47 - KGB'NİN ELİNE Mİ KALDIK

Page 1

KGB’NİN EL İNE M İ K ALDIK

Ekim - 2018 Makale ve Analizleri


KGB’NİN ELİNE Mİ KALDIK

BULTURK BGSAM Yayınları Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi - BGSAM -47 BULTÜRK Adına Genel Başkanı: Rafet ULUTÜRK Basım: Ekim - 2018 Koordinatör: Dr. Nedim BİRİNCİ Editör: Raziye ÇAKIR İnternet sorumlusu : Kapak Tasarım: Murat ULUTÜRK Pazarlama Sorumlusu: Hamiyet ÇAKIR Arşiv: İbrahim SOYTÜRK İsteme Tel: 0212 511 63 47 www.bulturk.org; www.bghaber.org; info@bulturk.org İnternet sitesinin yazıları Adres: Yıldırım Mah. Şehit Kamil Balkan cad. No.114/A Bayrampaşa İstanbul Tel: +90 (212) 511 63 47 Belgegeçer: +90 (212) 526 51 98 https://bgsam.org/, https://issuu.com/bulturk, https://bulturk.org.tr/ Baskı : DİNÇ OFSET MATBAACILIK SAN. ve TİC. LTD. ŞTİ. Adres: Davutpaşa Cd. Emintaş San. Sit. No: 103/580-581 Topkapı - İstanbul Tel: 0090 212 493 24 67 TÜRKİYE CUMHURİYETİ YASASI GEREĞİNCE BU ESERİN YAYIN HAKKI BULTÜRK’ten İZİNSİZ KISMEN VEYA TAMAMEN ÇOĞALTILIP YAYINLANAMAZ

Web: www.bghaber.org ; E.Posta: rafetuluturk@yahoo.com


“Bilgi Ordusu, Bizim Ordumuz, Bildiğimizi Öğretmek,Bizim Borcumuz.” Rafet ULUTÜRK

Düşünceler dizisi olan elinizdeki eserin anlamı derin bir uğraşın ancak başlangıcıdır. Bulgaristanlı Türk Müslümanların başına 1970-72, 1984-85’te düşen yıldırımın bir daha düşmemesi için bir uyarı ve ışık niteliğindedir. Saygılarımızla, B U LT Ü R K İ st a n b u l




6

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Önsöz Yerine Yıl 2018 2016 yılı Bulgaristan Türkleri ve soydaşlarımız için umut dolu gelmişti. Cumhurbaşkanlığı seçimi ve siyasi dönüşüm amaçlayan bir halk oylaması yapılacaktı. Vatandaşlar siyasi sistem değişikliğinin seçim sisteminden geçtiğini kavramıştı. Ancak parti listelerinde gösterilenlerin seçildiği “çoğulcu” uygulamadan kurtulup, seçmen tarafından gösterilecek ve seçmenin iyi tanıdığı kişilerin meclise gönderileceği mutlak ekseriyet (salt çoğunluk) sistemine geçişin müjdesini bekliyordu. Bu değişiklik için 2 milyon 500 bin seçmen oy verdi.Seçmen, meclis seçimlerinde parlamentoya giren siyasi partilere oy başı 11 leva verilmesine yani milyonlar ceplemesine son verilmesini ve seçimlerin zorunlu olmasını istedi. 2 milyon 500 bin seçmenin oyu mahkeme kararıyla rafa kaldırıldı. Siyasi sistem değişikliği için “izin veremeyiz” dendi. Bunu deyen ise, 1989 yılından sonra, “ben artık öldüm” aldatmacası yaparak, Bulgar toplumu içine boydan boya uzanan kaskatı totaliter sistemin yarattığı oligarşi ve sözcüleri oldu. Onlar aynı yıl Bulgar aşırı sağcılarını birleşmeye çağırdılar. Giderek birleştirdiler ve onlara “yolunuz iktidar basamaklarından tırmanmaktır” dediler. Avrupa’nın kaderi de kötüydü. Sığınmacılar, savaş kaçakları, kitle göçleri, kıta değiştirenler çatır çatır kıvılcım saçan faşizm her günümüzü zehir etmeye başladı. 1989’da parçaları anmalık olarak satılmaya başlayan Berlin Duvarı’ndan parçaların yerine yeni duvarlar çekmek için yeni duvarcılar belirdi. Doğu Avrupa ülkeleri aralarındaki sınırlara boydan boya tel duvar gerdiler. Tarih ayıbın böylesini daha önce görmemişti. Sınırları kaldırıp özgür bir dünyada yaşama hevesiyle birleşmeyi seçenler insanlara, “Toplama Kamplarını”, yargısız idamları, Nazileri, faşistleri anımsattılar. Avrupa Konseyi 3 Bulgar siyasi partisine, “Ataka”, İç Makedon Devrim Hareketi (VMRO) ve “Bulgaristan’ı Kurtarma Hareketi” ve bu üçlünün “Yurtsever Cephe” ortaklığı Türk, Müslüman, İslam, sığınmacı, göçmen ve öteki düşmanlığı aldı yürüdü. Düşmanlık yılan zehrinden kötü olan... Müslümanları hem isteme hem de istememe siyaseti karıştıkça anlaşılmaz oldu. Avrupa Birliği üyesi 28 devlet Türkiye Cumhuriyeti karşısında boyun eğdi ve bir gün “ama şu göçmenleri durdurun, bizi çökertecekler”


dedi. 2016 ve 2017’nin en büyük olayı buydu. Dev adımlarla büyüyen ve güçlenen Türkiye’ye daha önce 28 devlet birden yalvarmamıştı. Diz çöktüler ve 2016 ve 2017’de durumun özünü fark edemediler. Çökenler Güneşten uzaklaştıklarını fark edemezler. Kuşkusuz, önüne eğilmiş kafalardan biri olan Bulgaristan’dı. Hem Brüksel’e ve hem de Ankara’ya bakarken Bulgaristan Türklerini görmezden geldi. Onları siyasi olarak parçalayarak ve parçaladıkça ezerek mecliste faşistlere daha geniş yer açanların ve faşistleri 1944’ten beri ilk defa iktidar koltuklarına davet edenlerin tam olarak ne düşündüklerini ve ne istediklerini anlamak çok zor olmadı. Artık göç durmuş, doğal olarak geri göç başlaması zamanı gelmişti. Faşist düşmanın kafasında iki hedef birden doğdu. Camiler ve mezarlıklar. Camilerin içinde de Türkçe konuşmayı yasaklamak, Türkler için Vatan kalesi olan, mezarlıkları daraltmak hatta vakıfları kabristanlık olarak ayırdıkları bütün arsalara el atıp, onları cesetlerini gömecek bir insan boyu topraksız bırakmayı düşündüler. Sofya Türk Mezarlığı 28 yıl önce dolmuştu. Bunu Ahmet Doğan’a, Lütfi Mestan’a, Osman Oktay’a, Kasım Dal’a vb asla anlatamadık. Yakın geçmişte mecliste yaşlanan Ramadan Atalay’ın eşi vefat etti. Bir mezar yeri bulamadık, doktor hanım Bulgar mezarlığına gömüldü. Yazarlarımızdan İsmail Çavuş öldü, Sofya dışında Bankiya kasabasındaki Hıristiyan mezarlığına gömdük. Bu şehirde zengin Müslümanlar için de mezar yeri yok. Sofya kenarında 52 dönüm bir yer alındı. Toprak sahibi Bulgar komşular vakıf malımıza, kendi mülkümüze mezarlık yapılması için gereken “razıyım” belgesini vermedikleri için, 20 yıldır boş duruyor o kutsal toprağımız. Karşımızdaki devlet kale gibi! Püskülü faşist. Ortada kaldık. 2016 - 2017 bizim için çok zor yıllardı. Mezarlıksız Vatan olmaz!!! Mücadele devam ediyor. Raziye ÇAKIR


8

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Önsöz: Elinizdeki kitapta, biz Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği BULTÜTK’ün aydın kadroları ile Bulgaristan Stratejik Araştırmalar Merkezi BG-SAM ekibinin kaleme aldığı yazıları bulacaksınız. Size değişen dünyamızı kendi açımızdan anlatmaya çalıştık. Bulgaristan’da ve Türkiye’de yaşamış ve eğitim almış bir ekip olarak öncelikle her şeyimizin ortak olduğu inancından çıkarak, ne kadar istesek de birlikte yürüdüğümüz yolu ve içinde birlikte olduğumuz zamanı zorlayabilmemizin mümkün olmadığını ama bu yol ve zamanın kendi kuralları olduğunu ve bunlardan akıllıca yararlanarak birçok işler yapılabileceğini açmaya çalıştık.


Makale ve Analizler - 2018

9

Bu kitabın zaman kesimi 2018 yılının Ocak ve Şubat aylarıdır. Bu kısa dönem bizim BULTÜRK olarak 2002’den beri izlediğimiz yolun iki aylık devamıydı. Bizim için çok önemliydi. Bulgaristan’ın başkenti Sofya’da Avrupa Konseyi’nin (AK) 6 aylık dönem başkanlığını Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov yapacaktı. Siyasi öngörümüzde, ilk kez olmak üzere, Bulgaristan kurumları ve vatandaşları Avrupa Konsey, Komisyon ve Birlik yönetimiyle yüz yüze gelecek ve askıdaki problemlere çözüm aranacak ümidi vardı. Bulgaristan Balkanların büyük ülkelerinden biri olsa da, Avrupa Birliği bileşiminde orta boyutta, tarımı ve sanayi bunalım içinde, işsizlik oranı yüksek, eğitim sistemi kriz yaşayan, çok yoksul ve çaresizlikle boğuşan bir ülkeydi. Bulgaristan’ı 2009’dan beri yöneten halkın Avrupa vatandaşlığı seçeneğini temsil eden GERB partisi, 24 Mart 2017’i erken genel seçimlerinden sonra 3 aşırı milliyetçi partiyi kabineye almış ve AK’nin “faşist” olarak nitelendirdiği bu partilerle yönetimi paylaşmıştı. AK Başkanlığının “faşist” olarak damgaladığı güçlerin iktidarda bulunduğu bir ortamda 6 aylık dönem başkanlığını dağıtması ve yeni seçim yapılarak adalet ve demokrasi güçlerinin hükümet kurmasını istemesi beklenirdi. Ne yazık ki, AK’yi üyeleri dönem başkanlığı için keçi kılından elbise giyip samsak kolonyası kullandılar ve faşizm yılanına kendileri ısırtmadan işe varıp geldiler. AK başkanlığı Sofya’da büyük protesto gösterileriyle başladı. Bulgar başkenti köpürdü. Dönem toplantıları başkanı Boyko Borisov zulayı açtı ve karanlık güçlerin hiçbir zaman yenilgi kabul etmediğini kanıtlarcasına, bir çuvalda bir milyon leva olduğunu kabul etsek, 100 çuval leva dağıtarak önce polis ve jandarmayı yatıştırdı. Diğerleri beklemeye devam ediyor. Bu 2 ay BULTÜRK etkinlikleri için çok önemliydi. İlk kez olmak üzere Başkan Rafet Ulutürk yönetiminde bir heyetimiz Sofya Büyükelçimiz Sayın Hasan Ulusoy Beyi makamında ziyaret etti ve iki halk ve iki ülke, özellikle de Bulgaristan Türkleri, dostluk, barış ve güvenlik davası yararına başarılı çalışmalar temennilerinde bulundu. Bulgaristan Müslümanları Diyanetini ve Başmüftülüğü ziyaret etti. Sofya Kültürel Etkileşim Derneğinde yararlı bir görüşme gerçekleştirdi. Elinizdeki kitapta, Bulgaristan’da 2018 atılımlarına, oradaki kardeşlerimizin yaşam ve etkinliklerine, büyük bir hevesle başlattıkları aydınlanma sürecine ilk kez yayınlanan yazılar da bulacaksınız. Rafet ULUTÜRK BULTÜRK / BG-SAM 07.08.2018


10

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Değerli Hemşehrilerim,

Bulgaristan’da hepimiz zor günler yaşadık, itildik, ezildik, çiğnendik, hatta gün geldi vurulduk, şehitler verdik. Bu nedenle bizler kendi içimize kapanarak, yaşam mücadelesi vermeye çalıştık. Ancak bu içine dönüklükten kurtulmalıyız ve Türkiye’de yaşadığımıza göre, yasaların bize verdiği tüm haklardan bizlerde yararlanmalıyız. Peki, neden bunu yapamıyoruz? 1877-78 Rus-Türk savaşından sonra Osmanlının Balkanlardan çekilmesiyle birlikte, savaş esnasında işlenen akıl almaz katliamlar nedeni ile atalarımız asırlarca yaşadıkları yerleri terk ederek göç yolunu tutmuşlardır. Geride kalanlar ise Bulgaristandevleti’nin uygulamaya başladığı soy kırım politikalarına karşı direnmiş ve hayatta kalmaya çalışmışlardır. Şimdi ise burada Türkiye’de yaşayanlar oralara yardım edebilmek için, burada ilk önce bir araya gelmek ve bir merkez oluşturmalıyız. Artık bir kurum altında toplanmalı ve birlikte hareket etmeliyiz. Bu birliğe hepimizin ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Artık bir birimizi kötülemekten vaz geçmeliyiz, birisi için yanında konuşamayacağımızı başka bir yerde konuşmamalıyız, yani kısaca arkasından konuşmamalıyız. En önemlisi samimi, hoşgörülü ve ahlaklı olmak. Zamanla her şey yerine geleceğine inanıyorum, ama tabi ki bu dava üzerinde kafa yoran, stratejiler üreten ve devamlı bunun üzerinde çalışan olursa. Bizim savaşımız insanlarımızı ahlaklı yetiştirmek olmalı, birlik ve beraberliğe kendi insanlarımızla başlayarak tüm Türk Dünyasına taşmalıyız. Bizler burada Türkiye’de yaşayan Bulgaristanlılar büyük bir kitle haline gelmiş durumdayız. İşte bu nedenle şimdi bu kitleyi yani kendi hemşerilerimizi, bir araya toplayarak bir merkez, bir güç birliği oluşturmalıyız, tabi ki bu bizim doğal tabii hakkımızdır. Bizler de artık toplum gücünü kullanabilmeliyiz. Toplum olarak haklarımızı elde etmek zorundayız ve bu yönde çalışmalıyız. Biz bunu söylerken, önderlerimizi seçerken, başkaları kötüdür demiyoruz. Biz bu işi onlardan daha iyi yapabileceğimize, Türkiye Cumhuriyetine ve Türk Dünyasına daha verimli olacağımıza, buralarda bu bölgelerde yaşayan Türklerin daha iyi, daha güvenilir, yaşamalarını sağlayacağımıza inandığımız için, Önderliğe, Yönetime talibiz. Bu arada Bulgaristan’da kalan kardeşlerimizin hepsinin siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel kimliklerini,


Makale ve Analizler - 2018

11

muhafaza edebilmeleri için mücadele etmeliyiz ve bu konuda gerekeni yapmalı ve gerekli yardımları yapmalı ve yaptırmalıyız. Aramızda Ahlâklı, Adaletli olanları seçmenli ve yüceltmeliyiz. Geçmişi konuşmaktansa, gelecekten söz etmeliyiz, bugünü değil, yarınları görerek hareket etmeliyiz. Aramızdan stratejistlere imkân ve fırsat vermeliyiz ve onları bizler yetiştirmeli yön verebilmeliyizkısa-10 ve uzunvadeli -50 yıllık hedefleri gösterebilmeliyiz. Aramızda kötü niyetli insanları tespit etmeliyiz, bilmeliyiz ki, onların kusurlarından dolayı değil, bu güne kadar yapılması gerekenleri engelledikleri için aramızdan uzaklaştırmalıyız. Bu güne kadar neler yapılmamış, onları araştırmalı, bilmeliyiz ve neler yapılması gerekir onları söylemeliyiz ve bunları bir an önce hayata geçirmeliyiz. Bizler gözyaşları dindirmek için, yaralara mehlem olmak için, her yüke ortak olabilmeliyiz. Gençlerimize, sadece balık pişirmesini değil, balık tutmasını da öğretmeliyiz, insanlarımızı denizlere, okyanuslara açılmalarını sağlamalıyız. Aramızda Tek Lider değil her sokakta, her mahallede bir lider yetiştirmeliyiz, biz dünyayı yönetmek için oğullarımızı yetiştirmeliyiz. Bizim insanlarımız yani Bulgaristan Türkleri şahsi başarıları Türkiye’de belkide en çok olanlardanız. İşte artık bizler toplum olarak haklarımızdan yararlanmasını bilmeliyiz. Her şeyden önce siyasi haklarımızı toplum olarak kullanmalıyız, daha sonra ekonomik ve kültürel haklar onu takip edecektir. Hepimizin gördüğü gibi, tarihte büyük güçler çok defa kötü politikaların kurbanı olmuşlar ve bunlar devam edecektir. Bir toplumun Lideri olmadan hiçbir şey olmaz, bu lideri de toplum çıkarmalıdır. Siyaseti güvenilir, sevimli hale getirmek bizim hedefimiz olmalı, bu gün çok zor, imkânsız olarak görünse de, yarınlara umutla bakabilmeli ve baktırabilmeliyiz. Var olabilmemiz için, var kalabilmemiz için, öncelikle temel hususlarda anlaşma sağlamalıyız. Aramızda bir birimize güveni kaynaştırmalıyız ve samimi olmalıyız. Her şeyden önce özgüvenimizi kazanmalıyız, birlik ve beraberliği ön planda tutarak insanları insan oldukları için sevip saymalıyız. İçimizde barışı sağlayıp, tek merkezde bir çatı altına toplanmalıyız. Bu çatı da “BULTÜRK Derneği” olmalıdır. Buradan tüm dünyaya sesimizi duyurabiliriz. Balkanlar konusundaki politikalarda etkili olabilmek için yolları aşındırmalıyız. Çünkü gelişmiş ve Bulgaristan’da etkili bir Türkiye Balkanlara tamamen hâkimiyet kurabilecektir. En önemlisi kararlı olalım ve birbirimize samimi, saygılı olmayı ve bir birimizi sevmeyi


12

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

öğrenmeliyiz. Bizim derdimizi ve problemlerimizi en iyi anlayabilecek zaat bizden olduğunu idrak etmeliyiz. Bulgaristan Türkleri konusunda teşhisi bizler kendimizi yetiştirerek yetki mercileri alarak son noktayı biz koymalıyız, bu güne kadar ki eksikliğimiz budur. Ayrıca Balkanların anahtarı Bulgaristan’da yani Bulgaristan Türklerinden geçtiğini de öğrenmeli ve öğretmeliyiz. Sevgili dava arkadaşlarım. Kendimizde özgüveni, aramızda güveni ve merkezioluşturduktan sonra, kimsenin aramıza nifak tohumları ekmesi mümkün değildir. Bizim için önemli olan, eksiklerimizi bulmaktır. Geçmişi bırakarak artık bizler aydınlanma dönemine bir an önce geçmeliyiz. Halimizi tespit etmek çok kolay, gazete, dergi yayın hayatımız nerede, kaç gazete, tv, radyo bizimle ilgili haber yapıyor.Burada suçlu değil, sebepleri aramalıyız. Gelin bunları tartışalım, niçin bu güne kadar bir Bulgaristan Kültür Merkezi olmamış, bunu şimdi nasıl gerçekleştirilebiliriz, bunlara yönelik çalışmalar toplantılar yapmalıyız. Hedefimiz Türkiye Cumhuriyetini daha güçlü, daha huzurlu ve daha iyi yarınlara götürmek için olmalı. Güçlü bir Türkiye Bulgaristan da yaşayan Türklerede güven ve huzur verecektir, onların daha rahat yaşamalarını hep birlikte sağlayabiliriz. Bunlar zannetiğiniz kadar zor işler değil. Dünyada insanlar bir iş için değil, bir İdeal için hayatını feda ederler. Bunun için güçlü olmak sesini duyurabilmek için öncelikle bir Kurum ve bunun Merkezini oluşturmalıyız. Çünkü Merkezi olmayan hiçbir topluluk bir yerlere gelmesi mümkün değildir. Bu güne kadar konuşmalar tartışmalar yapılmış fakat bir ağıç ekilmemiş işte bu gün bunu yaptık BULTÜRK tüm Bulgaristan Türklerinin biz öncelikle sadece Bulgaristanlıyız. Bizler elimizdeki kıt kaynaklarla bir merkez oluşturmaya çalıştık, bunda da muhafak olduk. Bu merkeze ulaşmakta büyük güçlükler ile karşılaştık bu konuda bizlere yardımcı olan emeği geçen herkese teşekkür ediyoruz. Ayrıca bizlere kendi yerini veren Mümin Hocamıza huzurunuzda kendisine tekrar tüm halkımız adına buradan teşekkür ediyoruz. Bundan sonraki hedef de Türkiye’nin her yerine ulaşmak ve bu birlikteliği her yerde tesis etmektir. Bu merkezimizde artık kendimize ait bir kültür merkezimiz oluştu toplantı salonumuz da mevcuttur her 15 günde bir toplanıyoruz. Amacımıza ulaşabilmek için devletin bir şeyler yapmasını beklememeliyiz.


Makale ve Analizler - 2018

13

Birlikten kuvet doğar Atasözünde olduğu gibi güçlerimizi birleştirerek devlet yönetiminde söz sahibi olmalıyız ve geleceğimize kendimiz yön vermeliyiz. Gençlerimizin devlete girmelerinin yolunu aydınlatmalıyız. Artık bizim de Ankara’da TBMM’de kendi temsilcilerimiz olmalı. Bizler de buralara kendi içimizden birilerini gönderebilmeliyiz. Aramızda birlik ve beraberliğimizi oluşturduğumuz takdirde kendi içimizde samimi olduğumuzda başarıların ard arda geldiğini göreceğiz bunu başaracağımıza eminim. İhtiyacımız olan tek şey kendi içimizde daha adaletli olabilmek. Sevgi ve saygılarımı sunarım, Genel Başkan Rafet ULUTÜRK


14

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2018

15

Değerlerimizle Övünüyoruz Yazan: Sevilcan YÜCE. Konu: “Tuna nehri akmam diyor…”

Biz, bizim olan ve sevdiğimiz her şeyi bağrımıza basar, okşarız, övmeyi biliriz. Bizim olan her zaman bizimle hızlı hızlı koşarak hedef kovalamıştır. Bulutlarımız bile bizden doğar ve her şeyimizi kutlu bir doğuma hazırlar. Sayısız kıpırdanışla genç olanı hareketlendirir, hayatı onlara devreder. Irmaklarımızın hepsi çok şirin ve ilham vericidir. Gönlümüzü doldurup taşıransa Tuna’dır. Tuna’dan kötülük görmemiş olmamızdan olabilir! Dev nehir yolunun Avrupa göbeğine ve başka bir medeniyete açıldığından da olabilir! Tuna bir umuttur. Bize gelirken 100’den fazla ırmak suyunu toplayıp yoluna katsa da taşmayışından da olabilir. Osmanpaşa çağrısına uyarak “kıyısını yıkmadığından” ve ya kahramanlarımızın sürgün edildiği yıllarda – 1984 / 1989 –taşıp adayı su altından bırakmadığından da olabilir ve birçok başka sebepten de… Bizim Tuna Türkülerimiz vardır. Kuvvetimizin bitmez tükenmez ve üstünlüğünü anlatırlar. Kayalıklar arasından fışkıran ve düşe kalka kendine yol arayan bir ırmak değildir Tuna. İlham kaynağımız olarak sonsuz bir gücün, sırtı yere gelmez yiğitliğin emsalidir. Haskovo iline bağlı Durak köyde (Boyan Botevo) dünyaya gelen, ömrü etraf köylerdeki kardeşlerimize sağlık hizmeti taşımakla geçen ve halen köyünde oturan şairlerimizden Mehmet Ahmedov, 1991’de Rusçuk’ta (Ruse) kıyısından dev nehri seyrederken gönlünde doğan duyguları şöyle dile getirdi: TUNA TÜRKÜSÜ Sabah sisi Sular üstünde yorgun argın Çadırını toplar dağ başına Yeşiller boyanır Tuna boyu. Bir ses dalgalanır Çarpan dalgalarda yorulur, allanır… Şafak vakti güneşin tellerine sarılır Kızıllara boyanır kırılır


16

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Yanık bir türkü duyulur “…Görmedin mi ah Civan Alişi mi Tuna boylarında…?” Kaybolmuş kara suların koynunda Yer, yer perdeler iner gözlerine Sallanır bakışlar uzaklara Yamaçlarda ağaçların uzun gölgeleri Uzanır gider hayallerin peşinden… Meltem ılık, ılık katılır Kuşların sabah konserine Mavi suların üstünden Kayar gider martıların yanık sesleri… Sessizce gerinir, uyanır sabah Kırların mis kokusuyla Doğan güneşle yıkanır ısınır çiçekler Türküler sınır bilmez Dört mal koşan rüzgârın yoldaşı olur… Kâh yağmur olur, iner çisil, çisil Veya ırmak olur, yine tutturur: “…Görmedin mi ah Civan Alişi mi Tuna boylarında…?” Ay yorgunluğunu Tuna sularında yıkar Sabah sisi yağmur olur Göç türkülerinde… Kımıldar dalların uçlarında yaprak Rüzgâr alır gider çiğ tanelerini Türkünün kaderine ağlar toprak. 1991 / Rusçuk / Mehmet Ahmet

Bir Türkü, büyük – güçlü olma, “kıyısını yıkmadan akma”, yerinde dururken sön söz sahibi olabilmeye ilham olmakla kalmamıştır Tuna Bulgaristan’daki Müslüman Türkler için. Tuna bizim için bir kültür, ay-


Makale ve Analizler - 2018

17

dınlık ve ufuk doruğudur. Bir özlemdir. Öğretmenler öğrencilerine Tunalılar Marşı söyletmiştir. Tuna özgürlüğümüze nurlanan ufuk olmuştur. TUNALILAR MARŞI Biz Tunalı Türk oğluyuz; Azmimizde er oğluyuz Bilgi, soydaş hak için hep Ölümlere yeminliyiz. Gözlerimiz ilerdedir. Hırslarımız hünerdedir. Haklarımızı korumak için Başlarımız siperdedir. Alemdar’dan feyz almışız Mithat Paşayı tanırız Azmimizi ileriye… Dönmemek için salmışız. Bilgi, kuvvet, çene, yürek; Bunlar bize silah gerek Biz alırız hakkımızı Bu dört şeye güvenerek Biz Tunalı Türk oğluyuz; Azmimizde er oğluyuz Bilgi, soydaş hak için hep Ölümlere yeminliyiz.

Deliorman şairlerimizden Mehmet Cumalı (1923) Tuna sularının derinliğinde şanlı tarihimizi gördü. Anadil, Türk Kimliği ve öz tarihimize ilgisinden dolayı 3,5 yıl zindanda kaldı, Vatanı terk etmeye zorlandı, fakat yaratıcılığında insan sevgisine, hoşgörümüze ve insanlara iyilik dağıtmakla yüklü kaderimize hep olumlu yönden baktı. 1944-1989 yılları arasında uyguladığı zalimlik bakımından tüm otoriter rejimlerin arasında düşüncelerinden dolayı en büyük zulmü uygulayan Bulgar totaliter-komünizmi olmuş-


18

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tur. Düşüncelerinden ötürü teröre maruz kalan şair, Tuna’dan, tarihimizden, bilgeliğimizden ilham almayı, yakınmaya tercih etmiştir. ŞANLI TUNA Uykusuzdur gecelerim Hep ismini hecelerim Şanın ile yücelirim Gönlümdesin aziz Tuna İsmin güzel şanlı Tuna Sen ceddimin özündesin Sevenlerin gözündesin Türkülerin sözündesin Sen böylesin aziz Tuna İsmin güzel şanlı Tuna Ecdadımız ahit ile Destanlarda ağıt ile Şanı altın kayıt ile Yazılsın aziz Tuna İsmin güzel şanlı Tuna Mithat Paşa, Aliş’imler Osman Paşa Plevne’ler Akıncılar daha neler Görgülüsün aziz Tuna. İsmin güzel şanlı Tuna Yazlarında, kışlarında Her emeğin başlarında Soframızın aşlarında Hep sen varsın aziz Tuna. İsmin güzel şanlı Tuna 19 Kasım 1977 Şilistre


Makale ve Analizler - 2018

19

Sonsuz, zapt edilmez ve asla yenilmez bir güç kaynağı ve simgesi olan Tuna vatan sevgimizin de temelinde olandır. Kıyılarındaki şehirlerde en yüksek medeniyet yaratılan Tuna nehri aynı zamanda bir bereket pınarıdır. İnsanoğlunun ruhunun bir damla suya benzediği, eski kıtadan, geçmişten gelen bu deryanın tarih yazdığı ve bu tarihin içinde bizim de olduğumuz gerçeği esin kaynaklarımızdan biri olmuştur. Halkımızın yarattığı en yüce ilham kaynaklarından biri olan – Gazi Osman Paşa Marşı – Tuna’dan esinlenerek doğmuştur: PLEVNE MARŞI Tuna Nehri akmam diyor, Etrafımı yıkmam diyor, Şanı büyük Osman Paşa, Plevne’den çıkmam diyor. Düşman Tuna’yı atladı, Karakolları yokladı, Osman Paşa’nın kolunda, Beş bin top birden patladı… Tuna Nehri akar gider, Etrafını yıkar gider, Şanı büyük Osman Paşa, Düşmanları kırar gider… Kılıcımı vurdum taşa, Taş yarıldı baştanbaşa, Namı büyük Osman Paşa, Askerinle binler yaşa.

Yaratıcılığımızın esin kaynaklarına inen araştırmalarımız devam edecektir. İlginize teşekkür ederim. Bizi izleyin ve paylaşınız.


20

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2018

21

Bulgaristan’da Türk Öğretmenler Birliği –2 Yazan: Raziye ÇAKIR

17.07.1906 tarihinde Şumnu’da Muallimini İslamiye Cemiyet-ı İttihadiyesi ilk Kongresini yaptı. Kongreye az katılımının sebebi o zamanları Bulgaristan’da hafiyelik ve kendi menfaatlerini düşünen kişilerin çalışmaları Bulgaristan Türkleri arasında Abdülhamit yanlısı ve karşıtı diye ikiye bölmeleridir. Hatta bu kongre Jon Türk hareketi olarak nitelendirildi. Kongrenin Gündemi: 1.Derneğin Tüzüğü; 2. İç tüzük; 3. Öğretmenlerin himayesi; Mesleğin gelişmesi… 1908 yılında Türkiye’de 2.Meşrutiyet’in ilan edilmesinden sonra Bulgaristan Türk Öğretmenler Birliğinin çalışmaları yoğunlaştı. Birlik 1908’de Varna’da 2. Kongresini düzenledi. Ondan sonra ki her yıl ayrı bir kentte bu kongreler birbirini izledi. Bu kongrelerde Bulgaristan’da Türklerin eğitim sorunları ele alındı. Ders programlarının birleştirilmesi, okul kitaplarının hazırlanması, kitapların içeriği, öğretmenlik mesleğinin çeşitli sorunları, yönetmelikler, tüzükler vs. gibi çeşitli konular ele alındı. Birlik gitgide gelişti. 1906 Şumnu’da başlayarak 1907 Rusçuk, 1908 Varna, 1909 Silistre, 1910 Pravadi,1911 Şumnu,1912 Eski Cuma, 1914 Filibe, 1915 Razgrad, 1919 Eski Zağra, 1920 Plevne, 1921 Kazanlık, 1922 Sviştof, 1923 Siliven, 1924 Osman Pazarı, 1925 Niğbolu, 1926 Vidin, 1927 Filibe, 1928 Lom, 1929 Şumen, 1930-31… 1932 Şumlu ve 1933 Rusçuk’ta sona eriyor. Türk eğitim işlerinin Ana-vatan Türkiye’deki eğitimle Bulgaristan Türk eğitimi arasında paralellik ve beraberlik gibi önemli sorunlar Tük Öğretmenler Birliğinin başlıca görevleri arasındaydı. Öğretmenler birliği, Bulgaristan’da ki Türk çocuklarına Türklük bilincini, milliyetçilik ruhunu ana-vatan Türkiye’ye bağlılık duygusunu aşılamak bakımından tarihi bir görev yapmıştır. 1928 yılında adını Türk Müalimler Cemiyeti olarak değiştiren bu birlik 2. Meşrutiyet Dönemin’de bütün Bulgaristan düzeyinde örgütlendi. Türklerin yoğun olarak yaşadığı kent ve kasabalarda “Şubeler” oluşturdu. 1921 yılında Terbiye Ocağı adında bir dergi çıkarmaya başlamıştı. Daha sonra bunun adına Mualimler Mecmuası olarak değiştirildi. Dernek her kongrede çeşitli meseleleri tartışır, konuşur, çözüm yolları aranırdı. Yedinci Kongre 1912 de Eskicumada yapıldı ve bir öğretmenimizin konuşması çok önemliydi: “Bir insan bulunduğu memleketin, mensup olduğu cemiyetin tarihini bilmek farzdır. Zannederim ki bunda hepimiz müttefikiz. Pekâlâ, biz Bulgaristan Türkleri tarihimizi biliyor muyuz?


22

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Mazimizi tanıyor-muyuz? …. Demek isterim ki, Biz mualimler bulunduğumuz yerlerin coğrafya, topografyasına, jeolojisine dair malumatını bilsek, incelemede bulunsak, eski masallarımızı toplasak, adetleri öğrensek pek çok yeni malumat elde etmiş oluruz zannederim. Türk soyundan gelmiş olan Macarlar, bir tarihte, memleketimizde müsafiretten bulunmuşlardır. Bizim ne kadar türkümüz, masallarımız varsa hapsini topladılar, birçok mecmualar yapmışlar. Maalesef, bizi birçok tarihi türkülerimizi unuttuk yahut unutacağız. Ya bu vatanın yetiştirdiği büyük adamlar, bunları biliyor musunuz? Burada birçok hayır eserlerinin pek çokları, bizim benimsemememiz yüzünden mahvolup gitti, bir takımları da mahvolacaktır. Eğer şimdiden bunları tarih sayfalarına tespit etmesek, emin olunuz ki, bizden sonra gelecekler, ecdadımız, evet, o şanlı ecdadımız hakkında pek fena sui-zanda bulunacaklar. Türkiye’de Cumhuriyetin kurulması ve Atatürk Devrimlerinin gerçekleşmesi üzerine Bulgaristan’da Türk çocukları rahat bir nefes aldı. Türk çocuklarının eğitimi çağdaş düzeye yükselmesi için Birlik canla başla çalıştı. Bulgaristan makamlarının bütün engellerine rağmen, Atatürkçü bir Türk Gençliği yetiştirdi. Yeni Türkiye’de atılımı adım adım izledi. Öğretmenler Birliği 19.Kongresini Lom’da yaptı. Bu kongrede Türkiye ile birlikte Bulgaristan’da da yeni Türk harfleriyle eğitime başlanması kararlaştırıldı ve uygulamaya konuldu. Bulgaristan’da Türk okullarında 1928/29 ders yılında yeni Türk harfleriyle öğretime geçmiştir. Türk öğretmenler birliği Bulgaristan Türk okulları için ders kitapları hazırlanmasına ve bastırılmasına öncülük etti. Özellikle 1924 ten sonra 10 yıllık dönemde kitap basımı yoğunlaştı. Kitapların hepsini bu derneğin çalışkan üyeleri olan seçkin öğretmenlerce hazırlandı. Bu kitaplarda ulusal duygularla donatılmıştır. 1906 da kurulan ve 1933 te Rusçuk-Ruse’de son kongresini yapan dernek üyeleri; Türklüğe, Türk kültürüne çok ağır şartlar altında hizmet etmişlerdir. Kongrelerle dertlerini dile getirdiler, çare aradılar ve samimiydiler. Bu kongreleri ayrı bölgelerde yapmaları çok isabetli olmuştur. Her bölgede Kongreler birer miting haline dönüşmüştür. O bölgenin halkı gelen misafirleri, Türk misafirperliğine has cömertlikle, güler yüzlerle karşılar ve konuklar. Bulgaristan’da Türk Mualimler Birlği, Türk halkına çok büyük hizmet vermiştir, orada Türklüğü yaşatmıştır. Bu hizmet kutsaldır, unutulmamalıdır. Derneğin çıkardığı dergiler; Terbiye Ocağı, Mualimler Mecmuasıdır. Çeyrek yüzyılı aşkın çalışmaları boyunca bu birlik, Bulgaristan Türk eğitimine damgasını vuru ve oldukça kalıcı izler bıraktı ve tarihe karıştı. Yine onların şarkıları Bulgaristan’da Türk çocuklarına yıllar yılı söylendi.


Makale ve Analizler - 2018

23

Bulgaristan’da Türk çocuklarına komünist yönetimin ilk yıllarına kadar bu şarkılar, şiirler hep söylendi. Bu günkü Bulgaristan’da şuursuz durumun nedeni işte buradan başlıyor. Bu okullar kapatıldıktan sonra Türk çocukları şuursuz yetişti ve bu günkü durumumuz ortada… Dernek için Muharrem Yumuk, bir marş yazmış ki, bu 1925 te Mualimler Mecmuasının 10.sayısında yayınlanmıştır. Hocamıza C.Allahtan rahmet diliyoruz. İşte söz uçar, yazı kalır dedikleri bu olmalı, hiç görmedik kendilerini fakat bu gün bunları yaşatabiliyoruz ne mutlu bizlere. Marş Bilgi Ordusu bizim ordumuz, Bilip öğretmek büyük borcumuz, İsteriz biz: cehl kalksın oradan, Bilgi ocağı olsun yurdumuz Bilgi yazıldı Bayrağımıza, Evremize ocağımıza, Düşman ayağı basmasın artık, Toprağımıza bucağımıza Cehilden başkaca düşmanımız yok, Dilden başkaca lisanımız yok, Dil ile ili sevmeyenlere, Gönül gözüyle bakanımız yok.


24

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Çanlar Daha Güçlü Çalıyor

Tarih: 02 Ekim 2018 Yazan: Rafet ULUTÜRK Konu: Erken Seçimime Doğru adım adım Adımlıyoruz. İlk yaprak dökümüyle birlikte doğalgaza % 16 oranında, kaloriferlere de % 8 ile % 15 arasında zam gelmesi halkın yüreğini büzdü. Zenginler hükumetinin Alış Veriş Merkezlerine (AVM) – “Kaufland”, “Billa”, “Lidl”, “Molla” zincirlerine “aman zam yapmayın” çağrısı “durum bu kadar kötü mü?” sorusunu doğurdu. Bakanlar, “aman gramı düşürmeyin” feryadıyla fırıncıların ayağına kapandı. Su fiyatı tırmanıyor. İç siyaset deprem yaşıyor. Yeni pahalılık dalgasını nüfusun ancak % 25’i göğüsleyebilir. Nüfusun % 38’i odun kömür alamadı. 250 bin emekli iki ucunu bağlayabilmek, ilaç alabilmek için askeri ücretle çalışmak zorunda. 205 bin ailenin aylık geliri 200 leva (100 Euro) sınırındadır. Etnik azınlıklar en büyük geçim derdi içinde bulunuyor. Bulgaristan’da geçim endeksinin alt sınırı 346 levadır. Toplam 1 410 000 emekli ve aileleri bu parayı bulabilecek durumda değildir. Hükumet katında yürütülen görüşmelerde aradaki farkı belirleyen 146 levanın emekli maaşı dışında – sosyal yardım olarak – verilmesi düşünülüyor. Bu görüşmelerde yurt dışında – Türkiye’de – yaşayan emeklilerimize bu paraların nasıl verileceği, hatta verilip verilmeyeceği görüşülmüyor. HÖH-DPS partisi soydaşlarımızdan oy istemeyi biliyor, ama can alıcı konuların, onların haklı çıkarlarının tartışılmasından kaçıyor. Ana politik muhalefet olan Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) – 79 milletvekili – parlamentodan çıktı. Eylülden Ekim’e geçerken Çalıştay topladı. 3. Gensoruyu “Sağlık politikası” ile ilgili verme kararı aldı. Memleketimizdeki sağlık sistemi en fazla çökmüş, borçlanmış, kadro yetersizliği olan bir sektördür. Parti Başkanı Bayan Kornelya Ninova, aşırı milliyetçi faşistleri de içine alan zengin kodamanlar (oligarşi) hükumetini devirme kararını yeniden açıkladı. Ninova’ya göre, yeni bir sigorta sistemi uygulanmak isteniyor, halk kontrolsüz soyuluyor, onların daha 1. Borisov hükumetinin Sağlık Kazasından çaldığı milyarlar kamu sağlık sistemine iade edilmemiştir.


Makale ve Analizler - 2018

25

Eski komünistlerin maskelendiği BSP partisi, 2016’dan beri oy oranını yüzde yüz, milletvekillerini de 40’tan 79’a yükselten, sözü her gün biraz daha fazla duyulan bir siyasi atılım sergiliyor. Geçen hafta “Medyapol” sosyolojik araştırma ajansı tarafından gerçekleştirilen bir anket, iktidar partisi GERB ile BSP arasındaki oy farkını % 2’ye indirdi. Katılımcıların % 52’sininse, sol siyasetten, BSP-DPS (Türklerin Partisi) destekli seçilen Cumhurbaşkanı General Rumen Radev’in bir siyasi parti kurmasını ve yönetim ve yürütme sisteminde değişiklikler yapılmasını istediğini ortaya koydu. Bulgaristan devlet sağlık sistemindeki çöküş, bu sektördeki özelleştirmelerle başladı. Köylerdeki sağlık ocakları, kasabalardaki poliklinik ve hastaneler kapandı. Bir hamilenin doğum için 80 km yol gitmesi gerektiği biliniyor. Yıllar önce Bulgaristan’da 8 milyon kişi yaşarken, hamilelere, 6 yaşın altındaki çocuklara ve 65 yaşın üstündeki yaşlılara verilen bedava ilaçlar için devlet 1 milyar leva harcanırken, halen bu kalem 6 milyar leva oldu, oysa nüfus 5 milyona azaldı. Özel klinik ve hastanelerin, ilaç tekellerinin devletten her yıl 5-6 milyar leva (3 milyar Euro) çaldığı açıklandı. Yıllardan beri 5 kuruş yatırım yapılmayan huzur evleri bakımsızlıktan ahıra dönmüş durumda. Gensoru kamu kuruluşlarından destek buluyor. Yaşlı yurttaşlar, hayatın kalitesini yükseltecek uzun vadeli bir devlet politikası istiyorlar. 25 yıldan beri Avrupa’nın en yoksul ülkesi, sefiller diyarı, yetersizlikler ülkesi, yurttaşları hayattan en fazla kopmuş olan Bulgaristan’da emeklilerin aktif yaşama yeniden kazanılması için yeni sosyal ve sağlık siyasetine ve reforma gerek var. Bu iç siyaset gelişmeleriyle birlikte, dış siyasette de konum yitirildi. Birleşik Amerika’ya askeri amaçlara uygun 2 uçak alanı – “Krumovo” ve “Bezmer” – beş adet askeri hangar, yerleşke, talim alanı ve benzer tesis ile Karadeniz kıyısındaki “Kavarna”da US Askeri üssü kurulmasına izin verildi. Bu uçak alanlarına inip kalmak US uçakları kontrol edilmiyor. Uçakların ne taşıdıkları belli değil. Sofya’da yeni ABD Büyükelçiliği, önüne de 1943/44 yıllarında Bulgaristan şehirlerini bombalayan US Pilotları Anıtı dikildi. Tüm bu ödünlere rağmen, New York’ta Birleşmiş Milletler Örgütü (BMÖ) 73. Genel Kurulunda, Başkan D. Trump tarafından kabul edileceği önceden açıklanmış olsa da, Başbakan B. Borisov kabul edilmedi. Görüşme olmadı. Yani izlenen devlet siyasetimizde Başkan Trump’u rahatsız eden çizgiler var…


26

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İkinci olarak da, Başbakan Borisov, 2018 yılının ilk altı ayında Avrupa Konseyi (AK) Sofya genel kurulunun, öncelikle Makedonya’yı olmak üzere, Batı Balkanların NATO ve AB’ye kazanma çabaları komşuda 30 Eylül tarihinde yapılan halk oylamasıyla suya düştü. Son aylarda Üsküp bir yüzleşme alanı olmuştu. Seçmen, 143 devlet tarafından tanınmış olan ve Makedonya Cumhuriyeti olan devlet ismini Yunanistan’ın ısrarı üzere “Kuzey Makedonya” olarak değiştirmeyi kabul etmedi. “Egemen olan benim” dedi. Böylelikle, “tarihimiz ortaktır, Makedon dili Bulgarcanın bir lehçesidir” uydurmaları ve Bulgar TV ve radyo programlarında Makedonca konuşmaları Bulgarcaya tercüme etmeyen zihniyet sanki bir daha tosladı. BSP partisi bu hafta 24 saatlik “Özgür Bulgaristan” TV programı başlattı. “Bulgaristan Vizyonu” parti programı anlatılıyor. 28 yıldan beri BSP hükumetlerine ve Georgi Pırvanov (2002 – 2012) ve Rumen Radev (2016) gibi BSP ruhlu Cumhurbaşkanlarına oy vermiş olsak da şu 24 saat yayının 2 saatini alın da siz de Türkçe yayın yapın ve halkınızı aydınların demedi. Son 28 yıl içinde, Bulgaristan’da Müslümanları ötekileştirme, Türklere gitmek isteyen gitsin siyaseti uygulansa da, Bulgarca tercümeli Türk dizilerinin komşuyu şehirlerde % 90’a ve köylerde % 70’e kadar küçük ekrana kilitlediği dikkati çekiyor. Son anketler son yıllarda tercüme edilen Türk araştırma eserlerinin, tarih romanlarının ve modern şiirinin de Bulgar okuyucuda büyük ilgi uyandırdığı gözleniyor. Bulgar orta kesimin kış yedeklerini 2018’de Edirne Pazarından aldığı yeni bir gelişme oldu. Sağlık dalında çöküşü durduracak gelişme de “Medikalpol” ve “Acı Badem” gibi Türk sağlık öncülerinin Büyük şehirlerimize sağlık sarayları kurulmasıyla başladı ve sağlanıyor. 2018 yılında trafik alanında yaşanan kazalı gelişmeler, 458 kilinin yollarda kalması 6576 kişinin kliniklere, hasta hanelere düşmesi ve kazaların öncelikle Bulgarların kendilerinin inşa ettiği bölünmüş ana yollarda meydana gelmesi, T.C. yol yapım tekniğinin Bulgaristan’da yeni bir hamle daha yapması gerekeceğine işaret veriyor. 2000 ‘li yılarının başında “Doğuş İnşaat Holding”, “Mapa-Cengiz Korporasyon” vb olumlu izler bıraktı. Türk sermayesiyle çalışan sanayi tesislerinde işçilerin daha kolay uzmanlaştığı, kolaylıklar sağlandığı, maaşların % 12 daha yüksek olduğu gurur verici oluyor. Bu gelişmeler içinde Türkiye Bulgaristan ilişkileri daha büyük önem kazanıyor. Bu ilişkilerin kırmızıçizgisinin son 5 yılda olduğu gibi, artık tel örgülü sınır, Yakın Doğulu sığınmacılar tarafından Bulgaristan’ın istila edileceği korkusu, 2015’ten beri kaynatılan “yeni Osmanlıcılık” kazanı ve “Tür-


Makale ve Analizler - 2018

27

kün düşmanı bizim dostumuzdur” anlayışı olmadığı anlaşılmaya başlandı. Kültürel etkileşimin iki ülke halklarının yakınlaşmasında sonuç belirleyici olduğuna inananlar artıyor. Bu arada Bulgaristan’daki Müslüman Türklerin Vatan ve devlete olan saygı ve güven veren yaklaşımı da güç topluyor. 2015’te Şumnu ilinde, Şeytancık (Hitrino) belediyesinde meydana gelen tren kazasından sonra, bu Türk köyünde kaza harabesinin kaldırılması ve bu kışı insanlarımızın kendi evlerinde geçirmeye hazırlık görmesi güveni arttırdı. Umut veren başka bir gelişme de, Batı ülkelerindeki gurbetçilerimizin, yakınlarına her ay yardım göstermesi ve bazı sosyal ve kültürel ortak ihtiyaçlara el uzatması oluyor. Bu yıl Bulgaristan’da yüksek öğrenin kurumlarına geçen yıla göre daha fazla 17 Türk çocuğunun kayıt yaptırması da iyi oldu. Ahalimizin öğretmene, doktora, veterinere, mühendislere ihtiyacı var. Yeni ders yılının ilk gününde Türkiye Cumhuriyeti Sofya Büyükelçisi Sayın Dr. Hasan Ulusoy başta olmak üzere bir diplomatik heyetin Razgrad’ın (Hazergtad) belediyesi okullarını ziyareti, halkın güvenini arttırırken umut ufkunu genişletti. TİKA Balkanlar ve Doğu Avrupa Daire Başkanı Dr. Mahmut ÇEVIK ile birlikte öğrencilere Türkiye’deki arkadaşların hediyesi olarak okul ve spor malzemeleri dağıtıldı. Razgrad Valiliğinin işbirliğiyle yapılan etkinlik komşu ve müttefik Bulgaristan’da bu gibi dostluğu pekiştiren çalışmalara daha geniş yol açtı. Dikkati çeken bir başka nokta ise, Razgrad Valisi Hüsmen Güney, il okullarına yapılan ziyaretlere aktif katıldıkça halka umut verirken, Hak ve Özgürlük Hareket (HÖH) yönetim kadroları ve milletvekilleri belediyelere ve muhtarlıklara inip okul açılış törenlerine katılmadılar. Türklerin yaşadığı belediyelerde Türkçe derslerinin zorunlu olmasına katkıda bulunmak için girişim göstermediler. Memleketimiz gensoruya, erken genel seçime gidiyor. Geleceğimize ışık tutan kıvılcımları halkımıza taşımak ve nefes aldığımız her yerde artık Türk Ocaklarını açma zamanı gelmiştir. Okuduğunuz için teşekkür ederim. Paylaşalım ve hepimiz birlikte aydınlanalım.


28

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2018

29

Dize Getirme Yolları

Tarih: 3 Ekim 2018 Yazan: Dr. Nedim BİRİNCİ Konu: Diş Müdahalenin Araç ve Yöntemleri Dize Getirme Yolları Referandumdan sonra Makedonya Makedonya’nın yeni ismi için halk oylaması (referandum) 30 Eylül’de yapıldı. Halk oylaması çok karışıktı. Sonunda ”kazananlar” ile “kaybedenler” iki ayrı meydanda kutlama yaptılar. Bu işte, sandığa giden Makedonya nüfusu üstüne kesin bir rakam söylenemedi. Önce 1,4 milyon ilan edilen Makedonlar ve Arnavutlar, sandık dendiğinde 1,8 milyon olarak düzeltildi. 400 bin Makedonya vatandaşının yurt dışında olduğu anlaşıldı. Bunların daha fazlası da T.C.’de yaşıyor. Fakat Türkiye’de sandık açılmadı. Oylamaya 1 gün kala “polisin referanduma katılacak olanların hepsini kapı kapı dolaştığını ve 900 bin kişinin oy kullanacağı” bildirildi. Referandumu 11 bin gözlemci izledi. Neticede % 36,9 aktiflikle % 51’ı katılıma ulaşamadığı için referandum geçersiz ilan edildi. İsim ve siyaset değişikliğine karşı olan, ana muhalefetin – VMRO-DPNM partisi – “boykot” çağrısında bulunmuştu. Yeni durum şöyle: Makedonya Cumhuriyeti’nin NATO ve Avrupa Birliği (AB) kapısını aralayabilmek için ismini değiştirmesi ve “Kuzey Makedonya” ismini yasallaştırması gerekti, bunu yapmadığı halde her 2 adaylığa Yunanlar “veto” hakkı kullanacakti. Şimdi olay meclise taşındı. Üsküp meclisinde 120 sandalye var. 52’si VMRO-DPNM, 48’i iktidarda olan Sosyal Demokrat Partisi’nin ve 20’si de 2 Arnavut partisinindir. Referandumla gerçekleştirilemeyen devlet ismini değiştirme, Anayasa değişikliği ile yapılırsa, ancak üçte iki meclis çoğunluğuyla olabilir. Ne yazık ki Makedonya’yı Avrupa’ya bağlamak isteyenlerin 80 milletvekilinin oyunu alabilmesi imkânsız görünüyor. Ufukta erken genel seçim var. Başbakan Zoran Zaev Kasım ayını yeni tarih olarak gösterdi. Şu nokta dikkati çekti: Referandumun stratejik önem taşıdığını ilan eden NATO, şu anda oyunu kaybetti. Makedonya halkı üzerinde ağır baskılar var. Bunların güçlü yönü komşularından geliyor. Yunanistan bu genç Balkan ülkesinin, adına, forsuna, bayrağına ve abidelerinden kilise çanlarına kadar her şeyine karşı çıktı. Bu sene imzalanan Yunanistan-Makedonya Resen Anlaşmasına göre değiştiril-


30

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

meye çalışılan devlet isminin Anayasa’ya da işlenerek tırmanılması zor bir doruk olarak ortaya çıktı. Makedonya siyaseti bunalıma girdi. Baskılı son aylar, haftalar, günler yaşayan komşumun ismi “Kuzey Makedonya” olamadı. Referandumla Presen Anlaşması da zamanını doldurdu. NATO ve Avrupa Birliği (AB) üyeliği kapısı açılamadı. Başbakan Zoran Zaev, oy kullananların % 92’isi NATO ve AB siyasetine “evet” dediği için “referandum başarılı oldu” dese de, son söz Mecliste… NATO Makedonya’yı “Makedonya Cumhuriyeti” adıyla üye alsın diyen Bulgaristan oldu. Fakat Yunanistan engelinin nasıl aşılacağına işaret etmedi. Bulgarlar, Makedon ulusunu “Bulgar”, Makedon dilini “Bulgar dilinin lehçelerinden biri” olarak kabul ediyor. O zaman Osmanlı sınırlarında olan Makedonya’nın egemenliği ve bağımsızlığı için 1903’te patlayan “İlinden Ayaklanmasını” bir “Bulgar Ayaklanması” olarak kutlayan Bulgaristan hükümeti 1991’de Makedonya Cumhuriyetini herkesten önce tanımıştı. 2018 ‘de ise resmen tanıdığı ismin “Kuzey Makedonya” olarak değiştirilmesini isteyen ülkelerin başında geldi. İyi komşuluk ve diplomasi ilkleri açısından bu çelişkili bir durumdur. Ekonomik baskılar siyaseti belirliyor. Referandumla çözülemeyen düğüm Üsküp meclisine taşınmazdan önce, çok önemli bir gelişme daha oldu. 2 Ekim sabahı Makedonya’da akaryakıt fiyatları % 40 zam gördü. Makedonya benzincilerinde satılan akaryakıt, Bulgaristan’ın Burgaz şehri kenarındaki “Neftohim” rafinerisinden dolduruluyor. Karayoluyla Makedonya bayilerine taşınıyor. Neftohim, Güney Doğu Avrupa’nın en büyük petrol rafinerisi, Bulgaristan’daki en büyük sanayi tesisidir. Bu petrol rafinerisi, Bulgaristan’da bulunsa da bir Rus tesisidir. Özel ayrıcalıklı haklara sahiptir. Bulgar devletine vergi, fon, gümrük ve KDV ödemiyor. Makedonya hükümeti NATO ve AB yolunca adımlamaya çalışırken Moskova Bulgaristan kanalıyla Makedonya’yı ekonomik olarak felce uğratma gücüne sahiptir. Bulgaristan’daki Rus etki üslerinden birisi “Rosenets Yazlık Sarayında” bulunur. Günümüzde bu tesis “Ahmet Doğan Yazlık Sarayı” adıyla biliniyor ve 1989’a kadar Neftohim-Burgaz Petrol Rafinerisine ait olan “Rosenets Koyunda” bulunur. Bulgaristan’a işlenmek üzere gelen ham petrol tankerleri 1960’tan beri bu koyda tahliye edilir ve boru hattıyla rafineriye akıtılır. Soyularak çökertilen “BTK- Bankası” parasıyla inşa edilen – 7 milyon


Makale ve Analizler - 2018

31

leva – “Doğan Sarayı” – polise, denetimcilere, gümrükçülere, gazetecilere ve Burgaz Belediyesi görevlilerine kapalı Rus bölgesinde bulunan devlet içinde devlet – kapalı bir tesistir. Lukoyl Burgaz şirketi tarafından yönetilir. Bulgaristan’la birlikte Makedonya ekonomisi de elinin içinde tutar. Makedonya’da 2016’dan beri 1 litresi 46 dinar olan benzinin bir geceden 70 dinara yükselmesi ülke ekonomisinin baskı altına alındığı ve politik seçeneklerin felce uğratıldığı anlamına gelir. Bu bir politik baskıdır. İç işlerine müdahaledir. 2018 yılında Makedonya örneğinde kamuoyu oluşturulmasında 3 ana kanalın olağanüstü yoğun bir şekilde kullanıldığına tanık olduk. Birinci kitle bilgilendirme araçları – medya – kullanıldı. Rus kaynaklı ödeneklerle 500’den fazla elektronik iletişim ve etkileşim merkezi kuruldu. Her konuda yalan ve yön bozan haber ve yorumlar üretildi. Bu yoğunluktaki enformasyon etkisini, ne NATO Genel Sekreteri Anders Rasmussen, ne Avrupa Konseyi Başkanı Donald Trucks, ne Avrupa Birliği Başkanı Jean Cloude Juncker ve hatta ABD Dış İşleri Bakanı Mike Pompeo bozamadı. Üsküp ziyaretleri ve seçmen üzerindeki müdahale beklenen sonucu vermedi. Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov ise Birleşmiş Milletler 73. Genel Kurul kürsüsünden 143 devlet yetkilisini Makedonya’ya doğru seçim yapmada yardıma davet etti. Tüm bunlar bu küçük ve ancak 28 yaşında olan ülkenin iç işlerine müdahaledir. Bu baskı Batı Dünyasını yönetenler tarafından gerçekleştirilmiştir. Kamuoyu oluşturmak için yapılmıştır. Burada değişmeyenin ise, evde ve okulda, yaşamın içinde ve geleneklerle oluşanın – inanç ve dünya görüşünün – kolay kolay değişmediğine kanıt oldu. Burada aynı zamanda bu halkın geleneklerine bağlı olduğunu ve vaatlerle kandırılmasının kolay olmadığını ortaya koydu. XXI. yüzyılda devlet ve hükumet düzeyinde resmi ziyaretler başka ülkelerin iç işlerine müdahale yöntemlerinden biri olarak yerleşti. Son yıllarda Ukrayna’da – Belgorod, Tavriya bölgesinde, yaşayan Bulgarlar Odesa yakınlarındaki Akerman kalesinde Bulgar diasporasının milli buluşması gerçekleştiriyor. Bu yıl 10 bin kişi katıldı. Oradaki Bulgar ruhu ve gelenekleri yaşatılıyor, anılar canlanıyor, akrabalar buluşuyor. Ukrayna’da yaşayan Bulgarlar Birliği tarafından 1998’den beri örgütlenen bu törenler Bulgar Kültür Şenlikleri biçiminde gerçekleşiyor. Son buluşmaya Ukrayna, Moldova, Belgorod ve Tavriya’dan 800 sanatçı katıldı.


