51- GÜNEŞ NE ZAMAN DOĞACAK

Page 1

Makale ve Analizler - 2019

1

Güneş Ne Zaman Doğacak

2019 - Şubat Makale ve Analizleri


2

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

GÜNEŞ NE ZAMAN DOĞACAK

BULTURK BGSAM Yayınları Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi - BGSAM -51 BULTÜRK Adına Genel Başkanı: Rafet ULUTÜRK Basım: Şubat - 2019 Koordinatör: Dr. Nedim BİRİNCİ Editör: Raziye ÇAKIR İnternet sorumlusu : Kapak Tasarım: Murat ULUTÜRK Pazarlama Sorumlusu: Hamiyet ÇAKIR Arşiv: İbrahim SOYTÜRK İsteme Tel: 0212 511 63 47 www.bulturk.org; www.bghaber.org; info@bulturk.org İnternet sitesinin yazıları Adres: Yıldırım Mah. Şehit Kamil Balkan cad. No.114/A Bayrampaşa İstanbul Tel: +90 (212) 511 63 47 Belgegeçer: +90 (212) 526 51 98 https://bgsam.org/, https://issuu.com/bulturk, https://bulturk.org.tr/ Baskı : DİNÇ OFSET MATBAACILIK SAN. ve TİC. LTD. ŞTİ. Adres: Davutpaşa Cd. Emintaş San. Sit. No: 103/580-581 Topkapı - İstanbul Tel: 0090 212 493 24 67 TÜRKİYE CUMHURİYETİ YASASI GEREĞİNCE BU ESERİN YAYIN HAKKI BULTÜRK’ten İZİNSİZ KISMEN VEYA TAMAMEN ÇOĞALTILIP YAYINLANAMAZ

Web: www.bghaber.org ; E.Posta: rafetuluturk@yahoo.com


3

Makale ve Analizler - 2019

“Bilgi Ordusu, Bizim Ordumuz, Bildiğimizi Öğretmek,Bizim Borcumuz.” Rafet ULUTÜRK

Düşünceler dizisi olan elinizdeki eserin anlamı derin bir uğraşın ancak başlangıcıdır. Bulgaristanlı Türk Müslümanların başına 1970-72, 1984-85’te düşen yıldırımın bir daha düşmemesi için bir uyarı ve ışık niteliğindedir. Saygılarımızla, B U LT Ü R K


4

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2019

5

Önsöz Yerine Yıl 2018 2016 yılı Bulgaristan Türkleri ve soydaşlarımız için umut dolu gelmişti. Cumhurbaşkanlığı seçimi ve siyasi dönüşüm amaçlayan bir halk oylaması yapılacaktı. Vatandaşlar siyasi sistem değişikliğinin seçim sisteminden geçtiğini kavramıştı. Ancak parti listelerinde gösterilenlerin seçildiği “çoğulcu” uygulamadan kurtulup, seçmen tarafından gösterilecek ve seçmenin iyi tanıdığı kişilerin meclise gönderileceği mutlak ekseriyet (salt çoğunluk) sistemine geçişin müjdesini bekliyordu. Bu değişiklik için 2 milyon 500 bin seçmen oy verdi.Seçmen, meclis seçimlerinde parlamentoya giren siyasi partilere oy başı 11 leva verilmesine yani milyonlar ceplemesine son verilmesini ve seçimlerin zorunlu olmasını istedi. 2 milyon 500 bin seçmenin oyu mahkeme kararıyla rafa kaldırıldı. Siyasi sistem değişikliği için “izin veremeyiz” dendi. Bunu deyen ise, 1989 yılından sonra, “ben artık öldüm” aldatmacası yaparak, Bulgar toplumu içine boydan boya uzanan kaskatı totaliter sistemin yarattığı oligarşi ve sözcüleri oldu. Onlar aynı yıl Bulgar aşırı sağcılarını birleşmeye çağırdılar. Giderek birleştirdiler ve onlara “yolunuz iktidar basamaklarından tırmanmaktır” dediler. Avrupa’nın kaderi de kötüydü. Sığınmacılar, savaş kaçakları, kitle göçleri, kıta değiştirenler çatır çatır kıvılcım saçan faşizm her günümüzü zehir etmeye başladı. 1989’da parçaları anmalık olarak satılmaya başlayan Berlin Duvarı’ndan parçaların yerine yeni duvarlar çekmek için yeni duvarcılar belirdi. Doğu Avrupa ülkeleri aralarındaki sınırlara boydan boya tel duvar gerdiler. Tarih ayıbın böylesini daha önce görmemişti. Sınırları kaldırıp özgür bir dünyada yaşama hevesiyle birleşmeyi seçenler insanlara, “Toplama Kamplarını”, yargısız idamları, Nazileri, faşistleri anımsattılar. Avrupa Konseyi 3 Bulgar siyasi partisine, “Ataka”, İç Makedon Devrim Hareketi (VMRO) ve “Bulgaristan’ı Kurtarma Hareketi” ve bu üçlünün “Yurtsever Cephe” ortaklığı Türk, Müslüman, İslam,


6

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

sığınmacı, göçmen ve öteki düşmanlığı aldı yürüdü. Düşmanlık yılan zehrinden kötü olan... Müslümanları hem isteme hem de istememe siyaseti karıştıkça anlaşılmaz oldu. Avrupa Birliği üyesi 28 devlet Türkiye Cumhuriyeti karşısında boyun eğdi ve bir gün “ama şu göçmenleri durdurun, bizi çökertecekler” dedi. 2016 ve 2017’nin en büyük olayı buydu. Dev adımlarla büyüyen ve güçlenen Türkiye’ye daha önce 28 devlet birden yalvarmamıştı. Diz çöktüler ve 2016 ve 2017’de durumun özünü fark edemediler. Çökenler Güneşten uzaklaştıklarını fark edemezler. Kuşkusuz, önüne eğilmiş kafalardan biri olan Bulgaristan’dı. Hem Brüksel’e ve hem de Ankara’ya bakarken Bulgaristan Türklerini görmezden geldi. Onları siyasi olarak parçalayarak ve parçaladıkça ezerek mecliste faşistlere daha geniş yer açanların ve faşistleri 1944’ten beri ilk defa iktidar koltuklarına davet edenlerin tam olarak ne düşündüklerini ve ne istediklerini anlamak çok zor olmadı. Artık göç durmuş, doğal olarak geri göç başlaması zamanı gelmişti. Faşist düşmanın kafasında iki hedef birden doğdu. Camiler ve mezarlıklar. Camilerin içinde de Türkçe konuşmayı yasaklamak, Türkler için Vatan kalesi olan, mezarlıkları daraltmak hatta vakıfları kabristanlık olarak ayırdıkları bütün arsalara el atıp, onları cesetlerini gömecek bir insan boyu topraksız bırakmayı düşündüler. Sofya Türk Mezarlığı 28 yıl önce dolmuştu. Bunu Ahmet Doğan’a, Lütfi Mestan’a, Osman Oktay’a, Kasım Dal’a vb asla anlatamadık. Yakın geçmişte mecliste yaşlanan Ramadan Atalay’ın eşi vefat etti. Bir mezar yeri bulamadık, doktor hanım Bulgar mezarlığına gömüldü. Yazarlarımızdan İsmail Çavuş öldü, Sofya dışında Bankiya kasabasındaki Hıristiyan mezarlığına gömdük. Bu şehirde zengin Müslümanlar için de mezar yeri yok. Sofya kenarında 52 dönüm bir yer alındı. Toprak sahibi Bulgar komşular vakıf malımıza, kendi mülkümüze mezarlık yapılması için gereken “razıyım” belgesini vermedikleri için, 20 yıldır boş duruyor o kutsal toprağımız. Karşımızdaki devlet kale gibi! Püskülü faşist. Ortada kaldık. 2016 - 2017 bizim için çok zor yıllardı. Mezarlıksız Vatan olmaz!!! Mücadele devam ediyor. Raziye ÇAKIR


Makale ve Analizler - 2019

7

Önsöz: Elinizdeki kitapta, biz Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği BULTÜTK’ün aydın kadroları ile Bulgaristan Stratejik Araştırmalar Merkezi BG-SAM ekibinin kaleme aldığı yazıları bulacaksınız. Size değişen dünyamızı kendi açımızdan anlatmaya çalıştık. Bulgaristan’da ve Türkiye’de yaşamış ve eğitim almış bir ekip olarak öncelikle her şeyimizin ortak olduğu inancından çıkarak, ne kadar istesek de birlikte yürüdüğümüz yolu ve içinde birlikte olduğumuz zamanı zorlayabilmemizin mümkün olmadığını ama bu yol ve zamanın kendi kuralları olduğunu ve bunlardan akıllıca yararlanarak birçok işler yapılabileceğini açmaya çalıştık. Bu kitabın zaman kesimi 2018 yılının Ocak ve Şubat aylarıdır. Bu kısa dönem bizim BULTÜRK olarak 2002’den beri izlediğimiz yolun iki aylık devamıydı. Bizim için çok önemliydi. Bulgaristan’ın başkenti Sofya’da Avrupa Konseyi’nin (AK) 6 aylık dönem başkanlığını Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov yapacaktı. Siyasi öngörümüzde, ilk kez olmak üzere, Bulgaristan kurumları ve vatandaşları Avrupa Konsey, Komisyon ve Birlik yönetimiyle yüz yüze gelecek ve askıdaki problemlere çözüm aranacak ümidi vardı. Bulgaristan Balkanların büyük ülkelerinden biri olsa da, Avrupa Birliği bileşiminde orta boyutta, tarımı ve sanayi bunalım içinde, işsizlik oranı yüksek, eğitim sistemi kriz yaşayan, çok yoksul ve çaresizlikle boğuşan bir ülkeydi. Bulgaristan’ı 2009’dan beri yöneten halkın Avrupa vatandaşlığı seçeneğini temsil eden GERB partisi, 24 Mart 2017’i erken genel seçimlerinden sonra 3 aşırı milliyetçi partiyi kabineye almış ve AK’nin “faşist” olarak nitelendirdiği bu partilerle yönetimi paylaşmıştı. AK Başkanlığının “faşist” olarak damgaladığı güçlerin iktidarda bulunduğu bir ortamda 6 aylık dönem başkanlığını dağıtması ve yeni seçim yapılarak adalet ve demokrasi güçlerinin hükümet kurmasını istemesi beklenirdi. Ne yazık ki, AK’yi üyeleri dönem başkanlığı için keçi kılından elbise giyip samsak kolonyası kullandılar ve faşizm yılanına kendileri ısırtmadan işe varıp geldiler. AK başkanlığı Sofya’da büyük protesto gösterileriyle başladı. Bulgar başkenti köpürdü. Dönem toplantıları başkanı Boyko Borisov zulayı açtı ve karanlık güçlerin hiçbir zaman yenilgi kabul etmediğini kanıtlarcasına, bir çuvalda bir milyon leva olduğunu kabul etsek, 100 çuval leva dağıtarak önce polis ve jandarmayı yatıştırdı. Diğerleri beklemeye devam ediyor.


8

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu 2 ay BULTÜRK etkinlikleri için çok önemliydi. İlk kez olmak üzere Başkan Rafet Ulutürk yönetiminde bir heyetimiz Sofya Büyükelçimiz Sayın Hasan Ulusoy Beyi makamında ziyaret etti ve iki halk ve iki ülke, özellikle de Bulgaristan Türkleri, dostluk, barış ve güvenlik davası yararına başarılı çalışmalar temennilerinde bulundu. Bulgaristan Müslümanları Diyanetini ve Başmüftülüğü ziyaret etti. Sofya Kültürel Etkileşim Derneğinde yararlı bir görüşme gerçekleştirdi. Elinizdeki kitapta, Bulgaristan’da 2018 atılımlarına, oradaki kardeşlerimizin yaşam ve etkinliklerine, büyük bir hevesle başlattıkları aydınlanma sürecine ilk kez yayınlanan yazılar da bulacaksınız. Rafet ULUTÜRK BULTÜRK / BG-SAM 07.08.2018


Makale ve Analizler - 2019

9

Değerli Hemşehrilerim, Bulgaristan’da hepimiz zor günler yaşadık, itildik, ezildik, çiğnendik, hatta gün geldi vurulduk, şehitler verdik. Bu nedenle bizler kendi içimize kapanarak, yaşam mücadelesi vermeye çalıştık. Ancak bu içine dönüklükten kurtulmalıyız ve Türkiye’de yaşadığımıza göre, yasaların bize verdiği tüm haklardan bizlerde yararlanmalıyız. Peki, neden bunu yapamıyoruz? 1877-78 Rus-Türk savaşından sonra Osmanlının Balkanlardan çekilmesiyle birlikte, savaş esnasında işlenen akıl almaz katliamlar nedeni ile atalarımız asırlarca yaşadıkları yerleri terk ederek göç yolunu tutmuşlardır. Geride kalanlar ise Bulgaristandevleti’nin uygulamaya başladığı soy kırım politikalarına karşı direnmiş ve hayatta kalmaya çalışmışlardır. Şimdi ise burada Türkiye’de yaşayanlar oralara yardım edebilmek için, burada ilk önce bir araya gelmek ve bir merkez oluşturmalıyız. Artık bir kurum altında toplanmalı ve birlikte hareket etmeliyiz. Bu birliğe hepimizin ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Artık bir birimizi kötülemekten vaz geçmeliyiz, birisi için yanında konuşamayacağımızı başka bir yerde konuşmamalıyız, yani kısaca arkasından konuşmamalıyız. En önemlisi samimi, hoşgörülü ve ahlaklı olmak. Zamanla her şey yerine geleceğine inanıyorum, ama tabi ki bu dava üzerinde kafa yoran, stratejiler üreten ve devamlı bunun üzerinde çalışan olursa. Bizim savaşımız insanlarımızı ahlaklı yetiştirmek olmalı, birlik ve beraberliğe kendi insanlarımızla başlayarak tüm Türk Dünyasına taşmalıyız. Bizler burada Türkiye’de yaşayan Bulgaristanlılar büyük bir kitle haline gelmiş durumdayız. İşte bu nedenle şimdi bu kitleyi yani kendi hemşerilerimizi, bir araya toplayarak bir merkez, bir güç birliği oluşturmalıyız, tabi ki bu bizim doğal tabii hakkımızdır. Bizler de artık toplum gücünü kullanabilmeliyiz. Toplum olarak haklarımızı elde etmek zorundayız ve bu yönde çalışmalıyız. Biz bunu söylerken, önderlerimizi seçerken, başkaları kötüdür demiyoruz. Biz bu işi onlardan daha iyi yapabileceğimize, Türkiye Cumhuriyetine ve Türk Dünyasına daha verimli olacağımıza, buralarda bu bölgelerde yaşayan Türklerin daha iyi, daha güvenilir, yaşamalarını sağlayacağımıza inandığımız için, Önderliğe, Yönetime talibiz. Bu arada Bulgaristan’da kalan kardeşlerimizin hepsinin siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel kimliklerini,


10

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

muhafaza edebilmeleri için mücadele etmeliyiz ve bu konuda gerekeni yapmalı ve gerekli yardımları yapmalı ve yaptırmalıyız. Aramızda Ahlâklı, Adaletli olanları seçmenli ve yüceltmeliyiz. Geçmişi konuşmaktansa, gelecekten söz etmeliyiz, bugünü değil, yarınları görerek hareket etmeliyiz. Aramızdan stratejistlere imkân ve fırsat vermeliyiz ve onları bizler yetiştirmeli yön verebilmeliyizkısa-10 ve uzunvadeli -50 yıllık hedefleri gösterebilmeliyiz. Aramızda kötü niyetli insanları tespit etmeliyiz, bilmeliyiz ki, onların kusurlarından dolayı değil, bu güne kadar yapılması gerekenleri engelledikleri için aramızdan uzaklaştırmalıyız. Bu güne kadar neler yapılmamış, onları araştırmalı, bilmeliyiz ve neler yapılması gerekir onları söylemeliyiz ve bunları bir an önce hayata geçirmeliyiz. Bizler gözyaşları dindirmek için, yaralara mehlem olmak için, her yüke ortak olabilmeliyiz. Gençlerimize, sadece balık pişirmesini değil, balık tutmasını da öğretmeliyiz, insanlarımızı denizlere, okyanuslara açılmalarını sağlamalıyız. Aramızda Tek Lider değil her sokakta, her mahallede bir lider yetiştirmeliyiz, biz dünyayı yönetmek için oğullarımızı yetiştirmeliyiz. Bizim insanlarımız yani Bulgaristan Türkleri şahsi başarıları Türkiye’de belkide en çok olanlardanız. İşte artık bizler toplum olarak haklarımızdan yararlanmasını bilmeliyiz. Her şeyden önce siyasi haklarımızı toplum olarak kullanmalıyız, daha sonra ekonomik ve kültürel haklar onu takip edecektir. Hepimizin gördüğü gibi, tarihte büyük güçler çok defa kötü politikaların kurbanı olmuşlar ve bunlar devam edecektir. Bir toplumun Lideri olmadan hiçbir şey olmaz, bu lideri de toplum çıkarmalıdır. Siyaseti güvenilir, sevimli hale getirmek bizim hedefimiz olmalı, bu gün çok zor, imkânsız olarak görünse de, yarınlara umutla bakabilmeli ve baktırabilmeliyiz. Var olabilmemiz için, var kalabilmemiz için, öncelikle temel hususlarda anlaşma sağlamalıyız. Aramızda bir birimize güveni kaynaştırmalıyız ve samimi olmalıyız. Her şeyden önce özgüvenimizi kazanmalıyız, birlik ve beraberliği ön planda tutarak insanları insan oldukları için sevip saymalıyız. İçimizde barışı sağlayıp, tek merkezde bir çatı altına toplanmalıyız.


Makale ve Analizler - 2019

11

Bu çatı da “BULTÜRK Derneği” olmalıdır. Buradan tüm dünyaya sesimizi duyurabiliriz. Balkanlar konusundaki politikalarda etkili olabilmek için yolları aşındırmalıyız. Çünkü gelişmiş ve Bulgaristan’da etkili bir Türkiye Balkanlara tamamen hâkimiyet kurabilecektir. En önemlisi kararlı olalım ve birbirimize samimi, saygılı olmayı ve bir birimizi sevmeyi öğrenmeliyiz. Bizim derdimizi ve problemlerimizi en iyi anlayabilecek zaat bizden olduğunu idrak etmeliyiz. Bulgaristan Türkleri konusunda teşhisi bizler kendimizi yetiştirerek yetki mercileri alarak son noktayı biz koymalıyız, bu güne kadar ki eksikliğimiz budur. Ayrıca Balkanların anahtarı Bulgaristan’da yani Bulgaristan Türklerinden geçtiğini de öğrenmeli ve öğretmeliyiz. Sevgili dava arkadaşlarım. Kendimizde özgüveni, aramızda güveni ve merkezioluşturduktan sonra, kimsenin aramıza nifak tohumları ekmesi mümkün değildir. Bizim için önemli olan, eksiklerimizi bulmaktır. Geçmişi bırakarak artık bizler aydınlanma dönemine bir an önce geçmeliyiz. Halimizi tespit etmek çok kolay, gazete, dergi yayın hayatımız nerede, kaç gazete, tv, radyo bizimle ilgili haber yapıyor.Burada suçlu değil, sebepleri aramalıyız. Gelin bunları tartışalım, niçin bu güne kadar bir Bulgaristan Kültür Merkezi olmamış, bunu şimdi nasıl gerçekleştirilebiliriz, bunlara yönelik çalışmalar toplantılar yapmalıyız. Hedefimiz Türkiye Cumhuriyetini daha güçlü, daha huzurlu ve daha iyi yarınlara götürmek için olmalı. Güçlü bir Türkiye Bulgaristan da yaşayan Türklerede güven ve huzur verecektir, onların daha rahat yaşamalarını hep birlikte sağlayabiliriz. Bunlar zannetiğiniz kadar zor işler değil. Dünyada insanlar bir iş için değil, bir İdeal için hayatını feda ederler. Bunun için güçlü olmak sesini duyurabilmek için öncelikle bir Kurum ve bunun Merkezini oluşturmalıyız. Çünkü Merkezi olmayan hiçbir topluluk bir yerlere gelmesi mümkün değildir. Bu güne kadar konuşmalar tartışmalar yapılmış fakat bir ağıç ekilmemiş işte bu gün bunu yaptık BULTÜRK tüm Bulgaristan Türklerinin biz öncelikle sadece Bulgaristanlıyız. Bizler elimizdeki kıt kaynaklarla bir merkez oluşturmaya çalıştık, bunda da muhafak olduk. Bu merkeze ulaşmakta büyük güçlükler ile karşılaştık bu konuda bizlere yardımcı olan emeği geçen herkese teşekkür ediyoruz. Ayrıca bizlere kendi yerini veren Mümin Hocamıza huzurunuzda kendisine tekrar tüm halkımız adına buradan teşekkür ediyoruz. Bundan son-


12

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

raki hedef de Türkiye’nin her yerine ulaşmak ve bu birlikteliği her yerde tesis etmektir. Bu merkezimizde artık kendimize ait bir kültür merkezimiz oluştu toplantı salonumuz da mevcuttur her 15 günde bir toplanıyoruz. Amacımıza ulaşabilmek için devletin bir şeyler yapmasını beklememeliyiz. Birlikten kuvet doğar Atasözünde olduğu gibi güçlerimizi birleştirerek devlet yönetiminde söz sahibi olmalıyız ve geleceğimize kendimiz yön vermeliyiz. Gençlerimizin devlete girmelerinin yolunu aydınlatmalıyız. Artık bizim de Ankara’da TBMM’de kendi temsilcilerimiz olmalı. Bizler de buralara kendi içimizden birilerini gönderebilmeliyiz. Aramızda birlik ve beraberliğimizi oluşturduğumuz takdirde kendi içimizde samimi olduğumuzda başarıların ard arda geldiğini göreceğiz bunu başaracağımıza eminim. İhtiyacımız olan tek şey kendi içimizde daha adaletli olabilmek. Sevgi ve saygılarımı sunarım, Genel Başkan Rafet ULUTÜRK


Makale ve Analizler - 2019

13

Kalkmayan Ağır Gölge

Tarih: 1 Şubat 2019 Yazan: Rafet ULUTÜRK Konu: Şehitleri birlikte anmanın orta yolunu bulamayan bir halkın geleceği olamaz. 29 yıldan beri Bulgaristan’da Şubatın 1. gününde komünist Sovyet totaliter dönemi kurbanları anılır. Sofya’da Milli Kültür Evi (NDK) parkındaki şehit isimlerinin altın harflerle alt alta yazılmış olduğu mermer levhaya çelenkler ve çiçek demetleri konur. Siyah giyinmiş yaşlı kadınlar ağlamaktan kurumuş gözlerini tekrar tekrar siler. Bu levhada Türk isimli kahraman yoktur. Oysa Plevneli Alı Derviş’in, Selvili Ahmet Tatarın, bu kavgada 2 bacağı ve bir kolu kesilen Karlovolu Hüseyin Arifin vb kahramanların isminin olması gerekirdi. Yaratan bütün canları eşit yaratmıştır, kahramanlar büyük ve dev olabilir, ama kaybedilen hayattır ve hepimizin hayatı eşittir. Bu sene de Cumhurbaşkanı Rumen Radev ve Başbakan Boyko Borisov totalitarizm kurbanlarını anma törenlerine katılmadılar. Öldürülenler konusunda Bulgar toplumu parçalanmış durumda. Komünistler 1923-1944 yılları arasında faşistler bizden 5 bin kişi öldürdü, partizanlara yataklık edenlerden 20 bin kişi, tutuklananlardan da 10 bin kişi yargısız infaz edildi diyorlar. 100 binimiz öldürüldü iddiasında bulunan Çar III. Boris taraftarları ise “Halk Mahkemesinin 1944-1946 yılları arasında 2 600 idam cezası kestiğini, toplam 30 000 kişinin öldürüldüğünü, ülkede iç savaş yaşandığını, totaliter rejim kurbanlarını anmanın bugün de çok tehlikeli olduğunu belirtiyorlar. Medya tarafların birbirinden af dilemesinde ısrarlı! Fakat komünistin faşist’en ve faşist’in komünist’en af dilediği nerede görülmüş? “Belene” Ölüm Kampında yatanlar, ciğerleri kızgın demirle dağlanan ve ya derin dondurucuda dondurulan kahramanlar da eşittir, hepsinin cesetleri domuzlara atılmış ya da “Persin” adasının Kuzey Batısında bulunan ve üzerinde bir işaret bulunmayan çukurda yatar.


14

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Katolik papaz Kortezi, “Belene” ölüm kampını Park Müze’ye dönüştürmeye çalıştı. Hatta 2017’de “Yılın Adamı” ilan edildi. Ne var ki, ada girişine uzattığı mermer duvara bu adada kapalı tutulan bazı istatistiklere göre 1 500, diğerlerine göre 1 200, “Resmi Gazete” (Dırjaven Vestnik) yayınınagöre 517 olan Müslüman kahramanlarımızın hiçbirinin Türk isimlerini altın harflerle yazdıramadı. Bulgarlar, seçmeli kopyacı bir millettir. Ruslardan ya da Almanlardan Anıt Kabir duvarı nasıl düzenlenir kültürü almış olsalardı, insan ayrımı yapmazlar, Bulgaristan’daki şehit ve kahramanların hepsini Gazi ilan ederler, hepsinin isimlerini siyah mermer levhalara altın harflerle yazar ve kavga biterdi. Birinci Dünya Savaşında 6 896 şehidimiz var ama Türk asker anıtı yok. Bulgar soyunu Rus istilasından korumaya çalışan “Şipka” kahramanı Süleyman Paşa’nın da bir anıtı hala yok. Sanki bütün olmayanların kökünde 1879 Tırnovo Anayasası yatıyor. Şu kanıdayım, o zaman Almanların Bismark Anayasını ya da ikinci Dünya Savaşından sonra Konrad Adenauer Anayasası’nı kopyalamış olsalardı, bugün bambaşka bir memlekette yaşayacaktık. Adenaur Anayasası Almanya’da faşizmin bütün sembollerini yasakladı, totaliter rejim tutunamadı. Biz bugün totalitarizm kurbanlarını, “Halk Mahkemesi” nin idam kararlarına kurban gidenleri anıyoruz. Fakat totalitarizm yıllarında Sofya Merkez Hapishanesinde kurşuna dizilen12 Türk’ten söz etmiyoruz. Onlar hala devlet cetvellerinde “terörist” olarak geçiyor. İsim ve kimlik değiştirme kurbanlarını görmezden geliyoruz. En kötüsü totalitarizmin baş celladı Todor Jivkov’a Pravets’te dört metre yüksek, Penço Kubadinski’ye Kubadında boy anıtı vs dikiyoruz ve bunları bir gecede değil, halkın önünde güpe gündüz yıkmaya irade ve olgunluk gösteremiyoruz. İşte Bulgaristan demokrasisi bu… Üstelik 1948’de kabul edilen İnsan Hakları Bildirisini: 1975’te imzaladığımız Helsinki Senedini; Viyana Azınlık Hakları Çerçeve Antlaşmasını ve 1909’dan beri imzalanan Bulgar Türk Antlaşmalarının Bulgaristan’da Yaşayan Müslümanların Haklarına ve Özgürlüklerine İlişkin Ek Protokolleri uygulamış olsaydık, belki şu komünizm kurbanlarını anma günü bile olmayacaktı. Hürriyet ve demokrasi, barış ve huzur davasının ortaklığını kabul edenler şehitlerin anısını saymak zorundadır. Anıların silinmesi ve her şeyin unutulması toplumu köksüz ve hepimizi geleneksiz bırakır.


Makale ve Analizler - 2019

15

21.Yüzyıl tarihi gerçekleri yazan okul kitaplarından başlamalıdır. Tarihini kabul etmeyen bir halktan etnik azınlıkların tarihine, şehitlerine, kahramanlarına saygı göstermesini beklemek yanlış olur. Lanetimiz toplumumuzu parçalayanlara, bizi bölenlere ve birbirimize düşürenleredir. Geleceğimizin yolu hepimizin kalbinden ve gönlünden geçer. Sevgili kardeşlerim, biz kendi şehitlerimizi kendimiz anmaya devam edelim, onların papaz ayinlerinde, bizim de mevlitlerimizde, Fatiha’larımızda onlara yer yoktur. Vatan-memleket birdir. Hak ve hürriyet, adalet ve demokrasi davamızda ortağız. Ne var ki herkesin mutluğu ayrı! Bizim şehitlerimiz bizim Gazilerimizdir. Mezardan naaş çıkarmak, anıt dikip sonra yıkmak, anıt kabirleri bombalatıp havaya uçurmak bizim âdetimizden değildir. İnsan ruhunun rengi ve kokusu yoktur. Gelecek hepimizin bu topraklarında yaşayan herkesindir. Kalın sağlıcakla, paylaşmayı da unutmayınız…


16

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2019

17

İslam Öncesi Türk Kültüründe Hoşgörü Tarih: 01.02.2019 Nevzat ÖZTÜRK

Türklerin İslam’ı kabul etmelerinden önceki kültürlerine baktığımızda hoşgörü düşüncesi için belki bir tarih vermek güç ama bunun Türk kültüründe çok eskiden beri hatta Milattan önce bile var olduğu kanaatini taşıyanlar vardır. Türk tarihine hoşgörü açısından baktığımızda, Türklerin İslâm öncesi ve sonrasında gittikleri yerlerde, devlet kursun-kurmasın, diğer inanç mensuplarına ve kültürel topluluklara karşı son derece hoşgörülü yaklaşmışlardır. Zira Türkler her varlığın bir ruhu olduğuna inanmışlar; tabiattaki hiçbir varlığa zarar verilmemesini prensip edinmişlerdir. Türk kültür geleneğinde hoşgörü; “İnsan sevgisi ve insan haysiyetine hürmet gösterme” prensibi çerçevesinde hoş gören ve hoş görülen tarafın insan oluşu ekseninde gelişmiş ve dinî-ahlaki bir görev olarak benimsenmiştir. Türk kültüründe tarih itibariyle çok uzun bir geçmişe sahip olan bu kavram sahip olduğu değerlerin anlamları itibariyle sürekli öne çıkmıştır. Hoşgörü ve İnsan sevgisi Türk düşüncesinin her safhasında merkezi bir konumda yer almıştır. Türklerin arasında çoğulculuk ve hoşgörü eğiliminin köklerinin temelde onların Müslüman olmadan önceki tarihleri ve kültürlerine uzandığını ve sonraki dönemler üzerinde de önemli ölçüde belirleyici olduğunu söyleyebiliriz. Bilindiği gibi Türkler, dinî tarihleri boyunca, çok çeşitli ve özellikle de dünyanın büyük dinleri ile karşılaştılar. Ancak Türklerin, bu evrensel büyük dinlerle temasları ve sonuçta büyük bölümleri itibariyle Müslümanlıkta karar kılmaları, tarihlerinin ne kadar eski dönemlerine uzanırsa uzansın, yine de bu tarihin uzun ancak sınırlı bir bölümünü kapsamaktadır. Zira bu temas ve din değiştirmeden önceki dönemde onların “Geleneksel Türk Dini” şeklinde adlandırabileceğimiz millî bir dinleri mevcuttu ve anlaşılan Türklerde din konusundaki çoğulcu ve hoşgörülü evrensel eğilim köklerini bu dinin kültürel zemininden ve inanç esaslarından almaktadır. Geleneksel Türk dini, “Gök Tanrı” inancı etrafında şekillenmişti ve bizzat bu inanç, eski Türkleri yabancı dinlere karşı hoşgörülü kılmaktaydı. Türklerin inandığı Gök Tanrı bir kabile ilâhı veya ulusal bir Tanrı değildi. Sadece geleneksel Türk dininin tek Tanrı inancı değil, fakat aynı zamanda başka birçok faktörler ve özellikle de eski çağların hayat şartları Türkleri din konusunda çoğulcu ve hoşgörülü bir zihniyet ve tutuma yöneltmiştir.


18

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Orta Asya merkez ölmek üzere, çok geniş bir coğrafyada çok uzun süre göçebe bir hayat sürdüren Türkler, bu dinamik hayatları süresince, çeşitli vesilelerle dünyanın çok çeşitli milletleri, medeniyetleri, kültürleri ve dinleri ile karşılaştılar. Üstelik dünya ticaret yollarının önemli bir bölümünün çok eski devirlerden beri Türklerin ülkesinden geçmekte ve hatta kavşak oluşturmakta oluşu, onların çok erken dönemlerden itibaren farklı milletlere ait tüccarlar ve misyonerlerle karşılaşmaları sonucunu doğurmuştur. Nitekim tarihî büyük dinler, Türklerin arasında, daha çok bu ticaret yollarını takiben yayılmak imkânını elde etmişlerdir. Bu temaslar ve çoğulcu ortam, eski Türkleri din konusunda öylesine hoşgörülü bir tutuma götürmüştü ki, eski Türkler bir din savaşını düşünemeyecek bir anlayışta idiler. Yabancı itikatlara saygılı olma Türklerin karakter yapısında vardır. Hür ve bağımsız yaşama azmi ile birlikte dünyaya hâkim olma “Cihan hâkimiyeti” mefkûre ve iradesi, Türkleri, münasebette bulundukları veya idaresi altına aldığı kavimlere karşı saygılı olmayı gerektirmiştir. Türk devlet adamları “töre”nin prensiplerini uygularken, Türk milletinden bir kimse ile Türk milleti ile yan yana yaşamak durumunda olan herhangi bir yabancıya eşit davranmışlardır. Hem Türkler arasında, hem de Türk olmayan topluluklar arasında benimsenen fikir ve inançlara saygı gösterilmiş, onların yaşayış şartlarına müdahale edilmemiştir. Bu aynı zamanda Türklerdeki demokrasi anlayışının çok eskilere kadar gittiğinin bir göstergesidir. Türkler, hayatlarını tanzim eden hususi bir dünya görüşüne sahip olan yabancıları insanlık ölçüsüne göre değerlendiren, komşularını sayan, tabiatı seven, ahlaktan hoşlanan ve beşeri değerlere kendi icadından da birçok kıymetler katmak suretiyle ay ve güneşle birlikte dolaşan bir topluluk olmuşlardır.Çin vesikalarında Türklerin devlet idaresindeki hoşgörü hakkında önemli bilgiler vardır. Bunlardan bir tanesi şöyledir: “Bizim(Çin) idaremizde büyük aksaklıklar vardır. İdareciler halkı eziyor. Hoşgörü ve adaletten uzak bu sistemden dolayı ezilen halk nefretle idareye başkaldırıyor ve birbirlerini öldürüyorlar. Hâlbuki Türkler böyle değiller. Orada idareciler halka erdemli davranıyor, halkta idarecilere sadakatle hizmet ediyorlar. Bir ülkeyi idare etmek, bir vücudu idare etmek gibi olduğundan ülkenin nasıl idare edildiği hissedilmiyor. Türklerin idaresi gerçek bir bilgenin idaresidir.” Türk kültüründe evrensel hukukun yansıması olarak kendini gösteren hoşgörünün izlerini Türk siyaset kitabı olan Kutadgu Bilig’de de görmek mümkündür. Bu kitapta halkın meslekleri ve meşguliyet sahaları etraflıca anlatılmasına rağmen; asilzadelerden ve kölelerden hiç söz edilmemiştir.


Makale ve Analizler - 2019

19

Türkler İslamiyet’i kabul ettiklerinde, var olan kültürel yapıları, İslamiyet’in insanlar arasındaki eşitlik ve adalet anlayışının herkes için geçerli olma ilkesine uymakta idi. İslamiyet’te önemli bir yere sahip olan barışseverlik, hoşgörü ve yardımseverlik prensipleri Türklerin çok da uzak olmadıkları kavramlardı. İslamiyet’in vazgeçilmez düsturları arasında yer alan hoşgörü, din ve vicdan hüviyeti Türklerin daha önce birçok farklı din ve millet karşısında dikkate aldıkları unsurlar olarak değerlendirilebilir. İslamiyet’in adalet, eşitlik, iyilik, yardımseverlik ve hoşgörü prensiplerini kendi kültürel değerleriyle kaynaştıran Türkler, İslamiyet’i kabul ettikten sonra yüz yıllarca bu prensiplerin bayraktarlığını yapmışlardır. Hoşgörünün zıt anlamı fanatizmdir; tekelci görüş, bağnazlık ve taassuptur. Fanatizm aynı zamanda hayatın tüm katmanlarında dar görüşlülük, durgunluk ve entelektüel gerilik anlamlarını da taşır. Fanatizmin olduğu yerde bilgisizlik, kuşkuculuk özellikle dinî tartışmalarda dünyevî çıkarlara dayalı aşırı bir istismar düşüncesi görülür. Hoşgörü olgusunun taşıdığı değerler kümesi aile ilişkilerinden, kültürel faaliyetlere, dinî tutumların aydınlanmasına kadar toplum hayatında olumlu ve çok önemli roller üstlenmesine karşın, fanatizm bu konularda olumsuz ve çatışmacı bir rol üstlenmektedir. Türklerin dinî tarihi, en eski dönemlerinden başlayarak, bunların sayısız örneklerini bize sunmaktadır. Öyle ki onları, Türklerin Müslüman olmadan önceki tarihleri içerisinde bulabildiğimiz gibi, sonrakinde de, dinî çoğulculuk ve hoşgörünün değişik örneklerine sıkça rastlıyoruz. Bu demek değildir ki, Türk din tarihinde tersine tutumun yani fanatizmin örnekleri hiç bulunmamaktadır. Doğrusu, öteki tüm toplumların tarihinde olduğu gibi, Türklerin dinî tarihinde de, din konusunda tartışmalar, çatışmalar ve taassubun az çok var olduğudur ve esasen bu eğilim bu gün de varlığını bir şekilde sürdürmektedir. Ancak, çoğulculuk ve hoşgörü perspektifinden bakıldığında, Türk din tarihi bunların öylesine karakteristik ve tipik örneklerini bize sunuyor ki, bu durum bizi, bu tarih içerisinde çoğulcu ve hoşgörülü tutum eğilimini bir gelenek şeklinde değerlendirmeye götürüyor. Esasen kanaatimizce, Türklerin dinî tarihinin en önemli ve sürekli özellikle­rinden birisi, onun din konusunda sergilediği bu çoğulcu ve hoşgörülü tutumda kendini göstermektedir. Türk kültüründe kendine özgü içerik ve anlama sahip olan hoşgörü anlayışı hem Batı’da aydınlanma ile başlayan tolerans doktrin ve pratiklerinden tarih itibariyle daha uzun bir geçmişe sahip olması hem değer yönünün öne çıkmasıyla benzerlerinden ayrılmaktadır. Bu yüzden düşünce sistemlerini hoşgörü ve insan sevgisi temelinde oluşturan büyük Türk filozof ve


20

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

düşünürleri farklı inanç ve kültür mensubu olanlara hoşgörülü davranma anlamında insanlık tarihinde seçkin bir yere sahip olmuşlardır. Bu yüzden hoşgörü ve insan sevgisinin Türk-İslam düşüncesinin her safhasında merkezî bir konumda oluşu bu temel değerlere verilen önemin bir göstergesidir. Her şeyden evvel Türk kültürel geleneğinde hoşgörünün, hoş gören ve hoş görülen tarafın insan oluşu ekseninde geliştiği göz ardı edilmemelidir. Bu konuya devam edeceğiz inşallah. Allah’a emanet olunuz… Paylaşmayı unutmayınız…


Makale ve Analizler - 2019

BULTÜRK Gazetesi Editör Şubat

21

Tarih Şubat 2019 Editörün Köşesi: Politik sınıfın demokrasiden korktuğu bir ülkede yaşıyoruz. Politik partilerin yöneticilerinden, meclisten, devlet kurumları yöneticilerinden, polis, özel koruma, bereli komandolar, ordu, trafik polisi ve itfaiyedeki iri yıldızlılar ile bir avuç vurguncu zenginden oluşan Bulgar politik sınıfı demokratik değişimlere ve halk iradesinin toplumda ağırlık kazanmasına kesin karşı olduğunu seçim kanununda yeni değişiklikler yaparak bir daha kanıtladı. Postayla, internet üzerinden, seçim makinesi kullanılarak oy kullanılmayacak, Bulgarca yazıp okuması olmayanlara oy kullanırken sandık başında başka bir dilde bilgi verilmeyecek, seçmen listeleri muhtarlık ve okullara asılmayacak, seçmen Avrupa Meclisine, Sofya Meclisine, Belediye Başkanlığına ve muhtarlığa aday gösteremeyecek. 30 yıldan beri olduğu gibi bir elinde çatal kaçık, ötekinde kalem, kulağında cep telefonu ile sofra başında parti listelerini hazırlayamaya devam edecekler. Liderlerin gösterdiği kişilere oy vermeyenlere zulüm etmeye devam edecekler. En önemlisi de seçimlerde oy çuvallarını değiştirenler, 12 500 seçim sandığından 12 500 çuval oy çıkması beklerken, 12 500 paralel oy çuvalını da peşi doldurup tek nüsha tutanak yazanlar, tesadüfen yakalansalar da Mahkemeye verilemeyecekler. Bizimki işte böyle bir demokrasi! Ne de olsa 2019 seçim kanunu tartışmalarında Bulgar faşizminin siyah bayrağını meclis çatısında dalgalandırmak isteyenlerin arzusu kursağında kaldı. 1945’ten önce monarşi döneminde bizde seçim yapılırdı fakat oylar sayılmazdı, Çar III. Boris’in gösterdiği kişi gidip meclisteki sandalyesine otururdu. Todor Jivkov diktatörü, milletvekilleri adaylarını kendisi seçer, onlarla ön görüşme yapar ve “ben ne dersem onu tekrar edecek misin?” sorusuna “Evet!” diyenleri listeye alırdı. Ahmet Doğan’ın seçim listeleri kuluçkaya dizilmiş yumurtalar gibi, hepsinin kabuğu beyaz olsa da, içinden çıkan civcivin beyaz mı kahverengi mi, namuslu bir kişi mi yoksa hırsızın ve dolandırıcının teki mi olduğunu önceden kestirmek maalesef imkânsız. Örneklersek HÖH eski Burgas milletvekili Nesrin Uzun’un birkaç ciltlik polis dosyası, HÖH listesinden eski Halk Meclisi Başkan Vekili Rumen Biserov’un uluslararası para aklama operasyonları, Bay Sali ismiyle halka inen Romen Mihaylov’un elektrik kaçakçılığı ve başka olaylarla bizim de yüzümüz kızarmadı mı, rezil olmadık mı? Şimdiki seçim kanunu değişikliğiyle 16 Kasım 2016’da yapılan ve 2.5. milyon vatandaşın oy verdiği halk oylaması (referandum) ile kapısı aralan-


22

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

mak istenen seçim yoluyla siyasi sistem değişikliği güzelce paketlenip arşive gönderildi. Halkın sesinin cılız da olsa işitilmesi umudunu yaşatan partilerin seçim listesi sırasından birini seçip ona numarasını karalayarak meclise gönderme yolu da tamamen kapandı. Şimdiye kadar bu iş seçmen oylarının % 5’i ile oluyordu. 26 Mayıstaki AB seçimlerinde bu iş için artık 100 000 (yüz bin) oy gerekli. Olacak iş değil… İstediğimiz kişiyi Sofya veya Brüksel meclisine gönderme hevesimiz 7 kat yerin dibine gömüldü… Bu kararlar önceden Amerikan Büyük Elçiliğine okunmuş ve onay alınmış. HÖH Başkanı Mustafa Karada’yı F-16 savaş uçaklarına oy verince ve seçim kanunu değişikleri konusunda niyetini açıklayınca ABD Başkanı Donald Trump tarafından yine bu ay Kilise avlusunda sabah kahvaltısına davet edildi. Avluya varan Karadayı herkes içeri giriyor ben de bir bakayım diye kiliseye girmiş. İlk gelenlerin ağızına hapa benzeyen bir beyaz şeker veren zenci papaz Karadayı’nın elini usulca tutmuş vaftiz ettirmiş, kulağına eğilerek “sen bize çok yakınsın, gönder çocukların burada okusun, Misisipi ırmağı boyundan kendine bir çiftlik al! Alışırsın!” demiş.” Amerikan Kahvaltısında bir usul vardır. Hani şu Ruslar’da kadeh dibine kadar bir solukta içilir ya, onlarda da tabağa ne konursa süpürülür. Karadayı kısmetine domuz kulağından yumurtalı “bekon” düşmüş. Başa gelen çekilir. Bulgaristan Türklerine çoban atanırken Ahmet Doğan Ruslardan, vodka kadehinde viski içme hakkı talep etmişti. Karadayı’nın aklına bir şey istemek gelmemiş… İşler böyle görülse de, kılıfın içinde ne olduğu yeni yeni belli oluyor. Bugüne kadar kaskatı olan seçim kanunumuzla meclisin içinde % 80 eski polis, gizli ajan, toplama kampları şefleri katillerin torunlarını, Bulgaristan’a 1940’larda faşizm tohumları saçanların yeğenlerini ve 1972- 1984-1989 zulüm yıllarında kesip biçemlerin damatlarını oturtuyordu. Artık bu sayfa kapandı. Yani seçimlerde, son 15 yılda gizli okullarda, gizli akademilerde eğitilen ağızını bucak açmayan ya da yalan makinesi asla susmayan yeni tipleri göndereceğiz. Bu tiplere yeni takım elbise ve gölek dikiliyor. Onlar, öksüzlerin, sefillerin en sefillerinin arasından seçilmiş ve kuluçkadan yeni çıkıyorlar. Her şeyi bilen ve hiçbir şey bilmeyen tipler. Paragöz değiller. Adaletsiz de değiller, çünkü adaletin ne olduğunu bilmiyorlar. Onlara politik sınıfın dışında olan ve onu temsil eden robotlar diyebiliriz. Halkın kazanı kalaylı, içinde ne kaynatırsan o pişer. Gazetemizin bu sayısını ANADİL GÜHÜMÜZE, DÜNYA KADINLAR GÜNÜNE YİNE EDEBİYATIMIZA, SANATA VE AKTÜEL HABERLERE ADADIK. İyi okumalar!


Makale ve Analizler - 2019

23


24

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2019

25

Tarihin Özüne Bakış Tarih. 1 Ocak2019 Kaynak: Faktor bg Çeviri: Raziye ÇAKIR

Bulgar katili Bizans İmparatoru Vasiliy ve Türk beraberliği döneminde olanlar Bulgar halkına karşı işlenen komünist cinayetler karşısında yoktan küçük bir hiçtir. Bulgar komünistler için gerçek vatan SSCB’dir. Bulgar komünistler bir Rus’u veya Sovyet Bolşeviğini öldürmez. Fakat onlar bir Bulgar vatandaşını gözleri kırpmadan öldürür. 1 Şubat günü Bulgar halkına karşı işlenen komünist soykırım kurbanlarını anma günüdür. Söz konu büyük bir gerçek var, kurbanların sayısı, Bizans İmparatoru Bulgar katili Vasiliy’in emriyle 15 bin Bulgar askerinin her 2 gözünün de kızartılmış şiş ucuyla çıkarılması da az, tüm vahşet bir yana, komünist soykırım akla fikre sığmaz. 45 yıl boyunca dermadan şiddetlenen bir zorbalıktan söz ediyoruz. Kurbanların kesin sayısı bugün de bilinmiyor.


