26 - HALK OYLAMASIYLA KIRILAN ÜMİTLER

Page 1

HALK OYLAMASIYLA KIRILAN ÜMİTLER

2016 Haziran -Temmuz Makale ve Analizleri


HALK OYLAMASIYLA KIRILAN ÜMİTLER BULTURK BGSAM Yayınları Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi - BGSAM -26 BULTÜRK Adına Genel Başkanı: Rafet ULUTÜRK Basım: Haziran - Temmuz - 2016 Koordinatör: Dr. Nedim BİRİNCİ Editör: Raziye ÇAKIR İnternet sorumlusu : Kapak Tasarım: Murat ULUTÜRK Pazarlama Sorumlusu: Hamiyet ÇAKIR Arşiv: İbrahim SOYTÜRK İsteme Tel: 0212 511 63 47 www.bulturk.org; www.bghaber.org; info@bulturk.org İnternet sitesinin yazıları Adres: Yıldırım Mah. Şehit Kamil Balkan cad. No.114/A Bayrampaşa İstanbul Tel: +90 (212) 511 63 47 Belgegeçer: +90 (212) 526 51 98 https://bgsam.org/, https://issuu.com/bulturk, https://bulturk.org.tr/ Baskı : DİNÇ OFSET MATBAACILIK SAN. ve TİC. LTD. ŞTİ. Adres: Davutpaşa Cd. Emintaş San. Sit. No: 103/580-581 Topkapı - İstanbul Tel: 0090 212 493 24 67 TÜRKİYE CUMHURİYETİ YASASI GEREĞİNCE BU ESERİN YAYIN HAKKI BULTÜRK’ten İZİNSİZ KISMEN VEYA TAMAMEN ÇOĞALTILIP YAYINLANAMAZ

Web: www.bghaber.org ; E.Posta: rafetuluturk@yahoo.com


“Bilgi Ordusu, Bizim Ordumuz, Bildiğimizi Öğretmek,Bizim Borcumuz.” Rafet ULUTÜRK

Düşünceler dizisi olan elinizdeki eserin anlamı derin bir uğraşın ancak başlangıcıdır. Bulgaristanlı Türk Müslümanların başına 1970-72, 1984-85’te düşen yıldırımın bir daha düşmemesi için bir uyarı ve ışık niteliğindedir. Saygılarımızla, B U LT Ü R K İ st a n b u l



Önsöz Yerine Yıl 2016 1970-1985 arası üzerimize yıldırım düşmüş gibiydik. Stres geçti mi diye, soranlara cevabımız yoktu. Çünkü acımız anlatılır türden değildi. Ayrıca “Geçmiş olsun!” da uygun bir teselli değildi. Çünkü derin izler kaldı ve hiç bir şey unutulmadı. Tanımak zorundayız. Biz Bulgaristan devleti tarafından seri tuzaklara düşürüldük. “Başa gelen çekilir” özlü sözünü de yanlış algıladık. “Başa gelen tepilir!” anlamını açmamız gerekiyordu. Kimlik değiştirme trajedisinden sonra, bir de “Büyük Göçten” sonra Türklerin Türklerle kaynaşması serüveni yaşandı. 120 bin soydaşımızın geri dönüşü Türk bilincinde buluşma dalgasını kırdı. Neyse yılların geçmesiyle bu da aşıldı ve 1989 Ağustosunda “Kapıkule”den girenlerimizin toplam sayısı, Türkiye’de doğan çocuklar dışında 2015 yılı itibarı ile artık Türkiye’de 710 bin kişiye ulaşmış durumdayız. Biz çok büyük, örgütlü ve bilinçli bir güç haline dönüşeceğiz. En büyük özelliğimiz de ata toprağımızı, atalarımızın mezarlarını asla unutmamış olmamızdır. Bugünde bizim için ata vatanımızdaki en değerli taş, oradaki mezar taşlarımızdır. Biz Bulgaristan’da Bulgar çocukları ile aynı kitapları okuyarak aynı okulları bitirmiş olsak da zıt yetiştik, adına sosyalizm yani sözde insan kardeşliğine ve eşitliğe dayanan bir toplumsal düzende bu çelişkiler, ulus ile etnik azınlıklar arasındaki bağdaşmazlığa (antagonizme) kadar kızıştı. “Soya dönüş” yalanı, totalitarizm yıllarında bizi tamamen köreltebildiklerine inananların icadıydı. Türk iradesinin toplu tutuklamalarla, toplama kamplarında taş kırdırılarak, “Belene” ölüm kodeslerinde ve koğuşlarda kırılamayacağını, sulandırılıp eritilemeyeceğini çok geç anladılar. Biz bugün de yeni bir başlangıçtayız. “Bulgar Etnik Modeli”ni gömmeye, Rus ve Bulgar istihbarat ajanlarını politik yapılanmamızdan atmaya ve gerçek demokrasi ile adaletli topluma açılmaya çalışıyoruz.


6

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu özgürlükçü demokrasi ve Batı medeniyetinde buluşma yoludur. Yazılarımızda işlediğimiz konulardan biri de yeni asırda göçmen kimliğinden sıyrılıp Türk ulusal kimliğiyle kaynaşmadır. Saygılarımızla, Raziye ÇAKIR


Önsöz: Toplumların hayatında yazılı tarih büyük bir öneme sahiptir. Ancak bizde yazılı olmayan tarih, yani nesilden nesile aktarılan tarih vardır. Bu nedenle bazı olaylar zamanla faklı şekilde anlatılmakta veya algılanmaktadır. Gelecek nesillere aktarılacak olan bilgi birikiminin arşivlenmesi, kitap, dergi veya gazete gibi yayın organları aracılığı ile kalıcı hale getirilmesi büyük bir öneme sahiptir. Bu nedenle edindikleri tecrübeleri, yaptıkları çalışmaları toparlamak ve kitaplaştırmak güzel bir çalışmadır. Bunu bireysel olarak yapımaktan öte kurumsal olarak da yapmaları takdire şayan bir davranıştır. BULGARİSTAN TÜRKLERİ KÜLTÜR VE HİZMET DERNEĞİ kısa bir süre önce 2013’te kurulan internet haber sayfası www.bghaber.org sitesindeki yazıları bir araya getirerek yapılan bu çalışmaları kitapçık halinde getirerek bu konuda büyük bir ciddiyet göstermektedir. Derneğin internet haber sayfasında çıkan yazıları ve çalışmalarının yıllıklar halinde kitapçık haline getirerek yer aldığı bu çalışma gelecek kuşaklara aktarılacak ve ışık tutacaktır. Öte yandan dernek büyük bir arşiv de oluşturmuş durumdadır. Dernek faaliyetlerini gerekli ciddiyetle yürüten dernek Başkanı öncülüğünde dernek kurucuları, Yönetim Kurulu ve üyelerinin yaptıkları özverili çalışmalarından dolayı kutluyorum ve başarılarının devamını diliyorum. BULTÜRK


8

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2016

9

Değerli Hemşehrilerim, Bulgaristan’da hepimiz zor günler yaşadık, itildik, ezildik, çiğnendik, hatta gün geldi vurulduk, şehitler verdik. Bu nedenle bizler kendi içimize kapanarak, yaşam mücadelesi vermeye çalıştık. Ancak bu içine dönüklükten kurtulmalıyız ve Türkiye’de yaşadığımıza göre, yasaların bize verdiği tüm haklardan bizlerde yararlanmalıyız. Peki, neden bunu yapamıyoruz? 1877-78 Rus-Türk savaşından sonra Osmanlının Balkanlardan çekilmesiyle birlikte, savaş esnasında işlenen akıl almaz katliamlar nedeni ile atalarımız asırlarca yaşadıkları yerleri terk ederek göç yolunu tutmuşlardır. Geride kalanlar ise Bulgaristandevleti’nin uygulamaya başladığı soy kırım politikalarına karşı direnmiş ve hayatta kalmaya çalışmışlardır. Şimdi ise burada Türkiye’de yaşayanlar oralara yardım edebilmek için, burada ilk önce bir araya gelmek ve bir merkez oluşturmalıyız. Artık bir kurum altında toplanmalı ve birlikte hareket etmeliyiz. Bu birliğe hepimizin ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Artık bir birimizi kötülemekten vaz geçmeliyiz, birisi için yanında konuşamayacağımızı başka bir yerde konuşmamalıyız, yani kısaca arkasından konuşmamalıyız. En önemlisi samimi, hoşgörülü ve ahlaklı olmak. Zamanla her şey yerine geleceğine inanıyorum, ama tabi ki bu dava üzerinde kafa yoran, stratejiler üreten ve devamlı bunun üzerinde çalışan olursa. Bizim savaşımız insanlarımızı ahlaklı yetiştirmek olmalı, birlik ve beraberliğe kendi insanlarımızla başlayarak tüm Türk Dünyasına taşmalıyız. Bizler burada Türkiye’de yaşayan Bulgaristanlılar büyük bir kitle haline gelmiş durumdayız. İşte bu nedenle şimdi bu kitleyi yani kendi hemşerilerimizi, bir araya toplayarak bir merkez, bir güç birliği oluşturmalıyız, tabi ki bu bizim doğal tabii hakkımızdır. Bizler de artık toplum gücünü kullanabilmeliyiz. Toplum olarak haklarımızı elde etmek zorundayız ve bu yönde çalışmalıyız. Biz bunu söylerken, önderlerimizi seçerken, başkaları kötüdür demiyoruz.


10

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Biz bu işi onlardan daha iyi yapabileceğimize, Türkiye Cumhuriyetine ve Türk Dünyasına daha verimli olacağımıza, buralarda bu bölgelerde yaşayan Türklerin daha iyi, daha güvenilir, yaşamalarını sağlayacağımıza inandığımız için, Önderliğe, Yönetime talibiz. Bu arada Bulgaristan’da kalan kardeşlerimizin hepsinin siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel kimliklerini, muhafaza edebilmeleri için mücadele etmeliyiz ve bu konuda gerekeni yapmalı ve gerekli yardımları yapmalı ve yaptırmalıyız. Aramızda Ahlâklı, Adaletli olanları seçmenli ve yüceltmeliyiz. Geçmişi konuşmaktansa, gelecekten söz etmeliyiz, bugünü değil, yarınları görerek hareket etmeliyiz. Aramızdan stratejistlere imkân ve fırsat vermeliyiz ve onları bizler yetiştirmeli yön verebilmeliyizkısa-10 ve uzunvadeli -50 yıllık hedefleri gösterebilmeliyiz. Aramızda kötü niyetli insanları tespit etmeliyiz, bilmeliyiz ki, onların kusurlarından dolayı değil, bu güne kadar yapılması gerekenleri engelledikleri için aramızdan uzaklaştırmalıyız. Bu güne kadar neler yapılmamış, onları araştırmalı, bilmeliyiz ve neler yapılması gerekir onları söylemeliyiz ve bunları bir an önce hayata geçirmeliyiz. Bizler gözyaşları dindirmek için, yaralara mehlem olmak için, her yüke ortak olabilmeliyiz. Gençlerimize, sadece balık pişirmesini değil, balık tutmasını da öğretmeliyiz, insanlarımızı denizlere, okyanuslara açılmalarını sağlamalıyız. Aramızda Tek Lider değil her sokakta, her mahallede bir lider yetiştirmeliyiz, biz dünyayı yönetmek için oğullarımızı yetiştirmeliyiz. Bizim insanlarımız yani Bulgaristan Türkleri şahsi başarıları Türkiye’de belkide en çok olanlardanız. İşte artık bizler toplum olarak haklarımızdan yararlanmasını bilmeliyiz. Her şeyden önce siyasi haklarımızı toplum olarak kullanmalıyız, daha sonra ekonomik ve kültürel haklar onu takip edecektir. Hepimizin gördüğü gibi, tarihte büyük güçler çok defa kötü politikaların kurbanı olmuşlar ve bunlar devam edecektir. Bir toplumun Lideri olmadan hiçbir şey olmaz, bu lideri de toplum çıkarmalıdır. Siyaseti güvenilir, sevimli hale getirmek bizim hedefimiz olmalı, bu gün çok zor, imkânsız olarak görünse de, yarınlara umutla bakabilmeli ve baktırabilmeliyiz. Var olabilmemiz için, var kalabilmemiz için, öncelikle temel hususlarda anlaşma sağlamalıyız. Aramızda bir birimize güveni kaynaştırmalıyız ve samimi olmalıyız.


Makale ve Analizler - 2016

11

Her şeyden önce özgüvenimizi kazanmalıyız, birlik ve beraberliği ön planda tutarak insanları insan oldukları için sevip saymalıyız. İçimizde barışı sağlayıp, tek merkezde bir çatı altına toplanmalıyız. Bu çatı da “BULTÜRK Derneği” olmalıdır. Buradan tüm dünyaya sesimizi duyurabiliriz. Balkanlar konusundaki politikalarda etkili olabilmek için yolları aşındırmalıyız. Çünkü gelişmiş ve Bulgaristan’da etkili bir Türkiye Balkanlara tamamen hâkimiyet kurabilecektir. En önemlisi kararlı olalım ve birbirimize samimi, saygılı olmayı ve bir birimizi sevmeyi öğrenmeliyiz. Bizim derdimizi ve problemlerimizi en iyi anlayabilecek zaat bizden olduğunu idrak etmeliyiz. Bulgaristan Türkleri konusunda teşhisi bizler kendimizi yetiştirerek yetki mercileri alarak son noktayı biz koymalıyız, bu güne kadar ki eksikliğimiz budur. Ayrıca Balkanların anahtarı Bulgaristan’da yani Bulgaristan Türklerinden geçtiğini de öğrenmeli ve öğretmeliyiz. Sevgili dava arkadaşlarım. Kendimizde özgüveni, aramızda güveni ve merkezioluşturduktan sonra, kimsenin aramıza nifak tohumları ekmesi mümkün değildir. Bizim için önemli olan, eksiklerimizi bulmaktır. Geçmişi bırakarak artık bizler aydınlanma dönemine bir an önce geçmeliyiz. Halimizi tespit etmek çok kolay, gazete, dergi yayın hayatımız nerede, kaç gazete, tv, radyo bizimle ilgili haber yapıyor.Burada suçlu değil, sebepleri aramalıyız. Gelin bunları tartışalım, niçin bu güne kadar bir Bulgaristan Kültür Merkezi olmamış, bunu şimdi nasıl gerçekleştirilebiliriz, bunlara yönelik çalışmalar toplantılar yapmalıyız. Hedefimiz Türkiye Cumhuriyetini daha güçlü, daha huzurlu ve daha iyi yarınlara götürmek için olmalı. Güçlü bir Türkiye Bulgaristan da yaşayan Türklerede güven ve huzur verecektir, onların daha rahat yaşamalarını hep birlikte sağlayabiliriz. Bunlar zannetiğiniz kadar zor işler değil. Dünyada insanlar bir iş için değil, bir İdeal için hayatını feda ederler. Bunun için güçlü olmak sesini duyurabilmek için öncelikle bir Kurum ve bunun Merkezini oluşturmalıyız. Çünkü Merkezi olmayan hiçbir topluluk bir yerlere gelmesi mümkün değildir. Bu güne kadar konuşmalar tartışmalar yapılmış fakat bir ağıç ekilmemiş işte bu gün bunu yaptık BULTÜRK tüm Bulgaristan Türklerinin biz öncelikle sadece Bulgaristanlıyız.


12

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bizler elimizdeki kıt kaynaklarla bir merkez oluşturmaya çalıştık, bunda da muhafak olduk. Bu merkeze ulaşmakta büyük güçlükler ile karşılaştık bu konuda bizlere yardımcı olan emeği geçen herkese teşekkür ediyoruz. Ayrıca bizlere kendi yerini veren Mümin Hocamıza huzurunuzda kendisine tekrar tüm halkımız adına buradan teşekkür ediyoruz. Bundan sonraki hedef de Türkiye’nin her yerine ulaşmak ve bu birlikteliği her yerde tesis etmektir. Bu merkezimizde artık kendimize ait bir kültür merkezimiz oluştu toplantı salonumuz da mevcuttur her 15 günde bir toplanıyoruz. Amacımıza ulaşabilmek için devletin bir şeyler yapmasını beklememeliyiz. Birlikten kuvet doğar Atasözünde olduğu gibi güçlerimizi birleştirerek devlet yönetiminde söz sahibi olmalıyız ve geleceğimize kendimiz yön vermeliyiz. Gençlerimizin devlete girmelerinin yolunu aydınlatmalıyız. Artık bizim de Ankara’da TBMM’de kendi temsilcilerimiz olmalı. Bizler de buralara kendi içimizden birilerini gönderebilmeliyiz. Aramızda birlik ve beraberliğimizi oluşturduğumuz takdirde kendi içimizde samimi olduğumuzda başarıların ard arda geldiğini göreceğiz bunu başaracağımıza eminim. İhtiyacımız olan tek şey kendi içimizde daha adaletli olabilmek. Sevgi ve saygılarımı sunarım, Genel Başkan Rafet ULUTÜRK


Makale ve Analizler - 2016

13

Parçalanmamızdan Faydalanma Hesapları

Neriman Eralp Kalyoncuoğlu-24.Haziran.2016

Konu: Çözülüyorlar... Sosyalist Enternasyonal üyesi olan ve memleketimizde orta sol direk rolü gören Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) seçimler yaklaştıkça, ekonomik bunalım derinleştikçe ve belki son hadde yaşlandığından dolayı olacak çöktükçe çöküyor. Yatalak adama hastabakıcı tayin ettikleri gibi, BSP son yönetim forumu 122 yaşındaki kıdemli atalar partisine bir hasta bakıcı BSP kadın başkan seçti. Yeni başkan Korneliya Ninova, ideolojisi sosyalist demokrasi olan ama 1945 1989 arasında uygulamada totaliter rejime dönüşen ve özellikle de demokratik güçlere ve azınlıklara zulüm uygulayan bu partinin, Bulgaristan Komünist Partisinin devamı olduğunu bile bile bu görevi üstlendi. Yeni çok ince planlar yapılıyor. Avrupa Birliği insansız, daha doğrusu gençsiz kalan bir ülkeye yatırım yapmam derken, bizi kastediyor. Gençsiz kalan bir memlekette yaşamak oldukça zor! 250 bin üyesi genelde köylere çekilmiş ve umutla umutsuzluk kavgasında yenik düşmüş BSP zor günler yaşıyor. Partide düşünebilen adam kalmadığı dikkati çekiyor. 14 ay Başkan olan içkicilerin başı Minkov, fırsat buldukça içmekle vedalaştı ama partiye çeki düzen veremedi. Birçoklarının komşularına dahi doğru dürüst söyleyecek sözü olmayan, eski tüfek Bulgar komünistler, gönüllerince olsa da olmasa da, 2004’te NATO ve 2007’de Avrupa Birliği üyeliğinden, ülkeye birkaç Amerika üssü tesis edilmesinden sonra “su akar yatağını bulur” atasözüne inanmaz oldular. Onlardan biri olan şimdiki Başbakan Boyko Borisov, Putinci siyasetin Bulgaristan’a basmadan Balkanlara girip hakim olamayacağını bildiğinden naz yapıyor. Kara Deniz’de Türkiye, Romanya, Ukrayna, Bulgaristan anti-Rus askeri deniz ortaklığına “girmem” demeye başladı. Halk bu “nazın” kaç hafta süreceğini öğrenmek istiyor. Yoksa bu nazlı davranış GERB’in kuyusunu kazabilir mi? İlk Bulgar Sosyal Demokratı, Petersburg ekolünden gelen ve Bulgaristan sosyalist hareketine bilimsel ideleri saçan üstat Dimitır Blagoev’in başını çektiği hareketin “dar sosyalistler” (komünistler) ve “geniş sosyalistler” - (sosyal demokratlar) olarak ikiye bölünüşü Birinci Dünya Savaşı öncesine rastlar. İki büyük savaş arasında Bulgaristan İşçi Partisi adıyla ayakta kalan bu parti, ikinci Büyük Savaştan sonra Stalinci tıp komünist partisi oldu. Ektiğini biçen ve biçemediğini de ateşe veren Bulgar komünistler, 1989’un 10 Kasımında iktidardan yıkılırken “bizden sonrası tufan” inancıyla tarımda kooperatifçiliğini yok


14

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

etti. Endüstride de bizden size bir şey kalmaz, dediler. 45 yıllık emeğin ürünlerini hurdaya çıkarıp yok ettiler. Hangi ismi aldığı, Komünist Enternasyonale mi yoksa sosyalist Enternasyonale mi katıldığı tamamen önemsiz olan, bu partinin güncel Bulgaristan yaşamında ve tarihinde yeri olmadığını her seçimde küçülmesi kanıtlıyor. Bulgaristan Müslüman Türkleri ve totalitarizmde isimleri değiştirilmiş, dinlerine saldırılmış, ana dilleri, ahlak ve kültürleri, geleneksel medeniyet çizgileri değiştirilmiş olan etnik azınlıklar 1990’dan sonra BSP’ye üye olmadılar, oy vermediler, inanmadılar, inanmıyorlar. Ne yazık ki, tarihle hesaplaşmada, Bulgaristan Müslümanlarını temsil etme hakkıyla kumar oynayan Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS) ve bu parti Müslümanların öz davasına ihanet eden lideri Ahmet Doğan, tüm soydaş ve kardeşlerimizi son 26 yılda defalarca kullanmayı başarmıştır. Bulgaristan Türklerini, BSP’nin yok olmasını, erimesini engelleme siyasetine alet eden Doğan, 2002 yılına kadar parti örgütlenme sekreteri görevinde bulunan Osman Oktay’ın da itiraf ettiği üzere, Hak ve Özgürlükler Partisi Bulgar siyasi polisinin bir tasarısıdır. Partiyle ilgili Moskova’nın dış casusluk servisinin (KGB) onayı alınarak, Bulgar gizli polis DS ajanlarının eliyle gerçekleştirilmiştir. Bu ajanların başını çelense, özel eğitim almış olan Ahmet Doğan’dır. Partinin 4 Ocak 1990’da Varna’da kurulması bir siyasi projedir. Bu hamlenin özünde olan, Bulgaristanlı Müslüman Türk seçmen kitlesinin Bulgar anti-totaliter demokratik muhalefetiyle ve özellikler Demokratik Güçler Birliği (CDC) hareketiyle birleşip kaynaşarak BSP partisini ezme planını durdurma ve sımsıkı gemleme hesapları vardır. 1990’lı yıllarda bu plan başarıyla uygulandığı gibi, 1991-1992’de Philip Dimitrov’un; 1995 - 1997’de Jan Videnov’un; 2001 - 2005’te Simeon Sakskobourggotski’nin; 2005 - 2009 yılları arasında Sergey Stanışev’in ve 2013’te Plamen Oreşarski’nin başbakan koltuğuna oturabilmesinde “koltuk değneği” rolü oynamış ve kullanılmış olmasıdır. 1945 - 1989’da totalitarizmle nitelenen dönemin devamı olan şu iktidarlar sosyalist partiye nefes aldırmış, güç toplama çabalarını yenilemesine olanak vermiş, hatta defalarca iktidar olmaya fırsat bulmuştur. Bu çabaları çeyrek yüzyılda yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de defalarca yaşadık. 1990’dan beri Bulgar Cumhurbaşkanlarının hepsi Müslüman Türklerin ve azınlık toplulukların oylarıyla hep 2. turda seçilebilmiştir. 1990 1997 yılları arasında Demokratik Güçler Birliği’nden Cumhurbaşkanı olan Jelyü Jelev; 1997 - 2002 yılları arasında Demokratik Güçler Birliği’nden Cumhurbaşkanı olan Petar Stoyanov; 2002 - 2012 yılları arasında Bulgaristan Sosyalist Partisi’nden iki dönem Cumhurbaşkanı olan Georgi Parvanov ve 2012’de bugüne kadar tek dönem Bulgaristan’ın Avrupa Gelişimi için Vatandaşları (GERB)


Makale ve Analizler - 2016

15

Cumhurbaşkanı olan ve Avrupa ve Atlantik yanlısı bir siyaset izleyen Rosen Plevneliev de ikinci turda soydaşlarımızın ve HÖH seçmen kitlesinin oylarıyla göreve başlayabilmiştir. Ekim sonunda Bulgaristan’da Cumhurbaşkanı seçi yapılacak. Henüz ciddi bir aday soyunup sahneye çıkmadı. Sanki tüm iç olaylar dış faktörlerin etkisi altında. Bugün İngiltere’de “AB’de kalalım mı, yoksa çıkalım mı?” halk oylaması yapılıyor. İngilizlerin alacakları karar ne olursa olsun, bugün Bulgar Cumhurbaşkanı Plevneliev “AB parçalanırsa savaş olur!” deyince, tüylerin diken diken oldu. Bu sözler, Bulgaristan ve birçok başka AB ülkesinde totalitarizmin can olduğuna işaret eden, yeraltından gelen bir uğultudan gelen sedadır. Orta noktayı bulmak son derece zor! Yaklaşan seçimler için Cumhurbaşkanı adayı gösterilememesinin nedeni de budur. “Seçim yasasında değişiklikler yapılmasının” nedeni de budur. Müslüman Türklerin yeni bir cesaretle dirilmesinden korkuyorlar. Burada dikkati çeken özellik (Cumhurbaşkanlarından Jelev, Stoyanov, Plervneliev) örneklerinde sağ; (Avrupa Birliği, NATO ve Birleşik Amerika’dan yana) hem de (Parvanov) kişiliğinde Moskovcu sol siyaset çizgisinde olsa da, her defasında HÖH seçmenin kitlesinin oylarının kullanılmış olması çok acı veriyor. Bir insan kaç defa aldatılabilir? Biz daha ne kadar aldatılacağız? Bizi hatırlayanlar aldatılan kuşak olarak mı anımsayacak? İşte bu durumda, Doğan’ın, Sofya “sarayında” kardeşlerimizin ve soydaşlarımızın ardından bir tek kendi çıkarlarını gözeterek bizim adımıza defalarca oy pazarlığını yaptı, kendisi için koparabildiğini kopardı. “Tzankov Kamak” baraj inşaatından ceplediği 1 milyın 250 bin leva. Karadeniz kıyısına kondurulan lüks köşkler. Avrupa Birliği para fonlarının dağıtımında son söz sahibi olmayı elde etmek ve zavallı insanlarımızın lokmasından koparabildiği kadar koparmak, işte bu biz seçmenlerden Türkiye’de ve Bulgaristan’da HÖH isteğine uyarak verdiğimiz oyların getirdiği büyük nimetler arasında yer aldı. Bunların hepsi güzel de, bu “lider” bizim temsil ederken hep kendini ve beslemelerini düşünmesine son verme zamanı geldi. Şunu yazarken utanıyorum. Halkımızın ektiği tütün küflenmeden alınmazken, kimseyle sözleşme imzalanmak istenmezden, binlerce dönüm tütün diktirip toplatın yüksek fiyattan satan büyük ölçekli sömürgeciler belirdi, insanımızın damarına kene gibi yapıştı ve emdikçe ediyorlar. Bu eziyetlerin eziyetinin son şeklidir. Türkiye’deki ve özellikle de Bursa’daki soydaşlarımızı temsil eden dernekçilerin kafasını iyice çelerek 26 yıldan beri göçün sürüp gitmesine, (toplam 710 bin kişi göç etti) ata topraklarımızın boşalmasına ne deyelim? Böyle bir körlük ne tavukta ne de koyunda var.... HÖH liderleri, ihanete dayanan siyaseti aydınlarımızı baba ocağımızdan kovabilmek için durdurmadı. Hak ve özgürlüklerin özünü, anlamını çarpıtarak bize


16

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

karşı kullandılar. Vatanı terk etme zorunda bırakılanların yurtlarından kaçmak zorunda kalmaları özgürlük ve insan hakkı olarak idrak edildi. Bütün bu yıllar içinde tarihsel geçmişimize, gördüğümüz zulme, verdiğimiz kurbanlara, bir türlü savmayan ve unutulmayan çilemize rağmen, oyumuzu BSP’li Başbakan Sergey Stanışev ve BSP’li Cumhurbaşkanı Georgi Pırvanov vermek zorunda bırakıldık. Bize zulmedenlere, terör rejiminin devamcılarına, adaletten yana tavır almanın ne olduğunu bilmeyenlere, Müslüman Türklerin insan haklarını bile tanımak istemeyenlere vermek zorunda bırakıldık. Bu kargaşalığın, aldatmacanın zirvesi ise, şimdiki DOST Genel Başkanı, eski HÖH Genel Başkanı Lütfü Mestan’ın BSP Genel Başkanı Sergey Stanişev’le “Kartal Köprü”de öpüşmesi oldu. Asla unutulamayacak anılar, beklemediğimiz olaylar oldu. Biz yeni kötülüklerin gelmemesi için çaba göstermeye devam ediyoruz. Gelelim bugünkü gelişmelere: Biz, Müslüman Türkler, T.C’ deki soydaşlarımız bir daha BSP çıkarları için kurban edilmek isteniyoruz. Bu defa, olay çok uzaktan planlandı. HÖH partisinin 17 Aralık 2016 “sarayda” düzenlenen kalabalık yılbaşı kutlamasında kundaklandı. Parti Genel Başkanı ve arkadaşları partiden atıldı. HÖH “bilmem kaçıncı defa” parçalandı. 26 yılda toplam 400 bin kişi partiden uzaklaştı. Her uzaklaşma bir tövbe oldu. Cehennemden karış gibi bir şey oldu. HÖH’ ten ayrılma süreci hızlanarak ve yoğunlaşarak devam ediyor. Bu, Bulgaristan Müslüman Türklerinin hak, özgürlük, adalet ve demokrasi davasına yüz çevirdiği anlamına gelmiyor. Unutulmamalıdır. Partiden bir defa çıkan bir daha geri dönmedi. Dönmek istemiyor. Dönmeyecektir de... Bu hainler bizi her şeyden ve her yerden kaçmaya alıştırdılar, evimizden kaçıyoruz, vatanımızdan kovulunca kaçıyoruz, yönü belli olmayan bir yöne kovuluyoruz. 800 yıllık bir çınarı yıkmayı başardılar. Dallarını kıyım kıyım kıyıyorlar. Birlik olup direnmeliyiz. Biz Bursa’da, Kemallerde, İzmir’de, Ak Kadınlar’da, İstanbul’da Cebel’de, Koşu Kavakta, Mestanlı’da, Kırcaali’de ve daha her köy ve kasabada beraber olup karar aldığımız bizim adayımıza oy vermeliyiz. Unutmayın Ahmet Doğan’ın emrettiği satılmış kişilere değil, Mustafa Karadayı’nın ağzından gevelediği kişilere değil, kendimizin, derneklerimizin, federasyonlarımızın ortaklaşarak gösterdikleri adaya oy vereceğiz, oy vermeliyiz. Halkımız Ahmet Doğan sözünü işitmek istemiyor. Yeni bir nitelik, kimliğimizi sergilememizin yolu budur. Ve esef ederek yazıyorum, başka bir yol yok. Biz aldatıldık ve aldatılmış olduğumuzu yenerek, mutlaka yeni bir yol izlemeliyiz. Bugün bu direncin yapılacağı bir tek yer var, sandık başıdır. Bu hassas bir konudur. DOS’un BSP’yi kurtarmak için ortaya sürüldüğü görüldüğüne göre, birlikte düşünelim, ortak karar alalım. Hiçbir kapana düşemeyiz! Lütfi Mestan HÖH’ten neden mi atıldı.


Makale ve Analizler - 2016

17

Partimiz parçalanınca Bulgar parlamentosuna giremeyecek. Bu gidişle baraj altı gelecek. Bir taşla iki kuş vurmak istiyorlar. Hem HÖH hem de DOST meclis dışı, yani politika dışı kalmış olacak. Bulgaristan Müslüman Türkleri siyaset dışına itilecek, “siyasi köle” yapılmak istiyorlar. Ancak başkalarının gösterdiklerini, başkalarına hizmet edenleri, bizden olmayanları ve bizim menfaatlerimize hizmette bulunmak akıllarının ucundan bile geçmeyenleri seçmeye zorlanacağız. Yeni bir yalan dolan sayfası açılacak ve asla kapanmayacak. Ve bir daha biz, milyonlarca kişi olmamıza rağmen, siyasette bir renk, bir fırça darbesi bile olamayacağız. 1989 Mayıs ayaklanmasından sonra Bulgaristan Türk Müslümanları ruhu ezilecek, göçle parçalanıp güçsüzleştirilmelerinden sonra, sonrasız olarak vatansız bırakılabilmiş olacaklar ve Ahmet Doğan stratejik planının bir halkası daha gerçekleştirilmiş olacaktır. Bugünkü koşullarda bu planın ana hedefinde, BSP’nin meclisteki ikinci yerini korumak var. HÖH parçalanmamış olsaydı, Bulgar parlamentosunda 2. parti ve ana muhalefet durumuna yükselecekti. İşte bu yapılırken bu defa Lütfi Mestan ve arkadaşları kurban edildiler. Olay bu kadar basit! Şimdi DOST partisi mahkemede tescil edilmiyor. Oyunlar dönüyor. Belki de DOST partisinin mahkemeye sunduğu evraklarda işlediği siyasi hedefleri ele alırken Bulgaristan’da “böyle siyasi problem yok” deyip tescil işini çok uzak belirsiz bir tarihe erteleyebilir. Bu gidiş o gidiştir. Sonuçta, HÖH meclis dışına itilecek, DOST siyasi hayata katılamayacak, umudu burnunda sokakta kalacak ve sonunda BSP mecliste 2. parti kalacak ve yok olma tarihini biraz erteleyebilecektir. Böylece hem HÖH hem de DOST meclis dışı kalacak. Bulgaristan Türklerinin siyasi hayatın dışında kalacaktır. Göçmen soydaşlarımız da pek tabii... Bütün bu olaylar, çizilen iğrenç planlar, zorlamalı uygulamaların hepsi bir yılan deliği olan “saray”dan gelen kokular, ssısmalar, tehditler ve hesaplaşma kurgularıdır. Bizimle 138 yıldan beri hesaplaş ılıyor. Başa çıkamadılar. Çıkamayacaklar. Ahmet Doğan hainliği 26 yılda çökertildi. Başınızı kaldırın!


18

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Füzeler Tarlalarımıza Konuşlandı Ertaş Çakır-25.Haziran.2016

Konu: Kimin İçin Tehdit? İngilizlerin 43 yıllık beraberlikten sonra, Avrupa Birliği’nden “ayrılalım” demesi susmayı tercih edenleri de konuşturdu. Bulgar Cumhurbaşkanı Plevneliev “savaş olur” Avrupa kıtasını parçalamak “en çok Putin’in işine gelir” diyenler, sanki haklı çıktılar. Ne de olsa AB 19 milyar Euro yıllık üyelik parası, % 13 nüfus ve ekonomisinin de % 17’sinden oldu. Avrupa değişti. Parçalanma ve ayrılma süreci başladı. Herkes yenilikler peşinde, Fransa, Hollanda, Benelüx ve daha birçok ülkede “biz de halka soralım” rüzgârı esti. Marin Lö Pen, Boris Couson, Volen Siderov gibi aşırı milliyetçi, ayrılma taraftarı siyasetçiler bayram ediyor. AB’yi içten kemiren kurtlar başkaldırıyor. Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov AB’de kalıyoruz desede, domino taşları bir defa yıkılmaya başlarsa bizi de iterkorkusu var. *** Bu ayın 17’sinde Petersburg’ta Yatırımcılar Forumu yapıldı. Putin konuştu. Kaygılarının farklı ve büyük olduğu ortaya çıktı. Onun basın toplantısını “Memoria de futura” dergisi şöyle yansıttı: Putin: İnsanlar potansiyel tehlikenin büyüklüğünü anlayamıyorlar. Bardaktaki suyun yarısını içtikten sonra Rusya lideri şöyle konuştu: Rusya sınırlarının yakınlarına konuşlandırılan US füze savar savunma sistemleri “hiç kimsenin haberi olmadan” saldırı silahına dönüştürülebilir. NATO’ nun Doğu Avrupa füze savar kalkanını müzakere konusu eden Putin, Amerikalılar füzelerini artık askeri üslere konuşlandırıyor, dedi ve şöyle devam etti: “Füzeler kapsüle konuyor. Bu kapsül, TOMAHAWK füzesinin fırlatılmasını sağlıyor. Şu anda konuşlandırılan füzeler 500 km uzaklıktaki hedefleri vurabiliyor. Fakat teknolojiler gelişiyor ve biz Birleşik Amerika füzelerinin 500 yerine 1000 km mesafedeki hedefleri ne zaman vurabileceğini biliyoruz. O gün geldiğinde bu


Makale ve Analizler - 2016

19

Amerikan füzeleri bizim nükleer potansiyalimize tehlike oluşturacatır.” Bu bilgileri uluslararası haber ajansı şeflerine açıklayan Putin şunları ekledi: “Washington füze programını yıldan yıla geliştirecektir.” “Yıldan yıla tırmandıkça ne olacağı bilinmez. Kendileri de bunun farkındadır.” Batılı makamlar haber merkezlerinin gözüne gül suyu serpiyor ve onlar halka yalan yanlış bilgi veriyor. Putin’e göre buradaki ana sorun, insanların potansiyel tehlikenin bilincinde olmamasında gizleniyor. Washington hiçbir şey olmazmiş gibi davranırken, insanlar yeni bir boyuta çekiliyor, deyen Putin, diş ülkelerden meslekaşlarına el uzatmaya çok gayret gösterdiği için esef ettiğini, eklledi. Onlar, “füzesavar sistemleri için saldırı değil, savunma olanaklarından bir halka” olduğunu iddia ediyor, “Fakat bu doğru değildir!” Rusya Başkanı gazetecilere şunları da söyledi: “Stratejik füzesavar savunma sistemi stratejik saldırı sisteminden bir öğedir ve havadan saldırılara cevap olan bir saldırı sistemine aittir.” Polonya ve NATO üyesi birkaç devlet Haziran ayında Orta Avrupa’da en büyük askeri tatbikatlarını birlikte yaptılar. Varşava’da yapılan “Apoconda 16” adlı tatbikata Polonya ve Birleşik Amerikadan başka 17 NATO ülkesi ve 5 alians yanlısı devlet daha katıldı. Putin endişesini şöyle dile getirdi: “Füzesavar sistemlerde kullanılan füzelerin “ciddi bir tehlike” haline getiren, bu rampalardan TOMAHAWK füzeleri de fırlatılabilmesinde gizlidir.” Rusya lideri şöyle konuştu: “Bu sistemlerin savunma rampasının saldırı füzeleri fırlatılan tesise dönüştürülmesi “birkaç saatlık” iştir. Biz bu rampalarda ne olduğunu nasıl bilebiliriz?” “Tesisin dönüştürülmesi için yapılacak iş, onun bir tek yeniden monte edilmesidir ki, bunu anlayabilmek oldukça zordur. Bunların yapıldığını, NATO rampalarının monte edildiği Avrupa hükümetlerinin başkanları bile anlayamayacaktır. Washington, İran nükleer saldırı


20

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

sistemlerine karş savunma örgütlemek için, kendi füzesavar sistemlerini Doğuya değiştirdiğini iddia ederken, yalan söyledi.” Putin’e göre, Tahran’ın son zamana kadar çok tehlikeli olarak tanıtılan saldırı füzelerinden artık konuşulmaz oldu. Çünkü Barak Obama onlra karşı Romanya’da “füzesavar sistem kurulmasını sağladı.” 13 Mayıs 2016 tarihinde Birleşi Amerika Romanya’da (Doğu Avrupa’da ilk olarak) füzesavr sistemini kurdu. İkinciaini ise, şimdi Polonya’da füzesavar sistem kuruyor. Basın toplantısında, NATO işbiriği için yaptığımız somut önerileri geri çeviriyor, deyen Putin şöyle devam etti “Birleşik Amerika siyseti “stratejik denge” siyasetine tehlike oluşturuyor... Bu siyaset sayesinde, dünya büyük savaş ve askeri çatışma tehlikesinden uzak kalabiliyor.” “1972 yılında imzalanan füzesavar sistemlerin sınırlandırılması sözleşmesinden Birleşik Amerika’nın tek tarafı olrak çekilen Birleşik Amerik uluslararası güvene ilk büyük darbeyi indirdi” diye belirten Putin şöyledevam etti: “Güçler dengesini koruyabilmek için Moskova’nın kendi füze programını geliştirmesi gerekti. Çok büyük güçlüklere katlandı. Onlar, Sovyetler Birliği zmanından kalma silahların demode olduğunu düşünmüş olabilirler.” Basın toplntısının sonund Putin şöye konuştu: “Füzesavar silah sistemlerimiz başta olmak üzerer, silahlnma konusunda Rusya bugün yeni bşarılarla ilerlemiştir. Füze sistemlerimizi modernleştirdik. Yeni sistemler ve modeller geliştiriyoruz.” O, bu önlemlerin saldırı için deği, karşı koymak için gerekli olduğuna işaret etti. Oysa Moskovayı sık sık saldırganlıkla suçluyorlar. NATO’nun dev boyutlu “Anakonda” adlı tatbikatı pratik olrak 1.200 askerin paraşuta Polonya semaarındn yağmasıyla başladı. Bu gökten inişe Birleşik Amerika, Büyük Britanya ve Polonya’dan praşütçüler katıldı. ABD Kalorniya eyletindeki Fort Brag üssünden ve Almanya Reimschtein askeri üssünden ve özelikle de Krakov NATO üsünden parşütçüler 30 savaş uçağından büyük mikratda mühimtla birlikte atladıar. Birkaç özel savaş uçağı da taşıt araçlrını ve savaş tekniğini paraşütle attı. *** NOT: Eski kıtada 1970’lerden beri orta menzilli füze sistemlerinin konuşlandırılması sürecinin doğurduğu siyasi kavga yaşandi. O zmanlar Doğu Avrupa


Makale ve Analizler - 2016

21

ülkelerine “SS-20” ve “SS-22” füzeleri, Batıya da “Kruz” ve “Pırshing” füzeleri yerleştirilmişti. 1990’da “Berlin Duvarı” yıkıldı. Batı etki alanı Doğuya kaydı, Rusya sınırlarına dayandı. Şu dönem Rus saldırganlığın karşı Polonya, Romanya, Bulgaristan NATO hattına Rus saldırı füzelerine karşı alkan dikiliyor. Bulgaristan’dki savunma rmpaları Dobruc’da Kavarna yakınlrına, tarllarımıza kurulack.

Çıkış Yolu Bağımsız Demokratik Cephede Birleşmektir

Dr. Mustafa Kahraman-25.Haziran.2016

Konu: Bir Bağımsızlık Hareketi Başladı. Hak ve Özgürlüklerimiz İçin Bağımsız Demokratik Ceğhe. Bizde yeni bir hareketlenme başladı. Kıpırdananlar bağımsız olmayı seçiyor. 26 yıl sonra halkın aklı başın gelmiş gibi. Hak ve Özgürlük Hareketi’nden gönlü soğanlar hemen koşup DOST partisine kayıt yaptırmıyor. Biri “ana” öteki “yavru” olan iki parti arasında bir yeni durak kuruldu. Adı “bağımsızlık durağı”. DOST, HÖH’ten uzaklaştıkça aralarındaki “bağımsızlar boşluğu” kendiliğinden “bağımsızlar cephesine” büyümeyi seçiyor ve güçleniyor. Bu, seçimlere yaklaşan siyasetin en büyük özelliği olarak dikkati çekiyor ve şimdilik yalnızca Müslüman Türklerin yaşadığı bölgelerde gözleniyor. Adının açılımı Özgürlük Sorumluluk ve Hoşgörü için Demokrasi olan DOST partisi 6 ay oldu ileri geri bazı adımlar atsa da, yerinde sayıyor. Büyük büyük üniversitelerde Bulgar dili ve Hukuk tahsili gördüğü açıklanan ve daha önceleri de Sofya meclisinde en iyi Bulgarca konuşan olarak lanse edilen Genel Başkan Lütfi Mestan’ın yazdığı ve partinin kaydının yapılması için mahkemeye sunduğu dilekçe’nin imla ve üslup yanlışlardan ötürü geri çevrilmesi birçok kişiyi hayal kırıklığın uğrattı. “Balon patladı” diyenler oldu. Bu arada 17 Aralık 2015’ten önce 18 yıl boyunca Mestan’ın HÖH - DPS meclis grubu başkanı sıfatıyla kürsüden yaptığı konuşma metinlerinin hiç istisnasız hepsinin bir Yahudi tarafından yazılmış olduğunun ortay çıkması, sis bulutlarını birden dağıttı. Bu konuşmaların hiç birinde Türk, Bulgaristan Türkü,


22

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Müslüman Pomak, Bulgaristan Müslümanı, Bulgaristan Türklerinin hak ve özgürlükleri, boğuşma içinde geçen bir asır, Müslümanların adalet davası, inananlarımızın doğal hakları, ananeleri, gelenekleri, özgün kültürel haklarımız, anadilde eğitim hakkı gibi sorunlar neden yer verilmediğini ortaya çıktı. Burada bütün bu yıllarda büyük bir yetersizlik ve sahtekarlık olduğu dikkatinizi çekmedi mi, çekmiyor mu? Bizim kale işlerine yüzünü görmediğimiz bir Yahudi bakıyormuş. Bu adam ömründe 2 Türk Müslüman eli sıkmamış. Türklerin tarihini bilmiyor. Yapışmış koltuk altımıza bir kene gibi ve sadece em de em! Koparınca da açtı azığını yumdu gözünü. Lütfi Mestan’a “senden köy öğretmeninden başka bir şey olmaz!” deyiverdi. İki türlü sahtekarlık olmaz. Bir adam ya adam gibi adamdır ya da baştan aşağı sahtekardır. Kendimizi ve birbirimizi aldatmayalım! Her şeyin gizli olmasında direnen Mestan, insanlarımızı tavşan yerine koydu. 18 sene havuçla besledi. Bu bizim için çok acı bir gerçektir. İlk belirtisini HÖH 8. Kurultayında yaşadık. O zaman, Genel Başkan Ahmet Doğan, Hak ve Özgürlük Hareketi adını asla ağzına almadan, partiden söz bile etmeden, kimseye Türk ya da Müslüman demeden 4 yıllık HÖH çalışma raporunu kurultay kürsüsünde okurken, Genç Oktay tarafından kürsüden fırlatılıp atılmıştı. Bu olay bizim HÖH liderliği tarafından bir hiç durumuna getirilmemizde bilinçli tepkiydi. Bir isyandı. Bu olay Bulgaristan tarihinde bir ilkti. Oktay şimdi içeride, kısmetse yakında çıkar. Lütfi Mestan bu geleneği sürdürdü. Bize kimliğimizi unutturma siyasetine hatta gaz verdi. Şimdi kalkmış “Türk’üz” diyor. “Ne mutlu Türk’üm diyene!” diyor. Sönmüş bir ateşe su serpiyor, sanki kül tozuna alerjisi var. Biz kimliğimiz üzerine aşı istemiyoruz, çünkü Lütfi Mestan’ın elinde böyle bir kalem yoktur. Onun özü değişmiştir. Değişen bir öz geri dönmez. NATO’culuk falan, onlar da hava cıva. Dünyada 1950’den beri NATO var, bu askeri paktın her hangi bir belgesinde “Bulgaristan Türk Müslümanları” sözü geçiyor mu? Bizim isimlerimiz değiştirilirken, analarımız ve babalarımız kan kusarken, NATO neredeydi? NATO iftar sofrası açmaz... Bu gerçekleri bilen insanlarımız “aman HÖH’ten bacağımızı kurtardık” deyip sek topal DOST sayasına dolmuyorlar. Ara durak arıyorlar. Kuytu bir yer bulmaya çalışıyorlar. Şöyle örneklersek yerinde olur: Koyunları sürüde toplayan koyun kokusudur. Türkleri bir araya toplayan ve kenetleyen de Türklük ruhudur. Bu kokunun özünde bizim Türk oluşumuzdan kaynaklanan duyumsamamız ve öz bilincimiz


Makale ve Analizler - 2016

23

var. Bulgar toplumu Türk üretmiyor. Türk kimliğini biz ancak kendi içimizde bulabiliyoruz. Müslüman olmamızdan kaynaklanan ahlakımız var. Anadilimiz, dinimiz, sanat, kültür ve edebiyatımız var. Ananelerimize yaslanmış zengin gelenekli yaşam tarzımız vb var. İftar, savur, bayramlarımız dahi yalnız ve özeldir. Biz iftar yemeğini, iftar verdik diye vermeyiz. Allah adına yaptığımız hiçbir şeyle biz Türkler övünmeyiz, böbürlenmeyiz. Kırcaali caminde verilen iftar yemeğini sözde Şabanali Ahmet ödüyormuş, diye duyunca kırıldım. Hele Bursa Bal-Göç iftar yemekleri haberinden tiksindim. İftar övünme, şişme, böbürlenme yeri değil, Allah’a şükretme sofrasıdır. İftar sofrasında yenen köftelerden söz etmek bile günahtır. Allah ve İslam adına yapılanların muhasebesi olmaz. İşte bu gün dünyanın bile çözemediği araştırdığı Bizim büyüklüğümüz buradadır. Biz gururlu insanlarız, kimlik sahibiyiz ve bundan böyle aç durur ama oyuna gelmeyiz. Kim nasıl isterse öyle anlasın... Bu kadar ince ayarlı, halkımızın yaşayışına yerleşmiş etik kuralları olan ve halkımızın geleneksel yaşayış özüne bağlı olarak var olan bizlere, mübarek Ramazan ayında çalım satmak olmaz. Yemezler. İftar ve oruç kör sofra değildir. “Saray” sofrası da değildir. “Ama ben değiştim” deyip tavır koyanlara cevabımız şudur: “Herkes Tolstoy olamaz!” İşitmişsinizdir, İslam dini Araplardan çok farklı bir hayat biçimi olan Hint halkın inerken sosyal ve kültürel uyuma ilişkin 12 cilt hadis doğmuştur. Bunların diğer halklar tarafından da anlaşılmasını sağlamak gayretiyle İngilizceye tercüme ettiren sömürgeciler, Rusça’da çecrilse iyi olur zihniyetiyle o yıllarda artık yaşı oldukça ilerlemiş olan Rus klasik L.N. Tolstoy’a göndermişler ve tercüme işini ona havale etmişler. Hadisleri birer birer çevirirken anlam derinliğinden çok etkilenen yaşlı yazar, Müslüman olmaya karar vermiş ve haç yolunda Odesa şehrinde hayata gözlerini yummuştur. Evet, bizim dinimizde sonradan Müslüman olunabilir, fakat sonradan Müslümanlık övünülecek bir şey değildir ve herkese yakışmaz, çünkü burada samimiyet istenir. Bizde, her işin bir adabı vardır. Bir “lider” adayının İslam ile ateizm (dinsizlik) arasında tavır değiştirmesi, dini siyasete karıştırmanın kırmızı çizgisine basmak anlamındadır. 1990’dan sonra dinine dönen yaşlılarımız bunu ustaca yaptılar ve su yolunda testi kırmadan, yerli değimle “sürüye katıldılar.” Allah karşısında hepimiz eşitiz ve hepimizin boynu kıldan incedir. İftar yemeği vermekle kader çizgisi aklanmaz.


24

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bir yandan, “saraya” kapanmazdan önceki yıllarda, Ahmet Doğan’ın iftar öncesi “viski sofrası kurdurduğunu” unutmadık. Milletvekili Kazak 2016 başında Sofya meclis kürsüsünden “HÖH dinsizler partisidir” dedi, hiç kimseden çıt çıkmadı, bu da unutulmadı. Bu yıl HÖH’ten kovulanların zamanlarını daha çok namaz, niyaz, mevlit arasında ve iftar sofrasında geçirmeleri dikkat çekmeye başladı. Bir insan İslamı sonradan da kabul edebilir ama birden sofu olunmaz. Olmamalı, çünkü yakışmaz! Şunun altını çizmek istiyorum: HÖH ile DOST birbirinden uzaklaşıyor. Bu gidişle HÖH’ten kopanın bir sıçramada DOST’u bulması da zorlaşıyor. Uçurum derinleştikçe şu buluşma işi daha da zorlaşacak. İftar sofrası siyaset sofrası değildir. Din siyasete tuz biber yapılmamalıdır. O zaman işler karışır. Hatta böyle bir yanlış Bulgar mahkemesinin DOST’u tescil işini rafa kaldırmasına da gerekçe olabilir. Şu dönem halkımız kendisi yol arayışı içindedir. Bir “bağımsızlar” hareketi aldı yürüdü. Sanki Deliorman baştan başa bağımsız oldu. Esen rüzgar bile bağımsızlık kokuyor. Bağımsızlar bir kitle hareketi oluşturuyor. İki partinin (HÖH ve DOST) arasına kümelenen bu genişleyen hareket sivil toplum örgütleri, dernekler, yerel kuruluşlar etrafında toplanıyor. Bağımsız kitle ruhu biçimlenmeye başladı. Siyasi sahnede, HÖH’ten atılan ve bağımsız olarak isim yapan milletvekillerinden Günay Hüsmen ile Musa Paşev tabandaki “bağımsızlar” hareketinin liderleri olarak aranıyor ün yapıyor. TV’de ilk çıkışları ilginçti. Yaygın bir kitleyi temsil ettikleri ve örgütledikleri ortaya çıktı. Belediyelerde ve muhtarlıklarda bu maya tuttu. Dirilen “bağımsızlar” hareketinin Türkiye’deki derneklerle ve diğer STÖ ile sıkı işbirliği bağları düğümlemesi zamanı geldi. Bağımsızlarımız halkımızın öz davasından uzak kalmış kişiler değildir. 1989 Mayıs Ayaklanmasında önder parti yoktu. Kenetlenmiş, birbirine sımsıkı sarılmış kitle ruhu vardı. Bağımsızlar hareketinde dikkati çeken bu özelliğe sıcak el uzatmak gerekiyor. Bu gidişle bağımsızlarımızın sayısı HÖH ve DOST kayıtlılarından fazla olacaktır. Aslına bakıldığında şimdiki dönüşüm durumunda Türkiye’deki soydaşlarımızın hepsi bağımsızdır, çünkü orada HÖH ve DOST örgütü yoktur, yalnız yalaka tayfasının at oynattığı boş bir alan vardır. Oy hakkı olan 710 bin vatandaşımızın şu dönem Türkiye’de bulunduğunu unutmayalım. Bu, Bulgaristan’daki siyasi dengeyi devirebilecek bir potansiyel-


Makale ve Analizler - 2016

25

dir. BULTÜRK gibi halkın davasına dört elle sarılmış dernekler olmasa, oy pazarlıklarında indirip bindirme hemen başlayabilir. Bağımsızlar kitlesi Cumhurbaşkanlığı seçimleri arifesinde çok büyük önem kazanıyor. Yerel liderlerle ilk temaslar hemen kurulmalıdır. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine bağımsız bir Türk aday yükselterek gidilmelidir. Türkiye ve Bulgaristan’daki derneklerin ortak bağımsız aday üzerinde anlaşmaları gerekiyor. Gündem sorunu budur. Bağımsız adayla ilerlemek örgütlenme yolunda yeni bir başlangıç olacaktır. Bu seçimlerde HÖH ve DOST’un ayrı ayrı aday göstermesi artık anlamsızlaşmıştır. “Ben olmayacak işe dua etmem!” diyen HÖH 26 yıldan beri Cumhurbaşkanı seçimlerine aday göstermiyor. İkinci tur pazarlıklarıyla yetiniyor. DOST da aday göstermekten korkuyor. Hesap ettiğim oyu alamazsam ölü doğarım diye korkuyor. Güvenilecek güç bir tek dernekler, yalnızca bağımsızlar kalıyor. BULTÜRK derneğinin tekrar adayını açıklanmasını Bulgaristan Türkleri sabırsızlıkla bekliyoruz. Bir Müslüman Türk Cumhurbaşkanı adayına oy verilmesi, tüm oyların aynı sandıkta buluşması ve topluca “biz buyuz” şeklinde ortaya konması, çok önemli ve belirleyici olacaktır. Dernek çalışmalarını bu doğrultuda yoğunlaştırmalıyız. Ortak dil bulmalıyız. Yeni seçim kampanyasında yükseltilecek olan çağrı şudur: Hak ve Özgürlüklerimiz İçin Bağımsız Demokratik Cephe. Demokrasi için birlik çağrısı: Biz, Bulgaristan’da Haklarımız için bir Bağımsız Demokratik Cephesi kurmalıyız. Bu cephe bir parti değildir. HÖH ve DOST dışındaki kitleyi örgütleyecektir. Oylarımızı bu cephede birleştiremeyiz. Bu cephe öncelikle HÖH partisinin ret edecek, seçmeni bağımsız cephede birliğe davet edecek ve DOST partisini de sağdan sola dalgalanırken “Ah Allah’ım söyle bana hangi taşa vurayım kafamı!” kâbusundan kurtaracaktır. Görüldüğü üzere, memlekette HÖH’e muhalif hareketler güç toplarken, bağımsız demokrasi cephesi için somut adımlar atılmaya başlanıyor. Bağımsız Demokratik Cephe için bir kurultay çağrısı çok yakında gündeme gelebilir. Müslümanların yeni lideri ve Cumhurbaşkanı adayı bu forumdan çıkabilir.


26

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Çatırdayan Bulgaristan

Ertaş Çakır-26.Haziran.2016

Konu: Cumhurbaşkanı seçimlerinde dengeyi korumak bizim elimizdedir. Hiç bir iş adamsız olmaz, desek de, asıl zor olan işe göre adam bulmak. Bir Batıya bir Doğuya bakan ve yaz sıcakları bastıkça Ege ve Ak Deniz kumsallarını aklından çıkaramayan Bulgarlar’in işi, hele bu seçim yılında, hakikatken çok zor. Bizim işimiz de hiç kolay değil, çünkü bu seçimlere mutlaka katılmak zorundayız. Beklenen Cumhurbaşkanı adayı henüz gösterilemedi. Bizim için iyi bir Cumbaşkanı olan Rosen Plevneliev’in ardından konuşanlar çoğalıyor. Konuşanlar Putinci siyasete saha açmaya çalışıyor. Onlardan biri de Ahmet Doğan ve Peevski’den kalan basındır. Biz, yazıp çizenler, taraf tutmamalıyız. Taraflardan her birinin görüşlerine yer verip halkı serbest seçime götürmeliyiz. Fakat hayat tam da öyle değil. Ölü köpeğin üstüne işemek kolay. İşte öyle bir örnek: Kalemi ince yazan Bulgar gazetecilerden Valentin Haciyski, ses getiren bir yorum yayınladı. Plevneliev Hangi Amerika’ya Yaranmaya Çalışıyor? Başbakan Borisov’u bir barışsever olarak gözde büyütmek aptallık olur. O hep yalan söylüyor. Ardından söylediklerinden cayıyor. Her ne zaman dış siyaset konusunda bir şeycik söylese, devletçi düşünmeye başladığından değil tabii, bunu korktuğundan ve alçaldığından yapıyor. Başbakan “onayıyla” seçilen Başsavcı Tsatsarov’un birkaç gün önce uyuşturucu savaşı adıyla tanıttığı olaya, Başbakan “mahalle kavgası” dedi. Çatışmada kurşungeçirmez yelekleri delen kurşunların birçok can almasından sonra Borisov’un istifası beklendi. 8 Haziran günü Avrupa Parlamentosunun boş salonunda Cumhurbaşkanı Plevneliev’in okuduğu raporu kimin yazdığını öğrenemedik. Bu işi bilenler, Viyana’dan akıl veren İvan Krıstev ile Sofya’daki Amerikan Büyükelçisi arasında kaldılar. Öteyandan, AB Genel kurulunda kürsüye çıkan Plevneliev’in, Bizdeki ruh halini yansıtmadığı gibi, Amerikan ve Avrupa geleneklerine de uymayan konuşmasını kimin yazdığını söylemek zor. O, zamanı dolan ve Oval Salonu boşaltmaya hazırlanan Barrack Obama’nın zamansız fikirlerine destek sunmaya çalı-


Makale ve Analizler - 2016

27

şırken, Avrupa’da, özellikle de Amerika’daki sağ siyasi güçler arasında ve amerikan geniş kamuoyunda olgunlaşa süreçleri sanki göremedi. Bulgaristan Cumhurbaşkanı gerçekten de bu kadar dar görüşlü ve bu kadar bağımlı bir durumda mıdır? Nasıl oldu da onu böyle kıskıvrak bağlaya bildiler? Plevneliev’in Rumanya ile büyük oyunu: Bakış açısı olarak Rusya ile mukayese edildiğinde, haritada üzerinde bile Bulgaristan Romanya’dan farklı bir yer alıyor. Versay (1919) Anlaşmasında, Romanya sınırları, diğer devletlerden talebi olan Almanya’ya karşı olduğu kadar, Rusya’ya da karşı çizilmişti. XIX yy ortalarında Tuna boyu Prensliklerinin birleşmesinden oluşan ve yeni adı da çok tartışmalı olan Romanya’nın tarihi, derin Latin kökleri olan Ulah ve Moldav halk yaşantısı ile İslav elit arasındaki mücadelenin tarihidir. Rusya ile olan toprak kavgalarının közleri bugün de kızarıyor. Romanya’nın geleneksel RUS düşmanlığı derindir. Roman dilindeki “Transnistru” (Dnepır’ın Batısı) eski Moldova Sovyet Cumhuriyeti’nden bir parçaydı. Bugün Rusya’nın elindedir. Bu toprak parçası İkinci Dünya Savaşı’nda anakenti Odesa olan ve Transilvanya’nın Macaristan’a geri verilmesinden sonra Hitlerin Bükreş’te tazminat olarak verdiği ve “yeni topraklar” denen bölgedir. Rusya, 1940’ta olduğu gibi bugün de, 1878’de Romanya’yı nasıl bir Karadeniz devleti yaptığını, önce Moldova Besarabyası’na karşı değiştirmek istemediği, sonra Bulgar Kuzey Dobrucası’na nasıl sahip çıktığını iyi hatırlıyor. “Dikey Rusya” dışında, 1940’ta olduğu gibi, politik Rusya’nın Baltık ülkeleri, Galiziya, Voliniya ve Beserabya topraklarının daha büyük kesimiyle genişlemesi, Rusya’nın başına yarardan fazla dert açtı. Üstelik bir defa Rusya toprakları sınırlarına alınan ve “dikey Rusya”dan bir parça olan herhangi bir toprak parçasının geri alınması için yürütülen savaş sonuç vermeden kalmıştır. (Yazar Rusya’nın ilhak siyasetini haklı göstermek istiyor.) Rusya topraklarının “Dikey Rusya” sınırlarına kadar yeniden birleştirilmesi kaçınılmaz olmuştur. Öz görevi ilhak siyasetini de engellemek olan NATO artık topallayarak yürüyen bir canlı ölüye benziyor. Avrupa Futbol Birinciliğinden, Uluslar arası Olimpiyat Komitesine kadar akla gelen her alanda Başkan Obama’nın Putin üzerindeki sinirli ve gizlenmesi mümkün olmayan totaliter baskıları, can çekişen ölüyü diriltemedi. Brüksel Rusya’ya karşı sonuç vermeyen yaptırımlarını sürdürse de, bu iş giderek daha zor olacaktır. (Bulgaristan’da Rusofil kesim AB yaptırımlarına karşıdır.)


28

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Plevneliev, AB Genel Kurulu’nda hemen hemen boş salonda konuştu. Rusya’ya karşı kilise bayrağı kaldırdı. Fakat o bu işte fazla geç kaldı. Daha önce, NATO hakkında vurguladığım ve dönüşü olmayan sona işaret eden yazılarımı okurlarım hatırlayacaktır. 2013 yılının sonunda hezimetle sonuçlanan 13 yıllık Afganistan görevinden dönerken iktidarı Talibanlara bırakan NATO gündemini tamamen bitirmişti. Ardından Avrupa Birliği ve Birleşik Amerika tarafından kışkırtılan Ukrayna krizi geldi. 2014 Eylülünde toplanan NATO konseyi kilerden Rusofobi çıkardı. Fakat bu siyaset çağdaş Avrupa ekonomi ve güvenliğine taban tabana zıt olduğu için askeri blok saflarında bölünmeye neden oldu. Örneğin bundan 12 yıl önce, Bulgaristan NATO’ya üye alınırken, yeni durumun Bulgaristan ile Rusya’yı birbirine düşman etmeyeceği, hatta “NATO +1” formatında yakın işbirliği geliştireceğimiz ve terörizmle mücadele gibi konularda ve daha da ileri giderek gelecekte Moskova’nın da NATO’ya üye olmasına kadar birçok konuda ikili işbirliği yapacağımız görüşleri üyeliğimize temel olmuştu. 2007’de Sofya ziyareti günlerinde II. Bush, Bulgaristan Washington ile Moskova arasında seçim yapmak zorunda değildir, dedi. Fakat Birleşik Amerika’nın bugünkü Sofya Büyük Elçisi Kongre’de, “Ödevim Bulgaristan’daki Rus etkisiyle savaşmaktır” dedi. Biz II. Bush ile o zaman böyle bir mücadele yürüteceğimize anlaşmamıştık ve durum kökten değişti. NATO üyesi Avrupa ülkelerinin hepsinde benzer sorunlar yaşandı. Kısa bir süre önce Obama’nın kendisi tarafınsan shit show (çöpçü işi) olarak nitelenen NATO’nun Libya serüveni ve “NATO ve dostları” olarak yayılan NATO’nun Suriye koalisyonunun başarısızlığı 2015’te savaş kaçağı ve sığınmacı dalgasını büyüttü. NATO sığınmacı selini durduramadı, çaresizlik yaşadı ve ardından gelen Avrupa terör olaylarını da önleyemedi. Yeniden donatılan, savaş deneyimi biriktiren ve Yakın Doğuya konuşlanan Rus ordusu karşısında NATO Avrupa müttefik güçlerinin değersiz olduğunu herkes gördü. Türkiye ile Rusya arasında beliren bunalımda NATO eli kolu bağlı kaldı. Üyelerinden olan Türkiye’nin güvenliğine güvence veremedi. Batı liderleri Erdoğan’a güvensiz baktı. NATO için daha da kötü sonuçlar doğurabilecek olaysa, Baltık devletleri, Polonya ve Romanya ile Moskova arasında çıkacak bir çatışmada taraf olmak olacaktır. NATO’nun Eski Kıtada bir güvensizlik faktörü haline geldiğinin farkına varan Avrupalıların sayısı git gide artıyor. “NATO Birleşik Amerika işin pahalı ve risk içeren bir yüktür,” diyen Cumhuriyetçilerin Başkan adayı Troum ile aynı görüşte olan geleneksel Amerikan sağına katılanların sayısı artıyor. NATO’nun sonu gerçek bir olasılık olarak kabul edilirken tartışmalar da sürüyor. ABD’nin NATO’dan


Makale ve Analizler - 2016

29

ayrılması gerektiği görüşünde birleşen emekli subaylar arasında Cumhuriyetçi Başkan adayının saygınlığı güç topluyor. Google’de “ABD NATO’dan çıkmalı” sayfası 26 milyon sonuç veriyor. Eski muhafazakârlardan Pat Bükenoun, aynı Troump gibi, savaşın sona ermesinden 70 yıl ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasından da 25 yıl sonra, Avrupa savunma harcamalarından dörtte üçünün Birleşik Amerika tarafından karşılanması bir hırsızlıktır, dedi. NATO ilk Baş Komutanı ve daha sonra Birleşik Amerika Başkanı olan Eyzenhauer daha 1951’de şöyle demişti: “Milli savunma hedefleri için Avrupa’ya üslendirilen Amerikan askerlerinin hepsi 10 yıla kadar geri dönmezse, bu tasarımın suya düştüğü anlamına gelir.” Bill Clinton savaş ve barışın kırmızı çizgisini San Peterburg’un birkaç kilometre uzağından geçirmişti. II. Bush ve Obama ise, Rusya eski Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin hangi kısmında olursa olsun eski hegemonyasını yeniden kurmaya yeltenirse, bu, Birleşik Amerika ile savaş anlamına gelecektir, demişlerdi. Makkeyn Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO’ya alınmasını istedi. Baltık Cumhuriyetlerini, Romanya ve Bulgaristan’ı idare eden Rusya ile Birleşik Amerika’nın başı neden derttedir? Ne zamandan beri, bu devletlerin egemenliği ABD ulusal çıkarları için bu kadar önemli oldu? Soğuk Savaş döneminde Amerikan Başkanlarından hiç biri ülkesini nükleer riske sokarak, böyle bir riski göze almamıştı. 1956’da ABD Macaristan işlerine karışmamıştı. 1968’de Çekoslovakya ve 1981’de Polonya iç işlerine de müdahale etmediler. O zaman onlar ilk planda amerikanın menfaatlerini tutuyordu. 1940’larda Sovyetler Birliğini “durdurma stratejisini” geliştiren, amerikan jeo-strateji uzmanlarından G. Kenan şöyle demişti: “Soğuk Savaş devrinden sonra amerikan dış politikasındaki en büyük yanlış NATO’nun genişletilmesi olacaktır. NATO’nun genişlemesi Rusya’yı bambaşka bir yöne yönlendirebilir ve bu bizim hoşumuza gitmeyecektir.” Bu oldu. “Leninizm’den kopan diğer eski sosyalist ülkeler gibi kabul edilmeyen Rusya’da, olmasını istemediğimiz yeni bir Rusya meydana geldi.” Bu sözler Bükenoun’a aittir: Rusya yeniden silahlandı Kin, nefret kaynıyor. Putin’e resmi kapı açan Birleşik Amerika oldu. Eski Başkanlarından Ronald Reagan’a özel danışmanlık yapmış, “Katon” adlı Sağ Liberal Enstitü kıdemli bilim adamı Dıg Bandau yukarıdakilerer benzer delillerle ortaya çıktı: “Avrupa’daki Amerikan askeri New York’ polisinden daha az sayıdadır. Fakat dünya Gayrı Safi Milli Hâsılatının % 40’ını üreten


30

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ve nüfus olarak Birleşik Amerika’dan daha kalabalık olan Avrupa kendini neden savunamıyor?” Büyük etki sahibi, Kara Kuvvetleri Askeri Kolej Komutanı General Robırt Skeys gibi kıdemli subaylar ve Boston Üniversitesi Uluslar arası İlişkiler Profesörü Albay Andrü Baseviç, Kara Dağ gibi askeri açıdan önemsiz ülkelerin üye alındığı ve neredeyse bir “sosyal kulp” halini alan NATO’nun bir askeri örgüt olarak anlam taşımadığı görüşünde birleştiler. Özetlersek, amerikan muhafazakar sağcılar, sağ libertariyancılar ve Pentagon’daki çoğunluk Cumhurbaşkanı Plevneliev’i, Amerikalı vergi mükellefleri hesabına, eli bol bir aptal olarak kabul ediyor. Avrupa Parlamentosunda Plevneliev Avrupa ile Amerika arasında serbest ticaret – TTİP programını destekleyici konuştu. Konuşmasının bu bölümünde de tamamen hazırlıksızdı. CNN televizyonu Mayıs başında şu haberi verdi: “Avrupa ile serbest ticaret yapmayı öngören amerikan programı can çekişiyor.” 3 yıldan beri okyanusun 2 yakasından uzmanların arasında yapılan 13 gizli görüşmeden sonra bu anlaşmanın imzalanmasına karşı olanlar genel saldırıya geçtiler. Bu anlaşma Obama Oval Ofiste iken imzalanmazsa, yeni başkanla her şey yeniden başlar. Birleşik Amerika ile AB arasında serbest ticaret yapılmasını öngören TTİP projesi Avrupa’da anti-globalcıların, yeşillerin, sendikaların, tüketici savunucularının, irili ufaklı iş sahiplerinin, yerel üretime bağlı olan tüketicilerin amerikan aleyhtarlığını kükretti. TTİP hayat hakkı kazandığında sağlık sektörünün, eğitimin, ulaşım ve diğer sosyal sektörlerin özelleştirileceğinden korkuluyor. Avrupa STK’ları bu anlaşmaya karşı artık 3 milyon 500 bin imza topladı. Yüzlerce protesto gösterisi yapıldı. Temmuzda bütün AB ülkelerinde yeni protestolar düzenlenecek. Birleşik Amerika ile ABD arasında gerginlik yaşanıyor. Tarım, tüketicilerin korunması, şarapların ve diğer ürünlerin üretildiği yerlerin işaretlenmesi, serbest bölgeler vb üzerinde son söz henüz söylenmedi. Bazı amerikan ürünlerinin alınmayacağı üye ülkelere bildirildi. Plevneliev de bunu biliyordu. Yine CNN haberine göre, Fransa Ticaret Bakanı Matias Fekl, TTİP kötü bir ticaret deneyi olacağını ve bloke edilmesi gerektiğini açıkladı. Benzer haberler Berlin’den de geliyor. “Politico” yayınına göre, Obama idaresi “AB’de olup bitenlerden çok endişelidir”. İngiltere’nin topluluktan ayrılma kararı bütün dünyayı


Makale ve Analizler - 2016

31

etkilemiştir.Bu analizden sonra, Cumhurbaşkanı Plevneliev’in yanlış Amerika’ya yağcılık yaptığını tekrar ediyorum. Obama Amerikan dış siyasetini kör sokağa itti. Oval Ofise kim gelirse gelsin önce çok geniş bir cephede köklü değişiklikler5 yapmak zorunda kalacaktır. Rusya, Avrupa Birliği ve Çin’le ilgili dengeli ve uyum arayan bir Amerikan politikası çok verimli olabilir. Sonunda, ikinci dönem Cumhurbaşkanı olmayı kişisel gerekçelerle kabul etmeyen Rosen Plevneliev’in Batı’da sıcacık bir yerde çok konforlu bir ortamda iş bulup vatandan uzakta özgürlüğün tadını çıkarma şansı buharlaşmış gibi görünüyor. NOT: Avrupa Atlantik siyasetinden yana çıkan ve barış ve güvenliği savunan Rosen Plevneliev’i 5 yıldan beri eleştirenler görev süresi sonunda da boş durmuyorlar. Onun, Rusya’nın Balkanlara çöreklenme planlarına, siber saldırılara tepkisi büyük yankı getirmişti. Bulgaristan Müslüman Türkleri, İslam dinine, yasal haklarımızın tanınmasına olumlu yanaşan Plevneliev bizim oylarımızla da seçilmişti ve saygımızı hak etti. O, bizim hatıramızda 2016 ramazanında Bulgaristan Müslümanları Başmüftülüğü katında 138 yıldan beri ilk kez ilk kez bizimle beraber oruç açan Cumhurbaşkanı olarak kalacaktır. Onun sayesinde ve yardımlarından güç alarak Sofya’da bir Müslüman Türk Akademisi açma planımızı gerçekleştiremesek de, umutlarımız yaşıyor. XXI. yüzyıl olayları Bulgaristan gibi karma nüfuslu, farkı dil ve dinli ülkelerde Cumhurbaşkanı seçimlerinin çok büyük önem taşıdığına işaret ediyor. Yukarıdaki yazı, Rusçu siyasetçilere cesaret vermek için yazılmış olsa da, politikanın dümeni halkların elindedir.

Türk Öğretmenler Birliği’nin Doğuşu - 1

Murat Ulutürk-26.Haziran.2016

Osmanlı imparatorluğu’nun önemle değerlendirdiği meselelerden birisi maarif meselesi olmuştur. Bu meselenin çözümlenmesinde, etnik gruplar arasında ayrıcalığa meydan verilmemiş, imparatorluk sınırları dahilinde bütün milletler maarif meselesini garantiye bağlanmıştır. Mesela Bulgaristan’daki Bulgar okulları, “Gabrovo Bulgar Lisesi”ne varıncaya kadar imparatorluğun maddi desteğiyle kurulmuş ve birer bilim


32

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ocağı haline getirilmişlerdir. Bulgar okullarına hazırlıklı öğretmen kadrosu sağlamak amacıyla her yıl yüzlerce Bulgar gencin, İstanbul, Edirne ve İzmir’in çeşitli okullarında öğrenim görmeleri için bütün imkanlar sağlanmıştır.Türk,bulgar ayırımı yapılmamış, hatta Bulgarlar tarafından faaliyetleri, eylemleri tepkiyle karşılanan ve “zararlı” görülen Bulgar aydınları (papaz, öğretmen, yazar, siyasetçi... vb) imparatorluğun göbeği İstanbul’a yerleşerek, Ruslar’ın kışkırtmalarıyla imparatorluk aleyhine faaliyetlerini bizzat İstanbulda sürdürmeye başlamışlardır Rus-Türk savaşından sonra Bulgar Türkleri’nin.maarif meselesi amaçlı olarak girdaba sürüklenmiştir. Türk aydınlarına maddi ve manevi baskılar uygulanmıştir. Geçici Bulgar iktidarı, türklerin maarif meselesine sahip çıkacağı yerde Türk düşmanlığını körüklemeye başlamışlardır. Bir avuç iman sahibi türk aydını, bütün baskılara karşı, haklarını savunma savaşına başlamış, Türk okullarının varlığını ayakta tutabilmek için azami gayret göstermişlerdir. Fakat yeni ve zamanı için “çağdaş” öğretim sistemine götüren bütün yollar, yardımcı olabilecek bütün kalıplar merhametsizce kapatılmıştır. Türk okullarına maddi ve manevi destek, planlı-programlı öğretim, Türk öğretmenlerine devlet yardımı, ders araclarının sağlanması gibi yüzlerce mesele askıda bırakılmıştır. Uyanık Türk aydınları bu ve bunabenzer konuların çözümünde, bilinçli bir örgüte ihtiyaç duymuşlarsada, XX yüzyılın başlarına kadar baskılar karşısında bunu gerçekleştirmekten çekinmişlerdir. Bulgaristan Türkleri’nin maarif meselesiyle ilgili cesaretli adımları ancak 1905 yılında atmıştır. Öncülük edenlerin başında Ali Fehmi Bey, Hafız Abdullah Meçik, Tahir Lütfü Bey, Ali Haydar Tner, Osman Nuri Peremeci, Ahmet İhsan gibi türk aydınları gelmektedir. Bunların hepsi modern ve milli maarif yanlısıdır. Ali Fehmi Bey Rus - Türk savaşından sonra ayilecek Türkiye’ye göç etmişlerdir. İstanbul’da Mülkiyede okumuş, İsviçre’de yüksek öğrenimini (Siyasal Bilimler) tamamlayınca yurda dönmüş. Kırklareli’nde bir lisede bir kaç yıl Fransızca öğretmenliği ve okul müdürlüğü yapmıştır. Daha sonra yine Bulgaristan’a dönmüş. Burda “Gayret” gazetesinde çalışmaya başlamış, daha sonra Filibe’de “Muvazene” ve “Ahali” gazetelerini çıkarmasında öncülük etmiştir. Ali Fehmi Bey, 1907’den sonra diplomatik hayata atılmış, Afganistan’da ve Sofya’daki Türkiye elçiliklerinde çalışmalarını sürdürmüştür. Gazeteciliği sırasında yazılarında, Bulgaristandaki Türk okullarının ıslahı, Türk Öğretmenler Birliğinin kurulması, eğitimin çağdaşlaştırılması gibi bircok önemli meselelerin çözümnüne gidilmesini savumuştur. Önce okullar arasında iletişim sağlanır. Kongre’ye gidilmesi konusunda müzakeresi yapılır. Bu insiyatiflerin idare ve denetim işlerini yüklenen “Tuna” ga-


Makale ve Analizler - 2016

33

zetesi, ilk kongrenin 17-20 Temmuz 1906 tarihlerinde Şumnu’da yapılacağını bildirir ve bütün Türk öğretmenlerini bu kongreye davet eder . I.Kongre, çalışmalarına 17 Temmuz 1906 tarihinde Şumnu’da başlar. Fakat sıkı takibat sonucu bu kongreye ancak 25 öğretmen katılma cesareti gösterir. Kongrenin yapılması sırasında bir dizi engeller çıkar. Bu durum karşısında Şumnu milletvekili Talat Tokalıoğlu devreye girerek, I. Kongre’nin Saatli cami’de yapılmasını sağlar. Bulgaristan Türkleri tarihinde büyük önem arz eden kuruluşa Muallimin-i İslamiyye Cemiyet-i İttihadiyyesi adı verilir. Lom’da yapılan Kongre’de adı Türk Öğretmenler Birliği olarak kabul edilir.