32

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bulgaristan Başbakanı Borisov, Başbakan Yardımcısı Valeri Simyonov, bakanlar ve kamu temsilcileri, sanatçılar bu buluşmaya katılıyor. Bu ziyaretlerde, Ukrayna Cumhurbaşkanı Petro Proşenko ve diper yetkililerle görüşmelerde, orada yaşayan Bulgarların devlet okullarında haftada en az 3 saat Bulgar dili, Bulgar edebiyatı ve Bulgaristan tarihi okumalarını istendi. Buna karşılık, 2019’un Mart ayında yapılacak Cumhurbaşkanı seçimlerinde Başkan Proşenko’ya Bulgar diasporasından özel destek vaadinde bulunuldu. Bu gelişmeler, ne yazık ki, Bulgaristan’ın Makedonya ve Ukrayna iç işlerine müdahale etmesi şeklinde yorumlanmıyor. Ana devlet – Bulgaristan Cumhuriyeti yönetiminin – diğer ülkelerdeki Bulgar topluluklarına doğal yasal destek ve yardım göstermesi olarak anlatılıyor ve algılanıyor. T.C. Cumhurbaşkanı Başkan Sayın Recep Tayyip Erdoğan “Bulgaristan’daki Müslüman Türk kardeşlerime selam olsun” dese iç işlerimize karıştı, deniyor. Oy vermek için yola çıkan Bulgaristanlı Yaşlı Türk Bayanlar tartaklanıyor. Sandık başına komandolar diziliyor. Soydaşlarımıza posta ile oy kullanma hakkı tanınmıyor… Bulgaristan Müslümanları Ulusal Sanat Festivali hazırlıkları, aktüel Radyo ve TV programları başlatılması engelleniyor… Bulgaristan Cumhurbaşkanları J. Jelev, P. Stoyanov, G.Pırvanov, R. Plevneliev ve R. Radev Bulgaristan Türklerinin ve soydaşlarımızın oylarıyla seçilmiştir. Onlar, Bulgaristan’da yaşayan Türklerin etnik azınlık olarak hak ve özgürlüklerini ve özellikle kültür ve eğitim haklarının sağlanması yolunda hiçbir edinime imza atmadılar. Bu çelişkili bir durumdur. Mutlaka düzeltilmesi gerekir. Aynı zamanda iç işlerine karışma konusuna da açıklık getirilmesi gerekir. Bizi ilgilendirenin her şeyin olumsuz algılanıp yorumlanması ve karşı kamuoyu yaratılmasına son verilmesi zamanı gelmiştir. Bunu bozmak bizim ortak vazifemizdir. Okuduğunuz için teşekkür ederim. Aktüel sorunların özünde kendimizi ve haklarımızı aramalıyız. Yeni bir analizde yine birlikte olalım.


Makale ve Analizler - 2018

33

Yaşlanmadan Yaşamak Mümkün Değil Tarih: 04 Ekim 2018 Yazan: İbrahim SOYTÜRK Konu: Yaşlılığın da kendi güzellikleri var

Dedem “kulaklarımdaki kılları çeksene” dediğinde, anneannem “ihtiyarladı artık” telinden çalmaya başlardı. Dedeme göre, kulakları kıllanmaya başlayan yaşlanmıştı. Bu kılların bir de “mezarlık çiçeği” adı vardı. Bu iş yaşa, güne, saate bakan bir şey değildir. Doğanın biyolojik zaman ayarı var ve o herkes için geçerlidir. Bugün dokunaklı telefon ve İnternet kullanamayanlar, TV kanallarını değiştiremeyenler, çamaşır ve bulaşık makinesini çalıştırmayanlara yaşlılar grubuna gönüllü olarak giriyorlar. Yakında sayıları birden bire çok artacak. Bizim kuşak zamanla yarışı kaybetti. Bu sene 60 bin çocuğumuz okula yazılamadı, haberiniz olsun çok yanında ve daha genç yaşta yaşlılar sınıfına kendileri gönüllü kaydolacak. Yaşlılık bir de bilgisizlik ve bilgilenmeme, kör cahil kalmak demektir. Çocuklarını okula yazdırmak isteyen dede ve nenelerin belediye önünde miting yapmalarını bekliyorum. Belediye meydanı diş ülkelerde n yakındır. 80 km uzakta okul olmaz. Bilgi dediğin bir nimettir 80 kilometre yürüyemez, soğuklara dayanamaz, donar… Yaşlılık ekmek derdi, doktor derdi, ilaç derdi, odun derdi, kömür derdi… Yaşlılar çocuklarına, torunlarına doğru yolu göstermeden vuslata çekilirse, gözü açık gider… Dedem ve bütün kardeşleri aynı günde doğmuştu. Çünkü büyük dedem bütün çocuklarını devlet kaydına aynı günde – oraktan sonra ve çocuk yapma defterini kesin kapayınca geçirmişti. Çocuklarının doğum günlerini bir tarihe yazdırmış olduğundan, üç oğlunu aynı günde asker ocağında çağırdıklarında ve tüm işler onun sırtına kaldığında yanlışlığını fark etti. Sabanın sapını tutmak ve düven üstünde dönmek yaşlı işi değildi. Yaşlı olmanın bir başka belirtisi daha vardı. Sol eli titremeye başladığında çakmak çakamamak, sağ eli durmadan oynadığı için sardığı sigarayı dudağında ıslatamamaktı. Dedem bu duruma geldiğinde, anneannem “ah siz onun gençliğini bir bilseniz” diyordu. Zamanların değişmesiyle yaşlılık da değişti. Annelerin çocukları babaları için doğurduğu unutuldu. Çocuklar da babalarına ve annelerine son nefese kadar bakmak zorunda olduklarını öğrenemeden yaşlandılar. Böylece


34

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

bir ağcın kökleri, gövdesi ve dalları-yaprakları arasındaki bağlantı koptu. Durumu en kötü olan köklerdir, çünkü onlar bildiklerini, birikimlerini yapraklara gönderemiyorlar. Her şey toprağın altında, geçmişte, tarihte kalıyor. Yapraklar ve meyvelerse dallarda gelişi güzel sallanıp bir gün savrulup düşüyor ve yok oluyorlar. Kalemi hiç körelmeyen yetenekli yaşlı şairlerimizden Habil Kurt günümüz yaşlılarını “Yaşlılar Günü” nde şöyle anlattı. İHTİYARLIK İnsan ihtiyarlayınca Hele de yalnız kalınca Her bir mevsim döner güze Hasret kalınır tek söze Yalvarsan da, gelsen de dize Dönmez gençlik gerisi geriye İleriye umut çoktan sönmüş Hatıralar bile derine gömülmüş Beyninde doğar bir kötü telaş Geleceğe alışmalısın yavaş yavaş Ruh görünmeyen diyara yelken açar Acı duygular bedenini sımsıkı sarar Yalnızlığın azabı olur çok ağır Aynalar bile çehrene usanmıştır Hep genç kalmak isteyen o gönül Başlar sararıp solmaya gün ve gün Benzer sonunda hazan yaprağına Savrulur gider hayat rüzgârına!

İnsanlar yaşamaya dünyayı sırtında taşımak için gelmişlerdir. Fakat dünyadaki insanların sayısı ne kadar fazlalaşırsa, kişi başına düşen yük o kadar azalmaz, tam tersine büyür. Çünkü dünyanın büyüklüğü onun suları, toprağı-taşı ve ormanlarıyla ölçülmez. Büyüklük kriteri tanınan dünyadır. Biz onu ne kadar fazla tanırsak, sırtımızdaki yük o kadar artar ve ağırlaşır.


Makale ve Analizler - 2018

35

Tanrının insanları eşit yaratmış olmasının anlamı ise, doğuştan her birinizin boş bir bellekle ve bin bir duyum ve reflekse dünyaya gelmiş olmasında gizlidir. İnsan doğuştan birçok nitelikle ve özellikle de silahlanmıştır ama bunların farkında değildir. Bir de şu var, bazı hususiyetler insanın yaşı büyüdükçe serpilip açar, örneğin aşk, yüreklenmek, kıvanç duymak, coşmak, mutlu olmak vs. Bazı niteliklerimiz ise yaşadığımız aile, grup, toplumsal düzen içinde ve etkisiyle belirir. Bilgili olmak, eleştirel düşünmek ve gerçekçi tartışmalar demokrasinin kan damarları ve sinir sistemidir. Cahil insanlar demokrasi ortamına ayak uyduramazlar. Ne için oy verildiğini çözemezler, yüksek yüksek binaların içinde masa başında çalışan insanların ne iş yaptığına, meydanlara toplananların yumruklarını kime ve neden salladıklarına akıl erdiremezler. Bu bakıma cahillik çağının aşılması, insanların kon göç, köyleşme, şehirleşme, toprak üzerine basmadan, insanlarla yalnız selamlaşarak ve elindeki telefonla konuşarak yaşaması uygarlığın yükseliş basamaklarıdır. Fakat insanoğlu yaşlandıkça bu basamakları çıkamaz olur, üst katlarda ne olduğunu bilmez, karar alamaz, yönetemez ve geçmişte kalmaya teslim olur. Aynı zamanda demokrasi bir boş biçimdir. İnsanlar lehinde işleyip işlemeyeceği içine iyilik, doğruluk ve güzellikle doldurmamıza bağlıdır. Bunu yapamazsak, özü çığlık ve gürültü dolar. Demokrasi bozulur. Rüşvetsiz çalışamaz ve boğulur. Bu durumda zamanını dolduran nesil arkadan gelenlere bozuk bir düzen bırakır. Yaşlanmak “huzur evine düşmek” şeklinde anlaşılmamalıdır. Huzur evi Bulgaristan gibi ülkelerde, rezalet bataklığına düşmek anlamına gelir. Çünkü yoksul ülkelerde huzur evleri ömür boyu hizmetleri ne kadar büyük olursa olsun, sönen bir hayatın küllerine karışmak gibi bir şeydir ve çöp poşetiyle çöp tenekesine giden yolun son adımlarıdır. Zenginler için kurulan huzur evlerine ise yoksullar gidemez. Bizde 1 410 000 bin emeklinin gidemediği gibi. İnsanoğlu yaşlanınca niteliklerini, hünerini, ustalığını kimseye hediye edemez, kendisiyle de götüremez. Ne ki, ölümsüzlüğü, hastalıklara yenilmeden uzun yaşamayı aramaya devam ediyor. Bir kişinin dünyayı sırtında taşıması mümkün değil, ama yükü bilgisayarlara ve robotlara aktararak daha huzurlu yaşaması olasıdır, hem de huzur evine düşmeden. Olabilir ya, gelecek kuşaklar, sözlüklerden emeklilik kavramını çıkarmaya gayret edeceklerdir. Sonsuz yaşamda emekliliğe gerek olmayacak. Kaloriferli bir evde odun yanmadığı gibi…


36

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Çaresizlik. Yapılabilecek bir şey yok. Çözüm bilgilenmektedir. İnsanların hepsini birden bilgilendirmenin yolu henüz bulunamadı. Bunu da ancak yarınların mucitlerinden öğreniriz. Şu soru yanıt bekliyor. Mucitler kimden öğrenecekler? Anahtar bilenlerin elinde! Onlara güvenmek zorundayız. Yeni olan, eski ile yeninin yüzleşmesinden, mukayese etmekten, analiz ve tartışmadan doğar. Hayat hakkı istemek kutsallıklardan biridir. Bu, toplum işlerinde de böyledir. Bir dernekte dahi… Bu işte, her neslin kendi, bilen kişisine, önderine, liderine gerek var. Her katın, her odanın ampulü olduğu gibi. Umut çocuklarımızda, onlara prizin nerede olduğunu öğretmek bizim ödevimizdir. Yaşlanmadan ve sağlıklı günler sizin olsun. Her yaşın kendi güzelliği vardır. Siz yaşlı olduğunuz için değerlisiniz. Kendinize iyi bakınız.


Makale ve Analizler - 2018

37

Birleşik Bulgaristan Tarih: 05 Ekim 2018 Çeviri: Tercume-Raziye ÇAKIR Konu: Yeni Parti Kuruluyor…

PİK Ajansının açıklaması: PİK ajansının Cumhurbaşkanlığı yakın çevresinden aldığı haberlere göre, Rusya Başkanı Vladimir Putin’in “Birleşik Rusya” siyasi partisi örnek alınarak, Bulgaristan Cumhurbaşkanı Rumen Radev’in yakın çevrelerinde “Birleşik Bulgaristan” adlı yeni bir politik parti hazırlıkları üzerinde çalışmalar yoğunlaşıyor. Kaynak, “Birleşik Bulgaristan” partisinin akıl hocalarının Rumen Radev ile 6 yıl önce siyasetten çıkan Ahmet Doğan olduğunu bildirdi. PİK Ajansı bildiriyor: Bulgaristan’daki Rusya sevdalıları tarafından 19 Temmuz 2017 tarihinde kurulan “İvan Vazov” adlı yurtsever projenin – Yeni Cumhurbaşkanı Partisi – ardında duran kişiler: Projenin gizli yüzü: Cumhurbaşkanı Rumen Radev. Projenin yakın hedefi: BTK Bankasını oyan ve Belgrat’ta yaşayan, Bulgaristan’a dönemeyen bankacı Tsvetan Vasilev’i kurtarmak ve serbest kalmasını sağlamak. Atılan ilk adımlar: Devlet Başkanı Rumen Radev son demeçlerinde “birleşme” sözünü birkaç defa vurguladı. Girişim Komitesi: Yeni partinin ardında bilinen kişilerden oluşan bir sözüm ona İnisiyatif Komitesi bulunuyor. Üyeleri: Komite Başkanı: Tarih Prof. Georgi Markov. – 1934 yılında Bulgaristan Pomaklarının isimlerini değiştirmek amacıyla Smolyan’da (Paşmaklı) kurulan ve Çar hükümeti ve bizzat Çar tarafından desteklenen “Rodina” (Vatan) adlı faşist örgütün kurucu başkanıdır. Komünist dönemde gizli polis örgütü “DS” ajanı olarak çalışmış ve faaliyetleri açıklanmış bir kişidir. Başbakan Boyko Borisov’a düşmanlığını açık olarak beyan eden, “DS” ajanı olduğu açıklanan, polis görevlisi, eski İç İşleri Bakanı Bogomil Bonev. Vaktiyle Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) partisinde ayrılan ve gazeteci Nikolay Barekov’un “Sansürsüz Bulgaristan” siyasi projesine destek veren, ritmik Jimnastik eski antrenör Neşka Robeva.


38

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

BSP tarafından yükseltilen Cumhurbaşkanı’na sorunlar yaratabileceği için Cumhurbaşkanı Rumen Radev bu inisiyatifi resmen yönetmeyecektir. Pik açıklamalarında, son dönemde BSP Başkanı Kurneliya Ninova ile Cumhurbaşkanı arasında gerginlik yaşanmaktadır. Gelecek yılın Mayısında yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimlerine vatandaş kotasından katılacak yeni parti Brüksel’e 1 milletvekili göndermeyi planlıyor. 21 Eylül 2019 yapılacak olan yerel seçimlerine Cumhurbaşkanı Partisinin vatandaş kotasında “Birleşik Bulgaristan” listesi olacak. PİK açıklamalarına göre, Cumhurbaşkanı Partisi temsilcileri Hak ve Özgürlük Hareketi (DPS) yerel seçim kampanyasında yardımlaşmak için ilk temaslara başlamış bulunuyor. Ajans haberlerinde, uyumlu, Avrupa yanlısı, sol merkezci “Birleşik Bulgaristan” tipi bir siyasi oluşumla DPS arasında işbirliği tezinin Ahmet Doğan tarafından geliştirilmiştir. Radev, ise gelecek Başkanlık seçimlerinde ve meclis seçimlerinde T.C. ’deki soydaş oylarına bel bağlıyor. PİK Ajansı.


Makale ve Analizler - 2018

39

Bulgaristan’ın Geleceği Üstüne Uzlaşma Aranıyor

Tarih: 06 Ekim 2018 Çeviri: Raziye ÇAKIR – Gazete Fakti. bg Cumhurbaşkanı Radev’in Kalem Odası Başkanı İvo Hristov’la söyleşi. Birleşme, Cumhurbaşkanı partisi projesi değildir. “En büyük ödev demokrasinin korunmasıdır. 30 yıl sonra başlangıç noktasındayız. Söz özgürlüğü, içi boş bir kavramdır. Yönetimin bölünmüşlüğü de boş laf. Devlette – bütçe, dış siyaset ve ekonomik – kararları başbakan tek başına alıyor. Politik sorumluluk yok. Kabul edilmeyen istifalar vatandaşlara sunulan sahne oyunudur. Bulgaristan demokratik edinimlerini yitiriyor ve onları yeniden yaratmak için iş başı yapmak zorundadır. Yürürlükteki Anayasa ve yasalara uymayan, şimdiki iktidar şeması gelişim için yeni bir derinlik sunmuyor.” Bu sözler, Cumhurbaşkanı Rumen Radev’in Özel Kalem Odası Başkanı İvo Hristov’a aittir. O şunları da söyledi: “Başbakan’ın medyalar önündeki tebessümleri ve barışçı pozları ile gerçeklik arasında örtüşme noktası yoktur. Cumhurbaşkanlığına karşı saldırılar durmamıştır.” Cumhurbaşkanı Radev birleşme çağrısında bulundu. Odak noktasında olan bu mudur? Daha büyük önem arzeden başka sorunlar yok mu? Birinci soru, bizi kimin birleştirmek istediğidir. Tesadüf mü? Burada dünya gelmemizin talihsizliği mi? Uzlaşma zorunluğu mu? Yoksa dil, tarih, kültür, kaderde birlik olduğumuz mu? Birlikte kuracağımız gelecek de olabilir! Bulgaristan’ın stratejik ufka ihtiyacı var. Başarının ön şartı temel değerler üzerinde anlaşmaktır. Cumhurbaşkanı uzun vadeli değerleri biçimlendirmek zorundadır. Başkan Jelev demokrasi ve Avrupa yönelimine önem veriyordu. Başkan Stoyanov NATO ve Avrupa Birliği’ne (AB) üyeliğimiz için can adıyordu. Bu hedeflere sahte politik anlaşmayla ulaştık, toplumda sosyal parçalanma, felç edecek olan, feci bir adaletsizlik, yönetimin sezemediği derin ahlaksal bunalım baş gösteriyordu. Başkan Pırvanov kendini büyük “işlere” kaptırmıştı. O, ülkemizde uzlaşma olmayışından güçsüzleşti, daha sonra yaşanan ceo-politik yüzleşmede, milli çıkarlarımız kısa süreli politik kazanç elde etmeye kurban edildi. Başkan Plevneliev, kendini kurban ederek ulusal birleşme sağlayabilmişti. Bugün Bulgaristan’da yoksullar ve zenginler, görevlendirilenler ve vatandaşlar, başkent ve taşra, gençler ve yaşlılar arasında bunalım hendekleri var. Bulgaristan’ın geleceği konusunda uzlaşmak zorundayız. Gerçek durum bu iken medya sahipleri iktidara hizmet


40

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

sunarken işlerin düğümünü “Batı Balkanlara” kilitliyorlar. Oysa bugün artık Sırplar ve Kosovalılar birbirlerine namlı ucundan bakıyor. Makedonlar halk oylamasını çöpe attı. Yenilgi yutuldu. Bu politik geri zekâlılıktır. Geçen ay Bulgaristan Birleşme Gününü kutladı, fakat Bulgaristan birleşme çağrısında bulunmak için 1918 Asker Ayaklanması törenleri törenlerini seçti. Neden acaba? Tarihi Akademisyen Georgi Markov önerdi. Ben de uygun buldum. Bulgar 1918 Asker Ayaklanması kardeşin kardeşe kıyımını başlatmıştı. Cumhurbaşkanımız olmasaydı, tarihimiz için anahtar olan bu trajedinin 100. Yıldönümü hiçbir politikacının aklına gelmeyecekti. Monarşistler ve Cumhuriyetçiler – şehirliler ve köylüler (Bulgaristan Halk Çiftçi Partililer), solcular ve sağcılar – arasındaki derin çelişkiler tam olarak Asker Ayaklanmasında ateşlendi. XIX asrın sonlarında oluşan genç Bulgar toplumu bu çelişkiler yabancıydı. Bulgaristan’da “Güçlü Bulgaristan Partisi” (DCB) gibi partiler XIX. Yüzyılın sonunda yaşamaya devam ederken, Bulgaristan artık XXI. Yüzyıla girdi. Bu çağrıyı “Birleşme” gününde yapmış olsaydı, parlayıp sönecekti. Bugün birleşmişiz deyip, yıllar sonra hadi bir daha birleşelim demek tuhaftır. Üzerinde düşünmek, değerlendirmek, seferber olmak, hatta problem haline getirilmek gerekiyor, başlangıç karmaşıktır. Cumhurbaşkanına yanıt veren Entelektüeller Komitesinden bazıları, sanki Cumhurbaşkanı partisinin oluşan çehresini ilk defa gördüler. Öyle mi oldu? Hayır, öyle değil. Birleşmek başka bir şey! Akademisyen Georgi Markov, Vasil Mihaylov, Tsvetana Maneva, Lili Marinkova, İvaylo Dimanov, Margarita Petkova… her biri kendi başlarına birer kurumdur ve onların partiye ve mevkiiyle ilişkisi ve ihtiyacı yoktur. Bu fikir Dini Topluluklar Milli Konseyi tarafından da desteklendi. Kanınıza göre Cumhurbaşkanı Radev’in “Cumhurbaşkanı olarak Bulgar demokrasisinin savunulmasına bütün varlığımla katkı sunmak istiyorum. Sizinle birlikte ve işbirliği halinde ülkemizi yeni bir gelişim perspektifine çıkarmak istiyorum.” sözleri nasıl yorumlanmalıdır? Bu demeç bir politik projeye dilekçe değil midir? Cumhurbaşkanı Radev, tüm hareketleriyle olmak üzere, yasallık, egemenlik, adalet gibi konularda siyası ağırlığını ve yetkilerini her defasında hissettiriyor: yasalara, bildirilere, atamalara veto koyuyor. Özelleştirme ve Özelleştirmelerden sonra Denetim Uygulanması Yasasına Cumhurbaşkanı tarafından veto konması, meclisin yasayı reddetmesine neden olduğunu ve


Makale ve Analizler - 2018

41

böylece devletin milyonlar tasarruf ettiğini anımsatırım. Demokrasinin korunması en önemli temel ödevdir. 30 yıl sonra başlangıç noktasındayız. Söz özgürlüğü içi boş bir kavramdır. Yönetimin bölünmüşlüğü de boş laf. Devlette – bütçe, dış siyaset ve ekonomik – kararları başbakan tek başına alıyor. Politik sorumluluk yok. Kabul edilmeyen istifalar vatandaşlara sunulan sahne oyunudur. Bulgaristan demokratik edinimlerini yitiriyor ve onları yeniden yaratmak için iş başı yapmak zorundadır. Yürürlükteki Anayasa ve yasalara uymayan, şimdiki iktidar şeması gelişim için yeni bir derinlik imkânsızdır. Başbakan Borisov’un konuşmalarından bir alıntıdır: “Cumhurbaşkanı Radev her gün “GERB partisinin siyasetten süpüreceğiz.” “GERB’ten hiç bir şey kalmayacak!” gibi sözler kullanamaz. Ve her gün en büyük partiyi ve onun koalisyon partnerlerini hedef alamaz. Bilinmeyen bir yerden çıkıp şöyle konuşmaya başlıyor: “Birleşmek!” Ben Bulgaristan’da herhangi birine karşı, Cumhurbaşkanı kurumlarına veya şahsen kendisine karşı asla konuşmadım.” Buna getireceğiniz yorum ne olur? Başbakan Borisov Cumhurbaşkanı’nın sözlerini bilinçli olarak çarpıtıyor. Cumhurbaşkanı hiçbir zaman “GERB’i süpüreceğim!” dememiştir. Radev, “hepiniz defolun!” dediğinde, bu sözleri GERB’e değil, yönetimdeki partinin herhangi bir ihaleyle ilgili baskıda bulunan tüm görevlilerin hepsini gösteriyor. O, bu görevlilerin GERB partisi tarafından atandığını biliyor. Eğer Başbakan Borisov bu memurların illetlerinin tğm partisi sarıp sarmaladıklarını düşünüyorsa, endişe vericidir. Başbakan Borisov’un, milletvekili Elena Yonçeva tarafından açılan bir davada yalan söylemekten ceza aldığını unutmayalım. Başbakan’ın medyalar önünde sür dökmüş kedi gibi barışçı bir tavır alması yanıltıcıdır. Cumhurbaşkanına saldırıların ardı arası kesilmemiştir. Çoğunluk Rumen Radev’e değişim umuduyla oy verdi. Siz Cumhurbaşkanından bugün beklenenin “birleşme” çağrısından fazla, yerleşik durumla mücadele etmek olduğunu düşünmüyor musunuz? Somutlaştıralım: birleşik olmak birlik anlamına gelmez. Var olan bir durum olmaktan başka bir çabadır. Birleşik olmak oyun kuzu ve kurtları mekanik olarak bir yere toplamak anlamına gelmez. Bu, farklılıklarına karşılıklı saygı gösteren, aynı zamanda ilke ve hedefleri etrafında birleşen Bulgarların bilinçli topluluğudur. Bizde politik mücadele, toplumun önündeki ödevler konusunda bilgi sahibi olmayan, miras kalan Rusya’yı sevenler ve Rusya’yı sevmeyenler, komünistler ve anti-komünistlerin cepheleri arasında yürütülüyor. Bu kişiler devamlı parti nüveleri dolayında dolaşı-


42

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

yorlar, tartışmalarda damga ve yemin olarak kullanılıyorlar, mantığı karıştırıyorlar ve yapıcı olan politik atılımları yok ediyorlar. Bulgaristan’da ana konularda uzlaşmaya varmak zorunlu oldu. Kanımca, sevenler ve sevmeyenler, işitilmek istedikleri için, söz özgürlüğü istiyorlar. Özürlü bir çocuğun anne ve babasının kim olduğu önemli olabilir mi? Bu çocukların sorunları ve çözüm bekliyorlar. Mahkemeye düşen bir vatandaşın inancının en olduğu önemli olabilir mi? Mahkemeye düşen herkes, rüşvet vermeden, polise inanmak ve adalet ister. Birleşmek için politik olgunluğa ihtiyaç var. Cumhurbaşkanı tez başarı beklemediğini açıkladı. “Parçalanmışlıktan güncel politik çıkarları için yarar sağlayanlardan” tarafından muhalefet yükselecektir. Onlar artık hemen yanıt verdiler. “GERB partisini silip süpürecek olan” bir Cumhurbaşkanı nasıl olur da “birleşmeden” söz edebilir gibi Başbakan Borisov’un tepkilerine gelince, Cumhurbaşkanı Radev’in “dolandırıcıların rahat etmesi adına birlik olamaz” dediğini hatırlatmak isterim. Cumhurbaşkanı “birleşmek, birlik olmak için olmaz!” dedi. GERB partisinde ve diğer politik partilerde temiz vicdanlı olan büyük sayıda vatandaşın birleşmeden yana olduklarını biliyorum. Birleşmemiz, toplumumuzun gerçek sınırlarını çizecektir. Rüşvetle, kanunsuzlukla ve adaletsizlikle mücadeleye hazır olan ve ilk günden beri Cumhurbaşkanı saflarında olan kalabalık vatandaş ordusu var. Önceki konuşmalarından birinde Cumhurbaşkanı erken seçim yapılması gereği olmadığını söyledi. Bu sözler, onu Cumhurbaşkanı adayı gösteren BSP’ne bir darbe, zor günler yaşayan B. Borisov’a da destek olmadı mı? Hayır. Cumhurbaşkanı, sosyolojik ajansların da saptadığını doğruladı. Yeni erken seçimden benzer bir meclis bileşimi çıkacak. Ne yazık ki, Bulgar toplumundaki bunalım öyle derin ki, meclisteki çoğunluğu değiştirmekle çözülebilmesi imkân dışıdır. Vatandaş düzeyinde olmak üzere, değerlerimizin yeni baştan radikal bir şekilde ele alınması gerekiyor. Tartışma kapısı Cumhurbaşkanı çağrısıyla açıldı ve umut doğdu. Bu, erken seçimlerin mümkün olmadığı anlamına asla gelmez. Cumhurbaşkanından beklentiler büyük. Bugüne kadar o, olaylara aktif konumda bulunan faal siyasetçi olarak değil, bir yere kadar gözlemci ve iyi bir analizci gözüyle baktı. İnsanlar onu sözlerinden tanıdı. Rumen Radev’ten değişiklerin gerçek gerçekleştiricisi olmasını bekleyen insanların şimdi o sözden etkinliklere geçerken, hayal kırıklığı yaratacağını düşünmüyor musunuz? Biz şimdi Cumhurbaşkanı yetkilerini bir yana bıraksak iyi olur, çünkü Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde onlardan söz edilmiyordu.


Makale ve Analizler - 2018

43

Başkan Radev aynı Anayasal koşullarda da çok aktif bir politikacı olarak sahnedeydi. Cumhurbaşkanı Pırvanov’un (2002 – 2012) hükümeti vardı. Borisov’la dostular. Son demecinde onu yeniden destekledi. O konumunu sürekli değiştiren biriydi. Pırvanov döneminde meclis tartışmalarında bir yere kadar düzenlilik vardı, şimdi her şey alt üst oldu. Pırvanov döneminde otoriter yönetim henüz kılıçlamamıştı, bugün dal budak saldı. Cumhurbaşkanı etkinliklerine gelince, o devletimizde bozulan yasallığın koruyucusudur. Tüm araçları bu yönde kullanıyor. Siz tarihimizle ilgili birleşmenin mümkün alabileceğini düşünüyor musunuz? Yolun iki tarafına toplanmış koro, 30 yıl öncesi gibi nakarata girdi: Bir taraf “Kızıl Çöpler”, karşı taraf da “İğrenç faşistler.” Diye bağırıyor. Birleşenler ancak ileri bakmalıdır. Uzlaşma geriye, tarihe bakmak anlamındadır. Yakın tarihimiz konusunda ruhsal birlik sağlanamaz, çünkü aile içinde kuşaktan kuşağa devredilen binlerce kişisel farklı olay var. Tarih, deltasından kaynağına doğru okunan bir ırmağa benzer. Herkes kaderin kendisini içine bıraktığı ırmak kolunda, öteki kollarda ve yanında yüzenleri görmeden yüzüyor. Görebildikleri aynı alınyazısını yaşıyor. Fakat biz hepimiz bulanık, döngülü bir suda, ortak suyumuzda yüzüyoruz. Biz, ırmak boyunda gerilerde bir yerde kolların su yatağına toplandığını biliyoruz. Yatak kaynağa götürüyor bizi. “Tarihsel kaynak” işimize yarıyor. Bakış açıları farklı ve çelişkili olabilir önemli olan kanıtların aynı olmasıdır. Kurbanlar bilinmelidir. Öldürülen düşman olsa bile, yakınlarının acısı paylaşılmalıdır. Kişisel etik alanından bakıldığında, tarihsel uzlaşma günü bir gün mutlaka gelecektir. O gün bir meyve gibi olgunlaşıyor, süreç hızlandırılamaz, beklemek gerek. Bulgaristan.


44

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2018

45

Ama Ne Kitap! Tarih: 06 Ekim 2018 Yazan: Rafet Ulutürk – BULTÜRK Genel Başkanı Konu: Zamanı dolmuş ve gereksiz olmuş bir devrin, artık asla ihtiyaç duyulmayan tortusu – komünist totaliter kalıntı… Meriç’in Egeye dolduğu boşluğun sağ yakasında Enez Sazlığı vardır. Gün uzayıp, sular ılıdığında uzun uzun yılan balıkları dolar sazlığa ve saz bellerine sürtüne sürtüne bırakırlar yumurtaları oracığa. Brezilya koylardan her sene geldikleri anlatılır. Kırca Ali “Dimitır Dimov” Devlet Tiyatrosu basamaklarını birer birer çıkarken sazlık balıklarından fazla, 70 yıl sonra Atlantik ötesinden dönen ve orada kaleme aldığı 300 sayfalık “Komünizm Altında Bulgaristan” kitabinin bir bölümünü (1984-1989) “Belene” Zulüm Kampı mağduru kardeşlerimize ayıran Bayan yazar Nasya Kralevskayı düşünüyordum. Oturacağım koltuğu seçerken kafamda yanıt aradığım soru şuydu: Bayan Kralevska gibi ömrünün hemen hemen tümünü Birleşik Amerika’da geçiren, anadilinde yazan, konusu da Vatanı ve onun insanları olan bir yaratıcı, bir Bulgar yazar mıdır yoksa bir Amerikan yazar mıdır. Kendisine refakat eden Hristo Hristov gibi Sofyalı yazarlar, Bayan Kralevska hakkında “Üstün kabiliyetli Bulgar yazar!” dediler. “Komünizm Altında Bulgaristan” “Riva” basım evinde hayat buldu ve 2016 sonunda çıkan birinci baskısı artık tükendi. Sofya ve Filibe (Plovdiv) gibi şehirlerde okurlarıyla görüşen ve isteyenin kitabını imzalayan uzak yoldan gelen Bayan yazar, Türklerin sık yaşadığı Blogoevgrad, Şumnu ve Razgrad gibi şehirleri de ziyaret edecek ve çekilerini anlattığı insanların gözlerine bakmak istiyor. Kırcali’de salon dolup taştı. Sorular soruldu, cevap alındı, dertleşildi. 1997 yılının sonunda Harvard University Press tarafından Fransa’da 2 cilt halinde çıkan “Komünizmin Kara Kitabi” hazırlanmasında Bulgar araştırmacı yazar Plamen Tsvetkov etkin rol almıştı.


46

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ardından Sofya’da 2 cilt halinde “Totaliter komünizmin Tarihi” basıldı. Paralel olarak Bulgaristan okurlarına 4 ciltlik “Komünizm üstüne” adlı yapıt da sunuldu. Ne yazık ki, “demokrasi” koşullarında okura iletilen bu eserlerin ve düzenlenen forumların etkisiyle Bulgaristan gerçekliğinde ve vatandaşların zihinsel derinliklerinde isyan yaşanmadı. Örnek veriyorum. Almanya’da “Hitler Stadt” (Hitler şehri), “Himler Gasse” (Himler Yolu), “Heidelberg Park” (Heidelberg Parkı) gibi faşistlerin isimlerini taşıyan sokak, meydan, park vs yoktur. Bulgaristan’da ise, “komünizm suçlu bir düzen” ilan edilse de, totaliter rejim zulmünü uygulayanlar övülmeye devam ediyor. “Dimitrovgrad” şehrinin adı değiştirilmedi, Todor Jivkov’a Pravets’te yeni anıt, Penço Kubadinski’ye de Kubadın (Loznitsa) Belediyesinde bu sene büst dikildi vs. Bu derin analiz eserlerinden hiç biri 10. ve 11. Sınıflarda tarih kitaplarına ek eser olarak listeye alınıp gösterilmiyor. Olay o kadar feci bir durumda ki, bu yıl Sofya Üniversitesi açılışında yapılan bir ankette, “Merkez Komitesi binası nerededir?” sorusuna katılanlardan yarısı yanlış cevap vermiştir. Oysa 1944-1989 yılları arasında ülkede baskı ve terör uygulayan Bulgaristan Komünist Partisi (BKP) Merkez Komitesi (MK) binası üniversite ile aynı sokakta bulunur. 28 yıldan beri seçilen milletvekilleri eski BKP MK’de “komünist katillerin” çalıştığı ofislerde görev yapıyordu. Bir yıldan beri Başbakan Borisov hükümeti 7 katlı MK binasında iç onarım yapmış, görkemli ful otomatik meclis bileşimi salonu açmış ve eski meclis binasını müze yapacakmış. Babası Dimitır Stanişev BKP MK Politik Büro üyesi olan, şimdiki Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) Avrupa Parlamentosu milletvekili ve Avrupa Sosyalistleri (PES) Genel Başkanı olan Sergey Stanişev, kapısının üzerinde “Birleşmeden Güç Doğar” yazan Halk Meclisi’nin Osmanlı devri Sofya Beylerbeyliği Müslüman mezarlığı üzerine kurulmuş olduğunu öğrendiğinde şöyle dedi: “Tarihle ilgilenenler kör cahillerdir.” Amerika’dan gelen yazar Nasya Kralevska “Komünizm Altında Bulgaristan” araştırmasını 15 yılda hazırlayabilmiş. Konuşmasında, “yakın geçmişimizde açılmadık çok sayfa var” dedi. Eserin özel ilgi alanlarından biri de 1944 yılında kayıplara karışanların listesidir. Kitapta yer alan bu liste üzerinde yapılan değerlendirmeden sonra “Bulgaristan halkının elit kısmı” yok edilmiştir, diyor.


Makale ve Analizler - 2018

47

Yukarda verdiğim örnekler bana Türk yazar Fakir Baykurt’un şu dörtlüğünü anımsattı: Öğretmen yalvarmaz, Öğretmen boyun eğmez, Öğretmen el açmaz, Öğretmen ders verir. Nesiller, bilenler ve bilmeyenler arasında çok derin bir hendek açılan ve bu uçurumun doldurulması için Milli Eğitim ve Teknoloji Bakanlığını hiçbir gayrette bulunmadığı Bulgaristan’da en büyük ödev öğretmenlere düşüyor. Yazarın da vurguladığı gibi 1944-1989 arası tarihi yeniden süzmek gerek. Şu noktaya değinmek istiyorum. Yazar N. Kralevska’nın babası Doktor Kralevski’nin de yargılandığı Halk Mahkemesi, 1879 Anayasasına rağmen ve 1947’de Büyük Devletlerarası Paris Barış Anlaşması imzalanmasından önce açılmıştır. Oysa şimdiye kadar basılan, komünizm suç ve cinayetlerini araştıran birçok eserde, büyük sayıda ordu mensubu, bilim adamı, milletvekili, yazar ve şaire ölüm cezası veya ağır hapis cezaları veren Halk Mahkemelerinin adı geçen Paris Anlaşmasına göre “açıldığı” ve “çalıştığı” anlatıldı. Kitaptaki belgelere dayanan derin analiz, 75 yıl önce meydana gelen ve özellikle 2017’de aşırı sağcı “faşist” güçlerin iktidara ortak olmasıyla şiddetlenen sahte propagandanın – İkinci Dünya Savaşında Sovyetler Birliği Bulgar Çarlığına savaş ilan etti – uydurması da araştırılmış ve III. Boris hükümetinin Moskova’ya savaş ilan ettiği gün gün ışığına çıkarılmıştır. 1984’ten başlayıp hızla tırmanan, Bulgaristan Müslüman Türklerine yapılan şiddetli baskılar, yargısız infazlar, aydınların “Belen’e” toplama kampına atılması, hapishanelerde çürütülmesi ve yurttan sökülüp atılması da özellikle araştırılmış, “kültürel soykırıma” uğradığımıza vurgu yapılmıştır. Bu eserde 1944 Halk Mahkemeleri kararları, orduya, aydınlara, din adamlarına ve “soya dönüş süreci” ardına gizlenip etnik, dil ve din azınlıklarına yapılan baskılar aynı objektiflikle, yalnız belgelere dayanılarak mağdurlarla ve yakınlarıyla söyleşiler yapılarak değerlendirilmiştir ve Kırcali gerçekçi, demokratik kamuoyunda büyük ilgi ve destek bulmuştur. Biz, BULTÜRK Derneği yönetimi olarak Bayan Nasya Kralevska’nın 1944 – 1989 yılları totaliter komünist şiddet gerçeklerini birer birer gün ışığına çıkarma çalışmaları sökmeye çalıştığımız zulüm duvarından bir tuğla olarak gördük. Önce ikinci baskısı beklenen eserini Türkçeleştirip, izniyle İstanbul’da da bastırıp “Belene” mağdurlarına ve onların yakınlarına dağı-


48

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tıktan sonra yazarı davet edip İstanbul ve Bursa’da “komünist zulmü lanetleme” sempozyumu düzenlemek istiyoruz. Olaya yaklaşımımız şöyledir. Tarihi elemek, kınamak, gerçekleri yeni kuşaklara aktarmak ana vazifelerimizden biridir. Bulgaristan tarihi hastadır. Her doktor, geçmişi tedavi etmeye çalıştığı gibi, biz de tarihimizi yalanlarda ve çarpıklıklardan temizlemeye ve geleceğin ufkunu açmaya çalışıyoruz. Bulgar Tarihi içinde BULGARİSTAN MÜSLÜMAN TÜRKLERİ BÖLÜMÜ açma zamanı geldi. Sayın okurların şöyle bir olaya da değinmek istiyorum. Yukarıda değindiğim “Komünizmin Kara Kitabını” hazırlatan Harvard University, Rusya’nın Stalin devri ve İkinci Dünya Savaşı üstüne Savaşta Yenilen Almanya arşivinin büyük bir kısmını incelemiş ve özellikle “savaş cephelerinde tutuklandıktan sonra Toplama Kamplarına düşen ve orada sorgulanan Sovyet vatandaşları” ile şöyle bir açıklamada bulunmuştur. “Naziler tarafından esir alınan veya tutuklanan Sovyet vatandaşlarından 10 bin kişi Büyük Savaştan önce Stalin KGB-si tarafından tutuklanmış, çok ağır işlerde çalıştırılmış, değişik cezalar almış, fakat içerdeyken asla tecavüze uğramamış, tartaklanmamış, dövülmemiştir.” Aslında bunun aksini anlatan pek çok kitap da yayınlansa bile, Amerikan araştırmacılar, toplama kampları arşivlerini gerçekçi bulmuşlar ve bu konuda Rusya Federasyonu ve eski Sovyet Müslüman Cumhuriyetlerde yapılan psikolojik ve sosyolojik araştırmalardan yeni yeni çok farklı sonuçlar alınmıştır. 1950 yıllarının başında halkın % 93’ünün tanrılaştırdığı, Stalin’in ölümünden sonra ve Kruşçev’in “putlarla mücadele” yıllarında otoritesi % 40’a düşen Stalin’e saygı ve bağlılık yeniden %70’e çıkmıştır. Bu gerçekler, halen değişik ülkelerde bulunan, sağ kalanlardan daha fazlası yurt dışında olan “Belene” mağdurlarının tavrını analiz etmekte yarar vardır. Bulgarlar arasında, terör mağduru olan, fakat bugünkü yoksullukla baş edemeyen yaşlıların % 32’si komünist dönemin “geri gelmesine” duacı olduklarını gizlemiyor ve mafya- oligarşi diktasına karşı direnmek istemiyorlar. Yoksa tortu üste mi çıkıyor? Yılan balıkları baharda sazlığa yine gelecekler… Bu sorunun cevabını birlikte aramak zorundayız. Okuduğunuz için teşekkür ederiz. Bizi izlemeye devam ediniz… Paylaşmayı da unutmayınız.


Makale ve Analizler - 2018

49

Kültürel Anklav

Tarih: 08 Ekim 2018 Yazan: Şakir ARSLANTAŞ Konu: Memleketimizde olup bitenleri izleyip öğrenmek zorundayız. Aynı kaynaktan gelen sonra uzayıp giderken parçalanan ve ayrı denizlere dökülen nehir bilmiyorum. Sosyal ve politik olayların doğada olup bitenin ve süregidenin bir benzeyişi olduğunu düşündüğümde, Bulgaristan’daki son gelişmelere akıl erdirmek oldukça zor. Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) Başkanı Kurneliya Ninova GERB partisi Başkanı ve Başbakan Boyko Borisov’a dama açmış. Gerekçesi Başbakanın siyasi muhalefet lideri Bayan Ninova’ya “yalan makinesi” demiş olmasıdır. İstediği, “sözlü şiddet” için 30 bin leva (15 bin Euro). Başbakan Borisov da Bayan Ninova’nın “senikiyüzlü bir sahtekârsın” sözlerine karşı aynı mahkemede açtığı davada 26 bin leva tazminat talep etmiş. Mahkeme davaları birleştirmiş ve duruşmaya hazırlanıyor. Millet de dertlerini unutmuş mahkemeden karar bekliyor. Bu partilerin ikisinin de kaynağı Bulgaristan Komünist Partisi (BKP) idi. Eskinin yükünü paylaşırken kavga ettiler, ayrıldılar, didişerek aynı sona doğru devam ediyorlar. Kişisel didişme ile devlet yürütmek ve yönetmek zor olsa gerek. Bugün (8 Emim 2018) Bakanlar Kurulu toplanamadı. Sözüm ona “Yurtsever Cephe” kılıflı hükümet ortaklarından Başbakan Yardımcısı ve s.o. “Bulgaristan’ı Kurtarmak İçin Milli Cephe” başkanı Valeri Simyonov ile Rusya sevdası iyice sırıtan “Ataka” lideri Volen Siderov arasında şimdilik temas kesmişler, konuşmuyorlarmış. İç İşleri Bakanlığı Baş Sekreteri görevini paylaşamıyorlar. Sahnede yeni perde oynanıyor. İki çıbanbaşı iyice toplamış. Birisi, Memleket elden gidiyor meselesidir ve Bulgaristan’daki Rus “turistler” ile ilgilidir. Başbakan Yardımcısı V. Simyonov’un siyasi etkinlik merkezi olan Burgaz ilinde Rusya vatandaşları tarafından satın alınan dairelerin sayısı 50 000 (elli bini) aştı. Bir dairede 4 kişi otursa, Burgaz ilinde ikamet eden Rusların sayısı 200 000 (iki yüz bin) kişi olmuş bulunuyor. Rusya bankaları Karadeniz kıyımızda daire satın almak isteyen Ruslara faizsiz kredi veriyor. Ülkedeki Rus şirketlerinin sayısı da 55 bin olmuş. Denizden çıkan yengeçler gibi kemire kemire ilerliyorlar.


50

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bulgar aşırı milliyetçiliğinin sarıca arı yuvası, Türklere karşı hicran kusan “Skat” TV programının ideolojik merkezi olan Burgaz, “Bulgar kan saflığının korunması” gibi konularda çok hassas ve tepkili davranıyor. Dikkati çeken, Rusya’nın Putin takımı Bulgaristan’ı ezdikçe ve incittikçe, Türklere karşı saldırıların şiddeti hafifliyor. 140 yıl sonra Bulgarlar, Türklerin 1000 yıllık bir çıkar olduğunu ve gölgesinde herkese yer olduğunu anlamış gibi davranmaya başladılar. Yeni duyarlılık hele Rus etkisi konusunda o kadar ince ki, Rusya sevdalısı oluşuyla ünlü Cumhurbaşkanı Georgi Pırvanov’un (2002 – 2012) Rus tankerleriyle Burgaz koyuna taşınacak ham petrolü Dedeağaç (Aleksanndropolis) limanına boru hattıyla akıtma projesi Burgaz’da yapılan bir halk oylamasında % 98 olumsuz oyla sesiz sedasız ’le durdurulmuştu. Buna rağmen aynı yörede son 15 senede iki yüz bin kişilik Rus şehir diasporası kuruldu. Gerçekten 1877-78 Osmanlı Rusya Savaşından ve 1944 Sovyet işgalinden sonra Bulgaristan’da bir arada bu kadar kalabalık ve büyük bir Rus nüfus gözlenmemişti. “Kamçıya” ve “Güneşli Kamp” vb kapalı tamamen Rus usulü çalışan tesisler genelde gençlerin ve Moskovalı öğrencilerin kaldığı yerlerdir. Artık yalnız Rus ailelerin yaşadığı sokak, kavşak, kıyı yolu, semtler var, Batılı turistlerin “Rusische Anklave” dedikleri bu yeni yerleşim merkezlerinde yolda, markette, otobüste, birahane, bistro, lokanta, gece kulüpte ve kumsalda Rus dilinde konuşuluyor. Daha fazlasının geçici ikameti olan bu konuklar Bulgar yasalarını tanımıyor yalnız Rusya Federasyonu kanunlarına göre yaşam şekli yerleştiriyor. Rus anaokulları, ilk ve ortaokul istiyor, ayrıca vergi ödemeyi kabul etmiyor, bu kumsallar “bizim” deyip çadır, duş vb hizmetler için ödeme yapmayı kabul etmiyorlar. Daha fazla yeni semtlerde yani daha önce kimsenin yaşamadığı yerlerde ikamet ettikleri için ayak bastıkları toprağın ilk ve gerçek sahibi biziz havaları estirmeyi başarıyorlar. Kaba ve uyumsuz davranan bu yabancı nüfusun geleceğiyle ilgili ihtimalleri yorumlamaya başlayan Bulgar medyası “anklav” sözünü kullanmaya başladı. Fransızca bir değim olan “anklav” anlam olarak, “otonomi” olmayan, yabancı bir toprakla çevrelenmiş bir toprak parçasıdır. Sözü edilen “kültürel anklavdır.” Bunun elde edilmesi için bir halk oylaması (yerel referandum) yapılması yeterlidir. Bulgaristan’ın Sofya ve Varna’dan sonra 3. Büyükşehri olan Burgaz’ın ilinde, 2011 nüfus sayımına göre, 199 284 kişi yaşıyor. Son 17 yılda ülkede Bulgar nüfus devamlı erirken, Rusların sayısı da artış kaydetti.


Makale ve Analizler - 2018

51

Kamu hizmetlerinde, okullarda ve kültürel ve sportif etkinliklerde 1. Dilin Rusça olması derinliği dikkati çekiyor. Rus yaşam tarzının uygulanacağı düşünülen bir il içinde “Kültürel anklav” kapısı açılmasına itirazların yükselmemesi nedenlerinin başında, son yıllarda Bulgaristan’da Rusya’yı sevenler sayısında hızlı bir yükselme ve eylemlerinde şiddetlenme kaydedilmesidir. Şöyle ki “Veçernie Novosti” (Akşam Haberleri) ve “Komsomolskaya Pravda” (Komsomol Gerçeği) gibi gazeteler Burgaz’da çıkmaya başladı. Bayilerde Rusça kitap rafları var. Rus gıdaları satan “Beryozka” marketleri adım başı. Büyük şehirlerdeki kitapçılarda T. Jivkov devrinde olduğu yoğunluk olmasa da, 3. Resmi TV kanalı Rusça olmasa ve okullarda haftada 3-4 saat Rusça dersi olmasa da, Rus kültürü Bulgaristan’a internet, TV ve fecebook’tan ırmak gibi akıyor… İnsanlar bu gerçekler karşısında pasif kalıyor… Rus yayılmacılığına sert tepki göstermiyor. İki: Bulgar diplomasisi, Rusya Başkanı Vladimir Putin’in saldırı sınırında eleştirel demeçlerine artık 3 defadır yanıtsız bırakıyor. Putin ilk kez 2016’da Bulgar hükümeti – Boyko Borisov kabinesi – “ülkenin milli çıkarlarını savunamıyor” dedi. Bu demeç, Bulgaristan’ın “Güney Akım” gaz boru hattı döşemekten vaz geçmesiyle ilgili verilmişti. Bulgar kamuoyu temsilcilerinin kanısına göre, getirisi 24 yıl sonra başlayacak olan “Güney Akım” kazançlı bir yatırım olarak görülmedi. Şimdi doğal gaz umudumuzu “Türk Akıma” bağlamış bulunuyoruz. Bu bölümdeki 2. Gelişme Rusya Federasyonu Baş Piskoposu Kiril’in 3 Mart 2018 kutlamaları için Bulgaristan’ı ziyareti esnasında ve Cumhurbaşkanı General Rumen Radev’e adeta çıkışması oldu. Bu olay çok tartışıldı ve yorumlandı, sert tepkiler aldı. Şöyle, yorumlar öyle derinleşti ki, Rus tarafından “Biz sisi kurtarmak için Osmanlıya 11 savaş açtık, ancak 11.’sinde kurtarabildik” gibi sesler geldi. Sonu sonunda bu işlerde, Bulgar devletinin “egemenlik” ilkesine dayanarak, tepki gösterme, protesto çekme vb hakları olmadığı fikri filizlenmeye başladı ve bu işlerde Bulgaristan’ın ana ve temel ödevinin “Ülkedeki İslav, Rus ve Sovyet anıtları ve kiliselerinin onarım ve bakımını sağlamak olduğunu” herkes öğrendi. Geçen hafta Viyana’da bulunan Vladimir Putin, Avrupa Konsey Başkanlığının Avusturya zirvesinden “Bulgaristan’ın AB karşısında milli çıkarlarını savunamadığını” bir daha dile getirdi. Bulgar diplomasisi bir daha sustu. Yorumlamak istemiyorum. “Vurdum Duymazlık” modern diplomaside bir bölüm müdür onu da bilemiyorum. Bir yandan, T.C.’de kalan 600 bin Türk seçmenden hiç olmazsa 300 bininin oy kullanma özgürlüğünden yararlanmak istemesine ku-


52

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

duran Bulgar “hümanizmi”, “milliyetçiliği”, “aşırı milliyetçileri” ve “faşistleri” özel bir beklenti kuyusuna mı düştüler yoksa? Olayları izliyoruz. “Rusların Kültür Anklavı” kapanması mümkün olmayan bir kapı açabilir. Bekliyoruz. Kötü olan olumsuz örneklerin çok fazla olması… Görüldüğü üzere GERB – BKP kavgası, Borisov-Ninova dosyası mahkemede sıra beklerken biz çorabımızı örelim… Turizmden doğan “kültürel anklav” örneklerini birlikte araştıralım. Bizi okuyun ve paylaşın. Bilenler bilmeyenlere anlaşsın. Rus eğitimci Ususki diyor ki: “Ana dilinde eğitim almayan bir çocuk büyüdükten sonra yüzüne ne kadar yurtseverlik maskesi taksa da ait olduğu millete değil, dilinde eğitim aldığı millete hizmet edecektir.”


Makale ve Analizler - 2018

53

Formatımız -3-

Tarih: 08 Eylül 2018 Yazan: Raziye ÇAKIR Konu: Ruhunda yenilmezlik olan bir halkız! Biz Türklerin uykumuz sırasında düşüncemize parlaklık gelir. Bu kafamızdaki konunun dağınıklıktan kurtuluşunu simgeler. Böylece duyumlarımız ve fikirlerimiz toplanır, gruplaşır ve bir noktaya yönelir. Fikirleri doğru bir biçimde ifade ettiğimizde ve gözüne baktığımız insanların bizi anladığını, damağımızdan akanı kavradıklarını duyumsadığımızda ise, kendi kendimize ah şimdi oldu, demesek de, bunu hissederiz. Sözcük dağarcığımızı zenginleştirdikçe ve dünyayı, onu öğrenmek ve bilmek isteyenlere en basit sözlerle ve ferah anlatabiliyorsak, hak ettiğimiz saygınlık kendiliğinden mayalanır ve büyümeye başlar. Biz Bulgaristan’daki Türkler dünyaca biliniriz. Türkçemiz Türkçenin en durusudur: Akıtma gözümün yaşını ırmak gibi. Al kollarına sar beni. Bir sevda yeli esti gönül bahçemde, Gönlüm gecelerce arzular seni. Ajda Meşeli 15 Eylül geliyor. Okul zili çalacak. Türk çocuklara sınıf odası yok, sınıf odası olsa rahle yok, ikisi de olsa ders kitabı yok, üçü de olsa bile öğretmen yok, o da olsa müfredat yok. Okula gitmeden, yukardaki dörtlüğü kaleme alacak şair, derdini dökecek yazar yetişemez. Her şey insanın belleğinde kalır, ya ölür ya patlar. İşte bu bir patlamadır: Balkanlarda Türk Olmak *Stranca (Yıldızlar Dağı) ötelerinde, sert esen bir rüzgârla geldim dünyaya… Şanım şerefim: Türk olmak. Suçum yine aynı: Türk olmak. Bizim kimlik formatımız şu sorulara cevap arıyor: Bir soy sop ve tarih bilincimiz varsa, içindeki gizem nedir?


54

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Biz kimiz? Bireysel kimliğimiz. Bizi ötekilerden ayıran, polisten aldığımız kimliğimiz, pasaportumuz, iş kartımız, öğrenci kartımız, bankadaki kredi kartımız vs her birimizin bireysel kimliğimizi belirler. Fakat bu evraklardaki ismimizde, baba adı ve soyadımızdan başka hiçbir şey bizim Türk kimliğimizi göstermez. Kişisel kimliklerimiz. Bu bizim okulda, sevdiğimiz takımda, kulüpte, askerde, üniversite, okumayı sevenler, şiir sevenler, saz ekibi, koro ya da satranç veya spor takımlarındaki kimliğimizdir. Bunların resmi bir kartı olabilir ve olmayabilir de… Ulusal – kültürel kimliklerimiz. Nüfus kütüğündeki soy sop ilişkilerimizi yansıtır. Bu bilgiler Bulgaristan’da Belediyelerdeki ESGRAUN şubesinde toplanmıştır. Burada kişiye özgü at, evlilik, çocukları, askerlik, sabıka, öğrenim vb bilgiler bulunur. Bunlara dayanılarak verilen pasaportla, öteki ülkelerin vatandaşlarının kimliğinden ayrılırız. Bulgaristan Türkleri dil, din ve kültürleri evrak üstüne işlenmeyen bir etnik ve kültürel azınlıktır. 1970 yıllarına kadar kimliklerimizde milletimiz Türk, dinimiz İslam olduğu kaydı vardı. Asimilasyon (kimliksizleştirme) sürecinde tüm özelliklerimiz, taşıdığımız başka kimliklerimiz, sosyal kişiliklerimiz, rollerimiz statümüz silindi. Canlı kalan ve yaşatmaya çalıştığımız bir tek soru var: “Kimiz, kimlerdeniz, nereden gelmiş, nereye gideriz?” Bu sorunun cevabı ise şudur: Geleneklerimizden dolayı (bizde) Herkes bilir kim olduğumuzu! Biz Türk’üz! Şiirimizin aktığı yolca devam edelim. Bir başkadır Balkanlar’da Türk olmak Ey Anadolu! Kalemim kırılır acıdan, yazmaya kalksam. Kelimeler dayanmaz, kelimeler yetmez… Anlatmaya kalksam. Bu satırlar çağdaş insan kimliğinin tarihten kaynaklandığına işarettir. Biz tarihin tanıdığı en büyük devletin ümmetinden gelen ve esir düşen bir parçada “ötekilere karşı ben” kavgası vererek, kendi Egosu’nu yani Benliğini yaratabilen Bulgaristan Müslüman Türkleriz.