26

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Kısa Tarih 5 Eylül 1944 tarihinde Sovyetler Birliği Bulgar Çarlığı ile diplomatik ilişkilerini kesti. Bu, İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden 8 ay önce oldu. 48 ay süren savaşın daha uzun döneminde, Moskova Bulgar Çarlığı ile dostane yakın ilişkiler sürdürdü. Savaşın 23. Ayında, 22 Haziran 1941’de Almanya SSCB’ne saldırdı. 1 Mart 1941’de Bulgaristan üçlü mihvere – Almanya, İtalya, Japonya – ortaklığına katıldı. SSCB ile savaşa girmedi. 9 Eylül 1944’te Bulgaristan’da askeri darbe oldu. Bulgaristan Komünist Partisi (BKP) hesaplaşmaya başladı, “Halk Mahkemesi” kuruldu. Katliam 45 yıl devam etti. (5 Mayıs 200 tarihinde Bulgaristan’ın resmi gazetesi “DV”) Bulgaristan komünist rejimizi suçlu bir rejim olduğunu resmen ilan etti ve bu konuda bir kanun yayınladı. Bu kanunun 4. Maddesinde “sözü edilen 45 yıllık süre içinde komünist rejime ve onun ideolojisine karşı koymak ve bu rejimi devirip yok etmek için yürütülen direniş hareketlerine katılan her kişi haklıdır, suçsuzdur, manevi bakımdan aklanmıştır ve toplum tarafından kahramanlara saygı bulmalıdır görüşü açık olarak ifade buldu. (Ne yazık ki bu mücadeleye olağanüstü büyük katkı veren, Ayaklanan, büyük sayıda şehit veren, 12 500’ü hapislerde yatan Bulgaristan Müslümanları azınlık haklarını elde edemediler.) Bu nedenle komünist rejime “faşist” diyoruz. Kitlesel imhalar, toplama kampları, sürgünler, göçe zorlama, tek partili rejim, azınlıkları memleketimizden zorlu kovmak hep komünistlerin işidir. Faşizmden çok daha kötü bir rejimdir komünizm, çünkü ekonomik sistemi de değiştirmiştir. Devlet iflas etmiş ve çöküş 1989’a kadar devam etmiştir. 9 Eylül 1944’ten sonra devlet siyaseti değişiyor ve Bulgaristan’da bir devlet terör politikası uygulanmaya başlandı. Terör bir devlet siyaseti haline geldi. Buna karşı bireysel ve ortak mukavemet de o zaman başladı. Kahramanlıkları ve çekileri saygıya ve övgüye laiktir. 2011 ylında Cumhurbaşkanlarından Jelü Jelev ile Petır Stoyanov’un önerisi üzere, Boyko Borisov hükümeti 1 Şubat tarihini Komünist rejim kurbanlarına saygı günü ilan etti. Bu tarih, sözüm ona “Halk Mahkemesi”nin kestiği ve hemen infaz edilen cezaların yerine getirildiği gündür. Bu mahkeme Tırnovo Anayasasına aykırı ve yasal olmayan bir geçici hükümet tarafından kurulmuştur. Tırnovo Anayasası’nın 73. Maddesi, olağanüstü mahkeme kurulmasını kesinlikle yasaklamıştır. Halk Mahkemesi bir olağanüstü mahkemedir. Bu mahkemenin kurulması için Halk Meclisinin kararı yok-


Makale ve Analizler - 2019

27

tur. Böyle bir meclis kararı yoktur. Tahsilsiz parti militanları sorgu yargıcı, savcı ve yargıç atanmıştır. 1 Ocak 1941 ile 9 Eylül 1944 tarihleri arasında Hitler Almanyası ile irtibatları sürdüren devlet görevlileri yargılanmıştır. 9 Eylül 1944’ten sonraki 100 günde 28 630 kişi tutuklanmış, “HalkMahkemeşerinde” 135 dava görülmüştür. Tutuklananlardan 10 919 hakkında dava dosyası açılırken, 2 730 idam cezası kesilmiş, 9 550 dava değişik sürelerde hapis cazasıyla sonuçlanmış, diğerlerin kaderi bilinmiyor. Ölüm cezası alanlardan biri, 1943’te at vagonlarına doldurulan Bulgaristan’daki Yahudilerin Ölüm Kamplarına gönderilmesini önleyen Halk Meclisi Başkanı Dimitır Peşev’tir. Yahudileri kurtaran kişi “Halk Mahkemesinde” anti-semitizm ve faşizmden yargılanmıştır. Çarın danışmanları, naibler ve 41 bakan da ölüm cezasına çarptırılmıştır. Bu mahkemeden çıkan 2. Kararda 129 milletvekiline, general ve gazeteciye idam cezası verilmiştir. Üçüncü toplu kararda din adamları ve muhtarlar idam cezası almış, dördüncü kararda ise subaylar ve yardımcıları, beşinci karar listesinde polis, candarma, askeri istihbarat ve Savaş Bakanlığının değişik dairelelerinden görevliler ölüm cezası almıştır. Ölüm cezası anlar arasında 100 yazar, yayımcı, gazete ve dergilerden editörler, sahne oyuncuları vb vardır. Ayrıca Makedonya ve Ege bölgesinden Yahudileri ve Çingeneleri toplayıp hayvan vagonlarına kapayan ve “treplika” ölüm kampına göndereler de idam cezasına çarptırılmıştır. Halk Mahkemelerinde kimin yargılacağı Moskova’da planlanmıştır. Bu eylemi Georgi Dimitrov bizzat kendisi yönetmiştir. Daha sonraki yıllarda parti ve devlet yönetimine katılanların tümübu katlıama bizzat katılmıştır. 1998’de Bulgaristan Anayasa Mahkemesi 4 n.o.’lu kararında “Halk Mahkemesini” o yıllarda Bulgar adli sisteminden bir organ olmadığı açıkladı. Bu mahkemelerin bir “olağanüstü mahkemede alınmış” idam kararları olduğunu ve mahkeme kararı olarak açıklanamayacağını duyurdu. Böylece kurbanların yakınlarının tazminat alması ve gerçek katillerin cezalandırılmasının yolu kesilmiş oldu. Aynı zamanda ülkede yargısız infazlar da devam etmiştir. Bu operasyonlar bir Sovyet vatandaşı olan ve 1950 -1965 yılları arasında Bulgaristan Halk Meclisi başkanı görevinde bulunan Ferdinand Kozlovski tarafından yönetilmiştir. 2 Şubat 1945 gecesi 3 naib, 22 bakan, 67 milletvekili, 47 general, 8 Çar danışmanı kurşuna dizilmiştir. 9 Eylül 1944’ten hemen sonra 30 bin kişi öldürülürken 1980’lı yılların sonuna kadar yargısız idamların toplam sayısı 180 bindir.


28

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Dünyanın gözlerinden uzak, kapalı bir ülkede, 1944-1989 yılları arasında 180 bin vatandaşın katledilmesi büyük bir trajedidir, Bulgar elitinin, iktidarlarının insan öldürmeden ülkeyi idare edemediklerine kesin kanıttır. Bu kurbanların arasında isimleri sıralanmasa da büyük sayıda Pomak, Türk ve Çingene vardır. “Partizan Şarkıları” kitabının şairi Veselin Andreev 1991’de canına kıyarken şu mektubu bırakmıştır:. “Hayattan çıkmazdan önce ben, önce Bulgaristan Sosyalist Partisinden istifa ettim. Jivkov ve Jivkovcular kahrolsun! Totalitarizm yıllarında Bulgaristan’da 86 toplama kampı açılmıştır. Bu kampları açan ve yönetenlerin oğulları ve kızları bugün Sofya meclisindedir. Bütün dosyaların açılması ve bu memlekette kimin kim olduğuartık açıklanmalı ve katillerin yakınlarına devlet makamlarında görev almaları yasaklanmalıdır. Gerçekler 1944’te Bulgaristan’ın SSCB tarafından işgal edildiğini, fakat Rusya Federasyonu’nun gügüne kadar işgal yıllarında işlenen zulüm için Bulgaristan halkından özür dilemeyi kabul etmediği ortadadır. Buna rağmen, Bulgarların % 70’i Ruslara sevgi ve saygıyla bakıyor ve bunu anlamak da zordur. Bulgar Ordusu 2. Büyük Savaşta III. Ukrayna Ordusuna eklenmiş ve toplam 20 000 şehit vermiştir. Gerçekler böyle ike, 100’lerce insan öldürenlerin, işkencecilerin, Sovyet istila güçlerinin anıtlarına adım başı rastlamak anlaşılır gibi değildişr. Totalitarizm katillerinin ismlerinin okul ve okuma evlerinden, kültür merkezlerinden bugün de sökülmemesine akıl erdirmek zordur. Bulgaristan’da Komünizm Kurbanlarının sadece bir anıtı varken, Latviya’da bu kahramanlara 539 anıt dikilmiştir. Bulgaristan’da isim ve kimlik değiştirme, dil, din, gelenek ve adetleri yasaklama, azınlıkların kendi kültür ve medeniyetlerini yaşmaya çabalarının sürekli baltalama devam eden bir kültürel soykırımdır. Bu zorbalık bugün de canlıdır ve korku saçmaktadır. Totalitarizm cesedi yakılmadan ve öz kimlikleri, özgürlük, eşitlik, adalet ve demokrasi için mücadele edenlerin ruhuna canlanma olanakları tanınmadan Bulgaristan insan düşmanı kaskatı bir rejim altında ezilmeye devam edecektir. Özgürlük, demokrasi ve insan hakları, eşitlik ve adalet ilkeleri Anayasaya işlenmeden değişen ve umut vaat eden bir Bulgaristan’dan söz edilemez. Bunun için ne yazık ki NATO ve AB üyeliği yeterli değildir.


Makale ve Analizler - 2019

29

Geçmişi katliamlarla dolu Bulgar iktidarları ülkede adalet ve demokrasi ruhu oluşmasını baltalamakla Sovyet köleliğini kabul etmiş ve halkı her bakıma kısır yaşamaya itmiştir. Bugün Bulgar toplumu geçmiş algsı bakımından parçalanmış olduğı gibi, değişik toplumsal kanatlar geleceği de farklı görüyorlar. Azınlıklara hürriyet ve adalet tanımama konusunda birleşen Bulgarlar, “başkasının özgürlüğüne göz diken, kendisi özgür ve adil olamaz” atasözünü sanki bilmiyorlar. Cinayet ve katliamları kabul etmemek hiçbir soruna çözüm olamaz. Ruhun değişmesi ve iyilik, dostluk, eşitlik ve hür yaşama enerjisiyle yeniden oluşması, en az 3 kuşak ister. Değişim ancak okuldan, ders kitaplarından kaynaklandığında başarılı olabilir. Cahil insanlar tarihsel gerçekleri ve çelişkileri göremediği gibi geleceğe de kör bakar. Bu bakıma son 30 yılda ancak küçükcük bir adımın atılabildiğini kabullenmekle yetinmek istiyoruz. Lütfen çevrenizle paylaşınız…


30

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2019

31

Osmanlı Neden Önce Anadolu’da Hoşgörü İstemiştir? Nevzat ÖZTÜRK

XIV. asrın başlarında Selçuklu-Bizans sınırlarında küçük bir beylik olarak ortaya çıkan Osmanlı Devleti, kuruluşundan kısa bir müddet sonra büyüyerek tarihin akışını değiştirecek derecede güçlü bir devlet hâline gelmiştir. Kuruluşundan itibaren Müslüman bir toplum yapısı hüviyetini taşıyan Osmanlılar şer’i hukuku benimseyerek, devletin bütün kurumlarında bu sistemin devamını sağlamışlardır. Bir Türk-İslâm devleti olan Osmanlıyı çağdaşı diğer devletlerden ayıran en önemli yanlarından birisi hoşgörü denilen anlayıştır. Osmanlılar bu hoşgörü anlayışı sebebiyle, idareleri altına aldıkları yerli unsurların din ve vicdan hürriyetine müdahale etmedikleri gibi, onları her türlü baskıdan da kurtarmışlardır. Bu çerçevede 600 yılı aşkın varlığı süresince Osmanlı Devleti çeşitli dinî ve sosyal grupların yan yana yaşamaları konusunda tarihî bir örnek durumundadır. Osmanlı Devleti’nde Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler yan yana ibadet etme ve kendi kültürel kimliklerini zenginleştirme imkânı bulabildikleri gibi her toplumun farklı hukukî gelenek ve inanışlarına saygı duyularak, bunlara gelenek ve yaşantılarını uygulama imkânı sağlanmıştır. Bu anlamda Osmanlı Devleti Ortaçağ ve modern zamanlarda üç tek tanrılı dini resmen tanıyan, etnik ve dinsel gruplarıyla birlikte uyumlu bir şekilde bir arada yaşamalarını güvence altına alan tek siyasî organizasyondur. Çeşitli ülkelerde dinlerinden dolayı baskı ve zulüm gören gayrimüslimlere her zaman kucak açan Osmanlı Devleti’nde Müslüman olmayanlara da ibadet ve vicdan özgürlüğü tanınarak, onlara dinlerini değiştirme konusunda hiçbir baskı yapılmamıştır. Belirtilen bu altı yüz yıllık tarih boyunca, geniş toprakları üzerinde yirmi farklı etnik gruptan dört ayrı din mensubunu yönetmiş olan Osmanlı Devleti’nde özellikle, klâsik dönemde bu birliktelik huzur ve barış içerisinde geçmiştir. Osmanlı Devleti bu birlik ve beraberliği tarihi boyunca uyguladığı hoşgörü, adalet, başka din, dil ve milletlere karşı saygı ile İslâm dinindeki zımmî (Mal, can, ırz ve dini için İslâm devleti tarafından güvence verilmiş olan ehl-i kitap) hukuku çerçevesinde birleştirerek oluşturduğu Millet sistemi sayesinde sağlamıştır. Osmanlı toplum düzeni farklılıklar üzerine kurulu olan bir düzen olup, bu mozaik toplum modeli inanç farlılıklarına göre biçimlenmiş ve yasalarla korunmuştur. Bu model sosyo-kültürel ve dinî plânda çoğulcu bir nitelik ta-


32

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

şımaktadır. Osmanlıdaki bu çoğulculuk, farklılıkları koruma ve sürdürme biçiminde anlaşılmış ve uygulanmıştır. Buna göre Osmanlı Devleti’nde toplumun çeşitli dinî ve kültürel kesimleri bir araya gelir, fakat kendileri olmaktan çıkmazlar, her grup kendi dinini, dilini, fikirlerini ve yaşama biçimini muhafaza ederdi. İslâmiyet’in kuruluş yıllarında, İslâm devletinin temel esaslarından biri olarak ortaya çıkan ve “ümmet” anlayışına dayanan bu sistemi geliştiren ve en iyi şekilde uygulayan Osmanlılar olmuştur. Osmanlılar daha önceki Türk-İslam devletlerinden devraldıkları bu sistemi geliştirerek, hâkimiyet kurdukları ülkelerde bu sisteme bağlı bir idare kurmuşlardır. Bu çerçevede yarım yüzyıla yakın bir dönem boyunca birbirinden farklı birçok milleti yapısında bulundurmayı başaran Osmanlılarda Müslümanlar, Yahudiler ve Hıristiyanlar kendi kültür yapılarını koruyarak barış içerisinde birlikte yaşamışlardır. Osmanlı millet sisteminde farklılıkların korunması esas olduğu için, farklılıkları benzer yapmaya yönelik kültürel ve ulusal bütünleşme politika hiçbir zaman uygulanmamıştır. Bu konudaki temel politika; devlet otoritesini tanımayı ve onun gereklerini yerine getirmeyi esas alan politikadır. Osmanlı Devleti, modern ulus devletlerin ve sömürge yönetimlerinin yaptığı gibi toplulukların farklılıklarını ortadan kaldırma yoluna gitmemiş onları bir arada yaşatabilmeyi amaçlamıştır. Nitekim Osmanlı yönetimi gayrimüslimleri cizye vergisi dışında hiçbir şekilde birey olarak muhatap almamış, millet olarak muhatap almıştır. Osmanlı topraklarındaki Türk, Arap, Bosnalı ve Arnavut gibi etnik olarak Müslüman toplulukların yanında, Müslüman olmayan farklı etnik kökenden din ve mezheplere mensup topluluklar da yaşıyordu. Bunlar, İslâm hukukunun gayrimüslimlerle ilgili hükümleriyle birlikte bazı dönemlerde çıkarılan örfî hükümlerin de sağladığı bir düzen içerisinde yaşamışlardır. İslâm hukukuna göre, dünyadaki insanlar Müslümanlar ve Gayrimüslimler olmak üzere iki gruba ayrılır. İslâm hukukunda gayrimüslimler, bulundukları kısma göre farklı statülere sahiptiler. Vatandaşlık fertle devlet arasındaki siyasî ve hukukî bağ olarak tanımlandığına göre, İslâm ülkesinde daimi olarak yaşayan insanlar ister Müslüman isterse gayrimüslim olsun bu ülkenin vatandaşlarıdır. Buna göre Osmanlı’da gayrimüslimler de tıpkı Müslümanlar gibi, bütün haklara sahiplerdir. Gayrimüslimlerin de evlenme, çocuklarına veli olma, vasi tayin etme, nafaka, miras, mal ve mülk edinme hakları vardır. Bu çer-


Makale ve Analizler - 2019

33

çevede Osmanlı’da gayrimüslimlere kamu düzenini ilgilendiren konularda İslâm hukuku kuralları uygulanmış, aile, miras ve bir kısım ticaret hukuku konularında ise, kendi inançlarından kaynaklanan özel hukuk kurallarıyla baş başa bırakılmışlardır. Bu durum, insan haklarına, inanç ve vicdan hürriyetine saygılı olma açısından o devirler için oldukça ileri bir uygulamadır. İşte Osmanlıların gösterdiği hoşgörü ve geliştirdiği bu sistem sayesinde Osmanlı ülkesinde yaşayan çeşitli dinlere, mezheplere ve ırklara mensup insanlar asırlarca her türlü görüşleriyle İslâm kültür ve medeniyeti çerçevesi içerisinde varlıklarını korumuşlardır. Yine Osmanlıların uyguladığı bu çok kültürlü yaşam sayesinde asırlardan beri din ve mezhep kavgalarının devam ettiği Orta Doğu’da, Kafkaslarda ve Balkanlarda huzur ve asayiş sağlanmıştır. Anadolu’da hoşgörü denilince, hepimizin aklına gelen ilk üç isim kuşkusuz; Hacı Bektaş-ı Veli, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ve Yunus Emre’dir. Ayrıca Nasreddin Hoca, Şeyh Edebali, El-Cahîz, Pir Sultan Abdal, Yusuf Has Hacip, Ahmed Yesevî, Kâşgarlı Mahmud ve daha nice gönül insanlarını da atlamak mümkün değildir. “Sevgi muhabbet kaynar, yanan ocağımızda, Bülbüller şevke gelir, gül açar bağımızda. Hırslar, kinler yok olur, aşkla meydanımızda, Aslanlarla ceylanlar, dosttur kucağımızda” (Hacı Bektaş Veli) Hacı Bektaş bu dizeleri yazdığında 13. yüzyıl idi. Yesevîlik öğretilerini takip eden ve Horasan erenlerinden olan Hacı Bektaş, Bektaşilik tarikatının kurucusudur. Devrin önde gelen mutasavvıflarındandır ve mensubu olduğu Ahîlik Teşkilatı ile tıpkı Mevlânâ ve Yunus gibi Osmanlı Devleti’nin kuruluş aşamasında toplumu derinden etkilemiş, Anadolu’nun sosyolojik gelişimine büyük katkı sunmuştur. Geçmişte derviş ve erenlerin en önemli duraklarından biri olan Bektaşi Dergâhı Anadolu topraklarına hoşgörü tohumlarını ekmiştir. Mevlana öğretisi, sadece Anadolu ve İslam coğrafyalarını değil, yeryüzündeki tüm semavi din ve birçok medeniyeti derinden sarsmıştır. Mevlevi Felsefesi o kadar etkili ve kapsayıcı ki günümüzde dahi sosyal bilimler alanında uluslararası birçok akademide Mesnevî’si ders olarak okutulmaktadır. Divan-ı Kebiri’nde insanlara olan evrensel yaklaşımını şu şekilde dile getiriyor: “Dünyada çeşitli diller, lügatler var, fakat hepsinin de anlamı birdir, çeşitli kaplara konan sular kaplar kırılınca birleşirler, bir su halinde akarlar.” Evet, su burada insandır ve hepimiz kalıplarımızın içinde bambaşka şekil-


34

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lerde olsak da kabuklarımızdan çıkıp kimliklerimizi terk ettiğimiz anda hepimiz bir ve beraberiz. Yine Mevlânâ o hepimizin bildiği öğüdünde şöyle demektedir: “Şefkat ve merhamette güneş gibi ol, Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol, Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol, Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol, Hoşgörürlükte deniz gibi ol, Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol!” Mevlânâ’nın insan sevgisi ve hoşgörüyü temel alan bu felsefesi, ‘’sen bakmasını bil de dikende gül gör, dikensiz gülü herkes görür’’ sözüyle içinde bulunduğumuz dünyaya okkalı bir tokat atmaktadır. Gelin tanış olalım, İşi kolay kılalım, Sevelim sevilelim, Dünya kimseye kalmaz. Anadolu’nun yapısında bulunan hoşgörü refleksi tasavvufi anlayışla birleşmiş ve ardından Yunus’ta adeta doruğa ulaşmıştır. Bu durum şiirlerinde de tüm aleniyetiyle karşımızda durmaktadır. Yunus Emre’nin bu hoşgörü yolundaki parolası ise “sevelim, sevilelim” olmuştur. Sonuç olarak; Osmanlı Devleti, Anadolu topraklarında yaşayan çeşitli ırk, dil ve din mensubu insanları uyguladığı hoşgörü ve çok kültürlülük politikasıyla bir arada tutmayı başarabilmiştir. Bunu yaparken Türklerin İslamiyet’ten önceki öz kültürlerindeki insan sevgisi, hoşgörü anlayışını zirveye taşımıştır. Mozaikten oluşan Anadolu topraklarında Türk’ün asil ruhuyla İslam’ın evrensel ilkelerini birleştirerek dünyaya örnek bir cihan devleti kurmanın gururunu yaşatmıştır. Aksi bir uygulamaya gidilseydi, cihan devleti olunamaz, binbir çeşit milletin bir arada tutulması imkansız olurdu. Bu gün Osmanlı topraklarından ayrılan azınlıkların, yeni kurulan devletlerde yaşayan milletlerin Osmanlı’nın güven ve hoşgörüsünü özlediklerini kendi söylemlerinden anlamaktayız. Hala Balkanlarda, Afrika ve Arap bölgelerinde camilerde Cuma Hutbesinde Osmanlı Halifesine yapılan dualara şahidiz. Bu bir özlemdir, bu kıymeti bilinemeyen günlerin geri gelmesini arzulamaktır. Belki de, bugün Türkiye’nin Osmanlı ruhunu canlandırmasının, cihana hükmetme yolunda ilerlemesinin korkuları vardır birilerinde. Keşke birilerinin farkında olduğu bu durumdan öncelikle ülkemizin güzel insanları, yeryüzündeki Türk toplulukları dahası İslam dünyası haberdar olsaydı!..


Makale ve Analizler - 2019

35

Kantarın Topuzu Biziz

Tarih: 04 Şubat 2019 Yazan: Nedim AKIN Konu: Seçim yaklaştıkça dengeler değişiyor. Gözler 26 Mayısa odaklandı. Avrupa Birliği parlamentosuna milletvekili seçeceğiz. Bu defa da bu iş parti listelerine göre yapılacak. Fakat henüz listeler açıklanmadı. Liderler ürkek davranıyor. Geçen dönem 4 yıl orada el kaldırıp indirenler 100 bin Euro döndüklerinden, siyasetçilerin yürekleri güm güm atıyor. Değişik öneriler geliyor da, “Ataka” milliyetçilerinin lideri Volen Siderov, en fazla umutlananlara dil yutturdu. Yeni parlamenterlerin aylık maaşlarının % 80’inin yetim çocuklar yurduna ayırmasını istedi. 2007’den beri yapılan AB Meclisi seçimlerinde katılım oranı % 30’u aşmadı. Seçmenin umudu sönmüş. AB seçimleri 27 ülkede de aynı usulle yapılıyor. Baraj her yerde % 5.89. Bulgaristan’ın şimdiye kadar Parlamenter grubu en kalabalık ülkeler Almanya ve Fransa olması bekleniyor. Polonya üçüncü güç. Bulgar “Yurtsever Cephe” adı altında birleşen aşırı milliyetçiler seçime ayrı ayrı girerse Brüksel’e temsilci gönderemeyecekler. Baraj altında kalıyorlar. Herhangi bir bağımsız adayın 150 bin oy alıp da ferdi kazanması da çok zor. Seçmen aşırı milliyetçi VMRO Başkan Yardımcısı Cambazki’nin liste dışı kalmasına seviniyor. Bulgaristan’da siyasi partiler, daha doğrusu mecliste san dalyası, grubu olan partiler devlet beslemesidir. Her oy için 11 leva ceplerken banka hesaplarına milyonlar iniyor ve bu onlara seçmeni sola veya sağa yönlendirebilme olanağı veriyor. Son anket sonuçlarına göre Avrupa vatandaşı Bulgarların GERB partisi ile PES üyesi Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) altışar milletvekili çıkardığında, Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) de Brüksel’de yine 4 milletvekili tarafından temsil edilebilir. GERB ile BSP geçen hafta yaptıkları kurultaylarda AB seçimleri programlarını açıkladılar. GEERP partisi bir strateji öne koymadı. Üyesi olduğu Avrupa Halk Partisi (AHP) programına ve dengelerine uygun hareket etmeye öncelik veriyor. Genel gidişin dışında ülkemizdeki sosyal, ekonomik, sağlık ve eğitim sorunlarını aşmak için özel programlar geliştirmiyor.


36

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Geçen senenin bütçe fazlasından devlet memurlarının maaşlarına yılbaşı bonosu olarak % 10 zam yapıldı. Ocak ayında meclis ABD’den 8 adet F 16 uçağı alımına onay verdi ve görüşme yolunu açtı ve sanki önümüzdeki aylar için durum süt liman. BSP kongresinde, parti yönetimi rüşvetle, dolandırıcılıkla yani iktidarla sanki iç savaş başlattı. Yeni atılımın lideri milletvekili Elena Yonçeva yeni lider ve Brüksel milletvekili olarak sivrildi. BSP, iktidar partisinin 10 yıldan beri Gayri Safi Milli Hasılanın % 10’unu Milli Bütçeye aktarmadığını, gerginlik ocaklarını söndürme işinde kullandığını ortaya çıkardı. Bu defa, sağlık ve eğitim reformu için kaynak gösterebiliyor. İki partinin arası tamamen açılmış durumda ve saldırılar şiddetlendikçe şiddetleniyor. Bir buçuk milyon leva rüşvet yumağına dolanan Kültür Bakanı Boil Banev’in de istifa yolunu seçeceği tahmin ediliyor. Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) henüz propaganda kampanyasına başlamadı. Hedef açıklamadı. Adaylarını gizli tutuyor. Liberalizm kayığına binmiş, oltaları bataklığa salmış bekliyor. Kurbağa, yengeç, balık, yılan hepsi kısmetimize… Kaplumbağa da olabilir. Son haberlere göre, bizim bataklıktaki yılanlar yuvarlak gözlü olduğu kesin tespit edilmiş yani zehirsiz yılanmışlar. Bu bakıma GERB – BSP – HÖH kavgalarında yılan sokmasından kurban gidecek olmayacak… Şimdi artık AB pompalarıyla suyu çekip bataklığı kurutmamız kaldı. Hedef bu da olabilir! Bu seçimlerden hemen sonra, kurutulan bataklıkta yapılacak erken genel seçimlerinde muhtemelen ama (%98 kesin) resmen açıklandı. “Mediana” ajansı tarafından yapılan araştırmada Sosyalis Parti (BSP) GERBİ’ solladı. Aradaki fark % 1,2 oranında. BSP % 24,8, GERB ise % 23,6 oranında oy elde edecek. Dikkat çeken çok ilginç bir eğilim belirdi. İl ve ilçe merkezlerinde iki parti eşitleşmiş durumdadır. Anket 26 Ocak ile 1 Şubat arasında yapılmıştır. Siyasi durumun değiştiğine işarettir. Yaşam standardı altında olanlar, şu ağır kış günlerinde “Yeter artık” dedi. Bu anket, Başbakan Boyko Borisov’un Kültür Sarayı konuşmasından, BSP partisi kurultayından ve Cumhurbaşkanı Rumen Radev’in yılbaşından beri 2. Konuşmasından ve Kültür Bakanı B. Banev skandalının patlak vermesinden sonra yapıldı. Anket, nüfusun % 70’inin şehirlerde yaşadığı Bulgaristan’da kentli vatandaşların tavrında bir değişiklik, sola kaymayı gün ışına çıkardı.


Makale ve Analizler - 2019

37

“Medya”na ajansı, seçimlere katılma oranının % 40’ta kalacağına işaret ediyor. Bu oran GERB, BSP ve HÖH tabanıdır. Seçimde 2 slogan yükselecek: Birisi “GERP partisine hak ettiği cezayı verelim!” İkincisi de “Komünistleri cezalandıralım!” Bulgaristan’da bu yıl art arda birçok seçim yapılacak. Mayısta AB olağan seçimleri, Kasımda yerel seçimler, ikisinin arasında Başsavcı seçimleri ve muhtemelen erken genel seçimler. Bu seçimler arasında ve içinde bir gelişme daha göze çarpıyor. Halen GERP ve BSP arasında yeni bir parti kurulması, seçime katılması ve BSP’yi iktidara taşıyacak kadar oy toplaması hesapları yapılıyor. Fakat meclis yalnız 3 parti girdiğinde kantarın topuzu yine biz olacağız. Bizi izleyin ve son gelişmeleri zamanında öğrenin. Paylaşınız lütfen.


38

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2019

39

Makedonya’da İsim Değişikliği Ve AB Alptekin CEVHERLİ

Komünist bloğun çökmesi ve Sovyetler Birliği’nin 1990’ların başında dağılmasıyla birlikte dünya iki kutuplu “Soğuk Savaş” ekseninden çıkarak önce tek kutuplu ardından da çok kutuplu bir şekle dönüştü. Bu arada SSCB ve Yugoslavya’nın içinde o döneme kadar baskı altında tutulan pek çok devlet bağımsızlığını ilan ederek, dünyamızdaki devlet sayısını bir anda 200’ün üzerine çıkardılar… Ancak bir kısmınızın hatırlayacağı gibi bazı ülkeler bunu kansız ve sancısız şekilde atlatırken bazıları ise yeni küresel güçlerin kesişme noktalarında oldukları için oldukça kanlı ve acılı bir şekilde bu süreci atlattılar veya hâlâ atlatmaya çalışıyorlar… Bu bakımdan Kazakistan, Ukrayna, Ermenistan ve Makedonya gibi ülkeler bağımsızlıklarını rahat bir şekilde kazanırken; Azerbaycan, BosnaHersek, Kosova veya Hırvatistan gibi ülkeler ciddi bedeller ödemek zorunda kaldılar. Geçen zamandan bugüne baktığımızda ise bazı hesapların hâlâ kapanmadığını ise dehşet içinde görüyor ve endişeleniyoruz… Azerbaycan’da Ermeni işgali nedeniyle 2 milyondan fazla kişi hâlâ yurtlarından uzakta, kaçkın olarak yaşıyor. Bosna-Hersek zorlama bir federasyon ile ayakta tutulmaya çalışılıyor. Hırvatlar ise sırtlarını ‘Dayılarına’ dayadıkları için; AB’ye de üye olup belki de en hızlı refaha kavuşan topluluk oldular. Rusya ise Burak Obama yönetimindeki ABD’nin oluşturduğu dirayetsizliği çok iyi değerlendirerek Ukrayna’ya bağlı bir Türk yurdu olan Kırım’ı, oldubittiye getirerek işgal ediverdi. Aynı dirayetsizliğin neticesi olarak Suriye, Türkiye’nin neredeyse hinterlandına girmişken alenen Rusya’ya kaptırıldı. Bu durumda Balkanlar’da yeni kurulan Moldova, Kosova, Sırbistan, Karadağ, Bosna-Hersek, Slovenya, Hırvatistan ve Makedonya ise kendilerine yeni dostlar ve müttefikler aramaya başladılar. O dönemki çok kutuplu dünyanın doğal liderleri olan ABD, Türkiye, Almanya ve Rusya arasında gidip gelen bu düello; Bulgaristan ve Romanya’nın başta olmak üzere Hırvatistan ve Slovenya’nın da Avrupa Birliği (AB) üyesi olarak Almanya’nın kanatları altına girmesi neticesi şekillendi… Sırbistan soydaşı Rusya’ya yanaştı. Makedonya, Kosova, Bosna-Hersek ülkelerin-


40

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

deki Müslüman ve Türk nüfus nedeniyle Türkiye ve ABD’ye ve de elbette NATO müttefiki Almanya’ya yanaşırken Moldova da soydaşı Romanya ile birlikte hareket etti. Ancak bir sorun vardı… AB ve Türkiye sayesinde de NATO üyesi olan Yunanistan, Makedonya’nın AB üyeliğini bloke ediyordu. Sebep Makedonya’nın tarihte Büyük İskender devrinde en güçlü dönemini yaşamış olan Makedonya Krallığı ile birebir ismi alarak aynı zamanda bugünkü Makedonya Devleti’nin sınırlarından ötede Yunanistan kontrolündeki Selanik’i de kapsayacak şekilde bir coğrafi bölgenin de adına sahip çıkmasıydı… Yunanistan bir yanda Ege Denizi’nde Türkiye’yi taciz edip, bir şeyler tırtıklamaya çalışırken, Kıbrıs’ın kuzeyine yönelik işgal hülyaları yaşarken bir anda kuzeyinde kendi yeryüzü şekillerinin bir kısmını da içine alan bir isimle yeni bir devlet kuruluyordu. Üstelik hatırı sayılır bir Türk ve Müslüman nüfusa sahip olduğu için Türkiye ile de doğal dost olan bir ülke idi bu. Yunanistan peş peşe vetolarla bu ülkenin gerçek adı olan “Makedonya Cumhuriyeti” olarak tanınmasını engelledi. Türkiye ve ABD’nin gayretleriyle ‘ancak’ saçma sapan bir şekilde “Eski Yugoslavya’dan Ayrılan Makedonya Cumhuriyeti” gibi tercüme edebileceğimiz bir isimle Birleşmiş Milletler’e (BM) kabul edildi. Ancak bu isim saçmalığı ve elbette Yunanistan’ın ve ardından AB’nin çiçeği burnunda üyesi Kıbrıs Rum kesimi vetolarıyla Makedonya, AB kapısında bizimle birlikte beklemeye başladı… O dönem ABD ve Türkiye korumasında olan Makedonya, ekonomik olarak yavaş yavaş Almanya etki alanına girerken, ülke içinde yaşayan ve nüfusun % 45’ten fazlasını oluşturan Müslüman nüfus ile % 50 civarındaki Hıristiyan nüfus dengesi ve Arnavut – Makedon çekişmesi Makedonya için yakın ve orta vadeli tehdit oluşturuyordu. Son dönemde Makedonlara peynir ekmek gibi Bulgaristan pasaportu dağıtılması ise Bulgar devleti üzerinde yer yer etkili olan Rusya’nın mı, yoksa Almanya’nın mı projesi diye incelenmesi gereken başka bir sorun daha ortaya çıkarmıştı… Çünkü Rusya Sırbistan üzerinden her an tekrar bölgeye girmeye cüret edebilirdi. Ve bunun ipuçlarını Kosova’da sık sık yaşanan Sırp sınır ihlalleri gösteriyordu… NATO ve AB korumasından yoksun, kendi kabuğuna çekilmekte olan ABD’nin desteğini her an kaybedebilecek olan Makedonya, Türkiye’nin de yine terör ve ardından Suriye konusuna enerjisini harcar duruma gelmesiyle hepten bir başına kalmışken; Makedonya’da, dipten yeniden bir yapılanma dalgası geliyordu…


Makale ve Analizler - 2019

41

Ancak bu Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi vetolarına karşı ne kadar etkili olabilirdi? Bu süreç, ta ki Yunanistan iflas edip, Almanya ile pazarlığa oturana kadar sürdü. Yunan Başbakanı Çipras, Almanya başta olmak üzere Batı’nın baskılarına daha fazla dayanamazdı, zaten öyle de oldu… Bu arada Makedonya’da da halk kazanmış ve Türklerin güçlü sesi olan Türk Hareket Partisi’nin de ortağı olduğu Koalisyon Hükümeti, bütün engelleri aşarak iktidar olmuştu. Şimdi sıra Makedonya’nın AB ve NATO şemsiyesine alınarak güvenli bir bölge haline getirilmesindeydi… (Elbette bunun bedelinin Alman ekonomisine hammadde ve pazar sağlamak gibi bedelleri olacağını söylemeye gerek yoktur sanırım.) NATO, Ukrayna konusunda elini yavaş tuttuğu için Kırım’ı kaybetmiş ve Rusya’nın yeniden Karadeniz’de üs kurmasına fırsat vermişti. Aynı durum Makedonya’da yaşanırsa Rusya’nın asırlardır ancak rüyasını gördüğü sıcak denizlere inme projesinin önünde tek engel Yunan kontrolündeki Güney Makedonya, yani Selânik ve havzası kalıyordu… Makedon ve Yunan hükümetlerinin vardığı ve Prespa Gölü’ne nispet olarak bu gölün adının verildiği antlaşma ile “Eski Yugoslavya’dan Ayrılan Makedonya Cumhuriyeti”, ‘Kuzey Makedonya Devleti’ adını alırken aynı zamanda AB ve NATO üyeliklerinin de önü açılmış oluyordu… Elbette Yunan faşistlerin buna tepkisi olmuş ve olacaktır… Ancak, Sırbistan dolayısıyla Rusya ile komşu olmaktan ise kuzeyde Türklerin de yönetiminde olduğu NATO üyesi bir komşu, her zaman daha güvenlidir…


42

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2019

43

Büyük Ödevimiz!

Tarih: 05 Şubat 2019 Yazan: Filiz Soytürk Konu: Bulgaristan Türkleri Anadil Şiir Çelengi Evet, en büyük ödevimiz anadilimizi mısmıl öğrenmek. Çocukların ödevi okuyup yazmak, anababanın ve yaşlı velilerin ödevi de öğretmektir. Bizimki, sizinki, hepimizinki Türkçe sevdası. Türkçemiz geleceğimiz, sevdamız, mutluluğumuz. Yaşlılarımız hatırlar, totalitarizmin borazanlığını yapan propaganda sahtekârları vardı. “Türkçe diye bir dil yok.” “Bulgaristan’daki Türklerin edebiyatı, sanatı, türküleri, şarkıları, manileri, taşlamaları hatta masalları yok” yalanlarını yaymakla geçiniyorlardı. Diken değmeden patladılar balon gibi. Anadilimin böyle kıskanıldığını sonradan öğrendim. Öğrendikçe sevdim ve sonunda dünyanın tüm sırlarının onun söz hazinesinde gizlendiğini öğrendim. Mutluyum. Anam bir, anadilim iki. Şairler, şiirlerde “belki de bir daha görüşemeyiz” derken bir şey söyledim sanır. Anadilimiz güzel Türkçemiz hakkında söylenmiş değildir bu sözler ve asla söylenemez. Sevdiklerimizi okuyalım: Ahmet ŞERİF ANADİLİMİZ Türk milleti dilini Asırlardır işlemiş Toprağını, ilini Türk ruhuyla süslemiş!

Annem bana bir yürek Bir ezanlı ad vermiş


44

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Dilde her ses mübarek Her söze renk beğenmiş! Ezanına minare Türküye saz yaratmış, Dil kitaptır, hak çare Varımıza nur katmış! Dilim bayrak, hasretim, Milletimin incisi; Kutsal milli servetim Türklüğümün Türkçesi!

Latif KARAGÖZ ANADİLİM İlk göz açtık duydum seni Anam gibi anadilim. Büyüledin o an beni Ninnilerim senle oldu Rüyalarım senle oldu Vardığın hazlar ne oldu Nar gibisin dilim, dilim. Bilgileri siperledim Ellerinden güç derledim Yollarında ilerledim Kucak açtı bana bilim! Türkün ayağı elisin Yüreğinin gür selisin Kültürümün temelisin Benim eşsiz anadilim!

Sen dünyada var oldukça Gönlümüzde yar oldukça İçimizde har oldukça Ana dilim tek sevgilim!

Şaban KALKAN ANADİLİM Seni anamdan öğrendim. Sen kolum kanadım elim. Geceyi seninle yendim, Güzel Türkçem anadilim. Ben seninle dedim: Ana Büyük Atama ant içtim. Candan bağlandım vatana. Güzel Türkçem anadilim. Sen ışığısın güneşin Seninle yüceleri ilim. Dünyada yoktur tek eşin Güzel Türkçem anadilim. Seni öğrenen ak bahtlı Seninle aydındır yolum Her kelimen baldan tatlı Güzel Türkçem anadilim. Ben senden başka dil seçmem Sen benim mutlu kaderim Ölürüm senden vazgeçmem Güzel Türkçem anadilim.


Makale ve Analizler - 2019 Seniha Yılmaz VEKİR BENİM TÜRKÇEM Ne Mutlu Türküm Diyene! M.K. Atatürk Ne tatlısın Anadilim, Varım yoğum, gerçeğim İlk aşkım, büyük sevgim. Dillerin gülüdür Anadilim!

İpek gibi bükülürsün Yumak gibi sökülürsün. İnci gibi dökülürsün Güzel Türkçem, anadilim! Sevimlisin yaprak gibi Cevher dolu toprak gibi Şereflisin bayrak gibi Güzel Türkçem, anadilim!

Türkçem benim, benliğim, Seninle “ana” dedim. Seninle gözüm açıldı Yaşamayı seninle sevdim!

Bir su gibi akıcısın Dilber gibi yakıcısın, Hem tadısın, hem acısın Güzel Türkçem, anadilim!

Varsam ben seninle varım, Anadilimsiz ben yarımım. Sen ruhumun gıdası, Türkçemsiz ben ne yaparım?

Deniz kadar enginsin sen Ahenkli ve zenginsin sen Benim tek denginsin sen Güzel Türkçem, anadilim!

Türklüğümü sende bildim, Sensin yarınım, geleceğim. Mutluluğum, ümitlerim. Anadilimle ben yüceyim.

Mehmet ÇAVUŞ ANADİLİM

Ali BAYRAM ANADİLİM Benim sönmez güneşimsin Işık saçan öz kandilim Vazgeçilmez bir eşimsin Güzel Türkçem, anadilim! Ecdadımın dilisin sen Seni candan severim ben. Güzelliğini severim ben Güzel Türkçem, anadilim!

Anadilim pek tatlı Türkçe derler adına Türkü gibi kanadı Doyum olmaz tadına. Alfabesi güç değil; A, Be,Ce,Çe,De,E,Fe… Ona hürmetle eğil Her sözü bir felsefe

45


46

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Özü destan, şarkıdır Çor Tigin’le başlayan Kırk beş ağız farkıdır Şer güçleri taşlayan Bozkırlarda sel oldu Orkun’dur ilk akını, Anadolu’da buldu En çalışkan çarkını!


Makale ve Analizler - 2019

47

Zulmün 34. Yılı

Bulgarca’dan çeviridir. Tarih: 06 02 2019 Çeviri: İbrahim SOYTÜRK Kaynak: Her şeye çözüm insan haklarının tanınmasıdır – “Marginaliya” Bir çocuk kör doğsa lakabı Kör Hasan, Kör Mehmet vs gider. İnsan başına gelmesin, biri topal dünyaya gelse Topal Yusuf… Topal Aliş diye kendiliğinden dizilir. 34 yıl önce doruk yapan Bulgar zulmüne, zorla isim değiştirme, kimlik köreltme ve geleneklerin gelişip gitmesini engellemek için “törenin bacağını kırma” diyeceklerine sözüm ona “soya dönüş süreci” diyen kafa karıştıranların gayreti arasız devam ediyor. Hele bir de şu bizim çekilerimize örneğin Fransızcaya tercüme ederken “Rönesans”, Almancada “Aufschvung”, Rusça ’ya çeviride de “Diriliş” anlamına gelen ve Lev Tolstoy’un “Pazar Ayini” için kullandıkları o güzel “Diriliş” sözümüzü harcamaları beni kahrediyor. Böyle çarpık çarpık sözlerle ifade edildiğinde zulüm yıllarında kaç kardeşimizin kurşunlanarak öldürüldüğünü anlatamadığımız gibi, yaralılarımızı, yarım milyon kardeşimizin süngü ucunda elinde bir çanta ile sınır dışı edilişini de asla anlatamayız. Anlatsak da anlaşılmıyor. Her şey karma karışık. Hele şu kahrolası – bizi kırıp geçen – “soya dönüş” saçmalığını yalan yanlış işleyip yüksek lisans yapan, doktora tezi yazanlarımızın tezlerini kabul eden çakma profesörlere ne diyeceğimi bir türlü bilemiyorum. Tutunacağımız tek da yine halkımızın bilgeliği kalıyor. “Bırak karışsın, gün gelir durulur!” *** Bizim konuda, elini kalbine koyup da yazan yabancılar da var tabii. Yazar Aleksey Kolyovski ile Alman yazar Volfgang Höpe Türk zulmün araştırıp yazdılar. Ortaya çıkardıkları çarpıcı gerçekler var. 24 Aralık 19842ten önce, sözde karışık aileler oldukları gerekçesiyle 50 bin kişinin ismi önceden değiştirilmiş, bunların hemen hemen yarısı sürgün edilmiştir.


