46 - TÜRKİYE'YE DİL UZATAN HAİNDİR

Page 1

TÜRKİYE’YE DİL UZATAN HAİNDİR

2018 Ağustos - Eylül Makale ve Analizleri


TÜRKİYE DİL UZATAN HAİNDİR BULTURK BGSAM Yayınları Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi - BGSAM -46 BULTÜRK Adına Genel Başkanı: Rafet ULUTÜRK Basım: Ağustos - Eylül - 2018 Koordinatör: Dr. Nedim BİRİNCİ Editör: Raziye ÇAKIR İnternet sorumlusu : Kapak Tasarım: Murat ULUTÜRK Pazarlama Sorumlusu: Hamiyet ÇAKIR Arşiv: İbrahim SOYTÜRK İsteme Tel: 0212 511 63 47 www.bulturk.org; www.bghaber.org; info@bulturk.org İnternet sitesinin yazıları Adres: Yıldırım Mah. Şehit Kamil Balkan cad. No.114/A Bayrampaşa İstanbul Tel: +90 (212) 511 63 47 Belgegeçer: +90 (212) 526 51 98 https://bgsam.org/, https://issuu.com/bulturk, https://bulturk.org.tr/ Baskı : DİNÇ OFSET MATBAACILIK SAN. ve TİC. LTD. ŞTİ. Adres: Davutpaşa Cd. Emintaş San. Sit. No: 103/580-581 Topkapı - İstanbul Tel: 0090 212 493 24 67 TÜRKİYE CUMHURİYETİ YASASI GEREĞİNCE BU ESERİN YAYIN HAKKI BULTÜRK’ten İZİNSİZ KISMEN VEYA TAMAMEN ÇOĞALTILIP YAYINLANAMAZ

Web: www.bghaber.org ; E.Posta: rafetuluturk@yahoo.com


“Bilgi Ordusu, Bizim Ordumuz, Bildiğimizi Öğretmek,Bizim Borcumuz.” Rafet ULUTÜRK

Düşünceler dizisi olan elinizdeki eserin anlamı derin bir uğraşın ancak başlangıcıdır. Bulgaristanlı Türk Müslümanların başına 1970-72, 1984-85’te düşen yıldırımın bir daha düşmemesi için bir uyarı ve ışık niteliğindedir. Saygılarımızla, B U LT Ü R K İ st a n b u l



Önsöz Yerine Yıl 2018 2016 yılı Bulgaristan Türkleri ve soydaşlarımız için umut dolu gelmişti. Cumhurbaşkanlığı seçimi ve siyasi dönüşüm amaçlayan bir halk oylaması yapılacaktı. Vatandaşlar siyasi sistem değişikliğinin seçim sisteminden geçtiğini kavramıştı. Ancak parti listelerinde gösterilenlerin seçildiği “çoğulcu” uygulamadan kurtulup, seçmen tarafından gösterilecek ve seçmenin iyi tanıdığı kişilerin meclise gönderileceği mutlak ekseriyet (salt çoğunluk) sistemine geçişin müjdesini bekliyordu. Bu değişiklik için 2 milyon 500 bin seçmen oy verdi.Seçmen, meclis seçimlerinde parlamentoya giren siyasi partilere oy başı 11 leva verilmesine yani milyonlar ceplemesine son verilmesini ve seçimlerin zorunlu olmasını istedi. 2 milyon 500 bin seçmenin oyu mahkeme kararıyla rafa kaldırıldı. Siyasi sistem değişikliği için “izin veremeyiz” dendi. Bunu deyen ise, 1989 yılından sonra, “ben artık öldüm” aldatmacası yaparak, Bulgar toplumu içine boydan boya uzanan kaskatı totaliter sistemin yarattığı oligarşi ve sözcüleri oldu. Onlar aynı yıl Bulgar aşırı sağcılarını birleşmeye çağırdılar. Giderek birleştirdiler ve onlara “yolunuz iktidar basamaklarından tırmanmaktır” dediler. Avrupa’nın kaderi de kötüydü. Sığınmacılar, savaş kaçakları, kitle göçleri, kıta değiştirenler çatır çatır kıvılcım saçan faşizm her günümüzü zehir etmeye başladı. 1989’da parçaları anmalık olarak satılmaya başlayan Berlin Duvarı’ndan parçaların yerine yeni duvarlar çekmek için yeni duvarcılar belirdi. Doğu Avrupa ülkeleri aralarındaki sınırlara boydan boya tel duvar gerdiler. Tarih ayıbın böylesini daha önce görmemişti. Sınırları kaldırıp özgür bir dünyada yaşama hevesiyle birleşmeyi seçenler insanlara, “Toplama Kamplarını”, yargısız idamları, Nazileri, faşistleri anımsattılar. Avrupa Konseyi 3 Bulgar siyasi partisine, “Ataka”, İç Makedon Devrim Hareketi (VMRO) ve “Bulgaristan’ı Kurtarma Hareketi” ve bu üçlünün “Yurtsever Cephe” ortaklığı Türk, Müslüman, İslam,


6

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

sığınmacı, göçmen ve öteki düşmanlığı aldı yürüdü. Düşmanlık yılan zehrinden kötü olan... Müslümanları hem isteme hem de istememe siyaseti karıştıkça anlaşılmaz oldu. Avrupa Birliği üyesi 28 devlet Türkiye Cumhuriyeti karşısında boyun eğdi ve bir gün “ama şu göçmenleri durdurun, bizi çökertecekler” dedi. 2016 ve 2017’nin en büyük olayı buydu. Dev adımlarla büyüyen ve güçlenen Türkiye’ye daha önce 28 devlet birden yalvarmamıştı. Diz çöktüler ve 2016 ve 2017’de durumun özünü fark edemediler. Çökenler Güneşten uzaklaştıklarını fark edemezler. Kuşkusuz, önüne eğilmiş kafalardan biri olan Bulgaristan’dı. Hem Brüksel’e ve hem de Ankara’ya bakarken Bulgaristan Türklerini görmezden geldi. Onları siyasi olarak parçalayarak ve parçaladıkça ezerek mecliste faşistlere daha geniş yer açanların ve faşistleri 1944’ten beri ilk defa iktidar koltuklarına davet edenlerin tam olarak ne düşündüklerini ve ne istediklerini anlamak çok zor olmadı. Artık göç durmuş, doğal olarak geri göç başlaması zamanı gelmişti. Faşist düşmanın kafasında iki hedef birden doğdu. Camiler ve mezarlıklar. Camilerin içinde de Türkçe konuşmayı yasaklamak, Türkler için Vatan kalesi olan, mezarlıkları daraltmak hatta vakıfları kabristanlık olarak ayırdıkları bütün arsalara el atıp, onları cesetlerini gömecek bir insan boyu topraksız bırakmayı düşündüler. Sofya Türk Mezarlığı 28 yıl önce dolmuştu. Bunu Ahmet Doğan’a, Lütfi Mestan’a, Osman Oktay’a, Kasım Dal’a vb asla anlatamadık. Yakın geçmişte mecliste yaşlanan Ramadan Atalay’ın eşi vefat etti. Bir mezar yeri bulamadık, doktor hanım Bulgar mezarlığına gömüldü. Yazarlarımızdan İsmail Çavuş öldü, Sofya dışında Bankiya kasabasındaki Hıristiyan mezarlığına gömdük. Bu şehirde zengin Müslümanlar için de mezar yeri yok. Sofya kenarında 52 dönüm bir yer alındı. Toprak sahibi Bulgar komşular vakıf malımıza, kendi mülkümüze mezarlık yapılması için gereken “razıyım” belgesini vermedikleri için, 20 yıldır boş duruyor o kutsal toprağımız. Karşımızdaki devlet kale gibi! Püskülü faşist. Ortada kaldık. 2016 - 2017 bizim için çok zor yıllardı. Mezarlıksız Vatan olmaz!!! Mücadele devam ediyor. Raziye ÇAKIR


Önsöz: Elinizdeki kitapta, biz Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği BULTÜTK’ün aydın kadroları ile Bulgaristan Stratejik Araştırmalar Merkezi BG-SAM ekibinin kaleme aldığı yazıları bulacaksınız. Size değişen dünyamızı kendi açımızdan anlatmaya çalıştık. Bulgaristan’da ve Türkiye’de yaşamış ve eğitim almış bir ekip olarak öncelikle her şeyimizin ortak olduğu inancından çıkarak, ne kadar istesek de birlikte yürüdüğümüz yolu ve içinde birlikte olduğumuz zamanı zorlayabilmemizin mümkün olmadığını ama bu yol ve zamanın kendi kuralları olduğunu ve bunlardan akıllıca yararlanarak birçok işler yapılabileceğini açmaya çalıştık. Bu kitabın zaman kesimi 2018 yılının Ocak ve Şubat aylarıdır. Bu kısa dönem bizim BULTÜRK olarak 2002’den beri izlediğimiz yolun iki aylık devamıydı. Bizim için çok önemliydi. Bulgaristan’ın başkenti Sofya’da Avrupa Konseyi’nin (AK) 6 aylık dönem başkanlığını Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov yapacaktı. Siyasi öngörümüzde, ilk kez olmak üzere, Bulgaristan kurumları ve vatandaşları Avrupa Konsey, Komisyon ve Birlik yönetimiyle yüz yüze gelecek ve askıdaki problemlere çözüm aranacak ümidi vardı. Bulgaristan Balkanların büyük ülkelerinden biri olsa da, Avrupa Birliği bileşiminde orta boyutta, tarımı ve sanayi bunalım içinde, işsizlik oranı yüksek, eğitim sistemi kriz yaşayan, çok yoksul ve çaresizlikle boğuşan bir ülkeydi. Bulgaristan’ı 2009’dan beri yöneten halkın Avrupa vatandaşlığı seçeneğini temsil eden GERB partisi, 24 Mart 2017’i erken genel seçimlerinden sonra 3 aşırı milliyetçi partiyi kabineye almış ve AK’nin “faşist” olarak nitelendirdiği bu partilerle yönetimi paylaşmıştı. AK Başkanlığının “faşist” olarak damgaladığı güçlerin iktidarda bulunduğu bir ortamda 6 aylık dönem başkanlığını dağıtması ve yeni seçim yapılarak adalet ve demokrasi güçlerinin hükümet kurmasını istemesi beklenirdi. Ne yazık ki, AK’yi üyeleri dönem başkanlığı için keçi kılından elbise giyip samsak kolonyası kullandılar ve faşizm yılanına kendileri ısırtmadan işe varıp geldiler. AK başkanlığı Sofya’da büyük protesto gösterileriyle başladı. Bulgar başkenti köpürdü. Dönem toplantıları başkanı Boyko Borisov zulayı açtı ve karanlık güçlerin hiçbir zaman yenilgi kabul etmediğini kanıtlarcasına, bir çuvalda bir milyon leva olduğunu kabul etsek, 100 çuval leva dağıtarak önce polis ve jandarmayı yatıştırdı. Diğerleri beklemeye devam ediyor.


8

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu 2 ay BULTÜRK etkinlikleri için çok önemliydi. İlk kez olmak üzere Başkan Rafet Ulutürk yönetiminde bir heyetimiz Sofya Büyükelçimiz Sayın Hasan Ulusoy Beyi makamında ziyaret etti ve iki halk ve iki ülke, özellikle de Bulgaristan Türkleri, dostluk, barış ve güvenlik davası yararına başarılı çalışmalar temennilerinde bulundu. Bulgaristan Müslümanları Diyanetini ve Başmüftülüğü ziyaret etti. Sofya Kültürel Etkileşim Derneğinde yararlı bir görüşme gerçekleştirdi. Elinizdeki kitapta, Bulgaristan’da 2018 atılımlarına, oradaki kardeşlerimizin yaşam ve etkinliklerine, büyük bir hevesle başlattıkları aydınlanma sürecine ilk kez yayınlanan yazılar da bulacaksınız. Rafet ULUTÜRK BULTÜRK / BG-SAM 07.08.2018


Makale ve Analizler - 2018

9

Değerli Hemşehrilerim, Bulgaristan’da hepimiz zor günler yaşadık, itildik, ezildik, çiğnendik, hatta gün geldi vurulduk, şehitler verdik. Bu nedenle bizler kendi içimize kapanarak, yaşam mücadelesi vermeye çalıştık. Ancak bu içine dönüklükten kurtulmalıyız ve Türkiye’de yaşadığımıza göre, yasaların bize verdiği tüm haklardan bizlerde yararlanmalıyız. Peki, neden bunu yapamıyoruz? 1877-78 Rus-Türk savaşından sonra Osmanlının Balkanlardan çekilmesiyle birlikte, savaş esnasında işlenen akıl almaz katliamlar nedeni ile atalarımız asırlarca yaşadıkları yerleri terk ederek göç yolunu tutmuşlardır. Geride kalanlar ise Bulgaristandevleti’nin uygulamaya başladığı soy kırım politikalarına karşı direnmiş ve hayatta kalmaya çalışmışlardır. Şimdi ise burada Türkiye’de yaşayanlar oralara yardım edebilmek için, burada ilk önce bir araya gelmek ve bir merkez oluşturmalıyız. Artık bir kurum altında toplanmalı ve birlikte hareket etmeliyiz. Bu birliğe hepimizin ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Artık bir birimizi kötülemekten vaz geçmeliyiz, birisi için yanında konuşamayacağımızı başka bir yerde konuşmamalıyız, yani kısaca arkasından konuşmamalıyız. En önemlisi samimi, hoşgörülü ve ahlaklı olmak. Zamanla her şey yerine geleceğine inanıyorum, ama tabi ki bu dava üzerinde kafa yoran, stratejiler üreten ve devamlı bunun üzerinde çalışan olursa. Bizim savaşımız insanlarımızı ahlaklı yetiştirmek olmalı, birlik ve beraberliğe kendi insanlarımızla başlayarak tüm Türk Dünyasına taşmalıyız. Bizler burada Türkiye’de yaşayan Bulgaristanlılar büyük bir kitle haline gelmiş durumdayız. İşte bu nedenle şimdi bu kitleyi yani kendi hemşerilerimizi, bir araya toplayarak bir merkez, bir güç birliği oluşturmalıyız, tabi ki bu bizim doğal tabii hakkımızdır. Bizler de artık toplum gücünü kullanabilmeliyiz. Toplum olarak haklarımızı elde etmek zorundayız ve bu yönde çalışmalıyız. Biz bunu söylerken, önderlerimizi seçerken, başkaları kötüdür demiyoruz. Biz bu işi onlardan daha iyi yapabileceğimize, Türkiye Cumhuriyetine ve Türk Dünyasına daha verimli olacağımıza, buralarda bu bölgelerde yaşayan Türklerin daha iyi, daha güvenilir, yaşamalarını sağlayacağımıza inandığımız için, Önderliğe, Yönetime talibiz. Bu arada Bulgaristan’da kalan kardeşlerimizin hepsinin siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel kimliklerini,


10

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

muhafaza edebilmeleri için mücadele etmeliyiz ve bu konuda gerekeni yapmalı ve gerekli yardımları yapmalı ve yaptırmalıyız. Aramızda Ahlâklı, Adaletli olanları seçmenli ve yüceltmeliyiz. Geçmişi konuşmaktansa, gelecekten söz etmeliyiz, bugünü değil, yarınları görerek hareket etmeliyiz. Aramızdan stratejistlere imkân ve fırsat vermeliyiz ve onları bizler yetiştirmeli yön verebilmeliyizkısa-10 ve uzunvadeli -50 yıllık hedefleri gösterebilmeliyiz. Aramızda kötü niyetli insanları tespit etmeliyiz, bilmeliyiz ki, onların kusurlarından dolayı değil, bu güne kadar yapılması gerekenleri engelledikleri için aramızdan uzaklaştırmalıyız. Bu güne kadar neler yapılmamış, onları araştırmalı, bilmeliyiz ve neler yapılması gerekir onları söylemeliyiz ve bunları bir an önce hayata geçirmeliyiz. Bizler gözyaşları dindirmek için, yaralara mehlem olmak için, her yüke ortak olabilmeliyiz. Gençlerimize, sadece balık pişirmesini değil, balık tutmasını da öğretmeliyiz, insanlarımızı denizlere, okyanuslara açılmalarını sağlamalıyız. Aramızda Tek Lider değil her sokakta, her mahallede bir lider yetiştirmeliyiz, biz dünyayı yönetmek için oğullarımızı yetiştirmeliyiz. Bizim insanlarımız yani Bulgaristan Türkleri şahsi başarıları Türkiye’de belkide en çok olanlardanız. İşte artık bizler toplum olarak haklarımızdan yararlanmasını bilmeliyiz. Her şeyden önce siyasi haklarımızı toplum olarak kullanmalıyız, daha sonra ekonomik ve kültürel haklar onu takip edecektir. Hepimizin gördüğü gibi, tarihte büyük güçler çok defa kötü politikaların kurbanı olmuşlar ve bunlar devam edecektir. Bir toplumun Lideri olmadan hiçbir şey olmaz, bu lideri de toplum çıkarmalıdır. Siyaseti güvenilir, sevimli hale getirmek bizim hedefimiz olmalı, bu gün çok zor, imkânsız olarak görünse de, yarınlara umutla bakabilmeli ve baktırabilmeliyiz. Var olabilmemiz için, var kalabilmemiz için, öncelikle temel hususlarda anlaşma sağlamalıyız. Aramızda bir birimize güveni kaynaştırmalıyız ve samimi olmalıyız. Her şeyden önce özgüvenimizi kazanmalıyız, birlik ve beraberliği ön planda tutarak insanları insan oldukları için sevip saymalıyız. İçimizde barışı sağlayıp, tek merkezde bir çatı altına toplanmalıyız.


Makale ve Analizler - 2018

11

Bu çatı da “BULTÜRK Derneği” olmalıdır. Buradan tüm dünyaya sesimizi duyurabiliriz. Balkanlar konusundaki politikalarda etkili olabilmek için yolları aşındırmalıyız. Çünkü gelişmiş ve Bulgaristan’da etkili bir Türkiye Balkanlara tamamen hâkimiyet kurabilecektir. En önemlisi kararlı olalım ve birbirimize samimi, saygılı olmayı ve bir birimizi sevmeyi öğrenmeliyiz. Bizim derdimizi ve problemlerimizi en iyi anlayabilecek zaat bizden olduğunu idrak etmeliyiz. Bulgaristan Türkleri konusunda teşhisi bizler kendimizi yetiştirerek yetki mercileri alarak son noktayı biz koymalıyız, bu güne kadar ki eksikliğimiz budur. Ayrıca Balkanların anahtarı Bulgaristan’da yani Bulgaristan Türklerinden geçtiğini de öğrenmeli ve öğretmeliyiz. Sevgili dava arkadaşlarım. Kendimizde özgüveni, aramızda güveni ve merkezioluşturduktan sonra, kimsenin aramıza nifak tohumları ekmesi mümkün değildir. Bizim için önemli olan, eksiklerimizi bulmaktır. Geçmişi bırakarak artık bizler aydınlanma dönemine bir an önce geçmeliyiz. Halimizi tespit etmek çok kolay, gazete, dergi yayın hayatımız nerede, kaç gazete, tv, radyo bizimle ilgili haber yapıyor.Burada suçlu değil, sebepleri aramalıyız. Gelin bunları tartışalım, niçin bu güne kadar bir Bulgaristan Kültür Merkezi olmamış, bunu şimdi nasıl gerçekleştirilebiliriz, bunlara yönelik çalışmalar toplantılar yapmalıyız. Hedefimiz Türkiye Cumhuriyetini daha güçlü, daha huzurlu ve daha iyi yarınlara götürmek için olmalı. Güçlü bir Türkiye Bulgaristan da yaşayan Türklerede güven ve huzur verecektir, onların daha rahat yaşamalarını hep birlikte sağlayabiliriz. Bunlar zannetiğiniz kadar zor işler değil. Dünyada insanlar bir iş için değil, bir İdeal için hayatını feda ederler. Bunun için güçlü olmak sesini duyurabilmek için öncelikle bir Kurum ve bunun Merkezini oluşturmalıyız. Çünkü Merkezi olmayan hiçbir topluluk bir yerlere gelmesi mümkün değildir. Bu güne kadar konuşmalar tartışmalar yapılmış fakat bir ağıç ekilmemiş işte bu gün bunu yaptık BULTÜRK tüm Bulgaristan Türklerinin biz öncelikle sadece Bulgaristanlıyız. Bizler elimizdeki kıt kaynaklarla bir merkez oluşturmaya çalıştık, bunda da muhafak olduk. Bu merkeze ulaşmakta büyük güçlükler ile karşılaştık bu konuda bizlere yardımcı olan emeği geçen herkese teşekkür ediyoruz. Ayrıca bizlere kendi yerini veren Mümin Hocamıza huzurunuzda kendisine tekrar tüm halkımız adına buradan teşekkür ediyoruz. Bundan son-


12

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

raki hedef de Türkiye’nin her yerine ulaşmak ve bu birlikteliği her yerde tesis etmektir. Bu merkezimizde artık kendimize ait bir kültür merkezimiz oluştu toplantı salonumuz da mevcuttur her 15 günde bir toplanıyoruz. Amacımıza ulaşabilmek için devletin bir şeyler yapmasını beklememeliyiz. Birlikten kuvet doğar Atasözünde olduğu gibi güçlerimizi birleştirerek devlet yönetiminde söz sahibi olmalıyız ve geleceğimize kendimiz yön vermeliyiz. Gençlerimizin devlete girmelerinin yolunu aydınlatmalıyız. Artık bizim de Ankara’da TBMM’de kendi temsilcilerimiz olmalı. Bizler de buralara kendi içimizden birilerini gönderebilmeliyiz. Aramızda birlik ve beraberliğimizi oluşturduğumuz takdirde kendi içimizde samimi olduğumuzda başarıların ard arda geldiğini göreceğiz bunu başaracağımıza eminim. İhtiyacımız olan tek şey kendi içimizde daha adaletli olabilmek. Sevgi ve saygılarımı sunarım, Genel Başkan Rafet ULUTÜRK


Makale ve Analizler - 2018

13

Kurban İbadeti Ve Hikmeti Nevzat ÖZTÜRK

Kurban kelimesi sözlük anlamı olarak yaklaşmak, yakınlık, Allah(c.c)’a manevi yakınlığa sebep olan şey demektir. Kurban, Arapça “yaklaşmak, yakın olmak” mânalarına “kurb” gelen kelimesinden gelir. Terim anlamında ise, Kurban Bayramı günlerinde Allah Teâlâ’ya yaklaşmak maksadıyla kesilen ve belirli şartları taşıyan hayvana verilen addır. Kurban, Allah Teâlâ’ya yaklaşmak maksadıyla yapılan bir ameldir. İnsan, psikolojik olarak önce kendine, ailesine, akrabasına, komşularına, arkadaşlarına ve tanıdıklarına yakın olmayı ister. Aslında insanların menfaat beklemeksizin birbirlerine yaklaşmak için gerçekleştirdiği faaliyetler, Allah Teâlâ’ya yaklaşmak için birer basamak teşkil eder. Ancak bütün bunları yaparken en büyük ve üstün yakınlığın Allah’a olan kurbiyet(yakınlık, yakınlaşma) ve bağlılık olduğu unutulmamalıdır. Kurbiyet, Allahu Teâlâ hazretlerine, O’nun ibadet ve taatine ve neticesinde Hakk’ın tevfîkine(ihsanına, merhamemetine,yardımına) ve inayetine yakın olmak demektir. Yakınlık ise karşılıklıdır. Kul Rabbine yakın olduğu gibi Rabbi de kuluna yakın olur. Kendisine bir karış yaklaşan kuluna Allah-u Teâlâ bir kulaç yaklaşır. O, kuluna şah damarından daha yakındır. Rabbi ile kulu arasındaki yakınlık zaman ve mesafe itibariyle değildir. O kuluna muhabbeti ile, rızası ile, yardımı ve lütfu ile yakındır. Kul ise Rabbine farz ve nafile ibadetlerle ve en önemlisi de bu ibadetleri îfâ(yerine getirirken) ederken ki edebiyle yaklaşabilir. Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Âdem’in iki oğlunun Allah Teâlâ’ya kurban takdim ettiklerinden şöyle söz edilir: “(Ey Muhammed!) Onlara, Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak oku. Hani ikisi de birer kurban sunmuşlardı da, birinden kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen, “Andolsun seni mutlaka öldüreceğim” demişti. Öteki, “Allah, ancak kendisine karşı gelmekten sakınanlardan kabul eder” demişti.” (Mâide, 5/27) Âyette açıkça ifade edildiği gibi Allah Teâlâ, muttakilerin/Allah’ın emirlerini yapıp yasaklarından kaçınanların ve O’na derin saygı duyanların, yalnızca O’nun emrine itaat ve rızasına ermek maksadıyla kurban ke-


14

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

senlerin kurbanını kabul etmektedir. Sırf O’na yaklaşmak, rızasına ermek, O emrettiği için kesilen kurbanlar Allah katında makbuldür. Kurban ya da diğer amellerin bir bakıma kabul olmasının temel kuralı; niyet, ihlas ve samimiyettir. Kurban, sadece dış görünüşü, et veya derisi ile değerlendirilmemelidir. Allah(c.c) her şeyden münezzehtir. Allah(c.c), kurbanın etine, kanına, dersine, hasılı hiçbir şeyine muhtaç değildir. O’nun, kulunun hiçbir ibadetine, yalvarış ve yakarışına, zikir ve tefekkürüne ihtiyacı yoktur. Esas bunlara ihtiyacı olan kuldur. Bu yüzden mümin, kurban kesmekle Allah’a olan bağlılığını ifade etmiş ve O’na olan derin saygısını ortaya koymuş olur. Kurban ibadetinin özünü takvâ, yanî Allah’tan korkma ve O’na olan derin saygı teşkil eder. Nitekim bu konuda; “Onların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır. Fakat O’na sadece sizin takvânız ulaşır. Sizi hidayete erdirdiğinden dolayı Allah’ı büyük tanıyasınız diye O, bu hayvanları böylece sizin istifadenize verdi…” (Hac, 22/37) buyurulmaktadır. “Biz her ümmete (Kurban kesmeye uygun) hayvan cinsinden kendilerine rızık olarak verdiklerimiz üzerine Allah’ın adını ansınlar diye kurban kesmeyi meşrû kıldık…” (Hac, 22/34) âyeti, insanlık tarihi boyunca ilahî dinlerin hepsinde kurban uygulamasının var olduğunu göstermektedir. “Rabbin için namaz kıl ve kurban kes” (Kevser, 108/2) ilâhî fermanı ile de ümmeti-i Muhammed’e kurban kesmek meşru kılınmıştır. Kurban’ın, peygamberlerin sünneti/yolu/uygulaması olduğunu hadislerden de anlamaktayız. Ashâb-ı kirâm, kurbanların kesilmelerinin sebeb-i hikmetini Peygamber (s.a.v)’e sorduklarında Hz. Peygamber “Bu, babanız İbrahim (a.s)’ın sünnetidir” buyurmuştur. (İbn Mâce, Edâhî, 3). Hicretin ikinci yılından itibaren kurban kesmeye başlayan Peygamber Efendimiz, hayatı boyunca kurban kesmeyi hiç terk etmemiştir. (Ali Bardakoğlu, DİA, Ankara, 2002, XVI, Kurban maddesi, s. 436; Diyanet İlmihal, Ankara, 2001, s. 2).Demek ki, kurban peygamberlerin bizzat yaptıkları bir ibadettir. Kurban ibadeti, bütün ümmetlere meşru kılındığına ve peygamberlerin sünneti olduğuna göre, şeran kurban kesme şartlarını haiz olan müminlerin bu görevi icra etmeleri, onların imanlarının bir alameti ve Allah’a bağlılıklarının ve teslimiyetlerinin bir tezahürüdür. Öncelikle mümin, Allah’ın emri karşısında “semi’nâ ve eta’nâ/işittik”, itaat ettik ve teslim olduk şeklinde tereddütsüz bağlılığını ve inkıyadını gösterir. Kurbanı da bu çerçevede anlamak gerekir. Kurban ibadeti hakkında aldatıcı propagandalara kanarak bu ibadetin ifasında gevşeklik/zafiyet göstermek müminlik sıfatına yakışmaz. Her mümin Kurban konusunda öncelikle İbrahim (a.s)’ın teslimiye-


Makale ve Analizler - 2018

15

tini örnek almalıdır. Kur’an onun ve oğlunun bu teslimiyetini şöyle haber vermekte ve bu konuda onun örnek alınmasını istemektedir. “Ey Rabbim! Bana salihlerden olacak bir çocuk bağışla. Biz de ona, uysal bir oğul müjdeledik. Çocuk kendisiyle birlikte koşup yürüyecek yaşa gelince İbrahim ona, “Yavrum, ben rüyamda seni boğazladığımı gördüm. Düşün bakalım, ne dersin?” dedi. O da, “Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın” dedi. Nihayet her ikisi de teslim olup/Allah’ın emrine boyun eğip, İbrahim de onu (boğazlamak için) yüz üstü yere yatırınca ona, şöyle seslendik: “Ey İbrahim!” Gördüğün rüyanın hükmünü yerine getirdin. Şüphesiz biz iyilik yapanları böyle mükâfatlandırırız. “Şüphesiz bu apaçık bir imtihandır.” Biz, (İbrahim’e) büyük bir kurbanlık vererek onu (İsmail’i) kurtardık. (Sâffât, 37/100-107) Görüldüğü gibi kurban, bir boyun eğişin, Allah’ın emrine tereddütsüz teslim oluşun bir ifadesidir. Bir sadakatin ve bağlılığın göstergesidir. Apaçık bir sınavdır. Bütün bunları başardıktan sonra da Allah’tan gelen büyük bir vaade kavuşmak ve teselli olmaktır. Kurban bu duygularla kesilir ve anlaşılırsa hedefine erişir ve neticede İbrahîmî bir tefekkür ve inkıyadla Allah’a adanışın zirvesine ulaşılır. Kurban kesmek, infak etmenin ve sehâvetin tadını yaşamaktır. Kurban, yoksulları, garipleri ve muhtaçları sevindiren, akraba ve komşular arasındaki irtibatı ve sıla-ı rahmi temin eden bir ibadettir. Mü’minler, kurban keserlerken Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in Allah yolunda gösterdikleri fedakârlığı ve teslimiyeti hatırlarlar; onların sadakatini, yaşayarak, gerekirse Hak uğrunda itaate hazır olduklarını gösterirler. Kardeşliğin, dayanışmanın ve paylaşmanın mutluğunu ve güzelliğini yaşarlar. Allah için kesilen kurbanlar, toplumda kardeşlik bağını kuvvetlendirir ve birlik ruhunu canlı tutar. Sosyal adaletin gerçekleşmesine katkıda bulunur. Kurbanın etlerinden ve derilerinden birçok muhtaç insan istifade eder. Kurban Bayramı, Allah’a yakınlığın zirveye ulaştığı bir zaman dilimidir. Bu sayede Mü’minler, yakın ve uzakta bulunan Müslüman kardeşleriyle maddî ve manevî yakınlaşma yaşarlar. Kurban kesmek bir ibadet ve Allah’a yakınlaşmanın bir vesilesi olduğuna göre Kurbanlık hayvanlara saygılı olmak, onları incitmemek ve eziyet etmemek de ibadetin bir parçasıdır. Ayrıca onların gerek eti, gerek derisi, gerekse sakatat olarak ifade edilen bütün kısımları zayi edilmemeli, yenilmeyecek kısımları ulu orta bırakılmamalı ve toprağa gömülmelidir. Bu şekilde hareket etmenin de ibadetin bir gereği ve parçası olduğu unutulmamalıdır.


16

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Kurban, ibadeti ile ilgili olarak her yıl İslam’ı kötülemek, Müslümanları aşağılamak için adeta bir kampanya başlatılıyor. Kurban Bayramlarında, İslam’a saldırmak için propaganda yapanlar, hayatlarında et dışında başka bir şey yemeyen, kendi zevki için hayvanların katledilmesine ses çıkarmayanlar olunca, iyi niyetli olmadıkları kolayca anlaşılmaktadır. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde okurken öğrencisi olmakla gurur duyduğum, Prof Dr.Ali Murat DARYAL(Din Psikolojisi Uzmanı) “Kurban Kesmenin Psikolojik Temelleri(Marmara İlahiyat Vakfı Yay.1994,İstanbul)” adlı eserinde medeniyetleri; Kurban Kesen Medeniyetler, Kurban Kesmeyen Medeniyetler olarak ikiye ayırdıktan sonra kurbanın psikolojik temellerini irdeler. Hoca eserinde, “Bugün kurbana acıyanlar, süt kuzusu ve ciğeri yiyorlar.. Adamlar bu kuzunun etini yiyor sonra da kurbana saldırıyorlar! İslam, koyuna 1-2 sene yasama hakki tanıyor. İslam kurban kesmeyi emrettiği zaman diyor ki; 1,5 yaşını doldurmayan bir hayvani kurban edemezsin! Bu ne demektir? Her doğan canlıya saygı duyacaksın… Onun normal yaşını, hayatını yaşamasına müsaade edeceksin… İslam buyuruyor;“45 günlük kuzuyu kurban edemezsin!” Neden? O doğmuştur ve kendi sınırları içerisinde hayati yasayacaktır. Sığır 3 yaşına kadar bırakacaksın hayatını yasayacak. Deve,5 yaşına kadar otlayacak, çayır görecek vs. O bakımdan kurban kesmek, hayvanlara ek bir külfet getirmiş değil… İslam buyurmuyor ki, doğar doğmaz kuzuyu kurban et.. Bunu kurban olarak Kabul etmiyor ve vebal sayıyor…İslam dini kadar hayvan hakkini koruyan kim var sanıyorsunuz? Hz. Peygamber buyuruyor ki; “At üzerinde giderken durmak gerekirse attan ininiz, ona yük olmayınız.. Ava gittiyseniz; hayvanlar su içerken, suya gittikleri zaman öldürmeyiniz. Güneş battıktan sonra yuvasına hücum edip tedirgin etmeyiniz.. Yavruladıkları zamanlarda onların yavrularını öldürmeyiniz! Hamilelerine dokunmayınız” İslam’ın hayvan haklarını ne kadar koruduğunu görüyorsunuz.. Hocamız, bu eserde kurban kesen ve kesmeyen milletleri (medeniyetleri) mukayese ederek, milletlerin davranışlarında kurbanın etkisini gözlemlemeye çalışmış. Buna göre her kültürde kurban vardır. Ancak Maya ve Aztek kültüründe görüldüğü gibi bu kültür bozularak insan kurban etmeye kadar uzanmıştır. Bunun sebebi de insanın doğasında olan kan görme ve şiddet isteğidir. Allah, bu nefret hissini kurban ile belli bir amaca yöneltmek istemiştir.


Makale ve Analizler - 2018

17

Ali Murat hocamız, kurban kesmeyen medeniyetlerdeki spor müsabakalarını, sporcular açısından ve seyirciler açısından sonu kan, ateş ve ölüm olan sporlar olarak ikiye ayırmaktadır. Sporcular açısından sonucu kan, ateş ve ölüm olan sporları incelersek şunu görürüz ki, batı medeniyetinin mensupları ne kadar çok kan ve ölüm görürlerse o kadar memnun olurlardı. Boğa güreşleri, horoz dövüşleri ve canlı hedeflere atış gibi sporlar, hayvanların eziyetinden haz alan sporlardır. Eski Roma’da mermer üzerindeki güreşler ve gladyatör dövüşlerinin sonu mutlaka ölümle bitmekte ve seyirciyi coşturmaktadır. Bu müsabakalar yanında görülen at arabaları yarışları da her türlü müdahalenin serbest olduğu oyunlardır. Bu oyunların uzantısı olan boks, kickboks ve tai-boks gibi sporlar da kanla beslenmektedir. Fiyatlar ringe yaklaşıldıkça artar. Çünkü ne kadar yakın olursa o kadar çok kan görülür. Seyirciler açısından kan ve ölüm olan spor ise futboldur. Voleybol ve basketbol gibi diğer takım sporlarının aksine futbol müsabakalarında sık sık olaylar çıkmaktadır. Bu olaylar mağlup takımın taraftarları arasından çıktığı gibi galiplerin de bu olaylara karıştıkları görülmektedir. Kurban kesmeyen medeniyetlerde görülen eğlenceler de başkasına alay etme, onları küçük düşürme gibi durumlara yöneliktir. Bu eğlenceler, zevk ve haz prensibine dayanır. İnsanların azmasına müsait zaman (gece) ve mekân (loş ortamlar) seçilir. İçki, dans ve gayri meşru ilişkiler bu eğlencelerin temel direkleridir. Oyunlar da, ihtiras ve intikam hislerinin yoğun olduğu trajedi ve alay etmenin önde geldiği stand-up şeklinde vuku bulur. Batı’da ateş tutkusu da göze çarpar. Engizisyon zulmü ile yüzlerce insan canlı canlı yakılmıştır. Ayrıca kurban kesmeyen medeniyetlerde, intihar, alkolizm, tehlikeye karşı düşkünlük, linç, kumar, harp tutkusu, işkence ve anlaşmazlıkların çözüm yolu olarak görülen düello gibi hadiseler normal olan çeşitli insan davranışlarıdır. Kurban kesen İslam medeniyetinde ise sporlar, güreş, okçuluk gibi insanı geliştiren ve hasımlarına bir zarar iliştirmeyen sporlardır. Ata sporumuz cirit ise hayvan ile insanın iç içe oluşunu gösterir. İslam Medeniyetinde eğlenceler gündüzdür. İnsanın izzet-i nefsine dokunmayan, eğlendirirken hisse veren oyunlardır. Meddah, KaragözHacivat, hokkabaz ve Orta oyunu bu meyandadır. Ayrıca batının sınıflaşması ve zulmü karşısında, doğuda İslam kardeşliği vardır. Hocamıza göre; bu gibi davranış farklılıkları, yaratılış itibariyle kan dökücü ve fitne çıkarıcı olan insanın, kurbanın akıtılan kanıyla birlikte içindeki kinin çıkmasıyla mümkün olmaktadır. Çünkü kurbanda esas olan kan akıtmaktır. Kan akıtmak farz, et dağıtmak ise sünnettir.


18

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Müslümanlar olarak bize düşen, gerekli şartlara haiz isek, ibadet maksadıyla kurbanlarımızı kesmek, bu vesile ile faniliğimizin farkına varmak, yaratana yaklaşmak, yoksullarla yakınlaşmak, paylaşmaktır. Bunu yaparken de; her türlü gösterişten uzak olmak, ihlas ve samimiyetle Allah’ın emrini yerine getirmektir. Çocuklarımıza milli, manevi değerlerimizi yaşayarak/ yaşatarak öğretmektir. Onları, hırslarımızın, ihmallerimizin kurbanı etmemek, onları değerlerine, ülkesine, milletine kurban olabilecek şuurda yetiştirmektir. Müslümanlığımızın simgesi, tezahürü olan ibadetlerimize sahip çıkmaktır. Diğer taraftan; kurbanların satış ve kesim işlemleri yaparken çevre temizliğine önem verilmesi, bu yerlerdeki atıkların kaldırılması ve herhangi bir kirliliğe sebep olmasını engelleyecek şekilde önlemlerin alınmasının sağlanması önem arz etmektedir. Bu vesile ile, “Rabbimden niyazım; keseceğimizin kurbanlarımızın Allah’a yakınlaşmaya vesile olması, yeryüzünde akan kanın durmasıdır. Rabbim, Kurban Bayramının birlik beraberlik ve kardeşliğimizin devamına, acıların dinmesine, Türk İslam dünyasının uyanmasına, oynanan oyunların farkına vararak şuurlanmasına vesile olmasını dilerim” Hepinizin Kurban Bayramını tebrik ediyorum.


Makale ve Analizler - 2018

19

GÖK KUBBEMİZ Tarih: 26 Ağustos 2018 Yazan: Rafet Ulutürk Konu: Altın suyu ile boyananlar, davamızı 30 yıl kararttı. Toplum, liderin bilgeliğinin ve varlığının evidir. Keza toplum, Bir kapısı geçmişe öteki de geleceğe açılan, içinde denge ve dürüstlük hesapları yapılan köşktür. Bu köşkün içinde çıkar hesapları yapılmaya başlandığı an huzur bozulur, çelişkiler artar, toplumda çatlamalar başlar ve nihayet parçalanma gerçekleşir. Bulgaristan’da biz Türklerin ve Müslümanların köşkü GÖK KUBBEMİZİNaltıdır. Tarih boyu alabildiğine açılmış, gölgelenmiş, kırpılmış veya daralmış ve halen yeniden genişlemeye ve ufkumuzu genişletmeye başlamış olan GÖK KUBBEMİZ bizim paha biçilmez değerimizdir. Adeta ufkumuzdur. Vatan’ın bir anlamı da ata mezarlığımız, işlediğimiz toprak, gölgesine sığındığımız serinlikte aradığımız mutluluk ve huzur olmakla birlikte oluşturduğumuz ve beraberce yaşadığımız toplumdur. Ortak haklarımızın başında VATAN hakkı gelir. Vatanımızın büyüklüğü gök kubbemiz kadar büyüktür. Vatan’ın bir anlamı da içindeki HÜRRİYETTİR. Özgürlük olarak kullandığımız hürriyet kelimesi 20. yüzyılda bizim fikir dünyamızı çok ve çeşitli şekillerde yormuştur. Biz tarih boyunca kutsal değerler için ve hürriyet için şehitleri veren, vatan toprağını kanla sulamış bir halk topluluğuyuz. Bu mücadele, GÖK KUBBEMİZ altındaki kara bulutları dağıtmak ve ufkumuzu alabildiğine açmak için verilmiştir. Bu mücadeleler esnasında çok büyük kayıplarımız oldu. Mesela Bulgaristan’da 2700 okulumuz kapandı ve nesiller boyu karanlığa mahkûm edildik. Camilerimiz kapatıldı, yıkıldı, onarılamadı, müminler secdeden mahrum bırakıldı, cezalandırıldı, hapse atıldı ve göçe zorlandı. Bulgaristan Türklerinin eğitim sorunu bugün de başta gelen ve çözüm bekleyen temel problemdir. Türklerin sağlık merkezlerine de saldırıldı. Bu alanda örgütlenmemiz engellendi. Bir taraftan da anadildeki engellemeler


20

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

nedeniyle kültürümüz ve kaynaşmamız yara aldı. Bu süreçte neredeyse bütün kolektif haklarımız baltalandı. B karanlık günlerden sonra dernekleşmeye ve ocak başı sohbetlerimize yeni yeni başlayabildik. Geçmişin acı izlerini silmek adına ihtiyaçlarımızı karşılayacak düzeyde Türk ocağı kurmak niyetindeyiz… Bir Avrupa Birliği ülkesi olan Bulgaristan’da evrensel kurallara aykırı olarak yediden yetmişe hepimize, her ortamda ve her şartta Bulgar kültürü dayatılıyor… Burada hassas olunması gereken en önemli nokta özgürlüğümüzün sembolü olan GÖK KUBBEMİZİN kara bulutlarla kaplanarak küçülmesine, yabancı ve asılsız sözcükler ve asılsız bilgiler bataklığından balçıkla sıvanmasına asla fırsat verilmemesidir. Bu hepimizin başlıca görevi olmalıdır. Bu güne kadar oyalamadan başka bir işe yaramayan boş vaatlerin zamanı geçmiştir, vadesi dolmuştur. Çünkü kendi aydınlanmamızın yolunun gölgelenmesine, yolumuzun yabancı ışıklarla aydınlatılmasına hoşgörü gösterirsek, bunu kabul edersek hedefimizi göremeyiz; amaçlarımıza ulaşamayız. Nihayetinde de yok oluruz… GÖK KUBBEMİZ kararır. Büyük veya küçük her bir toplum öncüsünün başını kaldırıp GÖK KUBBEMİZİ görebilmesi için önce kendisini bilmesi, özünü tanıması ve GÖK KUBBEMİZE asla başkalarının gözü ve gözlükleriyle bakmaması gerekir. Bizim olan bizimdir bilinciyle yaşamak zorundayız. Üzülerek ifade etmek gerekir ki bir kısım aydınlar, kendi öz milli değerleri yerine, yabancıların bakış açısına sahip gösterişli gözlüklerle sorunlara bakmaktalar; kendi değerlerine yabancılaşmaktalar ve adeta kendi burun ucunu dahi göremez hale gelmiş durumdalar. Yapılan hiçbir iyi hizmete destek olmayan, sürekli başkalarını eleştiren, baltalayan bu kimselerin kendi kusur ve cahilliklerini asla görememesi ise bizim başka bir üzüntü kaynağımız olmaktadır. Çünkü halk deyimi ile “bizim olan bize kokar”. En büyük zorluk, en büyük mücadelemiz, cehaletle savaştır. Yazıma bu gibi tezlerle başlamamın sebebi, son zamanlarda Bulgar merkez basınında ve internet medyası yayınlarında DOST partisi Genel Başkanı Lütfi Mestan ile eski HÖH lider tayfasından, Bulgar istihbaratının “DS” 2. Şube ajanlarından Ünal Lütfi’nin MASON locası ağına düşüp, yeminli üye olmaları iddialarıyla ilgilidir (Kaynak: Bastannews.com). Öncelikle şu bilinmeli:


Makale ve Analizler - 2018

21

“Bulgaristan Türklerinin ve Müslümanlarının masonlukla bir ilişkisi yok, olmaz”. Kökü Avrupa Ortağının tarikat yapılarına ve karanlık günlerine kadar giden Masonluk örgütü, NAPOLYON BONAPARTE’ın (1769 – 1821) Mısır seferinden sonra (1798 – 1801) Osmanlı topraklarında ve özellikle 1857’de “Grand Loge de Turquie” adı altında ise Balkanlarda da faaliyete başlamıştır. Bu örgüt birçok tarihi olayın gerçekleşmesinde etkili olmuştur. Bunlarda biri 1876 Nisan Bulgar Ayaklanmasıdır. Bulgaristan’da 1989 Mayısındaki özgürlük isyanımızdan hemen sonra güya “demokratikleşmeye” geçiş sürecinin başlangıcında birçok öncü kişinin masonluğa karışmış olduğu ortaya çıktı. Yani onlar kimliklerini dilimizdeki ifadesiyle “duvarcılık” veya “duvar işçiliği” gizli örgütüne kaptırmışlardı. Bunlar arasında yer alan av. Filip Dimitrov’un (1991 – 1992), bir mason olarak Bulgaristan Başbakanlığına kadar yükseldi. Sofya zenginlerinden Stefan Sofyanski (1997) yine bir mason olarak geçici Bakanlar Kurulu Başkanlığı koltuğuna oturdu. Masonlar, Hak ve Özgürlük Hareketi (DPS) ana kadrolarını ele almak için sürekli çalıştı. Bir yandan Ahmet Doğan, Paris’e burslu gönderdiği birkaç Bulgaristan Türkü öğrenciyi gizli “duvar işçiliği” örgütüne kazandırmak için yoğun gayret gösterirken, DPS Genel Başkanı Yetkili Sekreteri görevine oturtulan Ahmet Emin’i karanlık işler ağına almayı ve birçok mali evrak, para transferi ve havale belgesini parti adına imzalatmayı sinsice başarmışlardı. Bu evraklardan birisi, adını Hitler etkinliklerinden alan (Angriff) “ATAKA” – hücum – faşist partisinin kurulması için 1 600 000 levanın havale emrini imzalaması, ikincisi de, 20 milyonluk bir havaleyi ABD Bankalarına çıkarması ve bu para kayıplara karışınca beylik tabancasını çekip, 3 çocuğunu öksüz bırakarak, “saray mahzeninde” tek kurşunla kendine kıyması olmuştur. Gök Kubbemizi karartan bu cinayet olayının tetikçileri hal gizli kalmıştır. (Öldürüldü mü kendini mi öldürdü hala netleşmemiştir) Masonluğu ile övünüşü adeta tavırlarına yansıyan Ünal Lütfi’nin “duvarcılık” ile gurur duyması ise babasının bir tuğla işçisi “Altın Yıldızlı Bulgaristan Kahramanı” oluşuna dayanır. Bu mason yıldızın getirdiği imtiyazlarla Ünal Lütfi, Sofya Üniversiteleri’nde fakülteden fakülteye atlayarak en sonunda birisinden 3,33 başarıyla bir diploma elde edebildi. Bu onu ne mason olmasına ne de HÖH yönetimine tırmanmasına engel oldu. Bu olayların kökleri diktatör Todor Jivkov zamanına iner. “Büyük Ustalar,” Ü. Lütfi’ye yalnız bir ödev vermişlerdi. “İstediği kadar yalan söyleyebilirdi!” Ödevin dilimizdeki adı “Şopar bozması Ahmet


22

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Doğan’ı altın suyu ile şakıtmaktı!” O işlerde Prof. Dr. İbrahim Tatarlı’nın hizmetleri de bir fazla oldu. Doğru ile yalanları birbirine iyice karıştıran oydu. Öyle ki, Ü. Lütfi bu işi tek başına yapamasa da, astarı yüz gösterebilmek için elinden geleni ardına bırakmadı. Bu işi yaparken, kendini de unutmadı. Hatta dünya otomobil yapım tarihinde henüz uygulanmayan bir pompa ile iki lastiği birden şişirmeyi ustalıkla başardı. A. Doğan’ı pohpohlarken kendini de unutmadı. Bulgar devlet TV Birinci Kanalı (BNT – 1) ekran boyu gerilerek, “Ahmet Doğan Hak ve Özgürlükler Hareketini 4 Ocak 1990’da kurmazdan 6 gün önce bana danıştı” demesi ise, bu işleri bilen ve takip edenlerin hepsine “pes” dedirtti. Kendini gizli polis “DS” ve Rusya’nın Bulgaristan KGB temsilciliğinin yerine koyması, denge ayarını iyice kaybettiğine kesin delil oldu. Ajanlık dışı mesaiden “emekli olunca” ayağı suya erdi. “Ben bu parayla geçinemem, asla imkânı yok” mesajını Büyük Loca Üstadına iletti. Tabi ricası kabul oldu ve “Petrol şirketlerinden birine” fuzuli işler gözlemcisi olarak atandı ve huzur buldu. Bulgar toplumu üzerinde liderlik hakkı talep eden masonluk, Türkler ve Müslümanlar arasından kadro çalarken şu ilkeleri kullanmıştır: “Sizi hak ve özgürlük davasında doğru olanı göstermek için göreve davet ediyoruz; ana vazifelerinizden biri yanlış olana hâkim olmak ve gelişmesine, sıradan insanların ruhunu fethetmesine olanak tanımamak olacaktır. Yardımlarımızla yaratacağınız toplulukta vatandaşlar eşit olacaktır. Daha sonraki kuşakların duygularını yönlendirmek ana ödevleriniz arasında başta gelecektir”. Biz önce Başbakan Filip Dimitrov’un devlet, kamu ve kooperatif mal ve mülkünü iade şeklinde paylaşırken, paylaştırırken varımızı yoğumuzu 100 kişiye, elde kalanı da halkın % 80’nine dağıtmasında ve Bulgaristan’da altından kalkılmaz bir ezilen alt tabaka yaratmasını da gördük. Bugün Avrupa’nın en yoksul, en hırpalanmış, en sefil ve en yetersiz, en cahil topluluğu olduk. Bu yoksulluğun en alt tabakasında daha da yoksullaşan Çingeneler, Türkler ve Pomaklar vb azınlıklardır. Bu feci olayın nedeni ise daha 1992’de mal ve mülklerini, hak edişlerini alamamalarında, kenara itilmelerinde ve bir hiç sayılmalarında gizlidir. Bu noktadan bakıldığında daha 1992’de DPS (HÖH) partisi Türkler ve diğer azınlıklar önünde lider fonksiyonunu ve misyonunu (işlevlerini) yitirmiştir. Türklerin özelleştirme bonolarının toplanarak Multi Grub’a devredilmesi çok büyük suçtur. Suçlularının yakasına bugün bile hala yapışılmamıştır. Bulgaristan’da totalitarizmden sözde “demokrasiye” geçerken, geçici başbakan, mason Stefan Sofyanski– Filip Dimitrov ikilisi de CDC (De-


Makale ve Analizler - 2018

23

mokratik Güçler Birliği) kadrosudur. Duvarcılar Bulgaristan’da finans sistemine suyunu çektirdiler. Kısa dönemde 15 banka iflas etti. Sofya merkezindeki “Hale’ye”, arkasındaki “Kadın Pazarına” ve daha nice gözde mala ve mülke el atıldı. O, şehirde basacağı yeri önceden süpürten iri zengin kodamanlarından biri oluverdi. O günümüzde sermayedar 100 aileden birinin babasıdır. Bu kesimin tasladığı liderlik masonluğun gözle görülmez elle tutulmaz, konuştuğu işitilmez dünyasında mayalanan ve gereğinde sivrilen liderlik türündendir. Meclisteki masonlarımız ise çeşitli gruplara dağılmıştır. Mario Tagarinski, Lütfi Mestan, Yordan Bakalov, Ünal Lütfi, Yordan Tsonev, Rumen Petkov “Bastanews.com” göre Sofya meclisinde en uzun mason mesaisi yapmış olanlardır. Filip Dimitrov ve Stefan Sofyanski’nin GÖK KUBBESİ yoktur. Çünkü yeraltı dünyasının GÖK KUBBESİ olmaz. Daha ilk masonların – 1599 İskoçya, 1717 İngiltere ve daha sonra Fransa’da “Büyük Doğu’dan” (Grand Orient) localarından duvar ustalarına aktarılan en gizli bilgilerin hikâyeleri hep karanlık yollardan işleri toparlamak ve duruma egemen olmak içindir ki, anonim bir şair bu olayı şöyle şiirleştirmiştir: Irmak ve küçücük dereler Günün birinde ırmak, Taşıp tüm alana yayıldı. Dedi ki o ukağla, Siz ey küçücük dereler, Hayran olunacak muhteşem bir akış, Bu ırmaklar kralının akışı, Gücünü kabul edin bu ırmağın. Bunu bir balıklı dere duydu ve güldü, Ve dedi ki, ey gösterişçi, bil ki, Irmakların prensi sen olmazdın, Eğer seni prens yapmasaydık biz.


24

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ve her şey bu BİZ’de düğümlenmiştir. Tabi ki liderlik de… 15. Asırdan beri ana işleri İslam ümmetinin GÖK KUBBESİNİ karartıp küçültmektir desem, doğruyu yazmış olurum. Şu BİZ anlatmaya, özünü açmaya çalıştığımız o mason örgütüdür. Tam böyle bir yönelim ve yaklaşımla A. Doğan, Bulgaristan Türklerini ve Müslümanları, tüm sefilleri ve azınlıkları gizli örgütlerden – hepimizi birden – en güçlü karşısında İPOTEK ETKİŞTİR. O bu durumu sağıyor, etkisiyle geçiniyor, azınlıklarımızın sefilliğini sömürüyor. Hiçbir kimseye yardımı dokunmaz, beş paralık iş yapmaz, fakat ipotek ettiği yoksul halkımızın adına kendi ihtiyaçları ve temsil ettiği mafya, oligarşi tabakası için yarım milyon levaya imza atmadan sahip olabiliyor. Hiçbir baltaya sap olamayan oğlu Demir Doğan, Bulgaristan’da ve dış ülkelerde golf alanlarında sopa sallarken, günde 5 bin levaya kadar para saçıyor. Hesap soran ve hesap tutan yok!… Görüldüğü üzere mafya-oligarşi ve mason yeraltı dünyasının ilk çiçekleri artık bizde de açıyor ve tarlalarımızdaki eşek dikenleri çoğalıyor. (Kaynak: Razkritiya.bg.com) Gündem olan soru şudur. A.Doğan’ın Bulgar oligarşisine ipoteklediği kardeşlerimizin ipoteğini kim kaldıracak, hacizli durum daha ne kadar devam edecek? Yeni “sultan” oğlu Demir Doğan mı olacak. Torunlarımız onu mu besleyecek. İşte bu noktada, karanlık işler dünyası olan masonluk, siyasi reformlara, siyasi partilerin kapatılmasına, seçimlerde parti listesi kullanılmasının yasaklanmasına, dış ülkelerdeki seçmenlerin posta ile seçime katılmasına karşı çıkıyor. Yerli masonlar da tamamen yanlış olan bu siyaset çizgisini destekliyor. Ahmet Doğan ve Lütfi Mestan gibi zayıf karakterli kişilerin ve onların en yakınında bulunanların “altın suyu ile boyanmasını ve sürekli şakımasını isteyen” gizemli dünya örgütleridir – DS, KGB, masonlar vb. Bütün bunların gizli amacı ise Bulgaristan Türkleri ve Müslümanlarının GÖK KUBBELİ bir vatan toprağına sahip olmasının engellenmesidir. Onların ana ve başat hedefi bizi vatan toprağımızdan söküp atmak ve GÖK KUBBEMİZİ karartmaktır. Bizi Türkiye’mizden, ana vatanımızdan koparmak, Bulgar ulusuna katmak istemelerinin temel sebebi de budur. Çünkü Van Gölü kıyısında Malazgirt’te ağaran ve Viyana’da kararan GÖK KUBBE onlara çok geldi. Bunu kırparak küçültüp daraltma çabaları artık 1683 Viyana Kuşatmasından itibaren devam ediyor. Bu yoğun saldırılar Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk tarafından Çanakkale ve Sakarya Cepheleri zaferleriyle durduruldu. Türkiye Cumhuriyeti’nin 1924’te


Makale ve Analizler - 2018

25

kurulmasıyla Anadolu’ya dikilen Cumhuriyet, Demokrasi, Halkların eşitliği, adalet ve kardeşlik ağacı, günümüzde artık Balkanlara ve Yakın Doğuya gölge, serinlik ve huzur veriyor. Bu ağaç Büyük Yeni Türkiye ağacıdır. Şükürler olsun ki Türklüğün GÖK KUBBESİNİ yeniden genişleten ve bizlere onurlu ve şerefli yeni hedefler çizen T.C. Başkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan önderliğinde Türk kimliğine güç veriliyor ve GÖK KUBBEMİZİN ufku genişliyor. Sayın Başkan Erdoğan, 26 Ağustosta Malazgirt zaferinin 947. Yıl dönümünde yaptığı konuşmasında şöyle dedi: “Malazgirt’te kazandığımız zafer bize Avrupa’nın ortalarına kadar giden yolu açmıştır.” Biz bu noktada insan duyguları suya benzer demek istiyoruz. Toplumsal ilkeler ve tavırlarsa bir baraj gibidir. Su toplanır, barajdan taşar, baraj duvarını yıkar. İşte bu noktada suya yol gösterecek bir öndere ihtiyaç vardır. Selçuklular ve Osmanlılar Viyana’ya kadar ufuk sahibi liderler tarafından yönetilmiştir. Biz Bulgaristan Türkleri bunu 1989’da yaşadık. O noktada hiçbir kural uygulanmaz! Hedef hak ve özgürlükse kurallara ölümüne bağlı olanlar bile zincirleri koparır, sele katılır. Bu yoldan yürüyen doğruyu izleyendir. O an halk liderleri yetişir ve onlar direnişin mayalandığı günden itibaren hareketin içinde olan kardeşlerden biridir. O an bilgelik de suya benzer, kullanıldıkça kudret ve ışık verir. Kullanılmazsa su durulur, durulduğu zaman devinmez, devinmeyince de bilgelik işe yaramaz. Ölü hareketin lideri de olmaz. İşte bu noktada biraz da mason Lütfi Mestan kimliğine değinmekte yarar olacağı kanısındayım. O sönmüş bir ışıktır. Bir defa, hem yabancı hem de yeraltı örgütlerinden birine bağlanmış olan bu kişi, KÖR OLMAYI kabul etmiş biridir. Yeraltının GÖK KUBBESİ yani doğal ışığı olmaz, olamaz. Köstebek, karanlığı sever, aydınlıkta yaşayamaz. Köstebeklerin bir özelliği daha vardır; kendilerinden olmayan ve onlar gibi yeraltında yaşayan solucan türü sürüngenlerin kokusunu uzaktan alırlar. Toprağı o yönde eşelemeye başlarlar. Köstebeğin mısır, domates, patlıcan, patates, yonca vb kökünde bulup yemesi ve seyreltmesi ürünlere büyük zararlar verir… Aslında masonlar bir topluluk için sanki tarlayı kazmayı, duvarı örmeyi bilenlerdir; fakat onların ördüğü duvar masonların mülkü olur. Eşeledikleri bahçenin ürünü de son hesapta onlar tarafından hasat edilir. Hiçbir mason örgütü 1989’da vatanımızdan kovulmamıza karşı çıkmadı. Hatta azalmamıza, Türk dokumuzun sökülüşüne sevindiler… İşin son hedefinde kovul-


26

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

mamız ve yok edilmemiz vardı. Masonluğa karışan, bu hedefe hizmet eder. Dolayısıyla onlar yeryüzünde yaşayan bizlerin GÖK KUBBESİNİ daraltarak, karartanlardır. Bu kavga, iki dünyanın–aydınlık ve karanlığın–amansız mücadelesidir: “Gök Kubbeli yaşam veya Gök Kubbesiz karanlık”. Bu bizim karanlıkta kalma veya aydınlıkta yaşama kavgamızdır. Aydınlığın simgesi olan GÖK KUBBEMİZ altında yer almak isteyenler, karanlık dünyalarda gizlenip, altın suyu ile boyanarak karşımıza çıkamazlar; halkımızı temsil edemez ve yönetip yönlendiremezler. GÖK KUBBELİ hayat davamızın başka bir anlamı yoktur ve olamaz. Oku ve okut. Paylaşınız lütfen.


Makale ve Analizler - 2018

27

Gök Kubbemiz -2

Tarih: 29 Ağustos 2018 Yazan: Rafet ULUTÜRK Konu: Hür, Zeki ve dürüst bir lider bekliyoruz.

Biz Bulgaristanlı Türkler kendi GÖK KUBBEMİZ olduğuna inanırız. Yerli şairlerimizden olup, Hacıoğlu Pazarcık (Dobriç) Pirli köyünde, aydın bir öğretmen ailesinde yetişen, pedagoji okuyan ve ilkokul ve lisede Türkçe öğretmenliği yapan şair Ahmet Hasan Cebeci de inanıyordu. GÖK KUBBEMİZİN genişlemesinin, renklenerek büyümesinin ancak örgütlü mücadele içinde mümkün olacağına da inanmıştı. Dava ocaklarını birer birer yaktığı için benim doğduğum 1966’da Vatanından kovuldu. BALKAN MÜCAHİTLERİ MARŞINDA o bu ufku şöyle çizmişti. BALKAN MÜCAHİTLERİ MARŞI Türklük bizim şerefimiz, canımız Din uğruna akar temiz kanımız Vatan için feda olsun canımız. Şair Ahmet Cebeci bir Türkün, onun soyunun, topluluğunu ve milletinin GÖK KUBBESİ olması için önce şunlara sahip olması gerektiğine işaret ediyor. Bilgili ve Bilinçli olmak yanı kim olduğunu, nereden geldiğini, tarihini, atalarını bilen, dili ve dini olan, halk sanatı, gelenek ve görenekleri, edebiyat ve kültürü olan, bir medeniyete ait ve dolayısıyla yaşadığı, evi, köyünü, şehrini kurduğu, işlediği, ölülerini gömdüğü bir toprak sahibi olması zorunluğunu ön plana çekiyor. Ayrıca bunlara sahip olduğumuz için şerefli ve şanlı olduğumuzu vurguluyor. Şöyle devam ediyor: Türk İslam’ız, Ay yıldızız, sönmeyiz Dünya yansa andımızdan dönmeyiz. Bu satırlarda şair, İslam’a ibadet etmeye devam ettikçe ve dalgalanan Ay Yıldızlı bayrağımızın altında kaldıkça Türklüğümüzün ebediliğine dikkat çekiyor ve bu davada ant içmiş olduğumuzu ve bu yoldan asla geri dönüş


28

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

olmadığını beliyor. Yeminimiz Bulgaristan Türklerinin ne pahasına olursa olsun var olma, sökülmeme, cenneti doğduğumuz toprakta yaşama yemidir. Derin bir inançla haykıran şair Cebeci GÖK KUBBEMİZİN öz ufuk sınırlarımızı şöyle çiziyor: Dobruca, Deliorman bizimdir Gerlovoyla, Kocabalkan bizimdir Rodop denen Türklü volkan bizimdir. Bu şiir, 2 Ağustos 1963’te kaleme alınmıştır. O, 1878 Berlin Konferansı’nda Bulgar Prensliği sınırlarının çizilmesiyle, 1885’te Bulgar Prensliğinin Doğu Rumeli’yi ilhak etmesiyle ve yeni tarihinde bütün savaşları kaybeden Bulgaristan’ın topraklarını 3 misli büyüttüğünü dikkatte alarak AKTARIYORUM FİKRİMİ. Bu sınırlar içindeki Bulgaristan Müslüman Türklerinin kendilerine ait olan GÖK KUBBESİ ufkunu Dobruca, Deliorman, Gerlova, Koca Balkan Dorukları ve Rodop Dağlarının bütünü olarak çiçek çelengi içinde ve bir gök ebesi boyunda çizmiştir. Bu topraklar Türk kanı dolaşan, Türk ocakları yanan, Türkçe sevişen ve kavga eden insanların, gözyaşı, kan ve terle suladığı, gönül birliğimizin kaynaştığı Vatanıdır. Ve işte bu GÖK KUBBESİ altında şair Türklük yeminini yineler: Türk İslam’ız, Ay yıldızız, sönmeyiz Dünya yansa andımızdan dönmeyiz. GÖK KUBBEMİZ, biz Bulgaristanlı Türklerin içimize aydınlık, ferahlık getiren bir kavramdır. En büyük nimetimiz kendi GÖK KUBBEMİİN olması ve onun altında yaşayan kendi insanımızın olmasıdır. En yüce varlığımız insanlarımızdır. 140 yıldan beri kendimizi, kimliğimizi ve benliğimizi kendi GÖK KUBBEMİZE göre tarif eden biziz. Ve şu iyi bilinmeli, bu biz, sadece bugün Türkiye Cumhuriyetinde ya da Bulgaristan’da kalan ve orada yaşayan Türkler değiliz. Bu biz, öncelikle bu toprakları ele geçiren, burada devlet kuran, huzur sağlayan, bu toprakları Vatan yapan ecdadımızdır.Kendisine ruh verilmeyen toprak Vatan olmaz. Bugün soydaş durumunda olan kardeşlerimin, gönül bağlarımızın kaldığı, zaman zaman karşımıza bir boşluk olarak çıkan, hasret duygularına yenik düştüğümüz Vatanımızın GÖK KUBBESİ altında olmamız boşluğu doldurulmaz bir arzu olarak fışkırdıkça hepimizi mesh ediyor.


Makale ve Analizler - 2018

29

Ecdat, bizim büyük dedelerimizin hepsi GÖG KUBBEMİZİN altında yaşıyorlardı. 1683’te Viyana’dan kopuşla ne kadar alaylar döndü Anavatan’a, 93 Harbi faciası en büyük acılarla Vatan toprağımızda yaşandı ama göç kuşlar gibi birden parlayıp beraberce kalkıp gitmedik. Kendi GÖK KUBBEMİZ altında huzur bulacağımıza inandık. Pek talihli ve nas ipli olamasak da Vatan’a sarılmış, buradayız, oradayız. *** Son dönemde mücadelemiz şu perdeleri aşmaya çalıştı: Bulgaristan’da Komünist Partisi (BKP) ve gizli istihbarat örgütü (DS) Müslüman Türkler ve diğer azınlıkla sinsi çalışmalarında yıllarca çok azimli çaba göstermiş olsa da, daha 1989’da doğal sosyal ortamda oyunu kaybetmişti. Şu nokta net anlaşılmalıdır. Totaliter komünizm döneminde (1973-1989) Bulgaristan’da BKP ile DS – tüm birimleriyle polis ve ordu – birbirine yapışmış iki siyam ikizleri gibiydi. Öyle olsa bile, totaliter ideolojiyi geliştiren, totaliter siyaseti oluşturan, emirleri veren ve yöneten siyam ikizlerinden birisi olan BKP oldu. Geliştirilen planları icra eden, yalanları uyduran, tuzakları kuran, öldüren, imtiyaz eden, asılsız suçlamalarla tutuklayan, döven, sürgüne gönderen, hapse atan vs kirli işleri yürüten ise DS (gizli polis) idi. Bulgaristan koşullarında, DS çok geniş bir kavramdır. Tüm kolluk kuvvetlerini kapsar. 1984-89 döneminde bu güçlerin hiç eksiksiz hepsi birden güya “soya dönüş” saldırısına araç edilmişti. Aslında bu iğrenç uygulama, Bulgaristan Müslümanlarına karşı 1878’den sonra gerçekleştirilen en büyük saldırı oldu. En fazla kurban aldı. Büyük sayıda Türk ata ocağını terk etmeye zorlandı. Gök Kubbemiz büzüldü ve daraldı. Fikrimi daha anlaşılır biçimde açabilmem için şuna işaret etmek istiyorum. Dinlerin insan toplulukları üzerindeki etkisi sınırsızdır. Örneğin İslam’ın 16 asır önce doğmasıyla başlayan kitlesel etkileme gücü bugün de yayıldıkça yayılmaya devam ediyor. Yalnız Avrupa’da artık 20 milyon Müslüman yaşadığını 4 binden fazla cami ve mescit olduğunu anımsatmam yeterli sayılır. Devrimlerin devrimi olan 1789-1799 Büyük Fransız Devriminin etkisi günümüzde de devam ediyor. Dünyamızın her bir yanında, özellikle memleketimiz Bulgaristan’da “Hürriyet, Eşitlik ve Kardeşlik” ilkeleri henüz tutunamadı. Bulgar ulusu tek dilli, tek milletli devlet ve rejim kurma haya-


30

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

linden vaz geçip her alanda çoğulculuk ilkesini kabul edip uygulamadan tutunma şansı sıfırdır. Bu arada, Ayaklanmaların toplum tarihi üzerindeki etkisi de asgari 50 ile yüz yıl arasında sürer. Örneğin Bulgaristan’da 1918 “Vladaya” Asker Ayaklanması monarşiye (Çar Ferdinand’a) karşı, Cumhuriyet isteğiyle parlamıştı. Bulgaristan Halk Cumhuriyeti 15 Eylül 1946’da ilan edildi. 28 yıl sonra… Bulgaristan tarihinin en büyük ayaklanması olan–72 bin kişi katılmıştı-1989 Mayıs Müslüman İsyanımız ilk sonuçları sürgünlerin ve siyasi suçluların bir kısmının hemen salıverilmesiyle ve 7 ay sonra –28 Aralık 1989 günü isimlerimizin ve din haklarımızın iade edilmesi kararı çıktığında kısmen elde edebildik. Ne var ki davamız sönmedi. Türk kimliğimizi koruyup geliştirerek yaşatmak için ayaklanmıştık, işimiz yarım kaldı. Hürriyetimize kavuşamadık. Kültürel otonomi yolumuz kesildi. Toplumsal eşitliğimizi elde edemedik. Ortak haklarımız tanınmadı. Türk ocaklarında yeşermemiz engelleniyor. Okullarımız kapalı. Haberleşme ve sportif, kültürel ve siyasi örgütlenme haklarımız devlet kontrolü alında Ahmet Doğan ve Lütfi Mestan gibi belirli kişiler tarafından ipotek altına alınmıştır. Bulgar toplumundan, devletinden ve kurumlarından tamamen koparılmış ve ötekileştirilmiş durumdayız. Kitlemizin doku bağları sürekli kesilip koparılıp yıpratılmaya çalışılıyor. Kardeşlikten ise asla söz edilemez. Memleketimizde toplumsal kardeşlik iyi komşuluk ve hoşgörümüzle tesis edilen huzur ve sükûn ortamı önce kıymık kıymık sonra da paldır-küldür yok edildiğinden dolayı, gerçek demokrasi ve adalet ortamı kurulmadan onarımı imkânsız yaralar aldı. Sivil toplum örgütlerine dayanan bir vatandaşlar toplumu kurulmadan, gerçek demokrasiye götürecek bir siyaset sistemine geçilmeden bu yaraların pansuman edilmesi bile olanaklı değildir. 1878’de Bulgaristan nüfusunun % 52’iydik, bu gün halen % 8’de kaldık, gelecek sayımda bizim hiç olmadığımız ortaya çıkabilir. Bu da bizim Gök Kubbemizi yok etme saldırılarından biridir. Bulgaristan’da halen 1300 cami olsa da, Müslüman Türkler bittiğinde Gök Kubbemiz de yok olmuş demektir. İşlerin derinliği: Diktatör T. Jivkov’un Müslümanlar tarafından devrilmesinden ve BKP’nin 1989’da kendini hükümsüz kılıp “ben lav oldum” yani “kendi kendimi feshettim” kertenkele gibi “kuyruğumu kopardım, zehrimi attım” ya da “rengim değişti” demesiyle komünizm ufkunun karardığını hemen düşünenlerin haklı olduğu izlenimi uyanmıştı.


Makale ve Analizler - 2018

31

Ne var ki toplum üzerindeki ağır sis kalkmadı. Niyetlerin hedef ve ayrıntıları görülememişti. Totaliter-komünist bataklık suyunun bir hamlede durulduğunu düşünenler yanıldı. Türklerin gerçekleri görebilmesini engellemek amacıyla önlemler alındı. Aslında 1990’da 90 yaşında olan ve 4 kuşak zihinleri silinmez biçimde kazınan, ruhlara işleyen Bulgar komünizmi ikiye parçalandı. Başka isimler altında, yeni yeşerme ve güçlenme yolları ararken, özü koruyabildiler, toplumsal umudu ise “zamansızlığa ittiler. ” Sonuç: Bulgaristan Türklerinin Büyük Göçte (1989) derin bir yara almasını, 1989’da BULGARİSTAN MÜSLÜMANLARI YENİ UFKU belirlenmek için Ayaklanmış olsak da, kendi GÖK KUBBEMİZ sanki büzüldü, . Ortaya şöyle bir soru çıktı: GÖK KUBBEMİZ lidersiz genişleyebilir mi? Önce modern liderlerin vazgeçilmez niteliklerini görelim. Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur: “Ümmeti içinde Peygamber ne ise, kabileleri arasında da yaşlılar öyledir. Nasıl ki halk arasında Peygamberler, tüm zamanların problemlerini çözer ve şüpheleri giderirse, aynı şekilde yaşlılar da kabilelerin şüphelerini çözerler. Yaşlılardan nefret etme ve böylelerini gördüğünde hürmetkâr ol.” Bu bir hadis-i şeriftir. Ne var ki bir buçuk asırdan beri gerçek önderini arayan halkımızın şu iki mısraı ezberine almış olması ilginçtir: Ah, Hoca! Uzak dur, uzak dur benden! Gevezelik etme yeter artık! Bu bakıma Bulgaristan Müslümanları cemaati kurumuş bir topraktır. Hakiki lidere gelince yeryüzü canlanır, yeşillenir ve taze kokularla dolar, yeni hedefler belirir ve toplum yüreklenir inancı egemen olandır. Lider nefesiyle gönüller dirilir, çünkü o bir rahmet gibi beklenendir. Ellerinden düşürmedikleri Kuran’da Peygamber, (lider), (yağmur) ebedi rahmetin sembolüdür. Burada Liderlik olayına akıl ve zekâ açısından baktığımızda şu ortaya çıkar. Akıl bir pervanedir ancak Kör bir pervane Sense bir mum,


32

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Etrafında binlerce pervane! Büyük Timur’a “akıl ne işe yarar?” diye sorduklarında şu cevabı vermiş: “Zekânın askeridir!” Napolyon’a “Askeri kitapların hepsini okuduğunuzda, ne öğrendiğiniz? Diye sorduklarında hemen yetiştirmiş: “Aklımı geliştirdim.” Lider kendine karşı tutumlu olurken, karar alabilmeli, ekiple çalışmalı, doğru kararları alabilme birikimine sahip olmalı, hür olmalı, atılgan ve cesur olmalıdır. Lider Mücadelenin içinden geçmiş olmalıdır. Yenilgi ve yengi görmüş olmalıdır. Topluma karşı cömert olması ise şarttır. Bu cömertlik insanlara görev verirken de ortaya çıkar. Küçük işleri beceremeyen büyük işte tökezler. Liderin önemli ödevlerinden biri büyük hedefi belirlemek ve işlerin gidişini kontrol etmektir. Bu dernek çalışmalarından bakanlık ve kurum yönetimine kadar böyledir. Liderin sabırlı, dürüst ve ahlaklı olması şarttır. Kooperatifçiliğin ilk dönemlerinde Bulgaristan Türkleri tarım işlerinde ekip halinde çalışmayı ve ekip liderliğini benimsemiş ve aksatmadan uygulamıştı. Totaliter dönemde, komünist partisi her işe el atıp, her işe müdahale etmeye başlayınca, ekip liderleri kukla oldu oynatıldı ve ortak çalışma düzeni bozuldu. Bulgaristan Türk kültüründe liderlere doğal olarak hürmet edilir. Liderlerin vatandaşlarla samimiyetine önem verilir. Örnek alınan namus ve dürüstlüktür. Türkler için; gökyüzünde Allah, Yeryüzünde Lider vardır. (Peygamber) derdi ki; Allah diyor ki, “benim bir ordum vardır; onları Türk diye adlandırdım ve Doğuya yerleştirdim. Bir kavme kızdığım zaman onları (Türkleri) başına musallat ederim” Bu diğer bütün insanlara karşı, onlar için bir üstünlüktür. Çünkü onların adını bizat O vermiş; Onları en yüce ve yeryüzünde havası eg güzel yere yerleştirmiş; onları kendi ordusu olarak adlandırmıştır. Bulgaristan’da 1973 yılından sonra, sözde seçme, aslında atanan liderler devri başladı. Alicenap, yardımsever olan Bulgaristan Türklerinin doğal alışkanlıklarında, emir verilmese bile işlerin, ödevlerin, etkinliklerin geleneklerimize uygun zamanında yapılması, her işte meçi, imece, para pul aramadan yardımlaşma alışkanlığı vardır. Liderlik ortak iyi niyet ve kardeşlik ruhunu oluşturandı. Her şeyin ince hesabı sorulmaz karşılıklı yardımlaşma anlayışımızın temelinde olandı.


