41 - HAİNLERİN ANITLARI BAŞAŞAĞI OLSUN

Page 1

HAİNLERİN ANITLARI BAŞAŞAĞI OLSUN

2018 Şubat - Mart Makale ve Analizleri


HAİNLERİN ANITLARI BAŞ AŞAĞI OLSUN BULTURK BGSAM Yayınları Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi - BGSAM - 41 BULTÜRK Adına Genel Başkanı: Rafet ULUTÜRK Basım: Şubat - Mart - 2018 Koordinatör: Dr. Nedim BİRİNCİ Editör: Raziye ÇAKIR İnternet sorumlusu : Kapak Tasarım: Murat ULUTÜRK Pazarlama Sorumlusu: Hamiyet ÇAKIR Arşiv: İbrahim SOYTÜRK İsteme Tel: 0212 511 63 47 www.bulturk.org; www.bghaber.org; info@bulturk.org İnternet sitesinin yazıları Adres: Yıldırım Mah. Şehit Kamil Balkan cad. No.114/A Bayrampaşa İstanbul Tel: +90 (212) 511 63 47 Belgegeçer: +90 (212) 526 51 98 https://bgsam.org/, https://issuu.com/bulturk, https://bulturk.org.tr/ Baskı : DİNÇ OFSET MATBAACILIK SAN. ve TİC. LTD. ŞTİ. Adres: Davutpaşa Cd. Emintaş San. Sit. No: 103/580-581 Topkapı - İstanbul Tel: 0090 212 493 24 67 TÜRKİYE CUMHURİYETİ YASASI GEREĞİNCE BU ESERİN YAYIN HAKKI BULTÜRK’ten İZİNSİZ KISMEN VEYA TAMAMEN ÇOĞALTILIP YAYINLANAMAZ

Web: www.bghaber.org ; E.Posta: rafetuluturk@yahoo.com


“Bilgi Ordusu, Bizim Ordumuz, Bildiğimizi Öğretmek,Bizim Borcumuz.” Rafet ULUTÜRK

Düşünceler dizisi olan elinizdeki eserin anlamı derin bir uğraşın ancak başlangıcıdır. Bulgaristanlı Türk Müslümanların başına 1970-72, 1984-85’te düşen yıldırımın bir daha düşmemesi için bir uyarı ve ışık niteliğindedir. Saygılarımızla, B U LT Ü R K İ st a n b u l



Önsöz Yerine Yıl 2018 2016 yılı Bulgaristan Türkleri ve soydaşlarımız için umut dolu gelmişti. Cumhurbaşkanlığı seçimi ve siyasi dönüşüm amaçlayan bir halk oylaması yapılacaktı. Vatandaşlar siyasi sistem değişikliğinin seçim sisteminden geçtiğini kavramıştı. Ancak parti listelerinde gösterilenlerin seçildiği “çoğulcu” uygulamadan kurtulup, seçmen tarafından gösterilecek ve seçmenin iyi tanıdığı kişilerin meclise gönderileceği mutlak ekseriyet (salt çoğunluk) sistemine geçişin müjdesini bekliyordu. Bu değişiklik için 2 milyon 500 bin seçmen oy verdi.Seçmen, meclis seçimlerinde parlamentoya giren siyasi partilere oy başı 11 leva verilmesine yani milyonlar ceplemesine son verilmesini ve seçimlerin zorunlu olmasını istedi. 2 milyon 500 bin seçmenin oyu mahkeme kararıyla rafa kaldırıldı. Siyasi sistem değişikliği için “izin veremeyiz” dendi. Bunu deyen ise, 1989 yılından sonra, “ben artık öldüm” aldatmacası yaparak, Bulgar toplumu içine boydan boya uzanan kaskatı totaliter sistemin yarattığı oligarşi ve sözcüleri oldu. Onlar aynı yıl Bulgar aşırı sağcılarını birleşmeye çağırdılar. Giderek birleştirdiler ve onlara “yolunuz iktidar basamaklarından tırmanmaktır” dediler. Avrupa’nın kaderi de kötüydü. Sığınmacılar, savaş kaçakları, kitle göçleri, kıta değiştirenler çatır çatır kıvılcım saçan faşizm her günümüzü zehir etmeye başladı. 1989’da parçaları anmalık olarak satılmaya başlayan Berlin Duvarı’ndan parçaların yerine yeni duvarlar çekmek için yeni duvarcılar belirdi. Doğu Avrupa ülkeleri aralarındaki sınırlara boydan boya tel duvar gerdiler. Tarih ayıbın böylesini daha önce görmemişti. Sınırları kaldırıp özgür bir dünyada yaşama hevesiyle birleşmeyi seçenler insanlara, “Toplama Kamplarını”, yargısız idamları, Nazileri, faşistleri anımsattılar. Avrupa Konseyi 3 Bulgar siyasi partisine, “Ataka”, İç Makedon Devrim Hareketi (VMRO) ve “Bulgaristan’ı Kurtarma Hareketi” ve bu üçlünün “Yurtsever Cephe” ortaklığı Türk, Müslüman, İslam,


6

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

sığınmacı, göçmen ve öteki düşmanlığı aldı yürüdü. Düşmanlık yılan zehrinden kötü olan... Müslümanları hem isteme hem de istememe siyaseti karıştıkça anlaşılmaz oldu. Avrupa Birliği üyesi 28 devlet Türkiye Cumhuriyeti karşısında boyun eğdi ve bir gün “ama şu göçmenleri durdurun, bizi çökertecekler” dedi. 2016 ve 2017’nin en büyük olayı buydu. Dev adımlarla büyüyen ve güçlenen Türkiye’ye daha önce 28 devlet birden yalvarmamıştı. Diz çöktüler ve 2016 ve 2017’de durumun özünü fark edemediler. Çökenler Güneşten uzaklaştıklarını fark edemezler. Kuşkusuz, önüne eğilmiş kafalardan biri olan Bulgaristan’dı. Hem Brüksel’e ve hem de Ankara’ya bakarken Bulgaristan Türklerini görmezden geldi. Onları siyasi olarak parçalayarak ve parçaladıkça ezerek mecliste faşistlere daha geniş yer açanların ve faşistleri 1944’ten beri ilk defa iktidar koltuklarına davet edenlerin tam olarak ne düşündüklerini ve ne istediklerini anlamak çok zor olmadı. Artık göç durmuş, doğal olarak geri göç başlaması zamanı gelmişti. Faşist düşmanın kafasında iki hedef birden doğdu. Camiler ve mezarlıklar. Camilerin içinde de Türkçe konuşmayı yasaklamak, Türkler için Vatan kalesi olan, mezarlıkları daraltmak hatta vakıfları kabristanlık olarak ayırdıkları bütün arsalara el atıp, onları cesetlerini gömecek bir insan boyu topraksız bırakmayı düşündüler. Sofya Türk Mezarlığı 28 yıl önce dolmuştu. Bunu Ahmet Doğan’a, Lütfü Mestan’a, Osman Oktay’a, Kasım Dal’a vb asla anlatamadık. Yakın geçmişte mecliste yaşlanan Ramadan Atalay’ın eşi vefat etti. Bir mezar yeri bulamadık, doktor hanım Bulgar mezarlığına gömüldü. Yazarlarımızdan İsmail Çavuş öldü, Sofya dışında Bankiya kasabasındaki Hıristiyan mezarlığına gömdük. Bu şehirde zengin Müslümanlar için de mezar yeri yok. Sofya kenarında 52 dönüm bir yer alındı. Toprak sahibi Bulgar komşular vakıf malımıza, kendi mülkümüze mezarlık yapılması için gereken “razıyım” belgesini vermedikleri için, 20 yıldır boş duruyor o kutsal toprağımız. Karşımızdaki devlet kale gibi! Püskülü faşist. Ortada kaldık. 2016 - 2017 bizim için çok zor yıllardı. Mezarlıksız Vatan olmaz!!! Mücadele devam ediyor. Raziye ÇAKIR


Önsöz: Bulgaristan 2018’e hızla girdi. Mart ayından başlayarak yolu genişletmeye çalıştı. Bu yol bir defa Türkiye’den Bulgaristan’a ve dolayısıyla Avrupa Birliği’ne, ikinci olarak da Sofya Avrupa Konseyi dönem başkanlığının inisiyatifiyle “Batı Balkanlar”ın 6 küçük ülkesine açılacaktı. Başkanlık, bu yeni coğrafya terimini geliştirerek kapsamına Sırbistan, Karadağ, Arnavutluk, Makedonya, Kosova ve Bosna - Hersek’i sıkıştırdı. Bu devletçiklerin hepsini bir sıraya koyup önce NATO’ya, ardından da Avrupa Birliği’ne kazanarak genişleme hayal edildi. Karadeniz limanlarımız Burgaz ve Varna’dan çekilecek, Üsküp üzerinden Duras’a bölünmüş ana yol ve hızlı trenle bağlanacak kartı oynandı. Para ile olurla olmaz arasındaki çelişkiler rafa kaldırıldı. Kafana ne koyarsan koy, olursa bütün insanlar bu yolların üstünden geçebilirler, fikri köksüzde olsa, birden tuttu. Tam otomatik sistemler anlatılmaya başlandı. Örnek olarak, “Doğuş İnşaat”ın 5 sene önce tesis ettiği Sofya 2. Metro hattında telefonla elektronik bilet alma sistemi uygulandı. Yolcuların ancak % 3’ü gişelerden geçebildi, çocuklar okula, ana-babalar işe, yaşlılar doktora vs gidemedi. Mart ayının ana konusu 3 Mart Milli Bayram Kutlamalarında kendiliğinden fışkırdı. Bulgaristanlı Türk aydınlar, BULTÜRK yönetimi 1878’de İstanbul / Yeşilköy’de Rusya ve Osmanlı İmparatorlukları arasında, hiçbir Bulgar temsilcinin davet edilmediği ve katılmadığı görüşmelerde, bir geçici (ömrü 3 ay olan) bir Protokol imzalanmasının Bulgaristan Milli Bayram günü olamayacağı görüşünü savundu. Törenlere, Türklerin davet edilseler bile gitmemeleri gerekçeleri işlendi. Yine Mart ayında, Avrupa Konsey Başkanlığı ana konu olmaya devam ederken, Türkiye Cumhuriyeti Başkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın Varna ziyareti ve Bulgaristan Başbakanı Borisov’un da katıldığı bir ortamda, Avrupa Konseyi Başkanı Donals Tuks ve Avrupa Birliği Komisyon Başkanı Jean-Claude Juncker ile başarılı görüşmeleri geniş olarak yansıtıldı. Sığınmacı sorunları ve diğer AB problemlerine Türkiye dışında çözüm aramanın yanlış olduğuna vurgu yapıldı. “İstanbul Konvansiyonu”na karşı tepkiler, İstanbul’da onarılan “Demir Kilise” çan çalma törenleri ve özellikle de kıdemli arkadaşımız Osman Bülbül’ün kaleme aldığı “Cami Duvarına İşeyen itin Ölümü Yakındır” yazısı, Müh. Mehmet Çakır’ın “Kimse Dönek Doğmaz, Dönek Olunur!” dizisi, Musa Yurtsever’in “Bu Acı Bitmez, Adamı Yiyip Bitirir!” analizi büyük yankı uyandırdı.


8

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu arada özel bir gayretle gönül bağlarımız, halk yaratıcılığımız, Bulgaristan Türkleri Edebiyatı, Vatan sevgimiz, birlik ve beraberliğimizin kaçınılmazlığı ve artık yaşamını dolduran ve halkımızın sorunlarını kucaklayamayan Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH) yerine, Bulgaristan Türklerini yeniden şahlandırıp birleştirecek bir Milli Kurultay çağırma sorunları büyük bir derinlikle işlendi. Bu arada, Bulgaristan’daki Türk partilerinin problemleri, sıradan insanların sorunları, anadilde eğitim, din özgürlüklerimizin genişletilmesi, vatandaş toplumu kurma, adil düzen ve demokrasi sorunlarımız gündemden inmedi. Türklere, Müslümanlara, İslam dinimize ve diğer etnik azınlıklardan kardeşlerimize karşı saldırılara sert yanıt verildi. Bu konuların hepsi az ya da çok, ama her zaman elinizdeki kitapta işlenmiş ve çözüm yolu aranmıştır. Rafet Ulutürk BULTÜRK / BG-SAM 08.08.2018

Değerli Hemşehrilerim, Bulgaristan’da hepimiz zor günler yaşadık, itildik, ezildik, çiğnendik, hatta gün geldi vurulduk, şehitler verdik. Bu nedenle bizler kendi içimize kapanarak, yaşam mücadelesi vermeye çalıştık. Ancak bu içine dönüklükten kurtulmalıyız ve Türkiye’de yaşadığımıza göre, yasaların bize verdiği tüm haklardan bizlerde yararlanmalıyız. Peki, neden bunu yapamıyoruz? 1877-78 Rus-Türk savaşından sonra Osmanlının Balkanlardan çekilmesiyle birlikte, savaş esnasında işlenen akıl almaz katliamlar nedeni ile atalarımız asırlarca yaşadıkları yerleri terk ederek göç yolunu tutmuşlardır. Geride kalanlar ise Bulgaristandevleti’nin uygulamaya başladığı soy kırım politikalarına karşı direnmiş ve hayatta kalmaya çalışmışlardır. Şimdi ise burada Türkiye’de yaşayanlar oralara yardım edebilmek için, burada ilk önce bir araya gelmek ve bir merkez oluşturmalıyız. Artık bir kurum altında toplanmalı ve birlikte hareket etmeliyiz. Bu birliğe hepimizin ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Artık bir birimizi kötülemekten vaz geçmeliyiz, birisi için yanında konuşamayacağımızı


Makale ve Analizler - 2018

9

başka bir yerde konuşmamalıyız, yani kısaca arkasından konuşmamalıyız. En önemlisi samimi, hoşgörülü ve ahlaklı olmak. Zamanla her şey yerine geleceğine inanıyorum, ama tabi ki bu dava üzerinde kafa yoran, stratejiler üreten ve devamlı bunun üzerinde çalışan olursa. Bizim savaşımız insanlarımızı ahlaklı yetiştirmek olmalı, birlik ve beraberliğe kendi insanlarımızla başlayarak tüm Türk Dünyasına taşmalıyız. Bizler burada Türkiye’de yaşayan Bulgaristanlılar büyük bir kitle haline gelmiş durumdayız. İşte bu nedenle şimdi bu kitleyi yani kendi hemşerilerimizi, bir araya toplayarak bir merkez, bir güç birliği oluşturmalıyız, tabi ki bu bizim doğal tabii hakkımızdır. Bizler de artık toplum gücünü kullanabilmeliyiz. Toplum olarak haklarımızı elde etmek zorundayız ve bu yönde çalışmalıyız. Biz bunu söylerken, önderlerimizi seçerken, başkaları kötüdür demiyoruz. Biz bu işi onlardan daha iyi yapabileceğimize, Türkiye Cumhuriyetine ve Türk Dünyasına daha verimli olacağımıza, buralarda bu bölgelerde yaşayan Türklerin daha iyi, daha güvenilir, yaşamalarını sağlayacağımıza inandığımız için, Önderliğe, Yönetime talibiz. Bu arada Bulgaristan’da kalan kardeşlerimizin hepsinin siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel kimliklerini, muhafaza edebilmeleri için mücadele etmeliyiz ve bu konuda gerekeni yapmalı ve gerekli yardımları yapmalı ve yaptırmalıyız. Aramızda Ahlâklı, Adaletli olanları seçmenli ve yüceltmeliyiz. Geçmişi konuşmaktansa, gelecekten söz etmeliyiz, bugünü değil, yarınları görerek hareket etmeliyiz. Aramızdan stratejistlere imkân ve fırsat vermeliyiz ve onları bizler yetiştirmeli yön verebilmeliyizkısa-10 ve uzunvadeli -50 yıllık hedefleri gösterebilmeliyiz. Aramızda kötü niyetli insanları tespit etmeliyiz, bilmeliyiz ki, onların kusurlarından dolayı değil, bu güne kadar yapılması gerekenleri engelledikleri için aramızdan uzaklaştırmalıyız. Bu güne kadar neler yapılmamış, onları araştırmalı, bilmeliyiz ve neler yapılması gerekir onları söylemeliyiz ve bunları bir an önce hayata geçirmeliyiz. Bizler gözyaşları dindirmek için, yaralara mehlem olmak için, her yüke ortak olabilmeliyiz. Gençlerimize, sadece balık pişirmesini değil, balık tutmasını da öğretmeliyiz, insanlarımızı denizlere, okyanuslara açılmalarını sağlamalıyız. Aramızda Tek Lider değil her sokakta, her mahallede bir lider yetiştirmeliyiz, biz dünyayı yönetmek için oğullarımızı yetiştirmeliyiz.


10

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bizim insanlarımız yani Bulgaristan Türkleri şahsi başarıları Türkiye’de belkide en çok olanlardanız. İşte artık bizler toplum olarak haklarımızdan yararlanmasını bilmeliyiz. Her şeyden önce siyasi haklarımızı toplum olarak kullanmalıyız, daha sonra ekonomik ve kültürel haklar onu takip edecektir. Hepimizin gördüğü gibi, tarihte büyük güçler çok defa kötü politikaların kurbanı olmuşlar ve bunlar devam edecektir. Bir toplumun Lideri olmadan hiçbir şey olmaz, bu lideri de toplum çıkarmalıdır. Siyaseti güvenilir, sevimli hale getirmek bizim hedefimiz olmalı, bu gün çok zor, imkânsız olarak görünse de, yarınlara umutla bakabilmeli ve baktırabilmeliyiz. Var olabilmemiz için, var kalabilmemiz için, öncelikle temel hususlarda anlaşma sağlamalıyız. Aramızda bir birimize güveni kaynaştırmalıyız ve samimi olmalıyız. Her şeyden önce özgüvenimizi kazanmalıyız, birlik ve beraberliği ön planda tutarak insanları insan oldukları için sevip saymalıyız. İçimizde barışı sağlayıp, tek merkezde bir çatı altına toplanmalıyız. Bu çatı da “BULTÜRK Derneği” olmalıdır. Buradan tüm dünyaya sesimizi duyurabiliriz. Balkanlar konusundaki politikalarda etkili olabilmek için yolları aşındırmalıyız. Çünkü gelişmiş ve Bulgaristan’da etkili bir Türkiye Balkanlara tamamen hâkimiyet kurabilecektir. En önemlisi kararlı olalım ve birbirimize samimi, saygılı olmayı ve bir birimizi sevmeyi öğrenmeliyiz. Bizim derdimizi ve problemlerimizi en iyi anlayabilecek zaat bizden olduğunu idrak etmeliyiz. Bulgaristan Türkleri konusunda teşhisi bizler kendimizi yetiştirerek yetki mercileri alarak son noktayı biz koymalıyız, bu güne kadar ki eksikliğimiz budur. Ayrıca Balkanların anahtarı Bulgaristan’da yani Bulgaristan Türklerinden geçtiğini de öğrenmeli ve öğretmeliyiz. Sevgili dava arkadaşlarım. Kendimizde özgüveni, aramızda güveni ve merkezioluşturduktan sonra, kimsenin aramıza nifak tohumları ekmesi mümkün değildir. Bizim için önemli olan, eksiklerimizi bulmaktır. Geçmişi bırakarak artık bizler aydınlanma dönemine bir an önce geçmeliyiz. Halimizi tespit etmek çok kolay, gazete, dergi yayın hayatımız nerede, kaç gazete, tv, radyo bizimle ilgili haber yapıyor.Burada suçlu değil, sebepleri aramalıyız. Gelin bunları tartışalım, niçin bu güne kadar bir


Makale ve Analizler - 2018

11

Bulgaristan Kültür Merkezi olmamış, bunu şimdi nasıl gerçekleştirilebiliriz, bunlara yönelik çalışmalar toplantılar yapmalıyız. Hedefimiz Türkiye Cumhuriyetini daha güçlü, daha huzurlu ve daha iyi yarınlara götürmek için olmalı. Güçlü bir Türkiye Bulgaristan da yaşayan Türklerede güven ve huzur verecektir, onların daha rahat yaşamalarını hep birlikte sağlayabiliriz. Bunlar zannetiğiniz kadar zor işler değil. Dünyada insanlar bir iş için değil, bir İdeal için hayatını feda ederler. Bunun için güçlü olmak sesini duyurabilmek için öncelikle bir Kurum ve bunun Merkezini oluşturmalıyız. Çünkü Merkezi olmayan hiçbir topluluk bir yerlere gelmesi mümkün değildir. Bu güne kadar konuşmalar tartışmalar yapılmış fakat bir ağıç ekilmemiş işte bu gün bunu yaptık BULTÜRK tüm Bulgaristan Türklerinin biz öncelikle sadece Bulgaristanlıyız. Bizler elimizdeki kıt kaynaklarla bir merkez oluşturmaya çalıştık, bunda da muhafak olduk. Bu merkeze ulaşmakta büyük güçlükler ile karşılaştık bu konuda bizlere yardımcı olan emeği geçen herkese teşekkür ediyoruz. Ayrıca bizlere kendi yerini veren Mümin Hocamıza huzurunuzda kendisine tekrar tüm halkımız adına buradan teşekkür ediyoruz. Bundan sonraki hedef de Türkiye’nin her yerine ulaşmak ve bu birlikteliği her yerde tesis etmektir. Bu merkezimizde artık kendimize ait bir kültür merkezimiz oluştu toplantı salonumuz da mevcuttur her 15 günde bir toplanıyoruz. Amacımıza ulaşabilmek için devletin bir şeyler yapmasını beklememeliyiz. Birlikten kuvet doğar Atasözünde olduğu gibi güçlerimizi birleştirerek devlet yönetiminde söz sahibi olmalıyız ve geleceğimize kendimiz yön vermeliyiz. Gençlerimizin devlete girmelerinin yolunu aydınlatmalıyız. Artık bizim de Ankara’da TBMM’de kendi temsilcilerimiz olmalı. Bizler de buralara kendi içimizden birilerini gönderebilmeliyiz. Aramızda birlik ve beraberliğimizi oluşturduğumuz takdirde kendi içimizde samimi olduğumuzda başarıların ard arda geldiğini göreceğiz bunu başaracağımıza eminim. İhtiyacımız olan tek şey kendi içimizde daha adaletli olabilmek. Sevgi ve saygılarımı sunarım, Genel Başkan Rafet ULUTÜRK


12

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bataklık Donmuş

Dr. Nedim Birinci-19.Şubat.2018

Konu: Bulgaristan’da ana çelişki azınlık hakları olmaya devam ediyor. 2017 yılında Bulgaristan’da ulusal kapsamlı ve geçerli 6 sosyolojik araştırma yapıldı. Bunlar değişik ajanslar tarafından, 26 Mart 2017 erken meclis seçimlerinden önce ve ardından yapılmış olsa da, sonuçlarında ülkenin “buzlanmış bir bataklık” olduğu ortaya çıktı. Bunu söyleyen biz değiliz. Sosyolojik araştırma ajansları kendileri bu sonuçlara varmıştır. Hatta bazı yayınlar, ülkemize üzeri buz tutmuş olduğundan dolayı, “bataklığa”, “göl” dedi. Bu bataklığın suyu ya buharlaşacak ve yağmur olup rahmet olarak geri dönecek, ya da toprak bu suyu içecek ve suyu içilir bir ayazma olarak geri verecektir. Bu bizim vatanımızın geleceği olacaktır. Olayı siyaset alanına çektiğimizde ortaya şu çıkıyor: Bulgar parlamentosu Dışişleri Komisyonu Başkanı Bayan C. Grozdanova, günümüzde Bulgaristan’da ve Avrupa Birliği’nde en önemli sorunun “azınlıkların statüsü” olduğunu “Kanal 3” TV’de ekranında söyledi. Burada “statü” anlamı yalnızca “durum” değildir. “Hukuksal tanımda” statü kanunlarla düzenlenmemiş bir toplumsal durum anlamındadır. Başka bir değişle, Anayasa ve yasalarda azınlıkların hakları her almıyor, demektir. Burada, azınlıklara ayrıcalık ya da öncelik tanınmasını isteyen sok, istenen azınlıklardan olan vatandaşların sivil toplumda eşit haklı olmasının sağlanmasıdır, ama yalnızca kâğıt üstünde değil, gerçekten uygulamada da bu böyle olmalıdır. Bugün 72 bin Türk isimlerini geri almaktan korkuyor. Korkmamalıdır. Neden korkuyor, çünkü Türk ismiyle iş bulamayacağından, pasaport alamayacağından, sınırda sorun yaşayacağından, çocuğunu istediği okula yazdıramayacağından, işsiz kalmaktan, korkuyor ki, bu “faşist” ve “totaliter” bir korkudur. Halkımız sindirilmiştir. Bu iki işaret edilen toplumun ikisi de “ırkçı” yani “ayrımcı” anlayışa dayandığı için, “halka yıllarca kan kusturduğu, ailelerimizi parçaladığı için” korku dehşeti aşılamamış olduğundan dolayı, nesilden nesile geçmiş, çöreklenmiş ve bizi boğmaya devam ediyor. Azınlıklarla ilgili bu gerçek, Fransa, Belçika, Romanya, Bulgaristan ve başka birçok ülkede de çözüm bekleyen bir sorundur. Fransa nüfusunun üçte biri Cezayirli, Faslı Tunuslu vb Afrika kökenlidir. Bu kişiler üçüncü ve dördüncü nesil Fransa’da yaşasalar, Fransızlar gibi Fransızca konuşsalar da onlar bir azınlıktır ve onların “azınlık” sorunu çözülmemiştir. Kuşkusuz bu sorunlar çözülmeden


Makale ve Analizler - 2018

13

Avrupa Birliği’nin gerçekten bütünleşmesi bile bir dereceye kadar olanaklı olamaz. Belçika da ikiye bölünmüş değil mi? Şimdi Bulgaristan “Shengen” bölgesine girince bu sorunu defterden sileceğini hesap ettiğinden, bu konuda ısrar etse de, Bulgaristan’ın Sofya olmadığını, ülkenin en büyün etnik azınlığı olan Çingene topluluğunun getto-mahallerde barındığını herkes görüyor. Örneğin, şu dönem yani Avrupa Konseyinin Sofya dönem başkanlığında Makedonya’nın AB üyeliği sorunu gündem oluyor. Belki de 2025’te olabilir fikri sivrildi. Soruyorum? Makedonya AB’ye girdiğinde Makedon dili resmi dil olarak AB dillerinden biri olursa, nüfusunun üçte biri olan Arnavutların dili ne olacak, baskı ile unutturulacak mı? Kanımca sorunun ciddiliği anlaşıldı. Çünkü Romanya’da da nüfusun üçte biri çingenedir. Bulgaristan tablosundaki renkler de aynıdır. Bizde gündemindeki ikinci temel sorun ise, “gerçek özgürlüklerin” olmamasıdır. Bulgaristan’daki özgürlükler sözde “özgürlüktür.” Şöyle insan hakları ve özgürlüklerin gerçekten oluşması ve gelişmesi doğal bir süreçtir ve bizim toplumun bütününde bu yaşanmamıştır. Ancak azınlıklar arasında bir savaşım yönü olarak gelişmiş ve çoğunluk tarafından sürekli bastırılırken, çoğunluk kendini özgürlükçü olmaktan men etmiştir. Bulgar toplumu her zaman rejim gücünden yana olduğundan dolayı baskı aracı olmayı kabul etmiştir. 1990 Anayasa’sının hazırlanıp onaylanması sürecinde, Bulgarlar “soya dönüş süreci” ve Bulgar demokratlarına karşı uygulanan terörden hesap sorulmasın diye totaliter dönemle iplerini koparmadı ve hatta 1945’te yasaklanan faşizme yeşerme kapısını aralık bıraktı. Bulgar halkının ve ülkede yaşayan tüm azınlıkların hak ve özgürlükleri, 1973 - 1989 komünist - totaliter yasaklarından koparılmadı. Totalitarizm gömülmedi, totalitarizm ile demokrasi arasında hesaplaşma olmadı. 1990’ Anayasasında totaliter sistemden tamamen koptuğumuz, halkın özgürlüklerine kavuştuğu, azınlıklara hak ve özgürlüklerinin tanındığı ve ülkede sivil toplum düzeni kurulacağı yazılmadı. Bu Anayasanın girişinde Bulgaristan’ın sosyal ve demokratik bir devlet olduğu yazıyor, fakat artık 28 yıldan beri bu sözler burada kök salamadı. Hele hele etnik azınlıkların hak ve özgürlükleri konularında bir adım ileri adım atılamadı. Bugün Bulgaristan’da faşizm (1934 - 1944) dönemi mi daha kötü idi, yoksa totalitarizm (1973 - 1989) dönemi mi daha kötü idi kavgası devam ediyor. Kimse biz faşizm ve totalitarizimle bağlarımızı neden koparamadık sorusuna cevap aramıyor. Artık kavga şeklini alan bu didişme sokak ve meydanlara, radyoda, TV


14

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ekranında ve gazetede, mecliste, kısacası her yerde durmadan kaynıyor. Başbakanı, Başbakan Yardımcılarını ve bakanlar, devlet kurumları birbirine düştü. Örneklemek gerekirse: bugünkü Başbakan Yardımcısı, Savunma Bakanı, Bulgaristan yakın tarihinin en kanlı, en barbar ve demokratik cepheden en fazla kurban almış bir örgüt olan İç Makedon Devrim Örgütü VMRO Başkanı Krasimir Karakaçanov’un babası 1945 Halk Mahkemesi tarafından pek çok insan canına kıydığından dolayı “faşist” ilan edilerek ölüm cezasına çarptırılmıştır. Halk Mahkemesi kararıyla idam edilen 246 kişiden biridir. Biz faşistlerin evlatlarından demokrat ya da liberal yetişeceğine inanmıyoruz. Kabak kabaktır, karpuz karpuzdur. Bulgaristan’ın yakın tarihinde 2 başbakan ve birçok bakanı öldürmüş olan faşist zihniyetin kiralık katiller örgütünün lideri şimdi kalkmış “barışalım”, geçmişi unutalım, el ele tutunup beraberce yürüyelim çağrısında bulunuyor. 17 Şubat 2018 günü en azgın faşist örgüt olan “Lukov nümayişine” katılanlara “hey ne yapıyorsunuz, dağılın!” demiyor. O, “Gelecek Bizimdir!” diye pankart taşıyan faşist gençlerin dağıtılmasını istemedi. Bu olayların en kötü tarafı ise, bu kavganın ve faşist hortlamanın Sofya’da dönem toplantısı yapan Avrupa Konseyi’nin gözü önünde yapılmasıdır. Başkentimizin hortlayan Avrupa gericiliğine başkent yapma çabalarını alkışlıyorlar. Bu bu kahverengi veba sürüsüne katılamayız. İkinci Dünya Savaşı sırasında Bulgar ordularını Stalingrat Cephesine gönderemeyen bu Hitler’ciler, Türklerden asker toplayıp ölüme gönderme hesapları yapmıştır. 20 bin Yahudi ve Çingeneyi “Treplika” toplama kampına gönderen ve orada yakılmalarına seyirci olanlar bunlardır. Biz bu zihniyetle birlikte olamayız. Bugün her şey değişmiş gibi görünse de, ne yazık ki değişmedi. Bulgaristan toplumunda şöyle bir sorun da tartışılıyor: “Dünyayı yöneten nedir? Korku mu? Bilgelik mi?” Yapılan anketlerden alınan sonuçlar: “Günümüzde dünyayı para ve enformasyonun (bilgilendirme)yönettiği” fazla puan alıyor. Politikacılar insanoğlunun kendini parayla alıp satılan bir meta (mal) olarak gördüğünü söylüyor. Bizde 1990 Anayasası koşullarında yetişen ve artık 20 - 30 yaşında olan kuşağın irade kodlarının başında gelen budur. Bu nedenle, ben kendimi Bulgaristan’da ucuza satmaktansa gidip İngiltere’de, İrlanda’da daha pahalıya satayım zihniyeti üstünlük sağladığından dolayı 3 milyon vatandaşımız ülkeyi terk etti. Bu gidişin yön değiştirmesi için, yani gidenlerin geri dönmeleri için, vatandaşlarımızın içlerindeki korkuyu yenmesi, çağresizlikle başa çıkabileceklerine inanmaları, fırsat bulup bilinç değiştirmesi, bunu yapabilmek için de birçok


Makale ve Analizler - 2018

15

şeye katlanması gerekiyor. Fakat yeni kuşakta böyle bir yüreklilik ve atılım hazırlığı gözlenmiyor. Genç kuşak 1990’lı yıllarda Geçiş Dönemi karışıklığı içinde, okul göremedi, diplomalı olsalar da kendilerinde gerekli birikim yok, işe gidenler hiçbir nitelik gösteremedikleri gibi, kendi çocuklarını da özgürlükçü ve yaratıcı bir ruhla yetiştirme hevesiyle yaşamıyorlar. Bu nedenle okul programları ve okullardaki durumu yansıtan TV programlarında, gazetelerde çıkan yazılarda, belediye meclisi toplantılarında çok sık olmak üzere okul içi şiddetten, önü alınamayan baskılardan, öğretmen ve hademe dayağından, lise öğrencilerinin aralarında paralı meydan dövüşü örgütlediğinden, 13’ünde ana olmuş öğrencilerden söz edildiğini siz de görüyorsunuzdur. Genç kuşakla ilgili toplumsal bilinçte bir stop ediş, bir donmuşluk ve buzlanma yani çaresizlik var. Öğretmenin müdürü suçladığı ve çözüm için her defasında polisin çağrıldığı bir ortamda, barış ve huzur sağlanamaz. Hayat durmamış, fakat gençlerin kafalarının içi durmuş ve bu çok tehlikeli bir “statü” bunu kabul etmek zorundayız. Azınlıklarımız olayların tam göbeğindedir. Sözün özü, Bulgaristan’da hayat sevgisinin buharlaştığına tanık oluyoruz. Şubat ayında vatana iki defa gidip geldim. Bendeki derin izlenim şudur. Halk “dün ve gelecek” kavgası yapıyor. İki cepheye ayrılmışlar. Dünle ilgili birbirlerini boğazlamışlar. “Faşizm” mi daha kötüydü, yoksa “totaliter toplumda” mı daha çok çektik sorusuna cevap arıyorlar. Kimse, Bulgarların arasında iyi olan olsa bile, biz “Bulgarların hepimiz kötüyüz” Pomaklara, Türklere ve Çingenelere çok çektirdik, Allah bizi af etmez, demiyor. Bu arada, dün üstüne anlaşamayan insanlar, yarın konusunda da anlaşamayacaklar, çünkü bugün aslında yarının kendisidir. Bugün aramızda kavga ediyorsak, yarın da edeceğiz, demektir. Pomaklar 20. yüzyılda bu kavgadan bıkmış usanmışlar. Bir gruba Pomak kardeşle görüştüm. Bize “Pomak”, “Bulgar Muhammed’i” ya da “Hıristiyanlaştırılmış Bulgar” demesinler. Biz “Ahretçiyiz” dediler. Bu dünyadan iyi kötü nasibimizi almış, geçen yüz yıl boyunca kıyamet yaşamış ve mutluluğu öteki dünyada, cennete arayanlarız, diyorlar. Bir halk topluluğunu hayal kırıklığına uğratmak ne kadar büyük bir günah! Ucunda para olmayan iş yapmıyorlar? Bulgar “bataklığı” donmuş olsa da, toplum gece gündüz kaynamaya devam ediyor. Gösteri yürüyüşleri, mitingler, kavgalar, direnişler, toplu gösteri ve istekler bitmiyor. Bulgar totaliter zihniyeti tepesindeki “azınlıklarla” ilgili çekişme de kıvılcım saçmaya devam ediyor. Geçen hafta, Ahmet Doğan tarafından kapana


16

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

düşürülen Türk seçmenlerin 13 Kasım 2016’da verdiği 450 bin oylarla Cumhurbaşkanı seçilen Rumen Radev Bulgaristan Türkleri konusunda boyasını açığa vurdu. Şubatın sonuna kadar, Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov’un ev sahipliğinde, Avrupa Konseyi yönetimi, Avrupa Birliği ülkeleri hükümet başkanları ile Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan arasında Varna’da yapılacak görüşmede bir “Türkiye Bulgaristan İçişlerine Karışmama Bildirisi” kabul edilmesini teklif etti. Fikrini açıklarken, 26 Mart 2017’de yaşananın yaşanmamasını, “seçimlerde Türkiye’nin Bulgaristan’ın İçişlerine karışmamasını istiyoruz” vurgusunu yaptı. Son seçimde Bulgar faşist partilerin Türk seçmene sandık başında, sınırda ve yol boylarında otobüslerden indirerek saldırdığına işaret etmedi bunu kınamadı. Seçim şiddetinde gerçekleri çarpıtması Rumen Radev’in ikiyüzlü hareket ettiğine bir işaret oldu. Çünkü o 13 Kasım 2016’da Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan Bulgaristan Türkleri “bana oy vermesinler” dememişti. Onların oylarıyla seçildiğine göre Bulgaristan Türklerinin vatandaş haklarını savunmak zorundadır. Seçim adaletinden yana konuşmalıdır. O bizden aldığı 450 bin oyla Cumhurbaşkanı oldu. Bu durumda Hak ve Özgürlükler Partisi Genel Başkanı Mustafa Karadayı’nın protesto bildirisi yayınlaması gerekirdi, Sayın Cumhurbaşkanı insan hakları kırmızıçizgisini, çifte vatandaşların oy kullanma, seçme ve seçilme haklarını çiğnediniz demesi gerekiyordu, fakat nerede... Bu konuda, Lütfi Mestan’ın da susması dikkati çekti. Bursa’ya gidip Turhan Gençoğlu’nun “birleşme toplantısında” ah bir birleşsek, “ah bir birleşsek ve beni yeniden HÖH Genel Başkanı yapsalar, ben bilirim yapacağımı!” hesapları sayıklamaktansa, bir basın toplantısı düzenlemesi iyi olurdu. “Bu ülkede Anayasa değişikliğine ihtiyaç var, şimdiki Anayasa totaliter zihniyetin ürünüdür, halk düşmanlığının uzantısıdır, hak ve özgürlüklerimizi, demokrasi ve adalet istiyoruz” diyeceğine, dağ bayır av kovalıyor, hayal kuruyor. “Biz son haftalarda faşizm ve totalitarizm tartışmasında, Bulgaristan azınlıklarının çekilerini, totalitarizm yıllarında gördüğümüz zulmü” kınayan bir yazı yazmasını da bekledik, ama nerede, artık ucunda para olmayan iş yapmaz oldular. Sivil toplum dokusu olmayan yerde demokrasi olamaz. Bulgaristan Cumhurbaşkanı Radev, yeni bir Türkiye-Bulgaristan Deklarasyonu hayal ederken, Türkiye’de soydaşlarımız arasında gelişen sivil toplum hareketlenmesinin yolunu kesmeyi, bilinçlenmemizi Türkiye’de boğmayı, seçimlere katılma, seçme ve seçilme gibi en temel demokratik insan haklarımızı yok etmeyi hedefliyor. Bulgaristan’da kamu diplomasisinin yolunu tıkamak istiyor. Bilindiği üzere, Bulgaristan Türklerinin 1985’te İstanbul Taksim Meydanı’nda isim değiştirmeye, anadilimizi yasaklama, camilerimizi kapatmaya karşı ve geleneklerimizle ya-


Makale ve Analizler - 2018

17

şamamız için, hak ve özgürlüklerimizi savunan mitingi, kamu diplomasimizin doruk noktası olmuştu. Bu büyük şahlanma 1989 Mayıs Ayaklanmamıza götüren emin yollardan biri olmuştur. Bugün Türkiye’de yaşayan 1 milyondan fazla Bulgaristanlı soydaş var, onların hak ve özgürlüklerini baltalamak, vatan sevgisini boğmak, Avrupa vatandaşı olma heveslerini engellemek, vatanlarından kovulan bu insanların kökleriyle, soylarıyla Bulgaristan Türklük ruhuyla olan bağlarını baltalamak, Türklüğün hem Bulgaristan’da hem de soydaşlarımız arasında aynı kimlik nitelikleriyle şahlanmasına olanak tanımamak bugünkü şoven siyasetin temellerindeki gerçektir. Bulgaristanlı soydaşların sivil toplum örgütleri arasında etnik kimlik sorunlarının, hak ve özgürlüklerin tamamen tanınması, kültürel özerklik haklarımızın tanınması ve eğitimin anadilde görülmesi isteklerinin tamamlanması, dil, din ve kültür yasaklarının kaldırılması ve bu isteklerin hepsinin 1919 Neully Antlaşmasında azınlığımıza tanındığı kapsamlı şekliyle, 1919 yılından sonra Çiftçi Partili Başbakan Başbakan Aleksandır Stanboliyski tarafından uygulandığı biçimde, 1950 - 1957 dönemindeki “kültürel otonomi” döneminde olduğu gibi yeniden tanınması ve yasalara işlenerek meşrulaştırması en önemli gündem maddesi olmalıdır. Bunun için Bulgaristan’da yeniden bir Anayasa değişikliğine gerek var. Kitleler bu isteklerle hareketlenmiş durumdadır. Bunun için teni Büyük Millet Meclisi çağrılması gündem olmuş, köklübir demokrasi, adalet ve özgürlükler, azınlık hakları ve devlet biçimi tartışması tutuşturmak gerektiğini herkes görebiliyor. Yuvarlak masa sanki kendiliğinden toplamaya başlamıştır. Faşistlere ve komünistlere bu yuvarlak masada yer olmamalıdır. Totaliter rejim çömezlerinin haklarını meşrulaştıran şimdiki hükümetin azınlık haklarını da mutlaka tanıması ve yasallaştırması zorunludur. Bulgaristan’da azınlık hakları, kültürel özgürlük ve anadilde eğitim hakkı tanınmadan adalet ve demokrasi yolunda ileri adım atılamaz, çünkü insan haklarının çiğnendiği bir toplumda demokrasi olamaz. Biz Bulgaristan Müslümanları ve Türkler, işte böyle bir ortamda ve açık amaçlar uğrunda, “Ahmet Doğansız ve Lütfi Mestansız” bir halk topluluğu olarak bağımsız bir seçim listesi dolayında birleşebiliriz. Bu birleşme bir siyasi arınma olacaktır. Ajanlarda, totalitarizmden çömezlerinden, bağımlı düşünenlerden ancak böyle kurtulabiliriz. Şimdiki statükoda, bizi idare etmeye hevesli oldukları için 5 bin leva maaş alanlardan kurtulmamızın en kısa yolu budur. Önerdiğimiz dış ülkelerdeki vatandaşlarımızın posta yoluyla oy kullanması da çözüm yollarından biridir. Biz, siyasi sitem değişikliği ile ilgili, yeni bir halk oylaması yapılmasına da karşıyız. Çünkü Bulgaristan’da seçim özgürlüğü olmadığı, “Belene” AES ve 6 Kasım 2016’da yapılan siyasi sistem değişikliği referandumun-


18

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

dan sonra gün gibi ortaya çıkmıştır. İktidar istemediği durumu yasallaştırma yollarını kesmiştir. Parlamento bir yasama organı olmaktan çıkmış bir siyasi maşa durumundadır ve maşa gibi kullanılıyor. Bizim doğal ve öz haklarımızı elde etmemizi istemeyenler ise “Deklarasyondan” söz ediyorlar. Biz XIX. ve XX. yüzyıllarda çok zor gördük. 1879’da Tırnova Anayasası’na davet edilmedik. Sonra Rus yetkili yöneticisi Korsakov Kuzey Bulgaristan eyaletlerinden 6 İl Müftümüzü evlerinden toplattı ve bizim kimlik, hak ve özgürlüklerimizi savunmayan birinci Anayasayı zorla imzalattı. 1909’da Bulgar Çarlığı ilan edildiğinde, 1913’te imzalanan İstanbul Protokolüyle Din ve dünyevi haklarımız savunuldu. Fakat Bulgar tarafı bu Protokolü gereği gibi uygulamadı. Kurulan Baş Müftülük makamını Atatürk Türkiye’si ruhunun Bulgaristan Müslümanları gönlüne dolmasını engellemeye alet etti. 1923 ve 1934 Askeri Darbeleriyle Türk okullarına, derneklerine, Birinci Ulusal Kurultayını toplayan Bulgaristan Müslümanlığına darbe üstüne darbeler indirildi. Çok kurbanlar alındı. 1964’ten sonra sıkıştırılmaya başlanan ve 1973’ten başlayarak baskı ve terör balyozu altında ezilen Bulgaristan Türkleri’ne 1972’de, 1984 - 1989’da uygulanan zulüm asla unutulamaz.Bununla ilgili olarak şu hususu da işaret etmek istiyorum. 1984 - 1989 şehitlerimizi anmak, iki demet çiçek koyup dört söz söyledikten sonra meyhaneye toplanıp şehitler ruhuna rakı içmek değildir. Anma törenlerinde rakı içmek Hıristiyan adatlerinden biridir. Biz mevlit okutur, duva ederiz. Buna dikkat edilmelidir. Bu sözlerim özellikle HÖH ve DOST yerli yönetimleri için geçerlidir... Bizim hak ve özgürlüklerimizin tamamını elde etmeden kanacak defterimiz yoktur. Şu unutulmasın! Milli devletler, yasaklı rejimler devri kapanıyor. Eminim 2020 yılına kadar Bulgaristan’da demokrasiye gerçek deçiş dönemi başlayacak, özgürlüklerimiz tanınacaktır. 21. yüzyıl azınlık haklarının tamamen ve bütünsel tanınması yüzyılı olacaktır. Şöyle bir gelişme de var ki, büyük kentler doldu taşıyor, milyonluk şehirler köylere akıyor. İstanbul, Bursa ve İzmir’deki kardeşlerimizin taşacağı yer Bulgaristan vatanımızdır. Bulgaristan kendilerini bekliyor olacaktır. Hiçbir doğal gelişim yasası onun ya da bunun kararına ya da isteğine göre yavaşlatılamaz ya da hızlandırılamaz. Bu akış bu defa geri dönüş olacak. Git gelin, geri gelme zamanı gelmiştir. Bulgaristan’dan siyasi izlenimlerimi anlattım. Okuduğunuz için teşekkür ederim.


Makale ve Analizler - 2018

19

Eksik Olan

Raziye ÇAKIR -20.Şubat.2018

Konu: Sabah ektim akşam biçtim diye bir şey yok. Nesillerin nöbet değişimi 30 yılda bir olur. Son yıllarda Bulgaristan konusunda çıkan yazılarda eksik olan bir şeyler olduğu sonucuna vardım. Olayların yorumunda, dinimizde ve yaşam tarzımızda olmayan bir şey var Hristiyanlar, Şubat ayının ikinci yarısında Af Dileme günleri gibi birtakım törenlere toplanıyor. Anıtlara çiçek ve çelenk taşınıyor. Fakat af dileme gününde birbirleriyle kucaklaşıp, el öpüp, özür dileyip husumeti aşmalarına, herkes kendi şehidinin anıt levhası önünde dua ediyor. Bulgaristan’da da Ulusal Anıtlar var. Örneğin 19 Şubat’ta Osmanlıya karşı 500 komite kuran Vasil Levski anılıyor. Aynı törende Cumhurbaşkanı Radev ile Başbakan Borisov yan yana durmadı. Geçmiş sanki parsellenmiş. Bu, bir bakıma tepinme gibi bir şey oluyor ve ertesi gün toplum aynı konularda yerinde saymaya devam ediyor. Bizde kişiler ya da aileler arasında beliren soğukluk ve kırgınlıkların aşılmasında, bayramlaşma, özür dileme, beraber yemek yeme vs gibi geleneksel yaklaşım önemli rol oynar. Bulgarlarda bu işin kriterleri (kıstasları) sanki kesin değil. Toplumsal arınmak, bir halkın geçmişte işlenen suçlardan kendisini suçlu görmesiyle başlar. Ne var ki, Hristiyanlarda arınma sanki ötekini suçlamakla başlayıp bitiyor. Toplumda kötü olan için “Bulgar işi” deyimi yerleşmiş, fakat hiç kimse kendisini “Bulgar işi” yapanların arasında görmüyor. Kendisini suçlayan yok. Üzerinden 35 yıl geçmesine rağmen “Soya dönüş süreci” bizim küstahlığımızdı, zulüm ettik, özür dileriz, diyen çıkmadı. Bu gibi nedenlerle bugün Bulgaristan’da özgürlük yok. Özgürlük olmayan yerde adalet olamaz ve adaletsiz bir demokrasinin bir anarşi olduğunu herkes görebiliyor. Yeni siyasetçiler “kazanda” kaynarken eriyor. Bugün 20 Şubat. 7 yıl önce aynı tarihte Boyko Borisov’un 1. hükümeti istifa etmişti. Gerekçesi şişirilmiş elektrik faturaları ve gösterilerde bir gencin öldürülmesi oldu. Bu istifanın gerçek nedenlerinin perde arkası anlaşılamadı.3. hükumetini kuran Borisov reform yapmak istemiyor. Değişikliklere karşı. İkinci ve 3. hükumetinde savaş meydanına kendi partisiyle çıkmıyor. 2. hükumetinde Reformcu Blok partilerini yıprattı ve yok etti. 3. hükumete aldığı ve kendilerine bakanlıkları dağıttığı sözde “Yurtsever Cephe” aslında bir avuç milliyetçi.


20

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

VMRO’nun 11, “Ataka”nın 7 ve “Bulgaristan’ı Kurtarma Cephesi”nin serserilerinin de 9 milletvekili var. Fakat onlara 2 Başbakan Yardımcılığı, Savunma, Ekonomi ve Çevre bakanlıkları ve her bakanlıkta birer bakan yardımcılığı verildi. Öyle oldu ki, aşırı milliyetçi faşistler dediğimiz bu güçler, bugün Bulgaristan’ı yönetiyor. Onların bu yükü taşıyamayacakları ortada, eşek olsalar belleri kırılır. Onun için bugünün kavgası, bugün ve geleceğimiz için değil, geçmişimiz için kızıştı ve serleşti. Tarihi yeniden başlatmak fikri bir saçmalıktır. Çünkü bugün dünün devamı olduğu gibi yarına taşıyıcı özdür. Yaşadığı günü tanımayan, yarına adım atamaz. Yarına atlayamaz. Tarihi düşünen, önce kesintisiz akan bir ırmağı düşünmelidir. “Göl” dedikleri memleketimizdir. Bulgaristan devletinin yaşı 140. Devlet tarihin de insan gibi emekleme, tay durma, çocukluk, gençlik ve olgunluk çağları vardır. Bu işte, ama ben ömrümün şu yıllarından utanıyorum. Onları hayat yolumdan silin diye bir şey olamaz. Çocuklumda altıma yapmışım, birkaç defa çamura batmış, bataklığa düşmüşüm, ayağım burkulmuş da, bugün topallıyorum. Sızlayanlar gençliğimde kırılan kemiklerimdir. O yılların hepsini silin, denmez. Çünkü yaşlandığınızda sızlayan o kalın kemikler, çocukluğunuzun süt kemiklerdir. Bulgaristan da 4 dibe vuruş felaketi yaşadı ve bugün “bataklıktan” söz ediyoruz. Halk oylamalarından sonuç alınamıyor. Başbakan “Belene” Atom Elektrik Santrali için “göl” dedi. Bu “göl” memleketin içinde bulunduğu durumdur. Bulgar kazanında ne kaynıyor? Bu sorunun cevabında, Bulgar kazanında Bulgaristan’dan başka kaynayan hiçbir şey yoktur! dediğimizde doğruyu ve gerçeği söylemiş oluruz. Kazanda büyük bir kemik olduğu dikkat çekiyor. Bu öyle bir kemik ki, kırsan kırılmıyor, çıkarsan çıkmaz. Sanki kaynarken şişmiş ve kazanı hemen hemen doldurmuş. İçişlerine katışma nasıl anlaşılmalıdır? Bizim atalarımız ve ailelerimiz de, kazan içindeki bu acayip şeyden, bu ucubeden korktukları için göç etmişler. Olayı şöyle anlatabilirim. Osmanlıdan koptuktan sonra (1878) Müslümanları, evlerinden, köylerinden, topraklarından kovmak amacıyla kazanın içine domuz paçası atan Bulgarlar, bu alçak niyetlerinden hala vazgeçmediler. Hatta geçen hafta, Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın Varna’ya yapacağı ziyareti vesile ederek, Başkan Boyko Borisov’la takışan Cumhurbaşkanı Rumen Radev’in, “Türkiye ile İçişlerimize karışmasın Bildirisi” imzalanmasında ısrar etmesinin bir tek anlamı vardır: “Kazanda domuz paçası kaynatmaya devam edeceğiz.” Ne yazık ki, Sayın Radev, Türk börekçi, dönerci, baklavacı, simitçi ve lokantacıların Bulgar köftecilerden daha fazla olduğunu he-


Makale ve Analizler - 2018

21

nüz kabul etmek istemiyor. Şöyle bir sorun da var. 3 milyon 500 bin sığınmacıyı, savaş kaçağını barındıran ve Bulgaristan’a geçmelerine engel olurken, T.C. Bulgaristan’ın İçişlerine karışmıyor mu acaba? Çok etnikli ve çok kültürlü siyasete neden açılamadık? Daha 1919 yılında, Nöyyi Antlaşmasının imzalandığı tarihte, Büyük devletler Bulgar Çarlığına “kazanı boşalt”, bundan böyle “türlü güveç” yapacaksın demişti. Aleksandır Stanboliyski hükümeti Bulgaristan’da yaşayan, Türkler başta olmak üzere tüm antik, dil, din ve kültür azınlıklarının haklarını ve özgürlüklerini tanımayı kabul etmişti. Stamboliyski insanların okulda, öğretim ve sanatla eğitilebileceğini biliyordu. Ahlakı ancak dinle yaratmanın mümkün olduğu bilincindeydi. Hazıra bekleyen, ambardan yiyen, kalpazan, iş bilmez insanlarda kalkınma, ilerleme, istikrar sağlamanın olanaksız olduğuna kesin inanmıştı. 1919’da seçimle başbakan olup, Çiftçi idaresi kurmasından sadece 3 yıl sonra en gaddar bir şekilde canına kıyılmasının bir tek anlamı vardır. Kazanın içine yeniden domuz paçası atmak isteyenler ocak başına geçtiler. 1923 askeri darbesinin başka bir anlamı yoktur ve olamaz. Şu asla unutulmamalıdır. Aynı yıl Bulgaristan’da bir iç savaş başlamış, halk önderi Al. Stamboliyski’yi öldürenlerden öç almak isteyenlerin, yaba ve tırpanla ayaklananların başlattığı direnişler tam20 sene süren ve 9 Eylül 1944 - 1949 hesaplaşmasıyla sona eren bir İçsavaş’a dönüştü. Bu iç savaşta irticaı, tutuculuğu, Çar II. Borisi ve ülkemizi Nazi ateşine atmak isteyen militarist güçleri temsil edenlere karşı, işçiler, köylüler ve azınlık toplulukları direndiler. Çar parti listelerine göre seçim yapmayı kaldırdı. Milletvekili adaylarını kendisi gösterdi ve istediği kişileri meclise topladı. Adına sözde “yeni demokrasi” adı verilen bu sistem otoriter faşizm ile totaliter komünist rejim arasında bir şeydi. Daha o zaman iç siyasette birbirine giren taraflar arasında uzlaşma aranıyor, fakat bir türlü bulunamıyordu. Dış siyasette Nazilere bağlanan Bulgaristan sömürgeleştirilmişti. Bu dönemin en önemli olaylarından biri 1934 askeri darbesi ve idarenin tamamen III. Boris’in eline geçmesi, demokrasi ve azınlık düşmanlığının tırmanarak şiddetlenmesi oldu. Pomakların isimleri zorla değiştiriliyor, Türkler göçe zorlanıyordu. O yıllarda okullarımız, derneklerimiz, basın yayın organlarımız kapatıldı, Türk kimliğimiz eritiliyordu. Kısacası faşist şiddet ortamında yetişenler, zulüm yaşadılar, zulme alışamadılar, kendileri de zulümlü rejim kurdular. Kaynağı olmayan ırmaktan su içmeyiniz! O dönemin faşizm olduğunu iddia ederken, idam cezalarına, Yahudilerin ve Çingenelerin ölüm kampına gösterilmesi için son imzanın her zaman Çar Boris tarafından atıldığı için rejime totaliter denir. 1923 - 1944 yılları arasında doğup yetişen çocuklar Bulgaristan’ı 1944’ten 1989’a kadar yöneteceklerdi. Bu


22

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

kuşak faşist diktatörlük, iç savaş, sol ve cephenin birbirine kıyasıya saldırdığı, Devleti Koruma Yasası adlı faşist zulüm yasasının yürürlükte olduğu yıllarda, babalarının kovuşturulduğu, sıkı savaş rejimi koşullarında yetiştiler. O yıllarda Bulgaristan’ın bilgesi olarak bilinen Dınov, “kaynağı olmayan ırmaktan su içmeyiniz” buyuruyordu. Bulgar faşizmi Nazilerden alındı. Dış kökenliydi. İnsan kardeşliğinin düşmanıydı. Bilim adamlarının gözüyle. Günümüzde bilge kişilerden biri olarak bilinen Sofya Üniversitesi Rektörlerinden ve tarih Profesörü, tartışmalı 1944 analizlerinde, idare eden nesillerin değişmesi konusunda şöyle diyor: Bugün Bulgar kazanında kaynayanlar üstüne halk tartışması kızışıyor. Halk Mahkemesi Buz Dağı’nın (eisberg) yalnız görünen kısmıdır. Mahkemeye çıkarılmadan, dinlenmeden, suçlanmadan öldürülenlerin sayısı 5 ile 10 bin arasındadır. 1944 - 1949 arasında Bulgaristan bir salhanedir. Halk Mahkemesi 1944’ün Ekim ayında kuruldu. İtham eden Başsavcı Georgi Petrov idi. Naipler, 3 başbakan, bakanlar, bakanlar, 67 milletvekili, Genel Kurmay üyeleri, yüksek devlet görevlileri, birçok bilim ve sanat adamı, burjuva sınıfının kaymağı öldürüldü. Yüksek Halk Mahkemesi 3 bin mahkeme kararına imza attı, kalem kırdı. Öldürülenlerin sayısı 10 bindir. Halk Mahkemesi politik düşmanla hesaplaşma aracı olarak kullanıldı. 1923’te Başbakan Al. Staboliyski, 1923, 1934 darbeleri ve faşist dönemde öldürülenler için af yoksa Halk Mahkemesi kararıyla idam edilenler için de af diye bir şey olamaz. Bu 20 yılda toplum kendi kendiyle hesaplaşırken ikiye bölündü. Hiç bir şey unutulmadı. Toplama kamplarından geçen 165 bin kişi de hiçbir şeyi unutmamıştır. 1950 göçünde Türkiye’ye gönderilenler de. Ve işte böyle bir ortamda, sosyalizm kurmak, barışmak, insanlar arasında kardeşlik kurmak için 1944’te iktidar olan güçlerin hepsi başka bir yerde değil, 1923 - 1944 yılları arasında kaynayanBulgar Faşizm Kazanı içinde eğitilmişler, su almışlardı. Onlar faşist-monarşı toplumundan başka bir toplum görmediklerinden bilinç, irade ve emelde çarpıktılar. Öç almanın mutluluğu ile yönettiler. Kurmaya çalıştıkları, adına komünizm denen toplum düzeni, çarpık devlet sosyalizmiydi. 1973’ten sonra totaliter devlet rejimine dönüştü ve faşizm uygulamasını tekrar etti. “Belene” ölüm kampı, 1949’da Bulgar rejim düşmanları için açılırken, Tuna ortasındaki Persin adasına 1985’te Türkler toplandı. Bulgar sosyalizminde Marks ve Engels fikirlerinden zerre bile yoktur. İnsan kardeşliğinden, eşit haklılıktan, kişisel ve kolektif özgürlüklerden söz bile edilemez. 1972’de ve 1984 - 1989 dönemlerinde Müslüman dini azınlık toplumuna devletin terör gücüyle saldırılmış, insanın kutsalları, ismi, dili, dini, hak ve özgürlükleri hiç sayılmış ve ayak altına alınmıştır. Bulgar devleti kolluk güçlerle kendi vatandaşlarını,


Makale ve Analizler - 2018

23

azınlıkları ezmiştir. Kurbanlar verilmiş. Şehitler düşmüştür. Daha önce Bulgaristan tarihinde olmayan bişrşey olmuş ve 500 bin kişi birdenülkeyi terk etmiştir. Ve işte bu zulmü yapan kuşak, 1989’dan sonra iktidar olmuştur. Eğitimini komünist totalitarizm yıllarında alan bu kuşağın milliyetçiliğinin Türk, Müslüman, Azınlıklar, İslam, öteki olan düşmanlığına dayandığını görmeyen yoktur. Babaları faşist totalitarizm (1923 - 1944), kendileri komünist - totalitarizm (1973 - 1989) döneminde yetişmiş bu ikinci kuşaktan 1990’da demokratik, özgürlükçü, insanların kişisel ve ortak özgürlüklerine saygılı, mal mülkün dokunulmazlığını, hukuk üstünlüğünü, hayatın her dalında adalet tesis eden bir Anayasa, yasa sistemi beklemek yanlış oldu. Demokrasi özlemiyle mayalanmayan, direnmeyen, ayaklanmayan insanlardan demokratik bir anayasa, adalete dayanan anayasal düzen, hoşgörü ve kardeşlik beklemek yanlış olurdu ve öyle de oldu. Ahmet Doğan’ın 1990’da başımıza sarılması bu gerçeğe, tüm isteklerimizin bastırılması hesaplarına dayanır ve öyle de oldu. Değişen nedir? 2018’de biz korku içinde yaşamaya devam ediyoruz. Kazandaki ucube büyüdükçe büyüdü. Bugün “Batı Avrupa İslamlaşacak”, “Bulgaristan göçmen ve sığınmacı seli altında kalacak!” yeni düşmanla başa çıkamayacağız gibi korkular şişirildikçe şişiriliyor. Kuşkusuz bu, faşizm yıllarında huzur görmemiş, komünizm yıllarında ezildikçe ezilmiş, kimliğine hançer saplanmış ve sözde demokrasi yıllarında hukuk üstünlüğü sağlanamayan, temel haklarını elde edemeyen, insan haklarından yoksun kalmış vatandaşların, sivil toplum düzeni bile kuramadan yaşamak zorunda olduğunu görüyoruz. Aynı zamanda bir sıra başka suni korkular da kışkırtılıyor. Bunlardan birisi, terörle savaşı kazanan Türkiye Cumhuriyeti’nin sözde hızla gelişen büyük ekonomisinden kaynaklanacakmış. Türkiye 21. asırda Avrupa Birliği’ne üye olan tüm Doğu Avrupa ülkelerinden daha büyük, dinamik ve devinim gücü yüksek, girimci ve yatırımcı ekonomiye sahip, kendi silahını kendisi üreten ve başına buyruk hareket ederken, ata toprağı bildiği “Balkanlara Doğru Yönelirse” korkusudur. Ortada bir de kendi kendini yeniden üretemeyen tolumun, giderek tarihe karışıp yok olma korkusu da var. Bundan kaynaklanan, “benden sonrası tufan” anlayışında, “benim olmayan başkasının da olamaz!” zırvalığı da var ki, hayatı stop ettiren zaten budur. Devlete katılma, toplumda öncü olma ve diğer en temel edinimlerden yoksun olan azınlıklarımız, ne ekerse eksin karşılığını alamıyor. Devletine güvenmeyen bir halk mutlu olamaz. Kaynağı olmayan bir ırmaktan su içilmediği gibi.. Çok yoksuluz ve zenginlerle göbek atmamız hepimizi düşündürmelidir. Bulgaristan’dan “Zeytin Dalı” harekâtına destek... 21.Şubat.2018


24

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bulgaristan’dan “Zeytin Dalı” Harekâtına Destek...

BG-SAM-21.Şubat.2018

“Terör ve Terör Örgütlerine Lanet!” Bulgaristan Türkleri Türk Silahlı Kuvetleri’nin Suriye’nin Afrin bölgesinde terör örgütü yuvalarına karşı 30 günden beri devam eden “Zeytin Dalı” adlı askeri operasyonlarına destek verdiklerini belirtiler. Bulgaristan Varna ilinin Dılgopol Belediyesinin Medovets (Sarı Kovavanlık) köyünde Türk halkı bir toplantı yaparak, Türkiye’nin “Zeytin Dalı Operasyonuna” tam desteklerini ifade ettiler. Bu dayanışma buluşmasında, merkezi Bayrampaşa - İstanbul’da bulunan Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği BULTÜRK yönetiminden temsilciler de katıldı. Dayanışma forumu, 1985 - 1989 Türk kimliği uğruna mücadelemizde can feda eden kardeşlerimizin Medovets (Sarı Kovavanlık) şehitliğini ziyaretleriyle başladı. Kabirlere çiçek ve çelenk kondu. Fatiha okundu. Saygı duruşunda bulunuldu. Forumda yapılan konuşmalarda Medovets (Sarı Kovavanlık) köyü Muhtarı Mustafa Y. İsmail, Türkiye’deki soydaş dernekleri arasında en etkin ve etkili çalışmalarıyla ünlü olan BULTURK ziyaretinin kendisini ve köydeşlerini onurlandırdığını söyledikten sonra şöyle dedi; “Medovets (Sarı kovanlık)” hak ve özgürlük, demokrasi ve adalet bayrağına sımsıkı sarılmış bir Balkan köyüdür. 1989 Mayıs Ayaklanmamızdan, 1990 Büyük Millet Meclisi coşkun mitinglerinden beri dava ruhumuzu biliyoruz. Bizi çok parçaladılar, fakat asla birbirimize düşüremediler, bizim burada Türk kimliğimiz dimdiktir, kimlik davamızdan bir adım gerilemedik. Günümüzde, tepede ve tabanda birleşme rüzgârları yeniden esmeye başladı. Bizim taban dokumuz, rengimiz, kararlılığımız ve azmimiz ortadadır. Kabul edeceğimiz bir ortak liste hazırlansın, biz halkımıza sunar, onay alırsak oyumuzu veririz, yani halkımız seçsin


Makale ve Analizler - 2018

25

liderini. Artık mecliste 50 milletvekili bulundurma zamanı geldi. Kişisel hesapla ulusal siyaset yapılmaz. Liderlerin kişisel çıkarlarıyla köylülerimizin menfaatleri örtüşmüyor. Türk partilerinin yöneticileri halktan kopmuştur. Yeni bir orta direk etrafında birleşmekten yanayız. Geçen yüzyıl biz birbirimize kenetlendik. Yarımız Türkiye’dedir. Gençlerimiz ise Batı ülkelerine çıktı. Fakat biz ruhen biriz, aramızda sıkı iletişim var. Can cana, el ele vermişiz. Bizi birbirimizden kimse ayıramaz. Daha iyi günlerde yeniden tek yürek olmayı beklerken mutluyuz. Günümüzde toplayıcı, halkçı vasıflarla donanmış bir lidere ihtiyaç var. Halk önünü görmek istiyor. Mecliste oturanların birçoğu Medovets (Sarı Kovavanlık) köyünü bilmez, uğramaz oldular. Devlet eli köylere uzanmıyor. Kendi halimize bırakıldık. Sofya her gün kaynıyor, fakat o sorunlar bizim değil. Bizim problemlerimiz el atan yok. Müslüman azınlık diliyle, diniyle, ahlakı, gelenekleri ve kültürüyle yaşamak istiyor. Yediden yetmişe Türkçe konuşan bir köyde Bulgar ana-okuluna ve Bulgarca tedrisatlı okula gerek yok. Biz öz sorunlarımızı çözmede özgür olmak istiyoruz.” BULTÜRK temsilcilerinin konuşmaları büyük ilgiyle karşılandı. BULTÜRK derneğinin tarihçesini öğrenen köylüler, faaliyetleriyle ilgilendiler. 15 Temmuz 2016 hain Fetöcü darbe teşebbüsü, Yeni Türk Ruhunun doğuşu ve BULTÜRK kadrolarının bu coşkulu atılımlarda yer alması alkışlandı. Soydaşların dünya görüşünü değiştirme yolunda önemli adımlar atan BULTÜRK ve Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi BG-SAM gibi hedefe yönelik çalışan eylem merkezlerinin yalnızca 1989 büyük göçü sonrası resmi kayıtlara göre Türkiye’de yaşayan 720 bin çifte vatandaşın çıkarları için olduğu kadar, Bulgaristanlı Türklerin haklarını, hukuksal statüsünü, okullarda zorunlu Türkçe eğitimi gibi sorunların yakın zamanda kesin çözümü için de çaba gösterdiği ifade edildi. Sorunlarımız ortaktır, dertlerimiz aynıdır, davamızın haklı oluşu bize ilham veren güç kaynağıdır vurgusu yapıldı. BULTÜRK’ün kısa tarihçesinden şu anlar ön plana çekilerek açık tartışmaya konu edildi. Daha 2003’de, kurulduğu yıl BULTÜRK, Türkiye’deki dernekler arasında seçkin bir yer aldı. Bir önceki seçimde kaybedilen, Kırcaali Belediyesi’nin geriye kazanılmasında önemli rol oynadı. Bir yıl sonra 2004’te BULTÜRK “Bulgaristan Türklerinin Sesi” aylık gazetesini çıkarmaya başladı. 2011 yılında da Bulgaristan’da ilk defa bir Türk Cumhurbaşkanı adayı çıkartıyor. Ocak 2018 itibarıyla 128. sayımızı yayınlandı. Derneğimiz daha kurulduğu yıl Dünya Türk Gençler Birliği Örgütüne üye oldu. Türk Dünyası Gençlik Kurultaylarında Bulgaristan Türk Gençliğini temsil ettik. Türk Dünyası medya forumlarına BULTÜRK Gazetesi olarak katıldık. Türk Dünyası bizi, biz de Türk


26

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Dünyasını tanıdık. Türk Dünyası Gazeteciler Federasyonu’na da kabul edildik. Türk Dünyası’nın Ankara, Kırgızistan, Kazakistan, Yakutya - Omsak, Başkurdistan, Çuvaşistan, Tataristan, Kırım, Gagavuzyeri, Romanya, Makedonya ve KKTC’e Kurultaylarda yerimizi aldık. Sofya’da yapılan Türk Liderler Zirvesini BULTÜRK olarak organize ettik. Forumda soru cevap bölümü canlı geçti. “Birleşme” konusunda herkes aktifti. Türkiye’deki konfederasyonların açık ve inandırıcı, gönül alıp sürükleyici fikirlerle ortaya çıkmadığına işaret edildi. Köylüler, bizi ancak “şehitlerimizin can verdiği dava birleştirir” dediler. Halktan kopmuş liderlerin davadan ayrılması istendi. Bulgar demokrasi ve adalet hareketlenmesiyle ortak noktalarda kesişme gereği vurgulandı. Hareket merkezimizin Bulgaristan’da kalması gereğine işaret edildi. Halka rağmen siyaset yapılamayacağını belirtenler, birleşmelerimizi isteyenler gelsinler konuşalım, dediler. Görüş alış verişinde Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH) de konu edildi. KocaBalkan’ın Kuzey eteklerinde en güçlü HÖH kalelerinden birisi olan “Medovets (Sarı Kovanlık)” köyünde zeytin dallı partiye rağbet yok olmuş. DOST da inandırıcı değil. Köyde yeni bir bekleyiş var. Yeni bir kucaklaşma! Yeniden doğma ve kanatlanmaya özlem var. 2018 yılında Bulgaristan Türkleri için en aktüel konu. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin “Zeytin Dalı” anti-terörist barış ve güvenlik operasyonudur. Köylüler TV ekranına kilitlenmiş “A haberi, TV-24, TRT haber ve Habertürk TV” gibi kanallardan gece gündüz bilgi alıyorlar. Foruma katılanlar “Zeytin Dalı” askeri harekatına destek bildirisi kabul ettiler. Destek Bildirisi; Türkiye’nin “Zeytin Dalı” operasyonu bizim için kutsaldır. Biz Çanakkale şehitlerinin torunlarıyız. Türkiye bizim ana-vatanımızdır. Her karış toprağında bizim de ata kanımız vardır. Ebedi varlığımızın en yüce sembolü dalgalanan ay yıldızlı bayrağımızdır. Vatanımızın parçalanmaz bütünlüğü uğruna yürütülen bu ağır savaşta düşen her şehit kardeşimizdir. Acılar, bizim yüreğimizi de dağlıyor. Derelerin bir birilerinden ayrı oldukları gibi tüm dereler bir baraja, barajlar ise bir denize aktığı gibi Biz Türkiye’nin dışında olan Türklerin de Denizimiz Türkiye Cumhuriyetidir. Biz ayrı devletlerde olsak da teröre, zulme ve emperyalizme karşı kenetlenip bir yumruk olabildik ve terörün boyun eğdirdiklerinden olmadık, olmayacağız. Terörün ve teröristin insanlığa karşı işlediği her suçta, millet olarak dünyada karşı gelebilen tek Millet Türk Milleti olmuştur şimdi yine hep birlikte bu terörün karşısında durmaya devam edeceğiz.


Makale ve Analizler - 2018

27

Biz ordumuzun yenilmezliğine inanıyoruz. Yeni köy ve tepelere dikilen bayrağımız bize de güç ve gurur veriyor. Dualarımız Musul Kerkük’e kadar devam edebilme gücü vermesi ve tüm dünya mazlumlarına sahip çıkabilecek güce ulaşmasıdır. Allah yar ve yardımcınız olsun. Yeni yüzyıl, Büyük Türkiye Yüzyılı olacaktır. Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ye inanıyor ve güveniyoruz. Davet bekliyoruz. İstediğiniz cephede siper almaya hazır olduğumuzu da buradan açıkça belirtiyoruz. Bulgaristan’ın tüm Türk köylerinde “Zeytin Dalı” operasyonunu destekleme toplantıları yapılıyor. Destek bildirileri onaylanıyor. Memleketimizin Türk kokan her köşesinde ruhsal uyanış ve yüreklerde şahlanış var. Bu duygu ve düşüncelerle, şanlı Türk ordusunun kış şartlarına rağmen özveriyle yürüttüğü Zeytin Dalı Harekatının bölgede kalıcı barış ve huzur ortamının sağlanması ile sonuçlanmasını, vatanımızın kıymetli evlatları askerlerimizin burunları dahi kanamadan vatanımıza dönmelerini ve ailelerine kavuşmalarını tüm kalbimizle umut etmekteyiz. Not: Toplantı sonrası katılımcılara, Rafet Ulutürk’ün kitabı ve BULTÜRK Gazetesi dağıtıldı. Medovets - (Sarı Kovavanlık) Halkı Adına Muhtar Mustafa Y. İsmail

„Бултюрк“ с две книги за българските турци, търси тяхната идентичност

BG-SAM-21.Şubat.2018

Изселническата организация „Бултюрк“ със седалище в Истанбул публикува две книги, посветени на българските турци. Едната, която излезе


28

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

през 2016 г., представлява сборник от статии на председателя на организацията Рафет Улутюрк под надслов „Мястото на българските турци в турския свят“. Авторът споделя, че прави опит чрез очите на един български турчин да види проблемите на сънародниците си и да търси решението за тях. Рафет Улутюрк се спира на културни проблеми и на такива от етно-демографско естество. Той засяга и въпросът за неправителствените организации. Има статия и за Кърджали. Поместен е и материал за първия турчин, кандидат за президент на България. Втората книга на Рафет Улутюрк излезе в края на миналата година. Тя е плод на шестгодишен труд. Заглавието е „Борбата за идентичност на българските турци“. Редактори са проф. д-р Ахмет Чолак и проф. д-р Недим Биринджи. Предговорът е от вицепремиерът на Турция Хакан Чавушоглу, отговарящ за т. нар. външни турци. Книгата е посветена на загиналите по време на борбата за идентичност. В предговорът Чавушоглу отбелязва „Книгата на уважаемия приятел Рафет Улутюрк е втората му книга и тя идва с нови цветове, които оформят картината на българските турци и тяхната борба за идентичност от 1878 г. до днес“. В Книгата се отбелязва, че българите са горд народ и се изследва народопсихологията на българите. Проследява се историятанаБългарияиполитиката по отношение на българските турци в новата ни история. Разгледани са и съвременните политически процеси. И двете книги могат да се намерят в интернет. Рафет Улутюрк сподели пред журналиста Георги Кулов, автор на книгите „Българската дъга на исляма“, „Хора на истината“ и „Мостът“, че се надява творбите му да бъдат оценени в България. Според Кулов трябва изследователите на общата ни история да търсят повече допирни точки, които ни сближават, а не обратно. Георги Кулов - Кърджали бг вести Alıntı: http://www.haskovo.net/news/445148/%E2%80%9EBultyurk%E2 %80%9D-s-dve-knigi-za-balgarskite-turci–tarsi-tyahnata-identichnost


Makale ve Analizler - 2018

29

Bulgaristan’da Apolitik Seçmen Kesimi % 35’e yükseldi

BG-SAM-21.Şubat.2018

AFIS Sosyolojik Ajansı’nın yaptığı araştırma sonuçları, bütün seçim gruplarında hareketliliğin alt seviyeye düştüğünü ve oy kullanmayanların ve apolitik olanların oranının arttığını gösteriyor. AFIS Ajansı, bu araştırmayı 1010 vatandaşın katılımıyla 8 - 12 Şubat 2018 tarihleri arasında gerçekleştirdi. Toplamda bu seçmen kesimi yüzde 35’ten fazladır ve bu oran da yine onları en büyük apolitik güç haline getirmektedir. Sadece 8 ay önce, bu kesim seçmenlerin % 25’ini oluşturuyordu. Şu anda iktidar koalisyonunun önde gelen ortağı GERB, yetişkin nüfusun yüzde 26’lık kesiminin desteğini alıyor. 8 - 9 ay önce bu oran (Bakanlar Kurulu’nun göreve başlamasından hemen sonra) yüzde 30 civarındaydı. Sosyologlar, “Şu anda sosyalistleri seçmek isteyenler, geçen yılın yaz aylarında olduğu gibi % 22,4’lük bir kesimdir. En büyük iki siyasi güç arasındaki en büyük fark, GERB’nin seçmen kaybetmesi, BSP’nin ise önemli sayıda seçmenlerini artırmamasıdır” diye yorumda bulundular. Sosyologlar bunun önde gelen iki siyasi oluşum arasındaki mesafenin kısa olmasından kaynaklandığını söylediler. Verilere göre aynı zamanda İrade Partisi de az da olsa istikrarlı bir düşüş gösteriyor (an itibariyle % 2,5’lik destek alıyor). Bu demektir ki, İrade Partisi’nin sonraki Parlamento’da yer alacağı belli değil. Analistlere göre, düşüş sözde Birleşik Vatanseverler koalisyonunun aldığı destek oranında görülüyor. Irkçı ve aşırı milliyetçi oluşum şu anda Bulgarların yalnızca % 3,8’inin desteğini alıyor. Birkaç ay önce bu oran % 6’dan biraz fazlaydı. Başbakan Yardımcısı Krasimir Karakaçanov’a güven oranı geçen yılın ortasında % 38 iken şimdi % 30’un biraz altındadır. Başbakan Yardımcısı Valeri Simeonov ile ilgili de benzer bir durum söz konusudur. Onun güven oranı % 19’dan % 16’ya düştü.


30

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH), seçmen desteğini istikrarlı bir hale getirdi ve şu anda % 7’nin biraz üzerinde bir seviyededir. Sosyologlara göre, Bulgaristan’ın AB Konseyi Dönem Başkanlığı sonlanmadan önce, yani yılın ortasına kadar şiddetli iç siyasi dramlara şahit olma ihtimali çok düşük. Bununla birlikte onlar, koalisyon ortağının son haftalarda yaptığı eylemlerin (İstanbul Sözleşmesi, Ska Keler olayı vs.) iki etkiye varacağına işaret ediyor - AB konusunda karamsar olanlar arasında desteğin harekete geçirilmesi ve Avrupalı ortaklar karşısında imajımızın lekelenmesi. AFIS verilerine göre, hükümetten desteğini çeken vatandaşların sayısı giderek artmaktadır (Mayıs 2017’de % 40’dan Şubat 2018’de % 27’ye düşüş). Hükümetin derhal istifa etmesini isteyenlerin ve yeni seçim isteyenlerin payı (geçen yılın Mayıs ayında % 13 iken şimdi % 23’e yükseldi) artmaktadır. Analistler, “Bu eğilim yıl ortasına kadar devam ederse, 2016 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce ve etrafındaki düzeylere ulaşacak. O zaman yeni seçimler talep eden vatandaşların oranı önceki hükümeti destekleyenlerin oranını aştı. Şu anda her üçüncü vatandaş, hükümet içindeki bazı bakanların değiştirilmesini tercih ediyor, seçmenlerin % 23’ü ise yeni bir 44. Millet Meclisi hükümeti kurulmasını tercih ediyorlar” diye özetlediler. Analistlerin ifadelerine göre iktidara duyulan güven yine sarsılmaya başladı ve yeni seçim fikri ivme kazanıyor. Sosyologlar, “Şu anda Başbakan Borisov ve Cumhurbaşkanı Radev arasındaki çatışma daha da kötüye gidiyor. Bununla birlikte son yıllarda en yüksek reytinge sahip siyasetçilerden biri olan Devlet Başkanı’nı onaylayanların oranı, Borisov’u onaylayanların oranından daha yüksektir” diye belirttiler.