48

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Başka bir özellikse şudur. Daha 1967’de Todor Jivkov “Birleşik Bulgar Komünist Milleti” teorisi ortaya koymuş, BKP MK’sinde de tepki alınca, planının adını “Birleşik Bulgar Sosyalist Milleti” olarak değiştirmiştir. Bu değişikleri ve tezleri kabul etmeyen BKP MK üyesi Ali Rafiev, daha sonra şiddet kullanılarak uygulanan sinsi planlara kurban edilen ilk kişi olmuş. Rüşvet yalanı komplosuna düşürülerek yok edilmek istendi. Bu kitaplarda ortaya çıkan gerçeklerde, Jivkov idaresinin Türklere saldırısından önce 2 yıl hazırlık gördü. 300 000 Türkü vatanlarından söküp atmanın önceden planlandığı ve bu amaca ulaşmak için polisi ve orduyu hafif ve ağır silahlarla yeniden donattığı konu oldu. Göstericilere ve protesto mitingine toplananlara karşı soğuk ya da sıcak sudan başka, çakıl taşı da fırlatan özel “itfaiye” araçları, yüksek süratli zırhlı araçlar satın aldığını açıkladılar ve belgelerden alıntılar okundu. Bu konuda Sofya’da Ocak ayında toplanan uluslararası foruma bu 2 yazardan başka, Yülyan Metodiev, Stefan Deçev, Mihail Gruev, Zeynep İbrahim Zafer, Mihail İvanov ve daha birçok bilim adamı da katıldı. Dikkati çeken “Türk Mevlidine” bu defa da hiçbir Türkün davet edilmemiş ve katılmamış olmasıdır. Bulgar bilim adamları Türk elbisesini ölçü almadan biçip dikmeye devam ediyorlar. Tarihimizin en ağır zulüm olayı karşımıza yamuk ayna gibi dikiliyor. *** Olayın özü: Sofya’da çağrılan ve “Geri Bakış” adı verilen, Bulgaristan’da (19841989) zulüm dönemini masaya yatıran uluslararası forum başkentin Akademik Araştırmalar Merkezinde yapıldı. Bu forumda ikinci kez olmak üzere, Bulgar ve yabancı bilim adamları ve araştırmacılar arasında, tarih, ekonomi, siyaset bilimi, sosyoloji, hukuk, gazetecilik, felsefe ve hatta akıl hastalıkları gibi bilim dallarında sert tartışmalar yaşandı. Forum, 18 Ocak tarihinde toplandı. Bilindiği üzere 18 Ocak 1985 günü, Bulgaristan Komünist Partisi Merkez Komitesi Politik Bürosu (BKP MK PB) Sofya’da il parti komiteleri birinci sekreterlerini Sofya’ya toplamıştı. Onlara okunan raporda, o güne kadar 310 000 Türkün isminin değiştirildiği açıklandı. İlk kez olmak üzere bu zulme, bu zorla, boyun eğmeyenleri kurşunlayarak, sürgün ve hapsederek isim değiştirmeye, “soya dönüş süreci” (vızroditelen protses) gibi bir şaşırtıcı isim açıklandı. Bu uydurma isim bugün de kullanılmaya devam ediyor.


Makale ve Analizler - 2019

49

Forumda değişik isimler konuştu: Zorla isim değiştirerek Bulgarlaştırma sürecinin ilk döneminde 20 Bulgar tarihçisi araştırmalarını yayınlamıştı. “Arşiv” (Arhivi) adlı devlet ajansı başkanı Mihail Gruev’in konuşmasında işaret ettiği üzere, o yıllar geçerli olan Arşiv Yasasına göre, açıklanan araştırmalar belgelerin sistemli olarak incelenmesinden çıkarılmış sonuçlara dayanmadığı gibi, ancak yarım yamalak, tam olmayan araştırmalara dayandırılmıştır. Bu süreçten 30 yıl sonra, analiz edilebilir belgelerin hepsi ziyaretçilere açıktır ve yeni durumda çok değerli irdelemeler yapılabilir Gruev şöyle devam etti: “Arşivdeki Türk isimli evraklarının hepsinin yakılıp yok edilmesine ilişkin BKP MK’nin 1980’li yılların sonunda bir karar almıştı. Bunu yapsaydık bu konuya ilişkin bugün çok kıt belge bulunabilirdi. İçinde büyük sayıda Türk isminin bulunduğu bölümlerdeki evrakların hepsinin yok edilmesi emredilmişti. Gruev’e göre, o yıllarda Arşivler Genel Müdürlüğü Başkanı görevinde bulunan Prof. Doyno Doynov’un söz konusu evrakların korunmasındaki hizmetleri çok büyüktür. Bulgaristan’daki Türk azınlık topluluklarının asimile edilmesi siyasetini tarihçilerin nasıl desteklediğini kanıtlayabilmek için, Stefan Deçev, bilinen Bulgar tarihçilerinden Prof. Nikolay Gençev’ın 1980’lerde söylediği şu sözleri anımsattı: “Milli Güvenlik “DS” ne yapıyor? Bulgarların kendi devletlerinde azınlık durumunda bulunduğunu görmüyor musunuz?” Yeni Bulgar Üniversitesinden Doç. Mihail İvanov’un, o olayların kızıştığı zamanda kaleme aldığı yazılarında açıkladığına göre… “büyük isim değiştirme sürecinin başlamasından önce” (daha 60’lı yılların ortalarında kitlesel isim değiştirme olayları yaşanmıştır) 50 bin kişinin ismi, baba adı ve soy ismi değiştirilmiştir, fakat 9 kuşak geriye gidildiğinde soy kökünden birilerin Bulgar olduğu” iddiasında bulunmuştur. ( çev: M.İvanov, 7 yıl Cumhurbaşkanı J. Jelev’in azınlıklar danışmanı görevinde bulunmuştur.) “DS” ve İç İşleri Bakanlığı (MVR)’den başka bu tartışmaya, Platform “Marginalya.bg” temsilcisi Yulyana Metodieva aktif biçimde katıldı ve konuşmasında şöyle dedi: “Genç bir gazeteci olduğum yıllarda, Eğitim ve Öğretim Bakanlığında her hafta düzenlenen ve ülkede kaç şalvar ve feracenin kesildiği açıklanan basın toplantılarına katılıyordum.” Gazeteci Metodieva, yıllarda yazdığı satırlardan dolayı, salonda bulunan ve zulüm dönemi kurbanlarından biri olan Prof. Zeynep Zafer’den özür diledi. Daha sonraki yıllarda Metodieva “1000 Gün” ve “Obektiv” yayınlarında yazı işleri müdürü görevinde bulundu. O, isim değiştirme döneminden somut ör-


50

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

nekler vererek, pek çok yüz karası olaya işaret etti ve bu kampanyada gazetecilerin rolü üzerinde durdu. Yeni Bulgar Üniversitesinden Antoni Todorv da söz aldı: “Bizzorla isim değiştirme döneminden gerekli sonuçları çıkarmadık ve ibret dersi almadık. Özür dilemedik .”dedi. O, Başbakanlardan İvan Kostov ile Sergey Stanişev’in zorla isim değiştirme olaylarıyla ilgili özür dilemesinin çift anlamlı olduğuna ve hedefte Bulgar halkını tamamen aklama bulunduğuna vurgu yaptı. Öte yandan, Yeni Bulgar Üniversitesi’nde akıl hastalıkları dersi okuyan Rumen Petrov, “1984-1989 Zulmü” dersini okurken yaralı ve yaralayan kişiliklerden söz ediyorum” dedi. “Bir Bulgar olarak, ben kendimiz de zulüm kurbanı hissediyorum, Türklerin askere alınmaması bir eksiklik ve bunların hepsi dikkate alındığında, onların devletten ve kurumlarından dışlanması tümünü toplumdan uzaklaştırıyor ki, bu aşılmazsa devlet çöker, diye ekledi. Rumen Petrov, forumdaki konuşmasında, “Yaralanmış olmanın anısı” konusunda özellikle durdu. Aynı konu, Geysen “Yustus Liybig” Üniversitesinden Lübomir Pojarliev; Yeni Bulgar Üniversitesinden sosyolog Bayan Teodora Karamelska ve yine aynı üniversiteden antropolog Bayan Evgeniya İvanova tarafından da işlendi. Onlar 1984-1989 Zulmünü yaşamış Bulgaristan Türkleri arasında Ak Kadınlar, (Dulovo), Tatar Pazarcığı (Pazarcık), Hasköy Işıvaları (Mineralni Bani), Kazanlık, Bursa vb başka yerlerde yaptıkları gözlem ve araştırmaları paylaştılar. Onların vardığı sonuçlara göre, Bulgaristan Türkleri 1984-1989 döneminde aldıkları yaraları sarmışlar ve “ikr“dara karşı konmaz” diyerek Bulgarları suçsuz gördüklerini, akladıklarını saptadıklarını paylaştılar. Türklere göre, “1984-1989 Zulmünden” Komünist partisi ile Bulgaristan’daki Rus etkisi” suçludur, dediler. Evgeniya İvanova, konuşmasında, yaptığı araştırmalardan “insan belleğini yönlendiren güncel olaylardır” sonucunu çıkardı ve bu netice diğer bilim adamlarında destek buldu. Prof.Dr. Zeynep İbrahim Zafer’in konuşması dikkat çekti: 2015 yılında Zeynep Zager ve Vihren Çernokojev’in “İsmimi Aldıkları Vakit” başlıklı eseri çıktı. Z. Zafer, 1984-1989 Zulmünü yaşayan Bulgaristan Türk şairlerin tüyler ürperten şiirlerinden alıntılar okudu ve hazır bulunanları etkiledi.


Makale ve Analizler - 2019

51

2016 yılında Rumen Arnaudov’un “1984-1989 Zulüm yılları Ekonomisi” başlıklı kitabı yayınlandı. 2018 yılında, İskoçya “Seynt Andrüs” üniversitesinde görevli Leh tarihçi Tomaş Kamuzela’nın “Soğuk Savaş Yıllarında Etnik Temizlik” başlıklı inceleme eseri yayınlandı. Bu çalışmada, “1989 yılında komünist Bulgaristan’dan Türklerin zorla kovulmasının unutturulmak istenmesine” özel yer verilmiştir. Doç. Kamuzelaya göre, 1989’da Bulgaristan’da meydana gelen olay “Büyük Göç” değil, “tam bir etnik temizliktir.” O, 2012’de, 41. Halk Meclisi’nin kabul ettiği bir Bildiride, “1989’da 360 000 Türk asılı Bulgaristan vatandaşının ülkeden kovulması” totaliter rejim tarafından bir etnik temizlik olarak nitelendirilmiştir vurgusunu yaptı. Kamuzelaya göre, zulmün unutturulmasına engel olabilmek ve kabul edilebilir başarılı bir uzlaşmaya gidebilme yolu açılması için “etnik temizlik” cinayetinin ve Bulgaristan’da sosyalizmin ve totalitarizmin mezar taşının dikilmesinde Türk-Müslüman direniş hareketlerinin büyük rolünün ders kitaplarına girmesini önerdi. Bunların mutlaka ve hemen yapılması gerektiğine vurgu yapan doç Kamuzella, Todor Jivkov’un doğum günü vesilesiyle Pravets kasabasında yapılan törenlere katıldığını ve çok etkilendiğini paylaştı. Doç. Kamuzela şöyle dedi: “Şimdiki Bulgaristan Başbakanı B. Borisov, bir diktatörün anıtına çelen taşıyan bir AB-başbakanı olmakla kalmıyor, o etnik temizliğin gerçekleştirilmesine bizzat katılmış ve bu süreci yönetenlerden biridir. O, 1989 yılında uluslararası haber ajanslarının “Büyük Seyahat” adlı Türkleri vatanlarından kovma sürecini hemen hemen yansıtmadığına, ancak Yugoslavya gazetelerinin birinci sayfa başlığı olarak verdiğine işaret etti. “O zaman gelişen feci olayları ne Washington ne de Moskova gördüğünü bildirdi,” dedi. Böylece Kamuzela, Bulgaristan’daki Türklerin başına gelen trajik olaylarına, isim değiştirme zulmüne sert uluslararası tepki oluşması böyle engellenmiştir, dedi.


52

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Doç Kamuzela sonunda şu soruları yöneltti:

Soğuk Savaş döneminde Sovyet Blokundan bir ülkeden Bulgaristan Türklerinin bir NATO üyesi devlete –Türkiye Cumhuriyetine – kovulması bir savaşa ne sebeple neden olmamıştır? Yapılan etnik temizlik Bulgaristan’da neden bir iç savaş başlatmamıştır? – Daha sonraki yıllarda Yugoslavya’da olduğu gibi… 1984-1989 Zulmü için neden hiç kimse sorumlu tutulmamış ve yargılanmamıştır? Bu soruları Bulgar Helsinki Komitesinden Krasimir Kınev yanıtladı. “1989 tarihinden sonra “Soya Dönüş Sürecinin” Yargı Tarihi – Yakalanamaya Suç” başlıklı sunumunda, 1984-1989 Zulüm dönemine karışmış ve suç işlemiş kişilerin, Ceza Kanundaki suçun kanıtlanması zor maddelerine göre yargıya çıkarıldıklarını ve suçların zaman aşımına uğradığını bildirdi. Tarihçi Momçil Metodiev ise konuşmasında, 1980 yıllarının sonunda isim değiştirme ve asimilasyon zulmünün uygulanmasına bizzat kendileri en aktif bir şekilde katılmış olan kişilerin artık Genel Müdür ve Amir yardımcısı görevlerine yükseltilmiş olduğunu ve kendilerine karşı dava açmak istemediklerini ve açmak isteyenleri de engellediklerini” açıkladı.) Leipzig Üniversitesinde görevli Alman Tarihçi Volfgang Höpken, Bulgaristan’dan Müslüman Türklerin kovulmasını kapsayan uzun döneme yalnızca “etnik temizlik” yılları denmesinin doğru olmadığına vurgu yaparak, doç. Kamuzelaya tepki gösterdi. Balkanlarda aynı yıllarda gelişen 6 göç modeli incelendiğinde bu görülür, dedi. Birinci göç modelinin Osmanlı dağılırken Balkan savaşları yıllarında yaşandığını, bu dönemde Bulgaristan’ın doğduğunu hatırlattı. Bulgar devleti kurulurken “baskı bölgeleri” oluştuğunu ve bunlarda göç başladığına vurgu yaptı. İkinci göç modeli, azınlıklara karşı ayrımcı politika uygulanmasından doğmuştur. Balkanlarda bu sosyalist dönemden önce ve sosyalist rejimde yaşanmıştır. Höpken, 1880-1912 yılları arasında Balkan ülkelerindeki Müs-


Makale ve Analizler - 2019

53

lüman nüfusun yaşam durumunun pek kötü olmadığını, dini ve kültürel haklarının Berlin Konferansı kararlarında güvence altına alınmış olduğunu, Bulgar Prensliğinde yasaların uygulandığını anımsattı. O yıllarda devlet ile Müslümanlar arasında sessiz bir mutabakat olduğu, devletin dini ve kültürel haklara saygılı davrandığı, Müslümanların da politik haklar istemediğini söyledi. Bu durumun öncellikle 1930’lu yıllarda olmak üzere iki dünya savaşı arasındaki yıllarda değiştiğini bildirdi. Sosyal değişikliğin üçüncü göç değişikliği olduğunu söyleyen Höpken, Müslümanların bir Hırıstiyan devletinde yaşayabileceklerine uzun zaman kandırılmaları gerekir, dedi. Bosna’da 1880’de çıkarılan bir Fetvaya vurgulamada bulundu. Birçok Bulgar yerel yöneticisinin Türk ahalisinin durumuna ilişkin raporunda Müslümanların sosyal değişiklikleri zor kabul ettiklerine yer verilmiştir. Yöneticiler, Anayasa’nın kendilerine tanıdığı haklara rağmen, Bulgaristan Türklerinin kendilerini yabancı ülkede gibi hissettiğini rapor etmiştir. Höpkens bu olayların temel nedenini, Bulgaristan Türklerinin kışlada silah askeri olarak askerlik yapmamasından görüyor. Sosyalizm yıllarında Bulgaristan Türklerinin ötekileştirilmesi söyle gelişmiştir: Önce Bulgar devleti geleneksel Türk kimliğini yeni sosyal yaşam Ortamına uyumlamaya gayret göstermiştir. 1950’lı yılların başında Türkler geri kalmış olarak gösterilerek kültür siyaseti alanına alındı. Hokens, forumda, 70 yıl önce “Vatan Cephesi” teşkilatı tarafından basılmış ve kapağında “televizyon aracı” almazdan ve aldıktan sonra “değişmiş” iki kişinin resmi olan bir el kitabı gösterdi. Forumda 4. Göç modeli de uluslararası gçö antlaşmalarına göre gerçekleşen göçler şeklinde şöyle açıklandı. Bu tür ilk göçler XX. Yüzyılda oldu. Sosyalizmden önce ve sosyalizm döneminde benzer antlaşmalar Türkiye ile Bulgaristan, Romanya ve Yugoslavya arasında imzalanmıştır. Beşinci modelde, Türklerin yaşadığı ülkelerde devletin baskıcı siyasetinden fazla Türkiye’nin dış Türkleri toplama siyasetinin rol oynadığına yer verildi. Türkiye ağır ekonomik bunalımda bulunmadığı dönemlerde, göçler dini göçler olarak kabul edilmiş, kendileriyle dayanış ve yardımlaşma geliştirilmiştir.


54

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Sonunda, 6. Tür göçler ekonomik nedenlidir. Sözde, “1878’den sonra toprak fiyatı yükselmiş, Türkler topraklarını satıp ülkeyi terk etmiştir. 1989’da benzer bir gerekçe ortaya çıkmıştır, Avrupa Birliği ülkelerine doğru yeni tip bir göç dalgası yükselmiştir.” Yuvarlak Masa toplantısının örgütleyicisi olan Rumen Arnavudov da Kamuzela’nın kitabı üzerine yorum getirdi. Arnavudov, 1984’te isimlerin zor kullanılarak değiştirilmesinin 1989 yazındaki kitlesel göçten metodolojik olarak ayrılmasına ve “etnik temizliğin” ayrı bir olaymış gibi ele alınmasına katılmadığını açıkladı. O, 1989 yazı olaylarının bir hedef, bir uygulama ve yönelim olarak “etnik temizlik” olduğuna bir yere kadar katıldığını ve İncil’den “çıkıl” (exudos” kavramını kullanarak, süreç dinamiğinin karmaşık oluşuna dikkat çekti. O, Bulgar etnik temizlemesinin unutulmuş bir olay olmadığını, ne de kanunun kas katılaştığına katılmadığını beyan etti. 1984 trajedisi anısının korunmasına katkıda bulunanlardan ve uyanış dönemi süreci” dönemini anlayanlardan birçoğunun yuvarlak masa etrafında olduğuna vurgu yaptı. Avramov, Bulgar toplumunun bir bütün olarak şu ya da bu derecede olmak üzere olaylardan sorumlu olduğunu söyledi. Sorumluluğun somut olduğuna işaret ederek, asıl sorumlu olanların son kararları alan ve uygulayanlar olduğunu belirtti. Avramov konuşmasına şöyle devam etmiştir: Kamuzela’nın “Bulgaristan’da komünizmin devrilmesinde etnik temizliğin başat rol oynadığı görüşünün, dürüst olmadığını söyledi. Zaten düşecek olan rejimin düşmesi kitlesel göçten etkilenmiş ve tetiklenmiştir. Bulgaristan’daki değişiklikte belirleyici olmuştur. 1989 olayları bir laboratuvar ve geçiş dönemini açan kapıdır, diye konuştu. Bulgaristan Türklerinin Bulgaristan idaresinde ve siyasetinde yer alması kuşkusuz olumlu bir adımdır, fakat DPS partisi (etnik) Bulgar oligarşi temsilcilerinin aracısı duruma geldi. Bu partinin Bulgar kapitalizminden hoşnutsuzluk biriktirirken, Türklere olan kuşkuları arttırdı ve dolayısıyla Türklere olumsuz yaklaşımı şiddetlendirdi. Kamuzala eserinde, Ahmet Doğan’ı bir Leh Valensa ya da Vaslav Havel olarak tanıtmaya çalışıyor, bu kabul edilemez. Kamuzela, “Bulgar Etnik Modeli” ile ilgili bir propaganda kalıbı, katillerden hesap sorulmaması ve mutlaka dilenmesi gereken affın geciktirilmesi veya dilenmemesi için icat edilmiş bir tuzak olarak gösterirken haklıdır.”


Makale ve Analizler - 2019

55

Avramov’un kesin kanısına göre, Bulgar toplumu 1984 Zulmü konusunda özür dileyip uzlaşmak için henüz olgun değildir. Bu yönde yapılan çabalar her defasında sert milliyetçi tepkilere neden olmuştur. O, “herkesi kendi bahçesini kazmaya” davet etti. Yani tarafları eski zülüm ve bugünkü adaletsizlikler üstüne kendi kitabını yazmaya davet etti. Ve böylece belki de hoşgörü tohumları ekilebileceğine işaret etti. Kimin suçlu olduğu konusuna değinen Doç. M. İvanov, “soya dönüş sürecinin” bir “Bulgar işi” olduğunu bildirirken, bu konuda İç İşlerinde yapılan toplantılara her defasında KGB’den bir görevlinin katıldığını, fakat hiçbir konuda görüş beyan etmediğini ifade etti.


56

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2019

57

Anadil Şiir Çelengi

Tarih: 06 02 2019 Yazan: Sevilcan YÜCE Konu: Kulağımdadır hala annem ninnileri. Eğer her sabah yüreklerimiz aynı hislerle çarparsa, anadilimiz canlıdır zihnimizde. Milletimin kutsal yıldızı! Parlamak için doğar ve durmadan parlar. Söylemek için gelmiştir, söyleyecektir. Şenlenmeye gelmiştir, şenlenecektir. “Tutuldu mu dilin?” Yürekten sesini işitmek gelir içimden. Güzlerin yakar gönlümü, biz yine de dilinin çözülmesini beklerim. “Tutuldu mu dilin çağırmaz oldun! Yüreğim avunmaz oldu!” deriz sesini ararken. Hasrettir dilin kucaklaşmasını beklemek, çocuklukta başa gelir, çözülür, gençlikte gene tutulur, sonra akar akar ve sonunda tutulan dil değil, çenedir. Hayat yoludur bu. Gönlü dünyaya akıtan dildir. Beklenendir dil, anadili, dillerin en güzeli. Ardından “Söyletme beni gelir!” Ve ancak sevdayı saklıyorsa kalpteki deniz, dile gelir ve dalga dalga vurdukça gönül tellerine dilin sevgi ocağı tutuşur ve şarkılarını anadil telleri dile gelir. Dilim ana dilimdir ve annemden, anneannemden gelir. Anadil sevgisi her sabah yeniden doğar. Şairlerimizi söyletelim: Rasim BİLAZEOĞLU ANADİLİM Mutluluğum seninle evrende anadilim, Ebedi varlığımla bağlıyım sana anadilim, Öz Türkçe konuşarak annem doğurdu beni, Öz mayama bal katıp, sütle yoğurdu beni, Anadilim, tüm güzellikler gibi güzelsin, Ay yüzlü, güzel yüzlü dilber gibi güzelsin!


58

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) O ölümcül yıllarda kilitliydi ağzımız, Mahpustu kitabımız, yasaktı öz yazımız! Baharımız, yazımız, karakışa dönmüştü, Ruhumuzu ısıtan ocağımız sönmüştü. Demir bilekçeleri demokrasimiz kırdı, Bizi basan kâbusu üstümüzden sıyırdı. Kulağımdadır hala annemin ninnileri, Kızların söylediği yanık aşk manileri, Ta ezelden okuruz şarkılarımızı biz, Türkülerimiz gibi ahenklidir Türkçemiz Bu dilde dinlemişim ninemden masalları, Bu dilde yüceliyor Türklüğümün vakarı. Dilimizin süsüdür Türk halk bilmeceleri, Özlü atasözleri ve şen gülmeceleri, “Hak ve Özgürlüğümüzü” kazandık ilelebet, Gerçek demokrasiye minnettarız biz elbet, Ebedi varlığımızla bağlıyım sana dilim, Mutluluğum seninle evrende anadilim. Zahit GÜNEY TÜRKÇE’M Sen Güllük güneşlik bahçelerin tam ortasında Hiç solmayan en güzel çiçek; Yaprak yaprak ölümsüzlüğü tinimin Özüm denli gizemli Özlem denli gerçek; Kokuların en güzeli sende Renklerin en güzeli sende Seslerin en güzeli sende


Makale ve Analizler - 2019 Günde üç öğün Bardağımda suyum Soframda ekmeğim; Çağlarca Engin maviliklerde Bayramın süzülüşü güneşe doğru; Ne bileyim, belki de Annemin ışık saçan yüzü, gülüşü Saksılarda çiçek görünümünde. İsa CEBECİ DİLLER İÇİNDE BİR DİLBER Binlerce dil duyulur şu yaşlı yeryüzünde Diller içinde birsin, gürsün, dilbersin Türkçem Türlü türlü nameler gizlenir her sözünde Kıvrak türkülerinde yaşar gülersin Türkçem. Bazen bir dağ çayının coşkun şırıltısısın Seslerim kulağıma efsaneler fısıldar Bazen güz yağmurunun sakin şıpırtısısın Seni dinlerken kalbim kıpır kıpır kıpırdar Çocukluk yavuklumsun, ilk göz ağırımsın benim Sevdirdi seni bana ninnileri annemin Seninle söyleşirim, seninle şendir evim Türkçem, sen sevimli bir bireyisin hanemin Seni küçümseyenler olmuş türlü biçimde Yabancı hayranları hor görmüş sözlerini Yine de gürlemişsin Avrasya’nın içinde. Sayende Türk boyları korumuş özlerini.

59


60

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Karamanoğlu Mehmet Bey ve Atatürkümüz. Seni öven, koruyan ve yükselten erlerdi Onlarsız yaşamazdı ne şarkı ne türkümüz Onlar seni kendilerinden çok severlerdi Annemin has ninnilerinde buldum hep seni Yunus’un Karacaoğlan’ın dizelerinden içtim Ozanların sözleri büyüledi hep beni Halkımızın türküleri ile kendimden geçtim. Sen gelişmeye devam et dünya durdukça Beyinleri aydınlar benim eşsiz dilberim Sevip öğreneceğim seni kalbim vurdukça Sana diller içinde kutlu bir yer dilerim. Hasan ÜZEYİR – Kladenets, Şumen ANADİLİM TÜRKÇEM Sensin dünyama mutluluklar veren, Beynime, damarıma, kalbime giren Sevincimden coşturan hem de güldüren, Sensin, anadilim benim, Türkçem. Senin varlığınla özgür yaşarım, Her türlü güçlükleri engelsiz aşarım. Sana azap gösterene şaşarım, Kanımdasın benim anadilim Türkçem. Çocuklarımıza bilgi kaynağısın, Gelen nesiller seni böyle tanısın Türk kanı taşıyan seni içten korusun Ömrün uzun olsun anadilim Türkçem.


Makale ve Analizler - 2019 Sen atalarımızdan mirassın bize, Sensiz girişemeyiz hiçbir söze. Saygı gösterelim anadilimize Yol göstersin bize, aydın günlerimize.

61


62

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2019

63

Bulgaristan’da Dallı Budaklı FAŞİZM

Tarih: 07 Şubat 2019 Yazan: Rafet ULUTÜRK Konu: GETTO kanunları açıklandı: Çiftleşmek Yasak! Bulgaristan Başbakan Yardımcısı ve Savunma Bakanı Karakaçanov zehrini kustu. Bir “Çingene Sorunu Çözme Programını” açıkladı. 1972’de Müslüman Pomakları ve 1984’te Türkleri yok etme programını Bulgaristan Komünist Partisi Merkez Komitesi Politik Bürosu (BKP MK PB) adına hazırlanıp açıklanmadan uygulanmıştı. Yıllarca dünyamız kasıp kavruldu. Trajedimiz dillere destan, şehitlerimiz toprak oldu. Asla yok olmayan Türk Kimliğimizi yaşatma davamızdır. Gönül bayrağımız dalgalandıkça dalgalanıyor. Vuslat yolunda Çingene (Romen)- Milletten bildiğimiz her bir kardeşimizle – son nefesimize kadar dayanışma halindeyiz. Davamız ortaktır. Pomak kardeşlerimiz Bulgarlaştırılıp Hıristiyanlaştırılarak, biz Türkler kör kurşunlara hedef edilerek, karanlık zindanlarda çürütülerek, karakollarda dövülerek, sürgün edilerek, “Belene” ölüm kampında domuz etiyle zehirleyerek, ata toprağımızdan sökülüp atılarak, göçe zorlanarak yok edilmeye çalışıldık. Çingene (Roman) – milletten – vatandaşların “çiftleşmesi yasaklanarak” ocakları söndürülmek isteniyor. Çingene (Roman) gelinlerin iki çocuktan fazla doğum yapmasına izin verilmeyecekmiş. Yaşadıkları mahalleler yıkılarak, hepsi en kör yerlere sürgün edilerek, dağıtılıp soyları kurutulmak isteniyor. Avrupa ülkelerine dağılmalarına kolaylık sağlamak isteyen fikirler de dolaşıyor. Hedeflerinde Çingenesiz (Roman) Bulgaristan var. Vatan bildikleri topraklarda yaşayan azınlıkların yok edilmesini amaçlayan ilk Program daha 1878’de yürürlüğe konmuştu. İlk yılda 261 bin Müslüman yok edilmiştir. Batı kaynaklarında, Rusların “kurtardığı” topraklarda 1877-1878’de Müslüman nüfusun % 17’si yok edilmiş, % 34’u de göçe zorlanıp yurtlarından kovulmuştur.


64

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Müslümanlara karşı 1913 saldırıları, isim ve din değiştirme zorbalığı, 250 bin kişinin zorla Hristiyanlaştırılması, Batı Rodoplar’ın bütün köylerde minarelerin yıkılması, camilerin kiliseye dönüştürülmesi, feslerin yakılması ve erkeklerin kafasına kalpak geçirilmesi asla unutulamaz. Kuranı Kerim’in toplatılması, Osmanlıca kitapların yakılması, Pomakların Karasu (Mesta) Irmağı boyundan Ege boyuna kaçmaya zorlanması Bulgaristan’da azınlık politikasının tamamen yanlış mayalandığında kesin kanıtlardan ancak birkaçıdır. Milli azınlıklarla hesaplaşmayı hedefleyen 2. Program Çar III. Boris (1918-1943) döneminde hazırlanıp uygulanmıştır. Bu programla Ulah ve Pomaklar isimleri değiştirilip Hristiyan dinini kabul etmeye zorlanırken, Türklerin okulları yıkılıp yakılmış, kültür ocaklarımız dağıtılmış, Hizmet dernekleri yasaklanmış ve Türk aydınlar tutuklanıp içeri atılmış, katledilmiş veya Türkiye’ye kovulmuşlardır. Makedonlar da Bulgar ilan edilmiş ve hepsine Bulgar ismi ve kimliği dağıtılmış, okul programları Bulgarlaştırılmıştır. Çingene (Romen) ve Yahudi düşmanlığının zirvesi, bu iki azınlıktan 20 bine yakın erkek, kadın ve çocuğun hayvan vagonlarına doldurulup yakılmak üzere Polonya’daki “Treplika” adlı Nazi kampına yakılmak üzere gönderilmesi olmuştur. Geri dönen ise hiç olmamıştır. O dönemde “bizden olmayanları yok etme” kampanyalarını Sovyetler Dış İstihbarat Komitesi (KGB) ajanı, “Zveno” partisi önderi, askeri cunta albayı, darbeci Başbakan Kimon Gergiev yönetmiştir. 1946-1948 döneminde KGB’nin Bulgaristan istasyon şefi olmaya devam eden Kimon Georgiev, 3 defa geçici hükümet başkanı olmuş ve “Çar çevresindeki faşist kodamanlarından” toplam 30 bin kişinin idam edilmesine seyirci kalmıştır. 21.yüzyılın başında Bulgaristan’da yaşayan Çingeneleri yok etme programı hazırlayan K. Karakaçanov’un VMRO –İç Makedon Devrim Örgütü 1925’ten Kremlin merkezli Komintern üyesidir. Kadroları Moskova’da bilenir, emirleri, parayı ve silahı Kremlinden alır. VMRO çetecileri, vatanımızda faşistler ve totaliter-komünist rejim kadar suçsuz insan öldürmüş, katliam yapmış, her zaman aşırı saldırgan güçlerden yana olmuş, köy basıp soygundan geçinmiştir. VMRO bu devlette tetikçilik ve haydutluk yapmıştır. Bu asi örgütsel güç iki savaş arasında Bulgaristan çapında silahlı teşkilatlanmayı başarmış, hem Çar III. Boris hem de Komünist iktidar tarafından “terör” örgütü ilan edilmiş ve yasaklanmıştır.


Makale ve Analizler - 2019

65

Tüm bu önlemlere rağmen, 1990 yılından sonra Bulgaristan’da yaşayan Müslüman etnik azınlıklara hiçbir konuda nefes aldırmama vazifesini seve seve üstlenerek, azınlık düşmanlığı konusunda BKP MK PB’nin 10 Kasım 1989’da yarım kalan ödevlerini “demokrasi koşullarında tamamlama” vazifesiyle Moskova’nın ilaç ve iğneleriyle dirilmiş ve zehirli dikenlerini sivrilterek büyütmeyi başarmıştır. Bu arada ikiyüzlü ve küstahlığı çok ileri gitmiştir. Çingene nüfusu tapusuz evlerde kayıtsız yaşamakla suçlayıp Filibe’de (Plovdiv), Voyvodino’da, Eskiz Zara (Stara Zagora), Varna’da ve daha birçok yerde GETTO evlerini yıkanlar, Makedon tebaalı 100 bin yabancıya para karşılığı Bulgar tebaası, vatandaşlığı, kimlik ve pasaportu satarken, binlerce kişinin adres kaydını köylerdeki elektrik trafolarına, samanlıklara, ahırlara ve spor sahalarına yapmışlardır. Bu memlekette adres kaydı suçundan tutuklanıp yargılanarak içeri atılması gereken birileri varsa onlar VMRO yöneticileridir. Dikkati çeken şudur: VMRO – yönetimi ilk işbirliği sözleşmesini daha 1992’de Türk partisiyle değil, Ahmet Doğan’la gizli imzalamıştır. HAİNLİĞİN ALTIN ÖDÜLÜNÜ DOĞANIN GÖĞSÜNE PEŞİN TAKAN VMRO- dur. DAHA SONRAKİ YILLARDA DOĞAN’IN KORUNMASINI VMRO – HAYDUTLARI ÖRGÜTLEMİŞ VE SAĞLANMIŞTIR. AYRICA DOĞAN’IN BAZI DEVLET KURUMLARI İLE TEMASLARI VMRO KOMİTACILARI TARAFINDAN DÜZENLENMİŞTİR. 1944 yılının 9 Eylül sabahı güneş doğduğunda Bulgaristan’da 786 bin köylü ve kentli, Türk ve Bulgar, Çingene, Ulah ve Tatar vatandaş BEN HALK ÇİFTÇİ PARTİLİYİM diye haykırmıştı. Parti kaydını çıkarmış ve sahneye çıkmıştı. 140 yıllık Bulgaristan tarihinde BKP de aralarında hiçbir parti 786 bin üye örgütleyememiş ve tek yumrukta birleşememiştir. Onlar, 1944’ten sonra VMRO katil örgütünün yasaklanmasını istemişler ve iktidar ortağı olarak 1990’a kadar muvaffak olmuşlardır. Günümüzde Bulgaristan’da Çiftçi partililer ile VMRO aşırı milliyetçi faşizan yönetimi arasındaki kavga şiddetinden yitirmemiştir. Ancak ne yazık ki, Bulgar faşist ve komünistleri tarihten ders almak istemedikleri için bugün halk kitlelerine “geleceği unutun” diyorlar. Toplumun temizlenmesi, arınması ve zihin değişikliği yapılabilmesi için Sofya’nın göbeğine, iyi ve kötü günlerde herkesin toplandığı bir meydana, 10 metre yüksek bir anıt dikilmelidir.


66

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu görkemli abide, kellesi VMRO-komitacı faşistleri tarafından gözleri kızgın demirle çıkarılan, kellesi kör bıçakla kesilen, iki kolu ve bacakları küflü testere ile kesilen Bulgaristan Halk Çiftçi Partisi lideri, Başbakan, HALK ÖNDERİ ALEKSANDIR STANBOLİYSKİ ANITIolmalıdır. Kör testere ve küflü bıçak ile gözleri çıkarılmış Aleksandır Stanboliyski’nin kafası bu ibret anıtının dibinde durmalı ve gelene geçene bizim etrafımızdaki vahşilerin cinayetlerinden ders çıkarmadan geleceği görebilmemiz olanaksızdır diye susarak haykırmalıdır. Bu sabah “Fakti.bg”yi açtım ve feylesof İvaylo Diçev’in şu satırlarını okurken, Karaçanov’un programıyla düşülen durumdan ve kaleme aldığı yürek acısı şu sözlerden utandım: “Salın üzerlerine tankları ve Çingene sorunu diye bir problem kalmasın. Bulgarların “Bulgarlığı” bu kadar dibe mi düştü? Ben kendimizden utanıyorum. O kadar mı sefil ve zavallı bir duruma düştük ki, aç köpek gibi başkasının azından lokmasını almaya çalışıyoruz?” Bulgar ırkı 1978’de Berlin Kongresi’nde kendilerine verilen devlet modelini yönetemiyor. Çok acı bir gerçek. Devlet yönetmek maharet gerektiren bir iş… Dönelim Hitler devrine: 08 Şubat 2019 sabahı Bulgar TV ve Radyo programlarının Başbakan Yardımcısı ve Savunma Bakanı, VMRO şefi Krasimir Karakaçanov’un “Çingene Problemini Çözme Programı’nı” 100 milyon insanın ölümüne neden olan, ırkçılığın temelini oluşturan ve modern hukuk tarafından 1000 (bin) defa yasaklanmış bulunan Adolf Hitler’in “Mein Kampf” (Kavgam) kitabından kopya ettiği iddialarıyla başlamasıdır, sizi Hitler devrine dönmeye davet etmemin sebebi… Sabah sabah şöyle bir olay da yaşandı. Irkçı zehrinin daha şiddetli olmasıyla övünen sözde “yurtsever cephe” Başkanı, milletvekili Valeri Simyonov, Çingeneleri yok etme konusunda Başbakan Yardımcısı ve Savunma Bakanının bu defa kendisinden bir adım öne geçmesini çok kıskanmış olacak, “Karakaçanov Çingeneleri-Romenleri Eritme Programını Bulgaristan’ı Kurtarmak İçin Milli Cephe” partisi tezlerinden kopyalamış, açıklamasında bulundu. Bulgaristan Türklerini ocaklarından söküp atmak için hain planların (1984-1989) 2 yıl önceden yapıldığı ve yoğun hazırlık görüldüğü artık gün ışığına çıktığına göre, Çingenelerle hesaplaşma programının 2019’da kağıt üstüne dökülmesi ve Başbakan Yardımcısı ağzından resmen açıklanmasından sonra olayın ciddiliğinden kimse kuşkulanmıyor.


Makale ve Analizler - 2019

67

Bizde her taşın altında bir yılan yatıyor. Hepsinin gözleri dik kesik – hepsi zehirli ve çatal dilleri insan haklarına, azınlık haklarına, mal mülk sahibi olma hakkımıza, anadilimize, dinimize, evimize, mahallemize, kültürümüze, adalet ve demokrasimize uzanmıştır… 1942 yılında Nazi Almanya’sında “Yahudi ve Çingene Sorununa Kesin Çözüm Bulma” konferansı Vansee’de toplanmıştı. Bugünün faşisti Karakaçanov gibi o zamanın Nazileri bir hayalet düşman yaratmışlar ve insanlık tarihinin en büyük barbarlığını işlemeye yönelmişlerdi. 7 milyon Yahudi ve Çingene-Romen yakıldı. VMRO Bulgaristan’da ırkçılık körüklüyor. Boğaz boğaza gelmiş yalancı “yurtseverleri” yaklaşan AB seçimlerinden birleştirebilmek ve birkaç gözü kanlı hayduttu Brüksel’e gönderebilmek için hayalet hedef yaratıyor. GETTO Kanunu yazmış, Çingenelerin çiftleşmesini ve çocuk doğurmasını yasaklamaya çalışıyor. Bulgar GETTO’sunun ne olduğunu bilen var mı? İçinde polis dolaşan kulübecikler mahallesi. Müzik salınsa motorlu ve yaya “gönüllüler” gelip düzen ve nizam kurmaya çalışıyor. Bütün çabaları boşa. Her şey yasaklansa Türk filmleri seyretmek serbest, yasal ve çekirdek soymaya da ceza kesen yok. Olay bu! Karakaçanov, 18. Yüzyılda kurulan ilk Yahudi kamplarının tarihini bilmiyor olabilir. Çiftleşmek ve doğurmak için özel izin alınıyormuş. Girip çıkmak izine tabiiymiş. Yahudilere toprak işleme hakkı tanınmıyormuş. Bizde memleketin yarısı boş, tarlalar 30 yıldan beri nadas. Ama milliyetçiler Çingenelerin toprak kokusunu sevmesinden korkuyor. Bağ bahçe sevmesine tahammülleri yok. Çingeneleri ve öteki Müslümanları silah askeri yapmaktan da korkuyor. Tüfek kullanmayı öğrenirler ve silahı bana çevirirler diye korkuyorlar. Meslek öğrenmelerinden de korkuyorlar, ellerine para geçer diye korkuyorlar. Çingenelerin zenginleşmesinden rahatsızlar. Örgütlenmelerinden de korkuyorlar. Uyanıp bilinçlenmelerinden korkuyorlar. Korkuyorlar da korkuyorlar… Bu defa gerekçesi, Savunma Bakanlığı yıllarında okuma yazması olmayan, Bulgarca da konuşamayan Çingene gençlerin bir polisi ve bir de mavi bereli komandoyu eşek sudan gelene kadar dövmeleri. Cahil Çingene gençlerin okumuş, eğitilmiş, Afganistan’da, Kosova’da defalarca görev yapmış bir Bulgar’ı yere yatırıp bordür taşı boyuna uzatmaları ve hak ettiğini bol bol vermeleri, yenir yutulur gibi değil…


68

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Memleket nüfusu içinde okuma yazma bilmeyenlerin ortalama oranı % 52’iken, bu oran Çingene nüfusun oranı % 80’dir. Bunu bilen devletin, Karakaçanov’tan GETTO kanunu yazmasını istediğine inanmıyorum. Her GETTO kapısına mavi boya ile yazılmış ve “Burada GETTO Kanunları Geçerlidir!” yazısı para etmiyor besbelli. Milli Faşistlerden biri olan Karakaçanov’un 100 yıldan beri izlenen kanlı vahşetlerle, katliamlarla dolu VMRO politikasından vaz geçeceğine kimse inanmıyor. Son icatları faşist ruhunu dünyaya gösterdi. Kesin amacı Çingene ailelere sosyal yardımları durdurmaktır. Bir market, bir okul, anaokulu ve sağlık ocağı olmayan Çingeneleri açlıktan kırılmaya alıştırmak ve giderek işi bitirmektir. Karakaçanov’un içindeki korku onu her an kemiriyor. ÇingeneleriRomenleri Bulgarlaştırmak için AB fonlarından alınan ve çalınan paraları geri isterlerse ne yaparız sıkıntısına yenik düşmüş olacak, eli titriyor. Avrupalılar, Bulgaristan’daki GETTO-ları yıkıp, memleket nüfusunun % 35’ini oluşturan Çingene ahaliyi toplama kamplarına tıkarak, karılarınıza ve çocuklarınıza su ve yemek veriyoruz gerekçesiyle bedava çalıştırmayı hayal ediyorlar. 1948-1989 arası ülkemizdeki inşatlar – konutlar, kara yolları, demir yolları, barajlar, fabrikalar, kültür ve idare tesisleri vb – ayda 1.5 levaya (iki kutu sigara parası) 2 yıl inşaat erlerinde çalıştırılan Çingene, Türk, Pomak, Tatar ve Gagavuz gençler tarafından bina edilmiştir. Bu birinci Dünya Savaşında yenik düşen Bulgarlara Neully Antlaşmasına göre tanınan “inşaat erleri” kurma hakkına göre yapılmıştı. 1945’te İmzalanan ve İkinci Dünya Savaşı sonrası kuralları belirleyen Paris Antlaşması Neully Anlaşmasını geçersiz kılmıştı, buna rağmen Bulgar komünistler 1989 yılının sonuna kadar ülkemizdeki azınlıkların gençlerini inşaatlarda amansızca, köle gibi sömürdüler. İnşaat Erleri kamplarında, Müslüman azınlıklardan çocukları cinsel olarak sakatlamak amacıyla her sabah içtikleri çaya born tozu ilave ediliyor, Müslüman azıklıkların nüfus artışı durdurulmaya çalışılıyordu. Karakaçanov’un “sosyal yardımların kesilmesi” isteğine cevap veren GETTO-larda sokağa çıkan kadınlar 2025 yılında Cumhurbaşkanı ve Başbakan bizden olacak, Çingene olacak şiarıyla parladılar. “Allah’ın cezası size!” “Bildiğimiz gibi, geleneklerimize göre yaşamak istiyoruz!” sloganları her yerde duyuldu. Bulgaristan bir “Vanzee” kararı uygulayıp Çingeneleri evsiz barksız, cahil, işsiz ve aç bırakıp kamplara toplayıp sıkıştırarak yurdu terk etmeye zorlamayı düşünebilirler. Avrupa onları kabul etmeye razı olursa, yerlerine başka etniklerle doldurmak ister. Bu daha önce birçok yerde uygulanmıştır.


Makale ve Analizler - 2019

69

Ölüm korkusu insana ne yaptırmaz ki? Yahudilerden kaçabilenler Amerika’yı, Türkiye’yi, İskandinavya devletlerini boylamışlardı. Naziler, Yahudileri Yahudilere kırdırmayı seçmişti. Çingeneler arasından bir hain ordusu eğitip, onları polise, kurumlara ve kuruluşlara işe alarak, meclise sokarak Çingene problemini sözde “kesin ve nihai” çözme yolu denenebilir. Bulgarlar 140 yıldan beri etnikleri yok etmekle meşgul oldular. İki devletleri çökmüş, 7 defa kırılma yaşamışlar, geçen yüzyıl katıldıkları bütün savaşlarda yenik düşmüşler ve birkaç defa iflas etmişlerdir. Azınlıklarla ilgili eritme veya sahtece davranıp sözde asimile etme siyaseti artık geri tepmeye başladı. Çingene isyanları yaşanıyor. Tamamen cahil ve işsiz olduklarını gizlemeyen Kuzey Batı Bulgaristan’ın Vidin, Montana ve Vratsa illerinde nüfus hukuksal olarak Romanya devletine bağlanmak istediğini imza toplayarak kamuya duyurdu. Girişimlerde bulundu. Şu dönem çok derin bir suskunluk içine dalan Karasu (Struma) ve Pirin Makedonları, Makedon devleti ve Batı Balkanlardaki olayları çok ince bir hassasiyetle izliyor. Herkesi düşündüren Güney Batı Bulgaristan iki yönlü Bulgaristan anayollarında art arda baş gösteren zincirleme kazalar düşündürücü olmaya başladı. Sanki Pirin kış tesislerinde kayak yapanların, araçlarla yollarından geçenlerin hayatı için güvence kalmamış, halkta huzur yok. Ortalıkda tehlikesi bir suskunluk var. Çingenelerle durum ortada: Onlar 2025’te siyasi iktidara tırmanmak istediklerini ve 2050’de Bulgaristan nüfusunun % 50’den fazlası olmak istediklerini gizlemiyorlar. Bu amaca ulaşabilmek için kanun tanımaz, resmi dili tanımaz olmuşlar. Aralarında 3 kuşak iş başı yapmamışlar ve hayat hakkı isteyen niyeti değişmeyen bir ana kitle var. İkinci Dünya Savaşı yıllarından beri topladıkları cesaret hareket yönleri belirlemeye başladı. Evleri yıkılanlar, sudan sebeplerle 5 – 10 yıl ceza alanlar gözleri kırpmadan içeri giriyorlar. Devlete ve hukuka inanmadıkları için adalet aramıyor ve boş sözlere inanmıyorlar. Bundan 30 yıl önce “tanklar gelsin” diyen Cumhurbaşkanı Petır Mladenov, onun bu talebini halk işitince, istifa etmek zorunda kalmıştı. Başbakan Yardımcılarından ırkçı Valeri Stoyanov engelli çocuk sahibi olan annelere hakaret ettiğinde 2018 sonunda görevinden çekilmeye zorlandı. Bugün demokratik Bulgar kamuoyu, siyasi muhalefetle birlikte Çingene azınlık topluluğuna yasa dışı yollardan, milliyetçi kuzgunları kışkırtarak şekil verme planlarına ve saldırılarına son verilmesinde ısrarlıdır. Bu olup bitenler Avrupa Birliği Bulgaristan’a yakışmıyor.