Makale ve Analizler - 2018

33

Bu geleneklerimiz totaliter dönemde bozuldu. Parti, devlet ve Vatan Cephesi, Komsomol gibi toplumsal kuruluş ve örgütlerin arasız baskısı huzur ve sükûn diye bir şey bırakmadı, çalıp kapma, rüşvet, dolandırıcılık, müzevirlik, muhbirlik, ihbar etme ve tuzak kurma gibi pis işler araya girdiğinde, alışılagelen düzenimiz bozuldu. Hain A.Doğan tuzağı ise gönül kırdı, vicdanımızı yaraladı. Onun DS gibi bir gizli polis kurumu tarafından idare edilir olması ise hepimizi yaraladı. İşte böyle bir ortamda, 1990 yılının sert kış günlerinden birinde Bulgaristan Müslümanlarının önüne sözde yalnız geleceği aydınlatan Büyük bir ışık yakıldı. Bu lambayı tutan kişi Ahmet Doğan’dı. Yıllarca Bulgaristan Müslümanlarına tuzak kurma oyunlarında zekâsı körelmiş, aklı kirlenip mantarlamış bu genç, gizemli bir tavırla, ışığı hızlandırarak, yalan dolan vaatlerle halkın gözünü kör edip hepimizi dipsiz bir kuyunun karanlığına itmeye çalıştı. Müslüman topluluğumuzun kendi yetiştirdiği öncüleri acımasızca ihmal ede ede hak ve özgürlük davamızdan uzaklaştırırken, tamamen sahte, kendisine bağılı, gönüllü köle, dalkavukluk edenleri etrafına topladı, besledi, besliyor. Erdem ve cömert olan insanlarımızın davamızdan uzaklaştırılması halkımıza uyanış penceresi açtı. 2014’ten başlayarak insanlarımız sahte hak ve özgürlük kovanına kapandıklarını fark ettiler. Yolunu bulup sandıktan çıkmaya, kaçmaya başladılar. Yollarını kes, hepsini topla ve geri getir ödeviyle HÖH Genel Sekreterliğinden atılan şimdiki DOST Genel Başkanı Lütfi Mestan ise, o zaman yalancı- sağ liberal sürgü sallandırdı. Müslüman Türk topluluğumuz tüm bunların GÖK KUBBEMİZİ ufaltmak, umutlarımızı kırmak, bizi dilsiz, dinsiz ve vatansız bırakmak için yapıldığının artık bilincine vardı. Yeni liderimizi tahtında bekleyen halkımızdır. Okuyun ve okutun. Dostlarla Paylaşmayı unutmayınız.


34

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2018

35

GÜNÜMÜZ İSLAM ÂLİMLERİNDEN BEKLENTİMİZ Nevzat ÖZTÜRK Modern kültürün belirgin hâle geldiği son iki yüzyıldır dinî gelişmeler İslam dünyasında da kendini göstermiş, modernden geleneksele ve nihayet selefi an­layışlara kadar bir seri gelişme yaşanmıştır. İslam dünyasında dini, zamana ve şartlara göre yeniden anlama çabaları olarak özetlenebilecek gelişmelerin tarihi­de iki yüz yıl kadar öncesine götürülebilir. İslam’ı yeniden anlama tezi, İslam dünyasının Batı karşısında geri kalmışlığı üzerine yapılan yoğun bir düşünce ha­reketine dayanıyordu. Bu düşüncesinin temeli; Batı ile aramızdaki en önem­li fark Batının Hristiyan, bizim ise Müslüman olmamızdı. Ama Batı’yı tahrif edil­miş Hristiyanlık ilerletmiş, son olgun bir din olan İslam bizi geriletmiş olamazdı. Din ile ilgili bir sorunumuz varsa bu, dinin bizzat kendinden değil, anlaşılmasın­ dan kaynaklanmış olmalıydı. Dinimiz tarihsel süreç içinde batıl ve hurafe gibi yanlışlıklarla yüklü geleneklere boğulmuştu. Bu durumdan çıkmanın yolu ise İslam’ı yeniden anlamaktı. Üstelik bu anlayış, Batı karşısında bizi güçlü bir konu­ma getirmesi beklenen bir yoruma dayanmalı, İslam modern Batı kültürü açısın­dan yeniden okunmalıydı. En somut ifadelerinden birisini Mehmet Akif’te buldu­ğumuz “Doğrudan Kur’an’dan alıp ilhamı, asrın idrakine (çağın anlayışına) söylet­meliydik İslam’ı”. Sonuç olarak Mısır ve Hint alt kıtası gibi bölgelerde başlayan İslamcı gelişmenin en belirgin niteliği, tarihsel birikim karşıtlığı ve modern kültü­re uyarlanma tutkusudur. Batı ile kontak noktasında ortaya çıkan ve önceki yüzyıllardan farklı güncel eğilimlerden ilki (daha sonraları bazen kendisi için kullanmaktan çekinmediği bir adlandırmayla) “Modern İslam” dı. Bu tezi savunanlara göre İslam dünyasının geriliğinin asıl nedeni tarihî süreç içerisinde getirilen İslami anlayışın ve dolayısıy­la pratiklerin toplumsal gelişmelere ayak uyduramayışı idi. Bu çıkmazdan kurtul­manın yolu, modern Batı değerleriyle İslam’ı uzlaştırmak, bir başka deyişle İslam’ı modern kültür açısından yeniden yorumlamaktı. Bu akımın (ilk bakışta makul görünen) gerekçeleri de vardı. Bunların başında, “İslam’ın akla önem veren bir din olduğu, dolayısıyla ilerlemeyi onayladığı ve ye­niliklere açık olduğu” argümanı geliyordu. Üstelik evrensel olarak algılanabilecek modern değerlerin gerisinde İslam uygarlığının


36

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

etkileri yatıyordu. Teknik ise mü­minin “nerede bulursa alacağı kayıp hikmet” lerinden birisi idi. İslam ile modern Batı değerlerini uzlaştırmanın metodolojik şartı Kur’an ve Sün­nette yer alan dinî metinlerin lafızlarına bağlı kalmamaktı. Buna göre de mesela ze­kât mutlaka malın kırkta birinin verilmesi değil, gerçekleştirilmiş toplumsal şartla­ra bağlı bir sosyal ilkeydi ve bu, sosyal güvenlik kurumlarıyla modern toplumlar­da gerçekleşmiş oluyordu. Sonuç olarak da böylesi bir yorumun gerçekleştirilme­si modern kültürden yararlanarak tarihen sabit olmuş din algısını aşmaya bağlıydı. Bu eğilim özellikle Batı ile ilişki hâlinde olan Mısır ve Hint alt kıtası Müslüman­ları arasında yaygınlık kazandı, çeşitli düzeylerde taraftarlar buldu. Batı değerleri­ne öncelik verenlerden, her şeye rağmen salt İslami ilkelere öncelik tanıyan eği­limlere kadar farklı seviyelerde düşünürler çıktı. Fazlur Rahman gibi Bazı düşünür­lerin modern İslam olarak nitelemekten çekinmedikleri yaklaşım bu hâliyle dünye­vi tarafı ağır basan, pratiğe yönelik fonksiyonel bir anlayıştı ve dinden daha çok toplumsal gelişme kaygılarını taşıyordu. Onun için de çağın gereklerinden söz ederken sorunlara daha dünyevi bakıyordu. Esasen modern İslam’a göre din, ma­nevi/moral bir özdür. İslam akılcı bir dindir. Kutsallığa vurgusunun dışında önce­likle sosyal politik bir sistemdir, insanca yaşama kurum ve kurallarıdır. Hak ve öz­ gürlüklerdir ki bu alandaki başka sistemler tarafından gerçekleştirilen pratikler de İslami’dir ve mesela güncel sosyal güvenlik sistemi, zekâtın yerini de doldurabilir. İslam, kutsal metinlerin lafızlarına bağlı kalmaksızın her hâliyle mo­dern kültüre göre yorumlanabilir. İşte bu noktada ileri sürülen eleştiriler “geleneksel İslam” kategorisi çerçeve­sinde toplanmaya çalışıldı. Modern yorumun hatalarına karşı çıkma ve tarihsel bi­rikimi sahiplenme gibi bir temel espri taşıyan bu tepkisel çizgi her ne kadar ken­disini geleneksel olarak nitelememişse de değerlendirmeler bu nitelemenin altın­da yapılmıştır. Aslında geleneksel İslam da grupsal olmaktan çok, kategorik bir ol­gudur. Çünkü Guenon, S. H. Nasr ve takipçilerinin oluşturduğu bir kesimin dışın­da hemen hiç kimse kendini doğrudan gelenekçi olarak nitelememekte ve açık bir geleneksel İslam savunusunda bulunmamaktadır. Ancak yine de böylesi yaygın bir olgusal durumdan ve hatta söylemden söz edilebilir. Şüphesiz bir İslami kaygı taşıyorsa da modern İslam’ın bu görüşleri tartışmaya açıktı. Bu eğilim şu tür sorulara yeterli bir cevap bulamamıştı: Mesela İslam yalnız­ca bir sosyal sistem midir, mevcut Batı değerleri her hâliyle İslam’ın yerini doldu­rabilir mi? İslam salt akılcı bir din midir, bu kadar esnek bir


Makale ve Analizler - 2018

37

yorum yolu kullanıla­caksa ilahi mesajın mevcudiyeti kişisel yorumlardan nasıl masun kılınabilir? Bu eğilime göre, İslam’ın tarihsel birikiminde eleştiriyi ve hele reddi hak ede­cek hiç bir şey yoktur. İlk birkaç yüzyılda yapılan yorumlar da tüm ihtiyaçları kar­şılayacak durumdadır. Bütün sıkıntı bunu hayata dökememekten kaynaklanmak­tadır. Esasen geri kalmadık, geri bırakıldık. Dinî çerçevedeki modern eğilim bir İs­lam’ı yozlaştırma hareketi, onu Batı kültürü içinde eritme gayretidir. Yine geleneksel İslami eğilime göre tarihî birikim içinde gördüğümüz eksiklik­ler, bir şeye göredirler, bir başka deyişle modernite açısından yeniden bir kurgula­ma ile varılmış sonuçlardır. Sorun, birikimin kendinde değil algılanışındadır. İslam dünyasında kısmen cemaatleşmiş bazı kesimlerin, halk katlarının ve ge­nelde ortanın altındaki aydınların temsil ede geldiği bu eğilim, şüphesiz modern İslam’ın çizgi dışı sayılabilecek tartışmalı yönlerine işaret etme bakamından bir önem taşımakta ve özellikle, asla yönelik tehlikeleri dile getirmektedir. Bu anlayış günümüzde Kur’an adına ortaya konan yorumların, modern kültürün izlerini taşı­dığını, yine tarihin yargılanmasında etkili olduğunu göstermesi bakımından anlam­lıdır. Ne var ki bu gelenekselci anlayış yine de içinde bulunduğumuz durumu ye­terince açıklayamamaktadır ki işte bu noktada selefi İslam (veya selefiyecilik) ola­rak adlandırılan bir eğilim kendini göstermiştir. Selefiyecilik, sözlük anlamı itibarıyla daha öncekilerin yolunu izlemek anlamı­na geliyorsa da, bu öncekiler, bütün bir geleneği içine almamakta, tarihsel birikimi atlayarak dinî ilk uygulamalardan alıp getirmeyi teklif etmektedir. Hatta buna bir dönem “Asrı Saadete” (Hz. Peygamberin mutlu zamanına) dönüş” adı verilmişti. Bu anlayış, tarihî birikimin atlanması ve İslam’ın yeniden yorumlanması düşün­cesi ile modern İslam’a; İslam’ın verilerine ve kaynaklarına bağlı kalmak düşünce­si ile de geleneksel İslam’a benzerlik göstermektedir. Esasen Selefiyeci İslam, Asrı Saadet modelinin tarihsel bir olgu, tutunulacak şeyin Kur’an ve Sünnet olduğu ka­naatine ulaşmada gecikmemişti. Batı dünyasının (özellikle Goldziher’den beri oluş­turduğu bazı kuşkularla birlikte) Sünnetin kısmen de olsa devre dışı bırakılmasıy­la, yegâne kaynak Kur’an kalmış, ondan yeniden bir İslam inşası esas alınmıştı. Ne var ki İslam’ın gövdesi sayılabilecek, başta Sünnet olmak üzere fıkıh, ulema, vb. bütün kurumsallaşmalar bir kenara bırakılınca İslam’ı salt zihinsel, edilgen bir şek­le sokmak kolaylaşmıştı. Yani Kur’an okunuyor, modern fikri birikimle yorumlanı­yor,


38

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

modern toplumsal kurumlar ve normlar açısından bir nevi ayıklamacılık ger­ çekleşmiş oluyordu. Selefiyecilik, ilk bakışta Batı dünyasındaki fundamentalizme (dinî köktenciliğe) denk düşmektedir. Ancak aralarında benzerlikler kadar farklı­lıklar da vardır. Batılı düşünürler selefiyeciliği fundamentalizm anlamında kullanmaktadırlar. Ancak günümüz selefiyeciliği, İslami köklerine bağlı olarak anlamak çerçevesinde köktenci bir imaj taşıyorsa da bu imajın dışında Batı’daki fundamentalizmle ortak bir tarafı yoktur. Mesela oradaki kökler kutsal metinden çok gelenektir, tarihsel bi­rikimdir. Hâlbuki İslam selefiyeciliğinde kök gelenek değil, kutsal metinler, özel­likle Kur’an ve kısmen Sünnettir. Yine fundamentalizm kutsal metinlerin modern kültüre göre yorumlanmasını kesinlikle reddederken selefiyecilikte kutsal metinle­ rin güncel kültüre uyarlanması esastır. Sonuç olarak; bu gün dinlerin, içi­ne yerleştirildiği modern-geleneksel ikilemi dinler konusunda bize ortalama bir fi­kir veriyorsa da günümüzde daha analitik açıklamalara ihtiyaç vardır. Bir başka de­yişle dinler bu iki kategoriye de sokmadan alınabilecek gelişmelere de sahiptirler. Müslümanlar, inançları doğrultusundaki kavgalarına, beşeri düzlemdeki tekâmülü de eklemek zorundadırlar. Yani Müslümanlar, modern toplumsal yaşamın araç ve biçimlerinin basit tüketicileri ya da “arabesk” üreticileri olmaktan çıkıp, bizatihi bu beşeri ve maddi olguların değişim yasalarını keşfeden, yeni teknolojiler üretebilen ve doğrudan bu gelişmelere yön verebilen bir performansa da sahip olmalıdırlar. Bu inancımızın bir gereği yani “ibadet” değil, insanlığımızın bir ihtiyacı yani mübah ve farz-ı kifaye hükmünde bir gerekliliktir. Ama elbette ki her şeyi Allah için yapan Müslümanlar, beşeri tekâmüllerini de Allah’ın rızası doğrultusunda değerlendireceklerdir. Burada önemli olan beşeriyetin tekâmülünün öncülüğünü Allah’tan korkmayanların elinden alarak insanoğlunun hizmetine sunmak olmalıdır. Belki Müslüman duyarlılıkla yapılacak böylesi bir girişim şimdi için aciliyet yani farziyet kesbetmiş bulunmaktadır. Konuyu daha iyi anlayabilmek için Prof Dr.Ali BARDAKOĞLU’na kulak verelim:“Bu gün hem insanlık hem de bir buçuk milyarı aşkın İslam dünyası ve elli küsur İslam ülkesi olarak bir dizi sorunla karşı karşıya olduğumuz doğrudur. Bu sorunların çözümü ve mutluluğu başka adreslerde aramak yerine kendimizi yeniden tanımlamak, kendimizle yüzleşmek ve elimizin altında bulunan değerlerimizi yeniden keşfetmekten başka çaremiz de yok. Sahip olduğumuz ortak miras ve tecrübe birikimimizin temelinde bizi asırlarca birbirimize bağlayan ve bize sayısız haslet ve değerler kazandıran


Makale ve Analizler - 2018

39

İslam dini ve bu dinin iki kaynağı olan Kuran ve Sünnet yatmaktadır. Bu kaynaklar ve onlardan beslenen kültürel miras ve tecrübemiz gösteriyor ki, İslam dini, Yaratanla ve çevreyle barış içinde yaşamasını, kalıcı huzur ve mutluluğu yakalamasını hedeflemiş,; bunu gerçekleştirmek için insana sadece inanç ve ibadet esaslarını telkin etmekle yetinmeyip, bunun yanı sıra adalet, doğruluk ve dürüstlük, hak yememe, yalan söylememe, ötekine saygı, yardımlaşma, her türlü kötülükten uzak durma, kendisi için istediğini kardeşi için de isteme ve onu sevme gibi temel erdemleri de hayatımızda egemen kılmak istemiştir. İslam dünyası ve Müslümanlar olarak, klasik dini bilgi mirasımızı bugüne taşımada, dünyada baş döndürücü değişim karşısında tutum belirlemede, Kuran ve Sünneti anlamada, İslam’ın evrensel davetini algılamada ve temsilde ciddi sorunlarımızın olduğu aşikârdır. Son yüzyılda birçok alanda sıkışan ve sorunlar yaşamaya başlayan, buna karşı düşünce ve bilgi üretme imkânını da büyük ölçüde yitirmiş bulunan İslam dünyası kolaycılığa kaçtı ve geleneğe sığındı. Klasik dini ilimlerin kendi dönem ve şartları içinde ürettiği bilgiye kurtarıcı gözüyle baktı ve onları kendi diline ve kültürüne tercüme ederek topluma aktarmayı İslam’a ve ecdada hizmet zannetti. Kitaplar sorun çözmez, sorunların üstesinden gelecek ilim insanları ve beyinleri besler. Kendimiz elimizi taşın altına sokmadan, eskilerin ürettiği ve kategorik olarak da beşeri ve zanni nitelikteki bilgilerin ve yorumların arkasına sığınmak, onları dini alanda denmesi gerekeni söyleyenler olarak öne sürmek hem bu ulemaya hem de yüce dinimize haksızlık olmuyor mu? Gelenekte dini ilimlerin sunduğu bilgiler inanmak için değil, Müslümanların hayat tarzları ve dünya görüşlerini belli bir kıvamda tutmak içindi ve hayatla diyalektik bir ilişki oluşmuştu. İslam’ın klasik literatüründeki hayata dair bilgiler de inanılmak için değildir. Bunlar Müslümanların günlük hayatını, toplum hayatını ve toplumsal ilişkilerini güzelleştirmek için ve insanları İslam’ın rahmetiyle buluşturmak için vardır. Ama akdim dönemlerde dinini asıllarını merkez alarak üretilen o zengin bilgi birikimini bizler bugün yenileyip günlük hayata cevap verir kıvama getiremediğimiz için aldatmacalı bir yol seçtik; birine inandık, ötekini yaşadık. Geçmişe özlemimizi dile getirirken günün gereklerine göre davrandık. Dünyevileşirken şekilci ve görsel dindarlıkla yetinir olduk. Yani birden fazla doğrumuz, birden fazla yolumuz oldu. Olan da bize oldu.


40

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bugün dini ilimlerde ciddi bir yeniden yapılanma ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Aradan geçen bunca zamandan sonra dini ilimlerin ilk hicri asırların şart ve anlayışları içinde oluşan müfredatının, ihtiyaç ve sorunlara paralel olarak belirginleşen ilgi alanlarının ve getirdiği çözümlerin olduğu şekliyle günümüze taşınmasını arzu etmek hakkaniyete sığmaz. Hele hele bunu dini ilimleri ve geleneği korumak veya ecdada bağlılık adına savunmak öncelikli olarak adına hareket ettiğimiz bu değerlerimize haksızlık olur. Günümüz İslam âlimlerinden beklenen, yeni dünyada karşılığı zayıflamış ve sırf dini bilgi zannedildiği için hürmet gören dini malumatı naklederek vakit geçirmek değil, Kur’an’ın ve Sünnet’in kıyamete kadar baki mesajını bu yüzyıla taşımak, bunu taşıyacak ilmi yöntemleri ve ilim dallarını gerekiyorsa yeniden tasarlamak ve dini bilginin mahiyeti ve anlamını yeniden düşünmektir. Ancak o zaman İslam’ın ışığında Müslümanlığımızla yüzleşme çağrısı anlamlı olur ve olumlu sonuç verebilir.”(Prof Dr. Ali BARDAKOĞLU; İslam’ın Işığında Müslümanlığımızla Yüzleşme, KURAMER Yay.İst.2017). Değerli okurlarım, Marmara İlahiyat Fakültesinde yaklaşık üç yıl ders aldığım eski Diyanet İşleri Başkanımız Prof Dr. Ali BARDAKOĞLU’nun “ İslam’ın Işığında Müslümanlığımızla Yüzleşme, KURAMER Yay. İstanbul,2017” kitabını okumanızı şiddetle öneririm. Bugün İslam coğrafyasında kendi ellerimizle inşa ettiğimiz ve hayata aktardığımız “Müslümanlık tarzı” ile İslam dininin yüce değerleri arasındaki makasın hayli açıldığını üzülerek görecek, can sıkıcı da olsa-kendi sorunlarımızla yüzleşmemiz ve kapımızın önüyle ilgilenmemiz gerektiğini anlamış olacağız. Her şeyin doğrusunu bilen Yüce Mevladır. Allah’a emanet olunuz.


Makale ve Analizler - 2018

41

Sabır Anıtı Tarih:23 Ağustos 2018 Yazan: Dr. Nedim BİRİNCİ Konu: Tarih Böyle Barbarlık Görmedi. Bulgar dilinde “Kaynatsan da, kızartsan da hep aynı!” diye bir söz var. Memleket kamuoyunda şimdi de “Makedon dili diye bir dil var mı, yok mu!?” tartışması başladı. Yok diyenlerin inadı keçi inadı! Ama inat keçilerin “Makedon dili yoktur!” haykırışlarının ardından gelen timsah gözyaşlarını TV ekranlarından gösterenler de, fikrimize göre aynı sahnenin aktörleri. Türk dilinin olmadığını 100 yıl iddia edenlerin, olsa bile Türkçe konuşmayı yasaklayanları, yasaklara uymayanlara ceza kesmeleri, Çingeneceyi yok sayanlar, Ulah dilini unutturanlar vs şimdi de Makedon diline takıldılar. 2007’den beri Bulgar Kırmızı Pasaportu isteyen Makedonları Sofya’da “Bulgarca sınavına sokan” ve sonunda Anadili Bulgarcadır sertifikası ve Bulgar kimliği verenler, Makedonlar Bulgar, dilleri de Bulgarcadır!” kampanyasına devam ederken, artık ayıp ediyorlar. Bu işler başbakan B. Borisov döneminde oldu ve devam ediyor. Oysa dünyada hiçbir dilin başka bir devlet tarafından onay almasına gerek yok, devletler hukukunda böyle bir madde yok, Birleşmiş Milletlerin veya Avrupa Birliği’nin benzer kararı yok. Bulgar devleti neredeyse DİL NOTERLİĞİ yapıyor… Tutuşan yeni gerginlik ateşine benzin dökenler, Bulgaristan’da rahatlarına diyecek olamayan İç Makedon Devrim Örgütü –VMRO- voyvodalarıdır. Enseleri iyice semiren bu haydut sülalesinin yolu kesilmezse, işler karışabilir… Eylül ayının sonunda, Makedonya’da ülkenin adının Yunanların isteği üzere değiştirilerek “Kuzey Makedonya” mı yoksa Anayasa’da olduğu gibi “Makedonya Cumhuriyeti” mi kalmasını halk oylaması – referandum – belirleyecek. Oylama ya da reddetme günü yaklaştıkça ortam iyice kızıştı. Oy kullananlardan % 50’den fazlası “Kuzey Makedonya” adını kabul ederse, Üsküp önce NATO ardından da Avrupa Birliği (AB) üyeliği kapısını aralamış olacak. Bunun ardından bir de Makedonların anadili Bulgarca mıdır Makedonca mıdır referandumu yapılır mı dersiniz!? Olay öyle karışık ki anlatması çok zor!


42

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Brüksel’de üye devletlerin hepsinin öz dili var. AB üyeliğiyle birlikte Makedonca da bir AB dili olarak kaydedilecek. Makedon temsilciler ve milletvekilleri AB kürsüsünden Makedonca konuşabilecekler. Bulgarlar da konuşmaların Makedoncadan tercümesini dinleyecekler. Makedon dili Bulgar dilinin bir ağızıdır iddiaları kendiliğinden düşmüş olacak böylelikle. Resmileşecek. AB tarafından kabul edilmiş olacak… Şu da var. Makedonya’da 2. Resmi dil var. 2. Dil Arnavutça olduğuna göre, Arnavut dilinin de AB resmi dili olarak kayda geçmesi gerekecek. Tabii Bulgar sahte “yurtseverleri” –VMRO – haydutları partisinin Başkanı Krasimir Karakaçanov ile Başkan Yardımcısı ve AB milletvekili Angel Cambazki buna tepki gösterip isyan ediyorlar. Biz soydaşlar ve Bulgaristan Türkleri olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin Avrupa Birliğine üyelik sürecinin başarılı tamamlanmasını büyük bir heyecanla bekledik. AB resmi dilleri arasında Türkçemiz –anadilimiz – Avrupa dilleri listesine alınırken, Balkan ülkelerindeki Türk etnik ve kültürel azınlıklar da – Bulgaristan Türkleri de bu kapsamda – konuşma ve yazı dili olarak Türkçe kullanır kaydı yapılmasını bekledik. Bekliyoruz… *** Dil deyip de geçmeyelim. Aslında olay çok görkemli! Makedonya’yı NATO ve AB’ye davet etmek isteyenlerin arka planları nedir bilmiyoruz. Şöyle düşünelim, “Makedon dili yok!” tezi tutarsa ve Makedonya’da Bulgarca konuşma zulmü başlarsa o zaman Arnavutlara ve orada yaşayan yerli Türklere “Neden Bulgarca konuşmuyorsun?” cezaları art arda kesilip yağmaya başlamayacağına kim garanti verecek? Bu gelişmeler çok acı olaylar hatırlatıyor. Birinci Dünya Savaşında ve İkinci Dünya Savaşı’nda (19421944) Üsküp ve Ege Makedonya’sı topraklarının idaresi Nazi Almanları (Hitler) tarafından Çar III. Boris’in emrindeki Bulgar makamlara verilmişti. Kısa bir sürede Makedonların eline Bulgaristan kimliği verildi. Resmi dairelerde işlem dili olarak Bulgarca uygulandı. Yahudilerle Çingeneler bilek ve topuklarından kelepçelenip Polonya’daki Nazi “Treplika” Ölüm kampında gaz kamaralarında yakılmaya gönderildi. Geri dönen olmadı. Bunlar asla unutulmamalıdır. *** 23 Ağustos 2018’de Sofya’da Komünist Rejim Kurbanları Anıtına çiçek ve çelenkler kondu. Nasyonal sosyalist – faşist ve komünist ve diğer totaliter rejimlerin işlediği cinayetleri lanetlendi. Bu konuda Avrupa Parlamentosu 2008 yılında, sosyalistlerin (PES) ve Avrupa Halk Partisi (AHP) oylarıyla – BG’de iktidardaki GERB partisi AHP’ne üyedir – bir Bildiri kabul


Makale ve Analizler - 2018

43

ederek bu olayı onayladı. O zaman Bulgaristan’da Sosyalist Parti (BSP) ile Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS) iktidardaydı. Bu karar Sofya Meclisinde de onaylandı. DPS’nin üyesi olduğu Liberal Enternasyonal milletvekilleri Brüksel meclisinde bu oylamaya oy vermemiştir. İkisinin de yakın ve uzak geçmişi totaliter komünist özden süzülmüş olsa da bizde – BSP ile GERB partileri –yeni maske ardına gizlenerek hem faşizmi hem de komünizmi birlikte lanetliyorlar. Oysa ikisi de Bulgaristan Komünist Partisi’nin maskeli yavrularıdır… Ahmet Doğan’ı bir yana bırakalım, adamın “işi” var. Lütfi Mestan’ı da hesaba katmıyorum, çünkü bir Farsça söz olan “lanetlemenin” Türkçe anlamını henüz idrak edememiştir… Ne faşizm ne de totaliter komünizm kurbanlarının Anıt Levhalarında hiçbir Türk ismi yok… Biz düşman kabirlerinde Fatiha Okumaya devam ediyoruz. Ne günler geçirdik be! Halkın cahilliği derinleştikçe daha neler neler yaşayacağız… İkinci Dünya Savaşından önce – 1934 askeri darbesinin ardından – Bulgaristan’daki iç savaşta 4 500 komünist (anti-faşist) ve 9 000’den fazla faşist birbirini kıydı. Bu kıyımı, Sofya girişinde bölünmüş yolun sağında 100 dönüm arazi üzerine yayılmış olan “Varanya” köşkünden yöneten Çar III. Boris’in mirasını Bulgar devleti oğlu II Semyon’a vermedi. 74 yıl sonra çıkan bir mahkeme kararıyla devlet köşkü geri aldı. Yani tencere tekerlendi ve kapağını bulmaya başladı… 1974 yılında bir zehirli saçmayla Londra’da öldürülen Bulgar yazar Georgi Markov’un gün ortasında gerçekleştirilen infazının Devlet Kararıyla ve devlet eliyle icra edildiği ortaya çıktı. Kendisinde cesaret bulup bunu yazanlardan biri ise, eskiden gizli polis “DS” görevlisi olan, bizdeki emsalsiz “demokrasi” koşullarında birden bire Profesör oluveren ve benzetmeli düşünmeye devam ederek, genç kuşağın nazik beynine süzülmüş zehir akıtanlardan biri olan Prof. Dr. Petrov ‘tur. Demek oluyor ki, devlet kararı ve eliyle yaptırılan bu infazdan TAZMİNAT HAKKI DOĞMAZ MI? Soru 1: III. Boris idaresinde hayattan olan şu 4 binden fazla anti-faşist ve 9 binden fazla faşist de son hesapta devletin ülkeyi idare edemediğinden dolayı kıyımdan geçtiğine göre, bu işten da TAZMİNAT HAKKI DOĞABİLİR Mİ? Soru 2: 1944 -1946 yılları arasında Başbakan olan KGB ajanı Kimon Georgiev iktidarınca, Çar II.Simeyon’un naiplerinin onayıyla idam edilen 249 kişinin öldürülmesinden de TAZMİNAT HAKKI doğmaz mı? Kuşkusuz bu sorulara Türkleri, Pomakları katledenlerin hele sözüm ona “soya dönüş” yıllarında ne zaman tutuklanıp yargı önüne çıkarılacağı sorusu hemen cevap bekliyor!


44

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İkinci Dünya Savaşından sonra – 1944-1948 – yılları arasında Halk Mahkemesi 249 kişiye idam cezası verirken, toplama kamplarında binlerce kişi kaldı, sakatlandı, özürlü kaldı, hastalandı, hayatından oldu. İsim değiştirme yıllarında sürgünde, toplama kamplarında, hapislerde kalanların hakları da aranmalıdır. Bu gelişmeleri ve tartışılan yeni konuları büyüteç altına aldığımızda BSP-GERB ve VMRO’nun hemen yasaklanması ve bir daha benzet siyasi parti kurulması tamamen yasaklanmalıdır.Katliamlardan en acı verici olarak nitelenen, Başbakan Aleksandır Stanboliyski’nin, III.Boris ve etrafındakilerin gizli kararıyla vahşi öldürülmesi olayını, o zaman Çar Kalem Odası Şefi olan Gruev’in kardeşi Stefan, ”DİKENLİ TAÇ” kitabında şöyle anlatıyor: “Başbakan’a yapılan işkenceleri, Sofya’dan gönderilen Harlakov yönetimindeki “işkenceci grubu” vahşetini anlatanların hep dili dönmedi ve olay kısmen öğrenilebildi. Bu vahşi işkenceleri yapanlardan biri “Voyvoda Veliçkov” isminde VMRO-komitacısıydı. Başbakan Stanboliyski 60 defa hançerlenerek öldürüldü, parmakları birer birer kesildikten sonra sağ kolu da kesildi. Stanboliyski’nin kafası kesildikten sonra, “biz işi bitirdik” anlamında Sofya’ya getirildi ve Çar III. Boris’e gösterildi. Bulgar vahşetinin, VMRO’nun Bulgaristan’daki caniliğinin efsanesi henüz yazılmamıştır…” (Sayfa 146-47) Biz yerli Türklere göre, eğer bu memlekette yaşanacaksa, cinayetler çuvalı kaldırılsın, ağızı açılsın ve halkın AYAK DİVANI meydanına boşaltılsın. Bu memlekette en sabırlı kesim Türkler, Pomaklar ve Çingenelerle Bulgaristan Halk Çiftçi Partisi taban kadrolarıdır. Biriken öfke ve kinden öç alma ateşi yakmadılar. Onlara çoooook büüüyük ve çooook yüüüksek bir SABIR ANITI dikmek ve çelekleri oraya taşımak gerekir… *** Dikkati çeken nokra 1972-73’te ve 1984-1989’da isim değiştirme, din yasaklama, okul kapatma, sünet yasaklama, hatta kına yakmayı yasaklama, sürgün ve yargısız infaz yıllarında şehit düşen yüzlerce Türk ve Pomak kardeşimizin ismi anılmıyor. Hiçbir anır levhasında Türk isimlerine rastlanmıyor. Todor Jivkov’un totaliter diktatörlüğünü deviren 1989 Mayıs Ayaklanmamızdan söz bile edilmediği gibi, 500 bin Türk’ün sınır dışı edilmesi bir cinayet olarak kabul edilmiyor. Bu tek taraflı siyasette biz artık BSP-GERB kaynaşmasına tanık olmaya başladık. Kökleri birbirine örülmüş olan bu 2 partinin dalları ve yaprakları da artık birbirine sarılmış ve dolaşmış, çiçekleri birbiriyle tozlaşıyor. Gidiş bu gidiş, Bulgaristan AB içindeki sözüm ona “problemsiz” ülkelerden biri olarak otorite yapıyor, Balkanlarda ve özellikle de Batı Balkanlarda gövde gösterilerine devam ediyor. ***


Makale ve Analizler - 2018

45

Unutulmaması gereken bazı çok önemli gerçekler var. Çarlık döneminde (1909 – 1944) Bulgaristan’da çok büyük cinayetler işleyen VMRO – partisinin (iki askeri darbeye -1923 ve 1934 – bizzat katliamları ve infazları gerçekleştiren bir silahlı tim olarak katıldığı bilinirken, bu iğrenç surat pudralanıp gizlenip saklanıyor. Bu ülkede sorun yaratanın Türkler, Pomaklar ve Çingeneler olmayıp, faşistlerin, VMRO-cuların olduğunu anlatmakta güçlük çekiyoruz. VMRO örgütünün seri cinayetleri, katliamlar, insan kaçırmalar, şehir basmalar, işgal etmeler, dayaklar, zorbalık ve zulüm, halka kan kusturanların iğrenç çehresi halka asla gösterilmiyor. Bu hafta Bulgar basınında şu sorular dikkat çekti: “9 Haziran 1923 asker darbesine katılanlar kimlerdi? VMRO değil mi?Başbakan Aleksandır Stanboliyski’yi kim öldürdü? VMRO değil mi?Bulgaristan Halk Çiftçi Partisi önderi Rayço Daskolov’u kim öldürdü? VMRO değil mi?Başbakan Petko D. Daskolov’u kim öldürdü? VMRO değil mi? Dimo Hacıdimov’u kim öldürdü? VMRO değil mi? Todor Panitsa’yı kim öldürdü? VMRO değil mi?Ve şimdi de, BSP Makedon milleti, Makedon dili vs icat ediyor diye, sosyalistlerin hepsini birden katletmek isteyen şahsen VMRO Başkan Yardımcısı ve AB Milletvekili Angel Cambazki ve onu destekleyen Başbakan Yardımcısı Krasimir Karakaçanov değil mi? Bulgaristan’ın XX. Yüzyıl tarihinde VMRO militan ve eylemcileri tarafından katledilenlerin listesi çok uzundur, nedense yayınlanmıyor. Halkta korku var ve kanlı konulara basmak istemiyor… VMRO – katiller örgütüdür ve Bulgaristan tarihinde işlenen büyük kıyımı gerçekleştirenlerin illegal ve legal örgütdür. Şu unutulmamalıdır 1972-73 Batı Rodoplarda ve 1984-1989 bütün Bulgaristan’da zorla isim ve kimlik değiştirme, dil ve din yasaklama, etnik azınlıkları geleneksiz, kültürsüz ve geleceksiz bırakma saldırılarına en amansızca katılan VMRO – köpekleridir. Hapishanelerde ve toplama kamplarında sobacılıktan geçinen onlardır. 1913’te Müslüman Pomakları Batı Rodoplardan kovan ve onları soyan VMRO çetecileridir. Günümüzün faşistleridir. Konuya devam edeceğiz. Bulgaristan değişmek ve faşist ve totaliter komünist zihniyeti, insan düşmanlığını gömmek zorundadır. Zinde güçlerle bu matem töreninde yan yana olmak ve birlikte savaşmak istiyoruz. Oku ve okut. Paylaşmayı unutmayınız!


46

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bizim Formatımız

Tarih: 27 Ağustos 2018 Yazan: Raziye ÇAKIR Konu: Çeşitlilik içinde birlik veya birlik içinde çeşitlilik! İnsanoğlunun yarattığı toplumu okuyabilmesi hiç kolay değil. Kolay olsaydı, her toplumun formatı, kuralları, ahlakı belirlenir ve kabul edildiğinde huzur ve sükûn sağlanır, sorunlar kendiliğinden çözülür ve insanlara dünyayı bir gül bahçesi yapmak kalırdı. Ama olmamış ve olmuyor işte… Orta Avrupa dünya tarihinin merkezi olduğu 15. Yüzyıllarda biz Türkler oraları ele geçirip en yüksek medeniyet ve en düzenli ahlakın taşıyıcıları olarak kapılarını çalmışız. Hedefteki kültürler arası etkileşimle el ele verip birlikte ilerlemekmiş… 20.yüzyıl boyunca yazan 21. Yüzyılın başlarında kalemini cebine saklayıp dünya yoluna son veren büyük düşünür Roje Garodi, mükemmelliği bir Protestan olarak aramaya başlamış, Katoliklikte de bulamayınca Müslümanlığı kabul etmiş ve cennette bütün insanlarla birlikte yaşamak için külünün 5 kıtaya saçılmasını vasiyet etmiştir. Kitapları ilgiyle okunan R. Garodi “Geleceğimizde İslam Var” eserinde şöyle der: “Batıyı Ortaçağ karanlığından, barbarlıktan, cahillikten ve canlı cenazelikten dün İslam kurtarmıştı. Bugün de körü körüne üretip körü körüne tüketen ve tükettiren Batı’yı bu korkunç sapmadan yine İslam kurtaracaktır! Ya İslam’ın eşsiz bilgeliği, kültürü ve medeniyetiyle tanışıp onun kurtarıcı insanlık değerlerini paylaşacağız, ya da yakın zamanda yok olacak ve Batı toplumlarıyla birlikte bütün dünyayı da intihara sürükleyeceğiz.” Garodi, yaratıcılık yolunun sonunda bütün maddi ve manevi gücünü toplayarak Paris’te bir DEĞİŞİMCİLİK ÜNİVERSİTESİ kurdu. Bulgaristan’da Türk ve Bulgarlardan bu Üniversiteyi bitiren yok. *** Osmanlı’nın Balkanlar’da kurduğu nizam, huzur ve sükûn düzeni 1878 Berlin Konferansından sonra aşama aşama bozuldu. 1879’da Tırnova’da hazırlanıp onaylanan kurucu Bulgar Anayasası’na Moral Kodeksi – Nizam ve Ahlak Kanunu – eklenmedi. Ahlak kuralları Bulgarlar için Doğu Ortodoks Kilisesi pratiğine bağlı kılınırken, Müslümanlar da 1934 yılına kadar


Makale ve Analizler - 2018

47

geçerli olan Şeriat kurallarına, Müftü, İmam ve Hocaların iradesine bırakıldı. Plevne Savaşı’ndan sonra (1877-1878) Tuna boyu, Deliorman, Dobruca, Varna ve Sofya eyaletlerindeki manevi bünyeyi oluşturan ulema, din bilginleri, müftüler, zaptiyeler, öğretmenler, eğitmenler, memurlar ve hukukçular vs askerle birlikte çekilmiştir. Mithat Paşa’nın Büyük Valiliği yıllarında, Osmanlı’nın Batılılaşma açısından bu pilot bölgede Müslüman ahali devletten ve kurumlarından tamamen kopmuş, içine kapanarak, kendi topraklarında korka korka üretip tüketerek, İslam geleneklerine, adetlerine ve yaşam tarzına uygun biçimde var olmaya devam etmiştir. Bu günden itibaren burası benim vatanım sözü unutulmaya ve unutturulmaya başlanmıştı. Bulgar Kurucu meclisinde, Anayasa ruhunun biçimlenmesine ve maddelerinin işlenmesine Türk ve Müslümanlar davet edilmedi. Selçuk ve Osmanlı İslam geleneklerinin özünü oluşturan ümmet ve adalet, bireysel ve toplu haklar anlayışı çöpe atılıp tek dilli, tek milletli Bulgar devlet ideoloji ve siyaseti uygulamaya çağrıldı. Nüfus çoğunluğu (1879’da % 52) Müslüman olan Prenslikte Muhafazakâr Parti, Liberal Parti, Liberal Parti (Radoslavov), Halk Parti, Halkın Muhafazakâr Partisi, Demokrat Parti, bağımsızlar ve askerler siyaset sahnesine çıktı. Türk Müslüman Partisi kurdurulmadı. 17 yıl süren (1879 – 1909) )Prenslik döneminde 25 hükümet ve 1 Prens değişti. Birinci Geçici hükümeti – 2 yıl süreli – Rus istila güçleri kurdu. Farklı siyasi oyuncuların sahneye çıkıp inmesi çoğulculuk, çok partili demokrasi gibi bir görüntü sergilese de, Müslümanlar siyaset dışı bırakıldı. Siyaset oyunu yalnız ve ancak Bulgarlar arasında oynandı. Etnik azınlıklar, dil ve din azınlıkları, Hıristiyan olmayanlar Prenslik yıllarında devlet kurumlarında, meclis ve hükümette yer almadılar. Çeşitlilik içinde birlik veya birlik içinde çeşitlilik ilkesi çöpe atıldı, hayata çağrılmadı. Bulgarlar kendi milli devletini kurmaya heveslenmişlerdi. *** İşte böyle bir ortamda, tarihi ve etnik köken, dil, din, kültür ayrılıklarını dikkate almadan, Bulgar Milli Devlet anlayışı ve “isteyen gitsin kalan ulusal kimliği kabul etsin” – tek bir kimlik çatısı altında var olmaya alışma formatı belirdi. Gitgide birleşme, entegre olma, ulusal kimliğin içinde erime, asimile ve yok olmayı zorla kabul ettirme eğilimi yerleşti. Bu formatta, tarihi-kültürel kimlikle, resmi ulusal kimlik uyumlu ve özdeş olmadı. Bu ortamda Bulgaristan’da kalan Türkleri, Müslümanları Bulgarlaştırarak asimile etmenin en kısa yolu, onların başına her köyde, her işyerinde, her okulda Türkçe bilmeyen bir Bulgar atamakla başladı. Türklerin arasından


48

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

toplumun önüne kendiliğinden geçecek, işleri yönetecek, iş gösterecek, insanlarımızı anadilimizde bilgilendirip aydınlatacak, yönlendirecek ve yönetecek Türkler sivrilmesi yolu kesildi. İşte bu nedenlerle Bulgar ulusal devletinin kurulduğu daha ilk yıllarda cami ve okul encümenliklerimizin bile dağıldığı bir ortamda, öncü ve lider kişilik eksikliğinde Bulgaristan Türk Kimlik Bunalımı başladı ve derinleşti. Halkımız tarihi yeniden yazıp değiştiren veri ve yorumlara, sosyal baskılara, resmi ideolojiye gönlünü açmadı, Bulgarlara karşı Türk Benliği ve Hırıstiyanlara karşı Müslüman Kimliği ağır bir ortamda hayat hakkı istedi. Bulgaristan Türk – Müslüman Kimliği bundan 140 yıl önce başlayan bu mücadele, kendi kimliğimizi bulma, ana anadilimizde, kendi dinimizle, yaşam usulümüzle, halk sanatımızla, yaratıcılık, edebiyat ve sanatımızla yaşam alanımızı – hak ve özgürlüklerimizi – genişletme direnişleriyle belirlendi. Daha ilk başta birey, topluluk, toplum, ulus ve kimlik seçimimizi Türk ve Müslüman olarak yaptık. Hiçbir kimseyle, benzerlik, yakınlık, gerekçesiz ilişki, gerginlik yaratmak için çelişki aramadık, yolumuza hoşgörülü yaklaşımla devam ettik. *** Formatımızı yaratırken Bulgaristan Müslümanları için en önemli ve tek rehber Kur’an’ı Kerimdi. 140 yılda belki de 1000 defa toplatıldı. Mahkemelere verildi. Yargılama delili olarak gösterildi. Müslümanlarla birlikte hapishaneye girdi, sürgüne gitti geldi. Bu, hepimize bağışlanmış bir kılavuzdu ve müminlerce tekrar tekrar okundu. Kimliksel bütünlüğümüze gerekli olan her hususu içeren bu eseri ruhumuz gibi koruyabildiğimiz için gurur duyuyorum. Kuran bizim çeşitlilik içinde birlik kurma anahtarımızdır. Güzel ahlaklı olmak herkese yakışır. Dinden başka hiçbir kudret ahlak yaratamaz. En güzel ahlaklı din ise İslam’dır. *** Bazen oturup düşünürken Nasrettin Hoca neden bizim zamanımızda yaşamadı sorusuna yanıt arıyorum. Hoş vakit ve hür düşünceyle kimliğimize, dinimize, dilimize kurulan tuzaklı alaylı fıkralarla tuzla buz eder, geleceğimizle ilgili kara bulutları dağıtır, hepimizi güldürüp düşündürürdü, geçiyor aklımdan. *** O ağır zulüm yıllarında halkımız Allah tarafından gönderilen ve Allah tarafından konuşturulan birini bekledi. İlhamın kaynağından konuşan biriydi beklenen. “İlahi kanuna uygun hareket ediniz!” demesi yeterliydi. Sözü alabildiğince yalın, basit ve anlaşılır biriydi o. Durum çok karışıktı, belirleyici


Makale ve Analizler - 2018

49

olan bir inanç vardı: “halk karmaşık olanı tanır, öğrenir, ama ona inanıp, onun yolundan gitmez.” İnsanları bir bayrak altında toplar gibi söz etrafında toplamıştı bu inanç. Bulgarlar Müslümanların bir bayrak altında yürümesinden, aynı yönde yürümesinden korkuyorlardı, onlara kılavuzluk eden kitaba dik dik bakıyorlardı. Bulgarların çok etnikli, çok kültürlü bir ortamda, tek uluslu devlet kurma planları böyle çözüldü, ileri adım atılmadı. Bulgarların Osmanlıdan gelen Türk kimlik formatını çözüp parçalayacak ne fikri ne de silahı vardı. Ellerindeki tek imkân ve bel bağladıkları tek umut, Türkleri ve Müslümanları tarihsel formatlarının dışına çıkarmak, onları başka ilham kaynaklarına yöneltmekti. Daha önce bir defa “Bin bir gece masalları” ile İslam’ın temel bağları çözülebilmiş, ahlakına sis düşürülmüştü. Eserleriyle şöhret kazanmak ve rahat bir hayat yaşamak isteyen şairler yetişmesine kapı açmayı düşündüler. Bulgaristan Türk şiirinde çeşitlilik, görüş ve tasvirlerde sonsuzluk, sevgide, güzellikte, bağlılıkta ebedîlik böyle belirdi. Yükselen Bulgar bayrağı altına davet edilmeyen Müslümanların uzaktan bakışı bir arzuymuş gibi yanlış yorumlandı. Ezilen insanların çeşitliliğe inanmadığı, onu yalnız idrak ettiği, tanımak istediği unutuldu. Onların kitabında efsanelere, masala ve metrolojiye inanın denmemişti. Şiirle müminlerin uyutulmasına ve aldatılmasına da müsaade edilmemişti. Onları, üstün ve güzel ahlakıyla sürükleyen ve hepsinin bir vahdet inancı etrafında kenetlenmesini isteyen Peygamberleri vardı. *** 1989 Mayıs Ayaklanmamız, Bulgaristan Türklerinin siyasi formatını belirleyen çok önemli bir ölçü oldu. Öncüler, siyasetçilerimiz, liderlerimiz sürgünde oldukları Bulgar köylerinden toplanıp sınır dışı edildi. 21 Mayısta çağrılan Demokratik Lig (Birlik) kurucu Kurultayının Sliven iline bağlı Ablanlar (Yablanovo) köyünde toplanabilmesi yolları kesildi. 1984’ten beri kışlaya toplanamayan ordular, jandarma, polis, “gönüllüler” ayaktayken Ayaklanma bayrak yerine çapa kürek kaldırdı. Doğru yolu gördüklerine inananlar sorunlarını bütün insanlığa anlatmak, çözüm aramak, zulmün zincirlerini koparmak, öncelikle Allah’ın kendilerine tanıdığı doğal ve insan haklarını, yasaklanan özgürlüklerini istiyorlardı. Bu, tek uluslu Bulgar devleti dışında kalmışlardı, çok etnikli, çok dilli, çok dinli, çok kültürlü bir ülkede, vatanda, devlette özgürce yaşamak istiyorlardı. Onların hayallerindeki yeni format geleneklerinin devamı ve kültürel otonomiye taşınmasını hedefliyordu. Bu yüreklenmede onların önünde ve seçilen yolda onlardan daha sert basan bir şair, partili, partisiz yoktu. 72 binimiz birden yürüdük ve Bulgar siyasi totalitarizm bendini yıktık. Halkın


50

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

bu zihni disiplin etrafında kenetlenebileceğini düşünebilen bile yoktu. Bulgaristan Türklerinin tüm yalan ve masallardan, ödüllerden ve vaatlerden, Radyo ve TV’de anlatılanlardan, basında yazanlardan, onlar önüne çıkıp totaliter iktidar adına konuşanların tüm iddialarından ve kandırma yeltenişlerinden kendilerini nasıl koruyabildikleri bir sır kaldı. Onlar söylenenlerin tam tersine, zıddına inanmaya gayret etmişlerdi. Halkımızın bir beklentisi vardı. Sabır ve mücadele içinden onların olanın, hakkın ortaya çıkacağına inanıyorlardı. Tarihte bu defalarca başarılmıştı. Küçük Asya Türklere böyle Ana Vatan olmuştu. Rumeli’de asırlarca süren huzur böyle kurulmuş, onlarla yan yana ve en iyi ilişkiler içinde 80 etnikle ortak dil bulmuşlar ve Güneşe birlikte sevinmişlerdi. Bir Vahdet çağrısıyla tüm dünyayı dize getiren gönüllerinde yaşıyordu. Onların formatı buydu. Aslında ayaklandıklarında “format” kavramını bilmiyorlardı, bildikleri hiçbir kimsenin hiçbir şeyinde gözleri olmadığı ve yalnız kendilerinin olanı isteyişleriydi. İsimlerini değiştirmekle ayıp edilmişti. Genç evli gençleri hapislere toplamakla ayıp etmişti. Anadilimizi yasaklamakla günah işlemişti. Mezar taşlarını yıkmakla da günah işlemişti. Yaşam usullerine saldırmakla vahşiliğini kanıtlamıştı. Zaten 1907’de Rusya Çarı II. Nikolay “Balkanlardaki o vahşiler” demekle, ne doğru söylemişti. Garodi’den sonra “HALKLARIN FORMATLARI ÜNİVERSİTESİ” açılmasını öneriyorum. Kapısının üzerine geleceğin tek formatı şudur yazsın: Çeşitlilik içinde birlik veya birlik içinde çeşitlilik! Okuduğunuz için teşekkür ederim. Paylaşınız.


Makale ve Analizler - 2018

Formatımız – 2 –

51

Tarih: 30 Ağustos 2018 Yazan: Raziye ÇAKIR Konu: 30 Ağustos Zafer Bayramı hepimizin bayramıdır. Sayın okurlarım! Bugün ZAFER BAYRAMIMIZ! Hepinize kutlu olsun! Türklüğümüze yeni yeni ZAFERLER müjdelesin! “… Atatürk olmasaydı, Türk belki Özbekistan’da olurdu, ama Trakya ve Anadolu da kalmazdı. 100 yılda tüm civar coğrafyadan sürülmüş ve katledilmiş Türkler’in Konya Ovası’ndan sürülmeleri ve atılımları ne kadar sürerdi sanıyorsunuz? “… Ne Türk, ne de Türkiye kalırdı. Mustafa Kemal sadece ülkeyi kurtarmadı, Türk neslini de kurtardı…” Bu sözler Amerikalı Prof. Justin MacCarty’ye aittir. 30 Ağustos Zafer Bayramımızın 96. Yıl dönümünde Türk ve Türkiye Cumhuriyeti ifadeleri çok yüce anlam kazanmıştır. 30 Ağustos 1922’de Dumlupınar’da Mustafa Kemal’in başkumandanlığında zaferle sonuçlanan Büyük Taarruzu, Bulgaristan Müslümanları “Başkomutanlık Meydan Muharebesi” adıyla da bilir. Yunan ordularına İzmir yolu gösterilirken, Anadolu’da Zafer meşalesi parlardı. Ülke toprakları işgalden kurtuldu. Yeniden doğan yenilmez Türk ruhu kanatlandı. Mazlum halkların sömürgecilik zincirlerini kırdığı ve kurtuluş çağı açıldı. Aslında 30 Ağustos Türk İslam Dünyası’nın, tüm Müslümanların zafer ve bayram günüdür. Bu bakıma, çağdaş anlamıyla Türk, güç, kuvvet, kudret, olgunluk çağı, atılımlar gerçekleştiren, zaferler kazanan, gelişim yollarını kendisi açan, niteliksel dönüşümlerin taşıyıcısı, güzel insandır. Türk, çaresiz insanların sığındığı gönüldür. Birçokları içinse değişmeyen Türk vasıflarının sıralaması şöyledir: Güçlü,kudretli, kuvvetli doğan, türeyen, çoğalan, artan ve yücelmeyi başarandır. Türk Devleti dendiğinde ise, hatırlanan şudur: Türkler dünyada devletsiz yaşayamayan bir millettir. Tarih boyunca kurduğu 31 devlet, 33 beylik, 21 atabeylik, 16 İmparatorluk, 10 Cumhuriyet bunun göstergesidir.


52

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Türk milleti, ırk kavramını kendi ırkı için ortaya atmayan, ama büyüklüğü kendi tarihinden ve her Türk’ün kanından belli olacak, büyük millettir. Türklük ise parçalanması asla mümkün olmayan bir özelliğimizdir. 30 Ağustos’ta sıkça kullanılan “Yedi düvel” dendiğinde de Türk millet ve devletinin yakın ve uzak düşmanla dünya emperyalizmini dize getirdiğimiz hatırlanır. Bugün Yakın Doğu’da dönen dolapların en sonunda Türkler lehinde sonuçlanacağı ve ezilen ve sömürülen komşularımızın yurtlarına sağlıcakla döneceği anlamını taşır. 30 Ağustos, Balkan Savaşında, Çanakkale’de İngilizlere, Sakarya ve İzmir’de Yunan’a, Antalya’da İtalyan’a, Güney Doğu’da Fransızlara, Kıbrıs’ta enosise, PKK, DAEŞ ve PYD’ye, 15 Temmuz 2016’da FETO-cu darbecilere, Artfin’de ve Kandil’de hain düşmana karşı galibiyetimizi, yüce ZAFERLERİMİZİ topluca kutladığımız bayramımızdır. Türk milletinin yenilgi FORMATI yoktur. Bulgaristan Türklerinin şerefli yeri, şanlı AY YILDIZLI ZAFERBAYRAĞIMIZIN dalgalanan gölgesidir. Türkler, düşmanlarını tarih sahnesinden silen ZAFERLERE imza atmış büyük bir millettir. 30 Ağustos Zaferinde orduların merkezinde bir askeri deha olan Mustafa Kemal çıktı. Hiçbir kimseden öç almadık, Türk vatanını kurtardık, Türklüğü yaşatmak için savaştık. “Ne mutlu Türküm Diyene!” hepimize gurur kaynağı oldu. 2 Yıl önce Bulgaristan’da Doğu Rodoplar’ın Kırca Ali şehrinde 20 binimiz bu sloganla ant içtik. Bu sözlerde, 20. ve 21. Yüzyıl formatımızı belirleyen içeriği Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Atatürk şöyle açmıştı: “Esas ve kalıcı çözüm, istisnasız Türk birliğidir. Bu memleket dünyanın beklemediği, asla umut etmediği bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine yüksek sahne oldu. Bu sahne 7 bin senelik bir Türk beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgârlarıyla sallandı. Beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurlarıyla yıkandı. O çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvela korkar gibi oldu, sonra onlara alıştı. Bir gün o tabiat çocuğun tabiatından, şimşek, yıldırım, güneş oldu. Türk oldu. Türk budur. Yıldırım, kasırgadır, dünyayı aydınlatan Güneştir. Bu memleket tarihte Türk’tü, halinde Türk’tür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır.” Atatürk, Bulgaristan Türkleri de bu kapsamda, Türk varlığının geleceğini ve güvencesini “Yeni Türk İnsanını Yaratma” yani Türk Kimliğini oluşturma sorunu olarak gördü.


Makale ve Analizler - 2018

53

Yeni Türk İnsanı oluşturacak temeli ise Türk kültürü’nün geliştirilmesinde buldu. Bu nedenledir ki;Bulgaristan Müslüman Türklerinin 140 yıldan beri verdiği mücadele “kültürel otonomi” savaşımıdır. Ümmetten başarıyla ayrılan ve kimliğini arayan Bulgaristan Türklerinin Prenslik ve Çarlık düzeni (monarşi) yıllarında (1879 – 1944) 2 700 Türk okulu kapatılmıştır. Bu okullar bizim medeniyet ve kültürümüzün esası ve temelleriydi. Kız ve erkek çocukların okula gitmesi değişik biçimde engellenmiştir. Öğretmen sorunları çözülmemiş, Latin alfabesine geçilmesine, ders kitabı basılmasına, okuma kitabı hazırlanmasına, kış aylarında okullara odun sağlanmasına vs. engel olunmuştur. Öncü öğretmenleri tutuklama ve sınır dışı etme yolları aranmıştır. Okullar Bulgaristan Türklerinin temel kültür ocaklarıdır. Bu işte bize örnek olan, Türkiye Cumhuriyetinin yeni kültürü olmuştur. Türkiye’deki Harf Devrimini Bulgaristan’daki Türkler de kabul etti ve uyguladı. Osmanlı Alfabesinin yerine Latin Alfabesine geçildi. 65 yıl süren bu ilk döneme en verimli ve en çok acıyla dolu bölüm desek de, Bulgaristan’daki Türklerin yalnızca 5 şiir kitabı çıkarabilmiş olması kayda değerdir. Monarşi döneminde İslam ve Türklükten oluşmaya çalışan Müslüman Türk Kimliğimizin Türklük kanadı arasız saldırılarla kırılmaya çalışırken, din kanadı da yara üstüne yara almış, “Medeniyet” gibi Osmanlı harfleriyle çıkan gazeteler, Müslümanlığımızı zehirlemeye çalışmıştır. Türk kanadıyla uçmaya hazırlanan gençlerimiz “Turan” – sportif ve sanat derneklerinde yeşerirken, aydınlarımız 1929’da İlk Türk Kongresi’ni toplayabilmişlerdi. Bir parti kurup siyasi sahneye sıçramaya hazırlanırken, kovuşturuldular, tutuklandılar, şehit düştüler, ailelerini memlekette bırakıp Türkiye’ye sığınma yolunu seçtiler. Kültürel gelişmemizin 2. Dönemi olan 1944 – 1989 yılları arasına yayılır. Edebiyatımızda birinci etabına “Lale Devri” dendi. Sofya devleti Müslümanlarımızın Türkiye sevgisini söndürmeye çalıştı ve bu 1964-1974 yılları arasında çok yoğunlaştı. Monarşi döneminden farklı olarak, yeni olan bu dönemde tam tersi uygulandı. Din ve hukuk öncüleri eğiten Şumnu’daki NÜVVAB enstitüsü kapatılınca yeni kadro yetiştirilmedi. 1924-1944 yılları arasında yetişen kadrolardan çoğu 1950 ve ardından 1968 -1978 göçüyle Türkiye’ye tek tek kovuldu. Ülkede aydın dini kadro yetersizliği belirdi. Müftülükler cenaze müessesi durumuna getirilirken, Baş


54

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

müftülük Devlete – Diş İşleri Bakanlığına bağlandı ve işlevleri birer ikişer söndürüldü. Türk kültürü sorunlarını ele alan sosyalist devlet, önce Türkçe eğitim ve öğretime imkân sağlayıp önem verirken, ateist (dinsiz) eğitime ağırlık verdi. Cami ve medreseler eğitim ve ibadet kapılarını kapadı. Hocalar “sözüne inanılmaz” adamlar oldu. Nikâh kıymaları yasaklandı. Mevlit dinlemek “günah” ilan” edildi. Şehirlerde birçok cami yıkıldı. Ötekilere belediyeler el attı. Yüksek Mimari Eser ilan edilenlerin kapılarına da kilitler asıldı. Minarelerden ezan sesi işitilmez oldu. Böylece Bulgaristan’daki Türkler’in ruhu bu defa Kuran’ı Kerimden, camiden, adetlerimizden, geleneklerimizden, ahlakımızdan sökülünce, yine tek kanatlı kaldık. Türk kuşaklarının her birine saldırılar yeni bir şiddetle geldi. 1974-1984 döneminde Bulgaristan totaliter devleti ırkçı rüzgârlar estirdi. Irkçılık Gaguz, Ulah, Makedon ve Çingene azınlığa karşı farklı şiddetle, Müslüman Pomak ve Türklere karşı farklı şiddetle esti. Halk sanatımız kaynamaz oldu. Türk ruhlu şairlerimizin kalemi kırıldı. Sanatçılarımız sahneye çıkamadı. Kültür evlerimiz ve Tiyatrolarımız, Gazete dergi ve basın yayın olanaklarımız budandı. Böylece Bulgaristan Türk kimliğinin Müslüman ve Türk kanatlarının ikisi de kesildi ve 1984 Aralığından başlayarak Bulgar resmi rakam 1 253 563 Müslüman Türk’ün adı Hıristiyan- İslav adlarıyla zor kullanılarak değiştirildi. “Kültürel otonomi” hayal edenlerimizin hepsi sürüldü, “Belene” ölüm kampına kapandı, hapsedildiler. Olağanüstü ağır koşullarda toplam 53, aktif 28 parti, hareket, birlik, dernek ve kulüp kuruldu, ne var ki tüm Müslüman Türkleri kucaklayan bir ulusal tepe örgütü oluşturma ve lider çıkarma çabalarımız yarım kaldı. Bu gizli, yarı legal ve açık çalışmaların öncüleri “kültürel otonomi” sevdalısı aydınlarımızdı. Onlar Kimliğimizin İslam ve Dünyevi kanatlarımızın ikisinin de eşit olanaklarda gelişmesi heveslisi kaldılar ve bu olanakları ancak 1989 Büyük Göçünden sonra Türkiye Cumhuriyetimizde bulabildiler. Günümüzde Bulgaristan’da 44 dernek aktif çalışma yürütüyor. 1992’de Razgrat’ta “Deliorman” adlı Kuzey Bulgaristan Türk Yazarlar derneği, aynı yıl Kırca Ali’de “Arda” adlı Güney Bulgaristan Yazarlar Derneği kuruldu. Sofya’da Kültürel Etkileşim Derneği aktif çalışıyor. Kırca Ali, Eğri Dere (Ardino), Mastanlı (Momçilgrat, Şumnu (Şumen), Filibe (Plovdiv), Kemallar (İsperih), Akkadınlar (Dulovo), Silistra ve daha birçok yerleşim merkezinde halk yaratıcılığımız, sanatımız, dilimiz, dinimiz, kuran kurslarımız, anadil


Makale ve Analizler - 2018

55

kurslarımız, yeniden canlandı, aile törenlerimizi, bayramlarımızı, kadim geleneklerimize uygun canlandırmaya ve yaşatmaya çalışıyoruz. Fakat korku sisinin kalktığını söyleyemem. Halkın iman ve inanç aşısının tazelenmesi aktüelleşti. Bu çalışmalarda İstanbul’da yayın yapan BGSAM www.bghaber.org ve https://issuu.com/bulturk“Bulgaristan Türklerinin Sesi” yayınlarının ve Bursa’da yayın yapan MİSYON gazetesinin http://www.misyongazetesi. com/otorite ve etkileri de artıyor. Şairlerimiz, yazarlarımız, dernekçilerimiz, kültür eylemcilerimiz bu yeni uyanışa öncülük ediyorlar. Böylece git gide ve ortak çabalarla Bulgaristan’daki Türklerimizin yeni FORMARI biçimleniyor ve içerikle zenginleşiyor. Bu atılım soydaşlarımızla el ele verilmiş gerçekleşiyor. Bu atılımda bu defa Büyük Türkiye’nin manevi ve ruhsal bünyesinde yer alıyoruz ve Türk-Müslüman olmak üzere, artık iki kanatlı uçma hazırlıklarımızı tamamlıyoruz. Bundan böyle bu iki kanat kullanılacaktır. Bu çalışmalarımızın hedefinde Bulgaristan’daki Türkler’i modern uygarlığa taşıma hedefimiz başta geliyor. Bu açılım, okuldan, eğitimden, kültürel yetkinlikten geçecektir. Biz Bulgar Devleti egemenliğinde kalan 5-6. Kuşak Müslüman Türkleriz. Ruhumuzu koruduk. Çağdaş Türk ulusunun parçasıyız. Her tür işkence zorbalık vsy. dayandık asimile olmadık. Söylemeden geçemem, bu gidişin bir de son perdesindeyiz. Derin bir bunalım yaşayan Bulgar Devleti’nin, azınlık birey ve topluluğumuzu ötekileştirdikçe bizi İslam medeniyetinden ve Türk kültüründen koparabileceğini düşünmüyoruz. Ne var ki, itildiğimiz yön budur. Bulgar Devleti bizi kucaklayan kültür üretemiyor. Bizim ürettiğimiz kültürü de kabul etmiyor ve ona ne yaşam hakkı tanıyor ne de sahne veriyor. Fikir hayatı ve güzel sanatlarıyla azınlıkları asla kucaklamıyor. Ekonomik yaşamda, ticaret ve fabrika ve tarım işlerinde belirleyici rol oynamamızı özendirmiyor. Kültürel hayatımızın yerel ortamda canlanıp serpilip açmasına yol açmıyor. Biz akla, bilime, sanata, edebiyata, yaratıcılığa dayalı bir atılım içinde olmak istiyoruz. Çağdaş dünyaya açılma yolları arıyoruz. Eğitim alanında Türkiye Cumhuriyeti bu yolu bize açmaya çalışıyor. Aradığımız formatı biçimlendiren uygarlığın ve kültürün temel ilkeleri, yöneldiği hedefler, ülküler, şimdilik tarihi gerçekçilik olarak, akılcılığı ve bilime bağlılığı bakımında ülkemizdeki Müslüman azınlığın tümünü kapsıyor. Değişimden ve yenilikçilikten, köklü dönüşümlerden yana olduğumuz için Avrupa Birliği ve Batıcılık ruhuyla uyum halindeyiz.


56

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bizi bugünlere taşıyan 30 Ağustos zaferlerimizdir. 15 Temmuz son perdesiydi. Formatımızın özünü oluşturan “Çeşitlilikte birlik ve birlikte çeşitlilik” ilkesidir. Konumuz ideolojiktir ve okurlarımızın anlayabileceği bir şekilde açmak ödevimizdir. Okuduğunuz için teşekkür ederim. Paylaşınız lütfen.


Makale ve Analizler - 2018

57

Maskeli Liderlik Nereye Kadar

Liderlik -1Tarih: 22 Ağustos 2018 Yazan: Rafet ULUTÜRK Konu: Aslanın ensesi özgür olduğu için kalındır. Bin Bir Gece Masallarında, Birinci Dervişin Öyküsünde, Allah’ın emri buymuş, ne denir ki!.. Konumuza ilişkin en güzelini şair söylemiş: Bırak alınyazısı tamamlasın kendini Ve yalnız şu yeryüzündeki yargıçların hatlarına çare düşün! Hiç bir şey karşısında sevince kapılma Ve keder de duyma hiçbir şey karşısında… İçin daima rahat olsun: Şunu iyice bil ki Bu dünyada hiçbir şey kalıcı değildir! Talih’in her birimiz için çizmiş olduğu Yoldan yürümekteyiz biz yavaş yavaş… Ve bu yoldan sapmak söz konusu olamaz, Çünkü Talih o yolu bütün her şeye egemen olan Ulu Tanrı’nın emriyle çizmiştir. İngilizce bir söz olan ve ÖNDER anlamına gelen LİDER, yukarıda yazılandan farklı olarak, büyükbabası Türk olan Johann Wolfgang von Goethe’nin (1749-1832) “Garplı Müellifin Şark Divanı’nın – Doğu Batı Divanı – “Sıkıntı Kitabı”nda şöyle ifade ettiğine göre, “Yalnız başına akıldır muktedir.” Goethe bu fikri, Hafızı okuyup Alman diline tercüme ettikten, Kuran’ı Kerim’in Baron Joseph Hammer-Purgstall (1774-1850) tarafından Farsça ve Arapçadan yaptığı Fransızca tercümesini Almancaya çevirdikten sonra yazmış ve Divana almıştır. Bu konuda Kuran iktibas ederken: “Onlar eskiyi konuşur, yeniyi ilave ederler;


58

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Şaşkınlık günden güne büyür böylece Ey kutsal Kuran! Ey ebedi huzur!” Ve konuya karışan “Timur der ki!” “Allah beni solucan yaratmak dileseydi, Elbette solucan olarak yaratırdı beni.” Türkler ve liderlik, Müslümanlar ve Liderlik gibi, tarihsel ve aktüel olağanüstü önemli bir konuya devam edebilmem için, ek bir açıklamada bulunarak, biz Türkler neye öncülük ve önderlik yaptık, tarih katlarında hangi katların yerini değiştirdik vs gibi birkaç soruya yanıt aramam gerekiyor. Doğa’daki bilgiler hikmetlerini, daha iyi anlaşılsın diye efsane, masal, hikâye, vecize ve atasözleriyle süslerler. Yazıma “Bin Bir Gece Masalları”ndan bir alıntıyla başlamamın nedeni burada gizlidir. Onlar hikmetli sözleri kafiyeli söylemeye önem verirler. Öyle ki, bilim insanları, doğal bilimleri öğretirken bile hikmetli ve kafiyeli sözlerle iddialarını savunmaya ve temellendirmeye gayret etmişlerdir. Bu yüzden Araplar, Allah’ın kendilerine böyle bir üstün kabiliyet bahşettiğine inanmışlardır. Bunun haricinde dört hususta Allah’ın kendilerini diğer halklara üstün kıldığını savunurlar. Birincisi türban ki, kralların taçlarından daha çok kendilerine yakıştığına ve süslediğine inanırlar. İkincisi olarak çadır kurma kabiliyeti. Araplar, kendi çadırlarının fevkalade mimari eserlerden ve binalardan daha güzel göründüğüne inanırlar. Araplar, kılıç yapmayı da çok önemserler. Birer sanat eseri olan kılıçlarının kendilerini, muhkem kalelerden ve hisarlardan daha iyi koruduklarını iddia ederler. Ve son olarak şiir konusunda aşılamaz olduklarını, kendi şiirlerinin başka halkların tüm yazılarından ve kitaplarından üstün olduğunu iddia ederler. Dünya görüşünü belleğine çizip Arap’ların kutsal sayıp övündükleri değerleri Anadolu’ya, Rumeli’ye ve Batı’ya taşıyanlara önderlik eden, türbanı bin bir renkli baş örgüsüyle değiştiren; çadırların yerine saraylar, köşkler, cami, medrese, hamamlar ve köprüler yapan; kılıçı -ateşli silah, topu- tüfekle değiştiren; Arap şiirini, Divan şiiriyle, tasavvufla, Arap müziğini yüzlerce yeni makam ve ritimle zenginleştiren ve Batı’ya yeni bir uygarlık olarak taşıyan kim? Biz Türklerizdir.