Makale ve Analizler - 2018

31

Beklenen Gün Yakındır

Nedim Akın-22.Şubat.2018

Konu: Faşizm nedir? Bulgaristan faşizm yaşadı mı? Faşistleri anarak yaşatanlar kendileri de faşisttir. Şu dönemde memlekette birçok sorun birden gündem oluşturuyor. Bunlardan biri, 6 Ekim 1944 - 1949 yılları arasında çalışan Halk Mahkemeleri’nin, “Halk üstü bir kurum” olup olmadığı konusudur. Çünkü o zaman geçerli olan 1879 Tırnova Anayasası’nda “Halk Mahkemesi” ve onların statüsü biye bir madde yoktur. Bu mahkemedeki duruşmalarda, 249 idam cezası kesildiği, idamlıların öldürüldüğü, büyük bir grubun 1944’ün yaz aylarında İngiliz ve Amerikan savaş uçaklarından atılan bombaların Sofya “Malaşevtsi” kabristanlığında açtığı derin çukurlara topluca gömüldüğü biliniyor. Tüyler ürperten bu olaylar, Nazi ve komünist ideolojisi arasında yürütülen ve 100 milyon insanın hayatına mal olan İkinci Büyük Savaş sonunda (70 yıl önce) meydana geldi. Savaşın bitmesiyle Nazilerin toplama kamplarında yaptıkları vahşet ortaya çıktı. Bu kamplarda, milyonlarca masum insan ırkları ve düşünceleri yüzünden öldürülmüştü. Bulgaristan gibi mihver ülkelerinde de Yahudiler, Çingeneler ve diğer azınlıklardan insanlar ölesiye çalıştırılmış, açlığa ve ölüme terk edilmişlerdi. 20 bin Yahudi ve Çingene de “Treplika” toplama kampına gönderilmiş ve geri dönmemişti. BG-SAM ekibi olarak biz, son aylarda bu konuya olağanüstü büyük önem verdik. Hitlerin, Alman ırkının üstünlüğünü ifade ederken kullandığı “Almanya her şeyin Üstünde!” ırkçı sloganının, son 2 yılda Bulgaristan’da da aşırı milliyetçi, ırkçı, şoven ve faşist güçler tarafından “Bulgaristan her şeyin Üstünde!” şeklinde 1944 yılı öncesi gibi, yeniden sık sık tekrar edilmesine karşı önlem alınmadı. Nümayiş ve mitinglerde uranlık olarak sokak boyu taşınması, toplantılarda, açık ortamda ve hatta mecliste haykırılması aldı yürüdü. Tabii, ülkemizde yaşayan masum insanlar bu şiarların yükseltildiğini gördükçe, milliyetçi sürülerin sokaklardaki nümayişlerini seyrederken ürperiyor, katliamların tekrar etmesini düşündükçe dehşet yaşıyor. Hitler faşistleri Yahudileri, Çingeneleri, Polonyalıları ve Slavları alt sınıf insan ilan ederek, işgal ettikleri topraklarda akıl almaz vahşet uyguladılar. Kiliseleri yakıp yıktılar, dindar insanları katlettiler. 25 milyon insan yok edildi. Fakat bir ülkenin faşist yöntemlerle yönetildiğini kanıtlayan sadece rakamlar ve idamların sayısı değildir. Çünkü Rusya’da da 30 milyon kişi yok edildi. Zamanlar değişti, günümüzün insan düşmanlığının hedefinde önce-


32

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

likle Müslümanlar var. Müslümanların Avrupa’ya bırakılmaması, eski kıtanın İslam’dan kurtarılması artık bir uluslar arası ırkçı hareket olarak yeşermeye başladı. Almanya’da “Almanya İçin Alternatif” partisinin Bundestag’a (meclise) girmesi, Avusturya’da yeni faşistlerin iktidar olması, Hollanda’daki hortlama kimsenin gözünden kaçmadı. Bu hareketlenmenin önemli merkezlerinden birisi de Sofya oldu. 1949 yılında Bulgaristan’da “Belene” toplama kampı açıldı. Daha sonra adına “ölüm” kampı dendi. Tuna ırmağının “Persin” adasındaydı. Orada, Nazi vahşetinin komünist türü uygulandı. Ülkede toplam 169 toplama kampı açıldı. İnsanlar burada bir parça kuru ekmek için çalıştırıldı. 1985’te olay tekrar etti. 517 Bulgaristanlı Türk “Belene” Ölüm Kampı’na kapandı. İşkence gördüler. Ezildiler. İsimleri orada değiştirildi. Ardından ısız Bulgar köylerine sürgün edildiler. Yazılarımızda, 1944 öncesi faşist Bulgaristan ile 1944 sonrası komünisttotaliter Bulgar gerçekliğinin birbirinin kopyası olduğunu defalarca yazdık. Bu farklı (faşist ve komünist) 2 toplumsal düzenin ikisi de vahşet uyguladı. Demokrasi sözde kaldı. Adalet hiç olmadı. Hukukun üstünlüğünden söz bile edilemedi. Nazilerin toplama kamplarında 11 milyon suçsuz insan öldürdüğünü yazmak sanki kolay! Fakat bu insanların ardından yas tutan 11 milyon aileyi, yakınlarının acısını düşünmek bile damarlarda kanı durduruyor. 2018’de Bulgaristan gerçekliğinde bir hatıra patlaması yaşandı. Bulgar belleği 70 - 80 yıl sonra patladı. 1944 - 1949 yılları arasında 5 - 10 bin kişinin katledildiği susan tarihçilerin kaleminden döküldü, ağzından çıktı. Gerçekleri saklayanların ve yeni işitenlerin bu defa nefesi kesildi. Çocuklar, dedem hangi cephedenmiş sorusuna yanıt aramaya başladılar. Toplum yeniden ikiye yarıldı, parçalandı. Taraflar birbirine füze ateşi açtı. Bu defa, bu parçalanma Bulgarların kendi arasında oldu. Biz, bu defa da bu acı hesaplaşmanın ürünleriyiz. 21 Şubatta Sofya Meclisi Başkan Yardımcısı görevinden alınıyor. Milletvekili Prof. İvo Hristov’un Bulgaristan’da yaşayan insanların % 80’ni için “debil” dedi. Güçsüz ve aklından zoru olanların grubunda biz de varız. Yani “debiller sınıfı”ndanız. Bu rakam doğru olmayabilir, çünkü bankalarda milyon levası olanlar nüfusun % 1’idir, diğerleri zar zor geçiniyor yani “debil” durumdadır. 20. yüzyılda yaşanan bu kadar çok acı, kan, tövbe, lanet ve küfürden ancak “debil” doğabilirdi ve doğdu. Yüzbinlerce insanın canına kıyıldığı bir toplumda insanın normal gelişime gerekli ortam oluşamazdı. Oluşamadı. Şu da var. Katledilen hayatın kendisiydi. Ağlayanlarsa analar, kadınlar ve çocuklardı. Büyük Savaşta, Danimarka, Norveç, Belçika ve Hollanda gibi, Bulgaristan’ın da Naziler tarafından işgal edildiği ve özgür düşünen insanların tümüne katliam uygulandığı bir ülke olduğu dikkate alındığında, günümüzde değişik maskeler


Makale ve Analizler - 2018

33

ardında yeniden sözde “yurtseverlerin” faşist hortlama baş gösterirken toplumun susmasına bir türlü akıl erdiremiyor, olayları normal algılarken zorlanıyorum. Eşi emsali olmayan vahşet nasıl unutulabilir? Hitler çizmesi altında ezilen halkların bugün neden uyanmadığını anlayamıyorum. Uyanmıyorlar çünkü nesil ve toplum değişti. Nazilerin en büyük işgal ve yıkım planları Rusya’ya karşıydı. Günümüzde Avrupa’da iktidara tırmanan faşistlere Rusya neden seyirci kalıyor. Bunu anlamak da güç!... Kısacası, 70 yıl gibi bir zaman kesimi öncesi Naziler ve Komünistler insanlığa karşı çok büyük bir suç işlediler. Bulgaristan’da 1984 - 1989 sözüm ona “soya dönüş süreci” bu ırkçı kükreyişin bir devamı oldu. Yapılan insan düşmanlığıydı. Amansız ve insafsız bir zulüm altında ezildik. Sonuç olarak, savaşta ve savaştan sonra “soğuk savaş” döneminde çarpışan ideolojiler, hiçbir ahlakı, değeri, hizmeti, kültürü ve insani ilkeyi tanımadan sırf kendi egoist çıkarları ve saçma planları için beklentilerini gerçekleştirmeyi amaçladı. İnsanların tutuklanmasına, anayasa ve yasalar üstü “Halk Mahkemeleri” gibi zulüm organları kurulmasına, kesilen idam cezalarına itiraz edecek tüm makamları kaldırarak tam diktatörlük uygulanmasına göz yumuldu. Milyonlarca insanın katledilmesine, vahşete sınır tanımadan, her türlü zulüm ve bozgunculuğu meşru gösterenlere, isim ve kimlik değiştirenlere, ana dil yasaklayanlara, okul kapatanlara, insanları vatanlarından sökenlere yandaş, ortak ve destekçi olmak, onlara tabi olmak, Kuran’da kesin olarak yasaklanmıştır. “Ve ölçüsüzce davrananların emrine itaat etmeyin. Ki onlar yeryüzünde bozgunculuk çıkarıyor ve dirlik-düzenlik kurmuyorlar.” (Şuara Sûresi, 151 - 152). Gerçekler böyle olsa da Bulgaristan Cumhurbaşkanı Nazilere karşı mücadelede şehit düşenlerin anısına 2018’de saygı gösterecek mi? sorusu yanıt bekliyor. 1 Şubat günü Cumhurbaşkanı ve yardımcısı “faşizm kurbanları”nın anıt levhasına çelenk koymadılar. Başkan Yardımcısı Elena Yotova: “Komünizm kurbanları ile faşizm kurbanları, hepsi kurbandı.” dedi. Şöyle bir soru ortaya çıktı: Siz “Faşizme karşı savaşanların anıt levhasına çelenk koyacak mısınız?” Yoksa sizin için faşizm eşittir komünizm ve komünizm eşittir faşizm formülü mü geçerlidir? Bundan 2 yıl önce, Sofya hükümeti, 21 Şubat’ı “Nazilere karşı direnenlere saygı günü ilan etmişti.” Bakanlar Kurulu kararında şöyle denmişti: “Naziler karşı savaşanların aziz anısına her yıl saygıda bulunmak demokratik değerlerin yerleşmesini sağlayacaktır” Hitlere karşı olup “Bağımsız ve Özgür Bulgaristan!” için savaşmış olanları saymamak, onları unutulması anlamına gelir. 1941’de anti-faşist cephe kurulmasına karşı olanlar, bugünkü sözde “yurtseverlerin” atalarıdır.


34

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

20 yıldan beri ülkemizde “Faşizm var mıydı, yok muydu” tartışması devam ediyor. Dikkatinize, 1941 yılında, Hitler Almanya’sı Sovyetler Birliğine saldırmazdan önce, Bulgaristan Komünist Partisi ülkemizin Nazi Almanya’sına katılmasına ve topraklarımıza Alman askeri güçleri konuşlanmasına karşı koymamıştı. Savaş yıllarında Moskova ülkemizde anti-faşist hareket örgütlemek için uçaklardan paraşütle militan atmış, deniz altılardan çıkarma yapmıştır. 5 Eylül 1944’te SSCM Bulgaristan’a savaş açtı. Üçlü Mihver’e bağlı iktidarla (1944 - 1949) arası kanlı hesaplaşma oldu. 1934 - 1944 yılları arasında Bulgaristan’da faşist rejim var mıydı? Sorusu bugün aktüeldir, çünkü faşistlerle hesaplaşma yaşanmıştır. Faşistlerin, demokratik güçlerle, çiftçilere, sendikalarla, azınlıklarla baskı ve terörü olmasaydı, binlerce cana kıyılmasaydı, faşistlerle hesaplaşma olmazdı. Önce Naziler ile Faşistlerin arasında fark olduğuna işaret ediliyor. O dönem başbakanı olan ve daha sonra “Halk Mahkemesi” kararıyla idam edilen, Bogdan Filov, Bulgar halkının özelliklerine işaret ettiği eserinde, faşizm İtalyan halkının, Nasyonal-Sosyalizmin Alman halkının, Komünist rejim Rus halkının çıkarlarına uygun düşmüştür. Bulgar Çarlığında totaliter rejimin kurulamadığına işaret etti. Tabii ki, 1879 Tırnova Anayasası’nda “faşizm” ve “totalitarizm” kavramları yoktur, fakat Bulgaristan Mihver grubuna katılınca, “Milli Menfaatleri Koruma” kanunu çıkınca, Ege bölgesinden ve Makedonya’dan toplanan Yahudiler ve Çingeneler ölüm kamplarına gönderilince ülkede faşizm yaşanmıştır. Tırnova Anayasası demokratik ilkeleri bire dek çökmüştür. 1934’te politik partiler yasaklandı. Partisiz olan “akıllı insanlar” tarafından yönetilecek bir idare kurulmasından söz edildi. Bu “akıllı kişileri” gösteren ise Çar’dı. Onları meclise sözde “seçtirerek” toplayan oydu. Sonunda bütün idare Çar’ın elinde toplandı. Onun ansızın vefat etmesinden sonra da tren lokomotifsiz kaldı. Bu durum, Hitler askerleri Bulgaristan’a yerleşene kadar böyle sürdü. Almanlar Balkanlar’ı işgal edene kadar, Bulgaristan’da tutuklanan ve “Treplikaya” kampına sürülen Yahudi ve Çingene yoktu, savunmasını yapanlar, sanki bir bu işin heveslisiydik, fakat yalnız alkışladık, başka bir şey yapmadık deyip, bugün kendilerini aklamaya çalışıyorlar. Ege bölgesini ve Makedonya’yı ele geçiren Hitler güçleri, idare işlerlini Bulgarlara bıraktığında durum değişmişti. Hiçbir devlet “genişleyen” Bulgaristan’ı tanımamıştı. Bu topraklardaki Yahudiler ve Çingeneler ölüm kampına gönderenlerle, bu vahşeti işleyenlerle daha sonra “Halk Mahkemesi” hesaplaşmıştır. “İşlenmiş suç yoktur, sadece Hitler’in istekleri yerine getirilmiştir” iddiasında bulunanlar, tarih önünde bugün aklanabilir mi? Binlerce insan idam edilmiştir, adı ne olursa olsun, Bulgar tarihinin bu yılları vahşet


Makale ve Analizler - 2018

35

yıllarıdır. Anıların patladığı şu günlerde “faşizm” için yeni tanımlama arayanlar olduğunu görüyoruz. Ne ki, tarih değiştirilemez. Parlamento Başkan Yardımcısı Valeri Jablanov’un görevinden uzaklaştırılması kararı Anayasa Mahkemesine ve Strazburg İnsan Hakları Mahkemesine taşınıyor. Faşistlere faşist demek tehlikeli olmaya başladı. Hak ve Özgürlükler partisi faşizm konusunda çekimser kaldı ve oy kullanacağına meclisten çıktı. Faşistlere faşist, komünistlere komünist, katile katil deyemeyen HÖH partisi milletvekilleri gerçekten porselen dükkanında müşteri gibi davranıyorlar. Onlar 517 Türk aydını “Belene” kampına atan komünist totalitercilere de katil deyememişti. Tekerlenip gidiyor işte... Belki de, 2015 yılında Bulgaristan siyasi hayatında baş kaldıran “Araka”, VMRO ve güya “Yurtsever Cephe” için “faşist” nitelemesi getiren Avrupa Konseyi tamamen haklıdır. 21. yüzyılda faşizme yol verilmemelidir. Avrupa halklarını birleştiren Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyi’nin temel işlevlerinden biri de budur. Faşistleri anarak yaşatanlar kendileri de faşisttir.

Hainlerin Anıtları Baş Aşağı Olsun

Rafet Ulutürk-22.Şubat.2018

Konu: İnsan kendi köyünde ne şah olur, ne de padişah. (Atasözü) Son 28 yılın en hareketli Şubat ayını bu sene yaşıyoruz. Bulgaristan tarihi kapak attı. Bu sene ilk kez olmak üzere, Bulgaristan’da şu sözler söylendi: “Levski olmasaydı, Bulgaristan olamazdı. Levski olmasaydı, 1876 Nisan Ayaklanması olmazdı. Levski olmasaydı, Rus ve Osmanlı İmparatorlukları arasında 1877 - 1878 Plevne Savaşı olmazdı. Levski olmasaydı, Bulgar devleti olmazdı. Levski’nin onurunu şereflendirmek için, top atışlarının sayısı, devlet ve hükümet başkanlarının demeçleri yetmeyeceği gibi, sayısız çiçek demetleri ve çelenkler de yetmez. Levski Bulgar kimliğini oluşturan kişidir.


36

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Durum böyle iken 19 Şubat günü Levski kutlamalarında yine hiç kimse yeni bir şey söylemedi. Beklediklerim vardı. Levski hakkında yüzlerce kitap çıktı. Bu sene de 5 yeni araştırma eseri basıldı. Bu kitapların hepsinde Osmanlıdan ayrılmak için Bulgar halkını uyandıran ve 500 komite kuran Levski’yi ele veren kişinin Bulgar Papaz Kristyu olduğu yeniden ve daha yüksek bir sesle duyuruldu. Papaz Kristyü, Levski’yi egemen, bağımsız, yabancı boyunduruğunda olmayan, tüm azınlıklarla anlaşma ve yardımlaşma içinde yaşanacak bir ülke ve devlet kurmak için çalıştığından ve özellikle de Rusya ile kaynaşmak istemediğinden dolayı ele vermiştir. Ne var ki, Levski’yi anlatan tarihlerde, Papaz Krıstyo’ya “hain” diyen pek yok. Ayrıca lanetleyenler de yok. Hatta o dönem “gözü kör olası” diyene rastlamak da zor! Bununla birlikte, Bulgar tarihi hainler ile hain olmayanların tarihidir. Ruslar, devrim komitaları kuran Levski’ye “Rusya İmparatorluğu gizli devlet kurumlarının ajanı olmasını” teklif etmişler. Levski kabul etmemiş. Papaz Kristyü ise hem Osmanlı istihbaratına hem de Rus gizli casusluk servisine bağlamış. Levski ruhunu Bulgar halkı ile Moskof İmparatoru arasında paylaşmadığı için bir “hain” ajan tarafından ele verilmiştir. Şahsi görüşüme göre, Bulgaristan tarihinde ajanlar ile ajan olmayanları yerli halkın ve yabancıların birbirinden ayrılabilmek için iki çeşit anıt dikmek gerekiyor. Vasil Levski gibi ajan olmayan devrimciler için her köy ve kasabada, şehirlerimizin en önemli meydanlarında Aslanlı, Çelenkli, Bayraklı Levski anıtları dimdik duruyor. Şimdi bir de hain abideleri dikme zamanı geldi. Ben bu abidelerin baş aşağı dikilmesini öneriyorum. Yanı başı dik duranlar kahramanlarımız, baş aşağı olanlarsa hainlerimiz olduğu belli artık olsun. İlk hain anıtının Papaz Krıstü abidesi olması iyi olur. Önce kendi köyünde, sonra dua okuduğu kilisenin avlusunda, sonra da adalet sarayı avlularına ve halkın kalabalık olduğu yerlere dikilmesi iyi olur görüşündeyim. Böylece Bulgar halkı da “iyi adam” ile “kötü adamı” ayırmaya başlar ve işler durulmaya, toplum arınmaya ve gençler yeni nesiller de bilinçleri gerçekle parlamaya ve hafızaları da hainlerden kurtuluş kutlar, halk bayram eder. Bu topraklarda her şeye tepkide bulunmak adettendir. Son zamanda, Vavil Kunçev Levski hakkında doktora tezi yazıp profesör olanlar, “komitacının” Papaz Kristyö tarafından değil, Papaz Hristo teyel tarafından ihbar edildiğini yazdı. Ne fark eder ki! Bu defa başı aşağıda bir de Papaz Hristo anıtı diksinler.


Makale ve Analizler - 2018

37

Bu arada, yine sahte bilim adamlarından yeni sesler de yükseliyor ve onlar, Vasil Levski’ye “Aziz” unvanı verilmesini ve kilise ayinlerde ve törenlerde adının geçmesinde ısrar ediyorlar. Hristiyanlıkta, dinden çıkan, çocuk öldürmüş olan, kadınlara tecavüz eden vb. bir kişi “Aziz” ilan edilemez. Ne var ki, bizim insanlarımız hep eski kafa ile düşünmeye devam ediyorlar. Totalitarizm yıllarında kim doktor, kim doçent, kim profesör olacağını Komünist Partisi Merkez Komitesi belirliyordu. Akademisyenleri ise doğrudan atıyordu. Fakat “Aziz” ilan etmede böyle bir uygulama olmamıştır. Bu görev Yüksek Din Konseyine havale edilmiştir. O ise temel kuralların dışına çıkmak istemiyor. Fakat “hainlerin” anıtları dikilse, halk Vasil Levski’nin kim olduğunu daha iyi anlama fırsatı bulacaktır. 1872’de Sofya’da görülen Havari Levski davasında kalem kıran Bulgar yargıçlar var. O zamanlarda Levski’yi darağacına göndermekle ulusal ihanette bulunmuşlardır. Onlara da baş aşağı birer anıt dikilmesi kanaatimce iyi olur... Bu konuya böyle hararetli girmemin bir başka nedeni var. İki hafta sonra 3 Mart. Bu tarih San Stefano’da (Yeşil Köyde) Osmanlı ile Rusya İmparatorlukları arasında Barış Anlaşması imzalandığı gün ve yerdir. Bu Barış Anlaşmasında “Bulgar” ve “Bulgaristan” sözleri geçmez. Geçmese de, 3 Mart bugün de Bulgaristan Cumhuriyetinin milli bayramıdır. Osmanlıya karşı en ağır sözlerin söylendiği, Türklerin lanetlendiği, Müslümanlara yapılan kötülüğün Yüce Tanrı tarafından “hayır” olarak kabul edilmesi için dua edildiği gündür. Aslında 3 Mart ömrü 3 ay olan bir sözleşmedir, ölü doğmuştur. Temmuz 1878’de toplanan Berlin Konferansında bozulmuş, lav edilmiş ve yok sayılmıştır. Gerçek bu olsa da, 2018’in 3 Mart kutlamalarına, Şipka Tepesinde 100 kişinin katılacağı önceden açıklandı. Bu 100 bin kişi tarihi ters okuyan Rusofil’dir. O olaylardan 140 yıl geçmesine rağmen, imparatorlukların mazlum halkları köleleştirmek için “kurtardıklarını” kavrayamadılar. Bu sene 3 Mart’ta da yalan yanlış tarih yazılmaya devam edecekler anlaşılan. Şu büyük gerçek herkes tarafından bilinmelidir. Rus diplomasisi Levski’yi kurtarmak için parmağını dahi oynatmamıştır. Şu günlerde Sofya’daki Rusya Federasyonu Büyükelçiliği Bulgar hükumetinden ve Sofya Belediyesinden 19. yüzyılın sonunda Osmanlı Başkenti İstanbul’da Rusya İmparatorluğu Başkonsolosu olan Graf İgnatiev’e büyük bir anıt dikmek için uygun bir yer istemiştir. Büyük Elçilik Sofya’ya Vasil Levski anıtından yüksek bir Graf İgnatiev anıtı dikmek niyetindedir.


38

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Filibe - Plovdiv’te Alyoşa heykeli, şehirdeki Levski anıtından yüksektir. Burgas’da sarhoşluktan ölen 12 Rus askeri için dikilen anıt da şehrin en görkemli “kurtarıcı” anıtıdır. Aynı zamanda, Sofya Büyük Şehri Belediye Meclisi Sofya’daki “Graf İgnatiev” sokağının adını değiştirmeye hazırlanıyordu. Rusofiller buna engel oluyorlar. Olay şöyle gelişti, Vasil Levski, Papaz Krıstü tarafından ele verilip tutuklanmasından sonra, Konsolos Graf İgnatiev İstanbul’da Saraya gidip Sultan’dan en amansız kadılarını (yargıçlarını) Sofya Mahkemesine göndermesinde ve “komitacının” hakkından gelinmesini ve darağacından sallandırılmasını, mezar bile kazılmadan karanlık bir kış gecesinde aç kargalara yem olarak bir kenara yuvarlanmasını ısrarla istemiştir. Tarihe ve onun içindeki bu olaya gerçekçi baktığımızda, diplomat Graf İgnatiev’in yaptığı, muhbir Papaz Krıstyü ya da Papaz Hristo hainliğinden daha iğrenç değil mi? Şimdi bu “haine” baş aşağı bir heykel dikmek gerekirken, Moskova Büyükelçisi istedi diye, çelenk ve çiçek içinde bir anıt dikilmesi, devlet hainliği olmaz mı? Sofya’daki Rus ve Sovyet anıtlarının hepsi Bulgar anıtlarından yüksektir. Bu olay bağımsız, egemen bir Avrupa Birliği ve NATO üyesi ülkede halkı rahatsız etmeye, turistleri düşündürmeye ve farklı yorumlanmaya başlamıştır. Bulgar halkının tarihiyle başı derttedir. Bu arada 3 Mart ile ilgili dikkatimi çeken bazı daha ince ayrıntılar da var. Levki adı verilen sokaklar şehirlerin biraz kenarında bulunuyor. Başkent ve diğer büyük şehirlerimizin merkez sokaklarının adları hep “Kurtarıcı Çar”, “Moskova”, “3 Mart”, “Şipka” ve benzer isimler taşıyor. Örneğin Filibe-Plovdiv’deki en yüksek anıt “Alyoşa” heykeli. Sofya’da meclisin karşısında “II Aleksandır” at üzerinde ve sanki içeride ne tartışıldığını dinliyor vb. Bunlarla birlikte Birinci Dünya Savaşı’nda Bulgaristan İçin Can Feda eden 9 bin 653 Türk askerin anıtı hala dikil(e)medi. Sözüm ona “Soya Dönüş Süreci” kurbanlarının milli anıtı da dikil(e)medi. Şipka’ya Osman Paşa Anıtı dikilecekti o da dikil(e)medi. Tüm bunlara birlikte Bulgaristan’da en gözde ve en çok ziyaret edilen bir yere Bulgaristan Vatandaşı Anıtı dikilmeli ki, bu anıt eksik olduğundan adalet kurulamıyor, demokrasi gelmiyor, hak ve özgürlükleri hayal etmeye devam ediyoruz. Saygılarımla,


Makale ve Analizler - 2018

39

Bulgaristan Türklerinin Edebiyatı Üzerine Bazı Düşünceler

BG-SAM-23.Şubat.2018

Merhum Ömer Osman’ın dediği gibi yıllar rüzgâr gibi geçmekte. Üzerinden 65 yıl geçmiş olmasına rağmen elime geçen ve “İlk Adımlar” başlığını taşıyan ilk edebi kitabı dünkü gibi hatırlıyorum. 1944’ ten sonra çıkan ve Bulgaristan’da yaşayan Türk yazar ve şairlerin eserlerini ihtiva eden ilk kitaptı. İlkokul ders kitaplarında ve “Eylülcü Çocuk” gazetesinde isimlerini gördüğüm ve başka yaratıcılardan şiir, öykü ve denemeler vardı ve o kitabı defalarca okudum. “İlk Adımlar”dan sonra yerli yaratıcılardan birçok kitaplar neşredildi. Bazı kimselerin hesaplamalarına göre 1969 yılına kadar Bulgaristan Türk yazarlarının eserlerinden oluşan kitapların sayısı (şiir, öykü ve deneme derlemeleri, romanlar, uzun öyküler) 400’den fazla. Bu hele altmışlı yıllarda hızla arttı ve o yıllar bazı arkadaşlarımız tarafından “Lale Devri” diye adlandırıldı. Merkezde çocuklar için bir, yaşlılar için iki gazete ile bir dergi ve 5 - 6 bölge gazetesi çıkıyordu. Hepsi her sayısında birkaç şiire ve bir öyküye yer veriyordu. Her yıl iki veya üç defa edebiyat yarışması ilan ediliyor ve ödüller dağıtılıyordu. Tam “Bunlar yetmiyor, artık bir edebiyat gazetemiz olması gerekiyor!” diye konuşmaya başlamıştık ki, elimizde olanlar da kayboldu gitti ve Bulgaristan Türkleri Edebiyatı’nın üzerine bir koyu karanlık çöktü. Yaratıcıların ellerine ve kollarına kelepçeler vuruldu. 1989 yılında siyasi sistemin değişmesinden sonra yaratıcıların yakaları genişledi. Kara günlerde gizlice yazılan eserlerin ortaya çıkmasıyla birlikte, yenileri de yaratılmaya ve okuyuculara sunulmaya başladı. Daha önceleri ad yapmış kimselerle birlikte yeni yeni şairler ve öykücüler yetişti ve yetişmekte. Hele son yıllarda birçok yeni adlar belirdi. Umut ederiz ki, edebiyatımızda bu gelişme yeni ve çok daha yüksek seviyeye ulaşacak. Bu başarılı adımlarla birlikte çözülmesini bekleyen bazı sorunlar da göze çarpmaya başladı. Totaliter rejim ve iktidarda olan onun partisinden (BKP) finanse edildiği için Sansür Kılıcını sağa ve sola oynatsa da Türkçe yaratılan edebi eserleri ak güne ulaştıran bir neşriyat evi vardı. Şimdi böyle bir şey yok. Evvelsi kaleme alınan eserlerin büyük bir kısmı basına giremezdi, lakin bir defa girdimiydi, müellifi onun dağıtımı ve satımı için telaşlanmazdı. Şimdi neşriyat evi bulmak çok ko-


40

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lay, fakat derhal her müellifin önüne binbir güçlükler dikiliyor. Evvelsi yaratıcının emeğine az da olsa bir değer verilirdi. Şimdi böyle bir şey yok. O zaman onlarca şehirde ve köyde Türkçe kitap satan kitapevleri vardı. Şimdi bütün memlekette böyle tek bir tane yok. Yaratıcı vaktini yeni bir esere hasredeceği yerde zar zor bastırdığı kitabı okuyucuya ulaştırmak için çareler aramakla geçiriyor. Türkçe basılan eserlerin okuyucuya ve seyirciye ulaşabilmesi için sanatçılara el uzatan, mali yardım etmek lütfunda bulunan iş adamlarımız hiç yok demeyelim. Var ve onları candan tebrikliyoruz. Ama nesi var, böylelerinin sayısı iki elimizin parmaklarından fazla değil. Kitap okuyanların sayısı çok azaldığı büyük bir gerçek. Buna en büyük sebep olarak bilgisayar ve ona bağlı olan internet sitelerini öne sürüyoruz. Fakat bununla birlikte kitapların basılma masrafları ve ona bağlı olan yüksek satış fiyatı da önemli bir sebep değil mi? Edebiyatımızın önünde başka sorunlar da duruyor. Neşredilen eserlere gereken kıymeti verecek eleştirmenlerimiz yok. Tek bir kimse bu işi üzerine almıyor ve almak da istemiyor. Editörlük başka bir sorun. Basılan kitapların bazılarının iç sayfasında editör diye herhangi bir isim yazılı. Fakat okuyucu daha son sayfaya varmadan anlıyor ki, kitaba editör gözü ve kalemi değmemiş. Neşriyat evimiz yok, ama periyodik basınımız da cılız. Buna elbette ki, biz kendimiz suçluyuz. Şimdiye kadar çıkmaya başlamış olan dergiler okuyucular arasında ad yapamadıysa, yerini bulamadıysa, demek ki biz onlara sahip çıkmamışız. Şimdilik periyodik basında dimdik duran ve edebi eserlere az çok yer vermeye çalışan yalnız iki yayın kaldı: “Kırcaali Haber” gazetesi ve “Rumeli” dergisi. Onları okumazsak, okutmazsak ve edebi eserlerle beslemezsek, çok gitmez, onlar da diğerlerinin akıbetine uğrayabilir. Bulgaristan Türk Edebiyatı hem Türkiye edebiyatının, hem de Bulgaristan edebiyatının faydalı tesiri altındadır. Fakat bu iki edebiyattan nasıl istifade ediyoruz? İki edebiyatı da gerektiği gibi tanıyor muyuz? Hangi yazarların eserlerini okuyoruz, hangi isimleri tanıyoruz? Eli kalem tutmaya alışmış olan arkadaşlarımızın bazıları hemencecik gururlanmaya başlıyor. Sohbet esnasında çağdaş Türk ve Bulgar yazarlarının anılmış eserleri için söz edildiğinde en azından beş arkadaşımızdan “Ben okumuyorum, ben yalnız yazıyorum!” cevabını işittiğim oldu. Başkalarının yazdıklarını okumayan bir kimse onun yazdıklarının da okunmayacağını neden aklından geçirmiyor acaba?! Hiç olmazsa hangi seviyeye ulaşabildiğini anlamak için bari başkalarının yazdıklarını okuması gerekmiyor mu?


Makale ve Analizler - 2018

41

Bulgar yazarları ve onların örgütü Bulgaristan’da Türkçe yazanlara ilgi göstermiyorlar, bizi Türkiye edebiyatının bir kısmı gibi sayıyorlar. Fakat Türkiye yazarları da bize karşı aynı şekilde davranıyor, yani bizi Bulgaristan edebiyatının bir kısmı gözüyle bakıyorlar. Neticede biz örs ve çekiç arasında, hatta daha kötü, sokakta kalmış öksüz bir çocuk durumuna düşmüş oluyoruz. Yani şimdilik bize sahip çıkan yok. Sahipsiz kalınca, el uzatan olmayınca, Bulgaristan Türklerinin Edebiyatı susuz kalmış bir bahçenin kurumaya yüz tutmuş çiçeklerine benzemiyor mu? 1989’dan sonra birkaç edebiyat derneği ve kuruluşlar ortaya çıktı. Hatta onların temsilcileriyle memleket çapında üç-dört etkinlik de gerçekleştirildi. Bu etkinliklerde umut verici konuşmalar oldu ve yine umut verici kararlara varıldı. Etkinlik programları içinde ve dinlence saatlerinde yeni yeni tanışmalar, tartışmalar oldu, fikir teatisinde bulunuldu. Yani etkinliklerin çok olumlu tarafları vardı. Fakat arkası gelmedi. Alınan kararların icrası nereye vardı diye hesap verilmedi. Yakın gelecekte yeni etkinlikler ve sanatçılar arasında yeni karşılaşmalar olacağı belli değil. Hatta diyebilirim ki, bazı kuruluşların, hele gene edebiyat derneklerinin faaliyeti o kadar zayıf, öyle ufak ve ceviz kabı doldurmayacak sorunlarla meşgul oluyorlar ki, anmak bile istemiyorum. Neticede diyebiliriz ki, zorla ayakta duruyorlar. Faaliyetimiz bir zamanlar bazı ortaokullarda faaliyet yürütmeye çalışan öğrenci derneklerinden daha da cılız. Yani bir sözle daha fazla “Edebiyatçık Oyunu” oynamaya çalışarak yolumuza devam etme cabasındayız. Ortaya attığım bazı sorunların çözümü kendi imkanlarımız dışında. Lakin çözülmesi bizim kendimize bağlı olan sorunlar da az değil. Bize bağlı olanları çözebilmemiz için ise birleşmemiz gerekiyor. “Birlikten kuvvet doğar!” atasözünü hepimiz biliyoruz ve her gereken veya gerekmeyen yerde tekrarlayıp duruyoruz. Sadece tekrarlamakla kalmayalım. El ele verelim. Bizim yapacağımız işleri başkaları gelip halletsin diye beklemeyelim. Edebiyata ilgi gösterenlerin hepsini el ele vermeye ve önümüzde duran sorunları birer birer çözmek için çalışmaya davet ediyorum. Bu uğurda ilk adım “Bulgaristan Türkleri Edebiyatı” internet sayfasında ve “Kırcaali Haber” gazetesi sayfalarında aramızda fikir teatisine başlamak olabilir.


42

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Seçim Kapısı Aralanıyor

İbrahim Soytürk-24 Şubat 2018

Konu: İstatistiklerdeki Siyasi Bunalım. Yaşam zor nefes alıyor. Bu hafta Sofya basını, Şubat ayında siyasi nitelikli sorunlarla yapılan aylık anketin sonuçlarını, Aralık 2017 ve Ocak 2018 aylık anket sonuçlarıyla mukayeseli bir şekilde yayınladı. Dikkat çeken, Bulgaristan seçmenlerinden % 37,8’i yeni bir seçimde oy kullanmak istemezken, % 40’ının ise, erken genel parlamenter seçimden yana olmasıdır. Bu oran geçen 2 ayda % 2 oranında artmış, politik aktif yaşta olan vatandaşların günümüzde aktüel siyaset dışı kaldığına işaret ediyor. Bugün Bulgaristan’da meclis seçimi yapılsa, Siz hangi partiye oy verirsiniz? sorusuna alınan cevaplarda, iktidarda bulunan Bulgaristan’ın Avrupa Vatandaşları (GERB) Partisinin Aralık ayından beri, 3 ay içinde % 1.5 güven kaybettiğine ve bu siyasi partinin ana dayanağı olan ama durmadan eriyen seçmen kitlesinin artık ancak % 20,7’ye düştüğüne işaret ediyor. Oy potansiyeli oranı, aynı dönemde Bulgaristan Sosyalist (BSP) Partisi’nde % 0,2 artarken, Hak ve Özgürlükler (HÖH) Hareketinde ise, bu oran % 0,4 artış kaydetmiştir. Sözde “Yurtsever Cephe” - hükümet ortağı olmaya devam etse de, 3 parti olarak aldığı halk güveni artık % 5,2’ye kadar inmiştir. Artık baraj çizgisi altında kalan, bugünkü mecliste 12 milletvekili bulunan “Volya” (İrade) partisi de aralarında ankete katılan ve sayıları 5 olan siyasi partilere güven ise % 2,4 oranında erimiştir. Bu siyasi tablo değişmezse yeni meclise ancak 4 siyasi parti girecek ve Hak ve Özgürlükler Partisi 3. siyasi parti olacak, fakat son aylarda devam eden “birleşme” ve meclise 50 milletvekili gönderme çabalarından henüz bir olumlu sonuç umudu anketlere yansımıyor. Sofya parlamentosunun çalışmalarıyla ilgili olarak önceden dağıtılan anket sorularına alınan cevapların % 61’i “olumsuz,” % 27’si de “Olumlu”dur. Aynı sıralamada hükümetin çalışmalarına “olumsuz” diyenler % 54; mahkemelerin çalışmalarına olumsuz değer verenler % 63; Savcılığın çalışmalarına “yetersiz” değer verenler % 60’ iken Ombudsman Maya Manolova’nın çalışmaları katılımcıların % 62’si tarafından destek bulmuş, Bulgar Ortodoks Kilisesi’nin “Kadına ve Çocuklara Şiddet” konusundaki tutumu da % 51 oranında destek bulmuştur. Günümüzde Bulgaristan yürütmesinde % 45 (en yüksek) nüfus (saygınlık, otorite) sahibi siyasi yönetici Başbakan ve GERB partisi Başkanı Boyko Borisov’tur. İkinci sırada gelen Ombudsman Bayan Maya Manolova’dır. Güya


Makale ve Analizler - 2018

43

“Yurtsever Cephe” kadrosu olarak hükümette bakan olan kişilerin nüfusu % 10 ile % 15 arasında değişiyor. Çok düşüktür. Bu anketler memleketimizin bir beleyiş içinde olduğunu gün ışığına çıkardığı bir durgunluk olduğunu da ortaya koymaktadır. Bu durgunluk, ülkede iç ve dış göçe çare olmuyor, gurbet yolcusu olmak için baharı bekleyenler susuz bekleyiş içinde bulunuyor. *** Resmi anket sonuçlarından Bulgaristan’da çok acil bir çalışma başlatıp Adalet Reformu yapılması gerektiği ortaya çıkıyor. Adaletin olmadığı yerde demokrasiden ancak anarşi doğabilir. Anarşik ortamda ise rüşvet ve dolandırıcılığın hakim olduğu gibi, işsizlik, cahillik, çaresizlik, yoksulluk hayatımızı ateşten gömlek ediyor. Umutsuz yaşamak çok zor! Bulgaristan’da yapılması gereken adalet reformu, azınlık hak ve özgürlüklerini de meşrulaştırmalı ve yasalara işlemelidir. Bugün Bulgaristan Türklerinin anadili yasaklanmış durumdadır ki, Bulgaristan Müslümanları ülkede barış, güvenlik ve huzurun temel taşı ve orta direğidir. Toplumsal huzurun Müslüman ahlakı, adalet anlayışı ve hoşgörüsüne dayanması gerçeği devlet desteği bulmaktadır. Yakın geçmişinde birkaç ayaklanma, iflas, çöküş, büyük göçler, mali bunalım, katliam ve iç hesaplaşmalar yaşayan Bulgar ulusu, kendini yeniden üretemez duruma gelmiştir ki, Biz Türkler ve Müslüman toplum olmadan barış ve huzur sağlama yeteneğini kaybetmiştir. Bulgaristan Türkler siz olamaz, Müslüman toplulukla ortak dil bulma fikri bugün her günden daha ağır basıyor. Bulgar halkının mutluluğu Türklere bağlıdır.Toplum dağılmış, kendi kendini toparlayamayacak duruma gelmiş ve yeni birleştirici hamleyi ancak Müslüman topluluk atabilir. Demek istediğim, huzur ve anlaşma, barışçı buluşma yolunda yeni bir hamle başlatılacaksa, bu işe Müslümanlar, Türk öncüler, aydınlar mutlaka dahil edilmelidir. Pek tabii ki, yeni bir buluşma arayacaksak bu öncelikle biz Müslümanlar, Türkler arasında birlik sağlamaktan geçecektir. Bu yönde en zor zamanlarımızda attığımız adımları yeniden değerlendirmemiz, öz eleştiriden geçerek, her birimizin kabulü olan ortak değerlerde buluşmalıyız. *** Bizim bu gidişimiz gidiş değil. Birçok konuda biz Bulgar moralini, Hıristiyan değerlerini kendimize örnek alamayız. Yaşmak içimden gelmese de birkaç örneğe değinmek istiyorum. Brüksel’de bulundum. Avrupa Birliği başkentinde dikkatimi çeken bazı şeyler oldu ki, yazmaya utanıyorum. Bulgar fahişeler ve kodoşlar anakent kavşaklarını tutmuşlar. Brüksel belediyesi onlar için özel kanun çıkarmış ve uygulamaya koymuş. Pezevenklerin kiraladığı dairelerden ya-


44

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tak başı 250 Euro günlük kira alıyor. Bir Bulgar fahişe bu parayı, kodoşun komisyonunu ödeyebilmek için günde 6 kişiye hizmet sunmak zorunda ve ondan sonra kendi kesesi için çalışıyor. Durum bu. Kadınsız bir toplum üreyemez. Bu gidişi durdurmaya önlem almayan hükümetler asla ayakta duramaz. Bu toplumun orta direği biziz. Bunun bilincine varmak ve derlenip toparlanmak zorundayız. Ödev ortaktır. *** Yine bu hafta 20. kez olmak üzere, 180 ülkede yapılan rüşvet araştırma anketleri çıktı. 13 bağımsız kuruluş tarafından açıklanan bu raporlarda Avrupa Birliği ülkeleri arasında birinci yerdeyiz. Anlaşılan rüşvet konusunda Bulgaristan’da rüşvet konusunda 2 formül hazırlanmış. Birisi hükümet ve belediye ihaleleri için, ikincisi de Avrupa Birliği ülkelerinden gelen fon paralarıyla ilgilidir. Paraların bir kısmını rüşvet olarak geri vermeden hiç kimsenin adım atmaya imkânı yok. Toplum kıskıvrak bağlanmış, fakirler yoksullaşmaya devam ederken, zenginler palazlanmaya devam ediyor. Rüşvet puanı % 43 olarak gösteriliyor ki, geçen sene 2 puan yükselmiş ve sistemli bir büyüme kaydediyor. Toplumda rüşvetle savaşanların potansiyeli tükenmiş. Yaşanan durgunluğun nedenleri arasında, gazeteci araştırmalarının kısıtlanması, yasaklanması ve engellenmesi birinci sırada gösteriliyor. Rüşvetten yaşayanlar “özgür basından daha güçlü” bizde. Kimse burnundan kıl kopartmıyor. Devlet soyuldu çöküyor açılmış dava, tutuklanan soyguncu, dolandırıcı yok. Paralarını Of şor hesaplarda saklayanları, dış bankalarda tutanları devlet korumaya devam ediyor. Devlet, savcılık, polis sanki soyguncuları saklıyor ve ele vermiyor, mahkemelerde adalet şoklaşmış ve derin dondurucuya konmuş, buzunu salmıyor. İkinci olarak, rüşvete karşı çalışan bir yasama düzeni yok. Rüşvetle mücadele edecek komisyon kurulamadı. Savcılık sinyal bekliyor ve ardından suçlar donduruluyor, suçlular kovuşturulup tutuklanmıyor. Romanya’da içeri girmeyen bakan kalmadı, Bulgaristan’da hiç birisi savcılığa çağrılmadı. Polisleri susturmak için yılbaşında 100 milyon leva dağıtıldı ve yoksul toplum yüzüstü kaldı. TV ekranına çıkıp “Bulgarlar huzur içinde sabaha kadar uyuyor.” Diyenler yalan söylüyor ya da kendilerini kandırıyor. Sofya metro duraklarında önünde bir boş çay bardağı sabaha kadar oturan, betona uzanmış uyuyanlar, gün boyu “Allah rızası için bir ekmek parası” diyerek dilenen yaşlıların sayısı her geçen gün artıyor. Bu tabloyu görenler, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra açlık olmuş ve durum böyleymiş, diye anlatıyor. 1990’dan sonra Bulgar hükumetleri halkı toprağının başına çeviremedi, sabanlar toprağa dalmadı, ekinler boy at-


Makale ve Analizler - 2018

45

madı, tarlalardan orakçı şarkıları gelmedi. Toplum büzülüyor, yaşam zor nefes alıyor, köyler insansız kalıyor. Vatanımız yeni sel bekliyor. Beklenen insan seliyse, içinde biz olalım..

Biz Anadilimizi Yaşatacağız!

Celal Faik1-24.Şubat.2018

Konu: Uluslararası Anadil Günü Sayın Büyükelçimiz, Kültürel Etkileşim Derneğimizin değerli başkanı, yönetimi ve üyeleri. Uluslar arası Anadil Günü Sofya etkinliğinin değerli konukları, kıymetli katılımcı minikler. Bulgaristan Müslümanları Diyaneti Baş Müftülüğü Genel Sekreteri sıfatıyla, Anadil Bayramınızı kalpten kutlar, Anadilimiz olan Türkçemizi, Bulgaristan Türkçesini ebediyen yaşatarak, zenginleştirme davamızın ortak kavgamız olduğunu belirtirim. Bundan bin yıl önce, Sarı Saltuk Dede, İslam’a inanmış ilk büyük Türk kavmini, o dönem Bizans’a bağlı Dobruca’ya, Türk dilinin sırtında taşımış ve anadilimiz bu topraklarda artık 1000 seneden fazla yaşıyor. Vurgulamak istediğim 21. asırda Bulgaristan’daki Müslüman Türklerin ataları, anadilimizle dinimizi birlikte bağrına basmış, yeni değerlerle donatarak yaşatmış ve yüceltmiştir. Bulgaristan Müslüman Diyaneti olarak Mestanlı, Şumen ve Rusçuk Din Okullarımızda; Sofya İslam Enstitüsünde; Müslümanlarımızın yaşadığı bütün yerleşim merkezlerindeki KURAN kurslarımızda ve tüm diğer EĞİTİM etkinliklerimizde, yaz seminerlerimizde ve ruhsal yaşamımızın özü olan diğer süreli ve devamlı çalışmalarımızda anadil eğitimine, anadilde konuşmaya ve iletişime öncelik tanıyoruz. Bizim Türkçe eğitim çalışmalarımız, haftada 3 - 4 saat Türkçe dersi verilen devlet okullarındaki 7 bin 200 öğrencinin dışındadır. Temennimiz bu rakamın 70 bin olmasıdır. Bulgaristan Müslümanlarının anadili Türkçedir. Başmüftülüğümüz, eğitim ihtiyaçlarımız için ders kitabı, yardımcı kitaplar basıyor ve sağlıyor; yarısı Türkçe olarak “Müslümanlar” dergisi, çocuklarımız için “Hilal” eki, yerli ve yabancı yazarlardan eserler yayınlı1- Bulgaristan Müslümanları Diyaneti, Genel Sekreteri


46

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

yor, Türkçemizi, temas, iletişim, yaşam, din ve bilim dili olarak geliştirmeye büyük gayret gösteriyor. Birleşmiş Milletler istatistiklerine göre günümüzde dünyada 6 bin dil konuşuluyor. Dünyanın geleceğini düşünenler bu canlı dillerden 2 bin 500’ünün 2050 yılına kadar yok olmasını planlamış. Yok olacak dillerin 33’ü günümüzde Avrupa Birliğinde yaşıyor. Sivri akıllıların hedefinde Anadilimiz Türkçe de var. Bulgaristan Eğitim ve Teknoloji Bakanlığının Türkçemizi “zorunlu diller müfredatına” almamasının (seçmeli ders) statüsünde kalmamızın temelinde olan budur. UNESCO ve UNİSEFT gibi, görevleri arasında en önemlisi anadil esasında dünya kültürünü yaşatarak zenginleştirmek olan uluslar arası kuruluşların anadilimiz Türkçeye sıcak bakmamasına da ancak bu anlamı verebiliriz. Çok yakın bir zamana kadar anadilimiz Bulgaristan’da bir din, edebiyat, sanat ve kültür dini olmakla birlikte, bir de, tütün, hububat, gül ve lavanta gibi teknik ürünler üretimi ve hayvancılık ve tarım ürünleri işleme sanayinde üretimde kullanılan dil, oluğu gibi değişik etniklerden ve dinlerden insanların arasında yardımlaşma ve hoşgörü yani barış, güvenlik ve huzur dili idi. Başı sıkışan, Müslüman’ı Türkçe arıyordu. Ayrıntıların derinliğine inmeden şunu belirtmek istiyorum. Din dışında, hiçbir ideoloji, dünya görüşü ve doktrin, ahlak yaratamaz. Tarihte en üstün ahlakı İslam dini yaratmıştır. Bulgaristan’da yeri hiçbir şeyle doldurulamaz ve yasaklarla yok edilemez Müslüman ahlakı, anadilimizde yaşıyor. İslam barışsa, anadilimiz barışı ve istikrarı yaşatan bünye ve ruhtur. 21.yüzyılda nüfusumuzun en büyük etniği olan Bulgarların demografik duraklama yaşaması ortamında, anadili Türkçe olan azınlık topluluğumuz Bulgar halkını yaşatan ana dinamik durumuna geldi ve giderek daha büyük bir sorumlulukla nüfusun yeniden üremesinde ve hayat haklarını ve özgürlüklerini genişletme misyonunda daha büyük sorumluluk üslenmeye başladı. Dinimiz ve anadilimiz bu işlevin manevi güç kaynağıdır. Ben, anadilimizin, dinimizle birlikte, şiirlerimizde ve öykülerimizde, atasözlerimiz, fıkra ve esperilerde, sanat ve yaratıcılığımızın tüm dallarında serpilip açmaya devam edeceğine inanıyorum. 19. defa kutladığımız Anadilimiz - Türkçemiz Günü hepinize kutlu olsun. Anadilimizde ibadet edelim, anadilimizde dua edelim, anadilimizle yaşayalım. Ne mutlu Müslüman olana! Ne mutlu Türküm diyene! Teşekkür ederim.


Makale ve Analizler - 2018

47

BULTÜRK Derneği, Türk Ocakları Genel Merkezi’nde Konferansa Katıldı

Ankara Fatma Aksoy-24.Şubat.2018

Türk Ocakları Genel Merkezi’nde 24 Şubat 2018 günü “Hocalı Soykırımı’nın 26. Yıl dönümü ve Türkiye Azerbaycan İlişkileri” konulu konferans düzenlenmiştir. Atatürk Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İbrahim Ethem Atnur tarafından verilen konferansta Osmanlı’dan günümüze Türkiye Azerbaycan ilişkilerinin tarihsel süreci değerlendirildi. Rusların güneye inme harekâtları, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin Kafkaslar’daki mücadeleleri, 28 Mayıs1918’de Bağımsız Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti ve ilk Başkanı Mehmet Emin Resulzade’nin mücadeleleri, Sovyet Rusya’nın dağılması ile 18 Ekim1991‘de yeniden bağımsızlığın elde edilmesi panoramik olarak takdim edilmiştir. Konferansta ayrıca tarihe “Hocalı Soykırımı” olarak geçen 26 Şubat 1992 tarihinde Azerbaycan Cumhuriyeti’nin Dağlık Karabağ bölgesindeki Hocalı kasabasında yaşanan; 83 çocuk, 106 kadın ve 70’den fazla yaşlı dâhil olmak üzere toplam 613 sivil Azeri Türkü’nün Ermenistan’a bağlı kuvvetler tarafından toplu şekilde hunharca katledilmeleri anlatılmıştır. Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği BULTÜRK’ü temsilen Ankara Temsilcimiz Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Uzman/M.Sc. İsmail Cingöz ile Derneğimiz gönüllülerinden Fatma Aksoy’un da katıldığı konferansta temsilcilerimiz; Türk Ocakları Genel Başkanı Sayın Prof. Dr. Mehmet Öz tarafından çok sıcak bir şekilde karşılanmışlar ve ağırlanmışlardır.


48

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bulgaristan’da 7 Bin Yıllık Semboller Bulundu

Erman Ertuğrul2-26.Şubat.2018

Bulgaristan’da, Vinča tabletleri olarak da bilinen bir dizi simgenin bulunduğu 7 bin yıllık pişmiş toprak parça bulundu. Arkeologlar, Bulgaristan’ın güneydoğu ovalarındaki bir kasaba olan Nova Zagora yakınlarında, dünyanın ilk yazı sistemlerinden biri olduğu düşünülen sembollerin yeni bir örneğini keşfettiler. Ekim 2017’de Bulgaristan Ulusal Tarih Müzesi’ndeki araştırmacılar, Vinca sembolleri olarak bilinen bir dizi sembolik yazıya sahip ve M.Ö. 6 bin yıl öncesine dayanan iyi korunmuş bir pişmiş toprak parça buldular. Arkeolog Tanja Kaneva, “Bu parça, bilgi aktarımına dair gelişmiş bir formda hazırlanmış ve oldukça karmaşık.” diyor. Takvimler ve ritüel olaylar hakkında bilgi taşıdığı düşünülen parçadaki semboller, dünyadaki prototip yazının en eski formlarından biri olabileceği düşünülüyor ve belki de Avrupa’nın en eski formu olabilir. Bu semboller, MÖ 6. ve 5 bin yıllar arasındaki Neolitik Çağ’da, Orta ve Güneydoğu Avrupa’nın Vinča kültürü olarak adlandırılan insanlar tarafından yaratılmıştı. Bu gizemli sembollerin ilk örnekleri 1875 yılında Romanya’da Turdas yakınlarında ortaya çıkarılırken, 1908’de Sırbistan kenti Belgrad’ın banliyölerinden biri olan Vinča yakınlarında yapılan kazılarda benzer bir tablet ortaya çıkarıldı. O zamandan bu yana bölgede, hayvan benzeri yaratıklar, şeritler, çarpılar gibi semboller taşıyan benzer yazıtlara sahip binlerce parça bulundu. Tartaria tabletleri olarak da bilinen bulguların en eskileri, özellikle M.Ö. 5 bin 300’lü yıllara ait oldukları için önemli tartışmalara konu olmuştu. Bazı uzmanlar bunların, dünyanın bilinen en eski yazı formu olduklarını savunuyor. Ancak bazı araştırmacılar, Vinca sembollerininin gerçek bir yazı sistemi olduğuna katılmıyor. Yazı sistemi, belirlenmiş bir işaretleme seçkisi aracılığıyla dilin görsel bir temsili olarak tanımlanabilir. Bunun yerine çoğu araştırmacı bunları prototip yazı olarak tanımlıyor. Yani nesneleri ve kavramları temsil eden, bilgi taşıyan basitleştirilmiş resimler. İlk gerçek yazı sisteminin, M.Ö. 4. bin yıllarda Sümer’de (Bugünkü Irak’ta) ortaya çıktığı, hemen sonrasında ise Antik Mısır’da ortaya çıktığı genel kabul gö2- Arkeofili


Makale ve Analizler - 2018

49

rüyor. Ancak bazı bilim insanları Mısır hiyerogliflerinin, Sümer çivi yazısından daha önce geliştirilmiş olduğunu savunuyor. Bulgaristan’da yeni bulunan bu 7 bin yıllık sembollerin yer aldığı pişmiş toprak parçanın yanısıra, burada tarihöncesi bir yerleşim olduğuna işaret eden figürinler ve takılar bulundu.

Bulgar Arkeolojisi’nin Bulguları ve Define Avcıları Arasındaki Durumu

BG-SAM-26.Şubat.2018

Bulgaristan Bilimler Akademisine (BAN) bağlı Ulusal Arkeoloji Enstitüsü 11. defa olmak üzere “Bulgar Arkeolojisi 2017” sergisini açtı.Geleneksel olarak yılda bir kez düzenlenen teşhirde, yıl içinde arkeologların bulduğu eserler zengin fotoğraf destekli sergiyle gözler önüne sunuluyor. 14 Şubat Arkeoloji Günü dolayısıyla açılan forumda 22 arkeoloji tesisinden 340 yeni bulgu eserler ve 50 araştırmadan posterler sergileniyor. Sergi açılışından önce geleneksel olarak düzenlenen basın toplantısında konuşan arkeolog doktor Kamen Boyaciev “Bu belki şimdiye kadar yaptıklarımız arasında en zengin ve kapsamlı sergi oldu. Bulgular en eski tarihlerden başlayarak, orta ve geç Paleolitik döneme uzanıyor, Geç Ortaçağ yıllarına kadar varıyor” dedi. En eski bulgular arasında Güneybatı Bulgaristan’da Damyanitsa köyünden seramik eşyalar var. Oradaki kazılarda bulunan eserlerin M.Ö. 6. asırdan olduğu tahmin ediliyor. Oradaki bulgulardan daha eski olanları da var. Ancak Damyanitsa’daki objeler seramik ustalarının bu kadar yıl önceki zengin sanatsal yaklaşımlarını gözler önüne seriyor. 2016 yılında ülkede en fazla altın bulgular ortaya çıktı. 2017 yılı ise M.S 10.14. yüzyıl Ortaçağ Bulgaristan döneminden “pırlanta bulgular” yılı oldu. “O zaman en altın yıldan bahsediyorduk. 2017 belki o kadar “altınlı” değil, fakat eser bakımından çok çeşitli ve zengin bir arkeolojik yıl oldu. İtiraf ediyorum, bazı eski eserler var, ilk defa bu kadar iyi muhafaza edilmiş ve bu


50

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

kadar zedelenmeden kalmış olarak görüyorum. Örneğin Debelt köyünde bir bronz flüt bulduk, Pliska’da bir meşale taşıyıcısı ortaya çıkardık. Damyanitsa’da çok zengin seramik koleksiyonu ortaya çıkardık. Bunlar M.Ö. 6. - 5. yüzyıldan kalan eserlerdir ve bu kadar iyi muhafaza edilmiş olmaları hayret uyandırıyor. Trapezitsa’da süslemeleri çok iyi korunmuş ikon bulduk. Kaliakra’da yeşim taşı bir kemer tokası bulduk. Yapımındaki ustalık ve detayların inceliği bugün gerçekten insanı şaşırtıyor. Günümüz Varna’ya kadar nasıl geldiği de soru işaretleri yaratıyor”. Söz konusu kemer tokası Yuan Hanedanlığı döneminde (1206 - 1368) Çin’de yapılmış ve 14. Asırda Bulgar topraklarına getirilmiş. Dolayısıyla o yıllarda Bulgarların bu Uzakdoğu ülkesiyle bile ticaret yaptığı ortaya çıkıyor. Ulusal Arkeoloji Enstitüsü Müdürü Doç. Dr. Lüdmil Vagalinski Bulgar ve Avrupa arkeolojisinde bazı önemli sorunları da dile getirdi. Arkeolojik araştırmalar yapmak üzere bazı özel birliklere izin veriliyor. Şimdiye kadar mevcut yasalara göre sadece devlet kurumları arkeolojik kazılar yapabilirdi. Ancak yeni düzenlemeyle STK olan bazı özel kurumların da araştırmalar yapmasına izin verilmesi isteniliyor. Doç. Dr. Vagalinski bir çok Avrupa ülkesinde özel arkeoloji düzenlemesinin olumlu sonuçlara yol aömadığını bildirdi. Bulgaristan’da bu sorun yasadışı define avcılarından dolayı daha da ciddi bir boyut alabilir: “Avrupa’da ve hatta belki dünyada da 30 bin aktif çalışan kaçak define avcısının bulunduğu başka bir ülke bilmiyorum. En azından bu kadar var, daha fazla da olabilir sayıları. Bunlar hiç durmadan çalışıyor, kazıyor. Define avcılarıyla baş etmeye çalışan kurumlardan bu sayıyı biliyorum. Şimdilik onlarla mücadele başarılı değil”. Bu problemleri bir tarafa atacak olursak, Bulgar arkeologları işini yapıyor ve “sistem çarkı dönüyor” dedi Vagalinski. Arkeoloji Enstitüsü’nün bundan sonraki sergisi “Antik Trakya’da spor” başlığını taşıyacak. Yeni sergi 1 Nisan tarihinde açılacak.


Makale ve Analizler - 2018

51

Sırbistan’daki Bulgar Azınlık

BG-SAM-26.Şubat.2018

Sırbistan, Avrupa Birliği teknik hazırlıkları ve AB yasaları ile Sırbistan yasalarının uyumunun sağlanması çerçevesinde, Sırbistan’daki azınlıkların hukuki haklarının iyileştirilmesi yönünde bir seri yasal düzenleme yaptı son günlerde. Sırbistan ve Bulgaristan, Balkanların iki kilit ülkesidir. Asya steplerinden Balkanlara geldikleri 7’inci yüzyıllardan buyana her iki millet de ciddi değişime uğramıştır. Bulgarların önemli bir kısmı etnik olarak Türk boylarındandır. İçlerinde Türk olmayan kabileler de vardır. Hristiyan olduktan sonra her şey değişmiş, başka bir medeniyetin takipçileri olmuşlardır. Bulgarlar Avarların etkisi ile muhtelif yerlere dağılmış bir kabiledir. Kafkaslara dağılan boylar Kara Bulgarlar-Balkarlar adlarını almıştır. Yeniden oluşan kavimler baskısı ile tekrar dağılan Bulgarların bir kısmı Volga boylarında devletleşmişler, Asparuk idaresindeki kol ise Tuna boylarına gelmiş ve Bugünkü Bulgaristan’ın temelleri atılmıştır. Bulgar boyları Kayı boyu işaretlerini taşımışlardır. Damka’larında. Arkeolojik kazılarda bu görsele hep rastlanır. Ne hazin değil mi? Osmanlı’yı kuran da Kayı boyu. İşte bu derdimizi anlatmamız gereken, Bulgarlar Hristiyan Ortodoks olmuşlar ve ipin ucu iyice kaçmıştır. Türkiye bu meseleyi çözebilseydi kim bilir 80 milyon cennete mi giderdik bilemiyorum. Bağrımızda yara işte. Genç mefkurecilere önemli bir hizmet alanı. Ne büyük sevap olur, ne büyük stratejik adım olur, bilseniz. Yeri gelmişken küçük bir not da ilave etmeme izin veriniz: Bosna’daki Boşnaklar da Kafkaslardan kavimler göçü ile batıya sürülen “Alan” kabilelerindendir. Yani Türklük vardır Boşnaklarda. Boşnaklar Bulgarlar gibi Hristiyanlığı kabul etmemişler ve kimliklerini önemli ölçüde muhafaza edebilmişlerdir. Sözü çok uzatmayalım.


52

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İşte Sırp ve Bulgarlar Balkan dengesinde dengenin hep diğer ağırlık merkezini teşkil etmişlerdir. Ağır basan Balkanların kontrolünü ele almıştır. Bulgaristan ile sağlanacak iyi ilişkiler ve orada yapılacak derin çalışmalar hem Türkiye’ye yeni bir ufuk açacak, hem de Balkan dengesinde Türkiye ağırlığını hissettirecektir. Dertler şaha kalkınca, ben ne hayallerden bahsediyorum değil mi? Türkiye sarsıntılar geçirirken benim kurduğum hayale bakın, benim gençlere gösterdiğim yöne bakın. Bir gün gelecek, devran dönecek, Mefkure sahibi gençler, bu milletin her ferdi için kaygılanacaklar ve kucaklamayı gaye edinecekler. Bu günleri bu millet görecek, Rabbimin izni ile. Gelelim bizim meseleye. Bulgaristan Cumhurbaşkanı Rumen Radev, Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vucic’i Bulgaristan’a davet etti ve iki ülke lideri meseleleri değerlendirdiler. Görüşülen önemli konulardan birisi de Sırbistan’da yaşayan, sayıları 30 bin kadar olan Bulgarlar’ın eğitim, alt yapı, belediyelerinin problemleri, yatırım eksikliği ve işsizlik konuları ve Bulgar toplumunun medyasının olmaması gibi konuları konuştular. Rumen Radev hukuki düzenlemelerin kağıt üzerinde kalmaması ve hayata geçirilmesi konusunu da mevkidaşına hatırlatmadan edemedi. Vuciç, Sırbistan’daki Bulgarların, özellikle Dimitrovgrad ve Bosilegrad belediyelerinin, sorunlarının Radev ile ayrıntılı olarak görüşülmekte olduğunu ve bu sorunlara yönelik özel fikirler paylaştıklarını söyledi. Radev Sırbistan’daki Bulgarların medya ihtiyaçları için daha fazla maddi destek vermeye hazır olduklarını belirtti. Enteresan değil mi? Türkiye ne kadar vizyonunu kaybetmiş. Kosova’da 10 yıldır büyük güçlüklerle yaşatmaya çalıştığımız Balkan TV ve Radyo Balkan’ı göremeyen bir Erdoğan hükümeti, 30 bin kişiye medya kurmaya çalışan Bulgaristan. İnsanın yüreği daralıyor. Rabbime layık olmaya gayret edelim, biz değişmeyi istersek “O” değişime izin verir ve değişimi hızlandırır. Böylece misyonumuzu hatırlarız yeniden.


Makale ve Analizler - 2018

53

Kitap Tanıtımları; Bulgaristan Türkleri Kimlik Mücadelesi Rafet Ulutürk

BG-SAM-26.Şubat.2018

Bulgaristan Türklerinin Kimlik Mücadelesi, ne bir araştırmaya ne de bir kitaba sığar. Niyetim, kimlik belleği dağarcığında boşluk hissedenlere yararlı olmaktır. Hedefimiz aydınlarımız, demek, federasyon ve konfederasyon başkanlarımız, siyasi parti, milletvekili ve Devlet Başkam danışmanlarımız, kanaat önderlerimiz, üniversite öğrencilerimiz ve Türklüğüyle var olup gurur duyan, Türklük üretenlerimizdir. Kısaca “Ne Mutlu Türküm” dinlere hitap etme arzusundayım. Bulgaristan’da Bulgaristan Türkleri 2,5 milyon, çoğumuz anadilimizde siyasi ve bilimsel kitap okuyacak durumda değil. Kutsal kitabımız dışında derin eser algılama alışkanlığımız da yok. “Kafan karışmasın.” ifadesi, her kitabı okuma anlamında da kullanılır. Bulgaristan’da 2016’da yapılan bir araştırmaya göre Bulgarların % 65’i, Türklerimizin % 85’i ve Romanlarımızın da % 92’si kitap okumuyor. Türkçe okuyanlar ise parmakla sayılır. Fakat biz bilimle barışığız. Akıl tutulması da yaşamıyoruz. Uyanlarımızda “bilen kıskanılır” var. Biz Bulgaristan Türküyüz. Hoşgörülüyüz. Sevgi şefkat dışında birikim taşması bilmeyiz. Yerimizde durur, sabırdan güç toplarız. Boyun eğmeden yaşarken, isyan ederiz. Hayattan öğrendik, hak, özgürlük, adalet ve demokrasi kavgası verdik. 1989 İsyanımızla, Türk kimliği mücadelemizi zirveye taşıdık. Dirilip dimdik durmak için çilelerimizden başka bir şeye gerek duymadık. Bizlere hala konargöçer gözüyle bakılır. Yaşadığımız toprakları Vatan kılmışız. Amma çok gördüler. Türklüğümüz tarihimizden ve doğal haklarımızdan doğdu. 1796 Büyük Fransız Devrimini hazırlayan Maximillien Robespiere’nin kaleme aldığı “Toptum Sözleşmesi” ile yanıp tutuşanlar sadece 15 gençti. 1879 Tırnova Anayasası ruhunu İstanbul’da “Robert Koleji” bitirmiş 3 - 5 Bulgar aydın hazırladı 1990da Hak ve özgürlükler Hareketi (HÖH) kapanı gizli polis “DS” tarafından kuruldu piyon ajan Ahmet Doğan solo oynadı. O, Bulgaristan Türklerinin kimlik davasına aşılanmış kısır bir döngüydü. Aşıya aşı yapılmaz, meyvesinden de tohum alınmaz. Doğan dönemi bitmiştir. Kimlik davamızdan esinlenip, zalimlerin başı, diktatör Todor Jivkov’u bizler kazma kürekle devirdik. Sel gibi aktık. Ufuk aradık. Mutluluğu ise hepimiz Türkiye Cumhuriyetinde bulduk. Çarlık döneminde faşizme, sosyalist dönemde


54

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

totaliter komünizme karşı ödünsüz mücadele verdik. Eritilip asimile edilmek isterken Türk kimliğinin erimediğini, anadilimiz olan Türkçemizi genlerimizde taşıdığımızı, kimliğimizi çözüp yok edecek gücün henüz bulunamadığını bütün dünya gördü. Mücadele yılları bize, yalnız Türk kanı taşımanın, Türk ırkından olmanın, yarımızın Türkiye’de ve Avrupa’da, yarımızın da Bulgaristan’da yaşamamızın, hatta tüm dünyaya dağılmamızın Türk olmamız için yeterli olmadığını öğretti. Türk olmak, Türklük davası için yaşamak, çalışmak, savaşmak ve gerektiğinde bu uğurda ölebilmektir. Atamızın dediği gibi, Türkçe konuşmamana Türk denemez. Bulgaristan Türklerinin Kimlik Davası Osmanlı parçalanırken çok ağır bir tarihsel dönemde başladı. Bugün de hala devam ediyor. İşte bu elinizdeki kitabın da kırmızıçizgisidir. Rafet Ulutürk(Tanıtım Bülteninden) Kitabı almak için aşağıdaki linkleri kullanabilirsiniz. idefix.com sitesinden almak için.. kitapyurdu.com sitesinden almak için... odakitap.com sitesinden almak için... babil.com sitesinden almak için... sozcukitabevi.net sitesinden almak için... kitapsahaf.net sitesinden almak için...

Hamur Tipi: 2. Hamur Sayfa Sayısı: 400


Makale ve Analizler - 2018

55

Ebat: 17 x 24 İlk Baskı Yılı: 2017 Baskı Sayısı: 1. Basım Tiraj: 5 000 adet ISBN: 9786056783609

Türk Dünyasında Bir Bulgaristan Türkü Rafet Ulutürk

Sayın kitapsever dostlar. “Türk Dünyasında bir Bulgaristan Türkü ve 50 Yıllık Mücadele” - hepimizin eseridir. Ben bu eserimde kendimi değil, Bulgaristan Türklerini anlattım. Çünkü bende sizden biriyim. Kırcaali Belediyesinin Köseler köyünde dünya gelmiş ve bu kitapta anlatılan hayat yolunu yürüyen, sizlerden biriyim. 50 Yıllık Mücadele Bulgaristan Türklerinin Osmanlıdan kopan Bulgaristan Prensliği, Çarlığı ve Cumhuriyeti topraklarında var olma, kimlik oluşturma, Türk olarak yaşama, etnik azınlıktan hak topluluğuna büyüme, dilini, dinini, gelenek ve kültürünü, uygarlığını yaşatma mücadelesinin hikâyesidir. Bulgarların Osmanlı ümmetinden çıkıp Türk kimliği oluşturma mücadelenizin kısa öyküsüdür.


56

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bulgaristan Türklerinin, Türkiye Türk ulusundan kopmaz, ayrılmaz bir parça oluşlarının kısa hikâyesidir. Bizimle ilgili, dilimizle, dinimizle, edebiyatımızla, kültürümüzle, kimliğimizle ilgili yüzlerce hatta binlerce yasak, kısıtlama, cezalandırma ve başka olması, bu gerçeği değiştirmez. Biz “İslamlaştırılmış Bulgar” değil, öz be öz Türk’üz. İslam’ı gönüllü benimsemişiz. Bir gün Pîr-i Türkistan Hoca Ahmet Yesevî Hazretleri’ne sormuşlar: - “Müslüman mısın?” - “Elhamdülillah Türk’üm, Müslüman’ım” demiş. - “Neden Türklüğü katıyorsun, biz dinini soruyoruz” demişler. - “Din seçim, Türklük kaderdir” demiş. Bu Topraklara kendi dilimiz, dinimiz ve kültürümüzle gelmişiz. Biz, 1000 yıldan beri buradayız. Kimilerine göre Hunlarla, diğerlerine göre Selçuklulardan olan Sarı Saltukla, Kumanlarla, Peçeneklerle, Tatarlarla gelmiş olmamız belirleyici olan değildir. Önemli olan burada kaynaşmış olup bu topraklara yerleşmiş olmamızdır. Dünyanın Türk-Müslüman kimliğimizi, bir halk topluluğu olmamızı tanımış olmasıdır. Balkanların halkların yiyip içtiği ve bayram ettiği bir yer olmadığını herkes gördü. Biz 1878’den beri 6 defa büyük göç dalgası yaşadık. Türkiye’de artık bir milyonuz. 500 binimiz Batı Avrupa ülkelerindeyiz. ABD’ye ve Kanada’ya kadar ulaştık. Ama köklerimiz buradadır. Derindir. Atalarımız burada yatıyor. Yani cennetimiz burasıdır. Kimliğimizi belirleyici olandır. 4 bölümden oluşan kitabımın 3. Bölümünde Bulgaristan Türklerini Dünya Gençlik Birliği toplantılarında temsil edişimi anlattım. 36 ülkede Türk yaşıyor. Kazakistan’ın Türkistan şehrinde Türklük atası Ahmet Yasevi’nin XV. yüzyılda kurulmuş, uçsuz bucaksız güç bahçeleri içinde bulunan, Çengiz Han tarafından inşa edilen müzesini gezerken, onun müridi olan Sarı Saltuk’un Romanya’daki Türbesine çiçek koyarken, Sofya’da Türbesini, Razgrat’ta Demir Baba anıtını, Ohri gölünde Naum manastırını, Konya’da Mevlan’a Mevlevi Külyatını vb ziyaret ederken, hep Bulgaristan Türk kimliğini, Bulgaristan’da Müslüman Türk Kimliği mücadelesini düşündüm. Bugün buraya yaptığım ziyaret de aynı amaçladır. Ben size kitabımı anlatmak istemiyorum. Bir defa 420 sayfası 15-20 dakikada anlatabilmek imkânsızdır. Zor olan 50 yıllık mücadeleyi şu 420 sayfaya sığdırmaktı. Çektiğim acıları, halkımın gördüğü zulmü, göç çilelerini satırlar arasına sıkıştırdım. Çocuklarımı da anlatmadım. Sol bacağı Balkan Savaşı’nnda kalan Hasan aga, Çanakkale cephesinde Anzaklara esir düşen ve 6 sene sonra dönen Mehmet aga, 24 yıl hapis yatan Nuri Adalı yarattığım olumlu simalardan bazılarıdır.


Makale ve Analizler - 2018

57

Halkımı aldatan, kurmadığı parti için kurdum diyen, yatmadığı hapis için yattım diyen, ben iyi yaşasam size yeter, Hak ve Özgürlüklerinizi öteki dünyada alırsınız diyen, hainlik eden Ahmet Doğan’a karşı amansız oldum. HÖH’ten ayrılan ve diğer hainlik etmiş ve hala su üzerinde yüzmeye çalışan, bizim namuslu, onurlu, dünyada hiçbir şeyle değiştirilemeyecek kadar şerefli, adaletli, hoşgörülü Türk kimliğimizi kişisel menfaatler için pazara çıkaranlarla asla uyuşamadım. Bu çok iyi bilinmelidir. “Kimse halkın üzerinde değildir”. 60 yaşında camiye girmekle Müslüman olunmaz. Birbirimizi aldatmayalım. Türklük bir gen, bir aile kültürü, bir medeniyet ürünüdür. Düşmanlarımıza hizmet sunarak, ajanlık, hainlik ederek, Türk lideri, halk dostu olunamaz. Bu kitabın satırlarını dolduran harfleri, resimleri Türk dünyasından toplarken, Türk dünyasına sizi anlattım. Biz bir damlanın yarısı değiliz. Türk Dünyası bir derya biz de bu deryadanız. Bu bütünün yarısı, çeyreği, kırıntısı değil, onun kendisiyiz. Adaletimizle, Dilimizle, adetlerimizle, töremizle, geleneklerimizle, dilimizle, ahlakımızla, halk yaratıcılığımızla Türk’üz. Hiçbir yasak Türklüğü yok edemez. Türklük eritilemeyen, asimile edilemeyen bir nimettir. Altay Dağlarından Kazanlığa gelene kadar, bu çetin yollarda yüzlerce savaşta zafer kazanmışız, köle olmamışız, 16 devlet kurmuş ve kimliğimizi 17.Türkiye Cumhuriyeti ile bugünlere taşımışız. Biz insanlık tarihinin en büyük değerlerinden biri olan Türk olmanın taşıyıcıları, yeniden üreticileriyiz. Mevlana, Yesevi, Yunus Emre, Nasreddin Hoca, Namık Kemal, Akçura, Ziya Gökalp, Nazım Hikmet Türk kimliği dokusunda çözülmez düğümler olarak genimizde yaşıyor. Biz dünyanın insanlık denizindeki en büyük ırmaklarından biriyiz. Medeniyetler yaratmış ve dünyada yaşayan tüm halklara taşımışız. Bunlardan biri İslam’dır. Ötekisi 17. Türkiye Cumhuriyeti devletidir. Bu gün buraya toplanmamız da 28 yıl sonra Kimliğimizin özünü, biçimini ve geleceğini görüşmek için, bu akşam, buraya toplanmış olmamızdır. Bütün sorularınızı yanıtlamaya hazırım. 50 Yıllık Mücadele Bulgar diline de tercüme edilecek. Bulgarcasını da tartışacağız. İlginiz bana büyük ilham verdi. Siz Balkan eteklerinin en iyi insanlarısınız. İnsanlığın değişmesi için, bir insan, büyük ateş parlaması için tek kıvılcım yeterlidir. Gül, ıhlamur, akasya ve burada zambak gül kokan şehriniz beni mest etti. Siz tanıdığım en iyi insanlarsınız. Geldiğiniz ve ilginiz için teşekkür ederim. Bulgaristan Müslüman Türk Kimliği serüvenini anlatan, içinde size de yer özel bir köşe olacak, yeni kitabım üzerinde çalışıyorum. Son noktayı vurunca yeniden görüşmek üzere! Beni mutlu ettiniz, sizlerde mutlu olunuz. Kendinize iyi bakınız.


58

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Saygılarımla,

Bulgaristan Türklerin Durumu Osman Bülbül

Bulgaristan’ın Stara Zagora (Eski Zağra) Kızanlık ilçesinden, Kızanlıklı Ziraat Mühendisi Sayın Osman Bülbül’ün yeni kitabı çıktı. Değerli Türk yurttaşlarım,yakın zamanda Türkiye’nin ve Bulgaristan’ın kitap pazarında BGHaber gazetesinin yazarı ve Viyana muhabiri Sn. Osman Bülbül’ün en yeni kitabını bekleyiniz.Yazar Bulgaristan’daki Türk ve Müslüman azınlık durumunugerçekleri ile aydınlığa kavuşturuyor ve aktüel siyasi analizler yapıyor. Geriye dönük tamamıyla ülkede varolansiyasi etnik modelinin veetnik partilerin Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi davranışları da var. “Ulus”, “Millet”, Türk Halk Kültür Evinin ve BULTÜRK’ ün işbirliği ile Razgrad ve İstanbul’da yapacaklarıorganizasyonlarla kitabın tanıtımı yapılacaktır. Menderes Kungün

СЪОБЩЕНИЕ

Скъпи турски сънародници ,очаквайте скоро на книжния пазар в България и Турция най-новата книга на турският публицист и кореспондент на БГ-ХАБЕР от Виена г-н ОСМАН РЮСТЕМ БЮЛБЮЛ. Авторът прави актуални политически анализи и представя в истинската светлина положението на турското мюсюлманско малцинство в България. Има и пълна ретроспекция на действащият политически етнически модел в страната и поведението на етническите партии преди президентските избори. Предстои презентация на книгата което ще се състои в Разград и Байрампаша и ще бъде организирано съвместно от ТНЧ ПРОГРЕС и БУЛТЮРК.