Gözleri Hep Üzerimizde

Şakir Arslantaş-26.Haziran.2016

Konu: Tarih sayfalarından gelen eski kokular. Rusçadan tercüme edilmiştir. Bu yazının kendi başlığı: “Nankör” Kardeşler Üstüne Efsane “Sevodnya.ru”, Nikolay Sebestyanov’un “Bulgarların Dibi” yazısını şöyle yayınladı: Delillerin çarpıtarak büyük boyutlu Bulgar düşmanlığına ulaşan yazar, her konuda tarihsel öngörüsüne gizlemeden yer vermiştir. Bu yazıda, Bulgaristan’ı sözde kurtaran Rusya’ya her defasında ihanet eden, okşanmayı seven “nankör” kardeşlerin yaptıklarından başka aslında pek bir şey yok. Anlatılan efsaneler, önce Rusya’nın kendisi için olmak üzere çok tehlikelidir, çünkü Bulgaristan stratejik konumu, Rusya’ya bu bölgedeki jeopolitik ve ekonomik çıkarlarını gerçekleştirebilmesi bakımından olağanüstü büyük imkânlar sunuyor. Sırbistan, Romanya ve Yunanistan böyle bir konuma sahip değildir. Eğer Rusya Bulgaristan’la ilişkilerini iyi bir duruma çıkaramazsa, “Güney Akım” gaz boru hattı projesini; deniz ve kara yolundan en kısa mesafe Bulgaristan üzerinden olan Sırbistan ile askeri müttefiklik kurmayı unutsun. Büyük Rusya imparatorculuğunun hararetli savunucusu olan Graf N. P. İgnatiev jeopolitik açısından olmak üzere Rusya için Bulgaristan’ın olağanüstü önem taşıdığı anlamış olan büyük bir siyaset adamıydı. O, Balkan İslav Devletleri’nin


34

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

başında olacak “Büyük Bulgaristan” kurulması, bu bölgede Rusya’nın güvenilir dayanağı olabileceği görüşündeydi. 1877 - 1978 Rusya - Osmanlı Savaş Planı’nı hazırlayan General N.N. Obruçev bu konuda şunları yazmıştır: “O kadar çok kötülükler yaptıkları Hıristiyan ülkesi (Bulgaristan’ı) Türklerin elinden çekip alalım. Bu ülkenin sınırları içinde üç toprak parçası olacak. - Rusçuk ve Tırnovo’yu içine alan Tuna boyu Bulgaristan’ı; Sofya ve Makedonya’yı kapsayan Balkan Ardı Bulgaristan ve Manastır ve Bitolya.” Öyle ki, daha savaşta ilk tüfekler patlamadan, II. Aleksandır ve etrafındaki kodamanların gözünde Bulgaristan Mizaya, Trakya ve Makedonya olarak görüldü. XIX. yy’da Rusya düşmanları olan İngiltere ve Avusturya - Macaristan, Bulgaristan’ın Rusya için taşıyacağı önemi fark etmişlerdi. Ve “Büyük Bulgaristan” kurulmasına yol vermeyen de onlardır. 1878 Berlin Konferansı sonuçlarında Bulgaristan üçe bölündü: Makedonya Türkiye’ye geri verildi. Balkan Dağları’nın güneyinde Sultana bağlı olan, Doğu Rumeli muhtar bölgesi oluşturuldu. Bulgar Prensliği de Türkiye mandasında kaldı. Bulgaristan’dan Makedonya’yı koparıp alan Berlin Konferansı, Sofya’da Makedonya’yı geri almak için çok ısrarlı bir duyum gelişmesine neden oldu. Tartışma konusu şudur: Rusya Bulgaristan’ı “kurtardığı” için ne elde etti?: “Yalnız içi boş minnettarlık sözleri ve bunların ardından gelen kara ihaneti.” Yazar şunlara işaret ediyor: “Birinci Dünya Savaşı’nın en ağır günlerinde, sonuçları üzerinde asla düşünmeden, Bulgarlar Almanya ve 20–30 yıl önce ayaklanan Bulgar köylerini kana boğan Türkiye ile müttefik oldular. Bu, aslında biçimsel bir bağlaşıklık değildi, Bulgarlar bu savaşa çok aktif katıldılar. Şu örnekle gerçeklere işaret ediyorum: Asker sayısı ve silahı düşmanınkinden defalarca az olmasına karşın Sırbistan düşmanla cephede verdiği çarpışmalarda ve cephe ardında tifo salgınına çok büyük kayıplar verse de, Avusturya ordularına bir yol geçit vermedi. Bulgarların ansızın Sırbistan’a dalması savunma cephesinin düşmesine ve Sırbistan’ın yenilmesine sebebiyet verdi. En korkuş olansa, bu saldırı Bulgar halkının siyasi iradesi olmadığı gibi halkın kalbinde derin yara izleri bıraktı. Buna rağmen, toprak ele geçirmenin, ahlak değerlerinden çok daha üstün olduğunu savunan Bulgar toplumunda Sırbistan’a anı ölümcül saldırıyı destekleyen kamuoyu güçlüydü.” Olayların maskesiz yüzü şudur: 1915’te Bulgar Çarı Ferdinand ortak İslav menfaatlerine, Rusya’ya ihanet etti ve ülkesinin Birinci Dünya Savaşı’nda yenilenler arasında yer almasına yol açtı. Bu bir gerçektir. Bu ihanet kaçınılmaz mıydı? Sıradan Bulgarlar Ruslara sırt mı çevirdi?


Makale ve Analizler - 2016

35

Cevabımız şudur: Sırbistan, Ruslarla Doğu Ortodoks Hıristiyanlıkla, silah kardeşliği ve aynı cephelerde birlikte döktüğümüz kanla sımsıkı bağlı olduğumuz bir İslav ülkesidir. Aynı zamanda, Rusya’yı Bulgar halkıyla da aynı bağlar bağlıyor, Sırbistan’la Rusya arasındaki ilişkiler soyutlaştırılmamalı ve Bulgaristan’la olan husumet Sırbistan’a olan sevgimize dayandırılmamalıdır. XX. yy başlarında Sırbistan yönetiminin Rusya ile olan ilişkileri kadar Bulgar hükümetinin Rusya’ya olan yaklaşımı kadar çıkarcıydı. Bunu doğrulayan pek çok tarihsel kanıtlar var. Savaşı kazanan II. Aleksandır, San Stefano Barış Antlaşmasını imzalarken, Türklerden elde edebildiği toprakların en büyük parçasını, Rus Ordularıyla omuz omuza savaşan Bulgarlara verdi. Sırbistan’ın da bu topraklardan belirli parçalar üzerinde istekleri vardı. 2 / 14 Kasım 1885’te Doğu Rumeli’nin Bulgar Prensliğine karılması protestolarına katılırken, Bulgaristan’a savaş ilan etti. Bu savaşta Sırp birlikleri büyük kayıplar verdi. 11 Haziran 1903 gecesi bir grup Sırp subayı Avusturya yandaşı Kral Aleksandır Obrenoviç’i öldürdü ve yerine bir Rusofil olan Peter Karageorgieviçi oturttu. Sırp siyasetinin daha Birinci Petır zamanında Rusya lehine dönmesine rağmen, Belgrat yönetim çevreleri Peterburg ile olan ilişkilerinde her zaman Sırplar için “yarar” gütmüştür. 1908’de Balkan İslav devlerin arasını bulup onları bir askeri politik blokta kaynaştırma fikri, Avusturya - Macaristan ve Almanya’nın bölge siyasetinde Rusya’nın büyük ölçüde etkin olmasını sağladı. 13 Mart 1912’de Rusya’nın desteklemesiyle Bulgaristan ile Sırbistan arasında ikili müttefiklik anlaşması imzalandı. 29 Mart 1912’de Yunanistan da Bulgaristan’la böyle bir anlaşmaya vardı. Böylece, Rus İmparatoru II. Nikolay himayesinde Balkan Birliği kuruldu. Bu birlik Avusturya ve Macaristan İmparatorluğunun Güney yolunu kesebilirdi. Aralarındaki uyum sağlayıcı maddelere bağlı kalsalardı “Balkan Antantı” Viyana’nın Sırbistan’a saldırıda bulunmasına engel olabilirdi. Bu yapılabilmiş olsaydı, Birinci Dünya Savaşı riski de büyük ölçüde azalmış olacaktı, çünkü Avusturya Macaristan sınırlarının çok yakınlarında Rusya ve Fransa’dan yana yeni güçlü bir askeri ortaklık baş gösterecekti. Bulgarların kurduğu askeri ortaklıkları kutlarken, Rus diplomatlar, Balkan Birliğine katılan devletleri, Rus Çarı’nın bu askeri birliğe bir saldırı aracı niteliği kazandırmaya karşı olduğuna uyarmışlardı. Öte yandan, kendi aralarında anlaşmalar imzalayarak birleşen Balkan devletleri Osmanlı devletine karşı hemen savaşa başlayıp Berlin Konferansı’nda ortaya çıkan ve çözülemeyen toprak sorunlarını Osmanlıdan yeni toprak parçaları kopararak çözmek istiyorlardı. Böyle bir savaş Avrupa’da ana tarafları yüz yüze


36

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

getirebilirdi. II. Nikolay, Sofya’ya gönderdiği bir mektupta, müttefiklik sözleşmesinden saldırı savaşı niteliği olan tüm maddelerin çıkarılmasında ısrar etmişti. Balkanlarda gerginliğin taşmasını önlemek amaçlı Rusya çabalarına rağmen, Sırbistan, Yunanistan, Bulgaristan, Kara Dağ Osmanlıya savaş açtı ve belirli başarılara imza attı. Avrupa topraklarını “Balkan Birliği” ne bırakan Genç Türkler idaresi, Balkan Birliği’nin temellerine saatli bomba koymayı başardı. Karşısında zafer kazananların ahlak ve hedeflerini iyi bilen Osmanlı, kazananlara elde ettiklerinizi kendi aranızda kendiniz paylaşın, dedi. Galip gelen taraflardan her biri “Büyük” olmak istediğinden ortaya çıkan durum şu olmuştur: “Büyük Bulgaristan”, “Büyük Sırbistan”, “Büyük Yunanistan”, hatta “Büyük Kara Dağ” arasında kazandıkları toprakları paylaşırken şiddetli kavgalar çıkmıştır. “Avrupa Gazetesi” şöyle yazmıştı: “Balkan koyu milliyetçileri kötülerin arasında en kötü olanlardır. Balkan devletlerinden her biri sus pus etse de içten içe “büyük” devlet olmak istiyor. Makedonya baştanbaşa Sırpların elinde kaldıkça, Bulgaristan hakkında söylenen duygu dolu sözlerden hiçbir sonuç alınamaz. Rusya’ya karşı güvensizliğe gelince, bunu Bulgar “liberallerinden” fazla, Sırp “öncüleri” saflarında izliyoruz. Balkanlarda şu Makedon atasözü hakim: “Kim bana verirse, ben de onunla olurum!” Bu nedenle olacak, Londra’da imzalanan Birinci Balkan Savaşını sonlandıran Barış Anlaşması altındaki mürekkep henüz korumadan, eski müttefikler arasında İkinci Balkan Savaşı başladı. Bu savaşın patlak vermesinden suçlu olan ülke yalnız Bulgaristan değil, Balkan Birliği devletlerinin hepsiydi. 1913 Ocağında Sırp liberal ve milliyetçi basını Bulgar Sırp Askeri Antlaşmasına karşı yazmaya ve kamuoyu oluşturmaya başladı. Aynı dönemde, Bulgaristan’da da Sırplara karşı benzer bir kampanya başladı. Makedonya topraklarına sahip olmak için yalan iddialarda bulunuldu, kadim haklar öne sürüldü. Balkan devletleri birliğinin başı olan ve Osmanlı imparatorluğu ile savaşın ana yükünü sırtında taşıyan Bulgaristan, Makedonya’yı nüfusunun güya Bulgar olduğu için istiyordu. Fakat Makedonya Sırplar tarafından işgal edilmişti. Bulgar makamları, elde etmek istedikleri Makedonya topraklarından, Sırp ve Yunan askerlerinin çıkmasında ayak diredi. Bu arada Sırplar ile Rumlar gasp ettikleri Makedon topraklarını birlikte savunma ve paylaşma konularında anlaştılar. Balkan Birliği’nin dağılmasına karşı olan II. Nikolay, Bulgaristan ile Sırbistan arasındaki anlaşmazlıkları barışçı uzlaşma yoluyla çözmekten yana çıktı. Rusya Dışişleri Bakanlığı Balkan Birliğine katılan Sırbistan, Kara Dağ, Bulgaristan ve Yunanistan başbakanlarının katılacağı bir Konferans çağrılmasını ve Rusya’nın arabuluculuğu ve destekleriyle meydana gelen durumdan çıkış bu-


Makale ve Analizler - 2016

37

lunmasında ısrar ediyordu. Petersburg Balkanlar’da barışı koruma yolunu bulmaya çalışa dursun, Avusturya Macaristan ve Almanya bu bölgeye Rus askerlerinin bir daha ayak basmaması için yoğun çaba harcamıştır. Bu nedenle Belgrat’taki Avusturya diplomasisi Sırp Kralı’nın Bulgaristan ve Yunanistan’la savaşa, Sofya’da ise Bulgarları Sırplar ve Yunanlarla savaşa ikna etti. Birinci Balkan Savaşı’nda Adriyatik Denizi’ne çıkamayan Sırplara, Makedonya’yı ilhak edip Selanik’e çıkarak istediklerine ulaşması şansı telkin edildi. Bu konuda Avusturya ve Macaristan Bulgaristan’a da arka olmayı vaat etti. Rus diplomasisi Bulgaristan ve Sırbistan’a güçlü baskı yaparken, II. Nikolay’ın özel temsilcisi taraflardan savaş hazırlıklarına hemen son verip uzlaşma yolu bulmalarını istese de, çabalar boşa gittiği gibi, barış da sağlanamamıştır. Bulgar Çarı Ferdinand Rus Çarı II. Nikolay’a gönderdiği telgraflarda olup bitenden Sırpları suçlu ve sorumlu tutarken, Sırp Kral’ı Petr da Bulgar Çarını suçlamıştır. 13 Haziran 1913’te Bulgar ordusu Makedonya’ya konuşlanmış Sırp askerlerine saldırsa da geri kovalanınca çıkış mevzilerine gizlendi. Sofya’da orduyu Makedonya’dan çekme ve olup biten çarpışmaları da sınır olayları olarak açıklamaya hazırlanırken, Sırbistan ve Yunanistan hükümet çevreleri durumdan faydalanıp Bulgaristan’a savaş açmaya karar verdiler. Ardından Kara Dağ ile Romanya, kısa bir süre sonra Osmanlı imparatorluğu da Bulgaristan’a savaş açtı. Neticede, Bulgar ordusu tam yenilgiye itildi. 28 Ağustos 1913’te Rusya’nın arabuluculuğunda toplanan Bükreş barış görüşmeleri sona erdi. Bulgaristan Birinci Balkan Savaşı’nda gasp ettiği toprakların hepsinden oldu. Sırbistan ile Yunanistan Makedonya’yı paylaştılar. Türkiye Trakya’nın büyük bölümünü, Romanya da Güney Dobruca’yı aldı. Fakat İkinci Balkan Savaşını gerçekten kazanan ülke, öncelikle AvusturyaMacaristan olmak üzere, Almanya oldu. Dar egoist çıkarlarının kurbanı olan tüm Balkan devletleri, Belgrat’ta Rusya’nın Balkan devletlerindeki nüfus ve etkisinin azaldığını doğru bir şekilde değerlendirememişlerdi. Sırbistan, çok güçlü Avusturya - Macar imparatorluğunun pençesine düşmüştü. Bulgaristan ile Sırbistan arasındaki düşmanlıktan birkaç yıl içinde tüm Avrupa da nasip aldı. “Avrupa Gazetesi” Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından kısa bir süre sonra şöyle yazacaktı: “Avusturya, Sırbistan’ın Bulgaristan’a bel bağlayabileceğini bilseydi, 1914 savaşı olmazdı.” Birinci Dünya Savaşına gelince, Bulgar Çarı Ferdinand Sakskoburggotski’nin yüzde yüz ihanetine işaret ederken, işlerin biraz daha karışık olduğuna da değinmek gerekir. 1915’te “Bulgaristan Almanya ve Türkiye’den yana olmayı düşünmüyordu” ve savaşın belirli aşamasında Bulgar idare çevreleri Antant güç-


38

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lerinden yana tavır almak istiyordu. Bunu yaptıklarında, 2 yıl önce 5 devletle müttefik olup Bulgaristan’a saldıran Sırbistan’dan yana olacak olması, planları suya düşürmüştü. Ferdinand, Bulgar halkına, Sırplarla müttefik olmayı haklı gösterebilmek için, bazı ganimetler elde etmeliydi. Bu ganimet ancak Makedonya olabilirdi ve Bulgar Çarı Ferdinand aklından geçenleri yani Makedonya’nın Bulgaristan’a katılması durumunda Almanya ile birlik olmaktan vazgeçip Antant devletlerine katılmaya hazır olduğunu onlara bildirdi. Peterburg, Paris ve Londra Ferdinand’ın bu teklifini destekledi. Fakat II. Nikolay bu haberi Belgrat’a ilettiğinde, tepki ve endişeli güvensizlikle karşılandı. Sırbistan “İslav halklarının hainine” herhangi bir ödün vermeyi kesinlikle kabul etmedi. II. Nikolay, savaştan sonra, Avusturya - Macaristan hesabına olmak üzere, Sırbistan’a geniş topraklar vaat etse ve Bulgaristan’ın Antant güçlerine katılmasıyla büyük askeri yararlar elde edileceğine ve bunların Belgrat lehine olacağına ikna etmeye çalışsa da, sonuç alamamıştır. Belgrat, Sofya ile temasa geçmeyi bile istemediğini defalarca ifade etmiştir. İşte bu koşullarda Bulgaristan Alman bloğuna katıldı. Sırbistan yenildi ve istila edildi. Doğruyu söylemek gerekirse, Birinci Dünya Savaşı’nda Ruslarla Bulgarlar birlikte hemen hemen savaşmadılar. Ruslarla Bulgarların savaş cephesinde yüzleşmesi yalnız ikişnci derece bir savaş alanı olan Selanik cephesinde olmuştu. Bu yazı konusunda Rusların ikinci ana tepkisi de şu noktadadır: “Ardından İkinci Dünya Savaşı geldi ve olaylar tekrar etti. “İslav kardeşleri” söylevi güncelleştirildi. Fakat Nazilerden yana tavır alındı. Ve bir gün gelip, savaşın sonlarında ülkeye Sovyet Ordusu, aslında Rus çizmesi bastığında, Bulgarlar birden derlenip toparlandılar ve 1980’lerin sonlarına kadar Ruslarla yeniden dost oldular, karşılıksız kredi ve enerji kaynağı olarak ham petrol aldılar. Savsaklama sona erdiğinde Bulgaristan ancak bugün elinde olanı elde edebildi: yerli olup birbirine kenetlenmiş olan “elit” kesimin yönetiminde bir sömürgecik olabilmek amacıyla statüsünü gönüllü olarak kabul etmeyi seçti.” İkinci Dünya Savaşı’nda Bulgaristan Sovyetler Birliği’ne savaş ilan etmedi ve ona karşı savaşmadı. Bulgar Çarı III. Boris Doğu Cephesi’ne gönüllü asker göndermeyi bile kabul etmedi. Adına, Almanya’nın savaş öncesi Avrupa’da tam hâkimiyet kurmasından kaynaklanan somut bir ortamda, Bulgaristan Üçlü Mihver’e katılmak zorunda bırakılmıştı. Öte yandan Hitler Paktı üyelerinden biri olsa da ve hatta 1941 darbesinden sonra, Belgrat’ta iktidara anti-Hitler koalisyonu gelmiş olmasına rağmen, Yugoslavya Hitler Paktı’nda kaldı. Şunu da unutmamak gerekir. Sralin de Üçlü Mihver’e üye olmak istiyordu. Şu noktaya da dikkat edelim, Sovyet önerilerini kabul edip Sovyetler Birliği ile ikili yardımlaşma sözleş-


Makale ve Analizler - 2016

39

mesi imzalaması için III. Boris’e baskı yapan, Moskova Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri A.A. Sobolev, Bulgaristan’ın “Mihver”den çıkması koşulunu öne sürmedi, çünkü “Moskova kendisi de bu askeri pakta girmeyi” düşünüyordu. Üstelik 5 Nisan 1941’de, Yugoslavya’nın Hitler paktında kalması ve İngiltere’den yardım kabul etmeyeceği şartlarıyla Stalin “Moskova ile Belgrat Arasında Karşılıklı Saldırmazlık Anlaşması” imzalamayı kabul etti. Burada görüldüğüne göre, Bulgaristan “Üçlü Mihver” de yalnız değildi. Ne var ki İkinci Dünya Savaşı başladıktan sonra, Çar Boris Rus Cephesine bir asker bile göndermemiş olsa da, onun “Ana Rusya”ya karşı saldırıda parmağı olduğunu düşünen yüzlerce Bulgar hükümete karşı savaşkan için elde silah dağlara çıktı. Komünist yanlısı Vatan Cephesi kuruldu. 27 Haziran1941’de Sovyetler Birliği İç İşleri Bakanlığı Halk Komiseri Başkanı (KGB Şefi) B.P. Sudoplatov’a, Almanya’nın Sovyet ülkesine karşı saldırıyı durdurup savaşa hangi koşullarda son vereceğini gayrı resmi kanallardan öğrenmesini emretmişti. Beriya, Sudoplatov’tan Bulgaristan’ın Moskova Büyük Elçisiyle görüşmesini istemiştir. Bu görüşmede, Büyükelçi Almanya’nın savaşı kaybedeceğini beyan etmiştir. 5 Eylül 1944’te Sovyetler Birliği Bulgaristan’a savaş ilan etti. Dört gün “devam eden savaştan” sonra Bulgar halkı sevinç törenleri düzenledi. Kimon Georgiev’in komünist yanlısı Vatan Cephesi hükümeti kuruldu. 1944 Eylülünde Vatan Cephesi hükümeti Bulgaristan Halk Ordusu kurulduğunu açıkladı. 19 Eylül günü seferberlik başladı. Savaşın sonuna kadar 450 bin kişi silâhaltına alındı. 250 bin kişi cepheye gönderildi ve savaştı. Bulgar birlikleri Yugoslavya, Macaristan ve Avusturya topraklarında Alman birlikleriyle savaştı. Belgrat operasyonuna katıldı ve Balaton Gölü için çatışmalarda yer aldı. 1944 Eylülünden savaş sonuna kadar Bulgarlar 31 bin 900 kişi şehit verdi. Birinci Bulgar Ordusu Baş Komutanı Vladimir Stoyçev Zafer Nümayişi’ne katıldı. 360 Bulgar er ve subayı Sovyet ödülü aldı. Bulgar halkının “genelihanetinden” bu nedenle söz ediyoruz. Özde, günümüzde, Varşova Antlaşması ülkelerinin ihanetinden söz etmek biraz gülünç olur, çünkü en büyük hain can çekişen komünist rejim ve onun varisi Elsin rejimiydi. Honeker’i, Jivkov’u, Çauşesko ve diğerlerini ele veren o rejimdi. NATO ve ABD boynuna ilk atılıp sarılan kim oldu? Elsin - Gaydar yandaşı yüksek yöneticiler mi? Hayır, Varşova Antlaşması ülkelerinde olup bitenlerden de olup bitenlerden en büyük sorumluluğu taşıyan onlar değildir. Biz şimdi “minnet nedir bilmeyen” Bulgarların hepsini görevden alalım mı? Onlarda hiç biri ne NATO’yu ne de ABD’yi istememiştir. Onları bu çukura iten Rusya liberalle-


40

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ridir. 1940’ta Stalin’in “Üçlü Mihver”e girmeye hazır olduğu gibi, 1991’de Elsin NATO’ya girmeye hazırdı. Ukrayna, Gürcistan, Yugoslavya, Ermenistan, Dnestır boyu, Batlın ülkelerindeki Ruslar ve Kazakistan gibi Bulgaristan üzerine sümüğünü atacak biri bile yoktu. Biz bugün bunun hesabını ödemek zorundayız. Bugün Bulgaristan yürekler acısı bir ülke durumuna getirildi: Talan edilmiş, kanı emilmiş, ekonomisi çökmüş, ordusu dağılmış, Rusofob, amerikancı bir hükümetle yönetilen bir diyar. Tüm bunlara rağmen, biz Bulgaristan’da Rusya’ya karşı tertemiz, kalpten bir sevgiyi bulabiliyoruz. Saflarında 30 bin bireysel üye olan, ulusal “Rusofil” hareketinde birleşen tek ülke Bulgaristan’dır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra komünistlerin bile yıkamadığı, halk sevgisiyle kurulmuş olan “Kurtarıcı Çar” II. Aleksandır Anıtı Sofya merkezinde ayaktadır. 1877 - 1878 savaşından sonra Rus kurtarıcılar anısına kurulan heykellere ülkenin dört bir yanında rastlanıyor. Bu savaşın hatıraları Rusya’da bugün artık tamamen unutulmuş gibi olsa da, günümüz Bulgaristan’ında kutsallığını korumuştur. Bugün Rusya şehirleri sokaklarında 1877 - 1878 savaşına katılan 3 kişinin adını söyleyebilir misiniz sorusuyla bir anket düzenlense, katılanlardan hiç kimsenin hiçbir isim söyleyemeyeceğine yüzde yüz eminim. Bulgaristan’da her öğrenci Kurtarıcı Çarın, General Skobolev’i, Gurko ve Stoletov’un adını bilir. Yollar, bulvarlar, semtler onların adını taşıyor, her şehirde anıtları yükseliyor. Kiliselerde yapılan her ayinde papazlar “İmparator Aleksandır Nikolaev’in ve Bulgaristan için can feda eden Rus askerlerin” adını anıyor. 2016 Şubatında Sofya’da, Rusya’dan kovulan, Bulgaristan’a yerleşen ve dini görev yapan, ünlü piskopos Serafim (Skobelev) anısına ayin törenleri yapıldı. Bu ayinlerde Rus ve Bulgar Kiliseleri aynı piskopos için dua ettiler. Bulgaristan’da böyle bir tören uzun zamandan beri olmamıştı. Sofya semasını havai fişekler aydınlattı, askeri şeref nöbeti tutuldu. Öte yandan, Rusya’da ise Bulgar halkına karşı devamlı şiddetlenen bir antiHıristiyan dalgası var. Bulgaristan’a karşı olan ve Amerika’dan gelen tüm söylentileri neden yayıyoruz? 2016 Martında bir haber kapısı olan “The Bulgarian Times”, Bulgar idarecilerinin Osmanlı esaretinden kurtuluş törenlerine, resmi davetiye göndermeden, Türkiye Cumhurbaşkanı R. Tayip Erdoğan’ı da davet ettiği haberini yaydı. Haberde kaydedildiğine göre, böyle bir davetiyede bulunulmasına bir neden Türkiye ile ilişkilerde yakınlaşma kaydedilmesi olarak gösterilmiş olsa da, ana nedenin 1877–1878 savaşında Rus askerinden fazla Türk askerin can feda etmiş olmasına dikkat çekildi.


Makale ve Analizler - 2016

41

Hemen ardından Bulgaristan Dışişleri Bakanlığı temsilcisi Joteva bu haberi yalanladı. Temsilci, anma törenlerine yalnız diplomatik temsilcilerin davet edildiğini, yabancı devlet ve hükümet temsilcisi katılmadığını söyledi ve şunları ekledi: “Biz 138. yıldönümünü anıyoruz, 140. yıl dönümünde dünya devletleri liderlerini davet edeceğiz, bu anma törenleri sade olacak, bu nedenle de ancak diplomatik erkân temsilcileri davet edildiler.” Dışişleri Bakanlığı düzeltmesine rağmen, bu haber Rusya’da her gün kendilerini okşayarak gönül almaları gereken kardeşlerine hainlik eden “yabanlar” şeklinde fışkırdı. Şunu anlamamızın zamanı gelmiştir. Biz olaylara böyle yaklaşmakla, bize karşı ebedi düşmanlık yemini etmiş Washington ve Londralı “dostlarımızın” planlarını gerçekleştirmiş oluyoruz. NOT: Sayın okurlar biz BG-SAM grubu olarak, Rus basınından bu yazıyı özel olarak seçtik. Yazı değişik yorumlara neden oldu. Bizim için önemli olan bu yazıda Bulgaristan Türk Müslümanlarından, göçlerden, totalitarizmden, verdiğimiz kurbanlardan tek söz edilmemesidir. Biz ancak Rus istihbaratının gizli planlarında ve Ahmet Doğan eliyle kurulan tuzaklarda varız. Bu yazı 138 yıldan beri Rusya’nın gözünün Balkanlarda, Baklaların göbeğindeki “küçük” ülke Bulgaristan’da olduğunu kanıtlıyor. 17 Aralık 2015 HÖH - DPS saray darbesi ve partimizin param parça edilmesi bu komploların eseridir. Doğan’ın saray masraflarını Moskova istihbaratının karşıladığına bugün artık her defasından daha fazla inanıyorum. Bulgaristan’ı oligarşi elit eliyle idare ettiklerini de kendileri yazmışlar. Okuduğunuz için teşekkür ederim.

Herkes Medeniyet Yaratamaz

Osman Bülbül-27.Haziran.2016

Konu: Subaşında düşündüklerim. Yaşlı başlı Viyana’da neler geçiyor aklımdan bir bilseniz. Hafta sonunda “Boden See” gölüne gittim. Yeşil kamışlardan örülmüş çelengi içinde gök mavisi kocaman bir göl! Suya bakarken kafam şuna takıldı: Su, karanın ortasına sanki boylu boyunca yatmış. Irmak almıyor. Dolmuyor. Yaz kış


42

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

kendiliğinden dopdolu. Dev Avrupa nehirlerinden birkaçına kaynak... Akıp denizleri dolduruyor da, kendisi hep aynı... Ren nehrinin kollarından birinin gölden çıktığı noktadayım. Uğultusuz bir doğuş! Irmak usulca hayat yoluna koyuluyor. Muhteşem bir sahne! Bizim memlekette su pompalarından bin adet birden çalışsa, dolduramaz bu büyük nehir yatağını. Su gölden kaçtığını belli ettirmiyor. Gizlice özgürlüğüne kavuşuyor. Bin bir bitkiye hayat verecek, sevincini gizliyor. Göl ana, nehir de yavrusu desek, birbirinden ayrılırken ağlaşmaları gerekmez mi! Yoksa göl, ırmaklar ve denizler bir bütün mü? Uzun uzun balıklar yola çıkan damlaları uğurluyor. Büyük göl sonsuz bir hayat kaynağı! Nehirse hayatın taşıyıcısı! Dalgalar nilüferleri oynatırken okşuyor. Etraf çiçek çiçek... Koncalar sırada! Kokulardan mest olmuş arılar nazlı. Tozlaşıp kardeşleşmeye çırpınan hayat vızıltı bekliyor. Napolyon askeriyle bu diyara ilk ayak bastığında kışmış. Bembeyaz kar. Göl buz altında... Nehir akıyor. Su asla azalmıyor. Bonopard durmuş subaşına ve: “Ben böyle bir güzellik görmedim!” demiş. Avrupa çoraklığından toprak, toprağından bereket teknesi yapabilen eğer suysa, anası burasıdır. Balıklar bana bakıyor. Şaşkınlığımın farkındalar. Suyun üstü kayık, kayıklarsa sevgili dolu. Yeni olanın doğmasından önce sevgi gerek. Burada toprak suyu su da toprağı sevmiş de göl olmuş. İşi içine sığmayan büyüklük, bütün Avrupa’yı işgal etmiş. Tuna da durmadan akıyor. Bu bitmeyen akış o kadar cömert ki, kökleri su alan bitki ve ağaçlar sayısız. Kanatlarında sevgi taşıyan kuşlar bu sudan içiyor. Avrupa Avrupa olalı bu böyledir. Tüm güzellikler gibi suyun da sesi ve rengi var. Tonları merak edenler akıntının önündeki Şafhausen Şelalesine uğruyorlar. Dalgalar pamuk beyaz. Kayalara çarpan dalgaların duşunda ıslanmak güzel! Uğultu şarkısı mutluluk veriyor. Yüze vuran damlalar da öyle! Hiçbir yere sığmayacak kadar bol su var burada. Tanecikler kardeşleriyle el ele, ortak yolda... Bu duyguları Ohri Gölünde de yaşamıştım. Doğa öğeleri aralarında anlaşmış. Basınç sabit. İnip çıkmıyor. Burada uyuyan geçmişi unutuyor. Yaşlılarsa kendilerini çocuk gibi hissediyor. Sevdalanmak tehlikeli, çünkü saat aşırı dalgalanmayan sevda sevdadan sayılmaz. Telefonda eşime “ben senin sitemini bile özledim” dedim. İşin farkına vardı. Gül koparan dikenine katlanır. Birden sustu. Her şeyin birbirine benzediği ortamda doğum olmaz, dediklerini hatırladım. Güzelliklere boğulmuş uyumluluğun izleri düz. Anılar da öyle. İnsan hatı-


Makale ve Analizler - 2016

43

raları yönetemiyor. Onlardan ancak notsalcı doğuyor. Geçmişten olan ve yaşamak isteyen yalnız özlem! Hayat ırmak boylarında başlar ve gelişir. Kültür oluşur. Kültürden de medeniyet doğar. Dünyada 33 medeniyete beşik olan toprak Anadolu’dur. Avrupa’da esen yeller büyük doğuşların esintisidir. Avrupa ismini bile Yakın Doğulu bir güzelin isminden almıştır. Din, Kültür ve Hukuk kökleri de Anadolu’dadır. Bu işte, Türklerin rolü belirgindir. Medeniyetimizle herkesin birbirine kastettiği topraklarda barış, hoşgörü ve kardeşlik ilişkileri serpilip açmıştır. Nehirlerin, göllerin beşiği olduğu gibi, medeniyetlerin de kökleri, ataları, yaratıcı aydınları vardır. Aydınlar çağların karanlığı içinde yanar. Onlar karanlıktan aydınlık yaratanlardır. Dillerin ve dinlerin beşiği olan Anadolu insan topluluklarını masallardan efsanelere sözlüden yazılı tarihe taşımıştır. B,z tarihi olan bir milletiz. Masallar, efsaneler, bilginler, aksakallar bizi anlatır. Soframızda iftar açan bizi unutamaz. Yakın geçmişte Türklüğe biraz tepeden bakan kendini beğenmiş biriyle beraber oldum. “Türk, Türk deyip durma! Osmanlıdan şu Mimar Sinan’ı çekip çıkarsak, içinde ne kalır!” dedi. Şaştım kaldı. Balıkçı serpmesi geldi aklıma. Hani şu çaylara, nehirlere, göllere, hatta denize attıklarımızdan ve sudan çekilişi... Mimar Sinan’ın Osmanlı’dan çıkarılması... Mümkün değil. 3 - 5 bin camii, mescit, medrese, okul, köprü hamam vb bir anda ağa takılmış, toplumun özünden sökülmek isteniyor. Bulgaristan’da bu hainlik 138 yıldan beri devam ediyor ama başa çıkamıyorlar. İslam medeniyetinin yüksek mimar ve kültür eserlerini kaybetmiş memleketimi hayal etmek istemiyorum. Osmanlı ana abidelerini Balkanlara dikmiştir. En derin izleri de orada kalmıştır. Bak sen neler geçiyor akıllarından, dedim. Yutkundum. “Boden See”yi, Tuna, Ren, Elbe, Sena, Sava, Po gibi büyük nehirleri Avrupa haritasından çıkarsak, hayat ölür. Su hayat demektir. Denge bozulursa, her şey çöpe... Medeniyetlerin yok oluşunu düşünmedim. Yok olan her şeyin hatırası da yok olur. Eski Mısırda bin piramit varmış. Birkaç tanesi bugün de ayakta. O medeniyetin de bilginleri varmış. Bugün ben, zekâsıyla insanları büyüleyen 5 tarihsel kişinin ismini söyleyecek durumda değilim. Kitapların anası masal kitaplardır. Masallar olmasa atasözleri de olmazdı. İlk masal kitabını Atinalı feylesof Dimitrios Faliareas (M.Ö. 345 - 280) tarafından derlemiş. O, İskenderiye Kütüphanesi müdürüymüş. Matbaada basılan ilk masal eseri 1479’da Milano’da okura ulaşmış. Bütün tarihin inci masallarını elden geçiren Fransız Jean de La Fontaine (1621 - 1695) iki kitap çıkardığında, sanki tüm Avrupa değişti. 30 yıl savaşının, 100 yıl savaşının, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının ve hatta bugünkü


44

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Yakın Doğu katliamının bir de masalları öldürmek için yapıldığını düşündüğüm oluyor. Masalları yok edenler tarihi yok etmiş olur. Masallar yaşadıkça zekâ her zaman üstün gelir, ölümle kavgayı hayat kazanır. Yani kaynaklar dolar, ırmaklar akar ve çiçekler açar, arılar vızıldar. Hayatın tarihi öyle bir şey ki, Mimar Sinan’ı Osmanlı’dan balık ağıyla çeker gibi çıkarıp derin dondurucuya koymak mümkün değildir. Bunu isteyen bizim düşmanlarımızdır. Dilimizi ve dinimizi, kültür ve medeniyetimizi yasaklayanlar da bunu yapmak istiyorlar. Hayatta kalan her şey yaşam savaşımı veriyor. Gördüğüm büyük ırmak gibi akıyor hayat. İşte Edirne’de Selimiye! Kubbesinde Pisagor teorisi. Binlerce piramitten önce doğan bir kuram, günümüz İstanbul gökdelenlerinde yaşıyor. Aydınlığı, Ramzes Çağı’ndan çalan Batılı “masonlar”, ufku karanlıkta tuttu. Parlaklığı karanlığı yenen aydınlık bugün bizimle... Napolyon, Hitler ve daha niceleri “Boden See” gölünü isteseler de kurutamamışlar. Ren, Elbe ve Tuna’yı da ters akıtamamışlar. Balkanlarda Osmanlı ve İslam eserlerini yok etmeyi düşünenler de tarihin akışını durduramadılar. “Kadim ve çağdaş medeniyetlerin, uluslar arası hoşgörünün merkezi Anadolu” Bu tarihsel gerçeği değiştirmek mümkün olabilir mi!? Şimdi Mimar Sinan’a göz dikmişler. Ya dünyada en zengin dillerden biri olan Türkçemizin atası Yonus Emre, ya dinsel hoşgörü atası Hacı Bektaşi Veli, ya tasavvuf felsefesini hoşgörü ve ahenge dayandıran, geçen yüzyıl Amerika’da en fazla okunan, bin yılın düşünürü Mevlana Celaleddin Rumi ne olacak! Onları Türk tarihinde söküp atmak mümkün olabilir mi? Türk medeniyeti ile başlamadan diğer uygarlıkları anlatabilmek olası olabilir mi? Anadolu’da doğup yaşayan 33 medeniyetin ana damarlarını da sökmek isteyenler var mıdır? Biz olmadan tarih süzülemez ve incilerinden yeni taç yapılamaz. Her medeniyet bir hayat denizidir. Yukarıda anlattığım gölün nehirlere taşıp kıtaya hayat taşıdığı gibi bir şey. Yamama göl ya da deniz olmadığı gibi, yamama medeniyet de olmaz, Olsa kendini bitirir. Tarih kurnazlar medeniyeti tanımaz. Onun dibinden günümüze yıpranmadan gelebilen masallar bunu kanıtlar. İşte biri: *** Kediyle Tavuklar Kedinin biri komşu çiftlikte tavukların hasta olduklarını duymuş, doktor kıyafeti giyerek ziyaretlerine gitmiş. Çiftliğin girişinde tavuklara hal hatır sormuş. “İyiyiz” diye cevap vermiş tavuklar. “Hatta sen buralardan uzaklaşırsan, daha iyi olacağız.” ***


Makale ve Analizler - 2016

45

Hayat işte bu kadar duru! Medeniyetlerin getirdiği yeniliklerin adı, sözü, dili var. Şu mübarek Ramazan günlerinde Bursa Balkan Göçmenleri Derneği (BAL-Göç) 5 bin kişilik açık alan iftarı verdi. Ardından bin kişilik Kırcaali İftarı geldi. Allah kabul etsin! Eskiden böyle değildi. Şimdi iftarlar biraz iç dökme, hatırlatma ve dinleyen bulunca ima etme sofrasına dönüştü. Konuk dernek başkanı Yüksel Bey selamlamadan sonra “sponsor” dedi. Vurgu yaptı. Belki de iftar yemeğinin kimsede bir beklenti uyandırmaması gerektiğini, Allah adına hayır işi olduğunu unutmuştu. Minnet dilimizle bezenmiş, temiz Türkçemize iliştirilen bu İngilizce sözcük şekerpareye tuz ekmek gibi oldu. Hayırsever kardeşlerimizin hayırseverliğine gölge düştü. Ramazan boyu 20 - 30 iftarda mikrofon kapıp konuşan “başkanlar” bir fikir izlemiyor. Konuşuyorlar. Hani Ren’in Orta Avrupa’dan Kuzey Denizine ya da Tuna’nın Kara Deniz’e kadar aktığı gibi. Yüksel Beyin bir de uzunca söyleşisi var, izlenim şu: Sanki Bal-Göç bir kuru temizlikçi. Balkanlardan gelenleri önce ıslatıp sonra güzel sabunluyor. Saçlar kırkılıp kir pas alındıktan sonra kurutup ütülenerek hayata salınıyorlar. Kör yolun yönü olmaz. Lütfi Mestan da konuşuyor. Türklüğümüze karşı son saldırı olan, Bulgar meclisinin bürgü yasağından yakındı. Hangi zaruret sonucu bilmem ama bu günlere ulaşmak ona zor gelmiş olabilir. İnsanlarımızın arasına karıştı. Unuttuğu kokuları kokluyor. Unuttuğu gözlere bakıyor. Nasırlı eller sıkıyor. Anasından öğrendiği kelimelerle konuşmaya gayret ediyor. Ne üniversitelerde öğrendiklerinden, ne danışman Yahudilerin 18 yıl yazıp çizdiklerinden şu bizim hak ve özgürlükler davamıza yani kutsallığımıza ne temel taşı ne de harç olamayacağını anlamış gibi bir haller alıyor. Eskiden bir ara “Herkes kendi karısına baksın!” diyordu. Bakıyorum da, insanın anası ölünce başörtüsü bile kıymetli oluyor. Bunlara daha el öpmeyi, ninnileri, masallarımızı, efsanelerimizi, öz kaynaklarımızı, kültürümüzü, medeniyetimizi eklemeliyiz. Biz eli öpülesi, aşı yenir bir halkın evlatlarıyız. Hani şimdi “nato, nato, nato” diye tutturmuşsunuz. Üzerine bastığımız, tozunu yuttuğumuz şu memleket toprağında yakın geçmişte 300 sene savaş olmadığını unutmayınız. Atalarımızın yarattığı medeniyet tam budur... NATO medeniyet yaratamaz! İhanet eden uygarlık yaratamaz... Yaratsa da tutmaz. İftar esnasında camdan bakınca dikkatinizi çekmiştir. Hani o öve öve bitiremedikleri “Su Aynası” kupkuru kurumuş. Yaptıkları her iş böyle! Suni medeniyet yaratılamaz. Yalanla gemi yürümez... Sayın Mestan, yol teptim, kendi biletimi kendim aldım, otelimi, yemeğimi kendim ödedim, kurultayına geldim. Konuşmanı alkışladım. Başlanan ve şu gün-


46

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lerde kaydı da yapılacak olan şu particilik işi içinde bir kurt yeniği varsa, hemen söyleyiniz! Son 26 yılda siz mecliste saymadan köfte yutarken, biz hep savaştık ve çok yorulduk. Bu iş ya bitecek ya bitecek. İşin içinde iş varsa, gelin yolun başında duralım. Siyaset nehir gibidir akarken durdurulamaz. Yukarıda anlattığım o büyük gölden çıkan ve bir daha asla geri dönmeyen nehir gibi tertemiz özümüz var. Yıllardır ondan çıkarılmak istenen Türk kimliğimizdir. İftar sandalyeden kaldırıp omzuna el attığın yengemizin başörtüsü bizim özümüzden bir kıymıktır. Kendin dedin. Bir kıymık daha koparıldı. Bu işin geri dönüşü yok. Yok oluyoruz. Sen iftar sofrasında teşekkür konuşması yaparken, bizzat senin yıllar önce tayin ettiğin Kırcaali Belediye Başkanı Hasan Aziz “çocuklarımız anaokulundan başlayarak her gün domuz eti yiyecek!” diyor. Gerçekten parti başkanı olmaya soyunuyorsanız, bu davayı omuzlarında taşımaya hazırsanız, mutlaka ve kesinlikle Bulgaristan Müslüman Türklerini ilgilendiren her konuda, iftarda, yolda, namazda, tatilde, hatta en derin uykunda münasebet almak zorundasın... Telefon kaldırmamak yok. Bu işin ötesi berisi, gerisi ilerisi yoktur. Halkın hesaplaşması ağır olur. Ya bu davarları güdersiniz, ya bu diyardan gidersiniz. Göl olan biziz, gerekirse yeni nehirler akıtırız! İftara katılmakla ya da iftarda kimse adam olmamış arınmamıştır. “Nerde kalabalık orada bokluk!” bizim atasözümüzdür. Biz sirkesi keskin Türkiyelilerin her âdetine tıpı tıpına uymak zorunda değiliz. Hayatın süzgeci halkımızın vicdan ve şuurudur. Yeri gelmişten milletvekili Şabanali beye de dört sözümüz var. Sönmüş mum, kendiliğinden yanmaz! DOST’un kaydı 2 hafta içinde yapılacakmış, kutluyoruz. Avrupa’nın en büyük siyasi ırmakları gibi akmamız en samimi temennimdir. *** HÖH partisi kendi mezarını kendi kazarken, bu konularda yine Kırcaali milletvekillerinden Tuncer Kırcaliev de “Trud” gazetesinde bir yazı yaşmış, “ben sana top verirsem ve sen de bana topu geri çevirirsen” paslaşmış oluruz diyor. Son 26 yıl sizinle oyun oynanmayacağını ve ortaklık da yapılamayacağını kanıtladı. Gidip saraydaki köpeklere yemek verebilirsiniz. İsterseniz Ateistler ve Viskiciler partisi kurabilirsiniz. Ayaşlar medeniyeti olduğunu işitmedim. *** Viyana’ya döndüm. Bulgaristan’a bahar geleceğine inanıyorum.


Makale ve Analizler - 2016

47

Bulgaristan Türk Öğretmenler Birliği - 2

Murat Ulutürk-28.Haziran.2016

17.07.1906 tarihinde Şumnuda Muallimini İslamiye Cemiyet-ı İttihadiyesi ilk Kongresini yaptı. Kongreye az katılımının sebebi o zamanları Bulgaristanda hafiyelik ve kendi menfaatlerini düşünen kişilerin çalışmaları Bulgaristan Türkleri arasında Abdulhamit yanlısı ve karşıtı diye ikiye bölmeleridir. Hatta bu kongre Jon Türk hareketi olarak nitelendirildi. Kongrenin Gündemi: 1. Derneğin Türzüğü; 2. İçtüzük; 3. Öğretmenlerin himayesi; Mesleğin gelişmesi... 1908 yılında Türkiye’de 2.Meşrutiyet’in ilan edilmesinden sonra Bulgaristan Türk Öğretmenler Birliği’nin çalışmaları yoğunlaştı. Birlik 1908’de Varna’da 2. Kongresini düzenledi. Ondan sonra ki her yıl ayrı bir kentte bu kongreler birbirini izledi. Bu kongrelerde Bulgaristan’da Türklerin eğitim sorunları ele alındı. Ders programlarının birleştirilmesi, okul kitaplarının hazırlanması, kitapların içeriği, öğretmenlik mesleğinin çeşitli sorunları, yönetmelikler, tüzükler vs. gibi çeşitli konular ele alındı. Birlik gitgide gelişti. 1906 Şumnu’da başlayarak 1907 Rusçuk, 1908 Varna, 1909 Silistre, 1910 Pravadi,1911 Şumnu,1912 Eski Cuma, 1914 Filibe, 1915 Razgrad, 1919 Eski Zağra, 1920 Plevne, 1921 Kazanlık, 1922 Sviştof, 1923 Siliven, 1924 Osman Pazarı, 1925 Niğbolu, 1926 Vidin, 1927 Filibe, 1928 Lom, 1929 Şumen, 1930-31... 1932 Şumlu, 1933 Rusçuk Türk eğitim işlerinin Anavatan Türkiye’deki eğitimle Bulgaristan Türk eğitimi arasında paralellik ve beraberlik gibi önemli sorunlar Tük Öğretmenler Birliği’nin başlıca görevleri arasındaydı. Öğretmenler birliği, Bulgaristan’da ki Türk çocuklarına Türklük bilincini, milliyetçilik ruhunu anavatan Türkiye’ye bağlılık duygusunu aşılamak bakımından tarihi bir görev yapmıştır. 1928 yılında adını Türk Müalimler Cemiyeti olarak değiştiren bu birlik 2. Meşrutiyet Dönemin’de bütün Bulgaristan düzeyinde örgütlendi. Türklerin yoğun olarak yaşadığı kent ve kasabalarda “Şubeler” oluşturdu. 1921 yılında Terbiye Ocağı adında bir dergi çıkarmaya başlamıştı. Daha sonra bunun adına Mualimler Mecmuası olarak değiştirildi. Dernek her kongrede çeşitli meseleleri tartışır, konuşur, çözüm yolları aranırdı. Yedinci1912 de Eskicumada yapılan kongrede bir öğretmenimizin konuş-


48

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ması çok önemli: “Bir insan bulunduğu memleketin, mensup olduğu cemiyetin tarihini bilmek farzdır. Zannederim ki bunda hepimiz müttefikiz. Pekâlâ, biz Bulgaristan Türkleri tarihimizi biliyor muyuz? Mazimizi tanıyr muyuz? .... Demek isterim ki, Biz mualimler bulunduğumuz yerlerin coğrafya, topografyasına, jeolojisine dair malumatını bilsek, incelemede bulunsak, eski masallarımızı toplasak, adetleri öğrensek pek çok yeni malumat elde etmiş oluruz zannederim. Türk soyundan gelmiş olan Macarlar, bir tarihte, memleketimizde müsafiretten bulunmuşlardır. Bizim nekadar türkümüz, masallarımız varsa hapsini topladılar, birçok mecmualar yapmışlar. Maalesef, bizi birçok tarihi türkülerimizi unuttuk yahut unutacağız. Ya bu vatanın yetiştirdiği büyük adamlar, bunları biliyormusunuz? Burada birçok hayır eserlerinin pek çokları, bizim benimsemememiz yüzünden mahvolup gitti, bir takımları da mahvolacaktır. Eğer şimdiden bunları tarihsayfalarına tespit etmesek, emin olunuz ki, bizden sonra gelecekler, ecdadımız, evet, o şanlı ecdadımız hakkında pek fena sui-zanda bulunacaklar.” Türkiye’de Cumhuriyetin kurulması ve Atatürk Devrimlerinin gerçekleşmesi üzerine Bulgaristan’da Türk çocukları rahat bir nefes aldı. Türk çocuklarının eğitimi çağdaş düzeye yükselmesi için Birlik canla başla çalıştı. Bulgaristan makamlarının bütün engellerine rağmen, Atatürkçü bir Türk Gençliği yetiştirdi. Yeni Türkiye’de atılımı adım adım izledi. Öğretmenler Birliği 19.Kongresini Lon’da yaptı. Bu kongrede Türkiye ile birlikte Bulgaristanda da yeni Türk harfleriyle eğitime başlanması karlaştırıldı ve uygulamaya konuldu. Bulgaristanda Türk okullarında 1928 - 29 ders yılında yeni Türk harfleriyle öğretime geçmiştir. Türk öğretmenler birliği Bulgaristan Türk okulları için ders kitapları hazırlanmasına ve bastırılmasına öncülük etti. Özellikle 1924 ten sonra 10 yıllık dönemde kitap basımı yoğunlaştı. Kitapların hepsini bu derneğin çalışkan üyeleri olan seçkin öğretmenlerce hazırlandı. Bu kitaplarda ulusal duygularla donatılmıştır. 1906’da kurulan ve 1933’te Rusçuk (Ruse) son kongresini yapan dernek üyeleri; Türklüğe, Türk kültürüne çok ağır şartlar altında hizmet etmişlerdir. Kongrelerle dertlerini dile getirdiler, çarearadılar ve samimidiler. Bu kongreleri ayrı bölgelerde yapmaları çok isabetli olmuştur. Her bölgede Kongreler birer miting haline dönüşmüştür. O bölgenin halkı gelen misafirleri, Türk misafirperliğine has çömertlikle, güler yüzlerle karşılar ve konuklar. Bulgaristanda Türk Mualimler Birlği, Türk halkına çok büyük hizmet vermiştir, orada Türklüğü yaşatmıştır. Bu hizmet kutsaldır, unutulmamalıdır. Derneğin çıkardığı dergiler; Terbiye Ocağı, Mualimler Mecmuasıdır.


Makale ve Analizler - 2016

49

Çeyrek yüzyılı aşkın çalışmaları boyunca bu birlik, Bulgaristan Türk eğitimine damgasını vudu ve oldukça kalıcı izler bıraktı ve tarihe karıştı. Yine onların şarkıları Bulgaristanda Türk çocuklarına yıllar yılı söylendi. Bulgaristanda Türk çocuklarına kömünist yönetimin ilk yıllarına kadar bu şarkılar, şiirler hep söylendi. Bu günkü Bulgaristanda şuursuz durumun nedeni işte buradan başlıyor. Bu okullar kapatıldıktan sonra Türk çocukları şuursuz yetişiti ve bu günkü durumumuz ortada... Dernek için Muharrem Yumuk, bir marş yazmış ki, bu 1925 te Mualimler Mecmuasının 10.sayısında yayınlanmıştır. Bizlerde BULTÜRK Gazetesi olarak değerli hocamızın şiirinin giriş kısmını gazetemizin girişinde kullanmaktayız. Hocamıza Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyoruz. İşte söz uçar, yazı kalır dedikleri bu olmalı, hiç görmedik kendilerini fakat bu gün bunları yaşatabiliyoruz ne mutlu bizlere. Marş Bilgi Ordusu bizim ordumuz, Bilip öğretmek büyük borcumuz, İsteriz biz: cehl kalksın oradan, Bilgi ocağı olsun yurdumuz Bilgi yazıldı Bayrağımıza, Evremize ocağımıza, Düşman ayağı basmasın artık, Toprağımıza bucağımıza Cehilden başkaca düşmanımız yok, Dilden başkaca lisanımız yok, Dil ile ili sevmeyenlere, Gönül gözüyle bakanımız yok.


50

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bulgaristan’da Mafya Dönemi Bitmedi

Ünal Gazi-28.Haziran.2016

Alman gazeteci Schtir gözüyle Bulgaristan Bulgaristan’da halkı baskı ve terör altında inleten dönem asla bitmedi. Başbakan Boyko Borisov fazla halkçı (popülist) idare ediyor. Hükümeti ise hukuk devletinin ilkesel devamcısı olmadığını her fırsatta gösteriyor. Bulgaristan’ı çok iyi tanıdığı bilinen, Alman Gazeteci Frank Schtir bu sözleri “Dueutsche Welle” radyosunda söyledi. Gözde kumsal “Slançev Bryag” (Güneşli Sahil) gece kulüplerinden birinde 40 kişi arasında gerçekleşen silahlı çatışmadan sonra Bulgaristan örgütlü katliamların “altın” yıllarına yani 90’lara mı dönüyor, sorusuna gazeteci Schtir şu cevabı verdi: “Birkaç hafta önce azmettiriciler bir haftada 2 kişi öldürtüyordu. Silahlar patlamaya başlayınca, herkesin o eski dehşet saçan zamanlara mı dönülüyor sorusunu sormaya başlaması çok doğaldır.” “Benim görüşüme göre baskı ve terörle eziyet edilen o dönem aslında hiç kapanmadı. Şu da doğrudur ki, o zamanlara kıyasla ya da 2003 - 2004 yıllarına göre, o zaman cinayetler en yoğun olduğu dönemdi, şimdi biraz huzur vardı dersek yanlış olmaz.” Alman gazeteci şöyle konuştu: “Mityö Oçite (Büyük Gözlü Mityo) olayını ele alalım. Bu adamın birkaç yıl hapiste kaldıktan sonra, eski pis işlerine hiç engellenmeden ve rahatsız bile edilmeden dönmesi normal sayılabilir mi? Bir defa bu olay Bulgaristan’da hukuk sisteminin iyi çalışmadığına kanıttır. Bulgar haber araçları, birinin uyuşturucu sattığını, başka birinin fahişe sattığını, üçüncü birinin kaçak ticaret yaptığını ve buna benzer suç teşkil eden haberlerle dolu. Bu suçlu kişiler arasında yargılanmış olan var mı diye baktığımızda, böylesi yok. Benim için bu gidişin tek anlamı var, sorgulama ve yargı sistemi çökmüştür. “Bulgar yönetimi bütünüyle mi çökmüştür?” sorusuna Alman gazeteci Schtir şu yanıtı verdi: “Boyko Borisov’un yaptıklarının hepsinin doğru olduğunu söylemem zor olur. Aynı zamanda, kabinedeki gerginliği de dikkate aldığımızda, iktidar partisi GERB’in reytingi ana muhalefet partisi BSP’den 2 defa daha yüksek. Reytingi bir kıstas olarak ele alırsak, beklide Borisov’un yaptıklarının hepsinin doğru olduğumuz söylemek gerekirdi. Fakat ben böyle düşünmüyorum. Kanıma göre Borisov oldukça popülist yönetiyor, onun hükümeti ise hukuka dayanan devletçiliği ilkelere bağlı idare etmiyor. Bunui


Makale ve Analizler - 2016

51

Borisov’un bir sözüne bakarak, devlet ihalelerinin durdurulması gösterdi Ben, bir ihale sözleşmesinin doğru mu yoksa hileli mi imzalandığını denetlemenin bir Başbakanın işi olmadığı görüşündeyim. Bunlar, hukuk devleti ilkelerine uyulmadığını kanıtlayan delillerdir. Üstelik Bulgaristan’da hukuku uygulayan organlar işlerine gerçekten bakmış olsalardı, Banka soyan Tzvetan Vasilev’ın artık suçunun açıklanmış, geri getirilmiş ve cezalandırılmış olması gerekirdi. Bu kişinin Bulgaristan’a geri getirilmesinin ne kadar yavaş ve zorluklarla adım attığını düşündükçe, Vasilev’e karşı yürütülecek bir davada iktidarda bulunanlardan bazıları kendi isimlerinin de açıklanmasından korktukları akla yakın geliyor. Şahsen ben Bulgar Ticaret ve Kooperatif Bankası (KTB) ile ilgili gerçeklerin bir gün tamamen açıklanacağına inanmıyorum. Siz bana son yıllarda buna benzer olan ve sonuna kadar açıklanmış bir dolandırıcılık olayının söküldüğünü gösterebilir misiniz? “Borisov’un en büyük çabalarından biri meclis çoğunluğunu koruyabilmektir. Çevirdiği işlere meclis çoğunluğu sağlayamazsa, erken genel seçim kapısı hemen açılır. İktidar partisi içindeki sorunlar sakinleştirilemezse, erken seçimler yakındır.” Bir de şu var: “Erken seçimlerden aynı sonuçlar alınırsa, bunların faydası ne olur?” Borisov hakkında şu görüşü de paylaşmak istiyorum: “İktidar partisi seçmenlerden en fazla destek alacağına inandığından dolayı Borisov, GERB partisinin yeni Cumhurbaşkanı çıkarabileceğine inanıyor. Ben daha küçük partilerin gösterdikleri adayı halka kabul ettirebileceklerine inanmak istemiyorum. Bu bakıma, yeni Cumhurbaşkanı’nı GERB partisinin göstereceği ortadadır. Şu dönemde 10 isim üzerinde duruluyor, fakat ben somut bir isime işaret ederek düşüntülü davranmak istemiyorum.” Sayın Schtir, Birleşmiş Milletler Teşkilatı Genel Sekreterliğine Bulgar aday İrina Bokova hakkında bir şeyler söyleyebilir misiniz? “Bu BMT üyelerinin yapacağı bir seçimdir. Onların Bulgar aday hakkında ne düşündüklerini söyleyemem. Bulgar Avrupa Bşrliği Komiseri Bayan Georgieva’nın adaylı üstüne de bir şey paylaşamam. Bunların hepsi seçim hesaplarına dayanır, bu konuda yorumda bulunmak istemiyorum.” Kaynak: BGNEC


52

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Türkiye Cumhuriyeti Dönemi

Murat Ulutürk-29.Haziran.2016

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal AtatürkTürkiye, resmî adıyla Türkiye Cumhuriyeti, başkenti Ankara olan ve Eski Dünya karaları denilen Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının birbirine en çok yaklaştığı noktada bulunan ülkedir. Ülke topraklarının bir bölümü Anadolu Yarımadası’nda, bir bölümü ise Balkan Yarımadası’nın uzantısı olan Trakya’da bulunur. Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Dünya Savaşı sonunda yenilmesinden sonra, Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine kurulan ardıl devletler içinde tek bağımsız devlet olarak devletin Türk nüfus çoğunluğuna sahip toprakları üzerinde Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki halkın büyük mücadelesi ile kurulmuştur. Arnold Joseph Toynbee gibi bazı tarihçiler ise Türkiye’nin (başlıca ardıl olmak bir yana) tek ardıl devlet sayılması gerektiğini savunurlar. 29 Ekim 1923 tarihinde cumhuriyeti ilan eden Türkiye Büyük Millet Meclisi, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurucu iradesinin sahibi idi. Anadolu’yu Türk yurdu yapan Oğuz Boylarını iyi anlamamız gerekir. Hepimizin kökü buraya dayanır. İşte Anadolu’nun dört bir yanına dağılan boylarımız, atalarımız.. Oğuz boylarının Anadolu’daki son durumu / Günümüzdeki yerleşim yerleri

BOZOKLAR Gün - Han Oğulları 1- Kayı 2- Bayat 3- Alkaevli 4- Karaevli Ay - han Oğulları

5- Yazır 6- Döger 7- Dodurga 8- Yaparlı Yıldız - Han Oğulları 9- Avşar 10- Kızık


Makale ve Analizler - 2016 11- Beg-Dili 12- Karkın ÜÇ OKLAR Gök - Han Oğulları 13- Bayındır 14- Beçene 15- Çavuldur 16- Çebni

53

Dağ - Han Oğulları 17- Salur 18- Eymür 19- Ala-Yuntlı 20- Üregir Deniz - Han Oğulları 21- Yiğdir 22- Bügdüz 23- Yıva 24- Kınık

Türk Tarihinin Başlangıcı

Murat Ulutürk-29.Haziran.2016

Dünya üzerinde yaşayan insan topluluklarının milletleşme süreci onların avcı toplayıcılıktan çiftçi-çobancılığa geçilmesi ile başlar. Türkleri oluşturacak insan topluluklarının MÖ 6000’lerde koyun yetiştiriciliğine başladığı düşünülmektedir. Bu tarih atlı göçebe Türk kültürünün başlangıcı olarak kabul edilebilir. Bu değişiklikler ile ilk Türk kültürü olan Anav kültürü ortaya çıkmıştır. Türklerin atalarının MÖ 2500 ile MÖ 1700 yılları arasındaki Afanasiyevo kültürü ile başlayan ve MÖ 1700 ile MÖ 1200 yılları arasındaki Andronovo Kültürü ile devam eden dolikosefal mongolitlerle ortak yönleri bulunmayan Brakifesal ırka dayandığını savunurlar. Bu ırkın savaşçı ve göçebe kültüre sahip olduğu, MÖ 1700 yılları sonrasında kitleler halinde Altay Dağları ile Tanrı Dağları arasındaki bölgeye yayıldığı bilinmektedir. Bilinen ilk Türk topluluğu İskitlerdir Süvari tekniğini bulan, yani modern anlamda at binen ilk kavim Türklerdir. Çinliler de ata binmeyi


54

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

MÖ 3. yy.da Hunlardan öğrenmişlerdir. Önemli Türk boyları Kırgızlar En eski Türk kavimlerinden biri olan Kırgızlar, ilk başta Yenisey Irmağı çevresinde yaşıyorlardı. M.S.1. yüzyılda Asya Hun Devleti’ne bağlandılar ve Tanrı Dağları yönünde yerleştiler. Asya Hun devleti’nin yıkılışı üzerine IV. yüzyılda güçlü bir devlet kurdular. Göktürk Devleti kurulunca da ona bağlandılar. Göktürk Devleti’nin yıkılmasından sonra bir süre bağımsız yaşayan Kırgızlar, Uygur Devleti kurulunca bu yeni siyasi teşkilatın içine girdiler. Daha sonra tekrar bağımsızlıklarını ilan ettiler ve Uygur Devleti’ni yıktılar. Bu yeni Kırgız Devleti 80 yıl bağımsız yaşadı. Daha sonra beliren Hitaylar, Kırgızları kuzeydeki eski yurtlarına sürdüler. Kırgızlar daha sonra Karahanlılar Devleti’ne bağlandılar, ancak yarı bağımsız hayatlarını da sürdürdüler. XIII. yüzyılda beliren Moğol Devleti bütün Asya’nın kaderini değiştirdi. Pek çok devlet bağımsızlığını yitirdi. Kırgızlar da uzun bir süre siyasi varlıklarını kaybettiler. Sibirler Çok hareketli Türk kavimlerinden biri olan Sibirler, Balkaş Gölünün güneyinde yaşıyorlardı. V. yüzyıl ortalarında Ural Dağlarının güney doğusuna geldiler ve burada yaşayan başka bazı Türk kavimlarinin göç etmesine neden oldular. VI. yüzyılın başlarında Kafkas Dağlarının güneyine yerleştiler ve oradan da Anadolu’nun bazı bölgelerine çıktılar. Başka bir Türk devleti olan Avarlarla rekabet edemeyince VI. yüzyıl ortalarından itibaren güçlerini yitirdiler ve bir süre sonra Sasani Devleti’ne bağlandılar. Akhunlar Bir başka adı Eftalitler olan Akhunlar, büyük Hun kavminin bir parçasıdırlar. IV. yüzyıl ortalarında, bazı Hun boylarının, yaşadıkları Altay bölgesinden ayrılarak güney batıya doğru ilerlemesiyle Akhunlar, tarih sahnesine çıkmış oldu. Önlerine kattıkları diğer kavimleri batıya doğru süren Akhunlar, bugünkü Afganistan’a yerleştiler. Bir yandan da Hazar Denizi’nin doğu sahillerine ilerleyerek İran’la komşu oldular. Böylece büyük bir Türk devleti daha kurulmuş oldu. Orta Asya’nın batısında egemenlik kurmak için, İran’da yaşayan güçlü Sasanilerle büyük bir rekabetin içine girdiler. V. yüzyılın ortalarında bu rekabet, Akhunların kesin zaferi ile bitti. Öte yandan Hindistan’ın kuzey batısı da Akhunların egemenliğine girmişti.


Makale ve Analizler - 2016

55

VI. yüzyılın ilk yarısında bu baskılardan bunalan İranlılar, Akhunluların Orta Asya’daki egemenliğinden rahatsızlık duymaya başlayan Göktürk Devleti ile güç birliği yaptılar. VI. yüzyılın ikinci yarısının hemen başlarında, bu iki büyük ordunun arasında kalan Akhunlular yenilerek dağıldılar. Ardından bir kısım Akhunlar Hindistan’a yerleşirken, bir kısmı da Göktürk İmparatorluğu içinde yaşamlarını sürdürdüler. Akhun Devleti, Hunların siyasi bir varlık olarak ortaya çıktıkları son devlet olması açısından da önemlidir. Avarlar Asya Hun İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra Anayurdumuzda To - pa ve Avar (Cu - Cen)kavimleri bu siyasi boşluğu doldurmuşlardı. Her iki kavim de Türk’tü. 546 - 552 yılları arasında süren Göktürk - Avar mücadeleleri, Göktürk Devleti’nin kurulması, Avarların dağılması ile son bulmuştu. Bazı Sibir boylarını, yine onlar gibi Türk olan Onogurları ve hatta bazı Slav ve Macar topluluklarını da yanlarına alarak, on yıl süren bir göçten sonra Tuna Irmağının bugünkü Macaristan’dan geçen yörelerine yerleştiler. Böylece Bizans’la komşu oldular. VI. yüzyılın sonlarında Avar Devleti bütün Orta Avrupa’ya egemen olmuştu. Aynı tarihlerde ünlü Avar Kağanı Bayan Han, Balkanlara inip İstanbul önlerine kadar gelmişti. Bir yandan da İtalya’nın kuzeyine kadar etkilerini yayan Avarlar, bünyelerine Slavları, Batı Hunlarını ve başka bazı kavimleri de alarak büyük bir imparatorluk meydana getirdiler. VII. yüzyılın başlarında dünyanın en büyük güçlerinden biri olan bu imparatorluk, Sasanilerle işbirliği yaparak, ortak düşmanları olan Bizans’a karşı çarpıştı. Hatta her iki devletin orduları 626 yılında İstanbul’u kuşattılar. Bizanslılar, şehri bu saldırıdan büyük zorluklarla kurtardılar. Avarlar, bünyelerinde barındırdıkları ilkel kavimlere kendi kültürlerini de aşıladılar. Özellikle Slavlar toplum ve ordu düzenini Avarlardan öğrendiler. Giderek güçlenen Slavlar, artık yavaş yavaş Avar Devleti’ni sarsmaya başlamıştı. Öte yandan Batı Avrupa’daki Büyük Karl’ın (Şarlman) imparatorluğu ile de rekabete giren Avarlar, güçlerini yitirmeye başladılar. IX. yüzyılın başlarında da, özellikle Slavların etkisiyle Avar Devleti ortadan kalkmış oldu. Son Avar kağanlarından Tudun Han Hıristiyanlığı kabul etmek zorunda kaldı. Avarlar Avrupa’nın çeşitli bölgelerine dağıldılar, güçlü topluluklar olarak burada yaşamlarını sürdürdüler ve sonunda oralardaki halklarla kaynaştılar.


56

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Hazarlar Hazar Türkleri, Göktürk Devleti’nin en batı ucunda yaşıyorlardı. Hazarlar yavaş yavaş batıya doğru ilerleyip Hazar Denizi’nin tam kuzeyindeki geniş bölgede, VII. yüzyıl başlarında devletlerini kurdular. Hazarlar eski Türk dinlerini bir süre sonra bırakarak Museviliği kabul ettiler. Yahudiler bir yana, kitle halinde, Musevi olan bir başka kavim Hazarlar dışında mevcut değildir. Ama bir süre sonra Hazarlar arasında Hıristiyanlık da yayılmaya başladı. Devletin sonlarına doğru artık Müslümanlık da Hazarlar içinde yeşermeye başlamıştı. Bu çok dinlilik, oldukça hoşgörülü olan Hazar Türklerini hiç etkilememişti. Öyleki; Devletin yedi tane yargıcı vardı. İkisi Musevilerin, ikisi Hıristiyanların, ikisi Müslümanların ve kalan biride diğer dinlere mensup olanların davalarına bakarlardı. Hazarlar birçok bölgeye medeniyet götürmüşlerdir. Bugünkü Güney Rusya’yı imar edenler Hazar Türkleridir. Günümüzdeki birçok Rus şehri, mesela Kief, Hazarlar tarafından kurulmuştur. Tıpkı Avarlar gibi Hazarlar da medeniyet getirdikleri kavimlerin kurbanı oldular. X. yüzyılın ikinci yarısında güçlenen Slav Knezleri (şefleri) Hazar Devleti’ni yavaş yavaş eritmeye başladılar. Yüzyılın sonunda Devlet tamamen ortadan kalktı. Hazar Türkleri de diğer Türk kavimleri ve Slavlar ile kaynaştılar. Bulgarlar Bugün yalnızca Bulgaristan’da yaşayan bir Slav halkı olarak bilinen Bulgarların aslı, tam anlamıyla Türk’tür. Bulgar adı dahi Türkçedir ve’ bulamak’,’ bulgalamak’ (yani karışmak) kelimelerinden türemiştir. Bulgarlar, Hun boyları ile karışan bir başka Türk boyu Ogurlar’ ın soyundan gelmişlerdir. Büyük Asya Hun İmparatorluğu içinde bulunan Ogurlar IV. yüzyılda Hazar Denizi’nin kıyısına, İdil (Volga) havzasına aktılar. Orada Batı Hun Devleti’nin çözülmesinden gelen boylarla birleşerek’ Bulgar’ Türk kavmini oluşturdular. İdil (Volga) Bulgarları VII. yüzyılda tam bir devlet olarak belirdiler. Ünlü hakanları Kubat zamanında (ölümü:679) en parlak dönemlerini yaşadılar. Bu sırada kurulan ve giderek güçlenen Hazar Devleti, Volga Bulgarlarını hızla kendi bünyesine almaya başladı. Ancak Hazarların X. yüzyılın ikinci yarısında güçten düşmeleri üzerine Volga Bulgarları yeniden toparlandılar ve bu arada Müslümanlığı kabul edip Ruslara karşı başarılı mücadeleler verdiler. Volga Bulgar Devleti’ni Cengiz Han’ın torunlarında olan Batu ortadan kaldırmıştır. Bulgarların bir bölümü, V. yüzyıl ortalarında İdil yöresindeki kardeşlerinden ayrılarak daha batıya geçmiş ve Tuna Nehri çevresine yerleşmişti. Esas mer-


Makale ve Analizler - 2016

57

kezleri bugünkü Kuzey Bulgaristan’ı oluşturuyordu. Burada çok güçlü bir devlet kurdular. Tuna Bulgarları bir süre Avarlarla birlikte oldular. Bizans’a karşı birlikte savaştılar. Avar Devleti ortadan kalkınca Bulgarlar yeniden güçlendi. Başkentleri bugünkü Şumnu civarında idi. Tuna Türk Bulgar Devleti IX. yüzyıl başında Kurum han’ın oğlu Omurtag Han’ın işbaşına geçmesiyle altın çağını yaşadı. Kısa zamanda Doğu Avrupa’nın en güçlü devleti konumuna geldiler. Ama verimli topraklarına bol miktarda Slav halkın akması ve gene IX. yüzyıl sonlarına doğru Ortodoksluğu kabul etmeleri üzerine yavaş yavaş benliğini yitiren Bulgar Türkleri Bizans-Slav kültür çevresine girdiler. Bir süre sonrada devletleri tamamen ortadan kalkmış oldu. Türgişler Göktürk Devleti’nin dayandığı esas kavim olan Onoklar içinden büyük bir boy grubunun adı da Türgişler dir (Türkeşler de denir). Esas yurtları Balkaş Gölü’nün güneyindeki İli Irmağı vadisidir. VII. yüzyılın sonlarında Sulu Han’ın hükümdar olmasına kadar, Göktürklerin içinde yaşamış, Göktürk egemenliğini kabul etmemek için devamlı onlarla mücadele etmişlerdir. Asıl önemli rolü, VIII. yüzyılın başlarında Orta Asya’ya girmeye başlayan Emevi Araplarını durdurmaları olmuştur. Emeviler, Arap olmayanlara adil davranmadıkları için Orta Asya’nın batısında İslamiyeti kabul eden Türkler onlardan rahatsız oluyorlardı. İşte Sulu Han bu Emevi ordularını sürekli yenilgiye uğratarak daha ileri gitmelerine imkan vermemiştir. Sulu Han’ın ölümünden sonra zayıflayan Türgişler bir süre sonrada tamamen devlet olarak varlıklarını yitirdiler. Ama halk çeşitli Türk topluluklar içinde yaşamlarını sürdürdüler. Karluklar Karluklar Türklerin Oğuz boyları arasında sayılırdı. Belirmeleri oldukça geçtir. Karlukların Göktürk Devleti içinde bulundukları biliniyor. Göktürk Devleti’nin ilk dönemi sona ererken (VII. yüzyıl ortaları) Karlukların yaşadığı Güney Altay bölgesi bir süre Çinlilerin eline geçti. Karluklar, Basmiller ve Uygurlarla birleşerek Göktürk Devleti’ne son vermişlerdir. Karluklar, 756 yılından sonra yavaş yavaş güçlendiler ve Tokmak ile Talas şehirleri yöresinde bir devlet kurdular. Bu devlet Türgişlerin yerine geçmiştir. Başlangıçta Araplara karşı direnişte bulunmaya çalıştılarsa da IX. yüzyılın başlarında İslamiyeti kabul etmeye başladılar. Bir süre sonra Karlukların tamamı Müslümanlığı kabul ettiler, Uygurlarla birleşerek Karahanlılar Devleti’ni kurdular.


58

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Macarlar Macarlar, Finli kavimlerden birinin bir Türk kavmi olan Onogurlarla kaynaşmasından oluşmuştur. İlk yurtları Ural Dağlarının güneyindeydi. IX. yüzyıl ortalarında Avarlarla Sibirlerin baskısı üzerine ilk önce Kuzey Kafkasya’ya göçtüler. Oradan da Karpatlar bölgesine geçip bugünkü yurtlarını kurdular. Macarlara göre, onları buralara getiren şefleri, Atilla’nın torunlarıdır. Böylece Hun-Macar yakınlığı daha somut bir biçimde belirmektedir. Macarlar X. yüzyılda Karpatlarda ve Macar ovasında Hun ve Avarlardan kalan boylarla birleşip güçlü bir devlet kurdular. Yüzyılın sonunda Saksonlara yenildiler ve yavaş yavaş Hıristiyanlaştılar. Kısa sürede Macarlar, Katolikliğin Doğu Avrupa’daki koruyucuları oldular. Macar tarihi bundan sonra Avrupa tarihine bağlanır. Peçenekler, Uzlar ve Kumanlar Peçenekler Göktürk Devleti içinde, batıda Aral Gölü çevresinde yaşıyorlardı. IX. yüzyılın ikinci yarısında Tuna boylarına kadar geldiler. Giderek Romenler ve Bizanslılar arasında sıkışarak XI. yüzyılda Hıristiyan oldular. Bulgaristan’daki Peçenekler, Osmanlılar Balkanları fethedince Müslüman oldular. Romanya’da yaşayan Peçenekler ise Hıristiyan olmalarına rağmen Türklük bilinçlerini kaybetmemişlerdir. Uzlar ise Oğuzların bir kolu idi. Peçeneklerin ardından Balkanlara geldiler. Macarlarla birlikte yaşadılar. XIII. yüzyıla kadar benliklerini korudularsa da, bir süre sonra Macarlaşmaktan kurtulamadılar. Kumanlar (Kıpçaklar) da çok hareketli bir Türk kavmi olup Doğu Avrupa’da önemli roller oynamışlar ve Ortaçağ Asya tarihinde Moğollarla Ruslar arasında kader belirtici bir gelişim çizmişlerdir. Oğuzlar Oğuzlar Türk kavimleri içinde en kalabalık ve en ünlü olanlarıdır. Oğuzlar Göktürk Kağanlığının dayandığı en büyük Türk kavmi olmuştur. Daha sonra Orta Asya’nın batısına geçen Oğuzların bir bölümü X. yüzyılın sonlarında dalgalar halinde başta İran olmak üzere Ön Asya ülkelerine yerleşmişlerdir. Büyük Selçuklu İmparatorluğu Büyük Selçuklu Devleti, Selçuklular hanedanının kurduğu ilk devlettir. Selçuklular tarafından kurulan diğer devletler ise, Kirman Selçuklu Devleti, Irak Selçuklu Devleti, Suriye Selçuklu Devleti ve Anadolu Selçuklu Devleti‘dir. 1038 - 1157 arasında hüküm süren Büyük Selçuklular, en güçlü oldukları dönemde Harezm, Horasan, İran, Irak, Suriye, Arap Yarımadası ve Doğu Anadolu’ya egemen olmuşlardır.