Makale ve Analizler - 2018

59

Bu bir toplumsal önderliktir. Pek tabi ki bu evrim ve devrimler, sosyal gerekler Alpaslan, Sultan Mehmet, Atatürk ve Sayın Recep Tayyip Erdoğan gibi ulusal ve uluslararası liderlerin öncülüğünde gerçekleşmiştir. Bu bakıma Türk milletinin liderlik gelenekleri başka hiçbir halkta rastlanmayacak kadar zengin ve erdemlidir. Bu anlamda öze sadık kalarak şekilsel değişikliklerle kendilerinin yetiştirdikleri liderlerin önderliğinde tarihi bugünlere taşıyan bin yıllık serüveni gerçekleştiren de Türklerin ta kendisidir. Bu istidadın içinde belirleyici olan Türklerin devlet kurma becerisi başta gelir. Bu bakıma 2018 yılı çok anlamlıdır. Sayın Recep TAYYİP ERDOĞAN liderliğinde Türkiye Cumhuriyeti devlet sistemi çok partili parlamenter düzen içinde BAŞKANLIK SİSTEMİNE yükseltilmiştir. *** İnsan topumdan önce, ama toplum yaratmak için dünyaya gelmiş olabilir. Toplumsal olayların yönlendirilebilir olması da toplumun kendi içinden liderler sivrilmesini zorunlu kılmıştır. Lider, zeki oluşu ve cesaretiyle öncüdür. İyilikseverliği, sabırlı oluşu ve atılganlığı ikinci sırada gelir. Ne var ki her duruma, olayın görkemine ve zaman kesimine göre bunlar değişir. “Su testisi su yolunda kırılır” atasözümüz bu durumlar için söylenmiştir. Suya giden, taşlar arasında suyun sığlığını dikkate almadan, testiyi sallayıp suya batırırsa kırar. Dereyi görmeden paçayı sıvama. Akıllı olan dereyi görduğunde derin değilse daha ufak uygun bir kap ile su alıp testiyi doldurur… İslam kültür ve uygarlığının Ortaçağda Batı kültür ve uygarlığından çok daha ileri ve üstün olması ve 1071’de Malazgirt’ten başlayarak bu iki uygarlığın giderek yer değiştirmesi gereği, birçok dev dev İslam liderleri doğurmuştur. Yeni ruh ufuklarına işaret etme ustalığıyla ünlü ulusal şairimiz Yahya Kemal 1029-1072 yılları arasında yaşayan ve savaşan Büyük Selçuklu Devleti Sultanı Alpaslan’ı “Alpaslan’ın Ruhuna Gazel”inde bir lider olarak anlattı. Bu liderlik Türklere aşamalı akınlarla ana-vatanı fethetme stratejisini getirdi. Bu strateji gökten gönderilmedi, insan zekâsı bilgeliği olarak uygulandı. Horasan Devleti’nden gelen Alpaslan devlet kararlarını kademe kademe uygularken git gide bir önder haline gelmişti. Selçukluların başarısı böyle uzun vadeli bir stratejinin değişen taktiklerle uygulanmasının neticesidir. Bu liderliğin çok önemli çizgilerinden biri dinde ve halk arasında birliği sağlamasıdır. Türk zaferlerinin temelinde yer alan bu erdem, bir de-


60

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

neyimdir ve asla unutulmamalıdır. Türk birliğini parçalamak düşman için çalışmak anlamına gelir. Şu da var: Fetihler bir zümrenin refahı için yapılmamış, bütün Türk ve Müslümanların hepsine ana-vatan açılması, bu vatanın asla geri alınmaz, küçültülemez, kırpılamaz, hediye edilemez, Türklük kalesi olması için gerçekleştirilmiştir. Bu asla unutulmamalıdır. Anavatan toprağımızın Tuğrul Beyin, Alpaslan’ın ve diğer Sultanların yönetimi altında elde edildiği için, onlar bizim Büyük Liderlerimizden biridir. 19.ve 20. y.Yıllarda Osmanlı’nın Balkan bozgunlarından sonra sıkıştırılıp göçe zorlanan Müslümanlar, hiç birinin etnik kimliğine bakılmaksızın Türklük Kalesi Anadolu’ya – Türkiye Cumhuriyeti’ne – sığınmak zorunda kalmışlardır. 20. Yüzyılın sonunda ve 21 yüzyılın başında “Arap Baharı” ateşine düşen Akdeniz kıyı devletlerinde yaşayan Müslüman kardeşlerimiz, Suriyeli terör ve savaş mağdurlarına, daha önce Kerkük ve Musul’dan gelenlere vs vs açılan kapılar ana-vatan kapısıdır. Ana-vatan Türklerin, Müslüman kardeşlerimizin ortak yurdudur. Günümüzde de Suriye’den misafir ettiğimiz 4 milyon kardeşimizle bu ortak nimetimizi paylaşıyoruz. Biz bugün Devlet Başkanımız Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN’A Büyük Yeni Türkiye lideri diyorsak, Türkiye’yi, Balkan ve Orta Doğu Türklüğünü, İslam Dünyası’nı Büyük Selçuk Devleti’nin kurucusu Sultan Tuğrul Bey, Bizans’ı Malazgirt’te (1071) dize getiren ve ilk kez olmak üzere Türk Selçuklu Devletine bağlayan Sultan Alpaslan’ın belirlediği yolca ilerlediği, bu yoldan sapmadan, Atatürk’ün bağımsızlık, egemenlik ve istiklal ilkelerine bağlı kaldığı ve yücelmemizi sağladığı içindir. Liderlerin küçük hedefleri olmaz olamaz. Çünkü düşman aynı düşmandır. Günümüzde, PKK, DEAŞ, PYD saldırılarında, içte ve dışta tuzaklara, 16 Temmuz 2016 FETO alçak darbe denemesine, peşince gelen hain tuzak ve pusulalara, güncel papaz senaryolarına, ambargolara, dalgalı döviz kurlarına, kredilendirme notlarına, güven ibresine vs vs son hesapta bizi köle etmek isteyen düşman nefes almaya devam ediyor. Güney Doğu’da karşımıza 4 bin TIR ve 1000 uçak dolusu silah depolayan düşman 900 yıl sonra ikinci bir Malazgirt yüzleşmesi heves ve kurgusuyla yaşıyor. Türk İslam sentezini o zaman dize getiremeyişleri yenir yutulur bir yenilgi değildir. Hele şu an 1960’lı yıllardan beri hazırlık içinde oldukları


Makale ve Analizler - 2018

61

FETO komplosu karaya oturunca, tüm umutlarının alabora olması dinecek bir sızı değildir. Bu cümleden olmak üzere, tek mihveri (kutbu) Amerika olan dünyanın çatırdaması ve 2 ya da 3 mihverli yeni bir küresel dengenin Türkiye Cumhuriyeti ve Sayın Devlet Başkanımız Recep Tayyip ERDOĞAN olmadan gerçekleştirilememesi hazmedilebilir bir durum değildir. Bir nitelikten daha yüksek yeni bir niteliğe geçiş – Türkiye’de tek partiliden çok partiliye ve ardından da demokratik Devlet Başkanlığı Sistemine başarılı ve sarsıntısız geçişi – yenir yutulur ve hazmedilebilir bir olay değildir. Yeni dünyanın iki mihverinden birinin bayrak gönderleri Türkiye Cumhuriyeti olması, ulusallıktan bölgeselciliğe büyüyen devletimizin, yeni toprak fetihleri yoluyla değil, 21. Yüzyılda insanların gönlünü kazanarak, adı çekim gücü olan halkları etrafında birleştirme, içine alma ve kendine dâhil etme yoluyla yeni bir yücelişe yepyeni bir devinime ve evrime tanık oluyoruz. Türkiye’nin yalnız gölgesi değil, yaptırım gücü de büyüyor. Olaya bu kadar derinden girme nedenlerinden biri, günümüzde hakiki lidersiz kalan Bulgaristan Türk ve Müslümanlarının hala maskeli liderler tarafından yönetilmeye, temsil edilmeye devam edilmesidir. Ve bu maskeli kuklaların ulusal ve uluslararası sahnede fotoğraf çektirmeye, kadeh kaldırmaya ve gasp ettikleri temsil hakkını kullanarak, imza atmaya, para almaya, anlamsız konuşmaya devam etmesidir. Bu temsilcilerin birisi olan Ahmet Doğan, Bin Bir Gece Masallarını ve Goethe’yi okumadan girdi sosyal yaşama… Zaman değişti, yaratanın sayfası kapandı, “DS” telsizinden gelen vahilere göre idare yöntemleri uyguluyor. Türkiye’deki soydaşlarımızdan ve Bulgaristan’da yaşayan Müslümanlardan “gak” dedikçe bir parça et yani OY istiyor. Oy paralarını da kendisi atıp “saray” kotrasında yaşıyor ve kötü yaşayanlardan uzaklaştıkça onların dayanılmaz dertlerini unuttuğuna, iniltilerini işitmez olduğuna ve herkes cahil olduğundan kimseden mektup da almadığına sanki seviniyor. Bir gün sakallı ve bir gün de sakalsız resim meraklısı bir başka “lider” heveslisi daha var. Onu HÖH bataklığından çıkarıp lider asfaltına çıkarmaya çalışan DS çok zahmet çekti. Hevesliler başı mağdur havalarına girmiş. Ankara’ya gidiyor karşılayan yok. Kendisine “lider” havası ve süsü veren, bilinmeyen kişiler tarafından siyasetin katran kazanına itilmiş olduğunu artık unutan ve kaynayan katran kazandan çıkmak isteyen kardeşlerimizin her birini 2016’dan beri dibe çe-


62

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ken bu “kıyımın yeni lideri” genç kadrolara göz dikmiş. Etrafında genç ve doğru dürüst Türkçe konuşan kimseyi istemez olmuş. Yıllardan beri gayretlerimiz hep boşuna gitti. Gerçek liderleri yaratan sosyal, ekonomik ve siyasal olayların kendisidir, halk kitleleridir diye anlatmaya çalıştık. Anlattık da anlayan olmadı. Bizdeki “Liderlik Kitapları” eski kavramlarla yazılmış. Örneğin kopye edilen lider, tepeden inen lider, yedirip içirdiği için yükseltilen lider ve bir de gizli ipleri çekilerek yükseltilen lider gibi kavramlar var. Lütfi Mestan HÖH partisinden tekme tokat atılan lider kapsamına giriyor. Çatlak karpuzu kimse almaz ama ona sahip çıkanlar oldu işte… Lütfi Mestan toplumun yükünü taşımadı bunu herkes gördü. Yönettiği partinin öncü ekibinden olan ve onunla birlikte Ankara’ya davet edilen öteki gözde konuklardan ayrı durdu, salonda ayrı sırada oturdu, ayrı masalarda yemek yediler, çay sohbetlerini farklı kişilerle yaptılar. Ankara’nın L. Mestan’dan beklentileri ne olabilir? Bu konuyu eşelemek istemiyorum. Çünkü ömründe birkaç ay öğretmenlikten başka hiçbir iş tutmamış bir kişiden emeklilik öncesi ümitlenmek yanlış olur. Bu olaylar bize L. Mestan’ın 18 yıl Hak ve Özgürlük Partisinden milletvekili olduğu yıllarda bir ceviz kabuğu dolduracak iş yapmadığını da hatırlattı. Biz yazılarımızda yıllardan beri lider vasıflarına değerlendirdik. Bulgaristan Müslümanlarının hak ve özgürlük, demokrasi ve adalet, vatandaş toplumu kurma ve etniklerin de devlette temsil edilmesi, anadilimizle, din ve geleneklerimizden su alan kültürümüzün yaşatmayı hedefleyen davamıza sadık kadroları ağır taşları arasında öğütüp ruhlarını rüzgârlı bir havada savuran bir yel değirmeni olarak ve daha değişik biçimlerde yazdık ve anlattık. Her liderin kıblesi olur. A. Doğan’ın kıblesi Moskova hainliği olduğunu defalarca kanıtladık. Lütfi hangi Tanrıya dua ettiğini gizli tutuyor. Yakındır ortaya çıkar. İzlemeye soyunduğu siyasetlerin “liberalizmin sağ ve solundan”, NATO’culuktan, AB askeri üslerinin Bulgaristan’a konuşlanmasına ve dolandırıcılık çarkıyla dönen Avrupa Birliği sofralarının Bulgaristan’da kalması taraftarlığından şaşmayan Lütfi Mestan, düne kadar “Türkiye gölgesi çok serin” derken, şimdi bu gölgeye boydan boya uzanmış, tek başına şekerleme yapmaya hevesli görünüyor.


Makale ve Analizler - 2018

63

Son görüşmelerden birinde “yapılacak iş göremiyorum” demiş. Her karalamasında “Aslanın ensesi özgür olduğu için kalındır” tezini savunan şairlerimizden Habil KURT bu defa şunlara işaret etmiş. ZORUNLU GÖÇÜN ABİDESİ Kabristanın tam eski tarafı Dikili duruyor yıllar yılı Küçük molozdan bir mezar taşı… Hiç bir yerinde de yok yazısı Sadece belli acı yazgısı; Buralarda yalnızca kalışı. Soru sual ettim: kimin nesi? Çok tuhaftı verilen cevabı… Zorlu göçün,en net abidesi! Zaten her haliyle de belliydi; Yosun bürümüştü her yerini… Burada kalmamıştı kimsesi!

Mestan’ın bu konu üzerinde çalışmasına ne dersiniz. Oy istemeden önce duran hayatı canlandırmak. Oy istemeden önce şehitlerimizin ruhunu yaşatmak! Ve buna benzer konular. Belli oldu o anadil, okul, kitap gibi sorunları zaten çözemeyecek… Ne yazık ki kurallar konurken, ayarı denk yapılmamış!… Örneğin Ahmet Doğan’ın 1987 Pazarcık Hapishanesinden, Paşmaklı (Smolyan) çamlığındaki Rus Büyükelçiliği dağ evinde ve sözde “demokrasi” döneminde Devin “Sarayında” ve daha nice nice yerlerdeki görüşmelerini hep alaca karanlıkta ya da gece yarısından sonra, teke tek yaptı. Şimdi de Kara Deniz’deki köşkünde iktidardaki faşistlerin gözü kör olası şefleriyle randevularını zaman olarak gizli tutuyor. Bu, bir lider vasfı mıdır bilinmez! Çünkü insanlar toplum içinde yaşamak için doğmuştur. Yaşadıkça ayakta ölen yalnız ağaçlardır. Mestan doluya tutulmuş tavuk gibi. 2 defadır Ankara’da da tüneyecek bir yer bulamıyor. Fotoğraflara dizdiği aziz ve kıdemli kadroların hepsi son imzasını atıp emekli olmuş saygın kişiler. Kahve içmeyen, çayın açığına kanat eden kişiler…


64

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İşte bu gelişmeler Mestan’ın Bulgaristanlı Tükler arasında bir hareketlenmeyi temsil etmediğine kesin kanıttır. Kardeşlerimiz arasında HÖH’ten kopma eğimi devam ediyor. Ayrılanlar DOST’a katılmıyor. Halen sivil toplum örgütlerinde bekliyorlar. Bulgaristan Türkleri’nin 2. Milli Kurultayı tartışılıyor. Bu bekleyiş içinde siyasi partilerin kurultayda yer alması istenmiyor. Kimse kısır tohum ekmek istemiyor… Birinci bölümün sonu. Bir zahmet paylaşınız.


Makale ve Analizler - 2018

65

TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİ (1960-2018) İsmail CİNGÖZ

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından gelişen süreç dünyayı ana hatlarıyla iki kutuplu sistem halinde örgütlenmeye götürmüştür. Doğu Bloğunun büyük devleti Sovyet Rusya’nın Türkiye’ye karşı olumsuz tutumları, Doğu Anadolu Bölgesinden toprak talepleri, 20 Temmuz 1936 Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nde değişiklik ve üs talepleri Türkiye’nin Batı Bloğuna yönelmesine sebep olmuştur. Sovyet tehdidini Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin himayesine girilerek bertaraf edilebileceğini düşünen Türkiye 18 Şubat 1952’de NATO’ya üye olmuştur. Oysa Sovyet Rusya Millî Mücadele döneminden itibaren Türk dış politikası için en önemli devlet durumundaydı. Sovyet Rusya’nın yeni tutumu ve iyi komşuluk ilişkilerini beklenmedik şekilde değiştirmesi Türkiye’nin güvenlik endişelerini arttırmıştır. Türkiye’nin Kore Harbi’nde NATO üyesi olmadığı halde askeri desteği ABD ile yakınlaşmasını sağlamıştır. NATO üyeliği ile birlikte stratejik ortak ve işbirliği eksenli başlayan Türk-Amerikan ilişkilerinin yeni bir seyir kazandığı görülmektedir. Zira Türk dış politikası artık tamamen ABD güdümlü olarak seyretmiştir. Bu durum Türkiye’nin komşuları ile olan ilişkilerini de etkilemiştir. Hatta bu etkilerden dolayı Bulgaristan ve Suriye başta olmak üzere Ortadoğu ülkeleriyle ilişkileri uzun yıllar olumsuzluklar içe-


66

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

risinde devam etmiştir. Çünkü ordusu, insan unsuru, eğitimi ve ekonomik yapısıyla birlikte top yekûn ABD etkili olmuştur. 27 Mayıs 1960 darbesi ile sarsılan Türk-Amerikan ilişkileri Askeri Yönetimin Türkiye’nin NATO ve CENTO’ya bağlı kalacağını, yükümlülüklerini yerine getireceklerini, uluslararası anlaşmalara sadık kalınacağını ve borçlarını tanıdıklarını açıklaması üzerine ABD, Askeri Yönetimi tanıdığını açıklamıştır. Zira ABD için uluslararası anlaşmalarla birlikte verilen borçların geri ödeneceği taahhüdü çok büyük önem arz etmekteydi. Askeri Yönetimin açıklamaları ABD’yi rahatlatmıştır. Türk-Amerikan ilişkilerinde Kıbrıs konusu da önemli bir yer işgal etmektedir. Ada üzerinde 1950 ortalarında başlayan Türk-Rum sorunları 16 Ağustos 1960’da Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla da çözüme kavuşmamıştır. Kıbrıs Anayasası hükümlerine göre Rumların Türklere olan saldırılarının durdurulmasını isteyen Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, Aralık 1963’te ABD Başkanı Lyndon Baines Johnson’a mektup göndermiştir. Fakat Başkan Johnson 1964’te yapılacak olan seçimlerde Rum lobisinin desteğini alabilmek için istenilen desteği vermediği gibi muhtıra niteliğinde bir mektupla Kıbrıs’a çıkartma planlayan Türkiye’nin uzun yıllar operasyon yapmasını da engellemiştir. Kıbrıs sorunlarının artması ve bu sebeple Sovyet Rusya’nın Türkiye’ye saldırması durumunda ABD’nin “NATO Türkiye’yi savunmayabilecektir” açıklaması Türk halkının öfkesini arttırmış ve iki ülke ilişkilerinde yaşanan gerginleşme artarak devam etmiştir. Ecevit-Erbakan liderliklerinde 1973’te kurulan CHP-MSP Koalisyon Hükümeti’nin 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’nı gerçekleştirmesinden sonra Rum lobilerini Kongre seçimlerinde karşılarına almak istemeyen ABD yönetimi tarafından, Türkiye’ye karşı 5 Şubat 1975 tarihinde 3 yıl sürecek olan silah ambargosu kararı alınmıştır. ABD’nin ambargo kararı alması üzerine Türkiye, 1954 yılında açılan İncirlik ve diğer ABD üslerini kapatmış, ABD Senatosu’nun Eylül 1978’de ambargoyu kaldırmasına kadar üsler Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)’ne devredilmiştir. Ayrıca 12 Mart 1971 askeri darbesi ile işbaşına gelen Başbakan Nihat Erim hükümeti döneminde durdurulan haşhaş ekimine yeniden başlanılmıştır. Ambargo döneminde Türkiye’nin Sovyet Rusya ile yakınlaşmasından çekinen ABD, Türkiye’nin NATO’dan çıkartılması gibi bir yaptırım uygulamayı tercih etmemiştir[1] . ABD’nin ambargo kararı ile Türkiye yeni stratejiler geliştirmiştir. Zira 13 Şubat 1975’de Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin kurulduğu açıklanmış, 25 Temmuz 1975’de ise Savunma İşbirliği Anlaşması Türkiye tarafından tek


Makale ve Analizler - 2018

67

taraflı olarak feshedilmiştir. Ambargo nedeniyle Türk Savunma Sanayii’nin geliştirilmesi gerektiği anlaşıldığından hareketle 1975’de ASELSAN kurulmuştur. Bu dönemde her şeye rağmen ABD’nin Türkiye’yi kaybetmeyi göze alamadığı görülmektedir. İki ülke dışişleri bakanları tarafından 26 Mart 1976’da imzalanan Savuma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması’nın Washington’da imzalanmasının ardından 4 Ağustos 1977’de 1978 mali yılı için Türkiye’ye 175 milyon $ Dış Askeri Malzeme Satış anlaşmasının Kongrede onaylanması üzerine uygulanan ambargo kaldırılmıştır. ABD ambargosu kaldırılmış ve 1952’den itibaren devam eden süreçte olduğu gibi ordu ve istihbarat içerisindeki etkinliğini sürdürmüştür. Çünkü 1960, 1971 ve 1980 askeri darbelerini gerçekleştiren unsurların bu jenerasyondan gelen gruplar içerisinden oldukları görülmektedir. Askeri rejimler döneminde ABD lehine birçok karar alınmış, ayrıca 11 Aralık 1980’de Savunma ve Ekonomik İşbirliği Antlaşması (SEİA) ile İncirlik Üssü’nü yeniden ABD’nin kullanımına açan anlaşmalar imzalanmıştır. ABD’nin Türkiye’deki etkisi açısından ordu ve istihbarat yapılanması ve gücünün tarifi için; Doğrudan emir almakla veya CİA için çalışmakla bile itham edildiği dönemler olduğu görülmektedir. Fakat ABD’nin sirayeti sadece bu kurumlarla sınırlı kalmadığı bilinmektedir. Sovyet Rusya’nın etkisini azaltmak ve komünizmle mücadele ediliyor denilerek “sağ görüş, sosyal demokrat, modern kesimler…” ayırt edilmeksizin çeşitli sivil toplum kuruluş ve vakıflarına sirayet edildiği bilinmektedir. Rockefeller bursları, Rotary ve Lions Kulüpleri ile verilen çeşitli burslarla finanse edilerek öğrenim görmeleri sağlanan gençlerle büyük şirketlerin yönetimlerine sızmalar gibi birçok yöntemlerle ABD lehine her türlü faaliyette bulunabilecek kadrolar oluşturulmaya çalışıldığı görülür[2] . NATO’ya girilmesinden itibaren ABD güdümünde yetişen bu kesimlerin etkin konumlarda yer almalarıyla birlikte askeri ve sivil vesayetlerle Türkiye’nin iç ve dış politikalarına ABD lehine olacak şekilde yön verdirilmiştir. Türkiye; 1960, 1971, 1980 askeri darbeleri ile 28 Şubat sürecinde ve hatta 2000’li yılların ilerleyen dönemlerinde Balyoz ve Ergenekon soruşturmalarıyla da ABD taraftarı olmayan unsurlar çeşitli şekillerde yaftalanarak, itham edilerek tasfiye edildikleri dönemler geçirmiştir. Türk-Amerikan ilişkileri ilk önemli kırılma süreci esasında 1990’lardan itibaren Sovyet Rusya liderliğindeki Doğu Bloğunun dağılmasıyla başlamıştır. Çünkü ABD ve Batı’nın birinci öncelikli mücadele alanı komünizm tehlikesinin bertaraf olması, Türkiye’nin konumunun sorgulanmasına sebep ol-


68

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

muştur. Bunu, tarihe 2003 yılında “1 Mart Tezkeresi” olarak geçen olayda Türkiye’nin topraklarını ABD askerlerine açmaması izlemiştir. Devamında 4 Temmuz 2003’te Irak’ın Süleymaniye şehrinde konuşlu TSK Karargahının ABD işgal kuvvetleri tarafından basılarak 11 TSK mensubu ve Türkmen mihmandarlarının gözaltına alındığı “Çuval Hadisesi” olarak bilinen olay takip etmiştir. ABD’nin Irak işgaliyle birlikte Irak’ın kuzeyinde Türkiye karşıtı oluşum ve grupları desteklemesi de iki ülke ilişkilerinin gerginleşmesine sebep olmuştur. Fakat çeşitli toplumsal sorunların birikimi nedeniyle 2010 yılında Tunus’ta başlayarak neredeyse bütün Ortadoğu’yu etkisi altına alan Arap Baharı olaylarının 2011’de Suriye’ye sirayeti ile birlikte Türk-Amerikan ilişkilerine etkileri halen devam etmekte olan önemli bir kırılma daha yaşamıştır. Hiç şüphesiz ki 15 Temmuz 2016 darbe girişiminde FETÖ taraftarlarının İncirlik üssünden desteklendiğinin ortaya çıkması ve nihayet Rahip Brunson olayı ile gelinen süreç yaşanmaktadır. 20 yıldır Türkiye’de yaşayan ve ABD vatandaşı olan rahip Andrew Craig Brunson’un çok ciddi suçlamalarla 9 Aralık 2016 günü tutuklanmasıyla başlayan süreçte başta ABD Başkanı Donald Trump olmak üzere birçok ABD’li yetkilinin Türk Mahkemelerini yok sayarcasına hareket ettikleri görülmektedir. Nihayet Donald Trump yönetiminin ABD evanjeliklerinin oylarını alabilmek adına[3] , Türkiye’ye karşı yaptırım kararı almaları ikili ilişkileri bitirme noktasına getirmiştir. Gelinen süreç karşısında başta Rusya, İran, Almanya ve Katar olmak üzere birçok devletin Türkiye’yi destekler açıklamalarıyla Türkiye’nin yanında yer aldıklarını göstermesi önemlidir. Yaşananların ABD iç kamuoyunu da rahatsız ettiği uluslararası basında yer almaktadır. Sonuç olarak; İkinci Dünya Savaşı’nın galiplerinden olan Sovyet Rusya, zafer elde etmenin verdiği cesaretle ve o zamanın şartlarının müsait olduğunu varsayarak Türkiye’den toprak ve boğazlar bölgesinden üs talep etmeleri karşısında Türkiye Batı Bloğuna yönelmiştir. Türkiye’nin Sovyet Rusya’ya karşı ABD’nin himayesini bir zorunluluk olarak algılaması sonucunda NATO’ya girmekle tam bağımsızlık ve egemenlik ilkelerinden kısmen vazgeçtiği şeklinde değerlendirmek mümkündür. Fakat olayları zamanın şartlarına göre değerlendirmek doğru olacaktır.


Makale ve Analizler - 2018

69

Türkiye NATO’ya girmekle Batı Bloğu ve ABD ile dost ve stratejik müttefik ilişkisi içerisinde hareket edileceğini varsaymıştır. Fakat ilerleyen süreçte ilişkilerin seyri ABD’nin bölgedeki çıkarları ekseni üzerinden yürüdüğünü görmekteyiz. İktidarda olan hükümetlerin ABD çıkarları hilafına iç ve dış ilişkilere meylettiği dönemlerde askeri darbeler veya muhtıralar ile müdahalelerde bulunulduğu görülmektedir. Bu müdahalelerin bir zorunluluk karşısında yapılmış olduğu algısının oluşturulması için öncesi ve sonrasında askeri ve sivil yandaşlarını kullanarak halkı psikolojik olarak hazırladıkları artık bilinmektedir. Millî Mücadele’den başarıyla çıkılmış ve emperyalist devletlerin mağlup edilmiş olmasından dolayı Avrupa ülkelerinin Türkiye’ye karşı devam eden olumsuz tutumları nedeniyle Türkiye’nin ABD’ye yakınlaşması farklı bir zorunluluktu. Askeri ve ekonomik olarak güçlü olabilmek adına ABD’den alınan yardımların da etkisiyle ABD’nin türlü olumsuz tutumları zaman zaman görmezden de gelindiği olmuştur. Fakat yeri geldiğinde ülke güvenliğinin tehlike arz ettiği hallerde Kıbrıs Barış Harekâtı ve son dönemlerde Suriye’de icra edilen harekâtlarda görüldüğü gibi yapılması gereken operasyonlardan da kaçınılmadığı görülmektedir. Türkiye NATO üyeliği devam ederken gerek ABD gerekse Batı ile çelişen durumlar yaşamıştır. Türk-Amerikan ilişkilerinde gelinen süreçte güney sınırlarında Suriye ve Irak’ın kuzeyinde yaşanan gelişmelere ek olarak rahip Brunson olayını bahane ederek yaptırım ile karşı karşıya kalınmış olması, henüz NATO’dan ayrılmayı gerektirir bir durum olarak görülmeyebilir. Fakat ABD ve Batı gayet iyi bilmektedirler ki günümüzde artık NATO Türkiye için bir zorunluluk olmaktan çıkmıştır. Türkiye, Rusya-İran-Çin ve Pakistan’ın da dahil olacağı ittifaklar başta olmak üzere farklı ittifaklar kurma serbestisine sahip bir ülke konumundadır. Artık şartlar 1950 döneminden farklıdır. Türkiye’nin jeopolitik ve jeostratejik konumu farklı ittifaklar kurmaya müsaittir ve büyük devletlerin de “ha deyince” vazgeçebileceği bir ülke değildir. Dolayısı ile ABD’nin yaptırım kararından hemen sonra birçok ülkeden Türkiye’ye destek hamleleri ard arda gelmeye başladığı görülmektedir. Yeter ki Türkiye gücünün farkında olsun ve dost-düşman herkese bunu hissettirebilsin. Son söz olarak; ABD yönetiminin kendi iç çekişmelerini ve zafiyetlerini örtebilmek, iç kamuoyuna mesaj verebilmek adına Türkiye ile yaşanan krizi paravan olarak kullandığı bilinmelidir.


70

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2018

71

Ahır Yemliği

Tarih: 28 Ağustos 2018 Yazan: Dr. Nedim Birinci Konu: Bazı işler bütün sınırları aştı ve vicdan meselesi oldu. 25 Ağustos 2018 tarihinde Sofya iline bağlı Svoge Belediyesi yolunda feci bir kaza oldu. Otobüs dereye devrildi. 17 vatandaş hayatından oldu. Büyük sayıda yaralı Sofya hastanelerinde tedavi görüyor. Trajik olay Bulgaristan’ı sarstı. 23 milyon levaya yapılan onarımdan sonra 53 km hızla giden otobüs yoldan kaymıştı. Onarım çalışmalarını “Treys Grup Hold AD” adlı bir şirket yapmıştı. İşlerin kalitesi de, Bulgaristan’da lise bitiren soydaşlarımız ve oradaki kardeşlerimizin akıllarına adı “Ayrılık Zamanı” romanıyla zorla kazınan akademisyen, yazar, 85 yaşındaki Anton Donçev denetlemişti. Donçev, totalitarizm zamanı ünüyle esip savrulan bir yazar. Bulgaristan’ın büyük yol inşaatı şirketlerinden olan “Treys HOL AD” de çok yüksek maaşla – ‘çalışan’ – yöneticilerden biri olarak gözüküyor. Onu şimdiye kadar yol yapım alanında, asfalt, kum, çakıl ve beton şantiyesinde gören yok. An. Donçev, Bulgaristan Komünist Partisi (BKP) Bulgaristan’daki Müslüman Pomak ve Türklerin isimlerinin ve Türk kimliklerinin değiştirilmesi hazırlıkları içinde çok önemli bir halka oluşturdu. Yazar, 1964 yılında çıkan “Ayrılık Zamanı” tarihsel romanında, sözde “XVII. yüzyılda Rodoplarda yaşayan Hıristiyan Bulgar nüfusun 41 gün içinde İslam dinini kanlı bir kıyımla kabul etmeye zorlandığını” anlattı. Daha sonra birçok Bulgar tarihçi ve belgesel romancının da yazdığına göre, baştan sona uydurma olan Donçev’in eseri, daha 1964’te Batı Rodopların Avramovo merkez köyüne yapılan asker ve milis saldırısına ve silah gücüyle isim ve din değiştirip Hristiyanlaştırma ve Bulgarlaştırma kampanyasında ideolojik temel olarak kullanıldı. 1972-1973 yıllarında Nevrekop Belediyesi’nin (Gotse Delçev) Kornitsa köyü merkezli isim ve din değiştirme “hazırlıklarında” halka yapılan baskılarda da yoğun kullanıldı. 1984-1989 döneminde sözüm ona “soya dönüş” trajik-çılgınlığında da alabildiğine gündem oldu. Roman öğrencilere bedava dağıtıldı. Toplu okuma ve müzakereler düzenlendi. Yazar karma bölgelerdeki tüm okulları ziyaret etti. Her sınıfa girdi. Edebiyat ve tarih sınavlarında hep “Ayrılık Zamanı” çıktı. Bu eser tefrika halinde radyolarda okundu, her kültürel etkinlikte piyes oldu. Yaramızın en fazla az-


72

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

dığı 1987’de, bu uyduruk yapıt filmleştirildi. “Tehlike” ve “Şiddet” filmleri Müslümanların yattığı bütün hapishane ve toplama kamplarında defalarca gösterildi. Türk bölgelerinde zavallı insanlar “Kültür Evlerine” ve sinema salonlarına zorla toplanarak, yaralarına tuz döküle döküle bu uydurma diziyi seyretmeye zorlandı. Türklerin olmamış “kötülükleri” ayyuka çıkarıldı. Tarihimizden utanır duruma geldik. Bulgarlarla yüz yüze bakamaz olduk… Onlar bize tarih önünde suçlu olarak bakmaya başladılar ve devlet bu eğlimi An. Donçev gibi sahtekarların yalanlarıyla kışkırtarak destekledi. Totaliter rejimin bu sahte oyunu o zaman ABD “Gelin Irving Stone” vakfıca destelenmişti. Donçev’in uydurmaları birçok dile çevrildi ve büyük sayıda basıldı. Bulgar tarihinin en iğrenç, yüzkarası ve utanç veren yıllarında kundaklanan trajedi yüzlerce Müslüman kardeşimizin canını aldı. Binlerce evladımız öksüz kaldı, aileler parçalandı, vatanımızdan kovulduk ve henüz hiçbir suçlu, An. Donçev de bu listede tutuklanıp sorgulanmadı, büyük sayıda yurttaşın ölümünden, sürgün çilesinden, yargısız infazından, Bulgaristan halkını parçalama ve birbirine düşürme suçundan yargılanıp içeri atılmadı. Oysa 30 yıdır adalet diyoruz… Bulgar aydınların önemli bir kısmı, bu sahte yapıtın, BKP tarafından sipariş edildiğini, 1960’larda Müslüman azınlığı hedef alan baskı ve terörle Türk-Müslüman kimliğini değiştirme trajedisinde araç olarak kullanıldığını fark ettiler. Gündemden düşürülmeyen bu tartışmada, yazar Donçev gerçekleri reddederken, eleştirmenler tarihsel gerçeğin çarpıtıldığını yazmaya devam ettiler. Bu arada Donçev, totaliter diktatör T. Jivkov döneminde 3 defa Nobel Ödülü için önerildi, fakat Stockholm Komitesi kabul etmedi. Romanın sahte olduğu ağır bastığı için Donçev, Bulgaristan’da da ödül alamadı. Ne ki, zaman değişti. 1913’te Batı Rodoplar’da 250 bin Pomak Müslümanın adını ve dinini zorla değiştiren, minarelerini yıkıp camilerini kilise yapan Çar Ferdinand’ın torunu, 1934 askeri darbecileriyle el ele verip “Rodina” faşist kimlik değiştirme örgütünü kurdurup Pomak Kimliğini değiştirmeye devam eden ve hatta 1942’de özel bir yasa çıkartarak bu vahşeti yasallaştıran Çar III. Boris’in oğlu II. Semeyon Saks Koburg Gotski 50 yıldan sonra Bulgaristan’a döndü. 2001’de o Bulgaristan Başbakanı olunca değerler de değişti. Anton Donçev’e Sofya Üniversitesi’nin en yüksek ödülü verildi. Hiçbir suçu olmayan insanların başını belaya veren bu sahtekâr Bulgar Bilimler Akademisine üye oldu. Akademisyen ilan edildi. 3 bin leva emekli maaşına bağlandı. Bu da yetmezmiş gibi “Treys” yol yapım şirketinde baş denetleyici olarak ek yüksek maaşa bağlandı. Yani totaliter komünizme hizmetlerinin


Makale ve Analizler - 2018

73

ödülü olarak HÜKÜMETİN AHIR YEMLİĞİNE çekildi. Yaşının ilerlemesi buna engel olmadı. Simeyon hükümetinde Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) olmasaydı bu gerçek biz Müslümanlara bu kadar acı vermeye bilirdi. Kabinedeki bakanlarımız sustu. Ahmet Doğan viski kadehini bir daha doldurdu. Lütfi Mestan ne olup bittiğini zaten fark edecek durumda değildi. Ardından kurulan üçlü koalisyonda (2005) Emel Etem, kültür işlerinden de sorumlu Başbakan Yardımcısı oldu. Sustu. Daha sonraki hükümetlerde Vejdi Raşidov 2 defa Kültür Bakanı oldu, suratının rengini sakalının ardına gizlemeye devam etti. Tarihimizi ateşe veren, yüzümüze tüküren, binlercemizin anlatmaya dil varmaz çekisine neden olan, yüzbinlerimizin ata ocağını zorla söktüren, mezarlıklarımızı tarla yaptıran bu AHIR YEMLİĞİ HAZIRONCUSUNA 2 çift söz söylemediler. Beklenen sözleri DOST lideri geçinen Lütfü Mestan’a da söylemedi. Türk partisi iktidar ortağı olunca Türk düşmanlarının yüzü güldü. An. Donçev onlardan yalnızca biri… Şimdi, Svoge yolu kazasında 17 kurban – TOTALİTARİZM TESTİLERİNDEN BİRİNİ DAHA KIRDI. Ortaya çıkan bir gerçek daha tüylerimizi diken diken etti. Akademisyen Anton Donçev 6 Kasım 2016’da yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminde bugünkü Cumhurbaşkanı Rumen Radev’i aday gösteren komitenin üyelerinden biriymiş. Tövbe tövbe… HÖH partisi üyeleri onunla birlikte kökümüze kibrit suyu döken bu adayla birlikte ve onun gösterdiği adaya oy verdiler. Uyanın! Yeter aldatıldığımız! Eski karanlık yıkılsın demek istiyorum! Aslında onu bunu seçmemiz önemli değil. Seçilenlere totalitarizm kazanını kaynatmak için kazan altına atılan odunlar olarak bakıyorum… En büyük düşmanlarımız tarafından aldatılmaya devam edilmişiz, farkına bile varamamışız. Ne günler!. Bu sorunlar artık parti, ideoloji, hesap kitap sorunu değil, VİCDAN sorunu oldu. Acaba An. Donçev rahat uyuyabiliyor mu? Mezar taşının arkasına katil Anton Donçev yazılacak mı! Sonuç: Bizde totaliter komünist rejim işte böyle yaşıyor… Ek: Son yazımda, XX. Yüzyıl Bulgar tarihinde en büyük cinayet, katliam ve diğer kanlı suçların, bugünkü Sofya hükümetinde Başbakan Yardımcısı koltuğunda oturan Krasimir Karakaçanov ve yamağı, AB parlamentosu milletvekili Angel Cambazki tarafından yönetilen İç Makedon Devrim Hareketi VMRO tarafından işlendiğini kanıtlarla anlatmıştım.


74

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

1923 yılında Başbakan Aleksandır Stanboliyski hükümetinde İç İşleri bakanı olan Rayço Daskolov hakkında ölüm cezası veren VMRO terör örgütü yönetimi, Başbakan Stanboliyski’nin katledilmesinden 3 ay sonra, Prag’ta Bulgaristan Büyükelçisi, diplomat R. Daskolov’u da 2 kurşunla öldürdü. Katil, VMRO aktif üyesi infazcı Yordan Tsitsonkov VMRO kararını yerine getirdiğini, Prag mahkemesinde itiraf etti. “VMRO infazcısıyım” dedi. Bu katliamların sayısı çok büyük! Katillerin devamcıları bugün Sofya hükümetindedir. Avrupa Konseyi özel bir kararla kendilerine “faşist” dedi, ama o kadar. Cumhurbaşkanı Jelü Jelev de “Faşizm” kitabını yazdı ve bu gerçeklere işaret etti, ama yine o kadar. Faşistlerin, totalitercilerin ve VMROcuların ve hatta HÖH yönetiminin en büyük başarısı ise bizim Kimliğimize, dilimize, okullarımıza, kültürümüze ölümcül saldırı oldu. Düşman atları hep aynı yemlikte besleniyor. Faşistler, ajanlar, katiller hakkında alınan kararlar yerine getirilmiyor. Savcılık susuyor. Devlet sağır. Ahmet Doğan ise özel dolabında onların “Altın Yıldızını” koruyor. Faşistleri Ahır Yemliğinde beslemeye devam ediyoruz. Uyanalım kardeşler… Yeni yazımda görüşmek üzere! Lütfen paylaşınız.


Makale ve Analizler - 2018

75

Hangi İşle Başlayalım? Tarih: o7 Eylül 2018 Yazan: İbrahim SOYTÜRK Konu: Bulutlar dağılıyor, güney yüzünü göstermeye başladı. Aylardan beri bir tek sorun üzerinde kafa yordum. İnsan başına sinek konsa el sallıyor. Hayvan kafasını, kuyruğunu sallar, büğelek sineğini hissetse sağ-sol ayağı ile toprak kazıp fırlatmaya başlar. Ne var ki, Bulgar devletinin hangi durumlarda harekette geçtiği bilmecesini bir türlü çözemedim. Derdim bitti. Artık çözdüm. 500 000 000 (beş yüz milyon) levalık vergi kaçakçılığı tespit edildiğinde; 500 000 000 (beş yüz milyon) leva kara para aklandığında; 500 000 000 (beş yüz milyon) leva dolandırıcılık yapıldığında; Avrupa Birliği’nden (AB) gelen “yardım” paralarından 500 000 000 (beş yüz milyon) leva birden “kayıplara karıştığında” ve Bulgaristan koşullarında benzer (sayısız) durumlarda Bulgar Devleti Milli Güvenlik Ajansı’nın ilgili amirliğinden özel polis ekipleri baskı yapıp gerekli önlemleri alıyor. Bizdeki çalma, vurgun, soygun, talan ve benzer olay şekilleri sayısız olduğundan, devleti dolandıranların tuzaklarının çözülmesi pek kolay olmuyor. Bu gibi, modern devleti soyma ve çökertme yollarının hep iktidara yapışmış veya iktidar gölgesindeki şirketlerden, belediyelerden, kamu kurumlarından veya bakan, bakan yardımcısı, milletvekili vb otoritelerin eliyle, aracılıyla, sayesinde gerçekleştiği artık biliniyor. Bir örnekle yetinelim. Başbakan Boyko Berisov’a 400 kilogram sucuk getiren “zavallı” yolda yakalandı. Bir örnek daha, Başbakan Yardımcısı Valeri Stoyanov’un milletvekili seçildiği Burgaz iline Bağlı Karnobat Belediye Bakanı’nın oğlu “Sis İndustriis” ve “Topaz mel” firmalarıyla “en modern teknolojili bir gizli sigara fabrikası kurmuş”, vergi, gümrük, fon, banderol vb kaçakçılığından haftada 1. 500 000 000 (bir milyon beş yüz bin) leva haftalık kaçakçılık rekoru kırmayı başarmış. Şimdi tutuklandılar. Ama rekor kırdıkları yanlarına kaldı.


76

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Sizi ilgilendiren yüzde yüz bu gidişin ne zaman başladığı, değil mi! Hemen cevaplıyorum. 1997’da açtı Ali Baba “Mücevher ini kapısını” ve o zamandan beri karıncalar gibi kaçırıyor. Bulgaristan politik eliti adıyla tanıdığımız – mafya oligarşi – sınıf böyle oluştu, gelişti, biçimlendi ve iktidar oldu. 2001 – 2005’de Başbakan II. Simyon devrinde devlet soygunu göz kamaştırdı. O yılların tarım bakanı M. Dikme’nin kalın kitabının çıkmasını bekliyoruz. 2008’de mali bunalım kollarımızı kenetlediğinde sosyalist S. Stanişev Başbakan, DPS-ci Emel Etem de Başbakan Yardımcısıydı, fakat onlar dillerini yutmuş ve asla konuşmamaya yemin etmişler. Bugün Bulgaristan’da elit “ordusu” 100 -200 kişiden oluşuyor. Ne ki, 100-200 kişi – adına elit desek bile – günümüz Bulgaristan’ının egemenliğini, bağımsızlığını, devlet değerlerini yaşatıp geliştirebilecek durumda değildir. Başkent dışındaki yönetimler merkezden izin almadan nefes alacak durumda değildir. Belediyeler vatandaşları alabildiğine sömürerek ayakta duruyor. Problem beliren yerde, bireylerin kayıplara karıştığını veya sefiller arasında kaybolma yolları aradığına tanık oluyoruz. Devlete sahip çıkan, koruyan yok. Devletin kuvvetini tüketilmiş devlet izlikte görebiliyoruz. 2009’dan sonra Başbakan Borisov’un böreği bölmesini izlerken, sofraya yeni oturanlara yanık kenar dilimlerden verdiğini görebiliyorum. “Geçiş Dönemi’nde ülkede kalan Bulgarlar hakkında devletlerini sevmiyorlar diyen olsa da, ben onlara inanmıyorum. Gizli servis “DS” nin yasaklanması için yasa çıktı, kurum şekil değiştirdi ama ayakta kaldı. Şimdi şöyle bir soru belirdi. “Geçiş Dönemi” ameliyat edilse, en önemli organ olarak hangisi ortaya çıkar. Kanımca birinci yerde para babaları ve ikinci yerde DS adamları, kuşkusuz bunların arasında 30 yıldan beri yemlikte olan, gizli bağlarının sayısını unutan ve paralarını sayamayacak durumda olanlar var. İsimlerini siz de biliyorsunuz… Günümüzde bireyler yangından iri sıçanlar gibi kaçarken, devlet bunalımdan çıkış yolu bulamıyor… Zamanlar çok değişti, eskiden A.Doğan’ın yanına para dolu diplomatik çantayla giren, Bulgaristanlı Müslümanların oylarının pazarlığını yapıp boç çantayla çıkanlar artık uğramaz oldular. BSP lideri S. Stanişev gene akşam girdiği beş yıldız otellerden sabah karanlığında çıkar ve telefona sarılarak şöyle oy vereceksiniz emirlerine başlardı, o zamanlar da geçti. Sofya Kültür Evi odalarına çuval dolusu önceden imzalı mühürlü oy gizleme taktiği de artık unutuldu. Seçmen 20 levalara, çifte köfte, çifte bi-


Makale ve Analizler - 2018

77

ralara, emekli maaşlarına yüzde yüz zam vaatlerine ve daha nelere nelere kandı ve artık hiç birini işitmek istemiyor. Artık başka bir devlet, yeni bir siyasi sistem, yeni bir hükümet zamanı geldi. Gözleri alaca gören seçmenler hiç görmedikleri bir yüz, hiç işitmedikleri sözler duymak istiyorlar. Sözü hala geçenler – program hükümeti, uzun süreli geçici uzmanlar kabinesi, teknolojik bir yönetim – demeye başladılar. Bu nasıl olacak sorusunu yapıştıranlara yanıt hazır: Bu yeni program hükümetine eskiler, eski partiler, eski liderler, eski bakanlar, eski uzmanlar katılmayacaklar. Gizli servisten “adamlar” da katılmayacakmış, hem istihbaratçı hem para babası olanlara da koltuk gösterilmeyecekmiş, of shor hesap sahipleri, dış ülkelere para kaçıranlar, vergi kaçıranlar, içeri girip çıkanlar, içerde çürüyenler, insan kaçırıp fidye için kulak ve parmak kesen ve sonra yakınlarına gönderenler ve daha birçokları bu yeni kabineye ayak basamayacakmış… Cumhurbaşkanı Radev’e göre program hükümeti Bulgaristan’ın demokratik yoldan gelişmesini garanti altına alacak, ülkemizi bugünkü rüşvetçi siyasetçilerin, iç savaşa neden olabilecek tuzaklarından kurtaracaktır. Aynı zamanda parlamenter cumhuriyette program hükümeti kurumlar arasındaki çıkarları dengeleyecek ve devleti çalıştırmaya başlayacakmış. Bu arada oligarşi de şekerlemesini kesip kendine gelecek ve işe yaramayan, işine bakmayan, cebini doldurmadan imza atmayan bürokrasiden ve temsilcilerden kurtulacakmış. Bu yeni ufka umutla bakanlarda şu soru belirdi. İşe nereden başlayalım. Çok değerli bir öneri dikkati çekti. İki kapılı, iki katlı, iki mutfaklı vb hapishane kurulmasını isteyenlerin teklifi önem kazanmaya başladı. Şu anda Şumnu’da bir büyük hapishane kuruluyor da, 2 kapılı değil, katlarda birbirine geçilebiliyr, bir de havalandırma alanı aynı. İstenen bu değil. Birinci kar küçük hırsızlar, 500 000 000 leva altında kaçakçılık ve vurgun yapanlar için; ikinci kat da iri fareler için olmalıymış. İri fareler için masaj salonu, sauna, SPA, madeni sulu havuz gibi ekstralar olması da hesapta… Dedim ya artık başım ağarmıyor, kafam duruldu. Şükü, başkentimizdeki Bazı yabancı lüks hasta haneler de işine bakma olanaklarından faydalanabilecek. Bu yaz hapishanelerde tansiyonu “yükselen” bazı katlar “misafir” doluydu. Anlaşılan devlet gerçekten serbest nefes almaya başlayacak.


78

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu hapishaneleri kurma işleri ise yeni şirketlere havale edilecek. Bizim tarlalara ekmeden biten eşekdikenidir. Korkmayın tarlalarımız ve toplum boş kalmaz. Şu dönem üzerinde fıs kos halinde tartışılan tek bir konu kaldı. Hangi partiden kaç kişi içeri girecek!? GERB’e göre, en büyük hırsızlar BSP köklerinin arasına gizleniyor. Faşist partilerin üçü de bu konuda ağız birliği yapıyorlar ve DPS’ye havlıyorlar, D. Peevski’yi ısırmak istiyorlar. GERP lideri bu kavgayı da yönetmek ve halden kesilenleri polise kendi elleriyle teslim etmek istiyor. Bakalım ne olacak. Rüzgar değişiyor.


Makale ve Analizler - 2018

79

Kurtlar Sofraları Tarih: 04 Eylül 2018 Yazan: Dr. Nedim BİRİNCİ Konu: Bulgaristan’da sistem değişikliği kapıda Bulgar politik mafyasının doğuşu Bundan 24 yıl önce 80. Bulgar hükümeti düştü. Başbakan Prof. Lüben Berov tarafından kurulup (1992 – 1994) yönetilen bakanlar kurulu, III. Bulgar devleti tarihindeki ilk Müslüman Türk partisi olan Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin (HÖH) hükümet kurma süresi içinde oluşturulmuş, Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) –DPS arasındaki ilk ortaklıktı. O yılların en güçlü siyasi birliği olan Demokratik Güçler Birliği (CDC) Berov kabinesinin devirmek amacıyla 6 defa gensoru vermişti. Oluşmakta olan siyasi mafya tarafından da desteklenen kabinede, bugün de devam eden BSP-DPS ortaklığı oluştu ve pekişti. Bulgar politik gözlemcilerine göre, Berov iktidarı, Bulgar oligarşisini ve politikacılar, iş çevreleri ve gizli servisler arasındaki bağları mayaladı. Siyasi yorumcular, o zaman Moskova “Berov” adlı ajanını iktidardan indirdi ve “Reneta İnjova” adlı Bayan ajanı geçici Bulgar kabinesine başbakan atadı,” diye yazmıştı. Bugünkü yorumlar ise şöyle “Böylece, Moskova bir kez daha olmak üzere Bulgaristan’daki durumu kayıtsız şartsız kontrol altında tutuğunu defalarca kanıtlamış oldu. Başbakan Jan Videnov, İvan Kostov, Smeyon Saks Koburg Gotski ve Stanişev hep onların adamıydı. 10 yıldan beri Başbakan olan Boyko Borisov da aynı uydu siyaseti izliyor.” Son 20-25 yılda ülkede totaliter komünist düzen kalıntıları – devletin kolluk kuvvetlerinde görev yapmış, gizli istihbaratta çalışmış, ekonomik ve sosyal imkânların devlet ve kamu elinden özel sektörde belirli kişilerin eline geçmesini gerçekleştirmiş ve yerli ve yabancı mali oligarşi ve mafya ile bütünleşmiş kişilerin – toplam 100 aile – eline geçmesini sağladı. 24 yılından beri bu mafya – oligarşi kütlesi hem Bulgaristan’ın varını yoğunu soydu, hem de Avrupa Birliği (AB) fonlarından gelen paralara el attı. Bu talan olayında (siyasi mafya grubu) BSP – GERB ve HÖH parti yönetimi birbirine kenetlendiler. Olaya bir ağaç gibi baktığımızda, tacında GERB, etraf dallarında da BSP ve HÖH yönetiminin sallandığını görürüz.


80

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

2017’nin Mart seçimlerinde, demokratik ortamda siyasi bünyede hiç birinin yeri olmaması gereken sözde “Yurtsever Cephe” de birleşen 3 aşırı milliyetçi Bulgar partisi de iktidar ağacında dal budak saldı. Şimdiki durumun adına “Kurtlar Sofrası” diyorum. Bu sofraya ancak ve yalnız davetliler oturabilir. Sofra başı – başbakan – bile davet edilenlerden biridir. Bulgar “Kurtlar Sofrası” resmi olmayan ve resmi olmak üzere, iki ayrı salonda bulunan iki sofradır. Şöyle ki resmi olmayan sofradan beslenenler birbirini tanımayan kişilerdir, onlar bir araya gelmezler, yedikleri ve içtikleri, kullandıkları imtiyazlar kete ring sistemi usulünce örgütlenmiştir. Bunu benzetmeli hayal ettiğimizde, gözlerimizin önüne bir üzüm salkımı geliyor. Her üzüm tanesi kendi payını alıyor, öteki tanelerin özümsediği payı bilmiyor, taraflar birbirinden hesap soramıyor, denetim sistemi yok, olsa bile kimsenin tanımadığı, nerede olduğu, yetkilileri bilinmeyen “üst akıl”, “kulis” ya da “perde arkasındaki” gizemli güçler tarafından yönetiliyor. Bu tabloda, adı olan, hayal edebildiğimiz ama gözle göremediğimiz “Gizli Kurtlar Sofrası, aslında bir kör sofradır.” Bu sofrada halen BSP ve HÖH partileri de yer alıyor. Bulgaristan Bakanlar Kurulu’nun elektronik donatımlı, lüks koltuklu elips masası resmi “Kurtlar Sofrası” dır. Bu kör sofrada 2017 Mayısından beri GERB partisi ile ortaklık kuran sol ve sağ aşırı milliyetçi 3 siyasi parti yöneticileri, bakanları ve milletvekilleri yer alıyor. Avrupa Konseyi bu 3 aşırı milliyetçi partinin üçüne de “faşist” dedi. Fakat Brüksel’den gelen her buluttan sanki bize yağmur düşmüyor. İstedikleri buluttan rağmen yağıyor, beğenmedikleri bulutları ise füze fırlatıp dağıtıyoruz. Örneğin, memleketimizdeki azınlıkların eğitim, sağlık, kültürel haklarının tanınması, hatta etnik azınlıklarımıza “kültürel otonomi” hakkının tanınması gibi 1985 Helsinki Senedinden beri Bulgaristan’ın da imza altına aldığı insan haklarına, etnik azınlık haklarına ilişkin tüm uluslararası anlaşmaları bir yolu bulunun “Kör sofrada” uyum sağlanarak hep rafa kaldırıldı. 2004’te NATO’ya, 2007’de AB’ye girerken de Bulgaristan’dan insan hakları ve etnik hakların tanınmasında problem yoktur senedi (Deklarasyonu) sunuldu ve sanki sorun “çözüldü.” 29 yıldan beri süregelen su gizemli süreçlerde, memleketimizde insan haklarının ve azınlıkların eğitim ve kültürel haklarının tanınmasının engellenmesinde HÖH fahri başkanı, “gizli kurtlar sofrasının daimi üyesi” Bulgaristan halkının milli çıkarlarına ihanet edenler listesinde birinci yerde yer alan Ahmet Doğan’ın tavrı ve tutumu yıkıcı ve yok edici oldu. 22 yıl Sofya meclisinde HÖH meclis grubu başkanlığı yapan, sonunda birkaç yıl HÖH Genel Başkanlığı da yapan, şimdiki DOST


Makale ve Analizler - 2018

81

Genel Başkanı Lütfi Mestan’ın ve bazı milletvekilleri ile partinin siyasi yönetiminde söz sahibi olan bazı kişilerin halkımızın yüzüne gül suyu sıkma, gözüne de kül atma isindeki rolleri çok büyük olmuştur. Bu üyelerin ve vekillerin hepsinin isimleri ve Gizli Kurtlar Sofrasındaki rolleri biliniyor, zamanı geldiğinde açıklanacak ve halkımıza duyurulacaktır. Konumuza devam edelim: Bulgaristan’ın imzaladığı ve uygulamak zorunda olduğu uluslararası anlaşmaları – 1945’te imzalanan faşist örgütlerin kesin yasaklanması ve yenilerinin kurulmasını yasaklama anlaşmasını -uygulamama yolları hep Gizli Kurtlar Sofrasında karşılıklı paslaşmalarla bulunmuştur. Bizdeki faşist güçlerin şimdiki sloganı “Bulgaristan Her şeyin Üzerinde!” dir. Bu bir Nazi sloganıdır. Şefleri olan Başbakan Yardımcısı Valeri Simyonov, Meclis kürsüsünde sağ kolunu kaldırmaya başladı. Bu da yüzsüzlüğün çelengi oldu. Gizli kör sofra paslaşmalarda halkımız lehinde hiçbir iş görülmemiş, sadece kişisel avanta dağıtımı yapılmıştır. Örneğin son paslaşmada V. Simyonov’a Turizm Bakanlığı da vaat edilirken, A. Doğan’a da Çevre Bakanlığından “dere diplerinin temizlenmesi” tesis edilmiş ve banka hesabına 500 000 000 (beş yüz milyon) leva havale edilmiştir. Bu para için A. Doğan Bulgaristan Türklerinin hak ve özgürlüklerini istemeyeceklerini ipotek etmiştir. AB raporlarında Bulgaristan 28 üye devlet arasında dalavereci, rüşvetçi bir devlet olarak gösterilse de, tedbir alınmamış, rüşvet kanalları tıkanmamıştır. Tutuklanan, yargılanan, içeri giren, cezalandırılan vs olmamıştır. Bulgar hükümeti, besbelli işine gelmediği için, “Ataka”, İç Makedon Devrim Örgütü” – VMRO ve “Bulgaristan’ı Kurtaralım Cephesi” faşist partilerini ve onların erken seçim ortaklığı yaparak 2016’da oluşturduğu “Yurtsever Cepheyi” yasaklanmadı, onlar dağıtılmadı, savcılık felakete gidişi görmezlikten geliyor. “Bizi sokmayan yılan bin yaşasın” formülü uygulanıyor. Aslında Bulgar aşırı milliyetçi, Nazi kafalı kofları ve faşistlerin oligarşi ve mafyaya sanki direk zararı yok. Buradaki mantık şudur. Bir ağacın alt dalları taç olamaz. İktidar bu dalların öncelikle Müslüman Türklere zararı dokunduğunu düşünerek, görmezden geliyor ve büyümelerini özendiriyor. 2018’in ilk yarısında Bulgaristan anayasa ve yasa dışı, hiç kimsenin duyup okumadığı kurallarla yönetildi. Daha 1 Ocak 2018 sabahı Başbakan Borisov vites değiştirdi ve “otoriter” yönetim – kanun dışı yollardan ve usullerle tek kişilik yönetim – uygulamaya başladı. İzlenime göre, o hazne, devlet bütçesi ve maliye bakanlığının kasa anahtarlarını topladı ve cebine soktu. Bizdeki yasalara göre, başbakanın bütçe dışı – örtülü ödenek tipinden – ödeme yapma veya para dağıtma hakkı yoktur. Öyle ama meslekten bir it-


82

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

faiyeci olan, Başbakan B. Borisov duman çıkan yere parayla yama yaptı ve yangınları söndürdü. Harcanan paranın hakkı hesabı yok. Avrupa Konseyi toplantılarını koruyan 3 500 polis de sofrada, konuklar (2 500 kişi) 6 ay sofradan kalktı sofraya oturdu. Bu fatura da açıklanmadı. Ağustos ayı tatil ayı iken ve devlet yönetiminin herhangi bir yerden duman çıkmasını beklemediği günlerin birinde, Sofya – Svoge Karayolunda meydana gelen bir araç kayması sonucu 17 kişinin hayatından olması, resmi kör sofrada oturanlardan, İçişleri Bakanı, Yerel Yönetim ve Bayındırlık Bakanı ve Taşımacılık Bakanının koltuklarında sözde “gönüllü” kalkmalarına neden oldu. Kuşkusuz bu kararı Başbakan kendi başına, kimseyle danışmadan aldı. Ne ki, onun “faşist” üçlüyle ortaklık anlaşmasına göre “danışmadan” bakan atama ya da kovma hakları kısıtlıydı. Faşistlerin başı olan Başbakan Yardımcısı V. Simyonov – gerici güçlerin arasında en kuduz olanıdır – “Ortaklık Bozuldu” dedi. Aldığı cevap –Ortaklık bozulduysa kalk git olunca – gece gündüz indir bindir hesapları yapıldı ve “yola devam” kararı alındı. Yeni Bakanların isimleri gelecek hafta açıklanacak. Bulgar halkı bu işe getirdiği yorumlarda, zaman rakı kaynatma zamanıdır, kazan altı ocağa o odunun yerine şu odun un atılması, durumu değiştirmez, önemi olan kazanın altı tutmasın, rakının kokusu değişmesin dedi. Eski durumda yeni olan, 15 Profesörün Bulgaristan’da köklü siyasi değişikler için bir referandum yaparak siyasi sistemi değiştirmek istemesidir. Ne ki bizim profesörler emekli maaşlarına ve kendi maaşlarına % 100 zam yapılmasını istemeyi bile unutmazken, köklü bir siyasi sistem değişikliği, anayasa değişikliği, seçim sistemi değişikliği derken köklü bir eğitim ve sağlık sistemi yenilenmesi, temel insan haklarının ve azınlık haklarının tanınması gibi ana problemleri listeye almamışlar. BULTÜRK olarak bizim mutlaka kendileriyle görüşmemiz ve referanduma mektupla katılma, dış ülkeden mektupla oy verme, bu halk oylamasına dış ülkelerdeki vatandaşların da yüzde yüz katılmasının sağlanmasını garantileme, vatandaşlık haklarımızın yenilenmesinde öne sürülen engellerin tamamen silinip atılması gibi isteklerimizi kendilerine iletmemiz ve uygulanması için yasal olanak sağlanmasını istememiz gerekecektir. Bu arada Cumhurbaşkanı Radev de hükümet içi değişikler ile ilgili son demecinde “adaletsizlik”, “yoksulluk”, kuralsızlık” ve “demografik çöküş” var ve yeni bir seçime girmemiz gerekiyor dedi.


Makale ve Analizler - 2018

83

Bu arada Gizli Kör Sofrada ve Kurtlar Sofrasında tabaklar, tavalar inip kalkıyor, marka viski dolu kadehlerle “Şerefe” diyenler bunalımın keyfini çıkarıyorlar. Olayları bizimle birlikte izleyen usta şairimiz şöyle anlatıyor. İnsanı insan yapan değerler mahvoluyor! Herkesi canım kardeş kabul eden sinemde Günlerdir onulmaz acılar depolanıyor! Sağcıdır, solcudur, siyasi oyunlar bunlar Hangisi fukaraya el verdi söylesene! Dereler akıyor, ardında kalıyor kumlar Hayat hem dertsiz geçiyor halâ böylesine! Acım budur dostlar, bir türlü insan olmadık Kocaman yürek bizde de var diyelim artık! Kula kul olmayı tarihe hınçla fırlatıp Gerçek insanlık vasfını giyelim artık! 03.09.2018 – Silistre Naim BAKOĞLU Bakalım görelim. Lütfen paylaşınız.


84

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2018

85

Kimlik Dildir! Kültürdür! Tarihtir! Tarih: 03 Eylül 2018 Yazan: Rafet ULUTĞRK Konu: Türkün vahşisi olmaz! Biz Çotuk Değiliz Bizi, Bulgaristan’daki Müslüman Türkleri kesilmiş bir ağacın toprağın üzerinde kalan kısmı ya da dışarıda kalmış bir ağaç kökü olarak görenler yanılıyorlar. Bulgaristan nüfusunun artık % 25’ini oluşturuyoruz. Ve biz çotuk değiliz! Makedonya Cumhuriyeti’nde yaşamış olsaydık. Yerli Anayasaya göre, karma bölgelerde anadilimiz ikinci resmi dil olacaktı. Orada Arnavut dili mecliste ve bütün resmi kurumlarda ikinci resmi dil olarak kullanılıyor. Arnavut’lar Makedonya nüfusunun % 22’dir. Bir dilin resmileşmesi için onu konuşan azınlığın nüfusun % 10’u olması yeterlidir. Arnavut anaokulları, Arnavut okulları, Arnavutça TV ve radyo yayınları, gazete ve dergiler var. Çarşıda pazarda, özel işyerlerinde, devlet kurumlarında Arnavutça konuşmak vs. serbesttir. Arnavutlar da, biz Bulgaristanlı Türkler gibi Balkanlarda yaşıyor. Arnavutluk ile Kosova’da öz devletlerini kurmuşlar. Makedonya’da anadil ve din özgürlüğü başta olmak üzere tüm kültürel haklarını elde etmişler. Biz, Bulgaristan Türkleri de onlar gibi üç ana gruba parçalanmış durumdayız. Bulgaristan Müslüman Türk azınlığı ya da Bulgaristan’daki Müslüman Türk topluluğumuz en büyük grubumuzdur. İkinci grup anavatanımız Türkiye Cumhuriyetinde ikamet ediyor. 81 milyonluk ülkenin % 10’unu Bulgaristanlı soydaşlarımız oluşturuyor desek, yanlış olmaz. “93 Harbi” dediğimiz 1877-1878 Rusya Osmanlı Savaşında Bulgaristan’dan gelen 1 milyon göç, İstanbul’a, Trakya ve Ege bölgesine yerleşmişti. Ardından da 4-5 defa toplu göç yaşandı. Türkler Türkiye’ye aktı. 1989 “Büyük Göç” trajedisinin yaraları henüz sarılamadı. Soydaşlarımız Türkiye’de yerel olabilme kavgası vermeye devam ediyor. Kendini toplum ve devlet karşısında ifade edebilme problemleriyle hala boğuşuyor.


86

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Günümüzde Bursa’da nüfusun % 30’u Bulgaristan göçmenidir. İzmir, Eskişehir vb merkezlerimizde büyük bir Bulgaristanlı diaspora ikamet ediyor. Bu soydaşlarımız, Türkiye’de yaşarken Türk kültürel kimliğini özümseyerek bina ediyor, Türk toplumuyla kaynaşma süreci devam ederken güç topluyor. “Ne mutlu Türküm diyene!” guruyla yaşıyor. Batı Avrupa ülkelerinde kayıtlı ve kayıtsız işçi, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinde yaşayan Bulgaristan Türk diasporası, Kanada, Birleşik Amerika, İngiltere, İrlanda ve İskoç’ta ekmek parası için kavga verenlerin ilk kafilelerinin emekli olup Vatana dönme zamanı geldi. Birçokları Bulgaristan’daki evini onardı, yeni ev yaptıranlar, daire alanlar var. Bazıları da tasarruflarını Türkiye’deki yakınlarının ikamet ettiği şehirlere aktardı. Emekliliğini orada geçirmeye hazırlanıyor. Batı ülkelerindeki kardeşlerimiz ciddi bir öz örgütlenme, dernekleşme gerçekleşemediler. Almanya, Hollanda ve İsveç gibi ülkelerdeki camiler dolayındaki dernek etkinliklerinde buluşuyorlar. Örgütlenmeye doğru adım atmadıkları gibi, Bulgar devletinin dış ülkelerde kurduğu toplam 150 anaokulu, okul, kültür evlerindeki dil kursları, sanat, edebiyat veya hemşeri topluluklarınca sunulan hizmetlerden de yararlanmıyorlar. Bulgaristanlı Türk çocuklarına dil kursları ve kültür merkezleri de kurulamadı. İşte böyle bir ortamda, eski kıtaya alabildiğine dağılmış, kimilerinin geri dönme günleri yakınlaşan kalabalık bir Bulgaristanlı Müslüman Türk topluluğun bugün dünden daha acil bir doğru eğitim, hayat yolunu isabetli seçebilme gibi toplumla kolay ve verimli etkileşim içinde yaşama sorunları var. Her kardeşimizi gönülden kucaklamak ve kazanmak istiyorsak bu 3 alanda birden eğitim, aydınlanma, dernekleşme, bilinçli örgütlenme yolunu açmalıyız. Türk kimliğimizle yaşayacağımız yurdumuzun geleceği için buluşmak zorundayız. Bizimki, bir buçuk asırdan beri devam eden ve her gün bizim olan ve çözümü bizden bekleyen yeni sorunlar doğuran bir davadır. Ve yeni bir şey değildir. Davamız. Bu, çok geniş bir coğrafya bölgesini kapsayan, birçok ülkede yatay ve basamaklı dikey örgütlenme gerçekleştirerek, bir Kongre’de Bulgaristan Müslüman Türklerinin tek liderini seçmen kaçınılmaz oldu ve ödevlerimizin başında geliyor. Belki yıllarımızı alacak bu adım atılmadan hiçbir temel sorunumuz halkımız lehinde çözüm bulamayacaktır. Bugün Bulgaristan dibe çökmüş bir ülke ve yeniden dirilebilmek için bizim bilinçli örgütlenmemizi bekliyor. Sorunlarımızın görüşme masasına yatırıma zamanı geldi çattı. ***


Makale ve Analizler - 2018

87

Bulgaristan’a yerleşmemiz bir süreçti. Resmen 1299’da kurulduğu kabul edilen fakat 1326’da Bursa’yı aldıktan sonra bir Beylik ya da bir Sultanlık kimliğine kavuşan Osmanlı Uç Beyliğinin Rumeli (Balkanlar) yakasındaki yayılması, Anadolu’daki gelişmesine göre sanki daha hızlı olmuştu. Balkan ülkelerinin, bu arada Bulgarların Osmanlı yönetimine geçmesinden yaklaşık iki yüz yıl sonra Hoca Sadettin Efendi, halk arasında “Hoca Tarihi” adıyla bilinen, “Tarihlerin Tacı” eserinde, “Rumeli ülkelerinin Padişah eliyle açılışını” şöyle hikâye eylemektedir. (1979, Sayfa 135-36) “Zamanın hükümdarı Rumeli yakasına geçtiği günden beri tam beş yıl bölgede kalmış… Ülkeler, beldeler açarak, cihat töresini yerine getirmiştir. Edirne Sarayı henüz bitmediğinden, Dimetoka’da kışlamış, ilkbahar olunca emelleri zafer olan ordusuyla Aytos yöresine hareket etmişti. Aytos Hâkimi gücünün yetmezliğini, Osmanlının üstünlüğünü kavramakla, barış için ön araştırmalar yaptıktan sonra teslim olacağını bildirdi ve kavgasız gürültüsüz İslam Padişahına teslim olma yolunu seçtiğini bildirdi. Bu ilin korunması için gerekli önlemlerin alınmasından sonra… Zaferle bezeli sancaklar Süzebolu Hisarı civarında göründüler. Kalenin korucusu önce direndiyse de, gücünün yetmeyeceğini anlayınca hemen kaleyi teslim etti. Bu diyarın kâfirleri de böyle haraca bağlanmış oldular. “ Bu alıntıya yer vermemin sebepleri var tabii. Türklerin Anadolu’dan Rumeli’ye geçişi yaklaşık 300 yıl devam etmiştir. Rumeli’ye fazla kan dökmeden girme taktik ve stratejisi geliştirilmiş ve uygulanmıştır. Bugün yaşadığımız topraklara o zaman dikey bir yönetim ve dinsel örgüt biçimi, yeni bir ahlak getirilmiştir. O zaman için hiçbir yerde görülmemiş bir yüksek mimari, şehir düzeni, Arnavut kaldırımlı meydan, Pazar ve sokaklar, kiremitli, kuşaklı, salmalı, potalı, cumbalı, iç hamamlı, su şebekeli bir yerleşim, hamam ve çeşme kültürü, sosyal düzen, huzur, sükûn, güvence getirmiştir. İşin içine çanak çömlek, saç, tava, kazan, çaprak, saç vs girmiş. Rumeli toprakları Dikey Müslüman kültürü ve medeniyetiyle tanışmış. Osmanlı egemenlik kurduğu Balkan haklarının hepsinden gençler devşirerek, eğitip okutarak, onlara devlet kat ve kurumlarında görev vermiş. Bulgarlardan vezir-i azam (başbakan) çıkmasa da, örneğin Bosna’dan devşirilen çocuklardan 44 Vezir-i azam ve pek çok vezir, paşa, vali, komutan çıkmıştır. Bunun örnekleri çoktur. Devşirilenlerin aileleriyle ilişkilerinin kesildiği yalandır. Veziri azam İbrahim (Parkalı) Paşa, Rüstem Paşa, Sokullu Mehmet Paşa örneği parlaktır.


88

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bunları hatırlatmamın nedeni o zamanın ruhunu birlikte nefes etme arzumdur. Şöyle ki Türkler, Türklüğümüz için o kadar çok yalan dolan uydurma karalama ve kötüleme işittik ve okuduk ki, kirli bilgi akışından kulaklarımız paslandı. Bu konuda Amerikalı yazar Justin MC Carthy “Ölüm ve Sürgün” eserinde şöyle dedi: “Türkler hakkındaki yalanların iki kaynağı var: Misyonerler ve İngilizler. Propaganda merkezleri aracılığı ile bugün bile inanılmaz yalanları yayıyorlar. Benim yazdıklarımı bir Türk söylese kimse ona inanmazdı!” Pratikte bu yalan dolan işler şöyle gelişiyor. Güney Bulgaristan’ın Hisar şehrinde Roma zamanından kalma 5 kaplıca-hamam vardır ve devlet bakımıyla bugün de hizmet veriyorlar. İl merkezi Filibe (Plovdiv) şehrinde çok büyük bir Osmanlı Hamamı var, kapanmış, müze yapılmış, çalıştırılmıyor. 140 yılda ülkede 1300 dolayında cami yıkıldı, kiliseye dönüştürüldü, müze yapıldı, işlevini kaybetti. 2700 okul kapatıldı. Yani Osmanlı dönemi öncesi devlet parasıyla yapılan arkeolojik kazılarla canlandırılmaya çalışılırken, Osmanlı dönemi kültür, uygarlık, dil ve din olarak gömülüp yok sayılmak isteniyor. Osmanlı’nın Balkanlara gelmesi çok intizamlı ve görkemli olmuştur. Hiç bir surette karartılamayacak kadar görkemlidir. Papa V. Urban’ın Haçlı seferi çağrısına katılan Balkan Krallıklarının birleşik ordusu Kosova (1389) ‘da yok edildi. Burada, Anadolu Hisar’ını yaptıran, İstanbul’ 7 kez kuşatan, Niğbolu (Nikopol) 1396’da Haçlı Ordusunu bozguna uğratarak, “Yıldırım” unvanını kazanan Padişah, Tasayla, Mora ve Atina’yı da alarak Balkan seferlerini tamamlamış oluyordu. Birbirinden parlak bu zaferlerden sonra Yıldırım Beyazıt şöyle demişti: “Atım yemini, Roma’daki Sen Piyer Kilise ’si sunağında yiyecek!” İşte böyle bir ruhsal şahlanışla ve dev bir manevi güce ulaşan Osmanlı, memleketimizde her taşı yonarak yepyeni bir kültürün ve medeniyetin izlerini altın harflerle yazmıştır. Ne var ki, Atalarımızın bu topraklara getirdiği en büyük değer dilimiz, Türkçemizdir. “Dil, kimliğimizin ve kişiliğimizin derin yapısıdır.” Dilimizi bilmeden tarihimizi öğrenemeyiz, anlaşılamaz, anlatılamaz. Böylesi zengin bir temele basmadan ise biz ne yatay ne de dikey örgütlenebiliriz. Eskiden dilimiz yalnız belleğimizde, taşa, ağaca, derin ve kâğıda yazılmış eserler üzerinde yaşıyordu. Bu mirası her fırsatta yaşatmadan biz bir işe yarama-


Makale ve Analizler - 2018

89

yan bir çotuk gibi ortada kalırız. Çünkü dil ağacın yapraklarıdır, hayat onların söyleyişi ve renkleridir. Bu nedenle bizim bir çotuk kalmamız, gövdesiz, dalsız budaksız, yapraksız ve gölgesiz kalmamız isteniyor. 140 yıldan beri bunun için çalıştılar. Ahmet Doğan’ı bu hainlik için Saraylarda besliyorlar. Lütfi Mestan “Audi” den inmiyor. Şu bilinmelidir: Bulgarca öğretmeni Türk kimliği yaratamaz. Dikkat çekmek istediğim nokta şudur: Dünyamız elektronikleşti ve dijitalleşti. Türk TV’leri dünyanın her yerine hâkim Türk sineması Balkanlarda her eve değişik dillerde girdi. Dijital haberleşme herkesin cebinde. Bu durumda yeni birleşme, birbirimize örülme yatay ve dikey yollarını bulmalıyız ve geliştirmeliyiz. Türkçe konuşan radyo, TV, internet ve telefonların özel ücreti yok. Bu bizim için son derece büyük bir nimet olsa da, çocuklarımız okuyup yazmayı anaokulunda ve okullarımızda öğrenmelidir. Okul hakkımızdan ödün veremeyiz! Makedonya’daki Arnavutların ve Türklerin anadilde okuma ve yetişme haklarını biz de istiyoruz. Balkanlarda bütün azınlıklara kültürel otonomi hakkı tanınmalıdır. 1989 Ayaklanmamızda anadilimize hürriyet isteğiyle yürüyen 72 binlik kitlenin % 70’i (yüzde yetmişi) kadındı. Kadınlarımız dendiğinde ben her defasında Kuvayı Milliye Destanı’nın ozanını anımsarım: Ve kadınlar, bizim kadınlarımız: ve ekimde, tütünde, kırda, ormanda ve ocak başında, çocuklarımız kucağında, sırtında – kadınlarımız. Çatlak, patlak ve mukaddes elleri, elinde çapa, balta ve kosa tutan kadınlarımız. Ayaklanan ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen kadınlarımız. Onların soframızdaki, ailemizdeki, toplumumuzdaki şerefli yeri Görüp değerlendirilemeyen Türk kadının ailedeki önderliği! Rumeli’de 600 yıl Kadın Erkil toplumu egemenliği! Sezdirmeden, tek söz söylemeden hayatı doğuran ve yöneten kadınlarımız. Hayat mucizesi kadınlarımız. “Türkün aklı sonradan gelir başına,” diyenler, bu atasözünün Türk kadını için geçerli olmadığını anlayamadılar, okuyamadılar, göremediler. Sofya’da 2016’da DOST Birinci Kongresinde, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Türkçem, benim ses bayrağımdır!” sözü salonu ayağa kaldırmıştı! Ses in-


90

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

sanlar arasındaki yakınlaşma, birleşme, kenetlenme ve güçlü bir kuvvetle kükreme ateşini yakandır. O bizim anadilimizdir. Ardından “Ne mutlu Türküm diyene!” dalgalandı. Artık örgütlenme zamanı. Gücü gözle görülmeyen araçlarla örgütlenme zamanı! En güzel yatay ve dikey örgütlenme biçimlerini, en güvenilir ve sağlıklı ülkü imgelerini, insanlarla sanal iletişim ve etkileşim kurarak yaratacağız. Dilimizi yasaklayanların, bizi istemediği ve bizden kurtulmak istedikleri ortadadır. Ama bu bir vahşettir. Hak ve Özgürlük Partisi’nin (DPS), Kubadın (Loznitsa) Belediye merkezine katil Kubadinski anıtı diktirmesi; Bu anıtı bir Türk heykeltıraşın yonması; Parasının cami ve kültür evi onarım parasından çalınmış olması (Faktor.bg 03.09. 2018) kadar iğrenç bir yüzkarasıdır… Kimlik Dildir! Kültürdür! Tarihtir! Türk kimliğine el kaldıranlar vahşidir, katildir. Türkçe konuşmayan Türk’e, “sen Türk’sün” diyemeyiz. Türkün vahşisi olmaz! Kalın sağlıcakla Lütfen paylaşınız.


