25 - 1989 GÖÇMENLERİ VE SORUNLARI

Page 1

1989 GÖÇMENLERİ VE SORUNLARI

2016 Haziran Makale ve Analizleri


1989 GÖÇMENLERİ VE SORUNLARI BULTURK BGSAM Yayınları Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi - BGSAM -25 BULTÜRK Adına Genel Başkanı: Rafet ULUTÜRK Basım: Haziran - 2016 Koordinatör: Dr. Nedim BİRİNCİ Editör: Raziye ÇAKIR İnternet sorumlusu : Kapak Tasarım: Murat ULUTÜRK Pazarlama Sorumlusu: Hamiyet ÇAKIR Arşiv: İbrahim SOYTÜRK İsteme Tel: 0212 511 63 47 www.bulturk.org; www.bghaber.org; info@bulturk.org İnternet sitesinin yazıları Adres: Yıldırım Mah. Şehit Kamil Balkan cad. No.114/A Bayrampaşa İstanbul Tel: +90 (212) 511 63 47 Belgegeçer: +90 (212) 526 51 98 https://bgsam.org/, https://issuu.com/bulturk, https://bulturk.org.tr/ Baskı : DİNÇ OFSET MATBAACILIK SAN. ve TİC. LTD. ŞTİ. Adres: Davutpaşa Cd. Emintaş San. Sit. No: 103/580-581 Topkapı - İstanbul Tel: 0090 212 493 24 67 TÜRKİYE CUMHURİYETİ YASASI GEREĞİNCE BU ESERİN YAYIN HAKKI BULTÜRK’ten İZİNSİZ KISMEN VEYA TAMAMEN ÇOĞALTILIP YAYINLANAMAZ

Web: www.bghaber.org ; E.Posta: rafetuluturk@yahoo.com


“Bilgi Ordusu, Bizim Ordumuz, Bildiğimizi Öğretmek,Bizim Borcumuz.” Rafet ULUTÜRK

Düşünceler dizisi olan elinizdeki eserin anlamı derin bir uğraşın ancak başlangıcıdır. Bulgaristanlı Türk Müslümanların başına 1970-72, 1984-85’te düşen yıldırımın bir daha düşmemesi için bir uyarı ve ışık niteliğindedir. Saygılarımızla, B U LT Ü R K İ st a n b u l



Önsöz Yerine Yıl 2016 1970-1985 arası üzerimize yıldırım düşmüş gibiydik. Stres geçti mi diye, soranlara cevabımız yoktu. Çünkü acımız anlatılır türden değildi. Ayrıca “Geçmiş olsun!” da uygun bir teselli değildi. Çünkü derin izler kaldı ve hiç bir şey unutulmadı. Tanımak zorundayız. Biz Bulgaristan devleti tarafından seri tuzaklara düşürüldük. “Başa gelen çekilir” özlü sözünü de yanlış algıladık. “Başa gelen tepilir!” anlamını açmamız gerekiyordu. Kimlik değiştirme trajedisinden sonra, bir de “Büyük Göçten” sonra Türklerin Türklerle kaynaşması serüveni yaşandı. 120 bin soydaşımızın geri dönüşü Türk bilincinde buluşma dalgasını kırdı. Neyse yılların geçmesiyle bu da aşıldı ve 1989 Ağustosunda “Kapıkule”den girenlerimizin toplam sayısı, Türkiye’de doğan çocuklar dışında 2015 yılı itibarı ile artık Türkiye’de 710 bin kişiye ulaşmış durumdayız. Biz çok büyük, örgütlü ve bilinçli bir güç haline dönüşeceğiz. En büyük özelliğimiz de ata toprağımızı, atalarımızın mezarlarını asla unutmamış olmamızdır. Bugünde bizim için ata vatanımızdaki en değerli taş, oradaki mezar taşlarımızdır. Biz Bulgaristan’da Bulgar çocukları ile aynı kitapları okuyarak aynı okulları bitirmiş olsak da zıt yetiştik, adına sosyalizm yani sözde insan kardeşliğine ve eşitliğe dayanan bir toplumsal düzende bu çelişkiler, ulus ile etnik azınlıklar arasındaki bağdaşmazlığa (antagonizme) kadar kızıştı. “Soya dönüş” yalanı, totalitarizm yıllarında bizi tamamen köreltebildiklerine inananların icadıydı. Türk iradesinin toplu tutuklamalarla, toplama kamplarında taş kırdırılarak, “Belene” ölüm kodeslerinde ve koğuşlarda kırılamayacağını, sulandırılıp eritilemeyeceğini çok geç anladılar. Biz bugün de yeni bir başlangıçtayız. “Bulgar Etnik Modeli”ni gömmeye, Rus ve Bulgar istihbarat ajanlarını politik yapılanmamızdan atmaya ve gerçek demokrasi ile adaletli topluma açılmaya çalışıyoruz.


6

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu özgürlükçü demokrasi ve Batı medeniyetinde buluşma yoludur. Yazılarımızda işlediğimiz konulardan biri de yeni asırda göçmen kimliğinden sıyrılıp Türk ulusal kimliğiyle kaynaşmadır. Saygılarımızla, Raziye ÇAKIR


Önsöz: Toplumların hayatında yazılı tarih büyük bir öneme sahiptir. Ancak bizde yazılı olmayan tarih, yani nesilden nesile aktarılan tarih vardır. Bu nedenle bazı olaylar zamanla faklı şekilde anlatılmakta veya algılanmaktadır. Gelecek nesillere aktarılacak olan bilgi birikiminin arşivlenmesi, kitap, dergi veya gazete gibi yayın organları aracılığı ile kalıcı hale getirilmesi büyük bir öneme sahiptir. Bu nedenle edindikleri tecrübeleri, yaptıkları çalışmaları toparlamak ve kitaplaştırmak güzel bir çalışmadır. Bunu bireysel olarak yapımaktan öte kurumsal olarak da yapmaları takdire şayan bir davranıştır. BULGARİSTAN TÜRKLERİ KÜLTÜR VE HİZMET DERNEĞİ kısa bir süre önce 2013’te kurulan internet haber sayfası www.bghaber.org sitesindeki yazıları bir araya getirerek yapılan bu çalışmaları kitapçık halinde getirerek bu konuda büyük bir ciddiyet göstermektedir. Derneğin internet haber sayfasında çıkan yazıları ve çalışmalarının yıllıklar halinde kitapçık haline getirerek yer aldığı bu çalışma gelecek kuşaklara aktarılacak ve ışık tutacaktır. Öte yandan dernek büyük bir arşiv de oluşturmuş durumdadır. Dernek faaliyetlerini gerekli ciddiyetle yürüten dernek Başkanı öncülüğünde dernek kurucuları, Yönetim Kurulu ve üyelerinin yaptıkları özverili çalışmalarından dolayı kutluyorum ve başarılarının devamını diliyorum. Mehmet ÇAKIR BULTÜRK Kurucu Üye


8

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Değerli Hemşehrilerim, Bulgaristan’da hepimiz zor günler yaşadık, itildik, ezildik, çiğnendik, hatta gün geldi vurulduk, şehitler verdik. Bu nedenle bizler kendi içimize kapanarak, yaşam mücadelesi vermeye çalıştık. Ancak bu içine dönüklükten kurtulmalıyız ve Türkiye’de yaşadığımıza göre, yasaların bize verdiği tüm haklardan bizlerde yararlanmalıyız. Peki, neden bunu yapamıyoruz? 1877-78 Rus-Türk savaşından sonra Osmanlının Balkanlardan çekilmesiyle birlikte, savaş esnasında işlenen akıl almaz katliamlar nedeni ile atalarımız asırlarca yaşadıkları yerleri terk ederek göç yolunu tutmuşlardır. Geride kalanlar ise Bulgaristandevleti’nin uygulamaya başladığı soy kırım politikalarına karşı direnmiş ve hayatta kalmaya çalışmışlardır. Şimdi ise burada Türkiye’de yaşayanlar oralara yardım edebilmek için, burada ilk önce bir araya gelmek ve bir merkez oluşturmalıyız. Artık bir kurum altında toplanmalı ve birlikte hareket etmeliyiz. Bu birliğe hepimizin ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Artık bir birimizi kötülemekten vaz geçmeliyiz, birisi için yanında konuşamayacağımızı başka bir yerde konuşmamalıyız, yani kısaca arkasından konuşmamalıyız. En önemlisi samimi, hoşgörülü ve ahlaklı olmak. Zamanla her şey yerine geleceğine inanıyorum, ama tabi ki bu dava üzerinde kafa yoran, stratejiler üreten ve devamlı bunun üzerinde çalışan olursa. Bizim savaşımız insanlarımızı ahlaklı yetiştirmek olmalı, birlik ve beraberliğe kendi insanlarımızla başlayarak tüm Türk Dünyasına taşmalıyız. Bizler burada Türkiye’de yaşayan Bulgaristanlılar büyük bir kitle haline gelmiş durumdayız. İşte bu nedenle şimdi bu kitleyi yani kendi hemşerilerimizi, bir araya toplayarak bir merkez, bir güç birliği oluşturmalıyız, tabi ki bu bizim doğal tabii hakkımızdır. Bizler de artık toplum gücünü kullanabilmeliyiz. Toplum olarak haklarımızı elde etmek zorundayız ve bu yönde çalışmalıyız. Biz bunu söylerken, önderlerimizi seçerken, başkaları kötüdür demiyoruz.


Makale ve Analizler - 2016

9

Biz bu işi onlardan daha iyi yapabileceğimize, Türkiye Cumhuriyetine ve Türk Dünyasına daha verimli olacağımıza, buralarda bu bölgelerde yaşayan Türklerin daha iyi, daha güvenilir, yaşamalarını sağlayacağımıza inandığımız için, Önderliğe, Yönetime talibiz. Bu arada Bulgaristan’da kalan kardeşlerimizin hepsinin siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel kimliklerini, muhafaza edebilmeleri için mücadele etmeliyiz ve bu konuda gerekeni yapmalı ve gerekli yardımları yapmalı ve yaptırmalıyız. Aramızda Ahlâklı, Adaletli olanları seçmenli ve yüceltmeliyiz. Geçmişi konuşmaktansa, gelecekten söz etmeliyiz, bugünü değil, yarınları görerek hareket etmeliyiz. Aramızdan stratejistlere imkân ve fırsat vermeliyiz ve onları bizler yetiştirmeli yön verebilmeliyizkısa-10 ve uzunvadeli -50 yıllık hedefleri gösterebilmeliyiz. Aramızda kötü niyetli insanları tespit etmeliyiz, bilmeliyiz ki, onların kusurlarından dolayı değil, bu güne kadar yapılması gerekenleri engelledikleri için aramızdan uzaklaştırmalıyız. Bu güne kadar neler yapılmamış, onları araştırmalı, bilmeliyiz ve neler yapılması gerekir onları söylemeliyiz ve bunları bir an önce hayata geçirmeliyiz. Bizler gözyaşları dindirmek için, yaralara mehlem olmak için, her yüke ortak olabilmeliyiz. Gençlerimize, sadece balık pişirmesini değil, balık tutmasını da öğretmeliyiz, insanlarımızı denizlere, okyanuslara açılmalarını sağlamalıyız. Aramızda Tek Lider değil her sokakta, her mahallede bir lider yetiştirmeliyiz, biz dünyayı yönetmek için oğullarımızı yetiştirmeliyiz. Bizim insanlarımız yani Bulgaristan Türkleri şahsi başarıları Türkiye’de belkide en çok olanlardanız. İşte artık bizler toplum olarak haklarımızdan yararlanmasını bilmeliyiz. Her şeyden önce siyasi haklarımızı toplum olarak kullanmalıyız, daha sonra ekonomik ve kültürel haklar onu takip edecektir. Hepimizin gördüğü gibi, tarihte büyük güçler çok defa kötü politikaların kurbanı olmuşlar ve bunlar devam edecektir. Bir toplumun Lideri olmadan hiçbir şey olmaz, bu lideri de toplum çıkarmalıdır. Siyaseti güvenilir, sevimli hale getirmek bizim hedefimiz olmalı, bu gün çok zor, imkânsız olarak görünse de, yarınlara umutla bakabilmeli ve baktırabilmeliyiz. Var olabilmemiz için, var kalabilmemiz için, öncelikle temel hususlarda anlaşma sağlamalıyız. Aramızda bir birimize güveni kaynaştırmalıyız ve samimi olmalıyız.


10

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Her şeyden önce özgüvenimizi kazanmalıyız, birlik ve beraberliği ön planda tutarak insanları insan oldukları için sevip saymalıyız. İçimizde barışı sağlayıp, tek merkezde bir çatı altına toplanmalıyız. Bu çatı da “BULTÜRK Derneği” olmalıdır. Buradan tüm dünyaya sesimizi duyurabiliriz. Balkanlar konusundaki politikalarda etkili olabilmek için yolları aşındırmalıyız. Çünkü gelişmiş ve Bulgaristan’da etkili bir Türkiye Balkanlara tamamen hâkimiyet kurabilecektir. En önemlisi kararlı olalım ve birbirimize samimi, saygılı olmayı ve bir birimizi sevmeyi öğrenmeliyiz. Bizim derdimizi ve problemlerimizi en iyi anlayabilecek zaat bizden olduğunu idrak etmeliyiz. Bulgaristan Türkleri konusunda teşhisi bizler kendimizi yetiştirerek yetki mercileri alarak son noktayı biz koymalıyız, bu güne kadar ki eksikliğimiz budur. Ayrıca Balkanların anahtarı Bulgaristan’da yani Bulgaristan Türklerinden geçtiğini de öğrenmeli ve öğretmeliyiz. Sevgili dava arkadaşlarım. Kendimizde özgüveni, aramızda güveni ve merkezioluşturduktan sonra, kimsenin aramıza nifak tohumları ekmesi mümkün değildir. Bizim için önemli olan, eksiklerimizi bulmaktır. Geçmişi bırakarak artık bizler aydınlanma dönemine bir an önce geçmeliyiz. Halimizi tespit etmek çok kolay, gazete, dergi yayın hayatımız nerede, kaç gazete, tv, radyo bizimle ilgili haber yapıyor.Burada suçlu değil, sebepleri aramalıyız. Gelin bunları tartışalım, niçin bu güne kadar bir Bulgaristan Kültür Merkezi olmamış, bunu şimdi nasıl gerçekleştirilebiliriz, bunlara yönelik çalışmalar toplantılar yapmalıyız. Hedefimiz Türkiye Cumhuriyetini daha güçlü, daha huzurlu ve daha iyi yarınlara götürmek için olmalı. Güçlü bir Türkiye Bulgaristan da yaşayan Türklerede güven ve huzur verecektir, onların daha rahat yaşamalarını hep birlikte sağlayabiliriz. Bunlar zannetiğiniz kadar zor işler değil. Dünyada insanlar bir iş için değil, bir İdeal için hayatını feda ederler. Bunun için güçlü olmak sesini duyurabilmek için öncelikle bir Kurum ve bunun Merkezini oluşturmalıyız. Çünkü Merkezi olmayan hiçbir topluluk bir yerlere gelmesi mümkün değildir. Bu güne kadar konuşmalar tartışmalar yapılmış fakat bir ağıç ekilmemiş işte bu gün bunu yaptık BULTÜRK tüm Bulgaristan Türklerinin biz öncelikle sadece Bulgaristanlıyız.


Makale ve Analizler - 2016

11

Bizler elimizdeki kıt kaynaklarla bir merkez oluşturmaya çalıştık, bunda da muhafak olduk. Bu merkeze ulaşmakta büyük güçlükler ile karşılaştık bu konuda bizlere yardımcı olan emeği geçen herkese teşekkür ediyoruz. Ayrıca bizlere kendi yerini veren Mümin Hocamıza huzurunuzda kendisine tekrar tüm halkımız adına buradan teşekkür ediyoruz. Bundan sonraki hedef de Türkiye’nin her yerine ulaşmak ve bu birlikteliği her yerde tesis etmektir. Bu merkezimizde artık kendimize ait bir kültür merkezimiz oluştu toplantı salonumuz da mevcuttur her 15 günde bir toplanıyoruz. Amacımıza ulaşabilmek için devletin bir şeyler yapmasını beklememeliyiz. Birlikten kuvet doğar Atasözünde olduğu gibi güçlerimizi birleştirerek devlet yönetiminde söz sahibi olmalıyız ve geleceğimize kendimiz yön vermeliyiz. Gençlerimizin devlete girmelerinin yolunu aydınlatmalıyız. Artık bizim de Ankara’da TBMM’de kendi temsilcilerimiz olmalı. Bizler de buralara kendi içimizden birilerini gönderebilmeliyiz. Aramızda birlik ve beraberliğimizi oluşturduğumuz takdirde kendi içimizde samimi olduğumuzda başarıların ard arda geldiğini göreceğiz bunu başaracağımıza eminim. İhtiyacımız olan tek şey kendi içimizde daha adaletli olabilmek. Sevgi ve saygılarımı sunarım, Genel Başkan Rafet ULUTÜRK


12

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Haziran Ayı Yazıları Sular Neden Durulmuyor?

Osman Bülbül-01.Haziran.2016

Konu: Risk Alma Riskli Bir İştir. Viyana’dayım. Kazanlık Baharı, Güller Bayramı burnumda buram buram koksa da dönemedim. Ihlamurlar açtı koklayamadım derken, dostum Menderesin kirazlarını ve bayıldığım kara dutları da kaçıracağım bu gidişle. Vatanımı elektronik İnternet’ten izliyorum. Büyük bir suskunluk. Doğada yaprak kımıldıyor. Politikada içine çekilmiş. Sanki herkes herkesten korkmuş, korkuyor. Pusuya yatmış, saldırıya hazırlanıyor gibi. Zaman, sanki her şeyi inceden inceye hesaplayıp, her türlü tedbiri alıp riske girenler kaybederse, talihlerine yenilmiş sayılmayı öğrensinler dersi veriyor. Risk alıp yenik düşenler, risk hesabını doğru yapamamış olanlardır. İşte böyle bir zamandayız. *** Geçmişten bir örnek; Bütün çarpışmaları kazanan ama büyük savaşı kaybeden Napolyon Atlantik Okyanusu dalgalarında beşik gibi sallanan Corsika Akası’na sürgün edildiğinde ziyaretine gelen Generalleri: “Aman bir meydan savaşı eseri yaz, tüm deneyimlerini paylaş, askeri akademilerde çok yararlı olur” diye yalvardıkça yalvarıyorlarmış. O da defalarca “Bakarız” demesine karşın “hayır yazmayacağım” deyip kestirip atmış. “Neden?”, “Lütfen!” diyenlere cevabı şu olmuş: “Ben böyle bir eser yaratırsam, harp akademisi öğrencileri onu ezberler ve girdikleri çarpışmaları kaybettiklerinde, Napolyon suçlu, ben onun önerilerine göre savaştım! deyip risk almaktan korktuklarını gizlemek için, suçu bana yüklemeye çalışırlar!” *** Benzer durumda İkinci Dünya Savaşı istihkamlarında Stalin Rus askerlere birer kutu “Mahorka” ve üçer kadeh votka dağıtılmasını emretmiş. “Mahorka” filtre kısmı tütün, tütün sarılmış kısmı boş olan, ucu ezilip dudağa yapıştırılarak içilen geniz yakan bir sigara. Öyle sert ki, acısı ancak bir bardak votka bir defada yudumlanarak hafifletebilir. Birinci kadehi acısı söndürmek, ikincisini ken-


Makale ve Analizler - 2016

13

dine gelmek, üçüncüsünü de hücuma geçmek için çeken Rus askerinin savaş psikolojisini pek yazan olmadı. Çünkü birisi kalemi eline alsa “biz fazla bir şey hatırlamıyoruz, çünkü hep sarhoştuk” cümlesine yer vermesi gerekecektir. Ruslar bayramlardan da pek bir şey hatırlamazlar, çünkü gün boyu içerler. *** Bizim memleketimizdeki durum da bu iki misale çok benziyor oldu. Cumhurbaşkanlığı seçimleri kapı çalmaya hazırlanıyor, tarihi beli ayı, günü belli, ama ortada ciddi aday yok. Biz eğitim alırken, takdir ve ödüllendirme sistemi yoktu. İnanca göre “Takdir gelirse akıl giderdi.” Bizde korkaklarla akıllılar ülkeden kaçtılar. Etrafta dolaşanlar kendilerini akılı hissedenlerdir. Fakat hiç kimsenin ben aday olacağım diye ortaya çıkmaması, toplumun akıllandığı-na işaret değil midir? Öyleyse, akılı olarak kabul etmek istediğimiz Bulgaristan toplumu, “Çar II. Semeon’a bile” güvenerek bir kaç defa riske girdiğinden olacak, çok kez kaybettim, bir daha aynı hataya düşmek istemem, havasında gururlu bir tavır almış bulunuyor. Bu arada Cumhurbaşkanı seçiminde kaybetmeyi göze alanların fazla düşünmesine gerek yok, işlere hemen dalarlarsa muratlarına ererler. İnsan için en tehlikeli iş gözünde en çok büyüttüğüdür. Hata yapma korkusu ise, tehlikeli işlere atılmada en büyük tehlikedir. Şu da var, parti başkanı ya da başbakan olsun, hiç riske girmeyen kişi Liderlik yaptığını zannetmemelidir. Anlaşılan toplumun gözü tehlikeyi yemiyor. Anlaşılan bu konularda “üstün akıl” dediğimiz görülmeyen güç ve her gün kravatlılar sofrasına oturan ve siyaset geveleyenler de bir noktada ve yeni bir Cumhurbaşkanı adayı gösterme konusunda görüş birliğine varamadılar. *** En akıllılarına bile “şaşırdık kaldık” dedikleri şu günlerde meydana gelen olayların derin analizinde yenir yutulur tarafı olmayan şu 17 Aralık 2015 Saray Darbesi ve HÖH – DPS partisinin parçalanması olayında akıl ermeyen eksik noktalar var. Yine Napolyon’a dönersek onun şöyle bir örneği, adeta akıl dersidir: Başkente gelen İmparator, intikamına şahit olsunlar diye tüm bakanlarından ve birkaç senatörden oluşan bir devlet konseyi toplar. En yakın adamları olan iki suçlu da buradadır. Napolyon, Özel Kalem Müdürü Talleyrand’a hücum etmek için hiç vakit geçirmez:


14

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

- Sen hiç bir şeyi mukaddes saymayan bir hırsız ve hainsin. Babanı bile satardın! Sana her türlü ihsanı yağdırdım, fakat buna rağmen bana karşı yapmayı reddedeceğin hiçbir şey yok. İspanya’daki delice riskli girişim için bana tavsiyede bulunan sendin ama şimdi bunu baştan sona tenkit ediyorsun. Senin gözetimine verilmiş olan taçsız kalmış İspanyol pisliğiyle entrika yaptın. Bugün, İspanya işini bir hata olarak kabul ettiğin için beni her zaman bu kadar uyarmış olduğunu beyan edecek kadar ikiyüzlülük ediyorsun... Özel Kalem Müdürü görevinle ilgili olarak, anahtarları derhal bana iade edeceksin... İstersem seni cam gibi ezerim; bu gücüm var! Fakat senden bununla uğraşmayacak kadar nefret ediyorum!... Napolyon yarım saat kadar bu minvalde devam eder. Dinleyicileri taş kesilmiş halde oturmaktadırlar. Talleyrod sessizce eğilir ve çekilir: - Ne kadar yazık der dışarıda rastladığı bir arkadaşına, “Bu kadar büyük bir adamın bu kadar terbiyesiz olması!” Konsey odasında İmparator şimdi Fouche’ye hücumla meşguldür, ve onu kamuoyu taratmakla başarısız kılmak ve düşmanlarına destek vermekle suçlar. Dinleyicileri taş kesilmiş vaziyette otururlar. Sessizce, Fouche eğilir ve orada kalır! İmparator yüksek görevlilerin ikisinin de tüm itirazlarından feragat etmelerini emreder; onlar sadece Onun görüşlerini yerine getiren birer araç olacaklardır. Tehditkar bir şekilde şunu söyler: – Şüphe ihanete giden yolda ilk adımdır ve bu da muhalefet şeklini alır almaz fiiliyata geçecektir. Bu arada tüm Paris, sadakatsiz “hizmetkarların” her ikisinin de ya sürgüne gönderilecekleri ya da hapsedileceklerine inanmaktadır. “Ama her ikisi degörevlerinde kalır.” Bu örneği seçmemin sebebi şu son cümledir: Ama her ikisi degörevlerinde kalırlar. İçimi kemiren ve beni huzursuz eden soru: HÖH Genel Başkanı Lütfü Mestan ilk yumruğu yer yemez neden HÖH - DPS partisinden çıktı? Neden partiden kaçtı? Bunu burada Viyana’da Tuna’ya baka baka ağız dolusu küfür savurarak yakın arkadaşlarımla tartışmak istiyorum. Neden kaçtı? Bu soruya kendi kendi verdiğim cevaplar arasında 3 tanesi adeta nefesimi kesiyor: a) HÖH lideri olarak başarısız olduğu için. Parti çöküyor, dağılıyor, toparlanamıyor, yeni formül bulunamıyor, halka aşılanmak istenen aşılar tutmuyor!...


Makale ve Analizler - 2016

15

b) HÖH patisini parçalayarak Müslüman Türkleri meclis dışı bırakıp, bizi siyasetten ve devlet makamlarından kazımak isteyenlere bayrak ettirip, yalnız hainlere verilen “Kiril ve Metyodiy” ödülü almak için. c) “DOST” partisi kurarak, Müslüman Türkleri gerçek davalarından, Türk kimliği ve azınlık hakları, özgün kültürel haklar direnişlerinden caydırmak ve davamızı söndürmek için. Mestan risk mi aldı dersiniz?! d) Yoksa Korman’dan kalan mualifleri bitirmek için mi? Bu kördüğümü çözemiyorum, amma çözmeliyiz! Ben böyle düşünüyorum. Doğru olmaması için de her gün dua ediyorum. Büyük planların 40-50 yıl önceden düşünüldüğünü düşündükçe ve Bulgarların Rusya’nın itelemesiyle bizi “kara kan” gibi Bulgar vücudundan akıtmak ve memleketimizi Türksüz bırakmaya çalıştığını bildiğimden, olup bitene pek inanasım gelmiyor. Lütfü Mestan’ın evrakları neden kayboldu, onun 35 yıllık ajanlığı var. Tam da bir önemli hainlik vazifesi yerine getirecek zamanı ve Türklerin politik arenadan atılıp cam gibi ezilmesi işi, bir “ödev” olarak ona verilmiş olabilir mi? Beni düşündüren mesele budur kardeşlerim, yine 20 yıl sonra ah hata yapmışız demeyelim? Hani o Lüleburgaz’da, Çorlu’da, Bursa’da ve Deliorman’da “yağmur duası”, “Büyük Göçün Başladığı Acı Gün” vb vesilesiyle dinlenen davullar, yenen çevirmeler, kıvrılan göbeklerin pek anlamı yok. İşin acı tarafı bir de şudur: DOST Parti Genel Başkan Yardımcısı görevine yükselmiş Mehmet Hoca gibi bir arkadaşın halk önünde yaptığı konuşmalarda ve TV söyleşilerinde “politik vurgulama”, “günün ödevlerine parmak basma” özellikli ortaya çıkmamasıdır. Bu etkinliklerden birinin “Ergenekon Irmağı” boyunda yapılması ise bende şu çağrışımları uyandırdı. Uzak geçmişte balık oynaşan, sonra kirlenen ve kokan bu ırmak bizim Bulgaristan’daki durumumuza ayna tutuyor. Biz de berraktık, 50’li yıllarda Türklüğümüz kükremişti, sonra zehirlenip bulandık, sonra ipe çekildik, zindanda çürütülürken koktuk, pis pis koktuk ve koptuk. Birbirimizden koptuk. İşte bu olay ideolojik yaklaşım bekliyor. Siyasetin kuru temizliği ideolojidir. Ama neo-liberalizm ya da faşizm değil. Biz parçalandık ve dağıldık ve durula-bilmemiz için yeni ideallerin denizinde yıkanmamız, aklanmamız yeni inançlarla yüreklenmemiz ve zaferden zafere yürümemiz gerekiyor. Bu seçimde köylerimizde buluşalım. Kuzuları orada yiyelim!


16

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Eski ağaçların dostum Menderes’in kirazları tatlıdır. Bahçıvanların vazifesi onların çubuklarını genç fidanlara aşılamaktır. Şimdi kiraz zamanıdır. Etrafımıza bakınalım ve sorunlarımıza yeni çözüm arayalım ve siyasette sular neden durulmuyor. Acaba gene mi tuzağa düştük diye derin derin düşünelim. İnsanların gözlerine bakmaya, yüzlerini okumaya alışalım. Fidanlara en tatlı kirazlardan kalem aşılayalım. Bu işi yapmak için ne “Mahorka” ne de votka içmeye gerek var. Hayatı okumamız yeterlidir. En iyi günler sizin olsun! Viyana’dan selamlarla,

Evlâdı-ı Fatihan’ın Genç Kuşakları

Rafet Ulutürk-04.Haziran.2016

Konu: Balkanların Geleceği İçin Gençlik Buluşması Osmanlı Rumeli’de oluştu. Edirne başkent, Kosova Meydan Savaşında imparatorluğun kurucu bayrağı dikildi. Osmanlı, en görkemli ve en değerli eserlerini, insan kardeşliği kültürünü ve medeniyetlerin farklı güzelliklerin demedi olduğu inancını bizde yarattı ve bize bıraktı. Ben, bir Bulgaristanlıyım, “bize” dediğimde Balkan Yarımadası Türklüğüne ve halklarına demek istedim. Rumeli Balkanlar, ardından Balkanlar Güney Doğu Avrupa olurken inançlarımız, dünya görüşümüz ve yaşam tarzımız değiştirmeye, Osmanlı unutturulmaya çalışıldı. Bu süreçte yara alan hep biz olduk. 5 milyonumuz Balkanlardan göç etmek zorunda kaldı. Küçüldük. Ne yazık ki, küçülerek gerileme sürecimiz bugün de durdurulamadı. Hala geriliyoruz! En kötüsü bizi kovduklarıyla yetinmiyorlar, bugün Türkiye’mizi de kendi içine kapamaya, büyümesine pranga vurmaya el ele vermişler, güç birliği yapıyorlar. Geçen yüzyılın başında, 14’ü Balkanlarda, toplam 44 devlet doğuran ve zamanını dolduran Osmanlı İmparatorluğundan, Türkiye Cumhuriyeti devle-


Makale ve Analizler - 2016

17

tini yaratan Büyük Mustafa Kemal Atatürk’ün bir Rumelili Evlad-ı Fatihan olması, bizim için, hepimiz için ölçüsüz ve sonsuz gurur kaynağıdır. Cumhuriyetimizin kuruluşunda, tüm Osmanlı evlatlarına “anavatan” olma ruhu öz oldu. Bu da, yine hepimize kıvanç ve gurur kaynağı oldu. Bu, bizi Müslüman Türk Kimliğimizde birleştiren mayadır. Son yıllarda gözlemlediğimiz üzere, çoğu Osmanlıdan çıkan ve toplam sayıları 56 olan İslam dünyası devletlerinin hepsinin yeni Mekke’si İstanbul ve sonsuz ve karşılıksız esin aranan dünya da, 33 uygarlığa eşik olmuş, Anadolu’dur. Biz, Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği - BULTÜRK olarak, Rumeli ve Balkanları, özellikle de Balkanlar’ın merkez konumlu en büyük ülkesi olan Bulgaristan’ı geçmiş - bugün ve gelecek - olarak okuyup, irdeleyip, sentez ederek çalışmalarımız için sonuçlar çıkarırken, öteden beri zorla kabul ettirilen, dayatılan bakış açılarından değil, kendi dünya görüşümüzden ele alıyoruz. Beş yıldan beri Bulgarların, Rusların, Osmanlı düşmanı Batının dünyasında uydurulup içine Türk ve Türklük zehri doldurulmuş kavramları teker teker ele alıp onlara gerçek anlam, yeni öz vermeye çalışıyor, tarihi - günümüzü ve umut dolu gelecek ufkumuzu yeni bir anlamla açıyoruz. Bu, çok zor bir ödev Derinlere indikçe yalnız dış düşmanlarını değil, “aramızdaki hasımları, ruhunu pazarlamış ve düşmanlarımıza hizmet eden hainleri de tanımayan biri onlarla savaşamaz” fikrine açıklık getirdik. Tabloyu bizim gibi bütün görenler çoğaldıkça mutlu oluyoruz. Geliştirdiğimiz yenidünya görüşü en güçlü ortak silahımızdır. İnanıyoruz ki, Evlad-ı Fatiha yeni fikirlerle, yeni farklı bir dünya görüşüyle, bilgi dolu bir hafızayla silahlandıkça, bizi öz vatanımızdan, Bulgaristan’dan, Balkanlardan, Güney Doğu Avrupa’dan ve ellerinde olsa bütün Eski Kıtadan kovup bir kofa suda boğmaya hevesli zihniyeti mutlaka yeneceğiz, zafer bayraklarımız dalgalanacaktır. Bize karşı işlenen en büyük suç, öz vatanımızdan kovulmamız oldu. Bizi kovmakla bitiremeyenler, bu ateşe her gün odun taşıyor. 1699’da Roma - Cermen İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu arasında imzalanan Karlovça Antlaşmasıyla başlayan; başka bir saldırgan imparatorluk heveslisi olan Rusya ile 1774’te Küçük Kaynarca’da imzalanan sözleşmeyle derinleşen; 1878’de San Stefano (Yeşilköy) anlaşması ve ardından Berlin Konferansı’nda Osmanlı’nın Balkan yarımadasından koparılan “Bulgar Prensliği” sürekli sıkıştırma, saldırılarla yok etme ve göçe zorlama siyasetlerini, Büyük Atatürk, bundan yaklaşık 100 yıl önce Sakarya, Gelibolu, Çanakkale Savalarında durdurdu.


18

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Fakat “kara kan” dedikleri Türk unsurunu Merkezi Avrupa’dan Tuna boylarından ve bütün Balkanlardan arıtma zulmüne gem vuruldu. Genel adı “soykırım” ve “katliam” olan bu siyaset bugün de devam ediyor. Berlin parlamentosunda perşembe gün alınan uydurma karar, son örnek oldu. Rakamlar konuşsa, 317 yıl devam eden bu zorlama ve zulüm, kuşak değişimi 25-30 yılda olsa, 10 kuşak kovulduk, göçe zorlandık, geriledik anlamına gelir. Evet, Atamız’ın, 1920’lerde Anadolu’ya doğru gerilemeyi durdurması tarihsel bir başarıdır. Fakat Balkanları, Bulgaristan’ı Türklerden, Müslümanlardan arıtma süreç durdurulamadı. 100 yıl daha devam etti. Memleketimden 6 kitle göçü oldu. Srebrenitsa katliamını yaşandı. Hırvatistan, Bosna, Makedonya boşaldı. Bizde, “soya dönüş” zulmünden sonra 1 Haziran 1989’da başlayan “Büyük Göç” bugün de devam ediyor. Son 27 yılda 710 binimiz Türkiye’ye sığındık. Burada dünyaya gelen kuşak bu rakama dâhil değildir. 1985’in 15 Martında Bulgaristan Türkleri 1 milyon 250 bin 532 kişiydik. Pomaklar ve Müslüman Çingeneler bu rakam dışındadır. Çeyrek yüz yılda yarıdan fazlamız Türkiye’ye gelmek zorunda kaldık. Biz, anavatanımıza, atalarımızın seçtiği ve imparatorluk beşiği yaptığı toprakları, dört mevsim akan dereleri, berrak sulu çeşmeleri, bereket yüklü uçsuz bucaksız ovaları, bize kalan 2 bin 332 cami, binden fazla medrese, yüzlerce mescit, dükkan, bedesten, hamam ve köprüyü, pazarları beğenmediğimizden dolayı gelmedik, dayanılmaz olsa da dört elle tutunduğumuz bir hayattan zorla sökülerek silahla kovulduk. BULTÜRK olarak biz, “Büyük Göçe” ve uğradığımız “Kültürel Soykırıma” birçok uluslararası konferans, forum, sempozyum adadık, çok yazdık çizdik, son olarak hazırladığımız 13 ciltlik Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezimiz (BGSAM) kül yasında ana tema olarak bu çizgiyi işledik. Çarpıtılmış gerçeklerle, kamuflaj olmuş düşmanla savaşmak, yel değirmenleriyle savaşmaktır. Bugün BULTÜRK dendiğinde duranlar, gerçeklerin özünü görebilmek isteyenlerdir. Bizi, bugün burada bir araya getiren, Anadolu’dan 100 yıl sonra da olsa, gerilemeyi, kaçışı, göç dalgasını durdurma ve bu dalgayı geri çevirme düşüncemizin artık nesnel bir hakikat olarak kabul bulmaya başlamasıdır. Değişen çağı herkes görmek ve yaşamak istiyor. Hele gençler. Öz olarak söylendiğinde, Bulgaristan’a ve Balkanlar’a geri dönüş sürecini başlatmak, (tabii ki, son 26 yılda böyle bir hareketlenme yavaş da olsa başladı. Türk sermayesi, şirketler, birçok dalda uzmanlar oralarda istihdam buldu. Hatta Sofya, Varna, Kırcaali, Haskovo, Plovdiv, Saray-Bosna, Üsküp, Tirana ve başka merkezlere otobüs seferleri açılması bile büyük bir olaydı. 35 bin üniversite öğrencimiz Sofya, Plovdiv, Varna, Üsküp, Kosovo ve başka üniversite


Makale ve Analizler - 2016

19

merkezlerinde okudu. Balkan halkları unuttukları döner ve baklava tadıyla yeniden tanıştı. Oralarda yollar, tüneller açtık, köprüler kurduk, barajlar inşa ettik, metro hatları deldik, Bulgaristan’daki Türk sanayi tesislerinde 10 binden fazla işçi çalışıyor. TİKA, Balkanlarda Osmanlıyı emsalsiz endam ve güzelliğiyle hayata çağırdı. Bunlar yeterli mi? Hayır yeterli değil! Biz olarda çok farklı bir dünya kurmalıyız.) Samimiyetle inandığımız şu gerçek belirleyicidir: Balkanlarda yeni bir dünya yaratmak mümkün! Başlatılan yepyeni bir süreçtir: Bu süreci başlatan Türkiye Cumhuriyetidir. Aradığımız, oluşturmaya çalıştığımız bilinç, gidip oralarda karı kız kovalamaktan, birkaç Dolar daha fazla kazanmaktan ya da 5 sene semelenir, askerliği atlatırım zihniyetinden çok farklı bir şuurdur. Bizi ortak noktaya toplayan: Balkanlar’da konuşulan dilleri, ibadet edilen dinleri, kültürleri, medeniyet kırıntılarını tek düğümde birleştirmek, 14 devlette etnik, ulus ve halkları aynı değer yargılarında buluşturmak ve çok etnikli, çok kültürlü bir medeniyette kaynaşmaktır. Bu dünya görüşü yarın ışığıdır... Bazı işlerin okulu, üniversitesi, hatta devrimi bile yoktur bu bir hayat yoludur. Olmazsa olmazdır! Bu seferin adı: “Büyük Türkiye” kendi çoğrafyasına taşıyor ve etki alanına yerleşiyordur. Bu seferde, Türk filmleri, Tarnak gibi sanatçılar, Fatih Kerim gibi antramanlar, “Anadolu Ateşi” virtüözleri, Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, İvo Andriç gibi üstatlar, ramazan gecelerine renk katan ustalar, forumlar, festivaller, dernekler, federasyonlar, partiler, geçen sene Bulgaristan’dan Türkiye ye doktora tedaviye gelen 90 bin hasta, 461 bin turist ve daha milyonlar camız var. Bu, 21. yüzyılı belirleyecek olan Büyük Atılımdır. Şu da var. Biz ortak bu işin ışığını yaşlılarda, eski tüfeklerde, “Belenecilerde”, bizim kendi lehçemizde “pandısçi” dediğimizhapishanecilerde aramıyoruz. Cezası çektirilemeyen zulümden ders alınmaz, diyenler varsın haklı olsun. “Beleneciler” geçen hafta Tuna adasında buluşmuşlar. Birbirlerini tanıyamamışlar. Kader işte! Yapacak bir şey yok. Yazgısı unutulmak olan, varsın unutulsun! Bizim yontup hayat vermek istediğimiz taşlar başka. Yeni dünyaya gelen, hatta burada doğan genç nesille çalışmak zorundayız. Türkiye ve balkanlar gençliğini birbirine kaynaştırmak istiyoruz. Türkiye’de 10 milyondan fazla Balkanlı soydaşımız var. 21. yüzyıl Balkan oyununu onlar kurmalıdır. “Oyun kurucu kişiler, liderler yetiştirmeliyiz.” Düşmanımızın bizim için hazırladığı “pis kanı akıtma” planını ancak böyle bozabiliriz. Onların gözünde yorgandaki “pire” bi-


20

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ziz. “Öteki” ve “istenmeyen de” biziz. Onların işte bu planlarını çökertmek istiyoruz. Stratejik hedef budur. Onlar bizimle her gün uğraşmaya devam ediyorlar. “Seçim sandıklarını 139’dan 34’e indirme, 2 defa oy kullanmayanı cetvelden silip vatandaşlıktan çıkarma” planları bugün Bulgar Anayasa Mahkemesindedir. Eskiden olduğu gibi şimdi de bu, bizim ortak davamızdır. Vatan hakkı kavgamızdır. Tek yonga ödün veremeyiz! Bu kavgamızda, Eğiri Dere doğumlu büyük yazar Sabahattin Ali’nin kitabına başlık yaptığı “İçimizdeki Şeytan” olayı, hele “Soya Dönüş” zulmü ve sözde “demokrasiye geçiş” dönemlerinde çok büyük önem kazandı. Bilirsiniz, stratejik çökertme planları üçüncü kuşağı hareketlendirme esaslıdır. Mesela, Sovyetler Birliğini dağıtma planı 1939’da hazırlanıp onaylanmış ve 1989’da gerçekleştirilmiştir. “Berlin Duvarını” yıkma, “Soğuk Savaşı” durdurma planı da ikinci kuşakla gerçekleştirildi. Osmanlının çöküşünden sonra değişik ulusal devletlerin sınırları içinde kalan Müslümanların yönetimi yalnız uzun vadede göçe zorlamaya dayandırılmakla kalmamış, dil, din ve yaşam tarzı değiştirme geçen asır boyunca esas olmuştur. Bizde, Pomakların isim ve dinlerine daha 1912’de saldırıldı. Bu saldırı 1936, 1942, 1972’de kat kat şiddetlendirilerek tekrar etti. Çingeneler de aynı kaderi yaşadı. 1984 - 89 arası “kara yazgı” Türkler üzerine çöktü. Zorla, zulümle, binlerce kişi hapse atılarak ve on binler sürgün edilerek uygulanan bu baskı ve terör politikası sonunda “biz kimseye bir şey yapmadık, kendileri istediler, hatta dilekçe verdiler” bohçasına sarıldı. Bunun benzetmeli tarifi şudur: Bir tencere lopur lopur kaynarken taşar. Soba başındaki aşçı başına “Görmüyor musun, tencere taşıyor?” dendiğinde. “Ben altını kıstım!” hazır cevabıyla olay kapatılır. Hiç bir suçlu, katil, zorbacı ve hainin cezalandırılmaması, içeri atılmaması mantığı işte budur. İsimlerimiz değiştirilirken 42 kardeşimiz kurşunlanarak öldürüldü, hiç bir katilin adı açıklanmadı. Okullarımızda anadilimiz okutulmuyor, hazır cevap hainleri “kendileri istemiyor” diyor. Rapor yazıp Avrupa’ya gönderiyorlar. Son perdede oynan oyun ise şudur: Hainlikler “içimizden seçilen” şeytanlara yaptırılıyor.


Makale ve Analizler - 2016

21

Bir örnek vermek istiyorum: Bugün Bulgaristanlı Türklerin lideri olarak geçinen Ahmet Doğan dördüncü beşinci sınıftan sonra hiç okumamış. Onu ele geçiren ve Türkler arasında muhbirliğe yatkınlığını saptayan gizli Bulgar polisi, ona sahte lise diploması sağlayıp Şumen Pedagoji Enstitüsüne yazdırmış. Tekin durmayan Ahmet orada bir kız bıçakladığında polis olayı ört bas etmiş. Şumen’de durum gerginleşince Sofya Üniversitesi Felsefe Fakültesine aktarmış, oradan diploma almasını, Türkleri Bulgarlaştırma konusunda doktora tezi savunmasını, Bulgar Bilimler Akademisi’nde işe başlamasını da sağlamış. Yıllar boyu ona burs, cep harçlığı vermiş, kirasını ödemiş, bir genç bohem hayatı yaşatmış, uydurma gerekçelerle hapse atmış, içerde lort gibi yaşatmış, onu Rus istihbaratı KGB’ye satmıştır. 1990’da kurulan Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin başına onu geçiren ve lider yapan da aynı gizli polis DS’dir. 2002’den beri bizim de yoğun çalışmalarımızla Ahmet Doğan’ın “kirli gömlekleri ipe serildi.” Şimdi o HÖH fahri başkanı olarak “saray” denen bir dağ evine kapandı. Korunuyor, besleniyor. Bu kadar yıl hazırlığın sonunda, çekilen masrafla gerçekleştirilen ödev şudur: Türklerin asimile etme siyasetine, bir sözde Türk lider önderliğinde “Bulgar Etnik Modeli” kılıfı içinde devam edildi. Sözde “gönüllü” göç devam etti. Türkçeyi, İslam’ı, Müslüman yaşam tarzını unutturma çalışmaları sürdü. Türkiye - Bulgaristan ilişkilerinde köprü rolü oynaması beklenen Türkler ürkütüldü. Bulgaristan’da yerli Türk sermayesi, girişimciliği oluşmasına yol verilmedi. 10 bin aydınımız memleketimizden kovuldu. 1878’de Osmanlı’dan 1723 okulla ayrılan dedelerimizin mirası yok edildi. Bugün Bulgaristan’da bir Türk İlkokulu yoktur. Sonuç: Ahmet Doğan başarılı bir stratejik üründür. Fakat olan olmuş. Bu sonuç, Bulgaristan’ı, Balkanları kendi kıstas ve yöntemlerimizle iyi irdelemeden ibret dersleri çıkarılamaz, yeni doğru stratejiler geliştirilemez, dedi kodu şeklinde kulaktan kulağa dolaşan sonuçlar kendiliğinden hiç bir şey ifade etmez. Son 50 yılda, düşmanlarımız bizi birbirimize düşürme stratejileri geliştirmeyi başardı. Doğan örneği ortadadır. Artık yıprandı ve ardında 30 yıllık ajan Lütfi Mestan sahneye çıkarılıyor. Rolü: Bulgaristan Türklerini Rus ve Bulgar çıkarlarına alet etmektir. Önemli olan bir kişinin Bulgaristan’da okuması değil, Bulgaristan’da okumuş her kişinin araştırılması ve gerçeklerin görülebilmesidir. Yanlışların tekrarlaması kendiliğinden doğru doğurmuyor. Bu işlerde orta nokta olmaz, ezip geçersin ve olay biter. Türkiye dip dalgasında yükseliş var. Emperyalist dünya Türkiye’nin doğal etki alanlarına yayılmasından korkuyor. Balkanlar, Bulgaristan Türklük coğrafyasıdır. Yakın Doğu da öyle. Rusya’nın hortlamasına, savaş alanlarında Amerika ile buluşmasına, Türkiye sınırlarını zorlamak için PKK’yı, PYD’ı desteklemele-


22

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

rine akıl erdirenler, hainliğin bin bir çeşidi olduğunu unutmayarak Ahmet Doğan olayını, Lütfü Mestan olayını derin irdelemeli ve kesin tavır almalıdır. Aslında bu olay çok basittir. Bizi kıskanan düşmanlarımızı doğduklarına pişman edecek güç, “Büyük ve Güçlü Türkiye”dir. Türkiye’yi dünyadan izole etmek mümkün değildir. Biz Asya ile Avrupa arasında köprüyüz. Artan önem ve gücümüzü görenler kuduruyor. Alacağımız yolun kilometre taşları Bulgarları, Balkan devletlerini bilimsel teknik ve teknolojik, emek verimliliği ve hayat standardı, güvenli ve huzurlu ülke olmaktan geçiyor. Biz büyüdükçe etki alanımız genişleyecek ve güçlenecektir. Osmanlı Balkanlara daha yüksek bir kültür ve medeniyet, tolerans, merhamet ve iyi komşuluk götürdüğü için sevilerek yerleşebilmiştir. Biz Bulgarlara sabunu, ev yapmayı, tarla sürmeyi ve ekip biçmeyi öğretmişiz. Gönlümden gelmese de, şunları itiraf etmek zorundayım. 2002’den beri T.C. sürekli inkişaf içinde olup, parmak ısırtan dev projeler gerçekleştirirken, hatta bir dönem “altın çağını” yaşasa da, burada söylemeden geçemeyeceğim birkaç özellik var. Her ilde üniversite kuran Türkiye yüksek okullarında 19’uncu yüzyıl Avrupa eğitim düzeyi tekrarlanıyor. Özel olarak okuduğum ve irdelediğim kitaplar, dinlediğim konferanslar bunu doğruluyor. O dönem, Osmanlı “hasta adam”dı. Orient’in “belirsiz olduğu” dönemlerdi. Ezgin ve bitkin bir çöküş içindeydik. Büyük gecikmeyi, gerilemeyi o dönem yaşamıştık. Halk arasında “Allah verirse olur!” ruhu yerleşti. “Sabrın sonu selamettir” atasözümüze inananlar selametin gelmesini birçok yerde bekleyemediler. Bu ruhun tersini yaratmak çok zor oldu. Diriliş yaşamamız iyi oldu! Şimdi “Vatan bölünmez!”, “Türklük Yenilmez!”, “Büyük Türkiye” atılımında 21’inci yüzyılın yeni maneviyatı doğuyor. “Büyük Türkiye”de Büyük Türklük ruhu doğmalıdır. Dalgalar artık doğamıza çarpıyor. Bulgaristan’da da her adımda 100 yıl ezilmişliğin, sürekli bölünüp parçalanmaların, göçlerin, anlamsızlaşmış hayatın izlerine rastlıyoruz. Toparlanmak çok zor. Sanki insanların beyinleri satın alınmış ve ruhları ön ödemeli kıralanmış... *** Arkadaşlarımla toplandığımızda, “olmazsa olmaz felsefesi yaratmadan bu işler olmayacak” tartışmaları sayfası açıldığında, birbirimize anlattığımız bir Hindistan Masalı var. İzninizle kısa tutmak şartıyla sizinle paylaşmak istiyorum: “Serçe, yol kenarında otların arasına yuva yapmış, yumurtlamış ve kuluçka yatmış. Yoldan geçen fiil büyük ayaklarıyla yuvaya basmış, yuvayı, anaç kuşu ve yumurtalarını ezmiş. Bunu gören erkek serçe çok üzülmüş, soyum sülalem, ateşim ebediyen söndü diye gamlanırken, fiili öldürmeye karar vermiş.


Makale ve Analizler - 2016

23

Önce sivri gagalı kargadan yardım istemiş. Karga: - “Ben dağ gibi fiile ne yapabilir?”, deyince, - “Uyurken gözleri etrafına çok sinek toplanıyor, onlar uçuşurken, sen de gaganla önce birini sonra da öteki gözünü oyarsın”, demiş. Karga filin gözlerini oymuş. Serçe hemen dereye gitmiş ve göl kenarına uzanmış kurbağaya dert yanmış, planını açıklamış: - “Karşı derede su yok. Fiil şimdi susamıştır. Gözleri görmediğinden senin vaklaman kılavuz, su içmeye buraya gelecek. Gel kuru dereye gidelim, demiş. Plan tutmuş kurbağa sıçraya sıçraya vardığı kuru derede bir derin hendeğe gizlenmiş ve vaklamaya başlamış. Sesi duyan fiil suya koşarken hendekten devrilmiş ve hayatından olmuş. Serçe kuşu böyle öç almış.” *** Serçe intikam formülünü böyle bulmuş ve gerçekleştirmiş. Şahsen ben, Bulgaristan’a gidip de yüksek öğrenim diplomasıyla dönen gençlerin ya da oradan gelen, burada okuyan ve geri dönmek istemeyen 1 500 gencimizin bizim derdimize derman ve çözüm aradığına inanmıyorum. Bu işte başı çeken, oyun kuran birilerini de göremiyorum. Biz ancak Bulgar’ın oyunlarını, tuzaklarını, ikiyüzlülüğünü, kahpeliğini ve ele geçirdiği yüz karası hain Türk ajanların entrikalarını eleştiriyor, lanetliyor veya yorumluyoruz. Bu yeterli değil. Ajan dosyaları açıldı bu da yetmez. Şimdiye kadar oyun kuran hep onlar oldu. 1989 Mayısında Ayaklandık, ama “bütün devrimler evlatlarını yer!” atasözünden korktuk. Dirilip, toprağımıza sarılıp yerimizde kalacağımıza, göç ettik. Kendi ateşimizden kendimiz korktuk. Hapisten çıkan hapse girmek istemez, biz de ayaklanma ateşinden kalan küllere sahip çıkamadık. Ne ayaklanma şarkıları besteledik, ne de hak ve özgürlük savaşında kitle psikolojisini analiz ederek sahte partilerin ve hain liderlerin hiç bir iş yapamayacağını, bizi avutup aldattıklarını görmek istedik, ne de yükün sivil toplum örgütlerine kayması gerektiğini kanıtlamaya çalıştık. Türkiye’de yaşamak hakikatten güzel... 27 yıl geçse de, ruhumuzda hala biraz sindirilmişlik ve biraz da kırılmışlık okunuyor. Bu arada, itiraf etmek zorundayım, 14 yıldan beri Türkiye değişiyor, yaşam standardı yükseldikçe biz rahatlıyoruz. Ama bu arada, Türkiye’de yerlilerin uyanış dalgası yükseliyor, yakında sahile vuracak, biz bu işin neresindeyiz? Dedelerimiz, Edirne’de, Gelibolu ve Çanakkale’de savaşmış, ama bir hala takıntılıyız. Biz yeni dalganın içinde miyiz? “Büyük Türkiye” atılımını, anayasa değişikliğini, Başkanlık sistemini destekliyor muyuz? Yoksa hep Atatürk Atatürk


24

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

deyip, Kılıçtaroğlunun ağızına mı bakıyoruz! Bu soruyu kendimize soruyor muyuz? Atatürk sağ olsaydı, bugün bu emperyalist kuşatılmışlık içinde nasıl davranırdı? sorusunu kendine soran var mı? Yoksa değişemeyiz, Türkiye’den ve dünyadan geri kalırız, Bulgarları sevindiririz... Okurken utanıyorum, “Anavatanımıza, çalışmadan da yaşanabilen bir sığınmacılar diyarı, uykucular çadırlığı” olarak bakamayız. Herkesle ve her yerde çalışmamız gerekiyor. Türkiye’de yaşamak, T.C. vatandaşı olmak bir onur ve gurur meselesi olmalıdır. “Ne mutlu Türküm diyene!” derin anlam taşıyor. Şu dönem, Bulgaristanlı Türkler için bu mutluluğun anlamı, seçime katılmakta ve isabetli oy kullanmakta gizlidir. Biz boyumuzdan büyük işleri kendi başımıza yapabilecek durumda değiliz. Bir kıvılcım yaktık, kav tutu, ateşin alevlerinin parladığına, şu odacıkta bir araya gelmemiz bile kanıt sayılır. Hepinize kutlu olsun! Biz bugün burada su başında buluştuk. Mutluyum! Geldiğiniz için BULTÜRK adına hepinize teşekkür ederim. Değerli dava arkadaşlarım, “Bazı işler bizim boyumuzu aşar!” dedim. İnsanın “yalnız okumakla akıllı olmadığına” işaret ettim. Davamız, ancak halkın omuzlarında taşınabilecek, büyük bir davadır. Öyle ki, bu dava cesaret, basiret, bir az da kısmet, lider, toplumsal gereksinim ve hatta yol boyu rüzgarı bile ister. Biz azimliyiz. Liderimiz Türkiye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan. Davamızın, birinci malzemesi insan’dır. Çalışkan, çilekeş, alçakgönüllü, namuslu ve dürüst insanlarımız. Bulgaristanlı Türklerimiz. Balkanlı kardeşlerimizdir. Gençlerimizdir, genç kuşaklardır. Bizimki, nesilden nesle geçen, devredilebilen, kesintisiz bir süreçtir. Bedenle ruhu birleştirip şahlandıran bir özdür. Özel kitabı yoktur. Taktik ve stratejimizde, Balkanlarda Müslüman Türk kimlikli kuşaklar, Müslüman yaşam tarzı yaratmak ve varlığımızı ata-toprağında korumak ve zenginleştirmektir. Türk Müslüman kimliği bölünmez ve parçalanmaz, üstünlük tanımayan, tolerans ve kardeşliği el üstünde tutan bir varoluş biçimidir. Kardeşlik varken, düşmanlık bize yakışmaz. Balkanlar’ı 300 sene yaşsız yaşatan ve barışı soy adı yapan atalarımızdır. Gençliğe aşılamak istediğimiz öz de tam budur... Bir de şu var: Kitle psikolojisi diliyle konuşursak, eziyet çekmiş deneyimli bir kuşağın, arkadan gelen genç nesle telkin etmesine (davamızı aşılaya-bilmesine) bağlı bir iştir bu. Biz, “biz” dediğimde, sivil toplum örgütümüz BULTÜRK anlaşılmalıdır. Bulgaristan’ı, Balkanları istila etmek istemiyoruz. Amerika gibi gidip


Makale ve Analizler - 2016

25

orada büyük askeri üsler kondurma taraftarı da değiliz. “Soya Dönüş” saçmalığı yıllarında Bulgaristan’da 3 bin Varşova Paktı tankının konuşlandığını; hedefi güzel İstanbul’umuz olan Rus “SS-22” orta menzilli füzelerinin rampalara yüklendiği korkunç günleri, o gerilimi unutmadık. Bugün de sınırımıza gerilen şu dikenli, jiletli ter örgüleri de görmek bile istemiyoruz. Orası da vatanımız burası da vatanımızdır. Atalarımızın mezarları ordadır, kutsalımızdır. İsteğimize örnek de yok değil sanki: Son Bulgar Çarı İvan Şişman, kız kardeşi Desislava’yı Sultan Birinci Murad haremine göndermişti. Bu gönüllü bir akrabalık jesti değil de nedir? Bu daveti daha 1448’de almışız. Tutup mayalanıp ah bir de kök salmış olsaydı... ilişkilerimiz Çeçen, Gürcü, Abhaz vb. halk mozayi içinde ümmetten bir pırlanta olabilirdi. Bulgar soyunun Türk boylarından biri olduğunu, bu boydan kardeşlerin İdil (Volga) boylarına, Kazan Ovasına camiler diktiğini, burada biz de çok yazdık çizdik ama tutmadı. Son günlerde öğrendiğimize göre, Kanadalı bir bilim adamı Bulgarların Türk boylarından geldiği gerçeğini yeniden aklayıp paklayıp İngilizce olarak lüks baskılarda dünya kamuoyuna yeniden sunmuş. “Bulgar’ız efsaneleri” bu defa belki tuzla buz olur ve henüz yaşanmamış tarihe yalnız tozu dumanı kalır. Yukarıda da işaret ettiğim üzere biz tarihimizi sonsuz bir bütün olarak görüyoruz, dil, din, ananelerimiz, halk yaşantımız, özgün kültür ve medeniyet olarak sürekli budansak da, dut ağaçları gibi her bahar yeşeriyoruz, fakat hele son 50 yılda, pek meyve veremedik. Çünkü Bulgar “ben ipek böceği besliyorum” deyip bizi buduyor ve bu gidişle birkaç yıl daha budayacak gibi... Varsın bu bir imgesel noktalama olsun. Biz göç edince Bulgaristan çöktü. Düşen her millet dirilemez. Çöken onlar, kuyuya itilense biz olduğumuzdan, komşu bir el uzatsan da biraz davransam diyemiyorlar. Bizi dibe çekerler diye korkuyorlar. Olay bu! Şunu da ilave ediyorum: 1908’de III. Bulgar devletini kuran Ferdinant ve oğlu Çar III. Boris’in otobiyografileri Birleşik Amerika’da yazıldı. Todor Jivkov’u anlatma meraklısı çıkmadı. Biz kendi hayatımızı kendimiz anlatıyoruz. Tarihçilerimizden bir ricam var. Sultanların hayat öyküleri Türk halkının hayat öyküsü değildir, lütfen kaleminizle halka ininiz, gerçekler haremlerde değil, çelişkilerin kabuğunda gizlidir. *** Konuşmamın ikinci bölümünde, Bulgaristan ve bölgedeki siyasi istikrarsızlığın küresel düzeyde Rusya ABD çelişkilerinin Bulgaristan Türkleri üzerindeki etkilerine kısaca değinmek istiyorum.