70

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

TV çıkıp Çingeneler şöyle yaptı, böyle yaptı suçlama ve abartıları Çingenelerin hepsini incitiyor. Onların gönlünde baş eğmeyen Müslümanlık var. Onlar Müslüman bayramlarını kutluyor, evde Türkçe konuşuyor. Ceza yememek için sokakta yarım yamalak Bulgarca konuşmaya gayret ediyorlar. Avrupa’da yetişen yeni bir kuşak var. Avrupa aileleri etkiliyor. Hürriyet nefes ediyorlar. Bakışları, yürüyüşleri, konuşmaları ve davranışları değişmiş dönüyorlar, başları dik. Türkiye’ye gidenler ise büyüleniyor. Aslında Çingenelerin-Romenlerin Tek suçları va o da TÜRK, Türkçe müzik dinlemeleri ve Türküz demeleri. Bizi izlemeye devam ediniz paylaşmayı da unutmayınız.


Makale ve Analizler - 2019

71

Bulgar Faşizminin Fikir Bunalımı

Tarih: 12 Şubat 2019 İbrahim SOYTÜRK Bulgarcadan çeviridir. Konu: Çingeneler (Romen) Bulgar hükümetini düşürebilir mi?

2019’un daha ilk günlerinde hortlayan Bulgar faşizminin sürü başı Başbakan Yardımcısı, Savunma Bakanı ve VMRO (Makedon İç Devrim Hareketi) Başkanı Krasimir Karakaçanov’un Çingene (Romen) milleti yok etme “konsepti” (program önerisi – tasarı) 12 Şubatta onaylanmak üzere halk meclisine sunuldu. Bu öneriye paralel getto evlerinin kış ortasına yıkılması, okula gitmeyen Romen öğrenci ailelerine sosyal yardımların kesilmesi, birçok Romen genç tutuklanıp yargıya verilmesi geldi. Fakat Romenler korkmadılar. Taşlı sopalı kalabalık gruplar polis ve jandarma karşısına dikildi. Dava açıp yakılan evlerine tazminat istediler. Etnik çatışmanın merkezi haline gelen Filine (Plovdiv) ili Maritsa Belediyesi Voyvodino köyünde 300 kişinin çalıştığı bir fabrikanın gece yanması duruma olağanüstü ciddiyet kazandırdı. Tabii ki bu konuda, önemli olan Romen kitleyi temsil eden ve gerçekçi görüşler savunan aydınların ve Bulgar kamuoyunun tutumudur. Bulgar gazeteleri bu konuyu işliyor, yorumluyor, tepkiler eleştiriler var. Karakaçanob “Çingene” sözünü “Romenle” değiştirdi. Şimdiye kadar “küstahlar” dediği kişilere ilk kez “vatandaş” demeye başladı. Çingene ırkının azılı düşmanı olduğunu gizleyemese de, “iktidarın ana gücü olan Başbakan Borisov’un GERB partisi “tasarımı” desteklemezse, Başbakan ve Savunma Bakanı görevlerimden istifa edeceğim” dedi. Konuya yörum getiren Deyan Kolev, Marginalya.bg’deki “K. Karakaçanov “konsepti”nin gerçekleştirilmesi şimdiye kadar elde edebildiğimiz tüm kazanımlara saldırıdır” başlıklı yazısını özet olarak veriyoruz. 108 Delyan Kolev


72

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Karakaçanov’un “konsepti” (tasarısı) daha önce rastladığımız bir şey değildir aslında Romenler konusunda bir fikir bunalımına işarettir. “Konsept” var olan bir probleme işaret ederken, karmakarışık ve çok tehlikeli bir strateji öneriyor. Başbakan Yardımcısı artık uygulanan, tamamen aldatıcı nitelikli 3 tip sosyal önlem ile bir normal demokratik devlette asla uygulanmaması gereken ceza öngören idari tedbirleri bir daha öneriyor. Bu önlemlerin uygulanması Romen nüfusun toplumla bütünleştirilmesi yönünde elde edilen bazı kazanımları onların elinden çekip alacaktır. Birçok faktörün “tasarıya” ortak tepki göstermesi çok olumlu oldu. İktidarın ve yasama organının bu gibi saçma “tasarı” ciddiye alması Bulgaristan siyasi sınıfının aleyhinde olur. *** Bu “tasarının” kamuoyuna sunulması, köy, mahalle ve gettolardaki ciddi sorunların milli düzeyde bir ciddi etnik çatışmaya büyümesi tehlikesi; bazı Romen grupların İslamlaşması ve radikalleşmesine ve yerel düzeyde işlenen suçların alabildiğine artmasıyla gerekçelendirilmiştir. Bu yönelimin nedenlerini açmaya çalışan Karakaçanov, Romenlerin halkla bütünleşmesine engel olan temel sebebin “medeniyet farkı sorunu” olduğunu gün ışığına çıkarıyor ve Romenleri (bir Avrupa medeniyet modeli olmayan” – “Doğulu bir model” izlemekle suçluyor. Bu sav doğru olarak kabul edilemez. Çünkü Romenler yaşadıkları devlette çoğunluğun modeline uymaktadır. Bu sebepledir ki, İspanya’da “Hitanos” Romenleri İspanyollara benzer. Bulgar Romenleri de Bulgarlara benzer. Bu gerçekleri dikkate almayan Karakaçanov, Bulgaristan’daki Romenlerin bir Avrupa Birliği topluluğuna entegre etmenin olanaksız olduğu sonucuna vararak, onlara doğum yapmana, çocuklarını eğitmene yasal engeller getirilmesini ve Çingene kimliklerini (Romen olduklarını) hiçbir şekilde ifade etmelerine imkan verilmemesini istiyor. 1989 yılından beri Bulgaristan’da Çingenelerin (Romenlerin) topluma kaynaştırılmasına engel olan “İç faktörler” ve “Dış faktörler” şöyle sıralanıyor: Bu arada, iş etkenler sıralanırken, Romenlerin Bulgar toplumuna kaynaşmasına en fazla sivil toplum örgütleri etkinliklerinin engel olduğuna yer veriyor. O, dış ve uluslararası finans kaynaklarından çok büyük maddi (parasal) destekler alınıp “kaynaştırma programları” uygulansa da, aslında elle tutulur bir sonuç elde edilemediğinden yakınıyor. “Çingeneleri Bulgar toplumuna kaynaştırma on yıllığında” devletten ve Avrupa Birliğinden çok büyük paralar alındığını, harcandığını, fakat netice alınamadığını açıklıyor. Aslında bu milli etkinlik programı harcamalarında devlette alınan paraları gösteren


Makale ve Analizler - 2019

73

cetvelin her kutusuna “gerek yoktu” yazılmış olduğu dikkati çekerken, öncelikle (FAR) programında alınan paraların harcandığı görülebiliyor. Bu “tedbirler” içinde sıralanan 6 hedeften dördünün güç kullanılarak (zorla) uygulanması öneriliyor. Bunlar arasında “kışlada kaynaştırma” dikkat çekicidir, suçlu görülenler toplanıp bedava çalıştırılacaktır. Bedava çalıştırılmak amacıyla Romen gençlere tebliğ gönderilebilecektir. Bu bir yasal işlem olarak uygulanacaktır. Uymayanlara ceza kesilmesi ve yasanın güç kullanılarak uygulanması ön eriliyor. “tedbirlerin” eğitim ve iş hayatında uygulanması da zorunlu olacak ve hedef olarak “Romenlerin iyi ahlak sahibi kişiler olarak yetiştirilmesi” öne sürülmüştür. Eğitim le işe gitmek zorunlu hale getiriliyor. Bu yeni durum, Avrupa Komisyonunun da yaklaşımı olan, “sosyal kaynaşma” ve tüm vatandaşların “hayat seviyesini eşitleştirme” gibi alanlarda eğitim, sağlık, işsizlik, evsizlik ve yaşam koşullarında şimdiki uçurumu aşma adımlarını zor kullanarak ve cezalandırarak uygulama yönteminde zorlama getiriyor. Romenleri Bulgar toplumuna kaynaştırma tedbir paketindeki hedefler söyle sıralanmıştır: Bu önlemlerin daha fazlası “voyvodalar” için yeni olsa da, eğitim, sağlık ve sosyal alandakiler zaten yürürlüktedir. Başbakan yardımcısının bu önlemleri bilmemesi tuhaftır. Çocuklarını okula göndermeyen ana-babalara ceza kesildiğini sanki işitmemiş gibi. Öğrencilere okulda parasız yemek verildiğini ve okul araç gereç ve kitapları için para ödenmediğinden haberi yok. Anlaşılmayan şudur: Bu önlemler bütün öğrenciler için geçerliyken, o bunların özellikle Romen çocuklar için uygulanmasıyla ne hedefliyor? 4 yaşını dolduran çocukların zorunlu olarak ana-okullarına toplanması, Eğitim Bakanlığı programında yer alırken, 2019 yılından başlayarak anaokulu için ücret ödenmemesi de, toplumun % 80 tarafından desteklenmiş ve uygulamaya konmuştur. Karakaçanov’un sivil toplum örgütlerinin bu kazanımını kendi hanesine çekmeye çalışması ilgi uyandırmıştır. Her hangi bir nedenden dolayı okula gidemeyen çocukların ailesine sosyal yardım verilmemesi ise anayasaya aykırıdır. Romenlere karşı istenen cezai tedbirler, toplumda birinci ve ikinci sınıf insan yaratacak niteliktedir. Aynı suçtan birilerinin ceza alması, diğerlerinin ise suçlu bulunmaması ayrımcılıktır. Burada büyük bir etnik azınlığın insan haklarının çiğnenmek istendiği dikkati çekmiştir. Bu kısıtlayıcı önlemlerden birisi de doğumun sınırlandırılmasıdır. Bu faşist bir uygulamadır. Friedrich Nietzsche “alt sınıf” (arı ırktan, saf ırktan) olmayanların doğum yapma “hakkının” kısıtlanması fikrinin yayıldığı “Nazi sosyalizminin” ve diğer totaliter


74

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ideolojilerin “en iyi zamanlarını” hatırlatıyor. Şunu da hatırlatsak yerinde olur, bu faşist önlemlerin Bulgaristan’da uygulanması Avrupa Mahkemesi tarafından mutlaka cezalandırılmalıdır çünkü İnsan Hakları ve Azınlıklık hakları uluslararası anlaşmalarına tamamen aykırı düşmektedir. Bulgaristan’da toplumun bütünleşmesinde bu tasarı neden temel rol göremez? Aşağıda sıralanan sebeplerden dolayı Karakaçanov’un hazırlayıp sunduğu “tasarı” Bulgar kamuoyu, kurumları ve iktidar katlarında ele alınmamalı ve görüşülmemelidir. Bir) 2012 yılının 1 Mart günü Bulgar Meclisi oybirliği ile olmak üzere Bulgaristan Cumhuriyetinde yaşayan Romenlerin toplumsal yaşama katılmaları amacıyla bir milli yasa onaylamıştır. Demek oluyor ki, böyle bir yasa artık yürürlüktedir. Romenlerin yaşadığı 194 belediye meclisinde bu yasa tartışılmış ve yürürlüğe konmuştur. Ne yazık ki ülkede bu tedbirleri destekleyen ciddi bir sosyal ortak oluşmamıştır. Karakaçanov’un önerdiği tedbirler baskı ve terör uygulanmasını öngörmekte ve bunlar üzerinde ortak irade sağlanması mümkün değildir. Tedbirler Romenleri incitici ve gönül kırıcı ve Bulgar toplumundan daha da uzaklaştırıcıdır. İki) Karakaçanov’un önerdiği tedbirler Romenleri okulda eğiterek topluma kazanmayı nasyonal sosyalistlerin (faşist) “kışla” yöntemleriyle değiştirmeyi uygulamayı öngörmektedir. Bugün de yürürlükte bulunan cezalandırma ve yaptırım uygulama yöntemlerini daha da şiddetlendirerek son elde etme bazıları için cazibeli olsa da bu azınlık toplumunda her zaman ters sonuç vermiştir. Üç) Halet yürürlükte olan Romenleri topluma kazanma programları ciddi tartışmalar sonunda mecliste çoğunlukla onaylanmıştı. Milli Romen Programının hazırlanmasına birçok kurum, sivil toplum örgütü, uzman kişiler katılmıştı. Karakaçanov’un “tasarısı” kışla yasalarına göre hazırlanmış ve as subayın “ben konuşurken siz susacaksınız” kuralına göre meclise sunulmuştur. Bulgaristan’da azınlıklarla ilgili belgelerin ve programların hazırlanmasına kamuoyu, sivil toplum örgütlerinin hepsi davet edilmeli ve farklı görüşlere saygı gösterilmelidir, uzlaşma sağlanamayan maddeler meclise taşınmamalıdır. ***


Makale ve Analizler - 2019

75

Tedbir paketinde yer almasa da, Karakaçanov Romenlerin GETTO-larda doğan çocuklarına devletin sahip çıkmasını ve bunların özel kapalı yatılı okullarda Romen toplumundan koparılarak eğitilmesini öneriyor. Bulgaristan’da Romen nüfusun çoğalması üzerinde kontol uygulanması ilk kez 2013 meclis seçimlerinde V. Simyonov’un “Bulgaristanı Kurtarmak için Milli Cephe” Programında yer almıştı. HÖH milletvekili, ırkları ne olursa olsun insanların eşit haklı olduğunu hatırlatan Ceyhan İbryamov, “tedvirlerin” Nazi felsefesinin müsveddesi olduğunu belirtti. Bizi izlemeye devam ediniz. En güçlü silahımız gerçekleri bilmek ve farklı bir görüş sahibi olmamızdır. Hedefleri bizi yok etmektir, unutmayalım. Okuyanlar paylaşmayı unutmasınlar.


76

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Türk Halkları Kongresi Başkanlığı Rafet ULUTÜRK’e verildi


Makale ve Analizler - 2019

77

İslam’da Hoşgörü Anlayışı Ve Anadolu’da Türk Hoşgörüsüyle İslam Hoşgörüsünün Kaynaşması Nevzat ÖZTÜRK

İSLAM’DA HOŞGÖRÜ ANLAYIŞI VE ANADOLU’DA TÜRK HOŞGÖRÜSÜYLE İSLAM HOŞGÖRÜSÜNÜN KAYNAŞMASI İslam toplumlarında hoşgörünün ahlâkî bir temeli vardır. Bununla birlikte, safdilliğe varan bir davranış biçimi olmaması için dikkat edilir. Hoşgörü sahibi, sadece yanlışa göz yummakla yetinmemeli, doğru olanı göstermeli ve aynı yanlışın tekrarlanmaması için gayret göstermelidir. Aksi halde göz yumma, giderek sabrı taşıran noktalara ulaşabilir ve başlangıçtaki hoşgörü, daha sonrası için bir birikim oluşturabilir. İyi niyet kavramı ile yakın ilişkisi olan hoşgörü, toplumsal barış ve uzlaşma açısından da büyük önem taşır. Hoşgörü, İslam ahlakının özüdür. Hoşgörü; hiç kimseyi ayıplamamak, kırıcı ve aşağılayıcı olmamak, affedici olmak, farklı inanç ve görüşleri müsamaha ile karşılamak demektir. İnsanlar arasında sevgiyi çoğaltan, kin ve nefreti ortadan kaldıran hoşgörü erdeminin en güzel örnekleri, Kur’an’da, “yüce bir ahlâk üzere olduğundan”(Kalem Suresi,68/4) övgüyle bahsedilen Peygamber Efendimiz (s.a.s)’in hayatında görülmektedir. Kur’an âyetleriyle yetinmek gerekirse, meselâ Kur’an-ı Kerim’in “Dinde zorlama yoktur” (11,256) şeklindeki emir ve beyanı bu temel tutumun kanaatimizce en açık anlatımıdır. Bunun gibi, “Eğer Allah dileseydi hepinizi bir tek ümmet yapardı. Fakat O, verdikleriyle sizi imtihan etmek için öyle yapmamıştır. O halde hayır işlemekte yarışın” (Maide Suresi,5/48); “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi iman ederdi. Öyle iken insanları inanmaya sen mi zorlayacaksın” (Yunus Suresi,10/99-100); “Gerçek Rabbinizdendir. Artık dileyen iman etsin dileyen etmesin” (Kehf Suresi,18/29); “Sizin dininiz size, benim dinim de bana” (Kafirun Suresi,109/6)… gibi ibareler, şüphesiz vicdan özgürlüğünün yanı sıra çoğulculuğun ve hattâ dinî çoğulculuğun ve hoşgörünün, kanaatimizce Kur’anî dayanaklarını oluşturuyorlar. İslam’ın hoşgörü anlayışı, sadece Müslümanları değil, bütün insanları kucaklayacak genişliktedir. Çünkü inanç ve ibadet özgürlüğü insanların vazgeçilmez temel haklarındandır. Bu haklara saygı göstermek herkesin görevidir.


78

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Türklerin Anadolu’ya getirdikleri en mühim yeniliklerden birisi, farklı inançlara karşı müsamahadır. Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan ‘dinde zorlama yoktur’ hükmünün bunda payı oldukça büyüktür. Anadolu’da fetihler sonrasında, bu ölçülere göre şekillenen Türk şehirlerinde, camilerin yanında kilise ve sinagoglara rastlamak mümkündü. VII. yüzyıldan itibaren İslâmiyet’le temasa gelmeye başlayan ve X. yüzyıldan itibaren de kitleler halinde bu dine giren Türklerin İslâmî dinî tarihi de dinî çoğulculuk ye hoşgörünün çok çeşitli örneklerini bize sunmaktadır. Anlaşılan Türkler İslâmiyet’e girmeden önceki dönemde yer tutmuş bulunan hoşgörü anlayışını İslâm dininin yukarıda zikri geçen değerleri ile birleştirmek suretiyle bu geleneklerini hem sağlamlaştırmak hem de ona süreklilik kazandırmak imkânını elde etmişlerdir. Bir kere Türklerin geniş kitleler halinde İslâm dinine girmeye başladığı X. ve XI. yüzyıllarda İslâmiyet de, başlangıçtaki formuna nispetle oldukça gelişmiş ve kurumlaşmış bir dinî bünyeye dönüşmüş; çeşitli fırkalar, mezhepler, kelâmî, tasavvufî, felsefî ve fıkhî ekoller, muhtelif fikir akımları, alt-kültürler ve dini gruplar kendilerini göstermişlerdi. Anadolu Selçuklu yönetiminin kurulmasından sonra da, geleneksel Tür hoşgörüsüne uygun olarak, hangi din ve mezhepten olursa olsun herkese eşit muamele yapmak prensip edinildi. Her tacirin Divan’a şikâyette bulunma ve mahkemede eşit biçimde yargılanma hakkı mevcuttu. Zaten bu dönemlerden itibaren Anadolu’da ticarî faaliyetler ve doktorluk gibi meslekler gayrı müslimlerce yapılmaktaydı. Bazı Hristiyanlar devlet hizmetlerinde ve hattâ orduda önemli mevkiler elde ettiler. Abbasiler ve Büyük Selçuklular zamanlarında gayrı müslimler farklı giysiler giymek zorunda oldukları halde, Anadolu Selçukluları onları bu konuda serbest bıraktılar. Bizanslıların feodal toprak rejimini “mirî” toprak sistemi ile değiştirerek, toprağı devletin kontrolüne verdiler; böylece sosyal adaleti sağlayarak, Bizansın feodal beylerinin ezdiği yerli halkı kendilerine çektiler ve onların sevgisini kazandılar. Anadolu Selçuklu kültür ve medeniyetinin XIII. yüzyılda ileri bir dereceye erişmesi ise oraya mutasavvıf şeyhleri ve Türkmen babalarını çekmiş, bu arada Anadolu’da çeşitli din ve mezhep mensupları arasında hoşgörülü bir atmosfer oluşmuştur. Bu çerçevede dönemin büyük sufısi Mevlana’nın adını anmak gerekmektedir. O, dinlerin arasındaki müşterek gerçekliği sezmek başarısına erişmiştir ve bu nedenle de meşhur Mesnevisine ayrılıklardan şikâyetle ve birliğe davetle başlamaktadır. Onun bu tavrı, dönemin Anadolu’sundaki dinler ve mezhepler arasındaki karşılıklı anlayış, yakın-


Makale ve Analizler - 2019

79

laşma, sevgi ve saygıyı artırmış, hoşgörüyü güçlendirmiştir. Onun çevresinde her türlü din, mezhep ve tarikatten geniş bir mürit kitlesi toplanmıştı. Mevlâna, Hristiyan rahipleri ile dostane ilişkiler kurmayı başarmış, manastırlarım ziyaret etmiş, Anadolu’nun çeşitli yörelerinden rahipler onu ziyarete gelmiş, Hristiyan bir keşişe hakaret eden bir müslüman tacire onun duasını almayı öğütlemiş, engin din ve insanlık anlayışı Rum, Ermeni ve Yahudileri İslâmî kabule sevk etmiş, hatta müritleri arasında Ortodoks Hristiyanlar da bulunmuştu. Bu karşılıklı sevgi ve hoşgörü anlayışının Beylikler döneminde de sürdüğünü, bu dönemde aşırı taassup olaylarına rastlanmamasından anlıyoruz. Anadolu’da Hristiyanlar, Bizanslılara ve Haçlılara karşı Müslüman Türkleri tercihe devam ediyorlar ve bu duruma bizzat Rum tarihçiler tanıklık ediyorlar. Selçuklular ve onları takip eden dönemlerde Anadolu’da var olan bu çoğulcu ve hoşgörülü ortam, yalnızca karşılıklı sevgi, saygı ve iyi ilişkiler şeklinde kendini göstermiyor. Aynı zamanda, müşterek hayat düzeni içerisinde, özellikle halk kültürü ve dindarlığı düzeyinde, ortaklaşa bir dinî kültür ve folklor da oluşuyor. Bu kültürün etkilerinin, Anadolu’nun bir çok yöresinde, günümüzde dahi devam ettiğini görmek ilginçtir. Bu kültürü, meselâ Hristiyanlar ve Müslümanların Anadolu’da oluşturdukları kutsal ziyaret yerlerinde ve bununla ilgili usul ve âdapta gözlemek mümkündür. XII. yüzyıldan beri, Aksaray yöresinde Obruk’ta, bazı heykeller ve mumyalaşmış iskeletler her iki cemaatin üyelerince mukaddes bilinmekte ve türlü amaç ve niyetlerle ziyaret edilmektedir. Kayseri yöresinde de benzeri kutsal mekânlar mevcuttur ve onlar halen kutsallıklarını koruyarak halkı cezbetmekte ve hattâ anlaşılan giderek önemlerini de artırmaktadırlar, Ağınas’taki Hacet Pınarı, Yahyalı’nın Barazama Köyündeki Mağara yahut Felâhiye’deki Sıtma Pınarı bunun canlı örneklerindir. Sivrihisar’daki Kommenos Kilisesi de öyledir. Bu ortaklaşa ziyaret yerlerinde her iki tarafın üyeleri kendi efsanelerini oluşturdular. Kutsal mekânların müştereken ziyaret edilmesinin ötesinde, türlü hastalıklardan kurtulmak, dileklerin kabulü v.b. amaçlarla, her iki tarafın din adamlarına başvurulmuş olması da kayda değerdir. Bu usulün bu gün dahi Türkiye’de bir ölçüde devam ettiğini gözlemekteyiz. Dinî folklor alanındaki bu karşılıklı etkileşimi, bayramlarda da müşahede etmek ilginçtir, Hıdırellez kutlamaları ile Paskalya kutlamaları arasındaki paralellik bunu açıkça göz önüne sermektedir. Zaten bu karşılıklı etkileşimler, karma evlilikler ve bunları konu alan halk türkülerinde bile yankılarını bulabilmişlerdir.


80

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İslâm Hukukunun kesin yasağına rağmen, daha Selçuklular döneminde Müslüman kadınların Hristiyan erkeklerle evlendiklerinin örneklerini tespit etmekte oluşumuz kayda değerdir. Bu etkileri tasavvuf kültürü ve edebiyatı içerisinde de müşahede etmekteyiz. İslamiyet’in dinî çoğulculuk, hoşgörü ve hümanizma yönündeki yorumlarının bu döneme ait yüksek örneklerini Mevlâna, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli vb. büyük sufilerde bulmak mümkündür. Meselâ Yunus Emre, “Yetmişki millete bir gözle bakmayı”, “Yaratandan ötürü yaratılanı hoş görmeyi” öğütlemekte; “Sen sana ne sanırsan ayruğa da onu san, Dört Kitabın manası budur eğer var ise” diyerek dinî çoğulculuk ve hoşgörünün daha o zamandan en güzel anlatımım bize sunmaktadır. Osmanlı dönemi de bir ölçüde bu durumun bir devamı olmuştur. Zira temelde o, zaten Selçuklunun bir devamından başka bir şey değildir. Hattâ orada da, bir çok örneklerin, Türklerin müslüman olmadan önceki dönemlerinde varlığına işaret ettiğimiz hoşgörü geleneği ile tipik benzerlikler arz etmekte oluşuna da önemle işaret etmeliyiz. Bu durum, kanaatimizce hoşgörü geleneği ve çoğulcu anlayışın, Türk kültürünün en sürekli karakteristiklerinden birini oluşturduğunu anlamamıza izin vermektedir. Osmanlı döneminde doktorluk, mimarlık, tercümanlık, kuyumculuk ve diplamatlık gibi bir çok meslekler gayrı müslim teb’anın tekelinde kalmıştır. Onlar, Anadolu’nun ticarî hayatına hakim olmaya devam ettiler. Osmanlılar da devletlerini, Müslüman Anadolu ile Hıristiyan Balkanları kendi yönetimleri altında birleştirerek kurdular. Her ne kadar gazanın sürekliliği devletin temel prensibi idiyse de, Osmanlılar Ortodoks kilisesi ve milyonlarca Ortodoks Hristiyan’ın koruyucusu olmuştur. Osmanlı padişahlarının daha Osman Bey’den itibaren gayrimüslim halka karşı tavırları önemlidir. İlk dönem Osmanlı tarihlerinde, Osman Bey’in merhametli ve âdil bir hükümdar olduğu anlatılır. O, Hristiyanları korur, Subaşılarına halkı din ayrımı yapmadan kollamaları yönünde emirler verirdi. Kadılar tarafından korunan adaletin yanı sıra Hristiyan rahipler tarafından yürütülen yargılar da hoş görülürdü. Orhan Bey döneminde de bu şefkatli ve adaletli muamele devam etmiştir. Bursa’nın teslim olması bir bakıma Rum halkın, Osmanlı padişahının bu sıfatına olan güvenlerinden kaynaklanmıştır. Nitekim Bursa Kalesi’nin metanetine, nüfusunun ve muhafızlarının fazlalığına rağmen, birçok köylü, Bursa’ya sığınmaktansa Orhan Bey’e tâbi olmayı tercih ediyor ve onun himayesinden faydalanıyorlardı. Sultan Fatih, İstanbul’u fethinden sonra idarecilerine ve askerlerine şehri yağmalamamalarını ve Hristiyan halka zarar vermemelerini emretmiştir. Fatih Ya-


Makale ve Analizler - 2019

81

hudi Hahambaşını ve Ermeni Patriğini İstanbul’a getirmiş, Rum Patrikliğini yeniden ihyâ etmiştir. Bütün Ortodoks unsurların ruhanî lideri yaptığı Rum Patriğine, ayrıca pek çok imtiyaz vermiş, dünya Ortodokslarının ağırlık merkezinin İstanbul’da kalmasına dikkat etmiştir. Hâsılı, Türkler İslamiyet öncesi hamurlarındaki asil ruhu ve hoşgörü anlayışını İslam’ın hoşgörü anlayışı ile yoğurarak Anadolu’da birlikte yaşama kültürünü pratiğe dönüştürmüş, herkesin inançlarını kardeşçe ve özgürce yaşayabildiği huzur iklimi oluşturmuşlardır.


82

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2019

83

“Şipka”

Tarih: 12 Şubat 2019 Yazan: Raziye ÇAKIR Konu: Bulgaristan trafiğinin modernleşmesi için 80 km tünel gerek. 1877 yazında Süleyman Paşa Vatan toprağımızı Rus işgalinden ve esaretinden korumak için 4 defa savaşa girdi. O, bu savaşlardan birincisini kazandı, ikincisinde ve üçüncüsünde de mevzilerini korudu, dördüncüsünde ise Sofya üzerinden Filibe (Plovdiv) yönelen Rus sürülerini durdurmak amacıyla Meriç Irmağı boyuna mevzilenmek için Kaca Balkanın zirvesinden “Şipka” Tepesinden düşmana belli ettirmeden çekildi. “Şipka”, Bulgaristan’ı Trakya ve Tuna düzlüğü olarak Kuzeye ve Güneye ayıran Koca Balkan Dağ silsilesinde Rusçuk’tan (Ruse) İstanbul’a giden karayolu güzergâhında deniz seviyesi 1315 metre yüksek olan bir tepenin adıdır. Yamaçlarında çok “köpek gülü” olduğundan Bulgarca “Şipka” yani (köpek burcu) adını almıştır. Geçide tırmanan yol dar, yılankavi ve sarptır. Burada 1877-1878’de saldırgan Rus imparatorunun General Skobelev ve Gurko komutasındaki güçlere karşı çok sert çarpışmalar verilmiştir. Bu yolun ne kadar sarp olduğunu hayal edebilmeniz için portakal dolu bir TIR kamyonunun arka kapağının ansızın açıldığını ve içindeki meyvelerin birtane kalmamsına hepsi aniden bir anda derelere tekerlendiğini düşünün. Bu yolda bu sık yaşanan bir maceradır. Süleyman Paşa Plevne’yi savunan Osman Paşaya topları ve mermi sandıklarını kanı arabalarıyla bu yoldan yetiştirmeye çalışmış da nasip olmamış… Tarihte Büyük Savaşların değerlendirilmesi, yaraların savması,diplomatların uydurma tarih yazma uğraşıları iki aşağı bir yukarı yüzyıl sürer ve daha sonra sular durulduğunda gerçek anıtlar dikilmeye başlar. Şipka Doruğun’da yaz kış esen rüzgârların ansızın durup dönmeye başladığı yer, buraya Süleyman Paşa Anıtı dikilsin işaretidir. Eski kıta tarihine bakıldığında, 1812 “Borodino” Savaşında, Müttefik Avrupa Güçleriyle Napolyon Bonoparde arasındaki 1913 Leipzig Savaşında ve hatta son çarpışma olan Waterloo Savaşında anıt yerlerini hep rüzgârlar işaretlemiştir.


84

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

100 yıl sonra ortak anıtlar, panoramalar, anıt kabirler dikilir. Çanakkale Anıt Kompleksi de yeni yeni tamamlanmıştır. Belki yaşanması gerekli zaman kesimi henüz geçmediğinden ve İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi faşizminin yenilmesinde Rusya’nın mı, Birleşik Amerika’nın mı daha fazla katkısı olduğu üzerinde tartışmalar devam ettiğinden henüz ortak bir anıt dikilemedi. Aslında Ortak Anıtlar bir alameti simgeler. Savaşlar aldatılan halkların birbirini kıymasıdır. Amerikan İç Savaşı zencilerin köleliğine ve Amerikan kıtasında İngiliz sömürgeciliğine son vermiştir. Napolyon, “Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik” bayrağını Moskova’ya kadar taşıdı, 50 yıl sonra Rusya’da “toprak köleleri” eşit haklı vatandaş oldu. Almanya birleşti. Sinsi hain hedeflerle mayalanan Birinci ve İkinci Dünya savaşlarının Ortak Anıtı da dikilemedi. Fakat Şıpka’da 140 yıl sonra ortak bir Anıt Kabir için gökyüzü açıyor. ÖZGÜRLÜK HEDİYE EDİLEMEZ ANCAK KAZANILIR! Askerlerin kardeşlik abidesi olmalıdır bu… Umudumuz şöyle kanatlanmadı mı hep? Bir gün bizim oralara da mutlaka bahar gelecek. Etnik milliyetçilik, ırkçılık, din ve mezhep ayrımları olmayacak. Savaşlar, göçler ve çileler unutulacak. “şipka” Doruğuna yeni bir anıt dikilecek Türk anıtı yapılacak ve şehitler birlikte anılacak. Çocuklarımızın gözlerinde hep barış ve Kardeşlik çiçekleri açacak. 2019’da “Şipka” tepesindeki sözde “Özgürlük Anıtı” da aralarında, etraf tepelerdeki tüm anıtların bakımı 35 yıl için bir Türk Şirketine havale ediliyor. Bu devrimsel nitelikli bir olaydır. İmtiyaz Antlaşmasına taraf olan Türk şirketinin gerekçesinde bu Tepede ve eteklerinde bu günkü Bulgaristan topraklarının Rusya çizmesi altında ezilmekten korumak için yürütülen ölüm kalım savaşlarında binlerce Türk askerinin can verdiği ve kabirlerinin normal devletler hukukuna uygun bakım görmediğine vurgu yapılmıştır. Örnek olarak Vietnam’daki Amerikan mezarlıkları, Çanakkale’deki “Ansak Kabristanlığı” vs. gösterilmiştir. Bu yönde ilk adımlar Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğal ile Bulgaristan Cumhuriyeti Başbakanı Boyko Borisov arasın-


Makale ve Analizler - 2019

85

daki dostane görüşmelerde atılmış, mutabakat metni Sofya’da Bölgesel Kalkınma Bakanlığında ve Kültür Bakanlığında onaylanmıştır. Burada kurulacak olan şehitlikte birkaç türbe ve bir cami de inşa edilecek ve anıt park ziyaretçilere her zaman açık olacaktır. Savaşların yürütüldüğü tepelerden birine Süleyman Paşa Anıtı dikilmesi üzerine görüşmelerse devam etmektedir. Bu yüzyılda Osmanlının yenileşme ve Bulgarların da uyanış ve diriliş ruhunu öldüren bu acımasız savaş olmuştur. Öz kimliğinde toprak köleliği izleri taşıyan, özgürlük, eşitlik ve kardeşlikten bir esinti olmayan Rusya Çarlığının sinsi hedeflerle üstlendiği misyon bir hayaldir. O, Balkanlara sözüm ona bir “kurtarıcı” sürüngen gibi uzanmıştır. Bulgar Milli Kimlik oluşumunu durdurmuştur. Rumeli’de, Balkanlar’da yaşayan azınlıklara köle rejimi kurallarıyla bir asır boyu zulüm edilmiştir. Rus esaretine düşen ülkelerin hiç birinde orta direk bir ulusal kişilik oluşamadığı gibi, tarihsel ve kültürel, geleneksel değerlerin hepsi anlam yitirmiştir. Bu bakıma Türk tarih anlayışının 35 yıl boyunca “Şipka” Tepesine hakim olması Bulgaristan Müslüman Türkleri için de çok önemli bir edinimdir. Plevne ve “Şipka” Savaşlarında Kuzey Bulgaristan Türk gençlerinin yarısı şehit olmuştur. Bu gurur duyulası olayın bir başka özelliği de aynı Türk şirketinin Koca Balkan altından geçip Gabrovo ile Kazanlık kentlerini birbirine bağlayacak 2 şeritli 2 yönlü tünelin inşaatına finansman sağlamayı üstlenmiş olmasıdır. Bulgaristan’a 1990’dan beri açılan ilk 3 adet bölünmüş çift şerit tüneli Sofya “Lülin” semti Pernik kenti oto yolunu Türk “Mapa-Cengiz” konsorsiyumu gerçekleştirmiştir. Bulgaristan’ın Batı Balkanlar ulaşımında çok önemli bir halka olan şu 12 viyadüklü, tünelli, fonksiyonel tesise, Doğuş Holding’in inşa ettiği Karnobat Burgas bölünmüş yolu ile Kırca Ali-Makaz “A” düzey, köprülü ulaşım sistemini de eklemek yerinde olur. Sofya Metrosunun 2. Hattını da hesaba kattığımızda aslında Bulgaristan’da son 30 yılda yapılan temel altyapı tesislerinde Türk şirketlerinin yüksek kaliteli katkısı hemen kendini gösterir. Şubat ayında açıklandığına göre Bulgaristan’da Avrupa Yatırım Fonları finansmanıyla toplam 80 km tünel açılması, bunlara metro tünelleri ve 17 km demiryolu tüneli dahil edilmesi planlanmıştır. Bulgaristan kendi kapasitesiyle bir ayda 300 metreden uzun tünel açabilecek durumda değildir.


86

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu bakıma önümüzdeki yıllarda Bulgaristan’da çok büyük kapasiteli projelerin masa üzerinde açıldığını ve yardımlaşmaya el atan şirketlere kapılarını açtığını görebiliyoruz. “Şipka” projesine dönersek, belki de tarihte anlaşınca yeni boyutlu işbirliğinde buluşmamız kendiliğinden yol alacaktır. Okuyun, anlatın, bilgilendirin ve herkesle paylaşınız.


Makale ve Analizler - 2019

87

Dil, Kimliğin Oluşturucusu Ve Taşıyıcısıdır

Hamiyet ÇAKIR

Bulgarlar ne kadar çırpınsa da Bulgarca bizim için artık bir ara dil olarak kalacaktır. Bizim birinci dilimiz, anadilimiz, Türkçemiz, Avrupa dilimiz de (şimdiye kadar hep İngilizce olacağına inanıyorduk, fakat “brexiten” ten sonra alınmış yeni bir karar yok) İngilizce olacaktır. Avrupa’da çok sayıda lehçe (ağız) ve dil konuşulmaktadır. AB dillerinden biri Türkçemizdir. Bulgaristan’da bir etnik azınlık dili olarak bakılsa ve önemsenmemesi için devlet ve sağ-sol uç siyasetçiler olağan üstü büyük gayret gösterilse de, anadilimiz bizim en kıymetlimiz, göz nurumuz, asla vazgeçemeyeceğimizdir. Dağıstanlı şair Resul Hamzatov, 1982’de Sovyet idaresi Dağıstan’a saldırınca, “anadilimi bırakın iki gözümü alın” demişti. Anadilini bilmeyen bir adam taş kafadır! Bir defa bir ülkenin yalnız bir dili olduğu baştan sona yalandır. Bir ülkede birçok dil konuşulabilir, esas dil anadildir. Avrupa Birliği’nde ortak kabul edilmiş bir dil olmadığından, belki de gelecekte herkesin kabul edip konuşacağı dil İngilizce olabilir, o zaman Bulgarca bir ara dil olacaktır. Fakat bu henüz kesin değildir. Çünkü devlet dili, devlet kurabilen ve devlet yönetebilen bir milletin dilidir. Bulgarlar millet olarak henüz oluşup biçimlenemediler. 1989’da Bulgar devletinin en sert ve diktatör idarecisi T. Jivkov Müslüman Türkler tarafından devrildi. 2019 Şubat’ında Çingene (Romen) toplumsal azınlığın iktidar ortağı aşırı milliyetçi ırkçı Bulgar siyasi güçlerini temsil eden VMRO şefi Karakaçanov’u istifaya zorladığını görüyoruz. Başka bir azgin milliyetçi sürüsü başı olan Valeri Simyonov ile Krasimir Karakaçanov GERB partisinin 3. Hükümetinde, her ikisi de Başbakan Yardımcısıydı. Demek oluyor ki, art arda olmak üzere, artık istifa eden V. Simyonov’tan sonra, K. Karakaçanov da hükümetten düşerse, 10 yıldan beri hükümet olan Başbakan Borisov, bir azınlık Müslüman Güç (Romenler) tarafından devrilecektir ki, bu artık Bulgar toplumunda başı çeken (öncü) güç (topluluk) sorununu gündeme gelecektir. Herkese yenilen bir güreşçi başpehlivan olamaz. Dayatsalar dahi halk kabul etmez! Bu gelişmeler, Bulgaristan’da bir Anayasa değişikliğine gerekçe olur. Bulgaristan’da devlet dilinin hangi dil olacağını veya kaç dilin (hangi azıklık anadilleri-


88

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

nin) devlet kurumlarında işlev göreceğini, yani (ikinci resmi dil olacağını) ve kendiliğinden olmak üzere, çok kültürlülüğü gündeme getire bir faktördür. AB’nin şu an geçerli Anayasası’nda birliğin ortak diline işaret edilmemiş, herkesin bilmesi gereken bir dil diye bir şey yoktur. Brüksel’de Genel Kurul oturumlarında konuşmalar tercüme edilmekte ve birçok dil işlev görmekte, konuşmacılar kürsüden anadillerinde ya da temsil ettikleri ülkenin dilinde yapılmaktadır. 2000’li yılların başında, daha Bulgaristan AB’ye davet edilmezden önce, Avrupa’nın klasik ve derin bilgi birikimli üniversitelerinden en saygın bilim adamı, filozof ve yazarlarından 20 kişi arasında konu paylaşımı yapılarak, AVRUPANIN GELECEĞİNİ NASIL GÖRÜYORSUNUZ sorusuna yanıt aranmıştır. Ünlü yazar Umberto Eco, yaşanmamış tarih üstüne yazılsa kurgu olur varsayımına katılmayarak “bir ırmak bin sene aynı yataktan akmışsa, önümüzdeki 100 yüz yıl da aynı yataktan akar” inancıyla, 21. yüzyıl Avrupa’sını çok dilli ve çok kültürlü olarak hayal etiğini yazmıştır. 20 bilim adamının 20’si de “her halk topluluğu anadilini koruyacaktır, sonucuna varmıştır. AB içindeki her azınlık anadilini korumalıdır. Bulgar devletinin Türkçemizi yaşatarak geliştirmemiz ve edebiyatımızı da yüceltmemi için mali yardımda bulunmak zorundadır. Ne yazık ki bunu yapmıyor. Dil bilimciler ve filozoflara göre, “kendi dilini konuşmak, kimliğin vazgeçilmez bir kaynağıdır.” İnsan tek başına dil ve kültür geliştiremez, kendi geçinmesi için gerekli olan üretimi bile yapamaz. İnsan sosyal bir varlıktır. Bizler BULTÜRK olarak, “Büyük Göçle” Bulgaristanlı Müslüman/Türk kardeşlerimize karşı kültürel soy kırım yapıldı derken tam olarak bunu kastediyoruz. Biz, Bulgaristan karma bölgelerinde yaşayan Türk öğrencilere serbestçe ve devlet okullarında ana dil eğitimi verilmemesini protesto ederken, ana dilini bilmeyen bir öğrencinin ara dili (Bulgarcayı) ve Avrupa dili olarak İngilizceyi öğrenmede sorun yaşayacağını belirtiyoruz. Dilimiz şimdi Türkiye kitle iletişim araçlarımızdan, ziyaretlerimizden ve yeni temaslarımızdan besleniyor. Anadilimizi öğrenmemiz bütün sorunların arasında en can alıcıdır. Türkçe konuşanların Bulgaristan’da neden cezalandırıldığı artık anlamışsınızdır. Biz Türk’üz ve Türk kimliğimizi oluşturan ve nesilden nesle taşıyan anadilimizdir. Dilimizi koruyamazsak biz biteriz. Bulgaristan’da dilimize, insan haklarımıza (seçme ve seçilme hakkımıza), Türk kimliğimize karşı saldırılar şiddetleniyor, düşman zihniyetin dayattığı sınırlandırıcı, kısıtlayan ve yasaklayan yasalarla elimiz kolumuz bağlanmaya, zihnimiz köreltilmeye çalışılıyor.


Makale ve Analizler - 2019

89

14 Şubat 2019’da meclis Türkiye’de soydaşlarımızın seçme ve seçilme haklarımıza sandık sayısı uygulayarak kısıtlamayı kaldırmadı. GERB ve BSP milletvekilleri “vergilerini Türk devletine ödüyorlar” gerekçesini öne sürdüler. Aşırı milliyetçiler, “Türkiye AB üyesi değil” dediler. Sanki Amerika’da, Kanada’da, Avstralya’da yaşayan ve çalışan Bulgar gurbetçiler vergilerini Bulgaristan’a ödüyorlar. Yerel seçimde haklarımızı kullanma önerilerimiz de kabul edilmedi. Köylerimizde evimiz var, ev vergisini, su, elektrik, çöp ve yol vergilerimizi ödememiz yetmiyor, bir de aynı köyde 6 ay yaşamamız isteniyor. DPS-HÖH’ün 26 milletvekilinden başka 240 kişilik Bulgar meclisinde bizi hiçbir Bulgar vekil oyu ve konuşmasıyla desteklemedi. Bu bizi düşündürmelidir. Türkçeyi mısmıl öğrenip Türk kültürümüze dört elle sarılarak, meclise 60 milletvekili çıkarıp arabayı devirmeliyiz. Bu böyle gidemez. Biz ata-vatanımızda her gün biraz daha boğulmak üzere boğazlanmışız…. Diller devamlı zenginleşir ya da kısırlaşır. Bu Türkçemiz için de geçerlidir. Örneklersek, 1972’de basılan Rusça Türkçe sözlükte 47.700 sözcük varken, bu sözlüğün yenisinde 64 bin sözcük var ki, bu da iki dilin hızla geliştiğine bir işarettir. Bir dilin zenginliğini gösteren bir de klasikleşmiş temel eserleridir. Victor Hugo’nun “Sefiller” romanı 42 bin sözcükle yazılmışken, Yaşar Kemal “İnce Mehmet” romanı 44. 500 sözcükle kaleme almıştır. Bu da Türkçemizin zenginliği ve bir dünya dili olduğunu kanıtlamaya yeter de artar. Remi verilere göre, Türkçe Bulgarcadan yalnız 20 kelime alırken, Bulgarca Türkçeden 3 500 kelime almıştır. Araştırmacı yazar Turhan Raziev, Bulgarca’daki Türkçe sözler üzerinde yaptığı son çalışmasında, bu sözlerin toplam sayısının 7 200 olduğunu yazdı. Bulgaristan’daki Türklerin ata-vatandan ana-vatana zorla göçe zorlanmaları bu yoğun etkiyi azaltmıyor. Trakya Enstitüsü’nden açıklandığına göre, göç faciasının tablosu şöyledir: “Bulgaristan, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra en çok göç aldığımız ülkedir. 1923’ten bu yana Bulgaristan’dan Türkiye’ye, 1 milyona yakın Bulgaristan Türkü göç etmiştir. Özellikle 1989-1993 yılları arasında 350 bin kişi Türkiye’ye kovulmuştur. Bu göçler, Bulgaristan AB’ye girene kadar devam etmiştir. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan bugüne kadar ise, toplam 1 milyon 736 bin 465 Türk, Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç etmiştir.”