Makale ve Analizler - 2018

91

Yatay Düzeyin Lideri Olmaz! Tarih: 02 Eylül 2018 Yazan: Rafet ULUTÜRK Konu: Bulgaristan Türkleri olarak örgütlenmenin neresindeyiz? Bir devletin, bir halkın, bir topluluğun geleceğinden söz ederken her zaman ve her yerde onu temsil eden KİM sorusu ortaya çıkar. Temsil eden bir parti lideri, Baş Müftü, Piskopos, halk önderi, aksakal kanaat önderi olan biri veya başka biri olabilir, fakat sonunda o bir kişidir. Kolektif yönetim de olabilir, ama kolektif liderlik olmaz! Bu kişiye toplum içinde reis, başkan, önder, başbuğ gibi uygun bulduğumuz, geleneklerimize de uyan saygın bir sıfatla hitap ederken, 1990 yılından sonra Biz Bulgaristan’daki Müslüman Türklerin dil haznesine LİDER sözü de girdi. İngilizce bir söz olup, önder yerine kullanmaya başlandı. Aynı dönemde aynı anlamla Bulgarcaya da yerleşti. Olay, Bulgaristan Müslümanlarının saflarından olmayan, halktan habersiz Hak ve Özgürlük Hareketi (DPS) partisinin kurulması ve Genel Başkanlığına yine Türklerimizin iradesi ve görüşü alınmadan Ahmet Doğan adlı bir Bulgar gizli polis ajanının dikilmesiyle başladı. Bu yabancı ve suni lideri, Bulgaristan’daki Müslüman Türkler, bu özel olarak hazırlanırken hatta hapiste yatırılmış kişiyi birdenbire önder olarak kabul etmese de, bir yandan devlet adına, öte yandan ise sözde kurduğu “hareket” ve Müslüman kitle adına engellenmeden, “Hey sen kimsin!” denmeden demeç vermesine alışıldı. Şimdi “fahri başkan” olsa da, Bulgar medyası ona yine “Lider” diyor. Aksini ispatlamak için, birisinin adı “Şeytan” olan, 5 kitap yazıldı, ama dikkate alan pek yok… Liderliğin dayanağı– yatay ve dikey toplumsal örgüt sistemi Bir devlet başkanı, başbakan veya meclis başkanı LİDER olmayabilir. Lider halka dayanan ve halkın gönlünde taht kuran, gücünü halktan alan ve halkı için çalışan kişidir. Bir çar veya kral da LİDER olmayabilir. Örneğin II. Simeyon… Tarih büyük liderler tanır. Türk halkının milli kurtuluş mücadelesini örgütleyip yöneten ve zafere ulaştıran, Türkiye Cumhuriyetini kuran, sömürge dünyası halklarının milli


92

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

kurtuluş mücadelesine esin veren Mustafa Kemal ATATÜRK XX. Yüzyılın en büyük Liderdir. XXI. yüzyılda Türkiye yönetimini demokrasiye dayalı Başkanlık Sistemine, milli bir güçten, fikri sorulan bölgesel ve küresel bir konuma taşıyan AK Parti Başkanı, Türkiye Cumhuriyeti Devlet Başkanı Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN da ulusal ve uluslararası bir Liderdir. Günümüzde US Dolar uluslararası parasal sömürü sisteminin omurgasını kırma mücadelesinde başı çeken Türkiye Cumhuriyeti Başkanı Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN’dır Günümüzde bir buçuk milyonu Bulgaristan’da, bir Milyonu Türkiye Cumhuriyeti’nde ve yaklaşık beşyüz elli bini de değişik Batı ülkelerinde bulunan Bulgaristanlı Müslüman Türkler, parçalanmış ve dağılmış bir durumdadır. 1990’dan beri yapılan 11 meclis, 5 Cumhurbaşkanı, 3 defa Avrupa Birliği parlamentosu, 2 referandum ve tüm yerel seçimlerde oy kullansak da, hiç istisnasız tüm seçimlerde Bulgaristanlı Müslüman seçmen, her defasında Hak ve Özgürlük Hareketi formatı içinde kaldı. Bu Parti listesine oy verdi. Parti listesini ise, partinin dikey örgüt modeli belirledi. Bunun adı HÖH (DPS) – dikey kurmay örgüt modelidir, şöyle ki suni lidere örgüt içinde yatay bağlı bulunanlar (seçmenler) örgüt üzerinde, adaylarla ilgili herhangi bir yetkiye sahip değildir. Adayları gösteren suni lider, halkın çıkarlarını değil, kendi şahsi menfaatlerini, oligarşi ve mafya ile ilişkilerini, gizli istihbarat ile BKP ve GERB gibi siyasi partilerle denge münasebetlerini ve avanta kanallarının akışını sağlamayı dikkate almıştır. Bu örgütsel biçimde bilgi akımı tıkanmış, seçmen ülkede, Türkiye’de ve Batı ülkelerinde kendi kaderine terk edilmiş ve karanlık içinde bocalamaktadır. Bulgaristan Müslümanların bir haini olan, kamufle edilmiş gizlenmiş sahte bir lider tuzağına (Ahmet Doğan) düşürüldüğünün farkına varması 20-30 yıl gibi bir zaman aldı. 16 Nisan 2016’da, HÖH Genel Başkanı Lütfi Mestan’la birlikte HÖH’ten kovulan milletvekillerinin DOST partisi kurmaları, durumu değiştirmedi. Bunun nedeni de, HÖH partisinin Müslüman Türklerden tamamen kopmuş bir dikey örgütsel yapıya ve yönetime sahip olması ve “kulis”, “perde arkası” ya da “üst akıl” dediğimiz gizemli güç tarafından yönetilmesi sonucudur. Dolayısıyla yapılan siyasi operasyonlarla doğal bir Lider ortaya çıkmadı. Bu gerçek Türkiye’de ve Batı ülkelerindeki Bulgaristanlı Müslümanlar için de geçerlidir. DOST’un sunduğu yeni sistem DPS sisteminin kopya-


Makale ve Analizler - 2018

93

sıydı. DPS’ye bağlı kitle DOST ‘a katılmak isteyenlerle boğuştu. İşin içine fikir, ideoloji, politika yoktu. DPS’nin savunduğu sol liberalizmden sözde sağ liberalizm (sloganı) doğdu. Bir İneğin erkek buzağıladığı, yumurtadan horoz çıktığı gibi bir şey oldu. Eskiden L. Mestan’ın HÖH Genel Başkanı yıllarında olduğu gibi yönergeler onun ağızından medya aracılıyla akmaya devam etti. Bu mesajlar yukarıdan aşağıya iletişim sistemine Bulgarca giriyor, halkın anlamadığı bir dilde olduklarından dolayı en alt kademeye (köylülere) inene kadar defalarca çarpıtılıp değiştiriliyordu. Mesaj yazı biçimine, yalın iletişim diline henüz geçilemedi. Aşağıdan yukarı iletişim ise daha başlamadı. DPS ve DOST partilerinde çapraz iletişim. Kendi gövde yapısına dayanmayan her örgütsel sistemin lideri, ayağı yere basmadığından dolayı, her zaman tutunacak yan bir dal arar. Onlar, yönettikleri örgütün hiyerarşik basamaklarını izlemeden değişik çapraz kademeler­ deki kişilerle (örneğin gizli polis, mason örgütü, daha deneyimli ve büyük bir parti, kurum vb) doğrudan doğruya haberleşmede, hesap verme, talimat alma, hizmet sunma, pazarlık yapma yolunu seçer. 1990’a kadar kendi siyasi örgütleri olmayan, hatta 1944 – 1989 yılları arasında dernekleri bile olmayan Bulgaristan’daki Müslüman Türkler, bu uygulamayı önce kavrayamadılar. Onları daha önce temsil eden BKP MK’e alınmış ya da meclise seçilmiş Türk kadrolar, alınan kararları halka anlatmak için köylere, şehirlere gidiyor, halkla görüşüyorlardı. A.Doğan halkın dilini konuşmayan biriydi. Siyah Mercedes’i ile Türk köylerinde, cami önünde durmaya tenezzül etmeyen L. Mestan için de aynı sözler söylenebilir. Onların hesap verdikleri ve emir aldıkları makam farklı bir yerdi. 1992 yılında Bulgaristan’da ve Türkiye’deki soydaşlarımız arasında yatay örgütlenmeye başlandı. Bulgaristan’da edebiyatseverler, yaratıcılar, yazar ve şairler, öğretmenler öncülüğünde hoşgörü, kültürel etkileşim ve yardımlaşma kulübü ve dernek biçimlerinde örülme gelişti. Köylüler geleneklerini canlandırırken hayatın renkleri değişti. 2018’de ülkede 42 dernek ve kulüp etkinliklerini sürdürüyor. Onlar çok yüksek olan parti bulutlarında rahmet beklemiyor. Gelişen yatay iletişim, aynı örgüt kademesindeki kişi ve bölümler arasında mesaj alışverişi, kültürel etkileşim, panel, bilgi şöleni, sanat geceleri, saz dinleme, birlikte şarkı türkü söyleme, toplantı, anma törenleri, gezi ve ziyaretler, mevlitler, kutlamalar şekillerinde yaşam alanı buluyor. Bu örgüt-


94

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lerin içinden seçilen ya da sivrilen başkanlar lider değil, yöneticilerdir. Bu yöneticilerin örgüt üyeleriyle etkileşimi yüz yüze görüşmeler, toplantılar, raporlar, telefon konuşmaları, kişiler arasında direk tartışma gibi birçok biçimlerde gerçekleşir. Bulgaristan’daki Türkler arasında halen gerçekleşen demokratik örgütlenme biçimi dikey örgütlenme yolu arayan bir atılımdır. Geçen yüzyılın 1923 – 1934 yılları arasında sportif birlikler, sanat grupları, öğretmenler, gazeteci ve şairler arasındaki “Turan” ocaklarındaki manevi diriliş ile kanaat önderlerine, milletvekillerine, esnaf ve aydınlara, okullara ve encümenliklere dayanan hareketlenme Türk basını tarafından yüreklendirilince Sofya’da Birinci Milli Türk Kongresi düzenlenmişti. Ülkenin dört bir yanından gelen delegeler Bulgaristan Türklüğüne yeni ruh vermiş, onu politik örgütlenmeye doğru yüreklendirmişti. Kongre ilk kez bir dikey örgütlenme meydana çıkardı. 1934 askeri darbesi bu atılımı baltaladı, örgütlerimizi kapattı, aydın kadroları Türkiye’ye kovdu. Aydınlatmaya çalıştığımız karanlıktan zifiri karanlık yaptı. Böylece Bulgaristan Türklerinin bilinçli mücadele birikiminden Halk Lider doğması engellendi. Bulgaristan Türkleri arasında Lider olmak ne çıtır çıtır simit yemek, ne kabuğu kırmak, ne de her sabah mahalle dostlarıyla çay-kahve sohbetinde indirip bindirmedir. Bu olayı, 1989 Ayaklanmamızda da yaşadık. 52 illegal ve legal örgütten Halk Lideri yükselmesi sürecimiz Büyük Göç’e zorlanmamızla ezilip likide edildi. Zaman değişmiştir. Günümüzde aktüel olan Kültürel Liderliktir. Önemli olan insanları toplantıya, panele, mitinge toplayıp, akılda kalacak, yön verecek hiçbir şey söylemeden dağıtmak değil, yüzlerini görmeden aynı konuda düşünmeye hepsini birden sevk etmektir. Çağdaş teknoloji, internet, mobil ve sosyal medya halkın tabanını kuşatmış ve hizmetinizdedir. Kâğıt üzerine basılmış her gazete, dergi ve kitaptan binlerce defa hızlı, etkili ve görseldir. Şimdiki gençler Facebook, Twitter, Instagram vs. gibi sosyal medya şirketleriyle her bir bireye kendini ifade etme özgürlüğünü kazandırmıştır. Mobiliteyle her kişi artık birer gazeteci, fotoğrafçı, yönetmen, yorumcu, dernekçi, yönetmen rolüne bürünmüş, ürettikleri içeriklerle kısa zamanda geniş kitlelere açılabilme olanağına kavuşmuştur. Son yılların en büyük miting ve gösterileri İnternet üzerinden örgütlenmiştir. Sofya’da 2013 Mart ayında Birinci Boyko borisov hükümeti inter-


Makale ve Analizler - 2018

95

net üzerinden toplanan mitingle devrildi. 2014 yılının Ağustos ayında DPS milletvekili, oligarşı temsilcisi D. Peevski gizli polis örgütü DANS Başkanlığına atandığında, sokak gösterileri Başbakan Oreşarski’yi istifaya zorladı. Bu eyleme de elektronik iletişim üzerinden örgütlenmişti. ve XXI. Yüzyıl arasında bu bakıma köklü fark var. Dünya bilgilenme rekabeti içindedir. İşte “www.bghaber.org” yayınlarının 300 000 takipçiye ulaşmış durumdadır. Türkçe öğrenme ve öğretme konusu öz girişim konusudur. İspanyolca öğrenmek için artık kurs açılmıyor, kursa giden yok. Herkesin öğretmeni elindeki telefon aracıdır. İçindeki dijital öğretmendir. Türkçeyi öğrensinler ve öğretsinler, meslek öğrensinler diye 1994’ten yılından beri Bulgaristan’dan Türkiye’ye 1500 öğrenci gönderdik. Üniversite mezunu oldular. Hiç birisi Türkçemizi kolay dijital öğrenme yolu bulamadı, üstüne birçokları geri de dönmedi. Biz Bulgaristan Türklerinin kayıtlı, notalı 650 Türkü ve şarkımız var. Hiç biri Bulgaristan Türklüleri festivali düzenleyemedi. Bulgaristan melodileri ve eserleri orkestrası henüz toplanamadı. Rumeli –Balkan katliamları süiti henüz yazılmadı. Balkanlarda “Soykırım Oratoryomu” bestelenmedi. Balkan Türkçesinin güzelliği sanki zorla unutturuluyor. XIV yüzyılda dedelerimiz Rumeli’ye yerleşirken, dikey bir örgütlenmeyle gelmişler, liderleri, beylerbeyleri, ulemaları, uç beyleri varmış. Şimdi aynı nüfusun 600 yıllık köklerinden bir Lider Filiz çıkar(t)amıyoruz. Daha okulda kafalarına zehir dolduruluyor. Beklentiler sönüyor. Yani okul yapamıyorsak dijital elektronik örgütlenmemiz gerek. Bu işin çözümünü bulup yüreklendirmemiz lazım. Biz Türkiye Cumhuriyeti’nin Diyanetine minnettarız. Türk dil devriminden yaklaşık bir asır sonra Kuran’ı Kerim’i herkesin anlayabileceği sadelikle artık tercüme edebilmiş. Bir de Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlarından 4 cilt halinde derlenmiş, KURAN YOLU TÜRKÇE MEAL VE TEVSİR eserinin hazırlanmasında emeği geçen Prof Dr. Hayreddin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez ile Prof. Dr. Sadrettin Gümüş Beylere özel olarak teşekkür ederiz. Bu konudaki eski eserler, Müftülük, İmam Hatip Okulu ve Yüksek İslam Enstitüsü ve cami, oda kitaplıklarından indirilip yerlerine bu eserler yerleştirilmeli, cemaat ve öğrenciler önünde sesle okunarak aydınlatma çalışmaları yapılmasını öneriyoruz. Bu eserlerin her Türk ailesinde yeri olmalıdır. Özel bir devletlerarası anlaşmayla getirilip her haneye, mescit, cami


96

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ve din okulu sınıflarına dağıtılmalı ve okutulmalıdır. Avrupa Türklüğümüzü inşa etme yolumuz bu olmalıdır. Bununla birlikte, yatay ve diken örgütlenme ödevlerinin başında gelen bir başka problemimiz de var. Bu da mezarlıklarımız sorunudur. Mezarlıklarımızı koruyup yaşatma ve çevrecilik çalışmalarına öncülük ederek, Müftülüklerimiz mezarlıklarımız sınırlarına çepçevre sedir ve çınar ağacı dikme kampanyasını bir an önce başlatmalıdırlar. Bulgaristan’da Çınar ve sedir ağaçlarını kesmek yasaktır ve böylece kutsal mülklerimiz ve atalarımızın ruhu ebedileşmiş ve huzur bulmuş olacaktır. O zaman mezarlıklarımız traktörle sürülemeyecek, taşları kırılamayacaktır. Siz de düşünün. Yatay ezilmektense dikey hükmetme yolunu birlikte bulalım. Okuduğunuz için teşekkür eder, paylaşmayı da unutmayınız.


Makale ve Analizler - 2018

97

Beleneli Bilinci Tarih: 10 Eylül 2018 Yazan: Neriman E. Kalyoncuoğlu Konu: Biz bütün gerçeklerin ortaya çıkacağına inanıyoruz. O ağır çekti, sıkıntı ve belirsizlik yılları geride kalalı 35 yıl oldu. Eşeledikçe dinmemiş sızılar, hala yaşanan kabuslar çıkıyor karşımıza. Bir Türk etnik ve kültür azınlığı olarak biz 1 200 000 (bir milyon iki yüz bin) komünist ve 10 600 (on bin altı yüz bin) gizli polis ajanı (DS-li) bulmuşuz karşımızda. Onlara bağlı kolluk kuvvetleri, polis, jandarma ve ordu, hapishaneler, işkence odaları, infaz merkezleri, toplama kampları, helallik almadan ve mezarsız gömülme korkusu, sindirme – yıldırma –çıldırtma makinaları ve ayakta kalmışız. Dedelerimizin ve babalarımızın hepsine “Siz kahramansınız!” demek istiyorum. Kahraman olmak bazen susmak, bazen yumulmak, bazen de içine öyle bir kapanmaktır ki, yıllar sonra bile gerçek kimliğine dönemezsin. Bize yapılan büyük saldırının ne ideolojisi, ne dini, ne insanlık yanı ü nede hukuku vardı. Bu bir çılgınlıktı. Bize saldıranlar bizden defalarca bilinçsiz, kimliksiz ve dinsizdiler. Kendilerini boşa harcadılar. Şu da var Bulgar halkını çok ağır yaraladılar. Gerçeği söylemeye bugün de kalpleri perdelidir. Kendi yaptıklarına akılları yatmıyor. Zulüm işleyenlerin devam eden inkarcılığı, korktuklarının ifadesidir. Bulgaristan’daki Türklerin yeni edebiyatını yazanlara selamım olsun. Bizde de ŞAİRLER ve şairler, YAZARLAR ve yazarlar var. Halka ışık veren aydınlarımız ve sürünün ardından loş lamba taşıyanlarımız var. İşte size, adı hiçbir ansiklopedide, dergide ve şiir şölenlerinde anılmayan bir şiir ve şairimiz: Dr. Ebazer Yusuf MEHMET ve bir şiiri: O BİR KABUSTU (Lüzumsuz hatıra)


98

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Malumdu, 1985-te ülkeye çökmüştü siyah bulutlar Türk insanları perişana döndü, kalmamıştı umutlar Her adımda belirmişti aşırı milliyetçi ve kudurmuşlar Zorla isim değiştirmeyi dayakta ve ölümde bulanlar! Aydınlar, cesurlar sürüklenmişti Beleneye Korkunçtu durum, yoktu zaman melemeye Ucuzdu ölüm, bedeldi bir tek kelimeye Bakmazdı vahşiler ne dinine, ne diline ne menşeğine… Ah Belene…vah Belene, anılmış cehennem Belene… Buraya kimler atılmadı ki, acımadın masum tenlere… Doğuştan özgürlük – insanlar içindir! senin neyine? Ah Belene, vah Belene…cehennemi geçen Belene… Neye kudurdun bu vatanda doğan türklere Ne korkunç suçlar işledin bakarak keyfine Vahşet, şiddet ve zulüm – hepsi kuş beyninde! Kainat, tabiat ise – şaşıyordu acımaz örneğine! Sana getirenler – çoğu bu ülkenin çeşit ilinden Hepsi aydın ve bilgiliydi, coşardı sanat ve ilimden Belene! anlamazdın sen kimsenin dilinden! Ve kaçamazdı kimse senin vahşi elinden… Hiç birinin günahı yoktu, hepsi suçsuz suçlu… Hepsi doğanın çalışkan, üretken ve yararlı kulu! Ulus, diin ve adı için düşürüldü onların buraya yolu Ve zaman geçti…unutuldu diyerek kapanamaz bu konu! Kimseden haber yok, tüm dünyadan ayrı


Makale ve Analizler - 2018 Çektirdi vahşiler kapalılara üzüntü ve kahrı İnsan demir değil ki, hissetmesin bu kahrı Kim anlardı ki halden, kimlere yaparsın ki çağrı… Hey hür halklar, Belenede neler oldu duydunuz mu? Bu dürüst kahraman insanlara yapılanları okudunuz mu? İnsanlık uğruna bu vahşete son noktayı koydunuz mu? En samimi barışçıl yollarla suçluları buldunuz mu? Belenede günler biribirine benzer, yüreklerde acı… Aşırı sabırla, gayret ve direnişte bulursun ancak ilacı İşkence ve zulümculara madalya taktı baş savcı Hafiyelik ve hilekarlık yapanlara ise taktılar tacı Şirin vatan Bulgaristan, fakat her yerde demir perde Sansür, adaletsizlik ve ölüm uygulanır her yerinde Sıkıntılar çok…derman yok bu duyulmadık derde Bütün ocaklar ve kainat bile burda hep kederde… Tüm masumlar burda oldu çelik bilek Durumda en doğru kararları almak gerek Ne pahasına olursa olsun, dayanmalıydı yürek… Umudumuz – dünya ülkelerinden gelececekti destek… Bizler millet olarak herkese kucak açarız Yılmadan yorulmadan iyilik ve insanlık saçarız Barıştan yanayız, sabırla beladan kaçarız Düşmanlık yapanlara kalbimizle şaşarız. Tarlada buğday gibiyiz, hem solarız hem biteriz Adalet uğruna, ölüme bile gidenleriz Mazlumlara, yaşlılara ve çocuklara saygı duyarız

99


100

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Zorbaları ve hilekarları yerle bir ederiz! Zaman gelir durulur bulanık akan sular Adalet geçikse de yıkılır önünde her duvar Bu dünya içinde böyledir gerçek kurallar Yanlış yapanlar gün gelir elbet ki kan ağlar! Belene Gazisi pratisyen doktor Ebazer Yusuf MEHMET. Çufalar (Tıkaç) Kaolinovo (Bohçalar).ŞUMNU Okuduğunuz için teşekkürler.


Makale ve Analizler - 2018

101

Ayar Bozuluyor Mu? Tarih: 09 Eylül 2018 Yazan: Nedim AKIN Konu: Eylül ayındaki tartışmalı günler ve toplumun tepkisi. Son yıllarda Bulgaristan’da Eylül ayı anma günleri ayı oldu. Bir: 6 Eylül 1885’te Doğu Rumeli’nin Bulgar Prensliği tarafından ilhak edilmesi ve daha sonra Bulgar Çarlığına katılması, 6 Eylülde kutlandı; İki: 7 Eylül 1940’ta Hitlerin yardımıyla Güney Dobruca’nın Bulgar Çarlığına katılması günü – 7 Eylülde anıldı; Üç: İkinci Dünya Savaşında 5 Eylül 1944 tarihinde Sovyetler Birliği’nin Bulgar Çamlığı’na savaş ilan etmesinden 4 gün sonra 9 Eylül 1944 tarihinde ülkenin 45 yıl süren işgali Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) tarafından kutlandı. Dört: Ağır geçim derdi olan insanlar sanki öfkesini yenmiş, sakla samanı gelir zamanı misali “politikayı” ve “çeki ve acıları” bir yana bırakmayı seçmiş gibi. Yakın zamanda yeni gerginlikler ve zulüm yaşamamak adına, birçok şeye göz yummakda sanki uzlaşmışlar. Bunun örneği de, 9 Eylül günü Dobruca’nın göbeğindeki, Razdrad ili Kubadın (Loznitsa) belediye merkezinde yaşandı. Sözüm ona “soya dönüş süreci” adıyla anılan, baskı uygulayıp isim değiştirerek, Türk kimliği ve gelenekleriyle yaşamayı yasaklayarak Türkleri Bulgarlaştırma sürecinin baş mimarı ve uygulamasını yöneten Bulgaristan Komünist Partisi (BKP) Merkez Komitesi (MK) Politik Büro üyesi Penço Kubadinski (1918 – 1995) anısına bir anıt dikildi ve törenle açıldı. Bu gelişme yoksulluğun ve karamsarlığın Deliorman Türklerinin direnç ruhunu etkilediği ve ödün vermeye zorlandıkları, şeklinde yorumlandı. Beş: 22 Eylül günü ise Bağımsızlık Günü resmi bayram günü olarak anılacak. Bu anma günleri ve bunlarla ilgili düzenlenen törenler, medyanın baskıları, kamuoyunu, halkı ikiye üçe, beşe bölerken aşılamayan derin çelişkileri daha da keskinleştirdi.


102

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu gelişmelerin altındaki bulanık durumu tarihçi ve siyasetçi Georgi Bozduganov’un kaleme aldığı ve (Faktor. Bg’de 9 Eylül 2018) tarihli bir yazıyla anlatmak istiyorum: BULGARİSTAN KOMÜNİZMİN KIRMIZI BAYRAĞI ALTINA NASIL GİRDİ? İnsanlar unuttukça geleceğe açılan yollar tıkanır. İkinci Dünya Savaşı’nın patlamasından hemen sonra 1939’da Bulgaristan tarafsızlık ilan etti ve hiçbir askeri birliğe katılmak istemediğini açıkladı. Oysa Hitler’in sonuç belirleyen etkisiyle Güney Bulgaristan Bulgar Çamlığı’na bağlanmıştı. Şöyle ki, üstelik Hitler hemen hemen bütün Avrupa’ya basmış, İngiliz ve Yunan askerleriyle Yunanistan’da savaşmak niyetiyle Tuna kıyısına 500 000 Alman askeri yığmış, Alman baskısının kesin uyarı şekli aldığı, Macaristan, Romanya ve Slovenya, Almanya, İtalya ve Japonya tarafından oluşturulan Üçlü Mihvere artık kayıtsız koşulsuz katıldığı bir dönemdi. Bulgar Çarlığı için 3 seçenek vardı: Bir: Hitler Almanya’sına karşı koyup işgal edilen ve soyup soğana çevrilen, 1 057 000 vatandaşını ve ayrıca 56 000 Yahudi’sini kaybeden Yugoslavya ile 563 000 vatandaşını ve 60 bin Yahudi’sini kaybeden Yunanistan’ın kaderini paylaşmak; İki: Üçlü Mehter’e katılmadan Nazi Ordularının ülkeden geçmelerine yol vermek. Diplomatik yazışmalardan ve Çar ile bakanlar arasında yapılan danışmalardan anlaşıldığına göre, Almanya’ya karşı dostane olmayan bir tavır gösterilmesi hükümetin zor kullanılarak değiştirilmesine ve Sofya’da Nazi-ci bir hükümetin iş başına getirilmesine sebep olabilirdi. Yani bir darbe gerçekleştirilebilirdi. Almanlar işgal ettikleri ülkelerin hepsinde birer uydu hükümet kurmuştu. Bunun neticesinde, bu ülkeler büyük sayıda kurban vermiş ve talan edilmiş, Yahudi nüfusu yok edilmişti. Üç: Üçlü Mihvere katılmak! Çar ve hükümetin belgelenmiş olan ortak görüşü şudur: “Zorlamayla olsa bile bu Anlaşma imzalanmalıdır.” Nazilere karşı biri olan Dış İşleri Bakanı kabinenin görüşünü yıllar sonra şöyle özetledi: “Savaşa katılmamak ve işgal olmaktan kaçınmak ve zamanı geldiğinde milli çıkarlarımız lehinde olan yöne kendimiz dönebilmemiz için, iki kötülükten daha küçük olanı seçmek zorundaydık. “ Üçlü Mihver Anlaşmasını imzalamasına rağmen, Bulgaristan Macaristan ve Romanya’dan farklı olarak, Nazi Almanya’sı ile askeri ve siyasi anlaşma imzalamamıştır.


Makale ve Analizler - 2018

103

Milli çıkarlara bağlı kalan ve Çar III. Boris tarafından yönetilen Bulgar siyaseti şu temel ödevler doğrultusunda gelişmiştir: Alman işgalinden kaçınma; Devlet darbesini önleme; Ülkenin savaş alanına dönmesini önleme; Bulgar ordusunun Doğu Cephesinde veya cephelerden herhangi birinde savaşa katılmasına yol açmama; Sovyetler Birliği ile diplomatik ilişkileri sürdürme; Bulgar Yahudilerini ülke sınırları içinde tutmak; Uygun bir zamanda Üçlü Mihverden ayrılma; Ve Batılı müttefiklerle anlaşma imzalama. Çar ve savaş durumunda kurulan 6. Hükümet zor olsa da, ulusal egemenliği savunmayı başarmış ve Üçlü Mihverden ayrılma ve Batı müttefikleri ile bağlaşıklık sözleşmesi imzalama dışında öteki ödevlerin hepsini yerine getirebilmiştir. 1 Eylül 1944 tarihinde hükümetin Kahire’ye gönderdiği özel elçi Muşanov ABD ve İngiltere ile barış anlaşması imzalamayı reddetti. Anlaşma tasarısını okumaya dahi yanaşmayan temsilci, böylelikle Rusya’ya Bulgaristan’a savaş açma ve ülkeyi işgal etme imkânı vermiş oldu. Bulgaristan’ı Rus İmparatorluğuna bağlamayı yıllar ötesinden hayal eden Stalin Çar’ı yetkisiz kıldı ve ülkedeki politik eliti kendi davasına kazanarak, devlet darbesi gerçekleştirdi ve ülkeyi Kremlin emrine verdi. Çarlık için çalışan devlet adamlarından daha fazlası kurşuna dizildi. “Halk düşmanı” ilan edilen yüz binlerce Bulgaristan vatandaşıyla hesaplaşıldı, hapishanelere ve toplama kamplarına atıldılar. Moskova emirlerinin kayıtsız koşulsuz ve tamamen yerine getirilmesi amacıyla, ajanlardan kurulan Başbakan Kimyon Georgiev hükümetinin yerine Komünist hükümet kuruldu. Muhalefet yok edildi. Sovyet işgal güçleri komutan yaveri General Çerepanov gururla şöyle demişti: “1947 sonunda Bulgaristan’la vedalaşırken, ülke komünizmi kızıl bayrakları altına tamamen girmişti.” O, ülkede çalınabilecek ne varsa her şeyi alıp götürdüklerini söylemeyi unutmuş gibi davransa da, Sovyet ordusunun 3 yıl boyunca ülkedeki masrafları ile Nazi Almanya’sına karşı verilen savaşta harcanan paraların toplamı 133 milyar leva olduğuna değinmedi.


104

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bulgar devleti iflas etmişti. Ne ki Sovyet uydusu Dimitrov-ÇervenkovJivkov hükümeti şunları yapabildi: Bütün özel mülkiyete – mali-endüstriel ve toprak olarak – el koydu. Üç defa – 1960 – 1978 – 1987 – iflas etti. (Bulgar Milli Bankasının gizlilik süresi kalkan raporundan alınmıştır.) Daha önceki 3 savaşta el sürülmeyen ÇAR DÖNEMİ EMEKLİ SİGORTA BİRİKİMLERİ – son kuruşuna kadar harcandı. Bulgar devletinin – 20 tonu bulan – altın yedeği Moskova’ya götürüldü. “ölmeyecek kadar olan” emekçilerin aylık gelirlerini zor zar ödedi. 1963 ve 1973 yıllarında 2 defa olmak üzere Bulgaristan’ın 16. Cumhuriyet olarak Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’ne (SSCB) bağlanmasını önerdi. Jivkov’un kendisinin “SSCB ve KGB – Sovyet dış istihbarat komitesi – bağlı muazzam “DS” – devlet güvenlik aygıtı kurdu. “Prag Baharını” ezmek içi Sovyet emriyle Bulgar askerleri 1968’de Prag’a gönderildi. Ülke sınırları boydan boya tel duvarla sarıldı ve kaçmak isteyenler öldürüldü veya yakalananların hapse atıldı. Bir zulüm uygulaması olan sözüm ona “soya dönüş” döneminde 300 000 (üç yüz bin) çok fazla etnik Türk vatanlarından zor kullanılarak dışarı edildi. Birinci dönem 1939 Eylülünde, ikinci dönem de 1944 Eylülünde başlamıştı. 9 Eylül günü Faşizmden kurtuluşumuzu kutladık. Aslında Rusya istilasına düştüğümüz gündür. Yorumlamayı size bırakıyorum. İkinci yazımda “iç işlerine karışma” meselesinin ne anlama geldiğini, bu kavramın nasıl oluştuğunu, nasıl oldu da 21. Yy siyasi terminolojisinde bu denli sık kullanıldığını ve özellikle de Türklere karşı nasıl oldu da bir saldırı aracı olarak kabaca kullanılmaya başlandığını analiz edeceğiz. İnsanlar unuttukça geleceğe açılan yollar tıkanır. Okuduğunuz için teşekkür ederim Gözlerinize sağlık. Paylaşmayı unutmayınız.


Makale ve Analizler - 2018

105

Adanalıyık Allahın Adamıyıkın Hikayesi

Dr. Sakin ÖNER

Türk askeri Çanakkale’de dünya ecdadına diz çöktürürken tarihler 1915’i gösteriyordu. Adanalılar savaş esnasında bir bayırda konuşlanarak siperlerine küçük mavi bir plaket takmışlardı. Bu onların düşman askerleri karşısında birbirlerini tanıyıp kamufle olabilmeleri adına dahiyane bir sırdı. Adanalılar akıl almaz bir şekilde gizlenip, usul usul düşman askerlerini öldürüyor, sonrasın da öldürdükleri askerleri onlara nazire yaşarmışcasına düşman askerlerine doğru atıyorlardı. bir süre sonra, yüzlerce askerlerini esrarengiz bir şekilde kaybeden Anzak ve İngilizler, Adanalılar savaştığı bayır boyunca siperlerinde mavi plaketin bulunduğu bu askerlerin olağanüstü şekilde kendi askerlerini öldürerek kendilerine göz dağı verdiğini fark ederek şok oldular. hal böyleyken, sözüm ona Adanalı askerlerin bulunduğu sipere yaklaşmaya korkan düşman, ” o tarafa sakın gitmeyin, onlar Tanrı’nın adamları “ diyerek geri çekilmeye başladılar. o gün 900 küsür adanalı asker kahramanca şehit olmuş, bayırın adı ” adana bayırı “olarak anılmış, bu efsane de yıllar boyunca dilden dile anlatılarak, ” tanrı’nın adamları “sözü Türkçe’mizle ” adanalılar allah’ın adamları “ şeklinde uyarlanmıştır. “Adana bayırı “ Çanakkale dolaylarında il ismiyle anılan ilk ve tek yer olarak tarihe geçer. Çanakkale savaşının kazanılmasında Conk bayırı, arı burnu kadar Adana bayırı da hayati önem taşır. şimdilerde o efsanevi hikayeyi yamaçlarında gizleyen bu yer, unutulmaya yüz tutan ve zaman zaman ziyaretçilerinin kendisini hatırladığı köhne bir mekan. Siz de ecdadımızın kanlarıyla yeşermiş bu efsanevi bölgeyi unutturmayıp hafızalardan silmemek adına bu yazıyı paylaşarak daha çok insanın keşfetmesine vesile olun ki, ne şartlarda bu ülkenin kazanıldığı yeni nesillerce yad edilip, ” Çanakkale ve adana bayırı ruhu “sonsuza dek soylu bir dille yaşatılsın. ‘’Adanalıyık Allah’ın Adamıyık ‘’ 900 Adanalı şehidin kanı ile yazılmış bir kahramanlık destandır.


106

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2018

107

Bizim Gerçeklerimiz Tarih: o5 Eylül 2018 Yazan: Neriman E. Kalyoncuoğlu Konu: Aslan payını aslana vermeli Bu başlık ve aşağıdaki şiirsel anlatım Dobrucalı yaratıcımız Hikmet Efrahim tarafından 2 yıl önce kaleme alınmış. Olaylara devam eden bir süreç olarak baktığımızda, son 2 yılda değişen bir şey olmadığını düşünürken, yazıyı bir solukta okuyun da devam edelim lütfen. Demir Perdenin kalkmasıyla, Berlin Duvarının yıkılmasıyla, Doğu Bloku ülkelerde o beklenen değişimi milyonlarca insan ne kadar da çok arzulamıştı… Ve değişimler tabii ki olmuştu. Fakat bunların hiçbirisi – insanların beklentileri doğrultusunda olmamıştı… Toplumların – Demokratik gelişmesini sağlayacak ondan sonraki yasalar – Politikacıların amaçları istikametinde – tasarlanıp, oylardan geçirilip ve tüm kanunlar artık sadece politikacılara hizmet amacıyla faaliyete geçirilecekti… Bu olay seneler geçmesiyle – daha da genişleyerek – insanlar artık – sadece “Oy Veren Makineler” durumuna getirilecekti… Daha sonraki devrede – politikacılar – kurdukları partileri çerçevesinde – Demokrasinin sağlıklı unsurunu-kendilerine mal edeceklerdi… Ve insanların elinde – kendilerine çareler arayıp bulmak için – hiçbir olanak bırakılmayacaktı! Toplumlar darboğaz sıkıntılarına gittikçe sürüklenince – politikacılar – yine daha parlak yarınlar için – ellerinde tuttukları yasaları: “insanlar yararına uygulamak” için – güya yeni yasalar kabul edecekti – Mecliste… Aslında – bu onların: koltuklarını daha da sağlamlaştıran kanunları olacaktı… Sonunda – seçime gidip oy vermeyen vatandaşa ceza kanunu çıkarılacaktı! (Hani – demokraside zorlama yoktu ya?) Ve… İnsanların artık ellerinde – durumlarını değiştirecek hiçbir yetenek, çare veya kanun kalmayacaktı…


108

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Partiler – çoğalıp, bozulacak… Yenileri doğacaktı… Fakat, bunların hiçbirisinde – insanların beklentisi doğrultusunda olmayacaktı… Genç olan, dinç olan – tek çareyi – Avrupa’nın memleketlerinde – ekmek parası için binbir zorluklara katlanıp, gurbetçi olacaktı… Toplumun içinde bulunan -Aydın Kişiler, yıldırılarak, sözsüz bırakılarak, işsiz bırakılarak, unutturulacaklardı… Memleket -“Çalga Müziği” şeklinde -mutluluklar sergileyecekti… Televizyonlardaki Moda gösterişleri, Yemek tarifeleri… Çarkı felekler… Yalancı yayınlar – insanları daha da hasta edecekti… Amerikancılık sergileyen filmler – her akşam insanları daha da körleştirecekti… Devlet memuru olanlar – maaşları aylık olarak – bazıları yüzbin dolara kadar da alabilecekti… İşsiz, sağlık Sigortası olmayan insanlar – sağlık hizmetinden yoksun olarak, ölümlere itilecekti… Buralardaki topraklarımızda ise – çaresiz, işsiz, herhangi bir işte olanlar ise – en düşük maaşlarla – yarınlardan umutlarını yitirmiş olarak kalacaktı… Yaşlı emekli insanlarımız ise en düşük emekli maaşlarıyla toplumun karanlık köşelerine itilmiş olarak bırakılacaktı… Ve sokaklarda bir genç insan görünce – ne kadar da çok sevineceklerdi… Bulgaristan yazarı, şairi, araştırmacısı Stefan Tsanev (Kasım, 2016, BNT, K-1): – “Bu ülkenin sadece 600 kişisi – arkada kalan 7 milyon insanın toptan parası miktarında servet toplamıştır”. Soruyorum – bu nasıl bir demokrasi? Bu nasıl bir Avrupa gerçeği? Umut – milletimizin son yemeğidir… Öyleyse, ye Memed… Ye… Umud senindir… onu politikacılarımız bizlerden – hiç kıskanmazlar değil mi? Tabii ki – umutlarımızlayız… (5 Aralık 2016 -H. Efrahim) Sonsöz: -“Toplumların Problemleri Çözülmediğinde – bunu sonraki kuşaklar – mutlaka çözer! Fakat – İnkılapla!”. Alıntı: Hikmet Efrahim İki yıl sonra -2018 – Berlin Duvarı’nın da domino pulları gibi yıkıldığını, artık yıkılacak duvar kalmadığını ve 2016’da yeni – bu defa tel örgü – duvar gerildiğini gördük. Duvarlar sınırdır. İnsanların serbest dolaşması engellemek için gerilir. Osmanlı, tarihte insanların en serbest dolaştıkları devirdir. 3 kıtada dolaşmak için bir teskere yeterliymiş. Atilla, Sezar ve Çengiz Han imparatorluklarında teskere de yokmuş. Marco Polo Çin’e kadar yaya, eşek veya deve sırtında gitmiş. Gezi notlarına, “Korkan hükümdarlar set, hisar ve duvar çekmiş.” yazmış. Duvarla kuşatılan devletler küçülür. İnsanların “oy veren” makine durumuna getirildi. Gerçek demokrasiden korkanların ve sahtekarların en büyük icadıdır. Bulgar monarşisinde halkın vereceği oydan korkanlar darbe üstüne darbe yaptı. Demokrasi ağacı hep budandı. Bulgaristan’da gerçek demokrasi hiç olmadığı için tadına bakamadık. Çar III. Boris ve diktatör Jivkov gibi Başbakan Boyko Borisov da


Makale ve Analizler - 2018

109

geçen hafta 3 bakanı birden görevden aldı. Sanki çorbanın tadına bakıyor. Bu defa “Dediğim dediktir” siyaseti faşist tepki aldı. Bu tepki, Borisov’un gerçeklikle bağlarını kestiğine ve iktidarda kalmasının anlamını yitirdiğine işaret oldu. Bizde yöneten sınıf, iktidarda olmanın anlamsızlığını artık anladı. “Geçiş Dönemi” defteri kapandı. Kaşık kazandan boş çıkıyor. Avrupa Birliği’nden para akan musluklar kapandı. 30 yıldan beri gözlerini Bulgaristan’dan ayırmayan Rusların niyetleri Karadeniz. Batı Avrupa, Balkan bataklığında boğulmak istemiyor. Amerika ise, dertleri boğazına kadar, istese de bizi göremiyor. İlgi çekip yaranmak için Borisov Kudüs’te Bulgar Genel Konsolosluğu açtı. Daire kiralamışlar ama boş duracakmış. Her işimiz yaranmak ve gösteriş. Bu durumda “oy makinası” tekerlekli bir araç olmadığından, yerimizde sayıyoruz. Bizde siyasi parti pazarı yok. İlk partilerimizi kurduranlar tohumu kısım dolusu saçmışlar. 140 yıldan beri parti seyreltiyoruz. Hepsi motant, maskeli, halktan kopmuş, Noel ağacında süs gibi. Bu işe de çare bulundu demirbaş defter yerine konan elektronik kayıt sistemi bozulmuş. “Üst akıl” isterse hiç kimse yeni parti kuramayacak, eskileri kayıttan silmek artık işten değil. Emekli kayıtları silinse bize toplu mezar mı kazılacak! Emeklilerimize acıyorum. Kabı açılacak umut kaldı mı bilmiyorum. Bana kalsa Türk kokmaları yeter. Bazen dost düşmanı uzaktan ayırt eden köpeklerimizin havlayışını özlüyorum. Gelirken lambamızı yanık, kapımızı aralık bırakmıştık, ne durumdalar acaba! Ülkede 7 milyon insan olsa Bulgar ordu çıkarır. 30 senede dinlenecek bir Bulgar melodisi çıkmadı. “Çalgaya” gelince, “beğenmeseler de“ Bulgarların kokuşan gönlüne mehlem oldu, ateş verdi. Pire döktüler. Yaşasın Aziz. Bulgar Çingenelerini de dünya kültür sahnesine çıkardı. Bregoviç ile İkisi yeni Balkan müziğinin yıldızları. Bu seda, Nihavent makamımızın buharı! BSP lideri “Buzluca” tepesindeki bira içme yarışına Hırvat Nefesli Orkestrasını çağırdı. Ha Aziz ha Bregoviç, ikisinin müziğinde sallanan göbektir. Yavaş yavaş geliyorlar. Bulgar meclisinde vatandaş yararına yasa çıkmaz. Azınlıklar yararına ise hiç. Çarpılırlar. Balkan ülkeleri birbirine benziyor. Anlaşsınlar ve yalnız birisinde meclis senato vb olsun ve kanunlarımızı oradan satın alalım. Bizde insan lehinde bir yasanın çıkması için meclis kapı ve camlarının yeniden kırılması ya da binanın süresiz kuşatılması gerek. Son hesapta, bizim kuyuda bu kadar su var ve içine büyük kalaylı kofa salınması çok su çıkacağı anlamına gelmez. Yazınızdan etkilendim. Şimdi yazsaydınız bu detayları içine monte ederdiniz şüphesiz. Ama iyi olmuş. 05 Eylül 2018


110

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Son Yakın Mı? Tarih: 06 09 2018 Çeviri: Raziye ÇAKIR Konu: “Halk” ile “Elit” arasındaki kıyasıya boğuşma. Giriş. Yazılarımızda dünyamızın kimlikler savaşı yaşadığını defalarca yazdık. Bulgar bilim çevrelerinde konuyu derinliğine analiz eden bilim insanı Sofya Üniversitesi Psikoloji Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Lübomir Georgiev’tir. Bu konua adanmış bir eseri var. O, 10 yıl Hak ve Özgürlük Hareketi (DPS) “fahri başkanı” A. Doğan’a danışmanlık yaptı. Doğanla ilgili gerçeği anlayınca “bu adam geri zekalı” deyip görevinden ayrıldı. Prof. L. Georgiev, Bulgaristan’da “halk” ile yönetimdeki “elit” arasında aşılmaz bir hendek açıldığı, devlet yönetiminin halktan koptuğu ve bunun sonunda devletin çökme yoluna girdiğini yazıyor. Çıkmaza Götüren Yol: Bulgaristan Cumhurbaşkanı Rumen Radev, sistemin değiştirilmesi gerek dedi, fakat hangi sistemin değiştirileceğine işaret etmedi!?. “Solcular” değiştirilmesi gereken sistemin neo-liberal sistem olduğunu düşünmüş olabilirler!? Nedense eskiden ne olduğundan habersiz, halen ne olduğunu ise bilmeyen ve en önemlisi de hangi yolu seçeceğini göremeyen “halk” (Bulgar halkı) iyice şaşırdı. Bunun anlamı şudur: Bulgar “eliti” ve “halkı” devlet ve toplum olarak musalla taşı üzerinde, kendilerine yaraşır özgü tarihsel kolektif şizofreni üretmeye devam ediyorlar!… Sayın okurların, biz Bulgarlar kendi devletimizin iç işlerini – şu dönemde beklentilerimiz NATO ve Avrupa Birliği’nden (AB) – yeniden ve bir daha işlerimizi “ düzene koymasını” beklemeye deva edersek ne bu ülkede herhangi bir değişim olur, ne de durum eskisi gibi kalır! AB bugün kendi yamalarını yamamakta zorlanıyor. Yok oluşunun açacağı derin yaralardan en fazla sarsılacak olan “devletler” bizim gibi yolunu bulamayanlar olacaktır. Bizdeki “sağ güçler” şimdiki sistemin kara bulutsuz var olmaya devam edeceğini asla düşünmesinler. Öte yandan, Vişegrad Dörtlüsü, İtalya ve Avusturya gibi ülkeler bir süredir pozitif milli kimliklerini yeniden üretebiliyor örneklerinin aldatıcı olduğundan dolayı, “devlet” olarak üyeliğimiz sürerken ve AB’nin dağılmasına daha yol varken neo-liberal sistemin yerine başka bir sistem konamayaca-


Makale ve Analizler - 2018

111

ğını bizim “solcuların” bilmesi iyi olur! Kendi “devletimiz” ile ilgili “halkın” ve “elitin” sorumluluk taşıması gerektiğini gizlerken, bizim şizofren Bulgaristan’ımız asırlardan beri medeniyet “seçme” gayreti içinde bocalıyor. “Halk” devletten sürekli sökülme, ayrılma ve kopma süreçleri üretirken, “elit” ise sıradaki himayecimizin boynuna sarılıp onu her bakıma desteklerken, kişisel zenginleşme için kullanabileceği bir özel mülk olarak görmeye devam ediyor!… Sayın okurum, biz devletimize kendi sorumluluğumuzda olan bir şey olarak bakmaya başladığımızda ve yalnız ve ancak o zaman sistem değişebilir ve “devletin” bundan sonraki var oluşu ve gelişmesi için koşullar oluşturulabilir. Bu ise, ancak ve yalnız Bulgaristan bağımsız, egemen ve özgür bir ülke olmasıyla yani NATO ve AB’den çıkmamızla mümkün olabilir. Ancak böyle koşullarda pozitif milli kimlik oluşturulabilir. Şu iyi anlaşılmalıdır. Defalarca yazıyorum. Bulgaristan Kiril Alfabesinden doğan bir tarihsel öznedir. Bulgar olma temelinde olan bu alfabedir. Ortodoksluk da bu esasa dayanır. Bu temel üzerinde Bulgarlık bir medeniyet öznesidir ve bir medeniyet öznesi başka bir medeniyet “arayamaz!” Gerçek bu olsa da, biz devamlı yeni medeniyetler arıyoruz. Ne yazık ki, her yeni medeniyet arama denememizden sonra ülkemiz bir yıkım ve felaket yaşıyor! Ve bu denemeler ve felaketler biz Bulgaristan’ı geleceğe götüren yolu, kendi milli ve medeni kimliğimizi bulana kadar yeniden ve yeniden tekrar etmeye devam edecektir. Başat sorun budur!… Günün problemi şudur: Tarih bizi beklemeyebilir. Tarihin akışı olağanüstü hızlanmış durumdadır! 20 – 30 yıldan sonra yaşadığımız topraklarda (ülkemizde) kendisini Bulgar kimliği sahibi olarak tanıtan bir çoğunluğun bulunmayacağı da doğal bir gerçek olabilir. Bu da, adı Bulgaristan olan bir Bulgar devletinin bundan öte var olması veya olmaması sorunun günden oluşturacağı anlamına gelir. Yarınımızın bugün olup bitenden, bu günümüzün de dün olanlar tarafından belirlendiğini asla unutmayalım!… Yazdıklarım kimilerine kara yazgı görünebilir. Şunu anımsayınız! Vaktiyle Kasandra’ya da kimse inanmamıştı. Fakat sonunda Truva düştü! Erken seçim olsun mu olmasın mı gibi bayağı Bulgar çılgınlıklarına saplanmış, birkaç istisna dışında, yıllar sonra başımıza gelecekler konusunda zeki Bulgarlardan fikir işitmediğimden dolayı karamsarlığım artıyor. Çok dramatik olaylarla çok yakında yüz yüze geleceğiz, fakat biz “halk” ve “elit” olarak buna henüz hazır değiliz. Dostum Prof. İvo Hristov’un dediği gibi, “bu defa da tarihin yanımızdan geçip gitmesine” bel bağlıyoruz! Şunu çok iyi anlamanız gerekir. Birçok ciddi olaylar bizi bekliyor. Görüldüğü üzere


112

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ne “halk”ne de “elit” olarak üzerimize gelen olayları karşılamaya hazırlıklı değiliz. Tarihin bizi bu defa da sollayacağından korkuyorum. “Halk” ve “elit” arasındaki kıyasıya kavga ise, bu defa bizi tarih mezarlıktaki Bulgaristan parseline götürecektir. Gerçek durum budur!


Makale ve Analizler - 2018

113

Zaman Satın Alıyorlar Tarih: 13 Eylül 2018 Yazan: Nedim AKIN Konu: Hafif dalgalı denizde gemi alabora olmaz. Güverteden indirilen 3 bakanın istifasını meclis henüz onaylamadı. Sofya siyasi sahnesi BAKANLARIN KADERİ oyunu oynuyor. GERB ile işe yaramaz “yurtseverler” hükümetinden şimdiye kadar 6 bakan istifa etti. Bunların üçü sahneden indikten sonra, siyaset senaryosuna yeni sayfalar eklendi, düşenler kolundan tutup kaldırıldı ve yeniden sahneye davet edildi. GERB’in bakanlarının hepsi ofislerine sinmiş, Borisov’dan iyi başbakan yok ve olamaz duası zikrederek, rüzgârın hangi yenden estiğini sürekli izlenmek için pencereyi açık tutuyor ve yanlış fikre ve inanca saplanmamaya, halkın aklında kalacak bir söz söylememeye gayret ediyorlar. Politik denizde dalga kabarmasını önlemek için Başbakan Borisov 2019’dan başlayarak devlet görevlilerinin maaşlarına – 439 bin memur – % 10 zam yapacağını açıkladı. Hükümet ortağı “yurtsever” maskeliler 2017 seçimlerinden önce emekli maaşlarına 100 % zam yapacaklarını vaat etmişti, yaprak oynamıyor. Bir yandan GERP partine oy verenlerin cepleri doldurulurken, yaşlıların belini büken yeni gelişme oldu. Hastanede yatan emekliler de hastane masraflarının % 17’sini ceplerinden karşılayacaklarmış. Odun, doğal gaz, elektrik ve suya %12 zam geldi. Halkın sırtı son duvara dayandı. Hayat ateşten gömlek! Bu arada Bulgar kamuoyu ve aydınlarımız akıl işletmeye başladı. Boyko Borisov’u eşidengi ve benzeri olmayan bir lider olarak gösteren, gizli bir güç olduğu konusunda birçok boyutta görüş birliğine varılmış bulunuyor. Meclisteki 7 siyasi partinin her biriyle ayrı ayrı görüşen gizemli güç olduğu, toplanan bilgilerin perde ardında görüşüldüğü ve gerektiğinde her gün yeni bir denge kurulmaya çalışıldığı artık sezildi, gözle görülür gibi oldu. Sözde “Yurtseverler Birliği” nden Başbakan yardımcısı Valeri Simyonos “ben bu gidişle çekiliyorum” dediğinde, yüzüne sorulan soru şu oldu: “Tek


114

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

başına mı ayrılacaksınız?” “Evet” dediğinde, yerine “Bulgaristan’ı Kurtarmak için Milli Cephe’den” hemen “uygun” milletvekili ile anlaşıldı. “Parti olarak ayrılıyoruz!” deyince, “İrade” (Volya) partisi lideri, Meclis Başkan Yardımcısı Mareşki ile temasa geçildi, “olur, kabineye katılmayı kabul ediyorum!” cevabı, bir yudum da olsa nefes aldırdı. Üç “faşist” partinin de kabineden ayrılması konu olunca “İrade” (Volya) yanına, hükümet dışı güvenilir destek olarak Hak ve Özgürlük Partisi (DPS) perde ardına çekildi. “Fahri Başkan” Ahmet Doğan iki istekte bulundu ve ikisi de hemen yerine getirildi. Bir) Geçen sene (2017) Ahmet Doğan – Rumen Gaytanski (Vılka) ile % 50 – % 50 bir ortak şirket kurdu. “Wotır Vital” şirketini ikisi birlikte ve ayrı ayrı yönetiyor. Etkinlik alanında madeni su çıkarma, şişeleme ve satma; HES, baraj kurma ve onarma, arıtma; Su ve Kanal ağı kurma, toprak, su ve bataklık arıtma gibi işler var. 2007 yılına kadar Sofya’yı süpüren ve çöpünü atan bu şirketin, 20017 yılı sonuna kadar yaptığı iş olmadığı ortaya çıktı. Buna karşın, 2 ay önce bu şirketin hesabına devlet bütçesinden 500 milyon leva akıtıldı. Bu paralarla ve yapılacağı henüz açıklanmadı. Bu da yetmedi, “Kapital” gazetesinde çıkan bir 2018 Eylül Haberi memleketi sarstı. İki) Bir devlet tesisi olan Varna Isı Elektik Santrali, özelleştirme sırasında Çek Cumhuriyeti Devlet Elektrik Şirketlerinden (ÇEZ) firmasına 204 milyona levaya satılan, 300 milyon leva en yatırımla doğal gaz santrali olarak yeniden çalıştırılması beklenen ama 10 yıldan beri çalışmayan, 2017 yılında Varna Limanı Başkanı Danail Papazov’un oğlu ve kızına satılmıştı. Şimdi VARNA Elektrik Santrali hisselerinin % 70’i Ahmet Doğan’a 46 milyon leva karşılığı satıldığı açıklandı. Bundan 4 yıl önce “Bulgaristan Ticaret Bankası – BTK” soyularak iflasa zorlanırken Ahmet Doğan’ın hesabında 880 bin leva olduğu açıklanmıştı. Varna Elektrik Santralini alırken Doğan, 4 milyon leva nakit ödeme yapmıştır. “Saray” adlı taarruz kuşu kümesinde kalan Doğan’ın 2017 yılı vergi beyanında 1 leva gelir gösterilmemiştir. Bunlar, 26 Mart 2017 erken meclis seçimlerinde HÖH (DPS) partisine seçmenimizin verdiği paralarsa, o zaman alınan senetler HAK VE ÖZGÜRLÜK PARTİSİ mülküne geçirilmelidir. A. Doğan’ın mülkünde ilk kez bir mülk belirdi, bu da santral senetleridir. Bulgaristan Hak ve Özgürlükler Partisi ordusunun mülküne geçirilmeli hisseler parti üyeleri arasında paylaşılmalıdır. L. Mestan, M. Karadayı, K. Dal neredesiniz????


Makale ve Analizler - 2018

115

Anlaşıldığı üzere santralin satın alınması için devlet bankasından çekilen kredi için, kulis mutabakatında, HÖH milletvekillerinin III. Borisov hükümetini sonuna kadar destekleyeceği “sözü” yer almaktadır. Bulgaristan’daki Müslüman Türklerin onuru ve şerefi ipotek edilmiştir. Böylece Bulgaristan’daki Müslüman Türklerin iradesi artık kaçıncı defadır menfaatlerimizi savunmayan, ancak totaliter komünist düzenin ömrünü uzatmak için zaman satın alan iktidarlara “koltuk değneği” haline getiriliyor!? Karadayı Mestan’ın rolünü oynamaya başladı… Olay bu kadar acıdır. İnsanlarımız kaç defadır “canlı canlı” ipotek ediliyor. Hukukun üstünlüğü olan bir ülkede “yaşayan insan” hiçbir şey için, asla ve katiyen ipotek edilemez. Bu uluslararası insan haklarına ve Bulgaristan vatandaş haklarına katiyen aykırı ve terstir. Bu ipotek hemen bozulmalı ve kaldırılmalıdır. Kuşkusuz bu gelişmeler havadan düşmedi. Olaylar A.Doğan’ın eski çar II. Simyon’u Matriste gidip Bulgaristan’a davet etmesiyle başladı. Doğan, bugün beş parasızım, köşklerimi alıyorlar, beni “vatanımdan” kovuyorlar naneleri satan II. Simeyon ve ailesi ülkemiz Moskova’nın isteği ve ısrarı üzerine davet edilmişti. Geldi, başbakan oldu ve çöp toplayan durumuna getirildi. Burada, yorganı yalnız kendi üstüne çeken Doğan’ı bir daha görebiliyoruz. 2001’de – II. Simeyon partisi (NDSV), HÖH ve BSP – ortak hükümet kurmalarına, 2005’te 2. defa – aynı bileşimle – kabinede buluşmalarına şahit olduk. Bu hükümette Başbakan Yardımcısı ve Çevre Bakanı Bayan Emel Etem’in, birinci yarımcısı Rus-çu bir General’in torunu olan Daniel Peevski’nin atanması ilginçti. İşten uzaklaştırılınca o Varna Liman Başkanı Papazov’un yardımcılığına atanmıştı. 2009’da HÖH partisinden milletvekili çıktı. Bulgaristan’daki Rus istihbaratı istasyon şefinin ısrarı üzere ve şimdiki DOST lideri L. Mestan’ın (o zaman HÖH partisi Genel Başkanı idi) sert ısrarıyla Milli İstihbarat Devlet Ajansı (DANS) şefliğine atandı. Bu derinliği ucu, Sofya’da gece gündüz protesto gösterileri yapan kitlelerin ısrarıyla onun görevden uzaklaştırılmasına kadar uzanır. Kısacası, ilk gün Bakanlar Kurulunda işe 20 yaşındaki bir “Opel” araçla gelen bu gencin, bugün 36 milyon leva nakitle, “Telgraf” medya şebekesi var. Zenginler grubunda söz sahibi olmasına kadar uzan bir gizli serüvenle karşı karşıyayız. Kuşkusuz bu bulanık, kirli, kokuşmuş sularda yüzenlerden birinin – parsa toplayan – rolündeki gizli güçler olduğu ortada. Doğanın neden korunduğunu, neden insan arasına çıkamadığını vs de açıkça görmüş oluyoruz.


116

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Daniel Papazov’a gelince, 2 gün mesaisi olmayan kızına ve oğluna Elektrik Santrali alacak kadar kazandığı güven yine HÖH-DPS ile bağlıdır. 2016 Kasımında yapılan Cumhurbaşkanı seçimlerinde o HÖH-DPS partisi Cumhurbaşkanı Adayı Plamen Oreşarski ile birlikte Cumhurbaşkanı Yardımcılığı adaylığına aday gösterilmişti. Havada kara bulutlar dolaşıyor, hani bir türküde dendiği gibi “yalan dünya, hancı sarhoş, yolcu sarhoş” gibi bir şey. İyice kokuşup dökülmeden anlamak kolay değil. Ortadaki gerçek şudur. A. Doğan’ın etrafında güvenebileceği kimse kalmamış ve “kıyasıya” rekabet oyununa artık kendisi soyunuyor. Şu da çok ilginçtir. İktidar pistinde biraz daha sürünmek için zaman satın alan Başbakan Borisov’a fazlasıyla pasveren ve yardım eden kişilerden biri de Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) lideri Kurnelya Ninova’dır. O, partililere 2 yıldan beri yerinde sayma talimi yaptırıyor ya da onları topluca partinin 120 yıl önce kurulduğu KOCABALKAN’IN – “Buzluca” tepesine çıkarıp bira içirip köfte yedirerek, köçek oynatıyor. Çok ilginçtir: Son günlerde bedava dağıtılan “Bulgaristan’ın Sosyalist Vizyonu” o kadar karışık yazılmış ki, okuyanlar ileri mi gidiyoruz, yoksa 30 yıl önce defterini kapattığımız “sosyalist döneme” geri mi dönüyoruz, tartışması başlattı. Bu karmakarışıklığı bütün Bulgaristan’a yaymak için Başkan Ninova 80 milletvekiline şu çağrıda bulundu: “Mecliste yalnız 20 kişi kalacak. Hepimiz halk arasına dağılıyor ve “yeni vizyonu” halka tanıtıp kitleyi bilgilendirecek ve yaklaşan seçimde oylarını alacağız.” Bu çağrı önce alkış toplasa da, ertesi sabah milletvekillerinin aklı başına geldi. Bulgar parlamentosunda bileşime ve komisyon oturumlarına katılmayanlara maaş verilmiyor. Biz nasıl geçineceğiz? Sorusu bomba gibi patladı. Ama bu karışıklık da yine GERB lideri Borisov’un işine yaradı. O biraz daha zaman kazanmış oldu. Gidiş böyle. Sürünen iktidar, beklenen ilk karda yolunu göremeyip hendeğe devrilene kadar bu böyle devam edecek gibi. Okuduğunuz için teşekkür ederim. Lütfen paylaşınız.


Makale ve Analizler - 2018

117

Kubadinski Anıtı Tarih: 12 09 2018 Yazan: Raziye ÇAKIR Konu: Yanlış hoşgörü eğitimi adalet duygumuzu gevşetti mi? Razgrad’a bağlı Loznitsa Belediyemeclisi “Pekço Kubadınski Anıtı”açılış törenini ertelese de, bir komünist bayram olarak kutlanan 9 Eylülde, açılmamış anıta çelenk ve çiçek taşındı. Bu olayla ilgili Bulgaristan milli iradesini ifade eden birkaç olayı hatırlayalım. Bir defa, 10 Kasım 1989’da devrilen Bulgar totaliter komünizminin 1966-1989 yılları arasında işlediği tüm suçları, bu arada Müslüman azınlıkların isimlerinin zor kullanılarak değiştirilmesini ve azınlık haklarının yasaklanmasını ve ülkede yaşayan Bulgar ve Hıristiyan olmayan nüfusun son bireyine kadar asimile edilerek Bulgarlaştırılması suçları dikkate alınmadan hiçbir karar alınamaz. Bu olaylarda büyük sayıda suçsuz vatandan öldürülmüş, katledilmiştir. Bulgaristan’da, pek çok ölü ve yaralı olan bu cinayetler ilgili Adalet Divanı kurulmamış, bu suçların af edildiğine ilişkin meclis kararı da yoktur. Sofya Meclisi 2000 yılında aldığı bir kararla komünizm dönemindeki iktidarı “suç rejimi” ilan etmiştir. Bu da “suç rejimi” kadrolarının övülmesini, ödüllendirilmesini, onlara sokak, meydan, köy, şehir adı verilmesini ya da anıt dikilmesini yasaklamıştır. Şöyle ki, siyasi, ideolojik ve örgütsel olarak “suç rejimini” taşıyan kolonlardan biri olan Bulgaristan Komünist Partisi MK Politik Büro (19661989) üyesi Penço Kubadinski bu suçlu kişilerden biridir. O, tarih önünde suçludur. Bilindiği üzere, bu dönemde özellikle Çingene, Pomak ve Türk nüfusun isimlerinin değiştirilmesine, eğitim ve kültürel haklarının kısıtlanmasıyla, bilgisiz, kültürsüz, geleceksiz bırakılmalarına ve bilinçlerinin köreltilmesine ilişkin bütün kararlar 7 kişilik bir grup, Politik Büro ’da gizli alınmıştır ve bu kişilerden biri Kubadinski’dir. Büyük sayıda vatandaşın ölümüne, kötürüm kalmasına, çocuklarının öksüz, kimsesiz, zavallı, çile içinde kalmasına neden olan bu insan düşmanı kararların uygulanmasında şiddet ve vahşeti destekleyen P. Kubadinski’dir. O bu düşmanlık yaratan kararların alınmasına katılmış ve hiç istisnasız hepsini onaylamıştır. Zülüm dö-


118

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

neminde, o,Todor Jivkov’un sağ kolu olmuştur. 1986’da Türklerin isimlerinin zorla değiştirilmesinden hemen sonra, Kubadinski’nin katılımıyla yapılan gizli oturumda, 300 bin bin Türkün Bulgaristan’dan zor kullanılarak kovulması ama bu işi “kendileri gönüllü gidiyorlar” şeklinde gösterme teklifinde bulunan odur. Şimdi, Loznitsa belediye merkezinde ona büst dikilmesi, Bulgar aydınların da ifade ettiği gibi ”komünizmin vahşetine bir saygı jesti” olmuştur. Aynı tepkiyi Razgrat valisi Hüsmen Güney’in mesajında ve DOST ve HŞHP bildirilerinde gördük. Kubadın (Loznitsa) Belediye meclisinde ve etraf Müslüman Türk köylerde yaşayanların görüşünden oluşan kamuoyunda ikilem belirdiği dikkate çekti. Kubadın belediyesi Deliorman’daki Müslüman Türk kalelerinden biridir. Deliorman sakinlerinde yüksek Türk kimlik bilinci olduğuna ise birçok parlak örnek verebiliriz. Bu köylerden birçok şair, yazar, ünlü pehlivan, aydın çıkmıştır. 1974’te T.C. Başbakanı Bülent Ecevit’in bölge Türklerinin vatan sevgisini, memleket toprağına dört elle sarılışını güçlendiren tarihsel ziyareti asla unutulamaz. Yöre, Türklerin güç topladığı yerdir. 1985 Şubatında bu köyler polis, jandarma ve zırhlı birliklerle kuşatılınca Kubadın – Loznitsa merkezine toplananlar emsalsiz sabrın taştığını gördük. Barışçı, kararlı ve yüksek ruhlu gösterilerle tepki ifade edildi. İlk saldırılarda açılan kurşunla yerli öncülerden Sabahattin Ahmet’in şehit düştü. Artık 35 yıldan beri muhtarlıklarda, okullarda, kültürel, sosyal ve ekonomik alanda bir çöküş yaşanıyor. Bunlar, tarih yazan olaylardır. Çöküşü durdurmak zorundayız. Şuna da işaret etmek istiyorum. Son yıllarda nesil değişikliği yaşanırken, Halk ve Özgürlük Partisi Türk kimliğimizi kemirmeye ve dış güçler tarafından saldırıya uğramasına yeşil ışık yaktı. HÖH partisinin parçalanması çelişkileri keskinleştirdi. Yaralar yeniden açıldı. Parçalandık. Birleştirici anlayış için geleneklerimize dönmek zorunda kaldık. Milli kimliğimiz ile ilgili çalışmaların zayıflaması da “Kubadinski Büst Anıtı” dikilmesine götüren nedenler arasında belirleyici nitelik aldı. Şöyle ki, P. Kubadinski’nin “Loznitsa onur sakini” yapılmasına karşı 800 imzayı kendi girişimiyle toplayan Müslüman Türkler, utanç anıtı konusunda duyarsız kaldılar. Bu defa burada etkili olan, camilerde yapılan etkileme çalışmalarında yaşlı müminlere “Allah kötülüğü affeden kişiyi mutlaka aziz kılar” iddiası


Makale ve Analizler - 2018

119

rol oynamıştır. Arapça ’da “aziz” kelimesinin “şerefli” hem de “güçlü” anlamına geldiği göz önüne alınırsa bu hadisten amaca yönelik ve tek taraflı yararlanılmaya çalışıldığı ve sonuç elde edildiğine vurgu yapmak gerekir. Kişisel suçlarla, milletimize (Müslüman Türk azınlığına karşı işlenen toplum katliam, göçe zorlama, isim değiştirme, İslam’dan vaz geçme” gibi suçlar kişisel iradeyle af edilemez. Bu konuda Razgrat il Müftülüğünün ve Bulgaristan Cumhuriyeti Diyaneti ve Baş Müftülüğünün beyanı olmamıştır ve yoktur. Diyanetimiz isim değiştirme, müminlerin tavırları, dinimize ve ibadet yerlerimize, etnik haklarımıza yapılan saldırıları her defasında ve her vesileyle kınamıştır. Yanlış yorum yapılan bir ilke de bağışlama ve hoşgörü gibi genel ilkelerle ilgilidir. Fakat bir imansız, dinsiz, iyiliğimizi kötüye kullanan komünist liderin bağışlanması, ona ve yaptığı kötülüklere ve zulme karşı hoşgörülü olmamız asla söz konusu olamaz. Kubadinski, 1966 – 1989) yılları atasında önce Türk okullarını kapatarak, özenci sanat ve kültürümüzü yasaklayarak, Türklerin sürgün edilmesini, aydınlarımızı tutuklatıp yargısız içeri atılması, Müslüman Türklere yapılan baskı ve terörün dünyanın gözünden uzak tutulmasında izlenen Bulgar devlet politikasını bilinçli ve kararlı olarak desteklemiştir. Müslüman Türklere karşı çalışan ideolojik merkezleri yönetmiştir. Kasıtlı haksızlık ve kötülük yapmıştır. Milletimize karşı suç ve günah işlemiştir. Bu kötülükler – baskı, terör ve zulüm şeklinde tüm Müslümanlara karşı devlet gücü kullanılarak işlendiği için “katliamdır” – “kültürel soykırımdır” ve asla ve hiçbir koşulla bağışlanamaz. Yüzbinlerce Türkün ata yurdundan sökülmesi asla af edilemez. Biz katillerin cezalandırılmasından asla vaz geçmedik ki! Biz Müslüman Türkler T. Jivkov’un ve onunla birlikte bizim Türklüğümüze, dilimize, dinimize, geleneklerimize, adet ve kültürümüze karşı kararlar ana ve bunları zulümle uygulayan P. Kubadinski ve diğerlerinin de ağır cezalarla cezalandırılmasında ısrar ettik ve ediyoruz. 517 aydınımızı “Belene” ölüm kampına atan, 12 500 kardeşimizi yargısız hapse atan, yargısız infaz uygulanmasını emreden, her gün dayak uygulayan, en ağır işlerde çalıştıran, sömüren, süren, en adi insan haklarından yoksun bırakan bir rejimin katillerini hiç birimiz hiçbir surette ve hiçbir şeye karşı asla af edemeyiz. Bulgaristan’daki Türkler Kubadinski’yi af etmemiştir. Bu anıtın bir an önce kaldırılması hoşgörülü birlikteliğimizin şartıdır. Çok sevdiğimiz memleketimizde, FETO-cu misyonerlerin 20 yıl boyunca, İslam’daki Hoşgörüyü çarpık yorumlayarak, komünist cinayetleri hoş görüp müminlerimizi bağışlamaya zorladıklarını asla unutamayız. Biz Bul-


120

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

garistan Müslümanları için esas olan, kötülük edenlere tavır almak, tepkili olmak, onlardan yüz çevirmek, onlara kanmamaktır. Bir kişi “çok” iyilik, hayır yapmış olabilir, sonunda yaptığı ihanet, kötülük, katliamsa o bir haindir, kötü olandır ve daha önceki eylemleri unutulur ve esas alınmaz. Kubadinski, bu anlayışa parlak bir örnektir. Sosyalizm yıllarında devlet parasıyla yapılan yatırımlar, onun şahsi hizmeti ve hayrı değildir ve böyle kabul edilemez. Onun biz olan son “iyiliği”, başımıza sardığı sözüm olan “soya dönüş” katliamı, sürgünler, Büyük Göç”, parçalanmamızdır. Halkımız onu af etme, bağışlama yerine, cezalandırma yolunu seçmiştir. Kararından vaz geçmemiştir. Bunun tersi, bizim gevşediğimize, caydığımıza, zayıf düştüğümüze, geri adım attığımıza delil olur. Böyle bir şey yoktur. Tavrımızı ve ahlakımızı belirleyen Kur’an-ı Kerim’e göre bir kötülüğün karşılığı ona DENK BİR CEZADIR ve bu adaletin gereğidir. İşte bu noktada katile anıt dikilmesine göz yummak bir suçtur. Bizim adalet anlayışımız bize katilleri, kültürel soykırımcıları, geleceğimizi karartanları, bugünkü ayırım siyasetinin temellerini atanları ve bizi sefalete itenlere karşı bağışlayıcı olmamızı öğütlememiştir. Ana okullarımız, okullarımız yasaklanarak, camilerimiz kapatılarak, isimlerimiz değiştirip, dilimiz yasaklanarak Türk kimliğimizden edilmemiz saldırılarının zirvesini “soya dönüş” macerasında yaşadık. 138 yıldan beri Bulgarların Müslüman Türklere olan düşmanlığı, ayrım ve ötekileştirme siyaseti ateşin odunları yediği gibi bizim en iyi nitelik ve vasıflarımızı yiyip bitirmiştir. Allah’ın bize emrettiği adalet ve ihsan vasıflarımız çok büyük yaralar aldı ve aşındı. Bizi “bilmeyenler”, “anlamayanlar”, “göremeyenler” kategorisine katmaya çalıştılar. Parçalayıp güçsüz bıraktılar. Bizi toplayan camilerimize, mescitlerimize, yol boylarındaki üstü açık namazgâhlarımıza saldırıların başka ne anlamı olabilir. Bizim birliğimizden bilgi ve güç doğar. Bunu bildikleri için saldırılarına ara vermiyorlar. Temel amaçlarında “bilgiden yoksun bırakılmamız”, “din ve tarih bilgisinden yoksun bırakılarak olayları doğru dürüş anlayabilmemizi” engellemektir. Okullarımızda Bulgaristan Türkleri dersi yoktur. Komünizm zulmü anlatılmıyor. İsim değiştirmeden söz edilmiyor. Yeni kuşak nasıl bilinçlensin? Biz Bulgaristan’daki Türkler ne kadar az kalırsak kalalım, bir Müslüman Türk milletiyiz. İslam dünya görüşü, adalet anlayışı, yasaların üstünlüğü, ahlakımız bizim değişmez özümüzdür. Bize karşı işlenen ve çok zaman vahşete kadar varan baskı, sindirme, şiddet, sindirme ve sömürü politikası, son hesapta hep sonuçsuz kalmıştır. Biz Bulgarlara karşı kin, nefret ve öfke yüklü değiliz ve onlar iyilik sınırlarını aşmadıkça adaletsiz davranmayı seçmedik. Katillere


Makale ve Analizler - 2018

121

anıt dikme olayı, emsalsiz sabrımızın kırmızıçizgisini zorlamıştır. Bizim burada uyacağımız, örnek alacağımız, yakından takıp edeceğimiz bir güç yoktur. HÖH-partisi de toplumsal ödevlerini yerine getirmek zorundadır. HÖH partisinin süren suskunlukla zalimleri yüreklendirdiğini gözlüyoruz, kabul edemeyiz. Kubadinski Anıtı olayında gerileyişimiz, bizim komünist totalitarizmin kükremesine göz yumduğumuz anlamına gelir. Son zamanda benzer olaylara sık sık rastlamaya başladık. Katiller partisi BKP’nin boya değiştirmiş devamı olan BSP partisinin “katil anıtının” kaldırılmasını istememesi, 15 Eylülde açılacak okullarda etniklerin anadilini, tarihini, dinini zorunlu okumasını istememesi, Bulgaristan’da adalet ve siyasi reform yapılmasını engellemesi kötü gidişe açık örneklerdir. Bu gidiş ne pahasına olursa olsun durdurulmalıdır. Bugünkü koşullarda, Nazilerden ilham alan Bulgar aşırı milliyetçileri – iktidar ortağı 3 faşist parti – etnik, dil, din azınlıkları önünde “üstün ırk”, sessizce uygulanan “imtiyazlılar” siyaseti, (12 Eylül 2018 tarihinde açıklanan, hükümetin 426 bin Bulgar devlet memurunun maaşlarına % 10 yapma kararı son örnektir). Bankacılarımızın, öğretmenlerimizin, doktorlarımızın, polis görevlilerimiz bir elin parmakları kadar azdır. Halkın genel düzeyini yükseltecek aydın tabakası eğitmek ve yetiştirmek zorundayız. Cahil insanların ezilmesi kolaydır. 50 avukatımız olsa olayların rengi değişir. Biz bugün düşmanlık duygularıyla ayrımcılık yapıldığını ve ötekileştirildiğimizi görüyoruz. Bu politik ve hukuksal bir olaydır ve gözlerimizi artık kapadılar. Bizi istedikleri yere itiyorlar. Biz halkımızın varlığına ve birliğine, adaletli, ölçülü, dengeli anlayışına ve ahlakına dayanmak güç toplamak zorundayız. Biz hala doğru bir yöndeyiz. Anıt kâbusunda kaldık. Bir yanda dedelerimizin katillerinin silahlı, satırlı anıtları, tablolar, panoramalar, komitacı ve haydut heykelleri, fotoğraf ve sergiler, olayları ters anlatan ders kitapları, şimdi de komünist katillerin büstleri… Okuduğunuz için teşekkür ederim. Lütfen paylaşınız.


