüm. Hangi örgüt olacağı önemli değildi. Hiçbir örgütün be-


212

BG-SAM

nim nazarımda önemi yoktu. Örgüt benim için sadece içinde bulunacak durumdan kurtulacak bir araçtı.” Bulgaristan’da 1989 Büyük Göç trajedisini insanlarımızın bu durumlara düşmesine yol vermeden atlata bilmemiz büyük bir başarıdır. Derneklerimiz bu davada büyük rol oynadı. Moralimiz ayakta kaldı. Namusumuz ve dünya görüşümüz ayakta kaldı. Anavatan ruhuna ve kültürüne başarıyla karışabildik. Türkiye’de Eski Balkan Türkleri şimdi yerinin BULTÜRK’ün aldığı kültür ve hizmet merkezlerinin bu yöndeki aydınlatma çalışmaları bugün de devam ediyor. İşte bu noktada, Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın Brüksel trajedisi yaşanmazdan önce, Nevruz ile ilgili Avrupa Başkentinde kurulan PKK çadırlarını kınaması isabetli oldu ve yüz yüz destek buldu. Teröristte hoşgörü olmaz. Yarı terörist ya da dost terörist olmaz. Terör örgütleri Avrupa’ya kurdukları “mazlum” çadırlarında canlı bomba avcılığı yapıyor. Aynı yöntem Diyarbakır Nevruz törenlerinde defalarca kullanıldı. Değişiklik arayan gençler tuzağa düşürüldü, avlandı. Türk düşmanlıyla zehirlendiler. Canlı bomba oldular. Terörizm ağına düşenlerin intihardan başka kurtuluş yolu yoktur. İntiharlar ise dünyayı dinsel, etniksel, sınıfsal ve hatta kıtasal olarak birbirinden uzaklaştırmaya devam ediyor. Terör olaylarından sonra devlet ve hükümet yönetimlerinin toplantılarında alınan anti-terör önlemleri, canlı bombaları engelleyemiyor, etkisiz kalıyor. Avrupa’daki sosyal adaletsizlik bataklığından her gün yeni yeni kokular geliyor. Sığınmacılar, savaş kaçakları, ekonomik göçler, milyonlarca kişi aynı bataklığa dolduruluyor. Onlar kendi yağlarıyla kavrulabilecek kişiler, aileler ve gruplar olmadığından, ölümü seçmek zorunda bırakılıyorlar. Yunanistan’ın çamurlu kamplarda can çekişen, açlık ve hastalıklara yenik düşenlerden biri kendini yaktı. Demek, intiharın en yakın dostu çaresizliktir. Kapitalist düzenin yarattığı taraflı devlet, ikiyüzlü demokrasi, savaş suçluları konusunda vurdumduymaz kalıyor, insan düşmanlığı, değersizlik, vurdumduymazlık sanki özendiriliyor. Adalet arayanlara sıfır tolerans kuralı uygulanıyor. Gelişmelerin yukarıdaki vahim sonuçları doğurması bu yüzden doğaldır. Terör yaratan devlet siyaseti! Terör halkı korkutmak ve halkın gözünü yıldıran bir dehşet olarak kullanılsa da stratejisi olması gerekir. Çünkü cana kıyma ve malı yıkıp yıkma kendi başına bir strateji değildir. Örneğin Türkiye’de son dönem yaratılmak istenen düzensizlik durumu ve değim değiştirerek devleti başsız ve yönetimsiz göstermeye koyuldu. Şiddet siyasi nitelik aldı.