Makale ve Analizler - 2018

Kitap Tanıtımı

59

Osman Bülbül

Sevgili kızlarım, sayın oğullarım, Kıymetli misafirler. Sayın dostlar. Hoş Geldiniz. Sizlere kızlarım, oğullarım olarak hitap ediyorum. İçimden geliyor. Yaşlılık işte. Bu toprakların yetiştirdiği, Ardino doğumlu, güller kadar değerli bir şairimiz var. Sabahattin Ali: O, Sinop hapishanesinde yatarken, tırnaklarıyla duvara şu dörtlüğü kazımış: “Başın öne eğilmesin, Aldırma gönül, aldırma!. Görecek günler var daha, Aldırma gönül aldırma!” Ben 1989’da vatanımdan kovulurken, kafamda zonklayan bu “Aldırma gönül, aldırma!” diyordum da, çekildiğim yolda yıllarca, tek başıma yürüyeceğimi hiç düşünmemiştim. Bu akşam, burada, kendi mekânımızda böyle bir ilgi, hepinizin topluca gelmeniz, beni öyle mutlu etti ki. Gözlerim yaşardı. Yalnız değilim. Yaşlanınca insan yalnızlıktan kokuyor. Kısaca tanıtmak istediğim şu “küçürek kitabım” - Bulgaristan Türklerinin Durumu -benim yalnızlığa, Bulgar halkı olarak, vatan evlatları olarak, Bulgaristan Türkleri olarak bölünüp parçalanmamıza, ufalmamıza, ezilmemize karşı bir isyandır. İçimden gelen bir kükreyiştir. Samimiyetimdir. Düşündüklerimi, bana huzur vermeyen içimdeki kıpırdanışı yazdım. Okuyunca anlarsınız. Her satır, her söz, hayatımın içinden süzülmüş, beliren kötülüklere- dur! deyişimdir. Viyana’da yazdım. Bulgaristan’ı anlattım. 2015’ten sonra ülkemizde patlayan gerginliği, Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) nin parçalanmasını, Lütfi Mestan olayını, Borisov hükümetinin inişli - çıkışlı gümlerini oradan yakından izliyordum. Lütfi Mestan, “DOST partisi kuracağım” dediği gün, yazmaya başladım. Bir defa, “DOST” partisi diye bir şey olmaz. Siyasi partiler mücadele aracıdır. Siyasi bilinçlenme ürünüdür. Öyle aklına gelen parti kuramaz... Hangi politik birikimin partisidir DOST? “Mevlitçiler” partisi mi? “Cenaze hocalarının” par-


60

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tisi mi? Ne işi olur hacı-hocanın, sarıklı mollaların siyasi partide. Türkiye’den -imam hatipli– dönenler bizde parti kuramaz! Din başka, siyaset başka. Bizim davamız, Hak, özgürlük, adalet ve demokrasi davasıdır. Parçalanmak, oyuna gelmek, tuzağa düşmektir bu ve zafer yolunu tıkar. DOST partisinin bir gevezelik oyunu, halkı oyalama planı olduğunu hemen kavradım ve kurucusu, kurucuları ve mevlit ziyafetlerinde, tavuklu pilav sofrasında buluşan taraftarlarıyla alay etmeye başladım. Kitabım, bu partiyi daha kurulurken ezmek, ona hayat hakkı tanımamak, Bulgaristan Türklerinin, Müslümanlarımızın hak ve özgürlük davasını parçalamak isteyenlerin yolunu kesmekti. Ben birlik ve beraberliğimizden yanayım. Bir kişi, bir işi 20 sene yapamamışsa, 21’inci sene de yapamaz. Olay budur. Lütfü Mestan 20 sene Meclis’te köfte yedi ve arabadan düşünce “gelin birlikte koşalım” diyor. 80 yaşındayım, nereye koşuyoruz? Kitabımda gençlerimize “aldanmayın”, “kapılmayın” demek istedim. Eserim bir uyarıdır. Siz gençleri uyardım. Yardımcı sima olarak, “Viyana’da tanıdığım, orada okuyan, hemşerim Nikolay’ı” yazılarıma işledim. Hedefimde, Bulgaristan’ın geleceğini Avrupa’da okuyan bir genç hemşerimin dünya görüşüyle, gözüyle görmek vardı. Başarılı oldu gibi. Kitabımdaki Nikolay, dünya cennetinde dostça yaşama davamızda devamlılık sembolüdür. Kitabıma almadığım, ama onunla paylaştığım büyük bir özlem var içimde. Bir defa yolum düştü İskenderun’a. Orada bir duvarında Kilise, ötekinde cami, üçüncüsünde bir Haran ve dördüncüsü de denize bakan bir açık hava tiyatrosu var. Orada bir konser dinledim: “Sarı Gelin” türküsünü aynı zamanda 6 dilde söylediler. 80 yıldır şu gül bahçelerinin içinde yaşadım, Bulgar ve Türk türkülerini birlikte söyleyen bir koro kuramadık. Üzgünüm. Dil yasaklayanlara cennete yer olmadığına inanıyor. Dil yasaklamaktan büyük suç olamaz... “Parçalanmışlık,” çok kötü bir durumdur. Biz Bulgaristan Türkleri çok parçalandık. Rus askeri şu Şipka Tepesi’ne çıktığından beri 6 büyük göç oldu. Göç hiç durmadı. Dışarda bir milyon 150 bin kişi olmuşuz. Hepsinin gözleri Bulgaristan’da. “Ne oluyor acaba?” diyorlar. Benim “Bulgaristan Türklerinin durumu” uğraşım, Ne olduğunu anlatırken, ne olmaması gerekene vurgu yapıyor. Ben parçalanmamızı istemiyorum. Bizi parçalayanları lanetliyorum. Bulgar halkıyla da birlik ve beraberlik, huzur içinde kardeşlik istiyorum. Biz kardeşiz de, Allah öyle yaratmış bizi, kardeşler bile birbiriyle kardeşken, kaynaşamıyorlar, hır zır oluyor. Ben 80 yaşımın tepesinden, “hır - zıra boş verelim” diyorum. Problem olabilir, ama Sabahattin Ali gibi “Aldırma Gönül Aldırma” demeye alışalım. Ne de olsa biz Hak ve Hürriyet davamızın zaferini beton duvarlara ka-


Makale ve Analizler - 2018

61

zıyacağız. Ben bu akşam, bu buluşmamızda, barış, hoşgörü, adalet, hak ve özgürlük davamın kalemini, ruhunu ve gücünü siz genç kalemlere, kitap sevenlere, ömrünü gül kokulu toprağımda yaşamak ve cenneti burada aramak isteyenlere hediye etmek istiyorum. Umudum sizsiniz. Hepinizi çok seviyorum. “Görecek günler var daha” - mutlu olun! Geldiğiniz için teşekkür ederim. Sağ olun.

Tarih Bilinci ve Rafet Ulutürk

BG-SAM-26.Şubat.2018

Bir milleti millet yapan hasletler vardır. Bu hasletlerin başında tarih bilinci gelir. Nasıl ki; bir birey geçmişte yaptığı hatâları, yaşadığı felaketleri unutur, iyi ya da kötü, başına gelenler üzerinde kafa yormaz, onlardan ders almadığında kendi geleceği açısından kabul edilemez ve sakıncalı bir durum meydana gelecektir. O bireyin kafasında ve ruhunda bir bilgi, duygu ve deneyim birikimi oluşmayacaktır. Dolayısıyla yaşamı boyunca aldığı kararlar, yaptığı girişimler çoğunlukla isabetsiz olacaktır. Sık sık başarısızlığa uğrayacaktır. Hep aynı hatâları işlemeye devam edecektir. Çünkü tutum ve davranışlarında sağlam bilgiye, denenmiş, doğruluğu daha önce kanıtlanmış bilgiye dayanmamaktadır. Nadiren isabetli kararlar, başarılı işler yapmış olabilir; ancak bunlar ağır maliyetlerin, büyük zaman kayıplarının pahasına elde edilmiştir. Milletler için de durum aynıdır. Tüm milletler, öncelikle, belli bir kimlik altında, kendi kültürel sistemi içinde, dünyayı anlayan ve yorumlayan kurumlarıyla varoluşunu sürdürmeye mecburdur. Bunu başarabilmenin yolu tarih bilincinden geçer. Kendi kültürel zemininin mücadeleye dayanıklı kısımlarını keşfetme, onu güçlendirme ve gerekli olan yanlarını yenileme ancak tarih bilinciyle mümkündür. Milletlerin varlığını sürdürebilmeleri, büyük ölçüde geleceği iyi planlamalarına bağlıdır. Bunu başaramayan millet ve toplumlar, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Günümüzde her şeyden şikâyet eden, sadece bireysel yaşamları


62

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

önemseyen tutumun toplumsal sorunların çözümünde yetersiz kalışının bir nedeni de, tarih bilincine sahip olmayışımızdır. Bu nedenle, özellikle genç kuşaklarda tarih bilinci oluşturulması ve güçlendirilmesi son derece önemlidir. Bunu, millî bir hedef haline getirmeliyiz. İşte bu amaca hizmet edeceğine inandığım, okurken zaman zaman gözyaşlarıma hâkim olamadığım bir eser. “Türk Dünyasında Bir Bulgaristan Türk’ü Rafet Ulutürk” kitabı... Sadece bir hayat hikâyesi değil, yaşanmışlıkların dile geldiği, dava adamının davası uğrunda yaptığı fedakârlıklar anlatılıyor. Rafet Ulutürk, Bulgaristan Türklerinin baskıcı, zorbacı rejimin zulmüne rağmen, Türklük ruhunu kaybetmeyen, İslam’la yoğurulmuş ruhların cihadını ele alıyor. Türkiye ve Atatürk sevgisinin tüm asimilasyon çabalarına rağmen Bulgaristan’daki Türk kardeşlerimizin ana karakteri olduğunu, zihinlerin inşasında Türkiye ve Atatürk ile ilgili anlatılanların büyük rol oynadığını tarihi süreç içinde sade, samimi bir üslupla anlatıyor. Büyük Önder’in Kurtuluş Savaşı’ndaki siyasi ve askeri dehası, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundaki liderliği ve Türk Milletine olan güveni sayesinde kazandığı zaferlerin Bulgaristan Türkleri için kimlik mücadelesinin meşalesi olduğunu dile getiriyor. Kitap, aynı zamanda soydaşlarımıza karşı görevlerimizi hatırlatıyor. Bulgaristan Türklerinin yıllarca dininden, dilinden ve kültüründen uzaklaştırılmaya çalışıldığı, cehaletin dayatıldığı, ana dillerinin unutturulduğu gerçeği gözler önüne seriliyor. Ancak, kitapta sadece yaşananlar kronolojik olarak sıralanmıyor. Aynı zamanda, Büyük Türkiye ile özdeşleşerek her alanda söz sahibi olmanın yollarını da gösteriyor. Rafet Ulutürk, bu eseriyle, en önemlisi kendi hayatıyla, azim ve asrın enstrümanları ile hareket edildiği takdirde başarının kaçınılmaz olduğunu zihinlere kazıyor. Muasır medeniyetler seviyesine ulaşabilmek için yılmadan, bıkmadan, birlik ve beraberlik içinde ulaşılabileceğinin müjdesini veriyor. Bilge insan Nasrettin Hoca’nın dile getirdiği, “damdan düşen adam” misali bir dava adamının mücadelesini en güzel şekilde bizlere sunuyor.


Makale ve Analizler - 2018

63

Kimliğimi ve kişiliğimi oluşturmada en önemli süreç olan İmam Hatip’te okuduğum yıllarda Bulgaristan Türkeri’nin, soydaşlarımızın, evlerini barklarını bırakarak Türkiye’ye geldiklerini, gözyaşlarını çok iyi hatırlıyorum. Müslüman bir beldede doğmuş, büyümüş bir Türk evladı olarak, bu kitabı okuyunca bir kez daha sorumluluklarımızı yerine getirememenin mahcubiyetini yaşadım. Rabbimden niyazım odur ki; her şeye rağmen kimlik ve kişilikleri ile ayakta kalmayı başarabilen Bulgaristan Türklerine hizmet etmeyi nasip eylesin. Ömrün olduğu müddetçe, bu uğurda çalışmayı bir görev olarak değerlendireceğimin bilinmesini isterim. Rafet Ulutürk’e bu vesileyle, şahsım başta olmak üzere, bir uyanışa vesile olduğu için minnettarım. Kendisiyle tanışma bahtiyarlığa eriştiğim için şükrediyorum. Kendi imzasıyla şahsıma takdim ettiği, “Bulgaristan Türklerinin Kimlik Mücadelesi” kitabını keyifle okumaya, notlar almaya devam ediyorum. İnşaallah onu başka bir yazımda değerlendirmeye çalışacağım. Bulgaristan Türklerinin kimlik mücadelesinin sembolü, hizmetkârı! Unutmayın ki; Türk Milleti yanınızdadır, Yüce Mevla’nın yardımı sizinledir. Nevzat Öztürk Düzce İl Milli Eğitim Müdürlüğü, Maarif Müfettişi, Eğitimci Yazar

Bulgaristan’da Müslüman Türklerinin Kimlik Mücadelesi

Dr. Nevzat Öztürk3-26.Şubat.2018

“Varolma Mücadelesinin Tarihi” Osmanlı Devleti’nin bölgesel bir güç olmaktan çıkıp cihan devleti olma stratejisindeki en önemli parametreyi Balkan coğrafyası oluşturmaktaydı. Devlet otoritesinin bölgedeki etkisinin ve kalıcılığının sistematik olarak gerçekleşecek bir İskân Siyaseti’nin varlığına bağlı olması, Anadolu’dan Rumeli’ye kitlesel göç hareketlerinin temelini oluşturmuştur. XIV. yüzyılın ikinci yarısından itiba3- Düzce İl Milli Eğitim Müdürlüğü Maarif Müfettişi; İlahiyatçı - Eğitimci - Yazar - e-mail: ne zati52@gmail.com


64

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ren söz konusu coğrafyada siyasi egemen güç olmaya başlayan Osmanlı Devleti, uyguladığı politikalar sonucunda demografik dengeleri kendi lehine çevirmeyi başarmıştır. Bu durum salt Balkanlar genelinde kendisini göstermezken, bölgenin küçük örneklemi durumundaki Bulgaristan’da da aynı hususla karşılaşılmaktadır. Osmanlı Devleti’nin sosyolojik çerçevede yönetim felsefesini oluşturan hoşgörü, adalet ve barış kavramlarının Balkanlar’daki hâkimiyeti, 1789 Fransız İhtilali’nin sosyal psikoloji üzerinde yarattığı milliyetçi, özgürlükçü ve bağımsızlıkçı tepkilerin bölge halkları üzerindeki etkilerinin ortaya çıkışına kadar devam etmiştir. Ülkemizin son dönemde iç ve dış politikadaki yoğun gündemi, içten ve dıştan meşru iktidarı ne pahasına olursa olsun yıkma/devirme gayreti, darbe teşebbüsü ve bu minvaldeki gelişmeler dünyanın değişik yerlerinde Türk kimliği ile ayakta durmayı başarmış soydaşlarımız tarafından dikkatle takip edilmektedir. Osmanlı Devleti’nin yıkılışından sonra bölgedeki şanlı ama bir o kadar da hüzün dolu bir geçmişin mirası olan ve günümüzde “Müslüman Türkler” olarak bölgede varlığını sürdürmeye çalışan Bulgaristan Türklerinin “kimlik mücadelesi” ibretlik olduğu kadar onurlu bir duruşun göstergesidir. Bulgaristan Türklerinin kimliksel anlamda sıkıntılarla karşı karşıya bırakıldığı, yok edilmeye çalışıldığı aşikârdır. Millet olarak varlıklarını sürdürmelerinin en önemli unsuru olarak kabul edilen dil ve dinlerinden mahrum bırakılmak istendikleri, ancak her şeye rağmen Bulgaristan Türklerinin dil ve dinlerine sahip çıktıkları ve bu sayede ayakta kalabilmeyi başardıkları görülmektedir. Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği (BULTÜRK) Genel Başkanı Rafet Ulutürk’ün Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi (BG-SAM) tarafından yayınlanan “Bulgaristan Türkleri Kimlik Mücadelesi” kitabı, Bulgaristan Türklerinin kimlik mücadelesini, sistematik, tarihi gerçeklikle örtüşen realist yaklaşım ve karşılaştırmalı olarak okuyuculara sunmaktadır. Bulgaristan Türklerini tanımak, destansı mücadeleyi öğrenmek isteyenler açısından son derece faydalı bir çalışmadır.Sınırımızın hemen ötesindeki, komşu Bulgaristan’da yaşayan soydaşlarımız, Müslüman Türk kimliklerini canları pahasına korumayı başarmışlardır. Güzel dilimiz ve dinimizi yaşama gayretleri asimile olmadan varlıklarını sürdürmelerini sağlamıştır. Rafet Ulutürk, bu kitabında; Bulgaristan Türlerinin Kimlik Mücadelesini, tarihi dönüm noktalarını esas alarak onyedi bölüm halinde ele almış, günümüze ka-


Makale ve Analizler - 2018

65

dar olan süreci açık, net ve siyasi analizlerle okuyucularına sunmayı başarmıştır. Yazar, eserinde sadece geçmişi ele almamış, mevcut sorunlara, çözüm önerilerine, “Gelecekte Bulgaristan” (s: 329) hayaline yer vermiştir. Ayrıca vefa örneği göstererek “Bulgaristan’da Türk Ruhu Yaşatanlar”(s: 381) başlığı adı altında, eserde isimleri geçen ve Bulgaristan Türkleri Kimlik Mücadelesinde önemli katkıları olan, Bulgaristan’da yaşayan Türklerin ruhunu oluşturan, kanaat önderleri, aydınlardan bazıları hakkında kısa bilgiler vermeyi tercih etmiştir. Yazar, kitabında “Manifesto” başlığı altında (s: 379) “Ölenle ölünmez! Tarih geri sayıyor. Beklenen Büyük Türkiye Güneşi doğuyor. Türklüğün birleşerek büyümesi tarihin buyruğudur” diyerek Türk dünyasının tarihi tekerrür ile yeniden cihana hâkim olabileceğini hatırlatıyor. XXI.yüzyıl Bulgaristan Türk Kimliği Manifestosu, Avrupa Birliği vatandaşı olup Bulgaristan ve Türkiye’de yaşayan soydaşlarımıza bir çağrıdır diyerek; “Ana Ödevlerimizi” şöyle açıklıyor: 1- Ne mutlu Türküm diyene onuruyla yaşamalıyız. 2- Bin yıllık kültürümüzün dimdik ayakta durduğu, yakınlarımızın ikamet ettiği, sabırla bizi bekleyen, doğduğumuz ve anılarıyla yaşadığımız kutsal topraklar ebedi vatanımızdır. 3- Vatanımıza olduğu gibi, dilimize, dinimize ve geleneklerimizle kültürümüze her yerde ve her zaman sahip çıkmalıyız. Türk kimliğimizi oluşturan niteliklerimizden asla vaz geçemez, ödün veremeyiz. 4- Türk kimliğimiz uğruna can veren, hapis yatan, sürgün gören, göçe zorlanan kardeşlerimize saygımız sonsuzdur. Kimlik davamıza saldırılara karşı can vermeye hazır olmalıyız. 5- Evlatlarımızı Türk kimliğiyle eğitip yetiştirmek ve Türk topluluğumuzu geliştirmek, birlik olmak için her yerde yeni olanaklar yaratmalıyız. 6- Yakın hedefimiz, çok etnikli, ve çok kültürlü bir Bulgaristan’da anadilimde eğitim, öğretim, iş ve yaşam haklarımızı elde etmek ve Türkçemizin ikinci resmi dil olmasını sağlamaktır. Her fırsatta vatan yuvamıza dönerek oradaki kardeşlerimize manevi destek vermeliyiz. Bir Türkün yaşadığı yer de Türk Dünyasıdır. 7- Değişmez hedefimiz, evlatlarımızı Türk kimliği ve Türkiye sevgisi ile eğitmektir. 8- Bulgar devletinden isteklerimiz, “Soya Dönüş Süreci” katillerini cezalandırıp, tüm biçimlerini kesin yasaklaması ve yasaklanan gazete, dergi, radyo ve televizyon yayınlarımızı iade etmesi ve edebiyat, sanat ve kültürümüzün ulusal ve Avrupa kültüründe hak ettiği yeri almasına olanak ve kaynak sağlamasıdır. Türk kimliğimizi engelleyici önlemlerin hepsini kesin durdurmasıdır.


66

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

9- Bulgaristan Türk kimliği edinimlerinin yeni uygarlık demeti içinde yer almasını ne pahasına oluşa olsun sağlamalıyız. 10- Türkiye halkının, Büyük Türkiye hamleleri her yerde ve bütün gücümüzle destelenmelidir. 11- Bulgaristan Türklerinin 15 Temmuz 2016’da oluşan yeni Türk ruhuyla kaynaşması sağlanmalıdır. Ne mutlu Türk kimliği yaşayana!... Rafet Ulutürk, kitabında, “Kimlik Mücadelemizin en güçlü silahı bilgidir. Türk Tarih bilgimiz arttıkça ülkemizde ve dünyada söz sahibi olabiliriz” diyerek bizlere yol gösteriyor. Hâsılı, kitap okunmaya değer olduğu gibi, okutulmayı ve tanıtılmayı da fazlasıyla hak ediyor. Ayrıca; bir zamanlar Doğu ile Batı’nın sınırı kabul edilen Tuna’nın güneyinde, Romanya’nın küçük bir köyünde doğan ünlü tarihçi Kemal H. Karpat, hocamızın “Dağı Delen Irmak” kitabının da okunmasını şiddetle tavsiye ediyorum.

Mart Ayı 2018 Yazıları “Bilge Kral” - Aliya İzzetbegoviç

BG-SAM-01.Mart.2018

Kültürel Etkileşim Derneği - Sofya - Bulgaristan Seminerde sunum “Bilge Kral” - Aliya İzzetbegoviç Büyük bir düşünür, siyaset adamı ve ideolog Bir Osmanlı uç beyinin torunu olarak, 1925’te Bosna’daki Samaç kasabasında dünyaya gelen Aliya İzzetegoviç, hayat yolunu Bosna - Hersek Cumhurbaşkanı olarak, 2003’te tamamladı. Soyadındaki “Beg”, onun doğuştan bir “BEY” olduğunu anlatır. Batı Rumeli’deki Beylikler, 1463’te Bosna ve 1483’te Hersek Osmanlıya katılır. Halkının büyük çoğunluğu Slav kökenli olan Bosna - Herek’in İslam’la


Makale ve Analizler - 2018

67

tanışması Sultan I. Murat zamanına rastlar. Bu topraklarda derin dini, maddi ve manevi izler bırakan Osmanlı kalıtından, 1878 Berlin Konferansından - 1990’a kadar süren ateş çemberi içinden Boşnak - Türk ulusu ve ulus devleti doğmuştur. Bağımsız Bosna Herek’in Cumhurbaşkanı olarak, Osmanlı’dan sonra Balkanlarda askerini “Selamı Aleyküm!” selamıyla selamlayan lider odur. Aliya İzetbegoviç’in siyasi hayatı 16 yaşında “Genç Müslümanlar” (ElHayriye) örgütüne üyeliğiyle başlamış (Büyük) İslam Devleti kurma idealine kadar yükselmiştir. Hayatı, 2 yanı gül bahçeli bir yol değildir. Onun, felsefi ve siyasi fikirleri, açık ve parlak dünya görüşü, kitap raflarından toplanmış kırıntı derme çatması, bir taklitçi ustalıyla çatılmış alıntı derlemesi değil, kendi kafasında doğan ve siyasihayatta yaşam hakkı hak eden çok esaslı düşüncelerdir. 1983’te basılan “İslam Deklarasyonu” ve 1970’de çıkan “Doğu ve Batı Arasında İslam” gibi eserlerinde, Batı düşüncesinin tüm kaynaklarını özümseyişi, İslam düşüncesi üzerinde kafa yoruşu, içinde bulunduğu sosyalist siyaset ve kültür içinde yaratması, İzzetbegoviç’i Batı İslam’ının en büyük düşünürü, siyasi militanı, lideri ve Bilgesi yapmıştır. Bu iki eserinde savunduğu fikirlerinden dolayı, o Tito rejimince 14 yıla mahkûm edilmiştir. Ömrünün 10 yılını hapiste, 10 yılını da Cumhurbaşkanı olarak geçirmiş, kendi fikirlerinde sürekli derinleşme ararken, İnsanın var oluşsal sorunlarını hiç gündemden indirmemiş, bükülmez bileğine ve yenilmez iradesine devamlı su vermiştir. “İslami Yeniden Doğuşun Sorunları”, “Özgürlüğe Kaçışım”, “İslam Manifestosu”, “Köle Olmayacağız”, “Yeniden Doğuş”, “Tarihe Tanıklığım” ve “Bosna Mucizesi” gibi eserlerinde tüm insanlık sorunlarına yoğunlaşırken - İslam dünyasının uyanacağını savunmuştur. Olay bizim için olağan üstü önemlidir. Çünkü biz Bulgaristan Müslümanları da Batı İslam’ına dahiliz. Bu olay son derece önemlidir, çünkü yakın komşu ve kader kardeşi Boşnak Müslümanlarla biz aynı yolu yürürken onların yaptığını yapamadık. 1989 Mayısında biz de acılarımızı ateşe vererek Ayaklandık, ama mürüvvetimizi göremedik, Bosnalılar Batı Balkanlarda üçümcü Müslüman devletini kurdular, Avrupa ve dünya siyasetine zafer bayrağı dikerek katıldılar. Bu göndere sancak çeken Aliya İzzetbegoviç’ti. O, direniş hareketinin içinden süzülürken Demokratik Eylem Partisi’ni kurdu. 5 Aralık 1990 tarihinde Bosna’da genel seçimleri kazandı. Cumhurbaşkanı oldu. 1 Mart 1990’da gerçekleştirilen referandum sonrasında Bosna-Herzek bağımsızlığını ilan etti. Ardından Sırplar ülkeyi işgal etti, katliamlar yaptı, 250 bir Boşnak ve Hırvat öldürüldü, bir milyonu mülteci durumuna düştü. Ülke yönetiminin % 51 Müslümanlara ve Hıristiyan Hırvatlara, % 49’u da Sırplara veridi.


68

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu bakıma, Politik isyan yapmış, politik doğumda bebesini kaybetmiş ve acıyı bağrında taşıyan biz, Bulgaristan Müslümanlarına durmamız yeri ve bakmamız gereken noktayı gösteren liderdir. İzzetbegoviç’in kısaca felsefesi, siyaseti ve dünya görüşü. Hemen ilavede bulunayım, Aliya İzzetbegoviç faktörü olmadan ve anlaşılmadan Bosna bağımsızlık mücadelesi anlaşılamaz. Halkının yetenek ve zaaflarını iyi kavrayan, Sırp ve Hırvat saldırıları karşısında, yalnız kalan çaresizlerle soluklanırken, onların direniş ruhunu diri tutmayı başaran, halkının değerlerine sahip çıkan ve entelektüel ve siyasi olarak yeniden yeşerten bir önderdir. Bu sunumun sonunda, Yugoslavya Federatif Cumhuriyeti’nin 7 bağımsız devletlere bölünmesi, İç Savaş, Deytın Barış Anlaşması, Srebrenitsa katliamı, Bosna - Hersek mezalimini üstüne İzzetbegoviç’in Türklere Mektubunu hepinize dağıtacağım. Konunun derinliğine girmezden önce, şuna da değineyim. Boşnak dilinde “Mostar”, “köprülü şehir” demektir. İzzetbegoviç, köprüleri yıkılan bir halkı, bir ülkeyi, yeniden inşa eden lider örneğidir. O, Osmanlıdan sonra topraklarını ve devletini kaybeden bir toplumun medeniyetini korumak için verdiği göz kamaştırıcı mücadelede, tarih yazanların kahramanıdır. Bosnalı Müslümanları asimile ederek kimlikleri silinmeye yönelik sistematik uygulamalara karşı din, felsefe, siyaset ve ideolojini her dalında direnirken, zulmün her türüne katlanarak, aydın sorumluluğunu yerine getirmiş, komünist yönetime ve ırkçı şovenizme karşı kitle direnişlerinde öncü ve önder olmuştur. Bu özelliklerinden ötürü halkı ve mazlum halklar ona Bilge Kral dedi. Düşmanlarının kişiliğine saygı duyduğu Aliya İzzetbegoviç’in bir kahraman - deha olarak bütünsel anlaşılmasında ve örnek alınmasında, modern zamanlarda verilen hak ve özgürlük mücadelelerinin, etnik toplulukların, azınlıkların ve ulusların kendi kaderlerini belirleme, adil demokratik düzen ve sivil toplum oluşturma davasının temellerini oluşturduğunu belirtmek isterim. İzzetbegoviç’in felsefî görüşleri. Onun felsefesi, kıta Avrupa’nın göbeğinde acı bir sestir. Felsefi görüşlerini biçimlendirirken 15. yüzyılın son çeyreğinde, Hıristiyan Avrupa’nın, Endülüs’te 3 milyon Müslüman’ı soykırımdan geçirdiğini hiç unutmadı o. Öldürülenler, Orta Çağı Avrupa zifiri karanlığına ışık taşıyanlardı. 20.yüzyılın son çeyreğinde yani 500 sene sonra, aynı Hıristiyan Avrupa, bu defa Müslüman Bosna’yı ikinci bir Endülüs yapma konusunda çoktan karar almıştı. İşte böyle bir ortamda, Aliya İzzetbegoviç, “Doğu ve Batı Arasında İslam” eseriyle Boşnakların acı ruhuna Mesih’in kutlu nefesi gibi geldi. “Ölüm-


Makale ve Analizler - 2018

69

den sonra Allah yeryüzünü diriltecek” düşüncesiyle o, insanları korkulu rüyadan uyandırıp diriltmiştir. Bu bakıma o, Batı İslam’ında bir mucizedir. “Doğu ve Batı Arasında İslam” - Birinci Dünya Savaşından sonra doğan Bolşevizm-komünizm ile faşizmin İkinci Dünya Savaşında birbirine ölümcül darbe indirmesinden sonra, “Soğuk Savaş” döneminde kaleme alınmıştır. Birinci baskı 1980’de çıktı. İslam dünyası da dahil, bütün dünya bu çatışmanın içine itilmiş bulunuyordu. Yukarıda işaret ettiğim gibi, kıyasıya çatışan güçler klasik nasyonal sosyalizmden doğan Bolşevizm (komünizm) ile ırkçı nasyonal sosyalizmden doğan Nazicilik (faşizmdir.) Aliya İzzetbegoviç’in cevap aradığı sorular hangileriydi? Bu çatışmada İslam’ın yeri nerededir? Rolü var mı dır? O kitabında bu 2 soruya yanıt aramıştır. Dünya görüşünü 3 kümede toparlıyor. Birinci küme: İdeal (onun değişiyle dinî yani manevi) olan. Batı felsefesi buna ruh yani Tin diyor. İkinci küme: Maddeci (materyalist) Bir felsefe kategorisi olarak bunun adı Meta’dır. Üçüncü küme: İslam’dır. Begoviç, “din” ile “İslam’ı” aynı görmüyor, Onun dünya görüşünde “din eşittir İslam” diye bir şey yok. Yani Begoviç’in felsefesini anlatan bir felsefe hocası, din ile İslam arasına eşitlik işareti koyamaz. Ona göre, İslam’ın dinden daha geniş, daha kapsamlı bir manası vardır. Bu nedenle olacak, bu eserin Türkçeye çevirisinde “maneviyat” yani Bulgarcası “duşevnost” kavramı kullanılmıştır. Başka bir değimle, bu 3 kavram, şuur (bilinç), tabiat (doğa) ve İnsan’dır. Aliya İzzetbegoviç ise İnsan’ı felsefenin tam ortasına çeken düşünürdür. Aslında, en eski zamanlardan bugüne kadar, ortaya atılmış tüm felsefi görüşlerde ruh ve madde gibi iki cevher vardır. Bunların ikisinin mahiyetleri ve manaları birbirinden değişik, birbirinden bağımsızdır, fakat aynı anda bir arada mevcut olarak telakki edilişlerine, yani beraber kabul edilişlerine, algılanışlarına ikilik, ikicilik, düalizm denmiştir. Dinde buna İki Tanrılık denirken, müzikte “minor” ve “major” birliği anlamına gelir. İdeoloji, felsefe ve düşünce sistemi bu üç temel dünya görüşüne dayandırılırken, birinde “esas varlık ruhtur”, ikincisinde “maddedir” ve o ruh ve maddenin bir arada var oluşunu taşıyan, simgeleyen ise insan’dır. Ruh ve madde ebedi (sonsuzdur). İnsan ölümlüdür. Kouyu biraz daha açabilmem amacıyla şu cümleleri de söylemem gerekir:


70

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

1) Felsefenin ikiciliğe tahammülü yoktur. Çünkü var oluş monistir. Yaratan tektir. 2) Düşünce hayata hakim olamaz. 3) İnsan olarak biz 2 gerçek arasıdayız. Bunlardan birisini ya da ikisini de reddedebiliriz, ne ki onların dışına çıkmamız, onların dışında var olmamız mümkün değildir. Başka bir değişle hayat bizim onu ne kadar anladığımıza bağlı değildir. 4) Yaşamda öz olan isteyerek ve nihaiyi manayı anlayarak yaşayıp yaşamamamızdır 5) Her hayat ikilidir. Tekli hayat gayr-i mümkündür! İzzetbegoviç’in felsefesinde İnsan “dünyanın içine” veya “sosyal hakikatin içine” itildiğinden beri 2 hayat yaşar. İnsan bir tek hayata inanabilir, yani yaşadığı hayata, fakat yaşadığı müddetçe 2 hayat yaşar. Olay şöyledir ki, dış hayattan ayrı bir hayatın mevcudiyeti hakkında aklî delillerimiz yoktur; fakat insan hayatının sadece üretim ve tüketimden ibaret olmadığını açıkça hissetmekteyiz. Şu da var, hakikate keşfetmekle uğraşan bir bilim adamı bir feylesof, yalnızca düşünmekle daha yüksek olan öbür hayatı keşfedemez. Bu düşüncesini geliştirirken İzzetbegoviç, Kur’an’ın, “Kasas” Sûresi’nde 77. ayete dayanır: “Allah’ın sana verdiği şeylerde ahi ret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana iyilik yaptığı gibi, sen de iyilik yap ve yeryüzünde bozgunculuk isteme. Çünkü Allah bozguncuları sevmez.” Burada, İdealist ve Maddeci felsefede olmayan bilme ve olma gibi 2 felsefi kavram ortaya çıkar. Bu tezin Kuran’daki dayanağı “Allah Muhsinleri sever!” vahisidir. Burada “Muhsinler” - iyiliksever, cömert olanlar, anlamındadır. Gençliğinde ateist bir lisede okurken, Batı klasikleriyle tanışan, Hegel, Kant ve Spinoza’yı gören Aliya İzzetbegoviç, idealist, materyalist ve İslam olmak üzere, üç dünya görüşünden İslam’ı seçmiştir. İslâm bilme demektir, bir şeyin yapılması anlamına gelir, deyen İzzetbegoviç, İnsan’da yapılanın nasıl yapıldığını anlamak ve anlatmanın gizli olduğunu, “Bilme” ve “Olma” arasında bölünmez bir bütünlük olduğunu görmüştür. Ve o bu keşfini “Doğu ve Batı Arasında İslam” eserinde geliştirmiştir. Olay, bir siyasi görüş olarak işlenirken, Batı - Doğuya sömürgeci olarak gelmiş ve birkaç yüzyıl hükmetmiştir, gerçeği ortaya çıkar. Bosna Batı ile Doğu medeniyetinin yüzleştiği ve kıvılcımlaştığı kırmızıçizgidir. O, Bosna halkını yenidünya görüşüyle uyandırıp, ona dünyaya başka bir açıdan bakan yeni geniş bir pencere açmış. Onun örneğinde oluşan Bosna kimliğini bağımsız ve egemen, öz devlet kavgasına davet etmiştir. Onun dehalığı, uykusunu bozmaz, uyanamaz, ye-


Makale ve Analizler - 2018

71

rinden kımıldamaz, dönüşemez, modernleşemez denen Doğu’da, (Bosna’da) geleneksel toplumsal ilişkileri, ulus devlet ilişkisiyle değiştirebilmiş olmasında gizlenir. “Doğu ile Batı Arasında İslam” eserinde, “Diriliş Konusu” geleneksel bir Batılı aydın gözüyle analiz edilmiş ve soyutlanmıştır. Batı’nın yani Avrupa kıtsının içinde bulunan “Doğu” yani “Bosna”, (ilkönce) tarihsel, kültürel ve dinsel olarak Doğu’ya ait olarak görülse de, Doğu - Baı sınırının değişken, hareketli ve koşullu oluşuna işaret edilmiştir. Biz, Doğu’da bulunan, ama Batı koşullarında yetişen bir düşünürle yüz yüzeyiz, onu inceliyoruz. Bosna hiçbir zaman Doğu politikasında olmamı, ama Batı siyasetinin mihverinde yer alındı. İki: İzet Begoviç, modernleşme damarları doğuştan tıkalı olduğu düşünülen Doğu Dünyasını dönüştürme anahtarı aramıştır. Fikrimi anlatabilmek için bu defa tarihe dönüyorum: Devlet, Doğu’da oluşmuş ve yapılanmıştır. Batı Dünyasının Doğu üzerindeki üstünlüğü ise, Yeni Çağda başlamıştır. Bugünkü Fransa’nın Leon vadisindeki, Puatiye’de General Martel’in orduları Endülüslülerin Avrupa’ya yayılmasını durdurmasaydı, (bu, bir tesadüf eseri de olmuş olabilir) Avrupa papazları karanlıkta kıvılcım aramaya devam edecek, içersi daha da kararsın diye kilise camları iyice kapatılacak, eski kıta yüzüstü kalacak ve kapitalizmi doğuran reformculuktan, Yenilenişten, Protestanlıktan ve emek disiplini gibi iş-sermaye ilişkilerinden söz bile edemeyecekti. Begoviç, Kuran’daki “kaynama”, “arınma” ve “temizlenme” kavramlarından hareketle, Doğu’da yani İslam Dünyası’nın özünde olduğu gibi, “Busna’da da) büyük bir dönüşüm potansiyeli gizlendiğini görebilmiştir. Bu potansiyelin İslam’da olduğunu duğrulamıştır. Doğu’nun bir İslam Dünyası olarak görülmesi VII. Yüzyılda başlamıştır. İslam, Doğu’daki üretim ilişkilerini ve üretim güçlerini değiştirmiş, Doğuya yeni ahlak, Müslüman ahlakı ve adil düzen, Şariat düzeni getirmiştir. Fakat Doğu toplumunun üst yapısı yıkılıp emperyalist veya Bolşevik egemenlik uygulanınca, sosyal ve kültürel çöküş başlamıştır. Begoviş, toplumu derleyip toparlayıp yeniden uyandırma, diriltme, bağımsız ve egemen ulus devlet yolunda birleştirme gücünü din’de görmüştür. O eserlerinde, İslam’ın yalnız bir din olmadığını defalarca belirtmiştir:  Din ahlaktır, onu hayata geçirmek ise terbiyedir. Biz de zalimlerden olursak, zulme karşı savaşmamızın bir anlamı kalmaz. Kitaba uyacağız.  Kur’an ve İslam sadece hocalara bırakılmayacak kadar önemlidir.  Bütün yücelik ve şükran Allah’a aittir ve insanların gerçek kalitesini, ancak Allah tespit edebilir.


72

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

 Gerçek siyaset İslam’ın içindedir. Uygulama Müslümanların ortak hakkıdır. - Aliya İzzet Begoviç. O, Batı’daki Aydınlık ve Rönesans dönemlerinin güç kaynağını, son hesapta, Dinden aldığını görmüştü. Hegel’i okumuş, diyalektiğin yasalarını iyi bilen İzzetbegoviç, Türk halkının Osmanlıyı olumsuzlayarak, ulus - devlet modelinden, dünya emperyalizmini dize getirerek başarıyla uygulamasından ilham almıştır. Müslüman bir halkın tükenmez gücünün imandan kaynaklandığına inanmış biri olarak, o insanoğlunun hayattaki ödev ve rolü üstüne düşüncelerini çok inandırıcı bir ustalıkla dizmiştir. Onun eserlerini inceleyen, bu yazarın Fransız Devrim Klasiklerini, evrim, devrim, kitle ve din psikolojisi stüdyolarını iyi etüt etmiş olduğunu hemen anlar. Doğu ile Batı Arasında İslam, İzzetbedoviç’in olgunluk çağında, 50 - 55 yaşlarında, İkinci Dünya Savaşından önce, savaşta ve sonra, Bosna halkının ezgin, çilekeş, baskın durumunda değişiklilikler olmadığı, egemenlik haklarının tanınmadığı, din adamları ve aydınların ağır günler yaşamaya devam ettiği bir dönemde yazılmıştır. Derin bir felsefi eserdir. Bununla birlikte, devrimci dönüşümün olmazsa olmazı olan bilinçli insan’ı, İslam’ın sonuç belirleyici tarihsel rolünü siyaset sahnesinde yüceltmiştir. O, tarihi, kuralsız kitapsız bir alın yazısı, başkalarının rotasız gemisinde yolculu olmaktan kurtarıp ruhu ve maddeyi birleştiren insan’ın eline vermiştir. Uyanışın, dirilişin, dönüşümün, üstünlük ve yenilginin tarih gemisindeki kaptanı insan’dır diyen, odur. Tito rejimi bu fikirlerin sahibini 14 yıl mahkûm etti. 10 yıl içerde kaldı. Şimdi “Doğu ile Batı arasında İslam” eserini kapatıp, Boşnaklar ve diğer Müslüman halklar için siyasi ve ideolojik önemi çok büyük olan İslâm Deklarasyonu eserini açalım. Bu, 20. yüzyılın sonunda başarılı olan, Panislâmcı bir ideoloji ve siyaset doktrinidir. İslâm Deklarasyonu, Müslümanları ve Müslüman Halkları İslâmlaştırma programı olarak yazılmıştır. Hedefi: Müslümanları İslamlaştırmak, Şiarı: İnanalım ve Mücadele edelimdir. İslam’ın öteki dinlerden üstünlüğünü kanıtlamak için yazılmamıştır. Tek bir amaçla kaleme alınmıştır: Müslüman olduklarının bilincinde olan, imanı kalplerinde taşıyan ve daha ilk çatışmada hangi cephede yer alması gerektiğini, kesin bilen kardeşlerimize siyasi ve ideolojik kılavuzdur. Bu eser, Müslümanların tarihten gerekli dersleri mutlaka çıkarması için bir çağrıdır.


Makale ve Analizler - 2018

73

Kaleme alındığı 1960’lı - 1970’li yıllarda Müslüman Dünyası emperyalizmin sömürgecilik zincirlerini kırmak için ulusal kurtuluş savaşlarına uyanmıştır. Kuran ilhamıyla fokur fokur kaynayan dünya, Kuran’da olmayan ama İslam’ın özünde yer alan, milli devrim ve milli devlet siyasetini hayata çağırmıştı. Düşüncelerine kuşku duyulmasına fırsat tanımayan İzzetbegoviç, XX. yüzyılın Birinci Yarısı’nın yani “pasiflik” ve “uzlaşma” zamanlarının tarih olduğuna vurgu yaparken, emperyalist devletlerin Müslüman halkları manevi çaresizlik, mali, maddi ve politik bağımlılık içinde tutmak için yeni biçimler kullandığına işaret etti. İslam Dünyası Müslüman halklarındır şiarını yükseltti. Onun yarattığı yeni ceo-politik ve stratejik siyaset, Müslüman halkları İslam Dünyası yönetmeye, kaderini kendi ellerine almaya çağırdı. Bu fikirler Bosna’da kıvılcım çaktı. Olumlu örnekler parladı. Türkiye Milli Kurtuluş Savaşını kazanmış, Mısır ve Cezayir halkları ayaklanmış, Pakistan Cumhuriyet ilan etmiş, Kıbrıs Türkleri enosisçilere karşı silaha sarılmıştı. Bağımsızlık ve egemenlik fikir ve planlarını gerçekleştirmek uğruna örgütlü birlikte buluşma gereği Deklarasyon’da yeni olandı. Begoviç, “örgütlenin ve birlik olun” vahisini beklemeden, bir İnsan, Bir düşünür, bir lider olarak, kardeşlerini teşkilatlı birliktelikte uyanmaya çağırdı. Nitel olarak yeni olan buydu. Deklarasyon, aranan birliğin siyasi ve ideolojik temeli oldu. Son noktası 1980’te Saray Bosna’da konan bu bildiride yer alan ana siyasi fikirler şunlardır: 1. Bağımlılıktan, geri kalmışlık ve yoksulluğun kör düğümünden kopmak; 2. Kaderi kendi ellerimize almak için cahillikten, eğitimsizlikten kurtulup onurlu ve doğru yolu seçmek; 3. Bosna’da kahraman, deha ve üstün vasıflı olmanın kaynaklarını yeniden açmak; Bu amaçlara ulaşabilmek için ise, Begoviç kişisel yaşamın her dalında olduğu gibi ailede ve toplumda da İslam’ı bir kolektif (ortak) hak olarak kullanmaya, özgürlük pınarından içmeye çağırırken, Fas’tan Endonezya’ya kadar tek doku İslam topluluğu yaratmaya ve İslam ibadetine yeni bir hevesle kalpten sarılmaya davet etti. O, bu hedefi uzak ve imkânsız bulanlara, “olasılıklar arasında tek seçeneğimizdir” dedi. Şu tümce İzzetbegoviç’in dir: “Tarih çok parlak bir olaya işaret eder: Müslüman halkları uyandıracak, onlarda gerekli disiplini sağlayabilecek, onlara ilham verecek ve kalplerine enerji aşılayacak tek kaynak İslam’dır. İslam’a yabancı olan hiç bir ülkü, kültür alanında olduğu gibi, devlet işlerinde de, kayda değer başarı elde edememiştir. İslam’la donanan Türkiye bağımsız bir dünya


74

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

devleti olmuştur. 500 Mısır askeri İngilizleri Mısırdan kovmuştur. Müslümanlar Ahlaksız bir Çar veya Kral için can feda edemez. Müslümanlar yalnız Allah adına ve İslam için ölür Bu, 20 asrın ikinci yarısında yapılan bir hatırlatma değil, bir çağrıdır. Ya İslam içinde arınıp yenilenme ya da pasiflik ve istikrarsızlık. Müslüman halklar için üçüncü yol yok!” Deklarasyon Önsözündeki son tanımdır.. Bu eser, 3 bölümden oluşuyor. Birinci Bölüm: Müslüman halkların geri kalmışlığı; İkinci Bölüm: İslam Düzeni Üçüncü Bölüm: İslam düzeninin günümde sorunları Birinci bölüm: 4 kavram içerir: Tutucular ve yenilikçiler. İzzetbegoviç, eğitimle ve iç devinimle yetkinleşerek toplumu dönüştürme gibi öz vasıfları olan İslam’ın, zamanı dolmuş (eski) olana bağlı kalan tutucular ve örnekleri dışarıdan toplayan yenilikçiler olmak üzere - iki düşmanı olduğuna İnsanları uyarır. Dönüşerek gelişme ve ilerlemeden yana olan İzzetbegoviç, yeni uygarlığın, henüz gelenin eski olanı yok etmesinde, olumsuzlamasında, inkâr etmesinde gizlenmediğine, öncekiler sonrakiler dönüşümü, bunlar birbirinin devamıdır, der. Daha alt bir aşamadan daha üst bir aşamaya yükseliş de öyledir, diye vurgu yapar. İzzetbegoviç, Kuran’a döner. A’raf Sûresi’nin 39. ayeti şöyle der: “Öncekiler sonrakilere, “Sizin bize karşı bir üstünlüğünüz yoktur. Artık kazanmış olduğunuz şeylere karşılık, azabı tadın.” Bu iki kavramı açarken, o şu soruya yanıt arar: Devlet yönetimi, Batılı ya da Doğulu olması önemli değil, dış ülke uzmanlarının kontrolüne geçerse, bir Müslüman devletin bağımsızlığı ne anlama gelir? Yanıt: Maddi ve manevi bağımlılık doğar; yeni durumun özünde, yabancı bir felsefe ve siyaset, yabancı bir yaşam tarzı, dış “yardımlar”, “yabancı sermaye”, “dış destek” ve kısacası bağımlılık, kölelik gelir. 1. Çaresizliğin nedenleri: İzzetbegoviç, çaresizliğin nedenini de tutuculuk ve yenilikçilikte görür. Analiz basamağınca bir ayak daha iner. Çaresizliğin başat nedenin “İslam fikrinin bozulup gerilemesinde ve inkâr edilmesinde bulur. “Bir halkın pratik yaşamında İslam’ın uygulanışı zayıflayınca, insanları ve politik kurumlar geriler” der. 632’de Hz. Muhammed (sav)’in ölümünden sonra da İslam’ın yayıldığını, 635’te Şam’a 676’da Semarkand’a, 710’da Madrid’de, 717’de İstanbul kapılarına, 830’da Yava Adasına, 1000 yılda İspanya, Akdeniz Havzası’ndan Hindistan’a kadar yayılırken, 1919’da bütün İslam Dünyası’nın emperyalizm balyozu altında olduğunu vurgular. 20. yüzyılın başında dünyada hiç bir bağımsız Müslü-


Makale ve Analizler - 2018

75

man devleti yoktur. İki dünya savaşı arasında Müslümanların kör cahil bırakıldığını, bağımsızlığını kazanan Pakistan’da nüfusun % 70’i, Cezayir’de % 80’i, Nijerya’da % 90’ı okuryazar değildir ve bu bir gerçek iken, X. ve XI. Yüzyıllarda İspanya’daki Müslümanlar arasında okuryazar olmayan olmadığı da, onun altını çizerek işaret ettiği bir gerçektir. Bütün Müslümanların kalbine girmek için, Deklarasyonda kıyaslamalı analiz uygular. Müslüman halkların sömürülerek soyulduğunu gösterirken, 1966’da Birleşik Amerika’da kişi başı milli gelir 3 bin US Dolar iken, Türkiye’de 240, Pakistan 90, Afganistan 85, Endonezya 70 US Dolar derken, milli gelirin yalnız % 10’unun endüstriden elde edildiğine işaret eder. Geliştirdiği fikirle, Müslüman topluluğun kendi anti-poduna, kendi zıddiyetine dönüştüğünü örneklerle açıklar. İslam’ın içine “düştüğü zindanı”, “Yusuf” Sûresi’nde “kuyu dibine bırakılışı” anımsatır. İçten içe isyan eder: “Biz Müslümanlar köleleştirilemeyiz, kör cahil bırakılamayız, birbirimizle kavga ederek var olamayız” diye haykırır. “Kötü kader, ancak İslam’dan dönenlerin yazgısı olabilir” der. Kanıtı “Uhud” ve “Sina Yarımadası” savaşlarıdır. Dönekliği, ihaneti lanetler. Tarihte, sosyal ve kültürel yükselişin, hiç istisnasız her yerde İslam’ın kabulü ve yerleşmesiyle başladığına işaret eder. Yalnız 2 kuşakta Atlantik’ten Çin Seti’ne kadar yayıldığını anlatır. Durgunluk ve Gerileme dönemlerinde Kuran’ın boşluğunun doldurulamadığını hatırlatır. Deklarasyon’da müellifinin üzerinde durduğu şu soru çok ilginç. Aliya İzzetbegoviç, Müslümanların karanlık kuyuya düşmesinin sebebini “Kuran’ın boş bir ses” haline getirilmesinde, ezbercilikte, boş boş tekrarda, yanlış yorumların ve bunların sonsuza dek yinelenmesinin “hayatta uygulama yollarını tıkamasında” görür. Bu felaketin, Kuran Hikmeti’nin hiçbir defa, hiçbir yerde doğru dürüst uygulanmadan, tekrar etmede görür. “Çıplak sesin” anlaşılan bir öz ve anlam taşımadığına vurgu yapar. O, Müslüman halkların geri kalmışlığının, güçsüzlük ve çaresizliğinin Kuran’a bağlı olan birinci ve en önemli nedenini şöyle açıklıyor: “Müslüman dünyada, sözler ve emeller kesişmiyor; ahlaksızlık, sefalet, düşkünlük, pislik almış yürümüş; yalan ve korku ayyuka çıkmış, büyük ama içi boş camiler; ülküsüz ve cesaretsiz büyük beyaz çalmalar; ikiyüzlü Slam’î söylev ve secdeye duruş; imansız ibadet; - şu sıralananlar, Kuran’ın içine düştüğü büyük çelişkinin yalnız dışsal ve şekilsel görünüşüdür. Kuran ilkelerinin gerçek uygulanıştan çok uzak tutuluşundan kaynaklanmıştır. Genel geçerli ikinci sebep olarak gösterdiği ise, en geniş anlamda eğitim ve öğretim sisteminde gizlidir. Müslümanlar asırlarca cahil bırakılmıştır. Müslüman eşittir kör cahil. Müslüman eşittir çarpık eğitim almış kişi, deyimleri ka-


76

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

muoyuna yerleşmiştir. Yabancı parasıyla açılan okullarda, itaatkârlık, boyun eğme, yabancıların malına, mülküne, parasına, ahlakına, görünümüne, yaşam tarzına hayran olma, yabancılara bağımlı aydın kişiler eğitme, birkaç yıl sonra onların yerine alacak ve aynı misyonu sürdürecek kişiler yetiştirme gibi vasıflarla eğitime isyan etmiştir. Müslüman toplumda okumaya, bilgilenmeye, öğrenmeye, öğretmeye ilgi söndürülmüş ve öldürülmüştür. 1. Müslüman kitlelerin hareketsizliği, ilgisizliği, âtiliği - Müslüman halkları geri kalmışlığının ana nedenleri arasında işlenmiştir. İzzetbegoviç burada yalnız yenilikçilere değinir. Milli devrim yapanların Müslüman bir Ülkede layık devlet kurup din eğitimini kısıtlamasını kınar. Ülkesini İslam ve Arap dünyasından uzaklaştıran, din eğitimini sınırlayan, emek verimliliği ve üretim düşmesin diye, Ramazanda oruç tutmalarını yasaklayan, evde eşiyle Fransızca konuşan, sözde ilerici geçinen, fakat halkı tarafından sevilmeyen Tunus lideri Burgiba örneği üzerinde durur. Bu durumların ilgisizliği, hareketsizliği, atıllığı beslediğini yazar. Müslüman kitlelerin arı duygularını yönlendirecek fikirler beklediğini, fakat beklenenin yabancı bir düşünce değil, İslam’dan kaynaklanan bir fikir olması gerektiğine vurgu yapar. Böylece, uyanış ve hareketlenmenin içsel dinamitlerini İslam’ın kendi içinde arayıp bulmalıyız, der. 2. Bölüm İslâm Düzeni Bu bölümde 2 ana konu ele alınmıştır. Birincisi İnanç ve Yasa (kanun) ilişkisi. İkincisi ise: İslam sadece bir din değildir. Önce: İslam ve Yasa Begoviç, İslam düzeni tanımında, inanç ve yasa, eğitim ve güç, ülkü ve çıkar, manevi topluluk ve devlet, gönüllülük ve zorlamanın birliği” konularına ışık tutar. İslam düzeni olabilmesi için İslam toplum ve İslam iktidarı olmalıdır. . İslam toplumu – İnsan düzeninin içeriği, İslam iktidarı da şeklidir. Bir çatı olan, İslam iktidarı kurulmadan, İslam toplumu tamamlanmış sayılmaz. İslam iktidarı olmayan İslam toplumu ya bir ütopi y da bir zorbalıktır. Bu bölümdeki temel fikirler bunlardır. Müslüman tek başına olamaz.


Makale ve Analizler - 2018

77

Müslüman olmak isteyen, ortam, toplum ve düzen kurmalıdır. Tarih, siyasi içerikli olmayan, İslam hareketi tanımaz. İslam bir inanç olduğu kadar, bir felsefe, ahlak, üslup ve ruh halidir. Bir entegral yaşam biçimidir. Müslüman’ım deyip, İslam dışı yaşamak, çalışmak ve eğlenmek kabul edilemez. İslam düzeni, Müslüman ortamıyla uyumludur. Müslüman toplumu, Müslümanların İslam’a göre yaşadığı toplumdur. Bir Avrupalı, toplumun yasalarla düzenlendiğine inanır. Kuran’da “yasadan” fazla “inançtan” söz edilir. Davet inanca göre yaşamaktır. Yasaların çok olduğu toplum karışır, adaletsizlik, anarşi başlar. Çıkış insanların eğitilmesindedir. İslam düzenini bozan, içki, kumar ve büyücülük yasaktır. İzzetbegoviç, toplumun iyiye dönüştürülmesinin ancak eğitimle olacağınainanır. İslam ve dünya ilişkisi: İslam çıkışı İnsan’da arar. İnsan olmazsa Din olamaz. İslam, kâmil İnsan ve tümel kapsamlı hayat bilimi olduğu için Hz. Muhammed (sav) ve Kur’an aracılıyla gerçek İnsan’a, gerçek dünya’ya hitap eder. Bir ülkü ve insan varlığının ancak ebedi kısmına dönük olan İsa Peygamber öğretisinden farkı da budur. İslam esas ve temel olandadır. Bu hitapta, yasa inançtan bir parça olur, iktidar ise eğitimle bütünleşir. O, İslam düzenini böyle görür. İkinci alt bölüm: İslam, yalnızca bir din değildir. İslam, tüm diğer dinlerden, hayatla ilgili tüm diğer doktrin ve felsefelerden farklı olarak, inanç bilimi evriminde gerçek bir dönüşüm olarak, yalnız bir din değildir. Söz konusu olan, İslam’ın baştan sona orijinal felsefesinde yansıyan, yeni bir bakış açısı ve özel bir yaklaşımdır. Kur’an, 28. Sûre 77. ayetinde: “Allah’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana iyilik yaptığı gibi sen de iyilik yap ve yeryüzünde bozgunculuk isteme. Çünkü Allah bozguncuları sevmez.” Bu gerçeği günlük hayata göre algıladığımızda, hayatı iman ve dua etmekle birlikte, iş ve bilimle de düzenlenmeli, cami ve fabrika yan yana olmalı, insanları sadece eğitmekle yetinilmemeli, bu dünyada daha iyi ve daha kolay yaşa-


78

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

malarına da katkıda bulunulmalıdır. Bu iki hedef birbirine düşürülmemelidir. İzzetbegoviç: İslam’ın özünü böyle görmüştür. Bu parlak özde, Allah’a imanla birlikte, Kuran vahilerinden başat olanı ve bütün İslam’ın yansımasını görebiliyoruz. Ötesi teferruattır. İnanç ve siyaset bütünlüğünde bir alaşım olan İslâm Düzeni, ilkesel ve pratik önem taşıyan başka özellik ve sonuçlar da içerir. Birinci sonuç şudur: İslam sistemi ve İslam dışı sistemler birbiriyle bağdaşmaz. İkinci sonuç: İslam inancı ile İslam dışı toplum ve siyaset kurumları arasında barış ve yan yana, iç içe yaşama olamaz. Üçüncüsü, kendi dünyasını kendisi düzenleme hakkından hareketle İslam, kendi topraklarında herhangi bir yabancı ideolojinin kök salmasına ve hüküm sürmesine asla izin ve yol veremez. Dolayısıyla layıklığa “hayır” derken, din görüş ve uygulamasına destek sağlar. Bu konuda, İzzetbegoviç, Deklarasyon’da aynen şöyle der: “Her yeni zaman kesiminde her yeni kuşağın önünde duran büyük ödev İslam buyurularını yeni biçim ve yeni araçlarla uygulamaktır. İnsanlar arasındaki ilişkileri belirleyen, değişmez İslam ilkeleri vardır, fakat değişmez bir ekonomik, toplumsal ve politik sistem (düzen) yoktur.” İzzetbegoviç, siyasi ve ideolojik görüşlerinin esasını oluşturan ve benim anlatmaya çalıştığım İslam’ın özüne götüren ilk adım bir entegral yaklaşımla başlar. Burada, entegral yaklaşımı, zeki, çok kuvvetli, tümel, kâmil, entegral özlü bir ilk adım olarak görüyoruz. İslam Düzeniyle ilgili şu 3 sonuca da işret ediyor: 1- İslam Düzeni, kendisinden üstün olan, bir başkası sosyal düzen olmayan, bir toplumsal düzendir. Bu fikrin açılımı şudur: Dünyayı daha iyi yapmaya gelen bir şey, İslam’a ait değilmiş gibi, akıl yoluyla reddedilemez. 2- Doğaya açık olmak, bilime açık olmak anlamındadır. Her şeyin İslam’a ait olması için şu iki koşula uyulması gerekir. Azami kâmil ve azami insancıl olmak. dolayısıyla inanç ve bilim arasındaki uyumluluğun en yüksek biçimi aranmamalıdır. Bu zorunlu değildir. 3- İnanç ve bilim, ahlak ve siyaset, bireysel olan ile kolektif olan, maddi olan ile manevi olan arasındaki bağımlılığa işaretle derin parçalanmış günümüz dünyasında, arabulucu misyonunun yine İslam’a, arabulucu rolünün de İslam dünyasına düştüğüne vurgu yapılır. “Sihirsiz din ve layık olmayan bilim” ortamında İslam’ın bütün insanları celbede bileceğine inanç ifade edilmiştir.


Makale ve Analizler - 2018

79

İslam Düzeni konusunda bu kadar! İzzetbegoviç “ümmet” dönemi sona ererken isyan ve savaşların gölgesinde, Bosna’da milliyetçilikler çağında hayatın değişmesini yakından gözlerken, Nobelli yazar İvo Andriç’in “Drina Köprüsü” romanında Ustaşlı Katoliklerin ve Sırp Hıristiyanların baskısıyla bozulan çok asırlık düzenden Doğu’ya akmaya başlayan Müslümanlığa bakışını, bu akışı nasıl durdurabilirim gözüyle bakarken, şekilsiz ve duyarsız Bosna Müslüman kitlesinden, Boşnak Milleti ve gönülden inandığı ve son tutunacak dalı olan İslam’da yeni bir dünya görüşü, ideoloji ve siyaset mayalayıp, halkını donatmış ve zafere götürmüştür. Aliya İzzetbegoviç, küçük Boşnak halkının yetiştirdiği büyük bir deha, düşünür, önder, bilge Kral’dır. Deklarasyonda 25 siyasi ilke daha yer alıyor, fakat zaman kıtlığından bu sunumda onlara değinmek istemiyorum. Onun davasını daha yakından tanımak isteyenler, TRT’de 3 bölümlük İzzetbegoviç dizisini izleyebilir. Onun hayatı tiyatro sahnelerinde de oynanıyor. Eserleri yeni baskılar yapıyor, tercüme ediliyor. İslam Deklerasyon’u 2013’te Bulgarca da çıktı. Camilerde onun için dualar ediliyor, mevlitler yapılıyor. Kabri, Bunsa savaşında şehit düşen asker mezarları arasındadır. Mezar taşı havzasında ay yıldız var. Teşekkür edelim.

3 Mart’ta Bulgaristan Türkleri Dedelerini Bulgarlarla Beraber Anıyor...

Rafet Ulutürk-03.Mart.2018

Bulgaristan Konsolosluğun 3 Mart 1878’de Rusya ve Osmanlı İmparatorlukları arasında San Stefano Anlaşması imzalandı. 3 ay sonra, 1878 Berlin Konferansı tarafından geçersiz ilan edilen bu anlaşmanın imzalandığı tarih 21. yüzyılda Bulgaristan’ın Mili Bayramı olarak kutlandığından konsolosluk’ta resepsiyon düzenlendi. Evet Bulgaristan Türkleri bu faciyayı mağlesef Türkiye’de bulunan STK ve önde gelen Aydınlarla ve Bulgarlarla birlikte anıyorlar. Ne diyelim Dedelerinin ağlayarak dövülerek zorla kovuldukları o topraklardan gelenlerin torunları ellerinde şampanyalarla Bulgarlarla birlikte kutluyorlar...


80

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ne acı değil mi? Evet Türklerde 200 yıldır bu alışkanlık olmuş Atalarına sövm... hor görmek veya unutmak gibi... Ne diyelim Söz sizin Halkın - Halk ne isterse o olacaktır muhakkak. Türk Halkı Bunu Görsün ve içlerine sindirebiliyorlarsa daha da büyük kalabalıklarla kutlamaya devam etsinler. Kendisine Türk diyen bu kişilerde, bu alışkanlık olmuş atalara sövmek hor görmek veya unutmak ne diyelim söz sizin halk ne isterse o olacaktır muhakkak. Kendini Müslüman Türk lanse edip dedelerinin katledildiği günün bayram olarak kutlanıldığı bir mekânda Bulgaristan Türkleri adına bulunan o kişiler Türk Milletinin yüz karasıdırlar. Ölü Doğan Hayal bundan 140 yıl önce, 3 Mart 1878 tarihinde Rusya ve Osmanlı İmparatorlukları arasında San Stefano Anlaşması imzalandı. 3 ay sonra, 1878 Berlin Konferansı tarafından geçersiz ilan edilen bu anlaşmanın imzalandığı tarih 21. yüzyılda Bulgaristan’ın Mili Bayramı olarak kutlanıyor. 140. yıl, yuvarlak bir yıldönümü ilan edildi. Bu nedenle törenlere Rusya Federasyonu Başkanı Vladimir Putin de davet edilmişti, fakat gelmedi. Gelseydi, Tuna nehrinin Sviştov sahiline dikilmesi düşünülen Çar II. Aleksandır’ın 3 metre yüksek bir bronz anıtının şeridini kesecekti. Sviştov ilk Rus askerinin Osmanlı toprağına ayak bastığı kıyı şehridir. Osmanlı için bir savunma savaşı olan, dilimizde “93 Harbi”, yerli Türklerin dilinde ise “Plevne Muharebesi” ya da “Osman Paşa Meydan Savaşı” olarak yaşayan feci olaylardan sonra Ruslar bugünkü Bulgaristan’a birisi Sofya’da, ikincisi Plevne kentinde ve üçüncüsü de Kazanlık Belediyesine bağlı “Şipka” köyünde olmak üzere, kubbeleri altın kaplamalı 3 kilise, dikmiştir. Osman Paşa ile Rus General Gurko’nun yüzleştiği Koca Balkan’ın “Şipka” tepesinde bir dört köşe anıt ile Plevne kentinde de bir “Panoram” inşa edilmiştir. İrili ufaklı bütün Bulgar köy ve kentlerinde, sokak kenarı, meydan ve parklarında çizmeli, kaputlu, tüfeği süngülü Rus askerleri 140 yıldan beri hücum halindedir. Osman Paşa askerlerine anıtlar dikilmesine müsaade verilmediği gibi, yapılan çeşmeler de birer ikişer yıkılmıştır. Bu arada 1908’de Bulgar Çarı olan Sakskoburrgotski, Plevne şehitliğindeki Osman Paşa şehit askerlerinin toplu mezarlarından kemikleri de çıkartarak, İngiltere’ye götürmüş ve kemik değirmenlerinde öğütüldükten sonra, külleri ormanlara saçtırmıştır. Türk askerinin bu saldırı savaşında gösterdiği emsalsiz kahramanlık ancak yerli Türklerin halk yaratıcılığında ve özellikle Osman Paşa türkülerinde yaşamaya devam ediyor. Bu savaşta, son hedefinde sıcak denizlere çıkma planı olan saldırgan Rus ordularının saflarında, Rus Çarı’nın toprak köleliği zincirlerinden kurtulma


Makale ve Analizler - 2018

81

ya da devlete olan borçlarının silineceği umuduyla gönüllü yazılan 12 millet ve milliyetten askerler olsa da, kahraman ve şehitler hep Rus’tur. Kitaplarda, Bulgaristan’ı Osmanlı’dan koparan ise, Rus Çarı’dır. II. Aleksandır, Rusya’dan sonra, Bulgaristan’da da “kurtarıcı” olarak bilir. Okullarda ve tarih kitaplarında, o Rusya’da toprak köleliğini kaldıran “reform” yaptığı için “kurtarıcı” lakabını hak etmiştir diye anlatılmaz, olay 3 Mart 1878 olayına bağlanır. Hiçbir Bulgar’ın davet edilmediği, “Bulgar halkının” temsil edilmediği, 3 Mart 1878 Barış Görüşmelerinde “Bulgar” ve “Bulgaristan” sözlerinin asla geçmediği San Stefano masasında Bulgar devleti, bağımsızlığı ve özgürlüğü doğmamıştır.

O tarihten sonra Bulgar diline “Rusofil” ve “Rusofob” diye 2 yeni değer girmiştir. 140. yıldönümü vesilesiyle Bulgaristan Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Rumen Radev, yaklaşık bir buçuk asırda içeriği çok değişen bu 2 değer yargısına değinerek, günümüzde “Avrofil” olma ile “Rusofob” olmanın eşdeğer olmadığına işaret etti. İlk kez olmak üzere, Cumhurbaşkanı Radev, kutlamalarla ilgili olarak verdiği demeçte, San Stefano Antlaşmasının imzalanmasıyla, Bulgaristan’ın “Bulgar uyanışı havarilerinin hayal ettiği sınırlarda” yeniden hayat hakkı kazandığını vurguladı. 1878 Berlin Sözleşmesi ve “20. yüzyılın” Balkanlarda sınırları defalarca değiştirdiğini ve günümüzde Bulgar bilincine sahip büyük sayıda Bulgaristan vatandaşının ülke dışında yaşadığına işaret etti.


82

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Yurt dışındaki Bulgaristan vatandaşlarının toptan sayısı 3 milyondan fazladır. Parçalamadığı aile kalmayan dış göç durdurulamazken öncelikli nedenleri arasında Avrupa Birliği’nde en yoksul, kişi başına geliri en düşük, emekli maaşları yetersiz, eğitim ve sağlık sistemi çöktü çökecek - başta geliyor. Bunun dışında Bulgar ulusu ciddi bir demografı sorunu yaşıyor ki, 2050’de kendi ülkesinde azınlık durumuna düşmesi gündem olmuştur. 1989 Mayıs Ayaklanmasından sonra başlayan “Büyük Göç”le gelen 350 bin Bulgaristanlı soydaşımızın toplam sayısı artık bir milyon 200 bin oldu. Bugünkü iktidar 3 Mart’ı Bulgar pasaportluların belleğine silinmeyecek bir şekilde kazımak istiyor. Bu sene de, Ankara, İstanbul, Edirne ve Bursa’daki Bulgar diplomatik temsilciliklerinde törenler düzenlendi, resmi kabul verildi. Soydaş derneklerinden, şirketlerinden temsilciler ile kültür, sanat, edebiyat ve turizm dallarında sivrilen soydaşlarımızdan olan katılımcılara, ataları “Şipka” ve “Plevne” çarpışmalarında, Sofya, Şumnu, Eski Zara, Filibe, Edirne savunmasında şehit düşen, sürgünde veya göç kervanlarında can feda eden, kendileri de dede ocağı, vatan bildikleri topraklardan sökülüp kovulan soydaşlarımıza, İstilacı Rus askerlerinin “kurtarıcı” olduğunu anlatmak zor olmalı. Başkan Radev, Rus ve Bulgar halkları arasındaki ilişkilerin en güçlü halkasının manevi olduğuna işaret ederken, geçen sene Rusya Başkanı Putin’in “biz Kiril Alfabesini” Makedon topraklardan aldık demesine karşın, 2018’de yeniden “Bulgaristan tüm Slav halklarına yazı verdi” vurgulamasında bulunmasından sonra törenlere Rusya devleti adına Baş Papaz Kiril geldi. Sofya Hava Limanında Cumhurbaşkanı Yardımcısı sosyalist Bayan Elena Yotova tarafından karşıladı. “Şipka” tepesinde yapılacak olan milli kutlamalara 2 hafta öncesinden 100


Makale ve Analizler - 2018

83

bin “Rusofil”in karşılanacağı bildirilmiş olsa da, yolların kalın kar tabakasından temizlenememesi ve sert kış koşulları hevesli katılımcılara engel olmuştur. Buna rağmen, törenlerde geleneksel ritüel tamı tamına uygulanmış ve kar tipilerine dikilen çalmalı hoca ve müftü, paşa ve Osmanlı erlerin fesli kelleleri boyunlarına inen kılıç darbeleriyle kaydırılmış ve dondurucu soğuğun el verdiği kadar “Ura” sedaları yankılanmıştır. Bu sene Bulgar hükümeti belediyelere ve okullara 3 Mart kutlamaları programı göndermişti. İşte STK yöneticileri Bulgarlarla birlikte dedelerini... Belediyelerde “kurtarıcı” Rus askerlerini övme ve minnettarlık toplantıları düzenlenecek, Türk öğrenciler Bulgar dilinde Rus Çarını ve Rus erlerini “öven” şiirler söyleyecek, “Şipka” ve “Plevne Savaşı” filmleri gösterilecek 1.103 okul tatil edildi. Köyler arasında belediye otobüsleri sefer yapamadığından hatta trenlerin bile durduğundan ötürü, hayat da durdu. Elektriğin hala kesilmemiş olduğu yerlerde 3 Mart kutlamaları TV ekranlarına kilitlendi. Ağır kış şartları hayallerin hamallarını şaşırttı. Ülkede 4 gün resmi 3 Mart tatili ilan edildi. Rafet Ulutürk BULTÜRK Derneği - Genel Başkanı

Temelsiz Kurgular

İbrahim Soytürk-03.Mart.2018

Konu: 3 Mart 1878 bir bağımsızlığıyla bir gün değildir. Rus Çarı II. Aleksandır’ın 1877 - 1878 Osmanlı İmparatorluğu’na karşı saldırı savaşını ilan eden ve başlatan Manifestosu’nda “Bulgar halkı” ve “Bulgar halkını kurtarmak” gibi deyimler yoktur. O zamanki adı Agiya Stefanos olan, bugünkü Yeşilköy - İstanbul’da imzalanan Barış Antlaşması’nda Bulgaristan Ruslar tarafından süresiz stila edilmiştir. Anlaşma, Rusya İmparatorluğu adına Graf Nikolay İgnatirev ile Al. Nelüdov, Osmanlı devleti adına da Safet Paşa ile Sadullah Bey tarafından imzalanmıştır. Osmanlı’nın Tuna Beylerbeyliği, Rusya Çarlığı’nın Tuna Boyu Eyaleti ilan edilmiştir. Bu konuda, İstanbul ile Sank Peterburg arasında yürütülen resmi yazışmalarda, “Rus - Tuna Balkan Eyaleti” adı geçer. Daha sonra “Rus - Tuna


84

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Balkan Eyaleti”, Bulgar Prensliği tarafından Rusya İmparatorluğundan 32,5 ton altınla satın alınmıştır. Ödenen paranın bugünkü değeri 40 milyar US Dolardır. Olay bununla da bitmez. 1886’da Bulgar Prensliği ile Doğu Rumeli’nin birleşmesinden sonra Bulgaristan Rus İmparatorluğuna ek olarak 18 milyar US Dolar ödemiştir. Üstelik 1908’de Bulgaristan bağımsızlığını ilan ederken de Rusya’ya büyük savaş tazminatı ödediği gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nun Rusya İmparatorluğunun 1877 - 1878 Savaşından doğan bütün borçlarını da ödemeyi kabul etmiştir. Bu savaş tazminatlarının toplamı, günümüz kuru üzerinde 60 milyar US Dolar eder. 3 Mart Bulgaristan’da bir resmi bayram olarak 1880’de Rusya Çarı II. Aleksandır’a övgü günü olarak kutlanmıştır. 1882’de Bulgar Prensliğinde bayram ve tatil günleri takvimi basılmış ve bu tarih “Sa Stafano Anlaşmasının imzalandığı gün” olarak kayda geçmiştir. 31 Aralık 1887’de basılan Bulgaristan’da tatil günleri cetvelinde 3 Mart için “Bulgaristan’ın Kurtuluş Günü” yazılmıştır. 1911’de Bulgaristan resmi bayramları ve tatil günleri takvimi çıkmış ve 1951’e kadar yürürlükte kalan bu yasada “Bulgaristan’ın Kurtuluş Günü” tanımı değiştirilmemiştir. 1949 yılına kadar resmi bayram ve tatil olan 3 Mart, 1950’de bu özelliğini yitirmiştir. 3 Mart 1878’in 100. yılı 1978’de resmi bayram olarak kutlanmış, 1987’de resmi bayram olurken, 27 Şubat 1990’da Milli Bayram ilan edilmiştir. Bugün artık 3 Mart 1878’de Bulgar probleminin doğduğuna ve henüz hiçbir çözüm bulamadığına herkes inanıyor. Çünkü, basında vurgulandığına göre, “bir halkı kölelerin kurtarması çok büyük bir trajedidir.” Bir halk özgürlüğünü kendi elleriyle elde etmediyse, kurtulmuş sayılmaz. Bugün büyük Rus yazarı Nikolay Gogol’u, onun “Canlı Ölüler” romanını, kişilik sahibi olmayan, kimlikleri olmayan, teskereleri bile olmayan, efendilerinin özel mülkü olan toprak kölelerinı anımsadım ve öz kimliği olmayan bu insanların başka birini “kurtarması” mümkün olabilir mi diye düşündüm. Arı kanlı toprak kölelerinin, kendilerini, kimliklerini toprak kölelğinden kurtrabilmek için, onlardan çok daha iyi yaşayan, kimlik sahibi olan, kendi evlerinde yaşayan, kendi toprağını işleyen Bulgarları “kurtarması” nasıl mümkün olur ve hangi hukuka sığar diye düşündükçe, bir yalanın ömrü 140 yıl olabilir mi diye düşünürken başım ağarıyor. Bugün Sofya’nın merkezindeki Rus kilisesi ve II. Aleksandır’ın at üzerindeki anıtı bu büyük yalanı sembolize ediyor ve yaşatıyor. “Şipka” törenleri ise, her yıl 3 Mart günü, ne zaman uyanacağız sorusunu gündeme getiriyor. 1884 tarihli no 11 44 sayılı “Devlet Gazetesinde” (Resmi Gazete) yayınlanan hükümet Kararında, 32,5 ton altın ve paranın Rusya İmparatorluğuna


Makale ve Analizler - 2018

85

“Bulgaristan’ı kurtardığı için değil, Bulgaristan topraklarının Rusya Çarlığından satın alınması için ödendiği” yazılıdır. O zaman Bulgaristan Rusya İmparatorluğu tarafından işgal edilmiştir. Bu işgal süresinin Yeşilköy Antlaşması’ndan bir kesin tarih olarak belirtilmemiş olması ise, Berlin Konferansı’nın çağrılmasına vesile olmuştur. Berlin Konferansı 13 Temmuz 1878’de Berlin’de toplanmıştır. Öyle ki, şu gerçek de, asla unutulmamalıdır. 3 Mart Rus Çarı II. Aleksandır’ın doğum günüdür. Demek oluyor ki, Bulgaristan halkı 3 Mart günü Millî Kurtuluşunu değil, Rus Çarı’nın doğum gününü kutluyor. Şu da unutulmamalıdır, Bulgaristan bir devlet olarak, 13 Temmuz 1878’de Berlin Konferansında doğmuş ve “doğum kâğıdı” bu konferans kararlarıyla verilmiştir. San Stefano Anlaşmasında “Bulgar” kavramı yok, fakat Ortodoks Slavlar değimi geçmektedir. Bu değim 16. yüzyıldan sonra Rusya Avusturya - Macar menfaatlerine hizmet eden bazı Hırvat yazarlar tarafından uydurulmuştur. Çünkü böyle bir halk yoktur. Rus ve Bulgar halkları arasında “kardeşlik” diye bir şey ise asla olmamıştır. 1878’den sonra önce Rusya’nın ardından da Sovyet rejiminin “biz sizi Osmanlı esaretinden kurtardık” bahanesiyle emdiği altın, gümüş ve paranın ise hakkı hesabı yoktur. Bu arada, 1877 - 78 Rus Osmanlı Savaşı’nda (93 Harbi) savaş meydanında kalan Rus askerlerinden çoğu Rus değil, Ukraynalı, Romen ve Fin’dir. Savaştan sonra 140 yıl geçmesine rağmen bunların tam rakamı çıkarılmamıştır. Örneğin Romanya 25 bin askeri olan 2 kol ordu vermiş ve bunlardan toplan 5 bin 500 asker ve subay ölmüş, 7 bin 500 kişi de yaralanmıştır. Başka bir örnek. “Şipka” tepesine çıkan Rus askerleri değil, Ukraynalı askerlerdir. Bugün Bulgaristan kamuoyunda 1878 - 1989 yılları arasında Rusya bizden kaç para aldı ve götürdü hesapları yapılırken, 1990’dan sonra Batı’ya kaptırdığımız paraların daha fazla olduğuna işaret edenler belirdi. Bulgaristan Rus çizmesi altındayken nüfusun 9 milyon olduğundan dem vurarak övünenler, o zaman ülkenin dört tarafı kapalı bir toplama kampını andırdığını hatırlamak istemiyorlar. Bu kampı terk etmek isteyenlerden binlerce gencin sınırda kurşunlanarak öldürüldüğünü hatırlatan bir anıt yoktur. Bazı yazarlar, 1944 - 1989 yılları arasında sınır açık olsaydı Bulgaristan’da 2 milyon insan kalmazdı diye yazdı. Bugün ülkede 4 milyon nüfus kalmadığı biliniyor. Olaya tarihçi gözüyle bakıldığında “93 Harbinden” önce, 8 Temmuz 1876’da Rusya ve Avusturya - Macaristan arasında, Reichstad’da imzalanan bir gizli antlaşma olduğu dikkati çeker. Bu antlaşmanın birkaç ay önce açıklanan Rusça metninden anlaşıldığına göre, yeni bir savaşta Rusya Osmanlı üzerinde bir zafer kazanırsa, Balkanlarda büyük bir Slav devleti kurulmasına izin verilmeyeceğine işaret edilmiştir. 15 Ocak 1877 tarihli Rusya - Avusturya - Macaristan Budapeşte söz-


86

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

leşmesi ise, bir stratejik anlaşma olmakla birlikte, (1877 - 1878) Rusya Osmanlı savaş hazırlıklarını tamamlarken, bu savaştan sonra Balkanlarda Büyük Bir Slav Devleti Kurulmasına imkan tanınmayacağını tekrarlamıştır. Bu arada 3 Mart 1878 San Stefano Antlaşması’nda değişiklikler yapılmasına ilişkin 30 Mayıs 1878 tarihli (Rusya ve Büyük Britanya arasında imzalanan) Londra Sözleşmesi’nde ise, Rus diplomatlar bugünkü Bulgaristan Topraklarının Rusçuktan Edirne’ye dikey bölünmesini ve Karadeniz kıyısının kendilerine bırakılmasını istemiştir. İngilizler, bu öneriyi kabul etmemiştir. Bu görüşmede Bulgaristan’ın ancak günümüz Sofya eyaleti sınırları içinde kalması müzakere edilmiştir. 140 yıl gerilere baktığımızda Rusya İmparatoru’nun İstanbul’u, Boğazları ele geçirip sıcak denizlere çıkmak istediği gün gibi ortadadır. O yılların İngiliz Başbakanı Lord Dezraeli ile Kraliçe Viktorya bu savaşta Büyük Britanya menfaatlerinin çiğnendiğini görmüştür. Öte yandan Rusya, Bulgar devletinin dirilmesine, Bulgaristan kurulmasına, Prensliğin Doğu Rumeli ile birleşmesine ve Bulgaristan devlet bağımlılık ilan edilmesine her zaman karşı çıkmıştır. 3 Mart 1878’de sonra “Özgür Bulgaristan” değil, Ruslar tarafından işgal edilmiş bir Bulgaristan’dan söz etmek daha isabetli olur. 1878’den sonra Bulgaristan’da kalan Rus askerleri ile Petersburg Genel Kurmaylığı arasındaki yazışmalarda, “Bulgaristan”, “Bulgar Devleti” veya “Bulgar halkı” sözleri kullanılmamış, her yerde “Güney Bölgeler” denmiştir. Rusya - Avusturya - Macaristan ile savaştan önce imzaladığı anlaşmaya bağlı kalarak, Büyük Bulgaristan bir yana Bulgaristan’dan bile söz etmemiştir. O yılların sözleşmeleri arasında, 1909’da imzalanan Bulgar - Rus, Rus Türk ve Bulgar Türk protokolleri çok önemlidir. Bu protokoller gereğince Rusya 1877 - 1878 Plevne Savaşı’ndan sonra (93 Harbi) talep ettiği savaş tazminatlarından vazgeçer. Buna karşılık Osmanlı devleti de Bulgar Prensliği’nden ve Doğu Rumeli’den topladığı vergilerden vazgeçer. Bulgaristan ise Rusya’ya 75 yıl içinde 82 milyon Frank ödemeyi kabul eder. Aynı ay Rusya Bulgaristan’ın bağımsızlığını tanır. 1917 Ekim Devrimi’nden sonra bu tazminatlar için ısrar etmemiştir. Şu gerçeğe de işaret etmek gerekir. Rus çarı’nın Bulgaristan’ın 82 milyon Frank tutarındaki borcunun muntazam ödenmesinde dayatmada bulunmamasının başat nedeni, o yıllarda Petersburg’ta hazırlanan “Balkan Paktı Kurulması” planının Bulgaristan eliyle gerçekleştirilmesinde ısrar edilmesidir. Birinci ve İkinci Balkan Savaşları böyle hazırlanmıştır. Üstelik 3 Şubat 1818’de Rusya Devrim Hükümeti bir bildiri yayınlayarak Rusya Çarlarının alacaklarından feragat ettiğini duyurmuştur.