122

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2018

123

Fıkra Değil Gerçek! Alptekin CEVHERLİ +++ Kıymetli dostlar uzun bir aradan sonra yine birlikteyiz… Bektaşi’ye sormuşlar “namaz kılar mısın” diye… Hızlı hızlı cevap vermiş: “Bayramdan bayrama, bayramdan bayrama” diye… Peki demişler rakı içer misin? Aheste aheste yanıtlamış: “Akşamdaaaan akşamaaaa…” Bizim yazılar da sanırım “bayramdan bayrama, bayramdan bayrama” sık sık yazılıyor… *** Geçtiğimiz günlerde bir konferans için Azerbaycan’a gittik. Biletim, pasaportum derken havaalanına vardık… Üst baş kontrolü, pasaport kontrolü filan derken uçağa biniş için son kontrol noktasına geldik… Bakü – İstanbul seferlerinin sayısı anlamsız bir şekilde azaltılmış, yer bulmak zor. Bu nedenle uçak tam kapasite dolu… Son kontrol noktasının önünde ise bir kuyruk var ki sormayın… Elimde de yük var. Bu nedenle sıra biraz azalsın diye bir koltuğa oturdum bekliyorum. THY’nin iki genç elemanı masaların önünde durmuş, bilet ve pasaportları kontrol edip, yolcuları uçağa yönlendiriyorlar… Yolcuların kimi Türkiye, kimi de Azerbaycan vatandaşı; birkaç da hallerinden belli ki, Amerikalı var… Bizim THY yer personeli ise gerçekten mükemmel bir İngilizce ile yolcuları karşılıyorlar. Fakat dikkatimi bir şey çekiyor…


124

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Yolcu Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı Pasaportu taşıyor ise Türkçe konuşan personel, bunun haricindeki bütün pasaportlarda İngilizce konuşuyor… Wellcome, What Is Your Name? Selâm, Fatma. Where are you going? Bakı’ya gidirem. Have nice trip… Teşekkürler… Şaka etmiyorum… İnanılmaz ama iletişim aynen böyle devam ediyor. İlk önce sanırım personel yorgunluktan İngilizceye bağlamış gidiyor zannediyorum. Ama eline Türkiye pasaportu geldiğinde bir anda Türkçeyi hatırlayabiliyor… Azerbaycan pasaportlulara: Wellcome, What Is Your Name? Türkiye Cumhuriyeti Pasaportu taşıyanlara: Hoş geldiniz, isminiz neydi? Bir, iki, üç… Sinirim bozuluyor, tam müdahil olayım derken; Azerbaycanlı bir kardeşimiz dayanamıyor: Engilişçe bilmirem. Men de sizin gibi Türküm. Okay sir, What Is Your Name? Gardaşım Engilişçe bilmirem. I know, but… (Azerbaycanlı Rusça bir şeyler söylüyor) I don’t know Russian! Ortamın tam gerildiği anda arka sıradaki Azerbaycan vatandaşı söze giriyor: Gardaş adını soruyor. Ha, adım Ahmet. Where are you going? ?


Makale ve Analizler - 2018

125

Harada gedirsen, der. Bakı’ya gedirem. Have nice trip… ? Bilmiyorum, başka söze gerek var mı? *** ‘Türkiye pasaportu dışındaki herkesle İngilizce konuşacaksınız’ diye bir kural konulmuş mu, bilmiyorum. Ama şu kadar ülke gezdim, hiçbir ülkede kendi millî dili dışında bu kadar tek bir yabancı dile şartlanmış bir uygulama görmedim. *** Sonra mı? Bakü havaalanında elbette sadece ‘Türkçe’ konuşarak bütün işlemlerimizi gerçekleştirdik…


126

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2018

127

Politik Oyuna Devam Tarih: 10 09 2018 Yazan: Şakır ARSLANTAŞ Konu: Hendek 3 kurbanla atlandı. Aşırı uçları kırpılsa GERB ile BSP bir yeni hükümet ortaklığında buluşabilir. Satranç bilmeyen siyaset sahnesine çıkmasın. Bulgaristan’daki siyasi gerginliği körükleyen etkenlerden biri halkın bilgisizliği ve siyasetçilerin popülizmidir desek kabul görür mü? TV seyrederek siyasetçilikte şampiyon olma şansı yok. Bellekleri güçlü olanlar hafızalarına rakam doldurabilir, fakat nicelik ve nitelik etkileşimini bilmediklerinden hep oyunu kaybederler. İki hafta önce GERB ekibinden “elit” bakan olarak nitelenen İçişleri, Bölgesel Yönetim ve Taşımacılık Bakanlarının “politik sorumluluk taşıma” şampiyonu gibi hareket ederek, Sofya – Svoge karayolundaki otobüs kazasında 17 kişinin can vermesiyle hemen istifa etmesi, kitlelerin protesto patlamalarını kısmen durdurdu ama hükümete güvenirlilik reytingini yükseltmedi. Yaşlanmış, yorgun ve dert dolu insanlar, zeki ve güçlü muhakeme etme yeteneğini yani son söz sahibi olma yetisini sanki tamamen yitirmiş bir kitle gibi… Akşam saatlerinde otobüs duraklarına, köy meydanlarına, belediye binaları önüne toplanan ve TV muhabirlerine demeçler veren yaşlıların mesajları etkisiz, direnç gücünden yoksun. Sözleriyle güven doğuran genç öncüler çıkmıyor mağdurların önüne… Şu durumda bakanların hepsi değişse ve yeni bakanlar kurulu atansa değişen bir şey olmayacak. Milliyetçi faşistler daha fazla bakanlık ve müdürlük istiyorlar. Protestolar dinse huzur sağlanacak gibi. Anlaşıldığına göre oynanan tazıya tut, tavşana koş siyasetinden Moskova ile Washington, ikisi de memnun. Avrupa Birliği de “Bizden bir şey istemeyin de ne yaparsanız yapın!” noktasına kilitlenmiş. Günlük yayınlarda, ezgin insanlara yanlış umut veren analizlere yer veriliyor. Sosyal gerginlik birikiminin dağıtılmasına çalışılıyor. GERB partisi-


128

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

nin iktidardan gönüllü çekilmesini ve yapılacak bir halk oylamasıyla farklı çözümler aranmasını önerenlerin kanıtları: “Rakamlar konuşurken Tanrılar susar!” – Bulgar atasözü. Merkez Seçim Komisyonunca yayınlanan verilere göre, 2017 Martında yapılan son erken meclis seçimlerine 7 004 358 vatandaş katılmış. (Bu rakamın doğruluğu tartışmalıdır.) Bu vatandaşlardan 5 538 553 kişi yani % 71,5’i GERB partisi ile aşırı gerici sözde “Yurtseverler” yönetmesini istemediklerini ifade etmiştir. Bu arada nüfusun % 83- 6’sı B. Borisov’un Başbakan olmasına “hayır” demişlerdir. İnandırıcı olsa bile Bulgaristanda geçerli olan böyle bir seçim sistemi yok. Sandık başına gitmeyenlere bir siyasi açıdan “ölü canlılar” diyoruz. Ne düşündüklerinin ve oylarının değeri sıfır. Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) ile ilgili veriler ise daha da trajik. Nüfusun % 86, 6’sı eski komünist ve günümüz sosyalistlerini iktidarda görmek istemiyor. Bu formülü savunanlar pasif istekleriyle yaşıyor, yalnız hayal ediyorlar. Anlatılanları kavrayamaz duruma gelmişler. Bir şeylerin olması için bir şeyler yapmak gerek. Göreceli seçim sistemi içindeki rakamların okunuşu “öyle” değil. Siyaset yarışının göreceli hesaplar üzerine bina edildiğini kabul etmeyen bu çevre, seçim listelerinin Parti kurmaylarında hazırlanmasına kesinlikle karşıdır. Örneğin, sosyalist Georgi Pirinski’nin 1990 Haziranında başlayarak 28 yıl boyunca seçilebilir bir yerde liste başı olmasıyla alay ediyorlar. 40-50 kişilik bir siyasi temizlik, eski DS ve şimdiki DANS ajanları omurgası etrafında GERB ve BSP milletvekillerinden yeni bir bünye oluşabilir. Şöyle bir tıraş da yapılmalı: Çoğulcu sistemden, parti merkezlerine oy başı 11 leva ödenmesinden vazgeçmiyorlar. Durumun köklü değişmesinin anahtarı, halkın seçeceği adayları kendisinin göstermesinden yani majöriter (en fazla oy alan kazanır) sisteme geçişle başlayabilir. Nüfusumuzun büyük orta yaşlı kesimi dış ülkelere çıkmış bulunuyor. Onlar oyunu dış ülkelerde kullanıyor. T.C.’de 640 bin seçmen de seçim günü hep mağdur. Yasalara göre, seçim günü vatandaşlarımıza tüm kolaylıklar sağlanmalıdır. T.C. de yaşayan hiçbir Bulgaristanlı Türk ikinci sınıf vatandaş değildir. Köklü değişiklik için Büyük Millet Meclisi seçimi yapmak gerek. Bu meclis Anayasanın temel ilkelerini değiştirilerek, çoğulcu siyasal, sosyal ve kültürel sisteme geçiş sağlayacak, adaleti ve demokrasiyi güvence altına almalıdır. Hukukun üstünlüğü mutlaka tesis edilmelidir. Bugünkü siyasi zihniyet bunu istemiyor. Tek amaç-


Makale ve Analizler - 2018

129

ları komünist dönemden kalan totaliter düzeni mali oligarşi egemenliği olarak yaşatmaktır. Vatandaş hakları, genel kapsamlı demokratik ilkeler, ortak hak ve hürriyetler, etnik, din, dil harkı gözetmeyen ayırımsız adalet meşrulaşmalıdır. Her vatandaşa kayıtsız koşulsuz eğitim ve sağlık hizmeti sağlanması acile etli çözüm bekliyor. Her Bulgaristan vatandaşı gibi azınlıkların hak ve özgürlükleri güvence altına alınmalıdır. Bulgaristan bugünkü zihniyetle yönetilmeye devam ederse, Bulgaristan kaçınılmaz olarak çökecek, dibe vuracak. Bunun önlenebilmesi için tüm azınlıklarımızın anadilde eğitim ve öğrenim, din ve öz kültürleri ve gelenekleriyle yaşama halkları uluslararası yasalarla güvence altına alınmalıdır. Gerekirse bu sorun Avrupa Birliği Parlamentosuna taşınmalı ve Bulgaristan’daki demografik durum temelinde etnik sorunlara köklü çözümler aranmalıdır. Bulgaristan’ın demokratikleşmesini, bireysel ve kolektif hak ve özgürlüklerin, eşit vatandaş haklarının yasallaşmasının bir türlü gerçekleştirilememesinin ana nedeni ikisi de Bulgaristan Komünist Partisi özünden gelen GERB ve BSP partilerinin, birinin iktidarda ve diğerinin de muhalefette olması, bu konularda sürekli paslaşmaları, 2009’dan beri danışlı döğüş içinde olmaları dır ve alınan sonuçlar fecidir: GERB-BSP siyasi yakınlığını şu temel konularda gözlüyoruz: Halkı birlikte soyma ortaklığı: Sağlık sektörü, sağlık sigorta sistemi ve sağlık kasası: Bulgaristan’da sağlık hizmetleri tek kasa üzerinden işliyor. Sakatlansan, kötürüm olsan, bayılsan, hastanelik olan başka bir yerden sağlık hizmeti alamazsın. 3 sene sağlık sigortanı ödemeyen sistem dışı kalıyor. Şu anda dış ülkelerdeki vatandaşlarımızın hepsi sistem dışıdır. Bulgaristan’da bir SAĞLIK KASASI var. Almanya’da 200. İsviçre’de 56. Başka örnekler de verilebilir. Bizdeki istersen gülüm. Köy sağlık ocakları kapandı. Belediye merkezlerindeki hastaneler kapandı. Polikliniklerde teknik imkân ve hekim yetersizliği var. Özürlü çocukların durumu çok kötü. Halkın parasını yuttukça yutan “Belene” NES konusunda GERB ile BSP aynı görüştedir. Devlet siparişleri, ihale düzenleme ve yolsuzlukları görmeme konusunda GERB ile BSP aynı görüştedir. NATO standartlarına uymayan MİG uçaklarının Moskova’da onarılması konusunda iktidar ile muhalefet arasında uzlaşmazlık yoktur. Rusya’ya AB tarafından uygulanan yaptırımlar konusunda iktidar ve muhalefet arasında hiçbir ayrılık noktası göremezsiniz. Sığınmacılar, savaş kaçakları, azınlıklarımızın hakları konusunda GERB ile BSP ikiz gibidir. Kırım’ın ilhak edilmesi, Ukrayna devletinin Donets ve Lugans eyaletlerinin Moskova’ya kalması konusunda da bu iki ana siyasi güç arasında önemli bir fark yoktur.


130

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Müslüman Türklerin 1984 -1989 döneminde isimlerinin değiştirilmesi, baskı ve terörle ezilmesi işlerini tasarlayan ve yönetenlerden biri olan BKP MK Politik Büro üyesi, avcı Penço Kubadinski’ye Deliorman göbeğinde bronz anıt dikilmesi konusunda GERB ile BSP arasında görüş ayrılığı yoktur. Todor Jivkov’un Pravets’te ve Alyoşa’nın Plovdil Tepesindeki anıtının Belediye Bakımında yerinde durmasını da iki siyasi parti de istiyor. 9 Eylül 1944 tarihinde Bulgaristan’ın Sovyet Ordusu tarafından istila edilmesi ile 10 Kasım 1989’da Todor Jivkov’un ve totaliter komünizmin devrilmesi tarihlerinin kutlanmasında da iki partinin fikir ve tavır ayrılığı yoktur. Bu arada okullarda Türkçe okunmasına, köy ve kentlerde Türk kültür ve edebiyat dernekleri, gençlik klüpleri, sportif merkezler kurulması ve donatılması, karma bölgelere yeni yatırımlar yapılıp iş sahaları açılmasına her iki parti de karşıdır. Bu özellikler saymakla bitmez. Görüş birliğini belirleyen özellikler arasında en başta seçim dalavere ve rüşvetle çalışan sisteminin, mali oligarşi imtiyazlarının korunması, medya üzerindeki tekelin imtiyazlarından yararlanmaya devam etmesi gibi sorunlarda iki parti arasında fikir ayrılığı saptanmamıştır. Bu arada durumun devamını sağlamak için suni oyun sahneleri sahnelenmeye devam ediyor. Neymiş efendim. Başbakan Yardımcısı “faşist” V. Simyonov başbakan hakkında “diktatör” demiş. Vay be hakikatten demiş mi? Birkaç bakanın daha değiştirilmesini isteyecekmiş. Demografi sorunları Şubesinden fazla avanta tutamamış. Turizm Bakanlığını da istiyormuş. Öte yandan bu “yüzsüz” nu diyen hemen istifa etsin diye haykıran “Ataka” şefi V. Siderov boş halay çekiyor. Bu kimliksiz, kendini Bulgar aşırı milliyetçiliğinin ideoloğu ilan etti. En büyük derdi: Bulgar Milli TV 1 programında her gün saat 16’da yayınlanan 10 dk. Türkçe Haber Bülteni’ni kaldırmak! Vay be sarıdikenin, eşek dikeni kadar acıttığını söylüyorlardı da inanmazdım. Bir 10 dakikacık haber bültenimize inanamıyorlar yani bir sarıdikene dayanamıyorlar. Eşek dikeni olsa ne olacak Allah bilir… Arkadaş önümüz bu kadar karanlık. Birlik olup el ele verip sabırla ileri yürümeye devam edeceğiz. Başka çaremiz yok. Bizim kurtuluşumuz bizim birliğimizdedir. Biz Bulgaristan’ın üvey evladı değiliz. Mücadele etmek zorundayız. Okuduğunuz için teşekkür ederim. Paylaşmayı unutmayınız.


Makale ve Analizler - 2018

131

Memleket Sevgimden Perdeler Tarih: 08 Eylül 2018 Yazan: Sevilcan YÜCE Konu: Ruhunda yenilmezlik olan bir halkımvar. Biz Türklerin uykumuz sırasında düşüncemize parlaklık gelir. Bu kafamızdaki konunun dağınıklıktan kurtuluşunu simgeler. Böylece duyumlarımız ve fikirlerimiz toplanır, gruplaşır ve bir noktaya yönelir. Fikirleri doğru bir biçimde ifade ettiğimizde ve gözüne baktığımız insanların bizi anladığını, damağımızdan akanı kavradıklarını duyumsadığımızda ise, kendi kendimize ah şimdi oldu, demesek de, bunu hissederiz. Sözcük dağarcığımızı zenginleştirdikçe ve dünyayı, onu öğrenmek ve bilmek isteyenlere en basit sözlerle ve ferah anlatabiliyorsak, hak ettiğimiz saygınlık kendiliğinden mayalanır ve büyümeye başlar. Biz Bulgaristan’daki Türkler dünyaca biliniriz. Türkçemiz Türkçenin en durusudur: Akıtma gözümün yaşını ırmak gibi. Al kollarına sar beni. Bir sevda yeli esti gönül bahçemde, gönlüm gecelerce arzular seni. Ajda Meşeli 15 Eylül geliyor. Okul zili çalacak. Türk çocuklara sınıf odası yok, sınıf odası olsa rahle yok, ikisi de olsa ders kitabı yok, üçü de olsa bile öğretmen yok, o da olsa müfredat yok. Okula gitmeden, yukardaki dörtlüğü kaleme alacak şair, derdini dökecek yazar yetişemez. Her şey insanın belleğinde kalır, ya ölür ya patlar. İşte bu bir patlamadır: Balkanlarda Türk Olmak *Stranca (Yıldızlar Dağı) ötelerinde, sert esen bir rüzgârla geldim dünyaya…


132

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Şanım şerefim: Türk olmak. Suçum yine aynı: Türk olmak. Bizim kimlik formatımız şu sorulara cevap arıyor: Bir soy sop ve tarih bilincimiz varsa, içindeki gizem nedir? Biz kimiz? Bireysel kimliğimiz. Bizi ötekilerden ayıran, polisten aldığımız kimliğimiz, pasaportumuz, iş kartımız, öğrenci kartımız, bankadaki kredi kartımız vs her birimizin bireysel kimliğimizi belirler. Fakat bu evraklardaki ismimizde, baba adı ve soyadımızdan başka hiçbir şey bizim Türk kimliğimizi göstermez. Kişisel kimliklerimiz. Bu bizim okulda, sevdiğimiz takımda, kulüpte, askerde, üniversite, okumayı sevenler, şiir sevenler, saz ekibi, koro ya da satranç veya tablo takımlarındaki kimliğimizdir. Bunların resmi bir kartı olabilir ve olmayabilir de… Ulusal – kültürel kimliklerimiz. Nüfus kütüğündeki soy sap ilişkilerimizi yansıtır. Bu bilgiler Bulgaristan’da Belediyelerdeki ESGRAUN şubesinde toplanmıştır. Burada kişiye özgü at, evlilik, çocukları, askerlik, sabıka, öğrenim vb bilgiler bulunur. Bunlara dayanılarak verilen pasaportla, öteki ülkelerin vatandaşlarının kimliğinden ayrılırız. Bulgaristan Türkleri dil, din ve kültürleri evrak üstüne işlenmeyen bir etnik ve kültürel azınlıktır. 1970 yıllarına kadar kimliklerimizde milletimiz Türk, dinimiz İslam olduğu kaydı vardı. Asimilasyon (kimliksizleştirme) sürecinde tüm özelliklerimiz, taşıdığımız başka kimliklerimiz, sosyal kişiliklerimiz, rollerimiz statümüz silindi. Canlı kalan ve yaşatmaya çalıştığımız bir tek soru var: “Kimiz, kimlerdeniz, nereden gelmiş, nereye gideriz?” Bu sorunun cevabı ise şudur: Geleneklerimizden dolayı (bizde) Herkes bilir kim olduğumuzu! Biz Türk’üz! Şiirimizin aktığı yolca devam edelim. Bir başkadır Balkanlar’da Türk olmak Ey Anadolu! Kalemim kırılır acıdan, yazmaya kalksam. Kelimeler dayanmaz, kelimeler yetmez… Anlatmaya kalksam.


Makale ve Analizler - 2018

133

Bu satırlar çağdaş insan kimliğinin tarihten kaynaklandığına işarettir. Biz tarihin tanıdığı en büyük devletin ümmetinden gelen ve esir düşen bir parçada “ötekilere karşı ben” kavgası vererek, kendi Egosu’nu yani Benliğini yaratabilen Bulgaristan Müslüman Türkleriz. Buradaki öteki yeni benliğimizle sosyal ekonomik ve kültürel baskılara karşı direniştir. Okullarımız, kültür ocaklarımız, Türk ocaklarımız kapanarak bunalımlara itildikçe bireysel kimliğimiz değişmemiştir. Birey ve gruplar olarak, Vatan konusunda her zaman birlik olmuşuzdur. Bulgarların kendi bencil dertlerinden baş kaldırarak, daha 1879’da birinci Anayasa hazırlanırken “Çeşitlilik içinde birlik veya Birlik içinde çeşitlilik” konusunda bizi anlayamaması (Rusların baskısıyla da anlamak istememiş olabilir) 138 yıldan beri ötelenmiş olmamız ve Vatan yorganını hep kendi üstüne çekmeleri, bugünkü dibe çöküşün özündeki büyük yanılgı ve çelişkidir. En büyük yanlışları Türkleri yabancı görmeleri oldu: Türklük uğruna ne destanlar yazıldı da, Kırcaali’de, Deliorman’da, Tuna’da… Sorsan, kimsenin haberi yoktur bunlardan. Oysa yaşıyorlar, Her biri, Türk’ün kalp atışlarında. Bulgaristanlı Müslüman Türkler yaklaşık bir buçuk asırdan beri çok şiddetli saldırı dalgalarına göğüs germek ve onları yenerek varlığını sürdürerek geliştirmek ve güçlendirmek zorunda kaldı. Bu mücadelede güç kaynağımız tarihimiz, aynı dil, din ve geleneklerle tarihi paylaştığımız Türkiye halkı ve devleti olmuştur. Bu mücadele bir toplumsal-kültürel kimlik arayışı kavgasıydı. Bu direnişlerde pek çok değerli kurbanlar vermemize, edinimler yitirmemize rağmen, kanımızın durmadan aktığı savmayan bir yara olan savaşırken göçe zorlanmamız, ayrı bir acı ve çiledir. Biz talihliyiz. Göçler bizim için tarihin sonu olmadı. Kimliğimizi arama çabalarımızın devamı oldu. Anadolu – anavatan – bize kucak aştı. Zor günlerdi… Ey Anadolu, çok zordu yaşananlar… Kılıç yarasından beterdi, yüreklere saplanan acılar. Yine de dayandı hepsine Türk’ün çevik yüreği… Ölmeyi denedi de, dili bir türlü; ‘Ben Bulgar’ım’ diyemedi. Ne işkenceler çekti nice şanlı yürekler, bir bilsen… Ateş üstünde yürümek mi dersin,


134

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Kan ter içinde dövülmek mi dersin… Yolda yürürken, bir türkü mırıldanmışsın gönlünce… Para cezası yemişsin. Üstelik onların istediği gibi de giyinmemişsin… ‘Adın ne? ‘ diye sorduklarında, ‘Ben Türküm! ‘ diye cevap vermişsin. Bulgar olduğunu iddia ettiklerinde de, Şiddetle inkâr etmiş, Ve… Zindana mahkûm edilmişsin. Bu şiiri okudukça, içindeki kendi çilelerinin acısında kendi kimliğini bulanlarımız çok olacak. Yüreğim yandı, diyenlerimiz… Biz bugün artık bize zulüm edenlerin son derece bilgisiz insanlar olduğuna inanıyoruz. Kimliğimiz, tarihimiz, geleneklerimiz, dinimiz ve kültürümüz, medeniyet taşıyanlar olduğumuz adına kafalarına sıkıştırılmış olanların, zehir, kuruntu ve zandan ibaret olduğunu da biliyoruz. Onlar bizim zekâmızla birlikte kalbimizin de düşünüp taşınarak bilgi üretmemizdeki rolünü, kalbimizle ağladığımızı, varlığın hakikatini kavramada, iyi ve kötüyü, doğru ve yanlışı birbirinden ayırma gibi özelliklerini bilmezler. Sabırlı ve merhametli olan bizler, her zaman umut yüklü olduğumuzdan buhranlardan kurtulacağımıza her zaman inandık. Onların buyurduklarının tam tersini yaparken, kendimize adil dünya ufku açtık, zeki ve güçlü bir muhakeme yeteneğine sahip olduğumuzdan karanlıkları delebildik. Gerektiğinde güvenilir kişiler öncülüğünde isyan ettik. Ne ki, ikinci sınıf insanlar olarak muamele gördüğümüz yıllarda çektiğimiz acıları asla unutamayız. Asker aldık kazma kazdık, tünel açtık. İmtiyazı olmayana her gün kara yazılmıştı. İmtiyaz sahipleri ise hainlerdi, Kimlik tüccarlarıydı. Ne yazık ki, yine bugün bazılarımızın yaşadıkları sıradan hayatı özlemeye zorlanmaları, çok feci bir gerçek olduğu gibi, bizdeki hainliğin tacıdır. Ne yaparlarsa yapsınlar, Biz Türk dünyasında, Anadolu’da sevilenleriz. Bize karşı insanlık sınırları çiğnendi aşıldı. Zalim dediklerimiz Tanrı’nın koyduğu kurallarımızı çiğnediler, hadlerini aştılar, haklarımızı ihlal ettiler. Başımıza sarılan haksızlık ve adaletsizlikti. Kurdukları tuzaklardan şimdi kendileri çıkamıyorlar. Dünyaya rezil oldular. Ah Anadolu, bir bilsen… Nasıl mahrum ettiler bizi ezan sesinden. Ramazanda davul sesinden, Bayramlarda çocukların sevincinden,


Makale ve Analizler - 2018

135

Düğünlerde bir parça musikiden, Adımızdan, şanlı Türk adımızdan… Nasıl da mahrum ettiler. Aslında onlar bizi kimliğimizi, tarihimizi, dilimizi, dinimizi, adet ve geleneklerimizi öğrenip uygulamaya zorladılar. Yüceliğimizi gördükçe bizden uzaklaştılar, bir birlerimize düşürdüler. Osmanlı’da vatan dedikleri toprakları kendileri terk ettiler, kaçıp gidiyorlar, kendi kendilerinden iğrendiler. Devlet olmak, her şeyden önce kültürel kimlik üretmektir, yapamadılar, yapamıyorlar. “Nasıl bir millet, toplum ve devlettir” ki, kendini yeniden üretemiyor sorusu bugün onlara soruluyor. Bir kişi, yüz kişi ve onlara hademelik eden sürü bir millet, olamaz devlet ve devlet değildir. Millet, yediden yetmişe yekpare olan bir halktır. Bizim çile ve acımızın kaynağı, onların olmak istediklerini olamamaları ve içine düştükleri bataklıktan çıkamamalarında gizlidir. Birbirinden çalanlar, birbirini ihbar edenler komşu olamaz ve bir köyde yaşayamaz… Konuşmamızdan tut da, kılık kıyafete kadar. Okunan kitaplardan, dinlenen plaklara kadar! Örf ve âdetlerden ibadetimize kadar karıştılar. Türk olmayı, hep yasakladılar! Çünkü korkuyorlardı Ey Anadolu, Korkuyorlardı Türk’ün şanlı adından. O kadar ki, Tarihimizi bile bizden kıskandılar. Tarihimizden korkanlarla çözmeye çalıştığımız çok önemli bir sorunumuz var: Tek kimlik mi? Çeşitli kimlikler mi? Çeşitliliğimizden derlenen demet, Vatan kokmalı. Budur bizim formatımız. Çeşitliliğin içindeki birlik bizim felsefemizdir. Edebiyatımızın yapısıdır. Yasaklarla biç bir sorun çözülemez, Kuşun kanadını kessen uçamaz. Karıncanın ayağına pranga vursan yürüyemez, İnsanın dilini kessen konuşamaz, kolunu kessen çalışamaz. Onlar bizim gözlerimizi kör ettiler, çünkü tarihimizi görmemizden korktular. Evlatlarımızı kör cahil bırakmak hevesine kapıldılar, Türklük rüzgârının esmesinden korktular. Rüzgârlara set çekilemez, Güneş balçıkla sıvanmaz. Tüm çabaları nafiledir. Gelecek bizimdir. Türk, hiçbir zaman kanmadı onların yalanlarına, Leke sürdürmedi hiç, altın tarihinin sayfalarına.


136

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Gurur duydu hep, Fatih Sultan’la, Mustafa Kemal Paşa’yla… Geceler boyu bölündü uykuları, Gâvurun yarattığı o yok yere sancıyla. Onların yazdığı ideolojik tarihler bizi küçük, kötürüm ve zavallı göstermek için yazılıp basılmış ve okutuluyor. Resmi tarihleri baştan başa yalan dolandır, abartılmış ve esasızdır. Onların tarihi kimlik ihtiyaçlarına cevap veremiyor. Osmanlıda oluşan Bulgar uyanış çağı kimliği, 1778’den sonra aynı kökte (bizim dışımızda) üçe dallandı. Rusya yemliğine bağlananlar Rus-çu olurken, Batıdan medet umanlar o medeniyete sevdalandı, eskiyi unutamayanlar Osmanlıya (Türkiye’ye) baktılar. Oysa bu kimliğin dalları esen ve esecek rüzgârlara göre değil, içindeki öze göre serpilip açacak, bağlayıp üretecekti. Demetteki güllerin rengi değil, demedin kokusu önemlidir. Çarpık kimlik arayanların başına çarpık Çar, hırsız bakanlar, darbeci generaller, soyguncu ve insan düşmanı totaliter komünistler ve kimliksiz “demokratlar” musallat oldu. Bu işten çeken de hep biz olduk. Her millet devlet kuramaz. Kursa da tutunamaz. İpleri dışardan çekilen iktidarlardan halkına yarar gelmez… Türk, hiç yılmadı Anadolu; Türklüğünü son nefesine kadar korudu. O, doğduğu günden zaten biliyordu: Şanı şerefi: Türk olmak! Suçu yine aynı: Türk olmak! Okullarında okutulan tarihte Bulgarlar hep haklı, onlardan başkası ise haksız ve adaletsiz! Bu küstahlık 140 yıldan beri beslendi. Buna karşı tek çare, örendiklerimizi unutmak ve kendi öz tarihimizi öğrenmektir. Kitaplara girmiş gerçek dışı bilgilerle beslenmek, TV ekranından gerçek dışı yalan yorumları işitmek istemiyoruz. Bize “Bulgar göçmeni” diyorsunuz, ne kadar yanıldığınızın bilincinde değildiniz? Dünyada her yerde Türk olmak ayrıcalıktır. Her insan her yerde Tük olamaz, diyeneler yanılgı içindedir. Türk kalma mücadelemiz şanlıdır, taşlara kanla yazılmıştır. Artık 6 kuşak yanlış tarihle eğitilenler olarak ancak şunu diyebilirim: “Allah, kimseyi tarihçilerin kitaplarına düşürmesin, hele Bulgaristan’da” – bunu demeden edemiyorum. NATO müttefiki olduk, “kardeşleştik” bir Türk Generalimize, Bulgar devletine olimpiyat, Avrupa ve dünya birinciliklerinden 25’er altın madalya getiren güreşçilerimize boylarına göre birer anıt dikemedik, diktirmediler. Tarihimize hançer çıkarmış ne kadar katil varsa hepsine anıt dikildi…


Makale ve Analizler - 2018

137

İşte böyle Anadolu, Bir destandır Balkanlar… Karış karış toprağı aralasan, Toprak anlatır sana, çekilen acılardan… Bir haber verir, kasırga misali esen rüzgârdan… Vatan toprağımızda her taş Türk tarafından yontulmuş ve nakışlamıştır, cami duvarına konan ses vermiş, köprü kemerine konan yük taşımış, çeşmeye oluk ve yalak olan su şarkılar söylemiştir. Bütün Bulgaristan’ın Türk makamları sıralamaya devam ettiğini kulak veren hemen işitir. Hiçbir toprak 300 yıl barış ve kardeşlik içinde yaşayışını unutamaz. Osmanlıdan kopar Bulgaristan’ın 150 yıldan beri top gibi elden ele atıldığını, bir yüzyılda 4-5 savaş ateşine atıldığını, 3 felaket yaşadığını, kimin kucağına düşse limon gibi sıkıldığını hiç birimiz unutamayız. En kötüsü de, 150 yıldan beri Milli Bayram Günü bulamama felaketi yaşarken, hala nereye bakmamız gerektiğini bile saptayamamış olmamız, çok düşündürücüdür… Benim adım ‘Türk! ‘Anadolu, Bir başkadır Balkanlar’da Türk olmak. Bir başkadır Balkanlar’da suçlu olmak! Burada vurgulanması gereken, suçlu olmadan suçlu olmaktır. Çok adaletsiz ve kötü pratikler içinde yetiştik yaşadık. Adaletimizin dayandığı kendi kanunlarımız ayaklar altına alındıktan sonra “Çeşitlilik içinde birlik…” mantığına ve formatına dayanan bir tek kanun kabul edilmedi. 4 anayasa değişti, şimdiki de 9 yamalı, ama içinde ne insan hakları ne de insan namına adalet var. Özgürlükle ışımayan bir anayasa topluma zindandır. Faşizm yıllarında (1934 – 1944), totaliter komünizm yıllarında ( 1973 – 1989) hiçbir kanun hiçbir vatandaşa adalet getirmemiştir, toplumun eşitlik ve özgürlük ilkeleri ateşe verilmiş, parti ve devlet hem yasama, hem yürütme ve hem de yargıyı yumruğunda sıkarak baskı, terör ve zulüm destanları yazmıştır. Çok ilginçtir, bizde olup bitenlerden utanan, gönüllü olarak adalete teslim olan, “dünyanın en adaletli yasaları istiyoruz” şiarıyla yollara dökülenler doğurmayan bir halktan, ne bekleyebiliriz!? Bir gün gelir ve tarih yeniden yazılırsa, kaç cilt olur diyorsunuz? 249 kişinin asılması ve kurşunlanması adına (1944 – 1948) yazılan mahkeme kararlarının altında vekillerinin imzası olan bir Çar bozmasının (II. Simeyon Saks Koburg Gotski) nasıl olur da halkımın alın teri ve kol emeğiyle kurulan saray ve konaklara sahip çıkma yüzsüzlüğünü gösterebilir? İşlerin çok kokuştuğu ortada! Öyle olmasa şopar bozması A. Doğan’ın konak hapsi yaşaması anlamsızlaşırdı. Doğru-


138

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

dur, anayasanın ve yasaların değişmesi için önce sosyal pratiğin değişmesi, tüm kurumların “stop” etmesi ve yöneticilerin kafalarının taşlaşması gerek. Çünkü eski ağaç meyvelerinin tadı hep aynı olur. 150 yıldan beri Hukuk Fakültesinde hep aynı dersler okunuyor ve hep aynı yasalar öğretiliyorsa, adalet anlayışı nasıl değişsin ki!? Sen bilemezsin, en asil suçtur bu, Eşi benzeri yoktur dünyada… İşte bu yüzden, sakın ‘Bulgar’ diye hitap etme bana! Çünkü bir sancı çektim ben, bilemezsin… Strancaların çook arkalarında… Çünkü senelerce hasret kaldım ben, Senin şefkat dolu kucağına! Çok çektiğimiz doğrudur da, alçakgönüllüydük ve öyle de kaldık biz. Bu yalnız konuşan, yazan çizen, fotoğraf çeken, yaratan kardeşlerimizde aranan, beğenilen bir üstünlük değildir. Toplum içinde insanları birbirine sevgi ve cana yakınlık duygusuyla, yaklaştıran bir üstünlüktür. Yoksa kendini pek yükseklerde gören, herkese tepeden bakan bir kimse, hiçbir zaman hoş karşılanıp sevgi uyandırmaz bizim aramızda. Bulgaristan’da Türklerin derinliği sonsuzdur. Gazete sayfalarında 3-5 tavşan, 2-3 kurdu birden vuran Avcıları görüyoruz. Ömründe sözde avcılık yaparken Türkleri avlamaktan ve Türk kimliklerini nişan almaktan başka hiçbir iş yapmamış dalkavuklara anıt dikildiğini görüyoruz. Ormanda çürük ağaçlar ayakta ölüyor, ama toplumda tam tersine korku saçanlara anıt dikiliyor. Bana öyle geliyor ki, umutla yaşayan insanların korkuya ihtiyacı var. Korku insanı ayakta tutan ve kimliğini bileyen bir ihtiyaç mı!? Kızdığım bundandır işte sana! Ne zaman ki, ‘Bulgar’ diye hitap ediyorsun bana. Ben, Türk olmanın bedelini su gibi içtim oralarda, kana kana! Şimdi tek isteğim, haykırmak Türklüğümü… Senin çorak topraklarından bütün cihana! Bulgaristan toplumu insanlık sabanı ile sürülmediği için nadas ve çorak kaldı. Son 200 yılda medeniyet tarlamızı sürerken çok saban değiştirdik. Gülhane Hattından başladık, Tazminat Fermanı’ndan sonra Rusçuk bölgesi Avrupa’yi medeniyet pilot bölgesi oldu. Her kilise çanı Bulgarca çaldı, manastır okullarında Bulgar dilinde okudular, ama sonra kılıçlarına su vermek için ya Odesa ya da İstanbul’daki misyoner – mason kullarını seçtiler. Dünyayı ters görmeyi silah ettiler. Onlar Bulgar kimliği ararken, biz de


Makale ve Analizler - 2018

139

Meşrutiyet, Osmanlıcılık, Hürriyetçilik, Türkçülük denedik. Simgesel değil, bilinçli bir kimlik aradık, Türklükle donandık. Mazlum kimliğini değil, Atatürkçülükten ilham alarak egemen ve bağımsızlık esinli öz kimliğimizi yüklendik. Soydaşlarımızın göçebe kimlikli olduğuna inanmıyorum. Kendilerini ararken güçlükleri var ve aşabilmeleri zaman alıyor. Her hareketleri Türklük haykırıyor. Hey Dünya! Ben bir Türküm. Bir zamanlar en büyük suçumdu bu benim. Aynı zamanda, içimde yaşattığım ebedi gururumdu. İşte şimdi haykırıyorum sana! Ben bir Türküm! Mustafa Kemal’in yolunda, Şehit kanlarıyla yoğrulmuş Ay Yıldız’ın altında. Bir Türküm ben, Varım yoğum kalmış Strancaların ardında… Yaşıyorum şimdi gönlümce, Bahar yağmurlarının ıslattığı Anadolu’mda! Önce sızılarımızı kimse duymamıştı. İşitmek isteyen ilgilenen yoktu. Şehitlerimizi helallik almadan defnetmeye başladığımızda musalla taşı konuşmaya başladı önce. Aydınlarımızın gerekçesiz gece gece toplanıp kapanmasıyla oluşan ortak kimliğimiz de konuşmaya başladı. Sonra radyolar yurt dışından bizim çekilerimizi ve başımıza gelenleri anlatmaya başladı. Toplum uyandı. Ormanlarımız uğuldadı. İsyan ettik. Kimliği, dili, dini, gelenekleri, yenilmez ruhu, gelecek duyumu olmayan bir halk ayaklanamaz, demişlerdi…. Ayaklananlar, Türk kimliğimizi yaşatan topluluğumuzdu. Daha önce isyan etmiş Türk kimliği tanımayanlar, karşılarında çığ gördüler ve korkudan yıkılıp tekerlendiler… Ve ben, Stranca ötelerinde Sert esen bir rüzgârla geldim dünyaya! Şanım şerefim: Türk olmak. Suçlu değildim ben hiçbir zaman. Masumluğumun tek bir simgesi vardı benim, O da: TÜRK OLMAK! Ajda Meşeli Bu gerçeği duymaya susamışlarımızın doya doya içmesini dilerim.


140

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

En iyi şarkıları kadınlar besteleyip söyler, en iyi şiirleri kız ve gelinlerimiz yazar diyenlere hep inanmışımdır. Dibe çöken “Geçiş Dönemi” kısır çıktı diyenlere selam olsun. Davullar vuruyor. Toplum uyanıyor. Toplumsal orta diren Türk kimliği. Rüzgar esiyor. Şarkılar geliyor. Kalkın. Türk ruhu bayram ediyor. Okuduğunuz için teşekkür ederim. Formatımız dizimiz devam edecek. Paylaşınız lütfen.


Makale ve Analizler - 2018

141

DİN VE AHLAK Yazan: Nevzat ÖZTÜRK, İlahiyatçı, Eğitimci Yazar Din, genel anlamda, inanç, ibadet ve ahlak kurallarının bütünüdür. İslam bilginlerine göre ise din,” Kuralları Allah tarafından konulan, Peygamberler aracılığı ile insanlara bildirilen, akıl sahibi kimseleri iyi ve doğruya yönelterek dünya ve ahirette mutluluğa ulaştıran ilahi bir kanundur” şeklinde tanımlanmıştır. Buna göre bütün dinlerin ortak özelliği; inanç, ibadet ve ahlak kurallarından müteşekkil olmasıdır. Din, insanı bir bütün olarak ele alan sistem kurar. Bu sistem, onu kabul eden birey ve toplumları derinden etkileyerek onların hayatına yön verir, bireyin davranışlarında ve ilişkilerinde belirleyici olur. Fıtraten(doğuştan) bir inanma ihtiyacı ile dünyaya gelen insanoğlu, ruhen itminane ulaşabilmesi için Yaratan(Tanrı, İlah,Allah) ve O’nun kurallarını koyduğu ilahi nizama gereksinim duyar. İnsan yeryüzünde, Allah için ne yapması gerektiği, neleri yapması neleri yapmaması gerektiğini ancak indirilen ilahi kitaplardan öğrenebilir. Bugün dünyada bir düzen, hak-hukuk ve birbirine saygı temelli bir bakış açısı varsa bunun en önemli sebeplerinden biri ilahî kitapların ortaya koyduğu ilkelerin etkisidir. Genelde bütün ilahî kitaplar, özelde ise Kur’an-ı Kerim, bir yaşama kılavuzu olarak gönderilmiştir. Bütün insanlığın ve Müslümanların bu son ilahî mesajı iyi anlama ve yaşama yolunda gayret sarf etmeleri kendi yararlarınadır. Boyun eğme ve itaat merkezli bir anlam taşıyan İslâm, sadece hakka boyun eğişi ifade eder. İslâm kelimesi Allah’a yönelme ve O’na teslim olma bir kısmı da Allah’a içten gelen bir bağlanışı ifade eder. İnsanda var olan hakkı tanıma yatkınlığı ile onun bu özelliğine uygun dinin bir araya gelmesi, yeryüzünün hedeflenen barış ve güvenliğe teslim olmuş insanını ortaya çıkaracağı öngörüsü yapılır. İslâm kelimesinin kavram karşılığı çeşitli şekillerde tarif edilmiştir. Kelimenin kökünden hareketle yapılan tariflerde, Allah’a gerçek bir teslimiyet ile boyun eğmek ön plana çıkmaktadır. Yapısı itibariyle vahye dayanan İslâm, inanç, amel ve ahlâk ilkelerinden oluşur. Her biri yeni bir anlayışı veya ondan önce Allah’ın insanlara


142

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

gönderip devamını istediği bir ilkeyi kapsar. Bu hükümlerin hepsinde esas olan samimiyet ve O’ndan gelene boyun eğmektir. Dinin temelini, inanç esasları oluşturur. İnan esasları, “usulu’d-din=Dinin asılları, Dinin ana esasları” olarak değerlendirilir. İbadet esasları ise, inancımızın pratiğe dökülmesi, Allah(c.c)’a karşı imanımızı, bağlılığımızı, teslimiyet ve samimiyetimizin çeşitli ve şekillerde ifade edilmesidir. Ahlak kurallarına gelince, iman ve ibadetle olgunlaşarak ortaya çıkan, davranışa dönüştürdüğümüz huyların bütünüdür. Dolayısıyla din, nihayetinde iyi insan, iyi vatandaş, mükemmel insanı (İnsan-ı Kamil, Kamil Mü’min) yetiştirmeyi gaye edinir. İman olmadan ibadetin anlamı olmadığı gibi ahlaki erdeme ulaştırmayan ibadet de kulu Rabbine yaklaştırmaz. Nefisleri ve toplumları huzura kavuşturamaz. Kâinatın sahibi olan Allah(c.c), “Rab” sıfatıyla, yaratılanları rızıklandırır, eğitir (Terbiye eder), büyütür ve zararsız(faydalı) bireyler olarak birlikte yaşayabilmelerini sağlayıcı kurallar koyar. Gönderdiği hayat kılavuzları ile yetinmez, bunları açıklayan, uygulayan model elçiler gönderir. İslâm ahlâkçılarının ortak tanımına göre ahlâk; “Nefiste yerleşmiş olan öyle bir melekedir ki bu meleke sayesinde davranışlarımız kolaylıkla ve uzun uzun düşünmeden ortaya çıkar.” (Kınalızade Ai Efendi) Bu tanıma göre ahlâk, insanda uzun süreli uygulama sonucunda alışkanlık haline gelmiş olan alışkanlık haline geldiği için de zorlanmadan davranışa dönüştürebileceğimiz huylar bütünüdür. İslam dininin gayesi, insan-ı kâmil yetiştirerek erdemli toplumu oluşturmak, iki cihanda da mutluluğa kavuşturmaktır. Bu gün İslam dünyasındaki manzara korkunçtur. İki cihanda mutluluğa kavuşturmayı vaat eden bir dini mensupları birçok bakımdan acınacak durumdadır. Asr-ı saadeti yaşatan kutlu nebinin ümmetinin hal-i pür melali, bir şeylerin yanlış gittiğini göstermesi bakımından önemlidir. Oysa kıyamete kadar evrenselliğini koruyacak olan son din mutluluk vaat ediyor. O zaman, dinin iman, ibadet ve ahlak boyutlarından ihmal edilen yönlerin olduğu gerçeği gözden kaçırılmamalıdır. Din-ahlâk ilişkisi mevzuunda din daha önemli gibi durmaktadır oysa dinîn üzerine kurulacağı sağlam ahlâkî bir zeminin önemi daha büyüktür. Günlük hayatta bazen dindar birinin, görüntüsü ile hiç uyuşmayan davranışlarına ya da din ile ilişkisi olmayan ve bunu kendisi de ifade eden birinin ahlâken çok olumlu davranışlarına şahit oluruz. Burada ahlâkî açıdan


Makale ve Analizler - 2018

143

büyük bir çelişki vardır: Biri dindar ama ahlâkî zafiyetleri var, diğeri ise dinî kaygıları yok, ama ahlâkî duyarlılığa sahip. İnsanlar bir arada yaşamak zorundadır. En tabii ihtiyaçlarını gidermek, hayat şartlarını güzelleştirmek için iş birliği yapmaları kaçınılmazdır. Bunun için de toplumu meydana getiren fertlerin birbirine inanması, güvenmesi şarttır. Şu halde insanlar arasında sosyal ilişkilerin başlamasından önce, bu ilişkileri düzenleyen kurallara ihtiyaç vardır. Bütün toplumlarda bulunduğu halde varlığı gözle görülmeyen bu kurallar ahlâk ilkeleridir. İnsan toplu halde yaşamak ve diğer insanlarla iyi ilişkiler kurmak zorundadır. Ahlâk, insan hayatının belli evrelerini değil zaman ve mekân kaydı olmaksızın bütün hayatını kucaklar. Bir ömür boyu uyması gereken kuralları ve yapması gereken görevleri ortaya koyar. Onun Allah ile aile fertleri ve diğer insanlar ile ilişkilerini düzenler. Ahlâkın vazgeçilmez oluşu malumdur. Burada asıl üzerinde durulması gereken konu ahlâkın toplumlar ve bireylere ne ölçüde kendini kabul ettirebildiği, din ile bir işbirliği yapmadan yaptırım gücünün olup olmadığıdır. Bu bağlamda Mehmet Kaplan şöyle diyor: “ Ferdi tek başına bırakan laik ahlâk, onu yalnızlık, tereddüt, korku hatta ferdî hayatta ihtiras ve menfaati ön planda geldiği için ahlâksızlığa sevk eder.” Pedagoji bilgini F.W. Förster;“Terbiye etmek, insanı içgüdülerinden kurtarıp üstün değerlere yükseltmektir. Bunun en mükemmel yolu da imandır. Gönül rızasıyla içten benimseyerek gerçekleştirilen en sağlam itaat ve disiplinin imana dayanması gerekir. Bugün dünyanın her tarafında kanun ve kurallara titizlikle bağlılığın azalması, terbiyenin maneviyattan gıdasını almaması yüzündendir.” (Balaban, M. Rahmi., İlim Ahlâk İman, Ankara, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 1950,s:136) İşte burada bahsedilen maneviyatın aslı din ile pişmiş ahlâkî bir sitemdir. Çünkü din ve ahlâk kavramları, birbiriyle oldukça ilişkili, adeta birbirinin tamamlayıcısı olan iki kavramdır. Din açısından baktığımızda, dinler insanların birbiriyle Allah ve toplum ile hatta insanın ilişkiye girdiği nesneler ve canlılar dünyasıyla olan ilişkilerini düzenler. Bundan dolayı, dinlerin her biri, büyük ölçüde birer ahlâk sistemine sahip olma özelliği taşır. Dinler, insanın ilişkilerini doğru biçimde düzenlemek, insanı daha iyi insan yapmak için gelmiştir. Nitekim vahye dayalı dinlerin ana gayesi, ahlâklı bir toplum meydana getirmektir. Peygamberlerin gönderilişi de hep toplum ve bireylerin inanç ve ahlâk sistemlerinin bozulduğu dönemlere denk gelmiştir. Bu geliş şekli, peygam-


144

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

berlerin ahlâkî misyonlarının açık göstergesidir. Hz. Peygamber (s.a.v.) de kendisinin güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildiğini ifade etmiştir. Kur’an-ı Kerim’de de Hz. Muhammed (s.a.v.) adeta bir ahlâk abidesi olarak gösterilmiştir. (Kalem 68/4; Ahzab 33/21) Dinî emir ve yasakların hikmeti incelendiğinde, insanın şerefini koruma, onu kötülüklerden uzak tutup ahlâkını olgunlaştırma gibi bir hedefin güdüldüğünü görmek zor değildir. Nitekim ibadetlerin amacı imanı beslerken ahlâkı yüceltmektir. Bu bağlamda dinî ve ahlâkî emir ve yasakları birbirinden kesin çizgilerle ayırt etmek mümkün değildir. Ancak şu farka dikkat etmek gerekir ki ahlâk bize, örneğin adam öldürmenin kötü olduğunu öğretir. Din ise hem böyle bir fiilin kötülüğünden hem de hayatın kutsallığından bahseder. Böylece inanan kişinin yaşamında, adam öldürmenin kötü olduğuna inanma ile hayatın kutsal olduğuna inanma bütünleşir. Başka bir deyişle dindar, karşılaştığı herhangi bir olayı, bir de Tanrının varlığı ve kendisinin de ona inanması açısından yorumlar ve böylece yaşamında kötüye, günahı; iyiye, sevabı eklemiş olur. Nurettin Topçu da dini ahlâktan veya ahlâkı dinden ayırmanın insanın iç dünyasını kendisinden ayırmakla eşdeğer olduğu görüşündedir. Çünkü ona göre “Ahlâk, dinî olgunluktan başka bir şey değildir. Hayvanî hayattan insanî hayata yöneliştir. Her ikisi de içte derinleşme yoluyla sonsuzluğa yönelme ve bunda ruhun selametini arama idealidir.” Ayrıca Topçu, ahlâk prensiplerinin dinin vahyolunan esaslarından çıkarılması gerektiğini ifade eder. (Topçu, Nurettin. Ahlâk, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2014.s:82) Dinin en önemli gayelerinden birisi emniyetin korunmasıdır. Ahlâk da bunu hedef edinmiştir. Her ikisi insan ruhunu temizlemek, yükseltmek için çalışır. Dinin bizden istediği hem bu dünyada hem de ahirette mutlu olmak için bütün sefalet ve haksızlıklarımızın kaynağı olan aşağı istekler, hırslar ve iştihalardan kendimizi muhafaza etmektir. Son ilahi din İslâmiyet, insanın kendini kötülüklerden koruyarak nefsini geliştirip olgunlaştırmasını ve yüceltmesini ulvî bir gaye olarak göstermiştir. (Al-i İmran/ 14; 13 Ra’d/ 19-24; 23 Mü’minun/ 1-10; 87 A’la/ 14-15;91 Şems/ 9-10) Ahlâkın dindeki gerçek yerini Kur’an’ın tedricen ,toplumu hazırlama ve eğiterek nüzul yönteminde bulabiliriz. Kur’an, kız olduğu için yavrusunu canlı toprağa gömecek kadar ahlâkî değerlerini kaybetmiş bir nesli terbiye etti. Allah Resulü onlara bir tek şey diyordu:


Makale ve Analizler - 2018

145

“Ey Allah’ın kulları! Allah’tan başka tanrı yok deyiniz, kurtulunuz.” Bu çağrı yapılırken, şimdi bildiğimiz ibadetlerden namaz dışında, oruç, hac, zekât da dâhil hiçbiri ortada yoktu. Yine şimdi bildiğimiz yasaklardan hemen hiçbiri henüz yasak kılınmamıştı. O insanlar bu sözü söylemekle bundan sonra bu listeye Allah tarafından gönderilen her emir ve yasağa riayet edeceklerine dair söz veriyorlardı. Sonuç olarak; din ile ahlâk, hem doğuşları, hem de gaye bakımından birbirleriyle bağıntılıdır. Her dinin ortaya koyduğu ibadetler, bedenin ruh üzerine etkisini sağlamak suretiyle ruhun kuvvetini arttırmak, insanın heva ve hevesini kontrol altına almak, olgunlaşmasını sağlamak, eğiterek düzgün(ahlaklı) insan olmasını sağlamak için yapılır. İmansız(Allah’sız) Müslümanlık olamayacağı gibi ahlaksız da dindarlık da mümkün değildir. Bel ki de İNSANLIK mümkün olamaz. Allah’sız ve ahlaksız Müslümanlıktan Allah’a sığınırım. Hepinizi Allah’a emanet ediyorum. Devam edeceğiz inşallah!…


146

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2018

147

Çanlar Çalmaya Başladı…

Tarih: 18 Eylül 2018 Yazan: Rafet ULUTÜRK Konu: Sorunların çözümü Anayasa değişikliğinde ve totaliter kalıntının devlet biçimi ve yönetim sisteminin sökülmesinde gizlidir. Bulgaristan’da federatif bir devlet düzeni tercih edilmesi koşulları daha 1984-1989’da olgunlaşmıştı. 1944’te monarşi bizim koşullarda işe yaramaz bir rejim olarak tarihe gömülürken, yerine gelen ve 1973 anayasasıyla totaliter komünizme geçen, etnik, dil, kin ve kültürel azınlıklara karşı şiddetli baskı ve zulüm uygulayan, kemlik değiştiren diktatörlüğe karşı Bulgaristan’daki Müslüman Türkler hak ve özgürlükleri için 1989’da ayaklanarak zorba gidişe son verdiler. 72 bin civarında bir ordu olarak ulusal çapta ayaklanan Müslüman Türkler, zulüm eden devletin silahlı baskı ve terör güçlerine karşı bir tek silah patlatmadan zafer kazandılar. 35 yıl iktidar olan totaliter düzenin diktatörü, BKP MK Genel Sekreteri ve Devlet Konseyi Başkanı T. Jivkov’u devrildi. Bu zafer Bulgaristan Türk kimliğinin zaferidir. Bu mücadelede dökülen kanı yaşadığımız toprakları hepimize bir daha vatan etmiştir. Zulüm dönemi sonlarına doğru Avrupa kıtasında değişim rüzgârları esiyordu. Almanlar “Berlin Duvarını” yıkarken, Polonya’da “Dayanışma” sendikası iktidara uzandı. Çekoslovakya 1968 kanlı olaylarından intikam alır gibi Çek Cumhuriyeti ve Slovenya’ya ayrılma hazırlıklarını tamamladı. Macaristan devlet yapısını ve yönetim biçimini değiştirme kararlarını açıkladı. Yugoslavya Federatif Cumhuriyeti var olabilmek için yediye mi dokuza mı parçalanma görüşmeleri başlattı. Litvanya, Latviya ve Estonya da sosyalist dünyadan kopmuştu. Gözden uzak ama yalnız Bulgaristan’ı düşünenler, 1989 Mayıs Ayaklanmasını gerçekleştiren Müslüman Türklerinin haklarını sonuna kadar isteyeceğinden, kültürel otonomi isteklerinde ısrar edeceklerden korkuyorlardı. İşte böyle bir ortamda, ülke nüfusunun % 25’ten fazlası olan, belirli bölgelerde yaşayan Müslüman Türk azınlığın Bulgaristan’da aynı devlet sınırları içinde kalarak, aynı bayrak altında, federatif bir devlet yapısında örgütlenmesi gündeme gelmişti. Bunu önlemeye çalışanlar sınır kapısını açarak, Türklük omurgasını Türkiye desteği ile sınır dışı etmeyi başardılar.


148

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

1990’da isimlerimizin iade edilmesi ve din haklarımızın yeniden tanınması gibi bir kısım hak ve özgürlük zaferlerimizde, sosyal ve ekonomik değil, kültürel otonomi özü vardı. Coşkunun ilk günlerinde aşırı milliyetçi güçlerin karma bölgelerdeki miting, protesto eylemleri ve yerel isyanı, Müslüman Türk zafer selini durdururken, kültürel özerklik yolumuzu kesti, federatif bir Bulgaristan’a geçmeyi baltalarken güç topladı. Bu gelişmeler isim değiştirerek Bulgarlaştırma dalgasının en azgın güçlerinin bir daha hareket ediliş ifadesi oldu. Yüz yüze gelen ve henüz meşruluk kazanmamış demokratik bir ortamdaki bu depreşme, toplumu ve Bulgar kamuoyunu yeniden parçalarken, en az 5-6 etnik azınlık olan ülkede, çoğulcu demokrasiye yönelimi kesmek, milliyetçi güçlerin, örgüt ve partilerin, hatta devlet iradesinin temel gayesi olmuştu. İşte böyle bir ortamda, Bulgar totaliter – ırkçılık ve insan ayrımı içeren – milliyetçilik zehri, maskeli bir sahte hümanist ülkü olarak, sözde demokratik topluma taşınıp akıtıldı. Parti kurma, parti kapatmak, bazı güçleri sindirme ve başka operasyonlara hiçbir başka anlam yüklenemez. 28 yıldan beri devlet himayesinde toplum zehirleniyor. Avrupa’da da İslam aleyhtarı milliyetçi bir dalgadan da esinlenerek bizdeki aşırı milletçilik kol kanat açtı. Oysa kapatılması, yasaklanması gerekiyordu. Şu nokta önemlidir. Bulgar aşırı milliyetçiliği (faşizmi) 1990-91 anayasasıyla kurulan devlet ve yürütme biçimine, rejime ters değildir. Tek dilli, tek uluslu Bulgar devleti ve azınlıkları ötekileştirme konusunda politik sınıfın iradesinde kızışmış çelişki yoktur. Bu konuya önemle değinmemin nedenleri var tabi. Arkadaşımız Şakir Aslantaş’ın bu hafta kaleme aldığı yazısında anlattığı 16 Eylül 2018’de Sofya’da yapılan dış ülkelerden gelen Bulgarların mitingi, 6 aydan beri hazırlanan bir eylemdi. Bu örgütlenme, Bulgaristan dışında, Batı ülkelerinde, fecebook kanalıyla 34 000 (otuz dört bin) gurbetçi arasında gerçekleşti. Bunlar arasında AB ülkelerinde çalışan, toplam sayıları 250 bin olan Bulgaristanlı Müslüman Türk öncüler de vardı. Sofya Meclisi basamakları üzerinden yükseltilen ana sloganda “İsviçre Modeli Bulgaristan!” dillendi. Olay, güncellik ve derin fikirsel ve anayasal anlam taşıyordu. Birçok azınlığı, dilli, dini, kültürü ve uygarlık yönelimi, hatta farklı alfabeleri, yazım geleneği olan Bulgaristan’da çoğunluk ve çeşitlilik içinde birlikte var olma sembolü ilk kez Hak ve Özgürlükler Partisi’nin 1990 Haziranındaki Büyük Halk Meclisi (BMM) seçim programında yer almıştı. Aynı yılın Mayıs ve Haziran aylarındaki kitle mitinglerinde program tanıtımı ya-


Makale ve Analizler - 2018

149

pıldı. Bulgaristan kokan gül demetinde çeşitlilikten oluşan birliğimizin sembolüydü. Bu sözlerin politik anlamı, kültürel alanda federatif devlet yapısını ifade ediyor ve bu ufuk tüm azınlıklar tarafından desteklenmişti. 1990 -1991 yılında BMM (Büyük Millet Meclisi) anayasa hazırlama komisyonunda 2 büyük endişe ve korku baş gösterdi. Bunlardan biri, Bulgaristan’ın çoğulcu demokrasiyi seçmiş olmasıydı. Bunun anlamı Müslüman Türklere ve diğer azınlıklara tüm eğitim, öğretim, kültürel haklarının tanınması, anaokulu, ilkokul, ortaokul ve Üniversite açmaları, halk yaratıcılığını, öz sanatlarını tiyatro sahnelerine taşımalarını, basın yayın özgürlüğüne, radyo ve TV programları başlatmalarını, sportif ve özenci sanat kulüpleri çalıştırmalarını öngörüyordu. Bu istekler, 1989 Mayıs Ayaklanması ruhunda da vardı. 28 direniş hareketinin kuvvetinden kudret almıştı. Bulgar dili ilk dönemde resmi dil olarak kalsa bile, azınlık dillerine yaşama hakkı tanınması üzerinde düşünülüyordu. Bu eğilim güçlendikçe, o 2 yıllık, demokratik anayasa hazırlama dönemde, Hak ve Özgürlük Partisi Parlamento grubunu yöneten Ahmet Doğan milletvekillerimizi meclisten çıkmaya, oturumlara katılmamaya, öneri sunmamaya, inisiyatifi kendi eline almaya, aktifliği azaltmaya, diğer partilerin tekliflerini kabul etmeye zorlamıştı. Burada söz konusu olan, totaliter baskı ve terör seli mevzilerini korumaya çalışırken, ülkedeki azınlıkların hepsini ateşin odunu yakarak yediği gibi kül etmek isteyen zihniyetle ilk kez yasama organında bir mücadele verilme zamanının gelmiş olmasıydı. Milletvekillerimiz bu konuda olumlu enerjiyle yüklüydü. Milliyetçi-totaliter kalıntıları yaşatma zihniyeti, bütün güçlerini sosyalist parti etrafında toplamış ve demokratik içerikli ve azınlık haklarıyla birlikte insan haklarına sahip çıkan bir anayasa değişikliğini kesin engelleyecek bir vesaik sistemi oluşturmaya çalışıyordu. Bunun anlamı, devlet yapısı (yönetim sisteminin biçimi) ve yürütme sistemine ilişkindi. Bu, şöyle anlaşılmalıdır: Yeni hazırlanan Anayasaya bu 2 sistemde – devlet biçimi ve yürütme sistemi – değişiklik yapılabilmesi için meclis bileşiminde üçte iki çoğunluk aranacaktı. Örneğin, devlet sistemi olarak seçilen parlamenter cumhuriyetin parlamenter monarşiyle değiştirilmesi yolu kesildi. Monarşı istekleri vardı. Bakanlar kurulunun meclis içinden seçilmesi ve meclis önünde sorumlu olması, cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanların meclis tarafından onaylanması gibi maddeler zorunlu oldu. Anayasa Mahkemesi Başkanı, Temiz Mah-


150

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

kemesi, Baş Savcı vb kurum yöneticilerinin üçte iki çoğunlukla meclisten atanması ilkesi geldi. Bugünkü Yüksek Mahkeme üyelerinin hepsinin eski istihbarata çalışmış kadro olmasının temelinde yatan da işte budur. Üçte iki desteği ancak onlar alabilir. Meclis bileşiminin üçte birinin 7.BMM’den beri hep (1990) devlet güvenliği (DS) kadrosundan olması gizemi budur. Devlet kurumu başkanlarının ancak üçte iki meclis çoğunluğu ile değiştirilebilmesi kuralı getirildi. Ve yönetim sistemi – seçim sistemi – vb ancak üçte iki meclis çoğunluğuyla yenilenmesi ilkesi yerleşti, Bulgaristan’da siyasi sistemi değişikliği ümidi dondu. 1991’de şimdiki anayasa Müslüman Türk Milletvekilleri tarafından imzalanmadı. Demokratik Güçler Birliği’nden 39 milletvekili tarafından da onaylanmadı. 28 yılda 9 değişiklik yapılsa da devlet yapısında ve yönetim sisteminde değişikliklerin kapısı açılamadı. 1994 yılında (o zaman) HÖH partisi örgüt sekreteri olan Osman Oktay, Demokratik Kanat (DK) partisi açılımıyla, Demokratik Güçlerle birleşerek, Bulgaristan’da İsviçre Modeli kurulmasını siyaset sahnesine taşıdığında hemen partiden (HÖH’ten) atıldı, demokrasi kanadı ikinci kanadını da kaybetti. İkinci Borisov hükümetinde (2014-2017) Adalet Bakanı olan Hristo İvanov – ABD’de okumuş bir hukukçu, halen “Evet Bulgaristan” Partisi Başkanı – tarafından hazırlanan Yargı Sisteminde Demokratik Reform Yasası, bugünkü DOST partisi lideri, o dönem HÖH Genel Başkanı ve meclis grubu başkanı olan Lütfi Mestan’ın tuzağıyla – oyunuyla – suya düştü ve önlendi. Bu reformun hedefinde “mafyanın Bulgar siyaset sisteminden sökülmesi” vardı. 16 Kasım 2016’da Cumhurbaşkanı seçimleriyle birlikte gerçekleşen ve 2,5 milyon (iki buçuk milyon vatandaşın – soydaşlarımızın oyları da bu rakama katılmıştır – oy alan politik sistem değişikliği reformu da tutarsız gerekçelerle yasallaşamadı, o da suya düşürüldü. Demek istediğim, 1990– 91’dе Bulgaristan’da demokratikleşme üzerinde siyasi – parlamenter – vesayet kuruldu. Devlet yapısı ve yürütme sistemi olarak – işçi sınıfı ile BKP’nin toplumdaki yönetici rolü dışında – hiçbir ödün vermeden ayakta kaldı. Şimdiki seçim sistemiyle bunun aşılabilmesi yani faklı görüşe – gerçek demokrasiyi savunan – bir dünya görüşüyle yüklü yeni bir kütlenin meclisin üçte ikisini ele geçirmesi sanki olası görülmüyor.


Makale ve Analizler - 2018

151

Hele seçim listeleri eski siyasi partilerle yapılmaya devam ettikçe ve dış ülkelerdeki seçmenlerin ancak % 10’u oy kullanabilirken, gerçekten olası görülmüyor. Yazımı dikkatle okuyanlar, Türkiye Cumhuriyetinde yaşayan çifte vatandaş 720 bin Bulgaristanlı soydaş seçmene oylarını yüzde yüz kullanma hakkının sağlanmada yolun uzunluğunu ve yokuşunu düşünsünler. Devlet ve yönetim sisteminin anayasa ve elde edilemeyen meclis çoğunluğu vesayeti, Bulgaristan’da totalitarizmi ve otokrasiyi betonlamış durumdadır. Bu nedenle, bu durumdan memnun olmayan, hoşnutsuzluğunu gizlemeyen, mafya başlarının – oligarşi – yürütmenin son köşe başlarını da ele geçirmeye çalıştığı şu günlerde atacağı her adımı dikkatle izlerseniz iyi olur. Üç bakan istifa etti ama yerlerine adam gösterilemiyor, çünkü gösterilenler hep mafya kazanında kaynamışlar. Yaşanan seri krizleri etkisiz kılmanın mümkün olmadığı bir ortamdayız. Her şeye rağmen, dünya gören, kapitalist sömürü çarkının daha ince dişleri arasından ezilen, kuru ekmekle gurbet acısı banan, Rodop dağlarında ahı dutları kurda kuşa kalmışken Londra bayırlarında börtülen toplayarak para biriktirmeye, kendi tarlaları eşek dikenliği olmuşken, İspanya’da domates toplayanların Sofya’ya gelip “İsviçre gibi memleket isterim!” şiarı yükseltmesi, çok derin anlamlıdır. Biz de İsviçre demokrasisi, İsviçre güvenliği, İsviçrelilerin insan haklarını ve huzurunu istiyoruz. Öyleyse neden buluşmayalım? Bu slogan bizim de şiarımız olsun! Neden birleşmeyelim! Onlar memleketi ekmek parası için terk ettilerse biz de kovulduk, sürgünden döndük de terk ettik. İnsan hakları, insan kardeşliği, adalet, demokrasi ve mutluluk adına buluşalım, kaynaşalım ve her şeyi birlikte değiştirelim! Bizler, dış ülkelerdeki seçmen kitlesi olarak, Bulgaristan’da kalan ve tamamen pasif, yaşlı, debil ve amorf durumda ezilen seçmen tabakadan çok daha kalabalığız. Biz, 28 yıldan sonra değil, kötülüklerin kaynağını çok önce görebildik. 1989 Mayısında ayaklanırken, “Büyük Göçü” çıkış olarak seçerken, totaliter komünizmi yaşatma planları çizenlerin demokratik parlamentarizm koşullarında, aşılmaz bir kale olarak Anayasa, devlet Yapısı ve Yürütme Sistemi üzerinde üçte iki çoğunluğa kilitlenmiş bir yasal devlet yapısı kurdukları ortadadır. Bu yolun tek çıkışı otoriter yönetimdir.


152

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Borisov bu basamakları çıkıyor. Ufuktaki oligarşi diktatörlüğüdür. Faşist rejim. Tek dilli, tek uluslu insan hakları topyekûn yasaklı bir rejimde Müslüman Türkler devamlı kullanılmıştır. Demokratik güçlerden uzak tutulmuşlardır. Memleketi terk etmeleri için elden gelen yapılmıştır. Müslüman Türksüz bir Bulgaristan hayali için çalışılmıştır. Bulgar devletine en yakın olan ve sürekli hizmet edenlerin bile vakti dolmuştur. 50 yıl İspanya’da çürüyen Çar II. Simyon maskeli demokrasi oyununda sahne almış ve artık çöpe atılacak duruma getirilmiştir. 6 yıl önce siyaset sahnesinden indirilen ve uzun müddet yeni bir lütuf beklemesi boşa çıkınca bir çöpçü şirketine ortak olan Ahmet Doğan’ın deniz “köşkü” tel örgüsünün kenarında kurşunlanarak öldürülen ve 10 gün sonra denizden gelen meltemle karışık burunlara vuran çürümüş ceset kokusunda çok önemli bir sinyal vardı. 17 Eylül 2018’de (dünkü gün) 44 yıl totaliter Bulgar devletine Müslüman Türkler aleyhinde – en acımasız ve zalim bir biçimde – hizmet eden, Müslüman Türkleri uyutup aldatarak ve zulüm ederek manevi damarlarını kesmeye çalışan, ajan kokuşmuşluğunun en derin iğrençliğinde yüzen Ahmet Doğan’a guguk kuşu böyle öttü. Bilirsiniz o kuşçağız yem su istemeyen bir habercidir. Kara haber bildirendir. 1990 yılının 04 Ocak günü Kırcali şehir merkezinde Bulgarlar – Türk ölüm kalım yüzleşmesinde Bulgar milliyetçilerin saflarında yer alanlar. Ayrıca en “yüksek” Bulgar madalyalarını hainlikle hak eden şerefsizliği son boyutta çıkan A. Doğan’ın 24 saat silahlı korumalarının kaldırılmasına doğru ilk büyük adım, aşırı milliyetçilik ve Türk düşmanlığı babası, Başbakan Yardımcısı Valeri Stoyanov tarafından atıldı. Onun, Milli Koruma Amirliği Şefi General Danço Dyakov’a gönderdiği mektupta, biz bu “hiçbir işe yaramayan” özelci iş adamını neden koruyoruz, bu iş için kaç para harcanıyor diye sordu. Yani çanlar çalmaya başladı, cenaze yakındır… Komunistlere (Gâvura) hayır yaramaz, diyen atalarımız bir daha haklı çıktı. Artık iktidar oldular ve geleceklerini garantili görüyorlar. Yeniden ve yeni başka bizim de örgütlenmemiz, yabancı ülkelerde bulunan tüm kardeşlerimizle ve diğer gurbetçilerle birleşerek, barışçı mücadele bayrağımızı daha yükseklerde dalgalandırmamız gerekiyor. Oku ve okur, lütfen paylaşınız.


Makale ve Analizler - 2018

153

Havai Fişek Olmasa Ne İyi Olur!

mi?

Tarih. 17 Eylül 2018 Yazan: Şakir ARSLANTAŞ Konu: Hükumet, siyasi sistem ve kötü gidişi değiştirmek kolay iş

Sofya’ya toplanan dış ülkelerdeki Bulgarların protesto mitingi 16 Eylül Pazar gün yapıldı. Uçakla ve özel araçla gelenlerin toplam sayısı 500 kişiyi aşmadı. 50 leva karşılığı mitinge toplananlar da 200 protestocudan fazla değildi. İlk ilanda “Kartal Köprü” meydanında toplanacakları bildirilmiş olsa da, Halk Meclisi önünde buluştular. Trafik kesildi. Parlamento etrafındaki demir engeller önceden kaldırılmış olduğundan ve “Durun! Nereye böyle?” diyen olmayınca “İstifa!” sloganıyla meclis basamaklarından çıktılar. Halka dönerek yüksek sesle konuşmalar başladı. Birinci hatip, ucuz tarifeli uçak bileti Sırbistan başkenti Belgrat’ta kaçak yaşayan “BTK-Bankası” Müdürü sabıkalı G. Vasilev tarafından ödenen, Londra Grubu’ndan Emil Rusinov oldu. Bulgaristan’da elektrik, su, ısı, çöp fiyatlarının yüksel olduğunu, okul giderlerinin arttığını, dış ülkelerde çalışanların yakınlarına gönderdikleri paraların yetmediğini, hayat pahalığıyla başa çıkılamadığını belirttikten sonra sözlerini şöyle tamamladı “İstifa, Adalet, Sistem Değişikliği!” Toplam sayıları 3 milyon kişi olan dış ülkelerdeki Bulgaristan vatandaşları ile birlikte 2018-2019 ders yılında Bulgaristan’da birinci sınıfa kayıt yaptırıp okula başlaması gereken 7 bin çocuk dış ülkelerde bulunduğundan dolayı okula gidemedi, duyurusu yapıldı. Aynı zamanda okul dışı kalan çocukların toplam sayışının 60 bin olduğu, bu rakama Türkiye’de ve Kuzey Kıbrıs’ta yaşayan Bulgaristanlı çocukların katılmadığı, hükümetin eğitimöğretim problemini çözemediği belirtildi. Okul sorunun ön plana çıkması, 17 Eylülde ülkede yeni ders yılının açılmasıdır. Bu sene okula gitmeyen çocukları toplamak için 1 039 komisyon ve grup çalıştı. Azınlıkların çocuklarını sakladığı iddiaları dolaşıyor. Çocuklar anaokullarında ve ilkokulda Bulgarlaştırılıyor sesleri yükseliyor. Azınlıkların çocuklarını Bulgar devlet okullarına göndermek istemediği, azınlıkların kendi dilinde eğitim veren okullar açılmasını talep ettiği yeniden gündem oldu.