26

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu sorunun yanıtı şöyle olabilir: Bugünkü Bulgaristan’ın anası Osmanlıdır. Bizans’ın ezdiği Bulgarlık Osmanlıda yeniden mayalandı, uyanış çağı yaşadı, kilise bağımsızlığı istedi (1872’de verildi); “Anayasal haklar” dedi (1876’da verildi); “Bulgarlar ve Balkanlar Osmanlıdan kopuyor” bahanesiyle bir akbaba gibi çullanıp kuzuyu kapayım zihniyetiyle saldıran Rus Çarı’nın niyeti kursağında kaldı; Bulgaristan ıvırdı kıvırdı kendini Avusturya ve Almanya’dan yana attı; bir Alman soylusu olan Ferdinant Saks-kobur-gotski 1908’de Osmanlı’nın da razılığıyla “III. Bulgar Çarlığı” kurdu. Bu doğum, üç bacaklı bir saç gibi -Osmanlı, Almanya ve Rusya - dayanaklı oldu. 1945’e kadar Nazi Almanya’sı modelinde totaliter otokrat bir düzenle yapılanan Bulgar ruhuna aşırı ırkçılık aşılandı. Nazilerle birlikte tek uluslu devlet kurmaya sevdalanan Bulgar Çarlığı, etnik azınlıkları ötekileştirmeye, Bulgarlaştırıp Hıristiyanlaştırmaya daha dördüncü yılında başladı. İlk kurban Pomaklar oldu. Özünde aşırı saldırganlık gizleyen bu siyaset Balkan Savaşında ve Birinci Dünya Savaşında Türkiye, Yunanistan, Makedonya ve Sırbistan’a; İkinci Dünya Savaşında Yunanistan, Makedonya ve Sırbistan’a saldırılarla sürdü. 1944’te yön değiştiren Bulgarlar Balkanlardan Hitler ordularını III. Ukrayna Ordusu ile birlikte kovalarken Batı Balkanları çiğnedi. 32 yıllık bir süreyi kapsayan bu saldırı savaşlarının gerekçelerinde “dış ülkelerdeki Bulgarları anavatana katma” vardı. Bu, 2 yıl önce Putin’in Kırımda uyguladığı, 1919’da Hitlerin Avusturya, Sudet bölgesi ve Polonya’da uyguladığı ilhak siyasetinin bir kopyasıydı. Aynı ırkçı hevesle Yahudiler vagonlara doldurulup “gaz kamaralarına” gönderilirken, Çingeneler de zor günler yaşadı, Pomakların dinleri ve isimleri değiştirildi, Türklere hep Türkiye yolu göründü. Kısacası, 138 yıl ömrü olan yeni Bulgaristan devleti ilk 37 yılında Almanya’ya bağlıydı. 1945’ten 1989’a kadar Moskova’ya sarıldı. “Berlin Duvarı”nın yıkılmasıyle birlikte “Soğuk Savaş” siyaseti de son buldu. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla tek başlı dünya kuruldu ve Bulgaristan tek egemen olan Birleşik Amerika’yı seçti. Amerika uzaktı ve bu yol şöyle yüründü. 2004’te Türkiye’nin yoğun çabaları ve meclis kararıyla NATO üyesi ve müttefikimiz oldu. 9 yıl önce Avrupa Birliği’ne (AB) alındı. Bugün AB’nin Rusya’ya karşı ambargosuna katılıyor. Son 27 yılda Moskova’dan Brüksel’e ardından da Washington’a kaymayı başardı. Kendilerini tebrik etmek gerekir. Şunu da ilave etsek yerinde olur. Almanca örneğine göre devlet kuran Sofya yönetimi, 1850’lerde başlayan ve 1950’ye kadar devam eden Avrupa’da Almanya egemenlik çağının sona erdiğini zamanında kavradı. Amerika’yı bu nedenle aradı. Bugün artık ülkede 3 Amerikan askeri üssü var. Son dönemde Bulgaristan üç ayaklı dengeyi sağlamakta zorlanmaya başladı. Rusya’dan kopup


Makale ve Analizler - 2016

27

önce Brüksel’e yönelmesi yeni sabit denge sağlamadı. Amerika’nın da bu Balkan ülkesine parmak ucuyla gelip yerleşmesi, saldırganlığı tırmanan Rusya’yı rahatsız etti. İşte böyle bir ortamda, Bulgaristan’da iç denge unsuru olan ve oyları olmadan Cumhurbaşkanı seçilemeyen, 3 defa hükümet kurulamayan, Avrupa ve Atlantik siyasetine bağlılığını devamlı belirtirken, Türkiye’ye de sevimli görünmeye de çalışan Hak ve Özgürlükler Partisi HÖH, 17 Aralık 2015’te “denge bozan” ya da “yeni denge arayan” bir konuma itildi. “CU-24” Rus askeri uçağının düşürülmesi ve parti meclis grubunun Türkiye tavrını destekleyen bildirisi sanki üç bacaklı şeytan dengesini bozdu. Türkiye ve NATO’dan yana siyasi tutum alan Genel Başkanı Lütfi Mestan ve arkadaşlarını partiden 17 Aralık 2016 gecesi uzaklaştıran Fahri Başkan Doğan Bulgaristan Müslümanlarını, partiyi “Moskof çizgisine çekmeye çalıştı.” 6. defa parçalanan parti bir daha kabuk attı. Böylece, 3 bacaklı Bulgaristan dış dengesinin Türkiyesiz kurulamadığı bir daha kanıtlandı. Bununla birlikte, dünya liderliği taslayan Rusya ile Birleşik Amerika’nın da önce İslam Dünyası’na egemen olmadan dünya lideri olamayacağı da gün ışığına çıktı. Her gün biraz daha sallanan Bulgar dengesi Türkiye olmadan sağlanamadığı gibi doğal olarak Türkiye lehinde güçlenmek zorundadır, çünkü bu bölge “Büyük Türkiye’nin” etki alanında ve doğal coğrafyasında, dünya imparatorluğunun kurduğu topraklarda bulunuyor. Bu nedenle, Bulgaristan ve Balkan ülkeleri halklarının Türkiye’ye olan sempatisi ve güveni, beklentileri artıyor. 5 aylık geçmişi olan şu son gelişmelerin sonuçları şunlardır: 1) HÖH’ün parçalanmasından DOST partisi doğdu, Avrupa ve Atlantikçi olduğunu, Türkiye’den oy beklediğini ilan etti, fakat henüz kaydını yaptıramadı. 2) Bulgaristan’da Yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimleri şimdilik kilitlenmiş durumdadır. Halkın Moskovçu bir Cumhurbaşkanı istemediği kesinleşirken, Almancı mı Amerikancı mı biri olsun üzerinde akıl yürütenler, belki de son anda Londra’nın gönlünü kazanmış biri üzerinde anlaşacaklardır. 3) Türk partileri şimdiye kadar aday göstermezken, ikinci turda hep ya Moskofcu ya da Avrupacı adayın kazanmasına “koltuk değneği” oldu. 1990’dan sonra 5 Cumhurbaşkanı oylarımızla seçildi. 2012’de yapılan son Cumhurbaşkanı seçiminde, Bulgaristan’da ve Balkanlarda ilk kez olmak üzere, T.C.’de Bulgaristan’da etkin olan bir Türk sivil toplum örgütü - BULTÜRK Bulgaristan seçimlerinde kendi cumhurbaşkanı adayını yükseltti. 50 bin oy alarak büyük bir başarı kaydetti. Tarihe geçti. Yani Cumhurbaşkanı seçimlerinde Başkan adaylığına bir Türk, Başkan Yardımcılı-


28

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ğına da bir Pomak kardeşimizi yükseltmeye hazırlanıyoruz. Bu adım Bulgarların Türkleri asimile etmesine karşı atılan en sert adımdı. Bulgarların Türkleri ve diğer Müslümanları Türkler arasından yetiştirdikleri kadrolarla yönetme siyasetine ilk kez “Dur!” denebildi. Bu artık bir eğilim, sivil toplum örgütlerinin siyaset dizginlerini ellerine alması şeklinde tutuldu ve güç topluyor. BULTÜRK’ün bu eylemi Oyun Kuran olarak karşılandı. Kükreyen destek buldu. Bu hareket Türkiye’deki soydaş dernekleriyle birlikte yapılmalıdır. Yeni adımlarımızda güç birliği yapmak zorundayız. Seçimlere katılma, seçme ve seçilme bizim en demokratik insan hakkımızdır. Onu başarılı kullanıyoruz ve kullanacağız. Tüm engellemelere karşı birlikte göğüs gerdik ve gereceğiz. Özet olarak, Rusya ile Birleşik Amerika’nın Bulgaristan ve Balkan üzerindeki hâkimiyet kavgasında, Bulgaristan seçimlerinde, Bulgaristanlı Türkler ve soydaşlarımız her zaman Türkiye’den “Büyük Türkiye”den yana oldu ve olacaktır. Türkiye bizim anavatanımızdır. Üç: Dünyada artan global rekabetin, serbest dolaşım sonrası Türkiye’de ve Balkanlarda yaşayan gençlerimiz üzerinde oluşturduğu fırsatlar ve riskler. Yukarıda da işaret ettiğim için dünya siyaset, ekonomi ve maliyesi derin bir bunalım yaşıyor. Bilirsiniz, böyle koşullarda eski borçlar talep edilir, eski hesaplar görülür, eski sözleşmeler açılır ve talan edilip soyulacak yerler aranır. 1904’ten sözde Sevır Sözleşmesine dayanılarak karıştırılan Yakın Doğu ve Suriye, Kürtlere devlet vaatleri, Çipras’ın Almanya’dan Hitler istilasından kalma tazminat ve borçları 300 milyar Euro olarak istemesi ve başka örnekler hep bu cümledendir. Böyle durumlarda başarılı olanlar sıkıştırılır. Sözde “Ermeni Soykırımının” Berlin meclisinde onaylanması Türkiye’nin sıkıştırılmak istendiğine kanıttır. Kötülük üretenler buluşçudur. Bakarsın yarın yine yola çıkan sığınmacılar “Bulgaristan Türkleri ya da Almanya’daki 3 milyon Türk’le” değiştirilmek istenebilir. Kimse kendisinin yok olmasını istemez. Burada geçerli olan bir Bulgar atasözü var: “Benim iyi olmam önemli değil, önemli olan onun kötü olmasıdır!” Bu açıdan bakıldığında serbest dolaşım hakkı da gençlerimiz pek fazla yeni fırsat sunamıyor. Fransa, İspanya ve Almanya’da çalışan Bulgaristanlı gençlerin ayak işinde ya da inşaatlarda kara işlerde kullanıldığını, şan okumuş kızlarımızın bulaşık yıkadığını ve başka örnekler okuduk duyduk. Yakına kadar sigortasız yabancı işçi çalıştırma yasağı sıkı kontrol edilmiyordu. Afganistan, Pakistan ve Afrika ülkelerinden gelen sığınmacılar daha ucuza çalışmayı kabul ettikçe, dış ülkede alınmış ihtisaslar dil bilgisi ile desteklenmeyince geçersiz oluyor. Bulgaristan gençsiz kaldı diyebiliriz. Dış ülkelerde çalışanların havale ettiği 1 mil-


Makale ve Analizler - 2016

29

yar Euro, yatırım için kullanılmıyor, ancak aile geçimini ve huzurunu sağlamak amacıyla kullanılıyor. Aynı zamanda bu paraların Batı Rodoplar’da Pomak köylerinde hayatı ayakta tutuğunu, hele İngiltere’de iş bulup ekip oluşturarak orman işlerinde sigortalı çalışanların başarılı olduklarını belirtmek yerinde olur. Avrupa’ya akın eden Çingene gençler, büyük gettolar oluşturdular, pazarcılığı yaydılar, hırsızlıkla ünlendiler. Serbest dolaşımın hiç bir hazırlığı olmayan pek çok kişiyi süründürdüğü gibi, birçok aileyi parçaladığını, hamile kadınların dış ülkeye doğum için çıkıp çocuklarını sattılar. Daha birçok tasvip edemeyeceğimiz süreçler gelişti. Dış ülkelerde çalışan Bulgar işçiler aralarında para toplayıp da daha ilk fabrikayı kuramadı. Batıya okumaya giden gençler ise, genelde varlıklı ailelerin evlatlarıdır. Geri dönmüyorlar. T.C.’ne ve Kuzey Kıbrıs’a giden Bulgaristanlı Türk ve Pomak gençler de geri dönmediler. Bu işin getirdiği risk, Bulgarların 2050’de sona ereceği, soylarının tükeneceği hesaplarını gündeme getirdi. Dört ve son: Gençlerimiz kendi kaderlerine ellerine almalıdır. Tek tek değil birlik olarak, aynı köyden, kentten, yöreden gençler arasında yanın dostluk, ortak çalışma, birlikte olma domulu geliştirilmelidir. Artık bir kişinin iş yeri açması çok zor oldu, oluşturulan gençlik ekiplerine iş yeri açma kredileri daha kolay veriliyor. Güçlüklerden kaçmamak lazım. Sanayisi çökertilmiş, tarımı darbeler almış ve yeniden örgütlenmede zorlanan Bulgaristan genç kan bekliyor. Hepiniz okuyorsunuz, fakat uygulanamayan bilgi ölüdür, bilgi yüklü olmayan pratik de kördür. Fazla uzatmadan, şu teklifte bulunmak istiyorum. Devrimci dönüşüm ne demektir?: -Üretim ilişkilerinin ve üretim araçlarının değiştirilmesidir. Bulgaristan’da Türklerin yaşadığı bölgelerde en önemli üretim ilişkisi- toprak mülkiyeti ilişkisidir. 1990’da bu ilişki değiştirildi. Tarım kooperatifleri dağıtıldı ve topraklar sahiplerine geri verildi. Yani toprak mülkiyeti özelleşti. (iyi mi oldu?, Kötü mü oldu? ben bunu tartışmak istemiyorum.) Tabii ki, kolektif mülkiyet çok daha fazla imkânlar sunar. Toprak mülkiyeti dedelerinizin, babalarınızın üstüne kayıtlı ve istediğiniz zaman tapu çıkartabilirsiniz. Ama bu defa Bulgar, teknik tarım ürünleri üretimini kotaya bağladı. Hangi ürünler teknik tarım ürünüdür. Örneğin tütün. Oradayken tütün bizim ekmek teknemizdi. 280 bin ton tütün üretiyorduk. 2015 yılı kotası 28 bin tondu. Bu miktarla yaşayabilmemiz imkânsızdır. O zaman üretim nesnesi olan tütünü değiştirmeliyiz. Biz kozacılığı öneriyoruz. AB Bulgaristan’a 5 milyon adet yaprak dudu dikilmesine izin verdi. Her koza kutusuna 136 Euro teşvik verilecek. Memleket 17


30

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

bölgeye bölünmüş. Koza kurutma tesisleri, 2 elyaf ve 2 adet son teknoloji hazır mamul fabrikası kurulacak. Son hesapta bu işle uğraşan genç ailelerin tütüncülerden 5 - 6 defa daha iyi gelir elde etmesi planlanmıştır. 29 bin aile çalışacak. Bu bir ulusal programdır. Hazırlayan ve AB’den geçiren bir arkadaşımız, Türk’tür. Damla ve yapraktan sulama teknolojileriyle Mayıs ile Eylül arası 4 yükleme iş olacak. Bu amaçla Bulgaristan Vratsa şehrinde Dut enstitüsü kuruldu. Fidanlar orada yetiştirilecek. Genç aileler eğitilecek. Gerekli tüm bilgiler ve desten verilecek. Kurs ve seminer çalışmaları öngörülüyor. Bu kapıda bekleyen bir projedir. Bu iş için 2 genci -kız veya oğlan fark etmez, lise öğreniminden sonra Bulgaristan’ın Stara Zagora kentindeki “Yüksek Veteriner Enstitüsü”ne- “kozacılık ve arıcılık” bölümünde okumaya göndermek istiyoruz. Fakat sonra 10 yıl bizim sistemimizde çalışacaklar. Birkaç ödevleri olacak. Bir, iyi uzman olarak gelişmek. İki, kozacılık dilini sorumlu oldukları bölgelerde iş dili olarak yerleştirmek ve halkı bilgilendirmek ve eğitmek. İşte bir imkan. Öğrencilerin masrafları, yüksek okul ve kampüs harçları bizden olacak, her zaman arkanızda olacağız. BULTÜRK bu gibi birkaç proje geliştirdi. Birisi üstüne bilgi aldınız. Bunlar arasında elektronik araçlarla Bulgaristan’daki tüm çocuklara anadil öğretme tasarımımız çok ilginç. Tüm Balkanlar için uygulanabilir. Çalışıyoruz. Ve sonuç olarak Bize karşı olanlar, iç ve dış düşmanlarımız, 200 yıldan beri her zaman ve her yerde el ele, kafa kafaya, iç içedirler. Koordineli çalışıyorlar. Türkiye’deki paralelciler, geziciler, PKK’cılar, PYD’ciler, IŞİD’çiler vb gibi. Bulgaristan’da da öyle gizli polis ırkçı sağ-sol milliyetçiler, gizli servis DANS, Moskova istihbaratı FBC, Londra’daki MI6, Almanya’daki “Haber Amirliği” vb sanki HÖH - DPS yönetimi - Ahmet Doğan, umarım DOST - Lütfü Mestan ile birlikte sıkı bir işbirliği yapıyorlar. Başka türlü çalışmadan, işe gitmeden, viski kadehi elde koltuğa kurulmuş masa başında sefa sürmek imkânsızdır. Ve bu ırkçıların hepsi aynı zamanda Türk ve İslam düşmanıdır. “Anti-teröristim” deseler de Türk ve İslam düşmanıdırlar. İyi olmamızı hiç bir zaman istemediler, asla istemiyorlar. Evlad-ı Fatiha 1453’ten beri onların düşmanıdır. Fakat savaş meydanında şehit olmak da var. Bu sonsuz bir mücadeledir. Çok kurban verdik. Artık dalgayı geri çevirme zamanıdır, bunu istiyoruz. Yapacağız. Yağdan kıl çeker gibi gerçekleştirmeliyiz. Ankara’dan gözünü açmasını rica ediyoruz. İnsanları kravatlarına bakarak değerlendirmekten vazgeçsinler. Başarılı olacağımıza inanıyoruz. Dinlediğiniz için teşekkür ederim.


Makale ve Analizler - 2016

31

Almanların Çingenelere Yaptıkları Soykırım

Ünal Gazi-04.Haziran.2016

mez

Konu: Büyük Gerçekler Asla Gizlene-

Su başında durmuşuz, çınarla ben. Suda suretimiz çıkıyor, çınarla benim. Suyun şavkı vuruyor bize, Bu hafta dünya yolculuğunu tamamlamasının yıldönümü olan Büyük Nazım, yirminci yüzyılda yazdığı ve gel bir de kendini su başında gör diye insanlığa seslendiği yalnız bu şiiriyle bile, ebediyen yaşayacak yaratıcılardan biri oldu. Çünkü, insanda ve toplumunda o su başı belirleyici olandır. Suda çarpık suratlı olan, özünde çarpıktır. “1915 Ermeni Soykırımı” diyenler gibi. O aynada, şavkı göze vuran Güneş bile küçücüktür. Çınarsa gerçeğin simgesi! Her zaman muhteşem! Almanlar, yine su aynasında kendilerine benzeyeni, ellerinde olsa “ortak” aradılar. Olan iğrençti. BGSAM - Stratejik Araştırmalar Merkezi siz okurlarımıza 2 bölümde olmak üzere Yakın tarihte Almanların Çingenelere ve Yahudiler yaptığı soykırımı en anlaşılır bir şekilde sunmaya karar verdik. Bu konuda, çoğu İngilizce olmak üzere 400’den fazla kitap yazıldı. Bu feci gerçekliği dünya halkları biliyor. Önce Almanya’da Çingene Soykırımı oldu. Olayı sizinle İskandinavya İTEA (FİTON) Direktörü Sosyal Antropolog ve Etnograf Sefa M. Yürükel’in 2005’te çıkan Soykırımlar Tarihi - Batının İnsanlık Suçları eserinden bir alıntıyla paylaşıyoruz. (Sayfa 132 – 137). Almanların II. Dünya Savaşı’nda Çingenelere Yaptıkları Soykırım. Almanlar, 1933-1945 yılları içersinde ari ırk /üstün ırk/ (Race Hygiene) ideolojisi çerçevesinde, mükemmel bir üstün ırk yaratmak hedefiyle, diğer milletlerden veya etnik gruplardan olan ve üstün ırk Almandan olmayan 21 milyon insanı yok ettiler. Bu insanları, toplu olarak kurşuna dizdiler, topyekun savaş şeklindeki ve yaptıkları ve sivil asker ayrımı yapmadıkları saldırılarda, toplama kamplarında insanlar için yaptırılan özel fırınlarda toplu şekilde yakılarak (Holocaust - yakı-


32

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

larak yok edilmek) ve özel olarak yaptıkları gaz odalarında toplu şekilde zehirleyerek ve insanları kısırlaştırarak (biyolojik soykırım) soykırıma uğrattılar. Almanlar, İkinci Dünya Savaşı Arifesinde ve savaş süresince yaptıkları soykırımlarda üstün ırk ideolojisinin, özellikle Üstün Irk (Herrenvolk) ve Üstün İnsan (Übermensch) yaratmak ve bu ideolojiyi, Alman sağlık, sosyal ve kültür politikalarına yerleştirmek için, özellikle aşağı ırktan olarak tanımladıkları iki grubu hedef olarak seçtiler. Almanlar tarafından, 1933 yılından başlayarak, özellikle soykırıma uğratılan bu 2 grubu tanımlarsak, bunlar, Avrupa’nın her yanında dağınık olarak yaşayan, Avrupalılardan farklı kültür ve geleneklere sahip Çingeneler ve din bazında tanımlanan Yahudilerdi. Yahudilere ve Çingenelere karşı, İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya tarafından yapılan soykırımlarda, eldeki verilere bakıldığında, 500 bin ile 1 milyon 500 bin arasında Çingene ve Avrupa Yahudilerinin üçte ikisi olan 6 milyon kişi hayatını kaybetti. 1925 yılında, Almanya’da yapılan, Çingene Sorunu adlı bir konferansın arkasından çıkarılan bir kanunla, toplum için tehlike yarattıkları gerekçesiyle, her yaştan Çingene’nin kayıtları yapılarak polis tarafından arşivlenmesi ve işi olmayan Çingenelerin derhal çalışma kamplarına gönderilmesi kararı alındı. 1927 yılında ise her Çingene’nin kimlik kartı taşıması zorunlu kılındı. 1929 yılına gelindiğinde, Almanya’nın Münich kentinde “Almanya’daki Çingenelere karşı Mücadele Merkezi” oluşturuldu. Bu merkez çok geniş yetkilerle donatıldı. Bu ırkçı merkezin fiili olarak çalışmaya başlamasıyla birlikte, daha Naziler’in iktidara gelmesinden 10 gün önce, iktidardaki Alman Hükümeti tarafından alınan bir kararla, tüm Alman vatandaşlara tanınan haklar Çingenelerin ellerinden alındı. ABD eski Adalet Bakanı ve araştırmacı bir hukukçu olan Ramsey Clark, İkinci Dünya Savaşı Öncesi ve süresince Çingenelerin kayıpları için şunları ifade etmekteydi. “Çingenelerin 1 milyon 500 bin insan kaybı var. Ama kimse onlara herhangi bir tazminat ödemiyor ve bundan da söz edilmiyor. 1934’lerde ve sonrasında, Çingeneler, dünyadaki yerli halklardan en çok acı çekeni olmasına rağmen, en az önemsemelidirler ve kimse bu konuya değinmiyor.” Eylül 1935’te çıkarılan, Nürnberg Alman Kanı’nı ve Irkı’nı Koruma Kanunu çerçevesinde, Almanya’da üstün ırktan olmayanların üstün ırktan olan Germenler ve Nordiklerle (İskandinavlar) evlenmeleri yasaklandı. Kanuna göre üstün ırktan (Aryan) olanların: Çingenelerle, Zencilerle ve onların gayrı meşru’ çocuklarıyla ilişki kurması yasaklandı. Bazı Nazi antropologlarının, Çingenelerin esasında Hindistan’ı işgal eden üstün ırkın mensuplarını olduklarını ve şimdi geri döndüklerini iddia etmeleri,


Makale ve Analizler - 2016

33

Hitler’in Çingeneleri yok etme planıyla çeliştiği için, Çingenelerin Naziler tarafından katledilmelerini bir süre duraksattı. Çingenelere yönelik bu ikircikli durum, ünlü ırk bilimi Profesörü Hans Gunther tarafından da dile getirildi. Hans Gunther bu konuda şöyle diyordu: “Çingeneler de hakikatten esas geldikleri Kuzeyli Vatanlarından (Almanya ve İskandinavya ülkelerinden) çok çok geride kalmışlar ve bugün bu ülkelerin en alt topluluklarını oluşturmuşlardır. Onlar, başka ülkelere göçü itibarıyla , etrafında kaldıkları ve beraber oldukları topluluklarla kanları karışarak deforme ve Doğulu bir toplum olmuşlardır. Bu onların, Batı Asya ırklarının, Hindistanlının, Orta Asyalının ve Avrupalıların süzgecinden geçerek ve karışarak meydana geldiklerini göstermektedir.” Bu konuda Nazi önderlerinden Heinrich Himmler ise, Çingenelerin üstün ırka ilişkin olarak, ırkı yapılanmalarındaki sorunların ortadan kaldırılması için, “araştırmaların ivedilikle” yapılmasını ve şüpheli sorunun “Çingenelerin üstün ırktan olup olmadıkları) ortadan kaldırıldığı zamana kadar , içlerinden ari Çingene olanların göçer yaşamalarını sürdürmeleri engellenmemelidir.” talimatını veriyor ve şöyle diyordu. “Alman devleti ve toplumunun homojenliğinin sağlanması ve korunması için, Almanların, yarı ya da tam Çingenelerden gelebilecek bir dejenerasyona uğramaması için, fiziki olarak ayrılmaları gereklidir.” 1936 yılında, Berlin’deki Kaiser Wilhelm Enstitüsü’nden ve Tubingen Üniversitesi’nden, Başkanlığını Psikiyatır Dr. Robert Ritter’in yaptığı, EvaJustin ve Sophie Erhart’ın oluşturduğu üç kişilik Alman Sağlık Bakanlığı’na bağlı Üstün Irk ve Toplum Biyolojisi Araştırmaları tarafından 30 bin Çingene üzerinde yapılan kan ve iskelet üzerindeki genetik sınıflandırmalar, Çingene olarak tespit edilmeyenlerin NZ, yüzde yüz Çingene olanların tespit edilenlerin T olarak işaretlenmesini doğurdu. Almanya’da 1933 yılında çıkarılan bir kanunla, Alman üstün ırkının korunması için Çingenelerin, 12 yaşından başlayarak hızlı bir şekilde zorunlu olarak kısırlaştırılması ön görüldü. Eldeki verilere göre, Nazi yönetimi tarafından yapılan bu zorunlu kısırlaştırma kampanyasında, Çingenelerin % 94’ü kısırlaştırıldı. Kısırlaştırma ameliyatlarında birçok Çingene hayatını kaybetti. Almanlar, Çingeneler üzerinde tam denetim sağlamak için, 1934 - 1936 yılları arasında, Çingeneler konusunda önlem alarak, Alman üstün ırkı için sosyal olmayan, uyuşuk, tehlikeli ve zararlı insanlar olarak gördükleri bu insanları, Köln, Frankfurt, Höhenweg, Berlin-Marzahn ve Düsseldorf da özel olarak yapılan enterne kamplarına tehcir ettiler. 1936 yılından itibaren, Alman makam-


34

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ları, aşağı ırktan olduklarını, suçlu ve tehlikeli olduklarını söyledikleri Çingeneleri, mahkum iş gücü olarak çalıştırmak amacıyla, Dachau (1936 yılında), Buchenwald, Sachenhausen, Mauthausen (1938 yılında), Lackenbach ve Polonya’daki (1940 yılında) toplama kamplarına tehcir etmeye başladılar. 1938 yılından başlayarak ise, Çingenelerin, Almanyada’ki toplama kamplarına tehcirine paralel olarak, Avusturya’daki Çingeneler de, Maxgan (Salzburg yakınlarında) ve Lackenbach (Burgenlan’da) toplama kamplarına tehcir edildi. 1939’da Polonya’daki toplama kampına ilk etapta 2,500 Alman Çingenesi, Lackbach’dakine ise 2 bin Avusturya Çingenesi; 1939 ve 1943 yıllarında ise, özel olarak Alman Çingeneleri için yapılan Auschwitz - Birkenau Bile Çingene Aile toplama kampına ilk önce 10 bin, bunu takiben Avrupa’nın Çelitli ülkelerinden /bu arada Romanya ve Bulgaristan’dan) 29 bin 946 Çingene daha tehcir edildi. Çingeneler, AuschwiğtzBirkenau Bilde’de çok kötü şartlarda, yarı aç olarak, angarya ve işkence altında mahkum iş gücü olarak çalışarak hayatta kalmaya çalıştı. Eldeki verilere göre, sadece 21 Eylül 1939’da güvenlikten sorumlu, Reinhard Haydrich’ın talimatıyla, 30 bin Alman ve Avusturya Çingensi, Alman işgali altındaki Polonya topraklarına tehcir edildi. Naziler, artık Çingeneler konusunda aldıkları kararlarla, aynen Yahudiler konusunda olduğu gibi Çingeneler de aşağı ırk olarak kabul ettiler ve onların da yok edilmesi uygulamasına geçtiler. 18 Aralık 1938 tarihinde, Alman-Nazi liderlerinden Heinrich Himmler imzalı “Çingene Sorunu için Nihai Çözüm” adlı bir emirle, Çingenelere karşı sistemli olarak gerçekleştirilecek fiziki soykırım uygulamasının, teorik ve planlı hazırlıklarına başlandı. 14 Eylül 1942’de ise, Nazilerin Adalet Bakanı Otto Thieracj’ın bir toplantıda yaptığı açıklama ve bir bildirgesiyle “Yahudiler ve Çingenelerin hiçbir şey gözetilmeden” katledilmesine başlandı. Çingeneler, 1940 yılından itibaren toplu katliamların çok yoğun bir şekilde yapılması için deneylerde kullanılmaya başlandılar. Almanlar, Alman soykırım teknolojisinin geliştirilmesi için yapılan, kimyasal ve biyolojik deneylerle ilgili olarak, haz’la (Zyklon-B) toplu şekilde insanları öldürme denemeleri yapmak için, ilk olarak 1940 yılında Buchenwald’daki toplama kampında, kobay olarak seçilen 250 Çingene çocuğu üzerinde zehirli gaz denediler. Almanların, Çingeneleri gazla katletme uygulaması, 1943 yılında, Çingeneleri toplu olarak Auschwitz toplama kamplarına tehcir ettikten sonra katlanarak sürdürüldü. En büyük Çingene katlıamının yapıldığı 1 Ağustos 1944 tarihinde, Çingenelerin gecesi (Zigeunernacht) diye bilinen gece , binlerce Çingene Almanlar tarafından gaz odalarında ve insan fırınlarında katledildiler.


Makale ve Analizler - 2016

35

Araştırmacılara göre, toplama kamplarında çoğunluğu kadın ve çocuk 6,432 Çingene, üstün ırk yaratmak için deneyler yapan Naziler’in ünlü ırk doktoru Dr. Josef Mengele tarafından, toplu olarak öldürme deneylerinde katledildiler. Auschwitz’de geniş alana yapılan Nazi toplama kampında, şartlar o kadar ağırdı ki, bir yıl içerisinde çalıştırılmak üzere tehcir edilen 24 bin Çingene’den geriye sadece 7 bin Çingene; savaşın bitimine az bir süre kaldığında ise, ayrıca tehcir edilen 30 bin Çingene’den sadece 3 bin Çingene hayatta kaldı. Bir başka veriye göre ise, hiç bir Çingene Auschwitz’den sağ çıkmadı. Naziler bu insanlık dışı işi, güya bilimsel niteliklerle yaptıklarını savunuyorlardı. Bu anlamda, J. Mengele adlı Nazi doktorunun, Auschwitz toplama kampında, Çingeneler üzerinde yaptığı “ırki deneyler” ile serumların geliştirilmesini amaçlayantıp bilgisini geliştirmek için Sachsenhausen kurumundan, Werner Fischer’e verdiği talimatla da, Çingeneler üzerinde bu konuda da deneyler yapılmasını ve sonuçlarının ortaya çıkarılmasını istiyordu. Çingenelerle ilgili paralel yapılmakta olan bu deneyler sürerken, Strazburg Üniversitesi’nden araştırmacı August Hirt de, aşağı Yahudi ırkından kabul edilen insanlar üzerinde aynı prensiplerle araştırmalar yapmaya başlamıştı. *** Bu gerçekler ortadayken, Nazilerin 46 toplama kampı, Çingene ve Yahudileri canlı canlı yakma, gaz kamaralarında öldürme kampları hala ayakta olup, Almanya, Polonya ve Avusturya’da müze gibi kapılarını açmış ve yeni kuşaklara gerçekler gösterilip, insan düşmanlığına düşmanlık aşısı yapılmaya çalışılırken, Almanların sanki suç ortağı aradı ve gözlerine ve vicdana perde çekerek “1915 olayları bir Ermeni Soykırımdır” dedi. Yeni yazımızda Yahudi soykırımını anlatacağız. Onu da Almanlar yaptı. Su aynasındaki iğrenç Alman soykırım gerçeği budur.

Biz Göçe Zorlandık

Musa Vatansever-05.Haziran.2016

Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü sanki bugün de devam ediyor. Bundan 100 yıl önce bu çöküş kuzeyde ve güneyde, doğuda ve batıda her yerde birden olmuştu. 800 yıllık bir saltanatın son Sultanı bir İngiliz gemisine atlayıp paçayı


36

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

kurtarma derdine düşerse, sonu ne olacaktı? O zaman böylece kaçan Vahdettin’in yüzü de gülmedi. Sülalesi gurbetin tüm çilelerini çekti. Torunlarından biri olan Alaattin’in bugün de Sofya’da evi var. Fransa’dan geldiğinde önce “dönün” dendiğinde İstanbul’a yakın olsun diye Plovdiv’e (Filibe) yerleşmişti, sonra Sofya’ya taşındı. Sosyalizm yıllarında bazı özel kişilerin kira, su, elektrik, çöp parası ödemedikleri bir sokakta özel bir konuta yerleştirildi. “Tam rahatımı buldum, bana kimse bir şey edemez” havalarına girdiği dönemde Selanik’teki “Sultan mülk mirasından” 20 dönümü Bulgar devletine heybe eti. Bu mekâna Bulgar konsolosluğu kurulduğunda iyice havalanmıştı. 1985’in soğuk Şubat sabahlarından birinde polisler ilk kez grup halinde kapısına dayandı. Kendisine sorulan sorulara cevap verecek durumda değildi, şaşırıp kaldı, çünkü o karşısındaki üniformalı polisleri ve onların amirlerini tanımıyordu. Emir emirdir. Sultan torununu önlerine taktılar. Kasaplık kınalı koç gibi “ismini, baba adını ve soyadını” değiştirmek üzere belediyeye götürdüler. Belediye başkanı -o da emir kulu- “ben seni tanımam, sen bir Türk’sün ve adın değişecek” dedi. Böbürlenmeye çalıştı. Yükselen sesini güçlendirmek için sol elini sağ sola salladı. Sağ elini ise yumruk halinde havaya kalktı. Alaattin Bey, “bana dokunamazsınız. Bana dokunulmaması konusunda ben önderiniz Todor Jivkov’la anlaştım, Selanik’teki 20 dönüm arsamı size verdim, mülküme konsolosluk yaptınız, kira almıyorum, mülkü size devrettim” diye yarım yamalak Bulgarcasıyla anlatmaya çalışsa da, dikiş tutturamadı, olayı çözemiyordu. Belediye Başkanı, “şu adamın ismi değiştirilmeyecek diye bir emir, bir yazı bir telefon almadım, Türklerin isimleri bire bir hepsi değişecek!” derken ağızı köpürüyordu. Alaattin dayanamadı, Sultan’ın ismi de mi değiştirilecek? “Osmanlı İmparatorluğu Bulgar İmparatorluğu muydu?” gibi soruları çok sert bir tavırla sorarken, Belediye Başkanına çok yaklaştı, nezaket sınırını aşarak, başkanın yakasına yapıştı. Belediye Başkanı “Yardım!” diye haykırınca kapı ardındaki silahlı milisler içeri doldular. Sultan torununu kollarından tuttular ve onu koridorun sonunda, bu iş için özel hazırlanmış boş bir odaya kapadılar. O ana kadar Osmanlı Sultanı torununun emrindeki belediyede oturduğunu bilmeyen Belediye Başkanı Sofya Büyük Şehir Belediyesindeki Başkent İsim Değiştirme Komisyonu Başkanı’nı aradı, olayı anlattı. Başkan Stamatov özel bir arabayla olay yerine gitti. Alaattin’i o da şahsen tanımasa da, resmi evraklarını gösterdi ve Sultan torununu bir de o dinledi.


Makale ve Analizler - 2016

37

Alaattin ile Bulgar devlet yönetimi arasında gizli bir sözleşme olduğu ve bu mutabakata göre, Alattin 20 dönüm arsayı Bulgar makamlarına hediye etmekle “dokunulmazlığını” garantilemiş oluyor gibiydi, geçmişine ve bugününe ilişkin herhangi yeni bir işlem düzenlemede bulunma yolu kapanmıştı. Kuşkusuz, İsim Değiştirme Komisyon Başkanı bu ayrıntıyı bilmiyordu. Elindeki özel telefonla isim değiştirme çirkefliğinin son merhalesi olan Devlet Konseyi Başkanı ve BKP MK Politik Büro Genel Sekreteri Todor Jivkov’u aradı. Jivkov aynı gün “Bankiya” şehrindeki özel sayfiyesindeydi ama telefona çıkmadı. Stamatov’un devlet başkanını bir günde ancak 3 kez aramaya hakkı vardı. Bir defa aradı, temas kuramadı. Sofya’da isim değiştirme işi 2 gün sürecekti. Pazar akşam saat 17’de hepsinin ismini değiştirdik raporu sunulacaktı. Stamatov özel yetkisini kullanarak Alaattin Beyi evine kadar götürdü, kapısına kadar uğurlarken, “yarın akşam saat 15’e kadar sokağa çıkmayın!” dedi. Sultan torunu böylece Bulgaristan’da ev hapsine düştü. Tüm dünyada Türklerin kaderi sanki birdi. Bizde de kimisi tutuk evinde, ötekiler hapishanede Sultan torunu da ev hapsindeydi. O gün bu gün Alaattin Bey Bulgaristan’a çok seyrek uğruyor. O günlerden son hatıralarımda, merhabamız olan Bulgarlarla görüşmelerimizde, “sizi ne Sultan ne de Ankara hükümeti saydı.” dediklerini unutamadım. Bir halkın vatanını terk etmeye zorlanması uzun ve çileli bir süreçtir. 136 yıldan beri devam etmektedir. Son günlerde, Desebg.com sitesi, komünist dönemin istihbarat teşkilâtı DS’nin bir gizli belgesini yayımladı. Bulgaristan Türklerinin, zorla Bulgar ismi verilmesini barışçıl yollarla protesto etmesi nedeniyle 360 bin Türkün kovulduğu ortaya çıktı. Yeni başlayan süreçler asla kesilmiyor. 1989’da 350 bin Türk Bulgaristan’dan kovuldu. Ardından 160 bin kişi de ekonomik nedenlerle göç yolunu seçti. 2007’den sonra ise 3 milyon Bulgaristan vatandaşı ekmek parası için Batı Avrupa devletlerinde kaçak çalışmaya başladı. Tüm tümümüz dünyanın her yönüne dağıldık. Vatan millet, hak hürriyet davası ekmek davası oldu. Bunalımlar derinleşmeye devam ediyor. Ben size Sultan torunu Alaattin olayını anlatmakla şunu demek istedim. Türkiye’de bitmeyen bir sürtüşme içindeyiz, bir defa kendi aramızda “sen buydun, ben buyum”, “senden ötürü bu durumdayız” ve benzeri birçok suçlamayı her gün işitiyoruz toplandığımız kafelerde. Biz hala ağaçtan kopmuş ama yere düşememiş bir ağaç gibiyiz. Rüzgar esse de esmese de solda sağ, sağdan


38

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

sola dalgalanmaya devam ediyoruz. Durulmamız yıllar, on yıllar alacak. Çocuklarımız bizi anlamak istemiyor. İki gün önce okuldan dönen torunum, “dede bizim sınıfa 4 Suriyeli geldi, Türkçe bilmiyorlar” dedi. Aynı sınıfta Kürtler, Çerkezler, Çingeneler, Iraklı göçmen çocukları ve bizim Bulgaristanlılar aynı dili, aynı tarihi, aynı geleceği okumaya çalışıyorlar, aynı umuda su veriyorlar. Ortak bir gelecek kurmaya yol açmaya çalışıyorlar. Bu yolun ortak bil dilden, dinden ve kültürden geçtiğine her gün biraz daha inanıyorlar. Osmanlı’dan 44 devlet vardı hepsi huzurluydu amma içinden 44 devlet doğurttular. Doğmaya bilirdi. Ama Osmanlı bütünlüğünü parçalamak isteyen ve bu yıkım işlerine çok paralar harcayan emperyalist güçler 19., 20., yüzyılda zaman kaybetmedi, boş durmadılar. Osmanlının milletler kardeşliği yaşatan ümmetimizi parçaladılar. Silistre yakınlarında imzalanan “Küçük Kaynarca” Antlaşmasından sonra Rus Çarları Osmanlı devletinin iç işlerine din ve etnik konularda arasız saldırdı. Haramı çeteleri yetiştirdi, komitacılığı besledi, ayaklanmalar kundakladı. Saldırı savaşı hazırladı. Osmanlı’yı yutmaya çalıştılar. Bu sinsi davada Fransa ve İngiltere de boş durmadı. Kışkırtıcılık yaptı. Çeteleri silahlandırdı. Devleti bir defa din açısından parçalayıp din düşmanlığı körüklediler. Osmanlı’dan kopan 44 devletin 100 yıldan beri derdi hiç mi amma hiç bitmedi. Çeçenler Ruslarla hala savaşıyor. Osetya egemenlik peşinde, Kırım Adası 2014’te yeniden ilhak edildi, Irak 2003’ten beri savaşıyor, Arap Baharı” adlı katliam binlerce Müslüman’ın canına mal oldu. Suriye yerle bir edildi. Kürtler huzursuz. Irak ve Suriye’de binlerce kişi evsiz barksız, IŞİD - çeteleri halka kan kusturuyor. Bulgaristan’daki durumda da gönül açıcı bir gelişme izlenmiyor. Bu gergin ve berbat durumda insanlar kendi topraklarından kovuluyorlar. Bulgaristan, Makedonya, Bosna Hersek, Yunanistan, Romanya’ 100 yıldan beri boşaltılıyor. Yakın Doğuda emperyalizmle 100 yıl önce başlayan kapışma, Osmanlıyı parçalayarak ele geçirme planları, devam eden ayır böl parçala politikasının en acı meyveleri ölüm ve göçler. Türkiye yalnız 5 yılda Suriye ve Irak’tan 6 milyon göç aldı, bunların çoğu yaşlı ve çocuk. Türkiye’ye göç seli akmaya devam ediyor. Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti devleti bu uluslararası kangrenli felaketin bilincinde olduğundan, gelenleri geri çevirmiyor, çeviremiyor, kanat açıyor, önce su, ardından ekmek, ardından konaklama hakkı, okul ve hastanede tedavi olanakları sunuyor. Büyük kardeş vazifesini yerine getirmeye imkanları dahilinde çalışıyor. Aynı zamanda kana sızıyor, acıyor, akıyor, dinmiyor, huzur yok.


Makale ve Analizler - 2016

39

Bu gerçekleri Osmanlıdan kopan 44 devlette yaşayanların iyi ve kötü gün olduğunu 100 yıl sonra yeniden kanıtlıyor. Bu arada Osmanlıdan kopmuş ama kendi devletini kuramamış Balkan Türkleriyle ilgi durum da aynıdır. Onlar da büyük Türk ve Müslüman birliğinden bir parçasıdır. Kopmaz bir parçadırlar. Size Sultan torunu Alaattin’in Sofya’da başına gelenleri anlatmakla, başımıza gelenlere, çekilerimize, Büyük Göç acılarına bir nebzecik de olsa değinmek istedim. Onun başına bunlar gelmişse bizim başımıza gelenleri, çekilerimizi lütfen şöyle bir düşünün. Değerli Bulgaristanlı kardeşlerim, lütfen tutunduğumuz dallara çok daha sıkı sarılmamız, birbirimizden asla ayrılmamız her zaman ve her yerde birbirimizi desteklememiz gerekiyor. Önümüzdeki mübarek Ramazan günleri bu bakıma yeni bir vesiledir. İnşallah bu Ramazan hepinizi önce kendinizi sorgulamanız dileği ile... Şimdiden Ramazanınız Kutlu olsun.

Deliorman Mayıs ‘89 Yürüyüşleri...

Raziye Çakır-05.Haziran.2016

20 Mayıs 1989’da Deliormanlılar da “Yeter Artık!” dediler ve protesto yürüyüşlerini başlattılar. Şumnu sancağının Yusufanlar, Şarvı, Davulcular, Saltıklar, Çoban Nasıf, Nasufçular, Emberler yürüyüşe çıktılar. Kent merkezine toplandılar. Arkadan gelenler kent meydanını doldurdular. Kısa ve özlü konuşmalardan sonra iki öğrenci şiir okudu. Meydanda Türkçe konuştuğu için ceza ödemiş, Bulgarca bilmediği için hastaneden kovulmuş ve daha yüzlerce hor görülmüşler bu durum karşısında heyecanlandılar. Hatırlayalım; Katılanlar anlatıyorlardı: Bu kalabalık Emberler’den Rasınlar’a, oradan da Çufallar’a vardı. Yine kısa bir konuşmadan sonra yola çıkıldı ve Bohçalar (Kaolinovo) kentine doğru ilerlediler. Gizli polis de uyumuyordu. Emberler’de daha takibe başlandı. İtfaiye arabaları geldiler, ancak müdahale etmediler. Havada helikopter sürekli tur atıyordu. Aydoğdu’da iken Razgrat plâkalı arabalar gördük. Bohçalar’a doğru yön alıyorlardı. Yaşlılardan, çocuklardan, kadınlardan oluşan bu kalabalık kol kola kilitlenmiş birlikte hareket ediyorlar, hep bir ağızdan “Osman Paşa Marşı”nı söylüyorlardı. “Ünü büyük Osman Paşa” dizeleri bereketli, düz tarlaları inletiyordu. Kalabalık arada


40

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

bir meşe ormanlarına dalıp çıkıyorlardı. Deliorman’ı, Güney Dobruca köylerini marşımız zulme karşı koymaya çağırıyordu. Bir ara polis ve asker yolumuzu kesti. Kent merkezine girmemize izin vermiyorlardı. İsyancılar yolu bıraktılar, tarlalar içinde yürümeyi sürdürdüler. Tekrar yola çıkıldı. Uyarı sesleri duyuldu: “Birbirinizden ayrılmayın!”, “Kadınları, çocukları ortaya alın!” Bir süre daha böylece yürüdük. İlerledik. Bizi bölmek için bir tank kalabalığın arasına daldı. Millet taşlarla tanka saldırdı. Tankın çelik yüzüne çarpan taşlar acayip sesler çıkartıyordu. Sanırsın taş yağmuru yağıyordu. Kalabalıktan bir grup, polis çemberini yardı. Kent merkezine yürüdüler. Gerisi söküldü. Bohçalar’ın merkezi doldu taştı. Mitingde Bedriye Osmanova adında bir kız tüm Bulgaristan Türklerinin isteklerini açık bir şekilde ortaya koydu. “Adlarımızın iadesini istiyoruz,” dedi. “Türkçe konuşmak yasağı kaldırılsın, baskılar sona erdirilsin,” dedi. Bu isteklerin sıralandığı anlarda özel ekipler yürüyüşe çıkanlardan bazılarını tutuklayıp, yakındaki ormana götürmüşler ve işkence etmişler. Kuzey Bulgaristan’da yürüyüşler ertesi günlerde de sürdü. 21 Mayısta Mahmuzlu’da yürüyüşlere gidildi. Burada 4 şehit verildi. 22 Mayıs’ta Razgrat şehrinde halk sokaklara çıktı. Çevre köylerden de gelenler oldu. Aralarında ünlü pehlivan Osman Durali de bulunuyordu. Yine 22 Mayısta Akkadınlar’da (Dulovo) protesto yürüyüşüne çıkıldı. Çukurköy’de (Yasenkovo), Bıyıklı’da (Bortsi) ve çevre köylerde Köklüce’ye (Venets. S.K.) kadar uzayıp gitti bu isyanlar. 24 Mayısta Terbiköy (Kapitan Petko) halkı da meydanlara çıktı. Bu köye yakın Şeytancık (Hitrino) köylüleri de acıları sokağa çıkarak dile getirdiler... Şeytancık mitingi çok kalabalıktı. 23-24 Mayısta Razgrat ilinin Ezerçe köyünde millet ayaklandı. İki genç şehit edildi: Sezgin Karaömer ve Ahmet Buruk. Onları tabancasıyla öldüren Razgrat savcısıydı. 27 Mayısta aynı ilin Torlak köyünde binlerce insan meydanlara, yollara döküldüler. Köy tanklarla, polislerle sarıldığı halde yürüdüler: “Biz Türküz!” diye slogan attılar. Haklarını geri istediler. Bu protesto mitingleri 29 Mayısa kadar sürdü. Onlarca insan şehit edildi. Yüzlercesi yaralandı. Binlercesi sürgüne gönderildi veya hapislere tıkıldı. İsyan etmeyen halk isyan etti, çünkü dokunulmaz hakları ellerinden alınmış, hiçbir şeye hakkı olmayan köle durumuna düşmüşlerdi. Aynı yılın sonunda totaliter rejim çöktü. Rejim değişti. İnsanlar biraz olsun nefes aldılar.


Makale ve Analizler - 2016

41

Embiya Ulusoy (Özet) Şehitlerimiz Gururumuzdur. 23 Mayıs 1989. Ezerçe / Razgrat köyü için bugün bir tarihtir elbet. Bulgar zulmüne yıllarca dayandılar, sabrettiler ama gün geldi tüm köy halkı meydanlara döküldü. İçlerinde biriken o acıyı haykırdılar: “Yetsin artık bu zulüm!”, “Biz Türküz! Adlarımızı geri istiyoruz!”, “Dilimizi, dinimizi geri istiyoruz!”, “Türk okulları yeniden açılsın!...” İçindekini bağıra bağıra kenar sokaklardan köprüye kadar geldiler. Merkeze, meydana giden yol buradan geçiyordu. Köprünün öbür ucunda kendilerini nelerin beklediğini bilmiyorlardı. Sivil polisler, kızıl bereli komandolar, sancak savcısı gelenlere pusu kurmuşlardı. Protesto mitingine katılanların her adımını diyorlardı. “Durun!” anlamında bir işaret verildi, havaya bir kırmızı roket atıldı. Tabiî, topluca gelenler bunun ne demek olduğunu bilmiyorlardı. Savcı Krasimir Markov gelenleri uzaktan daha kurşun yağmuruna tuttu. Mermi çekirdekleri gelen kalabalığın önüne düşüyordu. Aralarından bir ses yükseldi. Bir dalgalanma oldu: “Bebekli anneler önde yürüyorlar. Kâfirler öldürecek onları da...” Kalabalıktan iki genç hemen öne fırladılar. Bunlardan biri Ahmet Buruk adında bir gençti, diğeri liseden yeni mezun olmuş Sezgin Salih Karaömer’di,.. Onlar da seslerini çıkardılar: “Biz kurşun değil, adlarımızı geri istiyoruz...” Kurşun yağmuru şiddetini daha arttırmıştı. Millet hep birden en bağırdı: “Neden ateş ediyorsunuz? Suçumuz nedir? Haklarımızı geri verin!...” Ön saflarda yürüyen çocuklu annelere siper olan iki genç birden kanlar içinde yere yuvarlandılar. İlki Ahmet Buruk, ikinci genç Sezgin Karaömer. Şehirden yeni gelmiş. Okulundan başarıyla mezun olduğunu müjdelemek istiyordu annesine, babasına. Kırmızı bereliler, yaralananları hastaneye kaldırmak bile istemediler ve engellediler. Köprü başında yaralılar da yardım bekliyorlardı. Polisler bunlara engel oldular. Hastaneye kaldırılmalarını gereksiz buldular. Bu acı haber 8 km mesafedeki Torlak köyüne de ulaşmıştı. Bir grup genç Ezerçe’ye gelmek şehit kardeşlerine çelenk koymak istemişlerdi. Dervent bayırında asker yollarını kesmişti. - “Nereye?” - “Ezerçe’ye...” - “Niçin?...” - “Öldürülen kardeşlerimize çelenk koyacağız...” - “Gidemezsiniz. Sıkıyönetim var...” Torlaklılarla baş edemeyeceğini anlayan görevliler telsizle hemen Razgrat’a haber verdiler. Yirmi dakika sonra kamyonlar dolusu silâhlı askerler geldiler. Tor-


42

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

laklılar gelenlerle baş edemeyeceklerini bildiklerinden geri döndüler... Çiçekler ellerinde kalmıştı... İsyan edenler gizli polis tarafından videoya alınmış, “suçlular” tespit edilmiş ve ertesi gün dayaktan geçirilmişlerdi. Aynı zamanda bu “asayişi bozanlar”a 24 saat süre verilerek birer bavulla sınır dışı edilmişlerdi. Baskılar Milleti Uyandırdı. Millî Türk azınlıklarına baskılar bir plân çerçevesinde yapılıyordu. Gün oldu okullar kapatıldı, gün oldu din yasaklandı. Dil önce Çingene çorbasına çevrildi, sonra yasaklandı. Camiler kontrol altına alındı. İmamların sayısı sınırlandırıldı. Ardından millî kıyafetler yasaklandı, sünnet yasağı uygulamaya konuldu. Azınlıklar bir demir çembere alındılar. Önce Çingenelerin, Pomak Türklerinin adları Slavlaştırıldı. Türklerin adları da silah zoruyla, ordu gücüyle değiştirildi. Cezaevleri, kamplar doldu taştı. Daha çok Türk gençlerini Türksüz Bulgar köylerine sürgüne gönderdiler. Bunlara hep sabrettik, katlandık. Bir gün isyan ettik. Hâlimiz ne olacak diye düşünen gençlerimiz yok değil, vardı da... Razgrat şehrinde bir grup Türk aydını gizli bir örgüt kurma girişiminde bulundular. Üyeleri Türk köylerine dağıldılar, BMT’ye yazdıkları şikâyet mektubuna imza toplamaya başladılar. Tabiî, yakalandılar. 17.9.1963’te Razgrat’ta duruşmalar kapalı kapılar ardında yapıldı. Devleti yıkma, karşı propaganda yapma suçundan yargılandılar. Komünist Partisi adına konuşan Ahmet Hüseyinov dedikleri (Parti Merkez Komitesinde görevli) gençleri nankörlükle suçladı. Parti Türk halkının haklarını veriyor, dedi. İsyan edenler için “Türk halkı adına” idam istedi. “Türkçe okumuşsun Bulgarca okumuşsun, Türk veya Bulgar adı verilmiş ne önemi var, ne fark eder ki? Hep insan adı...” diye “adaleti” savunmuştu. Bulgaristan Türklerine ya muhtariyet, ya da Türkiye Cumhuriyeti’ne göç hakkı tanınmasını isteyen ve örgüt kuran bu mühendis ve öğretmen kardeşlerimiz (Ebazer ve Mehmet Hasan) 5’er yıla mahkûm edilmişlerdi. Bu olay tüm memlekette duyulmuştu. Gurur veriyordu insana ve bizi uyanmaya, direnmeye teşvik ediyordu doğrusu. Komünistler, azınlıklara soykırımı uyguladıklarını herkes anlamıştı sanki. İçten bir direniş başlamıştı. Eski Balabanlar (Vazovo) köyünden bir grup genç galeyana gelmişlerdi. Demir Baba Tekkesinde her yıl 2 Ağustosta Deliorman’dan halk adak kurbanlarını keserler, eğlenirlerdi. Bu gelenekselleşmiş bir buluşma yeriydi. Bu kalabalığı fırsat bilerek yukarıda adı geçen köyden gençler ulu bir ağaca ay yıldızlı Türk Bayrağı çekmişler, halkı heyecana getirmişlerdi. Halk bu olaya hem sevinmiş, hem de için için üzülmüştü. Yakalanırlarsa bu gençleri ne beklediğini herkes pek iyi biliyordu. Bu olay şu mesajı veriyordu:


Makale ve Analizler - 2016

43

“Biz varız, Türküz, derin uykudan uyandık, Türkiye’ye bağlıyız”...