Makale ve Analizler - 2018

87

Teşekkür ederiz.

4 Mart Rodop Direnişi...

BG-SAM-04.Mart.2018

Balkanlarda,Batı Trakya ve Rodoplar’da Pomak direniş hareketlerinin başlangıcı 3 Mart 1878 tarihinde Ayastefenos Anlaşması’nın imzalanmasını müteakip 14 Nisan 1878 tarihinde kurulan “Çirmen Milli Mukavemet Teşkilatı” olmuştur. Daha sonra “Rodop Timraş Pomak Direniş Hükümeti ve Batı Trakya Devlet-i Muvakkatesi” adını alacak olan bu teşkilatın kurucuları: • Timirski Ahmet Aga • Hidayet paşa(Kendisi 1854 Kırım savaşı ile gelen ve Rodoplara yerleşen bir İrlandalıdır) • Hacı İsmail Efendi (kendisi 14 Mart 1886’ya kadar Rodop ve çevresindeki komitacılık faaliyetlerinin yöneticisidir) • Kara Yusuf Çavuş Yönetimde görev alanlar: • Çirmenli Ahmet Efendi • Hasköylü Halil Efendi • Dimetokalı Şakir Efendi • Hacı Halil Efendi • Kırcaali’li AbdullahEfendi • Hacı Mümin Efendi • Hacı Ragıp Efendi • Ali Ağa Yönetim meclisi: 4 kişi Temsilciler meclisi: 30 kişi Nüfus: 4milyon Gönüllü piyade: 135 bin Gönüllü süvari: 86 bin


88

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Mahalli zabıta kuvveti: 15 bin Kontrol ettiği şehir, kasaba ve köyler: Aydos, Emineburnu, Karınabat,İslimye, Kozan, Kızanlık, Şıpka, İhtiman, Tatarpazarcığı, Lofça, Servi, Plevne,Tırnova Geçmişte Sultanyeri kazası içinde yer alan Karatarla köyü, günümüzde Kırcaali ile Stanimaka, yani Asenovgrad arasında Rodop dağlarının eteğinde bulunmaktadır. Bulgarca adı Çerna Niva olan köyde kurulan Hükümet-i Muvakkate’nin 4 kişiden oluşan bir kurucular heyeti bulunmaktadır. Daha çok Ahmet Aga Timirski ile özdeşleşen bu hükümetin diğer kurucuları Hacı İsmail Efendi, Kara Yusuf Çavuş ile İngiliz asıllı Hidayet Paşa yani Mr. Sinclair’dir. Hükümetin ayrıca 30 kişiden oluşan bir Temsilciler Meclisi bulunmaktadır. Rodop Hükümet-i Muvakkate, Pomak Timras Devleti demokratik anlayışla yönetilen dünyada örneği tek olan bir siyasal oluşumdur. Dünyadaki ilk Demokratik Halk Cumhuriyeti’dir.. O kadar ki, alınan kararlara zaman zaman köy muhtarları da katılmıştır. Çoğunluğunu Pomakların ve Türklerin oluşturduğu yaklaşık 4 milyon insanın yaşadığı bir coğrafyada kurulan Hükümet-i Muvakkate, varlığını sürdürdüğü 8 yıl boyunca egemenliği altındaki bölgeyi önce Ruslara, daha sonra da Bulgarlara karşı başarıyla savunmuştur. Pomaklar ve Türkler 3 Mart 1878’de imzalanan Ayastefanos Antlaşması’nın hükümlerinden rahatsızdırlar. Bunu antlaşmanın imzalanmasının hemen ertesi günü, 4 Mayıs 1878’de yaptıkları protestolarla ortaya koyarlar. Antlaşmayı kabul etmeyeceklerini bildirirler ve ardından ayaklanırlar. Rodop Hükümeti “Ayastefanos Antlaşmasını şiddetle protesto ederiz. Müslümanların idare ettikleri yerlerle, Ruslar ve Bulgarlar tarafında idare olunan yerler arasındaki büyük farkı görmek üzere kimi isterseniz gönderiniz. Meriç’in güney-batı tarafındaki topraklardan, yeni Bulgaristan’a bir karış yer vermemenizi istirham ederiz. Çünkü idaremiz altında bulunan 4 milyon Müslüman, işitilmemiş cinayetlerle ismini kirletmiş olan ve her zaman düşmanımız bulunan bir hükümete boyun eğmektense yok olmayı tercih eder.” 16 Mayıs 1878 Hükümet-i Muvakkate Rodoplarda 4 Mart 1878’de başlayan Müslüman direnişi, şimdi yeni bir hal almıştır. İhtilalcilerin, tüm baskılara rağmen geri adım atmayacakları ortadır. Dahası artık ortada bir hükümet vardır... Rodoplular tarafından kurulan hükümet, yani Hükümet-i Muvakkate... Hükümet-i Muvakkati’nin kuruluşu konusunda iki ayrı tarih öne çıkmaktadır.


Makale ve Analizler - 2018

89

Bazı kaynaklara göre hükümetin kuruluşu, Ayastefanos Anlaşmasına karşı Rodoplarda ilk gösterinin gerçekleştirildiği tarih olan 4 Mart 1878’dir. Diğer bir görüşe öre ise hükümetin kuruluş tarihi, Rodop Hükümeti adına yabancı temsilciliklere protesto amaçlı ilk yazının gönderildiği tarih olan 16 Mayıs 1878’dir. Kurulduğu yer ise Sultanyeri kazasının Karatarla köyüdür. Bulgarca adı Çerna Niva olan köy, günümüzde Kırcaali ile Stanimaka yani Asenovgrad arasında bulunmaktadır. Hükümet-i Muvakkati’nin yönetiminde 4 kişiden oluşan bir kurucular heyeti yer almaktadır. Bunlar ismi daha çok bu hükümetle özdeşleşen Ahmet Aga Timirski ile Hacı İsmail Efendi, Kara Yusuf Çavuş ve İngiliz asıllı Hidayet Paşa yani Mr. Sinclair’dir. Hükümet-i Muvakkate, demokratik anlayışla yönetilen siyasi ve askeri bir yapıdır. 30 kişiden oluşan bir Temsilciler Meclisine sahiptir. Hükümetçe alınan kararlara zaman zaman köy muhtarları da katılır. 4 milyonluk nüfusunun büyük çoğunluğunu Müslümanlar yani Pomaklar ve Türkler oluşturur. Rodoplar’da 4 Mart 1878’de ortaya çıkan Pomak ve Türk direnişinden Rusya rahatsızdır.Çünkü bu bölgede ortaya çıkan direniş, Ege deniziyle olan bağlantının kesilmesi, dolayısıyla sıcak denizlere çıkma hayalinin son bulması ve büyük güçlerin antlaşmayı değiştirmek için aradıkları fırsatı bulmaları demektir. Rus kuvvetleri ve komitacılar ayaklanmayı bastırmak için harekete geçer. Her türlü şiddeti kullanan bu kuvvetler, ayrıca ihtilalcilerden silahlarını dateslim etmelerini isterler. Silahların tesliminin 93 Harbi’nde yaşananörneklerde de olduğu üzere ölüme açık davet demek olduğunu bilen Pomakların yanıtı kesindir: Ya istiklal, ya ölüm... Rus ordusu ve Bulgar komitacılar, bir taraftan Pomak direnişçilerden silahlarını teslim etmelerini isterlerken, diğer taraftan da saldırılarını sürdürmekten geri durmazlar. Özellikle Filibe yani Plovdiv ve Hasköy yaniHaskovo civarında önemli askeri harekatlar gerçekleştirirler. Bu bölgeninantlaşma gereğince kendilerine bırakıldığını ileri sürerek Pomak Direniş ordusundan, silahlarını teslimetmelerini ve direnişten vazgeçmelerini isterler. Fakat Rus güçlerinin ve Bulgar komitacıların beklentileri boşa çıkar. Rus birlikleri tarafından işgal edilme tehlikesi yaşayan Hasköy’deki 21 Pomak, köyünün ahalisi silahlanarak dağlara çekilir. Köylerinin işgal ve yağma edilmesi üzerine de 500 silahlı kişi ,Çakınalı Hüseyin Ağa önderliğinde işgal güçlerine karşı direnişe geçer. Rusya ise huzursuzdur. Bu nedenle de hemenharekete geçer. Fakat bu kez doğrudan devreye girmek yerine dolaylı yolu seçer.İhtilalcilerle doğrudan görüşmek yerine Bab-ı Ali’den yardım ister. SultanAbdülhamit’ten, ihtilalcilerin silahlarını bırakmaları ve teslim olmaları konusunda devreye girmesini ister. Fakat bu, boşuna çabadır.


90

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Çünkü, padişahtarafından gönderilen heyetin Rusların talebiyle oluşturulduğunu bilenihtilalciler, yapılan hiçbir teklifi kabul etmezler. Pomak direniş ordusu ile Rus kuvvetleri arasındaki ilk silahlı çatışma, 14 Nisan 1878’de meydana gelir.Antlaşmanın imzalanmasından 40 gün sonra Çirmen’in üzerindeki Selbüklüm mevkiinde yaşanan bu çatışmada Rus birlikleri püskürtülür. İhtilalciler ile Rusorduları arasındaki en kanlı çarpışmalar Sultanyeri kazasında, günümüzde Kırcaali ve çevresine karşılık gelen bir bölgede yaşanır. Rus ordusu,ihtilalcilere karşı koyabilmek için buradaki kuvvetlerini takviye etme yolunagider. Bunun için de Edirne ve Filibe’den yeni birlikleri ve dağ toplarınıbölgeye gönderir. Takviye güçlerin gönderildiği alan sadece Rodoplar’la sınırlı değildir. Aynışekilde günümüzde Hasköy’ün yani Haskova’nın sınırları içinde yer alanOrtaköy’ün (İvaylovgrad) yakınında yerleşik bulunan Demirler Cemaati’ninsaldırılarına karşı buraya da takviye birlikler gönderilir. Fakat tüm bunlar boşuna çabadır. Evet! Yapılan tüm uğraşlar boşuna çabadan başka bir şey değildir. Çünkü yapılan takviyelere, gerçekleştirilen tüm saldırılara rağmen ihtilal küçülmek bir yanaher geçen gün büyür. O kadar ki, Pomak direnişinin kapsadığı alan, Haziran 1878’in sonlarına doğru, güneyde ve güneydoğuda Gümülcine, Dimetoka ve Mustafa Paşa; kuzeyde Selvi, Lofça, Tırnova, Plevne; kuzeydoğuda Edirne ile Karadeniz arasına; batıda ise Paşmaklıda’dan (Smolyan) Samakov ve Cuma-i Bala’ya(Blagoevgrad) kadar tüm Rodop dağları boyunca yayılır. Kısaca Emine Burnundan Cuma-i Bala’ya kadar heryer ihtilal hareketinin faaliyet alanı içindedir. Bu kadar geniş bir alana yayılan Pomak direniş hareketinin Emine Burnu’ndan Şıpka Geçidi’ne kadar uzanan Doğu Balkanlar’daki kumandanı Yusuf Çavuş’tur. Mestanlı ve Kırcaali’de, kısaca tüm Rodoplar’da; Gabrovo ve Köprülü de dahil olmak üzere Rus ve Bulgar komitacılara karşı savunmayı organize eden kişi Hacı İsmail’dir. Dimetoka’dan Nevrekop’a kadar uzanan saha ise İngiliz asıllı Hidayet Paşa’nın kontrolü altındadır. İhtilal hareketi, mücadelenin en kritik döneminde önemli bir sorun yaşar. Hidayet Paşa ve Kara Yusuf arasında ortaya çıkan bir anlaşmazlık sonucu ikiyeayrılır. Fakat Pomak direniş ordusu , kritik birdönemde ortaya çıkan bu olumsuzluğu çok kısa bir sürede çözerler. Ortak düşmanakarşı güçlerini yeniden birleştirirler. Pomak direniş ordusunun sayısı Ocak ayındaki yenilgiden sonra Süleyman Paşa’nın geriye kalan askerlerinin de katılmasıyla iyice artmıştır. İngiliz belgele-


Makale ve Analizler - 2018

91

rine göre silah altında 135 binden fazla asker vardır. Fakat malzeme eksikliği nedeniyle silah altına alınamayan yine bir o kadar insan bulunmaktadır. Pomak direnişçilerin en büyük sorunu silah ve cephane eksikliğidir. Özellikle güçlü Rus ordusu ve Bulgar komitacılarla kanlı çarpışmaların yaşandığı bir dönemde böyle bir eksiklik çok büyük ve önemli bir sorundur. Yapılması gereken acilen bu açığın kapatılması,ihtiyacın giderilmesidir. Hükümet-i Muvakkate yönetimi sorunun çözümü için Bab-ı Ali’ye başvurur. Sultan Abdülhamit’ten silah ve cephane yardımı talebinde bulunur. Fakat bu istekleri karşılıksız kalır. Pomak direnişinin sürdüğü bir dönemde sorunu görüşmeler yoluyla çözme konusunda da girişimde bulunurlar. Önce Rus orduları komutanı Grandük Nikola’ya başvururlar ve kendisinden zulümlere son verilmesini isterler.Talepler dikkate alınmaz. Dahası geri gönderilen elçiler, Bulgar komitacılar tarafından katledilir. Fakat ihtilalciler sorunu çözme ve konuyu uluslararası kamuoyuna taşıma konusunda kararlıdırlar. Bunun için 16 Mayıs 1878’de harekete geçerler. Hükümet-i Muvakkate imzalı bir bildiriyi 1856 Paris Antlaşması’nın tarafı olan ülkelerin İstanbul’daki temsilciliklerine gönderirler. Pomak direniş Hükümeti , köy meclis üyelerinin de imzalarını taşıyan muhtırada, Rus ordusunun ve Bulgar komitacıların yaptıkları zulmü ortaya koyarlar. bunun için gerekirse kanlarının son damlasına kadar savaşacaklarını üstünü vurgulayarak belirtirler: “Ayastefanos Antlaşması’nı şiddetle protesto ederiz. Pomakların idare ettikleri yerlerle, Ruslar ve Bulgarlar tarafında idare olunan yerler arasındaki büyük farkı görmek üzere kimi isterseniz gönderiniz. Meriç’in güney-batı tarafındaki topraklardan, yeni Bulgaristan’na bir karış yer vermemenizi istirham ederiz. Çünkü idaremiz altındabulunan 4 milyon ahali , işitilmemiş cinayetlerle ismini kirletmiş olan ve her zaman düşmanımız bulunan bir hükümete boyun eğmektense yok olmayı tercih eder. 1886 Antlaşması’nda Osmanlı Devletinin tek kazancı olur. Rodoplar’daki Pomakların verdikleri mücadeleyle bir miktar toprak elde eder. Pomaklar hüznü ve mutluluğu bir arada yaşarlar. Mutludurlar, çünkü amaçlarına ulaşmışlar, Hüzünlüdürler, çünkü 8 yıldır bin bir özveri ve zorlukla büyütüp ayakta tuttukları çocukları, yani Hükümet-i Muvakkate Pomak Direniş hükümeti yok olmuştur. Gerçekleşen umutlar ve biten bir hayal, yani artık. Pomak Timras devleti bir hayaldir... Tevfik Bıyıklıoğlu’na göre 8 yıl süreyle verilen mücadelenin başarısızlıkla sonuçlanmasının en büyük nedeni hareketin herkesi peşinden sürükleyecek bir liderinin olmayışıdır. Bir başka görüşe göre Padişahın direnişe destek ver-


92

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

memesi yenilginin asıl nedenidir. Belki de bunların hepsi birden bu sonucu doğurmuştur.Bir ara direnişin kapsadığı alan güney ve güneydoğuda Gümülcine, Dimetoka ve Mustafa Paşa; kuzeyde Servi, Lofça, Tırnova, Plevne; kuzeydoğuda Edirne ile Karadeniz arasına; batıda ise Paşmaklı, Samakov ve Cuma-i Bala’ya kadar tüm Rodop dağlarını içine alır. Kısaca Emine Burnundan batıya doğru Balkan dağlarının güneyi bütünüyle ihtilalcilerin hareket alanıdır. Rodop Hükümet-i Muvakkatesi’nin askeri gücü, Süleyman Paşa ordusundan geriye kalan askerlerin de katılmasıyla yaklaşık 35 bindir. Dağlık bir arazide bulunan ve başarılı bir gerilla savaşı yürüten Rodoplular, 8 yıl boyunca egemenliği altındaki bölgeyi önce Ruslara daha sonra da Bulgarlara karşı başarıyla savunurlar. Şarki Rumeli Vilayeti zamanında da devam eden bu mücadeleye ancak 1886’da imzalanan İstanbul anlaşması uyarınca Osmanlı Devletinin bir parçası olarak kalmayı gerçekleştirdiklerinde ara verirler. Evet, verilen sadece bir aradır. Çünkü 31 Ağustos 1913’te Batı Trakya Cumhuriyeti’nin kuruluşu sürecinde yeniden silah elde tarih yazmaya devam edeceklerdir. Zeynep Işıl Hamziç, Boşnak Medya

Türk - İslam Kültürü ve Mâturîdî

Murat Ulutürk-04.Mart.2018

Türk kültüründe, İslam öncesi ve sonrası dönem arasında köprü işlevi gören Mâturîdîlik, günümüze değin birçok aydın şahsiyetin araştırma konusu ve durağı olmuştur. Bunun sebebi Mâturîdîliğin, fikri hayatımızın yanında pratikte bu toplumun İslam anlayışından ahlak öğretilerine ve geleneklerimize kadar her yerde varolmasıdır. Bu mesele sadece bir itikad meselesi değildir, aynı zamanda bir zihniyet ve dünyaya bakış meselesidir. Türk-İslam kültürünün köprüsü olan Mâturîdî’yi tanımak ile başlayalım.


Makale ve Analizler - 2018

93

Mâturîdî Kimdir? Asıl adı Ebû Mansûr el-Mâturîdî olan Mâturîdî, Semerkand şehrinin Mâtürîd mahallesinde dünyaya gelmiştir. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte, 333 - 944 yılında Semerkand’da vefat etmiştir. Sönmez Kutlu’nun da söylemi ve kanıtlarıyla Türk asıllı olduğu kabul edilir (bkz.-Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle İmam Mâturîdî). Maturidi Semerkand’da bulunan ve Ebû Hanîfe’nin görüşlerinin tartışıldığı Dârü’l Cüzcaniyye isimli eğitim merkezinde eğitim görmüştür. Daha sonra bu merkezin başına geçmiştir. Burada önemli olan husus, bu eğitim merkezinde yetişenlerin ilmi geleneğinin Ebû Hanîfe’ye dayanmasıdır. Sönmez Kutlu’nun söylemlerine göre onun sadece o bölgedeki eserleriyle yetinmediği ve yapılan alıntılara bakıldığında ise onun Aristo’nun Mantık adlı eserini de incelediği görülmektedir. Mâturîdî, Ebû Hanîfe’nin itikad ve fıkıh olmak üzere her iki alanda uzmanlaşma geleneğini devam ettiren kişilerdendir. Bu sebeple her iki alim için de fıkhî ve itikadî konuları iyi bilen anlamına gelen “fakih” unvanı kullanılmıştır. Mâturîdî’nin Türklüğü Üzerine Mâturîdî, Sem’ani ve Zebidi gibi bazı yazarlarca soyu Araplara dayandırılmış olsa da bunu geçersiz kılan birçok kanıt bulunmaktadır.  Mâturîdî’nin yetiştiği bölgede kaleme alınan kaynaklarda böyle bir bilgi yoktur.  Onun soyunu Ebû Eyyûb el-Ensârî’ye dayandıran Zebidî, soyunun gerçekten ona ulaştığı için değil, takdir ve şereflendirme amacıyla kullanıldığını belirtmektedir.  Mâturîdî’nin eserleri, özellikle Kitâbu’t-Tevhîd’in Arap dili bakımından bazı ifade bozuklukları, muğlaklıkları ve gramatik hataları içermesi, onun Arap olmayan birisi tarafından kaleme alındığını açıkça göstermektedir. Eserlerinde ifadelerin zaman zaman Türkçe cümle yapısına uygun biçimde kurulması, eserlerin Türk asıllı bir alime ait olduğunun en önemli kanıtıdır. Mensupları tarafından Eş’arî’nin Arap asıllı olmasıyla övünülürken, aynı şeyin Mâturîdî için yapılmaması da onun Arap olmadığının bir başka delilidir. Mâturîdî’nin İtikadi Anlayışı: - İman - amel ilişkisi: Amellerin imandan birer cüz olmadığı fikrini ortaya atan mezhep Mürcie’dir. Onlara göre amel, imanın bir sonucudur, bir parçası değildir. Mâturîdî bu anlayışı küçük farklılıklar ile birlikte aynen benimsemiştir. O ise Mürcie’nin bu yorumuna ilaveten şunu getirmiştir: Eğer kişi amelin farz olduğunu biliyor ancak ye-


94

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

rine getirmiyorsa imanında bir değişme olmaz, kişi Allah katında ancak günahkâr olur lakin kişinin amelini yerine getirmeme sebebi onun farz olduğuna inanmaması ise o zaman imandan çıkmış olur. Kezâ ameller imana dahil olsaydı hiç kimsenin imanı tam olamazdı. Oysa biz biliyoruz ki imanda eksilme yada artma yoktur, çünkü bir kişi ya Allah’a inanıyordur ya da inanmıyordur. Aklın iman esasındaki rolü: Mâturîdî’ye göre, dini bilgiye ulaşmada iki yöntem vardır: Bunlardan birisi akıl diğeri ise haberdir, akli ilkelere dayandırılmamış bir inanç sistemi, dengeli bir amelin de oluşmasına engel teşkil eder. Her şeyden önemlisi de Allah’ı ve onun emirlerini bilmek kesbî-iradî bir olgudur. Mâturîdî’ye göre İman konusunda sorumluluk ancak aklın varlığı ile mümkün olabilir. Mâturîdî’de akıl - nakil ilişkisi: Mâturîdî akıl ve nakil arasında bir orta yol bularak; lehte-aleyhte kavgasını bitirerek Hanefi Özcan’ın deyimiyle “Türk - İslam düşüncesinin teori ile pratik arasında dengeli bir ilişki kurma esasına dayanarak” realist bir tutum sergilemesine yardımcı olmuş ve de gerçeklerle, iradeyle ve akılla çatışmayan aynı zamanda da hurafelerden arınmış bir din alyaşının oluşmasını sağlamıştır. Osmanlı döneminde coğrafyanın özelliğine göre sünni mezhepleri temsil eden medreselere ağırlık vermişlerdir. İmparatorluğun Rumeli, Anadolu, Kuzey Karadeniz coğrafyasında Hanefî mezhebi, Suriye ve Mısır ile diğer Afrika ülkelerinde ise dört mezhep üzerine medreseler açılmıştır. İstanbul, Edirne, Bursa, Konya, Erzurum medreselerinde genellikle Hanefî mezhebi ağırlıklı, Şam ve Kahire’de ise Şafiî, Malikî, Hanefî ve Hanbelî mezheplere mensup medreseler bulunuyordu. Geçmişten bugüne Türk - İslam kültüründe en önemli yeri edinen Mâturîdîlik anlayışı, Cumhuriyet ile birlikte Türk toplumunun hayata karşı aktivist bir tutum takınmasına; talih, akıbet ve kaderci anlayışla düşünmeyi geri itmesine katkıda bulunan ve herkesin “kendini Allah’ın gönderdiği yerde dünyasını akılcı bir biçimde kurmasını” öğreten yönüne vurgu yapılarak modernleşme önünde zihni engellerin kaldırılmasına yardımcı olmuştur.


Makale ve Analizler - 2018

95

Bulgarların Gözüyle 3 Mart - 1 -

Çeviri: Raziye Çakır-04.Mart.2018

Konu: 3 Mart 1878’de, Bulgaristan kurtarılmamış, bağımsızlığını elde etmemiş ve birleşmemiştir. Bulgarların Gözüyle 3 Mart (Birinci Bölüm) San Stafano Antlaşması, Bulgar halkını 140 yıl aldatmak için kurulan bir kapan, hayal kaynağı ve araçtı. FOTO: Aleksandır Yordanov. Bulgaristan Halk Meclisi Başkanı, Bulgaristan’ın Makedonya ve Polonya Büyük Elçisi Birinci bölüm: Büyük şair ve siyaset adamı Penço Slaveykov şöyle demişti: “Kurtarılanların özgürlüğe olan ihtiyacı, bir köleninkinden çok daha fazladır.” Slaveykov haklıdır ve biz onun sözlerine inanmak zorundayız. Çünkü anlam taşıyan, ancak bilince işleyen özgürlüktür. Sözde “Kurtarıcının” ayakları arasında sürünülen yerde, özgürlük diye bir şey yoktur. 3 Mart 1878 tarihinde, kendilerine sözüm ona “kurtarıcılar” denilerin hiç birinde özgürlük bilinci yoktur. Onlar kendileri özgür olmayışlarının bilincinde olmasalar da, özgür değillerdir. Güya “kurtarıcı” kendi imparatorluğunda özgür düşünen insanları kovuşturuyordu. Rus Çarı’nın ordularında işgal ettiği ve esir edip “köleleştirdiği” halklardan askerler savaşıyordu. Onların önce kendi halklarının özgürlüğü için mücadele etmesi gerekiyordu. Bu nedenledir ki, bir halk ozanımız, 1916 yılında güya “kurtarıcı” Ruslara şöyle seslenmişti: “Ah kardeşlerim, ne kadar istediğimi bilemezsiniz! Yaşamanızı ve ölmenizi, kendi vatanınız için, bizim gibi! Ah zavallı kardeşlerim benim, bir bilseniz ne kadar istediğimi!” Bulgar milli kurtuluş teorisi (doktrini) “özgürlüğümüzü” başka birinin hediye etmesini öngörmemiştir. Prof. Spiridon Kazanciev’in daha 1928’de yazdıklarında, hafızamızda tarihin kararması öngörülmemişti. Çünkü biz belleğimizde tarihimizi yaşattıkça bir gün egemen bir halk olacaktık. Fakat tarihimizi değiştirdiğimizde, yabancı bir güç hafızamıza hakim olmaya ve bizim işlerimizin nasıl yapılacağına akıl vermeye başlar. Prof. Kazanciev, bu olduğunda biz yaşadığımız yılları bile “başkasının geçmişini ölçüp biçen olaylara göre” saymaya başlarız,


96

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

dedi. 1944 - 1990 yılları arasında Bulgaristan tarihi baştanbaşa değiştirilmişti ve acılı yıllar yaşadık. Belirli ölçülerde, tarihimiz bugün bile değiştiriliyor. Bu değişikliğin bir kısmında biz milli-kurtuluş üstüne bilgilerimizin yerini, sözde “kurtarıcıya” minnettarlıkla dolduruyoruz. Bundan dolayı bizim artık kurtarıcımızın Rus İmparatorluğu olmadığını söyleme zamanımız gelmiştir. Bizi kurtaran, doruğu 1876 Nisan Ayaklanması olan, milli kurtuluş hareketinde ifade bulan Bulgar halkının özgür olma iradesidir. Bu olaydan çok daha önce Vasil Levski bu konuda şöyle demiştir: “Başka birinin kölesi olmayacak, soyumun da olmasına yol vermeyecektim.” O, “kurtarıcımızın” bizi köleleştireceğini biliyordu. Bundan dolayıdır ki, Bulgar özgürlüğünün havarisinin yazılı mirasında ve onun için yazılan eserlerin herhangi birisinde, onun “Rusofil” (Rus sever) olduğuna ya da Rusya’nın bizi “kurtarmasını” beklediğine işaret eden tek bir satır yoktur. Böyle bir umut ışığı da yoktur. Olmuş olsaydı, şimdiye kadar “bayrak” yapılır ve her yerde dalgalandırılırdı. Evet, yoktur! 3 Mart 1878’de Georgi Sava Rakovski, Hacı Dimitır, Stefan Karaca, Vasil Levski, Hristo Botev, Panayot Volov, Angel Kınçev, Georgi Benkovski gibi havariler artık bu hayattan gitmiştir. Todor Kableşkov ve Lüben Karavelov da kısa bir süre sonra hayata gözlerini yummuştur. Bu şahsiyetler Bulgar milli kahramanlarıdır. Fakat dava arkadaşlarından Stefan Stanbolov, Zahari Stoyanov ve diğerlerin onların özgürlük davasını devam ettirmekte kararlıdır. Bu öncüler güya “kurtarıcılarımızla” yüzleşme yaşayacaklardır. Ne ki onlar minnettarlık alkışlarıyla boyun eğmeyi kabul etmeyip dava arkadaşlarının mücadelesini sürdürmüştür. Onlar, Rusya’nın bize kendisini göstermeye çalıştığı gibi biri olmadığını anlamıştır. Bir de, Bulgar önderlerin, kendi halkı hakkında düşünürken, Rusların aklıyla düşünmemesi gerektiği sonucuna varmışlardır. Zahari Stoyanov bu gerçekleri herkesin kolayca anlayabileceği bir dille anlatmayı başarmıştır: “Rus ayağının toprağımıza bastığı an, kurtarıcımız ve himayecimiz sözlerinin ilk kez söylendiği an lanet olsun. Aman be, aman! Moskovculuk çok kötü bir şeydir... Adamlar bizden Moskovcu ve daha bir şeyler yapmak istiyorlar, çılgın insanların icat edebileceği tüm kötülükleri bize yapmak istiyorlar.” Ben bu sözleri bu kadar sert söylemek istemesem de, artık söylenmiş ve belgelenmiştir. Öyle ki 1877 - 1878’deki Rus - Türk “kurtuluş” savaşında Rusların hedefinde olan bizi kurtarmak değil, topraklarımızı işgal etmek yani Osmanlı İmparatorluğu’ndan bir parça toprak koparıp orada kendi egemenliklerini kurmaktır. 1878 Bulgar “kurtuluşunda” bağımsızlık diye bir şey yoktur, yeni bir yabancı egemenliği tesis edilmesi için denemede bulunulmuştur. Ve bu gerçek adına “San Stefano Antlaşması” denen olayda gün ışığına çıkmıştır.


Makale ve Analizler - 2018

97

San Stefano Antlaşması Bu, savaş halinde olan iki tarafın ateş kes sağlaması için önceden imzaladıkları bir tutanaktır. Bu evrakta “Bulgaristan’ı kurtarma” gibi bir kavram yer almaz. Aslında bu isabetlidir, çünkü Rus tarafın hedefinde Bulgaristan’ı kurtarmak diye bir şey yoktur. Osmanlı topraklarından bir parçaya el koyman, Rus tarafının amacına ulaşma aracıdır. Ruslar, hiçbir engelsiz Boğazlara ulaşmak istemiştir. Bunun anlamı ise, Rus emperyal işgalci siyasetinin “sıcak denizlere” açılan yollarda, kendilerine engel olacak başına buyruk, egemen siyaset uygulayan başka bir devleti görmek istemeyişidir. Bunların istediği, Çar’ın izlediği siyasetten bağımlı ve kontrol edilen “otonom” bölgeler olmasıdır. Hedef budur. Propaganda başka bir şeydir. Politikaya değişik elbiseler giydirebilir. Bulgarlar için bu elbiseye “kurtuluş” adı verilmiştir. Rus bilim adamları “Büyük Rus Ansiklopedisi”ne şu sözleri yazarken, bunun böyle olduğunu itiraf etmişlerdir: “Rusya’nın Çar hükümeti, Türkiye ile savaşta istilacı hedefler peşinde değildi, fakat bir kurtuluş savaşı sloganını da elinden bırakmadı.” Şöyle ki, “kurtuluş savaşı” ancak ve yalnız bir slogandan farklı bir şey değildir. Bu slogan “halk kitleleri” için düşünülmüştü. Elit tabaka, Çar erkanı, askeri komutanlar hedefi biliyordu. Ve bu hedefe San Stafano Antlaşması’nda ve daha sonra bu hedefe bağlı kalmışlardır. Bu anlaşmanın altında, o zamanlar Rusya imparatorluğunun İstanbul Büyükelçisi’nin imzası bulunduğuna göre, 1914’te Sank Peterburg’ta yayınlanan diplomat izlenimlerinden okuyalım: “Karadeniz Rusya’ya dar geliyor. Bu denizin çıkışını Rusya’nın ele geçirmesi gerekirdi. İmparatorluğun güneyinde huzur ve gönenç sağlamak için olduğu kadar, politik ve ekonomik nedenlerle de Boğazları direk ve dolaylı olarak ele geçirmemiz gerekiyordu.” Rus diplomat şöyle devam ediyor: “İktidarımızın güçlü olması ve bize devamlı gerginlik yaşatmaması için, komşu bölgeleri sürekli manevi baskı altında tutarken, bir yandan, Bulgar ve Yunan nüfusu, öte yandan da Ermeni nüfusu Rus siyasetinin uslu aracı ve müttefik ederek, düşman tarafa geçmeleri olanaklarını kesin yok etmek gerekir.” San Stefano Antlaşmasının mimarı, diplomat ve politikacı Nikolay P. İgnatiev bunları düşünmüştür. Sıradan Ruslar bu siyasi “felsefeyi” şöyle anlamıştır: “Tavuk bir kuş değilse, Bulgaristan da sınır dışı değildir.” Resmi Rus propagandası yıllarca bunu ikna etmeye çalıştı. Bulgaristan’da bu Rus felsefesini benimseyen ve savunan siyasetçiler varı ve bugün de var. Onlar, Bulgaristan “kurtarıldığından” dolayı Rusya’ya ebediyen minnettar olmalıdır ve bu sebeple Rusya’dan bağımsız siyaset yürütemez ve yürütmemelidir, ayrıca Rusya ile eşit haklı ilişkileri olamaz. Bulgar siyaset ve devlet adamları


98

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

şerefli duruş sergilediklerinde ve Rusya ile ilişkilerde Bulgar milli çıkarlarından yana tavır takındıklarında, Kremlin onlara “düşman” muamelesi yapıyor. Rusya’nın Boğazlar yolunun açık tutulmasını ve kontrol edilmesi engellendiğinde ise, Bulgaristan’a karşı art arda saldırılar düzenleniyor, baskı yapılıyor, darbeler yapılıyor, terör olayları patlıyor, “devrim” ithalleri yapılıyor, ülke işgal ediliyor, katliamlar düzenleniyor, toplama kampları açılıyor ve baskı ve terör uygulanıyor, zulüm yaşanıyor. İki defa devletimiz yok edilmeye ve “Sovyet Cumhuriyeti”ne dönüştürülme denendi. Bu denemelerin işgalcinin Bulgar hademelerinin eseridir. Fakat bu tabloyu değiştirmiyor. Son hedefte olan, Bulgaristan’ın, İmparatorluğun Tuna kümesinde “gıdaklaması”dır. Bu hedefin gerçekleşmesi için Rus İmparatorluğu diplomatik hazırlıklar yapmıştır. Daha sonra Tahran, Yatla ve Posdam görüşmelerinde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği de aynısını yapmıştır. Osmanlı İmparatorluğu ile sabaşa girişmezden önce Rusya Reichschtad’da (Haziran 1876’da) Avusturya Macaristan’la gizli askeri anlaşmalar imzalamış ve daha sonra toplanan Berlin Konferansında (Temmuz 1878) bu anlaşmalar uygulanmıştır. Berlin Anlaşmasının (2. maddesinin “b” fıkrasında) Avusturya Macaristan ile Rusya’nın Balkanlarda büyük bir Slav devleti kurulmasına olanak tanımayacağı ön anlaşması yer almıştır. Büyük Slav devleti kurulmasına gerçekten olanak tanınmamıştır. Burada, Rusya - Osmanlı “Kurtuluş Savaşı”nın patlamasından yıllar önce, Rusya’nın daha sonra adına “San Stefano Bulgaristan’ı” denen Bulgar devletinin kurulmasından peşin vazgeçmiştir. Rusya ile Avusturya Macaristan arasında Budapeşte’de yapılan başka bir konferansta ise Reichschtad anlaşması maddelerinin uygulanması konusunda mutabık kalınmıştır. İşte burada San Stefano Anlaşması’nın bağlayıcı (uygulanması zorunlu) olmadığı ortaya çıkıyor. Üçüncü gizli sözleşme ise İngiltere ve Rusya arasında imzalanan Londra Sözleşmesi’dir ve bu da Berlin Konferansı hazırlıklarından bir adımdır. Bu sözleşme’de Bulgaristan’a Ege kıyılarına çıkma hakkı tanınmaması, ülkenin birleştirilmesi isteniyor ve maddelerinin birinde de Bulgaristan’daki Rus askeri birliklerinin kalma süreleri üzerinde duruluyor. Bu üç sözleşme “San Stefano Bulgaristan’ı” kurulması hayalini gömmüştür. Berlin Kongrasınde bu reel belgeler, birer birer maddeleşmiştir. Tarihçiler 1893 yılında oluşturulan, “Rus - Tuna Eyaletinin oluşturulmasına ilişkin İşgal Fonu” gizli belgelerini içeren bir derlemeyi bilir. Bu derlemeye, Rus görevli M. Yakopson’un Bulgar Başbakan Stefan Stanbolov’a verdiği gizli belgeleri ihtiva eder. Bu belgeler, önce “Özgürlük” (svoboda) sayfalarında yayınlandı, daha sonra da Dimitır Petkov’un ön sözüyle kitap olarak yayınlandı. Sofya Belediye Başkanı, meclis başkanı ve Bulgar Prensliği Başbakanı görevle-


Makale ve Analizler - 2018

99

rinde bulunan Dimitır Petkov “Bu kitabı ve içindeki belgeleri okuduktan sonra “Rusofil”lerden her biri Rusyayı seven biri olduğundan dolayı utanmalı ve bundan hemen vazgeçmelidir” diye yazmıştır. Tarihçilerden Yanko Goçev şu soruyu yöneltiyor: “Rus diplomatik belgelerinde Bulgaristan’a “Rus Bölgesi” daha tam bir ifadeyle “Rus - Tuna Eyaleti” denmiştir. Rusya Bulgaristan’ı sözde kurtarsa da, kendi devlet belgelerinde adını değiştirmemiş ve meşru olduğunu göstermek için “Bulgaristan” dememiştir. 13 Temmuz 1878 Berlin Konferansı kararlarında “Balkan Bölgesi” ve (Rus - Tuna Eyaleti) değimleri kaldırılmış ve Rus belgelerinde “Kuzey Bulgaristan” ve “Güney Bulgaristan” (Doğu Rumeli) özel isimleri belirmiştir. Sonuç birdir. 3 Mart 1878’de Bulgarların milli ülküsü olan özgür, bağımsız ve birleşik Bulgaristan kurulamamıştır. Bu ön sözleşme, özgür, bağımsız ve birleşik Bulgaristan yolunu açmamıştır. Bu bir temenni niteliğinde belgedir ve Bulgar halkının gözüne atılan bir kısım küldür. Bulgar halkı savaştan ve Berlin Konferansından önce ve sonra Rusya’nın Büyük Devletlerle imzaladığı sözleşmeleri bilemezdi. Şuna işaret ediyorum. “San Stefano Antlaşması”nın aslı bugüne kadar açıklanmamıştır. Bu anlaşmanın metninde “işgal”, “işgal eden” ve “işgal edilen” gibi terimler kullanılmıştır. Bu, bir toprağı ele geçirmek ve üzerinde “kontrol kurma” anlamındadır. Anlamında “kurtarma” diye bir şey yoktur. Bulgaristan’ın “bağımsızlığından” söz edilmiyor. Bulgarlara ait olan işgal bölgelerinde idare eden Ruslardır. Bulgaristan devlet olarak bağımsızlığını ve egemenliğini elde edememiştir. Dünya devletlerinden her birinin kendi milli bayramı vardır.Bu, bağımsızlık ve ulusal egemenlik günüdür. Yalnızca Bulgaristan ile Beyaz Rusya “kurtuluş” gününü milli bayram olarak kutluyor. Bunun böyle olmasının nedeni ise, bu iki ülkede siyasetçilerin “özgürlük”, “bağımsızlık” ve “egemenlik” kavramlarını içerik olarak kavrayamamış olmalarından kaynaklanır. Rusya bile Mili Bayram olarak, Tatar Moğol işgalinden kurtuluşunun 250. yıldönümünü değil, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sona ilan ettiği egemenliği kutluyor. 12 Haziran 1990’da Rusya Federasyonu Halk Vekilleri Egemenlik Bildirisi onayladı ve o tarih Milli Bayram ilan edildi. Kurtuluş günü değil, egemenlik, yani bağımsızlık günü Milli Bayram oldu. Biz, yabancı bir devletin İçişlerimize müdahale ettiği bir günü neden Milli Bayram olarak kutluyoruz? Neden Milli Bayram gününü bir Uluslar arası kutlama gününe dönüştüren dünya ülkesi yalnız biziz? 3 Mart, hareket halinde olan bir olay değimlidir, devamlı değişiklik göstermemiş midir. Geçici bir süreci sembolize etmiyor mu? 112 yıl Bulgar halkı 3 Martın bir Milli Bayram günü olacağını düşünmemiştir. Bu, Komünistlerin iktidarda olduğu


100

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

1990’da oldu. O zaman Bulgar halkı 9 Eylül 1944 tarihinin, yani Bulgaristan’ın Sovyet Ordusu işgaline düştüğü tarihin daha öte Milli Bayram olarak kutlanmasının imkansız olduğunu anlamıştı. “San Stefano Bulgaristan’ı” egemenliği olmayan, işgal edilmiş bir “Balkan Bölgesi”dir. Bulgar Prensliği’nin “otonomi” statüsü bağımsızlık değildir. Prenslik, Sultan’a bağımlı ve Rusların işgalindedir. Günümüzde bu biçim devlet yönetimine protektora (protektörlük) denir. Bulgaristan durumunda protektör Rus imparatorluğu’dur. Bir “protektör” devlet olarak Rus devletinin ödevi, milli Bulgar idaresinin özgürce idare etmesini engellemektir. Yerli idare kontrol altında ve bağımlı durumdadır. Dış siyaset ve savunma Ruslara bağlıdır. Dış ticaret ilişkilerini yönlendiren de Ruslardır. 6 Eylül 1885’te Prenslik ile Doğu Rumeli birleşene kadar durum budur. O güne kadar Savaş Bakanlığı Rus generaller ve subaylar tarafından idare edilmişti. “San Stefano Antlaşması” Bulgar halkının onlarca yıl aldatılmasında kullanılan bir kapan, bir tuzak, hayal ve araç olmuştur. Bu anlaşma metinleri, onun bu rol için kaleme aldığını gizlememiştir. Bu bir “önsözleşmedir.” Bulgaristan, ancak Berlin Konferası’nda haritalara Bulgaristan adıyla girmiştir. San Stefano’da “Balkan Bölgesi” olarak geçerken, Berlin Konferansında “Bulgar Prensliği” adını almıştır. Devam edecek. İkinci Bölüm: Kurtuluş mu yoksa zorlama mı. “Kurtarıcı” olan biri para dilenmez. Faktor.bg sayfasından Raziye Çakır tarafından Türkçe’ye çevirilmiştir.

Bulgarların Gözüyle 3 Mart - 2 -

Çeviri: Raziye Çakır-05.Mart.2018

Konu: 3 Mart Milli Bayramı Bulgaristan halkını birleştirmiyor, parçalıyor. Topraklarının yabancı bir devlet tarafından işgal edildiği günü Milli Bayram olarak kutlayan dünyadaki tek ülke Bulgaristan’dır. Bulgaristan’da 3 Mart’ın yerine Milli Bayram günü olarak başka bir tarih gösterilmesi için ülkede çapında imza toplama kampanyası başladı. Yalnız bir


Makale ve Analizler - 2018

101

saat içinde 100 bin vatandaş bu çağrıyı imzasıyla destekledi. Kampanya dış ülkelerde de yürütülecektir. Sen de destekle! Bölüm 2 Hiçbir devlet Milli Bayramını başka bir devletle paylaşmaz. Kurtarıldık mı yoksa borçlandırıldık mı? Bir “kurtarıcı” para istemez. 3 Mart 1878’de San Stefano’da bir tek Bulgar yoktur. Bu gerçek Rus sözde “kurtarıcıların” Bulgar manevi ve politik önderlerine olan yaklaşımını göstermeye yeter de artar. Günümüzde Yeni Zellanda’nın Milli Bayramı olarak kutlanan Vaytanda Antlaşması imzalanırken bile, yerli Maori kavminden önderler hazır bulunmuştur. Küba ile Laos dışında bütün devletlerin Milli Bayramı, Bağımsızlık Günü ya da Egemenlik Günüdür. Sırpların Milli Bayramı Devrim Günüdür. Bizim de Nisan Ayaklanmamız var, fakat biz İçişlerimize başkalarının karıştığı güne daha büyük önem veriyoruz. Bulgar yurtseverliği (patriot) başkalarına boyun eğmektir. Böylelikle Bulgarlar özüne hiçbir katkıda bulunmadıkları için onlara yer olmayan, milli kurtuluş doktrinimizi kendimiz reddetmiş oluyoruz. Rakovski, Botev ve Levski böyle düşünüyordu. Bugün biz, birisi Rusya imparatorluğu, öteki de Osmanlı imparatorluğu olmak üzere, iki dev gücün aralarında toprak için savaşırken, aralarında toprak paylaşımı ön “sözleşmesi” imzaladıkları günü Milli Bayram olarak kutluyoruz. Bulgar bağımsızlığının kapısı 1885’te Bulgar Prensliği ile Doğu Rumeli’nin birleşmesiyle açılmıştır. Bu nedenledir ki, Bulgar bağımsızlığını, onun manevi önderleri, aydınlıkçıları, devrimcileri, politikacı ve devlet adamlarının yarattığı bir mükemmel heykel olarak görmek zorundayız. Bu anıtın temelinde yer alan Kurtuluş ve Birleşmedir. 22 Eylül 1908 günü ise, bağımsızlık ilan edildiği gün ise, temel üzerindeki figürdür. Bu anıtı yaratan, büyük yaratıcı Bulgaristan halkıdır. 4 yıl sonra başlatılan Balkan Savaşı’nda bu anıt yeni birleşmelerle daha da büyütülmeye çalışılmıştır. Bu işte başarılı olamadık, çünkü Birleşmede olduğu gibi bu defa da bize engel olan yine Rusya oldu. Fakat biz yine 3 Mart 1878 tarihine dönelim. “Ön Sözleşme”nin San Stefano’da imzalanması için 3 Mart’ın seçilmesi tesadüf değildi. Bu olay, Rusya İmparatoru II. Aleksandır’a özel bir hediye olarak düşünülmüştü. Çünkü o 3 Mart 1855’te taç giymişti. Şu da var, yine o, 3 Mart 1861 tarihinde Rusya’da “toprak köleliğini” kaldıran Bildiri’yi (dek ret) imzalamıştı. Ne var ki, Rusya koşullarında toprak köleliğinin kaldırılması sürüncemede kaldığından dolayı, toprak köleliğinden kurtulmaya çalışan kimliksiz köylüler, 1917’de Bolşevik köleliğine düştüler ve toprak üzerinde özel mülkiyet sahibi olma haklarını yeniden kaybettiler. Şu akıl-


102

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

larda kalmalıdır: Çar II. Aleksandır’a “kurtarıcı Çar” Bulgaristan’ı “kurtardığından” dolayı denmemiştir. O, Bulgaristan ve Bulgar halkı için şöyle düşünmüştür: Çalışarak Çarı da besleyen, boyun eymiş ve minnettar nüfusu olan, bağımlı ve kontrol altında bulunan küçük bir bölge oluşturmak. Bu gerçeği, Reichschad’da imzalanan gizli Anlaşmada açık olarak görebiliyoruz. Çar bu fikrini 1877 - 1878 savaşından önce Reichschtad’a kendisi beyan etmiştir. Bundan dolayıdır ki, 3 Mart tarihi 1980’de Sofya’da, kurtuluş günü olarak değil, II. Aleksandır’ın tahta çıktığı gün olarak anılmıştır. Bulgar Prensliği ile Doğu Rumeli’nin birleşmesinden sonra ise, 3 Mart Bulgaristan’ın Osmanlı egemenliğinden ayrıldığı tarih olarak kutlanmaya başlamıştır. Yine de Milli Bayram değildir. 9 Eylül 1944 tarihinden sonra ise “milliyetçi” ve hatta “şoven” bir gün ilan edilmiş ve anılmaz olmuştur. 9 Eylül 1944 devlet darbesi üzerinden 32 yıl geçtikten sonra Bulgar komünistler tarihte 3 Mart gibi bir gün olduğunu hatırlamıştır. Yine de 3 Mart’ı Milli Bayram ilan etmemişlerdir. O zaman Milli Bayram olarak, 9 Eylül 1944 darbesi ve bir Bolşevik devlet darbesi olan, 7 Kasım 1917 tarihi kutlanıyordu. Halk, 8 Mart Emekçi Kadınlar gününü 3 Mart’tan daha fazla tutuyordu. 27 Şubat 1990 tarihli Devlet Konseyi’nin 236 sayılı Buyruğu ve 5 Mart 1990 tarihli 9. Halk Meclisi’nin bir Kararıyla 3 Mart “Bulgaristan’ın Osmanlı boyunduruğundan kurtuluş günü” olarak Milli Bayram ilan edildi. Bu olay, Bulgaristan’ın 7. Büyük Halk Meclisi’nin seçilmesinden 3 ay önce gerçekleşti. 1991’de Yeniz Anayasa’nın kabul edilmesiyle, İş Kanunun 154. maddesine 3 Mart günü Milli Bayram olarak işlendi. Böylece Bulgar devleti 3 Martı Milli Bayram ilan ederken, ilk kez başka bir devletle paylaşmadı. Minnettarlık Kemikleri Koca Balkan taşlıklarında, Plevne ve Eski Zara’da kalan Rus toprak kölelerine Bulgar halkının minnettarlığı defalarca ifade edilmiştir. Aşırı minnettarlık insanı tiksindirir, anlamını yitirir ve hademelik doğurur. Şu büyük fikir Hristo Botev’e aittir: “Halkımızın, onu diğer halklardan ayırt eden, özgün bir yaşamı, özgün bir karakteri, özgün çehresi vardır. Ona bildiği gibi çalışma olanakları sağlayın ve sosyal yaşamın hangi bölümüne yöneleceğini kendiniz seyrediniz.” Sözde “kurtuluştan” hemen sonra Rusya imparatorluğu Bulgarların “halk olarak köklerinde olana” karşı çıkmıştır. Kam şık ve kırbaçla yürüttüğü güce dayanan egemenlik siyasetinin demokratik olmayan modelini uygulamayı denedi. Bilindiği üzere, Bulgar milli kurtuluş ülküsünün temelinde “öteki Avrupa halklarıyla” hak eşitli ilkesi yer alır. “Radetski” gemisinin güvertesinden Ortodoks Rusya’da değil, Hıristiyan Avrupa’ya hitap etmişti. Bulgaristan’ın sözde “kurta-


Makale ve Analizler - 2018

103

rılmasından” sonra Rusya Bulgar halkına karşı ona tabii olan ve kendisine borçları olan biri gibi davrandı. Ancak işgalciler böyle davranır. Buna rağmen, Rus imparatorcuğuna hademelik etmeyi kabul etmeyen Bulgar siyaset adamları, sıradan Ruslara karşı saygılı olmuşlardır. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Bolşeviklerin son Rus İmparatoru II. Nikolay ve bütün ailesinin öldürmesinin ardından, rejimin zulmünden kaçan 35 bin Rus göçmeni Bulgaristan kabul etmiştir. Onların arasında 1877 - 1878 Balkan saldırısına katılmış olan Rus General ve subaylarının aileleri de vardı. Onlar bizde sıcak kabul görmüş, kendi okullarını, derneklerini, eğitim, kültür ve iktisat kuruluşlarını oluşturmuştur. Bulgar devleti kendilerine ciddi mali ve manevi destek vermiştir. 1877 - 1878 savaşına katılmış olanlara özel ayrıcalıklar tanınmış ve 1000 leva aylık emekli maaşı ödenmiştir. Bu para, o yıllarda bir Bulgar öğretmenini aldığı maaşın 2 katıdır. Bu karara karşı koyan Bulgar komünistler olmuş ve onun “Sovyet Rusya’ya karşı bir kışkırtma” olduğunu iddia etmişlerdir. Bu maaşlar Kontes Olga Tolstoy, Varvara Gurko, Kont Leonid ve Kont İgnatiev’e vb de ödenmiştir. 1944 yılında, Kızıl Ordu Bulgaristan’ı işgal ettiğinde, komünistler Bulgarlarla birlikte, Rus sığınmacılara da zulüm etmiştir. Onlar, Sovyet iktidarı ve komünist Bulgar yönetimine düşman ilan edilmiştir. Onlar, Sovyet vatandaşlığı almaya zorlanırken hor görülmüştür. Bu, devlet yardımı almalarına şart koşulmuştur. Evlerinden ve yurtlarından kovulmuş, tüm yakınları katledilmiş ya da Sibirya sürgününde kalmış bu insanların “Sovyet vatandaşları almaya” zorlanması anlaşılır gibi değildi. Birçokları sakat, mağdur olan ve kendilerine Bulgar vatandaşlığı verilmiş olan bu Ruslar “Sovyet vatandaşlığını kabul etmeye” zorlandı. 1944 yluna kadar, Bulgar devleti Rus - Osmanlı savaşına katılan Rus gazilere 200 milyon leva yardım dağıttı. 1945 - 1951 yılları arasında “Sovyet vatandaşlığını kabul edenlere” ek olarak 132 milyon leva verildi, 12 milyon leva da Sofya’daki “Hz. Nikolay” Ortodoks kilisesinin onarımına harcandı. Başka bir deyişle Bulgaristan bu Rus vatandaşlarına hayrı esirgememiştir. Günümüzde bu minnettarlık ifadesine devam etmenin tek anlamı sözde “kurtarıcıların” torunlarını katledenlere minnettar olduğumuzu ifade ettiğimiz anlamına gelir.Bunun ahlaklı ve onurlu yanı yoktur. Hizmetçiliğin anlamı, minnettarlık olamaz. Eşit haklı ilişkilere dayanan milli şereftir minnettarlık ifadesi. Borçlar II. Aleksandır Bulgaristan borçları konusunda ısrarcı değildi. Onun sağlığında Bulgar Prensliği topraklarında bulunan 50 bin Rus işgal gücüne bakıyordu. Bulgar Prensliğinin kendi ordusu olmadığından, yabancı ordu besliyordu. Yazar Simeon Radev’ın kaydettiği üzere, imparator “Bulgar bakanlarının borçları


104

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

kendilerinin anımsamasını bekledi.” 14 Mart 1881’de vefat etmesinden hemen sonra, yeni imparator III. Aleksandır 10 milyon 618 bin 250 Ruble ve 40 kopek borcu hemen ister. O zamanın Ruble altın paritesi hesaplarına göre, bu para 32,5 ton altına ya da 53 milyon altın Frank’a eş değerdir. 10 Ocak 1884 tarihinde yayınlanan Bulgar Prensi I. Aleksandır’ın 144 no’lu Buyruğu ile “Rus imparatorunun askerleri tarafından Prensliği işgal edilmesi masraflarının” Rusya’ya ödenmesine ilişkin 1883’te imzalanan anlaşmanın onaylanması emredilmiştir. Bu borcun parçalar halinde ödenmesi önerilmiştir. 1883 - 1885 yılları arasında ödemeler muntazam yapılmıştır. 1886’da Bulgar Prensliği ile Rusya arasındaki ilişkiler kötüleşmiştir. Nedeni, Rusya’nın Prenslik ile Doğu Rumeli’nin birleşmesidir. İşgal borcunun ödenmesi durdurulmuştur. Öyle ama Rusya hiç gecikmeden Doğu Rumeli’nin Rus orduları tarafından işgal edilmesi masrafları da 10 milyon 613 bin 250 Ruble ve 43,5 kopek olarak Bulgar Prensliğine yüklenmiştir. O yıllarda kâğıt ruble paraların değeri çok yüksektir. Rusya devlet memurlarının maaşı birkaç rubledir. Bir Rubleye hayvan pazarından bir inek alınabilir. Bu borca göre, Bulgaristan halkının Rus “kardeş kurtarıcılara” 11 milyon iribaş hayvan vermesi gerekiyordu. Şu iyi bilinmelidir: “Kurtarıcı” olarak böbürlenenler “para” isteyemez. “Kurtarıcılık” bir kardeşliktir, yüksek maneviyatlı, karşılıksız ve asılana bir iştir. Para karşılığı yapılmaz. Borçlandırmak zorlamak anlamındadır. Birleşme’den sonra, 1877 - 1878 Savaşından kaynaklanan ve toplamı 82 milyon altın Frank yada yaklaşık 50 ton altın olan, Osmanlı İmparatorluğu’nun Rusya’ya olan borcunu da üslenmek zorunda kaldık. Böylece Bulgaristan’a Osmanlı’dan ayrılmak gerçekten altın değerinde olmuştur. Bu zorlamayı 1944’ten sonra ikinci defa Sovyetler Birliği (SB) isteklerinde de yaşadık. SB’de bize işgal ordusunu besletti, Bulgaristan altın yedeğine de el koydu. Daha kötü olan ise, ülkemizin ekonomik ve politik sistemini değiştirdi. Bu bir kara kaderdir. Biz Rusya’ya olan borcumuzu çoktan ödedik. Bu vesileyle Bulgaristan halkına 1944’te yapılan kötülüklerden ötürü, SSCB’nin devamcıları olan bugünkü Rusya Federasyonu yöneticilerinin Bulgar devleti ve halkından özür dilemeleri iyi olur. Bu konuda halktan insanların düşündükleri. Rus imparatorluğunun izlediği politikalar yalnız bilinen şahsiyetler tarafından değil sıradan insanlarca da devamlı izlenmiştir. “Kurtarıcımız” ve “Slav-


Makale ve Analizler - 2018

105

lığın koruyucusu” gibi Rus masalları genç Bulgar devletinin yaşayışına daha ilk zamanlarda Rusların müdahalesi olarak kabul edilmiştir. Bu masallar bugün de etrafta dolaşıyor. Daha 1914 yılında “Bulgaristan ve Rusya’nın Entrikaları” başlıklı bir kitaptan seçmeler aldım. Kendisini “geniş sosyalist” olarak tanıtan İvan Runevski şunları yazıyor: “... biz, günümüz despotik Rusya’sına bağlı bir geleceği, karanlık hayal edebiliyoruz. Biz aramızdaki dev buz dağlarından korkuyoruz. Onlar Rus halkının en büyük evlatlarını birçok halkı boğazlamış ve yok etmiştir.” “Slav Derneği” üyesi Av. Milan G. Markov şu satırları büyük bir endişe içinde paylaşıyor: “Bizim amansız ve dehşet saçan düşmanımızdır Rusya, Slav fikri için de dehşet uyandırandır. Dünyadaki Ruslar şunu iyi bilmelidirler ki, biz onlar için ya da onlarda birlikte savaşmayacağız, çünkü onlar Slavları köleleştirme için, onlara karşı direnmiyor. Bizim tüfeklerimizin Ruslara karşı ateş etmediği bir yalandır, yalan propagandadır.” Bu sözlerin yazılmasından bir yıl sonra Bulgarlar ve Ruslar savaş çizgisinin yine 2 tarafından yer alacaktır. Bulgarlar topraklarını savunacak, Ruslar ise yine Boğazları ele geçirmek için ve daha da Bulgar toprağına el atmak isteyen Sırpların yanında olacaklardır. Markov’a göre, “kurtuluş” kötüye kullanılmamalıdır, çünkü o Ruslara Bulgarları ezme ve boğazlarını sıkma hakkı vermiyor. Ve örnek olarak o, Müttefikler arası savaştan sonra imzalanan Bükreş Antlaşmasını “boğazımızı sıkma” örneği olarak öne çıkarıyor. O zaman “kurtarıcımız” tarafından kışkırtılan talancı Balkan müttefiklerimiz Bulgaristan’a karşı birleştiler. Bu nedenle olacak, Markov bu konuları işleyen sahte Rus bilim adamlarına şu sözlerle hitapta bulunuyor: “Bulgaristan’daki Rus ajanlarının size bildirdiği gibi zayıf ve çaresiz değildir Bulgar halkı. Onlar gaflet içinde olan ve artık halk arasında nüfus sahibi olmayanlardır ve sizin güven ve sabrınızı kötüye kullanıyorlar. Bu yanılgı normal Rus-Bulgar ilişkilerine zarar veriyor.” “Slavların Birleşmesi” konusu üzerinde Asen Konstantinov ise şu fikirleri yürütüyor. “Halkın yaşamsal çıkarları ve Bulgaristan’ın var olması söz konusu olduğunda, bu ülkede yaşayanların hepsi birleşmek zorundayız Slavlık, milli davamız için zararlıdır. Bu yanılgıdan artık kurtulalım ve bir “yalan” olduğunu herkese duyuralım.” Sonunda şunları vurgulamak istiyorum. 3 Mart günü, askeri gösterilere, selam alıp vermeye, kucaklaşmaya değil, derin derin düşünmeye ihtiyacımız var. Feci milli kaderimiz, Bulgar tarihindeki yalanlar ve doğrular, yanlışlıklarımız,


106

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

onurlu ve onursuz tarihimiz üstüne kıyasıya tartışmamız gerekiyor. Sonunda bugün ve yarınlarımız için doğru sonuçlar çıkarmalıyız. Son. Faktor.bg sitesinden Raziye Çakır tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiştir.

“Özgürlüğün” Bedeli

Ayşe Hacıoğlu-04.Mart.2018

Konu: Rusya Bulgaristan’ı kurtardı mı? Bulgaristan’da iken evimizde, arkadaşlar arasında, 3 Mart konuşulduğunu hatırlamıyorum. 3 Mart’ı hiç konuşmadan, konu etmeden yaşayabildiğimize göre, pek önemli bir tarih olmasa gerek. Bulgaristan’ın vatandaşların hepsini toplayacak ve yüreklendirecek bir milli bayramı olmaması üzücü bir şey. 140 yıldan sonra toplum parçalanmış, 3 Mart törenlerinde “Şipka” tepesinde bir tek Türk, Pomak ve Çingene yoktu. 140 yılda cevabı bulunamayan sorular var. “93 harbi”, (1877 - 1878 Rus - Osmanlı Savaşı,) Bulgaristan’ı kurtardı mı, köleleştirdi mi? Temel, ana ve başat yani yanıt bekleyen soruların sorusu budur. 2018’de de memleketimizi ve halkı ikiye parçalamıştır. Doğrunun doğrusunu söylemek gerekiyorsa, bu toplumsal parçalanmışlığımız dünden değildir. Bu illetin kökleri 1878’den çok öncelere dayanır. 1773’te Rusya ile Osmanlı arasında imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşmasından ateş almıştır. O tarihten sonra Rus Çarları Bulgar halkının ruhunu ele geçirmeye heveslenmiştir. Çocukları alıp papaz okullarında eğitmişler, gençlerden haydut yapmaya gayret etmişlerdir. Bu sinsilik 1876 Nisan Ayaklanması’na ve Plevne Savaşı’na kadar devam etmiştir. Bu hain işin adı Bulgarları boğazlamaktır. Bir halk olarak onları ufaltarak küçük kırıntılar halinde birbirlerine düşürmektir. Daha 1864 yıllarında eli saban tutan, tohum saçmayı beceren, örs ile çekiç arasında nal kesen, ahlak bile Bulgar aileler Tuna boylarından, Balkan köylerinden toplayıp Rusya steplerine götürüyormuş. En büyük kitle bugünkü Moldova’nın Besarabya stepine iskân edilmiştir. O gün bu gün o ailelerin ocağında yanan odunlarla Türk,


Makale ve Analizler - 2018

107

Osmanlı, İslam düşmanlığı bakırı kaynatılmıştır. Aynı zamanda Vatan yanı Bulgaristan özlemi canlı tutulmuştur ki gereğinde Rusya Çarları bu topluluktan asker toplamış ve Balkanlara sürmüştür Bu konu Bulgar klasikleri tarafından dikkatle işlenmiştir. Bu gerçeği Todor Balkanskı, İvan Haciyski, Georgi Sava Rakovski, Filariyon Makereopolski Zahari Stoyanov ve başkaları kitaplarında bulabilirsiniz. Burada ince bir nokta var. Örneğin klasik Zahari Stoyanov’un toplu yapıtlarını Bulgaristan kütüphane ve kitapçılarında siz de görmüşsünüzdür. Son yıllarda ortaya çıkan şöyle bir gerçek var. Z. Stoyanov’un Rusya ile ilgili, 1877 - 1878 Rus Osmanlı Savaşı konusunda yazdıkları, Bulgar halkını “yeni kölelik” tehlikesine karşı uyarışları, hep basılmamıştır, toplu yapıtlarından çıkarılmıştır. Külliyatın dışında kalmıştı. Büyük yazar “Osmanlı Köleliği”, “Türk Köleliği” gibi değimlere karşı çıkmış, “Osmanlı egemenliği” değiminin kullanılmasını önermiştir. Osmanlı’da “kölelik” olmadığına, “Osmanlkı’da kölelik düzeni olmadığına” işaret etmiştir. Bu arada özellikle de “Rus - Türk” savaşı değiminin yerine “Rusya ile Osmanlı İmparatorlukları” arasında yürütülen bir savaş olduğunu ve bu savaşın “Bulgaristan için bir kurtuluş savaşı olmadığını” defalarca vurgulamıştır. Klasik eserlere konu olan, Rus Çar rejimlerinin baskılarıyla vatan toprağından, Bulgaristan’dan koparılan bu ailelerin yolu Sibirya’nın kültür tarımına kısır bozkırlarına kadar uzanır. Bunları anlatmamın nedeni, yaklaşık 200 yıl önce Bulgar toplumunun bilinçli olarak, aldatılarak göçe zorlanarak ruhen çatlatıldığını, ayrılıktan beslenen, özgürlüğü çelik kafes içine hapsedilen yaralı bir toplum oluşturulduğunu göz önüne çıkarabilmem içindir. Bu olay 3 Mart 2018 kutlamalarında da kendini belli etmiştir. Yalana dayanan psikolojik yapılanma. 1878’de, bugün Bulgaristan Türklerini rahatsız etmek için “Rus - Türk Savaşı” denen Osmanlı ve Rusya İmparatorlukları arasındaki savaşta, “gönüllü” olarak tarif edilen Bulgarlar, Rus bozkırlarından, Besarabya’dan toplanan Bulgar gençlerdir. Onlar, kafalarına “memlekette kalan kardeşleriniz eziliyor” yalanlarıyla kaldırılmışlardır. “93 Harbi”nde, Rusya, Bulgar ırkını esir alarak köleleştirdi. Topraklarını zorla işgal etti. San Stefano Anlaşmasında “Bulgar’dan söz etmeyen” Rusya diplomatlarından başka hiçbir şey beklenemezdi. Kendi ülkelerinde hiçbir Bulgar’a özgürlük tanımamıştı. Anlaşmada İŞGAL büyük harfle yazılmıştır. İşgalcilerden 50 bin Rus askeri Bulgar topraklarında kalacak ve ilk dönemde 2 yıl boyunca tüm masrafları işgal edilen topraklarda yaşayan Bulgarlar, Türkler, Pomaklar, Çerkezler, Nogaylar, Çingeneler, Ermeniler ve Yahudiler tarafından karşılanacaktı. Bulgaristan halkı istilacıları beslemek, onlara bakmak ve tüm ihtiyaçlarını itiraz etmeden karşılamak zorundaydı.


108

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

“Rusofil” = “Rubleci”. 1877 - 1878 savaşından önce halk arasında “Rusofil” (Rusya’yı sevenler) ve “Rusofob” (Ruslardan nefret edenler) gibi derin bölünme oluşmuş ve bu parçalanma savaştan sonra giderek şiddetlenmiştir. Yeni ortamda “Rusofil” ile birlikte “Rubleci” lakabı da kullanmaya başlanmış ve işgal ortamında bu “hain” kişilere karşı nefret duyulmaya başlamıştır. Halk işgalcilere, talancılara yardım edenlerden uzak kalmaya çalışmıştır. Yeni gelişmelerin Bulgar milli çıkarlarına ters olduğu görüşü yerleşmiştir. “Rusofil” ve “Rubleci” yakıştırmaları bugün de kullanılmaya devam ediyor. Örneğin aşırı milliyetçiliğiyle ünlü “Ataka” partisinin lakabı “Rubleci” partidir. “Kurtarıcı” = “Esir eden” Bu 2 kavram da Plevne harbinden önce ilk kez, Bulgar Milli Devrimi ideologlarından Georgi Rakovski’nin eserlerinde belirmiştir. O, “Orman Yolcusu” eserinde bu konuya değinir, bir yandan Bulgar ailelerin Rus propagandası yalanlarına kanarak Besarabya’ya göç etmesine kesinlikle karşı çıkarken, biz kendimiz kurtuluş yolunu bulamazsak bu defa da “kurtarıcının kölesi oluruz” uyarısında bulunur. Dünya tarihinde “kurtarılan” bir halkın köleleştirilmesini örneklemek zordur. Çünkü “işgal etmek” - “kurtarmak” değildir. Rakovski eserlerinde “kurtarıcının”, “esir eden” olabileceğine defalarca işaret etmiştir. Osmanlı ile savaşa Romanya Kralı’ndan toplam 50 bin kişilik 2 kol ordu alan Rus Çarı II. Aleksandır, buna karşılık Bulgarların yaşadığı işgal bölgelerinden Kuzey Dobruca’yı be Niş bölgesini, Bulgar halkına danışmadan elden çıkarmıştır. Bunlar yeni köleliğin ilk belirtileri olmuştur. Ruslar tarafından “kurtarılmak” = “ebedi borçlanmak”. Moskova ve bütün Rusya Papazı Kiril, “Şipka” Tepesinde yaptığı konuşmada, 140 yıldan beri tekrar edilen “Biz sizi kurtardık” masalını bir daha tekrarladı. Bulgaristan Cumhurbaşkanı Remen Radev ise, “iyi oldu da bizi kurtardınız” anladında teşekür etti, ama Bulgaristan halkının özgürlüğünü, topraklarını geri almak için Rusya’ya toplam 64 milyon US Dolar tutarında altın ödediğini hatırlatmadı. Aslında gerçekleri halktan gizlemek, halkın bilmesi gereken her şeyi yarım söylemek, halkı aldatmak demektir. Osmanlı’da güya “köle” olan Bulgar halkı bu 64 milyar US Doları nereden bulmuştur. Bu tazminat, Bulgar devletinin, topraklarının ve özgürlüğümüzün, Rus köleliğinden kurtuluşumuzun bedelidir. Ve bu paranın içinde tüm Müslümanların alın teri vardır. Tarihi olmayanların geleceği olmaz.


Makale ve Analizler - 2018

109

Bu yüzden palamızı pırtımızı toplayıp, iki kofa suyla ocağımızı söndürüp göçe kalkışmamız, kanımızla, alın terimizle satın aldığımız ata topraklarımızı tekmeyle itmemiz anlamına da gelir ki, yalnız Birinci Dünya Savaşında Bulgaristan Türkleri cephelerde 9 bin 653 ceset bırakmıştır. Bu bakıma bize Asker Anıtlarımızı diktirmeyenler, Okul ve Belediye duvarlarına yazdığımız şehit isimlerimizi sökmeleri, şehitler için kurduğumuz çeşmeleri yıkmaları, mezar taşlarımızı toplatmaları, kırmaları, üzerlerindeki ay yıldızları ve isimleri silmeleri çok anlamlıdır. Her şeyi “olan oldu, artık unutalım” diyenlerin aklında olan budur. Bizi vatanımızdan soğu durup kovmak, anılarımızın içine etmek, bizi köksüz bırakmaktır. Eğiridereli büyük şairimiz Naci Ferhat, her şeyi yap ama “soy kökünü kesme” demişti. Biz ne zaman bilinçleneceğiz!!! Biz hala yüzümüze vuran kar tanelerine sevinen bir milletiz. Serinletiyor, deyip avunuyoruz. Şiirlerinde “Şipka” savaşını konu eden ve “dedemi öldürürenlere, kurtarıcımsın” diyemem çığlığı atan şairlerimizle gurur duymuşumdur. Bu sene, İstanbul Başkonsolosluğunda “3 Mart Zaferini” kutlayan ellerinde kadeh güleç yüzlü kardeşlerimizi “bTV” ekranında görünce çok üzüldüm. Şu unutma ve unutturma iletinin nasıl bir motorla çalıştırıldığını düşündüm! Bulgaristan’da Rus köleliğinin devam etmesi için 26 Mart seçimlerinde sınırda “annelerimizi döven”, otobüslerimizi durdurarak seçme ve seçilme hakkımızı elimizden almaya çalışan, özgür vatandaşlar toplumu kurmamız yolunu kesen bugün “Rublacıları” ile el el verenlere şaşıyorum. Halkım adına üzülüyorum. Bu dernekler ne iş yapıyor. Bu boş kafalılar bizi birleştirmek isteyenler değil de kimlerdir!? İdeolojisi olmayan bir halk hiçbir zaman başarılı siyaset yapamaz. Biz sanki her şeyi unuttuk ve “köle olmaya” hazırız! Bizim kimseye merhamet borcumuz yoktur. 100 sene anlatan ve Bulgar halkının ve Bulgaristan’da yaşayanların beynini yıkayan Moskova propagandası, hiçbir konuda ödün vermemiştir. 21. yüzyıl hedefinde Bulgaristan’ı “satın almak” ve bizi ve tüm Bulgar halkını “vatansız bırakmak” işini “hukuka uygun sonuçlandırmak” hedefine saplanmış görünüyor. Karadeniz kıyımızı 40 km içeri Ruslaştırmak planı uygulanıyor. Kendi dillerinde “anklav” dedikleri, Kamçiya ırmağı boyunda “Ruslardan başkalarına giriş yasak” kapalı mıntıkalar yaratıldı. İçerde Rusça konuşukuyor, Rus yemekleri yeniyor, “Votka” içiliyor ve hayal kuruluyor. Rusça radyo ve TV programları, okulları var. Bir memleketi parça parça satmanın adının ne olduğunu bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey varsa o da şu “satılan bizim vatanımızdır.” Ve biz 3 Mart törenlerinde kadeh kaldırarak “vatansız kalmamızı kutlamaya” devam ediyo-


110

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ruz. Bir halkın büyüklüğünü görmezden önce “hiçliğini” görmek iyi olur. Biz “hiç olma” yolunu seçmişiz. Çok acı! Durunuz! Bulgarlar, geç de olsa uyanmaya başladı. Bu yıllarda Bulgar halkında “biz 1878’de işgal edilmişiz” bilinci ve direniş iradesi uyanmasın diye çok güçlü baskı uygulanmış, tüm eğitim bu yalan üzerine kurulmuştur. Bulgar halkında “minnettarlık ve bağlılık” duyguları uyandırılarak, bu durum beslenmiş ve ülke amansız sömürülmüş, talan edilmiştir. Okullarda “O Şipka” şiirini ezberinden söyleyemeyenler sınıf geçemiyordu. Baştan aşağı yalan ve uydurma olan “Esaret Altında” kitabını sınıf odalarında sesle okutuyorlardı. Bir halkın kimliğinde vaz geçmesine 140 yıl yetmedi. Onlar saldırılarına devam ediyorlar. Vatan konusunda Bulgarlarla gölgelerimiz henüz birleşmedi. Bu işler daha ilk başta yalana oturtulmuştu. Osmanlıya karşı saldırı ve işgal savaşının ilanı Rus Çarı II. Aleksandır’ın bir Manifesto ile duyurulmuştu. 12 Nisan 1877 tarihli bu belge Kişin ev’de yayınlanmıştır. “Balkan Yarımadasında yaşayan Hıristiyan nüfus” kavramı Rus Çarı’nın sıcak denizlere inme planlarını gizlemek için kullanılmıştır. Yalanın en okkalısı ise, saldırı savaşının bilançosunda ortaya çıktı. “93 Harbi” ile ilgili Rus İmparatoru tonlarca kuyruklu yalan söylemiştir. 1877 - 1878 Savaşında 200 bin Rus askerinin öldüğü saçmalığı bunlardan biridir. Bir defa 1877 baharında Tuna nehrini geçen düşman askerinin toplam sayısı 193 bin kişidir. İşgalci güçlerin kayıplarını yazan “Şipka” adlı kitabın yazarı Dyanko Karacov (Dekars), işgalci güçlerin toplu kayıpları - ölenler, ordudan kaçanlar, kaybolanlar, boğulanlar, yaralılar, soğuktan donanlar vb toplu sayısının 48 bin 808 kişi olduğunu yazdı. Bu eserde, Rus Ordusunun günlük kayıtlarından alınan deliller ve rakamlar yer almıştır. Birinci el veriler işlediği için en inanılır olarak kabul edilmiştir. İkinci olarak, Rusya’nın dış ülkelerdeki anıtlarından (bu arada Bulgaristan’daki anıtlarından) sorumlu olan Rus Prof. Kaşurko, -09 Ekim 1996 tarihli, Sofya’da çıkan “Duma” gazetesi sayı 239- çıkan bir yazısında, Osmanlı imparatorluğu ile savaşta Rusya’nın 22 bin 391 kişi kaybettiğini açıkladı. 100 yıl boyunca kara propaganda yapıldığı ortadadır. Bulgar halkı kandırılmıştır. San Stefano Antlaşmasıyla ilgili ise, şu yalan çarpıcıdır. Bir defa San Stefano Antlaşması imzalanırken görüşmelerin hiç birine bir tek Bulgar temsilci katılmamıştır. Bu anlaşmanın imzalanmasından önce, Rusya ile Batının Büyük güçleri arasında imzalanmış olan ön sözleşmeler yürürlüktedir. En önemlisi de San Stefano Anlaşması Bulgar halkı için köleleştiricidir. Bu Anlaşmada “Bulgaristan” sözü geçmiyor. Bu Anlaşma’da Bulgaristan toprak-


Makale ve Analizler - 2018

111

larının 50 bin kişilik bir Rus kolordusu tarafından işgal altında bulundurulacağı ve bu topraklarda Tuna Rus Eyaleti kurulacağı maddelerde işlenmiştir. Yeni kitaplardaki değerlendirme. Doğu-Batı yayınevi, 2004 yılında, tarihçi Dimitır Marinov “Stefan Stanbolov ve En Yeni Tarihimiz” eserinin 274. sayfasında şöyle yazdı: “Biz ise ne elde ettik? 3 milyon halk olarak kurbanlar verdik, asırlardan beri birikimlerimizin ve değeri milyarlarla ölçülemez varımızın yoğumuzun hepsi savaş küllerinin altında kaldı. Elimize geçen nedir? Beşe bölündük. Seçtikleri parçayı istediklerine hediye ettiler. Gösterişli bir himaye!” Büyük sayıda Bulgar’ın ve Türkün can feda etmesine, şehit düşmesine neden olan bu saldırı savaşından sonra Bulgaristan topraklarına yüzlerce “kurtarıcı” Rus anıtı, kiliseler dikildi. Bulgar askerlerine toplu anıt dikilmedi. “Şipka” ya Osman Paşa Anıtı dikilmedi. Bunun dışında işgal güçlerinin Bulgaristan’da kaldığı ilk iki yılda, Bulgar’dan, Türk’ten, Pomak’tan ve diğer etnik azınlıklardan toplanan vergilerden Ruslara 10 milyon 617 bin 250 Ruble ve 43 kopek para ödendi. Bankacıların hesaplamalarında belirttiğine göre, o yıllarda (1879 - 1880) bu paranın değeri 64 ton altına eşittir. 3 Mart bizi birleştirdi mi yoksa parçaladı mı? Şu sebepler başta olmak üzere, 3 Mart tarihi Bulgaristan’a milli bayram olmamalıdır. 1. 3 Mart, asırlardan beri Bulgar halkının mezarını kazan, düşman bir devlet tarafından işgal edildiği tarihtir. 2. 3 Mart, Bulgaristan topraklarının ve halkının en gaddar bir biçimde parçalandığı bir tarihtir. Bu konuda, Bulgar düşünür Dr. Stefan Çomakov şöyle demiştir: “Boyunduruk altında bulunan bir halk kurtarılabilir, fakat parçalanmış bir halk asla birleştirilemez.” 3. Bulgaristan’ı ve Bulgaristan nüfusunu soyup soğana çevirme gibi konularda Rusya günümüzde de Bulgar düşmanı ve mezar kazan bir siyaset izlemeye devam ediyor.  Bulgaristan’a verdiği yakıtlara yüksek fon uyguluyor;  Makedonya konusunda Komintern-Sırp siyasetinden vaz geçmiyor.  Bulgar mallarından çok yüksek gümrük alıyor.  Sırpların beslediği OMMO-İlinden örgütünü destekliyor. Vb. 4. 3 Martın milli bayram olarak kutlanmasını, Bulgar ulusal çıkarlarını göz ardı eden Bulgaristan düşmanı Rus partileri tarafından destekleniyor.