Makale ve Analizler - 2018

55

Buradaki öteki yeni benliğimizle sosyal ekonomik ve kültürel baskılara karşı direniştir. Okullarımız, kültür ocaklarımız, Türk ocaklarımız kapatılarak bunalımlara itildikçe bireysel kimliğimiz değişmemiştir. Birey ve gruplar olarak, Vatan konusunda her zaman birlik olmuşuzdur. Bulgarların kendi bencil dertlerinden başkaldırarak, daha 1879’da birinci Anayasa hazırlanırken “Çeşitlilik içinde birlik veya Birlik içinde çeşitlilik” konusunda bizi anlayamaması (Rusların baskısıyla da anlamak istememiş olabilir) 138 yıldan beri ötelenmiş olmamız ve Vatan yorganını hep kendi üstüne çekmeleri, bugünkü dibe çöküşün özündeki büyük yanılgı ve çelişkidir. En büyük yanlışları Türkleri yabancı görmeleri oldu: Türklük uğruna ne destanlar yazıldı da, Kırcaali’de, Deliorman’da, Tuna’da… Sorsan, kimsenin haberi yoktur bunlardan. Oysa yaşıyorlar, Her biri, Türk’ün kalp atışlarında Bulgaristanlı Müslüman Türkler yaklaşık bir buçuk asırdan beri çok şiddetli saldırı dalgalarına göğüs germek ve onları yenerek varlığını sürdürerek geliştirmek ve güçlendirmek zorunda kaldı. Bu mücadelede güç kaynağımız tarihimiz, aynı dil, din ve geleneklerle tarihi paylaştığımız Türkiye’de Türk halkı ve devleti olmuştur. Bu mücadele bir toplumsal-kültürel kimlik arayışı kavgasıydı. Bu direnişlerde pek çok değerli kurbanlar vermemize, edinimler yitirmemize rağmen, kanımızın durmadan aktığı savmayan bir yara olan savaşırken göçe zorlanmamız, ayrı bir acı ve çiledir. Biz talihliyiz. Göçler bizim için tarihin sonu olmadı. Kimliğimizi arama çabalarımızın devamı oldu. Anadolu – anavatan – bize kucak aştı. Zor günlerdi… Ey Anadolu, çok zordu yaşananlar… Kılıç yarasından beterdi, yüreklere saplanan acılar. Yine de dayandı hepsine Türk’ün çevik yüreği… Ölmeyi denedi de, dili bir türlü; ‘Ben Bulgar’ım’ diyemedi. Ne işkenceler çekti nice şanlı yürekler, bir bilsen… Ateş üstünde yürümek mi dersin, Kan ter içinde dövülmek mi dersin… Yolda yürürken, bir türkü mırıldanmışsın gönlünce…


56

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Para cezası yemişsin. Üstelik onların istediği gibi de giyinmemişsin… ‘Adın ne? ‘ diye sorduklarında, ‘Ben Türküm! ‘ diye cevap vermişsin. Bulgar olduğunu iddia ettiklerinde de, Şiddetle inkâr etmiş, Ve… Zindana mahkûm edilmişsin. Bu şiiri okudukça, içindeki kendi çilelerinin acısında kendi kimliğini bulanlarımız çok olur. Yüreğim yandı, diyenlerimiz… Biz bugün artık bize zulüm edenlerin son derece bilgisiz insanlar olduğuna inanıyoruz. Kimliğimiz, tarihimiz, geleneklerimiz, dinimiz ve kültürümüz, medeniyet taşıyanlar olduğumuz adına kafalarına sıkıştırılmış olanların, zehir, kuruntu ve zandan ibaret olduğunu da biliyoruz. Onlar bizim zekâmızla birlikte kalbimizin de düşünüp taşınarak bilgi üretmemizdeki rolünü, kalbimizle ağladığımızı, varlığın hakikatini kavramada, iyi ve kötüyü, doğru ve yanlışı birbirinden ayırma gibi özelliklerini bilmezler. Sabırlı ve merhametli olan bizler, her zaman umut yüklü olduğumuzdan buhranlardan kurtulacağımıza her zaman inandık. Onların buyurduklarının tam tersini yaparken, kendimize adil dünya ufku açtık, zeki ve güçlü bir muhakeme yeteneğine sahip olduğumuzdan karanlıkları delebildik. Gerektiğinde güvenilir kişiler öncülüğünde isyan ettik. Ne var ki, ikinci sınıf insanlar olarak muamele gördüğümüz yıllarda çektiğimiz acıları asla unutamayız. Asker aldık kazma kazdık, inşaatlar yaptık, TES’ler yaptık, tren yolları yaptık, tünel açtık. İmtiyazı olmayana her gün kara yazılmıştı. İmtiyaz sahipleri ise hainlerdi, Kimlik tüccarlarıydı. Ne yazık ki, yine bugün bazılarımızın yaşadıkları sıradan hayatı özlemeye zorlanmaları, çok feci bir gerçek olduğu gibi, bizdeki hainliğin tacıdır. Ne yaparlarsa yapsınlar, Biz Türk Dünyası’nda, Anadolu’da ve dünyada halklar tarafından sevilenleriz. Bize karşı insanlık sınırları çiğnendi aşıldı. Zalim dediklerimiz Tanrı’nın koyduğu kurallarımızı çiğnediler, hadlerini aştılar, haklarımızı ihlal ettiler. Başımıza sarılan haksızlık ve adaletsizlikti. Kurdukları tuzaklardan şimdi kendileri çıkamıyorlar. Dünyaya rezil oldular. Ah Anadolu, bir bilsen… Nasıl mahrum ettiler bizi ezan sesinden.


Makale ve Analizler - 2018

57

Ramazan’da davul sesinden, Bayramlarda çocukların sevincinden, Düğünlerde bir parça musikisinden, Adımızdan, şanlı Türk adımızdan… Nasıl da mahrum ettiler. Aslında onlar bizi kimliğimizi, tarihimizi, dilimizi, dinimizi, adet ve geleneklerimizi öğrenip uygulamaya zorladılar. Yüceliğimizi gördükçe bizden uzaklaştılar, bizi bir birimize düşürdüler. Osmanlı’da vatan dedikleri toprakları kendileri terk ettiler, şimdi kaçıp gidiyorlar, kendi kendilerinden iğrendiler. Devlet olmak, her şeyden önce kültürel kimlik üretmektir, yapamadılar, yapamıyorlar. “Nasıl bir millet, toplum ve devlettir” ki, kendini yeniden üretemiyor sorusu bugün onlara soruluyor. Bir kişi, yüz kişi ve onlara hademelik eden sürü bir millet, olamaz devlet ve devlet değildir. Millet, yediden yetmişe yekpare olan bir halktır. Bizim çile ve acımızın kaynağı, onların olmak istediklerini olamamaları ve içine düştükleri bataklıktan çıkamamalarında gizlidir. Birbirinden çalanlar, birbirini ihbar edenler komşu olamaz ve bir köyde yaşayamaz… Konuşmamızdan tut da, kılık kıyafete kadar. Okunan kitaplardan, dinlenen plaklara kadar! Örf ve âdetlerden ibadetimize kadar karıştılar. Türk olmayı, hep yasakladılar! Çünkü korkuyorlardı Ey Anadolu, Korkuyorlardı Türk’ün şanlı adından. O kadar ki, Tarihimizi bile bizden kıskandılar. Tarihimizden korkanlarla çözmeye çalıştığımız çok önemli bir sorunumuz var: Tek kimlik mi? Çeşitli kimlikler mi? Çeşitliliğimizden değerlenen demet, Vatan kokmalı. Budur bizim formatımız. Çeşitliliğin içindeki birlik bizim felsefemizdir. Edebiyatımızın yapısıdır. Yasaklarla hiç bir sorun çözülemez, Kuşun kanadını kesersen o kuş uçamaz. Karıncanın ayağına pranga vursan yürüyemez, İnsanın dilini kessen konuşamaz, kolunu kessen çalışamaz. Onlar bizim gözlerimizi kör ettiler, çünkü tarihimizi görmemizden korktular. Evlatlarımızı kör cahil bırakmak hevesine kapıldılar, Türklük rüzgârının esme-


58

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

sinden korktular. Rüzgârlara set çekilemez, Güneş balçıkla sıvanmaz. Tüm çabaları nafiledir. Gelecek bizimdir. Türk, hiçbir zaman kanmadı onların yalanlarına, Leke sürdürmedi hiç, altın tarihinin sayfalarına. Gurur duydu hep, Fatih Sultan’la, Mustafa Kemal Paşa’yla… Şimdi de Recep Tayyip ERDOĞAN’la Geceler boyu bölündü uykuları, Gâvurun yarattığı o yok yere sancıyla. Onların yazdığı ideolojik tarihler bizi küçük, kötürüm ve zavallı göstermek için yazılıp basılmış ve okutuluyor. Resmi tarihleri baştanbaşa yalan dolandır, abartılmış ve esasızdır. Onların tarihi kimlik ihtiyaçlarına cevap veremiyor. Osmanlıda oluşan Bulgar uyanış çağı kimliği, 1778’den sonra aynı kökte (bizim dışımızda) üçe dallandı. Rusya yemliğine bağlananlar Rus-çu olurken, Batıdan medet umanlar o medeniyete sevdalandı, eskiyi unutamayanlar Osmanlıya (Türkiye’ye) baktılar. Oysa bu kimliğin dalları esen ve esecek rüzgârlara göre değil, içindeki öze göre serpilip açacak, bağlayıp üretecekti. Demetteki güllerin rengi değil, demedin kokusu önemlidir. Çarpık kimlik arayanların başına çarpık Çar, hırsız bakanlar, darbeci generaller, soyguncu ve insan düşmanı totaliter komünistler ve kimliksiz “demokratlar” musallat oldu. Bu işten çeken de hep biz olduk. Her millet devlet kuramaz. Kursa da tutunamaz. İpleri dışardan çekilen iktidarlardan halkına hiç mi hiç yarar gelmez… Türk, hiç yılmadı Anadolu; Türklüğünü son nefesine kadar korudu. O, doğduğu günden zaten biliyordu: Şanı şerefi: Türk olmak! Suçu yine aynı: Türk olmak! Okullarında okutulan tarihte Bulgarlar hep haklı, onlardan başkası ise haksız ve adaletsiz! Bu küstahlık 140 yıldan beri beslendi. Buna karşı tek çare, örendiklerimizi unutmak ve kendi öz tarihimizi öğrenmektir. Kitaplara girmiş gerçek dışı bilgilerle beslenmek, TV ekranından radyolardan gerçek dışı yalan yorumları işitmek istemiyoruz.


Makale ve Analizler - 2018

59

Bize “Bulgar göçmeni” diyorsunuz, ne kadar yanıldığınızın bilincinde değildiniz? Dünyanın her yerinde Türk olmak bir ayrıcalıktır. Her insan her yerde Tük olamaz, diyeneler ise yanılgı içindedir. Türk kalma mücadelemiz şanlıdır, taşlara kanla yazılmıştır. Artık altı kuşak yanlış tarihle eğitilenler olarak ancak şunu diyebilirim: “Allah, kimseyi tarihçilerin kitaplarına düşürmesin, hele Bulgaristan’da” – bunu demeden edemiyorum. NATO müttefiki olduk, “kardeşleştik” bir Türk Generalimize, Bulgar devletine olimpiyat, Avrupa ve dünya birinciliklerinden 25’er altın madalya getiren güreşçilerimize boylarına göre birer anıt dikemedik, diktirmediler. Tarihimize hançer çıkarmış ne kadar katil varsa hepsine anıt dikildi… İşte böyle Anadolu, Bir destandır Balkanlar… Karış karış toprağı aralasan, Toprak anlatır sana, çekilen acılardan… Bir haber verir, kasırga misali esen rüzgârdan… Vatan toprağımızda her taş Türk tarafından yontulmuş ve nakışlamıştır, cami duvarına konan ses vermiş, köprü kemerine konan yük taşımış, çeşmeye oluk ve yalak olan su, şarkılar söylemiştir. Bütün Bulgaristan’ın Türk makamları sıralamaya devam ettiğini kulak veren hemen işitir. Hiçbir toprak 300 yıl barış ve kardeşlik içinde yaşayışını unutamaz. Osmanlıdan kopan Bulgaristan’ın 150 yıldan beri top gibi elden ele atıldığını, bir yüzyılda 4-5 savaş ateşine atıldığını, 3 felaket yaşadığını, kimin kucağına düşse limon gibi sıkıldığını hiç birimiz unutamayız. En kötüsü de, 150 yıldan beri Milli Bayram Günü bulamama felaketi yaşarken, hala nereye bakmamız gerektiğini bile saptayamamış olmamız, çok düşündürücüdür… Benim adım ‘Türk! ‘Anadolu, Bir başkadır Balkanlar’da Türk olmak. Bir başkadır Balkanlar’da suçlu olmak! Burada vurgulanması gereken, suçlu olmadan suçlu olmaktır. Çok adaletsiz ve kötü pratikler içinde yetiştik yaşadık. Adaletimizin dayandığı kendi kanunlarımız ayaklar altına alındıktan sonra “Çeşitlilik içinde birlik…” mantığına ve formatına dayanan bir tek kanun kabul edilmedi. Dört anayasa değişti, şimdiki de dokuz yamalı, ama içinde ne insan hakları ne de insan namına adalet var. Özgürlükle ışımayan bir anayasa topluma zindandır.


60

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Faşizm yıllarında (1934 – 1944), totaliter komünizm yıllarında ( 1973 – 1989) hiçbir kanun hiçbir vatandaşa adalet getirmemiştir, toplumun eşitlik ve özgürlük ilkeleri ateşe verilmiş, parti ve devlet hem yasama, hem yürütme ve hem de yargıyı yumruğunda sıkarak baskı, terör ve zulüm destanları yazmıştır. Çok ilginçtir, bizde olup bitenlerden utanan, gönüllü olarak adalete teslim olan, “dünyanın en adaletli yasaları istiyoruz” şiarıyla yollara dökülenler doğurmayan bir halktan, ne bekleyebiliriz!? Bir gün gelir ve tarih yeniden yazılırsa, kaç cilt olur diyorsunuz? 249 kişinin asılması ve kurşunlanması adına (1944 – 1948) yazılan mahkeme kararlarının altında vekillerinin imzası olan bir Çar bozmasının (II. Simeyon Saks Koburg Gotski) nasıl olur da halkımın alın teri ve kol emeğiyle kurulan saray ve konaklara sahip çıkma yüzsüzlüğünü gösterebilir? İşlerin çok kokuştuğu ortada! Öyle olmasa hain A. Doğan’ın konak hapsi yaşaması anlamsızlaşırdı. Doğrudur, anayasanın ve yasaların değişmesi için önce sosyal pratiğin değişmesi, tüm kurumların “stop” etmesi ve yöneticilerin kafalarının taşlaşması gerek. Çünkü eski ağaç meyvelerinin tadı hep aynı olur. 150 yıldan beri Hukuk Fakültesinde hep aynı dersler okunuyor ve hep aynı yasalar öğretiliyorsa, adalet anlayışı nasıl değişsin ki!? Sen bilemezsin, en asil suçtur bu, Eşi benzeri yoktur dünyada… İşte bu yüzden, sakın ‘Bulgar’ diye hitap etme bana! Çünkü bir sancı çektim ben, bilemezsin… Strancaların çook arkalarında… Çünkü senelerce hasret kaldım ben, Senin şefkat dolu kucağına! Çok çektiğimiz doğrudur da, alçakgönüllüydük ve öyle de kaldık biz. Bu yalnız konuşan, yazan çizen, fotoğraf çeken, yaratan kardeşlerimizde aranan, beğenilen bir üstünlük değildir. Toplum içinde insanları birbirine sevgi ve cana yakınlık duygusuyla, yaklaştıran bir üstünlüktür. Yoksa kendini pek yükseklerde gören, herkese tepeden bakan bir kimse, hiçbir zaman hoş karşılanıp sevgi uyandırmaz bizim aramızda.


Makale ve Analizler - 2018

61

Bulgaristan’da Türklerin derinliği sonsuzdur. Gazete sayfalarında 3-5 tavşan, 2-3 kurdu birden vuran Avcıları görüyoruz. Ömründe sözde avcılık yaparken Türkleri avlamaktan ve Türk kimliklerini nişan almaktan başka hiçbir iş yapmamış dalkavuklara anıt dikildiğini görüyoruz. Ormanda çürük ağaçlar ayakta ölüyor, ama toplumda tam tersine korku saçanlara anıt dikiliyor. Bana öyle geliyor ki, umutla yaşayan insanların korkuya ihtiyacı var. Korku insanı ayakta tutan ve kimliğini bileyen bir ihtiyaç mı!? Kızdığım bundandır işte sana! Ne zaman ki, ‘Bulgar’ diye hitap ediyorsun bana. Ben, Türk olmanın bedelini su gibi içtim oralarda, kana kana! Şimdi tek isteğim, haykırmak Türklüğümü… Senin çorak topraklarından bütün cihana! Bulgaristan toplumu insanlık sabanı ile sürülmediği için nadas ve çorak kaldı. Son 200 yılda medeniyet tarlamızı sürerken çok saban değiştirdik. Gülhane Hattından başladık, Tazminat Fermanı’ndan sonra Rusçuk bölgesi Avrupa’yı medeniyet pilot bölgesi oldu. Her kilise çanı Bulgarca çaldı, manastır okullarında Bulgar dilinde okudular, ama sonra kılıçlarına su vermek için ya Odesa ya da İstanbul’daki misyoner – mason kullarını seçtiler. Dünyayı ters görmeyi silah ettiler. Onlar Bulgar kimliği ararken, biz de Meşrutiyet, Osmanlıcılık, Hürriyetçilik, Türkçülük denedik. Simgesel değil, bilinçli bir kimlik aradık, Türklükle donandık. Mazlum kimliğini değil, Atatürkçülükten ilham alarak egemen ve bağımsızlık esinli öz kimliğimizi yüklendik. Soydaşlarımızın göçebe kimlikli olduğuna inanmıyorum. Kendilerini ararken güçlükleri var ve aşabilmeleri zaman alıyor. Her hareketleri Türklük haykırıyor. Hey Dünya! Ben bir Türküm. Bir zamanlar en büyük suçumdu bu benim. Aynı zamanda, içimde yaşattığım ebedi gururumdu. İşte şimdi haykırıyorum sana! Ben bir Türküm! Mustafa Kemal’in yolunda,


62

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Şehit kanlarıyla yoğrulmuş Ay Yıldız’ın altında. Bir Türküm ben, Varım yoğum kalmış Strancaların ardında… Yaşıyorum şimdi gönlümce, Bahar yağmurlarının ıslattığı Anadolu’mda! Önce sızılarımızı kimse duymamıştı. İşitmek isteyen ilgilenen yoktu. Şehitlerimizi helallik almadan defnetmeye başladığımızda musalla taşı konuşmaya başladı önce. Aydınlarımızın gerekçesiz gece gece toplanıp kapanmasıyla oluşan ortak kimliğimiz de konuşmaya başladı. Sonra radyolar yurt dışından bizim çekilerimizi ve başımıza gelenleri anlatmaya başladı. Toplum uyandı. Ormanlarımız uğuldadı. İsyan ettik. Kimliği, dili, dini, gelenekleri, yenilmez ruhu, gelecek duyumu olmayan bir halk ayaklanamaz, demişlerdi…. Ayaklananlar, Türk kimliğimizi yaşatan topluluğumuzdu. Daha önce isyan etmiş Türk kimliği tanımayanlar, karşılarında çığ gördüler ve korkudan yıkılıp tekerlendiler… Ve ben, Stranca ötelerinde Sert esen bir rüzgârla geldim dünyaya! Şanım şerefim: Türk olmak. Suçlu değildim ben hiçbir zaman. Masumluğumun tek bir simgesi vardı benim, O da: TÜRK OLMAK! Ajda Meşeli Bu gerçeği duymaya susamışlarımızın doya doya içmesini dilerim. En iyi şarkıları kadınlar besteleyip söyler, en iyi şiirleri kız ve gelinlerimiz yazar diyenlere hep inanmışımdır. Dibe çöken “Geçiş Dönemi” kısır çıktı diyenlere selam olsun. Davullar vuruyor. Toplum uyanıyor. Toplumsal orta diren Türk kimliği. Rüzgar esiyor. Şarkılar geliyor. Kalkın. Türk ruhu bayram ediyor. Okuduğunuz için teşekkür ederim. Formatımız dizimiz devam edecek. Paylaşınız lütfen.


Makale ve Analizler - 2018

63

Çekilin Yolumuzdan Tarih: 09 Ekim 2018 Yazan: Mehmet ÇAKIR Konu: “Pabuç” Değiştirme Zamanı.

Trabzonluların “da” sı bizde yoktur. Bizde bir kızana “abi sen adamı gördün mü?” diye sorsaн “ye” der. “Ye”, “Evet ağabey gördüm!” anlamındadır. “Ee nasıl bir adam?” şeklinde devam etsek. “Şey, gözleri patlak ve birbirine çok yakın” derse, o adam bizden yani Rumeli’den değil, anlamına gelir. Rumeli’den değil sözlerinin ardında olan ise, “bu adamın eti kemiği, ruhu ve niyeti bizden değil,” manasını taşır. Son günlerde farklı resimler çıktı. Adamlardan biri kasırga gibi… Dokunduğu işi bozuyor, kırıp döküyor. Açtığı zararın hakkı hesabı yok. Bulgaristan’da birkaç gencin iplerini yakalamış, bildiğini okumaya devam ediyor. Adam kendini doktor sanıyor. Bacakları, kolları, kafası kesilmiş bir ceset var ortada. Ne ki ruhu doktoru rahata bırakmıyor. Ceset yaşamak istiyor. Doktor da bu adam dirilirse bize faydası olur mu hesapları peşinde… Doktor cesedin adını kullanmıyor. “Onlar” diyor. Elinde olsa “iyilikten anlamayanlar” diyecek. Diyemiyor. Bulgaristan Türkleri de demiyor. Kolu bacağı ve kafası gövdeden kopmuş ceset. Bu biziz. Bu işin buraya varmasında önemli rolü oldu ilgilinin. Boş kafalı hareketlerle, bazı devlet yetkilileriyle yan yana durup resim çektirdi. Resimlerde düşündüklerini birleştiriyor, ama hayatta olmuyor. Bu işler pabuç dikmekten zor. Siyaset kâhini kesildi. Her konuda ön planda! HDP Genel Başkanı Demirtaş için bile “hapishaneden çıksın ve Cumhurbaşkanı yarışına katılsın” dedi. TV ekranında Filistin konusunu da işledi. Bir Suriye’ye gönüllü gitmesi kaldı. Hangi işe dokunsa bozuyor. Arkası harabelik. Bu gibiler kasap olsa, kasap değil, ruh doktoru olsa, o da değil. Başımıza dikilmiş, akbaba gibi süzülmüş üzerimize, birisinin ayağı dolaşa da düşse ve iki tekme de ben vursam, diye kez alıyor.


64

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Mestan’ı HÖH’ten kopardı. Bir süre tozda çamurda yuvarladı. Umut suyunda yıkadı. Sonra bastı tekmeyi. Artık telefonlarını kapatmış. Ankara’da AK Parti kurultayında yüzüne bakmamış, kör ile şaşı gibi kesişseler de selam sabah yok… Bulgaristan Türklerine selam da göndermemiş. Bu işlerden ne kazandın diye soracaklar diye korkuyormuş. Akbaba süzülmüş şimdi ve bacağı mı kapayım yoksa kolu mu alayım, kaldırabilir miyim acaba hesapları yapıyor? Bu hesaplar pazarda yine tutmayacak farkında değil. Kötülük ettiğinin de farkında değil… Bu hafta Razgrat’ta Türk dernekleri ortak çalışma programına davet edilmedi. Bulgaristan Müslüman Türkleri HAKLARINI ARAMA KONSEPTİ HAZIRLADI kendisine danışılmadı. İpsiz mum gibi kaldı ortada. O şunu iyi bilinmelidir. Dostluk, kardeşlik ve özgürlük ışıkları Bulgaristan Türklerini hiç bir zaman derin etkilememiştir. bizimde köyde yaşayan veya bizim köye gelip yerleşen biriyle bizim dost olmamıza gerek yoktur. Enerjimiz, zekamız ve perspektifimiz onu ısıtır, kaynatır ve eritir. Gelen kendisi bizden biri olmayı gönüllü kabul eder. Ruhunu ve zekâsını eritebileceğimizi bildiğimiz bir yabancıyla kardeş olmamıza gerek yoktur. Bir insan başka birisiyle ya kardeştir ya da değildir. Kimse sonradan kardeş olmaz, ancak “yoldaş”, omuzdaş, “arkadaş”, “kanka”vb olabilir. O da bir Trabzonluyla bir Rumelili arasında bu mertebede yakınlık zor kurulur. İki tüp de huy ve karakter olarak çok ezilmiş ve ödün vermez niteliklidir. Ortak hedefte buluşamazlar. Gerçek budur. Taraflar bilinçlendikçe birbirinden uzaklaşır ve birinin ötekisini temsil etmesine tahammül göstermezler. “Türkan Çeşme” mitingine gelip gözyaşı dökmeye gayret eden Trabzonlu “temsilcilerin” sahteliğinde bunu yaşadık. O bizde “koyun sürüsü içinde kurt” izlenimi bıraktı. Feci bir irkilme ve acı bir duygu… Özgürlük dediğimizde şu bilinmelidir. Biz boşlukta olan tipler değiliz. Bu memleket 600 sene Dikey İslam ve Osmanlı anlayışıyla yönetilirken, toprağımıza özgürce kök salmışız ve kökü ne kadar derindeyse, bir ağacın (milletin, halk topluluğunun) gölgesi o kadar güvenilirdir. İnancı ruhumuza gıda olmuştur. Büyük ağaçlar sulanmaz. Biz büyük bir ağacız. Gölgemiz silinmez, yok edilemez… Bu gölgenin serinliği bizim özgürlüğümüzdür. Biz fındıkları söküp yerine kivi ekerek kazançlı olmayı hiç düşünmedik. Biz düşlerimize inanırız ama gerçekliğimiz içinde yaşarız. İnsanlara, kitlelere düş aşılamak zordur. Şunu biliriz. İnsanlar 1795 Fransız devrimi gerçeğini bilselerdi, yeni bir devrim yapmak istemezler. 223 yıl önce Fransız Burjuva Devrimiz zafer bayrağını dalgalandırana kadar Fransa’da her 4 kişiden biri


Makale ve Analizler - 2018

65

kurban edilmişti. Hem de giyotinde başı kaydırılarak. O işten kalan şudur: Geçmiş asla ölmez. Bulgaristanlılar sofrasında bulunarak, onları birinden kopararak, kendilerine ke kadar büyük zarar verdiğini bir türlü anlayamayan tipler, yüksek görevlerde poz verirken halkımızın çekisi ve kendi gayretleriyle durumdan kurtuluş çabaları devam ediyor. Yeni yüzyılın başında sizin bizi anlayabilmeniz için bizim geçmişimizi sönmeden devam eden mücadelemizi, yaşadığımız ortamı ve sahneye çıkan yeni oyuncuları, kahraman ve hainleri iyi bilmeniz gerekir. Siz hiç birini tanıyamadınız. Siz, biraz gözyaşı, biraz “ah vah” ile bazı yaraları pansuman edip geçmişimizi unutmak isteyenlerle buluşabilirsiniz, fakat nesiller değişse bile tarihin etkilerinin silinip yok edilmesi mümkün değildir. Aslında atacağınız hiçbir adımın önemi yok. En büyük “dostunuz” DOST Genel Başkanı Lütfi Mestan’dı. Tekmeyi vurmuşsunuz. Hayır ola! Yanındaki birkaç kişiyle sürdürdüğünüz gizli temaslarla iş becereceğini kurguluyorsanız, unutun… Halkımızı daha fazla aldatamazsınız. Halkımızın ruhunu değiştirmek “Allah kabul etsin!” dışında bir olaydır. Geçmiş özünde, ağır ağır birikimlerle toplanmış düşünceler, duygular, umutsuzluklar, aldatılmışlıklar, hayal kırıkları ve ön yargılar bütününü barındırır. Siz, son 30 yılda yetişen yeni neslin her şeye yeniden başlamak zorunda olduğunu düşündüğünüzden dolayı kendilerini aldatılabileceğini düşünüyor olabilirsiniz. Bulgar milletinin kendi ruhunu besleyemediği için bunalıma düşmesi, bizim de bunalım yaşadığımız anlamına gelmez. Biz Bulgaristan Türkleri dayanırız, dayanacağız. Aman sizin de i. İşlerimize burun sokmanıza seyirci kalamayız. İç gelişmelerden güç alan insanlarımızda yeni bir canlanma var. Siz, parçalama ve birleştirme ihtisaslı doktorluk yapma heveslisi ve bu işten para kazanma heveslisi olduğunuzdan dolayı bildiriyorum. Lütfen ameliyat masasından uzaklaşınız… Biz bundan sonra laboratuvar tavşanı olmak istemiyoruz. Ne yazık ki, yıllarca süren başarısızlıklarınız, boş umut ekmeniz, insanlarımızda belirli bir kas katılık ve değişmezlik yarattı. Eğer siz gibiler ruh hastası olduğunuzu kanıtlayan patlak gözlerinizle kitlemizi büyüleme çabalarınıza devam ederseniz, bu değişmezlik ve kas katılığın belirli bir boyutu sınır çizen belirli, bir düzeyi geçmesine neden olabilirsiniz ki, o zaman


66

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

yenilene bilirliğimizden, geleneksel bilinçle şarj olmamızdan söz edilemez. Kötülüklerinizin dönüşü olmayan boyutlara ulaşmış olur. Şu iyi bilinmelidir. Kas katılaşmamız sertleştikçe ve değişmezlik daha da ağır bastığında atalarımızdan kalma ruhumuz sürekliliğini kaybedecektir. O zaman biz Bulgaristan’da hiçbir şeye ayak uyduramaz, körelmişler, ezilmiş ruhsuzlar durumuna itileceğiz ki, bu yok olmamız anlamına gelir. Siz dış ülkede zor zar yaşayan bir Müslüman Türkün Türkiye’ye olan inancını yitirmesinin ne anlama geldiğini asla bilemezsiniz. Ve bu kötülük siz gibi patlak gözlülerin gayreti sonucu olacaktır. Türkiye umudunun sönmesi çok tehlikelidir. Daha da ezilmeyi ve bitmeyi kabul etmek anlamına gelir. 1989’da oluşan Türklük ruhumuzu yaşatmak zorundayız. Siz gibi tiplerin sürekli başarısızlığı insanlarımızı yaralıyor. Yılların birikimiyle oluşan Türk kimliğimizi yaralıyor. Oysa kutsalımız Bulgar devlet terörüyle mücadele içinde oluşmuştur. Kurban edemeyiz. Sizin olaylara bakış noktanızdan, önümden bir tavşan geçsin de tutayım veya vurayım hesapları yapıyorsunuz. Tavşanların yolunun değiştiğinin farkında değilsiniz. Kötülük yapmak kolaydır. Bir halkın ruhunu değiştirmek ise olağanüstü zordur ve biz sizin hakkımızda tek söz söylemenize dahi tahammül edemeyiz. Bize “sahip çıkmanıza” gerek yok. Siz bize ancak kötülük edebilirsiniz. Bu işler pabuççu işi değildir… Uluslararası anlaşmaların gölgesinde iş görme umutlarınız da boş. Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi “anadilin kaliteli bir şekilde öğretilmesini” tavsiye ediyor. Avrupa Konseyi 6 ay Sofya’da çalıştı, bizdeydi ama bir Çingene ve Türk okulunu ziyaret etmedi. Çünkü ülkemizde böyle bir okul yok. Bu yıl Asenovgrat’ta, şimdi de Ruse’de motorize sopacılar Müslüman mahallelere saldırıyorlar, hangi protesto mektubunun altında imzanız var? İnsan Hakları Çerçeve Anlaşmasının 5.(1) maddesinde şöyle deniyor: “azınlıklar kendi dillerini yaşatmak ve geliştirmek zorundadır!” Bu ülkede Türkçe konuşana ceza kesildiğini hatırlatırım. Madde 10 (1)!de “kişisel ve toplumsal yaşamda anadillerini istedikleri gibi kullanabilirler.” Deniyor. Nerede bu bayram? Kaç yıldan beri TBMM’de “Bulgaristan kürsüsünden maaş alıyorsunuz”, bir okul açtınız mı? Kaç hastaya ilaç gönderdiniz. Kaç kimsesiz yaşlıyı huzur evine aldınız??? Avrupa Birliği Bulgaristan’a anadilimizin seçim kampanyasında kullanılmasını da öğütlüyor, fakat kesilen cezalar ortadadır. El altından para sıkıştırmakla sorunlar çözülmüyor. Bazı kişilere sahip çıkmakla ileri gidemezsiniz. Anlaşılan siz gibiler Bulgaristanlı Müslümanların kolektif haklarını


Makale ve Analizler - 2018

67

elde etmesinden korkuyorsunuz. Neler neler yaşadık fakat T.C. milletvekili ve Meclis Dostluk Komisyonu Başkanı bir protesto mektubu gönderdiğini göremedik. En iyisi tarafsız gözlemci ve tribünlerde seyirci kalmak, maçtan sonra yorum yapmaktır. Bulgaristan’da hiçbir konuda söz geçiremediğinizi görmeyen ve bilmeyen kalmadı. 1991 Anayasasının 36. (2) maddesi, “Bulgar dili anadili olmayanlara, anadillerini öğrenme hakkı”tanıyor, ama rejim uygulamıyor. Ne zaman protesto ettiniz. İki gün önce Sofya Meclis Başkanı Karayançeva Ankara’da idi. Ne dediniz. Odun kömür durumumuzdan ilgilendiniz mi? Yoksa Kenan Evren’in “eti sizin kemikleri bizim” sözlerini birlikte mi hatırladınız! Uygulanmayan devletler-arası antlaşmalarla ilgili, uluslararası kamuoyunu ayağa kaldırma hakkı sizin değil mi? Bakıyoruz Filistin konusundaki konuşmalarınızda hak hukuk diyorsunuz. Bulgaristan Müslüman Türkleri söz konusu olduğunda dut yemiş bülbül gibisiniz. Kırca Ali’de kürsüden “Bulgar devletine verdiklerinizi ödeyin!” çağrısında bulunacak kadar ileri giden muhalefet temsilcilerinizin ağızı kapatmak için bir demeç ver(e)mediniz. Siz bu işlerden parmağınızı bala daldırmaya başlayalı, bizim ve çocuklarımızın gözüne yeni perdeler düştü. Sizin, yakınlarımızın yaşadığı T.C.’den umudumuzu gölgeleme hakkınız yoktur. Biz kendi sorunlarımızı kendimiz çözebiliriz. Bulgarlarla aramıza girmeye de hakkınız yok ve girmenizi istemiyoruz. Son 3 yılda bize o kadar büyük kötülükler ettiniz ki, 200 sayfaya sığdıramam. 2017 Mart seçimlerinde tartaklanacak kadar alçalmamıza neden oldunuz. Bir protesto çekmeye cesaret bulamadınız. Çekilin yolumuzdan! Bize gölge etmeyiniz yeter… Okuyun ve paylaşınız.


68

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2018

69

Çal Çoban Çal

Tarih: 13 10 2018 Yazan: Şair Galip SERTEL Konu: 13 Ekim 2018’de Razgrad şehrinde ANADİLİMİZİN SORUNLARI konulu Milli Konferans açıldı. Silistreli öğretmen, gazeteci ve yaratıcı Sayın Galip Sertel’in kaleminden başarı dileklerimizi gönderiyoruz. Dün dündür,bugün bugündür.Daha dün gibiydi yahu.O kodamanlardan birilerinin rahatı kaçmasın diye şatafatlı gösteriler düzenlendi, nutuklar söylendi, bildiriler yayımlandı,şiirler okundu… “Ana Dili Günü” kutlamalarıydı efendim ve senin çocuğun akla fikre sığmayan nedenlerle o güzelim okullarında ana dili öğrenim hakkını kullanamıyor bir türlü,kullandırılmıyor her türlü.Halbuki 1991’de kabul olunan Bulgaristan Cumhuriyeti Anayası’nın 36. maddesinin 2. fıkrasınca ana dili konusu garanti altına alınmıştır. Orada şöyle yazılı: “Ana dili Bulgarca olmayan vatandaşların, Bulgar dilinin zorunlu okunması yanında kendi dillerini okumaya ve kullanmaya hakları vardır.” Ve ana dilimiz Türkçemiz: “İnsanın doğup büyüdüğü aile ve soyca bağlı bulunduğu toplum çevresinden öğrendiği, bilinç altına inen ve kişilerle toplum arasındaki ilişkilerde en güçlü bağı oluşturan dil.” (Korkmaz 1992: 8). “Kişinin önce annesinden ve ailesinden, daha sonra da sosyal çevresinden öğrendiği, şuur altına yerleşen ve onun toplumla kendi arasındaki bağlarını oluşturan dil.” (Topaloğlu 1989: 24). “Kişinin önce annesinden ve yakın çevresinden, sonra daha geniş çevreden ve ulusal olanaklardan yararlanarak öğrendiği dil. Her Türk için Türkçe anadilidir.” (Koç 1992: 28). “İnsanın içinde doğup büyüdüğü aile ya da toplum çevresinde ilk öğrendiği dil. Ana dili bilinci dili yabancı ögelere karşı savunur. “(Vardar ve diğerleri 1988: 20). “İnsanın çocukken ailesinden ve soyca bağlı olduğu topluluktan öğrendiği dil (TDK Türkçe Sözlük 2005: 93). Ana dili, anamızdan öğrendiğimiz dil, kendi dilimiz,öz dilimiz,benliğimiz, kimliğimiz ve senin çocuğun, hür doğduğun bu topraklarda, vatandaşı olduğun devletin güzelim okullarında, doğru dürüst, planlı, programlı bir şekilde


70

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ana dili öğrenim hakkını kullanamıyor 1970 lerden beri… Dumanlı kurt havaları yaratılıyor ana dili deyince.Hele hele Türkçe deyince.Sözde “totaliter rejim”çöktü ve çok büyük vaatlerle, büyük büyük ümitlerle bir Demokrasi geldi 1990 larda…Geldi mi,getirildi mi, o başka konu, ama gelmesine geldi de “Lanet olsun böyle demokrasiye!” diye isyan ediyor Şumnu ili Yasenkovo köyünden şair Mehmet İsmail Keçici. Oysa demokrasilerde çareler tükenmez ve sen hayıflanıp durma… Ahenksizliğe, uygunsuzluğa, şamata ve karışıklığa,çalgayla gününü gün edenlere,ihanetlere nispet : Çal çoban çal! Ve yıllar ötesinden, Mehmet Emin Yurdakul’un (1869-1944) isyankar sesi geliyor: “Bırak beni haykırayım, susarsam sen mâtem et; Unutma ki şairleri haykırmayan bir millet, Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir;” Ve ben, Bulgaristan’da ana dilinde öğrenim görmüş biri olarak, bizim Şumnulu şair Mehmet İsmail Keçici kardeşimizin güzelim Türkçemle yazılmış şiirini, velev ki daha önceleri defalarca okumuştum, yine de okuyorum ahla vahla,Demokrasilerde çareler tükenmez diyerek: “Gurbette ağır işlerde çalışır gençlerimiz Avrupa da kölelik eder genç gelinlerimiz” Duydunuz değil mi? “Avrupa da kölelik eder genç gelinlerimiz”.Küreselleşmenin getirdiği çığlıklar… Çal çoban çal! Hikayenin aslı 1400’lere varıyor.”Timur,Anadolu’da büyük bir katliam yaparak Sivas’ı almış, Yıldırım Bayezid’ın oğlu Şehzade Ertuğrul bir avuç askeriyle çarpışa çarpışa şehit olmuş… Yıldırım Bayezid,Sivas’ın düştüğü ve oğlunun ölüm haberi geldiğinde Uludağ sırtlarındaydı. Bu sırada, biraz uzağında bulunan bir çoban, koyunlarını bir yamaca yaymış otlatırken, bir taraftan da kaval çalıyordu. Yıldırım Beyazıd bir süre kavalı dinledikten sonra, derin bir üzüntü içinde: – Çal çoban çal… Keyif de senin, rahatlık da senin. Ne derdin olabilir ki? Sivas gibi kalen mi gitti? Ertuğrul gibi yiğit evladın mı öldü? Çal çoban çal…Bu yüksek dağlar, bu geniş ovalar, bu şarkılar söyleyen dereler, bu öten ormanlar, bu yer, bu gök senin, hep senin, müebbeden senindir.” dedi ve atını hızla Bursa’ya doğru sürüp gitti.” (Süleyman Nazif)


Makale ve Analizler - 2018

71

Ve yıl 1900’ler sonrası. Omurtag (Osmanapazar) doğumlu şair Mehmet Fikri(1908-1941): “Ağlıyor kaval,inliyor yayla… Nedir Yarabb bu hazin vaveylâ? ………………………… Şair Galip SERTEL ile ilgili görsel sonucu Söyle ey kaval,ey vatan-ı cüda, Sevgilin nerede,yurdun hangi dağ?” Şair Mehmet Fikri, 19.07.1939 tarihli”Maarifimizin Son Nefes Alâmetleri” yazısında, Bulgaristan’da Türk okullarındaki bozuk eğitim sistemini eleştirmiş, ana dili Türkçe sevdası uğruna hayatını feda etmişti…Dün dündür bugün bugündür.Bugün gibiydi sanki, daha dün, türlü türlü etkinliklerle ULUSLARARASI ANA DİLİ GÜNÜ kutlandı.Kutlanmasına kutlandı da,balık hafızalıların çakallıkları bir yana,senin çocuğun hür doğup hür yaşadığı bu topraklarda, vatandaşı olduğun Bulgaristan devletinin o güzelim okullarında,ZİP’lerle (mecburi seçmeli ders), SİP’lerle (serbest seçmeli ders) gibi bir takım yaptırımlarla,ana dilini öğrenme hakkından mahrum kalıyor. Sebebin sebebi? Şeytan aldı götürdü,müşteri bulamayıp satamadan getirdi,deyebileceğz mi? Acaba karşı yakaya geçmek için, bu suyun kıyısında mazlum hallerimizle masumca daha ne zamanlara kadar bekleyeceğiz? Bir şiirimde: “Sebebin sebebi suçlular zafer şölenlerinde sarhoş şimdi başıboş bütün cinler bütün günahlar mubah başımın ağrısı kıldan ince kılıçtan keskin bir göç, bir soykırım kâbusu kemirir durur beynimi akşam sabah…” Demiştim de, sebebin sebebini irdelerken yoğun bir düşünce ağının ağrılar girdabında başım dönüyor, gönülde sızı… Zamana, sisteme, demokrasilere söyleyeceklerim çok.Ses gibi bir şey düğümleniyor boğazda ve şair Erdem Bayazıt(1939-2008): “Zamanın idrak incisi ses döner, döner, döner de Yönelir sebebe


72

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Sebeb ey!” Ve Hz. Ali (599-661) anlatıyor: ” Bir gün Ömer’i, binekli olarak ve telaş içinde, hızlı hızlı giderken gördüm. – Ya emire’l-müminin nereye gidiyorsun? diye sordum. – Devlete ait develerden biri kaçmış, onu aramaya gidiyorum, diye cevap verdi. O zaman ben: – İnan ki, senden sonra bu milleti idare edecek olanlara ağır bir yük bırakıyorsun! Herkes senin yaptığını yapamaz!, dedim. Bunun üzerine şöyle konuştu: – Hz. Muhammed aleyhissalatü vesselamı, hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, Fırat kenarında bir oğlak kaybolsa (yahut bir kurt bir koyunu kapsa) korkarım ki, kıyamet gününde onun bile hesabı Ömer’den sorulur!” “Kenar-ı Diclede bir kurt kapsa koyunu Gelir de adl-i ilâhi Ömer’den sorar onu!” Daha bugün gibi,dün ULUSLARARASI ANA DİLİ GÜNÜ idi vе yeni 2018/2019 ders yılı başlayalı neredeyse iki ay doldu dolmadı, ama senin çocuğun o güzelim okulunda ana dilinde öğrenim hakkını kullanamıyor,kullanmak için uygun şartlar yaratlmıyor…Oysa 1991’de kabul olunan Bulgaristan Cumhuriyeti Anayası’nın 36. maddesinin 2. fıkrasınca ana dili konusu garanti altına alınmıştır. Orada şöyle yazılı: “Ana dili Bulgarca olmayan vatandaşların, Bulgar dilinin zorunlu okunması yanında kendi dillerini okumaya ve kullanmaya hakları vardır.” Dün gibi, bir gün gibi bir hesabı sorulur bu aymazlığın,vurdum duymazlığın,ihanetin ahı tutar seni de, beni de. İlahi Adalet, hak yerini bulur. Demokrasilerde çareler tükenmez… “Avrupa da kölelik eder genç gelinlerimiz” Çal çoban çal! Galip Sertel


Makale ve Analizler - 2018

73

Davetsiz Misafirler

Tarih: 12 Ekim 2018 Yazan: Nedim AKIN Konu: Adaletsizliği, adaletle yıkmak gerekir. Devletin Üstünde Bir Güç Varsa, Orada Adalet Yoktur. Demirci mağazalarında balta, satır, dönerci bıçağı kalmadı. Odunculardan kimlik isteniyor. Sebep. Son zamanda satılanlar aşçı baltası değil, uzun saplı kütleli oduncu baltası. Bir baltaya sap olamayanlar, kapı ardında balta astılar. Rusçuk (Ruse) azınlık mahallelerini -“Selamet” ve “Traki” -korku bekliyor. Ev ve sokak dili Türkçe olan bu yerleşim yerlerinin – gettoların – nüfusu son 10 yılda Almanya/Hamburg iline taşındı. Genç aileler çocuklarını Almanya’da doğuruyor, çocuk parası alıyor, yaşlılar da orada çocuk bakıyor. Seyrelen mahalle mahalle nüfusundan sıla hasretine dayanamayanlar, vesveseye düşenler, pirelerini dökmek için sıkça “mahalleye” dönüyorlar. Geçen hafta – 6 Ekim 2018 – burada feci bir olay yaşandı. 21 yaşındaki, evli, Almanya’da çalışan “Selamet” mahalleli gençlerden biri olan Severin Krasimirov, bir dostunun doğum günü töreni için gelmişti. Gece boyu içki, uyuşturucu, alaca karanlıkta Tuna kıyı gezi yoluna çıktı. TV sözcüsü Bayan Viktoriya Marinova’ya işe gidiyordu. “Mangal çekil yolumdan!”, “Pis Çingene def ol başımdan!” gibi sözlerle kızışan kavgada yumruklar oynadı. Bayan Marinova kıyı yolu kenarındaki çalılıkta ölü bulundu. Severin 4 günden sonra Hamburg’ta tutuklandı. Son haftalarda gazete ve TV yayınlarında “Bulgaristan’da Sistem İnsanları Öldürüyor” yazılı tişörtü ile dikkati çeken Bayan sunucu birdenbire politikleşti. Trajik olay Bulgaristan’ı kaynarken uluslararası arenaya taştı. BMT Genel Sekreteri Antonio Guterres, Avrupa Birliği Başkanı Jean Cloude Juncker, birçok devlet adamı katilin tutuklamasında ve cezalandırılmasında ısrar ettiler. Bulgaristan’daki basın özgürlüğüne ilişkin “ağızına geleni” söyleyenler oldu. Çığ gibi büyüyen olayı ateşleyenlerin başını “Sınırsız Gazeteciler” örgütü çekerken, öldürülen Bayan gazetecinin Bulgaristan’da bir cepten öteki cebe geçen AB paralarını araştırdığını ve bunun için öldürüldüğünü, olanın bir cinayet değil, sipariş üzere işlenmiş bir katliam olduğu yayıldı.


74

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Konu derinleşirken, “Bulgaristan güven bunalımı yaşıyor” diyenler, devlet kurumlarının giderek söküldüğünü ve devletin bittiğini ifade ettiler. Muhalefet partisi “sağlık yolsuzlukları” konusunda gensoru açtı. Kanser hastalarına sahte ilaçlarlar verildiği, yeşil reçeteyle alınan ilaçların AB ülkelerine satıldığı vb açıklamalar yapıldı. Özürlü çocukların anneleri 28 ilden birer çadırla Bakanlar Kurulu’nu abluka altına aldılar. Başkent merkezinde siyah bayraklar dalgalandı. Baş savcılık, dalavereleriyle bilinen “Gi Pi Group”un 14 milyon levasına haciz koydu. Kazandığı AB finansmanlı – bölünmüş yol, köprü, tünel -ihaleler bozuldu. Muhalefetin iddialarına göre, benzer cinayet olayları dolandırıcılıkların – bölünmüş ana yol yapımı, sağlık sektörü vb işlerdeki rüşvet olaylarının – ört bas edilmesi için kullanılıyor. Ciddi açıklamalarda bulunan araştırmacı gazeteci/milletvekili Bayan Elena Yonçeva, sabah kesiminde en fazla seyredilen “bTV” programında Varna’da asfalt üzerinde 4 deliği yamamak için GERB hükümetinin 43 milyon leva ödeme yaptığını açıklarken, mikrofonu fırlattı. “Söylenen her şey yalan” deyip stüdyodan çıktı. Bir yandan “Selamet” mahallesi Çingeneleri “Ya öldüreceğiz, ya öleceğiz” şiarıyla yumruk sıkarken, medya “yalan” konusunu açtı. Adolf Hitlerin Propaganda şefi Joshep Geubbels, “bir yalan 40 defa tekrar edilince gerçek olur” derken, Çin lideri Mao Zedong’un “bir yalana inanılması için 6 ay boyunca bir kaynaktan ya da bütün kaynaklarca tekrar edilmesi gerekir” dediği hatırlatıldı, Bulgaristan’da herkesin inanmak istediği bir yalanın henüz uydurulamadığı, beklenti yaratılmaya çalışılıyor iddiasında bulunuldu. Severin ve Viyoleta olayı bu arayışa benzin döktü. Almanya’da tutuklanan Severin sorgulandı, mahkemeye çıkarıldı. “Ben şiddet kullanmadım, ırza geçmedim” dese de Bulgaristan’a gönderilmesine karar verildi. Cinayetle ilgili 2 kişi daha aranmaya başlandı. Fakat bu cinayeti bir Müslüman gencin işlemiş olmasını isteyenler, gerçeği bilmek istemediler. “Katilin bir Müslüman genç” olması yeterliydi. Olayın dumanı kalkmadan plakasız büyük motorlu ve Jeepli kalın enseli iri gençler “Selamet” gettosunu gece bastılar. Yakaladıkları gençlerin cep telefonlarını kırdılar. Gözlerine kestirdiklerine vurdular, saldırdılar. Birçok kişiyi hastanelik ettiler. Gece (11 Ekim 2018) gettoda kimsenin gözüne uyku girmedi. Çocuklar mahalleden kaçırıldı. Erkekler kazma-kürek, oduncu baltası, demir çubuk ve sopalarla nöbet tutu. “200 şehide karşı 500 haydut öldürmeye hazırız” yemini içtiler. Karşılarına dikildiler. “Gece misafirlerine” geçit vermediler. Ardından yollar, meydanlar polis-jandarma doldu.


Makale ve Analizler - 2018

75

Burada Romlar kapalı sefil bir ortamda yaşıyor. Gettoda evler kulübe. Erkeklerin suratı tıraşsız, gözleri kıpkırmızı, alınları karışık… En ilkel hijyen ve sıhhi koşullar eksik. Altyapısız. Sefalet kokusu burun kırıyor. Hayat törpüsü köstere gibi, Beyinlerden ciğere yedikçe yemekle geçiniyor. Acınası durum. Anaokulu, okulu ve sağlık merkezi olmayan yerde devlet de yok tabii. Nizamın dayanağı silahlı polis. Dediğim gibi, Bulgar toplumu kendi “kahramanını” arıyor. İlinler (Eski Yunanlar) zamanında kahramanlar tanrılaştırılmış insanlardı: Zevs, Orfeyus, Hermes, Efet, Apolon, Afina, Apolion, Aid, Demetra, Peseydon, Afrodita vs. Sonra Omir “İliada” yı yazdı. Ahil ve Hektor’u efsaneleştirdi. Gerçek insan kahramanlar yarattı. O zamanlarda kendi kahraman simaları olmayan Bulgar toplumu XIX. Yüzyılda “komitacı” ve “haydut” milli kahraman sürüsü yarattı. Kafalarına “Osmanlı size bir şey yapamaz!” çipi yerleştirilenler voyvoda oldu. Osmanlı devletine, Müslüman Türklere karşı kışkırtıldılar. Çılgın gönüllere Osmanlıya karşı işlenen ve işlenecek suçlar, cinayet ve katliamlar cezasız kalacak, sorumlu tutulmayacaksınız, idam edilmeyeceksiniz güvencesi aldılar XXI. Yüzyılda yeni voyvodalar – “büyük motorlular” ve kocaman jeepliler – belirdi. Etnik azınlıklara göz dağı veriyorlar. Kahve – lokanta kırıp döküyorlar. Milliyetçilik, ırkçılık, faşizm körüklüyorlar. Vurup kıranların adı, soyadı, adresi ve kimliği hep gizli kalıyor. Yargıya çıkarılan yok. Bu saldırılar Başbakan Boyko Borisov zamanında daha 2014’te güç topladı. Filibe (Plovdiv)’e bağlı “Katunitsa” Belediyesi sakinleri sindirildi. Geçen yaz Asenovgrat gettosuna yapılan gece saldırıları, şiddet asla unutulamaz. Botevgrat’ta Çingene Mahallesi Sofya hapishanesinden kaçan bir katil tarafından yakılmak istendi. Dehşet dolu geceler yaşandı. Varna’da “Mansura” mahallesinde evlerin yarısı yıkıldı. Batı Rodoplar’daki “Gırmen” Belediyesi Romen mahallesinde 40 ev yerle bir edildi. Blogoevgrat kentinde okul kapılarına “Bu okulaÇingene çocukları yazılamaz” plakaları asıldı. Monta’na, Vidin, Vratsa ili Çingeneleri örgütlendiler “idari ve hukuksal” olarak Bulgaristan’dan ayrılma ve Romanya’ya bağlanma hareketi başlattılar. Binlerce imza topladılar. Şimdi olay Rusçuk (Ruse) gettolarında halk isyanı şeklinde gece karanlığında parladı. Bulgaristan’da son 30 yılda etnik konuya ilişkin hiçbir sorunun adil çözülmemesi, toplumu sosyal patlamalara gebe bıraktı. Olaylar yasa dışı faşizan örgütlenmeyle bastırılmak isteniyor. Bulgaristan iyice parçalandı.


76

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu defa dış dünyaya sıçrayan “hak-hukuk istekleri” Bulgaristan’da vatandaşların güvence içinde olmadığına, insan haklarının uygulanmadığına, azınlıklara karşı ırk ayrımı yapıldığına ve büyük bir gerginlik çığının patlamak üzere olduğuna hem işaret hem de kanıt oldu. Şu iyi bilinmelidir. Suçun cezası kişiseldir. Suçu işleyen cezasını çeker. Bir mahalle yargılanamaz, suçlanamaz, sindirilemez, zorlanamaz. Toplumsal gruplara baskı uygulamak anayasal suçtur. Biz bu olayları 1972/73 ve 1984/89 dönemlerinde yaşadık. Zulmün geri dönmesine tahammülümüz olamaz. Bir gettoya, mahalleye ve semte saldırı devlet suçudur. Kimse suç işlemiş – Severin örneğinde suç henüz kanıtlanmamıştır – bir kişiden ötürü bütün bir mahalle halkını rahatsız edemez, gettoyu yakmak isteyemez. Böyle hareketler, motorlu gece baskınları, telefon kırmalar, yumruk sallamalar, saldırıların her türü suçtur, yasaklanmalıdır. Bulgaristan’da huzur olması isteniyorsa etnikleri sindirme işlerinde kullanılan motor satışı durdurulmalı ve yasaklanmalıdır. Motor sahiplerinin kolektif getto baskınları yasaklanmalıdır. Yasaları hiçe sayan, yasalar üstü gibi hareket eden, motorize silahlı kuvvet oluşturmak ve bu güçlerin gece baskınlarına göz yummak, onlardan yarar sağlamaya çalışmak ise DEVLETİN YERİNDE OLMADIĞINI, İŞİNİ YAPAMADIĞINI VE ÇÖKTÜĞÜNÜ GÖSTERİR. Adaletsizliği adaletle yıkmak gerekir. Devletin üstünde başka bir güç varsa, oyunun kuralları değişir. Bulgaristan’da bu hafta yaşanan feci olaylar, Bulgaristan Türk aydınlarına 1923 ve 1934 Bulgar faşist darbelerini anımsattı. Bununla ilgili kitaplaşan bir alıntıyla yazımı tamamlıyorum. 19 MAYIS 1934: BULGARİSTAN’DA YAPILMASI PLANLANAN TÜRK KATLİAMINI, ATATÜRK ÖNLEDİ!… 19 Mayıs 1934 yılında bir darbe yapan Bulgar Ordusu, kurdurduğu geçici hükümet (Kimon Georgiev hükümeti) sayesinde Hitler Almanya’sının safında yerini almış, Bulgaristan Türkleri arasında yaygınlaşan “Turan Gençlik ve Spor Cemiyetleri Birliği’ne karşı polis takibatına geçip işkence ile öldürmeler çoğalmıştı. Ayrıca Bulgar köylerinden teşkil ettikleri çetelerle toplu katliama başlamak üzereyken, Türk istihbaratı bu haberi Atatürk’e iletir.