1989 Bulgaristan Göçmenleri ve Sorunları

Doç. Dr. Hasine Şen-05.Haziran.2016

Geldikleri, doğup büyüdükleri topraklarda kıtlık vardı denemez! Ama yeterince doymuş oldukları da söylenemez! Korktuklarından göç etmeye güç kazandılar! Onlara delicesine güç veren korktuklarından biri yanındaydı, çocuklarıydı! Çağrıldılar; geldiler! Çağrılmadılar; gene geldiler! Kovuldular;... bir kez daha geldiler! Gönüllerince dönenleri de oldu, kalanları da! Kalanlar onulmaz hasretleriyle buradadırlar; değişmekte ve değiştirmektedirler. Göç, Bulgaristan Türklerinin hayatında her zaman önemli bir yere sahip olmuştur. Periyodik olarak, dönemin özelliklerine göre, farklı sayıda Bulgaristan Türkü Türkiye’ye göç etmiştir, ancak bu konuşmanın amacı 1989 göçü üzerinde yoğunlaşmaktır. 1989’un yaz aylarında Türkiye’ye 2.5 ay gibi çok kısa bir süre içerisinde yaklaşık 400 bin Bulgaristan Türkü akın etti, 21 Ağustosta BulgaristanTürkiye sınırı Türkiye hükümeti tarafından kapatıldıktan sonra da bu göç dalgası durmadı, dolayısıyla konuşmamı sayısı çok daha yüksek rakamlarla ifade edilen bu göç hareketi ile sınırlamak istiyorum. Bu göçü hem günümüze en yakın olduğu için, hem daha önceki göçlerden son derece farklı olduğu için, hem de bu olayı şahsen yaşadığım için sizlerle paylaşmak istiyorum. Önce bu sancılı olayın nedenlerini açıklayayım.1989 göçünü neye bağlayabiliriz, bu kadar kişinin aynı anda evlerinden, işlerinden, sevdiklerinden, hatıralarından kopma kararı almalarının sebebi nedir? Bulgaristan Türklerinin Türkiye’ye göç etmesini tetikleyen en önemli etken sosyalist rejimin asimilasyon eğimleri olmuştur. Bu çabalar 1980’lerde doruğa ulaştı ve 1984’te “Soya dönüş” (vızroditelen protses) başlığı altında Bulgaristan Türklerinin isimleri Bulgarlaştırıldı, Türkçe konuşmaları yasaklandı, etnik kimliğini ve dini inançlarını ifade eden her tür sosyal ve kültürel faaliyet yasaklandı. Ancak Bulgaristan Türkleri, hükümetin planladığı gibi, Bulgar kimliğine teslim


44

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

olmadı, örgüt veya birey düzeyinde yürütülen kimlik koruma çabaları 1989 yılının Mayıs ayında “Mayıs Barış Hareketleri” adı altında yapılan yürüyüşlerle doruğa ulaştı. Göstericiler “Biz Türküz!”, “İsimlerimizi İstiyoruz”, “Yaşasın Demokrasi” gibi sloganlarla isteklerini bildirirken, devlet propaganda araçları göstericilerin özerklik istedikleri (ülkeyi bölmek istedikleri) ve Türkiye’ye göç talep ettikleri fikrini yaydı ve kamuoyunu yanıltarak temel insan haklarını talep eden göstericilere karşı düşmanlık duygusu uyandırdı. Mayıs olayları boyunca 24 saat içinde ülkeyi terk etme emri verilen yaklaşık 2 bin kişinin Bulgaristan’dan ayrılması, 1989’un yaz aylarında gerçekleşecek göçün ilk sinyallerini vermiştir. Hükümetin göç psikozunu nasıl oluşturulduğunu anlatmak için konuyla ilgili temel bir kaynağa, 2003’te basılan Soya Dönüş Sürecinin Gerçeği: BKP Merkez Komitesi Politbüro Arşivi Belgeleri başlıklı kitaba başvurmak istiyorum. Bu kitapta Merkez Komitenin o dönemde üzerinde yoğunlaştığı sorunlar yer alıyor, isim değiştirme sürecinin başarısızlığa uğrayınca Bulgar hükümetinin aldığı göç kararları açıklanıyor. Özet olarak sunacak olursam Politbüro üyeleri arasında geçen konuşmalar şu gerçeği ortaya koyuyor: Mayıs yürüyüşleri isim değiştirme sürecinin başarısızlığa uğradığını, Türklerin kendilerine empozeedilen Bulgar kimliğini kabul etmediğini göstermiştir. Bu noktada Bulgar hükümeti “soya dönüş” sürecinin yeni bir adımı olarak göç’e başvuracaktır. Bulgar kimliğini reddedenler göçe zorlanacak, Bulgaristan’da kalanlara gönüllü olarak asimile olmayı kabul etmiş gözüyle bakılacaktır. İki ülke arasında o dönemde göç kavramını meşru kılacak bir sözleşme olmadığı için de Bulgaristan medyası yaşanan bu sancılı olayı “büyük gezi” (golyamata ekskurziya) olarak isimlendirdi. Türk tarafında da, olaydan göç olarak söz edilse de, 1989’un yaz aylarında ülkeye akın eden Bulgaristan Türkleri için, onları daha önce çeşitli resmi antlaşmalarla Türkiye’ye yerleşen muhacirlerden ayırt eden “soydaş” terimi kullanıldı. Bu olaylardan söz ederken “göç” kavramını kullansam da, şu ana kadar yaptığım açıklamaların da gösterdiği dibi, yaşanan olay, sebepleri ve gerçekleşme biçimi olarak daha önceki göçlerden son derece farklıdır. Göç sonrasında dünyada ve iki ülke arasında yaşanan gelişmeler de ’89 göçmenlerinin daha önceki muhacirlere göre Bulgaristan’la olan bağlarının (orada yaşadıkları tüm olumsuzluklara rağmen) daha sağlam kalmasına neden olmuş, bu durum da globalleşen dünya anlayışına uygun bir kimlik oluşturma sürecinin önünü açmıştır. ’89 göçünün nedenleri ve diğer göç hareketlerine göre özel konumundan söz ettikten sonra bu göçmenlerin Anavatan’la ilk yüzleşme anlarına değinmek istiyorum, zülümden kurtulduğuna inanan bir kişinin gönlünde yaşattığı Anavatan imgesinin somut bir ülkeye dönüştüğü anlardan.


Makale ve Analizler - 2016

45

Herhangi bir zülüm ortamında, insan yaşadığı travmatik deneyimle baş etmek için, yaşama olan inancını sürdürebilmek için, hayali veya gerçek bir umut kaynağı oluşturur. Bulgaristan Türkleri için yoğun asimilasyon yıllarında bu umut kaynağı, tek umut kaynağı, Anavatan Türkiye imgesi oldu. İki ülke arasındaki sınırın kapalı olması, her tür haberleşmenin en düşük düzeyde tutulması Türkiye’nin Bulgaristan Türkleri tarafından idealize edilmesine, neredeyse gerçeküstü bir yer olarak hayal edilmesine neden olmuştur. Bu idealize edilen anavatan imgesi herkesin zihninde bu denli güçlü olmasa da, yıllarca süren iletişimsizliğin sonucu olarak, Bulgaristan Türkleri umutla gittikleri ülke hakkında yeterli bilgiye de sahip değildir, ayrıca yola çok kısa bir süre içinde çıktıkları için yaşayabilecekleri olası sorunlara da kendilerini psikolojik olarak hazırlayacak zamanları bile olmamıştır. Bu da kaçınılmaz olarak Anavatan’a kavuşmanın coşkulu sevinci ile birlikte yoğun hayal kırıklığı da getirdi. Bulgaristan Türklerinin anavatan sevdasını ve onunla kucaklaşmanın verdiği coşkulu sevinci seçtikleri soyadları da yansıtmaktadır: ’89 Bulgaristan göçmenleri arasında genelde Vatansever, Ulutürk, Öztürk, Mutlu, Şen, Yılmaz gibi anavatana kavuşmanın mutluluğunu ifade eden soyadları yaygındır. Ancak, ifade ettiğim gibi, mutlulukla birlikte hayal kırıklığı da göçün ilk dönemlerinde yaşanan temel duygulardan biriydi. Türkiye’ye gelenlerin bir kısmı burada bir hafta, bir ay veya daha uzun bir süre kaldıktan sonra tekrar Bulgaristan’a dönme kararı aldı. Bulgaristan’a dönen bu kişilerin bir bölümü, evlerine el konulması, eski işlerine geri dönememeleri gibi farklı nedenlerden dolayı Bulgaristan’da da yeni bir hayal kırıklığı yaşayarak yeniden Türkiye’ye gelme yollarını aramaya koyuldu. Bulgaristan’a geri dönme (bu süreç genelde tersine göç olarak isimlendiriliyor) veya uyum sağlama sürecini zorlaştıran etkenler üzerinde kısaca duracak olursak iş, barınma ve farklı düzeylerde kültür uyuşmazlığı gibi sorunların yanı sıra, “yerli” Türklerin kendilerini ilk coşkulu karşılamadan sonra “Bulgar” veya “gavur” olarak adlandırmaları, hatta daha eski Bulgaristan göçmenlerinin bile kendilerini dışlamaları, önemli etkenler arasında sıralanabilir. Zamanla Bulgaristan ile Türkiye arasındaki çift yönlü hareket Bulgaristan Türkleri için normal, hatta kimliklerini en iyi şekilde ifade eden bir duruma dönüştü. 50’li veya 70’li yıllarda Türkiye’ye göç eden Bulgaristan Türklerinde göç sonrasında entegrasyona dayalı bir kimlik modeli oluşurken, ’89 ve daha sonraki göçmenlerde daha çok senteze dayalı bir kimliğin oluştuğunu görüyoruz. Senteze dayalı kimlik derken, ’89 Bulgaristan göçmenlerinin kendilerini her iki ülke ile özdeşleştirdiklerini vurgulamak istiyorum, Bulgaristan’la özdeşleşme derken ise,


46

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

bunu etnik bir özdeşleşme olarak değil, Bulgaristan ile kültürel, sosyal ve ekonomik alanlarda somut ve soyut ilişkilerin sürdürülmesini kastediyorum. ’89 Bulgaristan göçmenlerinin Türkiye’ye uyum sağlamalarını kolaylaştıran etkenler üzerinde duracak olursak her şeyden önce büyük bir çoğunluğunun eğitimli ve iş sahibi olduğunu, çalışma konusunda cinsiyetler arasında fark gözetilmeden çalışabilecek durumda olan tüm aile bireylerin çalıştığını vurgulamak gerekiyor. Bu özellikleri sayesinde ’89 Bulgaristan göçmenleri (bu daha önceki göçmenler için de geçerlidir) kısa bir süre içerisinde ev sahibi oldu, (ki “ev” kavramı göçmen, sürgün ve benzer konumda olanlar için son derece önemlidir), ev sahibi olmak yeni ülkeye aidiyet duygusunu pekiştirirken temel göç sıkıntılarının da geride bırakıldığını müjdelemektedir. Bir taraftan Türkiye’ye uyum sağlamaya çalışırken, ’89 Bulgaristan göçmenlerinin her iki ülkeye de bağlı olmalarına yasal zemin hazırlayan gelişmeler oldu. Bunlardan en önemlisi çifte vatandaşlık ve çift pasaport uygulaması oldu. Bu, Bulgaristan Türklerine Türkiye ve Bulgaristan vatandaşlığının ötesinde, Bulgaristan’ın AB üyesi olması nedeniyle, AB vatandaşlığını da kazandırmış oldu; demokratik gelişmeler ışığında orada çalışmış olanlar emeklilik maaşı alma, oradaki mülkiyetlerini geri alma, yeni mülk edinme gibi haklar edinmiş oldu. Böylece hem Türkiye’de, hem Bulgaristan’da yaşayan ve çalışan bir kesim oluştu. Bulgaristan Göçmenlerinin Bulgaristan’la olan güçlü bağları seçim dönemlerinde de açıkça gözlemleniyor. Bu dönemlerde birçok Bulgaristan Türkü (çoğu ’89 göçmeni) oy hakkından yararlanmak için doğdukları yerlere gidiyor (ve genelde oylarını HÖH lehine kullanıyor). İki ülke arasında bir geliş-gidişten söz etsem de, bu tüm ’89 göçmenlerini kapsayan bir durum değil. Azınlık da olsa çift vatandaş olmayan, burada geçirdikleri süre boyunca Bulgaristan’a hiç gitmeyenler de var. Ancak böyle durumlarda bile Bulgaristan’a hayali yolculuklar yapılır. ‘Orası’ ve ‘burası’ arasında sıkışıp kalma durumu, zor bir yaşam biçimi olarak görünse de, çok yönlü bir etkileşim süreci başlatarak, bir yandan Türkiye’ye yerleşen Bulgaristan Türklerinde yeni kimlik ve aidiyet duygularının oluşmasına neden olurken, öte yandan Bulgaristan’da yaşamakta olan Türklerin hayatını ve kültürlerini de etkiledi. Karşılıklı etkileşim Bulgaristan’dan Türkiye’ye ve Türkiye’den Bulgaristan’a eğitim görmek için giden öğrenciler, yılın bir bölümünü Türkiye’de, bir bölümünü de Bulgaristan’da geçiren emekliler, her iki ülkede de çalışanlar sayesinde sağlanıyor.


Makale ve Analizler - 2016

47

Şu ana kadar genelde 89 Bulgaristan göçmenlerini tanımlarken iki ülke arasında gerçekleşen sürekli bir hareketten söz ettim, hem oralı, hem buralı olduklarını ima ettim, bu gerçekte kolay bir durum değildir, ne oralı, ne buralı olma durumudur aslında, her iki ülkede ev sahibi olup evsiz olma durumudur, her iki tarafta da dışlanmaktır aslında. Bu durumu bir şair şu dizelerde açıklıyor: İki ayrı gezegene basar ayaklarım dönmeye başladığında onlar beni de çekerler birlikte düşerim iki dünya taşıyorum içimde ama bütün değil hiçbiri kanıyorlar hiç durmadan sınır çizgisi geçer dilimin tam da ortasında Bu şiir Almanyada yaşayan Türk yazar Zafer Şenocağı aittir, konuşmamın başında kullandığım şiirde de yine Almanyada yaşayan Türk şair Güney Dal Almanya’ya göç eden Türklerin dramını yansıtır. Bu şiirler, göçün, özünde hep aynı sorunları barındırdığı gerçeğini de sergiliyor. Almanya’da yaşayan Türkler Almanya’da Türk oldukları için sıkıntı yaşarken, Türkiye’ye geldiklerinde de ‘Almancı’ olarak damgalanıyor. Bulgaristan Türkleri bu arada kalmışlık durumunu “Bulgaristanda Türk diye aşağılandık, Türkiye’de Bulgar diye dışlandık” ifadesi ile belirtiyor. Şimdi, 2000’li yıllarında, Bulgaristan’da “Türk” ifadesini bir damga olarak taşıyan, “soya dönüş” süresince “isimlerini geri almış Bulgarlar”a dönüştürülen; 1989’da Türkiye’ye göç ettikten sonra anavatanlarında Bulgar veya daha masum haliyle “Bulgar Türkleri” olarak anılan Bulgaristan Türkleri şu anda Bulgaristan’a gittiklerinde de yine bir dışlanma ile karşılaşıyor çünkü onalr şu anda Bulgaristan’ın “almancıları”nı oluşturuyor.


48

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Başlıksız Bir Yazı

Alptekin Cevherli-05.Haziran.2016

Sakın ola başlığı okuyunca, “Başlıksız Bir Yazı” ifadesi de sonuçta bir başlıktır, diye mantık yürütmeye kalkmayın sevgili okurlar. Aslında yazımızın başlığı var tabi, ama içerisinde gizli... *** Gündeme bomba gibi düşen Almanya’daki Ermeni soykırımı yalanını kabul eden tasarı konusunun henüz fitili ateşlenmemişken aslında niyetimiz, “Amerikan Rüyası’nın Sonu mu?” diye sorarak ABD’deki başkanlık seçimlerini ve muhtemel sonuçlarını irdelemekti. Öyle ya, dünyaya bir medeniyet projesi olarak sunulan; “özgürlükler ülkesi ABD”, bir emlak komisyoncusunun koltuk hırsına kapılıp dünyanın en diktatör ve gaddar devletine dönüşürse ne olur, diye bakacaktık. Genelde böylesi durumlarda en fazla 30 - 40 yıl içerisinde o ülkeler yıkılır. Bazen bu süreç daha da hızlı olabilmektedir. Ancak ABD’nin böylesine hızlı çöküşü yeni oluşacak dünyayı nasıl etkiler? Türkiye ve Türk Dünyası olarak buna ne kadar hazırız? Yeni oluşacak güçler dengesi arasında meselâ Çin, Rusya ve Almanya’ya karşı elimizde nasıl kozlar var? Ya da Balkanlar’dan ABD askeri çekildiğinde 3’üncü Dünya Savaşı çıkar mı? Çin, Batı Türkistan’ı işgale kalkarsa Rusya ile birlikte ne kadar karşı koyabiliriz? Japonya bizi destekler mi? Filan, falan gibi bazılarına göre sanırım çok uçuk, bazılarına göre de malûmun ilanı sorulara yanıt arayacaktık... Ama tam da Almanya ile moda tabirle “Kanka” olmuşken, bir de “Almanya’daki Türkler” vasıtasıyla böyle bir kazığı yemek veya “arkadan hançerlenmek” mevzu bahis olunca, dünyanın geleceğindense bizim kısa vadede durumumuzu tartışmak çok daha önemli hale geldi. *** Şimdi, Almanya Parlamentosundan geçen tasarı haklı mıydı, haksız mıydı? Biz sadece Alman İmparatorluğu’nun önerdiği tehciri gerçekleştirmişken, şimdi de Almanların sanki ortada bir suç varmış gibi ve bunu da kendileri söylememiş gibi ortaya çıkmaları ne kadar doğru?


Makale ve Analizler - 2016

49

Hitler, çoğu Hazar Türkü 15 milyon Musevi’yi fırınlara doldurup yağlarından sabun yapmışken, bize ne soykırımından bahsedebiliyorlar denilebilecekken; ya da... Afrika’nın bilmem neresindeki filanca sömürgesinde 17 milyon zenciyi kurşuna dizmiş bir Almanya’nın ne haddine bize soykırım yaptı demesi, denebilecekken; Ya da Dünya gezegenine iki dünya savaşı hediye etmiş ve yüz milyonlarca insanın ölmesine neden olmuş bir millet, hiç mi kendi tarihini bilmez denilebilecekken; Ya da Avrupa’daki çevre felaketlerinin baş müsebbibi olan sanayisi ile Doğu Avrupa’daki bütün sakat doğumların ve flora, fauna katlinin tek sorumlusu iken; Tarihte “Nemçe” adıyla Osmanlı Devleti’ne kök söktürmüş, sonra da Türk milletinde psikolojik ters etki yapmasın diye adını Almanya’ya çevirdiğimiz Balkanlar’daki tarihi düşmanımız, milyonlarca Türk’ü Doğu Avrupa’da soykırıma tabi tutmuşken; Ve Ey Almanya, gör bunları, sen kendini ne sanıyorsun diyebilecekken; bunların hiç birini söylemeyeceğim! *** Değerli dostlarım, Almanya parlamentosunda 11 Türk Milletvekili var. En azından biz öyle biliyoruz. Bu insanlar Almanya’ya işçi olarak göç etmiş ailelerimizin çocukları veya torunları. Yani bizden insanlar, akrabalarımız... Peki, biz bu vatandaşlarımızla nasıl bir ilişki kurmuşuz ki, bizden olan ve orada bizi savunmasını beklediğimiz bu vatandaşlarımız, bizim can düşmanımız haline gelmişler? 40 - 50 yılda bunu nasıl becerebilmişiz? Öyle ya, bu insanların dedeleri, Çanakkale’de, Dumlupınar’da, Sakarya’da bizim dedelerimizle beraber şehit düştüler. Hatta belki de bu insanların ninelerinin karınlarını, rahmindeki bebek kız mı, erkek mi diye iddiaya giren Ermeniler, Doğu Anadolu’da deştiler? Yalan mı? Olmamış mıdır? 11 Vekilden bahsediyoruz... Haydi, içlerinden bir hain çıkar, iki hain çıkar ama hepsi de mi Ermeni soyu mu bunların? Bunca yıldır Almanya’da yaşayan 3,5 milyon Türk’ten bir tane bile “gerçekten Türk” vekil çıkaramadık mı yani?


50

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Elin Alman’ı bizimkilerden fazla bizi savunmuş, var mı böyle bir şey? Bu nedir biliyor musunuz? Kendi parçamız olan bu insanları, sadece döviz kapısı olarak gören bir zihniyetin iflasıdır... Almanya’daki 3 milyon 500 bin vatandaşımızı buraya sadece Avro gönderen sağmal inek gibi gören, hem etinden, hem sütünden, hem postundan yararlanırız diyen anlayışın geldiği noktadır. İnsanlar asla küsurat değildir! Hınç yapar, kin tutar, kalleşlik edebilir... Devlet isen bunları göz önüne alır ona göre ilişkini kurarsın. Saldım çayıra, Mevlâ’m kayıra devlet, olmaz! Bu insanların dedeleri, nineleri Almanya’ya gönderilirken “hayvan” muamelesi gördü. Yeter ki, para gelsin denilerek, sınır kapısında donunu indirip üreme organlarına bakılırken Türk Devleti, “Dur kardeşim, ben sana işgücü olarak ‘insan’ gönderiyorum, damızlık inek değil!” deyip vatandaşına sahip çıkacaktı. Kurbanlık koyun gibi dişlerine bakılırken, “Arkadaş bunlar fabrikada vidayı dişleriyle sıkmayacak, sen benim vatandaşımı böyle tahkir edemezsin” diyecekti! Eee, demedi de ne oldu? O insanların torunları dede ve ninelerinin öcünü çok acı bir şekilde aldı... Şimdi o vakitler vatandaşını insan yerine koymayan, sahip çıkmayan idarecilerimiz artık kına yakabilirler... O milletvekilleri Ermeni diasporasından para almıştır, almamıştır; haindir, değildir hiç önemli değil. Neticede Türk vatandaşıdır. En azından eski vatandaşlarımızdı, akrabalarımızdı... Almanya’daki 3 milyon 500 bin Anadolu Türkü’nün ve 500 bin Azerbaycan Türkü’nün diaspora gücü, ülke toplam nüfusu 3 milyon bile olmayan Ermenistan devletçiği karşısında iflas etmiştir. Siz ne derseniz deyin, gerisi lafü güzaftır. Ama bu bizim ilk fiyaskomuz değil. Aynısını 1974 Kıbrıs Türk Barış Harekâtı’ndan sonra da yaşadık. 1974’te Kıbrıs Türkleri tarafından ellerinde karanfillerle karşılanan Anadolu Türk’ü, yıl 2000’lere geldiğinde o insanların çocukları tarafından atılan “Kıbrıs’tan defol” sloganlarına muhatap oldu.


Makale ve Analizler - 2016

51

Yalan mı? Bence nerede hata yapıyoruz; dostlarımızı, hatta kan bir, din bir, dil bir kardeşlerimizi dahi bu kadar kısa sürede kendimize nasıl düşman edebiliyoruz diye, başımızı ellerimizin arasına koyup kara kara düşünmenin vakti gelmiş de geçmektedir. Aynı şey Anadolu’muzun doğusu için de geçerlidir... Neyse, konuyu daha fazla uzatmayacağım: Netice, bu sistemle ve kafayla yürümez, bilesiniz! Şimdi gelin, bu yazıya da başlığı siz koyun...

Üçüncü Dünya Savaşı Düğmesine Basılacak mı?

Şakir Aralsntaş-06.Haziran.2016

Konu: Balkanlara Yağan Haber Yağmurlarından İnciler. NATO Ağustos ayına saldırı planladı. NATO’nun yüksek yönetim organı olan Kuzey Atlantik Konseyi 8 - 9 Temmuz’da Varşova’da toplanıyor. Bu, NATO zirvesinin 25. jübile görüşmesi olacak. Son yıllarda, NATO yayınları Üçüncü Dünya Savaşı merkezinin Doğu Avrupa ülkeleri üzerinde duruyor. Belirtildiğine göre böyle bir savaş oyunu esnasında Doğu Avrupa ülkeleri tamamen yerle bir olacaktır. Bu savaşa, demokratik dünya adına, NATO ve Birleşik Amerika katılacaktır. Son çizimlerde, en aktif savaş oyunları kuzeyde Polonya, güneyde de Romanya, Bulgaristan ve Türkiye’de gerçekleşecektir. Birleşik Amerika ile NATO Baltık Denizi bölgesini ve Karadeniz yöresinde yeni askeri üsler konuşlandırıyor, Karadeniz’e savaş gemileri yığıyor, karadan da Baltık kıyısı, Polonya, Ukrayna, Romanya, Bulgaristan ve Türkiye hattını kat kat güçlendirmeye çalışıyor. Savaş alanları artık haritalara işlenmiş ve Üçüncü Dünya Savaşı anahtarı kutudan çıkarılmış ve düğme bastırılmak üzere hazırdır.


52

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Saldırı amaçlı üretilen Amerikan “F-22 Raptor” uçakları, daha sonra güvertelerinde “B61-12” tipi yeni Amerikan nükleer bombalarıyla yüklü olarak yeni açılan ön mevziilere uçmak üzere, /Florida/ Tindal askeri üssünden /İngiltere/ Leykenhelt askeri üssüne uçuyor. Bulgaristan devlet sınırından 40 km kuzeyde bulunan Romanya’nın Deveselu askeri üssünde 12 Mayıs 2016 günü, Birleşik Amerika’nın Rusya’nın stratejik nükleer güçlerine karşı geliştirdiği Amerikan Füze Savar sistemi “SM-3” tip 24 adet füze savar silahla hizmete açıldı. Bir gün sonra, Polonya’daki “Redzikovo” askeri üssünde bu yeni sistemin ikinci oluşturucu elementinin kuruculuğuna başlandı. Her iki üste de Amerikan resmi temsilcilerinin NATO Genel Sekreteri Yens Stoltenberg ile birlikte hazır bulunmaları esnasında AEGİS siteminin yere konuşlanmış füze savar sistemleriyle değiştirilmesiyle Avrupa Atlantik bölgesi dışında balistik füzelere karşı Avrupa müttefiklerinin daha güvenli savunulmasını sağlayacağı” ifade edildi. Bilindiği üzere bu bölge dışında balistik füze sahibi tek ülke Rusya’dır. Yeni kurulan ve donatılan Romanya ve Polonya askeri üsleri, güvertelerinde dikey fırlatılan “SM-3” füzeleri olan, 4 savaş gemisinden oluşan AEGİS sistemiyle bağlanacaktır. Halen bu füzeler, Komuta Merkezi Almanya’da bulunan, Türkiye’deki radar sistemleriyle uyumlu olarak İspanya’nın “Rota” askeri üssünden Akdeniz, Karadeniz ve Baltık denizi üzerinden fırlatılabiliyor. 2011-2014 yılları arasında NATO Avrupa Müttefik Güçleri Baş Komutanı olan , İngiliz Generali Aleksandır Şerif 18 Mayıs’ta şöyle dedi: “NATO Rusya’ya karşı savaşa hazırlanmalıdır.” Birleşik Amerika Savunma Bakanı Birinci Yardımcısı Robırt Work ise 20 Mayıs günü “Rusya’nın dış politikası çatışmaya doğru kayıyor” dedi. Birkaç gün önce Türkiye ile Ukrayna aralarında bir işbirliği askeri alanda sözleşmesi imzaladılar. Aynı zamanda, NATO kaynakları, Rusya sınırına yakın bir bölgede yeni bir nükleer üs kurulmasına elverişli olan Gürcistan’ı desteklediklerini açıkladı. Şu anda Birleşik Amerika’nın dünyada 800 üssü var. Böyle durumlarda daha önceleri aceleci davranmayan Moskova bu defa yıldırım hızıyla yanıt verdi. “Deveselu” üssünün açılış töreniyle ilgili olarak, Rusya askeri sanayi kompleksi yönetimi toplantısında, Putin, “Birleşik Amerika” bu Füze Savar Sistemlerin “savunma nitelikli” olduğu, Amerika nükleer potansiyelinin bir kısmını kenar bölgelere çıkarma konularında bizi aldatamaz; Rusya güvenliği için oluşan yeni tehlikelere gereği gibi yanıt verecektir” dedi. Putin’in bu demecinden hemen sonra, bu askeri hazırlıklarla il-


Makale ve Analizler - 2016

53

gili Moskova’nın sert cevabı ciddi endişeler uyandırdı. Öte yandan Rusya Dışişleri Bakanlığı da bir bildiri yayınlayarak, Karadeniz’de bulundurduğu askeri gemilerle NATO’nun bölgesel güvenliği tehdit ettiğini iddia ederek, Rusya’nın cevap vermek zorunda kalacağını öne sürdü. Beliren yorumlarda, cevap vermeye hazırlanan Rusya, bir savaş halinde önce Polonya, Romanya, Bulgaristan ve Türkiye’deki askeri üsleri hedef alacağı ve yok etmek isteyeceğine işaret ediliyor. Özetle, Rusya kanatlı ve nükleer füzelerinin hedef gölgesinde yaşamanın zor olacağını vurgulayan askeri yorumcular, gerginliğin devamlı arttığına dikkat ediyorlar. Rus füzelerine karşı savunma sistemlerinin Polonya, Romanya ve Bulgaristan’dan ateşlenmesi planlanıyor. Aynı zamanda ABD ve NATO sistemlerinin yok edilmesi için de teknik detaylı planlar hazırlanıyor. Teknik ödevler füzelerin bilgisayar sistemlerine monte ediliyor. Bu ödevler,n gerçekleştirilmesi artık birkaç saniyelik bir ödev oldu. Füzeler radarları, gemileri, füze silolarını, askeri üsleri ve hatta bütün devletleri yerle bir etmeye hazır durumda tutuluyor. Modern savaşlarda, bu arada Rusya da, ulusal güvenlik için tehlike oluşturan düşmanın ana hedeflerini belirleyip, uçak ve deniz üslerini, limanlarını, silah depolarını, füze savar sistemlerini devamlı hedefler olarak belirleyip tırmanan gerginlik yaratıyor. Rusya’nın ABD ve NATO’nun bir yeni askeri füze savunma sistemlerinin harekete geçirilmesiyle bir çatışma tehlikesinin çok yakınlaşmış olduğunun farkında olduklarını gizlemiyorlar. Varşova’da yapılacak NATO zirvesi bu bakımdan çok önemlidir. Son aylarda Batı medyası Rusya’nın dünya barışı için tehlike yaratan bir saldırgan olduğuna yer veriyor. Gerginliğin tırmanmasından haklı olarak Putin’i sorumlu gösteriyor. Olaya bu açıdan baktığımızda Balkanlar yeniden Avrupa’nın “barut fıçısı” durumuna geliyor. Bu analizden, Üçüncü Dünya Savaşı’nın Balkanlarda başlayabilme ihtimalini ön plana çıkarırken, basılacak düğmenin artık masa üstünde bulunduğunu söyleyebiliriz. Birinci harita: - “SM-3” füzelerinin menzili - “TOMANAWK BGM 109 A” - füzelerinin menzili İkinci harita: Merkezi ve Doğu Avrupa’daki NATO üsleri.


54

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Mutlaka Sonuna Kadar Okuyun...

Filiz Soytürk-06.Haziran.2016

Konu: Soykırım yapanlar kendileridir. Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizlere, 150 bin askerimiz esir düştü. Bu askerlerden bir kısmı da Mısır’ın İskenderiye şehri yakınlarında bulunan Seydibeşir Usare Kampı’na ... Hapsedildi. *** Kampın tam adı, “Seydibeşir Kuveysna Osmani Useray-I Harbiye Kampı” idi. Bu kampta, 1918’de Filistin Cephesinde esir düşen 16. Tümen’in 48. Alayı’na bağlı Osmanlı Askerleri Tutuluyordu. *** 12 Haziran 1920’ye kadar Iki yıl boyunca Her türlü işkence, eziyet, ağır hakaretler ve aşağılamaya maruz kaldılar. *** İnsanlık dışı muamelenin nedeni ise Ermeniler idi... *** Kamptaki, Türkçe bilen Ermeni tercümanların Yalan yanlış çevirileri ve kışkırtmaları nedeniyle, kampların İngiliz komutanları, azılı Türk Düşmanı haline gelmişlerdi. *** Savaş bitmişti. Ancak, Kamptaki ağır koşullar nedeniyle ölenler dışındaki askerleri Teslim etmek, İngilizlerin işine Gelmiyordu. Çünkü, olası yeni bir savaşta, Bu askerlerin Yeniden karşılarına çıkabilecekleri, Ermeniler tarafından, İngilizlerin beyinlerine işlenmişti. *** Çözüm Toplu katliamdı... Askerlerimiz, Mikrop kırma bahanesiyle, süngü zoruyla Dezenfekte havuzlarına sokuldu. Suya normalin çok üzerinde “krizol” maddesi katılmıştı.. Mehmetçik, Suya daha ayağını soktuğunda, aşırı krizol maddesi nedeniyle haşlanıyordu. Ancak,


Makale ve Analizler - 2016

55

İngiliz Askerleri, dipçik darbeleri ile askerlerimizin havuzdan çıkmalarına izin vermiyorlardı. Mehmetçikler, Bellerine kadar gelen suya başlarını sokmak istemediler. Bu kez İngilizler havaya (başlarının üzerine) ateş etmeye başladı. Askerlerimiz, ölmemek için, çömelerek başlarını suya soktular. Ancak, başını Sudan kaldıran artık göremiyordu. Çünkü gözleri yanmıştı... *** Dışarı çıkanların halini gören sıradaki askerlerimizin direnişleri de fayda etmedi Ve 15 000 (15 bin) askerimiz kör oldu. Bu vahşet, 25 Mayıs 1921 tarihinde TBMM.’ de görüşüldü. Milletvekilleri Faik ve Şeref Beyler Bir önerge vererek, Mısır’da esirlerin Krizol banyosuna sokularak, 15 bin vatan evladının gözlerinin kör edildiğini, Bunun faili olan İngiliz doktor, Garnizon Komutanı ve Askerlerin cezalandırılması için, TBMM’ nin teşebbüse geçmesini istediler. *** Yeni kurulan devletin bin türlü derdi vardı. Ağır sorunlarla uğraşan TBMM’ de Bu hesap sorma işi Unutuldu gitti. Ama onlar Unutmuyorlar... Kendi ihanetlerini bile soykırım ambalajına sarıp, dünya kamuoyuna Sunuyorlar. *** Ermeniler soykırım yapıldı diye Dünyayı ayağa kaldırıyor. Bizim tarihimizden haberimiz yok!!! Not: Eğer şehitlerimize saygınız varsa; 1 dakikanızı almaz Bu yazıyı arkadaşlarınıza göndermek için... paylaşın...


56

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

BULTÜRK’ten Dr. Necdet ÖZGÜR adına Kütüphane

Gönül ve Dava Adamı Dr. Necdet Özgür’ün Ardından Ahmet Selim Arslan-08.Haziran.2016

Değerli dostlar; 03.06.2016 Cuma günü BULTÜRK (Bulgaristan Türkleri Kültür ve HizmetDerneği) Genel Merkezinde Genel Başkan Sayın Rafet Ulutürk’ün Gençlere yönelik “Evlâd-ı Fatihan”lık nedir ?Konulu oldukça anlamlı ve yararlı bir Konferansta bulunduk. Oldukça faydalandığımız bu etkinlikte bizleri Anadolu’yu “Bayrampaşa Tokatlılar Dernek” (BAY-TOK DER) Başkanı olarak temsilin yanısıra “Dünya Türkleri ve Akraba Toplulukları Hizmet Derneği”mizide temsilen dolayı gurur onurlandıran Bir görüntüye dikkat çekerek siz dostlarımızla yapılan uygulamayı paylaşmak istedim. Söz konusu Konferans Bultürk Derneğinin “Dr. Necdet Özgür” isminin verildiği Kütüphane ve toplantı salonunda yapıldı. Burada da gördük ki çok para insanı öldükten sonra yaşatamıyor amma vefalı arkadaşlar bunları ölümsüz yapabildiklerini gördük... Dr. Necdet Özgür’ü çok yakınen tanıyan ve Sohbetimiz olan birisi olarak onunla ilgili sizlerle bazı dinlefiklerimden yola çıkarak bilgi paylaşımında bulunmak arzu ediyorum.Sayın Dr. Necdet Özgür 06.01.1954 tarihinde Bulgaristan’ın Rüzgar ili Karlova (Dyânkovo) köyünde doğmuştur. Gönül ve Dava adamı olan Dr. Necdet Özgür ilk ve orta öğretimini 1968 yılında köyünde tamamlamıştır. Lise talebesi olduğu dönemlerde Bulgaristan Devletinin Türklere karşı uyguladığı yoğun Asimilasyon, işkence ve baskılara karşı ülkesinde Türk-İslam davası ve Türk Milliyetçiliğinin yılmaz Fedakâr Vefakâr ve Yılmaz savunucusu bir genç olarak kendisini her türlü Zulme ve baskıya rağmen inandığı dava ve Mensubiyetiyle gurur duyduğu Türk Milletine adamış bir gönül ve dava adamı olmaya adamış tır. 1972 yılında Liseyi bitirerek 1974 yılında Askerlik vazifesini ifa etmek üzere Asker ocağına gitmiş Askerliğinin bitimiyle birlikte 1976 yılında Ruscuk Sağlık Üniversitesi ni kazanarak 1979 yılında Üniversite tahsilini tamamlamıştır. Ocak 1985 tarihinde Bulgar Devletinin dayattığı Bulgar ismini kabul etmediği için aynı gruptaki Türklerle birlikte ismi anılır.Bu karakter ve kariyerinden dolayı sık sık tecyiz edilmiş hapis yatmıştır1989 Göç hareketleriyle Türkiyeye


Makale ve Analizler - 2016

57

göç ederek Mücadelesini ve yaşantısını Türkiyede aynı maksat ve gayelerle Kalp doktoru olarak sürdürmüştür. Emekli olana kadar kapısına giden tüm hastalarına ayrım yapmadan yeminine sadık olarak hizmet vermiştir. Sayın Dr. Necdet Özgür Türkiye ye geldikten sonrada çalışmalarını devletin dışında sosyal olarak STKlarla omuz omuza içlerinde bulunarak devam ettirmiştir. Bu STK lardan en önemlisi Yönetim Kurulu üyeliğindede bulunduğu BULTÜRK ( Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği) ve Genel Başkanı Rafet Ulutürk’tür. Özü sözü bir mert bir kişiliğe sahip olan Dr. Necdet Özgür Geçmişte Hapis cezası ile tecyiz edilen kişilerin ve Istanbul’da bulunan bazı Dernek Başkanları ve yöneticilerinin bulunduğu toplantıda yapılan bazı haksız eleştiri ve suizanlar karşısında vefa ve sadakat duygularının verdiği cesaret ve şiddetle Kuzey Güney yada eski yeni göçmen olarak vsy. türlü ayrım yapan Dernek yönetici ve haziruna gerçek dostluk ve Milliyetçi duruşun dersini vererek “Razgsrtlı olduğum halde Kırcaali’li BULTÜRK ( Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği ) Genel Başkanı Rafet Ulutürk’ü destekliyorum onunla birlikteyim diyebilmiştir. BULTÜRK Genel Başkanı Sayın Rafet Ulutürk’le yaptığı görüşme ve istişarelerin sonunda 2014 yerel seçimleri için Razgart ili Kubat ilçesine giden Sayın Dr. Necdet Özgür orada kurduğu bir dernekle tek başına eşi ve dostlarıyla birlikte yaptığı müthiş çalışma sonunda 26 yıl sonra Belediye Başkanlığını HÖH den alarak büyük bir başarı elde ederek dostlarını ve sevenlerine mutlu etmiştir. Ancak; Sayın Dr. Necdet Özgür bey bu yıl (2016 ) geçirdiği bir kalp krizi sonucu ebediyete irtihal etmiştir. Kendisine Allah’tan rahmet Başta kederli ailesi olmak üzre tüm dost akraba ve sevenleriyle birlikte Bulgaristan Türkleri ne başsağlığı ve sabrı Cemil niyaz ediyoruz. işte vefa işte Gönül adamı işte dava adamı. Hülasa işte Dost. Bu vesileyle böyle vefa örneği bir insana dava adamına BULTÜRK (Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği) Genel Başkanı Sayın Rafet Ulutürk ve değerli yönetim kurulu üyelerinin “Dr. Necdet Özgür” ismini bir vefa örneği olarak Kütüphane ve Konferans salonuna vererek onu yâd etmiş oldukları için. Dünya Türkleri ve Akraba Toplulukları Hizmet Derneği Genel Sekreteri ve Bayrampaşa Tokatlılar Dernek (BAY-TOK DER) Başkanı olarak şahsım ve temsilinde bulunduğum tüm kurumlarımız ve üyelerimiz adına tebrik ve taktir ediyor. Başarılı ça-


58

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lışmalarının devamını yüce Rabbimizden niyaz ediyoruz. Sonsuz Saygı ve muhabbetlerimle. Vesselâm Ahmet Selim Arslan. Dünya Türkleri ve Akraba Toplulukları Hizmet Derneği Genel Sekreteri. Emmoğlu

Kısa ve Uzun Vadede Göçlerin Bulgaristan ve Türkiye’ye Etkileri

Dr. İsmail Cingöz-08.Haziran.2016

Özet Türk varlığı Balkanlar’da M.Ö. II. Yüzyıldan itibaren başlamıştır. Fakat Osmanlı Devleti’nin Balkanlarda gerçekleştirdiği fetihler ile buralara yerleştirilen Türkler aynı zamanda Avrupa’ya İslam kültürünü de beraberlerinde getirmişlerdir. Osmanlı’nın iskan politikaları ile özellikle Bulgaristan’da Türk nüfusunun yoğunluğu ile Bulgarlar azınlık durumuna düşmüşlerdir. Ancak 1683 Viyana yenilgisi ile başlayan Türk gerilemesinin ardından 1877 - 1878 Osmanlı - Rus Savaşı ile Balkan Türkleri için ilk kez “Göçmen / Muhacir” olgusu ortaya çıkmıştır. Göç edemeyen soydaşlarımız ise baskı, şiddet ve asimilasyon uygulamaları ile karşı karşıya kalmışlardır. Yaklaşık 600 yıl Türk hâkimiyetinde kalan Balkanlar ve özellikle Bulgaristan’dan göç ederek Anavatan’a gelen soydaşlarımızın nerdeyse tamamına yakını kalifiye insanlardan oluştuğu görülmektedir. Bu nedenle yerleştikleri bölgelere, dolayısı ile Türk ekonomisine ve tarım sektörüne çok büyük katkıları olmuştur. Bir o kadar da göç etmek zorunda kaldıkları ülke ekonomilerinin sekteye uğratmıştır. Türk nüfusun çoğalmasından çekinilmesi nedeniyle, demografik yapının Bulgarlar lehine değişmesi için Türklerin göç etmeleri bilerek organize edilmiştir. Fakat bu uygulamanın ekonomik sonuçlarının aleyhlerine olduğunu gören Bulgar yöneticileri, 1980’den itibaren asimilasyon politikasını uygulamaya başlamışlardır. Bu zulme direnen Bulgaristan Türklerinin, Türkiye’nin yoğun


Makale ve Analizler - 2016

59

çabaları ile Türkiye’ye göç etmeleri sağlanmış ve 345 binden fazla soydaşımız Türkiye’ye gelmiştir. 1989 yılında gelen soydaşlarımızın da çok büyük bir kısmının meslek sahibi oldukları görülmektedir. Bu nedenledir ki, yapmış oldukları iş başvurularının yaklaşık %80’inin karşılanmış olduğu değerlendirilirken, istihdam edilenlerin yaklaşık %36’sını kadınların oluşturmaması dikkat çekicidir. Bu istidamlar ile göçmen soydaşlarımız Türkiye ekonomisine elbette ki olumlu katkıları olmuştur. Bulgaristan ise kalifiye nüfus kaybetmekle ekonomik darboğaza girmiştir. Evlad-ı Fatihan torunları olan Bulgaristan Türkleri yüzyıllardır kendilerine vatan yaptıkları topraklardan Osmanlı Devleti’nin çekilmesi ile defalarca sürgüne ve göçe tabi tutulmuşlardır. Bu olaylar elbette çok acı ve elemlerle dolu anılar, hatıralar içermektedir. Neredeyse tamamına yakını yetişmiş kalifiye eleman olan, meslek sahibi olan bu soydaşlarımız, acılarla dolu olaylar sonrası gelmek durumunda kaldıkları Anavatan Türkiye’nin ekonomisine katkıları azımsanmayacak ölçüde olmuştur. Fakat Bulgaristan, binlerce yetişmiş ve kalifiye bir nüfusun bir anda ülkeden ayrılması ile başta tarım sektörü olmak üzere ekonomik sorunlar yaşamıştır. Anahtar Kelimeler: Bulgaristan, Göç, İstihdam, Soydaş, Türkiye. Giriş M.Ö. II. Yüzyıldan itibaren Karadeniz’in kuzeyinden Balkanlar’a ve Avrupa’ya doğru yaşanan ilk Türk göçlerini, yeni göç dalgaları takip etmiş ve M.S. XI. Yüzyıla kadar dalga dalga devam etmiştir. Fakat bu Türk boylarının büyük çoğunluğu zamanla Slavlaşarak Hıristiyanlaşmışlar ve benliklerini kaybetmişlerdir. XI. Yüzyılın ortalarından itibaren ise Anadolu üzerinde Müslüman Türk akınları ve göçleri başlamıştır. İlk kez 1065 yılında daha Anadolu fethedilmeden önce Anadolu üzerinden Balkanlar coğrafyasına doğru başlayan Müslüman Türk göçleri (Nevrezova, 2006: 28), 1341’de Aydınoğlu Umur Bey zamanında (Toksöz, 2011) devam etmiştir. Kuşkusuz ki bütün bu göçler içerisinde Osmanlı Devleti dönemi büyük önem arz eder. 1352 yılından itibaren başlayan (Konukman, 1990: 20) Osmanlı fetihlerinin devamında 1395 yılında Bulgaristan tamamen Osmanlı idaresine girmiş ve 559 yıl devam eden adalet ve hoş gürü (Atun, 2009) devri de başlamış, Türk varlığı kalıcı olarak Balkanlara yerleşmiştir. Bu kadar uzun bir süre Türk hâkimiyeti ve adaleti yaşanan bölgede Türk ve İslam unsurunun Hıristiyan ve Yahudi halklarını etkilediği görülmektedir. Çünkü Balkan halkları içerisinde İslam Dinine geçmeler yaşanmıştır.


60

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Karadeniz’in kuzey gölgesinden daha önce gelerek yerleşmiş olan Kuman (Kıpçak) Türklerine Osmanlı fetihleri yaşanırken yapmış oldukları yardımları nedeniyle “yardımcı” anlamına gelen “Pomaga” sıfatı verilen “Pomak Türkleri” ile başlayan (Nevrezova, 2006: 9) kısmen veya tamamen İslamiyet’e geçmeler; Torbeşler, Arnavutlar ve Boşnaklar ile devam etmiştir. Türklüğe ve İslamiyet’e karşı biriken gizli nefretler ise 1683 Viyana bozgunu ile ortaya çıkmaya başlamış (Şaybak, 2006: 60), 1877 - 1878 Osmanlı - Rus Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin yenilerek geri çekilmeye başlaması ile yaşanan saldırılar, kin ve nefretin açığa çıkmasını sağlamıştır. Bu tarihten itibaren Anadolu’ya doğru başlayan Türk göçleri kimi zaman kesintiye uğrasa da 1989 yılına kadar devam etmiştir. Bulgaristan’dan Anadolu’ya Türk Göçleri Tam bir felaketle sonuçlanan ve tarihe 93 Harbi olarak geçen 1877 - 1878 Osmanlı - Rus Savaşı’nda Bulgarlar Rusların desteği ile Çatalca önlerine kadar gelmişlerdir. 3 Mart 1878 Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması ile Tuna Vilayetinde Bulgar Prensliği kurulurken; Sırbistan, Romanya ve Karadağ bağımsızlıklarını elde ederek Osmanlı Devleti’nden ayrılmışlardır (Nevrezova, 2006: 10). Bu savaş döneminde 350 binden fazla Müslüman-Türk nüfus katliam, açlık, soğuk ve salgın hastalıklarla hayatını kaybederken, 600 binden fazlası da göçe zorlanmıştır (Maral, 2010: 2). Anadolu’ya ilk Türk göçünün yaşandığı bu dönemden sonra maalesef ardı kesilmez bir şekilde devam etmiştir. Osmanlı fetihleri ile kitleler halinde Anadolu’dan göçler (ve burada yaşanan doğumlarla birlikte) kısa sürede Müslüman-Türk nüfusunun Bulgaristan’da %70 - 80 oranlarında çoğunluk hale getirecek şekilde artmasını sağlamıştır (Maral, 2010: 1). 1633, 1639, 1641 ve 1696 cizye defterleri kayıtlarına göre, neredeyse her yerleşim biriminde Hristiyan nüfusun varlığı olsa da birçoğunda Müslüman nüfus oranının %89’lara kadar çoğunluğa (Koyuncu, 2013) ulaşmış olduğunun görülmesi önem arz etmektedir. 1877 - 1878 savaşı sonrası yaşanan gelişmeler, Bulgaristan’ın büyük bir kısmında Türk nüfusunun azınlığa düşmesine sebep olmuştur. Nüfus oranı sürekli Türk - İslam unsurunun aleyhine değişmeye başlayan Özerk Bulgaristan Prensliğinin 5 Ekim 1908’de ilan ettiği bağımsızlığını 19 Nisan 1909’ta tanımak durumunda kalan Osmanlı Devleti’nin, ilk iş olarak bir protokol ile burada kalan Müslüman - Türk azınlığın Bulgar halkı ile eşit ölçüde dini, medeni ve siyasi haklarını garanti altına almaya çalıştığı (Nevrezova, 2006: 11) görülmektedir. 1912 - 1913 yıllarında peş peşe yaşanan iki Balkan Savaşı sonrasında 200 bin Müslüman - Türk göç ederek Osmanlı topraklarına göç etmek zorunda kalmıştır. Fakat Osmanlı Devleti bir kez daha Bulgaristan ile “İyi Komşuluk Ant-


Makale ve Analizler - 2016

61

laşması” imzalayarak, geride kalan Türk-Müslüman azınlığın haklarını garanti almaya çalışmıştır (Maral, 2010: 5-7). Yenilgiyi kabul ederek Birinci Dünya Savaşı’ndan çekilen Osmanlı Devleti’nin işgale uğraması üzerine Milli Mücadele ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti, 1923 Lozan Antlaşması ile bağımsızlığını elde etmiştir. Cumhuriyet döneminde Türkiye’ye gelen göçmenlerin %48’inin (Şensoy, 2014)Bulgaristan’dan geldiği görülmektedir. Lozan sonrası Bulgaristan ile imzalanan İkamet Sözleşmesi ile 1913 - 1939 yılları arasında 198.688 soydaşımız Türkiye’ye göç etmiştir. Gelenler menkul ve gayrimenkullerini tasfiye etmişler, sözleşme gereği isteyenler ise taşınabilir mallarını getirebilmiştir (Konukman, 1990: 42; Vatansever, 2008: 68). İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yurt dışı yasağı olsa da çoğunluğu kaçak/ yasadışı yollarla olmak üzere Bulgaristan’dan göçler devam etmiştir. Bu şartlar altında 1939 - 1949 yılları arasında 21 bin 353 soydaşımızın (Konukman, 1990: 42; Vatansever, 2008: 68-69) Türkiye’ye gelmiş olduğu görülmektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında iki kutuplu dünya sistemi içerisinde Bulgaristan’ın Doğu bloğunda yer alması, Türkiye’nin de NATO’ya girme çalışmaları iki ülkeyi karşı karşıya getirmiştir. Bulgaristan, Türkiye’yi ekonomik olarak zora sokmak (Nevrezova, 2006: 27-28) ve asimile edememe endişesi taşıdığı Türk azınlıktan kurtulmak amacıyla 250 bin soydaşımızı göçmen statüsünde Türkiye’ye göndermek istemiştir (Bayraktar, 2007: 84). 1950 - 1951 yılları arasında 154 bin Türk tehcir edilircesine Türkiye’ye göç ettirilmiştir (Üstündağlı, 2009: 108). Fakat bu göçmenler arasına casus ve çingenelerin sokulmaya çalışıldığı tespit edilmiştir. Yakalanan 126 Bulgar casusunun ve tespit edilen çingeneler geri iade edilmiş ve Türkiye sınırı kapatmak durumunda kalmıştır (Konukman, 1990: 43). Daha önceki göçlerde özellikle de 1950 göçünde bölünmüş aile sorunlarının çözümü amacıyla 22 Mart 1968 yılında Bulgaristan’la imzalanan Yakın Akraba Göç Anlaşması ile 1969 - 1978 yılları arasında 130 bin soydaşımız Türkiye’ye gelmiştir (Bayraktar, 2007: 84). Fakat bu defa Bulgaristan her göç dalgasında, özellikle de tarım alanları başta olmak üzere ekonomik sıkıntı yaşamış olduğunu fark ettiğinden, ekonomisinin zarar görmemesi ve iş gücü kaybını önlemek amacıyla göç edecek kesimi mümkün olduğunca dar tutmaya çalıştığı görülmektedir. 1970’li yıllarda, 1877’den itibaren defalarca göç etmesine/ettirilmesine rağmen Türk nüfusunun artış hızı Bulgar yöneticileri yeniden telaşlandırmaya başladığı anlaşılmaktadır. Fakat Türklerin çoğunluk hale gelme tehlikesini önleme adına bu defa göç ettirmek yerine, 1974 yılına kadar önce Pomak Türklerinin


62

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

(Nevrezova, 2006: 30-35), 1984 yılından itibaren de Türklerin zorla isim değiştirme faaliyetleri (Yorulmaz, 2012: 13) uygulanmaya başlanmıştır. 28 Ocak 1985’de Bulgaristan Komünist Partisi Merkez Komitesi tarafından “Yeniden Canlanma” şeklinde isimlendirilen asimilasyon planı kapsamında, önce Rodoplar bölgesi güneydoğu kesiminde, sonra da Bulgaristan’ın Türk nüfus barındıran bütün bölgelerine uygulama genişletilerek Türk ve Pomakların kimlikleri ile isimleri zorla değiştirilmiştir (Nevrezova, 2006: 37-38). Uygulamalara karşı gelen Türkler içerisinde 800 - 2 bin 500 kadarının Mart 1985’e kadar katledildiği (Yorulmaz, 2012: 13) değerlendirilmektedir. Türklere karşı yapılanlar isim değiştirme ile sınırlı kalmamış, Türk benliğinin yok edilebilmesi amacıyla; Türkçe konuşma, geleneksel kıyafetlerin giyilmesi, camilerde ibadet özgürlüğü, oruç tutma ve erkek çocuklarının sünnet edilmeleri de yasaklanmıştır. Bu zulme direnen binlerce soydaşımız da Belene kapında Nazi usulü işkencelerle cezalandırılmıştır. Türkiye’nin yoğun çalışmaları ve uluslararası kamuoyunun da devreye sokulması karşısında daha fazla direnemeyen Todor Jivkov idaresindeki Bulgaristan, 2 Haziran 1989 itibariyle; kendi tespit ettiği ailelerin mallarına el koyarak ve aile bütünlüğünü parçalayarak soydaşlarımızın göç etmelerine müsaade etmiştir (Konukman, 1990: 56-60). Mayıs 1989-Mayıs 1990 dönemi içerisinde vizeli ve vizesiz olarak 345.960 soydaşımızın Türkiye’ye giriş yaptığı, 133.272 soydaşımızın da çeşitli nedenlerle geri dönmek durumunda kaldığı görülmektedir (Konukman, 1990: 61 ve 71). Göçlerin Türkiye’ye Etkileri 1877 yılından itibaren Osmanlı Devleti’nin Balkanlar ve özellikle de Bulgaristan bölgesini kapsayan topraklarını kaybetmesiyle başlayan Müslüman - Türk göçleri 1989 yılına kadar zaman zaman azalıyor görünse de neredeyse kesintisiz olarak devam etmiştir. Yaşanan her göç dalgasında gelen göçmenlere ülkenin o dönemdeki ekonomik gücü oranında yardımlar yapılmış, sağlık ve barınma başta olmak üzere yiyecek ve giyecek hizmetleri sunulmuş, mesleklerine göre istihdam edilmeye çalışılmıştır. Gelen soydaşlarımızın en önemli özellikleri ise neredeyse tamamına yakının meslek sahibi olmalarıdır. Bu göçler ile gelen soydaşlarımızın Anadolu’ya yerleştirilmeleri ve temel ihtiyaçlarının karşılanması için bütçeden yapılan ek harcamalar ilk etapta bir hayli yük getirmiştir Fakat boş ve kullanılmayan tarım arazilerinin işlenerek kullanımı ile uzun vadede Türkiye ekonomisine katkılar sağladığı da unutulmamalıdır (Bayraktar, 2007: 85). İstihdam edilen soydaşlarımız içerisinde kadınların ağırlıklı olarak tekstil ve tarım kesiminde, erkeklerin de inşaat işlerinde deneyimli oldukları görülmektedir. Bu nedenle istihdam sorunu pek fazla yaşanmamıştır. İstanbul


Makale ve Analizler - 2016

63

ve Bursa dışında kalan şehirlerde çalışmak isteyenler için istihdam daha kolay olmuştur (Konukman, 1990: 91). Çünkü daha önce göç etmiş ve Bursa’ya yerleşmiş olan akrabalarından uzak olmak istemeyenler için iş bulma imkânı biraz daha zor olmuş ve istihdam edilememe sorunu ortaya çıkmıştır. 1989 göçü ile gelen soydaşlarımızdan resmi rakamlara göre ilk etapta 126 bin 69 kişi iş başvurusu yapmış ve bunlar içerisinden 67.292’si istihdam edilmiştir. İstihdamların %36’lık kısmının 20 bin 9 kişi ile kadınları, %64’lük kısmının 43 bin 283 kişi ile erkekleri kapsamaktadır. Bu istihdamların %44.6’sının kamu (29.993 kişi), %55,4’ünün özel sektör (37 bin 299 kişi) içerisinde yer almış olduğu kayıtlardan anlaşılmaktadır. Ayrıca valiliklerden alınan özel bilgilerin değerlendirilmesi ile ve resmi kayıtlara geçirilmeden yaklaşık olarak 100 bin soydaşımızın daha çalışmaya başladığı, bu kapsamda başvuruların %80 oranında karşılanmış olduğu değerlendirilmektedir (Konukman, 1990: 91-93). Göçlerin Bulgaristan’a Etkileri Bulgaristan arazileri Osmanlı idaresinde kaldığı dönemde tarım arazilerinin büyük bir kısmı Türkler tarafından işletilmiştir. Bu oran 1877 kayıtlarında %70 olarak görülmektedir (Nevrezova, 2006: 11). Yaşanan bütün göçler Bulgaristan’ın yetişmiş kalifiye nüfusun kaybını da beraberinde getirmiştir. Osmanlı Devleti idaresinden buyana özellikle tarım ve hayvancılık sektörünün çok büyük bir kısmını elinde bulunduran Türklerin de gitmesi anlamına gelmektedir. Tarım ve hayvancılığı olumsuz etkilenen Bulgaristan binlerce Türk kökenli doktor, hemşire, mühendis, işçi ve öğretmenin göç etmesiyle ekonomik sıkıntıya girmiş, istihdam sorunları yaşamıştır. Bulgaristan 1980 sonrası Müslüman-Türk azınlıklara uygulamış olduğu onca zulme rağmen yeni bir göç yaşanmasını istemediği anlaşılmaktadır. Çünkü yeni bir iş gücü kaybının başta tarım olmak üzere ekonomiyi olumsuz etkileyeceği belliydi. ABD Başkanı eski danışmanlarından Paul Henze’nin 27 Şubat 1985 tarihli “Geniş kapsamlı bir göç Bulgar ekonomisini sarsacaktır” açıklamaları (Dağlıoğlu, 2014: 78) da adeta Bulgar yöneticilere bir ikaz niteliği taşımaktadır. Daha önceki göçlerden bu sıkıntılar konusunda tecrübe edinen Bulgaristan, bu nedenlerle 1989 yılında yaşanan göçün kapsamını sınırlı tutmaya çalışmış ama tüm gayretlerine rağmen ekonomisinin mahfolmasına engel olamamıştır (Üstündağlı, 2009: 130). Fakat Bulgaristan’ın uygulamalarında kendisi ile çeliştiğine görülmektedir. Çünkü 1969 Göç Sözleşmesinde sosyalizmi güçlendirebilmek gayesiyle yükseköğrenim görenleri göndermezken, 1989 yılında ilk önce bu kesimi adeta sınır dışı (Nevrezova, 2006: 29-30) edercesine Türkiye’ye göndermiştir.