Makale ve Analizler - 2016

59

Orta Asya dönemi MS 565 yılında dünya Göktürk Kağanlığı, Gök Türkler veya Kök Türkler , Kül Tigin ve Bilge Kağan yazıtlarında (Kök Türük veya bazı yabacı kaynaklarda Türk) şeklinde geçer 552-744 yılları arasında Orta Asya ve Çin’de hükümdarlık sürdüren kağanlık. Türk adı bugün kullandığımız şekli ile ilk kez Göktürkler dönemine ait Orhun Yazıtları’nda geçmektedir. “Türk” adıyla kurulmuş ilk ve Türk adını resmi devlet ismi şekliyle kullanan ilk Türk devletidir.Devletin kurucusu ilk önderi Bumin Kağan‘dır. Bumin Kağan’ın kardeşi İstemi Kağan ülkenin batı kanadını yönetirdi. Göktürkler komşuları olan Çin, Sasani (İran) ve Bizans İmparatorluğu ile askeri, siyasi ve ekonomik ilişkiler kurdular. Oğuzlar, Oğuz Kağan Destanı’na göre 24 boydan ve Kaşgarlı Mahmud’un Divânu Lügati’t-Türk eserine göre 22 boydan oluşan en kalabalık Türk boyu. Günümüzde Türk nüfusunun çoğunluğu Oğuz boyundandır. Osmanlı İmparatorluğu’nu kuran Türk boyu Oğuzlardır. Oğuz Kağan Destanı’na göre Oğuz boyları; 24 Oğuz boyunu önce iki kolda (Bozoklar ve Üçoklar) daha sonra Oğuz Han’ın 6 oğluna ve son olarak da onların 4 oğluna ayırmaktadır. Listelerin kaynakları, Kaşgarlı Mahmud ve 14. yüzyılda yaşayan Reşideddin’e dayanmaktadır. Reşidüddin 24, Kaşgarlı Mahmud ise 22 boy saymaktadır. Balkanlar dönemi Hunlar Türk boylarının Avrupa kıtasında, Balkanlardaki tarihleri MS 3. yüzyıla kadar kanıtlanmıştır. Hunlar, Gotlardan, Alanlardan ve Germen Taifallardan oluşturdukları yardımcı kuvvetlerle takviyeli olarak ilk defa 378 baharında Tuna’yı geçmişlerdir. Romalılardan karşılık görmeksizin Trakya’ya kadar ilerlemişlerdir. Roma imparatoru I. Theodosius’un ölüm yılı olan 395’te Hunlar yeniden Balkanlar’da hareketlenmişlerdir. Hunlar, MS 380 yılından itibaren Balkanlar’a egemenlik kurmuşlardır. Bölgenin büyük bir kısmında hâkim olan Hunlar, Slavlardan daha önemlidir. Balkanlar’da yerleşen Hun idari yapılanması, idarede ve devlet içindeki Türk kavimlerinin yanında, birçok Ural kavmi, Germen kavimleri (Gotlar, Gepidler vb.), Slavlar, Sarmatlar gibi birçok kavmin beraber yaşa-


60

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

dığı bir yapı olmuştur. MS 453 yılında Attila’nın ölümü ile beraber Balkanlar’da Hun gücü zayıflamış ve sonrasında da Hunların idaresi ortadan kalkmıştır. Tuna Bulgarları VII. yüzyılda Türk asıllı Bulgar kabileleri, hükümdarları Asparuh’un kumandasında Tuna’yı geçerek Batı Karadeniz ile Tuna nehri arasındaki bölgeye yerleşen Slavları hâkimiyetleri altına almışlardır. Balkanlar’ın doğusuna yerleşen Bulgar boyları, devletleri içinde yaşayan büyük Slav nüfusuyla beraber yaşarken, bir süre sonra bu Slav boylarını kültürlerine doğru yönelip Slavlaşmışlardır. Doğudan, Asya içinden, Kuzey Karadeniz step bölgesi yoluyla birbiri ardından gelen atlı göçebe Türk kavimleri, ya burada Dac, Trak ve Slav aslından yerli halkla karışmış, ortadan kaybolmuş (11. yüzyılda Oğuz aslından Peçenekler ve Uzlar gibi), yahut askerî egemen sınıf olarak Kuzeydoğu Balkanlar’da güçlü devletler kurmuşlardır. Bu sonuncular arasında, bir Türk boyu olan Kutrigurların 7. yüzyılda kurmuş oldukları Bulgar Hanlığı özellikle anımsanmalıdır. Bulgarların Dobruca’da bıraktıkları kitabelerde, hükümdar, “Han” unvanı ile anılır ve On İki Hayvanlı Türk Takvimi kullanılır. Bulgar Hanları 9-11. yüzyıllarda (1018’e kadar) Balkanlar’da Bizans İmparatorluğu’nun yerini almıştır. 13. ve 14. yüzyıllarda, yine Bulgaristan’da. Kıpçak/Kuman aslından Slavlaşmış Terteri ve Şişman Hanedanları hâkim oldu. Peçenek ve Kuman Türk Boyları Bulgarların Balkanlara gelişinden daha sonra 11. ve 12. yüzyıllarda Peçenek, Kuman (Kıpçak) ve Uz Türkleri, Balkanlara göç etmişler ve bunların bir kısmı 15. yüzyıla kadar toplu olarak varlıklarını korumuşlardır. O dönemde Kumanlarla ticaret yapan Avrupalılar için 2500 kadar kelimeyi içine alan bir Kumanca sözlüğün (Codex Cumanicus) hazırlanmış olduğu bilinmektedir. 9. yüzyılın ilk yarısında, Hazar-Oğuz ittifakı baskısına dayanamayarak, kalabalık kütleler hâlinde İdil’i geçip yurtlarından çıkardıkları Macarların yerine, Don-Kuban havalisine gelmişlerdi (860-880 sıraları). Bu, büyük göçün ilk hareketi olmuştur. Macarları önlerinden süren Peçeneklerin gerisinde Oğuzlar, onların da gerisinde Kumanlar, Karadeniz’in kuzeyinden batıya yönelmişlerdir. İmparator K. Porphyrogennetos tarafından yazılan De Administrando Imperio’da (948-952’lerde) kaydedildiğine göre, Peçenekler 8 boy halinde idiler. 10. yüzyıl ortalarında, Karadeniz’e dökülen nehirlerin kıyılarında olmak üzere, şöyle sıralanmışlardı: Çoban (Don), Tolmaç (Don’un denize döküldüğü bölgede), Külbey (Donets), Çor (Özi Nehri doğusu), Karabay (Özi-Bug arası), Ertim (Dinyester), Yula (Prut), Kapan (aşağı Tuna). İlk üçü Uzlar, Hazarlar, Alanlar ve Kırım böl-


Makale ve Analizler - 2016

61

gesi ile temas hâlinde; Yula boyu Macaristan, Kapan da Tuna Bulgarları ile sınırdaş bulunuyordu. Osmanlı Türkleri Balkanlara girmeden önce, 12-14. yüzyıllarda Kıpçak/Kumanların bölgede üstün tarihî rolü yeterince vurgulanmamıştır. Özellikle, Dobruca’dan Akkerman’a kadar step bölgesinde yerleşmiş ve Hristiyan dinine geçmiş olan Kıpçak/Kumanlar çeşitli hanedanlar kurmuşlardır. Bunlardan bir grup, 14. yüzyıl ikinci yarısında Dobruca-Varna bölgesinde bir beylik kurmuştur (Merkezi Kalliakra); Dobrotiç ve bir Kuman adı taşıyan kardeşi Çolpan’ın Dobruca Beyliği, 1388’de I. Murad’ı metbü tanımış, 1393’te I. Bayezid bu beyliği Osmanlı ülkesine katmıştır. Özetle, Deliorman ve Varna’dan Tuna’ya kadar giden bölge daha Osmanlılardan önce gerçek bir Türk yerleşim alanı olmuştur. Türklerin Anadolu’dan Balkanlara geçişi Balkanlar’ın güneyinden, Anadolu’dan Türklerin Balkanlara gelip yerleşmesi, 1260’lara kadar iner. Kuzey Karadeniz bölgesinden gelen Türk orakları, zamanla Hristiyanlığı kabul edip yerli Slavlarla karıştıkları hâlde, Anadolu’dan gelen Müslüman Türkler, kendi din ve kültürlerini saklamayı başarmışlardır. İlk yerleşme, 1261’de Moğollardan kaçıp Bizans’a sığınan Selçuk Sultanı İzzeddin Keykavus’la gerçekleşmiştir. Moğol idaresinden kaçan otuz-kırk Türkmen obası, kutsal kişi Sarı Saltuk Baba ile İzzeddin Keykavus’un yanına gelmiş ve Bizans imparatoru tarafından Kuzey Dobruca’ya yerleştirilmiştir (1263). Başlangıçta, Müslüman Altın Ordu emiri güçlü Nogay’ın himayesi altına giren bu Anadolu Türkmen grubu, burada Baba-Saltuk kasabası ile başka kasabalar kurmuşlardır. 1332’de buradan geçen İbn Battuta, Baba kasabasını “Türklerin oturduğu bir şehir” olarak anar. Anadolu’da ilk dönem Dede Korkut Kitabı’ndan : 10. yüzyılda Orta Asya’dan, çoklukla İran üzerinden Anadolu topraklarına yerleşen Oğuz-Türkmen başta olmak üzere pek çok boy Türk adı altında toplanmıştır. Türk adı Orta Asya’da Türk ırkına mensup ve Türkçe konuşan toplulukların Göktürkler döneminden beri ortak adıdır. Anadolu’da gittikçe azalan yerli nüfus yerini Türklere bırakmaya başlamış ve 10. yüzyılda kurulan Türkmen beylikleri sayesinde tüm Anadolu’da Türkçe konuşan topluluklar egemen toplum olmuştur. Anadolu’ya ilk olarak Hun, Sabir, Hazar gibi Türk kavimleri akın yapmış olsa da bu akınlar genelde askerî amaçlı olmuştur. Ancak 9. ve 10. yüzyılda Karadeniz’in kuzeyinden Balkanlar’a gelen Kıpçak, Peçenek, Uz adlı Türk kavimleri Anadolu’ya Bizans eliyle geçirilmiş ve yerleştirilmiştir. Asıl Anadolu’nun Türk yurdu hâline dönüşmesi, doğudan gelen Oğuz-Türkmen göçleriyle olmuştur.


62

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Büyük Selçuklu Dönemi Büyük Selçuklu Devleti’nin Melikşah dönemindeki görünümü (1092) Göçmen Türklerde bozkırdaki ırmakları geçiş büyük önem arz ediyordu. Oğuzname’de salı keşfeden kişi boyun önemli bir atası sayılmaktadır. Hanedanın atası olan Selçuk Bey tarafından temeli atılan bu devlet Bağdat’ı kendine başkent yaparak Abbasi halifesinin koruyucusu konumuna erişti. 1092 yılında Selçuklu hükümdarı Melikşah’ın ölümünden sonra bölünmeye uğradı. Selçuklular tarafından kurulan diğer devletler Kirman Selçuklu Devleti, Irak Selçuklu Devleti, Suriye Selçuklu Devleti ve Anadolu Selçuklu Devleti’dir. 1040 - 1157 yılları arasında hüküm süren Büyük Selçuklular, en güçlü oldukları dönemde Harezm, Horasan, İran, Irak, Suriye, Arap Yarımadası ve Doğu Anadolu’ya egemen olmuş bir Türk devletidir. Kapladıkları alan doğuda Balkaş ve Issık Gölleri, Tarım Havzası; batıda Ege ve Akdeniz sahilleri, kuzeyde Aral Gölü, Hazar Denizi, Kafkasya, Karadeniz; güneyde Arabistan dahil Umman Denizi’ne kadar ulaşıyordu (10.000.000 km2). Haçlı savaşları ve Moğol istilası, Anadolu’da Oğuz-Türkmen yerleşmelerini yoğunlaştırmıştır. Selçuklu döneminde Çağrı bey döneminde yapılan ilk keşif ve akınlarda yurt arayan binlerce Türkmen aşireti Doğu Anadolu’ya girip Batı Anadolu’ya doğru yerleşmeye başlamıştır. 1071 Malazgirt Savaşı ve 1099 Bizans’ın Türk bölgelerine baskınlarında Bizans emrinde olan binlerce Türk unsuru zamanla Anadolu Selçuklu saflarına geçmiştir. Anadolu Selçuklu döneminde Orta Asya ve Azerbaycan üzerinden Anadolu’ya gelen Türkmen aşiretleri Batı Anadolu’ya yerleşmeye başlamıştır. Beylikler döneminde doğudan gelen çok sayıda Türkmen aşireti, Anadolu’da Türk nüfusunun devam etmesine neden olmuştur. Germiyanoğulları, Osmanoğulları Karesioğulları ve Hamitoğulları gibi batıdaki Türkmen beylikleri, Türkmen göçlerinden beslenmişlerdir. 1200’lü yılların başında Orta Asya’da yaşayan Harzemşah Türkmenleri Moğol baskınından kaçarak Anadolu beyliklerine sığınmıştır. Orta Asya’da Hotan, Semerkant, Kaşgar, Cent gibi şehirlerde yerleşik olarak yaşayan Türk boylarının pek çoğu Moğol istilasından kaçarak Anadolu’ya yerleşmişlerdir. 1243 yılında Anadolu’nun Moğol istilasına uğramasıyla ve Azerbaycan’da kurulan İlhanlılar devleti aracılığıyla pek çok Türk ve Moğol unsuru Anadolu’ya yerleşmiştir. İlk Anadolu Beylikleri Dönemi Alp Arslan’ın 1071 Malazgirt Zaferi’nden sonra İran üzerinden gelen Türk boyları Anadolu’ya yerleşmeye başlamışlardır. Selçuklu devlet teşkilatının ikta sistemine göre bir Türk komutanı hakim olduğu toprağı yönetme hakkına sahip


Makale ve Analizler - 2016

63

bulunmaktaydı. Buna göre Mardin civarını fetheden Artuk Bey 1102 yılında burada Artuklu Beyliği’ni kurdu. Sivas, Tokat, Malatya civarlarında hakim olan Danişment Gazi 1080 yılında Sivas merkezli olarak Danişmentliler devletini kurdu. Erzincan ve çevresinde Mengücekliler, Erzurum ve çevresinde Saltuklular, İzmir dolaylarında da Çaka Beyliği hüküm sürdü. Bu beyliklerden Çaka Beyliği denizcilik faaliyetlerinde bulunmuş ve böylece Türk tarihinde ilk kez bir beylik denizcilikle meşgul olmuştur. Çaka Bey’in kurduğu donanma Türk tarihine ait ilk deniz kuvvetleridir. Anadolu’da kurulan ilk Türk beylikleri zamanla Anadolu Selçuklu Devleti ile mücadelede zayıf düşecek ve bu devletin hakimiyeti altına gireceklerdir. Ancak bu beylikler Bizans Devleti’ne ve özellikle doğudaki Ermeni ve Gürcü nüfusuna karşı Anadolu’nun Türkleşmesinde etkili olacaklardır. Anadolu Selçuklu Devleti Anadolu Selçuklu Devleti, Selçukluların Anadolu’da kurduğu devlettir. Türklerin Anadolu’ya yerleşmesi 1071’deki Malazgirt Savaşı’ndan sonra hızlandı. Özellikle Malazgirt Savaşı’ndan itibaren Müslüman Türkler Anadolu’ya akın etmiştir; ancak İslamiyet’ten önce de Anadolu ve Balkanlarda Türkler vardır. Selçuklu komutanı Kutalmışoğlu Süleyman Şah Anadolu’daki fetihleri batıya yayarak 1075’te İznik’i Bizans’tan aldı ve burayı başkent yaparak bağımsızlığını ilan etti.Böylece kurulan Anadolu Selçuklu Devleti, İlhanlıların son Anadolu Selçuklu sultanını tahttan indirdikleri 1308’e kadar varlığını sürdürdü. Anadolu Türk beylikleri Anadolu Beylikleri, Türklerin 1071’deki Malazgirt Savaşı’ndan sonra Anadolu’da kurdukları devletlerdir. Savaşın hemen ardından, özellikle Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu’da kurulan devletlere Birinci Dönem Anadolu Türk Beylikleri, aynı dönemde; önce Anadolu’nun batı ucunda İznik’i başkent edinen, sonradan da Haçlı Seferleri nedeniyle başkentini Konya’ya taşıyarak Orta Anadolu merkezli olarak devam eden Anadolu Selçuklu Devleti’nin zayıflaması ve yıkılmasından sonra kurulan devletler ise İkinci Dönem Anadolu Türk Beylikleri olarak ifade edilebilir. Anadolu Selçukluları, Anadolu’daki Türkmen beylerini aşiretleriyle birlikte Bizans ve Kilikya sınırlarına yerleştirmişlerdi. Böylece Anadolu Selçukluları hem devletin sınırlarını güvence altına alıyor, hem de Türkmen beylerini denetim altında tutuyor-


64

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lardı. Ama 1243’teki Kösedağ Savaşı’nda Moğollara yenilen Anadolu Selçuklu Devleti’nin Türkmenler üzerindeki denetimi zayıfladı. Bu savaşın ardından, Moğolların bir kolu olan İlhanlılar Anadolu’da denetimi ele geçirdiler. Bu süreçte uç beylikleri, önce İlhanlılara bağlı, sonra bağımsız devletlere dönüştüler. Bu beyliklerden biri olan Osmanlı Beyliği, zamanla bütün öbür beyliklerin topraklarını ele geçirdi ve bir imparatorluğa dönüştü. Osmanlı Dönemi Osmanlı İmparatorluğu veya Osmanlı Devleti’nin kurucusu ve Osmanlı Hanedanı’nın atası olan Osman Gazi, Oğuzların Bozok kolunun Kayı boyundandır. Devlet, Bilecik’e yakın Söğüt’te kurulmuştur. Osmanlı Devleti’nin bağımsız bir devlet olarak tarih sahnesine çıkması 1299 yılında olmuştur. Buna karşın Prof. Dr. Halil İnalcık, Osmanlı Devleti’nin 1299’da Söğüt’te değil 1302’de Yalova’da Bizans’a karşı yaptığı Bafeus Savaşı sonrasında devlet niteliğini kazandığını iddia etmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun Yalova’da kurulduğu iddiasına Yalova Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Niyazi Eruslu da destek vermiştir. Bu devlet, İstanbul ile sınırlı bir şehir devletine dönüşmüş olan Doğu Roma İmparatorluğu’nu yıkmış, bazı tarihçilere göre bu Yeni Çağ’ı başlatan olay olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu gücünün doruğunda olduğu 16. ve 17. yüzyıllarda üç kıtaya yayılmış ve Güneydoğu Avrupa, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın büyük bölümünü egemenliği altında tutmuştur. Ülkenin sınırları batıda Cebelitarık Boğazı (ve 1553’te Fas kıyıları’na, doğuda Hazar Denizi ve Basra Körfezi’ne, kuzeyde Avusturya, Macaristan ve Ukrayna’nın bir bölümüne ve güneyde Sudan, Eritre, Somali ve Yemen’e uzanmaktaydı. Osmanlı İmparatorluğu 29 eyaletten ve vergiye bağlanmış Boğdan, Erdel ve Eflak prensliklerinden oluşmaktaydı. Devlet zaman zaman denizaşırı topraklarda da söz sahibi olmuştur. Atlantik Okyanusu’ndaki kısa süreli toprak kazanımları Lanzarote (1585), Madeira (1617), Vestmannaeyjar (1627) ve Lundy (1655) bu duruma örnek olarak gösterilebilir. Devlet altı yüzyıl boyunca Doğu dünyası ile Batı dünyası arasında bir köprü işlevi görmüştür. Hâkimiyeti altında bulunan topraklarda yaşayan halklar zaman zaman, toplu ya da yerel ayaklanmalar ile Osmanlı iktidarına karşı çıkmışlardır. Genel olarak din, dil ve ırk ayrımından uzak durduğu için yüzyıllarca birçok devleti ve milleti hakimiyeti altında tutmayı başarmıştır. Osmanlı İmparatorluğu, eski Türk örf ve adetlerinin ve İslam kültürünün yükümlülüklerinin doğrultusunda bir yönetim şekli belirlemiştir. Osmanlı devletinin kurulmasıyla Orta Asya’dan gelen göçler kesilmemiştir. Akkoyunlu, Karakoyunlu Türkmenleri devletlerinin yıkılmasıyla Türkmen boyları Anadolu’ya yayılmışlardır. Orta Asya ve diğer bölgelerden göç Azeri Safevi Devleti’nin kurulmasına kadar sürmüştür. 1517 Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferinden sonra binlerce çadırlık Suriye, Irak, Dulkadirli Türkmenleri’nin bir kısmı Batı Anadolu’ya gönderilmiştir.


Makale ve Analizler - 2016

65

Osmanlı döneminde Anadolu’da yaşayan Türkmen boylarının bir kısmı Balkanlar’a geçirilerek oralara iskân ettirilmiştir ve bunlar Balkanlar’daki bugünkü Türk grupları oluşturmuşlardır. 1856 ve 1877 Rus - Osmanlı savaşı sonucuyla Anadolu’daki Türk ve Müslüman sayısı gittikçe artmaya; Rum ve Ermeni sayısı azalmaya başladı. Osmanlı kayıtlarına göre, bu dönemde Balkanlardan Anadolu’ya geri göç eden Türk nüfusu 3 milyon kadardır (Muhacir).Bu nüfusa Boşnak ve Arnavut kökenliler dâhil değildir 1856 - 1877 Osmanlı-Rus savaşları ve 1 dünya savaşı sonucuyla Kafkasya bölgesinden Türk kökenli halklardan Nogaylar, Azeriler, Terekemeler, Ahıska Türkleri, Balkar, Karaçay gibi Türk topluluklarının göçü yaşanmıştır. 1792, 1860 - 63, 1874 - 75, 1891 - 1902 yıllarında Karadeniz’in kuzeyinde Rusların baskısı artması sonucu 2 milyona yakın Türk dili konuşan Kırım Tatarı ve Kazan Tatarları Anadolu’ya yerleşmiştir. 1914 resmî istatistiğine göre (Kars, Ardahan ve Artvin hariç; Arap ve Kürtler dahil) çoğunluğu Türk olan 13 milyon 400 bin Müslüman vardır.

BREXIT = AB ve NATO’nun Dağılması

Musa Vatansever-29.Haziran.2016

Konu: Hepimizi ilgilendiriyor. Dünya basınından seçmeler. Yenidünya düzeni mi kuruluyor? Önce yazarı tanıyalım: Dr. Pol Kreyg Robırts Amerika Başkanı Ronald Reagan’ın Maliye Bakan Yardımcısı görevinde bulundu. Ünlü ABD Üniversitelerinde akademik görev aldı. 1993’te FORBS dergisi onu ABD’nın en etkili 7 gazetecisi arasında gösterdi. ABD Savunma ve Ticaret Bakanlıklarında danışmanlık yaptı. BREXIT referandumunun derin anlamı nedir?


66

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Umut ederiz ki, İngilizlerin “AB’den ayrılalım” (BREXIT) oyunun anlamı şudur: Avrupa Birliği (AB) ve Kuzey Atlantik Paktı’nın (NATO) dağılır ve Üçüncü Dünya Savaşı atlatılır. AB ve NATO fenalık etmeyi seven kurumlardır. İkisi de Washington tarafından Avrupa halklarının egemenliğinin yok edilmesi için kurulan kurumdur. Bu iki kurum Washington’un Batı dünyasını kontrol etmesini sağlarken, Amerikan saldırılarına alet oluyor ve onların gizlenmesine yardım ediyor. Suçlu durumda olan yöneticilerinin tutuklanıp yargılanmadan dış ülkelere seyahat etmesine asla izin verilmemesi gereken Washington’un, AB ve NATO olmadan ve tamamen izole duruma düşmeden, Avrupa’yı ve Birleşik Krallığı Rusya’ya karşı bir savaşa itesi ve son 15 yılda 7 Müslüman devleti yok edesi mümkün olamazdı. “AB’den ayrılmayı” destekleyen hademe durumundaki elektronik haber araçları seçmenlerin cesaretini kırmak için tahmini sonuçlarla ilgili onları aldatmayı başardı. Fakat bu mekanizma çalışmadı.İngilizler her zaman özgürlük öncüsü olmayı başardı. İngilizlerin tarihsel başarıları yasaları devlet silahından hakın kalkanı yapmayı başardı ve dünyaya denetimli yönetimi onlar verdi. İngilizlerin çoğunluğu, iktidar perde arkasına saklanmış kişilerin elinde olan ve yasalar bir kulis hükümeti tarafından silah gibi kullanılabilen Avrupa Birliği’nin bir diktatörlük mekanizması olduğunu anlayabildi. 19.yüzyılda İngiltere Avam Kamarası. Avrupa üzerindeki egemenliğini koruma gayretiyle Washington, hademelikten geçinen medyanın gönüllü destekleri ve oranları % 1’i aşmayan zenginlerin bayrağı altında buluşan, beyinleri sulanmış solcularla başlattığı kampanyada, İngiliz özgürlüklerini ve egemenliğini korumayı ırkçılık olarak gösterdiler. Yürütülen onursuz kampanya, Washington ve onun kibar ve zarif medya fahişelerinin halkların özgürlükleri ve egemenliği için savsaklayışını ortaya koydu. Birleşik Amerika demokrasinin savunulmasını diğerlerin üzerindeki egemenlikleri için tehlike gördüklerinden her bir demokrasi belirtisini şeytanlaştırmaya çalışıyorlar. Yakın geçmişte Ukrayna hükümetini seçtikleri gibi, Suriye hükümetini de ancak kendileri ve terörist müttefikleri seçme hakkına sahiptir iddiasında bulunan Washington, Latin Amerika’nın reformcu liderlerini devamlı görevden alıyor. İngilizlerin yarıdan fazlası Washington’a “olmaz böyle şey” dediler. Bu çarpışma henüz bitmedi. Olabilir de, belki de henüz tam anlamıyla başlamadı. İngi-


Makale ve Analizler - 2016

67

lizlerin başına gelecekler şunlar da olabilir: “İngiliz Pounduna ortak saldırıda bulunmak ve onun çok düşük düzeylere çekmek ve Britanya ekonomisini baskı altına almak amacıyla, Amerikan Federal Rezervi, Avrupa Merkez Bankası, Japonya Bankası ve G. Soros ortaklık kurabilirler.” İngiliz iradesi mi Merkezi Haber Alma (CİA), AB ve % 1’in iradesi mi daha güçlü zaman gösterecek. AB’den çıkmak için “acele etmeye gerek yok” demeye başlayan, ayrılma yandaşlarının lideri olan Boris Conson’un başladığı yanlışlar serisi Britanya ekonomisine yeni saldırılara zemin hazırlıyor. İngilizlerin otoriter AB’den ayrılması ne kadar fazla zaman alırsa, “ayrılalım” dediklere için Washington ve AB onlara o kadar süre baskı uygulayabilecekler ve medyalar da insanları bu referandumun yanlış olduğuna ikna etmeye çalışacaklardır. Bu arada, referandum sonuçlarının zorunluluk getiren bir kuralı olmadığından dolayı, korkudan titreyen İngiliz Parlamentosu sonuçları geçersiz de sayabilir. Ekim’i beklemeden, Kamran’ın koltuğundan hemen kalkması gerekiyor. Yeni hükümet, Avrupa Birliği’ne halkımın kararı, 2 yıl sonra değil, hemen şimdi yürürlüğe giriyor, seçim gününden başlayarak politik ve hukuksal angajmanlar kesilmiştir, demelidir. Bu yapılmazsa, önümüzdeki 2 yılda İngilizler öyle bir baskı altına alınacaktır ki, belki de oylama sonuçları tersine döner. İngiliz hükümeti, Birleşik Amerika’nın Rusya’ya karşı uyguladığı yaptırımlardan çekildiğini hemen açıklamalı ve ekonomisini güçlenen uluslar olarak ortaya çıkan Rusya, Çin, Hindistan ve İran ekonomilerine bağlamalıdır. Ve böylece ABD’nin ulusal Britanya ekonomisine saldırılarına göğüs gerebilir.

Halil İbrahim Bereketi - Samimi Olmaktan Geçer

Sevilcan Yüce-29.Haziran.2016

Vaktiyle birbirini çok seven iki kardeş varmış. Büyüğü Halil. Küçüğü ise İbrahim... Halil, evli ve çocuklu. İbrahim ise bekarmış... Ortak bir tarlaları varmış iki kardeşin... Ne mahsul çıkarsa, iki pay ederlermiş. Bununla geçinip giderlermiş...


68

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bir yıl, yine harman yapmışlar buğdayı. İkiye ayırmışlar. İş kalmış taşımaya. Halil, bir teklif yapmış: “İbrahim kardeşim; Ben gidip çuvalları getireyim. Sen buğdayı bekle.” “Peki abi” demiş İbrahim... Ve Halil gitmiş çuval getirmeye... O gidince, düşünmüş İbrahim: “Abim evli, çocuklu. Daha çok buğday lazım onun evine” Böyle demiş ve kendi payından bir miktar atmış onunkine... Az sonra Halil çıkagelmiş. “Haydi İbrahim”, demiş, “Önce sen doldur da taşı ambara.” “Peki abi.” İbrahim, kendi yığınından bir çuval doldurup düşer yola. O gidince, Halil düşünür bu defa: Der ki: “Çok şükür, ben evliyim, kurulu bir düzenim de var. Ama kardeşim bekar. O daha çalışıp, para biriktirecek. Ev kurup evlenecek.” Böyle düşünerek, kendi payından atar onunkine birkaç kürek. Velhasıl, biri gittiğinde, öbürü, kendi payından atar onunkine. Bu, böyle sürüp gider. Ama birbirlerinden habersizdirler. Nihayet akşam olur. Karanlık basar. Görürler ki, bitmiyor buğdaylar. Hatta azalmıyor bile. Hak Teala bu hali çok beğenir. Buğdaylarına bir bereket verir, bir bereket verir ki... Günlerce taşır iki kardeş, bitiremezler. Şaşarlar bu işe... Aksine çoğalır buğdayları. Dolar taşar ambarları. Bugün “Bereket” denilince, bu kardeşler akla gelir. Bu bereketin adı: Halil İbrahim bereketidir bu bereketin özelliği samimiyetten geçer.

Cep Telefonu Olmak İsterdim

Filiz Soytürk-29.Haziran.2016

Bir hikâyeden alınacak ders; Karı ve koca bir akşam yemeklerini bitirdikten sonra, yorgun argın oturma odasına geçerler. Kadın ilkokul öğretmenidir. Öğrencilerine verdiği ‘ne olmak istersiniz’ başlıklı kompozisyon ödevini notlandırmak için masaya geçer. Kocası da eline cep telefonunu alıp, koltuğuna yerleşir. Nihayet yorgun bir günün ardından dinlenebilecektir.


Makale ve Analizler - 2016

69

Kadın, tüm kompozisyonları notlandırıp işinin bittiğini düşünürken, kenarda kalmış bir ödevin gözünden kaçtığını fark eder ve not vermek için okumaya başlar. Kağıtta yazansa şudur: “Benim dileğim, akıllı bir telefona dönüşmektir. Dileğim bu çünkü annem ve babam telefonlarını gerçekten çok seviyorlar. Annem ve babam sadece telefonlarına dikkat gösterirler, hatta bazen de beni unuttukları olur. Annem ve babam işten yorgun döndüklerinde, vakitlerini telefonlarıyla geçirirler, benle değil. Önemli bir işle meşgul olsalar dahi, eğer telefonları çalarsa, anında yanıt verirler. Ama aynısını benim için yapmazlar, ağlasam bile... Annem ve babam cep telefonlarında oyun oynarlar, benimle değil. Telefonda konuşurken, heyecanla yanlarına gidip bir şey paylaşmak istesem, hemen beni susturup, yanlarından gönderirler. Bu yüzden cep telefonu olmaktır, dileğim. Çünkü belki de ancak o zaman beni telefonları kadar severler.” Kadın göz yaşları içerisinde kompozisyonu okur. Kocası sorunun ne olduğunu sorar, kadın ödevi kocasına verir. Adam hızlıca okuduktan sonra hangi mutsuz öğrencisinin bu kompozisyonu yazdığını sorar. Ancak ondan sonra kadın, bu fazladan ödevin nereden çıktığını anlar. Çünkü o fark etmeden araya konmuştur. “Kompozisyonu yazan öğrencilerimden biri değil” diye cevap verir kadın. “Onu yazan oğlumuzmuş”

Onlar Bizden İyi Yaşıyor

Dr. Nedim Birinci-29.Haziran.2016

Konu: Okulu olmayan bir topluluk ateş alacak ocak bulamaz. Bulgaristan Türklerini, Pomakları ve Çingenelerimizi anlatmak zor iş! Bulgarları da öyle... İki üç kaynak tarayarak, birkaç ansiklopedi maddesi okuyarak hiç birimizin ne tarihi anlaşılır ne de kimliği anlatılabilir. Kimlik hayal ürünü değildir. Türkü tanımakla da olmaz bu iş. Biz, Bulgaristanlı Müslüman Türkler dediğimizde Pomak ve Romen kardeşlerimizi de topluluk kapsamına alırız. Eğer yolun ilk sonu kabristanlıklarsa, onlar orada bizim yan komşumuzdur. Yani yol


70

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ortağımızdır. Kaynakta kader birliği edemeyen sonunda kardeş olamaz. Bu yaratılığın kader çizgisidir. Hepimiz etnik azınlığız. Aramızda farklar olabilir, ama bunlar bizi birleştiricidir. Bir arada olduğumuzda Bulgaristan etnik azınlıklarının halk topluluğunu oluşturuyoruz. Aynı topluluğu oluşturan öğeler aralarında eşitiz. Biz zor günler kardeşiyiz. Köklerimizden gelen doğal haklar fark gözetilmeden hepimizin elinizden alınmış. Birimize değil, hepimize sorulan soru şu: Ya siz neden yok olmuyorsunuz? Ya siz neden buradasınız sorusu, hep kulaklarda... Yok olamadık, nedense bizi eritemediniz, asimile edemediniz. Onların zehri içinde çözülmedik, eriyip buharlaşmadık. Eski faşist ve totaliter dönemde bile onlar hep ayrıcalıklı durumdaydılar, daha kolay ve daha yüksek maaşlı işlerde çalıştılar. Çocukları daha gözde okullarda okudu. Devlet görevlerine aralarından atama yaptılar. Göz kaş arası bize karşı hep anlaştılar. Konuya hissi yanaşmıyorum. Yeni sorunlar, eskilerinden daha büyük, daha dikenli. Toplum kaşınıyor. HÖH teknesinde de eritilemedik. “Bulgar etnik modeline” dayandık. Ahmet Doğan dilini tutalı, Mustafa Karadayı boş boş takırdamaya başladı. Babasız yetişmiş. Babasından iki tokat yemeyen nasıl adam olur! Borinolulara “bu sene iftar sofrası olmayacak, çünkü DOST ile yarışa girmek istemiyoruz, 1000 kişi toplamak artık zor” demiş. Sanki işler Dr. Tuncer’in eline kaldı. O da yazıp çizmeye niyetleniyor da, tamamen şaşırmış durumda tabii. Bulgarlardan biri ona “Türkün aklı tuvalette gelir!” demiş, o da sık sık ayakyoluna gidiyormuş. Üyesi olduğu meclis sağlık komisyonu toplantıları sanki problemsiz gidiyor gibi, devlet hastanesine giren özel hastanelerden taburca ediliyor. Faturaları ödeyecek adam aranıyor. İşleri bir daha allak bullak olmuş. Bu kadar karışıklığın içinde, kaç kitap karıştırdığı belli oluyor. “Çok kültürlülük totalitarizmin reddidir” sonucuna varmış. Tunçer’in “saraya” girmeye hakkı yokmuş. Buna rağmen o yazısında, Bulgar devleti tek kalem toplum yaratmaya çalışırken 1972’de 1985’te ensemize iyice basmıştı, gerçeğinin altını çizmiş. Hatırlatmak isterim. “Tunçer Bey biz eskiden daha iyi yaşıyorduk.” Kendi değimiyle Bulgaristan “çok dilli, çok dinli, çok kültürlü” bir devlet! Bu fikir saray korumalarından geçip içeri giremedi. O, “Bulgar Etnik Modelinin” bu çokları öldürmek için yaratıldığının henüz farkına varamamış. Yakında başına geleceklere kendini hazırlasın! Dr. Tunçer ruh hastalıkları doktoru olmadığından, sözünü ettiği modeli bir buharlı tencere olarak bile göremiyor. Biz bu modelin içinde buharda kaynıyoruz. Kimseden ne tat ne tuz ne de koku alıyoruz. Her koç kendi bacağından asılır gibi bir şey. Çiğ havuç -pişmiş havuç, çiğ hıyarpişmiş hıyar. Beğenmezsen yeme... HÖH mantığı buna dayanıyor.


Makale ve Analizler - 2016

71

Nisan ayının 11’inde Tuncer kırcaaliev’in merkez basında çıkan bir yazısı Güren (Zvezdel) emekli madenciler toplantısında Bulgarca okunmuş. “Aga, dinledik de, bir şeycik anlamadık, bunun bir de yenilir yutuluru yok mu?” diye sormuşlar. Besbelli buharda haşlanmışından istiyorlar. Sofya’ya gidince bu bizim çocukların kafasına bir şeyler oluyor, nedendir acep, diye sesli fikir yürütenler olmuş. Sosyalizm yıllarında kimsenin sermayesi yoktu. Okumuşların anlattıkları halka tersti. Köylülerin serveti bir iki inek ve birkaç koyunla, on, on beş tavuktu. Aile bütçesine yük olmamak için 1-1,5 dönüm bağ bahçe bakanlar da vardı. Çapalanan gayr kelemeydi. Sağlık, eğitim masraflarını karşılayan devlet, iş elbisesine varınca verirken, herkesin işi olmasına, uzmanlaşmaya özen gösteriliyordu. Şu bizim Türk özümüze dokunmasaydı iyi idi de, kendi derdinin hırsını bizden burnumuzdan çıkarmaya kalktı. Tarla ve hayvancılık dışında, köylere kurulan sanayi atölyelerinde çalışılırdı. Erkekler kış aylarında inşaatlara da uzayınca ailelerin elinde para oynardı. Borç morç aramadan geçinirdik. “Annenin lokantada kaç defa yemek yemişliği var?” sorusuna cevap veremem. Ömrü lokantaya girmeden geçti. Bizde sayısız köfte yiyenler ondan değişti. Kör sofra kültürü geldi. Annem, lokantaya girmiş olmasa da, o paha biçilmez lokanta lükslerinin baş ustasıydı. Ah şu bugünün zenginleri o bizim köyde tere yağ-bal / pekmez karışımını sıcak ekmeğe nasıl sıvadığımızı bir bilseler, buz gibi ama bir de üstüne ekşimiş ayranımızdan bir tas içseler, kavurmalı yumurtalarımızı tatsalar... Son defa aktardan iki paket tarhana alırken ağladım. Anılar yaşamak istiyor. Kiremitliğe serilmiş ekşiyen tarhananın kokusu var burnumda... Yaşayışımıza bin bir kültür örüldü, yemek içmek kültürü bunlardan yalnızca birisi. Parça buçuk olmuş, zamana yenik düşmüş, kendi kendine mola vermiş, kendi içine sığınmış bizimki, bayramdan bayrama giydiğimiz elbiselerin kokusu var üzerinde... Devletler insan beyni ve eliyle kurulmuştur. Kuşkusuz yıkımlar da öyle olmuş. Yakın geçmişte D.H. Dunlop’un Hazar Yahudi Tarihi eseri geçti elime. Okurken Hazar Bulgar devletini Rusların yıktığı, Rusların Tuna Bulgarları üzerine yürüdüğü gibi saptamalara rastladım. 1877’de Ruslar Tuna ve Varna’dan saldıklarında da Bulgar köyleri talan edildi. 1944’te Bulgaristan’a giren Rus askerleri toplam 477 bin 234 büyük baş hayvanımızı yemişler. Rakı ve şarapların hepsi içilmiş, kuluçka yatacak tavuk kalmamış...1990’da Bulgar devletinin Moskova tarafından yıkıldığını söylersek, yanlış iddiada bulunmuş olmayız. 1 milyon 600 bin iri baş hayvanımız vardı ancak 90 bin kalmış. Memleketimde 15 milyon koyun vardı. Dobrucalı Türkler sürüleriyle Koca Balkan yaylalarına çıkardı. Şimdi sizlerden biriniz bana, ömründe en güzel yemeği nerede yediniz


72

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

diye sorsanız: Dryanovo Balkanında Hasan Çoban’ın saya kenarındaki kulübesinde, iki alabaş arasında -kaymaklı yumurta- derdim. Ah o günler... “Berlin Duvarı”nın itilmesiyle yıkılan ilk domino taşı yine Rus oldu. Sonunda biz ezildik. Avrupa dediğimiz “refah kıtasında” en yoksul, en sefil, en az gelirli ve en istikbalsiz ülke ve halk durumuna düştük. Bulgarlar toparlanıyor. Biz her zamankinden daha fakir yaşıyoruz. BAL-GÖÇ’ün Kırcaali iftarında yaşlı bir annenin yemeği plastik kâsede kalınca, yanındaki gelinlerden biri: “Hiç yemedin, birkaç yudumcuk alsan” deyince, aldığı cevap şu oldu: “Kursağımdan geçmiyor. Ramazan mübarek ay. Yemeden yaşamaya alışmak istiyorum...” Fransa’daki 2016 Avrupa futbol şampiyonluk karşılaşmaları ile İngiltere’de yapılan Avrupa Birliği’nde kalalım mı, geç kalmadan çıkalım mı halk oylaması aynı günlere rastladı. İngilizlerin “çıkılım” kararı, birbirine aç kargalar gibi saldıran futbol meraklılarını susturdu. Açlık büyük bir tehlike! Fransız çöpçülerin “açlık geliyor” çığlığı Avrupa’yı korkuttu. Bize pek yakın olmasa da, kokusu burun deliyor. Şöyle ki, oylamadan önce, ilk karşılaşmaları seyredenlerin yumruk sıkışları, polis copları ve biber gazı... Hiç kimse yaşanmaz hale gelen hayatı yaşamak istemiyor. Fanatikler bile. Daha iyi yaşarken, hayat ne güzeldi. İngiltere’nin AB kararı Bulgarları çok etkiledi. Göz-kulak Londra’ya kilitlendi. Başka etniklerde olmayan, işin kolayını, ekmeğin sıcağını bulma yeteneği Bulgarlarda var. Britanya Adasına gidip orada iş bulup çalışan 178 binden fazla vatandaşımız var. Birçokları da Batı Rodoplardan Pomak. Oxford ve Camridge gibi klasik üniversitelerde 7 bin öğrencimiz var. Bankalarda ve uluslar arası ofislerde görev alanlar artıyor. İngiltere’nin dışardan gelen öğrencilere çok uygun koşullarda öğenim kredisi sunması ve başarılı üniversitelilere okurken ve bitirdikten sonra iş imkanları sağlaması cazibe yaratıyor. Kuşkusuz ana gerekçe yüksek kaliteli eğitim almak. Adada çalışanlar Bulgaristan’daki yakınlarına yılda 280 milyon Pound havale gönderiyor. Bu da 1 milyar levadır. Geçen hafta yüreklerin Britanya’nın AB’de kalması için attığını söylersek yanlış olmaz. AB’nin parçalanması tehlike uyandırdı. Vizeler, kayıtlar, izinler, krediler, engeller “demir perde” yılları gün boyu tartışılıyor. Bulgarlar biraz da İngilizlerin yardımıyla bugün bizden iyi yaşıyorlar. 120 leva emekli maaşıyla bohça bağlanmıyor, fakat üstüne 200 Pound eklenince köpek havlamaz oluyor. Bu noktaya değinmemin temel nedenlerinden biri Bulgaristan etnik azınlıklarından lise bitirenlerin bu yolu seçmemeleridir. Bizde hala “Okuyup da ne olacak?” ve “Okudu da ne oldu?” kafası var. HÖH partisinin 26 yılda bu ruh halini aşmaya gayret etmemesi, af edilmez bir günahtır. Bu işte Lütfü Mestan’ın payına düşen kabahat az değildir. O, Mestanlı, Kırcaali ve Sofya’da bu işlerle


Makale ve Analizler - 2016

73

bakıyordu. Meclis Eğitim Komisyonunda görev aldı. Eğitim ve Teknoloji Bakanlığı hazinesine da el uzattığını biliyoruz. Bunlar bir yana,. Türkiye’ye 1 500 öğrenci gönderdik. Dönenler çok az. Neden? Kimin yakasına yapışalım! İstemeyerek yazıyorum. Meydanda dikilen sensin Lütfi Bey. Bu bir kötülüktür ve asla unutulmaz. Çünkü sen benim halkımın aydın geleceğini baltalayanlardan birisin! Ve biz bugün senin “daha iyi günler gelecek kardeşler” şiarlarına inanmıyorsak, sebebi budur. Sen halkımın geleceğini karartanlardan birisin... Okyanus ötesine ya da Britanya adalarına gidip okuyan ve biraz da iş deneyimi toplayanlar artık Sofya’ya Bakan olarak dönüyor. Örneklersek, Birinci Borisov hükümetinde Maliye Bakanı Dyankov, İkinci Borisov hükümetinde Dışişleri Bakanı Mihov, birçok banka müdürü, yabancı şirket CİO’ları bu kadro küpünden seçilmiştir. Biz Türklerden, Biz Pomaklardan ve Biz Çingenelerden böyle kadrolar çıkmıyor. Çünkü HÖH dağda denizde saraylar, köşkler yaptırırken bu tohumları ekmedi. Halkımızın umutlarının, 1989 Mayıs Ayaklanmamızın idesel köküne kibrit suyu döküldü. Bu af edilemez. Onlar bugün artık bizden daha iyi yaşıyorlar ve yarın daha da iyi yaşayacaklar. Biz hep boynu bükük kalacağız. Fırsatlarımızı ateşe veren HÖH oldu. Lütfi Bey şöyle bir aynaya bak lütfen! Aynada bile iki ufuk var. Birisi Güneşin doğuşu ve ikincisi de batışıdır. Sen batışı seçtin ve bu bir Diriliştir diye halkımı kandırdın. Artık iyice bölündük. Kravatlılar, sinekkaydı tıraşlılar ve “Hettrick” parfümlüler bir yanda buram buram doğal kokanlar karşı tarafta. Şehirlerde merkezliler ve kenar mahalleliler. Yemeğini lokantada yiyenler ve ayakta atıştıranlar. Lüks araba kullananlar ve tramvaya binemeyen yayalar. Okula gidenler ve sosyal yardım almak için okul kaydı olanlar. Sigortası olmadığı için hastaneye alınmayanlar ve devlet hastanesinde görünüp özel hastanelerden taburca olanlar. Son kıstas: Cebinde parası olanlar ve olmayanlar. Kötü olanı yaşamayan bir insan iyi olanın keyfini çıkarabilir mi? Yoksa hayallerle yaşamak mı mutluluk! Tarlaların pek işlenmediği, meyve ve sebzelerin dalından çalındığı, dilenci sayısının neredeyse işi gücü olanların sayısından daha fazla olduğu bir ortamda, alın teri dökenlerin cebinde iki mangır tıkırdamazken, kahve bekçilerinin cüzdanlarının şişkinliğine akıl erdiremiyorum. İngiliz krizi karayılanı deliğinden çıkardı. Bilirsiniz toprağın altında çöreklenmiş yatan bu sürüngen, delikten çıkarken doğrulur, boyunun uzunluğu ortaya çıkar. Ekonomik kriz yılan deliğine benzer. İnsanın iki büklüm belini mum gibi doğrultur. Bu kadar yoksulluk olmaz deyip AB bizi kapı dışı ederse ne olacak? Fakat bugün Bulgarları ilgilendiren sorun tam olarak bu değil. Mesele şudur. AB Bulgaristan ile Romanya’yı bir tutuyormuş. Bu bir. İki: AB ülkelerinde Romanyalı ve Bulgaristanlıların hepsine birden “Çingene” (Zigan) diye hitap edi-


74

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

liyormuş. Ciğerlerinde biraz “üstün ırk” sıtması olan Bulgarlar bu işten çok rahatsız. Biz bir bütünün tüm öğeleri elittir, eşittir, aynıdır falan filan desek de olay çok ciddi. Kendilerine Çingene diye hitap edilen Bulgarların ana dilini (Çingeneceyi) bilmemeleri Avrupalıların dikkatini çekmiş, çünkü biz her etnik azınlığın anadilini öğrenmesi için para gönderiyoruz, gönderdik, neden öğrenmediniz ve paralar ne oldu diyorlarmış. AB Tüzüğünü okudum, kaç milyar çalınca ya da kaç milyar Euroyu çar çur edince bir ülkenin topluluktan atıldığı ve cezalandırıldığına ilişkin madde yok. Çalınan paralar geri istense, saray ve köşkler yeter mi, yoksa memleket toprağından da çimdiklenir mi. Artık bunu düşünüyorum. İşte bu düşüncelerimin arasında şöyle bir anı da çıktı. İngilizlerin Avrupa Birliğinden ayrılıyoruz demesi, bizde her Bulgari derin derin düşündürdü, dedim. Çar III. Boris zamanında da Britanya Adalarından bizim buralara birkaç kez tomar tomar para yağmıştı. Bulgarca okuyanlar bilir, 1942’de Rodop’larda “Anton İvanov” partizan çetesi dolaşıyordu. Anti-faşist çetede savaşçılardan biri ünlü komünist şair Nikola Vapsarov’tu. O, memlekette Nazilere ve ülkemizdeki kopoylarına karşı direniş örgütlemek için, İngiliz savaş uçaklarından salınan 7 milyon Pound’u kabul ettikten sonra tutuklanmış, çok yetenekli ulusal şair olmasına rağmen, 23 Temmuz 1942’de Sofya’da kurşuna dizilmişti. Zindan duvarına kazıdığı şiirini herkes bilir: Kavga, dedikleri gibi destansı, Ben düştüm, Yerimi başkası alacak... o kadar. Burada, bir kişinin lafı mı olur? Kurşuna diziliş, dizildikten sonra Kurtlar. O kadar yalın ve akla yatkın. Ama birlikte olacağız fırtınada, Halkım, çünkü sevdik seni. Bu satırları özellikle seçmemin nedeni, “halkım ve birlikte olacağız fırtınada” ifadesidir. Halkım, dendiğinde Bulgarlarla birlikte tüm etnik azınlıkların ve oluşturdukları topluluğu da kapsar. İşte güçte hep birlikte olduk, ama Hak ve özgürlükte değil, adalette değil, eşitlikte değil. Fırtınada birlikte olduğumuz ortada. Bugünkü İngiltere krizinde bile beraberiz. Fakat durumda büyük bir fark var. Biz Bulgaristan’da çocuklarımızı kendi ülkemizde okutmakta zorlanıyoruz. Bulgar çocuklar geniş imkânlar kullanarak dış ülkelerde okuyup dönüyorlar. Bu durum bizi ikinci sınıf vatandaş bandına her geçen gün daha da fazla itiyor. Biz


Makale ve Analizler - 2016

75

çaresizlik hendeği kenarındayız. Şu örnek bile çok çarpıcı. Yüksek okul sınavında başarılı olan birçok evladımız dış ülkelerden bu arada özellikle Türkiye’den paralı öğrenim için gelen asker kaçağı, kendi ortamında başarısız gençlerin yerlerini aldığından kayıt yaptıramıyor. Bu konularda HÖH ve yeni adım atmaya hazırlanan DOST partileri susuyor. Onlar bizden daha iyi yaşıyor derken, bir de daha vaat edici bir gelecek umudu yakaladılar demek istiyoruz. 26 yıldan beri toparlanamadık, sermaye biriktiremedik, üretimimizi örgütleyemedik, ticareti geliştiremedik, fonlarımız kendi temsilcilerimizce budandı. İftar buluşmalarında bu konulara değinelim. İyi şeyler de oluyor tabii. Örneğin Smolyan İl Müftülüğü idare binası açılmış, kutlu olsun. Bir Türk Okulu açılışına katılmak istiyoruz. Bu da doğal bir isteğimizdir. Okulu olmayan bir topluluk ateş alacak ocak bulamaz.

Tek Ayakkabı

Hamiyet Yıldırım-29.Haziran.2016

Ayakkabıcı, yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken, sokaktaki bir çocuk onu izlemekteydi. Okullar kapanmak üzere olduğundan, spor ayakkabılara rağbet fazlaydı. Gerçi mallar lüks sayılmazdı ama, küçük bir dükkan için yeterliydi. Onların en güzelini öntarafa koyunca, çocuk vitrine doğru biraz daha yaklaştı. Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı. Hem de güçlükle.. Adam ona bir kez daha göz attı. Üstündeki pantolonun sol kısmı, dizinin alt kısmından sonra boştu. Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu. Çocuğun baktığı ayakkabılar, sanki onu kendinden geçirmişti. Bir müddet öyle durdu. Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda, adam dükkandan dışarı fırlayıp: - “Küçükk!.” diye seslendi. “Ayakkabı almayı düşündün mü? Bu seneki modeller bir harika!.” Çocuk, ona dönerek: - “Gerçekten çok güzeller!.” diye tebessüm etti. “Ama benim bir bacağım doğuştan eksik.”


76

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

- “Bence önemli değil!.” diye, atıldı adam. “Bu dünyada her şeyiyle tam insan yok ki!. Kiminin eli eksik, kiminin de bacağı. Kiminin de aklı ya da vicdanı.” Küçük çocuk, bir şey söylemiyordu. Adam ise konuşmayı sürdürdü: - “Keşke vicdanımız eksik olacağına, ayaklarımız eksik olsa idi.” Çocuğun kafası iyice karışmıştı. Bu sefer adama doğru yaklaşıp: - “Anlayamadım!.” dedi. “Neden öyle olsun ki?” - “Çok basit!.” dedi, adam. “Eğer yoksa, cennete giremeyiz. Ama ayaklar yoksa, problem değil. Zaten orda tüm eksikler tamamlanacak. Hatta sakat insanlar, sağlamlara oranla, daha fazla mükafat görecekler...” Küçük çocuk, bir kez daha tebessüm etti. O güne kadar çektiği acılar, hafiflemiş gibiydi. Adam, vitrine işaret ederek: - “Baktığın ayakkabı, sana yakışır!.” dedi. “Denemek ister misin?” Çocuk, başını yanlara sallayıp: - “Üzerinde 30 lira yazıyor,” dedi. “Almam mümkün değil ki!. İndirim sezonunu, senin için biraz öne alırım!.” dedi adam. “Bu durumda 20 liraya düşer. Zaten sen bir tekini alacaksın, o da 10 lira eder.” Çocuk biraz düşünüp: - “Ayakkabının diğer teki işe yaramaz!.” dedi. “Onu kim alacak ki?” - “Amma yaptın ha!.” diye güldü adam. “Onu da, sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım.” Küçük çocuğun aklı, bu sözlere yatmıştı. Adam, devam ederek: - “Üstelik de öğrencisin değil mi?” diye sordu. - “İkiye gidiyorum!.” diye atıldı çocuk. “Üçe geçtim sayılır.” - “Tamam işte!.” dedi adam. “5 Lira da öğrenci indirimi yapsak, geri kalır 5 lira. O da zaten pazarlık payı olur. Bu durumda ayakkabı senindir, sattım gitti!.” Ayakkabıcı, çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkana girdi. İçerdeki raflar, onun beğendiği modelin aynısıyla doluydu. Ama adam, vitrinde olanı çıkarttı. Bir tabure alıp döndükten sonra, çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi. Ve çıkarttığı eskiyi göstererek - “Benim satış işlemim bitti!.” dedi. “Sen de bana, bunu satsan memnun olurum.” - “Şaka mı yapıyorsunuz?” diye kekeledi çocuk. “Onun tabanı delinmek üzere. Eski bir ayakkabı, para eder mi?” - “Sen çok câhil kalmışsın be arkadaş..” dedi, adam. “Antika eşyalardan haberin yok her halde. Bir antika ne kadar eski ise, o kadar para tutar. Bu yüzden ayakkabın, bence en az 30 - 40 lira eder.” Küçük çocuk, art arda yaşadığı şokları, üzerinden atabilmiş değildi. Mutlaka bir rüyada olmalıydı. Hem de hayatındaki en


Makale ve Analizler - 2016

77

güzel rüya. Adamın, heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kağıt paralara göz gezdirdikten sonra, 10 liralık banknotu geri vererek: - “Bana göre 20 lira yeterli..” dedi. “İndirim mevsimini başlattınız ya!..” Adam onu kıramayıp parayı aldı. Ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu. Her nedense içi içine sığmıyordu. Eğer bütün mallarını bir günde satsa, böyle bir mutluluğu bulamazdı. Çocuk, yavaşça yerinden doğruldu. Sanki koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu. Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip: - “Babam haklıymış!.” dedi. “Sakat olduğum için, üzülmeme hiç gerek yok!” demişti. Her Rüzgar Savuracak Bir Toz bulur, Her Hayat Yaşanacak Bir Can Bulur, Her Umut Gerçekleşecek Bir Düş Bulur Bulunmayacak Tek Şey Senin Benzerindir.

Barış Manço ve Fransız Spiker

İbrahim Soytürk-29.Haziran.2016

Unutma! - Unutturma! Barış Manço Fransa’da bir televizyon kanalının canlı yayınına konuktur. Küstah bir spiker vardır ve Barış Manço ile dalga geçmektedir. Sürekli, “İşte Türk, yani barbar, vahşi vs... ” demektedir... Barış Manço daha fazla dayanamaz ve spikere: “Yanınızda kağıt para var mı?” diye sorar! Bu soruya spiker şaşırır ve:


78

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

“Evet var ama, ne olacak” der. Barış Manço ısrar edince spiker cebindeki kâğıt paraları çıkartır. Bu olaydan az önce Barış Manço canlı yayında “Anahtar” adlı şarkısını söylemiştir. Bu şarkının bir bölümü şöyledir: “Beş Akif - bir Saat Kulesi, iki Kule - bir Fatih, beş Fatih - bir Mevlana, İki Mevlana bir Sinan” (Barış Manço / Anahtar şarkısı / Darısı Başınıza Albümü / 1992). Bu şarkı bir matematik sorusudur ve şarkıda adı geçen kişiler o dönemdeki Türk parası olan banknotların arkasında fotoğrafı olan kişilerdir... Barış Manço spikere sorar: “Bu paranızda fotoğrafı olan kişi kim?” Spiker: “General.” Barış Manço diğer paralardaki fotoğrafları olan kişileri de sorar, spikerin verdiği cevaplar hep aynıdır, “General, Amiral, Komutan” Spikerin bu “falanca General, falanca Amiral, falanca Komutan” cevabından sonra, bu sefer de Barış Manço cebinden Türk paralarını çıkarır... Barış Manço der ki: Bu parada fotoğrafı olan kişi Mehmet Akif Ersoy’dur. Şairdir... Bu fotoğraftaki kişi Mevlana’dır. Düşünürdür... Bu paradaki fotoğrafı olan kişi Fatih Sultan Mehmet’tir. Adaletin sembolüdür... Bu paradaki kişi ise Atatürk’tür. “Yurtta barış, dünyada barış” diyen kişidir. Bizim paralarımız bunlar. Biz Türkler ince ruhlu, kibar, medeni insanlar olduğumuz için paralarımızın arkasına şairlerimizin, düşünürlerimizin, bilim adamlarımızın fotoğraflarını bastık... Siz Fransızlar kendiniz barbar, vahşi olduğunuz için paralarınızın arkasına hep savaş Adamlarının fotoğraflarını basmışsınız!” der... Barış Manço’nun bu müthiş cevabından sonra televizyon yöneticileri Canlı yayını keserler ve spikeri yayından alırlar, Başka bir spiker yerine gelir ve canlı yayın yeniden başlar, Yeni spiker Barış Manço’dan ve Türklerden özür diler.. Ne Mutlu Türküm Diyene!


Makale ve Analizler - 2016

79

Yaşlı Anadan Beş Oğluna Mektup

Raziye ÇAKIR -29.Haziran.2016

Köyümüz şehirden yüksek mi yüksek, Baban ihtiyarlıyor oğul, bilmem netsek Söz dinlemiyor artık ahırdaki eşek, Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul ! Sizi 9 ay 10 gün karnımda taşıdım Beş oğul bir kızım için yaşadım Şimdi halim kalmadı, gençliğimi boşadım Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul ! Köyde bacalar eskisi gibi tütmüyor, Çorba dahi boğazımızdan geçmiyor Takatimiz kalmadı işler bitmiyor Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul! Geçenlerde kasabadan köye doktor geldi Sağlam kimse kalmadı herkese ilaç verdi Bana da kendini yorma ansızın gidersin deyiverdi Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul! Eskiden köyümüzde yağız delikanlılar vardı Al duvak içinde gelinler, giderken ağlardı Gençler köyü terk etti, şimdi ihtiyarlar kaldı Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul! Hani yalnız yaşayan komşumuz Ali amca vardı O da rahmetli oldu cenazesi üç gün kaldı Mezarını kazacak delikanlı bulunamadı Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!


80

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Öğrenci yokluğundan artık okul kapalı İhtiyarlayınca, babanın döküldü saçı sakalı Benimde dizlerim tutmaz, ağır işlere bakalı Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul! İmam usandı, tayin yaptırıp gitti Bir ezan sesi duyuyorduk o da bitti Hastalıklar çoğaldı artık canımıza yetti Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul! Analarda ciğer, evlatlarda merhamet olur Gezen görür, yaşayan ölür, eden elbet bulur Hayır duamızı alın biz ölmeden ne olur Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul! Sizin huzurunuzu kaçırmak istemem Gelinlerimi severim asla kin beslemem Şimdi gelmezseniz cenazeme de istemem Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul! Oğulların Analarına Cevabı (1. oğul) Ana, şimdi Akdeniz sahillerindeyiz, Buralar çok güzel herkese tavsiye ederiz. Çocuklar diyor, ölürüz de asla köye gitmeyiz Kusura bakma, çocuklar istemeden biz gelemeyiz! (2. oğul) Ana, mektup yazmışsın bize boşu boşuna, Çünkü daha açarken gitmedi hanımın hoşuna, Sen idare et artık, bu sene de yalnız başına, Kusura bakma, ben hanımı gönderemem ana!


Makale ve Analizler - 2016 (3. oğul) Ana, gönderdiğin mektubu şimdi okudum hanıma, Dedi bu devirde hizmet eden var mı?, Allah aşkına, Ne olur soğuk su katma bu yaştan sonra, pişmiş aşıma, Kusura bakma ana, gönderemem hanımı ben sana asla! (4. oğul) Ana darılma, vakit bulup ta mektubunu okuyamadım, Şimdi okuyunca ne demek istediğini çok iyi anladım. Benim hanımdan başka çağıracak gelin mi bulamadın? Kusura bakma gönderemem, hanım oralara alışamaz ana! (5. oğul) Ana abim söyledi, hizmete bizim hanımı çağırmışsın, Olur mu öyle şey, doğal gazdan sobalı eve nasıl alışsın. Birde önceden başlamış günleri var, onlar yarım mı kalsın? Kusura bakma ana gönderemem, bu sene bizimki kalsın! (ortak çözüm) Dört kardeş hanımlarıyla bir araya geldiler. Anamızın isteği yerinde, acil çözüm bulalım dediler. Bizler ne yapacağız diye düşünürken, aklı gelinler verdiler. Kusura bakma ana, sana hizmete ancak bacımızı uygun gördüler!

81


82

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Temmuz Ayı Yazıları Sürü Sürü Geliyorlar

Şakir Arslantaş-01.Temmuz.2016

Konu: Yen, tip istila. Bir iş çekiyle başlarsa çekiyle biter deyenlere hak veriyorum. 1878’de Rus savaş gemileri Varna limanına demir attığında başladı bizim çilemiz. Osman Paşa Plevne’de kuşatılmıştı. Süleyman Paşa Şipka Tepesinde kara saplanmış Tuna vadisine inemiyordu. Şumnu’da Osmanlı Ordusu vardı ama İstanbul yolunu açmamak için Osman Paşa’ya yardıma koşamadı. İşte böyle bir çıkmaz kıskaçta başladı bizim çekilerimiz ve artık 138 yıldır dalgalandıkça acıtıyor, üzüyor ve içimizi kemiriyor. 1944’te Rus baskını tekrarladı.Uzun yıllar karayılan gibi çöreklendiler memleketimize. İnsan kendi evinde, toprağında, vatanında neden korkar? İnsan bir tek bilinmezlikten korkar. Bilinen düşman her zaman yenilebilir. Desek ki içimizden, hep oyuna getirildik ve sürü sürü kovulduk ata ocağımızdan. Çünkü kovulacağımızı düşünmüyorduk. Çakala çukaya inanmıştık. Ve şimdi artık her gidişin bir dönüşü vardır derken yavaş yavaş, dede toprağındadır cennet inancıyla geri dönmeye hazırlanırken, başa gelene bak sen! Yuvamızdan atıldığımız yetmezmiş gibi, bir de yabancıları bulacağız kendi evimizde, memleketimizde. Avrupa Birliği kaynakları dediğimiz fonlardan birkaç para kopartıp iş kurmaya çalışırken, olana bak sen. Bizim oralara, Varna’ya, Varna kumsallarının tatil köylerine, “Albena”, “Güneşli Sahil”, “Altın Kumsal” vb güzelim tatil semtlerimize, etraf köylere, Primorskoya, Burgas, Neseber, Sozopol ve “Dünite” adlı kumsalda kurulan apartmanlara 120 000 (yüz yirmi bin) Rus gelmiş ve iyice yerleşmiş. Tapulu mülkleri var. Yeni kurulan deniz manzaralı apartmanlardan, deniz köşklerinden birer ikişer satın almışlar ve bölgenin nüfus dokusunu iyice değiştirmişler. Şöyle ki, Varna ilinde 18 okulda artık Rusça ders veriliyor. Ruslara Bulgarca öğrenme mecburiyeti yok. “Ravda” yöresine, “Kamçiya” nehrinin denize dökülmeye hazırlandığı ormanlık bölgenin göbeğine Moskova belediyesi öğrencileri için son model donatılmış özel okul kampları kurulmuş. Çok yönlü hizmet veriliyor. Sanki gençler burada yaşamaya özel olarak alıştırılıyor. Burası bir koloni gibi olmuş. Bulgaristan’a yerleşen Ruslar için Rus dilinde TV programı başlıyor. Rusça yayın için izin belgesi verilmiş. Rus lokantaları, Rus çayhaneleri, Çikolatalı kahve


Makale ve Analizler - 2016

83

sunan Rus kahveciler, votka salonları 24 saat açık. Moskova dondurması sunan seyyar satıcılar dolaşırken, Rus kitapçılar, Rus gazete ve dergileri, Rusların zevkine göre paketlenmiş gıda sunan satış merkezleri köşe başlarını tutmuş. Her yerde Rus müziği işitiliyor. Bu gelişmeler yeni Moskova siyasetinin turizm ayağı ile yayılmacılık projelerinden biridir. Balkanlarda en fazla Bulgaristan’da ilerleyebilmişler. Onlar için Bulgaristan Balkanların incisi. Bulgaristan’a basmadan diğer Balkan ülkelerine basmanın mümkün olmadığını düşünüyorlar. Tabii bu 120 bin aile Karadeniz sayfiyelerimize bir günde bir ayda yerleşmedi, yıllardan beri bu sürünerek sahip olarak ele geçirmek, yerleşmek, sosyal yaşama örülmek ve çoğunluk olma işlemi yürürlüktedir. Bu işler kredilendi, özendirildi ve hatta ödüllendirildi. Aylarca, Türkiye Bulgaristan sınırına gerilen 3 metre yüksek ve 5 kat tel çitlerin gölgesine gizlendi. Bulgaristan’ın Shengen merakından beslendi vb. Avrupa Birliği’nin 2 yıldan beri Moskova’ya ambargo uyguluyor. Olayı devlet adamları hep değişik yorumladı. AB’yi destekleyen yorumcular vardı, son dönem onlar “uzun tatile” çıktı. Rusofop milliyetçilerin halk arasında kök salmak için geliştirdiği bağımsızlıkçı ve özgürlükçü söylevlerin tekrarlanması sayfası artık kapanıyor. Bundan böyle Rusya’nın Bulgaristan ve Balkanlar siyaseti her geçen günle ilerleyebiliyor. Şimdiki Motorcuların barış seferinde başka ülke topraklarını tüfek patlatmadan istila etme siyasetinde yeni bir adım görebiliyoruz. Milli kimliği son derece karışık olan Karadeniz yerleşim yerlerimizde kaynayan kazana alışanlar bir gün kendilerini bambaşka bir ortamda bulurlarsa şaşmam. İki hafta önce Başbakan Boyko Borisov “Benim Rusya ile savaşmaya niyetim yok, kim isterse Karadeniz savaş filosu kursun, beni ilgilendirmiyor” dedi. Böylece o bir NATO müttefiki olmamıza karşın, Türkiye, Ukrayna, Romanya ve Bulgaristan’ın Karadeniz’de ortak filo kurup Rus yayılmacılığına karşı göğüs germesi planlarına “hayır” demiş oldu. Her vatandaş, başbakandan derli toplu ve önceden uyarlanmış, belirli bir siyaset çizgisinin devamı olan bir konuşma yapmasını beklerken, bizimkinin köy kahvesi üslubundan bir türlü kurtulamaması, tepki yaratmadı desem, olay hafife alınmış olur. Tekiler sertti. Son demecinde ise, “Biz Avrupa Birliğinden ayrılmayacağız” dedi. Dedi de, sorunlar oldukça çetrefilli. Bir defa bizi AB’den kovan yok. Düşersek biz kendimiz fakirlikten ve takatsizlikten düşeriz. Hani kış hazırlığı yaparken bir vuruşta yarılmayan meşe kütükleri vardır, onlar gibi bir durumdayız. Ocağa sığmaz, baltaya gelmez bir durum.... Britanya Adasından Başbakan Kameran “lütfen bize zaman tanıyın” derken, İngiliz Lortlar Kamarası halktan gelen seslerin notasını yazmak için henüz toplanamıyor. Brüksel ise, “bazı adımların yanlış atıldığının artık” farkına vardı. Yalnız kemerleri değil, mali ve siyasi disiplini sıkma zamanı


84

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

geldiğine inanmış olanlar kalabalık oldular. Siyaset dediğin terzi işine pek benzemiyor. Boz yap, boz yap” gibi “sök dik sök dik” de bir kural olamaz, deyenler çoğalıyor. Eskiden yaz aylarında güneş gözlerimi almasın diye kafasını kaldıramayanlar, artık ufka bakmaktan da korkmaya başladılar. Krizler siyasette delikler olduğuna işarettir. Brüksel’in Güney Doğu Avrupa (Balkanlar) siyasetinde de delik deşik yerler var ki, bir orduyu andıran iri yarı motorlu erkeklerden oluşan Rus roker sürüleri Karadeniz sahil kentlerimizi bastılar. Burgas şehrinde kazma kürek ve yumrukla karşılandıktan sonra kendilerine şu soru soruldu: “Neye geldiniz?” Cevap şu oldu: “Biz, Rus askerinin ayak bastığı topraklara ıhlamur fidanı dikeceğiz. Ihlamur birleştirici bir ağaçtır. Biz Balkanlardaki İslavları birleştirmek istiyoruz. Biz biriz ve bir olmaya devam edeceğiz.” Rus askerleri bizim topraklara birinci defa 138 yıl evvel, son kez de 72 yıl önce basmıştı. Geç olmadı mı dersiniz. Burgas merkezine yerli motorlu gruplar ve etraf yerleşim merkezlerinde evi olan Ruslar da toplandılar. “Biz sizi istemiyoruz! Gidin!” dediler. Halka hitaben konuşmalar yapıldı. Bu deri ceketli, yelekli, çok dövmeli kişilerin geçen yüzyılın ortalarında Birleşik Amerika’da gelişen özgürlükçü “roker hareketiyle” hiçbir ilişkisi olmadığı, Rus rokerlerin, 3 bin kişilik bir motorlu ordu oluşturduğu, Devlet Başkanı Vladimir Putin’in onları desteklediği, kendileriyle görüştüğü, hatta onlarla birlikte motorlu sefere çıktığı anlatıldı.. Bu motorize gücün ardında Rusya Dış İstihbaratı eski KGB, yeni adı FSB olduğu, devletten para aldıkları, devlet programına göre eylem yürüttükleri vb anlatıldı. Basına yansıyan olayda, 2 bin 500 Rus motorlusunun Kırım Yarım Adasını bastığı ve bu Tatar toprağında Rus izi bırakmak için “barışçı güç” adı altında sert baskı uyguladığı anlatıldı, kaydedildi. Henüz son ermiş sayılmayan Ukrayna çatışmalarında ise, 3 binlik bir motorlu halinde birleşik ve beraber hareket eden bu baskı güçlerinin Ukrayna’nın Doğusundaki Donets şehrinde çarpışmalara katıldığı paylaşıldı. Rusya’nın birçok kentinde kavşak ve sokak kesen bu motorcu sürü, Putin’in silah patlatmadan ilhak etme siyasetinden yana olmakla birlikte, seçim kampanyalarında da önemli rol oynadığı halka duyuruldu. Olaya katılan Bulgar rokerciler ise Bulgaristan Sosyalist Partisinden olduklarını, eski Cumhurbaşkanlarından Pırvanov’u desteklediklerini “ABV” partisine oy verdiklerini gizlemediler.


Makale ve Analizler - 2016

85

Motorlu Ruslar, Burgas kentinin şehir barkına ıhlamur diktikten sonra, Osmanlı Genel Kurmay Başkanı Süleyman Paşa ile Rus Generalı Gurko arasında 1877 kış çarpışmalarının yapıldığı Şipka Tepesi’ne yola çıktılar. Tepeye ıhlamur ağıcı diktikten sonra, kahramanlığı unutulmayan meydan muharebesi başkomutanı Gazi Osman Paşa ile Alman asıllı Rus General Tot Leben arasındaki çarpışmaların yapıldığı Plevne tepelere gideceklerini çekinmeden duyurdular. Sofya’da “Aleksandır Nevski” kilisesinin parkına fidan dikme planlarını da bildirdiler. Osmanlının hibe devlet parasıyle kurulan, Pirin Makedonya’sında bulunan, ne Rus Osmanlı “93 Harbinde” ne de daha sonra Rus ayağı basmamış olan “Rila Manastırı” avlusuna da İslav birliği sembolü olarak ıhlamur fidanı dikmeye gidecekleri yalnız ilgi değil, tepki de uyandırdı. Sofya’daki karşılamaya Rusofob’larla birlikte Avrupa Atlantikçi çevrelerin ileri gelenleri, demokratik örgüt sözcüleri ve STÖ katıldı. DOST partisinden kimse yoktu. Basına yapılan açıklamalarda, Rus roker gruplarının Polonya, Çek ve Slovenya gibi ülkelere girmelerine izin verilmediği, Ukrayna’nın kendileri ile savaş halinde olduğu, bu güçlerin Kremlin’in “İslav Dünyası” siyasetini hayata geçirmeye çalıştığı, bu doktrinin nasyonal sosyalist yani faşist idelere dayandı ve Büyük Rusya kurmayı hedeflediği ortaya kondu. Bulgar basını olayı yorumlamaya devam ediyor. Rus milliyetçi yayılmacılığının bu yeni dalgası 120 bin Rus’un Bulgaristan’ın Karadeniz Kıyısına yerleşmesinden sonra yükselen ve sahile dökülen ilk köpük yumağıdır.

Bulgaristan Türk Edebiyatının Dünü ve Bugünü

BG-SAM-03.Temmuz.2016

Ben Habibe Ahmet, Doğu Rodoplar’ın, Kırcaali - Eğridere yolunun tam ortasında, rakımı 630 m, nüfusu 350*nin üzerinde olan, ismi çok eskilere dayanan Çataklar köyündenim. Güneşin doğuşunu ve batışını hep oralarda seyrederim ben. Hep orada, sadece orada ağlamam, gülmem ve düşünmem değer kazanır. Genel-


86

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

likle şiirlerimi de şirin köyümde yazarım. Köyümün Tilki Mağarası diye adlandırılan bir vadisi mevcut, şırıl şırıl, ince ince akan bir dere onu ikiye bölmekte. Bu vadide, başınızı yukarı diktiğiniz de, bütün ihtişamıyla koskoca bir dağın doruk zirvesi görülür. Sanki çok yükseklerden, bulutların üzerinden bu dağın tepesi size adeta gülümsemekte. Rodoplar’ın bir cennet köşesinde benim ateşi sönmeyen ocağım. Benim, bizim dağımız ve memleketimiz burası. Geçmişi ve geleceği ile. Eşi olmayan yeşil bir memleketimiz var, adeta bir Yeşilistan. Ben buralarda, sarı başaklı ekin tarlaları arasında çocukluğumu görüyorum; Koşarak boy gösteren, kırmızı gelincik çiçekleri toplayan, başlarında allı pullu rengarenk eşarplarıyla, bayramlarda türkü söyleyen kızlarda gençliğimi arıyorum; Davullu zurnalı ateş etrafında çınlayan çocuk sesleri, birbiriyle yarışırcasına çayırlarda öten cırcır böceklerinin sesi hep kulağımda; Gıcırtılarıyla açılıp kapanan ahşap kapılar önünde, nasırlı elleriyle acı tütün sarmalayıp, pipolarını tüttüren ak sakallı ihtiyar dedeler, kuşaklarına kıstırılmış örekeleriyle, o zarif ince parmaklarıyla yün eğiren, kınalı saçlı ninelerimizi görüyorum daima rüyalarımda... İşte buyum ben! Dilimden dökülen rüzgarın deli kızıyım; “Rüzgara karşı yürüyorum rüzgarla beraber ateş gibiyim güneşe doğru yürüyorum baharla beraber ateşi rüzgara katarak alevler saçarak bulutların altında gülüyorum doludizgin yağmur gelecek biliyorum” Bu özel girişten sonra, biraz da konumuza değineyim. Gerçi, bizim edebiyatımız başından sonuna kadar henüz daha tamamen anlatılamamış ve araştırılmamış. Benimde burada bunu yapmam imkansız ama yine de bazı bilgileri aktarmaya çalışacağım. Osmanlı’nın Rumeli topraklarına ayak bastığı ilk yıllardan sonra, rahatlıkla Bulgaristan Türk Edebiyatı için söz etmeye başlayabiliriz. Bu topraklara gelen ilk Türklerin arasında, yönetici ve memur sıfatında birçok aydın ve eğitimli şahsiyet bulunuyormuş. Nasıl bir büyük akademisyen Naili Boratav, Darıdere doğumluysa ve Sabahattin Ali, Eğridere doğumluysa, aynı şekilde eski asırlarda da bizim topraklarımızda büyük edebiyatçılar yetişmiş. Bugün bazılarının isimlerini Osmanlı Edebiyatı tarihi sayfalarında görebiliyoruz. İşte güzel bir örnek isim - Kazak Abdal. 16. yüzyılda yaşayan ozanın Balçıklı olduğu bilinmektedir. 16.yüzyılda yaşayan bu ölümsüz Ata’mızın mısraları 21. Yüzyılda yaşayan torunlarına güzel bir ders verecek nitelikte; “Dağlarda, bayırda gezen bir Yörük Kimi timarlı sıpah, kimi ser-bölük Bir elif’e dili dönmeyen hödük. Şehristana gelir, ezan beğenmez. Bir çubuğu vardır gayet küçücek Zu’mu fasidince keyif sürecek, Kırık çanağı yok ayran içecek . Kahvede fagfur-î fincan beğenmez. Yaz olunca yayla yayla göçenler Topuz


Makale ve Analizler - 2016

87

korkusundan sardan kaçanlar, Meşe yaprağını kıyıp içenler Rumeli bohçası duhan beğenmez. Aslında, neslinde giymemiş hâre İş gelmez elinden, gitmez bir kâre, Sandığı gömleksiz duran mekkâre Bedestana gelir kaftan beğenmez. Kazak Abdal söyler bu türlü sözü Yoğurt, ayran ile hallolmuş özü, Köyden şehre gelen bir Yörük kızı İnci, yakut ister, mercan beğenmez.” Bulgaristan Türk edebiyatının asıl başlangıcı olarak, Osmanlı - Rus Savaşı sonrası (1877 - 1878) Bulgaristan Devleti sınırları içinde kalan Türklerin edebiyatı sayılır. Edebiyatımızı dört döneme ayırıyor. Osmanlı dönemi, Bulgaristan Devletinin kuruluşundan 1944’e kadar süren dönem (1878 - 1944), 1944 - 1989 arası dönem ve 1990’dan günümüze kadar olan dönem. Bulgaristan Türkleri, sözlü edebiyatlarını zor koşullara rağmen günümüze kadar yaşatmışlardır. Türk Halk Edebiyatımızın atasözü, destan, türkü, mani, ilâhi, ninni, bilmece, fıkra, masal gibi türleri buralarda da varlığını sürdürmüş, yeni eserlerin ilâvesiyle de oldukça zengin bir edebiyat halini almıştır. Bulgaristan Türklerinin atasözleri, türküleri, manileri Anadolu’da söylenenlerden farklı değildir. Ancak buradaki türküler daha yanık, azınlık olmanın verdiği sıkıntıları, acıları, görülen zulümleri anlatması bakımından daha duygusal, âdeta birer ağıttır. Söyleyiş bakımından da Anadolu’da söylenen benzerlerinden pek farklılık görülmez. Sözlü edebiyatımız bugüne kadar gerektiği bir biçimde tanıtılmamış, uzmanlar tarafından da gereken değerlendirmeler yapılmamıştır. Bazı yabancı araştırmacılar bu konuya değinerek birkaç örnek göstermekle yetinmişlerdir. Bulgar araştırmacılar ise daha çok Türk Halk edebiyatının, kısmen de Bulgaristan Türkleri halk edebiyatının Bulgar halk edebiyatına etkisi konusu üzerinde durmuşlardır. Bulgaristan Türklerinin yazılı edebiyatı, tarih boyunca bir azınlık edebiyatı olarak, Rumeli Türk Edebiyatı geleneklerini sürdürmeye çalışmış; ancak, ağır toplumsal koşullar yüzünden sık sık durgunluk hattâ suskunluk dönemi yaşamıştır. Doksanüç Savaşı, sonra da Balkan Savaşının getirdiği büyük felâketler, Bulgaristan Türkünün sözlü edebiyatında ağıt, destan, efsane şeklinde eserlerde dile getirilmişse de, yazılı edebiyatta bu konularda eserler yayımlamak kolay olmamıştır. Bir sanat eserinin yayımlanması ve okurlara ulaşabilmesi, Bulgar devletinin Türklere yönelik izlediği politikaya ve uyguladığı sansüre bağlı olmuştur. Bulgaristan Türklerinin yazılı edebiyatı bir bütün olarak araştırılmamış, birçok sorunun açıklığa kavuşturulmasına geç başlanmıştır. Bu alanda ilk yazılara Türkçe çıkan Yeni Işık ve Halk Gençliği gazetelerinin 1948 tarihli sayılarında rastlıyoruz. Bu yıllarda edebiyat ile ilgili yazılarda Hafız İslâm Ergin, Süleyman Hafızov ve Rıza Mollov gibi araştırmacıların imzalarını görebiliyoruz.