112

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Rus işgalini ebedileştiren 3 Mart kutlamaları Bulgaristan halkını birbirine düşürüyor, bölüyor. 3 Mart gerçek Bulgar milli Bayramı olamaz. Milli Bayram olarak 24 Mayıs veya 6 Eylül yasallaşmalıdır.

Bulgaristan’da 3 Mart Milli Bayramı’nda Neden Gerginlik Yaşandı?

BG-SAM-05.Mart.2018

TV-5 programa telefonla katılım: Konu: Bulgaristan’da 3 Mart Milli Bayramında neden gerginlik yaşandı? Bilindiği üzere, 3 Mart 1878’de İstanbul kenarında Ayastefanos’ta, Bulgaristan’da San Stefano, Türkiye’de bugünkü Yeşil Köyde, Osmanlı Devleti ile Rusya Çarlığı arasında bir Barış Anlaşması imzalanmıştır. Ben, bu protokole “An(t)laşma” d(iy)emiyorum, çünkü hiçbir mecliste onaylanmamıştır ve 3 ay sürmüştür. Geçici nitelikli bir ön protokol şeklinde hazırlanmıştır. Ömrü de Temmuz 1878’de, başlayan Berlin Konferansına kadar (yani sadece 3 ay sürdüğünden), bağlayıcı tarafı da olmadığından, geçici bir ateşkes protokolü niteliğinde olduğuna işaret etmek isteriz. Artık 28 yıldan günümüze kadar bu metninde “Bulgar”, “Bulgaristan” ve “Bulgar devleti” adı geçmeyen bir protokol olduğunu herkes öğrenmiştir. “Balkan Bölgesinden” söz edilen, bu protokol, Bulgar halkına bağımsızlık, egemenlik, hürriyet ve birleşme de getirmediğinden dolayı sert tartışmalar başlatmıştır. Ayrıca şu da var tabi ki, 1878’den sonra 112 yıl Bulgaristan’da 3 Mart Milli Bayram olarak kutlanılmamıştır. Neden? 1944 ile 1990 yılları arasında Bulgaristan’da 9 Eylül 1944’te


Makale ve Analizler - 2018

113

Bulgaristan’ın Kızıl Ordu - Rus esaretine düştüğü gün, Milli Bayram olmuştur ve 46 yıl bu böyle devam etti. 1990 yılında Komünistler artık bitecek derken kabul edilen, 4. Bulgaristan Cumhuriyeti Anayasası’nda, Komünistler 3 Mart tarihini yine Milli Bayram olarak Anayasaya koydurabildiler. Bu, 46 yıl böyle devam etti fakat yok olurken bile 1990’da yine bu ayrımcılığı bu nifak tohumunu ekmişlerdi. Göbekten Moskova’ya bağlı olan Bulgar Komünistleri, 1990’da parti olarak tarihe karışırken, 3 Mart 1878’de Ayastefanos, Bulgaristan’da “San Stefano Sözleşmesi” olarak geçen, 3 Mart’ı Millî Bayram olarak yine dayattılar. Bu günleri daha o zamanlar görmüşlerdi onların amacı birlik değil bölücülük olduğunu böylece kanıtlamışlardır. O gün bu gün, Rusya’yı sevenler ve Rusya’yı sevmeyenler (yani Rusofiller ve Rusofoblar) arasındaki kavgalı tartışma “Kurtuluş”, “kurtarıcı” - bağımsızlık, özgürlük ve birlik gibi kavramlar üzerinde derinleşti. Bir defa, Bulgaristan’ın 3 Mart’ta kurtulmadığını, işgal edildiğini, özgürlüğüne kavuşmadığını ve hatta köle durumuna düşürüldüğünü iddia edenler artık Bulgaristan’da da artmaya başladılar. Şu da var tabi ki, tarihçilerimizin bahsetmediği en önemli olay ise 3 Mart Rus Çarı II. Aleksandır’ın doğum günüdür. Yani kısaca, “Yabancı bir İmparatorun doğum gününü Milli Bayram olarak kutlamaları istenmiştir” Buna da Bulgar halkı öğrendi ve karşı koymaya ve toplumu uyandırmaya başlamışlardır. Hatırlanacağı üzere II.Aleksandır 19. yüzyılın ortalarında Rusya’da toprak reformu yaparak kimliksiz köylülerikölelikten kurtaran biri olduğundan, Rus halkı ona “kurtarıcı Çar” demiştir. Fakat Rusofil Bulgarlar, “kurtarıcı” sözünü oradan alıp Bulgar ortamına aşılamışlar, ana caddelere “Kurtarıcı Çar” adı verilmiştir, At üstünde büyük büyük Çar Anıtları dikilmiş ve bu da tepki almış ve almaya devam ediyor. Bu olayların Bulgaristanın egemenliğine gölge düşürdüğü görüşü yaygındır. Bu gün Meclis karşısında at üzerinde olan anıtı kaldırmak istemişler amma başaramadılar. Bu yıl 140. yıldönümü milli kutlamalarına Rusya Federasyonu Başkanı Vladimir Putin de davet edilmişti. Ancak kendisi Gel(e)meyince, yerine Moskova ve Rusya Federasyonu Başpiskoposu Kiril’i gönderdi.


114

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Sofya havaalanında karşılama töreninde hazır bulunan Cumhurbaşkanı Yardımcısı Bayan İlyana Yotova’nin kalpten minnettarlık ifadesi olarak bir devlet görevlisinin ilk defa diz üstü çökerek ve elini öpmesi, “bu Tanrıya değil, Putin’e boyun eğmek oldu” şeklinde tartışmalar başlattı ve Bulgaristan’da kamuoyunu da karıştırdı. Aynı Cumhurbaşkan Yardımcısı Yotova’nın bu karşılama töreninde hazır bulunan Bulgaristan Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu Neofit’in elini öpmemesi ise, tartışmaları iyice kızıştırdı. Şu çok önemlidir, Bulgaristan tarihinde Cumhurbaşkanı düzeyinde bir devlet adamı, şimdiye kadar bir başka devletin Baş Piskoposunu resmi törenle karşılamamıştır. Bu Bulgaristan’da ilk defa oluyor. Bulgaristan layık bir devlettir. “Başka bir medeniyete yönelim mi?” başladı sorusu halktan hiç gecikmeden geldi. “Kirilin elini öpmesi iyi de, diz çökmesi ne anlama geliyor?” sorusuna cevap arandı. Ayrıca “93 harbinde” Plevne’yi savunan Osman Paşa ve yardımına giden Süleyman Paşa askerlerinin yolunun kesiştiği Koca Balkan’da. Yani “Şipka” Tepesinde, konuk Başpiskopos Kiril ile birlikte Cumhurbaşkanı Rumen Radev’in de katıldığı anma töreninde, devlet başkanının yalnız Rus askerlerinden söz ermesi, sadece Türk değil Bulgar askerlerinden dahi söz etmemesi herkesin tüm Bulgaristan’ın da dikkatini çekti. İşte böyle bir ortamda Bulgaristan’da geçen 3 Mart kutlamalarının 140.yıldönümü, ülkede özgürlük, bağımsızlık ve birlik olmadığını bir daha kanıtladı. Kutlamalar sönük geçti. İlk kez “Şipka” tepesinde yuhalama yaşandı. Bu 2018’in 3 Martında daha önce olmayan bir olay da, Türkiye’deki Bulgar Konsolosluklarında yaşandı. STK, Dernek başkanları, yöneticiler ve bazı aydınlar 3 Mart resmikabulüne davetlerde izdiham yaşandı. Gidenler geçen yıla göre daha çok oldukları net olarak görüldü. İşte bu konuda biz Türkiye’de bulunan STK’lar Türklerin atalarını katlettikleri bir günde viski ve şampanya ile kutlanmasını bizler kınıyoruz. Bu atalarımıza karşı yapılan büyük bir saygısızlıktır. Bulgar makamlar Büyük Göçten sonra geçen 29 yılda, bizim “İslamlaştırılmış Bulgarlar” olduğumuzu kafalarımıza sokmaya, kabul ettirmeye devam ederken,


Makale ve Analizler - 2018

115

soydaşlarımızın Türkiye’ye ısındığı ve anavatanımızın “Büyük Türkiye” özlemine seve seve katıldığı bir dönemde “kafa karıştırmaya çalışmalarına” anlam vermek beni de zorladı. Bulgaristan’da yalan üstüne kurulan ideoloji ve siyasetlerin geleceği olmadığını ve olamayacağını unutmak o kadar mı zor? Şu asla unutulmasın: Bulgar halkı Osmanlı döneminde milli kimliğiyle uyanmış, milli dinini, dilini, kültürünü geliştirmiştir. Örnek, “Bulgarlar Osmanlıdan önce kiliselerde Rumca ibadetlerini yapıyorlardı, bunu Bulgarca olarak Osmanlının izniyle başladılar. Kendi kiliseleri için de İstanbul’da ilk Bulgar kilisesini Osmanlı izniyle yapıldı”. Daha ne olsun... 3 Mart 1878 Bulgar topraklarında bu yükselişin durduğu ve söndüğü gündür. Bugün devam eden “kurtarıcı” ve “köleleştirici” tartışması buna kanıttır. Saygılarımla, Rafet Ulutürk BULTÜRK Genel Başkanı

Ayağı Üzerinde Zor Duran Adaylar

Nedim Akın-05.Mart.2018

Konu: Avrupa Birliği Batı Balkanları entegre etmeyi neden hızlandırıyor? Yılbaşından bu yana Avrupa Konseyi (AK) dönem toplantılarını Sofya’da yapıyor. 6 aylık dönemin 3. ayındayız. Şimdiye kadar ciddi bir karar alındığını işitmesek de, Milli Kültür Evi’nin dolayı vız vız kaynıyor. En fazla konuşulan konu ise, Batı Balkanların Avrupa Birliği (AB) üyeliğine alınmasıdır. Davet bekleyen ülkeler Makedonya, Kosova, Arnavutluk, Karadağ ve Bosna Hersek. Yüz ölçümü bakımından her biri NATO (2004) ve AB (2007) üyesi olan Bulgaristan’dan küçük olan bu ülkelerin kendi aralarında birçok çözülmemiş so-


116

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

runu var. Bu 6 küçük devletin AB’ye üye alınması kapısını açmak için Dışişleri ve Başbakanlar düzeyinde ikili ve çoklu görüşmeler, ziyaretler düzenleniyor. 17 Şubat 2018’de Kosova bağımsızlığının 10. yol dönümünü kutladı. Arkada kalan yıllarda bu genç devleti Birleşmiş Milletler Teşkilatı (BMT) üyelerinden daha fazlası (112) tanıdı. 15 Şubat 2018’de son tanıyan ülke Barbados oldu. Belirli bir ilerleme kaydedilse de, Rusya, Çin, Hindistan, Brezilya, Güney Afrika, İsrail, Endonezya, İran, Meksika, Keniya ve Vatikana vb ülkeleri Kosova’nın devlet bağımsızlığını henüz tanımadı. Şu da var, AB üyesi 28 (İngilteresiz 27) devlet arasından İspanya, Slovakya, Romanya, Yunanistan ve Güney Kıbrıs da Başkent Priştina’ya Büyükelçi göndermedi. AB üyelik kapısını çalmaya hazırlanan Sırbistan, 1999’dan beri Kosova topraklarını kontrol etmiyor, fakat bu bölgeyi kendi toprağı olarak hesap ediyor. Öyle de olsa, bu sene Belgrat ile sorunlarını çözmek için masaya oturdu. AK Sofya toplantılarında bu süreci hızlandırma çabaları olduğu dikkati çekiyor. Bağımsızlığının 10. yılını kutlamaya hazırlanan Priştina’da AK Batı Balkanlardaki devlet arasındaki komşuluk ilişkilerini düzenleyen siyasetinde önemli değişiklikler kaydettiğini açıkladı. Batı Balkanlar dendiğinde, eski Yugoslavya topraklarında bulunan Sırbistan, Karadağ, Makedonya, Bosna - Hersek ile Kosova, ayrıca da Arnavutluk anlaşılıyor. Avrupa Konseyi bu ülkeleri AB üyeliğine alma sürecini hızlandırmayı arzu ettiğini açıkladı. Fakat bunun yapılabilmesi için “bazı reformların” yapılması gereğine işaret etti. Bu reformlar arasında, hukukun üstünlüğü ile adalet reformu ilk sırada yer alırken, diğer reformlar da art arda sıralandı. Brüksel daha önce Batı Balkanların AB üyeliği ile ilgili belirsiz bir zamana işaret ederken, 2018’in Şubat ayında ilk kez olmak üzere belirli bir tarih belirtildi ve ikinci olarak da, 2025 yılı ilk adayları üye alma tarihi olarak onaylandı. AK, AB ve Batı Balkanlar arasındaki karşılıklı ilişkileri aktifleştirmek ve geliştirmek için, Şerefli Bir Gelecek başlıklı 4 sayfalık bir plan hazırladı ve yayınladı. Bu planda şunlar da yer almıştır: “Güçlü siyasi irade gösterildiğinde, reformların gerçekleştirilmesi ve komşular arasındaki uzlaşmaların aşılması koşuluyla Karadağ ve Sırbistan 2015 yılında AB üyeliğine alınabilir. Geleceklerini AB ile bağlamak isteyen, Batı Balkan devletleri için, bu tarihsel bir şanstır. (Belge tasarımında “olanaklar için açılan tarihsel pencere” değimi kullanılmıştı)” Sırbistan ile ilgili olarak, Avrupa Komisyonu “Sırbistan ile Kosova arasındaki ilişkileri normalleştirecek bir bütünsel, hukuksal bağlayıcı bir antlaşma imzalanmasını istiyor.” Avrupa Birliği üyesi olabilmesi için Sırbistan’ın önce Kosova’nın bağımsızlığını tanıması zorunludur. Bu sözler, bölge ülkeleri


Makale ve Analizler - 2018

117

ziyaret ederken konuşmalar yapan Almanya Dışişleri Bakanı Zigmar Gabriel tarafından söylenmiştir. Bulgaristan istekleri Bu arada Bulgaristan ile Kosova arasında AB üyeliği konusunda yürütülen ikili görüşmelerde Kosova’da yaşayan Bulgarlara kültürel gakları tanındı, kendi okullarını, sivil toplum örgütü ve kültür merkezlerini kurmaları, Sofya’dan gönderilecek kitaplarla bir Bulgar Kütüphanesi açılması ve birçok başka hakları toptan tanındı. Avrupa Konseyi Sofya toplantılarının yapıldığı esnada Sırbistan Başbakanı da Bulgaristan’ı ziyaret etti. Başbakan Borisov, Doğu Sırbistan’da Bulgarların yaşadığı bölgelerde, okullarda Bulgarca eğitim ve öğretime öncelik tanınmasını, Bulgar kültür, okuma evleri, kütüphaneleri, Bulgar çocukları için Kreş ve okul öncesi eğitim merkezleri açılmasını, Bulgarca gazete ve dergi çıkmasını, radyo ve TV yayınları başlamasını talep etti. Bunlar Bulgaristan’ın Sırbistan AB üyeliğine engel olmaması için öne sürülen isteklerdir. Jan-Klod Yünker’in görüşleri değişti. 2014 yılında Avrupa Konseyi Başkanlığına atandığında Jan KlodYünker “yakın zamanda AB genişlemeyecek” demişti. Buna karşın, 3 yıllık başkanlıktan sonra Yünker, AB genişleyecek ve en yakın tarih 2015 olacaktır açıklamasında bulundu. Mart Başında gerçekleştirdiği Batı Balkan ülkeleri başkentlerinde bu görüşünü tekrar etti. Bu yeni durumda, biz Avrupa Birliği’nin coğrafi alan üzerinde yayılmacılık siyasetine ivme kazandırdığına tanık oluyoruz. 2019 yılında Avrupa Parlamentosunda yapılacak olan yeni seçimlerden sonra, Avrupa Birliği yeni bir politik döneme girecektir. Bu gelişmeler, Batı Balkanlarla ilgili yeni dönemin ortak ödevleri Avrupa Konseyi tarafından belirleniyor. Bu hedefler yerine getirilirse, hiç kuşkusuz önce Karadağ ve Sırbistan olmak üzere, AB önce 2 yeni üye alabilir. Bu ilk adım, Batı Balkan ülkeleri için, AB kapısının açık olduğuna ve gerçek üye olunmasına olanaklar var olduğuna kanıt olacak ve diğer devletlerin çabalarının artmasını sağlayacaktır. Aynı zamanda, böylece 2013 yılından bu yana AB’de ilk yeni genişleme adımı gerçekleşmiş olacaktır. O zaman Hırvatistan AB’ye üye alınmıştı. Slovenya AB’ye 2004’te katıldı. Eski Yugoslavya’dan kopan ve bağımsızlıklarını ilan eden bu 2 devletin üye alınmasıyla ilgili biriken deneyim olumlu değerlendirilmiştir. 2007’de AB’ye alınan Romanya ile Bulgaristan örneği ise olumsuz değer alıyor. Buradaki düzey farklılıkları her zaman kültürel seviye farklılığı olarak ele alınıyor. Öte yandan, Avrupa Konseyi Sofya toplantılarında genişleme konusu tartışılırken, saflarındaki kültürel ve tarihsel farklıklara ve zenginliğe daha fazla önem


118

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

vereceğine ve temel dini kimlikleri İslam’a dayanan Kosova ve Arnavutluk’u üye almak istediğini belirtiyor. AB tarihsel ve kültürel kimliğine Türkiye’nin katkıları. Bilindiği üzere TİKA Arnavutlukta şu an Osmanlı devrinden kalmış 5 Yüksek mimar eserini onarıyor. Bunlar Etem Bey, Ergiri Pazar, Berat Hünkar, Halveti Tekekey ve Berat Bekalar tarihi eserleridir. TİKA Arnavutlukta 5 başka cami de onarmıştır. Çalışmalarına 1996’da başlayan TİKA, arkada kalan dönemde Batı Balkanlar da bu arada, toplam 300 tarih ve sanat eserini onarmış ve bu ülkelerin AB üyeliğinden sonra eski kıtanın kültürel hazinesine son derece büyük bir katkıda bulunmuş olacaktır. Yeni üyeler kuyrukta Karadağ’ın AB’ye üye alınması için görüşmeler 2012’de başladı. Sırbistan’ın üyelik dilekçesi de 2014’ten beri görüşülüyor. Makedonya ile Arnavutluk da AB’nin resmi adayları arasındadır. Ne ki, bu iki ülke ile somut görüşmeler henüz başlamamıştır. Bu iki ülkeyle görüşme sürecinin başlatılması için halen Avrupa Komisyonundan öneri listesi hazırlaması bekleniyor. Kosova, Bosna - Hersek de “olası adaylar” arasında görülüyor. Ne ki bu 2 ülkeyle yaşanan sorunlar daha büyüktür. Batı Balkanlarda başlayan sürecin liderleri olan Karadağ ve Sırbistan da AB üyeliği kriterlerini yerine getirmiş olmaktan çok uzakta bulunuyor. Sırbistan’ın üye alınmasına başlıca engel Kosova’yı tanımamış olmasıdır. Karadağ’daki engellerin başında ise iktidar ve rüşvet sorunlarının durumudur. Arnavutluk konusu görüşülürken, adalet reformunun bilinçli olarak suya düşürülmüş olduğuna vurgu yapıldı. AB üye olmak için en fazla zaman ise Kosova, Bosna ve Her sek’e gerekli olacaktır. Arnavutluktaki Bulgar köylerine kültürel otonomi Arnavutluk görülmeleri başlarken Bulgaristan ülkenin Doğu eyaletlerindeki 3 - 5 köyde yaşayan Bulgar soylu nüfusun haklarına ilişkin sorunlar gündeme geldi. Tirana meclisi Azınlıklar Yasası çıkardı ve Bulgar köylere kültürel özerklik hakları tanıdı. Bu köylerde Bulgar Okulu ve kültür merkezleri örgütlenmesine izin verdi. Yeni durumda AB üyeliği için 2015’e kadar birinci piste Karadağ ile Sırbistan aralarında yarışacaklar. Batı Balkanların öteki ülkeleri üyelik görüşmelerinin başlamasına yol istiyorlar. Şunun altı çizilmelidir. Karadağ ile Sırbistan 2025 yılına kadar bütün dosyaları kapadıkları ve kıstaslara uyduklarında üye alınacaktır. Başkan Yünker, aralarında sınır sorunları olan ülkelerin AB’ye asla alınmayacağını özellikle belirtti. Bu durumda, Sırbistan’ın, Bosna - Hersek dev-


Makale ve Analizler - 2018

119

let sınırları içinde bulunan Sırbistan Cumhuriyeti ile de birleşme niyetinden kesinlikle vazgeçtiğini bir daha resmen beyan etmesi gerekecektir. Bu vurguyu yaparken Yünker, Piran körfezi ile ilgili Hırvatistan ile Slovenya arasında çıkan olaylara işaret etti. Uluslararası Lahey Arbitraj Mahkemesindeki duruşmalar 2017’de Slovenya lehinde sonuçlansa da, bu alana daha önce sahip olan Hırvatistan, Brüksel’in baskılarına rağmen, mahkemenin verdiği karara uymamaya devam ediyor. Avrupa Birliği üyeliği için kriterlerin yerine getirilmesi için, Batı Balkanlar ülkelerinin hukukun üstünlüğünü, ekonomik istikrarı ve devletin ilgili yasaları uygulamayı güvence altına alan “Kopenhag Kriterlerini” yerine getirmesi gerekiyor. Avrupa Birliği’nin “koşullarına uyma” siyaseti olarak bilinen bu hazırlık süreci AB tarafından finanse edilir. Avrupa Konseyi’nin yeni onayladığı belgelerde şöyle deniyor: “AB, Batı Balkanların dönüştürülerek üye alınması sürecine mali yardımlar arttırılacaktır.” Güncelleştirilen AB stratejisi Batı Balkan ülkelerine mali kaynak akıtmayı kabul etmiştir. Avrupa Komisyonu’nun Batı Balkanlara ilişkin yeni uygulamalı siyaseti belirlenen bir cetvele göre işleyecektir. Bunun için gerekli ödemeler yapılacaktır. “Üyeliğe doğru yavaş yavaş geçişi sağlamak amacıyla, gerekli mali destek tam olarak sağlanmış olacaktır.” Bununla ilgili olarak, ilk adım daha 2020 yılına kadar atılmak şartıyla, 2025 yılına kadar yani önümüzdeki 7 yıl içinde AB katılacak ülkelere yardımlar arttırılacaktır. Bugüne kadar yani 2018 - 2020 dönemi de içinde olmak üzere 4 yıllık mali dönemde Batı Balkanlar ülkeleri arasında toplam bir milyar 700 milyon Euro paylaştırılmıştır. Yeni stratejiye ilişkin hazırlanan belgelerde, 2018 yılında aynı ülkelere ve aynı hedefle olmak üzere bir milyar 7 milyon Euro, 2019 ve 2010 yıllarında ise 600 milyon Euro ödeme yapılacaktır. Bu yardımların artırılması olasıdır.


120

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bulgaristan’da Katledilen Müslümanların Kemikleri Sızladı

Ali Çağlar Tınbek4-06.Mart.2018

Bulgaristan’da Müslüman köylerinin basıldığı tarih olan 3 Mart’ı zafer olarak kutlayan Bulgaristan Türkiye İstanbul Başkonsolosluğu’nun resepsiyonuna, bazı İslami STK’ların katılması büyük tepki çekti. Geceye dair gazetemize açıklamalarda bulunan Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği Genel Başkanı Rafet Ulutürk, “Bazı Müslüman Türk, aydın ve STK’ların bu geceye katılarak kutlama yapması bizleri derinden üzdü. Bu kişileri esefle kınıyoruz” dedi. Bulgaristan bağımsızlık gecesi dedelerimizin kemiklerini sızlatıyor. 3 Mart 1879 yani 93 Harbi’nde Bulgaristan tarafından Osmanlı askeri ve Müslüman Türkler katledilmişti. Rusların ve Bulgarların ittifakıyla birçok Müslüman köyleri basılarak katliam ve sürgünler yaşanmış ve zulme uğramıştı. 3 Mart günü Bulgaristan, Müslümanların acılarını derinden hissettiği bir gün olmasına rağmen bazı Müslüman aydın ve STK temsilcileri Bulgaristanlılarla bir olarak bu günü zafer kazanmış edasında şampanya içip eğlenerek kutlama yaptı. 03 Mart gününü Osmanlı ve Müslümanlardan kurtulma günü olarak bağımsızlık günü ilan edilmesi ve Müslümanların kutlamalara katılması, birçok Bulgar Türk’ü ve STK yöneticilerinin tepkisine neden oldu. Katliama uğrayan Osmanlı askeri ve Türk ailelerinin bazı torunları şimdi o günü şampanyalar eşliğinde Bulgaristan konsolosluğunda kutlama yapıyor. “Müslüman bazı aydın ve STK temsilcileri bizleri derinden üzdü” Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği Genel Başkanı Rafet Ulutürk, “3 Mart Bulgarların bağımsızlığını ifade ederken biz Müslüman Türklerinse acı ve hüzünle andığımız bir gündür. 3 Mart 1878’de Rusya ve Osmanlı arasında çetin bir harp yaşanmıştı. Bu harpte Bulgaristan’da bulunan birçok Müslüman Türk ve Osmanlı askeri katledilmişti. Bizim dedelerimizin katledildiği günü Bulgaristan düşmanlık adına zafer bayramı olarak kutlamaktadır. Bizim üzüldüğümüz ve kahrettiğimiz nokta ise, bu güne katılan bazı Bulgaristan göçmenleri Müslüman aydın ve STK temsilcilerinedir. Bulgaristan’da katliamın yapıldığı günde dedelerimizin kemiklerini sızlatıyorlar. Yani aydın ve STK temsilcilerinin Bulgaristan topraklarında şehit edilen dedelerimizin torunları olarak, zalimlerle birlikte adeta zafer havasında kutlamaya katılmaları bizleri derinden üzmüştür” dedi. 4- Millî Gazete


Makale ve Analizler - 2018

121

“Müslüman Kardeşlerimiz bu geceyi neden ihya ediyor?” Geçtiğimiz günlerde Bulgaristan Türkiye İstanbul Başkonsolosluğu’nda düzenlenen zafer gecesine katılan Müslüman Bulgaristanlı aydın ve STK temsilcilerinin dedelerinin kemiklerini sızlattı diyen Ulutürk, “Bulgaristan’ın bu düşmanca tavrına Bulgaristan Başbakanı BoykoBorisov bu güne katılmadığı halde bizim Türkler bu günü keyifle kutlaması biz Bulgaristan Türklerini kahrediyor. Bulgaristan hükümeti bile kendi içerisinde bu güne karşı bölünmüşken bizim bazı Müslüman kardeşlerimiz neden katliamı gerçekleştiren zalimlerin torunlarıyla bu geceyi ihya ediyor. Oysa bu günü bizlerin acısını paylaşarak ihya etmeleri bizleri memnun ederdi. Ben o zaman sormak istiyorum; Türkiye’ye nasıl geldiler. Cevabını vereyim; kutlamaya katılan Türklerin dedeleri dövülerek, zulme uğrayarak ve katliama uğrayan insanların torunlarıdır. Bazı kardeşlerimiz dedelerinin kemiklerini sızlattı. Bu açıdan biz de dernek olarak ve sürgün edilmiş Müslüman Bulgaristan Türkleri adına esefle kınıyoruz” ifadelerini kullandı.

AB Hevesi

Nedim Akın-06.Mart.2018

Konu: Avrupa Birliği, Batı Balkanlar ve Türkiye Son aylarda Türkiye Cumhuriyeti, Rusya Federasyonu ve Birleşik Amerika’nın Batı Balkanlarla ilgili geliştirilmiş stratejik planları olduğu açıklandı. Rusya ile ABD Batı Balkanları Avrupa Birliğinin ciğerine sokulan bir hançer gibi görürken, Türkiye bu küçük ülkelerdeki Osmanlı tarih ve kültür mirasını yaşatmak, o ülkelerde yaşayan Müslümanlara el uzatarak milli varlıklarını gönenç işinde sürdürürken, bölge halkları ve devletleri arasında barış ve güvenlik unsuru olarak güçlenmelerine arka olmaya çalışıyor. Batı Balkanlarda 10 binden fazla Osmanlı yüksek mimar, sanat ve kültür eseri olduğu, onarılan camilerin dolup taştığı, Türk Kültür merkezleri açıldığı ve din eğitimine de devam edildiği gün dibi ortadadır. Bölüm 2-Avrupa Birliğine üyelik hazırlıkları. Önce 2007 - 2013 döneminde Batı Balkanlardaki ülkelerin Avrupa Birliği’nden (AB) toplam 4 milyar 100 milyon Euro bütünleşme (entegre olma) yardımı aldı-


122

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ğına işaret edelim. 2014 - 2020 yıllarını kapsayan dönemde bu karşılıksız yardım miktarının toplam 3 milyar 900 milyon Euro olacağı önceden açıklanmış bulunuyor. Bununla yan yana, başka uluslar arası programlar çerçevesinde olmak üzere Batı Balkanlara ek olarak toplam 9 milyar Euro daha akıtılmıştır. Türkiye ile karşılaştırma Adı Avrupa (reel politikası) kaynaklı veriler, Batı Balkan ülkelerinin AB’yle bütünleşme programları dahilinde Türkiye’den çok daha fazla para aldığını gösteriyor. Bunun nedenini, Batı Balkanlardaki devletleri AB planlarında öncelikli duruma gelmesinde görebiliyoruz. Batı Balkanların önemi birdenbire önem kazandı. Yukarıda işaret ettiğimiz birinci mali yardım sunma döneminde (2007 2013) Ankara’ya verilen para ancak 4 milyar 800 milyon Euro, ikinci dönemde (2014 - 2020) 4 milyar 500 milyon Euro verilmesi planlanmıştı. Demek oluyor ki, T.C. için ayrılan yardımlar Batı Balkanlara gönderilenden daha azdır. Karşılaştırıldığında, Türkiye nüfusunun Batı Balkanların toplam nüfusundan 4,5 defa daha büyük, ekonomisinin ise 8,5 defa daha büyük olduğunu görürüz. Adayların yeni sıralanması. Bugünkü durumda, Avrupa Birliği’ne üye olmaya en hazır ve en meraklı Batı Balkan ülkesi sanki Sırbistan’dır. Bu Batı Balkan ülkesi 2007’den beri her yıl ortalama 207 milyon Euro olmak üzere birinci dönemde bir milyar 400 milyon Euro ve ikinci dönemde de bir milyar 500 milyon Euro mali yardım almıştır. Bu Sırbistan Gayrı Safi Milli Hâsılasından (GSMH) 0,2 olup kişi başına 209 Euro’dur. Türkiye her yıl ortalama GSMH’ dan % 0,03 yani yılda 661 Euro yardım alırken, bu oran kişi başına 8 Euro’ya eşittir. Kuşkusuz AB ile Türkiye arasında üyelik görüşmelerinin kesilmesinden sonra bu mali yardımlar da kesilmiştir. Türkiye’ye ödenmeyen paraların tümü bu defa Batı Balkanlara yönlendiriliyor. Batı Balkan ülkelerine giden bu paralar, devlet kurumlarının güçlendirilmesine, hukuk üstünlüğü sağlanmasına, istikrarlı ekonomik etkinliklere, rekabet gücünün yükseltilmesine, demokrasinin yerleşmesine ve yargı organlarının bağımsızlığının pekiştirilmesine harcanıyor. Avrupa Komisyonu önce olduğu gibi, şimdi de bu ülkelerdeki büyük eksiklikleri bu alanlarda görüyor. Avrupa Komisyonunun bu konuda hazırladığı raporda şöyle deniyor: “Batı Balkanlar AB’nin bu temel değerlerini daha kararlı ve daha emin bir şekilde özümsemek zorundadır. Bu uygulamaların geciktirilmesi yatırımcılara engel olurken, ticareti de aksatıyor.”


Makale ve Analizler - 2018

123

Batı Balkanlar ekonomilerinin gelişmesini engelleyen fazla gelişmemiş olan özel sektöre politik müdahalelerin çok fazla olması yüzünden rekabetin çok düşük olması, dolayısıyla bunun da kalkınmayı engellerken, genç kişilerin iş bulabilmelerini sınırlamasıdır. Batı Balkanlar henüz yatırımcı çekmiyor. 1990’lı yıllarda bölgeyi sorunlu hale getiren geniş kapsamlı askeri şiddet, bugün Balkan siyaseti için güncel bir sorun olmaktan çıkmıştır. Bu çok önemli ileri bir adımdır. Ne var ki, askeri şiddet olmaması burada sorunsuz bir bölge oluşturulduğu anlamına gelmiyor. Bu ülkelerde süreğen bir ekonomik yetersizlik var. Halk kitleleri ve toplumun hayal kırıklığı giderek artıyor. Ardı arası kesilmeyen bir etnik gerginlik kükrüyor. Etniklerin bütünleşmesini engelleyen temel etkenler bunlardır. Bu eğilimlerin aşılması, ekonomik sorunlara çözüm bulunması politik sorunlara çözüm bulma yolunda adımlar olacaktır. Bu bölgede uzlaşma rüzgârları esse de, “uluslar arası yatırımcılar” için bölge henüz ilgi çeken bir yer değildir. Batı Balkanlarda halkın durumu. Batı Balkanlardaki savaş ve şiddetin son bulması yavaş istikrar sağlarkenhalkın yoksulluğunu aşma çabalarına çok az katkı sağlayabildi. Gençler arasındaki işsizlikle örneklediğimizde Karadağ’da bu oran % 39; Bosna Hersek’te % 54; halkın % 71 de yargının tarafsızlığına ve adil olduğuna asla inanmıyor. Batı Balkanlarda yaşayan insanlarda % 43’ü çareyi göç etmekte ya da gurbetçilikte görüyor. Batı Balkan ülkelerinin 6’sında da etnik gerginlik var. Bu huzursuzluğun her ülkede kendi özgün çizgileri var. Örneklersek, Arnavutluk Başbakanı Edi Rama, komşu Makedonya’da Arnavutlara karşı ayrımcılık uygulandığını iddia ederek “Büyük Arnavutluk” fikrini yeniden ateşledi. Makedonya’da ise siyasi liderler etnik faktörden iç siyaset çıkar ve hedeflerinde yararlanıyorlar. Bosna - Hersek’te közler sönmemiş. 22 yıl barış içinde yaşayan Bosna - Hersek’te huzurun tam olarak hakim olduğunu söyleyemeyiz. Durgunluk yaşayan ülkede sıkıntılar yaşanırken, darboğazlar var. Barış döneminde etnik gruplar arasındaki setler yükseldi. Bosna - Hersek Merkez Bankasının 3 genel müdürlü olması, devlet kurumlarının beklendiği gibi çalışmadığına işarettir. İç bunalım durumunda ordunun etnik kriterlerle üçe bölünmesi beklenebilir. Bosna - Hersek’teki Sırp otonomisinin lideri olan Milorad Dodik’nin izlediği siyasetten Birleşik Amerika olduğu gibiAvrupa Birliği de memnunluk ifade etmiyor. 2016 yılının Eylül ayında Dodik, Bosna -


124

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Hersek bileşiminde bulunan Sırp Cumhuriyeti’nin Milli Bayramı’nın 9 Ocak gününde kutlanması için bir halk oylaması düzenledi. Bu soykırımcı katil “Radovan Karaciç” günü olarak kutlanacaktı. Birleşik Amerika, 1995’te imzalanan Deytın antlaşmasıyla temelleri atılan etnik barış düzeninin baltalanması tehlikesine işaret ederek referandum sonuçlarının geçersiz sağlanmasını sağlayabildi. Buna cevap olarak Dodik, Bosna devlet kurumlarında görev alan Sırpların tümünü “Banya Luka” otonomisinin başkentine dönmeye çağırdı ve dönmeyenleri de “hain” ilan etti. Bunun bir anlamı da Dodik’in bir çatışma hazırlığı içinde olduğuna işarettir. Halkı silahlandırmaya da önem veren Dodik, bölge polis güçleri için 2 bin 500 otomatik silah satın aldı. Kosova devlet kurmaya çalışıyor. Kosova bir yandan bağımsız devletinin kurumlarını oluşturmaya ve güçlendirmeye çalışırken, aynı zamanda Sırbistan ile ilişkilerin gerginleşmesi de güç topluyor. Kosova milliyetçileri Kosova’nın haberi bile olmadan Sırbistan’dan kesilen toprakların üçte birini istiyor. Kosova ile Karadağ arasındaki ilişkilerin yeniden gerginleşmesine sebep ise, devlet sınırının çizilmesi oldu. Kosova Başbakanı Ramos Haradinay Batının pek yüz vermediği bir kişi durumuna düştü. Önce Birleşik Kralık için vize alamadı, yakın geçmişte de ona Amerikan vizesi vermediler. Karadağ’da kimlik sorunu. Karadağ’da kimlik kavgası var. Toplum etnik kimlik konusunda ikiye parçalanmış durumdadır. NATO üyesi bu genç ülkenin kamu harcamalarında da çok ciddi sorunlar yaşadığı ortada olduğu gibi, devlet kurumlarının adil çalışmasına kapı da henüz açılamamıştır. Bu bakıma 2025 yılına kadar AB dosyalarını kapatabileceğinden ve önüne sunulan kriterlere uyup uyamayacağından kuşku duyuluyor. Sırbistan gerginlik kaynağı Batı Balkanlar’da gerginlik kaynağı ülkelerin başında Sırbistan gelmeye devam ediyor. Sırp Cumhuriyeti ile ilgili planlarından vazgeçmediği gibi Kosova’dan da toprak talebinde bulunuyor. Huzursuzluk işareti olan bu olaylardan başka AB Komisyonu raporunda şöyle bir saptama da yer alıyor: “İnsan, silah ve uyuşturucu trafiği olması bir yana, Batı Balkanlar’da örgütlü suçlar ve şiddet olmaya devam ediyor. Politik ve ekonomik sisteme cinayet işleyen kişilerin sızması tehlikesi büyüktür.” Demokrasi olmayan ülkelerde lider sorunu Avrupa Birliği’nin onlarca yıldan beri sürdürdüğü Batı Balkan ülkeleriyle iyi komşuluk siyasetinden sonra, Batı Balkan ülkelerinin Avrupa Birliği yöne-


Makale ve Analizler - 2018

125

limi henüz kök salamadı, hukukun üstünlüğü ve temsili kurumların güçlenmesi yolunda beklenen adımları atamadı, her şey yüzeysel durumdadır. Yerel düzeyde politik ve partiler arası rekabet olmaması, müşteriye hizmet siyaseti esaslı, tek partili ve kişisel iktidarlar kurulmasına olanak verdi. Şimdi anlaşılabildiğine göre, Avrupa Birliği’nin Brüksel yönetimi, “istikrarlaşma” siyaseti perdesi ardına gizlenen siyasetçi ve liderlerden artık arınmak ve Balkan ülkelerindeki milliyetçi hırsızlardan uzaklaşmak isteseler de bunu nasıl yapacaklarını henüz bilmiyorlar. Avrupa Birliği Makedonya’da Gruevski, Arnavutlukta Edi Rama, Kosova’da Haşim Taçi ve Ramuş Haradinay, Bosna - Hersek’te Milorad Dodik gibi liderlerle bundan böyle iş yapılamayacağının, onların iktidarda kalmamasının farkında olsa da, eli kolu bağlıdır. AB için büyük sorun yaratanların iktidardan uzaklaştırılması ve yerlerine kimlerin atanması gerektiği henüz yanıt bekliyor. Demokrasi olmaması Balkanlar’da güçlü politik rekabet için büyük engeldir. Bununla birlikte AB’nin üyelik görüşmelerini hızlandırdığı halde, bu ülkelerin giderek içsel demokrasi yollarını da tıkaması endişesi ortadadır. Bugün bu sorun Bulgaristan gerçekliğinde de izleniyor. 2007’den beri AB üyesi olan ülkede, demokrasi olmaması, huıkukun üstünlüğünün sağlanamamamsı, sivil toplum kurulamaması ve etnik sorunların gerginleşmeye devam etmesi tek partili lider rejimine doğru adımlıyor. AB’nin Batı Balkanlar stratejisine güvenilebilir mi? Avrupa Birliği’nin Batı Balkanlarla ilgili yenilenen stratejisinde çözüm bekleyen ana konular nelerdir? Batı Balkanlarla ilgili hazırlanan rapor ve yöneticilerin demeçleri açık azlara bir parmak bal süren bir propaganda oyunu değil midir? Günümüzde ağır bunalım yaşayan, ciddi sorunları olmasına rağmen AB, hala etnik ve hareketli olduğunu sergilemek istiyor olmasın? Avrupa Birliği dünyaya ben “ölmedim” hala “yaşıyorum” demek isteyebilir. Balkanlar Avrupa’nın bir parçasıdır. Bugün olmazsa yarın, bir süre sonra ya da Brüksel tarafından gösterilecek tarihlerden birinde, Avrupa Birliği’nden bir parça olmak istemeleri de doğaldır. Brüksel planlarını ancak Avrupa’nın stratejik çıkarlarını kavrayınca anlayabiliriz. Avrupa ise, Batı Balkanlar ülke ve halklarının Rusya, Çin veya Türkiye’nin daha güçlü etkisi altında kalmasından ve Avrupa’dan uzaklaşarak kopmasından korkuyor. Görüldüğü üzere, Batı Balkan ülkelerini AB’ye üye almaya ilişkin Avrupa Komisyonu’nun yeni stratejisi, Rusya’nın bu bölgede siyasi egemenlik kurmasına, Çin’in bölgedeki ekonomik baskısının artmasına ve Türkiye’nin kültürel varlığını güçlendirerek yaşatmasına karşı çizilmiş bir plandır. Brüksel buradaki bölgesel çatışmaların yeniden başlamasında da korkuyor kuşkusuz. Avrupa Birliği, Batı balkanlardan “istikrarsızlık” taşmasını önlemek için, bu bölgeye “is-


126

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tikrar” ihraç etmek istiyor. 2015 ve 2016 yıllarında, Avrupa Batı Balkanlar üzerinden merkezi Avrupa’ya sonsuz sığınmacı, kaçak ve göçmen sürüleri geçtiğine tanık oldu. Bunun yinelenmesini önleyebilmek için bölgeyi kontrol altında tutmak istiyor. Sofya toplantılarından alınan sonuçlar Tüm bu gelişmelere rağmen, 15 Şubat 2018 tarihinde, AB ülkeleri Dışişleri bakanlarının olağan dönem toplantısında, Avrupa Komisyonu Batı Balkanlar’ın AB ile bütünleşmesine razı gelmedi. Bu görüşmede, Avrupa Komisyonu tarafından hazırlanan, AB’nin Batı Balkanlar bölgesel siyaseti görüşüldü. Batı Balkanların AB üyeliği perspektifleri konusunda Dışişleri Bakanları “iyimser” ve “karamsar” olmak üzere iki gruba ayrıldılar. “İyimser” gruptan olan Macaristan Dışişleri Bakanı Petır Siarto, “2025 geç bir tarihtir.” Dedi. Ona göre, Karadağ ile Sırbistan daha 2022’de AB’ye katılmalıdır. Avusturya Dışişleri Bakanı da Batı Balkanların AB’ye bir an önce katılmasından yana çıktı. Öte yandan, “karamsarlar” grubundan olan Slovenya Dışişleri Bakanı Karl Eryavets, Batı Balkanların AV üyeliği için 2025 yılının realist bir tarih olmadığına işaret etti. “Karamsarlar” açısından, durumun güven verici olmadığından dolayı üye almak için tarih gösterilmemesi iyi olur. Görüldüğü üzere AB’nin Batı Balkanlar stratejisi hem “iyimserler” hem de “karamsarlar” konumundan mayınlanabilir. Birinci durumda, üye aday çok erken hizmet görecek ve bunun için Brüksel tarafından sunulan menü pek uygun değilken, ikinci durumda müşterinin masaya ne zaman oturacağı bilinmediğinden henüz bir menü hazırlamaya gerek yoktur. Genişleme yorgunluğu Sofya toplantıları başlamazdan önce Avrupa Komisyonu “genişleme” görüşmelerinden bıkmıştı. Genişleme işleri masrafları arttırıyor birçoklarını da huzursuz ediyordu. Bilindiği üzere Avrupa Birliği görüşmelerine başlamak için şimdiki üyelerin hepsinin bir sene önceden sağlanmış desteğine gerek vardır. AB’nin yeni üyeler için “kapı kapaması” şeması ise şöyledir: Avrupa Birliği ülkelerindeki sivil toplum örgütleri Birliğin genişlemesine karşı çıkar ve bu kararlarını kendi hükümetlerine iletirler. Avrupa Konseyi bu formülün işlemeyebileceğini iyi bildiklerinden daha şimdiden Batı Balkan ülkelerinin AB üyeliği için yeni formüller geliştirirken Birlik içinde bazı reformların yapılması gerektiğini de biliyorlar. 2018 yılı güzünde, yani Sofya dönem toplantısından sonra, Avrupa Komisyonu, AB üye olması istenen ülkelerin önerilerini nitelikli çoğunlukla sunmaya hazırlıklar yapıyor. Ne ki, bu gibi kardinal bir reformun gerçekleştirilebilmesine


Makale ve Analizler - 2018

127

yine oy birliği ilkesini işletmek gerekiyor. Böylece yeni üyeler alınırken “veto” uygulama sistemi kaldırılmak istenecektir. 2018’in başından beri genişleme konusunda yürütülen görüşmelerden ortaya çıktığına göre, şu dönemde Batı Balkanlarla ilgili stratejideki en yeni durum sanki Sırbistan’ın Kosova’yı tanıması noktasına kilitlenmiş bulunuyor. Ayrıca AB’nin Batı Balkanlara yayılması görüşleri bu ülkelerde henüz kabullenilmiş ve yerleşmiş değildir. Bu yöndeki çalışmaların 2015’e kadar ne gibi sonuçlar vereceğini şimdiden kestirmek ise çok zordur. Okuduğunuz için teşekkür ederim. Kullanılan rakamlar EADaily’den alınmıştır.

Bulgaristan’ın 3 Mart Bağımsızlık Günü Kutlamaları

İsmail Cingöz5-06.Mart.2018

3 Mart Bulgaristan Milli Bayramı Kutlandı. Ne acıdır ki; bu kutlamaya bazı STK yönetici ve üyeleri ile önde gelen aydın kişilerin de katıldığını görmekteyiz. Zira literatürümüze 93 Harbi olarak giren 1877 - 1878 Osmanlı - Rus Savaşı’nın ardından 3 Mart 1878’de Osmanlı Devleti ile Rusya arasında imzalanan ve Ayastefanos Antlaşması olarak bilinen San Stefano Antlaşması’nın yıl dönümüdür. Osmanlı Devleti’nin yenilgisi sonrası imzalanan ve Türk tarafı için ağır şartlar içeren bu antlaşma; Rusların Balkanlarda etkinliğini arttırdığından Batı’yı rahatsız etmiştir. Batı için uygun görülmediğinden dolayı 13 Temmuz 1878 Berlin Konferansı ile Batı için şartlar biraz daha yumuşak hale getirilmiştir. Tarihi süreç biraz incelendiğinde Almanya İmparatorluk Şansölyesi Prens Bismark’ın başkanlığında toplanan Berlin Konferansı’nda Osmanlı Devleti; Almanya, İngiltere, İtalya, Avusturya-Macaristan ve Rusya ile Balkanlar’ın paylaşımını müzakere ve imza ettiğini görmekteyiz. Katılımcı devletlerin Başbakanları ve Dışişleri Bakanlarının katıldığı bu konferansta Osmanlı Devleti’ni Nafıa Nazırı Karatodori Paşa, Müşir Mehmet Ali Paşa ve Berlin büyükelçisi Sadullah Bey temsil etmiştir. 5- Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Uzmanı - BULTÜRK Derneği Ankara Temsilcisi


128

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Osmanlı Devleti Toprak kayıpları Sırbistan, Bulgaristan, Romanya ve Karadağ’ın kendi başlarına birer prenslik olmaları kabul edilmiş, Osmanlı İmparatorluğu toprakları içerinde; BosnaHersek, Doğu Rumeli, imtiyazlı vilayetler halinde tanzim edilmiştir. Niş Sancağı Sırbistan’a, Kars, Batum, Artvin ve Ardahan sancakları Rusya’ya, Dobruca Sancağı Romanya’ya, Van’ın doğusundaki Kotur yöresi ise İran’a ve bazı kazalar da Karadağ’a bırakılmıştır. Kıbrıs İngiltere’ye kiralanmış ve nihayet Bulgaristan Prensliği kurulmuştur. Bu konferansın etkilerini iyi değerlendiren Yunanistan 1881 yılında Teselya Sancağı’nı elde etmeyi başarmıştır. Ve yine bu konferansın etkilerini kulis çalışmalarıyla kendi lehine kullanmayı başaran Fransa 1881’de Tunus Prensliğini işgal etmiştir. Peki o halde Batı için ve daha da önemlisi Bulgaristan için adeta 22 Eylül 1908 tarihinde Özerkliği, 6 Eylül 1908 tarihinde ise bağımsızlığın anahtarı olan bu kutlama resepsiyonuna Türk STK ve Aydınları neden katılırlar? Elbette kararlarına saygı duyuyoruz ama Türk Tarihine acılarla kazınan, binlerce Km2 vatan toprağının kaybedildiği, Bir milyondan fazla Türk ve Müslüman nüfusun göç etmesine ve yüz binlercesinin bu göç yollarında feci şekilde can vermesinin başlangıcı olan 3 Mart 1878 resepsiyonuna (resmi protokol nezaketi gereğince katılmak zorunda kalanlar hariç olmak üzere) Türkiye Cumhuriyeti STK yönetici ve üyeleri ile aydınları neden katılırlar? demeden edemiyor insan. Yok eğer “Bulgaristan AB Dönem Başkanıdır, bizler kutlamalara katılarak Türkiye adına kulis çalışmaları yaptık, bazı olumsuz ön yargıları gidermeye çalıştık...” diyebiliyorlarsa ne ala... Türk Milletini katleden, sürgün eden, Türk yurdunu bölen-parçalayan bir antlaşmanın kutlanması adına; Şubat 2018’in son haftasında Ankara, İstanbul, Edirne ve Bursa’da bulunan Bulgaristan Konsolosluk ve diplomatik temsilciliklerinde düzenlenen resmi kabul ve törenlere katılanlar acaba bu tarihi panoramayı unutmuş olabilirler mi? Eğer bir unutma söz konusuysa hatırlatmak bize düşer. Saygılarımızla.


Makale ve Analizler - 2018

129

Dünya Kadınlar Günü nedir? Neden 8 Mart’ta kutlanıyor?

Raziye ÇAKIR -07.Mart.2018

8 Mart Dünya Kadınlar Gününde, hepinize sağlık ve mutluluk dolu bir gelecek diliyorum. Kısaca tarihçesi. 8 Mart 1857 tarihinde ABDnin New York kentinde 40 bin dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başladı. Ancak polisin işçilere saldırması ve işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, arkasından da çıkan yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda çoğu kadın 129 işçi can verdi. İşçilerin cenaze törenine 100 bini aşkın kişi katıldı. 129 İşçi Yanarak Can Verdi Kadınların örgütlediği eylemi durdurmak isteyen polis, kadın işçilere saldırmış, fabrikanın patronlarının da desteğiyle binlerce işçi fabrikaya kilitlenmişti. Bu sırada çıkan yangında içeride kilitli kalan işçilerden 129’u yanarak yaşamını yitirmişti. Basının Sansürü ABD basını bu olaya neredeyse hiç yer vermemişti. Buna rağmen, işçilerin cenaze törenine 100 bini aşkın kişi katılmıştı. Ve Kadınlar Sokağa Çıkıyor Uluslararası anlamda ilk emekçi kadınlar günü 19 Mart 1911’de düzenlendi. Avusturya, Danimarka, Almanya ve İsviçre’de gösterilere katılan on binlerce kadın seçme ve seçilme hakkının yanı sıra kadınlara iş ve mesleki eğitim verilmesi, çalışma alanlarında kadın-erkek eşitliği sağlanmasını talep etti. Bir kadın yazar 1911’deki gösterileri anlattığı yazısında şu ifadeleri kullanmıştı: “İlk Uluslararası Kadınlar Günü 1911’de gerçekleştirildi. Başarısı, beklenenin çok üstündeydi. Her yerde toplantılar düzenlendi. Küçük yerleşimlerde, hatta köylerde bile salonlar öyle tıklım tıklımdı ki kadınlar toplantılara katılan erkeklerden kendilerine yer vermelerini istedi. Bu gün kesinlikle çalışan kadının ne kadar militan olduğunun ilk göstergesi oldu. Erkekler evde çocuklarıyla kalırken kadınlar toplantılara koştu. Hatta o gün yaklaşık 30 bin kişinin katıldığı sokak gösterilerinde polis pankartları toplamaya karar vermişti, ancak kadınlar polise direndi.”


130

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Sonraki yıl Fransa, Hollanda ve İsveç de kadınların mücadele gününü kutlamaya başladı. Yapılan gösterilerde kadınların gündeminde her an patlak vermesi muhtemel olan dünya savaşı vardı. 1913’te 8 Mart’ta düzenlenen kadınlar günü Rusya’da da kutlandı. Çarlık Rusyası şartlarında açık gösteri düzenlemenin neredeyse imkansızdı. Ancak birkaç yıl sonra devrim saflarında savaşacak öncü sosyalistler, kadınlar gününün gizli etkinliklerle kutlanmasını, iki yerel işçi gazetesinde günün anlam ve önemini anlatan yazılar yayınlanmasını sağladılar. Hatta bu yazılarda Clara Zetkin’in dayanışma duygularını ilettiği ifadelere yer verdiler. Bir kadın yazar 1920’de yazdığı bir yazıda, 1913’te gerçekleşen Rusya’daki ilk kadınlar günü kutlamasını şu sözlerle anlattı: “O karanlık yıllarda toplantı yapmak bile yasaktı. Fakat Petrograd’da partili kadınlar “Kadın Sorunu” başlıklı bir etkinlik düzenledi. Bu illegal bir etkinlikti ama salon tıklım tıklım doluydu. Parti üyeleri konuşmalar yaptı. Fakat bu gizli toplantı polis baskını ile yarıda kesildi ve konuşmacıların çoğu tutuklandı. Bu etkinlik Çarlık baskısı altında yaşayan Rusya’daki kadınların Uluslararası Kadınlar Günü’ne katılımı ve desteği açısından önemliydi. Bu Çarlık hapishanelerinin, idam sehpalarının Rusya’daki işçilerin mücadele ruhunu öldüremeyeceğinin, Rusya’da bir şeylerin sarsılmakta olduğunun ilk işaretiydi.” Tüm Dünayada Kutlanıyor Her yıl 8 Mart tarihinde kutlanan Dünya Kadınlar Günü aslında Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak kutlanıyor. Türkiye’de 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü ilk kez 1921 yılında “Emekçi Kadınlar Günü” olarak kutlanmaya başlanmıştı. İlk Kez 1911 Yılında Kutlanmaya Başladı... 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü ilk kez 19 Mart 1911’de Almanya ve İsviçre’de anıldı. Anmaların 8 Mart olarak değiştirilmesine 1921’de Moskova’da düzenlenen 3. Uluslararası Kadınlar Konferansı’nda karar verildi. ABD’de de ise 1960’lı yıllarda anılmaya başlandı. Birleşmiş Milletler, 66 yıl sonra 8 Mart’ın ‘Dünya Kadınlar Günü’ olarak kabul etti. 8 Mart’ın hikayesi pek çok insan tarafından pek de bilinmez. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü neden kutlanıyor? İşte, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü hakkında birçok kişinin bilmediği gerçekler! 8 Mart 1857’de New York’ta tekstil işçisi kadınlar, 16 saatlik çalışma saatleri, düşük ücret ve insanlık dışı çalışma koşulları sebebiyle greve çıktı.


Makale ve Analizler - 2018

131

Tarihçelerinde, karşımıza çıkan pek çok kaynakta 1857 yılında meydana gelen bir yangında, greve çıkan kadınların fabrikaya kilitlenmesi nedeniyle hayatını kaybetmesinden söz edilir. Yüzbinlerce işçi o gün iş bırakarak protesto yürüyüşüne katıldı. Dünya Kadınlar Günü ilk kez 19 Mart 1911’de Avusturya, Danimarka, Almanya ve İsviçre’de anıldı. BM tam 66 yıl sonra 8 Mart’ın “Dünya Kadınlar Günü” olarak kabul etti. BM 16 Aralık 1977 tarihinde 8 Mart’ın “Dünya Kadınlar Günü” olarak anılmasını kabul etti. 1975’te Ankara ve İstanbul’da İlerici Kadınlar Derneğinin girişimiyle 8 Mart ilk kez kamuya açık olarak 400 - 500 kadının katılımıyla kutlandı. Bütün dünya kadınlarına sağlık, mutluluk ve esenlik dolu günler diliyor, 8 Mart Dünya Kadınlar Gününü kutluyorum.

140 Yıl Sonra Azarlanmak

Rafet Ulutürk-07.Mart.2018

Konu: Hey gidi dünya. 3 Mart, Bulgaristan Milli Bayram tatili sona erse de herkes işinin başına dönse de, tüm medya dallarında, biz 3 Mart 1878 tarihinde “kurtarıldık mı?” yoksa “köleleştirildik mi?” tartışmaları tüm hızıyla devam ediyor. Yeni açıklamalarda Milli Bayram günü, “Şipka” tepesi anma töreninden sonra, Bulgaristan Cumhurbaşkanı Rumen Radev’in, Cumhurbaşkanlığı sarayında, Rusya ve Osmanlı imparatorlukları arasındaki savaşın sona ermesinin ve “San Stefano” Barış Belgesinin imzalanmasının 140. yıl dönümü vesilesiyle gelen Moskova ve Rusya Federasyonu Başpiskoposu Kiril arasında (4 Mart 2018) özel bir görüşme olduğu açıklandı. Kapalı kapılar ardında gerçekleşen bu görüşmeye Bulgar gazeteciler ve kameramanlar bırakılmazken, dini lider Kiril’in konuşması Rus medyası tarafından belgelenmiş ve önce Moskova, ardından da Sofya’da patladı.


132

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Cumhurbaşkanı Radev’e hitaben yüksek sesle, parmak sallayarak ve azarlamalı konuşan konuk din lideri Kiril, “Bulgarları kurtarmak için Osmanlı ile savaşta Rus kanı döküldüğünü, bu savaşı Rusya’nın ilan ettiğini, savaşanların Rus İmparatoru Orduları saflarında yer aldığını ve bugün Bulgaristan’da kurtarıcı Rus Ordusunun bölündüğünü belirtti” Başpiskopos Kiril, “Kurtarıcı Rus Ordusu için Bulgar devleti ve halkı tarafından ebedi minnettarlık” istedi. “Bulgaristan’ın kurtarılmasına başka ülkelerin de katıldığına ilişkin havale iddiaları dinlerken zorlandığımı açık beyan ediyorum. Leh Sem’i olduğu gibi Lituanya Meclisi de Osmanlı Türkiyesiyle savaş kararı almamıştır. Bulgaristan’ın kurtarılmasıyla ilgili tarihsel olayların yanlış yorumlanmasına tanık olduğunu” söyleyen Kiril, iletişim araçlarının kendisini işiteceğine ve “Başpiskoposun uğradığı hayal kırıklığını halka duyuracağı umudu” ise TASS ajansından geldi. Başpiskopos Kiril şöyle konuştu: “Dostluktan söz ederken, Bulgaristan’ın kurtarılması için verilen şehitler unutulursa, dostluk sözünün anlamı kalmaz.” Biz tarihsel “gerçeği” ebediyen yaşatacağız diyen Başpiskopos Kiril’e Cumhurbaşkanı Radev’in nasıl cevap verdiği gizli kaldı, medyada açıklanmadı. O, “susmanın gücünden yararlanmak isterken”, Başpiskopos Kiril’in Cumhurbaşkanı Radev’e, parmak salladığına işaret edildi. Olay, Cumhurbaşkanı ile Başbakanlık arasındaki uçurumu daha da derinleştirirken, hükümet ortaklığı da birbirine girdi. Güya “Yurtsever Cephe” Başkanı olan, Başbakan Yardımcısı Valeri Simyonov, TV ekranından Dünyanın en Büyük Ortadoks Kilisesi Başpiskoposu hakkında “yalancı” ve “kaçakçı” dedi. Ayrıca sözlerini ispat etmek için 15 Ekim 1996 tarihli Rusya Federasyonu Gümrükler raporunu gösterdi. Bu evraklarda Moskova ve Rusya Federasyonu Başpiskoposu Kiril’in bir sigara kaçakçısı olduğunu ve Rusya Federasyonu’na 14 milyar US Dolar tutarında kaçak sigara soktuğunu belgeledi. Ardından kolundaki saatin 35 bin Euro tuttuğunu ve bu din adamının “ikinci kategori Başpiskoposunun bir KGB” ajanı olduğunu açıkladı. Rus - Osmanlı Savaşı’nda Bulgaristan’ın “kurtarılması” için ölen, Fin, Leh, Romen ve diğer Milletlerden olan şehitlerin isimlerini anıtlardan kazımamızı mı istiyor? Tepkisinde bulundu. Bu konuyu görüşmek ve Volen Simyonoıv’un Başpıskopos Kirilden özür dilemesi için toplanan hukümet orakları anlaşamadılar. “Ataka” partisi şefi Volen Siderov, “Bunlar incitici sözlerdir. Hıristiyanlığın en büyük düşmanı Rusya Başkoposuna “yalancı” ve “kaçakçı” diyemezsiniz. Simeyenov özür dilemezse, Hıristiyanlığın düşmanı ilan edilecek. Bu konuda ödün veremeyiz” dedi. Ar-


Makale ve Analizler - 2018

133

dından diğer başbakan yardımcısı ve savunma bakanı ile birlikte toplantıyı terk ettiler. Başbakan Borisov bu konuda susmaya devam ediyor. Çalışma ofisi Kremlin Sarayında bulunan ve Rusya Federasyonu devlet elit ekibinden önemli biri olan Rus Ortodoks Kilisesi Başı Kiril’in kimliği ve tavrı (Farkto bg.) yayınında Bulgaristan’ın eski Moskova Büyükelçisi İlyan Vasilev tarafından da yorumlandı: O, da “Dünyanın yarısını Rus çizmesi altına alan büyük savaşta Fin, Leh, Lituanyalı, Romen ve başka milletlerin kan dökmediğini iddia etmek, halkı aldatmak yani demagojidir” dedi. Basında, “anılar ölenlerin aziz hatırasını mı yaşatıyor yoksa iktidar çevrelerine hizmet mi ediyor?” sorusuna yanıt aranıyor. Rus Ortodoks Kilisesi’nin Başı’nın Bulgaristan devlet yönetimini küçümseyen tutumu ve konuşmaları, Rusofil cepheyi birden bire kanatlandırdı. Avrupa Konseyi Sofya dönem toplantıları günlerinde, Avrupa Birliği siyasetine karşı çıkışlar hız aldı. “Tarihimiz çocuklarımıza köleler gibi ezberletilmez” başlıklı bir yazıda ise, 3 Mart 1878 San Stefano protokolünde, bir ay sonra imzalanan Londra Sözleşmesinde ve savaştan önce imzalanan, gizli Avusturya - Macaristan ile Rusya Çarlığı Antlaşmasında “Bulgaristan”dan ve “Bulgarlardan” söz edilmediğine alıntıların altı çizilirken, gerçeklerin saklandığı ve yalandan tarih anlatıldığına işaret edildi. III. Bulgar devleti tarihini yeniden yazmak isteyen ve özellikle de bu konunun lise tarih derslerinde yeniden açıklanmasında ısrar edenler, son 30 yılda bu konuyu açmak isteyenlerin sürekli taşa vurduğunu anımsatırken, Bulgar halkının yalan olduğunu bildiği verilerin yine ön plana çıkarılması da kargaşa yaratıyor. Çelişkiler sertleştikçe ulusal bölünme çizgisinin derinleştiği dikkati çekiyor. Başbakan Boyko Borisov ile iktidar partilerin hiçbir temsilci “Şipka” anma törenlerine ve 3 Mart akşamı Sofya verilen resmi kabulünde hazır bulunmadı. Halk Meclisi Başkanı Ts. Karayançeva Koca Balkan doruğunda yuhalandı. Bunlar kırmızı çizgiyi daha da derinleştirdi. Devlet kurumları arasında temasın kesildiği herkesin dikkatini çekti. Konuk Başpiskopos Kiril’in “Şipka” doruğundaki mitingde “Bulgaristan halkından”, “Bulgar ve Rus halklarının aynı din ve değerleri olduğundan” söz etmedi ve bu özellik Rusya’yı sevmeyenler tarafından “İçişlerimize karışma” şeklinde algılandı. Tartışma sorularından biri ise, Bulgar halkının kime nerede ve nasıl teşekkür edeceğinin egemenlik haklarından olup olmadığı oldu. Bir önceki Bulgaris-


134

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tan Cumhurbaşkanı Rosen Plevneliev 3 Mart kutlama demeçlerinde, 1877 - 78 savaşına katılan Karadağ ve Sırp askerlerine de teşekkür etmeyi unutmadı. Yeni Cumhurbaşkanı Radev, konuşmalarında bu sayfaları atlayınca basın “Rusya’nın adamı” başlığı attı. Rosofoblar “dış ülke çıkarlarına hizmet ediyor” dediler. (yani duruk dururken denmiyor) Olayla ilgili yorum yapan Sofya Üniversitesi Prof. Lübomir Georgiev, Bulgaristan’daki Rus seven ve Rus’a düşman olanlar arasındaki ilişkinin yıllar içinde, duruma göre ve çıkarlara uygun “komünizm” ve “faşizm” ideolojilerinde kendini belli ettiğini söyledi ve şöyle dedi: “Bir defa daha olmak üzere “komünistler” yani “Rosofiller”, kendilerine “Sovyet filler” de diyebiliriz, Batının Avrupa - Atlantik değerleri ardına saklanan “Batı yanlıları” yani “Rusofobcular” birbirlerini tüm günahlar için lanetliyor. Söz konusu olan “milli gurur eksikliği” idi. Ben bu iki grubun ikisine de “Siz aptalsınız!” diyorum. Ben bu iki grup insana Moskova ve Rusya Federasyonu Başpiskoposu Kiril’in “Bulgar Ortodoks Dini olmasaydı Rus Ortodoksluğu da olmayacaktı” sözlerini hatırlatmak isterim. Bu, Bulgar medeni ve milli kimliğinizin, aynı zamanda Bulgar İnsan oluşumuzu yeniden değerlendirmeye vesile olabilirdi. Bulgaristan Cumhurbaşkanı Radev, Bulgar onurundan bir parça olmadığından dolayı, Fin veya başka bir takım askerlerden söz edeceğine Moskova ve Rusya Ortodoks Kilisesi Başpiskoposuna şunu söyleyebilirdi: “Rus Ortodoks Dini konusunda Bulgaristan’ın bir sübje (öz) olduğunu tanımanızdan dolayı size teşekkür ederim, bununla ilgili sizin bir adım daha atmanız ve Bulgar Kiril Alfabesiyle halk ve devlet olabildiğinizi tanımanızı da beklerdim.” Bu sözler Başpiskopos Kiril’in Bulgaristan ziyaretinin akademik çevreleri de karıştırdığına bir işarettir. Bulgar halkının kendi tarihindeki rolü ve yeri üstüne yeni bir tartışma başlamıştır. Aynı zamanda Rusya’nın Bulgaristan’dan yeni istekleri olduğunu ortaya korken, Bulgaristan siyasetini de bütünüyle yeniden yuvarlak masaya çekmiştir. Kamuoyu gözlemcileri, Cumhurbaşkanı Rumen Radev, Hak ve Özgürlükler Hareketi “fahri” Başkanı Ahmet Doğan ve Sosyalist Parti lideri Komeliya Ninova’nın izleyeceği yeni siyaset çizgisini yakından takip etmek zorundayız. Rus Ortodoks Kilisesi başının Bulgaristan ziyaretiyle Başkan Putin’in yıl sonuna kadar Sofya’yı ziyaretine kapı açılmış oldu. Önemli vurgulanması gereken nokta şudur: Bulgaristan’da Rusofiller artık azınlık kaldılar. Çoğunluğun bü-


Makale ve Analizler - 2018

135

yük kanadı altında tüm azınlıkları, Müslümanları görüyoruz. Onlar bu görüşme, kutlama ve resmi kabullerde kendilerinden söz edilmeyenlerdir. Onların da binlerce ölü verdiği ve bir milyondan fazlasının göç etmek zorunda kaldığı biliniyor. Şehitleri anılmayan, köyleri boş kalanlar hesapta yok. Bu savaşta vatansız kalanlar, göçe zorlananlar 140 senedir anılmadılar, görmezlikten geldiler. Bulgar halkı şimdi artık 1877 - 78 savaşından sonra “köleleştirildiğinin” farkına ve bilincine varmaya başladığına göre, baskı ve ezme yelpazesinin en altında inlerken büyüyen azınlık kitlesi ne desin! Hey gidi dünya!... Kalın sağlıcakla.

Bulgaristan’dan Mektuplar

Raziye Çakır-07.Mart. 2018

Konu: “93 Harbi” savaş muhabiri Evgeniy Utin kaleminden. 3 Mart 2018 törenleri Bulgaristan halkını ve kamuoyunu ikiye böldü. Törenlere gelen, fakat yalnızca Rus askerleri ile Bulgar “gönüllülerin” anısına saygı gösteren, Rus Başpiskoposu Kiril, Bulgar halkını parçalanmış görünce sanki öfkeli ayrıldı. Kavga kokusu 140 yıl önce açılan mezardan geliyor. O zaman da gerçekleri görebilen ve kaleme alan Ruslar olduğuna her zaman inandık. 1877 - 1878 Rus - Osmanlı savaşını, gerçekçi bir tanık yazar kalemiyle anlatan, Rus askeri muhabiri Utin, Tuna nehrini 1877 Haziranında Rus askerlerinden birkaç gün sonra geçen bir genç gazetecidir. O, 1877 Eylülünde girişilen 3. Plevne saldırına kadar cephede kalan biridir. Onun cephelerden gönderdiği notlar 1879 yılında Sank Peterburg’da Rusça basılan “Avrupa Gazetesinde” yayınlanmıştır. Rahatsız Eden Tanıklar Evgeniy Uyin, daha o zamanlar, Rusya ve Osmanlı İmparatorlukları arasındaki son savaşın en ciddi askeri muhabirlerinden biri olarak kabul edilmiştir. Bu savaş sırasında Rusya’da en sık sorulan sorulardan biri, Rusya Plevne önünde neden durdu? Neden hızlı hareket etmiyorlar? vb sorulardır.


136

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Gerçekleri gören Utin, “Rus halkı çok ağır koşullarda yaşadığını görüyordu. Rus köylülerinin maddi durumu, onları kurtarmak için savaşa gönderildiği Bulgar köylülerinin durumundan çok daha kötüydü. Bu savaşın ilan edilmesinden sonra, silahı sırtına almış Rus askerlerinden pek çokları ne sebeple, kimin için ve ne gibi gerekçelerle kan dökeceklerini bilmiyordu. Askerler aralarında din savaşları zamanının çoktan geçtiğini tartışıyorlardı.” Ruslar, Bulgaristan’da kurulacak sivil idareyi, savaşı kazanmazdan çok evvel hazırlamıştı. Utin kitabında, savaşmak için değil, Bulgaristan’da kurulacak sivil idarede görev almak için kendisiyle birlikte yolculuk edenlerle sohbetlerine yer veriyor. Bunlar ömür boyu kışlalarda kalmış, Bulgaristan gerçekliği üstüne bilgi sahibi olmayan, sivil yaşamda hiçbir zaman görev almamış kişilerdir. Bu kişilerden biri, savaş döneminde işgal edilen topraklarda kurulan geçici Rus idaresini yöneten ve San Stefano’da 3 Mart 1878’de Barış Protokolünün imzalandığı gün hayata gözlerini yuman Prens Vladimir Çerkazki’dir. Utin, Bulgaristan’ı yönetmek için, idari işlerden haberi olmayan, orta tahsilli, ömürleri kışlada, askerler arasında geçmiş cahil insanlar gönderildiğine işaret ediyor. Utin Bulgaristan’daki “sivil yönetimi” sert eleştiri ateşine tutuyor ve bu baskın yönetimin “Rusya’ya minnettarlık ve sevgi uyandırıp bunu besleyeceğinden ciddi kuşkulandığını” yazıyor. Yazar, Rusların Bulgarları “kurtaracağından” kuşkulanıyor ve daha önceki savaşları kaybeden Rusların Bulgarlara “azap, çile ve çeki” yaşattığını hatırlatıyor. Savaş Gafleti: Biraz savaşırız ve Biter Tuna nehrini geçerken, Utin’e “geç kaldın” sen cepheye varana kadar “savaş bitecek” diyorlar. Askerlerin hepsinin kafasına büyük bir yanılgı doldurulmuştu. Trende konuştuğu bir asker ona, “Uzun zaman oldu savaşmadık, elimizde cebimizde bir şey kalmadı, seviniyoruz tabii. Biraz yüzümüz güler ve biter. Bu savaş uzun sürmez. Kışın savaşmak zordur. Fakat biz kışa kadar eve döneriz” diyor. Utin, Rus askerlerinden yaralıları önce Kişinev’de görüyor. Onlar Tuna’yı geçmeye çalışırken yaralanmışlar. Yaralı askerler konuşuyor. Onlar, “Türklerin tüfekleri bizim silahlarımızdan daha iyi” diyorlar.


Makale ve Analizler - 2018

137

Müttefik Romenlere Tepeden Baktılar Bu satırları yalnız Rus askerleri ile Bulgar “gönüllerin” anısına saygı gösteren Rusya Başpiskoposu da okumalıdır. Utin şöyle yazıyor: “Romen askeri görünce biz tepeden baktık ve daha kötüsü onlarla alay ettik.” Ruslarla alay etmeye nasıl başladık? Bu olay, daha Romanya’dan geçerken belirdi. Ruslar Romanya’dan geçerken bizi ballı ekmekle, boyun eğmiş şekilde karşılayacakları bekliyorduk. Bu kafamıza işlenmişti. Fakat böyle bir şey olmadı. Böyle bir şey olmasına bir neden de yoktu. Dalkavuklukla karşılandık. Romenler bizde toprak kölesi görüyordu. Fikirlerini de gizlemeden açık konuşuyorlardı. Sviştov “Konukseverliği”. Sviştof’a girdiğinde o, önce Bulgarların Türklerin konaklarını ve evlerini soyup talan ettiklerini öğrenmiş. İkinci olarak da Bulgarların Rus askerlerine ve subaylarına kapılarını kapadığını ve çok ciddi bir şekilde arkadan dayakladığını kendi gözleriyle görmüş. “Tarihsel geçmişte Bulgarlara herhangi bir önemli iyilik yaptığımız olmadığından, onların bize sevgi beslemesini düşünmek yanlış olurdu. Fakat biraz güler yüz ve biraz da misafirperverlik göstermiş olsalardı iyi olurdu.” Diye yazıyor Utin. Bize emir kulu, toprak kölesi gibi davranıyorsunuz. Utin’in, Dryanovo’da Bulgarlarla yaptığı sohbetler ve bunların içtenliği ilgi uyandırıyor. “Büyük kayıplarımız oldu. Bulgar “gönüllüler” yarı yarıya yok oldu. İlk savaşa girdiklerinde yarısı yere serildi. Ayakta kalanlar da yaralıydı.” - diye yazan Utin, “savaş başlamazdan önce toplanan Bulgar “gönüllülerin” askeri eğitim gördüğünü, silah kullanmayı öğrendiğini, kendilerine güven beslenmediğine” işaret ediyor. “Nankör Halk!” Plevne Savaşında ilk yenilgilerden sonra, Rus askerler ile Bulgar yerliler arasındaki ilişkiler de Utin’in işlediği konular arasındadır. Eğer biz bugünde, onlar bizi 1878’de “kurtardıkları” için Rus’lardan “minnettar olmayan” bir halk olduğumuza ilişkin ithamlar işitiyorsak, bu durumun 140 yıl önce savaş devam ederken de aktüel olduğunu hatırlatmalıyız.


138

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

“Kanımızı dökmemiz gereken halk bumudur?”, “Zavalı halk!” ve “Kardeşimiz oldukları söylenen şunların hepsi kahrolsun!” sözlerinin ömrü 140 yıldan uzundur. Utin, bu gerçeğe işaret ediyor ve şöyle devam ediyor: “Savaşın ilk aşamasında Ruslara jkarşı soğuk davrandıkları ve geldiğimizden ötürü bize minnettar olmadıklarını belli ettiklerinden dolayı kınama ve lanet hak etmişlerse de, ikinci aşamada Tunca vadisindeki köylüler bizi ekmek ve çiçekle karşıladı, yolumuza halı serdi, meydanlarda horon oynadılar, şarap ikram ettiler, birlikte coşku yaşandı.” Savaş sırasında olup bitenleri kendi gözleriyle izleyen Rus askeri muhabiri, “Bulgarlardan köle gibi davranmalarını beklememiz, bize varını yoğunu verecek insanlar görme arzumuz, aslında anlaşılır bir davranış değildi.” Diye anlatıyor. Okulsuz Köy Görmedim Evgeniy Utin, kitabında Bulgar kasabalarından izlenimlerini anlatırken, durduğu ve tanıdığı köylere de yer veriyor. “O, okulu olmayan Bulgar köyü görmedim” diye belirtiyor. Öğretmenleri papaz olan, 50 kişilik köylerde, kız ve oğlan öğrencilerin ayrı okul odalarında ders gördüğünü yazıyor. Gezip gördüğü yerlerde aydınlanma rüzgarları estiğini, Bulgarların yaşadığı köylerde büyük okul binaları olduğunu ve Rusya’da halka Bulgaristan’da halka verilen eğitim ve öğretim koşulları yaratabilmemiz için devletin parası ve imkanları olmadığını geniş ve ayrıntılı işliyor. “Ben köylerde öğretmenlerle görüşme imkanı buldum, onlar yüksek öğrenimli kişiler değildi, fakat onlar halkının davasını bilen aydın kişilerdi, fikirleri açıktı. Onların hepsi, öğrencilerinde Türk makamların takdiri kazanmayacak dünya görüşü oluşturabilecek düzeyde öğrenim görmüştü. Bu öğretmenlerle konuşurken, özgürlük ve bağımsızlık görüşlerini yayan Bulgar öğretmenlere Osmanlı makamlarının nasıl bir gözle baktığını düşünüyordum.” Utin, bu satırları bundan 140 yıl önce kaleme almıştır. Rusya kendisi üzerinde çalışmalıdır. Utin, Plevne kuşatması tanığı bir yazardır. O, Rus askeri levazım deposunda ve askeri hastanedeki olayları çok teferruatlı bir şekilde yazıyor. Başarısız olan üçüncü hücumdan sonra Plevne’den üzgün ve huzursuz ayrılıyor. Eserinin sonunda o, “her şeyden önce ve mümkün olduğu kadar daha erken olmak üzere, Rusya kendi üzerinde çalışmaya başlamalıdır” temennileriyle kitabını noktalıyor.


Makale ve Analizler - 2018

139

Tercume: Kaynak: Evgeniy Utkin, “Bulgaristan’dan Mektuplar”, Yayınevi “Abagar”, Yıl 2017, 319 s. Bizim kitabımız “Oku!” ile açılır.