64

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Her göç sonrasında olduğu gibi son göç olayları yaşanırken de Türklerin ev ve iş yerlerinde hırsızlık ve yağma olaylarının yaşanmış olduğu görülmektedir. Bu olaylar soydaşlarımızın yıllardır elde etmiş oldukları mal varlıklarını kaybetmelerine ve ekonomik zayıflık yaşamalarına sebep olmuştur (Atasoy, 2010, 11). 1989 göçü ile gelen soydaşlarımız, Bulgaristan vatandaşlığından çıkarılmamasının verdiği avantaj ile çifte vatandaşlık hakkı kazanmışlardır. Fakat komünizm döneminde mülkiyet hakları olmadığından orada bıraktıkları gayrimenkullerini elde edemeyenlerin mülkiyet haklarını elde etme mücadeleleri devam edenler olduğu görülmektedir (Şensoy, 2014). Türk vatandaşlığını elde etmiş olan göçmen vatandaşlarımızın haklarını elde etmeleri halinde, buraları tekrar işletime açmaları ile Bulgar ekonomisine katkıları olacağı unutulmamalıdır. Bulgar ekonomisinin ve rejimin çökmesi halkta radikal milliyetçiğin yükselişe geçmesine sebep olmuştur. Türklere eski haklarının geri verilerek isimlerinin iade edilmesi milliyetçi eylemlere sahne olmuştur. Sonuç Balkanlar ve özellikle Bulgaristan bölgesinde yüzyıllardır yerleşmiş olan Türk-İslam nüfusu, 1877 - 1878 Osmanlı - Rus Savaşı’nda, Osmanlı Devleti’nin ağır bir yenilgi almasıyla vatan bildikleri topraklarından göç etmek zorunda kalmışlar, göç ve muhacirlik olgusu ile karşı karşıya kalmışlardır. Aynı zamanda Anadolu mukimi Türkler de ilk kez göçmenlerle karşılamışlardır. Gelen soydaşlarımıza yardım duygusu ile kucak açılmış, ağırlıklı olarak devletin ekonomik gücü oranında yardımlar yapılmış, yerel halk da milli hislerle ve dini duygularla yardımcı olma gayretinde olmuşlardır. Fakat iskân edilen soydaşlarımıza hazine arazilerinden tarım arazilerinin tahsis edilmesi, buraları kayıt dışı kullanan yerel halkın bir kısmında rahatsızlıklara sebep olduğu görülmektedir. Kalifiye eleman açığı olan kamu ve özel sektörlerine yapılan istihdamların da iş arayan bazı kesimleri rahatsız etmiş olabileceği değerlendirilebilir. Fakat olumsuz manada çok fazla sıkıntılara sebep olmadığı bir gerçektir. Kuşkusuz ki, göçmen olarak gelen soydaşlarımızın çoğunlukla bir mesleğe sahip olması ve alanlarında istihdam edilmeleri sanayi sektöründe ve tarım sektöründe yapılan istihdamların Türkiye ekonomisine katkıları hiç de yadsınamaz orandadır. Ayrıca soydaşlarımızı kederlerine terk etmemek, Anadolu halkının ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kucak açması hiçbir şeyle kıyaslanamayacak kadar öneme haizdir. Soydaşlarımızın Türkiye ekonomisine ve tarım sektörüne olan artıları oranında, Bulgar ekonomisine olumsuz etkileri olduğu unutulmamalıdır. Ayrıca Bulgaristan’da radikal milliyetçiliğin yükselişe geçmesine de sebep olmuştur.


Makale ve Analizler - 2016

65

Bulgaristan, başta çifte vatandaşlık haklarını elde etmiş göçmen vatandaşlarımıza, geride bırakmış oldukları gayrimenkullerini iade etmesi halinde, öncelikle tarım sektöründe olmak üzere uzun vadede ekonomik girdilerinde artış yaşayabileceğini unutmamalıdır.

Almanların Batı Afrika’da (Namibiya) Herero ve Nama Halkının Soykırımı

Ünal Gazi-08.Haziran.2016

Konu: Nazilerin Yahudi Soykırımı Berlin Meclisinin 1915 olaylarına “soykırım” demesinden sonra Almanya kamuoyu çalkalanmaya devam ediyor. Tepkiler büyüyor. Burada Ankara meclisi de harekete geçti, eleştirilerle birlikte, 1933 - 1945 Çingene ve Yahudi soykırım olaylarının yeniden gündem edilmesi, basında yorumlanması ve TV programlarıyla halka her şeyin hatırlatılmasıyla birlikte, AK Parti Almanların Batı Afrika (Namibya) Herero ve Nana Halkına yaptığı soykırımın, yerlilerde dörtte üçünün öldürülmesinin soykırım olarak kabul edilmesine ilişkin sunduğu karar önerisi, muhalefet tarafından da desteklendi. Namibya’da ne gibi cinayetler işlenmişti? 1891 yılında, diğer sömürgeci Avrupa devletleri gibi, Almanlar da, kendi egemenlik alanlarını genişletmek, ham madde ve ucuz işgücü ihtiyacını karşılamak, deniz aşırı yerlere ulaşmak ve deniz ticaretini genişletmek için, Güney Batı Afrika’ya (Namibya’ya) yerleşmeye başladılar. Alman sömürgeciler, aynen diğer sömürgecilerin diğer sömürgelerde yaptıkları gibi, yerleştikleri bu yeni bölgeyi hegemonya altına aldıkları gibi,metotlar ve stratejiler geliştirdiler. İlk başlarda Almanlar, siyasi ve ekonomik taleplere ve baskılara karşı direnen yerli halkları tamamen yok etmek yerine, önemli ve tehlikeli gördükleri kısmını yok edip, kendi ucuz iş gücünü ihtiyaçlarına cevap verebilecek ve kontrol edilebilecek sayıda yerli halk üzerinde sistemli bir baskı kurarak onlara boyun eğdirmeyi yeğlediler.1 1- Henrik Lundtofte, The glaube, dass die Nation als Solche vernichten verden muss... Helmut Bley, Kolonialherschaft und Sosyalstrucktur in Deutch Südafrika 1894 - 1914...


66

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Almanlar kendi sömürgeci devlet politikalarına uygun olarak da, Almanya’dan çeşitli vaatlerle getirilen, 1891 yılında 539, 1896 yılında 2 bin 25, 1904’te ise 4 bin 500 Alman göçmeni geniş çiftlik olanaklarının sağlandığı bölgelere yerleştirildiler. 1914 yılına gelindiğinde, bu rakam 14 bin kişiyi buldu.2 Tarihçilere göre, Alman kapitalistleri, 1908 yılında, güney Batı Afrika’nın başta çok zengin altın, elmas, zümrüt madenleri olmak üzere, diğer yer altı ve yer üstü kaynakları olan bölgelerine yatırımlar yapmaya başladılar. Almanların ilk güney Batı Afrika sömürgesinin Valisi olarak atanan , Nazi ünlü liderlerinden Hermann Göring’in babası Heinrich Göring, özellikle bu ülkede hammadde elde edip Almanya’ya ihraç etme projeleri oluşturmak amacıyla, buralarda yerleşim yerleri ve geniş çiftlikler açmak isteyen Alman yerleşimcilerinin, Alman sömürge yönetimi adına hızla gölgeye yerleştirilmesini, Almanya’dan gelip yatırım yapmak isteyenlere çok büyük olanaklar sağlanmasını teşvik ediyordu.3 Almanlar, bölgede istedikleri gibi hareket edebilmek ve var olan yerli halkın ucuz iş gücünden ve olanaklarından bir sömürgeci olarak sonuna kadar yararlanmak, Güney Batı Afrika’nın en büyük yerli Herero halkının geniş ve verimli topraklarını fethetmek için, bölgeyi tamamen işgal etmeye başladı. Bu durum, Hereroların yaşamalarını ve geleneksel hayata bakış açılarını tehdit etmeye başladı. Almanlarla aralarındaki gerginliği arttırdı. Bu yüzden, Alman sömürge valisi Leutwein, çeşitli askeri stratejiler deneyerek, Hererolar ve Namalar üzerinde sistemli bir baskı ve terör rejimi kurdu.4 Almanlara karşı direnen ve Almanların topraklarını istedikleri biçimde kullanmasını istemeyen, Güney Batı Afrika’nın yerli halkının en büyük kesimini temsil eden 80 bin nüfuslu Hererolar ve 20 bin nüfusu olan Namalar, 1904 - 1907 yılları arasında Alman sömürge sistemi tarafından, tehdit olarak görüldüler. Almanlar bu yüzden, Hereroların ve Nanaların yok edilmesinin, kendi sömürgeci çıkarlarına uygun düşeceği sonucuna vardılar. Bu kanaatte sahip olan Alman sömürgecilerin Askeri komutanı olan Lothar von Trotha, Güney Batı Afrika’nın Waterberg bölgesinde (4 bin asker, 36 top, 14 makineli tüfekle dönemin engelişmiş siilahları) Hereroları yok etmek, kalanlarına boyun eğdirmek, sonuçta yerlileri istedikleri gibi kullanmak için, askeri bir harekat düzenlediler. General Lothar, Herero ve Namalara karşı soykırımcı harekata ilişkin hedefini şöyle açıklıyordu: Almanların egemen olduğu her yerde, silahlı veya silahsız sığır çobanı olan ya da olmayanlarını (yerli halkı kastediyorum) kesinlikle vurun. Bundan sonra kadınlar ve çocuklar da benim için önemsizdir. Bunların hepsinin Almanların 2- Horst Gründer, Geschichte der deuschen Kolonien... 3- L.H. Gann and Peter Duignan, The Rulers of German Afrika 1884 - 1914. 4- Helmut Bley, Kolonialherschaft und Sosialstruktur in Deusche Süüdafrika 1894 - 1914, 1968, s. 7, 40, 74.


Makale ve Analizler - 2016

67

yatırım yaptıkları bölgelerden zorla çıkarılmasını istiyorum. Eğer olmazsa hepsini vurun, öldürün. Harekatın sonunda, General Lother, yaptığı plana uygun olarak sistemli bir şekilde binlerce Herero’yu katletti.5 Ağustos 1941’de Almanların Avcı (Schutztruppe) kuvvetleri tarafından gerçekleştirilen harekattan kaçmaya çalışan binlerce Herero ve Nana, kaçmayı başardıkları tek yol olan (daha sonraki askeri bilgilerden ortaya çıktığı gibi, esasında Almanlar bu yolu bilerek açık bıraktılar, Omaheke Çölü’nde susuzluktan kırıldılar. Çölden kurtulup da geri dönebilenler ise, Alman avcı kuvvetleri tarafından katledildiler.6 Almanların saldırı gerçekleştiren kuvveti olan Schutztruppe’nin (avcı kuvvetleri)nin yaptığı saldırı harekatında, zamanın en iyi donanımlı Alman askerleri teknolojiyi kullanarak, Hereroların tamamını fiziki olarak yok etmek için, kadın, çocuk ve yaşlı demeden yok ettiler. Askeri saldırılar esnasında, ileride köle iş gücü olarakçalıştırılması amacıyla da, 15 bin Herero’yu ve 2 bin Nana’yı (Hotento’yu) esir aldılar. Daha sonra da bu esir alınan yerlileri, toplama kamplarına (gettolara) kapattılar . Almanlar yaptıkları askeri harekatta öldürülemeyen ve yakalanamayan Hererolara karşı da tekrar büyük bir av harekatı başlattı. Almanlar tarafından esir alınanların 7 bin 682’si daha sonra ağır şartlara ve işkencelere dayanamayarak zındanlarda öldü. 1911 yılına gelindiğinde ise, 80 bin Herero’dan yalnızca 15 bin 130 kişi, 20 bin Nana’dan ise, kaçabilenler dahil, ancak 9 bin 781 kişi hayatta kalabilmiştir. Diğerleri, Alman sömürgecileri tarafından soykırıma uğratılmıştı. Ünlü soykırım araştırmacısı ve demograf Rj. Rummel, konuyla ilgili olarak yaptığı araştırmalarda, Güney Batı Afrika’da (Namibiya’da) Almanlar tarafından soykırıma uğratılanların sayısının, esas sayının 132 bin kişiyi kapsadığını ve kadın, erkek ve çocuk binlerce Herero ve Nanana’nın Almanların soykırımından kurtulamadığını belirtmiştir.7 Almanlar tarafından askeri olarak yok edilemeyen binlerce yerli ise, daha sonraları her türlü kurumlarının bu soykırımlarda çökmesiyle birlikte, uygulanan bu soykırım stratejisinin ve yeni sömürgeciliğin kurbanı oldular ve sosyal, ekonomik ve kültürel şartlara dayanamayarak zamanla önemli ölçüde telef oldular. Almanların Güney Batı Afrika’da ekonomik çıkar amaçlı sömürgecilik serüvenler, Birinci Dünya Savaşı’nın yoğunluğu arasında son buldu. Bu konuyu araştıran bilim adamlarının kanısına göre, Almanların, yaşlı, çocuk ve kadın demeden 5- The Namibian Windhoek, 22 January 2003 6- Staff writter afrol News, 25 September 2004. 7- Lothar von Trotha quoted from Jan-Bart Gewald, Herreroes.


68

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Güney Batı Afrika yerlilerine karşı askeri güç kullanarak yürüttükleri bu topyekun yok etme savaşı, 20. yüzyılın ilk soykırımını ve ileride Nazi Almanya’sının yararlanılacağı, Güney Batı Afrika’daki Alman sömürgeciliğinin yarattığı soykırım amaçlı toplama kampları uygulamasının da temellerini oluşturdu.8 Konu üzerindeki araştırmaların verilerinden çıkan durum ise, Almanların 20. yüzyılın ilk soykırımını yaptıkları; (Almanlar birinci soykırımın 1915 Ermeni tehciri olduğu yalanını iddia ediyor) Namibya’daki tecrübelerinin daha sonra II. Dünya Savaşı sırasında da tatbik ettikleri ve yarım yüzyıl sonra soykırımcı anlayışlarını sürdürdükleri şeklindedir. Dünya tarihinde birinci soykırım işlemiş miller Almanlardır. Bu iki uygulama sırasındaki gözlemlerden çıkan sonuçları da hesaba katıldığı zaman, konuyla ilgili iddiaların gerçek olduğu daha da net olduğu gözükmektedir. 1984 yılında Birleşmiş Milletler (BM),hazırladığı Whiteker Raporuyla, Alman Askeri Kuvveytlerinin Nana ve Hererolara karşı Güney Batı Afrika’da (Namibya’da) 20. yüzyılın ilk soykırımını yaptıklarını geç olsa daresmen kabul etti. Rapora göre, 65 bin Herero (% 80’ni) ve 10 bin Nana (% 50’si) yerlisi Almanlar tarafından soykırıma uğratıldı. Bu soykırımda kullanılan yöntemi açıklayan raporun ilginç tarafı ise, sivil halka karşı, vurarak, işkence edilerek yapılanların yanında Nano ve Herereroların biçimli olarak Namibya Çölü’ne sürülerek, aç bırakılmaktan ve zehirlemelerden katledildiklerini belirtmesi oldu. BM Raporunda, Alman Kralı Kaeiser Wilhelm’in Güney Batı Afrika’da (Namibya) Alman General Lothar von Trotha tarafından uygulamaya konan soykırım ile Hitler’in Auschwitz soykırımı arasında, anlayış ve metot kullanımı açısından, çok açık benzerliklere yer verilmesi nedeniyle araştırmacılar, konunun mukayeseli olarak deeğerlendirilmesinin gerekliliği üzerinde durmaktadırlar.9 Dünya’ Almanların her dört Nama ve Nerero’dan üçünü katlettiğini ve bunun bir söykırım olduğunu biliyor. Alman meclisinin 1915 olayları üstüne hüküm vermezden önce kendi öz tarihine bakması tavsiye olunur. Lalan dolanla tarih yazılmaz.

8- Frank Chalk and Kurt Jonassohn, The History and Sosiology of Genecide- Analuses and case studies. 9- Yine orada.


Makale ve Analizler - 2016

69

Alman Parlamentosu’nun 1915 Soykırım Palavrası

Sevilcan Yüce-09.Haziran.2016

Bulgaristan’da da sert tepkilere neden oldu. Demokrat Gazeteci Koritarov’un Büyük Zaferi 2 Haziran’da Almanya Parlamentosu’nun 1915 Yılında Osmanlı İmparatorluğunda sözüm ona “Ermeni soykırımı” işlendiği yalanına oy vermesi, bütün Almanya’da olduğu gibi, Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde ve dünyada tepki uyandırmaya devam ediyor. Böyle bir kararı vaktiyle Viyana meclisi de onaylamıştı, fakat ardından demokratik güçlerin tepkileri karşısında Avusturya hükümeti ve devleti geçersiz kılmıştı. Berlin meclisindeki Türk milletvekillerinin asılsız bir karara oy vermesi ise sayıları 4 milyona yaklaşan Almanya’daki Türklerin camilerde, derneklerde ve Berlin meclis meydanında protesto eylemlerini başlattı. Gazeteler Türk vekillere “Satılmışlar, Ermeni diasporası ceplerini doldurmuş” diyerek lanet savuruyorlar. Olay Bulgaristan’da yaşayan Müslüman Türkler arasında da çok sert tepkilere neden oldu. Bilindiği üzere Bulgar Çarlık hükümeti 1942’de 20 bin Yahudi ve Çingene’mizi hayvan vagonlara tıkarak Polonya ve Almanya’daki gaz fırınlı toplama kamplarına gönderdi ve bir daha kaderlerinden ilgilenmedi. Bu bir soykırımdı. “Dahau” insan öldürme kampına atılan Bulgaristanlı Yahudilerden yalnız bir tanesi canını kurtulabilmiş ve o da İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra geri dönmemiştir. Bu arada, Berlin federal meclisi bildirisinden sonra, Türkiye Ermenileri Baş Piskoposu Aram Ateşyan Ermeni iddialarına ilişkin Türkiye Başkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a bir mektup göndererek, federal meclisin bir hekim rolü üstlenmesinin doğru olmadığını ve bu kararın Türkiye’de yaşayan Ermeniler tarafından esefle karşılandığını bildirdi. Başpiskopus Ateşyan, ağır ve zor günler yaşamış olan Türkiye’deki Ermenilerin torunları olduklarını vurgularken, Alman meclisinin kararını eleştirdi. Ateşyan iki komşu ve kadim halk arasına düşmanlık tohumları ekilmesine kesinlikle karşı çıktı. Bulgar resmi makamlar, AB ortaklığı çerçevesinde Almanlardan ve Berlin meclisinin 2 Haziran kararından yana tavır göstermeye çalışsalar da, 4 Haziran sabahı Sofya’nın en geniş seyirci kitlesi olan “bTV” sabah programında, kararın açıklanmasıyla gözleri ışıldayan ve ağzı bir karış açılan ve Ermeni soylu su-


70

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

nucuHekimyan ile Bulgar demokrat gazeteci Georgi Koritarov arasında canlı yayında çok sert bir söyleşi yaşandı. Olayın önemini dikkatte alarak aynen tercüme ederek BG-SAM okurlarına ve BULTÜRK Kültür ve Hizmet Derneği camiasına sunuyoruz: “Hekimyan: Türkiye ile Almanya arasında çıkan yeni hır mır konusunda sorularım olacak. Koritarov: Vesilesi nedir? Hekimyan: “Ermeni Soykırımı” Berlin parlamentosu bildirisi. Konu çok ciddi. Koritarov: Sizin dikkate aldığınız nedir. Birinci Dünya Savaşına rastlayan ve Türkiye’de iç çatışmalara neden olan kargaşalık mı? Yoksa o zamanki iç savaş mı? Hekimyan: Biz şimdi tarih dersinden sınavda değiliz. Soruma cevap veriniz! Koritarov: Yoksa siz İkinci Dünya Savaşında Ermenilerin Alman idamsız infaz birlikleri olan “SS” özel harekat birliklerine katılmasını ve orada işledikleri cinayetleri mi soruyorsunuz? Hekimyan: Bu sabah tarih sınavında değiliz! Koritarov: Arteşe Abegyan, bir isim olarak, sizde bir şeyler çağrıştırıyor mu? Hekimyan: Bu sabah birbirimizi tarihten imtihan etmek istemiyoruz değil mi Sayın Koritarov! Türkiye’de yaşayan Ermenilerden 1 milyondan fazla insanın yerlerinden kovulmuştur. Ölmüşler var.Onu konuşalım. Alman meclisi olayı bir soykırım olarak tanımladı. Bunu demek istiyorum. Koritarov: Size önemle şunu söylemek istiyorum. Konuyu açan ve gündem yapan sizsiniz. İzin verin de bu konudaki görüşümü paylaşayım. Bir halk “soykırım gördüm”, “soykırım kurbanıyım” dediğinde, aynı halkın öyle bir şey olmuşsa, (1935’te) yani yalnızca 20 küsur yıl sonra kendi temsilcilerini Alman faşistlerine göndermesi ve “soykırım” işlerinde yardım teklifinde bulunması tüyler ürperticidir. Ermeni halkının temsilcileri, Alman faşist idaresinden (3. Reich’tan) himaye talep etmişlerdir. Çünkü yukarıda adı geçen Arteşe Abegyan, bir Alman gazetesi olan “Volkischer Beobahter” de çıkan biz yazının müellifidir. Bu yazı, Almanların soykırımdan sorumlu yetkili devlet görevlisi olan Rozenberg’in Hitler’e Ermenilere “üstün ırk” statüsü verilmesini önermesine gerekçe oluşturmuştur. Kanımca, tarih bir bütün olarak okunmalıdır, Ermenilerin, çok büyük sayıda Yahudi’nin kovulmasına ve kovuşturulmasına karılmaları henüz yorumlanmamış bir gerçekliktir, bundan dolayı Türkiye ile Almanya ara-


Makale ve Analizler - 2016

71

sındaki tartışma konusunu başka bir programda özel olarak ele alabiliriz.Bu tartışmaya özellikle konu uzmanları davet edilmeli ve katılmalıdır. Hekimyan: Gerektiğinde sizi de davet ederiz. Koritarov: Bu çarpıtılmış büyük bir gerçeğin içine saklanmış küçük gerçektir ve görünmelidir. Hekimyan: Tarihi, Şeytanın İncili okuduğu gibi okumayalım lütfen. Koritarov: Hayır, şeytanın İncili okuduğu gibi okumuyorum. Burada yapılması gereken, arşivler komple ve tarafsız okunmalı ve hakikate dayanan sonuç çıkarılmalıdır. Hekimyan: Evet, gerçekler her taraftan görülebilmelidir. Koritarov:Orada, o zaman olmuş bir iç savaş var. İç Savaşlarda çok kurban olur. Hekimyan: Fakat ölenler yalnız somut bir etnik topluluktandır, değil mi? Koritarov: Hayır öyle değil. Doğru konuşmuyorsunuz. Okuyun meslektaşım. Okuyun ve öğrenin. Hekimyan: Şimdi, burada, siz, 1915’te Ermeni soykırımı olmamıştır, diyorsunuz, Öyle mi? Koritarov: Tarihsel açıdan bir trajedi yaşanmıştır, fakat tarihe genel kapsamlı bakıldığında, pek çok soru işareti doğuran bir trajediden söz etmek zorundayız. Bu sorulardan biri, Ermenilerin Alman Nazi Yönetiminden yardım istedikleridir. Neden faşistlerin Ermeniler üzerine şemsiye açmasını talep etmiş olmalarıdır! Bu himaye neden Alman faşistlerinden istenmiştir? Sorun budur! Hekimyan: Tarih dersi için teşekkür ederim. Koritarov: Konuyu bilen kişileri davet edin ve halk tarihi öğrensin. Hekimyan: Belki de 1915’te Almanya Osmanlı devletinin müttefiki olduğundan dolayı, 101 yıldan sonra 2 Haziran’da Berlin Meclisi “soykırımı” tanıması gerektiği sonucuna vardı. Neden tam şimdi. Somut nedenlerini ben de bilmiyorum. Koritarov: Aynı görüşte değilim. Nedenler tamamen farklıdır. İsterseniz konuyu değiştirmeden bu noktayı biraz daha derinleştirelim. Hekimyan: Ben bu söyleşinin böyle gelişmesini beklemezdim. Koritarov: Konuların derinliği ve etki alanı görüldüğünden çok daha farklıdır. Bu yüzden, olayları daha geniş boyutlu ve komple ele almak gerekiyor. Hekimyan: Siz şimdi bize, Yahudilere karşı (holokost) soykırım olmadığını da söyleyebilirsiniz. Öyle değil mi?


72

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Koritarov: “Holokost” olduğu tanınmıştır. Ve Yahudi soykırımında, Gargin J. De, ve Armenische Lider in SS Waffen - (SS Silahlı İnfaz Güçlerinde Ermeni Legyon Şefi , Dro Drastamat Kanayan ve artık sözü geçen Arteşe Abegyan gibi Ermeni ileri gelenleri Yahudi soy kırımına bizzat katıldıkları gibi bu yüzkarası işlerde çok önemli rol da üstlenmişlerdir. Hekimyan: Görüyorsunuz şimdi Türkiye’de bombalar patlıyor ve biz Türk halkına baş salığı diliyoruz. Koritarov: Konuyu açan sizsiniz. Soruları soran da sizsiniz. Hekimyan: Ben yarı Ermeni olduğum için siz bana saldırdınız. Koritarov: Hayır ondan değil. Bilgisiz olduğunuz için. Okuyun ve tarihinizi öğrenin. Hekimuyan: Ama biz ne de olsa, o zaman öldürülmüş olan 1 milyon 500 bin Ermeni vatandaşının acısını paylaşalım. Koritarov: Evet ölmüş olabilirler, fakat soykırım yapılarak değil, o zaman Osmanlı’da meydana gelen iç kargaşalık sonucu telef olmuşlardır. Ermeniler o zaman, bir devlet olan, Osmanlı’dan toprak koparmak için silahlı ayaklanma başlatmıştır. Hekimyan: Gerçeklerle, tarihle ilgili son sözü dinleyici ve seyircilerimiz söyleyecektir. Koritarov: Evet öyle, fakat hüküm vermeden önce okumalı ve gerçekleri öğrenmelidir. Gazeteciliğin temel taşı okumaktır. Hekimyan: Tarih dersi için teşekkür ederim. Okurken başka gerçekler de öğrenmesinler? Okurken hepten yanılmasınlar? Koritarov: İnternete girsinler ve Arte Sabagyan, Dro Drastamat Martşisoroviç Kanayan, Garagin J De yazsınlar ve okusunlar, öğrensinler, gerçeklerle yüzleşsinler, hazırlansınlar ve yeni bir görüşme yapalım. Bu işler okumadan olmaz...


Makale ve Analizler - 2016

73

Can Suyu Verme Zamanı

Dr. Nedim Birinci-09.Haziran.2016

Konu: Kitleleri sürükleyen yeni bir dernekçilik yolunda Bahar istemese de yazı, kapı çalıyor sıcaklar. Yazdan bahara dönüş yolu uzak. Toplumda da öyle değil mi. Bakıyorum orta direk olmuş Cumhurbaşkanı Rosen Plevneliev. İftara toplamış Müftüyü Papazı Hahamı. Partililer de orada ve bakışamasalar da aralarında, kulaklarının pası alınıyor. Bulgar tarihinde iftar veren ilk Cumhurbaşkanı olmak büyük şeref. Şu temenniyi ne zamandan beri beklemiştik: “Umarım benden sonra da, siyasi rengine bakılmaksızın bu güzel gelenek devam edecek.” Biz hiç şüphesiz bu güzel sözleri duymak ve hayatta uygulamak için yattık zindanlarda, şehitler gömdük 1985’lerde ve ayaklandık 1989 Baharında. Her şey gönlümüzce olsaydı ne işimiz olurdu gurbet ellerde, sılama, sığınmacı çadırlarında... Halkımız iki çift iyi söz, bir nebze samimiyet, düşmanlıkların, korkunun, kışkırtıcılığın, ötekileştirmenin hepimizin katılacağımız defin törenine katılmak istiyor. İftar sofraları bunun için açılıyor ve herkes buyur ediliyor. İlam dininin den başka ne başka bir din, ne bir ideoloji, ne bir siyaset, ne bir kültür ve medeniyet dünyaya böyle bir sofra açmamış ve herkesi davet etmemiştir. Geçen yıl Sofya’da birkaç defa eş dostla, aydın arkadaşlarla oruç açtık. Öyle yakası açılmamış konuların döküldü ki iftar sohbetlerine etkisi bugün de devam ediyor. İstanbul Bayrampaşa’dan bu sene de çekildi oruç kervanı, sanatçılar, ezanı ve mevlitleri iyiden iyi okuyan ve her gönle girebilen hafızlar, imamlar, ilahileriyle gökleri dolaşıp dönen sanatçılar... Balkanlar Ramazan’da bambaşka. Artık Ramazan’ı bekleyenler diyarı oldu Deliorman, Rodoplar. Minareler bir başka yükseliyor sanki göklere, bir başka yeşerdi bu yıl da doğa ve kuşların şarkıları da çok farklı... Kuşkusuz sorulacak sorular da çok. Üstat şairlerimizden Ahmet Emin Atasoy, Ramazan’a bir başka kapıdan girmiş ve “Dövünme” şiirinde “hangi su yıkar bu masum kanları korku dört bir yanı bürüdü oy oy” demeden geçememiş. Olayların üzerinden 27 yıl geçmiş olmasına rağmen, bugün de “suçsuz faşistlerden”, “suçu olmayan komünistlerden”, “baştan başa baskı ve terör, zulüm ve katliam” olan totaliter düzenden neredeyse özlemle, biraz da övgüyle söz edenler yok değil aramızda. Şahsen bana kalsa, bu kitlenin arasında en teh-


74

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

likeli olanlar susanlardır. Bön bön bakan ve susanlar. Biz onların hangi noktada bizimle olduklarını anlayamadık. Hapiste yoktular. “Belene” toplama kampını tanımadılar. Köylerimizi milis ve jandarma zırhlılarla bastığında ve bugüne bugün sayıları bile tam olarak bilinmeyen şehitlerimizden “Helalık alma” ve defin törenlerinde bile yoktular. Birçokları gece gece katıldılar göç seline ve yürüyüşlerinde bir kusur yoktu, kaçtılar, kaçıyorlardı neden kaçtıklarını bilmeden ve beraberlerinde o denli taşlaşmış duygular getirdiler ki, ne eridiler, ne dağıldılar, ne ufaldılar ne de büyüdüler. Onların yüreğinde acıma duygusu orada da yoktu. “Bana bir şey olmasın da” bir zihniyet olmuştu ve değişmedi. Bu grupların içinde birçok aydınımız da vardı. Onların hepsini Bursa’da “Ulu Cami” avlusundaki çınarların gölgesinde kahve ve çay sohbetlerinde tanıma imkanı bulabildik. Bulgaristan’dan birikimli gelen Razgrat’a bağlı Torlaklı Ahmet Şerefli göçmenlik gelenekli derin kök salmış “Bal Göç” derneğinin ajitasyon ve propaganda işlerine baktı. Bazen birlere saklandı, içinde, gönlünde ve kafasında ne varsa “Türk Doğdum, Türk Öldüm” gibi eserlerine döktü. İnsanımız ne yerse onu hazmeden. Şeker yese ballanır, zehir yese otalanır. Bu kitabı ve başka yazı ve uzun hikayeleri, bir yere kadar da şiir ve destanlarımızı okuyanlar hep ya düşündü kaldı ya da iki ucunu bir yere bağlayamadan susmaya alıştı. Bu kitaplar kalınca olduğundan insanımız karanlığın ötesini göremedi ya da bizi bu günlere getiren hileli zamanların taşlı pirincini ayıklayamadı. İnsanımızın bir kahramana, lidere ihtiyacı vardı. Onlar onun kim olduğundan, kimlerin soyundan geldiğinden, teninin neye koktuğundan, vasıflarından, kime hayrı dokunabileceğinden, ne gibi alışkanlıkları olduğundan, bir şeyler bilip bilmediğinden, okuyup okumadığından, kör cahilliğinden, ihanet etme alışkanlıklarından, koyunlar gibi önünü göremediği için gizli polisin kuyruk kokusunu izlediğinden, çarpma çorma alışkanlıklarından, anadilimizi bile konuşup konuşmadığından, camiye girip girmediğinden hiç ilgilenmedi... Kalın kitapları yazanlar da gerçekleri yazmak istemediğinden Bursa’da “Yazılan bu kitap şöyle veya böyle anlaşılmalıdır” diyebilecek biri bulunmadı. Halkımızın, soydaşların, eski yeni göçmenlerin sahte “lider” Ahmet Doğan hakkında bilgi eksikliği içinde boğulmasından suçlu olan bir kişi gösterilemedi. Türklük haini bir lidere tapmamız istendi. Bulgar gizli polisi bu olay hakkında şöyle düşünüyordu. “Türkler koyun gibidir.” Osmanlı Padişahlarına da ayaklanmamışlar. İstedikleri “başlarında birisinin olmasıdır. Hatta o kişinin onlardan olması bile önemli değildir.” Bu mantıkla yatıp kalkan dernek, federasyon vs. başkanları, hapisçiler, eski tüfekler, kaşarlanmış başkanlar ve kendilerini siyasetçi sayanlar bile, etnik halk topluluğumuza ve soydaşlarımıza dayatılan, demokratik hak ve özgürlüklerimizin, insan haklarımızın tanınmasına ellinden geldiğince engel olan HÖH partisi ve yönetim ekibinin totalitarizm uzantısı, hainlerin haini olduğunu görüp söyleyemedi. 27 yılda bir maske indiremedi.


Makale ve Analizler - 2016

75

Yanlış yazılanları yanlış olarak dayattı, doğru olanı aramadı, gerçeğin köklerine inmeye gayret etmedi. Özetle, hainliğin başı olan, Doğan hakkında dört laf söylemediler. Hatta bu bizim “kampta”, “bizimle birlikte sürgünde yoktu”, “tutuk evinde bizi çalıştırdılar, dövdüler, ezdiler, onun kılına dokunan olmadı” vs diyen olmadı. İnsanımız, dernekle sanki herkes hain liderin gölgesiydi. “Liderleri güneşti”, güneş olmayınca gölge de olmayacaktı ve onların bir hiç olacaklardı. “Kral çıplak” diye haykıracak yürekli birileri yıllarca çıkmadı ortaya. Yüksek mimarlık öğrencisi , halk sevgilisi olan Oktay Yeni Mehmet de olmasaydı, kuru sıkı bir tabancayla haini HÖH kurultay kürsüsünden atmasaydı, karanlık zindanlaşmaya devam edecekti. BG-SAM -Bulgaristan Stratejik Araştırmalar Merkezi, BULTÜRK -Bulgaristan Kültür ve Hizmet Derneği yayınları gerçeğe yıllardan beri bol ışık tutsak da, “ama bu lamba gözümüzü alır korkusuyla yaşayanlar” gerçeğe bakamadılar, çünkü onların aradığı koyu ve serin gölgeydi. HÖH yönetimine, siyaseti çarpıtma ustası sahte lidere tapanlar artık uyandılar, hatta iki yüzlü olmaya heveslenenler oldu, çünkü Bursa’dan da hem DOST kurucu kurultayına hem de HÖH 9. olağan kurultayına katılanlar oldu. Her iki kurultayda da aynı konuşmayı okumaları bile kendilerini rahatsız etmedi. Soruyorum: Türkiye ve Bulgaristan’ı göremeyen, değişiklikleri okuyamayan, Halkımızı yanıltan bu siyasi figüranlar, BAL-GÖÇ ve diğer dernek, federasyonlar ve konfederasyonların başkanları Bulgaristan Türklerinden, Müslüman Türklerden, soydaş ve göçmenlerde, “biz gerçekleri göremedik, sizi de aldattık, uyuttuk, sizden yanlış kişiler için oy istedik, özür dileriz” sözlerini ne zaman söyleyecekler. Ne zamana kadar susacaklar? Ahmet Doğan ölse, kurtulduk diyeceklerine, siyaset süprüntülerinin cenazeye gideceğine inanmaya başladım... Çok üzgünüm. Yazımın başında işaret ettiğim o kitap ve ardından ona dayanarak Prof. İbrahim Tatarlı’nın kaleme aldığı “Bulgaristan Türklerinin Kültür Tarihi” eserinde 1984 - 1989 dönemini anlatırken, Ahmet Şerefli gibi o da, yanlış bir kişiyi “lider” olarak biçimlendirerek, hepimize çok büyük kötülük etti. Çok uzun zaman sustuktan sonra TV yorumculuğuna ısınan HÖH kurucularından ve 2002’ye kadar Genel Başkan Yardımcılığı ve Örgüt Sorunları Sekreterliği görevinde bulunan Osman Oktay’ın bazı konularda gerçekleri tereyağından kıl çıkarır gibi gün ışığına çıkarması ve hatta gazetelerde basması dikkati çekti. Bu gerçeklerden biri, Hak ve Özgürlükler Partisi (HÖH)’ün Dobriç’in Baraklar köyünden Necmettin Hak ve arkadaşlarının 1986’da kurdukları illegal Bulgaristan Türklerinin Milli Mücadele Hareketi’nin devamı değil, Koşukavaklı (Krumovgrat) öğretmen Mustafa Ömer ile Slivenli Ormancı ve Sabri İskender gibi devrimci sürgünlerin ve onların halk kitleleriyle temaslarını ve bağlarını örgütle-


76

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

yen ve yöneten Silistreli Nasıf Başaran tarafından kurulan ve halkın gönlünü saran “Demokratik Lig” direniş örgütünün devamı olarak kurulduğunu kabul edip yazması, büyük ilgi uyandırdı. Bu gerçek, 2002’den beri BULTÜRK tarafından ve 5 yıldan beri de BGSAM yayınlarınca yüzlerce defa belirtildi ve artık nihayet halkımıza indirildi. Perdenin kalkması ve sahnedeki sahte kahramanların görünmesi, BAL-GÖÇ gibi büyük örgütleri mutlaka hem de kaçınılmaz bir şekilde soydaşlarımızdan, göçmenlerimizden ve Bulgaristan’daki kardeşlerimizden Af Dileme’ye zorlamalıdır. Yanlış bir trene, yanlış bir gemiye ya da otobüse binen insan, gideceği yere gidemez. HÖH partisinin yönetiminde, özünde ve köklerinde kurt yeniği var ve bu mutlaka temizlenmelidir. Bu yolda ilk durak af dilemektir. Özür dilemeyi geciktiren dernek ve federasyon liderleri yeni gelişmelere engel olacaktır. Bu gelişmenin ilk çatlaklarını Cebel 19 Mayıs anma töreninde Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçisi sayın Gökçe’nin bile paralı mitingciler tarafından yuhalandığına tanık olduk. Halkımız özür bekliyor. Beklenen özür, Ekim ayında genel seçimlere ve Cumhurbaşkanlığı seçimine giderken olaylara ışık tutacak, cepheler netleşecek, kimin ne kadar siyasi kör olduğu ortaya çıkacaktır. Bu yaz artık geldi, hainlerin babası Ahmet Doğan baharına asla geri dönülemez. Öyle bir yol yok. DOST partisine açılmak isteyenlerin siyaset anlayışı kökten değişmek zorundadır. Bugünden başlayarak her yeni gün Bulgaristan Türklerine, tüm soydaşlarımıza ve kardeşlerimiz yeni can suyu verme zamanıdır. Bu ödev öncelikle kitle örgütlerimizin, STK’ların, derneklerimizindir.

Yahudilerin Çekisi

Ünal Gazi-09.Haziran.2016

Konu: Almanların Yahudi Soykırımları Almanya’da Nazi iktidarının kurulması ve 1934’te Hitlerin Kanzler olmasıyla kıta Yahudilerine karşı tarihte eşi görülmemiş bir planlı soykırım uygulandı. Bu imha planları “üstün Alman” ırkı oluşturma hesaplarından bir parçaydı. Bu konuda önce Nazı devlet yönetimi Wannsee Konferansında karar aldı. Ardından 2. bir konferans toplanarak Yahudileri imha etme caniliği SS güçlerine yani Himmlere verildi. Olayın uygulanmasına bir daha değinmek istiyoruz:


Makale ve Analizler - 2016

77

9 Temmuz 1938’den başlayarak, Naziler tarafından Münich’te çırası yakılan Sinagog yakma olaylarıyla birlikte, 1.500 Yahudi sokaklarda kavga çıkarttıkları gerekçesiyle toplama kampına tehcir edildi. Naziler, Ağustos 1938’de, Münich’teki Sinagog yıkma olayını Nürnberg’de devam ettirdiler. 9 Kasım 1938’de Naziler, liderleri Hitler ve Goebbels’in planladığı gibi, Alman soykırım tarihinde, (Alman soykırım tarihinde Çingene Soykırımı ve Nabimya soykırımı da vardır) adı çok geçen meşhur Kristallnacht olaylarını başlattılar. Kristalnacht olaylarında Naziler, tüm Almanya’da Yahudilere ve Yahudilere ait yerleşim birimlerine, dükkanlara ve Sinagoglara saldırdılar. Yakaladıklarını katlettiler. Dükkanları, Sinegogları ve evleri yakıp yıktılar. Olaylarda birçok Yahudi işyeri, evi, okulu, Sinagog’u yakıldı yıkıldı. Olaylardan sonra asayişi sağlamak bahanesiyle yine 30 bin Yahudi, hükümet tarafından Toplama kamplarına kapandı. Bu konu çok araştırıldı. Kesin kanılara göre, Kristalnacht olayının yarattığı sonuçlardan dolayı, Yahudiler, kısa zaman içerisinde, Alman ekonomik ve profesyonel hayatından tamamen silindiler.10 Haziran 1941 - Ocak 1942 tarihleri arasında ise, Litvanya’da, Alman özel infaz ekipleri tarafından yapılan operasyonlarda, yerli halkın yardımlarıyla, 135 bin Yahudi soykırıma uğradı. 1941 yılında, Almanya’dan Riga, Minsk ve Kovno’ya gönderilen Alman Yahudileri, bu şehirlerdeki toplama kamplarında, profesyonel Yahudi infaz ekipleri tarafından kurşuna dizildi. Fiziki soykırım gerçekleştirildi. Avrupa’daki Yahudi kontrol ve daha sonra da toplu katliam için belli merkezlere tehciri yaygınlaştırıldı. Hollanda’da 107 bin; Belçika’da 28 bin; Fransa’da 42 bin; Danimarka’da 779; İtalya’da 5 bin; Romanya’da binlerce, Bulgaristan’da 20 bin; Yunanistan’da 45 bin; Macaristan’da 430 bin; Slovakya’da 50 bin; Norveç’te 1.500; Hırvatistan’da 5 bin Yahudi, soykırım amacıyla toplama kamplarına gönderildi. Bu kampların toplam sayısı 49’du. Yok edilmek üzere kamplara sürülen Yahudilerin bir kısmı Polonya’da ağzına kadar insan dolu Yahudi gettolara, büyük bir kısmı ise, daha sonra, Yahudi katliam merkezi olarak atlandırılacak olan, Polonya’daki Chelmo, Kulmhof, Treplika, Sobibor, Auschwitz ve Belzec; Latviya’da Jungfermhof ve Beyaz Rusya’da Trostinets toplama kamplarına gönderilerek profesyonel T4 teknik öldürme servisi tarafından Reinhard Operasyonlarında katledilmeye başlandılar. 1942 yılında, Belzec toplama kampında, 600 bin Treplika toplama kampında 900 bin, Sobibor toplama kampında 250 bin, Kolmhof toplama kampında 150 bin kişi öldürüldü. Chelmo toplama kampında ise 152 bin Yahudi toplu halde öldürüldü. Yaklaşım 1 milyon 500 bin Yahudi gettolarda açlıktan ve kurşuna dizilmelerden dolayı hayattını kaybetti. Almanlar, Yahudilerin büyük çoğunluğu10- Wolfgabng Benz<. Translator Jane Sydenham-Kwiet. 1999. Tho Holocaust.


78

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

nun Auschwitz - Birkenau toplama kampında (1 milyon 500 bin kişi) Maydenek (Lüblin) toplama kampında (1 milyon kişi) olmak üzere kurşuna dizilerek, asarak, özel insan fırınlarında yakarak ve gaz odalarında zehirleyerek katledildi. Bunun yanında, 70 bin Polonyalı entelektüel ve Sovyet esir de Çingene ve Yahudilerin akıbetini paylaştı.11 Toplama kamplarında öldürülmeyen Yahudiler ise, yoğun olarak uygulanan topluca kurşuna dizilmelerder, gettolara sıkıştırılmaların verdiği eziyetlerde açlıktan, yapılan işkencelerde, doğrudan Gestapo, SS’lerve Einzats Komandoları (özel infaz ekipleri) tarafından tek tek kurşuna dizilerek katledildiler. Sınıra yakın Sovyet bölgelerinde yaşayan 700 bin Yahudi, Baltık ülkelerinde iser binlerce Yahudi, Alman özel infaz gücü tarafından kurşuna dizilerek katledildiler. Araştırmacılara göre, 1 milyon 800 bin - 1 milyon 900 bin arasında Polonya Yahudi’si de, Almanlar tarafından yapılan soykırımlarda katliama uğradılar.12 İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudileri katledenler, özellikle Almanlardı. Almanya bugün de faşizmin işlediği soykırımın yüz karasıyla yaşıyor ve 1915’te soy kırım ilendişği gibi sahte ve tamamen yalan konularda Türkiye devletine ve halkına çamur atmaya çalışarak uluslararası hukuk ve ahlak normlarını çiğniyor. Üstelik, bu konuda tarih arşivlerini açıp olaylarla yüzleşmek de istemiyor. Unutulmamalı 1915’te Osmanlı Orduları Genel Kurmay Başkanı Almandı. Yahudileri soykırıma uğratma operasyonlarıyla ilgili araştırma yapan ünlü psikolog ve soykırım araştırmacısı Robert Jay Lifton1944 yılının Haziran ayında her gün 10 bin kişinin (çoğunlukla Yahudi) gaz odalarında zehirlenerek; 1944 yılının Ağustos ayında ise, her gün 20 bin kişinin yakılarak katledildiğini açıklamaktadır. Almanlar tarafından yapılan bu katletme olayları, Lifton’a göre 24 saat hiç durmadan, aralıksız olarak sürdürüyordu. Soykırım araştırmacıları tarihçi Frank Chalk ve sosyolog Kurt Jonassohn da, Almanların, İkinci Dünya Savaşı Sırasında bilimin, ekonominin ve bürokrasinin yarattığı iktidar silahlarını, en efektif bir biçimde kullanarak, tarihte ilk defa bu yoğunlukta (toplam 9 milyon Yahudi katledilmiştir) biyolojik ve etnik soykırımı gerçekleştirdiklerinin altını çizmektedirler.13

11- http:/ www.brainyencyclopedia.com/encyclopedia /a/ au auschwitz concentration camo.htm. 12- Frank Chalk aund Kurt Jonassohn. The History and Sosiallogy of Genocide. 13- Christopher R. Brownıng. Ordinary Germans or Ordinary men?


Makale ve Analizler - 2016

79

Türkiye ve KKTC’de Seçimler Yaklaşırken Doğu Akdeniz’de Yaşananlar

İsmail Cingöz14-10.Haziran.2016

Kıbrıs Rumlarının Akrites Planı ve Kanlı Noel eylemleri ile 1963’te başlayan Kıbrıs sorunu, Kıbrıs Türküne karşı uygulanan soykırımlar ile dayanılmaz bir hal almıştır. Yaşanan bu olaylar üzerine Türkiye’nin 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ile Ada’ya barış hâkim olmuştur. Fakat Harekât ile fiilen ikiye bölünen Ada’da kalıcı bir antlaşma sağlanamamış olsa da müzakereler günümüze kadar devam edegelmiştir. Ve bir süre daha devam edecek gibi görülmektedir. Kıbrıs Sorunu henüz çözülememişken 2011’de Ada’nın güneyinde zengin doğalgaz yataklarının keşfi ile yeni bir gelişme yaşanmıştır. Bu gelişme Doğu Akdeniz ülkelerinin siyasetini kısa sürede etkilerken, üretime geçirilmesi halinde ise dünya siyasetini daha da derinden etkilemesi kaçınılmaz olacaktır. Yapılan sondaj çalışmaları ile 1 trilyon 500 milyar doları bulacağı tahmin edilen hidrokarbon yataklarının yanı sıra petrol rezervlerine de rastlanmış olması, bölgenin en önemli enerji koridoru olacağına işaret etmektedir. Jeopolitik ve jeostratejik konumu nedeniyle tarihin her döneminde büyük güçlerin ilgisini çeken Doğu Akdeniz bölgesi, bir ticaret ve ulaşım kavşağı olarak dünyanın en önemli ve en stratejik bölgesini teşkil ederken, bulunan bu yeraltı kaynakları ile önümüzdeki süreçte önemi katbekat artacaktır. Bu kadar büyük yeraltı kaynakları üzerinde Türkiye, Mısır, İsrail, Suriye, Lübnan ve Rumlar da hak talep etmektedirler. Bu durum stratejik dengeler açısından yeni ittifakların yaşanmasını kaçınılmaz hale getirmiştir. Kıbrıs Rum Yönetimi hidrokarbon aramalarını başlatırken, bir taraftan da bölge ülkeleri ile ilişkilerini geliştirme çabasına girişmiştir. Bu bağlamda diplomatik ve hukuki ataklar sonucu Mısır, Lübnan ve İsrail ile ekonomik anlaşmalar imzalarken diğer taraftan 26 Şubat 2015 tarihinde Rum limanlarının Rus gemilerine açılması anlaşmasını imzalayarak yeni bir hamle daha yapmıştır. Bu anlaşmanın devamı niteliğinde bir hava üssünün Ruslara açılması hususunun da görüşülmekte olduğu Rum lider Anastasiadis tarafından açıklanmıştır. Rumların doğalgaz arama hamleleri ile eş zamanlı olarak Türkiye, 21 Eylül 2011 tarihinde KKTC ile Kıta Sahanlığını Sınırlandırma Anlaşması’nı imzalamış, hemen akabinde Koca Piri Reis gemisini bölgeye göndermiş ve sismik aramalara başlamıştır. Türkiye’nin bu bölgede doğalgaz çıkartmayı başarması ve 14- Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Uzmanı, BULTÜRK Ankara Temsilcisi.


80

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

KKTC’nin de dâhil olduğu bir antlaşmayı yürürlüğe koyabilmesi halinde geleceğin büyük ekonomik ve siyası gücü olması pekâlâ mümkündür. Doğu Akdeniz’de yaşanan bu süreç devam ederken, KKTC 19 Nisan 2015’te yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerine, Türkiye ise 7 Haziran 2015’te yapılacak genel seçimlere hazırlanıyor. Yani Türk tarafı seçimlere odaklanırken, Rumlar yeni müttefikler ve stratejik ortaklıklar arayışına ara vermeden devam edecektir. Hem KKTC’de hem de Türkiye’de peş peşe yapılacak olan seçim heyecanı yaşanırken Doğu Akdeniz ve Kıbrıs politikası ihmale gelmemelidir. Bu arada 24 Nisan 2015’te yapılacak olan Çanakkale Zaferi’nin 100. Yılı Anma Etkinlikleri Türkiye için bir fırsat olabilir. Çünkü bu törenlere yabancı devlet başkanları, başbakanları ve misyon şeflerinin davet edildiği ulusal ve uluslararası basında yer almıştır. Bu konuklara Çanakkale Kahramanlıkları ile ilgili olarak yapılacak sunumlara, iyi hesaplanmış planlar ile “Sözde Ermeni Soykırımı Yalanları” ile “Kıbrıs ve Doğu Akdeniz Politikalarımız” da dâhil edilebilir. Zira bu tür ekinlikler, Türk tezlerinin arzı ve belki de kabulü için uygun ortamlar ve fırsatlar sunabilir.

Rosen Plevneliev AB Genel Kurulunda Konuştu

Raziye Çakır-11.Haziran.2016

Konu:Cumhurbaşkanımızı çok ararız. Bulgaristan gazetelerinden tercüme. Bulgaristan Türkleri ve soydaşlarımızın oylarıyla da 2012’de seçilen Cumhurbaşkanı Rosen Plevneliev’in görev süresi bu ayın sonunda doluyor. Kendi isteğiyle ikinci dönem seçilmek istemediğini açıkladı. 1990’dan sonra göreve gelen Cumhurbaşkanlarımız arasında Plevneliev Rusya’dan kopup Avrupa Atlantik siyasetine bağlanma yolunda çok çaba harcadı ve önemli adımlar atabildi. Seçildiği yıl Amerika’ya yaptığı ziyarette, totaliter komünist Jivkov idaresinin vatanımızı Sovyetler Birliği’ne (SB) siyasetini ve memleketimizi 16. Sovyet Cumhuriyeti yapma kararını en sert şekilde eleştirdi ve kınadı. Bulgaristan iç siyasetinde sözde “kurtarıcı” Rus izlerinin silinmesine çalıştı, hatta Rus anıtlarının sürekli boyanmasına ve sökülmesi isteklerine tepkili olmadı.Azınlıklar konusunda ılımlı dav-


Makale ve Analizler - 2016

81

ranan Plevneliev, bu mübarek Ramazan’da Bulgar Başmüftülüğü nezdinde tüm müminlerimizle iftar açan ilk Cumhurbaşkanımız olma şerefine nail oldu. Aşırı sağ, ırkçı güya “Yurtsever cephe” milletvekillerinin dış ülkelerdeki seçmenlerin, özellikle de seçim sandığı sayısını 196’dan 35’e indirerek Türkiyedeki seçmenlerin oy kullanmalarını engellemek ve iki defa oy kullanmayan vatandaşın da vatandaşlıktan çıkarılması yasa önerisine veto koyması asla unutulamaz. Halen bu saya değişikliği Sofya Anayasa Mahkemesi’nde görüşülüyor. Bu hafta, yeni dikkate değer ve uzun zaman unutulmayacak bir olay oldu. Plevneliev, Strazburg’ta Avrupa Parlamentosu’nun şeref tribününde bir konuşma yaparak, Avrupa’nın geleceğine ve Avrupa Birliği’nin günümüz çağrışımlarına değindi. Plevneliev, Bulgaristan’ın seçimle iş başına gelen 4. devlet başkanı ve 2007’de ülkemiz AB’ye üye olduktan sonra Avrupa Parlamentosu kürsüsünden konuşma yapan 2. Cumhurbaşkanımızdır. Cumhurbaşkanı Plevneliev’in konuşması defalarca alkışlarla kesilmiştir. Cumhurbaşkanı, bir kadim Avrupa halkının Avrupa yandaşı bir Başkanı olmakla gurur duyduğunu söyledi ve Bulgarlar, Güney Doğu Avrupa’da güvenlik kalkanı ve olumlu gelişmelerin motoru olmak onuruyla yaşadığını, ekledi ve şöyle devam etti:Bugün barış ve özgürlükler sınav vermek zorundadır, dünya ve yerel güçler rekor sayıda çatışmaları önleyemiyor ve çözemiyor. Berlin duvarını yıkan nesil, bugün Avrupa merkezinde yeni duvarlar örüyor. Yeni bir Soğuk Savaş eşiğinde olmadığımızı umut etmek isterken, soğuk bir barışla yüzleşiyoruz. Ukrayna olayları rüzgarı döndürdü. Rusya Başkanı sıkça dev güçlerin “etki alanlarından” söz ediyor. Biz yeni bir Yalta konferansına yakın mıyız? Batı, böyle bir gelişmeye hayat hakkı tanırsa, yüz karası olur. Karakter göstermek ve Avrupa projesi üstüne görüşlerimizi savunmalıyız. Modernleşme, eğitim, çatışmalara değil, diplomasiye yeşil ışık yakmak, akil siyasetçilerin inancıdır. İnancı olmayan, yeni bir savaştan ve uygun bir düşmandan ihtiyaçları olmamalıdır. Güçlü komşular, küçük devletleri az bir çabayla istikrarsızlaştırabilir, fakat onları yeniden kuracak olan güç “büyük devletler” değil, kendi halklarıdır. Uzak görüşlü siyasetçiler komşu topraklarını ele geçirmeye ve sınır çizgilerini değiştirmeye çalışmaz, kendi halklarının eğitim düzeyini yükselterek ilerlemesini ve hür toplum kurmaya çalışmalıdır. Bölgesel çatışmalara şöyle değindi: Ukrayna olayları, insanlık edinimlerinin havadan düşmediğine işaret etti. Biz Avrupa’da yeni bir savaş istemiyoruz, ne yazık ki, Ukrayna’da bugün cereyan edenler savaş yürütüldüğünü doğruluyor. Bana göre, bizim için, Kırım


82

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ukrayna’dır ve Ukrayna da Avrupa’dıRosen Plevneliev Ukrayna vatandaşları için vizelerin hemen kaldırılmasını istedi. Öğrenilmeyen tarih dersleri, geleceğimize gölge düşürüyor, diyen Bulgaristan Cumhurbaşkanı şöyle devam etti: Barış havadan düşmüş bir erdem değildir, barış için savaşmak ve barışı korumak her birimizin ödevidir. Savaş olmaması, kendiliğinden barış anlamına gelmez. Barış bir insan hakkıdır. Yasaların üstünlüğüdür. Örnek olarak, insanların ancak ve yalnız kültür, bilim ve algı alanlarında yarıştığını emel eden Bulgar devrimci Gotse Delçev’e değindi ve şöyle devam etti. Avrupa değerler ve merhamet olmayan bir ruhsal bunalım içinde bulunuyor. Sığınmacılar ya da Rusya’ya karşı uygulanan yaptırılmak olmak üzere ne olursa olsun, bizim birlik olmamız zorunludur, çünkü biz bir aileyiz.AB dış sınırlarını ellinden geldiğince profesyonel ve etkin savunan Bulgaristan iyi ve kötü gün dostu olduğunu gösteriyor. İstemlere uzan sığınmacılara barınak sunan Bulgaristan sığınmacıların acısını ve kaderini paylaşıyor. Ödevlerini ve görevlerini başarılı yerine getiren Bulgaristan’ın Schengen’e alınması, AB menfaatlerine uygun olacaktır. Avrupa’nın savunulmasında Bulgaristan bugün ön sıralarda yer alıyor. Ben, Bulgaristan’ın bir gün tahammülün ve barış içinde yan yana yaşayanların ön sıralarında olmasını istiyorum. Bulgar devlet başkanı olarak, devlet sınırlarının yer değiştirmesini değil, tamamen kaldırılmasını istediğimizi beyan ediyorum. Herkesle dost olmak istiyoruz diyen Plevneliev, Avrupa’nın geleceği konusunda şu görüşleri de açıkları.Paylaşım ekonomisinden ve elektronik ticaretten korkmamalıyız, bunları özendirmeliyiz. Yeni sanayi devrimine ve sayısal teknolojilerin gelişmesine öncü Avrupa olmalıdır. Biz çıkarlara değil, ilkelere öncelik tanımalıyız. Yani çok kutuplu dünya dengesinin yeniden kurulmasına zaman tanımak zorundayız. Farklıkların, savaş ve propaganda yoluyla değil, ancak barışçı yolla aşılabildiğine inanan liderleri desteklemeliyiz. Tarih, devamlı gayret göstermezsek, elde ettiğimiz her şeyin yok edilebileceğini gösteriyor. Avrupa tasarımına seçenek olmadığı inancına güç vermek için her zamankinden fazla çaba göstermek zorundayız. Bugün Avrupa, verebildiği cevaplardan çok daha fazla soru soruyor. Sosyal ayrım, gerekli düzeyde eğitim ve öğrenimsizlik vb yeni sorunların birçoğu eski Avrupa köklüdür. Dinler arası diyalog iyi durumda değildir. Cahilliğin olduğu yerde terör baş gösteriyor. Popülist ve milliyetçiler bizi bugünkü Avrupa’nın temellerini atanların koyduğu değerler ile vatandaşlarımızın güvenliği arasında seçim yapmamıza zorluyorlar. Biz bunların ikisini de seçiyoruz, çünkü aralarında çelişki görmüyoruz. Ayrı ayrı halklarımız arasında kültürel ve tarihsel ayrımlara karşın, biz “Avrupa’yı tek vitese ya


Makale ve Analizler - 2016

83

da birkaç vitese birden” takamayız, çünkü bu Avrupa projesine ve yürüdüğümüz yolun inişli çıkışlı olduğuna kuşkuyla bakılmasına neden oluyor. Balkanlara destek gösterilmez ve eski imparatorlukların etki alanında kalmalarına göz yumulursa çok yazık olur. AB’nin parçalanıp dağılacağına ilişkin öngörülerin hepsi yanlıştır. Cumhurbaşkanı Jelü Jelev şöyle diyordu: “Demokrasi daha fazla demokrasiyle tedavi edilebilir.” Şimdiki sorunları, değerlerimizden ödün vermeden aşabileceğimize inanıyorum. Çözümü geleceğin hükümetlerine ve yeni kuşaklara bırakmamalıyız.Kremlin, bizi birbirimize düşürmeye ve AB’si istikrarsızlaştırmaya çalışıyor. Avrupa projesinin kalbine kuşku aşılarken, Topluluğumuzun birliğimize, yasaların üstünlüğüne ve dayanışmamıza şüphe düşürüp, temellerimizi yıkmaya gayret esirgemiyor. Avrupa’da yaptığı propaganda ile değerlerimizden söz etmeyen, ancak güvensizlik telkin eden Moskova etkinliklerini tırmandırıyor. O, geçmişin milliyetçilik, popülist, “dev güçler”, etki alanları, ilkelerin üzerinde olan menfaatler gibi eski zaman ruhlarına kapı aralıyor. Hedefinde Avrupalıların güvenini yıkmaktır ve şu anda bu bizim için en büyük tehlikedir. Anlaşılan, başarılı da oluyorlar ve biz durgunluk geçiriyoruz, örneğin AB’nin ve Shengen’in genişlemesini frenliyoruz.Avrupa’nın geleceği, öncelikle, biz kimiz duyumsamasından, büyük ödev ve hedefleri unutmamamızdan, bütün tabloyu görebilmemizden başlıyor. AB’nin temellerini atanlar, halkalar işbirliği alanında daha fazla birleştikçe, savaşların bundan böyle mümkün olmayacağına inanıyorlardı. Bulgaristan yalnız olduğu zamanlar her zaman güçsüzdü. Bugün AB ve NATO üyesi olan Bulgaristan güçlüdür. Cevap bekleyen soru şudur: Biz 20130’da ve daha sonra 2050’de nerede ve kiminle olmak istiyoruz. O zaman kadar sığınmacı, banka bunalımları, borçlanma gibi sorunları çözmüş olacağız. Ben, AB kurucuları gibi hayal etmeye ve tarih yaratmaya devam etmemizi arzu ediyorum. Avrupa Birliğinin genişleme süreciyle, Dışişlerinde, savunma ve güvenlik alanında, enerji birliği ve ortak pazar kurarak yakınlaşma ve kaynaşma motorunu harekete geçirmemizi hayal ediyorum. Eğer bizim kesin inancımız yoksa, herhangi biri bizi kendine düşman seçebilir. Tarihi yaratan biz olmazsak, başka birisi gelip bizim tarihimizin yaratıcısı olur! CumhurbaşkanıRosenPlevneliev’e BULTÜRK’ün verdiği plaket.