Makale ve Analizler - 2018

77

Atatürk de, o sıralarda Trakya’da askerî tatbikat yapmakta olan 3. Ordu Komutanı Salih Omurtak Paşa’ya, biraz Bulgar sınırını ihlâl ederek Bulgarlar’a gözdağı vermesi konusunda talimat verir. Yağmurlu bir gecede akşamdan Bulgar sınırını sapa bir yerden geçen askerimizin öncü birlikleri, sabah ortalık aydınlandığında Filibe yakınındaki Hacıilyas (Pırvomay) kasabasına varmışlardır. Önce kendi askerleri sanan Bulgarlar, hava iyice aydınlanınca, Filibe’ye doğru ilerleyen birliklerin Türk askeri olduğunu fark etmişler ve olay Bulgar kralına iletilmiş. Telefona sarılan Kral III. Boris, Atatürk’le yaptığı görüşmede, “Ekselansları acaba Bulgaristan’a harp mi ilân ettiniz?” diye sorar telâşla. Atatürk, “Neden böyle bir şey yapalım ki!” deyince, Kral Boris:’Askerleriniz Filibe önlerinde ve Sofya yönünde ilerliyorlar!” diye cevap vermiş. Atatürk “Yolu şaşırmışlardır, Kral Hazretleri, şimdi olayı tetkik eder, Haşmetmeaplarına malûmat arz ederim” diyerek teselli etmiş ve Salih Omurtak Paşa’ya: “Maksat hâsıl olmuştur, geri dönün”, talimatı gönderilmiştir. Bu gözdağı üzerine, Kral hemen duruma el koymuş ve kitle halinde yapılması plânlanan Türk katliamı da durdurulmuştur. BULGARİSTAN’DAKİ TÜRKLER (1879-1989) Ahmet Şerif Şerefli T.C. KÜLTÜR BAKANLIĞI YAYINI Okuduğunuz için teşekkür ederim. Tarih her zaman canlıdır. Yeni tarihi yazan siz ve biziz. Sağlıcakla kalın. Paylaşmayı da unutmayınız…


78

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2018

79

Her Adım Bir Zaferdir

Tarih: 14 Ekim 2018 Yazan Dr. Nedim BİRİNCİ Konu: Bulgaristan Türkleri 2018 Milli Anadil Paneli Taşırım dünyayı sırtımda her dil benim dilimdir, fakat ana dilim başta gelir. Anadilimiz Türkçemizin hayat aşkı Deliorman’ın başkenti Radgrat’ta 13 Ekim 2018 tarihinde bir panel (çalıştay) düzenlendi. Yazılı ve sözlü anadilimizin taşıyıcı kolları olan şair, yazar, bilim insanları, sivil toplum örgütü yöneticileri ve öğretmenlerin katıldığı panele köylerden ve komşu il ve belediyelerden Türk kanaat önderleri ile öğrenciler yoğun katılım sağladılar. “Cartoon” Hoteli salonunda yer alan ünlü yaratıcılarımızdan Naim Bakoğlu, Habil Kurt ve Niyazi Mamak katılımcılar tarafından selamlanırken, Hak ve Özgürlük Hareketi Genel Başkanı Mustafa Karadayı, Avrupa Liberalleri ALDE Başkan Yardımcısı İlhan Küçük, Bulgaristan Müslümanları Manevi Şura Başkanı Vedat Ahmet, Bulgaristan Diyaneti Başmüftülüğü Genel Sekreteri Celal Faik, milletvekilleri, Razgrat Valiliği ve Belediyesinden temsilcilerin katılımı olayın olağanüstü önemine ağırlık kazandırdı. Panele büyük sayıda kutlama mesajı geldi. Kıdemli öğretmen mesajında şu vurguyu yaptı. “Türk çocukların okul çantasında Bulgarcanın yanında Türkçe ders kitabı da taşımalıdır.” Anadil milli panelinde, Tarih Bilimleri Doktoru, doçent İbrahim Yalımov ana sunumu yaptı. Hazır bulunanlara, merkezi Sofya’da bulunan Kültürel Etkileşim Derneği tarafından 2018’de onaylanan BULGARİSTAN TÜRK TOPLULUĞU KİMLİĞİNİN KORUNMASI, DİRİLTİLMESİ VE GELİŞTİRİLMESİ PROGRAMINI (KONSEPTİNİ) açıkladı. 80 sayfalık bir TEMEL BELGE olarak geliştirilen bu programda – 11 bölüm halinde – a) Bulgaristan Türklerinin Etnik Kimliğinin diriltilmesi ve geliştirilmesi; b) Sivil Vatandaş Kimliği bilincinin güçlendirilmesi; c) Bulgaristan Türklerinde Avrupa Kimliği biçimlenmesi;


80

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

d) Bulgaristan Eğitim Sisteminin inter-kültürel doktrin temelinde yeniden düzenlenmesi (reforme edilmesi); 5. e)Tarihsel-kültürel mirasımızın korunması; 6. f) Dinsel kimliğimize karşı hoşgörülü yaklaşımın pekiştirilmesi; 7. g) Kimliklerin çeşitliliği fikrinin yaygınlaştırılması; 8. i) Kimliği belirleyen hususlarla ilgili bilimsel araştırma çalışmalarının genişletilmesi ve kurumlaştırılması; Bulgaristan’da Türk Etnik Topluluğunun etnik, kültürel ve dinsel kimliğinin halka akıtılması (popülerize edilmesi); 9. k) ve yerel (bölgesel) Türk Etnik Toplulukların kimliğinin korunması, canlandırılması ve geliştirilmesi sürecini yönetecek organların oluşturulması gibi sorunlar işlenmiştir. Panele Demokrasi İçin Sorumluluk, Özgürlük ve Hoşgörü (DOST) ve Halkın Şeref ve Özgürlük Partisi (HŞÖP) yönetiminden temsilcilerin katılmayışı dikkati çekti. Anadilimiz konusunda da birbirimize düşmüşsek ve küslüğümüz devam ediyorsa, Bulgaristan’da kimlik bunalımımızın ne kadar derinlere battığını anlatmaya gerek yoktur. Anadilimiz bir kavga, kapışma, paylaşma diriliş verilecek bir nimet değildir, kutsalımızdır, yaşaması ve gelişmesi, nesilden nesle devredilmesi için kavga ve şehitler verdiğimiz asla unutulmamalıdır. Panelde Deliorman Sivil Toplum Örgütünden Emine Halil’in konuşması dikkati çekerken, “anadilimizin kökleri ruhumuzdadır, ailelerimizdedir, geleneklerimizdedir, evlat sevgimizdedir” vurgusu coşkulu alkış aldı. Şairler ve yazarlar diyarı Deliorman’da yeni kuşaktan çok başarılı Türk dili hocası olarak nam salan Bayan Habibe Rasim Türk dili öğretmeni, ders araçlarının yetersizliğinden söz ederken, yeni çıkan masal ve öykü eserlerine de değindi. Atasözlerimizin, masal, efsane ve manilerimizin yeniden basılmasını önerdi. Türk öğrencilerin yaz tatilinde Türkiye’de kamp yapmalarının yararlı olduğuna değindi. *** Anadilimize baskıların tırmandığı 1964 – 1989 dönemini ve “İsim Değiştirme” trajedisini kapsayan anadilimiz açısından “yasaklı” bir dönemin acılarına değinen konuşmacıların ortaya koyduğu karşılaştırmalar inandırıcı bir tablo ortaya koydu:


Makale ve Analizler - 2018

81

1934 – 2018 karşılaştırma: 1934 2018 Türk azınlığın sayısı , 650 bin – Türk azınlığın yayışı yaklaşık 700 bin Türk okulların sayısı 767 – Türk okulu yoktur Tür okullarındaki öğretmen – Türkçe devlet okullarında ancak Sayısı 1. 531. Seçmeli ders olarak okutuluyor. Türk okullarında öğrenim – Türkçe dersi seçen öğrenci sayısı Gören öğrenci sayısı 59. 458 6 000. (Altı bin) Dini eğitim bir tek Şumnu – Şumnu, Mestanlı ve Rusçuk “Medreset-ün Müvvap”. İlahiyat Liseleri ve Sofya İslam Enstitüsü. Açık olan cami ve mescit sayısı – Açık olan cami ve mescit sayısı 1.973 1. 700 iken ancak 750’sinde tayinli imam vardır, eski eserlerin çoğunluğu kötü durumdadır. Bu sene Bulgar ilinde 30 köy cami kapanmıştır. Vakıf malları 815 bina, 8.750 Dekar işlenebilir tarım arazisi. – Totaliter devlet tarafından gasp edilen Başmüftülük ve vakıf malları iade edilmemiştir. Başmüftülük mali sıkıntı içindedir. 1990’dan beri vakıf mallarının iadesi için hukuk mücadelesi veriyor. Türkçe gazete sayısı 12. – Milli Türkçe gazete yok. Öüretmen ve din adamları Kırca Ali’de yerel düzeyde yayın yalan Maaşları T.C. tarafından 1 gazete ve 2 dergi var. Ödenmektedir. TV’de Türkçe yayın 10 dakikadır. *** 1990’dan beri Bulgaristan Türklerinin anadilini canlı tutan ve geliştiren ana güç T.C. TV ve radyo yayınları, T.C. ziyaretleri ve karma bölgelere yerleşen Türk şirketlerinin kültürel etkinliklere sağladığı maddi ve manevi destektir. Panel konuşmalarında da belirtildiği üzere, 30 yıldan beri totaliter komünist düzenin kalan ve bundan öte taşınması olanaksız olan büyük yaralarından biri topluluğumuzun anadil acısıdır. Anadilimiz canlanıp dirilmeden Türk kimliğimizi güçlendirme yolumuz kapalıdır. Yalnız dinsel eğitimle Türk kimliği yaratma ve biçimlendirme ise bir hayaldir.


82

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

*** Bulgaristan’ın 1989’da hak ve özgürlükler için Ayaklanmamızdan sonra sözde “demokrasiye” geçmesi ve hak eşitliği sağlaması birkaç kılıf içine sarıldı. Bunlardan biri “isim değiştirme” ve “kültürel soykırım” konusunda 3 defa arkası gelmeyen sözde özür dilenmesi oldu. Bulgaristan Cumhurbaşkanı Petar Stoyanov 29 Temmuz 1997’de Ankara’da; Bulgaristan Başbakanı İvan Kostov 5-6 Kasım 1998’de gerçekleştirdiği T.C. ziyareti çerçevesinde İstanbul’da ve Bursa’da; Bulgaristan Başbakanı ve Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) Başkanı Sergey Stanişev 2 Nisan 2006’da Sofya’da düzenlenen Hak ve Özgürlükler Hareketi Kongresinde özür dilediler. Fakat Türk topluluğun anadil ve din haklarının, maddi ve manevi olarak bütünsel tanınması ve gasp edilen haklarımızın ve mülklerimizin geri verilmesi konusunda ileri tek adım atılmadı. *** Panel toplayan ana-dilsizleştirme siyaseti. Bulgaristan Türklerinin anadili olan ve günümüzde 350 milyon insanın konuştuğu Türk dilini yasaklama ve Bulgaristan’da bu dili konuşan vatandaşları ana dilsiz bırakma siyasetini 4 aşama olarak ele alıyoruz: Birinci aşama: Bulgar Prensliği Dönemi (1877 – 1908) Amerikalı yazar Justin McCarthy “Ölüm ve Sürgün” eserinde “Irklar ve Yok Etme Savaşı” olarak nitelediği 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nda 1 253 500 Bulgaristanlı Türkün taşınmazlarına, eğitim ve din haklarına saldırılarak göçe zorlandığını yazar. Bu dönemin ilk 10 yılında 1 500 Türk okul ve medrese binası yıkılmış-yakılmıştır. 1879 Anayasasında yer alan “zorunlu ilköğretim” ilkesi asla uygulanmamıştır. Cehalet çağı başlatılmıştır. Bu dönemde Bulgaristan Türklerine “Türk” denmiştir. İkinci Aşama: Çarlık ve çeşitli Bulgar hükümetleri döneminde Bulgaristan Türkleri (1908 – 1944) bu dönemde Bulgaristan Türkeri’ne “Müslüman” denmiştir. 27 Kasım 1919’da Paris yakınlarında Neuilly’de imzalanan uluslararası anlaşman Bulgaristan Müslümanlarına şu haklar tanınmıştı: Bulgar Devleti din, dil, ırk ve milliyet ayrımı gözetmeyecek; Topraklarında yaşayan tüm azınlıklara tam eşitlik sağlayacak; Bulgaristan’daki azınlık grupları dini vecibelerini serbestçe yerine getirme hürriyetine sahip olurlarken, tıpkı bir Bulgar fert gibi medeni ve siyasal hakların kullanılması bağlamında ayrıma tabii tutulamayacak;


Makale ve Analizler - 2018

83

Azınlıklar devlet memurluğuna girebilecek, istedikleri mesleği veya zanaatı seçebilecekler; Ayrıca azınlıklar eğitim, öğretim kurumları, dini ve sosyal kurumlar açabilecekler, bunları denetleyip kullanabileceklerdi. Azınlık unsurlar yoğun olarak yaşadığı yerlerde, Bulgar Hükümeti tarafından devlet ve belediye bütçelerinden bu azınlık okullarına, dini ve sosyal kurumlara yardım yapacaktı. Şu bir gerçektir: Al. Stanboliyski (1919-1923 )döneminde Bulgaristan Türkleri altın çağlarını yaşamış ve Lozan (1924) ve 1925 Türk Bulgar Dostluk Antlaşmasıyla koruma altına alınmışlardı. Ne yazık ki, yine aynı dönemde 198 688 Türk göçe zorlanırken, okul sayısı da 500 kalmıştır. Üçüncü Aşama: 1946 senesinde çıkarılan bir kanunla Bulgaristan’daki tüm azınlık okulları ile bunlara bağlı bütün menkul ve gayrı menkul mallar devletleştirilmiştir. 1951-1952 ders yılında Türkçe okutulan derslerin oranı üçte bire indirilmiş, aynı yıl azınlık okulu kavramı ortadan kalkarak Türk ve Bulgar okulları birleştirilmeye başlanmıştır. Bununla birlikte, Türk azınlık okulları tamamen kapatılarak Türkçe seçmeli ders olarak haftalık 1 saate indirilirken; 1974’te ise bu uygulamaya tamamen son verilmiştir. Kimliğimize yönelik ve asimilasyon hedefli bu siyaset 3 büyük göçe neden olurken 1951-52 göçünde 150 000 ve 1969-78 göçünde de 130 bin Türk Bulgaristan’dan ayrılmış, 1989’da “Büyük Göçle” 360 bin Türk Bulgaristan’ı terk etmiştir. Bu olayların dinamiğinde anadil yasağı, okul kapatma, Türkçe konuşana ceza kesme, isim değiştirme, cenaze törenlerine saldırı, mezar taşlarından Türk isimlerinin silinmesi, mezar taşlarının kırılması, Türk dili ve Müslüman gelenekleri düşmanlığı çok önemli yer almıştır. Osmanlıdan 2 700 okulla ayrılan Bulgaristan Türkleri 21. Yüzyıla anadillerinde okulsuz, kütüphanesiz, basım evsiz, gazetesiz, dergisiz, radyo ve televizyonsuz girmişlerdir. Dördüncü Aşama: 1991 yılında kabul edilen Bulgar Anayasası’nın 36. Maddesinin 2ç fıkrasında şöyle deniyor: “Ana dili Bulgarca olmayan vatandaşların, Bulgar dilinin zorunlu okunması yanında kendi dillerini okumaya ve kullanmaya hakları vardır.” 15 Ocak 1990 tarihinde, Bulgaristan Halk Meclisi, Bulgaristan Komünist Partisi’nin (BKP) Türklere karşı uyguladığı politikanın haksızlığına ilişkin bir bildiri kabul etmiş ve değiştirilen Türk isimlerini ve yasaklanan dini ibadeti özel bir kararla iade etmiştir. Aslında bu kazanım ikili, çok taraflı ve uluslararası anlaşmalar çerçevesinde garanti altına alınan, masa başında elde edilen kazanımlarımızın totaliter rejimdeki uygulamada kaybedildiğine bir itiraftır. Ağır mücadele yıllarında yeraltı örgütlenerek direnen,


84

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

toplam 52 direniş birimi kuran ve bunlardan 28’i politik sahaya çıkan ve partileşme hamlesindeyken liderleri göçe zorlanarak dağıtılan ama kökleri Bulgaristan’da kalan bir hareketliliğin varlığı inkâr edilemez. Şunu belirtmekte yarar vardır. Bulgaristan Türklerinin anadilde eğitim ve edebiyatsanat-kültür yaratma istekleri de bu kapsamda, direnişimizin mayasını çalmayı başaran ve olayı yetiştirdiği Türklüğe inkâr etme yemini vermiş Ahmet Doğan ve çetesine teslim eden totaliter kalıtın gizli polisleri, haklarımızın çömez kalmasının ana sorumlusudur. Sözde “demokrasi” döneminde anadilde eğitim olayı şöyle gelişti: 1991–92 eğitim öğretim yılında Türkçe eğitim isteyenler dersleri boykot etti. Önce, 1994’te 183 no’lu kararnameyle öğrencilere program dışı olarak haftada 4 saat Türkçe okutulması kararlaştırıldı. Türkçe seçmeli ders oldu. Buna rağmen ilk ders yılında 114 bin öğrenci sınıflara doldu. Şimdi sayıları 6 bin oldu. Türkçenin zorunlu seçmeli ders statüsünde olması Türk dilinin Türk azınlık üzerindeki hâkimiyetini azaltmaktadır. Türk milli kimliğimizin bu duruma tepkisi Türkiye Cumhuriyeti makamlarının ve Türklerin siyasi iradesini mecliste ve AB kurumlarında temsil eden HÖH partisinin artık neredeyse 30 yıldan sonra harekete geçerek, Razgrat Anadil paleti düzenleme gibi adımlar atmasına neden olmuştur. Kendilerini kutlarız. Bu yönde atılan en ufak bir adım bile Bulgaristan Türkleri için büyük bir zaferdir. İbrahim Yalımov tarafından Panelde sunulan ve el kitabı olarak dağıtılan Program belgesinin her maddesi üzerinde özel olarak duracağız. Birlikte analiz edelim… Bizi izleyiniz. Lütfen paylaşınız. Anadilimiz hepimizindir. Teşekkür ederim.


Makale ve Analizler - 2018

85

Paralel Olaylar (Sürü Suçları) Tarih: 15 Ekim 2018 Yazan: İbrahim SOYTÜRK Konu: Pastırma yazında hareketlenme

Türkiye’de güzün son güneşli günleri anlamındaki “Pastırma Yazı” Bulgaristan’da “Çingene Yazı” dır. Bu ay bizde Çingeneler bir yandan odun toplar, aynı zamanda yazdan kalma son şenlikleri düzenler, oynar, eylenirler. Eski Zara (Stara Zagora) ili Gılıbovo kasabasının Çingene gettosunda elektronik müzikli “çalga şenlikleri” Pazar akşam geç başladı (14 Ekim 2018) ve “Çingene Yazıyla vedalaşma” gece yarılarında devam etti. Nihavent ve Kürdili Hicazkâr alt dokulu ve Sırp müziği süslemeli yerli Çingenelerin 21. Yüzyıl gözdesi olan “Çalga Müziği” dinlenmesini önlemek için devlet –polis ve jandarma – güçleri özel önlemler almış olsa da, çalgısız düğün, bayram, Pazar, kutlama vb düşünülemez burada. Günümüzde yarı aç yarı tok, üstü başı ona göre, gününü gün ederek paralel bir dünyada yaşayan Bulgaristanlı Çingenelerin son kimlik kaleleri olan müziklerini dinletmemek, oyunlarını kesmek, yasaklamak ameliyat masasında canlı canlı kalplerini söküp almak gibi bir şeydir. Getto dolusu Çingenlerinin aylarca bekledikleri ılık Çingen Yazı gecesinde eller yukarı göbek sallarken polis tarafından basılması, müzik aletlerinin toplanması GETTO İSYANI patlattı. Polis araçları devrildi, satırlar, baltalar şakıdı, çapa, kürek, yabalar havaya kalktı. Polisler tartaklandı, kovuldu. Olay bununla da bitmedi. Gılıbovo İş İşleri Bakanlığı Belediye Polis Amirliği kuşatıldı. Binlerce “silahlı” Çingen “Nedir bizim sizden çektiğimiz!” sloganlarıyla şehri ayağa kaldırdı. Milli kitle haber araçları, polislerin Çingene kız ve kadınların ve gençlerin kafasına silah dayadığını bildiriyor. Eski Zara (Stara Zagora) ve Filibe (Plovdiv) Polis Amirliklerinden, Jandarmadan yardım istendi, sabaha kadar Galabovo’ya silahlı, motorize, maskeli güçler aktı. Şehir kuşatıldı. Giriş çıkış yasaklandı. Tutuklananlar oldu. Baltalar satırlar toplandı. Marketler açılmadı. Fırınlarda ekmek pişmedi. Gettonun dünya ile irtibatı kesildi.


86

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu haberi ilk veren BGNES ve News bg. Ayaklanmayı dünyaya duyurdu. Ardından resmi radyo ve TV programları “getto” olayının bastırıldığını bildirdiler. Polis Amirleri çıktı “polislerin başarılı eylemlerini” övdüler. Şehre giriş çıkış yasak. Bu sene bu olayların yorumlarında, Çingene nüfus “kişisel kimliksiz sürü” olarak gösteriliyor. Kişisel suç ile “sürü suçu” eşitleniyor. Vatandaşların toplu (ortak)-(Kolektif) haklarının tanınmadığı Bulgaristan’da, insanlar sözde birlikte işledikleri suçtan, beraberce “sürü olarak” cezalandırılmak isteniyor. Henüz böyle bir mahkeme kararı çıkmadı, fakat iktidar borazanı medya artık “idam cezası”, “kolektif suç”, “sürü içgüdüsü” demeye başladı. Bulgaristan’ın 1991 Anayasasında “idam cezası” yoktur. “Bulgaristan bir hukuk devletidir” denen bu ana yasanın 6. Maddesinde şöyle deniyor: “Yasalar önünde bütün vatandaşlar eşittir. Irk, milliyet, etnik aidiyet, cins, menşe, din, öğrenim, inanç, politik aidiyet, kişisel ve toplumsal mevki ve mal varlığına bakılarak hiçbir kimsenin hakları sınırlanamaz veya imtiyaz tanınamaz.” Anayasaya göre Bulgar, Makedon veya Türk kimlikli vatandaşlar gece boyu müzik dinleyebilirse, bu hak Çingenelere de tanınmıştır. “Çalga” müziği dinlenemez diye bir yasa veya belediye kararı yoktur. Anayasanın 32. Madde (1) fıkrası, “Vatandaşların bireysel yaşamı dokunulmazdır” derken, 33. Maddenin (1) fıkrası da “Aile yuvası (evi) dokunulmazdır” denmiştir. Bulgar Anayasasında getto, yoksul kesim, evsizler, sefiller, eğlenceleri bir tek çalga müzik dinlemek olanlar ya da ancak çalga müzik dinlemekten zevk alanlar gibi tanımlamalar yok. Ayrıca Bulgar Anayasası polislere getto baskını yapma, müzik aletlerini toplama, müzik dinliyorlar diye insanları tutuklama hakkı da tanımamıştır. Şu da var, 1991 Anayasasında Bulgaristan’da yaşayan etnik azınlık toplulukları için “sürü” değimi kullanılmamıştır… Ekim ayının 6. Günü Rusçuk (Ruse) şehrinin “Selamet” gettosunda Viktorya Markova adlı bir Bayan TV sunucusunun öldürülmesiyle ilgili “defter kapandı, suçlu belli” iddialarında bulunanlara yanıt veren Örgütlü Cinayetler Amirliği eski Müdürü Krasimir Stoyçev, her cinayet olayına jandarmanın karışmasını eleştirdi. İktidarın ve devlet kurumlarının kampanya halinde çalıştığını, hiç kimsenin polise güvenmediğini, “vatandaşların sürü halinde tepki gösterdiklerini” açıkladı. Bir kişinin işlediği ve halen kanıtlanmamış ve suçlusu dış ülkede bulunan bir cinayetten ötürü “bütün bir mahallenin” terör ize edilmesinin doğru olmadığına vurgu yaptı.


Makale ve Analizler - 2018

87

Biz, iyi ve doğruyu insanların köklerinde aramak zorundayız. Köklerde saklanmış iyilikler ve kötülükler bugünkü toplumun renklerini belirleyendir. Gılıbovo ve Rusçuk’un “Selamet” mahallesi, Stanimaka (Asenovgrad) şehrindeki Müslüman mahalle ile Gırmen ve Varna Çingene gettolarının defalarca basılması kötülük köklerinin bütün memlekete yayıldığını ve baskı ve terörle, silahlı tehditle, tutuklama ve yargı yoluyla “huzur”, “nizam”, “intizam” ve devlete “güven” sağlanmaya çalışıldığını gösterdi ve her hafta, her geçen günle yeniden kanıtlıyor. Bulgaristan’da uzlaşma arayışında son dönemde çok sık kullanılan kavram “tolerantnost” (hoşgörüdür). Bulgarlarla bizim ve ülkede yaşayan diğer azınlık topluluklarının lehçelerinde yer alan bu kavram çok farklı anlamlar yüklü bir değimidir. Hemen şunu ilave edelim. Fransız kökenli olan bu değim, önce bir genel ev Tüzüğü’nün başlığı olarak kullanılmış. Bu müessesede çalışan Bayanların hepsinin irk, sosyal durum, yaş, cilt rengi vs farklılıklara bakmaksızın tüm müşterilere aynı kalitede ve değerde hizmet sunması gerektiği anlamını ifade etmiştir. Bugünkü Avrupa kaynakları, Brüksel başta olmak üzere, bu kavramın bazı AB kurumlarında da sıkça kullandığını ve içerinde eski kıta yerlilerinin yeni gelenlere karşı toleranslı davrandıklarını ifade etmektedir. Ne ki “tolerantnost” yerlilerin ötekilerden daha fazla, daha üstün kimseler olduğunu ve diğerlerine karşı alçak gönüllü davrandığı anlamındadır. Son yıllarda “Her şeyin üzerinde Bulgaristan” sloganı gölgesinde toplanan Bulgar milliyetçileri de – polis ve jandarma da aralarında – “alçak gönüllü” davranışlarında silah, cop ve kelepçe kullanmaya öncelik tanımaya başladı. 28 yılda 29 milyar Leva çalındığı kanıtlanan, art arda banka soyulduğu, her gün 1-2 bankomat söküldüğü, hastalara ucuz ilaç verildiği, “Kremikovtsi” demir döküm tesisi gibi dev kombinaların sözde “1 levaya” satıldığı gibi gerçekler ayak altında geziyorken “alçak gönüllülük” (tolerantnost” gibi kavramları kullanmak bile alaya neden oluyor. Kötülüklerin köklerini arayanlar 1962’de Çingenelerin isimlerinin ve dinlerinin değiştirildiğini, fakat arkada 56 yıl kalmasına karşın, hatta Avrupa Birliği koşullarında bile değişen hiçbir şey olmadığını, ancak sefilliğin, cahilliğin ve çaresizliğin derinleştiğini görüyorlar. Gettolardaki her vatandaşın gönlünde köz gibi kızaran ve en küçük bir hareketlenmede parlayan bir kötülükler yarası var. Bu eski ama kapanmamış, savmamış bir yaradır. Biz aynı yarayı, 1913 Pomaklara yapılan saldırılarda, 1934’te Rodop dağılılarının isimlerini değiştirme zorbalığında, isim ve din değiştirme amaçlı 1964 “Avramovo” yaylası asker taarruzlarında, isim, din ve kimlik değiş-


88

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tirme hedefli 1972-73 Nevrekop köyleri kış isyanlarında, sürgünlerde, toplama kamplarında, hapishanelerde birikmiş ve katılaşmış şekliyle görebiliyoruz. Müslüman Türkler arasında göçlerde, 1984-89 “isim değiştirme” baskı ve teröründe aynı yaralar katmerleşmiş ve 1989’da Milli Ayaklanma kudretiyle Todor Jivkov diktatörlüğünü devirmiştir. 2018 yerel ayaklanmaları, mahalli nitelikli gibi görünse de, Bulgaristan’da “paralel bir dünya” – yasal düzenin ve resmiyetin dışında bir yaşam çizgisi – olduğunu sergiliyor. Bu yaşam çizgisinin kuralları yoktur, gettolarda, muhtar, okul, öğretmen, sağlık görevlisi, eğitmen, sosyal yardım kurumu vs olmadığı gibi. Devlet yalnız silahlı polis ve jandarmaya dayanırsa DİKTATÖRLÜK olur. Paralelk devlette ve diktatörlük ortamında temel olan ahlakın rafa kaldırılmış olması, saygısızlığın yasallaşmış olması ve küstahlık hakimiyetinin var oluşudur. Polisin kadın kız kafasına tabanca dayaması, küfretmesi küstahlıktır. Çingenelerin gece yarısı bütün Trakya ovasını çalga müziğiyle uyandırması ve insanlara huzur vermemesi de küstahlıktır. Bulgaristan koşullarında, nüfusun % 30’undan fazlasını oluşturan ve her gün en büyük memur kitlesi olan polis ve jandarmayla didişen, yeni durumun adı – kuralsız paralel devlettir. Çocuklar okula gitmedikçe, hocalar gettolara gidip ahlak kuralları öğretmedikçe, kızlar ve anneleri meslek kurslarına toplanıp temizlik, yemek pişirmek, müzik dinlemek, dikiş nakış vs öğrenmedikçe her gün başka bir yerde patlak veren didişmeler ve direnişlerin taşıdığı öfke, kin ve nefret asla azalmayacak, tam tersine kudret toplayacaktır. Çünkü etrafta dolaşan peri tozudur. Şişe içinde açlığa dayanamayan cin şişeden çıkmıştır. Kendi dünyasını yaratmaya çalışıyor. Kural tanımayan sefil insanları ardından sürüklüyor. Öte yandan, yazılı belgelerde Bulgaristan’da Çingene yok, Çingene olmayan yerde Çingene problemi de olmaz, yazıp okuması olmayan Çingenelerin devlete gönderdikleri bir istek dilekçesi de yok. Çalacakları bir kapı ve gidecekleri bir yer de yok. Kültürel otonomi istemiyorlar. Tüm kültürlerini çalganın içine sıkıştırmışlar. Medeni kanun da istemiyorlar, çünkü 16 sında evlendikleri için hepsi yasa dışı “paralel evlilik” yaşıyorlar. Okul da istemiyorlar, çünkü okula gidenler okuduklarını anlamayı öğrenemiyorlar.


Makale ve Analizler - 2018

89

Bulgarlarla kaynaşmak isteseler de, Bulgarlar onları kabul etmiyor. Ölene kadar sanki yaşadıkları paralel devlette her şeyleri var, fakat öldüklerinde sonra, Müslüman kabristanlığına Fatiha ile defnedilmekte ısrar ediyorlar. Bizdeki “paralel devletin” bazı özelliklerini anlattım. Bu yazımı kaleme alırken, Silistre’nin Kemal Köyünden (Diçevo) şair Latif Ali’nin (1935 -1999) VATANLA HASBİHAL şirini hatırladım. Lütfen siz de okuyun: VATANLA HASBİHAL Dedim ismin nedir, dedi: Vatan’dır. Dedim başın karlı, dedi: Balkan’dır. Dedim tarihin ne, dedi: Al kandır. Dedim ya esaret, dedi ki, Yok, yok. Dedim Karadeniz, dedi: Sevdalım. Dedim Trakya, dedi: İpekten halım. Dedim meyveye bağlı, dedi: Her dalım. Dedim sarı, beyaz, dedi ki: Yok, yok. Dedim Rodop dağları, dedi: Altın kaz. Dedim çok mu yoksa, dedi: Kelam az. Dedim insanları, dedi: Destan yaz. Dedim ki var mı mutlu: Dedi: Yok, yok. Dedim şu Dobruca, dedi: Ambarım. Dedim tarlaları, dedi: Bir varım. Dedim güllerinde, dedi: Bal arım. Dedim ki huzur var mı, dedi: Yok, yok. Dedim salkım üzüm, dedi: Bağımda. Dedim sürü de var, dedi: Dağımda. Dedim bin bir hikmet, Dedi: Çağımda. Dedim gülen var mı, Dedi ki: Yok, yok.


90

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Dedim cihanda pak, Dedi: Yüzüm var. Dedim her tarafta, dedi ki: Sözüm var. Dedim mert halkına, Dedi: Övgüm var. Dedim şan düşmesin, dedi ki: Yok, yok.

Gördüğünüz üzere eskilerde “paralel devlet”, “Çingene İsyanı” ve “Sürü suçları” yokmuş. Yeni olaylar patlak verdikçe konumuza döneceğiz. Okuduğunuz için teşekkür ederim. Paylaşınız.


Makale ve Analizler - 2018

91

Tarihimizden Bilmemiz Gerekenler

oğlu

Tarih: 16 Ekim 2018 Yazan: Neriman E. KalyoncuKonu: Osmanlıyı tanıyalım.

Bulgaristan’a gidip geldikçe orda yaşayan gençlerimize Osmanlı devri ile ilgili birçok defa yanlış bilgi verildiğine inanıyorum. Okul ve kütüphanelerdeki kitaplarda çarpık ve kıt bilgiler yer alırken, demokrasi yıllarında da gerçekçi ve aydınlatıcı bilgi verilmiyor. 500 yıllık Osmanlı devri karanlıkta veya alaca-karanlıkta hatta birçok yanları Andora Kutusu içinde kapalı tutuldukça Bulgarlarla Türklerin ve diğer azınlıkların birbirini anlaması daha da zorlaşıyor. “Muhteşem Yüzyıl” serisinden “Kösem”, “Hürrem”, “Payitaht” gibi diziler bilgi yüklü olsa da, Bulgaristan’da sürüp giden tartışmalara sanki doyurucu yanıt getirmiyor. Yerli bilim insanlarından Ahmet Sadullov’un “Osmanlı İmparatorluğunun Tarihi”, Проф. Робер Мантран’in 13. Yüzyıl karanlığında oluşan ve 1922 yılında çöken “Osmanlı İmparatorluğu Tarihi” çeviri eserinde Balkanlar ayrıntılı bir bicimde anlatılmış olsa da 42 leva verip bu 1000 sayfalık kitabı alan ve Bulgarca okuyan kaç kişimiz var? Bernard Luis’in “Çağdaş Türkiye’nin Doğuşu”, “Bursalı Ahmet Paşa”, “Reformcu Mithat Paşa” vb birçok eser yayınlandı. Fakat Osmanlı gerçekliğini avucunun içi gibi bilen ve değerlerini savunan birilerine rastlamak oldukça zor. Gençler tarihe onarılmamış, eski tarih penceresinden bakmaya devam ediyor. Kısa bir popüler dizi olarak sunmayı düşündüğüm bu çalışmamda orada tartışılan ve birçok kez kaynak yetersizliğinden gerçeklere nokta atışı yapamayan can alıcı, açık sorulara değinmeyi amaçlıyorum. Osmanlı Devleti nasıl ve nerede doğmuştur? Osmanlı devleti bazı günümüz devletleri gibi bir anlaşma, bir parçalanma ya da birleşme ya da istila sonucu doğmamıştır. Osmanlılar devlet


92

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

kurma işine, Anadolu Selçuk devletine tabi ve onun himayesinde, küçük bir “uç beyliği” olarak yani sınırda yerleşmiş ve oraları korumak, fırsat buldukça da komşu topraklara akınlar yapmak amacıyla başlamıştır. Selçukların (1308) devlet olarak tarihten silinmesinden sonra, kısa bir müddet merkezi Tebriz olan İlhanlılara (1256-1336) tabi olmuşlar, onların da yıkılmasıyla bağımsız ve serbest olarak kendi yollarını çizmişlerdir. Orta Asya kökenli, bu küçük topluluk, Oğuz boyunun Kayı aşiretinden olup, önceleri 50 bin kişi kadar Batı Türkistan ve Doğu Anadolu ile kuzey Suriye yörelerinde dolaştıktan sonra 400 aile ayrılarak Bizans (330-1453) topraklarıyla sınırdaş, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti topraklarındaki Bilecik yöresinde bulunan Söğüt bölgesine Selçukluların izniyle yerleşmişlerdir. Bizans’a komşu bu bölgeye gelişte topluluğun lideri Ertuğrul Bey’dir. 620 yıl yaşayacak olan ve dünya tarihinin en büyük imparatorluğunun temellerini (1299) atan ise, Söğütte doğan oğlu Osman Gazi’dir (1258 -1324). Osmanlı devletini 36 Padişah yönetmiştir. Osman Bey’i oğlu Orhan (1324-1362) takip etmiştir. 1336’da Bursa’yı almış ve Başkent ilan etmiştir. İlk başkent Bursa’dır. Onun ardından oğlu I. Murat devleti yönetirken Anadolu’daki beylikleri birleştirirken, yeni beylikler fethetti veya satın aldı. Balkan hakimiyetinin başlaması. O, Rumeli’ye bir Osmanlı Sultanı olarak geçti. 1360’ta Edirne’yi fethedip başkent yaptı. Balkanlarda 2 defa Haçlı Ordularıyla savaştı. Daha Edirne’ye yerleştiğinde Papa V. Urban’ın teşvikiyle Sırplar ve Bulgarlar başta olmak üzere Macar, Bosna ve Eflaklılar, büyük bir haçlı ordusu hazırlayarak Edirne üzerine harekete geçtiler, ama yenildiler. Sultanın haçlılarla ikinci yüzleşmesi Kosova Ovasında oldu. O, I. Kosova Zaferi diye tarihe geçen zaferle haçlı ordularını yendi ve 500 yıl kadar sürecek olan Balkan Hakimiyetini başlatmış oldu. Ancak bu güzellikler arasında, Miloş Obiliç adlı yaralı bir Sırp askeri tarafından hançerle vurulan Birinci Sultan şehid edildi (20.6.1389) ve Bursa’da kendi adına yaptırılan Cami haziresine gömüldü. Osmanlı Devleti Balkanlara hâkim olmuş, Bulgaristan tamamen Osmanlı’nın eline geçerken Sırbistan’ın da önemli bir kısmı feth edilmişti. 37 muharebeyi bizzat yöneten Sultân Murad, 27 yılda babasından aldığı mirası 5 kat artırarak 500.000 km2’lik bir büyük devleti Osmanlı milletine miras bıraktı. İslam’la yeni devlet düzeninin Balkanlara taşınması.


Makale ve Analizler - 2018

93

Sultan I. Murat İslam dinini ve medeniyetini Balkanlara ve Avrupa’ya taşıyan büyük bir hükümdardı. O çağı yenileştiren İslam’la kurulan toplum düzeniydi. O, Anadolu’dan önce Rumeli’de yenilikler uyguladı. Onlardan bazıları şunlardır: Acemi-oğlanlar Ocağı, Yeniçeri Ocağı, Topçu Ocağı kurdu; Pençik (beşte bir) sistemi uyguladı; Rumeli Beylerbeyliği kurdu; Tımar Sistemine geçti ve Tımarlı Sipahiler oluşturdu; Kazaskerlik ve Defterdarlık makamı kurdu; Vezir-i azam (başbakan) atadı. “Ülke hükümdar ve oğullarının ortak malıdır” anlayışını kabul ettirdi. Burada yeni bir eğitim öğretim sisteminden, toprak mülkiyeti ve işletmeciliğinden, daha önce tesis edilmemiş olan bir devlet hiyerarşik yönetim düzeninden söz ediyoruz. Bu, birbirine örülmüş ve birbirini tamamlayan dikey bir devlet yönetim sistemidir ve daha önce hiçbir devlette rastlanmamıştır. O çağda, Bulgaristan’da ancak yatay bir yaşam düzeninden ve halka yabancı ve körleştirici bir dini baskı sisteminden söz edebiliriz. Bu nedenle, Osmanlı Bulgaristan’a yerleşirken Edirne, Kosova ve Varna’da olmak üzere 3 kez Bulgar ordularıyla değil, Roma’dan kışkırtılıp, derlenerek silahlanan ve Osmanlıya karşı sürülen Haçlı Seferiyle savaşıldığını izliyoruz. Yeri gelmişken anımsamak iyi olur, XIV. Yüzyılda I. Murat ordularının kullandığı silahlar haçlıların fırlattığı kopyalardan çok daha üstündü. Birinci Kosova Savaşında I. Murat ilk kez Top kullanmıştır. Osmanlı orduları değişik milletlerin en eğitimli evlatlarının yenilmez alaylarıydı. Bu dizimizde, doğuda ve batıda çıkan eserlerden hiç birinde, hiçbir kimsenin aç ve açıkta bırakılmadığı, fakir zengin, Müslim gayrı Müslim her kesin büyük bir huzur ve sadet içinde yaşadığı bir toplumsal düzeni – 300 yıl Balkanlarda savaş yaşanmayan bir Osmanlıyı, anlatmaya çalışacağız. Osmanlı orduları işte bu daha önce rastlanmamış olan huzur ortamından eğitimli birlikler olarak çıkmıştır. Kudretini, destekleyen halktan almıştır. Yazılarımızda, Birinci Murat’ın Yeniçeri Ocağı ve Yeniçeri askeri kuruculuğunu özel olarak işlemek istiyoruz. Çünkü Bulgaristan’da bu çarpıtılmış bir konudur. Savaş esirlerinin eğitimiyle başlayan bu askeri düzen bir yeniliktir. Giderek dikey örgütlenmiş bir devletin temellerini ve sütunlarını oluşturmuştur. Bulgaristan’da bu olaya “Hristiyan erkek çocukları zorla toplayıp İslamlaştırma” şeklinde olumsuz anlam verilirken XX. Yüzyılda esasız asimilasyon ideolojisi ve devlet siyasetine temel edildi. Geçen asrın yüz karası oldu. Deniz dalgaları gibi art arda gelen isim ve din değiştirme kampanyalarında pek çok Müslüman Türkün öldürülmesine, içeri düşmesine veya ata


94

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ocağından sökülüp kovulmasına, atılmasına, “kültürel soykırıma”, zulme de neden oldu. Tarihin çarpıtılması sızlamaya devam eden kapanmamış yaralar açtı, toplum bölündü. Çok üzücü, acı ve onarımı imkansız feci olaylar doğurdu. Aslında yeniçeri ocaklarında eğitimle Türk yaşam tarzını, İslam ahlakını, sanat ve kültürünü öğrenmekle başlayan yeniçerilik Osmanlı devletinin hiyerarşisine yükselmenin en emin yoludur. Osmanlı Sultanları bu eğitim ve olgunlaşma yoldan geçerken kendini kanıtlayamayan hiçbir kimseyi devlet yönetiminde görevlendirmemiştir, dürüst ve başarılı olanlar ödüllendirilmiştir. Şu tablo bunu gösterir: Kitaplaşmış tasniflere göre, Osmanlı boyunca gelmiş geçmiş 230 kadar Sadrazamdan (Başbakan) yarıdan fazlası Türk asılı olup, onların yanı sıra 22 Arnavut, 10 Gürcü, 5 Çerkez, 5 Hırvat, 6 Abaza, 2 Hersekli, 10 Boşnak ve ayrıca 2 İtalyan, 3 Rum, 1 Arap, 1 Bulgar, 1 Rus asıllı başbakan görev yapmıştır. Demek oluyor ki tarihin en büyük devletinin Başbakan koltuğuna oturan bu kişisel, Osmanlı ocaklarında eğitim almış ve hiyerarşide sivrilmiş yabancı kökenli elemanlardır. Bu olgu, Bulgaristan’da işitmekten tiksindiğimiz gibi, Osmanlıların bağnaz olmadıklarına, ayrımcılıktan, etnik ve dini temele dayanarak insan kayırmaktan (diskriminasyondan) kaçındıklarına, hoşgörü (tolerans) yanlısı olduklarına ve adil davranarak, zeki, deneyimli, birikimli, kapasitesi olanlara hakkını verdiklerini, onları en mühim, en sorumlu mevkilere kadar çıkardıklarını, başbakan, bakan, general, amiral, baş komutan ve komutan, uç beyi vb durumlara getirdiklerine sayısız örnekler olduğuna kanıttır. “Muhteşem Yüzyıl” filminde ve Bulgarca da basılan “Roksalana” eserinde de görüldüğü üzere, Kanuni Sultan Süleyman’ın en önemli ve uzun – 15 yıl – başbakanlığını yapmış olan, babası Dalmaçyalı İtalyan kökenli, anası Rum Damat İbrahim Paşa (Pargalı) olarak ünlüydü. Kanuni gibi çok büyük ve ünlü bir padişah ona çok büyük yetkiler tanımış, en önemli görevleri vermiş, tam itimat göstermiştir. Keza, Osmanlı bürokrasisinin birçok kesiminde böyle elemanlara kıymetli görevler verilmiştir. Örneğin, Fatih Mehmet’in ordusuna top yapan Usta Urban ve Osmanlıda ilk matbaayı kuran İbrahim Müteferrika da Macar asıllı olup Osmanlılaşmış kişilerdi. Başka bir örnek, 1835’te Osmanlı’da Dışişleri Bakanlığı kuruldu. 1922’de dağılana kadar geçen 86 yılda bu bakanlığı yöneten 71 bakan arasında ikisi Rum, Birisi Ermeni ve bir diğeri de Levanten asıllıdır.


Makale ve Analizler - 2018

95

Bu dizimizde, toplumsal huzurun tarihsel değerler üzerinde aynı görüşe varmakla mümkün olacağını savunurken, geçmişe ait gerçeklerin gün ışığına çıkarken anlam değiştiremeyeceğinden hareketle, uzlaşı-mızın ortak noktalarına işaret edeceğiz. İlk bölümü okudunuz. Birlikte olalım ve aynı değerlerde buluşalım. Kendinize iyi bakınız. Dostlarınızla paylaşınız…


96

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bulgaristan’da Geçiş Dönemleri Tarih: 18 Ekim 2018 Yazan: Rafet ULUTÜRK Konu: Geçmiş Asla Ölmez.

Biz Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği kısa ismi BULTÜRK olarak kitlelerin ancak umutları uyandırıldığında harekete geçtiklerini biliyoruz. Bundan dolayı da bizler halkımızda umut uyandırmaya çalışıyoruz. Kısacası dünyanın gidişi, hele hele memleketimiz olan Bulgaristan gibi ülkelerin bunalımlar içinde sürekli çırpınması ve bir türlü bataklıktan çıkamaması, Bulgaristan’da yaşayan hiçbir kimsede umut bırakmadı. Osmanlı Balkanlara giriş yaptığında buralarda 80 millet topluluğu ve beylik varmış, o hepsi ile uzlaşma yolları bulmuştur. Onları getirdiği yeniliklerin etrafında hepsini toplayıp tamamını birleştirmiştir. Şimdi bu oluşumların sayısı 8-10’a düşmüş ama uzlaşma yolları kapalı. Bulgaristan içindeki 7-8 etnik toplulukla devlet arasındaki ilişkiler ise kokuşmuş durumdadır. Bulgar Komünist Devleti azınlık topluluklarının gelişerek yaşayan geleneklerine göz dikmiş ve durmadan budamaya çalışmış ve buna hala devam etmektedir. İşte şimdi de Diyanet ve ibadet hak ve özgürlüklerine yeni saldırısıyla Sofya Yüksek İslam Enstitüsünü kapatmayı amaçlıyor. Aslında sosyal-toplumsal ve kültürel hedefleri sahte ve kör olan bu devlet, Müslümanlara karşı amaca yönelik saldırılarını 140 yıldan beri şiddetlendirerek sürdürüyor. Bu yazımda, ilerlememizi kilitlemeleri nedenlerden biri olarak, GEÇİŞ DÖNEMLERİ tuzağını ve kör düşümlerini ele almak istiyorum. Bulgar ulus devletinin bir boşa kürek çekme olan yürütme siyasetini bilinçli olarak hep bir başkasına devretme taktiği üzerinde durmak istiyorum. 1879’da doğan Bulgar devleti hayata bir büyük devrim sonucu gelip şerefle katılmadığından dolayı, olayların başlangıç noktası hep çarpık olmuştur. Büyük Devrimlerin töreleri ve zihinleri değiştirmek için yapıldığını dikkate aldığımızda, Bulgar devletinin töreleri yaşatmak, geliştirerek güçlendirmek ve zihinlere de ancak ve yalnız Bulgar’a ait olanı doldurmak için kurulmuş olması dikkat çekicidir.


Makale ve Analizler - 2018

97

Ta baştan işin içine bir çelişki yerleştirmiş, çatal başlık ve ikiyüzlülük tohumlarını toplumun içine saçılmıştır. Şöyle ki, 140 yıldan beri yalnız Osmanlı kalıntılarından arınarak kurtulmak kendiliğinden Bulgar’lığı güçlendirmez. Bu cümlede esas olan, Türk- İslam düşmanlığı körüklemek bir sonuç vermez işte bu özetidir. Burada devlet sadece düşmanlık üzerine çalıştılar. Bununla birlikte bir hükumetin, devletin, kurumların adının, bunlarda konuşulan dilin değiştirilmesi de halkın zihnini yenilemez. Şu da var, hiçbir biçimsel değişiklik, örneğin isim değişikliği bir halkın ruhunu etkilemez. Dere tepe, kurum, kural yasa isimleri biçimdir. Belirleyici olan insan ruhudur. Zihniyettir. Değişikliklerden sonra da insanlar eskisi gibi düşünüp bildikleri gibi davranmaya devam eder. Bunların unundamayasında bu popüler propagandada bir reform bir “devrim” diye tanıtılan olsa bile, yüzeysel değişikliklerin insanların ruhuna işlemediği açıktır. Bunun örneklerini Bulgaristan’da Türkler ve diğer azınlıklar da fazlasıyla yaşamışlardır. Değişik devrimler vardır. Bir sosyal varlık olan insan sürekli daha iyi olanı aramış, daha mutlu olmak istemiş ve daha kolay yaşamayı seçmiştir. Bu uzun yolun boyunda, feodalizmden (derebeylik düzeninden) özel sermayeye dayanan kapitalist toplumsal düzene geçiş olduğu gibi, serbest piyasa ekonomisinden devlet mülkiyetine dayanan sosyalist üretim biçimine geçiş de bir “devrimdir”, sosyalist üretim biçiminden kapitalist üretim biçimine geri dönüş ise bir “karşı devrim” olarak nitelenir. Binlerce kitap bu konuyu işlemiştir. 140 yıllık yeni Bulgar devlet tarihinde bizler adına yeniyi aramak diyeceğimiz bu denemeleri artık art arda 5 defa GEÇİŞ DÖNEMİ şeklinde yaşadık. Şöyle ki, bu GEÇİŞ DÖNEMLERİ sanki bir yüksek dağın etrafında dolaşan bir kanı arabasının geçtiği köprüleri anımsatır. Sonunda yol dönüp dolaşıp başlangıç noktasına geri gelir. Bu gerçek örneklenebilir: Dünyada, 7 milyar insan yaşarken, tarih boyu serbest güreş, yağlı güreş geleneksel müsabakalarda birinciler, şampiyonlar, meydan pehlivanları, cihan pehlivanları hep Deliorman Türklerinden, yani bizden çıkmıştır. Neden? Suyumuz mu ballı. Tuzumuz mu tatlı!


98

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Koca Yusuf’u, Lütfi Pehlivanı, Osman Duralı’yı hatırlamanız yeterlidir. Şimdi de yine bizden yeni bir genç 18 defa Avrupa Şampiyonu olmuş. XXI. yüzyıl Pehlivanı ilan edilecekmiş… Çocuklarımız, gençlerimiz sırtı minder görmeden yetişir. Demek oluyor ki, Osmanlı devlet düzeni Prensliğe, Prenslik Krallığa, Krallık sosyalizme, sosyalizm demokrasiye döndü desek de, devletine trajediler, ne yenilgiler yaşatsa da, sırtı yere gelmez ruhumuzun. Biz hep dimdik, hep cesur, gururlu ve güzellikleriyle aynı yerde mağrurdur. Orman Denizi’nin (Deliorman) tam ortasındaki Demir Baba Tekkesindeki dev kişilik, dev ayağına yakışır büyük ayakkabılar, duvar deliğinden baktığınızda geleceği görebilme özelliğimiz ve suyundan havasına birçok vasıflar, aslında bize birçok işarettir. Neyin mi işaretidir? Birinci olarak şunu beyin etmemiz gerekir: Kalıcı ve büyük, cesur, güçlü, yenilmez ve ebedi olan biziz. Kökleri en derin olan yine biziz. Köklerimizdeki olumlu enerji toplamı kötülük kalıtından milyonlarca defa daha büyük ve görkemli olan da biziz. Bundan dolayı olacak kutsal yerlerimizi ziyaret ettiğimizde pozitif enerjiyle dolup büyülenip kanatlanıyoruz. Bu toplumun ve devletin genel durumuna rağmen olan bir şeydir. Yani yaşadığımız topraklarda umut aramamıza gerek yok, biz hepimiz umut ve ilham yüklüyüz. Umutla kanatlanmış bu büyünün içinde yaşıyoruz… Yukarıda umut uyandırmak, umut aşılamak çok zor dedim. Burada gizem aşı üstüne aşı yapılamamasında, var olan bir şeyin yerini aynı şeyle doldurmanın imkansızlığında gizlidir. Aradığımız bizim kendi içimizdedir. Evet, Çıkan sonuç şu mudur? Yaratan bize cömert davranmış biz de, İŞİ BAŞKASINA DEVREDELİM, YAN YATIP KEYFİMİZE BAKALIM dememişiz. Bulgarların ise, daha ilk günde bu gibi bir sonuç çıkardı ve ona uydu. Bu sebeple, yazımın başlığında, BİZ HEP GEÇİŞ DÖNEMİNDE YAŞADIK anlamını yükledim. Geçiş dönemleri ise bir aldatmaca-dır. Bulgaristan GEÇİŞ DÖNEMİ felsefesini şöyle açabiliriz. YÖNETİMİ VE İŞLERİ BAŞKASINA DEVREDİP YAN YATIP KEYİF ÇATMAK. Yakın tarih bu “başkası olanın” önce Rusya, sonra Batı devletleri, sonra yine Rusya ve ardından yine Batı devletleri ve şimdi de doğuya bakarken batıdan yeme içme şeklinde geliştiğini gösteriyor.


Makale ve Analizler - 2018

99

Şapkayı başka birinin kafasına geçirme diyeceğim bu siyasi niyet ve zihniyetin somut kişilere yüklenmesi şöyle olmuştur. İlk başta Rus-Alman soyundan gelen Prens Aleksandır Batenberg’in (1879 – 1886) Bulgar Prensliği ’ne (yönetimine) atandı. Bulgarlar yağlı ballı cennet ırmaklarını akıtmasını bekledi. Rusya’nın “kurtarıcılığın” kısır olduğunu anlayınca da birinci GEÇİŞ DÖNEMİNİ – 8 yıl kısa bir sürdü – tekme tokat hemen sona erdi. Bu dönemde feodal ilişkileri kapitalist üretim ilişkileriyle değiştiremedi, çünkü toplumsal gelişmişlik olarak Osmanlı Rusya’dan çok daha ileriydi. Bulgar Prensliği Osmanlının Avrupalılaşan pilot bölgesinde tesis edilmişti. Bulgarların Rusya İmparatorluğundan alabileceği bir kırıntı bile yoktu. Planlı gerçekleştirilen tek devlet işi Müslüman Türkleri göçe zorlayarak, onlardan kurtulma siyasetini körüklemek olmuştu. 1877-78 Rusya-Osmanlı Savaşı (93 harbi) toplumu öyle yaralamıştı ki, bir türlü pansuman edilememiştir. Prenslik Osmanlıya geri mi döneyim, Rusya’ya mı katılayım yoksa Batıya mı açılayım bocalaması yaşamış, hatta seçim yapıp Geçiş Dönemi yolu bulamamıştır. İkinci DÖNEM, devlet yönetimi şapkasının Fransız– Alman soyundan olan Avusturyalı kont Ferdinand Sakskoburgotski’nin Bulgaristan Prensi koltuğuna (1887- 1918) oturtulmasıyla başlar. Bu da yönü olmayan bir GEÇİŞ DÖNEMİYDİ. Çünkü Ferdinand Sofya’ya şahsi hesaplarla, hırs ve çıkarlarını doyurmak için gelmiştir. Serüvenlerinin büyük hedefinde İstanbul’a girip kendini İmparator ilan etmek hayali vardır. Osmanlı Hanedanına, Rusya Çarına ve Batı İmparatorlarına aynı iki yüzlülükle boyun eğmeye hazırdır. Ferdinand Bulgar halkına iki defa milli felaket yaşatmıştır. 1913’te Batı Rodoplar’da yaşayan ve kendilerini “Ahreynler” olarak tanıtan Müslüman Pomakların isim ve dinlerini değiştirmiştir. Minarelerini yıkıp camilerini kiliseye dönüştürmüştür. İslami dini kitaplarını, kuranı toplatıp yakarak, başlarındaki fesleri, sarıkları çamura atıp çiğneyerek vs. baskı uygulayandır. Müslümanlıktan vazgeçmeyenleri ülke dışına kovandır. TürkMüslüman düşmanlığını devlet politikası yapandır. Ferdinand’ın başlattığı Bulgarlaştırma siyaseti ülkeyi bataklığa saplamıştır. Halkın sırtına savaş tazminatları yüklemiştir. Önce Prens Ferdinand’ın, 1908’den sonra da Çar’ın tüm hayalleri ve umutları suya düşmüştür.