88

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Osmanlının bu toprakları terk edilişinden sonraki dönemde, edebiyatımızı iki alt bölüme bölmek mümkün. Birinci alt dönem 1878’lerden 1919 yılına kadar ve ikinci alt dönem de 1920’lerin başından 1944’e kadar devam eder. Birinci alt dönemde yazılan sanat eserleri, geçen yüzyılın sonlarından 1908 yılına kadar Bulgaristan’da Türkçe çıkarılmış gazete sayfalarında bulunmaktadır. Bu konu, araştırılmasını bekleyen konulardan biridir. Birinci alt dönemin başlıca temsilcileri olarak Âşık Hıfzı ve Hüseyin Raci Efendi gösterilmelidir. Her ikisi de Doksanüç Savaşını konu alan olayları sergilemektedir. Özellikle Hüseyin Raci Efendi’nin “Tarihçe-i Vak’a-i Zağra” başlıklı eseri edebiyatımızda emsali olmayan bir şaheserdir. Bununla ilgili Tuna dergisinden şu parçayı aktarmak uygun olur: “Eserin değerlendirmesini yapan millî şairimiz Yahya Kemal 1921 yılında şunları yazmıştır: “Tarihçe-iVak’a-yı Zağra”yı Falih Rıfkı gibi Türk naşirlerine gösterdim. Onlar benden ziyâde hayran oldular. Bu kitap Türklerin vatan edebiyatında en samimi, yüksek bir şaheserdir.” Hüseyin Raci Efendi bu ölümsüz eserini Türkiye’ye göç ettikten sonra yazmıştır. Çünkü bu acı gerçeklerin Bulgaristan devleti sınırları içerisinde kaleme alınarak basılması olanak dışıydı. Balkan Savaşları da derin ızdırapların kaynağı olmuş ve bir çok sanatçımızın yaratıcılığında ana konuyu oluşturmuştur. Ancak sanatçılarımız Türkiye’ye göç ettikten sonra bu tarihî gerçekleri kaleme alabilmişlerdir. Sanatçıların göç ettirilmesiyle, Bulgaristan Türk halkı aydın zümreden yoksun edilmiş, edebiyatın gelişmesi de engellenmiştir. İkinci alt dönem edebiyatı daha farklı koşullarda gelişmeye başlamıştır. Neully Barış Antlaşmasının (1919) azınlıkların korunması hakkında hükümleri, Bulgaristan’ın Türkiye ile dostluk ilişkileri kurulması arzusunu göstermesi, Türkiye’de Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanması, Cumhuriyetin kuruluşu ve Atatürk reformları, Bulgaristan Türklerinin de kültür kalkınmasını olumlu yönde etkilemiştir. İki Dünya Savaşı arasındaki dönemde türlü konularda şiir, hikâye, röportaj gibi yazılara rastlanmaktadır. Halkı cehaletten kurtarmak, gençlikteki millî duyguyu ayakta tutmak ve pekiştirmek, işlenen ana konuları oluşturmaktadır. Muharrem Yumuk bir şiirinde şöyle diyor: “Halka maarif lâzım, maarif... Varsa gerçekten bir büyük arif Gelsin de bize eylesin ta’rif: Göstersin gerçek irfan nerede?” Mehmet Behçet Perim Bulgaristan’ı dolaşarak, halkının cehalet içinde kıvrandığını görür ve üzüntüsünü şöyle anlatır: “Kenanda ölgün yatan Milletim Uyanmağa muhtaç... Budur zahmetim. Bunun için çarpar göze mihnetim Dertlerim çok, sorma, ah Deli Kamçı! En büyük bir köyde bir tek mektep yok


Makale ve Analizler - 2016

89

Mektepsiz köylerde dinden eser yok, Sarıklı çok, lâkin dindar olan yok Bilgisizlik yıkmış milleti, Kamçı...” Mehmet Fikri’de ise gençliğe bir çağrı var. Sanatçı, gençlerin cehaletten uzaklaşmalarını ve ilerlemenin, gelişmenin yolunda yürümelerini istemektedir: “Korkma yürü, ümidisin milletin Her manii yıkar, ezer himmetin Senin azmin yükseltecek milleti Mahvedecek cehaleti, zilleti... Uyan, uyan... Bu girdaptan uzaklaş! İlerleyen milletlere koş, yaklaş!...” Turan gazetesi sayfalarında Mehmed Oğuz imzasıyla yazılmış şiirlerde de tarihimizden alınan güç ile gençlerin uyanması; sevgi ve bilgi saçmaları çağrısı vardır: “Yıllardır şu çorak yurt, Gür sesini bekledi. Yıllardır Yüce bozkurt “Uyan artık sen!” dedi. Ne başlangıç, ne de son, Sana engel olmasın. Bu yeni Ergenekon, Cağıldasın, solmasın. Bilgi, duygu, sevgi saç! Yenilik yollarına... Bu “yeni doğuş”u aç, Öz gücünle yarına.” Bu dönemde pek çok yazar, şair göçlerle yurtlarını terk ettiğinden Bulgaristan Türk Edebiyatı büyük yaralar almıştır. 1922’de Nüvvap Medresesi’nin Şumen şehrinde açılmasına kadar bu edebiyatta önemli bir gelişme kaydedilmez. Türkiye’de öğretim gören Ali Osman Ayrantok, Mehmet Behçet Perim, Oğuz Peltek, Zeki Tunaboylu gibi yazar ve şairler, Nüvvap Medresesi’nden yetişen Mehmet Fikri, Osman Kılıç, Sabir Demir, Selim Bilâl gibi yazar ve şairler ve Âşık Hıfzı, Hüseyin Raci Efendi, Mustafa Şerif Alyanak, İzzet Dinç, Mehmet Müzekkâ Con vb. Bulgaristan Türk Edebiyatının gelişmesinde önemli katkılar yapmışlardır. Türkiye’ye göç eden Ali Haydar Taner “Beyaz Zambaklar Memleketinde”, Mehmet Behçet Perim “Göçmen Ahmet”, Ali Kemal “Alev ve Kül”, Ethem Ruhi Balkanlı “Şehit Evlâtları” gibi romanlarıyla Bulgaristan Türklerinin millî ruhunu,sosyal durumunu dile getirmişlerdir.1930’lu yıllarda iktidara gelen Bulgar milliyetçilerinin zamanında Türk düşmanlığı had safhaya çıktığından zaten sınırlı sayıda Türkçe basılan gazete ve dergiler kapatılmış, şair ve aydınlar da tehdit ve baskılara maruz kalmışlardır. Bu durum, II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar sürmüştür. Bulgaristan Türk Edebiyatı 1944’e kadar bir dereceye kadar kendini korumuş olmakla beraber kayda değer çok büyük bir gelişme olmamıştır. Şimdi de komünist dönem olarak adlandırılan yıllara geçelim. Bu dönemle ilgili şair Ahmet Şerif Şerefli şöyle yazıyor: “Totaliter rejimin ömrü 45 yıldı. 45 yaşında öldü. Bulgar yazarlar Birliğinin 3000 kayıtlı üyesi bulunuyordu. Kuluçka makinesinin ürettiği civcivler gibiydi onlar. Kırmızı ışık yanınca uykuya yattılar, yeşil ışık yanınca uyandılar. Fabrikada üretilen mal-


90

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lar için bile roman yazma emri aldılar ve yazdılar, tütün kırımı, derin güz sürümü için şiirler yazdılar. Güdümcülük, şiarcılık Bulgaristan’a Sovyetler’den gelmişti. 300 milyon Sovyetler’de 300 bin yazar kayıtlıydı. Kızıl Sovyet faşizmi yetmiş yaşında öldü. Gerçi edebiyat ve sanat için yatırım yapılıyordu. Ama pazarda sadece konfeksiyon bulunuyordu. Bu rejimler dünyaya edebiyatçı, sanatçı veremediler.” Bunlar Ahmet Şerif’in tarihe bıraktığı notlar. Bu isim ile alakalı ilginç bir durumu da aktarmak istiyorum. Bugün ülkemizde, bu şairimizin adını taşıyan ve Türkçe kitaplardan oluşan tek kütüphane onun doğduğu köydedir. Bu kütüphane TİKA tarafından yapılıp açılmıştır. Keşke buna benzer kütüphanelerimiz çoğalabilse... Evet, Bulgar ve Sovyet “kardeşleri” örnek alan birçok Bulgaristan Türk yazar ve şairi de elbette geri kalmamak için çok çaba harcadı ve Komünist Partisinin isteği doğrultusunda sanatla ilgisi olmayan “eserler” yazmaya mecbur bırakıldı. Partinin istekleri üzere eser yazmayan sanatçılar ise Belene ölüm kampında, hapisanelerde ve sürgün edildikleri Bulgarların yoğun yaşadığı bölgelerde, duygularını gizlice şiire döker, karanlık günlerin aydınlığa kavuşmasını beklerlerdi, işte bu sanatçıların birçoğu şimdi Anavatan’da özgürce eserlerini kitap halinde yayımlamakta, estetik değeri daha da yüksek yapıtlar üreterek, edebiyatımızı gerçek sanat eserleriyle zenginleştirmektedirler. 1950’lerde ve 1970’lı yıllarda yetişen sanatçılar, Bulgaristan Türkleri edebiyatına yeni davranış, yeni haykırış, yeni içtenlik getirmişlerdir. 1950’lerin başlarında edebiyatın ön saflarında bulunanlardan Selim Bilâlov, Riza Mollov, Kemal Bunarciev, Yusuf Kerimov, Enver İbrahimov, Salih Baklaciev, Süleyman Gavazov, Hasan Karahüseyinov vb. birinci kuşak sanatçılar grubunu oluşturmaktadır. İkinci kuşak sanatçıların başında da Ahmet Şerifov, Sabri Tatov, Ahmet Tımışev, Niyazi Hüseyinov, Muharrem Tahsinov, Lütfi Demirov, Mehmet Bekirov, Sabahattin Bayramov, Halit Aliosmanov, Lâtif Aliev, İshak Raşidov, Mehmet Davudov, Mehmet Çavuşev, Nevzat Mehmedov, Ömer Osmanov, Recep Küpçü, Ali Kadirov ve daha bir sıra yazar ve şair bulunmaktadır. İkinci kuşağın bir devamını oluşturan ve edebiyatımıza değerli eserler kazandıran sanatçılardan Mustafa Mutkov, İsmail Çavuşev, Faik İsmailov, Halim Halilibrahimov, Süleyman Yusufov, Durhan Hasanov, Osman Azizov, Şaban Mahmudov, Şahin Mustafaov, Naci Ferhadov, Sabri İbrahimov, Ali Bayramov, İslâm Beytullov, Turhan Resiev, Ahmet Eminov, Aliş Saidov, Mustafa Çetev, Mehmet Sansarov, Ali Durmuşev ve adlarını sayamadığımız daha birçokları üçüncü kuşak sanatçılar grubunun başında bulunmaktadırlar. Söz konusu alt dönem edebiyatında


Makale ve Analizler - 2016

91

kadın sanatçılarımızdan Mefkure Mollova, Nadiye Ahmedova, Lâmia Varnalı, Necmiye Mehmedova, ve Nebiye İbrahimova varlıklarını kanıtlamışlardır. İkinci ve üçüncü kuşak sanatçılarda yeni edebî yapılışlar belirmiş ve özellikle şiirde sanat daha gelişmiştir. Ayrıca Recep Küpçü, şiirde duygusallığı güçlendirmiş, Mefkure Mollova şiire ince bir lirizm getirmiş, bazı şairlerimiz ise çağdaş şiirimize yiğitçe bir anlatış yöntemi sağlamıştır. Böylece Bulgaristan’da Türk şiiri kişinin içten yaşantılarıyla dile gelerek kişisel bir özgürlük kazanmıştır. Bu edebiyatın bir özelliği daha vardır ki, bu da folklor ve köylü bilinci üzere kurulan edebiyatla bağlantısını kesmemesidir. Hasan Karahüseyinov ve Lâtif Aliev Bektaşi ortamından gelerek köy ortamının toplu görünümünü canlı bir görüşle ölçerek geleneksel ve duygusal bir hava içinde canlandırmışlardır. Lütfi Demirov ise köylü şairi sıfatını kazanarak, köylü pastoral anonim halk şiiri türünde yazmıştır. Bu eğilimi Niyazi Hüseyinov, Şaban Mahmudov, Süleyman Yusufov, Şahin Mustafov, Faik İsmailov, Naci Ferhadov, Ahmet Eminov, İsmail Çavuşev gibi şairler de sürdürerek, geleneksel folklordan, daha yaratıcı ve kişisel bir biçimde yararlanarak, Bulgaristan Türk edebiyatının gelişmesinde bir köylü şiir akımının daha belirgin çizgilerle gelişmesini sağlamışlardır. Böylelikle karma bir düşünce estetik nitelikleri kavrayarak, köyden başlayan yeni edebiyat, yeni şiir özelliği alarak tekrar köye dönmüş, köyün sorunlarıyla bağlanmış ve yeni bir özellik kazanarak ortaya çıkmıştır. Hikâye türünde değerli eserler veren Selim Bilâlov, Kemal Bunarciev, Ahmet Tımışev, Sabri Tatov, Hüsmen İsmailov, Muharrem Tahsinov, Halit Aliosmanov, Ali Kadirov, Mehmet Alev,Mustafa Bayramali, Halim Halilibrahimov ve daha birçok sanatçımızdır. Uzun hikâyede İshak Raşidov’un imzası bulunmaktadır. Roman türünde ilk adımlar 1960’da atılmıştır. Sabri Tatov ilk romancımız olarak edebiyatımızda yer edinmiştir. Ayrıca Ömer Osmanov’ta romanlar yazmıştır. Mizah ve fıkra alanında da başarılı eserler yazılmıştır. Mehmet Bekirov, Ahmet Tımışev, Turhan Rasiev,Ali Durmuşev, Nihat Altınok vb. bu tür eser yazan sanatçıların başında bulunmaktadır. Sahne eserleri türünde de başarı sağlanmıştır ve en ağır basan bir perdelik piyeslerdir. Bu edebî türde ilginç eserler veren Yusuf Kerimov, Hasan Karahüseyinov, Sabri Tatov ve daha birçok sanatçı olmuştur. Çocuk edebiyatı da bu dönemde oldukça gelişmiş ve çocuklara ait bir hayli şiir ve düz yazı eserleri yazılmıştır. Çocuk edebiyatının gelişmesi Ahmet Şerifov


92

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ile başlar ve Nevzat Mehmedov, Nadiye Ahmedova, İshak Raşidov gibi birçok sanatçının eserleriyle zenginleşir. Eleştiri türünde ilk adımlar 1948/50’de atılır ve 1950’lerde geliştirilerek 1960’lı yıllarında ilginç yazılar yazılır,Türkçe yayımlanan sanat eserleri değerlendirilir. Eleştiri alanında başarıyla çalışan Riza Mollov, İbrahim Tatarlı, İshak Raşidov, Mehmet Çavuşev ve İbrahim Beytullov gibi araştırmacılar olmuştur. Burada bir parantez açıp,sevilen şairimiz Recep Küpçü’ye sözü bırakıyorum, herhangi bir ekolden öğrenmiş olan bir şair değildir, o kendi ekolünü kendisi kurdu. Milli şuur onun yoluna ışık saçan meşalelerden biri, belki de en önemlisidir. Onun bu görüşlerinde, bir milleti kendisinden başka kimsenin düşünemeyeceği inancı yatar. O, küllenen gerçekleri ocağı eşeleyerek bulup ortaya çıkardı. İşte hala hafızalardan silinmeyen mısraları; “Bulgaristan Yabancı değilim Bulgaristan Yabancı değil doğduğum Yollarım Mezarlarına ellerimle İndirdiğim Babam ve annem Senin toprağındadır Bulgaristan Yabancı değilim ben Türkoğlu Türk’üm!..” Recep Küpçü’nün yakın arkadaşı olan ve Bulgaristan’da çağdaş Türk Edebiyatının en güzel seslerinden biri olan Naci Ferhadof’un birkaç aşk dizesine yer vermeden olmaz; “Peşinde koşmaktan titrer oldu dizlerim Hadi gülüm, Yıllar oldu yollarım gözlerim, Varsın bu halimi görenler deli desin, Bekliyorum çimen gözlüm, nerdesin!.. Yoruldum, çok aramaktan olacak seni... Şimdi sen, Belki başka gözlere sihirli bir perdesin, ama ben, hep öylesine iyimserim seni sevdim seveli, bekliyorum, çimen gözlüm, nerdesin?” Unutulmaz Mefküre Mollova ise yine, kendi üslubuyla ince telden çalmakta; “Gençlik Gözü güzel olanın Özü de güzel olur Senin gözlerin pek güzel Güzel özünü n’olur bir ömürcük bana ver” Sabahattin Bayramov, edebiyatımızın diğer temel taşlarından birisidir. Onun “Anılar” şiirini okumak istiyorum size; “Anılar, anılar, anılar... Kimsesiz gecelerime, sıcak bir kadın misali Beni severcesine sokulan gündüzleri ömrümün. Sararıp solan dileklerimin daha çatlamamış tomurcuk hali Ne ederim ben, nasıl yaşarım sizi kaybettiğim gün? Tasasız bir çocuk oynar uzaklarda Kırığı döküğü yok henüz bir tek oyuncağın Bir bahar ki sonra, çiçeği yanmamış kırağıda karda Sahteliğini duymamış seven kucağın... Kaybettiğim her sevgili, kazandığım dost yüzü Her sönen ateşimin bıraktığı yanık iz Her sabahtan beklemediğim o lekesiz gökyüzü, Her kırılan dalda kalan meyvelerim sizsiniz; Anılar, anılar, anılar... Ben, sizinle seviyorum kendimi Ben sizde temiz...” Günümüzde bu yazar ve şairlerimizin eserlerini özel bazı koleksiyonlarda veya birkaç devlet kütüphanesinde bulabiliriz. Burada üç kapsamlı antolojiyi an-


Makale ve Analizler - 2016

93

madan geçmek olmaz. İbrahim Tatarlı, “9 Eylül 1944’ten Sonra Bulgaristan Türklerinin Edebiyatı - Antologiya” ve “Bulgaristan Türkleri’nin Edebiyatı Antoloji”, başlıkları altında iki kitap yayımlar. Antologiya’da Türk azınlık edebiyatının 1944’ten sonraki dönemi ele alınarak oldukça ayrıntılı bir önsözden sonra 28 sanatçının eserlerinden örnekler verilmiştir.1964 yılında yayımlanan Antoloji’de de 1944 - 1964 yılları döneminde Bulgaristan Türkleri edebiyatının başlıca temsilcileri olarak 39 sanatçı hakkında kısa bilgiler ve eserlerinden örnekler verilmiştir. İbrahim Tatarlı’nın söz konusu iki antolojisinden sonra Bulgaristan’da yerli Türk sanatçılarının bir hayli eseri yayımlanmıştır. 1960 yılında A. Şerifov’un Müjde eseriyle başlayan yayın faaliyeti, 1969’da yine A.Şerifov’un Üçüncü Adım kitabıyla Türkçe eser yayımlamaya son verilmiştir. 1964’ten sonra “Halk Eğitimi” Yayınevinde sanatçıların başlı başına 22 şiir kitabı ve 24 hikâye, büyük hikâye, roman ve gezi notları basılmıştır. 1964’ten sonra basılmış şiir ve hikâye derlemelerinin sayısı ise 8’dir. Beş yıl (1965-1969) içerisinde “Halk Eğitimi” Yayınevince yayımlanan, Yeni Hayat dergisi ve Türkçe gazetelerde de çıkan sanat eserlerinden seçmeler yapılarak yeni antoloji ve derlemeler hazırlanabilirdi. 1987’de Nimetullah Hafız’ın “Bulgaristan’da Çağdaş Türk Edebiyatı Antolojisi”, 1944-1984 başlıklı iki ciltlik eseri İstanbul’da Kültür ve Turizm Bakanlığınca yayımlanmış ve aynı başlığı taşıyan üçüncü cilt de 1989’da basılmıştır. 40 İlk iki ciltte alfabe sırasıyla verilmiş sanatçıların sayısı 64’tür. Üçüncü cilt çocuk edebiyata olarak hazırlanmış ve burada yine alfabe sırasıyla 33 sanatçının eserleri verilmiştir. Bunlardan 29 sanatçıya ilk iki ciltte de yer verilmiş ve bu kişiler başka eserleriyle temsil edilmişlerdir. Aralık 1984’te başlatılan ve 1985’in ilk aylarında Türklerin adlarının zorla Bulgar adlarıyla değiştirildiği, ölüm kamplarını ve hapisanelerin Türklerle dolduğu, Bulgaristan’da Türk yoktur, denilen bir dönemde, N. Hafız, hazırladığı antolojisiyle Bulgaristan’da Türk varlığını ispat etti, bu çalışmasıyla o karanlık günlerde Bulgaristan Türklerine manevi destek oldu. Bulgaristan Türklerine soykırımı uygulandığı aynı dönemde bir antoloji daha basıldı. Mehmet Çavuş “20. Yüzyıl Bulgaristan Türkleri Şiiri” (Antoloji) eserini 1988’de İstanbul’da yayımladı. Bundan önce hazırlanmış antolojilerde 1944’ten sonraki dönem ele alınmış, Bulgaristan Türkleri edebiyatı manzum ve mensur eserlerle temsil edilmiştir. M. Çavuş, eserin başlığından da görüldüğü gibi, yüzyılımızın başlanndan bu yana Bulgaristan Türk şiirini konu seçerek, toplam 74 şairin eserlerinden örnekler veriyor. Bunlardan 46’sının özgeçmişi ve eserleri hakkında kısa bilgiler verirken, kalan 28 sanatçının sadece doğum yeri veya yaşadıkları bölgeyi belirtmekle yetinmiştir. Antolojinin Araştırma bölümünde XX. yüzyılla


94

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

kalmayarak, XV. yüzyıllara kadar uzanıyor ve daha birçok sanatçı ve yeni eserlerle şimdiye kadar bilinen sanatçılar listesini bir hayli genişletiyor. Son edebiyat dönemimizi, artık rahatlıkla özgürlük dönemi olarak adlandırılabiliriz. 1989 yılı, Büyük Göç yılı olarak tarihimize geçmiştir. Aslında 1989 yılı Büyük Göç’ün başlangıcı olmuştur. Çünkü göç günümüzde de devam etmektedir. Yirmi bin Türk aydının Bulgaristan dışında bulunduğu söylenmektedir. Bulgaristan Türklerinin aydın zümresi oldukça azalmıştır. Bulgaristan’da yaratıcılığını sürdüren ve büyük saygıya değer bu aydınlarımızın, kültür ve edebiyat geleneklerimizi ayakta tutmak ve hattâ geliştirmekte kararlı oldukları bir gerçektir. 1990’dan bu yana demokratikleşme yolunda adımlar atmakta olan Bulgaristan’da edebiyatımız, estetik değeri yüksek yeni yeni eserlerle zenginleşmektedir. Hatta, bu son çeyrek asır bizim edebiyatımız açısından bir altın dönem olarak adlandırabilir. Bu dönemde bir çok şair ve yazarımız yeni yeni eserler yarattılar. Belki de binden fazla kitap basıldı. Aynı zamanda bir çok ünlü yazar ve şairimiz rahmetli oldu. Günümüzde, hala Bulgaristan’da yaşayan ve yaratan edebiyatçılarımızın bazılarını anmakta yarar vardır. İsmail Çavuşev, Naim Bakoğlu, Turhan Rasiev, Aliş Saidov, İsmail Yakubov, Kadir Osmanov, Ali Durmuşev, Sabri İbrahimov, Mehmet Alev, Saffet Eren, Habibe Hasan, Ali Durhanov, Rüstem Aziz, Mustafa Bayramali, Bayram Kuşku, Habil Kurt, Nurten Remzi, Emel Balıkçı, Hasan Üzeyir, Mehmed Keçici ve daha nice yaratıcımız hala yeni eserler peşinde koşmakta. Aynı zamanda bizden daha genç kuşakların temsilcileri de çoktan ilk meyvelerini vermeye başladı. Burada Resmiye Mümin, Şefika Refik, İsmet İsmail, Hatice Durgut, Aysun Ramadan gibi isimleri rahatlıkla sayabilirim. Anadilimizde yazmayan Türk asıllı yaratıcılarımız da bulunmakta. Bunların arasında Mümün Tahir, Nevin Sadıkova, Vildan Bayramova, Vildan Sefer ve Selver Alieva’yı özellikle anmak isterim. Aynı zamanda son dönemin bazı önde gelen kalem erbapları, 1989 yılında Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldılar, onların listesine daha önceki yıllarda göç etmişleri de dahil edersek, suyun ötesinde bayağı bir kalabalık oluşmakta. Bugün, Türkiye’de yazarlık serüvenini devam ettirenlerden Ahmet Türkay, Niyazi Bahtiyar, Durhan Hatipoğlu, Ahmed Emin Atasoy, Galip Sertel, Nihat Altınok, Şaban Kalkan, İsa Cebeci, İbrahim Kamberoğlu, Yusuf Taşkın, Mehmet Çavuşoğlu, Şükrü Esen, Hafize Gün, Mümin Topçu, Mustafa Aladağ, Arzu Tahir, Kadriye Cesur, Hüseyin Mevsim, Mehmet Türker, Aziz Taş, Hilmi Haşal, Aynur Açıkgöz, Suna Yılmaz ve Halime Yıldız gibi isimler bizim gerçek birer gurur ve kıvanç kaynağımızdır. Göçmen kardeşlerimizin penceresinden baktığımızda genellikle tarifsiz bir memleket özlemi ve sevgisi görmekteyiz.


Makale ve Analizler - 2016

95

Yurdunu terk etmek zorunda kalan İbrahim Kamberoğlu, Bulgaristan’da yaşadığı yıllarının, eşinin, dostunun bir masala dönüşmesinden şikâyetini şöyle dile getiriyor: “Not defterim hafızasını yitirmiş Cevap vermiyor aradıklarım. Çok da yaşlı sayılmamam hani Daha torun yüzü bile görmedim Ondandır çocuklarla çocuk oluşum Ve hiç utanmadan Onlarla güler onlarla ağlarım... Böyle telâşlı, ürkek görürseniz her şafak vakti yollarda beni Aradığım Kaybolan yıllarım.” Mümin Topçu’nun her ne kadar umutları tükenmemiş olsa da, öksüz bırakılan ve çaresiz gözlerin gönlünü şefkatle okşamakta; “Umuda yolculuk trenleri geçmiyor artık çaresiz insan yığını istasyonlarından karşı dağların karanlığı büyüdükçe tutunamıyor öksüz gözler” Süleyman Adalı’nın 2004’te Gebze’de Ressam Kamber Kamber’in “Bekleyiş” adlı tablosu üzerine söylediği bir şiirinden birkaç satır; “Gece bembeyaz, tren kara. Elleri kelepçeli üç sevgiliyi Alıp götürüyor tren uzaklara. Tren varacağı yere çoktan ulaştı, Sallanan üç mendil düştü yere. İnce bir hüzün çöktü vadilere Ve Kamber Kamber’in fırçasıyla Üç Rodop dilberi anıtlaştı.” 1989 Büyük Göç’ü ile terk edilen köylerdeki evler için yazdığı “Ağlayan ev” şiirinde Şaban Mahmut Kalkan şöyle diyor: “Deliorman’da küçük bir köy var O küçük köyde bir ev ağlıyor, O evde çocuklar vardı cıvıl cıvıl O evin bahçesinde çiçekler vardı İnsanları o evden kovulmadan önce” Türkiye’deki edebiyatçılarımızın özel yaşantı ve çalışma şartları olumlu sayılırken, bizlerin buralardaki keyfimizin ise pek imrenilecek tarafı kalmadı. Ne gibi zorluklarla karşılaştığımız ortada. Bir taraftan maddi sıkıntılar içinde boğuşurken, diğer taraftan yazdığımız eserleri yayımlamakta ve okuyucuya ulaştırmakta zorluk çekmekteyiz. Hala bir yazarlar kuruluşu altında toplanmış değiliz. Bir çatı altında toplanmayı nedense istemiyoruz. Ne bir yayın evimiz var, ne de kitaplarımızı satacak ve dağıtacak bir teşebbüs. Birkaç ay öncesi Rusçuk’ta bir toplantımız oldu, fakat hala bir gelişme yok. Aldığımız duyumlara göre, Türkiyeli kardeşlerimiz de dernekleşerek, bizlerle bütünleşmek istiyorlar. Aynı amanda, Bursa’da bir yazarlar toplantısı gerçekleştiğini de öğrendik. En sonunda birleşeceğiz, daha fazla ve iyi yapıtlarımız okuyucularımızla buluşacak! Kültür evlerimiz, dernek salonlarımız, bizlere kapılarını açacak. Öyle, ama şimdilik bunlar sadece kuru bir hayal. En azından hala hayal kurabiliyoruz ve kalemi elden düşürmüyoruz... Esef verici bir olaydır ki bazen gerçekler sosyalist rejim tarafından silinip süpürülmüştür. Ozanlarıyla beraber bize devredilen sadece geçmişimizin yankısı olan mısralar ve canlı hatıraların uyandırdığı sonsuz ıstırap kalmıştır. Dedelerimiz, atalarımız buralarda doğmuşlar, buralarda yuvalanmışlar, nafakasını kuşak arasına sıkıştırıp gelip yine buralara Rodoplara dönmüşler. Hayat


96

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

serüvenleri nasılmış - istedikleri önünde istemedikleri ardında öylesine rahat mı yaşamışlar-sanmam. Beni de düşündüren bu ya zaten, elbet dünya kapıları herkese açık isteyen istediği yere gidebiliyor, istediği yerde kalabiliyor... Ama yuvalarını terk eden kuşların yamaçlarda o sesleri yok mu; insanı eritiyor, bitiriyor, yok ediyor. Başımızdan nice kasırgalar geçti başımızı dik tuttuk, dişimizi tırnağımıza katıp doğduğumuz yuvalara tutunarak ,onların sıcaklığına sığınarak yaşadık, yaşıyoruz, yaşayacağız Rodop dağlarında, Ardanın akışını dinleyerek, geri taviz vermeden .... Baharları bekleyeceğiz ardı sıra- Bizim baharları- bizim Dağlarda Rodoplarda... tüm Balkanlarda! 20.05.2016 - Kırcaali. Ömer Lütfi Kültür Derneği

Bunalım Ne Kadar Derinleşebilir?

Levent Rasimov-03.Temmuz.2016

Konu: Neden birlikte olduklarını bilmeyenlerin sorunları Ben derinleşen olaylardan korkarım. Çünkü derinleştikçe altından ne çıkacağı belli olmaz. Konular, kafa yormakla kendiliğinden çözülmez. Son gelişmelere bir bakalım. Çocukluğumda nenem ablama sevgiyi bir ırmak olarak anlatırdı. “Sevgililer ırmağın iki yakasıdır” derdi. “Sevgi ırmak suyudur. Irmak yakadan yakaya ne kadar doluysa, sevgi de o kadar büyüktür. Sular azaldıkça sevgi azalır. Irmak kuruduğunda sevgi biter. Dikkat et kızım!” olurdu son sözleri. Bu hiçbir kitapta yazılmamış kural, hayatın her yanında yaşıyor. Politikalarda bile. Bir düşünelim. Sıkça “Balkan Karanlığı”ndan, “Bulgaristan çıkmazı”ndan, “Avrupalılaşma” tasarımlarından söz ediyoruz. Onları yaratıyor ya da eleştiriyoruz. Son dönemde, Avrupa Birliği’nin üçte biri, ister kolu deyelim, ister bacağı, kaydı gitti. Sakat kaldık. Lehçemize yeni giren “brexit” değimi, bütün topluluğu neredeyse ölümcül sakatladı. Bulgaristan da deprem yaşadı. Şimdi biz bu olayı Avrupa kimlik belirlenmesi açısından ele alırsak, hiç kimse yaralı bir kimlikten olmayı kabul etmez. Bulgaristanlı olup da Büyük


Makale ve Analizler - 2016

97

Britanya’da çalışanlarda, bir başka hava esiyordu, sanki dedeleri hazar boylarından Tuna vadisine gelenlerin tohumundan ve Bizans çağında ezile dirile sürünürken “aman bizi kurtar” diye Osmanlı boynuna atılanların suyundan değiller. Kendi Doğulu geçmişini reddedenlerle 20 - 30 yıl sonra görüşmek istiyorum. Bu gidişle Hindistan çok farklı bir uygarlık kapısı açabilir. O zaman “Bizi karıştırmayınız lütfen, biz Bulgaristanlıyız ama Romen değiliz!” diyenlerin yüzüne bakmak istiyorum. Tarih tekerrürden ibarettir diyenler, her zaman haklı çıkmıştır. Bir de şu Avrupa uygarlığına öz katkının sunulması sorunu var. Avrupa ismini bir defa, antik Yunan döneminin baş tanrısı Zeus’un sevgilisi Lübnan’lı Avrupa’nın isminden almıştır. Sevgilisinin ismi hala yaşasa da, Zeus’u ebedileştirilmesi için m.ö. 450 yılında yapılan ve dünyanın 7 harikasından biri olarak kabul edilen heykel, zamanla zengin yunanlılar tarafından o zamanki adıyla Konstantinopolis denen İstanbul’a taşınmış ve 462 yılındaki büyük yaygında yok olmuştur. Bugünkü Hıristiyanlık da Küçük Asya’da doğmuştu. Sonra Eski Kıta’nın manevi dayanaklarından olmuştur. Yeni din yaratmak besbelli ki çok zor. Bu yüzden, Hz. İsa’yı tanıyan ve tanımayanlar ardından 4 İncil yazmış ama kanımca dinleri yaratan halkların kendisidir. Hıristiyanlık bir halk dini olarak Anadolu’da yaşayanlara ruhsal huzuru taşımaya çalışırken eli kalem tutmayanlar ezberine bin İncil yazmışlar. Avrupa ise, Hıristiyanlığa sahip çıktıktan sonra, her şeyi reform ettiği gibi İncillerin de özünde değişiklikler yapmaya kalktığında, 30 yıl ve 100 yıl savaşları yaşadı. Öyle ki, Anadolu’da huzura anahtar olan bir din, Avrupa’da kara bulutlar arasından yeri göğü yaran şimşekler çaktırabilir. Bir de şu kültür meselesi var. Kültür de Avrupa toprağında ve toplumlarında bitmemiştir. O da eski Yunan’da kök ve dal budak salmış. Anlamında, tarihi, toplumsal gelişme süreci içinde, yaratılan bütün maddi ve değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünüdür. Arapçası “hars”, Türkçesi de “ekin”dir. Avrupa bunların tümünü Küçük Asya’da derlemiş toplamış ve almıştır. Çaldığı kültürel anıt parçalarından büyük büyük müzeler de yapmıştır. Kısacası, Avrupalılar Andersen’den Grim Kardeşler ve le Fontane’den önce masal ile efsane arasındaki farkı bilmediklerine, her şeye “olmuş olaylar” diyormuş. Özlenen Avrupa’yı manevi olarak oluşturan sacın üçüncü ayağı da, I. Justinyan hukukudur. Yani yazılı adalet anlayışı 1500 sene derin köklere dayanır. O, diller, dinler, aşiretler, kastlar, zengin ve fakirler üstü bir hukuk anlayışıyla, insanoğullunu adalet subyesi yapmıştır. Basit bir anlatımla, Bulgaristan’da Todor Jivkov zamanında olup bitenlere, yargısız infazlara, keyfi tutuklamalara, hiçbir suçu


98

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

olmayan insancıkları Türkçe konuştular, Çingenece sövdüler gerekçeleriyle sürüm sürüm süründürmeye kesin kırmızı ışık yakmıştır. Bu anlayış bugünkü Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov’un duruşma salonuna girdiğinde yargıcın, Yüksek Mahkeme Başkanı’nın ayağa kalkmasına da kesinlikle olmak üzere, daha o zaman “hayır” demiştir. Bir de şu var, bugün de bizde uygulanmıyor ama katillerin serbest dolaşması, isimlerimiz zorla değiştirilirken 40 kişinin köy ortasında sokakta kurşunlanmasına ve hiçbir katilin tutuklanıp yargılanmamasına asla yol vermez. Bu bakıma, bugün hala AB içindeyiz diye göbek atarken, adalet reformundan korkma sebepleri arasında bu gibiler en başta gelir. Belki tüm katillerin son yolculuğuna çelenkle uğurlanması bekleniyor. Bu konuyu çok uzatabilirim, fakat yazmadan anladığınıza inanmaya başladım. İşte bu esas temel üzerine kurulan Avrupa demokratik bünyesinin en güçlü kalesi olan Britanya’da “AB’den çıkalım” kararına Edenburg parlamentosunda münasebet alan İngiliz Kraliçesi II. Elizabet, “halk oylaması oldu” diyemedi. Ve gerçek demokrasi kuşkusuz, işte bu Kraliçeye dilini yutturan andır. Ve ortaya çıkan sorun: Parçalanmış kimlik olur mu? Ve, Avrupa Birliği kimliği Britanyalılara neden dar geldi? Biz sömürgeciliği anakentlerinde doğmadığımız için bu sorunu zor cevaplayabiliriz. Bulgar basınına ya da Varşova gazetelerine bakarsak, İngilizler eski sömürgelerinden (Avustralya, Hindistan ve Güney Afrika Cumhuriyeti) gelen konuk işçiler karşısında Güney Doğu ve Orta Avrupa ülkelerinden gelen işçiler daha nitelikli olduklarından tercih edilmekte ve Britanya Birliği içinde gerginlik doğmasına neden olmaktadır. Yayılan kanıya göre, Avrupa Birliği ülkelerinden serbest işçi alınmasına son verilmesi sorunlara çözüm olacaktır. Ilımlı yorumlara rağmen, Bulgaristan’da bu sorun ciddi endişe uyandırıyor, çünkü 178 bin Bulgar genci şu an İngiltere’de işte bulunuyor. Kuşkusuz dünyada boş yer yoktur. Bulgarlar İngiltere’ye gide dursunlar, artık 100 bin Türk iş adamı geldi ve Bulgaristan iş yeri açtı, vergi ödüyor ve çalışıyor. Avrupa’da bulunduğumda “Balkan karanlığı” sözüyle çok kez karşılaşmıştım. Bulgaristan’ın Aydınlanmayı Osmanlı imparatorluğunda geliştirip yaşadığı kakalanıyor. Ve pek anlayabilmiş değildir. İngiliz sömürgelerinde uyanış çağı yaşamış millet yoktur. Osmanlı bir sömürgeci devlet de değildi. Oysa görüldüğü üzere, Britanya’ya giden işçilerimiz kolonilerde yetiştirilen kadrolardan çok daha vasıflı ve çalışkandır. Bununla gurur duymalıyız.


Makale ve Analizler - 2016

99

Avrupalılarda bir de Balkanları Osmanlı tehlikesine karşı Hıristiyanlığın kalesi olarak görme çarpıklık kırıntıları yaşıyor. Böyle bir ortamda Bulgarlarda bir de Avrupa Birliği dönem başkanlığı olma gururu kanatlanmaya başladı. Artık herkes gördü ki, AB’nin şimdiki anayasası (Lizbon Anayasası) Birliğe, Shengen’e, sığınmacılar sorunlarına ve sosyal çöküşü gemlemeye dar geliyor. AB herhangi bir dönemeç alabilecek durumda olmadığını gizleyemez oldu. Bunalımın derinleşmesiyle özellikle 2015’te Hıristiyanlıkçı ve milliyetçi bir hareketlenme baş gösterdi. Milliyetçiler meclislere girdi. AB ülkelerine yerleşmiş Türk işçilerin evlerinin ateşe verilmesi, camiiler dolayında beliren gerginlik, aydınların sıkıştırılması, derneklerin kuşatılması ve benzer gelişmeler “Doğu acımasızlığı”, “Doğu Barbarlığı” gibi küflü sloganların mahzenlerden çıkarılması ve hele de Alman meclisinin 1915 olaylarıyla ilgili olarak “Soykırım” demesi, sanki huzur ortamında gerginlik sayfası açtı, yeni bir ateş yaktı. Avrupa’da rüzgârlaşan bu gelişmeler Bulgaristan’da da aşırı milliyetçilik, para-militer adıyla bilinen sivil-askeri gönüllü güvenlik örgütlenmelerini ortaya çıkardı. Bu örgütler, bazı illerde iyice yayıldı. Koordineli hareket ediyorlar. Mecliste bir sağ, öteki sol iki ırkçı parti var. Programlarının an hedefinde anti-Türk, anti-İslamcı ruh var. Bir Kara Deniz kenti olan ve il olarak Türkiye Cumhuriyeti sınırına kadar uzanan Burgas eyaletinde büyük sayıda benzer örgüt kurulduğu, gece karanlığında sınır boyunda büyük gruplar halinde dolaştıkları ve savaş kaçağı sığınmacı bekledikleri, yakaladıklarıyla uygun gördükleri şekilde hesaplaştıkları ortaya çıktı. Bu güçler, geçen hafta bayraklarında “gece kurdu” belirtkesi olan bir grup motorlu Rus’un Burgas’a gelmesi vesilesiyle ciddi olaylar yarattı. Meydan dövüşünde yaralılar hastaneye kaldırılırken 15 kişi tutuklandı. Gruplardan biri “gece kurtlarının” post-komünist, faşizan bir silahlı grup olduğunu, binlerce kişiyi örgütlediğini, Kırım’ın ilhakına ve Ukrayna’da “Donesk Savaşına” katıldığını anlatmaya çalışırken, para-mili terler tarafından saldırıya uğradı. Busgas ili Bulgaristan’da sözüm olan “Yurtsever Cephe” (PF) adı altında aşırı milliyetçi bir ruhta örgütlenen güçlerin nüvesidir. Bu örgütlenme “geçici hükümet kurma” gibi Tüzük hedefleri olduğunu gizlemediği gibi, son derece kaba ve saldırgan bir tavır sergiliyor. Güya “Yurtsever Cephe” ise hiçbir anlaşmaya bağlanmadan ve yürütme organı önünde yükümlülük üstlenmeden Boyko Borisov’un II. Hükümetine destek vermekte ve anti-Türk, anti-İslam hedeflerine kolaylıkla ilerlemektedir. Şu an Anayasa Mahkemesi’nde olan ve T.C. deki soydaşlarımızın serbestçe oy kullanma hakkını kullandıkları sandık sayısını 4 defa azaltmayı öngören ve meclisten geçen yasayı hazırlayan siyasi güçtür. Son dönemde Borisov hükümeti kendisinin yapmak istediği ama belirli nedenlerle gerçekleştiremediği, azınlıkları hedef alan yasa önerilerini “Yurtsever Cephe” milliyetçilerinin eliyle yürürlüğe giriyor. Bunların başında Türklerin, Pomakların ve


100

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Çingenelerin devletten sökülmesi ve yürütme ve yargıda görev almalarının önlenmesi önlemleri geliyor. Şu an, saraydan çıkamayan, perde arkasına gizlenmiş ve sinsi düşmanlık siyaset uygulayan Ahmet Doğan, kardeşlerimize ve soydaşlarımıza karşı kızışan bu politikaları tamamen destekliyor. Olaylara daha derin bakıldığında, Bulgar toplumunu oluşturan öğeler, sanki neden birlikte olduklarını, neden Avrupa Birliği ve NATO üyesi olduklarını bilmiyorlar ya da bilmek istemiyorlar, bilseler bile açıkça itiraf etmiyorlar. 1940’larda anti-faşist savaşımda bölünen ve parçalanan, 1944’ten sonra 150 bin Bulgarin toplama kamplarında, darağaçlarında ya da kurşunlandıkları karanlık tünellerde kalan, 1990’da da toplumun arınamadığı, totaliter suçların oluşturduğu beton bloğun toplumu alabildiğine ezdiği ve bacak bağını koparanın ülkeden kaçıp kurtulduğunu sandığı bir ortamda, kimin kiminle olduğunu, kurulan ortaklıkların neden oluşturulduğu, umutların gemlendiği bir ülkede, yürünecek ortak yolun ne olduğu konularında tek görüşe varıp, kırmızıçizgi belirlemek son derece zor. Kuzeyden ve Batıdan gelen kara bulutlar çarpışacak, yıldırımlar kara toprağa boşalacak ve gökyüzü yere dökülecek ve millet sıkıcı gerginlikten kurtulacak da, kurtulamıyor. Öte yandan, 2004’te NATO ve ardından 2007’de AB, bizi ve Romanya’yı üye aldı. Güney Doğu Avrupa’ya genişledi. Ardından bu köprüye Hırvatistan da ekledi. Yunanistan zaten üyeydi. Bu adımlar, Balkan ülkelerinin Avrupa Birliği’nin genişleme stratejisine köprübaşı, bir ayak olması içindi. Türkiye, Kafkaslar, Yakın Doğu hedefti. Gerçekler şaştı. Bulgaristan sınırlara tel germe siyasetinde öncü oldu. Sığınmacı almam, toprağımı çiğnetmem dedi. AB genişleme stratejisinin uygulanmasına kalkan olmayı seçti. Bunalım ne zaman derinleşir? AP kendi içine kapanırsa sorunla çözümsüzleşir. İngiltere’den sonra kopmak isteyenler hareketliğinde NATO durduramaz. Geçen yüz yıl Batı Avrupa, Kuzey Avrupa ve Güney Avrupa olan Avrupa, 21. yüzyılda Balkanlara Güney Doğu Avrupa adını verdi ve 4 parçayı birleştirdi. Avrupa kavramı artık bugün Avrupa Birliği ile eş-anlamlı oldu. Buna karşın, kıtanın Güney Doğu bölümleri, politik, sosyo-kültürel ve dinsel bakımdan Avrupalılığı sorgulanan ülkeler olarak, isteseler de istemeseler de yeniden tanımlanıyor. Ayrıca, bu ülkelerin ekonomik ve hukuksal standartlarının yetersizliği de bir gerçektir. Kıtasal bütünleşmenin satıhsal reformlarla gerçekleşemeyeceği gün ışığına çıkmıştır. Bir de, 11 Eylül’den beri, klasik kitapların hiçbirinde sözü edilmeyen, hatta yukarıda sıraladığımız, AB manevi dayaklarında yakın uzak yer almayan, antiterörizm siyasi sahnede omurga oldu. T.C. Başkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın defalarca vurguladığına göre, kimin “terörist”, kimin “anti-terörist” olduğunu


Makale ve Analizler - 2016

101

saptamanın oldukça zor olduğu son dönemde, propaganda araçları geleneksel yalan dolan dokuma taktikleriyle komünizmi, terörizmle, onu da şimdi “İslam tehlikesiyle” değiştirmeye çalıştı. Bulsalar her Müslüman’ı “terörist” yapacaklardı. Burkalı Bayanlara ceza kesiliyor. Memleket dilini konuşamayanlar artıyor. İstanbul “Atatürk” Uçak Limanı saldırısından sonra olay yerinden yapılan canlı röportajlarda, “anti-Türk” ve “anti-Türkiye” propagandasının daha tesirli olma kavgasında çok inceldiği dikkati çekti. İzledikçe “herkes kendi işine baksın” demek geldi, hep içimden. Rusya-Türkiye siyasi tıkanıklığı aşılınca ise, gel bak sen kekelemelere. Ateşe düşmüş demir gibi kıvrıldılar gerçeklerin közleri üzerinde... Yağcı Bulgaristan Türkü “gazetecilerden” veya “politik yorumculardan” hiç biri, şimdiye kadar her konuda bilirkişi geçinseler de, bu defa ekranlara çıkmadı, radyo yayınlarına katılmadı. Türk halkının acısı susarak paylaşıldı. Onurlu Türkler sürüsünden ancak BG “Zaman” ayrıldı. Somut cümle kurmakta zorlansalar da, fırsat bulabilselerdi, Başkan Erdoğan siyasetine dil uzatmak istediklerini gizleyemediler. Kendilerini Avrupalı sanıp, Avrupalaşma siyaseti ardına gizlenenler, Türkiye’ye karşı mesafeyi, tel duvarlar boyunda gönüllü nöbet vererek veya canlı yayında kendini unutarak, uygarlığın yeni standartları şeklinde tekerlemelerle yerleştirmeye gayret gösteriyorlar. Onlar için Türk olmak her zaman “standart dışı” oluyor. Bununla birlikte ülkedeki etnik dil, din, kültür azınlıklarında aşağılık kompleksi yaratma çabaları da dikkatten uzak kalmıyor. Bu gelişmeler karşısında, bir sivil toplum örgütü olarak BULTÜRK derneği, yaklaşan seçimler havasında, aşağılanmadan sıyrılma, ortak erdemler etrafında buluşma ve hepimize yararlı olacak bir oyun kurmak zorundayız, görüşünü yeniden duyuruyor. Karşımızdaki ırkçı ve aşırı milliyetçi güçlerin uyumadığını görüyoruz. Bizim de birleşmemiz ve onların tüm hesaplarını boşa çıkararak oyunlarını bozmak ana hedefimiz olmalıdır. Zaman oyun kurma zamanıdır. Hayırlı Bayramlar.


102

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Çıta Aşılamadı

Dr. Nihat Kahraman-10.Temmuz.2016

Konu: Yeni Siyasi Durum! Bulgaristan’da 15 bin kayıtlı üyesi ve bir o kadar yakınlıkduyarı olan Özgürlük, Sorumluluk ve Tolerans için Demokrasi, kısa adı DOST partisinin tescil işlemi Sofya Şehir Mahkemesi’ne takıldı. Mahkemeden olumsuz karar çıktı. Üzücü bir olay... Bulgaristan’da özellikle 2015’ten beri Müslüman - Türklere ve demokratik güçlere karşı saldırıya geçip ırkçı-milliyetçiliği şiddetlendiren ve devlet siyaseti haline getirme planlarında başarılı olan sözüm ona “Yurtsever Cephe” (PF); Makedon İç Devrim Teşkilatı (VMRO) gibi aşırı oluşumlar – Türk, adalet ve demokrasi düşmanları neredeyse bayram ediyorlar. İnsan haklarından, Türklerin doğal ve yasal haklarından yana olduğunu iddia eden Hak ve Özgürlükler Partisi de onların arasındadır. Bulgar milletvekilleri ellerinde damacana horun teperken, katı HÖH’lerin sevinci dorukta. Kısacası, son parlamento seçimlerinde 38 milletvekili çıkaran Türkler politikayı dengeleyen olmuştu. Bu birçoklarını korkuttu. Ufukta yeni bir Türk - Müslüman partisi görünmesi bu korkuyu arttırdı. Bulgaristan Cumhuriyetinde bir Türk partisinin ikinci siyasi parti olma olasılığı arttı. Sevinenler bu yolu kestik diye yiyip içmeye oturdular. DOST’ta etkinlik hakkı tanımayan mahkeme kararı siyasidir. Bulgaristan’da mafya artı oligarşiyi temsil eden siyasi kaymak zümre ile halk arasında derinleştikçe derinleşen, kıyasıya şiddetlenen mücadelenin bir sonucudur. Mafya-oligarşi egemen zümresi yoksul-emekçilere; sefil ve çaresiz halk kitlelerine bilinç taşınmasına, örgütlenmenin tabanı sarmasına ve halka devrimci ruh aşılanmasına karşı çıkıyor. Bağımız ve siyaset dışı bir kurum olan yargının bu davada taraf olması, açık politik bir tavırdır ve anayasaya aykırıdır. Demokrasi herkese yasal örgütlenme ve siyasi parti kurma hakkı tanıyan bir düzendir. Olan, dünyanın sonu değil tabii. Zinde güçlere saldırı stratejisinin en yakın hedefi gerçekleştirilmiş gibi görülse de, Temiz Mahkemesi yolu açıktır ve gereken yapılmalıdır. DOST çilesi, Bulgaristan’da eşit fırsat ilkesinin yargı yoluyla gemlenebildiğine yeni bir kanıt oldu. Yakın planda, Ekim sonu Kasım başında (meclis kararı bekleniyor) yapılacak olağan Cumhurbaşkanı seçimlerine DOST partisinin katılması, bu fırsat-


Makale ve Analizler - 2016

103

tan yararlanarak kitleye biraz daha inmesi, örgüt ağını genişleterek serbest ulusal yapılanmasına engel olundu. DOST’un Cumhurbaşkanı seçimlerindeki rolü belirleyici olabilirdi. Çünkü 1990’dan beri Bulgaristan Cumhurbaşkanı her defasında son hesapta Müslüman/Türklerin oylarıyla (hem sağdan hem de soldan) belirlenmiştir. 2016 Cumhurbaşkanı seçimlerinde, Müslüman/Türklerin, Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS) ve Özgürlük, Sorumluluk ve Tolerans için Demokrasi (DOST) partisi olarak ikiye bölünmüş girmesi, aylardan beri çizilen ön planları baştan aşağı bozabilirdi. Mayıs 2016’dan beri kulislere Cumartesi-Pazar tatili yaptırmayan ve Ağustos tatiline kadar nefes aldırtmayacağa benzeyen Cumhurbaşkanı adaylarını belirleme çalışmaları, bu defa çok gergin geçiyor. HÖH - DPS partisi, 26 yıldan beri kendisi Cumhurbaşkanı adayı çıkarmadı. Politik konjuktüre göre Müslüman - Türkleri ya sol ya da sağ adaya oy vermeye zorladı. Parti yönetimi bu işten rant aldı. Bulgar siyasetinde “koltuk değneği” rolü gördü. Siyasi yama oldu. Bu siyasetin sonucu Türk seçmenin kendi adayı olmadı. İradesini kullanamadığı görüşü yerleşti. Giderek seçmenimize “siyasi köle” adı takıldı. Seçme ve seçilme hakkının elinden alınması ve hatta çifte vatandaşlığının elinden alınması hesapları gündem oluşturmaya başladı. DOST partisinin tescil kararı daha çıkmadan, partinin sağ merkezde yer alacağı açıklandı. Böylece Müslüman/Türk ve soydaş seçmenlerin ikinci turda sağ cephe adayına oy vereceği ortaya çıkmış oldu. Bunu istemeyenler hemen alan temizliği yaptı. DOST’a politikada rol vermedi. Nedeni, siyasi dengenin korunmak istenmedi. DOST yeni siyasi denge getirebilirdi. Olaya şimdi bir de sol cephedeki duruma bakalım: Bulgaristan solundaki ana siyasi güç, bu dönem muhalefette olan, yaşı yüzü aşmış ve tarihinde ilk kez bir Bayan tarafından yönetilen Bulgaristan Sosyalist Partisidir. Bu seçimde çok geniş bir halk cephesine açılmak, sol güçlerin ortak adayını göstermek, bunalımlarını arkada bırakarak dirilme yolu arıyor. Temmuz ayı boyunca taban örgütlerde değerlendirme ve aday belirleme toplantıları yapıyor. Parti yönetimi ise, partiden ayrılan ve yeni parti kuran Georgi Parvanov’un “ABV”, Tatyana Donçeva’nın “21. Yüzyıl Seçeneği” ile temaslar yürütüyor. 90 bin kilinin katıldığı parti anketine katılanların % 13’ü ortak aday görüşmelerinin HÖH - DPS ile de yürütülmesini istemiştir. Ortak aday çıkarma görüşmeleri başlamış bulunuyor. Tek başına aday çıkarıp seçim kazanma ihtimali olmayan bu partisinin önümüzdeki seçimlerde Hak ve Özgürlükler Partisi ile aşırı sol, Rusofil Ataka partisini de ortakla kazanması muhtemeldir. Bu oylarla Cumhurbaşkanlığı seçim çıtası atlanabilir. Ortak adayın ismi anılmaya başladı. Görev süresi dolan Cumhurbaşkanı Rosen Plevneliev’in yardımcısı (Cumhurbaşkanı


104

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Yardımcısı) Margarita Popova’nin aday gösterilmesi konusunda uzlaşma ışıkları beliriyor. Komünist bir soydan gelen Popova, meslekten hukukçudur. Birinci Boyko Borisov hükümetinde Adalet Bakanı görevinde bulundu. 5 yıllık Başkan yardımcılığı yaptı. Totaliter-komünist eğitimli olan Popova, Moskova’ya bağlılığın korunması gibi konumlarda, Cumhurbaşkanı Plevneliev’e rağmen, hep aktif siyasi konum aldı. Bunu özellikle, 1877 - 78 Rus ve Osmanlı İmparatorlukları arasında günümüz Bulgaristan topraklarında yürütülen ve Bulgaristan halkı için bir saldırı savaşı olan bu savaşın yıldönümü törenlerinde yaptığı TV, radyo ve miting konuşmalarında izlendi. 2012’de bir sağ parti olan GERB adayı olarak seçilen Popova’nın politik özünde sol ve Rusya hayranı olduğu giderek aleniyete yansıdı. Bu siyasetin bugünkü belirtileri ise, Kırım’ın ilhakı, Doğu Ukrayna savaşı, Rusya’nın ülkemize karşı sürdürdüğü hibrit saldırılar, Karadeniz’de Romanya, Ukrayna ve Türkiye ile birlikte bir deniz savunma kalkanı oluşturma gibi konularda aldığı tutumda ifade buldu. Bu tutumun ülkedeki sol seçmen kitlesine olduğu gibi, T.C.’deki soydaşlarımız arasına da indirmek ve kitlede destekleyici bulmak bugün sol kanaat uzmanlarına ödev oldu. Ramazan etkinliklerinden ve Bultürk ile Bal-Göç’ün tutumlarının kesinleştiği bir ortam bu desteğin bulunması zorlaşmıştır. Görüldüğü üzere, 2016 ile ilgili kurgularda denge bozan hep DOST oldu. Olayın köklerini 17 Aralık 2015 HÖH iç darbesinde aramalıyız. Hesapları tutmayanlar giderek aktifleşiyor. Mahkeme kararının bir anlamı da, Lütfü Mestan NATO’culuğuna, Moskofçu kalabalıktan gelen ve HÖH eliyle vurulan tokat oldu. Mahkeme kararının anlamı budur. Sağ Cephe’deki doludan boşa, boştan doluya akıtılan siyaset istenen kabı doldurmuyor. Çünkü 19 milletvekilli olan, genç kuşak temsilcisi, hükümet ortağı Reformcu Blok (RB) sağ merkezden kendisi aday göstermeyi planlıyor. İki, hükümetin sözleşmesiz ortağı olan, Türk ve İslam düşmanı, ırkçı Bulgar milliyetçisi olduğu kadar, özünde bir de Rusçu olduğu bilinen, güya “Yurtsever cephe” (PF) partisinin oyları da bu defa belirleyici olabilir. Yeni yeni oluşmaya başlayan siyasi görünümde, GERB ve Reformcu Blok’un iki ayrı sağ aday çıkaracağı belli oldu. Değişen ortamda, sol cephenin adayı olan, Rusçu Margarita Popova’ nin kazanma şansı birden bire artmış bulunuyor. GERB partisinin tek başına Cumhurbaşkanı çıkarabilme şansı yoktur. “Reformcu Blok” partisinin de tek başına başarılı olacağı düşünülemez. Hem Avrupa-Atlantikçi hem de biraz Moskofçu bir adayın ikiyüzlü yani belirsiz olacağından, Bulgar seçmenin daha şeffaf birini araması doğal olacaktır. Bu durumsa güz aylarında yeni konumlanmaya gidilirken siyasette sağdan merkeze kayma doğurabilir.


Makale ve Analizler - 2016

105

Genel çizgilerinde bu renklerin fırça darbelerini taşıyan Bulgar seçim siyasetinde sivil toplum örgütlerinin rolü artmalıdır. Ülkede tek başına seçim kazanabilecek, tek başına Cumhurbaşkanı çıkaracak siyasi güç yok. Cumhurbaşkanı seçimini ancak bir cephe kazanabilir. GERB’in aday göstermeyi geciktirmesi daha iyi açıklanıyor. Cumhurbaşkanı seçimlerinde başarısız olması GERB partisinin sonunun başlangıcı da olabilir. Etnik Bulgar tabandaki siyasi parçalanma süreci derinleşmeye devam ediyor. Halk politik ortama hakim olan ölü siyasi dalgayı hissediyor. Önümüzdeki seçimde, aylardan beri birbirine azılı düşman olan, aşırı sol ve aşırı sağ temsilcilerin sandıkta aniden buluşması kimseyi şaşırtmamalıdır. Örneğin Ataka ve PF partileri (M. Popova) aynı adaya oy verebilir. Bu partilerin Türk/Müslüman, İslam karşıtlığında ve sığınmacı düşmanlığında vb buluştuklarını artık görebildik. Şu da şaşırtmasın. Ahmet Doğan, sürekli üzerlerimize havlayan, bizi sindirmeye çalışan, hayatımızı korku kâbusunda çeviren Ataka ve PF (Siderov ve Simyonov) partilerinin oy verdiği adaya (M. Popova’ya) Türkleri de oy vermeye çağırdığında, lütfen su içmiş tavuk gibi göğe bakın ve sağ olduğunuza dua edin. Biz daha neler neler göreceğiz. Sivil toplum örgütlerinin siyasetteki rolü tam bu noktada kendini göstermelidir. Halkı aydınlatma çalışmalarımız güç kazanmalıdır. Her gün her saat halka inmek zorundayız. Bu durum, siyasi partilerin pilinin bittiği, ideolojinin siyaseti çözüp anlatamadığı bunalımlı dönemdir. İkinci dönem halk için kollarını sıvamayan GERB partisinin fatura ödeme vakti yaklaşıyor. Boyko Borisov Cumhurbaşkanı adayı olursa seçim birinci turda biter diyenler kendini aldatıyor. Araba devrilirse şaşmamak gerek. Siyasetin tükendiği, partilerin birbirini bezdirdiği, liderlerin pes ettiği yerde sahneye sivil toplum örgütleri, bağımsız adaylar, yeni eylem grupları çıkmalıdır. Bu, şimdiye kadarki tiksindirici, gerçekler görünmesin diye karanlığa katran atan siyasete tepki olmalıdır. Çünkü karanlık ve aydınlık halk kitleleri için vardır. Zenginler öyle de böyle ahizelerle aydınlanan ve günde 3 - 5 kere sofra kurulan saraylarda yaşıyorlar. Ömürleri açlık kokusu hissetmeden, susuzluktan boğulur gibi tıkanmanın ne olduğunu öğrenemeden geçiyor. Onlar, paralarını saydırma işini bile makinelere yaptırıyor. Olan hep halka oluyor. Bundan dolayıdır ki, Bulgaristan seçmeni sivil toplum örgütleri adaylarını, BULTÜRK - Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği’nin Cumhurbaşkanı adayını artık görmek ve desteklemek, oyunu ona vermek hazırlıkları görüyor. Adayın kim olacağı kadar birleştirici biri olması belirleyici olacaktır. Olay memleketimizi bunalımlara teslim eden siyasete ve siyasetçilere meydan oku-


106

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

yacak biri olmalıdır. Siyasi hareketlenmeyi liderler başlatamaz. Liderlerin işi yönetmektir. Halkı aydınlatarak yönlendirmektir. Memleketimizde HÖH partisinden kopan ve bağımsız bir akım oluşturan kalabalık ve yaygın bir kitle hareketi güç topluyor. Bu hareket adayını ararken, Cumhurbaşkanı seçimlerinde ilk kez aynı slogan altında birleşmek ve ortak eylem vermek isteyenler gün geçtikçe çoğalıyor. Yeni slogan, adalet, insan hakları, demokratikleşme, kalkınma, istikrar ve azınlık haklarının hemen tanınması olmalıdır. Beğenmeyenler siyasi leşlerin ağız kokusunu çekmeye devam edebilir. Sonunda, DOST partisinin tescil edilmemesi konusuna bir daha değinelim. Program hedefleri faşist ve ırkçı değilse demokratik toplumlarda her siyasi oluşumun yaşama ve siyasi hayata katılma hakkı yasaldır. 400 siyasi parti olan Bulgaristan’da DOST partisine yer bulunamaması gülünçtür. Partinin etnik olduğu, üyelerinin isimlerinin Türk isim ve soyadı olması tutarsız gerekçelerdir. Bu memlekette 1 milyon 500 bin Türk yaşıyor. Çingeneler değiştirilen isimlerini geri alamadıkları için kurdukları partiler etnik değil öyle mi? Çok tuhaf,. Temyiz Mahkemesi DOST partisinin kurulmasına yol vermezse bu iş Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine taşınır ve Bulgaristan rezil olur. Dosyası iade edilen partiyle ilgili birkaç satır daha ilave etmek istiyorum. NATO’culuk ya da Avrupa-Atlantik doktrini bir ideoloji değildir, olamaz. 1949’da kurulan NATO için ne Birleşik Amerika’da, ne Avrupa’da ne de Türkiye’de bir siyasi hareket oluşmadı ve benzer parti kurulmadı. NATO güvenliği koruma aracı ve savaşa karşı kalkandır. Savaşların tutarlı gerekçesi ve ideolojisi olmaz. İkinci, DOST partisinin Avrupa Birliği’ni savunan tutumu da ucuz halkçı araç ve ifadelerle yapılıyor. AB’yi içinden oyanın ucuz halkçılık olduğu dikkate alınırsa, estirilen rüzgârlara farklı yön verilmelidir. Bir siyasi parti kurulurken onun yargı işlerini yürüten parti avukatları, avukatlar ofisi olmalıdır. Yargı konularında demeç vermek avukatın işidir. Ne kadar istemesem de şu cümleyi de ilave ediyorum. Sayın Lütfü Mestan, Bulgar filolojisi ve Yüksek Hukuk tahsili gördüğünü açıkladı. Soruyorum. Bulgaristan’da Bulgar filolojisi okumuş ve hukuk öğrenimi görmüş 18 yıl meclis sandalyesine oturmuş bir milletvekilinin, yeni bir parti kurmak amacıyla mahkemeye sunduğu dilekçenin metninde gramer yanlışları, anlam çarpıklığı ve kavramsal açıklık olmadığı gerekçe edilerek dosyanın geri çevrilmesi hiç birinizi düşündürmüyor mu? Yoksa tüm yargı değerlerimiz topluca tosladı mı? Sayılan bir Büyük Elçiyle camiye gitme, namaza durma, Bayramlaşma, şeker dağıtma gibi sahnelerin siyasette önemi yoktur. Bulgaristan Türklerinin siyasi sorunları kendi işleridir. Uyanık olalım davetiyle, okuduğunuz için teşekkür ederim.


Makale ve Analizler - 2016

107

Bölünmeden Birleşmek

Neriman Eralp Kalyoncuoğlu-10.Temmuz.2016

Konu: Bayram Şekeri. Yazımı, yakınlarımla Bayramlaştıktan ve hayır dualarını aldıktan sonra, en iyi dileklerimle sizi kutlamak niyetiyle kaleme alıyorum. Biliyorum, şu an yüz yüze olsak, sizin bana söyleyeceğiniz ikinci cümle “Nerimancığım, her şey çok güzelde, mazi kalbimizde bir yara, savmıyor!” diyeceksiniz. Kimin öyle değil ki! Öyle olmasına rağmen, ben yine dertleşsek, derdimiz azalır, gönlümüz açılır ve aynı ufka bakarız, açılırız diyorum. Bölünmeden birleşmek diye bir şey yok bu dünyada. Her yerde buram buram kardeşlik olsun! Adı da özgürlük olsun, demek kolay. Fakat her beraber söyleyebileceğimiz şarkılarımız yok. Birilerimiz hep yerinde durdukça, birlikte yürüdüğümüz yolumuz yok. Bu konuda, belki de hepimiz aynı şeyi düşündüğümüz için birleşmemiz gerek. Bu sabah, Bayram Postamla, Tuna Boyu kalelerimizden, şair Naim Bakov’tan bir; Bayram Şiiri aldım. Tuna nehri gibi hep doludizgin dökülen, bölünmeden birleşmek konusunu işleyen, halk ozanımız bakın ne demiş Bayram Sabahında: Nedir Bayram? Gönüllerin bahçesi, sevilen adıdır! Müslüman kardeşlerin tadına vardığı yaşam tadıdır. Küskünleri barıştırıp, huzura uçuran kanadıdır. Kardeşler, kutsal bayramımız hepimize mübarek olsun! Bugün sevgilerin yoğunlaştığı bir gündür dinimizde Vedalaşmalıyız yıllarca beslediğimiz kinimizle Her insanoğluna bir yudumluk gıda olsun sini’mizde. Kardeşler, Kutsal Bayramımız hepimize mübarek olsun! Aç gözlü olma sana da bana da pay vardır Kâinatta. Bir lokma fazlası için sakın kardeşi ucuza satma İblise aldırıp, eve beyinlerini cehenneme atma Kardeşler, Kutsal Bayramınız hepimize mübarek olsun!


108

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Naim der ki, bugün Bayramdır, sürtüşmeleri atmak gerek Gerçek mutluluk olmalı ulaşmak istediğimiz erek Gel, kardeşçe kucaklaşalım, budur yüreğimizdeki dilek. Kardeşler, Kutsal Bayramımız hepimize mübarek olsun! Bu şiir bir çağrıdır. Yaz aylarında dalgalanmadan akan Tuna’yı seyrederken dip dalgasının geldiğini ve kıyıları zorlayacağını hissetmişe benziyor. Bilmiyorum! Olabilir ya DOST rüzgârı belki esmemiştir Tuna boylarında. Ne güzel dilekler: “bayram tadı”, “huzura uçuran kanat”, “vedalaşmalıyız yıllarca beslediğimiz kinimizle”, “her insanoğluna bir yudumluk gıda olsun sin’imizde”, “sakın kardeşi ucuza satma”, “eve beyinlerini cehenneme atma”, “kardeşçe kucaklaşalım” vb. Bu emellerle senin ev ev, sokak sokak, köy köy gün be gece Tuna boyu köylerini, kaysı bloklarını dolaştığını, sinema salonlarında konuşmalar yaptığını, yazdıklarını yayınlayamadığını, hep içinden söylediğini ve artık bir köy çeşmesi gibi berraklığını şakıtarak durmadan aktığını biliyoruz ve seninle gurur duyuyoruz. Gönüllerin yeniden dolması zaman istiyor. İnsan kendi elleriyle diktiği fidanları sökmeye güç bulamıyor kendinde... Bu, dost kapısı çalmak gibi bir şey değil. Öyle sözle falan anlatmaya, yazmaya, paylaşmaya, tartışmaya ve içini döküp kurtulmaya da gelmiyor... Sayın ağabeyim, su akmadan durulmaz, sizin oralarda kaysıların ikiye yarılmadan çekirdeğin çıkmadığı gibi. Bilirsin meyveden alınmayan çekirdek çürür, eksen bitmez. Hayatın kuralı bu...Ne yazık ki, büyük bir özlemle yaşanan ilk umutlarımızdan kopmak ve onlarla vedalaşmak zorundayız. Kaleminden düşen satırlardan, senin hissettiğini duyumsadığım o dip dalgası bu defa bağımsızlar hareketi gibi güç toplasa ve dal budak salmaya açılsa da, ortada bir de şu günlerde tescilini beklediğimiz bir DOST hareketi var. Bu harekette dikkatimizi çeken yetersizliğin idesel-siyasi olduğu yetmezmiş gibi, Türk kimliğimizin bir derinlik ve bütünlük olarak görülemeyişi, ilerlemek isteyenlerin büyük adımlarla hatta dev sıçramalı ilerlemek azminde olmaları şırlamaya başladı. DOST’cuların şu dönemde, kimden kopmak, neyi olumsuzlamak istediğini anlamakta güçlük çekiyoruz. Bir yandan HÖH - DPS çotuğundan ayrılırken, öte yandan 2002’den beri yeniden filizlenme tohumları eken ve kendilerinin de görüşmelerimizde itiraf ettikleri ve bu yeni akımı hayata çağıran, başlatan sizlersiniz i dedikler ortadadır. BULTÜRK ve BGSAM, Bulgaristan Türkleri Yeni Edebiyatı Derneği, onlarca derneğin atılımını ret edip sahada yalnız kalmak istemeleri dikkat çekiyor. Bunu 1990’lı yıllarda Demokratik Lig başta olmak üzere 44 illegal ve yarı legal derneğin mücadelesinin bir kalemde çöpe atılmasında yaşadık. Yadsınmak istenen


Makale ve Analizler - 2016

109

kökleri halkın bağrından gelen, ananelerine örülmüş, özgün kültürel özünü taşıyan öz titreşimlerdir. 1990’da yapıldığı gibi, Bulgaristanlı Müslümanların - Türklerin Türkiye Türklüğünden, Dünya Türklüğünden ve Müslüman aleminden bir oluşturucu öğe, parça, özellikli nitelikleri olan bir etnik-topluluk olduğunu ret ettiğiniz gibi, eski yanlışları bir daha yaparsınız, aynı kuyuya (tuzak) bir daha düşeriz. “Bizim ancak parası olanlar işimiz olur!” zihniyeti demlenmeye başlıyor. İnsan bir tutam tuz için bile kimin kapısını çalacağını bilmelidir. Oluşan tutuma işaret ediyorum. Tesadüf olan hiçbir şey yoktur. İlk anda yanlış kurulan saat sonuna kadar zamanı doğru göstermez. Bu gerçeği 1990’da HÖH kurulurken yaşamıştık. Çok acılar çektik. Çekiyoruz. Siyasi örgütlenmenin temeli sivil toplum örgütleridir. Paralılar dostluğunu HÖH’te yaşadık, halkımız aç kaldı, Avrupa’nın en sefilleri listesinde birinci yerdeyiz. Sona eren Ramazan günlerimizde, ülkemizi ziyaret eden, Kırcaali yerlileriyle iftar sofrasına oturan, birlikte oluşumuzla gurur duyduğunu ifade eden, Rumelili değerli büyümüz, AK Parti milletvekili, Balkan medeniyeti havarilerinden, AK Parti dünya görüşünden esinlenerek Büyük Türkiye etki alanı mayalanmasına katılan, doktor, sağlık bakanı Sayın Mehmet Müezzinoğlu çok güzel bir konuşma yaptı. İşaret ettiği bazı hususlar bende farklı çağrışımlar uyandırdı. Bir defa, biz, bu memleketin temel soylarından evlatlar olarak, ne nenelerimizden dedelerimizden, ne ana ve babalarımızdan, ne de hoca ve müftülerimizden, üstelik şair ve yazarlarımızdan Balkan’ın BAL ve KAN olarak ikiye bölündüğünü işitmedik. Bizim böyle bir rivayetimiz yoktur. Kültürel anlamda tam bir kopma ve durma hatta çökmeden geldiğimizi unutarak, “aramıza dışardan kimse gelip girmesin” gibi türkülerimiz varken, halk psikolojisi bahçesine taş atmak doğru olmaz. Bizim özlemimizdeki özgürlüktür. Özgürlük düşmanlıkları yenmiş bir durumdur. Bizde, Balkan’ın anlamı, bal gibi kan üreten memleketimizdir. Kuvvet kaynağımızdır. Konuşmanızda ismini geçirdiğiniz Hüseyin Bürge - Bayrampaşa milletvekilidir, ama biz Bulgaristanlı Müslüman - Türklerden biri olduğu, bizim yaşadığımız havayı koklamış biri olduğu, bizim özlemlerimizi yansıttığı ve onlara tercüman olduğu ve bu konuda söz sahibi olarak lanse edilmesi uygun olan biri olduğu kanısında değiliz. Balkan ülkeleri Ramazan Kervanı serüveni başarılı bir girişim oldu diye, olayların Bulgaristan üzerinde somutlaştırıldığında her adımın isabetli ve yararlı olduğunu paylaşmıyoruz. Bu kervanla gelen sanatçının Kemallerde kırdığı potları ve bir halk topluluğu olarak işittiğimiz acı sözleri, ayarı dengelemek için verdiğimiz çabaları unutamadık. Aşırı milliyetçilerin uğultusu kulağımızdadır. Fikrimi biraz da aşağıdaki kıyaslamayla açmak istiyorum.


110

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Biz oyun kurucu aşamasında tolerans döneminde bulunuyoruz. Aranan uyumun biçimini Kırcaali Kız Ansambllımız örneklemelerinde artık görüyoruz. Alevlerin birbirini kovalaması ateşi söndürmez. Eski ve yeni şairlerimiz ufuktaki yeniliklere anlam ve şekil verme gayretlerinde birleşmiştir. Yeni Bulgaristan Türkleri Edebiyatı doğuyor. Bizim kuşun kanadındaki sevdamızı onlar yaratacaktır. Biz bahçemizin yeşereceğine, baharın geleceğine inanıyoruz. Sofya’da eski Büyükelçi Burcu oğlu Beyin ve İstanbul’da milletvekili Bürge’nin HÖH’ten kopardıkları Kasım Dal dalının bir kap olduğunu, tutmadığını, filizlenemeyeceğini ve yeşeremeyeceğini görebilmeleri gerekirdi. Yenilenme rapor kayıtlarına geçmek için gelmez. Şaşıyorum. Nasıl olur da bu kadar kısa görüşlü olunabilir. Besbelli ki, başka hedeflere hizmet ediliyor. En saf bir dille soruyorum: Halkımız “eski kötülüklerini ve kötü niyetlerini gizleyenlerle” kaynaşmak isteyebilir mi? Bunun kabul edilebilir bir yanı olabilir mi? Hatır için iş yapmaktan vazgeçelim!!!! Bulgar’da Osmanlı zamanında ciğer yakmış ve bir türlü savmamış bir anı var. Roma’dan kalma ve Osmanlı döneminde de Rumeli’de Türk Bey atla giderken raya ancak eşek veya katır binebilirmiş. Bulgarlar, Osmanlıda raya sınıfından olduklarından,“biz ata binemedik” acısıyla yanarken, bize hep siteminde bulundular. Şimdi ne oluyor dersiniz? Sayın Bürge Bulgaristan konusunda Kasım Dal’la yol alamayınca, eşekten katıra binip, DOST’un iftar gecelerinde at mı arıyor? Yok kardeşim, yanlışlar çok oldu. Biz yeni bir tuzağa düşmek istemiyoruz! Düşemeyiz! Düşmeyeceğiz! Bulgarca bir fıkra var: “Her kurbağa göldeki yerini bilmelidir!” Savunduğumuz görüş asi duruşumuzdur. Birleşme konusuna gelince. Parti saflarında birleşmek, iftar sofrasında buluşmaktan çok farklıdır. Her siyasi partinin idesel-siyası dünya görüşü nüvesi olmalıdır. Bu nüve bir atom reaktörünün kalbi gibi gece gündüz çarpmalı ve her gün yeniden doğan dünyamızın bizi ilgilendiren sorunlarını ince un değirmeninde öğütmelidir. Partiler kopya edilemez. Birbirinin aynısı olursa, birisi yıkılınca ikincisi de çöker. Particilik çok düşünen insanları yaşatmaz. Bu işte bir defa yanlış yapan yanar. Halk her gün yeni bir şey işitmek ister. Yeni olanın geçmişi. esası ve geleceği olmalıdır. Bu olmadan olmaz. Bizim için başkası düşünürse olay birmiş demektir. Bayramlar birleşme, af etme, kardeşçe kucaklaşma zamanıdır. Bizim kucaklaşmamızı engelleyen kardeşin kardeşi ucuza sattığı, soy sülale, aile, etnik topluluk ahlakını bozduğu bir dönemin yaraları var. Bu yaralar iyi niyetle, af etmekle savacak türden değildir. Onlar bizim doğru yol bulmak için


Makale ve Analizler - 2016

111

deneyim hazinemiz ve ilhak kaynağımızdır. “Çatışmaya girmemiş biri savaş taktiği üretemez” sözleri Atatürk’e aittir. Bulgaristan Türkleri üzerinden denemeler yapılmıştır. Bugün bize akıl vermek isteyenlerden hiç biri bunları açıklayamamıştır. Eski yenilgileri bilmeyenler yeni oyun kurucusu olamaz. Olsa bile sürekli yenilgi yaşar. Bize karşı Moskova’da hazırlanan ve 1989’dan başlayarak bize karşı Ahmet Doğan eliyle başımıza örülen “Bulgar Etnik Modeli” kafesini söküp çöpe atmak için tam çeyrek asır uğraştık. Nicemiz vatansız, ailesiz, umutsuz kaldık. Onu “saraya” kilitlediğimiz gün halkım nefes almaya başladı. Bugün plan yapıcı havasına girenlerin yeni tasarımlara imza atmaya niyetlenenlere, yazmazdan önce lütfen biraz da okuyun, öğüdü sağlık vermek istiyoruz. Biz incitilmişiz. Bir halk topluluğunun incitilmiş, zulüm görmüş olması bir iki kişinin iyi niyetiyle, başarısıyla aşılamaz. Onurumuz ayaklar altına alınmış ve acısı savmamıştır. Artık aynı dolabın ya da dağın etrafında sürekli dolanmak istemiyoruz, çok aldatıldık, deneme tahtası olmaktan bıktık, yol almak istiyoruz. Çok bölünmüşüz. Yarımız orada yarımız burada Analarımız yüz yıl ağladı Ardı tuzak olacaksa, Olmasın kardeşim. Böyle bayram kutlu olmasın!

Hoşgörü ve Türk - İslâm Ahlâkının Beşiği Anadolu

BG-SAM-10.Temmuz.2016

Haziran 2016 Konu: Romanya Konferansından konuşma Öncelikle bizi bu toplantıya davet eden, Romanya Demokratik Türk Birliği Başkanı Gülten Abdulla, Aşağı Tuna Araştırma, Geliştirme, Eğitim ve Kültür Merkezi Yönetimi ve bu toplantıda emeği geçen herkese teşekkür eder ve başarılı geçmesini temenni ederiz.