Osmanlı’da Kadın Emeğinin Kısa Tarihi

BG-SAM-08.Mart.2018

Kentlerde yaşayan kadınla erkeğin yan yana gelmesinin sakıncalarına dair fetvalar veren din adamları, köylerde ve kırsalda tarlalarda erkeklerle birlikte çalışan kadının emeğine dair övgü dolu sözler söylerler. Her ne kadar küresel markalar, 8 Mart’ı yaptıkları çeşitli kampanyalarla alışverişi canlandırmak için bir vesileden başka bir şey olarak görmeseler de, hatta 8 Mart’ın kökeninde emek mücadelesi olduğu artık çok bilinmese de 8 Mart çıkışında Dünya Emekçi Kadınlar Günü’dür. Takvimler 8 Mart 1857’i gösterdiğinde New York’ta bir dokuma fabrikasında çalışan 40 bin kadın işçi greve giderler. Bu, o zamana kadar görülmemiş çapta bir kadın hareketi, büyük bir grevdir. Talepleri ise makul çalışma saati ve adil ücrettir. Ne var ki grevi sonlandırmak için şiddete başvuran polisin kadın işçilere saldırmasıyla bu grev bir faciaya dönüşür. Polis tarafından fabrikaya kilitlenen kadınların 129’u çıkan yangında hayatını kaybeder. Bu elim vaka yıllar sonra 8 Mart günün, Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak anılmasına sebep olacaktır. ABD’yi bırakıp bizim buralara döndüğümüzde ise, Osmanlı Devleti, kadın işçi eylemleriyle bundan biraz daha önce 1839’da tanışır. Bugün Bulgaristan sınırları içinde bulunan Plevne’de fabrikada çalışan bir grup kadın işçi, kendi görevlerini yapacak ve işsiz kalmalarına sebep olacak olan makinelerin fabrikada kullanılmasına karşı isyan ederler. Makineleşmeye karşı eylem hareketlerini 1851 yılında, yine bugün Bulgaristan sınırlarında bulunan Samarkov’da bir tekstil fabrikasında gerçekleştirilen başka bir kadın işçi eylemi takip eder.6 Nihayetinde her ne kadar klasik tarih anlatıcılığı Osmanlı’daki bütün kadınları çalışma hayatından tümüyle soyutlanmış varlıklar olarak tanımlasa da, görüldüğü gibi Osmanlı’da kadın emek tarihi bir hayli eskilere dayanır. 6- Yavuz Selim Karakışla, Eski Hayatlar Eski Hatıralar, Doğan Yayıncılık, 2015, İstanbul


140

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Osmanlı’nın kadını özel alana mahsus bir varlık olarak tanımlayan baskın geleneklerine rağmen devletin kuruluşundan itibaren kadınlar kimi zaman geleneği arkasına alarak, kimi zaman da geleneği zorlayarak çeşitli işlerde çalışırlar. Bilhassa köylerde ve kırsalda yaşayan kadınlar, sanayisi olmayan tarıma dayalı Osmanlı ekonomisinde önemli rol oynarlar. Bu kadınlar tarlalarda çalışır, ayrıca hayvancılık yaparlar. Keza uzun bir dönem Çukurova’da pamuk işçilerinin, Ege’de zeytin işçilerinin ve Karadeniz’de fındık işçilerinin çoğunluğunu kadınlar oluşturur. Fetvalar Kentlerde yaşayan kadınla erkeğin yan yana gelmesinin sakıncalarına dair fetvalar veren din adamları, köylerde ve kırsalda tarlalarda erkeklerle birlikte çalışan kadının emeğine dair övgü dolu sözler söylerler, kadınların üretimde yer alması gerektiğine dair nutuklar atarlar. Tarımın yanı sıra köylerde ve kırsalda yaşayan kadınlar dokumacılık, iplik işi ve nakış işlerindeki maharetlerini, bunların sergilendiği özel pazarlarda satarak, bazıları da tekstil atölyelerinde çalışarak para kazanırlar.7 Ne var ki kentlerde yaşayan kadınlar, kırsalda yaşayan hemcinsleri gibi çalışma hayatında aktif bir rol alamazlar. Osmanlı kadın hareketinin seyri, kentlerdeki ve kırsaldaki kadınlar için büyük farklılık gösterir. Buralarda yaşayan kadınlar neredeyse Tanzimat Fermanı’na (1839) kadar bohçacılık, ebelik, hasta bakıcılık ve az da olsa pratik hekimlik yapmak dışında çalışma hayatında varlık gösteremezler. Bilhassa varlıklı ailelere veya yönetici sınıfına mensup kadınlar günlerini ekabir konaklarındaki haremlerde ve zaman zaman kadın kadına düzenlenen sosyal ritüellerle geçirirler. Çok istisnai olarak tımar sahibi olan ve muhtelif vakıfların ve işletmelerin idaresini elinde tutan kadınlar vardır. Tanzimat fermanı her ne kadar kadınların çalışma hayatına girmesi için mutlak bir düzenleme içermiyorsa da, Tanzimat’ın kadını nispeten daha özgürleştirici atmosferinde kentli kadınlar kamusal alanda daha çok görülmeye, çalışma hayatına daha çok katılmaya, atölyelerde, imalathanelerde daha fazla istihdam edilmeye başlarlar. Ancak yine de, erkeklerle aynı işlerde, onlarla aynı saat çalışan bu kadınlar çoğu zaman erkeklerin aldığı ücretin yarısını alabilirler. Kadın işçi taburları Kentli kadınların kamusal alanda boy göstermeleri he ne kadar Tanzimat ve daha sonra Meşrutiyet’le birlikte hızlansa da, kadınlar erkeklerin çalıştığı yerlerde çalışsalar da, kadınlar uzun bir zaman daha devlet memurluklarında görev alamazlar. Ancak 1913 yılında ilk kez devlet memuru olarak görev yaparlar. 7- Şükran Ertürk, Uluslararası Belgeler ve Avrupa Birliği Direktifleri Işında Çalışma Hayatında Kadın Erkek Eşitliği, Belediye –İş Yayınları, 2008, Ankara


Makale ve Analizler - 2018

141

Osmanlı neredeyse 1912’den 1922 yılına kadar durmadan savaşır, erkek nüfusunun büyük bir kısmını katıldığı savaşlarda kaybeder. Bilhassa I. Dünya Savaşında hanehalkındaki erkeğin savaşa gitmesiyle birlikte açlık ve sefaletle yüz yüze gelen kadınlar, cepheye giden erkeklerin yerini doldurur, yaptıkları her işi yapar, üretimin her alanında çalışırlar. Kimi zaman erkek berberliği yapar, bazen de yol yapımlarında ve inşaat işlerinde de görev alırlar. Hatta 1917 yılında çalışmak isteyen kadınlara cephe gerisinde iş sağlamak için kadın işçi taburları kurulur ve kadınlar bu yolla askere alınır. Yeni çalışma olanakları Savaş yıllarında başta Enver Paşa’nın eşi Naciye Sultan’ın kurduğu Kadınları Çalıştırma Cemiyet-i İslamiyesi ismindeki dernek olmak üzere kadınların istihdam edilmesi için çeşitli dernekler görev alır. Basında kalem oynatan aydınlar ve bu gibi derneklerin de yardımıyla kadınlar devlet dairelerinde, Osmanlı Bankası gibi özel kuruluşlarda memur olarak, eğitim kurumlarında ise öğretmen olarak çalışmaya başlarlar. Hatta dönemin iktidarı İttihat ve Terakki, savaşta açlıkla boğuşan kadınların çalışması, geçim sıkıntısından seks işçiliği yapan kadınlara da alternatif olması için çalışma olanakları yaratır, çeşitli imalethaneler ve atölyeler kurdurur.8 Kadınların çalışma hayatına girmesini destekleyen aydınların yazılarıyla ve kadın hareketine gönül vermiş kadınların çabalarıyla birlikte yalnızca savaş yıllarında sefaletle boğuşanlar değil, kamusal alanda ekonomik bağımsızlık kazanmak isteyen kadınlar da çeşitli işlerde görev almaya başlarlar. Ne var ki, savaş yıllarında kadınların savaşa giden erkek nüfusun yerini doldurması ve üretime katılması aynı savaşı ve şartları yaşayan diğer Avrupa ülkelerindeki kadar yoğun olmaz. Zira Osmanlı çok milletli bir yapıda olduğu için ve gayrimüslim erkekler savaşa ekseriyetle alınmadığı için cephe gerisinde boş kalan birtakım işleri savaşa katılmayan gayrimüslim erkekler doldurur. Cumhuriyet’e kalan miras Cumhuriyet işte kadın emek tarihi açısından böyle bir mirası devralır. Önce savaş, sonra Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte kadın hareketi kısmen dur(durul)muş olsa da, kurucu kadrolar, rejiminin bekası için kadını “ideal anne, ideal eş, ideal yurttaş” fikri üzerinden tasarlarken, onun çalışma hayatında etkin olması, üretimde ve hayatın her alanında yer alması için kalemşörleri aracılığıyla sıkı bir propaganda yaparlar, kadının vatanın geleceği için ne kadar önemli olduğunu vurgularlar. Cumhuriyet kadınları gitgide artan bir hızla çalışma hayatında yer alırlar. 8- Serpil Çakır, Osmanlı Kadın Hareketi, Metis Yayınları, 5. basım 2016, ilk basım: 1994 İstanbul


142

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ve neredeyse iki asırlık kadın hareketinin, iki asırdır kadınların verdiği mücadelenin sonunda bugün ülke olarak geldiğimiz yer ne yazık ki, tüm bu mücadeleye gönül vermiş, emek vermiş kadınları gururlandıracak nitelikte değil. Daha geçtiğimiz günlerde DİSK/Genel-İş Sendikası Araştırma Dairesi’nin verdiği rapora göre, ülkemizde her on kadından yalnızca üçü çalışıyor, kadınların yarıya yakını ise kayıt dışı çalıştırılıyor. Dahası çocuk gelinlerin ve çocuk yaşta annelerin sayısı gitgide artıyor. Ne yazık ki ülkemiz cinsiyet eşitsizlikleriyle dolu karnesiyle diğer ülkelerin arasında sınıfta kalmış görünüyor. Olsun! Biz yine de 8 Mart’ı kutlayalım, erkek egemen siyasetin kadınları aşağılayıcı söylemlerine, onları özel alana hapsetme, evlerine, mutfaklarına, çocuklarının başına gönderme çabalarına rağmen mücadelemize devam edelim... (MK/HK) Not: Osmanlı ordusunun fes ve aba ihtiyacını karşılamak amacıyla kurulan Feshane’de çalışan 50 kadın işçi, 1876 yılında greve çıkarak Osmanlı tarihinin ilk bağımsız kadın grevini gerçekleştirmişti.

Şimdi Uçurum Üzerindeki Boşluktayız

Dr. Nedim Birinci-07.Mart.2018

Konu: Bulgaristan’da ana sorun Borisov düşecek mi değil, ne zaman istifa edecektir? Tercüme: Bulgaristan “Pirin” Radyosunda yayınlandı. Bladoevgrat Üniversitesi bilim adamı Dr. Kaloyan Metodiev ile söyleşi. Dr. Kaloyan  Dr. Metodiev yılın başından buyana 3 ay geçti, Metodiev bir siyasi nitelendirme yaparmısınız?  Politikaçıdan bakıldığında, geçen süre, devlette durumu değiştiren gergin, skandal üstüne skandal yaşanan, dinamik ve uyandırıcı günlerdi.  Şubat ayının sonunda GERB - BSP ve Radev arasındaki savaş çok kızıştı. Neden acaba?  2016 yılının güzünden beri bu böyledir. Kâh şiddetleniyor kâh hafifliyor. İktidarda bulunan GERB partisinin İstanbul Sözleşmesini mecliste onaylatma


Makale ve Analizler - 2018

143

girişimi, elektrik şebekesi ÇEZ’in satılması etrafında büyük skandal şiddetlendi. Yönetimde bulunanlar Cumhurbaşkanı seçimleriyle ilgili gerekli analizi yapmadılar, bugüne kadar yengi sonuçlarından, kamuoyunun tavrından ve beliren eğilimlerden, değerlendirmelerden, Cumhurbaşkanı Radev ve Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) dışındaki gelişmelerden ders almadılar. Cumhurbaşkanının muhalefetin tonuyla konuyla konuşmayı doğrumudur? Onun, ulusu parçalan değil, birleştiren faktör olması gerekmez mi?  Cumhurbaşkanının hükümete karşı kullandığı dili destekleyenler % 60 - 70 olduğuna göre, Bulgarların daha fazlası bu tonu beğeniyor, demektir. Bu cetvelde Başbakan Boyko Borisov’un yeri nerede mi? O artık yuhalanmaktan korktuğu için kitle önünde konuşmuyor. Böyle bir yüzleşme topluma gerekliydi. Cumhurbaşkanı Radev Başbakanla uzlaşmaya giderse, sonu eski Cumhurbaşkanı Plevneliev gibi olur. Haskovo’daki bacanak kirve (kumgeyt) atama kavgasından, BulgaristanTürkiye sınırında dikenli tel seti ile ilgili skandaldan ve GERB ile BSP partilerinin “dost atamaları” konusundaki karşılıklı ateşinden sonra, şimdi de elektrik şebekesi ÇEZ skandalı parladı. Dr. Metodiev, olan nedir? Bu güya “kurallara uygun alış veriş” ülkedeki hırsları neden bu kadar kızıştırdı?  Kısaca yanıtlamam gerekirse, bu alış verişte şüphe uyandıran yanlar var. Olay başladığı günden beri sağdan soldan kıvılcım sıçrıyor. Toplum, alıcı olarak ortaya çıkan Ginka’yı bir içerik olarak değil, bir cilalı paket olarak görüyor. Başbakan Borisov’un tavrı, davranışları ve sözleri bizde yayılan ve Çehya’ya taşan bir kargaşa yarattı. Bu Bayan’ın kapasitesine milyonlarca vatandaş ve yaratacağı problemlere kurulacak olan yeni hükümetler bağlı olacak. Onun böyle bir güven sahibi olduğuna inanmıyorum. Bu olay, Bulgaristan’ın sınırsız olanaklar ülkesi olduğunu gösterdi. Bu ülkede ciddi ve olanaklı yatırımcılar ve iş adamları kendilerini konforda hissetmezken, kulis ardındaki Of şor şirket ve gruplar problemsiz yaşıyor. Bu söylediklerimden Bulgaristan’ın milli güvenliğini DEAŞ’in da satın almasında sorun olmaz, sonucu çıkarıldı. Biz bugün bir devlet olarak sorunluyuz. Satılsak da, sürümde olan, parçalarımız ve kırıntılarımızdır. Ülkemizdeki siyasi güçlerin hepsinin Başbakan Borisov’a karşı sıçraması, bu alış verişin içinde bir şeyler olduğuna işarettir. 7 Mart günü Sofya’nın merkezi iktidar değişikliği isteyenlerle doldu taştı. Şehir merkezi 600 otobüsle kuşatıldı. 2013 Şubatının 5. günü başlayan elektrik sektöründeki anti-tekelci protesto gösterileri sonucu, 15 gün sonra yani 20 Şubat’ta Birinci Borisov hükümetinde istifa etmişti. Ülkede bugünlerde meydana gelen olaylarda aynı senaryoyu sezen iktidarın kendisidir. Buna cevap olarak Başbakan bu defa istifa etmeyeceğini bildirdi. Siz, Burisov’un 2018 baskı dalgasına göğüs gere-


144

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

bileceğini düşünüyor musunuz ve 5 yıl önce yükselen protesto dalgası yeniden yükselebilir mi? - Her şey mümkündür. Yönetim “sarayının” temelleri ve duvarları çatlamış, çatısı akıyor. Koalisyon ortakları arasındaki kıyasıya kavga gün boyu devam ediyor. Bu durumda, yapının çökmesi an meselesidir. Şimdiki sorun ne zaman çökeceği sorunudur. İnsanları huzursuz eden her konu onları sokağa çıkarıyor. Plovdiv (Filibe) sokaklarının göstericilerle dolup taşması birkaç saat içinde oldu, sorun yerel bir konuda olmaktan çıktı ve toplumu ayaklandırdı. Burada bir senaryo olduğunu düşünmüyorum. Görülen, elde olan sıfır. Skandalların ardı arası kesilmiyor. Cezalandırılmayan bir cinayet var, ölümlerin demografisi çıkarıldı. “Shengen” ve “Avrupa Bölgesi” hayallerine kelepçe vuruldu, iktidarın sürükleyici büyük projeleri yok, çalışanların gelirleri çok düşük ve yetersiz, bu konu sanki küresel bir sorun vs. Bu işin önceden hazırlanmış bir senaryosu varsa, bu küresel bir hazırlıktır. Başbakan’ın istifa etmesine gelince, kanımca o kendi isteklerine ve niyetlerine pek bağlı değil gibi görünüyor. Size göre 44. Halk Meclisi görev süresinin sonuna kadar dayanabilecek mi, yoksa kapıda erken seçim mi var? Milletvekillerinin kendilerinin bile “operet” ya da “tarihsel açıdan zamanını doldurmuş” olan, iş göremeyen Halk Meclisi ile ilgili her hangi birinin kafasında, süresini doldurabileceği konusunda, hayal beslediğini sanmıyorum.  Ansızın patlayan yeni yeni skandallar arasında,GERB - “Birleşik Yurtseverler” ortaklığı istikrarlı mıdır, sürpriz bekleyebilir miyiz? - İlkelere dayansaydı, kamu çıkarlarını savunsaydı veya “Birleşik Yurtseverlerde” öz savunma duyumu olsaydı, bu ortaklığın geçen yılın güz sonunda dağılması gerekirdi. İktidar onları birleştirdi. Bu işte inanılmaz olan, “yurtseverleri” 20. asrın 40’lı yıllarından sonra yurtseverler arasında yurtsever oluşa en fazla karşı olan, tutucuların arasında da tutuculuğa en fazla karşı olan, en azılı enternasyonalist bir hükümeti desteklemeleridir. Bu hükümet aile değerlerine karşıdır, kadına şiddete karşı olan İstanbul Antlaşması konusunda Hıristiyan Kilisesi ile direk çatıştı. Çalışmayan bir devleti yönetiyor. Plovdiv ve Sofya cinayetleriyle ilgili kendi görüşünü açıklayamadı. Kararsız. Cumhurbaşkanı ile ordu arasındaki tezatta konum alamadı. Yerel idarelerdeki derebeyliğin yolunu kesemiyor vb. Balkanlarda sorunlarını çözemeyen bir ülkesi olduğumuzu herkes görürken, Batı Balkanların problemlerini çözmeye çalışmamız da gözden kaçmıyor.  Şimdiki yönetime reel bir seçenek var mı? Seçim olursa tabakalar yer değiştirir mi?


Makale ve Analizler - 2018

145

Pek fazla bir değişiklik beklenmese de, tabakalarda bazı değişikliklerin olması beklenebilir, İstanbul Anlaşması ile ÇEZ olayları kitleleri etkiledi. Yeni tasarımlar olmayacak deyemeyiz, hatta gerekli oldu, dememiz daha isabetli olur. Merkezde, yurt serlerin arasında, sosyal-konservatif alanda geniş sahaların boş olduğu görünüyor. Aylardan beri açıklama yapmayan “Galıp”, “Alfa Riçars” ve “Market links” gibi sosyolojik araştırma merkezilerinin Mart ayı başında açıklayacakları politik seçim araştırma sonuçlarını bekliyorum.  Partiler başta olmak üzere, Bulgaristan bir erken genel seçim için hazır mıdır?  Biz üç konuda rekor kırıyoruz: Avrupa’da yaşayanlar arasında en yoksuluz, sefillik paçamızdan akıyor. Avrupa Birliğinde rüşvet almadan iş yapmayan ülke biziz. Yer küresinin yok olma yolunu seçmiş halkı da biziz. Hemen yapılması gereken köklü dönüşümlere bu gerçekler neden oluşturuyor. Herkes kendisini kurtarmak zorundadır. Birçok seçim olabilir. Lider ihtiyacı var.  Şimdi sırda önce Avrupa Parlamentosu ardından da yerel seçimler var.  Evet, gelecek yıl 2 olağan seçim var. Fakat siyasi saatin nasıl tıkladığını dinlerken erken genel seçim olabileceğini de düşünüyorum. Sizin kanınızca 2018 yılının ilk aylarınsa siyasetçilerimizin en büyük yanlışları hangileriydi ve bunlardan ne gibi sonuçlar beklenebilir?  Siz bana aynı zamanda çok zor ve çok kolay bir soru sordunuz. Her birinin doğru ve yanlış adımları var sanki. Hükümet biraz sıtmalı, yüzü gözü şişmiş, iştahı kesilmiş, huzursuz ve istikrarsız bir duruş sergiliyor gibi, yönetim kapasitesi de tükenmiş. Bu durumda muhalefetin alacağı oyları katlaması beklenirken, onun da kapağı kaldıramadığını görüyoruz. Onun da problemleri var. “Sen kalk da ben oturayım” formülüne göre gelmediğine, eski modeli tekrar etmeyeceğine ve kendi geçmişiyle meşgul olmaya devam etmeyeceğine önce kendini, bir de dünyayı ikna etmesi gerek . Biz artık yeni bir seçimden seçime devresine giriyoruz ki, bu işte ya seçmen yalandırılacak ya da yanlış yapıp bir daha yüz üstü yaslanacak. Bulgaristan’ın önünde duran ödevlet açık olarak görünüyor. Problemler de açıktır. Bu sorunlara dünyada çözümler de var. Önemli olan bu davaya bağlı vatandaşlar bulmamızdır. Durumun görünümü bu iken, bilinen ve sayılan Plovdiv (Filibe) doktorlarından biri olan İvan Dimitrov’un lakabı “iri fare Joro” olan bir vatandaşı tabancayla bir atışta öldürmesi her şeyi değiştirdi. Doktor tutuklanınca birçok


146

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

yerde birken onun salıverilmesi isteğiyle gösteri ve mitingler başladı. Bu olayı nasıl yorumlayabilirsiniz. Toplumda çok büyük bir gerginlik gizleniyor.İnsanlar inancını kaybetmiş, güvensizlik hakim, ülkede kurumlar çalışmıyor. Bizim devletteki durum 20. yüzyılın 80’li yıllarında New York’u andıran Gotım Siti’deki anarşiyi anımsatıyor: Yasalar işlemiyor, cinayet ve şiddet salgını almış yürümüş, kimse kendini güvende hissetmiyor. Bulgaristan 1995 - 96 yıllarındaki gibi karanlık. Suçlarının sayısı bilinmeyen kişiler sokaklarda elini kolunu sallaya sallaya dolaşıyor. Evinden, kendisinden, çocuklarından bir şeyler çalınmayan insan kalmadı. Hükümet cinayetlerin cetvelini tutuyor. Yargı makamları birçok defa bu işlerin ortağıdır. Hırsızlar, katiller ve bir iş göremeyen kurumlar arasında geçti ömrümüz.  Vatandaşların kendilerini savunma hakkı yasasının gözden geçirilmesine ilişkin sokak direnişlerini destekliyor musunuz? İktidarın ve kurumların vatandaşları ve onların mülkünü koruyamadığı artık gün gibi ortadadır. Bu mahkemeler ve bu savcılık iş başında oldukça, suç işlemek, onurlu bir vatandaş olmak daha hayırlıdır. Bunun tersini isteyenler gösterilerden yükselen seslere kulak versinler.

İslam’da Kadın Algısı ve Şiddet

Dr. Nevzat Öztürk-10.Mart.2018

Yaşadığımız çağ, modern insanın geleneksel değerlerden önemli ölçüde koptuğu ve yerine günün koşulları gereğince farklı yaşam deneyimlerini esas aldığı bir zaman kesiti olma özelliğini taşımaktadır. Modern hayat, bir taraftan insanoğluna bazı kolaylıkları ve farklı yaşam seçeneklerini sunarken, diğer taraftan da “insan oluş”a dair bir takım değerlerin buharlaşmasına neden olmaktadır. Bu bağlamda bize sunulan bazı güncel imkânlar yanında, insanlar arası ilişkiye dair erdemlerin, toplumsal yaşamın dinamikleri olarak görülen dayanışma örüntülerinin ve dinen yaşanılması öngörülen manevi atmosferin önemli ölçüde örselendiğini görmek kaçınılmaz olmuştur. Güncel basında hemen her gün görmeye alıştığımız aile dramları, kapkaç vurgunları, töre cinayetleri, kadın ve çocuklara yönelik şiddet ve hâsılı benzer fe-


Makale ve Analizler - 2018

147

laket haberleri neredeyse sıradan hadiseler haline gelmiştir. Hiç şüphesiz bu olayların nedenleri sorgulanırken bunları tek bir sebebe bağlamak doğru değildir. Sorunun hem dinî ve kültürel, hem sosyal ve psikolojik, hem de küresel boyutlarının bulunduğunu söylemek daha gerçekçi bir yaklaşım olsa gerektir. Ancak şunu hemen ifade etmek gerekir ki, esasen sorun(lar)ın temelinde bireysel olarak insandan başlamak üzere beşerî ve toplumsal bilinç zafiyetinin yattığı açık bir gerçektir. Gerek maddî, gerekse manevî yönüyle iyi eğitilmemiş birey ve toplumlarda böylesi şuursuz davranışlar ve suç görüntüleri geçmişten günümüze hep olmuş ve olmaya da devam edecektir. İslam’ın doğduğu coğrafyada Arap toplumunun genel yapısı içerisinde kadın ve özellikle kız çocukları hakkındaki telakkilere kısaca bakmanın İslam’ı ve İslam toplumundaki kadının konumunu anlamaya katkı sunacaktır. Cahiliye döneminde, kız çocuğu ailede bakımı ve büyütülmesi istenilmeyecek kadar değersiz bir meta ve sosyal yönden varlığı utanç duyulacak kadar sorun edinilen bir konuma düşmüş durumdaydı. Nitekim Kuran-ı Kerim’de de işaret edildiği gibi, ekonomik ve sosyal endişelerle öldürülen bu çocukların durumu, adeta toplumun yüzkarası haline gelmişti. Kur’an-ı Kerim, Câhiliye toplumundaki bu talihsiz olayı çok dramatik bir üslupla dile getirir: “Onlardan birine bir kızının dünyaya geldiği müjdelenince, öfkesinden ve üzüntüsünden, yüzü mosmor kesilir. Müjdelendiği bu kötü haberin etkisiyle utanıp eşinden dostundan saklanmaya çalışır...” (Nahl, 16/58-59) İslam’ın doğuşu sonrasında, daha önce bu tür bir bahtsızlığı yaşamış olan bazı sahabeler, kız çocuklarını nasıl diri diri toprağa gömdüklerini anlatarak o gün yaptıklarını büyük bir bilinçsizlik olarak esefle hatırlarlardı. Hz. Peygamber (sav) de duyduklarından etkilenir ve gözyaşlarını tutamazdı. Câhiliye devrinde bazı kimseler, fuhşa düşebilecekleri korkusuyla veya evde kalıp da ailesine yük olması endişesiyle kız çocuğuna babalık yapmayı bir utanç vesilesi olarak görürdü. Günümüz örnekleri de gösteriyor ki, Cahiliye’nin üzerinden on beş asır geçmiş olmasına rağmen, yaşadığımız coğrafyada benzer bazı gerekçelerle ve sözde töre bahane edilerek masum kız çocuklarına reva görülen tecavüz ve cinayet olayları, günümüzde yaşayan kimi insan topluluklarının hala modern dönemde “cahiliye”yi yaşadıklarını göstermektedir. Yüzyıllar geçse de insanî erdemlerden nasibini almamış, bilinç yoksunu birey ve toplumlar, bu karanlık dönemin izlerini sürmekten kendilerini alamamaktadırlar. Yine insanî hiçbir gerekçeye dayanmadığı halde sadece heva ve hevesinin kölesi olmuş günümüz modern insanı, hiç acımadan Yüce Yaratıcı (cc)’nın can bahşettiği doğacak


148

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

masum bir yavruya kıyma ve cinayet anlamı taşıyan kürtaj gibi yüz kızartıcı bir eylemin esiri olmaktan kendini kurtaramamıştır. İslam dini, gerek İslam öncesi Arap toplumundaki dinî anlayış ve gerekse yerleşmiş örf ve adetlere nispetle kadının sosyal, ekonomik ve hukukî konumunda çok önemli değişiklikler yapmıştır. Her şeyden önce Kur’an-ı Kerim, insan olması bakımından kadını erkekle eşit bir varlık olarak kabul etmiştir. Yüce Allah, insanların birbirleriyle kaynaşıp daha huzurlu ve mutlu yaşamaları için erkek ve kadını birbirlerine eş olarak yaratmıştır: “Kaynaşmanız için size kendi (cinsi) nizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peyda etmesi de O’nun (varlığının) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır.” (Rûm, 30/21)” İslam’da, Yahudi ve Hıristiyan teolojilerinde kabul edildiği gibi, ilk kadın tarafından işlenen ve erkeğin de işlemesine sebep olunan aslî günah anlayışı yoktur. Kur’an, Hz. Âdem (as)’le Hz. Havva (as)’nın şeytan tarafından müştereken kandırılarak günaha meylettiklerinden bahseder. Erkek olsun, kadın olsun her doğan çocuk günahsız doğar ve masum kabul edilir; sonradan işlediği günahlardan dolayı sorumlu tutulur. Hadis ve sünnette de geçtiği üzere, Hz. Peygamber (sav)’in kadınlara yönelik sözleri ve uygulamaları, Kur’an’da belirtilen bu çizgiye uygun düşmektedir. Kadınlar her zaman O’nu, sorunlarıyla ilgilenen, eşleriyle olan anlaşmazlıklarda ara buluculuk yapan, haklarını koruyup kollayan, erkeklere eşlerine iyi davranmalarını öğütleyen ve kendi yaşantısıyla da buna örneklik eden sıcak bir dost ve koruyucu olarak bulmuşlardır. Peygamber (sav)’ın beyan ve uygulamalarında bu tavrın örneklerini tüm ayrıntılarıyla görebilmek mümkündür. Nitekim O (sav): “Sizin en hayırlınız, eşlerine karşı en iyi davrananlarınızdır. İçinizde eşlerine karşı en iyi davrananız da benim.” (İbn Mâce, Nikah, 50) diye buyururken hem bizatihi kendisinin kadınlara karşı gösterilmesi gereken hayırhahlığa örnek teşkil ettiğini, hem de ashabının buna uygun davranışlar geliştirmesini öngörmektedir. Burada şunu da belirtmekte yarar vardır: Kur’an’ı ve Peygamber (sav)’in sünnetini değerlendirmede bütüncül bakamayan, gönderilen ilahî metinlerin indiği ortamı ve kavramların anlamını kavramakta zorluk çeken ve yeterince tahlil gücüne sahip olmayan kimi şahısların, bazı ayet ve hadis metinlerinde geçen ve iyi tahlil edilmeyi gerektiren bazı ifadelere bakarak peşin yargıya varmaları, doğru olmayan bir takım değerlendirmeleri de beraberinde getirmiştir. Sözgelimi, Kur’an-ı Kerim’de geçen, “...Dik başlılığından endişe ettiğiniz kadınlara gelince: Onlara önce öğüt verin, vazgeçmezlerse yatakta yalnız bırakın ve bunlarla da yola gelmezlerse onları hafifçe dövün. Şayet size itaat ederlerse, onlara


Makale ve Analizler - 2018

149

yüklenmek için bir sebep aramayın. Unutmayın ki üstünüzde çok yüce ve büyük olan Allah vardır.” Toplumsal yaşamın çekirdeği ve özü olarak görülen ailenin ne denli önemli ve sıkı sıkıya korunması ve parçalanmasına asla müsaade edilmemesi gerektiğine işaret eden bu ayette yer alan “...bunlarla da yola gelmezlerse hafifçe dövün!” şeklindeki ifade doğru anlaşılmaya ve yorumlanmaya muhtaçtır. Zira ayete bu haliyle zahirî olarak bakıldığında, adeta kadına dayak ve şiddet uygulamak, Kur’an’ın bir emri imiş gibi telakki edilebilir. Öncelikle bu ayetin nazil olduğu şartların ve ortamın bilinmesi ve dahası ayetin kendi bütünlüğü içinde iyi okunabilmesi, doğru bir anlamaya yardımcı olacaktır. Kur’an-ı Kerim ve ne de Hz.Peygamber (sav)’in yaşantısı, böylesi bir uygulamayı korumak ve sürdürmek gibi bir tavrı besliyor değildir. İslam’ın ana kaynakları olan Kuran ve sünnetin asıl hedefi, bir aile ortamında kadını ve erkeğiyle bütünleşmiş, ayrılığı ve parçalanmayı asla tasvip etmeyen ve bununla birlikte aile yaşamında kadının ve erkeğin belli görevleri yüklenmiş bulunduğu bir hayat tarzını gerçekleştirmektir. Bu yaşantıda “kadının toplumsal hayattan yoksun kılınarak eve hapsedilmesi” gibi bir yönlendirme bile öngörülmemektedir. Hz.Peygamber (sav)’in yaşadığı dönemde, kadınlara yönelik yaklaşımında, kesinlikle şiddet ve baskı içeren ne bir söylem vardır, ne de buna işaret anlamı taşıyacak bir uygulama mevcuttur. Aksine Peygamber (sav)’in kadınla alakalı bütün söz ve uygulamalarında tam bir nezaket, hoşgörü ve kadirşinaslık tavrı hâkimdir. Peygamber (sav), kendisini ziyarete gelen kadınlara iltifat eder, onlarla yakından ilgilenir, hal ve hatırlarını sorar, onlara karşı asla ilgisiz kalmazdı. Hastalandıklarında ziyaret eder, geçmiş olsun dileklerini bizzat iletirdi. Kendisini yemeğe davet eden kadınların davet ikramlarını geri çevirmez, icabet eder ve ikramlarını kabul ederdi. Hatta Peygamber (sav), mescidin bir kapısını onlara tahsis eder, Cuma ve bayram namazlarına iştirak eden kadınlara özel bir konuşma yapar ve ayrıca haftanın belli günlerinde onların sorularına cevaplar vererek onlar için hususî bir günü vaaz ve nasihate ayırırdı. Bütün bunlar Allah Resulü (sav)’nün katında, kadına yönelik Peygamber (sav) tavrının ne büyük bir ali cenaplık içerdiğini gösteren ve günümüz insanının da çok önemli dersler çıkarabileceği ibretlik olaylardır. Şunu ifade edebiliriz ki, Peygamber (sav)’den bize tevarüs eden İslam inancı ve kültürüne göre insanî fazilet ölçüsü, salt kadın veya erkek olmak değil, takva (yani Allah’ın emir ve yasaklarına uymada sadakat) sahibi olmaktır. O halde Allah (cc)’ın buyruklarına karşı gelmekten sakınan bir kadın veya erkek, aralarında hiçbir ayrım gözetmeksizin Allah (cc) katında


150

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

saygın bir kuldur. Bu tespit, kadın veya erkek olmanın tek başına hiçbir şekilde erdemliliğe veya erdemsizliğe işaret etmediğini göstermektedir. Bununla birlikte, Hz. Peygamber (sav)’in kadınlara yönelik şiddet eylemlerini asla tasvip etmediği ve bu yöndeki tavırlara da açıkça karşı çıktığına işaret eden sözler ve uyarıların varlığı da dikkat çekicidir. Nitekim Müslümanlar için güzel bir örnek olan Peygamber (sav)’in, hayatı boyunca hiçbir kadına veya bir köleye asla vurmadığı ve kadınlarını dövenleri de sert bir şekilde uyardığı bilinmektedir. Dahası Hz. Peygamber (sav)’in, karısını döven hiçbir erkeği haklı gördüğüne ilişkin kaynaklarda herhangi bir bilgi kaydedilmemektedir. Aksine O, eşlerini dövenlerin, hayırlı kimselerden sayılamayacağını ifade etmektedir. Nitekim kocasından dayak yiyen Ümmü Cemil adındaki bir kadın sahabi, durumu Peygamber (sav)’e bildirdiğinde, O, kadının kocasını karşısına alarak: “eşinden ayrılmak ister misin?” diye sormuş ve neticede onu karısından ayırmıştır. (İbn Hacer, el-İsâbe, IV/420) Bütün bunlar şunu gösteriyor ki, İslam düşüncesinde, her ne kadar bazı söylemlerde kadına yönelik şiddet ifadeleri var gibi görünse de, bu ifadeler doğru bağlam ve şartlarda, bu metinlerin söylendiği ve uygulandığı ortam, maksat ve “mevcut durum” dikkate alınarak değerlendirildiğinde, bunun kadına yönelik şiddeti tasvip edecek bir söylem olmadığı sonucu ortaya çıkmaktadır. Hz. Peygamber (sav)’in kadınlara yönelik söz ve uygulamaları ve özellikle de kadınlarını dövmeye kalkışan sahabeleri sert bir dille uyarıp böyle bir eyleme müsaade etmemesi, bu kanaatimizi doğrulamaktadır. İlerleyen dönemlerde yaşanan bazı olumsuz gelişmeler, İslam düşüncesinin özünü ve esasını etkileyen bir olgu değildir. Zira kadına yönelik şiddet söylemini benimsemiş hiçbir düşüncenin, kendisine Kur’an ve Sünnet’ten dayanak bulabilmesi imkânsızdır. Zira özü ve maksadı itibariyle, toplumun çekirdeği sayılan aile müessesesinin korunmasını hedef alan söz konusu nassları (Ayet ve delilleri), kadına yönelik şiddet içeren söylemlermiş gibi değerlendirmek haksız ve yanlış bir algılamadır. Günümüz toplumlarında kadına yönelik şiddet eğilimleri, her türlü eğitim faaliyeti ve yasal önlemlere rağmen varlığını sürdürmektedir. Her halükarda bunun, çözümü zor ve çok yönlü bir sorun olduğu ortadadır. Bu sorunu tümüyle ortadan kaldırmak ideal bir hedef olmakla birlikte, bu hedefe ulaşabilmek kolay değildir. Ancak en etkili çözüm yolu, insanların beşerî ilişkilerini tanzim eden dinî ve ahlaki öğretileri bilinç düzeyinde kavrayıp benimsemiş, yaptığı her davranışın hesabını yüce bir Yaratıcıya vereceği mesuliyetini taşıyan vicdanlı bireyler yetiştirmekten geçmektedir. Hz. Peygamber (sav)’in kadınlara tanıdığı haklar ve bu haklara riayetin dinî bir yükümlülük olduğunun kavranması, sahabe neslinden çok kısa zaman içeri-


Makale ve Analizler - 2018

151

sinde etkisini göstermiş ve kadın, kendisine tanınan bu haklar sayesinde gerçek kimliğini ve saygınlığını kazanmıştır. Dolayısıyla insanların düşünce ve yaşantılarında özümsenmiş gerçek dinî ve ahlakî değerlerin varlığı, bu gibi sorunların çözümü konusunda etkin bir role sahiptir. İslam’da kadının oldukça önemli bir yeri ve konumu vardır. Kadın bir bütünün ayrılmaz parçasıdır. Hatta kadın ümmetin yarısıdır. İslam’da kadın temel eğitimi veren ilk öğretmendir. Bundan dolayı ümmetin geleceği hususunda kadın çok önemli bir etkendir. Kadın bozulduğunda toplumun bozulacağını çok iyi bilen İslam düşmanları kadını hedef almışlar kadını ifsat etmek üzere çalışmalar yapmışlardır. Allah (c.c) düşmanları, bir toplumu yıkmak için daima kadını silah olarak kullanmışlar kadını özgürleştirmek adı altında onu eğlence mevzuu ve reklam malzemesi durumuna düşürerek fıtri yapısından ve asli sorumluluğundan uzaklaştırmışlardır. Bu vesile ile, kendini dinin sözcüleri gibi lanse ederek, İslam adına, kişisel görüşlerini dinin gereği gibi sunan sorumsuz kişilere prim verilmemesini, itibar edilmemesinin son derece önemli olduğunu belirtmek isterim. Ayrıca; Analarımız, bacılarımız, hayatımızın yarısı hatta çok daha fazla değerlerimizi ifade eden kadınlarımızın,  Doğumdan ölüme kadar her hayatın her anında varlıklarını hissettiğimiz, bizi biz yapan değerli kadınlarımızın, İnsanlığın devamı için olmazsa olmazı olan, en büyük dertlerin dertlisi, en büyük mutlulukların ardındaki kahramanlarımızın, Her zaman ne istediğini bilen, erkeğinin ardında ona destek veren, çocuklarının başında koruyup kollayan kadınlarımızın,  Hiçbir zaman şeref ve haysiyetini satmadan namusuyla ayakta durabilen, namusun dini değil, ahlaki olduğunu idrak eden, Parayı görünce, kendini pazarlamayan menfaatçi, sadist, istismarcı, görsel ve cinsellik sapıklarından uzak duran kadınlarımızın,  Kadınca gülen, kadın gibi giyinen, kadın gibi yaşayan, hâsılı kadınlığını unutmayan şefkat abidesi annelerimizin,  “Cennetin ayakları altında” olduğunu Fahri Kâinat Efendimiz (sav)’in müjdelediği, ayakları öpülesi çilekeş Türk - İslam ülküsüyle yoğurulmuş dünyanın her yerindeki kadınlarımızın, annelerimizin,  İşini ve eşini çok seven ancak işiyle değil, eşiyle evli olan kadınlarımızın,  Eli hamurlu, şefkat timsali, sükûnun ve sükûtun durağı kadınlarımızın,


152

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bilgili, donanımlı, özgüveni yüksek, ayakları üzerinde durabilen ama mütevazı, masum kadınlarımızın, Makam, şöhret ve para delisi görgüsüzlerin saltanatı /ayakları altında ezilmeyen, nefsini dünyevi değerlere satmayan, Cennetin ayakları altında olduğu güzel ve özel kadınlarımızın, Ezcümle; Hz. Havva (as), Hz. Hatice (ra), Hz. Aişe (ra), Hz. Fatıma (ra)’nın yolundaki “kadınlarımızın” Dünya Kadınalr Gününü Kutlarım. Annemi, rahmeti rahmana irtihal eden annelerimizi rahmetle anıyor, Yüce Rabbimden kızlarımızın her türlü şiddet, cinsel saldırı ve istismardan korumasını niyaz ediyorum. 08.Mart.2018

Seçim Ufku Ağrıyor

Tercüme: Raziye Çakır-Andrey Rayçev-08.Mart.2018

Görüş: Sebepsiz kavgalar boşa değildir. Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) güçlü bir muhalefet olsa da, yönetim için gerekli kaynaklara sahip değildir. Hak ve Özgürlük Partisi (DPS) ise ağır yaralıdır ve henüz seçim için düşünmüyorlar. Sofya hukümetindeki en tehlikeli barut fıçısı ÇEZ Andrey Rayçev değildir. Daha önce Türk-Bulgar sınırındaki dikenli tel örgü, ardından sağlık sorunları, daha sonra Hasko şehrinde dönen dolaplar ve bir sürü başka skandal yaşandı. Herhangi bir şeyden skandal, her vesilede skandal, hiçbir neden yokken skandal ve işler sanki tıkırında yürüyor. Hiçbir neden olmadan skandal başlarsa, seçim kapısı açılıyor, demektir. Bu yorumu, “Bulgaristan On Ayr” TV’ sinde sosyolog Andrey Rayçev’ten bütün ülke dinledi. O, 07 Mart 2018’de Sofya merkezinde “Hemen İstifa!” gösterilerini de yorumladı. Bu gösterileri BSP örgütledi ve İktidar olmak isteklerini duyurdu. Bilinen sosyoloji uzmanına göre, milletvekilleri artık seçim önü tartışmaları kapağını kaldırdı.


Makale ve Analizler - 2018

153

Onlar bilinçaltında seçime gidildiğini duyulmadılar. İktidar için savaşanlar arasında çene kavgası hız alıyor. Başbakan Borisov, her ne pahasına olursa olsun yönetimde bulunmak istemediğini artık sezdiriyor. İktidar hevesi sönmüş gibi. Sürekli hareket halinde ve istifasını cebinde taşıyor. Aslında Borisov için bu zamanlar hasat zamanı, mahsule sevineceğine, evde katı kavgasıyla meşgul. Fakat ben Avrupa Birliği Sofya dönem başkanlığı günlerinde serken genel seçime gidilmezse sevinirim, diyor ünlü sosyolog Andrey Rayçev şöyle bir saptamada bulunuyor. Bulgaristan sosyalistleri bu yönetim için bir alternatif olamaz. BSP iktidar hırsına tutulmuş bir ruh hali yaşamıyor ama uzun bir süredir görülmemiş çok güçlü bir muhalefet gösteriyor. Daha önceki görev sürelerinde BSP parlamentoda kendini pek belli ettiremiyordu. Sosyalistler için çok olan Cumhurbaşkanı seçimlerinde, büyük çaba göstererek başarılı oldular. Ardından halk meclisinin GERB’li başkanını istifaya zorladılar. Bulgaristan’da gündemi belirleyen BSP Genel Başkanı Kurneliya Ninova’dır. Tabii bu, güçlü olan bir muhalefetin, iktidarda da başarılı olacağı anlamına gelmez. Sosyolog Andrey Rayçev’e göre, Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) son dönem kalbinden yaralıdır. Şimdi önlerinde çok zor olan yerel seçimler var. Köyler boşalıyor. Bu nedenle onların saflarını tam olarak da şimdi bir daha saymaları zamanı değildir. “DPS” partisinin şimdi seçim istediğine pek inanmıyorum. Yalnız 300 bin oy alırlaresa onlar küçük bir parti kalacaklar. Bekliyorlar. Manevra yapıyorlar. Seçim için önümüzdeki güz aylarında düşünmek istiyorlar.

Kırılmaların Sayısı

Elif Gündeş-08.Mart.2018

Konu: Diplomatlar bulundukları ülkeyi nasıl öğreniyorlar. 9 kişilik heyetimiz görüşme masasının bir tarafına sığmadı. Olaya bir psikolog gözüyle tanıklık etmek niyetiyle uca oturdum. Karşımda yerini alan Büyükel-


154

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

çimiz Hasan Ulusoy’u Sofya’ya gelmezden önce okuduğum özgeçmişinden tanıdım. İstanbul Siyasal’da geçirdiği yıllar ile Ortadoğu Teknik Üniversitesi’ndeki “Kimlik Analizi” doktora uğraşısı ve İnsan Hakları Daire Başkanlığı yılları onu bana yakın kıldı. T.C. Nijer Büyükelçiliğinden sonra, Çok Taraflı Siyasi İşler Genel Müdürü görevinden Sofya’ya atanması ise çok ilginçti. Hocalarımdan biri “insan dinlenirken olgunlaşır” demişti. Ben de unutamadım. Nedense birden bire aklıma geldi. Hafif ve yorgun bir sesle başlayınca, acaba Sayın Büyükelçimiz 3, 5 ve 7 gibi rakamları kullanacak mı ve kaç defa diye düşündüm ve bekledim. Üç demeden, hiçbir kimsenin Bulgaristan’ı anlatamayacağına inanıyordum. Bu, tarih boyu 3 denize çıkmak isteyen ama son neslin adını bilmediği bu denizlerle ilgili değildir. Bulgarlar bu topraklarda çok tökezlemiş, yıkılmış da, 3 defa da dirilebilen bir halktır. 681’de şekillenen, 333 sene yaşayan birinci Bulgar devletleri, Pliska, Preslav ve Ohri gibi 3 başkent kurar. Proto-Bulgar, orta Yunan ve eski Bulgar dillerini konuşur. Bugün konuşulan Bulgar dili, bu üç dilden Farsça, Türkçe ve Rusçanın etkisiyle zenginleşerek süzülürken, halen kapı ve penceresini İngiliz değim ve kavramlarına sonuna kadar açmış bulunuyor. Bulgarlar devlete götüren yolu hanlarla yürürken, Prens I. Boris’i ilk devletin başına geçirmiş, ardından I. Simeon, Samuil ve II. Perisiyan gibi 3 Çar tarafından idare edilmiştir. Bizans, Osmanlı ve modern çağ gibi üç döneme sığan, Bulgar devlet tarihinde belirleyici olan, yıkılma, çökme ve dirilmenin derin izleri ve getirdiği ruhsal kırılmalar vardır. 13 asır geri giden Bulgar geçmişinde, “olacağı varmış da olmuş” gibi çaresizlikte bekleyiş, boşlukta belirleyici olan hep güneşin doğup batacağı ve soğuk rüzgârların da kuzeyden eseceği inancı olmuştur. Çocukluğumda, babamın Filibe anılarından, Bulgar komşularımızın 3 ayaklı (saç ayağı) sandalyeye oturduğunu ve Tanrı, Baba ve Oğul olmak üzere, üçlü bire inandığını biliyordum. Buraya geldiğimde daha ilk gün ilk lokantaya oturduğumda elime aldığım ilk yemek listesinde “troyka küftetan” ve “troyka kebapçeta” sözleri dikkatimi çekti, üç köfte ve üç kebap bu ülkede liste başı yemekti. İkinci Bular Çarlığı 1187’den 1396’da Osmanlı egemenliğine geçene kadar yaşamıştır. Üçüncü Bulgar Çarlığı da 1908’de ilan edilmiş ve Prens Aleksandır Batenberg; Çar I. Ferdinand ve Çar III. Boris tarafından idare edilmiştir. Üçüncü Bulgar Çarlığı, Prenslik - Çarlık ile sosyalist totaliter ve sözde demokrasi dönemi olma üzere, üç aşamalı bir düzendir. ***


Makale ve Analizler - 2018

155

Bulgarlar kötülüklerin 5 olduğuna inanırlar. İkinci yerde şakıyan 5 rakamıdır. Öneminin sırrı Bulgaristan’a 6 yıldızlı otel olmamasında gizli değildir. Bu rakam her şeyden önce gencecik ülkenin geçen yüzyıl 5 defa savaşa girdiğini anlatır. Birinci Balkan Savaşını İstanbul’u ele geçirmeyi hedefleyerek 1912’de başlattı. İkinci Balkan Savaşında yenildi. Birinci Dünya Savaşına katılan Bulgaristan yine yenilenler arasında yer aldı. Üçüncü - 1918’de Dobruca’da Ruslara karşı silah kuşandı. Bresk-Litovsk Antlaşmasında taraf oldu. Dördüncü - 1919’da Versay Anlaşmasında tarihinin en büyük yenilgisini kabul etmek zorunda kaldı. Beşinci - İkinci Dünya Savaşı’nda da yenilenler sırasına dizildi. Bulgaristan girdiği çarpışmalarda hep yenen olurken ve hiçbir cephede bandıralını düşmana kaptırmazken, bütün savaşlardan yenik çıkmıştır. Bu ruh hali onlara Almanlardan geçmiş olabilir. Yenilgiye doymamak kişisel meziyetse, halklar içinde söylenebilir mi bilemiyorum! 5 rakamı Bulgaristan halkının yaşadığı felaketlerde tekrar eder. Birinci milli felaketini 1918 savaş yenilgisiyle, Asker Ayaklanması ve I. Ferdinand’ın tacını oğluna giydirip, bir daha geri dönmemek üzere ülkeden kaçışında gözlenirken, 1919’da savaş yenilgisini kabul ederek kamburlu felaket yaşamıştır. İkinci Dünya savaşının sonu da Bulgaristan için bir felaket olurken, 1985’te ülkede yaşayan Türklerin etnik kimliğini değiştirmeye kalkan Bulgar devleti 1988’de parasız kalmış ve iflas bayrağı kaldırmıştır. 2000 yılında dünya bunalımı girdabına giren Bulgaristan 18 yıldan beri Avrupa’nın en yoksul, en fakir, nüfusun yarısı dış ülkeye kaçmış bir bataklık durumuna düşmüş ve bu durumdan bir türlü çıkamıyor. Geçen yüzyıl Bulgar tarihinde 5 rakamı gerçekleşen ayaklanmalarla da ilintilidir. Bulgarların Osmanlı dönemini anlatan en derin kitapları Rumeli kapısı Vidin ve Pazvantoğlu ayaklanmaları üstüne yazılmıştır. Bu başkaldırı Niğbolu, (Nikopol), Rusçuk (Ruse), Ziştovi (Sviştov) ve Varna gibi şehirlerde başarılı olmuş ve tarihte ilk kez olmak üzere, Türkün Türke karşı ayaklanması örneklerini verirken, Bulgarlara ibret dersleri vermiş ve bunlar son Bulgar devletinde yerli ahalinin Osmanlı merkezinden koparılmasında uygulanmıştır. O yılların 1795 Büyük Fransız Devrimi’ne ve ardından General Napolyon’un Mısır saldırısına rastlaması Bulgarların mıllı uyanışına da pencere açmıştır. 18.


156

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

yüzyılda aynı bölgenin Bulgar şehirlerinde de 5 ayaklanma olmuş ve Niş ve Belgrat isyanları kan dökülerek bastırılmıştır. 19. yüzyılda Osmanlı idaresine karşı Bulgar ayaklanmaları söndürülmesi mümkün olmayan isyanlar olarak kışkırtan dış güçler, Hristo Botev, Panpyot Hitov, Stefan Karaca, Hacı Dimitır ve Filip Totyo çetelerine para akıtırken, Eski Zara (Stara Zagora), Çırpan, Panagürişte, Klisura ve Koprivştitsa gibi özgürlük ve bağımsızlık bayrağı sallayan ayaklanmalar da kanlı bastırılmıştır. Beşli örgütlenip beşli patlayan bu olaylar İngiliz ve Rus kışkırtması olarak tarihe geçti. 20. yüzyılda ilk önce 1818 bir asker ayaklanması patlak verdi. 6 bin asker monarşi devrilip cumhuriyet kurmak istedi. İkincisi, 1923’teki işçi ayaklanmasıdır. İşçi köylü devleti için kan dökülmüştür. Üçüncü Ayaklanma ise partizan ayaklanmasıdır. 9 Eylül 1944 tarihinde Çar monarşisini ve dikta rejimini devirmiştir. 1972’de isim, din ve kimlik değiştirmeye karşı patlak veren Müslüman Pomak Ayaklanması Karasu (Mesta) köylerinde aylarca sürdü. “Kornitsa” köyünde minareye Ay Yıldızlı bayrak dikildi. Kornitsa PomakTürk Cumhuriyeti ilan edildi. Çok feci biçimde bastırıldı. 1989 yılının Mayıs ayında Bulgaristan Türkleri isimleri ve din haklarını, hak ve özerkliklerini, “kültürel otonomi” ayaklandı. Bu aslında 1984 Aralığında başlayan Türklerin kimlik mücadelesinin bir doruğuydu. Bu ayaklanma’da 34 şehit veren yerli Türklerden binlerce kişi toplama kamplarına, “Belene” ölüm kampına ve hapishanelere tıkıldı. Ayaklanmaya 72 bin direnişçi katıldı. Bu, 20 asır Bulgaristan ayaklanmalarından en büyü oldu. Bulgaristan Komünist Partisi ve Türk katili Todor Jivkov iktidarını 10 Kasım 1989’da devirdi. 20. asırda Bulgaristan ayaklanmaları arasında siyasi nitelikli, kesin hedefli ve başarılı bir direniş olan bu Türk isyanı, geçen yüzyılın en önemli olayı olarak da devamlı gündemdedir. Yine geçen asırda Pomaklar isim, din, dil, yaşam tarzı değiştirmek isteyen Bulgar devletinin baskılarını 5 defa geri püskürttü. 1913’te 250 bin Müslüman’ın isimleri ve dinleri değiştirildiğinde, aynı yıl Sofya Büyükelçiliğinde Askeri Ateşe olan Mustafa Kemal kendilerine yardım etmiş ve din ve dil haklarıyla birlikte Türk kimliklerini geri alabilmişlerdi.


Makale ve Analizler - 2018

157

Soruna siyasi çözüm bulunmuş, Pomaklar Radoslavov’un sol liberal iktidarına mecliste destek vermişlerdi. Bu konuda asla tekin durmayan ve “İslamlaştırılmış Bulgarlar” formülü icat ederek 1934 ve 1942’de de kimlik değiştirme baskılarını şiddetlendiren monarşi idaresi 1944’te devrilince, suçlulardan birkaçına idam cezası verilmişti. 1964’teki 4. saldırı Orta Rodoplardaki Avramovo köyünü basanların püskürtülmesiyle elde edildi. O zaman da Türkiye Cumhuriyeti sert ihtarda bulunmuştu. 1972 Kornıtsa köyü yenilgisinin zaferi 1989’un 29 Aralık günü kutlandı. Müslüman azınlıklar o tarihte isim ve din haklarını geri aldılar. Biz Bulgaristan göçmenleri için 5 rakamının bir başka anlamı da, Bulgar devletinin tek dilli ve tek dinli devlet kurma çabalarında, isimleri ve dinleri değiştirilen etnik azınlıklar arasında 5. sırada olmamızla bağlantılıdır. Önce Pomaklara yapılan 1913 başarısız saldırısından sonra, 1936’da Ulahların, 1950’lerde Makedonların, 1964’te Çingenelerin ve 1972’de Müslüman Pomak kardeşlerimizin çok sert baskı ve terör uygulanışından sonra 1984 Aralığında Türklere çullanışları ile de ilintilidir. Birçok köyde kardeşlerimiz tank paletleri altında öldüler. Etnik kimliği eritilerek asimile olmayı kabul etmeyen ve mukavemet gösteren azınlıklar arasında en şiddetli tepki veren Türklerle ölüm kalım savaşı verilmiştir. 100 yıllık bir saldırı selinde Bulgar devletinin 15 yıl Türklerle başa çıkmaya çalışması, olayın ciddiline kanıttır. Bu sert kavgada Türkiye ve Müslüman Dünya başta olmak üzere ilerici insanlık Bulgaristan Müslümanlarından yana çıkmıştır. Bulgaristan’da azınlık kimliklerine karşı saldırılar bu günde sadece şekil değiştirmiş olup aynı sertlikle devam etmektedir. Bulgaristan’daki tüm azınlıkların ana dillerinde eğitim alması ve kültür ve yaşam tarzlarını yaşatmasına karşı yasal ve yasa dışı baskılar her gün yeni adımlar atmaya çalışıyor. *** Bulgarların öz tarihlerinde 7 rakamı da çok önemlidir. Bu rakamı açan örnekleri görmek isterken, Bulgar geçmişine eleştirel psikoloji deliğinden bakmalıyız. Kaderde işaretlenmiş tarihlerde 7 defa kardeş katliamı yaşamış bir kişisel ve toplumsal kimlik karşısındayız. Akraba kanı akıtmanın büyük günah olduğuna inanmasalar da, sönmez acılar yaşattığı bilinir. Kültürlerinde tövbe yoktur. Bir arınma biçimi olan Af Dileme etki derinliği değişken bir gelenek olarak dini ritüel düzeyinde kalmış ve dua ayinleri dünyadan göçüp gidenlerle ilgilidir. Kanlı olaylar. Bulgar ruhunda büyük incinmeleri yaşandığını anlatır. Bunlara 7 adet hem büyük, hem de derin ruhsal sarsıntı, dram ve trajedi de diyebiliriz. Bu ruhun psikolojik kırılmalar tablosunu çizen fırça 7 rakamının renklerini çözememiştir. Bunlara sosyal organizmanın geçirdiği uzun süreli psişik rahatsızlıkları da denebilir. Tarihsel süreçler içinde bilinçli ya da farkına


158

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

varmadan ama toplumun bütünü tarafından yaşanmış, bireyin ve topluluğun bellek köklerindeki derin izleri kolayca görebiliriz. Bunlar genellikle toplumca kabul edilmeyen, yeni olan bir olayın, yeni olan bir dönemin başlangıcında yaşanmıştır. Bunlar hep, zamanını dolduranın yerine gelen bir fenomenin, yeni olan bir toplumsal düzenin henüz tüm kuralları ve ilkeleriyle kabul edilmediği durumlarda baş göstermiştir. Geleneksel etnik kültürel, yaşamın zorladığı siyasi tasavvurlarımıza kendi güçlerimizle dönmeye çalıştığımız devirlerde olur böyle olaylar. Çaresizlik devirlerinde yaşanan olayların etkisi sönmez. Ortak yaşandığı için, bir yandan ortak bilinç altına yerleşirken, ruh için belirleyici olurken, kolektif travma olarak sürekli yaşama hakkı talep eder. Kollektif yaşam, alışkanlıklar ve düşler üzerindeki etkisi kalıcıdır,. Bulgar karakter ve tavrı üzerindeki belirleyici oluşu farklılığı yaratmıştır. Bu en iyi karşılaştırmalarda ortaya çıkar. Örneğin 7 yıl ve 30 yıl savaşları, köylü ayaklanmaları, Birinci ve İkinci Dünya savaşları Alman kadını hakkında toplum yaralarını sarıp yeniden kükreme gücünü doğurandır inancını yaratırken, Bulgar psikolojik sarsıntılarından gün ışığına çıkan, aranan diriltici gücün her zaman soy özünün dışında görülmüş olmasıdır. Bulgar soyu Balkanlara gelmezden önce proto Bulgarlar Slav karışımı yaşamıştır. Bu karışımdan Bulgar toplumu olduğu gibi, Slav toplumu da çıkabilirdi. Hristiyanlığı, Kiril Alfabesini, kültür tohumlarını hep başkasından almış, taklit ederken beğendiğine “benim”, beğenmediğine “yok” demiştir. Boyada “ebru” sırrını çözemeyince kök boyalaryle yetinmiş, mertek yontanı görünce bu iş “benim” demiş, şerbetin kıvamını tutturamayınca tavaya bal dökmüş, kalaycılığı beğenmemiş, sarma ve dolmadan sonra işkembeye bile sahip çıkmıştır. Fakat kardeşkanı dökerken, kişisel bellekte olduğu kadar, toplumsal incinme da yaşanırken, burada acıya sahip çıkan başka biri, onu azaltacak, toplumsal bellekteki yaraya mehlem de bulamayınca, hırsına hep yenik düşmüştür. Anlatmak istediğim, bazı insan ve toplumların aynı taşa defalarca takılıp düşmekten zevk alması gibi bir alışkanlıktır bu. Adı da hayattan ders çıkaramayınca tekrarlayan acılarla kendini avutmaktır. Bunun gerçek adı, göz belleğiyle yaşamaktır. Hani bugün Bulgaristan’da Çingene “kurbanı” olan kişilere “iyi insandı” dedikleri gibi bir şey. Sanki hayat kıtır kıtır yenmeye hazır berrak su üzerindeki incecik buz. Ne yazık ki, hiç de öyle değil. Biz şimdi, günümüz Bulgar karakter ve kimliğini yaratan kırılmalara da yakından bakalım. Birinci psişik kırılma halkın devletten soğumasına ve içine kapanmasına neden olmuştur ki Bulgar karakter çizgilerinden biri olarak hala belirleyiciliğini koruyor.


Makale ve Analizler - 2018

159

Birnci kardeş kıyımı olarak tarihe geçen, bir ruhsal kırılmadır. Çarı I. Boris, Bizans’a yenik düşünce, ismi değiştirilmiş, Mihail adını almış, din değiştirip Hristiyanlığı kabul etmeye zorlanmıştır. Bulgar tarihinde ilk kez din için kardeşkanı dökülürken, bu işe karşı çıkan 52 iri toprak sahibi (boylar) ve adam ve soylarının kelleleri kaymıştır. I. Boris halkını yabancı buyruğuna uyarak zorla din değiştiren bir hükümdar olarak tarihe girmiştir. İçine kapalı toplumda tepki olarak “din severler hareketi” (bogomillik) gelişmeye başlayıp güçlenirken, “sapık” ilan edilmişler ve kıyılmışlardır. Bir halk devletini reddetmesi, hiçbir otoriteye bel bağlanmadan içine kapanması, bu kırılmanın özel çizgilerinden biridir. Bulgar kavimindeki ilk kırılma, kardeşkanı akıtılmasından doğan acıyla devlet ve otoritenin halk tarafından olumsuzlanmasında ifade bulmuştur. Oysa Bulgar tarihinde, daha 681’de ilk devletin resmen kurulması ve Hristiyanlığın kabul edilmesiyle yaşayan trajedi, insanların ortak yaşamında, ruhsal derinliklerine dış ve iç baskılara karşı bombalar yerleştirmiştir. Bu eziklik inanlar içlerine ve ailelerine kapanırken, devlete ve kurumların gördüğü işlere güvensizliği beraberinde getirmiştir. Bugün bile emekli olan şehirli Bulgarların köyüne çekilmesi, içine kapanıp toprakla ve doğayla baş başa yaşamayı seçmesi o uzak devrin oluşturduğu bozuk psişik temellerden izler olarak görülebilir. Sofya’da uğradığım kitapçılarda Bizans tarihi eserlerine pek rastlamadım. Sofya’nın göbeğinde kazı yapan arkeologların ele aldıkları taşları fırçalarken ve sonra da bir annenin kızının saçını okşadığı gibi sıvazlarken gördüm, sanki kırılma yıllarının gözyaşlarını siliyorlardı. Travmaların ikincisi 1014’te Çar Samoil’in “Bulgar katili” adıyla ünlü II. Vasiliy’ye Velbaş Vadisi Savaşında yenilmesiyle alevlenir. 15 bin Bulgar asker ve subayın binde birinin tek gözü bırakılarak, 2 gözü de kızgın demirle oyulmuş, ardından birer birer Bulgar köylerine istimlâk edilerek halka gözdağı verilmiştir. Askerini kör gören Samoil anıda kalpten gitmiştir. Bulgar halkı derin ezginlik geçirmiş ve bu vahşet belleklerde silinmeyen yara açmıştır. Zamanın bazı sıkıntılatı arıtamadığını herkes bilir. Devlet yıkılmış ve zulüm devri başlamıştır. Geçim el kapısı tırnaklamaya ve kırıntılarla yetinmeye bağlanmıştır. İki asır devletsiz kalan Bulgarlar yaşama yolunu yabancı modelleri, başkasında gördüklerini kopyalamakta ararken yabancı efendilerinin hayat tarzını belirlemiştir. Bizans esareti altında durmadan süren kardeş kıyımı, sürekli hesaplaşmalar Bulgar “eliti” için bugün de geçerli akçe olarak nefes almaya devam ediyor. İnsan kaçırmalar, başkasının malına el sürmeler, köy boşaltmalar, insanları rüşvete zorlama ve rahata bırakmama gibi zulüm biçimlerinin bu topraklarda


160

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

bin yıldan uzun ömrü vardır. O devrin bir başka izi ise, Bulgar halkında iç düşmanla hesaplaşma planlarında kimden olursa olsun herhangi bir dış güçten yardım arama alışkanlığı kök salmıştır. Aranan askeri güç de olmuştur. “Kurtarıcın efendin olur!” sözü böyle mayalanmıştır. Osmanlının gelişinden sonra Balkanlarda 200 yıl barış yaşanması Bulgarların ruhuna huzur kazandırmış ve korkuyu yenmelerine yardımcı olmuştur. İlk defa Osmanlı devrinde devlete adalet yolunca da yürünebilindiğini görmüşlerdir. Bulgar devletinin aydınlığa uzanışı Osmanlı devletinin himayesinde gerçekleşirken ruhsal kırıklıklarından toparlanma evrimi içinde özgürlük ve ulusal bağımsızlık bilincine ulaşılmıştır. Fransız devrimiyle başlayan milli devlet çağrışımları evrimsel süreçlerin devrim atılımlarına dönüşmesi için dış devletlerin kışkırtmaları gecikmemiştir. Ne var ki bu kanlı olayların sonucu hep hüsran olmuştur. Dış düşmana el kaldıracak gücü olmayınca iç düşmanla hesaplaşırken de hep Alman, Rus ve Amerikan ya da İngilizlere yardım eli uzatılmıştır. 1876 Nisan Ayaklanması İngiliz parasıyla yapılırken, Makedonya ve Ege kıyısı istilasında Yahudi ve Çingeneler Alman emriyle ölüm kampına göndermiş, 1944 - 1948 yılları arasında Moskova tarafından gösterilen 10 bin kişinin kellesi kaymıştır. Bu yara közlerine günümüzde bile dokunulamıyor, toplumsal duyarlılık hat safhada, kamuoyu parçalanmış, geçmişin bilinmemesini isteyenler, geleceği kem gözlerden saklamaya çalışıyorlar. Kan ile hicran dolu gözenekler temizlenemiyor. 100 yıldan beri derinleşen azınlıkları asimile etme siyaseti ise toplumu tamamen zehirlemiştir. Bulgarlar, 500 sene Osmanlı’da öz devletsiz kalırken, daha önceki devirde belleklere kazınan ve silinmeyen derin psişik karanlık yaşam tarzı belirlemiştir. Yaşananlar yıllar sonra Bulgar halk psikolojisinde önce bireysel ruhu canlandırabilse de, özgürlük ateşini bir bütün olarak yakamamış, politik bağımsızlığı bir ayaklanmadan, doğudan ya da batıdan bekleyenler her zaman birbirleriyle kıyasıya kavga etmişlerdir. Bu bakıma Bulgar siyasal ruhu tek vücut doğmamış, çok çatallı ve birbiriyle bağdaşmaz tezatlı oluşmuştur. Doğudan Batıya ve ters yön değiştirmeler ise toplumla birlikte devletin de köklerini sarsarken, milli kimlik ruhunu iyice söndürmüştür. Kardeşkanı dökme açısından analiz ettiğimizde, çete başı Hristo Botev’in bir çeteci tarafından öldürülmesi; komita Başı Vasil Levski’nin bir Papaz tarafın-


Makale ve Analizler - 2018

161

dan ele verilmesi ve sayısız benzer örnekler olayları anlamakta zorlananlara kesin. 19. yy.’da kardeşkanı akıtan bir hayal uğruna iç hesaplaşmadır. Ortaçağda Bulgar kolektif psişiğine Osmanlıdan koparılırsak Rus toprak köleliğine düşeriz korkusu girmiştir. Dışardan taşınan kurtuluş fikrinin doğru olmayan, çarpık bir fikir olduğunu halk önce anlayamamıştır. Bugününü bugün etmeye çabalayanların geçmişten ve gelecekten haberi yoktur. “Köle” nedir bilmeyen Bulgarlar, Osmanlı devrinde “köle” olmadığını bilirdi. Evi yeri, bağı bahçesi, atı öküzü, kilise ve okulu, manastır toprak, çayır, koru ve ormanları olan Bulgar halkına çarığını ters giydirmeye çalışanların işi zordu. O yıllarda Bulgar toplumunda esnaf zanaatçı tüccar tabakası oluşmuştu. Kilise ve köy okulları eğitim veriyordu. Halk öncüleri İstanbul’da okumuştu. Batı devletlerinde okuyup aydın olarak ülkeye dönme kapıları açıktı. Şehirli tabaka, şehirli kültür oluşmuş, şehir yaşam tarzı uygarlığa uzanmıştı. Ülkede “köle” gibi yaşama bir yana, varlıklı halka ve aydın kesime dayanan bir milli silahlı ayaklanma ile bağımsızlık ve özgürlük çanları çalma fikri ruhlara serpildikçe korku artmıştır. Halk her kopmanın bir çöküş, yönü belli olmayan yeni bir başlangıç olduğunu bilir En büyük travma ruhsal ürkmedir. 1877 Haziranında Tuna’yı geçen Rus askerlere bir tek Bulgar ailenin kapısını açmaması, bir somun uzatmaması, atlarına arpa vermemesi her zaman hatırlanmalıdır. Bu, daha önceki devirlerde yaşanan ruhsal travmaların bellek havzasında birdenbire canlandığına kanıttı. İnsan aydınlığı yalnız okumuşluk taslayanların sözleriyle başlamaz. Halk dünyayı sayısız duyumlarla duyumlar. Bu böyle olunca dokunun sıklığını, şerbetin kıvamını, acının dozunu kendisi belirler. Hiçbir devirde hiçbir kölenin karısı, ailesi, evi, toprağı, okulu vb vb olmadığını bilir ve vergi memurunun değişmesini istemez. Tarihte Bulgarlar Türklerle birlikte yaşamıştı ve durumları da aynıydı. Ne var ki hayatta bir de daha iyi olana erişme umudu vardır. Bu umudun yalan çıkması pek bir şey değiştirmez. Yalan, erkeğe karısı boşandıran, eşeğini sattırandır. 1876’da Bulgar dağ köylülerine evlerini yaktıran yalandır. Ayaklanın da “sırma köşklerde” yaşayın yalanıdır onları hareketlendiren. Düşmanlık doğuran ise, “sırma köşkler Türklerde, onları kovalayın siz oturun” olmuştur. Bulgar ruhunda Türklerden kurtulup mülklerine oturalım ve günümüzü gün edelim umudunu doğurmuştur. Bulgar Milli Uyanışının kökündeki gerçek budur. Bu bir ırkçılıktır. Türkün ruhunda olmayan bir şey olduğundan sonra, “nasipten fazlası haramdır”, “ya da görünen yoldan gitmek hayırdır” inancı sökülme ve


162

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

yenilgi doğurmuştur. Bu işte İngilizler ve Ruslar, Bulgar 2 x 2 ve 2+ 2’nin her zaman 4 etmediğini öğreten hocalardır. Sıvılarda 2 damla artı 2 damla eder bir büyük damla. Bu formülün dedelerimiz ve babalarımıza kök çıkartan, Bulgarlarla aramızı açan bir formül olduğunu geç öğrendik, öğrendik. 3 Türkün malına konan bir Bulgar “çorbacı” köy kodamanı oldu. Düşmanlıklar hoşgörüyü ve iyi komşuluğu boğdu. Bulunan sahte mehlemler Bulgar travmalarında sızıyı kesmedi, dostluklar geri gelmedi, insanlarımız memleketimizde göçebe kuşlar gibi uçtu. Ne var ki yeni hırslar doğurdu, ruhlar nefretle patladı, ortam hüzün taşıyor. Bir de şu var. Yalanlar gerçekleri değiştirmez. 17. asırdan sonra Müslüman olmayanlardan ek vergi alınması Osmanlı Bulgarlarını köle yapmaz. 1877 - 1878 Harbinde Ruslar Bulgaristan üzerinden geçerken kasabalar köyler yakılmış, fakat ülkedeki bütün sivil Müslüman evlerine, köylerine, kasabalarına girememişlerdi. Osmanlıdan kalan 2 bin 353 cami ve medresenin hepsini yıkılmadı. Bulgarların Türklere olan hoşgörü ve minnet duygusunu değiştirebilmek için 1908’den sonra kurulan Bulgar iktidarları tam 100 sene çalıştı. Ancak 1984 sonundan başlayarak tank ve top kullanarak, asker, jandarma, kızıl bereler, parti ve komsomol kadroları kışkırtılarak tüm Türk evlerine girildi, istediklerini tutukladılar, istediklerini öldürdüler, sakat bıraktılar ya da kovdular. Bulgar ruhundaki minnettarlıktan düşmanlığa açılan bu kırılma kapısı devleti defalarca çökme, yıkılma ve asla toparlanamama hendeğinin ucuna getirdi. Bulgar milleti bugün semelenmiş durumdadır. Bu kırılma özellikle de, bu topraklarda birbirine kenetli bir halk kurabilme yollarını kapamıştır. Müslümanlar tüm diğer azınlıklarla birlikte kendi içlerine çekilmişler ve genel bir soğukluk içine düşmüşlerdir. İstikrar gönderi kırılmış, halkın ruhu yere devrilmiştir. 1918 Asker ayaklanması, 1923 İşçi Köylü Ayaklanması, 1923 ve 1934 askeri darbelerinde ve 1944’de iktidar faşizmden komünizmde dönerken hep kardeş kanı akmış, ruhsal kırılmalar mutlu gelecek umutlarını her defasında ateşe vermiştir. Kırılmaların yedincisinde en kötü olan Bulgar halkının toprağını kaybetmekten korkmaması oldu. Bir asker kıtaları gitti, gelip yenileri yerleşti, neden geldiniz deyen olmadı. Vatan toprağının bağımsızlığı ve halkın özgürlüğü için savaşacak bir kuşak yetişmedi. Son olarak Bulgar halkını birleştirmek isteyenler ülkede yaşayan etniklere saldırdı. İsim, dil, din, kültür demediler, binlere mezar kazdılar, beğenmeyeni memleketten kovdular.


Makale ve Analizler - 2018

163

Bu çılgınlığı ancak çok derin travmalı bir kimlik yapar. Kan akıtanların duracakları bir sınır, bir nokta olmalı ve bu kırmızı çizgi çekilmelidir. Bulgarlar, savaşacak bir kuşağın bir araya toplanabilmesi olanaksız duruma gelmiştir. Ülkeye akın akın Rus ve başka milletlerden hiçbir işe yaramayan tiplerin dolmasına tepki göstermek zorunda olanların pasif kalmayı tercih etmesi fazlasıyla korkutucudur. Asya ve Afrika’dan gelen göçmen selini durduran Türkiye Cumhuriyetine ne kadar teşekkür edilse azdır. Bu gibi düşünceler içindeydim. Yazınca 5 - 6 sayfaya zor sığanın bu fikir havzamdaki yeri bir zerreden ufaktır. O büyük acılar da aynı zerrenin bir yanında gizlidir. Ne ekmek ister ne su, hep canlıdır onlar. Bulgaristan Türklerin sorunlarına çözüm gizemi de bu zerrenin içindedir. Onu işitmek, havaya, suya ve toprağa cem düşünce yeşerecek kıvama gelip gelmediğini birlikte saptamak için gelmiştik. Sayın Büyükelçimizi huzurlu sesini dinlemeye başladığım an önce derin bir nefes aldım... Okuduğunuz için teşekkür ederim.