100

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

O, Bulgar kalpağının oğlu Çar III.Boris’e devredip Almanya’ya dönerken, GEÇİŞ DÖNEMİNİN sonsuz bir süreç olduğunu öğütlemiş, ayıların ininde, Bulgarların da gölgede yatmayı sevdiğini anlatmıştır. Bulgar atasözü buna “Gölge döner, yatan döner, günler gelip geçer” demiştir. Bu ikinci geçiş döneminde Bulgar halkı İkinci Balkan Savaşında ve Birinci Dünya Savaşında yenilmiş ve ezilmiş, imparatorluk hevesi midesine oturan Ferdinand halka felaket yaşatmış, asker ve halk isyanlarına sebep olmuştur. Neden gelip nereye açıldığına sınır olmayan üçüncü GEÇİŞ DÖNEMİ’nde Çar III.Boris (1918-1943) yönetimi alınca monarşi diktatörlüğü kurmuş ve Bulgaristan’ı Hitler Almanya’sının ejderhalar döneme yöneltmiştir. Bu arada Bulgaristan Müslüman Türkleri ile ilgili çok önemli iki anlaşma imzalanmıştır. Birincisi Birinci Dünya Savaşından sonra eski kıtaya yeni düzen ve barış getirmeyi amaçlayan 1919 Neyli Anlaşmasıdır. İkincisi de Türkiye Bulgaristan ilişkilerini dostluk, iyi komşuluk ve barış raylarına çeken 1925 Ankara Anlaşmasıdır. Bu anlaşmaların ikisi de Bulgaristan’da yaşayan Müslüman azınlığın hak ve özgürlükleriyle direk ilintilidir. Tam olarak uygulan-salardı Bulgaristan Müslüman Türkleri 20.Yüzyıl çekilerinden hiç birini çekmeye bilirdi. Bunlar ilk yıllarda umut doğuran bir başlangıçtı. Bulgaristan Halk Çiftçi Partisi -BZNS- hükumetinde Türk dostu Bulgaristan Başbakanı Aleksandır Stamboliyski (1919-1923) döneminde uygulanmaya konan Neyli Anlaşması Müslüman Türklerin eğitim ve kültürel, dini yaşamına geniş olanaklar tanırken, bazı bölgelerde eğitim kurumlarına devlet yardımları da gösterilmiştir. Ardından gelen 1925 ve 1934 Askeri Darbeleri Ankara Anlaşmasında yer alan azınlık haklarımızın uygulanmasına yol vermemiştir. Bu üçüncü GEÇİŞ DÖNEMİ Bulgaristan etnik azınlıklarının – Türklerin, Pomakların ve Çingenelerin maddi olanaklarının daraltıp manevi yaşamlarının körletirken, nüfus olarak azalmaları doğrultusunda önemli yol almıştır. Bulgarlar Türk nüfusun manevi gücünden her zaman korkmuşlar ve Bulgaristan’da yeni kuşakları cahil bırakarak onu köreltmeye çalışmışlardır.


Makale ve Analizler - 2018

101

Baskılara dayanamayan Müslümanlar Büyük Savaş yıllarında bile Türkiye’ye akmaya devam etmişlerdir. Büyük Savaş yıllarında çekilen kıtlık halkımızı takatsiz düşürmüştür. Üçüncü Geçiş Dönemi komünist ve faşist cephelerde silah elde çatışmalarla geçerken, Bulgaristan gibi savaşa girmeyen ülkelerde de çok can yakmış, derin korku ve bunalım yaşatmıştır. İkinci Dünya Savaşından sonra Bulgaristan’ı yönetme şapkası Hitlerin kafasından alınıp Stalin kafasına geçirilmiştir. Yeniden devreye giren Moskova kendi amaç ve planlarına uygun yeni bir GEÇİŞ DÖNEMİ başlatmıştır. Dördüncü GEÇİŞ DÖNEMİNİN (1944-1989) daha öncekilerden farklı olarak bir kitleleri kör bir hedefe yöneltmiştir. Önce Bulgarlar savaştan sonra daha serbest nefes alabilsinler diye 1951’de 150 bin Türk, ardından da (19691978) yılları arasında 130 bin Türk olmak üzere 280 bin Müslüman Türk ülkeden kovulmuştur. İlk yıllarda – hele azınlık aydınları – ülkedeki azınlıklarla ilgili sosyalist devlet biçiminin yıkılan monarşi faşist devletin devamı olacağını kimse duyumsa-yamamış, bu bilince varamamıştır. Bulgar Monarşizmi yıllarında maddi ve manevi olarak çok ağır yaralar alan Bulgaristanlı Türklerin son manevi kaleleri olan okul ve medreseler, kitap evleri, kültür kulüpleri, taşınmazları, toprak ve dükkanları, üretim araçları, ev hayvanları vb. tümü devletleştirildiğinde çıkmaz kuyunun karanlık dibine itil-diklerinin farkına varmışlardır. Bu Geçiş Dönemi yok olmaya açılan bir çıkmazdı. 1944 yılından başlayarak Bulgaristan Türklerinin etnik azınlık kurumlarının tümü yok edildi. Cami ve okul encümenlikleri, müftülükler, belediye ve il müftülükleri, diyanet işleri Başkanlığı ve Baş Müftülük, dernekler, kulüpler, sanat grupları ağır ve çok sıkıntılı döneme itildi. Daha 1956’da açıklandığına göre, bu DÖNEMİN son hedefinde Bulgaristan Müslümanlarını deist veya ateist yapmak, Türkçeyi unutturmak, geleneklerimizi yaşatmamak, töresiz bir sürü durumuna getirilmek, halk yaratıcılığımızın tüm birikimini beyinlerimizden kazımak, kültürümüzün dibine kibrit suyu dökmek gibi sinsi hedefler vardı. Kimliksiz, dinsiz ve kör cahil köle durumuna getirilip, kanatları yolunmuş kuş gibi ortada bırakılmamız söz konusuydu.


102

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu durumdan kurtuluş yollarına 45 yıl boyunca mayın döşendi. Biz yarım asır boyuna çığ gibi yükselen, tayfun gibi şiddetlenen ve kasıp kavuran bir devlet terörüyle damgalanmış siyasi ortamda yaşamak zorunda kaldık. Bu GEÇİŞ DÖNEMİ“parlak ufuktaki” komünizm kılıfına, eşitlik ve adalet yalanına, sosyalist demokrasi uydurmasına kundaklanmış bir totaliter faşizmdi. Yazılarımızda adına, daha kolay anlaşılması açısından, komünist totalitarizm dediğimiz, gül demetlerine gizlenen komünist zulüm ve terör binlerce Müslümanı toplama kamplarında sürgünde ve zindanlarda çürüttü. Birbirlerinden ayrı düşmüş ve kör cahillikten, kalemsiz ve yetersizlikten birbirlerine mektup yazamayacak durumlarda bırakılan insanlarımız çilelerin en ağırını bu dönemde yaşadı. İçlerinde Türklük ruhundan başka her şeylerini feda ettiler, sökülüp yakılmasına dayandılar. Bugün Bulgaristan’da 1959 yılından beri Türkçe ders görmemiş bir kuşak yaşıyor. Manevi kültürel ezikliğin yükünden yere yaslanmış durumdan, cahillikten kurtulmak zorundayız. Bunu başarma yollarını kendimiz bulmalıyız. Yerimize mıhlanmış durursak ve “beni ısırmayan yılan bin yaşasın” dersek, böyle devam eder ve sonumuz yakındır… Tabi sosyalizmin halk ve insan düşmanı bir toplum olduğunu, kitleleri olmayan bir hedefe kilitlenebileceğini kim düşünebilirdi? Aldatıldık. Milyonlarca insanın gafil avlanacağı kim aklından geçirebilirdi?! Şunu da ekleyelim. Bu aldatıcı geçiş dönemlerinden her biri Bulgaristan halkına çok büyük maddi ve manevi zarar verdi. Halkın umudu hep kursağında kaldı. Kırılmalar oldu. Bunalımlar, çöküş ve facialar yaşandı. Terörle beslenen ve kan kusturan isim, din, kimlik değiştire serüvenlerinde Bulgarlarla etnik azınlıkların arası açıldı. Kuşkusuz yıllarca beyin yıkayan komünizme Geçiş Döneminde 1964 ve 1976’da vatanımızın Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’ne (SSCB) 16. Cumhuriyet olarak katılması öneri ve atılımı, aynı zamanda şiddetlenen azınlıklara karşı kültürel ırkçılık, ayırım siyasetleri çok ağır ve kapanmayan yaralar açmıştır. 1944-49 yılları arasında ülkede 164 toplama ve iş kampı açıldı. Farklı düşünenlerin hepsi içeri atıldı. Büyük sayıda Türk’ün de içeri atılıp çalıştırılması, suçsuz insanların eziyet görmesi sıkıntı, sarsıntı, ruhsal bunalım, duraklık ve infial yaşatmıştır. Bunların sonunda 1970-1984-1989 trajedisi, verilen şehitler, yaralılar, öksüz kalan çocuklar, dağlara tırmanan


Makale ve Analizler - 2018

103

korku, 350 binimizin 3 ay içerisinde sınır dışı edilmemiz unutulabilecek olaylar mı? Bu sökülme 3 milyonu ardından sürüklerken hala durdurulamıyor. Bugün de Bulgaristan’dan çıkanlar geri dönenlerden çok fazla. Köylerde bir yılda bir çocuk doğmuyor. Okullara kırlangıçlar bile uğramıyor. Bulgaristan Türklerinin 1989 Mayıs Ayaklanması zaferi, toplumsal ruhumuzun siyasi nitelik kazanması ve her Türk’ün zekâsına işlemesi, Sosyalist sistemin çökmesi, Berlin Duvarının yıkılması, Sovyetler Birliğinin dağılması 4. GEÇİŞ DÖNEMİ masalını da neticede Bulgaristan tarihinde bir azınlık isyanının siyasi sistemi devirmesi simgeledi. 72 bin direnişçinin hem altyapının hem de üst yapının değiştirilmesini isterken kendisi tankların zincirleri arasına atması, kurşunlara göğüs germesi asla unutulamaz. Bu olaylar, sosyalizmin bir Geçiş Dönemi falan olmadığını, gelişmiş sosyalizm, komünizmin beşiği ve başka uydurmaların halkı kandırmak ve uyutmak için pazara sürüldüğünü görmeyen kalmadı. Böylece 100 yıllık bir yalan dünyada yaşayan Bulgaristan halkı hiçbir hedefe ulaşmadan, ne kapitalist ne de sosyalist refah toplumu kurmadan yüz üstü kaldı. Moskova tarafından yönetilen toplumun da çöktüğünü dünya gördü. 1990 yılına kadar GEÇİŞ DÖNEMLERİ siyasi taktik ve stratejide ana kavram değildi. Ne var ki, 1990’dan başlayarak beşinci GEÇİŞ DÖNEMİ başı olmayan, sonu görünmeyen bir gelişim yolu olarak çizildi. Yol haritası, durak ve virajlarını gösteren harita yayınlanmasa da Bulgaristan halkı yeniden yola düştü. Seri yalanların bilincine varan Batı dünyasını boyladı. 3 milyon vatandaşımız geri gelmek istemiyor. Avrupa’nın en sefil, en yoksul, en cahil ve en umutsuz ülkesi haline gelmişiz. Daha önceki GEÇİŞ DÖNEMLERİNDE böylesi görülmemişti. Bulgaristan kâğıt üzerinde de beliren nüfus boşluğunu 100 bin Makedon’a Bulgar kimliği vererek, 60 bin Ukrayna ve Moldova’da yaşayan Bulgarlara kırmızı pasaport sunarak vb. doldurmak istiyor. İnsansız devlet olamaz. En küçük devletin nüfusunu bilmiyorum, ama biz gözümüzün gördüğü yana akmaya devam ediyoruz, geri dönmek istemiyoruz, eriyoruz. Bu bir GEÇİŞ DÖNEMİ değil, yok oluş dönemine benziyor. Toplum parçalanmış durumda. Herkes hükumet sofrasına oturmak istiyor.


104

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu sofraya oturan mutfak işlerini yönetmekten hemen el çekiyor. Şimdi bu işler Avrupa Birliğine, NATO ve Amerikalı himayecilere devredilmiş durumdadır. Rusya da iç işlerimizden el çekmek istemiyor. Sigortaya bağlı olan elektriğimizi, doğal gazımızı, benzinimizi ele geçirmiş ve üstüne odunkömür yakmayın hava kirliliği yapıyorsunuz, gevezeliğine başladı. Karadeniz sahillerimize çörekleniyor. Anlaşılan niyeti hiç de geçici değil. Biz bu geçiş dönemlerine alıştık. Onlar bizim yok olma yolumuzun kilometre taşları. Bulgarlar da aynı tuzağa düştüler ve onlar da yok olmayı seçtiler. En kötü olansa yakınlaşmamızdan ve el ele vermemizden korkmalarıdır. Geçiş Dönemleri bizi birbirimize düşürdü. Kaderimiz ve sahilimiz Bulgaristan’dan kopabilir. Dünya Bankası memleketimiz altı eyalete bölmüş ve Karadeniz kıyılarımızı Rus Bölgesi olarak işaretlemiş. Bu da 28 yıldan beri devam eden son GEÇİŞ DÖNEMİNİN en kötü ürünüdür. Birlik olalım, birlikte mücadele edelim ve kendimizi ezdirmeyelim. Her buluttan yağmur yağmadığı gibi, GEÇİŞ DÖNEMLERİ de yüz güldürmedi. Bundan böyle yalana dolana, kuyruklu uydurmalara gerek yok. Bizim artık 140 yıllık mücadele birikimimiz var ve bundan öte sahte liderlere ve başkalarına hizmet eden programlara inanmaya son verelim. Bizim işimizi yine bizim kendi insanlarımız yapacaktır. Okuduğunuz için teşekkür ederim. Dostlarınızla paylaşmanızı da arzu ederim…


Makale ve Analizler - 2018

105

Ayrı Yaşamaktansa Keşke Ölseydim Tarih: 19 Ekim 2018 Yazan: Sevilcan YÜCE Konu: Sıla elle tutulabilen bir şey değilse, neden yaktıkça yakıyor.

Beni bu kadar sevdiğini bilseydim Senin kurbanın olurdum oralarda Böyle ayrı yaşamaktansa keşke ölseydim. Gebze Bu samimiyet, açıklık, güneşli su pırıltısı, vatan sevgimizin önüne geçilemez gücünü Arda ile Burgaz Dere’nin birbirine bir daha ayrılmamak üzere karıştığı Ada köyünden (Potoçnitsa) şair Nazmi Adalı’nın çileli şiirlerinden seçtik. Aydın bir şairimiz. Bulgaristan Türklerinin tüm kültürel birikimini sırtına yüklenmiş. Derenin şarkısı, köyün nameleri, dağlarımızın uğultusu, hışıldayan yaprakların senfonisi “ayrı yaşamaktansa keşke ölseydim” ve daha nasıl ifade etsin ki, “o toprak benim canım” demiş işte… Vatan sevgimiz kaldırabileceğimizden çok büyük. Vatanda kaldı ve bizi orada bekliyor… Bir gün gelecek çok kalın kitaplar yazılacak. Bunların bir cildinin başlığı TÜRK EDEBİYATINDA RODOPLAR, başka bir cildinin ise TÜRK EDEBİYARINDA DELİORMAN olacak ve ardından TÜRK EDEBİYATINDA KOCA BALKAN iri harflerle dikkat çekecek. Bu derlemelerde feryadımızın gözyaşlarından önce karşılıklı sonsuz sevgi, dibi olmayan sevgi derinliği ve sayılamayacak kadar çok yıldızlı mavi gökyüzü bulacaksınız. Şiir okuyan mı kaldı diyenlere gülüyorum. Şiirler gönül meyvelerimizdir ve biz oldukça dile gelecektir. XIX. yüzyılda zulme karşı oluş ve başkaldırmakla var olan seçkin şair ordumuz oluştu. Hak ve Özgürlükler davamızı yükün ağırlığına bakmadan ileri taşıma düşüyle yaratıyorlar. Ardanın denize hasreti gibi özgürlük özledi onlar. Yüreğine hürriyet davası mayalanmış bir halkın eri olmaktan daha büyük mutluluk olabilir mi?!


106

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Çalsa, sazından ve tarihin sesi gelse içinden, Hangi noktada haksızız sorusu gelir bizden. Ateşten geçmiş dava yüreğimizde yaşarken Sabah sizi mi bizi mi bekler geceboyu dünden? Şu Rodop dağlarından Ardaya akanı Yağmur seli mi sandın? O benim Vatan ve hürriyet uğruna Şehit düşen kardeşlerimin al kanı. Tarih hep canlı ama değişiyor dünya. Rodoplar, Balkan, Deliorman, Dobruca Güzelleşirken yenilen Vatan boydan boya

Ve biz bugün 30 yıl sonra şiirde yeni bir hava, kalplerde şahlanan yeni bir ruhla nefes ediyor. Şair olmak ne güzel. Şairlerimiz geleceğimizin doktorlarıdır… Metin Borboros kardeşimiz Edirne’den el sallıyor. ARDA Beton Duvarlar ile Arda’ya gem vurulmuş Coşkun akardı Arda Sakinleşmiş durulmuş . Bizim se hamurumuz Gurbet ile yoğrulmuş. Bakıyorum ki Arda’m Gurbet seni de yormuş.


Makale ve Analizler - 2018 Şimdi senden uzakta Yürekler kavruluyor. Sana hasret bu canlar Gurbette savruluyor. Rabbim den niyazımdır Koyma kimseyi darda. Özlemim ve Hasretim Kara sevdam sın Arda. Abdal’ım gönül mahsun Hasret yürek te yara Eller yariyle müjgan Bize de gelsin sıra. Edirne -2018 Vatan toprağından bir görüntü: ARDA BOYU Ve yalnız Arda mı, Kamçı mı? ESKİ DAĞ Ne de garip haldesin Gözyaşların sökülmüş Yaprakların sararmış Hepsi yere dökülmüş Soğuk kış rüzgarları Hepsi sana vuruyor Dalların hepsi donmuş Birer birer kuruyor

107


108

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Karga ceviz taşıdı Sincaplar ise fındık Çok açlıklar çektik Yaz gelmeyecek sandık Ceylanlar ve geyikler Toplanıp ağlaştılar Bu kış ne uzun gitti Yaza zor kavuştular Tilki sıcak ininde Arkadaşına gülüyor Karanlık çöktüğünde O işini biliyor. Hasan Üzeyir Süleyman Kladenets – ŞUMEN

Vatan hepimizi bekliyor, sarımsamış sıcak bakışlarıyla. Ocak başına oturum sohbet etmek istiyor her birimizle. Ben köyümün köpek seslerini bile özledim. Üfleyip sildiğim camdan ilk kar taneciklerinin toprağa yapışma çabasını. Kedi enceğimizin inip yükselen ya da uzayıp kaçan kar taneciklerini…. Okuduğunuz için teşekkür ederim. Beni bekleyiniz, yine geleceğim. Teşekkür ederim. Paylaşınız…


Makale ve Analizler - 2018

109

Sonradan Pişmanlık Para Etmez (2) Tarih: 20 Ekim 2018 Yazan: Dr. Nedim BİRİNCİ- BULTÜRK Başkan Yardımcısı. Konu: 2018 Razgrad Anadil Panelinin düşündürdükleri…

13 Ekim 2018 tarihinde Razgrat şehrinde yapılan BİRİNCİ DELİORMAN ANADİL PANELİNİ (çalıştay) 14 Ekim tarihli HER ADIM BİR ZAFERDİR başlıklı yazımızda genel hatlarıyla anlattık. Samimiydik. En iyi niyetle olmak üzere, anadilimize doğru bir aydınlık atılımı olarak değerlendirmede bulunma niyetinde birleştiğimiz bu panelde Doç. Dr. İbrahim Yalımov tarafından okunan ve ana sunum olan BULGARİSTAN TÜRK TOPLULUĞU KİMLİĞİNİN KORUNMASI, DİRİLTİLMESİ VE GELİŞTİRİLMESİ PROGRAMINI (KONSEPTİ) madde madde derin analiz edeceğimizi ilk yazımın sonunda bildirimizi hatırlatıyorum. Bunu yapmazdan önce, bu programsal belgeyi hazırlayan zihniyeti ve bu zihniyeti taşıyan bilim insanı kimlikli soydaşlarımızı 2018’in aktüel siyasi olayları ışığında köy meydanına çıkarıp tanıtmak istiyoruz. *** Kanımızca bir ana yolda yürümüyoruz. Anadil, Türk kimliğimiz, İslam, geleneklerimiz, törelerimiz, asil hedeflerimiz gibi konularda daha 1984 Aralığından buyana biz bölünmüş ana-yolun kenarındaki yan yolda (lokal yolda) çamur içindeyiz. Görüldüğü üzere, arabayı çamura itenler şimdiye kadar yanına sokulmak istemezken, şimdi birden bire yeniden dümene, şoför koltuğuna oturmaya heveslendiler. Onlar şimdiye kadar Bulgaristan Türk Müslüman kimliği aracının bataktan çıkarılmasının imkânsız olduğunu rapor, tez, bilimsel araştırma, anket ve bilimsel tez konusu ettiler ve geçinip gittiler. Şimdi hangi ayaklarına hangi diken battı dersiniz?! *** Panelde, siyasi irade olarak Bulgaristanlı Müslüman Türklerini Hak ve Özgürlükler Partisi (HÖH) Genel Başkanı Mustafa Karadayı, HÖH Avrupa Birliği Parlamentosu milletvekili ve parti gençlik örgütü başkanı İlhan Küçük temsil ettiler. Bulgaristan Müslüman Türkleri Diyaneti, Müslümanlar Yüksek Şura Başkanı Vedat Ahmet, Başmüftülük Genel Sekreteri Celal Faik ve kıdemli kanaat önderi İsmail Cambazov tarafından temsi edildi.


110

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

*** Anadil milli panelinde, ana sunumu Tarih Bilimleri Doktoru, doçent İbrahim Yalımov yaptı. Önceden ilan edilmiş olmasına rağmen halen Bulgaristan’da yaşayan 700 bin Türk için anadilimiz Türkçenin ve Bulgaristan Türk Kimliğinin diriltilerek geliştirilmesi tezinin bir kıdemli komünist tarafından hazırlanıp sunulması ilginçtir. Çünkü komünistler kendiliğinden hiçbir şey yapmazlar ve akla en yakın olan onlara bunu başka birisinin bilinmeyen bir yerden söylemiş olması ilk akla gelendir ve inanılması da en kolay olandır. 1984’ten beri Bulgaristan Türkleri 1 253 binden 700 000 kişiye düştüler. Köylerimizin üçte biri boşaldı. Köylerde yaşayanların % 65’i ise emekli yaşlılardır. Türk okulları bir yana köy okulları ve kültür evleri de kapandı. *** Doç. Dr. İ. Yalımov tarafından Bulgarca kaleme alınan, Razgrat Panelinde Türkçe olarak sözlü sunulan, 86 sayfalık KONSEPT, Başmüftülük girişimiyle el kitabı halinde basılmış ve dağıtıldı. Doç. İ.Yalımov gibi yaşı 80’ni açmış girişimcilerin birden bire anadil ve Türk Kültürel ve vatandaş kimliği konusunda alevlenmesi, ülkemizde bir dönemin daha sona erdiğine ve yeni bir devrin başlamak üzere olduğuna kesin işarettir. Kapanan sayfa “Geçiş Dönemi”, “Bulgar Etnik Modeli” ve özellikle de diyalog ve konuşarak uzlaşıp anlaşma kapılarının kapanıp kilitlendiğine de önemli bir delildir. Hiçbir Bulgar kurum bizim konularımızı dikkate almıyor, gazete sayfalarında yokuz, yuvarlak masaya taşımıyor. Kendi basın yayın imkanlarımız yoktur. Bu gerçeği, benzetmeli bir şekilde açmazdan önce, – kurucu ekip 11 – fakat bizim aramızdan olanların toplam sayıları 5 olan – Dr. İbrahim Yalımov, Prof. İbrahim Tatarlı, Dr. Mehmet Beytullov, Prof. Dr. Şükrü Tahir (Orlin Zagorov), Prof. Dr. Emil Boev’in de katıldığı bir milli bilim adamları grubu, daha 1986 yılının Şubat ayında işe başladı. Yetkileri olağanüstü büyük, eli kolu uzun, yalnız seçkinlerin katıldığı, adının kısaltılışı Bulgarca (NKC’ye) olan – Milli Koordinasyon Konseyi (MKK) – katılan Bulgaristan Türkü kökenli bilim adamlarından Doç. İ. Yalamov ile Prof. Ş. Tahir (O. Zagorov) stratejik hedefli bu konseyin içinde bugün de etkindir. Daha somut ve açık bir ifadeyle, Milli Koordinasyon Konseyi – MKK -kurulduğu tarihten başlayarak SOYA DÖNÜŞ SÜRECİ yani Müslüman Türkleri Bulgarlaştırma konularını işleyen, Bulgar Bilimler Akademisi (BAN) çatısı altındaki Sosyal Bilimler Merkezi (SBM); Sofya Üniversitesi


Makale ve Analizler - 2018

111

(SÜ) Hümaniter Fakültelerinden ve BAN ve SÜ sistemleri dışında çalışan ve bilim enstitüsü statüsü olan bilimsel birimlerden temsilcilerin ortak çalışmalarda bir araya geldikleri üst kurum oluşturmuştur. 10 Kasım 1989 tarihinde komünist diktatör Todor Jivkov’un Türk isyanı sonucunda devrilmesinden sonra bu bilimsel kurumlardan Sosyal Bilimler Merkezi SBM ile Toplumsal bilimler ve Sosyal Yönetim Akademisi – AONSY gibi – Bulgaristan Komünist Partisi Merkez Komitesi’ne (BKP MK) direk bağlı olan merkezler- kapanmış olsa da, bu yöndeki çalışmalara ara verilmemiştir. Doç. Dr. İbrahim Yalamov SBM’de görev almıştır. Geliştirilen konular önce, Milli Koordinasyon Konseyinde (MKK) değerlendirildikten sonra, BAN ve SÜ Akademik Konseyine sunulmuştur. Kabul edildikten sonra ayrı ayrı enstitü ve kürsülerin 5 yıllık çalışma programına alınmıştır. MKK merkez ve il düzeyindeki devlet organlarıyla çok sıkı işbirliği gerçekleştirerek çalışmıştır. Temel konuları diploma, magistır ve doktora tezlerinde işletmiş, bilimsel çalışma grupları kurmuş ve MKK bu etkinlikleri yakından takip etmiştir. MKK bugün de “soya dönüş” konularında panel, yerel ve milli ve uluslararası konferans düzenleme ve yayın yapma hakkına sahiptir. Bu çalışmalar BAN bütçesinden finanse edilirken, Bulgar Dili Merkezi de idari yönetimi, örgüt işlerini gerçekleştiriyor vs. *** Bulgaristan’da totaliter – komünist rejimin yıkılmasından sonra (10 Kasım 1989 tarihinde) – 18 Ekim 1990 tarihinde, BAN Prezidyumu MKK Başkanı Prof. Straşimir Dimitrov’a yönettiği koordinasyon konseyinde uzun vadede geliştirmek üzere 26 konu vermiştir. ( O tarihte artık Bulgaristan’da komünist Anayasa değişmişti.) Bulgar halkı ve milletinin tarihinden değişik çağlara ilişkin olan bu konulardan bazıları şunlardır: Bulgar halkının etnik kökenleri ve onun İslav dilli ve Türk dilli oluşturucu öğeleri. Osmanlıda Askeri Örgütleniş ve İslamlaştırma ve asimilasyon süreçleri. Bulgar milletinin ve Türkçe konuşan Bulgarların oluşumu ve gelişmesi vb. Bu 26 konunun uzun sürede işlenmesi için MKK çalışmalarına katılan bilim adamlarına ön avans olarak belirli destek verilmiştir. Örneğin, Türkiye’de Anti-Bulgar Propagandasını işleyen Mehmet Beyttulov (Maksim Blagoev) 28 000 (yirmi sekiz bin) leva ön ödeme almıştır.


112

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Pan-Türkçülük – İdeoloji ve Siyaset konusunu işleyen İbrahim Yalımov (İlko Yalımov) 29 000 (yirmi dokuz bin) leva almıştır. Prof. İbrahim Tatarlı 40 000 (kırk bin) levaya imza atmış, fakat yazdığı 8 kitabın parasını bir de HÖH Genel Başkanı Ahmet Dopan’a ödetmiştir. (Bu veriler devlet arşivinden alınmıştır.) Bu 26 konu arasında, Türkçe Konuşan Bulgar Müslümanlar ve Onların Genel Bulgar Kültürüne Kazanılması ve Osmanlıda Karma Aileler gibi 2 yeni konu ön plana çıkarılmıştır. Babası MKK ekibinde görev alan (1986 yılında kurucu üyedir) – Prof. Nikolay Mizov – davasını sürdüren, oğlu da Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP9 yönetimine üslenmiş olan “Fridrich Nauman” propaganda merkezinde görev alan Prof. Dr. Maksim Mizov ise, iki ayrı kitap olarak bastığı ama aynı stratejik hedefe su taşıyan “Bulgar Etnik Modeli” ve “Ahmet Doğan” gibi eserler için 80 000 (seksen bin) levadan fazla ödemeye imza atmıştır. Yani isim değiştirme, kimliksizleştirerek Bulgarlaştırma çöplüğünü eşeleyenler sürekli yemlenmiştir. Bu konulara ilişkin popüler ve tarihsel derleme kitaplar yayınlayan Prof. M. Mizov’un yardımcı ekip yazarlarından biri olan, isim değiştirme ve Bulgarlaştırma serüveninin ideoloğu olarak ünlenen, 37 kardeşimizin ölümüne, 257 Türkün yaralanmasına, 517 Türkün “Belene” Toplama kampında çürütülmesine, toplan 12 500 Müslümanın zindanlardan geçmesine ve toplam 620 bin kişinin Türkiye’ye kovulmasına neden olan siyasetin hevesli öncüsü olan ve bu “hizmetlerinden” dolayı defalarca ödüllendirilen Prof. Şükrü Tahir (Orlin Zagorov) 2018’de bir şeylerin kökten değiştiğini fark ederek, “bilimsel gizemden” birden bire “politik arenaya” atlamayı denedi. Onun, Cumhurbaşkanı Rumen Radev gölgesinde kurulmak isteyen yeni bir politik partide Bulgaristan’da yaşayan Müslüman Türkleri ve Türkiye’deki soydaşlarımızı temsil edeceği duyuldu. O, 10 Haziran 1990’da yapılan Büyük Millet Meclisi seçimlerine katılma teklifini kabul etmemiş ve taşın ardına gizlenmişti. O zaman Doç. İ. Yalımov ise Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) Şumnu milletvekili olmuştu. *** Yazımıza vesile ve neden Razgrat Anadil Panelidir. Gözle görülen köy kılavuz istemez. Son 28 yılda iyice katılaşan totaliter komünist buzdağının görünen yüzüne Doç. Dr. Yalamov ve Prof. Dr. Zagorov gibi gizli tutulan “ana kadrolar” yeniden çıkarılıyor. Bu kadrolar Bulgaristan Müslüman Türklerinin Türk kimliğini, kolektif haklarını, hak ve özgürlüklerini, adalet ve demokrasi düzeninde mutlu yaşama hakkını tanımayan bilim adamı kişilerdir. Onların ardından 150-200 Bulgar komünist-kotaliter “aydın – şair,


Makale ve Analizler - 2018

113

yazar, araştırmacı, doktor ve profesör, akademisyen” görev alıyor. 28 yıldan beri Kültürel haklarımızın verilmesini engelleyen bu zihniyet ve kadrolardır. İsim değiştirme yıllarında kardeşlerimizi katleden, “kültürel soykırım” uygulayan kadrolar da onlardır. Devletin içine sızmışlardır. Hatta Doç, İbrahim Yalamov Başmüftülüğe sızarak, Yüksek İslam Enstitüsü Rektörlüğü yapmış, bataktan çıkmak isteyenleri geri itmiştir. Şimdi de Yüksek İslam Enstitüsü’nün kapatılması ve yerinde ateş yakılması planlarını hazırlayan da yine aynı zihniyettir. Şu konsept işi danışlı dövüştür. Bulgaristan Müslüman Türklerinin Milli Kongresi çağrılmalı ve bu sorunlar görüşülmelidir. Konsept tanıtımı, yeni partide “eş başkan” temsilciliği gibi adımlar buna kanıttır. 1986’dan ve hatta Zagorov 1982’den beri değişmeden şiddetlenen, şekil değiştiren ama hedefinden bir milim dönmeyen, asla ödün vermeyen asimile ederek Bulgarlaştırma siyasetinin kulis temsilcileri iken, ne oldu da ön saflara fırladılar. Tabii herkes birbirine şu soruları soruyor. Türkiye’den para geleceği kokusu almış olabilirler. Yerlerine İlhan Küçük ve Mustafa Karadayı’yı hazırlama ve halka tanıtma şöleni yapıyorlar. Bir şey olacağı yok, seçim geliyor, HÖH yönetimine hizmet sunuyorlar. Bulgar toplumu iyice çatladı, kopmaları önlemeye çalışıyorlar. Avrupa Birliği ve Türkiye’den gelecek paralardan pay istiyorlar. Şimdiye kadar bu sofraya HÖH ve Başmüftülük davetlileri olarak katılıyorlardı, artık kendi sofralarını açmaya çalışıyorlar vs. *** Doç. İbrahim Yalamov bu işlere daha 70 yıl önce bulaştı ve Türkleri cahil bırakıp Bulgar köpeklerin önüne atma hizmetlerinden hiç vaz geçmedi. O gibiler kendi gizli ajan “dosyasından korkan” kişilerdir. Onu tanıyanlar, Şumnu’daki “Nüvvab Okulu” kapanırken ve “Nazım Hikmet Türk Lisesi” açılırken, 150 öğrenci ve hazır bulunanlar önünde okuduğu şu cümleleri asla unutmamıştır: “Bugün mesut ve neşeli olarak, ileri bilgileri temessül etmek için okullarımıza dönüyoruz. Hâlbuki Türkiye’de yüz-binlerce işçi çocuğu okumak imkânlarından mahrum.” Aslında daha 1946’da son Türk Okulu da devletleştirilmiş ve Bulgaristan’da bir tek Türk Okulu kalmamıştı. 60 yıldan beri Bulgaristan’da Türk çocukları Türkçe ders görmüyor. Durum böyleyken her şeyin tersini anlatmak, yalana yalan yamamak ve yalan basamaklarınca çıkarak bilim adamlığıyla gururlanmak ne büyük bir şerefsizlik. Sürekli T.C.’ye karşı konuşurken Edirne


114

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Hastanelerinde bedava sağlık hizmeti almak ise, bu çok katı acı pasta üzerindeki tavuk bokudur. *** En hafiften bir tanıtımla, Türkiye Diyanetinden gelen paralarla siyah Mercedes, Audi ve başka araçların içinde gezerek, lüks otelve lokantalarda “anadil masallarını” yeni bir pakete sarma HANGİ PROGRAMA GÖRE YAPILIYOR ACABA. Anlayan ne demek istediğimi anlamıştır. Yaşı 50’nin üzerinde olan ve totaliter komünizm zehrinden içenlerden biz anadil reformu, atılımı vb beklesek, boşunadır. Bu buluttan bize yağmur yağmaz. Sonradan pişmanlık para etmez. Gelin kendi sayfamızı kendimiz açalım ve kendimiz yazalım. Okuyanlar lütfen paylaşsınlar. İlginize teşekkür ederim. Not: Bu konudaki 3. Yazımızın başlığı: Etnik kimliği diriltilip genişletilmesi.


Makale ve Analizler - 2018

115

İmam-I MATURİDİ Ve Din Anlayışı-1

Yazan: Nevzat ÖZTÜRK, İlahiyatçı, Eğitimci Yazar “Allah sizin şeklinize (yani kılığınıza – kıyafetinize) ve mal ve mülkünüze (yani zenginliğinize) bakmaz, imanınıza ve eylemlerinize (amellerinize, davranışlarınıza) bakar” [1] Bu hadisten bir kişinin dil, din, kültür, davranış, ideal ve değer yargıları… bakımlarından bir topluma benzemesi halinde değişik kimlik kazanacağı kastedilmektedir. Bu mantıkla hareket edildiği zaman bir kişinin, bir toplumun kimliğini, birliğini sağlayan ve oluşturan milli kültürdür. Bir toplumun kültürünü oluşturan ana öğelerin başında dil gelir ve onu din izler. Din toplumda davranış birliğini sağlayan, toplumların varlıklarını ve kimliklerini yaşatan bir faktördür. Atalarımızın en eski dinî inancı dinler tarihçilerine göre “Gök Tanrı merkezli, onun etrafında şekillenmiş, tamamen kendine özgü bir Monoteizmdir[2] ” Bu husus Kuran-ı Kerîm’de geçen ve Hz. Peygamber’den önceki bir inancın adı olan Hanif Dini ile eş anlamlı gibi görünmektedir. En eski yazılı belgelerden biri olan Göktürk Abidelerindeki Tanrı kavramına göre atalarımız öncesiz, sonrasız, güçlü, yaratıcı, hiçbir şeye benzemeyen, madde ve şekil olmaktan uzak, koruyucu, bağışlayıcı… bir Tanrı’ya inanmışlar, herhangi bir put’a ve resme tapmamışlardır[3] . Daha sonra atalarımız X. Yüzyıldan başlamak üzere İslâm dinini benimsemişler. T.S. Eliot’in “Dinde meydana gelen değişiklik mutlaka kültürde de kendini gösterir” cümlesindeki[4] köklü değişim ve Türk kimliğini kaybetme gibi bir dejenerasyona atalarımız uğramamışlardır. Misyonersiz din olan İslâm Dini’nde kendi kültür yapılarıyla paralellikler, benzerlikler, örtüşen değer yargıları bularak varlıklarını ve kimliklerini kaybetmemişlerdir. Bu dini, Alpler, Alp-erenler, Türkçe konuşan ve dinin cazibesini anlatan dervişler, şairler atalarımıza sevdirmişler. Böylece atalarımız İslâm Dini’ni Türk kültürü içinde yoğurdular, onu kendileri için millî din haline getirdiler. Bu dini atalarımıza sevdirenlerden biri İmam-ı Maturidi’dir. Asıl adı Ebu Mansur Muhammed b. Mahmud el-Mâtüridî esSemerkandî olan bu Türk bilgininin Mâtüridli (Mâtüridî) veya Semerkandlı


116

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

(Semerkandî) adlarıyla tanındığı bilinmektedir. Bu adlarla anılmasının sebebi doğum yerindendir. Zira Muhammed el-Mâtiridî Maveraünnehir bölgesinde bulunan Semerkand’ın Matürid kasabasında doğmuştur. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte H/238-M/862 yılı civarında olduğu tahmin edilmektedir[5] . Bu sebeple doğum tarihi konusunda tabakat kitaplarında açık bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak Mâtüridî’nin ölüm tarihi olarak gösterilen H/333-M/944 tarihinde ittifak vardır. Mâtüridî’nin Semerkand’ın Câkerdîze mahallesinde bilginlerin defnedildiği mezarlığa gömüldüğü bilinmektedir. Mâtüridîlik, Türk kültür muhitinde ortaya çıkan ve tarih boyunca – günümüze kadar-özellikle Türk toplumları arasında yaygın duruma gelen, Türk kültüründe bir dinî (kelâmî) ekoldür. Mâtüridî’nin toplumumuz tarafından bilinmesi ve öğrenilmesi Türk kültür tarihi bakımından son derece önemlidir. Zira Mâtüridî sadece Türk kültür muhitinin yetiştirdiği büyük bir bilgini olarak kalmamış, X. yüzyıldan başlayarak günümüze kadar Türk toplumlarının inanç sistemine damgasını vuran bir kimse olmuştur. Gerçekten de Türkler İslâmiyet’e girdikten sonra ibadet ve sosyal ilişkilerini İmam-ı A’zam Ebu Hanife (öl. 767)’ye göre düzenlemişler, inanç ilkelerinde (akaid’de) de Mâtüridî’nin sistemini benimsemişlerdir. Türkler daha çok hoşgörülü, hayata ve bilime yönelik, insan sevgisine ve yardımlaşmaya dayalı yaşayışlarını bu iki büyük bilim adamına borçludurlar. İslâm’dan sonraki Türk toplumlarının estetik anlayışlarının değer yargılarının ve toplumsal ilişkilerinin oluşmasında, şekillenmesinde dinî inanışlarının rolü vardır. Bu sebeple Türkİslâm kültürünün kökenlerini iyi anlamak, günümüzde halkı Müslüman olan ülkelerin neden en gelişmişi olduğunu tespit etmek için kültürün önemli bir elemanı olan toplumun din anlayışını iyi bilmek gerekir. Mâtüridî’nin dine yaklaşımının akılcı ve ilimci olmasının yanında hoşgörülü ve taassuptan uzak bir anlayış içinde bulunması da ona saygınlık kazandırmıştır. O, kendi çağında, insanları kendi görüşlerine inanmaya zorlayan, kendi görüşlerine inanmayanları cezalandırmakla kendilerini görevli sayan farklı grupları onaylamaz. Mâtüridî, ana inanç ilkelerini ilgilendirmeyen inanç ve eylem farklılıklarını hoşgörü ile karşılar, kıbleye yönelen herkese mümin gözüyle bakar. Açık bir şekilde inanç esaslarıyla ilgili bir hükmü yalanlaması/inkârı olmadığı sürece insanların ibadetlerine ve işlerine karışılmaması kanaatindedir. Bu düşüncesini, “amelin (eylemin) imana dâhil olmaması” formülüyle açıklar.(Amel imandan bir cüz/parça değildir) Daha açık ifadeyle; Mâtüridî kıble ehlinin farklı eylem ile düşünceye sahip olmalarını hoşgörü ile karşılar ve kendi prensiplerine uymaya ve inanmaya


Makale ve Analizler - 2018

117

kimseyi zorlamaz. Mâtüridî’nin diğer önemli bir yönü ise dinde akıl ile nakli (Kur’an ve Sünneti) ahenkli bir şekilde kullanmaya verdiği önemdir. Mâtüridî’ye göre akıl bilgi kaynaklarındandır. Bilginin diğer kaynağı duyu organlarının verdiği bilgilerin doğruluğunu akıl ayırt eder. Akıl, hakkı ve bâtılı ayırmak için tarafsız bir hakem gibidir. Akılla sihirbazların sihirleri ve hileleriyle gerçek peygamberlerin mucizelerini ayırt edebiliriz. Ayrıca insanlar Kur’an-ı Kerîm’de akıllarını kullanmaya teşvik edilir. Aklın kullanılmasında Mutezile mezhebi ile hadis ehli (Selefiye) arasında yer alan Mâtüridî, çoğunlukla Eş’arî mezhebi ile Mutezile mezhebi arasında bir çizgi üzerinde olduğu kabul edilir. Yani Mâtüridî Selefiye’den ve Eş’ariye’den daha fazla akılcıdır. Başka ifadeyle, akla güvenme ve aklı dinde kullanma yönünden Mâtüridî Mutezile’ye Eş’arî’den daha çok yakındır. Ancak Mutezile’den de birçok yönlerden de ayrılmaktadır. Mâtüridîye ile akılla nakil arasında bir denge kurulmuş, akıl ve nakil, biri diğerine tercih edilerek ihmale uğramamıştır[6] . Matüridî’nin din anlayışında kişisel hürriyete, kişiliğe önem verildiği görülür. Hürriyetçi ve hoşgörülüdür, dışlayıcılıktan uzaktır. Meselâ amel (eylem) imandan bir parça değildir. İman ve amel (inanılanları uygulama) ayrı şeylerdir. Mâtüridî’ye göre ibadetlerini ihmal etmek, zina etmek, içki içmek, hırsızlık yapmak… ve benzeri günahları işlemek mümini imandan çıkarmaz. Bunlar münkir değil, günahkâr olurlar. Büyük günah işleyen kimse günah işlediği anda Allah’ı yalanlamaz (inkâr etmez), O’na inanır ve O’nun rahmetini umar durumdadır. Taklide dayalı iman bâtıldır, dinî ilkelerin akılla ve delillerle bilinmesi gerekir. Bir müslüman işlediği büyük günahı sebebiyle imandan çıkmaz ve küfre de girmez. O, bu dünyada hakiki mümindir. Yalnız işlediği günahı dolayısıyla fasık, yani ahlaksız mümindir. İşlediği günah dolayısıyla Allah’ın cezalandırma tehdidinin muhatabıdır. Böyle birinin Ahiretteki durumu Allah’ın dilemesine kalmıştır; Allah isterse onun günahını bağışlar, isterse cezalandırır. İnsan, ne günahından dolayı ümitsizliğe kapılıp korku içerisinde, ne de affedileceği ümidiyle ümit içerisinde yaşamalıdır. İnsan korku ve ümit arasında bir tavır takınmalıdır. Allah kullarına kendi fiillerini (eylemlerini) yapma ve kazanma (iktisab) hürriyetine sahip kılmıştır. Mâtüridî Kitab üt-Tevhîd adlı kitabında “Bizzat her kişi bilir ki yaptığı işte hür olduğu gibi fail (yapan) ve kâsip (kesbeden, kazanan) dır” cümlesini kullanır[7] . Prof. Dr. Mustafa Sait Yazıcıoğlu bu konuyla ilgili araştırmasında Mâtüridî’nin bu cümlesini naklettikten sonra şu açıklamayı yapar: “Bu ifadeden insanın yaptığı bir işi hür olarak, kendi irade ve inisiyatifini kullanarak yaptığı anlaşılmaktadır. Fiilin Allah tarafın-


118

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

dan yaratılmış olması, insana bir mecburiyet yüklemez. ‘Fiilinde hür olduğuna göre, Allah’ın yarattığı o fiili ister yapar, ister yapmaz. Hür iradesini yapma yönünde kullanınca o fiili kesbetmiş olur”. Mâtüridî’ye göre insan, kendi eylemlerinin kazananı (müktesebi)dır. Ancak bazı âyetlerde belirtildiği gibi (Bak. Saffat/96) insanoğlu her ne kadar kendi eylemlerini iktisab ediyorsa da, gerçekte bunları yaratan Yüce Tanrı’dır. Mâtüridî Allah’ın fiiline halk (yaratma), kulun fiiline kesb (kazanım) adını vermek suretiyle tek bir olay olan eylem (fıil)’in farklı açılardan isimlendirilmesini yapmaktadır. Ona göre fiil (eylem) Allah ile kul arasında paylaşılmaktadır. Fiil Allah’a izafe edildiğinde yaratma, insana izafe edildiği zaman kesb (kazanım) adını almaktadır. Böylece Mâtüridî kuldan (insandan) iradeyi tamamen kaldırıp, onu robot haline getirmiyor. İnsan, bir işi yapmayı isteyince, Tanrı onda bu eylemi, işi işleme, yapma gücü (istidatı) yaratır . “Dilediğinizi isteyiniz” (Fussilet/40), “yaptıklarınıza karşılık olarak” (Secde/17) “ iyilik yapın” (Hac/77) gibi âyetler insanın eyleminin serbest ve hür olarak işlenmesi gerektiğine dair delillerdir. Başka ifadeyle bu âyetlerden Mâtüridî, insanın hür eylem sahibi olduğunu anlamaktadır. Hür eylem sahibi olmakla insan, iyi iş sonucunda mükâfat, kötü iş sonucunda ceza alacaklardır. Bu ceza ve mükâfatları onların o eylemdeki irade ve kasıtları oranındadır. Zira “Tanrı’nın tek başına meydana getirmesi mümkün olan şey halk (yâni yaratma)’dır, insanın kendi isteği ve iradesiyle isteyerek oluşan olay (fiil) kesb’dir. İnsanoğlu bu kesbinde (kazanımından) hür ve sorumludur. Bu konuya devam edeceğiz. Allah’a emanet olunuz.

[1] Müslim, el-Cami üs-Sahih, Kahire 1375, IV, Kitab ül – Birr, Bab: 10, Hadis Nu: 34, M. Sofuoğlu Çevirisinde; VII, s. 32. [2] H. Güngör, Türk Budun Bilimi Araştırmaları, Kayseri 1998, 24. [3] A.V. Ecer, İslam Tarihi Dersleri – I, Kayseri 2000, 89 – 111; A.V. Ecer, “Türklerin Eski İnançlarında İlahi Din İzleri”, Töre Dergisi, Şubat 1963, Sayı: 141, 62-64. [4] T. S. Eliot, Kültür Üzerine Düşünceler, Çev. S. Kantarcıoğlu, Ankara 1987,75 [5] Ahmet Ak, Büyük Türk Alimi Matüridî ve ve Matüridilik, İstanbul 2008, 38 [6] Ecer, Büyük Türk Alimi Matüridî, 117 [7] Mustafa S. Yazıcıoğlu, Matüridî ve Nesefî’ye Göre İnsan Hürriyeti Kavramı, İstanbul 1992, 54.


Makale ve Analizler - 2018

119

Bu Taşlar Hep Bizim Tarlada Tarih: 22 Ekim 2018 Yazan Şakir ARSLANTAŞ Konu: Bağdaşmaz çelişkiler.

Rusya ile Bulgaristan arasındaki ilişkileri anlayıp anlatmak kolay bir iş değildir. Birçoklarına göre 800 yıllık tarihi olan bu ilişkiler, Moskova henüz bir köy bile değilken, Çar Korkunç İvan (1530 – 1584) Kazan Hanlığına saldırıp Volga boyu Bulgarlarını kıymazdan öncelerine (1560) dayanır. Güçlü ordularıyla saldırılarında Doğuya ve Batıya kan kusturduğundan ve başlattığı toprak köleliğinde halkına uyguladığı sert şiddetten dolayı “korkunç” lakabını hak eden İvan, bir Çar ve devlet olarak hafızalarda canlıdır. Rusofobluğa – Rus korkusuna kaynaktır. 11 Ekimde Sofya’daki Rus Kültür Merkezinde düzenlenen “Rusya Korkusu ve Milli Güvenlik” konferansının ruhunu belirleyen korkunun da en az 500 yıllık bir geçmişi vardır. XXI. yüzyılda bir NATO ve Avrupa Birliği (AB) üyesi olan Bulgaristan iç ve dış siyasetine damga vuran, toplumu yerinde saydıran, iç ve dış siyaseti felce uğratan işte bu Rusya korkusudur. 1877-78 Plevne Savaşında (93 harbinde) sizi Osmanlıdan, 1944’te de Alman faşizminden kurtardık, “siz bize ebediyen minnettar olmak zorundasınız” savına dayanan Rusya baskısı Bulgaristan halkına bugün 4. Milli felaketi, Avrupa halkları arasında en sefil, en yoksul, en geri kalmış olması çilesini yaşatmaktadır. Ülkedeki ruhsal çöküş o kadar derin ki, resmi açıklamalara göre, Bulgarların dış bankalarda toplam 50 milyar US Dolar birikmiş parası olmasına rağmen, kimse kendinde cesaret bulup ülkesi, vatanı ve halkı yararına yurdunda yatırım yapmak istemiyor, çünkü korkuyor. Korktukları ise Rusya’dır. Bulgarlar, Ruslar tarafından 2 kez talan edilmiştir. Bulgar halkının maneviyatını, kararlarını ve tavrını belirleyen bu “korku bilinci” özellikle XX. Yüzyılda birçok atasözü doğurmuş ve bunlar halkın alt dokusuna işlemiştir. Derin tarihsel kökleri olan “Domuzların arasına inci saçmak anlamsızdır” bunlardan biridir. Özellikle günümüzde olmak üzere, halkın girişimlerini frenleyip durdurmuştur. İnisiyatifi elinden kaçıran bir halkın geleceği ise karanlıktır. Sibrit saldırıların hiçbir sınırdan geçmeden ve kapı açmadan ruhları paralize ettiği çağımızda, Sofya toplantısında Rusya’yı seven-


120

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lerin okuduğu popülist raporlar kamuoyuna etki yapmamıştır. Bulgar tarihi olduğu gibi, Rusya korkusu ve Rusya sevdası tarihinin de cep telefonlarına yüklü olduğu günümüzde insanların birbirini etkileyerek kandırıp yönlendirmesi sanki imkânsızlaştı. Bulgar tarihini 2 saplı bir testi olarak gördüğümüzde, bir sapının Rus korkusu, ötekisinin de Rus hayranlığı yazdığını, fakat korkunun hayranlıktan çok daha derin, esaslı ve kimlik ve davranış belirleyen olduğunu hemen görürüz. Burada bu çok önemli olaya Bulgaristanlı Müslüman Türkler ve diğer etnik azınlıklar olarak bakmak istemiyorum, çünkü onlar Rus korkusunu sürekli yaşadıklarından ve Rus çizmesi altında çok büyük sayıda kurban verdiklerinden ve korkulu yaşamı hala süründüklerinden dolayı, bu konudaki allı ballı sözlerden hiç birine asla inanmayacaklarına kesin eminim. Çünkü XX. Yüzyılda onlara çektiren tek dilli, tek milletli, tek kültürlü, tek dinli devlet zulmü Rusya’dan gelmiş ve çekisinden payını almayan hane kalmamıştır. 1880 ve 1883 yıllarında 2 defa Bulgar Prensliği hükümetine Başbakan olan Dragan Cankov, Osmanlı Rusya Savaşından sonra Bulgar Prensliğinde kalan Rus Askeri Güçleri komutanıyla bir görüşmesinde, “Ne balınızı ne iğnenizi isteriz” bir gün önce çekip gidin demiştir. Bu sözlerin derin anlamında, D. Cankov gibi, Bulgarları Osmanlı hükümetinde de temsil etmiş, liberal görüşlü bilge birinin halkın düşüncesi ve nabzını ifade ettiğini görüyoruz. Tarihsel gerçekliğin biraz daha derinlerine inerek, Rusların “Bulgarları kurtarması konusunda” komitacı başı Vasil İvanov Kunçev – Levski’nin (1837 – 1873) şair ve yazar Lüben Karavelov’a (1834 – 1879) gönderdiği bir mektubundan şu alıntıyı veriyorum: “Lüben ağabey, o deli kafa Botev ile ikinizin kokulu Kazak çizmelerini Bulgar diyarına getirmeyi kararlaştırdığınız kulağıma geldi? Eğer bu doğru ise ben şu küçük ellerimle salkımlarınızı… yolup koparırım.” “Bizi Osmanlı’dan Rusya kurtaracak ama sonra bizi Rusya’dan kim kurtaracak?” sorusunu soran ise, Bulgar Milli Devrim Hareketi’nin ideoloğu olan Georgi Sava Rakovski’dir. (1821 – 1867) Levski, Botev, Rakovski Rus bayrağı dalgalandırmamıştır. XVIII ve XIX. Yüzyıllarda Osmanlının bağrında Bulgar kimliği uyanırken her zaman karşısında bir Rus ejderhası olduğunu duyumsamış ve daha sonra da görmüştür. Rus korkusu daha o zaman belirmiştir.


Makale ve Analizler - 2018

121

Bulgar aydınlar, Rusya’nın Lermentov ve Puşkin, Gogol’un “Ölü Canlılar” ve Dostoevski’nin “Suç ve Ceza” romanları olmadığını Bulgar halkına anlatmaya çok gayret etmişlerdir. Bulgar Milli Devrim Hareketi Rusya konusunda Rusofoblar yani Rusya’dan korkanlar ve Rusofiller yani Rusya’yı sevenler olarak ikiye ayrıldığını, bu iki kol arasında çok şiddetli, hatta amansız bir savaşım verildiğini ve bu mücadelenin 2018 yılında da göklere çıkan alevlerle parlamış olduğunu görüyoruz. Bugün iktidar ortağı olan “Ataka” partisi, siyasi arenada kendine yer bulmakta zorlanan Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP), İç Makedon Devrim Hareketi – VMRO, ABV gibi siyasi oluşumların maddi ve manevi destek kaynakları, gözü kulağı Moskova’dadır. 24 Mart 2017 seçimlerinde BSP oylarını Moskova’nın desteği ile yüzde yüz arttırdı. 16 Kasım 2016’da seçmen oylarının % 60’ı ile Cumhurbaşkanı seçilen General Rumen Radev göreve gelir gelmez ilk iş olarak, Kremlin’i ziyaret etti, Bulgar “MİG 29” savaş uçakları filosunu onarım için Rusya’ya gönderdi. Bulgar Milli Devrim tarihini kaleme alan siyaset yazarı Zahari Stoyanov (1850-1889) “Ruslar bizim olan her şeyi kendilerinin biliyorlar” dediği “Bulgar AyaklanmalarındanNotlarında” şunları yazıyor: “Kim bakan olsun, nereye kilise dikilsin, gazetelerimiz ne yazsın vs gibi konularda sizin iç işlerimize karışmanızın gülünç ve önemsiz bir hizmet olduğuna inanmanız gerekir. Siz çok zalim himayecilerimizsiniz. Siz, üzerinden geçmek için halkımızı yol ve köprü yapıyorsunuz ve daha sonra köprüyü de gasp ediyorsunuz. Siz gramer bilmeyen bir halksınız, çünkü “sizin” ve “bizim” sözlerinin anlamını bilmiyorsunuz.” Görüldüğü üzere, genç Bulgar devletinde işler iç müdahalelerle başlamış, sıkıntılar yaşanmış ve bu gerginlikler 2018 yılında şu şekli almıştır: Rusya 2018’de Bulgaristan’a karşı sürdürdüğü siber savaşta şu araçları (enstrümanlar) kullanıyor: Siyasi araçlar: Politik parti tescil ettirirken yardım, Rusofil partilere destek sağlamak; hükümette ve mecliste kilit noktaları ele geçirmek; Cumhurbaşkanı seçimlerine müdahale, rüşvet olaylarını teşvik etmek. Hümanist araçlar: Bulgar tarih ve kültür mirasının çarptırılması ve çelişkili gösterilmesi; “Rus” dünya görüşünü propaganda etmek, Rus değer yargılarıyla yorumlar yapmak, kitap yazdırmak; “kardeşlik”, “İslav Dünyası”, “Dünya Merkez Moskova”, “Ortodoks Dinini savunmak”. Ekonomik araçlar: enerji ve ekonomik konularda şantaj, Bulgar mallarına yüksek gümrük; Akaryakıt ve enerji dallarında Rus tekeli oluştur-


122

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

mak, fiyata kontrolü ele geçirmek, şirketler kurmak, enerji işlerinde tekel olmak vs. Özel ofis araçları: Devlet kurumlarına, Büyükelçiliklere, konsolosluklara, orduya, yerel makamlara, belediyelere, sendikalara, medyalara, enerji ve askeri üretim yapan büyük şirketlere kendi adamlarını yerleştirmek. Ülkemizde bunalım patlamasına neden olmak. Parti başkanlarını beslemek. Enformasyon araçları: Amerika ve Avrupa Birliği’ni kötülemeyi hedefleyen yoğun propaganda kampanyaları gerçekleştirmek. ABD ve AB’de ve onların bağlaşıklarında olan olay ve izlenen siyasetleriyle ilgili yoğun yanıltıcı bilgilendirmede bulunmak. İnternet üzerinden, sosyal iletişim ağında siber “savaş” yürütmek. Gazete ve TV-leri satın almak. Rusça yayınlar yapmak. Diplomatik araçlar: Eski istihbarat örgütü (DS) ajanı ve yardımcısı ve onların bağlı olduğu ailelerden olan kişilerin diplomatik görevlere atamak yoluyla Bulgaristan’ın AB ve NATO prestijini gözden düşürmek. Kremlin’e bilgi iletmeyi kabul eden ve uygun olarak değerlendirilen diplomatların Büyükelçiliklerde görevlendirilmesiyle Bulgar diplomasisi üzerinde denetim sağlamak vs. Mali araçlar: Kontrol altında bulunan elit kadroları ve sivil toplum örgütlerini direk ve dolaylı yollardan finanse etmek vs. Son yıllarda en fazla ve sert tartışmalara konu olan, Rusya İmparatorluğu arşivlerinde “BULGARİSTAN’IN KURTURULMASINA” ilişkin veya Bulgarların adının geçtiği bir tek belge bulunmamasıdır. Bu konuya ciddi tepkiler olmuştur. Bu, Bulgarların yok sayılması anlamında idrak edilmiştir. Örneğin, Osmanlıya Savaş ilan eden Rusya Manifestosunda Bulgaristan’dan ve Bulgarlardan söz edilmiyor. İstanbul Yeşil Köyde (San Stefano) Rusya ve Osmanlı İmparatorlukları 1878’de imzalanan Protokolünde bağımsızlık kazanan halk ve ülkelerin isimleri sıralanmış ama Bulgar ismi geçmemiştir. Bu böyle olsa da, Bulgar halkı bağımsızlığının ve kurtuluşunun bedeli olarak daha sonraki yıllarda Rusya İmparatorluğuna 32 ton altın ödemiştir. Bunun dışında XX. Yüzyıl boyunca Bulgaristan’ın dört bir yanına Rus ve Sovyet anıtları dikildi, Sokakların ve meydanların adları Rus general ve subaylarının isimleriyle değiştirildi, okul ve okuma-kültür evlerine Rus isimleri yakıştırıldı. Türklere anadil dersi yasaklıyken, okullarda yıllarca Rusça okutuldu.