154

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Mikrofon başına geçenler, “İstifa!” isteğine açıklık getirdiler. Boyko Borisov tarafından yönetilen GERB- “Birleşik Yurtseverler” kabinesinin istifa etmesini ve yetine 9 aylık bir süre için kendilerinin gösterecekleri bir PROGRAM HÜKÜMETİ kurulmasını ve Anayasa’da değişiklikler yapılması için Büyük Halk Meclisi seçimi yapılmasını önerdiler. Dış ülkelerden gelen konuşmacılar, şimdiki halk meclisinin dağılmasında ısrar etmediklerini, çünkü PROGRAM HÜKÜMETİNİ şimdiki meclisin onaylaması gerekeceğine işaret ettiler. Anayasa değişikliğinin temelinde, ülkenin İsviçre Modeli bir iktidarla yönetilmesi yer aldı. İsviçre 4 dilli, 3 kantonu, milli meclisi, başkenti ve resmi dili olan, NATO ve Avrupa Birliği üyesi olmayan, Avrupa banka sisteminin merkezi, modern öğretim, yüksek teknolojili ve modern tarıma sahip bir ülkedir. İsviçre’de çalışanların % 7’si yabancı işçidir. Bu modelde, resmi dil olarak Bulgar dilinin korunması şartıyla, etniklerin dillerine göre kültürel özerk sahibi kantonlara (eyaletlere) bölünmesi tartışılan konular arasına alınmış bulunuyor. İsviçre’de lise öğrenimi zorunludur. Belediye meclislerinde kanton (eyalet) dili kullanmaktadır. Okullarda 4 dil ders programına alınmıştır. 16 Eylül günü Bulgaristan’da Cumhurbaşkanlığı Sarayının kapılarını halka açtığı bir gündür. Gösterileri planının ilk şeklinde, dış ülkelerden protestocuların Sofya merkezinde “Dondukov 2” adresinde bulunan Başkanlık Sarayına girerek, isteklerini orada açıklamaları da düşünülmüştü. Nedense sonradan vazgeçildi. Gündeme getirilen ikinci temel konu olan “Adalet!” isteğinde ifade edilen şudur. 1990 yılından beri iktidarda bulunmuş olan başbakan ve bakanların hepsinin sorgulanması ve ülkeyi dibe çökertip Avrupa’nın en fakir, en yoksul ve olanakları tükenmiş ülke haline getirilmesinden yargılanması isteği başta gelmektedir. Devlet ve kooperatif mülklerinin özelleştirmesi yıllarında dönen dolapların araştırılması; halkı soyan suçluların tutuklanıp yargılanması; ülkede sermaye birikimi ve özel mülkiyet temelinde kalkınmayı engelleyen güçlerin tutuklanıp sorguya çekilmesi ve yargılanması önemli isteklerden biridir. İç ve dış ticareti baskı altına alan mafya gruplarının çözülüp sorgulanması, mali oligarşinin çözülmesi, banka iflasları sebeplerinin araştırılması, rüşvet ve dolandırıcılık yasaları gereği yargılanması ve birçok başka istek sıralanmıştır. Bunların yapıla bilmesi için yasama, yürütme ve yargının birbirinden tamamen ayrılması, hukuksal üstünlük sağlanması ve yargı sisteminin reform edilmesi, eski komünistlerin ve istihbarat birimlerine bağlı kişilerin sistem dışı bırakılması, milletvekili olmalarına yol verilmemesi öneriliyor.


Makale ve Analizler - 2018

155

*** Politik sistem değişikliğinin yenilenmesi örneği olarak, Macaristan örneği de kullanılabilir. Macaristan’da iki kamaralı meclis var. Milletvekillerinin üçte ikisi mecliste, üçte biri de senatoda görev alıyor. Komşu ülkelerde yaşayan – Romanya, Slovenya, Polonya, Avusturya – ve oy kullanma hakkı olan Macarlar 3 milyon kişidir. Ülke ekonomisine direk katkıları olmasa da, Macar halkıyla aynı eğitim, öğretim, gelenek ve kültür sistemini paylaşıyorlar. Okullarda Macar dili, gelenekleri, edebiyatı, tarihi ve kültürünü öğrenmeleri etnik vatanlarına kendilerini daha yakın hissetmelerini sağlıyor. Dış Macarlar oylarını parti listelerine göre kullanabiliyorlar. Yüzde yüz seçime katılma imkanı sağlanıyor. *** Göstericilerin üçüncü istek olarak slogan ettikleri “Sistem değişikliği!” siyasi sistemde köklü yeniliğe gidilmesini hedef alıyor. Batı Avrupa devletlerinde çalışan ve okuyan vatandaşlar seçim sistemindeki değişikliklerin başında, zorunlu oy kullanma ve internet üzerinden elektronik oy vermeyi öne çekerken, milletvekili sayısının 240’tan 120’ye indirilmesini ve aday listelerinin halkın hazırlamasını, Partiler tarafından aday gösterilmesine son verilmesinde ısrar ediyorlar. Sofya mitinginde, Türkiye’deki soydaşlarımızın seçimde yaşadığı sorunların aşılması için özel çalışmaları olan BULTÜRK derneğinin, dış ülkelerdeki Bulgaristan vatandaşlarının mektupla oy kullanması isteğine açıklık getirmediler. Bu haftanın sonunda Bulgar göstericilerin Brüksel’de Avrupa Parlamentosu etrafına toplanıp bu isteklerini bütün Avrupa’ ya duyurma hazırlıkları görülüyor. Kabarmaya başlayan bu halk direniş dalgasının ardında, halen her yıl Avrupa ülkelerinden ABD ve Kanada’dan gelen 1 260 000 000 (bir milyar iki yüz altmış milyon) Euro yakınlara yardım parası var. Bulgar devleti bu karşılıksız yardımı “yatırım” parası olarak gösteriyor. Öte yandan, bu yıl ülkede 60 bin öğrencinin birinci sınıfa başlaması ve 60 bin çocuğunda okul dışı kalması çok trajik bir gerçektir. Eğilime bakıldığında bu yıl okula kaydedilen birinci sınıf öğrencilerinin sayısı geren ders yılına göre 3 bin azdır. Bu hesaplara T.C. ’deki soydaş çocukları katılmıyor. Tandans, ana-babaların ve öğrencilerin Bulgaristan’dan başka bir ülkede işe yaramayan, kullanılmayan Kiril alfabesiyle eğitim almak istememesinde gizlidir. Bulgaristan yeni bir döneme girmeye hazırlanıyor.


156

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ülke nüfusunun çok yaşlanmış olmasından ve halkın çok küçük bir azınlık tabakası dışında yoksulluk içinde ömür törpülemeye itildiğinden, umutlar dış ülkelerdeki vatandaşlara çevrilmiştir. Ülkedeki Müslüman Türk düşmanlığının açılması sonucu, bu yeni atılıma soydaşlarımızın da etkin bir güçle katkıda bulunmaları bekleniyor. Kanımca, bu atılımlara BOŞ FİŞRK diyenler yanılıyorlar. Bizi izleyiniz. Lütfen paylaşınız. Davamız daha iyi yaşama davasıdır.


Makale ve Analizler - 2018

157

İç İşlerine Karışmak Nedir? Tarih: 14 09 2018 Yazan: Dr. Nedim BİRİNCİ Konu: Kimliği olmayan bir topluluğun devleti olabilir mi? 80 etniğin, 80 dilin, 4 dinin – İslam, Ortodoksluk, Doğu Ortodoksluk, Katoliklik – ve 11 devletin olduğu Balkanlar’da siyaset kazanları taşarak kaynamaya devam ediyor. Rumeli ve Balkanlar’dan sonra, yeni adı Güney Doğu Avrupa olan yarımadaya ilgi arttı. 14 Eylülde ABD Dış İşleri Bakan Yardımcısı Miçil Üsküp’e indi. “Oyunuzu veri ve bu işi bitirin!” diyecekmiş. Değişecek olan ise, Yunanistan’ın isteği üzerine Makedonya Cumhuriyetinden “Kuzey Makedonya” yapmak. Aklımın ermediğiyse şudur. Şu Mikçel’in sözü Makedon halkına geçiyor da, Yunanistan iktidarına neden geçmiyor. “Siz Makedonların iç işlerine neden karışıyorsunuz?” Neden demiyor. Osmanlı devletine (1878 – 1885) bağlı bir eyalet olan Doğu Rumeli anısı canlı olduğundan olacak, bu coğrafya bölgesine “Doğu Balkanlar” demeden, doğrudan “Batı Balkanlar” terimi ortaya çıktı ve özellikle 2018’de siyasete hızlı girdi. Hırvatistan ve Karadağ’dan sonra bölge ülkelerinin NATO ve Avrupa Birliği’ne çekilmesi çok aktüel oldu. 2018 Eylül’ünde Batı Balkanların büyük yarası sanki Makedonya Cumhuriyeti! Güney kesimi Yunanistan’da, doğusu da Bulgaristan’da olan Makedonya coğrafyasında 1991’de kurulan Makedon devletinin 1993’te Birleşmiş Milletler üyeliği Eski Yugoslavya Cumhuriyeti Makedonya adıyla yapıldı. 2005 yılında Avrupa Konseyi’ne (AK) tescili ise Makedonya Cumhuriyeti adıyla gerçekleşti. Bugün bu ülke Kuzey Atlantik Paktı – NATO- ve Avrupa Birliği – AB – üyeliğine adaydır ve özel ilgi görüyor. Bu yolda Makedonya Cumhuriyeti’nin devlet ismi, tarihi, anayasası, dili, dini gibi büyük engeller var. Ne var ki hayaletle konuşurken ve Selanik mitinglerinde yumruk sallarken Makedonya toprakları baştanbaşa “bezim” diyen Yunanlar için sorun noktalanmamıştır. Atina hükümeti, NATO ve AB’ye girebilmeniz için bir devlet adı olan Makedonya Cumhuriyeti’nin (M.C.) yeni bir isimle, örneğin “Kuzey Makedonya” ile değiştirilmesini ve bu yeni ismin anayasaya


158

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

girmesini istiyor. Üsküp merkezindeki Aleksandır Makedonski (Büyük İskender) anıtının kaldırılması, bölünmüş ana yol, uçak alanı, semt, meydan ve sokak adı olarak kullanılan “Makedonski” adının her yerden sökülüp değiştirilmesi vb istekleri de var. İki ülke arasında 2 ay önce imzalanan bir anlaşmada bu konularda anlaşmaya varıldı. Ne var ki bu anlaşma Üsküp meclisinden geçmedi. Meclis değişikliği onaylamadı. Bu ayın sonunda yapılacak referandumda “Kuzey Makedonya” ismi halk tarafından kabul edilmezse, Makedonya’nın Batı dünyasına katılması, NATO ve AB hayali ve bunlarla birlikte Bulgaristan ile imzalanan dostluk ve işbirliği anlaşması çöpe atılabilir. 1912-13’te Osmanlı’dan kopan Makedonya topraklarının Bir kısmı Yunanistan’a, bir kısmı Bulgaristan’a, daha büyük kısmı da Sırp Çarlığına kaldı. Sırplar, Makedon okullarında Sırp kimliği yaratmaya çalıştılar. 1942’de Ege Denizine çıkan Nazi Almanya’sı Üsküp’e kadar Vardar nehri boyu ile Ege bölgesinin idaresini Bulgar Çarı idaresine bıraktı. Okullarda ve halk arasında Makedon dili yasaklandı, Bulgar kültür ve gelenekleri dayatıldı. Bu zulüm 1944 yılının yarısına kadar sürdü. 1945 yılında Bulgaristan’ın Makedonya siyaseti 180 derece değişti. “Balkan Federasyonu” siyaseti körüklendi. Pirin Bölgesinde yaşayan Makedonlara Makedon kimliği verildi, Makedon okulları, kültür evleri, tiyatro ve kütüphaneler açıldı. Makedonca gazete ve dergiler çıktı, kitap basıldı. 1948 yılında Pirin Makedonya’sı toprakları, Sırp sınırı boyunda Bulgarların yaşadığı bölgeyle değiştirilmek istendi. Olmadı. Ardından birdenbire olmak üzere Makedonya toprakları federal bir bölge olarak Mareşal Tito yönetimindeki Yugoslavya Federatif Cumhuriyeti sınırları içinde kaldı ve bu durum 1991’e kadar sürdü. Makedonya topraklarında Bulgarlara düşman bir kimlik yaratılabildi. 1 Ağustos 1991’de Cumhurbaşkanı Dr. Jelü Jelev’in imzasıyla Bulgaristan Makedonya devletinin bağımsızlığını tanıdı. Ne ki Makedon dilini ve Makedon milletinin kimliğini tanımadı. Ardından Bulgar Makedon uzmanları “Makedon tarihini tanımayız” dediler. Hendek görmüş eşek gibi kendilerini geri çektiler. 27 yıl önce, Makedon – Bulgar ilişkilerinin tam ortasına, yerinden tepişmez eriyip gitmez bir buzdağı gibi yerleşen bu gerçek, 2018 yılı başında Bulgaristan Başbakanı B. Borisov ile Makedonya hükümet başkanı Z. Zaev arasında imzalanan bir dostluk ve işbirliği sözleşmesiyle aşılır gibi oldu. 80 bin Makedonya vatandaşına Bulgar pasaportu verildi ve Batı ülkelerine çıkmalarına yol aralandı. Bu anlaşmada, Bulgaristan tarafı Makedon diline “Makedon Anayasasındaki resmi dil”, Makedon kim-


Makale ve Analizler - 2018

159

liğine de “Anayasada yer alan kimlik” şeklinde kayıt geçti. Böylece Bulgaristan Makedonya’nın NATO ve AB üyeliği sürecinde “veto” kullanıp engel olma yüzsüzlüğünü yitirdi. Olaylar NATO ve AB üyeliği açısından olumlu geliştiğinde, Bulgar milliyetçileri Borisov ile Zaev arasında imzalanan anlaşmada düzeltmeler yapılarak, eski adıyla “Kuzey Makedonya” olarak bilinen Pirin Bölgesindeki Makedonlar, onların dili ve kültürü, kimliği ile ilgili hakkında herhangi bir istekte bulunulmayacağının garanti altına alınmasını istiyor. Makedon dili, milleti, kimliği ve tarihi üstüne rezervlerini saklı tutuyorlar. Şöyle de bir durum var: Makedonyalı halk oylaması katılımcıları “Kuzey Makedonya” ismini devletlerinin yeni ismi olarak kabul etseler bile, Yunanistan engeli kalkmış olmuyor. Şu haber Sofya’daki “Faktor.bg” yayınında yer aldı. Makedonya’nın devlet isminin değiştirilmesine ilişkin yapılacak olan Makedon referandumundan alınacak sonuçlara bakılmaksızın, Yunan “Katemerini” gazetesi, 2018 yılının Ekim – Aralık ayları arasında gelişecek üç senaryo açıklandı. Birinci senaryoda, referandumun başarılı olduğu fakat Makedonya Anayasasının hemen değiştirilmesine geçilmemesi durumunda olacaklar; İkinci senaryoda, referandumun başarılı olduğu fakat muhalefetin sonuçları kabul etmediği, Yunan-Makedon Antlaşması ile ilgili tutumunu değiştirmediği, politik bunalım başladığı ve erken seçime gidildiği durumda olacaklar. Bu durumda anayasa değişikliği seçim sonuçlarına göre, 2019 Ocağından sonraya bırakılacaktır.; Üçüncü senaryoda, halk oylamasından olumsuz sonuç alınmasıyla Yunan-Makedonya anlaşmasının onaylanmadığı ve her şeyin başa döndüğü durum analiz ediliyor. “Katemerini” gazetesi Üsküp parlamentosundaki oylamanın ancak gelecek yılın Şubat-Martında yapılabileceğini yazıyor. Gelişmelerin bu yolu izlemesi halinde, Atina’daki SİRİZA iktidarının ortağı olan “Bağımsız Yunanlar” partisi koalisyondan çekilmek istediklerini gizlemiyorlar. Aynı gazete, bu ikili anlaşmanın yeni durumda Atina parlamentosundan da geçmeyeceğini yazıyor 2019’un Mayıs ayında Yunanistan’da “üçlü” seçimler yapılacak. Yerel – bölgesel ve Avrupa Parlamentosu seçimleri! Atina hükümetinin görev süresi de 2019’un Eylülünde sona eriyor.


160

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İki soru: Bir) Sofya – Üsküp Antlaşması Makedonya’yı şartlı olarak kilitledi mi? Kilitlediyse, bir halkın dilini ve milli kimliğini tanımamak iç işlerine karışmak değil de nedir? Makedonya’da dilim Bulgarca, milletim Bulgar’dır diyecek tek bir vatandaş bulunamaz. İki) 1991’den beri Makedon devletini ikinci defa isim ve anayasa değişikliğine zorlayan, heykellerini, tarihini, bayrağındaki amblemi, forsunu vs değiştirmeye iten Yunanistan’ın istekleri bu bağımsız devletin iç işlerine müdahale değil de nedir? Üsküp’e dayatmalar NATO ve AB yolunu kesmek, siyaset dikte etmek değil de nedir? Şu da var: Kaynayan Makedonya kazanını karıştırmaya gelen ABD Dış İşleri Bakan Yardımcısı Miçıl, referandum öncesi ne hakla baskı uyguluyor? Her adımda çıbanbaşı: Son yıllarda Sofya’nın Kültür Evi (NDK) sarayında uluslararası kitap pazarı düzenleniyor. Birçok defa Makedon Standına göz attığım oldu. Makedon Tarihi aradım. Elime geçen araştırmalardan parça buçuk şunları öğrenebildim: Bir başka özellik: Bugün “Kuzey Makedonya” adını alması için çok yoğun çalışılan Makedonya Cumhuriyetinde, bu isim 1912 yılından beri Bulgar devlet sınırları içinde bulunan “Pirin Makedonya” için kullanılıyordu. Makedon ulusal kimliği oluşturma etkinlikleri Osmanlı döneminde başlamıştır. Genç Türklerin çağırdığı II. Meşrutiyet’te (Mecliste) 2 Makedon milletvekili görev almıştır. Bulgaristan Başbakanı Borisov ile Makedonya Başbakanı Zaev, Ağustos ayı başında, 1903 İlinden Ayaklanmasının 115 yıldönümünü “Makedonya Bağımsızlık Günü” olarak birlikte kutladılar. Törende konuşan Zaev, “Çar Samoil – 997 – 1014 ve –İlinden ortak tarihimizin parçalarıdır” dedi. Kuşkusuz Osmanlı İmparatorluğu da bu iki halkın ortak tarihidir. 1946’ya kadar Makedon olarak yaşayan bu insanların, Daha sonra Bulgar, Sırp veya Rum olarak yaşamaları akıl almayacak kadar karışık bir gerçektir. Makedonya’daki eski iktidar partisi VMRO-DPMN lideri Georgievski, “geçen yüzyılın 1920-30’lu yıllarında Bulgaristan Komünist Partisi – BKP – partisinin Moskova’daki Komintern oturumlarında “Makedon ulusu oluşturma” yolunda öncelik sahibi olduğunu” söyledi. Kazan kaynadıkça köpürüyor, köpürdükçe de her defasında daha büyük bir kaşıkla karıştırılıyor.


Makale ve Analizler - 2018

161

Üç ayda Üsküp’e AB Komisyon Başkanı Juncker, NATO Genel Sekreteri Stoltenberg ve birçok başka yetkili tarafından ziyaret edildi. Makedonca üstüne: BKP MK Sekreteri Dimitır Stanışev’in eşi ve Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) Başkanı ve 2005-2009 döneminde Başbakan ve halen PES lideri olan Sergey Stanişev’in annesi Dina Stanişev tarafından 1970 yıllarında Makedon dili üstüne yürütülen bir bilimsel dil bilim konferansında “ Makedon dili ayrı bir İslav dilidir” demişti. Soru: Kimin ayrı bir dili olabilir? Cevap: Bağımsız bir milletin. Ya da biçimlenmiş bir etnik topluluğun. Şu da var. Etniklerin haklarını gasp etme, beğenmediklerini göçe zorlama, geleneklerine göre yaşamalarını yasaklama, dil, din yasakları çıkarma, etniklerin okullarını kapatma, azınlıkları eritme ve asimile etme, insan haklarını tanımama vs vs konularda uzmanlaşan Bulgar devlet siyasetine ne zaman ciddi yaptırım uygulanacak ve imzaladığı uluslararası antlaşmaları mutlaka yerine getirmesi için baskı yapılacaktır? Günümüzde Bulgar sosyalistleri, aşırı sağcı iktidar güruhu, aşırı sol ve sağ milliyetçilerin tümü, Makedoncanın bir Bulgarca ağızı (lehçesi) olduğunu havlıyorlar. “ Kendi dilleri olmayan insan gruplarının” bir millet oluşturamayacağında da ağız birliği yaparak ayak diriyorlar. Kuşkusuz, ay sonu yapılacak referandumdan olumlu sonuç alınır, Yunanistan’la anlaşma meclisten geçer ve ülke adı Anayasaya başarıyla işlenirse “Kuzey Makedonya” Avrupa Birliği’ne girecek ve Makedon dili, tarihi, milli varlığı, gelenek ve kültürü AB tarafından resmen kabul edilince, tüm Bulgar, Yunan ve Sırp tezleri suya düşecektir. Bu yılın ilk altı ayında Avrupa Konseyi Sofya dönem toplantılarına ev sahipliği ederken Batı Balkanlar inisyatifi geliştiren Bulgaristan’ın şu ya da bu konuda “veto” hakkı kullanmaya yüzü olmayacağı kanısındayım. Makedonya bugün biri Makedonca, diğeri de Arnavutça olmak üzere 2 resmi dil kullanan bir ülke olup, diğer azınlıklara da kültürel otonomi haklarını tanımış durumdadır. Sofya meclisinde her gün 3-5 kanun değişikliği onaylanıyor. Makedonya ile imzalanan sözleşmeler de onay aldı. Şuna kesin inanıyorum: Bunların birçoğu Anayasaya aykırıdır. Bulgar Anayasasının 69. Maddesinde, milletvekillerinin önerdikleri ve onayladıkları madde ve yasalardan dolayı “sorumluluk taşımazlar” yazıyor, eğer bu madde “tamamen ve her şeyiyle sorumludur” yazsa, her şey değişebilir. Konuyu izlemeye devam ediyoruz. Devamı: Makedonya yorganını kaç kişi üstüne çekiyor?


162

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2018

163

KERBELA HADİSESİ

Yazan: Nevzat ÖZTÜRK, İlahiyatçı, Eğitimci Yazar 10 Muharrem 61 (10 Ekim 680)’de Kerbela’da neler oldu? Gönül sızlatan bu elim olayı doğru anlayabilmek için, “Kerbela olayı hangi sebeplerle doğdu? Hz. Hüseyin Kûfe’ye niçin gitti, başına bu sıkıntılar neden geldi? Medine’de ya da Mekke’de kalamaz mıydı?” gibi soruları cevaplandırmak gerekir. Hz. Hüseyin, takva sahibi bir insandı. Kur’an’dan haz alan, ayetlerin derin anlamları üzerinde düşünen, zühd ü takvasıyla tanınan ve Allah’ı zikretmeyi seven bir mümindi. Dedesinden öğrendiği hadisleri, dedesinin davranışlarını ve sözlerini insanlara aktarmada örneklik teşkil ediyordu. Hz. Hüseyin ehlibeytin en gözdelerinden, Peygamber Efendimiz’in “dünyadaki reyhanlarımdan, çiçeklerimden” dediği, “cennet gençlerinin seyyidibeyefendisi” diye niteleyip müjdelediği mümtaz bir şahsiyetti… Sevgili Peygamberimiz’in gözbebeğiydi Acaba Hz. Hüseyin, böylesine müstesna bir çizgide, ulvi bir gayede devam ve gayret üzere iken, niçin Kûfe yollarına düştü? Hz. Ali hicri 40 yılının Ramazan ayında (661 Ocak ayı) maruz kaldığı bir saldırı neticesinde vefat ederken Kûfeliler, Hz. Hasan’a biat etmek istediklerini kendisine söylediklerinde o, yönetimin babadan oğula geçişi demek olan hanedan usulüne sıcak bakmadı. Bu münasebetle bu konuda onları serbest bıraktı, Kûfeliler kendi hür iradeleriyle Hz. Hasan’a biat verdiler. Hz. Hasan, yönetimi devralmakla birlikte kendi döneminde Muaviye’nin idari ve siyasi denetimi altında bulunan Şam tarafıyla, olması muhtemel bir savaşta pek çok masum Müslüman kanının döküleceğini gördü. Çünkü Şamlılar kılıç zoruyla da olsa iktidarı devralmak için böyle bir hazırlığın içindeydiler. Buna karşılık Kûfe bölgesinde Hz. Hasan’ın çevresindeki askerî birliklerin dağınıklığı ve aykırı tutumları ise dikkatlerden kaçmıyordu. Bu münasebetle yönetimin en üst mevkiinde yer almak bir dünyalıksa, bir mertebeyse, bir rütbeyse, hâsılı her ne ise Hz. Hasan bunların hepsinden vazgeçti, yönetimden Muaviye lehine feragat etti. Hz. Hüseyin’in bu birleşmeye ve kan dökülmesinin önlenmesine bir itirazı olamazdı, ama ağabeyinin, yönetim hakkını, zorla da olsa kendisinden almak peşine düşen siyasi ihtiras sahibi birilerine bırakmasını yöntem olarak uygun bulmadı. Fakat kararına saygı gösterdi.


164

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Hz. Hüseyin’in Emevilerin siyasi icraatına ilk karşı çıkışı, Hz. Hasan’ın 49 (669) yılında vefatını müteakip 50-56 (670-675) yılları arasında Muaviye’nin, iktidarı kendi soyu ile devam ettirmek hevesine kapılması ve oğlu Yezid’i veliaht ilan ederek halkı zorla da olsa biate sevk etmesidir. Bu yeni durum, yönetimin babadan oğula aktarılması yöntemi olup o güne kadar Müslümanların uyguladığı siyaset geleneğiyle bağdaşmıyordu. İşte bu sebeple siyasi alanda bidat sayılan bu yeni durumla ilgili çalışmalar ortaya çıktığında sadece Hz. Hüseyin değil, Hz. Ebu Bekir’in oğlu Abdurrahman (r.a.), Hz. Ömer’in oğlu Abdullah (r.a.), Hz. Zübeyr b. el-Avvam’ın oğlu Abdullah (r.a.), Hz. Ali’nin oğlu Hüseyin (r.a.) buna karşı çıkmışlardı. Bu dört mühim sima, Muaviye’ye üç teklif götürdüler: “Şu üç şeyden birini yaparsan ortalıkta hiçbir problem olmaz, lütfen iyi düşün!” dediler ve devam ettiler: “Peygamber Efendimiz’in yaptığını yap. O, filancaya biat edin diye bir aday bırakmadı. İslam toplumu, özgür iradesiyle kendilerini yönetecek şahsı belirledi. Bunu yapmıyorsan, Hz. Ebu Bekir’in yaptığının benzerini yap. O, kendisinden sonra hizmet edeceğine inandığı insanı, istişare ile (ileri gelen şahsiyetlerin görüşlerini alarak) belirledi. Belirlediği şahıs, kendi soyundan gelen biri değildi, Ömer b. el-Hattab Hazretleri idi. Sen de Hz. Ebu Bekir’in yaptığı gibi İslam toplumunun başına, kendi soyundan olmayan vasıflı, yetenekli bir şahsı aday gösterebilirsin. Bunu da yapmıyorsan, o halde Hz. Ömer’in yaptığını yap! O ne yapmıştı? Aşere-i mübeşşereden (Dünyada iken cennetle müjdelenmiş on kişiden) sağ kalan ve Müslümanlar arasında muteber olarak bilinen altı kişinin bir meşveret meclisinde (şûra) bir araya gelmelerini ve üç gün içerisinde içlerinden birini Müslümanların başına halife olarak seçmelerini vefatı öncesinde vasiyet etmişti. Bu durumda sen de bir şûra oluştur. Bu şûra, İslam toplumunun kabul edeceği yöneticiyi üç gün içinde belirlesin!” Yezid’in veliahtlığına itiraz edenler, bu konuda geçmişte yaşanan üç örnekten birine uyması durumunda makul ve doğru bir iş yapmış olacağını ve buna kimsenin de itirazı bulunmayacağını Muaviye’ye ifade ettiler. Fakat bu üç teklif de kabul edilmedi. Bunun peşinden kamuoyunun bu doğrultuda yönlendirilmesi için Benî Ümeyye lobisinin ileri gelenleri tarafından yoğun bir propaganda yürütüldü. Hicaz bölgesinde ise Muaviye bizzat kendisi 1000 kişilik askerî birlikle hareket ederek insanları kerhen de olsa biate zorladı. Hz. Hüseyin ve onun gibi biatten uzak duran şahsiyetler, ya Kâbe civarı gibi baskı yapılamayacak mübarek mekânlara sığınarak kendilerini kurtardılar veya biat zorlaması kar-


Makale ve Analizler - 2018

165

şısında kerhen sükût ettiler. 60 (680)’da Muaviye öldükten sonra Yezid’in yönetime geçme süreci bu şartlarda başlamış oldu. Bu safhada Medine valisine verilen talimatla Hz. Hüseyin üzerinde hemen biat baskısı kuruldu. Bu karışık ortamda takip altında şiddete maruz kalmaktan çekinen Hz. Hüseyin, o günlerde bir gece Medine’den Mekke’ye gitmek üzere yola koyuldu. Abdullah b. Zübeyr (r.a.) de aynı şekilde Mekke’ye gitti (60/680-Recep/Mayıs). Fakat bu şahıslar Mekke’de de rahat bırakılmadılar; Benî Ümeyye yöneticileri, biat vermeleri doğrultusunda kendilerine baskı yaptılar. Hz. Hüseyin ve onun gibi baskıya boyun eğmemekte kararlı olan diğerleri Harem-i Şerif’e giderek Beytullah’a sığınmak suretiyle baskıyı kırmayı düşündüler. Tabii ki Beyt-i Şerif’e sığınma, limitsiz ve sınırsız olarak sürüp gidemezdi. Bu, biatten uzak durmak için geçici bir çözümdü. Biat hususunda yakın takibe alınanlar arasında ehlibeytin ileri gelenlerinden olması itibariyle sahip olduğu şöhreti dolayısıyla en çok etkilenen kuşkusuz Hz. Hüseyin’di; dolayısıyla söz konusu takip ve tazyikin zararlarından hem kendisini hem de aile fertlerini nasıl kurtarabileceğini yoğun bir şekilde düşünmeye, bu hususta yakınlarıyla ve sevenleriyle istişareler yapmaya girişti. İşte tam da bu sıralarda Kûfelilerden mektuplar gelmeye başladı. Hz. Hüseyin çok sayıda mektuba rağmen, bu hususta acele etmedi, amcasının oğlu Müslim b. Akîl’i elçi olarak meselenin içyüzünü öğrenip kendisine bir rapor göndermesi için Kûfe’ye gönderdi (60/680 – Şevval/Temmuz). Müslim, Kûfe’ye ulaştı ve eşraftan Hani b. Urve el-Murâdî’nin misafiri oldu, Kûfelilerle görüştü. Rivayete göre yirmi bini aşkın mühim bir kitle Hz. Hüseyin’i hararetle davet ediyorlar ve şehre gelmesini bekliyorlardı. Güya: “Hz. Hüseyin’i içtenlikle davet ettiklerini söylüyorlar; onu kucaklamaktan, geçmişte yakınlarına karşı gösterdikleri ihmallerin acısı içinde ezilmekten, bu durumda şimdi Hz. Hüseyin’e karşı vefa göstermekten, sahiplenmekten” bahsediyorlardı. Bu durum karşısında Müslim b. Akîl, gördüklerine ve işittiklerine bakarak çok sayıda kişinin Kûfe’de kendisini hararetle beklediğini Hazreti Hüseyin’e bir rapor olarak iletmek durumunda kaldı. Hz. Hüseyin, Basralılara da bir elçi ve mektup göndererek onlardan da “haktan yana bir tavır ve zulme karşı bir duruş beklediğini” ifade etmişse de şehrin valisi (İbn Ziyad) derhal elçiyi öldürttü ve yerine kardeşini vekil bırakarak Kûfe’ye gitti; varır varmaz gerek Müslim’i gerekse onu himaye eden Hani b. Urve’yi idam ettirerek Kûfelilere gözdağı verdi. Hz. Hüseyin, Basra’ya ve Kûfe’ye gönderdiği elçilerin başına gelenlerden habersizdi. Buna karşılık, öldürülmeden önce Müslim’in düzenleyip gönderdiği davetkâr rapor, Hz. Hüseyin’in elindeydi; elindeki mevcut rapor-


166

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

dan yola çıkarak bundan sonra ne yapması gerektiğini yakınlarıyla istişare etti. Bu noktada Abdullah b. Ömer b. el-Hattab (r.a.), Abdullah b. Abbas (r.a.) ve Ebu Said el-Hudrî (r.a.) gibi Hz. Hüseyin’i, -Rasul-i Ekrem’in ehlibeytinden kıymetli bir emanet olduğu için- samimi hislerle seven çok sayıda seçkin sahabi, ona ve yakınlarına (ehlibeyte) bir zarar gelir endişesiyle bu yola düşmemesi ve Hicaz’ı terk etmemesi gerektiğinde ısrar ettiler. Ama onun Kûfe’ye doğru yönelişinin asıl sebebi, üzerinde kılıç gibi dolaşıp duran Yezid yönetiminin şiddet ve baskısından uzaklaşmaktı. Yola çıkmakta kendisini cesaretlendiren ise mektuplarda Kûfelilerin beyanlarını destekleyen ifadelerle Müslim’in raporunda yer alan değerlendirmelerin paralelliğiydi. Hayalinde ise “İradelere baskının olmayacağı, Kisra-Kayser yöntemini andıran anlayıştan uzak, re’ye (özgür iradeye) önem verileceği, İslam’ın insan hayatına getirdiği hak ve adalet ölçülerinin sosyal hayata yansıyacağı bir idarî hayat” vardı. Hz. Hüseyin, artık, (60/680 Zilhicce/Eylül) tarihi itibariyle, dönüşü olmayan bir yola girmiş bulunuyordu. Hz. Hüseyin, gelmekte olduğu haberini Kûfelilere ulaştırmak üzere Kays b. Müshir’i özel ulak olarak yolladıysa da Benî Ümeyye idarecileri derhal onu da yakalayıp ağzından Hz. Hüseyin’i küçük düşürecek bir söz almaya çalıştılar. Muvaffak olamayınca da sarayın burcundan atmak suretiyle vahşice öldürdüler. Hz. Hüseyin, es-Sa’lebiyye mevkiinde Müslim (r.a.)’in öldürüldüğü haberiyle sarsıldı. Bu gelişme üzerine derin bir analiz neticesinde geri dönmenin daha yararlı olacağı söylemi kafilede konuşulmaya başlandı. Ne var ki Akîloğulları, Müslim’in öldürülmesinin acısı içinde asla geri dönmeyeceklerini ısrarla söylüyorlardı. Dolayısıyla yola devamdan başka bir alternatif kalmıyordu. Bunun üzerine Hz. Hüseyin, sütkardeşi Abdullah (r.a.)’ı elçi yollayıp son gelişmelerden haberdar olmayı denedi. Fakat onun da akıbeti Müslim ve Kays b. Müshir (r.a.)’den farklı olmadı, o da hunharca öldürüldü. Hz. Hüseyin, bütün bunları, yolculuğun ileri safhalarında Uzeybetü’l-Hicanat’da öğrenecek ve ızdırapla sarsılacaktır. Bu süreçte Kûfe valisi Ubeydullah b. Ziyad, Hz. Hüseyin’i durdurmak için Husayn b. Numeyr’i, o da 1000 kişilik atlı emniyet gücü ile Hürr b. Yezid’i görevlendirdi. Hürr’ün görevi, kafileyi çevre ile irtibatı olmayan, su-erzak temininin zor olacağı bir yerde tutmak ve sonuçta Hz. Hüseyin’i valiye teslim etmekti. Ama Hz. Hüseyin’in valiye ve onun vasıtasıyla Yezid’e teslim olup biat ve itaat vermesi mümkün değildi. Çünkü ona göre ortada bir zulüm ve bu zulmü işleyen zalimler vardı. Zulme seyirci kalan, zalime destek vermiş olurdu. Benî Ümeyye, şeytanın yoluna uyarak fitne-fesadı yaymış, helal-haram ölçülerini silmişti.


Makale ve Analizler - 2018

167

Birinin bunu düzeltmek için yola çıkması gerekiyordu. “Kim ahdini bozarsa kendi aleyhine bozmuş olur”du. (Fetih, 10.) Bu durum karşısında Hürr, kafileyi ikinci bir emre kadar Kûfe ve Hicaz yolları dışında başka bir istikamete sevk etti. Üst yönetimden gelen haberler değişmediği ve Hz. Hüseyin için bir serbestlik öngörmediği için nihayet kafile, su ve erzak temininde, ayrıca çevre ile irtibatta zorluk çekilecek bir yerde konaklamaya zorlandı. Burası, Kerbela idi. (2 Muharrem 61/2 Ekim 680) Bu arada Rey valiliğinden vazgeçemeyen Ömer b. Sa’d b. Ebî Vakkas, yakın akrabasının onay vermemesine rağmen, valilikçe emrine verilen 4000 kişilik askerî birlikle Hz. Hüseyin’in hakkından gelmek sorumluluğuyla Kerbela’ya intikal etti. Ömer b. Sa’d, ikbal için düştüğü yolda Hz. Hüseyin’i ikna ederek fazla yara almadan meselenin içinden çıkmak istiyordu, fakat Hz. Hüseyin’in biatini boş yere bekleyecekti. Biat etmezse başına felâketler gelebileceği söylemi de sonucu değiştirmeyecekti. Bu gelişme üzerine Ömer b. Sa’d, valinin isteğine uyarak Hz. Hüseyin’in adamlarıyla nehir arasına 500 askerini yerleştirmek durumunda kaldı. Hz. Hüseyin’in şehadetine üç gün kala, Benî Ümeyye ordusunun İbn Ziyad’a uyarak yaptığı bu işten sonra kafile su problemi yaşamaya başladı. Üstelik kafilede kadınlar ve çocuklar da vardı. Bu şartlarda Hz. Hüseyin, Ömer b. Sa’d’a üç alternatifli bir teklif yaptı: “Hicaz’a dönmeye izin verilmeliydi, Şam’a gidip Yezid’le bizzat görüşmesine imkân verilmeliydi veya bir sınır şehrine gitmeye müsaade edilmeliydi, bu takdirde oralarda ömrü boyunca din hizmetlerini yerine getirme gayreti içinde olurdu.” Ömer b. Sa’d b. Ebî Vakkas, bunlardan birinin gerçekleşebileceği ümidiyle Hz. Hüseyin’in taleplerini derhal valiye ulaştırdı. Fakat valinin yanında bulunan Şemir b. Zilcevşen, valiyi son derece tahrik etti ve Ömer’in onunla gece yarısı gizlice görüşerek Hüseyin’e tolerans gösterdiğini îma etti. Bunun üzerine vali, Ömer b. Sa’d’a gönderdiği yazıda Hz. Hüseyin ve adamlarının alternatifsiz olarak biatinde ısrar ediyordu. Üstelik emre uyma hususunda Ömer b. Sa’d’ın nasıl davranacağı da valinin adamlarınca izlenecekti. Valinin ve yakın çevresinin bu konuda hiç de müsamahakâr davranmayacağı anlaşılıyordu. Esasında Ömer b. Sa’d, Hz. Hüseyin’in isteklerinden birinin gerçekleşmesiyle problemin şiddete başvurulmaksızın çözülmesinden yana idi. Ama validen gelen talimat farklı bir şey söylüyordu. Hz. Hüseyin ve adamlarının kesin olarak biati isteniyordu, biat vermeyenlere zor kullanılacaktı. Ömer b. Sa’d’ın durumu iletmek üzere birkaç askerle Hz. Hüseyin’e doğru yürüdüğü dakikalarda o, kılıcına dayanmış vaziyette hafifçe uyumuş


168

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ve rüyasında dedesini (Hz. Peygamber’i) görmüştü, Rasul-i Ekrem (s.a.s.) ona kendi yanına gelmekte olduğunu söylüyordu. Kız kardeşi Zeynep (r. anha), bunu Hazreti Hüseyin’in ölümünün yaklaştığı tarzında yorumlayarak “Vay başımıza gelen!” diye feryat etmişse de Hz. Hüseyin onu teskin etti ve kendisine doğru gelmekte olan Ömer b. Sa’d başkanlığındaki heyetle görüşmek üzere kardeşi Abbas başkanlığında bir heyeti gönderdi. Ömer, onlara validen gelen mektubun muhtevasından bahisle vaziyetin Hz. Hüseyin’e haber verilmesini rica etti. Abbas, karşı tarafın rahatsız edici haberlerini Hz. Hüseyin’e arz edince durumun nezaket ve vehametini anlayan Hz. Hüseyin, Abbas’ı tekrar göndererek Ömer b. Sa’d’dan dokuz muharremi on muharreme bağlayan gece sabaha kadar mühlet istedi; geceyi, ibadetle, Kur’an’la, zikir, dua, tövbe ve istiğfarla geçirdi. Öte yandan o gece -daha önce de yaptığı gibi- aile yakınlarının geri dönmelerinde ısrar ettiyse de hiçbiri bu teklifi kabul etmedi. Bunun üzerine çadırlar birbirine yaklaştırıldı, kadın ve çocuklar çadırlara yerleştirildi. Erkekler de çadırların çevresinde mevzilendiler. Hz. Hüseyin, 10 Muharrem sabahı, karşısındakilere dedesinden, şehitlerin efendisi Hz. Hamza’dan, Mute şehidi Hz. Cafer-i Tayyar’dan, ehlibeyt hakkında varit olan nebevî müjdelerden bahsetti. “Ben, Fâtıma’nın has oğlu değil miyim?” dedi. Kûfelilerin mektuplarına değindi. Fakat karşısında kadir bilmez, dünya çıkarına boyun eğmiş, ikbal ve şöhreti tercih etmiş nadan bir topluluk vardı. Sadece Hürr b. Yezid, Hz. Hüseyin’e gelip özür diledi, onun yanında kaldı ve hiç ayrılmadı. Hürr, çok cesur bir adamdı. Çevresindekiler onu kınasalar da o, “Yemin olsun ki, öz canımı cehenneme atacak değilim! Elbette cennete girmeyi arzu ediyorum!” diyerek hangi safta, niçin durduğunu anlatmaya çalıştı. Bu şartlarda çarpışma başladı. Çarpışmalarda karşı tarafın acımasızlığı had safhada idi ve giderek şiddetlenmişti. Tabii ki Hz. Hüseyin’e karşı asla insaf ve merhametle bağdaşmayan orantısız güç kullanılıyordu. Bu süreçte Hz. Hüseyin cephesinde çok sayıda şehit verildi. Bu acılara şahit olan Hz. Hüseyin, Yüce Allah’a şöyle yakarıyordu: “Allahım! Eğer gökten bir zafer ihsan etmeyeceksen, bunu daha hayırlı bir şeyin sebebi kıl ve bu zalimlerden sen intikam al!” İleri safhalarda, çarpışmanın Hz. Hüseyin çevresinde yoğunlaştığı görülüyordu. Hz. Hüseyin susuzdu; Fırat’a doğru kılıç salladı, oğulları Ebu Bekir, Abdullah, Cafer, Osman gözleri önünde şehit düştüler. Hüseyin Fırat’a yaklaştı, fakat Husayn b. Numeyr’in attığı bir ok, boğazına isabet etti. Hz. Hüseyin, Allah Rasulü (s.a.s.)’nün torununa bunu reva görenleri Hak Teala Hazretlerine şikâyetle çadırlara döndü. Bu esnada Emevi ordusunun ko-


Makale ve Analizler - 2018

169

mutanları arasında acımasızlığıyla tanınan Şemir, yaklaşık on adamıyla Hz. Hüseyin ailesinin bulunduğu çadırı kuşattı. Adamları da çil yavrusu gibi Hz. Hüseyin’e saldırdılar. Hz. Hüseyin, yaralı bir ceylan gibi yere düştü, şehadet şerbetini içti. Sinan b. Enes en-Nahaî, başını keserek Kûfe’ye götürülmek üzere Havaley’e verdi. (10 Muharrem 61/10 Ekim 680.) Bu sırada Hz. Hüseyin 57 yaşındaydı, bedeninde 33 mızrak, bir o kadar da kılıç yarası vardı. Yirmi üçü ehlibeytten olmak üzere 72 şehit vardı. Karşı taraf 88 kayıp vermişti. Benî Ümeyye ölüleri defnedildi, şehitler ise meydanda bırakıldı. Benî Ümeyye ordusu oradan ayrıldıktan sonra Benî Esed’den Gâdiriyye köylüleri gelip şehitleri defnettiler. Ömer b. Sa’d, ehlibeytten geri kalanları ve Hz. Hüseyin’in kesilmiş başını getirip İbn Ziyad’a teslim etti, o da Şam’da bulunan Yezid’e gönderdi. Rasul-i Ekrem (s.a.s.)’in bu aziz torununa reva görülen muamele, doğrusu anlaşılır gibi değildi, hüzün verici ve göz yaşartıcıydı. Hz. Hüseyin, İslami değerlere uymayan, önceki yöneticilerin uyguladığı İslam siyaset geleneğine ters düşen, tahribatı tüm toplum kesimlerini ve Müslümanların gelecek yüz yıllarını kapsayacak olan bir yanlışlığa hak ve adalet duygusuyla karşı çıkmış ve davası uğrunda şehit düşmüştür. Bize düşen, Sünni olsun Alevi olsun bir Müslüman olarak Sevgili Peygamberimiz’in dünyadaki reyhanlarından/çiçeklerinden bir çiçek ve cennet gençlerinin beyefendisi olan ehlibeytin göz bebeği Hz. Hüseyin’in şehadetinin manasını, onun haksızlığa karşı çıkışındaki şuuru kavramak ve -kendisinin de dediği gibi- davası uğruna canını feda etmesinin Müslümanlara muhabbet ve birlik-beraberlik olarak dönmesini sağlamaktır. Nitekim ölmeden önce onun son sözlerinden biri anlam itibariyle (yaklaşık olarak) şöyledir: “Yüce Rabbim! Gökten merhametinle bana güç kuvvet indirerek düşmanlarıma beni galip getirmeyeceksen, şehadetimi Muhammed ümmetinin hayrına, kurtuluşuna vesile kıl. Haksızlığa, zulme, dayatmaya karşı, hak adına yürüdüm. Gerekirse bu uğurda canımı vereyim. Eğer galip gelemeyeceksem, sırtım yere düşecekse hak dava uğruna akan kanımı bir hayrın, Müslümanların bir silkinişinin, bir güçlenmesinin sebebi kıl!” İşte Hz. Hüseyin’in vefatından önce tüm Müslümanlara mesaj niteliğinde söylemiş olduğu bu sözler, kıyamete kadar gelecek tüm Müslümanlar için derin anlamlar taşımaktadır. Evet, bu mesaj gerçekten çok önemlidir. Zira Hz. Hüseyin bu sözüyle bizzat bize Kerbela’yı nasıl anlamamız gerektiğini açıklamaktadır. Her Müslüman, Yezid’e karşıdır, Hz. Hüseyin’in davasındaki samimi mücadelesini muhabbetle desteklemekte ve Peygamber Efendimizin aziz


170

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

torununa gönül bağlamaktadır. Milletimiz, ehlibeyt sevdalısıdır; tekrar söyleyelim ki milletimiz içinde Yezid taraftarlığı tarihin hiçbir döneminde olmamıştır, bugün de yoktur. Dolayısıyla Kerbela konusunu bütünleşmenin dinamik bir unsuru sayacakken, kör bir gadap ve hiddetle yola çıkıp kaba saba ithamlara basamak yapmak, hiçbir zaman tasvip edilemez. Bu yüzden diyoruz ki, Hz. Hüseyin Efendimize reva görülen muamele sebebiyle ağlamak ne kadar muhteremse, bu acıklı hadiseyi doğru okuyup doğru anlamak, doğru sonuçlar çıkararak ibret almak ve toplumun bütünleşmesine vesile kılmak da o derecede hatta daha ziyade önem taşımaktadır. Allah Rasulü’nün mümtaz torunu Hz. Hüseyin’in bizden beklediği ve istediği de budur. Bu olayda sevgi, saygı, hakka, hukuka riayet, insana hürmet, insanın fikrine önem vermek, dinlemek, anlamak yok olmuştur! Dolayısıyla bizler, İslam toplumunda insanlar arası ilişkilerde kaybolan bu değerleri öne çıkarmalıyız. Bu vesile ile ifade etmek gerekir ki, her yıl muharrem ayında Kerbela Faciası’nı, acıların tazelenmesi, yaraların yeniden açılması için değil; Hz. Hüseyin Efendimizin uğrunda canını feda ettiği hak, adalet, rahmet, merhamet, müsamaha ve şefkat duygularının yeniden ihyası ve her meslekteki insan ilişkilerine yeniden yansıması için anmalıyız! Evet… Keşke Hz. Hüseyin’in başına bu hadise gelmeseydi, bu acıyı her yıl yeniden yaşamasaydık, ama bu da bir ibret olarak ortaya çıkmıştır. Çünkü Hz. Hüseyin haksızlığa karşı bir ışık yakmıştır, zalime karşı direnmiş ve doğruluk adına samimi bir yürüyüş içinde olmuştur. Belki muvaffak olamamıştır ama tarihe bir referans ve ibretli bir dipnot koymuştur. Hak ve adalet adına cesur davranmanın, hak ve adalet adına ayakta durmanın bir modeli ve örneği olarak Hz. Hüseyin en önlerde, en yüksek mevkilerdedir. Allah Teala, Habib-i Kibriya Efendimiz’in bu muhabbetli torununa rahmet etsin ve sevenlerini şefaatine eriştirsin! Bu yazı, müellifin Ensar Neşriyat tarafından yayımlanan “Kanayan Bir Yara Gönül Sızlatan Bir Facia: KERBEL” adlı eserinden özetlenerek dergi üslubuna uyarlanmıştır.


Makale ve Analizler - 2018

ÇAĞDAŞ TÜRK EDEBİYATI’NIN SORUNLARI

171

Alptekin CEVHERLİ +++ Bugün sizlerle asırlık bir davamızı paylaşmak istiyorum… Sanmayın ki sıkıcı bir konuyu sizlerle hasbihal edeceğim. Yaklaşık 500 yıldır yaşadığımız sıkıntıların, ihanetlerin ve vurdumduymazlıkların hesabını bugün bizler veriyoruz. Böyle giderse çocuklarımız ve torunlarımız da dedelerimizin hatalarının bedellerini ödemeye devam edecek. Çünkü millet ömründe 100 yıl, bir gün gibidir… Şöyle ki; Türk dilinin en ünlü şairlerinden olan Fuzulî’nin günümüze kadar intikal edebilmiş eserlerinin yaklaşık 40 bin farklı kelime kullanılarak yazıldığını araştırmacılar tespit etmiş. Büyük üstadın günümüze ulaşamayan ve eserlerinde yer vermediği kendi dağarcığında bulunan kelimeleri de hesaplarsak yaklaşık 100 bin kelimenin üzerinde bir Türkçe hazinesi olduğunu tahmin edebiliyoruz. Bugün üniversite mezunu, yıllarca edebiyat dersi almış ortalama bir gencimizin iddia edildiği gibi 400 kelime ile konuştuğunu varsayarsak, yaklaşık 450 yılda millet olarak, çağdaş Türk edebiyatı olarak nereden nereye geldiğimizi varın siz hesap edin… Leylâ ile Mecnun’u kaleme almasına rağmen, “Âşık-ı sadık menem, Mecnun’un sade adı var” diyecek kadar tasavvufa düşkün olan Fuzulî ile günümüz Türkçesi’nin en popüler şairini kıyaslamak bile imkânsızdır değil mi? Ya da bundan 100 yıl kadar önce (22 Nisan 1883), yine Rus işgalindeki Kırım’da günlük olarak yayınladığı ve kullandığı dil sayesinde Balkanlar’dan Sibirya’ya, Anadolu’dan Türkistan’a kadar bütün Türk Dünyası’nda okunan Tercümân-ı Ahvâl-i Zaman gazetesini çıkaran Gaspıralı İsmail Bey, “Dilde, fikirde, işte birlik” derken; dilde birliğin İstanbul Türkçesi’nde gerçekleşmesini salık veriyordu. Son nefesini verdiğinde (1914) gazetesi Türkçe olarak neredeyse bütün dünyada okunurken; bugün İstanbul’da herhangi bir gencin 400 kelime kapasitesine sahip olduğunu bilse idi acaba ne derdi? Sevgili dostlarım, yaramız büyük, yaramız derin… Bugün Türkçe, toplam 1 milyon kelime sayısı ile dünyanın hâlâ en zengin 3’üncü dilidir. Balkanlardan Sibirya’ya kadar olan 20 milyon kilometrekarelik alanda ana dil olarak konuşulan Türkçelerin bütün kelimeleri toplandığında ortaya 1 milyon farklı kelime gibi müthiş bir ifade gücü çıkıyor.


172

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ancak bizler, bu zengin mirasın müflis mirasyedileri olarak üzerinde oturduğumuz variyetin farkında bile değiliz… Sovyetler Birliği dağılarak Türk Dünyası üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanan Rus hegemonyası kırıldıktan sonra dahi aradan 25 yıl geçmesine rağmen, günümüz Türk aydını, hâlâ İstanbul’da basılan bir gazeteyi Tuva’da okuyamıyor. Ya da Kaşgar’da bin bir güçlükle basılan bir matbu eseri Üsküp’te göremiyor bile… Bundan yaklaşık 100 yıl önce Gaspıralı İsmail Bey’in Rus işgali altındaki Kırım’da başardığını, bugün 8 bağımsız Türk Devleti’nin bulunduğu günümüz dünyasında, bunca teknolojik imkâna rağmen gerçekleştiremiyoruz. Gaspıralı’nın bastığı gazeteler Rus işgalindeki Türk yurtlarının yanı sıra Osmanlı Devleti’ne, henüz Ruslarca işgal edilemeyen Batı Türkistan’a ve Çin’le mücadele içindeki Doğu Türkistan’a kadar ve hatta Güney Türkistan’a (Hindistan ve Afganistan’a) uzanıyordu. Bu ayıp, kendini ‘aydın’ olarak tanımlayan bütün Türk dünyasının şu an yaşayan münevverlerine ve kendini medya patronu veya basın devi olarak tanımlayan zat-ı muhteremlere yeter… Bu arada Rahmetli Özal zamanında başlayan ve günümüze kadar çeşitli isimlerle devam eden TRT Avaz’ı istisna tutuyorum. 25 yıldır bu uğurda mücadele eden ve bu yayına emeği geçen herkesi de can-ı gönülden tebrik ediyorum. Ancak 25 yılda hâlâ tam anlamıyla bir alfabe birliğini gerçekleştiremedik. Türkiye’de ayrı, Türkmenistan’da ayrı, Azerbaycan’da ayrı, Özbekistan’da ayrı, Kazakistan’da ayrı Latin alfabeleri kullanılırken; diğer yandan Kırgızistan’da ayrı ve Tacikistan’da ayrı Kiril alfabeleri kullanılıyor. Dünyanın neresinde ve tarihin hangi safhasında görülmüştür ki, bir millet kendi ‘bağımsız’ devletlerinde aynı anda 2 temel kökten 7 farklı alfabe kullansın? Kısacası şu anda Türk milleti olarak yine tarih yazıyoruz (?) Bu arada Arap, İbranî, Yunan, Fars, Çin veya Ermeni alfabelerini kullanan küçük grupları saymıyorum bile… Evet, millet olarak çok sorunlarımız var. İç politikada, dış politikada savunma ve güvenlik konularında her cenahtan taarruzlar var. Olacaktır da… Çünkü tarih böyle oluşmuştur.


Makale ve Analizler - 2018

173

Bugün dünyada resmi dili İngilizce (İngiltere hariç tamamı İngiliz eski sömürgesi olan ‘bağımsız’) 48 ülke varken bunların 7 ayrı alfabe kullandığını düşünsenize… Ne komik olurdu değil mi? Ya da Fransızca veya Arapça konuşan ülkelerde farklı alfabeler kullanıldığını? Aklınız bile almıyor değil mi? Ama biz bunu 25 yıldır millet olarak yaşıyoruz… Bir milleti bir arada tutan ve millî bilinç oluşmasını sağlayan en önemli unsur dilidir, aynı alfabe ile okuyup yazabilmesidir. Dil birliğini kaybederseniz, gerisi zaten çorap söküğü gibi gelir. Onun için diyoruz ki, aydınlarımızın bu cehaleti; ancak tahsille mümkündür diye… Peki, bu kadar ilerlemiş teknolojik imkânlarla desteklenmiş iletişim çağında edebiyatımızın bu sorununu nasıl çözeceğiz? Çözüm nedir? 1- Ortak Alfabenin Hayata Geçirilmesi. 2- Basının Ortak Alfabeyi Kullanması ve Teşvik Edilmesi. 3- Millî Bilgisayar İşletim Sistemi. 4- Millî İnternet Yazılımı. 5- Ucuz ve Hızlı Ulaşım İmkânları (Sübvansiyon uygulanması). 6- Uydu Yayınları. 7- Ortak Yayınların Gerçekleştirilmesi ve Teşvik Edilmesi. 8- Televizyonlarda belirli bir kota oluşturularak Türk Dünyası’ndan yayınların zorunlu yayınlanması. 9- Özellikle Türkiye’de Genç Nesilde Türk Dünyası Kavramı Oluşturulması. Bunları kısaca açmamız gerekirse… Ortak Alfabenin Hayata Geçirilmesi: Bugün bağımsız 8 Türk devletinin 2’si Kiril alfabesi kullanmaktadır. Diğerleri ise değiştirilmiş Latin alfabesi kullanmaktadır. Bu nedenle ilk iş olarak bu Latin alfabelerinde birlik sağlanması şarttır. Ardından da Kiril alfabesi kullanan 2 ülkenin kesin bir kararla Latin alfabesine geçişi sağlanmalıdır. Basının Ortak Alfabeyi Kullanması ve Teşvik Edilmesi: Basın – yayının kullandığı dil zamanla toplumun dili haline dönüşür. Bu nedenle Gazete, dergi ve televizyonlara ortak alfabe ile yayın yapmaları zorunluluğu


174

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

getirilerek, Türk Dünyası Ortak Alfabesi’nin kısa bir sürede kabul görerek yaygınlaşması temin edilmelidir. Millî Bilgisayar İşletim Sistemi: ABD kaynaklı Miscrosoft firmasının Windows uygulamasına benzer bir anlayışla millî bir yazılım geliştirilmesi ve uygulanması şarttır. Bu konuda yaklaşık 15 – 20 yıl önce TÜBİTAK’ın geliştirdiği ancak sonra kadük bırakılan PARDUS veya benzeri bir çalışma yeniden hayata geçirilmelidir. Millî bilgisayar yazılımı olmadan ne kadar güzel edebi eserler verirsek verelim, bütün teknolojik ifadelerimiz tercüme olacağı için, dilimiz zaman içerisinde yine günümüzdeki gibi işgal altına uğrayacak, ülke güvenliklerimiz tehdit altında kalacaktır. Millî İnternet Yazılımı: İnternet Explorer, Mozilla, Google Crome vb. gibi millî bir internet yazılımı gerekli olup, bilgi güvenliği ve bilgi arşivlemesi açısından zorunluluktur. Bu konuda yapılacak çalışma ile hem dil güvenliği, hem de yurt güvenliği garanti altına alınacaktır. Ucuz ve Hızlı Ulaşım İmkânları (Sübvansiyon uygulanması): Toplumlar ancak birbirleriyle irtibat kurdukları sürece kaynaşabilirler. Gözden ırak olan, zamanla gönülden de ırak olur. Bu nedenle Türk edebiyatının Türk Dünyası’nda inkişaf edebilmesi için aynı zamanda seyahat imkânlarının da kolaylaşması, kargo taşımacılığının ucuzlaşması gereklidir. Bugün Batı ülkeleri ile aynı mesafedeki bir Türk devletine seyahat çok daha pahalıya mâl olabilmektedir. Bu nedenle kardeş cumhuriyetler arası ulaşımda uçak yakıtlarının sübvanse edilmesi, İpek Demir Yolu Projesi’nin bir an önce ufak-tefek eksiklerinin giderilerek hayata geçirilmesi, güvenli kara ulaşım imkânının sağlanması olmazsa olmaz gerekliliktir. Bu sayede toplumlar arası kaynaşmayı tekrara sağlayarak edebiyatımızın mevcut etki alanını genişletebiliriz. Uydu Yayınları: Bugün Türk dünyasının Kazakistan’da bir uzay üssü ile 9’u faal 10 adet uydusu bulunmaktadır. Hemen hemen bütün dünyaya Türkçe televizyon yayını yapabilecek imkânlarımız vardır. Türkiye 6 uydu ile bu konuda başı çekmektedir. TRT’nin Avrasya, Türk vb. isimlerle yayın yapmış bulunan AVAZ televizyonu ile TMB adlı Türk Dünyası Müzik Kanalı hariç Türk Dünyası’na yayın yapan başka bir yayın yoktur. Ancak bu iki yayının da Türk Dünyası’nda ne kadar takip edilebildiği, ya da edildiği ayrı bir tartışma konusudur. Bu yayınların Çağdaş Türk Edebiyatı’nın oluşumunda oynayabileceği rol asla yadsınamaz. Bu nedenle TRT AVAZ yayın kalitelerini yükselterek, en az bir CNN International ya da TRT World kalitesine çekmek zorundadır.


Makale ve Analizler - 2018

175

Ayrıca TMB TV de yayın kalitesini biraz daha yükselterek popüler müzik yayınlarında özellikle de Türkiye’den yayınladığı kliplerde millî hassasiyetleri de göz önüne alarak edebiyatın ayrılmaz bir parçası olan söz yazarlığı konusunda büyük bir fırsat sunabilmektedir. Türk Dünyası haber ve müzik kanallarının yanı sıra bir de genel kültür anlamında yayın yapacak ve bütün Türk ülkelerinden kültürel etkinlikleri ve kaliteli film ya da dizileri yayınlayacak bir Türk Dünyası Kültür kanalına şiddetle ihtiyaç vardır. Bu kanalda Özbekistan’dan, Türkiye’den, KKTC’den veya Makedonya’dan belgesel, film ve dizliler aynı yayın döneminde bir arada bulunmalıdır. Ortak Yayınların Gerçekleştirilmesi ve Teşvik Edilmesi: Türkiye ve Özbekistan arasında, Kazakistan ile Azerbaycan arasında vb. şekilde ortak film, dizi, belgesel yayınları gerçekleştirilerek, toplumların ve dilin kaynaşması sağlanmalıdır. Unutulmamalıdır ki, hepimizin de birbirimizden öğreneceğimiz çok şeyler var! Bu büyük medeniyet mirasının hepimiz de mirasçısıyız, ama ne yazık ki her birimizde mirasın bir parçası kalmış. Bu nedenle bir araya gelir ve parçaları birleştirirsek ancak bütünü görebiliriz. Televizyonlarda belirli bir kota oluşturularak Türk Dünyası’ndan yayınların zorunlu yayınlanması:Özel televizyon kanallarında ve radyolarda en az % 10, ideali % 20 oranında Türk Dünyası’ndan nüfusa göre dağılımı yapılacak şekilde yayınların ekrana getirilmesi zorunluluğu getirilmelidir. Bugün bir ATV, Kanal D veya AZ TV’yi açtığınızda en az % 10 oranında diğer Türk ülkelerinde hazırlanmış prodüksiyonların da yayınlanması ile ancak dil ve kültür birliğini sağlayabilecektir. Özellikle Türkiye’de Genç Nesilde Türk Dünyası Kavramı Oluşturulması: Anaokullarından itibaren bugün nasıl Türkiye’de İngilizce ve Anglosakson kültürü öğretiliyorsa aynı şekilde Türk Dünyasının varlığı ve kardeş ülkelerin de bizimle birlikte olduğu gerçeği öğretilmelidir. Ancak bu sayede üzerinden 26 yıl geçmesine rağmen bir Azerbaycanlı öğrenci ile karşılaşan Türk vatandaşının “Türkçe’yi ne kadar da güzel konuşuyorsun. Nerede öğrendin?” diye sorması komedisinin önüne geçebiliriz. Ve ancak böylece çağdaş edebi yayınlarımızın diğer Türk Dünyası’nda okunup, takip edilmesini, sağlayabiliriz.


176

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2018

177

Adalet Arşını Tarih: 20 Eylül 2018 Yazan: İbrahim SOYTÜRK Konu: Ahlakımızı korumak çok önemli oldu. Biz yeni-dünya görüşüne göre eğitim gördük. Yasaklara uymak zorunda kalan babalarımız bizi “başına bir iş gelmesin, yolunu kesmesinler, dünyaya geldiğini pişman etmesinler” gibi sakınca ve endişelerle Hocaya gönderip Kur’an tefsiri dinletmedi. Öyle de olsa, Müslüman Türk toplum ve ortamında yetiştik. Bütün toplumlarda ahlak öğreten uygulayan ve yaşatan bir tek dindir. Ahlak bilmeyen ise, namuslu, doğrucu, adil olamaz, adalet dağıtamaz. Dinimizden evde zikrettiğimiz tek kural merhametli olmak, hoşgörülü davranmak, taşkınlık yapmamak ve ancak sabır erdemine bel bağlamaktı. Aynı sınıfta okuduğumuz Bulgar çocukları, bizim aldığımız ev eğitiminden habersiz, kendi aralarında kan kabartırken “göz yerine göz” – “diş yerine diş” hükmü ruhunda birbirini yürekleniyorlardı. Tarih ve edebiyat dersleri de buna elverişli ortam yaratıyordu. Onların da derslerden sonra Papaza gitmemesi milliyetçilikle kaynamalarına engel olmuyordu. Bu kör fitile derslerde öğretmenler tarafından gazyağı dökülmese de, kapıdan pencereden okula, sınıfa giren düşmanlık şeytanı bir ruh gibi dolaşırken güç topluyordu. O yıllarda Bulgar öğretmenler ve okul müdürleri de bağışlayıcı değildi. Bir Türk çocuğa saldıran, onu yumruklayan bir Bulgar öğrencinin cezalandırıldığını hatırlamıyorum. Bu olaylar daha sonraki yıllarda inşat askeri ocaklarında aynı tertiple uzayıp gitmişti. Evde aldığımız her mektupta, “katil ıslah olmaz, başına ne gelirse gelsin katlan, intikam duygusunu kalbinden sök at, merhametli ve sabırlı ol, dönmeni sabırsızlıkla bekliyoruz” şeklinde ifadeler yer alıyordu. Bize gelen mektupların okunduğunu, Türk erler arasında geçen konuşmaların komutana iletildiğini bildiğimizden açtığımız konular hep şefkat, merhamet ve yardımlaşma üstüneydi. Oysa köyüne gidip gelenlerden, hocanın, öğretmenin, eğitmenin gece gece alıp götürüldüğünü, zulüm dalgası yükseldiğini, cinayetler işlendiğini fakat hak hukuk aranmadığını, dava açılmadığını işitiyor, biliyorduk.


178

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Arkadaşlarımın kötürüm kalan yakınları vardı. Cinayet işlemek bir hastalık değildi. Üstümüze çullanan ve nefesimizin büyüklüğünü ölçen devletti. Ben askerliğimi 1980’li yılların başında yaptım. İşim, yapı örme ve sıvaydı. Beklenmedik anda ve hiç sebepsiz cinayet işlendiğine tanık oluyorduk. Cinayet işlemek bir hastalık değildi de hep işleniyordu. Ceza gerektiren suçtu, fakat adalet mekanizması bir türlü ateşlenmiyor, her defasında ya benzini ya da yağı eksikti. Arkadaşlarımdan “bunlar akıl hastası” diyenler, kamu davası açıp canileri yargılayacaklarına, “akıl hastanesine” gönderiyor ve sonra da salıveriyorlardı. Bu çok tehlikeli bir gidişti. O zaman bir mahsus yapıldığını, “Bulgar Bulgar’ı yargılamaz!” “Türklere karşı işlenen cinayetlerde Bulgar her zaman haklıdır!” şeklinde saçmalıklar ahlak normu oluyordu. Kuşkusuz o zamanlar emir kulu biz Türk, Pomak, Çingene gençlerinden bir hareketlenme beklenmesi yanlış olurdu. Ne var ki sürekli sertleşen baskılar altında içimizde “bütün insanların hayat hakkı garanti altına alınmadan huzur sağlanamaz!” fikri duygularımızda yerleşmişti. Hafta sonunda dinletilen Tüzük ’ten hiçbir maddenin uygulanmadığını görüyorduk. Ayda 1,5 levaya çalıştırılıyor. Bu parayla bir kutu sigara ve bir kutu kibrit almak mümkün değildi. Bizim zamanımızda askerlikte “yaşatanlar” aramızdan seçilen bekçilerdi. Onlar kışladan çıkıyor, inşaat şantiyelerinde kalıyorlardı. Bekçi olarak, gözü olup görmeyenler, kulağı olup işitmeyenler, yaşadığı ortamda haklı ve haksız olan arasında farkı aramaktan tamamen vazgeçmiş, tek bildiği söz “Evet!” (da) olan “vurdumduymazlar” seçiliyordu. Biz kendilerine yan gözle bakmıyorduk, çünkü o olmasa, bizim aramızdan başka biri seçilecekti… Biz, Türk gençlerin evde aldığımız kültürde, hiçbir Müslüman kişi veya kurum, başka hiçbir kimsenin malını, rızası olmadan veya tam ve gerçek bir karşılığını bilmeden, vermeden, ödemeden asla alamaz, götüremez, aşıramaz, yiyemez, satamaz şeklindeydi. Biz o yıllarda rüşvet sözünün ne olduğunu bilmesek de, haramın ne olduğunu iyi biliyorduk. Akşam gün batımında şantiyeden ayrılırken sayıp da bıraktığımız çimento tornalarının, tuğlaların, kapı kollarının vs sabah azaldığını görüyorduk. Yapacak bir şey yok, iş başı yapmazdan önce, “yorgun bekçi uyurken, gece hırsızlık olduğu, şu kadar şu, şu, şu çalındığı rapor ediliyor, tespit belgesi bir iki asker tarafından imzalanıyor ve “eski hamam eski tas” gün sayan erler çivi çakmaya devam ediyorduk.


Makale ve Analizler - 2018

179

Bu ortamlarda biz Türk gençlerin rüşvet vererek temin edilen menfaatin, çalarak zengin olmanın, emrindekileri kullanarak mal mülk sahibi olmanın vs ahlak normlarımız arasında en yasaklı ve en önemlilerinden olduğunu düşünmemiz bir yana, aklımızın ucundan geçirdiğimizi yazsam yalan olur. Gençliğimin en ilkesiz yılları demek istediğim askerliğimi hatırlarken, benim kuşağımın bilincine ahlaksızlık tohumları saçılan o yıllarda, çok kötü işlere alet edildiğimizi ve bu alışkanlıklardan bir türlü kopamadığımız için bugün toplum olarak bu durumda olduğumuzu artık görebiliyorum. Rüşvet, dolandırıcılık, aldatmak, yalandırmak sosyal yaşama egemen olduğunda son derece ciddi, yakıcı ve yaygın bir hastalık halini alabiliyor ve biz bunu yaşıyoruz. Çocukluğumuzda din, ahlak, gençliğimizde hukuk görmedik, dürüstlüğü öğrenme imkânı bulamadık. Aile ahlakı ve dürüstlüğü ne kadar önemli ve belirleyici olursa olsun, çok etnikli ve çok dilli bir toplumsal ortamda, ekonomik, siyaset ve diğer sosyal disiplinlerin en ahlaklı biçimde birlikte işletilmesi gerekirken, hukuk düzeni yoksa sosyal adalet olamaz ve toplum kendiliğinde çöker. Bugün yani 40 yıl sonra, Bulgaristan’da “yurtsever” maskeli nasyonal sosyalistler –aşırı milliyetçiler – Başbakan yardımcısı, bakan, Genel Müdür oldular. Her konuda, her yerde verdikleri tüm bilgiler yalan yanlıştır. Emekli maaşlarını 500 Euro – 1000 leva – yapma vaadiyle oy topladılar. Ülkemizde 65 yaşın üstünde yarısı yatalak, kimileri özürlü, diğerleri yürüyecek durumda olmayan 1 410 000 (bir milyon dört yüz on bin) emekli var. Aldıkları ortalama emekli maaşı ve sosyal yardım 200 leva -100 Euro’yu aşmıyor. 17 Eylülde 2018 – 2019 ders yılı açıldı. 60 000 (altmış bin) çocuk çalan zile toplanırken, 60 000 (altmış bin) çocuk da okul kaydını yaptırmadı. Bunu yorumlamak istemiyorum. Tek sözüm: ahlakı, morali, namusluluğu, dürüstlüğü tamamen unutalım: Cahillik Devri başlıyor. Topyekûn işsizliğin tohumları saçılıyor. Rüşvet zenginlerine semtler kuruluyor. Sefillerin fareler gibi üreyeceği ve memleketimizi kemirerek bitireceği bir karanlık tünele giriyoruz. Bana öyle geliyor ki, birçoğumuz bilinçli ya da bilinçsiz işlediğimiz haksızlıkların farkında olduğumuz için, günahlarımızı topuz kilitli sandıklara kilitleyerek, vicdan paklığı aramak üzere göçü seçtik ve yola çıktık. Aklanabildik mi bilmiyorum… Biz haksızlık toplumunda yetiştik. En büyük hakimin kararı bile bu durumu değiştiremez, haramı helal yapamaz… O şantiyelerden gece gece kamyonlarla çalınanlar halkımızın malıydı. Ça-


180

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lanlar suçluydular. Bekçi olup susan, imza atıp yalana tanıklık eden, mahkemeye çıkarılıp yalan beyan veren, bunları istemeye istemeye yapsak, yapmak zorunda bırakılmış olsak bile, çöken toplumsal adaletin altında kalan biziz. Biz ezildik. Ve bugün de ipotek edilmiş durumdayız. Bize ilk ipotek eden Ahmet Doğan haini, çöken totaliter komünist mülkiyetten görmeme ve ses çıkarmama rüşveti aldı; 4. Anayasada bireysel ve kolektif hakları olmayan bir azınlık topluluğu olarak dilsiz, dinsiz, kültürsüz, ahlaksız, haksız köle durumunda kalmamıza razı olduğu için rüşvet olarak “yaldızlı madalyalar” aldı. Son dönemde köleleştirilen sefilliğimizi belediyelerdeki yeni derebeylerin mülkiyetine kayda düşmeden aktarmayı başardığı için 20 yıldan beri Varna’da bacası tütmeyen bir elektrik santrali bekçiliği için yine aynı kişiye Ahmet Doğan’a yılda 30 000 000 (otuz milyon) leva hibe etmeyi kararlaştırmışlar. Değişen hiçbir şey yok. Soğan cücüğünde soğan püskülü, içinden de soğan tohumu çıkar. Hırsızın oğlu ve torunu hırsız olur. Ahlak olmayan yerde bahçe yetiştirmek, dağ başını cennet yapmak kadar zordur. Adalet arşınının değişmesi lazım! Adalet ve dürüstlük anlayışını kökten değiştirmek gerek! Bunların yapılabilmesi için ise, önce Anayasayı, ardından siyasi sistemi ve yürütme düzenini değiştirmemiz gerekiyor. Bizim kuşak neyse ne, biz bunu yapamazsak öyle bir cahiller, sefiller ve debiller ordusu yetişiyor ki, olacakları düşünürken gözlerimin önünde okyanustan çıkan ve Amerika’yı bir hamlede boğan dev hortumları görüyorum. Söz konusu olan vatandır. Her şeye katlanılır, gerektiğinde adalette de rafa kaldırılır, ama vatansız olmaz, vatanı olmayan hiçbir şey yapamaz. Aslında bugün Bulgaristan’da çok iyi bir şey oldu. 60 milletvekili meclisten geri dönmemek üzere çıktı. Sanki ilan edilmeden seçim kampanyası başladı. Bu vekiller halka yoksulluğunun sebeplerini anlatacakmış, bir az da adaletsizlik ve ahlaksızlığın köklerini anlatsa ne iyi olur. Çok üzgünüm. Bulgar dilinde ahlak sözü yok. “Moral” Fransızcadan çalınmış, bizde tutmamış, belki de işler bu yüzden bu kadar karmakarışık… Okuduğunuz için teşekkür ederim. Bizi izleyiniz!