90

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Anadilimizde yayınlarımızı yıllarca sıkı yasaklayan, yazarlarımızın romanlarını basmasına izin vermeyen Bulgar hükümeti dilimizi kısırlaştırmaya ve sözcük zenginliğini sürekli azaltmaya ve insanlarımız aralarında – nesiller arasında iletişim kopukluğu yaratmaya çalışmıştır. Bu amaçla Türkiye’deki yakınlarımızla mektuplaşmalarımız yasaklanırken, kaset, CD ve DVD dinleme, Türk filmi seyretme yasaklanmış, sanatsal karanlık yaratılmıştı. Bunun adı dil zulmüdür. Anadil çekisi Hak ve Özgürlük Partisi döneminde devam etmiştir. 2018 Ramazan’ında iftar gecelerinde, Türkçe ışığı uzun bir aradan sonra halkımızın gönlüne aydınlık taşımaya başlamıştır. Olayın daha iyi anlaşılabilmesi için şu örnek uygundur. 1989 Ağustosunda 500 bin kişinin sınırı geçtiğini ve ardından 150 bin kardeşimizin geri döndüğünü biliyoruz. Bu dönüşün neden, dil ve kültür uyumsuzluğuydu. Dilimizin ve dolayısıyla kültürümüzün baskı altında ezilişi, kısırlık doğurmuştu ve uyum sağlanmasında problem yaşandı. Yani ruhumuz sakatlanmıştı. Aktarmak istediğim bir konu da, kültürün sözlü olarak aktarıldığı gibi, yazılı olarak da aktarılabilmesidir. Bizim Osmanlıdan devraldığımız Müslüman/Türk kültürü vatan bildiğimiz ata topraklarımızda, Çarlık döneminde, yüze yakın gazete ve dergiyle, okullarda ve değişik derneklerde yaşatılır ve genç kuşaklarla dünya kültür hazinesine aktarılırken, büyük savaştan sonra da 10’dan fazla yazılı yayın organı bu davaya hizmet etmiştir. En başta Nazım Hikmet olmak üzere, seçkin Türk yaratıcılar Bulgaristan Türk ahalisine modern Türkçeyi direk görüşmelerde etkileyici sunumlarla aşılamıştır. Edebiyat yazılarımıza giren şöyle bir anı vardır. Nazım, Deliorman köylüleriyle 1951’ye yaptığı ilk görüşmelerinde kendi şiirlerini okumuş ve bir köylü Türk kadını ayağa kalkarak “Ben sizin okuduklarınızın hepsini anladım” demişti. Büyük Atatürk insanlarımızı “Türkçe düşünmeye öğretirken” büyük Nazım da geneli somutta anlatışıyla ve fikirleri emsalsiz yalın sunuşuyla Bulgaristanlı Türk lehçelerine İstanbul Türkçesi mayası (şerbeti) serpmiş ve bu tutmuştur. Daha sonra Nazım Hikmet’in toplu eserlerinin 8 cilt olarak Sofya’da basılması ve Bulgaristan’da satılması Türkçemizi adeta fışkırtmıştır. Biz, bugün artık, 1990’a kadar oluşan Bulgaristan Türkleri Edebiyatına asil, temel, oturmuş yaratıcılığımız olarak bakarken, yeni bir sayfa açıyoruz. Bu sayfadaki büyük özellik Atatürk’ün Türkçemize bahşettiği kendi kendini yenileyerek zenginleşen anadilimize diyalektik düşünme modülü takarak yeni doruklara yönelmektir. Yaratıcılarımız yaratmadan, şairlerimiz satırları dizmeden, bestecilerimiz bestelemeden, yazarlarımız yazmadan, hepimiz her gün okumadan biz karanlıkta boğulmaya mahkûmuz. O günümüzü bekle-


Makale ve Analizler - 2019

91

yenler o kadar çok ki, şaraplarını mahzenlerde yıllandırıyorlar. Bayram etmeye hazırlanıyorlar. Fakat onlar o güne varabilirlerse bizim artık anadilimiz olmayacak ve aralarında bayramlaşamayacaklar. Çünkü bayramlaşma ancak anadilde olur. Türk’üz ve Türkçemizi öğrenmeliyiz!!! Okuduğunuz için teşekkür eder dostlarınızla paylaşmayı unutmayınız…


92

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2019

93

Cesaret İzlerini Zamanla Silmez Raziye Çakır

Dünya öküzün boynuzlarında değil, cesur kişilerin omuzlarındadır. Bulgar televizyonunun yayınladığı “GÖÇ” belgeselini izledim. Beni, yapımcı İrina Nenova ile Andrey Getov’un çalışmaları kadar, bu eserle ilk kez açıkça su yüzüne çıkan ve gerçekler denizine doğru yüzmeye başlayan yansımalar ve yeni renkler etkiledi. İlk kez Bulgar NTV ekranından, yeni Bulgar tarihinde işlenen devlet terörünün son halkası “soya dönüş” zulmü olduğu dile geldi. Devlet terörünün 1948’de Yahudileri Bulgaristan’dan kovduğu, “Halk Mahkemesinden” çıkan idam cezalarıyla 30 000 kişinin öldürüldüğü, 146 bin kişinin toplama kamplarında kaldığı hatırlatıldı. Geçen asrın 60’lı,70’li ve 80’li yıllarında Bulgar milleti ile etnik azınlıklar arasındaki güçlü bağlar koptu. 60’larda Çingenelerin isimlerinin zorla değiştirildi ama gizli tutuldu. 70’lerde Pomakların çilesinden, Kornitsa ayaklanmasından, Batı Rodoplarda Türkiye Bayrakları dalgalanmasından, “Türk Cumhuriyeti” ilan edilmesinden haber alanlar hemen içeri alındı. Kuş uçmaz, kervan geçmez yerleri sürgün dolmuştu. Azınlıklardan aileler denetim altında tutuluyorlardı. Memleket sınır ve özel bölgelere bölündü, izin kağıdı olmadan işe gitmek yasaktı. Pomaklar büyük cesaret gösterip 1972’de ayaklandı. Kara Su (Mesta) boyunda ateşler yandı. Boyun eğmeden, anadil ve dinlerinden güç alarak dimdik ayakta kalsalar da, yaşamak için sanki yalnız nefes almak yetmiyordu. Çok ezildiler. Çok çektilerOnlarca yıl içerde kalanların çilesinden sabır, sabırdan umut, umuttan da cesaret doğmuş ve fışkırmıştı. Bulgarlaştırma ve Hıristiyanlaştırma zulmünü kapağını kaldırdı. Protesto etmek için Sofya’ya gelirken yolları kesildi. “Studena” barajının kalın buzları altına gizlendiler. 6 direnişçi kayıplara karıştı. Baraj suları olayı hatırlıyor. 1989’un 29 Aralık sabahı lapa lapa kar altında Sovya “Batenberg” meydanına dolan ve meclisi saran alaca torbalı, kuşaklı, erzak dolu torbalar sırtlarında yaşlı ve genç, hepsi mavi gözlü ve nur yüzlü kız ve kadın – ulusal Pomak eylemi, bir volkan gibi bir daha fışkırdı. Bulgar hükümetini, diplomatik temsilcilikleri sarsmış ve bakışları okuyabilenlere bu işin şakası yok, işareti olmuştu.


94

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Daha öte korkulacak bir şey kalmamıştı. Korkan baş zalim Todor Jivkov, tek silah patlamadan 10 Kasım 1989’da kükreyen halk nefreti ve demir kesen Müslüman Türk ve Pomak bakışları karşısında devrildi. Gösterilen belgeselde bir daha ortaya çıktığına göre, daha 1984’te doğru düzgün, dürüst ve kendilerine güvenilir Türk kardeşlerimizin hepsi birer birer toplanmış ve içeri atılmıştı. Aileleri perişandı. Kadınlar eşlerinden habersiz Bulgar ismi almaya zorlanıyordu. Baskı ve terör gökleri delmişti. Mert-cesur insanların yalancılıkla işi olmadığını bilen halkımız son güçle dayanırken, yalancılığın daha çok hasta ruhlu ikiyüzlülerin huyu olduğunu biliyordu. 1960’larda Çingenelerimize “siz Bulgar’sınız” diyen, 1970’lerde Müslüman Pomakları Bulgarlaştıran ve Hıristiyanlaştıran, 1980’lkerde Müslüman Türklerin öz kimliğine, isim, anadil ve dinlerine ve hatta ailelerine, yaşam biçimine, kültürel geleneklerine amansızca ve en vahşi biçimde saldıran Bulgar devlet rejimi – hepimiz önünde olduğu gibi, dünya önünde rezil oldu. Üzülerek yazıyorum. 1944’ten bugüne kadar Bulgar devletinin diktiği tek ağaç tutmadı, ektiği tohumlar bitmedi? Bu çok büyük ve acı bir gerçektir. Bu gerçek, Bulgarları yakın ve uzak halkların gözünden düşürdüğü, itibarsızlaştırdığı gibi, başkalarının gözünde soysuz ve hain duruma getirmiştir. “GÖÇ” filminde ana sima rolü oynayan mühendis Türköz ailesinin de birkaç defa dile getirdiği gibi “arkada kültürsüz ve ahlaksız yetişen bir kuşak kaldı.” Başkalarının yaşam biçimini, adetlerini yasaklamak, özgün kültürünü ezmek, Türkülerini dillerinden sökmek, kitaplarını toplayıp yakmak, dualarını okutmamak, ezanlarını dinletmemek, beklentilerini daha hayal iken kıymak bir cesaret alameti değil, bir vahşettir. Türkler uyanıyoruz! 1984’te yanan kapışma ateşimizden ortada kalan şu büyük gerçek var: “Bazı çaresiz ve umutsuz kimseleri bazen aldatabilirler, fakat herkesi her zaman aldatamazlar!” 1989 Mayısında açlık grevleriyle başlayıp birlikte ayaklanmamız, 1989’un son günlerinde Sofya Meclisini kuşatmamız, “al da memleketini başına çal deyip birlikte göç etmemiz” dünyanın tamamen değiştiğine işaret oldu. Biz sırtı yere gelmez bir milletiz. Ne ayaklandık diye, ne kurbanlarımız için, ne de meclisi kuşattık ve kalkıp göç ettik diye kimseye hesap vermedik, her zaman gururlu kaldık, cesaretimize ve Türk ruhumuza dayandık. Biz bizim olanı, atalarımızdan bize kalanı, ata-vatandan bizim olanı isteme cesareti gösterdik. Azınlık olsak da çoğunluğu yendik. 20 yüzyılda atabildiğimiz en büyük ve en şerefli adımdı bu. Dünyaya azınlığın çoğun-


Makale ve Analizler - 2019

95

luğu yenebildiği örneği verdik. Bugün hak hukuk, adalet ve demokrasi davamız bütün hızıyla devam ediyor. Camilerimizi, okullarımızı, mezarlıklarımızı, kuyularımızı, pınarlarımızı, çeşmelerimizi anadilimizi, gazetelerimizi, radyomuzu, ana dilimizde TV programlarımızı, öz kültürümüzü, yaralanan Türk kimliğimizi, birlik ve beraberliğimizi geri istiyoruz. Ve bu istemek bitmeyecektir. Umutsuzluk geçirenler, pes olanlar, “ama alsak da ne olacak” diyenler olabilir, ama biz asla pes etmeyeceğiz. Bu açıdan biz devamlı şekerleme yapan, unutmayı ve umursamamayı dünyaya tercih eden, mücadele azmini rafa kaldıran, cesareti ayak altına alan dernekçilerle, biz siyasetçiyiz diyen sahtekarlarla işimiz olmaz. Dibi delik HÖH tasını yalamaya hazır kimliksizlerin siyaset sahnesinden inme zamanı çoktan geldi. Kendilerine düğün kamberi rolü biçenlerin sıvışması artık kaçınılmaz oldu. Dört oy için önüne gelene yaranmayı yeğleyen siyaseti çöpe atma zamanı geldi. HÖH kendi cebimi doldurayım hesabıyla çok fırsat kaçırdı ve halktan koptu. Doğan’ın gölgesinde dolaşanlar hainleştiler. Memleketimizde kör cahilliğin, işsizliğin, yoksulluğun, çaresizliğin büyük tehlikeler oluşturan boyutlara ulaştığını görmek istemiyorlar. Can yakan durumu değiştirebilmek için çok cesaretli bilgili, gözü pek genç kadrolara ihtiyacımız var. Etrafta şöyle bir Nasrettin Hoca fıkrası da dillenmiş: Hani, Hocaya bir gün karısının adını sormuşlar, “Bilmiyorum!” demiş, “Niçin” demişler, “Geçinmeye gönlüm yok da ondan” demiş. İşte böyle, insanlarımız höh,höh, höh hitabını yalnız sığırlarla başa çıkmak için kullanmaya başladı. Mecliste hiçbir işe yaramayan kanunlara oy vere vere pilleri bitti. Artık dediklerinden hiç biri tutmuyor. Bulgarlar onların yasa değişiklik önerilere asla oy vermiyor. Bulgar milletvekilleri HÖH-lüleri göze kestirmişler sırtlan gibi saldırıyorlar. Bu cümleden olmak üzere, Halife Hazreti Ömer “Cesaret insanı zafere, kararsızlık tehlikeye, korkaklık ise ölüme götürür” demiş. Ama kuru cesaret değil. Yüreklilerin akılcı cesaretinden söz ediyorum. Biz Bulgaristanlı soydaşlar yolun zor kısmını artık geçtik. Başımıza gelecek olan en kötü artık geldiyse geldi. Korkuyu arkamızdaki dağlarda bıraktık. Kararlıyız ve zaferin bizim olacağına mutlaka inanıyoruz. Vatanımızı onlardan daha fazla sevmemiz, onları çıldırtıyor. İsteseler onlara “ödünç sevgi” verebiliriz. Vatan ortak bir nimettir. “Umut bir kuştur, altın kanatları var!” Bu Bulgar atasözü, geçleri kanatlandırdı ve memleket baştanbaşa boş kaldı diyenler doğru söylüyor. 3 milyon kişi açtıktan


96

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

mı, yetersizlikten mi, can sıkıntısından mı, utandıklarından mı çocuklarının gözüne bakamadıklarından mı? … neyse ney, ama bilet parasını toplayan kaçıyor…Zulüm umudun düşmanı, toplum kendisiyle hesaplaşamıyor, suçlar sevaptan ağır ve toplumu boğuyor… Fırsat bulan kaçıyor. Büyük yüzleşme yaklaşıyor. Cesaret içimizdedir. Mayıs seçimlerine 4 ay kaldı. Bizi vatanımızdan atanlara, çifte vatandaşlığımıza göz dikenlere, lokmamızda gözü olanlara hak ettikleri cevabı bu defa birlikte ve olanca kudretimizle kesin vermeliyiz. Bu bizim ana baba ödevimiz, Türk kalma ve olma görevimiz oldu. Artık sıra bizdedir.


Makale ve Analizler - 2019

97

Avrupa’nın Yüzkarası dar?

Tarih: 16 Şubat 2019 Yazan: Raziye ÇAKIR Konu: Bu davada zaman aşımı nereye ka-

Cumartesi -16 Şubat 2019’da – saat 19’da “bTV” raportörü Bayan Domusçieva İstanbul / Avcılar ve Maltepe göçmen dernekleri kahvelerinde “Belene” ölüm kampı mağdurlarıyla yüz yüze söyleşilerini yayınladı. 1990’da çıkan Bulgar resmi gazetesi (dırjaven vestnik) 44. Sayısında isimleri Bulgarca yayınladığı için Türk isimleriyle kimlikleri yılların geçmesiyle biraz hafızalardan silinen 5 Bulgaristan Türkü kahraman, övülesi bir Bulgarcayla durumu çok yalın ve asla kuşku götürmez bir şekilde yeniden kamuoyuna sundular. Eğri Dere (Ardino) belediyesi Mleçino köyünden olup bu yılkı “Türkan Çeşme” anma törenlerine otobüslerle hemşerilerini de getiren tarım mühendisi Rifat Ömer; 1987 yılında Merkez Sorgu Dairesinde 126 gün ağır işkenceler gören, 4 yıl ağırlaştırılmış hapis cezasına çarptırılan Şumen’in Pet Mogili köyünden öğretmen Şevket Şevket; Silistra’ya bağlı Bosna köyünden Mümün Ömerov, öğretmen Harun Halit ve Bulgaristan Adliyesinde 1 numaralı dava olarak bilinen ve halka güya “soya dönüş süreci” olarak hala yutturulmaya çalışılan devlet terörü davasında itham eden (suçlayan) kahramanlarımız konum aldı ve sert konuştular. “Belene” mahkemesi 30 yıldan beri bu davayı karara bağlamadı. Türklere zulüm edilmesi emri veren BKP MK Politik Büro üyelerini, İç İşleri Bakanlığı ve “DS” devlet güvenlik generallerini, ordu generallerini, şiddet olaylarına katılmaya kışkırtılan “gönüllüleri” v.s. tutuklayıp yargılamadı ve içeri atmadı. Bir devlet terörü şiddetiyle uygulanan saldırılarda 37 Türk şehit düşerken, 517 kardeşimiz “Belene” ölüm kampında işkence görmüş ve toplam 12 500 kardeşimiz ve aileleri sürgün edilmiş, işsiz bırakılmış, bedava çalıştırılmış ve sonunda 360 bin Müslüman Türk ata-vatan toprağından silah gücüyle kovulmuştur. Bu vahşetin bir devlet politikası olarak 2 sene hazırlandığı, ordu ve polis güçlerinin özel eğitim gördüğü, polisin ve


98

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ordunun kitle gösterileriyle hesaplaşmak için özel ağır silahlarla silahlandırıldığı, saldırılarda tank ve zırhlı araç kullanıldığı, sayısız vatandaşın dövüldüğü ve sakat bırakıldığı artık kesin kanıtlarla biliniyor. “Demokratik” Bulgaristan’da en önemli siyasi nitelikli, zulüm davası olan bu yargılama tamamlanmadan hiçbir kimse adaletten söz edemez. Şu an askeri ağır ceza mahkemesinde bulunan ve sanıkların hepsinin şikayeti sağlanamadığı için (büyük sayıda Belene mağduru son 30 yılda Bulgaristan’da ve Türkiye Cumhuriyetinde vefat ettiğinden dolayı, kesin adres tespiti yapılıp ifadeler alınamamıştır) duruşmalar sürekli ertelenmiştir. Bu davanın bu kadar uzamasının nedeni nedir? 1972-73’te Pomak Kardeşlerimize, 1962 ve 1982’de Müslüman Çingene (Romen) kardeşlerimize ve 1984-1989 yılları arasında Bulgaristan Türklerinin çekileri herkesçe bilinir. Uygulanan devlet terörüdür. Dil yasağı, isim, baba-ana ismi ve soy isimlerinin zorla değiştirilmesiyle, ana dilde konuşmanın kesin yasaklanması, Türk okullarının, camilerin, medreselerin, kütüphane ve kültür evlerinin kapanması, töre ve adet yasağı, Müslüman yaşam tarzı yasağı, gelenek görenek, halk sanat ve kültürü yasağı ve başka şiddet uygulanmaları aslında bir kültürel soykırımdır. Mutlaka ve kesin yargılanmalıdır. Türk ahalisinin, tüm Müslümanların tüm hak ve özgürlükleri mahkeme kararı ve yüksek mahkeme onayıyla iade edilmelidir. Bu işte BKP veya BSP kararları beş para etmez, geçersizdir. Bize uygulanan devlet terörüdür. Ancak yargı organı – mahkeme – kararıyla bozulur ve aklanır. Lütfi Mestan’ın Sofya “Kartal Köprü” üzerinde BSP lideri Sergey Stanişevle öpüşmesi veya şimdiki DPS lideri Mustafa Karadayı’nın Paris’te GERB’in ikinci adamı Tsvetan Tsvetanovla aynı otel odasında gecelemesi hiçbir şey ifade etmez. Değişen bir şey yok. Bu işte, Karadayı’nın Amerika’da Katolik Kilisede ayine katılması da saçmalık. Sofya mahkemesinden 1 milyon 253 bin Bulgaristan Türküne yapılan zulümle ilgili kesin karar çıkmadan toplum ve azınlık huzur bulamaz. Hepimiz kovulsak bile, vicdan azabına dayanamazlar. Bulgaristan’da insan haklarından, azınlık haklarından, kişisel ve kolektif haklardan ve vatandaş toplumunda adaletten söz bile edilemez. Kurşunlanarak öldürülenlerin, “Belene” kampında yatanların, sürgün edilenlerin, hapishanelerde çürütülen binlerin, sakat kalanların çekileri, hayatları karartılanların çilesi asla unutulamaz. Adalet yerini bulmalıdır. Malı mülkü, tarlası, evi, ahırı, bağı bahçesi alınan, mezar taşları yıkılan, tarlalarına, korularına, su kaynaklarına, ormanlarına, çayırlarına el koyulanların çatır çatır sökülüp alınmalıdır. 360 bin birden ve ardından 720 bine kadar, bir o kadar daha kardeşimizin


Makale ve Analizler - 2019

99

göçmen çilesinin toplam bedelinin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesin’de (AİHM) görüşülmesi ve 50 milyar Euro gibi bir cezanın yaş kaşeli ve ıslak imzalı dünya basının birinci sayfasında yer alması zamanı gelmiştir. Adaletin yerini bulmasını bugüne kadar engelleyen tayfaya girenler şunlardır: Ahmet Doğan, Kasim Dal, Osman Oktay ve Lütfi Mestan. “Üst Akıl”, “gizli el”, “kulis” ve Kremlin sihirli eli tarafından Ahmet Doğan’ın 1990’da Hak ve Özgürlük Hareketi (DPS) Başkanı görevine atanmasının sebebi budur. O Moskova’ya çağırıldığında kendisine bir tek ödev verilmiştir: TÜRKLERE KARŞI SUÇ İŞLEYENLERİN CEZALANDIRILMASINA İMKÂN VERMEYECEKSİN! Katiller korunacak ve yeni toplum katillerin omuzlarında biçimlenecek. Oldu işte. Artık çalmayanı, yalan söylemeyeni dövüyorlar… Bu sebeple halkına ihanet etmeyi kabul etmeyen gerçek katillerin dosyaları açılmadı. Gerçekler gizlendi. Açılan ve köpeklere atılan ajan dosyaları zorla ajan yapılan ve halkına ihanet etmeyenlerin evraklarıdır. Hapishane ve “Belene” kampı dosyaları açılmamıştır. Bulgaristan’ın imzaladığı dünya ve Avrupa İnsan Hakları sözleşmelerini uygulamasına yine o gözle görülmeyen sihirli eller engel olmuştur. Doğan’ın bir numaralı ödevi Belene ve diğer mağdurların açtığı davaların sonuçlanmasına engel olmak, hiçbir şeye itiraz etmemek, büyük davanın AİHM’ne taşınmasına engel olmak, Bulgaristan’da adalet yolunu kesmektir. O bunun için “konakta” korunuyor, besleniyor, Karadayı da bu işin kırıntısından bana da düşer umuduyla boş boş konuşarak hademelik yapıyor. 1984-1989 zulüm dönemi katillerinin ABD, Kanada ve Avustralya’ya kaçmalarına, Güney Afrika Cumhuriyetine yerleşmelerine yol verildi. Ağır suç işleyenler her seçimde BSP, DPS veya GERB listelerinden meclise gönderilerek dokunulmazlık zırhı içinde yaşatılmaya devam ediyorlar. Komünizm, totalitarizm ve özellikle de sözde “soya dönüş süreci” ve Türkleri ata-vatanlarından kovma suçundan sorumlu olanlar bu nedenle Ahmet Doğan, Lütfi Mestan ve Kasım Dal’ın siyaset sahnesinden kesin indirilmesine, söz haklarının yasaklanmasına karşı çıkıyorlar. Yetiştirdikleri yeni kadrolara güvenmiyorlar, gerçeklerin kaynamaya başlamasından korkuyorlar. Bulgaristan’da adalet davası devam ediyor ve edecektir. Ülkede derin bir anayasa değişikliği gereklidir. Çok kültürlü bir toplumsal düzene gerek var. Bulgar toplumu kendini aklamadan devlet yönetiminde kalamaz. Kendi halkına karşı suç işleyenler mutlaka cezasını çek-


100

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

melidir. Halk yığınındaki bilinçsiz topluluk liderin zihniyetine bağımlıdır. Doğan’ların, Mestan’ların, Dalların vazifesi halkın karşısındaki boşluğu bostan korkuluğu gibi doldurmaktır. Halk bu korkulukları tarladan söküp atacaktır. Başka türlü nefes alınamaz. Bu üç partinin üçü de sürekli sökülüyor. Geçen ay meydana gelen DOST sökülüşünden sonra merkez yönetim organı üyelikerinden ve Ankara’da Atatürk huzurunda “Ben DOST’an ayrılmam!” anıtı içen Fahriye Murat da istifasını sundu. Kırca Ali Belediye Başkan Yardımcısı Mümün Ali görevinden ayrıldı. Kasim Dal, HŞHP Başkanı O. İsmailov’u partinin merkez ofisine bırakmadı. Bunlara benzer sayısız örnekler var. Düşmanlarımız “çorap söküğü gibi sökülüyorlar” diyorlar. Seviniyorlar. Düşünelim taşınalım ve orta yolda yeniden buluşalım. Yüce Atatürk’ün sözlerini kullanıyorum. ÇALSIN DAVULLAR! Devam edecek: Ufka Yöneliyoruz…. Paylaşmayı ihmal etmeyiniz.


Makale ve Analizler - 2019

101

Sürüyü Kasaba Götürme Yöntemleri

Tarih: 17 Şubat 2019 Yazan: Şakir ARSLANTAŞ Konu: İyi ya da kötü olması önemli değil, önemli olan bizden biri olmasıdır! Yılmaz Güney’in “Sürü” filmini hatırlarsınız. Koyun sürüsünü bir tutam otla Doğu’dan getirip Ankara pazarına çıkarmanın çilesini anlatmıştı. Büyük ödüller almıştı. Bu başarının bir adı sanatsa, öteki adı da insanları sinema salonlarına toplamak ya da TV ekranına kilitleme ustalığıdır… Seyirciyi inandırmak ve sürüklemektir… Ekim 1917 Devrimi önderi Vladimir İliç Lenin’e bir gün sormuşlar: “Üstat sen bu proletaryayı nasıl olur da atılımdan atılıma yüreklendirmeyi başarabiliyorsun?” Lenin hemen cevap vermiş: “Dünyayı kapalı bir uzun spor salonu olarak görürüm. Proletarya salonun bir kenarındaki aç kedi sürüsüdür. Hedefe göre karşılarına çengele asılmış bir dana gövdesi sallandırdım mı hepsi hareketlenir ve birlikte hücum ederler. 2 yıllık, 5 yıllık devlet iktisat planlarını böyle gerçekleştirdim.” Halkı yalanla aldatıp kullanma taktiği özellikle günümüzde çok kullanılır oldu. Vatandaşlarımıza koyun gibi bakıyorlar. Azınlık düşmanı ırkçı VMRO-faşistlerinin lideri Krasimir Karakaçanov bir yandan Çingene (Romen) evlerini kış ortasında yıktırıp, zavallı aileleri sokakta bırakırken, gettolarından kovarken, öte yandan KANDIRMA PAGANDASI yapıyor. Sözde devlet bütçesinden para ayırıp Çingenelere 2-3 katlı ev yaptıracakmış. Ölme eşeğim ölme yaz gelecek. 2 bira ve ekmek arası 4 köfte ile gettolardan oy alamayacağını fark etti ki, şimdi çengele daha büyük yalanlar asıyor. Vay be, ne günlere kaldık. Bütün bunalım, durgunluk, evrim ve devrim dönemlerinde insanlar kişilik değişimi yaşarlar. Yani herkesin kişiliği azdan çoktan değişir. İnsanlar hep belli olayların etkisi altındadırlar. Toplumun değişmesi için yeni kişilik oluşması gerekir. Bu yönde atılıma geçmezden önce insanlar birçok olayda ve yolda buluşabilir. Örneğin, Deliorman’da Hak ve Özgürlük Hareketi (DPS) dışında bir muhalif kişilik oluşması 2014 meclis seçimlerinde Razgrad ve Yukarı Cuma (Blogoevgrad) seçim bölgelerinde beraber gerçekleşmişti. Seçmen, zamanı geçmiş Ahmet Doğan ve ipi pazara çıkmış po-


102

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

litika kumarcılarının hazırladığı seçim listesini kabul etmeyip eline aldığı kalemle gönlünce seçim bülteni üzerinde işaretleme yaparak Hüsmen Güney ile Kraişte köyünden Musa Palev’i meclise göndermişti. Seçmenimize bu hakkı tanıyan seçim kanunundaki istediği adayı işaretleyip meclise gönderebilme maddesi idi, ama artık kaldırıldı. Bu madde ve bu hakkımız çok önemliydi, çünkü Ahmet Doğan birisinden “ben seni milletvekili yapacağım” diye para da almış olsa, planı suya düşüyor ve işi bozuluyordu. Halkın uyandığını, “lider” teklifi üzerinde kalem oynatıp H. Güney ile M. Palev’i seçeceğini düşünemezdi. Bu nedenle şimdi bu seçim kanunu değişikliği HÖH tarafından hazırlandı. H.Güney ile M. Palev bu nedenle HÖH meclis grubundan atılar. Bu uyanma artık derinleşti ve Deliormanlılar HÖH’ten söküldü, köy yollarının asfaltlanmasına karşı 2017’nin 26 Mart sabahı oylarını GERP’e verdiler. Öncülük eden H. Güney de GERB tarafından Vali gösterildi. Uyananların hareketlenmesi devam ederken biz bugün L. Mestan’ın Maryana Georgieva ile bostan korkuluğu gibi ortada kaldıklarını görüyoruz. DOST – yönetim kurulu toplantısına (16. 02. 2019) Mehmet Hoca ile Necmettin Hak da gitmediler. Avrupa Birliği seçimlerine kimsenin tanımadığı Bülent Hasan aday gösterilmiş. Bu gelişmeler, Bulgaristan Türklerinin bir halk olarak Lütfi Mestan zihniyetinden çok daha derin olduğunu ve çok daha güçlü bir irade ortaya koyduğunu göstermiştir. Bunu bir örnekle, metaforik (değişmeceli) bir benzetmeyle açıklarsak. Bulgaristan Türkleri ata-vatan toprağında – halen hükmeden politik iradeden – çok daha derin bir irade ortaya koymuş bulunuyor. Demek oluyor ki, Bulgaristan Türkleri ata-vatan topraklarında bir toprak altı ırmağı olarak, L.Mestan, A.Doğan, K. Dal ve etraflarındaki sırtlanların hayal edebildiklerinden çok daha derinden, “lider geçinenlerden” tamamen bağımsız, kendi yolunca ve kendini kirletmeden, ama kişilik değiştirerek akmaya devam ediyor. Bulgaristan’da HÖH ısrarıyla yapılan son seçim kanunu değişikliğini böyle anlamak gerekir. Eminin L. Mestan ve K. Dal partiden atılmasalardı bu değişikliği destekleyeceklerdi. Oy da vereceklerdi. Türk seçmenin parti listesinden istediği adayı seçme hakkını GERP partisiyle birlikte baltalayanlar (DPS) Bulgar “demokrasisinin” beynine kurşun sıkmıştır. Bu olay, M. Karadayı’nın ve etrafındaki geri zekalıların tümünün sonuna işarettir. Parti halktan (seçmenden) korktuğunu gizleyememiş ve kabul etmiştir. Seçim kanunu değişikliği, totalitarizm kalesini bir müddet daha savunabilmek için duvara birkaç yük karaçalı dikeni yığmaktan başka bir şey değildir. Gelen halk selini hiçbir siper durduramaz. Kükreyiş yakındır.


Makale ve Analizler - 2019

103

Son gelişmeler geleceğimiz açısından çok acı bir gerçek. Bütün partilerde alıp yürüyen sökülme olayları bilinçli bir sürecin güç kazandığına kanıttır. Bu halk düşmanlığına karşı halk kükreyişi olacaktır. Halkın beynine darbe indirmek istenirken, daha önemlisi irademize yeni bir balyoz (büyük tokmak) indi. Gerçeğin tablosu şudur: 26 Mart 2017’de yapılan erken meclis seçiminde, tanıdıkları ve destekledikleri kişiyi işaretleme usulüyle (1 500 000 ‘bir buçuk milyon’ seçmen bu işaretlemeyi yapmıştı) ve şimdiki meclise 80 milletvekilinı böyle gönderdi. 16 Kasım 2016’da yapılan halk oylamasında 2 500 000 (iki buçuk milyon) vatandaş sistem değişikliği ve bu arada, parti listelerinden vaz geçip, halkın kendi seçtiklerini meclise göndermesi usulü uygulanmasına oy verdi. Bu sistemin adı en fazla oy alan kazanır (majoriter) seçim sistemidir. 15 Şubat 2019 tarihli meclis oylamasında bu isteklerin hepsi, halk iradesinin toplamı arşivlendi, rafa kaldırıldı, çöpe atıldı. Sanki meclis babalarını mülkü, sanki halkımızın iradesi ipotekli, sanki sözde demokrasi ortamında “kölelik düzeni” kapısı aralanıyor. Yukarıda yazdıklarımı şöyle özetleyebilirim: 15 Şubat 2019 tarihinde Sofya meclisinde seçim kanununda değişiklik yapıldı. Tercihli seçim hakkı kaldırıldı. Böylece Bulgaristan Türk seçmenin gönlünce seçim hakkını kullanarak oluşturduğu HÖH dışı siyasi kimlik böylece baltalandı. Vurgu yapıyorum: Bulgaristan’da HÖH dışı politik kimlik oluşmanın birçok yolu vardı. Bu yollardan biri olan DOST-HŞHP yolu 26 Mayıs 2019 Avrupa Birliği seçimleri için artık tamamen kapanmış bulunuyor. Boş umutlara kapılmayalım… İrademizin zafer yolunun sonuna kadar açılabilmesi için önemli olan Türk seçmende geleneklerimiz bozulmadan birbirimize asla düşmeden yeni güçlü bir inanç oluşmasıdır. Bu inancı oluşturmak, davul sesi duydukça oyuna kalkanların işi olamaz. Bu yeni inanç, düşüncemizin farklı öğelerini, bir mıknatısın manyetik bir metalin eğe tozlarını düzenli bir şekilde topladığı gibi toplayacaktır. Mıknatıs olabilme niteliklerini tamamen yitirmiş olan eski galaganları (geçersiz demir paraları) cüzdanınızdan atınız, dışı şık içi boş tiplere çarşıda pazarda selam dahi vermeyiniz, kendilerine umut bağlamayınız. Onlar taşı kırık yel değirmenidir Bu iş her şeyden önce yeni bir kişilik oluşturmayı gerektirir. Bunun adına HÖH (DPS)-DOST ve HŞHP dışı bir kimlik diyebiliriz. Bunu yapabilmemiz için akademilerde okumamız gerekmiyor. Ahmet Doğan’ın “feylesof” (boş kafa) olması için kendisini “DS” subayı Mihaylov gibi birinin buna yetmesi de gerekmiyor. Bu kişiliği oluşturma becerisi bizim içimizde


104

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ve ruhumuzda doğuştan var zaten. Bu, yağmurda şemsiye açma, kumsalda mayo giyme gibi bir şeydir İnsanın kendisini şartlara uydurması varoluşunda gizlidir. Tarihte, Cumhuriyetçi Türk kimliği, Reform ve devrim hareketleri kimlikleri hep böyle oluşmuştur. 1984-1989 zulüm yılları arasında direnişçi Türk kimliğimiz oluştu. İçimize kapandık, sözümüzü kıstık, sabırlı olduk ve patlama günümüzü bekledik. Kişiliğimizi direniş cesaretiyle besledik. Mayıs 1989’da ayaklandık. Ayaklanmacı kimliğimiz oluştu. Aramızdan öncü kimlikli yerel önderler sivrildi. Alayların başını geçtiler. Ayaklanmacı kimliğimiz (1984-1989 zulme karşı oluşan kimliğimiz) hak ve özgürlük isteklerimizi dünyaya duyurdu. Her şey o kadar zordu ki, çapamız silahımız oldu, susarak zafer yazdık, gömleklerimiz bayrak oldu, Batı Radyoları sesimiz oldu. Ayaklanmacı kimliğimiz böyle şekillendi. Demokratik Lig (Birlik) ve Viyana 1989 Dayanışma vb örgütlerde bu kimlik politik nitelik kazandı. Halka indi ve siyaset sahnesine çıktı. Halkımızı kucakladı. Bulgaristan Türklerinin çok derin bir halk ruhuna sahip olduğunu görmeyen kalmadı. Biz, bizi Bulgarlaştırma kasabına götüren sürüden böyle ayrıldık, kaçtık ve Türk kimliğimize sarıldık ve ayakta kaldık. İnsanın kişilik değiştirmesi KİMLİK değiştirmesi anlamına gelmez. Kişilik değiştirmesi de zor olur. Çünkü DPS’ye de seve seve gönül vermiştik. Ama onun bir alameti ile adı kaldı, özü değişti ve biz de yeni zamana uymak ve haklarımızı söke söke almak zorundayız. Sonunda şunları ilave etmekte yarar görüyorum: Yapılan araştırma ve incelemelerimiz, sizin deneyimlerimiz biz Bulgaristanlı Türklere şunu göstermiş ve defalarca kanıtlamıştır. Sözünü ettiğimiz kişisel değişiklik aşamalarında değişen akıl değildir, aklımız olmamıştır. Biz “Türk aklıyla, Türk zekâsıyla kaldık!” Değişen duygularımızdı ve duygularımızın değişmesi bizim yeni kişiliğimizi oluşturdu. Bu konuyu da kendi örneklerimizle özel olarak yazmak istiyorum. Şöyle ki, insan beynine pimse sokup oradan bir şeyleri çıkarıp yerine başka bir şeyler sıkıştıramazsınız. (Bulgarlar bize bunu yapmak istedi, olmadı.) Fakat duygularımız dalgalı deniz gibidir, dalgalar birleştiğinde dur önüne durabilirsen….. Devam edecek: Eski siyasi partiler dışı yeni kimliğimizin şekillenmesi. Okuyun, paylaşın tartışınız birlikte gerçekleri bulalım. Biz her zaman sizin halkın yanınızdayız. Okuduğunuz için teşekkür ederim.


Makale ve Analizler - 2019

105

Irkımızın Ruhu Canlıdır

Tarih: 17 Şubat 2019 Yazan: Nedim AKIN Konu: Bulgarlar Kimliksiz kişilikten neden yanadır? Bulgaristan’da iktidarın kaldıramadığı taşlardan biri, İSTANBUL SÖZLEŞMESİ adıyla bilinen belgenin toplumu ikiye bölmüş olmasıdır. İstanbul Sözleşmesi nedir? İstanbul Sözleşmesi olarak anılan Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi, 11 Mayıs 2011’de İstanbul’da imzaya açıldı, 1 Ağustos 2014’te yürürlüğe girdi. Fakat Sofya meclisinde hala onaylanmadı. Bulgaristan’da 2009’dan beri, belirli aralıklarla GERP partisi iktidardadır. Başbakan da, hep GERB partisi başkanı Boyko Borisov’tur. Sofya’da bu sözleşme kamuoyuna takıldı, Kilise, Müslüman Diyaneti ve diğer din kurumlarıyla birlikte bilim insanları, yazarlar, gazeteciler, sivil toplum örgütleri vb bu sözleşmede toplumun ve ailenin geleceği için tehlike gördüğü için tepkili davranıyor. Sözleşme, çerçevesinde ev içi şiddet, aynı evde yaşıyor olsun ya da olmasın mevcut ya da eski eş ya da partnerler arasında yaşanan her türlü şiddet edimini içerecek şekilde anlaşılır. Fakat bu temel görüş Bulgaristan’da etkili olmadı. Sözleşmeyi uygulayan Avrupa Birliği (AB) ülkelerinden gelen haberler sert tepki uyandırıyor. Verilen örnekler arasında çok çarpıcı olanlarda şunlar ima ediliyor. Bebe dünyaya geldikten sonra anne ve babasının adı kayda geçmeyecek. Çocuk yalnız kendi isminle yaşayacak. Anne ve baba, nene ve dede isimlerinin kutsallığı yok ediliyor. Milleti ve hangi dine mensup olduğu da kayda geçmiyor. Bu konuda Bulgaristan kamuoyu geleneksel yola bağlı kalınmasında nüfus kayıt belgelerine yeni doğan bebenin kendi isminin, ana baba ve soy isminin kaydedilmesinde direniyor.


106

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Medyada yayılan haberlere göre, bu sözleşmeyi uygulayan İskandinavya ülkelerinde kadına, çocuğa ve genelde aileye taciz kontrolü uygulayanlara, “aile çocuğa bakamıyor, çocuğa şiddet uygulanıyor” gibi iddialarla İsveç’te 2018’de 1000 (bin) çocuk aileden alınmıştır. Bununla birlikte çocuk aldırma konusu da tartışmaya açılmış durumda. Ortodoks kilise bu konuda hayatı koruma hakkından yana çıktı. VMRO– partisi faşistlerinin doğum teşviki ile ilgili yasa tasarısında buram buram ırkçılık kokuyor. 140 yılda memlekete bir Çingene (Romen) okulu kurmayan ve 2 700 Türk okul ve medresesini kapatıp yıkan, diğer azınlıklara da (Makedon, Ulah, Gagavuz, Tatar) kendi okullarında ve kendi anadillerinde okuma ve gelişme hakkı tanımayan Bulgar monarşi, totaliter rejimleri ve hükümetleri şimdi mecliste şu yasayı tartışmaya hazırlanıyor. Başkent Sofya’da ve Sofya dışında farklı çocuk parası ödenecek. Gerekçe: Sofya’da hayat daha pahalıymış. İki, yeni doğan çocuğun ancak anası ya da babasından birisi lise diploması gösterebilirse, birinci çocuk için 200, ikinci çocuk için 500 ve üçüncü çocuk için 1200 leva çocuk parası alabilecekler. Köyde, okulsuz mahallelerde ilk okuldan öte okuyamamış, GETTO-larda okul görmemiş anababalara devlet ek doğum ve çocuk parası vermeyecek. Yüksek Okul ve Üniversite bitirmiş, yüksek lisans yapmış olan ana babalara ise daha büyük ikramiye ödenecek, faizsiz ev kredisi verilecek vb. Demek oluyor ki, bundan böyle Bulgaristan’da sözüm ona evrensel değerlerin yetiştirilmesi ancak öğrenimli ve eğitimli Bulgar alilerden beklenmelidir. Çünkü devlet onlara bel bağlıyor. Azınlık çocukları sütsüz, mamasız, aşısız büyümüş kimin umurunda? Şu soruları sormak istiyorum: Hangi çocuğun deha olacağını kim bilebilir? 1876 Nisan Ayaklanması önderlerinden Çoban komita Zahari Stoyanov Slivne (Sliven) bağlı Medven köyünde kör-cahil çoban Romen ailesi çocuğu değil mi? Prof. Çirkov da Lom Romen mahallesinden değil mi? Anası babası hangi okulda okumuş. Bulgaristan Türklerinden Avrupa Serbest Güreş Bayanlar şampiyonu- 2018 bulgaristan Sporcusu Bayan Tayibe Hüseyin’in anası babası yüksek tahsilli mi? Okullarımız kapalı olduğundan Türkçe yazıp okuması var mı? Bu örnekler sıralamakla bitmez. Yaptığınız faşizmdir. Memleket buram buram faşizm, ayrımcılık, ırkçılık, kölecilik zihniyeti kokuyor ve bunun yolunu mutlaka kesmek lazım.


Makale ve Analizler - 2019

107

Önce şu soru var gündemde: Bizim çocuklarımızı, torunlarımızı neden yetersiz, cılız, hastalıklı, bakımsız bırakmaya gayret ediyorlar. Kendi soylarından taşı sıkan su akıtan, kendilerini diğer ırklardan üstün gören, kalın enseli babayıtlar yetiştirmek için olsa gerek. Öyle de. Bunu kendileri de gizlemiyorlar. Tarih boyu kimseye bir yudum su vermemiş olanların gerçek yüzü bebe mamasına dikilince bunu anlamayan kalmadı. Ama biz gelelim kendi konumuza, bizi yok etmeyi, kökümüzü kurutmayı amaçlayan bu gidişi nasıl durdurabiliriz. Bu konuda biz artık HÖHDPS hainliğinden, DOST ve HŞHP – yağcılığından hiç bir şey beklemiyoruz. Çünkü bu olaylar mecliste ve meclis dışında Türklük, İnsan Hakları, Adalet ve demokrasi davasına ihanet eden ve zamanları kesin dolanların gölgesinde ve tebessümlü bakışları önünde gelişti. Biz soya dönmek, ırk ruhumuza dört elle sarılmak ve üstün gelmek zorundayız! Bizi ve memleketimizdeki diğer azınlıkları kısıtlamak, körleştirmek ve cahil – güçsüz kılmak için alınan önlemleri ancak biz kendimiz kaldırabiliriz. Ahlak ve geleneklerimizden, yaşam tarzımıza konan yasaklardan oluşan bu kısıtlamalar 1991 Anayasasıyla bir yere kadar kaldırılmış olsa da, totaliter zulüm dönemi yasaklarının kırıntıları kalmıştı, şimdi bunlara aşırı milliyetçi, ırkçı ve faşizan güçlerin yasa önerileriyle yenileri ekleniyor, kırıntılara hayat hakkı kazandırılıp güç aşılanmak isteniyor. Bu son yasakları işiten Romen kadınlar, “istediğim gibi sevişir, istediğim kadar doğururum. Bulgar devletinden yardım isteyen yok, o da bizden asker istemesin!” cevabını verdiler. Bu sözler GETTO-larda susuz elektriksiz, okulsuz ve sağlık ocağı olmayan mahallerde de milli azınlık ruhunun yaşadığını herkese duyurdu. Faşist Karakaçanov gibi sapıkların (halk arasındaki yeni lakabı “göbekli”) alacakları son tedbir kadınları kocalarından ayırmak olabilir. 17. Asırda Almanya GETO-larında Yahudi ve Çingenelere uygulanmıştı bu. Uygulanmış da, sevişme ve doğum durdurulamamıştır. İkinci Dünya Savaşında 7 milyon Yahudi ve Çingene yakıldığını herkes biliyor. Sevişme ve doğumlar ırk ruhunu yaşatan kudrettir. Bu ruh, aynı halktan, aynı ırktan olan bireylerin çoğunluğuna özgü olan bir görme, duyma, isteme, algılama biçimini belirler. Bizim halk bilgimizde “o baksa da dünyayı biz gibi göremez” bilgeliği bunu yansıtır. Kendiliğinden olmak üzere katılımsal bir görenek oluşturur. “Herkes neredeyse biz de orada”, “Bu işte ayrı gayrı olmaz” değimleri bu kaynaktan beslenir. İnanınız!