112

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Sayın Ekselansları, Değerli heyet başkanları, araştırmacı bilim adamı, gazeteciler ve çok değerli misafirler. Bizler Türklüğün meyvesi olan Orta Asya bozkırlarından yola çıkarak, Anadolu’dan önce Türkleşen Bulgaristan topraklarına ulaşanlarız. Bu toprakları Osmanlı coğrafyasına katan Evlad-ı Fatihan’ların torunlarıyız. Bizler Tuna boyundan başlayarak, Deliorman, Dobruca ovasından geçerek, Koca balkanı aşarak Gül kokusu Kazanlıktan, Pirin, rodop dağlarından Arda boyundan kıvrım kıvrım süzülerek Anadolu’ya doğru hızla ilerlediğimiz Akıncılar Yurdundan hepinize kucak dolusu sevgi ve selamlar getirdim. Hoşgörü ve Türk-İslam ahlakının beşiği, Selçuklu ve Osmanlının sarsılmaz kalesidir Anadolu. Bulgaristan, Balkanlardaki Türk-Müslüman kültürel kimliğini en uzun yaşatan ve geliştirerek yaşatmaya devam etmektedir. Bu gün itibarı ile sadece 89 göçünden sonra Türkiye’de toplam 710 bin kişi yaşamaktadır. Bulgaristan’da kalan ve Türkiye’ye yerleşen soydaşlarımı temsil eden Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği BULTÜRK Genel Başkanı sıfatıyla aranızda bulunmaktan gurur duyuyorum.Bugün adlarına Bulgaristan Müslüman Türkleri dediğimiz etnik azınlık topluluğu bu kültürel kimlikle 650 sene yaşamış, son asırda da göçlerle ana yuvasına büyük kafileler halinde geri dönmüştür. Yaşanan bu göçlerden 1989 göçü en büyüdür ve acımasız bir “kültürel soykırım”dır. Aldığım davetiyede, Fuat Köprülü’yü ilk sıraya haklı olarak koymuşsunuz. Bir kültürün son çınarlarını görmeden, onun yarattığı uygarlığı göremeyiz. Mehmet Fuat Köprülü, Osmanlı kültüründen Cumhuriyet Türkiye’sine uzanan bir köprüdür. Ayrıca Avrupa kültürüne uzanan uzun yolumuzda, bugün de dimdik ayakta duran ve üzerinden geçtiğimiz değerli bir köprüdür. O, içinde sönmeyen hoşgörü ruhu olan öz medeniyetimizin en aydın temsilcilerinden birisidir. Orta Asya’dan Anadolu’ya Hoşgörümüz Türk - İslam ahlakımız, kültürümüzün en temel parçalarındandır. Pamir dağlarını delerek, Orta Asya’dan Anadolu’ya geliş sürecinde İslam’la bütünleşerek bugünkü Türk-Müslüman benliğini kazanmış durumdayız.


Makale ve Analizler - 2016

113

Yaşadığımız ülkede Türkler alçakgönüllü, çalışkan, kendi işini başkalarına zarar vermeden yapan, gönlü gibi kapısı da her zaman açık olan, yardımsever, her şeye olumlu yanaşanlardandır. Biz Anadolu’dan, Konya ovası ve Karamandan bu niteliklerle gelen ve buraları Balkanlaştıran özellikle yerli Bulgarların dil ve diline, yaşam tarzına müdahale etmeden barış ve huzur içinde 650 yıl beraber yaşayan Evlad-ı Fatihanların torunlarıyız. İslam hoşgörüsünün ilk derinliği Medine’dedir. İslam’ın siyasi tarihinin başlangıcında, Medine Müslümanları, diğer dinlere mensup halklarla bir arada barış ve dostluk içinde yaşamalarını sağlayacak bir sözleşmeye yapılmıştırlar. “Medine Sözleşmesi” olarak bilinen ve “ayrı dinlere mensup kişilerin İslam’ı idare altında haklarını tayin eden temel ilke, Peygamberimiz Muhammed (sav) tarafından, hem Peygamber, hem İslam’ın yayıcısı hem de Medine’nin idarecisi olarak” hayat hakkı elde etmiştir. Bu insanlık tarihinde daha önce eşine rastlanmamış bir olaydır. İnsanlık adına son derece büyük bir nimettir. Bu sözleşme, Hz. Muhammed (sav) tarafından 622’de düzenlenmiştir. Müslümanlar, Yahudiler ve Paganların yani çok tanrılıların barış içinde yan yana yaşamalarının çerçevesini böyle çizmiştir. İlk kez bu sözleşmede Medine’deki Müslüman, Yahudi ve Paganların hakları “ümmet” adı altında birleştirilmiştir. Bu sözleşme, İslam’da çoğulculuk ve hoşgörü düşüncesinin kaynağı ve geliştiricisidir. Bu sözleşmeyle insan hakları eşitlenmiştir. Medine sözleşmesinden sonra, “kendilerini Müslüman sayan” tüm ülkeler ve hükümdarlar, göçmenlerin, savaş kaçaklarının ve sığınmacıların eşitliğini, haklarını, onlara şefkat ve yardım gösterilmesini, emreden Kuran surelerini uygulayarak bir göçmen hukuku, hoşgörü ve Türk - İslâm kültürü yaratmışlardır. Hakikatten, Anadolu yalnız bir hoşgörü beşiği değil, emsalsiz hoşgörü ve ahlak çınarıdır. Ben Bulgaristan’da doğup büyümeme rağmen diğer Bulgarlarla eşit haklara sahip olamadım. Fakat bir göçmen olarak Türkiye Cumhuriyetinde bu eşitliği bizzat yaşayarak görmüş bulunmaktayım. Türkiye’ye 1989’dan sonra yerleşen 710 bin kardeşim de öyledir. Bugün anavatanımızda sadece Suriyeli 4 milyon sığınmacı barınıyor, 720 bin savaş kaçağı çocuk okula gidiyor. Türkiye’nin Başkanı, Başkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan başkanlığında İstanbul’da düzenlenen son İslam Konferansında bunu tasdik etmiştir. Abdülhamit’in hayali olan Türk-İslam birliğini oluşturmak Recep Tayyip Erdoğan’a nasip oldu diye manşetten BULTÜRK Gazetesi tüm dünyaya duyurmuştu.


114

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Hoşgörünün Türk-İslam Ahlakının Anadolu’ya yerleşmesi İlk başta, âlimler âlimi Ahmet Yasevî’yi görüyoruz. O, Selçukludan Osmanlıya geçişte köprü olmuş, bir milenyum önce geleceğin hoşgörü beşiği olarak görebildiği Anadolu’yu manevi olarak fetheden ilk büyük düşünürdür. Belirttiğine göre, daha o zamanlar Anadolu’da Hıristiyan ve Müslüman etkileşimi, ortak kültürü oluşturacak düzeye ulaşmıştır. Kıyaslamalı örneklersek, İslam Hindistan’da halk Müslümanlığı oluşturabilmek için 12 cilt hadise ihtiyaç duymuş. Anadolu’da ve Balkanlarda bu böyle olmamıştır. Siz hiç “Anadolu hadisleri”, “Balkan hadisleri” kitabına rastladınız mı? “Aşağı Tuna Hadisleri” değerlemesi olduğuna da inanmıyorum. Bunu nasıl mı anlamalıyız? Anadolu’da ve Balkanlarda Halk Müslümanlığı öncelikle “türbe” gibi ziyaretgâhlarda belirginleşmiştir. Türbeler, İslam öncesi inanç ve kültürlerin su yüzüne çıktığı yerlerdir. Halk Müslümanlığının camideki yüzü ile türbelerdeki yüzü birbirinden hayli farklıdır. Camide İslam’ın kitabı öne çıkarken, türbeler İslam öncesi inanç birikimine daha yakındır. Anadolu’da olduğu gibi bizde de, aziz ve evliya ziyaretgâhları Hıristiyan ve Müslüman hoşgörü kültlerini olgunlaştıran başlıca etkenler olmuştur. Anadolu’da Hıristiyanlığa geçiş sürecinde Hıristiyanlık öncesi tanrılar, “azizlere” dönüştürülerek, “putperestlikten Hıristiyanlığa yumuşak geçiş sağlandığı gibi” benzer bir süreç “Hıristiyanlıktan Müslümanlığa geçişte de tekrarlanmıştır.” Olaya bilimsel ışık tutan Ahmet Yasevi’nin “ortak kültür” ve “hoşgörü” kavramlarına kaynak olan da budur. Düşünce bir tohumdur, kültürün Türkçemizdeki adı ise ekindir. O olmadan umut ve toplum yeşermez. Bu dünya görüşünde derinlik ve hikmet, sonsuz bilgi kaynağımız Hoca Yasevî ve yarattığı eser Yasevîlk’tir. Yasevilik İslamı Anadoluya taşıyan ahlak ve hoşgörüdür. Yasa ve ilkeler toplamı olarak bir kuraldır. (teoridir). Anadolu’ya, Balkanlara, kolları şu topraklara ulaşan Bektaşîlik, Babaîlik, Haydarîlik öğretisidir. Türklüğü ve İslam’ı Anadolu’ya uygulayan modüldür. Bir ışıktır ve bu ışığı Balkanlara taşıyanların başında, destanlarımızın kahramanı Sarı Saltuk gelmektedir. O, Aşağı Tuna boylarındadır. “Demir Baba” türbesi bizde, Deliorman’da Türklük kalesi olarak dimdik ayaktadır. Binlerce türbe, cami, cem evi, medrese, okul olarak yaşayan bu kültürün tüm eserlerinin ortak harcı Yasevilik–BektaşilikMüslümanlıktır. Anadolu’nun ve Balkanların Türkleşmesi ve İslamlaşmasında çok önemli rol oynayan Sarı Saltuk’un bizde büyük sayıda türbesi bulunur. Her


Makale ve Analizler - 2016

115

birinin ilk harcına, ilk türbeden toprak konarken, topluma cömertlik ve konukseverliği aşılamıştır. Balkanların her köşesi Sarı Saltuk memleketidir Halk kültürümüzde bir hoşgörü kahramanı olan Sarı Saltuk, herkes tarafından sevilmiştir. Mezarının Romanya’nın Kuzeyinde Dobruca bölgesindeki Babadağ kasabasında olduğu rivayet edilir. Türklük kutsalını koruduğunuz için, ev sahibi kardeşlerime hepinize teşekkür ediyorum. Aynı kalpten duygularımız, Bosna Herseg Balagay Şehrindeki Sarı Saltuk tekkesini, İznik’teki ve diğer Sarı Saltuk Baba tekkelerini, zaviyeleri yaşatanlar için de geçerlidir. Siz, dünyadaki en kutsal inancı, Türklüğü ve Müslümanlığı, İslam’ı, geleneklerimizi, birliğimizi ve kardeşliğimizi yaşatanlarsınız... Ne mutlu hepimize! Evliya Çelebi Seyahatnamesinde Müslümanlığı Avrupa’ya taşıyan aydın olarak anlatmıştır.Birliğimizin sembolü olan Sarı Saltuk Baba türbeleri Tunceli, Diyarbakır, Niğde, İstanbul Rumelifeneri, Babaeski, Makedonya Ohri, Arnavutluk ve başka yerlerde de var oldukça, Anadolu ve Balkan halklarının manevi birliğine kimse gölge düşüremez, kimse bileğimizi bükemez, geleneklerimizden ve Türk-İslam Ahlakımızdan gelen hoşgörümüzden bizi kimse vaz geçiremez. Türklerin Balkanlara gelmesiyle Hıristiyan ve Müslüman halklarının birbirinin dinini anlamakta, birbiriyle alış-veriş yapmakta, birbirinin düğünlerine gitmekte, değişik sosyal etkinliklerine katılmaktadır. Beraberliğimiz düşmanlıkla başlamamıştır. Kurduğumuz evlerin, konakların, medrese ve camilerin kapısı her zaman herkese açıktı. Bugün de oyledir. Balkanlarda ortak kutladığımız hoşgörü geleneklerimiz doğdu: Anadolu’da olduğu gibi Bulgaristan’da da beraber kutladığımız birçok bayramımız var. Bunlardan biri 6 Mayısta kutlanan yazın gelişi, Yazın gelişi bizlerde Hıdrellez Bayramıdır Ortak mevsimlik bayramlar dışında, asırlarca süren birlikte yaşam, kaçınılmaz olarak, saygı ve hoşgörü doğurmuştur. Tekke ve zaviyeler ülkemizde bugün de önemli bir çekim merkezidir. Ayrıca mevlütlerimiz de özel Türk - İslam ahlakını yansıtmaktadır. Gelenekleşen bu birliktelikte, Çelebi Mehmet zamanlarında yaygınlaşan ve bir halk Müslümanlığı olarak Mevlitlerimiz de çok önemlidir. Bu geleneğimizde de kapımız herkese her zaman açıktır, soframız ortak, dualarımız sağlık ve rahmet içindir. Yağmur dualarımıza ve salgın hastalıklara karşı halkın dini eylem-


116

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lerinde de, her dinden ve ırktan temsilciler görebilirsiniz. Her yıl Mayıs ayında Demir Baba Tekkesi törenleri düzenlenir. Müslüman bayramlarında bu hoşgörü kültürel etkileşimin devamıdır. Özellikle Ramazan ayında, iftar sofralarına büyük sayıda Hıristiyan’ın da oturduğu dikkati çekmektedir. Allah kabul etsin, birkaç gün önce bayramla sona eren ramazanda Bulgaristan’ın Cebel kasabasındaki iftar sofrasına 3 bin, Kırcaali iftar sofraları bin, Asenovgrat’ta 2 bin, Filibe’nin “Yeni Mahallede” semtinde, Sofya “Banya Başı Camisi”nde 500, Samakov “Küpeli Çeşme” sofrasında 300 kişiyi her akşam bir araya geldiler. Geleneklerimiz bir hoşgörülü birliktelik çağrısıdır. Şumen, Razgrat ve Ruse iftar buluşmaları da çok kalabalık gerçekleşti. Burada emeği geçenlerden Allah razı olsun. 138 yıldan beri ilk kez bu yıl Bulgaristan Cumhurbaşkanı Rosen Plevneliev Ramazanın ilk gününde Hoşgörü Sofrası açtı ve tüm din ve mezhep temsilcilerini iftar sofrasında buluşturdu. Halkımız iftar sofralarımıza Hıristiyanların da oturmasını hoşgörü ile karşılıyor. İstanbul Bayrampaşa’dan her yıl çekilen Ramazan Kervanı bu yıl sadece Bulgaristan’da 12 bin vatandaşı hoşgörü muhabbetinde bir araya getirdi. Kendilerine, Bulgaristan Müslümanları adına teşekkür ediyorum. İşaret etmek istediğim Yasevinin talebeleri, hacı Bektaşı veli, Sarı Saltuk ve Demir Baba evliyalarımızla Balkanlara yayılan geleneklerimizi ve tasavufi ahlakını yaşatıyorlar. Bunu özellikle 2002’den sonra gelişip güçlenen AK Parti’nin hoşgörü anlayışına borçluyuz. Demek istediğim, Asya’dan, Medine’den dörtnala gelen ahlaki ve uygarlığı bugün de şahlanmış ve dimdik ayaktadır. Kısacası Türkiye tarihimizi hatırlamaya, artık köklerimize can suyu vermeye başladı... Özetlerken: Ahmet Yasevînin müritleri Evlad-ı Fatihan diyarına İslam kültürünün incilerini getirip saçanlardır. O, bizim tüm Türk âleminde aynı milliyet olduğumuzu ilk duyumsayan ve duyumsatandır. Eserleri, gelenek ve göreneklerimizin yapı taşlarıdır. Hayatı, derin bir düşüncenin ışığı olmuştur. Anadolu ve Balkanları barış ve ahlak diyarı yapan büyük ölçüde onun fikirleridir. Topraklarımızda birçok Allahın evi kurulmasına ruh vermiş, müritleri İslam’ı kabul edenlerin önünde ilk namaza durmuştur.


Makale ve Analizler - 2016

117

O, bir de anadilimizde halk edebiyatımızı mayalayan büyük ozanlardan biridir. Putperestliği, ateşperestliği yenip çöpe atan, yenidünya görüşünü halk arasına yayan, hatta yeryüzünde Peygamberimizden daha uzun zaman yaşamak istemeyen, eşi benzeri olmayan bir düşünürümüzdür. Geçelim müritlerinin yaktığı ateşlere Hoşgörü ırmaklarımızdan sadece bir tanesidir, Türk - İslam ahlakı ise bunların birlikte buluşturduğu bir okyanustur. Yeni ırmaklarımızın aktığı yer Türk-İslam Ahlakınadır. Bu tarihsel erdemin çınarlarından biri de halk ozanı Yunus Emre’dir. O, Türklüğün Anadolu kaynağını açanların başında gelir. Halk aşkına dayanan yaratıcılığında Ahmet Yasevi kaynağından su içmiş ve halkımıza da içirtme şerefine nail olmuştur. Anadolu tasavvufu - insanlara sevgi ve ahlak öğretisidir. Yunus Emre’nin büyüklü bir de Anadolu’nun çok dilli, çok kültürlü, çok dinli ortamında yalnız Türkçe yaratmış olmasında gizlidir.Onun ölümsüzleştiren ve yaratıcılığına yansıyan halk sevgisi efsaneleşmiştir, ona olan sevgi ise abideleşmiştir. Hakikat kişiliğin yolunda Hacı Bektaşi’yi bulan odur. Türk dilinin zenginleşip egemenleşmesine büyük katkıları olmuş, hoşgörü ve ahlakımızı Anadolu’nun hamuruna karmış bir tasavvuf müridi olma gururuyla yaşamıştır. O zamanlar Türkler, İslamı bir imparatorluğun görkemini paylaşan sınıf üyeleri arasında çok önemli yer alsa da, Rum, Bulgar Sırp, Yahudi ve Ermeni kökenlilerden başka aynı ortamda Alman, İtalyan, Rus, Çerkez ve Leh gibi unsurlar da kalabalıktı. O zamanlar Türkçemiz, Osmanlıca olarak görülen dil durumundaydı. Yunus Emre bu çeşitlilik içinde Türk halk dilinde yaratarak dilimizin egemen olma yollarını ömür boyu zorlamış, ufuktaki güneşi görebilmiştir. Onun, değeri asla biçilemez, bir uğraşıdır. Hayatı ve davası, ne mutlu Türküm diyenlere sonsuz gurur kaynağıdır. Yunus Emre çağında Anadolu böyle iken, bir de Balkanlara bakalım. Burada Balkanlılık değimini kullanırken, Prof. Kemal Karpat’ın “Osmanlı İmparatorluğu bir Balkan İmparatorluğudur” sözünü hatırlatmak isterim. İmparatorluğun Balkanlardaki nüfusu Macar, Sırp, Hırvat, Boşnak, Arnavut, Romen, Bulgar, Yunan ve Türker’den oluşurken alabildiğine bir dil çeşitliliği yanında, din ve mezhep farklılıklarının da yan yana olduğunu görüyoruz.


118

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ne var ki, bu çeşitlilikte barış içinde yan yana yaşama konusunda pek büyük bir sorun yaşanmamıştır. Dili dini, gelenek görenekleri yasaklanan etnisite ve halk yoktur. Osmanlının gelişiyle burada 650 yıl savaşsız yaşam sürdürebilmişlerdir. Hoşgörü bahçesi fidanları böyle bir ortamda doğmuş, bitmiş hatta meyveleri de birlikte toplamışlardır. Türk - İslam ahlakını ve beraber yaşama sanatını birlikte geliştirmişlerdir. Osmanlının yönetiminde yıktığı hiçbir kilise yoktur. Hoşgörü sözünün köklerine biraz da Hıristiyanlar açısından bakalım: Örneğin Bulgarlar Uyanış Çağlarını Osmanlıda yaşamışlar, ilk Bulgar okulları Osmanlıda kurulmuştur. İstanbul “Stveti Petır” kilisesi ve Bulgar okulları o dönemin eserleridir. “93 Harbinin” yapıldığı Plevne eyaletinde 345 Bulgar okulu olduğunu hatırlatmak bu olayları Osmanlı Hoşgörüsü ve Ahlakı açısından yeter de artar bile. Bulgar halkının Osmanlıya yüzde yüz inandığını gösteren bir olay da, Plevne kentindeki Bulgar papazı dini ve sivil erkânının adına Osman Paşaya “3 torba altın vererek, Paşam bizi de koruyun!” demiştir. Bu örnekler anlatmakla bitmez. Hoşgörü (tolerans şekliyle) sözü Latince tolerare sözünden türetilmiş olup, farklı anlayışları, kanıları yaşam ve davranış tarzlarını, farklı gelenek ve görenekleri kabul etme, onların varlığını tanıma anlamının dışında kullanıldığını gördü, tahammül etme, katlanma ve göz yumma, hoş görme gibi kavramları içerir. Tolerans, denince çoğunlukla dinsel hoşgörü akla gelir. Örneğin Osmanlının hoşgörüsü sayesinde Bulgarlar Doğu Ortodoks Hıristiyan Piskoposluğu elde etmişler, Bulgarcayı kilise dili yapmış ve kendi ibadethanelerini kurmuş ve yazısını geliştirmiştir. Yeni tarihin Rönesans, Hümanizm, Reformasyon ve Aydınlanma devirlerinde sürekli kendini değişen koşullara uydurmaya çalışırken, aslında savaşımlarla geliştirilmiştir. Kuşkusuz elde edilen sonuçlar birçok defa toleranssızlık doğurmuştur.İslam’da hoşgörü ahlaktır, hem mutlak hakikati temsil etme savı, hem de “ehl-i kitap” diye adlandırılan kitaplı dinlere inananlara tanınan görece tolerans, özerklik ve özgürlük kapsamında değerlendirilir. Bulgaristan’da hoşgörü ifadesi olarak, Osmanlıdan ayrıldıktan sonra da, kapımızın Bulgarlara hep açık kaldı. Ne yazık ki Bulgarlar başa geçtiğinde hep ayrı kaldık, iktidarların Müslüman Türklere zulüm uygulaması, 8 kitlesel göç, birçok isim değiştirme ve sonunda tüm bardakları taşıran Bulgaristan’da yaşayan tüm etnik grupların “soya dönüş” terörü yani soykırım yaşattılar. Barış içinde beraber yaşamamız kaçınılmaz doğal bir ilke olsa da, büyük acılara rağmen ayakta kalabildik.


Makale ve Analizler - 2016

119

Bir açılım olanağı olan tolerans Bulgaristan’da her zaman toleranssızlıkla iz bıraktı. İşaret etmek istediğim, tüm resmi evraklarda tolerans yazması, gazetelerin manşetlere tolerans başlığı atması hiçbir anlam taşımıyor. Bu yüzden olacak 1990’dan sonra Bulgaristan’da Türklerin ve Pomak kardeşlerimizin kurduğu sivil toplum örgütlerinden daha fazlasının adı “Tolerans”tır. Fakat burada yer etmesi ve beyinlere yerleşmesi gereken kavram Karşılıklı Tolerans olmalıdır, çünkü biz zaten her zaman herkese karşı hoşgörülü ahlaklı davrandık. Hoşgörü için ayaklanmamız ise Hakkımızdı. Kant, Hegel ve Marks ve Engels, Osmanlı toleransını takdirle karşılayan dünya düşünürleridir. Türklerin egemenlikleri altındaki gayrı-Müslimlere en geniş özgürlükler tanıdığını yazan Hegel, “Avrupa’nın en uygar toplumu olan İngilizler, Katoliklere hiçbir özgürlük tanımıyor”, diye yazmıştır. Bulgaristan örneğini biraz parantez içine alırsak, Osmanlı devletinde uygulanan toleransın Batı Avrupa’nın hayalinin ötesinde olduğu en ünlü klasiklerce takdir edilmiştir. Batı edebiyat ve felsefesinde Osmanlı Türkiye’sinde hayat hakkı kazanan, farklı topluluklara tanınan dinsel hoşgörü ve kültürel özgünlüğü koruma ve geliştirme özgürlüğü hep gıpta edilmiştir. Engels ise kültürel ve dinsel tolerans bakımından “Türkiye bir cennet”, demiştir. Kuşkusuz 19.yüzyıldan sonra Balkanlarda Müslüman Türk hoşgörüsü Balkan Milliyetçiliği ile amansız bir mücadele vermiştir. Yine Fridrich Engels, “93 Harbinden” sonra kaleme aldığı bir yazısında şöyle demiştir: “Şimdi Bulgarların Türklere yaptıklarını, daha önce Türkler Bulgarlara yapmış olsaydı, tarihte Bulgar diye bir topluluk kalmazdı.” Bu saptama Engels’ten bir alıntıdır. Yalnız 1878’de Filibe’nın (Plovdiv) Türk nüfusu 300 binden 15 bine düşmüştür. 1878’de Bulgaristan Prensliği nüfusunun % 52’si Müslüman Türk’ken, 2016’da biz Bulgaristan nüfusunun ancak % 17’siyiz. Totalitarizm çökerken, yalnız 1989’un Ağustos ayında 350 bin Bulgaristanlı Türk baba ocağından kovuldu. Balkanlarda bu rakam toplam 10 milyondur. Bugün Türkiye’deki Balkanlı Müslüman diasporası 18 milyonun üzerindedir. Bulgaristan’daki son durum: Bizde, bugün de değişen bir şey yoktur. Nüfus yapısı aynıdır. Özünde “çokkültürlülük” taşıyan bir yapıdır bu. Biraz daha somutlaştırırsak, Bulgaristan’da bu sıralamaya, Pomakları, Çingeneleri, Gagavuzları, Ulahları, Romen Çingenelerini vb de eklememeliyiz. İşte bu ortamda “çok-kültürlülük” her zaman çok dillilik ve birden çok dinin, yaşam tarzının bir arada oluşu demektir.


120

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

1908’de kurulan Bulgar Çarlığı gibi, 1944’te kurulan Bulgar sosyalizmini izleyen totalitarizm de, bu çeşitliliğe tahammül edemedi. Egemen olan Bulgar ulusun dil, din ve kültüründen başkasına nefes aldırmadı. Bulgaristan’da Hoşgörü ırmağının suları hep azaldı. Tek uluslu devlet kurma hırsına yenik düştü Bulgar devleti. 70 yıldan beri çocuklarımız devlet okullarında anadilimizde okuyamıyor. Bulgaristan’da Toleranssızlık mengenesi sıkıldıkça sıkılıyor. Anadilimizde iletişim ve haberleşme haklarımız sıfırlanmıştır. Bir iktidar tuzağı olan Hak ve Özgürlük Hareketi bizi “Bulgar Etnik Modeli”ne kapayarak (kapsülleşmiş toplum) haline getirdi. 1990’dan beri sözde demokratikleşme süreci yaşayan Bulgaristan’ın kültürel coğrafyası ve toplumsal siyasi ve dinsel koşullarının biçimleştirici etkisi Bulgaristanlı Müslüman Türker’den bir tek, oy kullanma hakkı garantili olan, “siyasi köle” topluluğu oluşturdular. Türkiye’de yaşayan soydaşlarımızın çifte vatandaşlıktan kaynaklanan oy kullanma hakkı ise son yasa değişiklikleriyle ellerinden alınmak isteniyor. Bu gidiş toplumu parçalayabilir, devletin insan hakları açısından farklı bir yapılanmaya ihtiyacı var. Özelikle eğitim ve kültür ve din alanında temel hakların mutlaka tanınması zorunluluk olmuştur. İslam yayılırken, diğer dinlere saygı duyma, diğer dinlere inananların kendilerine ifade etmelerine fırsat verme, işte bu, dinsel toleransın başlıca kaynağı ve anlatımıdır. Hoşgörü, dinde, dilde, yaşamda bir etkileşim, bir arada yaşama, yardımlaşma ve birlikte olmanın sonucu olarak doğmuştur.Şimdi biz, yine başa dönelim: Dil, etnisite ve din farklılıklarına karşın, resmi dilin Türkçe olmasına karşın, Osmanlı bir Türk haritasını, asla çizmemiştir. (Bizde Bulgarlar 138 yıldan beri Osmanlıda zorla Müslümanlaştırmadan söz eder, ama bu bir kuyruklu yalandır. Şu cümleyi çok esef ederek yazdım ve içimden gelmese de, okumak istiyorum. 1878’den 2002’ye kadar Bulgar devleti bize “ana emzirmemiş bir çocuk gibi baktı”. Çilemizin kaynağında olan kara-kader bir yere kadar da budur.) Tersini düşünün, Osmanlıda, Müslümanlığı kabul etmiş birini düşünün, onun kendi etnik ve kültür özelliklerinden vazgeçmek ve göreneklerini terk etmesi zorunluluğu yaşam hakkı aramamıştır. Belirleyici olan, kişinin vermekle yükümlü olduğu vergiyi vermesi; istenen hizmeti yapması, Osmanlının egemenliğini kabul etmesinde ileri gitmemiştir. Bize XX. asır boyu uygulanansa tam tersidir.


Makale ve Analizler - 2016

121

Kimliğimiz üzerinde devamlı tırmanan zülüm olmuştur. Ayrıca bu denli çeşitlilik sergileyen toplulukların “ortak bir doku” oluşturması, (bu fikrin, Nazımla ve onun beraber yaşamak, ipekli kumaş dokumak gibi, sözlerine dayanarak çok yaygınlaşmış olduğundan söylüyorum) veya böyle bir “beklenti” içinde olmaları da söz konusu olmamıştır. Biz 100 yıldan beri tersini dinleye dinleye yorulduk ve bıktık. Öte yandan “bağlantısız ve perakende grupların kapalı ve özgün yapılarını korumaları, Bulgar’ın Bulgar, Romen’in Romen, Sırp’ın Sırp kalması Osmanlıda “merkezi yönetimin de” tercihiydi. Tersi olsaydı ve Osmanlı her gün 5 kişinin ismini ve dinini değiştirseydi, bu gün ortada farklılık ve çeşitlilik diye hiç bir şey kalmazdı. Konuşmamın, Yunus Emre bölümüne geçmek isterim: Osmanlı imparatorluğu, Roma ve Bizans kültürünün başat olduğu coğrafyada kurulmuş ve var olan kültür birikimi, Osmanlı’da varlığını sürdürmüştür. Anadolu ve Balkanlar da dâhil çok geniş bir egemenlik alanı olan bu imparatorluk, farklı kültürleri, dilleri, dinleri olan insan topluluklarını bünyesinde topladığı için, Osmanlı toplumu daha baştan itibaren çok kültürlü, yani hoşgörü ve ahlaklı, çok dinli ve çok dilli bir özellik taşımış ve bunu sonuna kadar sürdürmüştür. Biz Bulgaristan göçmenleri de şehitler veriyor, terör saldırılarına hedef oluyoruz. Huzurumuzun teminatı Büyük ve Güçlü Türkiye’dir. Ayrıca bunu fermanlarla, meşrutiyet rejimine ve Anayasal düzene geçerek genişletmiş zenginleştirmiş ve yasallaştırmıştır. Ne var ki, her yerde her şey sonsuzdur. Bugün de, Anadolu’da, Trakya’da, Güneydoğu’da 46 etniğin özgün kültürel haklarını, aynı bayrak altında ve egemen devlet garantisinde savunulmak için Türkiye’nin Başkanı, Sayın Recep Tayip Erdoğan yönetiminde devam ettiğin yoğun çabalara bugün de tanık oluyoruz. Dünyanın neresinde olursa olsun her Türkün al bayrağımız altında birleşmesidir. Türkiye’nin Başkanı Erdoğan’ın dediği gibi “tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” altında birleşmek. Yukarıda da dediğim gibi, Osmanlı gibi çeşitlilik sergileyen bir topluluğun “tek etnikli ortak bir doku oluşturması beklenemezdi.” Bulgaristan’da 1912’de Pomak Müslümanların Hıristiyanlaştırılması ve isimleri de değiştirilerek Bulgarlaştırılmaları bu zulmü, 1936, 1942, 1972 ‘de defalarca tekrar etse de, sonuç vermedi. 1985 - 89 “soya dönüş” faciasıyla kardeşlerimizin başına gelenleri asla unutmadık.


122

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Türk kültürü Bulgar TV kanallarını da fethetti. Zindanlardan, toplama kamplarından ve sürgünden çıkan binlercemiz göç etmek zorunda kaldık. Asimilasyonu kabul etmeyen Çingene kardeşlerimiz ayrım siyasetinin kurbanlarıdır. Bir Avrupa Birliği ülkesinde en yoksul, çoğu işsiz ve en kör cahil etnik azınlık olarak çekileriyle dillerde destandır. Genelde İngiltere’de geçim arayan çoğunluğu Pomak ailelerimiz de “breksit”ten sonra çok tedirgindir. Parçalanmış, yaralı bir toplumda hoşgörüden ve ahlaktan söz edilemez. Bulgaristan’daki etnik azınlıklar kader ortağıdır. 20.Asır bizim için Türk kimliğimizi oluşturma ve Bulgarlaştırmaya ve Hıristiyanlaştırılarak eritilmeye karşı mücadele yüzyılı olarak geçti. Çok ezildik ama boyun eğmedik. 1989 Mayısında Ayaklandık. Mücadelemiz devam ediyor. Türkiye’de de örgütlendik. Memlekette kalan kardeşlerimizin hep yanındayız. Elektronik yayınlarımızla, gazetemizle, bastığımız kitaplarla her an yanlarındayız. Artık Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç edenlerin, kovulanların geri Bulgaristan’a dönme zamanı geldi. 50 bin Türk öğrenci Bulgaristan’da okudu. 100 bin iş adamı Bulgaristan’da ekmek teknesi açtı. Türk kültürü Bulgar TV kanallarını da fethetti. Okuyan gençlerimiz çalışma hayatlarına Bulgaristan’da başlıyor. Büyük Türkiye Balkanlara taşıyor. Hoşgörü kültürü yeniden ahlakla birlikte yeşeriyor. Köylerine dönen emekli öğretmenlerimiz afacanların elinden tutuyor. Halkımız Yunus Emre Kültür Evleri’nin açılmasını bekliyor. Bu arada, Osmanlıdan kalan yüksek mimar eserlerinin onarımı işinde ustalaşan TİKA ekipleri “Banya Başı”, “Yedi Kızlar”, “Kırcaali Camii”, “Tombul Camii” ve daha birçok paha biçilmez eseri onardı ve eski halinde ibadete açtı. Bulgar makamlarının sayıları binden fazla olan ve devlet ve belediyeler tarafından gasp edilen cami, medrese, okul, mescit, hamam vb vakıf mülklerimizi iade etmede zorluk çıkarması, özlenen günlerin geri dönmesini geciktiriyor. Yunus Emre Enstitüsü uzmanlarını Bulgaristan’a beklediğimizi yinelerken, TİKA’lı yetkililere yeri gelmişken hepsine ayrı ayrı teşekkür etmek istiyorum. Dünya değişiyor, biz de değişmeliyiz. Şuna işaret etmek istiyorum: “Ortak bir doku oluşması beklenemez” sözleri mutlaklaştırılamaz. Çünkü kültürler, yan yana duran taşlar değildir. Biz onları ortak mozaik oluşturan taşlar olarak görüyoruz. Her kültürün diğer kültürleri etkilediğine ve onlardan etkilendiğine inanıyoruz. Bunu görüyoruz.


Makale ve Analizler - 2016

123

Bu böyle olmasa Sofya’da “Etno Diyalog” dergisini çıkarmazdık. Bu açıdan bakılınca, hoşgörümüzün beşiği olan çok kültürlülük kavramı, hem kültürlerin birlikteliğini, hem de etkileşimini anlatır. Tolerans dediğimiz bu diyalektiğin özüdür. Bireşimleme kavramını burada, parçaların veya oluşturucu öğelerin bir araya getirilip bir bütün halinde birleştirilmesi olarak görüyorum.Kültürler-arası etkileşimin kaçınılmaz sonucu, doğal ve kaçınılmaz olarak etkileşime katılan kültürlerin özelliklerini birleşimleyen yeni bir kültür oluşturur. Biz Sofya’da “Tolerans” derneği değil, “Kültürel Etkileşim” derneği kurduk. “Tolerans” derneği kursaydık adına “Karşılıklı Tolerans” diyecektik. Çünkü bir hoşgörü olarak tolerans zaten özümüzdedir. Bulgaristan Stratejik Araştırma merkezi aracılığıyla ortak yayınlarımız memlekete dağılıyor. Beklide hoşgörünün ve ahlakımızın zafer yolu bu asırda elektronikle geliyor.Türkiye’deki derneklerle de yakın işbirliği gerçekleştiriyoruz. Kültürler hep Doğudan gelmiştir, Küçük Asya’da duraklamış ve Balkanlara Avrupa’ya sıçramıştır. Büyük göçler ve geri dönüşlerle Balkanlar’da ve Küçük Asya’da da yeni bir kültürel doku oluştuğunu itiraf ediyorum. 1990’da Bulgaristan’da halkımızın siyasi iradesi olarak Hak ve Özgürlük Hareketini kurarken, Ulusal Bulgar kültürü içinde, Avrupa çapında özgün bir yere sahip olacağımızı vurgulamıştık. Bulgaristan’ın geleceğini değişik renklerden güllerin en güzel demedi olarak tarif ederken, renklerin ve dikenlerin sivri uçlarının korunacağını, fakat bu güller demetinin Bulgaristan kokacağını anlatmıştık. Osmanlı kimliğini anlatırken de, çok kültürlülük demetinde bir ara kültür tasavvur etmek doğru ve hayırlı olurdu. Bu kadar çok söz içinde, Yunus Emre’nin Türk halk diline, şu konuştuğumuz Türkçeye olan katkısını bir hikâye ile anlatmak daha kolay olacak kanısındayım:Hayalimizde, bizimki, Avrupa kıtası genel kültürü içinde, bir ara kültür olacaktı, gelişirken renklerini ve özelliklerini koruyacaktı. Ama olmadı. 1990’dan beri olan bitene göçleri de katarsak, yine kopma ve yine duraklama, hatta çökme yaşıyoruz. Tarihimizdeki en ağır zamanların en ağırıydı! Ankara Savaşı ve Moğol istilasından sonra Beyazıt!’in kardeşlerinden biri Divan Toplamıştı. Gündemde tek konu vardı. “Dil! Ben,” demişti haşmetli, fermanlarımı Farsça yazayım, hocalar camide ve mahkemelerde işi Arapça hal etsinler, Türkçeyi resmi dil yapamam, erkekler telef oldu, erkeksiz resmi dil olmaz, kadınlar kimliğimizi lehçede yaşatmaya devam etsinler. Divanın son kararı bu oldu.


124

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ve işte bu noktada, Yunus Emre gibi, Anadolu çıra ve çınarları, Balkan dillerinde “noman” dedikleri bezgin göçebe bir halkın diline gönül verdi. Sonsuz övgüye layık olan, anadilimizi diriltip, egemen dil, imparatorluk dili, Cumhuriyet Türkiye’sinde resmi dil, edebiyat ve sanat dili, diplomasi dili ve dünya kültür dili tohumları ekti. Tarihsel görevlerin en yücesi bir halkın dilini yaşatmaktır. Dünya’da dilini yitiren tüm halklar yok olmuştur. Dil olmadan, hoşgörü, ahlak, kültür, uygarlık olamaz, nesilden nesile geçemez, hayatı kültürden kültüre, uygarlıktan uygarlığa taşıyan dildir. Yeri gelmişken Romanya, Kosova, Makedonya, Saray Bosna ve Balkanların başka yerlerinde aydınlık ocağı yakan Yunus Emre Kültür Enstitüsü Merkezleri görevlilerini en sıcak duygularla bir daha selamlamak ve kendilerini kutlamak istiyorum. Bugün Balkanlarda yeni Yunus Emrelere çok ama çok ihtiyaç vardır, özellikle de Bulgaristan’da. Türk dili çırası asla sönmemelidir, çünkü o söndüğünde Türk - İslam kültürü de sönebilir. Burada bu buluşmamızda, Bulgar makamlarının bizim şehir ve köylerimizde Yunus Emre Okuma Evleri açılmasına neden izin vermediğini, neden Türkçe ders kitabı bastırmadığını, gazete ve dergilerimizi Türkçe çıkaramadığımıza, anadilimizde radyo ve TV yayınlarımız olmasına neden izin verilmediğine, sanırım çok açık anlayabildiniz. İnsan bir çınarın büyüklüğünü başka bir çınarla mukayese etmeden zor anlatır. Bu nedenle izninizle birkaç söz de Celalettin Rumi Mevlana için söylemek istiyorum. Bizim Yunus Emre’ye olan sevgi ve saygımız sonsuzdur. Celalettin Rumi ise, kendisi bir sonsuzluktur. Dünya gibi dönen, Güneş gibi yanan, yıldızlar gibi ışıldayan bir sonsuzluk. İnsan içine dönük, ruhunda yaşayan bir ebedi oluş. Mevlana bizim Omir’imiz (Homeros’umuz), o bizim halk ozanımız, feylesofumuz, aramızdan Vuslata en laik olanımızdır. Düşüne biliyor musunuz, idealizmin babası Hegel “Felsefe Tarihini” yazarken, 150 sayfa tasavvufa ayırmadan yazamadı. Hayatın sonsuzluğunu, ruhun ebediliğini Mevlana’dan öğrendiğini itiraf etti. O, bizim Aristotel’imizdir. Geçen yüzyıl Birleşik Amerika’da en fazla okunan kitap Mesnevî’dir. Biz Türklere “sizin mitolojiniz yok” dendiğini işitmişsinizdir. Var, masallarımızı ve efsanelerimizi derleyen de Mevlana’dır. Ben bir Yunus Emre ve Mevlana hayranıyım. Şimdi sözü arkadaşlarıma bırakıyorum. Bir sonraki buluşmamızda, “Türk Düşüncesinin serüveni ve Mevlana” üzerine konuşabilirim. Beni bu toplantıya davet eden Gülten Ablamıza ve tüm emeği geçenlere teşek-


Makale ve Analizler - 2016

125

kür ediyorum. Sağ olun var olun. Türk-İslam ahlakımız sonsuza kadar var olsun. Saygılarımla, BULTÜRK Genel Başkan Rafet Ulutürk

Ölü Akım

BG-SAM-10.Temmuz.2016

Konu: Şu Tiplemeyi Tanıyalım Bulgaristan’da ordu, polis, radyo, televizyon, itfaiye, üniversiteler, devlet memurlukları ve diğer müessesler daha 1989’un Nisanı’nda komünist partisi teşkilatlarını dağıtmaya ve kapatmaya başlamış, görevinde kalıp çalışmak isteyen kadrolar partisiz duruma gelmişlerdi. O zaman memlekette siyasi hızını azaltan bir ölü dalga meydana geldi. Bu oluşum 2012’ye kadar su yüzüne çıkmadı, partileşmedi, aktifleşmedi ve toplumsal nimetten daha büyük bir payı sanki istemedi. Sözünü ettiğim siyasi ölü akımın adı Bulgaristan’ın Avrupa Gelişimi için Vatandaşları, kısa adı GERB partisidir. 2012’den beri iki defa iktidar olan bu akım şimdiye kadar hiçbir reform yapmamış ve bugün de ülkeyi “bu nimetlerin hepsi önce benim, sonrasına sonra bakarız” zihniyetiyle yönetiyor. İşte bu düşünme ve hayatı yönetme tarzı bugün Bulgaristan’da Cumhurbaşkanı adayı gösteremiyor. Çünkü ölü dalga, ölü akım kısırdır. Kendisi yenilenmek ve değişim yanlısı olmadığı gibi genelde mevcut durumun korunmasından yana tavır alıyor. Bakanlar kurulunda “reform” sözünü ağzına alanların hepsinin Reformcu Blok’tan olması dikitinizi çekmiyor mu? Ölüm akımın İç İşleri Bakanlığı, Maliye Bakanlığı ve Baş Savcılıkla ülkeyi yönetmesi yüzde yüz olasıdır. Ve öyle de yapıyorlar. Başka bir değişle, içinde kocaman bir buz parçası olan bir bardak su düşünün. İşte bu kocaman buz parçası, 1989’dan beri erimeyen Bulgar totaliter kalıntıdır ve siyası adı GERB’dir. Onun için siz, bir sıra Kırcaali kahvelerinde Lütfi Mestan’ın HÖH Genel Başkanı sıfatıyla GERB Başkanı Boyko Borifov’la kahve içmesi, hizmet, oy önermesi ne tuttu ne söktü. Tutmadı çünkü bir ortaklık mey-


126

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

dana gelmedi. Sökmedi çünkü buz parçası asla erimedi hatta biraz daha büyüdü. Bugünkü durumun özeti budur. *** Olaya bir de Bulgaristanlı Müslüman/Türkler içindeki ölü dalga ve ölü akım açısından bakalım. 1989’un Temmuz sıcaklarının iyice koyulaştığı günlerde “Belene” ölüm kampında kimse kalmamış gibiydi. Kamptakiler Türk’tü ve kelepçelerden boşanan gözlerini sınıra çevirdi. Ülkede kalanlar da oldu kuşkusuz. Çünkü kamptaki 10 tutukludan biri içeri diğerlerine göz kulak olması için gönderilmişti. Onlar göç etmediler. Göç yolu çile yoludur. Bunları birçok defa anlatan ama anlatamayan, yazan ama yazamayanlarımız var. Kimileri eşlerinden çekindi, diğerleri torunlarından utandı ve büyük gerçek hep içlerinde gizli kaldı, taş gibi büyüdü. Bu gerçeklik yeni tip insan yarattı. Daha fazla dinleyen, daha az konuşan, konuşsa konu açmayan, derinleşmeyen tipler aramızdadır. Ses sanatçısı Kazım Koyuncu “İşte Gidiyorum” şarkısının girişinde sanki onları anlatıyor. Dinleyenlerin bacaklarının kesildiğinin, nefes alamadıklarının, yerlerinde donup kaldıklarının, pişti oynarken oyunu unuttuklarının farkındayım. Bu şarkı onları ele veriyor, iç dünyalarına esir ediyor. İşte Gidiyorum! İşte gidiyorum. Bir şey demeden Arkamı dönmeden Şikâyet etmeden Hiç bir şey almadan Bir şey vermeden İşte gidiyorum Arkamı dönmeden Yol ayrılmış Görmeden gidiyorum Ne küskünlük var Ne pişmanlık var halimde Son derece açık bir ruhsal durum! Ölümden kurtulmuş insanın yeni bir kimlikle hayata katılmasını açıyor. İhanet, sahtekârlık, ajanlık, dolandırıcılık, ihbarlar


Makale ve Analizler - 2016

127

ve daha ne kadar kötülük varsa, hepsi bir imzayla aklanmış ve yeni bir dünya doğmuş havası var bu insanlarda. Yarısı Bulgaristan’da ve beklide yarıdan fazlası ya da azı Türkiye’de Almanya’da Kanada veya Avustralya’da olsalar da bu tipler bizim hayatımızsa ölü dalgayı ve ardından ölü akımı oluşturdular. Halkımız bunlara “suya sabuna dokunmayanlar” ve hatta “hiçbir işe yaramayanlar” adını koydu. Bunlar bizim toplumumuzda dip dalgası ile aktif yönetici kesim arasındaki yerinde duran, gerekirse biraz konum değiştiren, fakat her zaman her yerde olan ölü akımdır. *** Şimdi de şu ölü dalga olayına bir de öz olarak bakalım. Denizin ölü dalgası suyu temizlemez, en tehlikeli özelliği can almasıdır. Hele şu Temmuz aylarında, hele Karadeniz sahillerinde, yüzmek bilmeyen yüzücü avındadır. Yukarıdaki şarkı metninde ölü dalga veya akımın psikolojisine ayna tutulmuştur. Bu kişiler tutuklanmış, hapishanelerde çürümüş, gelecekleri kurutulmuş insanlar olmasına rağmen, arıtan, yaratan, oluşturan dalgaya katılmazlar, pasiflik oluşturan aktiflikteki tutumları ilginçtir. Onları “Totaliter Rejim Katillerinin Bulunup Tutuklanarak Yargılanmaları Bildirisi”ni imzalamaya çağırsak ya gelmezler, ya da gelseler bile imzalamazlar. Geçen sene Sofya’da düzenlenen böyle bir foruma, Kasım Dal gelmedi, Korman İsmailov geldi ama Baş Savcıya gönderilmek için hazırlanan bildiriyi imzalamadı. Böyle binlerce örnek verebilirim. Hatta Sofya’daki “Thaber.bg” elektronik yayınının gerçeklik yolu açacak yazıları hasır altı etmesi ve ancak kör kuyuya taş doldurması parlak bir örnek olabilir *** Okuma yazması pek olmayan ve sevilen şairlerimizden Naim Bakov’un kendileri hakkında “düşmüşler bir defa gericilerin şer tuzağına!” dediği bu tipleme, hayatın kafalarına keser küpleğiyle kaktığı küflü enserden, boşaltılan kafataslarına doldurulan tuzlu sudan bir türlü kurtulamadı. İnsanların sonsuz gücüne inananlar “gökyüzüne kibritler çakar, yakarım yağmurları” demiştir hep. Bizim ölü dalga tiplemesi gölgede olmaktan ve ay ışığından memnun! *** Hayatın başka kuralları da var. “İnsanları özgürlüğün kaybolmasından ayıran yalnız bir nesildir.” Kötü olan bu ölü dalga tiplemesi özgürlük ateşimizi söndürüyor. Ateşimizi gelen kuşağa devredebilmemizi engelliyor. Biz özgürlük ateşini kan yoluyla evlatlarımıza devredemiyoruz. Doğanın kuralı böyle... Özgürlük için her defasında yeniden savaşmamız ve evlatlarımıza bizim yaptıklarımızı yapmaları gerektiğini öğretmemiz gerek. Yaşları 20 ile 26 arası 120 bin kişilik göçmen gençleri ordumuz var artık Türkiye’de. Bazıları vatan toprağımızın


128

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

kokusunu genizlinde hissedemeden yetiştiler. Okudular, spor yaptılar, hayata hazırlandılar ve yepyeni bir Türk dünyası dokusunda birleşmek için can atıyorlar. *** Soru: Yeni kuşağın kendi devrimi olacak mı? Yanıt: Devrimler bunalımlardan patlar. Hayatın kendisi gebedir bunalımlara. Bu, doğmaya çırpınanların yarattığı çelişkidir. Bugünkü genç kuşak kendi devamını yaratırken bu çelişki de eskiyecek ve yeni olana yol verecektir. Bu doğanın bir kuralıdır. Bu farklılıklar arası sonrasız diyalog, tartışma, kavga ve savaşım sosyal yaşamın kendisidir. Bu, dünya günlerini doldurmuş olanlar ile hayat kapısını yeni çalanlar arasında bir serüvendir. Çürüyenle filizlenen yarışıdır. Yukarıdaki şarkıda “işte gidiyorum” yeni bir şey yaratmamak, eskimiş olandan vaz geçmemek, hiçbir şeyi olumsuzlamamak, yenilenmemek, doğum acılarını bir daha asla yaşamamak itirafıdır. Hem Türkiye’de hem Bulgaristan’da ayaklarımıza dolaşmışlar, onunla yaşamaya sanki razıymışız gibi bir ortamda kalmışız bizde... İçi boşalmış, ruhu buharlaşmış olan bu tipleme, yerini devamlı değiştiren raftaki vazoya benziyor. Örneklemek istiyorum: Mestanlı’da DOST partisi kuruluş toplantısındayız. Eskiden Bulgaristan Komünist Partisi (BKP) Momçilgrad (Mestanlı) Tarım Sanayi Kompleksi (APK) Parti sekreteriydi. Ardından 3 - 4 süre Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS) milletvekilliği yaptı. Sonra “Bulgartabac AD” tütün ve sigara şirketinin ülkemizdeki Rus oligarşi sermayesi temsilcisi Delyan Peevski’ye aktarılması ön koşullarını hazırlayan Hasan Ali arkadaş, şimdi de DOST partisinde liste başı olmuş. Almancada şöyle bir atasözü var: “Eski hizmetler için yeni ödül verilmez!” Biz bu sefil günlere hürmette noksan etmediğimiz için geldik. Hasan Azizler etnik azınlığımız içindeki totaliter ölü akımın baş temsilcileridir. Etrafınıza bakın ve onları her adımda göreceksiniz. İçinde buz olan su bardağı ısınmaz ve içilecek duruma gelmez. DOST partisi biçimlendirdiğimiz tiplemeyi saflarına toplarsa, oyun başlamadan biter... *** 1989’un Mayısında çizmeye çalıştığım tiplemeden Türkiye’ye gelenler oldu. Bulgar, 2 yıl önce Sofya’ya davet ettiği birkaç tanıdığımız şahsa yüksel devlet nişanı verdi. Bazı olayları anlamakta güçlük çekiyorum. 24 yıl hapis yatan, sürgünde ezilen, şair Nuri Adalı; Demokratik Lig kurucu Genel Sekreteri Sabri İskender ve Prof. Dr. Zeynep Zafer ödüllendirildiler. Yıllar yılı hiçbir Bulgar yazar ve devlet makamı Türklerin totalitarizmin devrilmesi ve demokratikleşmemize katkılarından söz etmezken, bu olay dikkatleri üzerine topladı. Bilindiği üzere, Bulgaristan Türklerinin Mandela’sı olan şair Nuri Adalı kaldığı evde açlıktan ve


Makale ve Analizler - 2016

129

ilaçları tükendiği için son yolculuğuna çekildiğinde, 7 gün sonra köy köpeklerinin leş kokusuna havlamasından haber alınmıştır. Bu çok acıdır. Mestanlı Belediye Başkanı, daha sonra BULTÜRK Cumhurbaşkanı adayı olan Sali Şaban mezar anıtını yapmaya kalktığında HÖH yönetimi küreği onun elinden almıştı. Demokratik Lig’in illegal ortamda, sürgündeki kurucu Başkanı Mustafa Ömer ortadayken, kurucu sekreter Sabri İskender’in devlet nişanıyla ödüllendirilmesi de düşündürücü olsa gerek. Biz, Bulgaristan Türklerinin yaratıcıları anadilimizde Bulgaristan Türkleri Edebiyatı yaratmaya çalışırken ve bu davada verdiğimiz kurbanların, çektiğimiz çekilerin hakkı hesabı yokken, yarattığımız eserleri Bulgarcaya tercüme eden ve soydaşlarımız arasında edebiyatımızı Bulgarca yaymaya gayret eden Bayan Zeynep Zafer’in bu denli yüksek bir ödül alması da gözden kaçmış değildir. Önce şunu yazmak istiyorum: Bulgaristan Türk demokratik aydınlarının Bulgar halkının namusunu kurtardığı gerçeği, Bulgar aydınlardan işittiğim bir hakikattir. Fakat bu aydınların arasından kimin kaç para ettiğini ve kimin ödüllendirilmesi gerektiğini belirlerken bu çorbada izin veriniz de bizim de bir tutam tuzumuz olsun. Bu gerçek üstün gelmedikçe, dünya leş kokmaya devam edecektir. *** Dikkat çeken bir başka olay da şudur. Bulgaristan’da 1989’da ayaklanan Müslüman/Türkler Sofya iktidarına karşı kaba kuvvet ve silah kullanmamıştır. Tankların ve zırhlı araçların üzerine tırpan, satır, kazma ve kürekle çıkmışlar. Şiddet görmüş şiddete başvurmamıştır. Demokrasi, insan hakları, adalet kavgasında tolerans gösteren biziz. Direnişlere erkeklerle birlikte kadınlarımız da katılmıştı. Hacı bürgülerini, yemenilerini, adı ne olursa olsun her türden tülbentleri, oyalı pırıl pırıl başörtülerini demokrasi bayrağı yapan onlardı. Yeri geldi baş örgülerini yaraya bastılar. Kanlıdır bizin analarımızın, gelinlerimizin, kız kardeşlerimizin yemenileri. Üzerindeki kan Bulgaristan’da demokrasi davasında dökülen kanımızdır. Ve bugün ülkemde başörtüsünü yasaklayan kanun çıkarmak isteyenlere selam olsun! Bugünkü “ölü akım”, Bulgaristanlı Müslüman/Türklerle totaliter rejim arasındaki çelişkilerin esasında insan haklarının çiğnenmesine, baskı ve teröre, şiddetlendirilerek tırmandırılan zulme karşı halk direnişine seyirci kalanların kıpırdanışıdır. “Biz olmadan bu işler olmaz!” havası estiriyor memleketimde... Bu kıpırdanmanın çok derin bir anlamı olduğuna inanıyorum. Şimdiye kadar her şey sıkı kontrol altındaydı. Dip dalgasındaki bağımsız hareketlenme ölü akın yükünü sırtından atma gereğine inanmış bulunuyor. ***


130

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Eğer Bulgaristan’da totaliter sistem krizi 1989’da gemlenebilmişse, Türkler sayesinde olmuştur. Bunalımları aşma yolu tektir. Devrimci dönüşümden başka bir şey olamaz. Bu dönüşümde en önemli özelliği ise, Bulgaristan Türker’inin hak, özgürlük, demokrasi ve adalet için verdiği direnişlerde devrimci yükselişin doruğuna erdiklerinde, asla zora başvurmadan, büyük bir olgunluk göstererek, çekilmeyi seçmeleri olmuştur. Bu halkımızın olgunluk belgesidir. Ata toprağında kan dökmek bize şeref vermez anlayışıdır. “Mutluluk hiç kimseye muhtaç olmadan yaşamaktır” bilincidir. Avrupa’da zulme ayaklanma bu derece yüksek şuurluluk sergileyebilmiştir. Diğerlerin akıbeti kan gölünde boğulmak olmuştur. Bizden sonra bu örneği Kosova’da, bugün zaman zaman Suriye’de görüyoruz. Bu yeni eğilimin yerleşmesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin izlediği barışçı siyaset çizgisinin önemi belirleyicidir. Çatışmalarda kan dökülmesine yol vermeden uzlaşma bulmak 21. yüzyıl diplomasisinde esas olmalıdır. Uygulanan memleketten kısa süre uzaklaşma taktiğidir. Burada belirleyici olan herhangi bir liderin şöyle ya da böyle söz etmesi değil, ezilerek, zülüm görerek olgunlaşmış olan kitlemizin birlikte sağduyulu hareket etmiş olmasıdır. Yeri gelmişten bir noktaya daha özellikle deyinmek istiyorum. Dönüşümleri ateşleyenler devrimciler değildir. Viski bardağı elinden düşmeyen Ahmet Doğan gibi zavallıların bu işte halkımıza ve davamıza hizmeti olduğuna asla inanmıyorum. Kazmakla kaynak bulunmaz. Daha sonraki yıllarda “tüm çakılan kibritleri ateşleyen bendim” diyenlerin bugün elektriği kesilmiş sözde saraylarda el yordamına dolaştıklarını biliyoruz. Yazının baş kısmındaki şarkıda, ölü dalga ve ölü akıntının her zaman ve her yerde var olduğu izlenimi doğuyor. “Belene” ölüm kampında veya hapistesürgünde bulunmuş ama insanlarımızın hakkında “Bu adamın Türkiye’de ne işi var?” dediğini duymuşsunuzdur. Bunlar gizlice pasaport çıkartan, gece yola çıkan “Kimseye hoşça kal demeden, kimseyle vedalaşmadan” göç eden ölü canlılardır. Bugün kendilerini her parti kurucu kurultayında, parti ve dernek dönem toplantılarında gördükçe utanıyorum. Fotoğraf çekilirken yüzünü eliyle kapatanlar, TV mikrofonlarından kaçan, gazete okumaktan korkan tiplerdir onlar. Her kutlama merasiminde, her rakı masasında ve iftarda olanlar, hatta törensel buluşmada kıravat takıp ön saflarda yer almaya yanaşanlar... Hiçbir işe yaramayan “ölü dalga oluşturan, ölü canlılar” yığını. Onlar kalabalık amorf kitledir. Diyalektiğin niceliklerin birikiminden nitelik doğar yasallığı onlar için geçerli değildir. DOST partisinin, bağımsız mayalanmanın ve sivil toplum örgütlerimizin bu yararsız kitleden kurtulması şu anda olanaklı görülmüyor. Çünkü genel boyutlu bilinçlenme dalgası yükselmeden, yeni tip örgütlenme gerçekleşmeden toplum arınamaz. İnsanımızın nitelik çizgilerinin başında mahrumiyet içinde kıvran-


Makale ve Analizler - 2016

131

dığını kabul etmemek gelir. “Dinsize el açılmaz!” yetiştirildiğimiz başat kuraldır. “Allahın verdiği bize yeter ya da kıt kanar geçiniriz” yaşam ilkemizdir. Bu bakıma “yönetilenlerin eskisi gibi yaşamak istemediği ve bu nedenle ayaklandığı” kuralı Müslümanlığımız altında ezilendir. Bu nedenle olacak 2016’da bize “siyasi köle” dediler. 1989 Mayısında bir aç ve yoksul olduğumuz için baş kaldırmadık! Haklarımızın elimizden alındığı, özgürlüksüz yaşamanın mümkün olmadığı, adaletsiz bir dünyanın karanlık olduğu için diklendik, direndik ve adalet, aydınlık, eşitlik aradık. *** Ayaklanan nesil yaşlandı. Yeni bilinçlenme süreci ise bizde henüz başlamadı. İlk adımların atılabilmesi için önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği - BULTÜRK’ün İstanbul göçmen semtlerinden en az 80 bin oy çıkarması, Bal-Göç’in ise Bursa’da bu defa rekor kırmasını beklemek doğal sayılmalıdır. Toplumda “ölü dalgadan” kurtulma ver dip dalgasına katılma gereği belirmiştir. Olaylar bu açıdan incelendiğinde amorf kitlenin DOST partisini içerden çökerte bilme tehlikesi görülebiliyor. Hak ve Özgürlük Hareketinde kapsülleşebilen güçler bugün de ayaktadır. Camide hocadan başka kimse konuşmaz, bu gerçek ölü dalga etalonudur. Siyasette, particilikte bu iş böyle değildir. Olaylara farklı bakıldığında, Kasım Dal - Korman İsmailov, Osman Oktay ve Güner Tahir partilerinin arda arda çökmesinin temelinde sahte umut uyandıran “bir ölü akımın” olduğunu hemen izleyebilirsiniz. *** Anlatmak istediğimi daha kesin anlayabilmemiz için şu örneklemeye dikkat edelim: Şu aylar zamanı olmasa da, b,r kaysı fidanı diksek, tutup tutmayacağına o ilk yıl kendi karar verir. Tutarsa halkımız “yerini sevdi”, tutmazsa “yerini sevmedi” der. Fidanın yerini sevmesi 6 metre derinde su olduğu anlamına gelir. Fakat fidanın kökleri ile 6 metre derinlikteki nem arasına yerleşmiş büyükçe bir taş varsa, fidan yine tutmaz ve sulansa da ıhmaz ve giderek kurur. İşte bu taş, toplumda “ölü dalga”, “ölü akım”, “canlı ölü”, “amorf kütle” dediğimiz işi bozandır. Toplumu çökerten ölü güçtür budur... Görmek istemeyenler görmesin ama şu an GERB Bulgar sosyal gelişimini frenlemiştir. *** Devrimi devrimciler yapmaz dedim. Fakat devrimciler hareketlenen kütleye yön vermek için başa geçmelidir. Son hedefinde yeni bir uygarlık olamayan hiçbir yönelim başarıya ulaşamaz. HÖH partisi Müslüman/Türklerin özgürlük atı-


132

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lımlarını, yaratıcı enerjisini durdurdu. Elde ettiği nedir? Parti çöküyor. İnsanlarımızın kudretini kelepçeleyen Ahmet Doğan hainidir. *** 1989’dan farklı olarak, bugün Bulgaristan’da sol cephe küçüldü, fakat 20122015’te yeni tip sağcılar dediğimiz “ölü dalga” aysberg gibi baş gösterdi. İtiraf edelim, onlar bugün iktidardadır. Aralarında güçlenmekte olan bir ırkçı ve milliyetçi hırçın ve düşmanlığını gizlemeyen akım da var. “Yurtsever Cephe” (PF) adıyla etkin olan bu kesim kozlarını başarılı oynuyor. Hükümete istediğini yaptırabiliyor. Anti-Türk ve anti-İslam cephede yeni edinimlere uzanmaya gayret ediyor. Müslüman/Türkler arasındaki “hareketsiz, suskun akım” bu gelişmelere seyirci kaldıkça, karşı taraf güç topluyor. Onlar, sanki henüz kentleşme süreci yaşamaya başlamış, her geçitte yeşil ve kırmızı ışık arasında sarının da yanıp söndüğünü bilmeyen, hatta kuralları kendileri çizmeye çalışan bir sel gibi hareket etmek istiyorlar. Ağır mizaçlı Bulgar köylüleri gibi hareket etmekle, milliyetçilik bayrağına sarılmış ve dolaylarındakilerin hepsine şüpheli gözle bakmakla topluma yerleşmeye çalışıyorlar. Meclise doldular Avrupalı gibi uygarlaşmamıza ciddi engel doğurabilirler. Onları düşündükçe aklıma Naziler geliyor. “Ne düşündükleri belli olmayan, ağızlarından çıkana bakılırsa Nazilik kokan” tiplerle de hiçbir şey yapılamaz. Devrimci dönüşümler her zaman serbest ruhlu insanların işi olmuştur ve bu memlekette Müslüman Türklerden daha özgür ruhlu insan yaşamamıştır.

Ayır Buyur

Raziye ÇAKIR -10.Temmuz.2016

Konu: Bizim için yazılanlar. Bir işin başına bakma sonuna bak demişler. Bu işlerin çok eski fıkraları vardır. Bir av köpeği yakaladığı tavşanı bir taraftan ısırıyor, diğer taraftan yalıyormuş. Bunun üzerine tavşan sormuş: “Bir taraftan ısırıyor, bir taraftan yalıyorsun. Düşmanın mı yoksa dostum musun? Karar ver,” Bu durumu her gün yaşıyoruz. Fakat bu işin sonunda iş bitiren hep it olsa da,


Makale ve Analizler - 2016

133

Bulgaristan’da kararsızlık dönemi sanki bitiyor. Trafikte üç aracı birden sollayıveren Hak ve Özgürlükler Partisi Kostendil milletvekili Bay Sali (Türkiye’den gelen soydaş oylarıyla seçilmişti) trafik polisi “Dur!” deyince de “Sizi görevden aldırırım” cevabını vermiş ve bak sen başına gelene... Baş Savcı Tzatzarov Parlamento Başkanlığından onun “dokunulmazlığının kaldırılmasını istemiş.” Son dönemde, Ahmet Doğan işleri Karadayı’ya havale edeli, ortam karıştı. Karadayı, polis devletinin ne olduğunu bilmediğinden, memlekete faşizm geliyor cümlesini kullanmaktan korkuyormuş. *** Bu Ramazanda çok masal anlatıldı. Dinlediklerim hep öğretyiciydi. Duvardaki çivi. Vaktin birinde çabuk ve kolay hiddetlenen bir çocuk varmış. Bir gün babası ona bir torba çivi vermiş ve “öfkelendiğinde çivilerden birini duvara çak”, demiş. Birinci gün oğlan 37 çivi çakmış. Giderek huzur bulmuş ve duvara çaktığı çivilerin sayısı da git gide azalmış. Bu arada çocuk öfkelenmemenin çivi çakmaktan daha kolay olduğunu öğrenmiş. Yavaş yavaş hiddetlenmemeye alışan çocuğun günleri çivi çakmadan geçmeye başlamış. Bu iyi haberi babasıyla paylaşınca, babası ona, şimdi de çaktığın çivileri duvardan çıkar, buyurmuş. Günler geçmiş ve çocuk büyünmüş. Bir gün duvardaki son çiviyi de çekip çıkarmış. O zaman babası oğlunu elinden tutmuş ve duvar yanına götürmüş. - “Aferin, söylediklerimi istediğim gibi yapmışsın”, demiş. “Fakat bir de şu duvara bak. O hiçbir zaman eski durumunda olmayacak. Birisine kötü söz söylediğimizde, şu delik deşik duvarda olduğu gibi, iz bırakır. Birisine bıçak sapladığımızda, ardından ne kadar esef ettiğimizin hiç önemi yoktur: yara kolay kolay savmaz iz kalır.” Söz yarası bıçak yarası kadar derindir. En büyük zenginlik dostluktur. Dost dinler, över, birlikte girilecek kapılar açar. Dostluklar korunmalı ve ağır sözlerle yaralanmamalıdır. *** Yem olmayalım. Şu masal biraz da bizi anlatıyor: Aslan ve Üç İnek


134

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Beyaz, siyah ve kahverengi üç inek, aralarında üç kız kardeş gibi anlaşarak, dış boyu yemyeşil çayırda kardeş kardeş yaşıyormuş. Gündüz birlikte otlar, geceleri de yan yana uyuyorlarmış. Bir gün çayırın kenarından bir aslan geçene kadar hayatları sorunsuz geçiyormuş. Aç olan aslan saldıracak bir av arıyormuş. İnekleri gördüğünde gözleri parlamış fakat üçüne birden saldırmak kuraldan değilmiş. Yatmış ve ineklerden birinin yakın geçmesini beklemiş. Bekleyişi boşunaymış, iki üç gün yanında geçen olmamış. Aklına bir kurnazlık gelmiş. İneklerin yanına yaklaşmış, onlara selam vermiş ve şöyle devam etmiş: “Nasılsınız, güzel dostlarım benim? İyi misiniz? Ne zamandan beri sizi düşünüyorum da, sağlığınızla ilgili bilgi almak üzere uğrayamadım yanınıza işlerimin yoğunluğundan. Bugün her işi bir yana itip gidip ilgileneyim”, dedim. Kahverengi inek cevap vermiş. “Beyefendi, gelmeniz bize nur getirdi ve otlağımız aydınlandı.” Beyaz ve siyah inek kahverengi ineğin söylediklerinden çekinmişler ve onun safdilliğine üzülmüşler. Aslanın onu aldatabileceğini düşünmüşler. Çünkü kahverengi inek aslana inanıyormuş. Onlar, aslanın kendilerine de muhtemel kurban olarak baktığını düşünmüyorlarmış. Her geçen gün kahverengi inek aslana daha yakın olmaya başlamış. Diğer ikisi, kız kardeşleriyle konuşmak ve onu uyarmak isteseler de nafile. Bir gün aslan kahverengi ineğe şöyle demiş: “Sen de görüyorsun ki, bizim rengimiz biraz koyu, beyaz inekse açık renk. Sen, açık renklerin koyu renklerin tam aksi olduğunu bilirsin. Bu yüzden, renklerimiz arasında fark olmaksızın, mutlu yaşamamız için, benim beyaz ineği yemem iyi olacak.” Kahverengi inek aslanın sözlerini hiç şüphe etmeden kabul etmiş ve yırtıcının beyaz ineği rahatça yiyebilmesi için siyah ineğin dikkatini başka tarafa çekmeyi başarmış. Kahverengi ve siyah inek tatlı tatlı sohbet ederken, yalnız kalan beyaz ineğe saldıran aslan, kurbanını parçalayıp afiyetle yemiş. Aslanın beyaz ineğin kalın kemiklerinin sonuncusunu da iyice kemirmesinden sonra çayıra uzanmış yatarken, kahverengi inek etrafında otluyormuş. Birkaç gün geçince aslan yine acıkmış ve kahverengi ineğe seslenmiş. “Evet, Efendim.” Demiş kahverengi inek. “Bizim rengimiz kahverengi ve siyah bize uymuyor. Ben siyah ineği yesem, bu vadide aynı renkte yalnız ikimiz kalacağız ve çok mutlu olacağız.”


Makale ve Analizler - 2016

135

Kahverengi inek razı gelmiş ve biraz uzaklaşmış. Aslan siyah ineğe saldırmış ve onu da parçalayarak yemiş. İçi içine sağmayan kahverengi inek mutluymuş. Otlar üzerinde yuvarlanıyor, seviniyor ve “Aslanın renginde olan yalnız benim” diye sırıtıyormuş. Birkaç gün sonra aslan homurdanarak gelmiş ve: “Kahverengi inek neredesin”, demiş. Korkudan titreyen kahverengi inek çayırda belirmiş ve: “Evet efendim”, deye cevap vermiş. “Bugün senin günün, gerekli hazırlıkları yap, seni yiyeceğim.” Dehşete düşen kahverengi inek: “Ama neden, Beyefendi ben sizin dostunuzum! Bana dediklerinizin hepsini yaptım. Beni neden yemek istiyorsunuz?” Ağır ağır hırlayan Aslan: “Senin dostluğun beş para etmez! Aslanla ineğin dost olduğu nerede görülmüş!” demiş. İnek 40 dereden su getirse ve ballı sözler dökse de fayda etmemiş ve aslan üzerine atlamış. Kurtuluş olmadığını gören inek son olarak bir hak kullanmayı talep etmiş ve: “Aslan Efendi, beni yemenizden önce, müsaadenizle üç defa haykırmak istiyorum”, demiş. “Olur, ama çabuk ol!” Olmuş aslanın yanıtı. Kahverengi inek şöyle haykırmış: “Beyaz ineğin yendiğin gün ben de yenmiştim. Siyah ineği yediğin gün de yenmiştim. Ben, aslana inandığım gün yenmiştim.” Aslan kahverengi ineğin işini tez elden görmüş ve sonra şöyle demiş: “Ben bu çayırdaki işimi bitirdim, şimdi başka yere gitmeliyim.” Bu masal, çok anlamlıdır ve “Ayır buyur” felsefesine tercümandır. Memleketimiz Bulgaristan’da gelişen olaylarla ilgili olarak özel olarak seçilmiştir. *** Ramazan ayında bizde açılan yeni konulardan biri de cennet ve cehennem arasındaki fark üzerineydi. Bu konuda anlatılan fıkralardan biri de şudur: Tanrıyla Birlikte Yapılan Ziyaret Efendilerden biri Tanrıyla sohbet ederken şöyle der: “Allah’ım, izninizle, ben Cenneti ve Cehennemi görmek istiyorum.” Tanrı ayağa kalkmış ve misafirini yan yana duran iki kapalı kapı önüne buyur etmiş.


136

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Kapılardan birini açmış ve konuk içerisinde göz gezdirmiş. Odanın ortasında büyükçe yuvarlak bir masa duruyormuş. Masanın ortasında içi kızartılmış et parçalarıyla dolu büyükçe bir tava varmış. Etlerin nefis kokusunu alan ziyaretçinin iştahı kabarmış. Görüntü bu olsa da, masanın etrafındakilerin çehresi açlık çekenlerinki gibi solgun ve bitkinmiş. Bileklerine sapı çok uzun olan birer kaşık bağlıymış. Onlar bu kaşıklarla tavadan et parçası alabilseler de, sap çok uzun olduğundan ağızlarına götüremiyorlarmış. Hazret, onların çekisini görünce, can acısından titremeye başlamış. “İşte bu gördüğün cehennemdi”, demiş Tanrı. Ardından ikinci kapıya yönelmişler. Kapı açılınca, karşılarına çıkan sanki tamamen aynı oda ve ortammış. Yuvarlak büyük bir masa ve ortasında taze kızartılmış et parçalarıyla dolu bir tava. Konuğun iştahı yine kabarmış. Uzun saplı kaşıklar buradaki insanların da bileklerine bağlıymış, fakat hepsinin yüzü güleç, sıhhatlerinin yerinde olduğu gözlerinden ve şakalaşmalarından belliymiş. “Anlayamadım”, demiş Hazret. “Her şey çok basit” demiş, Tanrı: “Buradaki insanlar ellerindeki uzun saplı kaşıklarla birbirlerini beslemeye alışmışlar. Bunun için açlık çekmiyorlar. Birbirlerine uzattıkları lokmalar onları daha da yakınlaştırıp yardımlaşmalarına gerekçe oluyor. Bu yüzden de hepsi yalnız bedenen değil, ruhen de memnun ve mutlu. Cehennemdekiler ise, lokmaları birbirlerinden kıskandıkları için yiyemiyorlar ve açlık çekiyorlar.” Bu masaldan çıkaracağımız sonuç şu olabilir. Her birimiz yakınımızdakinin hayatını cehenneme veya cennete çevirebilir. Biz bu olanaktan yararlanarak dünyamızdaki yaşamı Cennet edebiliriz. Bu, anlaşmaktan ve paylaşabilmekten geçer. Bunu yaptığımızda Cennet gibi Hayat sözünün tam anlamını anlamış oluruz.