Makale ve Analizler - 2018

123

Son zamanda 3 Mart MİLLİ BAYRAM ilan edilmiş ve halk istemese de zorla kutlanılıyor. Bunun dışında, daha fazlası Deliorman, Dobruca ve Morava’dan olan, 1 milyondan fazla Türk asker ve subayın öldürüldüğü, 1 milyondan fazla kişinin de öz topraklarından kovulduğu 93 harbi, 3 Mart gibi tarihler Bulgaristan Türklerine de “Zafer Bayramı” olarak kutlatılmaya çalışılıyor. Bu konuda soydaşlara bile baskı uygulanıyor. Gerçekleri söyleyenler, tepki gösterenler, bu çarpıklığı kabul etmeyenler hakkında davalar açılıyor vs. Rusların ve onları sevenlerin insanı duygularıyla ilgili Bulgar halkı şu atasözünü yaratmıştır: “Ölüden mektup beklemek…” Bu arada geçen yüzyıl öncesinden bazı diplomatik gizli arşiv belgeleri de Bulgarlarda “aldatılmışlık” duygusu ve yeni ciddi korkular uyandırdı. İlginç olan belgeler arasında 1877-78 Rus ve Osmanlı İmparatorlukları arasındaki Büyük Savaşın – 93 harbi – arifesinde, Rusya ve AvusturyaMacaristan imparatorlukları arasında 1876 bir gizli Antlaşmasının imzalanması ve 1877’de Budapeşte’de yine bu iki dev güç arasında yapılan gizli konferansın, Bulgarların bir devlette toplanabilmesini imkansız hale getirdiği ortaya çıktı. Rus diplomatlarının yoğun etkinliği sonucu 1878 Berlin Konferansı’ndan Bulgar Prensliği ve Doğu Rumeli çıktı. 1886’da Bulgar Prensliğinin Doğu Rumeli’yi ilhak etmesinden sonra, Rusya İmparatoru’nun Osmanlıya başvurarak bu saldırıyı askeri müdahale ile önlemesinde ısrarda bulunması, çok geniş yorumlanmaya başlandı. 1908’de Ferdinand bağımsız Bulgar Çarlığı ilan edince de Rusya tepkilerle karşılamıştı. Bu anımsamalar tablosuna, Bulgarların Ruslara Kiril Alfabesi verdiği, Ortodoks Hıristiyanlığı ve devlet kurma ve yönetme kültürü de bu arada, birçok kültürel edinim bahşettiği gündem olunca ise, şu atasözü sıkça kullanılmaya başlandı. “Yap iyiliği, at denize!” İşte böyle bir ortamda, XX. Yüzyılda en fazla acı çeken biz Bulgaristanlı Müslüman Türkler Rusovoblar ile Rusofiller arasında ezildik kaldık. Aslında bu adamlardan kimin kim olduğunu ayırt etmek de çok zorlaştı. Bu konumuzu da yeni yazımızda analiz edelim. Okuyanlar paylaşsınlar. İlginize teşekkür ederi!


124

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2018

125

MİNARE DÜŞMANLARI Tarih: 23 10 2018 Yazan: Mehmet Alev

Şu günlerde olağanüstü bir yoğunlukla Balkan Savaşları gündemimize oturdu. Bundan tam 106 yıl önce, Bulgar askerleri, Kırcaali kasabasını Osmanlıların elinden alarak, kendi topraklarına katmışlardır. Vatana yeni, bir karış toprak kazandırmak bile her zaman gurur vesilesi, övünç kaynağı olmuştur. Bu, yeryüzünde tüm devletler, halklar için geçerli olmuştur… İlle, ne var ki, bu toprak kazanma, kazandırma sürecinde sivillere, masum insanlara verilen zararlar, katliamlar, ırza geçmeler dile getirilmez. Tarihçiler, ciltler dolusu kitaplarında, siyaset adamları, kürsülerden patlattıkları süslü püslü demeçlerinde de bu katliamları es geçerler. Günlük gazeteleri aktarırken gözüme ilişiyor: Sayın Tsveta Karayançeva da, Kırcaali’deki konuşmasında savaşlar sırasında vukubulan bu tür, hiç iç açıcı olmayan konulara da gireceği yerde, şehri fetheden askerleri adeta göklere yükseltmiştir. Oysa aynı askerler, Kırcaali yöresindeki köylerde nice ağıza dahi alınmayacak kötülükler yapmışlar, yakıp yıkmışlar, çiğneyip geçmişler, günahsız insancıkları katletmişlerdir… Bir de, bu” savaşçılar”ın cami, minare düşmanlığı vardır.Balkan savaşlarında Podkova civarındaki tarihi “Yedikızlar camii” yakılır, yıkılır. Minare düşmanlığı sadece “Yedikızlar” mabetiyle noktalanmaz.Kitaplardan aldığımız bilgilere göre, Trakya’da bir çok yerleşim yerindeki tapınaklar aynı akıbeti paylaşırlar. Babaeski’deki Cedit Ai Paşa camii, Lüleburgaz Sokullu Mehmet Paşa camii, Vize Gazi Süleyman Paşa camii yakılıp yıkılanların listesinde ilk sıralardadır. Savaşlar sürüp giderken çocuklar da bilirler, amaç, kaleler, surlar ve her türden savunma sistemlerini yerle bir etmektir. Oysa, bu çatışmalarda Bulgar askerleri minareleri de hedef tahtası konumuna getirmişlerdir. Yukarıda adı geçen şehirlerde ilk darbe, minarelere indirilmiştir.


126

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Dolayısıyla karşımıza bir soru çıkıyor: Camiler, minareler niye vuruluyor? Ve bir de, diyelim ki, bu acı olayları bir yüz küsur yıl önce yaşamışız ve bir taş koyup geçelim. Hepsini, tarihin kucağına atıp ona mal edelim, olan olmuş, diyelim. İşte, bu olmuyor, dostlar! Zira, olayların dahası var… Camii, minare ve yanı başında Türklük, Müslümanlık düşmanlığı günümüzde de gırla sürüyor. Bundan birkaç yıl önce Sofya’daki Banyobaşı camii’ne güpegündüz kanlı bir saldırı düzenlenmemiş miydi?! Kısa bir süre sonra Plovdif’teki camii’mizin de pencereleri, camları tuz buz edilmişti. Stara Zagora ve Dobriç’ten de benzer acı haberler gelmiyor mu? Sadece minareler, minarelerden okunan ezanlar değil, bu, gözü dönmüş caniler mezar taşlarından bile rahatsız olmaya başladılar. Demek ki, yıllar önceki minare düşmanı asker torunlarının elleri kolları, bugün de bağlı değil. Ne var ki, bu koşullarda da hiç sıkınmadan hala ağız dolusu birtakım demokrasilerden söz ediyoruz… Mehmet ALEV 22.10.2018 Ustina – Plovdiv


Makale ve Analizler - 2018

127

Formatımız -4-

Tarih: 24 10 2018 Yazan: Raziye ÇAKIR Konu: Elimde değil susamıyorum. Kimliğimizin kendi kökleri vardır. Zaten başkasının köküyle yaşanmaz. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında kesin kalemlerimizden olan ve geleceği pahasına olduğu bilinciyle “İsim Değiştirme Aydınlar Deklarasyonu” imzalamayan şair Naci Ferhad’ın “Köklerini Kesme!” çağrısı kulaklarda çınlıyor. Aynı haykırış Osman Aziz’in “Gece Mektuplarında” da var. “Kala kala köklerimiz kaldı!” diyenlerimiz ile “başka neyimiz var?” sorusunu soranlarımız haklı. Ne yazık ki, beşikten beri ruhlarına Türk düşmanlığı akıtanlar ve bugün iktidarda olanların, nefret ve öfkelerinde bir gram azalma, niyetlerinde bir milim gerileme olmadığını her gün görüyoruz. Makedon çetecileri Sofya’da 125. Kuruluş yıldönümü kutluyor şu günlerde… O günden bu güne zehirli kin biriktiren VMRO Genel Başkanı Başbakan Yardımcısı Krasimir Karakaçanov ile Türklere öfkesini “yurtseverlik” bohçasına saran “Bulgaristan’ı Kurtaralım Cephesi” delibaşı Valentin Stoyanov, Başbakan Borisov’un ülkede olmadığı günlerde memleketi idare ediyorlar. Bu acı gerçeği, ve onun hepimiz için taşıdığı büyük tehlikeyi duygularımızda daha net hissetmek için belki de her sabah çayımızı içerken ya da kahvemizi yudumlarken klasiklerin klasiği Büyümüzün Ömer Seyfettin’in hikâyesinden birkaç satırcık okumamız yeterli olabilir. Şu günlerde Türkiye’de “Öğrenci Andı” tartışması aldı yürüdü. İstanbul, Bursa, İzmir, Tekirdağ, Edirne, Kırklareli il, ilçe ve köy okullarının her birinde “Beyaz Lâle” hikâyesi her sınıfta ve her yaşta çocuklara en az haftada bir defa okunmalı ve bu hikâyeyi ezberinde bilmeyen hiçbir Bulgaristanlı ve Batı Trakyalı göçmen çocuğuna LİSE DİPLOMASI asla ve katiyen verilmemelidir. Bu tabi ki, benim şahsi görüşüm. Kuşkusuz benim böyle bir şey istemeye hakkım yok, ama istememek elimde değil. Artık tespit yapma, susma, bekleme, sabretme ve umut etme zamanı doldu. On dokuzuncu yüzyıldan beri eziliyoruz. Buna karşın, ben ezilenden bir şey olmaz, ezilen ezildiğinle kalır saçmalıklarına inanmıyorum. Yani yeni ruhun ezilenlerin köklerinden fışkırdığına ve fışkıracağına inananlardanım.


128

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Her neslin kendi ezilmişliği vardır. Ömer Seyfettin’in internette tam metnini bulacağınız hikâyelerinin 2018 yılı gerçekliğini kanayan yalınlığıyla tam olarak yansıttığı görüşünde olmasam da, tuzlanmamış derinin hep aynı koktuğuna ve bugün de farklı biçimlerde aynı olayları azalmayan sertlikle yaşadığımıza inanıyorum. Yukarıda adı geçen 2 başbakan yardımcısının şu sözlerinin anlamına kulak verelim: Krasimir Karakaçanov (VMRO): “Ülkemizi yabancı unsurdan temizlemeliyiz. Bulgaristan’da nüfus sorununu çözmek için Ukrayna ve Besarabya’daki (Moldova) Bulgarları Bulgaristan’a getireceğiz.” (Tarih: 23 Ekim 2018, bTV “Dört Göz Arasında” programı.) Yabancı unsur dediği biz Bulgaristan’da 1350 yıllarından beri yaşayan yerli Türkleriz. Zaten 140 yıldan beri de kovuluyoruz. Valentin Simyonov “Yurtsever Cephe): “Bizde Bulgarlık Türklerin kapılarına domuz kanı atarak, kuyularına domuz kafası doldurarak, cami kapılarında domuz kellesi sallandırarak uyandı. Bulgar olmak budur. Türkleri rahatsız etmek başta gelir. Milli bilincimizin kaynağı Türk-İslam düşmanlığıdır”(Tarih: 2017 ve 2017 yıllarında basın ve elektronik yayınlarda defalarca vurgulanmıştır.) Bu küstahlıklara, “Yurtsever Cephe” ideoloğu geçinen “Ataka” Partisi Başkanı Volen Siderov’un Çingenelere “sizi gaz kamaralarında yakarak sabun yapacağız”, Valeri Simyonov’un Çingene kadınlar hakkında “Kösnük Domuzlar” sözlerini vb eklemek gerekir. “Beyaz Lâle” hikâyesinde Ömer Seyfettin, Bulgarların kötü ve insafsız milliyetçiliğini teşhir ederek istila koşullarında Türk milliyetçiliğini uyandırma amacı güder. 1912 Balkan Savaşı olaylarından bir sahne olan bu hikâyenin ardında, Bulgar Çarı Ferdinan’dın komutasında aynı askeri birliklerin Batı Rodoplar, Pirin Dağı, Karasu ırmağı boylarında aynı yıl Müslüman köylerine amansız saldırıları vardır. Yazar bunları yaşamıştır. İslam taşınmazlarını yıkma, halkı talan etme, 250 bin kişinin ismini ve dinini zorla değiştirme gibi olayları yaşamış gözleriyle görmüştür. Gerçeklerin acıları da unutulur gibi değildir. Aynı dönemde Balkanlarda asker ve esir olarak bulunan usta hikâyeci Ömer Seyfettin (1884 – 1920) bölgemizin temel etnik ve siyasi çatışmalarını işlerken, ırkçılığın belirdiğine de işaret etmiştir.


Makale ve Analizler - 2018

129

Bu mücadele içinde orada kalan Türklerin de kendi kaderlerini belirlemeleri ve milli bir duruş sergilemeleri düşüncesini halka taşıyan yazarlarımızdan biridir o. Adı geçen hikâyede oluşturduğu tip, imaj, monolog, diyalog, vahşet ve gaddarlıkla Bulgar imajı üzerinde durmuştur. Çizilen tablo 1876 Nisan Ayaklanmasında, 1877-78 Osmanlı Rus Savaşında kanı sulanan Bulgarların 1912 harbindeki gerçek imajını çıplaklıkla ortaya koymuştur. O zaman Bulgar komutan Radko’nun Türkler hakkında düşüncesi şudur: “Şimdi bunların kaçamayanları toplanacak, evvela işkence ile kasalarındaki ve bankalardaki paralan alınacak, sonra fidye gibi bütün mülkleri Bulgar mekteplerine verdirilecek, en nihayet hepsi vaftizlenip Hıristiyan yapıldıktan sonra öldürülecekti.” Vahşetin içindeki istisna şöyle anlatılmıştır: “Altmış yaşını geçmiş erkeklerin, kırk beşini geçmiş kadınların çocukları olmaz. Onlar kum basmış tarlalara benzerler. İşte büyük Bulgaristan’a düşman yetiştirmeyecek olan böylelerini Hıristiyan yapıp bırakacağız. Sekiz yaşına kadar olan kızları Bulgaristan’a gönderip köylere, papazlara teslim edeceğiz. Hepsi Bulgar olacak.” 11 Kasımda imzalanmasının 100. Yıldönümü Paris’te kutlanacak olan Birinci Dünya Savaşına son veren sözleşmede yenilenler arasında yer alan Bulgarların işgal altındaki topraklardaki vahşetine son vermek zorunda kalmıştır. Ne yazık ki, Filizlenen Bulgar ırkçılığının kökünde olan VMRO haydutlarının azınlıklara ve Bulgar halkının demokratik güçlerine karşı saldırı, tuzak ve katliamları son bulmamıştır. Son günlerde lşderleri olan Karakaçanov’un yeni demeçlerinde açıklandığına göre, VMRO-partisi 27 Kasım 1919’da Neylli (Paris) Barış Anlaşmasını Bulgaristan adına imzalayan Başbakan Aleksandır Stanboliyski’nin katledilmesine ve 1923 hükümet darbesine bizzat katılmıştır. Bu da yetmezmiş gibi 1942’de Nazi Almanya’sının yardımıyla Bulgar Ordusu’nun aynı topraklara ikinci kez yerleşmesiyle 20 bin Yahudi ve Çingene toplanmış ve Polonya’daki “Treplika” kampına yakmaya gönderilmiş ve bunlardan geri dönen hiç olmamışlardır. Kadın ve kızların öldürülmesi ile ilgili Bulgar fikri daha 1912’de şöyle öykülenmiştir:


130

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

“Bir genç kadını yahut bir kızı öldürmek on beş düşman birden öldürmek demektir. Fırsat ellerindeyken Türkler kadınlarımızı, çocuklarımızı kesmediler. Kesilmeyen Bulgarlar çiftleşe çiftleşe çoğaldılar. Şimdi de Türklerin tepesine bindiler” Bulgar aşırı milliyetçilerinin Türklere karşı amansız saldırıları psikolojik olarak da sürekli şiddetlenmiştir. Ege boylarından ve Makedonya’da Bulgaristan’a sürekli göçler getirir, bunlar Türk köylerine yakın yerlere yerleştirilir ve kendilerine domuz bakmak için toprak ve krediler verilir ve böylece Türkler sindirilir ve sürekli göçe zorlanır. Bulgar milliyetçiliğinin Türk yaşam tarzına hayat hakkı tanımama, törelerini yasaklama, ana-okullarında, yerleşkelerde, okullarda ve kışlada Müslüman Türk çocuk ve yetişkinlere sürekli domuz eti yedirme, ibadetini yerine getirmeye imkân tanıma şekillerinde olduğu bilinir. Burada geçerli olan uygulama ezemeyen ezilecek, öldüremeyen öldürecek biçiminde şiddet toplarken, sindirme ve usandırma usulleri de devlet eliyle uygulanmıştır. Türk evlerini “domuz bastırmalarına depo yapacağız” sık kullanılan bir Bulgar değimdir. Ömer Seyfettin, Beyaz Lâle’nin hayatına kıymasıyla sona eren anlatımında, Bulgar Komutan Radko’nun Türk kadınları toplu halde nasıl incittiğini de şöyle dile getirmiştir: “Görüyorsunuz be hanımlar, dedi, içerisi sıcak. Size bazı şeyler soracağım. Terlemeyesiniz. Haydi, hepiniz esyalarınızı çıkarınız. Soyununuz. Fistanlarınızı, gömleklerinizi, donlarınızı, çoraplarınızı atınız. Çır-çıplak kalınız. Hamama girecekmiş gibi… Ağanızın koynuna girecekmiş gibi… Üzerinizde yalnız saçınız kalsın… Çırçıplak.. Çırçıplak… Haydi haydi…” Ömürlerinde kocalarından, babalarından, kardeşlerinden başka kimseye yüzlerini açmamış olan bu kadınlar, bu korkunç emre itaat edemiyorlardı. Komitalar dipçiklerle vuruyorlar, çarşaflarını, yeldirmelerini yırtıyorlar, fakat bir tane olsun kadını soyamıyorlardı. Bu münasebetsiz direnişe Radko’nun canı sıkıldı. Hiddetlendi. Fırlak ve al yanakları titremeye başladı. Niye yoruluyorlardı? Yorulmaya ne hacet vardı? Mademki fırın yanıyordu. İçlerinden bir tanesini yakınca öbürleri korkacak ve asla karşı gelemeyeceklerdir. — Durunuz, boşuna uğraşmayınız, vakit geçiyor, dedi. Ve komitalar kendinden tarafa dönünce ilave etti: — Soyunmaya razı olmayanlardan bir tane çekin, buraya getirin. Izbandut gibi iki iri komita, kümeden tuttukları bir kadını sürüklediler, Radko’nun karşısına getirdiler. Bu, balıketinde, kumral ve genç bir hanımdı.


Makale ve Analizler - 2018

131

Ancak yirmi-yirmi beş yaşlarında tahmin olunabilirdi. Yırtılan yeldirmesinin altından kurşuni yünden yapılmış alafranga giysileri görünüyor ve kucağında kundaklı bir çocuk tutuyordu. Radko, bir yıldırım gibi gürledi. — Eziyet etme be karı!.. Komitalar geriye çekildiler. Masanın önünde yalnız kalan kadın titriyor, hıçkırarak kucağındaki yavrusunu sıkıyor, sıkılan ve ürken çocuk, avazı çıktığı kadar bağırarak ağlıyordu. Bu çocuğun gürültüsü Radko’yu büsbütün hiddetlendirdi. Ayağa kalktı. Kadının karşısına giderek sordu: — Söyle, soyunacak mısın? Kadın yere kapandı. Öpmek için ayaklarını tutuyor, yaşlanmış yüzünü, dağılan saçlarım onun boyasız ve tozlu çizmelerine sürüyordu. Çocuk daha şiddetli haykırıyor, fırının içini gürültüye boğuyordu. Radko dayanamadı. Ani bir hareketle eğildi. Bu susmayan çocuğu anasının kucağından kopardı. Fırına doğru döndü. Gözleri dönen kadın, Radko’nun beline sarılıyor: — Allah’tan kork, Allah’tan kork… diye yalvarıyordu. Radko, bu narin kadının başına dehşetli bir yumruk indirdi. Yere devirdi ve: — Allah benden korksun… diyerek hâlâ susmayan çocuğu ocağın içine fırlattı. Bulgar milliyetçilerin bize olan düşmanlığının kökünde olan budur. Onlar bu hırsı yenemediler. Irkçılık yükü altında eziliyorlar. Onların insanlar arasında sürekli ayrım yaptığına Ömer Seyfettin daha bir asır önce şöyle işaret etmiştir: “Ateşe atılan, Bulgar köylüleri kavrulmuş sarımsak, Sırplar yanmış patates, Rumlar kızartılmış balık ve şarap kokusu çıkarırlardı. Radko, henüz bir Alman, bir İngiliz, bir Fransız yakamamıştı. Onların kokusunu bilmiyordu. Fakat Türk-ler… Balkan’ın bu en kuvvetli ve kanlı adamları keskin bir süt, bir tereyağı kokusu neşrederlerdi. Fırından gelen koku buydu.” Onların yirminci yüzyıl formatı buyduysa bizim yirmi birinci yüzyıl formatımızı Türk kimliğimizi kesin oluşturup biçimlendirmemiz gerekiyor. Bu formatın kubbesini Türklerin birlik ve beraberliği, tek dil ve tek ulusta birleştiği belirlemiştir. Birleşemezsek, biz onların yok olmasını beklerken, bizim de yok olma tehlikesi yaşadığımız gün gibi ortadadır. Başbakan yedeklerinden gelen kokular da buna işaret ediyor. Ne mutlu Türküm diyene! Oku ve okut. Paylaşmayı unutmayınız.


132

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2018

133

Niçin Maturidi Ve Maturudilik? Yazan: Nevzat ÖZTÜRK, İlahiyatçı, Eğitimci Yazar

Müslümanların gelecekte özgür ve onurlu bir hayat sürebilmeleri için, mazinin ipoteğinden kurtularak geleceğe yönelmeleri, enerjilerini salih amele dönüştürerek bilginin gücüne sahip olmaları ve evrensel ölçekte değer üretmeleri gerekmektedir. Gerçek anlamda var olmak, Allah’ın yaratmasının sürekliliğini sağlayan “oluş” sürecine, beşeri yaratıcılıkla katılmak anlamına gelmektedir. Beşeri yaratıcığın zirvesinde bilim, san’at ve spor vardır. Evrensel “oluş” sürecine olumlu katkı sağlayamayanlar, yakarak, yıkarak, yok ederek ve öldürerek varlıklarını kanıtlamaya çalışırlar. Bu doğrultuda düşündüğümüzde, Müslümanların kelimenin tam anlamıyla varlık-yokluk sınırında dolaştıklarını söylemek şaşırtıcı olmayacaktır. Son iki asırdır yaşananlar, Batı uygarlığının fiziksel ve psikolojik açıdan “öteki”leştirdiklerini ezmesi, bir anlamda o medeniyetin asli unsuru sayılmayanların ezilmesine ve nesneleştirilmesine yol açmıştır. Müslüman kültürün mevcut haliyle şiddet üretmesinin, Müslümanların ölmeye ve öldürmeye bu kadar teşne olmasının ana sebebinin “nesne” konumuna indirgenmiş olmak, aklı ve yaratıcı yetileri etkin kullanamamak olduğunu söylemek mümkündür. Ezilmişlik duygusunun en kötü yanı, insandan “insan” olma bilincini uzaklaştırmasıdır. Tıpkı İslam’ın başlangıcında, ilk inen ayetlerle kölelerin, yetimlerin, gariplerin “insan olma bilinci”ni yeniden kazanması gibi, Müslümanların da topyekün yeni bir bilinçlenme sürecine ihtiyaçları vardır. Yaşanan olumsuzluklarda “mağlup medeniyet travması” belirleyici olduğu için, çıkış yolu da yeni bir uygarlık hamlesi ile mümkün olabilir. Bir başka ifadeyle, her ne kadar ilk bakışta ırmağı tersine akıtmak gibi görünse de, özgür ve onurlu yaşayabilmek için yeni bir medeniyet tasavvurunun dışında, Müslümanların fazla bir seçenekleri yoktur. Müslümanların, enerjilerini etkin kullanabilmeleri için, toparlayıcı, birleştirici, bütünleştirici nitelik taşıyan, somut ancak süreklilik arz eden, toplumun bakışını daima daha yükseklere yöneltecek, anlam düzeyi yüksek bir amaca ihtiyaçları vardır. Bütün insanlığın “varoluşsal anlam boşluğu”nun ürettiği, oldukça derin bir krize düştüğü bir dönemde, hem evrensel boyutta anlam ihtiyacına cevap verebilecek, hem de insan olma bilincini tazeleyecek “yüksek amaç” ancak yeni bir medeniyet iddiası olacaktır. Maalesef, İslam’ın insan hayatına anlam kazandıran boyutu unutulmuş görünmektedir. İslam’ın Kur’an’ın kurucu ilkeleri ışığında yeniden anlaşılması, hatta


134

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

imkânlar dâhilinde yeniden inşası, doğal olarak beraberinde yeni bir medeniyet hamlesini getirecektir. Bu, bir ihtiyaç olmaktan öte, bir zorunluluk olarak anlaşılmalıdır. Bu bağlamda Maturidi’nin, özellikle bilgi, özgürlük ve din anlayışı ile ilgili düşüncelerinin yeni medeniyet tartışmaları için uygun bir başlangıç noktası olacağını düşünmekteyiz. Yeni bir medeniyet tasavvuru için Maturidi ve Maturidi düşünce ideal bir başlangıç noktasıdır. Çünkü: İslam dünyasında aklı ve eleştirel düşünceyi yeniden diriltebilmek için istifade edilebilecek en mühim gelenek Hanefi- Maturidi ekolüdür. Karşı Mihne sürecinin hala etkisini hissettiğimiz onca tahribatına rağmen, bu geleneğe damgasını vuran amel-iman ayrımı, din-siyaset ayrımı gibi ana ilkeler, külün içindeki “köz” gibi varlığını korumayı başarmıştır. Maturidi’nin en mühim başarısı, Mihne ve Karşı Mihne sürecinde Mu’tezile ile birlikte fazlasıyla hasar gören Ebu Hanife’nin öncüsü olduğu “Ehlü’r-Rey” geleneğinin odağındaki “akılcı” duruşu Semerkant’ta yeniden inşa edebilmesidir. Karşı Mihne süreci, bir silindir gibi Mu’tezile’nin üzerinden geçerken, hem Mu’tezile ile irtibatlı olan herkesi, hem de Ehlu’lHadis çizgisinde olmayan her türlü düşünceyi, bir daha ayağa kalkamayacak şekilde ya öldürmüş, ya da itibarsızlaştırmıştır. Bu süreçte Hanefilikle ilgili hasar tespiti henüz yapılmış değildir. Maturidi, bir yandan sert eleştiriler yönelterek Mu’tezile ile arasına bir mesafe koymuş, diğer yandan da doğrudan Ebu Hanife’yi öne çıkartarak akılcı damardan beslenmeyi sürdürmüştür. Yeni bir medeniyet hamlesine öncülük yapma imkânı olan çevrelerde, Maturidilik bilinmemesine rağmen, Maturidi’nin ismi hala yaşamaktadır. Arayış içindeki insanların hafızalarında Maturidi için yer açmanın çok zor olmayacağını düşünüyoruz. Maturidi’nin uzunca bir süre görmezlikten gelinmesi onun düşüncelerinin kirletilmesini ve tahrif edilmesini önlemiştir. İslam dünyasının içine savrulduğu, sömürgecilikten ve mağlup medeniyet travmasından beslenen Selefiliğin önüne geçebilmek için gerekli olan sağlıklı akılcılık ve eleştirel düşüncenin yeniden inşa edilebilmesinde Maturidi’nin din anlayışı ve tecrübesi yol gösterici olabilir. Müslümanların şiddet sarmalından çıkabilmeleri, İslam’ı bir tür siyasal ideolojiye indirgeyen, bütün çözümleri “iktidar”ı ele geçirmekte gören, din ve siyaseti özdeşleştiren tepkisel çarpık anlayıştan kurtulabilmelerine bağladır. Bu doğrultuda görüşleriyle bize ışık tutabilecek tek isim İmam Maturididir.


Makale ve Analizler - 2018

135

Yeni bir medeniyet tasavvuru için yeni bir epistemolojiye ihtiyaç vardır. Maturidi’nin en özgün boyutlarından birisi epistemoloji ile ilgili görüşleridir. Maturidi, insan bilgisinin ve belleğinin temelinde beş duyu bilgisinin olduğunu çok iyi görmüştür. Müslümanların medeniyet yarışının dışında kalmasında en başta gelen sebeplerden birisi bilgi ve bilimin gücünü kaybetmiş olmalarıdır. Bu durum, insanlığın akışına paralel teknoloji üretememelerini de beraberinde getirmiştir. Kanaatimce bütün bunlara yol açan en mühim etken, zihindeki bilgi kökleri ile ilgili bilginin dış dünya ile irtibatının kaybolmuş olmasıdır. Müslümanlar realist bir duruştan, çarpık bir idealizme savrulmuşlardır. Maturidi’nin keşf, keramet ve ilhamı bilgi kaynağı olarak kabul etmemesinin, yaşadığı zaman dilimi göz önüne alınırsa, ne kadar ileri bir tespit olduğu açıkça görülebilir. İçinden geçtiğimiz “bilginin itibarsızlaştırıldığı” süreçlerde doğru, güvenilir ve sağlam bilgi için Maturidi’nin yaklaşımına her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır. Yeni bir medeniyet için yeni bir İslam anlayışı inşa edilmelidir. Maturidi’nin Tevhid’i merkeze alan din anlayışı, İslam ortak paydası bilincinin oluşturulmasını kolaylaştırabilir. Müslümanların yaşadıkları krizi derinleştiren hususlardan birisi de insan hürriyetine gereken hassasiyeti göstermemeleridir. Özgürlüğün olmadığı yerde, İslam’dan söz edilemeyeceği gibi medeniyetten hiç söz edilemez. Maturidi’nin dengeli özgürlük anlayışı iyi anlaşılabilirse, olumsuzlukları meşrulaştırmaya yarayan kaderci anlayıştan da, sağlıklı düşünmeyi ve yaratıcı yetileri etkin kılmayı zorlaştıran baskıcı ortamlardan da kurtulmak mümkün olabilir. Maturidi, aklın ve vahyin birlikte etkin olabileceği, birbirini tamamlayacağı bir yaklaşımı benimsemiştir. Sağlıklı bir din anlayışı için bu yaklaşım uygun bir model olabilir. Maturidi, farklı görüşlerden nasıl yararlanılabileceği, farklılıkların nasıl zenginlik olabileceği konusunda da bize ışık tutabilir. Kitabu’t-Tevhid dikkatlice okunduğunda, başta Mu’tezile olmak üzere diğer mezheplere yönelik sert eleştiriler olmasına rağmen, onların birtakım olumlu görüşlerinden nasıl yararlanıldığı açıkça görülebilmektedir. Müslümanların, her ne kadar bugün mazinin derinliklerinde kalmış olsa da, muazzam bir medeniyet yarattıkları her türlü tartışmanın ötesindedir. Bu tecrübenin önemli bir kısmı mevcut Batı uygarlığının alt yapısını oluştur-


136

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

muştur. Ancak bu medeniyet birikimden yeterince istifade edildiğini söylemek pek mümkün değildir. Hala yararlanılabilecek pek çok şey vardır. Hala keşfedilmeyi bekleyen Maturidi gibi büyük kafalar, kendilerini anlayacak bilim adamlarını beklemektedir. Biz, sadece yeni bir medeniyet perspektifinden Maturidi’nin düşünce sistemini okumak, yeni oluşumlara destek olabilecek kurucu fikirleri tespit ederek, onların bize nasıl yol gösterebileceğini düşünmek ve tartışmak istiyoruz. Bu doğrultuda ilk akla gelebilecek husus onun bilgi, akıl ve din anlayışı olmaktadır. İslam Düşünce Tarihi’nde bilgi kuramı ile ilgili görüşlerini sistematik bir şekilde ilk ortaya koyan Maturidi’dir. Hüseyin Atay’ın şu ifadeleri dikkat çekicidir: “Benim tespitime göre İslam bilim ve felsefe tarihinde bilgi kuramının temelini Muhammed b. Muhammed b. Mahmud Ebu Mansur el-Maturidi (333/944) atmıştır. Türk milleti, İslam dünyasına dünya çapında beş büyük ilim ve felsefe adamı vermiştir: Ebu Hanife (150/767), Buhari (256/868), Ebu Cafer et-Taberi (310/922), Farabi (399/950) ve Maturidi (333/944). Kelamda Maturidi insan iradesine önem vermiş, insanın gerçek anlamda işinde, düşüncesinde özgür olarak sorumlu olması kuramını öğretmiştir. İnsan, hür olunca sorumluluğunun gereği olan ilme, ilim nazariyesine ve onun sonucu olan medeniyetin kurulmasına büyük katkıda bulunmuştur. Bilginin oluşması ve düşüncenin gelişmesi açısından ve İslam kültürünü, medeniyetini iyi anlamamız için Maturidi gibi büyük düşünce adamlarının fikirlerinden faydalanmak doğru yoldur.” Atay, “Ebu Mansur Maturidi ve Bilgi Kuramı”, İmam Maturidi ve Maturidilik, ed. S. Kutlu, 174) Atay’ın bu tespitine Biruni’nin ve İbn Sina’nın da katılması gerektiğini düşünüyoruz. Eğer yeni bir İslam medeniyeti inşa edilebilecek ise, bunun teolojik ayağını Maturidi, Felsefi ayağını Farabi ve İbn Sina ve Bilimsel ayağını ise Biruni oluşturabilir. Bu gerçekten seçkin kafaların daha önceki İslam medeniyetine yapmış oldukları katkının yeterince araştırılmamış olması bile, İslam medeniyetinin niçin ölü medeniyetler safında yerini aldığını anlamayı kolaylaştıracak bir husustur. Maturidi’nin içinden geldiği düşünce geleneğinin köklerini birinci hicri asırda bulmaktayız. O zaman diliminde Müslümanları yoran “büyük günah” meselesi, Araplar’ın hem Kureyş’ten olmayanlara, hem de Mevali denilen gayrı Araplara yönelik tahkir edici tutum ve tavırları, Emevi iktidarının ağır baskısı, sosyolojik açıdan yeni oluşumları, düşünsel açıdan da yeni arayışları adeta kaçınılmaz hale getiriyordu. Kureyş’in merkezi otoritesine tepki, bedevi hayattan yerleşik hayata geçişin sancıları, hızlı kültür değişimi gibi bazı faktörler, “tepkisel-kabilevi din anlayışı”nın temsilcisi olan Haricileri


Makale ve Analizler - 2018

137

ve Hariciliği hazırlamıştı. Sadece kendi yaşadıkları yerleri “daru’l-İslam” (İslam toprağı) olarak gören, kendileri gibi düşünmeyenleri, kolayca İslam dışına iten, amel ve imanı özdeşleştiren, büyük günah işleyenleri müşriklikle itham eden Hariciler, Müslümanların yaşam alanlarını daralttıkları gibi, şiddeti meşrulaştıran görüşleriyle İslam’ın fıtratla uyumuna da zarar veriyorlardı. Emevi iktidarı da bir yandan Harici isyanlarıyla başa çıkmak için çaba sarf ederken, diğer yandan da kendi yapıp ettiklerini meşrulaştırmak için, daha sonra “cebriye”nin çekirdeğini oluşturacak eğilimleri destekliyorlardı. İşte “büyük günah” tartışmaları, Emevilerin ve Haricilerin özgürlük karşıtı söylemleri, Mevali denilen Arap olmayan Müslümanların Müslüman olarak hayata tutunma çabaları, bazı insanları, ister istemez daha özgürlükçü ve eşitlikçi, İslam’ın evrensel ilkelerine vurgu yapan arayışlara sevk etti. Bu doğrultuda özellikle amel-iman ayrımına vurgu yapan, imanda eşitliği savunan, büyük günah işleyenin durumunu Allah’a bırakmanın doğru olduğu iddia eden kimseler Mürcie adıyla anılmaya başlandılar. İşte bu tür arayışlar, Maturidi düşüncenin beslenme kaynakları olarak karşımıza çıkmaktadır. Maturidi, insanı ve insan gerçeğini esas alarak, insanın öz varlık yapısından hareket ederek insanı, dini, olay ve olguları anlamaya ve açıklamaya çalışmıştır. Bunun en açık kanıtı, insan bilgisinin odağına duyular bilgisini yerleştirmesi, “bu tür bilginin zıddı olan cehli benimseyene gelince, evet bilgiyi inkar eden birinden haberdar olan herkes onu inatçı olarak isimlendirir.” (Maturidi, 2002, 10) diyerek, çözümün ona kendi varlığının farkında olacak şekilde davranılmasında yattığını belirtmesidir. “Böyle inatçı birine yapılması gereken şey, anlamsız müşkülpesentliğini bırakması için organ kesme türünden şiddetli bir elemle eziyete maruz bırakmaktır. Çünkü biz, onun, zaruri ilim statüsünde bulunan duyu bilgisinin şuurunda olduğundan eminiz, ne var ki sadece inat ve güçlük çıkarma uğruna iddiasını sürdürmektedir. “ (Maturidi, 2002, 10) Burada Maturidi’nin amacının insana eziyet etmek değil, ona kendi varlığının farkında olması için katkı sağlamak olduğunu açıkça görebiliyoruz. Maturidi için başlangıç noktası insanın kendi varlığının farkında olmasıdır. İnsanla ilgili her şey, öncelikle insanın kendi varlığının farkında olması ile ilgilidir. Aslında insanı diğer canlılardan farklı kılan, daha doğrusu insanı insan yapan insanın, kendisinin, evrendeki yerinin, düşündüğünün ve bilgi ürettiğinin farkında olmasıdır. Sadece insanın soyut düşünebildiğini, madde üzerinde tasarruf gücüne sahip olduğunu, kültür ve medeniyet yaratabildiğini bilmekteyiz. İnsan, çevresinde olup bitenleri, olay ve olguları


138

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

algılamakla, anlamakla ve açıklamakla yetinmemekte, bildiklerinden hareketle yeni bilgiler ve teknoloji üretebilmektedir. Bilgi üretme, bilgiyi kayıt altına alarak birikim oluşturma ve bunu daha sonraki nesillere aktarabilme sadece insana özgüdür. İnsan, kendi varlığının farkında olduğu ölçüde, bu söylediklerimizin de daha iyi farkına varma imkânına sahiptir. “Kendini bilmek”, kendi varlığının farkında olmakla birlikte başlayan bir bilgilenme ve bilinçlenme sürecidir. İnsan, hem hayatın her anında yeni bir varlıktır, hem de kendisi ile ilgili algısını, kendilik bilincini sürekli yenileyen bir varlıktır. Maturidi’nin, düşünce sistemini “insan”ı esas alarak inşa etmiş olması, kendi çağı bakımından çok ileri bir durum olduğu gibi, bugüne ışık tutması açısından da son derecede önemlidir. İçinden geçtiğimiz zorlu süreçlerde insanın, kendi varlığının farkında olmaya ve yüksek insani değerlere her zamankinden daha fazla ihtiyacı vardır. Kendi varlığının farkında olan bir kimse, öncelikle sahip olduğu bilginin dış dünyadaki gerçeklerle ne kadar örtüştüğünü, ürettiği kavramların ve bilgisinin ne kadar güvenilir olduğunu sorgulamak ihtiyacı hissedecektir. Bu doğrudan insanın varlık yapısından kaynaklanmaktadır. Çünkü insan varlığını sürdürebilmek için, bildiklerine güvenmek, onlardan akıl yürütme ile doğru sonuçlar elde etmek, bilgiye dayalı doğru kararlar vermek zorundadır. Maturidi, delillere dayalı olarak her konuyu tartışmaya çalışır. İnsanın fiilleri, hürriyeti ve kesb meselesini ele alırken de görüşlerini nakille, akılla ve “inkar edenin gerçeğe karşı bile bile direnen kimse durumuna düşeceği zaruri bilgi ile” (Maturidi, 2002, 287) temellendirmeye çalışmıştır. Ona göre herkes “kendisini yaptıklarında hür, fail ve kasip olarak hisseder.” (Maturidi, 2002, 288) Bir başka ifadeyle her insan, kendini tanıdığı kadar, kendisinin hür irade sahibi bir varlık olduğunu bilir. Özgürlük meselesi, insanın kendisi ile ilgili algısına göre şekillenir. Her insan, geliştirebildiği özgürlük bilinci kadar özgür olabilir. Yeni bir medeniyet tasavvuru, insanın evrendeki yerinin, koordinatlarının fıtrata uygun olarak yeniden belirlenmesine, insanın kendisi ile ilgili varoluşsal bilincin yeniden diriltilmesine bağlıdır. Kendi varlığının farkında olmayan bir kimsenin, yaratıcı yetilerini bilinçli ve etkin kullanmasını beklemek ne kadar doğru olabilir? İnsan, insan olmanın “var olma”dan daha fazla bir şey olduğunu, bunun da ancak emekle, değer üretmekle mümkün olabileceğini bilerek kendini inşa etmeye başlarsa, yeni bir medeniyet hamlesinin ilk adımları da atılmış olur. Kendi varlığının farkında olmayan, “kendini unutan” “Allah’ı da unutmuş” olacağı için, insanı insan yapan bütün


Makale ve Analizler - 2018

139

süreçlerin dışında kalmaya başlar ve ya tanrılık iddiasına kalkışır, ya da kelimenin tam anlamıyla nesneleşir. Belki de tanrılık iddialarının nesneleşmenin zirvesinde ortaya çıktığını söylemek bile mümkün olabilir. Not: Bu yazı; Prof Dr. Hasan ONAT’ın (Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, İslam Mezhepleri Tarihi Ana Bilim Dalı Başkanı) Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi Beşeri Bilimler Fakültesi Din Bilimleri bölümü ile Avrasya Araştırma Enstitüsü organizatörlüğünde 04-06 Mayıs tarihleri arasında Kazakistan’ın Türkistan şehrinde Uluslararası Maturidilik (Dünü, Bugünü ve Geleceği) Sempozyumda Sunulan “Yeni Bir İslam Medeniyeti İçin Maturidi ve Maturidiliğin Önemi” Tebliği Özetlenerek Hazırlanmıştır.


140

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Tane Tane Düşünceler Ve Söylenceler Tarih: 25 Ekim 2018 Yazan: Kıdemli öğretmen, şair Galip SERTEL Konu: Anadilimizde okul, kültür, yaratıcılık sorunları ve siyasi irade. İkide bir “Türkiye, Bulgaristan’da yaşayan Türk ve Müslümanlarla yeterince ilgilenmiyor” diye sözler işitilip duruyor da, oysa Türkiye Cumhuriyeti şehirlerinde, köylerinde hatta herhangi bir köşesinde bir Balkan göçmeni,şöyle balkanca bir boy pos arzı endam buyursa, hemencecik yanıbaşında, peşinde, sağında solunda onu tane tane düşünenler bulunur.Sadece onu değil, zoraki bir göçle terkettiği topraklarda bıraktığı akrabalarını da düşünenler bulunur.Gecesini gündüzünü onların mutluluğu uğruna seferber etmiş şu Sivil Toplum Örgütleri zincirinde türlü türlü güzelim otantik adlarla sayıları binleri aşan göçmen dernekleri bulunur…Fedarasyonlar bulunur, konfedarasyonlar bulunur… Var da var.. Bayram olur, seyran olur o derneklerin muteber temsilcileri giderler giderler Tuna boylarına,Rodoplar’a, yıldızlı mı, yıldızsız mı otellerde ağırlanıp uğurlanırlar…Sanal alemin internet sayfalarında bol bol,yollara düşen neşeli göçebe kuşları gibi boy boy resimler konar, kurbanlar kesilir,çiftetelli halk oyunları oynanır, nutuklar çekilir, demeçler verilir…Bizim çocukluğ umuzda,Dobruca,Deliorman köy odalarında, delikanlıların darbuka, zilli maşa ile söyledikleri”Benim adım Tozpembe /İş ararsan yok bende” halk türküsünde gibi,şen şakrak,tozpembe bir tablosu çizilir memleketin…Amma diyeceksiniz,amma Bulgaristan’da, şu demokrasinin tozpembe havasında, burada çeyrek asırdır devletin güzelim okullarında Türk çocukların anadili Türkçeyi öğrenme hakkının göz göre göre resmen gasp edildiği tartışılmaz…ZİP’lerle(MECBURİ SEÇMELİ DERS),SİP’lerle(SERBEST SEÇMELİ DERS)gibi bir takım uygulamalarla,okullarda Türk çocuklarının ana dili öğrenme hakkı hasıraltı edildiği dile gelmez,çözüm yolları aranılmaz…Saygıdeğer büyüğümüz, Şumnu Üniversitesi Öğretim üyesi,1990 yılı 7.Büyük Millet Meclisi’nde HÖH partisi eski milletvekili Mehmed Beytullah Beyefendi’nin belirttiği gibi:


Makale ve Analizler - 2018

141

“Türk ve müslümanların veya onların hak ve özgürlüklerini destekleyen Bulgar oylarıyla seçilmiş milletvekilleri, Belediye Başkanları (Muhtarları), Belediye Meclis Başkanı ve üyeleri; azınlıkların hak ve özgürlüklerinin savunucusu olduğunu iddia eden HÖH siyasi partisinin ulusal ve yerel yönetim kurulları, bu durumu bildikleri halde, çözüm üretecekleri yerine; ilgisizlik ve vurdum duymazlık sergileyerek, T. Jivkov’un asimilasyon politikasını, el altından ve sorumsuzca desteklemiş olmaktadırlar. Ne yazık ki, durum bu.” Evet bir yandan durum bu,diğer yandan işsizlik,yoksulluk sorunları, milyonlarca gencin gurbette ekmek peşinde koşuşturduğu irdelenip vurgulanmaz…Daha da memleketimiz dünya sıralamasında ölüm oranlarında ön saflarda, doğumlarda sonuncu sıralarda olduğu anlatılmaz. Uluslararası insan hakları hukukunun tamamlayıcı bir parçası olan azınlık hakları konusunda bir çok anlaşmalara rağmen, Bulgaristan Türklerinin Ulusal Azınlık durumu konu edilmez, Türkçe TV, Türkçe kitap, dergi, gazete neşriyatı, Türkçe radyo yayınlarının yokluğu bilinmez… Ve var yok, varsa yoksa bir gül gülüstanlık havasında ne çok milletvekili çıkardık vallahi,vay ne çok muhtarlık kazandık,hükümetlere ortak olduk gibi gibi, öyle böyle bilinen söylenceler ve düşünceler denkleminde, tane tane ne çok bilinmeyenler varmış meğer… Lütfen paylaşınız. Politik bilince varabilmemiz için bir kişinin okuması yetmez, aynı gerçeği hepimiz öğrenmeliyiz. Teşekkür ederim.


142

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2018

143

Mücadelenin Politik Düzeyi: Anti-Faşizm Tarih: 25 10 2018 Yazan: Rafet ULUTÜRK Konu: Faşizm iki kez ezilmişti. Yani bir çağ açmak yalanlarla olmaz. Bulgar faşistleri iktidara gelmezden önce yalana yalan kattılar fakir fukara Bulgarları kandırdılar. Yumruk sallayarak kendilerine yol açtılar. Sülük gibi hükümete tırmandılar. Bulgar faşistleri dediğimizde, öncelikle artık sahne oyuncusu kılığına giren, Başbakan Yardımcısı Valeri Stoyanov tarafından kurulan ve yönetilen “Bulgaristan’ı Kurtarmak İçin Cephe” (NFSB) partisini; İkinci olarak, Başbakan Yardımcısı ve Savunma Bakanı Krasimir Karakaçanov tarafından yönetilen İç Makedon Devrim Hareketi (VMRO) partisini ve Moskova’dan gelen bir talimat üzere, Hak ve Özgürlük Partisi (DPS) parasıyla kurulan, “Ataka” partisi lideri Volen Sideov’u anlıyoruz. Bulgaristan’da faşizm 1923’te askeri darbesiyle ve 1934 yine askeri darbesiyle kök salmıştır. Bu iki faşist askeri darbede başbakan atanan Moskova’nın Bulgaristan’daki istasyon şefi Kimon Georgiev olmuştur. Şu da çok ilginçtir. 1944’te faşist


144

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

monarşi devrilip geçici sosyalist hükumet kurulurken de aynı 3 defa başbakan olmuştur. Volen Siderov, hükümet ortaklığına katılan bu üç aşırı sağcı oluşumun hem ideoloğu hem de meclis grubu başkanıdır. 2017 Mart Seçimi önce kurulan bu üçlü birliği adı: “Yurtsever Cephedir”. Kuşkusuz bu faşist partilerin “yurtseverlikle” falan yakından uzaktan ilgisi yok. Bulgaristan Müslüman Türklerinin politik iradesini ifade etmeye çalışırken, anti-faşist savaşımda saf tutan Hak ve Özgürlük Partisi, DOST ve HŞHP gibi siyasi yapılanmalar, ayrı ayrı da olsa bu 3 faşist partinin maskesinin düşürülmesi, gerçeklerin görülmesi ve Bulgaristan’ın adalet ve demokrasi yolunun kesilmemesi için sert bir seçim önü ve seçim sonrası mücadele verseler de, direniş ruhunu halk kitlelerine indirememişlerdir. Bu mücadeleyi HÖH şimdi mecliste sürdürüyor. Ne yazık ki aralarında perçinleşmiş gibi davranan faşist liderlerden – Simyonov, Siderov ve Karakaçanov – adeta örnek alınarak, demokratik kamuoyu ve anti-faşist kökenli Bulgarlarla tek cephe, anti-faşist milli mukavemet hareketi, demokrasi kalesi kurulamadı. Bu yolda çağrı da yapılmadı. HÖH milletvekili D. Peevski Bulgarca çıkan ve kamuoyu belirleyen 8 gazeteye sahip olsa da, bu yönde bir köşe yazısı çıkmadı. Yazanların kalemleri de ceplerinde kaldı. Bu mücadele internet sayfalarında kaldı. Üçüncü Dünya Savaşından önce Bulgaristan’ı da saran faşizm vebasını anımsayanlar veya kitaplarda okuyanlar, sinemada görenler, ülkemizin aynı güçlerin torunları tarafından ayrık otu gibi sarıldığını gördükçe, doğanın bile kuruması tehlikesi göz çıkarır olunca, kafalarını çevirip Moskova’ya bakmaya başladılar, harekete geçmeyip boş boş umut bağladılar. DPS adına “saray ve köşklerde” sefa süren Ahmet Doğan ise kendisine hediye edilen elektrik santrallerine, barajlara ve çöp yakma fabrikalarına çocuk gibi sevinirken, faşizan-iktidar gölgesinde olduğunu gizleyemiyor. Bu durumda, o “parti “fahri başkanı” görevinden hemen ayrılmalı ve parti üyeliğini dondurmalıdır. Sol aşırı uçta oluşan, örgütlenen, Moskofçu olduğunu gizlemeyen “Ataka” partisi, önce dikenleri batmaya başlayan faşizme karşı dikilecek toplumsalpolitik güç yaratacak umudu doğurdu. Ne var ki karşımıza bambaşka bir olgu çıktı. “Ataka” lideri V. Siderov politik sahneye sunduğu programda, XXI. Yüzyılda siyasetin “solu-sağı yok” tezini sundu.


Makale ve Analizler - 2018

145

Hiç kimseden çekinmeden, kangurunun yavrusunu torbasına toplayıp istediği yere taşıdığı gibi, seçmenleriyle birlikte aşırı-sağcı ırkçıların, Avrupa Konseyi’nin “faşist” dediği güçlerin arasına katıldı. Onlarla birlikte 2016’da “Yurtsever Cephe” kurdu, 2017’de seçime katıldı. Asıl sorulması gereken soru: Bunu kendi aklı ile mi yaptı, yoksa parayı verenler öyle mi istediler? Kremlin ziyaretlerini sıklaştırdı. Almanya Alternatifi (AfD) ve Fransa’da Marine Le Pen yönetimindeki aşırı sağcı Ulusal Cephe Partisiyle yakınlaştı, Hollanda ve Avusturya faşistleriyle koklaştı. Artık planlarında Avrupa Parlamentosunda çoğunluk olan Avrupa Halk Partisi kanadı altında AB makamlarına yerleşmektir. Bu son hedef olabilir mi? Bu hedef ve beraberinde taşıdığı çelişkinin somut kaynak noktaları da var kuşkusuz. Bugün faşist partiler İç İşleri Bakanlığı Genel Sekreterliği makamını paylaşamıyorlar. Adım adım kurumları ele geçirmeye çalışırken birbirlerine düştüler. İkili temaslar kesildi. Bulgar siyasi tarihinde Faşistlerin lideri Valentin Stoyanov’un Başbakan Yardımcılığından istifa etmesi isteğinde, sokakları ve meydanları dolduran ve siyah bayraklar altında “sistem öldürüyor” pankartı taşıyan annelerle “Ataka” lideri Siderov, “Volya” (İrade) Lideri Mareşki, BSP lideri Bayan Ninova, HÖH lideri Karadayı, Milli Ombusman Bayan Manolova, pek çok dernek ve kamu temsilcisi birleştiler. Fakat henüz kurumlaşma olmadı. Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) bir kitle partisi olarak, anti-faşist savaşımın başını çekeceğine, içinden çıkamadığı bir kör sokağa girdi. Sunduğu üçüncü gensoru da geçmedi. Parlamentoyu boşaltmak kendiliğinden siyaset üretmiyor. HÖH partisinin de meclisten çıkması yasama kurumunu felce uğratabilir. Böyle bir hazırlık izleniyor. Sol cephede yer aldığı iddia eden BSP yönetimi – “eski komünist, yeni para babaları” – 30 senede yeni bir parti programı geliştiremediler. “Demokratik sosyalizmden” sağ kayıyorlar. İdeolojileri yok, el yordamına yol ararken yeni bir perspektif gelmedi. İzlenen siyasi çizgide kaotiktik var. Emekli maaşıyla kentlerde geçinemeyen, sıcak su ve kalorifer, çöp ve asansör masraflarını karşılayamayan ve bu nedenle köylerdeki evlerine dönüp domates biber, bir keçi ve 10 tavukla meşgul olmayı seçenlerin hırsızlarla başları dertte. Emeklilerde sosyalizme


146

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

dönme hevesini korku kışkırttı. Diktatör Jivkov rejiminde ufak tefek hırsızlık yoktu. BSP’li yaşlı kuşak sıkıldıkça o yılları gözler oldu. Totalitarizmden ve korkudan arıtma çabaları internet forumlarında kızışıyor. Faşistler 1944 – 1989 dönemini kapsayan komünist totalitarizmden arınmak ve onu lanetlemek isterken, komünist ve sosyalistler de III. Boris dönemine faşist deyip en şiddetle şekilde lanetlemeye çalışıyorlar. İnternet ikiye bölünmüş durumda. İnternet üzerinden derinleşen komünistfaşist kavgası ile ilgili Bulgaristan İnternet Kullanıcıları Derneği Başkanı Veni Markovski’nini bir kitabı çıktı. Çağdaş savaşları soğuk savaş, siber savaş ve internet savaşı olarak ele alan, analiz edip sonuç çıkarak bu araştırmacı yazar, “İnsanların kişisel dünya görüşünü değiştirmesi, birçok şeyi, bu arada geçmişlerini inkâr etmeleri hiçbir şeyi değiştirmiyor, hayat bir ırmak gibi yükünü taşıyarak akmaya devam ediyor.” diyor. İnternet üzerinden yürütülen III. Boris tartışmasına ışık tutan Markovski, İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi Almanya’sının Sofya Büyükelçisi Adolf Bekerle arşivinden “III. Boris Adolf Hitler’in en yakın dostlarından biriydi” sözlerini almış, Bulgar Çarının Büyük Savaşta Yahudileri “kurtardığı” iddialarına yanıt olarak ölüme sürülen 11 332 Yahudi’nin isimlerini sıralamış ve “hiç biri geri dönmedi” bilgisini de vermiştir. Bulgar tarihinin internet üzerinden teftiş edilerek arıtılırken değiştirilmesinin çok zor olacağına işaret ediyor. Faşistler ve antifaşistler şeklini alan bu amansız kavga Milli Eğitim ve Teknoloji Bakanlığına taşındığında kabul edilmeyen “jender” zihniyetinin artık 9. Sınıf biyoloji kitaplarına girdiğini, faşist görüşlerin demokrasi değerlerini bütün ders kitaplarda kemirdiğini görüyoruz. Belki de bu nedenlerle, Bulgaristan’da her yıl 5 bin öğretmen işten ayrılıyor, emekliliği seçiyor ya da gurbeti boyluyor. Karma bölgelerdeki okullarda öğretmen eksikliği var. Türk okulları, anadilde eğitim ve öğretim sorunlarına yeni başa dönmek gerekiyor. Dönülecek nokta belki de geçen yüzyıl başlarına dönme olmalıdır. O dönemden başlayarak, Bulgaristan’daki Türk okullarında derse giren hocalara, eğitmenlere ve okul müdürlerine maaşlarını Ankara Eğitim Bakanlığı veriyordu. Söz konusu olan yalnızca dini eğitim değil, bu uygulama dünyevi öğretimi de kapsıyordu.