108

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Hiç bir şey bizim bu göreneğimizden, duygusal kenetlenmiş liğimizden daha güçlü değildir ve olamaz. Bu, diğer milletlerin birçoğunda olmayan bir şeydir. Biz ansızın yüreklenebilen ve birdenbire kenetlenebilen bir ırk ve milletiz ve başka bir değişle biz volkan gibiyiz. İster gürler, ister titretir, ister kusar, ister sel gibi akar, ister fışkırır, istersek yalnız kara bulut olup gökyüzüne hakim oluruz. Bizi istememelerinin temel nedeni de budur. Korkuyorlar. Bu asla aşılmaz bir korkudur. Bu kudretimizin sırtını yere getiren henüz anasından doğmamıştır. Bu ırksal etki bütün değişimlere karşın bir kuşak (çember, halka) ortaya çıkarabilecek, bizi kuşatacak dönüşümleri sınırlar, kısıtlat ve kaderini yönlendirir. Bu olayı tarihsel örneklerle açarsak. II. Murat’ın 40 000 kişilik seçkin bir orduyla Balkanlara geçip Edirne, Selanik, Niğbolu, Varna, Kosova ve başka savaşlarda Haçlıları yenmesiyle gösterebiliriz. O galip gelmeseydi, o zaman Bulgar topraklarının hali ne olurdu, onu bir düşünün! Bilenlere hatırlatıyor, bilmeyenlere anlatıyorum. II. Murattan 200 yıl önce, XII. Yüzyılda Konstantinapol’e (İstanbul) yönelen Haçlılar bir süre bugünkü Burgas ilinin “Bılgarevo” köyünde kalmışlardır. Bugüne bugün bu köyün kadınları kırkına basmadan sapıtır, delirir. Irk ruhu bozulmuştur. Tarih kitaplarında bu gerçek anlatılmak istenmiyor ama değişen bir şey yok. O köyden kız almayanlar hala çok… Bunlar tarihsel gerçeklerin derinliğindeki “inciler” dir. O zamandan beri o köyde, yaşadığımız topraklarda çok değişikler olmuştur, hatta zihinsel değişikliklerin olduğunu düşünenlerimiz de vardır, fakat değişen yalnız görünürde olandır. Bulgar ırkın içinde var olan bu ırz korkusunun kökleri çok derindir, 140 yıldan beri şiddet belirtilerini 6 kuşaktır yaşıyoruz ve kurtuluşu periyodik göçlerde görüyoruz. Bu tarihten gelen ve yakında olan herkese karşı bir saldırı şiddetidir. Ulusların değişe bilirliği üzerinde daha geniş durmak isterdim, ama ne yazık ki Bulgarlar Osmanlı ümmetinden bir milliyet olarak ayrılsalar da son 140 yılda millet olgunluğuna ulaşamadılar. Bulgarlardaki duygusal değişim olumlu yönde değil, maalesef olumsuz yönde – insan düşmanlığı ve ayrımcılık – yönünde gelişti ve ülkedeki maneviyat bir “bataklığa” dönüştü. Bu noktada, özellikle nefret, korku, hırs, kıskançlık ya da hasret, kibir ve coşku duygularından söz etmek zorundayım. 1876’ı Nisan Ayaklanmasında, 1912 Birinci Balkan Savaşı’nda, 1972, 1982, 1984 ve 1989 devlet terörü uygulanmasında bunlar yaşandı ve toplumu derin yaraladı.


Makale ve Analizler - 2019

109

Yeni yazımızda bu konuyu, güncel örneklemelerle “nefret” üzerinden analiz etmeye devam edeceğiz. Çünkü bizi üzen, ufkumuzu karartan tüm didişmelerin kökünde bugün iktidarda olanların tarihsel ezikliği yatıyor. Yukarıda örneklerini verdiğim ayrımcılık da bu kaynaktan geliyor. Nefret onların ırksal ruhunda var. Okuduğunuz için teşekkürler. Dostlarınızla Paylaşınız lütfen


110

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2019

111

Bu Defa Kimseyi Uyutamadılar Tarih: 18 Şubat 2019 Yazan: Kalin Manolov (Fakti.bg. 18 02 2019) Çeviri: Raziye ÇAKIR Konu: Suçlular suçsuz kaldıkça adalet olmaz.

Uydurma biri isim olan “soya dönüş süreci” (çev. 1984-1989 zulmü) davasının hala sonuçlanmadığını “vTV” ekranından öğrenince hayrete düştüm! Bu davanın sona ermesi için belirlenen son tarih 2003 yılıydı. Ne ki o zaman Bulgar savcılığı tanıkların HEPSİ sorgulanmadan “dava dosyası kapanamaz” kararı almıştı. “Belene” kampında kalmış Bulgaristan Türklerinden birine davanın çok uzadığından dolayı 30 bin leva tazminat ödendi. Sofya Şehir Mahkemesi bu konudaki açıklamasında “mağdur olan kişilerin bir insan ömrü boyunca haklarını elde edemediklerine” işaret ederek “adil yargılama imkânsız olmuştur,” dedi. Sofya İl Askeri Savcılığı ise açıklamasında “verilen zararın mağdurların sadece “Belene” komünist kampında tutulmalarından kaynaklandığı” sonucunu yayınladı. Bununla birlikte, Sofya şehir Mahkemesi s.o. “soya dönüş süreci” davasının sonuca bağlanması için mahkemeye tanınan bir aylık süreye uymamıştır. Taraflardan hepsinin ömrünün son gününe kadar karar çıkmazsa da şaşmamak gerek. (zaten dava dosyasında ismi geçen suçlulardan eski başbakan Georgi Atanasov hariç hepsi vefat etmiştir.) Bu davanın son duruşmada daha geç bir tarihe ertelenmesi, kuşkusuz güya “Birleşik Yurtseverlerin” (faşistlerin) baskısı sonucu olmuştur. BUNA İLİŞKİN KESİN KANITLARIM OLMASA DA “ANLAŞILIR TAHMİNLERİM” VAR. Bundan tam bir yıl önceydi. 12 Şubat 2018’de, o dönemin Başbakan Yardımcısı Valeri Simyonov’un partisi, 1984 yılının Aralık ayında bu filmde Bulgaristan Müslüman topluluğundan bir çocuğun öldüğü ve isimlerinin değiştirilmesine karşı direnişe kalkan Bulgaristan Türklerinin küçük yaşta çocuklarının tanklarla ve başka ağır zırlı araçlarla ezildiği ve bu olayların kaba “sanat” yalanı olarak kullanıldığı gerekçelerini öne sürerek, Bulgar Ulusal Televizyonu 1. Kanalında “Kaybolan Gözler” filminin gösterilmesini yasaklamıştı.


112

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

(Faşist bir örgüt olan) Bulgaristan’ı Kurtarmak İçin Ulusal Cephe (NFSB) “soya dönüş süreci” adıyla propaganda edilen, yakın Bulgar tarihinden çok karmaşık, çok çelişkili ve çok hasta olan dönem, “gerçekçi bir tarihsel değerlendirme bulamamıştır” saptamasında bulundu. Bu tespitin Savcılık tarafından yapılmasını beklersek asla yapılmayacaktır. Eğitim ve Öğretim bakanlığının yapmasını beklersek ise, Bulgar okul çocuklarının çoğu babalarının 1980’yıllarının sonunda 360 bin Bulgaristan Türki vatandaşımızın ata-vatanlarından sökülerek evlerinden çıkarılıp zorla sınır dışı edildiklerini asla öğrenemeden okul bitireceklerdir. 2012 yılının Ocak ayında Bulgar parlamentosu olayı görüştü ve “etnik temizlik yapılmıştır” sonucuna vardı. Ne ki, bu açıklamadan tam 4 yıl öncesinde, 2008 yılında, o yıllarda Sofya Belediye Başkanı görevinde bulunan, şimdiki Başbakan Boyko Borisov bir demecinde, s.o. “soya dönüş sürecinde” temel yanlışın HEDEFTE bulunmadığını, gerçekleştirilmede kullanılan yöntemlerin yanlış olduğunu” ifade etmişti. Askeri ve sivil yargıç ve savcıların da aynı görüşte olmamalarına şaşmamak gerek. BU OLAY BAŞKA BİR DEVLETTE OLSAYDI BU YARGIÇ VE SAVCILARIN HEPSİ TUTUKLANIP YARGILANIRDI. NE YAZIK Kİ, BU BULGARİSTAN’DA BÖYLE OLMUYOR. İzninizle ben sizlere, bu arada bilmeyenlere ve bildikleri halde bilmediklerini söyleyenlere sözüm ona “soya dönüş süreciyle” ilgili bazı kişisel izlenimlerimi paylaşmak istiyorum. İSİMLERİNİN DEĞİŞTİRİLMESİNİ KABUL ETMEYEN BULGARİSTAN TÜRKLERİNİN BULGARİSTAN’DAN ZOR KULLANILARAK KOVULMALARI, KOMÜNİST PARTİSİ TARAFINDAN XX. YÜZYILIN DAHA 1950 YILLARINDA BAŞLATILAN ASİMİLE EDİLMELERİ KAMPANYASININ SONU OLDU. O yıllarda Bulgaristan Komünist Partisi (BKP) Merkez Komitesi (MK) örgüt işleri sekreteri olan Georgi Atanasov “soya dönüş süreci” kavramını kullanan ilk kişidir. Onun iddia ettiğine göre, bu, “Türk burjuva milliyetçiliğinin etkisinin şiddetlenmesine karşı” ülkede “milli sorunu” çözme yolunda bir başarısız deneme oldu. 1982 yılının Eylülünde kırca Ali BKP MK Birinci Sekreteri Georgi Tanev Sofya’ya merkezine gönderdiği gizli bir raporda şöyle demiştir: “Genç kuşak çoğunluğu parti politikasına destek veriyor, fakat politik bilinç dizeyi hala oldukça düşük düzeydedir, istekli olsalar da, aile ortamından aldığı inançlar, sınıfsal-parti konumundan anne ve babalarının batıl görüşle-


Makale ve Analizler - 2019

113

rine, İslam kökten dinciliğine ve milliyetçiliğe karşı etkide bulunabilmesine engel olmaya devam ediyor.” Bu gençlerin eve beyinleri bugüne bugün Kurban Bayram’ı kutlamaya devam ediyor, erkek çocuklarını sünnet ettiriyorlar. Bulgarların Türk isimli vatandaşlara olumsuz tavrından kendini “sorumlu” tutan Tanev, eğitim ve ideolojik çalışmalarda daha yoğun olmaya ve Bulgaristan Türklerinin yaşadıkları yerleşim yerlerinde sanayi tesisleri açılmasına ısrar ediyor. Tahminde bulunan Tanev, “bu milliyetçi saldırı koşullarında ve halen olgunlaşan göç havasında, Türkler arasından burada kalmak isteyenlerin sayısının az olacağını” bildiriyor. “Soya dönüş sürecini” devam ettirme ve özellikle de sonuçlarının “pekiştirilmesinde” gizli servis ve onun buradaki ajanları sonuç belirleyici olan güçtür. Onlar, kundakçıların dördü gizli polis (DS) “eski” ajanı olan, 19841987’de gerçekleştirilen 19 yangın ve kundaklama da aralarında olmak üzere, Bulgaristan’daki bir sürü terör olayına işaret ediyorlar. Türk milliyetçiliğinin en ciddi aşırılığa neden olan gerekçeleri arasında artık isimlerini “gönüllü” değiştirmiş olanların veya hepsinin isimlerinin yeniden değiştirilmesi öne sürülüyor. “İkinci Kıbrıs’tan”, “terörizmden”, “Türk otonomisinden”, “bölünmeden” ve “içte ve dışta kabaran Türk tehlikesinden”, demografik durumdan vb benzer gerekçe ve deliller kullanıyorlar. 1984 Noel’inden 1985 Şubatına kadar 800 000 Türkün ismi değiştirildi ve ellerine Bulgar isimleriyle kimlik verildi. Bu işte, Türkleri korkutmak, direnişlerini kırmak ve boyun eğmeleri sağlamak için birçok yerde silah kullanıldı, ateş açıldı, zırhlı araçlar çağrıldı. İsimlerin değiştirildiği köylerde iş bittikten sonra eski ve “yeni Bulgarların” aynı sofraya oturması, köy meydanında el ele tutulup birlikte horon tepmesi adet oldu. Komünistlerin ikiyüzlülüğü yürek sızlatıcıdır. Göçe zorlananların birçoğunun çocukları Bulgaristan’da kaldı. Aileler parçalandı. 16 yaşındaki Aysel Özgür olayı bilinir. Bulgar devleti kızı Türkiye’ye kovulan ana babasına vermedi. Gerekçe olarak kızın adının başka olduğu iddia edildi. 1987’de Aysel zor zar Ana-babasına teslim edilebildi. Sözde “soya dönüş sürecinde çok kurban var. Güney Doğu Bulgaristan’da 8 ilde 24 Türk kurşunlanarak öldürüldü.


114

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

17 aylık Türkan kızın Mogilyane köyünde kurşunlanması türkleri ayağa kaldırdı. Olay 26 Aralık 1984’te oldu. Geçen sene Valeri Simyonov Türkan bebe filminin gösterilmesine yasak koymuştu. “Soya Dönüş süreci” adıyla anlatılan olaylarda işlenen cinayetlere karşı dava 1990’da açılmıştı. Daha sonra Silahlı Kuvvetler Savcılığı “ırk ve inanç düşmanlığı propagandası yapmaktan” Todor Jivkov, Gen. Dimitır Stoyanov, Petır Mladenov, Georgi Atanasov ve Penço Kubadinski’ye karşı dava açtı. 1993’te askeri savcılık suçlamasını geri çekti ve ceza kanunu madde 387, iık 2’ye göre yeni dava açtı. 1995’te Yüksek Mahkemenin Askeri bileşimi 1984-1989 yılları arasında zulüm gören kişilerin hepsinin mağdurların soruşturulması isteğiyle davayı geri çevirdi. Burada söz konusu olan dünyanın dört bir yanına dağılmış olan binlerce tanığın davet edilmesi ve sorgulanmasıdır. 2012’de dosyası kapanan davanın süresi daha sonra en az 10 kez uzatıldı. Bilirkişilik savcılığın değişik katları arasında dolaştı, herkesin sorgulanması istendi. Sonra “sorgulama işi bitti” dediler ve herkes bu davayı sanki unuttu. Öyle iddia edilse de, bu dosya henüz kapanmamıştır. Mağdurlar bunu hatırlıyor. Bu dava gün gelir “soya dönüş davası” sona erdiğinde, mağdurlardan yüzlercesi Bulgaristan’ı mahkemeye verecektir. Davayı kazanan yüzde yüz onlar olacaktır. Tazminatları ödeyecek olan ise biziz. Oysa bu tazminat faturalarını BSP ve DPS’ye göndermek gerekir.


Makale ve Analizler - 2019

Bir Milleti Yok Etmek Isteyenler, Ilk Önce Dilini Hedef Alırlar

115

BGSAM Bir milleti tarih sahnesinden indirmek isteyen güçler, ilk önce o milletin dilini hedef alır. Milletlerin, sonsuza dek varlıklarını sürdürebilmelerinin can damarı olan dilleri tahrip edilince, nesiller arasında milletin devamı için vazgeçilmez olan değerlerin nakli imkânsız hale gelir. Bir kuşak sonra, kültürel iletişim kesilir. Milli kimlik yeni kuşaklara ulaştırılamaz. Sonra, o milletin bütünlüğü ve kültürünün tüm sembolleri tarihten silinip gider. Çünkü bir milletin varlığının temel unsuru; onun kültürü ve sesi olan dilidir. Dil, bir kültürün canlı organizmalarını oluşturan varlığının, tek tek fertlerle ifadesidir. İnsan dilini terk edince, temsil ettiği kültür ve milli kimlik de tarih sahnesini terk eder. İhanete uğrayan milletler ilk önce dilini, kimliğini, sonra da bütünlüğünü kaybeder ve yok olurlar. Örnek Hititler ve Keltler gibi. *** Tarih boyunca Türk diline yönelik değiştirme ve yok etme faaliyetleri ne yazık ki, zaman zaman başarıya ulaşmış, inançlarını ve milli kimliğini koruyamayan Türk boyları ve onların kurdukları devletler, silinip yok olmuşlardır. Anadolu, XI. Yüzyıldan başlayarak, önce batının; haçlı seferlerinin, sonra XIII. Yüzyılın başlarında doğunun; Moğolların saldırılarına uğradı. 1071 Malazgirt zaferiyle birlikte, Anadolu’yu ebedi Türk yurdu yapan, Oğuz ve Selçuk Türkleri zor durumdaydı. Türkler, Anadolu’yu ebedi yurt edinmişlerdi, ama Moğolların siyasi ve ekonomik baskıları karşısında acziyet içerisinde kıvranıyorlardı. Düştükleri bu durumun nedeni çok açıktı; Milli kimliğe ve onu oluşturan başta dil olmak üzere, töre, inanç ve geleneklere sahip çıkmamaktı. Anadolu Selçuklu Devleti, II. Gıyasettin Keyhusrev dönemi sonu itibarıyla, Moğolların baskısıyla Türk kimliğini, devletin resmi ve kültürel politikalarının dışına itmiş, Moğollara teslim olmuş, Farsça ve Arapçayı bütün devlet kademelerinde yazı ve edebiyat dili olarak kabul etmişti.


116

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İşte Karamanoğullarını, Türk tarihi içerisinde bu çok önemli konuma oturtan ve Türk milletinin tarih sahnesinden indirilmesini engelleyen yüce görevi; Terk edilmeye yüz tutmuş bir kimliğin, temel ileticisi olan kendi dillerini, yeniden tarih sahnesine yerleştirmeleriydi. Moğol istilasıyla büyük bir kargaşanın yaşandığı Anadoluyu, çevresine toplanan Candar, Saruhan, Eşrefoğlu ve Hatıroğlu gibi birçok Türkmen beyiyle ayağa kaldırmayı başaran Karamanoğlu Mehmet Bey, milletinin bekasında en önemli unsur olan Türkçeyi resmi devlet dili ilân etmişti. “Bugünden sonra divanda, dergâhta, divanda, dergâhta Türkçeden başka dil kullanılmayacaktır”, diyen Karamanoğlu Mehmet Beydir. Öncü lider Mehmet Bey’in yaktığı bu ateş, dünyanın en uzun ömürlü imparatorluğunu kuran Osmanlı’da, güzel dil Türkçenin devlet dili olmasına zemin hazırlamıştır. Böylece Fuzûli’nin, “Ey Arap, Acem ve Türk milletlerine feyiz veren Rabbim!.. Sen Arap kavmini dünyanın en fasih konuşan kavmi yaptın, Acem hatiplerinin sözlerini İsa’nın nefesi gibi cana can katan bir güzelliğe ulaştırdın! Ben, Türküm ve Türkçe söylemek istiyorum, benden iltifatını esirgeme Tanrım.” Diye ettiği duayı Yüce Allah kabul etmişti. İşte Kahramanoğlu Mehmet Bey, Yunus Emrelerin, Hacı Bektaş-ı Velilerin ve Mevlanaların büyüdüğü, bu ebedi yurt muhitinin şanlı ve şanslı bir çocuğuydu. O, 1246 yılında dünyaya gözlerini Toroslarda açtı. Karamanoğlulları, Oğuz Türklerinin Salur boyuna mensup bir Türk kabilesidir. Malazgirt zaferiyle Anadoluyu ve Mezopotamya’yı ebedi yurt edindiler. Malazgirt zaferinin en önemli sonuçlarından bir tanesi; Türk boylarının Artukoğulları, Mengücüklüler, Danışmendliler ve Anadolu Selçukluları adlarıyla Türk devletleri olarak ortaya çıkmasıdır. Oluşturucu unsurlar şunlardı: GERMİYANOĞULLARI(1299-1429) – Malatya Kütahya yöresinde KARESİOĞULLARI (1304-1360) Balıkesir. Denişmenoğulları soyundan gelmişlerdir. HAMİTOĞULLARI(1300-1423) – Isparta ve Antalya yörelerindedir. MENTEŞOĞULLARI(1261-1424) – Muğla – Denizli. SARUHANOĞULLARI (1313-1410) – Manisa. CANDAROĞULLARI (İsfendiyaroğulları) (1292-1461) Kastamonu, Sinop


Makale ve Analizler - 2019

117

OSMANOĞULLARI(1299-1922/1924) – Kayı soyunun Dünya İmparatorluğu yolu Ankara Karacadağ bölgesinden başlar, Söğütte iner, 1299’da Osmanlı devleti kurulur ve XV. Yüzyılda Anadolu’da Türk Beyliklerinin birliğini sağlar. Bu beyliklerin halkı 46 Türk lehçesi konuşur. Atatürk’ün Dil İnkılabına kadar Türk dili kendi başına, yazılı ve sözlü devlet dili olamaz. *** Selçuk Sultanı Alaeddin Keykubat’ın Bey’in Bizanslılarla ve çevredeki diğer Hıristiyan gruplarıyla ilişkilerinde, en çok güvendiği yardımcısı (1220’lerde) Karamanoğullarından Nureddin Bey olur. Antalya, Mersin ve Çukurova Bölgelerinin Türkleştirilip İslamlaştırılmasında önemli bir rol oynamıştır. Nureddin Bey ölünce yerine, Karamanoğullarının da isim babası olan oğlu, Karaman Bey geçer. Moğol işgalinin Türkler üzerindeki baskısı; Türk Beylerinin, Moğollarla birlikte Selçuklu Sultanlarına karşı da büyük bir tepki duymasına yol açmıştır. Selçuklu Devleti tüm varlığı ile Moğolların eline geçmişti. Türkçe, sosyal hayatın ve devlet kademelerinin dışına itilmişti, Oğuz Türklerinin inanç sistemleri İran tesirine girmiş, Türkçe; Farsça ve Arapçanın ağır baskısı altında kalmıştır. İşte böyle bir ortamda, Karaman Bey, tarihimizde ilk Türkçe Kurultayı toplayandır. Kurultay Konya’da toplanmış ve Türk kültür ve töreleri üzerindeki tehlikeleri görüşmüştür. Moğol istilası devrinde milli kültürümüzü oluşturan öğelerin başında gelen Türk dilinin büyük yaralar aldığı tespit edilmiştir. Türkçeye saldırıların yönleri belirlenmiştir. O zaman Türkçenin yerleşmiş yazı dili yoktur. Yazıda, Farsça ve Arapça kullanılırdı. O zaman Türkçe şehirlerde unutturulmuş, uç beyliklerde de can çekişmektedir. Dönem 1200’lü yıllardır. Türk Dilini, yazı dili haline getirmedikçe, Türk milletinin geleceğinden emin olmak doğrusu mümkün olmayacaktır, görüşü Kurultayda hakim olmuştur. O yıllar aynı zamanda, Türkçeyi Balkanlara – Dobrucaya geçiren Sarı Saltuk, Saruhan ve Candar Bey’lerin çağıdır. Tür nüfusunun yoğunluğuna rağmen o dönem Anadolu’da Türkçe yazı dili yoktu. Beylikler döneminin başlangıcı, Anadolu Türklüğü için milli kimliğine dönüşün de önemli kilometre taşlarında birini oluşturuyordu. Anadolu insanı Yunus Emre’yle, Sultan Veled Çelebi ve Hoca Dehanisiyle Türkçe yazmaya ve söylemeye başlamıştı. XIII Yüzyıl, “Yeni Türk Oğuz Dili Yüzyılı” olmaya namzetti. O yüzyıl Türk dili ve Türkmen kimliği üzerinde dolaşan karabulutları dağıtma asrıdır. Bu mesele hal edilmeden diğer sorunların çözülmesinin mümkün olmayacağı bilincine varılmıştır.


118

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Milli birliği ancak dil sağlar fikri yerleşmiştir. O zamana kadar Türkmenlerin İran’da “Hakaniye” yazı dili ve Orta Asya’da da Çağatay yazı dili vardı. Farsça ve Arapça’nın yerleşik diller olmaları nedeniyle, Türkmenler bunların cazibelerine kapıldılar ve “Hakaniye” ile ”Çağatay” yazı dilini Anadolu’ya taşıyıp yerleştirmediler.. Anadolu’nun Moğol istilasından kurtuluş savaşını belirleyen de o yıllarda Türk Milli ruhunu oluşturmuştur. İlk Türk dili kurultayında bu konu özet olarak şöyle dile gelmiştir: Din ve dil, bir milletin ruhudur. Tarih boyunca ne dinsiz, ne de dilsiz bir millet olmamıştır. Milliyet, bir milletin maddi vücududur. Milletlere can veren, milli kültürleri ve o kültürleri nesilden nesle aktarmalarını sağlayan dilleridir. Her millet kendi tarihini, dil ve edebiyatını bozmaya çalışan iç ve dış unsurlarla mücadele etmektedir. Bugün milletimize ruh ve dinamizm veren değerlerimizin üstü küllerle kaplıdır. Sizlerin küçük bir gayreti, küllenmiş bu kaynağı harekete geçirmeye kâfi olacaktır. Göreceksiniz, kaynak yeniden akmaya başlayacaktır. İslam’dan önce Avrupa’ya geçmiş olan Bulgar, Macar ve Fin Türkleri dillerini koruyamadıkları için Türklüklerini kaybetmişlerdir. Milli kültürün taşıyıcısı dil’dir. Dil kaybolunca, o dili temsil ettiği milli kimlik ve dolayısıyla insan’da yok olup gitmektedir. Şunu hemen ifade edeyim. Karamanoğlu Meymet beyin Türkçe Fermanı, Selçuklu Devletinin Türkmen beylerini topladığı Konya Kurultayında kabul edilmiş ve Türk Dili Selçuklu Devletinin resmi dili olmuştur. 200 yıl süren Anadolu’da Moğolarla boğuşmaya Türkmen beyler, Selçuk devleti, Arapların Mamullük orduları ve Osmanlı Padişahı Beyazıt da katıldı. En büyük yenilgi 1402’de Ankara Savaşında Beyazit Han mağlubiyetidir. Kosova gazisi II. Murat’ın (1421-1451) oğullarından Mehmet Çelebi İmparatorluğu yeniden ayaküstüne dikme mücadelesinde önce bir Divan toplamış ve bu forumda en önemli konu DİL KONUSUNU görüşmüştür. Alınan kararda, Saray ve devletin yazışma dili Farsça, ibadet ve Şeriat dili Arapça, halkın kendi arasında, işte meşkte konuşacağı dil Türkçe olsun kararı alınmıştır. Türkçenin – önem bakımından 3. Sıraya çekilmesine neden Ankara Savaşında 500 bin Türk askerin şehit düşmesi ve yalnız kadınların ve çocukların konuştuğu ağızların Devlet, İbadet ve Yargı Dili olamayacağı gerçeğidir. Başlayan, Türkçe açısından gerileme dönemidir çünkü: Karamanoğlu Mehmet Bey 13 Mayıs 1277 yılında, Konya’da, Türkçeyi resmi devlet dili ilan etmişti. Türkçe, Moğol istilasıyla birlikte başlayan öze dönüş hareketi içerisinde hak ettiği ilgiyi görmüştü. 13. Asır Türkçenin Diriliş asrı olmuştu.


Makale ve Analizler - 2019

119

Bu bakıma Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşundaki dil temeli Türkçedir. Kayı Boyları, Anadolu’da yaşadıkları acı Moğol istilasının nedenleri ve sonuçlarını iyice özümseyip Batıya, Balkanlara doğru yola çıktıklarında, buralarda anadillerini dillerini yaşatmayı başarmışlardır. Osmanlılar, Orhan Bey zamanından itibaren Türk alim, şair ve sufileri kendi çevrelerinde topladılar. Türkçenin yaygı bir edebiyat dili olmasını teşvik ettiler. Yıldırım Bayezid, Fatih Sultan Mehmet, II. Murat ve II. Abdülhamit bu davada en fazla gönül veren Alp Erenler oldular.II. Abdülhamit 1894 yılında Maarif Nazırlığı marifetiyle, bütün ortaöğretim kurumlarına “İstanbul Türkçesiyle eğitim yapılsın” talimatını göndermişti. Dil bir köprüdür. İnanç bir köprüdür. Tarih bir köprüdür, Bu manevi köprüleri sağlam tutarak, ortak değerlerimizi verimli ve etkin hale getirmeliyiz diye Büyük Önder Atatürk, Cumhuriyetle birlikte giriştiği büyük inkılaplarla, Türk milletini kendi kültür temellerinden haberdar kılmış ve kurduğu kurumlarla milletine büyük ufuklar kazandırmıştır. “Dil bağı öyle bir bağdır ki; vatanın hudutları koptuğu zaman bile kopmaz. Hudutlar aşırı olsa da, dil yine bizi birbirimize bağlı tutar”. Türkçe’nin çekilmediği yerler vatandır. Ancak çekildiği yerler, vatan olmaktan çıkar. Vatanının kendi gövde ve ruhu Türkçedir. Bu bağ uzak coğrafyalardaki milyonlarca Türk’ü birbirine bağlar” diyen, imparatorluk dili Türkçe’mizin vatan şairi Yahya Kemal. Ne güzel dile getirmiş gerçekleri “1984” adlı kitabın yazarı Gorge Orwell, 1930’lu yıllarda, Dil konusunda bakın neler söylemiş: “Milletler dil yoluyla çökertilir. Ve bir takım sürüler haline getirilir. Böylece birbirleriyle anlaşmaları ya da, belirli sloganlardan başka bir şey anlamaları imkânsız hal gelir bu kalabalıkların. Kitleselleşmiş bu kalabalıkları bir değnekle istenilen yola götürmek mümkündür.” Bu tehlike bugün de kapımızda durmaktadır. Hele Bulgaristan’da. Çocuklarımızın adlarına, giydiğimiz elbiselerdeki motif ve isimlere, dinlediğimiz müziklere, ticaret yaptığımız yerlerin adlarına şöyle bir dönüp bakmalıyız. “Tarih, tekerrürden ibarettir” gerçeğini yaşamadan tedbirlerini almalıyız. Anadolu’daki birliğin bozulmasına rağmen, beylikler dönemi Türk kültürünün ve dilinin tekrar tarihteki yerini aldığı dönemdir. Ne mutlu Türk Dili mimarlarına! Ne mutlu Türküm Diyene! Paylaşınız.


120

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2019

121

Batının Hoşgörüsü Anlayışı Ile İslam’ın Hoşgörüsü Anlayışının Karşılaştırılması Nevzat ÖZTÜRK

İslam medeniyetinin, gerek medeniyeti oluşturan asli unsurlar (Müslüman milletler) arasında gerekse dinî azınlıklar arasında birlikte yaşama kültürünü, teorik ve uygulama düzeyinde başarılı bir şekilde sağladığını görmekteyiz. İslam medeniyetinin Kuran-ı Kerim ve sünnetten oluşan temel referans kaynaklarında, Müslümanların hangi ırk ve etnik kökenden olurlarsa olsunlar kardeşlik bağıyla birbirlerine bağlanmaları ve bir vücudun uzuvları gibi algılanmaları, medeniyetin asli unsurları arasında birlikte yaşama kültürünün sağlam temellerini ortaya koymaktadır. Başka dine mensup olan azınlıklara karşı ise onların inanç ve değerlerine saygı duyulması; can, mal, din ve namuslarının garanti altına alınması yine bizzat Kuran-ı Kerim’de ve İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in uygulamalarında güçlü biçimde yer almaktadır. İslam medeniyetinin İslam Peygamberi’nden sonraki dönemlerinde de – dönemsel bazı istisnalar hariç− birlikte yaşama kültürünün Kuran-ı Kerim ve sünnetteki uygulamaları doğrultusunda canlı kaldığını, farklı din, ırk, mezhep ve kültürlere karşı hoşgörü ve saygının belirgin biçimde var olduğunu görmekteyiz. İslam medeniyetinin hâkim olduğu Asya, Afrika ve Ortadoğu topraklarında başka din ve etnik kökenlere mensup olanların varlıklarını günümüze kadar sürdürmüş olmaları da bunu ortaya koymaktadır. İslam medeniyetinin birlikte yaşama kültürü konusundaki kapasitesini daha iyi ölçebilmek ve anlamak için diğer medeniyetlerin bu konudaki kapasiteleriyle karşılaştırılması faydalı olmuştur. Birbirlerinin ardılı olarak egemen oldukları aynı coğrafyalarda sergiledikleri birlikte yaşama kültürü örnekleri incelendiğinde İslam ve Batı medeniyeti arasında çok ciddi farklılıklar olduğu görülmüştür. İspanya, Sicilya ve Balkan örneklerinde görüldüğü gibi İslam medeniyetinin egemen olduğu dönemlerde bu coğrafyalarda Müslüman, Hristiyan ve Yahudiler birlikte yaşayabilmiş iken daha sonra bu topraklarda Batı medeniyetinin hâkimiyeti dönemlerinde bu mümkün olamamış; Müslümanlar soykırım ve katliama uğramış, göçlere zorlanmıştır.


122

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Asya örneklerinde ise Budist ve Hinduların egemenliğindeki Çin ve Hint medeniyet bölgelerinde Müslümanlara yönelik günümüzde de soykırım, katliam ve saldırıların varlığını devam ettiriyor olması, birlikte yaşama kültürü konusunda bu medeniyetlere ilişkin somut ve açık bir gösterge olarak karşımıza çıkmaktadır. Günümüz Batı toplumlarında da kitlesel dış göç hareketleriyle birlikte, önemli bir kısmı Müslüman toplumlardan olmak üzere, farklı medeniyetlerden önemli bir göçmen nüfus bulunmaktadır. Bunlara karşı da Batı toplumlarında önyargıların, nefret saldırı ve suçlarının yüksek düzeyde varlığı söz konusudur. Tarihte birlikte yaşama kültürünü kendi medeniyeti içerisinde bile sağlıklı biçimde kuramayan Batı medeniyeti, günümüzde bu göçmenlerin entegrasyonu, toplumun onları kabullenmesi, saygı ve hoşgörü göstermesi konularında ciddi sorunlar yaşamaktadır. Batı medeniyetinde birlikte yaşama kültürünün, tarih boyunca belirgin bir gelişme gösteremediğini, farklı din, mezhep ya da etnik kimlikleri içerisinde barındıran çok kültürlü toplumsal yapıların oluşamadığını görmekteyiz. Bu nedenle de farklılıkları hoş görebilen, bunları kendi içinde barındırabilen bir medeniyet olma özelliğine sahip olamamıştır. Ortaçağ ve erken modern dönemde batı coğrafyasında, çok da büyük olmayan Yahudi azınlıktan başka, Hristiyanlar dışında başka bir dine mensup bir topluluğu görememekteyiz. Birçok ülkede sömürüler yapan, kan döken, zulümler yapan batılılar; günümüzde kendilerini medeni, demokrat, insan haklarına saygılı, hak, hukuktan yana ilan etmeye çalışsalar da, batıda hoşgörü kavramı; asrı saadetten yaklaşık bin sene sonra ancak felsefi bir kavram olarak kullanılmaya başlanabilmiştir. 711 yılında İslam ordularının İspanya’yı fethi ile bu topraklarda başlayan Müslüman hâkimiyeti, 756 yılında Endülüs Emevi Devleti’nin kurulmasıyla kurumsallaşmış ve varlığını yaklaşık 780 yıl sürdürmüştür. 15. yüzyıl sonunda İspanya topraklarındaki Aragon Kralı Ferdinand ile Kastilya Kraliçesi I. İsabel (evlenerek) ordularını birleştirmişler ve zayıflayan Endülüs Devleti’ne 1492 yılında son vermişlerdir. 782 yıl boyunca bu topraklarda Müslüman, Hristiyan ve Yahudiler birlikte varlıklarını sürdürmüş iken hâkimiyeti ele geçiren Hristiyanlar, diğer dinlere mensup olanları ülkeyi terk etmek, Hristiyan olmak veya katledilmek şeklindeki üç tercihten birisini kabul etmeye zorlamışlardır. Hristiyan olmayan ve ülkeyi terk etmeyenleri ise katletmiş ve İslam medeniyetinin ülkede sağladığı çok dinli, çok kültürlü yapıyı yok etmişlerdir. “


Makale ve Analizler - 2019

123

Dinlerini gizleyerek İspanya’da yaşamaya devam etmeye çalışan ve “Moriskolar” adıyla anılanlar ise halkın önünde toplu olarak yakılarak öldürülme de dâhil olmak üzere çeşitli baskı ve katliamlara maruz kalmış, nihayet 1600’lerin başında 500 bin Morisko’nun ülkeden sürülmesiyle varlıkları sona ermiştir. Benzer durum 9 ve 13. yüzyıllar arasında Müslüman hâkimiyetinin olduğu Sicilya adası için de geçerli olmuştur. Müslümanların egemenliği altındaki bu yüzyıllar arasında ada nüfusu Müslüman, Hristiyan ve Yahudilerden oluşmakta ve yalnızca adanın başkenti Palermo’da 300’e yakın cami bulunmaktaydı. Hristiyanların tekrar adayı ele geçirmesinden sonra ise Müslümanlar adadan sürülmüş, öldürülmüş veya Katolik olmaya zorlanmıştır. Avrupa’da birlikte yaşama kültürünün zayıflığı sadece başka dinlerin mensuplarına karşı söz konusu olmamış, ayrıca hâkim din Hristiyanlığın mezhepleri arasında da hoşgörüsüzlük, birlikte yaşayamama kendisini göstermiştir. Protestan mezhebinin 16. yüzyılın başlarında ortaya çıkmasından sonra Avrupa, yüzlerce yıl, sonu gelmeyen mezhep kökenli savaşlara sahne olmuştur. Bu savaşlar, farklı mezheplere mensup ülkeler ya da prenslikler arasında meydana gelebildiği gibi aynı ülkedeki Katolik ve Protestanlar arasında bir iç savaş şeklinde de ortaya çıkabilmiştir. Bu savaşlarda milyonlarca insan ölmüş, Avrupa’da aynı dinin farklı mezheplerinin bile bir arada yaşayabilme yeteneğini sergileyemediği görülmüştür. Batı dünyası kendi hegomanyasını koruyabilmek için her türlü hak ihlalini yaparken diğer ülkelere insan hakları dersi vermeye kalkmaktadır. Bu konuda; ABD’nin Louisville Üniversitesi’nde çalışmalarını sürdüren tarihçi ve nüfus bilimci Justin McCarthy, 1995’te yayınlanan “Ölüm ve Sürgün: Osmanlı Müslümanlarına Karşı Yürütülen Ulus Olarak Temizleme İşlemi” adlı kitabı, 1821-1922 yıllarında Balkanlar, Kafkasya, Kırım ve Anadolu’da yaşanan Müslüman halkların uğradığı katliamlara ve sürgüne ışık tutuyor. ABD’li Tarihçi ve Nüfus Bilimci McCarthy kitabında; -1800’lerin başında Osmanlı Devleti sınırları içinde kalan Anadolu, Kırım ve art bölgeleri, Kafkasya’nın büyük bölümü, Arnavutluk ve Bosna’dan Karadeniz’e uzanan çizgide Güneydoğu Avrupa’nın tümünü kapsayan bir coğrafyada Müslümanların, bazı bölgelerde çoğunluk bazı bölgelerde azınlık olarak yaşadığına dikkati çekiyor. Osmanlı Devleti’nin zayıflayarak dağılma sürecine girmesiyle bu bölgelerde Müslüman nüfusun topraklarından çıkarıldığını ya da katledildiğini, 1821-1922 yıllarında 5 milyondan fazla Müslümanın öldürüldüğünü, sürgün edilen ya da göç etmek zorunda kalan


124

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Müslümanların bir kısmının, yollarda açlık ve hastalıktan yaşamını yitirdiğini vurguluyor. Öte yandan Balkanlar’da, Kafkasya’da ve Anadolu’daki Müslümanların uğradığı katliamının tarihçesiyle ilgili Batı ülkelerinde herhangi bir yayına rastlanmadığını, kayıpların ders ve tarih kitaplarında yer almadığını belirtiyor.Batı Trakya’daki Türklerin, Yunanlara ait bağımsız bir Yunanistan yaratma amacına engel olarak görüldüğü için 1800’lerin başında silahlı milliyetçi grubun hedefi olduğu, 1821’de, köy ve kasabalarda yaşayan Türklerin, yerleşim merkezlerinin dışına götürülüp kıyımdan geçirildiği ve bu süreçte 25 binden fazla Batı Trakya Türkünün öldürüldüğü belirtiliyor. -İşlenen cinayetlerin yalnızca Osmanlı’ya yönelik bir nefret patlaması değil, siyasal bir eylem niteliğinde olduğunu şu sözlerle anlatıyor: “Yunan ayaklanması, Balkanlar’da daha sonraki ayaklanmalar için bir model ortaya koydu. Ulusal bağımsızlığı sağlamak uğruna, bölgeleri Türk nüfusundan arındırma politikası 1877-78, 1912-13 ve 1919-23 savaşlarında tekrar kendini gösterdi. Daha sonraki savaşlarda, amaç, 1821’deki Yunan ayaklanmacılarının amacıyla aynıydı: Yol üzerinde bir engel olarak duran etnik ve farklı bir dine mensup toplumu yok ederek, kendi içinde birlik gösteren bir ulus yaratmak. Türklerden nefret ediyor olmak, yapılan kıyımlarda gerçek bir etkendi ama bu etken, bağımsızlık ve ulusçuluk hedeflerine doğru yönlendirilmişti.” -Yeni bir ulus yaratmak uğruna Türklerin ve diğer Müslümanların sürgüne uğramasının, ilerleyen süreçte Bulgarlar, Ruslar ve Ermeniler tarafından da yöntem olarak izlendiği, yükselen yeni milliyetçiliklerin önlerindeki engel olarak görülen Balkanlar’da, Anadolu’da ve Kafkasya’daki Müslüman toplulukların en büyük bahtsızlığı olduğu dile getiriliyor. -19. yüzyılın başında bölgedeki Ruslaştırma politikası çerçevesinde Nogay ve Kırım Tatarlarına iki seçenek sunulduğunu, ya Rusya’nın iç bölgelerine sürgün ya da Osmanlı’ya göç olduğunu, Nogay Tatarlarının göçünün 1860’lı yıllar boyunca sürdüğüne, en az 300 bin Tatarın, topraklarından ayrılarak göç etmek zorunda kaldığına, yine 19. yüzyılda Kafkasya ve Osmanlı’nın doğu illerindeki dengenin, Rus istilaları, Ermeni ayaklanmaları ve Kafkasyalı Müslümanların zorla göç ettirilmeleri nedeniyle altüst olduğuna dikkat çekiliyor. Rus istilasından önce, Kafkasya’daki Müslüman halk, Azerbaycan-Erivan bölgesindeki Türklerden ve bölgenin geri kalanındaki Çerkezler, Abazalar, Çeçen-İnguşlar ve Dağıstanlılar gibi diğer gruplardan oluşurken, 1864’te Rusların Kafkasya’da kontrolü ele geçirmesiyle bölgedeki Müslümanların göçe zorlandığı belirti-


Makale ve Analizler - 2019

125

len kitapta, yurtlarını terk etmeye zorlanan Müslüman Çerkezlerin ve diğer Kafkasya halklarının, Rus denetimindeki limanlarda gemilere doldurulduğu, Osmanlı topraklarına ulaşıldığında ilk uğranılan liman olan Trabzon’da, hastalık ve yetersiz beslenmeden hayatını kaybedenlerin sayısının 30 bini bulduğu ifade ediliyor. -Osmanlı Devleti’nin doğu vilayetlerinde ve Kafkasya’da 1877-1914 yılları arasında yaşanan katliamlarla, Müslümanların yurtlarının Ruslar tarafından zapt edildiğini, Ruslardan kalan topraklara da ayrılıkçı Ermeniler tarafından el konulmaya çalışıldığını gözler önüne seriyor. -Rusların bölgeyi kontrol altında tutmakta zorlanmasının ardından Ermenilerin de bazı bölgelerde gerçekleştirdiği ayaklanmaların başarısızlığa uğradığı, daha sonra 1895’de Anadolu’da, 1905’te de Kafkasya’da halklar arasında çatışma çıktığı, artık savaşın, ordular değil halklar arasında yaşandığı, 1910’a gelindiğinde Ermeniler ve Müslümanlar arasında karşılıklı felaketlere yol açan kutuplaşmaların oluştuğu belirtiliyor. -1877-1878 yıllarında yaşanan Rus-Türk Savaşı’nın Bulgaristan’da yaşayan Türkler için bir felakete dönüştüğünü, Bulgar ve Rus birliklerinin katliamları, açlık, hastalık ve göçmenlerin yerleştirildiği kamplardaki koşullar nedeniyle ölümlerin yaşandığını ifade ediyor. Bulgaristan’daki Türk varlığına tümüyle son vermek isteyen Rusların, bölgeden göç etmek zorunda kalan Türklerin evlerini yakarak, geri dönmelerini engellemek üzere Bulgarlarla işbirliği yaptığının, 1911 yılına gelindiğinde Balkanlar’daki nüfus dağılımının tümüyle değiştiğinin, Balkan Savaşları sırasında yaşanılan kayıplarla birlikte, Müslümanların, Balkanlar’da çoğunluk olma vasfını kaybettiğinin altı çiziliyor. Arnavut Müslümanlar ve Batı Trakya’da yaşayan Türkler başta olmak üzere tüm Müslüman grupların büyük zulme uğradığı, Müslümanların, göç sırasında da defalarca saldırıya uğradığını dile getiren McCarthy, 1913 yılı Ekim ayında Bulgaristan ile imzalanan mübadele anlaşması ve yine Yunanistan ile kısmi olarak yapılan mübadeleyle, Doğu Trakya’daki Bulgar ve Yunan halkıyla, Batı Trakya’daki Türklerin yer değiştirdiğini hatırlatıyor. Balkanlar’dan göç eden Müslümanların 812 bin 771’i hayatta kaldığı, 632 bin 408’inin öldürüldüğü, bu topraklardaki Osmanlı Müslümanlarının yüzde 27’sinin katledildiği bilgisine yer veriliyor. -15 Mayıs 1919 tarihinde Batı Anadolu’da yaşanan Yunan işgali sırasında, İzmir’e yapılan çıkarmayla kitlesel bir Türk kıyımına başlandığı vurgulanıyor. Müslümanların, o dönemde Batı Anadolu nüfusunun yüzde 80’ini oluşturduğu, işgal sırasında Türk köylerinin, yerleşim merkezlerinin yakılıp yıkıldığı, 1912’den İstiklal Harbi’nin sonu olan 1922’ye kadar Batı