Makale ve Analizler - 2016

137

Dil, Kimliğin Oluşturucusu ve Taşıyıcısıdır

Osman Bülbül-10.Temmuz.2016

Konu: Bayramlaşma ancak anadilde olur. Bulgarlar ne kadar çırpınsa da Bulgarca bizim için artık bir ara dil olarak kalacaktır. Bizim birinci dilimiz, anadilimiz, Türkçemiz, Avrupa dilimiz de (şimdiye kadar hep İngilizce olacağına inanıyorduk, fakat “brexiten” sonra alınmış yeni bir karar yok) İngilizce olacaktır. Hepimizin bildiği üzere, Avrupa’da çok sayıda lehçe (ağız) ve dil konuşulmaktadır. Avrupa Birliği dillerinden biri Türkçemizdir. Bulgaristan’da bir etnik azınlık dili olarak bakılsa ve önemsenmemesi için devlet ve sağ-sol uç siyasetçiler olağan üstü büyük gayret gösterilse de, anadilimiz bizim en kıymetlimiz, göz nurumuz, asla vazgeçemeyeceğimizdir. Dağıstanlı şair Resul Hamzatov, 1982’de Sovyet idaresi Dağıstancıya saldırınca, “anadilimi bırakın iki gözümü alın” demişti. Anadilini bilmeyen bir adam taş kafadır. Hiçbir işe yaramaz! Bu konuda bizde de az yazılmadı. Bir defa bir ülkenin yalnız bir dili olduğu baştan sona yalandır. Bir ülkede birçok dil konuşulabilir, esas dil anadildir. Avrupa Birliği’nde ortak kabul edilmiş bir dil olmadığından, belki de gelecekte herkesin kabul edip konuşacağı dil İngilizce olabilir, o zaman Bulgarca bir ara dil olacaktır. AB’nin şu an geçerli Anayası’nda birlik diline işaret edilmemiş, herkesin bilmesi gereken bir dil diye bir şey yoktur. Brüksel’de Genel Kurul oturumları tercümeli işlev görmekte, konuşmacılar kürsüden anadillerinde ya da temsil ettikleri ülkenin dilinde konuşabilirler. Yıllar önce şöyle bir sorun tartışılmıştı: “Her ülke sadece kendi dilini konuştuğu ve kendi dilini konuşma “hakkı” üzerinde ısrar ettiği için, AB olanaksız bir girişim değil midir?” Bu sorun, ilk bakışta ilk adımlarını (Demir ve Kömür Anlaşmasıyla, Roma Sözleşmesiyle) daha 1950’lerde atan Avrupa oluşumunu daha baştan başarısızlığa uğratan bir faktör olarak görülebilir. Her ülke kendi dilini konuştuğu için, bugün bu ülkelerin sayısı, kuruluş rakamı olan 12’yi fazlasıyla katlamıştır, “işleyen bir demokrasinin yaşayabilmesi için, gereksendiği şeyler olan “bir” dili, “bir” kültürü, “bir” kimliği yok sayan Babil’e özgü bir dil karmaşası ortaya çıkmıyor mu? 2000’li yılların başında, daha Bulgaristan AB’ye davet edilmezden önce, Avrupa’nın klasik ve derin bilgi birikimli üniversitelerinden en saygın bilim adamı, filozof ve yazarlarından 20 kişi arasında konu paylaşımı yapılarak, Avrupa’nın Geleceğini Nasıl Görüyorsunuz? sorusuna yanıt aranmıştır. Ünlü yazar Um-


138

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

berto Eco, yaşanmamış tarih üstüne yazılsa kurgu olur varsayımına katılmayarak “bir ırmak bin sene aynı yataktan akmışsa, önümüzdeki 100 yüz yıl da aynı yataktan akar” inancıyla, 21. yüzyıl Avrupa’sını çok dilli ve çok kültürlü olarak hayal etiğini yazmıştır. 20 bilim adamının 20’si de “her halk topluluğu anadilini koruyacaktır”, sonucuna varmıştır. Dil bilimciler ve filozoflara göre, “kendi dilini konuşmak, kimliğin vazgeçilmez bir kaynağıdır.” Fakat bu kuralın uygulanarak üye devletlerdeki etnik ve dil azınlıklarının haklarının savunulması için gerekli önlemler hala alınmıyor. AB’nin uygulama tutumu sakat. Yahut gönderilen paralar hedefe ulaşmıyor ve kontrol eden yok! Bu yazımda, bir ara başlık açıp, dili ve işlevlerini ayrıştırmak gerekmektedir. Tekil bir kişinin yalıtılmış bir ortamda (bizde bazı köylerde bir iki kişi yaşadığını düşünün) dil ve kültür yaratması olanaksızdır; çünkü hem dilin hem de kültürün oluşturulabilmesi ve gelişebilmesi için bir topluma ve toplumsal ortama ihtiyacı vardır. Belli bir topluluk ya da toplum, yaşamsal temel ihtiyaçların giderilmesi için, birliktelik, beraberce yaşama, eşgüdüm, iş bölümü, yardımlaşma ve uzmanlaşmanın ortamıdır. Bir insan bir başına bütün ihtiyaçlarını üretemeyeceğinden, karşılayamayacağından, üretim sürecinde diğer insanlarla işbölümüne girer. Bu süreç içersinde kültür yaratımının ortamı ve temeli olan toplumsallık (sosyalleşme) oluşur. Toplumsallık, eşgüdümün (koordinasyon) ve birlikte üretimin ortamı ve önkoşuludur. Bu ortamın demokratik çoğulculuğa, katılımcılığa, eşitliğe, temel insan hak ve özgürlüklerine olanak sağlayacak nitelikte yapılandırılmış olması, bireylerin bilinçlenmesini, kimlik ve kişiliklerini özgür ve öz eleştirel bir tutumla geliştirebilmeleri bakımından belirleyici önemdedir. Bulgaristan’da kooperatifçilik yıllarında kolektif çalışmayı ve dayanışma kültürünü geliştirdiğimiz gibi üretim dilimiz olarak Türkçemizi de geliştirmiştik. Bizim Bulgaristan’dan, Müslümanların diğer Balkan ülkelerinden devamlı olarak 100 yıldan daha uzun bir süredir kovulmamızın ana nedeni bu tespitlerde gizlidir. İnsan tek başına dil ve kültür geliştiremez, kendi geçinmesi için gerekli olan üretimi bile yapamaz. İnsan sosyal bir varlıktır. Biz BULTÜRK olarak, “Büyük Göçle” Bulgaristanlı Müslüman/Türk kardeşlerimize karşı kültürel soy kırım yapıldı derken tam olarak bunu kastediyoruz. Biz, Bulgaristan karma bölgelerinde yaşayan Türk öğrencilere serbestçe ve devlet okullarında ana dil eğitimi verilmemesini protesto ederken, ana dilini bilmeyen bir öğrencinin ara dili (Bulgarcayı) ve Avrupa dili olarak İngilizceyi öğrenmede sorun yaşayacağını tekrarlarken bunu düşünürüz. Şimdiki neslin Türkçemizi daha derin ve daha zengin bir lehçeyle öğrenememesi, tamamen körleşmemiz yolunda yeni adım olacaktır. Dilimiz şimdi Türkiye kitle iletişim araçlarımızdan, ziyaretlerimizden ve yeni te-


Makale ve Analizler - 2016

139

maslarımızdan besleniyor. Buna rağmen bugün de anadilimizi öğrenmemiz bütün sorunların arasında en can alıcıdır. Türkçe konuşanların Bulgaristan’da neden cezalandırıldığı açık anlamışsınızdır. Biz Türk’üz ve Türk kimliğimizi oluşturan ve nesilden nesle taşıyan anadilimizdir. Dilimizi koruyamazsak biz biteriz. Yaptığımız tüm işlerin koordine edilmesi ve iş bölümü yapabilmemiz ancak dil üzerinden gerçekleşebilir. Dil bilmeyen bir kişiyle iş ayarı ve bölümü yapılamaz. “Sap gibi ortada kalırız” deyimi bu durumu yansıtır. Soyut (abstre) ya da somut (konkre) her türden kültür ürünü dil kullanılarak gerçekleştirilebilir ve dil yoluyla adlandırılabilir. Bu dünyada her şeyin adı vardır. Türkçe bilmeyen bir kişi yarattığı ürüne Türkçe isim veremez. Konuya bu yönden bakıldığında Türkçemizi oluşturan her sözcük bir kültür üretimini anlatır. Anadilini bilmeyen adat ve geleneklerine, ahlakımıza uyamaz, sanatımızı, edebiyatımızı, tarihimizi bilemez. Halk kültürümüzü, şarkılarımızı, Türklülerimizi, taşlama ve fıkralarımızı, masal ve efsanelerimizin anlatarak yaşatamaz. Göstergelerin, sözlerin, deyimlerin ve bunların işlevli (fonksiyonel) kullanımını belirleyen kuralların toplamı ve dizgesi de dili oluşturur. En basit değimle “selam almak ve selam vermek gerek”. Bulgaristan gibi tek uluslu, devlet siyaseti tek dil (Bulgarcayı) öteden beri egemen kılmakta hırslı ve hırçın davranan ülkelerin hepsinde etnik azınlık topluluklarının anadilleri lehçedir. Bizim konuştuğumuz ağızların belli özellikleri olsa da, hepsi de gramer kuralları olarak, Türk dili temel kurallarına dayanır. TV ve radyoda, tiyatro ve sinemada, okulda konuşulan Türkçe dil kurallarına uyar, tüm kitaplar edebiyat dili yani İstanbul Türkçesi esasında yazılmış ve basılmıştır. Lehçelerin toplayıcısı ve toparlayıcısı edebiyat dilidir. Dolayısıyla dil ya da gösterge dizgesi açısından bakıldığında, kültür, kendisini taşıyan ve gelecek kuşaklara aktararak, kalıcılaştıran dili oluşturan göstergelerin toplamı olarak adlandırılabilir. Dilin zenginliği, kültürün, kültürün zenginliği de dilin gelişmişliğinin göstergesi olduğundan, dil ve kültür karşılıklı olarak birbirini gerektirir ve birbirini tümler (tamamlar). Bu bakış uyarınca, kültür kendisini taşıyan dilde yazılan metinlerin toplamı olarak da algılanabilir. Kültürel değerlilikler ya da değersizlikler adlandırılarak sözcük ya da gösterge biçiminde dilde biriktirirler. Diller devamlı zenginleşir ya da kısırlaşır. Örneklersek, 1972’de basılan Rusça Türkçe sözlükte 47.700 sözcük varken, bu sözlüğün yenisinde 64 bin sözcük var ki, bu da iki dilin hızla geliştiğine bir işarettir. Bir dilin zenginliğini gösteren bir de klasikleşmiş temel eserleridir. Victor Hugo’nun “Sefiller” romanı 42 bin sözcükle yazılmışken, Yaşar Kemal “İnce Memet” romanı 44. 500 sözcükle kaleme almıştır. Bu da Türkçemizin zenginliği ve bir dünya dili olduğunu kanıtlamaya yeter de artar. Anadilimizde yayınlarımızı yıllarca sıkı yasaklayan, yazarlarımızın romanlarını basmasına izin vermeyen Bulgar hükümeti dilimizi kısırlaştır-


140

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

maya ve sözcük zenginliğini sürekli azaltmaya ve insanlarımız aralarında, nesiller arasında iletişim kopukluğu yaratmaya çalışmıştır. Bu amaçla TC’deki yakınlarımızla mektuplaşmalarımız yasaklanırken, kaset, CD ve DVD dinleme, Türk filmi seyretme yasaklanmış, sanatsal karanlık yaratılmıştı. Bunun adı dil zulmüdür. Anadil çekisi Hak ve Özgürlükler Partisi döneminde devam etmiştir. 2016 Ramazan’ında iftar gecelerinde, T.C. Büyükelçisi Süleyman Gökçe’nin de katıldığı anma, kutlama, açılış törenlerinde çok uzun bir aradan sonra Türkçe ışığı halkımızın gönlüne aydınlık taşımaya başlamıştır. Bu cesur ve kararlı adımları yürekten kutluyoruz. Olayın daha iyi anlaşılabilmesi için şu örnek uygundur. 1989 Ağustosunda 500 bin kişinin sınırı geçtiğini ve ardından 150 bin kardeşimizin geri döndüğünü biliyoruz. Bu dönüşün neden, dil ve kültür uyumsuzluğuydu. Dilimizin ve dolayısıyla kültürümüzün baskı altında ezilişi, kısırlık doğurmuştu ve uyum sağlanmasında problem yaşandı. Yani ruhumuz sakatlanmıştı. Aktarmak istediğim bir konu da, kültürün sözlü olarak aktarıldığı gibi, yazılı olarak da aktarılabilmesidir. Bizim Osmanlıdan devraldığımız Müslüman/Türk kültürü vatan bildiğimiz ata topraklarımızda, Çarlık döneminde, yüze yakın gazete ve dergiyle, okullarda ve değişik derneklerde yaşatılır ve genç kuşaklarla dünya kültür hazinesine aktarılırken, büyük savaştan sonra da 10’dan fazla yazılı yayın organı bu davaya hizmet etmiştir. En başta Nazım Hikmet olmak üzere, seçkin Türk yaratıcılar Bulgaristan Türk ahalisine modern Türkçeyi direk görüşmelerde etkileyici sunumlarla aşılamıştır. Edebiyat yazılarımıza giren şöyle bir anı vardır. Nazım, Deliorman köylüleriyle 1951’ye yaptığı ilk görüşmelerinde kendi şiirlerini okumuş ve bir köylü Türk kadını ayağa kalkarak “Ben sizin okuduklarınızın hepsini anladım” demişti. Büyük Atatürk insanlarımızı “Türkçe düşünmeye öğretirken” büyük Nazım da geneli somutta anlatışıyla ve fikirleri emsalsiz yalın sunuşuyla Bulgaristanlı Türk lehçelerine İstanbul Türkçesi mayası (şerbeti) serpmiş ve bu tutmuştur. Daha sonra Nazım Hikmetin toplu eserlerinin 8 cilt olarak Sofya’da basılması ve Bulgaristan’da satılması Türkçemizi adeta fışkırtmıştır. Biz, bugün artık, 1990’a kadar oluşan Bulgaristan Türkleri Edebiyatına asil, temel, oturmuş yaratıcılığımız olarak bakarken, yeni bir sayfa açıyoruz. Bu sayfadaki büyük özellik Atatürk’ün Türkçemize bahşettiği kendi kendini yenileyerek zenginleşen anadilimize diyalektik düşünme modülü takarak yeni doruklara yönelmektir. Yaratıcılarımız yaratmadan, şairlerimiz satırları dizmeden, bestecilerimiz bestelemeden, yazarlarımız yazmadan, hepimiz her gün okumadan biz karanlıkta boğulmaya mahkûmuz. O günümüzü bekleyenler o kadar çok ki, şaraplarını mahzenlerde yıllandırıyorlar. Bayram etmeye hazırlanıyorlar. Fakat onlar o güne varabilirlerse bizim artık anadilimiz olmayacak ve aralarında bayramlaşamayacaklar. Çünkü bayramlaşma ancak anadilde olur.


Makale ve Analizler - 2016

141

Bayramınız kutlu oldun. Konu 2: Din ve anadil. Konu 3: Anadil ve Avrupa dilleri. Konu 4: Türkçemiz bir Avrupa dilidir.

Neden O Seçilecek?

İbrahim Soytürk-10.Temmuz.2016

Konu: Cumhurbaşkanı seçiminin perdesi kalkıyor. O kim? Bugün 6 Temmuz 2016 henüz bilinmiyor. Beklenen ciddi adaylar henüz açıklanmadı. Bulgaristan’da son Cumhurbaşkanı seçimi 22 Ocak 2012’de yapıldı ve Bulgaristan’ın Avrupa Gelişimi için Vatandaşları (GERB) Partisinin adayı Rosen Plevneliev seçildi. Plevneliev demokratik Bulgaristan Cumhuriyeti’nin dördüncü Cumhurbaşkanı oldu ve 29 Nisan 2016’da sona eren görev süresini sonuna kadar tamamladı. Mesleği mühenmdislik mühendisi olan Cumhurbaşkanı daha önce Bulgaristan Bayındırlık ve Yerel İdareler Bakanı görevinde bulundu. Siyasete reformcu ve Batı yanlısı, Avrupa ve Atlantik değerlerinin savunucusu, Amerikancı çizgiye bağlı bir kişilikle katılan Plevneliev, görev süresi boyunca ilkesel tutum izleyerek ülkenin Avrupa Birliği ve Birleşik Amerika ile işbirliğini derinleştirmeye ve NATO’nun Güney Doğu Avrupa mevzilerinin pekişmesine katkılar sundu. Amerikancı siyaset çizgisine bağlılığı ile tanındı. 1992’de kabul edilen son Bulgaristan Anayasası Cumhurbaşkanına temsili haklar tanımış, yürütme üzerindeki kontrol işlevlerini gerektiğinde “veto” hakkı kullanmakla sınırlandırmıştır. Son 5 yılı kapsayan Plevneliev dönemi iç siyasette demokratikleşme, totalitarizm kalıtlarından temizlenme, adalet, eğitim ve sağlık alanlarında köklü reformlar yaparak sosyalleşme, insan haklarının tanınması ve dilve dinle özgün kültür geliştirmek isteyen etnik hazınlıkların beklediği örgütlüklerin tanınması bakımından kitlelerin gerçek gereklerini kucaklama yolunda büyük ve ciddi adımlar atılamadı. Plevneliev döneminde Bulgaristan’da üç hükümet değişti. Onu Cumhurbaşkanlığı Sarayına taşıyan Başbakan Boyko Borisov yönetimindeki GERB partisi


142

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

kabinesi 13 Mart 2013’te halk yığınlarının enerji mafyasına karşı yoğun protesto eylemlerince istifaya zorlandı. Başbakanı Marin Raykov aynı partiden gösterilen ve 2 ay iktidarda kalan geçici seçim hükümeti, Muhalefet güçlerini –Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) ile Müslüman - Türklerin partisi olan Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) – iktidara taşıdı. Bir maliye uzmanı olan bağımsız Plamen Oreşarski başkanlığında kurulan hükümette Türk partisinden 4 bakan görev aldı. Bu hükümetin ana ödevlerinden biri olan enerji sektöründeki yolsuzluk ve rüşvetle başa çıkmaktı. Bulgaristan’da enerji endüstrisi dendiğinde akla gelen “Kozloduy” Atom Elektrik Santrali; “Belene” İkinci Atom Elektrik Santralı Tasarımı; ikisi yabancı birisi yerli elektrik dağıtım şirketleri ve “Maritsa İstok” kömür madenleri ve ısı elektrik santralidir. O dönem tüm dikkatler “Belene” İkinci AES üzerinde toplanmıştı. Çünkü inşaatına devlet organının izni olmadan başlanan ve 2 milyar levadan fazla harcama yapılan, reaktörleri Rusya’ya sipariş edilen bu proje ödeneksizlikten durdu. Tesis temellerine gömülen milyarlar bir yana, Rusya Bulgaristan’ı uluslar arası mahkemeye verdi ve bu ay Stokholm Mahkemesi kararını açıkladı. Bulgaristan sipariş ettiği donanımı alamadığı için 550 milyon Euro ödemek zorundadır. Enerji alanında ortaya çıkan büyük çelişkiler elektrik tüketici fiyatlarının tırmanmasından da kaynaklandı. Oreşarski hükümetini ciddi sarsan olaysa, HÖH - DPS partisi milletvekili, Rusya oligarşi sermayesinin ülkemizdeki temsilcisi Daniel Peevski’nin DANS Devlet Ulusal Güvenlik Ajansı Başkanı atanması oldu. Meclisin bu kararını kabul etmeyen sivil toplum örgütleri aylar süren gece protestolarına başladılar ve il merkezlerine de yayılan yürüyüşler Peevski istifa etmeden sokaklardan çekilmedi. 2014 yılının 6 Ağustos tarihinde BSP - HÖH hükümetinin düşmesi iki parti arasında keskinleşen ve genelde Brüksel’den gelen AB fonların dağıtımından kaynaklanan ödeneklerin paylaşılmasına ilişkindir. Bu ayrılıktan sonra sosyalist parti ile hak ve özgürlükçüler arasındaki ayrılık çukuru derinleşmeye devam etti ve şu an iki parti de, Bulgar siyasi hayatının ikinci ve üçüncü gücü olarak muhalefette bulunuyor. Yine aynı dönemde olmak üzere, Sosyalist Partiden resmen uzaklaşan HÖH, eski Genel Başkan Lütfi Mestan yönetiminde Bulgaristan’ın Avrupa Gelişimi için Vatandaşları GERB partisi başkanı Boyko Borisov’la yakınlaşma aramaya koyuldu. Bu çabalardan ancak mecliste yeni dış onaylanırken, bu arada iflas eden BTK - Bulgar Kooperatif Ticaret Bankası’nın müşterilerine olan 3.6 milyar borcunu ödeme ve adalet reformu yolunu kesme işlerinde “koltuk değneği” olma doğdu. Bulgaristanlı Müslüman/Türklerin devlet görevlerinden sökülüp kazınması ve yürütmede işlerine atanmalarının önlenmesi siyaseti 2014 sonunda başladı. 1990’dan beri bu anti-Türk ve azınlıklar düşmanı


Makale ve Analizler - 2016

143

siyasi yönelim ilk kez siyasi arenaya taşınmış oldu. Bu siyasi çizginin taşıyıcısı olarak aşırı milliyetçi ve ırkçı olarak tanımlanan ve aleyhlerinde açılan davalar Anayasa Mahkemesi’nde görüşülen sözüm ona “Yurtsever Cephe” (PF) partisi siyasi sahneye çıktı ve meclise yerleşti. 7 Kasım 2014’te Bulgaristan’da bir koalisyon ortaklığı olarak İkinci Boyko Borisov kabinesi kuruldu. Böylece Bulgaristan seçmeni aynı partiden (GERB) başbakan ve cumhurbaşkanı çıkararak yeni bir siyasi irade ortaya koydu. Gerek birinci kabinesinde gerekse ikincide neyi reform edeceğini siyasi platformuna almayan GERB partisi, ikinci hükümetine 5 siyasi olgunun buluşmasından oluşan Reformcu Blok (RB) hareketinden 5 bakan atayarak, adalet, sağlık, eğitim, savunma gibi bakanlıklarda dönüştürülmesi kaçınılmaz olan işleri reformculara, sosyal alandaki yenilenme ödevlerini de eski cumhurbaşkanı G. Parvanov yönetiminde sosyalist partiden ayrılan ABV partisinden Kalfin’e yükledi. Aradan neredeyse 2 yıl geçti, fakat hiçbir reform halk yararında işler duruma getirilerek gerçekleştirilemedi. Cumhurbaşkanlığı Plevneliev döneminde seçim yasasında reform yapılması isteğiyle 500 bin imza toplandı. Seçimlerin zorunlu, elektronik, çoğulcu ve orantılı sistem usulünce yapılması istendi. Bu istekler mecliste budandı. Meclisten çıkan yasa önerisini Plevneliev veto etti. Şimdi dosya Anayasa Mahkemesi’ndedir. Meclis komisyonlarında olağanüstü aktif olan “Yurtsever cepheciler” gerçekçi istekleri ters yüz çevirebildi. Türkiye’de bulunan ve çifte vatandaşlık durumundan kaynaklanan yasal haklarını kullanırken, Bulgaristan seçimlerine yaşadıkları bölgelerde açılan sandıklarda oy kullanma hakkına çok sert kısıtlama getiren öneriyi meclisten geçirdi. Sandık sayısı azaltılırken, seçime iki defa katılmayan soydaşların vatandaşlık hakkını kaybetmesi 26 yıldan beri ilk kez gündeme getirildi. Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşı 18’in üstünde olan ve seçme ve seçilme hakkı olan 710 bin soydaşımız olduğu dikkate alındığında bu yasa çarpıtmasının insan haklarımıza, doğal haklarımıza, vatandaşlığımıza, özgürlüklerimize faşist bir saldırı olduğu ortaya çıktı. Sert tepkiler arttı. Türkiye’deki tüm soydaş dernek ve federasyonlarının, tüm sivil toplum örgütlerinin aynı hedefte, soydaşlarımızın öz haklarını birlikte savunma davasında cephe oluşturma zamanıydı. Fakat bizim dernekçiliğimizde “böbürlenme”, “kendini diğerlerinden üstün görme”, “her zaman ben haklıyım hastalığı” var ki, bu defa da bu engeli aşamadık. Örneğin BULTÜRK ve Bal-Göç arasında Bursa’da yapılan görüşmelerden de pek bir şey çıkmadı. Bu ayrıkların uzlaşmazlığını derinleştiren hasım güçler aramızda sanki ki, Bulgaristan’daki iftar sofralarında ve DOST partisi lider ekibinin Türkiye’nin Trakya köy, belde ve kentlerinde ve İstanbul’da dernek merkezlerinde yaptığı birkaç toplantıda dile gelen söylevlerde bu şakıdı. Eşitlik


144

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

olmadan birlik olamaz. Kendinden, kendi geçmişinden kuşkulanan ve korkan lider ve insanlarla ortak eylem noktalarında buluşmak zor olur. Bunun için taraflar arasında uyum noktalarını birbirine düğümleyecek yeni bağımsız ama akil bir oluşuma ihtiyaç var. Bu bakıma yıllar içinde BULTÜRK’ün Cumhurbaşkanı Plevneliev ile yazışma ve görüşmelerinden ders alınması yararlı olabilir. Cumhurbaşkanı Plevneliev seçim kanunu yasasında değişiklik yapılması kapışmada Türk seçmenden ve soydaşlarımızdan taraf oldu. Görev süresi sırasında Başmüftülüğümüzü birkaç defa ziyaret etti. 2016 Ramazanı başlarken Başmüftülük görevlileri başta olmak üzere, Hıristiyan ve Yahudi din adamlarına, politik erkânla birlikte iftar verdi. Bu şeref, 138 yıllık III. Bulgar Çarlığı ve Cumhuriyet döneminde bir ilk oldu ve kısmetse yepyeni bir başlangıç olur. Mayıs ayında ikinci dönem seçilme hakkını kullanmak istemediğini, bu kararının kişisel ve ailesel gerekçeleri olduğunu açıklayan, bu konuda kişiliğine yapılan baskıları ret eden Rosen Plevneliev, dış siyaset alanında 5 yıl boyunca çok aktif çalıştı, Bulgaristan’ı ziyaret eden diş ülke devlet başkanları 5 - 6 defa arttı, özellikle 2015’ten sonra keskinleşerek derinleşen Rusya – Batı çelişkisinde, “Biz bir Avrupa ülkesiyiz” konumuna bastı, yapıcı, barışçı, anti-terörist siyaset çizgimizi AB Genel Kurulu kürsüsünden açıkladı. Amerikanın Bulgaristan’da 3 askeri üs kurmasına, NATO konumlarının pekişmesine ve Romanya, Türkiye ve Ukrayna ile birlikte Bulgaristan’ın da katılımıyla bir Karadeniz Savunma Filosu kurulmasına, hibrit savaşta beraberliğimizin güçlenmesine destek verdi. Balkanlar’ın Avrupa ve Atlantik siyasetinde kenetlenmesine önemli katkıda bulundu. O, Türkiye - Bulgaristan dostluk ve işbirliğinin, “terör” tehlikesine karşı ortak mücadele etme ve dayanışma, ticari ilişkilerin genişleyerek derinleşmesinden yana çıktı. Bulgaristan’da 2016’da yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimleri için Sofya parlamentosuna iki öneri sunuldu. Sosyalist Parti seçimlerin 23 Ekim 2016 tarihinde yapılmasını isterken, iktidarda olan GERB partisi 6 Kasım 2016’ya işaret etti. Bu hafta meclis gündemine alınması beklenen önerilerin kesinleşmesinden sonra, Cumhurbaşkanı ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı adaylarının ikişer ikişer açıklanması bekleniyor. Sosyalist Parti adaylarını 30 Temmuz’da Kocabalkan’ın “Buzluca” tepesinde yapılacak ulusal mitingde açıklayacak. GERB partisi ise, parti içi seçimle önce 10 aday arasında seçim yapmaya çalışırken, aday belirleme komisyonu son iki aday üzerinde somutlaşmıştır. Bu seçimde, 3 yıllık ömrü olan, Reformcu Blok (RB) partiler grubunun sivil toplum örgütleri ve merkez sağ güçlerin ortak adayını çıkarması bekleniyor. 2012 seçimlerinde soydaşlarımızın ve Bulgaristan Türklerinin ilk bağımsız Türk Cumhurbaşkanı ve Başkan Yardımcısı adayını yükselten Bulgaristan Türk-


Makale ve Analizler - 2016

145

leri Kültür ve Hizmet Derneği – BULTÜRK 2016 seçimlerinde soydaşlarımızı ve memlekette biçimlenen bağımsız Müslüman/Türk hareketlenmesinin, tüm sefil ve yoksullarla, işsizlerin ve diğer etnik ve dinsel azınlıkların ortak /Müslüman Türk adayını yükseltme hazırlıklarını tamamlıyor. Birçok görüşme yapılmıştır. Bu görüşmelere bizzat BULTÜRK Genel Başkanı Rafet Ulutürk ve dernek yönetiminden seçkin temsilciler katılmıştır. Temaslar devam etmektedir. Resmi açıklamalar GERB ve BSP gibi büyük siyasi güçlerin yapacağı açıklamaların ardından yapılacak ve gerek soydaşlarımızın arasında, özellikle İstanbul’da ve memleketimizin dört bir yanında çok geniş kapsamlı bir kampanya yürütülerek ilk kez gerçek bir yaratıcı platformla halka inilecektir. Elektronik iletişim araçları ve basın organlarıyla da desteklenecek olan bu kampanyada, Bulgaristan Türklerinin öz davası, HÖH partisinin ihanetleri, parçalanmalar ve açılan yeni ufuk gündem olacaktır. Bulgaristanlı olup yaratıcılar cephesinde yerlerini sıcak tutan tüm yazar ve şairlerimizin, toplumcularımızın, halkın onurunu ve ruhunu ayakta tutan akıl kardeşlerimizin, gençlerin bu kampanyada aktif yer almasını bekliyoruz.

Bunalım Ne Kadar Derinleşebilir?

Ertaş Çakır-10.Temmuz.2016

Konu: Neden birlikte olduklarını bilmeyenlerin sorunları Ben derinleşen olaylardan korkarım. Çünkü derinleştikçe altından ne çıkacağı belli olmaz. Konular, kafa yormakla kendiliğinden çözülmez. Son gelişmelere bir bakalım. Çocukluğumda nenem ablama sevgiyi bir ırmak olarak anlatırdı. “Sevgililer ırmağın iki yakasıdır” derdi. “Sevgi ırmak suyudur. Irmak yakadan yakaya ne kadar doluysa, sevgi de o kadar büyüktür. Sular azaldıkça sevgi azalır. Irmak kuruduğunda sevgi biter. Dikkat et kızım!” olurdu son sözleri. Bu hiçbir kitapta yazılmamış kural, hayatın her yanında yaşıyor. Politikalarda bile. Bir düşünelim. Sıkça “Balkan Karanlığı”ndan, “Bulgaristan çıkmazı”ndan, “Avrupalılaşma” tasarımlarından söz ediyoruz. Onları yaratıyor ya da eleştiriyoruz.


146

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Son dönemde, Avrupa Birliği’nin üçte biri, ister kolu deyelim, ister bacağı, kaydı gitti. Sakat kaldık. Lehçemize yeni giren “brexit” değimi, bütün topluluğu neredeyse ölümcül sakatladı. Bulgaristan da deprem yaşadı. Şimdi biz bu olayı Avrupa kimlik belirlenmesi açısından ele alırsak, hiç kimse yaralı bir kimlikten olmayı kabul etmez. Bulgaristanlı olup da Büyük Britanya’da çalışanlarda, bir başka hava esiyordu, sanki dedeleri hazar boylarından Tuna vadisine gelenlerin tohumundan ve Bizans çağında ezile dirile sürünürken “aman bizi kurtar” diye Osmanlı boynuna atılanların suyundan değiller. Kendi Doğulu geçmişini reddedenlerle 20 - 30 yıl sonra görüşmek istiyorum. Bu gidişle Hindistan çok farklı bir uygarlık kapısı açabilir. O zaman “Bizi karıştırmayınız lütfen, biz Bulgaristanlıyız ama Romen değiliz!” diyenlerin yüzüne bakmak istiyorum. Tarih tekerrürden ibarettir diyenler, her zaman haklı çıkmıştır. Bir de şu Avrupa uygarlığına öz katkının sunulması sorunu var. Avrupa ismini bir defa, antik Yunan döneminin baş tanrısı Zeus’un sevgilisi Lübnan’lı Avrupa’nın isminden almıştır. Sevgilisinin ismi hala yaşasa da, Zeus’u ebedileştirilmesi için m.ö. 450 yılında yapılan ve dünyanın 7 harikasından biri olarak kabul edilen heykel, zamanla zengin yunanlılar tarafından o zamanki adıyla Konstantinopolis denen İstanbul’a taşınmış ve 462 yılındaki büyük yaygında yok olmuştur. Bugünkü Hıristiyanlık da Küçük Asya’da doğmuştu. Sonra Eski Kıta’nın manevi dayanaklarından olmuştur. Yeni din yaratmak besbelli ki çok zor. Bu yüzden, Hz. İsa’yı tanıyan ve tanımayanlar ardından 4 İncil yazmış ama kanımca dinleri yaratan halkların kendisidir. Hıristiyanlık bir halk dini olarak Anadolu’da yaşayanlara ruhsal huzuru taşımaya çalışırken eli kalem tutmayanlar ezberine bin İncil yazmışlar. Avrupa ise, Hıristiyanlığa sahip çıktıktan sonra, her şeyi reform ettiği gibi İncillerin de özünde değişiklikler yapmaya kalktığında, 30 yıl ve 100 yıl savaşları yaşadı. Öyle ki, Anadolu’da huzura anahtar olan bir din, Avrupa’da kara bulutlar arasından yeri göğü yaran şimşekler çaktırabilir. Bir de şu kültür meselesi var. Kültür de Avrupa toprağında ve toplumlarında bitmemiştir. O da eski Yunan’da kök ve dal budak salmış. Anlamında, tarihi, toplumsal gelişme süreci içinde, yaratılan bütün maddi ve değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünüdür. Arapçası “hars”, Türkçesi de “ekin”dir. Avrupa bunların tümünü Küçük Asya’da derlemiş toplamış ve almıştır. Çaldığı kültürel anıt parçalarından büyük büyük müzeler de yapmıştır. Kısacası, Avrupalılar Andersen’den Grim Kardeşler ve le Fontane’den önce masal ile efsane arasındaki farkı bilmediklerine, her şeye “olmuş olaylar” diyormuş.


Makale ve Analizler - 2016

147

Özlenen Avrupa’yı manevi olarak oluşturan sacın üçüncü ayağı da, I. Justinyan hukukudur. Yani yazılı adalet anlayışı 1500 sene derin köklere dayanır. O, diller, dinler, aşiretler, kastlar, zengin ve fakirler üstü bir hukuk anlayışıyla, insanoğullunu adalet subyesi yapmıştır. Basit bir anlatımla, Bulgaristan’da Todor Jivkov zamanında olup bitenlere, yargısız infazlara, keyfi tutuklamalara, hiçbir suçu olmayan insancıkları Türkçe konuştular, Çingenece sövdüler gerekçeleriyle sürüm sürüm süründürmeye kesin kırmızı ışık yakmıştır. Bu anlayış bugünkü Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov’un duruşma salonuna girdiğinde yargıcın, Yüksek Mahkeme Başkanı’nın ayağa kalkmasına da kesinlikle olmak üzere, daha o zaman “hayır” demiştir. Bir de şu var, bugün de bizde uygulanmıyor ama katillerin serbest dolaşması, isimlerimiz zorla değiştirilirken 40 kişinin köy ortasında sokakta kurşunlanmasına ve hiçbir katilin tutuklanıp yargılanmamasına asla yol vermez. Bu bakıma, bugün hala AB içindeyiz diye göbek atarken, adalet reformundan korkma sebepleri arasında bu gibiler en başta gelir. Belki tüm katillerin son yolculuğuna çelenkle uğurlanması bekleniyor. Bu konuyu çok uzatabilirim, fakat yazmadan anladığınıza inanmaya başladım. İşte bu esas temel üzerine kurulan Avrupa demokratik bünyesinin en güçlü kalesi olan Britanya’da “AB’den çıkalım” kararına Edenburg parlamentosunda münasebet alan İngiliz Kraliçesi II. Elizabet, “halk oylaması oldu” deyemedi. Ve gerçek demokrasi kuşkusuz, işte bu Kraliçeye dilini yutturan andır. Ve ortaya çıkan sorun: Parçalanmış kimlik olur mu? Ve, Avrupa Birliği kimliği Britanyalılara neden dar geldi? Biz sömürgeciliği anakentlerinde doğmadığımız için bu sorunu zor cevaplayabiliriz. Bulgar basınına ya da Varşova gazetelerine bakarsak, İngilizler eski sömürgelerinden (Avustralya, Hindistan ve Güney Afrika Cumhuriyeti) gelen konuk işçiler karşısında Güney Doğu ve Orta Avrupa ülkelerinden gelen işçiler daha nitelikli olduklarından tercih edilmekte ve Britanya Birliği içinde gerginlik doğmasına neden olmaktadır. Yayılan kanıya göre, Avrupa Birliği ülkelerinden serbest işçi alınmasına son verilmesi sorunlara çözüm olacaktır. Ilımlı yorumlara rağmen, Bulgaristan’da bu sorun ciddi endişe uyandırıyor, çünkü 178 bin Bulgar genci şu an İngiltere’de işte bulunuyor. Kuşkusuz dünyada boş yer yoktur. Bulgarlar İngiltere’ye gide dursunlar, artık 100 bin Türk iş adamı geldi ve Bulgaristan iş yeri açtı, vergi ödüyor ve çalışıyor. Avrupa’da bulunduğumda “Balkan karanlığı” sözüyle çok kez karşılaşmıştım. Bulgaristan’ın Aydınlanmayı Osmanlı imparatorluğunda geliştirip ya-


148

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

şadığı kakalanıyor. Ve pek anlayabilmiş değildir. İngiliz sömürgelerinde uyanış çağı yaşamış millet yoktur. Osmanlı bir sömürgeci devlet de değildi. Oysa görüldüğü üzere, Britanya’ya giden işçilerimiz kolonilerde yetiştirilen kadrolardan çok daha vasıflı ve çalışkandır. Bununla gurur duymalıyız. Avrupalılarda bir de Balkanları Osmanlı tehlikesine karşı Hıristiyanlığın kalesi olarak görme çarpıklık kırıntıları yaşıyor. Böyle bir ortamda Bulgarlarda bir de Avrupa Birliği dönem başkanlığı olma gururu kanatlanmaya başladı. Artık herkes gördü ki, AB’nin şimdiki anayasası (Lizbon Anayasası) Birliğe, Shengen’e, sığınmacılar sorunlarına ve sosyal çöküşü gemlemeye dar geliyor. AB herhangi bir dönemeç alabilecek durumda olmadığını gizleyemez oldu. Bunalımın derinleşmesiyle özellikle 2015’te Hıristiyanlıkçı ve milliyetçi bir hareketlenme baş gösterdi. Milliyetçiler meclislere girdi. AB ülkelerine yerleşmiş Türk işçilerin evlerinin ateşe verilmesi, camiiler dolayında beliren gerginlik, aydınların sıkıştırılması, derneklerin kuşatılması ve benzer gelişmeler “Doğu acımasızlığı”, “Doğu Barbarlığı” gibi küflü sloganların mahzenlerden çıkarılması ve hele de Alman meclisinin 1915 olaylarıyla ilgili olarak “Soykırım” demesi, sanki huzur ortamında gerginlik sayfası açtı, yeni bir ateş yaktı. Avrupa’da rüzgârlaşan bu gelişmeler Bulgaristan’da da aşırı milliyetçilik, para-militer adıyla bilinen sivil-askeri gönüllü güvenlik örgütlenmelerini ortaya çıkardı. Bu örgütler, bazı illerde iyice yayıldı. Koordineli hareket ediyorlar. Mecliste bir sağ, öteki sol iki ırkçı parti var. Programlarının an hedefinde anti-Türk, anti-İslamcı ruh var. Bir Karadeniz kenti olan ve il olarak Türkiye Cumhuriyeti sınırına kadar uzanan Burgas eyaletinde büyük sayıda benzer örgüt kurulduğu, gece karanlığında sınır boyunda büyük gruplar halinde dolaştıkları ve savaş kaçağı sığınmacı bekledikleri, yakaladıklarıyla uygun gördükleri şekilde hesaplaştıkları ortaya çıktı. Bu güçler, geçen hafta bayraklarında “gece kurdu” belirtkesi olan bir grup motorlu Rus’un Burgas’a gelmesi vesilesiyle ciddi olaylar yarattı. Meydan dövüşünde yaralılar hastaneye kaldırılırken 15 kişi tutuklandı. Gruplardan biri “gece kurtlarının” post-komünist, faşizan bir silahlı grup olduğunu, binlerce kişiyi örgütlediğini, Kırım’ın ilhakına ve Ukrayna’da “Donesk Savaşına” katıldığını anlatmaya çalışırken, para-mili terler tarafından saldırıya uğradı. Busgas ili Bulgaristan’da sözüm olan “Yurtsever Cephe” (PF) adı altında aşırı milliyetçi bir ruhta örgütlenen güçlerin nüvesidir. Bu örgütlenme “geçici hükümet kurma” gibi Tüzük hedefleri olduğunu gizlemediği gibi, son derece kaba ve saldırgan bir tavır sergiliyor. Güya “Yurtsever Cephe” ise hiçbir anlaşmaya bağlanmadan ve yürütme organı önünde yükümlülük üstlenmeden Boyko Borisov’un II. Hükümetine destek vermekte ve anti-Türk, anti-İslam hedeflerine kolaylıkla ilerlemektedir. Şu an Anayasa Mahkemesi’nde olan ve T.C. deki soy-


Makale ve Analizler - 2016

149

daşlarımızın serbestçe oy kullanma hakkını kullandıkları sandık sayısını 4 defa azaltmayı öngören ve meclisten geçen yasayı hazırlayan siyasi güçtür. Son dönemde Borisov hükümeti kendisinin yapmak istediği ama belirli nedenlerle gerçekleştiremediği, azınlıkları hedef alan yasa önerilerini “Yurtsever Cephe” milliyetçilerinin eliyle yürürlüğe giriyor. Bunların başında Türklerin, Pomakların ve Çingenelerin devletten sökülmesi ve yürütme ve yargıda görev almalarının önlenmesi önlemleri geliyor. Şu an, saraydan çıkamayan, perde arkasına gizlenmiş ve sinsi düşmanlık siyaset uygulayan Ahmet Doğan, kardeşlerimize ve soydaşlarımıza karşı kızışan bu politikaları tamamen destekliyor. Olaylara daha derin bakıldığında, Bulgar toplumunu oluşturan öğeler, sanki neden birlikte olduklarını, neden Avrupa Birliği ve NATO üyesi olduklarını bilmiyorlar ya da bilmek istemiyorlar, bilseler bile açıkça itiraf etmiyorlar. 1940’larda anti-faşist savaşımda bölünen ve parçalanan, 1944’ten sonra 150 bin Bulgarin toplama kamplarında, darağaçlarında ya da kurşunlandıkları karanlık tünellerde kalan, 1990’da da toplumun arınamadığı, totaliter suçların oluşturduğu beton bloğun toplumu alabildiğine ezdiği ve bacak bağını koparanın ülkeden kaçıp kurtulduğunu sandığı bir ortamda, kimin kiminle olduğunu, kurulan ortaklıkların neden oluşturulduğu, umutların gemlendiği bir ülkede, yürünecek ortak yolun ne olduğu konularında tek görüşe varıp, kırmızıçizgi belirlemek son derece zor. Kuzeyden ve Batıdan gelen kara bulutlar çarpışacak, yıldırımlar kara toprağa boşalacak ve gökyüzü yere dökülecek ve millet sıkıcı gerginlikten kurtulacak da, kurtulamıyor. Öte yandan, 2004’te NATO ve ardından 2007’de AB, bizi ve Romanya’yı üye aldı. Güney Doğu Avrupa’ya genişledi. Ardından bu köprüye Hırvatistan da ekledi. Yunanistan zaten üyeydi. Bu adımlar, Balkan ülkelerinin Avrupa Birliği’nin genişleme stratejisine köprübaşı, bir ayak olması içindi. Türkiye, Kafkaslar, Yakın Doğu hedefti. Gerçekler şaştı. Bulgaristan sınırlara tel germe siyasetinde öncü oldu. Sığınmacı almam, toprağımı çiğnetmem dedi. AB genişleme stratejisinin uygulanmasına kalkan olmayı seçti. Bunalım ne zaman derinleşir? AP kendi içine kapanırsa sorunla çözümsüzleşir. İngiltere’den sonra kopmak isteyenler hareketliğinde NATO durduramaz. Geçen yüz yıl Batı Avrupa, Kuzey Avrupa ve Güney Avrupa olan Avrupa, 21. yüzyılda Balkanlara Güney Doğu Avrupa adını verdi ve 4 parçayı birleştirdi. Avrupa kavramı artık bugün Avrupa Birliği ile eş-anlamlı oldu. Buna karşın, kıtanın Güney Doğu bölümleri, politik, sosyo-kültürel ve dinsel bakımdan Avrupalılığı sorgulanan ülkeler olarak, isteseler de istemeseler de yeniden tanımlanıyor. Ayrıca, bu ülkelerin ekonomik ve hukuksal standartlarının yetersiz-


150

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

liği de bir gerçektir. Kıtasal bütünleşmenin satıhsal reformlarla gerçekleşemeyeceği gün ışığına çıkmıştır. Bir de, 11 Eylül’den beri, klasik kitapların hiçbirinde sözü edilmeyen, hatta yukarıda sıraladığımız, AB manevi dayaklarında yakın uzak yer almayan, antiterörizm siyasi sahnede omurga oldu. T.C. Başkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın defalarca vurguladığına göre, kimin “terörist”, kimin “anti-terörist” olduğunu saptamanın oldukça zor olduğu son dönemde, propaganda araçları geleneksel yalan dolan dokuma taktikleriyle komünizmi, terörizmle, onu da şimdi “İslam tehlikesiyle” değiştirmeye çalıştı. Bulsalar her Müslüman’ı “terörist” yapacaklardı. Burkalı Bayanlara ceza kesiliyor. Memleket dilini konuşamayanlar artıyor. İstanbul “Atatürk” Uçak Limanı saldırısından sonra olay yerinden yapılan canlı röportajlarda, “anti-Türk” ve “anti-Türkiye” propagandasının daha tesirli olma kavgasında çok inceldiği dikkati çekti. İzledikçe “herkes kendi işine baksın” demek geldi, hep içimden. Rusya-Türkiye siyasi tıkanıklığı aşılınca ise, gel bak sen kekelemelere. Ateşe düşmüş demir gibi kıvrıldılar gerçeklerin közleri üzerinde... Yağcı Bulgaristan Türkü “gazetecilerden” veya “politik yorumculardan” hiç biri, şimdiye kadar her konuda bilirkişi geçinseler de, bu defa ekranlara çıkmadı, radyo yayınlarına katılmadı. Türk halkının acısı susarak paylaşıldı. Onurlu Türkler sürüsünden ancak BG “Zaman” ayrıldı. Somut cümle kurmakta zorlansalar da, fırsat bulabilselerdi, Başkan Erdoğan siyasetine dil uzatmak istediklerini gizleyemediler. Kendilerini Avrupalı sanıp, Avrupalaşma siyaseti ardına gizlenenler, Türkiye’ye karşı mesafeyi, tel duvarlar boyunda gönüllü nöbet vererek veya canlı yayında kendini unutarak, uygarlığın yeni standartları şeklinde tekerlemelerle yerleştirmeye gayret gösteriyorlar. Onlar için Türk olmak her zaman “standart dışı” oluyor. Bununla birlikte ülkedeki etnik dil, din, kültür azınlıklarında aşağılık kompleksi yaratma çabaları da dikkatten uzak kalmıyor. Bu gelişmeler karşısında, bir sivil toplum örgütü olarak BULTÜRK derneği, yaklaşan seçimler havasında, aşağılanmadan sıyrılma, ortak erdemler etrafında buluşma ve hepimize yararlı olacak bir oyun kurmak zorundayız, görüşünü yeniden duyuruyor. Karşımızdaki ırkçı ve aşırı milliyetçi güçlerin uyumadığını görüyoruz. Bizim de birleşmemiz ve onların tüm hesaplarını boşa çıkararak oyunlarını bozmak ana hedefimiz olmalıdır. Zaman oyun kurma zamanıdır. Hayırlı Bayramlar.


Makale ve Analizler - 2016

151

Ana Durak Vatan Toprağıdır

Osman Bülbül-12.Temmuz.2016

Konu: Vatanımızı cennet etmek boyun borcumuzdur. İtalya’nın eski başbakanlarından Silvio Berlusconi, yıllardır “Milan” futbol takımının da sahibiydi. Karşılaşmalarını izlemek ve gollerini alkışlamak için birçok kez bu eski sanayi şehrine gitmiştim. Öğrendim ki “Milan”ı Çinlilere satmış. Taraftarlık bir tutkudur. İçim acıdı. Yaban ellerde takımın hali ne olur? Alp Dağları eteklerinin bu incisine uğradığımda, her defasında “Duomo Meydanı”nda bir kahve içmiş, bir iki defa da “La Skalaya” da gönlümü ferahlandırmışımdır. Bir defasında, Yılbaşına karşı, Noel Bayramı öngünleriydi, Ludwig van Beethoven’in “Beşinci Senfonisini” dinleyebildim. Dünyaca ünlü besteci yaklaşık 200 yıl önce notaya aldığı bu eserine önce “Napoleon” ismini vermiş ve sonra Fransız Generali toplarıyla Viyana’yı bombalamaya başladığında eserine bu ismi vermekten vazgeçmiştir. Buna rağmen, hem kendi hem de eserinin numaralı adı dünya müzik tarihine en kalın harflerle yazılmıştır. Bu harekette dikkatimi çeken dehaların da sevdiklerinden vazgeçebilmesi, onlara ve halka ihanet edenlere yüz çevirmesidir. İleri yürüyen arkasını görebilmelidir. Beethoven ve Napolyon görüşme ve temaslarına ilişkin, Viyana’da anlatılan birçok fıkra vardır. Bunların birinde, evinden çıkmış, anakentin merkez caddesinde saçları karman çorman dalgın yürüyen bestecinin arkasında, Başkomutan, Generaller ve kurmayı önde bin kişilik Fransız Ordu Bandosu belirir. Ansızın arkasına dönen Beethoven Napolyon’la burun buruna gelir ve “Durdur şu gürültüyü? Kafamda senfoni besteliyorum!” der. Napolyon sol elini kaldırır ve orkestra anında durur. Dehanın hayatını ayrıntılı anlatmak istemiyorum. Babasının ayyaş bir müzisyen olduğuna değinirken, çocukluğunun çok ağır şartlar içinde geçtiğini, çok zor koşullar içinde de olsa dehalar yetişmesinin olanaklı olduğunu paylaşmak istiyorum. 30 yaşında işitme yetisini yitiren besteci, ölüm kapısını çalana kadar yaratmıştır. Demek oluyor ki, binlerce kişinin taraftarı olduğu bir futbol takımı, Avrupa sanatının en gözde bestelerinin yaşadığı Milano’da satılabiliyor. Her şey para


152

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

değil tabii, Beethoven’ın eşsiz değerli eserleri satılamaz. Milano halkının sanat sevgisi satılamaz. Bugün Facebook’an Şairlerimizden Şahin Mustafa’nın “Türküler” şiirini aldım. Bu şiir, tüm Bulgaristan Türklerinin duygularının tercümanı, düşünsenize satılabilir mi, pazara çıkarılsa düşmanlarımız kutsal duygularımızı sona kadar yok etmek için hemen satın alır ve ilk ateşte yakarlar. Türkülerde ayrılık ve kavuşma Türkülerde kavakların yaprağı, Türkülerde destanı bir sevişme Memleketin taşı, otu, toprağı. Bizim Rodop tütününün kokusu Türkülerde kara günün acısı. Türkülerde haklı gurur duygusu Türkülerde-kahramanlar, savaşımlar. Ve bir sözle türkülerde ülkemiz Türkülerde - hasret sonu sarmaşlar. Ufukları, aydın, geniş tertemiz Onlarda var günümüzün güneşi, “Pek yokuştur bizim ilin yolları, Kalbimizin alevlenen ateşi! Boynumdadır nazlı yârin kolları” Türkülerde Tuna’m, Karadeniz’im. “Çok yer gezdim, dünyaları dolaştım, Arzuların, sevgilerin temizi... Gelip sonra memlekete sarmaştım.” Türkülerde Meriç’imiz, Arda’mız, Ekmek kokan Dobru’camız, “Uzun kavak daim dalın kurusun, Trakya’mız. Yaprakların suda muda çürüsün” Beethowen’in senfonide halkın gönlünde estirdiği esinti gibi esen bir memleket rüzgârı var bu şiirde. Büyük Nazım’ın herkesin olanı, umum ve genel olanı, bireyde anlatabildiği kadar tatlı bir söyleşi. Biz, hep mukayeseli anlatırız. Karşılığı olmayan hiçbir şeyimiz ne büyük ne de küçüktür. Ot bile büyüktür karıncanın yanında. Kızlarımızı kocaya verirken çeyiz arabasına “tütün arabası gibi dolu” deriz, hatırlıyorum. Bizim sevgimiz de, şairin dediği gibi yakadan yakayadır, dolu ırmaklar gibidir. Ben annemin babama “seni seviyorum” dediğini işitmedim, “destansıdır bizde bu işler”, ne mutlu bizi biz edene. Tertemizdir ufkumuz gözlerimizde, kalbimiz ve sonsuz mutluluk gibi. Bilmem eksikliğimiz midir, yoksa fazlamız mı? Yakın uzak geçmişimize hep olumlu yandan bakarız. Yaratılışımız öyle... Kötü girmez gözümüze. Şahin Mustafa kardeşimiz de öyle. Şiiri olumlu duygu dolu! Gerçek halk duyguları! Hayatımızın renklerinden bezenmiş bir demet. Okurken kötülüklerin sıyrıldığını düşündüm ruhumuzdan. Ruhun aynası yok. Olsa bakardım.


Makale ve Analizler - 2016

153

Sanatın, ozanların, şiirin en büyük özelliği misyon taşımasıdır. İnsanları aynı duyguda buluşturup birleştirmektir. 1950’lerden sonra Bulgaristan Türk edebiyatı insan sevgisiyle, umutla mayalanırken şairlerimiz misyonerlik görevini omuzlarında başarıyla taşımışlardı. O yılların alevli kalemleri okulları, köyleri dolaşıp kalplere ışık dağıtmışlardı. Özgürlük goncaları açmış ve Bulgaristan Türkleri Edebiyatı yaratılabilmişti. Bugün yine subaşındayız. Yeni bir sayfa açıyoruz. Şuna kesinlikle inanıyorum. Şairlerimiz, ozanlarımız, saz ustalarımız İstanbul’dan, Bursa’dan, İzmir’den ve daha pek çok yerden ve Bulgaristan’daki kardeşlerimizle birlikte siyaseti sanatla anlatmaya çıksak sahnelere... Başka bir şeyle değil, Bizden biri olan Sabahattin Alin’in Başın öne eğilmesin Aldırma gönül aldırma Dizeleriyle başlasak binlerin aya kalkışını göz önüne getirebiliyor musunuz! İşte bu havanın yakınlaştığını, havanın 1989’da elektriklendiği gibi yeniden elektik yüklendiğini hissediyorum. Bu elektik bağımsız da olabilir, hiç önemli değil. Yakındır İş Allah! Evet, siz de benim gibi, (burada Viyana’da serbest vaktim bol) değişik kitaplar okuma olanağım oldu. Fikirlerin çakışma nokrasında “Bir nesil iki defa ayaklanmaz!” var. Bir az daha derinleşince “Devrimler kendi kahramanlarını bitirir!” sözleri gözlerim önüne dikiliyor. Fakat biz bu olaya bir de ırmağın iki yakası gibi bakmak zorundayız, bize karşı “tuzaklar” kuruldukça, düşman nefreti kabardıkça, biz de yüreklenip dimdik dikilmeliyiz karşılarına. BG-SAM grubu 5 yıldan beri yazıyor, basıyor, dağıtıyor. Karanlığın içinden bir ışık olarak belirebildi. Bugün ışık yarın çıra. Benim BULTÜRK ve BAL-GÖÇ ve diğer derneklerden bir ricam olacak, vazgeçsinler şu onurluk ve saat hediye etmekten. İnsanlarımıza, gençlerimize kalem ve tükenmez hediye etsinler. Plaketin ömrü verildiği an bitiyor. Saat da zaten hep şu anı gösteriyor, geleceğe ışık tutma özelli yok. Yazan adam bir birikim anlatır ve geleceğe yuvarlanabilir, yol açabilir, umut yaşatır. Çok yer gezdim, dünyaları dolaştım, Gelip sonra memlekete sarmaştım. Bu satırlarla yaklaşan seçimlerde bir memleket turu düzenleyelim. Ekim 2016 başında halkımızla sanatçılarını, ozanlarını, sazcılarını şiir ve türkü sölenlerinde buluşturma vesilesi olsun. Belli oldu ki, politikacılarımız bu işi yapamayacak. Sanat politikadan her zaman büyüktü. Bugün de büyüktür. İpek ipliğinden mutluluk tablosu örme görevi yine yaratıcılarımıza kaldı. Bu fikrin desteklene-


154

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ceğine, BULTÜRK ve BG-SAM’ın güçlü bir sanatımızla yaratıcılarımızla buluşma seferi düzenleyeceğine inanmak istiyorum. Şimdi siz benden, aklından geçen buydu da, bu yazıya Berlusconi ve Beethoven’le neden başladınız diye sorabilirsiniz. Sebebi şudur. Kimsenin davamıza ihanet etme hakkı yoktur. Etrafımızdaki seslere kulak verin. “Ölse cenazesine gitmem!”, “Geberse başımı döndürüp bakmak!” çığlıkları dinmiyor. Koskocaman Beethoven bile Fransız Devrimi’nden sonra Avrupa’yı baştanbaşa dönüştüreceğine inandığı, zaferlerini gururla takip ettiği ve Napolyon onuruna adadığı senfoninin adını değiştirmişse, bize ne kalmış. Bizim hiçbir kimseye manevi borcumuz yoktur. Vatan toprağında rahmete kavuşmaksa en kutsal hakkımızdır. Vatanımızı cennet etmekse boyun borcumuzdur. Bayramınız kutlu olsun, Her şeyin gönlünüzce olması dileklerimle.

Senin Tanrı Heykeli Olmadığını Artık Anladık!

Ertaş Çakır-12.Temmuz.2016

Konu: Kendi ışığımızı yaratmalıyız. Bulgaristan Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı Sofya’nın tam merkezinde bulunur. Ömründe siyasi, parti, akım ve ideoloji seçmekte karar kılamayan Kırcaalili Vecdi Raşidov 2012’den beri bu makamda Bakandır. Annesi Kadriye Lativova Bulgaristan Türeleri’nin çok sevilen bir ses sanatçısıydı. Sanatın seslisi ve sessizi vardır. Annesi türkülerimizi yanık sesinde yaşatırken, oğlu heykeltıraşlığın küçük plastik bölümünde uzmanlaştı. Partisizliğine bakılmadı, GERB kabinesinde Kültür Bakanı oldu. Bulvara bakan makam penceresinin altına toplananlardan her akşam “İstifa!” sesleri yükseliyor. İstenenleri anlayabilmek oldukça zor! Bulgar burnundan kıl kopartmıyor. Bir görevlinin işten atılmasıyla başlayan olaylar alevlenirken Başbakan Borisov’un müdahalesi de yetersiz kaldı. Benzetmeli bir masal şöyle anlatır: Heykel Taşıyan Eşek


Makale ve Analizler - 2016

155

Adamın birisi eşeğine bir tanrı heykeli yüklemiş ve yola koyulmuş. İlerlerken heykeli görenler saygıyla durup geçmesini beklemişler, eşekte ona hürmet ettiklerini sanmış. Kendini çok önemli biri gibi gören eşek yürümeyi reddetmiş ve durduğu yerde avazı çıktığı kadar anırmaya başlamış. Olup biteni anlayan adam elindeki sopayla vurarak, “Aptal şey, insanların bir eşeğe hürmet ettikleri nerede görülmüş? Bir bu eksikti,” diyerek onu azarlamış. Bu masal haddini bilmeyenlere işaret eder. Bakan’ın Bulgaristan’da bir Türkün bir Bulgari işten uzaklaştırmasına tahammülü olmayan bir ortam oluştuğu ortadadır. Biz bu olayın derin köklerini bulmak ve analiz etmek istiyoruz. Bir defa GERB partisi hükümetinin ana ödevleri arasında başta gelen Türkleri devlet görevlerinden uzaklaştırmak iken, Kültür Bakanlığına göstermelik olarak atanmış olan bir Türk’ün, Bulgarları işten uzaklaştırmasından ancak böyle bir karışıklık beklenirdi. Ötesini siz yorumlayabilirsiniz. Bulgaristan gibi küçük ülkelerde kıskançlık, sorumsuzluk ve disiplinsizlik diz boyu olduğundan, kan izleri kurumamış zorbalı geçmişimizi aklamak gibi büyük işler hala gündemdeyken her defasında bir karışıklık çıkıyor. Benzer bir olay geçen sene de bir Bulgar sergisinin Paris’te gösterilmesi sırasında bir koro sanatçısı ile de yaşanmıştı. Olanın köklerini bulalım: 10 Kasım 1989’dan sonra Bulgaristan Komünist Partisi adını değiştirip Bulgaristan Sosyalist Partisi olurken, parti şefi durumundaki eski Politik Büro üyelerinden Aleksandır Lilov bir gizli toplantı çağırmıştı. Bu toplantıda o, Müslüman Türklerin isimlerinin değiştirilmesi, onlara edilen şiddetli zulüm, dil, din ve kültürlerinin yasaklanması, yıllarca tırmandırılarak uygulanan sürekli baskı, terör, zorbalık gibi ağır konularda, komünist partiyi ve varisini suçlu durumdan kurtarmaya çalışmıştı. Katılan sivil polis DS subayları şu konuşmayı dikkatle dinledikten sonra tepki göstermişti: “Yoldaşlar, siz partinin satır ve kalkanı olduğunuzu biliyorsunuz. Partimiz size her zaman güvendi. Siz şimdiye kadar onun satırıydınız. Eh, bundan böyle kalkanı olacaksınız. Biz, kendi aramızda fikir alış verişinde bulunduk ve şu karara vardık: Bize, “Bu rezilliğin suçlusu kimdir?” diye sorulduğunda, biz “Parti değil,Devlet Güvenlik Organı DS her şeyden suçlu olandır.” cevabını vereceğiz. “Böylece partiyi koruyacağız! Her zaman ve her yerde siz suçlu olacaksınız”. Sizden bu ödevi şerefle yerine getirmenizi bekliyoruz.” Ne var ki, aynı yıl Romanya’da Genel Başkan Nikolaye Çauşesku bir mitingde konuşurken alkışlanacağına yuhalanmıştı. Bulgaristan’da da beklenmedik bir gelişme oldu. Siniri burnunda Bulgar sivil polisler fazla öfkelenince Lilov’a


156

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

sorumluluk almak ve taşımak istemediklerini, işleri komünist partinin karıştırdığını ve kendisini aklama yolu bulması gerektiğini söylediler ve toplantı salonunu terk ettiler. Sistemden ayrılan sivil polislerin bir kısmı totalitarizmden demokratikleşmeye geçerken iş adamı olmaya çalıştı. Daha kalabalık bölümü ise ülkemizdeki cinayet mafyasını örgütledi. Taş kafa mafyası oluşturdu. Zorbacılığı, eşkıyalığı, dolandırıcılığı, kaçakçılığı daha önce asla görülmemiş boyutlara tırmandırdı. 1990’dan sonra memleketimizde sosyal siyasi hayatı zehirleyen güçlerin ipini onlar çekti. Bütün bu süreçte bu karanlık güçlerin yönetimi Todor Jivkov’un yakın koruması ve bugünkü başbakan Boyko Borisov’un kontrolü altındaydı. Bu arada, üniformalı polislerin (milislerin) yine aynı dönemde işleri çok zorlaştı. Onların da seçim yapması gerekti. Çünkü onlar 35 sene halkı eşkıyalardan koruyacaklarına, parti yönetimini insanlardan korudu. Parti kapanınca koruyacak subye kalmamıştı. Çingenelere, Pomaklara ve Türklere karşı isim değiştirme, bu etnik topluluğun en ilken insan haklarını yasaklama, azınlıkların geleneklerine uygun yaşamasını engelleme gibi pek çok yasa dışı iş görüp zulüm işlemişlerdi. Onlar da kendi ruhlarında kendilerini heykelleştirmişler, fakat Müslüman/Türkler onlara asla saygı göstermemişti, hatta çok öfkeliydi. Eli ve vicdanı kanlı olan bu kolluk kuvvetler 1990 ile 2012 arasında sivil toplum örgütlerine ve partilere katılmadı. Fakat kamuoyu üzerindeki baskı uygulamaktan vazgeçmediler. “Soya Dönüş” süreci suçlularının yargılanmasını, suçlu listelerinin açıklanmasını ellerinden geldiğince engellediler, çünkü suçlu olan kendileriydi. Bu sinsi işlerde Ahmet Doğan’ı kullandılar, onu “lider” ve “kahraman” yapıp ödüllendiler, işlerini kolaylaştırdılar ve karanlık işlerden pay almaya çalıştılar. Amaçlarında, son yıllarda hayatın onları da heykelleştirmesi ve yol boyunda rastladıkları insanların onlara saygıya durmasını sağlamaktı. Başları olan Boyko Borisov bu yoldan birkaç adım attı. Onlar bu işlerin bundan böyle kaba kuvvet kullanarak, sigorta şirketlerini ve bankaları ele geçirerek, uluslar arası kaçakçılık şebekesine bağlanarak gerçekleştirilemeyeceğini anlamaya başladılar. İnançlarına göre, aralarında tutuklanan, sorgulanan ve yargılanan olmaması büyük başarıdır. Biz, gelişmelerin bu yönde hız alacağını daha 1990’da görebildik. 10 Haziran 1990’da yapılan ilk serbest seçimde Bulgar halkının totaliter düzen yapısında kemikleşen bu kesim demokrasiye, özgürleşmeye, batılaşmaya oy vermemişti. Sandık başına da gitmedi. Onu yerine mıhlayan korkuydu. Üzerlerinde beylik silah, apolet, cop taşıyanların hepsi işledikleri suçların açıklanmasından korkuyordu. Demokratikleşme ve adalet yolunda birkaç adım atılabilseydi büyük sayıda ka-


Makale ve Analizler - 2016

157

tilin Lahey İnsan Hakları Mahkemesi’nde yargılanmasına çok yakındı. Yıllarca sustular. Hepsi avcı oldular ve demokrasi kuşlarını birer birer vurdular. Konu kapağını henüz açmışken, özellik içeren bazı noktalara işaret etmek istiyorum. Önce her şey ters yüz gösterildi. Kötü niyetle ve aldatmak amacıyla kullandıkları kavramlarda biri “anti-komünizmdi.” Bulgar anti-komünistlerinin insan haklarının tanınmasına, özellikle de Müslüman/Türklerin hak ve özgürlüklerinin bütünüyle tanınmasına, karma bölgelerdeki etnik azınlıkların ananelerine göre serbestçe yaşamalarına yol verme niyeti asla olmadı. Meclis kürsüsünden anti-komünist propagandası yapan lider Ahmet Doğan’dı. O Türklerin haklarının tanınmasına ilişkin ikiyüzlülüğünü anti-komünizm ardına gizlemişti. Demokratikleşme, adalet tesis edilmesi, iyi komşuluk ortamında toleranslı bir hayat kurulması gibi konularda yalan konuşuyordu. HÖH’ün katıldığı hükümetler azınlık halk toplulukları geleneklerini tanımadı. Bu gibi yürütmeler demokrasiye yönelmiş sayılamazdı. Bugün iktidar ortaklığında buluşan GERB, “Yurtsever Cephe” (PF) gibi partilerin, adı üstünde özgürlük, sorumluluk ve hoşgörü için demokrasi isteyen (DOST) partisi Sofya Şehir Mahkemesi’nde tescil edilmemesine sevindikleri ortadadır. “Yargı siyasete karışamaz, yargı bağımsız kalmalı ve siyaseti yorumlayamaz” sözleri göz boyamak için söyleniyor. Demokrat olmak için anti-komünist olmak gerekmez ve yeterli değildir. Bu olay, Bulgaristan’da adalet ve demokrasinin rafa kaldırılmış olduğuna kesin kanıt oldu. Vatandaşlarının isimlerinin, dillerinin, dinlerinin, özgün geleneklerinin tanınmayıp siyaset konusu edilmesi, devletin ve toplumun Avrupa kıstaslarından çok uzak olduğuna ve aşırı milliyetçi, faşizan ölçütleri kılavuz edindiğine işarettir. Bulgaristan’da anti-komünist ve anti-Türk, İslam’ı lanetleyen kavramların özdeşleştirildiğini (nitelik bakımından aynılaştırıldığını) görüyoruz. Bu çok tehlikelidir. Nedeni, Türklere bir asır uygulanan zülüm açıklanıp dünyaya duyurulduğunda, Bulgar komünistlerin gerçek yüzü ortaya çıkacaktır. Uygulanan faşist nitelikli bir aşırı milliyetçilik olduğundan tehlike gizler ve cezalandırılması gerekir. Bu amaçla, anti-komünizm, Türk faciasını gizleyebilmek için kullanıldı. O zaman, “ben partili değildim” diyen ve “komünist partisi üyesi olmadığımdan benden sorumluluk aranamaz” görüşüne sarıldı. 1990’dan sonra Bulgaristan’daki anti-komünizmin kökleri Türkler hesaplaşmak isterse ne yaparız korkusundan oluştu. Şu da bir gerçektir. Anti-komünist geçinenler komünist ideoloji, dünya görüşü, siyasi ve felsefi görüşlerinden farklı bir dünya görüşü savunmuyordu. Antikomünist mevzilerden ateş açan Ahmet Doğan da bir Marksist Leninist dünya görüşüne sahipti. Uygulamasını istedikleri Türk ve İslam aleyhtarı siyaseti körüklemenin en yakın yolu anti-komünizmi tırmandırmaktı.


158

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Şu önek çarpıcıdır. Biz, BGSAM olarak, Bulgaristan’da Demokratik Güçler Birliği (CDC) hareketini iki dalga olarak görüyoruz. Birinci dalga, 1989’da “Ekoglasnos” (Çevreciler Hareketi) vb. ile demokrasinin taşıyıcısı olarak yükseldi. Bu ilk şahlanma 2001’de söndü. İkinci dalga 21. asırla İslam’ı lanetleyen, Türkler başta olmak üzere etnik tüm azınlıklara amansız saldıran, günümüzde DOST partisinin kapatılması için direnen ATAKA akımı olarak fışkırdı. 2009’da 10 milletvekili çıkardı. Radyo ve TV yayını başlattı, gazete çıkardı. ATAKA Rusçu faşist bir parti olarak kuruldu. O, azınlıklara karşı büyük bir propaganda yaygarası kopararak totalitarizm dönemindeki etnik azınlıkları eritme siyasetinin acı hatırasını unutturmak için kuruldu. İşin en kötü tarafıysa, o terör rejiminden en fazla çeken Müslüman/ Türklerin Hak ve Özgürlükler Partisi (HÖH - DPS) bu faşist partinin kurulmasına para verdi. Derin analizler, HÖH - DPS partisinin de, Moskova’nın önerisi ve emriyle, totaliter dönem suçlularını savunmak, korumak, onlara himaye etmek, onların cezalandırılması yollarını tamamen tıkamak için kurulduğun ortaya çıkması oldu. Yugoslavya olayları, “Srebrenitsa” katillerinin tutuklama emriyle aranması, suçlulara himaye siyasetine ağırlık kazandırdı. İşte bu nokta’da izlenen açık anti-demokratik siyaset ortamında Çar II. Simyon yurda getirildi. Başbakan oldu. 2012’den sonra, işte bu anti-demokratik tırmanmadan sonra, 22 sene ortda görünmeyen totalitarizmin polis-milis-taş kafa, kalın enseli, geri zekâlı, sigortacıbankacı tayfasının üye listesi hazırlanmadan, kurallara göre partileşmeden iktidara yükseltme yolu açıldı. Ne ki, bu yeni güç daha ilk gününde HÖH partisine, DOST partisine, Türklere, Müslümanlara, tüm etniklere öfkeli olduğunu ve asimile etme, ezme siyasetine devam etme niyetinde olduğunu gizlemedi. İzlediği siyasetin temellerine sahtekarlık taşları dizilmiştir. İşte böyle bir ortamda, göstermelik Kültür Bakanı Vecdi Raşidov’un penceresinin altında her akşam yapılan protesto mitinglerinin anlamı şudur: “Biz senin tanrı heykeli olmadığını artık anladık!” Bu sözler GERB partisi için de geçerlidir.


Makale ve Analizler - 2016

159

Gözümüzden Kaçmayanlar

BG-SAM-12.Temmuz.2016

Konu: Biz çok defa aldatıldık. Bulgaristan’da 10 Haziran1990 ilk serbest seçimler yapıldı. O seçimlerin son 26 yıl siyasi hayatımız üzerindeki etkisi çok büyük oldu. Ortaya çıkan gerçekler analiz edilip en küçük detaylarına kadar algılamadan, Bulgaristan’da yapılacak yeni seçimleriyle ilgili başarılı strateji ve taktik geliştirip oyun kuruculuğu yapılamaz. BGSAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) konu üzerindeki çalışmalarını yazı dizisi olarak sunuyor. Kazanan biz olamamışsak, bize karşı kurulan oyunların başarılı olduğunu kabul etmek zorundayız. Önümüzde, 26 yıl geriye götüren, bir yol var. Bu, “su gelir bulanarak, bahçeyi dolanarak” mantığına uygun bir dönüş sayılmamalı! 10 Haziran 1990 seçimleri bir subaşıdır. Bulgaristan Osmanlı’dan koptuktan 111 yıl sonra ilk kez gerçekleşen bir olaydır. Çoğulcu bir sistemle ve demokratik bir Anayasa için yapılmıştır. Totalitarizmden demokrasiye geçişin ilk durağıdır. Tarihte daha önce yaşanmamış bir olaydır. Modern sosyolojik yöntemlerle mercek altına alındığında bu seçimde ciddi dolaplar dönmüş, bilinçli yanlışlar yapılmış, seçmene tuzak kurulmuş, planlı bölünmüş, oyuna getirilmiş, birbirine düşürülmüştür. Yineliyorum, bu yol, bir siyasi düşünceden (kaynaktan) başlar. Bu kaynaktan çıkan siyaset 26 yıldan beri köpüre köpüre akmış ve akıyor. Siyasetin beşiği bir kurgudur. Umut yaşatan bir hayal! Özünde ise, bir gerçeklik vardır. İyi ve kötüyü bir bütünde yaşatırken var olabilme çabasıdır o. Biz, Bulgaristanlı Türker’in hayat dalında acı, kötülük, gam, kader, öfke, düşmanlıklar pek tutunamaz, tez dökülür. Neşe bize burnumuzun kılı, dost nefesi kadar yakındır. Küskünlükleri çözen Bayramlarımız, el öpmek, af etmek, kardeşleşmek içindir. Bu bayramda defalarca Türkiye’den gelip sofra açan kardeşlerimiz gönül hoşluğu ve hoşgörü tohumları ektiler. Sağ olsunlar. Biz seçimlerde yanıp kül olan umutlarımız için şimdiye kadar isyan etmedik. Bizim isyanlarımız haklarımız, özgürlüklerimiz, adalet, demokratik bir ortamda bildiğimiz gibi yaşamak içindi. Demokratik seçimlere ana kaynak olan da bizim kavgamız oldu. “Bulgaristan’da demokrasi tutmaz” deyenlerimiz oldu. “Tutmuyorsa, gelirken mayamsını beraberimizde getirmişiz” belki ondandır, deyenlerimizi de dinledik. Elimizden çıkan ve tanıdıklarımıza ve tanımadıklarımıza giden oylarımız için hesap sormadık, gönülden vermişizdir, kısmet onlarınmış, “tepe tepe kullansınlar” temennisi bizimdir... ***


160

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

10 Haziran 1990 seçim gerçeğini anlayamayan siyasetçilerimiz, bu yıl yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerini asla yönetemezler. Seçim oyunu kuramazlar. Ardın gelen meclis seçimlerini de yönetemez. Artık Bulgaristan’da yeni bir seçim ortamı var. “İki köfte, bir biraya”, seçim çadırında içilen şaraba oy verme zamanı doldu ve o defterler kapandı. 20 veya 50 levanın da artık pek hükmü yok. Seçmen seçeceği kişiyi, onun plan ve programını, yapacağı işleri, Batıya mı Doğuya mı baktığını, nasıl bir kimlik sahibi olduğunu bilmek, tanımak istiyor. Birçok siyasetçimiz için Türk isimlerinin bir ambalaj etiketi olduğu, kravat takıp etrafımızda dolaşanların halkımızın çileli yaşamından çoktan iyice koptuğu, kimseyle ve sorunlarla ilgilenmediği, taş kafa gibi dolaştığı artık biliniyor. İnsanlarımız etiket okuma işini öğrendi, ustalaştı, çukurları atlayarak ilerliyor. 1990’dan sonra yapılan seçimlerden hiç biri dört dörtlük yapılmadı. O ilk seçimde sandık başına gitmemizden 3 gün önce 7 Haziran 1990’da Sofya’da 1 milyon 300 bin kişinin katıldığı, Bulgaristan tarihinin en büyük açık hava mitingi yapıldı. Demokratik Güçler lideri Jelyü Jelev konuşmuştu. “Türklerin tüm hakları hemen tanınsın. Göç durdurulsun!” demişti. İlk seçim için Türklerin hazırlıkları karma bölgelerin il ve ilçe merkezlerinde yapıldı. Sofya dev mitingine yalnız Sofya Türk aydınları katılabilmişti. Aynı saatlerde Milli Kültür Sarayı (NDK) önünde komünist partisinin topladığı mitinge yalnız 50 bin kişi katılmıştı. Totalitercilerle Demekrasi isteyenler başkentte birbirlerine 26 defa fark atmıştı. Bu gerçek, diğer büyük kentlerde de böyleydi. Görünümde memleket baştanbaşa yenileşecek gibiydi. O mitinge siyasi dalgayı çok yükseltmişti. Adına komünist totaliter baskıterör rejimi dediğimiz ve bize çok çektiren, halkın dilinde Todor Jivkov diktatörlüğü olan ezildiğimiz yılların tüm pisliğinin temizleneceğine, özgürlükten korkmayan, insan haklarını tanıyacak, demokratik topluma yeşerecek günlerin geleceğine inanç doğmuştu. Sanki tüm vatandaşlara her bakıma eşitlik tanıyacak, toplum adalete gark olacak, kolektif içinde var olan prangalarından kurtulan vatandaşlar kendi kimlikleriyle özgürce yaşayabileceklerdi. Bu daha önce koklanmamış bir havaydı. İlk seçimde, Büyük Millet Meclisi vekilleri seçildi. İlk defa hem Bulgaristan’da hem de Türkiye’de oy kullandık. Kime sorsan, komünist rejiminden kurtulmayı ve Batı uygarlığına dönük demokratik toplum düzeni kurmayı seçmiştik. Bulgaristan Müslüman - Türkleri yine ilk kez olmak üzere, Bulgar partilerinden farklı bir partiye, kendi partilerine - Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS) oy verdiler, 24 milletvekili çıktı. Bu adımların hepsi yeniydi, Kendi başımıza Sofya parlamen-


Makale ve Analizler - 2016

161

tosuna girdik. Mecliste kendi grubumuzu oluşturduk. Siyasete halkımız adına kendi irademizle katılıyorduk. Ne ki, bunu biz böyle düşünüyorduk. Oysa bizim için perde ardında, siyasi kulislerde düşünenler varmış. Haberimiz olmadan Türklerin, Pomakların ve Çingenelerin bir siyasi partide örgütlenmemize ve Bulgar kamuoyundan ayrılmamıza ve daha ilk demokratik seçimlerde Bulgar seçmenden kopmamıza izin verenlerin kurguları bambaşkaymış. Onlar, adını değiştirip Bulgaristan Sosyalist Partisi olan (BKP) partisine oy vermemeciğimizi bildiklerinden, Demokratik Güçler Birliği olarak seçim meydanına çıkan ve milyonları peşine takan CDC’ye oy vermemizi önlemek için, bizim HÖH bülteniyle seçime ayrı katılmamıza işaret vermişler. Bu bizim öz haklarımızın tanınması değil, Bulgar demokratik hareketiyle birleşmemizi engellemek için kurulan bir tuzak değil de nedir? O seçimde muhalefet güçlerini temsil eden, Demokratik Güçler Birliği’ne katılmamızı önleme planı böyle işletilmişti. Hedefte olan, CDC’nin seçim kazanmasını önleyerek totaliter komünizmi ayakta tutmak, azınlık haklarımızın tanınması yolu kesmek, ayaklanmadan ve Büyük Göçten geçen halkımızı Bulgar siyasetinde üçüncü dördüncü yere itmekti. Bunu başardılar. Ne CDC 1990’da hükümet kurabildi, ne Türkler, Pomaklar ve Çingeneler haklarını alabildiler, ne de gerçekten demokratik bir Anayasa hazırlanabildi. İlk kez demokratik, çok partili, % 50 majoriter (mutlak çoğunluk usulü) ve % 50 proporsiyonel (oranlı seçim) yani iki sistemle birlikte seçime katılmamızın heyecanı içinde biz o zaman, gerçekten de Bulgaristan’ın demokratikleşmesine bir fren olarak kullanılarak, bize çok zulmeden totaliter komünistlerin tuzağına düşürüldüğümüzü fark edememiştik. Belki de perde ardı görüşmelere tek başına katılan Ahmet Doğan bu sinsi iğrençliği biliyordu, fakat dut yemiş bülbül gibi susuyor, ağzını bıçak açmıyordu. O, önüne topladığı danaları kasaba götüren sırt maç gibi hareketlerde bulunurken, düşman planlarına kurban edilişimizi gizledi. O zaman gelenekleri olan Bursa ve İzmir dernekleri de oyuna getirildiklerini anlayamadan, çuval çuval oyları Dobriç’e göndererek, biz taş söktüren Bulgar generallerini, bizim adımıza meclise gönderdiler. Bu cahilliğimizden kaynaklanan çok acı bir gerçektir. Bakıyoruz da, dernekçilerimiz aynı kendini beğenmişliği bugün de yenememişler. O seçimde büyük hileler olmuştu. Yüksek Seçim Komisyonuna “mavi” bülten dolu çuvallar taşındı. Oylar “kırmızı” olarak kaydedildi. Sosyalistlerin hanesine 500 bin “ölü canlı” oyu katıldı. Daha sonraki yıllarda gözleri önünde oynanan aynı sahtekârlığı “hiç bir şey görmemiş”, Bulgarca bir değişle buram buram soğan samsak koksa da “ne soğan yedim ne sarımsak gördüm” iddiasıyla


162

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

idare eden Mustafa Karadayı nihayet HÖH - DPS Genel Başkanlığına “seçilerek” umut ettiğine kavuştu. BSP hesabına 500 bin oy havadan düşünce, CDC seçim sonuçlarını 10 gün tanımadı. Birden bire çömeldi ve bu CDC’nin ilk pes edişi oldu. Halkımız “bir iş nasıl başlarsa öyle gider” der ya, işte o günden beri Bulgaristan seçimlerinde pek fazla değişen bir şey olmadı. Yani demokrasinin en büyük kalesi olan, topluma yepyeni bir yargı değeri getirmesi gereken, vatandaşın seçme ve seçilme gibi en temel hakkını kullandığı serbest seçim süreci zamanını dolmuş olana yenik düştü, yamuk, eğri başladı. İlk seçimde hile kabul edilince demokrasi sahte renk aldı. Bu gerçekler seçmene indirilmeden yaklaşan Cumhurbaşkanı seçimleri için kurulan tuzaklara işaret edilemez, kendi oyunumuzu kuramayız, soydaşa ve memleketteki seçmene kime oy vereceğini doğru olarak gösteremeyiz. Bu iş susmakla, beklemekle ya da birilerin kulağımıza bir şeyler fısıldamasını beklemekle olmaz... Aynı yanlışlıkları tekrar etmiş oluruz. Buna hakkımız yok. Bu çok önemli konuya daha açık girebilmek amacıyla şimdi 3 aydan sonra yapılacak Cumhurbaşkanı seçimleriyle ilgili iktidar partisi GERB’in kurduğu oyuna, taktik ve stratejik yaklaşımına bir göz atalım: GERB’in yeni oyunu: Artık açık olarak görünüyor ki GERB partisi Cumhurbaşkanı makamını istemiyor. Avrupa -Atlantik siyaset çizgisinde 5 yıl boyunca ilkeli bir devlet adamlığı sergileyen Rosen Plevneliev’i, ikinci süre aday olmaktan vazgeçmeye zorlayan GERB partisi ve şahsen Başbakan Boyko Borisov’tur. 6 Kasımda yapılacak seçimlere parti adayını Eylül sonunda açıklayacağını beyan eden GERB, seçmeni oyalıyor, Putinci ilhak siyasetine karşı açık tavır koyamıyor, devlet başkanı siyasetinden sorumlu olmayı arzu etmiyor. ABV partisi bakanı Kalfin’in görevinden istifa etmesi ve VMRO partisi Başkanı Karakaçanov’un hükümet ortaklığından ayrılma niyetini açıklaması ve Cumhurbaşkanı seçimlerinde oyunu sol cephenin ortak adayı olması beklenen M. Popova’ya vermeyi düşündüğünü gizlemeyen aşırı milliyetçi “Yurtsever Cephe” başkanı Simyonov’un tavrı GERB partisini yapraksız ağaç gibi ortada bıraktı. Türk seçmenle ilgili oyun kuruculuğu yapılırken, yeni durumdan değerlendirilmeli ve eski seçimlerden ders alınmalıdır. Bütün adayların açıklanmasını beklemek zorundayız. HÖH’çüler seçmenden uzak tutulmalıdır. HÖH - DPS partisi ilk seçimden başlayarak, Türkiye’de soydaşlarımızın haklı olarak “biz oyumuzu versek de bir şey olmaz” deseler de sandık başına çağırdı. Gizli plan ve hesapları seçmene açıklamadı. Dobriç iline toplanan oylarla