İnsanoğlu ve Eğitime Olan İhtiyaç

Dr. Nevzat Öztürk-10.Mart.2018

İnsanın yeryüzündeki serüveni, genel kabule göre, beraberinde önceden herhangi bir bilgi getirmeden başlar ve kişi doğumdan itibaren bir öğrenme ve uyum sürecine girer. Aslında hayatın ilk öğrenmeleri, yeni bir dünyaya uyumun bir parçasıdır. İnsanın yeryüzündeki karmaşık hayat karşısında bazı reflekslerden başka kullanabileceği gelişmiş bir donanımı bulunmamaktadır. Amacını anlatacağı bir dilden mahrumken aynı zamanda belirli kişilik özellikleri henüz oluşmamış ve dünyayı tanıyacak yeterli donanımı da elde edememiştir. Amacını anlatacağı bir dilden mahrumken aynı zamanda belirli kişilik özellikleri henüz oluşmamış ve dünyayı tanıyacak yeterli donanımı da elde edememiştir. Bu durumdaki çocuk hayat karşısında âciz ve çâresizdir. Bu durumun üstesinden gelebilmek ve hayata uyum sağlayabilmek için öğrenme ve öğretmeye ihtiyaç duyar. Eğitim, insanı insan yapan değerler silsilesini nesilden nesile aktaran çok sağlam bir araçtır. Belki de insanların toplumsal varlık olması dolayısıyla bu ku-


164

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

rum hiçbir zaman yıkılamamıştır. Eğitime olan ihtiyaç hiçbir zaman tükenmek bilmemiştir ve bitmeyecektir. İnsanın keşif yoluyla kendi içine doğru bir yolculuğa çıkarak kendi kendini keşfetmesi, cevherine ulaşması açısından eğitim çok önemli unsurlara sahiptir. Bu unsurlar insanın öğrenebilme kapasitesi, öğrenmeye duyduğu açlık, merak, sorgulama, anlamlandırma eğilimleri ile sıkı bir bağ içerisindedir. Bireylerin davranışlarında kendi yaşantısı yoluyla istendik değişme meydana getirme süreci olarak tanımlanan eğitim, insana ve dolayısıyla topluma nitelik kazandırmaya yönelik araştırmalar yapan bir bilim dalıdır. Bu yönüyle eğitim, kendisine özgü kavramsal yapısı olan ve sorunların çözümü için pozitif bilimlerin yöntemlerini kullanan önemli bir bilimdir. Yüzyıllar boyunca, rolü, kapsamı, işlevi ve amaçları genişleyen bu bilim dalı, temel bilim yaklaşımı ile uygulamalı bilim yaklaşımını kaynaştıran çok yönlü bir disiplin olarak hızlı bir biçimde gelişmeye devam etmektedir. İnsanoğlu var olduğu andan itibaren yaşamını sürdürebilmek için çevresiyle girdiği etkileşim sonucu birtakım bilgi, beceri, tutum ve değerler edinmiş; bunları toplumdaki öteki bireylere de aktarmaya başlamıştır. Böylelikle ilkel toplumlarda bile bireyler, bu etkileşim sonucunda ailelerinden, çevrelerinden birçok şey öğrenmişlerdir. O halde öğrenmenin oluştuğu her durumda, bir eğitim sürecinden söz etmek olanaklıdır Bu nedenle eğitim, sosyal bir varlık olan insanın varoluşundan bu yana olagelmiştir ve insanoğlu var olduğu sürece de var olacaktır. Eğitim sözcüğü, toplumun her kesimini ilgilendirdiği için günlük yaşantıda çok kullanılan sözcüklerden biridir. Çoğu insan, eğitimin ne olduğu ve nasıl olması gerektiği ile ilgili düşünce üretmektedir; ancak bu insanların çoğu, eğitimin anlamının ne kadar geniş olduğunun farkında değildir. Eğitim, insanın doğumuyla başlayıp yaşamı boyunca devam eden bir süreçtir. Bu süreçte bireylere birtakım bilgi, beceri, tutum ve değerler kazandırılır. Bunun sonucunda da bireylerde gözlenebilen birtakım davranış değişiklikleri meydana gelir. Örneğin markete gittiğinde kasiyerin verdiği para üstünün doğru olup olmadığını bilmeden eve dönen bir çocuğun, basit aritmetik işlemlerini öğrendikten sonra aldığı para üstünü sayarak doğru olup olmadığını anlayabilecek düzeye geldiği gözlenebilir. Böylece bireyde davranış değişikliği kendi yaşantıları yoluyla meydana gelir. Her toplum, varlığını sürdürebilmek için kendi kültürünün özelliklerini yeni kuşaklara aktarır. Toplumun, bireyleri kendi kültürünün istek ve beklentilerine uyum sağlayacak biçimde yetiştirmesine “kültürleme” denmektedir. Başka bir deyişle kültürleme, kültürel değerlerin bireye aktarılması sürecidir. Bu süreç ailede, sokakta, iş yerinde, arkadaş çevresinde, okulda vb. pek çok yerde bilinçli ya


Makale ve Analizler - 2018

165

da bilinçsiz oluşan öğrenmeleri kapsar. İlkel ya da ilkele yakın toplumlarda, kültürün içeriği basit olduğundan, bireylerin günlük yaşantı içerisinde kültürün tüm özellikleri ile etkileşim kurması ve onu edinmesi doğal bir süreçtir. Kendiliğinden kültürleme süreci, topluma uyum için yeterliydi. Ancak toplumların giderek daha karmaşık bir yapıya kavuşması ve kültürel içeriğin hızla artması sonucu, bireyin günlük yaşam içerisinde doğal bir süreç olarak kültürün tüm ögeleriyle etkileşime girmesi ve onları bu doğal süreç içerisinde edinmesi olanaksız hale gelmiştir. Bu nedenle toplumlar, yetişmekte olan genç kuşakların kültürün evrensel ve toplumsal süreklilik açısından gerekli olan yönleri ile etkileşime girebilecekleri uygun ortamlar düzenleyerek kültürleme etkinliğini amaçlı olarak gerçekleştirmeye başlamışlardır. Kültürlemenin amaçlı olarak yapılması eğitimdir. Bu nedenle eğitim, “kasıtlı kültürleme süreci” olarak da tanımlanmaktadır. Eğitimin, geniş ve herkesi ilgilendiren bir alan olması, pek çok eğitim tanımının yapılmasına neden olmuştur. Eğitim, en genel anlamıyla bireylerin davranışlarında değişiklik oluşturma sürecidir. Demirel (1999, s.5)9, eğitimi “Bireyde kendi yaşantısı ve kasıtlı kültürleme yoluyla istenilen davranış değişikliğini meydana getirme süreci” olarak, Ertürk (1994, s.11)10 ise “Bireyin davranışlarında kendi yaşantısı yoluyla ve kasıtlı olarak istendik değişme meydana getirme süreci” olarak tanımlamaktadır. Eğitim tanımları içinde “Bireyin davranışlarında kendi yaşantısı yoluyla ve kasıtlı olarak istendik değişme meydana getirme süreci” tanımı, eğitimciler arasında genel kabul görmektedir. Eğitim tanımlarına bakıldığında üç temel özelliğin vurgulandığı göze çarpmaktadır. Bunlar şöyle sıralanabilir: 1- Eğitimin bir süreç oluşu: Eğitim süreci, bugün başlayıp yarın biten bir süreç değil zaman ve kapsam bakımından çok geniş ve çok yönlü bir süreçtir. Eğitim sürecini, birbirini izleyen ve birbiri üzerine biriken öğrenme ve öğretme etkinlikleri oluşturmaktadır. Öğrenmenin oluşmasını sağlayan her türlü etki, eğitim sürecinin bir parçasıdır. 2. Eğitim sonucunda bireyde davranış değişikliğinin oluşması: Davranış, organizmanın etkiye karşı gösterdiği tepki ya da tepkiye karşı gösterdiği etki olarak tanımlanabilir. Eğitim açısından davranışın gözlenebilir, ölçülebilir ve istendik olması önem taşır. 3. Davranış değişikliğinin bireyin yaşantıları sonucunda oluşması: Yaşantı, bireyin çevresiyle kurduğu etkileşim sonucunda bireyde kalan izlerdir. Bu izler birikerek bireyin davranışlarında değişiklik olmasını sağlar. 9- Demirel, Ö. (1999). Plandan Değerlendirmeye Öğretme Sanatı. Ankara: Pegema Yayıncılık. S.5 10- Ertürk, S. (1994). Eğitimde Program Geliştirme. Ankara: Meteksan Yayınları. S.11


166

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Eğitim, okul öncesinde ve okul yaşamında sürdüğü gibi okul içinde ve okul dışında, başka bir deyişle yaşam boyu devam eden bir süreçtir. Eğitim, bireyin yaşamı boyunca edindiği deneyimlerin tümünü kapsamaktadır. Eğitim süreci yoluyla bireylerin değişimlere uyum sağlaması ve her yönüyle gelişmesi amaçlanmaktadır. Buna göre eğitimin genel işlevleri; bireyin topluma, toplum dinamiklerine uyumuna yardım etmek ve bireyde var olan yeti ve yeteneklerin üst sınırına kadar gelişmesini sağlamaktır. Eğitimin toplumsal, siyasal, bireysel ve ekonomik olmak üzere dört işlevinden söz edilmektedir: 1. Eğitimin toplumsal işlevleri: Toplumsal kültürü aktarmak, bireyin topluma uyumunu sağlamak, araştıran ve kültüre dinamik ögeler katan insan yetiştirmektir. 2. Eğitimin siyasal işlevleri: Ülkenin anayasal yapısına uygun, lider özellikleri olan, girişimci ve bilinçli seçmen yetiştirmektir. 3. Eğitimin bireysel işlevleri: Bireyin beden, zihin ve ruhsal yapısını geliştirmektir. 4. Eğitimin ekonomik işlevleri: Bilinçli üretici ve bilinçli tüketici yetiştirmektir. Eğitimin amacı; toplumların siyasal, ekonomik ve kültürel durumlarına göre değişmekle birlikte bireylerin kişisel yeteneklerini, insan ilişkileri konusundaki becerilerini, ekonomik yönden yeterliklerini geliştirmek ve vatandaşlık görevlerini tam olarak yerine getirmeyi sağlamak noktalarında toplanmaktadır. Eğitim; bireyin davranışlarını değiştirme, geliştirme, uyumunu sağlama gibi amaçları gerçekleştirirken genel olarak şu amaçlardan hareket eder: Eğitim, bireyin kendini gerçekleştirmesine yardım eder. Eğitim yoluyla kendini gerçekleştiren birey; öğrenme ve tartışma isteği duyar. Türkçeyi etkili kullanır. Sayma ve hesaplamayı öğrenmiştir. İşittiğini duyar, baktığını görür. Sağlık ve hastalık hakkında temel bilgiye sahiptir. Spor ve boş zaman etkinliklerine katılır, entelektüel ilgiler geliştirir. Güzel şeyleri takdir eder. Kendi yaşamına yön verebilir. Eğitim, bireyin insan ilişkilerini geliştirmesine yardım eder. Böylece birey; insanlığa saygı duyar. Dostluğa önem verir, zengin bir sosyal yaşamı vardır. Başkaları ile etkin iş birliği geliştirir. Sosyal davranışlarında naziktir. Aileyi sayar ve ailede sorumluluklarını yerine getirir. Eğitim, bireyin ekonomik etkinliğini geliştirir. Bunu geliştiren birey; çalışmaktan haz duyar, iyi bir üreticidir. Meslekleri tanır ve mesleğini seçmede isa-


Makale ve Analizler - 2018

167

betlidir. Mesleğinde başarılıdır, yaptığı işin toplumsal değerini bilir. Kendi gelir ve harcamalarını düzenler, harcamalarında akıllıdır. İyi bir tüketicidir. Eğitim, bireyin vatandaşlık sorumluluğunu geliştirir. Bu sorumluluğu geliştiren birey; sosyal adalet konusunda duyarlıdır. Propagandaya karşı eleştirici düşünme yeteneği geliştirmiştir. Hoşgörülüdür, düşünce ayrılıklarına saygılıdır. Ulusal kaynakları korur. Bilimin insan yararına gelişmesi gerektiğini bilir. Dünyadaki gelişmeleri dikkatle izler. Yasalara saygılıdır. Ekonomik görüşe sahiptir. Vatandaşlık görevlerini bilir ve yerine getirir. Demokratik ilkelere bağlıdır. Bu amaçlar, eğitim gören bireylerin sahip olması beklenen davranışları belirtmektedir. Bireye okulöncesinden yükseköğrenimin sonuna değin bu davranışlar aşama aşama kazandırılmaktadır. Eğitimin değişik zamanlarda, değişik ortamlarda ve değişik biçimlerde gerçekleşen bir süreç olduğu belirttik. Bu süreç içinde kimi eğitim etkinlikleri kendiliğinden oluşan ve gelişigüzel, kimileri ise amaçlı ve planlı gerçekleştirilen etkinliklerdir. Eğitilmemiş insan, kontrol altına alınamayan ateş gibidir. Bu insanın vereceği zararın boyutunu önceden kestirmek zordur. Ateş nasıl kontrol altında tutulmalıysa, barajın önüne nasıl set çekmek gerekirse, insanı da eğitmek şarttır. Eğitimsiz insan; toplum ve devlet için en büyük tehlikedir. Okulun temel işlevleri arasında insan eğitmek tabiî ki var. Ama eğitimi okula hapsetmek doğru olmaz. Çünkü eğitimin yapıldığı yer bizzat okul işlevi görür. Binaların varlığı birinci derecede önemli değildir. Asıl önemli olan, eğitime inanmak ve eğitebilmektir. Bina denilen mekân, ihtiyacın arkasından kendiliğinden ortaya çıkar. Ama eğitime inanmazsak ve gönüllü eğitimcilerimiz olmazsa, inşa edilen dev binalar neyi ifade eder ki? Bina eğitim için gerekli ve önemlidir. Ama eğitimin; “olmazsa olmaz” şartı değildir. Sokrates, gençleri eğitiyor, insanları doğru düşünmeye çağırıyordu. Fakat duvarla çevrili sınıfları ve taştan binaları yoktu. Bundandır ki, yaygın ve örgün diye tabir edilen bir eğitim şekli vardı. Binalarda ve binaların dışında verilen eğitim... Aslında toplumun kendisi bizzat eğitici bir faktördür. İnsanlar, eğitimlerinin çoğunu burada alır. Ama eğitilmemiş bir toplum için bu söz konusu değildir. Ancak eğitilmiş olan bir toplum, bireylerini eğitebilir. Bunun temelinde de yine bireyin eğitimi vardır. Bu konuda sürekli göz önünde bulundurulması gereken en önemli şart, bireylerin bire bir eğitimidir. Bu, önemli bir noktadır ve çağları aşıp gelmiş bir modeldir. Geniş kitleleri hedef alma, bireyin eğitiminde sanıldığı kadar faydalı ve kalıcı değildir. Bu bağlamda toplu mekânlar ve kalabalık ortamlar, eğitim adına verimin


168

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ve kalitenin göstergesi olamaz. Esas olan bire bir eğitmektir. İnsanın en değerli varlık olduğunu düşünürsek ve her insanın başlı başına bir âlem olduğunu kabul edersek, böyle bir gayretin ne kadar gerekli ve önemli olduğu ortaya çıkar. Eğitilmiş insan modelinin gerekliliği, hayatın anlamını kavrama ve yaşadığının farkına varma, eğitilmiş insana ait bir özelliktir. Eğitimsiz insan, hayatın anlamını bilmediği için, hayatı anlamından saptırır. Bundandır ki eğitim, okuldan ziyade toplumun içinde elde edilmesi gereken bir fazilettir. Toplum olarak eğitilmeye olan ihtiyacımız, bugün her şeyin üstünde ve önündedir. Eğitimsiz bir toplumda insicam olmaz. Böyle bir toplumun birlikten nasibi yoktur. Böyle toplumlar hangi yöne gideceğini de tayin edemez. Eğitilmemiş bireylerin, evrenin içindeki yerini, konumunu ve görevini kavrayabileceğini düşünmek, her şeyden önce eğitimi anlamamak demektir. Toplumun huzurlu olması, bireylerin sorumluluk duygusuyla hareket etmesine bağlıdır. Sosyal refahın ve adaletin gerçekleşmesi, sorumluluk duygusu taşıyan fertlerin varlığına bağlıdır. Bu da ancak eğitilmiş insanla mümkündür. Medeni bir toplum olmak, uygarca yaşamak, sokakları evimiz gibi görmek, insanlara yardımcı olmak, düşünceye saygı duymak ve önyargıyı yok etmek gibi daha nice faktörün temelinde hep eğitilmiş insan modeli vardır.

Biz Bu İşin Neresindeyiz?

Dr. Nedim Birinci-11.Mart.2018

Konu: 2018’in Büyük Olayı Adım Adım Yaklaşıyor. Yılın olayı dediğim, Artvin Savaşı, Sofya’da Avrupa Konsey dönem toplantısı ya da Boyko Borisov hükümetinin düşüp düşmemesi değildir bizim için sevgili soydaşlarım ve Bulgaristan’da yaşayan kardeşlerim. Bizim için 2018 yılının dev olayı 26 Mart’ta Avrupa Konseyi Başkanı Donald Tusk, Avrupa Komisyonu Başkanı Jan-Klod Yünker ile Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyib Erdoğan arasında, Bulgaristan Başbakanı, arabulucu ve ev sahibi Boyko Borisov’un katılımıyla Varna’da yapılacak olan zirve görüşmesidir. Beklenen olay budur.


Makale ve Analizler - 2018

169

Bu görüşme, 1 Ocak ile 30 Haziran 2018 tarihleri arasında Bulgaristan Cumhuriyeti dönem başkanlığında gerçekleşecektir. Mayıs ayında yinelenmesinden de söz ediliyor. Uzunca bir süreden beri hazırlanan bu görüşmeden önemli sonuçlar bekleniyor. 27 ülkenin katıldığı (İngiltere ile birlikte 28) ve eski kıtanın nüvesini oluşturan büyük gücün siyasi yönetimi ile Türkiye Devlet yönetimi arasında ilk görüşme değildir bu. 2 yıl önce 28 Avrupa Birliği üyesi hükümet başkanları Türkiye ile bir sözleşme imzalayarak sığınmacı ve göç selinin durdurulmasını istemişlerdi. 4 milyon savaş kaçağı, sığınmacıyı ve göçmeni misafir eden ülkemiz yükümlülüklerini yerine getirdi. Sınırlardan kuş uçmadı. Denizde boğulanları dalgalar kıyılara çıkarmadı. Bugün başarılı Artvin askeri operasyonuyla terör odaklarının temizlenerek, sığınmacı ailelere evlerine yurtlarına geri dönme olanakları sağlanmaya çalışılıyor. Türk asker kahramanlık destanı yazıyor. Ne var ki Avrupa ülkeleri bu çabaların meyvelerini toplarken elini taşın altına koymuyor Sığınmacıların karadan ve Ege Denizi adaları ve limanları üzerinden kaçak göçün durdurulması 2017 ve 2018 yıllarında Avrupa Birliği ülkelerine rahat bir nefes aldırdı. Fakat şu dünyada hiçbir iğlik karşılıksız değildir. Son iki yılda AB imzalanan anlaşmanın birçok maddesine uymadı. Göçmenlerin bakımı, sağlığı ve eğitimi, onlara maddi manevi yardım sağlanması, iş yerleri açılması için vaat edilen paraları muntazam göndermediği gibi, Türkiye vatandaşlarının AB ülkelerine vizesiz seyahat yolu henüz açmadı. Birçok başka istek de yerine gelmedi. Bunların başında da 80 milyonluk Türkiye Cumhuriyeti’nin Avrupa Birliği üyeliği sayfasının baştan sona tutarsız isteklerle kapatılması, üyelik yardımlarının kesilmesi oldu. Bu taleplerden biri, Müslüman bir ülkesi olması gerekçe gösterilerek, Türkiye bir Hıristiyan ortaklığı olan AB ‘ye katılamaz denirken, sudan gerekçelerle Türkiye’den yüz çevirilikken, Bulgaristan Başkanlığında ana gündem olan, AB’nin Batı Balkanlara genişlemesi sürecine Arnavutluk, Bosna ve Kosova gibi 3 Müslüman ülkenin katılması ve bu amaçla Osmanlı ve İslam dini mirası, yüksek mimari, sanat ve kültür kalıtının da bütünüyle kucaklanması gündem oldu ve hatta bu iş için keselerin ağzı açılacak. Herkes biliyor kı, Bulgaristan’a gelen göçmen selini Türkiye durdurmasaydı, şu an sayıları birkaç miliyor olacak ve ülke işgal edecek ve devlet düzerni çökecek ve demokratik eğilimler mezarlığa taşınırken ülkenin dağına taşına anarşi bayrağı dikilecekti. Son haftalarda Bulgaristan’ı 140 yıl önce kimin kurtardığı kavgaları almış başını şiddetlenirken, 2016-2017’de Türkiye’nin Bulgaristan’ı göçmen, kaçak ve


170

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

sığınmacı işgalinden kurtardığı belirtilmeli, Türkiye Cumhuriyeti’ne, Türk halkına ve şahsen Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a teşekkür edilmelidir. Varna görüşmelerinde Bulgaristan’ın yabancı işgalinden yeni kurtarıcısının Türkiye Cumhuriyeti olduğu dünyaya duyurulmalıdır. Varna görüşmesinde, aynı zamanda Avrupa Birliğinin dış sınırı olan Bulgaristan Türkiye sınırında olay yaşanmadığı, göç selinin Türkiye devlet kuvvetlerinin yoğun çabalarıyla kesin durdurulduğu ve bunun değeri ve AB’nın dış sınırlarında, Balkanlarda ve AB içinde barış, huzur ve güvenliğe büyük katkı olduğu görüşme masasına yatırılıp vurgulanmalıdır. Türk Silahlı Kuvvetlerinin Yakın Doğu Bataklığı’nın kurutulmasında, terör ocaklarının söndürülmesinde, DAEŞ, PKK ve FETO ve benzeri silahlı terör güçlerinin etkisiz hale getirilmesinde, Sayın Recep Tayyip Erdoğan yönetimindeki rolü de özel takdir görmelidir. Ne var ki Soğuk Savaş sayfasının kapanmasından sonra, Türkiye Bulgaristan sınırında göçler yalnız Doğu’dan Batıya akmamış, Bulgaristan’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne de çok göç olmuştur. Bugün Türkiye’de çifte vatandaş statüsünde bir milyon 20 binden fazla Bulgaristanlı, yani Bulgaristan vatandaşı, yani Avrupa Birliği vatandaşı kardeşimiz var. Bu AB vatandaşlarının insan haklarının yalnız AB ülkelerine giriş çıkmakla sınırlı kalması, seçimlere özgürce katılmaları, Türkiye’deki sandık sayısı kavgaları, Bulgarca yazıp konuşma zorluğu, seçmene sınırda baskı uygulanması, yaşlılara saldırılar, vatandaş haklarının ayaklar altında olması, seçim eziyeti çok acı gerçeklerdir. Bunun dışında son 70 yıldan beri sayıları bir milyon 500 bin olan Bulgaristan Türklerine kendi dillerinde konuşan, Müslüman yaşam tarzına göre yaşama, ana dillerinde ana okuluna ve okula gitmelerine ve ana dilde eğitim almalarına ve kültür geliştirmelerine izin verilmemesi çok acı gerçeklerdir ve AB Konsey ve Komisyon Başkanları ile Bulgaristan Başbakanının bulunduğu Varna görüşmesinde bu sorunlar çözülmelidir. Bulgaristan vatandaşları dış ülkelerde oy kullanma işlemini posta ile yapmak istiyorlar, seçim sisteminin değişmesinde ve majoriter sisteme geçilmesinde ısrar ediyorlar. Anayasa değişikliği yapılarak azınlıkların demokratik hak ve özgürlüklerinin tanınması, adalet sisteminde reform gerçekleştirilerek özgür kişilere gerçek hak eşitliği ve adalet, hukukun üstünlüğünün sağlanmasında ısrar ediyorlar. Avrupa Birliği eski kıtada baştan başa sivil toplum örgütleri kurulması ve hukuk ve demokrasi ortamında adaletin dayanağı sivil toplum düzeni kurulması için hayata gelmiştir. AB Anayasası ve yasalarının uygulanmasında milli hükumetlerin tercih ve seçmeli hareket temellerine, uygulamada istisnalara yol ver-


Makale ve Analizler - 2018

171

melerine asla olanak tanınmamalıdır. Bu, özellikle azınlıkların hakları konularında geçerli sayılmalıdır. Bulgaristan’da etnik azınlıklara “kültürel otonomi” hakkı mutlaka ve hemen tanınmalıdır ve bu Varna görüşmesinde gündem olmalıdır. Azınlıkların temel hak ve özgürlüklerinin tanınmadığı bir Bulgaristan’da hukukun üstünlüğünden, adaletten, özgürlüklerden ve sivil vatandaş toplumdan söz edilemez. Son 28 yılda etnik, dini ve kültürel azınlıklar mafya esareti, oligarşi esareti, siyasi elit esareti, vurguncu, soyguncu esareti yaşarken devamlı korku içindeydi. Avrupa Birliğinin azınlık siyasetinin esasında tüm üye devletlerde hiç istisnasız azınlıkların kimlik haklarıyla kendi dil, din, gelenekleri ve kültürleriyle yaşamalarına olanak tanınmalıdır. Avrupa Birliği Konsey ve Komisyonu AB ülkelerinde asimilasyon siyasetini, aşırı milliyetçiliği, yeni Nazileri, faşistleri, aşırı sol saldırganların tüm eylemlerini yasalarla yasaklamalıdır. Batı’da Doğuya göç bu yolda birlikte yüründüğünde durabilir ve vatandaşlar yuvalarına ısınabilir. AB yönetimi etnik siyaset komisyonu kurmalı ve üye ülkelerde etniklerin sosyal, ekonomik ve siyasi durumunu, seçim haklarının tam olarak ve hiçbir kısıtlamaya ve baskıya uğramadan tam uygulanışını, hak ve özgürlüklerine saldırıları, iletişim, sağlık ve eğitim haklarının uygulanışını vb sürekli izlerken, sıkı denetim uygulamalıdır. Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dan Bulgaristan Müslümanları için bu sorunları görüşme masasına yatırmasını rica ediyoruz.

19. Yüzyıl’da İstanbul’daki Bulgar basını

BG-SAM-12.Mart.2018

Bojidar Çipof’un bu makalesi, 1789 Fransız İhtilâli’nin ardından bütün Avrupa’yı saran milliyetçilik akımı Balkanları da önemli ölçüde etkilemiş ve bu etkilenme şüphesiz en fazla Osmanlı Devleti’ni ilgilendirmiştir. Zira Osmanlı idaresi altında, Balkanlar’da çok sayıda ulus vardı. Burada, ulus tanımının bugünkü ulus kavramı ile özdeş olmadığını ve o dönemde ulus tanımı ile dinsel ama başta etnik unsurların kast edildiğini vurgulayalım.


172

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Fatih Sultan Mehmet, 1453’te İstanbul’u aldığında ilk iş olarak Rum ve Ermeni Patrikhaneleri’ni işlevsel hale getirdi, örneğin boş olan Rum Patriklik makamını doldurttu. Ermeni Patriği’ne verilen “Millet Başı” ünvanının Ermenilerle sınırlı olması neticesinde oluşan tarihsel süreç bu makalenin konusu değildir. Ama Rum Patriği’ne verilen Millet Başı unvanı zaman içinde Osmanlı’nın en çok başını ağrıtan husus olmuştur. Zira Millet Başı sadece dinsel açıdan bir lider değildi. Patrikhanelerin, dinsel olmaktan başka cismani yetkileri de vardı ve bunlar vergi, kadılık yetkileri dışında kalan yargı, evlenme ve nüfus hareketleri ile daha birçok hususu içeriyordu. Rum Milleti dendiğinde sadece Rum ve Yunan unsurlar değil tüm Ortodoks tebaa bu kapsam içindeydi. Rum Patrikhanesi’nin yetkilerine en çok karşı çıkan etnik topluluk Bulgarlardı. 19. Yüzyıla gelindiğinde Bulgarların açısından iki farklı hareket yan yana ilerlemeye başladı. Bunlardan biri Fransız İhtilali’nin ardından yayılan milliyetçilik akımlarının, Balkanlarda da zuhur etmesi ve Bulgarlar arasında Osmanlı yönetiminden ayrılarak bağımsız bir Bulgaristan kurma düşüncesiydi. Diğer bir akım ise Osmanlı’dan ayrılmayı düşünmeden, hatta Osmanlı’nın ve de Sultan’ın desteği ile Rum Patrikhanesi’nden ve dolayısı ile Rum Milleti içinde telakki edilmekten kurtulmaktı. Bu bir anlamda dinsel, diğer anlamda da Patrikliğin cismani yetkilerinden kurtulmaktı. Rum despotların topladığı vergiler, Bulgar diline olan baskı -ki bu noktada Bulgar milliyetçiliği ile de paralel bir başka akım da ortaya çıkmıştı- ve bu baskı neticesinde kiliselerde Yunanca ibadet etmeye zorlanma ile Bulgarların okullarda da Yunanca eğitime zorlanmaları başlıca hususlardı. Bulgarlar, Rum Patrikhanesi’nden bağımsız bir kilise çatısı altında idare edilmek isteğindeydiler. Bir başka husus da Bulgarlar arasında başlayan misyonerlik faaliyetleriydi. Rum Patrikhanesi’ne tepki duyan, varlıklı Bulgar aileler çocuklarını Yunanca eğitim verilen okullara göndermemeye başladılar. En tercih edilen okul ise ünlü misyoner Hamlin’in kurduğu “Robert College” idi. Robert College’de okuyan Bulgar gençleri ve aileleri arasında Patrikhane’ye tepki olarak Protestanlaşma başladı. Vatikan da boş durmuyor ve bir yandan onlar da kendi misyonerlik faaliyetlerini sürdürüyorlardı. Bu dönemde, mezhep değiştirme neticesinde Bulgar Ortodoks Cemaati’nden ayrılan, dolayısı ile de Rum Milleti’nin bir bireyi olma vasfını sırtından atanların sayısı hızla artmaya başladı. Bu ayrışma ise Bulgar dini liderlerini endişelenmeye sevk etmişti. Zira Ortodoks cemaat azalıyordu.


Makale ve Analizler - 2018

173

Bir yandan milliyetçilik, diğer yandan Sultan’a bağlı Bulgar kilise önderlerinin faaliyetleri neticesinde, 1870’de “Bulgar Eksarhlığı Fermanı” çıktı ve Bulgarlar, Rum Milleti’nden ayrıldılar. Bu dinsel mücadeleleri sürdürenler ve milliyetçi akımlar tabiî ki seslerini duyurmak için medyanın gücünü kullandılar. 19. Yüzyıl’da Osmanlı toprakları üzerinde azımsanmayacak sayıda Bulgar Gazetesi çıktı. 1830’dan itibaren İstanbul’daki Bulgarların ticari açıdan da organize oldukları, loncalar kurarak örgütlenmeleri, öte yandan Neofit Bozveli ve İlarion Makariopolski gibi dini liderlerin ise bağımsız bir kilise için başlayan faaliyetleri görülür. O dönemdeki gazete ve dergi çeşitliliğini burada tam olarak yansıtmak mümkün değil... Bu makalemizde, 19. Yüzyıl’da Osmanlı toprakları üzerinde basılmış çok sayıda Bulgarca gazete ve derginin arasından farklı görüşlerde yayın yapan ya da dönemin çok önemli yayın organı niteliğinde olan 12 gazete ve bir dergiyi ele alıyoruz. Gazetelerin yayın politikalarından yola çıkarak yukarıda kısa açıklamasını yaptığımız farklı görüşler hakkında da kanaat sahibi olunabilir. 27 Eylül 2010’da, İstanbul Üniversitesi, İletişim Fakültesi tarafından, Rektörlük Merkez Binası’nda, İstanbul’da; Osmanlı döneminde yabancı dillerde basılmış gazete ve dergiler sergilendi ve “Çok Dilli İletişimin Merkezi: İstanbul, Paneli ve Sergisi” düzenlendi. Bu serginin üçte birini arşivimizde bulunan ya da tarafımızca Bulgaristan’dan temin edilen Bulgarca gazete ve dergiler teşkil etti. Sergi dolayısı ile yaptığımız çalışmaları ve diyaları bu makalemizde paylaşıyoruz. Kaynakların çokluğu nedeniyle makalemizde dipnot uygulaması yapamadık. Alfabetik Sıralamayla 19. yüzyıl Osmanlı Dönemi Bulgar Basını Örnekleri Bılgariya (Bulgaristan) 28 x 40cm Fransız Katolik misyonerlerinin himayesi ile çalışmalarını sürdüren, Bulgar Cemaati’ne yönelik Katolik misyonerliği yapan ve ilk sayısı 28 Mart 1859’de basılmış bir gazetedir. Bu gazetenin esas amacı Bulgar Katoliklerin sayısını arttırmaya yönelikti. Rum Patrikhanesi’nin baskıları nedeniyle 17. yüzyılda zaten çok sayıda Bulgar Ortodoks Katolikleşmişti. Gazetenin ilk redaktörü Vatikan ile işbirliği içinde olan Dragan Tsankov’dur. Belli bir misyon amaçlamasından ötürü toplumun tam olarak ilgisine yanıt verememiş ve gerçek sorunları yansıtmayan, yanlı bir gazete olarak tarihe geçmiştir.


174

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İlk döneminde haftalık bir gazete olarak çıkmış ancak belli zamanlarda ekler bastırarak yayın hayatını sürdürmüştür. 1861’in sonbaharından 1862’nin ilkbaharına kadar Hristo Vaklidov’un sponsorluğunda ve Tsankov’un redaktörlüğünde çıkartılırken “Bulgar” adını ilk taşıyan bir gazete olması ve sık sık Fener Rum Patrikhanesi’ne karşı tutum gösteren yazılar yazması bir dönemde Katolik olmayan Bulgarlar arasında da popüler olmasına neden olmuştur. Bir yazısında Fener Rum Patrikhanesi’ne karşı tutumunu şu sözlerle ortaya koyar: “...Rumlar çobansız bir sürü bulmuşlar, sütünü sağıyorlar ama beslemiyorlar...” Bu ve daha çok sayıdaki Rum Patrikhanesi’ne karşı tepkisel yazılar, tabi ki o tarihte var olan Patrikhane karşıtlığı açısından heyecan vericiydi. Ancak gazetenin misyonunun, Ortodoks Bulgarları Patrikhane baskısından kurtarmaktan çok Katolik Bulgar sayısını artırmaya yönelik olmasından ötürü, o dönemde Patrikhane’den ayrılmak isteyen “Dini Bağımsızlık” yanlıları tarafından hoş gözle bakılmayan bir müessese konumundaydı ve Latince ve Fransızcayı önermekteydi. Ayrıca Papa ve Papalığın önemi üzerinde çok duruyor, Bulgarların Roma ile çok eskilere dayanan tarihsel bağlarından söz eden makaleler neşrediyordu. Katolikliği seçmenin, Bulgar halkı için Fener Rum Patrikhanesi’nin ezici ve eritici etkisinden kurtulmanın biricik yolunun olduğunu savunan ve Roma Kilisesi’yle birleşmenin açık propagandasını yapan bir gazeteydi. 25 Mart 1863’te yayınına son vermiştir. Çitalişte (Okuma Yurdu Dergisi) 28 x 40 cm İstanbul’daki Bulgar Okuma Yurdu’nun yayın organı olarak iki haftada bir yayınlanmaktaydı. Kurucusu Marko Balabanov’dur. 1870 - 1875 arasında dergide, Lazar Yovçev, Todor İkonomov, Petko Slaveykov, Stefan Bobçev ve Dragan Tsankov gibi ünlü Bulgar aydınları redaktörlük yapmış sorumlu yayın işleri müdürlüğünü ise Pravo Gazetesi’nde de yöneticilik yapmış olan İvan Naydenov yapmıştır. Kendi matbaası olmayıp farklı matbaalarda basılmaktaydı. 1875 1876 yıllarındaki Bulgar isyanlarından ötürü yayınlanması durdurulmuştur. Derginin misyonu aydınlanmacı ve eğitimci bir çizgideydi. Yayın hayatına başlarken verdiği ilânlarda şöyle bir deklarasyon vardı: “Sevgili memleketlerinin kritik bir durumda bulunduğunu öne süren bir takım ateşli vatanseverler “silah, silah” diye ateşli naralar atıyorlar. Oysaki “Kitap, kitap” diye haykırmaları da gerekir ki aydınlanma yolunda ilerlensin.” Çitalişte Dergisi, Bulgarların (kendi bakış açısından) ulusal bilincini uyandırırmış ve kamuoyu oluşturmuştur. “Slav Birlikteliği Hakkında”, “Slavlar ve


Makale ve Analizler - 2018

175

Bulgarlar Hakkında”, “Slav ve Balkan Halkları Hakkında” başlıklı makaleleri yankı yapmış ve Slavlık bilincini aşılamakta başarılı olmuştur. O günlerin popüler deyimiyle “Evrimci ve Aydınlanmacı” çizgisini korumuş ve ileride oluşacak Bulgar İsyanı açısından başarılı olmuştur. O dönem için 1700 abonesi vardır ki bu önemli bir sayıdır. Bulgar aydını Bobçev’e göre; Çitalişte Dergisi yeterince okura veya aboneye sahipti ama devrin çalkantılı durumu çerçevesinde dağıtım hizmetlerinin düzensizliği ve derginin abonelere zamanında ulaşmaması sebebiyle yayın hayatını bitirmek zorunda kalmıştır. Gayda (Gayda) 28 x 40 cm 15 Haziran 1863’te yayın hayatına başladığında, ilk kez, mizah ve hicvin süreli yayıncılıkta kullanılmasına bir örnek olmuştur. Petko Slaveykov redaktörlüğünde çıkarılmaya başlanan gazetenin alt başlığı şöyleydi: “Bulgarları sarsarak kendine getirmeyi amaçlayan eleştiri gazetesi” Daha önce Bükreş’te “Smesna Kitka” (Karma Demet) başlıklı derlemeyi çıkaran ve bu arada birçok kitabını da Bulgar okurlarla buluşturan tanınmış yazar Petko Slaveykov, Gayda ile o yıllarda İstanbul’daki Bulgar gazeteciliğine yön veren kişi konumundadır. Slaveykov, mizahı gazeteciliğin silahı olarak kullanarak, onu acımasızca Rum Patrikhanesi’nin papazlarına ve Bulgar tüccarlarına (Çorbacılara) karşı yöneltir. “Balkapanı Lortları” nitelemesi yaptığı kişiler, kalburüstü Bulgar tüccar ve çorbacıları ve Bulgarlar arasında Katolik propagandası yapanlardır. Eleştiri çizgisinden dolayı kapatılma tehlikesiyle karşı karşıya kalınca, 17 Nisan 1865’ten itibaren gazetenin alt başlığını “Bilim ve Eğlence Gazetesi” olarak değiştirir. Ama bu 24 Nisan 1865’te yayınının durdurulmasını engellemez. Tekrar izin alır ve bu kez de “Bilim ve Sohbet Gazetesi” diye deklare edilir. Bir başka örneği olmadığından ötürü, Gayda Gazetesi Bulgar basın tarihinde benzersiz bir örnektir. İztoçno Vreme (Doğu Zamanı) 28 x 40 cm “The Levant Times” başlığı ile İngilizce ve Fransızca olarak çıkmakta iken, 12 Ocak 1874’te önce Dragan Tsankov, daha sonra da Petko Sandov redaktörlüğünde Bulgarca olarak yayınlanmaya başlanmıştır. 31 Ağustos 1874’te ise “İztoçno Vreme” adını alarak bir Bulgar gazetesi olarak yayın hayatındaki yerini aldı. Gazete, zengin içerikli ve düzeyli yazılarla dikkati çekmekteydi. Tabi ki bunda kökeninin, The Levant Times gibi Osmanlı dönemi İstanbul’da basılan önemli bir gazeteden gelmesi önemli bir faktördü.


176

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bulgarların çoğunluk olduğu bölgelerde Bulgarcanın resmi dil olarak kabul edilmesi, Bulgar gençlerinin de askere alınması ile Rumlar gibi askeri ve sivil görevlere getirilmeleri yönünde lobi çalışmaları yapıyordu. Bulgar redaktör ve personel tarafından yönetilmesine karşın gerçekte sahibi İngiliz asıllı “L. Hanley” idi. Hanley’in sırtını İngiltere Konsolosluğu’na dayamış olması bu gazetenin eleştirel açıdan daha rahat hareket etmesini sağlamıştır. Bu husus ile ilgili olarak Katolik ve Protestan misyonerliğinin o tarihlerde Bulgarlar arasında çok yaygın olduğuna kısaca dikkat çekmek gerekiyor ki bu İngiliz sermayesinin ve politik desteğini vurgulayalım. Mesela, Britanya Büyükelçisi Elliot, 10 Eylül 1874 tarihli bir raporunda şöyle yazar: “Bulgarca nüshanın çıkış iznini, Babıâli’nin bütün isteksizliğine rağmen ben aldım ve Mr. Hanley bu işe girişti.” İztoçno Vreme Gazetesi’nin son sayısı 16 Temmuz 1877’de çıkmıştır. Makedoniya (Makedonya) 33 x 48 cm “Gayda”nın da redaktörü olan Petko Slaveykov tarafından 3 Aralık 1866’da yayın hayatına başlamıştır. Deneyimli bir gazeteci olan Slaveykov, Makedoniya’yı halk için çıkardığını ve onu Bulgarlarla ilgili tüm fikirlerin tribünü haline getirmek istediğini deklare ederek yayın hayatına başladı. Bulgarların çözüme kavuşturmak için mücadele ettikleri bağımsız bir kilisenin kurulması ve Fener Rum Patrikliği’nden ayrılmayı destekledi 25 Temmuz 1872’ye kadar yayın hayatında kalmıştır. Napredık (İlerleme) 28 x 40 cm 5 Temmuz 1874’de, Pravo Gazetesi’nin devamı niteliğinde ve sayılarını devam ettirerek “Halk, Politika ve Edebiyat Haberleri Gazetesi’’ alt başlıklı haftalık bir gazete olarak İvan Naydenov redaktörlüğünde çıkmaya başlamış ve ilk sayısında şu deklarasyonda bulunmuştur: “Yeni gazetemizde yeni programa gerek yok! Aynı tarafsızlık ve açıklılıkla ve halk için önem taşıyan sorunları burada da yansıtacağız.” Naydenov’un Eksarhlık ile organik bağ içinde olması, çoğu çevrelerce Bulgar Eksarhlığı’nın resmi yayın organı olarak kabul edilmesine yol açmıştır. 27 Temmuz 1874’te bir makale yüzünden yayını durdurulmuştur. Makalede, yazar Svetoslav Milarov, kaleme aldığı “İstanbul’un Düşüşü” adlı bir dramada Fatih


Makale ve Analizler - 2018

177

Sultan Mehmet ejderha olarak nitelendirilmişti. Galeyana gelen halk tarafından matbaası kırılıp döküldü ve redaktör İvan Naydenov 17 gün hapiste kaldı. Özellikle 1876’dan sonra daha muhalif ve sert bir tutum takınmıştır. Ayaklanmalar için yerel ağa ve paşaların da suçu ve sorumlulukları olduğunu vurgulamaya başlamıştı. Bulgar gençlerin de askere alınmaları kampanyasını başlatınca Babıâli tarafından yayını ikinci kez durduruldu, 12 Haziran 1877’de OsmanlıRus Savaşı’nın ilânından iki ay sonra ise tamamen kapatıldı. Pravo (Hak) 28 x 40 cm “Halkçı, Politika ve Edebiyat Haberleri Gazetesi” alt başlığıyla, Kuruçeşme Yüksek Yunan Okulu’nu tamamladıktan sonra öğretmenlik ve birçok yerde gazetecilik yapan İvan Naydenov (1834 - 1910)redaktörlüğünde 4 Mart 1869’dan, 20 Aralık 1873’e kadar yayın hayatını sürdürmüştür. Naydenov, Bulgar Eksarhlığı’nın kuruluşundan sonra kurumu Babıâli’de “Kapı Kâhyası” olarak temsil eder. Gazete misyonunu şöyle deklare etmiştir: “Bulgar Halkı’nın ihtiyaçlarına ve cemaatin toplumsal yararına ve ilerlemesine yardımcı olmak.” Pravo’nun gündeminden hiç düşürmediği ilk husus; Fener Rum Patrikhanesi ile olan sorunlar ile bağımsız bir kilise oluşturulması idealidir. Bulgar Eksarhlığı’nın kurulmasından sonra (1870) da Eksarhlığın organizasyonu ve yapılandırılması için öneriler üretmiştir. Zamanla bu gazete, Patrikhane karşıtı tutucu üst düzey ruhban sınıfının yayın organı haline dönüşür. Ekonomik konulara ise pek değinmemiştir Bulgar Dili’ne özel bir önem vermekte ve halk arasında pek dikkate alınmayan yazım kurallarını aşılamaya gayret sarf etmektedir. Devrimci eylemleri destekleyen Bükreş’teki Bulgarca gazeteleri ise şiddetle eleştirmektedir. Bulgarların arasında Patrikhane karşıtlarının sadece kilise bağımsızlığına odaklanmasın karşın, Osmanlı karşıtlarının isyan hazırlıklarına odaklanması ayrışmaya nedendi. Bunun en somut örneğini bu gazetede görmek mümkündür. Pravo Gazetesi; Sultanın şefkatini minnetle karşılayan ve Osmanlı sınırları içinde kültürel otonomiden ve kilise bağımsızlığından öte talepleri olmayan kesimin sempati duyduğu ve okuduğu bir gazetedir. 1000 civarında abonesi vardı ve dağıtımı da gayet iyi organize edilmişti. Dönemin sivrilen değeri olan kilise bağımsızlığının yanı sıra Osmanlı’dan ayrışma yanlılarının çoğalması sonucunda dönemin genel (Bulgar) ideasına ayak uyduramamış ve 20 Aralık 1873’te kapanmıştır. Osmanlı’ya karşı Bulgar bağımsızlık hareketinin önder ismi Hristo Botev için bir makalesinde çıkan şu ifadeden


178

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ötürü çok tepki almıştır: “Bu adam (Botev) Ramazan’da Türk köyünde oruç tutar, Bulgar köyüne gider orada da domuz eti yer.” Sıvetnik (Rehber) 28 x 40 cm 25 Mart 1863’de yayınlanmaya başladı. Sıvetnik Gazetesi’nin çıkarılması için hazırlıkların daha önceden başladığı, 1862’de Kiro Hacıpetrov adına alınan izinden anlaşılmaktadır. Aynı gün Bılgariya Gazetesi’nin yayın hayatının durması ise ilginç bir rastlantıdır, İstanbul Gazetesi de 3 ay önce yayınına son vermiştir. Alt başlığı “Bulgar Halk Gazetesi” olan Sıvetnik, haftalık ve büyük boyutta 4 sayfa olarak çıkmıştır. Toplam 41 sayı çıkmış ve son sayısı 9 Ocak 1865’te yayınlanmıştır. Aslında, Sıvetnik’in Fener Rum Patrikhanesi’nden ayrılarak bağımsız bir kilise kurmak mücadelesini sürdüren İstanbul Bulgar Cemaati’nin ayın organıdır. Cemaatin ileri gelenlerinde oluşan (Çorbacılar) Karaminkov, Slavoviç, M.Paşov ve Stefanov’dan oluşan bir kurul tarafından yönetilmekteydi. Bu kurul redaktörlük görevini ilk olarak Atina ve Moskova’da felsefe okuyan Nikola Mihaylovski’ye verdi. Daha sonra gazetenin başına Todor Burmov geçti. Gazete; ılımlı, aşırılıktan kaçınan bir program izleyeceğini deklare etmekte ve Osmanlı’ya bağlılık duygularını vurgulamaktaydı. “Sultanın yasal tebaası için yaptığı iyilikleri Bulgaristan’da anlatmak ve yaygınlaştırmak.” gibi bir amacı vardı. Gazetenin amaçları arasında; kilise gerçekleri, gençlerin eğitim yoluyla yetişmeleri, ekonomide sağlam ve pratik bilgilerin yaygınlaştırılması, sanat, tarım, ticaret konularında okurların aydınlatılması da bulunur. Dış politika haberlerine gelince, İmparatorluğun çıkarlarıyla örtüşmeyenlere yer verilmiyordu. Bu makalemizdeki farklı görüşlerdeki gazetelerde şu ortak nokta gözlemlenebilir. Fener Rum Patrikhanesi karşıtı ve bağımsız bir kilise için faaliyet gösterip, Osmanlı’ya karşı isyan amacı gütmeyen cemaat mensupları ve bu görüşteki gazeteler; bağımsız bir kilise için sonucu ancak Sultan’ın sağlayabileceğine inanmışlardı ve Sultan’a bağlıydılar. Bu da örneğin, Hristo Botev gibi aşırı Osmanlı karşıtı ve isyan hazırlıkları içinde olanlarla çatışmalarına neden olmaktaydı. Katolik ve Protestan misyonerlerinin ise Patrikhane karşıtı Bulgarları kendi mezheplerine geçirmek için bir yandan faaliyette oldukları da göz önüne alınırsa ortada kaç farklı görüş ya da fraksiyon olduğu anlaşılabilir. Tsarigrad (İstanbul) 28 x 40 cm Osmanlı-Rus Savaşı (1877 - 1878) yıllarında İstanbul’da Bulgarca çıkmaya başlayan ve haklarında pek bilgiye sahip olmadığımız iki süreli yayından biri olan “Tsarigrad”ın redaktörü ve sahibi bir öğretmen olan ve daha önce “İztoçno Vreme”de yazılar yazan Vladimir Maçukovski’dir. Bu gazetenin haber


Makale ve Analizler - 2018

179

ağırlıklı bir gazete olacağını ve haftada 3 defa çıkacağını deklare edilmişti. Fakat genelde yabancı gazetelerden alıntılarıyla sayfalarını dolduran “Tsarigrad” 24.sayısından sonra durdurulmuştur. Bu gazeteyi, Osmanlı dönemi İstanbul’da basılan Bulgarca gazetelerin en önemlisi konumundaki “Tsarigradski Vestnik” ile karıştırmamak gerekir. Tsarigradski Vestnik (İstanbul Gazetesi) Tsarigradski Vestnik için Bulgar kaynaklarında “Bulgar gazetecilik tarihindeki önemli bir olaydır.” nitelemesi yapılır. Bu gazetenin kurucusu ve ilk redaktörü İvan Bogorov’dur ama aslında Bulgar Kilisesi’nin yayın organı, Rum Patrikhanesi ile sürdürülen “Kilise Bağımsızlığı Mücadelesi”nin sesidir denir. Finansmanı zaten kilise tarafından karşılanmış ve Fener’deki Demir Kilise’nin hemen karşısında bulunan “Metoh” binasının alt katında faaliyete başlamış ve sonuna kadar da bu kilise mülkünde faaliyetini sürdürmüştür. Bu matbaanın kalıntıları halen Metoh binasının altındadır. Fakat yol asfaltının birçok defa üst üste atılması sebebiyle bu bölümün kapısı artık kapanmıştır ve içeriye girilememektedir. Yoldan eğilerek bakıldığında matbaanın kalıntıları görülmektedir. Bazı önemsiz duraklamalarla 01 Ocak 1848’den 24 Aralık 1862’ye kadar yayınlanmıştır. Ve o tarihler için bu büyük bir başarıdır. Genelde 28×40 ebatlarında basılmış olan bu gazete, süreç içinde farklı ölçülerde de basılmış olduğundan konu başlığında ölçülerini yazmadık. (Yazarın Notu: Bu gazetenin Bulgar arşivlerinde bulunan/bulunmuş tüm nüshalarının gerçek ölçülerindeki diyaları, şahsi arşivimde bulunmaktadır.) Turtsiya (Türkiye) 28 x 40 cm Bebek Fransız Koleji mezunu ve “Bulgar Basını Sansür Komitesi”nde uzun süre görev yapan bir Osmanlı bürokratı olan Nikola Genoviç’in (1835 - 1912) editörlüğünde ve “Bulgar Çıkarlarını Gözeten Gazete” alt başlığını kullanarak 25 Temmuz 1864’te yayın hayatına başlamıştır. Bu gazete, Resmi Osmanlı politikasını yaydığından sıkça diğer Bulgar gazeteleriyle polemiğe girmekteydi. Özellikle Gayda ve Makedoniya gazetelerine her fırsatta saldırmakta, devrimden yana olan yayınlarını eleştirmekte ve okurlarının büyük bir kısmı tarafından


180

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bulgar çıkarlarını kollayan değil, doğrudan Osmanlı’nın resmi yayın organı olarak algılanmaktaydı. Gerçekte bu gazetenin Petko Slaveykov tarafından tasarlandığı ve gerekli iznin onun adına alındığı biliniyor. Ancak Gayda editörünün maddi hazırlıksızlığından dolayı yayınlanmasını, “Bulgarlar arasında ilk ve son Turcofil’’ olarak tanımlanan Nikola Naçoviç başlatmıştır. Gayda durdurulunca 6 ay kadar redaktörlük görevini Slaveykov, daha sonra Todor İkonomov üstlendi. Bulgar devriminin ya da hazırlanmakta olan Bulgar İsyanı’nın fikirlerini dışlayarak şu fikri savunmaktaydı: “Aynı babanın, yani “Sultan”ın, çocuklarıyız ve aramızdaki kardeşliği ve birlikte yaşamayı öneriyoruz.” Patrikhane’den bağımsız bir Bulgar Kilisesi kurulmasını savunmakta, Bulgar eğitimi ve aydınlanması sorunlarına sayfalarında önemli yer ayırmaktaydı. Mithat Paşanın karma okullar tasarısını da başlarda destekliyordu. Konservatif bir liberalizmden yana idi ve ekonomi, Bulgar sanayi ve ticaretin gelişmesini de istemekteydi. Hristo Botev bu gazete için “Paçavra ve bir ispiyon ve Osmanlı’nın yayın organı.” nitelemesi yapmıştır. Redaktör Nikola Genoviç ise “Turtsiya”nın hükümet gazetesi olduğu yönündeki iddiaları kesinlikle reddederek, sadece posta vergisi ödememe ayrıcalığı olduğunu belirtmişti. Ancak ileride sürekli kendisini ve gazetesini savunma gereği duyan Nikola Naçoviç’in Osmanlı’dan sayı başına 1000 kuruş destek aldığı kanıtlandı. Bir başka paragrafta da belirttiğimiz gibi Bir yandan Fener Rum Patrikhanesi ile mücadele ve Patrikhane’den bağımsız bir kilise yanlıları, öte yandan ise Osmanlı’ya karşı ayrılıkçı ve Bağımsız bir Bulgaristan idealinde olanların çatışmaları süregelmekteydi. Patrikhane’den bağımsız bir kilise yandaşları, bunun ancak Sultan’ın iradesi ile mümkün olabileceğini düşünmekteydiler ve bağımsız bir kilise dışında beklentileri yoktu. 1873’te bu gazetenin misyonunun tamamladığı düşünülerek yayını durdurulmuştur. Vek (Yüzyıl) Daha sonra XIX Vek (19. Yüzyıl) 28 x 40 cm 12 Ocak 1874’te Marko Balabanov (1837–1921) ve Hristo Stoyanov’un redaktörlüğünde yayın hayatına başlarken gazetede şu ifadeler yer aldı: “Bu gazete bağımsız bir politika gazetesi olacak ve her zaman toplumumuzda var olan fikirleri açıkça yansıtacaktır.” İlk aylarında, bir yandan Yunanlıların kilise konularına karışmamaları gerektiğini savunan, öte yandan Patrikhane ile olan ihtilaflardan yararlanarak Bulgar Cemaati men-


Makale ve Analizler - 2018

181

supları arasında hızla yayılan misyoner faaliyetlerine (Katolikleştirme ve Protestanlaştırma) de karşı çıkan bir tutum sergilemiştir. Bu gazetenin yazıları genel olarak Bulgar milliyetçiliğini yükseltmeye/aşılamaya yönelik olarak sürdürülmüş, 1875’teki “Hersek Ayaklanması”nın ardından bu çalışmalarını aşırı derecede radikalleşerek devam ettirmiştir.Bulgarların arasında Osmanlı’ya karşıayaklanma seslerinin yükseldiği bir dönemde sık sık Eksarhlığın Tırnova’ya ya da başka bir Bulgar şehrine taşınması için ve Bulgar Halkı’nın ağır yaşam koşulları ile uğradığı haksızlık ve çektiği eziyetleri hakkındaki yazılar bu gazetede yer almıştır. Bir yandan Bulgarların kültür ve eğitim sorunlarına yer verirken öte yandan Batı Edebiyatı’nın örneklerine de yer ayırarak cemaat arasındaki kültür düzeyinin artmasını da hedeflemiştir. Sayfalarında, Chateaubriand, Lamartine, Moliere, Sand gibi yazarların yapıtlarını sık sık bulmak mümkün iken, Atanas Uzunov, Mihaylovski, Rayko Jinzifov, gibi Bulgar yazarlarının yazılarına ve şiirlerine de geniş yer ayrılmaktaydı. Vek Gazetesi’nde, Osmanlı müesseselerinde çalışan çok sayıda Rumlar gibi Bulgar memurların da alınmasını/çoğaltılmasını sağlamak için de yazılar yazılmakta, Bulgarların çoğunlukta olduğu yerlerde ise resmi ibadet dili olan Yunanca yerine Bulgarcanın kabul edilmesine yönelik öneriler yapılmaktaydı. Ancak gazete bir yandan da Batı yanlılığını sergileyerek çelişki yaratmıştır. Bulgar halkının ekonomik durumu ve basın özgürlüğü üzerine yazdığı yazılar nedeniyle, 10 Ocak 1876’da yayınlanması durduruldu. Hemen adında değişiklik yapıldı ve yeni bir yayın izni alınarak, “XIX. Vek” (19.Yüzyıl) olarak (7 Şubat 1876) tekrar yayınlanmaya başladı. Fakat bu kez yazılarının eleştirel dozunu yükseltti ve gazetede Bulgarların “Nisan Ayaklanması”na yanlı ve yandaş olan yazılar çıkmaya başlandı. Bunun üzerine, 8 Mayıs 1876’da basılması tamamen yasaklanmıştır. Vremya (Zaman) 28 x 40 cm Misyonu; kilise sorununun çözümlenmesinde katkı sağlamaya yönelik olarak lanse edildi. 7 Ağustos 1865’te yayın hayatına başlarken ilk amacını, “Bulgar Ortodoks Kilisesi’ni her türlü saldırı ve baskıdan korumak/kurtarmak.” şeklinde deklare ederek ve hiçbir partinin organı olmayacağını da vurgulayarak, Todor Burmov redaktörlüğünde haftalık olarak yayın hayatına başlamıştır. İç ve dış politik haberleri yorum katmadan tarafsız bir yaklaşımla aktaracağını da ilk sayısında deklare


182

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

eden Vremya Gazetesi, kilise konusunda da deklare ettiği bu ılımlı çizgisine tamamıyla bağlı kaldı Fener Rum Patrikhanesi’yle ilişkilerin koparılmasından yana olmayan, hatta bu kurumla birliktelik içinde olunmasını öneren yazılara da sürekli yer verdi. Buna rağmen Rum Patrikhanesi’ni bazı yazılarında eleştirdi. Genel olarak sabır ve kilise sorununun çözümlenmesini itidal ile beklemek gerektiğinden yana bir yayın politikası sürdürmüştür. Vremya Gazetesi, bağımsız bir Bulgar Kilisesi’ne sahip olunamadığı için ya da buna tepki olarak Katolikliğe yönelen Bulgarlar için ise sert ve sivri bir dil kullanmıştır. Evrimci ve aydınlanmacı bir gazete örneği sergilemekte, sayfalarında halk eğitimi ile okulların sorunları hakkında birçok yazı yayınlanmıştır. Mithat Paşa’nın karma Türk - Bulgar okulları açılması tasarısına ise kararlı bir biçimde karşı gelmiştir. Bu planı, Bulgar çıkarlarına aykırı olarak değerlendirerek eleştirmiş ve reddetmiştir. Osmanlı’ya itaatkâr bir tutum içinde olmaya özen göstermesi; o dönemde ortaya çıkan aşırı Bulgar milliyetçiliği, buna bağlı olarak kilisenin Patrikhane’den ayrılması ve bağımsız bir Bulgaristan ideali gibi fikirler içindeki Bulgarlarca sempati ile karşılanmamış, 43 ayrı noktaya ulaştırılmasına rağmen giderlerini karşılamakta zorlandığından 1867’de yayın hayatına son vermiştir.

İki Çeşit Bulgar var

Raziye Çakır-13.Mart.2018

Konu: DW gözüyle biz Bulgaristan Türkleri cahilmişiz Bulgaristan’ın Almanya fahri konsolosu Werner Yostmeir ile bir röportaj: “Son yıllarda Almanya’ya büyük sayıda Bulgaristanlı geldi. Onlar Bulgaristan’ın imajını (imgesini) görünüşünü bozuyor. /İmge, Fransızca bir sözdür. Duyu organlarının dıştan algıladığı bir nesnenin bilince yansıyan benzeri, görüntüsüdür.) Bu çok üzücü bir durum, çünkü bu insanlar tipik Bulgar değildir.” Bu sözler Bulgaristan’ın Almanya fahri konsolosu Werner Yostmeier’e aittir. O, Almanya Hıristiyan Demokrat Birliği (XDC) partisinin eski bir milletvekiliydi. 2016 yılından beri Almanya’nın en kalabalık nüfusu olan Kuzey Rein


Makale ve Analizler - 2018

183

Westfalia eyaletinde Bulgaristan konsolosudur. DW gazetecilerinden Darya Popova - Wirler Bulgaristan’ın ve Almanya’daki Bulgarların görüntüsü konusunda bir söyleşi yaptı. DW: (Almanya’nın Sesi): Bay Yotsmeier, Bulgaristan’ın fahri konsolosu olarak Bulgaristan’ın Almanya’daki görüntüsünü nasıl buluyorsunuz: Yotsmeier: Genel çizgilerle ve çok kısa, genelleştirerek yanıtlamam gerekiyorsa, Bulgaristan’ın Almanya’daki nüfusu pek yüksek sayılmaz. Bulgaristan’ın Avrupa Birliğine alınmasından sonra ve özellikle de Alman iş piyasasının Bulgaristan vatandaşlarına açılmasından sonra, Almanya’ya büyük sayıda Bulgaristan vatandaşı geldi ve onlar Bulgaristan’ın iyi görünümüne hiç katkı sağlamıyor. Bizim elimizdeki verilere bakılırsa, Bulgaristan Almanya’ya gelenlerin % 80’ni çalışmaya geliyor ve insanlar okuma yazması olmayan, hatta Bulgar dilini bile iyi konuşamayan, Almanca tek sözün kabuğunu soyamayan, sadece Türkçe konuşan, Romen etnik azınlık grubundan kişilerdir. Onlar kör cahil olmalarına rağmen, Almanya’ya zar zor gelmeyi başarıyorlar, burada iş bulmaları çok zor, fakat merdiven altı işlerde, kayıtsız işlerde ucuz fiyattan geçim sağlamaya çalışıyorlar. DW: Durumun böyle olduğunu bildiklerine neden geliyorlar. Sürünmeye mi? Yotsmeier: Kendilerini burada ne beklediğini önceden bildiklerine inanmıyorum. Ücreti ne olursa olsun, herhangi bir işin sapından tutarım umuduyla geliyor olmalılar. Onlardan çoğu problemli semtler dediğimiz, evleri çökmüş, yıkık dökük mahallerde kalıyorlar, oralarda koşullar tiksindirici kuşkusuz, ne ki Almanya’da Bulgaristan ile ilgili simayı şekillendiren bu işsiz güçsüz, üstü başı bakımsız insanlardır. Bana Bulgaristan onlar değil, demek düşer. Fakat Bulgaristan’ın görünüşünü bozan başka şeyler de var. Bunlardan biri Bular devletinin ve kurumların çalışma biçimidir. Çikolata kutusu uzatman gişelerde işlem başlamıyor, evraklara bakmıyorlar. Bu, başka ülkelerde de böyle de, Bulgaristan benim kalbimde... DW: Sen Bulgar halkının daha büyük kesiminin Başbakan Angela Merkel’in yabancılar siyasetini onaylamıyor. Yotsmeier: Fakat Sofya Makamları An. Merkel’in siyasetini destekliyor. DW: Önce Bulgaristan’da fakirlik, yoksulluk, sefillik nedeniyle çıkanları ele alalım, bu insanlar işsiz ve gelirleri yok. “Almanya’nın Sesi” yayınlarına bu insanlarla ne olacak sorusu defalarca geldi. Okurlarımız biden, hesap soruyorlar. Biz size bu insanlar bizimle bütünleşmez demedik, diyorlar. Biz size


184

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

dediğimizde, siz inanmıyordunuz, ayağınıza geldiler siz onlarla bütünleşebildiniz mi, sorusunu yöneltiyorlar. Bu yüzden, gelip bunları entegre etmeye daha fazla para harcamaya, uğraşmaya, plan programlar hazırlamaya gerek yokdiye defalarca söyledik diyenler kendilerini haklı görüyorlar. Yotsmeier: Samimi olmam gerekirse, durumu anlamaya çalışıyorum. Bu insanlardan daha büyük kısmının okuma yazması yok, oyun kurallarını da bilmiyorlar, kamu düzenine uyamıyorlar. Bulgaristan’dan gelen bu insanlar orada uyum sağlamak istemiyorlardı, burada denedik bu siyasetten tamamen uzak duruyorlar. Burada ve Bulgaristan’da bu siyaseti anlamak istemeyenler var. DW: Bu insanlara karşı memleketlerinde ve burada hiçbir saygı gösterilmemesi bu uzaklaşmanın temelinde olan neden olabilir mi? Yotsmeier: Bu soruya cevap vermek zor. Misafirperverlik kurallarımıza saygı gösteren herkes buyursun. Almanya’nın kapıları açık! DW: Bulgaristan’dan bü kadar büyük sayıda kişinin toplandığı şehirler patlamadan dayanabilecek mi? Yotsmeier: Bu sorunu çözmek, benim görüşüme göre, son2 yıl içinde değişik ülkelerden Almanya’ya gelen yabancıların sorunlarını çözmekten daha kolay. Bu insanların çoğu uyum sağlamayı asla istemiyorlar. Bu konuda size ürpertici bir istatistik sunmak istiyorum: Almanya’da yaşayan Türkler 2. ve 3. kuşak ülkemizde uyum sağlamak istemiyorlar. DW: Siz, açlıktan ve sefil yaşamdan kaçan ve Almanya’da ekmek parası arayan Bulgaristan vatandaşlarıyla başa çıkmanın daha kolay olduğunu mu düşünüyorsunuz? Yotsmeier: Dortmund ve Duisburg gibi şehirlerde Bulgaristan’dan gelenlerle ciddi sorunlar yaşanıyor. Fakat biz bu sorunlara çok ciddi gözüyle bakmıyoruz. Alman toplumu yoksulları, sokaklarda dolaşanları, el açanları görmek istemiyor. Dikkatler burada okuyanların, işi gücü olanların üzerinde. Alman toplumuyla uyum sağlamak isteyenler onlar. Buz burada işsizlikten, açlıktan, yetersizlikten, yoksulluktan gelenlerle diğerleri arasına çizgi çekiyoruz. Aralarında fark gözetiliyor. DW: Almanya’ya gelip de buraya yerleşmek isteyen Bulgaristan vatandaşlarına tavsiyeleriniz nedir? Yotsmeier: Buradaki hayata ayak uydurmaları, aramıza karışmaları çok zor. Onlardan kendi işlerine kapanmamalarını, yalnız hemşireleriyle temas kurarak küçük topluluklarla yetinmemelerini tavsiye ediyorum. Onlar ancak böyle yaptıklarında Alman toplumundan birileri olabilirler. ***


Makale ve Analizler - 2018

185

NOT: Gerçek durum budur. Gurbette de insan yerine konmuyoruz. Bir taraftan okullarımız yok, ders kitaplarımız yok, öğretmenlerimiz, öğretmen enstitülerimiz yok. Kültür Kulüplerimiz yok. Meslek öğrenme imkânlarımız yok. İş yok. Paramız yok ve bir de arkamızdan alay ediyorlar, cahilmişiz, sefilmişiz. Uyan kardeş uyan... Bu ödevler bizim kuşağımızın vazifesidir.

6 Milyondan Fazla Bulgaristan Vatandaşı Yurtdışında Yaşıyor

BG-SAM-14.Mart.2018

Yurtdışı Bulgarlar Devlet Ajansı Başkanı Petır Haralampiev “Trud” gazetesine verdiği mülakatta, karma evliliklerden çocuklar da dahil olmak üzere, 6 milyon Bulgaristan vatandaşının yurtdışında yaşadığını söyledi. Kuzey Yunanistan’da önemli ölçüde Bulgar topluluğu yaşıyor. Arnavutluk’ta Bulgar kökenli olanların sayısı 150 ile 500 bin arasında, Kosova’da 60 ile 200 bin arası, Romanya’da 50 ile 200 bin arası Bulgar var. Ukrayna’da 2002 sayımlarında 210 bin kişi kendini “Bulgar” olarak tanımlamış. ABD’de Chikago ve bölgesinde yaşayan Bulgarların sayısı 200 bini geçiyor. Bugaristan’da farklı kurumların verilerine gore 1989 yılı sonrasında 2 milyon 300 bin ile 3 milyon arasında Bulgaristan vatandaşı ülkeden göç etmiş. Diğerleri ise 20. yüzyılın ilk yarısında “geleneksel göçmen topluluğu” olarak tanımlanan Bulgarlardır. Arjantin’de bu akıma ait 50 bine yakın Bulgar yaşıyor. Eurostat’ın 2011 yılı resmi verilerine gore dünyanın farklı noktalarında bir milyon 23 bin 248 Bulgaristan doğumlu insan yaşıyor.


186

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Biz Türk’üz, Müslümanız, Böyle de Kalacağız.

Rafet Ulutürk-13.Mart.2018

Bulgaristan’da Siyasi Durum: Konu: Kırcaali bizim gönül bağı sınırlarımız içindedir. Türkiye Cumhuriyeti Devlet ve İktidar Partisi (AK Parti) Genel Başkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın Sakarya parti kurultayı ve halk mitinginde yaptığı konuşma Balkanları salladı. Sakarya bir göçmen şehri ve diyarıdır ve Sayın Erdoğan’ın konuşması olağanüstü büyük bir ilgi gördü, büyük bir coşku uyandırdı. “Bu topraklar ve şehirler başka devletlerin sınırları içinde bulunsa da bizim sıkı gönül bağlarımızla bağlı olduğumuz yerlerdir, diyen Sayın Erdoğan, Kalbimizin bir yanı İstanbul’da ise öteki yanı Balkanlardadır. Gönül bağı sınırları ile devlet sınırları farklı şeylerdir. Bizim devlet sınırlarımız 780 bin kilometre kare ile sınırlı kalmış olsa da, gönül bağlarımızın sınırları çok daha geniştir. Kırcaali benim ve halkımın gönül bağı sınırlarımızın içinde bulunmaktadır” dedi. Sakarya AK Parti Kurultayı’ndan “Balkan ülkelerindeki kardeşlerimize kucak dolusu selam gönderiyorum”, diyen Sayın Erdoğan Türk ve Müslüman yaşayan bütün Balkan ülkelerinde çok geniş yankı uyandırdı, büyük destek buldu, coşkuyla alkışlandı. Aynı destek ve çoşkuyu göçmen dernekleri de ifade ettiler. Tek yumrukta birleşme azmi dile getirildi. Türkiye’den yükselen bu sıcak çağrıya Balkan şairlerimizin cevabı gecikmedi. Dedelerimizin atlarını suladığı Tuna kıyısından şair Naim Bakoğlu’ndan selam geldi. Daldaki Tomurcuk Mart ayı göklere kondurdu bak güneşi Kış derdinden kurtulma sınırında yoksul Arılar kovandan çıkmış, çiçek avında! Yırtık abayı omuzdan atma zamanı! Kuşların saçakta aşk ile öter eşi El avuç açıp köşelerde olsa da kul Bahara soyunan kâinat tam tavında! Bir başka ötüyor dilencinin kemanı! Yarına başka bir bakış var gözlerinde Sabırsızlıkla sabahı bekliyor çocuk! Uzun kıştan kararmış insan yüzlerinde Umut olup şakıyor daldaki tomurcuk! Naim Bakoğlu-13 Mart 2018 / Silistre / Bulgaristan


Makale ve Analizler - 2018

187

Bir halk önderinin sesi ne kadar uzaklarda duyuluyorsa gücü de o kadar büyüktür. Balkan ülkelerinin yeni tarihinde Türkiye halkı gönül dostlarını kardeşlerini bu kadar net bir şekilde sıralamamış, onlara bu kadar yürekten selam göndermemişti. Eğer her insanın cenneti doğduğu yerdeyse, vatanındaysa ve hiçbir kimsenin vatan ve cennet hakkına başka hiç kimsenin müdahale etmeye hakkı yoksa, beklediğimiz gün yakındır. Savaştan, bombalardan kaçan Suriyelilerin vatanlarına topraklarına dönebilmeleri nekadar bir kutsal haksa, “Tanrının Adaleti” ise bizim Balkan Kardeşlerimizin cennet hakkına kim el sürebilir? Soruyorum. Adalet yerini bulur diyenler haklıymış. O gün yakındır. Ekmeğini taştan çıkaranların lokmasına saldırmaya kimin hakkı olabilir ki, Adalet günü yakındır! İnsanların iyice ezilmesi, kör doğanların ve doğarken gözleri kör edilenlerin bile gerçekleri, dünyayı görebilmesi için bir asır gerekti. Ne var ki zulüm asrı gelip geçti. Mutluluk günü yakındır. Biz diktatörleri sevinç çığlıklarıyla karşılayan, baskı, terör ve zulmü alkışlayanlar arasında yetiştik ve o çığlık atanların düşürülen diktatörlerin naşına tükürdüklerini gördük. Biz faşistlerin sürü olup saldırışlarını gördük. Biz ezildik ama teslim olmadık. Zafer günü yakındır. Bizler bey (Ana arı) doğuramayan arı kovanından gelen canlar yakan vızıltıyı işittik. Bu bir fızıltı değil, uğultudur ve hayat hakkının sona erdiğinin habercisidir. Biz kendi kendini yenileyemeyenlerin kurbanı olduk. Biz leş bulmuş sırtların saldırısına uğradık, ama o günler geçiyor. Halkımız başını kaldırdı. O günler yakındır. Biz beşiğinde bilge, sokaklarda aksakallı olmayan ayaşlar arasında kaldık. Deli arasında dolaşana deli derler. Biz yok olmadık. Başımız dik, anlımız ak. Biz büyük bir dirilişe hazırlanıyoruz. O gün ufuktadır. Biz bin bir parçaya, partiye, banda ve çetelere, reket (zorbacı) gruplarına ve dolandırıcı tayfalarına, göz kızartan kırıntıya parçalanmış, bölünmüş, birbirine amansız saldıran, birbirini parçalamaya hazırlanan ve bir daha buluşup birleşmeleri imkânsız olanların arasına sıkıştırıldık, çok çektik, çekmeye devam ediyoruz. Bizi parçaladılar. Biz bu günlere parçalanma hakkımızı yolda bırakarak geldik. Biz biriz ve her zaman birlikte olacağız. Birlik ölüm hariç herşeyi çözer. Birlikte olursak bize hiç bir şey yapamazlar. 34 şehit verdik. Ama bizi en fazla üzen 2016’da parçalanmamız ağırdı.


188

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

1985’te isimlerimiz değiştirilirken, Bonovo tren garında çocuk vagonu patlattılar şimdi bizi suçlamak istiyorlar. Bulgaristan’a ateş açanlardan, kardeşlerimizin kalbine ateş açanlardan, kardeşlerimizi Kırcaali MVT (Polis) bodrumunda dövülenlerden öldürenlerden hala hesap sorulmadı. Katillerin hepsi ise kahraman oldu baş tacı ediliyorlar. Bu ortamda birlik kurulamaz. Bu saman yeniden savrulacak bu hasat yeniden elenecektir. İnanın. En güçlü birliği biz kuracağız. O gün çok yakındır. Geçen hafta Plovdiv’te meydana gelen olaylar üzerinde düşünmek zorundayız. Filibenin 80 bin kardeşimizin yaşadığı Yeni Mahalle’den (Stolipenovo) “iri fare” lakabını taktıkları bir kardeşimizi kurşuna dizen bir doktoru haklı çıkarmak için VMRO olarak bilinen, “Ataka”cılar ve tüm sahte yurtseverler sokak ve meydanları doldurdu. Bulgaristan Cumhuriyetinde “anayasayı”, hukuk düzenini, ceza kanunu maddelerini, adaleti ayakaltına almak, rafa kaldırmak, geçersiz kılmak istediler. Gerekçelerinde “bir Bulgaristan azınlıklardan birini kurşunladığında, yasaların işlememesi, Bulgar’ın her zaman haklı sayılması, polisin Bulgar katili tutuklama hakkı olmaması, mahkemenin Bulgar katili yargılama hakkı, hapis cezası kesme hakkı olmaması ve benzer” haklar talep edildiği, sallanan yumruklarla, bağırıp çağırmalar ve küfürlü söylemlerle ifade edildi. Değerli dostlar Bulgar aşırı milliyetçilerinin bu isteği ! (ve 19 yy Amerika’sında vardı). Bu Beyaz derili bir zenciyi (siyah ciltliyi) öldürse, sopadan geçirip kötürüm bıraksa, gözünü çıkarsa, eşini alsa, kızlarına sarkıntılık yapsa, tecavüz etse bile, ona dokunulmuyordu, federal polisin beyazı tutuklama, yargılama ve içeri atma hakkı yoktu. Şimdi de dış ülkelerde insan öldüren, suç. İşleyenbir Amerikalının yurt dışında yargılanıp içeri atılamıyor, iade edilecek ve ABD’de yargılanacak. Bu kölelik çağı yasalarının Bulgar sahte “yurtseverleri” ülkemizde yaşayan azınlıklara karşı işlenen suçlarda uygulamaya çalıştılar. Anayasa ve yasa, ceza kanunu değişikliği istediler, meclis geri çevirdi, geçiremediler, ama denediler. Gönüllerinde olan, 1972 - 1989 yılları arasında “soya dönüş süreci” zulmü esnasında öldürdükleri Türk, Pomak ve Çingene kardeşlerimizin katillerinden hiç birinin tutuklanmadığı gibi şimdi de aynı hakları elde etmek istiyorlar. Biz buna faşizm çanları çalıyor diyoruz. “Yurtsever maskeli” üç partisi iktidardan çöp çuvalı gibi atmak önce gelen başat vazifemizdir. Bütün azınlıklar birleşmek zorundayız. Ama Doğan ve Mestan sakalı ardında ve hayrına değil, ilkeler etrafında buluşup birleşmeliyiz, birleşeceğiz. O dün yakındır.


Makale ve Analizler - 2018

189

Bölünmüşler halk olamaz. Bölünmüşler adam olamaz. Onlar bin bir parça oldular. Bir daha asla buluşup birleşemezler. Bizi bölenler haindir. Nasibimizi alıp hakkımızı vermeyenler haindir. Bizi aldatanlar, soyanlar, boş umutlarla aldatanlar, dolandıranlar haindirler. Hain de kalacaklar. Bu dünyada hainler mezarlığı yoktur. Hepsi tarihin çöplüğüne atılacaklar. Türkiye Cumhuriyetimizin Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ın Sakarya kürsüsünden “gönlümüzün yarısı oradadır, oralardaki kardeşlerimizin her sızısı bizimdir” demesi Irkçıları kudurttu. Bu kuduzların tarihin sessiz mahzenlerinde çürümeleri mukadderdir. Biz Türk’üz, Müslümanız, böyle de kalacağız.

Küresel Göçün Gizlediği Tehlikeler

Tercüme: Hamiyet Çakır-14.Mart.2018

Bir analiz yazısı: Konu: Dünya insanları nereye gidiyor? Taş ve tel duvarlar göçleri durduramamıştır. Yazan: Anatoliy Vişnevski Günümüzde 10 milyonlarca insan yalnız coğrafya alanında değil, sosyal alanda da devamlı hareket ediyor. Birleşmiş Milletler Örgütü’nün (BMÖ) son yayınlarında, 2017 yılında dünyada bir ülkeden başka bir ülkeye göç edenlerin sayısı, son 27 yılda 100 milyon artarak, artık 258 milyon olmuştur. 1990’da onların sayısı 158 milyondu. Bugün herkes göç etmekten söz ediyor ve birçokları dünyanın daha önce yaşamadığı yepyeni bir şeyle yüz yüze olduğunu kabul ediyorlar. Aslında bir yerden bir yere göç etme olayı dünya kadar eski bir olaydır. Fransız demograf bu olay için “göçler dünya tarihinin özetidir” dedi.