126

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Anadolu’da bir milyon 246 bin 68 Müslümanın hayatını kaybettiği belirtilen kitapta, bu savaşlar sona erdiğinde Balkanlarda yaşayan kalabalık Türk nüfusunun epey azaldığı, Kafkasya’da Çerkezlerin, Lazların, Abazaların, Türklerin ve daha küçük Müslüman toplulukların yurtlarından sürülüp çıkarıldığı anlatılıyor. -Sırbistan’dan Kafkasya’ya uzanan bölgede birçok ulus devlette sağlanan etnik ve dini birliğin, Müslümanların bu topraklardan sürülmesiyle sağlandığına dikkati çeken McCarthy, tarih kitaplarının çoğunda, azınlıklara duyulan nefret üzerinden bir okumayla yalnızca Osmanlı Ermenilerinin zorunlu göçünden bahsedilirken, tarihsel gerçeklere rağmen, Balkanlar’da ve Kafkasya’da yaşananların göz ardı edildiğini vurguluyor. Bu dönemde Balkanlar’da, Kırım’da, Kafkasya’da ve Anadolu’da 5 milyondan fazla Müslümanın öldürüldüğü, Rusların 100 yıl boyunca Müslümanları, yaşadıkları bölgelerden uzaklaştırmaya dayalı politikalar yürüttüğü, Kırım Tatarlarını ve Çerkezleri göçe zorlarken, Güney Kafkasya’da Türklerden boşalan bölgelere Ermenileri yerleştirdiği kaydediliyor. -1915’te Rusların Doğu Anadolu’da yaşayan Ermenileri ayaklandırarak bölgede ilerlemek istemesiyle Müslüman köylerinde büyük bir kıyım başlatıldığını, bölgede bir Rus istilası yaşansaydı Doğu’nun Müslümanlarının, Bulgaristan ve Makedonya’daki Türklerle aynı kaderi paylaşmış olabileceklerini belirtiyor. Bu bölgelerde, başlarına ne geldiği bilinmeyenler de hesaba katıldığında 5,5 milyon Müslümanın öldürüldüğünü, 5 milyonu aşkın Müslümanın göçe zorlandığını ve bunların da birçoğunun göç yolunda hayatını kaybettiğini ortaya koyan Justin McCarthy, Balkanlar, Kırım, Kafkasya ve Anadolu’nun 5 milyondan fazla Müslümanın kayboluş hikâyelerine sahne olduğunu ifade ediyor. 19. ve 20. yüzyıllarda yaşanan savaşlarda hayatını kaybeden Yunan, Bulgar ve Ermenilerin sayısının, Türklerden çok daha az olduğuna, Balkanlar’ın, Anadolu’nun ve Kafkasya’nın tüm halkları için bu yüzyılların dehşet dönemi olarak tarihe geçtiğine işaret ediliyor. Kendi bilim adamları bütün bunları dile getiriyor. Bize düşen tarihi iyi okumak, dostumuzu-düşmanımızı iyi tanımaktır. Yine, Saddam, Halepçe’ de, başta Fransa olmak üzere ABD ve Avrupa ülkelerinin sattığı silahlarla çoluk çocuk demeden kendi vatandaşlarını katledip gazla zehirleyerek öldürürken Türkiye Halepçe gazlı katliamından kaçan 40.000 Kuzey Iraklı Kürt komşusuna kucak açtı. 1990’da İkinci Körfez Savaşı’nda bir gecede bu sefer yarım milyon Kuzey Iraklı ayakkabısını dahi giymeye fırsat bulamadan can havliyle yine


Makale ve Analizler - 2019

127

Türkiye’ye sığınmak zorunda kaldı. Ülkenin dört bir yanından, ânında binlerce yiyecek -içecek -giyecek dolu kamyonlar akın akın yardıma koştu. 1989’da Komünist Bulgaristan Başkanı Jivkov’un başlattığı ‘adını, dilini, dinini değiştir’ zulmü sonucu 300.000 soydaşımız 6 asırdır yaşadığı topraklarda her şeylerini bırakarak Türkiye’ye sığındı. Ne ABD ne Avrupa basınında Jivkov’u kınayan en ufak bir ilana rastlamadık. 1992’den itibaren Saraybosnalılar Müslüman ve de Türk kabul edildikleri için düzenli ve sürekli soykırıma tabi tutuldular, hatta bir kısmı BM’ye bağlı Hollandalı subay ve askerlerinin gözleri önünde umursamazlıkla katledildi. Bu vahşeti lânetleyen herhangi bir ilâna rastlamadığımız gibi, yıllar sonra katliama göz yuman Hollandalı subay ve askerler Hollanda Devletince madalyalara layık görüldüler. 30 yıl boyunca devam eden PKK vahşetinde öldürülen Asker ve Polis şehitlerimiz, beş bin’in üstünde çocuk- kadın- yaşlı ve sivil için Batı maalesef sesini çıkarmak, katliama karşı çıkmanın aksine katilleri kollamaya, desteklemeye devam etmektedir. 1985’ten bu yana yalnız Almanya’da Türklere ait 3500’den fazla işyeri, dükkân, büro, ev vs saldırıya uğradı, kimileri içinde insanlarımızla yakıldı. Alman Devleti ve Polisi’nin bu olaylara duyarsızlığını bütün dünya bilmektedir. İslamofobi, Batı’da özellikle 11 Eylül saldırıları sonrası hızla yayılmış ve “İslam terör dini” ve Müslümanların da “potansiyel terörist” olduğu anlayışı etkin bir toplumsal önyargı olarak yerleşmeye başlamıştır. Bu durum, birlikte yaşama kültürü ile de doğrudan bağlantılı olarak göçmenlere karşı olan olumsuz yaklaşımların, Müslüman göçmenlere karşı, toplumsal düzeyde, şiddete ve nefret suçlarına dönüşmesine yol açmaktadır. Hasılı, Batının hoşgörü anlayışı kendi menfaatleri, siyasi çıkarları ekseninde kendilerine yönelik tolerans beklentisi olup kendileri dışındaki milletleri köle zihniyeti ile gören bencil bir bakış açısıdır. Kendinden olmayana karşı zulmü reva gören Batı anlayışı, siyasi çıkarları için katliamın her türlüsünü hoş görmüş, zulmü alkışlamıştır. Tarih bunun sayısız örnekleri ile doludur. Oysa İslam, insanı, “yaratılanı yaradandan ötürü sevmek” anlayışı ile değerli görmüş, cinsiyeti, milliyeti, dini inancı ve görüşü ne olursa olsun özgürce yaşama hakkı olduğunu haykırmıştır. İslam dünyasında da, çokkültürlü ve hoşgörü ikliminde farklı kültür, inanç ve milliyete sahip ki-


128

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

şilerin insanca yaşama hakkı elde ettiğini tarihi vesikalardan öğreniyor, birebir yaşıyoruz. Akif’in muhteşem şiiri ile noktalayalım: Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem; Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem. Biri ecdadıma saldırdımı, hatta boğarım! … -Boğamazsın ki! -Hiç olmazsa yanımdan kovarım. Üçbuçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam; Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam. Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale; Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale! Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum? Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum! Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim, Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim! Adam aldırmada geç git! , diyemem aldırırım. Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım! Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu… İrticâın şu sizin lehçede ma’nâsı bu mu?


Makale ve Analizler - 2019

129

Duvara Yeni Tablo Asıldı

Tarih: 20 Şubat 2019 Yazan: Rafet ULUTÜRK Konu: Yeni saldırıların nedeni içinden çıkamadıkları krizdir. Oy zavallılar, oy! Bulgaristan üstüne yazmak istiyorum. Aklım Hindistan’da. Dünyanın 7. harikası olarak kabul edilen Tac Mahal’da! Burası İstanbul’dan getirilen ustalar tarafından yapılmıştır. Planını İstanbullu Mehmet İsa Efendi çizmiş, kubbesini İstanbullu mimar İsmail Efendi yapmış, duvarlardaki göz kamaştırıcı hatlar da yine İstanbullu ünlü hattat Serdar Efendi tarafından yazılmıştır. İngilizlerin buraya ilk adım atmaları ise 1613 yılında olmuştur. O tarihten sonra 100 sene boyunca Hindistan’ı dünyaya yalnız İngilizler tanıtmıştır. Hindistan’ı dünyaya İngilizce ve İngilizlerin istediği şekilde anlatacak temsilcilerin yetiştirilmesi tam 3 kuşak, yani 100 sene sürmüştür. Bulgaristan’da siyasi duvara yeni tablo asıldı dedim. Hindistan 1613’te Büyük Britanya sömürgesi olunca duvardaki tablo değişmiştir. O kolonistler (Britanya sömürgesi ülkelerini yöneten yerli albaylar) tarafından idare edilen bir ülke olmuştu. Sömürgeci ülkelerin Büyükelçileri de kolonist olabilir. 2019’un Şubatında Bulgaristan benzer bir durum yaşandı. İngiliz değil de, Birleşik Amerika sömürgesi oldu gibi… Nasıl mı? Anlatayım… Geçen hafta ABD’nin Sofya Büyükelçisi Erik Rubin Bakanlar Kurulunu kapı çalmadan ziyaret etti. İfadesiz cemalindeki hiddet belirtisi kızarıklar dikkatleri çekti. Başbakan Boyko Borisov ve hükumet erkânına eliyle siz şöyle biraz arkada ve kenarda durun işareti yaparak, gazetecilerin ve kamaraların karşısına geçti. “Bundan böyle bu memlekette ben ne dersem o olacak” dedi. İngilizcesi yeterli olmayanlar “Ne dedi? Ne dedi?” havasına girerken, işin özünü anlayanların benizleri sarardı soldu. Kimileri taş kesiti, mos mor oldu. Bulgaristan Prenslikten Çarlığa, monarşiden totalitarizme ve sonunda demokrasiye 140 yıl süründü de hep kendini temsil etmeye gayret


130

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

etmişti. Dev bir devletin Büyükelçisinin bu el işareti, yabancı bir dilde söyledikleri ve hatta protokol bile edilmeyen sözlerinde, diplomatik hukuk kurallarına göre anlam beni kovun olsa da, hazır bulunanlar sustu, yutkundu ve yere baktı. 334 yıl sonra, Mahatma Gandi’nin önderliğinde verilen ağır bağımsızlık mücadelesi neticesinde, 1947’de Hindistan’ın egemenliği ilan edilirken, büyük düşünür Ein Stein şöyle diyecekti: “Zaman gelecek ve yeni kuşakların canı kanı olan böyle bir insanın yeryüzünde yürüdüğüne inanmaları çok zor olacaktır.” Mahatma – büyük gönüllü demektir. Bizde yaşasaydı ona yüzde yüz körük gönüllü derlerdi. Böyle bir yüreği yetiştirmesi için Hindistan’ın 4 asır ezilmesi gerekmiştir. Aslında bu Hint halkının ilk ezilişi değildir. Onlar Çengiz Han işgal devrini de yaşadılar. O devir bittikten sonra Hint halkının olgunluğunu kantara koyan akıllıların akıllıları “olmamış” demişlerdir. “Olmamış” gerektiği gibi, olgunlaşmamış anlamındadır ki, halkın ruhsal olgunluğunun iyice kemale gelmesi için bir 300 yıl daha yerli yöneticilerin hayatta ve kitapta görülmemiş zulmü yaşanmıştır. Bu zulüm öyle bir şeymiş ki, Hint halkı “her kötülüğün sonu olduğuna inanmış” ve şu masalı anlatmaya başlanmıştır. Kısa bir hikaye anlatalım: “Yol kenarında, ot çöp arasına yuva kurmuş bir serçe çifti yumurta yumurtlamış ve kuluçkaya yatmıştır. Yoldan geçen bir fiil yuvaya basar ve anaç kuşu ve yumurtalarını ezer. Solucan aramaktan dönen erkek kuş ne görsün! Delilere dönmüş. “Ocağım ve soyum söndü,” deyip üzülmüş üzülmüş ve sonunda filden öç almaya karar vermiştir. Küçücük serçe kocaman file ne yapabilir ki? Önce ağaçkakanın yanına gitmiş, olayı anlatmış, dert yanmış ve yardım istemiş. “Ben ne yapabilirim ki,” olmuş ağaçkakanın cevabı. Serçe, usul usul anlatmış: “Fil şimdi sıcaktan gölgeye serilmiş, horlaya horlaya uyuyor. Sinekler gözlerinin etrafında caz cuz uçuşuyor. Gürültüyü artırmak için çekirge de kulağında ötecek. Sen ise bu arada keskin gaganla onun gözlerini oyacaksın” demiş. Ve ağaçkakan kuş kardeşine yardım etmeye karar vermiş.


Makale ve Analizler - 2019

131

Teşekkür eden serçe hemen kurbağa sesi gelen dereye uçmuş. Başına geleni en büyük kurbağaya anlatmış ve “o şimdi susamış uyanacak ve gözleri görmediği için senin sesinin geldiği yere yönelecek, gel kuru derede büyük hendeğin altına gizlenelim ve orada vakla… Kurbağa razı olmuş işe koyulmuş. Hendeğin en derin yerinde bir taş ardına gizlenmişler. Sesin geldiği yere giden kör fiil dereye tekerlenmiş, telef olmuş ve serçe böylece öcünü almış… Bu masaldan ilham alan Hintliler hem yerli zalimleri, hem kompradorları ve kolonistleri ve hem de İngiliz sömürgecilerini Yarımadadan kovarak, kendi dertlerini dünyaya kendi dillerinde anlatmaya başlamışlar ve egemenliklerini geri almışlar. ABD Büyükelçisinin Başbakan Borisov’un önüne geçerek, “Beyler egemenliğinizi rafa kaldırdım, artık yalnız ve bir tek bana bağlısınız! Bundan böyle ben ne dersem o!” sözlerinin ömrü ne kadar olur? Bulgar halkı kendi masalını ne zaman anlatmaya başlar soruları kafamı tokmak-lamaya başladı ve gel de çık işin içinden çıkabilirsen… Her işin bir gerekçesi olduğu gibi bunun da var tabii. Bulgaristan’da Rus lisansı ile silah üretimi yapan GERBEV adından bir şahsiyetin kahvesine, yıllar önce, şu İngiltere’de ünü büyük “noviçok” zehrinden birkaç damla damlatılmış, anlaşılan adamı öldürmek istemişler. Kısa adı (CİA) olan ve Bulgaristan’da (TsRU) kısa adıyla bilinen Amerikan Haber Alma Örgütü birkaç yıldan beri bizdeymiş ve kimseye sezdirmeden bu savı kanıtlamış. Saptama “Uyuyorsunuz. Ne zamana kadar uyuyacaksınız? Biz olmasak Ruslar donunuzu çıkaracak. Hepinize toplu mezar kazacak. Bu nedenle bundan böyle hiç bir işe karışmayın, bir şeye bulaşmayın, hatta seyretmeyin!” diyen Büyükelçi Erik Rubin, yalnız tabloyu değiştirmekle kalmayıp bir de güçlü bir fırtına kopardı. 1990’dan beri Bulgaristan siyasetinin içinde olan NATO Kulübü hemen depreşti. Aklının kime hizmet ettiği bilinen eski dış işleri bakanı Solomon Pasi kendisini sorumlu kolonist yaptı ve “İşine bakmayan Baş Savcı, Milli Güvenlik Devlet Ajansı DANS Şefini ile İç İşleri Bakanını istifaya davet etti Tablo değiştiren bu gelişmenin temelinde bir fincan kahve içine 3 damla “noviçok” damlatılması bulunuyor. Uluslararası terör kapsamına giren şu “noviçokla” zehirleme olayı çok önemli olsa da, dikkatinizi çekmek istediğim nokta farklıdır.


132

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Yeni adı Rusya Ulusal Güvenlik Servisi (FSB) ve Bulgaristan’da çalışan kolu dış istihbarat ve casusluk servisi (SVR) etkinlikleriyle 1996’dan beri Hak ve Özgürlük Hareketi (DPS) içindeki devrimcilerden. Adil, demokrat, hak ve özgürlükçü Türk ruhu taşıyan 10 bin militan partiden tavsiye edilip ata-vatandan kovulurken, yerlerine eli kolu ve ruhu bağlı genç kuşak kadrolar aşılanması konusunda Sofya’daki NATO Kulübü dut yemiş bülbül gibi sustu. Bu kulübe üye Türk olduğunu bilmiyorum. Romenlerden yazar G. Paruşev üyeydi, 3 ay önce vefat etti. Politikayı duyumsayanlar ABD Büyükelçisinin milli kolonistleri bu kulüp çevresinde seçeceğini haber veriyorlar. Bulgaristan’da yönetimsel değişiklerden yana olduklarını gizlemeyen bu Amerikan uşakları toplumun yeniden örgütlenmesini ancak kişisel çıkarları açısından görebiliyorlar. Moskova’ya özel bir tebessümle bakan “Ataka” partisinin yayın organı “Ataka” gazetesi, 4 yıldan beri Brüksel parlamenterliğinden geçinenlerin sadece banka hesaplarına ve cüzdanlarına baktı. Her ay 17 bin leva maaş alan bu kadrolar, normal işleri dışında boş durmamışlar. Komisyonculuktan, lobicilikten, rüşvetten, özel istendiğinde el kaldırmaktan ve başka “hizmetlerden” ek olarak birer milyon Euro kazanmışlar. Kazanç kuyruğun sonundaki kadro faşist kopili, VMRO voyvodası Angel Cambazki’dir. O, 4 yılda 28 milyon Euroluk Bulgar pasaportları satarak Makedonları Bulgar yaparken, Brüksel kazanından ancak 348 bin Euro cebe indirmeyi başarabilmişti. Ağlar mısın güler misin? ABD Büyükelçisi E. Rubin, Bulgaristan’ı idare işlerinde kendisine yardım edecek olan kolonistlerin listesini ve maaşlarını henüz açıklamadı. Fakat Yüksek Seçim Komisyonundan 26 Mayısta yapılacak AB seçimleri adaylarının listesini istedi ve “onayım olmadan kimse aday olamaz” dedi. Anlaşıldığına göre Büyükelçi Rubin Brüksel’den çalanları kınamıyor. Ürpertici mi diyeyim, umut verici mi diyeyim şu son gelişmelerden sonra yeni tablonun renkleri daha kesin belirmeye başladı. Konumuz parlamenter demokrasinin, daha somut bir ifadeyle meclisin çalışmalarıdır. Hafta sonunda, Başbakan Boyko Borisov Almanya / Münih NATO toplantısındayken meclis çalışmaya devam etti. İktidardaki GERB ile muhalefetteki DPS oylarıyla 3-4 seçim kanunu değişikliği onaylandı. Pazartesi dönen ve ayağı tozlu ABD Büyükelçiliğinden telefon alan Başbakan Borisov meclistekilere demedik bırakmadı. Sen misin kanunlara dokunan?


Makale ve Analizler - 2019

133

Değişikliklerin hiç birini kabul etmedi. “Yaptığınız değişikliklerin hepsini hemen bozun ve geçersiz kılın!” emrini vermesiyle, baş kolonistin o olduğunu görmeyen kalmadı, otoriter bir tavır takındı ve meclisi yok sayarak, “ben bu ülkeyi ölü canlıların oyları ve iradesiyle yönetmeye devam edeceğim” demiş oldu. Yeni tablodaki ilk belirgin rengin Nazi kahverengisi olduğu böylece sırıttı. Bu rengin parlaklığının iyice şakıması ise 20 Şubat 2019 gecesi Sofya Üniversitesi yakınına 9 ülkeden gelen Nazi-gruplarının bayraklı hortlaması oldu. Bizde buna “General Lukov Nümayişi” adı verilmiştir. Lukov, Çar Ordusunda Savunma bakanlığı yapmış, Bulgar ordusunu Alman silahlarıyla silahlandırmış, 1942’de işgal edilen Makedon ve Egen topraklarından Yahudi ve Çingeneleri toplatıp “Treplika” toplama kampına yakmaya gönderen ve Bulgar Ordusu’nu Stalingrat cephesine göndermeye hazırlanan kişidir. Faşist olduğu için yasaklıdır. Yasaklıdır da, Başbakan Borisov’un hükümet ortağı sözde “yurtseverler” gölgesinde ve desteğiyle Sofya’da yürüyüş yaparak faşizmi çağırıyorlar. Tabloda bu kahverengi ana renk gibi biçimleniyor. Hafta başında, Sofya gümrüğüne Amerika’dan 2 konteyner yılan balığı yavrusu geldi. 5 milyon adet oldukları açıklanırken, büyüdüklerinde 5 metre uzadıkları bildirildi. Bizde hamsi dışı balıklar kısa ve kalın olur. Kamuoyu bu yavrucuklar zehirli olabilir mi? sorusunu sordu. Cevap veren bulunamadı, çünkü yavrucukların gözleri henüz açılmamış, yuvarlak gözlüler uysal, dik kesik gözlüler zehirliymiş. ABD Büyükelçisi son sözünü söyledi: Varna Akvaryumuna dökün emrini verdi. Milletin ise uykusu kaçtı. Bizim bataklıkta bu balıklar boğa yılanı gibi 10 metre uzar diyenlere, konuşma yasağı geldi. Bizde halkı önceden uyarmak ve korkutmak yasak, ama TV yavruları gösterdi ve zehirli mi zehirsiz mi, ne kadar uzun olur, insanı yutar mı boğar mı hayalleri her kafayı karıştırdı. Çingene GETTO-larında tartışılan 2 yeni konu var. “Olumlu” ve “olumsuz” asimilasyon! Düne kadar Romanları-Çingeneleri yakıp sabun yapanlar eriterek yok etme siyasetinden vaz geçmiyorlar. Dertleri Romanları bedava çalıştırmaktır. Ayrıca çok çocuk yapmalarını önlemek ve ikinci sınıf vatandaş olduklarını kafalarına kazımaktır. ABD Büyükelçisi Romenler ile ilgili “ülkenizin geleceğidir” dikkatli davranın gibi sözler söylemiş.


134

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bulgaristan Sosyalistlerinin (BSP) ABD Büyükelçiliği ile arası tuzlubuzlu. 12 yıl önce NATO’ya girerken öncülük etseler de, “F-16” uçakları alımına oy vermediler. Borisov, Münih NATO zirvesinde iken “memleketteki seçmenlerin yeni tescili yapılsın, listeler muhtarlık ve belediyelere asılsın, “ölü canlılar” listelerden çıkarılsın” gibi isteklerde bulunan BSP meclis grubu bir daha tosladı ve parti yönetimi 73 “evet” oya karşı 33 çekimser ve 3 de “karşı” oyla Sofya Meclisinden çıktı. Tekrar erken genel seçim istiyorlar. ABD Kilise ayini ziyaretinden, Başkan Trumpla el sıkışmasından ve ABD Büyük Elçisi ile öpüşmesinden sonra biraz daha sağa kayan Karadayı ve tayfası GERB çizgisine yaklaştı “milli menfaatler” gibi tamamen anlamsız bir şiar ardına gizlenerek iktidara parlamenter destek sağlaması, 3. B. Borisov hükümetini ayakta tutarken, seçim konusu da açılmıyor. HÖH şu an seçimden korkuyor. Halka söyleyecek sözü karşısına çıkacak yüzleri kalmadı. Moskova’dan gelen Kremlin Kilisesinde sabah kahvaltısı listesinde ise ne Ahmet Doğan’ın ne de Mustafa Karadayı ismi var. Faşistler, aşırı milliyetçiler, milliyetçilik maskesini hiç indirmeyenler ve ara sıra takanlar, isim değiştirme yıllarında işledikleri cinayetlerin sorgulanmasından korkanlar, eski ve yeni istihbaratın tüm kadroları ve sahte ve ikiyüzlü aktivitelerin hepsi Müslüman Türkleri parçalayıp bölebildiklerinden hoşnut ve geri adım atmamızı bekliyorlar. HÖH-DPS-DOST BİRLİĞİ dışında bir örgütlenme sorunu gündemde olsa ve el atsa da henüz beklenen bir lekesiz, bilinçli, dili düzgün, gönlü büyük, okşayıp sevmesini bildiği gibi, öç almasını, oyun kurmasını bilen, halkın gönlünde taht kuracak, kökleri Türklük dünyasında yeni bir öncü bekleniyor. Türk-İslam ruhunu tekrar kucaklayacak bir kadro bekleniyor, kendileri için değil HALKI İÇİN YÜRÜYECEK KENDİ ÇIKARLARI KARŞISINDA HALKIN ÇIKARLARINI ÖNE ALACAK, KENDİNİ FEDA EDEBİLECEK KİŞİLER bekleniyor, hasret bitmesi gerektiğini herkes haykırıyor. Serçe masalını bilinçli anlattım. İş bilen, yüreği ihanet kabul etmeyen, bizden biri olan bir lidere ihtiyacımız var. Biz politik kimliğimizi kurban edemeyiz. Ne pahasına olursa olsun korumak zorundayız. Politik sahneye çıkışımız son 5 kuşağımızın birikiminin ürünüdür. Serçenin fili hendekten itmesi kadar önemlidir. ABD Büyükelçisinin duvara astığı tabloda bize yer olmayabilir. Bizim ruhumuzu bir ya da 2 komiserlik (kolonistlik) hakkı tanınır ve ezilmeye devam edersek, çok çekeriz. Birlik zamanı geldi gerçek Lider bekleniyor, önce gerçek Lider çıksın ki halk arkasından yürüyebilsin.


Makale ve Analizler - 2019

135

Herkesin düşünme ve fikir hakkına saygımız var. Aramızda ortak dil ve fikir bulamazsak, bir daha uzun zaman toparlanamayız. Evlatlarımız için yazık olur. En büyük arzumuz ortak erdemlerde buluşmamızdır. Okuyun, okutun, çevrenizle paylaşın… Bilgi çoğaldıkça, öz güven yerine gelir, özgüven geldiğinde ise DOĞURULARI GÖRME, TESPİT ETME ve kendi törelerimize ve köklerimize ulaşma imkânı bulabilirsiniz. Kalın sağlıcakla. Okuduğunuz için Teşekkür ederim.


136

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ULUTÜRK AİLESİ


Makale ve Analizler - 2019

137

Anadilimiz Kutsalımızdır

Tarih. 21 Şubat 2019 Yazan: Filiz SOYTÜRK Konu: Anadille ilgili çifte standart uygulanmasına hemen son verilmeli, zorunlu anadil öğretimi yasallaşmalıdır. Sevgili okullarım ANADİL GÜNÜMÜZ kutlu olsun! 21 Şubat Uluslararası Anadil Günü, UNESCO’nun girişimiyle oluşturuldu. Amacı, dillerin çeşitliliğini ve öğretimlerinin gelişimini desteklemek, herkesin kendi anadilini konuşma hakkına sahip olduğunu ve aynı zamanda yüzlerce dilin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu hatırlatmaktır. Hatırlatıyoruz: Bulgaristan Türklerinin anadili Türkçemiz yok olma tehlikesi yaşıyor. El ele verelim ve Bulgaristan Müslüman Türklerinin anadil-siz kalmasına engel olalım. Gerekirse her birimiz öğretmen olalım ve Bulgaristanlı Müslüman Türk çocuklarına anadillerini öğrenme davasında yardımcı olalım, elimizden geleni yapalım ve Bulgaristan Türkçesini yaşatalım! Anadil Günü çağdaş insanların en kutsal bayramlarından biridir. Sevgililer gününden, babalar gününden, yok olan böcekleri koruma gününden, çöp yığınları kokusunda boğularak yok olmaya karşı mücadele gününden ve daha yüzlerce başka kutlama vesilelerinden milyonlarca defa daha önemlidir. Çünkü anadilin öldürülmesi, anadil kıyımı, kültür kıyımı, tarih kıyımı, hafıza kıyımı, bu gün ve gelecek kıyımıdır. Anadil-siz var olma ölmeyi kabul etmek demektir. Biz Bulgaristan Türklerinin ANADİL KAVGASI çok derin, çok yönlü, çok anlamlı ve çok kutsal bir mücadeledir. Biz Bulgar devletinden, bizden aldığı vergilere karşı, anayasal hakkımız ola eşit haklı vatandan hakkımızı kullanarak Anadilimiz olan Türk dilinin daha 2019 -2020 ders yılından başlayarak, Türkçe, Türk Edebiyatı, Bulgaristan Türkleri Tarihi ve Müslüman Ahlakı derslerinin birinci sınıftan itibaren zorunlu ders olarak karma bölgelerde ders programlarına (müfredata) almasını istiyoruz. Demek oluyor ki, Bu dersler için öğretmen ve eğitmen yetiştirecek Öğretmen Enstitülerinin yeniden açılmasını ve kaliteli kadro hazırlamasını talep ediyoruz. Bu yapılmazsa, Türkiye’den gelecek Türk dili, Bulgaristan


138

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Türk Edebiyatı, Bulgaristan Türkleri Tarihi ve Müslüman Ahlakı dersi öğretmenlerinin diploma ve kalifiye sertifikalarının (uzmanlık belgelerinin) Bulgaristan Eğitim Öğretim ve Teknoloji Bakanlığı tarafından tanınmasını ve Türk çocuğu dolu sınıflara atanmalarını ısrarla istiyoruz. Bu eğitimin verilebilmesi için ders kitaplarının ve ek kitapların Bulgaristan’da hazırlanması, basılması ve aynı Bakanlık tarafından öğrencilere bedava dağıtılmasını öneriyoruz. Türk öğrencilerin anadillerini okuyup yazmakla birlikte sosyal hayatta ve işte de kullanabilmeleri için eğitim-öğretim yıllarında, yaz tatilleri esnasında öğrencilerin Türkiye’de bedava kamp yapmasının örgütlenmesini, bu kamplarda anadil öğrenme alanında uygulamalı etkinlikler örgütlenmesini ve zengin anadil kültürümüzün genç kuşaklara başarıyla aktarıp yeni gelişim raylarına çekilmesinde ısrarlıyız. Bununla birlikte okul çağı öncesi çocuklarımızın daha 4 yaşında anaokullarına toplanarak anadil- Türkçe – konuşmaları durdurularak Bulgar dilinin “anadil” olarak dayatılmasını asla ve hiçbir surette ve hiçbir şeye karşı kabul edemeyiz. Türklerin yaşadığı köy ve kasabalarda Türk çocuklara birinci dil olarak Türk dilinin öğretilmesi yasallaştırılmalı ve Bulgarca mevzuat kaldırılmalıdır. Hak ve Özgürlüklerimiz için mücadele ederken şehitler verdiğimiz, sürgün, toplama kampları ve hapishanelerde çürütüldüğümüz adalet ve demokrasi davasına da elimizden geldiğince katkıda bulunmamıza rağmen, en ilkel insan haklarının başında gelen anadilde konuşma, yazma, propaganda yapma, eserler yazma ve halkımızla dertleşme dünya ile Türkçe iletişime geçme hakkımızı hala elde edemediğimiz çok acı bir gerçektir. İnsanlar bir kene ısırığından, bir kırkayak sokmasından, bir sakırganın damarına girmesinden ölebilir, ama hepsi değil, kene, sakırga ve kırkayak kime yapışırsa o zehirlenir ve can çekişerek ölür. Bu bireysel bir ölümdür. Anadili öğretme yasağı, bir ananın çocuğuna ana-süttü emzirmesinden defalarca tehlikeli bir yasaktır. Çünkü insanın manevi özünün oluşup biçimlenmesini hedef almıştır ve maneviyat sız insan eşittir hayvan. Yani anadil yasağı bizim ruhsal yok edilişimiz yani tarihten silinmemizi közlemiştir ve tetik düşmanın elindedir. ANADİL HAKKI en temel insan hakkıdır. İnsan topluluklarının olmazsa olmazıdır. Kolektif haklarımızın başında gelir. Vatandaşların, kolektif hak dediğimiz, birlikte kullandıkları haklarının yasaklaması ve uygulanması için devlet kurumlarını, eğitim bakanlığı gibi bakanlıkları, Türkçe konuşanlara ceza kesen İç İşleri Bakanlı ve bele-


Makale ve Analizler - 2019

139

diyeleri seferber etmesi, Uluslararası insan haklarının baştan sona ayaklar altına alınmış olmasına en büyük kanıttır. Bulgaristan dışında ülkelerin hukukunda bir annenin evladıyla anadilinde konuşmasına yasak koymak cezası çok büyük bir suçtur. Bu konuda Bulgarlar, Bulgar kamuoyu ve devletinin ikiyüzlü tavrını ortaya koymak adına şunu özellikle uygulamakta yarar vardır. Anadil Günü ÜNESKO’nun girişimiyle yerleşmiştir. ÜNESKO kararlarında dünyada 7 bin anadil olduğu duyurulurken, değişik nedenlerle bunlardan bazıları yok olma tehlikesi altında bulunuyor denmiştir. Balkanlarda 80 anadil konuşulurken, Bunlardan Boşnakça Bosna-Hersek’te ve Arnavutça Makedonya’da yeni yeni devlet dili veya devlette ikinci dil olabilmiştir. Bulgaristan’da Türk dilinin devletin ikinci dili olması talebi ilk kez 1929’da toplanan Bulgaristan Türkleri Birinci Milli Kurultayında tartışılmıştı. 1958’den sonra anadilimizde okullarımız kapandı. Anadilde Bulgaristan Türk edebiyatı ve kültürünün serpilip açmasına kısıtlama getirildi. Devletin baskıcı politikası halk yaratıcılığımıza, anadilde bilgelimize aydınlığımıza yöneldi ve halkımızın geleceğini karartmayı seçti. Uygulanan açık ve gizli zulüm öncü aydınlarımızı vurdu. Milli bilince ve ruha sahip milli topluluğumuzu ezmeye kalktı. Tırmanan zulüm 1976’da büyük bir göç başlattı. Topluluğumuzun ruhu değişti. 400 bin Bulgaristan Türkü T.C. konsolosluklarından vize talep etti. ,,Anadil yasağının şiddetlendirilmesi Türk kimliğimizi yok etmeyi amaçladı. Zulmün özünde ana-dilsiz bırakılmak istendiğimizi görmeyen kalmadı. 1989’da Bulgar devletini kınayan ve lanet okuyan 360 bin kişi bir ayda anavatana aktı. Anavatan toprağını öperken, Cumhuriyet bayrağımızı öptü ve yakınlarına ve devletine anadilimizle sarıldı. Bulgaristan Müslüman Türkleri Türk Dünyasında temel oluşturucu bir milli Türk topluluğudur. Anadilimiz Türkçe, atalarımızın mezar taşlarındaki yazılar Türkçe, ninnilerimiz, yaşayış şeklimiz, ahlakımız, gelenek ve göreneklerimiz, adetlerimiz, dostluk ve düşmanlıklarımız Türklere hastır. Biz, Türk anadil, edebiyat, sanat, kültür ve medeniyetini bazı özgün çizgilerle Rumeli topraklarının Bulgaristan kesiminde yaşatan bir halk topluluğuyuz. Dinimiz ve toplumsal yaşamımız dikey örgütlüdür, anadilimiz halk kökenli, zengin ve toplayıcıdır, ahenkli ve kulağa hoş, gönül doldurucudur. Yaşanan tüm kötülüklere rağmen, ırkçılığa, ayrımcılığa ve küstahlığa giden faşizan ve totaliter zulme karşın, bugünkü vatan toprağında orta direk olma, toplumu örgütleme, halkı seferber etme, ahlak kurma ve yükselerek yücelme niteliklerine sahip Türklerden başka bir etnik ve milli unsur yoktur. Bulgaristan Türklerinin vuslat basamaklarından çıkmak için koltuk değneğine,


140

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

birilerinin el uzatmasına ihtiyacı yoktur. Entegre olmaya, asimile olmaya, eriyip yok olmaya ise asla. Aynı değerlendirmeyi anadilimiz için de vurgulayarak söylemek gerekir. Biz Bulgarcadan hatır için 20 kelime almışsak, onlar anadilimizden 7 200 kelime ve değim almışlardır. Toplam kelime sayısı 10 bini geçmeyen Romen lehçelerinin içindeki söz ve deyimlerin, makamların ve inançların yarısı bizdendir. İstedikleri kadar alıp kullanabilirler, gönlümüz hoştur. XXI. yüzyılda Türk olmak Türkçe konuşmak demektir. Büyüdükçe büyüyen Türkiye Cumhuriyeti devlet dilinin daha önceleri olduğu gibi bütün Balkan halkları arasında konuşma ve ticari, ekonomik ve kültürel etkileşim dili olduğunu görüyoruz. Avrupa Birliği’nden olmayan Türkiye’nin Avrupa üzerindeki etkisini, Türklerin nüfusunu görmeyen yok. Bulgaristan’dan geçen 2 TIR’dan biri Türk TIR’ı, Sofya Uçak alanından kalkan uçaklar İstanbul Uluslararası Uçak limanına yolcu taşıyor, Edirne çarşısı Balkan Pazarı oldu, Büyük Başkan Tayyip Erdoğan hükümetinin bu yıl kitap, gazete, dergi ve basım yayım ürünlerinden devlet vergilerini kaldırması tüm kültür çevrelerini etkiledi. Bulgaristan devletinin ülkede yaşayan azınlıkların anadilde eğitim, kültür ve medeni yaşam haklarını yıllardan beri tanımaması ve uyguladığı sert yasaklar azınlıklar konusunda çifte standartlı politika örneğimdir. Arnavutluk, Makedonya, Kosova, Sırbistan, Ukrayna- Eflatun ve başka ülkelerdeki Bulgar azınlıkların etnik, dil, kültürel yaşam haklarına büyük ilgi ve yardım gösterirken, ülkedeki azınlıkları ezerek yok etmeye çalışması hele anadilde konuşmalarını bile kesin yasaklaması kabul edilebilir değildir. Dış ülkelerdeki Bulgar çocukları için 152 okul, kültür yurdu, kitaplık ve kütüphane açıp donatan Sofya devleti 2700 Türk okul, medrese, sınıf odası, kültür merkezi ve Türk kitaplığı yıkıp kapatıyor. Makedonların, Ulahların, Pomakların ve Gagavuzların başında dolaşan kara bulut da budur. Milletin dolu yağması korkusu arttıkça arttığı için ülkeyi terk eden 3 milyon yaşlı çocuklarını da yanına çekiyor. Bu kaçışın temelinde adaletsizlik hukuksuzluk, zorlama ve zulüm vardır. İlk yapılacak işlerden biri, Sofya Üniversitesinde Hukuk Kürsüsüne bağlı bir İnsan hakları Hukuku ve Azınlık Hakları Hukuku bölümü açılması zorunluğudur. İnsan hakları ve azınlık haklarına ilişkin 1945 Posdam, 1975 Helsinki, daha sonra Viyana ve Masteet Anlaşmalarındaki Azınlık hakları sözleşmeleri ve Çerçeve Anlaşması ve Ek Protokollerinin hepsinin kayıtsız koşulsuz ve bütünsel uygulanması gündem olmalıdır.


Makale ve Analizler - 2019

141

Avrupalıyız, Avrupa vatandaşıyız gibi sözleri söylemek kolay, fakat anadil hakkı gibi kutsal bir halkı ülkemizde yaşayan 8 azınlıktan hiç birine tanımamak asla kabul edilemez. Ana dil en kutsal insan hakkıdır. Bu konuda milli bütünsellik sağlanmadan Bulgaristan’ın geleceği karanlıktır. Anadil Günümüz hepinize kutlu olsun. Türkçe konuşalım, Türkçe yazalım, çocuklarımızı Türkçe sınıflarına yazdıralım ve anadilimize sahip çıkalım, bir baş belasından daha hep birlikte kurtulalım. Hepinizi kutlarım. Teşekkür ederim.


142

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2019

143

Anadil Günümüz

Yazan: Sevilcan YÜCE Konu: Kulağımdadır hala annem ninnileri. Eğer her sabah yüreklerimiz aynı hislerle çarparsa, anadilimiz canlıdır zihnimizde. Milletimin kutsal yıldızı! Parlamak için doğar ve durmadan parlar. Söylemek için gelmiştir, söyleyecektir. Şenlenmeye gelmiştir, şenlenecektir. “Tutuldu mu dilin?” Yürekten sesini işitmek gelir içimden. Güzlerin yakar gönlümü, biz yine de dilinin çözülmesini beklerim. “Tutuldu mu dilin çağırmaz oldun! Yüreğim avunmaz oldu!” deriz sesini ararken. Hasrettir dilin kucaklaşmasını beklemek, çocuklukta başa gelir, çözülür, gençlikte gene tutulur, sonra akar akar ve sonunda tutulan dil değil, çenedir. Hayat yoludur bu. Gönlü dünyaya akıtan dildir. Beklenendir dil, anadili, dillerin en güzeli. Ardından “Söyletme beni gelir!” Ve ancak sevdayı saklıyorsa kalpteki deniz, dile gelir ve dalga dalga vurdukça gönül tellerine dilin sevgi ocağı tutuşur ve şarkılarını anadil telleri dile gelir. Dilim ana dilimdir ve annemden, anneannemden gelir. Anadil sevgisi her sabah yeniden doğar. Şairlerimizi söyletelim: Rasim BİLAZEOĞLU ANADİLİM Mutluluğum seninle evrende anadilim, Ebedi varlığımla bağlıyım sana anadilim, Öz Türkçe konuşarak annem doğurdu beni, Öz mayama bal katıp, sütle yoğurdu beni, Anadilim, tüm güzellikler gibi güzelsin, Ay yüzlü, güzel yüzlü dilber gibi güzelsin!


144

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) O ölümcül yıllarda kilitliydi ağzımız, Mahpustu kitabımız, yasaktı öz yazımız! Baharımız, yazımız, karakışa dönmüştü, Ruhumuzu ısıtan ocağımız sönmüştü. Demir bilekçeleri demokrasimiz kırdı, Bizi basan kâbusu üstümüzden sıyırdı. Kulağımdadır hala annemin ninnileri, Kızların söylediği yanık aşk manileri, Ta ezelden okuruz şarkılarımızı biz, Türkülerimiz gibi ahenklidir Türkçemiz Bu dilde dinlemişim ninemden masalları, Bu dilde yüceliyor Türklüğümün vakarı. Dilimizin süsüdür Türk halk bilmeceleri, Özlü atasözleri ve şen gülmeceleri, “Hak ve Özgürlüğümüzü” kazandık ilelebet, Gerçek demokrasiye minnettarız biz elbet, Ebedi varlığımızla bağlıyım sana dilim, Mutluluğum seninle evrende anadilim.

Zahit GÜNEY TÜRKÇE’M Sen Güllük güneşlik bahçelerin tam ortasında Hiç solmayan en güzel çiçek; Yaprak yaprak ölümsüzlüğü tinimin Özüm denli gizemli Özlem denli gerçek; Kokuların en güzeli sende Renklerin en güzeli sende Seslerin en güzeli sende


Makale ve Analizler - 2019 Günde üç öğün Bardağımda suyum Soframda ekmeğim; Çağlarca Engin maviliklerde Bayramın süzülüşü güneşe doğru; Ne bileyim, belki de Annemin ışık saçan yüzü, gülüşü Saksılarda çiçek görünümünde.

İsa CEBECİ DİLLER İÇİNDE BİR DİLBER Binlerce dil duyulur şu yaşlı yeryüzünde Diller içinde birsin, gürsün, dilbersin Türkçem Türlü türlü nameler gizlenir her sözünde Kıvrak türkülerinde yaşar gülersin Türkçem. Bazen bir dağ çayının coşkun şırıltısısın Seslerim kulağıma efsaneler fısıldar Bazen güz yağmurunun sakin şıpırtısısın Seni dinlerken kalbim kıpır kıpır kıpırdar Çocukluk yavuklumsun, ilk göz ağırımsın benim Sevdirdi seni bana ninnileri annemin Seninle söyleşirim, seninle şendir evim Türkçem, sen sevimli bir bireyisin hanemin Seni küçümseyenler olmuş türlü biçimde Yabancı hayranları hor görmüş sözlerini Yine de gürlemişsin Avrasya’nın içinde. Sayende Türk boyları korumuş özlerini.

145


146

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Karamanoğlu Mehmet Bey ve Atatürkümüz. Seni öven, koruyan ve yükselten erlerdi Onlarsız yaşamazdı ne şarkı ne türkümüz Onlar seni kendilerinden çok severlerdi Annemin has ninnilerinde buldum hep seni Yunus’un Karacaoğlan’ın dizelerinden içtim Ozanların sözleri büyüledi hep beni Halkımızın türküleri ile kendimden geçtim. Sen gelişmeye devam et dünya durdukça Beyinleri aydınlar benim eşsiz dilberim Sevip öğreneceğim seni kalbim vurdukça Sana diller içinde kutlu bir yer dilerim.


Makale ve Analizler - 2019

147

Davamız Türk Olmak Davasıdır Bizim davamız Türkçülük davasıdır. Osmanlının çöküşü altında kalmak istemeyen aydınlarımızın geliştirdiği davanın adıdır Türkçülük. Ve bugün de en kutsal olanımızdır. Geçen asır bizi ayakta tutan ve yaşatandır. Bulgaristanlı Türklerin olağanüstü ağır durumda bulunduğunu bilmeyen yok. Bu ağır durumun temel nedenlerinden biri ülkenin 27 yıldan beri giderek derinleşen bir çöküş süreci yaşamasıyla birlikte, çok parçalanmış olmamızdır. Yaşadığımız bölgelere iç olanakları açan yatırımlar gelmediği gibi 1989 “Büyük Göç” yarasından sonra ekonomik dar boğaza sıkıştırılan gençlerimizin bir yandan Türkiye’ye öte taraftan da Batı ülkelerine akışı arayanlar yaramızı daha da acıttı. Bu yarayı bazen dayanılmaz duruma getiren aile bütünlüğümüze, yaşayışımıza, dilimize ve dinimize, özgün has kültürümüze indirilen darbeler, son zamanda duruma zor hakim olmamızdır. Bu dünyada çözümü olmayan sorun yoktur. Görüyorsunuz son yıllarda Türkiye diliyle, diniyle, sazları, türküleri ve şarkılarıyla, sanat ve medeniyetiyle ailelerimize girdi. Genç kızlar şarkıların en güzellerini TRT-Müzikten öğreniyorlar. Şiir, masal, efsane dinliyorlar, belgesel ve filmlerimizi izliyorlar, gönül hoşluğu bizi birbirimize yeniden yakınlaştırdı. Kendi ocağımızda kendi ateşimizle ısınıyoruz. Bu dava tabii ki yalnızca bizim davamız değildir. Bu davada sözü gizleyen, sorunu görmezden gelen, susan değil, sorunu açık söyleyen her zaman mert olmuş, halk tarafından da sevilmiştir. 1950’lerden başlayarak Bulgaristan Türk Edebiyatını yaratan şair ve yazarlarımız yazılan ağızdan çıkan sözün dert olacağını bildikleri halde, durmadan yazdılar, anlattılar, yarattılar ve halkımızı kanatlandırdılar. Balkan azınlıkları arasında bizden başka öz edebiyatı olan başka bir azınlık olmadığını belirtirken gurur duyuyorum. İrfan halkı aydınlatma davasına gönül vermiştir. Kaynağını derin halk kültüründen alan Bulgaristan Türk şairleri şiirlerinde aruzun yanı sıra, heceyi ve serbest nazım tarzını kullanmışlardır. Eserlerde Rumeli şivelerine rastlansa da kullanılan esas itibarıyla İstanbul dili olmuştur.