84

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Türkiye - Çin İlişkileri ve Doğu Türkistan

İsmail Cingöz-13.Haziran.2016

1 milyon 824 bin 418 kilometrekarelik alanı, 25 milyondan fazla Türk nüfusu ile kadim bir Türk yurdu olan Doğu Türkistan, Çin işgali altında baskı ve zulüm dolu bir hayat yaşamaktadır. Çin’in Doğu Türkistan politikasının daha iyi anlaşılması için Doğu Türkistan’ın tarihi, yeraltı-yer üstü kaynakları, stratejik önemi ve Çin için ne anlam ifade ettiğinin incelenmesi gerekmektedir. 2011 yılı verilerine göre 1 milyar, 347 milyon, 350 bin nüfusa sahip olmasına karşın Çin, homojen bir etnik yapıya sahip değildir ve nüfusun %8’ini, 55 ayrı etnik unsura ayrılan azınlıklar oluşturmaktadır. En önemli azınlık etnik gruplar ise Moğollar, Uygurlar, Koreliler, Kazaklar, Tacikler, Çinli Müslüman Huiler ve Tibetlilerdir. Doğu Türkistan, tarih boyunca sık sık Çin işgaline uğramış olsa da M.Ö. 206’dan M.S.1759 yılına kadar yaklaşık 2000 yıl bağımsızlığını korumuştur. Öyle ki, Hun Türk Hakanlığı ve Göktürk Hakanlıkları dönemlerinde bile yerel idare Doğu Türkistan halkının elinde olmuştur. Çin, Doğu Türkistan coğrafyasında başlattığı kalıcı istila hareketine 1757 yılında başlarken, sınır güvenliği sorunlarını ve bölgenin stratejik konumunu çok iyi biliyordu. Zira Doğu Türkistan’ın bağımsızlığı veya başka bir gücün elinde bulunması Çin için büyük bir tehdit unsuru demektir. Çarlık Rusya’sı da aynı dönemde Türkistan bölgesinde yayılmacı siyasetine başlamıştır. Zaten Türkistan devletlerinin kendi aralarındaki mücadeleler nedeniyle ortamın müsait olması Rusya için bulunmaz bir fırsat sunmaktaydı. Ayrıca Rusya, batıdaki rakipleriyle baş edebilmek için ihtiyaç duyduğu gücü elde edebilme yolunun ancak Türkistan’ı ele geçirmesinde olduğunu anlamıştır. Neticede Rusya ve Çin istikballeri için Türkistan’ı aralarında paylaşmış oldular. Çin, Afyon Savaşları ve Tayping isyanları ile zayıflamış olsa da Asya devletleri için o zamanda bile bir dev konumundaydı. Doğu Türkistan Uygur Türklerinin, 1759 işgalinden itibaren bağımsızlıklarını elde edebilmek amacıyla 42 defa ayaklanmaları, 1863, 1933 ve 1944 yıllarında elde ettikleri bağımsızlıkları maalesef uzun ömürlü olamamıştır. Bağım-


Makale ve Analizler - 2016

85

sızlıklarına düşkünlüğü ile bilinen azınlıkların desteği ile başarıyı daha kolay elde edeceğini anlayan Mao, 1945 yılında Milliyetçi Çin ile yürüttüğü Komünist mücadele sürecinde Çin’in azınlık unsurlarının kendilerini desteklemeleri ve başarılı olunması halinde federatif cumhuriyet hakkı veya isterlerse bağımsızlık verileceği ilan etmiştir. Fakat iktidarı ele geçirmelerinden sonra bu vaat yerine getirilmemiştir. Coğrafi alan olarak yaklaşık olarak 1/6’sına tekâmül eden Doğu Türkistan’ı her ne şartta olursa olsun elinde tutmak isteyen Çin, 1955 yılında bağımsızlık yerine özerklik hakkı vermiştir. Fakat Mao döneminde İslam dinine karşı çok şiddetli mücadele yürütülmüştür. Mevcut tüm dini kitaplar imha edilmiş, camiler kapatılarak kışla, ahır, mezbaha veya parti binasına dönüştürülmüş, din adamları türlü işkencelere tabi tutulmuşlardır. Çünkü Mao’ya göre İslamiyet Doğu Türkistan Türklerinin asimilasyonunda bir engel teşkil ediyordu. Bugünün uyuyan devi Çin için Doğu Türkistan vazgeçilmez bir yere sahiptir. Zira gerek coğrafi konumu, gerekse yer üstü ve yeraltı kaynakları ile stratejik önemi Çin tarafından tartışma konusu bile yapılamayacak kadar önemlidir. Öyle ki, Petrol üretiminin beşte ikisi, zengin altın ve bakır yataklarının yanısıra tüm yer altı kaynaklarının dörtte üçünün bu bölgede olması, yün üretimi ve tarihi ipek yolu stratejik konumunu en iyi açıklayacak unsurlardır. Çin büyüyen ekonomisi ile yükselen bir güçtür. Fakat bu gücünün farkında olmasına rağmen süper güç olmadığının bilincinde olarak, dış politikalarında barışçı bir politika çizgisi takip etmekte ve iddialı söylemlerden özenle kaçınmaktadır. Çin geçmişten geleceğe stratejik hamlelerini, Sun Tzu’nun askeri tezleri temelinde, düşmanı kaba kuvvetle değil zekâ ile mümkün olduğunca savaşmadan zafere ulaşma stratejisi üzerine inşa etmektedir. Böylece ekonomik baskılar ile komşu ülkeleri etkisiz hale getirirken, kendi güvenliğini de emniyete almaktadır. Aynı zamanda Doğu Türkistan’da egemenliğini sağlarken Rusya ve Türk Cumhuriyetleri ile ekonomik ilişkilerini de geliştirmiş olmaktadır. Hızlı bir ekonomik büyüme sürecini yaşayan ve aynı oranda artan enerji ihtiyacı Çin’in stratejik güvenlik meselesini oluştururken, petrol ve hammadde bakımından dışa bağımlılığı, (ABD tarafından desteklenen Tayvan’la devam eden sorunları nedeniyle deniz yolundan daha güvenli olduğu değerlendirildiğinden) Asya pazarına kapı vazifesi gören Doğu Türkistan’ı daha bir önemli hale getirmiştir. Çin için çok önemli olan ve kaybetmemek uğruna her şeyin göze alındığı Doğu Türkistan’da Türklerin dini ve kültürel sorunları en ağır şekilde hâlâ de-


86

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

vam etmektedir. Türkiye’den başka neredeyse hiçbir devletten tepki verilmeyen Çin zulmüne dünya adeta seyirci kalmaktadır. Fransa’da yaşanan katliam dünya gündemine otururken, son otuz yıldır PKK terörü, 1980 öncesi ise sağ-sol olayları ile mücadele etmiş olan Türkiye, bu eyleme de şiddetle karşı çıkmış ve lanetlemiştir. Çünkü Türk Milleti fıtratı ve inancı gereği her zaman mazlumun yanında olmuştur. Dünya liderlerinin birçoğu Fransa’da yaşanan katliama ender görülen ortak bir tepki gösterdi. Bu toplu tepki teröre karşı örnek olacak güzel bir duruş sergilerken Çin’in, Doğu Türkistan’da Uygur Türkleri’ ne karşı sistematik olarak uyguladığı asimilasyon ve insanlık dışı muamelelere susmak, görmezden gelmek ve kulak tıkamak bir çelişki değil midir? Doğu Türkistan’dan göç edenlerin beyanlarına göre son dönemde Çin yeni bir asimilasyon planını daha uygulamaya koymuştur. 14-20 yaşları arasındaki bekâr kız çocuklarının Doğu Türkistan dışında Çin içlerinde çalışmaya zorlayarak, bir türlü artışı engellenemeyen Türk nüfusun asimile ve eritilmesi için çok iğrenç bir politika geliştirmiştir. Kızlarını göndermeyen aileler işlerinden çıkartılmakla tehdit edilmektedirler. Bu kızların ne tür pis işlerde çalışmaya zorlandıkları ise tahmin edilmesi zor olmasa gerekir. Doğu Türkistan Uygur Türklerinin siyasi ve kültürel haklarının korunması taleplerini Çin makamlarına sürekli ileten Türkiye, bu çabalarında örnek olarak, Bulgaristan Türklerinin 1990 sonrasında Türkiye-Bulgaristan arasında bir dostluk köprüsü haline geldiği gibi, Uygur Türklerinin de Çin ile Türkiye arasında kaynaştırıcı bir unsur olmasını arzu etmektedir. Fakat 5 Temmuz 2009 Urumçi olaylarının tekrar etmemesi önem arz etmektedir. Bulgaristan - Türkiye örneğinde olduğu gibi Çin - Türkiye ilişkilerinin gelişmesi ile Doğu Türkistan’da kardeşlerimizin sorunları, çözüme bir adım daha yaklaşabilecektir. Nihayetinde olumlu siyasi ve ticari ilişkiler, kültürel yakınlaşmayı ve çözümleri de beraberinde getirecektir. Türkiye, Doğu Türkistan konusundaki tepkilerini çok sert bir şekilde dile getirmektedir. Fakat Türkiye’nin Kıbrıs ve PKK başta olmak üzere Suriye, Irak ve Mısır politikaları gibi yumuşak karnı diyebileceğimiz meseleleri varken ve dış ilişkilerinde sıkıntılar yaşadığı bu dönemde Rusya ile yakınlaşması, Çin ile olumlu ilişkiler kurması Türkiye’nin elini güçlendirecektir.


Makale ve Analizler - 2016

87

Mayıs Olaylarının Yıldönümünden

Raziye Çakır-13.Haziran.2016

Güneye Göç Eden Kuşlar Güneye göç eden kuşlar, N’olur, söyleyin bana Nerde kaldı o güneş, O ılık akşamlar, O ferah?... Neden böyle vakitsiz geldi küz? Biliyorum, burada bir sır var Siz yazı kanatlarınızda götürdünüz Güneye göç eden kuşlar... Ama değil mi, değil mi kuşlar

Gencelmeye gitti yaz? Değil mi bahar olarak dönecek Yine buralara? Ve dökülecek yerlere Sizin kanatlarınızdan, Gagalarınızdan, Ilık ılk Çiçek çiçek Yeşil yeşil Ferah, ferah... Recep Küpçü

Bulgaristan Türklerinin kendilerine karşı şiddet kullanılarak Bulgarlaştırılmalarına isyan ettikleri 1989 Mayıs günlerinden 26 yıl uzaklaştık. Bu görkemli yürüyüş ve protesto eylemleri ülkemizde komünist rejime karşı 1951 köylü başkaldırısından sonra ilk kitlesel yinelemeydi. Mayıs başkaldırısıyla Bulgaristan Türkleri totaliter rejimin temellerini ciddi surette sarstı. Diktatör Todor Jivkov ilk korkulu gecelerini 1989 Mayısında yaşadı. Rejim raydan çıktı. Sökülmeye başladı. Özünü terk etmiş, biçimini çarpıtmış bir yönetimin sonu göründü. Memleketin en cesur evlatlar mücadele öncüsü oldu. Politik önderliği İnsan Haklarını Savunma Demokratik Liga örgütü üstlendi. Yarı legal durumuyla halk tarafından kucaklandı. Totalitarizmi kökten sökme kararlılığıyla güç topladı. Onur ve haklarını savunma yolunda zafer arayan Bulgaristan Türkleri Demokratik Lig ve Viyana 89’u Destekleme Derneği gibi onlarca sivil direniş örgütünde güç birliği kurdu. Mayıs sonları Paris’te düzenlenecek olan İnsan Hakları Konferansı; Avrupa’da Güvenlik ve Yardımlaşma Konferansı gibi uluslar arası olaylar direnişe hazır müfrezeleri tamamen yüreklendirdi. Bu direnişler yalnız Türklerin ve Müslümanların davası uğruna değildi. Dünyanın gözü Bulgaristan’daydı. Fransa Cumhurbaşkanı Fransoa Miteran Sofya’ya gelmiş ve farklı düşünen aydınlarla karşılaşmıştı. Yarı ömürleri hapishane koğuşlarında geçen demokratlardan Petır Manolov ile İliya Minev açlık grevlerine daha Şubat ayında başlamışlardı. Doktor Trençev köy köy memleket dolaşıyor ve halkı hürriyet ateşinde yanmaya uyandırıyordu. Zülüm üstüne zülüm yaşayan Rama-


88

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

dan Runtov, Hasan Byalkov ve daha pek çok daha kahramanı Pomak da işaret bekliyordu. Açlık Grevleri. 21 Nisan 1989 sabahı İnsan Haklarını Savunma Bağımsız Örgütü üyelerinden Dulovo’lu (Ak Kadınlar) Sabahat Naimova, Naim Naimov ve Zakir Mustafaov Bağımsız Örgüt Demokratik Liga üyelerinden tutuklanması gerekçesiyle açlık grevi ilan ettiler. 6 Mayıs günü Dulovo’dan Fevzi Hüseyinov, Zakir Mustafaov, Hakkı Mehmedov, Remzi Necibov Türk ve Müslüman isimlerinin geri verilmesi, din ve ana dil özgürlüğü istekleriyle açlık grevine başladı. Direnişe daha ertesi gün Prestoe köyü ve Kaolinovo’dan daha 7 kişi katıldı. Grev haberleri “Hür Avrupa Radyosu”nda birinci haber oldu. Demokratik Liga örgütü Genel Sekreteri Sabri İskender her gün kalabalaşan grev direnişlerini desteklerken, halkın haklı demokratik mücadelesini daha da yüreklendirdi. Direniş alevleri Kuzey Doğu Bulgaristan’ı kısa sürede sardı. Halkın haklı direnişleri karşısında totaliter rejimin tank ve topları yetersiz kalınca Demokratik Lig Genel Başkanı Mustafa Ömer ve Başkan Yardımcısı Ali Ormanlı sınır dışı edildi. Bu da yetmedi. 15 Mayıstan itibaren Demokratik Lig ve Bağımsız İnsan Haklarını Savunma Örgütleri üyeleri gruplar halinde baba ocağından koparılıp sınır dışı edilmeye başlandı. Aynı günlerde halk aydınları, en cesur Türkler, istidatlı genç aileler, öğretmenler, ustabaşılar, uzman işçiler, daha varlıklı Türkler, kamuoyu oluşturabilenler, halkın ardından sürükleme yeteneğine sahip olanlar önceden hazırlanmış pasaportları ellerinde buldular. İlk günlerde “sınır dışı” İsveç’ten Kars’a kadar uzanan uçsuz bucaksız bir dünyaydı. Ailelerini toplayıp Vatan toprağını hemen terk etmeleri şartıyla sürgünler salındı. Koğuşlar, ıssız hücreler, hapishaneler aynı şartla boşaltıldı. Bulgaristan Komünist Partisi Merkez Komitesi özel yetkili kadrolarını Sovyetler Birliği’nde çalışan Türk ve Müslüman işçilerimizin şantiyelerine gönderdi. Bilinçli olarak büyük bir panik yarattı. Çile ve acısı asla unutulamayan büyük göç seli kapısı ardına kadar açıldı ve modern dünya emsalsiz bir barbarlık ve daha önce eşine rastlanmamış bir trajedi izledi. Gösteriler ve Şehitler. 19 Mayıs günü küçük bir Rodop kenti olan Cebel’de 3 bin kişi zoraki asimilasyonla kimliklerinin eritilmesine karşı ilk kitle gösterisinde buluştu. Kent abluka altına alındı. Polis copları direnişçilerin belinde kırıldı. Sopadan geçirenler hastanelik oldu, kan kustu. Birçok kişi tutuklanırken, bütün hapishane koğuşlarını elinin içi gibi bilen bugünkü HÖH - DPS İcra Müdürü Lütfü Mestan’ın Bulgarca öğretmeni Avni Veliev sınır dışı edildi. Cebel kitle gösterisi misali ilk büyük halk gösterisi 20 Mayıs günü Kuzey Doğu Bulgaristan’da tekrar etti. Pris-


Makale ve Analizler - 2016

89

toe köyünden çekilen gösteri alayı Kaolinovo kasabasına giderken yollar insan seli oldu. Kalabalığı tank alayı da durduramadı. Yollardan taşanlar son hedefe yürüdü. Birkaç bin kişi birden isimlerin geri verilmesinde, d,n haklarının tanınmasında, ana dilin serbest kullanılmasında ve demokratik hak ve özgürlüklerin, doğal ve insan haklarının tamı tamına uygulanmasında ısrar etti. Kadınların, öğrenci ve küçük çocukların da katıldığı bu gösteri hedef, öz ve biçim olarak politik barışçı bir nümayişti. Gösteriye ateş açıldı. İlk şehitler düştü. Yaralıları hastaneler almadı. Bulgaristan Türklerinin 1989 Mayıs Ayaklanmasında ilk kan o gün akmıştı. Halk tepkisi Dulovo’da 3 bin kişiyi ayağa kaldırdı. Ak Kadınlar da diriliş ve mücadele tarihimize Türk adları altın harflerle yazılan ilk 3 şehidini o gün verdi. Aynı gün öğleden sonra direniş dalgası Tolbuh’in şehrine sıçradı ve 4 bin Türk şehir merkezini doldurdu. 23 Mayısta protesto hareketine katılan Razgrat’ın Ezerce köyü de 2 şehit verdi. Halk eylemlerine ateş açan asker, polis ve kızıl baretlerdi. Olayların gelişmesini ve direniş dalgasının kuzeyden güneye köyden köye şehirden şehre sıçradıkça alevlenişini yakından takıp edip yansıtan “Hür Avrupa” Radyosuna dünya demokratik kamuoyu, uluslar arası iletişim araçları katıldı. Totaliter rejime kesin karşı bayrak açtılar. Türklerin haklı oluşu ve en yüce adaleti hak ettikleri, tüm demokratik haklarının, insan onurunun geri verilmesinde direndiler. Tutukluların serbest bırakılması, hapishane ve toplama kampı kapılarının sonuna kadar açılması ana isteklerin başında geliyordu. Demokratik dayanışma göklere çıktı. Bu güçlü birliktelik hareketinin başında Türkiye Cumhuriyeti devleti ve hükümeti, soydaşlarımız, kardeşlerimiz, onların dernekleri ve sivil toplum örgütleri, dostlarımız yer aldı. 27 Mayıs günü Kuzey Koca Balkan eteklerindeki Varna’ya bağlı Medovets köyü iki Türk anayı şehit verdi. Bütün askeri güçler, tüm polis birlikleri özel birlikler Kuzey Doğu Bulgaristan’a sürüldü. Türk köy ve kasabalarına yığınak yapıldı. Olağanüstü durum ilan edildi. Türklerin kanı kabarmış, ruhları kaynıyordu. Türk Ayaklanmasına Demokratik Bulgar Örgütlerinden Yakın Destek. Bulgaristan Türklerinin 1989 Mayıs protestoları bir ayaklanma niteliğinde olup, insan haklarını savunan ve farklı düşünen Bulgarların faaliyetlerini de hızlandırdı. 22 Mayıs 1989 günü Bulgaristan’da İnsan Haklarını Savunma Bağımsız Örgütü 20 ve 21 Mayıs günlerinde protestocu Türklere ateş açılmasına, şiddetlenen baskı ve hakaretlere karşı tepkisinde etnik asimilasyon politikasına son verilmesini istedi. Bağımsız örgüt üyesi Anton Zapryanov, Dinsel Hakları Savunma Komitesi’nden papaz Hristofor Sıbev Bulgaristan Türklerine karşı silahlı


90

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

saldırıyı ve Türk bölgelerinde sıkıyönetim uygulanmasını şiddetle yerdiler. Bilim adamı Bayan Antonina Jelyaskova bir açık mektup yayınlayarak zorla “Bulgarlaştırma” kampanyasına son verilmesini ve vatandaşları zorla göçe zorlama politikasına son verilmesini istedi. 18 Temmuz 1989 günü şaire Blaga Dimitrova 120 Bulgar aydının imzaladığı çağırıyı Millet Meclisi’ne sundu. Bu dayanışma çağrısını imzalayanların çoğunu Açıklık ve Yeniden Tanzim Kulübü (Kulüp Perestroyka) üyeleri oluşturuyordu. Bu aydınlar Bulgaristan Türklerinin adlarının iadesinde, etnik kimliklerin korunmasında ve baba ocağından zoraki surette kovulmalarına son verilmesinde ısrar ediyorlardı. Aynı zamanda Bulgaristan Türklerine memleketi terk etmemeleri için çağırıda bulunuyorlardı. Komünist İktidar Kendi Kapanına Düştü Uluslar arası protestolarla ve memleket içi gösterilerle yüzyüze gelmişAçiklik ve Yeniden Tanzim Kulübü, Bağımsız “Podkrepa” Sendikası ve Dinsel Hakları Savunma Komitesi’nin aktifleşmelerinden rahatsız olan rejim Mayıs 1989 sonunda geri adım atmaya başladı. Orduyu kışlaya toplarken, geniş çapta “vatanperver kampanya” adı altında milliyetçi kampanya düzenledi. Parti politikasını desteklemek amacıyla emekçiler arasına indi. İşçiler, memurlar ve üniversite öğrencileri Sofya’da Türkiye Büyük Elçiliği, Plovdiv ve Burgas Konsoloslukları önünde düzenlenen nümayişlere katılmaya zorlandılar. Nümayişçiler “hainler ve soya ihanet edenler mahkeme huzuruna” sloganıyla yeri göğü çınlatıyorlardı. Etnik Temizleme. Türk ahalisinin ayaklanmasına ve anti-sosyalist sivil grupların faaliyetlerine karşı kesin karar etnik temizlemeydi. 29 Mayıs günü Todor Jivkov ülkenin belirli bölgelerindeki ahalinin dış dünyanın kışkırtması sonucu vuku bulmuş olan gerilime ilişkin resmi bir beyanatta bulundu ve Bulgaristan Müslümanları adına Türkiye’nin anlara sınırları açmasını çağırısında bulundu. Todor Jivkov yüksek parti yönetimi huzurunda “bizim stratejik görevimiz bu insanları Türk değil, temiz Bulgar olduklarına ikna etmektir” diyen tezden vazgeçip yeni stratejik görevin ülkeden 300 bin Türk’ün göçe zorlanması olduğunu belirti. “En azından 200 bin kişinin, hatta mümkünse bu ahaliden 300 bin kişinin göç etmesi Bulgaristan Halk Cumhuriyeti için son derece zaruridir... Biz artık İçişleri Bakanlığındaki arkadaşlara aşırı görüşlü olan kişilerin zorunlu olarak Avusturya vasıtasıyla alelacele göç ettirilmesine dair teklifte bulunduk. Bu olayları düzenleyen fanatikler kitlesel halde göç ettirilmelidir.Bu göçü örgütleyerek bizim göçten yana olduğumuzu göstermeliyiz.” diye konuştu. Göçmen Faciası.


Makale ve Analizler - 2016

91

Türkiye sınırları kapayıncaya kadar göç eden 350 bin kişinin göçmen trajedisi işte böyle başladı. Onlara varını yoğunu yok pahasına satmak için birkaç saat mühlet tanınıyordu. Yanlarına ne alabiliyorlarsa onunla yola çıkıyorlardı. Sınırdaki kuyruk 40 kilometreyi aşıyordu. Edirne, Çorlu, Kırklareli ve Lülleburgaz çadır kentleri gün geçtikçe artan göç dalgasını karşılayacak durumda değillerdi. Bulgaristan’da ise birçok köyler boşalıyor, evler okullar, ıssız kalıyordu, memleket yüz binlerce vatanına sadık ve çalışkan vatandaşından da mahrum ediliyordu. Göçmenler aylarca Türkiye’nin dört bir köşesine dağılıp gitmiş ailelerini arıyorlardı. Aralarından bazıları bu gerginliğe dayanamayıp hayatlarını kaybediyorlardı. Yollarda beklemek kolay mı! Göçmenler hayatlarını yenibaştan kurmaya başlayacaklardı. Yığınsan göçün başlamasından 2 hafta sonra komünist yönetim kaybedilen iş eli sonucu ekonominin aldığı ağır darbeyi hissederek telaşla çıkış yolları aramaya başladı. Stratejik görev tekrar değişti. Göç sınırlandırıldı. Belirli kategori kişilerin, parti üyelerinin ve Pomakların göç etmeleri engellenmeliydi. Fakat bu kadar zulümden sonra onurları ayakaltına alınmış olan Türkler ya haklarının iade edilmesini veya Türkiye^ye göç etmelerine izin verilmesini istiyordu. Totaliter rejimin asimile etme kampanyasından vazgeçip vatandaşlarını durduracak durumda değildi. Hatta 1989 Ekim ayı sonlarında Todor Jivkov hezimete uğradığını ve bu girişimin dış dünyaca izoleye neden olduğunu, sosyalist sistemin mukavvadan oluşan bir kule misali çökmeye başladığı, bir anda ekonomik yaşamın bunalım yaşamaya başladığını hazmetmek zorunda kaldı. Bulgaristan’da “tek Bulgar ulusu” oluşturma uygulaması kısmen yenilikler yaparak yeni bir stratejik görev ortaya attı. BKP MK Politik Büro üyelerinden Dobri Jurov “mümkün olduğu kadar daha fazla kişi göç ettirelim” diye ısrarını sürdürdü. Politik Büro üyelerinden bir başkası olan Yordabn Yotov “Bulgaristan topraklarının temizlenmesinden” söz ediyordu. Yine en kodamanlardan olan Penço Kubadinski “havanın bu ahaliden temizlenmesinden” bahsediyordu. İç İşleri Bakanı Georgi Tanev “Müslüman yığınların öteye beriye dağıtılması” tavsiyesinde bulunuyordu. Bu çabalar sürerken Todor Jivkov iktidardan indirildi. Komünist Partisi iktidarda kalma formülü arıyordu. Parti o zamana kadar olup bitenlerin, bu cümleden zorla asimile edip eritme sürecinin sorumluluğunu bir tek Todor Jivkov’a yükleyerek işin altından çıkmaya çalıştı. Bu arada hapislerde eğitilen kadrolarla Türkleri asimile etme politikasına yeni biçim arama gayretleri ağırlık kazandı.


92

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Uzaktan Bir Başka Görünüyor

Osman Bülbül-13.Haziran.2016

Konu: Mağduriyet Bencilliği Düne kadar yalnız kendilerini düşünen, kendi çıkarlarını herkesten üstün tutan ve kendileri hakkında bunlar tam bir “egoist” dediğimiz insanlar, bugün tamamen değişmiş bir çehre ile karşımızdadır.Bu değişikliğin adı da Sorumluluk, Özgürlükler ve Tolerans için Demokrasi yani DOST partisidir. Bu parti yönetimindeki insanları birer birer ele alıp, akıl dengesi kuruyorum Viyana’nın “Südalle” sokağında sabah yürüyüşü yaparken. Ihlamurlar burada da açtı. Buram buram kokmak istiyorlar ama bu koku bizi Kazanlık vadisindeki ve “Koca Balkan” yamaçlarındaki asırlık ıhlamurların bayıltıcı kokusundan çok uzak. Memleketimin kokusunu, sabahlarının serinliğini, ikindi gölgelerini ve mehtabı arıyorum, ama bulamıyorum. Burada doğa kokusu sanki biraz alınmış. Renkler de pastel çakması, fakat Tuna hep öyle sakin, suskun, düşünceli ve ağır bir yük taşıyan haliyle aktıkça ilerliyor. Bazen yamaçtan yamaca su dolu ve birkaç da adacık oluşturan bu nehri bir insana benzetiyorum. Adacıklara bakarken de insan vücudundaki tümörleri düşünüyorum. Ben de “Belene” mağduruyum. Ama bencilim. Mağduriyetimi sineye çekip “zulüm görmüş biri olduğumu ele vermeden” gururlu ve başı dik kalmaya gayret ediyorum. Kimi defa aklıma “akılı adam içeri girmez” sözleri geliyor. Sonra da “biz akılı olduğumuz için, halkımızın köle gibi ezildiğini ve sömürüldüğünü görebildiğimiz için içerdeydik” sözleriyle kendimi avutuyorum. Bu dünyanın hiç bir yerinde “Mağduriyet Bencilleri” andı yok. Bir heykeli olmayan bir niteliğin aslında önemsiz olması gerekir. Bu sözlerin Bulgaristan’da hapiste yatmış olan tüm Müslüman Türk kardeşlerimiz için geçerlidir. Burada günde 2 - 3 defa yağmur düşüyor. Hava kararınca ve basınç yoğunlaşınca beni de kara kara düşünceler alıyor. Kaldığım iki katlı bahçeli eve toplanıyor, sokağa bakan pencere ardında koltuğa sokulmuş “mağduriyet benciliği” kökleri üzerinde düşünmeye başlıyorum. Bu hassasiyet Türkiye’deki kardeşlerimizde de var. Onlarla sohbet ederken, çıkışı kısa yoldan bulmaya alışmışlar, “aman orada kalanlara bir şey olmasın da bizim mağdur olmamız pek önemli değil”, demekle kestirip atıyorlar. Ben bu duyumu ilk kez, rahmetli anamda gördüm. İkinci Dünya Savaşından sonra ilk yıllar çok kıtlıktı. Kaynatıp, mısır hamuruna katmak için öşüldek (sap) eziyor ama bize çok yoksul olduğumuzu, hatta hayvanlarımızın hakkını yediğimizi asla söylemiyordu. “Belene”den önce bizim ortamımızdan çok sürgün vardı. Gidip geliyorlar, ama sır vermiyorlardı. Kimse başından geçenlerin acısını paylaşmıyordu. Bu, belki de bizim özelliğimiz. İçeri


Makale ve Analizler - 2016

93

girip sakat çıkanlar bile mağduriyet edebiyatı yaratmadılar. Mesela bir “Belene” şarkısı yakılmadı. Ölüm adasında kalanlar arasında sevdalı gençler yoktu sanki. Vardı da, özelimizi paylaşmamak bizim özelliğimiz oldu. Bu, artık bizim milli niteliğimiz, teslim olmayan gururumuz, yenilmeyen bencilliğimiz! Yazılıp çizilenlere bakıyorum da, siyasette de öyle. Merhamet bencilliği üstünlüğü var. 1990’dan beri Ahmet Doğan ve arkadaşları, tomar tomar para alıp halkımızı aldatılar. Onlara, “yaptığınız ayıptır, hainlere yalakaların, yalan dolan pazarlayıcılarının halkımızdan özür dilemesi gerekir, bu yapılmadan, sivil toplum örgütlerinin seçmen önüne bir daha çıkmaya yüzü olamaz, sözü dinlenmez!” desek de, iki kulağı da açık olanlar bile işitmek istemiyorlar. Fakat şöyle bir gerçek de var: Bulgaristan’da yaşayanlar her şeyin kökten değişmesi gerektiğine inanırken, Türkiye’deki soydaşlarımıza “öncülük” edenler mağdur olma benciliğinden henüz kurtulamıyorlar. Dip dalgasının yükselmesinden sanki korkmuyorlar. Seçmen kitlesinde ruhsal değişim ve dönüşüm olması için, “HÖH yönetimi, Ahmet Doğan ve arkadaşları konusunda sizi bilmeden defalarca aldattık, Özür Dileriz!” diyemiyorlar. Bunu yapamadıklarına göre, Türk çıkarlarına ihanet eden, düşmanlarımıza hizmet eden, Bulgaristan’ın Ekim 2016 seçimlerinden sonra da Putin çizmesi altında ezilmesine göz yumup razı olan siyasi tavra hizmet ediyorlar. Bu günümüzün en acı gerçeğidir. “Bal Göç” gibi derneklerin liderleri, Bursa’da kestane gölgelerinde yazılan ve dernek paralarıyla basılan Ahmet Doğan’ı ve ajanlarda oluşan HÖH yönetimini göklere çıkaran, halkımızın gözüne kül atan eserleri göremediler. “Mağduriyet benciliği” esaretinden asla kurtulamadılar. Nesil değişti. Yeni kuşak, “Pek bir şey olmuş olsaydı, dedelerimiz, babalarımız bu sorunu hallederdi” havalarına teslim olmuş gibi ve “bir asırlık zulmü”, toprağımızdan söküldüğümüz “Büyük Göçü” ve anadilimizden, dinimizden, özgün Bulgaristan Türkleri kültür ve geleneklerimizden koparıldığımız “Kültürel soykırımı” unutma moduluna girmişlerdir. Olayın özünde, soydaşların ortak çıkarlarının şahsi çıkarlara kurban edildiği gerçeği var. Bu siyaset bugün de devam ediyor. Bizim acılarımızı, çekilerimizi, bedenen ve ruhen sakatlanışımızı ve kötürüm haline getirilişimizi yabancı kalemler yazsa okurken sanki inanıyoruz ve birbirimize inanmıyoruz. Öyle ki, acının kokusunu arıyor gibiyiz, ama acının yalnız çekisi olduğuna ve kokusu olmadığına inanmıyoruz. Dedelerimizi bacağı kopmuş, sakat bulduk. O benim doğduğumda da yürüyemiyordu, demekle kendimizi avuttuk. Cinayet işlemenin herhangi birinin alın yazısı yada kader olmadığına, bize karşı işlenen cinayetleri bir devletin işlediğine ve aynı devletin bu gün de suçluları gizlediğine, koruduğuna, tutuklayıp yargıya sunmak istemediğine inanmadık. “Başa gelen çekilir!” diyenleri dinledik. “Yapılacak bir şey yok!” olduğuna bel bağladık.Belki de inanmak bile istemedik.


94

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

*** Olayların bu dengede olması durumu değiştirmiyor. Tuna’yı seyrederken görüyorum: Bir sağ kıyıya doluyor, bir sol yamaca kayıyor. Siyaset de öyle. Bugün Bulgaristan’da Rusofil sol ile Avrupa - Atlantik, (Avrupa Birliği ve NATO taraftarı) sağ arasındaki çizgi de çok kaypak. İki cephe arasındaki sınırın çok sığı olduğu ve Müslüman Türklerin koyunların ürkütüldüğü gibi korkutularak Moskofçu cepheye itebilmek için Ahmet Doğan 17 Aralık 2015’te parti içi darbe yaptı. Bu devirmeden 6 ay sonra yapılan anketlere göre, ülkedeki seçim dengesi şöyledir. Moskof Cephesindeki durum: Sosyalist partinin (BSP) 600 bin; adı Avrupacı Alternatif olsa da, Moskovacılığı sırıtan Parvanov’un ABV partisinin 140 bin; aşırı sol milliyetçi, İslam düşmanı, Putinci Ataka partisinin 150 bin; Cumhurbaşkanlığı adaylığını açıklayan, eski BSP milletvekili, savcı Tatyana Donçeva ile BSP’den son ayrılan Kadiev’in toplam 50 bin oyu var. Bu durumda Rusofil ve retrograt (geçmiş nostaljisiyle yaşayan) güçlerin Ekim ayında Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde toplam 1 milyon 110 bin oyu var. Bu güçlerin karşısında duran sağ cephe Avrupa Birliği, NATO ve ABD ile işbirliğinden ya olup İkinci Cepheyi oluşturuyor. Avrupa Birliği, NATO-cu Batı taraftarı cephedeki durum: Avrupacı koalisyon adıyla da bilinen bu cephenin ana siyasi gücü olan İktidar partisi GERB’in toplam seçmen sayısı 900 bin; Reformcu Blok’un (RB) 250 bin; Bulgar demokratik merkezcilerinin 110 bin; Bulgar aşırı sağ milliyetçilerinin 150 bin ve belirsiz sağ taraftarların da 50 bin oyu var. Bu cephedeki toplam oy sayısı da 1 milyon 460 bin’dir. Bu durumda Bulgaristan ikiye bölünmüş durumdadır. 17Aralık 2015’te Doğan’ın HÖH’te iç darbe yaparak Müslüman Türk seçmenleri Putinci çadır altına toplama çabaları daha iyi anlaşılıyor. Fakat bu hesabın içinde “kara kanlı” dedikleri Türklerin HÖH partisi olmasa! Şimdiye kadar (1990’dan sonra) Cumhurbaşkanlarının hepsi ikinci turda Türklerin oylarıyla seçilmiştir. Doğan bizim oylarımızı Rus çizmesine doldurup, Moskofcu bir Cumhurbaşkanı çıkarmaya katkı vermeye çalışıyor. Türkiye’ye karşı hortlamanın ana nedeni de bu. 1985’in 15 Martında sayları 1 milyon 250 bin olan Bulgarşistan Türkleri, son 30 yılda 300 bin kişi artmıştır. Şu an 710 bini Türkiye Cumhuriyeti’nde diğerleri de Bulgaristan’da oy kullanma hakkına sahiptirler. Bu rakama 18 yaş altı çocuklar dahil değildir. Hesabı yapılan 700 bin oydur. Ve bu oyların serbestçe


Makale ve Analizler - 2016

95

kullanılmasının engellenmesi için aşırı milliyetçi sağ güçler Seçim Kanununda Değişikler istediler. Bu siyasi adımla Türklerimizin vatandaşlık ve seçme ve seçilme hakkına saldırıldı. Tüm bunlara rağmen, bu oylardan yalnızca 700 bin kullanılabilse, Bulgaristan’da seçim dengesini alt üst edebilir ve tüm ön hesapları boşa çıkarabilir. Son Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Türkler 500 bin oy kullanmışlar ve Rosen Plevneliev’in seçilmesini sağlamışlardı. Bu siyasi analizimiz öncelikle, Lütfü Mestan tarafından yönetilen ve AvrupaAtlantik siyasetini savunan DOST partisinin Sofya Şehir Mahkemesi’nde neden tescil edilmediğini gün ışığına çıkarıyor. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar DOST partisinin kaydı askıya alınıp devamlı ertelenirse, HÖH’ün Rusofil Cepheye kaydıracağı oylarla Putincilerin seçim zaferi elde etmeleri hesap ediliyor. Doğan’ın bu siyaseti bu defa da uygulayabilmesi, 5 sene daha “saray” keyfi -sefası sürmesine yeter de artar. Fakat son hedef bu mu. Biz Doğan kölesi miyiz? Doğan planının gerçekleşmesi, son yıllarda Rosen Plevneliev tarafından Avrupa ve Atlantik siyasete bağlanma yolunda; Müslümanların insan haklarının tanınması, demokratikleşme, adalet reformu yapılması, özgürlüklerin genişlemesi ve sivil toplum toplumu kurulması yolunda elde ettiği başarıların budanması sonucunu doğuracaktır. Bulgaristan’daki gelişmeler tek ya da çift anlamlı değil, çok anlamlıdır. 1878’den beri olduğu gibi bugün de Bulgar siyaseti Türklere, Müslümanlara, İslam’a karşı boy atmaya çalışıyor. Hükümetler değişiyor, ama düşmanca tavır, İslam karşıtlığı, Türkler her yönden sıkıştırma siyaseti stop edip durmuyor. En büyük korkuları 700 bin Türk seçmenin Avrupacı ve NATO yandaşı siyasete oy vermesidir. O zaman Ruscu hesaplar birbirine karışacak, özgürlükçü demokrasi çizgisi derinleşecektir. Bu hesapların içinde en fazla korktukları da Türkiye’nin barışçı, her taraf için yararlı iyi komşuluk ve işbirliği siyasetidir. Bulgaristanlı Müslüman Türklerin AK Parti’nin “Büyük Türkiye” atılımlarından esinlenerek, Avrupa’nın en büyük uluslararası uçak alanını Trakya’ya çekmesini; Boğazlara üç köprü ve su altı geçitleriyle iki kıtayı sımsıkı bağlamasını; bölünmüş ana yolların ve yüksek suratlı Avrupa tren hattının Bulgar sınırına dayanmasını ve daha birçok daha önce hayal bile edilemeyen projenin başarıyla gerçekleştirilmesini alkışla kucakladığı ortadadır. Bu dev girişimlerde Türkiye Bulgaristan’a işbirliği ve yardım eli uzatmıştır. Bu karşılıklı yarar sağlayan işbirliği elini tutmakta çekinen Bulgaristan ise, hele son dönemde, aşırı milliyetçiliğin adeta esiri olmuş, her vatandaşa nerede olursa olsun oy kullanma imkanı ve kolaylığı sağlamaya çalışacağına, bir bitmez


96

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tükenmez sandık sayısı kavgası başlatmış, seçim yasası değişiklikleriyle serbest seçim idesine gölge düşürmüştür. Bu büyük kapışmada anavatanımız Türkiye’nin kenarda, seyirci durumunda kalması söz konusu olamaz. Bu konuda en yoğun çaba gösteren ve aydınlatıcı ve yol gösterici durumda olan BULTÜRK ve BG-SAM yayınlarının yakından izlenmesi ve gerektiğinde sert tepki gösterilmesi için hazır olunması tavsiyemizdir. Seçme ve seçilme hakkımız en doğal insan hakkımızdır. Bu konuyda bir “süt dökmüş kedi” gibi, “meme beğenmeyen buzağı” gibi ya da “mağduriyet bilinciyle” hareket edemeyiz. Olaylar Viyana’dan böyle görünüyor.

Suriye Türkmenleri

İsmail Cingöz-13.Haziran.2016

Genel olarak Arap Baharı adı verilen olayların Suriye’ye sıçramasıyla birlikte yıllardır uyutulmuş olarak bekleyen toplumsal dinamikler harekete geçmiş, Dünya ve Türkiye kamuoyu tarafından unutulan Suriye Türkmenleri de diğer topluluklarla birlikte gündeme gelmeye başlamıştır. Peki, Türkler Suriye ve bu bölgeye ne zaman yerleşmişlerdi? 751 yılında yaşanan Talas Savaşı’nda Çinlilere karşı Arapları destekleyen Türkler, hem savaşın seyrini değiştirdiler, hem de kendi geleceklerini kökten etkileyecek olan İslamiyet’le tanıştılar ve ardından Abbasi ordularında görevler alarak bu coğrafyaya yerleşmeye başladılar. Suriye’de ilk Türk hâkimiyeti ise 9. Yüzyılda Mısır’da kurulmuş bir Türk devleti olan Tolunoğulları ile başlamıştır. 905 yılında Tolunoğulları’nın yıkılması sonrası sırası ile yine Türk devletleri olan; Büyük Selçuklu, Memluk ve Osmanlı ile Türk hâkimiyeti 1918 yılına kadar devam etmiştir. Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkması sonucu birçok toprakları ile Ortadoğu’yu da kaybetmiş, Suriye, Fransa tarafından işgale uğramış ve 1946 yılında bağımsızlığını elde edene kadar Fransız Mandası idaresinde kalmıştır. Türk Kurtuluş Savaşı devam ederken Fransa ile imzalanan 20 Ekim 1921 Ankara Antlaşması ve savaş sonrası 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması ile Fransa’ya bırakılan Suriye’de, Anadolu’ya göç edemeyen binlerce Türk kalmış-


Makale ve Analizler - 2016

97

tır. 1939 yılında Hatay’ın anavatana katılması ile bir kısmı Türkiye’ye dahil olabilmiş fakat Suriye’nin diğer bölgelerinde kalan ve çoğu Hatay, Adana, Gaziantep, Kilis, Şanlıurfa ve Kayseri şehirleri ile akraba olan Suriye Türkmenleriyle irtibat kesilmiş ve kaderleri ile baş başa kalmışlardır. Halep, Lazkiye, Hama, Humus ve Rakka şehirleri başta olmak üzere Suriye’nin farklı şehir ve köylerinde yaşayan Türklerinin, Hatay’ın Türkiye’ye katılımı sonrasında Arap sosyalizmi asimilasyon programları ile Türkçe öğrenimleri, sosyal ve kültürel gelişimleri engellenmiş, köy isimleri de değiştirilmiştir. Türkmenleri kendi gayretleriyle dillerini ve kültürlerini yaşatmaya çalışmışlar fakat zamanla kısmen de olsa Araplaşarak asimile olma veya Türkçeyi unutmaları kaçınılmaz sonları olmuştur. Fransız mandası dönemi ve sonrasında devam uzun yıllar baskı altında kalan Suriye Türkmenleri içerisinde, Türkmen’in ne anlama geldiğini bilmeyen, tarihinden kopartılarak asimile olanlar azımsanmayacak kadar fazladır. Suriye siyasi hayatında etkin olarak yer alamamalarının nedeni de işte bu asimilasyonda aranmalıdır. Suriye Türkmenlerinin bilimsel araştırmalara dayalı olarak yapılmış bir nüfus araştırması bulunmamaktadır. Yaklaşık 23 milyon nüfusu olan Suriye’de Türkmen nüfusu hakkında net bir bilgi olmamakla beraber, Türkmenlerin beyanlarına göre bir buçuk milyon civarında Türkçe konuşan olmak üzere, Türkçeyi unutanlarla birlikte 3 milyon 500 bin oldukları tahmin edilmektedir. Türkiye kamuoyu son dönemde soykırım ve asimilasyon denilince genel manada Bulgaristan’da yaşanan acı olayları hatırlar. Fakat Suriye ve Irak’ta Türkmen kardeşlerimizin yaşadığı acı olaylar, soykırım ve asimilasyon Türkiye kamuoyu tarafından pek bilinmemektedir. Suriye Türkmen Meclisi Başkanı Abdurrahman Mustafa, Türkmen Milli Hareket Partisi Gn. Başkanı Dr. Muhammed Vecih Cuma ve Türkmen Kitlesi Partisi Gn. Başkanı Yusuf Molla Türkiye’de ne kadar tanınmaktadır? Ama Barzani’yi, Talabani’yi bilmeyen yoktur herhalde. Suriye Türkmenleri, Tunus’tan yayılan bağımsızlık ateşi ile harekete geçen Suriye’nin etnik grupları içerisinde etkin rol alma ve yeni oluşumda kendine yer edinme gayreti içerisindedirler. Bu amaçla Suriye Muhalifleri safında yer alan Türkmenler, Albay Ebu Bekir Muhammed Abbas komutası altında silahlı oluşumunu tamamlayarak 7 Ağustos 2012 tarihinde “Suriye Türkmen Ordusu”nu kurmuşlardır. 3 bin civarında silahlı gücü bulunan Türkmen Ordusu, yeni katılımlarla her geçen gün sayısını arttırarak, Türkmen bölgelerini kurtarmaya çalışmaktadır.


98

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Suriye iç savaşı nedeniyle ağır kayıplar veren Suriye Türkmenleri, yaşanan olayların değerlendirilmesi ve yeni yol haritasının tespiti için Dışişleri Bakanlığı’nca 15 Aralık 2012’de İstanbul’da geniş katılımla Suriye Türkmenleri Platformu 1. Toplantısı ve 28 - 31 Mart 2013 tarihinde de Ankara’da Suriye Türkmen Meclisi’nin kurularak gerekli seçimlerin yapılması için Suriye Türkmenleri Meclisi Kuruluş Toplantısı yapılmıştır. Suriye ile ilgili olarak BM’nin düzenlemiş olduğu raporlarda Suriye Türkmenleri yeterince ve hak ettiği oranda yer almamıştır. Aralık 2013’te Suriyeli Türkmenler Hareketi Başkanı Abdülkerim Ağa’nın açıklamalarında; “Türkmenler, Suriye’de yalnızca Beşar Esad kuvvetleri ile değil, diğer Suriyeli muhalif hareketlere karşı da mücadele veriyor. Bağırıyoruz, sesimizi duyurmaya çalışıyoruz ama muhalifler bizi muhatap bile almıyor. Muhalifler oluşturduğu anayasa taslağında Kürtlere 17 sandalye verdiler, diğer tüm unsurları yazdılar ama Araplardan sonra ikinci unsur olan Türkmenler yer almadı” diyerek durumu özetlemiştir. Mevcut Suriye siyasi yapısı içerisinde örgütlenemeyen Türkmenler, oluşturulacak yeni Suriye Anayasasında; Suriye halklarından birisi olarak Türkmen kimlikleriyle yer almayı, haklarının korunmasını, örgütlenme haklarının verilmesini istemektedirler. Bu isteklerinin yerine gelebilmesi için Türkiye’nin etkin bir rol almasını beklemekte ve Türkiye’ye güven duymaktadırlar. Hatta bir kısım Araplar da Türkiye’ye güven duymaktadırlar. Zira bazı toplumsal gösterilerde Türkmenler dışında bir kısım Araplar da Türk Bayrağı ve Türkçe sloganlar kullanılarak bu güveni ortaya koymaktadırlar. Türkiye kamuoyu Suriye Türkmenlerinin sosyo - ekonomik durumundan, yaşanan iç savaşta hayatta kalma mücadelesinden yeterince bilgi sahibi değildir. Yapılan Türkmen etkinliklerinden haberdar değildir. Burada en büyük sorumluluk basında ve dış politika yapıcılarında değil midir? Suriye iç karışıklıklarından etkilenmeyen etnik unsur neredeyse yoktur. Her unsur acılar yaşadı ve yaşıyor. Her çocuğun gözyaşı aynı renk, her açlık aynı ıstıraptır. Komşuda yanan ateş bizi de etkilemektedir. Burada amaç ırkçılık veya taraf tutmak değil, Türkmenler dışında bütün unsurlar yeterince öne çıkartılırken, yeni oluşturulacak olan Suriye Anayasasında yer edinirken, Suriye’de Araplardan sonra nüfus olarak ikinci sırada olan Türkmen kardeşlerimizin çok daha geri plana atılmış olmasına ve yok sayılmalarına dikkat çekmektedir. Ayrıca Türkiye açısından Suriye Türkmenleri, Türkiye’nin güney sınırlarının ve milli güvenliğinin sigortasıdır. Suriye Türkmenleri Ne Durumda Bilen Var mı?


Makale ve Analizler - 2016

99

Suriye, 1517 yılında Yavuz Sultan Selim Han’ın fethi ile Osmanlı Devleti yönetimi altına girmiştir. Bu sırada Suriye başka bir Türk Devleti olan Memluk Devleti’nin bir vilayetiydi. Memluk ve Osmanlı yönetimi altında kaldığı süre içerisinde doğal olarak bu bölgeye yerleşen Türkler olmuştur. Hatta 1071 Malazgirt Zaferi sonrası Orta Asya’dan Anadolu’ya Türk göçleri de ağırlıkla bu bölgeden olmuştur. Birinci Dünya Harbinin sonuna kadar Osmanlı idaresinde kalmış olan Suriye, Mondros Mütarekesi gereğince işgal edilmiş ve 1936 yılına kadar Fransız Manda yönetimi altında kalmıştır. Bu tarihe kadar Suriye ile ilgili ilişkiler doğal olarak Fransa üzerinden yürütülmüştür. Resmi adı ile Suriye Arap Cumhuriyeti ile resmi ilişkiler 1936 yılında Fransa’dan bağımsızlığını elde etmeleri ile başlamış olup daha ilk günden Hatay Meselesi nedeniyle gergin olarak devam etmiştir. 1945 sonrası dünyada yaşanan Soğuk Savaş döneminde Türkiye’nin NATO bünyesinde yerini almasına karşılık Suriye’nin SSCB (Rusya) yanında yer alması da gergin bir ilişki yaşanmasında ayrıca etkili olmuştur. Bu arada “Su Sorunu” ve “PKK terör örgütü” konularında da gerginlikler yaşandığı kamuoyu tarafından bilinmektedir. 1990’da Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve 1998’de PKK elebaşının Suriye’yi terk etmesi ile Türkiye-Suriye ilişkilerinde bahar havası yaşanmasına vesile olmuşken, 2010’da Arap Baharı ile Ortadoğu ve Kuzey Afrika ile birlikte Suriye’de yaşanan iç karışıklıklar ve isyanlarda Türkiye’nin muhalifleri desteklemesi neticesi bir kez daha iki ülkenin karşı karşıya gelmesine sebep olmuştur. Suriye’de yaşanan iç savaş boyutundaki karışıklıklar ister istemez Türkiye’yi de etkilemektedir. O bölgedeki insanların akrabalık bağları, sınır vilayetlerinin ticari ilişkileri, Suriye’den Türkiye’ye doğru yaşanan mülteci sorunları doğal olarak Türkiye’yi olayların tarafı yapmaktadır. Peki, Türkiye’de karışıklıklar çıkartanların gerekçeleri neydi? Suriye’nin Ayn El Arab diğer adı ile Kobani’de yaşayan Kürtlerin IŞİD örgütünün katliamına maruz kalındığını ve Türkiye’nin oraya yardım etmediği/yardımı engellediğini iddia ediyorlardı. Türkiye’de karışıklıklar çıkartanların bilmesi gereken çok önemli bir husus vardır: Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olup kendisini Kürt olarak tanımlayan veya kendisini Kürt hisseden vatandaşlarımız şunu bilsinler ki, Suriye Devleti sınırları içerisinde bulunan ve Suriye vatandaşı olan Kürt halkına nüfus cüzdanı yani kimlik bile verilmiyorken Türkiye’de ise Cumhurbaşkanlığı dahil devlet kade-


100

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

mesinin her kademesinde yer alabilmektedirler. Özel sektörü ve özel teşebbüsü ise söylemeye gerek bile yoktur. Çünkü her sektörde önleri açıktır. Bu arada Mondros Mütarekesi sonrası Suriye’de kalan Türkler diğer bir tabirle Suriye Türkmenleri konusu basında ne kadar yer alıyor ya da istenildiği kadar yer alıyor mu? Suriye’de Esad rejimi döneminde yaşadıkları zulümlerin ardından Arap Baharı sonrasında yaşanan iç karışıklıklarda IŞİD’in katliamlarına maruz kalan Türkmenler ne durumda, Türkmen köyleri ne alemde hiç bilen var mı? Şu bilinmelidir ki, Türkmenler de en az Kobani Kürtleri kadar mağdur ve biçaredirler.