Makale ve Analizler - 2018

147

Bulgaristan’da Türk dilinde eğitim öğretim açığını kapamak için, Türkiye Cumhuriyeti’nde atama bekleyen (özellikle soydaş) öğretmenlerden faydalanmak mantıklı olur. Bu sorun çözülmezse, demokrasi koşullarında, 81 milyonluk anavatana sırtını dayamış, gece gündüz destek bekleyen Bulgaristan Müslüman Türklerinin faşistlerle-komünistlere nasıl yenik düştüğünün tarihini yazmaktan ve ellerine kazma kürek alıp kendi mezarlarını kendi elleriyle kazmaktan başka yapacakları bir şey kalmamıştır. Bugün Bulgaristan’daki Fransız, İngiliz, Alman, İspanyol okullarının parası ilgili ülkelerin Eğitim Bakanlıkları tarafından karşılanıyor. Hocalar Bulgaristan’a ilgili ülkelerden gönderiliyor. Bu konuda da, Bulgar faşist ve komünist ortaklığından ders almak gerekir. Arnavutluk, Makedonya, Kosova, Sırbistan ve Ukrayna’da 2017-2018 döneminde Bulgar milli azınlıkların varlığını tanıtan Borisov hükümeti, Bulgar köylerine asfalt yol döşerken, okul, lise ve kültür evleri açtı. Dış ülkelerdeki azınlık çocuklarına Bulgaristan’da iş garantisi verdi. Toplam 150 kültür eviyle dünyaya dağıldı. Bedava kitap-defter dağıtıyor, konuşmacılar gönderip Bulgar bilinci akıtıyor… Bu artık bir gelenek haline geldi. Sırbistan’da (Belgrat’la Batı Sınırı Boyunda yaşayan Bulgarlar anlaşması imzalandı) yaşayan Bulgarlara bedava sağlık hizmeti taşıyor. Bulgar milliyetçilerinin dayattığı yasaların hepsi kabul edilmiştir. Faşist Valeri Simyonov’un Başbakan Yardımcılığı görevinden hemen istifa etmesi için facebook üzerinden örgütlenen iki kampanyasından biri her saat 11 bin, ikincisi de 10 bin imza topluyor. Bu arada, Bakanlar Kurulu, Valeri Simyonov’u BULGARİSTAN ETNİK AZINLIKLAR MİLLİ KONSEYİ BAŞKANLIĞINDAN istifaya zorladı. Fakat bir saat sonra ÖZÜRLÜ ÇOCUKLAR MİLLİ KONSEYİ BAŞKANI atadı. Tarih 25 Ekim 2018, saat 19’uz Sofya’nın merkezine toplanan binlerce kişi siyah bayrak dalgalandırarak ve “sistem öldürüyor” sloganıyla Başbakan Yardımcılarının ve hükümetin istifasını istiyor. Parlamentodaki tartışmalarda muhalefet ve “Volya” Başkanı Mareşki ile “Ataka” Başkanı Siderov Başbakan Yardımcısı Valeri Simyonov’un hemen istifa etmesinde yeniden ısrar ettiler. “Yurtsever Cephe” dağılırsa Borisov’un III.Hükümeti düşebilir. Fakat bu Bulgaristan’da faşizmin de yenilgisi olmalıdır. Vatandaşlarımız faşist bir


148

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ülkede yaşamak istemiyor ve memleketi terk ediyorlar, geri dönmüyorlar. Anti-faşist hareketlenmeye katılmak zorundayız. Lütfen bizi izleyiniz. Yorumlarımızı arkadaşlarınıza ve yakınlarınıza paylaşınız, sesli okuyunuz. İlginize ve okuduğunuz için teşekkürler.


Makale ve Analizler - 2018

149

İslam’da Din-Devlet İlişkisi-1

Yazan: Nevzat ÖZTÜRK, İlahiyatçı, Eğitimci Yazar Din kelimesi sözlüklerde; İslam, tevhid, hüküm, Allah katında kulluğu gösteren ibadet, şeriat, takva gibi manaları da ifade eder[1]. Kur’an’da ise din kavramının; insanı doğru yola ileten bir yol göste­rici[2], doğru ile yanlışı ayırmaya yarayan bir ölçü[3], insan için gerekli olan değerler ve onun yolunu aydınlatan bir nur[4] olarak tanımlandığı görülür. Bu ayetler ışı­ğında din; insanları hak ve adalete götüren, dünya ve ahiret mutluluğunu sağ­layan değer ve ilkeler olarak kabul edilmektedir. Dinin; Tanrı ile insan arasındaki ilişkileri ifade ettiği anlaşılmaktadır. Bu ilişkide, Tanrı’dan insana doğru emirler ve hâkimiyet; insandan Tanrı’ya doğru ise O’nun üstünlüğünü kabul etme, itaat ve saygı vardır. Burada din teriminin, tarihin bir döneminde ortaya çıkmış ve uygulanmış olan sabit bir sistemi ifade etmediğine dikkat çekmek gerekir. Çünkü toplumun dinden ne anladığı, ancak onun yaşandığı ortam ve dönemde kendine yüklenilen yorumun pratiğe akta­rılmasıyla ortaya çıkar ve kendisini gösterir. Din, insana bir bakış açısı kazandırmakta, hayatını anlamlı hale getirebil­ mesi için değer üretmekte ve onu doğru yola yönlendirmektedir. Dinin insan ta­rafından yaşanması, hayatın çeşitli alanlarına girmesi, bir toplumun tarihin her­hangi bir döneminde dini yorumlayarak toplumsal kurallar oluşturması (ictihad) ise karşımıza din anlayışı olarak çıkmaktadır. Bu nedenle din ile din anlayışı arasında fark vardır. Din ile din anlayışı arasındaki ayrıma dikkat çekilmesinin nedeni; din ile dinin belirli bir dönemde ve mekânda tezahürü olan din anlayı­şının aynı anlama geldiğinin sanılması neticesinde; dinin sadece bir kurallar yı­ğını olarak görülüp, özünün göz ardı edilmesi ve onun aynı zamanda bir yaşama biçimi olduğunun göz ardı edilmesidir. Burada önemle üzerinde durulması gereken husus, din anlayışının dinin muamelatla ilgili kısımlarında neden/sebep olduğu farklılaşmalardır. Özellikle toplumsal hayatın gerektirdiği düzenlemeler ve yönetim konusunda Hz. Peygamber’in vefatından sonra ortaya çıkan uygulamalar (ictihadlar) evrenselleşti­rilmeye çalışılmakta ve değişmez kabul edilmektedir. Bu da Müslümanların kendi dönemlerinde ortaya çıkan toplumsal problemlere, yaşadıkları dönemin şartlarını değil, geçmişin uygulamalarını esas alarak çözüm aramalarını bera­berinde getirmektedir. Hâlbuki din, ilahîdir; dinin uygulanış biçimi olarak kabul edilen din anlayışı ise aklî ve örfîdir. Din; evrenseldir; din anlayışı; ise tarihsel ve yereldir. İlahî olma özelliği ne-


150

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

deniyle din mükemmel iken, insanın toplumsal yaşamının ürünü olarak ortaya çıkan din anlayışı; ise insani kusurlara, zaman ve mekân kısıtlamalarına maruz kalmıştır. İslam’ın ilk dönemlerinde Hz. Peygamberden sonra yönetime gelen yakın arkadaşları (sahabe) din ile din anlayışı arasın­daki bu ayırımın her zaman farkında olarak, toplumsal kurallar ve yönetim ko­nusunda, dinin dinamizmini her daim öne çıkarmışlardır. Ancak sonraki dönem­lerde bu ayırım ortadan kalkmış, evrensel olan din; her dönemin problemlerine yönelik ilkeler ortaya koymuş olmasına rağmen, belirli bir dönemin uygulamala­rının, statik, donuk ve sorgulanamaz bir hale getirilmesiyle din de bu niteliklerle algılanmaya başlamış ve sonunda din sahip olduğu dinamizmi yitirme tehlike­ siyle karşı karşıya kalmıştır. Din-devlet ilişkisinde karşımıza çıkan diğer bir kavram da devlettir. Devlet; “değişmek, bir halden bir başka hale dönmek, nöbetleşe birbiri ardına gelmek, dolaşmak, üstün gelmek, zafer kazanmak ve el değiştirmek” gibi anlamlara ge­len Arapça kökenli bir kelimedir. Aynı zamanda devlet, sosyolojik bakış açısıyla yöneten ve yönetilenle­ rin farklılaşması ile oluşmuş siyasi organizasyon olarak da tanımlanmıştır[5]. İslam düşünürlerinin ise devleti; mülk, hilafet, imamet gibi kavramlarla ele aldıkları ve bu kurumu toplum halinde yaşayan insanlar için bir zorunluluk ola­rak kabul ettikleri görülür. İslam düşünürlerinden Maverdi (974-1058), devleti; temelleri olan, toplumsal ve idari destekçileri bulunan, bir kişi ya da zümre ta­rafından idare edilen bir mekanizma olarak algılamış[6] ve devletin amacını dini ve dünyevi maslahatların korunup geliştirilmesi olarak açıklamıştır. Yine İslam düşünürlerinden Gazali (1058-1111) ise devletin, zaruri ihtiyaçlarını karşıla­mak için bir arada yaşamak zorunda olan insanların işbirliği ve işbölümü sonu­cunda ortaya çıkan, insan ilişkilerinin düzenlenmesi için gerekli olan bir kurum olduğuna dikkat çekmiştir[7]. Görüldüğü gibi devlet; birlikte yaşamak zorunda olan insanoğlunun, top­lumsal yaşamı devam ettirebilmesi için, ihtiyaç nedeniyle ortaya çıkmış bir araçtır. Canlı ve irade sahibi bir varlık olmayan ve diğer araçlar gibi kullananla­ra göre şekil alan devlet, bir vasıta/araç olarak görülmekte; bu vasıta iyinin elinde iyi, kötünün elinde ise kötü olmaktadır. Bu vasıtayı/aracı kullananlar – yöneticiler- kendi görüş ve inançlarını devlete yansıtmakta, devlet de idarecile­rin inançlarına göre şekillenip, isimlendirilmektedir. Ayrıca devletten bir dine mensup bir birey gibi bir davranış da beklenemez. Çünkü dinin muhatabı in­sandır, kurum değildir. O, sadece, toplumun ve kendisini kullananların inanç ve düşüncelerine göre şekillenen, ortak yaşama kural-


Makale ve Analizler - 2018

151

larının koruyucusudur. Ana­yasa ve yasalardan oluşan ortak yaşama kuralları nasıl belirlenirse devlet de ona göre şekillenmiş olur. Kur’an’da; şekli ve sınırları belirlenmiş kurumsal bir devletten ve devletle ilgili unsurlardan bahsedilmemektedir. Evrensel bir din olan İslam, toplumsal yaşamla ilgili ilke ve değerleri ortaya koymakta[8], ancak bu ilke ve değerlerin ne şekilde uygulanacağını insana, zaman ve zemine bırakmaktadır. İslam’ın yeryüzünde var olabilmesi veya kişilerin Müslüman olması için bir devlete zo­runlu olarak ihtiyaç yoktur. Devletin olmadığı ortamlarda da fertler Müslüman olabilir. Ancak İslam’ın, mensuplarından toplumsal yaşamla ilgili bir takım bek­lentileri vardır. Bunlardan en önemlileri; yeryüzünde adaletin sağlanması, zul­mün sona erdirilmesi, iyiliklerin yaygınlaştırılması, fenalık ve azgınlıktan uzak durulmasıdır. Bunlar, Müslümanların toplumsal hayatta yapması ve yerine ge­tirmesi gereken bazı yükümlülüklerdir[9]. Adaletle hükmetme sorumluluğunu inananlarına yükleyen İslam, şayet bu sorumluluğun nasıl gerçekleştirileceği ile ilgili bir ayrıntıya yer vermiyorsa, o zaman buradan; siyasi yönetim biçimin şeklinin nasıl olacağı hususu, insan ak­lına ve iradesine bırakmıştır sonucu çıkarılabilir. Bu durumda devleti, dinin bir gereği ve din tarafından belirlenmiş bir kurum olarak görmemek gerekir. Dev­let, insanların kendi inisiyatifleri ile Allah tarafından kendilerine yüklenen so­rumlulukların yerine getirilmesi için kurulmuş tamamen beşeri bir kurumdur. Evrensel bir din olan İslâm, insan hayatını ve toplumun işleyişini düzenle­ mek için bir takım kurallar getirmiştir. Ancak muamelatla ilgili bu kurallar, İslâm’ın sosyal hedefleri doğrultusunda daima yorumlanabilir olmayı sürdür­müştür. Bu yorumlama çalışmaları Hz. Peygamber’den hemen sonra başlamış ve günümüze kadar da devam etmiştir. Bu durum ise İslam’ın dindevlet ilişki­lerinde farklı bir bakış açısı getirmesine neden olmuştur. Devlet, dinin ortaya koyduğu hayat tarzını uygulamaya geçiren bir vasıta olarak görülürse, İslam’da sınırları ve şekli belli bir devlet teorisinden söz edi­lemez. Her durum ve şartta uygulanabilir bir devlet şekli, İslam’ın evrenselliği ile örtüşmeyeceği için dinin ana kaynaklarında böylesi bir model aramak boşa bir çaba sarf etmek olur. Buna rağmen İslam Tarihi boyunca, Müslümanların devlet şekillerini; zaman zaman Şeriat Devleti veya İslâm Devleti diye tanımla­maya çalıştıkları da bir vakıadır. İbn-i Teymiyye ile başlayan ve soğuk savaş dö­neminde artan devlet tartışmalarının Müslümanların güçsüz ve devletsiz kaldık­ları dönemlere denk gelmesi oldukça manidardır.


152

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Öncelikle, Allah’ın mutlak hâkim olduğu ve hâkimiyetin de O’na ait olması, kozmolojik ve ontolojik anlamda tartışma götürmez bir gerçektir. Bu konuda herhangi bir ihtilaf yoktur. İhtilaf konusu olan şey, her şeyin sahibi ve hâkimi olan Allah’ın, yeryüzüne gönderdiği insana kendi adına siyasi egemenlik hakkı verip vermediği hususudur. İslam’ın ortaya koyduğu yönetim ilkelerinden sade­ce şûra ilkesi dikkate alındığında bile, siyasi egemenliğin insanda olduğunda şüphe yoktur. Çünkü şûra, toplumsal iradenin tecelli ettirilmesinden başka bir şey değildir. Durum böyleyken; “Hâkimiyet Allah’ındır” iddiası ile insanlar ara­sında hüküm koymak; bunu yapanın, kendi iradesini ve yorumlarını Allah’ın ira­desi sayması anlamına gelecektir. Allah, evreni insanın emrine vererek ona ge­niş bir egemenlik alanı açmıştır. Ama bu, insanın Allah adına siyasi egemenlik kullanacağı anlamına gelmez. Bu şekilde bir anlayışla egemenliği metafizik hâkimiyete dönüştürmek, onu kullananları sorgulama dışında bırakmak; top­lumu yönetenlerin topluma hesap vermek ve halk tarafından gerektiğinde de­ğiştirilmek endişesinden kendilerini kurtarmak için geliştirdikleri bir yol olarak görünmektedir. Siyasi egemenliğin Allah’a ait olduğu ve bu egemenliğin onun halifesi olan insan tarafından kullanılacağı iddiası ile ilgili dikkat çekilmesi gereken bir diğer konu da, yukarıda bahsettiğimiz gibi, din ile din anlayışı arasındaki farktır. Din, değişmez ve evrensel iken, din anlayışı (ictihad) insanın kişiliğine, zaman ve zemine göre değişmektedir. Aynı ayetlerden; zaman ve zemine veya kişiye göre çok farklı yorumlar çıkması, din ile din anlayışı arasındaki ayırımdan kaynak­lanmaktadır. Aynı ayete dayanmalarına rağmen, insanlar pekâlâ farklı sonuçla­ra varabilmektedir. Böyle bir durumda Allah’ın mesajı, insanların yorumlarından dolayı ilâhîlikten çıkarak insanileşmektedir. Mesajın kendisi ilâhî, anlaşılması, uygulanması ise insanî olmakta ve kişiden kişiye değişir bir hal almaktadır. Onun için Allah’ın buyruğunu tatbik ettiğini iddia eden bir insan, aslında Allah’ın buyruğunu değil, bu buyruktan kendi anladığını uygulamaktadır. Onun için Allah adına hüküm vermek iddiası, Allah’ın ayetinden ortaya çıkan bir yorumun, Allah adına kullanılması anlamına gelir ki bu da, günümüzde bazı ülkelerde olduğu gibi, Allah adına zulüm yapılmasını da beraberinde getirebilmektedir. Belirttiğimiz üzere, Kur’an’da devletin şekli ve yönetim biçimini ayrıntılı bir şekilde belirleyen ayetlerin olmaması bu konunun Müslümanlara bırakıldığının da bir göstergesi olarak kabul edilmelidir. Allah, Kur’an’da bu konuda Müslü­manlara sadece; işlerini aralarında “şûra” yoluyla çözümlemelerini[10], “emanet­leri ehline vermelerini” ve “insanlar arasında adaletle hükmetmelerini[11]” em­retmiştir. Müslümanlara düşen,


Makale ve Analizler - 2018

153

bu ilkeler ışığında, yaşadıkları dönemin ve top­lumun ihtiyaçlarına göre din anlayışlarını gözden geçirmek olmalıdır. İslam, özü gereği bir ideolojiden yana değildir ve hiçbir zaman da bir ideolo­jik tavır içine girmemiştir. Bu nedenle insanlara somut idari ve siyasi bir sistem de önermemiştir. Sonuçta İslam Tarihi boyunca Müslümanlar kendi sosyal şart­larına uygun, farklı yönetim biçimlerini benimsemiş ve uygulamışlardır. Ancak bu farklı yönetim biçimlerinin içinde teokrasi hiçbir zaman olmamıştır. Bunun nedeni, İslam’ın ruhban sınıfının oluşmasına müsaade etmemesi, otoritesini doğrudan Tanrı’dan alan dini bir liderin varlığını benimsememesidir. İslam Tari­hi boyunca ortaya çıkan yönetim biçimleri ve siyaset teorileri, temelde nassa dayanmaktadır. Ancak bu nasslar, şartlara ve kültürel birikimlere göre yorum­lanmıştır. Böylece Müslümanların yaptıkları ictihadlar bir yandan nasslara bağlı iken, diğer yandan da içtihadın oluştuğu, toplumların özel meseleleriyle ilgilidir. Müslümanlar yaşadıkları zamana, coğrafyaya, sosyo-politik ve kültürel şartlara göre İslâm’a en uygun yönetim biçimlerini oluşturmaya çalışmışlardır. Bu konuya devam edeceğiz. Selam ve dua ile…. Paylaşmayı unutmayınız [1] Erdem, Hüsameddin, Problematik Olarak Din-Felsefe Münasebeti, Konya, 1999, s. 23. [2] Bakara, 2/2. [3] Furkan, 25/1. [4] Teğabün, 64/8. [5] Menekşe, Ömer, “İslam Düşünce Tarihinde Devlet Anlayışı: Maverdi ve Nizamülmülk Örneği”, Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, 2005, Cilt: V, Sayı: 3, ss. 193211, s. 193. [6] el-Maverdi, Ebu’l Hasen, Kitâbu Teshîli’n-Nazar ve Ta’ali’z-Zafer fîAhlâki’l-Melik ve Siyâseti’lMulk, (Tahkik: Muhyî Hilâl es-Serhân), Beyrut, 1981, s.150,151,205(Aktaran: ÇİFTÇİ ,Doç. Dr. Osman Zahid, ERDEM, Prof. Dr Hüsamettin, İstem Dergisi, Yıl: 11, Sayı: 22, 2013, s. 117 – 129.) [7] Gazâlî, İhyâ-u Ulumi’d-Din III, (Çeviren: Ahmet Serdaroglu), Ankara, 1974, s. 503 vd. [8] Şura, 42/38; Ali İmran, 3/159; Mümtehine, 60/8-12; Fetih, 48/10; Malde,5/8; Enam, 6/152; Nahl, 16/90; Nisa, 4/58-59; Necm, 53/39; Müddesir, 74/38. [9] Nahl, 16/90; Sad, 38/26; Nisa, 4/58; Şura, 42/15; Maide, 5/8-42; Mümtehine, 60/8; Araf, 7/29181. [10] Şûra, 42/38; Ali İmran, 3/159. [11] Nisa, 4/58.


154

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2018

155

Din-Devlet İlişkileri Ve Cemaatler Yazan: Nevzat ÖZTÜRK, İlahiyatçı, Eğitimci Yazar

Atalarımız, “Bir musibet bin nasihatten evladır” demişlerdir. O nedenle bazen, büyük kötülükler büyük iyilikleri doğurur. 15 Temmuz Hain Darbe Kalkışması, uzun zamandır kendini geleceğe hazırlamış olan dini görünümlü bir hareketin, yeryüzündeki en kutsal değerlere açıkça saldırma hezeyanına sahne olmuştur. Darbe kaosu yaratarak devleti ele geçirmeyi amaçlayan FETÖ/PDY, hem devlet hem de millet tarafından gösterilen tepkiyle etkisiz hale getirilmiştir. İyilik ile kötülüğün, ihanet ile sadakatin aynı sahnede boy gösterdiği 15 Temmuz, bilincimizde sadece bir tarih olarak değil, temel değerlerimizi yeniden hatırladığımız bir simge olarak, geleceğimizi de aydınlatacaktır. 15 Temmuz bizi, toplumumuzun temel kodlarını yeniden gözden geçirme ve yeniden yapılanma zorunluğu ile karşı karşıya bırakmıştır. 15 Temmuz’un bize söylediği şey en genel anlamda siyaset ve toplum teorilerinin yeniden gözden geçirilmesi gerektiğidir. Aydının ve entellektüelin görevi, tam da bu dönemlerde toplumun önünü açacak düşünceler ortaya koymasıdır. Ancak, aydınlarımızın bu görevi yerine getirmediğini görmekteyiz. Kendi teorik dünyalarında zihinsel problemleri ile uğraşırken topluma yön verecek fikirler üretememişlerdir. Hatta 15 Temmuz’a giden süreçte; dini çevrelerin, dini ihtisas kurumlarının, İlahiyat Fakültelerinin FETÖ/PDY ile ilişkisi tartışmalıdır. Devletin kurumlarını, toplumu sarih bir şekilde uyarma ve bu konularda akademik çalışma yapmaları gerekenler, 15 Temmuz sonrasında TV ekranlarında boy göstererek “Fetösavarlık” yarışına girişmişlerdir. Toplum olarak geleceği inşa etmek, geçmişi anlamak ve onu arkaya almakla mümkündür. Sağlıklı toplumlar, geçmiş ile gelecek arasında anlamlı bağlantılar kurarak bir kimlik oluşturmayı başaranlardır. Geçmişi aşağılayıp ve inkâr ederek bir gelecek arayışının içine giren toplumlar, bu radikal reddedişin bedelini her nesilde farklı krizlerle ödemek durumunda kalmışlardır. Bunu aşamada, yenilenme ile kimliği koruma arasındaki hassas dengenin daima korunması son derece önemlidir. Kendi tarihini anlamak, bunu yaparken de eleştirel düşünceyi titizlikle uygulamak gerekir. FETÖ sürekli olarak dinî olmanın yanında milliyetçi bir camia olduğu vurgusunu yapmaktaydı. Ancak onun genel olarak İslâm coğrafyasının temel sorunlarına Müslüman kitlelerden farklı baktığı anlaşıldı. Filistin-İsrail meselesinde ve özellikle de ‘Mavi Marmara’ konusunda FETÖ liderinin yaptığı açıklamalar vicdanları yaraladığı gibi tepkileri de kendine çekmiştir. Aşırı duygusal FETÖ lideri-


156

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

nin vicdanî duyarlılığının Müslümanları kapsamadığı anlaşıldı. Diğer yandan kendini daima ayrı ve ayrıcalıklı bir yere koyma tarzları da duygusal ve düşünsel olarak Müslüman coğrafyadan koptuğunu göstermiştir. 15 Temmuz akabinde gündemi en çok meşgul eden konulardan biri dini grup/tarikat/cemaat/meşreplerdir. Bu gruplara; sosyolojik açıdan bakıldığında toplumsal hayatın bir parçasıdır. Asla bir sorun olarak görülmez. Ancak İslâm ve toplum ilişkileri ekseninde bakıldığında, üstelik FETÖ gibi bir tecrübeden sonra “bunlar tarihsel ve sosyolojik birer olgudur” naifliği içinde bakılamayacak derecede ciddi bir problem haline gelmiştir. Dinin toplumsallaşması açısından dinî gurupların eski ya da yeni örgütlenmeler tarzında olumlu işlevler gördükleri bir gerçektir. O nedenle FETÖ olayı bahane edilerek toplumsal hayatı dinî her türlü yapılanmadan arındırmaya çalışmak, ancak bu işi eksik bıraktığını düşünen 28 Şubatçı ve ulusalcıların amacıyla örtüşür. Dengeli bakış açısı geliştirmek adına bir çözüm üretmek gerekir. Öncelikle dini gurup/tarikat/cemaaatlerin kendilerini sorgulamaları gerekiyor. İnsan yetiştirme politikalarını gözden geçirmek zorundadırlar. Küresel savrulmalar karşısında İslâm’ın nasıl daha iyi anlaşılıp anlatılacağı üzerine daha çok çalışmalıdırlar. Kendilerini devlete ve kamu kurumlarına adam yetiştiren ve yerleştiren birer arka bahçe olarak görmek yerine, bulundukları alanda yani sivil toplumda daha esnek, estetik ve kültürel çalışmalarla renk karabilirler. İslâm’ın amaçlara sadece güç artırarak değil aksine bilgi ve değer üreterek ve yayarak ulaşılabileceği düşüncesini ilke edinmelidirler. Bu arada diğer gruplarla ve kurumlarla (Diyanet İşleri Başkanlığı, İlahiyat Fakülteleri, İmam-Hatip Liseleri) olan ilişkileri yine Kur’ân’ın kullandığı bir kavram olan ‘hayırda yarışmak’ ilkesi üzerine kurmalıdırlar. Anlamsız ve acımasız İlahiyat, Diyanet İşleri Başkanlığı, İmam Hatip Okulları düşmanlığı yapmak yerine bu kamu kurumlarına karşı daha saygılı ve dengeli bir üslup içinde olmaları beklenmektedir. Türkiye’de dini grup/tarikat/cemaatlerin takiyyeye başvurdukları da bir gerçektir. Takiyye İslâm öğretisi açısından arızi (geçici ve istisnaî) bir uygulamadır, normal bir davranış değildir. Hz. Peygamber’in baskı altındaki bazı Müslümanlara tanıdığı ruhsat, takiyyeye örnek gösterilmektedir. Asıl olan insan hayatının korunmasıdır. Tıpkı Kur’ân’da yemesi haram kılınan bazı nesneler sayıldıktan hemen sonra zorda kalanın aşırıya kaçmamak şartıyla bunlardan yiyebileceği söylenmiştir. Takiyye ve ruhsat zorluklar karşısında hayatta kalmayı tercih etmek ilkesi altında birleştirilebilir. Her ikisi de düşmana ve zorlu şartlara karşı uygulanır. Düşman da zorlu şartlar da cana kast ettiği için aynı mantık yürürlüğe girer. Ancak takiyye ve tedbir yöntemleri-


Makale ve Analizler - 2018

157

nin Müslüman toplumda bir hayatta kalma tarzı olarak kullanılmasının anlaşılabilir meşru bir tarafı olamaz. Türkiye’de bir dönem seküler ve laisist politikaların sert biçimde uygulandığı bir ortamda kendini koruma adına takiyye ve tedbir yöntemlerine başvurulmak zorunda kalınması anlaşılabilir. Bunu tercih etmek yerine direnme ve karşı koyma yolunu seçen İslâmî ve gelenekçi guruplar olmuştur. Sonuçta bu farklılık ‘grubun ya da tarikatin/ cemaatin kendi içtihadıdır.’ denilerek tolore edilmiştir. Demokrasinin gelişmesine bağlı olarak din ve dindarlar üzerindeki baskıların kalktığı bir aşamada, hâlâ takiyye ve tedbirin uygulanması ciddi anlamda şüpheler uyandırmıştır. Müslüman bir gurubun, din karşıtı seküler çevrelerin yanında diğer Müslüman guruplara karşı da takiyye ve tedbir yöntemlerini uygulamaya devam etmesini, en azından dinî bir mantıkla açıklamak oldukça zordur. Zorlukları aşmak ve kendini güvene almak kaygısıyla belirli bir süreçte uygulanan “dönemsel bir uygulama”nın, zamanla grubun temel yaşam ve davranma tarzı haline gelmesi patolojiktir. Üstelik bunu kendisiyle aynı inanç sistemini paylaştığı bir topluma karşı uygulamaya devam etmesi meşru, anlaşılabilir ve makul olmayan amaçlar beslediğine dair kuşkular oluşturmuştur. FETÖ’nün gnostik-batınî damardan beslendiği görülmektedir. Örgüt liderinin belirli periyotlarla Hz. Muhammed ile görüştüğünü ve atılacak her adımı ondan öğrendiği inancı, Şiîliğe benzer bir disiplin ve karizma doğurmuştur. Lider ile kitle arasında kurulan ilişkinin tüm romantizmi, irrasyonelliği ve yoğunluğu bu karizmadan kaynaklanmaktadır. Bu ilişki biçiminin cemaate özgü olmadığını daha yaygın bağlamda tarikat yapılanmalarında hâkim olduğunu belirtmek gerekir. FETÖ’de farklı olan şey, gnostik yöntemin, ısrarla Müslüman toplum ve coğrafyanın çıkarları aleyhine kullanılmış olmasıdır. Milliyetçi vurguları söyleminde eksik etmeyen bir yapı için bu durum ‘açıklanamaz’dır. Ancak gnostik yöntemi ustaca kullanan yapı, bu açık tutarsızlık için de bir tevil bulmakta zorlanmayacaktır. Şu halde açık, dürüst ve kendisiyle barışık bireyler yetiştirecek bir kültürel ortamı inşa etmek zorundayız. Gizem, sır, batın peşinde olma arzusu sanatsal, entellektüel, gerçeküstücü bir bağlamda oldukça keyifli ve insana derinlik katan bir değerdir. Ancak bunun toplumsal politik bir örgütlenmeye dönüştürülerek İslâm’ın, ahlâkın, eğitimin, kamu düzeninin altını oyacak ve işlevsiz bırakacak bir boyuta ulaşması, üzerine gidilmesi gereken bir sorundur. Hiç kimse bireysel hak ve özgürlükleri, sivil toplumun dokunulmazlığını, örgütlenme hakkını öne sürerek toplumu yeni ve derin vesayetler altına sokacak bu tarz girişimleri savunamaz. İlahiyatçı-Yazar Prof. Dr. Cemil KILIÇ[1] , Türkiye’deki dini grup/tarikat ve cemaatleri değer-


158

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lendirirken dini görünümlü mafyatik örgütlenmelerden, FETÖ gibi devleti ele geçirme uğraşısı içinde olan başka grupların da varlığından söz ederrek; “FETÖ’nün Türk toplumuna ve devlete vurduğu ağır darbenin sarsıcı etkileri hala devam etmekte olup bu örgütle mücadele, toplum ve devlet olarak en önemli gündem maddemizi oluşturmaktadır. Ancak bilinmelidir ki FETÖ benzeri bir güce ulaşma ve muhtemelen FETÖ gibi devleti ele geçirme uğraşısı içinde olan başka cemaatler de mevcuttur. Türkiye’de bugün cemaat ve tarikatların büyük bir kısmı dinsel bir maske takmış organize suç örgütleri yahut ticari organizasyon ya da siyasi nüfuz teşekkülleri halinde çalışmaktadır. Neredeyse hepsinin şirketleri, holdingleri, yayın kuruluşları vardır. Hatta içlerinde parti kuranlar bile bulunmaktadır. Öte yandan pek çok cemaat ve tarikatın çeşitli siyasi partilerle öteden beri ilişki içerisinde oldukları da malumdur. Öyle ki, bu ülkede cemaat yahut tarikat lideri olup da bakanlık yapanlar bile vardır. Cemaat ve tarikatlar arasında dini görünümlü mafyatik örgütlenmelerden dahi söz etmek mümkündür. Lailahe illallah sözüyle ilan edilen tevhid ilkesi, Allah’ın birliği söylemi üzerinden aslında insanların, halkın, toplumun, Müslümanların birliği ve eşitliği düşüncesini ifade etmektedir. Sınıfsal, grupsal ve zümrevî ayrılıkları reddetmek ve İmran Ailesi Bölümü 103. Sözde / Al-i İmran Suresi 103. Ayette belirtildiği üzere; “… Allah’ın ipine sımsıkı sarılıp ayrılığa düşmemek…” İslam’ın Müslümanlardan istediği temel davranıştır. Cemaat ve tarikatların varlığı bu Kur’anî ve Muhammedî ilkeye aykırıdır. Nihayeten ifade edelim ki; Türkiye ve Türk toplumu özelinde kendilerini geleneksel olarak Sünni diye niteleyen kitleler, büyük İslam bilgini Ebu Hanife’nin ve İmam Maturidî’nin düşünsel birikiminden istifade ile daha da ileri bir akılcılığa evrilmeli ve laik cumhuriyet esasına sarılarak dinsel yaşamlarını özel hayatlarına hasretmelidirler. Din – devlet ilişkileri temelinde yaşamakta olduğumuz sorunların kesin çözüm yolu budur. Sözlerimizi yine büyük Atatürk’ün bir sözüyle nihayete erdirelim: “Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sade din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan tutucu hareketlerden sakınıyoruz. Gericilere asla fırsat vermeyeceğiz.”


Makale ve Analizler - 2018

159

VMRO Tosladı

Tarih: 28 Ekim 2018 Yazan: Bulgarcadan Çeviri: Raziye ÇAKIR Konu: Bulgar Etnik Modeli Ayakta Mı Çöktü Mü? “Bulgar Etnik Modeli hala ayakta mı?” başlıyla yayınlanan araştırma eserinden, Tanya Nedelçeva kaleme aldığı “Bulgar Etnik Modeli ve etniklerin birbirinden gitgide uzaklaşması” bölümünden “Bulgar Müslüman Kimliğinden Çizgiler” bölümü. “Dayanışan Toplum” Vakfı. Tarihsel ve Politik Araştırmalar Merkezi. Bulgar Müslüman Kimliğinden Çizgiler (Kuşkusuz bu araştırmaya yalnız Pomakların mı alındığını, hangi bölge Türklerinin alındığını bildirmekte güçlük çekiyoruz, çünkü 390 sayfalık eserde özel olarak işaret edilmemiştir. Bulgar Müslümanlar kavramına tam olarak hangi etnik azınlıkların alındığına da işaret edilmemiştir.) Bulgar Müslümanlarla ilgili değişik fikir, hırs ve duygulara rağmen, ‘eskiden olduğu gibi şu dönem de yapılan ampirik sosyolojik araştırmalar” oldukça doğru ne objektif bir tablo vermektedir. Bu araştırma “Avrupa Birliği (AB) ve Bulgaristan Ulusal Değerlerini Uyumlama” araştırma projesi kapsamında (1912 yılında yapıldı, Eğitim ve Teknoloji Bakanlığı’na bağlı Milli Araştırmalar Vakfı tarafından finanse edildi) düzenlenen deneye dayalı sosyolojik araştırmadan çıkan sonuç şudur: Bulgaristan Müslümanları arasında güçlü kültürel aynılık güçlü milliyet ayniyeti çerçevesinde gerçekleşiyor. “Farklı olana” (ötekisine) olan güvensizliğe ve değişik biçimde problem eştirmelere karşın Bulgar Müslümanlar (çok çekingen olsa da) ulusal planda kendilerini Bulgar olarak tanımlıyorlar. Burada henüz Bulgaristan Cumhuriyeti vatandaşından söz etmezden önce, Bulgar ulusal bütününden bir parça olduklarından söz ediyoruz. Bulgaristan kültür topluluklarında öncelikle “Vatan, Anavatan ve Memleketim, doğduğum ve yaşadığım ülkem” gibi kavramlarla bağlı kullanılıyor. “Vatan, Anavatan ve Memleketim” olarak Bulgaristan’ı seçen Bulgarlar ve Türkler arasında (Türkler lehinde 2 puan farkla) pek fazla fark gözetlenmezken, Türkçüler veya Bulgarcı olan Bulgar Müslümanlar arasında bu fark % 4.4’e kadar yükselirken, otonom yanıt veren Bulgar Müslümanlar arasında bu fark % 25.3’tür. Bu durum, ne etnik ne de din faktörlerinin kültürel özellikli olanı kesin olarak belirlemediğini kanıtlıyor.


160

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Bulgar Etnik Modeli diye bir şey kaldı mı? Tablo 1 Bulgaristan dendiğinde aklınıza gelen nedir? Otonom Kişiler Türkçüler Bulgarcılar Türk

Bulgar

Vatan, Anavatan, Memleket 25,3

33,6

29,2

37,1

35,0

Doğduğum ve yaşadım ülke

7.0

27.4

35.8

20.2

0.4

1.3

2.6

3.8

4.0

3.1

5.3

2.6

10.9

3.6 0.4

11.3 0.4

8.8 1.8

3.3 0.7

6.6 4.9

7.6

0.4

11.9

4.6

3.3

39,1

Aile, akrabalar, yakınlar, dostlar, akraba ilişkileri - 1.3 Duygular Doğası Güzel Tarih Fakirlik, yoksulluk, Açlık İşsizlik

Görüldüğü üzere kültürel faktörlerin hepsinin kişiler üzerindeki etkisi güçlüdür. Fakat Doğduğum ve yaşadığım ülke “Bulgaristan” dendiğinde Türklerden % 35.8 aklına ilk gelen iken, bu konuda % 20.2 refleks veren Bulgarlardan % 15,6 daha fazla olmamız dikkat çekicidir. Bulgaristan’ı Vatan hissediyor musunuz? Tablo 2 Otonom Kişiler Türkçüler Bulgarcılar Türkler Bulgarlar Evet 92.0 97.0 96.5 99.3 95.3 Hayır 8.0 3.0 30.5 0.7 4.7 Toplam 100,0 100,0 100,0 100,0 100,0 Bu sorunun yanıtları biçimsel gibi görünse de birey için olduğu kadar topluluk için de belirleyicidir. Bulgaristan’ı kesin olarak Vatan kabul etmişlerdir. Fakat bu insanlarda Bulgaristan vatandaşı olmaktan beklenen bir şey olduğu duygusu yoktur. Burada Bulgar ve Türklerin Türkçülerin ve


Makale ve Analizler - 2018

161

Bulgarcılık yapanların da Bulgaristan’ı Vatan olarak aynı derecede kabul ettiği görülüyor. Topluluklar kendileri ulusal bir bütünden bir parça olarak kabul ediyorlar. Bulgaristan’ı neden Vatan olarak hissediyorsunuz? Tablo-3 Otonom kişiler Türkçüler Bulgarcılar Türkler Bulgarlar Burada doğdum 34.9 28.2 30.6 25.6 21.4 Burada yaşıyorum 31.8 21.1 29.1 25.3 17.8 Yakınlarımla Bulgarca konuşuyorum 4.4 7.5 5.9 0.7 9.2 Burada kendimi evimde hissediyorum 12.6 13.2 11.8 14.2 15.4 Geçmişim buradadır 4.0 7.0 11.8 8.2 10.1 Burada okudum 2.7 3.2 3.2 3.5 5.9 Burada çalışıyorum 6.5 15.9 5.6 14.4 10.3 “Burada dünyaya geldim” ve “Burada yaşıyorum” Müslüman grupları Bulgaristan’ı vatan olarak hissedenlerin % 66.72sini oluştururken, etnik Bulgarların oranı da % 39,2’de kalmıştır. Bu arada Türkçü Bulgaristan Müslümanlarının arasında bu oran % 49.3 , Türkler arasında % 59.9 ve Bulgarcı Müslümanların arasında da % 59.7 gibidir. Bulgaristan’da kendimi iyi hissediyorum cevabı da bu grubun duygusal olarak, maneviyatıyla da memlekete bağlı olduğuna kanıtlar sunuyor. Bu gruba katılanlar Bulgaristan’daki günlerini geçici olarak duyumsamıyorlar. Bu duygusal yaklaşımı Bulgaristan Müslümanlarının 3 grubunda da izliyoruz: Kendilerini ne Türk ne de Bulgar hissedenlerde bu oran % 12.6; Kendilerini Türk hissedenlerde % 13.2 ve kendilerini Bulgarcı duyumsayanlarda da % 11.8’dir. “Bulgaristan’da kendimi en iyi hissediyorum” cevabını verenler ile ilgili de aynı yorumu yapabiliriz. Onlar için Bulgaristan vatan toprağıdır, yaşanası bir topraktır, gönül rahatlığı hissedilen, kendi toprağı olan bir yöredir. Bu yanıtlar, memleket toprağının yakınlarına bakabileceğin, onları mutlu edebileceğin bir toprak, bir yer olduğu anlamına da gelmez.


162

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bulgaristan’ı NEDEN vatan hissetmiyorsunuz: Tablo – 4 Otonom Kişiler Türkçüler Bulgarcılar Türkler Bulgarlar Burada kendimi “evimde” hissetmiyorum. 37.5 100.0 28.6 100.0 42.9 Burada özgür bir kişi olarak iş bulamıyorum 31.3 0 - Başka sebepler 31.3 0 - Toplam 100.0 - -

57.1 0 14.3 - 100.0 -

57.1 100.0

İlgi çekicidir “Bulgaristan’ı neden vatan olarak hissediyorsunuz?” Tablo 3 sorusuna verilen cevaplarda otonom yanıt veren Bulgaristanlı Müslümanlardan yalnız % 8’i, Türkçülükleriyle bilinenlerden % 3’ü, Bulgara çalanlardan % 3.5’i, Türkleri % 0.7’si, Bulgarlardan da % 4.7’sinin Bulgaristan’ı vatan olarak kabul etmediklerini gördük. Bunun nedeni de “Burada kendimi evimde hissedemiyorum” ve “Burada ben kendimden istediğim gibi faydalanamıyorum” nedenlerinde gizliydi. Bu yanıtlarda Bulgarların ve Bulgarcıların memnuniyetsizliği ve tepkisi de dışa vurmuştur. Bulgaristan vatandaşı olmanızdan gurur duyuyor musunuz? Tablo 5 Otonom kişiler Türkçüler Bulgarcılar Türkler Bulgarlar Evet, Bulgar tarihinden gurur duyuyorum 14.1 11.5 33.8 19.9 30.2 Evet, Bulgar milli kültür ve sanatın dan gurur duyuyorum 11.2 7.5 9.1 6.5 18.3 Evet, Bulgar milli karakterinden gurur duyuyorum 6.1 12.4 20.4 18.1 11.6 Evet, Bulgar milli gelenek – lerinden gurur duyuyorum 30.3 24.2 26.2 12.3 25.8


163

Makale ve Analizler - 2018 Tablo 5’in devamıdır: Evet, kendi etniğimin gelenek ve töreleriyle gurur duyuyorum 27.1 33.1 11.1 Başka 2.3 2.0 1.7 Bulgaristan vatandaşı olduğum için gurur duymuyorum -8.9 9.2 8.7 100.0 100.0 100.0

14.5 0.9

57.3

1.8 6.4 100.0 100.0

Yukarda işaret ettiğimiz üzere “Ben Bulgaristan’da kendimi iyi hissetmiyorum” cevabını Otonom Bulgaristan Müslümanlarından % 37.5’i, Türkçü olanlardan % 100’ü, Bulgarcı olanlardan % 28.6’sı, Türklerin % 100’ü ve Bulgarlardan da % 42.9’u seçmişti. “Burada özgür bir kişi olarak kendime iş bulamıyorum” cevabını ise, Otonom Bulgaristan Müslümanlarından % 31.3’ü, Türkçü olanlardan % 100’ü, Bulgarcı olanların % 57.1’i, Türklerin % 100’ü ve Bulgarlardan da % 42.9’u seçmişti. Bu görüş diğer yanıtlardan desteklenmediğine göre, Türklerin ve Türlük yanlısı olan Bulgar Müslümanlarının büyük bir kısmında Bulgar milli bilinci olmadığına da kanıttır. Bulgaristan vatandaşı olmanızdan gurur duyuyor musunuz? Sorusuna alınan yanıtlar da aynı anlamda yorumlanabilir. Bulgaristan Müslümanları gruplarının ve iki etnik grup da Bulgaristan vatandaşı olmakla gurur duyuyorlar: Otonom Bulgar Müslümanlarından % 61.4, Türkçülerin % 55.6’sı, Bulgarcı olanların % 78.5’i, Türklerden 56.7’si ve Bulgarların % 85.4’ü aynı duyguları paylaşıyorlar. Aynı kişiler Bulgar milli gelenek ve töreleriyle ilgili de cevaplarında kesişiyorlar. Bu soruların yanıtlarında etnik ve milli kimlik örtüşmesi aranmıştır. Ya da milli olanın unsurlarında etnik unsurlar olup olmadığı aranmıştır. Etnik olanı seçenlerin oranı ise şöyledir: Otonom Bulgaristan Müslümanlarından % 27.1, Türkçü olanlardan % 33.1’i, Bulgarcı olanların % 11.1’i, Türklerin % 41.5’’i ve Bulgarlardan da % 7.3’ü. Etnik bağlılık çok önemlidir ve bu etnik kültürde ifade bulmaktadır. Kuşkusuz bu yorumda, bir şahsın vatandaşlığını serbestçe seçebilmesi ve toplumsal görevleri tüm çıkarların üzerinde görme ve bunu her iki yanı ve üstelik milli olanı da daha öte bina etme şeklinde algılamak iyi olur. Bir yandan Bulgaristan Müslüman grupları arasında öte yandan da Türkler ve Bulgarların etnik grupları arasında benzerlik ve farklılık ararken değişik ortamlarda çok değişik tepkiler uyandırdığı gerçeği inkâr edilemez. Bu


164

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

konuda, otonom Bulgaristan Müslümanları ile Türkçü olanlarla Türklerin verdikleri yanıtlar birbirine yakın değildir. Burada olduğu gibi, yöneltilen birçok başka konularda, tarihsel özel gerekçelerle oluşmuş olan tüm öteki özelliklerden daha fazla benzerlikler olduğu dikkati çekiyor. Tüm bunlar, kültürel farklılıkların ne yalnız etnik ne de özellikle yerel anlamlı olmadığını gösteriyor. Menşeden, kandan, soydan veya biyolojik bağlılıktan uzaklaştıkça etnik olanın git gide daha fazla özel sözsüz araca dönüşürken, din ise tahmin etse de, dünyaya bir tek dünyaya görüşü dayatmıyor. Bu sosyolojik anket bizim tarafımızdan yapılmamıştır. Bulgaristanlı Müslüman Türklerin değişik konulardaki görüşlerini sunmaya devam edeceğiz. İkinci bölümden iki anket sorusu: Bulgaristan Müslümanları Baş Müftülüğüne ne kadar inanıyorsunuz. 2) Evde hangi dilde konuşuyorsunuz. Oku ve paylaş. Sağlık ve başarı dileklerimi sunarım.


Makale ve Analizler - 2018

165

Son Dişiyle Polisi Isırdı

Tarih: 29 Ekim 2018 Yazan: İbrahim SOYTÜRK Konu: Pastırma yazından renkli direniş sahneleri Bulgaristan’da 750 bin kişinin ağızında tek diş kaldığı basına düştü. Pastırma yazının son günlerinde Kazanlığa bağlı Mıglış Belediyesinde işte o tek dişlilerden birisi daha dişsizler sınıfına katıldı. Mıgliş yöresinde düzenlenen 2 tekerlekli At Arabası koşusuna saldıran polislerle Çingene gençler arasında çok sert bir boy ölçme çatışması yalandı. Kadınların tencere ve tavalarla, yaşlıların da değnek ve dişleriyle katıldığı kavgada “koşu yapma hürriyeti” için polisin kolunu tek dişiyle yaralayan ve boynunu ağızlayan yaşlı bir Çingene –“bu işi biz bitirmezsek onlar bizi bitirecek” diye haykırırken, ateş açan polise göğüs gererek engel oldu. Çingenelerle kapışmalarda silah kullanan polislerden tutuklanan ve yargılanan yok. Bulgaristan’da bu yıl Pastırma Yazı olağanüstü güneşli, hoş havalı, ılımlı meltemli geçti. Ağaçlar da yapraklarını sarartırken hışıltı senfonileri söyledi. Trakya ovası Çingene köy ve mahallelerinde, getto adıyla ünlenen kapalı yerlerde at sevdalıları yarışa çıktı. “Truva” filindeki 2 tekerlekli savaş arabalarına benzeyen fakat çelik borular kaynatılarak yapılış yarış arabalarıyla ara yollarda koşular hafta sonları aldı yürüdü. At ve at arabası yarışlarına şimdiye kadar yasak yoktu. Faşistlere yasak olmayan Çingenelere yasak. Sofya’da “Lukov” gövde gösterileri olarak bilinen Nazi bayraklarıyla askeri üniforma ve kılıçlı davullu yürüyüşlere izin veren belediyeler, Çingene nüfusun en geleneksel şenlikleri arasında, kız pazarlamadan sonra 2. Yerde gelen At Koşularına izin vermedi. Sofya, (Filibe) Plovdiv gibi şehirlerde “Gey-nümayişi” adıyla bilinen “Jender” ideolojisi çarpıklarının, erkekerkeğe, kadın-kadına sokak ortasında, meydanlarda çocukların ve yaşlıların öpüşmesine, sevişmesine izin veriyorlar. Belediyeler, trafik polisleri, şehir bekçileri ve jandarmalar, Çingenelerin “kolektif haklarını kullanarak” at yarışı yapmasına, müzik dinlemesine, bayramlarını kutlamalarına bile izin vermiyor. Silahlı saldırıda bulunuyor. Öncü gençleri tutukluyorlar. Kollarına kelepçe takıp işkence merkezlerine topluyorlar. Mıgliş şehri gettosuna yapılan saldırıya 300 kişilik Çingene kafilesi göğüs gerdi. Kulübelerdeki tava, oklava ve tencereler etnik savaşım silahı oldu.


166

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Etniklerle ilgili uygulanan siyaset aşırı milliyetçilerin programıdır. Kazanlık polis amirliği bir “yasaların uyguluyoruz” iddiası ardına gizleniyor. Ülkenin bütün büyük otellerinde kumar oynamak 24 saat serbestken ve birbirlerine silah çıkaran, evlerin kapılarında bomba patlatma olayları almış yürümüşken, birkaç Çingene gencin aralarında At Yarışı düzenlemesine izin verilmedi. Hedefte azınlıklarıa geleneklerini unutturmak var. 17 Eylülde yine Kazanlık şehrinde, “Seftopolis” meydanında bir kız nişan ve pazarlama törenini basan polis ile mahalle sakinleri arasında kıyasıya kavga çıkmıştı. Törelerini bozmak istemeyen, geleneklerine göre yaşama özgürlüğünde toplu direnen Çingeneler, hak ve hürriyet davasında hemen haberleşme ve birleşme ve devletin baskı ve terör uygulamasına, yasaklayıcı yasalara karşı ortaklaşa mücadele etme geleneği geliştirdiler. Milli azınlıkların temel haklarının tanınması programı henüz geliştirilmedi. Yerel parti örgütlerinden ve liderlerden hiç biri polisle etnik azınlıklar arasındaki kavgada taraf olmak istemiyor. Bulgar etnik modelinin çökmesine rağmen, milli hedef gösterilmiyor. 19 Mayısta yapılacak olan Avrupa Birliği seçimleri arifesinde gettolara dolacak olan siyah araçlı, takım elbiseli ve kravatlı politika heveslilerinden hiç biri ne Bulgarca ne de Çingenelerin konuştuğu lehçede “Nedir şu başınıza gelen” demiyor. Kokuşmuş siyaset zehir gibi koku saçıyor, gettolar nefes alamıyor. Zavallı vatandaşlar “devlet yok” demekle yetiniyorlar. “Devlet bizim için hiçbir şey yapmıyor, her defasında karşımıza dikilip silah çıkarıyor” diyenlerin umudu tamamen sönmüş ve ruhlarını öfke sarmıştır. Çaresizler Bulgaristan’da yönetim biçiminin değiştirilmesini, polis şeflerinin, savcıların halk arasından atanmasını, polislerin en az üçte birinin Çingenelerin arasından seçilip atanmasını, mahalle polislerinin Çingene olmasını ve şehir yargıcının da etnik azınlıklardan olmasında ısrar ediyorlar. Kazanlık şehrinde etnik azınlıklardan bir avukat yok. Hak hukuk işte bu kanayan noktada da gömülüdür. Halkın dilini ve derdini anlayan hukukçu yok. Yasalardan söz edilen yerde yasaları okumuş, bilen ve savunan bir görevli yok. Gerçeğin sesi tamamen susturulmuştur. Bu nedenle devlet ve kamu kurumları pes etmiş diyenler haklıdır. Anadillerini öğrenemeyen vatandaşlar Bulgarca da bilmiyorlar. Memlekette bir dil sakatlığı var. Vatandaşların geleneklerine göre yaşamaları anadilleriyle hayat buluyor. Çok etnikli, çok kültürlü bir ülke olan Bulgaristan’da yasalarla çok dilli – anadil ve resmi dil – kullanımı yasaları


Makale ve Analizler - 2018

167

geliştirilmeli ve onaylanmalıdır. Resmi dil, resmi dilin kullanımı gibi konularda sakatlık yaşanıyor. Vatandaş cahil bırakılmıştır. “Etnik müzik” dinlemek yasak, kına gecesi yapmak yasak, at koşusu yapmak yasak, anadilde okuyup yazmak yasak, adak yapmak yasak bir ülkede yaşamak kendiliğinde halk tepkisi uyandırıyor. Çatışmalar çıkıyor. Silahsız vatandaşa karşı silah çıkarılması öfkeli tepkilere vesile ve neden oluyor. Huzur ve nizamın temeli hak eşitliğidir. Bulgaristan’daki Rus azınlığına ve Rusya’yı sevenlere bu haklar tanınmıştır. Hafta sonunda Çingene-Polis çatışması yaşandığı Kazanlık Belediyesi topraklarında bulunan (İpekli) “Koprinka” barajı yaylasında her yıl “Rusya Günleri” düzenleniyor. Rus şarkıları baraj yöresini inletiyor. Sabahlara kadar içki içiliyor. Birçok yerde mangal yakılıyor. Hatta bu yabancı bir dilde konuşulan gürültülü kutlamalara Cumhurbaşkanı Rumen Radev de gidiyor. İktidar Partisi meclis grubu başkanı Tsvetan Tsvetanov ise, Rodopların “Rojen” Yaylarında her yıl düzenlenen 100 tulumlu (gayda) poturlular geleneksel şenliklerinde mangal başından ayrılmıyor. Müslümanlar kurban kestiklerinde, ülkede hayvanlar azaldı yaygarası koparanlar, bacağında donu yok, başına fesleğen takmışların 100 kuzuyu birden çevirmesine susuyorlar. Faşizme götüren yol. Devlet vatandaşın susmasını istiyor. İşverenler Birliği Başkanı Kiril Domuzçuev, Maliye Bakanlığına 88 milyon leva borçlanmış, azgın faşistlerin azınlık düşmanlığından çıldırmış kudurmuş başı Başbakan Yardımcısı Valeri Simyonov’u desteklediğini açıkladı. Bu konuyu yorumlamak istemiyorum. Borca karşı faşistlerin desteklenmesinin ucu faşizmdir. Bu örnekler saymakla bitmez. Bulgaristan’da etnik azınlıkların devletten koptuğuna ve giderek kendi kabuklarına çekildiğine tanık olurken, devlet baskısı bu süreci şiddetle hızlandırıyor. Her yerde sivrilen aynı ana çelişki dikkat çekiyor: POLİS HER YERE GİREBİLİR, HER ZAMAN İSTEDİĞİ YERİ BASABİLİR Mİ? Anayasadaki kişisel haklar, evlerin dokunulmazlığı vb çiğneniyor. Gettolarda güvence yok. Polisin meşru hak ve özgürlükleri ve yetki alanı vatandaşların kişisel, ortak (kolektif) haklar alanından neden daha geniştir? Kitle hakları ne zaman meşrulaştırılacaktır? Polis devletine doğru yöneldik. Milliyetçi kesim “devlet rolünü üslenmelidir” derken, her vatandaşın istediği gibi yaşama hakkı neden rafa kaldırılıyor? Polisin yetkilerinin sürekli genişletilmesi ve cüzdanına para doldurulmasına ne zaman son verilecektir?