190

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Günümüz demografik süreçlerinin karakteristiğinde yeni çizgiler görüyoruz. Bu çizgiler daha önceki göçlerde izlenmiyordu. İnsanlık göçebe hayata ne zaman başladığını, bir yerden bir yere göçerek daha iyi bir geçim arayışının ilk adımlarını bildirmekte zorlanır. Ne ki, bayındırınmış alanların devamlı genişlediği bir gerçektir. Afrika’dan çıkıp Avustralya ve Güney Amerika’ya gitmişlerdir. Finikeliler ve Yunanlar Akdeniz ve Karadeniz havzasında sayısız koloniler yaratmışlardır. Boz kır göçebeleri Çin’i işgal etmiş ve yerli nüfusla kaynaşmışlardır. Halkların büyük göçleri sel gibi yayılırken Avrupa kıtasına yerleşmişlerdir. Bunların hepsi göçlerle olmuş, fakat kolektif göçlerle gerçekleşmiştir. İnsanlar her zaman bir aileden, bir kavimden, bir topluluk, millet ve “halktan” birileri olarak göçmüşlerdir. Fakat bugünkü göçlerde birçok şey farklıdır. Avrupa dersleri. Yakın zamana kadar büyün ülke nüfuslarının daha büyük nüfusu köylüydü. Köylülerin göçebeliği sınırlıdır. Toprağı olan veya köy ağasına bağlı olan köylüler kolay kolay göç edemezler. Etseler bile bu göçler bireyseldir. Bunu, yakın geçmişte, komşu köylerde evliliklerle, ya da mevsim işçisi olarak ama büyük köy meraları ve toprakları içinde göç olarak görebilirdik. Bunun istisnaları da var kuşkusuz. Örneğin Rusya’da “Kazak Kardeşliği” olaylarında, bir toprak ağasından (pomeştikten) kaçan toprak kölesi, “Kazak Kardeşliğine” kabul edilir, ama yeni yerinde de yine toprak kölesi ve toprağa bağlı bir kişi olarak kalır ve çalışmaya devam eder. Bu durum 17. yüzyılın başında yalnız Batı Avrupa’da belirli değişiklikler katdetmeye başlamıştır. Bu dönemde bu kıtaya kişisel gönüllü göçebeler gelmeye başlamıştır. Geçen yüzyılın 70’li yıllarında bu süreci inceleyen Amerikalı bilim adamı W. Zelinski, “Hareketlenmeye Geçiş” kitabında bu değişikliği anlatmıştır. Yeni dönemde insanların göç ederek yalnız coğrafyalarını değil, aynı zamanda sosyal durumlarını, mesleklerini, sosyal durumlarını ve vatandaşlıklarını da değiştirdiklerini izliyoruz. Yeni kitle göçleri böyle doğmuştur. Bunlar yeni tip göçlerdir. Bu her kişinin kendi kararıyla, gönüllü, kişisel çıkarlarından çıkarak belirli bir hedefe doğru yaşadığı yeri değiştirmesiyle başlayan bir süreçtir. Pek tabii ki, göç şeklinde coğrafik hareketlenme ile demografik hareketlenme kendiliğinden olmak üzere doğum ve ölümde değişikliklere neden oluyor. Bu gelişmeler bin yılımızın ikinci yarısında Avrupa’da tarım ekonomisi koşullarında nüfus artışına neden olmuştur. İşlenir topraklar yetersiz olmaya başla-


Makale ve Analizler - 2018

191

yınca ise, tarım emekçileri sıradan tarım işlerinden kopmaya ve geçim için başka olanaklar aramaya başlayınca sanayi göçleri artmıştır. Endüstriye göçler değişik aşamalardan geçmiştir. Göçebelerin yeni iş alanları uzaklaşıyor, işe gitmek için gerekli olan zaman kesimi de giderek uzuyor. Önce göçücü göçler izlenmiş ve onlar mevsim sonu evlerine geri dönerken, git gide iş buldukları yerlere yerleşmişler. Sanayileşmeyle gelen göçler 17. yy.da kitleselleşirken, 18. yy.da Avrupa’da yeni tip göç hareketi gelişmiştir. Bu köyden kente göçtür. Avrupa kentleşme ve uygarlaşma çağı yaşamıştır. Köyden kente göçler birkaç yüzyıl sürmüştür. 19. yy.ın sonuna kadar İngiltere dışında, Avrupa ülkeleri nüfusunun daha fazlası köylüdür. 20. yüzyılda Avrupalıların yarıdan fazlası şehirli olmuştur. (Artık bu oran üçte ikiden fazladır). Günümüz Avrupa toplumu kentlidir. Eski kıtada göçler devam ediyor. Fakat şehirlilerin araç kullandığı, birçok köye süratli tren vb. araç olduğu dikkate alındında, göç durumunda bir durgunluk yaşanıyor. Ne var ki, Avrupa’da göç problemi yalnızca iç göç olmakla kalmıyor. Dıştan gelen göç sorunu git gide aktüelleşti ve kitleleşti. Bireysel göç olrak gelişirken yoğunlaştı ve çok büyük gruplar oluşturdu. 19. yüzyılda Avrupa’nın yaşadığı nüfus patlamaları ise ardından Avrupa’da Amerika’ya ve başka kıtalara göç dalgaları doğurdu. Amerikan demografi uzmanlarından Kingsli Deywis, 50 yıldan beri bu konuyu işliyor. Dış ülkelere göçün Avrupa nüfusunun çok artmasına “demografik yanıt” diyor. Avrupa’dan Amerikan kıtasına göçler bu yanıtın bir yönüdür. Bu göçler, Avrupa nüfus patlamasını dengeleyen bir demografik unsurdur. Aynı zamanda Afrika kıtası içinde, kıta göçleri yaşanırken, Avrupa, Asya ve Okyanus adalarından Afrika’ya da büyük göç dalgası olmuştur. Geçmiş tekrar ediyor. Avrupa kıtasını terk eden Avrupalıların toplam sayısı 60 milyondur. Bu göçler kıtalar arası kitlesel göçlerdir, okyanus ötesi devletler kurulmasını ve dünya ekonomik ve siyasal dengelerini değiştiren gelişmelere neden olmuşlardır. Ne ki, 20. yy’ın yarısında bu süreçler sanki soldu ve kurudu. Böylece dünya uluslar arası göç tarihinde uzun bir dönem sona erdi ve yeni bir açama başladı. Yeni alama daha önceki dış göçler dönemini birçok özellikle andırıyor, fakat bazı konularda ondan kökten ayrılıyor. (Not- 1: Bu analizde baskı, terör ve zulüm hatta irili ufaklı haklı ve haksız savaşlar, ayaklanmalar, zorlamalar yüzünden başlayan ve yığınlaşan göçlerden söz edilmiyor. Örneklersek Balkanlarda 1815’ten beri Anadolu’ya geri çekilme


192

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

var. Bu Çekilmenin ruhu XX. yy.’ın başında Mustafa Kemal Atatürk tarafından Sakarya Zaferinde kırılmış ve tarih yön değiştirmiştir. Ne ki 1878’den bugüne kadar Bulgaristan’dan Türkiye’ye göçler antik ve dini ayrım nedenleriyle baskı ve terörle devam etmiş, XX. asrın ikinci yarısında 1950 göçü, 1968-1976 göçü ve Ağustos 1989 “Büyük Göçü” Bulgaristan Türklerini parçalamış ve büyük yaralar açmıştır. Şu an Türkiye’de bir milyon 20 bin soydaşımız T.C.’de yaşıyor. Resmi verilere göre Bulgaristan’ı terk eden vatandaşların toplam sayısı 6 milyon kişidir. Birinci Dünya Savaşından sonra Vardar Makedonya’sından ve Ege Bölgesinden Bulgaristan’a 300 bin kişi göç etmiştir. 1940’da Güney Dobruca’nın Bulgaristan’a geri verilmesiyle nüfus değiş tokuşu yapılmış ve 115 bin Bulgar Romanya’dan Bulgaristan’a göç etmiştir. 1942 yılında 15 bin Yahudi Bulgar hükümeti tarafından idare edilen Vardar Makedonya’sı ve Ege Bölgesinden Polonya’daki “Treplika” ölüm kampına gönderilmiştir. Öldürülmeye götürülen Yahudiler Bulgar vagonlarıyla nakledilmiştir. Bu ölüme zorlama operasyonu sırasında Makedonya ve Ege Trakya’sında canlı Yahudi kalmamıştır. 1944 yılından sonra 48 bin Yahudi Bulgaristan’ terk etmiştir.) Geçen yüzyılın ikinci yarısında göçler küresel boyutlara ulaştı ve dünyanın azgelişmiş yörelerine sıçradı. Bu yörelerde, 17. 18. asır Avrupa durumunu andıran bir demografik durum biçimlendi. Boyutları zengin Avrupa’nın göç atılımlarını aştı. (Not 2: 21. yüzyılda en fazla göç alan Avrupa ülkesi Almanya’dır. “Die Welt” gazetesi, Köln, Hanower ve Berlin Doğu Avrupa ülkelerinden gelen evsizlerle doludur. 2018’de Almanya’da bir milyon evsiz olacağı haber veriliyor. Bu insanların üçte birinin Bulgaristan, Romanya, Polonya ve eski Sovyet Cumhuriyetlerinden olduğu haber veriliyor.). 20. yüzyılın başlarında küremizde bir milyar 700 milyon insan yaşıyordu. Bir asırda bu sayı 4 milyar 500 milyona ulaştı. 2017’de dünya nüfusu 7 milyar 600 milyon oldu. Bu insanların sadece bir milyar 20 milyonu gelişmiş ülkelerde yaşıyor. Zengin ülkelerde 2017 yılında kişi başı Gayrı Safi Milli Hasıla 12 bin US Dolardan fazlaydı. Gelişmiş ülkelerdeki nüfus sayısı git gide istikrarlı bir düzeyde durdu, az gelişmiş ülkelerde artmaya devam ediyor. Bu yüzyılın sonunda dünya nüfusu 11 milyarı aşabilir. Yeni durumda zengin - gelişmiş bölgenin nüfusu dünya nüfusunun küçük bir parçası olacaktır. 1950 yılından 2017 yılına kadar gelişmekte olan ülkelerin nüfusu 2,7 milyar kişi yani 10 defa artmıştır. 2008 yılında şehirlerde yaşayan insanların sayısı


Makale ve Analizler - 2018

193

köylerde yaşayanlardan fazla oldu. O yıl köylü nüfusun artışı durdu. Artış kentlerde başladı. Metropoller taşıyor. Göçlerin durdurulması için en basit öneriler, sınırlara duvar dikmektir. 2018’in ilk gününden beri Bulgaristan’ın Türkiye sınırına diktiği tel duvar tartışıldı. En sonunda delik deşik olduğu ve bir işe yaramadığı ortaya çıktı. Bizim duvar 3 metre yüksek. Amerikanın Meksika sınırına çektiği beton duvar 8 metre yüksek. Dünya tarihinde ilk duvar 3 binsene önce Fırat ve Dicle ırmakları arasına çekilmiş. Bu duvar 200 km uzunmuş ve göçebelerden korunmak için yapılmış. Büyük Çin seti de göçebelerden korunmak için yapılmış, ama göçebeler arkadan dolanmışlar ve Çin’e girmişler. Sınırsız ve kapısız bir birlik oluşturmaya çalışan Avrupa Birliği ülkeleri arasında tarihin en uzun ve en dikenli telleri gerildi. Göçmenleri tel duvarla durdurmak olanaksızdır. 2918’de T.C silahlı kuvvetleri ülkedeki 4 milyon göçmen ve sığınmacıyı evlerine ve vatanlarına güvenli bir şekilde geri gönderebilmek için “Fırat Kalkanı” ve “Zeytin Dalı” operasyonlarını yaptı. Göçmen ve demografi sorunu 21. yüzyılın ana sorunu olmaya başladı. (Nezavisimaya Gazeta)

Okul Zilleri Türkçe Çalmalı

İbrahim Soytürk-15.Mart.2018

Konu: Kırcaali’de “Türk Yaşıyor” demek yeterli değildir. Biz artık kendimizden utanır duruma geldik. Şu Avrupa’nın en fakir, en parasız, işi gücü olmayan, çocukları okula gitmeyen, gitseler anadilde öğretmenleri olmayan, anaokullarında çocuğumuz “çiş”, “su”, “açım” dediğinde öğretmenin bön bön baktığı bir ülke olduk. Bu sabah gazetelere baktım, Avrupa’da ölüm oranı en fazla olan ülke de bizmişiz. Ölelim de biz de kurtulalım, onlarda kurtulsun deyenlerimiz her geçen günle artıyor. Yaşamaktan nefret eder duruma geldik. “İki tarafı da boklu bir değnek” dediğimiz hayatı değiştirmek için 1989 Mayısında ayaklandık. Hapislerin kapısını kopardık. Tankların üzerine çıktık. Bulgar devletinin bize hiçbir şey vermek niyetinde olmadığını, verecek bir şeyi de ol-


194

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

madığını sezince bohçalarımızı sıktık ve göç ettik. Ama arkamızda kalanlar var. Bulgar devletiyle birlikte onlar da batıyor bugün. Akşam Bulgar TV açınca ve makyajlı sözcüleri, kravatlı gençleri gördüğümde, hele de göbeklerini taşımakta zorlanan siyasetçileri gördüğümde kendimden utanıyorum. Kafama dank deyen hep, “ya bunları besleyen biziz”, “kuyumuzu kazanları besliyoruz” fikri oluyor ve çıldıracağım. Yalan söylediklerini bile bile dinliyorum onları ve öfkemi kendimden, karımdan, çocuklarımdan çıkarıyorum. “Bu ne bahtsız bir kader” deyim kendi ellerimle kendi yakama yapışıyorum. Hayat bize faklı diller konuşan, farklı dinleri olan, farklı yaşam tarzı olan, farklı aile düzeni ve farklı hayat anlayışı olan insanların ancak kamu ortamında, genel geçerli kurallar çerçevesi içinde sokakta, meydanda, kamu etkinliklerinde uyum sağlayabildiklerini ve bunun ancak yasaların üstünlüğünde ve geçerliği olduğu yerde olanaklı olduğunu her gün gösteriyor. Evet, artık Bulgar devletinin bize ilgi göstermek istemediğini, bizim için yatırım yapmak istemediğini, Türkçe derslerinin normal okul saatleri içinde bile olmasına tahammül edemez duruma geldiğini, bizden rahatsızlandığını görüyoruz, buna inandık. Fakat son yıllarda büyük bir sahtekârlık da başlamış bulunuyor. Bulgaristan’da yaşayan nüfusun en dinamik kesimi olan Romen ve Müslüman Çingene nüfus devletin tüm kurumlarını tamamen reddediyor. Davalarını kendi aralarında, meşerelerde (Çingene mahkemelerinde) çözüyor, evlilikler Kiliselerde veya Müftülüklerde yapılıyor, evden çıkıp okula gitmeyen çocuklar günü mahalle arasında sokaklarda geçiriyor. Hemen hemen yarısı Bulgar okulunu tamamen kabul etmiyor. Okula gitmiyorlar, gitseler bile Bulgar çocukları onlarla aynı sırada oturmak, aynı dersi görmek istemiyorlar. Bulgar devletinin eğitim sistemiyle dayattığı değerler sistemi galk ve özellikle de genç kuşak tarafından kabul edilmiyor. Çingene dili yalnız mahallelerde ve kapalı yaşam sürmeye zorlanan gettolarda değil, sokakta, otobüste, troley ve tramvayda, kamu yaşamının kesiştiği yerde tamamen hakim durumdadır. İşsiz, malsız mülksüz ve aç Çingene kitlesi yasaların üstünlüğünü, özel mülkiyetin dokunulmazlığını ve başka kanun ve kuralları tanımıyor. Buna karşı koymak isteyen ve Bulgar köylerini koruma yolları arayan Bulgar devleti ise, Bulgar köylerinin, Bulgar kır mülkünün ve evlerinin korunması işlerinin özel koruma şirketlerine devretmeyi ve bunu yasayla düzenlemeyi tartışıyor. Halen Bulgaristan’da tescilli 100 bin koruma şirketi var. Bunların her birinde kayıtlı 5 kişi olsa, silahlı, meşru koruyucuların sayısı 500 bin kişidir. Bu memlekette hiçbir kimse işine bakmadığı gibi onlarda işine bakmıyor ve bataklık yayılmaya devam ediyor. Bu durumun bir başka anlamı da var. Eli sopalı, beli silahlı, çenesi küfürlü Bulgar “bekçi sürüsü” yeni kanunlarda kırsal alandaki duruma hakim olur ve zulmü arttırırsa, açlar ve sefiller, sürün-


Makale ve Analizler - 2018

195

mek ve yetersizlikten ölmek istemeyenler ayaklandığında karşılarında kimi bulacak? Bu işleri yasal olarak üstlenen hırsı köpürmüş sopacıları mı, yoksa onları arkalayan devleti mi? Üzerinde düşünülmesi gereken sorun budur. Bulgar devletinde en ilkel, en kaçınılmaz ve ertelenmez insan hakları için, isimleri ve ibadet hakları uğruna şehit düşenlerin hiç birisi bulunmadı ve tutuklanıp, yargılanmadı. Gözü ve ruhu kanlı yeni “bekçi” güçler devlet korumasında kaldıkça, bu memlekette adalet sağlanamaz, adalet ve demokrasiden, insan haklarından, sivil toplumda insanların eşitliğinden vb söz edilemez. Türklerin en ilkel hakları da verilmiyor. Bu hak bizin anadilimizi okullarımızda öğrenme hakkımızdır. 1878’de Bulgar devleti kurulduğu gün bizim 2 bin 700 okulumuz vardı. 60 yıldan beri hiçbir köyde ve kasabada anadilimizde ders veren, kadro yetiştiren, kültür yaratan bir tek eğitim ocağımız yok. Bu durum hemen çözülmelidir. *** Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın Sakarya’da kalabalık göçmen kitlesi önünde “Bizim Balkanlarda gönül bağlarımız var, kardeşlerimiz orada yaşıyor” mesajından sonra, Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov, son 28 yılda ilk defa olmak üzere, “Kırcaali’de Türkler yaşıyor.” demesi Bulgaristan’da deprem etkisi yarattı. Bu defa “onlar İslamlaştırılmış Bulgarlar” demeye cesaret bulamasalar da, aşırı milliyetçi kesim içten içe köpürdü. Eğitim ve Bilim Bakanı Krasimir Vılçev soluğu Kırcaali Belediyesinde aldı. Görüşmeye Kırcaali Belediye Başkanı mühendis Hasan Aziz, Eğiri Dere (Ardino) Belediye Başkanı Resmi Murad, Mastanlı (Momçigrad) Belediye Başkanı Sunay Hasan, Karagözler (Çernooçene) Belediye Başkanı Aydın Osman, Koşukavak (Krumovgrad) Belediye Başkanı Sebihan Mehmet, Kirkovo Belediye Başkanı Şinasi Süleyman, Cebel Belediye Başkan Yardımcısı Hüseyin Mustafa ile Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) milletvekillerinden Erol Mehmet ve eski Eğitim Bakanı Yardımcısı ve DPS milletvekili Mukaddes Nalbant katıldılar. Görüşülen ana konu ve belediye başkanlarının son derece ciddi bir şekilde ortaya koydukları mesele, anadilimiz olan Türk dilinin Bulgaristan okullarında zorunlu bir dil olarak okul programlarına alınması ve iyi sonuç verecek bir şekilde okutulması ve buna gerekli olan tüm koşulların oluşturulmasıydı. Belediye başkanları, devlet ve Eğitim ve Bilim Bakanlığı tarafından bu konunun küçümsenmesi ve gerekli önemin verilmemesi, sağlanması kaçınılmaz koşul ve ortamının yaratılmadığından dolayı son 25 yılda Bulgaristan’da Türk dili eğitiminin çok kötü sonuçlar verdiğine vurgu yaptılar. Türkçe öğrenimini engelleyen nedenlerin başında yasal sınırlama ve engellemelerin bulunduğu vurgulandı. 1992


196

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

- 1993 ders yılında Bulgaristan’da 114 bin Türk öğrenci anadilini okuyordu. Bugün Bulgaristan okullarında anadil eğitimi alan Türk çocuklarının sayısı 20 defa azalmış ve 6 bine düşmüştür. Belediye Başkanı Hasan Aziz, Türkçemizi öğrenmemizi engelleyen problemlere yalnız Kırcaali ilinde değil, Türklerin yaşadığı bütün köy ve kasabalarımızda rastlıyoruz ve onlar her yıl biraz daha şiddetleniyor, dedi. Belediye Başkanları, Bakana hitaben konuşmalarında “Türk dilinin seçmeli ders olmaktan çıkarılmasını” ve okul programlarına zorunlu ders olarak alınmasını istediler. Gerekli niteliklere sahip Türk dili öğretmenleri atanmasında ısrar ettiler. Okul kitapları ve ek ve yardımcı kitaplar basılmasını ve öğrencilere dağıtılmasını önerdiler. Türk dili kitaplarının son basımı 1992’de yapılmıştır. Bulgar meclisinde 18 yıl Eğitim ve Öğretim Komisyonu başkanı ve üyesi olan DOST partisi lideri Lütfü Mestan bu sürede bir tek Türkçe kitap basılmasına yardımcı olmamıştır. Aynı gerçek HÖH fahri lideri Ahmet Doğan ve Kasım Dal için de söylenebilir. Eğitim ve Bilim Bakanı ile Türk Belediye Bakanları arasındaki Kırcaali görüşmesinde, Belediyelerde Türk Dili eğitimi denetçisi görevine atamalar yapılması talep edilmiştir. Türklerin yaşadığı 28 belediyenin hiç birinde Türk dili müfettişi olmadığına dikkat çekilmiştir. Görüşmede, yerli sosyal ve ekonomik yaşamın ihtiyaçları dikkate alınarak okul programlarının yenilenmesi de ele alınmıştır. Sanki tüm sorunlarımız aileden, anaokullarımızın kapalı olmasından, biz Türklere başka bir kimlik dayatılmak istenmesinden, anadilimizin kökünün belleğimizden kazınmasına çalışılmasından kaynaklanıyor. 28 yıl sonra Kırcaali ili Belediye Başkanlarının tek ağızdan sorunları gündeme getirmesi yeni bir başlangıca vesile olacağına inanıyoruz. Hayırlı olsun.


Makale ve Analizler - 2018

197

Dur Deme Zamanı Geldi

Mehmet Çakır-16.Mart.2018

Konu: Batı Balkanlar elden gidiyor yaygarası. Avrupa Konseyi (AK) Sofya dönem toplantısı 3 aydan beri sakız çiğniyordu. Son günlerde çiklet patladı. Patlayınca da kokusu buruna geldi. Bulgaristan başkentinin Milli Kültür Evi (NDK) toplantılarında taşı kaldıranlar artık altında gizledikleri kurdu herkese gösterdiler. Ne ki, kurtcağız henüz kabuğundan kurtulamamış, göz açamamış ve gideceği yönünü de bilmiyor. “Kurt” adı verdiğimiz olayın adı “Batı Balkanları Avrupa Birliği’ne” üye almak. Evet, siz şimdi itiraz ederek, yahu bu ülkelerin yarısının “bayrağı”, “öteki yarısının Anayasası”, diğerlerinin de “memuruna maaş ödeyecek parası” yok, AB onların turşusunu mu kuracak diyebilirsiniz. Doğrusunu isterseniz ben de öyle düşünüyordum. Hele şu Yunanistan’ın Makedonya’ya, “adını değiştir”, “bayrağını değiştir”, “uçak alanının ve Üsküp ana yolunun adını değiştir” vs dediğini işittikçe ve ülke nüfusunun % 25’inin Arnavut azınlığı bu ülkede Arnavutlara, meclis kararına rağmen, ikinci resmi dil hakkı tanınmasına Cumhurbaşkanı itirazlarını okudukça, tüylerim ürperiyor. Kosova’yı da alacaklarmış Avrupa Birliği’ne, buradaki sorunlar ise dil, din ve kültür değil de, sınır sorunları. Sırbistan’da kurtulan bu ülkenin topraklanın bir kısmında Sırpların gözü var. “Nuh diyorlar, Peygamber demiyorlar”. AB’ye daha 2025’te üye alınmak istenen Sırbistan’ın, üçlü bir ülke olan, Bosna - Hersek dahilindeki Banya Luka başkentli Sırp Cumhuriyeti’ni de tanıması ve bundan böyle asla toprak talebinde bulunmayacağı koşulu da var ki, henüz cevapsız. Karadağ ve Arnavutlukla ilgili sorunlar da var. Pek tabii ki, bu ince hesaplar arasında Bulgaristan’ın da kendi hesapları var. Makedonya’yı AB içine çekebilmek için Bulgaristan’ın heveslenmesine rağmen gücü yetmiyor. İşbirliği ve Yardımlaşma Anlaşması yeni imzalandı. İşler birden bire o kadar ileri gitti ki, daha önce hiç kimsenin aklından geçmeyen bir şey oldu. 1942 yılında Makedonya ve Ege Trakya’daki Yahudileri “Treplika” ölüm kampına gönderen ben değilim diye bar bar bağıran Bulgaristan yönetimi, birdenbire yön değiştirdi ve Başbakan Boyko Borisov Üsküp’e gitti, Yahudi katliamı Anıtına çelenk koydu ve “Özür Diledi”. Bu soykırım için özür dilemek, “biz bu işi yaptık” anlamına gelir ki, bu işin bir de bedeli vardır. Yahudiler kaç para talep edecekler ve bu parayı biz mi ödeyeceğiz sorusu birden bire baş kaldırdı. Sanki taş altındaki “kurdun” gözü açıldı. Bilindiği üzere, o zaman Makedonya’da ya-


198

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

şayan Çingeneler de Bulgar vagonlarına doldurulmuş, Tuna limanı Lom’a gönderilmiş ve orada da nehir gemilerine aktarılarak, Viyana’ya, dolayısıyla yakılmak üzere “Treplika” kampına sevk edilmişlerdi. Batı Balkan devletlerinden Bulgarların etnik ve kültürel azınlık hakları elde edildi, Bulgaristan’daki etnik, din ve kültürel hakların tanınması için daha ne kadar bekleyelim? Bu soykırımla ilgili rakamlar şöyledir. 1943 yılının Mart ayında, o zaman Sofya hükümeti tarafından idare edilen Makedon topraklarından 7 144 Yahudi, Ege Trakya’sından 4 058 Yahudi ve bugün Sırbistan’da bulunan Pirot bölgesinde 185 Yahudi “Treplika” ölüm kampına gönderildi. Bu katliam Bulgar Krallığı ile Nazı Almanya’sı arasında imzalanan gizli bir anlaşmaya göre halkın gözünden ve kulağından uzakta gerçekleştirildi. Bu anlaşmaları o yılların Bulgar Başbakanı Bogdan Filov imzalamıştı. Bu aşamalı bir antlaşmaydı. Makedonya ve Trakya Yahudilerinden sonra Sıra Bulgaristan’da yaşayan Yahudilere geldi. Sofya’da yaşayan 16 bin Yahudi şehirden çıkarıldı ve onlar da Lom şehrine ve Pleven kentine yakında bulunan Samovit yerleşim merkezine götürülüp, önceden hazırlanan kamplara kapandılar. Toplam 48 bin kişi evinden çıkarıldı ve kamplarda çalıştırıldı. Bu vatandaşların hemen hemen hepsi 1944 yılından sonra Bulgaristan’ı terk ettiler ve bir daha dönmediler. Ana konu, yolları birbirine bağlamak değil gönülleri birbirine örmektir. Şimdi Başbakan Borisov, ancak Makedonya’dan toplanan ve ölüm kamplarına gönderilen 7 bin 144 Yahudi için özür dilemiş oldu. Diğerleri ile ilgili sorunlar açıktır. Borisov hükümeti Batı Balkanlar siyasetiyle birkaç birkaç siyasi ve insan hakları sorununu çözdü. Arnavutlukta 3 köyde yaşayan 30 - 40 bin Bulgar vatandaşa “ulusal etnik hakları” tanındı. Makedonya’da yapılacak yeni nüfus sayımında “Bulgar” vatandaş işaretlenecek ve kesin sayıları çıkarılacak, Sırbistan ile Bulgaristan devlet sınırı boyunca Sırp tarafında köy ve kasabalarda yaşayan Bulgarlar için de “kültürel otonomi”, Bulgar okulları, radyo, TV yayınları, gazete ve dergiler, kitap basını, Bulgaristan’dan sağlık hizmetleri vb sorunlara çözüm istendi cevap yok. Kosova’da yaşayan Bulgar vatandaşlara da kültürel hakları tanındı. Bulgarların etnik azınlık hakları meşru ve yasal hak da bizim - Bulgaristan Türk, Pomak ve Romenlerinin azınlık hakları samanlıkta yıllanmış küflü saman mı? Son 3 aydan beri Batı Balkanlara yapılan resmi ve gayri resmi ziyaretlerden sonra 4, 6, 8 ve 10 no’lu otoyollar, Karadeniz Adriyatik Denizi otoyol ve


Makale ve Analizler - 2018

199

demiryolu bağları ile bu toprakları AB bünyesine bağlama planları tasarı halinde ortaya kondu. Batı Balkanlardaki 7 ülkenin AB üyeliğine kazanılması için, AB halen geçerli üyelik istemlerini bozmayı, değiştirmeyi bile düşünüyor, yol açarken, kolaylıklar sunuluyor. AB “üst aklında” dönüp dolaşan nedir? Bu sorunun en kısa cevabı şudur: AB Batı Balkan devletlerini kanadının altına hemen alıp kıskıvrak bağlamak isterken, aslında Türkiye Cumhuriyeti’nden korkuyor. Biz onları esir etmezsek onları yüzü gözü Türkiye’de korkusu almış yürümüş. “Den” gazetesi başlıklarında “Biz Batı Balkanlara Avrupa derinliği gösteremezsek hepsi Erdoğan’ın kucağına düşecek” okuyoruz. Bu gelişmeler Sayın Erdoğan’ın Sakarya meydan konuşmasından sonra hız aldı. Bulgaristan Sosyalist Partisi Sofya örgütü Başkanı Kaloyan Pargov şöyle konuştu: “Erdoğan’ın konuşmasında Balkan devletlerinden daha fazlasının adı geçti. O bu Balkan devletlerinde, Türkiye’ye gönül bağıyla bağlı olan, Türk ve Müslüman azınlık olduğuna inanıyor. Bu demeç sıkıntı yarattı. 21. yy.’da yaşıyoruz. Bir yıl geriye döndüğümüzde, Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) seçim mitinglerinde Batı Balkanların Avrupa önceliği olması gerektiğini biz vurguladık. Batı Balkanlar kavramı, Berlin Kongresinde ve Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” kitabıyla da yerleşti. Burada ortaya çıkan, Türk gönül bağlarının Türkiye Cumhuriyetinin coğrafya sınırları dışına çıktığını görüyoruz. Bu gidişle Kırcaali’ye Kırcaali sancağı demeye başlayacaklar. Biz şimdi 26 Mart’ta toplanacak olan AB - Erdoğan Varna görüşmesini bekliyoruz. Bu görüşmede sorunların kapanması umudu var. Türkiye Cumhuriyeti 50 yıldan beri AB görüşmeleri yürütüyor, uzun bir süreç yaşandı, kapı açık mı kalacak, yoksa kapanacak mı Varna’da bekli olacak. Bu konularda biz sosyalistler Erdoğan’ın bu gibi konuşmalarına karşıyız. Bu hatırlatmalara son verilmesini istiyoruz. Çünkü 2000 yılından sonra AB Sovyetlerin egemenliği altında bulunan Doğu Avrupa’ya artık yerleşebildi. Bulgaristan Romanya, Polonya, Baltık Cumhuriyetleri AB’ye katıldılar, AB genişleme sürecini tamamlamak için Batı Balkanları da bu sürece dahil etmemiz gerek. Batı Balkanlar planında, Arnavutluğun devlet sınırları dışında Kovova, Makedonya ve Bosna’da yaşayan Arnavutları da içine alarak Büyük Arnavutluk olanlarının yolunu kesmek de var. Bu genişleme sürecinin başını çeken 2 devlet Karadağ ile Sırbistan’dır. Nisan ayında bu 2 devletin durumu değerlen-


200

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

dirilecek. Onlara üyelik tarihi olarak 2025 gösterildi, ama sorunlar yaşanıyor. Almanya, Fransa,İsveç, Hollanda ve İtalya, bu 5 AB üyesi Batı Balkanlarda AB genişleme planlarına karşı çıkıyor. “Bu gelişmede şöyle bir özellik de var. Balkanlar’da - Bulgaristan ve Sırbistan dışında tüm devletlerde sol partiler iktidardadır. Yunanistan, Makedonya, Arnavutluk, Karadağ ve Romanya’da sal güçler iktidardadır. Bosna Hersek’te, 1996 Deytın anlaşmasından sonra 3 Partili federatif bir yönetim var, Kosova henüz tanınmış bir devlet değildir, Sırplarla sorunları var, çok genç ve ciddi iç sorunları olan bir devlettir. Şunu da belirtmek isterim, İspanya bile, Katalunya örneğindeki sorunlardan ötürü, Kosova’yı tanımadı. Bundan dolayı, AB - hepiniz birden AB’ye üyelik yola çıkıyorsunuz, ilkesini uygulamak istiyor. İkinci olarak da ekonomik ilke geçerlidir. Bu konu Haziran ayında Londra görüşmesinde ele alınacak ve yatırım sorunları değerlendirilecektir. Önemli olan başka bir konu da Balkan devletleri arasındaki tezatları yatıştırma ve uzlaşma seçeneği aramaktır. Bunu yapamazsak Tayyip Erdoğan seçeneği üstün gelecek ve AB Balkanları kaybetmiş olacaktır.” Öte Yandan 15 Mart 2018 günü, Başbakan Boyko Borisov, resmi ziyarette bulunan Avusturya Başbakanı Sebastiyan Kurts ile birlikte bir basın toplantısı düzenledi ve “Dünya Savaşa gidiyor” dedi. Şu sözler ona aittir: “Adını kendiniz seçebilirsiniz, biz asırlarca yabancı hükümdarlığında, esaretinde, köleliğindeydik. Bir iki değil, 5 asır sürdü. Ne yazık ki, kötü bir kâhinim. Bir kaç aydan beri ilişkiler kötüleşecek ve en sonunda en kötü olan kapıya dayanacak.” “Dünya ipini koparmış ve bir savaşa gidiyor. Politikacılar, devlet isimlerini söyleyerek füzeleri sayıyor, savaşı konuşuyor, insanların korkuları çığ gibi büyüyor. Sınırlarımızın yakınında Türkiye savaşıyor. Ben bu sorunların diplomatik yollardan çözülmesi için çağrıda bulunuyorum.” *** Yukarıdakileri yazmamın nedeni şudur: Herkes AB’nin hiç gecikmeden derin reformlar yapmak zorunda olduğunu görebiliyor. İnsanlar açlıkla boğuşuyor. Sorun, reform yapmaktan fazla, AB yönetiminin Sofya toplantısında da, sorunlara çözüm olacak bir reform gösterememesinde gizlidir. AB yönetiminin kafasında mali kapitalizm örümce ağı örmüş ve düşünmelerini sekteye uğratmıştır. Onun için Batı Balkanlar, Türkiye sınırına kamara monte etme gibi 100. derece sorunlarla uğraşıyorlar. Başkan Martin Şultz’un, AB’yi reform yapıp Birleşik Amerika örneği bir Avrupa Birleşik Dev-


Makale ve Analizler - 2018

201

letleri modeli geliştirme önerisi saçmalıktır. Bu öneri zaten dağılmak üzere olan AB içinde asla uyum sağlayamaz. 30 yıldan beri AB bir Anayasa geliştirip kabul edemedi. Gerekli olan halkları ve devletleri oyalamak ya da aldatmak değil, yeni yönetim biçimleri geliştirmekte gizlidir. Anlaşılmayan, toplumun bir şirket olmadığı ve Müdürler Şurası tarafından yönetilemeyeceği gerçeğidir. Anlaşma imzalamak ve kazançları hesaplamak sorunları kendiliğinden çözmez. Sorunları çözen ahlak, yaşam biçimi, namus, kültür, eğitim düzeyi ve değer yargılarıdır. Bunların tanınmaması, hiçe sayılması, tekmelenmesi ya da yasaklanması tüm sorunların çözümüne anahtar vuran güçtür. AB “aşariden - yukarıya” yöntemi, halkı görmeyi istemiyor. 3 ay geçti, Bulgaristan Çingene gettolarına uğrayan bir yönetici yok. Türk köylerine giden yok. Rodoplar’da bütün yollar tıkanmış, su şebekeleri patlamış, soran yok. Hiçbir Brüksel kodamanı yolda bir emekliyi durdurup da sen kaç leva emekli alıyorsun diye sormadı. Aldığın paranın kaçını ilaca, kaçını elektrik faturasına veriyorsun diye sormadı. Öte yandan Sofya meclisinde oturanlar her 3 ayda bir maaşlarına 300 - 500 leva zam yapıyor. Milletvekili maaşları 5 bin levayı aşmış. Mahkemelere cüzdanı görmeden duruşma açmıyor. Avrupa’nın rüşvete boğulan ülkesi biziz. 28 yılda tutuklanan milyoner yok. Alınan kararlar sefalet düzeyimizle, cahillik seviyemizle örtüşmüyor. Yeni yöntemler geliştirmek gerek. Çözümlerin dipten tepeye geliştiğine inanmak lazım! Bölgesel, yerel, ulusal, ulusal üstü ve genel çözüm mekanizmaları yok. AB üyeliğimizin başladığı 2007’den beri kimimizin cebi 3,2 leva görmezken, bazıları 3 milyar 200 milyon “kazançla” dünya zenginler listesinde belirdi. Dur deme zamanı geldi.


202

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Çanakkale Savaşları ve Saptırmalar

Ahmet Çolak-17.Mart 2018

Birinci Dünya Savaşı başladıktan sonra Almanya’nın yanında savaşa giren Osmanlı Devleti, ülkede genel seferberlik ilan etti. Bu seferberlikle toplamış olduğu bütün askerlerini yaşadıkları yerlere yakın cephelere gönderdi. Osmanlı devleti bu cihan savaşında altı cephede birden savaştı. Bu cephelerden biri de Çanakkale cephesidir. Osmanlı devletine benzer şekilde İngilizler, Fransızlar ve İtalyanlar ülkelerinde seferberlik ilan etmiş topladıkları askerleri ile farklı milletlere ait askerleri cephelere göndermişlerdir. Çanakkale Savaşları, Osmanlı devletinin savaşlarıdır. Bu savaşlar başkent İstanbul, düşmanın eline geçmesin diye yapılmıştır. Yaklaşık 250 bin askerimiz bu savaşlarda şehit olmuştur. Ama düşman orduları Çanakkale’yi geçememişlerdir. Ne hazindir ki, Türk ordusunun geçit vermediği düşmanlar 3 yıl sonra elini kolunu sallayarak İstanbul’a gelmişlerdir. Bu gelişte Osmanlı devletinin iyi yönetemeyenlerin vebali vardır. *** Son yıllarda Çanakkale’de Türk’ün destanlaşan mücadelesi bazı gerçekleri örtmek için kullanılmaktadır. Çanakkale savaşları farklıdır, Kurtuluş savaşları farklıdır. Çanakkale’deki savaşlarda Osmanlı ordusu içerisinde Osmanlı vatandaşı olan her milletten insan olmasına rağmen çok büyük çoğunluğunu Türkler oluşturuyordu. Mondros Mütarekesi’nden sonra Osmanlı ordusunda savaşan bazı milletler savaş bitiminde Osmanlıdan ayrılmış kendi milliyetlerinin yanında yer almışlardır. 1920 - 1922 yılları arasında Kurtuluş Savaşı’nda ise savaşı yürütenler Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran insanlardı. Kurtuluş savaşlarında savaşanlar Türkler ve kendisini Türk hissedenlerdir. Kaldı ki benzer durum Çanakkale’de İngiliz ve Fransız ordularında da mevcuttu. İngiliz ordusu içerisinde Anzaklar ve Hindistan Müslümanları bulunuyordu. Fransız ordusunda değişik milletlerden askerler vardı. Çanakkale’de düşman saflarında Osmanlı Devleti’ne karşı savaşanlar, savaş sonrası buna dayanarak adına savaştıkları İngiltere’den ve Fransa’dan egemenliklerine ortak olma iddiasında bulunmamışlardır.


Makale ve Analizler - 2018

203

O nedenle; günümüzde Türkiye’nin bütünlüğünü hedef alan Siyasal Kürtçü ve de bölücülerin söylediği, “Çanakkale’de sizinle birlikte savaştık” teorisi - iddiası gerçeği yansıtmamaktadır. Çanakkale üzerinden, bir takım etnik hesaplarla Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliğine ortak olma talebi asla kabul edilemez. *** Tarihi kaynaklara baktığımızda, Kürdistan ifadesini ilk kez 11. yüzyılda, Selçuklu İmparatorluğu’nda Erbil’in kuzeyinden, İran’ın içine doğru uzanan bir coğrafi bölgeyi ifade etmek için kullanıldığını görürüz. Osmanlı’daki Kürdistan, Lazistan ifadelerinin nereden geldiğini araştırdığımızda çok sinsi bir oyun karşımıza çıkar, şöyle ki; 1785 yılında Britannica atlası ilk baskısını yapar. Kürdistan ve Lazistan, isimleri ilk kez bu atlasta gösterilir. Bu bölümü hazırlayan Williams Faden’dir. Kendisi bir harita uzmanıdır. Aynı zamanda İngiliz istihbaratının bir elemanıdır. Williams Faden’in hazırlamış olduğu bu haritada Lazistan ve Kürdistan bölgeleri ile Diyarbakır bölgesi farklı alanlar olarak gösterilir. Ayrıca Osmanlının Şam vilayeti SYRIA, Filistin bölgesi, “PALESTINE”, Ürdün bölgesi “JORDAN” olarak gösterilir. Aynı yıllarda Fransızlar tarafından hazırlanan Larousse Ansiklopedisi yayınlanır. Bu ansiklopedi de Faden’in haritaları ve terminolojisi kullanılır. Saptırmanın ana kaynağı budur. Ana fitne de budur. Coğrafi bölge olarak Faden tarafından kullanılan bu terminolojiye uygun olarak bu bölgelerde yeni milletler - devletler oluşturma süreci başlatılmıştır. Bilindiği gibi, 1839 Tanzimat Fermanı’ndan sonra çok sayıdaki Osmanlı genci Avrupa’ya yüksek tahsile gönderilmiştir. Avrupa’ya giden bu gençler, Britannica ve Larousse ile tanışmış ve kendi ülkelerindeki bazı bölgelerin yeni isimleri ile karşılaşmışlardır. Bu gençler de daha sonra yurda dönmüştür. 1856 yılında Islahat Fermanı ile birlikte Osmanlı vilayetler reformu yapılmıştır. Bu reformları yapanlar yurt dışına gönderilen bu gençler olmuştur. Gençler Britannica’da gördükleri yeni termilojiye uygun olarak Lazistan ve Kürdistan ifadelerini ilk kez kullanmışlardır. Buradan kasıt bir coğrafi bölgeyi ifade etmektir, yeni bir millet devlet yaratmak değildir. Yıllar içerisinde yabancı istihbaratların da etkisiyle bu coğrafi bölgelere uygun halklar oluşturulmaya çalışılmıştır. Şöyle ki; Samsun’dan sonrası Batum’a kadar Lazistan sancağı denilmiştir. Samsunlular “Biz Laz değiliz” demişler. Sonra sırasıyla Ordu, Giresun, Trabzonlular ve Rizeliler de Lazlığı kabul etmemiş Lazlık; Pazar, Ardeşen, Fındıklı ve Hopa’da yaşayan Mohti - Komohtilere kalmıştır.


204

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Önce Zazalara; Kürt sizsiniz denmiş, Zazalar Kürtlüğü kabul etmemiş, sonra Kırmançi, Gorani ve Sorani’lere Kürt sizsiniz denmiş, Kürtlük kala kala Kırmançi’lerin üzerinde kalmıştır. Buradan da görüldüğü üzere İngiliz istihbaratının kontrolündeki Williams Faden’in haritasında ifade edilen Lazistan ve Kürdistan coğrafi bölgeleri aradan geçen yıllar içinde ayrı bir millet ve devletin kurulması talep ve çalışmalarına hizmet eder hale gelmiştir.

Osmanlı’da Çingeneler

BG-SAM-18.Mart.2018

Çingeneler roman ve şiirlere konu edilmelerine ve sosyolojik açıdan incelenmelerine rağmen tarihî açıdan pek fazla araştırılmamıştır. Osmanlı Devleti’nde Çingeneler başka devletlerde görmediğimiz bir statüye tabi tutulmuşlardır. Osmanlı Devleti, Çingeneler adına bir sancak düzenlemiş ve bu sancak içinde bazı Çingeneleri askeri hizmete almıştır. Osmanlı Devleti kuruluşundan itibaren giderek büyümesiyle daimi ordunun ihtiyaçlarını karşılayacak hizmet kıtalarına ihtiyaç duydu. Osmanlı askeri teşkilatında sefer zamanlarında düşman ile birebir savaşmanın dışında askerlerin savaş yerine ulaşımı, savaş araç ve gereçlerinin yapımı için maden çıkarılması, bunların işlenmesi, nakliyesi, ordunun savaş yerine ulaşımında çıkan sorunların üstesinden gelinmesi gibi birçok sorunun çözülmesi gerekiyordu. Bu sorunların çözülmesi bir yandan ordunun manevra hızını artıracak diğer yandan da ordunun askeri düzeni ve disiplinini sağlamaya hizmet edecekti. Ayrıca asker de psikolojik olarak güçlü olacaktı. Asker için angarya olacak bu hizmetlerin yerine getirilmesi amacıyla devlet “Geri Hizmet Kurumu” olarak adlandırılan bir yapılanmaya gitti. Geri hizmet kurumu, ordunun top ve cephanelerini taşımak, ordunun geçe-


Makale ve Analizler - 2018

205

ceği yolları temizlemek, zahire nakletmek, kale tamiri, tersane hizmeti, köprü inşaatı, maden hizmeti gibi vazifelerle donatılmış hizmet sahiplerinden oluşturulan bir teşkilat idi. Geri Hizmet Kurumları çeşitli olup bu kurumlara dâhil edilenler toplumsal yapı içerisinde askerî sayılırlardı. Geri Hizmet’e tabii Çingeneler, Liva-i Müselleman-i Çingâne adı ile askeri bir yapılanma içinde kaydedildiler. Rumeli’de Çingene Sancağı Osmanlı Devleti’nde Çingene Sancağı Rumeli Beylerbeyliği’nde kuruldu. Anadolu’da böyle bir yapılanma yoktu. Bunun nedeni Çingenelerin nüfus olarak Rumeli’de daha yoğun olmalarıydı. Rumeli Beylerbeyliği’nde Çingene Sancağı, bir bölgenin fethinden sonra oluşturulmuş sancak değildi. Çingene Sancağı, Rumeli Eyalet Teşkilatı kurulurken bu teşkilatın bir parçası olarak ortaya çıktı. Bu sancak, sosyal ve coğrafi yapıda zorlayıcı bir değişikliğe gidilmeden idari bir değişiklik yapılarak kuruldu. Çingene Sancağı, Rumeli’nin sadece bir bölgesini veya bir bölümünü kapsamamakta İstanbul dâhil olmak üzere Rumeli’deki tüm Çingeneleri içermekteydi. Çingene Sancağı’nın kesin kuruluş tarihi hakkında bir veri bulunmamaktadır. Çingene Sancağı’nın varlığını gösteren ilk kayıt II. Bayezid (1481 - 1512) dönemine aittir. Bu kayıt, Çingenelerden toplanacak cizye hakkında bir kanunnamedir ve Çingene Sancağı’ndan dolaylı olarak bahsetmektedir. Kanunname’de (903 - 1497), “Çingene Sancağı” ifadesi, kaçan Çingenelerin bulunması ve haraç toplayan görevliye yardım edilmesi konusunda Çingene Sancak Beyi’nin görevlendirilmesi ile gündeme gelmektedir. Bizim ulaşabildiğimiz kayıtlara göre ilk kez “Çingene Sancağı” ifadesi burada kullanılmıştır. Var olan etnik değerler üzerine kurulan Çingene Sancağı’nın merkezi Kırkkilise (Kırklareli)’dir. Çingene Sancağı’nı Çingene Sancak beyi yönetir fakat Çingene Sancak Beyi, Çingene değildir. Çingene Sancak Beyi, geri hizmete dâhil olan ve olmayan Çingenelerin vergilerinin toplanmasından sorumludur. Rumeli Eyaletinde 1520 - 1535 yılları arasında Barkan’ın vermiş olduğu bilgiye göre bir milyon 31 bin 799 hane vardır. Bu hanelerin 194 bin 958’i Müslüman, 832 bin 707’si Hıristiyan ve 4 bin 134’ü Yahudi’dir. 14 bin 997 hane olan Rumeli’de Çingenelerin 4 bin 203 hanesi Müslüman, 10 bin 294 hanesi de Gayri Müslim’dir11. Buna göre Çingenelerin üçte biri Müslüman’dır. Rumeli Çingenelerinin Rumeli’de yaşayanlara göre oranı %1’dir. 11- SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi Aralık 2009, Sayı:20, ss.33-46.


206

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Çingene Müsellem Sancağı Çingene Müsellem Sancağı, askeri olarak nitelendirilen Çingeneleri kapsamaktadır. Çingene Sancağı gibi Çingene Müsellem Sancağı’nın da kesin olarak kuruluş tarihi belli değildir. Fatih döneminde Çingenelere bazı ayrıcalıkların tanındığı bilinmektedir. Fatih dönemine ait “Rumeli Etraki’nün Koyun Âdeti Hükmi ve Çingene Kanunu” isimli kanunnamede, “koyun âdeti” yani “resmi ağnam” ile ilgili maddelerin yanı sıra hizmete alınan Çingenelerin haraçlarını ödemeyeceğine dair maddeler de bulunmaktadır. Bu durumda, Fatih döneminde de Çingeneler devlet hizmetine alınmışlardır. Çingenelerin geri hizmette görevlendirilmesindeki temel düşünce; onların maden işlemedeki ve el sanatlarındaki yeteneklerinin devlet için daha verimli duruma getirmekti. Görev ve sorumluluk alan Çingenelerin sorun olmaları da engellenebilirdi. Böylece, Çingenelerin başıboş ve işsizlikleri ile ortaya çıkan toplum içinde yabancı ya da öteki konumunda kalmalarının önüne geçilebilirdi. Göreve alınan Çingeneler, toprak ve sorumluluk alarak devletin askeri sınıfına dâhil olacaklardı. Çingenelere toprak vererek geri hizmet kurumuna alma yolu ile aynı zamanda göçebe Çingenelerin yerleşik hayata geçirilmesi de hedeflenmiş olsa gerekir. Osmanlı Devleti, idari açısından kontrol altına almakta zorlandığı Çingeneleri toprağa kaydederek yerleşik olmaya özendirmiş ve devlet adına görevlendirme yaparak, devletin bir parçası haline getirmeye çalışmıştır. Çingene Müsellemlerinin teşkilatlanmasında esas olan ocak sistemidir. Ocak ifadesi ev “domus” anlamına geldiği gibi eskiden beri askeri birlikler için de kullanılan bir terimdir; Yeniçeri ocağı, Sipahi ocağı gibi. Aynı kelime Yaya, Müsellem, Yürük, Tatar ve Çingene Teşkilatı için de kullanılmıştır. Ocak ifadesi haneye karşılık olarak kullanılmıştır. Arıkan bir Yaya Ocağı’nın tanımını, maaşlarına karşılık bir çiftlik tasarruf eden, avarız-ı divaniye karşılık bir hizmetle yükümlü tutulan, görevleri ve vergi bağışıklıkları nedeniyle asker sayılan, bir yaya ve yamaktan meydana gelen ünite olarak açıklamış ve bu tanımın müsellemler için de geçerli olduğunu belirtmiştir Çingene müsellem ocağı da aynı yapılanmaya sahiptir. Ocağın temelini sefer veya hizmetlerde fiilen görev alan eşkincilerle; göreve giden eşkincilerin her türlü ihtiyacını karşılayan yamaklar oluşturmaktaydı. Çingene Müsellem Teşkilatında Görevliler Çingene Teşkilatı’nın temelini müsellemler ve yamaklar oluşturur. Çingene müsellem ve yamakları Çingene Sancakbeyi’ne bağlıdır. Çingene müsellemleri seraskerlerinin önderliğinde göreve gitmişlerdi. Nöbetli müsellemlerin yoklamaya gelmelerini ve göreve katılıp görevlerini hakkı ile yapmalarını serasker sağlamıştır.


Makale ve Analizler - 2018

207

Çingene müsellemleri ocağında bulunan müsellem sayısı Yürük Teşkilatı’nda olduğu gibi sabit değildir. Yürük Teşkilatı’nda eşkinciler 5 kişi olarak kayıtlı bulunmaktadırlar. Her ocak 5’i eşkinci, 25’i yamak olmak üzere toplam 30 neferden oluşturulmuştur. Çingene Teşkilatı’nda ise bir ocakta en az üç, en çok altı müsellem görevlendirilmiştir. Ama çoğunlukla müsellem sayısı dörttür. Ocaklardaki yamak sayısı da 9 ile 15 arasında değişmektedir. Müsellemler ve Görevleri Müsellem, geri hizmet kurumu içinde göreve gitmekle yükümlü olan kişiydi. Devlet, müsellemlik görevi için maaş vermeden, müsellemlere birer çiftlik miktarı yer tahsis edilmesini ve çiftlik gelirinin göreve giden müselleme verilmesini kanunname ile garanti altına aldı. Müsellemler hazineden ücret almazdı. Onların ihtiyaçları ocak içinde temin edilirdi. Sefere çıkmanın gerektirdiği masraflar ocak tarafından sağlanırdı. Müsellemlerin maddi destekçileri yamaklardı. Müsellemler, seferlerde yamaklarından harçlık alırlardı. Hizmete alınan nöbetli müsellem o senenin ağnam vergisini vermezdi. Çingene müsellemleri, Çingene Sancağı Beyi aracılığı ile göreve çağrılmaktaydı. Gerektiği zaman göreve çağrılan Çingene müsellemleri yapılacak işin büyüklüğüne göre Vize müsellemleri, Kızılca müsellemler veya Yörük müsellemleri ile birlikte veya bağımsız olarak hizmet vermişlerdir. Çingene müsellemlerinin nöbetlileri, başlarında seraskerleriyle birlikte gider, altı ay süren hizmetlerini görürlerdi. Gerek duyulduğu zaman ikinci nöbetlileri de göreve çağrılırdı. Altı aylık görevlerini tamamlayan görevlilere hizmetlerini yaptıklarına dair icazet verilirdi. Çingene müsellemleri gerektiği zaman kendi malzemeleri, kıyafetleri, silahları ve hatta yiyecekleri ile göreve giderdi. Çingene müsellemleri kendilerine verilen görevleri yerine getirmek zorunda idiler. Görevlendirmede, nöbet sırası kime gelmiş ise görev çıktığı zaman o müsellemlerin veya müsellemlerin görev yerinde olmaları gerekmekteydi. Yapılan yoklamalarda hazır bulunma mecburiyeti vardı. Yoklamalara katılmamak görevi ihmal kabul edildiğinden, suç sayılıyordu. Göreve gitmekte isteksizlik, zamanında göreve gitmeme, toplantı yerine gittiği halde savaş yerine gitmeden geri dönme, görev sırasında görevini bırakıp gitme, nöbeti geldiği halde görevine gitmeme durumu Çingene müsellemleri için suç teşkil ediyordu. Devlet bu durumlarda önce uyarıda bulunuyor, uyarılar dikkate alınmadığı zaman ise cezaî uygulamaya başvuruyordu. Özellikle teşkilatın bozulma aşamasında Çingene müsellemleri görevlerini ihmal etmeye başladılar. Kendilerine verilen görevi yerine getirmeyen Çingene müsellemleri genellikle para cezası ve kürek cezası ile cezalandırılırmışlar, bunun dışında yıllık mahsullerine el koyma ve en son olarak da ölüm cezasına gibi ağır cezalara çarptırılmışlardır. Görevli Çingenelerin cezalandırıl-


208

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ması seraskerler, sancak beyi ve kadının takibi ile gerçekleştirilirdi. Küreğe konulma cezasının tespiti ise Divan-ı Hümayun’da padişah adına genellikle kadıaskerler yapmaktaydı. Çingenelerin teşkilat içindeki görevlerini ihmal etmeleri veya yerinegetirmemeleri Çingenelerin askeri nitelikte suçlarını oluşturuyordu. Bunun dışında hırsızlık, kavga, cinayet gibi suçlar da adi suçlar sınıfına giriyordu. Bu durumda suçlu, kadının uygun gördüğü para cezası veya vücuda uygulanacak bir ceza alabiliyordu. Verilen para cezalarının geliri, yarısı sancak beyine yarısı ise seraskere ayrılıyordu. Çingene çeribaşı tımarında yakalanan kulun ve cariyenin müjdesi serbest tımar olması nedeniyle tamamı seraskere ait idi. Uzuv kesme veya ölüm cezaları sancakbeyi tarafından uygulanıyordu. Kaldırılışı XVI. yüzyılın sonlarından itibaren Çingene Teşkilatı, örgüt içindeki disiplin ve güvenilirliğini kaybetti. Bu yıllarda geri hizmet kurumlarının hemen hemen hepsi bozulmaya ve dağılmaya başladı. Bu gelişen süreç sadece Çingene Teşkilatı’na özgü bir durum değildi. Devletin içinde bulunduğu ekonomik, sosyal ve kültürel durum geri hizmet kurumlarının ortak kaderini belirledi. XVII. Yüzyılın başından itibaren ulufeli ve ateşli silah kullanabilecek asker sayısının arttırılması ile tımarlı sipahiler yavaş yavaş geri hizmete alınmaya başlandı. Geri hizmet kurumlarının dağılması, Osmanlı Devleti’nde bir değişimin sonucudur. Tımarlı sipahinin geri hizmete çekilmesi diğer geri hizmet kurumlarında olduğu gibi Çingene teşkilatı için de önemli bir darbeydi. XVII. Yüzyılın başında Yaya ve Müsellemler gibi Çingene müsellemleri de kaldırıldı. Çingene müsellemlerinin topraklarının bir kısmı tımar ve zeamet toprağına dönüştürüldü,56 bir kısmı da mukataaya bağlandı. Müsellem: Orhan Gazi zamanında vergiden muaf tutularak askerlik hizmetine alınanlardır. Sipahiler gibi savaş çıktığı zaman sefere gider ve otuz neferi bir ocak kabul edilirdi. Bunlar da Yaya’lar gibi bir çiftlik miktarı yer almışlardır. Yaya: Osmanlı Devleti’nin kuruluşu sıralarında Türklerden oluşturulan bir sınıf olan ulufeli piyade askerlerine verilen addır. Yeniçeri Ocağı kurulduktan sonra Yaya sınıfı kaldırılmadı, kanun üzere savaşta verilen yevmiyeye karşılık olmak üzere toprak verildi. Savaştan dönüşlerinde ziraat ile meşgul oldular. O yerde bulunan zahirenin, bağın, değirmenin öşrü Yaya’ya verildi. Ayrıca Yaya, koyun resmi de vermezdi. Bunlarda ocak teşkilatı mevcuttu. Her ocak altı yedi kişiden oluşuyordu ve bunlar birbirlerine yamak kaydolmuşlardı. Yüzüklerin Efendisi romanında yer alan en önemli karakterlerin hangi mitolojilerden alındığını karşılaştırmalı ve detaylı olarak anlatan inceleme - araş-


Makale ve Analizler - 2018

209

tırma çalışması yayımlandı. Bugüne kadar sayısız araştırma yapıldı. Kitaplar, makaleler yazıldı. Ancak tam anlamıyla deşifre edilemedi. Bu konuda rehber bir kitap olacak. Kısacası, Tolkien’in romanı yazarken yaptığı kokteyli nasıl hazırladığını göreceksiniz. Bunun yanında Türk kültürünün diğer kültürlerle olan derin bağlarını da.

Bulgaristan’da Osmanlı Dönemi Vakıf Eserleri Envanteri Yayınlandı

Celal Öcal-18.Mart.2018

Balkanlarda Türk hakimiyeti sona erdikten sonra, geride kalan vakıf eserlerinin durumu hakkında belirsizlik hakim oldu. Adı söylense de ,Vakıf eserlerimizin durumu hakkında bir şey sorulamıyor, sorulsada bilgi alınamıyor, Bulgar yönetimleri de inkar ediyordu. Bilmiyor olmanın rahatlığı içinde uzun yıllar geçti. Bir gün kütüphanede rastladığımız bir kitap görüşümüzü değiştirdi. Bulgaristan’da vakıf eserlerimizle ilgili ne yapmalı,hangi yolu izlemeliyiz? Sorusunun cevabını arattı? Bilindiği gibi vakıflar hem dualı,hem de beddualı eserlerdir.Sahip çıkılmayı gerektirir. “Ben bu eseri yaşatmak için hayatımı verdim,tüm servetimi bu yola bağışladım.Benden sonra gelenler bu eseri yaşatmakla görevlidirler.Bu yolda çaba gösterenlerden Allah razı olsun” diyerek vakfeden dua etmiştir. Bu vakıf duasıdır. “eğer ki vakfettiğim bu esere kim sahip çıkmaz ,onu kendi çıkarı için kullanır ve gasp edip, yok etmeye çalışırsa Allahın bütün gazabı onun üzerine olsun diye” Vakfın bedduası vardır. Diyanet İşleri Başkanlığı 2012 yılından beri sürdürdüğü “Balkanlar’da Osmanlı Vakıf Eserleri Envanteri” projesini 2016 yılında tamamladı. Prof. Dr. M. Zeki İbrahimgil, Prof. Dr. Hamza Keleş’in hazırladığı


210

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bulgaristan’da Osmanlı Dönemi Vakıf Eserleri Envanteri eserini yayınlandı. Ortaya çıkan sonuç korkunçtur.Balkanlarda 5 Asır süren Osmanlı hakimiyeti bölgeye 16 bin vakıf eseri bırakmıştır. On altı bin vakıf eserinden günümüzde 3 bin 500 - 4 bini ayaktadır. Bulgaristan’da ise 3 bin 339 eserden sadece 518’i ayakta kalmıştır. Bu eserle bu konuda konuşabilecek belge gösterecek bir konuma gelinmiştir. Bu çalışmayı gerçekleştiren bizlere yol açan Diyanet İşleri Başkanlığı’na ve Prof. Dr. M. Zeki İbrahimgil, Prof. Dr. Hamza Keleş’e çok teşekkür ediyoruz. Şimdi soru şudur “Türkiye’de Bulgaristan’da Türkler ,518 vakıf eserine sahip çıkacak mıdır? Bizce çıkmalıdır. Çıkılmalıdır. Vakıf Duası, vakıf eserlerine her Türk’ün sahip çıkması gerektiğini söylerken,sahip çıkmayanlara da beddua etmektedir. 518 vakıf malının takipcisi olmak her Türk’ün görevidir. Vakıf duasında ve vakıf bedduasında belirtilen hususlar çerçevesinde bir yol haritası belirlenmelidir. Bulgaristan Türklerinin bütün STK’ları bu konuyla ilgilenmek zorundadır. Strateji-Gönülde bir ateş yakmak. Bilmek - Bulmak - Sahip çıkmak, vakıf eserlerini asli fonksiyonuna döndürmek olmalıdır.” Bu eserde Bulgaristan’nın 32 bölgesindeki vakıf eserleri hakkında bilgi ve belge bulunmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti hükümeti yabancı vakıflarını,yabancı vakıf mallarını iade etmiş, Bulgar, Yunan, Ermeni vakıflarını Türkiye’de çok büyük servet sahibi yapmıştır. Bulgar Demir Kilisesi’nin restore edilmesinde çok büyük paraIar harcamıştır. Bunlar yapılırken mütekabiliyet ölçüsü düşünülmemiş “Türkiye Cumhuriyeti” eliyle bonkörlük yapılmıştır. Bu gerçek ortaya çıkmış iken Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, Sayın Cumhurbaşkanımız, Bulgaristan Türkleri ve Dernekleri 518 eserimizi kurtarma yönünü kendisine görev edinecek midir? Bizce etmelidir. İlgili eserde... Bulgaristanda Vakıf Mallarının iadesi için hukuki sürecin başlatıldığı bilgisi de verilmektedir. BULTÜRK, Bulgaristan Türkleri DernekIeri Federasyonu bir heyetle “Vakıf mallarının iadesi yönünde hukuki sürecin ne konumda olduğunu ilgililerden sormalıdır.” Bulgaristan’ı bağlayan Uluslararası hükümler, Devlet Osmanlı Arşivleri, Bulgaristan Eski Eserler Birimi kaynaklarına dayanarak hak talebinde bulunulmalıdır.


Makale ve Analizler - 2018

211

Verirlerse ne ala vermezlerse teşhir edeceğiz. İşte sizlere ömür adayacak,vasiyet bırakacak,yeni bir hedef.

Volga Bulgarları ve Tuna Bulgarları’nın Tarihi

BG-SAM-18.Mart.2018

Kubrat Kağan’ın kurduğu Büyük Bulgar Hanlığı‘nın yıkılmasından sonra, ikinci oğlu Kotrag Kuzey’ye ilerleyerek İdil (Volga) Nehri vadisinde 660 yılında hanlık kurarak İdil Bulgarlarını oluşturmuştur. Tataristan’da Bulgar Tarih ve Arkeoloji Müzesi’nde bu tarihten kesitler itinayla korunuyor. “Kotrag’ın efsanevi bir önder olduğu düşünülüyor. Bizans kitabelerinde onun adı geçse de, onun gerçek varlığını kanıtlayan somut yazılı kaynakçalar bulunmamıştır” diye anlatıyor Müzenin Müdür Yardımcısı Andrey Fashutdinov. Bulgarların mesken edindiği yer çok elverişli ve iletişimi iyidir. Büyük nehirler, ticaret yolları bu vadilerden geçmektedir. Büyük ekonomik, kültürel ve politik merkezler oluşuyor, Doğu ile Batı arasında bir nevi kapılar açılmış oluyor. 864 yılında Hristiyanlığı kabul eden Tuna Bulgaristan Devleti’nden farklı olarak, Volga Bulgaristan’ında 922 yılında Almuş Kağan döneminde İslam resmi din ilan ediliyor. “Halkın bir kısmı eski Pagan dinini devam ettiriyor, bazıları Hristiyan oluyor. İslam’ın kabul edilmesinde Müslüman olan Orta Asya ile yoğun ticari ve kültürel bağlar etkili olmuştur. İslamiyeti kendi dini olarak kabul eden ilk Bulgarların tüccar ve gezginlerin olduğu tahmin ediliyor. Ardından diğer kavimler arasında da Müslümanlık yaygınlaştırılır. Bu da Volga Bulgarlarının yazısını da etkilemektedir”.


212

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Andrey Fashutdinov bu ilginç tarihle ilgili daha şunları söyledi: “İslamiyetten önce bu Bulgarlar Runik yazısını kullanırmış. Müzede simgeler halinde olan bu yazıdan örnekler muhafaza ediliyor. 12.-13. Aşıra kadar bu simgeler zanaatçılar tarafından kullanılmış- çanak ve çömlek gibi seramik objelerin dibine yazılmış, soy simgeleri olarak da yazılmış. İslam’ın kabulünden sonra sonra ise Arap alfabesini temel alan yazıya geçilmiş ve bu yazı 1920’lerde Bolşevik sosyalistlerin idareye gelişine kadar kullanılmış”.

Volga Bulgarları 1223 yılında Moğolların istilasına sert ve kararlı müdahale eden tek halktır.


Makale ve Analizler - 2018

213

“Bulgarlar ve Moğollar arasındaki bu çatışmalar Volga nehri kıyılarında Samarskaya Luka bölgesinde yaşanmış. Moğolların istilasını haber alan Bulgarlar, teslimiyet senaryosu çizer ve düşmanı önceden çizilmiş kumpasa getirmiş olurlar. Bu askeri hileyle Bulgarlar Moğollara büyük darbe indirir ve Moğollar çareyi kaçmakta bulur. Birçoğu esir düşer. Çatışmadan sonra Bulgarlar esir adlıkları Moğol askerilerini koyun karşılığında serbest bırakır, bu da Moğol ordusu için büyük rezalet olur. Bu çatışma tarihte Koyun Savaşı olarak geçer”.

Volga Bulgaristan Devleti en parlak dönemini 12. yüzyılda ve 13. yüzyılda 1236 yılına kadar yaşar. Bu topraklar 1236’da Moğolların istilasına uğrar: Volga Bulgarlar çok iyi tüccarmış. Birçok ülkede ticaret yapar, dünyayı gezermiş. Çin’e kadar varmışlar, Sibirya’dan alış veriş yapanlar varmış.


214

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Oradan değerli deri ve hayvan postları getirir, mamut kemikleri toplarmış, sonra onları Bolgar, Avrupa ve Asya pazarlarında satarmış. Akdeniz’den Kuzey Okyanus’a kadar uzanan ticaret yolları varmış. Zanaatçılık da en parlak dönemlerini yaşamış. Orada en erken çağ tunç ocakları bulunuyormuş.

Arkeologlar en erken dönem demir döküm atölyelerinin izlerine orada rastlar. O eski tunç döküm teknolojileri bugünkü Tatarlar tarafından halla kullanılıyor. Camcılık da gelişmiş, güçlü ordu, at, piyade ve ağır silahlı birlikler de askeri gücü teşkil etmiş. Volga Bulgarları çok yüksek eğitim, kültür ve bilim seviyesine ulaşır:

“Volga Bulgaristan Devleti’nde yazı kültürü çok yaygınış. Eğitim yöntemi buna yardım etmiş. Kızlar da, erkek çocukları da küçükten itibaren camilere bağlı medreselerde yazma, okumayı öğrenirmiş. Nüfusun önemli bölümünün okuma,


Makale ve Analizler - 2018

215

yazması varmış. Daha yüksek eğitimli olanlar ise yabancı dil de öğreniyormuş. Bolgar’da eğitimli kişilerin yabancı dil bilmesi gerektiği düşüncesi yaygınmış”.

Meşale Yakmaya Hoş Geldiniz

BG-SAM-18-Mart.2018

Değerli Büyüklerim, Sevgili kardeşlerim Olimpiyat Oyunlarının Meşalesi hep Atina’da yanar, Yani Olimpiyatlar hangi ülkede yapılırsa yapılsın yanan meşale elden ele oraya taşınır. Şu an toplanmış olduğumuz Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği - BULTÜRK dernek merkezi, Bulgaristanlı Türklerin Özgürlük Meşalesinin yandığı yerdir. Tarihte yer alacak ve yeni kuşaklar ilk kaynak olarak derneğimizi ve Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi Başkanı Dr. Erdal Karabaş’ın Başında bulunduğu BG-SAM yayınlarını her zaman arayıp kıvılcım alacaklardır. Sayın Kaymakamım, Sayın Belediye Başkanım, Değerli yetkililer, Kıymetli dost ve konuklarımız, Burası bir subaşıdır, bol bol içmeye hoş geldiniz, sefa getirdiniz. Değerli Arkadaşlar, Bir çoğunuzla birçok forum, sempozyum, çalıştay ve toplantıda birlikte olduk. Fakat sizi hayatımızdan süzülen öz zekâmızı akıtarak kendi ellerimizle yazdığımız, bastırıp adam ettiğimiz 3 kitabı birden tanıtma fırsatını, Allah bugüne kadar bana nasıp etmemişti. Bu şeref de bize ve bizim derneğimizde olduğu için, hepiniz adına yaratana teşekkür etmeyi bir borç biliyorum. “Türk Dünyasında Bir Bulgaristan Türkü 50 Yıllık Mücadele” başlıklı eserimde ben, İlk bölümde: Güney Doğu Rodopların Köseler köyünde başlayan hayat yolumu, çocukluk, okul, askerlik ve iş yıllarımı, Hak ve Özgürlük Hareketinde örgütlenip birleşme çabalarımızı, Osmanlıdan kalan son derece zengin manevi, yüksek mimar ve kültürel mirası yaşatabilme çabalarına katkılarımı anlatmaya çalıştım.


216

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İkinci bölümde: Bulgaristan Müslüman Türklerinin tarihini, soyunu boyunu, Bulgaristan’da Türk Kimliği oluşturma, Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin etkisiyle alfabe, okul ve kültür reformu yaparak aydınlanma, çoğulcu bir toplumda özgün kültürlü etnik azınlık oluşturma mücadelemizle başladım. “Soya Dönüş” çilelerimizi pek kanatmadan, 1989 Mayıs Ayaklanmasıyla bilinçli ve iyi örgütlenmiş bir etnik azınlığın tepeden tırnağa silahlı ve zırhlı bir diktatörlüğü devirme zaferini anlattım. “Büyük Göçü”, devam eden insan hakları kavgamızı, dilimizi, dinimizi, kültür ve edebiyatımızı örneklerle sundum. Edebiyatını yaratmış bir azınlık olarak, tarih içinde dimdik duruşumuzu dile getirdim. Bugün burada dikkatinize sunulacak üç kitap, edebiyat ve sanat yapıtlarından, roman ve uzun ve kısa hikâye - şiir değerlemelerinden faklı olarak, Bulgaristan ile ilgili ilk defa siyasi nitelikli bir kitap çıkmıştır. Böylelikle bir, öz edebiyatımızda büyük bir eksikliği tamamlarken, Bulgaristan’da okurken hafızamıza aşılanmaya çalışılan çarpıtılmış terim, kavram, değer yargısı ve değimlere doğru açılım getiriyor, karanlıkla yoğrulmuş yaklaşımları aydınlatıyoruz. Çabalarımız büyük bir sürecin henüz başıdır. Üçüncü bölümde: “50 Yıllık Mücadele”nin Üçüncü Bölümünde, Türk Dünyasında 34 topluluğun ülkelerine ve birkaç kıtaya yayılmış, çok derin kökleri olan Türk Dünyasında Bulgaristanlı kardeşlerimin, siz soydaşlarımın, Bulgaristan Türk Gençliğinin de yer aldığını, bu büyük aileye ait olduğumuzu, Bizlerde bu Türk Dünyası Gençlik Demetinde bir çiçek olduğumuzu anlatmaya çalıştım. Dilimizin, dinimizin, kültürümüzün değiştirildiği, geleneklerimizin ayak altına alınıp unutturulmaya çalışıldığı bir dönemden sonra, var oluşumuzu, ayakta olduğumuzu dünyaya tanıtma çabalarımın, Âşık Veysellin deyimiyle “İnce uzun yolu” on binlerce kilometredir ve Kırgızistan’ın Isık Gölünde, Gökyüzü gölünden Makedonya’nın Ohri incisine kadar uzanır. Anlattıklarım bir Türklük serüvenidir. Büyük bir Türklük deryası içinde, bizim de özden öz, güzellikten güzellik, sonrasızlıktan bir ölümsüzlük oluşumuzun yansımasıdır. Yıllar süren bu tanıtma, öğrenme ve birlikte yeniden doğma çabalarımın felsefesi, kitabımın dinamiğini belirleyen olmuştur. Dördüncü Bölümde, sizi anlattım, BULTÜRK derneğinin kuruluş ve etkinliklerini, BG-SAM yayınlarını, ulusal ve uluslar arası forum, sempozyum ve kurultaylarımızı, soy kırıma uğradığımızı, “Büyük Göçle” kovuluşumuzu, hiçbir şeyin unutulmadığını ve unutulmayacağını, hak ve özgürlüklerimizi satanla-


Makale ve Analizler - 2018

217

rın hainliğini, “Bulgar Etnik Modeli” tuzağını, dayatılan lider Ahmet Doğan’ın Bulgaristanlı kardeşlerimizi ve soydaşlarımızı “oy kullanan köle” durumuna getirilişini ve 27 yıl önce ilk kıvılcımları çakan uyanıp yeniden dirilme sürecimizin güç toplayışını anlattım. Daha önce böyle kapsamlı bir kitap yazılmadığı için “50 yıllık mücadele” genç kuşak için bir kılavuz eser, yaşlılar için ise yüksekçe bir tepeden geriye bakışı kolaylaştırabilir. Kitabımda birçok kahramanın, Jivkov zulmüne dayanan kardeşimin, şair, yazar, lider, siyaset adamı ve milletvekilinin ve sıradan savaşçıların isimleri geçiyor. Mücadele yıllarımızın sayfa sayfa analizi yer alıyor. Hepinize sunmak istediğim bu 420 sayfalık uğraşıdan çıkan büyük sonuç şudur. Tanımadığımız kişileri lider olarak kabul edip bundan böyle aldanmayalım. Halkının yürüdüğü mücadele yolunu yürümeyen bir kişi, halkına önder olamaz... Sevgili kardeşlerim, Değerli büyüklerim, “50 yıllık mücadele” eserimi kısaca böyle tanıtınca kürsüden çekilmem gerekirdi. Fakat bu 3 eseri tanıtım buluşmamızda üç araştırmacı yazar arkadaş olarak, Rusya’nın günümüz Bulgaristan’ı üzerindeki etkisi gibi bir konuya önemle değinmek istiyoruz. Nedenine gelince, “BG haber”de ve “Bulgaristan Türklerinin sesi gazetesinde” yer alan yazılarımızda bu konuya ara sıra değinmiş olsak da, yüz yüze görüşmelerimizde özel olarak tartışma ve sohbet konusu edemedik. Aslında biz bu konuda çok ciddi bir araştırma yapıyoruz ve BG-SAM Başkanımız Dr. Erdal Karabaş Hocamızın BG-SAM yayını olarak tüm eserlerimizi yılsonuna doğru tamamını yayınlamasını arzu ediyoruz. *** Bulgaristan’da değişen yargı değerlerinde çok büyük farklı bir renklenme var. Bir yandan günde 6 kişi ölen ve ancak bir kişi doğan Bulgar ırkının suyu çekilirken ve 2050 yılında Bulgar sayısı 600 bin, Türkler bir milyon 500 bin, Çingenelerde 3 milyon olacak, tablo değişecek derken, memleketimizdeki en az sayıdaki azınlığın, bugün azınlık olarak tanıtılan Türk ve Müslümanları nasıl yöneteceği konusunu tartışmıyoruz. Geçen yüzyılın başında İngiliz ve Portekiz sömürgecilerin Afrika kıtasında 6 kişinin 6 milyon kişiyi yönettiği durum gibi bir yeni durum oluşuyor. Biz, ne yazık ki, bilim ve teknolojilerin kaymağından uzak kalıyoruz.


218

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Böylece sanki idare edilmeyi kabul etmiş oluyoruz. Yeni durumun ilk perde arkası, artık Bulgaristan’dadır. 500 bin Rus Kara Deniz kent ve semtlerinde daire sahibidir. Işık tutmak istediğimiz yan konu budur. Bu yeni durumun doğurduğu en yeni siyasi kavram ise “paralel Bulgar devleti” olduğu iddiasıdır. Bulgaristan’ın en stratejik işletmeleri olan “BULGARTABAC”, Vivacom, Bulgar Telgraf Ajansı (BTK), Mobiltel, en büyük Hidro Elektrik Santralleri, AVM - zincirleri, eczane zincirleri, en büyük oteller, otel zincirleri, apart kompleksleri, deniz sayfiye merkezlerindeki tesisler Rusların ya da yerli Rus kopoylarının mülküdür. Karadeniz sayfiye tesislerimizin yarısı Rusların ya da onlara yerel hizmet sunan oligarhların mülküdür. Bulgaristan’da en fazla arsa ve işlenir toprak satın alan şirket de Ruslarındır. Rus bankaları Rusya vatandaşlarına Bulgaristan’dan mal mülk almaları için kredi veriyor. Bulgaristan’da tescil edilen Rus şirketlerinin toplam sayısı 50 bindir. Bu şirketlerden 5 bini Güney Kıbrıs, Lichtenstein, Hollanda ve başka ülkelerde de Off Şor olarak kayıtlıdır ve Bulgaristan’ı dışarı taşıyorlar. Bulgaristan artık 2 milyon emeklisiyle sanki bir Çingene talikasına yüklenmiştir. İlaç almaya parası olmayan yaşlılar art arda ölüyor. Yargı sistemi baştan aşağı Rus mafyasına ve onların ülkemizdeki hizmetkarlarına hizmet veriyor. Bulgaristan git gide Bulgar devlet adamları tarafından değil, Rus valiler tarafından idare ediliyor. Şunu önemle belirtiyorum. 1989’da Rusya ile Bulgaristan arasındaki çok tehlikeli dostluk sona erdi. Rusya Bulgaristan’ı 10 milyar US Dolar borçla bırakmıştı. Bulgaristan yıllarca batı bankalarından borç aldı ve Kremlin’e ödemeler yaptı. Rakamlarla günümüzdeki durum şudur. Rusya ekonomimizin % 30’unu ele geçirmiş, diğer üçte birini ise kimsenin görmediği şeref konsolosları tarafından Off Şor şirketler tarafından indirek yönetiliyor. Bu kişiler bir gecede milyoner ilan edilen domuz çobanı, Hak ve Özgürlük Hareketi gölgesine saklanmış, TV sahibi, gazetelerin patronu, gizli polis generallerinin torunları olsa ne değişir. Günümüzde Ruslar, Bulgaristan’ın Gayrı Safi Milli Hâsılatının % 10’unu üreten (6 - 8) milyar leva üretim yapan Burgaz NEFTOHİM rafinerisine sahiptir. Bu işletme bugüne kadar vergi, KDV ve kar payı ödememiştir. Avrupa’nın en pahalı akaryakıtı bizde satılıyor. Bulgaristan’a en ucuz benzin satan ve 2 ay sonra ödemeli ilaç satan Cumhurbaşkanı adayı Rus damadı Mareşki, “Volya” (İrade) adlı parti kurdu ve 26 Mart seçiminde meclise girmesi garantilidir. Durum her gün aleyhimize deği-


Makale ve Analizler - 2018

219

şiyor. Aslında, o toprakların ve mülkilerin üçte biri bizim Türklerin tapulu mülkümüzdür. Belki bir gün gelecek ve biz Bulgaristan’da konuşacak Bulgar bulamayacağız. Ama onların yerini Ruslar alır ve memleketimize bu defa tapulu araziler üstüne çöreklenirlerse çok yazık olur. Aynen 93 harbinde olduğu gibi o zaman evlerimize partizanlar gelip oturmuştur ve bizleri Türkiye’ye kovmuşlardı. Yaramızın kabuğunu kaldırıp dertlerimizi sıralamak istemiyorum. Bu konuda da bu kadar! Sayın Kaymakamım, 2003’te biz BULTÜRK’ü bir kahvede kurmuştuk. Fakat Elektronik ve kağıt üzerimizde yayınlarımıza bundan 14 yıl önce BULTÜRK Gazetesi ile başladık. Daha önce de kitap tanıtımlarımız oldu. Fakat bu 3 eseri birden ilk kez tanıtıyoruz. Bu vesileyle son sözümü söylemezden önce, size bir Bulgar fıkrası anlatmak istiyorum. Bizim oralarda halk arasında kış armudu olarak bilinen bir tür “Papaz Armudu” vardır. Bu armut cinsi diktikten sonra altı yıl çiçek açar, fakat meyve vermez. Başka armutlarla da tozlaşmaz. Yanında aynı cinsten eş ister. Birçoklarımız anavatana geleli 28 yıl oldu. Biz tozlaşmak için kendimize Türkiye Cumhuriyeti Devletini seçtik. Ve gördüğünüz gibi (eliyle kitapları gösterir) artık ilk armutları topluyoruz. Fakat bu gidişle, bu ilhamla, yönetiminizde kısmetse bize daha büyük sepetler lazım olacak. Bu ihtiyacımıza dikkatinizi çekerken, her meyve ağacı benim deyip, boş dallara el uzatanları uyarıp yönlendirmenizi rica ediyoruz. Davamız ortak olduğu gibi, meyvelerimiz de ortak olacaktır. BULTÜRK’ün yaktığı bu çıra ile hepimize aydınlık verecek, yol ışığı olacaktır inşallah. *** Değerli dava arkadaşlarım, Şu beraberliğimizde Çanakkale şehitlerini anma yıldönümünde bulunduğumuzu da hatırlatmak isterim. Bugün yandıkça yanmasını sağlamaya çalıştığımız çıra, aslında Çanakkale zaferlerinde atalarımız tarafından yakıldı.


220

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bugün “Anadolu’yu Türklere bırakmayız!” diyenlerin yenildiği gündür. “Yenilmez!” dediğimiz ruh, atalarımızın, büyük önder Atatürk’ün bize bıraktığı en büyük nimettir. Çanakkale’de dokuz düvelden emperyalizmi yenmemiz, 20’inci yüzyıl tarihini değiştiren en büyük zaferdir. Dünya halkları emperyalizm köleliğinden Atatürk ilhamıyla kurtuldu. Osmanlı’dan ayrılan 44 millet arasında ilk Cumhuriyeti yine Türk halkı kurdu. Bağımsızlık, egemenlik ve demokrasi sembolü al yıldızlı bayrağımız, dünya halklarına gurur oldu. Atalarımızın kanı Çanakkale’de kaldığı için Türkiye Cumhuriyeti bizin anavatanımızdır. Geçen yılın 15 Temmuz gecesi Çanakkale ruhumuz yeniden sınandı. Birlik olduk, gece nöbetlerimizde ve al yıldızlı bayrağımızla yan yana BULTÜRK bayrağımız da dalgalandı. “Yenikapı”da da beraberdik. Yediden yetmişe kenetlenmiş saflardaydık. Düşmanlarımız bir asır boyu diş bilediler. Son günlerde 21. yüzyıl Avrupa faşizminin -Almanya ve Hollanda örnekleri ortada- Türk düşmanlığı, kıskançlık, egoizm, fesatlık, yabancı düşmanlığı olarak hortluyor. Unutmasınlar Çanakkale geçilmez! Türk yenilmez! Bu gün en büyük tehlike içimizdeki bizim gibi görünen düşmanlarımızdır, bunu Türkiye’de başlattık (FETO - Operasyonları) fakat bizim Bulgaristan’da da bir an önce bu operasyonların başlamasını arzu ediyoruz. Herkesin korkusu şudur; Çanakkale yenilgisini asla unutmuyorlar. En çok korktukları Büyük Türkiye’dir. Etki alanımızın Yakın-Doğu’ya, Kavkaslara ve Balkanlara yayılmasıdır. Terörizmle mücadelede sonuç belirleyen dünya gücü olmamızdır. Kardeşçe beraberliğimizdir. Dünyayı aydınlatan çıranın elimizde olmasıdır. Geleceğimiz Türkiye Başkanlı veya Parlamenter sistem mi? Bunu yakın bir zamanda her zaman olduğu gibi dernek olarak referandum öncesi EVET mi HAYIR mı olacağını açıklayacağız. Bunun için Yönetimde daha netleştiremedik, inşallah yakında netleşecektir. Bu gün buraya gelen tüm dostlara teşekkür eder saygılarımı sunarım. Dinlediğiniz için teşekkür ederim. Sağ olun var olun.












Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.