BULTÜRK ile Başarılara Devam

Rafet Ulutürk-13.Haziran.2016

Oyun Kurucu Biziz. Biz, 33 arkadaş bir çok toplantı sonrası, 2003 yılının başında, Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği (Kısa ismi - BULTÜRK) tescili için başvuruda bulunduğumuzda, Bulgaristanlı göçmenlerle ilgili o günden itibaren herşeyi değiştirmemiz gerektiğine kesin inanıyorduk. Değişecek olan, göçmenlerimizin kendileri değil, onların dünya görüşü, Türkiye’yi ve Bulgaristan’ı, özellikle de göç olayını kökten farklı algılaması, anavatan evladı olunması ve Türkiye halkıyla kaynaşması gibi binlerce temel sorundu. Bunun için faşist ve komünist Bulgar okullarında kafamıza sokulan sözde gerçekleri birer birer yeniden gözden geçirmemiz, kavram anlamlarına yeni içerik kazandırmamız, farklı düşünmeyi öğretmemiz ve bizim olanla onların olanları farklı görebilmemiz vb birçok değişiklik getirmemiz getiriyordu. İnsanımızın Türkiye’ye eskimeyen ve sökülmeyen bir yama olmasını istemiyorduk. Hepimizin, gerçek Türkiye’ye, Türk Müslüman kültürüne ve yaşam biçimine katılmamızı hedefliyorduk. Anavatan vatandaşlığında buluşan kaliteli ve yeni tip bir birlik ve beraberlikti bekamız. Dedelerimizin mezarları ve yakınları-


Makale ve Analizler - 2016

101

mızın kaldığı Bulgaristan’ı da asla unutulmamasını istiyorduk, özlüyorduk, bunları her gün düşünüp tartışırken. Olay, yeni ruhlu bir oyun kuruculuktu. Bizler dernek olarak oyun kuruculuğu başlatmalıydık. Ötekilerden daha fazla ve daha uzun yollu ışık veren modern farlara ihtiyacımız vardı. Aydınlığın gerçek bilgiler insanları toplayacağına birleştireceğine inanıyorduk. İlk adımlarımıza: İtiraz edenler vardı. “Akan su yolunu bulur!” diyenler, Balkan Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği çatısı altına sığınmışlar kahvelerde karta, belot, okey, pişti, tavla oynuyor, hep aynı konuları indirip bindiriyor, nostalji sohbetleriyle besleniyorlardı. Bu durum hiç kimseyi rahatsız etmiyordu. 1985 Taksim ve Saraçhane Mitinglerinin ateşi, “Büyük Göç” acısı ve 1990’da Bulgaristan’da Hak ve Özgürlük Hareketi’nin kurulması eski derneği hiç bir iş yapmadan 10 - 15 yıl daha yaşatmış oldu. Bulgaristan’da kalan Müslüman Türklerle göçmen soydaşlarımız arasındaki bağların geliştirilerek pekişmesi; çocuklarımızın gelip Türkiye Üniversitelerinde okumasını istesek de, kültürel kaynaşma bir türlü olmuyordu. 1950’lerin sonlarında Bulgar komünistlerince yasaklanan Türk dil ve din eğitiminin Azerbaycan’dan gelen Öğretmenlerimiz ile biraz yeşerebilmesi, geleneklerimizin ve özgün kültürümüzün yaşam biçimimizde yeniden mayalandı derken, 1970 sonrası bütün kapılar iyice kapandı. Özellikle de son göçle 10 bin aydınımızın Türkiye’ye göçe zorlanmasıyla ruhsal birleşme ve bir hedef etrafında toplanma gibi temel sorunlar acil çözüm beklese de çözüm bulunamıyordu. Önce dernek başkanı Mehmet Çavuş, ardından İsmet Sever ve daha sonra da Seyhan Türkkan akıntıya kapılmış giderken şu yolun nereye gittiğinden asla ilgilenmediler. Hatta Bulgarların yaptıkları bombalamalar için Seyhan Türkkan özür bile diledi, tabi ne yaptığının farkında mı bilemiyoruz. “Oyun kuruculuk dernek işi değildir” uydurmaların kendilerini kandırmaları gölgesinden çıkmak istemiyorlardı. Göçmen sorunlarını kucaklayamayan dernek zamanını doldurmuştu ve sonunda dağıldı. İlk adımlar birlikte atıldı. Yeni bir dernek kurulması, yeni bir stratejiye dayanan bir Oyun Kurma bekleyenleri yüreklendi.


102

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Göçmen toplum önüne Prof. Dr. Hayati Durmaz, Prof. Dr. Ahmet Çolak, Doç. Dr. Hasine Şen, Nihat İncekara, iş adamı Bülent Maşaoğlu, Niyazi Güler, Beycan Gönlüşen, Sefer Yamaç ve belediyecilerde Recep Kırpat, Metin Karan gibi girişimci, yürekli, atılgan kadrolar çıkınca Dr. Nedim Birinci, Mühendis Şakir Arslantaş, Doç. Dr. Müjgan Deniz, Nihat Esen, Nazım Çavuş, Musa Vatansever, Dr. Mustafa Kahraman, Neriman Eralp, Raziye Çakır, Murat Yıldız ve Murat Ulutürk geçtiler. Konuşmalarında yazılarında inandırıcıydılar. BULTÜRK, göçmenlerin arasında, toplumun sorunlarıyla yaşayan bir dernek olarak toplum tarafından hemen hissedildi. Tutuldu. Kitleyi kucakladı. Yığınlar da onu asla bırakmadı. Derneğin sesi hem kitlede, hem tepede, hem Türkiye’de hem Bulgaristan’da hem de Türk Dünyası’nda duyulmaya başladı. Namı aldı yürüdü. Yeni bir zihniyet kükremesi yaşandı. 13 yılın idesel birikimi, yeni algı, faşist ve komünist algıyı çöpe atan yeni paradigma, tarihe, bugüne ve yarınlara farklı bakış 12 ciltlik bir külliyat olarak 2016 Baharında dünya yüzü gördü. Düşünülen, özlenen, halk sevgisi, yaşanan zulüm, ayaklanma, göç çilesi, yerleşme zorlukları, ayrılık acısı, Bulgaristan Türklerinin öz edebiyat ve tarihi ve çok büyük bir umutla halk için yapılmak istenenler güncel olaylar kaleme alınmıştı. Her yazı karanlıktan aydınlığa çıkış kapısı açıyordu. Bir dizi farklı yayınlar da okuyucuya indi. Etkilenen ve yeni başlayan yayınlar yeni ruhla doğdu. Oyun Kurucunun merkezi: BG-SAM. Oyun kuruculuğun doğuşu ve büyümesi aylar yıllar aldı. Tezgah kuruldu. Ustalar bulundu. Sivil Toplum Örgütlerinde (STK) birlikte yaşamayı özleyenlere götüren yol, BULTÜRK, bir araştırma, yaratıcılık, basın - yayın kuruluşu olarak Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi BG-SAM’ı kurdu. Göçmenlerimizden Sevilcan Yüce, Filiz Soytürk, Hüseyin Yıldırım, Pervin Maşaoğlu, Raziye Çakır, Osman Büyükkaya, İbrahim Soytürk; Razgrad’a bağlı Kubrat’tan - Levent Rasim, Avusturya’dan katılan Kazanlıklı tarım mühendisi Osman Bülbül ve Almanya’dan dava arkadaşımız Kırcaalili Ünal Gazi’nin aktif etkinlikleriyle “www.bgbukturk.net” - “Bulgaristan Türklerinin Sesi” gazetesi, “BG-SAM - www.bghaber.org” vb elektronik yayınlarla, onlarca toplantı, forum, kurultay, uluslararası sempozyum vb. aracılıyla Oyun Kuruculuğu yolunda adım adım ilerlemeye devam edilmektedir. Kaynaşmamız kolay olmadı. Önce uzun uzun 1989’da 130 binimizin neden geri döndüğünü araştırdık. Zulümden kaçanların terör yuvasına dönmesi derin anlamlıydı. İnsanımızın ye-


Makale ve Analizler - 2016

103

niyi hissedebilmesi körelmiş, öz kültürüyle kaynaşmadan korkanlar, geride bıraktıklarını geri almak için dönmüşlerdi. Stratejik hedeflerinin başında Türkiye’de toplam sayıları artık 710 bini bulan göçmen soydaşlarımızı Türk halkıyla aynı bölünmez vatanımızda, dalgalanan ay yıldızlı bayrağımız altında, 21. yy Türk kimliğiyle birleştirip kaynaştırmaktı. “Büyük Türkiye” atılımına katılmak ve güven içinde huzurlu yaşamak da vardı bu özlemde. Biz göçmenler birçoğunun ataları Yemen’de, Edirne savunmasında, Sakarya ve Çanakkale Savaşlarında şehit düşmüştü. Bazı Büyüklerimizin mezar taşları Osmanlı’nın Rumeli şehitliklerindeydi. Bu vicdanı ve kutsal bilinci canlandırıp yükseltebildik, onurla yaşatabilmek gerçekleştirmeden ileri adım atmak zordu. Anavatan birdi, öz toprağımız olurken bizden istedikleri de vardı. İşte bugün (10 Haziran 2016) Kırcaali Çiftlik köylüleri Edirne şehitler kabristanlığında Türkiye Cumhuriyeti topraklarının bölünmez bütünlüğünü silah elde savunurken Mardin/Midyat’ta şehit düşen, çiçeği burnunda kızımız, genç ana, yavrumuz Nefize Özsoy‘u Edirne’de son yolculuğuna uğurlamak için toplanıp geldiler. Onlar için Bulgaristan atavatan, Türkiye’miz de anavatandır. Vatan bölünmez bilinci bu parçalanmaz bütünlüğün simgesidir. Dün ise İstanbul’da Şumnu doğumlu Bulgaristan göçmeni İstanbul /Vezneciler terör saldırısı şehidimiz Kadir Cıhan Karagözlü kardeşimizi de son yolculuğuna uğurladık. Terörle mücadelede Bulgaristanlı Türklerin ön saflarda yer alması ve kahramanlık ve özveri örnekleri vermesi, BULTÜRK derneğinin tek bayrak altında gururla birlikte yaşama stratejisinin çok yüksek düzeyde gerçekleştiğine kanıttır. Oluşan yeni bilinç ve onur, Türk olma ve Türkiye Cumhuriyeti için ateşe girip can feda etmeye her zaman ve her yerde hazır olma şuuru “Biz aynı kökten bir milletiz ve başka bir Türkiye yok!” bilincinin başarıyla aşılanabildiğine örnektir. Her gencimiz aynı davanın korkmaz ve yılmaz eridir. Kendi aynamıza da bakmak zorundaydık. İleriyi görebilmemiz için önce kendi aynamıza bakmalıydık. Oyun kurucu olma rolünü üstlenen BG-SAM, “Bize Bu Zulmü Kim Yaptı?” sorusuna yanıt aradı. İlk kez olmak üzere ve Türkiye’deki yüzlerce göçmen derneği, kulüp, birlik, federasyon, konfederasyondan ve Bulgaristan’daki Hak ve Özgürlük Hareketi (DPS) partisinden farklı olarak olaya politik yanaştı.


104

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Sosyolojik araştırmalardan sonra olayları objektif irdelemelerden sonra, 138 yıldan beri şiddetlenerek süregelen hor görme, sindirme, kışkırtma, göçe zorlama gibi Müslüman - Türk ve İslam düşmanlığının ardındaki devlet siyasetine işaret etti. Bize uygulanan terör devlet terörüydü. Bu, Bulgaristan’da geçici bir sorun değildi. Bulgaristan Devletinin mayasında vardı. Bismark ve Hitler Almanya’sını model alarak kurulan Bulgar devletinde belirleyici olan, var olabilmek için öteki yaratmak, onu kötüleyerek yaşadığı topraklardan kovmak için “kara kan” olarak gösterip göçe zorlamak başta geliyordu. Bu siyaset daha 1878’de başladı. 1912’de Müslüman Pomakların din ve isimlerinin değiştirilerek Hıristiyanlaştırmaları ve Bulgarlaştırmaları 20. yy Bulgar devlet siyasetinde belirleyici oldu. Bu zorlama 1936’da, 1942’de, 1970 72’de ve 1984 - 85’te devletin oluşturduğu baskı ve terör rejiminin tüm olanaklarını kullanmasıyla Müslümanlarımıza karşı tekrar etti. 1942’de 42 bin Yahudi ve Çingene vatandaşımız da Nazilerin gaz kamaralı toplama kamplarına gönderildi. “Tek ulus, tek devlet” -faşist ideolojisine dayanan bu siyaset, 1945’ten sonraki komünist dönemde totaliter devlet terörü olarak şiddetlendirilerek değişiklik görmeden uygulandı. Cumhurbaşkanı Jelü Jelev’in “Faşizm” eseri bunu anlatır. Bizden büyük sayıda kurban aldı. Bulgaristan’da Halkımızın ruhunu sakatladılar. İç ve dış göçlerle nesillerimiz arasındaki doğal bağlar 6 kez baltalanıp koparıldı, Müslüman Türkler yalnız oy kullanma hakkı olan “siyasi köleler” durumuna getirildi. Birleşik Amerika’da kölelik devrinde uygulanan sözde insan haklarından “kölelere okuma yazma hakkı asla tanınmaz” bölümü Bulgaristan’da azınlıklar, Müslüman - Türkler için uygulandı. Bizi, beşinci sınıf insan, toprak kölesi, itibarsız varlıklar durumuna getirmeye çalıştılar. Bu zihniyetin değiştirilmesi için başlattığımız hak ve özgürlük davamızda Oyun Kuruculuğumuz ilk adımlarını attı. Zulme karşı koymak yeni oyunun kurucusu olabilmektir. Olaylar birbirinin devamıdır. 2003’ten sonra bu feci duruma ışık getiren BULTÜRK oldu. Bulgaristan’da ilkleri yapmaya devam etti. Bir faşist devlet düzeni olarak kurulan ve gelişen III. Bulgar Çarlığı ile 1945’den sonra yerleşen Bulgar komünist totaliter düzeni arasındaki kopmaz ve katı sürekliliği olduğunu ortaya koyduk. “Bulgar Etnik Modeli”nin çaresizlikler kıskacında boğarak asimile etme siyasetinin devamı olduğunu gün ışığına çıkardık ve bu siyaseti çökertme kavgası başlattık ve başarılı olduk.


Makale ve Analizler - 2016

105

1990’dan sonra sahneye çıkarılan bizdeki “demokrasi”nin sahte, içeriksiz, hiç bir geleneğe ve insan hak ve özgürlüklerine dayanmadığını, halkın refahına katkıda bulunmayı hedeflemediğini açıklarken, ardına gizlendiği sahte maskelerini çekip aldık. Komünist kalıntıların, Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) ve Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) totaliter siyaset uzantılarının hedefinde ülkeyi Rusya’ya bağlı oligarşi sermaye çevrelerinin egemenliğine teslim etmek vardı ve biz bu maskeyi de indirirken, Türk partisi olarak geçinen HÖH’ün içine kümelenen kara para aklayıcıları, dolandırıcı, dalavereci, tefeci ve rüşvetçileri de birer birer halka gösterdik. İlk kez olmak üzere, siyasi kılıfların (maskelerin) değişmesiyle örneğin zulüm uygulayan Bulgaristan Komünist Partisi’nin (BKP) Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) adını almasıyla aslında hiçbir şeyin değişmediğini ve değişmeyeceğini gün ışığına çıkardı. HÖH partisinin Bulgar ve Rusya gizli servisleri DS ve KGB ortaklığının bir ürünü olduğunu halka anlatabildik. Bu cümleden olmak üzere, ülkede aşırı sol (Moskofcu) ve aşırı sağ, ırkçı Bulgar milliyetçiliği örgütlendiğine işaret ederken, meclise gireceklerine ve hükümet siyaseti üzerinde ağırlık kuracaklarını öngörebildik ve halkı uyardık. Bulgar toplumunda taşı toprağı birbirinden ayırmamız çok zaman aldı. yüzyıl Bulgar milliyetçileri totaliter rejim uzantılarıydı. 20. yy ‘da etnik azınlıklara karşı vahşet uygulayanların ta kendisiydi. BKP Genel Sekreteri Todor Jivkov’un 29 Mayıs 1989’daki TV konuşmasında Türkiye Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ı “aç kapıyı ve topla hepsini” çağrısını yaparken, bizim için “akıtılması gereken kara kan” dediği ve “en az 300 bin Türk’ten mutlaka kurtulmalıyız,” sözlerinde ifade bulan devlet siyasetinin cop, silah elde vahşice ve amansız uygulayıcılarıdır. Sinmişlerdi. 30 yıl sonra yine ateşlendiler ve kuduruyorlar. Anlattığım şu acı gerçekler ne kadar sempatik dille söylenirse söylensin bizim bağrımızı bugün de yakıyor. Ve bu işin içinde en kötü olan, 20. yüzyıl Bulgaristanlı Türkler siyasetinde ne yazık ki, Sofya makamlarının her zaman Oyun Kurucu olmuş olmalarıdır. Yerli Türk siyasetçiler bu barbar siyasete yamak ve uşak olmaya zorlanmışlardır. BULTÜRK’ ün getirdiği yenilik. 2000’li yıl başından beri bir değişiklik, inisiyatif ele geçirme, uzun soluklu düşünme, geçmişi defalarca sık eleyip sık dokuma, eksikleri tamamlama ve hiç bir zaman umut yitirmeden hep ufka bakmayı, umut ışığını gösteren BULTÜRK oldu. Önce tarihi geçmişi yazdık bunu bilmelidirler ki, yarını kurabilsinler. Du-


106

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

rumu şöyle de tarif edebiliriz. 100 yıl Müslüman Türkler lehinde iki çift olumlu söz söylenmemiş bir toplumda yeni bir algı ve dünya görüşüşü yaratmak ve 14 yılda Bulgaristan Türkleri külyatı oluşturmak olağanüstü zor bir işti. Ben burada maddi imkânsızlıklardan söz bile etmek istemiyorum. Biz hep halkımızdan güç aldık. BAL-GÖÇ gibi geniş imkânları olan STK’latın yapamadığını yaptık, göçmenleri sis kâbusundan kurtardık ve umutla yaşamak isteyenlere ufku gösterebildik. Şu mübarek Ramazan günlerde düzenlediğimiz iftar gecelerinde bu ışıklar artık parlıyor. İstanbul’da ve Sofya’da düzenlediğimiz basın toplantıları, Sofya meclisi ziyaretimiz, ikili ve çok yönlü görüşmelerimiz, forum ve sempozyumlarımızda bir devlet siyaseti olan, ancak baskı ve teröre dayanan totalitarizmin faşizm kopyası aydın insan, öteki, dil, din, aydınlanma, birlikte yaşama düşmanlığından başka hiçbir şey üretebilecek durumda olmadığını ortaya koyduk. Totaliter rejimin sökülüp yok edilmeden özgürlükçü demokratik düzenin asla kurulamayacağını gündeme getirdik. Bu konularda demokratik Bulgar aydınlarıyla ortak dil bulduk. Yardımlaşma yolu açtık. 1989 göçüne ilk defa kültürel soykırım kelimesini kullanan da BULTÜRK oldu. Ardından Bulgar demokrat aydınlar da dedi bunu ve Avrupa literatürüne geçti. Ve bakış açısı değiştikçe değişti. Bir örnek: 4 Haziran 2016 sabahı Sofya “TV” programında demokrat gazeteci G. Koritarov’un Berlin meclisinin Osmanlı’daki 1915 olaylarıyla ilgili “soykırımdır” diyen uydurma bildirisini örneklerle kınaması, Nazilerin soykırımcı “SS” birliklerinde hizmet etmiş Ermenilere isimleriyle işaret etmesi büyük başarılarımızdan yalnızca biridir. Bu diziden olmak üzere, 2015’te Sofya “Sofya Pres” basın merkezinde, BULTÜRK Genel Başkanı sıfatıyla Rafet Ulutürk’ün “Totaliter komünist rejim katillerinin mutlaka bulunup cezalandırılması gerektiği” bildirimini soydaşlar ve tüm Türk azınlığımız adına imzalaması çok önemli ve anlamlı bir başarımızdır. Bu davada HÖH partisi totaliter düzen katillerini gizleme, arkalama, yargıdan koruma davasına hizmet etti. Bursalı Bal-Göç’ü örnek alan tüm göçmen derneklerimiz de hep sustu ve bir imza atacak cesaret bulamadılar. Bu adımlarla, BULTÜRK hem Türkiye’de soydaşlarımız arasında hem de Bulgaristan’da totaliter rejim kalıntılarına ve çakma sosyalistlere karşı mücadelede demokratik kamuoyunda Oyun Kuran dernek olduğunu kanıtladı. Rafet Ulutürk’ün Genel Başkan olmasıyla olumlu değişikler derinleşti.


Makale ve Analizler - 2016

107

Yoğun gelişmeler, 2010’da, Prof. Dr. Hayati Durmaz’ın BULTÜRK Genel Başkanlığını Rafet Ulutürk’e bırakmasıyla daha iyi örgütlü ve sistemli ilerleyen bir yön aldı. Yeni dönemde “Bulgaristan Türklerinin Sesi” gazetesi Bulgaristanlı okur kitlesine ulaştı. 2000’den fazla yeni elektronik adres günlük yayınlarımız izleyen kitleye açıldı. Yayınlarımız, görüş paylaşma ve fikir beyan edip tartışma platformu oldu. Halkımızda da yeni bakış açısı yerleşiyor. Yeni algının tarihin yeniden yorumlanmasından, değer yargılarının yenilenmesinden, bütün tek taraflı ve ters yüz gösterilmiş olaylara yeniden ışık tutulmasından geçtiği inancı taraftar topladı. 1877 - 78 Rus - Türk Savaşının, Bulgarlar için bir “kurtuluş savaşı” olmadığından başlayarak, Osman Paşa emrindeki Türk Ordularının Plevne ve Şipka Savaşında Bulgar halkını da sunduğunu ayrıntılı biçimde açıklanması, Cumhurbaşkanı Rosen Plevneliev’in “Şipka Tepesi” kutlamalarına gitmemesine kadar derinleşti. Tarih kitaplarında yapılan değişikliklerle “Osmanlı esareti” saçmalığı kaldırıldı. Etnik gerilim doğuran sivri uçlu sanat eserleri galerilerden toplandı. Büyük savaşta Plevne savaşında şehit düşen Türk erlerimizin kemiklerinin toplu mezardan çıkarılarak İngiltere’ye taşınıp taş değirmenlerde öğütülüp ormanlara saçıldığı gerçeğinin öğrenilmesi hayret uyandırdı, tüyler ürpertti. Ferdinand’ın 1908’de kurduğu Bulgar devletinin militarist ve saldırgan özü görülürken, Çar idaresinin Birinci ve İkinci Balkan Savaşında amansız saldırgan ve yağmacı yüzü açığa çıktı. 1945’ten sonra kurulan komünist rejim, etnik, dil ve din azınlıklarıyla ilgili 1908 - 1944 faşist Çarlık idaresinin insan haklarını askıya alan, azınlık haklarını hiçe sayıp çöpe atan, göçe zorlama, cahil bırakma ve “politik köle” yaratma siyasetinin devamı oldu. 1990’dan sonra gelen sözde demokraside de insan hakları ve yasal haklar konularında gerekli anayasal değişiklik bile yapılmazken, yargıda reform oyunu bugün de devam ediyor. Bu konuda Oyun Kuran BULTÜRK Bulgar demokratik güçlerinin, STK’ların aylarca süren direnişlerinin yanında yer aldı. Yoğun etkinliklerin siyasi özünü açarken ve hedeflerini duyururken, özellikle de, 1989’da, Totaliter lider Todor Jivkov’un devrilmesine götüren, 1989 Mayıs Müslüman Türk Ayaklanması sebeplerini, illegal örgütlerimizi, direnişlerin örgütlenmesini, örgüt ağını, kitle gösterilerini, yoğun baskı altındaki Türklerin kitle psikolojisini, Ayaklanma aşamalarını, polis ve zırhlı birliklerle çarpışmaları, şehitleri,


108

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

yaralıları ve göçe zorlanan kardeşlerimizin öyküler şeklinde bunları anlatmakla, Bulgaristan Türklerinin yeniden diriliş tarihini yazma işine öncülük etti. Daha önce söz bile ettirilmeyen konularda, Bulgaristan Müslümanları Başmüftülük Tarihi, Bulgaristan Türklerinin Tarihi, Bulgaristan Türkleri Şiir Antolojisi, Bulgaristan Türklerinin Özgün Kültürü gibi eserler iki dilde, hem Türkçe ve hem de Bulgar dilinde derlendi ve yayınlandı. Uluslararası terörün tırmanmasıyla İslam Barış Dinidir, “Yurtta Sulh Dünyada Barış” konulu toplantılar, konferanslar düzenlendi. Bu eserleri yazanların hiç biri HÖH’lü değildir. HÖH partisi yukarıdaki etkinliklerinin hiç birine katılmadı. Halkımızın gerçeklerin yeni taşıyıcısının dernekler olduğuna böyle inandı. Bu çalışmalarda en kayda değer nokta, resmi Bulgar basın, radyo ve TV programlarının iddia ettiği gibi, 1989 Mayıs ayaklanması ve bugünkü yeniden diriliş HÖH partisi tarafından örgütlenmemiştir. Bu çalışmalarda Ahmet Doğan’ın bir polis dosyası olan hain olduğu, halen gizli polis emriyle çalıştığı, Moskova bağlantılı olduğu, yoksul kitlelerin çıkarlarını asla savunma niyetinde olmadığı açık açık ortaya çıkarttı. Ve yeni Diriliş ruhu işte bu temeller üzerinde boy attı. Yeni siyasi oyunu kurmaya çalışan BULTÜRK, HÖH maskesini indirip “zamanın doldu” dedi. Polis Ajanları dosyalarının bulunduğu arşivlere indi. Ahmet Doğan dosyası yayınlandı. Doğan’ı anlatan “Şeytan” kitabı halk diline çevrildi. BSP-DPS yakınlaşması ve işbirliğinin Müslüman Türkler için tehlikeli olduğunu kanıtladı. G. Pırvanov’un daha ilk Cumhurbaşkanı seçildiği dönemde BSP - HÖH ikilisinin halkımızın temel çıkarlarına karşı birlikte hareket ettiğini yazdı. HÖH yönetiminin katıldığı iktidarlarda eski komünistlerin harsızlıklarına “koltuk değneği” olduğuna, banka çökertme ve soygunlarında HÖH liderlerinin parmağı olduğuna işaret etti. Bunlar yapılmadan, büyük gerçekler ortaya çıkarılmadan Bulgaristan’daki kardeşlerimize yararlı bir yeni siyasetin kurulabilmesi olanaksızdı. Gerçekler gün ışığına çıktıkça, yargıdan korkan HÖH lideri Ahmet Doğan halktan uzaklaştı, korumaları arttı, gizlendi. Partisi 6 defa parçalandı. Ardından yeni bir dönem başladı. Bu ikili bir süreçti. Bir defa HÖH üyeleri partiyi içten içe arıtmaya ve değişikliklere zorlarken, bu olmayınca partiden ayrılma ve bağımsız kalma yolunu seçtiler. 2014 genel meclis seçimlerinde Kubrat, İsperih ve Blagoevgrad seçmenleri HÖH Merkezinden indirilen aday listesine uymadılar. Geçen sene yapılan yerel seçimlerde 7 Belediye HÖH partinden koptu. Bu süreç halen muhtarlıklara


Makale ve Analizler - 2016

109

yayılıyor. Geçen hafta Razgrat’a bağlı Todorovo köy muhtarı Beysim Rufat da HÖH sisteminden ayrıldı. Bu sürecin artık bir de DOST partisine yönelme şeklinde hız almaya başladı. Son haberlere göre, HÖH’ten ayrılıp DOST partisine dilekçe sunan Müslüman Türklerin sayısı 30 bin kişiyi buldu. Yerel düzeyde Sivil Toplum Örgütleri ile oyun kurma girişimleri BULTÜRK yönetiminin Bulgaristan’da bölge ziyaretleri esnasında hız aldı. Türkiye’deki çalışmaların önemi artıyor. Bu çalışmaların Türkiye ayağı özellikle seçimler yaklaşınca renkleniyor. Belediyelerle ve yönetim organlarıyla işbirliği belirleyici önem kazanıyor. Bir yandan seçmenlerin Türkiye iç siyasetiyle ilgili yaklaşımlarını yönlendiren BULTÜRK, İstanbul/Bayrampaşa Belediyesi’ndeki AK Parti lehinde etkin katılımla geçen yılın Haziran - Kasım seçimlerinde sonuç belirleyici rol oynadı. Bayrampaşa’da tüm Rumelilere karşı BULTÜRK tek başına AK Parti’nin yanında olduğunu beyan etti, Bayrampaşada Belediye seçiminde BULTÜRK belirleyeci oldu. Oyun Kuran siyaset çizgisiyle Türkiye Cumhuriyeti’nde Başkanlık sisteminin kaçınılmazlığı açıklanırken, Atatürk siyasetçiliğinin yıllar içinde geçirdiği evrim de halk kitlelerine değişik biçimlerde apaçık indiriliyor. Ekim sonunda yapılacak Bulgaristan seçimlerinde Oyun Kurucu olduğumuzu gösterelim. Bu seçimlerde BULTÜRK Büyük İstanbul ve Trakya il ve ilçelerinden sorumlu olacaktır. Hazırlıklar tamamlanmıştır. Değişime İstanbul’dan 80100 bin oyla katılmamız şart oldu. Sofya’da Türkiyeci, Avrupa - Atlantikçi dengenin korunması biz göçmenlere bağlı oldu. BULTÜRK, Bulgaristan genel parlamento, Cumhurbaşkanlığı ve yerel seçimleriyle ilgili yürütülen çok yönlü ve yoğun çalışmalarda başarıdan başarıya gidiyor. Biz Bulgaristan’ın iç işlerine karışmıyoruz. Biz burada hepimiz Bulgaristan vatandaşlarıyız. Etkinliklerimiz HÖH partisinin bir Bulgar-Rus gizli polisi organına hizmet ettiğini açıklarken seçmeni uyandırdı ve her defasında yeni fırsatlar sunuyor. BULTÜRK bunları yazarken, tüm dernekler susmuştu. Artık susma zamanı da doldu. Aldatılan halkımızdan özür dileme zamanı geldi. Dernek ve federasyonlar, Rumeli - Tek Rumeli TV gibi yayınların HÖH hastalığından büyük ölçüde bugün de kurtulamadılar. Hak ve özgürlük davamıza ihanet maskelerini indiremediler. Yağcılık yaptılar. Soydaşları aydınlatma, gerçeklerle yüzleşme çizgisi aranmadı. İşte bu gün tüm göçmen dernekleri ve diğer STK’lar BULTÜRK’ün


110

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

yıllardır izlediği çizgiyi bulmaya çalışıyor. Bu gün herkes BULTÜRK’ün dediğine geldi ve aynı yolda BULTÜRK’te buluştular. Bulgaristan’da 2016 baharı DOST partisi kurucu kurultayında bu çizgi belirgin oldu. Ekim ayında yapılması öngörülen Bulgaristan Cumhurbaşkanlığı ve muhtemel erken genel meclis seçimlerine giderken, HÖH partisinin Türkiye’den kopma yolları aradığı ortaya çıkmışken, Doğan ve HÖH yönetiminin gözle görülen hainliğini hala açıklamak istemeyen Türkiyeli dernek ve federasyon başkanlarına çağrıda bulunuyoruz, hepsini Türkiyede ve Bulgaristan’da bulunan seçmenlerden ve halkımızdan özür dilemeye davet ediyoruz. Yeni bir Oyun Kurma zamanı kapıyı çaldı. Yeni dönemde ortak oyun kuruculuğuna başlamalıyız. Bunun için herkes önce kendi yolunu yürümek zorundayız. Dernekler 26 yıldır Rusçu-HÖH peşinde gittiler, “Gerçekçi olalım, halkımızı aldatmaya son verelim, gerçekleri söyleyelim, Halkımızdan özür dileyin!” buradan tüm samimi derneklere sesleniyoruz. Demokratik Bulgaristan kurma davamıza katkı sunmak için, yeni bir oyun kuruculuğuna soyunma çağrısında bulunuyor. BAL-GÖÇ gibi derneklerden, HÖH - DPS konusunda 27 yıldır gözüne kül attığı halktan, seçmenden özür dileme işinde öncü olmalarını istiyor. Yanlış bilgilendirmekle oyaladığınız seçmenden özür dileyerek, DOST partisine oy isterken işimizi kolaylaştıralım. Bu yapıldığında “biz kimseye inanmıyoruz” seti başarıyla yıkılabilir. Bu çağrı aydınlar arasında uzun zamandan beri bekleniyordu ve kamuoyunda “şok” etkisi yaptı. Davaya birlikte devam etmenin başka yolu yoktur. İlk adım halkımızın güvenini kazanmak olmalıdır! HÖH’ü destekleyen tüm STK’lar Bulgarisyanlı Türk - Müslümanlardan özür dilemelidirler. Biz sizi yanlış yönlendirdik, özür dileriz demeleri aslında yeterli olacaktır. Bunu demeden HÖH’e karşı çıkabilmemiz birşey ifade etmez. Zaman yeni büyük oyunu birlikte kurma zamanıdır. BULTÜRK


Makale ve Analizler - 2016

111

Yaklaşan Seçimlerin Yaktığı Ateş

Daniela Gorçeva-13.Haziran.2016

Konu: Tohum Tarlada Demlenir. “Benim bir hayalim var ve kim bilir... Ben, ülkemizden kovulan bizim Türkleri, kovulan Bulgarları, kovulan Yahudileri, yeniden geri toplamak hayali ve arzusuyla yaşamaktayım. Hep beraber, Bulgaristan’ı gerçek bir demokratik ülkeye çevirebiliriz. Hepimiz için, çocuklarımız ve torunlarımız için, o yeniden çekici, yaşanabilir ve güzel yurdumuz olabilir. Yeniden köylerimiz ve kasabalarımız canlanabilir, gene her yer Bulgarlarla, Türklerle, Yahudilerle, Ermenilerle ve Çingenelerle dopdolu olur... Eski zamanlarda olduğu gibi, gene Çekler, Almanlar, İspanyollar,İtalyanlar, Fransızlar, Hollandalılar, İngilizler ve Amerikalılar, yaşamak için ülkemize göç edebilirler...” Daniela GORÇEVA Bayan Gorçeva, film senaryoları yazan bir Bulgar. Zulme ve ayrıma karşı bir kişilik sahibi. Açacak insan hakları çiçeklerinin tüm bahçeleri doldurmasını istiyor. Bütün dünyanın kendilerine yurt olmasını isteyen Bulgarların Bulgaristan’daki farklı dil,din ve ırktan yerli yurttaşları kovmasına kesin karşı. “Bulgaristan eski vatanımdı” denmesine karşı olduğu gibi kovulanların hepsinin geri dönmelerini ve hoşgörü içinde beraber ve ili komşular olarak yaşamamıza çağrıda bulunan bir entelektüel. BULTÜRK’ün 2003’ten beri, BG-SAM - yayınlarının 5 yıldan beri aradığı “Kara Kuğu” (olmadığı sanılan bir şeyin haberini) mucizesini nihayet alabildi. Şimdi Bulgaristan’da ve dış ülkelerde aynı görüşte olan milyonlarca “Kara Kuğu’dan” mektuplar, paylaşımlar, onay ve tepkiler bekliyoruz. Biz, BULTÜRK ve BG-SAM ekibi olarak bugün çok mutluyuz. Bayan Gorçeva’nın yazdıkları bizim stratejik çalışmalarımızın özü ve özetidir. Bizim Deliorman bu bahar cıvıl cıvıldı. Kuşlar değişimi insanlardan evvel hissediyor. Karanlıktan aydınlığa bir akıştır başladı. Akıyor ve aktıkça duruluyor. Belediye ve muhtarlıklarımız totalitarizm küfü HÖH - DPS’den kopuyor. “Bağımsızız” diyenler DOST’a el uzatıyor. Hareketlenme politik renkler alıyor. TV programları izleniyor, gazeteler hemen satılıyor, çapa işine gidenleri bile havası değişti. “Zamanları doldu” diyenler günden güne çoğalıyor, gençler yeni partiye oy veriyor. İstanbul/ Bayrampaşa Belediye Başkanı Ayhan Aydemir’in Cebel ve Asenovgrat şehir merkezlerine mehter alayı başında girmesi, 3 - 5 bin kişilik iftar


112

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

(kardeşlik) sofraları Bulgaristanlı Müslümanlara çok büyük etki yaptı. “Türkiye Balkanlara ‘Bereke’ konvoylarıyla taşıyor” inancı toplum ruhunda belirleyici oldu. *** İşte böyle bir yenilenme ufkunda halkımızın kara ve kötülük güçleri dediği, HÖH tayfası ve milliyetçi ırkçılar ayak diremeye devam ediyorlar. Em çok yorumlanan DOST partisi kaydının geciktirilmesi. Halkımız bu işi yaklaşan Cumhurbaşkanlığı ve genel meclis seçimlerine bağlıyor. 1990’dan beri Bulgaristan’ın Müslüman Türklerin oyu olmadan Cumhurbaşkanı seçilemediğini herkes bilir. Ramazan’ın 2. günü Bulgaristan Türkleri Başmüftüsü Mustafa Hacı önderliğinde bir dini, siyasi ve diplomatik heyete iftar veren 24 Haziranda görev süresi dolacak Cumhurbaşkanı Rosen Plevneliev de belirtti. Durumun vaziyeti öyle ki, Bulgaristan’ın dengesizliği siyaseti duvara sıkıştırmış ve ne iktidar ne de muhalefet aday gösteremiyor. Gösterse de ne olacak. Türklerin, soydaşların oyları olmadan devlet başkanı seçilme şansına sahip aday yok... Halkımız DOST partisinin tescilinin geciktirilmesini de bu kazığa bağlıyor. Halkımız, kanuna göre bu işin 1 ayda bitmesi gerekirken, belirsiz bir tarihe ertelenmesi, Ağustos ayının adli tatil ayı olduğu da dikkate alındığında, açık duruşma Eylül ortalarında atıldığında, Müslüman gençliğin enerjisini toplayan DOST’un aday göstermesi baltalanmış olacaktır. DOST partisi tescil edilmeden yıpratılmak isteniyor. Deliorman’da güç toplayan imza toplama ve üye kaydetme kampanyası ilgi buluyor, halkımız yeniden su başında olduğuna, bu işin olacağına her gün biraz daha fazla inanıyor. DOST partisi, memleketimizde özgürlüklerden, her alanda sorumluluktan, her yerde herkese karşı hoşgörüden yana olan ve gerçekten halkımıza da dayanan bir demokratik toplum kurulmasından yanadır. Bu davanın, yeni partinin halka inip, kitlelerimizi kucaklamasından, ateşlenen gençlerin gücüyle mayalanan atılımlardan esin aldığı seziliyor. HÖH partisi liderleri, Müslüman dini düşmanı, Ramazan ve Oruç düşmanı olduklarını Sofya meclisi kürsüsünden “biz bir ateist partiyiz” demekle halktan, seçmenden, soydaşlarımızdan tamamen koptular. Bunların hiç birisi, in bekçisi lider bile hiç bir fakir-fukara, yoksul, sakat, özürlü Müslüman’a buy Ramazanda da fitre vermemiş, iftar sofrası açmamış, yardım eli uzatmamıştır. DOST yönetim ekibinin Filibe “Yeni Mahalle”de genç ve yaşlı Müslümanlar ortamında iftara katılması sevgi coşkusuyla karşılandı. Bu olaylar Batı Rodoplar’da, Kırcaali köylerinde, Haskovo muhtarlıklarında, mescit ve camilerde, Gerlovo, Burgas köyleri ve Dobruca’da aynı coşkuyla devam ediyor. Bu coşku Bulgaristan’da totalitarizmin en nihayet mezara gömüleceği


Makale ve Analizler - 2016

113

ve hür bir sosyal ortamda insan kardeşliğine, adil bir düzene kapı açılacağı beklentisinin esintisidir. Sofya Şehir Mahkemesi’nden, soru içeren bazı mektuplar aladıktan sonra basın toplantısı veren DOST Genel Başkanı Lütfi Mestan’ın son gelişmelere getirdiği yorumlar, basında ve elektronik medya ortamında geniş yorumlandı: “Mahkeme, DOST’un kaydını erteledi. Partiden yeni delil ve açıklamalar istedi. Tescil için evraklar, siyasi partiler yasasının 15.maddesinin 2. fıkrasına göre verilmiştir. Dosya sunulurken Bulgar medyasında milliyetçi beyanlar belirdi. Mahkemeden engelleme istendi. Bu güçlere Bulgar sosyalistleri de katıldı. BSP yönetiminden Paskalev, DOST’ un tescil edilmemesini istedi. Siyasi partiler yasasının 16.maddesinde, evrakların sunulmasından sonra, bir ay içinde, dilekçe sahipleri ve savcıların hazır bulunduğu bir açık duruşmada karar alınır ve partinin kaydı yapılır, deniyor.” Şimdiye kadar, 2 ay olacak, bu açık duruşmaya tarih verilmedi. Bu arada, Sofya Mahkemesi DOST’a bir mektup gönderdi ve şunları istedi: Bulgar toplumunda “reformcu güç” hangisidir? Oligarşi çemberlerden Bulgar medyasının bağımsızlığını sağlama yol ve araçlarınız hangileridir? Yargıdaki kulislere güçlü ve kararlı karşı koyulabilmesi için kararlı ve genel kapsamlı reformlar için önek veriniz. Yani, kulis güçleri, reformcular ve oligarşi çemberi üstüne bilgi isteniyor. Bu soruların cevabı gün gibi ortadadır: Kulis güçleri gizli servis DANS ve ona kadro yetiştiren “Kütüphaneci Enstitüsü”, Ahmet Doğan’ın kapalı tutulduğu, adına “saray” dedikleri, gizli görüşmeler köşkü, dağıtılmayan ve dosyaları açılmayan askeri istihbarat ve yerli para babaları, banka genel müdürleridir. Reformcu güçler, öncelikle sivil toplum örgütleridir. Bulgar toplumunun demokratikleşmesini ve yenilenmesini, adaletin tesis edilmesini, eğitim, sağlık, sosyal yaşam, azınlıklar ve memleketten kovulanlar ve onların dernekleriyle çalışmalar gibi temel dallarda yenilenmeyi gerçekleştirecek siyasi ve sosyal güçlerdir. Bulgaristanlı Müslüman Türkler bunların arasında nüve oluşturduğu gibi, zaman zaman başı da çekmiştir. Örneğin 1989 Mayıs ayaklanmasında. Oligarşi çemberi: Bu güç bizde ülkemize çöreklenmiş Rus finans çevrelerinin aktif yardımlarıyla oluştu. İlk kuruluşu olan “Multi Group”, 1993’te Türklere


114

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

de dağıtılan özelleştirme bonolarını HÖH girişimciliğiyle sermaye olarak kullanarak 1996’da kuruldu. Stratejik amacı, totaliter siyaset ve ekonomi bünyeni korumak, “soya dönüş” zulmü ve kültürel soykırım suçlularının tutuklanıp yargılanması yolunu engellemek ve ülkemizi Rusya etki alanında tutmaktı. Moskova emrinde çalıştı. Bulgaristan’da oligarşi böyle kuruldu, ardından enerji oligarşisi vb oluştu. HÖH kapatılıp dağıtılmadan yok bu yapılanma edilemez. İstenen yanıtlar bu ruhtadır. Bir mahkemenin bu gi sorular sormaması görüşündeyim. Avukatlara göre, şu aşamasında, mahkeme ancak DOST’un sunduğu dilekçenin ve diğer evrakların Anayasaya ve Bulgar yasalarına uygun olup olmadığı konusunda görüş açıklamak zorundadır. *** Bu işte bir oyun olduğu ortadadır. DOST partisi Genel Başkanı Lütfi Mestan bu konuda basın toplantısı düzenledi ve şunları paylaştı: DOST partisinin tescil edilmesinden aşırı milliyetçi güçler ve Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) ve aynı zamanda Bulgar toplumundaki tüm sol ve tüm Rusçu güçler huzursuzdur. Çünkü onlar, DOST partisinin jeo-stratejik yöneliminin kuşku götürmez bir biçimde Avrupa ve Atlantikçilik olduğunu biliyorlar. söyledi. Biz,bir radikal bir NATO’cu parti olacağız. Yakında yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, hele bu seçimin ikinci turda, Avrupa-Atlantik güçleri ile Avro-Asya güçleri (Putinciler) arasında sert bir yüzleşme olacaktır. Bu açıdan bakıldığında, DOST partisinin tescil edilmesi Cumhurbaşkanlığı seçim sonuçlarını direk olarak etkileyecektir. Hiç kuşkulanmadan şunu söyleyebilirim. Yasal sürece uygun olarak, Dost partisi tescil edildiğinde, bu seçimi NATO’cu aday, Avrupa - Atlantik (AP ve NATO yandaşı) Bulgar Cumhurbaşkanı kazanmış olacaktır. Belirli politik güçlerin, DOST partisinin tescil edilmemesi çağrısı yaparak, Anayasamızı, politik partiler yasasını kabaca çiğneyerek, bağımsız mahkemenin işine çok kaba, çok insafsız ve amansız müdahale etmesine kesinlikle karşıyız., Bunu kısa bir süre önce, BSP Yönetiminden Konstatin Paskalev de “bTV” kanalından yaptı. Bu TV programı DOST düşmanlığı yapan solcu ve aşırı milliyetçi, Rusofil güçlerin kürsüsü oldu. Pakalev’e ve BSP Partisinin yeni seçilen Genel Başkanı Kornelieva’ya şunu hatırlatmak isterim: Bağımsız bir organ olan mahkemenin işlerine bu denli kaba ve küstahça müdahale, geçen Mayıs ayında Pravets’te onların kabrine saygı ve minnet çelenk ve çiçekleri koydukları diktatör Jivkov zamanında devamlı oluyordu. Kanımca, BSP zamanları karıştırıyor. Biz NATO ve Avrupa zamanında yaşıyoruz.. Onlar,


Makale ve Analizler - 2016

115

Jvkov’un komünist Bulgaristan’ına özlem duyuyorlar. Fakat bu onların kendi işidir. Şimdi önemli olan, 500 bin Bulgaristan Türkünü ve Müslüman’ımızı vatanlarından zorla kovan bir zalimin ruhuyla savaşacak olan ve yeni Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde birlik ve ortaklık yapacak siyasi güçlerin bulunup bulunamayacağı konusudur. Biz bu güçlerin arasında yer almak istiyoruz. Evet Jickov kabrine bu çelenk 29 Mayıs günü koyuldu. Bu tarihte Jivkov Türkleri Vatanlarından söküp atma kakarını açıklamıştı. Sınır kapısını açtığını söylemişti, kapı Türklerin vatanlarından kovulması için açılmıştı, Bulgarlar için değil. Kovulanlar Türklerdi. Bulgarlar bu haktan yararlanamamışlardı. Zaman hızla değişiyor. Deliorman değişim ve Bahar havasını yazın ilk haftalarında da koruyabildi. Ben, tohumların tarlada demlendiğine inananlardan biriyim ve halkın arasındayım, olayların nabzını tutmaya çalışıyorum. Halkımın yüzü gülmeye başladı.

Ödev: Bu Seçimde Oyun Kurucu Olmak

Rafet Ulutürk-14.Haziran.2016

Konu: Ya yeni bir yol bulacağız ya yeni bir yol açacağız. BULTÜRK Yönetimi olarak bir iş yapmak istersek, önce plan hazırlarız. Planda konuları önemli ve önemsiz, yakın ve uzak vadeli olarak sıralarız. Stratejik ve taktik ödevler de vardır. En önemlisi plan zamana göre hazırlanır ve aslına bakılırsa, zaman işi yapacak insanın ta kendisidir. Her geçen gün değişen dünya şartlarına uyum sağlamak için insanlar kendilerini yetiştirmek ve geliştirmek zorundadır. Tarihin süzgecinden geçirerek bu gelişmeleri ve insan zekâsının tekâmülünü incelediğimizde karşımıza çıkan en önemli nokta “İnsanoğlunun gönüllü olarak yaptığı her işte, azmi ile her soruna çözüm bulduğu, kalbiyle inandığı her fikri fiili durumu sonuçlandırmakta elinden geleni yaptığı” gerçeğidir. Önemli konuların başında, tespit ettiğimiz temel hedeflere hizmet eden ya da engel olan konular gelir. BULTÜRK yönetimi olarak bizim şu dönem en önemli konumuz, Ekim sonunda Bulgaristan’da yapılacak Cumhurbaşkanlı seçimlerini iyi analiz edip, gerçek durumu seçmene indirmek ve yükselteceğimiz adaya daha ilk turda olası en fazla oy alabilmektir.


116

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bunu yapmadan Seçim oyunu kuramayız. Somut oy kitlemiz İstanbul ve Trakya’da yaşayan ve sayıları 300 bin civarında Bulgaristan vatandaşı soydaş seçmenler ve Bulgaristanlı seçmen kitlesidir. Çalışmalarımız bizi yolumuzdan ayıracak önemsiz konulardan çok, önemli konular üzerinde yoğunlaşmaktır. Bütün imkânlarımızla Moskof yandaşlarının, milliyetçilerin, ırkçıların, Müslüman-Türk ve İslam düşmanlarının maskesini indirmeye, Bulgar vatandaşlığımıza göz dikip el uzatanlara hak ettikleri dersi vermektir. Biz oylarımızı birinci turda BULTÜRK’ün kendi adayımıza, ikinci turda ise Türkiye ile iyi komşuluk, barış ve güvenlik, NATO içinde yardımlaşma, Avrupa ve Atlantik ilkelerinden ve değerlerinden yana olan adaya vereceğiz. Böylece HÖH - DPS partisinin Putin’ciliğine de gerekli dersi vermiş olacağız. Seçim oyunumuzun ana stratejisindeki kurallar bunlardır. *** Bu çalışmalar BULTÜRK derneğinin yakın vadeli çalışmalarını da belirliyor. Büyük bir sabırsızlıkla Cumhurbaşkanı adaylarının kayıt yaptırmasını bekliyoruz. Önem verdiğimiz konulardan biri de, seçmen kitleye yeni bir yaklaşımla dokunmaktır. Biz her gün her saat halka dokunan bir siyasi çizgi izlemeye çalışıyoruz. Bu çalışmalarımızda tesadüf yoktur, ancak olması gereken daha iyi yollar da bulunabilir. Her sabır bir umuttur inancıyla, sabırlı davranıyoruz. Tüm yöre derneklerinden HÖH konusunda “biz yanıldık ve sizi de yanıltmış olduk” düşüncesiyle özür dilenmesini ve yeni bir birlik kurulması yolunun açılmasını istedik. Bunu yapmak isteyen her dernek ve federasyon, önce kendi vicdanının önünü süpürecek, sonra da başkalarının tozuna kirine bakacaktır. El ele verip güç toplayabilmemiz için seçmen tüm HÖH yandaşlarından bir Özür Bildirisi bekliyor. Olay çok basittir, bugün ayağımıza takılan irili ufaklı taşları biz son 26 yılda HÖH siyasetine körü körüne taparak kendimiz döşedik ve zaman bunları söküp atma zamanıdır. Bu olayın büyük gecikmeyle farkına varılmış olması, dernek, federasyon ve Konfederasyon yönetimlerinin kendi suçlarıdır. Özür Bildirisi bir yeni başlangıç olacaktır. Büyük büyük işler hep yeni başlangıçla olur, bunu kabul etmeliyiz. *** Stratejik konumuz Türkiye’deki soydaşlarımıza özellikle de İstanbul ve Trakya’da oturanlara yakın olmak, onları kucaklamak, örgütlemek ve doğru hedefe yöneltmektir. Bir sivil toplum örgütü olan derneğimiz halkı bilgilendirmeyi


Makale ve Analizler - 2016

117

öz ödev olarak benimsemiştir. Demokrasi ve adalet kapısının bilgi ve tecrübeyle açılabileceğine inanıyoruz. Davamızda, şu dönem en önemli silah olarak demokratik seçimlere katılma, seçme ve seçilme hakkımızı kullanma ve Bulgaristan’ın egemen, demokratik ve adalet düzeni olan bir Cumhuriyet olarak yol almasına katkıda bulunacak. Halkın sevdiği vatandaşlarına ve devletine yararı olacak tüm vatandaşlarını 1.sınıf vatandaş kabul edecek bir devlet başkanına oy verilmesini sağlamaktır. Bunun kanıtı BULTÜRK Gazetemiz ve www.bghaber.org sitesindeki tüm yayınlarımız bu değirmene su taşımakta ve taşımaya devam edecektir. Bizim gözlemlediğimiz stratejik gerçeklik şudur: Bugün Müslüman - Türkler (HÖH) Hak ve Özgürlük Partisi’nden kopuyor. Deliorman, Gerlovo, Dobruva, Trakya ve Rodoplar, tüm Müslüman bölgeler parçalandı. HÖH’ten kopanlar halen bir boşluktadır. Yeni hareketlenme, oğul vermiş kovandan çıkmış bir bal arısı ailesi gibi DOST’a yöneliyor, ama bu partinin yasal tesciline erteleme taktiği ile engel yaratanlar, tuzak kurdular ve seçmenlerimizin, halkımızın DOST kanatları altında buluşmasına belki de 15 Eylüle kadar mani olmayı başaracaklardır. Moskofcu, solcu, Putinci kanat ile Avrupa Atlantik, AB ve NATO yandaşları arasındaki tarihsel kapışmada, Müslüman Türklerin Türkiye, NATO ve AB ve ABD güvenlik ve barış siyaseti için, merkez sağ adaya oy vermesini ısrarla diretiyorlar. Ne yazık ki, bilinmeyen kesin sebepler yüzünden, Sofya Yüksek Seçim Kurulunda adayların kaydı henüz yapılmadığı için, somut isimler üzerinde duramıyoruz. Adayları tanıtmak yeni yazımızın konusu olacaktır. Fırsatçı değiliz amma risk almaktan da korkmuyoruz. Timur Beyazıt’ı hazırlıksız yakalıyor Ankara meydan muharebesinden öncesi ve komutanları Efendim bu bir fırsattı bitirelim işini diyorlar. Timur “Bırakalım savaş düzenini alsın Büyük Devlet Fırsatçı Olmaz” İşte dünyayı yönetenlere de bu mesajımız olsun. Timur’un diğer sözü “Osmanlıya korkuyu miras bırakmayacağım” diyor. İşte bu gün bizler korkuyla yaşamaya devam ediyoruz. Bulgaristan Müslümanlarının ve tüm soydaşların birinci turda kendi adayımıza oy vermesi bir ihtiyaca cevap vermektir. Biz bu oyunu kurup kampanyamızı başlatırken, 5 yıl önce Sali Şaban’ı BULTÜRK Bulgaristan Devlet Başkanı adayı olarak yükseltirken de, ilk ikiden biri olup, ikinci tura giremeyeceğini, Bulgar toplumunun bir Türk devlet başkanını kucaklamaya henüz hazır olmadığını, Bulgar demokrasisinin henüz böyle bir köklü değişikliğe olgunlaşmadığını biliyorduk. Buna rağmen, Bulgaristan’da ilk Türk devlet Başkanı adayını yükselttik ve büyük başarı elde ettik. Halk bizim kararlılığımızı ve cesaretimizi alkışladı.


118

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu bir risk miydi? Hayır. Yüreğimizdeki inanç şuydu: El elden üstün değildir, el ele verince doğar üstünlük. Bu oldu. Şimdiki seçimlerde çok daha kararlı ve daha büyük riskleri aşmaya hazırız. *** Risk alma kabiliyeti. Bu, halkını seven ve hedef güden tüm liderlerde olan bir şeydir. Bu hareketlerimiz BULTÜRK’ü tüm diğer göçmen derneklerinden ayıran özelliktir. Ne demek istediğimiz şu örnekleri vermek istiyorum: Limanda duran bir gemi bütün tehlikelerden uzaktır. Bal-Göç gibi göçmen derneklerinin özünü belirleyen, geldikleri bulundukları limanda, sırtını devlete dayamış, HÖH ihanetçilerine de gülümseyerek duruma hâkim olma huzurudur. Bu geminin kaptanı gibi, benzer dernek başkanları da kendilerini güvende hissederler. Yiyip içip eğlenirken, menfaatleri torbada kekliktir. Buna karşılık açık denizlere ve okyanuslara açılan, Bulgaristan devlet başkanı seçimlerine kendi adayını çıkarak BULTÜRK gibi bir derneğin, fırtınaya yakalanma, başka bir gemiyle çarpışma, alabora olma gibi birçok tehlikelerle karşılaşma ihtimali vardır. Fakat sadece bu riskleri göze alabilen gemiler hedeflerine varabilirler. Aday çıkarmayan bir parti, bir dernek hedefine ulaşamaz. HÖH ve Bal-Göç bugüne kadar Cumhurbaşkanı adayı çıkarmamıştır. Aday olmayınca seçmen kimi seçsin. Bu halkı oyalamak değil de nedir. Ekim 2011’de ve 5 yıl sonra bir daha G. Pırvanov için Müslüman Türklerden oy isteyen HÖH-haini Ahmet Doğan, aslında seçmenlerimizi Moskova çizmesi altında ezdirmiştir. Hala bunu göremeyen var mı? Biz, bu seçimde yükselteceğimiz adayımızın da son hedefe ulaşamayacağını, birinci turda Bulgaristan devlet başkanı olamayacağını biliyoruz. 2011’de 23 adaydan 9.sırada tamamladık, bu seçimde 3-4.sıraya gelmek ve gelecekte Devlet Başkanlığında bir Müslüman - Türk Devlet Başkanı olacağına halkımızı inandırmak. Bizler bu dünyaya gelmemizin amacı hayatımızda insanlarımıza toplumumuzun çıkarları doğrultusunda varlığımızı ortaya koymaktır. Bu nedenle de Bulgaristan’da insanlarımızı uyandırmak ve bunun için bu seçimlere kendi adayımızla girmek istiyoruz. Gençlerimizin bu devlette 1.sınıf vatandaş olduklarını hissetmelerini sağlamak istiyoruz. Bu seçimlerde de ikinci turda yeni başkandan belirli istekler öne sürme hakkı elde etmiş olacağız. Bu bir mücadeledir. Keyifli ve rahat bir iş değildir, fakat onur verici ve yüreklendiricidir. Biz bu işte titiz, tedbirli ve dikkatliyiz.