Makale ve Analizler - 2016

163

emekli DS Generalleri, en büyük Türk ve Müslüman düşmanları ve hatta hapishanelerdeyken bize zulüm eden gardiyanların bazılarını meclise topladı. Bunlar hatırlanması bile gam veren gerçeklerdir. Bu seçimlerde HÖH Genel Başkanı, Başkan Yardımcıları, milletvekili ve yerli ajanlarını seçmenle temas kurmaktan uzak tutmalıyız. Bugüne kadar hayatımızı karartan ters gelişmeler, insanlarımızda “bu zalim dünya asla değişmez” ve “Allah’ım ben bu dünyaya neden geldim!” gibi özgürlük korkusu yerleşmesine onlar neden oldu. Biz Rusya’nın Balkanlara çöreklenme stratejisine oy veremeyiz. Şimdi sizlere ilk demokratik seçimlerle ilgili bir az daha derin bilgi vermek istiyorum. Bu seçimlerin bir Moskof planı olduğunu da artık yazıp çizenler anlatanlar belirdi. Merkez Seçim Komisyonu 10 Haziran 1990 seçim sonuçlarını resmen açıklayamadı. Resmi gazete olan “Devlet Gazetesi” seçim sonuçlarını 26 yıldan beri yayınlamadı. Bunun komünist yasaya göre bile yapılması zorunluydu. Bilinmeyen bir prosedürle mecliste bir açıklama yapılmakla yetinildi. Bu durumda Anayasa geçerli sayılmamalıdır. Çünkü sonuçları resmen açıklanıp yayınlanmamış olan bir seçim meşru (yasal) kabul edilemez. Bugün geçerli sayılan Anayasayı kabul eden Büyük Halk Meclisi aslında gayrı meşru bir yasama organıdır. Demek oluyor ki, 1992’de Büyük Millet Meclisi’nin Demokratik Güçler Birliği’nden 39 ve Hak ve Özgürlükler Partisi’nden de 24 milletvekilinin zaten imzalamadığı Anayasa gayrı meşru yani yasal sayılabilecek durumda değilse, o tarihten sonra seçilen Halk Meclisleri’nin, tüm hükümetlerin ve bu parlamentonun tartışıp onayladığı tüm kanunların hiçbir geçerliliği yoktur. Görüldüğü üzere, 1990’dan beri Sofya’daki yürütme organı yasa dışı çalışıyor ama partiler, savcılık, Anayasa Mahkemesi susuyor. 1990’dan beri ülkemizde demokrasi güçleri ile totalitarizm kalıtı arasında kıyasıya süren kavgayı bu açıdan baktığımızda daha kolay anlayabiliyoruz. Tutuklanan sorgulanan yok, neden çünkü tüm kanunların hepsi geçersiz. Geçiş dönemi kanunu çıkmadı. Geçiş döneminin neden süresiz bir süreç olduğu böyle daha kolay anlaşılıyor. Çünkü totaliter kalıt sökülmek istenmiyor. Hiçbir siyasi parti sorumluluk almak istemiyor. Komünistler bu kavganın devam etmesini istedikçe sorumluluk alacak subje bulunamayacaktır. Demokrasinin sürünmesi hoşlarına gidiyor. İşlerin yoluna girmemesi isteniyor. Demokrasi ve adaletin yerleşme çabaları uykularını bozuyor. Bu seçimleri kim kazanır? 7 Haziranda 1990’da “Kartal Köprü”de yapılan o büyük mitingden sonra, Demokratik güçler Birliği (CDC) yönetimi “bu seçimler torbada keklik” de-


164

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

mişti. Sosyolojik araştırmalar gençlerin, öğrenimli olanların ve büyük şehirli seçmenin CDC’ye oy vereceğini ortaya çıkardı. Partilerin seçim mitinglerine bizde yakınlık duyanlar (sempatizanlar) gider. Seçimleri kazananlar ise, mitinge katılmayan, ne olur ne olmaz deyip evde bekleyen, ikircimlikli kitleyi kandırabilenlerdir. Bizde ikna edilmeyi bekleyen bir kitle var. Türklerde bu bekleyiş yok. Her seçimde aktiftik. Gerçeği anlayıp inanana kadar oylarımızı hep topluca HÖH partine verdik. Bazılarımızın lider olmak için sahtecikten hapis yattığına inanamadık. Kimseyi aldatmadığımız için aldatılmak beklemiyorduk. Şimdi artık bu sayfa kapandı. 5 yıl önce yalnız BULTÜRK başkanı Rafet Ulutürk’ün anlatıp yazdıklarını bugün artık Lütfi Mestan’ın, Şabanali Ahmet’in, Mehmet Hoca’nın Osman Oktay’in ve daha binlerce kişinin ağzından işitebilirsiniz, 10 sayfa kitap çıktı okuyabilirsiniz. Gerçekleri işitmeye tahammülü olmayan, tartışmaya girmekten kaçan, kendi hayat öyküsünden utanan, insanların gözüne bakamayan hiçbir siyasetçi bizi içine düşürüldüğümüz bataktan çıkaramaz. Siyaset oyunu bu gerçek üzerine kurulmalıdır. Korku uyandıran nedir? Bulgarların yoğun yaşadığı küçük yerleşim yerlerinin sakinleri, köylüler 1990’da koyu kırmızıydı. Başka bir ifadeyle, küçük kasabalı tahsilli gençler demokratikleşmeye oy verirken, yaşlılar ve kör cahiller totalitarizmin ayakta kalmasını istedi. Burada dikkatten kaçmayan bir özellik var, 1990’da 40 - 45 yaşlarında olan ve demokrasi için oy kullananlar 2005 seçimlerinde yine kırmızı oy kullandılar. Bu iş düşündürücüdür. Neden değiştiler. Korktukları nedir? Yine demokrasiye giriş döneminde, mitinglere gelen, olayları izleyen, her şeyden haberdar olmak isteyen, fakat oy vermeyen büyük bir kitle oluştu. 22 yıl sonra bu kitle başını su yüzüne çıkardı. Toplumsal nimetlerden daha büyük bir pay isteyerek Bulgaristan’ın Avrupa Gelişimi için Vatandaşları (GERB) partisinde birleşti. Bugün iktidardadır. 5 seneden beri süren polis grevlerini başka türlü anlamak mümkün değildir. Bu kitle aşağı yukarı toplumumuzun üçte birine eşittir. Polis, ordu ve diğer güvenlik birimlerini ve onların yakınlarını birleştiren bu harekettir. 1990’da Bulgaristan’da Türk sorunlarının kökten çözülmesini, göçün durdurulmasını, Türklerin tüm demokratik haklarının verilmesini engelleyen suskun güç odur. Bugün de GERB’in stratejisi Türklerin ve Müslüman azınlığın devletten sökülüp kazınmasına dayandırılmıştır. Türk bölgelerinde spor tesisi açılışında şerit kesmek, Deliorman’da pehlivan abidesi açmak göz boyamadır. 1972 ve 1985 isim değiştirme, tutuklama, zorlama, yargılama, cezaevlerinde çürütme ve toplama kamplarında ve sürgünlerde uygulanan zulmün başat devlet gücünü oluşturan bu kitle, haklarımızı isterken, suçluların da cezalandırılmasını isteyeceğimizden korktu. Demokratikleşmeyi frenlediler. Memlekette


Makale ve Analizler - 2016

165

GERB partisi merkezlerinin kapısını açan tek Türk yoktur. Yutamadıkları büyük gerçek, Türklerin kovulmasından sonra ekonominin çökmesidir. Yakın geçmişte, Bulgaristan’da Demokrasiyi Araştırma Merkezini kuran, Sofya Üniversitesinde Prof. Ognyan Daynov’la bir görüşmemizde “ekonomi çöktü” dendiğinde gözlerinin önünde beliren gerçek nedir’ diye sorduğumda şu yanıtı aldım: Dedemin köyü Tırnovo ilinde Mindiya köyüdür. Köyümüzdeki Yusuf Bey ailesi büyüktü. Tarım Kooperatifi (TKZS) fermasında 300 inek bakıyor, her gün 5 bin litre süt teslim ediyorlardı. Türkiye’ye göçe zorlandılar. Gittiler. Yerlerine sarhoş Bulgarlar ve Çingeneler tayin edildi. 2 senede 17 inek kaldı, hepsi hastalandı ve öldü. Daha anlatayım mı? Bu, alçak gönüllü, yardımsever, neşeli, çalışkan, eşi olmayan ailelerin göçünden sorumlu olanlar, isimlerinin değiştirilmesinden cezalandırılmaları gerekenler, zulmün sorumluları, dil ve dinlerinin, yaşayış tarzlarının yasaklanmasından sorumlu olanların mutlaka tutuklanıp cezalandırılması gerekiyordu. Bu işleri yapanların başında bugünkü gerbacılar olduğundan, daha 1990’da yol kesen rolü oynadılar. Başka bir tuzak ve ihanet örneği. 29 Aralık 1989’da Bulgaristan Müslüman - Türklerinin isimlerinin ve din haklarının iade edilmesi kararının çıkması, aşırı milliyetçi Bulgar kesimde şiddetli protestolar uyandırdı. Razgrat şehrinde “Bulgaristan Bulgarların” hareketi başladı. Bu aşırı ırkçılıktı ve hepimizin kovulmasında direniyorlardı. Türklerin ülkeyi boşaltmasında direndiler. Milliyetçi hareketlenmede güç bulan öncelikle eski gizli polis DS subayları ve polis görevlileri Kırcaali’de iki adet uğursuz örgüt kurdu. 1) Ulusal Çıkarların Savunulması için Umum Milli Komite ve 2) Emeğin Vatan Partisi. Bu partiler Razgrat, Veliko Tırnovo, Stara Zagora, Smolyan, Haskovo, Tırgovişte ve diğer il ve ilçe merkezlerinde de kan kusan örgütler kurdu. Milliyetçi, ırkçı ve özellikle de Türklere karşı sivri uçlu partiler ve hareketin yöneticilerinden birisi, bir gizli polis ajanı olan, daha sonra Bulgaristan Sosyalist Partisi Başkanı seçilen, Ahmet Doğan’ın aldatıp yönlendirdiği HÖH seçmen oylarıyla 22 Ocak 2002’de Bulgaristan Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı da seçilen Georgi Parvanov’tur. Bu bizim demokrasi davamıza en büyük ihanetlerden biridir. En büyük düşmanımızı Cumhurbaşkanı seçecek kadar körleştirildik. O zaman hepimizin Bulgaristan demokratik kamuoyunun gözünden düştüğümüz gündü. Bize “siyasi köle” diyenler haklıydı. Birçok defa aldatıldık derken vurgulanmak istediğimiz noktalardan biri tam da budur. O zaman - Demokratik Güçler Bir-


166

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

liği adayı Petır Stoyanov’un biraz desteklememizle bir süre daha Cumhurbaşkanı seçilmesi olanağı vardı. Bu olanak biz Müslüman Türklerin oylarıyla rafa kaldırıldı. Bu seçim, memleketimizde demokratikleşme davasına en büyük ihanet oldu. Ahmet Doğan bu hainlik için çok büyük paralar aldı. Çok defa aldatıldığımızı gören Bulgar kamuoyu 2015’te bize “körleştirilince kapsülleşmişler” dedi. Biz demokrasi kalkanını delen bir ayaklanmadan geliyorduk. Bizi bu kadar alçak düşüren, demokrasi davasına “ihanet” gibi durumlara sürükleyen, tuz yaşamaya giden koyun durumuna iten hainlik Türkiye’deki soydaşlarımız da yürekler acısı durumlara sürüdü. Bulgarlar bize siz “1908’den beri hiç değişmediniz mi” sorusunu sormaya başladılar. Zavallılaşmıştık. Sahayı boş bulan Doğan haini kendini hindi kuşu gibi şişirdi de şişirdi. Bugünkü durum ortadadır. Yine evirip çevirip HÖH seçmenlerini, Rusçu, anti-Türk kesimde yetişmiş milliyetçilerden olan, sol cephenin adayı M. Popova’ya oy vermeye hazırlıyor. Bu kadar büyük bir gücü yenebilmiştik. 1989’da Bulgaristan’da 800 bin komünist, 130 bin kişilik ordu, 80 bin üniformalı milis ve gizli polis “DS” ile 7 milyon Vatan Cephesi üyesi varken ayaklanan Türklerin ve demokrasi ve insan hakları davamızdan ateş alan Bulgar demokratların Todor Jivkov rejimini devirebildik. Halkımız birleşince her şeye muktedirdir. Geçmişteki başarılarımızdan ders alınmadan yeni oyun kurulamaz. Bugün artık 17 Aralık 2015 HÖH iç darbesinin neden yapıldığı iyice anlaşıldı. Aslında demokratikleşmenin ilk aylarında böyle bir olay bizzat yaşanmıştı. 1989 Bulgar devrimi hem Bulgarlar hem de Türkler açısından bir sokak devrimidir. Bu, totaliter zulme karşı bir patlamadır. Mükemmel örgütlenmiş olduğunu asla söyleyemeyiz, çünkü Demokratik Güçler Birliği CDC bile 1 milyon 300 bin Sofyalı meydanları doldurduğunda kuruldu. Devrimin örgütsel yapısı sokak ve meydanlar insan dolunca tamamlandı. Büyük kavga üretim araçlarını ellerinde bulanlarla emekçiler arasında değil, zulüm edenlerle, zulüm görenler arasındaydı. Serbest nefes almak isteyenler sokaklara akmıştı. Bugünde, totaliter hurdalığı arkasına alarak Bulgaristan Müslüman Türklerinin demokrasi mücadelesini boğmak isteyen Ahmet Doğan kliğine karşı bir milli hareketlenme gelişiyor. Türkler işleri kökten temizleme ustası olarak bilinir. Bağımsız hareketlenme büyük endişe uyandırıyor. Yeni devinimi Lütfü Mestan, Kasım Dal ya da başka biri başlatmadı. Gelişen bir halk hareketidir. İlk tepkileri 2014 erken seçimlerinde görebildik. 2016 yerel seçimlerinde olay yeni boyutlar aldı. Bağımsızlar deresi doldukça kıyılarına sığmıyor büyük bir nehre dönüşme yollarını arıyor. Bu hareketin Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaştıkça güç topladığı gözden kaçmıyor. Biriken enerli şimdi statik (dural) olsa da, hayatta el atıyor. Çok yakın gelecekte siyasi partilerin adayları belli olduğunda, Türkiye ve


Makale ve Analizler - 2016

167

Bulgaristan seçmenimizin bu hareketle uyum sağlayıp ortak aday göstereceklerine inanıyorum. Yeni olan her zaman üstün gelir. Onu doğarken yutmaya hazırlananlar akbabalar gibi uçuşmaya başladılar bile... Liderlerin ödevi hareket yaratmak değildir! Oluşan halk hareketlerine önderlik etmektir. Halkın hareketlenmesi doğal bir olgudur. Toplumsal çelişkilerin kesin yansımasıdır. Yeni liderlerin zamanını doldurmuş partilerden olması şartı geçerli değildir. Halkımız derneklerden yükselen liderleri kucaklamaya hazırdır.

Kendimizi Arıyoruz

Dr. Nedim Birinci-13.Temmuz.2016

Konu: Türklüğümüzden Yankılanan Başkan Adayı Seçimler yaklaştıkça memleketimizde yer-gök Türklük yankılanmaya can atıyor. Türkiye’mizdeki sivil toplum örgütleri, tüm dernekler, bilinen feylesof, saygın öğretmen, akil kardeşlerimizden biri olan Mehmet Hoca’nın Bulgaristan Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı adayı gösterilmesi konusunda uyum sağlamış durumdadır. Mehmet Hoca 1990’larda Türk kimliğimizin biçimlenmesinde, halktan kaynaklanan siyaset çizgisinin tutmasında, anane ve geleneklerimize bağlı halkta yaşayan ahlakımıza bağlı kalınmasında önemli rol oynadı. Okuldan, bilimden, kültürden kopmuş bir Türk kimliğinden “siyasi kölelik” doğacağını ve halkımızı uyaran o olmuştu. “Bulgar Etnik Modeli” totaliter düzenin Türk kimliğini eritme ve asimile ederek yok etme tuzağı olduğuna işaret etti. Hak ve Özgürlük Hareketi Genel Başkan Yardımcısı görevinden istifa etmesine neden kültürümüze, dilimiz ve dinimize, yaşam tarzımıza saldırıların yeni zamanda yeni biçimde şiddetlenmesine tepki oldu. O günlerden uzun bir zaman geçmiş olmasına rağmen, o canla başla çalıştığı davadan asla ödün vermedi. Bu yıllarda o bulunduğu her yerde Bulgaristanlı Türklerin ve tüm soydaşların öz davasından fikren ve ruhen bir an ayrılmadı. Azınlıklar için de, tüm doğal hakların, insan haklarının, kültürel hakların ve uygarlıkta yaşama hakkımızın tanınması davasında konumlarını şerefle korudu. Ramazan ayında Sofya meclisinin Müslüman Türklere, onların hayat tarzına ve geleneklerine karşı üç kanun kabul etmesi, aydınların öncüsü Mehmet


168

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Hoca’nın şiddetli tepkisini uyandırdı. Biz anadilimizden vazgeçemeyiz. Biz dinimizden vazgeçemeyiz. Biz Türk kimliğimizden ödün veremeyiz. Feylesofun savunduğu temel görüşlerin özünde, düşmanlık besleyen bir toplumun demokrasileşemeyeceği de vardı. Geçmişi hakkında, “soykırım” suçları ile ilgili, insan haklarına saygısızlık konularında sorumluluk üslenmeyen bir toplumda toleranstan söz edilmesi yanlış olur. Doğuştan ve geleneklerinde hoşgörülü olan Türkler, hoşgörülü bir toplumun ancak karşılıklı tolerans ortamında oluşturulabileceğine inanır. Özgürlüklerin olmadığı yerde ne sorumluluk, ne tolerans ne de demokrasi hayat hakkı bulabilir. Köklerini faşist totaliter baskı ve terör düzeninden koparamayan bugünkü Bulgar toplumu 26 yıldan beri bir devrimsel dönüşüm yapamadığı gibi, yenileşme yolunma da açılamadı. HÖH, GERB, Ataka, sözüm ona “Yurtsever Cephe” vb siyasi partiler toplumu gemleme yolunda uygulamada birleştikleri için, Avrupa Birliği’nin en geri kalmış, en sefil, en umutsuz ve geleceği karanlık ülkesi olan Bulgaristan bugün artık ancak bağımsızlarla yol alabilir. Dinmeyen bir boğuşma içinde 2016’da köle olmak istemeyenlerin zincirlerini kırdığını gören saygın düşünür, Özgürlük, Sorumluluk ve Hoşgörü için Demokrasi (DOST) partinin inisiyatif toplantısında ve kurucu kurultayında olaylar üzerinde kendisi gibi düşünen, kafa yoranlarla siyaset sahnesine çıktı. Onun gibi yüreklenenler arasında Türklerle, Pomaklarla ve Çingenelerle birlikte Bulgarlar da vardı. Onlar da köklü dönüşüm ve gelişerek yükselme istiyordu. Bu fikirleri çok etnikli, farklı dil ve dinli bir vatandaş ulusu olan Bulgaristan’a ekme zamanı gelmişti. O, Müslüman - Türker’in, dil, din ve özgün kültürlü etnik azınlıkların, ekmek parası için, terörden kaçarak vatan toprağını terk etmek zorunda kalmış, sayıları yüz binler olan – açların, işsizlerin, sefillerin ve özgürlük umuduyla yaşayanların ortak adayı olma önerisini seve seve kabul etti. Bizimle birlik olup davamızın ön sıralarında olmayı kabul ettiği için kendisini, ailesini ve tüm yol arkadaşlarını kutlar başarılar dileriz. Bu haber memleketi dolaşıyor. Coşan toplumda torun dedesine sormuş, “Ne olacak şimdi dede?” Bir tarafı Türklük ve ahlak abidesiyim diye bağırırken, diğer tarafı ihanetin ve şerefsizliğin kitabını yazanların sayfası kapanacak oğlum. Olacak olan budur cevabını veren büyükbaba torununa şu öyküyü anlatmış: Dede - torun bir gün dağ yolunca geziye çıkmışlar. Bir taşın kenarına basan torun ayağı kayınca düşmüş ve “Dedeciiiiğim!” diye bağırmış. Dağdan taştan dereden tepeden “Dedeciiiğim!” sesi gelmiş.


Makale ve Analizler - 2016

169

Dedesinin bacağına tutunarak kalkmaya çalışan torun gelen sesi işitince şaşakalmış ve “Kimsin sen!” demiş. Dağ taş dere tepe “Kimsin sen!” demiş. Torun dedesine “Dedeciğim ne oluyor? Birisi mi var?” diye sormuş. Dağ taş dere tepe de “Dede ne oluyor? Birisi mi var?” diye sormuş. Dede gülümseyerek torununa “Sana her şeyimi devrediyorum. Sen şampiyonsun!” demiş. Dağ taş dere tepe hep bir ağızdan “Sana her şeyimi devrediyorum. Sen şampiyonsun!” diye tekrarlamış. Torun hala şaşkın! Dede, evladım insanlar buna yankı der ama adı hayattır. Şimdi dinle diyerek, daha yüksek bir sesle: “Ben ve torunum Bulgaristanlı Müslüman/Türk’üz!” der. Dağ taş dere tepe bir ağızdan “Ben ve torunum Bulgaristanlı Müslüman - Türk’üz!” der. Bugünümüz geçmişimizden bir parçadır. Yankılanan özümüzdür. Değişmeyenimizdir. Bizim Türklüğümüz yok edilmek istendi. Bugün bütün tarihsel muhteşemliğiyle yeniden yankılanıyor. Mehmet Hoca’nın misyonu bu yankının sesine ses katmaktır. İnsanın yaptığı bütün iyilikler ve kötülükler geçmişten gelen seslerde yankılanır. Tarihimiz hafızamızdadır. Baskılarla yok edilemez. Zamanı geldiğinde canlanır, yankılanır ve yaşam hakkına kavuşur. Dağ taş dere tepe de verdiği aksi sedayla bizim sesimizde ifade bulan iç dünyamızı yansıtır. Hayat insana hak ettikleri gün gelir mutlaka verir. Biz Türk kimliğimizi koruyabilmek için çok mücadele verdik. İşte şimdi hayat bize bu seçimlerde Türklük sevdasıyla yanan bir lider sunuyor, ödüllendiriliyoruz. Bu bir tesadüf (rastlantı) değildir, hayatın yansımasıdır. Bu sözleri torununa aktaran dede, torununun başını hep sıvazlıyordu. *** Siyasi yorum: Her bir siyasi parti ve hareket Cumhurbaşkanı adayı çıkaramaz. Her ulus demokratik devlet kuramaz. Bütün geçmişi yalana, sahtekarlığa ve dolandırıcılığa dayanan Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) 1990’dan sonra 4 defa Cumhurbaşkanı seçimi yapılsa da bir defa bile aday çıkaramadı. Bunun nedeni ise, partiyi yönetenlerin çift karakterli olmasında, sağ ve sol cepheden adaylara “koltuk değnekliği” yapmakta, daha fazla kişisel yarar aramış olmalarında gizlidir.


170

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

HÖH lideri Ahmet Doğan, ülkemizde kurulan birinci demokratik kitle örgüt olan ve her zaman haklarımızın ve özgürlüklerimizin tanınmasından yana çıkan - Demokratik Güçler Birliği (CDC) Başkanı Jelü Jelev ile son Türkün de Bulgaristan’dan kovmak amacıyla kurulan “Vatan için Emek Partisi” lideri G. Parvanov arasındaki farkı seçmenlere doğru dürüst anlatmaya yanaşmadı, seçmeni aldattı. Her seçimde vatandaki kardeşlerimizi ve soydaşlarımızı yanlış kişiye oy vermeye kandırdı. Çifte karakterli siyasi yaklaşımla seçmenimiz gözü kör “siyasi köle” durumuna getirilmek istendi. Özellikle son iki yılda Bulgar milliyetçilerin nankörlüğü çok ileri gitti. Bu kör döngüye düşen Ermeni asıllı Bulgar gazeteci Kivork Kivorkyan savcılığa çağrıldı. Bilinen gazeteci Çingeneler hakkında “Bokluk”; “Levski, Yoto ve Çingeneler” ve “Çingene Yüzsüzlüğü” başlıklı üç yazı yazdı. Bu yazılarında Kivorkyan kamuoyunun etkisi altında kalmış olacak Romanlar için “Çingene hayvan” demiş. Ataka partisi lideri Volen Siderov “Çingeneler sabuna”, “Vatan için Emek partisi” ise 1990’da “Türkler savuna” demişti. Burada Türklere, Pomaklara ve Çingenelere karşı devamlı tırmanan bir saldırı izliyoruz. Bağımsız bir hareketlenmede bu güçlerin hepsinin çekici aynı noktaya vurması ve seçilecek Cumhurbaşkanı seçimlerinde çekici aynı örse vurmalıdır. Biz Müslüman-Türklerin haklarını savunmayan, korumayan Bulgar milli çıkarlarını bayrak yaparak halkın gözüne kül serpiştiren HÖH Genel Başkanı Mustafa Karadayı bu konulara değinmiyor. Bulgar basınının yarısı HÖH milletvekili D. Peevski’nin olsa da bu konuları işlemiyor. Gizli polis ve KGB ajanlığına sorunmuş HÖH tırmanan faşizmi gizlemek için basına sahip çıktı. Seçmeni bilgisiz bırakarak aldatma, oyalama, uyutma ve yanlış kişiye oy verdirmeye zorlama siyaseti izleniyor. Birkaç gün önce Tırgovişte ilinin “Kondu Nine” bereket beraberliğinde konuşan Karadayı, HÖH partisinin yaklaşan Cumhurbaşkanı seçimlerinde yine aday göstermeyeceğini, siyasi platform ve istek listesi açıklamayacağını duyurdu. Bu durumda, HÖH partisinin işaret ettiği adaya oy vermek anlamsızdır. Zaten Cumhurbaşkanı seçimleri majoriter sisteme göre yapılır. Hangi aday daha fazla oy alırsa o kazanır. Herkes istediği adaya oy verme hakkını serbestçe kullanabilir. Türk düşmanlığından yakınan Karadayı, Müslüman/Türklere karşı en fazla hakaret eden ATAKA partisinin HÖH lideri Ahmet Doğan’ın verdiği parayla kurulduğunu, Ahmet Doğanla komple merkezi “sarayda” planlanan tuzakları koordine ettiklerini söylemedi. Soydaşların seçime katılma haklarını kısıtlamayı hedefleyen ırkçı - faşist yasaları meclise taşıyan sözde “Yurtsever Cephe” PF adlı Türk ve İslam düşmanı partinin yeşerip dirilmesine seyirci kalındığını da hatır-


Makale ve Analizler - 2016

171

latmadı. Hakim kesin kanıya göre, HÖH partisinin siyaset alanından çekilmesi Bulgaristan’da ırkçı milliyetçiliğin de sonu alacaktır. Geleneksel buluşmalarımızı fırsat bilerek bir açık hava ortamında ilk halka açık konuşmasını yapan Karadayı, Türkçe tek söz söylemedi. HÖH yönetiminin ırkçılık, aşırı sol ve sağ milliyetçilik ve faşizan uzantılarla mücadele için taktik ve strateji geliştirmen niyetinde olmadığını da söylemedi. O, Bulgaristan’da totaliter komünist rejimin yıkılması için Mayıs 1989’da başkaldıran Türkleri, Ahmet Doğan’ın hapisten yönettiğini iddia edince köylüler “ne oluyor bu” anlamında bakıştılar. O, böylece 26 yıldan beri tekrarlanan bu büyük yalanı bir daha tekrarlamış oldu. Toplantıdan sonra, “Söyleyin şunlara yalanları Sofya’da bırakıp da gelsinler” diyenler oldu. Herkes, HÖH yönetiminin “milli çıkarlar ambalajına sarmalayıp” Moskofçu, Türk düşmanı olan milliyetçi bir adaya oy verdirmeye hazırlık gördüğünü fark etmeyen kalmadı. *** Sofya Mahkemesi’nde alınan siyasi kararla, Özgürlük, Sorumluluk ve Tolerans için Demokrasi (DOST) partisinin Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday yükseltme yolunun şimdilik kesilmiş olmasına rağmen, Bulgaristanlı MüslümanTürklerin, Türkiye’deki soydaşlarımızın ve Batı Avrupa ülkelerindeki işçilerimizin partili ya da bağımsız ama Türk kimliğimizi koruyup geliştirme davasına bağlı bir aday yükseltme kararı gizlidir. Herkesin bildiği üzere, İstanbul merkezli Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği BULTÜRK 2011 seçimlerinde ilk kez bağımsız bir aday göstererek bu yolu açmış oldu o dönem de büyük bir adım atmış oldu. Çok büyük başarı elde edildi. Karma bölgelerde, köy ve kentlerimizde “İlk kez bir Türk Cumhurbaşkanı adayı kapımızı çaldı!” coşkusu yaşandı. Yaz sıcaklarına karşın, memleket sokaklarında gölgeden gölgeye atlarken karşılaştığımız arkadaşlarla dertleşirken, “Böyle kader olmaz olsun!” diyenlerin yeni bir giriş kapısı aradıkları kendini belli etti. “Biz, istemek istediklerimizi isteyemedik, istesek de duyan olmadı” homurdanmaları artıyor. 28 Aralık 1989’da BKP Merkez Komitesi kararını açıklayanlar, “İsimlerinizi geri alabilirsiniz!” demekle bizi uyuttular. İsimlerimiz ve dinimiz taleplerimizin kutsal ama küçük bir parçasıdır. Bulgaristan Türkleri 1950 yıllarının ilk arasında elde ettiğimiz haklarının bütünüyle ve tamamen geri verilmesi için ayaklandık, mücadele ettik, kurbanlar verdik. HÖH yönetiminin bizden olduğunu sanmakla çok yanıldık.


172

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

HÖH lideri olarak boynuna kravat bağlayan Mustafa Karadayı evde hanesiyle, çocuklarıyla Bulgarca konuştuğu yetmezmiş gibi, Tırgovişte köylüleriyle de Bulgar dilinde konuşması sert tepki aldı. Böyle bir kişiden Türk kimliği için mücadele vermesini beklemek enayilik olur. Yeter artık uyanalım derin uykudan kalkalım artık. Türklerin, Pomakların, Çingenelerin, tüm açların, işsizlerin, evsizlerin, sefillerin, yoksulların, cebinde beş para olmayanların, okumak isteyip de okuyamayanların çıkarları bağımsız adayların Cumhurbaşkanı adayımızın programında toplanıyor ve ufuk arıyor. Zafer bizim olsun! Zafer Hakkın Yanında Olsun!

NATO Varşova Toplantısı ve Türkiye

BG-SAM-14.Temmuz.2016

Bulgaristan TRUD Gazetesinden tercume Konu: Türkiye Sorunlarını Yalnız Çözebiliyor. “Trud” gazetesi. Lübomir Küçükov NATO’nun Varşova zirvesinde olup bitenleri sakin bir şekilde (hatır sayar bir bakışla) izleyen Türkiye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan oldu. Çünkü o işlerini buraya gelmezden önce bitirmişti. Rusya ile ilgili ortak tutumun ne kadar sert olması gerektiği NATO üyesi devletlerin başkentlerinde yoğun bir şekilde tartışılırken, görüşmeden sadece birkaç gün önce Türkiye diplomatik alanda, ikili temaslarla sorunlarını çözmüştü. Buna paralel olarak, Avrupa Birliği ile sığınmacılar sözleşmesinde mutabık kalmasından birkaç ay sonra, İsrail’le olan sorunlarına da çözüm getirdi. Ve içinde bulunduğu uluslar arası izole durumdan sıyrılmayı başardı. Kürtler ve Esat gibi Erdoğan için iki çok önemli cephede Birleşik Amerika ve NATO’yu daha aktif angaje etmeyi, Rus askeri uçağını düşürerek NATO ve Rusya arasındaki cepheleşmeyi güçlendirmeyi başaramayınca, kendini yeniOsmancılık düşüncesinin temellerinde yer alan, komşularla sıfır sorun stratejisiyle tamamen zıt bir durumda, herkesle sorunlu bir ortamda buldu. Hatta Kuzey Suriye’de “İslam devleti” ile savaşta Kürt askeri güçlerine destek gösterdiğinden dolayı Birleşik Amerika ile bile zıt duruma düştü. Üstelik bölgedeki süreçlere etkide bulunacak araç ve partnerler de büyük ölçüde azalmıştı. Türkiye’nin


Makale ve Analizler - 2016

173

Güney Doğusu’nda PKK güçlerine karşı verilen amansız mücadele; Türkiye’nin ana kentlerinde DEAŞ’ın sıklaşan terör saldırıları, Avrupa’dan otoriteriz ve sözde demokratik vatandaş haklarının çiğnenmesine karşı yükselen eleştiriler Erdoğan’ın birçok yönde düşmanı olduğunu ortaya çıkarınca, birkaç cephenin birden kapatılması gereği ortaya çıkmıştı. Bölgesel lider ve bir küresel faktör olarak yerleşmeye çalışan Ankara’nın önce Yakın Doğu süreçleri üzerinde etkisini duyurması gerekiyordu. Erdoğan, Rusya’nın Varşova toplantısından önce, NATO devleri arasında Polonya ve Baltık bölgesi ülkelerine karşı balans sağlanması çabalarını doğru değerlendirerek, düşürülen Rus askeri uçağı ile ilgili yarı özür diledi ve RusTürk ilişkilerinin yeniden gelişim yoluna girmesini sağladı. Türkiye’ye konan ekonomik yaptırımlar, Rus turistlerin ziyaretine yasak kalktı. Enerji sektöründe ortak tasarımlara dönülmesine ve terörizmle birlikte mücadeleye yeşil ışık yakıldı. Türkiye kendisinin yönettiği muhalefet gruplarının cıhadistlerin kontrolündeki bölgelerden çekilmesi gereğini kabul ederek, Suriye ile direk çatılmaya vesile olmamaya hazır olduğunu da ortaya koydu. Yakın gelecekte Putin ile Erdoğan arasında bir görüşme olması beklentisiyle ilgili olarak, Esat’la ilgili Türkiye siyasetinde yumuşama olabileceği de ön plana çıktı. Böyle bir yaklaşım daha önce Birleşik Amerika devlet sekreteri Kery tarafından geliştirilmişti ve şunu ön görüyordu. “Esat’ın siyasi geleceği yoktur.” Fakat şu aşamada bir geçiş dönemine ihtiyaç vardır. Bu değişiklik, Washington ile diyalog başlatılabilmesine yardım sağlayabilir. Bu gelişmeler olurken, Erdoğan, Sofya da aralarında Bükreş, Kiev ve Tiflis’te birçok siyasetçinin rahatını bozmuş oldu. “Karadeniz Filosu” kurulması önerisini kucaklarken, Rusya ile uzun vadeli sıkı işbirliği ve Karadeniz’de NATO varlığının genişlemesi gereği stratejisini Türkiye’nin gözden geçirmeye hazır olduğuna inanmalarına olanak verdi. Bu arada, Karadeniz Askeri Filosu projesinin gerçekleştirildiği halde, (diğer muhtemel katılımcıların askeri deniz güçleri karşısında Türkiye askeri deniz kuvvetlerinin kat kat üstünlüğünden kaynaklanan ve Türkiye’ye güçlü egemenlik durumu sağlayacak durum dikkate alındığında) ya da (Rusya ile ilişkilerini normalleştirme iradesine bağlı olarak, onun bu tasarımın hayata geçirilmesinden vazgeçmesi halinde) her iki durumda da, politik kazanç payı güvence altında bulunur. Ankara’nın gerçekleştirdiği diplomatik yıldırım operasyon uluslar arası alanda hırpalanmış olan konumunu yeniden güçlendirebilmesini sağladı. İsrail’in Ankara’dan özür dilemesi ise, 6 yıl önce, insancıl yardım yüklü bir Türk gemisi’nin İsrail’in Gaza ablukasından geçtiğinde, İsrail komandolarının saldırına uğramasından ve on Türkiye vatandaşını öldürdükten sonra kesilen Tür-


174

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

kiye - İsrail ilişkilerinin yeniden tesis edilmesini sağlamış oldu. Birkaç ay devam eden görüşmelerde, aşağıdaki iki Türk koşulunun da tamamen kabul edilmesinden sonra (özel bir vakıf kurularak, şehit ailelerine yardım gösterilmesi ve İsrail limanında denetlenmek koşuluyla bir ödün olarak Filistinlilere insancıl yardım gönderilmesi) ikili ilişkilerin normalleşmesi sağlanabildi. Ankara için bu anlaşmanın, biri politik, diğeri de ekonomik olmak üzere, iki anahtar konumlu önemi var. Politik olarak, (İsrail güvenliği için en büyük tehlike oluşturan İran’a karşı olmak üzere, İsrail Türkiye askeri istihbarat bilgi değişimi yeniden başlatılacak) ikili işbirliği yeniden başlatılmış oldu. İran’ın bölgedeki Şii etkisinin sınırlandırılması savaşımında Türkiye ile İsrail kendisine çok önemli konularda partnerlik eden Suudi Arabistan da bu ikili yakınlaşmanın gerçekleşmesinde aktif rol aldı. Ekonomik olarak ise, Türkiye, Akdenizdeki doğal gaz kaynaklarından enerji ithal etmek isterken, Rusya’ya enerji bağımlılığından kurtulma seçeneği arıyor. İlk bakışta inanılmaz gibi gelse de, Türkiye’nin Rusya ve İsrail’le ilişkilerini aynı anda normalleştirmesini ilk kutlayan Birleşik Amerika oldu ve Türk Amerikan ilişkilerindeki gerginliği azalttı. Washington, Türkiye ile Rusya arasındaki gerginlik yalnız Suriye konusunda politik çözüm bulmayı ve İslam devletiyle mücadeleyi güçleştirmekle kalmayıp Türkiye’nin öngörülebilmesi olası olmayan hareketlerinin, NATO’nun Rusya ile bir direk savaşa sürüklenmesine de neden olabileceğine endişe yarattığını açıkladı. Türkiye, Avrupa Birliği konusunda da tamamen yararcı bir tavır izledi. AB’den çıkmak için Britanya halkoylamasından sonra, AB ile sığınmacılar sözleşmesinden bir parça olan, Türkiye vatandaşlarının AB ülkelerine vizesiz seyahat yapma sözleşmesinin yürürlüğe girmesi hızlandırmaktan vazgeçti. Böylece Ankara, kendisi için daha geniş siyasi hareket alanı sağlarken, Avrupa’da antiTürk politik birikim toplayan bu konuyu kamuoyunun dikkat merkezinden şimdilik uzaklaştırmayı başardı. Ankara’nın diplomatik yıldırım operasyonları ülkenin uluslar arası alandaki konumlarının güçlenmesini sağladı.


Makale ve Analizler - 2016

175

Dönüşüm Zamanı

Musa Vatansever-14.Temmuz.2016

Konu: Siyaset mücadele arenasıdır! Türkçe sözlüklerde olmayan, fakat Avrupa dillerinde çok sık kullanılan bir Devrimci Durum kavramı var. Sosyal hayatın değiştiği zamanı ve ortamı yansıtır. Teorik anlamı, geniş halk yığınlarının eskisi gibi yaşamak istemediğine ve yönetici zümrenin de ülkeyi eskisi gibi yönetemediğine işaret eder. Memleketimiz Bulgaristan’da geniş halk yığınları dendiğine, öncelikle emekçiler, emekliler, azınlık toplulukları Müslüman - Türkler, Pomak ve Çingene kardeşlerimiz, işsizler ve sefaletle geçim kavgasında yenik düşmüş, hayat kaynakları kurumuş ve diğer yoksul tabakaları anlarız. Bizim lehçelerimizde “anası kocaya kaçmış” gibi bir tekerleme vardır. Burada kocaya kaçan çantası sırtında (dış ülkelere işe giden) evin babası - erkeğidir. Bu yüzden de toplumun ana iş gücünü oluşturan erkekler ortada olmayınca işlerin düzelmesi, toplumun dönüşmesi, tarım ve endüstrinin ayağa kaldırılabilmesi, daha iyi günlere el atılması yalnız bir hayaldir. Konuyu açmama gerek yoktur. Avrupa’nın en geri kalmış, en fazla işsizi olan ve en yoksul ülkesi biziz. Ülkemize dış yatırım gelmiyor. Neden mi, kimse vitrinden kokmuş et satın almak istemez de ondan. Ülkemizde yatırımcıları cezbeden ortam yok... Memleketimiz Bulgaristan’da yönetici zümre dendiğinde bugünkü aktüel değimle, mafya - oligarşi tayfası anlaşılmalıdır. Tayfa dediğimizde bu işe koşulmuş bir grup kişiyi anlarız. 1990’da böyle bir tayfa yoktu, ama bugün Boyko Borisof hükümetinde iktidardadır. Bunlar, kirli, kanlı, iğrenç, çarpmayı, dolandırıcılığı, rüşveti, kaçakçılığı öz görev olarak benimseyen kişi ve gruplardır. Bizdeki, zulüm toplumu totalitarizm kalıtı ortamında bu zümre şöyle gelişti: Bizde, 1993’te Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin görev süresinde Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) oylarıyla ve Demokratik Güçler Birliği (CDC) demokratikleşme programıyla Lüben Berov hükümeti kuruldu. Bulgaristan tarihi bu kadar çelişkili bir yönetim görmemişti. Bu iktidarın totalitarizmi parçalayıp yok etme niyeti yoktu. İşte bu sosyal taşlıkta kolları bacakları adaleli, kalın enseli, siyah elbiseli, beyaz gömlekli ve kravatlı gençler sokakları doldurmaya başladı. Onlar büyük ve pahalı Jeeplere inip binerken boyunlarında kalın altın köstekler dikkati çekiyordu. Önce “güreşçi tugayları”, ardından “kürekçi tugayları”, daha sonra “karatist tugayları” belirdi. Bu oluşumda yalnız “satranççı tugayı” kurulmadı ve daha Berov Başbakan iken bu oluşumlara katılanlara ortak isim bulundu: MUTRA -


176

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

suratsızlar. Bu ismin çok derin bir anlamı vardı ve yasa tanımazlar, her zaman kendilerini haklı sananlar, yargısız infaz uygulayanlar vb. zorbacılar da diyebiliriz. Onların polislerle, savcılıkla, bakanlıklarla kaynaştığı dönemler yaşandı. Bu cinayet tugayları, o zaman artık kapanmış olan komünist partisinin yani BSP’nin parasıyla mayalanmıştı. Bulgaristan’da sözde demokratikleşme döneminin ilk yıllarında terör havası estiren bu tugayların arasında “güreşçiler tugayından” sivrilen, kısa adı “MultiGrup” olan oluşum, Hak ve Özgürlükler Partisi lideri Ahmet Doğan’la sımsıkı bağlıydı. Moskova’nın emriyle kurulmuştu. Kuruluş amacı da, totaliter dönemde hele de Türklerin isimleri değiştirilirken işlenen ağır suçların sorgulanmasına, cinayet işlemiş üniformalı ve sivil polislerin, parti kadrolarının, yargıç ve savcıların tutuklanıp cezalandırılmasına yol vermemekti. Moskova bu cinayetleri gizlemek için kurulan zorbacı oluşumun Müslüman Türklerin parasıyla beslenmesinde ısrar etmişti. 1994 - 97 döneminde iktidar olan BSP, Jan Videnov hükümetini kurunca “özelleştirme” gerçekleştirdi. Türklere, Pomoklara ve Çingenelere de “özelleştirme bonoları” dağıtıldı. Tahvil niteliğinde olan bu kâğıtlarda Türkiye’ye göç eden 500 bin kardeşimizin de hakkı vardı. Azınlıkların ve soydaşların hakkı olan bu Bulgar özelleştirme senetlerine konan HÖH partisi yönetimi hepsini “MultiGrup” oluşumuna devredince “güreşçiler tugayı” çok güçlendi ve birçok sanayi tesisine el koydu. Böylece Bulgar devletinde totaliter yapı korundu, suçlular huzur evine alındı ve eski cinayetleri unutturma devri başladı. “Güreşçi tugaylar” ekip biçtiği devir Mart 2003’te “Multi-Grup” Başkanı İliya Pavlov’un kurşunlanarak öldürülmesine ve HÖH lideri Ahmet Doğan’ın ekmek elden su gölden, adına “saray” denen kodese kapanmasına kadar devam etti. Böylece iktidara suratsızların ve yerli ve yabancı oligarşinin siyasi temsilcisi olarak “judocular tugayı” ve “CİK” adlı sigorta şirketi başkanı, Moskova’nın ısrarıyla İç İşleri Bakanlığı sekreteri, orgeneral, GERB partisi Başkanı ve Başbakan olan, Todor Jivkov’un özel koruması Boyko Borisov gelmiş oldu. Son 26 yılda halk ve memleket çıkarlarından yana hiçbir köklü dönüşüm gerçekleştirmeyen Bulgar yönetim zümresi 6 Kasım 2016’da yapılacak Cumhurbaşkanı seçimleri arifesinde tam bir batmışlık içinde bulunuyor ve çok ufalmış olan siyasi parçalanmışlığın içinden aday göstermekte bile zorlanıyor. Dış faktörler arasında denge sağlayacak yavaş yavaş da olsa Moskova’nın Bulgaristan üzerinde kurduğu tuzakları temizleyecek ve totalitarizm kalıtlarını çöpe atacak bir Başkan Adayı gösterebilmekte bütün toplum zorlanıyor. Satranç oyununda bu duruma REMİ denir. Yeni bir başlangıca işarettir. Bulgaristan Sosyalist Partisi son 26 yılda ilk büyük oyununu Demokratik Güçler Birliği (CDC) ile oynamış ve 2001’de bu oyunu kazanmıştı. 2011’den beri


Makale ve Analizler - 2016

177

BSP ve GERB partileri arasındaki kapışma aslında, komünist partisini temsil eden BSP ile bu totaliter partinin baskı ve terör organı olan milis, sivil polis, jandarma, gönüllü tugaylar ve itfaiye güçlerinin partisi olan GERB arasındadır. Başka bir değişle bu bir yere kadar kuşaklar arası, dedelerle babalar ve torunlar arası bir kapışmadır. Şu da unutulmamalıdır ki, bu gün aile bağları olarak büyük ölçüde iç içedir. Bulgar toplumunun yenilenme için kendini mobilize etmemesi, okyanus kumsalındaki “Deniz Yıldızlarının” bekleyişine benzer. Ayakları, kolları, elleri, parmakları olmayan bu yaratıklar dalgaların kendilerini attığı kumsalda kalır. Aslında çok insafsız ve acımasız olan okyanus dalgaları onlara karşı sanki merhametlidir. Gece gelen dalgalarla kumsala serpilirler ve okyanusun sabah geri çekilmesini, yeni dalgalarla köpüklü deryada kaybolmayı arzularlar, fakat kendileri hiçbir şey yapabilecek durumda değildirler. deryasında kaybolurlar. Bu doğal olayın öyküsü şöyledir. Yazdığı kitabın yeni sayfasını yaratmaya oturmazdan önce, güneş mavi sulardan dalgalarla boğuşarak çıkarken, her sabah kumsalda git gel yapan, bilge bir adam varmış. Bir sabah, ayaklarına dolaşan kumlarla ilerlerken, uzakta dans eder gibi hareketler yapan bir insan figürü görmüş. Bu erken vakitte, okyanus kıyısında tek başına dolaşan birini gördüğüne çok sevinmiş ve ne yapıyor acaba diyerek, adımlarını sıklaştırmış. Kıyıdakinin genç biri olduğunu, yerden bir şeyler alıp, çok zarif hareketlerle suya bıraktığını görmüş. Gençle aynı hizaya geldiğinde yaşlı adam: “Günaydın! Ne iştir sabah, sabah!” demiş. İhtiyarı süzdükten sonra genç de: “Denizyıldızlarını okyanus suyuna geri veriyorum”, cevabını vermiş. “Belki de sana, onları okyanus sularına geri bırakmanın sebebini sormalıyım!” “Güneş doğdu doğacak, onları suya geri bırakmazsam, hepsi ölecekler!” “Fakat şu kumsalın uçsuz uzunluğuna bir bak, onları birer ikişer suya bırakmakla sen hiçbir şey değiştiremezsin”. Genç, bilge yaşlıyı saygıyla dinlemiş. Sonra yine eğilmiş, ayakucundaki denizyıldızını almış ve okyanusun köpüklü sularına bıraktıktan sonra şöyle demiş. “İşte şu, suya son bıraktığım denizyıldızının hayatını artık değiştirdim.” Bu ibretli masal düşündürücüdür, kumsallık denizyıldızları mezarlığı değildir. İstemiş olsak da Bulgaristan totaliter düzene mezarlık olamadı. Son anda hep bir şey olur; güçler dengesi değişiyor, isteyen olmuyor. Okyanusta gibi, ya


178

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

geni çekilen okyanus sularının son dalgası çok büyük gelip kumlar üzerine serilmiş ne varsa toplayıp köpüklü sulara geri çekiyor ya bir sağanak yağmurun kara bulutları güneş ışıklarının yolunu kapıyor ya da masalımızdaki genç oğlan gibi biri onları köpüklü sulara iade eder. Anlatılan bir dönüş emsalidir. Yok olmaktan kurtulan denizyıldızları için ölümden kurtulup hayata dönüştür. Sosyal yaşamda buna dönüşüm deriz. Toplumsal yaşamın kritik dönemlerinde de, özellikle 1789 Fransız Devrimi’nden sonra Devrimci Durum adıyla sosyal kuramların açıklanmasında kullanılır. Bu işin Bulgaristan’daki Cumhurbaşkanı seçimleriyle bağlantısını söyle açabiliriz. Devrimci durum aslında kilitlenmiş bir kördüğümdür. Benzer bir olay T.C. meclisinde 7 Haziran seçimlerinden sonra yaşandı. 3 ay sonra yapılan yeni erken genel seçimle AK Parti tarafından çözülebildi. Bulgaristan’da siyasi literatürde adı batmak (kolaps) olan bu olayı birkaç defadır yaşıyoruz. Kolaps değimi tıp literetüründe kan dolaşımının durması anlamındadır ve ekonomide ise sermayenin buharlaşması olarak da anlatılabilir. İlk defa 8 Kasım 1991 - 30 Aralık 1992 döneminde Bulgaristan kooperatifçi tarım mülkiyetini yok eden Başbakan Filip Dimitrov, tarım ekonomisine böyle bir çöküş yaşattı. İri baş hayvan sayısının 1 milyon 600 binden 200 bine düşmesi, tütün üretiminin 280 bin tondan 30 bin tona düşmesi vb. parlak örnekleridir. Ardından Başbakan Lüben Berov kabinesi döneminde (30 Aralık 1992 - 17 Ekim 1994) Moskova sanayi işletmelerimizde kullandığımız bin lisans (üretim izni belgesi) ve patenti birden geri çekti, üretim birden durdu, endüstrimiz çöktü. 1997 yılında Sosyalist Parti lideri Jan Videnov hükümet kurduğunda ise, paramız (leva) US Dolar karşısında 37 defa değer kaybetti, yaşanan iflas sonunda 15 ticaret bankası birden çöktü. Yukarıdaki denizyıldızı masalını, kumsalda yatan, tepişemeyen, tehlikeyi görse ve güneşin doğmasıyla sonunun geleceğini bilse de yerinden kımıldayamayan, hiçbir şey yapamayan, ancak bir tesadüfe bel bağlamış durumu, fikrimi açan bir benzetme olarak seçtim. Aslında içine düştüğümüz durum bir Rus tuzağıdır. Olay şöyle: 13 Temmuz 2016 günü Bulgar meclisinde, inşasına 35 yıl önce başlanan, yıllardır yılan hikâyesine dönen “Belene” Atom Elektrik Santrali projesinin kesin durdurulmasına karar alındı. Bu, Bulgar devletinin kaldıramadığı bir enkaz olduğunu gösterir. Yapılıp yapılmadığı bilinmeyen santral reaktörlerinin birisiyle ilgili Stok holm Uluslar arası Ticaret Mahkemesi yaklaşık 1 milyar 500 milyon leva cezalandırdı. Bu atom reaktörleri de devamlı modernleşen bir şey olduğundan reaktörün elden çıkarılması hem zor, hem de Rusların iznine tabi. Bu konuda her parti bir


Makale ve Analizler - 2016

179

proje geliştirdi, ama hiç birinin pratik değeri yok. Ortada denizyıldızı gibi komsalda 35 yıldan beri yatan bir ölü var ve devletin bu cenazeyi kaldırmaya gücükuvveti yok. Ne yazık ki, bizdeki bu cesetler bir değil beş değil. Eğer biz 6 Kasım 2016’da yapılacak olan Bulgaristan Cumhurbaşkanı seçimlerindeki adayları, denizyıldızlarını toplayıp köpüklü dalgalara teslim eden ve böylece kurtaran genç adam olarak ele alırsak, bugün itibarıyla siyasi yapılanmada böyle bir kurtarıcı kahraman sahneye çıkmamıştır. Tablodaki renkler şunlardır: Henüz bir aday üzerinde mutabık kalmamış olan Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP); ABV Partisi ve “21. Yüzyıl” Partisi arasındaki temaslar devam ediyor. Yapılan anketler seçmenin % 82’sinin partisiz yani bağımsız bir aday üzerinde anlaşılmasında birleşmiş olmasıdır. Aranan adayda, Bulgaristan’daki murtaoligarşi modelini ortadan kaldırma kararlılığı aranıyor. Kasim Dal ile Korman İsmailov’un Özgürlük ve Onur Partisinin de üyesi olduğu ve 5 parti birleştiren Reformcu Blok (RB), Birinci Boyko Borisov hükümetinde Enerji Bakanı olan Trayko Trayçev’i sağ merkezin Cumhurbaşkanı adayı gösterdi. “BNT 1” Programına çıkan Krıstev, “Belene” cesedini kaldırma işlerine karışmak istemediğini, çünkü bakan iken Moskova’ya çağrıldığını, orada çok kalın duvarlı bir odaya kapandığını, orada sorguya çekildiğini ve kendisine çok açık bir şekilde “söyle kendi istediğini ve “Belene” işinden elini ayağını çek” dendiğini anlattı. Seçilme şansı olmayan Krıstev, merkez sağda GERB oylarından büyük bir kısmını çalabilir. Bir yandan son cumhurbaşkanı Plevneliev’in yardımcısı olan eski Adalet Bakanı Popova’nin sol cephe adaylığı üzerinde anlaşma sağlanması halinde, destek sağlama ışığı veren Makedonya İç Devrim Örgütü (VMRO) ile sözde sözde “Yurtsever Cephe” (PF) partileri tutum değiştirdi ve birinci turda ortam milliyetçi bir aday yükseltmeye karar verdi. “Koltuk değneği” siyasetinden iyi getirim alan Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS) partisi oy oranının son derece düşmüş ve dibe vurmuş olduğu için kendi adayını göstermeyeceğini resmen açıklamış bulunuyor. Siyasi çevreler, tescili Temyiz Mahkemesi’ne giden Sorumluluk, Özgürlük ve Tolerans için demokrasi partisi (DOST), birisi Deliormanlı (Güney Hüsmen) ve ikincisi de (Batı Rodoplu ve Pirin bölgesinden (Musa Palev) liderliğindeki bağımsız kitle hareketi ile Türkiye Cumhuriyeti’ndeki kalabalık soydaş diyaspoorası ve Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği BULTÜRK yönetimindeki seçim hazırlıkları dikkatleri üzerine topluyor. Yükseltilecek olan ortak bağımsız Müslüman-Türk adayın ilk turda 500 bin oy alaması halinde, ikinci turda Cumhurbaşkanı Yardımcısı pazarlıklarına oturabileceği üzerinde yorum yapılıyor.


180

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Olaylara HÖH - DPS partisinin tamamen seyirci kalmayı kabul ettiğine göre etnik azınlık oylarının tamamen bağımsız Türk adaya gideceği konuşuluyor. Yapılan sosyolojik araştırma sonuçlarında GERB lideri liste başı olarak görünse de, derin bir bunalım içinde bulunan parti, aday göstermede kararlı değil ve Cumhurbaşkanı seçimlerini kaybetmenin ardından iktidarı da kaybetme tehlikesi olduğunu hesaba katıyor. İşte böyle bir durumda, Bulgaristan kumsalına çıkan denizyıldızlarını toplayıp denize atacak güç olmadığı ortadadır. Bu yaşanan derin bunalımların sonucu olduğu gibi gelecek umudunun da sönmüş olmasından kaynaklanıyor. Bulgaristan azınlık toplulukları bu durumdan yararlanarak, HÖH partisini ve Moskofçuları bir yana iterek kendi bağımsız Cumhurbaşkanı adayını çıkarmalı ve bir ortak bağımsızlar cephesi oluşturarak, ikinci turda devlet katı basamaklarında yükselmeyi başarmalıdır.

Mükemmel Savunmalar

Levent Rasimov-14.Temmuz.2016

Konu: Oyun kurmayı öğreniyoruz. Susan Bulgarlar şimdi kara kara düşünüyor. Tam bir bunalım, tam bir çökmüşlük, tam da dibe vurmuş bir ortamda Bulgaristanlı Müslüman-Türklerin, tüm diğer ezilmişleri de siyaset arenasına çağırarak Sorumluluk, Özgürlük, Tolerans ve Demokrasi demesi ve DOST’luktan ne ileri ne geri adım atarım, adımı da değiştirtmem özümü de değiştirtmem demesi, memlekette deprem yarattı. Memleketimizin dirilmesi için son derece gerekli değerleri siyasi hayata taşıyan bir partinin Sofya Şehir Mahkemesi’nde hukuk ilkeleriyle ilintisi olmayan havadan sudan uydurma gerekçelerle tescil edilmemesi, Bulgaristan’da adalet olmadığına inanmak istemeyenlere de “Kral’ın çıplak olduğunu” gösterdi. Bu olay, vatandaşların üçte ikisinin var olan siyasi partileri, bu arada Hak ve Özgürlük Partisi (DPS) çetesini de kesinlikle reddedip tarih çöplüğüne atmaya hazırlandığı bir sırada oldu. Vatandaş partili Cumhurbaşkanı istemiyor. Bağımsız yapılanmayla siyaset sahnesine dikilmeye hazırlanıyor. 1989’da demokrasi, adalet ve insan hakları mücadelesinde başı çektiğimiz gibi bağımsız bir siyasi ya-


Makale ve Analizler - 2016

181

pılanma yolunda ilk adımı atanlar yine biziz. Deliorman, Koca Balkan, Güney Doğu ve Batı Rodoplar, Pirin yöresi bağımsız siyasetçi olsun diyor. 26 yıldan beri seçmeni defalarca tuzağa düşüren, hepimize yalnız kötülük eden Hak ve Özgürlükler Partisi’nin 2016 seçimlerinde yine aday göstermemesi herkesi yeniden tiksindirdi. Politikaya girmekten korkanlar partiyi kapatsın çığlıkları yükseltiyor. Sofya Şehir Mahkemesinde üç aydan beri çok gergin duruşmalarda devamlı mücadele veren DOST parti yönetimi kamuoyunda sempati buldu. Bir partinin adının DOST olmasından korkanlar, parti üyelerinin isimlerinden ürkenlerin çırası söndüğünü herkes gördü. Mahkemede çifte standart uygulanması, yarısının ismi Rusçadan, diğer yarısının adı da Batı dillerinden alınmış olan (GERB, ATAKA) vb partilerin tescilinde sorun çıkarmayan mahkemenin, DOST Türkçeden geldiğinden kılçıklaşması, başlı başına suç tescil ettiği gibi, yargıcın görevden uzaklaştırılmasıyla sonuçlanmalıdır. Bulgaristan’da bir anayasal hak olan örgütlenme hakkının farklı dil ve dinli etniklerden olan vatandaşlar için farklı uygulanması 1944’ten beri ilk kez mücadele arenasına taşındı, gizlilik kalkanı kırıldı, mahkeme kararları yorumlanmaz, tartışılmaz, itiraz edilmez saçmalığı darbe aldı. DOST yönetimi Bulgaristan’da adalet kavgasında yeni bir sayfa açtı. Sahneye, kurmak istedikleri partiyi savunan serbest politik kimlikler, bireyler çıktı. Bulgaristan’da 1944 - 1989 arasında etniklerden serbest siyasi kimlik biçimlenmesine engel olmak için çekilen zulmü bilenler, DOST yönetiminin bireysel kimlikli aydın kişiliklerle sahneye çıkması ve mükemmel bir Bulgarcayla defalarca ve her defasında parlak savunuda bulunması herkesin dikkatini çekti, birçok milliyetçinin hayatını kararttı. İnsanlarımızın, 1989 direnişlerimiz de yüzde yüz siyasi nitelikli kimlik davası olsa da, aydınlarımızın memleketten kovulması sonucu ve totaliter baskı ve terörün sert ve ağır yükü altında, haklarımızı Bulgar iletişim ortamına çıkarak savunmamıza bir yere kadar engel olmuştu. DOST’un sahneye çıkmasıyla bu aşama aşılmıştır. Radyo ve TV yayınlarında “DOST partisi Temyiz Mahkemesinde tescil edilmezse, ülkemizde nazizme ve faşizme doğru ilk adımların atılacak” dendi. Son yıllarda tırmanan ırkçı milliyetçiliğin boynuzları iyice göründü. Bulgaristan azınlıklarının ezgin durumunu Avrupa Birliği ve büyün dünya görebildi. Bulgar hukukçular, birinci derece Sofya mahkemesinde DOST aleyhinde kararı, olmamış bir şeyi –hayal ürünü bir olguyu - (parti üyelerinin mitinglerde “DOST, DOST” diye alkış tutabileceği varsayımını) delil olarak gösterip karar almanın tüm hukuk ilkelerine aykırı düştüğünü, kurguların hukuk emsali teşkil edemeyeceğini, daha doğrusu suç teşkil ettiğini dile getiriyor.


182

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Şu özellikle bilinmelidir. 1944 yılından beri ilk kez olmak üzere Sofya Şehir Mahkemesi’nde alınan bir karara Bulgaristan Türkleri bu kadar hazırlıklı, bilgili ve cesur karşı çıktılar. DOST dosya savunması ve Bulgaristan Cumhuriyeti Temyiz Mahkemesine gönderilen dilekçe etnik haklarımızın ve bir sivil toplumda eşit vatandaş haklarımızın savunulması açısından olağanüstü büyük önem taşıyor. Şimdiye kadar bizimle ilgili yürütülen davalardan hiç biri bu denli geniş bir kitleye taşınamamış ve hep geri adım atılmış, haklarımız çiğnenmiş, ya rafa kaldırılmış ya da hasıraltı edilmişti. Davamız DOST sayesinde er meydanına taşınıyor. Hepimiz haklı davamızın ardında kilitlenmeliyiz. DOST Partisi Genel Başkan Lütfi Mestan’ın “bTV” sabah programında, Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Hafızov’un “NOVA TV” programında ve Genel Başkan Yardımcısı Prof. Maryana Georgierva’nın BNT 1 TV Programında yürüttüğü tartışmalar, anti-Türk maya ile malanmış Bulgar TV gazeteciliğinin konum değiştirmesine, gerilemesine ve sözüm yerindeyse biraz kendine gelmesine neden oldu. DOST yönetimi büyük destek buldu. Mahkemenin ön yargılı karar aldığını, siyasi baskı altında bulunduğunu herkes öğrendi. Müslüman - Türklerin Hak ve Özgürlüklerinden dem vuran ve sahte slogan yükseltmekle geçinen HÖH - DPS partisinin tutumu biz Deliormanlılara “Susamış Güvercin” masalını anımsattı. Çok susamış bir güvercin bir resimde gördüğü su bardağını sahici sanmış ve hızla üstüne uçmuş. Sert yüzeye çarpan güvercinin kanatları kırılınca yaralanıp yere düşmüş. Bu masal, DOST’un tescili engellemek için elinden geleni ardına bırakmayan HÖH partisini bekleyen trajediye işarettir. DOST hareketinin tescil edilmesini engellemek isteyenler toslayacaktır. DOST davası tamamen haklıdır, halkın desteğini ardına almış ve mutlaka muvaffak olacaktır. İyi hazırlanmış savunma da bir bakıma oyun kuruculuğudur.


Makale ve Analizler - 2016

183

Darbe Girişimi Yaşanırken, Ya Dışarıdan Saldırıya Uğrasaydık

İsmail Cingöz-17.Temmuz.2016

Türkiye 15 Temmuz 2016’da Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içerisinden bir grubun, emir komuta dışarısına çıkarak “Darbe Yapmaya Kalkışması” ile karşı karşıya gelmiştir. Darbe girişiminde bulunan askerler, kökü dışarıda olan bir ideolojik yapının (Fethullahçı Terör Örgütü) çok uzun bir süredir sinsice örgütlenmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Fakat bu örgütlenmenin esasında yalnızca TSK içerisinde olmadığı, devleti yöneten karar alıcı mekanizmalar tarafından uzun bir süredir bilinmekte olduğu ve temizlik yapılmaya çalışıldığı kamuoyu tarafından bilinmektedir. Türkiye 1960, 1971 ve 1980 yıllarında TSK’nın fiilen yönetime el koyması ile darbeler yaşamış bir ülkedir. Ve bu darbeler kendi dönemlerinde öyle ya da böyle halk tarafından zımnen kabul gördüğü görülmektedir Çünkü o darbeleri gerçekleştirenler çok iyi organize olmuş ve darbenin meşru kabul edilebilmesi için gerekli zeminin bir şekilde oluşturulmuş olduğu ilerleyen süreçte anlaşılmıştır. 15 Temmuz darbe girişimi ise halk tarafından engellenmiş olması ile ayrı bir yere ve öneme haizdir. Bu konuda bir çok yorum ve değerlendirmeler çeşitli basın ve yayın kuruluşlarında değerli akademisyenlerce ve konuya hâkim kişilerce yapılmaktadır. Bu darbe girişimi yaşanırken gözden kaçırılmaması gereken başka bir husus daha vardır. Türkiye darbe girişimi yaşarken, en az darbe kadar önemli başka iki tehlike daha atlatmıştır. Şöyle ki; darbe girişimi yapan TSK mensupları ve yandaşları bu eyleme başladığı an itibariyle TSK ikiye bölünmüştür. Bu olaylar yaşanırken ya IŞİD güney sınırlarımıza saldırmış olsaydı ya da PKK terör örgütünün Doğu ve Güneydoğu Bölgelerimiz başta olmak üzere kamu kurum ve kuruluşlarına top yekûn bir saldırısı ile iç isyan hali yaşanmış olsaydı!! Çünkü darbe girişiminde bulunan bir grup TSK mensubu ile bu girişimde yer almayan, hükümete bağlı TSK mensuplarının biri birleri ile mücadele ettiği bir kaos ortamı yaşanmıştır. Darbeye karşı mücadeleye destek veren Emniyet kesimi ile darbeci kesimin saldırısı altında olan Emniyet kuvvetlerinin olduğu bir hal yaşanmıştır. En önemlisi de darbecileri içten içe desteklen, yıllardır devlet içerisinde yuvalanmış ve hala temizlenememiş kesimlerin pusuda bekliyor olma hali... yaşanmıştır.


184

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

“Kurt puslu havayı sever” sözünden hareketle, darbe girişimi yaşandığı süreçte ülkemiz harici bir saldırıya uğrasaydı, PKK yandaşları da bir isyan kalkışması yapsaydı?? “Allah korusun”, ya da “Allah korumuş bizi” değil mi? Türkiye büyük bir tehlike daha atlatmıştır. Türkiye’de halen meşru bir hükümet iş başındadır. Elbette hükümete oy veren hükümet taraftarları ile oy vermeyen muhalefet kesimi vardır. Ve demokrasinin gereği olmalıdır da. Aksi halde demokrasi olmaz... Ülkemiz bu sınavdan da başarı ile çıkmıştır. “En kötü demokrasi, en iyi darbeden iyidir” sözünden hareketle siyasi partiler ile halk tek yürek hareket edebilmiştir. Yasal süreç devam etmektedir ama bu süreçte gözden kaçırılmaması gereken en önemli husus da doğası gereği “emir - komuta” altında hareket eden yani görevin mahiyetini bilmeden kışlasından çıkan/çıkartılan askerler ile darbe yapma amaçlarını gizleyerek emir veren komuta kademesi aynı kefede tutulmamalıdır. Türk adaleti belki ağı aksak ilerler ama adil kararlar alır. Bizim de adaletin yerini bulacağına olan inancımız tamdır.

15 Temmuz Girişimi Üzerine Bir Analiz

Dr. Sakin Öner-17.Temmuz.2016

ABD’nin 2000 Yılı başında hayata geçirmek üzere piyasaya sürdüğü Büyük Ortadoğu Projesi, Türkiye ayağı 15 Temmuzda ikinci defa başarılı olamadı. BOP Türkiye ayağı ilk darbeyi, 1 Mart Tezkeresinin Meclisimizin basiretli kararıyla reddedilmesi ile yedi. 15 Temmuzda süper gücün desteğinde darbe girişiminde bulunanları, Allah ellerinde çok büyük güç olmasına rağmen başarılı kılmadı. Çünkü 1 Mart Tezkeresinin kabulü halinde yurdumuza askeri güçleri ile girip Sevr anlaşmasına göre dizayn etmek isteyen süper güç, 15 Temmuz darbe girişimi başarılı olsaydı BOP Türkiye ayağını yeniden gündeme getirebilirdi. Irak üçe bölündü, Kuzey Irak Kürt özerk devleti kurduruldu.


Makale ve Analizler - 2016

185

Suriye’de de PKK uzantısı PYD’ye bir Kürt devleti kurduruluyor. Sıra Türkiye’de de bir özerk Kürt devleti kurdurulmasına geldi. Fakat Allah Türk milletini her halükarda koruyor. Allah, bu darbe girişiminde bulunanları, bugün bulunduğu noktalara getiren güç eliyle etkisiz hale getiriyor. Ergenekon ve Balyoz davaları sırasında uydurma belgelerle ordunun Atatürkçü milliyetçi komutanlarını, siyasi iktidar desteğinde hapse attırıp ordudan uzaklaştıranlar, 15 Temmuz darbecileridir. Şimdi de aynı iktidar eliyle kendileri tasfiye edilmektedirler. Bu kimsenin değil, yüce Allah’ın takdiridir ve Allah’ın tokadıdır. Inanın zamanı gelince her mütekebbir muktedir bu ilahi tokadı yiyecektir. Bu millet her zaman demokratik yoldan istediği iktidarı seçme hakkına ve gücüne sahiptir. “Allah Biz Bilan. Allah bizimledir.” Bunlar benim yorumumdur. Takdir sizindir.

Başka Özgürlük Olamaz!

Muhammet Ulutürk-18.Temmuz.2016

Başucumuzda ve gönlümüzde Türkiye. Ana-vatanınasahip çık! Şu küçücük dünyada dik durmak zor. Şu dünyada on parmağında on hüner olan koca karının Halk olduğunu bir daha gördük ve dünyaya ilan ettik Bu defa da bu Büyük Halk yine biz Türklerdik. Şu sahte dünyayı bir daha şaşırtma şerefi bize düştü. Meyveleri iri ve leziz olan bahçelerde hırsızların bol olduğunu çocukluktan biliriz. İçine düştükleri bataklığın dibini bulamayanların, bize altın çağı çok gördüğünü de!


186

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

En güzel yalan paketlerine sarılmış kurşunlar, tanklar, toplar, savaş uçakları yenmiyor. Hepimizin büyük özlemi hep bir yudum su, bir lokma ekmek, biraz huzur ve derin bir uyku. Bugünkü korkuluğun da kalbi yok. Gözyaşları da yok. Uçaklardan atılan bombaların, en modern silahlarının kustuğu ölümün de! Askeri darbecilerin, cuntacıların, tankla çocuk ezenlerin, sahte dua edenlerin de! Bir eliyle beyaz güvercin uçuran ve ardından kanatlarına ateş açanların da! Kalbi yok! 15 Temmuz gecesi, Anavatanımız kalbinden bıçaklanmak istendi. Biz, Atavatanımızı kaybedenler, kalp yarasını biliriz. Adalet adına boyna ip, bileklere kelepçe takıp göz bağlayanları da! Zindanda aydınlık aramayı da özgürlüğün renginin olmadığını da!. Askeri darbeleri halkımızın korkuluğu yapmak isteyenler var. 1960-71 ve 1980 unutulmadan 15 Temmuz 2016 kâbusunu yaşadık. Umutlarımızla beslenen ejderhanın karanlık yüzünü bir daha gördük. Anaların ve çocukların feryadı yürekleri parçaladı. Cumhuriyetimiz, demokrasimiz, özgürlüklerimizdi hedeflerinde. Her şeyimizi yemek istedi, manda gibi, kan gölünde yatmaktı hedeflerinde. Nice imparatorluklar, Krallar, Sultanlar, başbakan ve bakanlar yemiş olsalar da, Geçiremedi dişlerini ejderha, kahramanlıkların anası Türk halkına. Masal anlatmak istiyorum torunlarıma, masal gibi bir dünya olmasa da, Gül vermek istiyorum sevgilime, güller zafer kokmasa da, Çiçek dikmek istiyorum bahçeme, güller yaprakları gömülerek dikilse de, Zafer kutlamak istiyorum halkımla, zafer artık bizim meydanlara sığmasa da! Sözlerinde hoşgörü ve barış varken, TBMM’ne bomba atman yakıştı mı? Ağzından bal aksa da, tanklarla çocuklarımızı ezmek yakıştı mı?


Makale ve Analizler - 2016

187

Ana-vatanımızın başında kana doymayan terör belası varken, yaptığınız yakıştı mı? Halkımızın yenilmezliği karşısında, bu kadar küçüldüğünüze, değdi mi? Ölemeyenin ölümsüzlüğü var karşında! Ölüp ölüp dirilen büyük bir halkın, benim halkımın ölümsüzlüğü. Biz sudan topraktan ve havadan doğdukça Hangi bomba öldürebilir. Ölümsüz halkım var oldukça... Büyük insanların derdi de büyük olur. Kimseyi kurşun dökmeye çağırmıyoruz! Boyunlara ip de takmadık!. Kardeşliğin bölünmez bütünlüğü ve mutlu geleceği varken, Şaşarım! Hangi kurşun delebilir Türkün sevgi kalkanını? Halk ve askerle komutan birliği nedir bilir misin? Türkiye Başkanına olan sevginin büyüklüğünü görebilir misin? Pilotlar uçmayı, bakımcılar mühimmat yüklemeyi reddederken, Çapulculardan kahraman çıktığı görüldü mü? Halk devrimi nedir söyleyebilir misin? 1789’da 7 sarhoşu Bastilya zindanından kurtarmak değil bu! Kitleler hareketlenmiş durdurabilir misin? Bayrak gibi dalgalanan Recep Tayyip Erdoğan’ı gördün mü? Sokak ve meydanlar devrim ruhuyla dalgalandı. Yürekler, balkon ve gönderler bu kadar bayrak görmedi! Aydınlığı taşıyanlar karanlığa yenik düşmedi. Anavatan arayan halkım gerçek özgürlüğü artık görebildi.