168

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Vatandaşların yeteneklerini geliştirme ve onlarla yaşayıp geçinmesi hakkı kutsal bir hak değil midir? Vatandaşların eşitliği dendiğinde kimilerine ayrıcalık ve özel haklar tanınmasına, devletin el uzatmasına son verilmelidir! Hiçbir vatandaşın ötekinden daha fazla hakkı, imtiyazı olamaz… Halkın politik partilere ve siyasi sisteme inanmadığı ortadadır. Her gün yeni oyunlar çevriliyor. Örneğin Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) Başkanı Mustafa Karada’yı son 30 günde sözde GERB Hükümetine ortak olan Rusçu “Ataka”, Putin düşmanı “Bulgaristan’ı Kurtarmak İçin Milli Cephe” ve nereye baktığını ve kime sevdalı olduğunu gizlemeye çalışan VMRO partisi hakkında defalarca konuştu. Bu faşist parti arasındaki sert çelişkilerin son derece kızıştığını gördü, fakat bu Türk düşmanı, yeminli İslam düşmanı güçlere saldırıların onları birleştireceğini göremedi. Çocukları özürlü annelerin her akşam Bakanlar Kurulu önüne toplanıp siyah bayraklar sallayarak “politik sistem öldürüyor”, istifa edin! Çekilin gidin! Def olun tempolu haykırışları dinmezken, faşistlerin kaynaşmasına koltuklarını korumasına doğrudan doğruya yardım eden o oldu. Bu üç “faşist” partinin üçü de Türklerin HÖH hareketini dağıtmak, partilerini kapatmak ve Türkleri ezerek vatanlarını terk etmeye zorlamak için kurulduğunu sanki unuttu. Başkan Karadayı’nın üç düşmana birden saldırması, istifa talebi, perçinleşmelerine, birbirine sarılmalarına ve cephelerini pekiştirmelerine yol açtı. HÖH partisi ve liderinin siyasi oyunlardan vaz geçmesi, şimdilik bir karış daha derin düşünmesi ve ince hesaplardan ve halkın gözüne gül suyu püskürtme işinden vaz geçmesi gerekir. Sosyalistler de günlük ödevlerini unutmuşlar. Öte yandan 100 yaşında olmakla övünen ama bir türlü aklı başına gelmeyen BSP partisinin da saatini yeniden ayarlaması kaçınılmazdır. Eski komünistler öldü ölüyor, eski ideolojilerle günümüzde siyaset yapılamıyor, gençler, azınlıklar, aydınlar ise toslamadan zevk alan sosyalistlere inanmıyor. Geçen ay meclisten çıkan 60 BSP-li milletvekili ülkede 150 toplantı yaptı. Bu toplantılara toplam 5 000 (beş bin) kişi, yani her toplantıya ortalama 33 kişi katıldı. Anlatılmak isteyen seçim önü bildirisi niteliğindeki “Bulgaristan Vizyonu’na” ilgi sıfırdı. Yalnız gençler değil, yaşlılarda artık Bulgaristan’da yaşamak istemiyor. Hatırlanacağı üzere, yıllar önce Sosyalistler bedavadan el kitapçıkları dağıtıyorlardı. Bunları hiçbir kimsenin açıp okumadığı anlaşılınca, hepsi çök tenekelerine doluyordu. Bu görünüm tekrarlıyor. Beklenen hızlı kalkınma ve sefaletten sıyrılma programı hazırlanamadı.


Makale ve Analizler - 2018

169

Ülke nüfusunun neredeyse yarısı azınlıklardan oluşurken “Bulgaristan Vizyonuna” azınlık sorunları alınmadı. Yani BSP Çingenelerin cahil ve işsiz kalmasına, polis saldırılarına, getto sefasına güler yüzle umutla bakıyor. Türklerin eğitim, sağlık ve daha geniş din hakları, dernekleşme, kulüp ve sanat hayatı yaşama isteklerine seyirci kalıyor ve kalmak istiyor. Bu ilgisizlik toplumu donduruyor. Türklerin yaşadığı köylere uğramayan bu propagandacılar, 50 bin kişinin sorunlarını 5-10 kişiyle görüşürken, can alıcı konuların üstünde toz bezi gezdirirken kabuk altındaki irini –yoksulluğu, çaresizliği, işsizliğin beslediği sefaleti buzlanmış bataklık ortamını – görmek, deşmek istemiyorlar. Aydınsız toplum dirilemez. Ülkede aydın tabaka yok. Aydın geçinenler yaratıcılık kabiliyetini geçmişe bırakmışlar. Sosyalizm beslemesi aydınlar, dönüşüm yapamadılar. Azınlıkların aydın temsilcilerinde de çökme var. Halkın sorunlarını sırtlayacak güç, kuvvet, yüreklilik ve zekâ yok. Bayrak kaldıracak lider aranıyor. Türklerin tamamen parçalanmış olması, Razdrat’ta yapılan Anadil ve Konsept paneline, Şumen ve köylerinden, Gerlova’dan, Haskovo ve Kırca Ali illerinden ve belediyelerinden, okullarından, kütüphanelerinden, derneklerinden temsilci katılmaması, en kutsalımız olan anadil konusunda bile birbirimizin yüzüne bakamaz durumda olduğumuza kanıt oldu. Razgrat Valisi Güney Hüsmen, vali yardımcıları, dil uzmanları ve daha geniş bir aydın tabakasının katılmaması da çok düşündürücüdür. Panelde bir tek halk ozanına raslamamak gerçekten üzücüdür. Bizde şiirden önce saz, tambura, kaval gelir. Şiir duygunun sözlü ifadesidir. Güçlü olan gönül çığılığıdır. Çingenelerin Mıgliş ve Kazanlık isyanından girdik ve anadilimiz ve umutsuzluğumuz kapısından çıktık. Bu temel konuda bir şiirle son vermek istiyorum: TÜRKÇE BİLEN ARANIYOR Sesim kuşatma altında Yabanıl sözler sarıyor Onurlu bir direnişe Türkçe bilen aranıyor


170

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Uykusuz düşler kısaldı Tarihimiz öksüz kaldı Türkü dilimi kim çaldı Türkçe bilen aranıyor Çare sordum kapı kapı Dilim değişmeyen tapu Yüreğim bir alev topu Türkçe bilen aranıyor Gönül arım bal vermiyor Sevdalar da gül vermiyor Irmaklar da tohum vermiyor Türkçe bilen aranıyor Neşe nedir, gam ne diyor Kim düşünüp, kim ne diyor Aşkımız kan kaybediyor Türkçe bilen aranıyor Güvenimiz bitti onlara Tükenmiş inançlar bir yana Evde, işte, düğün dernekte Türkçe bilen aranıyor Ağızımızda Türkçemizin son dişleri kaldı. Okuduğunuz ve paylaştığınız için teşekkür ederim. Bizi okuyun ve okutun! Büyük ırmaklar dereleri toplar Bizimki Türkçe sevdası! Sağlıcakla kalın ve kendinize iyi bakınız.


Makale ve Analizler - 2018

171

Türkçe Sevdalılarına Selam

Tarih: 30 Ekim 2018 Yazan: Oya CANBAZOĞLU Konu: Bizim formatımızda Türkçe bilmek, Türkçe konuşmak, Türkçe konuşulanı ve okunanı anlamak, Türkçe düşünmek, Türkçe anlaşmak var. Bu yazıma başlarken biraz heyecanlıyım. Dün Türkçe konuşanların, Türk kültürü sevdasıyla yaşayanların birlikte kutladığı Cumhuriyetimizin 95. Kuruluş yıldönümünü kutlamaları coşkusundan fazla etkileşmiş olabilirim. 1923’ten beri Balkanları, Avrupa’yı ve dünyayı baştanbaşa ve yediden yetmişe sarsan, coşturan ve kıvanç yaşatan bir dev olay yaşatamamıştık. Yeryüzünün en büyü olan İstanbul Ulusal ve Uluslararası Uçak Limanı hizmete açıldı. Küremizde benzeri olmayan bu dev tesis öncelikle Türk dili, Türk bilimi, Türk teknolojisi ve Türk kültürünün bir emsalsiz bir eseridir. Türk insanının dünya halklarını, Batı ve Doğu medeniyetlerini birbirine bağlayan İstanbul havayolu köprüsünü kurması 21. Yüzyılın en önemli olayları arasında tarihe geçti. Dünya nüfusunun üçte birini Türkiye’ye bağlayan bu dev proje Türkçemizi de dünyanın en gelişmiş en zengin dillerinden biri düzeyine yükselten bir atılımdır. Düne kadar “Türkçe varsa Türk milleti olacaktır” diyenler, artık “Türkçe varsa dünya kültürleri ve medeniyetleri yaşayacaktır” demeye başladılar, Çünkü dil, milletin kalbidir, zihnidir, beynidir. Dilini kaybedenler zamanla değişmeye uğrayarak başka bir milletin, başka bir dinin içinde eriyip giderler. Bizi biz yapan ve diğer milletlerden ayıran, üstün kılan en önemli varlığımız; duygularımızı, düşüncelerimizi, hayallerimizi, sevgilerimizi ve özlemlerimizi ifade ettiğimiz dilimizdir. Yaşadığımız topraklarda, Türkiye Cumhuriyetinde ve Bulgaristan’da, Romalılar tarafından tarihten silinmiş Keltler ve Anadolu’da önemli bir medeniyet olan Hititler ve İslamiyet’ten önce Batı’ya gelmiş olan Oğuzlar, Peçenekler ve Bulgarlar dilleriyle birlikte Türklüklerini de kaybetmişler. Ama daha sonra Müslüman olarak Batı’ya gelen Türkler, din ve dillerini muhafaza ettikleri için bugüne kadar gelebilmişler ve dünya öncüleri arasında yer almayı başarmışlardır. İstanbul Havalimanı gibi bir şah eser kuran Türk halkı artık bölgemizdeki halklardan çok öndedir.


172

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu dev projeyi Türkçe konuşarak gerçekleştirenlerin tarihe ışık tutan serüveni 29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyetini ilan etmekle başladı. Milletimizin, Cumhuriyetin halk yönetimi anlamındaki demokrasi, herkesin adil ve eşit bir ülkede gururlu ve mutlu yaşaması anlamını kendi dilimizle, Türkçemizle açıp anlaması ve bu bilinçten güç alması mucize başarılarımızın en büyüdür. “Bir ülkeyi idare etmeye çağırılsaydınız ilk iş olarak ne yapardınız?” diye sorulduğunda, “Konfüçyüs şöyle devam vermiştir: “İşe dil ile başlar, önce dili düzeltirdim. Dil düzgün olmazsa kelimeler düşünceyi doğru anlatamaz. Düşünceler iyi anlatamazsa, yapılması gereken şeyler iyi yapılmaz. Gereken yapılmazsa ahlak ve kültür bozulur. Ahlak ve kültür bozulursa adalet yolunu şaşırır. Adalet yanlış yola saparsa halk güçsüzlük veşaşkınlık içine düşer. Ne yapacağını, işin nereye varacağını bilmez. Bu sebeple söylenen sözü doğru söylemeli. Hiçbir şey dil kadar mühim değildir.” Yazı dili olarak 1500, konuşma dili olarak ise yaklaşık 5 000 yıllık bir geçmişi olan ve bugün dünyamızın dört bir yanında 300 milyon konuşanıyla, dünyanın beşinci dili olan Türkçe’nin gücünün farkında olmak. Onu her ortamda, bulunduğu her yerde doğru kullanmak ve yapısına uygun olarak koruyup geliştirmek her Türk için asla ödün verilmez, asla ertelenemez çok önemli görevlerin başında gelir. Türkçemizin yabancı etkilerden mümkün olduğunca kurtarılarak bağımsız bir dil olarak yaşaması, arı ve güzel bir Türkçe’nin yeni nesillere aktarılarak varlığını sürdürebilmesi için, kişisel ve toplumsal bir duyarlılık kaçınılmazdır. Bu konuda gerek tek bireyler gerekse toplum olarak hepimiz Türkçe bilinci taşımak, bilinçli çabalar içinde olmak zorundayız. Türkçemiz bir anadildir, vatan dilidir, okul dilidir, bilim alanında verdiği eserlerle müstesna bir dildir. Türkiye’de ve Kuzey Kıbrıs Cumhuriyetinde ve Birleşmiş Milletler başta olmak üzere birçok uluslararası kuruluşta resmi dildir. 700 bine varan söz varlıyla zengin ve ayrıcalıkları olan bir dildir. Biz Bulgaristan Türkleri için de her şeyin başı dildir. Anadilimizdir. Türkçemizdir. Bizim düşüncemizin kaynağı Türkçemizdir. Düşüncemizle dilimizi ve dilimizle düşüncemizi birbirinden ayırmak mümkün değildir. Aynı zamanda anadilimiz bizim Türk kişiliğimizin aynasıdır. Adetlerimizin, gelenek ve törelerimizin, sözlü ve yazılı sanat ve edebiyatımızın, halk yaratıcılığımızın ve kültürümüzün taşıyıcısıdır. Dilimizle kuşaktan kuşağa aktardığımız kültür bizim kendi kültürümüzdür. Atasözlerimizde özleşmiş,


Makale ve Analizler - 2018

173

türkülerimizde kanatlanmıştır. İnsan içinde yetiştiği toplumun ve kendisini saran kültürün ürünüdür. Bizler Türk ortamında ve Türk-Müslüman kültürünün egemen olduğu toplulukta yetiştik ve bu kültürün taşıyıcısıyız. Anadilimizle yarattığımız edebiyat, kültür ve medeniyetimiz yüksek düzeyde gelişmişlik ürünüdür. Bu açıdan değerlendirdiğimizde, dil üstünlüğü, kültür üstünlüğü, dil zayıflığı kültür zayıflığı doğurur. 1959’dan beri okullarımızın kapalı olması, kütüphanelerimizin, kültür merkezlerimizin kapısına kilit asılması, radyo, gazete, dergi, TV yasakları bundandır. Türkçe dersleri için okul kitaplarının yasak olması bu sebepledir. Bulgaristan Türk kimliğine karşı saldırıların dille başlayışının temel nedeni budur. Şarkı ve türkülerimizin yasaklanması, şiir ve destanlarımızın yasaklanması, ozanlarımızın sürülmesi, sazlarımızın saplarının kırılması, tamburalarımızın toplanması nedeni budur. Bugün de ramazan davulu ve ezan sesinden rahatsız oluyorlar. Koro halinde, çok sesli türkü söylememize hala izin vermiyorlar. Ruhumuzun uzanmasından tekrar uyanmasından korkuyorlar. Bulgaristan’da 50 yıldan beri anadilimizde bir çocuk kitabı basılmadı. Bunun özrü ve affı yoktur ve olamaz. Bir hikâye eseri gün yüzü görmedi. Olanlar hep bu temel nedenden ötürüdür. Düşmanlarımız, aşırı sağcı faşistler olduğu gibi, komünistler de bizi savaş açmadan bitirecek olan vebanın, kanserin dilimizi yobazlaştırmak olduğunu iyi biliyorlar. Bulgar TV programlarında yeni bir tartışma açıldı. Okuma yazma bilmeyenlere oy kullanmaları, seçme ve seçilme hakkı, temel insan hakları yasaklanmak isteniyor. Soruyorum: Azınlıkların okullarını kapatanları kim cezalandıracak? Bu memlekette 140 yılda 2700 (iki bin yedi yüz) ilk, orta, lise okulu kapatıldı. 1950’li yıllarda Sofya Üniversitesinde 4 Fakülte Türkçe eğitim veriyordu, ülkede 5 pedagoji okulu vardı. Bunları neden kapattınız? Kapatanlar ne zaman cezalandırılacak. O zamandan beri – 60 yıl- biz vergilerimizi arasız ve aksatmadan ödedik. Okullarımız neden kapalı?… Bu memleket Bulgaristan cahillikten çökecek. Dilde yobazlaşma ve yabancılaşma dil yasağıyla başlar. 1980’li yıllarda Türkçe konuşanlara ceza kesildiğini, Türkçe konuştuğu için yargılanmadan hapishanelere tıkılanları, sürülenleri asla unutmamalıyız. Bulgaristan Türk azınlığının ahlakı ve kültürü böyle bozulmak istendi.


174

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Türkçe yaratıcılığımız, sanat, edebiyat, fikir sahalarında çöküntü başladı. Budandık. Korkutulan, hayatı için tehlike gören bir insan mutluluk şiirleri yazamaz. Ölümü düşünür. Sevda şarkıları yakamaz. Çocuklarına güzel masallar anlatamaz… 2017’de seçim mitinglerinde Türkçe konuşmayı yasakladılar. Milletvekili adaylarına ve parti başkanlarına devamlı ceza kestiler. Davalar açıldı. Maaşlarından kesinti yapıldı. Bu yasaklar, dille başlayan yozlaşma ve yabancılaşma ardından, kör cahilliği getirdiği gibi, etnik ve kültürel birliğimize telafi olmayan zararlar verdi. Anadili yozlaşan yabancı dillere karşı ilgisiz kalır. Çocukların dili tutuldu. Bu zorbalıkla geri plana itilen bir etnik azınlık durumuna düşürülmek isteniyoruz. Böyle olunca etnik azınlık olarak ekonomik gücümüzle ayakta durabilecek durumumuzu yitiriyoruz. Şimdiki kurumda da ailelerimizin daha fazlası Batı Avrupa’da ve Türkiye’de çalışan gençlerin gönderdikleri yardım ve destekle ayakta kalmaya gayret ediyor. Avrupa halkları arasında en yoksul kesim böyle oluşturuldu. Dış ülkelerdeki gurbetçilerimizden yardımlar kesilse lambamızın fitili birden söner… Gazi Mustafa Kemal, Cumhuriyetimizi kurarken, “Türk Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür.” demiştir. Bugün de öyledir. Bulgaristan Türklerine anadillerini yasaklayanlar kendilerini Romalılar sanıyorlar. Romalılar, “Latince dünya dilidir, Latince bilmeyen eksiktir” politikasıyla etki altına aldıkları birçok milleti asimile etmişlerdir. 1000 yıl sonra aynı olayı yaşıyoruz. Kiril Alfabesini ve Bulgar dilini dayatanlar Türklere, Çingenelere, Pomaklara, Makedonlara, Ulahlara kendi dillerinde nefes almalarını bile yasakladılar. Biz Bulgaristanlı Müslüman Türkler Edebiyat ve kültür üzerinden verdiğimiz mücadeleden asla vaz geçmedik. Bulgaristan Türkleri Edebiyatını yarattık. 200’den fazla yazar ve şairimiz yazdı, ressamlarımız çizdi, neneler masal anlattı, çocuklar şiir söyledi. Şimdi bütün külliyatımızı sanal ortama çıkarmak ve büyün ailelere, genç ve yaşlılara sunmak, okuyup öğrenmelerine en kolay olanaklar sunmak istiyoruz. Bu davanın öncü müfrezeleri BULTÜRK, BGSAM, MİSYON, Kırcaali Haber vb yayınlardır. Durmak yok. Yazar ve okur ordumuz her gün çoğalıyor. Siz de katılın. Burada yeni arkadaşlar sizde kazanın…


Makale ve Analizler - 2018

175

Günümüzün savaşları kültür savaşlarıdır. Milletlerin ve etniklerin dilleri, dinleri ve kültürleri üzerinden yapılmaktadır. Yeni tarihin ideolojiler üzerinden değil, medeniyetler üzerinden yazılacağını görüyoruz. Yeni savaşlarda en etkili silah dil ve dindir. 1989 hak ve özgürlük Ayaklanmamızın da gösterdiği gibi Türkçemiz milletimizin ruhudur. Bu nedenle, icat ettikleri “Bulgar Etnik Modeliyle” önce dilimiz ve dilimizle uğraşıyorlar. Tüm planları çökse bile sinsi tuzak kurmaya devam ediyorlar. Türkiye Cumhuriyeti’nden alınan diplomaları tanımak istemiyorlar. Yüksek İslam Kültürünü dış ülkelerde öğrenmiş kardeşlerimize ezan okuma hakkı bile tanınmasına engel oluyorlar. Sofya Yüksek İslam Enstitümüzü kapatmak akıllarından çıkmıyor. İslam kurumlarımıza her zaman yaptıkları gibi şimdi de yine yabancı cahil misyonerler doldurmak istiyorlar. Çocuklarını yabancı okullarda okutanlara da şaşıyorum. Çocuklarımız Türkçemizi unutsalar Bulgaristan Türklüğü biter. Biz Türkçemizle nefes alıyoruz ve Türk kalmak istiyoruz. Türkçemizle coşuyor ve Türkçemizle taşıyoruz… Okuduğunuz için teşekkür ederim. Dostlarınızla Paylaşınız. Arkadaşlarınıza sesle okuyunuz.


176

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2018

177

DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ – 2

Yazan: Nevzat ÖZTÜRK, İlahiyatçı, Eğitimci Yazar Siyasal iktidar ile din arasındaki ilişkiler, tüm çağlar boyunca toplumsal ve siyasal yaşam içinde etken olan ve tarihin farklı dönemlerinde o devrin toplumsal yapısına göre değişik biçimlerde oluşan bir nitelik taşımaktadır. Din ile siyasal iktidar arasındaki ilişkiler, özellikle, Türkiye’nin Cumhuriyet tarihi gelişimi içinde önemli ve dinamik bir yer tutmaktadır[1] . Din-devlet ilişkisi bizim tarihimizde Batı’dakine hiçbir zaman benzememiştir, benzemez de; çünkü Türk milletinin mensup olduğu İslâm’da, teşkilâtlanmış ve egemenlik iddiasında olan bir Kilise ve dolayısıyla ruhban sınıfı mevcut değildir, olamaz da. Dolayısıyla İslâm dünyasında hiçbir zaman din bilginleri ve din görevlileri ile devleti temsil edenler arasında bir hâkimiyet, bir egemenlik kavgası söz konusu olmamıştır; çünkü İslâm’da Hıristiyanlıktaki gibi “ruhani” – “dünyevî” şeklinde paylaşılacak bir otorite yoktur. Devlet, ta baştan itîbaren dine hâkimdir ve onu kendi bünyesinde asıl kurumlardan biri olarak görmüştür. İslâm’a tarihî gerçekliği içinde yaklaşacak olursak, onun insan hayatını, dünyayı ve toplumun işleyişini düzenlemek için bir takım hukukî kurallar getirmiş olmasına rağmen, bu kuralların İslâm’ın sosyal hedefleri doğrultusunda daima yorumlanabilir oldukları ve dolayısıyla onun din ve devlet işlerinin ayrılmazlığına farklı bir bakış açısı getirmiş olduğu da açıkça görülecektir. Hz. Peygamber, müslümanların komutanlığını, dinî ve dünyevî işlerini yürütecek bir kimseyi kendisine halef tayin etmeden vefat etmişti. Kaldı ki İslâm, bir “ruhban”, yani Tanrı adına O’nun gücünü ve iktidarını paylaşacak bir sınıfı kabul etmediği için, iktidarın “din” adına paylaşılması da söz konusu değildir. Onun içindir ki, Hz. Peygamber, kendisinden sonra ümmetin nasıl devam edeceği ve yerine kimin geçeceğine, kısaca İslâm Devleti’nin yönetim biçimine dair herhangi bir söz söylememiş veya işarette bulunmamıştır. Öyle görünüyor ki o, Müslümanların Halife meselesini kendi başlarına çözmelerini düşünmüştür. Aslında bu anlayış, onun devrinin anlayış ve geleneğine son derece uygundu. Üstelik kendisinden sonra bir Peygamber gelmeyecekti. O halde o, Arap geleneğine uygun olarak yeni bir önderin seçimi için kapıyı açık bıraktı. Nitekim Sahabe bu konudaki uzun tartışmalardan sonra Hz. Ebubekir’i Hz.Peygamber’in yerine O’nun Halife’si ola-


178

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

rak seçti[2] . Aslında “Halîfetu Resûllillah” unvanı, ilk defa Hz. Ebûbekir tarafından, “Peygamber ile sona erdiğine inanılan risâlet vazifesi hariç, onun bütün selâhiyet ve faaliyetlerini yerine getirmesini tazammun eder[3] .” Bu arada, unvana dinî bir mahiyet yüklemek maksadıyla “Halifetullah” da kullanılmak istenmişse de Hz. Ebûbekir şiddetle itiraz etmiş ve kendisinin ancak Allah’ın elçisinin Halîfe’si olduğunu söylemiştir[4] . Ancak Halife Osman hakkında kullanılmaya başlanan bu unvan, özellikle Emevîler döneminde yaygın bir şekil kazanmıştır, bunun amacı Emevîlerin kendilerinin Allah tarafından tayin edilmiş idareci veya vekil oldukları iddiasıyla dinî bir meşruiyet sağlama iddiasıdır. Maamafih Abbasiler de buna benzer şekilde, “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” gibi unvanlarla, bu iddiayı devam ettirmişlerdir. Üstelik, kelimenin aslında bulunmadığı halde, “Allah’a Resule ve Ulu’1-Emre itaat edin” (Nisâ, 4/59) âyetini Halîfe’ye yükleyerek, Halîfe’nin görevine ilâhî bir kutsallık verildi. Oysa Hz.Ömer, kelimenin ruhuna sâdık kalarak, “halîfetu-halîfeti resullillah” (Resûlullah’ın Halifesi’nin Halife’si) unvanını kullanmış ise de bu çok uzun olduğu için daha sonra “emîru’l-mu’minîn” unvanı tercih edilmiştir. Hal böyle olmasına rağmen, Kur’an-ı Kerîm’de insanın Allah’ın Halîfesi kılınışı (Bakara,2/30); hüküm vermenin ancak Allah’a ait oluşu (En’am, 6/57); Allah’ın indirdiği ile hüküm vermeyen kişinin inkarcılıkla vasıflandırılması (Mâide, 5/44) gibi ayetlerden hareketle, İslam’da siyâsî egemenliğin Allah’a ait olduğu ve insanın da bunu Halîfe’si sıfatıyla O’nun adına kullanacağı, dolayısıyla İslâm’da din ve devlet işlerini ayırmanın imkânsızlığını ileri sürenler vardır. İnsanın Allah’ın Halîfe’si kılınışı, onu Allah’ın vekili ya da O’nun adına iş gören bir varlık durumuna getirmez. Kur’an-ı Kerîm’in bütünlüğü içinde ele alındığında insan, yeryüzünde kendi adına hüküm süren, yapıpetmelerinden dolayı da doğrudan kendisinin sorumlu olduğu bir varlıktır, insan Allah adına iş yapan bir varlık değildir. O, sâdece Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için iş yapan, çalışan bir varlıktır. Esasen, “Ben yeryüzünde bir Halîfe yaratacağım” (Bakara, 2/30) ayetinde, insanın yeryüzünde Rabb’in sıfatlarının mazharı olarak yaratıldığına işaret edilmektedir[5] . Ayrıca Hz. Peygamber dahil hiç bir Peygamber’in bile Allah’ın yerine iş yapma ve vekili olma yetkisinin bulunmadığı açıkça bildirilmiş ve insanlara da, Peygamberlere de hükmettikleri zaman adaletle hükmetmelerini istemiş (Nisa, 4/58, Sâd,58/26) bir dinde, elbette yetkilerini, yani egemenliğini nasıl kullanmasının gerektiğinin yolları gösterilmiştir.


Makale ve Analizler - 2018

179

Kur’an-ı Kerîm’e göre Allah’ın mutlak hâkim ve hâkimiyetin de O’na ait olması, elbette ontolojik anlamda doğrudur ve bu hususta Müslümanlar arasında bir tartışma yoktur. Tartışma Allah’ın insana beşerî siyasî egemenlik hakkı verip vermediği konusundadır. Kur’an’a göre siyasî egemenlik tereddütsüz insana aittir; yönetim konusunda yapılacak iş, “şûra” yoluyla toplumsal iradenin tecellî ettirilmesidir, insan da sahip olduğu hür iradesi ile bunu gerçekleştirebilecek güçtedir. Yoksa insanın “Hâkimiyet Allah’ındır” iddiası ile hükmetmeye kalkması ve kendi iradesini ve yorumlarını Allah’ın iradesi sayması, açıkça bir ilâhlık davasıdır ve “Firavunluğa” özenmedir. Esasen egemenliği metafizik hâkimiyete dönüştürmek, onu kullananları sorgulama dışında bırakmak ve böylece topluma hesap vermek ve halk tarafından gerektiğinde değiştirilmek endişesinden kurtulmak demektir. Bu ise, Kur’an-ı Kerîm’in mesajına zıt bir anlayıştır; çünkü Allah, egemenliği kullanma yetkisini tek tek insana vermiş ve ancak ondan bu yetkisini doğru kullanmasını istemiştir. Eğer bir toplum, içinde bulunduğu durumdan hoşnut değilse, egemenlik hakkı ile bu gidişi değiştirmelidir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de bu konuda şu ifade edilir: “Bir toplum kendi durumlarını değiştirmedikçe, Allah da onların durumunu değiştirmez.”(Ra’d, 13/11). Kaldı ki, toplumu ilgilendiren yanlışlar yalnız bu yanlışları yapanları değil, toplumun tamamını ilgilendirir. “Aranızda yalnız haksızlık edenlere erişmekle kalmayacak olan karışıklıktan (fitneden) sakının” (Enfâl, 8/25) uyarısı da buna işaret eder. Toplumsal ve siyasal yanlışların bedelleri, dünya hayatında ödenmekte; toplumun üyeleri de bundan payına düşeni almaktadır[6] . Burada, Akbulut’un da isabetli bir biçimde işaret ettiği gibi[7] , belirtilmesi gereken çok önemli bir ilke ve yöntem meselesi vardır. O da Kur’an’ın mesajıyla bu mesajın uygulanmasının özdeşleştirilip özdeşleştirilemeyeceği meselesidir. Bir mesajın uygulanmasında mesajın kendisi kadar onun uygulayıcısı durumundaki insan da fevkalâde önemlidir. Allah’ın mesajının muhatabı insandır. İnsan da aldığı eğitim, bulunduğu toplum, içinde yaşadığı coğrafya, tarihî, ekonomik ve kültürel durumu, kısacak kabiliyet ve kapasitesi itibariyle farklılıklar içindedir. Bu bakımdan Allah’ın mesajını anlaması, idrak etmesi de kendi aklına ve kabiliyetine göre olacaktır. İbn Haldun’un da Kur’an’ın mesajından hareketle ortaya koyduğu “bedevî” ile “hadarî”nin anlayışı ve yorumu elbette aynı değildir. Bu ise, aynı ayete dayanmalarına rağmen, insanların pekâla farklı kararlara ulaşabileceklerini gösterir. Artık bu durumda Allah’ın mesajı, insanların yorumlarından dolayı ilâhîlikten çıkmakta ve insânîleşmektedir. Yani mesajın kendisi ilâhî, anlaşılması, uygulanması ise insanî olmakta ve izâfîleşmektedir. Onun için “Allah’ın buy-


180

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ruğunu tatbik ettiğini iddia eden bir insan aslında Allah’ın emrini değil, bu emirden kendi anladığını uygulamıştır. Onun için Allah adına Firavun zulmü işlemek de mümkündür.” Ancak yukarıda da ifade edildiği gibi “Halîfe” kavramının Hz. Peygamber’in vefat ettiği 632 tarihinden Hz. Ömer’in vefat ettiği 644 tarihine kadar sahip olduğu anlamın, bu tarihten sonra ciddî bir muhtevaya büründürülmesi ve dolayısıyla kutsallık kazandırılması, hem İslâm, hem dinî düşünce tarihi, hem de İslâm ülkeleri için daima olumsuz bir tablo oluşturmuştur. Esasen bu olumsuz tablonun arka planındaki gerçek, İslâm mesajının özünün ne olduğunun unutulmuş ya da ihmal edilmiş olduğu vâkasıdır. Şurası muhakkak ki Kur’an-ı Kerîm’in inzali ve İslâm toplumunun oluşumu, 610 yılında başlayan tarihî bir ortamda cereyan etmiştir ve o dönemin sosyal, kültürel, ahlâki ve dini olguları içinde ve karşısında oluşmuştur. Bu açıdan Kur’an-ı Kerîm doğrudan bu duruma bir cevaptır ve hattâ merhum Fazlur Rahman’ın ifadeleriyle, “çoğunlukla somut tarihî olaylar içerisine de karşılaşılan belli sorunlara cevap teşkil eden ahlâkî ve dinî ve toplumsal açıklamaları içermektedir[8] .” O tarihlerden bu yana ondört asır geçmiştir. Günümüzün tarihi, siyasî, ekonomik ve sosyal yapısındaki şartlar çok değişmiştir, Hz. Peygamber’in zamanındaki duruma benzemeyen çok konu vardır. En azından toplum yapısı değişmiş ve değişmeye devam etmektedir. Meselâ Hz. Peygamber zamanındaki toplum yapısı bütünüyle kabile esasına dayanıyordu. Günümüzde ise bilgi toplumu hatta bilgi ötesi toplum yapısının şartları içinde yaşıyoruz. Bir Müslüman için her şeyinin Kur’an hükümlerine göre tanzim edilmesini istemek en tabiî hakkıdır. Ancak etrafında bunca gürültü kopartılan ve toplumun işleyişini Kur’an’a göre tanzim edilmesini gerçekleştirecek “muamelât” yani insanın söz, fiil ve davranışları, insanlar arası ilişkilerin düzenlenmesi ile ilgili hüküm ayetlerinin toplamı en fazla 228 civarındadır[9] . Giyim-kuşam, miras ve benzeri hususlardaki hüküm ayetleri, ilâhi mesajın tarihî toplum içindeki yatay boyutudur ve dolayısıyla konjoktüreldir. Bu sebeple mutlaka yorumlanmayı, ama ayetlerin lafzıyla değil ruhuyla anlaşılması gerektiğinin bir göstergesidir. Diğer taraftan Kur’an-ı Kerîm, bünyesinde yer alan akîde, ahlâk, ibadet ve muamelât konularından her biri ile aynı oranda ilgilenmemiş, ama genel kural ve ilkeler getirilmiştir[10] . İlk Halîfeler ve sonraki bilginler de bu yöntemle çok zengin ve değerli uygulama ve yorum örnekleri vermişlerdir.


Makale ve Analizler - 2018

181

Mesala Kur’an’da zekât vermeyenler için bir “had” (ceza) tayin edilmiş değildir. Buna rağmen ilk Halife Hz. Ebû Bekir, zekât vermek istemeyen kabîlelere karşı, Sahâbe’nin bir kısmı muhalefet etmişse de “dine dönmelerine” yani tekrar zekât vermeyi kabul etmelerine kadar savaştı; çünkü zekât, ona göre sâdece şahsî değil toplumu doğrudan ilgilendiren bir ibâdetti. Yine Meselâ Hz. Ömer, Kur’an’da hırsızlık suçu için emredilen “el kesme” işini, kıtlık yılında uygulatmamıştır. Kur’an’da hazinede toplanan zekâtın harcama kalemlerinden biri olarak belirlenmiş bulunan “müellefe-i kulûb” (kalpleri dine kazanılacaklar)’a verilen hisselerin dağıtımı, Hz. Ebû Bekir döneminde yine Hz. Ömer’in ısrarı ile durdurulmuş; kendi döneminde uygulamadan kaldırılmıştır. Hz.Ömer, Kur’an-ı Kerîm’in caiz gördüğü ve helâl kıldığı Ehl-i Kitâb’ın kadınları ile evlenme ruhsatını (Mâide,5/57) Müslüman hanımların sayılarının artması ve en önemlisi Müslüman erkeklerin güzelliklerinden dolayı onlarla evlenmeyi tercih etmeleri halinde bu durumun Müslüman kadınlar için bir felâket olacağı gibi gerekçelerle yasaklamıştır. Keza O, fethedilen arazilerle ilgili Kur’an ayetlerini de şartları dikkate alarak uygulamamış ve kamu yararını (maslahat) gözeterek “iktâ” etmiştir. Kaldı ki bu ayet “caiz” değil “emir” niteliğindedir. Yine onun, Bizans ve Sasanî tecrübelerinden yararlanarak iktisadî ve idarî düzenlemelerde de bulunması[11] ve daha nice kararı, re’sen Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in Sünneti’nin özüne dayalı olarak koyduğu hükümlerdir ve dînin dinamizminde mevcut sürekli değişim anlayışının örnekleridir. Aynı şekilde Hz. Osman’ın Hacc esnasında Mina’da seleflerinin aksine Namaz’ı iki yerine dört rek’at kıldırışı ve yine seleflerinin icraatıyla uzlaştırılamayacak pek çok uygulaması, içinde bulunduğu şartların zorladığı yorumlardır. Hz. Ali’nin de Cemel sonrası ganimetleri taksimi ile ilgili uygulamasına, seleflerinin ve Hz.Peygamber’in sünnetlerinde yer bulmak mümkün değildir; ama icraatı Kur’an’ın ve Nebevî Sünnet’in ruhuna ve özüne uygundur. Bu hususlarda sayısız denebilecek zenginlikte örnekler vermek mümkündür. Onlar bu nevi uygulamaları, eğer şartlar gerekli kılmışsa tereddütsüz tatbik etmişler ve bunu yaparken de dinin özüne uygun davrandıklarına inanmışlardır. Görülüyor ki, bütün bu gelişmeler, İslâm’da Hz.Peygamber’in Allah’ın Elçisi olarak görevini tamamladıktan sonra toplumun yönetimini üstlenen Halifeler, Kur’an temel ilkeleri çerçevesinde ferdin ve toplumun ihtiyacı olan meselelere cevap bulmakta kendilerini rahat hissetmişlerdir; çünkü onlar, Hz. Peygamber’in sahip olduğu bütün vasıfları, en azından Peygamber-


182

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

liği şahıslarında toplayamayacaklarını biliyordu. Onun için de belli bir süre sonra yönetici Halîfe ile birlikte hayatın meselelerine din açısından yorum getirecek hukuk ve kelâm okulları doğdu. Bu da esas itibariyle İslâm’da siyaset, yani devlet ile din arasındaki ilişkiler ve kurumların ayrılığı hakkında bir deneydi. Bir kere İslâm’da ruhban sınıfının bulunmayışı, devletin yani siyasetin dinin emrine girmesi, başka bir ifadeyle siyasetin “dine alet edilmesi” şeklindeki bir düşünceye yer vermemiştir. Özellikle bu durum, Osmanlı tarihinde çok daha açık bir biçimde görülür. Prof.Dr.Ethem Ruhi FIĞLALI[12] ’din-devlet ilişkisini ele alırken; her ikisinin de birbirine karıştırılmamasını ve saygılı olmaları gerektiğini belirtmiştir. Ona göre; “Devlet ve din, karşılıklı birbirlerine karışmayacak ve saygılı olacaklardır. Ve devlet din esaslarına dayandırılmayacaktır; ama Devlet’in de lâik hukuk ve lâik ahlâk anlayışını koruma zorunluluğunun yanında vatandaşlarının da her türlü hak ve hürriyetlerini teminat altına alma ve onların tarihî, sosyal ve kültürel birikim ve değerlerine saygılı ve hoşgörülü olma ve hattâ bu ihtiyaçlarına cevap verme zorunluluğu da vardır. Özellikle Türkiye Cumhuriyeti, baştan itibaren tarihî, siyasî, sosyal ve kültürel şartları açısından Atatürk’ün lâikliği ilmîlik; dini devlet işlerine ve siyasete karıştırmamak; dinin bir takım siyasetçiler veya softalar elinde bir çıkar aracı olmasına kesinlikle engel olmak; kimseyi inançlarından dolayı kınamamak, kimseyi ibâdete zorlamamak, “umumî âdap ve ahlâka mugayir” olmamak şartıyla kimsenin ibâdetini engellememek ve yasaklamamak; ama her ferdi de din ve diyaneti açısından eğitmek ve öğretmek şeklinde tarif edilebilir. Esasen devlet olarak ülkemizin tarihî, sosyal ve kültürel şartları açısından bir hususa daha dikkat edilmelidir. Bilindiği gibi Atatürk Milliyetçiliği, derin ve köklü bir tarih şuuruna, kültür birliğine, güçlü gelenek ve göreneklere dayanır. Bu durumda Türk tarihini, Atatürk’ün çizdiği hedefler içinde, olayları, destanları, yükseliş ve alçalış dönemlerindeki seyri ile tanımak, hissetmek ve benimsemek, ancak Türk Milleti’nden olmakla ve onun hamasî ve manevî dünyasını anlayıp yaşamakla mümkün olur. Söz gelişi, “Gazi” ve “Şehîd” gibi iki önemli İslâmi kavramın mâhiyetini bilmeyen kimseye, bu kavramlardaki yüce anlamı hissettirmek ve en önemlisi, bu milletin Atatürk’e neden gönülden ve resmen “Gazi” unvanını verdiğini anlatabilmek ve duyurabilmek mümkün değildir. Aynı şekilde Türk insanına tarih, edebiyat, adab-ı muaşeret, gelenek ve görenek ve benzeri bilgilerin lâyık-ı veçhile verilebilmesi için de İslâm Dini hakkında yeterli bilgilerin öğretilmesi gerekir. Şöyle ki, İslâmiyetî belli ölçüde bilmeyen biri-


Makale ve Analizler - 2018

183

nin Yunus Emre’yi , Hacı Bektaş Veli’yi, Mevlânâ’yı, Bâkî’yi, Itrî’yi, Dede Efendi’yi, Yahya Kemal’i, Mehmet Akif i, Kaygusuz Abdal’ı ve hattâ Âşık Veysel’i ve benzerlerini kavrayabilmesi, iç dünyalarını, tarihimiz, kültürümüz ve millî bütünlüğümüz için taşıdıkları emsalsiz değeri tanıyabilmesi mümkün değildir. Durum, asırlar boyu İslam kültürü ile yoğrulmuş töreler ve geleneklerimiz için de aynıdır. Bu durumda Devlet’in, yasama organlarının milletin paylaştığı değerleri, çağdaş bir anlayış ve yorumla kullanması, dinin devlete müdahalesini, ya da lâikliğin terk edilmesi anlamına gelmez, gelmemelidir; çünkü endüstrileşmiş toplumlarda, soyut toplumlarda toplumsal bütünlük ve kaynaşma, yerini ferdin yalnızlığına bırakmış; bu durum da sosyalleşme hâdisesini zaafa uğratır hale gelmiştir, işte bu durumda dinler ve dinî değerler, sosyalleşmeye daha çok katkıda bulunmak üzere hayata dâhil olmaktadırlar. Kaldı ki hangi toplumda olursa olsun, her fert içinde yaşadığı toplumun aynasıdır. Dili, dîni gelenek ve görenekleriyle toplumunun özelliklerini yansıtır. Dîne karşı ne kadar kayıtsız, hattâ karşı olursa olsun, din bir kültür unsuru olarak ferde sinmiş ve onunla bünyeleşmiştir. Fert, doğumundan ölümüne kadar, farkında olsun-olmasın, günlük hayatında şu yada bu şekilde dinle ilgilidir veya en azından uzağında değildir. Bu durum da, özellikle ülkemiz açısından, lâikliğin uygulanmasında mutlaka göz önünde bulundurulması gereken hususlardandır.” [1] Çetin, Özek, Devlet ve Din, İstanbul, Ada Yayınları, 1982, s. 7-9. [2] Fığlalı, Ethem Ruhi, Çağımızda İtikadı İslâm Mezhepleri, İst. 1996, s.27, İmâmiyye Şîası, İst. 1984,s.22 [3] Ünal, Bülent, Semantik Açıdan Kur’an’da Hilâfet Kavramı, İzmir 1990 (Y.Lis.Tezi), s.7-8 [4] W.M. Watt, İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, Çev. E. Ruhi Fığlalı, Ankara 1981, s.102. [5] Ateş, Süleyman Prof. Dr. Kur’an-ı Kerîm ve Yüce Meali, Ankara, s.5 [6] Akbulut, Ahmet, “İslâmî Bilginin Dünü, Bugünü ve Yarını” (Panel), BAG, Ocak 1996, s.2 [7] Akbulut, Ahmet, “İslâmî Bilginin Dünü, Bugünü ve Yarını” (Panel), BAG, Ocak 1996, s.23 [8] Fazlur Rahman, İslâm ve Çağdaşlık, Çev.: A.Açıkgenç-M.H.Kırbaşoğlu, Ankara 190, s.74. [9] Erdoğan,Mehmet Doç.Dr.İslâm Hukukunda Ahkâmın Değişmesi, İst., 1994, s.39 [10] Erdoğan,Mehmet Doç.Dr.İslâm Hukukunda Ahkâmın Değişmesi, İst., 1994, s.40 vd. [11] Fayda Mustafa, Hz. Ömer’in Divan Teşkilâtı, Ankara, 1982; H.Karaman, İslâm Hukukunda İctihad, Ankara; Erdoğan,Mehmet Doç.Dr.İslâm Hukukunda Ahkâmın Değişmesi, İst., 1994 [12] Fığlalı, Ethem Ruhi, http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-38/din-ve-devlet-iliskileri Erişim:26/10/2018


184

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2018

185

İlgisiz İnsanlar Yaratmak

Tarih: 01 Kasım 2018 Yazan: Sakir ARSLANTAŞ Konu: Bulgaristan Türklerinin başız bir gövde olarak hareket etmesine zemin uzun zaman hazırlanmıştır. Candan Erçetin’in “Meğer” şarkısı var. “Ağlamam artık gidenlere. Ağlamam artık ihanet edenlere” dediği o şarkı. O “güzellere ihanet edenlere” derken, ben hep “vatanıma, dilime, dinime, kültürüme ihanet edenlere” şeklinde ilavelerle okur giderim. Bu konuyu eşelerken bilinçli ve bilinçsiz ihanet edenler olduğu noktasına vardım. Bu konuyu daha sık elerken, Hak ve Özgürlük Hareketi (DPS) Kırca Ali / Karagözler – Çernooçine belediyesinden ilk demokratik seçimde (Haziran 1990) Milletvekili seçilen Remzi Osman’ın, şu an tarihini tam olarak yazmakta zorlandığım, “Prostor” lokantasında yerli ve Türkiye’den “Beleneciler” (Belene Ölüm Kampı mağdurları) önünde yaptığı kısa bir konuşmayı hatırladım. Bu konuşmasında o kendisine bakan çift gözlerin hepsine birden “biriniz ikiniz değil, siz hepsiniz ışınlanmışsınız” demişti. “Belene” Ölüm kampında kalmış – resmi rakamlara göre – 517 Bulgaristan Türkünden çoğu oradaydı. Remzi Osman, 1942-1944 yılları arası Rodoplar’daki anti-faşist mücadeleye katılan partizanlardan aç kalanlara sofra açmış bir gazi dedenin torunuydu. Aynı partizanlar daha sonra, özgürlük ve eşitlik sevdalarına ihanet etmişler, oluşturdukları totaliter komünist toplumda (1973-1989) Türklere keskin diş ve tırnaklarını batırarak isimlerini ve kimliklerini değiştirmeye kalkmışlar, adet ve törelerine, halk bilgilerine ve inançlarına amansızca saldırmışlardır. Remzi’yi de öğretmen olduğu köy okulunda Türk çocuklarını karanlığa bakmayı öğretmeye zorlamışlardı. Bu toplumsal çelişkiyi aşabilmek için demokrasi onu seline katmış, zamana ayak uydurmuş hatta yerel öncü durumuna getirmişti.


186

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

“Biriniz ikiniz değil, siz hepiniz ışınlanmışsınız” sözlerini işitenlerden o an yerinden kalkan olmamıştı. “Işınım” ya da “radyasyon” sözünün tam anlamını bilmeyenler de olabilirdi. Sonra, Remzi bir “ışınımölçer” yani bolometre miydi? Türkiye’ye vardıklarında sağlık kontrolünden geçmişlerdi. Onlara “sen ışınlanmışsın” diyen olmamıştı. Osman devam etti. “Biz “Belene” kampı tutanaklarının dosyalarını istedik, onları teker teker gördük, bir tek bayan Hüsniye Mustafa dışında, hepiniz karşı tarafa çalışmayı kabul etmişsiniz, hain olmaya kanat açmışsınız, bu işin özrü olmaz, örgüt yapımızda ışınlanmış kadrolara görev veremeyiz.” demişti. Bu konuyu yıllarca deşen, “yok öyle bir şey, iftira” diyen olmadı. Aynı kampın aynı odasında ranza paylaşanların gitgide göz göze gelmekten kaçındıkları, bakışlarının kesişmesinden kaçtıkları dikkati çekti. “Kahramanlar” kabuklarına çekildiler. Söylenen sözler çok ağırdı. Aile bozabilirdi. Gelinler çocuklarının dede koynuna girmelerine, bayramda el öpmelerine bile karcı çıkabilirdi. Ninelerin derdi katmerleşirdi. Ağızını kapayan bir de üstüne fermuar çekti. Köstebeklerin kış uykusu Demokrasi uykusuna girenlerde beliren ilgisizlik o kadar derinleşti ki, asimilasyon kampanyası boyunca öldürülenlerin sayısı 37 (otuz yedi) değil, 1000 – 1500 kişidir, diyecek cesaret bulamadılar. Susanların susması can sıkıcı oldu. Kap tutmayan yaralar yosunlaştı. 30 yıl sayıklayanlar, gece kalkıp sokak sokak dolaşanlar, ağaçlarla konuşanlar var. Vietnam Savaşında 56 bin US askeri ölürken, amerikaya döndüklerinde psikolojik denge bozukluğundan deli hanelerde ölenlerin sayısı 150 bindir. “Belene” kampından cenaze çıkmadı. Ardından gelen yaprak dökümüne dikkatle bak. Delirenler deliliklerine evlerinde bakıyor. Bu olayı yakından izleyenlerin aklına gelen şuydu: Körün istediği 2 göz, biri ela biri boz. Köstebekler kördür. Hikâyeleri şudur: “Köstebek kör kalmış. Çünkü dışarı doğru bakmak yerine içeri, yüreğine doğru bakmış. Nerden gelmiş aklına bunu yapmak kimse bilmez. Ama bu bakış tanrılara özgü olduğundan, “Tanrılar kızıp onu sonsuza dek toprağın altında yaşamaya mahkûm etmiş.” Biz bu mahrumiyete kaderiışınlanmış diyoruz. Ölüm korkusu yaşayan insanlar en kolay ışınlanıyormuş. Ne yazık ki, köstebek illetinden kurtuluş yok. Kanser gibi… Birisine yaklaşsan ve “ağabey, başından geçenleri biliyoruz. Şu hak ve özgürlük davası gaziliğini gençlere bir anlatsan” dediği-


Makale ve Analizler - 2018

187

mizde, “başkasını bul be oğlum” deyip, yan kırıyor, şapkasını önüne çekip bastonundan güç alarak uzaklaşıyorlar. İlk yılların heyecanı kurudu. Sanki davanın suyu çekildi. Hem Türkiye’den hem de Bulgaristan’dan emekli maaşı alanların “ta ni olacak be gülüm” cevabı da kendileri için sanki doyurucu. Türk kimliği davamızla ilgili kamplarda, hapishanelerde, sürgünde ışınlanmış ağabeylerimizi şu katmanın içinde görebiliyoruz. Bulgaristan’daki Türk nüfusunun üçte ikilik kısmı kırsal kesimde – köylerde – yaşamaktadır. 1992 rakamlarına göre, Bulgarlarda üniversite mezunu oranı genelde %20, Bulgaristanlı Türklerde bu oran %2’dir. Aynı yıl memlekette lise mezunu oranı Bulgarlar da %54, Türklerde ise %24’tür. Bu rakamlar, Bulgarlaştırma süreci içinde Bulgar devletinin resmi açıklamalarında (Mart 1985 İç İşleri Bakanı D. Stoyanov’un demecinden) Türkler arasında 3 261 ajan olduğu dikkate alındığında büyük bir çelişkiyle yüzleşiyoruz. Bir defa okuma yazması olmayan kişilerden ajan seçmek yasaktı. 15 Ekim 2018’de Dosya Komisyonundan yapılan resmi açıklamada Todor Jivkov döneminde ajan dosyalı ve kartonlu kişilerin sayısı 2 500 000 (iki buçuk milyon) olduğu ortaya çıktı. Nüfusun üçte biri komünist ajanlığa bağlanmıştır. Bu ajanlara yüzde yüz inanılır mıydı bilmiyorum. Fakat şimdi ajanların bazı ihbarları problem yaratmaya başladı. Eski ajanlar memleketimizi satıyorlar. Hafta sonu Sofya, Pleven ve Köstendil’de Dış Ülkelerdeki Bulgarların işine bakan ve onlara Bulgar pasaportu veren devlet ajansı yönetimi tutuklandı. Bu ajans her ay 1,2 milyon (bir milyon iki yüz bin) Euro rüşvet topluyormuş. Adalet Bakanlığında yabancılara Bulgar Pasaportu verme işlerinden sorumlu devlet memuru Bayan Katya Mateva’nın anlatıldığına göre, 2 dakikada bir sahte pasaport veriliyormuş. (Galerya gazetesi 2018, sayı 44) İşler o kadar kolaylaştırılmış ki, Bulgar tebaası istenmez olmuş, bir beyan imzalamak yeterli olmuş. Arnavutlara, Kosovalılara, Makedon, Moldova ve Ukraynalılara AB pasaportu verme içi 2012-2017 yılları arasında Makedon partisi VMRO Başkanı Krasimir Karakaçanov – halen Başbakan Yardımcısı ve Milli Savunma Bakanı – tarafından yönetilmiş. Bulgar milliyetçiliği, Türk düşmanlığı, İslam düşmanlığı sahte pasaport satmaktan BULGARİSTAN’I SATMAKTAN toplanan rüşvet paralarıyla finanse edilmiştir. Kodamanlardan, başbakan yardımcıları, bakanlar, genel müdür-


188

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lerden tutuklanan yok. Bulgaristan’da doğmamış, yaşamamış, Bulgar dilini bilmeyen, Bulgaristan’da malı mülkü hatta banka hesabı olmayan yabancılara memleketimiz peşkeş çekiliyor ve Türk düşmanlığı tırmandırılıp kızıştırılıyor. Yani eski ajanlar yeni ajanlara inanmıyorlar. 5 yıl önce mecliste özel bir karar alındı ve eski ajanlar devlet işinde çalışamaz dendi. Bakan, Başbakan Yardımcısı olamaz kararı alındı. , Bugünkü Başbakan Yardımcısı ve Savunma Bakanı K. Karakaçanov 1989’dan önce, totaliter komünizm zamanında VI. Şubeye bağlı III. Amirlikte görevli polis Hristo Hristov’a ajanlık yapmıştır. Bu resmen açıklandı. Bu III. Amirlik Bulgaristan istihbaratı “DS” ile Rusya istihbaratı KGB arasındaki ilişkileri ve işbirliğini düzenleyen makamdır. Hristo Hristov bugün bir avukat olarak, VMRO parti binasının 3. Katındaki ofiste çalışıyor ve VMRO partisi Başkanı Karakaçanov’a danışmanlık yapıyor. Soruyorum: Değişen nedir? Dosyalar açılırken “DS” eski ajanları yeni sistemde –DANS – ajan olamaz denmişti. Eski ajanlar bakan, bakan yardımcısı, Başbakan Yardımcısı ve Başbakan, Meclis Başkanı, Savunma bakanı olamaz. Eski istihbarat subaylarından danışman olarak yararlanamaz denmişti. Olaylar nerelere gitti. Bunların hepsi kafaları ışınlanmış totaliter komünist memleket satanlar, Türklere karşı kuduranlardır. Eski ajanlarla yeni ajanlar arasında sımsıkı bağ olduğu ortadadır. Bunu inkâr edenler yalan söylüyor. Onlar bugün de iktidardadır. Demokratlar nerede? Sofya meydanlarında neden yanmıyor ateşler. En kötü olan halkımızın ilgisizlik radyasyonu ile ışınlanmış olmasıdır. Körün istediği 2 göz, biri ela biri boz. Öyle insanlar vardır ki, kendilerine yapılmak istedikleri iyiliği gördükleri halde bununla yetinmezler, ayrıntılarının şu, bu biçimde olmasını da isterler, isteyecek kadar yüzsüzlük ve aç gözlülük ederler. Toprak altında oyduğu yuvalarda yaşayan, gözleri hemen hiç görmeyen, derisinden kürk yapılan küçük bir hayvan – köstebek. Toprağın üzerinde işi olmaz bunların. Toplumda ve güneş gören dünyamızdan ilgilenmezler. Bu tip insan yaratmayı başardılar. Ne yazık…. Hepsi büyük bir korkunun ürünüdürler. 30-35 yıl geçti kimse kalkıp da köstebek benim demedi. Göç edenler için köstebeğin bir kaçış stratejisi oldu diye düşündüm. Aramızda olanlardan bazılarının köstebek olduğunu bilmeyen yoktu. Ama hiç birimiz kimsenin yakasına yapışmadı. Biz kader kardeşiyiz demekle ye-


Makale ve Analizler - 2018

189

tindik. Şimdiki ilgisizliğimiz çocuklarımızın geleceğini öldürüyor. Köstebekleri bulacağız yemini içmiştik defalarca. Hiç birini darağacına asmadık. Zaman geldi köstebek olamayanlara acıdık. Ortada kalmışlardı. Bir baltaya sap olmayanların durumu çok kötüydü. Köstebeklerin köstebek ürettiğini, ışınlanmışların ise her bakıma kısırlaştırıldığını öğrenmek büyük acı verdi. Gecelerce yok olmak mı iyi, köstebek olmak mı dolaştı kafamda… Köstebek tarlarında köstebek olmadan yaşama şansı yoktu.Bir Bulgaristan Müslüman Türkleri olarak köstebek sorununu çözebildik mi? Bu sorunun cevabını yeni yazımızda ele alacağız. Anadolu’ya göç ederken; geride köylüm, fakir ve cahil bir kitle kalmıştı. Bulgaristan Türklerinin başsız bir gövde olarak hareket etmesine zemin hazırlanmıştı. Başımız toprağın altındaki kör köstebekti. Köydeşim bir işe yaramayan A. Doğan’dı. Paylaşınız ve aeranızda Tartışınız Silkininiz ve aynada bakmaya üşenmeyiniz.


190

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


















Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.