Makale ve Analizler - 2016

119

Adaylarımızı artık belirledik. Onların gözleri de bizim baktığımız yöne bakıyor. Tehlikelerle boğuşarak, ter dökerek gidecekleri yönü ve yolu biliyorlar. Bu halkımızın Türk kimliğini pekiştirme, demokratik ve adil, hepimizin eşit olacağı, ayrım yapılmayan, kardeşliği üstün olan bir düzen için “Tam gaz ileri” giderken öncülük etme gerekeceğini de biliyorlar. Bu dava yolunda biz korkulu rüya görmüyoruz, falcıya da gitmedik. Risk almaktan korkmuyoruz. Makam ve mevki kaybetmekten de korkmuyoruz. Gözde büyütülecek bir durum yok. Biz yasal haklarımızı kullanıyoruz. Seçme ve seçilme hakkımız kutsalımızdır. Liderlerin oyun kurarken karşılaştıkları problemleri anlatırken, “Damada süren, tavlada vuran kazanır” deriz. Tehlikeyi göze alamayanlar bu denizi geçemez, oyun da kazanamaz. Biz okyanuslara açılıyoruz, gelen varsa buyursunlar. Oyun kurarken teşebbüsçülük ruhu güçlü olan lider başarılı olur deriz. En önemlisi toplumu için kendisini feda edebilecek kişilere ihtiyaç var diyoruz. Kitle hedefe en kısa ve en faydalı yol hangisi ise ona yönelir. Oyun kuran denize çıkmak için orman kesen değil, neresinin ve nasıl kesileceğini gösterebilendir. Maksim Gorki’nin bataklıkta yol arayan toprak kölelerine yüreğini yakıp aydın yol gösterişini anımsayın! Bu sözlerin anlamında biz Bulgaristanlı kardeşlerimize ya yol göstereceğiz ya yeni yol bulacağız büyük gerçeği vardır. Burada önemli olan bizim kendimizi diğerlerinden üstün görmemiz değil, hata yapmayacağımıza da inanmıyoruz, önemli olan hatalarımızdan ders alıp, hataları bir daha yapmamaya çalışmamızdır. “Özür dileyin!” El ele verip birlikte ilerleyelim çağrısı bu gerçeğe dayanıyor.Bu ortak oyun kuruculuğumuzun başlangıcı olacaktır. *** Bunu yap(a)mayanlar korkak ve iradesiz olarak tarihe geçecektir. Çünkü ancak tembel, korkak, iradesiz ve tereddütlü gibi huyları olanlar “özür dilemez” ve risk almaktan hoşlanmazlar, daima devlet gölgesinde ve güvende olmayı tercih ederler. Artık devletten bir şeyler beklemekten se kendimiz devlet olmalıyız, bunun için Halka Hizmet Hakka Hizmettir değişiyle mücadeleye devam. Bu işlerde bilgili ve deneyimli olanlara danışmanın da büyük faydası vardır. Bu açıdan değerlendirildiğinde, Ekim’de yapılacak Bulgar Devlet Başkanı seçiminden önce bir forumda buluşmamız da yararlı olabilir. Önümüzdeki günlerde bu konuda bir toplantı düzenlemeyi düşünüyoruz. Bin yılın düşünürü Mevlana “Rüzgârlar her zaman gemilerin istediği istikamette esmezler!” derken, tam da birlik kurulmasını, birlikten güç doğduğunu ve oluşan büyük güçle geminin istenen yöne götürülebileceğini kastetmiştir. İle-


120

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

riyi ve sonu düşünmeyen artından sürüklediği kitleyi yakabilir.Hedefi olmayan bir gemiye hiçbir rüzgarın faydası olmaz. *** Bizim Müslüman Türkleri beliren boşluktan kurtarıp kanatlandırarak istediğim yöne toplumumuzun çıkarları doğrultusunda yönlendirebilmemiz için uzun süreli MEGA projeler üretmemiz gerekir. Bu tasarımların bir ayağı Türkiye’de bir ayağı Bulgaristan’da üçüncü ayağı da Batı’da olmalıdır. Türkiye’de çalışan bir emekçinin yazgısı gibi bizim kaderimiz de garantili ve güvende olmalıdır. Emekçi halkı aynı emel altında birleştirecek güç ortak üretimlerdir. Biz, BULTÜRK olarak bu projelerin Trakya’yı, Deliormanı ve Rodopları kapsamasında hevesliyiz ve birleşmeye hazırız, biz yola çıktık bizimle birlikte yola devam diyenler buyursunlar. Üstün akıl oluşturmadan başarıya ulaşılamaz, işte gelin bu üstün aklı birlikte oluşturalım ve hedefe doğru birlikte yürüyelim. Bizler ofise kapanmış kara kara düşünenlerden değiliz. Bizler seçim oyununu kuruyoruz. 130 yıl ezilmiş, horlanmış kendi kabuğuna çekilmiş halkı ayağı kaldırmaya çalışıyoruz. Bu halkımızı doğru bilgilendirip doğru yönlendirmeye ve birlik sağlamaya çalışıyoruz. Bu birliğin bir merkez oluşturulmasından geçtiğini bir federasyon altında toplanmamızı da yıllardır konuşuyor ve yineliyoruz. Gösterdiğimiz sabırdan umut doğduğuna inanıyoruz. Vatanımızdan kovulmuş olmak bizim kaderimiz olamaz. Biz Türkiye’deki yaşamaya alıştık ama çektiğimiz çileleri, zulmü, dertlerimizi ve acılarımızı asla unutamadık ve unutturmamalıyız. Vatanımız üzerinde dolaşan kara bulutlar dağılmadıkça bizim burada derdimiz bitmez. Çünkü bizim yarımız orada dedelerimizi oralara bıraktık ve onları sahipsiz bırakamayız. Susamayız! Susarsak yeni kötülükler yine bizi bulur. Seçimlere hepimiz katılacağız. İsteseler de istemeseler de sandıkta mutlaka buluşacağız ve birleşeceğiz. Bizim büyüklüğümüz bu defa da seçim sandıklarına sığmayacak ve deprem yaratacaktır. İstanbul’dan Bulgaristan’a, Avrupa ya selamlar, sadece seçim öncelerinde değil her zaman buluşmak ve birlikte hareket etmek umuduyla, Saygılarımızla,


Makale ve Analizler - 2016

121

Politik İradeli Lider Gerek

Musa Vatansever-14.Haziran.2016

Konu: Başkalarının oyuncağı olmayalım! Bulgaristan’da Ekim sonunda yapılacak olan Cumhurbaşkanı seçimleri daha şimdiden can sıkıntısı yaratıyor. Birinci neden, kuşkusuz ülkemizin yön aldığı Batıya yönelik yaklaşımdır. Ne yazık ki, Batı yanlısı güçler henüz ciddi bir aday gösteremediler. Ülkenin içinde bulunduğu ciddi mali ve ekonomik sorunlarla birlikte, endişe uyandıran nüfus problemi siyasi süreçlerin normal seyrine engel oluyor. Aynı zamanda üstüne üstelik dış politikada Batıya bağlanmış, Avrupa Birliği AB ve Birleşik Amerika (ABD) ambargolarını uyguluyoruz. Gelecek hafta Petersburg’ta yapılacak Rusya Sanayi Yatırımcıları görüşmesi ve fuarına gitmek isteyen Bulgar firması çıkmadı. Bu arada Rusya başbakanı basına “para yok dedi.” Buna rağmen, Putin Batıya gülümseyişle bakıyor, Çin’e sımsıkı bağlılıktan korktuğu için Batı Avrupa yatırımcılarına yeşil ışık yakarak, “aman gelin” derken, ambargoyu delmeye çalışıyor. Anlaşıla Rusya geleceğini Avrupasız göremiyor. Bu durumda Bulgaristan’da Cumhurbaşkanı gösterilememesi dikkat merkezindedir. Doğuya bakan, Türkiye ile ilişkiler konusunda karar veremeyen üç başlı bir siyasetin ortasında bulunuyoruz. Kullanılma korkusu büyüyor. İrili ufaklı tehlikelerin arasında, en fazla korkutan, başkaları (bir dış güç) tarafından kullanılmamız endişesidir. Boşa geçen sözde “demokratik” 26 yıl, 21. yüzyılda devletlerin yalnız dalaverelerle idare edilemeyeceğine kesin deliler sunuyor. Yeni demokratik, halkçı ve adil bir toplum düzeni kurabilme ihtimalinin zamanı doldu. Çok fırsatlar kaçırıldı. Totaliter baskı ve terör düzeni akıllıca sökülemedi. Hayat, yeni düzen yaratmanın eski rejimi yıkmaktan çok daha zor olduğunu gösterdi. Bu kanıtlansa da, halk dizginleri kendi eline alamadı. Dünya tarihinde sosyalizmden kapitalizme dönüşün örneği olmadığına, yarı yolda yıkılıp kaldık. Gül gibi çalışıp yaşarken, eski kıtanın en yoksul, işsizlik oranı en yüksek, ufku karanlık ülkesi olduk. Bu durumda dış güçler tarafından istedikleri gibi kullanılabilmemiz olasılığı ağır bastı. Yıkımlı gidişe direnme gücümüz tükendi. Bizi kim kullanabilir. İktidar “Büyük Türkiye” etki alanında olmaktan korkuyor da, bu tamamen doğal ve en perspektifli bir gelişim vaat ediyor. 2023 perspektifli, Türkiye’nin Bulgaristan’a ve Balkanlara taşması tamamen normal sayılıyor. Yatırım fonlarını kısıtlayan AB yenilenmeye açılan ve yeni inkişaf ve atılımların sıçrama tahtası olacak teknolojilerin sırrını bulamadı. Birleşik Amerika da hala yerinde sayıyor.


122

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Durumu korumaya çalışan genç kuşak. Gençliği değişiklikleri, yenilenmeyi, daha yüksek bir hayat düzeyini bize de çağırmakla geçen 90’lı kuşağı artık yaşlandı. Onun yarattığı maddi teknik alt yapı, yollar, demiryolları ve limanlar zamanını yaşadı. Elektronik çağ milyonları sokağa attı da, onların enerjisini toplayan yeni bir mucize henüz doğmadı. Totalitarizmin etnik azınlıklara ve geniş emekçi kitlelere zulmü, insan haklarını, dil, din, kültür, yaşam biçimi ve etnik ahlak ayrımı yapan baskın uygulama siyaseti, ağırlığını milyonların sırtında bugün de hissettiriyor. Battıkça batmamızın baş sebebi budur. Bir omurga tümörü gibi ezen totaliter kalıt toplum bünyesini felç ediyor. Son derece kötü olan durumun hissedilmemesine büyük gayret gösteriliyor. Bugün Fransa’da yaşanan sosyal düzen çöküşü yakında bize de sıçrayacak ve belki emekli maaşlarımızı alamaz duruma geleceğiz. İşte bu ortamda toplumun uyanması ve “ne oluyor burada” demesi engelleniyor. Uygulanan yöntem genç iş gücünü sınır dışına göndermektir. 710 bin kişi artık Türkiye’deyiz. Memnun olmayanlar, homurdananlar için kapı hep açık tutuluyor. Gitmek isteyene dur diyen yok. Gençlerimiz ekmek teknesini Batıya ve Türkiye’ye taşıdı. “Western Union” ile gönderdikler yılda 1 milyar Euro “Bulgaristan’da açlıktan ölenler var” haberlerinin dünya medyasında yayınlanmasına engel oluyor. Hayatın kendi yağında kavrulmasına yeter gibi... Havaleler Avustralya’dan, Kanada ve Birleşik Amerika’dan, Kıbrıs, Türkiye ve Yunanistan’dan, diğer yakın ve uzak Batı devletlerinden gönderiliyor. Rusya’da çalışanımız yok. Para gönderenler, kullanıldıklarını, sömürüldüklerini, en zor işlerde çalışmak zorunda olduklarını, sigortasız çalışmak zorunda bırakıldıklarını, bin bir engel ve güçlükle yüzleştiklerini gizliyorlar. Ne olursa olsun dayanmak ve başa çıkmak ruhu üstün geliyor. Gurbetçilerimiz sağlık sigortası yaptıramıyor. Tatile gelemiyor. Aileleri için daha fazla bir şeyler yapmak isteseler de ellerinde gelen olmayınca üzülüyorlar. Herkes geçici işlerde sigortasız çalışıyor. Biz bir AB ülkesiyiz ve sözün kısası, yüzde yüz kullanılıyoruz. Yeni ortam bizi “politik köle” haline getirdi. 1990’dan sonra bizi idare edenler, bizim malımızı mülkümüzü, haklarımızı, devletten bize ayrılan teşvik fonlarını, yardım paylarını, AB fonlarını kendileri kullandı, yakınlarına dağıttılar. Kendi öz çıkarlarını halkımızın menfaatleri önüne koydular. Talan siyaseti izlediler. Bizi mecliste ve devlet katlarında temsil etme hakkını elde eden sinsi ve ikiyüzlü zümre ülkemizde “politik köle” zümresi yarattı. 21. yüzyıl kölelerinin 19. yüzyıl kölelerinden farkı, yalnızca seçimlerde oy kullanma hakkı olmasıdır. Şimdiye kadar tek bir işçi ve köylü meclise giremedi. Bizim yalnızca oy kullanarak onların işaret ettiklerini seçme hakkımız var. Bulgar basınına göre, bu siyasetin


Makale ve Analizler - 2016

123

en acınası kurbanları Müslüman Türklerdir. Onları “siyasi köle” durumuna getiren ve siyaset içinde eriten de Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) dir. İnsanımız seçtiği kişiyi tanımaz. Seçilenlerin işlerini asla kontrol edemez. Rüşvet alsalar ve devleri dalavere, dolandırıcılık kurbanı etseler bile “Ne yapıyorsunuz?” diyemez. Seçilenler telefonsuz, faksız, internetsiz saraylara, köşklere, devlet dairelerine ve otellere saklanmışlar ve halkın dertlerinden tamamen kopmuş ve kendi çoraplarını örme peşindedirler. Onlar, istedikleri gibi karar veren saray kurtlarıdır. Sahte diplomalı kişilerdir. Dayatılmış belediye başkanı ve milletvekilidir. Hiç bir niteliği ve becerisi olmayan ahlaksızlardır. Devleti çökertenlerdir. En büyük zulümleri yapmış olsalar da hapse girmeyenlerdir. Bu uygulamalar sonucu Bulgaristan dış borç batağına batmış, ekonomisi çalışmaz olmuş, domates ve biberle birlikte maydanoz ve salatalığı bile komşu ülkelerden satın almak zorunda kalmıştır. Avrupa’nın en sefil ve yaşlıları tamamen yoksul bir ülkesi haline gelmiştir. Bunun nedeni, en başta beceriksiz, niteliksiz kötü yönetimden ve istikrarsız yöneticilerden kaynaklanmıştır. Bu durumda “siyasi köleliği” gönüllü kabullenmeye zorlanmış olmamıza şaşmamak gerekir. Denge sağlayıcı unsurun da felce uğramış olduğu ortadadır. Bizi bugün idare eden kulis ardı güçlerden herhangi biri, herhangi bir şeye “hayır” diyecek durumda değildir. Ne var ki, biz de artık şu Fransızlar ve Almanlar gibi “hayır” deyip sokağa dökülmeyi öğrenmeliyiz. Seçim kanunumuz değiştiriliyor, seçme ve seçilme hakkımız elimizden alınmak isteniyor, vatandaşlığımızı kaybetme tehlikesi belirdi, ama biz hala bekliyoruz, “Hayır!” demeye mecalimiz yok sanki. Ne olursa olsun her şeyle razı olmak, en büyük tehlikedir. Bu teslimiyetçiliktir ve bize yakışmaz. BULTÜRK’ten başka hiç bir dernek ve federasyonun bu konuda Cumhurbaşkanı Plevneliev’e, meclise ve siyasi partilere bir protesto mektubu göstermemesi, çok anlamlı olduğu kadar, baygın teslimiyetçiliğin yeni işaretidir. Bayramdan bayrama ve anma töreninden anma törenine Bulgaristan’a gitmekle demokratik haklarımızı savunamayız. HÖH siyasetini destekleyenler hak ve özgürlüklerimizi ölümcül hendeğe itiyorlar. Cumhurbaşkanı seçilmekten korkanlar var. Seçimlere 3 - 4 ay kalmasına karşın, hiç bir siyasi parti kendi Cumhurbaşkanı adayını çıkaramadı. Toplum sabırla bekliyor. Kulislerde kıpırdama yok. Her konuda dil döken siyasetçiler, bu defa sanki dillerini yuttular. Son 5 yılda üzerimizdeki dış baskı o kadar yoğunlaştı ki, 24 Haziranda görev süresi dolacak olan Cumhurbaşkanı Rosen Plevneliev, sözde “şahsi gerekçelerle” 2. dönem devlet başkanı olmak istemediğini açıkladı. Bulgaristan’a seçimler konusunda baskı yapmayan tek devlet gerçekten de Türkiye’dir. 1990’dan


124

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

beri çifte vatandaşlı yurttaşlarımızın serbestçe oy kullanması için ellinden gelen kolaylıkları yapıyor. Seçimlerin hilesiz geçmesine, demokrasi bayramı gününe dönüşmesine gayret gösteriyor. Düzen, kolaylıklar, güvenlik sağlıyor. Seçim önü pasiflik endişe vericidir. Sofya’da, partiler, “Cumhurbaşkanı adayını neden göstermiyor?” sorusuyla yeni bir anket yapılsa, elde edilen sonuçların % 99’u “Bu konuda bilgim yok!” olacaktır. Bizde kulis baskısı gizdir. Yorumlanmaz. Bu gibi konularda ikna edici olabilmek için, kıvrak zekalı ve sağlam karakterli olmak bile yetmez. Deneyimler de yeterli sayılmaz. Çünkü belirleyici olan sürprizdir. Yoğunlaşan dış baskı gerçekçi karar alınmasını hep engellemiştir. Bu hesapları yapanlar, bir de 5 - 10 adım öncesini düşünürler. Mesela, Demokratik Güçler Birliği (CDC) Başkanı Jelü Jelev’i Cumhurbaşkanı adayı göstererek, partisini dağıtıp yok edebildikleri gibi vb. Bizde, “zaten her şey sır kalmıyor mu?” sorusunu soranlar var. Bazı gerçekleri yalnız Ahmet Doğan bilse yeter, diyenler de yok değil. Yanlış bir kişiye güvenmenin ne kadar yanlış olduğunu henüz algılayamamış olanlarımız var. Bulgaristan Türkleri arasından çıkan bakanlardan, Eğiri Dere’li,Tarım ve Orman İşleri Bakanı Mehmet Dikme, son yıllarda siyasetten uzak kalmasa ve HÖH 9. olağan kurultayına ve DOST kurucu kurultayına davet edilmedi. Olaylar, onun halkımıza bazı konularda daha derin ve samimi bir açıklamada bulunmak zorunda olduğunu gündeme getiriyor. Unutmadık. Bulgaristan tarımı onun zamanında çöktü. Tütün kotaları 280 binden 30 bin tona indi. Bu yıkımdan sorumlusu olan hiç bir kimse yok mu?. Böyle bir ihanetin bedeli neydi? Türkleri işsiz bırakıp, tütün fiyatlarını 26 yıl aynı seviyede tutup üreticiyi tarlasından kovmak, işsiz ve geçimsiz bırakıp göçe zorlamak hangi akla kulluk etti? Cevap bekleyen sorular var sayın Bakan. Filibe (Plovdiv) ovasında meyve sebze yetiştirmekle bu defter kapanmış sayılamaz. Açların sesi kulaklarımızdadır. Osman Oktay da dikkat merkezindedir. Görüldü üzere son dönemde, 2002’ye kadar HÖH Genel Başkan Yardımcısı ve Örgüt İşleri Sekreteri olan Osman Oktay bir yorumcu olarak sökülmeye başladı. İçini döküp rahatlayabilmek için bir de kitap yazdı. İtirafları, “Ahmet Doğan’ın zamanı doldu ve ondan kurtulmak için Osman Oktay’ı mı kullanıyorlar?” sorularını doğuruyor. Bu yorumlardan ne mi anlamalıyız? HÖH merkezinde ve Bakanlıklarda dönen dalavereleri eski bakan Mehmet Dikme ile yeni bir kitapta yeniden daha da derinleştirerek anlatsınlar. Büyük ilgi var. Bu kadar beklentiden sonra neden hiç bir şey olmadı sorusu herkesin kafasında zonkluyor. Anlatmalısınız! Prensip sahibi ve centilmen bir liderin gerçekleri halktan


Makale ve Analizler - 2016

125

gizlemesinin yenir yutulur bir tarafı olamaz. Tarım Bakanlığında dönen dalavereleri ve rüşvet olaylarını, Ruşenin yaptıklarını da Bakan Dikme’den öğrenmeyi bekliyoruz. Bazen en gizli kalması gereken olaylar, görüşmeler, konuşmalar birden fışkırıyor. IV. Şube Şefi Dimitır Popov’un birinci kitabının son sayfasına Ahmet Doğan ile Osman Oktay’ın resmini takmış. Bulgar gizli polisi Generalleriyle birlikte çekilmiş bir resim. Bu resim üzerine 5 cilt hatıra yazılabilir. Biz, Osman Oktay’dan kendisini yalnız ücret getiren irili ufaklı konulara vermekten vazgeçmesini ve o resimden çıkarak bütün gerçeği anlatmasını rica ediyoruz.

Zaman Cesaret İzlerini Silmez

Neriman Eralp Kalyoncuoğlu-16.Haziran.2016

Konu: Diktiğin tutmalı, ektiğin bitmeli! Zaman Cesaret İzlerini Silmez. Dünya öküzün boynuzlarında değil, cesur kişilerin omuzlarındadır. Bulgar televizyonunun yayınladığı “GÖÇ” belgeselini izledim. Beni, yapımcı İrina Nenova ile Andrey Getov’un çalışmaları kadar, bu eserle ilk kez açıkça su yüzüne çıkan ve gerçekler denizine doğru yüzmeye başlayan yansımalar ve yeni renkler etkiledi. İlk kez Bulgar ulusal TV ekranından, yeni Bulgar tarihinde işlenen devlet terörünün son halkası “soya dönüş” zulmü olduğu dile geldi. Devlet terörünün 1948’de Yahudileri Bulgaristan’dan kovduğu, 146 bin kişinin toplama kamplarında kaldığı hatırlatıldı. Geçen asrın 60’lı,70’li ve 80’li yıllarında Bulgar milleti ile etnik azınlıklar arasında güçlü bağlar kurulmasına fırsat tanınmadığı, 60’larda Çingenelerin isimlerinin zorla değiştirilmesi gizli tutulurken, 70’lerde Pomakların çilesinden, Kornitsa ayaklamasından, Batı Rodoplarda Türkiye Bayrakları dalgalanmasından, Türk Cumhuriyeti ilan edilmesinden haber alanlar hemen içeri alınıyor, kürek cazası aloıyor, wn az 5 yıl süründürülüyordu. Dobruca ovasının en ücra, kuş uçmaz, kervan geçmez yerleri sürgün dolmuştu. Etnik azınlık aileleri denetim altında tutuluyorlardı. Memleket güvenlik, sınır ve özel bölgelere bölündü, izin kağıdı olmadan işe gitmek bile yasaklanmıştı.


126

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Pomaklar büyük cesaret gösterip 1972’de ayaklanmışlardı.Kara Su boyunda Kornitsalılar dayanmışlardı. Boyun eğmeden, anadil ve dinlerinden güç alarak dimdik ayakta kalsalar da, yaşamak için sanki yalnız nefes almak yetmiyordu. Çok ezildiler, onların çilesinden sabır, sabırdan umut, umuttan da cesaret doğmuştu. Büyük bir cesaret fışkırması Bulgarlaştırma ve Hıristiyanlaştırma sırlarının kapağını kaldırdı. Protesto etmek için Sofya’ya gelirken yolları kesildi. Silahlı milislere yakalanmamak için donmuş “Studena” barajının kalın buzları altına gizlendiler. 6 direnişçi kayıplara karıştı. Olayı “Studena” barajı buzları hatırlıyor. Cesaret yaşatan anıt henüz dikilmemiştir. 1989’un 29 Aralık sabahı lapa lapa kar altında Sofya “Batenberg” meydanına dolan ve meclisi saran alaca torbalı, kuşaklı, erzak dolu torbaları sırtlarında yaşlı ve genç, hepsi mavi gözlü ve nur yüzlü kız ve kadın – ulusal Pomak eylemi, bir volkan gibi yeniden fışkırdı. Bulgar hükümetini, diplomatik temsilcilikleri sarsmış ve bakışları okuyabilenlere bu işin şakası yok, işareti olmuştu. Daha öte korkulacak bir şey kalmamıştı. Korkan baş zalim Todor Jivkov, tek silah patlamadan 10 Kasım 1989’da kükreyen halk nefreti ve demir kesen Müslüman Türk ve Pomak bakışları karşısında devrildi. Belgeselde bir daha ortaya çıktığına göre, daha 1984’te doğru düzgün, dürüst ve kendilerine güvenilir Türk kardeşlerimizin hepsi birer birer toplanmış ve içeri atılmıştı. Aileleri perişandı. Kadınlar eşlerinden habersiz Bulgar ismi almaya zorlanıyordu. Baskı ve terör gökleri delmişti. Mert-cesur insanların yalancılıkla işi olmadığını bilen halkımız son güçle dayanırken, yalancılığın daha çok hasta ruhlu iki yüzlülerin huyu olduğunu biliyordu. Bu bakıma, 1960’larda Çingenelerimize “siz Bulgarsınız” diyen, 1970’lerde Müslüman Pomakları Bulgarlaştıran ve Hıristiyanlaştıran, 1980’lkerde Müslüman Türklerin öz kimliğine, isim, anadil ve dinlerine ve hatta ailelerine, yaşam biçimine, kültürel geleneklerine amansızca ve en vahşi biçimde saldıran Bulgar devlet rejimi – hepimiz önünde olduğu gibi, dünya önünde de bir yalancı çıktı, rezil oldu. Yazılan son kitaplar Bulgarların Türkten döndüğüne işaret ediyor. Üzülerek yazıyorum. 1944’ten bugüne kadar Bulgar devletinin diktiği tek ağaç tutmadı, ektiği tohumlar bitmedi? Bu çok büyük bir gerçektir. Bulgarları yakın ve uzak halkların gözünden düşürdüğü, itibarsızlaştırdığı gibi, başkalarının gözünde soysuz ve hain duruma getirmiştir. Bu vahim durumun son belirtilerini “savaş kaçakları ve Suriyeci sığınmacıların” Bulgaristan’da kalmak istemeyişlerinde ve hatta Avrupa Birliği’nin de Bulgar kamplarına sığınmacı doldurmaya yanaşmamasında görebiliyoruz. Göçmenlerimizin unutamadığı şu gerçeği bir de birlikte hatırlayalım. Babalarımız, Müslüman erkekler Bulgaristan’ın tüm inşaatlarında çalıştı, barajlar, sa-


Makale ve Analizler - 2016

127

raylar, köprüler kurdular. Ne ki, Hıristiyanların Peygamberi İsa bu konuda bakın ne güzel söylemiştir: “Başkalarının teriyle saraylar kuranların vay haline! Her bir taş bir cinayet demektir!” İnsanımız göç ederken “Onlara da kalmaz!” demişti. Öyle de oldu, barajlar bir bir patlıyor, bu bahar da köyler kasabalar su altında kalıyor, köprü ayakları kayıyor, kendilerini sonrasız sayan eski hükümdarlar saraylardan çıkmak zorunda kalıyor. “GÖÇ” filminde ana sima rolü oynayan mühendis Türköz ailesinin de birkaç defa dile getirdiği gibi “arkada kültürsüz yetişen bir kuşak kaldı.” Başkalarının yaşam biçimini, adetlerini yasaklamak, özgün kültürünü ezmek, Türkülerini dillerinden sökmek, kitaplarını toplayıp yakmak, dualarını okutmamak, ezanlarını dinletmemek, beklentilerine daha hayal iken kıymak bir cesaret alameti değil, bir vahşettir. Türkler uyanıyoruz! Bizim 1984’te yanan kapışma ateşinden ortada kalan şu büyük gerçek var: “Bazı çaresiz ve umutsuz kalmış kimseleri her zaman aldatabilirsiniz, herkesi bazen aldatabilirsiniz, fakat herkesi her zaman aldatamazsınız!” 1989 Mayısında birlikte ayaklanmamız, 1989’un son günlerinde Sofya Meclisini kuşatmamız, “al da memleketini başına çal deyip birlikte göç etmemiz” dünyanın tamamen değiştiğine işaret oldu. Ne ayaklandık diye, ne kurbanlarımız için, ne de meclisi kuşattık ve kalkıp göç ettik diye kimseden bir şeyler istemedik, her zaman gururlu kaldık, cesaretimize ve Türk ruhumuza dayandık. Biz bizim olanı, atalarımızdan bize kalanı isteme cesareti gösterdik. 20 yüzyılda atabildiğimiz en büyük adımdı bu. Bugün bu davamız bütün hızıyla devam ediyor. Camilerimizi, okullarımızı, anadilimizi, gazetelerimizi, radyomuzu, ana dilimizde TV programlarımızı, öz kültürümüzü, yaralanan Türk kimliğimizi geri istiyoruz. Ve bu istemek bitmeyecektir. Umutsuzluk geçirenler, pes olanlar, “ama alsak da ne olacak” diyenler olabilir, ama biz asla pes etmeyeceğiz. Bu açıdan biz devamlı şekerleme yapan, unutmayı ve umursamamayı dünyaya tercih eden, mücadele azmini rafa kaldıran, cesareti ayak altına alan dernekçilerle, biz siyasetçiyiz diyen sahtekarlarla işimiz olmaz. HÖH tasını yalamaya hazır kimliksizlerin siyaset sahnesinden inme zamanı çoktan gelmiştir. HÖH’çülerle HÖH’çü, Kasimcilerle dost, DOST’çularla yandaş olup kendilerine düğün kamberi rolü biçenlerin ortadan kaybolması artık kaçınılmaz oldu. Herkese yaranmayı yeğleyen eski siyaset çöpe atıldı.HÖH’çü geçinen ve Doğan gölgesinde dolaşan hainler, memleketimizde kör cahilliğin, işsizliğin, yoksulluğun, çaresizliğin büyük tehlikeler oluşturan boyutlara ulaştığını gizleyemiyor. Bu can yakan durumu değiştirebilmek için çok cesaretli genç kadrolara ihtiyacımız var. Türkiye’de tahsil gören ve memleketimizde çalışan kadroların HÖH kontrolündeki belediyelerden, muhtarlıklardan ayrıldığını ve DOST partisinde toplandığını görüyoruz. Haskovo


128

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

yöresine DOST artık zafer bayrağı dikti. İnsanlarımız höhten ayrılıp DOST’a kayıt yaptırırken cesur ve kararlı davranıyor. Geçler bu işlerde öncü oluyor. Yaşlılar “Ağır giden yol alır, hızlı giden yolda kalır” derken, tamam geliyoruz, biz de bu işi halledeceğiz, diyorlar. Parti değiştirme işinde gençlerimizin azmini arttıran cesaretle birlikte bir de ısrarlı çalışkan olduklarını görüyoruz. Gidemediğimiz köyler, halkıyla görüşemediğimiz mahalleler DOST’un olamaz deyip, akşam akşam motorlara, arabalara atlayıp dolaşıyor ve görüşüyorlar. HÖH’ün köylü problemlerine ilgisizliği mutlaka yenilecek, sorunlar çözülecek anlayışı yol alıyor. Etrafta şöyle bir Nasrettin Hoca fıkrası da dillenmiş:Hani, Hocaya bir gün karısının adını sormuşlar, “Bilmiyorum!” demiş, “Niçin” demişler, “Geçinmeye gönlüm yok da ondan” demiş. İşte böyle, insanlarımız höh,höh, höh hitabını yalnız sığırlarla başa çıkmak için kullanıyor. Bu cümleden olmak üzere, Halife Hazreti Ömer “Cesaret insanı zafere, kararsızlık tehlikeye, korkaklık ise ölüme götürür” demiş. Biz Bulgaristanlı soydaşlar yolun zor kısmını artık geçtik. Başımıza gelecek olan en kötü artık geldiyse geldi. Korkuyu arkamızdaki dağlarda bıraktık. Kararlıyız ve zaferin bizim olacağına mutlaka inanıyoruz. Türkiye’de yetişen, gözü pek genç kuşan bu yürüyüşte hepimize önder olacak. Cesaret hepimiz için zaferin ilk şartıdır. Bu bir seçim zaferi olacaktır.Vatanımızı onlardan daha fazla sevmemiz, onları aldattı ve çıldırttı. İsteselerdi onlara biraz “ödünç sevgi” verebilirdik. Ne yazık ki bu da olmuyor ve ilk fırsatta uçup gittiler. “Umut bir kuştur, altın kanatları var!” Bulgar atasözü, geçleri kanatlandırdı ve memleket baştan başa boş kaldı diyenler doğru söylüyor. Zulüm umudun da düşmanı ve fırsat bulan kaçtı.Bulgaristan’a vatan toprağı, ecdat diyarı, ecdat yadigarı olarak bağlanmış olmamız, birçoklarını korkuttu. Babalarımızın topluca göç etmesini “yazgı”, “kişisel kader” gibi anlatmaya çalışarak, cesaretin Türkün hayat çizgisindeki rolünü önemsizleştirmek, söndürmek istediler. Ama tutmadı. Amaçlarında “bize ve diğer azınlıklara yarım asır boyunca planlı ve sistemli, devamlı tırmandırılarak uygulanan baskı ve terörü unutturmak istediler ama gerçekten tutmadı.” Zaman suçluları asla aklamıyor, hainliği af etmiyor, çekilerin unutulmasına yol vermiyor. Yaşlı kuşağın ana ödevlerinde biri ata toprağımıza sahip çıkmayı vazgeçilmez ve ertelenmez bir uygarlık vazifesi olarak telkin etmektir. Biz, zorla göç ettirilen bir kuşağız ve vatan hakkımızdan zerre kadar ödün veremeyiz. Ana ödev öz davamızı aşılayarak vatan sevgimizi yaşatmaktır. Bizim toprağımız, bağ ve bahçelerimiz gibi kokan ve bizi çeken bir yer yoktur ve olamaz. 27 yıldan beri semeleşen dernekçilerin artık dirilmeleri zamanı gelmiştir. Biz kendi işimizi kendimiz yapmak zorundayız. İş yapmaktan “ama Bulgar ne der?” kafasından kurtulmaktan korkanlar hemen görev teslim etmelidir. Bazıları “ben oradan emekli maaşımı alıyorum, iş bozulmasın” gibi düşüncelere esir düşmüşler. “Emeklilik meselemi ben henüz halledemedim, ben


Makale ve Analizler - 2016

129

karışmayayım!” diyenler de yok değil. “GÖÇ” filminde sözü geçmese de, “Belene” kampından ve ceza evlerinden çıkarken, ben bundan sonra, ne suya ne sabuna, hiç bir işe bulaşmam, yerle gök arasında bulut gibi dolaşır ne yağar ne tozarım kağıdı imzalayanlar, huzura gelsinler ve aldıkları sosyal görevleri hemen cesur gençlere teslim etsinler. Uyuşukluk dönemi bitti. Ekim 2016’da Cumhurbaşkanı seçimleri yapılacak ve biz İstanbul ve Trakya göçmenlerinin en az 100 bin oy vermemiz zorunlu oldu. Seçim, cesaretimizi birleştirecek ve Bulgar siyasetindeki yerimizi şerefle alabileceğimiz en kısa ve doğru yoldur. Şöyle bir gerçek de var. Son yıllarda hiçbir iş yapmayan ama kaçmaktan korktuğu için görev başında kaldığından dolayı cesur zannedilmiş, yerinde kalmışlar var. Onlar iktidarsız, kimliksiz tipler olduğundan yakınlaşıp ortaklık yapmamız güç olabilir. Vaziyeti iyi değerlendiren, soydaşlarımızı tanıyan, gözünü ve gücünü sakınmaz kardeşlerimizden ön saflarda, iş başında ihtiyacımız olacak. Buluşup görev taksimi yaparak güç birliği yapmamız gerekecektir. Bu iş için özel bir cesaret sahibi olmanıza gerek yok. Cesaret sizin ruhunuzun derinliklerindedir,demir bileklerinizin damarlarındadır. Kendinizi göreve adamanızla serpilip açacaktır. Büyük yüzleşme yaklaşıyor. Seçimlere 4 ay kaldı. Bizi vatanımızdan atanlara, çifte vatandaşlığımıza göz dikenlere, lokmamızda gözü olanlara hak ettikleri cevabı bu defa birlikte ve olanca kudretimizle birlikte vermeliyiz. Bu bizim ana baba ödevimiz, Türk kalma ve olma görevimiz oldu. Artık sıra bizdedir.

Yılan - Eş

Raziye ÇAKIR-17.Haziran.2016

Hayatı Benzetmeli Anlattığımızda Çok çok eskiden, köyün birinde yaşlı bir baba iki kızıyla birlikte yaşarmış. İki kızı da çok güzelmiş ama evlenmeyi düşünmezlermiş. Günlerini pamuk tarlarında çalışarak geçirirlermiş. Akşamları evin salonunda oturur, beyaz pamuğu ip haline getirmek için tarar, sonra ipi dokuyarak kumaş yaparlarmış. Böylece geçimlerini sağlarlarmış. Bir gün, kızlar babalarından kendilerine yeni bir tezgah yapmasını istemişler. Babaları da bambu kesmeye ormana gitmiş. Sel gibi bir yağmura yakalan-


130

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

mış. Sular yükseldikçe yükselmiş, çamurlu dalgalar azgın seller oluşturmuş ve sonunda köprüyü götürmüş. Akşam olmuş ama yağmur sağnak halinde hala devam ediyormuş. Baba bu tufanda evine nasıl döneceğini düşünüyormuş. Hem yorgun, hem açmış, çaresizlik içinde içini çekmiş: “Ah, şimdi beni evime kavuşturacak biri çıksa, kızlarımdan birini seve seve ona verirdim.” O anda, dev bir yılan sulardan çıkmış ve ıslık çalmış: “Sssss.... Sssen az çnce ne söyledin bakayım?” Adam korkusu geçince kaçamak cevap vermiş: “Hiiiç... Soğuk ve açlıktan yakınıyordum.; hepsi bu. Bir de evime nasıl döneceğimi düşünüyordum.” “Yalan söylüyorsun!” diye karşılık vermiş öfkeli yılan. “Sssana yardım edene kızını vereceğini söyledin, ben duydum.” Yaşlının evine dönmesini sağlamak için, yılan bir kıyıdan karşı kıyıya kadar uzamış. Başka seçeneği kalmayan baba, ırmağı bu garip köprünün üstünde geçmiş. Yılan sarı dalgaların altında kaybolmadan önce bir kez daha ıslık çalmış. “Düğünü tez hazırla.” Baba süklüm süklüm evin yolunu tutmuş. Büyükj kızı sapsarı kesilmiş yüzünü görünce: “Babacık, ne oldu sana demiş?” “Ahh, bilmesen daha iyi!” diye cevap vermiş baba. Güzel kızını görünce gözleri buğulanmış. Yine de çekine çekine sormuş: “Söyle bana, bir yılanı eş olarak alır mıydın?” Büyük kız tiksinerek titremiş: “Ayy, asla! Ölmeyi yeğlerim.” O zaman, baba, daha başka bir şey söylememiş, gidip yatmış. Ama o günden sonra, yüreğinin üstünde sanki ağır bir taş var gibi olmuş. Konuşmuyormuş, yemiyor, içmiyor ve günden güne zayıflıyormuş. “Babacık seni bu derece üzen şey ne, söyle bana.” diye küçük kızı yalvarmış. “Belki derdine bir çare bulabilirim.” “Ahh, bana kimse yardım edemez”. diye baba iç çekmiş. Yine de sonunda her şeyi çocuklarına anlatmış. “Nasıl böyle bir şeye söz verebildin. Aklını kaçırmış olmalısın!” diye öfkelenmiş büyük kız. Ama küçük kız dingin bir sesle: “Artık üzülme babacık,” demiş. “Verilen söz tutulmalı. Ben yılanla evleneceğim.” “Gerçekten kendini feda etmeyi kabul ediyor musun!” diye haykırmış rahatlayan baba. Hemen aklına kızının varacağı koca gelince gözlerine yaşlar dolmuş.


Makale ve Analizler - 2016

131

“Sen üzülme, babacık!” demiş yürekli genç kız onu üzmemek için. “Kim bilir, yılan belki de gelmez.” Ama bu boş bir umutmuş. Ertesi sabah. Ertesi sabah, bütün köy köpeklerin azhın ulumalarıyla uyanmış. Yılan arka sokakta sürünerek akarken komşular tiril tiril titreyerek kulübelerine kapanmışlar. O zaman, baba üzgün bir sesle: “Davul çalınsın!” kızımın nişanlısı geliyor. İnsanlar sakinleşmişler. Baba bir inek kestirmiş ve geleneğe uyarak bütün köyü yemeğe davet etmiş. Yiyecek, içecek bulmuş ama kutlama pek neşeli olmamış. Ancak konuklar gittikten sonra, genç koca karısına ırmak kıyısında gezmeye gitmeyi önermiş. Bir baş işaretiyle üzgün üzgün olur demiş. Babası ve ablasından izin alıp onu izlemiş. Su kıyısına varınca kocası: “Serinlemek için bir banyo almaya ne dersin?” diye sormuş. “Dünya dünya olalı beri, kadın kocasına boyun eğmelidir.” diye cevap vermiş genç kadın. “Ama lütfen önce sen yıkan.” Cevabından memnun olan yılan serin suya akmış. O ne büyük mucize.! Yılan yakışıklı genç bir adam haline gelmiş. Sonra sudan çıkmış ve: “Korkma, benim, kocan,” demiş. El ele eve dönmüşler. Babanın sevincinin sınırı yokmuş. Abla kıskançlıktan çatlamış. “Nasıl bu kadar aptallık ettim de böyle bir kocayı retettim!” diye kendisine kızmış. O anda kardeşini ortadan kaldırmaya, onun yerine de cazibeli adamın eşi olmaya karar vermiş. Bu işi nasıl yapacağını iyi biliyormuş. Kötü amacını gerçekleştirmek için uygun anı beklemesi yetermiş. Bir gün, eniştesi yabancı bir ülkeye uzun bir yolculuğa çıkınca beklediği fırsat çıkmış. Bir sabah küçük kardeşine sahte bir sevecenlikle “Kardeşim”, demiş: “Neden bütün gün boyunca evde sıkılıyorsun, kara kara düşünüyorsun! Gel, birlikte ırmak kıyısına inelim. Kocanı yine düşünürsün. Zaman daha çabuk geçer.” Ablasının hainliğinden hiç kuşkulanmayan genç kadın bu öneriyi seve seve kabul etmiş. Suyun kenarında, serinlikte, öyle yemeği yeriz diye bir sepete limonlar, tuz, acı biber ve birkaç bıçak koymuşlar. Ama küçük kardeş daha birinci limonu ikiye kesmeden ablası bütün gücüyle onu ırmağa atmış. Bir çığlık, bir çırpınma, sonra her şey eski sakinliğine dönmüş. Tam o anda oradan geçen kocaman bir balık onu çiğ çiğ yutmasa, zavallı genç kadın boğulup ölürmüş. Zaman geçmiş ve genç kadın balığın karnında güzel, küçük bir oğlan dünyaya getirmiş. Ama bu sıradan bir çocuk değilmiş. Dünyaya gelir gelmez konuşmaya


132

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

başlamış ve başka çocukların bir yılda büyüdüğünü o bir günde büyüyormuş Bu yüzden, annesine neden orada olduklarını sorması uzun zaman almamış. Annesi, gözleri yaşlı, ona olanları anlatmış. Limon keserken ablasının kendisini nasıl suya ittiğini ve olayların devamını anlatmış. “Anne, bıçak, tuz ve paprika hala yanımızda mı?” diye sormuş o zaman küçük oğlan. Anne başını sallamış ve hepsini ona göstermiş, Bunun üzerine, çocuk bıçağı almış, balıkta derin yaralar açmış.; yaralara tuz ve biber bastırmış. Balık acıyla kıvranmış, şöyle bir çırpınmış ve sonunda çıldırmış gibi suyun dışına fırlamış ki kıyıda yere yıkılıp kalıvermiş. “Bana artık kuru yerdeyiz gibi geliyor“, demiş oğlan memnun memnun. “Buradan kurtulmanın zamanı geldi.” Hemen balığın karnında büyük bir delik açmaya koyulmuş ama tam bu anda üstlerinden geçen kocaman bir yırtıcı kuş balığın parlayan ölüsünü görünce onu pençelerine almış ve onun ormanların, dağların ötesindeki inine götürmüş. Avını yavrularına yem olarak bıraktıktan sonra, yeniden uçup gitmiş. Çocuk daha fazla beklememiş, çabuk çabuk deliği büyütmüş, annesini elinden tutup dışarıya çekmiş. Kuş yavrularının daha korkusu yatılmadan ana oğul yuvadan uzaklaşmışlar. “Peki şimdi eve nasıl döneceğiz?” diye sormuş küçük oğlan. “Ah, keşke bilseydim!” diye anne içini çekmiş. “Bu vahşi ormanda zavallılar gibi öleceğiz.” Ama oğlan cesaretini yitirmemiş. Bıçağıyla çalılıklarda yol açmış. Birden uzaklardan gelen fil bağırmalarını duymuşlar. O yöne doğru yürümüşler ve az sonra büyük bir sürprizle karşılaşmışlar; baba bir kervanın başında atıyla ilerliyormuş. Yolculuktan dönüyormuş ve çok değerli mallar getiriyormuş. Birbirine kavuştuklarında çok sevinmişler. Anlatacak o kadar şeyleri varmış ki... Koca olan bitenleri öğrenince: “Size bir kulübe yapacağım”, demiş. “Bir süre burada kalacaksınız. Ben eve yalnız döneceğim.” Eve döner dönmez baldızı onu şu sözlerle karşılamış: “Ahh, senin yokluğunda korkunç bir felaket oldu. Sen uzaklardayken zavallı kardeşim ırmakta boğuldu. Acını hafifletmek için karın olmaya karar verdim.”


Makale ve Analizler - 2016

133

Ama adam bir daha asla evlenmeyeceğini bildirmiş. Baldızının unu ikna etmek için denemediği yol kalmamış ama boşuna! Ne ağlamaları, be sızlamaları kar etmemiş. O zaman en sonunda: “Hiç olmazsa bana yılan bir eş bul”, demiş. Eniştesi kabul etmiş. Irmağa gitmiş ama az sonra olumsuz bir cevapla geri dönmüş. Irmakta yaşayan son yılan evlenme lafını bile duymak istemiyormuş. “Ha! İstemiyor mu! Bakalım istiyor mu istemiyor mu, göreceğiz!” diye öfkeden kendinden geçerek bağırmış. Güçlü olduğu kadar yürekli on adam tutmuş , yılanı ister yumuşak, ister sert kesinlikle getirmelerini buyurmuş. Günlerden bir gün bir düğün yapılmış. Yaşlı baba bir inek kestirmiş. Büyük kardeş yeni kocasının etleri bütün bütün yutmasını ve üstüne küplerle şarap içmesini zevkle seyretmiş. Karnı bir güzel doyan genç damat az sonra masasının üzerinde uyumaya başlamış. Ama uykusunu alan, dinlenen yılan gecenin ortasında uyanmış; karısını çiğ çiğ yutmuş ve yeniden ırmağa dönmüş. Sabah olunca baba olanı biteni anlamış, koşup küçük kızının kocasını bulmuş ve ellerini ağarak kendisine yardım etmesi için yalvarmış. “Sizden yardımımı esirgemem baba” diye cevap vermiş damadı. “Bir büyüğün ricasını geri çevirmek küçüğe yakışmaz.” Bunun üzerine ırmağa varmış, elinde bir bıçakla dalgalara dalmış. Kıyıda toplanan çocuklar soluklarını tutarak beklemişler. Birden çığlıklar yükselmiş. ırmak kıpkızıl kana bulanmış. En sonunda genç adam suyun derinliklerinden çıkmış, kollarında yılanın karısıyla. Öyle çok korkmuş ki genç kadın canlıdan çok ölü gibiymiş. Getirip onu babasının ayaklarının dibine bırakmış. “Yılanı öldürmek zorunda kaldım.” diye açıklamış yaşlı adama. “Şans eseri, Büyük kızınız küçük kızınız gibi bundan sağ sağlım kurtuldu.” “Sen neler diyorsun!” diye bağırmış sevinçten uçan baba. “Küçük kızım gibi mi! Küçük kızım boğularak ölmedi mi yani!” Kaybolan genç kadının babası kayınbabasına her şeyi anlatmış. Adam sevince boğulmuş. Utançtan ve pişmanlıktan yanan abla ise, yer yarılsa da içine girseymiş. Ondan sonra, kuzu gibi yumuşamış. Koca, karısı ve oğlunu eve getirmiş. Baba çatısının altında, yaşamlarımın sonuna kadar barış ve uyum içinde yaşamışlar. *** Bu bir Vietnam masalıdır. Bize, tüm benzetmelerinde kendi çekilerimizi, çilelerimizi anlatır sanki...


134

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Başkanlık Sistemi -Giriş-

BG-SAM-18.Haziran.2016

Demokrasinin Gelişmesinde 21. Yüzyıl Aşaması Başkanlık Sisteminde Türkiye Modeli Giriş Uzun bir yola çıkan insanların yürüdükleri yolun sonunda dalları meyve yüklü bir cennet bahçesine varacaklar diye bir şey yoktur. Yürüye yürüye sıcak çöllere ya da buz dağlarına varanlar da olur. Vardığı yere alışmakta zorlanan ya da bulduğunun kıymetini bilemeyenler az değildir. Devletin ve toplumun gelişmesini de bir ırmak üzerinde yüzen bir tekne olarak düşünürsek, dümen tutanı ve kürek çekeni yoksa bir kıyıya çarpacağından emin olabilirsiniz. Belki de bu yüzden dünyanın en eski medeniyetlerinden Çin’de Devlet Başkanına İmparatorla birlikte bir de dümenci demişlerdir. Her halkın devlet ve imparatorluk kuramadığı gibi her soydan ve ulustan dümenci çıkmaz. 16 devlet kuran Türk ulusu insanlık tarihine bu bakıma çok zengin deneyimler kazandırmış, hatta Osmanlı deneyimleri günümüz dünyasında en ileri demokrasiyi yöneten Amerikan Başkanlık Sisteminin oluşmasında en çok faydalanılan zengin kaynak olmuştur. Komşumuz Bulgarlar birkaç devlet kursalar da, Osmanlı’dan ayrıldıktan sonra kurulan III. Bulgar Çarlığı’nın baş mimarı olan Ferdinand Saks - Koburg - Gotski’yi Avusturya’dan çağırmışlar. O günden sonra 138 yıl geçmesine karşın, 2016 Ekim’inde yapılacak Cumhurbaşkanı seçimlerinde denge sağlayacak aday olarak, onun torunu olan, 50 yıl İspanya’da yaşamak zorunda bırakılan II. Semiyon’u, bugün de aday göstermeyi düşünüyorlar. Devlet bilgeliği ve gelenekleri bakımından dünyada en zengin geçmişe sahip mirası yaşatan Türkiye Cumhuriyeti ise yarım asırdan uzun bir zamandan beri devam eden Başkanlık Sistemi tartışmalarını sonuçlandırma noktasına geldi. Biz Bulgaristanlı Müslüman Türklerin Türkiye’de gelişen süreçleri izlememiz oldukça zor oldu. Çok uzun yıllar Türkiye üstüne bilgilenmemiz engellendi. Birçok konuda doğru dürüst bilgi alamasak da, atalarımızın katıldığı Edirne, Gelibolu, Çanakkale ve Sakarya Savaşları, onların anlattı bitmeyen hatıralar, kahramanlık ve


Makale ve Analizler - 2016

135

insan severlik anıları ve Büyük Atatürk’ ün yarattığı yeni Türk kimliği ve devlet biçimi hoş gönüllü, umut dolu yetişmemize yetti de arttı. Türkiye Cumhuriyetinin devlet biçimi ve geleceği konusunda son sözün her zaman Türk halkının olduğuna ve bizim de bu büyük kökten olduğumuzdan kaynaklanan kıvancımız her zaman sonsuz olmuştur. Biz bu büyük coşkuyla kanatlanarak 1989’dan beri 710 bin kişi anavatanda ay yıldızlı bayrağımız altında toplandık. 10 Ağustos 2014’te yapılan 12. Cumhurbaşkanı seçiminde oyumuzu Recep Tayyip Erdoğan’a verdik ve % 51,79 oyla topluma yön veren öncü alayına katıldık. 1918’de 500 yıllık imparatorluk yıkıldı. Bu yıkımdan 44 devlet çıktı. Önemle belirtmek isterim Müslüman olan ve olmayan Türk’ten gayrı unsurlar anavatanı arkadan vururken, biz Rumeli, Bulgaristan Türklerin gözü al bayrağımıza asla ihanet etmedi. Türkler Osmanlılı geçmişini olumsuzlarken kendi kendine yöneldi ve kendi özünden dirildi. 29 Ekim 1923’te Mustafa Kemal Atatürk liderliğinde Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Türkler 20. yüzyılda meşru bir parlamenter düzenle yönetildi. Türkiye Cumhuriyet bir kopya değildi. Mazlum halkların kurtuluş tarihini başlatan bir şafak yıldızıydı. Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti Türk toplumunun gelişerek zenginleşen ekonomik, kültürel ve medeniyet düzeyini yansıtıyor. Kaydedilen ilerleme, Ankara’daki Atatürk bulvarı gibi düz ve geniş yolca olmadı. Doruğunda Başkanlık Sistemi olan bu dik yolda engel ve çelişkiler aşıla aşıla uzlaşa uzlaşa ilerlendi. Bugün dünya birincilerinin arasında yer alan vatanımız kendi iradesiyle kurduğu devletin öz gücüyle yüceldi. Dünya halkları 21. yüzyılda “Büyük Türkiye” yıldızının parlamasını ve Yakın Doğu ve Kıta Avrupa’sının Türklüğün güçlü etkisi altına girmesini sabırsızlıkla bekliyorlar. Yeni yüzyıl arenasında zamanı dolmuş idare biçimleri ile hayata çağrılmış modern tam başkanlık, başkanlık ve yarı başkanlık sistemleri yüzleşiyor. Türkiye’nin üniter devlet yapısı ile Amerikan başkan yetkilerinin buluştuğu yerde özgün bir sentez oluşuyor. Halka yayılan bu fikirlerden uzmanca düşünceler yetişiyor, Türkiye Cumhuriyeti yeni yüzyılda devlet kuruculuğunda Batı ile Doğu’nun üstüne çıkıyor. Devlet yönetim biçimi tartışmaları siyaset tarihi kadar eskidir. Eflatun (M.Ö. 429 - 347) bu sonrasız kavga çırasını Atina’da Platon Akademisi’nde tiranlık ve demokrasi bağdaşmazlığını kürsüye taşımakla yaktı. Teori ve ideolojiyi siyasete taşıyan bu kavganın en büyük ürünü 1787’de kabul edilen Amerika Birleşik Devleri Anayasası’dır. Ne ki, Amerika Başkanlık Sistemi bizdeki gibi Parlamentarizmin tarihsel gelişmenin ürünü değildir. Kurucu Meclis’te hayat bulmuştur. Avrupa Parlamentarizmi örnekler de çok farklı olup ülkelerin kendi özelliklerini taşır. Bizim en büyük özelliğimiz kendimize özgü bir dünya görüşüne ve zihniyete sahip olmamızla birlikte Türk ulusunun doğal vasıflarıyla lider doğurup yetiştire-


136

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

bilmesinde gizlenir. Her halk kendine ait özgün dünya görüşüne sahip olmadığı gibi dünya tarihini değiştiren lider de yetiştiremez. Birinci Murat’ın Rumeli’ye hakim olması; Fatih Sultan’ın Bizans’ı yenmesi; Sultan Süleyman’ın 5 kıtaya yayılan en büyük dünya imparatorluğunu kurması; Mustafa Kemal’in dünya emperyalist güçleriyle baş ederek Türk ruhunu Cumhuriyette birleştirmesi ve Recep Tayyip Erdoğan önderliğinde Türkiye’nin 21. yüzyıla sosyal, ekonomik ve kültürel alanda en başarılı devlet olarak girmesi, tarih yazan örneklerden yalnız birkaçıdır. Dünya artık Türkiye’ye bakıyor, Türkiye örneğini izliyor. 20. yüzyılda tek partili sisteminden çok partili parlamenter demokrasiye büyümeyi başarıyla gerçekleştiren Türkiye, 21. yüzyıla Başkanlık Sistemini siyaset gündemine ana konu olarak taşıyarak girdi. Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) 2003’ten beri Cumhurbaşkanı, hükümet ve parlamento üçlüsü ile yönetti. Haziran 2015 genel seçimlerinden sonra bu yönetim sisteminde yasama organı kilitlendi, hükümet kurulamadı. Siyasi kriz yaşandı. Aynı yılın Kasımında yapılan erken seçimle bu gerginlik başarıyla aşılırken devlet içinde yeni bir yapılanmaya hemen gidilmesinin zorunlu olduğunu görmeyen kalmadı. Bunu gerekli kılan en büyük güçse ekonomide oluşan “Büyük Türkiye” hamleleri oldu. Ekonominin yansıması olan siyaset zamana ayak uyduramaz olmuştu. Çağımız dünyada başkanlar yürütmede “savaş ilan etme” hakkından başka tüm temsil ve yönetim haklarına sahiptir. Bu, tam başkanlık sistemiyle yönetilen ABD, Rusya ve daha birçok irili ufaklı Güney Amerika ülkede böyledir. Başkana tanınan anayasal hakları egemenlik, bağımsızlık, huzur, birlik ve beraberliğin teminatıdır. Yarı Başkanlıkla yönetilen Fransa gibi devletlerde yürütme işlerinde başbakan ve bakanların ağırlığı büyüktür. Başkanlar parlamentoda çoğunluk olan, sözü geçen, çoğu kez Türkiye’deki gibi yönettikleri partinin kurucu lideridir. Bu vasıflar, Meclis ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerde elde edilen başarılarla, partinin meclisteki grubu üzerinde sınırsız nüfuz ve otoriteyle, halkın sevgi ve saygısıyla pekişir. Türkiye örneğinde AK Parti, yürütmeye hakimdir, çünkü tek başına defalarca hükümet kurmuştur. 14 yıldan beri ülkeyi tek partili yöneterek başarıdan başarıya götürebilmiştir. Yasamaya da hakimdir, çünkü parlamentoda çoğunluğa sahiptir. Bu durumda hükümetin başı yani başbakan , aynı zamanda meclis çoğunluğunun parti başkanıdır. Hiç kuşkusuz, biz bugün bu tip parlamenter rejimin Başkanlık Sistemine büyüme sürecini izliyoruz. Bu yükselişte Türkiye Cumhuriyeti Türk tipi Başkanlık Sistemi yaratıyor. Konumuz işte bu süreçtir.