Makale ve Analizler - 2018

181

DİN VE AHLAK (İYİ MÜSLÜMAN=İYİ İNSAN) Yazan: Nevzat ÖZTÜRK, İlahiyatçı, Eğitimci Yazar Önceki yazımızda, İslâm düşüncesinde dinin emirleriyle ahlâkın iç içe olduğunu belirtmiştik. İslâm, insanların uyması gereken temel esaslarla birlikte birtakım ahlâkî değerler de koymuştur. Bu kurallar, kişinin hem kendisini ilgilendiren hem de toplumla olan ilişkilerini belirleyici bir özelliğe sahip kurallardır. İslâm inancının temelini ‘La ilâhe İllallah’ kelime-i tevhidi teşkil eder. ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ anlamına gelen bu tevhid (bir tek Allah) ilkesi, her müslümanın hayatının en temel gayesidir. Bu anahtar terimle İslâm kapısından içeri girilir. Dolayısıyla ahlâk-iman ilişkisi de bu temel prensip çerçevesinde ele alınmalıdır. İslam’da ahlâk ile iman arasındaki ilişki çok köklü esaslara dayanır. Bu sebeple, bir müslümanın “ahlâki değerler” açısından diğer inanç ve düşüncelerdeki insanlardan farklı bir yapıda olması gerekir. .Bu durum aşağıda belirteceğimiz ‘köklü kurallar’dan sonra daha da iyi anlaşılacaktır. Her şeyden önce müslüman olmayı tercih eden bir kişinin “iman etme” gibi bir zorunluluğu vardır. Bu iman, İslâm’ın temel esaslarını her türlü şüpheden uzak bir şekilde kabul etmek demektir. Allah (c.c.) inancı, namaz, oruç, zekât, hac, ahiret gününe iman vs. birçok esaslar bu inanç içerisinde yer alır. Bu temel inanç esaslarıyla birlikte İslam’ın, müslüman kişiden yapmasını istediği başka emir ve yasaklar da vardır: adaletli olmak, emanete hıyanet etmemek, yalan söylememek, hırsızlık yapmamak gibi çok sayıda emir ve yasaklar… Toplum düzenini yakından ilgilendiren bu esaslara uymak da müslüman ferdin görevleri arasındadır. Cenâb-ı Allah, müslümanın özelliklerini belirtirken şöyle buyurmaktadır: “Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik, o (kimsenin iyiliği )dir ki, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, Kitab’a ve peygamberlere inandı; sevdiği malını yakınlara, yetimlere, yoksullara, dilencilere, yolda kalmışlara ve boyunduruk altında bulunan (köle ve esir) lere verdi; namazı kıldı, zekâtı verdi. Antlaşma yaptıkları antlaşmaları yerine getirenler; sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte doğru olanlar onlardır,(Allah’ın azâbından) korunanlar da onlardır”( Bakara sûresi, 2/177)


182

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu âyet-i kerimede iman ile ahlâk iç içe anlatılmıştır. İslâm’ın esaslarına iman etmenin zorunluluğu ile birlikte malın, yakınlarına, yoksullara, dilencilere, köle ve tutsaklara verilmesinin bir iyilik olarak değerlendirilmesi, İslâm’ın ahlâki esaslara ne kadar önem verdiğini göstermektedir. Aynı şekilde adalet konusunda da müslümanın nasıl davranması gerektiği şöyle anlatılmaktadır: “Ey inananlar, Allah için adaletle şahitlik edenlerden olun. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adaletten saptırmasın. Adil davranın, takvaya yakışan budur. Allah’tan korkun, şüphesiz Allah yaptıklarınızı haber almaktadır.” (Maîde sûresi, 4/8) Bunun gibi toplumsal hayatın düzeni bakımından son derece önemli olan; çalışmak, doğruluk, emanete riayet, emaneti ehline vermek, hırsızlık, adam öldürmek, gıybet, hased (çekememezlik), yalan şahitlik vb. konularda bir çok ayet-i kerime, uymamız gereken kuralları göstermektedir: Bugün modern dünyanın içinde bulunduğu ahlâki çöküntünün temelinde inançsızlık vardır. Her türlü değerlerin ortadan kaldırılıp yerine anlamsız bir hayat tarzının yerleştirilmek istendiği bir dünyada yaşamaktayız.Cinsellikten uyuşturucuya; kumardan hırsızlığa uzanan olaylardan her gün televizyonlardan ve gazetelerden öğrendiğimiz olaylar zinciri oluşturmaktadır. Moda aldatmacası karşısında aslî kimliklerinden hızla uzaklaşan bir nesil yetiştirilmek istenmektedir. Toplumu ayakta tutan değerler böylelikle bir bir ortadan kalkmaktadır. İman, sadece sözden ibaret değildir. İman, yaşam tarzımızı Kur’an’a göre düzenleyen bir unsurdur. İman sayesinde hayatı algılayış, eşyaya bakış açılarımız anlam kazanır ve müslümanlar böylelikle inançsız , insanlardan farklı olarak hayat ve eşyayı tasavvur ederler. “Allah size imanı sevdirdi ve onu sizin kalplerinizde süsledi ve size küfrü, fıskı isyanı (hakikatı tanımamayı, sınırı aşıp yoldan çıkmayı, baş kaldırmayı) çirkin gösterdi. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.” (Hucurât sûresi, 49/7) Bu ayet-i kerime’de ve aşağıda sıralayacağımız ayetlerde de görüleceği üzere iman, ibadet ve ahlâk ile iç içedir. Dinin esasları iman üzerine kurulduğu için, yalnızca söz ile dile getirilen “iman” eksik olur. Çünkü iman, kalbe ait bir husustur ve gerçek imanın ibadet, ahlâk gibi konularda irtibatlı olduğu bilinmektedir. Bu konuda Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:


Makale ve Analizler - 2018

183

“O Kitap’dan sana vahyedileni oku ve namazını kıl. Çünkü namaz, kötü ve iğrenç şeylerden meneder. Elbette Allah’ı anmak, en büyük (ibadettir.)tir. Allah, ne yaptıklarınızı bilir.” (Ankebut sûresi, 29/45) “Onlar büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınırlar; kızdıkları zaman onlar, affederler. Rablerinin çağrısına gelirler, namazı kılarlar. İşleri, aralarında danışma iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan hayır için harcarlar.” (Şûrâ sûresi, 42/37,39) Ayet-i kerimelerin tarif ettiği müslüman; şüphesiz ahlâkı iyi ve gerçek bir imana sahip kişilerdir. Bu kişiler, kıyamet gününde de büyük mutluluk duyarlar. Kendilerini huzurlu bir hayata hazırlayan dünyadaki amelleri en güzel şekilde yerine getirirler. “Mü’minler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir, kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğu zaman (o ayetler, onların ) imanlarını artırır ve (onlar) Rab’lerine tevekkül ederler.” (Enfâl sûresi, 8/2) İnsanî/ahlâkî dediğimiz erdemler, eğer İslâmî/dinî erdemlerle tamamlanmıyorsa eksik kalmakta, İslâmî/dinî erdemler de tabanında insanî/ahlâkî erdemleri barındırmıyorsa zemini boş olduğundan adeta askıda kalmaktadır. Öyleyse şunu söyleyebiliriz ki: İyi Müslüman olmanın/dindarlığın yolu öncelikle iyi insan olmaktan geçer. İyi insan olmadan insanlığın gerektirdiği ahlâkî değerler kuşanılmadan iyi Müslüman/dindar olmak mümkün değildir. Eğer biri “dindar” olduğunu iddia ediyor ama ortalama bir insanın bile sahip olması gereken ahlâkî değerlere sahip olmadığı görülüyorsa ya da ortalama bir insanın bile yapmaması gereken yanlışları yapıyorsa, onun öncelikle insanlığında, ahlâkî yapısında bir problem var demektir. Böyle bir ahlâkî/insanî zemin eksikliği olan bazı kişilerin, bu eksikliklerini gizlemek amacıyla, kimi zaman dinî pratiklerini övünerek öne çıkardıklarına tanık oluruz. Oysa bu bir avunma ve insanî ilişkilerdeki zâfiyetini “örtme, gizleme” psikolojisidir. İnsanlarla ilişkilerimizdeki ahlâkî eksikliği, tamamen Allah ile aramızda olan (ve üstelik ahlâken olgunlaşmamıza da vesile olması gereken) ibadetler ile övünerek kapatmaya çalışmak, avunmaktan ya da kendini aldatmaktan başka bir şey değildir. Din bağlamındaki ilişkilerimizi şemada şöyle ifade edebiliriz: Kaynak:Uysal, E. (2005). “Dindarlığın Ahlâkî Temeli Üzerine Bazı Düşünceler”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 1, 2005, s.41-59


184

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Şemada da görüldüğü gibi Allah ile bağı güçlü olan kişinin, insanlarla tabiat ve eşya ile de ilişkileri iyi olur. Allah ile bağı güçlü görünüyor ama yaratılmışlarla ilişkilerinde problemlerinin olduğu müşahede ediliyorsa, o zaman Allah ile ilişkisinin mahiyeti ciddi bir sorgulamayı gerektirir. Yaratıcıyla güçlü gibi görünen bağın, söz konusu birey için gerçek olmadığı ortadadır. Çünkü üst ilişkinin alt ilişkilere yansımalarının “iyi” olmadığı söz konusudur. Bu noktada Allah’ın, huzuruna kul hakkı ile gelinmemesini istediğini hatırlamak gerekir. (Buhârî, Mezâlim 10; Müslim, Birr 60; Tirmizî, Kıyâme 2) Zikredilen hadislerden de insanın başkalarıyla olan ilişkilerinde dinin işaret ettiği ahlakın çok önemli olduğu sonucu çıkartılmalıdır. Bu bir ölçüde, insanlarla, tabiatla vb. olan ilişkilerimizdeki mükemmelliğin, ibadetlerimizdeki mükemmellikten daha fazla önemsendiğinin ifadesi olarak yorumlanabilir. Tabi böyle bir yorum, ibadetleri ve ibadetlerdeki ciddiyeti önemsememeyi içermez. Müslüman bir insanda görülen eksiklikler, yanlışlıklar elbette ki inandığı dinden kaynaklı değildir. Ondaki eksiklik kendisinden kaynaklıdır. Bu eksiklik onun yetişme şekli ve ahlâkî yapısı ile ilgilidir. Bu bağlamda, din eğitiminde bireylere dinî değerlerin öğretilip kazandırılmasından önce, onlara “karakter” eğitimi, “ahlâk” eğitimi vermenin önemi ortaya çıkıyor. Çünkü verilen dini değerler dünyası düzeltilmeyen, davranış zikzakları çizen, daha ileri boyutunu söylersek; “bozuk” bir karakter üzerinde etkilidir, zemin sağlam değildir, dini değerler(ibadetler) dolayısıyla düşme eğiliminde, iğreti bir vaziyette duracaktır. Sağlam bir karakter üzerinde ise uyumlu ve mükemmel bir görüntü verecektir. Kur’an’dan ve Hadislerden hareketle dünya hayatını ahlâk eksenli bir hayat olarak yaşamayı öğretebilecek sistemi ve sağlam eğitim verilmelidir. Bütün okullara bu eğitimin iyi bir planlama içerisinde verilmesi Müslüman bir Türkiye toplumunun, hatta İslam Dünyasının tamamının selameti açısından önemlidir. Bütün İslam dünyası böyle bir eğitim modeliyle karşılaşmalıdır. Bu konuya devam edeceğiz inşallah! Allah’a emanet olun!… Paylaşmayı unutmayınız…


Makale ve Analizler - 2018

185

Çanlar Çalmaya Başladı -2Tarih: 19 Eylül 2018 Yazan: Rafet ULUTÜRK Konu: Formülü kendimiz bulmak zorundayız. Yazımın birinci bölümünde açmaya çalıştığım politik yapı ve yürütme sistemi üzerindeki değişiklik yapılabilmesine gerekli üçte iki çoğunlukla ilgili tabloya şunları da ilave etmek gerekir. Yürürlükteki Bulgar Anayasasına göre, Anayasa değişikliği yapmak için Büyük Millet Meclisi (BMM) çağırmak şarttır. Bunun için de üçte iki parlamenter çoğunluk oyu gereklidir ki, bu 1991’den beri sağlanamadığı gibi, şu dönemde bunu sağlamak tamamen olanak dışıdır. Kısacası, Bulgar totaliter– komünist bataklığından süzülen politik sınıf– mafya nakışlı oligarşi– Anayasa değişikliği– devlet biçimi ve yürütme sistemi yenileme gibi konularda eşeği sağlam kazığa sımsıkı bağlamış, olayı bir futbol karşılaşması ile karşılaştırırsak, top stadyum dışına çakmıştır. Daha önceki yazılarımda yazdığım gibi 1991 Anayasası Bulgaristan’ın 4.Anayasasıdır. Birincisi 1879’da toplanan (Büyük Millet Meclisinde) BMM’de kabul edildi ve Bulgaristan Prensliğini ilan etti. 1909’da değiştirildi ve Bulgar Çarlığı anayasası oldu. 1948’de kabul edilen 2.Anayasa ile Bulgaristan’da monarşi– Çarlık rejimi yıkıldı ve Halk Cumhuriyeti ilan edildi. 1973’te kabul edilen 3.Anayasa ile Bulgaristan’da komünist partisinin devlet yönetimindeki tek tabanca öncülüğü yasallaştı ve totalitarizm uygulanmaya kondu. 1990’da seçilen BMM’de hazırlanan 4.Anayasa, monarşi ve komünist partisi öncülüğünü rafa kaldırdı ve parlamenter demokrasiye dayanan cumhuriyet düzenini yönetime davet etti. İkinci anayasa monarşi-faşist diktatörlüğün işçi-köylü sınıfına uyguladığı baskılardan doğduğundan dolayı demokratik nitelikli olarak kabul görmüştü. 4.Anayasa totaliter komünist düzenin etnik, din, dil azınlıklarına, devlet terörüne karşı mücadeleden doğduğu için çok etnikli, çok kültürlü, uzlaşıcı, barışçı olması bekleniyordu. Totaliter diktatörlüğü deviren azınlıkların öncüsü olan Müslüman Türklerin hak ve özgürlükleri, kültürel otonomi hakkının mutlaka tanınması gerekiyordu. Bunların tanınması 28 yıl geçmesine rağmen hala mümkün olmadı. Anayasal değişiklikler üzerindeki vesaireler bugünkü çabaları da hep kısır bıraktı…


186

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

BSP Anayasa değişikliğinden ne anlıyor? 2009’dan beri ana muhalefet partisi olan ve aldığı oylar %19-22 arasında, bugün 79 milletvekili ile politika sahnesinde gövde gösterisi yapan Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) siyasi sistem değişikliğinden ancak mali işlerde siyaset değişikliği anladığını gizlemiyor. Bu parti, mali sistem değişikliğinden ise, 2008’den beri yürürlükte olan %10‘luk gelir vergisinin, gelir oranında artan (progresif) vergilendirme sistemiyle değiştirilmesini, dolayısıyla zenginlerden (varlıklılardan) daha fazla vergi alınmasını, yani yeni bir vergilendirme politikası ve devlet bütçesinin giderler kısmına da (daha adaletli dağıtım gibi) yenilikler getirmek istiyor. Bu kavram, Parti tarafından 2018’de hazırlanan, BSP internet sayfasına asılan, “Bulgaristan Vizyonu” adlı programda, Avrupa Birliği (AB) ülkeleri arasında en yoksul, en cahil, en çaresiz olmamızla, sağlık ve eğitim sistemlerindeki çöküşle, silahlı kuvvetlerimizde havalanabilecek durumda yalnızca 2 uçak olmasıyla vs vs…vs gerekçeler esas alınmıştır. AB’nin 5 yıldan beri bunalımlar yaşadığına vurgu yapılıyor. Bu yeni program saf belgede, sosyal demokrat bir modelden, daha doğrusu BSP’nin gelenekselleşen demokratik sosyalizm modelinden, Macaristan Başbakanı Viktor Orban’ın savunduğu, özellikle sığınmacılar ve Rusya’ya karşı yaptırım yapılmaması gibi konservatif (tutucu) politik sıçrama yapma denemesi dikkati çekiyor. Bu yaklaşım, BSP Başkanı Korneliya Ninova’nın Polonya, Macaristan, Slovenya ve Çek Cumhuriyeti liderleriyle son görüşmesinden sonra iyice et-kemiğe bürünmeye başladı. Bu gelişmeler, BSP içinde bazı değişiklikler mayalandığına işaret ederken, bunların Bulgar devletinin parlamenter demokrasi ve yönetim sistemiyle ilişkili olmadığını açıkça ortaya koydu. Bu nedenle olacak, Cumhurbaşkanı Rumen Radev, 2016 Kasımında BSP ve Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) oy çoğunluğuyla seçilmiş olsa da, son demeçlerinden birinde, “BSP partisi yönetime alternatif değildir” dedi. Onun ardından, Parti yönetim ekibinden Rus-çu Prof. Zahari Zahariev, BSP’nin tutuculuğa yönelmesini değerlendirirken, Başkan Korneliya Ninova’yı parti içi “diktatörlük” ile itham etti. Söylenenler bir yana, geçen hafta AB parlamentosunda “Orban’ın sığınmacılara karşı tutucu siyasetini cezalandırmak için yapılan oylamaya Bulgar sosyalist milletvekilleri katılmadı.” Bu yeni gelişmeler, BSP’nin anası ve babası olduğu bugünkü Anayasa’yı asla değiştirmek istemediği gün gibi ortadayken, son derece önemli yeni bir adım daha attığı da dikkati çekti.


Makale ve Analizler - 2018

187

Sosyalist parti yönetimi gelecek seçimler ile ilgili– 2019 yılında Bulgaristan’da AB parlamento seçimleri ve yerel (belediye) seçimleri olmak üzere 2 olağan seçim yapılacak. Bunlara, 19 Mayıstaki AB milletvekili seçimleriyle birlikte erken genel seçim de ilave edilmesi kamuoyunda sert tartışma konusu olmaya devam ediyor. Bu politik gelişmelere giderken, BSP partisi meclisteki 79 milletvekilinden 60’ını memleketin dört bir yanına seçmenler arasına gönderirken, 19’unu da meclis muhalefetinin demirbaşı olarak parlamentoda ve komisyonlarda bırakma kararı aldı. 20 günden beri gerçekleştirilemeyen 3 bakan değişikliği oylamasının 20 Eylül bileşiminde sonuçlanmasından sonra K.Ninova planı uygulamaya konacak ve milletvekilleri çil yavruları gibi dört yana dağılarak, Bulgar seçmen tabanını bilgilendirme süreci başlayacaktır. Halka taşınan fikir, övgü, niyet, eleştiri ve vaat çuvalında ana paket olan “Bulgaristan Vizyonu” açılacak ve madde madde anlatılıp tartışılacaktır. Parlamenter cumhuriyet sistemine bağlı kalmak şartıyla BSP’nin vaat etmeyi planladığı değişiklikler arasında “ekonomiyi ve maliyeyi devlet denetimine ve yönetimine alma” gibi bir temel ilke daha var. Bu ilke, Putin Rusya’sından çalınmıştır. Orada yapılacak olan ekonomik ve mali değişim programında, zengin tekel, holding ve oligarşi temsilcilerinin malına mülküne, taşınmazlarına ve bankadaki paralarına el konması, ardından da küçük ve orta ölçekli ekonomik girişimin desteklenmesi öngörülüyor. Devletin ekonomide ana itici ve denetleyici faktör durumuna getirilmesi planları tasarlanıyor. Anlaşılan BSP milletvekilleri “vizyon” paketiyle bu fikirleri halka taşımak, seçmeni oligarşiye karşı kışkırtmak ve seçim kazanmayı kurguluyor. Bu gelişme, yüzde yüz bir halk oylaması ya da (nasıl olacaksa) bir Anayasa değişikliğine dayanarak para– pulunun kaynak ve hesabını veremeyen, vergi kaçakçılığı, dalavere ve rüşvet zenginlerinin boğazını sıkma yoluna gizlice yönelerek nabız yoklaması da yapabilir. Bu adımlar, Bulgaristan’ı gözetleyen Rusya merkezinden– Raşetnikov– onay almışsa, destek de sağlayabilir. Bu yöndeki ilk adımları, BSP siyasi yönetiminden, Raşetnikov dostlarından oluşan bir grubun Ağustos sonu Eylül başında Kırım’ı ziyaretinde ve “Kırım ebedi Rus toprağı kalacaktır” türünden demeç ve basın açıklamalarında da yer aldı. Bu havayı 2 ay önce “Ataka” lideri V.Siderov yine Kırım’da estirmişti. Moskova’nın emrine uyup, bu 2 parti yaklaşan seçimlerde ortaklık kapısı açabilirse, memleketteki hava milliyetçi liberalizmden sol liberalizme doğru rota değiştirebilir.


188

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Uzun bir süredir plan-program hazırlayıp kendi radyo ve TV programını yayına hazırlayan, fakat bir türlü şampanya tapasını patlatıp köpüklü şarap içemeyen BSP yönetiminin bir yerlerden iktidar kokusu mu aldığı sorusu beyin karıştırmaya başladı. Partinin kurucu ideologlarından ve yeni para kaynaklarının açılması için ne gibi ödünler verilip, hangi konularda geri kaç adım atılacağını iyi bilenler, “Borisov’un miladı doldu, o artık halktan koptu!” havasına takıldılar. Tabii “iktidardan ineceksem, kendim inerim, insem de yumuşak iniş yapar, yine kalkarım” demekten çekinmeyen ve tonunu sertleştiren Başbakan Borisov Başkan Trump’un elini öpmeye ABD’ye gidiyor. Beyaz Saray’da yapacağı görüşmeden fazla, ne gibi vaatlerde bulunup, ne gibi yeni ödünler vereceği nefes keser oldu. Böyle düşünenler haklıdır, çünkü Trump kendisi de söylevini yumuşattı, hatta “Kuzey Akım -2” gaz boru hattı yapımına engel olmayacağını resmen açıkladı. Borisov şimdiye kadar yeni Amerikan Başkanıyla görüşmedi. Fakat 2009’dan beri ülkemizde Amerikan askeri hava alanları, askeri eğitim-talim merkezleri, hatta Kaliakra’da bir askeri üs kuruldu. Amerika Bulgaristan’a çöreklenirken, NATO Batı Balkanlara daha geniş üslenme planları yapıyor. Bu sene Rusya ülkemizi nükleer saldırı hedefleri listesinden çıkardı. Yani o cepheden de bir gerileme geldi. Bu olayları yorumlama çok zor. Sonu hepimize hayırlı olsun. İlk şekillenmesi kaç yıl önceye dayanır bilinmez bu gelişmelerin yeni halkaları Başbakan Borisov’un önüne kalaylı bir tepside sunulacak bu da bilinmez!… Fakat Amerikan Başkanı “Batı’dan aldığın paraları Doğu’ya akıtıyorsun, biliyoruz”…. Dediğinde cevap ne olur, bunu da bilemeyiz. Siyaset hep eski kurallarla işliyor. Hangi mıknatısın gücü daha fazlaysa ibre oraya kayıyor. Tek kutuplu dünya değişirken arada kalmak da var. AB’ye girmeye 2000’lerden başlayarak çok merak sarmıştık. Beş yıldan beri eski kıtanın yaşadığı ekonomik ve mali bunalımların yükü altında biz de iyice ezildik, hatta en fazla ezilen olduk. Tüketici fiyatları gelirde 2 kat hızlı yükseliyor. AB’nin AVM-leri gelirimize giderimize ortak oldu. Karta oyununda deste her dağıtımda yeniden karışır. 70 yıl önce Rus bölgesine düştük. 30 yıl önce Batı bölgesine kaydık. Kutup değişti. Şimdi sanki iki arada bir deredeyiz. Türkiye’yi görmek istemeyenlerden 10 bin kişi her hafta sonu Edirne pazarında…


Makale ve Analizler - 2018

189

Memleketimiz gibi küçük ülkelerin çok büyük işler becermesi hayal olur. Kaderimizde hep tuzağa düşmek, yol şaşırmak, yön değiştirmek var. Kader değiştirmek elimizde değil. Bunalımdan bunalıma çekirge misali sıçradık, yüzümüz hiç gülmedi. İyi günlerin çekileri hep bize yüklendi. Amerika çok uzakta! Oradan baktığında problemsiz bir devletçikmişiz, rengârenk açmış bir memleketmişiz gibi görünüyormuş. Orada bizden habersizler, varlığımızı bilmeyenler de iyi yaşıyormuş. Gün boyu şikâyet eden bir ülkecik olduğumuzu nasıl bilsinler. Bir defa uzak bir ülkede dostlar arasında samimi bir sohbet esnasında, Bize Bulgaristan’da herkesin bildiği bir atasözü anlatsana, dediler. Fazla düşünmeden, “Düğünde damadın ayakları birbirine dolaşırsa, gelin davulcuya kaçar!” dedim. Gülmekten kırıldılar. Hepimiz öyle bir düğünde gibiyiz. Davullar çalıyor, gelin evini gösteren yok. Sonu hayırlı olsun! Konumuzun 3.Bölümünde Bulgaristan’daki Türk partilerinin yeni yol kavşağındaki tavrını analiz edeceğiz. Oku ve okut! Paylaşmayı unutmayınız. Gerçekleri öğrenmek isteyenler bizi izlemeye devam etsinler. Davamız ortaktır. Mutluluğun vatanı yok! Kendi vatanımızda mutlu yaşamak hakkımızdır. Teşekkür ederim.


190

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Umut Ülkesi Türkiye Tarih: 24 Eylül 2018 Yazan: Rafet ULUTÜRK Konu: Sayın Erdoğan’ın Bölgesel Liderliği Onaylanıyor. Sahte yurtseverlerin “Milletlerin Avrupası” isteği 20. Yüzyıla dönmek, savaşlar, ölüler, yaralılar, parçalanmak ve sefalet anlamına gelir. Milletler 19. Yüzyılda oluştu. 20. Yüzyılda gelişirken kanlı savaşlara neden oldular. Dünyayı defalarca yakıp kül ettiler. Milletler gruplaş-tıkça savaşlar daha büyük ve daha kanlı oldu. Bizim Milli Kimliğimiz ÜMMETTEN Gelir. Ümmet- bir din üzerinde birleşen topluluktur. İslam dini içinde oluşan, yaratılışının özünde İslam’ı zenginleştirerek kıt’adan kıt’aya taşıma da olan halk topluluğu Türklerdir. Biz Bulgaristan Müslüman Türkleri bu fıtratı Güney Doğu Avrupa’da yüksek bir ahlak ve medeniyet olarak yaşatmayı başaran bir topluluğuz. En üstün vasfımızın, kötülüklerden kaçınmak ve hak ve adalet üzerine düzenlenmiş toplumda hiç kimseye zulüm ve haksızlık etmeden yaşamaktır. Bulgar aşırı milliyetçi siyasetçilerin “Milliyetler Avrupa’sı” çağrısını ve ülkemizi felakete itme niyetlerini kınıyoruz. Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği BULTÜRK Genel Başkanı sıfatıyla, milliyet, aşırılık, ırkçılık ve gerçek yurtsever olma arasındaki fark inceliklerine açıklık getirmek gerektiğine inanıyorum. Biz, gerçek vatanseverler olarak, her şeyden önce aynı yurtta beraber yaşadığımız insanlar arasında hiç ayrım gözetmeksizin huzur, hoşgörü, anlaşma, yardımlaşma, vatandaşlar arasında eşitlik ve kardeşlik olmasından yana olduğumuzu bir daha belirtmek istiyorum. Milliyetçilik, kendinden doğan kıskançlık, egoizm, öfke ve hırsla beslenerek aşırı milliyetçiliğe bürünürken, diğer ırkları yok etme planları ırkçılık doğurur. Naziler son büyük savaşta Yahudileri ve Çingeneleri gaz kamaralarından yakarak yok etmişler, Islavları da en ağır işlerde çalıştırarak sindirmişlerdir. 1989’da Bulgaristan Türklerinin vatanlarından sökülüp atılması ise aşırı milliyetçiler tarafından işlenen bir “soykırımdır.” İnsanoğlu kimliğini ve vatanını kendisi seçemez.


Makale ve Analizler - 2018

191

Vatan ve kimlik değiştirilemez, pazara çıkarılamaz, satılamaz, hediye edilemez, kutsaldır, ebedidir, herkesindir. İnsanlar, doğdukları topraklarda yaşarken, vatandaşlık hakkı gibi, doğal haklarıyla ilgili sıkıntı yaşamamalı, baskı ve terör görmemeli, onlara herhangi bir yaptırım uygulanmamalıdır. Temel insan hakları modern uygarlığın temel taşıdır. İnsan haklarının özünde, insanların kimlikleriyle yaşama hak ve özgürlüğü vardır ki, kutsal bir haktır, devletler hukukunun esasını oluşturur. Bu nedenle, biz BULTÜRK olarak “Vatanseverlerin Avrupası” taraftarıyız. 20. Yüzyıl savaşlarının nedeni ırkçılık olmuştur. Avrupa Birliği’nin kurulmasında gerekçe, insanların hukukun üstünlüğünün egemen olduğu sınırsız bir dünyada, insan haklarına saygı gösterilen, ayrım yapılmayan, kimse ötekileştirilmeyen bir dünyada yaşama özlemidir. Vatansever olmak, yurdunu sevmek ve vatandaşlarını saymakla birlikte düşmanlık ve savaş kaynağı aşırı-milliyetçilik ve ırkçılığa karşı olmak ve barış için mücadele etmek anlamına gelir. Bu açıdandır ki, bir kitle örgütü olarak bizdeki “Ataka”, İç Makedon Devrim Örgütü – VMRO ve “Bulgaristan’ı Kurtarmak İçin Milli Cephe” ve bu üçlünün oluşturduğu sahte “Yurtsever Cephe” gibi aşırı milliyetçi partilerle ilgiyi lanetleyen ve kınayan konumuz biliniyor. Bu güçler, milliyetçi partilerin iktidar olduğu ve insan haklarını, etnik azınlıkların demokratik hak ve özgürlüklerini bundan böyle de alabildiğine ezeceği bir sözde adaletten yanadır. Savundukları yurtseverlik sahtedir, Bizler değil Avrupa Konseyi (AK) bu partilerin üçünü de “faşist” parti dedi. Savundukları faşizmin özünde ırkçılık var. Çingeneleri yakmak istemeleri, camilere saldırıları vsy. bunlara kanıttır. Geçen hafta, Avrupa Birliği parlamentosunda “Macaristan’ın cezalandırılması” ile ilgili yapılan oylamada, Bulgaristan siyasi partilerinin ABmilletvekillerinden yalnız HÖH-DPS milletvekilleri Avrupa Birliği önerisi lehinde oy kullandı. Bu durumda, onlar grup olarak, diğer Bulgar ABtemsilcilerinden ayrılarak “Vatanseverlerin Avrupa’sı”na oy verirken, biz BULTÜRK olarak neden HÖH siyasetini eleştiriyoruz? Bunun sebebi nedir? HÖH-Doğan ve ekibinin siyasetini neden kınıyoruz? Bir dernek olarak, Hak ve Özgürlük Partisi (DPS) “fahri başkanı” Ahmet Doğan ve iplerini çektiği ekibine neden karşıyız ve neden onlara “hainler” diyoruz? Bu sorunun cevabı 3 noktada açılabilir:


192

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Türkçeyi unutturma. Doğan ve ekibi, Bulgaristan’daki Müslüman Türklerin Türk kimliği ve demokratik-etnik hak ve özgürlüklerini, Türk ve Müslüman düşmanı iradeye, kendilerine sormadan ipotek ederek 28 yıldan beri onları yerinde saydırıp yok etmeye çalıştı ve bu etkinliğine devam ediyorlar. Yarattıkları “Etnik Model” Türkleri sindirip yok etme hedefine hizmet etti. Hiç olmazsa ilk ve ortaokullarda zorunlu Türkçe okunması sorununu çözselerdi ve Müslümanlara kolektif haklarının tanınmasını sağlamış olsalardı, belki bu ithamda bulunmazdık. Bugün aşırı milliyetçilerin “Bizim Türklerle alıp vereceğimiz” yok sözlerinin ardında yatan gerçek budur. Cahil ve ortak hakkı olmayan her topluluk ölüme mahkûmdur. Dininden koparma. Doğan ve ekibi, Bulgaristan’daki Müslüman Türkleri İslam dininden koparmaya çalışıyor. Müslümanlık bizim Türk Kimliğimizin özünü oluşturan ve özünden ve biçiminden asla kopmaz bir yanı olduğundan dolayı bu çabalarıyla düşmanlarımızın değirmenine su taşıyor. Bizler Müslüman olmasaydık şimdiye kadar çoktan Bulgarlaşmıştık Gagauz kardeşlerimiz gibi. HÖH hareketi, din haklarımızın iade edilmesi mücadelesinden, 1989 Mayıs Ayaklanması ilkelerinden doğmuştur ve dinimize saldırıların alkışlanması sözün tam anlamıyla davamıza ihanet, dolayısıyla hainlik etmiştir. Bulgaristan’da İslam dininden başka ahlak yaratan bir inanç ve öğreti yoktur. Bulgaristan’da en yüksek ahlaka sahip halk topluluğu Müslümanlardır. Bulgaristanlı Müslümanlar yaşadıkları ortamda toplum yapısına ve ahlakına hâkimdir. DPS öncülerinin örnek olduğu değer ve kriterler olumsuz ve sorumsuzdur. Müslümanlıkta çocuğun dini ve kimliği babasına, soyuna aittir. Kısıtlanması ve değiştirilmesi kabul edilemez. Türk Kimliğinden koparma. Doğan ve ekibi, Bulgaristan’daki Müslüman Türklerin Türkiye’den ilham almasını, Türkiye’ye bakmasını, Türklükle yaşamasını, Türklüğü yaşatmasını engellemeye çalıştığından dolayı Bulgar iktidarı ve milliyetçi-faşistlerin gözünde değer kazanıyor. Kuşkusuz bu bakış açısında çok büyük çelişki ve ikiyüzlülük var. Çünkü HÖHelit ekibi bir yandan Bulgar faşistlerinin Borisov hükumetinden çıkmasını isterken, aynı zamanda Bulgaristan’da Türklüğün ve Müslümanlığın gömülmesine ve “kimliksiz” kişilik yaratılması davasına ter döküyorlar. Müslüman Türk kültürel otonomi hakkımızın gerçekleşmesine çaba göstermemeleri buna en kesin kanıttır. Bulgaristan’da Müslüman Türklüğünü yeşertme davasına dört elle sarılacak 1500 evladımızı Türkiye’ye gönderip, ardından memlekete dönüp davayı kucaklamalarını engellemeleri buna ikinci büyük kanıttır. Memlekete Türklük yüklü kimlikle dönen ve çalışmak isteyenlere engel olunmuştur. Öz kimliğimizin dallanmasına el uzatılmamıştı. Türkiye


Makale ve Analizler - 2018

193

ile kültürel bağlarımızdan meyve toplanması engellenmiştir. Türkiye’de yaratılan kültürünün Bulgaristanlı Türklere Bulgarca sunulmasıyla Türk kültürü geliştirilemez. HÖH’ün bu yönde aldığı kararlar, attığı adımlar kısırdır, halkımıza faydası yoktur. Buradan da Bulgaristan Müslüman Türklerinin Türkiye ve dünya Türk kimliğinden bir parça olduğunu reddetmeleri besleniyor. Türkleri Dünya Türklüğünün bir parçası olduğu gerçeğini örtmek unutturmak isteniyor. İşte böyle bir ortamda Bulgaristan vatandaşlarının ve dış ülkelerin kabul ettiği ve 21. Yüzyıl temellerinde yer alan büyük bir gerçek var. O da şudur: BULGARİSTAN GÜVENLİĞİ VE İSTİKRARI BAKIMINDAN BULGARİSTAN’DAKİ MÜSLÜMAN TÜRKLER ARTIK ANAHTAR KONUMDADIR, ONLAR DİKKATE ALINMADAN BULGARİSTAN’DA BİR ŞEYLERİN YAPILABİLMESİ MÜMKÜN DEĞİLDİR. Bu tespit Bulgaristan Türkleri topluluğuna ilişkindir. Doğan ve ekibi dediğimizde DOST-Başkanı L. Mestan ve HŞHP Kurucusu K. Dalı da anlıyoruz, çünkü bunlarda HÖH’e çanak tutmuşlardır. Bu ekibin halk topluluğumuzla organik bağı kopmuştur. Böylelikle yukarıda sıralanan 3 hedefi gerçekleştirebilme şansı da buharlaşmıştır. Bu görüşün temelinde, Türk halkının – azınlık olarak da – devlet kuran, devlet biçimlendiren ve devlet yönetime kendi öz temsilcileriyle katılmaya hazır bir halk topluluğu olduğu yer alır. Yanlış olan, bu katılımın dış güçler tarafından yapılması ve halkımızın ötekileştirilmesidir. Bunu başarabilmişlerdir. Doğan ve ekibinin Bulgaristan’daki Müslüman Türkleri kör cahil, yoksul, sefil, gurbetçiler kitlesi gibi, ipotek altında, benliksiz ve kimliksiz, ortak haklarından tamamen yoksun bırakma çabaları bu hedefe hizmet etmektedir. Tek dilli ve tek milletli Bulgar devleti ulusal azınlık sorunlarının çözümünde kısır kalır, tehlike içerir. İnsanların en doğal hakkı kendi haklarını aramasıdır. Demek oluyor ki Bulgaristan’ın güvenilir ve istikrarlı bir ülke olabilmesi için BİZİM MÜSLÜMAN TÜRK KALMAMIZ GEREKİYOR. Şöyle ki, biz Bulgar dilini ve kültürünü yesek, ezberlesek ve sırtımızda çıkıyla taşısak da, Türk olarak, Müslüman olarak yaptığımızı asla yapamayız. Bizim Türk Kimliğimizle Bulgaristan’a verdiğimizi Bulgar kimliği ile sağlayabilmemiz olası değildir. İşte bu gerçek yarınlarımız için belirleyicidir. Bulgar iktidarları ve kamuoyunun bunu iyi algılaması zorunlu olmuştur.


194

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Türkiye Cumhuriyeti Yakın Doğu’da, Balkanlarda ve Avrupa’da sözü geçen bölgesel güç olarak kabul edildi ve onaylandı. Türkiye Başkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın Kırım, New York ve Köln ziyaretleri son 8 yılda gelişen olayların doruğu oldu. Birleşmiş Milletler Örgütü’nün 73. Genel Asamblesine karılmak üzere New York’ta bulunan Sayın Erdoğan’a 130 devlet ve hükumet başkanı tarafından gösterilen büyük ilgi arttı. O, dünya forumunda, Güvenlik Konseyi’nin güvenlik sağlayamadığına, 197 devlet adına kararların yalnız 5 devlet tarafından alınmasının adil olmadığına işaret etti. BMÖ Güven Konseyinin 20 daimi üyesi olmasını istedi. Dünya halkları sorunlarının başkaları tarafından çözmesine karşı çıktı. “DÜNYA 5’ten BÜYÜKTÜR” sözü dünyayı dolaştı. New York’ta Türk kanaat önderleri ve iş adamları, Amerikan İş ve banka çevrelerinin öncüleriyle görüşen Başkan Erdoğan büyük bir ilgiyle karşılandı. Amerikan Basını, Membiç’te Türk ve Amerikan askerlerinin birlikte nöbet verdiğini, İzmir’de tutuklu bulunan Amerikalı papaza Brunson’un 12 Ekim günü serbest bırakılacağını ve Türk diplomasisinin hem Doğu’da hem de Batı’da başarılı olduğunu yazdı. Almanya, Başkan Erdoğan’ın resmi ziyaretini – 27-29 Eylül – bekliyor. Almanya’da ilk kez askeri törenle karşılanacak olan Başkan Erdoğan’ın onuruna Cuma günü yine ilk kez Cumhurbaşkanlığı Konutu olan Bellevue Sarayı’nda bir akşam yemeği verilecek. 3 günlük ziyaret esnasında Cumhurbaşkanı Erdoğan, Alman mevkidaşı Frank-Walter Steinmeier ile bir, Başbakan Angela Merkel ile de 2 görüşme yapacak. Başbakan Erdoğan başkent Berlin’deki temasları sonrası Köln’de Diyanet İşleri Türk-İslam Birliği’ne (DİTİB) bağlı Köln Merkez Cami’nin resmi açılışını yapacak. Başkan Erdoğan’ın Almanya ziyaretinden beklentiler büyüktür. AB üyesi hükumet başkanlarıyla Brüksel’de imzalanan “sığınmacılar” anlaşmanın maddelerinden olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına vizesiz AB ziyareti ve AB ile gümrük sorunlarının çözümü Başbakan Merkel ile masaya yatırılacaktır. Almanya’yı yeni dönemde Güvenlik Konseyinde ve Yakın Doğu’da desteklemeyi öngören Türkiye AB Brüksel yönetim katlarına direk olarak Bayan Merkel kanalıyla giriyor. İki ülke arasındaki ticaretin büyümesi ve Alman yatırımlarının artması yeni planlar arasındadır. Sığınmacılar sorunlarının çözülmesinde olduğu gibi birçok ikili ve uluslararası problemin de çözülmesinde Almanya Türkiye’den yardım bekliyor. Türkiye’nin Suriye’de kalmasına ve Türk askerlerinin sınır boyunca konuşlanmasına Almanya’dan tepki gelmemiştir.


Makale ve Analizler - 2018

195

“Die Welt” gazetesinin Türkiye muhabiri Deniz Yücel’in tahliye edilmesi de olumlu gelişmeler dizisinden yeni bir halkadır. Bu ziyaretler ve yerel gelişmeler, Türkiye Başkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde Türkiye Cumhuriyetinin izlediği siyasetin artık Yakın Doğu ve Balkanlar ve Avrupa için belirleyici olduğunu, Büyük Yeni Türkiye’nin bölgesel liderliğinin halklar ve devlet yöneticileri tarafından onaylandığını, yakın ve uzak halkların Türkiye umutlarının büyüdüğünü ve güç topladığını kanıtlıyor. İlginize teşekkür ederim. Okuyun ve paylaşınız.


196

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Virajda Mıyız?

Tarih: 24 Eylül 2018 Yazan: Şakir ARLANTAŞ Konu: AB silkinse Bulgaristan trenden düşer mi? Avrupa Birliği (AB) meclisinde “Yengeç, leylek…” durumuna düştük. Topluluğun, Macaristan’ın “sığınmacı kabul etmem” siyasetinin cezalandırılması önerisine GERB ve aşırı milliyetçi Bulgar milletvekilleri “olumsuz” oyu verirken, BSP-li sosyalistlerden 3-ü de destek vermedi. HÖH sahnede yalnız kaldı. AB siyasetine ilk kez karşı çıktık. Avrupa siyasetine bir sol liberal olarak giren ve yıllar içinde sağ milliyetçi-tutucu tavrıyla öncülük etmeye başlayan Macar Başbakan Viktor Orban hem AB’yi, hem de baştanbaşa eski kıtayı karıştırdı. Bulgaristan’da ise siyasi çevreleri birbirine kattı. Başbakan B. Borisov, İngiltere’nin AB’den çıkma (brekzit) siyasetindeki durgunluğu görüşmek üzere Salzburg’ta akam yemeğine toplanan zirvedeyken aşırı Bulgar milliyetçisi (faşist) başbakan yardımcıları – Krasimiz Karakaçanov (VMRO Başkanı) ve Valeri Simyonov (Bulgaristanı Kurtarmak için Milli Cephe Başkanı) – Bakanlar Kurulu topladı. V. Orban siyasetini destekleyen bir Bildiri onaylandı. Avusturya’dan telefon açan Borisov, “o bildiri geçersizdir” dese de, hükümetteki zihniyetin kokusu sokağa çıktı. “Milli çıkarlar” ardına gizlenen Bulgar siyaseti, Brüksel’e yüz çevirmiş bulunuyor. Yeni durumda ortaya çıkan 2 soru var: Bir: AB’ye girerken ülkeler ulusal egemenliğinden vaz mı geçtiler? İki: AB üyelik kriterlerini tartışma kapısı kapalı mı? Bulgaristan ile Macaristan sığınmacı almama konusunda aynı görüşte. Orban siyaseti adıyla ünlenen “milli çıkarlar” ilkesi Bulgar siyasetçilerde neden yüzde yüz destek buluyor? Bu problemler aktüel oldu. Tutumumuz her konuda örtüşmese de, göçmen, sığınmacı ve kaçak siyaseti AB’yi parçaladı. Sığınmacılar siyasetini güvenlik siyasetine bağladı. Önce Lizbon’da, ardından da Salzburg’da bu konuda anlaşmaya varılamadı. Farklılıklar çok derin. Sorunun özünde olan nedir: 1990’dan sonra Doğu Avrupa Batı’ya aktı. Almanya’nın iş gücü ihtiyacı karşılanmıştı. Lehler, Çekler, Macarlar geri dönünce, Batı’da yeniden iş gücü açlığı belirince, Merkel “gelin!” dedi kişileri karşılayamadı ve şimdi üye ülkeler arasında dağıtmak istiyor. Avrupa değişti.


Makale ve Analizler - 2018

197

Almanya (Merkel) Doğu Avrupa ülkelerini AB’ye topladı. Fakat bugün durum değişti ve “ama şu sığınmacıların bir kısmını alın, sizde kalsınlar” dediğinde, destek bulamıyor. “Gerçek dost, zor zamanda belli olur” atasözü sanki saygı görmüyor. Bu durumda Türkiye’nin rolü olağanüstü arttı. “Eski dost, düşman olmaz!” atasözü gündeme geldi. Şimdi Merkel hükümetinin ayakta kalmasında Türkiye’nin yeni rolü belirdi. Almanya kamuoyu Sayın Başkan Erdoğan’ı ilgiyle bekliyor ve Birleşmiş Milletler kürsüsünden yapacağı konuşmayı dört gözle bakıyor. Muhafazakâr-milliyetçi Avrupa Türkiye’de bir “dost” görüyor. Öte yandan Bulgaristan AB’nin dış sınır ülkesi, Macaristan ise Orta Avrupa’da, Yunanistan ve Bulgaristan’dan girmeyen sığınmacılar Budapeşte’ye nasıl girsinler! Bu bakıma, Orban’ın sınıra kat kat tel germesi anlamsız. Burada desteklenecek bir ülke varsa o da 4 milyon sığınmacı ve savaş kaçağına ev sahipliği yapan Türkiye’dir. Terörizmle en ön safta mücadele veren Başkan Sayın R.T. Erdoğan’ın izlediği siyasettir. Anti-terör siyaseti konusunda onun şimdi Birleşmiş Milletler (BMT) kürsüsüne taşıdığı yeni uluslararası siyaset çizgisidir. Eylül ayında Brüksel’de 2 problem aktüeldi: AB, “Milliyetlerin Avrupası” mı? Yoksa “Vatanların Avrupası” mı olsun! Bulgar aşırı milliyetçiler ve destekledikleri hükümet “milliyetlerin Avrupası” diyor. Ülkede, sığınmacılardan başka, bir de milli etnik ve kültürel azınlıklar olduğunu kabul etmiyor. Anlaşıldı üzere İngiltere’yi yeni erken seçime iten “brekzit” politikası AB ilk kez tamamen parçaladı. Macaristan, Polonya, Slovenya, Çek Cumhuriyeti ile birlikte Bulgar İktidar Partisi “egemenlik haklarını rafa kaldıran” maddenin yeniden görüşülmesini istiyor. Federatif AB istekleri güç topluyor. Üç çemberli ve üç alanlı AB siyaseti üstünlük kazanırsa, Bulgaristan kenarda –Balkan karanlığında – kalabilir. “Sürüden ayrılan koyunu kurt kapar” misali Rusya soğuklarından ve Türk gölgesinin serinliğinden korkanlar daha şimdiden titremeye başladılar. Durumun sakinleştirilmesi, bu defa anlaşılan, daha kapsamlı, etnik azınlıklara da tüm hak ve özgürlüklerini tanıyan bir yeni siyasetten geçmelidir. Sığınmacılar sorunları da, savaşlara ve saldırılara son verip kendi ülkelerinde çözülmelidir. AB’ye zor günler yaşatan Macaristan’ı biraz tanıyalım: Macaristan BMT, NATO ve AB üyesidir. BMT ve NATO’dan farklı olarak AB’ye giren ülkeler milli egemenliklerinden vaz geçer. Bu husus AB üyelik antlaşmasının 7. Maddesinde düzenlenmiştir. Kanayan sorun olan bu 7. Maddenin tartışmaya açık olup olmaması çözüm bulunamayan problem-


198

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

dir. Çünkü Macaristan AB’ye üye olurken “sığınmacılar sorunu” yoktu. Sayıları milyonlarca değildi. Tartışma gerektiren, AB üyesi devletlerin egemenlik ve tartışmalı sorunlar gibi çok önemli bir prensip sorunudur. Bu sorunun anlaşılabilmesi için, Başbakan V.Orban’ın “milli çıkarlar” konusuna getirdiği yoruma bakmak gerekir. Orban, AB Meclisi kürsüsünden konuştu. 1989’da “Sovyet tankları çekip gidin” dediği tonla “Soros” ülkemden çekip gitsin dedi. Son 30 yılda Doğu Avrupa’da en istikrarlı demokrasiyi kuran Macaristan’da erken seçim yapılmadı. Orban, 1844’te kabul edilen Macaristan Anayasa’sını ilk kez 2012’de değiştirdi. Yeni Anayasa’da faşizm ile komünizmin suçları aynı küfeye kondu ve “ebediyen af edilmez” vurgusuyla Anayasa’da işlendi. Milletvekilleri sayısı 380’den 199’a indirildi. Karma seçim sistemi uygulandı. 106 milletvekili direk olarak (majoriter sisteme göre) seçilirken, diğerleri de parti listelerine göre (proporsiyonal sistem) seçiliyor. Ülkede siyasi istikrar sağlanmıştır. Macaristan AB üyeliğine egemenliğini heba ederken, Milli Kimliği korumayı başarmıştır. Macar ailesini korumak amacıyla “jender anlaşmasını” Tuna’ya atmıştır. Orban, Brüksel kürsüsünden, “azınlıklara saygım var, hakları tanınmalıdır, fakat yabancı manteliteli, kültür ve dilli, çok farklı yaşam biçimi olan sığınmacıları ülkeme alamam” dedi. Macaristan sınırları, iki kat tel duvarlı, iletkenlerden elektrik geçiyor ve 12 bin sınır askeri tarafından korunuyor. Bu yıl Macaristan’da halkın kullandığı doğal gaz, elektrik ve su fiyatlarına % 25 ve sanayideki kullanıma da % 11 indirim yapıldı. Orban hükumeti, geleneksel Macar ailesinin korunmasına özel çaba gösteriyor. Hükumet Macar annelere 6 yıl annelik izni tanırken çocuklarına günde 4 defa bedava yemek sunuyor. Bu uygulamanın ilkokulda da uygulanmasına geçiliyor. Devlet doğum yapan annelere her çocuk için 33 bin Euro karşılıksız yardım verirken, 25 süreli % 2.5 faizli kredi de sunuyor. Orban’ın aile siyaseti sonucu Macar aile sayısı % 40, nüfus da 1 milyon arttı. Macaristan’da özel sektör lehinde adalet reformu yapıldı ve başarıyla uygulanıyor. Mercedes, BMV, Suzuki, Opel gibi dünya markaları üretim tesislerini Macaristan’a taşıdılar. Ülke sınırlarını Doğuya açtı. Budapeşte Çin, Japon ve Koreli turist doldu. Macar tarım üreticileri Çin’e 70 bin ton et ve 2 milyon ördek ihraç ediyor.


Makale ve Analizler - 2018

199

AB üyesi olmasına karşın, Macaristan, Türkiye, Kazakistan, Azerbaycan, Kırgızistan ve Türkmenistan’ın katıldığı Türk dili konuşan ekonomik birliğe katıldı. Türkiye ile ticarette ayrıcalıklı ülke oldu. 1956 olaylarını tarihe yazan Orban, Rusya ile ilişkileri de daha geniş raylara oturttu. Rusya pazarına ilaç, şarap, gıda ve kimya sanayi ürünleri sunuyor. Macar atom elektrik santraline 12 milyar yatırım yapan Moskova, 4. Reaktörü monte ediyor. Orban hükumeti Rusya’ya “veto” uygulamadığı gibi yaptırımlar siyasetine de uymuyor. Bu gelişmeler ülkedeki 6,000 Alman, 1750 Amerikan ve 150 Japon şirketinin geri çekilmesine neden olmadı. Avrupa çok etkin bir dış siyaset izledi. Macaristan son yıllarda Avrupa’nın spor merkezi oldu. Her şehirde yüzme havuzu ve 22 şehirde kapalı buz pateni tesisi kurulurken, 2020’de yapılacak Avrupa futbol birinciliğinin 4 maçı “Ferents Puşkaş” stadında oynanacak, 2023’te dünya atletizm birinciliği de Macaristan’da yapılacak. Bu yılın başından beri Budapeşte hava limanından ülkeye 13 milyon turist girmiştir. Macaristan artık bölünmüş ana yol ya da köprü inşa etmek için Brüksel’e el açmıyor. *** Dünya değişirken, biz yine virajdayız. Bu defa “egemenliğimizi koruma” dönemeci. Trenin sürati yükselirse, Makedonya ve daha 5 Batı Balkan ülkesini AB trenine hareket halinde vagona çekmeye çalışırken, düşebiliriz. Bizi işlemeye ve yazılarımızı paylaşmaya devam ediniz.


200

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

DİNDARLIK VE AHLAK İLİŞKİSİ

Yazan: Nevzat ÖZTÜRK, İlahiyatçı, Eğitimci Yazar Din-dâr, biri Arapça diğeri Farsça iki kelimeden oluşan Türkçe bir sözcük. Dine sahip olma, dini benimseme anlamlarına gelir.O halde dinin gereğini kabul eden ve bir dine mensup olan herkes sadece bu kabulle dahi dindar sayılabilir. Çünkü bu insan “dinsizlik” ya da “dindarlık” gibi iki tercihten birincisini seçmiş demektir. Ama “dindar insan” dendiğinde genellikle sadece bu kadarı kastedilmez, göreceli olarak dine daha bağlı insan akla gelir. Bir kutsala inanan, inançları gereği işler yapan ve dinî bir grubun üyesi olan kimse dindardır. Allah”tan başka ilah olmadığını kabul eden, yani “la-ilahe illallah” diyen bir insan dine girmiş ve “Muhammed Allah”ın kulu ve Rasulüdür” demekle de Allah”ın yeryüzündeki hâkimiyetini kabul etmiş demektir. Çünkü Allah”a inandığını söylemek O”nun elçisini de kabul etmeyi gerektirir. Ben sana inanıyorum ama elçi gönderdim dediğine inanmıyorum demek, sana kısmen inanıyorum demektir. Böyle bir inanmanın kabul edilmeyeceği açıktır. Bu kabulü gösteren insanın artık dini vardır, yani bu insan bir anlamda dindardır. Salt böyle bir iman bile insanı cehennemde ebedi kalmaktan kurtardığı için bu eylem aynı zamanda takvanın da ilk adımı sayılır. Yani bu insanda bir ölçüde takva da vardır. Çünkü “takva”, insanın Allah”a itaat ederek kendisini azaptan koruması, ise bu insan bunun ilk adımını atmıştır. Sırf bu itaatle bile en azından ebedi azaptan korunmuştur. Ne var ki, sadece bu sözü söyleyen insanınki ile, mesela Hz. Ebubekir”in dindarlıkları arasında dünyalar kadar farkın ve derecenin olacağı da açıktır. Dindarı aynı zamanda daha iyi bir müslüman olarak da düşünebiliriz. Daha iyi bir Müslümanı da “güzel ahlaklı, kamil mü’min, takva sahibi insan” olarak değerlendirirebiliriz. İslam dininin, din ile güzel ahlak arasında güçlü bir bağ kurduğunu görürüz. Hatta ayet ve hadislere bakıldığında, ibadetlerin en önemli maksatlarından birinin de insanları güzel ahlaka ulaştırmak olduğu anlaşılıyor. Yani kişi, ibadetlerini yerine getiriyor ama ahlakını güzelleştiremiyorsa dinin amacına ulaşamıyor, dolayısıyla gerçek anlamda dindar olamıyor demektir. Nitekim İslam’ın kutsal kitabı olan Kuran’da, Hz. Peygamber övülürken, “Ya Muhammed! Şüphesiz sen yüce bir ahlak üzeresin” denmiştir.Aynı şekilde, Hz. Peygamber’in duası “Allah’ım! Beni ahlakın en güzeline yönelt, kötü ahlaktan uzak tut” şeklindedir. Dolayısıyla ahlaksız bir Müslümanlık düşünülemez… Kuran’ın birçok ayetinde; kibir, israf, fakirlere ve


Makale ve Analizler - 2018

201

yetimlere bakmamak, ihtiyaç sahiplerine yardım etmemek, para ve altın istiflemek, çalışanın emeğinin karşılığını hemen vermemek, hırsızlık, yolsuzluk, ticarette hile yapmak, sözünde durmamak, yalan, iftira, öfke ve nefretle davranmak, kin tutmak, sesini yükseltmek, eşine ve çocuklarına kötü davranmak, çevresindekilere bağırıp çağırmak, kalp katılığı, adaletle davranmamak, yalancı şahitlikte bulunmak, iki yüzlü olmak gibi pek çok özelliğin hoş görülmediği ve bu şekilde davrananlar için büyük cezalar verildiği görülecektir. İslam’ın kutsal kitabı birçok yerde bu şekilde davrananların cehennem ateşi ile cezalandıracağını söyler. Kuran’da ibadetleri yapmamanın dünyevi cezaları neredeyse hiç sayılmazken yukarıda sıraladığımız ahlaki sorunların hem bu dünyaya hem de diğer dünyaya ilişkin pek çok cezasından bahsedilmektedir. Dolayısıyla insanların ne kadar dindar olduklarını şekli görüntüleri veya ibadetlerindeki rakamsal büyüklüklerle değil, ahlakları ile ölçmek mümkündür. Elbette herkesin inancı ve yaşam şekli kendisini ilgilendirir. İnanç, her şeyden önce özgür iradeyle yapılmış bir seçimdir. Bu çerçevede kimsenin inançlarını yargılamak veya dindarlığını ölçmek hedefinde değiliz. Ancak kendilerini bizlere dindar veya İslamcı olarak takdim edenlerin sözlerindeki samimiyeti test etmek hepimizin hem dini hem de dünyevi hakkıdır. İslam dünyasına baktığımızda, Kuran’dan ve Hz. Peygamber’in sözlerinden öğrendiğimiz İslam ile uzaktan yakından ilgisi olmayan bir din ile karşılaşıyoruz. Kuran’ın ortaya koyduğu müslüman/mü’min ile bu gün bu iddiada olanların arasında ciddi farklar olduğu bir gerçektir. İmanın gereği olarak yapılan tüm ibadetlerin temel gayesi güzel ahlaklı mü’min yetiştirmek iken pratikte tam tersi ahlaki problemli insanların varlığı imanın gereğinin yapılamadığın göstergesidir. Bu noktada aklıma Hz. Ömer’e atfedilen bir söz geliyor: “İnandığın gibi yaşayamazsan yaşadığın gibi inanmaya başlarsın”. Daha önce de dindar görünüp, dinin tüm ilkelerini ayaklar altına alanların sayısının giderek artması son derece üzücüdür. Dışarıdan baktığınızda muhafazakar ve dindar görünen, hatta sofuluk taslayan kişilerin hayatları özel sohbetlere meze olurken, hatta bu kişilerin bazılarının hovardalıklarını, lüks harcamalarını, yüz bin liralık saatler, lüks otomobiller, açılmış birkaç ev gelinen noktanın vehametini gösteriyor. Yaşadıkları hayatı meşru göstermek için, “dava” kelimesini kullanmaları da istismarın dibidir. Geçmişte ayıpladıkları şeyleri, bu gün kendileri, sözde Allah rızası ve güya Allah’ın izniyle, yapıyorlar. Günaha batmakta itham ettikleri insanların yaşamlarını neredeyse bire bir, hatta kimi zaman daha ağırıyla yaşayan bu kişilerin her günaha bir gerekçeleri ve meşrulaştırıcı fetvaları var…


202

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Abdurrahman Dilipak’ın “Gelin fuhuştan, işretten, alkolden, uyuşturucudan ve kumardan vazgeçin.”“Bizde yılların açlığı vardı. Para, kadın, makam bir anda başını döndürdü birilerinin. Bir de bizimkiler acemi bu işlerde, yerken üstlerine başlarına döküyorlar. Daha yeni öğreniyorlar… Dindarmış gibi görünen adamların zaafları yüzünden Müslümanlara zarar veriliyor.”(Yeni Akit-Karar Gazetesindeki yazılarından) sözlerini okuduğunuzda dehşete kapılıyorsunuz. Prof Dr.Mustafa ÇAĞRICI “Elbette hem ibadetiyle hem ahlâkıyla imrenilecek çok insanımız var. Ama ülkemizde hatta dünyada değişik şekillerde dışa yansıyan ahlâkî yozlaşmalardan şikâyet edilmektedir. Bu yozlaşma sadece dindarlarla sınırlı değilse de dindarlarda daha çok göze batıyor ve yadırganıyor. Bugün müslüman toplumlarda –açıkça ifade edilmese de- fiiliyatta bir tür ahlâkı yok sayan dindarlık anlayışının yaygınlaştığı, bunun da büyük ölçüde insanların refah seviyesinin artmasından ileri geldiği söyleniyor. Aslında bu yeni bir durum da değil. Genelde dinlerde, özelde İslâm´da dünyevi imkânlar ahlâk için önemli bir risk olarak görülür. Nitekim başkalarında olduğu gibi bizim eski kültürümüzde de dünya malı ve mevkiinin sebep olacağı ahlâkî tehlikelerden korunmak için zâhitlik ve ruhbanlık hayatını tercih edenler olmuştur. Ama İslâm kültüründeki yaygın telakki ve uygulama dünyadan el etek çekmek değildir. Öyle olsaydı Abbasi, Osmanlı gibi büyük devletler ve medeniyetler kurulabilir miydi? Kültürümüzde toplumu ahlâkî çöküntüden koruyacak bir eğitim felsefesi uygulanırdı. Çağımızda ise örgün ve yaygın şekliyle modern eğitimin yetiştirdiği insanlar, ahlâk yönünden hazır olmadıkları şartların içine atılıyorlar. Öyle olduğu için bu insanlar dar anlamda “dindar” da olsalar, ahlâkî sorunların altında kalıyorlar. Ülkemizde verilen din ve ahlâk eğitiminin de bu bakımdan kusurlu olduğunu sonuçlarından görüyoruz.” ;(http://www.bizimsivas. com.tr/kose-yazilari/ahlksiz-dindarlik-olur-mu-1345.html,) Gerçekte ahlak, dindarlığın kalitesidir. Namaz, oruç, zekât, hac vs. bunlar dindarlığın kalitesi değiller. İbadetler ahlak ile kalite kazanır. Dikkat ederseniz dinin ana kaynakları ayet ve hadisler, bu ibadetleri hep ahlaka bağlamışlardır. Namazın kalitesini kötülük ve hayâsızlıktan uzak durmaya; orucun kalitesini insanlarla muameleye, sergilenen davranış ve ruh hallerine; hac ve zekâtı hakeza ahlaka bağlamışlar. Yani; namaz seni kötülük ve hayâsızlıktan alıkoyacak; oruç seni her türlü zulümden ve günahtan tutacak; zekâtın başkasını minnet altına sokmayacak, onurunu kırmayacak; haccın başkasına eziyet olmayacak. İbadetlerin böyle olunca sen ahlaklı bir dindar, kaliteli bir


Makale ve Analizler - 2018

203

Müslüman olursun. Dinin özünün ahlak olduğu, tartışma götürmeyecek kadar açık bir gerçektir. Bir başka yazısında Prof.Dr.Mustafa ÇAĞRICI, “Günümüz İslâm toplumlarının ortalama kanaatine göre, “imanın şartları” dediğimiz esaslara inanan, “İslâm’ın şartları” dediğimiz birkaç ibadeti iyi kötü yerine getiren, -hadi diyelim ki- biraz da zararsız ziyansız olanlar dindardır. Oysa Peygamberimizin öğretisine baktığımızda bunun doğru ama eksik bir dindarlık anlayışı olduğunu görürüz. Çünkü Peygamberimiz, sonraki tanımlara göre inanç ve ibadetle ilgisi olmayan birçok tutumu da dindarlık içinde görüyordu. Bir yandan akla ve tecrübeye önem veren, “aynı delikten iki defa sokulmayan”, diğer yandan insan ilişkileri daha zarif, daha özverili olan insanları daha dindar sayıyor; bencil ve hoyrat olanları dindarlık yönünden eksik buluyordu. Ben, Peygamberimizin anladığı ve yaşadığı bu dindarlığa dinamik dindarlık diyorum. İslâm’ın bu dindarlığın içini, -elbette bildiğimiz iman ve ibadet esaslarının yanında- birine insana ve tabiata yararlı olma, diğerine zihinsel ve pratik hayatta rasyonel ve gerçekçi olma diyebileceğimiz iki ilkeyle doldurduğunu görüyoruz. İlk ilke açısından dinamik dindarlık, -Ebû Hanîfe’nin öğrencisi Şeybânî’nin 1200 yıl önce kaydettiği gibi- yararı başkalarına da dokunan işleri, yararı sadece kişinin kendisine olan ibadetler gibi, hatta daha üstün bir ibadet bilmektir. Çünkü -Şeybânî’nin de hatırlattığı üzere- “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır” buyurulur. Zihinsel ve pratik hayatta rasyonel ve gerçekçi olma ilkesi açısından ise dinamik dindarlık, bireyin edilgen olmaması, eşyanın ve olayların insanı yönetmesi yerine, insanın eşya ve olayları yönetmesidir ki, bu da insanın aklı ve tecrübeleriyle yaşamasını gerektirir. Bu sayede insan, ilkelerinden vazgeçmeden zamanın ruhuna uyma yeteneği kazanır; zamanla çatışmadan zamanı yönetir.” (http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-cagrici/dinamik-dindarlik7698) Dindarlığın sağlam bir zemine oturması, bilgi ve ahlakın üzerine inşa edilmekle, sonra da bunların aralarındaki güçlü bağlantıyı kurmakla mümkündür. Toplumun huzuru ve kalkınması ahlaklı bireylerle mümkündür. Ahlak toplum hayatının temeli iken ahlakın en önemli temeli ise dindir. Bizim toplumumuz açısından konuya yaklaştığımızda da toplumun varlığının temeli olan ahlakın yüce dinimiz İslam’dan beslendiğini görürüz. Öyleyse dinimizi iman, ibadet ve ahlak birlikteliği içinde sağlam kaynaklara dayalı olarak ve sevdirerek öğretmek zorundayız. Allah’a emanet olun.


204

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

“Bağımsızlık” Günü

Tarih: 22 Eylül 2018 Yazan: İbrahim SOYTÜRK Konu: Bağımsız mıyız? Bağımsız olmak ne zor işmiş… Bulgaristan “bağımsızlığının” 110. Yılını andı. 3 gün Milli tatil ilan edildi. 22 Eylül 1908’de Veliko Tırnovo kentindeki bir kilisede “Bağımsızlık Manıfestosu” (Bildirisi) okunarak, Bulgar Prensliği 1878 Berlin Konferansı Anlaşmasını bozdu, Prensliği attı, Çarlık ilan etti. Sultanın politik ve idare yönetiminde bulunan, 6 Eylül 1885’te ilhak ettiği “otonom” bölgeyi -Doğu Trakya’yı da – Çarlığa kattı. Böylece Bulgaristan kendisine vergi verdiği Osmanlı devletinden bağımlılığını kopardı. O güne kadar Prenslik topraklarındaki Doğu Demiryolları şirketinin mal sahipliği korunuyordu. Başbakan Al. Milanov ve 7 bakan imzasını taşıyan “bağımsızlık” ilanı 22 Eylül 1908’de yürürlüğe girince Prens Ferdinand Çar oldu ve Bulgar devleti kendi iç ve dış siyasetini izleyeceğini dünyaya bildirdi. Belin Antlaşması (1878) Kararları bozulduğu için (1908 – 1909) Balkan Bunalımı baş gösterdi. Büyük devletler Bulgar bağımsızlığını önce tanımadılar. Bulgar-Türk ilişkileri bozuldu. “93 Harbi” – 1877-78 Rus-Osmanlı Savaşı borçlarının ödenmesinden doğan malı sorunlar, 1909 Rus-Türk Protokolü; 1909 Bulgar-Türk Protokolü ve 1909 Rus – Bulgar Protokolü ile çözüldü. Bu belgelerle Rusya Osmanlıdan aldığı savaş tazminatlardan vazgeçti. Bulgaristan Rusya’ya 75 yılda 82 milyon Frank ödemeyi kabul etti. Bu münasebetle Veliko Tırnovo Baş Piskoposu “bağımsızlık” günü konuşmasında şöyle dedi: , “Osmanlı Sultanları 515 yıl süren beraberlik esnasında Bulgarlara karşı anlayışlı davrandı. Fakat yerli Türkler, Çerkezleri, Dağlıları ve başka güçler kiralayıp Bulgar halkına çok zülüm ettiler.” Ferdinand adına okunan BULGAR HALKINA MANİFESTO’DA Çarlık tebaası olan Türklerden, Pomak, Çingene ve diğer Müslümanlardan, onların haklarından, özgürlüklerinden ve statüsünden 110 yıl önce tek söz edilmezken, V.Tırnovo, Sofya, Plovdiv ve diğer şehirlerdeki anma törenlerinde de asla bu konuya değinilmedi. Aslında 1945-1990 yılı arasında bu bayramın kutlanması yasaktı. Bu konuda, Bulgar basınında bazı analiz yazıları çıktı. Araştırmacı tarihçi Tsoço BoLYARSKİ kaleminden çıkan BAĞIMSIZLIĞININ TANINMASI İÇİN BULGARİSTAN EGEMENLİĞİNİNDEN RUSYA LEHİNDE VAZGEÇTİ


Makale ve Analizler - 2018

205

Başlıklı yazısını dikkatinize sunuyoruz. Yazar Ts. Bolyarski kimdir? 1973 – 2006 yılları arasında Bulgar devlet ve merkez arşivinde yönetici konumunda görev alan yazarın, Bulgar sosyalistlerinin Rusya politikası ve sorunlarına adadığı 2 ciltlik “Rusya’nın Öldürücü Bulgaristan Siyaseti” büyük ilgi gördü. Yazısına, bu anma günüyle ilgili Bulgaristan’ın ikiye bölündüğünü, sosyalistlerin eskiden olduğu gibi şimdi de “bağımsızlık günü” kutlamadığı – Müslümanlar ve diğer azınlık toplulukları da anmıyor – hatırlatmasıyla başlıyor ve şöyle devam ediyor: “BSP partisinde artık tarih bilen kimse kalmadı. Meclis kürsüsünden anlamsız şeyler konuşuyorlar.” Ne var ki, Bulgar sosyalistlerinin gazetesi olan “İşçi Davası” 1913 Aralığında “bağımsızlık” gününe adadığı yazısında 1907 yılında Bulgaristan ile Rusya arasında bir gizli anlaşma imzalandığını açıkladı. Bu yazıda, Bulgar “bağımsızlığına” farklı bir açıdan yorum getirilmiştir. Bu gizli antlaşmada, “istediği gibi kullanması şartıyla” Bulgar Prensliğinin dış siyasetini Rus Çarı II. Nikolay’a devrettiğini yazıyor ve şöyle deniyor: “Bulgar Prenslik ordusu Rus II. Nikolay’ın emrine bırakıldı.” “Bu anlaşmada, Bulgaristan egemenliğinden Rusya lehinde tamamen vaz geçmiştir.” Bu alıntı, 1909’da Aleksandır Ular ve Enriko İnsabato ikilisi tarafından yazılan “Türkler Anlatıyor” başlıklı bir kitapta alınmıştır. “İşçi Gazetesi” yayınladığı alıntıları Alman ve Avusturya-Macaristan basınından aldığını bildirmiştir. Bulgar “bağımsızlığı” konusunda yürütülen gizli görüşmelerle ilgili haber alan, 1907’de Fransa’nın Sofya diplomatı Moris Paleolog, prenslik hükümetine verdiği bilgilerde Rusya, Fransa ve İngiltere’nin Bulgaristan’ın “bağımsızlığını” tanıyacağını bildirmiştir. Gizli anlaşma, 1907 yılının ağustos ayında, Ferdinand’ın en yakın çevresinden siyasetçiler tarafından Varna kenarındaki “Evsinovgrad” konağında imzalanmıştır. II. Nikolay adına anlaşmayı 1878’de Süleyman Paşa işe “Şipka” Doruğu çarpışmalarına katılan Rus Prens Vladimir Aleksandroviç imzalamıştır. Araştırmacı yazar Bolyarski, daha önce yayınladığı “Kutsal Bulgarlar” adlı 2 ciltlik belgesel eserinde, Ferdinand’ın Bulgar “bağımsızlığı” uğruna yalnız Rusya Sarayı ile değil, Avusturya – Macaristan yönetimiyle de gizli temaslarda bulunduğu açıklanmıştır. Bulgaristan’ın “bağımsızlık” ilan etmesiyle Ferdinant prensten çar olurken, diğer devletlerle görüşme ve rolü artmıştır. Daha önce Osmanlı devletinin onayı olmadan hiçbir dış ülkeyle antlaşma imzalayamazken, bu bağları ve bağımsızlığı koparmıştır.


206

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Yazar, Rusya’nın öldürücü Bulgar siyasetini anlatırken şöyle bir ayrıntıya yer vermiştir. O yıllarda İstanbul’daki Bulgaristan temsilcisi İvan Stefanov Geşov’tur. “Bağımsızlığın” ilan edilmesinden 3 hafta önce kutlanan Sultan’ın doğum gününe o, Bulgaristan bağımlı (vasal) bir devlet olduğundan dolayı resmi temsilciler listesinde davet edilmemiştir. Bu, Bulgar temsilcinin hademelerle birlikte davet edildiği şeklinde yorumlanmıştır. Bulgar diplomasisi bunu kendi lehinde kullanmıştır. O dönemde zor günler yaşanmaktadır. 3 aydan daha kısa bir zaman kesimi önce 11 Haziran günü Türkiye’de Genç Türkler (John Türkler) Devrimi yapılmıştır. Devrimci gençler Sultanlığa son vermek isterken, VI. Mehmet tahta oturtulmuş, Genç Türkler hükümeti kurulmuştur. Bulgaristan, İmparatorluğun ağır günlerinden yararlanma yolunu seçmiştir. O günlerde Viyana’da bulunan Ferdinand, Berlin Anlaşmasını rafa kaldırmayı Avusturya-Macaristan İmparatoru Frans Yosif ve diş İşleri Bakadı Kont Alois Erental ile görüşmüş, ortak hareket ederek, 2 saat arayla, Bosna-Hersek ile Bulgaristan “bağımsızlık” ilan etmiştir. Daha sonra imzalanacak olan anlaşmalar ve tutanaklar daha o zaman Viyana’da taslak halinde hazırlanmıştır. Bu belgelerden okuyoruz: “Bulgaristan’a Osmanlı İmparatorluğundan bağımsızlığını elde etme ve “bağımsız Çarlık” ilan etme hakkı” tanınmıştır. “Rusya ise, Berlin Anlaşmasını imzalayan (1878) büyük devletlerin Bulgar “bağımsızlığını” tanımasını sağlamayı yükümlenmiştir.” Bu anlaşmanın taslak metnini önceden gören II. Nikolay, Bulgarlara “bağımsızlık” tanırken devlet egemenliğini ipotek altına almıştır. 1877-78 Rus Osmanlı savaşının başlamasından önce de Rusya ve Avusturya – Macaristan arasında gizli bir anlaşma vardı. Bulgaristan’ın “bağımsızlığı” anlaşmasını birinci imzalayan ve yayınlayan da AvusturyaMacaristan’dır. O zaman Bulgar siyasetçiler böyle bir gizli anlaşma olduğundan haberleri olmadığını beyan ediyordu. Ferdinand tarafından bozulan Berlin Anlaşması’nın rafa kaldırılmasından doğan yeni tutanak ve sözleşmelerde, Makedonya sorunu da yer almış, Makedonya’nın “kurtarılması” , – Osmanlı devletinden koparılması – yeni gizli anlaşmalarda Rus Çarı tarafından Bulgaristan’a yüklenmiştir. Makedonya o devirde Osmanlı’nın Rumeli toprakları sınırları içinde bulunur. Kitapta belgelendiğine göre, 1908 yılının 10-11 Haziran günlerinde Rusya ile İngiliz Kralı arasında Makedonya’nın Kurtarılması konusunda bir anlaşma imzalanmıştır. Bu antlaşma, Rusya İmparatoru II. Nikolay ile İngiliz Kralı VII. Eduard arasında Rivad Görüşmesi adıyla tarihe geçen buluşmada imza altına alınmıştır.