188

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bulgaristanlı Türklerin Vatan Işığı

Rafet Ulutürk-18.Temmuz.2016

Gözlerinizdeki Türk dünyasını birlik ve beraberlikte buluşturan ışıltılar bir bilseniz ne güzel! Hepinizi kutlarken panelimize başarılar diliyorum. Sevgili kardeşlerim, sayın, başkanım, büyüklerimiz, yazar, şair, halk ozanı ve geleneksel Yalova yaratıcılık şölenimizi sayıp da uzaklardan gelen elinin her hareketi bir subaşı, bir kaynak olan Dostlarım, önce müsaadenizle.... 15 Temmuz gecesi Türk halkının, anavatanımız Türkiye’mizin başına gelen ve en büyük yaratıcı olduğunu tüm dünyaya bir daha gösteren yüce halkımızın başarıyla başından savabildiği büyük felaketi püskürtebildiğimiz devlet darbesi denemesiyle ilgili hepinize, hepimize geçmiş olsun diyeyim. Bize, böyle bir felaketten kendi gücümüzle kurtulabilme cesareti, irade ve sağduyu veren Yüce Tanrımıza, tarihimizin o en karanlık gecesinde halkımızı zafer yolunda yüreklendirip yöneten büyük lider, Türkiye Başkanı Sayın Recep Tayip Erdoğan’a, Sayın Başbakanımız Binali Yıldırım’a, tüm Partili kardeşlerimize, özellikle de tüm Türk halkına ve Türk dünyasına Geçmiş Olsun derken, en barışçı, en huzurlu ve en aydın günlerin hepimizin olması temennilerimi iletmek istiyorum. Bu şölende, Bulgaristan Müslüman Türklerinin yaratıcılığına, şiirine, destanlarına yansıyan, yüreklere dolup şarkılaşan Vatan Sevgisini dile getirmek için huzurunuzdayım. Kuşkusuz, hepinizin en iyi niyetine sonsuz inansam da, içinizden vatanınızı o kadar çok seviyordunuz da, zoru görünce neden bırakıp kaçtınız? diyenler olabilir. Bu, bir kötü niyet ifadesi olmasa bile, bir gerçektir, biz vatanımızdan kovulduk ama vatansız değiliz, Atavatandan Anavatana geldik. Ben, Yüce Tanrının yarattığı sevginin bölünmez bir bütün olduğuna inanan bir yaratıcıyım. Ne var ki, her bütün gibi, bizlerde vatan sevgisi de bir Atavatan ve Anavatan bütünüdür. Hani şu, misafirperver Yalova gibi! Adını yalı’dan alan bu güzeller güzeli insanların yurdu olan yalı-şehir, dalgalarla karanın buluştuğu yer anlamına gelir ve bu buluşma, bir yarısı tuzlu sularda, öteki yarısı karada olsa bile bir bütündür. Bazen sırt sıvazlayan, bazen de hırçınlaşan ve kuduran dalgaların hışmına uğrasa da o sevgi her an bir bütünük sergiler. Bu ana - evlat sevgisi gibi bir şey-


Makale ve Analizler - 2016

189

dir. Biz, Bulgaristanlı Türklerin Ata Vatan ve Ana-vatan sevgimizi yansıtan yaratıcılığımızı, tarihimizin belirli bir zaman kesiminde meydana gelmiş bir kopukluk olarak görmenizi rica ederken, geçmişte bir olan, gelecekte de buluşup kaynaşır inancıyla algılanmasının yararlı olacağı inancındayım. Biz hepimiz, Osmanlı düvelinin yaratıcılar orduları fertlerinin ruhunu bugünlere taşıyan ve Türk Dünyası Çağdaş Yaratıcılar Ordusu’nu yaratan kalemşorlarız. Binlerce yıllık anadilimiz Türkçe’mizin artık her biri bir devlet dili olan kadim lehçeleriyle yaratsak da, çekiç vurdukça örsten gelen ses birdir, aynıdır. Büyük şair Kısakürek’in dediği gibi, “Türkçenin konuşulduğu her yer, Türk dünyasıdır.” Osmanlıda, Namık Kemal Vatan ya Silistre, demeden, her yer herkesin yurduydu. Bu yurtta açan renk renk ama farklı kokan çiçekler de Büyük Osmanlı demetiydi. Biz kokumuzu diğerleriyle karıştırmayız diyen ayrı ayrı çiçekler, Osmanlı’dan 44 demet, yani 44 devlet olarak çıktı. Bugün bu şiir şölenimiz Osmanlının günümüze uzanan ana dokusunun Türkçe olduğuna kesin kanıttır. Bu yaratıcılığın tarihteki yeni kahramanları sizlersiniz. Hepinizi alkışlıyorum. Sayın kader kardeşlerim, biz hepimiz bir coğrafi bütünün birbirinden şirin, birbirine hem çok yakın hem de uzak diyarlarından, insanoğlunun kutsalları arasında en kutsalın VATAN olduğu inancıyla geldik. Bu inancın özünde, bir insanın doğup büyüdüğü yer onun VATANIDIR gerçeği yer alır. Bu insanın fıtratında olan bir gerçektir. Bu yüzdendir ki, biz Bulgaristan Türkleri bundan 138 yıl önce, Osmanlı’da koparıldığımızda ve Anadolu’da yeni Müslüman-Türk kimliği oluşurken, Balkanlarda ve özellikle de atalarım Bulgaristan’da Bulgaristanlı Müslüman Türk kimliğini oluşturma savaşımı henüz başlattılar. Bu bir asır devam eden olağanüstü ağır bir mücadeleydi. Biz, “uğruna kan dökülmeyen toprak vatan olamaz” gerçeğinden çıkarsak, dedelerimiz Yemen’de, Erzurum dağları’nda, Çanakkale’de, Gelibolu’da, Sakarya ve Edirne cephelerinde kalmış yetim boylarındanız. Osmanlıda 300 sene kan dökülmemiş, 3 bin minareli, mescitli, medreseli, dilli, dinli, ananeleri, gelenekleri ve öz kültür ve medeniyeti olan bir diyarın Yeni


190

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

kurulan Bulgar Krallığında öz vatandaş olsak da, oralarda ana vazifemiz Osmanlı bekçili yapmaktı. O gün bu gün biz orada egemenlik paylaşamadık. 1879’de kabul edilen ilk Bulgar Anayasası bir tek Vidin Müftüsü tarafından imzalanırken, 1908 ve 1948 Anayasaları baskı altında imzalatıldı 1992 Aanayasa Türk partisi milletvekillerince imzalanmadı, çünkü içinde temel insan haklarımız, anadil, din ve öz Türk - Müslüman kültürümüzün var olması savunulmamıştır. Bir asırda 6 büyük kitlesel göç, altı kültürel soykırım demektir. Biz, 138 yıldan beri o topraklarda egemen unsur değiliz, hele totalitarizm döneminde yaşadığımız baskı, terör ve zulümden sonra “uğruna can verebileceğimiz toprak” nitelemesinin tamam değer yitirdiğine büyük kanıt “Büyük Göç”tür. Bugün 1 milyondan fazlamız çifte vatandaşız ve gönlümüzde yaşayan Türkiye sevdasıdır. Biz bu forumda, edebiyat, yaratıcılık konuşmaya toplandık. Konuyu dağıtmak istemiyorum. Biz Bulgaristanlı yaratıcılar, edebiyatı hayatı yansıtan bir yarış olarak gördük. Hedefimizde hep Bulgarlardan daha asil, daha yürekli, daha ilhamlı şiir, destan yaratmak, herkesi kucaklayacak romanlar yazmak vardı. Çünkü onlar bizden daha coşkulu eserler yaratırsa, gölgede ve ezilmiş kalabilirdik. Bu anlayış maddi kültürümüze de yansıdı. Örneğin Bulgarların uyanış ve aydınlanma çağlarını yaşadığı, Kilise bağımsızlığı elde ettikleri, Bulgar okullarının vızıl vızıl çalıştığı Osmanlı döneminde komita başı olan Vasil Levski’nini doğup büyüdüğü Karlovo kasabasında, 1934’te Müze Evi kurulması kararı alınmıştır. Yardım toplandığı haberi yayılınca, elini kuşağına sokup 17 Reşadiye çıkaran ve “hayır görün” diyen 1475’te ibadete açılan “Kurşun Cami” encümenlik başkanı Mıstık Mehmet olmuştur. Sofya’nın en büyük camilerinden 7’sinin Kilise yapılmasına, Büyük Cami gibi bazılarının Ulusal Müze haline getirilmesine itiraz edilmemiştir. Bu hoşgörü anlayışımız, “varsın onların da olsun” eşitle yarışmak daha hayırlıdır anlayışıyla hareket etsek de gelen yanıtlar hep ters olmuştur. Biz “komşu kapılı” bir tolerans kültüründen geliriz. Bu asil yarışta, Bulgaristan’a dünya ve olimpiyat güreş ve halter yarışlarından ilk altın madalyaları getiren ve Bulgar’ın bilinmemişliğine ün kazandıran yerli Türkler oldu. Hiçbir eserimize düşmanlık tuzu atmadık. Bu yarış, bugün de devam ediyor. Bu yarış aynı ruhla vatan sevgisiyle, yaratıcılıkta da arasız devam etmiştir. Ne yazık ki, Bulgar kafası, dört elle tutulunca Vatan Sevgisinin daha yükseklere çıkarılabileceğine akıl erdiremedi. “Bulgaristan Bulgarların” faşist şahla-


Makale ve Analizler - 2016

191

nışı kemikleştikçe bizi bu sevdadan büyük ölçüde soğuttu. Kuru gürültüye ayakkabı bıraktık diyemem, çünkü biz kovulunca Bulgar toplumu ve ruhu çöktü ve bugün artık giderek, demek istiyorum, bir ağacın orman olmadığı, tek elden ses çıkmadığı bilincine varmaya başlıyor. Bir insan bir ülkede yalnız kendisi hiç bir şey yapmamışsa, hiç bir şeyi yansıtamaz, hayat ürünü yaratılan eserler köksüz olduğundan, ömrü az olur. Bir şairimizin, Türkler göç ederken arkalarında kalan alın teri bir anda bir yere toplansa “deniz olur” sözleri hep aklımdadır. Olmayan şey yansıtılamaz. Değerli dava arkadaşlarım, size anlatmak istediğim vatan sevgimiz ve geçirdiği evrim, öyle bir-beş günde oluşmuş bir dönüşümsel değişim değildir. Birbir buçuk asır gerilere bakarak yuvarlanarak özleşen ve biçimlenen bir maneviruhsal olgu düşününüz. Bu oluşumun asıl adı, Bulgaristanlı Türklerin, Müslüman - Türk kimliği oluşturma mücadelesindir. Bu olgu, bir yandan 1878’de yapılan, “93 Harbi” olarak bilinen, bir bölümü bugünkü Bulgaristan topraklarında yapılan, Plevne Savaşı, Şipka Savaşı vs olarak tarihe giren, Osmanlı - Rus Savaşı yıkımı ile başlamıştır. İlk döneminde, savaş yenilgisiyle gelen talan, soygun, hor görülme, göçe zorlanma ve kitlesel göç faciasından kaynaklanan zaruriyet sonucu meydana gelen bir yeni biçimlenme olup içinde birçok perde gizler. Bunlardan biri, egemen ulus olmaktan çıkıp ezilen ulus olma durumuna düşmek ve bu aciz durumda Osmanlı ümmet özünden ve bilincinden sıyrılıp, önce Bulgar Prensliğinde ve ardından da 1944’e kadar Bulgar çarlığında yaşayan Müslüman - Türk kimliğini oluşturma mücadelesinde çok çileli bir diriliş olarak düşünün. Bu uzun yolda, ümmet kabuğunu açan ve kendine hayat hakkı arayan Bulgaristanlı Müslüman Türk kimliği, Osmanlılı, Osmanlı Müslüman kalıtı, Rumeli ahalisi, Çar tabalı, Bulgar diyarlı ve benzer birçok ara aşamalardan geçerek bugünkü yaralı-yamalı Bulgaristanlı Müslüman Türk kimliğine kadar uzanabilmiştir. Bu bir vatan kavgası mücadelesidir, halk yaratıcılığımızda ve öz edebiyatımızda yansıtılmıştır. Bu oluşum çok dalgalı bir süreçtir ve özünü en fazla etkilemiş olan birkaç etken vardır. Bir, arasız verdiğimiz anadil, din ve kültürümüzü koruma kavgamız, bunun özündeki ana unsur okullarımızı, camilerimizi ve halk okuma evlerimizi açık tutma davamız; İki; bizi dil, din ve özgün Türk-Müslüman kültürü olarak eriterek asimile etmeye karşı, Bulgarlaştırıp-Hıristiyanlaştırma saldırılarına karşı bireysel ve toplu


192

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

legal ve illegal mücadelemiz; binlerce kardeşimiz hapse düştü, binlercesi toplama kamplarında ve sürgünde ezildi, bilinçli kitle hep göçe zorlandı; Üç, tırmanan zülüm ve 6 kez kitlesel göçle bölünme ve parçalanma ortamında insanımızı öz toprağına yapıştırmaya çalışan bir yaratıcılık ki, bu çabalar Bulgaristan Türkleri Edebiyatını ve Öz Tarihini yarattı. Çile ve çeki dolu 20. yüzyılda biz Bulgaristanlı Müslüman-Türklerin Azerbaycanlı aydınların yardımıyla gerçekleştirebildiği bir 5 - 10 yıllık altın kültür çağımızda var ki, onun nemi bizi bu günlere, 21. yüzyıla taşımıştır. Ben de o kuşaktan biriyim. Özlü sözle, orada bu gün de 1 milyon 500 bin Türk olsak da, 1989’da 10 bin aydınımızın toprağından sökülüp memleketimizden kovulması belleğimizde savmayan yaralar açmış, sızıları devam etmektedir. Biz 1989’da Ayaklandık, insan haklarımızı, 1950’lerde mayaladığımız kültürümüzü, Türkçe konuşup, Türkçe sevilme, Türk gibi yaşama ve Türk olarak ölme hakkımızı istedik. 500 binimiz 1 ayda sınır dışı edildik. Etnik halk topluluğumuzun ruhunda kara boşluk belirdi ve büyük Nazım’ın değişiyle “hava kurşun gibi ağır” dizeleri sanki bizim için yazılmıştır. Osmanlı medeniyet merkezinin Balkanlar’dan Anadolu’ya kaymasıyla, en bereketli toprakların kuraklıkta suyunu çektiği gibi, bizi de Anadolu bağrına topladı. Irmaklar ne yöne akarsa, kültür de oraya akar deyenler haklıdır. Bizim Karasu (Mesta), Arda, Meriç, Tunca hep Egeye akar. İnsanımız da 138 yıldan beri bu yolu yürüyor, ırmak boylarından geldi ve Türkiye’den kopmaz, ayrılmaz, bölünmez bir parça oluşturdu. Bu parçanın yaşattığı öz kültürde, işte o akışın bıraktığı sanat ve edebiyatımız var. Beni daha iyi anlayabilmeniz açısından, totalitarizmle mücadelede can veren şairlerimizden Recep Küpçü’nün sözlerine dönüyorum: Ben yabancı değilim Ben senin evladınım Ey Bulgaristan, Ben senin evladınım Senin yolların benim yolların. Vatan konusunda, biz Bulgaristanlı Türkler çok hassasız. Almanlar vatana “Faterland” yani “baba vatanı”, Ruslar “Oteçestva” yani “Papazın vatanı” derken, bizdeki geleneksel derin anlayışa göre, senden önce iki kuşağa cennet olmayan bir toprak vatan sayılmaz.


Makale ve Analizler - 2016

193

Bu nedenle Bulgar komünist - faşistler 1985 - 89’da bize uyguladığı “soya dönüş” zulmünde isimlerimizle, baba adlarımızla ve soy isimlerimizle ve dinimizle birlikte mezarlarımıza saldırdılar. Mezar taşlarımızdaki ay yıldızları, Türkçe isimleri ve soy isimleri kazındı. Mezar taşlarımızdaki yazılar siyah katranla boyanarak silindi. Yerinde kımıldamadan toz toprak olmak varken, mezar taşlarımız toplatıldı. Bir ayrıntı olarak işaret ediyorum. 1989’un 19 Mayıs günü Cebel’de başlayan ve ulusal başkaldırıya dönüşen - 1989 Mayıs Ayaklanmamız- mezarlıkta başlamıştır. Büyük Göçle gelen bizlerin Türkiye’de iki kuşak mezarımız yoktur. Yeni göbeğimiz oraya bağlıdır. Bu yüzden 21. yüzyıl şiirimizde “vatana olan deli hasret” belirleyicidir. Bundan dolayı, biz Atavatan ve Anavatan kapısının açık kalmasında direndik Bu mücadelemizde başarılı olduk. Şairlerimizden birçokları “Burada, olsun diye mezarım Geldim sana Anavatan!” dese de, yaşlı neslimizin Bulgaristan’da kalan köylerine dönme süreci başlattığı gözden kaçmıyor. Konuşmamı tamamlarken, bir insanın kimliğini oluşturan ve biçimlendiren unsurlar arasında en güçlü olanlardan birinin anadil ve vatan sevgisi ile birlikte özgürlük ve adalet olduğu dikkate alındığında, sayıları 100’den fazla olan Bulgaristan Türkleri klasik ve modern edebiyatında şairlerin rolünün olağanüstü büyük olduğu söylemeden anlaşılır. 1989’da halkımızı uyandıran da şair ve aydınlarımız olmuştur. Bu konu Bulgaristan, Türkiye ve hemen hemen bütün Balkan ülkeleri edebiyatına yansımıştır. Bu mayalanma 1951’de ülkemizi ziyaret eden Nazım Hikmet ve Azerbaycanlı hocalarımızın mayasıdır, desem yanlış olmaz. Vatan şiirimiz özgün ayarlıdır. Yeri gelmiş, bir rüzgâr gibi esmiş, yeri gelmiş coşturmuş, yeri gelmiş isyana davet olmuş, son dönem de derin bir sıla özlemi estirmiştir. Konuşmamı birkaç şiirle bağlamak istiyorum: Ömer Osman Erenderuk: Bir akşam özlüyorum doğduğum Karakuz’dan Baştanbaşa özgürlük yağmuru ile yoğunmuş. Konu komşu eziklik giysisini soyunmuş, Çağıl çağıl Elbasan çayı çözülmüş buzdan. Bir akşam istiyorum dostlar Koşukavak’tan Sokakları sımsıkı aydınlık dolup taşsın,


194

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Kulağıma dostların merhabası ulaşsın, Ana dilim Türkçe’ye huzur bağışların tan. Bir akşam postalayın eski Kırcali konsun, Çınlatsın sokakları pazarcıların sesi. Ötede çağıldasın Ayşe Molla çeşmesi Doğacak özgürlükten kimse kalmasın yoksun. Durhan Hatipoğlu: Kara günde gözyaşını ekmeğine katık eden, İyiye, güzele, fazilete alışkın, Dehşetli fakir, emsalsiz çalışkan Bir halkım oğluyum ben. Köye dönüş

Neden bana da düşmedin sen ey dost Ben köyümden ayrılırken yıllar önce Gel göreyim seni neredesin Unuttun mu beni Çoban gegesi!

Aç kollarını güzel köyüm Geliyorum işte gör Hissedeceğim güzelliğini Gözlerim olsa da kör.

Uzaktan geliyorum, sana hasretim Isıt beni Rodop güneşi Yine mantar pişireceğim Yamaçyakada Yakarak bir çoban ateşi.

Ben, köyüm, şehir için gelmemişim dünyaya Senin hasretini gel, bana sor! Senden her ayrılık bir keder. Zor taşımak bu kaderi, zor! Osman Aziz:

Nazmi Adalı Hasret Şiiri: Evimin önünden akar Arda ırmağı Gözlerim boncuk boncuk yar yanağı Nedir benim, nedir onun günahı Ulu tanrım ondur bende bu yarayı... Ve işte böyle, değerli yaratıcı dostlarım, gazeteci arkadaşlarım, şair kardeşlerim,


Makale ve Analizler - 2016

195

Zulüm altında kalmak bir yara, diyaspora olmak bir başka alem, insan mutluluğunun parada pulda olduğu bir yalan, doğup büyüdüğü yeri cennet etmek azminde gizlidir, büyük gerçek! Mucizelerin en büyüğü ise, halkların bilinçlenip şahlanmasında ve ölüm silahlarıyla donanmış askeri darbecilerin bile yolunu kesip hesabını görmesindedir. Hepimiz için yeni bir ufuk açılıyor. Tarihimizde birçok defa olduğu gibi, 15 Temmuz gecesi de, büyük bir halk devrimini birlikte yaşadık. Beraberdik, ne mutlu bize! Dünyada ezilen halklara bir daha örnek olduk. Tarihte ilk kez vicdanından güç alan ve birleşerek kükreyen bir halk kanlı bir askeri darbeyi suya düşürdü. Bütün konuşmamda size Bulgaristan Türklerinin çekisini çilesini ve asla pes etmeyişini anlatmaya çalıştım. Çöplükleri temizleyen sellerdir. Türk halkının başlattığı Büyük Türkiye Seli hepimize büyük mutluluklar müjdeledi. Hepimize kutlu olsun. Gelecek bizim Türk Dünyasınındır. Teşekkür ederim. Rafet Ulutürk BULTÜRK DERNEĞİ Genel Başkan

Halk Zaferinin Ardından

Rafet Ulutürk-19.Temmuz.2016

Konu: Ağızlarındaki bakla şıp diye düştü. Türk halkı, askeri darbe kanı kusan FETÖ’cu çapulcu çetesi ve emperyalizm uşaklarını 15 Temmuz gecesi ayakaltına aldığımda, umutları suya düşenlerin yenilgi acısının ucu Bulgaristan’da kimi ruhsuzların ciğerini yaktı. Radyo ve televizyon başında rakı kadehlerini daha büyükleriyle değiştirerek sık sık tokuşturanlar, oturum halindeki Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne ve “Beştepe Sarayı” na bomba atmaya başlayınca köpüklü şaraba geçtiler ve bir gecede yarısı zafer için, öteki yarısı da yenilgiye yanarken bin fıçıyı boşalttılar.


196

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Türk halkına 21 yüzyıl ufku açan büyük devrim, 35 yıl önce kuluçkaya yatmış amerikan ajanı FETÖ tavuğunun altından çıkan ve leş arayan kartal gagalı ejderhaları, aç yılan sürülerini darmaduman ve pes etti. Sokak ve meydanlara dolan Türk halkı, güçlü iradesi, güzlerindeki alev, sıktığı yumruklar ve dalgalanan bayraklarla jetli, helikopterli, tanklı, toplu darbecileri yendi. İnsanlığın barış mücadelesi tarihinde yeni sayfayı altın harflerle yazdı. Türk milletinin barış ve demokrasi için gece nöbetleri karanlıktan ışık doğuran geçmişte emsali olmayan bir mucize oldu. Hem Bulgaristan’da hem de Türkiye’de Türklerin her şeyinin kötü olmasını, Türk devletinin zayıf düşmesini ve hatta parçalanmasını, Türkiye’de bir iç savaş patlamasını ve onların da bunları tribünden futbol karşılaşması seyreder gibi izlerken bomba sesleriyle coşup bayram etmeyi hayal edenlerin hesapları bu defa da kursaklarında kaldı, pazara uymadı. Yenilen pehlivan güreşe doymaz deyenler, doğru söyler. Bulgar aşırı sağ milliyetçi ırkçılarının elebaşı geçinen, güya “Yurtsever cephe” (PF) partisi şefi V. Simyonov, 19 Temmuz 2016 sabahı Sofya-“NOVA” TV ekranına çıktı ve aklından geçenleri kusarak biraz rahatladı: “Menzili İstanbul olan füzeler istedi!” Bu siyasetçi, nenesinden öğrendiği bir atasözü hatırlattı: “Komşunun çatılı alev alınca, kıvılcımlar bize sıçrar.” Derken, Büyük Türk Halkının ateşi söndürdüğüne, kundakçıları topladığına, gerekli tedbirini aldığına işaret etmedi. Ağzından düşen, yanan bir ocak, söndürülemeyen bir patlamaydı. Biz, Bulgaristanlı Türkler bu filmi bir defa görmüştük. 1980’de Türkiye’de askeri cuntacılar iktidar olunca, devlet başkanı sıfatıyla Sofya’ya gelen katil General Kenan Evren, komünist-zulümcü diktatör Todor Jivkov’a bizim hakkımızda, “bildiğini yap, eti senin kemiği benim” demişti. “SS-20” ve “SS-22” füzelerini İstanbul’a bakan Sliven Balkanı’nda rampaya çeken ve 3 bin zırhlı tankı da aynı balkan inlerine hıyar turşusu kavanozu gibi istifleyen Türk düşmanı Jivkov, iki sene sonra 1984’te isimlerimizi, baba ve ana adlarımızı, soy isimlerimizi değiştirmeye başladı. 5 yıl tarihin tanımadığı terör estirdi. Anadilimizi yasaklarken sanki dilimizi kesti. Çocuklar sünnetsiz, minareler esansız kaldı. Keyfi yasaklar şiddetlendikçe şiddetlendi. Dinimizin dibine kibrit suyu döktü. Adet, anane, gelenek, göreneklerimizi unutturdu. Kültürümüzü tanklarla çiğnedi. 500 yıllık medeniyetimizi ateşe verdi. O zaman 500 binimiz birden Türkiye’de huzur aradık. Hayat umudu bulduk. Anavatana sarıldık. Türkiye’nin biz Bulgaristan Türkleri için taşıdığı önemin bilincine vardık. Türk halkının sıcak bağrına sığındık. Biz bu faciayı bir daha yaşamak istemediğimiz için, darbecileri ve onların iç ve dış destekçilerini lanetliyor,Türkiye Başkanı Tayyip Erdoğan liderliğindeki Büyük ve Güçlü Türkiye seferinde şerefli yerimizi almak istiyoruz.


Makale ve Analizler - 2016

197

15 Temmuz gecesi Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği BULTÜRK bayrağı Bayrampaşa Belediye Meydanında ve Taksim Meydanında sabaha kadar dalgalandı. Binlerce kardeşim demokrasi ve barış nöbetinde dalgalanan ay yıldızlı bayrakların zafer gösterilerindeydi. Bulgaristanlı soydaşlarımız dün olduğu gibi, bugün de demokrasinin yanında, darbenin karşısında olmuştur. Türk Silahlı Kuvvetlerinin bağrına sokulan yılanlara alanda layık oldukları cevabı verme davasında yer almıştır. Demokrasi ve barışı koruma nöbetimiz yaşadığımız sokak ve mahalle kavşaklarında büyüyen kalabalıklarda devam ediyor. Soydaşlar Türk halkına “Geçmiş Olsun!” selamıyla dayanışma hazırlığı ifade ederken, minarelerden gelen çağrılara kusursuz uyuyor. Kanlı darbenin bastırılmasına, Özel Timlerde ve poliste görevli evlatlarımız canları pahasına katılırken, askerde bulunan evlatlarımız darbeci subayların emirlerine uymadılar. Bulgaristan Türklerinden demokrasi alaylarına laf atan olmadığı gibi, barış şölenlerine kitlesel katılımlarımız herkesi yüreklendirdi. Halk zaferinin boyutu olmaz. Etkisi, gücünden büyüktür. Bulgaristan’da Türklere karşı 1912’den beri kan kusan Makedon İç Devrim Hareketi (VMRO) Başkanı ve milletvekili K. Karakaçanov da incilerini dökmeye başladı. Türkiye’de halkımızın demokratik kazanımlarını yok etmek ve ülkede bir iç savaş başlatmak için değil de, sözde yalnız Türkiye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı devirmek için yapılan ama başarısızlıkla sonuçlanan askeri darbe girişiminden sonra, “Erdoğan düşmanlarıyla hesaplaşma fırsatı buldu” diyor. Türkiye’nin Avrupa ile olan ilişkilerini de şöyle anlatıyor: “Avrupa Birliği üyeliği Erdoğan’ı ilgilendirmiyor. AB üye adaylığından, Brüksel’i ekonomik ve siyasi kazanç sağlamak için zorlarken kullanıyor. NATO üyeliği ise, Yakın Doğu’da daha serbest hareket edebilmesini sağlayan bir stratejik konumdur.” Türkiye’nin 1953’ten beri NATO üyesi olduğu, eski kıtada en büyük NATO ordusunu ayakta tuttuğu, Kara Deniz ve Balkanlar’da barış ve güvenliğin güvencesi olduğu, üstelik Bulgaristan’ın NATO’ya alınması için meclis kararı çıkardığı neredeyse unutuluyor. Karakaçanov’un Türkiye’de iyi olan, barıştan, demokrasi ve güvenlikten yana olan her şeyin Bulgaristan’a karşı olduğu saçma kurgusu geçen yüzyılın siyasi şarkısıydı. 1912 - 13’te Makedon voyvoda çetelerinin işlediği cinayetler, 1912’de 250 bin Müslüman Pomak’ın isim ve din değiştirmeye zorlanması; o kanlı katliam, 1936, 1942 ve 1972 Pomak trajedileri; Müslüman Pomaklara uygulanan baskı, terör, zulüm unutulmadı. Yargısız infazlar, kültürel katliamlar izleri hafızalarımızda yaşayan iğrenç olaylardır. O, şimdi,


198

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

her konuda Türk ve Müslüman düşmanlığı kışkırtarak, yaraları unutturmak istiyor. Recep Tayyip Erdoğan her gün Bulgaristan’a 10 TIR bal gönderse bunların ne ağzı tatlanır ne de aklı gelir. Taş kafalıdan akıllı olmaz. Kırık boyun doğrulmaz. Bulgaristan’ın yakın ve uzak geçmişinde yaşanan tüm trajik olayların hem anası hem de babası olan Bulgaristan Komünist Partisi –bugünkü Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) Avrupa Birliği (AB) milletvekili İl. Yotova da, Türk halkının demokrasi ve barış zaferini görmezden geliyor. “AB sığınmacılar konusunda Türkiye!’ye bel bağlamakla yanlış etti” diyecek kadar ileri gidiyor. 5 yıldan beri 4 milyon sığınmacıya ev sahipliği eden 78 milyonluk Türkiye’de “iktidarın istikrar sergilemediğini ve Brüksel’in sığınmacılar konusunu yeniden ele alacağını” söyledi. Ancak şunu söyleyebiliriz: Türkiye’de durumlarından memnun olmayan sığınmacıları Bulgaristan’a alıp vatandaşlık verebilirsiniz. Şimdiye kadar, tüm siyasetini ihtimaller üzerine kuran ve seçimden seçime eriyen BSP partisi Bayan milletvekili, “İdam cezasını geri getirmek isteyen Türkiye, AB kapısını kapar” diyor. Sanki AB babasının çiftliğidir. Acaba, BKP’nin siyasi varisi olan BSP 1984 - 1989 yılları arasında “soya dönüş” uydurması döneminde kurşunlanarak öldürülen 44 Bulgaristanlı Türkün, yüzlerce yaralımızın katillerini ne zaman açıklayacak, onları ne zaman yakalayacak, içeri atıp cezalarını kesecektir? Acaba BSP 1989’da vatanlarından kovulan Bulgaristanlı Müslüman Türkleri ne zaman geri çağıracak ki, sayıları sadece Türkiye’de artık 710 bin oldu. Yaşadığımız kültürel soykırımın hesabı ne zaman verilecektir. Yoksa kendi yakın tarihindeki gerçekleri görmek istemeyenlerin, komşularının yapmadığı işler hakkında hüküm verme hakkı mı var? Bu hak nereden doğuyor? Hangi hukuka dayanır. Bir gecede, 161 kişinin ölümüne neden olan katilleri savunmak ne cüret? Yoksa Fransız terör kurbanları kutsal, Türk kurbanlar ise hurda mı? Katliamları perdeleyip olmamış işler üzerinden muhtemel adaletten söz edenlerin, suya düşürülen askeri darbe denemesi gecesinde tank zincirleri altında kalan kadın ve çocuklar, kurşunlanan siviller ve bombalarla parçalanan vatandaşlar için Türkiye halkına “Baş Sağlığı” dilemeye dilleri varmıyor, gönülleri el vermiyor mu!? Katil katilin dostudur. Türkiye’deki darbeci katiller için halkın “ölüm cezası” istemesine timsah gözyaşı dökenler, ne kadar sahte olduklarını gizleyemiyor!


Makale ve Analizler - 2016

199

Bulgaristan’da 1948 infazlılarını, 149 bin kişinin sürgünde, taş ocaklarında ölüm kamplarında yok edildiğini, 1972’de kurşunlanan Pomakları, 1985 ve 1989’da kurşunlanan Türkleri, “Belene “ ölüm kampını, 12 bin kardeşimizin hapislerde süründürüldüğünü, ezilen ve dövülenleri, sakatlarımızı, öksüzlerimizi hatırlasınlar lütfen! Başkasının sırtına bin sopa az mantığına hayat hakkı tanımayalım! Katliam suçlularının ancak kendi dillerinden ve birbirinin sözünden anladığı bir daha ortaya çıktı. Bulgaristan Türkleri 1989’da Todor Jivkov diktatörünü alaşağı etti. Türkiye halkı cuntacı FETÖ çetesini ezdi geçti. BSP’li AB milletvekili Yotova’ya bunlar çok ağır geliyor. FETÖ çetesi uzantıları Bulgaristan’a BSP - Videnov, Stanişev ve DPS – Doğan egemenliği dönemlerinde gelip yerleştiler. Çıkardıkları “Bulgaristan Zaman” gazetesi, bazı dergiler ve Türk ve Bulgar dillerinde dağıttıkları kitaplarla yıllarca insanlarımızın kafasını yıkayıp içine çamur ve çakıl taşı doldurmaya çalıştılar. Önce “Bankiya” kentinde, ardından Sofya - “Obelya” semtinde yatılı “Fetullah Okullu”nda Bulgaristan’da yaşayan Müslüman-Türklerin çocuklarına öz değerlerimizden çok uzak, çarpık ve yanlış eğitim telkin etmeye çalışıldı. Öğrencilerle yapılan anket sonuçları bunu kanıtlıyor. Bugün bir hain olduğu ortaya çıkan ve dünyaya duyurulan Feytullah Gülen okullarının ana ödevinin İngiliz ve Amerikan casusluk merkezlerine kadro, halk haini, ajan eğitmek olduğunu artık duymayan kalmadı. Hainin eğittiği öğrenci hain olur... Bu hafta “Stara Zagora” http://starozagorskinovini.com gazetesinin yazdığına göre, ülkemizdeki İmam Hatip Okulları’nda görev alan Türkiyeli hocalardan bir kısmının FETÖ çetesi mensubu olduğu, ezberci ve yorucu, bıktırıcı, usandırıcı, sonsuz tekrarcı yöntem uygulayarak, gençlerin ham beyinlerini açacağına pıhtılaştırarak, ham beyin yıkadığı ve öğrencileri gözsüz, kulaksız ve duygusuz robot durumuna getirdiği ortaya çıktı. Nazi Almanya’sında gözü kırpmadan katil yetiştirmede kullanılan bu yöntem, FETÖ okullarında kullanılan eğitim yöntemidir. Bu amaca yatılı merkezlerde, yerleşkelerde, pansiyonlarda yapılan çalışmalarla gidildiğini, baskıya maruz kalan öğrenciler kendileri açıklıyor. Türk halkının en büyük medeni özelliği olan çok yönlü düşünme kabiliyetinden yoksun bırakılan, can - ciğer evlatlarımız olsalar da, yıllarca dayandık. Dişimizi sıktık. Hatırşinas davranarak gönül kırmak istemedik. Halkımızın hak ve özgürlükleriyle, özgün kültürü ve gelenek görenekleriyle yaşama özlemine el kaldırıp, bizi kara karanlıkta köreltmek isteyenlere bundan böyle tahammülümüz olamaz.


200

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Türk belleğimiz dönüşsüz bir şekilde silinmek isteniyor. Gençlerimizin mutlu olma yetisi sonrasız silinmeye çalışılıyor. Boşaltılan genç beyinlere özümüze tamamen yabancı kıstaslar sıkıştırılıyor ve bu gerçek gözden kaçmıyor. Son günlerde, Bulgaristan kamuoyunda ana ve temel konu olan Türkiye’deki darbe başarısızlığına çok üzülenler var. Saklanacak yer olsa gözyaşı dökecekler. Vaktiyle Ayetullah Humeyni’nin Paris’ten Tahran’a uçup Devlet Başkanı koltuğuna serildiği gibi, Feytullah Gülen haininin de Pensilvanya’dan Ankara’ya uçup Türkiye’nin başına geçmesini ve Türkiye İslam Devleti kurmasını bekleyenler varmış. Şu günler ağızlarından baklalar şıpır şıpır dökülüyor. Emelleri 15 Temmuz gecesi gerçekleşmiş olsaydı, sanki Türkiye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’a karşı tüm söylediklerinde her zaman haklı olacaklar ve Türkiye halkına çamur atmakta yarış edeceklerdi. Bu karalama ve kötüleme yarışına katılanlar, akıllarından geçen tatlı hayaller birer birer suya düşmüş olsa da, fırsatı ellerine geçirdikleri her an ve her yerde karalama balonunu şişirilip şişirilip patlatılıyor. Bu amaçla, ucuna solucan takılmış oltayı göle atıp saatlerce, günlerce, haftalarca ve hatta aylarca fırsat bekleyenler şu günleri bekliyor. Sofya Üniversitesi “Doğu Dilleri Fakültesi” Türk Dili Bölümü’nde son yıllarda Bulgaristan Türklerinden öğrenci olmaması, Türkiye’den gelen öğrencilerin de acaba burada neler okutuluyor deyip, hiç birinin bu ocaktan ateş almaya uzanmaması, bazı olumsuz sonuçlar doğuruyor. Bütün samimiyetimle yazıyorum, anadilimiz, edebiyat dilimiz Türkçemizi en üstün düzeyde, en zengin bir biçimde ve en parlak bir telaffuzla kullanan, tanıdığım Türkiye Cumhuriyeti Büyük Elçileri arasında en başta gelen bugünkü Büyükelçimiz Sayın Süleyman Gökçe’dir. Suya düşen darbeyle ilgili son günlerde yaptığı parlak açıklamalar, sanki ancak Türkçemizde parlaktı. Çok ince bir noktaya dikkatinizi çekerken affınıza sığınıyorum. Bir defa Türkçemizdeki başarılı ve başarısız darbenin, Bulgar dilinden farklı olarak, ikisi birbirinden tamamen farklı olan iki ayrı değimi yoktur. Birisi diğerinin olumsuzlanmasıdır. Fransız devrimler yazarı ve bilgini Le Bonne göre, bir darbe, Baş Komutan tutuklandığında başarılı sayılır, yani darbedir. 15 Temmuz örneğinde, T.C. Başkomutanı Recep Tayyip Erdoğan tutuklanmamıştır. (etkisizleştirilememiştir.) Bu nedenle sözü edilen olay bir “darbe” değildir. Bulgar dilinde başarısız darbe “metej” sözüyle ifade edilir. Bu esaslı vurgu farkı, pratik dilde ve halk dilinde bu anlamı taşısa da, Bulgarca Türkçe sözlüklerde bu incelik açıklık bulmamıştır. Bu ve buna benzer ince ayarlar, bir genel dil olan Türkçemizden bir somut dil olan Bulgarcaya tercümeli geçişte, aradaki özel


Makale ve Analizler - 2016

201

kat kırılmalarında bazen anlam kaymasına göz kırpar ve kötü niyetliler tarafından kullanılabilir. Fakat bu yanlış, “baban gibi oku...”daki virgül kadar önemlidir.

Basın Bildirisi

BG-SAM-20.Temmuz.2016

15 Temmuz 2016 gecesi yaşanan ve ülkemizi demokrasi dışına çekerek bir kaosa sürüklemesi beklenen darbe girişimini Bulgaristan Türkleri olarak tüm içtenliğimizle kınıyor ve yapma teşebbüsünde bulunanları lanetliyoruz. Milli birlik ve bütünlüğümüze kasteden, sinsice devletimizin kurumlarına yerleşmiş uluslararası uzantıları olan bir yapı tarafından organize edilerek uygulamaya konan darbe girişimi, çok şükür ki Yüce Türk Milleti tarafından fark edilmiş ve canı pahasına da olsa darbecilere meydan okuyarak Başkomutan sıfatını da taşıyan Sn. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın arkasında bir ve bütün olarak dimdik durduğunu tüm dünyaya göstermiştir. Bulgaristan Göçmeni olan bizler; devletine ve ülkesine sahip çıkarak Cumhurbaşkanımızın bir tek sözüyle demokrasi karşıtlarına gereken dersi vermiş, vatanın bütünlüğünü tehdit eden askeri darbe teşebbüsünün püskürtülmesinde şanlı bir rol üstlenen Türk Milletinin parçası olmaktan büyük onur duymaktayız. Dış güçler tarafından yönlendirilerek uygulamaya konmuş olan ve vatanımızın birlik ve bekasına kasteden darbe girişimine karşı BULTÜRK Derneği olarak bizler de “Demokrasi Nöbeti” faaliyetlerine iştirak ederek, meydanlarda yerimizi almaktayız. Ülkemizin geleceğine sahip çıkma adına gerek Türkiye’deki Bulgaristan Türkleri, gerekse yurt dışındaki Bulgaristan Türkleri her zaman devletinin ve milletinin yanında yer almıştır. Bundan sonra da vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünün yanında yer alacaktır. Türkiye Cumhuriyeti’nin daha güçlü ve bağımsız bir ülke olarak varlığını sürdürmesi adına elimizden gelen gayreti göstereceğimizi ve bu uğurda devletimiz tarafından verilecek her türlü görev ve sorumluluğu büyük bir hassasiyetle yerine getirmeye hazır olduğumuzu bildiririz. Rafet ULUTÜRK BULTÜRK Genel Başkanı


202

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Parçalanmamızdan Faydalanma Hesapları

BG-SAM-20.Temmuz.2016

Konu: Çözülüyorlar... Sosyalist Enternasyonal üyesi olan ve memleketimizde orta sol direk rolü gören Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) seçimler yaklaştıkça, ekonomik bunalım derinleştikçe ve belki son hadde yaşlandığından dolayı olacak çöktükçe çöküyor. Yatalak adama hastabakıcı tayin ettikleri gibi, BSP son yönetim forumu 122 yaşındaki kıdemli atalar partisine bir hasta bakıcı BSP kadın başkan seçti. Yeni başkan Korneliya Ninova, ideolojisi sosyalist demokrasi olan ama 1945 1989 arasında uygulamada totaliter rejime dönüşen ve özellikle de demokratik güçlere ve azınlıklara zulüm uygulayan bu partinin, Bulgaristan Komünist Partisinin devamı olduğunu bile bile bu görevi üstlendi. Yeni çok ince planlar yapılıyor. Avrupa Birliği insansız, daha doğrusu gençsiz kalan bir ülkeye yatırım yapmam derken, bizi kastediyor. Gençsiz kalan bir memlekette yaşamak oldukça zor! 250 bin üyesi genelde köylere çekilmiş ve umutla umutsuzluk kavgasında yenik düşmüş BSP zor günler yaşıyor. Partide düşünebilen adam kalmadığı dikkati çekiyor. 14 ay Başkan olan içkicilerin başı Minkov, fırsat buldukça içmekle vedalaştı ama partiye çeki düzen veremedi. Birçoklarının komşularına dahi doğru dürüst söyleyecek sözü olmayan, eski tüfek Bulgar komünistler, gönüllerince olsa da olmasa da, 2004’te NATO ve 2007’de Avrupa Birliği üyeliğinden, ülkeye birkaç Amerika üssü tesis edilmesinden sonra “su akar yatağını bulur” atasözüne inanmaz oldular. Onlardan biri olan şimdiki Başbakan Boyko Borisov, Putinci siyasetin Bulgaristan’a basmadan Balkanlara girip hakim olamayacağını bildiğinden naz yapıyor. Karadeniz’de Türkiye, Romanya, Ukrayna, Bulgaristan anti-Rus askeri deniz ortaklığına “girmem” demeye başladı. Halk bu “nazın” kaç hafta süreceğini öğrenmek istiyor. Yoksa bu nazlı davranış GERB’in kuyusunu kazabilir mi? İlk Bulgar Sosyal Demokratı, Petersburg ekolünden gelen ve Bulgaristan sosyalist hareketine bilimsel ideleri saçan üstat Dimitır Blagoev’in başını çektiği hareketin “dar sosyalistler” (komünistler) ve “geniş sosyalistler” - (sosyal demokratlar) olarak ikiye bölünüşü Birinci Dünya Savaşı öncesine rastlar. İki büyük savaş arasında Bulgaristan İşçi Partisi adıyla ayakta kalan bu parti, ikinci


Makale ve Analizler - 2016

203

Büyük Savaştan sonra Stalinci tıp komünist partisi oldu. Ektiğini biçen ve biçemediğini de ateşe veren Bulgar komünistler, 1989’un 10 Kasımında iktidardan yıkılırken “bizden sonrası tufan” inancıyla tarımda kooperatifçiliğini yok etti. Endüstride de bizden size bir şey kalmaz, dediler. 45 yıllık emeğin ürünlerini hurdaya çıkarıp yok ettiler. Hangi ismi aldığı, Komünist Enternasyonale mi yoksa sosyalist Enternasyonale mi katıldığı tamamen önemsiz olan, bu partinin güncel Bulgaristan yaşamında ve tarihinde yeri olmadığını her seçimde küçülmesi kanıtlıyor. Bulgaristan Müslüman Türkleri ve totalitarizmde isimleri değiştirilmiş, dinlerine saldırılmış, ana dilleri, ahlak ve kültürleri, geleneksel medeniyet çizgileri değiştirilmiş olan etnik azınlıklar 1990’dan sonra BSP’ye üye olmadılar, oy vermediler, inanmadılar, inanmıyorlar. Ne yazık ki, tarihle hesaplaşmada, Bulgaristan Müslümanlarını temsil etme hakkıyla kumar oynayan Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS) ve bu parti Müslümanların öz davasına ihanet eden lideri Ahmet Doğan, tüm soydaş ve kardeşlerimizi son 26 yılda defalarca kullanmayı başarmıştır. Bulgaristan Türklerini, BSP’nin yok olmasını, erimesini engelleme siyasetine alet eden Doğan, 2002 yılına kadar parti örgütlenme sekreteri görevinde bulunan Osman Oktay’ın da itiraf ettiği üzere, Hak ve Özgürlükler Partisi Bulgar siyasi polisinin bir tasarısıdır. Partiyle ilgili Moskova’nın dış casusluk servisinin (KGB) onayı alınarak, Bulgar gizli polis DS ajanlarının eliyle gerçekleştirilmiştir. Bu ajanların başını çelense, özel eğitim almış olan Ahmet Doğan’dır. Partinin 4 Ocak 1990’da Varna’da kurulması bir siyasi projedir. Bu hamlenin özünde olan, Bulgaristanlı Müslüman Türk seçmen kitlesinin Bulgar anti-totaliter demokratik muhalefetiyle ve özellikler Demokratik Güçler Birliği (CDC) hareketiyle birleşip kaynaşarak BSP partisini ezme planını durdurma ve sımsıkı gemleme hesapları vardır. 1990’lı yıllarda bu plan başarıyla uygulandığı gibi, 1991 - 1992’de Philip Dimitrov’un; 1995 - 1997’de Jan Videnov’un; 2001 - 2005’te Simeon Sakskobourggotski’nin; 2005 - 2009 yılları arasında Sergey Stanışev’in ve 2013’te Plamen Oreşarski’nin başbakan koltuğuna oturabilmesinde “koltuk değneği” rolü oynamış ve kullanılmış olmasıdır. 1945 - 1989’da totalitarizmle nitelenen dönemin devamı olan şu iktidarlar sosyalist partiye nefes aldırmış, güç toplama çabalarını yenilemesine olanak vermiş, hatta defalarca iktidar olmaya fırsat bulmuştur. Bu çabaları çeyrek yüzyılda yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de defalarca yaşadık. 1990’dan beri Bulgar Cumhurbaşkanlarının hepsi Müslüman Türklerin ve azınlık toplulukların oylarıyla hep 2. turda seçilebilmiştir. 1990 1997 yılları arasında Demokratik Güçler Birliği’nden Cumhurbaşkanı olan Jelyü Jelev; 1997 - 2002 yılları arasında Demokratik Güçler Birliği’nden Cumhur-


204

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

başkanı olan Petar Stoyanov; 2002 - 2012 yılları arasında Bulgaristan Sosyalist Partisi’nden iki dönem Cumhurbaşkanı olan Georgi Parvanov ve 2012’de bugüne kadar tek dönem Bulgaristan’ın Avrupa Gelişimi için Vatandaşları (GERB) Cumhurbaşkanı olan ve Avrupa ve Atlantik yanlısı bir siyaset izleyen Rosen Plevneliev de ikinci turda soydaşlarımızın ve HÖH seçmen kitlesinin oylarıyla göreve başlayabilmiştir. Ekim sonunda Bulgaristan’da Cumhurbaşkanı seçi yapılacak. Henüz ciddi bir aday soyunup sahneye çıkmadı. Sanki tüm iç olaylar dış faktörlerin etkisi altında. Bugün İngiltere’de “AB’de kalalım mı, yoksa çıkalım mı?” halk oylaması yapılıyor. İngilizlerin alacakları karar ne olursa olsun, bugün Bulgar Cumhurbaşkanı Plevneliev “AB parçalanırsa savaş olur!” deyince, tüylerin diken diken oldu. Bu sözler, Bulgaristan ve birçok başka AB ülkesinde totalitarizmin can olduğuna işaret eden, yeraltından gelen bir uğultudan gelen sedadır. Orta noktayı bulmak son derece zor! Yaklaşan seçimler için Cumhurbaşkanı adayı gösterilememesinin nedeni de budur. “Seçim yasasında değişiklikler yapılmasının” nedeni de budur. Müslüman Türklerin yeni bir cesaretle dirilmesinden korkuyorlar. Burada dikkati çeken özellik (Cumhurbaşkanlarından Jelev, Stoyanov, Plervneliev) örneklerinde sağ; (Avrupa Birliği, NATO ve Birleşik Amerika’dan yana) hem de (Parvanov) kişiliğinde Moskovcu sol siyaset çizgisinde olsa da, her defasında HÖH seçmenin kitlesinin oylarının kullanılmış olması çok acı veriyor. Bir insan kaç defa aldatılabilir? Biz daha ne kadar aldatılacağız? Bizi hatırlayanlar aldatılan kuşak olarak mı anımsayacak? İşte bu durumda, Doğan’ın, Sofya “sarayında” kardeşlerimizin ve soydaşlarımızın ardından bir tek kendi çıkarlarını gözeterek bizim adımıza defalarca oy pazarlığını yaptı, kendisi için koparabildiğini kopardı. “Tzankov Kamak” baraj inşaatından ceplediği 1 milyon 250 bin leva. Karadeniz kıyısına kondurulan lüks köşkler. Avrupa Birliği para fonlarının dağıtımında son söz sahibi olmayı elde etmek ve zavallı insanlarımızın lokmasından koparabildiği kadar koparmak, işte bu biz seçmenlerden Türkiye’de ve Bulgaristan’da HÖH isteğine uyarak verdiğimiz oyların getirdiği büyük nimetler arasında yer aldı. Bunların hepsi güzel de, bu “lider” bizim temsil ederken hep kendini ve beslemelerini düşünmesine son verme zamanı geldi. Şunu yazarken utanıyorum. Halkımızın ektiği tütün küflenmeden alınmazken, kimseyle sözleşme imzalanmak istenmezden, binlerce dönüm tütün diktirip toplatın yüksek fiyattan satan büyük ölçekli sömürgeciler belirdi, insanımızın damarına kene gibi yapıştı ve emdikçe ediyorlar. Bu eziyetlerin eziyetinin son şeklidir. Türkiye’deki ve özellikle de Bursa’daki soydaşlarımızı temsil eden dernekçilerin kafasını iyice çelerek 26 yıldan beri göçün sürüp


Makale ve Analizler - 2016

205

gitmesine, (toplam 710 bin kişi göç etti) ata topraklarımızın boşalmasına ne deyelim? Böyle bir körlük ne tavukta ne de koyunda var.... HÖH liderleri, ihanete dayanan siyaseti aydınlarımızı baba ocağımızdan kovabilmek için durdurmadı. Hak ve özgürlüklerin özünü, anlamını çarpıtarak bize karşı kullandılar. Vatanı terk etme zorunda bırakılanların yurtlarından kaçmak zorunda kalmaları özgürlük ve insan hakkı olarak idrak edildi. Bütün bu yıllar içinde tarihsel geçmişimize, gördüğümüz zulme, verdiğimiz kurbanlara, bir türlü savmayan ve unutulmayan çilemize rağmen, oyumuzu BSP’li Başbakan Sergey Stanışev ve BSP’li Cumhurbaşkanı Georgi Pırvanov vermek zorunda bırakıldık. Bize zulmedenlere, terör rejiminin devamcılarına, adaletten yana tavır almanın ne olduğunu bilmeyenlere, Müslüman Türklerin insan haklarını bile tanımak istemeyenlere vermek zorunda bırakıldık. Bu kargaşalığın, aldatmacanın zirvesi ise, şimdiki DOST Genel Başkanı, eski HÖH Genel Başkanı Lütfü Mestan’ın BSP Genel Başkanı S. Stanişev’le “Kartal Köprü”de öpüşmesi oldu. Asla unutulamayacak anılar, beklemediğimiz olaylar oldu. Biz yeni kötülüklerin gelmemesi için çaba göstermeye devam ediyoruz. Gelelim bugünkü gelişmelere: Biz, Müslüman Türkler, T.C’ deki soydaşlarımız bir daha BSP çıkarları için kurban edilmek isteniyoruz. Bu defa, olay çok uzaktan planlandı. HÖH partisinin 17 Aralık 2016 “sarayda” düzenlenen kalabalık yılbaşı kutlamasında kundaklandı. Parti Genel Başkanı ve arkadaşları partiden atıldı. HÖH “bilmem kaçıncı defa” parçalandı. 26 yılda toplam 400 bin kişi partiden uzaklaştı. Her uzaklaşma bir tövbe oldu. Cehennemden karış gibi bir şey oldu. HÖH’ ten ayrılma süreci hızlanarak ve yoğunlaşarak devam ediyor. Bu, Bulgaristan Müslüman Türklerinin hak, özgürlük, adalet ve demokrasi davasına yüz çevirdiği anlamına gelmiyor. Unutulmamalıdır. Partiden bir defa çıkan bir daha geri dönmedi. Dönmek istemiyor. Dönmeyecektir de... Bu hainler bizi her şeyden ve her yerden kaçmaya alıştırdılar, evimizden kaçıyoruz, vatanımızdan kovulunca kaçıyoruz, yönü belli olmayan bir yöne kovuluyoruz. 800 yıllık bir çınarı yıkmayı başardılar. Dallarını kıyım kıyım kıyıyorlar. Birlik olup direnmeliyiz. Biz Bursa’da, Kemallerde, İzmir’de, Ak Kadınlar’da, İstanbul’da Cebel’de, Koşu Kavakta, Mestanlı’da, Kırcaali’de ve daha her köy ve kasabada beraber olup karar aldığımız bizim adayımıza oy vermeliyiz. Unutmayın Ahmet Doğan’ın emrettiği satılmış kişilere değil, Mustafa Karadayı’nın ağzından gevelediği kişilere değil, kendimizin, derneklerimizin, federasyonlarımızın ortaklaşarak gösterdikleri adaya oy vereceğiz, oy vermeliyiz. Halkımız Ahmet Doğan sözünü işitmek istemiyor. Yeni bir nitelik, kimliğimizi sergilememizin yolu budur. Ve esef ederek yazıyorum, başka bir yol yok. Biz aldatıldık ve aldatılmış olduğumuzu yenerek, mutlaka yeni bir yol iz-


206

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lemeliyiz. Bugün bu direncin yapılacağı bir tek yer var, sandık başıdır. Bu hassas bir konudur. DOS’un BSP’yi kurtarmak için ortaya sürüldüğü görüldüğüne göre, birlikte düşünelim, ortak karar alalım. Hiçbir kapana düşemeyiz! Lütfi Mestan HÖH’ten neden mi atıldı. Partimiz parçalanınca Bulgar parlamentosuna giremeyecek. Bu gidişle baraj altı gelecek. Bir taşla iki kuş vurmak istiyorlar. Hem HÖH hem de DOST meclis dışı, yani politika dışı kalmış olacak. Bulgaristan Müslüman Türkleri siyaset dışına itilecek, “siyasi köle” yapılmak istiyorlar. Ancak başkalarının gösterdiklerini, başkalarına hizmet edenleri, bizden olmayanları ve bizim menfaatlerimize hizmette bulunmak akıllarının ucundan bile geçmeyenleri seçmeye zorlanacağız. Yeni bir yalan dolan sayfası açılacak ve asla kapanmayacak. Ve bir daha biz, milyonlarca kişi olmamıza rağmen, siyasette bir renk, bir fırça darbesi bile olamayacağız. 1989 Mayıs ayaklanmasından sonra Bulgaristan Türk Müslümanları ruhu ezilecek, göçle parçalanıp güçsüzleştirilmelerinden sonra, sonrasız olarak vatansız bırakılabilmiş olacaklar ve Ahmet Doğan stratejik planının bir halkası daha gerçekleştirilmiş olacaktır. Bugünkü koşullarda bu planın ana hedefinde, BSP’nin meclisteki ikinci yerini korumak var. HÖH parçalanmamış olsaydı, Bulgar parlamentosunda 2. parti ve ana muhalefet durumuna yükselecekti. İşte bu yapılırken bu defa Lütfi Mestan ve arkadaşları kurban edildiler. Olay bu kadar basit! Şimdi DOST partisi mahkemede tescil edilmiyor. Oyunlar dönüyor. Belki de DOST partisinin mahkemeye sunduğu evraklarda işlediği siyasi hedefleri ele alırken Bulgaristan’da “böyle siyasi problem yok” deyip tescil işini çok uzak belirsiz bir tarihe erteleyebilir. Bu gidiş o gidiştir. Sonuçta, HÖH meclis dışına itilecek, DOST siyasi hayata katılamayacak, umudu burnunda sokakta kalacak ve sonunda BSP mecliste 2. parti kalacak ve yok olma tarihini biraz erteleyebilecektir. Böylece hem HÖH hem de DOST meclis dışı kalacak. Bulgaristan Türklerinin siyasi hayatın dışında kalacaktır. Göçmen soydaşlarımız da pek tabii... Bütün bu olaylar, çizilen iğrenç planlar, zorlamalı uygulamaların hepsi bir yılan deliği olan “saray” dan gelen kokular, ssısmalar, tehditler ve hesaplaşma kurgularıdır. Bizimle 138 yıldan beri hesaplaş ılıyor. Başa çıkamadılar. Çıkamayacaklar. Ahmet Doğan hainliği 26 yılda çökertildi. Başınızı kaldırın!


Makale ve Analizler - 2016

207

Demokrasi ve Barış Davası Bizim Öz Davamızdır

BG-SAM-21.Temmuz.2016

Biz Bulgaristanlı göçmenleriz. Türkiye bizim anavatanımızdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin başına gelen bizim de başımıza gelmiş demektir. Sayın kardeşlerim, Kıymetli kader kardeşlerim, soydaşlarım, Yaşadığımız ağır sınav günlerinde omuzdaşım olan BULTÜRK yönetiminde canım dostlarım. Sevgili konuklarımız ve gazeteciler. Hoş geldiniz! Olağanüstü bir ortamda olağanüstü bir durumu, olağanüstü sorunları ve vazifelerimizi görüşmek için toplanmış bulunuyoruz. 15 Temmuz gecesi hepimiz için - ölüm kalım gecesiydi. Hepinizin başı sağ olsun. Ailelerinize, yakınlarınıza selamlarımı iletmeniz iyi olur. Biliyorsunuz, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan, dün akşam yapılan Bakanlar Kurulu toplantısında, 3 ay süreli Olağanüstü Durum kararı alındığını açıkladı. Bu karar bugünden başlayarak yürürlüğe girmiş durumdadır. Lehimize alınmış bir karardır. 15 Temmuz gecesi Türkiye Başkanı Sayın Erdoğan’ın, Türkiye Başbakanı Sayın Yılmaz’ın sokağa çıkın çağrısına uyduğumuz gibi, OHAL kararına da uyacağız. Olağanüstü durum yani OHAL, biz hepimiz ilan edilmemiş, baskı, terör ve zulümle uygulanan Bulgaristan’da sıkıyönetimler zulmünden kaçıp gelmiş olsak da, bizim kendi dilimizde olmayan bir sözdür. Biz Bulgar diktatör Jivkov’un ne zaman başladığı ve 1989 Mayısında Ayaklanmamış olsak, ne zaman biteceği belli olmayan Sıkıyönetimlerine karşı direnişlerden geldik. Başa gelen çekilir. Bu defa, 15 Temmuz 2016 gecesi anavatanımızda FETÖ - hain çetesi ve “paralelci” alçaklar devletimizin dış düşmanlardan, yabancı “üst akıldan” aldığı bir kararı uygulamaya kalkıştı. “Terör” belasından bizi -halkımızı- korumak için devletimizin satın aldığı uçak, helikopter, tank, top ve silahlarla Türkiye Büyük Millet Meclisine, Bakanlıklarımıza, Özel Güvenlik Güçlerine, jandarma karargâhına, yolda evine dönen ailelere, araçlarımıza, radyo ve televizyona, gazetelere saldırdılar. Köprüleri kuşattılar. En gaddar ve vahşi bir şekilde saldıran düşmanla boğuşmak için biz de devlet büyüklerimizin çağrısına uyup sokaklara döküldük, ay yıldızlığı bayrağı kapan kardeşlerimle meydanlara, kavşaklara dolduk ve


208

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

dünyanın en büyük şehirlerinden olan İstanbul’da, diğer kardeşlerimiz başkent Ankara’da, İzmir’de, Konya’da, Malatya’da ve bütün illede Darbe Girişimini gemlemeyi başardık, şükür durdurabildik. Hepimizin yaşadığı en karanlık gecelerden biriydi. Hepimize geçmiş olsun. Biz, BULTÜRK olarak, Bayrampaşa’da görev başındaydık. 260 şehit düştü. Hepsinin ailelerine geçmiş olsun derken, Vatan Sağ Olsun! Diyen milletimize, ateş saflarında bizim de katıldığımızı duyuruyorum. 1 500’den fazla yaralımız var. Hasardan söz etmek istemiyorum. İnsanlık tarihinde bir halkın çıplak ellerle, bilek gücüyle, vicdan kudretiyle, demokrasi, barış ve huzurdan yana çıkarak bir Kanlı Darbe Girişimini “Stop!” ettirebildiği görülmemiştir. Geçen yüzyılın başında, Atatürk önderliğinde dünya mazlum halklarına Milli Kurtuluş Çağını örneklerle açmıştık. 21. yüzyılda Türkiye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan yönetiminde çıplak ellerimizle darbe katliamını durdurduk, barışa ve demokrasiye yeniden su verdik. Darbeler, o vahim gecede İstanbul ve Ankara sokaklarında masum insanları ezip geçtiği gibi daha önce de hep ezip geçmiştir. Bir atasözü var, “Geçmişten kaçıyorsak, geriye bakmamalıyız!” Fakat biz göçmen soydaşlarımın, 1985 - 1989 yaralarından kalan savmayan yaraları var. 1960 - 1970 - 1980 darbelerinden geçen Türkiye demokratik barışsever ulusalcı güçlerinin unutamadıkları katliamlar var. Son 15 yılda 6 darbe denemesi yapıldığını biz de gördük. Ölüm taşıyan bu iğrenç kükremeleri her defasında kıran ve her defasında düşmanı inine tıkan, Sayın Tayyip Erdoğan başkanlığındaki AK Parti iktidarının 15 Temmuz gecesinde halka sarılarak, aralarında bulunduğumuz milletimizden güç alarak elde ettiği Büyük Zafer, öyle basit sözlerle anlatılabilecek türden değildir. Görüldüğü üzere, başını ininden çıkarak FETÖ çetesi ve “paralelci” zalim, “Ejderha” filmindeki ağzı ateş püsküren hayvan gibi dikildi gece karanlığında karşımıza ve Türkiye’mizin egemenliğini yok etmek, anavatanımızı parçalayıp bir iç savaş başlatmak, biz göçmenlerle de kanlı hesaplaşmak istedi. Hain planın ilk maddesinde anavatanımızı 50 yıl geri atmak, karanlıklar içinde boğmak vardı. Bir “üst akıla” hizmet eden, yuvaları “Pensilvanya”da olan ve memleketimizin devlet kurumlarına 30 - 40 yıldan beri girip çöreklenmiş olan zalim düşman güçleri yolda, çarşıda, pazardaymış. Kendilerini kamufle etmeyi başarmışlar. Aramıza gizlenmişler. Sanki hepsi bir içim su, selam sabahlı, namazlı niyazlı, sanki hepsi cennetlik, 1.150 okul, yerleşke ve dershanede örgütlenmişler, kertenkele ve yılan üretiyorlar ve gecelerin en zifiri karanlıklarında onları silahlı kuvvetlere, adliyeye, polis birimlerine ve diğer devlet katlarına yerleştirmişler. Düşmanla iç içe yaşadığımızın farkında değilmişiz.


Makale ve Analizler - 2016

209

TBMM’ni gece bombalayan zihniyet, bu kahramanlar vatanı asil topraklarda nasıl yetişir?, diyeceksiniz. Savcılıkta verilen ifadelerde, çocukları daha 5 yaşında ele geçirip, kendi okullarında beyinlerini yıkadıktan sonra, hepsinden bakar-kör, dinleyen-sağır, ruh hastası, taş kafa, yeminli hain, katil yetiştirdikleri 15 Temmuz gecesi katliamında ortaya çıktı. Biz size tüm yayınlarımızda benzer katillerden birinin Bulgaristan’da “saray”da yaşatılan Ahmet Doğan olduğunu çok kez anlattık. Kardeşlerim, T.C. Bakanlar Kurulunda, OHAL kararı, işte bu başını kopardığımız Çıbanbaşını tamamen sıkmak ve ebediyen yok etmek için alındı. Gerektiğinde 400 bin değil, 500 - 600 bin kişi tavsiye edilecek. O boş kafalılara sınavlarda soruların yanıtlarını gizlice dağıtan Profesör, doçent ve hocaların hepsi sokağa atılacak. BU kafasızlar Türkiye’mizi 19. yüzyıl karanlığında tutmaya, Büyük Türkiye Atılımlarımızı baltalamaya yemin etmişlerdir. Yurt dışına çıkmalarına yasak getirilmiştir, hepsi hainliklerine cevap verecek ve hak ettikleri cezaları çekeceklerdir. Bu, yeni asrın temizliği olacağı için, Türkiye halkını, hepimizi rahatlatacağı için, sabırlı olacağız. OHAL devam ederken devletimizin yanında olacağız, gerekirse biraz da dişimizi sıkacağız. Değerli kardeşlerim, bu darbe denemesinin özünde bir de şöyle bir gerçek var. 2002’de, AK partisini, Türkiye partisini, iktidarını buldu, kısa bir dönem de olsa “altın çağ” yaşadı. Avrupa’nın hiçbir ülkesinde % 52 ile seçilmiş bir Devlet Başkanı yoktur. Halkımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye Başkanı olmasını istiyor. Bunu bize çok gördüler. Bir halkla başkanının birlik olmasına yürekleri varmadı. Kıskandılar. Uykuları kaçtı. Türkiye büyüyor. Avrupa ile Asya’yı deniz altından ve su üstünden birbirine bağladık. Dünya 16’ncısı olduk. Dünya piyasası İstanbul’a geliyor. Dünya para piyasası “İstanbul” diyor. Avrupa ve Dünya kültür merkezi İstanbul oldu. Bu kazanımlarımız bizimdir, siz hepsini biliyorsunuz, fakat çekemeyenlerin içi içine sığmıyor. ve 19. yüzyıllarda Osmanlıya ateş püskürenler, 20. yüzyıl başında Atatürk’e yenik düşenler, 21. yüzyıl lideri Tayip Erdoğan, “sizin faizli paranızı istemem, biz kendi kendimize yeteriz, İslam Dünya’sında baş olmak, sizlerle dost olmaktan hayırlıdır,” dediğinde iyice kudurdular. 15 Temmuz gecesi yaşadıklarımız, iştebu hırs ve öfkenin, uzanıp da erişememenin, öfkeden içi içine sığmamanın bir patlaması, irinli - kanlı fışkırmasıdır. Bu öyle bir halk patlamasıdır ki, 10 bin kilometre uzaktaki Pensilvanya çete başı, öfkesinden kudurmuştur. AB devletleri, Türkiye halkı karşı devrimi yenince, hemen Brüksel’e toplandılar, yine “demokrasi”, yine “insan hakları” demeye başladılar. Neredeyse ka-


210

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tilleri, hainleri, katliamcıları “kahraman” ilan edecekler. 50 yıllık çabaları boşa gitti. Ah vah ediyorlar... Değerli kardeşlerim, OHAL - halkımızı korumak için alınan bir itaatli yönetim usulüdür. Devlet yönetimlerinin bazı özel sorunları çözmek ve ortamı sakinleştirmek için aldığı bir önlemdir. Amacı vatanımızda huzur sağlamaktır. İlk adımda uçaklar, tanklar, askerler üs ve kışlalarına toplanmıştır. Asayiş sağlandı. OHAL’in bizdeki süresi, yukarıda dediğim gibi, 3 ay olacak. Amerika büyük sellerle başa çıkamadığında OHAL uygular. Macaristan geçen yaz göçmen seliyle başa çıkamadığında OHAL dedi. Fransa, 2 ay önceki “terör” saldırından sonra OHAL kararı aldı, Niş faciasından son bu kararını 8 ay uzattı. Türkiye’mizde 3 aylık bir uygulama, belki de 3 ay bile sürmeye bilir, işlet yoluna koyulunca, devlet kurumları FETÖ - terör örgütü ve paralelci hainlerden temizlenince ve yeni atamaların yapılmasından hemen sonra kaldırılır. İş uzaya da bilir. Sizlere şunu özellikle anlatmak istiyorum. OHAL - 15 Temmuz gecesi mahrum olanları korumak ve yaralarını sarmak için alınmış bir karardır. (Biliyorsunuz şehitler, yaralılar, zarar görenler var.) OHAL, geçmişe dönük, hesap sorma ve gerginlik yaratmayı amaçlayan bir uygulama değildir. Suçüstü yakalanan, halka silah çekenler cezalandırılacaktır. Katillerin hepsi tutuklanacaktır. OHAL bizim hepimizin yaşama hakkımızı, anavatanımızda mutlu olma hakkımızı korumak için alınmıştır. Bu gerçeğin başka yorumu olamaz ve yoktur. Bakanlar kurulunda, OHAL uygulama kararı alınmasını öngören madde, tüm kişisel hürriyetlerinizin, din, dil, düşünme gibi özgürlüklerimizin korunmasını başa çekmiştir. Bizim çifte vatandaşlık haklarımıza, gidip gelmemize ve Bulgaristan’da yapılacak seçimlere katılmamıza engel olunmayacaktır. Tabii bu konularda Bulgar milliyetçiler ağzını hemen açtı. Gözünü yuman konuşuyor. Fırsat kollayanlar harekete geçti. Güya “Yurtsever Cephe” parti başkanı Valeri Simyonov, İstanbul menzilli füzeler alalım dedi. Kanlı katillere “şerefli erkekler” dedi. Sınırımızın kapanmasını istedi. Çifte vatandaşlığımızın kaldırılmasını gündeme getirdi. Fırsat buldum sandı ve bugün meclise bir kanun tasarısı sundu. “camilerde Türkçe ibadeti ve konuşmayı” yasaklamak, T.C.’den gelen hoca ve öğretmenlerin hemen kovulmasını istedi. Başka bir milliyetçi kırıntısı olan Reformcu Blok’taki, Güçlü Bulgaristan Partisi Başkanı Radan Kınev ise, 2016 Kasımında yapılacak olan Bulgaristan Cumhurbaşkanı seçimlerinde oy kullanmamızın yasaklanmasını talep etti. Onların icatları saymakla bitmez. Bilmem sizin köylerde var mıdır, bizde kartlaşmış ve kesilme zamanı gelmiş tavuk, “iki sarılı yumurtalar” derler, hemen işte öyle bir ortam belirdi Bulgaristan’da. Dillerinin altındaki zehirli baklaları şıp şıp ekmeye başladılar. Kahırdan ölecekler. Türkiye’de FETÖ illetinin temizlenmesi


Makale ve Analizler - 2016

211

hepsini pes edecek. En büyük korkuları Büyük Türkiye! Balkanların modern Türkiye’mizin etki alanına girdiğini biliyorlar. Rusya ve Mısırla anlaşmamızdan felç olanlar var... Bu gelişmelerin ardında bir de, HÖH - DPS partisine asla ve hiçbir zaman oy vermeme kararımız bulunuyor. Kısacası, devletine sahip çıkan halkımız bir devrim yapmıştır. Bu demokratik ve barış bayraklı dönüşümde yer alabildiğimiz için mutluyum. Hepinizi kutluyorum, Gerekirse her akşam Bayrampaşa meydanında demokrasi nöbeti tutacağız. Taksime kadar bayraklı alaylar düzeceğiz. Demokrasi ve barış zaferiniz kutlu olsun! Teşekkür ederim.

Halk Zaferinin Ardından - 2

Rafet Ulutürk-21.Temmuz.2016

var

Konu: Türkiye’de işler kötüye giderse, Bulgaristan’da çekeceğimiz

Bizim Bulgaristan’da Türklerin durumu, Hak ve Özgürlük Hareketi’nin tuzakları, Ahmet Doğan ve birçok başka parti ileri geleninin ihaneti üstüne yıllardan beri yazdıklarımıza inanmayanlar, derin derin ve inceden inceye düşünmek zorundadırlar. Biz yazılarımızda hainlikten sonra durulma, arınma, temizlenme, ıslah olma tamamen, bütünüyle ve kesin imkansızdır diye yazdık, ama bizi anlamak istemeyenler ayak diremeye devam ediyorlar. İhanetçi olan bize yapışmış bir kenedir, gire gire kalbimize girer, oracıkta özümüzü durmadan kemirerek yaşar. Bizi kemirmesi onun gıdasıdır. O, bundan vazgeçemez. İhanet etmek onun yemesi içmesi ve tuvalete gitmesi kadar doğallaşmış bir ihtiyacıdır. Kalbe yerleşen keneler solumadan yaşayabilir, oksijeni kanımızdan alırlar. Demek istediğim, çalışmasalar da cepleri parasız kalmaz, çünkü onlara para verilir. Dışarı çıksa yaşayamaz, bugün Ahmet Doğan haini gibi saray kodesine gizlenmiş ve yaşamaya devam eder. Onların normal soluyup öteki haşaratlar gibi var olması mümkün değildir. İhanetçiyi açıklamak için kullandığımız “kene” örneğinde geriye (normale) dönme özelli yoktur ve olamaz.


212

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Biz, bu nedenle ajan “Sava”, ajan “Pavel” ve diğerlerinden asla normal vatandaş, Türk kimlikli Müslüman Türk olabileceğini düşünmedik ve düşünmüyoruz. Bunlar her gün Bulgaristan Türkleri Başmüftüsü ya da Türkiye Cumhuriyeti Büyük Elçisi ile beraber namaz kılıp tövbe etseler, Kuran ellerinden düşmesi de asla normalleşemezler, çünkü Allah’la kul arasında aracı otorite olmaz. Onlar hain ajan olmayı kabul ederken arkalarındaki tüm köprüleri havaya uçurmuş, halk yararına asla ve hiçbir yerde ve hiçbir zaman hiçbir iyilik yapmayacaklarına yemin etmiş ve imza atmışlardır. Bu bir vicdan imzasıdır. Bozulmaz ve geri alınmaz! Bunun için Ahmet Doğan Moskof lehinde işler yapabilir, Lütfi Mestan da NATO için bayrak kaldırabilir, ama onun üzerine bastığı toprakta alın teri olan kardeşlerimiz için herhangi bir hayır yapmasını beklemek boşa kürek çekmek olur diye düşünüyorum. Türkiye’den örnekleyelim: 10 yıldan beri Genel Kurmay’da, Genel Kurmay Başkanı ekibinde çalışan, FETÖ casusu ihanetçi Yarbay Levent Türkan tutuklandı ve savcıya şöyle dedi: “Ben bir FETÖ paralel örgüt üyesiyim. Cemaatte yıllarca gönüllü olarak hizmet ettim. Onlar tarafından verilen emirleri harfiyen yerine getirdim. Bir “üst akıla” hizmet verdim. Darbe girişimi FETÖ ve paralelci çetenin işidir. Ben darbeyi 14 Temmuz 2016 Perşembe günü saat 10’da öğrendim. Fakir bir ailenin çocuğuyum. Babam çok fakir bir çiftçiydi. Tarlalarımız, bağımız, bahçemiz yoktu. Fetullah Gülen Cemaatti tuzağına 5 yaşında düştüm. Bu casus örgütü tarafından okutuldum. Eğitilip yetiştirildim. Onların ağına düşen asla kurtulamaz. Onların gölgesi dışında hayatımda tek adım atamadım. Bu mümkün değildi. Elime dinleme cihazı verildi. Bu cihazla 2011 - 2015 yılları arasında her gün 15 - 16 saat Genel Kurmay Başkanı Necdet Özel’i dinledim. Daha sonra da Genel Kurmay Başkanı Hulusi Akar’ı dinledim. Pili bir gün dayanıyordu. Haftada bir dolan cihazı cemaat abime götürüp veriyor, boş olanı alıyordum. Arama sırasında Genelkurmay Başkanı odasında dinleme aracı araması yapılıyordu. Doğal olarak ben bu aramaların ne zaman yapıldığını önceden bildiğim için cihazı koymuyordum.” Bizim hainlerin “Sava”, “Pavel” gibi kod adları olduğu gibi, FETÖCU ve “paralelci” hain çetesinden Yarbay Türkkan’ın temas halinde olduğu kişilerin de “Metin”, “Selahattin” ve “Adil” gibi kod adları vardı. “Sava”nın 1972’den beri ajanlık yaptığı dikkate alındığında, burada 44 yıllık bir süreden söz ediyoruz.


Makale ve Analizler - 2016

213

Bu bir muşmula ağacı ve 44 yaşında olsa, 40 yıldan beri döngel (beşbıyık) ürettiğini kabul etsek, bundan sonra asla değişemeyeceğini, elma, armut, erik, mandarin vb üretemeyeceğini kabul etmeliyiz. Hainliğin ıslahı olmaz! Çürüdükten sonra yenilen, yuvarlak, buruşuk, mayhoş, beş çekirdekli beşbıyık üreten bir ağaçtan dallarına orak armudu yüklemesini beklemek yanlış olur. Burada yapılabilecek tek şey bambaşka hesaplar içinde kalmak koşuluyla, muşmula ağıcının Noel ağıcı gibi orak armuduyla süslenmesi olabilir. Birbirimizi aldatmayalım, ötesi boştur. Bu bakıma Yarbay Türkkan’ın ben bir “fetocuyum, ben bir paralelciyim ve biz bu darbeyi hazırladık” sözlerini, olduğu gibi kabul etmek zorundayız. O, tanımadığı, gerçek ismini, adresini, telefonlarını, ofisini, araç plakasını bilmediği bir “üst akıl” temsilcisi tarafından yıllardan beri (beş yaşından başlayarak) eğitilmiştir. Yarbay Türkkan’ın öyküsü, bizim Ahmetlerin, Lütfilerin hayat hikâyesi ile büyük benzerlik taşır. Eminim Ahmet Doğan hiçbir Rus istihbarat generalinin adresini, gerçek adını, telefonunu bilmez. Lütfü Mestan da hiçbir NATO üst düzey general ya da amiralinin kod adını bilmez... Ajanlık, hainlik işi “su gibidir” dendiğinde bu anlaşılır. İnsanoğlu çok susadığı bir anda bu bir bardak suyu bir defada içer, ama bir defa kendi iradesiyle ondan asla kurtulamaz, içilen o damlalar insanın kalbinde “kene”, beyninde “Tümer” olur, insan beyninin düşünme gömecinin gözeneklerine beton gibi dolar ve insanı kör, sağır, duyarsız eder. Emperyalist üst akılın bizim ülkelerde yetiştirdiği ve kolladığı “liderler” bu gib tiplerdir. Bunlar Türkiye Cumhuriyetinin Genel Kurmay Başkanının boynuna tasma takacak, Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayip Erdoğan’a suikast düzenleyecek, onu öldürme planları hazırlayacak, ailesine kurşun sıkacak, Türk halkını bir iç savaşa itecek ve anavatanımızı 50 yıl geri itecek kadar vicdansız, alçak, yüreksiz tiplerdir. Bulgaristan Türklerini “siyasi köle” haline getirecek kadar imansız ve hayırsız ibn.....r. İşte bir soru: “Üst akılın” Sayın Tayyip Erdoğan’dan istediği nedir? Cevap: İstediği Türk halkına, Türk egemenliğine, Türk istikbaline ihanettir. Recep Tayyip Erdoğan’ın 20 milyonluk bir devasa kentte başarılı belediye başkanlığı yapması, AK Parti kurucu başkanı olması; AK Parti’yi halk oylarıyla 2002’de iktidara taşıması; çok başarılı Başbakanlığı ve yükselen ve güçlenen bir Cumhuriyetin Başkanı olmasını halkının istemesi, onları yıllardan beri deli etmiştir.


214

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Avrupa ülkelerinde % 52 oyla seçilmiş bir Cumhurbaşkanı yoktur. Türkiye’nin FETÖ çetesinden, paralelci hainlerden kurtulup silkinmesi, 21. yüzyıl mucizeleri yaratma yolumuzu sonuna kadar açacaktır. Silahlı Kuvvetlerimiz, eğitim sistemimiz ve kamu organlarımızı frenleyen darbeci zihniyetten kurtulmamız memleketimiz için bereket yüklü ufuklar açacaktır. Bir milletin devletine, Cumhurbaşkanına, Silahlı Kuvvetlerine sahip çıkması büyük bir nimettir. Devletin yapması gerekeni yapması, zor anda başka bir iç veya dış güçten değil de halkımızdan yardım ve destek istemesi büyük bir kazanımdır. Barış ve demokrasi mitingleri halk bütünlüğümüzü pekiştirdi. Biz, bugün “kahramanlar Türkiye’ye sahip çıktı! Derken, kahramanlar ordusu içinde büyük sayıda Bulgaristanlı, Balkanlı olduğunu da biliyoruz. Kardeşlerimizde şu günlerde hastanede olanlar “Anavatan için bir kol, bir bacak, hiç önemli değil!” diyenlerin söyleşilerini izliyoruz. Bu biz göçmenlerin kaynaştığımıza ve Türkiye Cumhuriyetinden başka vatan aramadığımıza kanıt oluyor. Unutmayalım, “Büyük Türkiye” yolunun kesilmesi için son 6 yılda Türkiye Cumhuriyetinde 15 askeri darbe denemesi yapıldı. İtirafçı Yarbay’ın yetiştirildiği gibi hain kadro eğiten Türkiye’de 1.150 Feytullahçi, paralelci okul olduğu ortaya çıktı. Bunlar artık kapatıldı ama Türkiye içinde hainlik suyundan içmiş ilk bakışta namazı niyazı yerinde Allahın emrinde dolaşan kadroların sayısının kaç olduğunu biliyor musunuz? Etrafınıza bakın lütfen! Bu okulların, yerleşkelerin, dershanelerin ana hedefi düşünemeyen Türk yetiştirmekti. Paralı FETÖ okullarından diplomalı gençlerden yüksek eğitim için Bulgaristan’ı seçenler arasında yapılan bir anket, bu “yüksek başarılı” diploma sunan gençlerden % 80’nin Türkiye Cumhuriyetinde bir roman okumadığı, baştan sona tek kitap karıştırmadığı gerçeği ortaya çıkmıştır. Okudukları dillerin grameri üstüne hiçbir bilgi sahibi olmayışları anketçileri hayrete düşürmüştür. Dünya eğitim tarihi bu aşamayı 19. yüzyılda aşmıştır. 2016’da Türkiye kolej ve üniversite sınavlarında, FETO taş kafa eğitim sisteminin yerleşke ve ders hane kuramadığı Tunçeli’den çocukların milli birincilik elde etmeleri ve Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı B. Yıldırım tarafından ödüllenmeleri dikkat çekmişti. 15 Temmuzda akan kan, yaralı sayısı, TBMM’nin bombalanmasına kadar uzanan barbarca kudurmuşluk, Ankara semalarında beliren ve 79 milyonu yakıp yutmaya hazırlanmış ejderhayı hepimiz gördük.


Makale ve Analizler - 2016

215

Ona karşı birlikte savaştık. İtiraf etmeliyiz. Kendimiz için, çocuklarımız için çok korktuk. Bu korku yıllarca silinmez. 1982 darbesi izlerinin hafızamızda hala canlı olduğu gibi... Bu kullandığımız dille izah edilemeyecek kadar gaddar ve vahşi bir kudurmaydı ve çok kan akıttı. Burada, ejderha şeklinde görünen “üst aklın” Türkiye’mizi parçalamak, kanını emmek, paramparça yapıp hepimizi yarım asır gerilere atmak istediği ortadadır. Ahmet Doğan, 04 Ocak 1990’da Varna’da kurulan HÖH yönetimini ele geçirmeye Pazarcık hapishanesinde yıllarca hazırlanmıştı. Bu kurucu kurultaya davet edilen dişileri önceden tanımış, yemlemiş, susturmuş ve kendini kabul ettirmişti. Kasım Dallar bu çetedendir. Onların susmaları, her zaman pas kalmaları için defalarca “hizmet” sunulmuş çevirdikleri dalaverelere göz yumulmuş, açılan davalar asla sonuçlanmamış, ayakları çamura battığında çekip çıkarılmışlar, cepleri asla boş bırakılmamıştır. Bu “Belene” kampındaki tuzaklarda, Sofya ve Stara Zagora ve diğer şehirlerdeki hapishanelerde ve sürgünlerde de olmuştur. Anlatmaya çalıştığımız olay, Türkiye’ye ve Türklüğe karşı bir dünya “üst akıl” komplosudur. Gözle görülmeyen bir çatı sızıntısı gibi, 40 yıldan beri Türkiye devlet duvarına sürekli damlayan ve onu ıslattıkça çürüten FETÖ çetesi, paralel belası, bütün devleti devirmeye çalışırken çökertildi. Türkiye Başkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan Başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu darbe yaralarını sarmak, toplumda huzur sağlama ve kamuyu FETO ve paralelcilerden arıtmak için Olağanüstü Hal (OHAL) ilan etti. OHAL ne anlama gelir? OHAL ile birlikte iktidara sınırsız kararname yetkisi ve valilere süper yetki verildi. Ayrıca OHAL’de kamu düzenini veya kamu güvenini bozabilecek kişilerin belli bölgelere girebilmesi yasaklanabilecektir. OHAL döneminde gözaltı süreleri uzatılabiliyor. OHAL üç ay sürecektir. Soydaşlarımızın OHAL ile ilgili şu bilgileri bilmesi iyi olur. Sokağa çıkmayı yasaklamak veya sınırlamak mümkün olacaktır. Belli yerlerde veya belli saatlerde kişilerin dolaşmaları ve toplanmaları ve araçların seyri yasaklanabilecektir. Kişilerin üstünü, araçlarını, eşyalarını aratmak ve bulunacak suç eşyası ve delil niteliğinde olanlarına el konabilecektir. Olağanüstü hal ilan edilen bölge sakinleri ile bu bölgeye hariçten girecek kişiler için kimlik belirleyici taşıma mecburiyeti getirilebilecektir.


216

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2016

217


218

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2016

219


220

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2016

221


222

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2016

223


224

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2016

225


226

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.