Makale ve Analizler - 2016

137

Başkanlık Sistemi - 1

BG-SAM-19.Haziran.2016

Birinci Bölüm Anadolu 33 medeniyete beşiklik etmiştir. Biri Osmanlı’dır. Osmanlı’dan çıkan 44 devletten Türklerden başka hiç bir Cumhuriyet kurmadı. Bulgaristan Çarlık, Yunanistan, Yugoslavya, Romanya Krallık, Arap aşiretleri de Emirlikler, Sultanlık, Krallık, Camahiriye ve başka devlet biçimi oluşturdular. Bundan 100 - 150 yıl önce meydana gelen bu değişimde Türkiye Cumhuriyeti çağdaş dünya tarihini en insancıl sloganını yükseltti. Kendini eşitler arasında eşit duruma koyarak “Yurtta Barış, Dünyada Barış” dedi. Osmanlıdan ayrılan kardeşlerinin hiç birinin devlet yapısına ve iç işlerine karışmamayı geçerli siyaset yaptı. 21. yüzyılda emperyalist dünyayı şaşırtan, bu irili ufaklı kardeş devletlerin bir asır sonra aynı karette kaplumbağaları gibi bağımsız hayat yolculuğuna çıktıkları medeniyet kapısına geri dönmeye başlamaları ve 21. yüzyıl ufkunu “Büyük Türkiye”de görmeleri oldu. Günümüzde Suriye bombalanıyorsa, atılan bombalarla bu dönüş yolu kesilmeye çalışılıyor. Başkanlık sistemine açılan Türkiye Cumhuriyeti’nin esin veren emsal ve örnek alınmasına engel olunuyor. Bu gerçeği görmek istemeyenler, çölde emperyalist avcının elinden kurtulmak için kafasını kuma sokan deve kuşu gibi hareket edip üç beş kuruşa kardeş kıyımında taşeronluğa bulaştılar. Bizde kökü olmayan ideolojileri bayrak edip kurban arıyorlar. Tırmanan kanlı savaşların son yalan gerekçelerinde halkların ve ülkelerin kardeş kavgasıyla parçalanması, özellikle eski Osmanlı topraklarında yaraların kapanmaması ve düşman silahlarıyla sonrasız bir savaş körüklüyorlar. Bölgemizden çıkan 2 dinin hemen hemen 10 yüzyıl karşı karşıya ve sürekli bir savaş halinde bulunmasından beklenen dersler ne yazık ki henüz çıkarılamıyor. Tarih İslam dünyasına yabancı bir gücün hükümdar olmasının imkansız olduğunu kanıtlamışken, “ayır buyur” siyaseti yeni biçimleriyle sahneden inmiyor. Bir bütün olan dünyada ayrı ayrı ve yan yana olsak da birlikte yaşama sanki kalıcı gerçekleşmesi mümkün olmayan bir umut gibi görünüyor. Osmanlı varisleri arasında Türkiye’den başka hiç biri yeni bir kültüre ve medeniyete uzanamadı. Yeni bir kültür yaşatamadı. Kendi eğitim sistemini, son model tarım reformunu yapıp endüstrisini kuran ve otomatik makinesini, arabasından, tankından, uçağından, füzesine kadar birçok ihtiyacını öz üretiminden karşılayan, Anadolu’yu baştan başa iki yönlü yollarla, hızlı tren şebekesiyle, köprülerle, uçak alanlarıyla, su kanalı ve barajlarla donatan, başka yerde hayal bile edilemeyen akıllı siteler, semtler, kentler kuran, Asya ile Avrupa’yı havadan, su altından, deniz üstünden,


138

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

kat kat tüp geçitlerle birbirine bağlayan, kara kıtanın en büyük uluslararası uçak alanlarına sahi olan Türkiye yeni yüzyılın cazibe merkezi olabildi. Bölge halklarının bu zihniyeti alması, toptan bir dünya görüşü seviyesi ararken çağdaş kültür ve medeniyet merkezini Batıdan Küçük Asya’ya değiştirmeyi seçti. Anlatmak istediğimi şu örnekle açmak istiyorum. Osmanlı Paşası Karlı Bey, 1475 Isparta’dan Rumeli’ye dönüşünde kuşağında birkaç gül kalemi getirmiş ve geleceğin Güller Vadisi incisi Karlovo şehrinin merkezinde inşası yeni tamamlanan “Kurşun Cami” avlusuna dikmiştir. Dernek yıllar içinde Koca Balkan ile Orta Balkan vadisi Gül Dolmuş ve Güller Vadisi olmuştur. Olayın görkemini anlatabilmek için, Bulgaristan’ın dünyada enm fazla gül yağı üreten ülke durumuna gelmesiyle yetinmeyip, yıllar içinden şöyle bir örnek daha seçtim. 1962’de uzaya çıkıp dönen kozmonot Yuriy Gagarin Bulgaristan’ı ziyaretinde Kalovo’ya gelirken asfalt yol 20 kilometre gülle döşenmişti. 2016’da Bulgaristan’da artık ne gül ne gül toplayan kalmış. Yıkım acısını defalarca yaşayan Türklerden bu bahar güle çıkan olmamış. Çok acı bir gerçek. İnsanoğullunun işleyebileceği en büyük suç ailelerin ekmek teknesini kırmak, geleneklerini yok etmek ve açlığa kardeş etmektir. Yıkımın önü alınamaz bir süreç haline gelmesine neden ise, toplumun hayata çağırdığı yönetim sisteminin iş başına gelmemesi, iktidar biçimlerinin dış ülkelerden, “üstün akıl” tarafından dayatılması olmuştur. Osmanlının son döneminde anadillerinde eğitim ve geçim düzeyleri Türklerden yüksek olan Bulgarlar da dahil etnik azınlıklar ulusal devlet kuruculuğunda huzur ve yaratıcılık, hoşgörü ve beraberlik çizgisini tutturamamıştır. Eski kıtada Fransız devrimiyle başlayan demokratikleşme Birinci Dünya Savaşı’nda öldürüldü. Demokrasinin cenazesi Osmanlı devletinin çöküşüyle çakışır. Bulgaristan da aralarında, o tarihten sonra kurulan tüm devletler (Çarlık, Krallık, Emirlik ve Sultanlık vb) hep güya demokrasi adına ve demokratik bir toplum için hayata çağrılmıştı. 1908’de III. Bulgar Çarlığı olarak oluşan yeni yapılaşma 1945’e kadar faşist diktatörlüktü, 1945’ten 1990’a kadar uzanan yıllarda ise komünist totaliter idare sistemi oldu. Demokrasi gökten düşen bir tohum bile olamadı. 1992’de kabul edilen yeni anayasanın girişinde “demokratik ve sosyal devlet” yazsa da, 26 yıldan beri totaliter bünyedeki buzlar eriyemedi.


Makale ve Analizler - 2016

139

Başkanlık Sistemi - 2

BG-SAM-19.Haziran.2016

İkinci Bölüm Eski kıtada Fransız devrimiyle başlayan demokratikleşme Birinci Dünya Savaşı’nda öldürüldü. Demokrasinin cenazesi Osmanlı devletinin çöküşüyle çakışır. Bulgaristan da aralarında, o tarihten sonra kurulan tüm devletler (Çarlık, Krallık, Emirlik ve Sultanlık vb) hep güya demokrasi adına ve demokratik bir toplum için hayata çağrılmıştı. 1908’de III. Bulgar Çarlığı olarak oluşan yeni yapılaşma 1945’e kadar faşist diktatörlüktü, 1945’ten 1990’a kadar uzanan yıllarda ise komünist totaliter idare sistemi oldu. Demokrasi gökten düşen bir tohum bile olamadı. 1992’de kabul edilen yeni anayasanın girişinde “demokratik ve sosyal devlet” yazsa da, 26 yıldan beri totaliter bünyedeki buzlar eriyemedi. Şöyle bir şey daha var. Eski kıtanın değişim motorunun 1789 Fransız Devrimiyle anaya ocağında ateşlendiğinden çıkışla Jön Türkler Osmanlıya “zamanın doldu” işaretini ancak 1905’te yani 116 yıl gecikmeyle verebildi. Ne ki aynı dönemde Osmanlı yenileşme yoluna girmiş ve anayasa meselesini halletmek için şu adımlarla ilerliyordu. 1808’de Senedi İttifak; 1839 tarihli Gülhane Hattı Hümayunu; 1876’da Kanunu Esasi, 1921 ve 1924 Teşkilatı Esasiye Kanunları, 1961 Anayasası, 1982 Anayasası, bunlar üzerinde yapılan değişiklikler ve bugün tartışmaları devam eden Yeni Anayasa ya da 1982 Anayasası üzerinde Başkanlık Sistemine ilişkin son değişiklikler bir kesintisiz süreç oluşturur. Bu ödemli gerçek dikkate alındığında, günümüz Türkiye Cumhuriyetinin, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında hukuk ve devlet yönetim sistemleri sıfırlanan Batıyı bu bakıma arkasında bırakabildiği gün gibi ortadadır. Bu bakımdan Başkanlık Sistemini arayan Türkiye Batıya parmak ısırtıyor. Buna şaşmamalıyız. Yeni yüzyılın mucizesi Türkiye olacaktır. Savaşlar, dolu yağışı gibidir, parlar gürler sonra gökyüzü açılır. İnsanların umudu hep güneşli günlerdedir. Türkiye 4 mevsimi birden yaşıyor ve İslam dünyasının 21. yy. güneşidir. “Güç, doğsa doğsa, anayasalar hakkında kimin ne dediği çok önemlidir: birlikten doğar” inancıyla 28’ler kulübünde birleşen Avrupa Birliği (AB) halen yapay biçimde büyüttüğü birlik bünyesini şarj edemiyor. Çamura yaslanmış durumdadır. Finans ve ekonomi bunalımdan baş kaldıramıyor. Oysa Türkiye yeni asra geleneklerinden kopmadan AK Parti ve lider Tayyip Erdoğan öderliğinde “altın çağ” yaşayarak girdi. Sözün özü, mesafeleri kısaltan Türkiye bir de gelişme kalkınma hızını arttırdı. “Büyük Türkiye” hayal


140

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

olmaktan çıktı. Türkiye geleneksel doğal coğrafyasına, etki alanına kayıyor. Yakın Doğu ve Balkanlarda bu alan köklerine dönerken genişliyor. Tarihte 200 300 yıl barışve huzur içinde yaşayan bu coğrafyada bugünkü çatışmaların sona ereceğine ve “terör” illetiyle de kesin başa çıkılacağına güvence Türkiye’dir. Tarihte bizim olan alanlara bu görüş ve inancı taşırken önce klasik fikir ocaklarımızı, kültür merkezlerimizi, derneklerimizi arayıp canlandırıyoruz. Osmanlı’dan, İslam’dan yeni kuşaklara kalan ve zamana dayanan kültür ve medeniyet eserlerimizi onarıp kuruyarak yaşatıyoruz. Tohumun aradığı toprağa düşmesine seviniyoruz. Etkileşim dili olarak Türkçemiz gelişiyor. Bir hoşgörü dini olan İslam gönüllere dolarken bize, yaşam tarzımıza, misafirperverliğimize, iyi komşuluğumuza ve aynı zamanda Türkiye’ye çok yönlü ilgi artıyor. 2016 iftarlarında sofralarımız Balkanlarda da kalabalaştı. 3 milyon savaş kaçağı ve sığınmacıya yıllarca ev sahipliği yapan Türkiye hayret uyandırıyor. Kapımızı çalana “Hoş Geldin, Sefa Getirdin!” kültürüyle dünya görüşü değişiriyor. Anavatanımız yeryüzünde en fazla masal ve efsanenin doğup yaşadığı bir yer olmakla birlikte, kültürleşen ustalıkların bıraktığı eser ve biçimlerle ayakta kalan bir medeniyetler dünyasıdır. Topraklarımızdan çaldıklarıyla “Pergamon Museum” gibi Berlin, Londra, Paris ve New York’larda kültür merkezleri açıp işleten emperyalist güçler, aslında bugün de “Osmanlının beş düvelini” ancak bir hammadde ve folklor kaynağı olarak yaşatmak ve sömürmek istiyorlar. Türkiye’nin gerçek modern kültürde sanatı, hukuku, ahlakı, felsefe ve bilimi geçmiş, bugün ve gelecek olarak harmanlayarak yaşatması ve Başkanlıkla yönetilecek özgün devleti sistemini ararken sarsılmaz bir temel haline getirmesi, yıllardan beri birçoğunun uykusunda kabus oluyor. İlk kez Türk halkı, tekniği Batıdan alalım, fakat ahlakımızda, hukukumuzda Doğulu kalalım demedi. Üstelik tekniği, bilimi uluslararası bir fikir piyasasından alalım, fakat sanatımız, felsefemiz milli olsun da demedi. Çünkü böyle bir milletlerarası piyasa yoktur. “Büyük Türkiye” hamlesi uluslararası kültür sanat, finans, borsa merkezlerini Asya ve Afrika’nın buluşma merkezi İstanbul’da toplamayı başarabildi. Bu yeni ve daha yüksek bir seviyede bir buluşmadır. Ve ancak sanatta da, hukukta da, bilimde de, felsefede de, görsel alanda, edebiyat ve sanal tasarımcılıkta başkalarından daha yüksek bir seviyeye erişebilmemizle gerçekleşebildi. Hukuk şekilleri ve felsefe örneklerimize gıpta edilerek bakılırken, sanat eserlerimiz “Büyük Türkiye”nin etki alanında yeni kültürü belirliyor. Ağır trajediler unutuluyor, 1951, 1968, 1976 göçleri, 1985 “soya dönüş” zulmü yaraları kap koparıyor, “Ne Mutlu Türküm Diyene!” gerçeği kanatlanıyor. Araplar, Rumlar, Makedon ve Sırplarla birlikte bugün Türk dizileri Bulgarları da küçük ekrana kilitledi. Saray ve köşklerimizin, yalı ve körfezlerimizin, mimarlıkta son söz yapıt-


Makale ve Analizler - 2016

141

larımızın güzelliğini ve ihtişamını görmek isteyenler turist kafileleriyle sınır kapılarımızı zorluyorlar. Bu büyük değerlerde yaratıcı olmayan bir millerin bakış açısı değişmez. Yarattı eserlerle uluslararası piyasadan pay alamaz. Dünyadaki yeni değişimlerde öncelik edemez. Daha da ilginç olan, kendisi yerinde sayarken, Batıdan aldığı teknikle yeni bir üretim boyutuna yükselemez. Türkiye’mizi Başkanlık sistemine zorlayan büyük gerçeklerden biri bu kaçınılmaz Büyük Atatürk’ün Türk halkına en büyük hizmeti “Bizi düşünmeye öğretmesidir.” Türküye başkanlık sistemi bu kapıyı genişletirken yerine çift kanatlı giriş kapısı takıyor. Bu işin yüksek mimarı yerleşik bir sistemin içinde yetişen ve halk lideri olan Sayın Tayyip Erdoğan’dır. Bu gerçek anlaşılmadan AK Parti ve önderinin yıllardan beri süren arasız yoğun çabalarını anlayabilmek mümkün olamaz. Olaylara bu açıdan yaklaştığımızda, 1990’lardan bu yana her adımda önümüze çıkan Amerikalı siyaset bilimci Samuel Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” eserini anlayabilmemiz kolaylaşır. O, “Soğuk Savaş” sonrası yıllardan başlayarak uluslararası ittifak ya da ihtilaflarda belirleyici olan unsurun politik ya da ekonomik, ideolojiler değil, medeniyetler olmaya başladığını öne çıkardı. Gerekçesinde, 56 devletli İslam Dünyası ve ortak Müslüman medeniyeti üzerinde egemen olamayan hiç bir Batılı gücün, tek kutuplu egemen ve baskın lideri olamadığı ve olamayacağı gerçeğidir. Hundington, bunu yazamadan öldü. Ondan sonra geçmişi aynı tezgahta harmanlayan hayat, Amerika’yı soldurmaya devam ederken, Rusya son çırpınışlar aşamasına girdi, derken eski kıta da bel fıtığına yakalandı ve çöküşü sosyal alanda başladı. İngilizlerin 2016 halk oylamasıyla “Hasta Adam” dedikleri AB’den uzaklaşmaları düşündürücüdür. 1850’den 1950’ye kadar devam eden Avrupa’da Almanya Çağı noktalandı. Niteliklerin birikiminden nitelik doğar felsefe öngörüsü hala genel geçerli olsa da, AB’de birleşen 28 ülkeden ne yeni anayasa çıkmadı, Shengen Sistemi tel örgülerle yamalandı, yeni bir medeniyet ufku ağarmadı.

Başkanlık Sistemi - 3

BG-SAM-23.Haziran.2016

Türkiye örneğinden heveslenen ve İslam dünyasında değişim ateşi yakan Tunus, Libya, Yemen, Irak, Suriye ve başka Müslüman ülke topraklarına o gün bu gün gökten dolu düşer gibi bomba yağıyor. Bu bombalarla Türkiye emsaline


142

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

gönül bağlayanlar sindirilmek, korkutulmak, öldürülmek isteniyor, ölümü kabul etmeyenler vatanlarından kovuluyor, denize dökülüyorlar. Tarihte ilk kez Batılı ve Doğulu emperyalist güçler çaresiz insanlara karşı, onların doğal kaynaklarını talan etmek için birlikte saldırıyorlar. 1919’da Wersay’da ekilen saldırı tohumları Yakın Doğu’da dikenli ağaç, yerlilere cangıl oldu. Bu cangıl da öldürülen ve ölecek olanların sayısı kayda alınmıyor. Trajik olay bir medeniyetler çatışması olmaktan fazla, azmış, kudurmuş, can çekilen, üstüne üstelik can çekişen emperyalizmin Türkiye gibi genç kanlı bir hamleyle büyüyen bir devletlerin istikrar yolunu kesmek için “uluslararası terör” belasına dönüştü. Planlarında Türkleri sindirmek, Anadolu’yu parçalamak var. Biz göçmen soydaşlar “Başka bir Türkiye yok” gerçeğinde kenetleniyoruz. Cesaretimiz kurbanlarımızla bileniyor. “Eden kendine eder!” bir atasözümüzdür. Hain gerçekler ortaya çıktıkça uluslararası terör, onu yaratan, besleyen, kışkırtan ve yönlendirenlerin kendi başlarına bela olacağından hiç birimizin kuşkusu olmamalıdır. Bugün Avrupa, Rusya ve Birleşik Amerika üzerinde dolaşan kara bulutlar, 19. yüzyılda Avrupa semalarındaki “Komünist Manifesto” da geçen bulutlardan çok farklıdır. Arap ve İslam dünyasının uyanış ve dirilişini müjde veren bu yönelim, mazlum halkları bir asır daha ezmeye özenen emperyalizmle son hesaplaşma olacağı gibi, üstün olan medeniyetin galebe geleceğine işarettir. Bu yarışı, Mesih bekleyenler değil, yerde arayanlar kazanacaktır. Bizde, adına Başkanlık Sistemi dediğimiz düzene ilk davet, ikisi arasında 33 yıl olan Birinci ve İkinci Meşrutiyet, toplumu saltanat düzeni yerine anayasadan çıkan yasaların üstünlüğüne dayanan yönetim öngören, parlamenter demokrasi olmuştu. Bu bir Kongre kararı ya da bir Sultan fermanı olmaktan ziyade, aydın öncülerin Malta, Girit ve Kıbrıs’ta sürgün çekilerinde su aldığı sarp ve dikenli bir yolculuktu. Tanzimat’tan beri ülkenin dört bir yanında aydınlanma kültürünü yayma çabalarında yansıdı. Bu mücadeleyi verenlerin özleminde, özgün modernliğimizin fazileti yabancı hastalıklarla bozulmamış bir Osmanlıcılık vardı. Son hedeflerini imparatorluğu olumsuzlamaktı. Bu büyük kavga saflarında ruhu Moskof, Berlin, Paris ve Londra zehriyle zehirlenmemiş aydın Bulgarlar da vardı. Genç nesilleri hürriyet ve demokrasi ilhamıyla besleyen zaman ortaktı. Ufukta, birbirimizi yiyerek, yok ederek bağımsızlık yolu açmak olmadığı gibi, ilerlemiş milletlerden ibret alarak, Batı milletlerinin seviyesine çıkmak ve onları aşmak vardı. Bulgar komitacıların başı V. Levski’nin “Kutsal Cumhuriyet” programında Müslüman Türk azınlığı da dahil, tüm etnik, dil, din azınlıklarının beraberce yaşayacağı özellikle kaydedilmiştir. “Cumhuriyetin Mayalanma Çağını” kaleme alan komitacı Zahari Stoyanov ise, “Bulgaristan’da Türklere her


Makale ve Analizler - 2016

143

zaman saygın bir yer olacağını” özellikle kaydetmiştir. Bunlar bir aşk romanından satır araları değil, devrimci uyanış programı ilkeleridir. 24 Temmuz 1908’de İkinci Meşrutiyet kapısı açıldığında içeri giren Bulgar ve Makedon vekillerin bilincini ve tavrını belirleyen bu fikirlerdi. Uyanış Çağını Osmanlıda yaşayan Balkan aydınların ektikleri tohumlarda bu bilincin yer bulması günümüzde Sayın Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde Türkiye Cumhuriyetinin uzandığı doruklar yeni buluşmalara da işaretler veriyor. Bu yol uzundu fakat başarıyla alındı. Osmanlı yıkılırken özünden T.C. doğdu. Yeni Türkiye’nin amansız bir anti-emperyalist milli kurtuluş savaşı sonucunda oluşması tüm kardeş halklara örnek oldu. Olaylar bu açıdan değerlendirilmediğinde Türkiye Başkanlık Sistemini ve “Büyük Türkiye”yi anlamak güç olur. Çünkü Başkanlık sistemi ile gündem olan Büyük Türkiye düşmanlarımızı endişelendiren ve korkutan çok vaat eden bir süreçtir. Türkiye’yi parçalayarak yutmayı planlayanların, “terör” kışkırtanların, asileri silahlandıranların hayal kırıklığını ve sinirliliğini anlamak gerek. Bu çatışmada, düşman güçlerin doğal ve yasal olan yenilip yok olmayı kolay kolay kabullenmelerini bekleyemeyiz. Geçen yüzyılda dirilen Türklerin büyüklüğünü görmeyen artık kalmadı. Korku dağları beklerken, gelin yeniden barış içinde beraber olalım istenci hayat hakkı için çırpınıyor. Türkiye Cumhuriyetinin bölünmez bütünlüğünden yana olan tüm zinde güçler, “Bizim Türkiye’den başka anavatanımız yok” bilincinde birleşiyor. 40 - 50’den fazla ulus ve etnik, yeni medeniyetin farklılıkların tahammüllü bütünlüğünde kaynaşacağına her zamankinden fazla inanıyor. Bu inanç hızla güç topluyor. Bu dava hepimizindir. Biz Bulgaristan Türklerinin ve tüm soydaşlarımızın da ortak davamızdır. “Tek ulus, tek bayrak, tek vatan” kavgasında Çanakkale’den Midya’da biz de şehitler verdik. Evlatlarımızı son yolculuğa uğurlarken her defasında “Vatan Bölünmez” andı içiyoruz. Bu yol yokuştur. Birlikte yürümeyi kabul edip “Büyük Türkiye” emeliyle yeniden dirilebildiğimiz için mutluyuz. Bu yolu açan, AK Parti kurucusu ve Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan, bu zor sürece yol açıp yön veren Türkiye Başkanı, tek liderimizdir. Osmanlıdan sıyrılıp bizi Türkiye Cumhuriyetinde toplayan ilk önderimiz büyük Atatürk’tü. “Büyük Türkiye”ye, 1923 ve 2050 doruklarına işaret edense Türkiye Başkanı Erdoğan’dır.


144

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Başkanlık Sistemi - 4

BG-SAM-23.Haziran.2016

Kökleri geleneklere dayanan ve orijinalliğinden ödün vermeyen Türkiye’nin Başkanlık yolu, uzak ya da yakın herhangi bir devletin yönetim sistemini kopyalama niyetinde olmadığından ve siyasi tarihte eşi olmayan bir yönelim simgeleyişiyle dikkat çekiyor. Bu, bir Yarı Başkanlık ya da şartlı başkanlık yolu değildir. Tek partili parlamenter sistemden çoğulculuğa başarıyla adımlayan ve geçen yüzyılın ikinci yarısında yeni sistemi yetkinleştirirken üç askeri darbe yaşayan Türkiye, olaya kesin çözüm bulma kararlılığıyla yanaşıyor. Parlamenter sistem, siyasi rejim ve demokrasinin sık sık kesintiye uğramasına ve kilitlenmesine hiç birimizin tahammülü kalmadı. 1973 - 1975 arasında önce 115 gün, sonra 206 gün olmak üzere toplam 321 gün Türkiye hükümetleri güven oyu alamamış, ülke hükümetlerle idare edilememiştir. 7 Haziran 2006 seçimlerinden sonra da meclis ve siyaset kilitlendi. Hükümet kurulamadı. 80 milyonluk Türkiye’nin böyle bir lüksü olamaz. Ardından muhalefetin önemsiz konularda “veto” sunarak mecliste çalışmaları ters yönlendirmesi, aksatıp duraksatması da sabır sınırını taşırmıştır. Parlamenter sistemin seçmenle bakanlar kurulu arasında aşılmayan bir set oluşturması, milletvekillerinin seçmene hesap verme zorunluluğu hissetmemesi, disiplinli ve verimli parlamenter çalışmaları doğru yoldan saptırıyor.. Türkiye’ye özgü bir Başkanlık Sistemi anayasası hazırlanmasını gerekli kılan bu gibi binlerce irili ufaklı ilkesel neden var. Bu gerekliliği Türk halkı gördüğünden dolayı Tayyip Erdoğan’ı % 52 oyla Beştepe’ye gönderdi. Bu bilinçli bir adımdı. Fakat bizdeki siyasi muhalefet liderleri her şeyde bir öcü görüyor. Bu konuda tutucu davranan siyasilerin tavrını belirleyen, midenin, dolunayda kabuğumu açarsam belki bir daha hiç kapanmaz korkusudur. Deneyimler çözülmeyen düğümleri halkın oyuyla kestiğine işaret eder. 29 Ekim 1923’te Türkiye Büyük Millet Meclisi Mustafa Kemal Atatürk’ü ilk Cumhurbaşkanı seçti. 10 Ağustos 2014’e halk Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a oy verdi. Bu iki seçim birbirinden niteliksel farklı olup demokrasimizin iki aşamasıdır. Halkın sandık aktifliği Türkiye parlamenter sisteminde ve özgürlükçü demokraside istenen yeni olana işaret etti. Seçmen kitlesi tek liderli yürütme organı; devlet gücünün güvenilir bir kişinin elinde toplanmasını istedi. Seçmen kurumsallaşma ve demokrasi kültüründe yetersizliklerin güçlü liderle daha kolay aşılabileceğine inandığını; meclis çoğunluğunu sağlayan parti liderinin aynı zamanda Türkiye Başkanı olmasını, bakanların doğrudan Başkan tarafından atanmasını ve Başkana direk hesap vermesi gerektiğini; yasama ve yürütmenin bağımsız kalmasını; güçler ayrımına daha sert uyulmasını vb değişiklikler beklediğini ortaya


Makale ve Analizler - 2016

145

koydu. Önemli olan bu istekler herhangi başka bir devlet pratiğinde kopyalanmadan ve halk iradesinin kesin ifadesi olarak günden oluşturdu. Bu gelişme dış ülkelerdeki örneklerden çok farklıdır. Bu konuda 50 yıldan beri yazılıyor, siyasiler görüş beyan ediyor fakat anlamak istemeyenlerin kulaklarını tıkadığı şu özellikler var: Birleşik Amerika’dan 248 sene sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde Başkanlık sistemine geçme tartışması bugün de kızışıyor. Konuyu açanlar, her fırsatta bu yıl görev süresi dolan 44. ABD Başkanı Barack Obama’ın Oval Ofisinden uzman kesiliyor. Doğrunun doğrusu, Başkanlık sistemi sanki ABD’den başka hiç bir ülkede başarılı işlemedi. Şili, Brezilya, Arjantin, Peru vb. Güney Amerika ülkelerine telkin edilen bu sistem her yerde otokrasi, diktatörlük ve keyfi idare doğurdu. Toplumda biriken “kara kan” hep askeri darbe yapılarak akıtıldı. Koltuk değiştiren diktatörler demokrasi anahtarını bulmakta zorlandı. Başkanlık gömlekleri topluma ya dar ya da geniş geldi. Türkiye siyasetinde geçerli görüş beyan eden siyaset adamlarından hiç biri Başkanlık Sistemimizin ABD Başkanlık Sistemi’nden kopyalanacağını vurgulamasa da, eleştirilerde yumuşak mide sanki hep o modelin bize uygunsuzluğu oluyor. Kuşkusuz, Amerika tarihini bilmeyenlere, Amerikan Başkanlık sisteminin doğuşunu değişimlerle biçimlenişini anlatmak zor olur. Buna rağmen, Anayasasında yalnız 7 madde olan bu dev devletin eyalet sistemine göre örgütlendiğini ve iki yüz yıldan uzun birleşme yolu yürümüş olmasına karşın, gazetelerin sıkça yazdığına göre, silikon vadisi bile birlikten kopmayı hala düşünüyor. Başkan olduğunda, ayrılmaz, kopmaz, bölünmez bir üniteden söz açmak bile bir yere kadar sanki anlamsız oluyor. Bir de, tüm demokrasilerin ve özgürlüklerin alt dokusunda toplumu bağlayan insan hakları var. Askeri ya da siyasi nedenleri ne olursa olsun, 1861 - 65 yılları arasında Kuzey Amerika’yı kan gölü haline getiren İç Savaş’ın insan hakları açısından o zamandan 150 yıl önce başlamış olduğunu hatırladığımızda, akla ilk gelen hep 4. Başkan Thomas Jefferson’un “İnsan Hakları Bildirisi” olur. Bu bildirinin birinci maddesinde, yarısı İçsavaşta kırılan siyah derili Afrikalıların insan hakları ve yasalar karşısında eşit haklılığı mücadelesinde elde edebildiklerine ışık tutan şu cümleyi unutmak mümkün değildir: “Ancak şimdiden sonra doğacak siyah derili Amerikan vatandaşlarına eşit vatandaş hakkı tanınacaktır.” Amerikan tarihinde, köle ve köle sahipleri arasındaki amasız kavga, insan hakları savaşçısı, zenci lider Martin Lüther King’in 4 Nisan 1968’de kurşunlanarak öldürülmesine ve bir Afrika kökenli olan Barack Obama’nın başkan seçilmesine kadar sürdü.


146

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Türkiye parlamenter tarihinde ve Başkanlık Sistemine yöneliminde bu çileli yolu çağrıştıran sayfa yoktur. Aynı şeyi Osmanlı için de söyleyebiliriz. Milenyum düşünürü Karl Marx, yaratıcılığının Londra döneminde “İnternational Herald Tribüne” yazdığı 12 bölümlük “Cennet” dizesinde, Osmanlıyı anlatır. Bir de, tanımına din, dil, kültür, yaşam tarzı, ezan ve çan sesi, tüm doğal haklar açısından geçerli olduğunu ekler. Olaya böyle yaklaşınca, yalnızca “başkan” sözüne bağlanarak, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıştaroğulu ve süreçleri ters tarafından gören siyasetçiler, kopardıkları “Türkiye bölünüyor” feryadıyla demokratik aydın ve sağduyulu devletçi kesimde hayret uyandırıyor. Öte yandan, “yasalar önünde eşitliği” ve “demokrasiyi” bir tek bölünmüşlükte gören, Halkın Demokratik Partisi (HDP) liderleri de, geleneklerimizin süreğenliğini rafa kaldırıp Türkiye halkının Başkanlık Sistemi’ni öz ve biçim olarak kavramada oldukça zorlanıyor. İçine düştükleri durum ve dış baskılar gerçekçi olmalarına gölge düşürüyor. Onlar, bir de, genç Güney Doğu Anadolulu kuşağın ortak tarihimizi doğru anlamasına engel oluyor. Başkanlık sisteminin karşısına dikilirken “terör” yandaşlarına lanet artıyor. Görüldüğü üzere, halkımızın son seçimde yürümek istediği birlik ve beraberlik, kardeşlik yolu hep başkanlık sistemine açılıyor. Sayın Erdoğan yönetiminde Türkiye devletinin 2015 ve 2016 yıllarında terörle mücadelesi, büyük sayıda kurban alsa da, son terörist etkisiz hale getirilene ve düşman elindeki son silah da betona gömülüp yeri bildirilene kadar azimle devam edecektir. Bu savaş Türkiye devlet bütünlüğünü pekiştirdiği gibi, Başkanlık Sistemine geçme hamlelerine de ivme kazandırıyor.

Başkanlık Sistemi - 5

BG-SAM-23.Haziran.2016

Gerçekleri karşılaştırmak istemeyenlerin, ABD ve Türkiye Başkanlık sistemleri arasındaki göze batan farklara işaretle kafa karışıklığı yaratma çabaları dikkati çekiyor. Bunlardan bazıları şunlardır: ABD’de ,parti başkanları “Başkan Adayı” olarak seçime katılmazlar. Aday adayları ya Demokrat ya da Cumhuriyetçi partinin şemsiyesi altına toplanır ve ön


Makale ve Analizler - 2016

147

seçime girer. Yarışı birinci bitiren kişi, partinin başkan adayı olarak seçime katılır. Örneğin, 8 Kasım 2016’da Cumhuriyetçilerin adayı Donald Trump ile Demokratların adayı Hillary Clinton Başkan seçilmek için yarışacaktır. Türkiye’de Başkan adaylarının sayısı son seçimde üçtü, 5 de olabilir. ABD hükümetlerinde koalisyon yoktur. 50’nin üzerinde siyasi parti olmasına rağmen, yalnız iki parti güçlüdür, diğerleri semboliktir. İki turlu seçim sisteminde, her seçimi ya Cumhuriyetçi Parti ya da Demokratik Parti adayı kazanır. Yasalar, Başkanlık yarışı finaline üçüncü bir adayın da kalması yolunu tıkamıştır. Adayları (Türkiye’de olduğu gibi) partiler veya parti başkanları aday belirlemez. Aday adayları, hangi partiden yarışacaklarına kendileri karar verir. Kriterlere uyan herkes, her mevki (Şerif, Belediye Başkanlığı, Eyalet Valiliği, Senatörlük veya Başkanlık) için aday adaylığını koyabilir. (Örneğin Bulgaristan’da Cumhurbaşkanı adaylığı partiler, dernekler, kurumlar tarafından öneriliyor. Todor Vodeniçarov Bulgar Bilimler Akademisi tarafından; Tatyana Donçeva ise “Cumhuriyet Platformu” tarafından aday gösterildi. Son Cumhurbaşkanlığı seçiminden Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği -BULTÜRK de kendi adayını göstermişti. Bu seçimde de göstermesi bekleniyor.) Türkiye’deki durum ise, tamamen farklı olup, anayasa değişikliği ile başkanlık sistemine geçilirken, Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın AK Parti kurucu Başkanı, uzun yıllar çok başarılı başbakan ve seçmenden % 52 oy alan bir Cumhurbaşkanı olması en başta dikkate alınan faktörlerdir. Bu iki ülkede tamamen farklı ve yakınlık noktaları olmayan iki adaylık sistemi var. Amerika’da partiler, ön seçimlerde hiç bir başkan aday adayına maddi ve manevi yardımda bulunmaz. Ancak adaylığı kesinleşen, yani her iki partiden birer aday kalınca destek ve yardımlar başlar. (Bulgaristan’da Cumhurbaşkanı adayı alacağı muhtemel oylar için devlet yardımı talep edebilir.) ABD’deki parti sistemlerinin çok gevşek bir yapısı vardır. Türkiye’deki gibi partiler her an disiplinli ve organize değildir. ABD’deki partiler adeta bir şemsiye bir çardak vazifesi görür. Seçim zamanları, katılan adayları her an kendi çatısı altında tutar. Bu yüzden de ABD’de çok güçlü bir parti genel başkanı profili yoktur. Dahası da var: Yasama Organı’nda yapılacak her türlü oylamada, başkanın ve bakanların oy kullanma veya görüş bildirme hakları yoktur. Başkan kongreye kanun teklifinde bulunamaz. ABD’de sembolik bir devlet başkanlığı makamı yoktur. Başkan, hem hükümet, hem de devlet başkanıdır. Başkan doğrudan halk tarafından her biri 4 yıl olmak üzere, en fazla 2 döneme, toplam 8 yıl için seçilir. Türkiye’ de Başkan yardımcılığı sistemi öngörülmezken, ABD Başkanı,


148

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

kongreye karşı siyasi sorumlulukları olmayan, bağımsız yardımcısını kendi seçer. Bununla birlikte ABD başkanı, bakanlarını hiç bir kayda bağlı olmadan istediği zaman azledebilir. Başkan yasama organının içinden çıkan bir kişi olmadığı gibi, yasama organıyla herhangi bir bağı da yoktur. Ayrıca, Başkan ana yasama organı olan Kongreyi feshedemez. Kongre başkanını görevinden alamaz. Başkan her husustan 4 yıllık görevinde kalır. Burada Amerikan ve Türkiye başkanları arasındaki benzerliği, halk ile haşır neşir olmuş, halkın içinde dolaşan, değişik meslek gruplarıyla direk ilgilenen, halkın dertlerini dinleyen, hele terörle mücadelede kurban veren her ailenin derdine derman olmaya çalışan Sayın Recep Tayyip Erdoğan ile Başkan Roosewelt’in ocak başı sohbetleri, Kissinger’in orta Doğu’da mekik dokuması gibi liderlerin halk ile sürekli ve sıcak kanlı ilişkilerinde bulabiliriz. Şu anda Türkiye’deki yürütme organında ikili bir yapı mevcuttur. Bir taraftan sınırlı yetkilerle donatılmış Cumhurbaşkanı, (son anayasa değişikliğinde Cumhurbaşkanının yürütme hakları biraz genişletilmiştir), diğer tarafta da geniş yetkilerle donatılmış Başbakan ve Bakanlardan oluşan Bakanlar Kurulu vardır. Bu arada beğenilmeyen lider güven oyu ile görevinden alınabilir. Bakanlar Başbakanın önerisi ve Cumhurbaşkanının onayı ile atanır. Yine aynı yolla görevden alınabilir. Bakanlar ve Bakanlar Kurulu meclise karşı sorumludur. Bakanlar kurulu genellikle meclisten çıkar. Birçok farklılık olduğu hemen göze çarpıyor. Amerikan sistemi Türkiye parlamenter sistem gerçekliğinden çok farklıdır. Cumhurbaşkanı’nın “vatana ihanet” suçu dışında göreviyle ilgili herhangi bir sorumluluğu yoktur. Yasama organı, çeşitli denetim mekanizmalarıyla, Yürütme Organı’nı (hükümeti) denetleyebilir. Hatta görevinden düşürebilir. Bakanlar Kurulu’nun kanun tasarısı şeklinde öneride bulunma yetkisi vardır. Mecliste yapılacak her türlü oylamada, Bakanlar Kurulu üyelerinin görüş bildirme ve oy kullanma hakkı vardır. Parlamenter sistemin bu yetkilerine ve özelliklerine rağmen, 2015’te Türkiye’de 7 Haziran seçimlerinden hemen parlamenter sistemde kilitlendi, Bakanlar Kurulu kurulamadı. Yeni seçimi geçici hükümeti yaptı. Başkanlık Sistemimiz olsaydı bu yaşanmazdı. Türkiye gibi büyük devletin 2-3 başlı bir sistemle yönetilmesi, son derece tehlikeli olup “terör” ortamında vahim sonuçlar da doğurabilir. Cumhurbaşkanı aynı zamanda Başkomutandır. Devlet yönetiminde risk faktörü belirmesine olanak tanınmamalıdır. Aynı tehlikeleri Fransa’daki yarı Başkanlık Sistemi’nde de izliyoruz. Bu sistem Fransa’da 11 yazılı Anayasa eskitmiştir. Devletin kurumları milletin özü doğrultusunda organize edilememiştir. 1958 Anayasasıyla istikrar sağlanırken De Gaulle kişiliğinde başkana tapma baş göstermiştir. 2015’te ve hele de Avrupa Futbol


Makale ve Analizler - 2016

149

Şampiyonluğu arifesinde kitle grevlerine ve yükselen halk memnuniyetsizliğine yenik düşen, sosyal devlet projesinin çöküşü Fransız hükümetine zor günler ve çaresizlik yaşatıyor. Başkanlık sistemi ikiyüzlülük konularında da çok hassastır. Fransa’da katliam yapan teröristlerle Türkiye’de toplu halde insan öldüren katiller arasında “iyi terörist” - “kötü terörist” ayrımı yapılması hem ülkede ve AB’de, hem de Türkiye gibi terör kurbanı ülkelerde sert tepkiler uyandırmıştır. Periyodik olarak elektrikleşen Başkanlık Sistemi tartışmalarında “iktidarın kişiselleşmesinden” söz ediliyor, 1958 Fransız Yarı Başkanlık Modeli benzetmesi yapılmak isteniyor. Parti Başkanı ve Başkan uygulamasına tepkiler beliriyor. Karizmatik ve iyi hatip lider konusu da aktüeldir. Fransız örneklemesinde, De Gaulle ne kadar o günlerin sosyal ortamından gelmiş olursa olsun, son hesapta o kitle iletişim araçlarının da ürünüdür. Aynı şeyler Rusya lideri Vladimir Putin için de söylenebilir. Aslında Putin, Rusya Balkanlık sistemini ararken, değişikleri tamamen meclisin üst kamarasına indirgemişti. Daha önce eyalet başkanlarının üye olduğu Senato’yu daimi olarak merkezde kalan fakat eyaletlerde olup biten her şeyden sorumlu olan yeni kadrolarla değiştirdi. 1990’dan sonra parçalanan Sovyetler Birliği’nden ayrılan Müslüman Orta Asya devletlerinde doğrudan klasik başkanlık yönetimine geçildi. Bunun başarılı örneklerinden biri İlhan Aliev’in Azerbaycan Başkanlığıdır. Başkan kişiliği karizmatikliğini ve cazibesini zamanla kaybedebilir. 1946’da Fransa’da Başkan tarafından onaya sunulan fakat seçmen tarafından reddolunan bir de Anaya var.Bu da dünyada ender rastlanan bir olaydır. Fransa’nın Yarı Başkanlık sistemiyle 1985 seçimlerinden sonra ciddi bir bunalıma girdi. Yarı başkanlık sistemi siyasi dalgalanmaya açıktır. Bu nedenle, Fransa Yarı Başkanı François Holland ülkenin başkanlık sistemine geçmesinde ısrar ediyor. Avrupa’da yarı başkanlık ve başkanlık sistemiyle yönetilen birçok küçük devlet var, onların örneğine özellikle değinmiyoruz, çünkü iki kıtaya yerleşmiş, yüzölçümü büyük ve nüfusu kalabalık olan Türkiye için örnek teşkil edemezler. Bir Krallık olan, parlamenter gelenekleri zengin İngiltere’de Başbakan’ın geniş ve kapsamlı yürütme yetkileri, konuyla ilgilenen birçok kişide, Osmanlı Padişahlık kurumuna temsili rol üslenip, geniş yetkili Başbakanlık kurumuyla bir Müslüman yönetim modeli kurulması fikrine de rastlansa da, şu dönem bu konu ülkemiz ve devletimiz için henüz aktüel olmaktan uzaktır. Türkiye Yarı Başkanlık sistemi kopyalansa, Fransa olumsuzluklarını Türkiye’nin de yaşayabileceği düşünülebilir. Bu yüzden, aranan yerleşmiş geleneksel sistemden çıkarak Türkiye Başkanlık Sistemi formülünde birleşmektir. Mutlaka yapılması gereken anayasa değişiklikleri ya da yeni anayasa hazırlık-


150

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ları bu ruhu yansıtmalıdır. Biz ne Amerika, ne Fransa ne de herhangi bir Güney Amerika ülkelerinden biriyiz. Türkiye Başkanlık Sistemi arayışı halktan gelen bir harekettir ve artık seçim sonuçlarına yansımıştır. Bu hareketin mimarı Sayın Tayyip Erdoğan’ın kurduğu AK Parti’nin devlet yönetim anlayışıdır. Bu ilkeler geleneksel siyaset, yönetme ve liderlik anlayışına dayanır. Türkiye Başkanlık sistemine açılan yolun yol taşlarını diken de Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın kendisidir. Bu hareketin içindeki yeni kavram Başkanlık Hükümeti olacaktır. Bu hükümet üyeleri direk olarak Başkan tarafından seçilecek ve Başkana bağımlı çalışacaklardır. Böylece parlamenter tuzaklar, darboğazlar ve kilitlenmeler Türkiye siyaset tarihinden çıkarılmış olacaktır.

Başkanlık Sistemi - 6

BG-SAM-23.Haziran.2016

Türkiye’nin özel durumu dendiğinde, göz önüne gelen, geçen yüz yılda çoğulcu demokrasi hükumetleri ve askeri dikta rejimleri arasında açılan bir boşluktur. Bu boşluğun derinliği askeri rejimlerin süresince belirlenmiş olsa, Türkiye’de bu süre 3 defa tekrarlanmış, fakat yasal değişiklerin yapılmasını sağladıktan sonra ordu kısa sürelerde onarılmaz izler bırakmadan kışlaya toplanmıştır. Her askeri darbeden sonra Yeni Anayasa kabul edildiği ya da anaya değişikliklerine gidildiği dikkate alındığında, anayasal hakların daraldığını değil, kısıtlamalar kaldırılarak genişlediğini ve toplumun demokratikleşme yollarının genişletilmeye gayret edildiği dikkati çeker. Bugün yine Türkiye’nin gündeminde yeni bir Anayasa ya da Anayasa değişiklikleri yapılması aktüel olduğundan dolayı, değişen anayasalar hakkında kimin ne dediği çok önemlidir: 12 Mart 1971 öncesi, Başbakan Demirel 1961 Anayasası için “bu Anaya ile devlet yönetilmez demişti.” Bunu bir defa değil defalarca tekrar etmişti. 12 Mart 1971 ara rejimi sırasında Başbakan Nihat Erim 1961 Anayasası için bir “Lüks” deyimini kullanmıştı. 12 Eylül 1980’ni izleyen günlerde darbeci devlet başkanı Kenan Evren 1961 Anayasası için şöyle diyordu: “O Anayasa dediğimiz elbise bol geldi, içinde oynamaya başladık. Anayasanın içinde birçok açık kapı vardı, düzeltilmedi. Kötü niyetlere fırsat veren o açık kapılar kapanmadığı


Makale ve Analizler - 2016

151

için 12 Mart’ta geldik. 12 Mart’ta düzeltilmeye çalışıldı. Ama, o kapılar gerekli ölçüde kapatılamadı, gene açık kaldı. Bu durumda, artık 2016’da Türkiye’nin bedenine uygun bir elbise dikmesi ve Başkanlık Sistemi’ne geçmesi zamanı geldi. Şu yazımız, yeni Anayasa lehine konuşmak serbest, aleyhine konuşmak yasak, anlayışının aşılmış olduğuna bir kanıttır. Üstelik, biz göçmen dernekleri ve milyonları bulan Rumeli’den göçle gelen soydaş kitlesi ayrıcalık ve özel haklar talep etmediğimizden dolayı, yeni Anayasa’da bizim için özel maddeler olmasını da istemiyoruz ve tüm vatandaşların haklarını kapsayıp koruyacak, milli menfaatlerimizi ve Türkiye’mizin bölünmez bütünlüğünü, bayrağımızı ve egemenliğimizi güvence altına alan ve genişletilmiş ve yetkinleştirilmiş başkanlık yetkileriyle tüm hak ve özgürlüklerimizin demokratik ve huzurlu bir ortamda var olmasını istiyoruz. Anayasa’yı hazırlayan uzman kişilerin başta akil, deneyimli, hukukçu nüveden, Ak Parti ve tüm partilerden, hatta geniş otorite sahibi STÖ temsilcilerinden vb oluşmasında yarar görüyoruz. Biz halkın oyvermiyeceği, deneme nitelikli bir Anayasa hazırlanmasına ya da eski Anayasaya 100 yama daha yamanmasına karşıyız, çünkü yama yamayı örter ama elbise yeni olmaz. İyi bildiğimiz Bulgaristan örneğinden çıkarak şunu ilave etmek istiyorum: Birinci Bulgar Anayasa’sı 1878’de bir sömürgeci devlet olan Hollanda’dan kopyalanmıştı. Bulgar Prensliği Osmanlı’dan kopmuştu fakat ülkede sömürge ya da mertopol veya kölecilik gelenekleri yoktu. Bu Anayasa Prensliğe demokrasi getiremedi. Berlin Konferansı Bulgaristan’a Prens gönderdi. Ferdinand’in gözünde demokratik ve insan haklarına saygılı bir ülke yoktu, Çar olmak vardı. Bulgar Çarlığı’na giderken birçok anayasa değişikliği yapıldı. Ferdinand’ın oğlu III. Boris bile Katolik’ten Ortodoks Hristiyan oldu. Din değiştirdi. Müslüman Pomakları Hıristiyan ve Bulgar yaptı. Çarpık Anayasa’dan faşist diktatörlük doğdu. Demirden odun, odundan plastik olmadığı gibi, bir sömürgecilik Anayasasından faşist bir Bulgar Anayasası oldu, fakat 1945’ten sonra faşist Anayasa’da demokratik anayasa yapılamadı, yamalar Alman faşist totalitarizm-inden alınan özü yamalarla kapasalar da yargısız infazlar, baskı ve zulüm gerçeği ele verdi. 1992 Anayasası da köklü bir değişikliğe açılamadı, çünkü bu yapılsaydı toplumda suçlu katillerin sayısının normal vatandaşların sayısından daha büyük olduğunu dünya görecekti. Bu örnek, Türkiye gerçekliğinden çok uzak. 2002’den sonra anavatanımızda gelişen siyasi süreçlerde halkımızın koalisyon hükümetlerine ve büyük ölçüde gladyatörlerin dövüş meydanını andı-


152

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ran TBMM bileşim toplantılarına güven yitirdiği ortaya çıktı. Bu kaymayı propaganda ile düzeltmek olanaksızdır, çünkü dövüşlü tartışmalar TV ekranında ve hepimizin gözü önünde gelişiyor. Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) Atatürkçü devlet yönetim ilkelerine ihanet ettiği gibi, her konuda çarpık fikirler üretiyor. Her fırsatta uzlaşma noktalarını tıkıyor. Şansına, geçen Kasım, 1919 Wersay Antlaşması’na esir düşmüş tavırla meclise giren ve “gökten bağımsızlık yağmuru yağacak” masallarıyla halkı kandıran ve kışkırtan HDP liderleri de her konuda hainlik ediyorlar. Yeri gelmişken işaret edelim. Siyaset defterinin yıllar önce dürülmesi gereken Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Başkanlık Sistemine geçilmesi gibi konulara kendinden pay veremediği için katı ve ürkek kalıyor ve o da engel oluyor. Bu durumda, daha önceki örneklerimizde işaret edildiği gibi son söz yine Türk halkının olacaktır. Demokrasiyi seçim sistemiyle yoğurmada ustalaşan halkımız, Başkanlık sistemlerinden bize en fazla yakışanı ve en yararlı olacak olanı da seçim sandığından çıkaracaktır. Biz Bulgaristanlı göçmenler, Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği (BULTÜTK) ve diğer STK’ larımızın öncülüğünde Yeni Anayasa’ya, Başkanlık Sistemine ve Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye Başkanı seçilmesine yüzde yüz oy vermeye hazırız. Son.

Nazım’ın “Severmişim Meğer” Şiiri Son 50 Yılın En Güzel Şiiri Seçildi

Raziye ÇAKIR -24.Haziran.2016

Konu: En güzel sevda şiirlerini ancak yürekten seven yazabilir. Bulgaristan Türk şiirine de öz ve renk getiren, şairlerimize mutluluğun ancak uçan kuşun kanatlarında olduğunu aşılayan Büyük Nazım Hikmet dünyayı coşturmaya devam ediyor. İz Nazımın tüm eserlerini 8 cilt olarak ilk bastığımız için özel kıvançlıyız. 4 cilt halinde Bulgar dilinde de basabildiğimiz için de ayrıca gururluyuz. Nazım, Bulgaristan Türk köylüsünün hayatında kucaklaştığı en büyük ozan, en yürekli yaratıcı olarak kaldı. Nazım, rüzgârı bizde hala dinmeden esiyor. Gençler, “Ben yanmazsam, sen yanmazsan, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa” sorusunu soruyor. Hak ve Özgürlük davamızda da


Makale ve Analizler - 2016

153

Nazım ateşinden alevlendik. Göç ederken bile Nazım’ı aradık. Bugün de eline yeni kalem alan her yaratıcımız Nazım suyundan içe içe kanatlanıyor. *** Nazım Hikmet unutulmadı ki! Katalonya Başkanı göreve Nazım Hikmet şiiriyle başladı İspanya’nın doğusundaki Katalonya Özerk Yönetimi’nin Başkanı seçilen Carles Puigdemont resmen görevini teslim aldığı törende usta şair Nazım Hikmet’in dizelerini okudu. Katalonya’da bağımsızlık yanlısı girişimlerin devam edeceğini vaat eden Puigdemont, bağımsızlık adımlarına atfen “Çok fazla şeyleri yaşadığımız uzun bir seyahatten geliyoruz. Ama yorulmadık” diye konuştu. Puigdemont daha sonra Nazım Hikmet’in bir şiirinden mısralarla devam ederek, “En güzel deniz henüz gidilmemiş olandır” dedi. *** Londra’da bulunan sanat merkezi Southbank Center, son 50 yılın en güzel 50 aşk şiiri arasına Nazım Hikmet’in ‘Severmişim Meğer’ şiirini de aldı. Şiirler, Southbank Center’ın şiir dalında uzman ekibi tarafından bir yıllık bir çalışmayla 30 ülkeden şairleri arasından belirlendi. Seçmeler yapılırken modern döneme ağırlık verildi. Ekip üyelerinden James Runcie, “Gerçekten uluslararası ve üslup bakımından da çeşitlilik barındıran bir liste oldu. Zor olan, sadece 50 şiir seçmekti” dedi. Severmişim Meğer yıl 62 Mart 28 Prag-Berlin treninde pencerenin yanındayım akşam oluyor dumanlı ıslak ovaya akşamın yorgun bir kuş gibi inişini severmişim meğer akşamın inişini yorgun kuşun inişine benzetmeyi sevmedim toprağı severmişim meğer toprağı sevdim diyebilir mi onu bir kez olsun sürmeyen ben sürmedim Platonik biricik sevdam da buymuş meğer meğer ırmağı severmişim


154

kısa

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) ister böyle kımıldanmadan aksın kıvrıla kıvrıla tepelerin eteğinde doruklarına şatolar kondurulmuş Avrupa tepelerinin ister uzasın göz alabildiğine dümdüz bilirim aynı ırmakta yıkanılmaz bir kere bile bilirim ırmak yeni ışıklar getirecek sen göremeyeceksin bilirim ömrümüz beygirinkinden azıcık uzun karganınkinden alabildiğine bilirim benden önce duyulmuş bu keder benden sonra da duyulacak benden önce söylenmiş bunların hepsi bin kere benden sonra da söylenecek gökyüzünü severmişim meğer kapalı olsun açık olsun Borodino savaş alanında Andırey’in sırtüstü seyrettiği gök kubbe hapiste Türkçeye çevirdim iki cildini Savaşla Barış’ın kulağıma sesler geliyor gök kubbeden değil meydan yerinden gardiyanlar birini dövüyor yine ağaçları severmişim meğer çırılçıplak kayınlar Moskova dolaylarında Peredelkino’da kışın çıkarlar karşıma alçakgönüllü kibar kayınlar Rus sayılıyor kavakları Türk saydığımız gibi İzmir’in kavakları dökülür yaprakları bize de Çakıcı derler yar fidan boylum yakarız konakları Ilgaz ormanlarında yıl 920 bir keten mendil astım bir çam dalına ucu işlemeli yolları severmişim meğer asfaltını da Vera direksiyonda Moskova’dan Kırım’a gidiyoruz Koktebel’e


Makale ve Analizler - 2016

155

asıl adı Göktepe ili bir kapalı kutuda ikimiz dünya akıyor iki yandan dışarda dilsiz uzak hiç kimseyle hiçbir zaman böyle yakın olmadım eşkiyalar çıktı karşıma Bolu’dan inerken Gerede’ye kırmızı yolda ve yaşım on sekiz yaylıda canımdan gayri alacakları eşyam da yok ve on sekizimde en değersiz eşyamız canımızdır bunu bir kere daha yazdımdı çamurlu karanlık sokakta bata çıka Karagöz’e gidiyorum Ramazan gecesi önde körüklü kaat fener belki böyle bir şey olmadı .... çiçekler geldi aklıma her nedense gelincikler kaktüsler fulyalar İstanbul’da Kadıköy’de Fulya tarlasında öptüm Marika’yı ağzı acıbadem kokuyoryaşım on yedi kolan vurdu yüreğim salıncak buluklara girdi çıktı çiçekleri severmişim meğer üç kırmızı karanfil yolladı bana hapishaneye yoldaşlar 1948 yıldızları hatırladım ... severmişim meğer gözümün önüne kar yağışı geliyor ağır ağır dilsiz kuşbaşısı da buram buram tipisi de meğer kar yağışını severmişim güneşi severmişim meğer şimdi şu vişne reçeline bulanmış batarken bile güneş İstanbul’da da kimi kere renkli kartpostallardaki gibi batar ama onun resmini sen öyle yapmayacaksın meğer denizi severmişim hem de nasıl


156

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) ama Ayvazofki’nin denizleri bir yana bulutları severmişim meğer ister altlarında olayım ister üstlerinde ister devlere benzesinler ister ak tüylü hayvanlara ayışığı geliyor aklıma en aygın baygın en yalancısı en küçük burjuvası severmişim yağmuru severmişim meğer ağ gibi de inse üstüme ve damlayıp dağılsa da camlarımda yüreğim beni olduğum yerde bırakır ağlara dolanık ya da bir damlanın içinde ve çıkar yolculuğa hartada çizilmemiş bir memlekete gider yağmuru severmişim meğer ama neden birdenbire keşfettim bu sevdaları Prag-Berlin treninde yanında pencerenin altıncı cıgaramı yaktığımdan mı bir eski ölümdür benim için Moskova’da kalan birilerini düşündüğümden mi geberesiye saçları saman sarısı kirpikleri mavi zifiri karanlıkta gidiyor tren zifiri karanlığı severmişim meğer kıvılcımlar uçuşuyor lokomotiften kıvılcımları severmişim meğer meğer ne çok şeyi severmişim de altmışında farkına vardım bunun Prag-Berlin treninde yanında pencerenin yeryüzünü dönülmez bir yolculuğa çıkmışım gibi seyrederek NÂZIM HİKMET











AK Parti İstanbul İli Dış İlişkiler Başkanı’nı makamında ziyaret

Bayrampaşa’da Birlik ve Beraberlik Gecesinden




İstanbul’da Türk Dünyası STK’lar BULTÜRK Gecesi’nden

BULTÜRK Gecesi’nde AK Parti Milletvekili Hüseyin Bürge



BULTÜRK Gençlik Kolları Başkanlığı Yapan Murat ve Raziye Ulutürk nikahından





Yunus Emre Vakfı’nı ziyaret Ankara


Eyüp Sultan Belediye Başkanı’nı makamında ziyaret

Tekirdağ Belediye Başkanı’nı ziyaret


Ahlat Belediye Başkanı’nı ziyaret

Keçiören Belediye Başkanı’nı ziyaret


Bulgaristan Ban-Bulgaristan Bilim Akademisi’nden BULTÜRK’ü ziyaret

Eyüp Sultan Belediye Başkanı’nı ziyaret


BULTÜRK merkezde AK Parti milletvekili

Ulaştırma Bakanı Nejdet Menzir’i makamında ziyaret


KKTC Başbakan Yardımcısı Serdar Denktaş ve TR Dış Türkler Müsteşarı ile birlikte

Zeytinburnu Belediye Başkanı’nı makamında ziyaret


Sarıgazi Belediye Başkanı’nı ziyaret

Kerkük Milletvekili ile birlikte


Razgrad - İsperih Belediye Başkanı’nı ziyaret

Bayrampaşa Belediye Başkanı Atila Aydıner’i makamında ziyaret ve plaket


Gagauzya Cumhurbaşkanı ile birlikte


Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir ile birlikte

Başakşehir Belediye Başkanı’nı makamında ziyaret


KADEM Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Sümeyye Erdoğan ile birlikte









Türk Halkları Gagauzyeri Komratta



Bulgaristan Parlamentosu’nda BULTÜRK Grubu

BULTÜRK Bayrampaşa Belediye Başkan Yardımcısı’nı ziyaret



İstanbul Valiliği’nde STK’lar

BULTÜRK Taksim’de


Afganistan’ın Türkiye Büyükelçisi

BULTÜRK Türkiye’nin Sofya Büyükelçiliği’nde




İstanbul Üniversitesi Sempozyum Sonrası


BULTÜRK ile Ropörtaj Esnasında

Pomak Partisi Genel Başkanı E. Mollow



Bursa’da Ertuğrul Yalçınbayır ile birlikte


Azerbaycan Bakü Şehitliğinde

BULTÜRK Bulgar Parlamentosunda



İstanbul’da Türk Dünyası STK’lar BULTÜRK gecesinde


Azerbaycan Cumhurbaşkanlığı’nda Türk Dünyası STK’lar

Türk Dünyası STK’lar birarada


Türk Dünyası Kurultayı Kazakistan


Türk Dünyası Kurultayı Çuvaşistan - 1999

Çeboksari Çuvaşistan’da konuşma yaparken - 1999


Azerbaycan TV’de Türk Dünyası STK’lar


BULTÜRK’te Türk Dünyası’nın Geleceği Konulu Konferans








Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.