Makale ve Analizler - 2018

207

Bazı tarihçilerin araştırmalarında da vurgulandığı üzere, Genç Türkler Devrimi Makedonya – Resen’de (Terakki Birliği) patlamış, genç Türk subaylardan Niyazi Bey ve Enver Bey tarafından yönetilmiştir. Bu devrimci ayaklanma iyi örgütlenmiş olmadığından, Balkanlarda ve uluslararası siyasi ortamda Bulgar “bağımsızlığının” ilan edilmesi için çok elverişli bir ortam oluşmuştur. Bulgar tarih yazarları, “bağımsızlık” ilan edenlerin alelacele davranışlarını bu delillerle haklı göstermeye çalışmıştır. 33 yıl Bulgar devlet arşivinde çalışan yazar Bolyarski, eserlerinde kullandığı birçok belgenin Bulgar arşivlerinden olmadığını Peterburg devlet arşivinden alındığına işaret ediyor. Bu konuyu araştıran, Bulgar İşçi Sosyal Demokrat Partisi liderlerinden, SSCB Bilimler Akademisi arşivlerinde çalışma fırsatı bulan, fakat 1940’ta Y.V. Stalin emriyle kurşuna dizilen Hristo Kabakçiev’ın (1878 – 1940) el yazısı halinde kalan tarih belgelerinden yararlandığını yazıyor. Son 70 yılda Bulgar tarihi bazı sınırlar içine sıkıştırılmıştı. Moskova’dan duman çıkmadan hiçbir kimse kaleme sarılamıyordu. Rusya’yı sevenler “ikili kurtarıcımızı” öve öve bitiremediler. Bulgar milli tarihine ilişkin konular da birçok noktada yanlış açıldı, farklı anlatıldı, beyinler sulandırıldı. Bulgar tarihinin en önemli dönemlerini yeniden araştırmak ve yeniden yazmak gerekiyor. Bulgar tarih belgeleri, arşiv Bulgaristan’da değil. 1944 yılında Moskova’ya götürülmüştür. Arşivimiz, “Rusya’nın Özel Arşivi” nde saklanmaktadır. Orada, Bulgaristan İç İşleri Bakanlığı arşivi, 1944-45 yılları belgeleri temizlenmiş Dış İşleri Bakanlığı arşivi de bulunuyor. Moskova ve Peterburg Büyükelçilik ve Konsolosluklarımızın arşivi yok. Bulgar naiplerinden Prens Kiril’in “şahsi arşivi” de Rusya’dadır. Elimizde olmayan başka bir arşiv bölümü de, 1918’de Selanik Antlaşması’nın imzalanmasından sonra Taç’ı Oğlu III. Boris’e veren ve geri dönmemek üzere Bulgaristan’ı terk eden I. Ferdinand “Çarlık Makamı Arşivini” beraberinde götürmüştür. Bu arşivde 1918 öncesi Bulgar Çarlığı belgeleri yer alıyordu. Torunu II. Simeyon bu evraklardan ancak bazılarını Bulgaristan’a iade etmiştir. Bulgar tarihçiler bu yönde çalışmak, gerçekleri belgelemek ve doğruları yazmak zorundadır. Bulgar tarihi yeniden yazılırken Bulgaristan Çarlığında yaşayan azınlıkların durumu, hakları, insan haklarının yasaklı olması, demokrasi mücadelesinin baltalanması, toplumun bölünmesi ve birbirine düşürülmesi vs vs gibi konular derin incelenme konusu olmalıdır. Bulgaristan’ın “bağımsızlığı” Bulgaristan halkına kaça mal oldu!? Bulgaristan gerçekten bağımsız bir ülke ve devlet ola bildi mi?


208

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Dünya ne kadar değişti: Veliko Tırnovo Baş Piskoposu “bağımsızlık” günü konuşmasında şöyle dedi: , “Osmanlı Sultanları 515 yıl süren beraberlik esnasında Bulgarlara karşı anlayışlı davrandı. Fakat yerli Türkler, Çerkezleri, Dağlıları ve başka güçler kiralayıp Bulgar halkına çok zülüm ettiler.” Neymişiz biz be…. Vah vah!… Arkadaşlarınıza tavsiye edebilirsiniz. Okuduğunuz için teşekkürler.


Makale ve Analizler - 2018

209

Halkın Formülü

Tarih: 21 Eylül 2018 Yazan: Nedim AKIN Konu: Büyüye koydum az geldi, küçüğe koydum almadı. Rüya görenler, uyurken nelerle boğuşacaklarını önceden bilemezler. Bulgaristan hükümetinde 3 bakan birden değişti. Yeni bakanların bakanlık sayıkladıklarını söylesek, bakımcı oluruz. Kara, deniz ve demiryolu taşımacılığını, yeni teknolojiler ve birçok başka kuruma bakacak olan Bakan Rosen Jelyaskov, Londra’da öğrenim görmüş, 2009 – 2013 yılları arasında Birinci Borisov hükümetinde kabine sekreterliği yapmış, BULGARTABAC Holdingin özelleştirilmesinden parmak yalamış, deneyimli bir siyasetçi. Hatta 2009 meclis seçimlerinde, Sofya kenarındaki Kostenbrod kentinde özel bir basım haneden çıkan bir kamyonda gazeteciler tarafından yakalanan 37 000 (otuz yedi bin) bülten ile ilgili tutuklanan ve yargılanan Jelyaskov’un siyasi yükselişi devam etti. Bakan olarak verdiği ilk demeçte, 2014 yılına kadar Bulgaristan devlet demiryolları ihtiyarları için 42 yeni tren satın alınacağını, bunların ortalama bir saatte 160 km sürat yapacağını ve otobüslerle rekabetin sona ereceğini bildirdi. Şuna dikkat çekmek istiyorum: Bu bakanlığa önce 2 şirket sahibi olan, kadroları gizli istihbaratçıların ini olan “DS” den seçilmiş olan “CİK” sigorta şirketinde görev alan ve Bulgar mafyasını oluşturanlardan biri olan Aleksandır Manolev gösterilmişti. Bulgar basınında kamuoyu oluşturan Konrad Adenauer, Fridrich Ebert gibi Batı vakıflarından olan Soros’un bizdeki yayınlarından “Kapital” gazetesinin Manolev’in rüşvet dosyasını açınca, alelacele sahneden indirildi. İç işleri Bakanı da değişti. 2017 yılında Bulgaristan’da 99 kişinin öldürüldüğü ve bu cinayetleri işleyenlerin 98’inin artık açıklandığı ve tutuklandığı da büyük bir başarı olarak ayrıntılı bilgilerle açık seçik duyuruldu. Bu arada Belgrat’ta çıkan “Politika” gazetesi, Başbakan Boyko Borisov’u öldürmek amacıyla Portekiz vatandaşı Branko Daniels adına hazırlanmış sahte pasaportla ülkemize giren Karadağ vatandaşı – keskin nişancı – Preurek Knejeviç’in tutuklandığını da büyük bir başarı olarak değerlendirdi. Politik sahnedeki gelişmelere, 60 sosyalist milletvekilinin geri dönmemek üzere 20 Eylül 2018 tarihinde parlamentodan çıktığını ve Bulgar siyasi


210

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tarihinde ilk kez böyle bir olay yaşandığını eklemek zorundayım. Bu olay 240 kişilik mecliste 60 sandalyenin boşalması, yeni başlayan çok ciddi bir siyasi bunalıma işaret oldu. Öte yandan, mecliste 4. Siyasi güç olan Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS) ,Genel Başkanı Mustafa Karadayı ile 6 yıl önce siyaset dışına çıkan, özel şirket işleten, DPS “fahri başkanı” Ahmet Doğan’ın Birleşik Amerika Sofya Büyükelçisi Erik Rubin tarafından kulağının çekilmesi dikkati çekti. Bu konuda, konuşulanlarla ilgili resmi açıklama yapılmasa da, bir önceki ABD Büyükelçisi de, Bulgaristan’da Rus sermayeli en büyük özel şirket olan, vergi ödemeyen ve Lukoyl Holdingi, kendi isteği üzerine ziyaret etmişti. 2018 yılında Bulgar enerji pazarında güçlü çarpışmalar yaşandı. Bulgaristan elektrik dağıtım şebekesinin üçte birine – başkenti de içine alıyor – sahip olan ve senetlerini satışa çıkan Çekoslovakya devlet şirketi ÇEZ’i satın almak isteyen 50 bin leva sermayesi Bulgar Bayan’ın ardında Ofshor paralı Rus oligarşi olduğu anlaşılınca oyun dbozuldu. Moskova Bulgaristan’daki etki alanını genişleterek güçlendirme planında yeni bir halka olarak Varna Elektrik Santrali’nin 3-4 bin levaya Ahmet Doğan’a “satılmasını” sahneye çıkarmasında ABD Büyükelçisi Rubin büyük tehlike gördü ve görüşmeye gitti. Bulgaristan Müslüman Türklerinin Rus ve Amerikan çıkarlarının Bulgaristan üzerinde çarpışmasına yem edilmesi kabul edilebilir bir gelişme değildir. Bu gelişmeler halk ruhunda ne doğurdu? Bulgaristan’da iktidar, iktidarın gölgesi ve korkuları beraber hareket ediyor. Halkın gözünde 17 cesede karşı 3 bakanın “kellesinin alınması” başbakan Borisov’u ne adıl, ne ilkeli ne de umut verici yaptı. Basın ve TV dil altında tutsa ve bir türlü cesaret bulup açıklayamasa da, son sosyolojik anketler Başbakan Borisov’un reytinginin % 6 oranında düştüğünü ortaya çıkardı. En ilginç olan ise, “seçim şimdi olursa oyunuzu kime verirsiniz?” sorusuna cevaptan şöyle bir kararlılık çıktı: Ankete katılanların % 55’in şimdi seçim olursa Cumhurbaşkanı Rumen Radev ve TV Showmeni Slavi trifonov’un partisine oy vermek istediklerini açıklamasıdır. Bulgaristan seçimleri için bu çok büyük bir orandır. Bizde 7 milyon seçmen olduğu – Kaynak: Yüksek Seçim Kurulu bültenleri – iddia edilse de, 7 milyon nüfusu olmayan bir ülkede, 7 milyon seçmen olamaz ve yoktur. Burada çok büyük bir yalan-dolan oyunu oynanıyor. Şimdiye kadar seçim sandığından 3,5 milyondan fazla oy çıkmamıştır ve bu oran seçimden seçime azalıyor. Şu da var: iktidar partisi GERB ve ana muhalefet partisi BSP uykuda bekleyen ve iktidar rüyası gören bir % 20 ile % 30 arasındaki bir seçmen kitlesi besliyor.


Makale ve Analizler - 2018

211

Son aylarda Bulgaristan’da kurumlar arası antagonizm (hasımlık) yaşanıyor. 2009’dan beri iktidar olan Borisov-GERP partisi aslında bir siyasi parti değildir. Sağ kanadın merkezinde yer aldıklarını iddia eden bu kalabalığın ideolojisi yoktur. Komünist dünya görüşünden kopamayan bu kitle, diktatör T. Jivkov’un oluşturduğu ve sözüm ona “soya dönüş” zulmünde faşizme yönelen geç totalitarizmin (1980’li yıllar) ruhunu yaşattı ve aşırı milliyetçilerle birleşerek kanatlandırdı. Ne ki, NATO ve Avrupa Birliği üyesi olarak iktidarda kalabilmek için Avrupa yargı değerlerinden yana olduğunu iddia eden bu güçler, ülkede farklı, dış ülkelerde farklı konuşuyor. İkiyüzlülüğün ardına ustalıkla gizlenseler de totalitarizm kalıtı bu güçler 2016 Kasımından sonra 2 büyük yenilgi yaşadı. Birincisinde Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kaybettiler. İkincisinde de, Başbakan B. Borisov Bulgar Ordusu Komutanı görevinden alındı ve bu görev Cumhurbaşkanı General Radev’e verildi. Bugün hemen hemen bütün konularda Cumhurbaşkanlığı ile bakanlar kurulu arasında anlaşmazlıklar ırmağı akıyor. Bu ırmaktaki balıklar hep aynı, kim tutabilirse… İki yakanın yakınlaşıp birleşmesi imkânsız, bunun olabilmesi için ırmağın kuruması yani tüm sorunların çözülmesi gerekiyor. Bu da olacak gibi değil, çünkü temel konularda iki taraf farklı yönlere bakıyor. Bunu, 20 gün süren 3 bakan değişikliğinin gölgeli ve gergin günlerinde yaşadık. Bunalımlar içinde depreşirken ağır yaralanmış olan bir toplumdan ruhu temiz kadro –bakan – çıkarmak zor. Sanki herkesin elleri kirli! Halkın gözüne bakabilecek öncüler kalmamış. Bulgar toplumunun yasal ve yönetim sistemlerinde değişiklikler isteği 16 Kasım 2016’da yapılan referandumda 2,5 milyon Bulgar seçmeninin iradesinde ifade buldu. Halkın isteğinde dile gelen ve seçim sandığından çıkan Rumen Radev – Slavço Trifonov ikilisinin aynı hedefte buluşmasında Bulgaristan’da demokratik ve adaletli anayasa değişikliği ile vatandaş hak ve özgürlüklerinin eksiz tanınması, totalitarizmi derinlere gömme işinin kesin tamamlanması gibi ödevleri gerçekleştirme ışığı görüyor. 2016 – 2018 yılları arasında bu iradenin değişmemiş olması çok önemlidir. Radev, öncelikle yönetimsel sistem değişikliğinden, yürütme sisteminin Cumhurbaşkanlığına devredilmesini anlarken; S. Trifonov politik sistem değişikliğinden şunları anladığını açıkladı: – milletvekili sayısının 240’tan 120’ye azaltılması; – parti listeleriyle seçim yapılmasının yasaklanması; – yalnız majoriter sisteme göre oy kullanılmasını; – siyasi partilere devlet yardımlarının kaldırılmasını; – seçime katılmanın zorunlu olması.


212

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Türk Öğretmenler Birliğinin Doğuşu -1Yazar: Raziye ÇAKIR

Osmanlı İmparatorluğu’nun önemle değerlendirdiği meselelerden birisi maarif meselesi olmuştur. Bu meselenin çözümlenmesinde, etnik gruplar arasında ayrıcalığa meydan verilmemiş, imparatorluk sınırları dâhilinde bütün milletler maarif meselesini garantiye bağlanmıştır. Mesela Bulgaristan’daki Bulgar okulları, “Gabrovo Bulgar Lisesi”ne varıncaya kadar imparatorluğun maddi desteğiyle kurulmuş ve birer bilim ocağı haline getirilmişlerdir. Bulgar okullarına hazırlıklı öğretmen kadrosu sağlamak amacıyla her yıl yüzlerce Bulgar gencini, İstanbul, Edirne ve İzmir’in çeşitli okullarında öğrenim görmeleri için bütün imkânlar sağlanmıştır. Türk, Bulgar ayırımı yapılmamış, hatta Bulgarlar tarafından faaliyetleri, eylemleri tepkiyle karşılanan ve “zararlı” görülen Bulgar aydınları (papaz, öğretmen, yazar, siyasetçi…vb) imparatorluğun göbeği İstanbul’a yerleşerek, Rusların kışkırtmalarıyla imparatorluk aleyhine faaliyetlerini bizzat İstanbul’da sürdürmeye başlamışlardır Rus-Türk savaşından sonra Bulgaristan Türklerinin maarif meselesi amaçlı olarak girdaba sürüklenmiştir. Türk aydınlarına maddi ve manevi baskılar uygulanmıştır. Geçici Bulgar iktidarı, Türklerin maarif meselesine sahip çıkacağı yerde Türk düşmanlığını körüklemeye başlamışlardır. Bir avuç iman sahibi Türk aydını, bütün baskılara karşı, haklarını savunma savaşına başlamış, Türk okullarının varlığını ayakta tutabilmek için azami gayret göstermişlerdir. Fakat yeni ve zamanı için “çağdaş” öğretim sistemine götüren bütün yollar, yardımcı olabilecek bütün kalıplar merhametsizce kapatılmıştır. Türk okullarına maddi ve manevi destek, planlıprogramlı öğretim, Türk öğretmenlerine devlet yardımı, ders araçlarının sağlanması gibi yüzlerce mesele askıda bırakılmıştır. Uyanık Türk aydınları bu ve buna benzer konuların çözümünde, bilinçli bir örgüte ihtiyaç duymuşlarsa da, XX yüzyılın başlarına kadar baskılar karşısında bunu gerçekleştirmekten çekinmişlerdir. Bulgaristan Türklerinin maarif meselesiyle ilgili cesaretli adımları ancak 1905 yılında atmıştır. Öncülük edenlerin başında Ali Fehmi Bey, Hafız Abdullah Meçik, Tahir Lütfü Bey, Ali Haydar Taner, Osman Nuri Peremeci, Ahmet İhsan gibi Türk aydınları gelmektedir. Bunların hepsi modern ve milli maarif yanlısıdır.


Makale ve Analizler - 2018

213

Ali Fehmi Bey Rus-Türk savaşından sonra ayilecek Türkiye’ye göç etmişlerdir. İstanbul’da Mülkiyede okumuş, İsviçre’de yüksek öğrenimini (Siyasal Bilimler) tamamlayınca yurda dönmüş. Kırklareli’de bir lisede bir kaç yıl Fransızca öğretmenliği ve okul müdürlüğü yapmıştır. Daha sonra yine Bulgaristan’a dönmüş. Burada “Gayret” gazetesinde çalışmaya başlamış, daha sonra Filibe’de “Muvazene” ve “Ahali“ gazetelerini çıkarmasında öncülük etmiştir. Ali Fehmi Bey, 1907’den sonra diplomatik hayata atılmış, Afganistan’da ve Sofya’daki Türkiye elçiliklerinde çalışmalarını sürdürmüştür. Gazeteciliği sırasında yazılarında, Bulgaristan’daki Türk okullarının ıslahı, Türk Öğretmenler Birliğinin kurulması, eğitimin çağdaşlaştırılması gibi birçok önemli meselelerin çözümüne gidilmesini savunmuştur. Önce okullar arasında iletişim sağlanır. Kongre’ye gidilmesi konusunda müzakeresi yapılır. Bu inisiyatiflerin idare ve denetim işlerini yüklenen “Tuna” gazetesi, ilk kongrenin 17-20 Temmuz 1906 tarihlerinde Şumnu’da yapılacağını bildirir ve bütün Türk öğretmenlerini bu kongreye davet eder . Kongre, çalışmalarına 17 Temmuz 1906 tarihinde Şumnu’da başlar. Fakat sıkı takibat sonucu bu kongreye ancak 25 öğretmen katılma cesareti gösterir. Kongrenin yapılması sırasında bir dizi engeller çıkar. Bu durum karşısında Şumnu milletvekili Talat Tokalıoğlu devreye girerek, I. Kongre’nin Saatli Cami’de yapılmasını sağlar. Bulgaristan Türkleri tarihinde büyük önem arz eden kuruluşa MUALLİMİN-İ İSLAMİYYE CEMİYET-İ İTTİHADİYYESİ adı verilir. Lom’da yapılan Kongre’de adı TÜRK ÖĞRETMENLER BİRLİĞİ olarak kabul edilir. Devam edecek


214

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Vatan Bizimle Ve Bizde Yaşayandır Vatan sevgimiz Tarih: 29 Eylül 2018 Yazan: Neriman E. Kalyoncuoğlu Konu: Bizim şiirimiz gerçek yaratıcılıktır. Bulgaristan’daki Müslüman Türklerin şiiri, genelde bütün yaratıcılığımız bir birlik ve bütünlük sergiler. Biz, çok uzaktan gelen bir bol sulu ırmağın, başka bir bol sulu ırmak olan Tuna’ya dayanan ucuyuz. Şiirimiz ve bütün yaratıcılığımız Türklüğümüzü, Türk kimliğimizi taşıyan, duyarlılıkla zenginleştiren veya içine kapayan bir algıdır. Turan’dan Küçük Asya’ya akmış, yolda Pers ve Arap maneviyatından seçtiğini almış, Rum Diyarını Türkiye yapmış, Osmanlı Türkleriyle Rumeli’ye taşmış, devrimci uyanışla Türk kimliğini ve Bulgaristan Müslüman Türkleri imgesini yaratmıştır. Biz, Asya şiirini bir yere kadar Balkanlara ve Avrupa’ya taşıyanlarız. Orta Asya’dan yola çıkan Atalarımızın ruhu savaşma gücü, aşk, çıkışma ve dördüncü bir unsur olan “şarapla” beslenmiştir. Geçmiş çağlar, kültürler ve evrensel şahsiyetler bu ruhsal güçte birbirini etkilemiştir. Yaratıcılığımız daha iyi anlaşılsın ve kucaklansın diye efsane, masal, hikâye, destan, kısa ve özlü sözler ve atasözleriyle dilden dile gelmiştir. Orta Çağda Batı Kültüründen yakın ve uzak kültürlerden çok daha ileri ve üstün olduğumuzu atalarımız iyi biliyordu. Bu kültürün Türk kimliğini belirlemesinde ünlü halk şair, ozan ve düşünürlerinden Ahmet Yasevi (1093 – 1166), Yunus Emre (1240), Hacı Bektaşi Veli (1209-1277), Pis Sultan Abdal (1480 -1550) Mevlana Celalettin Rumi (1207 – 1273) olağanüstü büyük rol oynamışlardır. Örneğin eski İran’da gizlenmeyen şeyler diyeceğimiz esin ve güç kaynaklarının – ateş, öksürük, sükûnet halindeki değişme, aşk ve şarap olarak görüyoruz. Ömer Hayyam (1048 – 1122) ve Hafız )1324 – 1391) vs ustalığı günümüzde hayranlarını şaşırtarak yaşıyor. Orta Çağlarda bu kültürü Batı’ya taşıyan ve Aydınlık çağını eken Henrich Friedrich Dietz (1751 – 1817), Joseph von Hammer Purgstall (17741856), Johann Wolgang von Goethe (1749 – 1832) vs oldu. Doğu-Batı Divanı böyle doğdu.


Makale ve Analizler - 2018

215

Kadim zamanların Arapları, kabileler halinde kültür ve eğitimden uzak bir hayat sürdürürken savaş, intikam ve zafer özlemiyle tutuşuyorlardı. Bu durumda şairler de kabileleri hep yeni savaş şiirleriyle ateşlemişlerdi. Hatta kahraman savaşçıların birçoğu bizzat şairlerin kendileridir. Bu şairlerin esin aldığı unsurlarından, intikam, nefret ve düşmanlıktan parlayan alevler belirleyici olmuştur. Doğu şiiri ve edebiyat ırmağı bize bilim, din ve mistisizmin en güzel rüzgârlarınca kırbaçlanarak gelir. Ne ki asırlar süren bu yolculukta yukarıda sıraladığımız şiirsellik kamçılayan unsurların birçoğu yolda kaldı ve yenileri doğdu. Orta Asya Hikmeti’nden ve İran Divan şiirinden beslenerek biçimlenen Osmanlı Divanı Rumeli’ye de taşmış ve orada çok değerli temsilciler doğurmuştur. Bu yüce yaratıcılığın 19. Ve 20. Yüzyıldaki dev temsilcileri Namık Kemal (1840-1888), Mehmet Ersoy (1873 – 1936), Yahya Kemal Beyatlı (1884 – 1956) bugün de Bulgaristan üzerinde Çoban Yıldızı gibi parlıyorlar. Şairlerimizin yüreği Bulgaristan’da yeni bir ahenk için durulmuş ve vatan sevgisi, iyilik, hoşgörü, aşk, emeğe inanç kanat açarken, hiç biri kendini dini duygulardan sıyırmadan, Tanrıya açılan bir ruh penceresinin sürekli açık olduğuna hep inanmıştır. Yerleştiğimiz yeni diyarın kendi dünyamızı tamamlayacağı ve ebediyen bizim olacağı inancı böyle doğdu ve yaratıcılığımıza yansıdı. MEMLEKETİMİZ Karlar var dağlarında Bülbüller bağlarında Cesur eder dereler Yeller şarkı besteler Dağın taşın cevherdir Havan tatlı meltemdir Candan sevdik severiz Cennet memleketimiz. 13 Mayıs 1997 Gerlovo / Ali Ali Tiryaki Bizim diyarda yeşeren ve yüzleştiğimiz Bulgar şiirinde ise intikam, nefret ve düşmanlığın rağbette olduğunu görebildik. Hristo Botev gibi şairlerin savaşıma bizzat kılıç elde, Peyo Yavorov “Martin” sırtta vb katıldıkları biliriz.


216

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Sert çelişkiler ortamında Bulgaristan Müslüman Türk şiiri, medeniyetler arasında uçurumlar açılırken, birbirini kovalayan 20. Yüzyıl savaşları ardında müthiş bir harabe bırakırken, soy geleceğimizi şiddet ve zorbalıklar ezerken, hatta Büyük Göç, kimlik değiştirme ve kültürel soy kırım yaşadığımız bir yüzyılda doğarken yaşam hakkı istedi. GEÇİT VER KAMÇI Kenarında ölgün yatar Milletim Uyanmaya muhtaç. Budur zahmetimi Bunun için çarpar göze mihnetim, Dertlerim sorma ah deli Kamçı. Her köy odasında kaldım bir gece Milletin derdini soruşturdum nice Umutlu devalar sürdüm gizlice Allah’tan şifalar diledim Kamçı Rusçuk 1923 /Mehmet Behçet Perim (1885 – 1965)

Vatan sevgisiyle dolu hayatımızın demir başları vardır ve bunlardan biri dibek taşlarımızdır. DİBEK TAŞI Merhum dedemden kalan avlumuzda Bir dibek taşı var, göz değmesin Gün geçmezdi komşular akşam sabah Buğday arpa tokmaklardı yorgun argın Tokmaklanan bir yaşamdı, söz değmesin. 1999 Ak Kadınlar / Halil İbrahim Meşeli Bulgaristan’da bize en sık söylenen söz “alın başınızı gidil oldu!” Şairlerimizin cevabı ise şöyleydi:

BEN SENİNLE VARIM Ben seni bırakmak için sevmedim Benim bağrı yanık Ufacık tefecik


Makale ve Analizler - 2018

217

Çilekeş memleketim. Ben seninle varım Seninle yaşarım Hangi soysuz beni Senden edecekmiş şaşarım. Ben seni Benim olsun diye sevmedim Benim bağrı taşlı Gözü yaşlı memleketim. Sen beni Çocuklarıma götüren Günahsız ak pak bir yolsun Bana seni çok görenlerin İki gözü kör olsun. Ben seni Başkasının olsun diye sevmedim. Benim bahtı kara İçi kara memleketim. Ağlama gayrı Dinsin göz yaşların Ben baharlar getireceğim Senin kara kaşına Yağmurlar yağdıracağım Mutluluk yağmurları Toprağına taşına. Filibe 1993,Faik İsmail Arda (1935 – 1995)

Mücadeleler içinde geçen bir hayatın hikayesidir bizim şiirlerimiz. Dehşet verici manzaralardan korkmadı. Ötekileştirmeden yılmadı. Uğursuz kadere yenilmeden, şanslı günler aradı. Bizimki yeniden doğuştu. Şairlerimiz renkli, bereketli, pırıl pırıl bir Vatan seması işlediler. Vatanımızla birlikte semasında uçan kuşları bile kıskandılar. Bizi mal mülksüz, parasız, itibarsız, adaletsiz ve asal etsiz bir dünyada yaşamaya zorladılar. Bu halde yaşamayı bir köpek bile istemezken, diz dayandık diyemedik. Istırap ve sevinç varoluşun iki kutbuyken, bize hep birincisi düştü. Çektiğimiz acılardan, vatan ve insan sevgisinden, insanlarımızın duyumlarından yeni bir ruhun doğması hep engellendi. Bütün zaferlerimizin sembolü olan bir kişiliğe ihtiyaç duyduk. 1989’da % 50’miz yurttan kovulunca ayaklanmada yoğrulan zafer sembolümüzle yanıp tutuşan kişiye…


218

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Her şeye rağmen, Bulgaristan Tarihinde Bulgaristan Müslüman Türklerinin özgün rolü ayakta dik kaldı. Biz zaten çekilerimizi hafifletecek ve günahlarımızı af edecek biri geleceğini düşünmemiştik. Geleneksel kültürümüzden, kimliğimizin ilk dokusundan güç alıp bir önderin önümüze geçeceğine içten içe hep inanmıştık. Gölgeleri okuyamamışız. İçimdeki düşmanları görememişiz. Onlar da bizi tanıyamadı. Kendi kendine dolup boşalan halk hafızamız olduğunu bilemediler. Tarihteki olumlu değerlerin, şiirimizin, halk yaratıcılığımızın asla yok olmadığını ve zamanı geldiğinde kendiliğinden canlandığını da öngöremediler. Yüz yıl uyutulan halkların bile bir tek kıvılcımla uyanacağını da düşünemediler. Ve bütün bunlar gönülden beyaz kağıda akarken 200’den fazla şairimiz ilk dalı vatan sevgisi olan bir edebiyat oluşturdu ve bizi edebiyatı olan halkların arasına kattı. Devam edecek. Paylaşırsanız memnun olurum. Sağlıcakla kalınız!


Makale ve Analizler - 2018

219

Adalet Olmayan Yerde Huzur Olmaz Tarih: 30 Eylül 2018 Tercume: Raziye ÇAKIR Kaynak: Faktor.bg–çeviri Konu: En haklı davamız çöpe atılıyor.

Güya “Soya Dönüş Süreci” süreciyle ilgili ceza alan olup olmayacağına savcılık bir haftaya kadar karar vermezse, dava çöpe gidiyor. Etnik ayrım ve düşmanlık kışkırtma dahasında sanık olan Todor Jivkov, Dimitır stoyanov, Penço Kubadinski ve Georgi ATANASOV’TAN YALNIZ sonuncusu hayattadır. YARGILANAN VE CEZALANDIRILAN YOK. Adına “Soya Dönüş Süreci” denen sorgulamanın kaderi ile ilgili karar alıp son sözünü söylemesi için Sofya Askeri Şehir Savcılığı bir haftası daha var. Zor kullanılarak asimile edilmek istenen Bulgaristan Müslümanlarından mağdur olanların bir kısmı, 1991’de açılan bu davanın daha süratli bakılması için mahkemeye başvuruda bulunmuş olsalar da 1991’de açılan davanın süresi çoktan geçmiştir. New.lex.bg. Askeri İl Savcılığı yorumlarında, mağdurların dilekçe sunmasından sonra davanın Sofya Şehir Mahkemesine (SŞM) gönderildiği ve son tarih olarak 5 Eylül 2018 günü gösterilerek, bu davaya bakan savcının bir hafta içinde görüş açıklaması istenmiştir ki, bu süre bir haftada dolacaktır. “Soya Dönüş Süreci” adıyla açılan davada mağdurlarından biri olan Şükrü Mehmet Verilen Zarardan Devletin ve Belediyelerin Sorumluluğu Kanununa göre, birey olarak, davanın uzamasından sorumlu olanların cezalandırılmasını ve toplam isteğini gizli tutarak, üst sınırı 100 bin leva olan istekten, savcıdan 5 001 leva talepte bulunmuştu. Birinci dereceli mahkeme olan Sofya Bölge Mahkemesi yargıcı Dayana Topalova geçen yıl aldığı bir kararda, savcılıktan 100 000 leva tazminat isteğini haklı buldu ve Şükrü Mehmet’in 5 001 leva isteğini kabul etti. Birkaç gün önce Mehmet Şükrü İkinci Derece mahkeme olan Sofya Şehir Mahkemesi’nde de davayı kazandı, fakat ödenmesi gereken tazminatın miktarı 30 000 levaya düşürüldü. Sofya Şehir Mahkemesi kararında, son 15 yılda dava ile ilgili soruşturmanın gerekçesiz geciktirildiği kaydı yer aldı. Kararda, “Davanın hiçbir gerekçeye dayanmadan uzaması şeklinde karakterize edilen bu somut ceza davasının haksız yere gecikmenin, Bulgaristan Cumhuriyeti Savcılığı bünyesinde görev yapan ve yöneten ve karar alma işlevini gerçekleştiren ön


220

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tahkikat organlarının duruşma öncesi sergilediği tavır nedeniyle meydana gelmiştir.” Deniyor. Bölge ve Şehir Mahkemesi olarak her iki yargı derecesine göre, dava ağır ve karmaşık olmamasına rağmen, savcılığın ön soruşturmayı tamamlamayarak davayı mahkemeye taşımayı engellediğinden dolayı Şükrü Mehmet tazminat alamadığı ve adaletin yerini bulmadığı görüşünde birleşirken, adaletin yerini bulmasına engel olunmuştur. Aslında 1994 ve 1998’de olmak üzere, savcılık suçlama dosyasını iki defa mahkemeye sunmuş, fakat her iki defasında da delil yetersizliğinden geri çevrilmiştir. İlk duruşmada ETNİK AYRIM VE DÜŞMANLIK KIŞKIRTMA DAHASINDA SANIK OLAN TODOR JİVKOV, DİMİTIR STOYANOV, PENÇO KUBADİNSKİ VE GEORGİ ATANASOV sanık olarak tebligat aldı. Daha sonraki duruşmalarda, suçlamalar askeri görevlilere yönetildi ve duruşma salonunda yalnız Todor Jivkov, Dimitır Stoyanov ve Georgi Atanasov kaldı. Jivkov ve Stoyanov’un ölümünden sonra, sanık olarak yalnız eski başbakan Georgi Atanasov kaldı. Yüksek Mahkeme Yargıçlarının o zamanki savcılığa gönderdiği talimatların gecikmeye neden oluşturduğu saptaması tartışma konusu olmuştur. Savcılığın iddialarına göre, birey olarak davacı olan ve mağduriyet talebinde bulunan kesin tespitlerinin yapılması amacıyla “Belene” ye sürgün edilen ve diğer hapishanelerde kalan sözüm olan “soya dönüş süreci” kurbanlarının hepsinin bulunup sorgulanması istenmiştir. İkinci defa açılan dava, daha önceki taleplerin yerine getirilmediğinden dolayı başka bir tarihe alınmıştır. 1998 Mayısından sonra Sofya Askeri Savcılığına devredilmiştir. 2003 yılına kadar askeri savcılık, “Belene” kampında kalanlarda 446 kişinin veya akrabalarının isimlerini ve adreslerini tespit etmiş ve 312 kişi sorgulanmıştır. Daha fazlası Türkiye’de kalan diğer 134 mağdurla ilişkiye girilememiştir. Sofya Şehir Mahkemesi’nin kararında, o zamanki Baş Savcı Yardımcısı Hristo Mançev’in 2003 tarihli mektubunda yer alan, soruşturmanın artık tamamlandığı, fakat yüksek mahkemenin mağdurların hepsinin sorgulanması talebinin yerine getirilememiş olmasının yargılama talebinin mahkemeye gönderilmesine engel olduğuna işaret edilmiştir. Başkan Rozinela Yançeva, genç yargıç, rapor yazıcı Aleksandrina Donçeva ve Ralitsa Dimitrova bilemimindeki Sofya Şehir Mahkemesi’ne göre, yüksek mahkemenin taleplerinde, savcılık mağdurların hepsinin isimlerini ancak sıralamalıdır, her birini sorgulaması gerekmez, dendiğinden dolayı, bu ağır bir ödev sayılmaz. Mahkemenin gerekçeli kararında şöyle deniyor:


Makale ve Analizler - 2018

221

“Yüksek mahkemenin talepleri yerine getirilirken, öncelikle suçlamanın hazırlanması ve davacıların haklarını davanın daha sonraki bir aşamasında kullanılma hakkını kendilerinde gizli tutma hakkına saygı gösterilmesi ve halen Türkiye Cumhuriyetinde ikamet eden sözüm olan “soya dönüş süreci” mağdurlarının hepsinin bulunup sorgulanmasına ilişkin talimatları doğrultusunda eksiklikler olduğu görülüyor. Yüksek Mahkeme ve Yüksek Temyiz Mahkemesi – Askeri Bileşimi – görevlilerinden biri tarafından hazırlanan her iki talimatta, caza davasına konusu olan, işlenen suçların mağdurlarının kimliklerinin tespit edilmesi ve bu kişilerin isimlerinin davacı tarafından teker teker listede sıralanması yönünde görevlilerinden biri tarafından hazırlanan her iki talimat olduğu saptanmıştır. Sofya Şehir Mahkemesi kararına göre, bir cinayetin kanıtlanması, yeterli sayılan, fazlası ise ancak davayı uzatacak olan, belirli miktarda delil toplamakla bağlı olduğundan dolayı, karşı bir görüş mantıksız olur. Kararda devamla, “Bu somut dava bu türdendir. Suçtan zarar görmüş olan belirli mağdur sayısının, mağdurların her biri ayrı ayrı sorgulanmadan kapsamlı ve objektif bir karar alınmasının zor olduğundan dolayı, fakat bunun yapılması yönünde yüksek mahkeme görevlilerinden böyle bir talimat gelmiş olmamasına rağmen, gerekli tahkikatı yaparken geciken savcılık davanın sonuçlanmasının gecikmesine neden olmuştur.” Deniyor. “2003 yılında savcılığın o an davanın sonuçlandığı savını açıklamasından sonra, gerekçe gösterilemeyen gecikme, aynı anda başlamıştır” ek tespiti yapılıyor. Şükrü Mehmet’in yeni bir davada bulunacağı isteğin haklı olacağını dikkate alarak, Sofya Şehir Mahkemesi heyeti dilekçe sahibinin sunduğu adli tip bilirkişi raporunu göz önünde bulundurarak, tazminatı 30 000 leva olarak saptamıştır. Sözüm ona “Soya Dönüş Süreci” başlarken Kırcali kentinde Alman dili öğretmeni olan Şükrü Mehmet’in tutuklanarak “Belene” kampına kapanması ve daha sonra da Monta köylerinden birine sürgün edilmesi ve sonunda Türkiye’ye göç etmesi, bu davanın gecikmesinden meydana gelmemiş, geçen yüzyılın 80’li yıllarında gördüğü baskı ve işkencelerin sonucudur. Bu karar kesin değildir ve Yüksek Temiz Mahkemesinde itiraz edilebilir.


222

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Milli Azınlık Olarak Tanınmalıyız Azınlık sorunu – Tarih: 27 Eylül 2018 Yazan: Ertaş ÇAKIR Konu: Bulgaristan Türk azınlığı sorunlarının Türkiye ile olagelen bir sorun olarak gösterilmesi tamamen yanlıştır. Bulgaristan “milli azınlık” kategorisine kendi tanımını veremedi. Etnik, dil, din ve kültür azınlıklarını tanımamak hiçbir soruna asla çözüm olmadı. “Milli azınlık” çoğunluktan farklı olan bir halk topluluğudur. Milli azınlığın tanımı anadil, din ve kültürel gelenekler esas alınarak yapılabilir. Dilimiz Türkçe, dinimiz İslam, Kültürel geleneklerimiz Doğu ve Müslüman kökenli olduğu için, anadilimizde yaratılmış edebiyatımız olduğu için, belirli yerlerde beraberce ve kendi adet ve ahlak kurallarımıza göre yaşadığımız, yeni, demokratik ve modern olanı kendi duyumlarımızla algılamaya ve özümsemeye açık olduğumuz için farklı olanlar. Farklı vasıflarımız birçok özellikleriyle emsalsiz olup yüksek değerli niteliklerdir. Bunun için biz, çeşitlilik içinde birlik veya birlik içinde çeşitlilik sloganını yükselttik. Biz halkımızın bu şiarı bağrına basacağına inanıyoruz. 1989 Mayıs Ayaklanmasına bu şiarla gittik. Bulgaristan’ı parçalamak istemedik. Aramıza sınır çekmek istemedik. Çeşitlilik içinde birlik ve birlik içinde çeşitlilik hepimizin bütün yaralarımıza mehlem olacak, gözümüzü yeniden açacak, bize deniz feneri olacak bir ışıktık. Kardeşlerimiz, daha 1989’da hak ve özgürlükleri uğruna direnişe kalkarken memleket param-parçaydı, bize silah çekilmiş, yarımız hapiste, diğerlerimiz toplama kamplarında sürgündeydi. Fakat korkmadık, kötü olanın karşısına dikildik. Bizi birleştiren bugün de BİRLİK, bu vatan hepimizin bilinci ve anlayışıdır. Bulgar propaganda makinası, yıllar önce nalları diken, fikirsizlikten nefes alamayan Ahmet Doğan’ın Özgürlük, Sorumluluk ve Tolerans balonlara yazıp uçurtma gibi uçurmaya başladılar. Buna vesile olarak, Eylül 2018 sonunda, ABD Büyükelçisi Erik Rubin’in Hak ve Özgürlük Hareketi (DPS) Sofya Genel Merkezine yaptığı 2-saatlik


Makale ve Analizler - 2018

223

ziyaret kullanılmaya başlandı. Bu görüşmede ele alınan politik sorunlar ile ilgili DPS partisi bir resmi açıklamada bulunmadı. Bu bakıma, şimdiye kadar BİRLİKTELİK olan DPS şiarının Özgürlük, Sorumluluk ve Tolerans şeklinde değiştirilmesi dikkati çekti. Aslında bu Avrupa Birliğinin sloganıdır. 17 Aralık 2015’te Doğan “Saray Konuşmasında” L. Mestan’ı partiden kovarken, liberal fikirlerden vaz geçtiğini açıklamıştı. Altında HÖH Partisinin “Ataka” partisinden Brüksel ve Sofya meclisi eski “faşist” milletvekilleri Slavi Binev ve Kamen Petkov’u HÖH listesinden milletvekili göstermişti. Bu, Bulgaristan Türklerine “siz benim kölemsiniz” istediğimi yaparım, demek oldu. Bu küstahlık devam ederken, isimlerimizin değiştirilmesinde olağanüstü büyük ve sonuç belirleyici rol oynayan General Semerciev ile BKP MK Politik Büro üyesi Penço Kubadinski’ye bronz anıt dikmekle yüzümüze tükürdü. Bu hain ne sorumlu, ne özgürlükçü ne de hoşgörülü biridir, sahibini ısıran bir köpektir. “Özgürlük” Türk partisinin – Hak ve Özgürlük Hareketi -isminde ve ilk sloganında vardı. Bulgaristan’daki Müslüman Türklerine özgürlük, ekmek gibi ekilip biçilen, buğdayla öğütülen, elenen, karılan, mayalanan, kabarınca pişirilen ve yenen bir şey olarak açıklandı. Ekmek hayatımızın olmazsa olmazıdır. Bize hayat gücü veren ve bizimle yaşayan, devamlı ihtiyaç duyduğumuz bir şeydir. Özgürlük nefes almak, öksürmek, kendi kültür denizinde yüzmemizdir. Birlikte olmamız, umut ve mutluluğumuzdur. Özgürlük bulutlara el atıp rahmet çağırabilmemiz kadar önemlidir. “Sorumluluk” DPS sloganına yeni işlenmiş. Bizden, 28 yıldan beri “gösterdiğimiz kişiye oy vermekten başka bir sorumluluk istenmedi ki”, oyumuzu onlara verdikçe özgürlük çemberimiz daraldı. Hem Doğan, hem de Mestan bizden kendi tarlamıza Bulgar kimlik tohumu ekmemiz istendi. Biz yok olma özgürlüğü istemiyoruz. İkisi de hep özgürdü. Sofya Müslüman Mezarlığı sorununu çözebilirlerdi, parmaklarını dahi kıpırdatmadılar. Türkçe TV programı açabilirlerdi, paraları barlarda harcadılar. vs. vs. vs. Doğan Bulgaristan’daki Müslüman Türklerin huzurundan, Türk-Müslüman Kimliklerinin korunmasından ve gelişmesinden sorumluyum dedi. Evet, 28 yılda 1 Türk anaokulu, bir ilkokul veya ortaokul açmadı. Türkçemizi neden zorunlu ders yap(ıl)madı? Bu umutlarımız gerçekleşsin diye, isimlerimizi değiştiren, cami kapılarımıza kilit takanlardan ırkçı Cumhur-


224

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

başkanlarına oy vermemiz istendi. Kolektif ihanete, küçülmeye zorlandık. Bulgar sosyalistlerine koltuk değneği olduk!. Dahası da var. Hangi sorumlulukla Volen Siderov’a “Ataka” faşist partisini kurma parası verildi. Doğan imzasıyla 1.600.000 leva verildi. Aşırı milletçilerle birlik olup 26 Mart 2017’de seçmen ninelerimizin sınırda tartaklanmasına, sandık baskısı uygulanmasına göz yumdunuz. Bu dolaplardan sorumlu olan siz değil miydiniz? Şu da var. Siz düşmanlıkların yasallaşmasına göz yumdunuz! Bulgar milletinin değişik etniklerden oluştuğu gerçeğinin yassallaşıp uygulanmasından sorumlu değil misiniz? Türk etnikli Bulgar vatandaşlığının milli azınlık olarak tanınması Bulgar devleti (parlamento, hükümet ve yerel yönetimler) tarafından din işlerinin (diyanetin), anadil ve kültür gelenekleri öğretiminin etkin bir şekilde desteklenmesi ve toplumun her dalında eşit koşullarda etkinlik hakkı bulabilme anlamına gelir. Müslüman Türklerinin kolektif (ortak) haklarının tanınmasıdır. Bu hakkımızın 1991 Anayasasına işlenmesini neden istemediniz? Bulgar yasaları azınlığımızın ortak haklarını tanımıyor. Siz bu konuda ne yaptınız? Anayasanın ve Bulgaristan’ın taraf olduğu devletlerarası anlaşmalardaki bireysel (kişisel) hakların birlikte kullanılmasına devletin angaje olmasına da aynı yasalar imkân tanımıyor. 3 defa hükümete katıldınız, ortak oldunuz. Bunu neden değiştirmediniz? Bu soruna üstünkörü baktınız. İkisi aradaki fark az gibi görünse de, olsa da, anlamı büyüktür, önemi ise çok daha büyüktür. İmtiyaz istemiyoruz, eşitlik, eşit hak istiyoruz, bizler tüm Bulgaristan vatandaşları birinci sınıf vatandaş olmak istiyoruz, ortak haklarımızı istiyoruz. Etnik azınlık topluluklarının ortak haklarının tanınması ve entegre edilmesi problemi bir dünya problemidir. Buna dayanarak Avrupa kurumları Milli Azınlıkların Savunulması Çerçeve Sözleşmesini ve İnsan Haklarını Savunma Sözleşmesini kabul ettiler. 1997 yılında Bulgaristan Cumhuriyeti Milli Azınlıkların Savunulması Çerçeve Sözleşmesine katıldı. O zaman İvan Kostov hükümeti iş başındaydı. Milliyetçilikleri açıkça sırıtan bir grup komünist milletvekili (DPS elitinin desteğiyle) Çerçeve Antlaşmasını Bulgaristan’ın imzalanmasına saldırıda bulundular. Bir bütün olarak anayasa ve bazı maddeleriyle çelişki halinde olduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurdular. 18 Şubat 1998 tarihinde aldığı kararla Anayasa Mahkemesi isteği şu gerekçeyle reddetti: “9 Ekim 1997 tarihinde imzalanan Milli Azınlıkların Savunulması Çerçeve Sözleşmesi’nin 7.8.9.10


Makale ve Analizler - 2018

225

ve 11. Maddeleri olduğu gibi, bir bütün olarak da bu antlaşma Bulgaristan Anayasası’na uygundur.” 1998 yılında Halk Meclisi Çerçeve Sözleşmesini bir yasayla onayladı. Bu da sözleşmeyi Bulgar yasama sisteminde uygulanması zorunlu etti, sanki olay noktalandı. Olay bitse de, açık sorun kaldı, çünkü bu Sözleşme katılan devletlere anlaşmanın ruhuna bağlı kalma şartıyla anayasalarına göre “milli azınlık” kategorisine kendi tanımını yapma imkânı tanımıştır. Bulgar Meclisi 20 yıldan beri “milli azınlık” kategorisine tanım getirmiyor ve bu da pek çok soruna kaynak oluyor. Bu konuda – milli azınlık ve milli çıkarlar, Türk azınlığının öz hakları – gibi tanımlar getiren belgelerin hazırlanmasına DPS neden öncülük etmedi??????? Nerede sizin sorumluluğunuz ?????? Yasayla onaylanan bir Sözleşmeye konu olan bir kavrama 20 Yıldan beri tanım getirmeye yanaşmayan Bulgar Parlamentosu’nda göbek kaşıyanlar siz ve adamlarınız değil midir? Çerçeve Sözleşmesindeki azınlık haklarına hayat hakkı tanınacak mı? 3 milyon vatandaş haksızlığa dayanamadığından gurbetçi oldu. Boşa beklemek ne zamana kadar? 2011 yılında yapılan resmi nüfus sayımında kendini etnik Türk olarak kaydettiren 588 318 kişinin Bulgaristan nüfusu içindeki oranı kaçtır? Bu oran azınlık olarak tanımlanmaya yeterli midir? Bu sorunun cevabında azınlık tanımına gerekli orandan daha kalabalık bir nüfus olduğunu görüyoruz. Dilleri, dinleri ve kültürel gelenekleri farklı olan bir etnikten olan insanlar – milli azınlık vatandaşlarıdır. Şöyle ki “milli azınlık” gibi tanımı yapılmayan iki sözün oluşturduğu kavramın kullanılmasında, Bulgar milletinin çağdaş karakterine vurgu yapabilmek ve “milli” kavramının çök yönlü yorumlanmasından doğacak sahtekârlıklara kurban edilmemek için “vatandaş” kavramını da eklemek gerekir. Bulgar kurumları, söz konusu terimin anlamını ve önemini kendileri bilmezken, Bulgar soy kökenli grupların diğer devletler tarafından milli azınlık olarak tanınması ve anadillerini ve geleneklerini öğrenirken ilgili devletlerden destek almalarının güvence altına alınmasını hangi temele dayanarak istiyorlar? Ukrayna ve Arnavutluk’ta elde edilenler övgüye değerdir, fakat bunlar Bulgar meclisinde onaylanmış olan Çerçeve Sözleşmesi metnini ölü sözler olarak kabul edilmesine olanak tanımaz.


226

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Sözleşmenin 15. Maddesinde şöyle deniyor: “Taraflar, milli azınlıklara ait olan kişilerin kültürel, sosyal ve ekonomik yaşama ve özellikle kendilerini ilgilendiren toplumsal etkinliklere verimli katılımlarına gerekli olan koşulları yaratmakla yükümlüdür.” İşsizlik bir salgın olan, mali baskı ise tütün üreticilerini iyice ezen Türk ahalisi bölgelerinde ekonomik hayata verimli katılabilmesi için ne gibi koşullar yaratılmıştır? Bu bir milli tartışma konusudur. Bulgaristan’da Türk azınlığın tanınmasına düşman olanların öne sürdükleri sözde delillerin hepsi uydurmadır. Buradaki soru şudur. Türkiye Cumhuriyeti’nin “Bulgaristan’dan böyle bir isteği olmamıştır.” Bulgar devletinin kurulduğu günden beri Türkiye Bulgaristan’a karşı hiçbir zaman düşmanca davranmamıştır. Osmanlı imparatorluğunun “yeni Osmanlıcılık” olarak Balkanlara dönmeye çalıştığı savları asılsızdır. Dostane ikili ilişkilerimizin sağlam temelleri vardır. 1925 yılında Ankara’da (Angora) iki devlet arasında imzalanan Bulgaristan ve Türkiye Dostluk Anlaşması’nın 1. Maddesinde şöyle denmiştir: “Bulgar Çarlığı ve Türkiye Cumhuriyeti arasında üzerine gölge düşürülemez barış, samimi ve ebedi dostluk var olacaktır. Bu anlaşmadan kopmaz bir parça olan Ek Protokolde şunları okuyoruz: “İki hükümet, Neuilly Anlaşmasında yer alan, azınlıklar üzerindeki himaye ve hükümlerin hepsinden yararlanma hakkını, Bulgaristan’daki Müslüman azınlığa, Lozan Anlaşmasında yer alan, azınlıklar üzerindeki himaye ve hükümlerin hepsinden yararlanma hakkını ba Türkiye’deki Bulgar azınlığa tanımayı karşılıklı olarak kabul etmiştir.“ Anlaşma süresizdir. Bugün de geçerlidir. Bulgar siyasi temsilcilerinden hesap sorulmasına bu gün de gerekçe sunmaktadır. Bulgaristan Cumhuriyeti ile Türkiye Cumhuriyeti arasında Dostluk, İyi Komşuluk, İşbirliği ve Güvenlik Antlaşması olmak üzere, geniş kapsamlı yeni bir ikili antlaşma imzalandı ve 1992’de Halk Meclisi’nde onaylandı. Bu antlaşmanın 1. Maddesinde şöyle deniyor: “Bulgaristan Cumhuriyeti ile Türkiye Cumhuriyeti, ilişkileri karşılıklı güven, işbirliği ve iyi komşuluğa dayanan iki dostane ülkedir. Daha önceki ikili anlaşmaların hepsinden farklı olarak bu anlaşmaya “iç işlerine karışmama” ilkesi eklenmiştir. General Kenan Evre’nin T. Jivkovla mutabık kaldığı “eti senin kemiği benim” siyasetinin devamı olan “iç işlerine karışmama” maddesi, M. Yıl-


Makale ve Analizler - 2018

227

maz gibi dış işleri bakanlarının Bulgaristan Türklerinin geleceğine düşürdüğü çok büyük bir gölgedir. Yerli Türkleri kimliksiz hain ajanlara boğdurma planları peşin çözülememiş ve 28 yıllık çok ağır bir çile yaşanmıştır. Son ABD Sofya Büyükelçisi Erik Rubin’n sözde “Bulgaristan milli çıkarlarından” en fazla sorumlu kişi olarak lanse edilen A. Doğan’ı ziyarette, merkez basına göre, Yakın Doğu, Batı Balkanlar, Bulgaristan-Türkiye ilişkileri ve özellikle Doğan – Erdoğan ilişkileri geniş olarak ele alınmıştır. Belirtildiğine göre, Doğan’ın, seçmenlerinin yarısının bulunduğu Türkiye, AK Parti ve şahsen Başkan Recep Tayyip Erdoğan’la olan ilişkileri stratejik önem taşıdığı gibi, aslında 2013-2018 döneminde reddin reddi yasasına uygun örnekler sunuyor. Doğan, 2017’de Sayın Erdoğan’a gönderdiği eleştirel mektupta tamamen sorumsuz davranmış, “Türkiye’ye sultanlık yerleşmesi”, “ Özgürlük veya Erdoğan” gibi terimler kullanarak, bir yandan 1 milyondan fazla soydaşımızın yaşadığı anavatanımız devlet yönetimine dil uzatmış, “yeni-Osmanlıcılığın” yeşerdiğine işaret ederek Bulgar milliyetçi faşist propagandasına alet olmuştur. Doğan, hainliği için yakasına takılan hangi madalyaya sevinirse sevinsin, ya da bunlardan hangisini isterse Amerikan Büyükelçisi Rubin’e gösterirse göstersin, Bulgaristan’da büyük bir stratejik milli azınlık yaşadığı tanınması gereken bir gerçektir ve onların omuzuna basarak demokratik ilkelerle böbürlenmek bir sahteliktir. Şu bir gerçektir ki, Doğan sorumsuz bir siyaset adamıdır. Türk seçmenlerin oylarından – her oy için 11 leva – milyonlar almıştır. Bu kadar paraya karşı bir Türk Kültür Merkezi dahi kur(a)mamıştır. Onun Bulgaristan’a en büyük hizmeti rüşveti yerleştirmek, Müslüman azınlığın ezmek, Türkleri sindirmek, Müslüman Türkleri Türkiye’den Türk ulusundan ve iradesinden koparmak olmuştur. Türkiye Cumhuriyetinin Avrupa Birliği yolunu kesmek ise Bulgar totaliter komünist milliyetçilerine sunduğu en büyük hizmet olmuştur. Hoşgörü. Avrupa kültüründe ve siyasetinde kökleri olmayan bir kavramdır. 19. Yüzyıldan beri Avrupa kimliğinde belirleyici olan kine öfke ve intikam olmuştur. 28 devleti, olanaklı oldukça diğer Avrupa devletlerini de bir çatı altına toplamaya çalışan AB, ortak dil bulabilmek için, tolerans –hoşgörü – dedi. Aslında tabandan tavana karşılıklı hoşgörü demeliydi.


228

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ahmet Doğan ve ekibi “hoşgörüden” – Bulgaristan’daki Müslümanlardan, kendilerine 1972-73 ve 1984-89 döneminde ve ardından 350 bin kardeşimiz yurttan söküp atanlara, baskı terör uygulayıp zulüm edenlere, kötülük edenlere, katillere aldırmamalarını,hoş görüp bağışlamalarını istiyor ve bu yönde baskı uyguluyor. Kötülüğün karşılığı ona denk bir cezadır. Hukuk üstünlüğü olan ülkelerde bu böyledir. Adalet sağlanmasını önlemek için Doğan ilk emri T. Jivkov’u 1990’da ziyaret ettiğinde aldı. Ardından Multi Grup Şefi İliya Pavlov’la birlikte Moskova’yı ziyaret ederek “komünistlere, Türkleri öldüren katillere, sopacılara, işkencecilere ve zalimlere” dava açılmayacağını, şikâyet dilekçelerinin yakılarak imza edileceğine söz verdi. “Soya dönüş süreci” mağdurlarını yurttan kovdurdu. Başkaldıranları hep ezdi. Katilleri koruduğu için ödüllendirildi. Kendisini “Peygamber” yerine koyup bağışlayıcı rolü üstlendi. Hoşgörü genel bir ilkedir, Bulgaristan Türklerinin çekileri dikkate alındığında mücadeleye devam edilmesine engel değildir. Hak arama davamız kutsaldır. Konumuz devam edecek. Okuyanlar paylaşmayı unutmayınız…


Makale ve Analizler - 2018

229

Hicret Ve Değişim Yolculuğu

Yazan: Nevzat ÖZTÜRK, İlahiyatçı, Eğitimci Yazar Hz. Peygamber’in hicreti (622) başlangıç yılı ve Muharrem ayının ilk günü yılbaşı olarak kabul edilen hicrî-kamerî takvim İslâm âleminin takvimidir ve Tevbe Sûresi’nin 36-37. âyetleriyle Resûlullah’ın (a.s.) hadîslerine dayandırılmıştır. Ancak Hz. Peygamber devrinde takvim meselesi resmiyet kazanmamış, hicrî kamerî takvim, bir süreç dâhilinde teşekkül ederek Hz. Ömer zamanında son şeklini almış ve resmiyet kazanıp genel bir kullanım alanı bulmuştur. Hicrî takvimde halen kullanılmakta olan ay isimleri sırasıyla şöyledir: 1-Muharrem, 2-Safer, 3-Rebiülevvel, 4-Rebiülâhir, 5-Cemâziyelevvel, 6-Cemâziyelâhir 7-Recep, 8-Şabân, 9-Ramazan, 10Şevvâl, 11-Zilkâde, 12-Zilhicce. Muharrem ayı içerisindeyiz. Bu nedenle Hicret olayını ele almayı uygun gördük. Hicret; sözlükte, “uzaklaştırmak, terk etmek” demektir. Terim olarak ise yakınların, akrabanın, dostların, öz yurdun, din ve inanç yüzünden terki veya bunun aksi olarak; akrabanın, dostların, yakınların din ve inanç sebebiyle kişiden uzaklaşmaları, onu terkleri anlamı vardır. Buna göre hicrette karşılıklı iki yönlü bir uzaklaşma anlamı kendini gösterir. “Muhâceret”, aynı kökten olup “göç etme” anlamındadır. Hicret edene “muhacir” denir. Yeryüzü hayatının başlangıcından itibaren mekân değişimi, insan yaşantısının neredeyse ayrılmaz bir parçası olmuştur. Bazen ekonomik ve siyasî nedenler, bazen savaşlar ve istilâlar bazen de dinsel ve kültürel nedenler insanın bir yerden bir diğerine göç etmesinin nedeni olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsanın mekân değişimi kutsal metinlerde yalnız yeryüzü yaşamına has olarak görülmemektedir; zira Hz. Âdem ve eşi de işlemiş oldukları bir günah nedeniyle cennetten yeryüzüne zorunlu bir mekân değişimi yaşamışlardır. Hicret, küfür yurdundan iman yurduna intikalle; kâfirlerin amellerinden Müslümanların amellerine geçmekle; Allah’ın emrettiklerini yapmak, yasakladıklarını terk etmekle olur. Hicret, hem küfürden hem de küfrün alametlerinden uzaklaşmaktır. Bu bakımdan muhacir, Allah’ın yasakladıklarından uzaklaşan kişidir. Hicret, ister küfür diyarından iman yurduna, ister küfür alâmet ve amellerinden iman alâmet ve amellerine intikal şeklinde anlaşılsın, o ancak Allah’ın emrini yerine getirmek için yapılır.


230

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Hususi hicret ise, Hz. Peygamber’in Mekke’den Medine’ ye yaptığı hicrettir. Mekke’nin fethiyle son bulan hicret Resûlullah’ın (s.a.v.) hicretidir, şartlar gerektirdiğinde hicret yine yapılır. Hicretten gaye, küfürden, zulümden uzaklaşıp İslam’ı bütünüyle yaşamaktır. Bu, ya dine her yönden sahip çıkmak ya Hz. Muhammed’in yanında düşmanlarına karşı savaşta yer almak ya da küfür diyarında sükûna razı olmayarak cihadı yol olarak benimsemekle olur. “Biz zayıf kimselerdik!” demek suretiyle Müslüman kendini kurtaramaz. O zaman onlara; “Allah’ın arzı geniş değil miydi?” denir. Zira Mekke’de İslam’ı her bakımdan -iman, amel, toplum düzeni yaşamaları problem haline gelmiş Müslümanlara; dinlerini rahatça yaşayacakları bölgelere gitmeleri emredilmiştir. Mazereti olmadığı halde müşriklerin arasında kalanlar için, cehennem varılacak yer olarak gösterilmektedir. Hicret, zorluklarla, meşakkatlerle doludur. O insanın önüne görünüşte birtakım güçlükler kor. Fakat Allah kitabında, kendisi için hicret edenin gideceği yeri çok bereketli bulacağını, hayır ve nimetlerle o yerin dolu olacağını beyan ediyor. Hicret gerçekten korku, mihnet, sıkıntı, zorluk gibi görünse de; tam aksine bolluk, bereket, refah, saadet ve zaferin kaynağıdır. Bütün bunlara ilaveten insanın hicrete başlayıp tamamlayamadan ölmesi halinde karşılığını, sevabını, mükâfatını Allah’ın üzerine alması, O’nun kefil olması hicretin değerini, faziletini daha da arttırmaktadır. Hicret etmek sadece yer değiştirmek değil, olumsuzlukları arkada bırakmaktır. Gerçek bir hicretten söz edebilmek için çaresizliği, tıkanmışlığı, kapana kısılmış ruh halini geride bırakmayı başarmış olmak gerek. Yeni bir başlangıç eski yorgunluklarla olmaz çünkü. Kişi gittiği yere birikmiş hüzünlerini, korkularını ve acizliklerini de götürüyorsa orada nasıl yeni bir hayata başlayabilir ki? Geçmişin olumsuzluklarını arkada bırakabilmenin lüzumu hayatımızın her alanı için geçerlidir. Söz gelimi evde veya işte yaşanan bir olumsuzluğu arkasından gidilen her yere taşıyan insanlar vardır. Allah’ın onlara günlük hayat içinde sunduğu küçük hicretleri yenilenme fırsatları olarak göremez; sorunlarını sırtlarından indirmez ve yüklerini giderek ağırlaştırırlar. Yeni ve güzel bir hayat inşâ edebilmek için öncelikle kendi kimliğimizi yaşadığımız olumsuzluklarla tanımlamaktan vazgeçmemiz gerekir. Bütün bunlara ilaveten, sürekli bir hicret olan hayatın içinde bulundukları evresinde, başta çocuklarımız ve eşlerimiz, yakın arkadaşlarımız, emrimiz altına verilmiş insanlar vs. olmak üzere yolu bizim karşımıza çıkmış olanlara sürekli kendilerini kötü hissettirecek şekilde davranarak gelecekte


Makale ve Analizler - 2018

231

daha güzel bir hayat inşâ etmelerini bekleyemeyeceğimizi unutmamak gerekir. İnsanların söylediğiniz sözleri değil, karşınızda kendilerini nasıl hissettiklerini unutmadıklarını ve hele de yaşları küçükse kendileri hakkındaki algılarını kendileri için önemli olan büyüklerinin değerlendirmelerine göre yapılandırdıklarını hiç unutmamalıyız. Efendimiz’in etrafında yer almış her seviye ve yaştaki kişiye, kendisini onun nazarında değerli olduğunu hissettirecek şekilde davrandığını sık sık hatırlamakta yarar var. Kendimizinki başta olmak üzere kişiliklerin olumlu cihetlerine odaklanmak ve o yönleri geliştirmek, olumsuzlukları örterek etkisini azaltmaya çalışmak insanların olumsuzlukları arkalarında bırakarak, bir sonraki durak yerlerinde daha müspet bir hayat kurmalarına yardım edecektir Hicretin gayelerinden biri de Müslümanlar arasındaki dostluğu, yakınlığı, kardeşliği pekiştirmek, kâfir ve münafıklara asla inanmamak ve onların iç yüzlerini ortaya koymaktır. Kâfir yeryüzünde herkesin kendisi gibi olmasını ister, hiç kimsenin iman etmesini istemez. Eğer Müslüman, şu veya bu sebepten, kâfirin, münafığın aldatıcı, saptırıcı sözlerine kanarsa yeryüzünde iman yaygınlaşamaz, Müslümanlar arasında birlik, dayanışma kurulamaz, görüş ayrılıkları ortaya çıkar, onları bir gevşeklik sarar. Bu olumsuz davranışları yok etmek, Müslümanları bir zorlukla ve güçlükle imtihan etmek için hicret gerekir. Hicret sosyo-ekonomik ve siyasal nedenlerle yapılan göçlerden ve sürgün hadiselerinden tamamıyla farklı bir olgu olarak karşımıza çıkar. Hicret; inanan bireyin ya da bireylerin iman ettiği değerler doğrultusunda yaptığı yürüyüşü, tavrı ve duruşu ifade eden özelliğiyle bütün bunlardan ayrılır. Hicret bir kaçış, ekonomik göç ya da zorunlu bir yer değiştirme değil inanılan dava uğruna Allah için yapılan bir eylemdir. Hicret Allah’ın emri ile gerçekleşen ve yalnızca Allah’ın rızasının gözetildiği bir tavır, bir harekettir. Gerek Hz. Peygamber’in hicreti gerekse diğer peygamberlerin hicret tecrübeleri dikkate alındığında hicretin en dikkat çekici özelliği, hicretle tarihsel bir dönüşüme, olumlu bir değişime kapı aralanmasıdır. Bu doğrultuda hicret gerek kişisel bağlamda ruhsal bir dönüşümü, bireysel ve toplumsal düzeyde hak ve hakikat yolculuğuna yönelik bir evrilmeyi gerekse hakikat temelinde toplumsal bir inşâyı ifade eder. Bu bağlamda hemen her peygamberin hayatında bir çeşit hicret tecrübesine rastlanır. Örneğin Hz. Âdem’le Havva’nın cennette işledikleri günahtan sonra yeryüzüne inmeleri bir çeşit hicrettir. Zira işlenen günahtan sonra tövbe etmiş ve yeniden hakikate dönmüşler ve Allah Âdem’e vahyetmiştir. İlk insanın yaşadığı bu tecrübe insanlığın yeryüzü tecrübesini başlatmış ve


232

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

insanlık tarihi için bir milat olmuştur. Benzer bir milat Hz. Nuh’un yaşadığı tecrübede de söz konusudur. Hz. Nuh’un inkârcı toplum karşısında bir gemi yapmakla emrolunması ve kendisine inananlarla birlikte gemiye binmesi de bir çeşit hicrettir. Allah bununla ve akabinde gerçekleşen tufanla inkârcı topluluğu helak etmiş ve inananları kurtarmıştır. Putlar kıran Hz. İbrahim’in içinde yaşadığı müşrik toplumla ve iktidarla mücadelesi de bir hicret tecrübesi içerir. “Allah dostu” olan Hz. İbrahim, inancı uğruna babası da dâhil etrafındaki müşriklerle mücadele etmiş, ateşe atılmakla cezalandırılmak istenmiş ama Allah tarafından kurtarılmıştır. Benzer bir tecrübe Hz. Musa’nın hayatında da söz konusudur. O da içinde yaşadığı toplumda krala (Firavun’a) ve etrafındaki şirkin egemen olduğu sosyal ve siyasal yapıya karşı başkaldırmış çekinmeden hakkı ve hakikati temsil ve tebliğ etmiş ve sonunda Allah tarafından Mısır’dan kurtarılmıştır. Hz. Lut’un tecrübesinden de hatırlayacağımız gibi bu örnekleri artırmak mümkündür. Peygamberlerin hicret tecrübelerinin hepsinde günah, zulüm, kaos ve şirk ortamının terk edilip hak ve hakikate dayalı bir yapının inşâsına/tesisine yönelik bir süreç görülmektedir. Bu süreçte yapılan hicret, ekonomik ya da sosyal ve siyasal refaha erişme amaçlı değil, Allah içindir, Allah’ın rızası amaçlıdır. Öncelikle kendi zihninde, kalbinde hakikate iman etmiş bireyin,her ferdin, her müminin hicretindeki asıl amaç da bu olmalıdır. Yani her mümin, hicreti öncelikle iç dünyasında gerçekleştirmeli, günahı, zulmü, münkeri terk edip hakka ve hakikate yönelmeli sonra da bu yapıyla içinde bulunduğu sosyal yapıda doğru ve omurgalı bir duruş sergilemeli ve gerektiğinde hicreti göze alabilmelidir. Bir diğer dikkat çeken durum; İslam’ın bütün yeryüzünün Allah’ın arzı olduğu, bütün yeryüzünün mescid kılındığı vurgusu bağlamında hicretin melankolik bir vatan anlayışı yerine mümin bireyin inancını yaşama ve ifade etme hususunda özgür olduğu her yeri vatan edinmesi gerçeğidir. Başta Hz. Peygamber (s.a.v.) olmak üzere peygamberler hicret tecrübelerinde hicret ederek ayrıldıkları mekânlara yönelik melankolik bir beklenti ve geri dönüş özlemi içinde olmamışlardır. Hicret ederek hak ve hakikati yaşama ve ifade etme noktasında özgür oldukları yeni mekânları vatan edinmişlerdir. Örneğin Hz. Muhammed, hicret ettiği Yesrib’i (Medine’yi) merkez edinmiş ve fetih sonrasında bile Mekke’ye tekrar yerleşmeyi düşünmemiştir. Benzer şekilde Hz. Musa Mısır’a dönmeyi düşünmemiş, hicret ettiği mekânı merkez edinmiştir. Görüldüğü gibi hicret, inanılan değerler uğruna yola çıkan mü’min bireyin/bireylerin hak ve hakikat yürüyüşünün bir parçasıdır. Peygamberlerin


Makale ve Analizler - 2018

233

hayatında örneklerine sıkça rastlanan bu yürüyüş, bir yandan gerek bireysel gerekse toplumsal dönüşümü amaçlayan bir milat olarak tarihe geçerken diğer yandan kıyamete kadar her inanan kişi için evrensel birer model olmaktadır. Bu doğrultuda hicret tarihte olup bitmiş ve tarihin sayfalarında kalmış bir hadise değil, mü’minin hayatında daima canlı ve geçerli bir duruştur; Allah yolunda ortaya konan bir çabadır, îlâ-yı kelimetullahın tesisi mücadelesinde bir yürüyüştür. Kur’an-ı Kerîm merkezli İslâm tebliğinin sebep olduğu hicret olayı, sonuç bakımından gurbet ortamında uhuvvet, vahdet, ümmet, devlet, medeniyet, saadet ve cennet yolculuğu anlamına gelir. Bu da hicretin hem İslâm dini ve sistemi hem de Müslüman bireylerin kimlik ve kişilikleri yönünden taşıdığı yapısal niteliği ve önemi ortaya koyar. Bir başka ifade ile tarihî anlamı içinde hicret, “İslâm’ın kurumlaşma ve iktidar yolculuğu” demektir. Asla bir “kaçış” değil, tam anlamıyla bir “arayış”, bir merkez arayışıdır. Mekke ve Taif ’in İslâm’a merkez olma şansını kullanamamaları sonucunda eski adıyla Yesrib’in, Hz. Peygamber’in hicreti sonrasında hicret yurdu Medine’ye dönüştüğünü, adeta Yesrib’in de Medine’ye hicret ettiğini görmekteyiz. Artık İslâm, Medine merkezli bir medeniyet inşâ etme şansına kavuşmuş ve bunu gerçekleştirmiştir. Elbette. Biliyorsunuz Mekke döneminde “Sizin dininiz size benim dinim bana” âyet-i kerimesinde ifadesini bulan diklenmeden dik durmak aşaması, tebliğ, sabır ve adem-i şiddet uygulaması olarak yaşanmıştı. Medine döneminde ise tebliğ, cihad/silahlı mücadele ve kuruluş aşamasına yani -tabiri caiz ise- bir tür “meydan okuma” merhalesine geçilmiştir. Bu gelişme hicretin sonucu olarak gerçekleşmiştir. İslâm’ın özgün başkentine kavuşması, İslâm toplumunun/ümmetin vücut bulması, o günün dünya egemenlerinin devlet niteliği içinde İslâm’ın farkına varması hep hicretin sonucu ve getirileri olmuştur. Bu, İslâm medinesi ve medeniyetinin gözle görülür hale gelmesi demektir. Tarihî gerçek bu olunca hicret, “İslâm toplumunun kuruluş ve varlık yolculuğu” anlamına gelmektedir. Allah Resûlü’nün Medine’ye hicretten sonra burada yeni bir toplum meydana getirebilmek için gerçekleştirdiği en önemli icraat, Mekke’den hicret eden muhacirler ile Medine’nin Müslüman Arapları arasında kardeşlik (muâhât) kurmasıdır2 . Bu kardeşlik hareketi öyle bir noktaya ulaşmıştır ki Hz. Peygamber’in Medine’de inanç merkezli olarak teşkil ettiği Müslüman topluluk, şehrin en güçlü ve organize unsuru haline gelmiştir. Böylece


234

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Medine ilk dârülislâm, bazı hadislerde “dârülhicre” veya “dârülmuhacirîn” diye de anılan hicret yurdu olmuştur. Hz. Peygamber’in, Medine’de yaşayan insanların birbirleriyle olan ilişkilerinin doğal bir sonucu olan sosyal yapıyı bazı yasalarla düzenlemesi (Medine Sözleşmesi/Medine Anayasası), ülke sınırlarını tespit ettirmesi, nüfus sayımı yaptırması gibi hususlar sosyo-kültürel düzenlemelerin yanında siyasî bir oluşumu göstermektedir. Bu oluşum, hukukî ve siyasî anlamda kurumsallaşma ve daha da ötesinde bir devletin varlığını öngörmekteydi. Toplumsal yapının temel bir unsuru olan siyasî kurumun inşâsının ilk adımı da Medine’de tüm taraflar arasında yapılan yazılı antlaşma olan Medine Sözleşmesi ile atılmıştır. Kur’an-ı Kerîm merkezli İslâm tebliğinin sebep olduğu hicret olayı, sonuç bakımından gurbet ortamında uhuvvet, vahdet, ümmet, devlet, medeniyet, saadet ve cennet yolculuğu anlamına gelir. Bu da hicretin hem İslâm dini ve sistemi hem de Müslüman bireylerin kimlik ve kişilikleri yönünden taşıdığı yapısal niteliği ve önemi ortaya koyar. Bir başka ifade ile tarihî anlamı içinde hicret, “İslâm’ın kurumlaşma ve iktidar yolculuğu” demektir. Asla bir “kaçış” değil, tam anlamıyla bir “arayış”, bir merkez arayışıdır. Velhasıl HİCRET; Kâfirlerin amellerinden Müslümanların amellerine, Allah’ın emrettiklerini yapmak, yasakladıklarını terk etmek, Sadece küfürden değil küfrün alametlerinden dahi uzaklaşmak, Allah’ın yasakladıklarından uzaklaşmak, Küfürden, zulümden uzaklaşıp İslam’ı bütünüyle yaşamak, Tarihsel bir dönüşüme, olumlu bir değişime kapı aralanması, Hicreti sadece yer değiştirmek değil, olumsuzlukları arkada bırakmak olarak algılamak, Çaresizliği, tıkanmışlığı, kapana kısılmış ruh halini geride bırakmayı başarmak, Müslümanlar arasındaki dostluğu, yakınlığı, kardeşliği pekiştirmek, kâfir ve münafıklara asla inanmamak ve onların iç yüzlerini ortaya koymak, Her müminin, hicreti öncelikle iç dünyasında gerçekleştirmesi, günahı, zulmü, münkeri terk edip hakka ve hakikate yönelmesi sonra da bu yapıyla içinde bulunduğu sosyal yapıda doğru ve omurgalı bir duruş sergilemesi, Bütün yeryüzünün Allah’ın arzı olduğu, bütün yeryüzünün mescid kılındığını idrak, Gurbet ortamında uhuvvet, vahdet, ümmet, devlet, medeniyet, saadet ve cennet yolculuğu demektir.


Makale ve Analizler - 2018

235

Bu gün Müslümanların “Hicret” e ihtiyaçları vardır. Yaratana inancının yok edilmeye çalışıldığı, Tanrı kelimesine tahammül edemeyen ve inançsızlığı yeryüzüne yaymaya çalışan çok sayıda grubun varlığı aşikârdır. Hicretin bu anlamda idraki ise; “DEĞİŞİM”, “DÖNÜŞÜM”, “GELİŞİM”, “BİLİŞİM” ‘e hicret demektir. Yeni Türkiye, Yeni Dünya düzeninde “GÜÇLÜ TÜRKİYE”,”YEK VÜCÜT MÜSLÜMAN TÜRK DÜNYASI”, “MÜSLÜMAN DEVLETLER BİRLİĞİ” artık zaruret olduğu gibi buna katkı sunmak için gayret etmek de her Müslümana vecibedir. Hicreti göze alamayanlar, kardeşliği, paylaşmayı, yeni toplum inşasını başaramazlar. Yeni Türkiye’nin lideri Başkan Recep Tayyip ERDOĞAN bunun farkındadır. Bu değişim ve inşanın öncüsü sıfatıyla vargücüyle çalışıyor. Hz.Peygamberin sadık dostu gibi dostları olmasa bile yılmadan doğru bildiği yolda ilerliyor… Hepinizi HİCRET’e davet ediyorum. Allah’a emanet olun.

















Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.