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

213

Hedefinde Güçlü Büyük Türkiye kurulmasını engellemek olduğu ortaya çıktı. Bu amaca, kaçakçılığın, büyük çaplı soygunların, para aklamanın, insan kaçırmanın, zorunlu bağış toplamanın vb. alet edildiğini görüyoruz. Terörü bir devlet siyaseti olarak ele alırken, uluslar arsı boyutlar alan bu sindirme olaylarının çok uzun zamandan beri hazırlanmakta olduğunu kabullenmemiz yerinde olur. Romanya gizli güvenlik servisi generallerinden Yon Mihael Paçela, “Yalan Bilgilendirme” başlıkla kitabında, Arap kökten dinciliğinin Rus Devlet Güvenlik Komitesi (KGB) tarafından geliştirildiğini, önce bu örgütün başı, sonra da Sovyet devletinin başkanı olan Yuriy Andropov’un Araplar terörizmini yarattığını yazıyor. Olaya açıklık getirmek için eserden bazı alıntılar seçtik. “İslam kökten dinciliğinin gerçek yaratıcısı KGB’dir. Dünyaca ünlü Arap teröristleri Sovyetler Birliği istihbarat makamlarının özel eğitim almışlardır. 1972 yılında KGB geceyi gündüze katarak, Amerikalıların dünyayı Siyonistlerin feodal hükümdarlığı haline getirmeye çalıştığını Arapların kafasına soktu. KGB’ye göre, İslam dünyası Amerikan düşmanlığı tohumları ekilecek en iyi yerdi. Andropov, Arapların kafasına, Birleşik Amerika Kongresi’nin Yahudilerin dünya egemenliği kurmalarını sağlayacak bir bildiri onayladığını yerleştirdi. 1970’li yıllarda, Sovyet İstihbarat örgütlerinin başında bulunan Andropov, “Biz Müslümanları anti-semitizme itebilirsek, İsrail’le ve Birleşik Amerika’ya karşı düşmanlık doğal olarak kendiliğinden gelecektir.” İşte böyle bir ortamda Moskova Arap ülkelerine 4 bin Rus ajanı göndermiştir. General Paçepa da Yakın Doğu’da Yahudi düşmanlığı yayan el kitapları dağıtanlardan birisidir. KGB tarafından yönetilen ve Arap devletinde yürütülen bu çok boyutlu propaganda ve etkinlik çalışmalarından elde edilen ilk büyük ürünü 11 Eylül 2001’de gördük, deyen Romen General “FpxNews”te çıkan yazısında, bu terör olayında kullanılan silah çalınmış bir uçaktır ki, bu Andropov tarafından düşünülmüş bir yöntemdir diye yazıyor. İnsanları yalan yanlış bilgilendirme “çağdaş dünyanın vebası” oldu. Yalan söyleme yöntemleri; Lenin tarafından “komünizme can suyu vermek” için kullanıldı. Hitler yalanı Yahudileri kamplarda yok etmek için siyasete alet etti. Kruşçev yalanı Hıristiyanlarla Yahudilerin arasını açmak amacıyla Papaya karşı kullandı. Andropov ise, İslam dünyasını ABD düşmanı yapmak işine araç etti ve böylece uluslararası terörizm ateşini yaktı. Bu ateş bugün hepimizi tehdit ediyor.


214

BG-SAM

Aynı yola devam eden saldırganlık taraftarı Vladimir Putin ise, Suriye’yi bombalamakla uluslararası terörü daha da kışkırttı, insan haklarını ayakaltına aldı, terörün bir tepki biçimi olarak kükremesine neden oldu. Avrupa’yı parçalayıp yakmaya çalışıyorlar. Bu arada Paris trajedisinde olduğu gibi, Brüksel’deki canlı bombaların da Avrupa’da yetişmiş kişiler olduğu üzerinde duruluyor. Bu bakıma Papa Fransis’in İslam kökten dinciliğini kınaması anlamsız oluyor, çünkü Avrupa’da yetişmiş olan teröristlerin camiye uğradığı yok. İnsanlık terör köklerini daha derinde aramak zorundadır. Türkiye’deki canlı bombaların da Türkiye doğumlu teröristler olsalar da, kimliksizleştirilmiş kişilerdir. Bilindiği üzere halkları yanlış bilgilendirerek belirli kalıplara sokma işi, bizi “Bulgar Etnik Modeli” ile aldattırdıkları gibi, çok zor bir uğraşı olup bu tezgâhlamanın fikir babası Nazi General’i Göbels’tir. Romen General kitabında bu konuda Y. Anropov ile Moskova’da birkaç defa görüştüğünü ve bir defasında KGB şefinin kendisine şu öğütte bulunduğunu yazıyor: “Bir yalan art arda defalarca tekrar edildiğinde, belirli bir zaman sonra kendi yolunu bulur ve istenen hedefe götüren yol kendiliğinden açılır, taşlar yerine oturur. Yalan çığ gibi büyür, büyük sayıda destekleyici bulur, hırslı taraftarlar kazanır.” Biz bugün Sayın R.T. Erdoğan’a ve AB ile en isabetli siyaset çizgisinin yerli yerine oturmasında, en büyük sayıda sığınmacıya yuva veren Türkiye ve sığınmacı trajedisine çözüm bulmada çok başarılı olan Sayın Ahmet Davutoğlu’na karşı şiddetlenen saldırı söylevinde görebiliyoruz. Türkiye devletinin ülke kentlerindeki PKK yapılanmasıyla başarılı savaşımının da çarpık gösterildiğine tanık oluyoruz. Yine bu konuda, 7 yüz gazete çıkan Türkiye’de basın özgürlüğünü sorun edenler ve paralelci basını savunanların tavrı da ortadadır. Karalamayı yöntem edenler gerçeklerden korkuyorlar. Terör konusunda susanları ve teröristleri tavırlarıyla yüreklendirilenleri lanetliyoruz. Romen General’in yazdığına göre, terörizm konusunda Rusya istihbaratının jeopolitik ve stratejik yayınlarının derin incelenmesi yarınlara bakış açımızı değiştirebilir. Gerçekleri görebilmek için tek örnek yeterli olabilir: Filistin Kurtuluş Örgütü Başkanı Yaser Arafat, Nobel Barış Ödülü adayı gösterildiğinde KGB onun doğum yerini değiştirip Mısır yerine Erselim yazmıştı. İkinci bir örnek: Arafat’ın veliahdı olan Mahmut Abas ise Moskova’da KGB okulunda eğitilmiştir. Onun doktora tezi çalışmalarını yöneten KGB subayı Evgeni Primakov, daha sonra SB Dışişleri Bakanı olmazdan önce, Saddam Hüseyin’in özel danışmanıydı. Romanya Generali kitabında, Ayatollah Homeyni


Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

215

ile “Al Kayda” terör örgütü liderlerinden olan Ayman al-Zauahiri de Sovyetler Birliği’nde KGB akademilerinde eğitim almıştır diyotr. 1980’li ve 90’lı yıllarda KGB - (FCB - Federal Güvenlik Amirliği) enstitüsünde ders okuyan dış istihbarat subayı Aleksandır Litvinenko, Osama bin Laden’in sağ kolu olan, Özbekistan’da dünyaya gelen ve Afganistan Talibanlarının Kuzey Cephesi’nden sorumlu bulunan Cuma Namangani (Cumabay Hociev) eğittiğini yazdı. Londra’da öldürülen Litvinenko, 1996 - 1997 döneminde FCB’nin Dağıstan Enstitüsü’nde okuyan Al-Zauahiri’den sorumlu olduğunu dünyaya duyurdu. Bu bilgiler, Bulgar Örgütlü Suçlarla Mücadele Genel Müdürlüğü (GDBOB) görevlilerinden biri olan Miroslav Pizov’un 2013 yılında “Nuvel Obzerver” dergisinde çıkan yazısında, Al-Zauahiri 90’lı yılların başında Rodopların Velingrat yöresinde geçirdiği günleri anlattı ve olayları doğrulandı. Uluslararası terör örgütlerinin başında Rusya istihbarat akademileri mezunlarının bulunması bugün artık herkesi düşündürüyor. Çünkü işaret edilen yıllar, bugün artık çok yaygınlaşan uluslararası terörün daha 1970’lerde mayalandığını, Arap dünyasına taşındığını gösteriyor. Bu açıdan Rusya askeri uçaklarının Suriye’yi bomba yağmuruna tutması ve terörcü başı diktatör Beşar Esad’ı desteklemesi; PKK ve PYD gibi Kürt terör örgütlerine kol kanat açması, Türkiye’de iç savaş başlatmak isteyenlere moral verilmesi çok derin anlamlıdır. Son 4 ayda Rus propagandasının Ankara’yı hedef alması, siber saldırılar ve anarşi kışkırtmaları kayda değerdir. Yakın Doğu’ya ve Arap ülkelerine bundan 50 yıl önce ekilen tohumlar bugün artık meyve vermeye başladı mı? Brüksel patlamalarındaki ölü ve yaralılar 40 devletten ve 40 milletten. Teröristler dünyaya savaş açmış durumda! Canlı bomba olan 2 kardeş Belçika vatandaşıdır. Sanki “canlı bomba” olmaları için KGB okullarını bitirmesi gerekmiyor. Ne köpekler ne de lezarlı röntgenler teröristlerin üzerindeki bombaları okuyamıyor. Teröristler devlet makamlarından bilimsel teknik bakımından daha ileri gibi. Teröristlerin kimliği silinmiş. Modern Avrupa uygarlığı kimlikleri hiçlenmiş bombacılar yaratabiliyor ama onlarla nasıl mücadele edileceğini bilemiyor, terör sınırlarını çizemiyor, Avrupa’nın kalbi Brüksel saldırı hedefi oldu. Güvenlik güçleri felç oldu. Bulgaristan gibi ülkelerde ordu ve polis güçleri bostan korkuluğu terör hedefleri dikip tatbikat yapıyor. Yeni tuzaklara düşmemek için birlik olalım! Brüksel’de ve Paris’te terör olaylarına ağlayıp, Ankara ve İstanbul trajedisine içten içe sevinenlere sözüm var. Bu dünya etme bulma dünyası, ne ekersen onu biçersin. Başkasının acısına sevinme, başına gelir! Gelmesini istemiyoruz ama ilahi adaletten de kaçan olmuyor. Devam edecek.


216

BG-SAM


Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi

217


218

BG-SAM


Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi

219


220

BG-SAM


Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi

221


222

BG-SAM


Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi

223


TÜRK HALKLARI KONGRESİ DÖNEM BAŞKANLIĞI TESLİM ALIRKEN


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.