148

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bazılarının doğum yerlerini, doğum tarihlerini, ana eserlerini ve esin kaynağı olan çalışmalarını birlikte anımsayalım: Çağdaş Bulgaristan Türk şiirinin önemli simaları arasında yer alan ilk isim sevilen şair Mehmet Müzekka Con (1885 -1974) ‘dur. Con, Bulgaristan Türk Edebiyatının İkinci Dünya Savaşı öncesi dönemiyle sonraki dönemini birbirine bağlayan sanatçılardandır. 1890’lı yıllarda Vidin’de doğan Mustafa Şerif Alyanak ve 1986’da Nevrekop/Satovça’da doğan Mehmet Behçet Perim (ölüm yılı 1965) 1930’lu yıllarda Türkiye’ye gelen şairlerimiz arasındadır. Mehmet Fikri (1908 -1941), bugün Omurtag olarak bilinen Osmanpazar’ından idi. Hayat boyunca din, adalet, ahlak ve fazilet için savaştı. 1890 yıllarında Kırcaali’de doğan İzzet Dinç (ö.1965) de şiirlerinde benzer temalar işledi. Deliorman Şairlerinden Ahmet Şerifov 1926 yılında Razgrat’da dünyaya geldi. İlk şiir kitabı olan “Mücde” 1960 yılında yayınlandı. Mefküre Mollova -1927 yılında Dobriç (Hacıoğlupazarcık) ‘te doğdu. Akademisyen şairlerden olan Mollova’nın şiirleri 1964 yılında yayınlandı. Şumnulu şairlerden Mülazım Çavuşev (1927 – 1995) sade Türkçeyle yazdı, şiirlerinde Vatan sevgisini ve tabiat konularını işledi. 1927 yılında (Eskicima) Tırgovişte şehrinde doğan Niyazi Hüseyinov (Bahtiyar) ilk şiir kitabını 1964 yılında köy yankıları adıyla yayınladı. 1989’da Türkiye’ye gelen şairlerimizdendir. Orada 3 cilt halinde olmak üzere Balkanlar’da Türk Ünlüleri ansiklopedisini yayınladı. Lütfi Demir, 1929 – 1990 Razgrat yöresi şairlerindendir. İşte onun güzel şiirlerinden bir dörtlük: Benim Yârim. Benim yârim incelerden incedir. İpek fistan giymiş görsen nicedir. Saçı sümbül, başı dağdan yücedir. Ferace altından çıkalı beri daha da güzeldir. Sabahattin Bayram 1931’de Dobriç’te doğan şairlerimizdendir.


Makale ve Analizler - 2019

149

1990’dan sonra sanat hayatını Bursa’da sürdürmüştür. Bulgaristan Türkleri Edebiyatı derlemesini hazırlamıştır. “Soya Dönüş” serüvenine en sert tepki veren şairimizdir. 1962’de “Adresim Şudur” şiir derlemesini, 1966’da “Sokakların çağrışımlar içinde” eserini yayınlamış ve sosyalist düzenin insan haklarına ve azınlık zulmüne ilk başkaldıranlardan biri olmuştur. 1934 doğumlu Nevzat Mehmedov da bir başka Dobriçli şairdir. “Ayı Dayı” 1959, “Üç Beygir” 1967 adını verdiği kitaplarında yer alan çocuk şiirlerinde sevdiği hayvanlar dünyasını ve denizi konu alarak işlemiştir. Çağdaş Bulgaristan Türklerinin ileri gelen şairlerinden biri de 1934 Koşukavak / Kırcaali doğumlu Ömer Osman Erendoruk’tur. Üçüncü Mezar (1989), “Ölmeden Ölmek (1991) ve Sabır Duası (1991) Sevilken şiir derlemeleridir. Toplam 16 eseri olan yaratıcı totaliter komünist baskıya karşı kalemiyle verdiği çetin mücadelede asla yenik düşmedi, hapishane ve sürgün yıllarında da yaratmaya devam etti genç kuşağa ilham vermeye devam etti. 1934 yılında Filibe yakınlarında dünyaya gelen Recep Küpçü, ömrü boyu Bulgaristan Türklerinin haklı mücadelesini savunmuş, kendisine yapılan seri saldırıların birinden sonra bir gece bir Yama’da ölü bulunmuştur. Yayınlanan eserleri arasında Ötesi Var (1962) ve Ötesi Düş Değil (1967) çok sevilen 2 şiir kitabıdır. Küpçü’nün kaleminden dökülen Vatan hakkı, Vatan sevgisi genç kuşaklara bugün esin olmaya devam ediyor. Balkan Türklerinin iyi tanıdığı şairlerimizden biri de, deniz şairi olarak bilinen 1935 Eskicuma doğumlu Mehmet Çavuştur. Yılların Serenadı (1964)i Bulgaristan’dan Sesler (1985) iki şiir kitabı ile 20. Yüzyıl Bulgaristan Türkleri Şiiri (1988) gibi üç eser yayınlamıştır. O da öğretmen yaratıcılarımızdan olup eserlerinde anadil sevgisi, anadilde yaratıcılık, anadille yaşamak gibi konulara ağırlık vermiştir. Ali Bayram, 1935 doğumlu Silistreli öğretmen şairlerimizden olup çalışmalarını Türk dilini sevdirmeye adamıştır. Silistreli şairlerimizden bir başkası Latif Aliev de vatan hasreti çekmiş şairlerimizdendir. Bir Bahçeden Bir Bahçeye (1961) adını verdiği şiir kitabında halk şiiri tarzında söyleşileri vardır. Mustafa Mutkov, 1935 yılında Lofça’da doğdu. Yayınladığı şiir kitabının ismi Sabah Yolcusu’dur (1965). Onun şiir dünyasına açtığı pencereden şu dörtlük el atıyor:


150

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Yine köşe başlarında beklesem onu Bir yağmur geçse üzerimizden ince ince Şakaklarımızdan usulca yuvarlansa damlalar Tekrar elini tutsam onun Yolumuza halı döşese bahar… 1936’da Eğiridere’de dünyaya gelen Faik İsmailov (Arda) şiirlerinde daha çok Rodop Türkleri’nin elem ve kaderini, var olma mücadelesini işledi. Her satırı Bulgaristanlı Türkler için yaşama umudu ve yaşam sevinci oldu. Şiir kitabı Ağarırken Tan 1965’te yayınlandı. 1936 Razgrat doğumlu Mustafa Çetev de 1990’dan sonra birkaç yıl Bulgaristan Türklerinin en önemli yayın organlarından Hak ve Özgürlük yazarları ekibinde yer aldı. 1950’li yılların Bulgaristan Türk edebiyatında önemli isimlerden bir başkası da Güney Doğu Rodoplar şairlerinden 1936 doğumlu Süleyman Yusuf Adalı’dır. Bir Uçtan Bir Uca Memleket (1965) şairin yayınlanmış tek şiir kitabıdır. 1989 göçünden sonra sıla hasreti temasını ustalıkla işlemiştir. Hasköylü şairlerden Durhan Hasanov (1937) büyük göçle anavatanı arayan şairlerimizdendir. “İnsan Kardeşlerim” adlı şiir kitabı büyük yankı uyandırmıştır. Kırcaali yöresinin sevilen şairleri arasında Nazım Nuriev (1937), Osman Azizov (1937) Aliş Saidov (19938), Şahin Mustafov (1938), Sabri Alagöz (1938) başta gelir. Razgrat’ın Şeremet köyünde doğan Şaban Mahmudov da Bulgaristan Türklerinin yetiştirdiği öğretmen şairlerdendir. Bu kuşağa 1940 doğumlu Rodoplu Naci Ferhad’ı da mutlaka eklemek gerekir. Son zamanlarda çıkan yazılarda ve daha derin araştırma eserlerinde sayıları 100’den fazla olan ve ayrı birkaç ansiklopedi eseri dolduran Bulgaristan Türk Edebiyatı’nın şiir dalını temsil eden bu yaratıcıların 20. yüzyıl devamına Bulgaristan Türklerinin Yeni Edebiyatı adı verilmeye çalışılıyor. Naim Bakov, Mamak, Atasoy, Topçu, Ahmedova, Sertel vb seçkim kalemlerimiz yaratıcılığımızı yeni yüzyıla taşırken çok büyük hamleler gösteriyorlar. Burada onların izlediği kırmızıçizgi Atalarımızın Balkanlara geldiği 14. yüzyıldan bu yana artık 600 yıldan fazla bir zamandır halkımızın ruhunu yansıtmasında, her zaman esin kaynağı olmasında ve geleceğe kanat açmasında düğümlenir ve çözülür. Bu noktada değinmek istediğim temel nokta-


Makale ve Analizler - 2019

151

lardan biri Namık Kemalle başlayan Vatan fikrinin, şairlerimizle çok büyük bir ustalıkla işlenmiş olmasıdır. Bu çalışmaların kilit taşı ruhen Türk Yurdu etrafında toplanmış olmasıdır. Kılıcı ve kalkanı Türk dili olan bu kardeşlerimiz yarattıkları eserleriyle 150 yıldan beri yaratıcılık dolu akan Türkçülük ırmağına dolmuşlardır. Hele Bulgaristan gibi anadilimizin, Türk kimliğimizin, din ve kültürümüzün düşmanlığından beslenen bir ülkede azınlık edebiyatı yaratmak ve şan şöhret kazanmak, dünyaya açılmak olağanüstü büyük övgüye değer bir çalışmadır. Bu kavgada öz şairlerimizden her biri Türkçülüğün en faal isimlerinden biridir. Şairlerimiz ne kadar hoşgörülü yazsalar da satır aralarında bizim için milliyetçilikten başka çıkar yol olmadığını işlemişlerdir. Onların geçen yüzyılın 2. yarısında yazdığı her satır siyasi bir anlam taşımış, halkımızın Türklük kaynaklarını canlı tutmuştur. Milliyetçilik ve milli istiklal fikriyle yanıp tutuşan öğretmen şairlerimiz o dönem ülkemizde kurulan Turan, Gençlik Birliği, Altın Ordu ve diğer uyanış derneklerinin içinde ve yönetiminde yer almış, bu gün de “Kaynak” gibi dergilerde boy göstermektedir. Bir halkı yanıp tutuşturmak en derin uykulardan uyandırmak her zaman davulla değil, kalemle olmuştur. Eğer bir asırdan daha uzun bir süre iki medeniyet arasında sıkışmışkalmışsak ve bizi kendi medeniyetimizden koparıp kendi medeniyet makinelerinden geçirmek isteyenler başarılı olamamışsa bu direnişlerde şairlerimiz, anadil meşalemiz öğretmenlerimiz her zaman ve her yerde halkın önünde durmuştur. Türkçülüğümüz birilerin cebinden düşmüş ve yol boyunda bulunan bir mangır değildir. Türkçülüğümüz öncelikle bir anadil sevgimizden kaynaklanan bir kültür ve dil hareketi olarak doğmuştur. Halk yaratıcılığımıza sarılmış ve 650’den fazla şarkı, türkü, mani ve taşlamayla hayatımızı renklendirmiştir. Köklerimiz İbrahim Şinasi (1826 – 1871) ve Namık Kemal (1840 – 1888) gibi şair ve yazarlara dayanır. Bu kaynaktan bize bugün ilham veren Türkçecilik hareketimiz doğmuştur. Bizim bugünkü anadil hareketimizi kanatlandıran da budur. İnsanın neresi ağarırsa canı oradadır. Bizi ana dilsiz bırakmak istiyorlar. Sorun Şudur. Dil kavgamızın bir de iktisat yanı var. Bizi anadilimizi öğrenmemizi engelleyen Bulgar devleti, aslında bizim diğer etniklerden, Avrupa Birliğindeki halk ve uluslardan ve dünyadan geri kalmamızı hedeflemiştir. Çünkü bizim iktisadi bunalımlardan çıkmamızın tek yolu ve AB ne Rusya ne de Almanya’dır. Çünkü bu topraklarda yalnız biz değil Bulgar kendisi de en iyi


152

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

yıllarını ve yüzyıllarını Osmanlı döneminde geçirmiştir. Bizim Türkçe’mizi kısır öğrenmemiz ekonomik olarak Türkiye ile derinleşen işbirliğine geçmemize, daha verimli kaynaşmamızda engel olacaktır. Onların aklından geçen Türkiye’den gelen her şeye kendilerinin el atmasıdır. Bizi hayvanlaştırmalarının ekonomik kökündeki gerçek de budur. Onların aklına göre, bir dilimizi geliştiremedikçe, köyden kopamadıkça, bilim ve teknikten uzak tutuldukça medeni dünya ile kucaklaşma ve daha refahlı bir ortamda yaşama yolumuz da kapanır. Yalnız Bulgarlar mı, biz de özgürlüğümüzün, özgün haklarımızın, anadilimizin bir ikinci dil olarak yasallaşmasını istiyoruz ve bu bizim en yasal ve doğal hakkımızdır. Edebiyatı, azınlık tarihi, özgün kültür ve yaşam biçimi olan bir azınlığın dilinin yasaklanması ve Türkçe konuşanın yasaklanması, insan hakları suçudur. Türkçemizin yasaklanmasının ana nedenlerinden biri de anadilimizin bizi birleştirme özelliğidir. Bizim parçalanarak ufalmamızı ve kırıntı olup toplum çuvalından dökülmemizi istiyorlar. İnsanların tek tek uyanmasına göre milli bir vücudun uyanması çok daha kolay ve heybetli olur. Türkçemiz bizi daha yüksek bir kültüre taşıyacak olan basamaktır, asansördür. Bulgaristan sınırları içerisinde gelişen Türkçülük düşüncesi bizim kendi ırkımızın yücelmesi arzumuza dayanır. Biz başka ırkların yücelmesini de isterken, bizim yücelmemizden herkesin fayda göreceğine inanıyoruz. Biz Bulgaristanlı Türk aydınları olarak, Anadilimizde konuşup yazma ve propaganda yapma davamız bizim öz davamızdır ve onu bizden başka hiçbir güç çözüme götüremez. BULTÜRK olarak bizim toplantılarımızda bir kültür, edebiyat ve tarih, sanat kürsüsü olarak yeniden okurlarına ulaşması, hazırlanmış şiir ve düz yazı kitaplarımızın mutlaka basılması ve şimdiki ağır koşullarda Türkçe öğrenmek arzusuyla yanıp tutuşanlara elektronik dersler örgütlenmesi gündene gelmiştir. Bizlerde bu yola çıkmak zorundayız. Davamız Türkçülük davasıdır. Paylaşınız lütfen…


Makale ve Analizler - 2019

153

Atılımlar Geliyor

Tarih: 24 Şubat 2019 Yazan. Nedim AKIN Konu: Bulgaristan Türkiye’ye yakınlaşma siyaseti izlemelidir. Bulgaristan parlamentosunda 34 adet tercihli oyla seçilmiş milletvekili olmasına karşın, seçmenin meclise girme meraklıları yeni güçlü bir darbe alınca, yasama organına güven ve saygınlık % 8’e düştü. Meclis üzerine fıkra ve hikâye yazılacak bir kurum değildir. Siyasetin ciddiliği meclis kapısının açılıp kapanmasına bağlıdır. Sofya Meclisi üstüne çok şeyler söylenebilir. Bir defa Türk Mezarlığı üstüne bina edilmiştir. Meclis bir tartışma ve oylama merkezidir. Bilirsiniz mezarlıkta yüksek konuşulmaz, kavga edilmez, insan taşlanmaz. Bizim meclis kavgaların şiştiği ve patladığı her haline geldi. Kaç defa camı kapısı kırıldı, kuşatıldı, vekiller salona giremez oldular, bilen bilir… Bu seneden başlayarak Bulgar Meclisi mekân değiştirecek. Eski BKP MK (Bulgaristan Komünist Partisi Merkez Komitesi) binası avlusuna kurulan, etrafı girilemez sur gibi duvarlarla çevrili bir ortamda çalışacak. Halktan iyice kopacak… Meclis dediğimizde, demokrasiyi ekliyoruz. Partiler olmadan demokrasi olmaz diyoruz. Partiler olmasa, monarşi, totaliter rejim, ferdi idare, mutlak idare, diktatörlük belirip yerleşir diyoruz. Bizde çok partili bir rejim var. Parti sayısı 150 olsa da, meclisteki partilerin sayısı yedidir. Dördü iktidardadır. Türk partisi DPS ile sosyalistler BSP ve Moskova’ya sağ kanattan bağlı olduğunu gizlemeyen “Volya” (irade) partisi sahnededir. Demokrasinin dengesini 20 yıl Türk partisi sağlarken şimdi denge kaotik aşırı milliyetçi faşizan güçlerin eline geçti. Memlekette bir gerginlik yaşanıyor. Ufak ufak örneklersek son 50-60 yılda yaşanmamış olaylardan ürperiyoruz. Köstendil şehrinde bir genç anasını-babasını-kız kardeşini ve nenesini baltayla doğradı. Bireysel hesaplaşmalar aldı yürüdü. İktidardaki faşizan güçlerle Romen etnik azınlık arasındaki çelişkiler yeni bir aşamaya girdi. İnsanları, etnikleri Gettolara ka-


154

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

pamakla, okulsuz, sağlık hizmetinden ve iyi beslenmeden uzak bırakmakla hiçbir sorunun çözülemeyeceğini görmeyen kalmadı. Demokrasi bir de insan haklarının ve azınlık haklarının tanınması anlamına gelir. Bu haklar tanınmadığı ve millet ve halk niteliklerinde eksiklikler olan Bulgar milliyetinin diğer azınlıkları kendisine zorla katma ve eritme siyasetine devam ettiğinde, ilkede halk tepkileri gelişirken iç savaş kıvılcımları alevlenebilir. *** Anayasal-Parlamenter demokrasi ortamında meclis otoritesinin çok daha yüksek olması gerekirdi. Fakat 16 Kasım 2016’da halk oylamasına katılan 2.5 milyon seçmenini iradesinin hasır altı edilmesi kamuoyunda derin izler bıraktı. İktidarın yeni bir nüfus sayımı yapıp “ölü canlıları” seçim listelerinden çıkarmayı kabul etmeyişi, her gün sahte seçimlerden söz edilmesi, normal yaşamak isteyenleri bunaltmış biri bir ortam ortaya çıktı. Seçmen iradesine nefes alma hakkı tanımak istemeyen İktidardaki GERP partisi ve faşist yamakları, 16 Şubat 2019 gecesi halkla irtibatı tamamen kesilmiş olan Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) oyununa geldi. “Tercihli oy kullanma” sistemini tamamen bozup geçersiz kıldılar. Ertesi sabah Münih’ten dönen Başbakan Boyko Borisov gece saat 03’te yaptıkları seçim kanunu değişiklerine “olmaz böyle şey” dedi. Demokrasiyi ve parlamenter düzen iradesini rafa kaldıran bu gelişme, sosyalist kanattan 63 milletvekilinin bir daha geri dönmemek üzerine meclisten çıkmasına neden oldu. *** Yeni yüzyılda Millet Meclisine ve TV ekranına sunucu olarak çıkacak olan şahısların seçiminin hani istem ve ölçütlere göre yapıldığını pek bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da bir ara okullarda bazı çocukların göz bebekleri arası ile kafatasları çemberini ölçme gayretleriydi. Yetenekli çocuklarımızın geri dönmemek üzere memleketimizden kovma işinde uzmanlaşan Ahmet Doğan’ı Allah cezalandırmaya başladı. İkinci eşinden olan Demet kız, Sofya Üniversitesi’nde TV gazeteciliğinde uzmanlaşmış ve babasından telefon gelmeden ve DANS’tan ilgili kişi üniversiteyi ziyaret etmeden, tarafsız komisyon önüne ilk çıkışında şöyle bir olay yaşanmış: Komisyon üyelerinden biri sınav tutanağına “bu adayın 16 Hint kavminin hangisinden olduğu tespit edilsin” yazmış. Tabii ki olay yalnız güzellik, albenili olma, telegeniklik falan filan değil, olayın özünde gen özelliklerinin surata vurması ve göze yansıması ön plana çıkmış. Ben ömrümde eğri ağaçların sulamakla doğrulduğunu, yalnız süt, yoğurt, katık, beyaz peynir


Makale ve Analizler - 2019

155

ve muzla beslenerek beyazlaşan siyah derili görmedim. Yaşasın eğrilerdeki doğruluğu görebilenler. *** Temelimizde “1000” (bin) yıllık Bizans hukuk var diye böbürlenen Avrupa Birliği İngiltere’den anlaşmasız ayrılırken, yıllardır kapıda beklettiği Türkiye Cumhuriyetine “biz sizi kullandık” dercesine davranıp tam üyelik kapısını kapamaya çalışması dikkati çekti. Avrupalıların aklı kısa olduğunu bilmezdim. 3 yıl önceyi anımsayalım: “Boğuluyoruz!” Salmayın savaş kaçaklarını diye yalım yalım yalvardılar. 21. Yüzyılın ilk büyük antlaşmasını imzalamak için Fransa, Almanya ve İngiltere ile daha 15 Avrupa Birliği ülkesi Türkiye’nin karşısına dikilip yalvardılar. Ne çabuk unuttular! Türkiyesiz bu birlik yakında çöker… *** Totaliter rejimde zulümleri işleyen “DS” Devlet Güvenlik örgütü “kapandı, unutun olup biteni” havalarına girenlere Başbakan Borisov’un yanıtı ilginç oldu: Alman ”Konrad Adenauer” Vakfı Büro şefi Torster Geisler ile görüşen Başbakan Boyko Borisov şöyle dedi: “DS” aldı başını gitti diyenler haklı değildir. Şimdi “DS” sisteminde çalışanların oğulları ve torunları görev başındadır. Dedelerinden ve babalarından çok daha verimli çalışıyorlar. Şimdi onlar diğer Büyükelçiliklerle de iyi çalışıyorlar.” Bu konuyu çok işlemiştik, en sonra şekil değiştirmenin öz değiştirmek anlamına gelmediği Başbakan da doğruladı. Bu kurumun Türk şubelerinin sessizce çalıştığına da inanıyoruz. Herkes ne “Ne yapabilir canım!” diyebilir. Biz kahvelerin dolup taştığını, vur patlasın karta oynayanları görüyoruz. Bulgaristan Türk soydaşların enerjisini boşa harcadığına şahidiz. Son 30 senede soydaşlığı bir müessese olarak geliştirebilseydik, bir bilseniz biz nerelerde olacaktık! Ama insanımızda bir rahatlama oldu. “Biz tükürdüğümüzü yalamayan, dışkısına bakmayan, geri adım atmayan” zihniyetine esir düştük. “Ver kızı al papazı” kafasına takıldık. En acı olan da kafalarda sinir ucu olmaması. Olsaydı o hepimizi dürtecekti. “Boş kafayı taşımak, dolu kafa taşımaktan çok daha kolay!” Biz bu noktada yenik düştük. Beş para değeri olmayan durumlara düştük. Aydın adam bulmak zor. İş yapacak insan bulmak zor. Kendi değerini bilen de az. Daha yüksek bir boyuta yükselebilsek, ne güzel olur. Kitap okuyanı aramıyorum, gazete okuyanlarımız azaldı. Bulgaristan’ı, ata vatanı öğrenme hırsıyla yanıp tutuşanlar soğuma, vazgeçme, uzaklaşma yolu arıyorlar. Birbirimizi utanmaya başladığımızın farkında değiliz…. Çok kötü!


156

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

*** Öte yandan Türkiye bizi solluyor, Türk kimliği hızla ilerliyor. Bu gidişle Türkiye’de yaşarken Türkiye’nin dışında kalacağız. Bir Bulgar gazetesinden aktarıyorum: Onlar da değişti. ”Çağdaş Türkiye’yi görebilmeye başladılar. Ülke, Başkan Tayyip Erdoğan’la sımsıkı bağlanmış atılımları gözle görülür durumdadır. Türkiye’de köklü değişim ve yenilenme yaşanıyor. 2002’den beri ekonomik olarak kalkınmayı her aile hissetmiştir. Türkiye’de köke dönüş ve yeni şekil arayışı var. Özü geliştirerek yeni biçim anlayışı Başkan Erdoğan zamanda yerleşti. Başkan Erdoğan döneminde Türkiye tarihinin Atatürk’le başlamadığı, çok eskilere dayandığı gerçeğini dünya görebildi. Bu gerçek Türklerin gönlünde tarihleriyle gururlanma duygusunu geliştirdi. Bin yıl 3 kıtada yaşamanın onuruyla yaşıyorlar. Türkiye’nin iç ve dış siyasetini bağımsız raylara oturtan, Büyük Yeni Türkiye kapısını açan Başkan R.T. Erdoğan oldu. Türkiye kamuoyu ve halkı bunu çok olumlu karşıladı. Başkan Erdoğan, çok karmaşık ve önemli bir jeo-politik durumda bulunuyor. Tarih rüzgârları “Küçük Asya ”da sert esmiştir. Anadolu fırtınalı bir yöredir. Başkan Erdoğan devletini savunmak ve korumak için elinden geleni yapıyor. Çin’deki Uygurların durumuna ilgi gösteren ilk Türk Başkan Erdoğan oldu. Bu gelişmeler onun Türk Dünyasından sevilme ve sayılmasına sağlam temel oldu. Türk Dünyası Başkanlığa açılan yolda yürüyen Başkan Erdoğan’dır. Başkan Erdoğan Türkiye’nin komşusu olan devletlerle barış içinde verimli işbirliği geliştirmeye çaba gösterirken, T.C.’nin dünya çapında nüfusu artıyor ve güçleniyor. Başkan Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nda ve Güvenlik Konseyinde yapılmasını önerdiği değişiklikler gerçekleştiğinde o büyük bir dünya liderine dönüşecek ve onun izlediği politika dünya ülkelerinde okullarda okutulacak ve öğretilecektir. Okuduğunuz için teşekkür ederim. Lütfen paylaşınız.


Makale ve Analizler - 2019

157

Sarıca Arılar Yuvadan Çıktı

Tarih: 23 Şubat 2019 Yazan: Dr. Nedim BİRİNCİ Konu: Demokrasinin temel taşları dernekler ve siyasi partilerdir. Bulgaristan’da geçen hafta havalar yaz gibiydi. 12-13 derece derken 20 dereceyi gördük ve paltosunu çıkaran daha hafif giysiler aradı. Ne var ki, 22 Şubatı 23 Şubata bağlayan gece kayanın ardına gizlenmiş kış, “Hey, şaşırttım mı sizi!” der gibi, her kez uyurken kendini gösterdi. Bir sere kar örtüsüyle uyandık. Bu kadar beyazın bir gecede nereden geldiğini düşündüm kaldım! İnsanoğlu, bütün kamyon, tren, vapur ve uçakları seferber etse bu karın % 1’ini toplayıp memleketimizi beyaza kundaklayamazdı. Doğanınki ne kudret! Yazdıklarımın hepsi doğru olsa, aklımın ermediği şey, Doğa insanoğluyla mı sürekli kavga halinde, yoksa insan mı tabiatla didişiyor? Olurdu. Şehirli ve köylüler sabah sabah kalktılar süpürge ve küreklerle yol açtılar. 1100 kar temizleme makinası beyaz asfalt kararttı. Ardından Güneş açtı. Hepimizle alay eder gibi gülümsedi. Aceleden erittiği karları derelere ve ırmaklara taşıdı. 2018’de Avrupa’da en fazla kar yağan ülke değil, en fazla dolandırıcılık yaparak rüşvet alan ülke ilan edildik. Brüksel’e bağlı 27 ülkede dalaverecilerin cebe attığı Avronun 120 Milyar olduğu açıklandı. Portekiz, İtalya ve Yunanistan rüşvet işlerinde liste başı olsa da, bu işlerde başı çeken ülke Bulgaristan dendi. İnsanın adı çıkacağına canı çıksın! Aklımın ermediği işlerden biri şudur. Nasıl oluyor da, yağan kar bütün memleketi bembeyaz tertemiz yapabiliyor da, en fazla rüşvetçi ülkede fakirler daha yoksul, zenginler de daha zengin oluyor? İlahi takdir bir adalet olsa da, göz kırpmadan, yüz kızarmadan toplanan rüşvetten herkes payını alsa, her hanenin ocağına pay düşse ama olmuyor işte… Doğa’nın adalet kanunlarını Yaratan, toplumun kurallarına hükmedemiyor. Doğanın kanunları hakkında İnsanoğluna “doğaya bak ve ondan ilham ve örnek alıp, yasa ve kural yaz ve adil uygula” demiş de, bu zar bizde neden hiçbir zaman düşeş düşmez, hep şeşbeş, penco yek düşer ve bizi oyaladıkça oyalar umut ve hayal dünyasında yaşatır, doğrusu aklım ermiyor. Eğer biz şu


158

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

çalma kapma ve bir birimizi dolandırma işlerinde Avrupa birincisiysek, dün işittiğim şu habere inanmamak elde değil. Telefon dolandırıcıları, hat karışıklığından Baş Savcılıkla bağlanmışlar. Uzatmayayım. Savcılık ekibinden bir apartmanın penceresinden atılacak, içinde 100 bin leva olan poşeti toplamaya gelenin 86 yaşında bastonlu bir koca-karı olduğunu görünce polisler baygınlık geçirmiş. Cumhurbaşkanı Rumen Radev, “memleketimiz bataklık” dediğinde, acaba her taraf ve her yanımız mı bataklık diye düşünmüştüm. 7’den 86’ya kapalı sistem gibiyiz. Geçen sene Bulgaristan’da Milli Rüşvetle Mücadele Komisyonu kurduk. Birçok kişi röntgene çekildi. İçi temiz. Elbiseleri kuru temizlikçiden yeni alınmış, boyu postu, saçı, tıraşı dört dörtlük çok güvendiğimiz birisi – GERB hükümetinin 2. Dönem Maliye Bakanı Vladislav Goranov mercek altına aldı ve hakkında 2 rüşvet davası birden açıldı. “Balık baştan kokar” ilkesi bizde tam gaz işliyor. Bu seneki “Berlinale” film festivaline Bulgaristan “Göl” adlı filmle katılıyor. “Bataklık” diyen ilk Cumhurbaşkanı R. Radev, “Göl”e bir şey demedi. Konu BGSAM yazılarında işlendi. GETTO – mallelerde bir kadının 14 çocuk doğurduğunu ve çocukların gördükleri erkeğe “baba” dediğini yazdık. “Bataklık” ve “Göl” arasındaki farkı ayrı işlemek gerek. Filmdeki başrolü oynayan, göl kenarındaki sıcak sulu kaplıcadan “göle” yani “Bulgaristan cennetine” bakarken, gençliğinde 728 kanınla olduğunu ballı şekerli hayallerle canlandıran film kahramanı festivalden ödülle dönerse Başkan Radev Cumhurbaşkanlığı adına kendisine “yılın ahlaklı adamı” ödülü verir mi diye düşünmeye devam ediyorum. Biz modern insanlar, hayatımızı sürekli yenilemeye çalışırken aslında yeni bir şeyler duyumsamaya çalışıyoruz. Örneğin Bulgaristan’da eskiden bütün kitapçıların vitrininde ve rafların en görünen yerinde Jivkov, Marks, Engels, Lenin toplu eserlerinin hemen yanında DİYALEKTİK VE TARİHSEL MADDECİLİK felsefe eseri bulunurdu. Kalın bir kitaptı. Birkaç defa okuyanlara, ne yazıyor bu kitapta diye sorsan “doğada her şey var, bakın bakın öğrenin, yeni bir şey icat etmenize gerek yok” cevabını alırdın. Bir defasında Bursa’da 23 sene içerde kalan şairimiz ve özgürlük kahramanımız Nuri Adalı ile sohbetim oldu. Kendisine “Abi seni beşinci defa neden toplamışlardı?” diye sordum.


Makale ve Analizler - 2019

159

“Bir öğretmenle görüşmemde, “partiler ve ideoloji ahlak kuramaz. Aile ve toplumsa ahlaksız yaşayamaz! Ahlakı yaratan ve yaşatan dindir!” kaçtı ağızımdan ve topladılar, yanıtını aldım. Kafamı zonklatan şudur? Eğer memleketimiz bir “bataklık” ya da “göl” ise içinde ahlak ve düzen kurmak mümkün olabilir mi? Edebiyatta “Cangıl kuralları” terimi var, fakat ben “göl kuralları” veya “bataklık kuralları” diye bir şey işitmedim. Tabii başımın zonklamasını şiddetlendiren, bir maliye bakanı hakkında 2 rüşvet davası açılmışsa, nasıl olur da bu şahıs bakan koltuğunda oturmaya devam eder!? gibi saçmalıklardır. Partiler, ideolojileri, liberalizm, tutuculuk, sosyal demokratlık ve hatta komünizm ve faşizm toplumda ahlak oluşturamadı. Yeni bir din yaratmaya çalışırken çöktüler. Bir devlet, iktidar, lider DİN ’in yaptığını yapamıyorsa, DİN’e karşı saldırıların şiddetlendirmenin anlamı ne? Bir sürü anlamsızlığa da anlam veremiyorum. Kar düştü, eridi, kalktı, düzenli bir iş… Sonra şu rüşvetin ve ahlaksızlığın bizde bin bir türü var. Bulgar polisinin rüşvetle mücadele eden en güçlü ve en derin, hatta en güvenilir kolu İç İşleri Bakanlığı İç Güvenlik Teşkilatıdır. Bu önemeli örgütün Baş Amiri Todor Kostadinov “rüşvetsiz iş yapmayanlar” davasından yargılanmıştı. Yargıçların hepsi “Sofya-Simyonovo Polis Akademisi” mezunu olduğundan dolayı yılan balıklarının birbirlerini ısırmadığı misali, meslektaşlık kurallarına uyarak toleranslı davranıp aldıkları “adil” kararlarla kimseyi içeri atmamaya dikkat ediyorlar. Aklananların devlete tazminat davası açması adetten oldu. T. Konstantinov’un tazminat davası bu hafta sonuçlandı. Devlet bütçesinden 50 000 leva ödendi. Görevine geri çevrildi. Bu davalar en fazla GERB parlamento grubu şefi Tsvetan Tsvetanov zamanında açılmıştır Gerb döneminde önemli polis amirlerine şimdiye kadar polislere tazminat olarak 2 milyon levadan fazla para ödenmiştir. Bu sabah diz boyu kara rağmen, avukatlar Sofya merkezinde protesto yürüyüşü yaptı. Sebebine gelince, “büyük miktarda para aklama” olaylarında, olayı üslenseler de, şimdiki kanuna göre olayı DANS adındaki mali polise bildirmeyi kabul etmiyorlar. Bizim bataklıkta bu koku çok özel bir koku. Herkes herkesten korkuyor… Bu arada seçim kanununa bir tarafından yasak, arka yüzünde de serbest yazan bir metal para olarak bakan, meclis Hukuk Komisyonu Başkanı Daniel Kirilov görevinden uzaklaştırıldı. Bulgaristan’a Brüksel’den bakanlar karlı havada pek bir şey göremezler. “ 2018’de Avrupa Birliği’nin en dallandırıcı ülkesi Bulgaristan” kararını alırken, tam olarak neyi kast ettiklerini henüz anlayabilmiş değilim. “Küçük rakamların” büyük hırsızlık ve soygun işlerinde belirleyici olduğuna


160

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

nedense inanamıyorum. Çünkü “tarımsal kalkınma” yardım ve teşvik fonlarına ve “Romen nüfusla bütünleşme” fonlarına gelen paraların birkaç kişinin elinde kaldığı gün gibi ortadadır. Bundan 30 yıl önce yamaçtaki tarlasını, yuları çeken karısı, tek katır ve küflü pullukla sürmeye çalışanlar bugün de yağmur yağsın toprak kabarsın da işimiz kolaylaşsın diye “yağmur duasına” çıkmaya hazırlanıyorlar. Çingene GETTOLARI ise bu kış buzlanamadı. Kokuştukça kokuştu. Ağır vinçler Romen kulübelerini yıksa da koku kalkmadı. Hatta daha da keskinleşti. Gelen geçen yolda yürürken bayılıp düşmesin diye KAT – dediğimiz trafik polisi sokak girişlerine “geçici olarak kapalı” levhası asmış. Asmış asmasına da 2019 Avrupa Kültür Merkezi ilan edilen Filibe (Plovdiv) ilinin “Voyvodino” köyünde yıkılan mahalleden, açılan küçük ve büyük ihtiyaç kuyularından çıkan buram buram kokulara, aynı köyün Bulgar mahallesinde yanan “salam sucuk fabrikasından” gelen yanık kokuları ve kara duman da karışınca, Fransa’dan çevre sağlığı ve koku uzmanı çağırmışlar. Uzmanlar, beraberlerinde getirdikleri özel cihazlarla kokuyu test etmişler ve bölgeye hakim ve belki de git gide memlekete hakim olacak bu pis kokuya karşı koku icat etmek için yüzlerce milyonluk bir hesap çıkarmışlar. Kokuya karşı koku icat etmek çok pahalı bir işmiş. Durum değerlendirmesi yapan Fransız uzman bayan-ekip, biz parayı Brüksel’deki “Bulgaristan’da Romenleri bütünleştirme ve asimile etme fonundan alırız, siz gönlünüzü hoş tutun” demişler. İnsanların birbirine yardım etmesi Avrupa’da adetten oldu. 1995’te Polonya’nın başkenti Varşova’da toplanan bir konferansta, 1943’te Nazilerin “Treplika” toplama kampında yaktıkları Makedon ve Ege Bölgesi Çingenelerinin yakınlarına tazminat ödenmesi kararı alınmıştı. Ödenecek para 4 milyar Alman Markı (DM) olarak saptandı. Federal Almanya Meclisi (Bundestag) kararı onayladı ve İsviçre Bankalarından birinde hesap gösteriniz, dedi. Olay, 1942’de, Hitler ordusu ile Bulgar silahlı güçlerinin el ele verip Makedonya ve Ege Trakya’sına bastığında meydana gelen durumdan çok daha fazla karıştı. O zaman, Hitler III. Boris’e telefonda “bizim Stalingrat”ta işimiz var, çekiliyoruz, işgal bölgelerinin idaresi sana ait” demişti. III. Boris de, işgalden önce Sırbistan Krallığı tebaasında olan yerlilere “adlarını değiştirsinler ve Bulgar Çarlığı kimliği verin” derken, Çingenelere (Romen) ve Yahudilere Bulgar vatandaşlığı vermedi. “Tutuklayın ve vagonlara doldurup “Treplika” kampına gönderin” emretti. “Treplika” kamp müdürlüğü arşivinden yedi bine yakın Makedon ve Ege bölgesi Çingenesi-


Makale ve Analizler - 2019

161

nin yakıldığı evrakları çıktı. Ne ki, tazminat parası almak yakılmaktan zor oldu, hatta imkânsızlaştı, çünkü bir defa yakılanların soyundan sağ kalan olmadığı için para kime verilecekti? İki, hesap açılan İsviçre Bankası hesabınızda 200 000 DM görmeden, ben bu hesaba 4 milyar DM kabul edemem demesin mi? Avrupa Çingene Konseyi 200 000 DM ararken, Macar Yahudi’si G. Soros “yardımlarına” erişti. Ben size “yardım ederim” dedi ve aman “siz zahmet etmeyin” para benim hesabıma havale edilsin orada 200 000 DM var, dedi, keşke demez olsaydı ve paranın üstüne oturdu. Makedon ve Ege Trakya’sında Çingene olmadığından para bütünüyle üstüne kalırken, Bulgaristan Çingenelerine de zırnık koklatmadı…. Ben karın birkaç gün kalkmaması için dua ediyorum. Penceremden bakarken dünyaya İlahi Adalet yağmış duygusu uyanıyor içimde. Kar ne rüşvet kokuyo, ne dalavere, ne sahte insanların zamanla boyası kendiliğinden silinen tükenmezlerle yazdığı ve birbirine gönderdiği rapor, ne davalı bakanların can sıkıntısına, ne lağım kuyuları ve yanmış salam sucuk fabrikası, ne mecliste ve duruşma salonlarındakilerin terine kokuyor…. İlahi Adalet ile İlahi ahlaktan yanayım. Bunların ikisinin birleşmesiyle insanların birbirleri hakkında jurnal, rapor, karar, yasa, anayasa ve başka yazılar yazmasından da yanayım. Çünkü insan kapasitesinin sınırlı olduğuna inandığım için, AB merkezi Brüksel’dekilerin “Bulgaristan’daki Türkleri Deporte Etme Fonu” onaylayıp bıçağın ucunun yine bize dayanacağından çok korkuyorum. Şu fikirse, beni deli ediyor. Tam o zaman Soros rahatsızlanırsa, ameliyat masasındaysa ve parayı “ne yasal yoldan çalacak” birisi bulunmazsa, işte bu düşünce tüylerimi diken diken ediyor. Bu para çalınırsa Bulgaristan yüzyılın dolandırıcısı ilan edilebilir. Para çalınırsa biz yine ortada kalırız…. Dün gece karın başlamasından 1-2 saat önce memleketimin topraklarında yetişen en azgın ve kinli, hınçlı ve öfkeli Nazi örgütü “Lukov Marş” düzenleyerek gözü kanlı sabık Generalini andı. Sofya Belediye Başkanı Bayan Fındıkova “Faşist Generalin gösterilerle anılmasına” izin vermemişti. Birinci Dünya Savaşı kahramanı, Savunma Bakanı, Hitler faşizmini Bulgaristan’a yerleştiren ve ülkeyi Rus steplerinde savaşa atmaya çalışan, komünistler tarafından tek kurşunla öldürülen bu aşırı sağcı, milliyetçi “Bulgar Milli Lejyon” partisi lideri her yıl fener alaylarıyla anılıyor. Bu yılki katılımcılar ellerinde o kadar çok katran yanan sopa taşıdılar ki, başkent sakinleri şehrin yakılmasından endişe ettiler. Ve ansızın düşen kar belki de şehri muhtemel bir yangından kurtarmak için düştü. Takdir İlahidir. İktidar partilerinden VMRO ile “Bulgaristan’ı Kurtaralım” faşistlerinin gençlik kolları fener alayındaydı.


162

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bulgaristan, 1945’te İkinci Dünya Savaşı’nı sonunda Bulgaristan iradesi, “faşizme asla yol vermeme” yemini anlamı taşıyan Pozdam Anlaşmasını onaylasa da, uygulamıyor. Devlet politikası, Pervanesi esen rüzgârın yönüne göre dönen eski Alman değirmenlerini andırıyor. Yine dün çok acı başka bir haber geldi. 1934’ten sonra Hitler rejimine yardım eden Hollandalılar 1945’ten günümüze kadar Hitlere Hizmet Maaşı ve dolayısıyla bugün Emekli Maaşı almaya devam ediyorlar. Demek oluyor ki, AB kurumlarında Nazi ruhu çalışmaya devam ediyor. AB parlamento seçimleri arifesindeyiz. Demokrasinin temel taşları dernekler ve siyasi partilerdir. Ne yazık ki bizde her ikisi de kış uygusundan henüz uyanamadı. Oysa sarıca arılar yuvadan çıkmış gece gündüz dolanıyor. Bunların adı rüşvet, dolandırıcılık, Lukov taraftarları, uyuyan iktidar, gece düşünemeyen ve gündüz konuşamayan Karadayı ve daha bir sürü başkalarıdır. Okuduğunuz için teşekkür ederim.


Makale ve Analizler - 2019

163

Adalet Tabutu

Tarih: 25 02 2019 Yazan Neriman KALYONCUOĞLU Konu: Silah gücüyle isim ve kimlik değiştirme kavgamıza karşı yine tüylenmeye başladılar. Bizim geleceğimiz geçmişimizde gizlidir. Kitaplara düşmemiş, halkımızın belleğinde yazılıdır. Razgrat’a bağlı Caferler (Sevar) kendi yağınla kavrulabilen büyük köylerimizden biridir. Kazların çırpındığı, ördeklerin yüzdüğü köy gölü, sebze üreticilerin “Elmalı Barajı”, rüzgârların harman dövdüğü alandaki YEL DEĞİRMENİ, pervaneler Caferler tablosunda özel renklerdir. Deliorman göbek köylerinden biri olan, “Evet” yerine “Tii” diye diye anlatan, annelerini “Nine” diye çağıran bu köyde, yaşlıların sohbetinde Nazım Hikmet özel bir yer alır. 1985’in dondurucu Şubat sabahında isim değiştirme çılgınlığında köyden çıkan jandarma cesedi, çoook derinlerden kaynayan yerlilerin kimlik ruhunu hissettirmek için tınlayan bir ince sazdır. Caferler, ezan sesi, şairler ve ozanlar ocağıdır. Ağaç Denizi’ne yayılmış bu büyük köyden öz davamız adına hapis yatmış, sürgün görmüş, hatta İslimye (Sliven) Kadın Hapishanesinde çile çekerken derdini türkülere yanmış genç kız ve gelinlerimiz vardır. Bu Deliorman güzeli bir de yıllarca Bulgar sürgün bakmış bir ocaktır. Komünistler iyilik bilse, aile kültürlerinde minnet duygusu olsa, 1985 Şubatında Deliorman incisi bu köyü kuşatmaya yüzleri varmazdı. Gönülleri kapanırdı. Hakikatten Bulgar’da gönül borcu duygusu olsa 1985’in Şubatında bu köye ne girer, ne sokakları kuşatır, ne de hane hane kapı çalar veya bir kimsenin kılına dokunurdu. Beni bu satırları yazmaya zorlayan bildiğim bir öyküdür. Faşist zulmün doruk yaptığı 1942’nin kış ortasında Caferler muhtarlığı önünde karı çiğnenerek düzlenmiş alana dikilen 2 jandarmanın önünde elleri kelepçeli, seyrek sakalı uzadıkça uzamış, şapkasız baş karman çorman, ayakları çorapsız, pantolonu yamalı bir genç getirilir. Anti-faşist savaşımın genç kurbanlarından biridir! Meriç ırmağının Edirne yönüne doğrulduğu söğütlükte yakalanmıştır. Harmanlı mahkemesi kararıyla Deliorman’ın Sevar köyüne süresiz sürgün edilmiştir.


164

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

At vagonlarında 20 gün yolculuk ettikten ve öteki badireleri başarıyla atlattıktan sonra, sosyalizm yıllarında Prag’da mühendislik okuyan ve Bulgar Silahlı Güçlerinde en üst rütbe olan Generalliğe yükselen Diçev, o kış sabahı ilk kez beyaz sarıklı ve beyaz kuşaklı bir köy muhtarı görmüştü. Bulgarcası pek olmayan yaşlı muhtar jandarmanın uzattığı evrakları aldı ve soğuktan donmuş kurşun kalemi diline değdirip ısıttıktan sonra imzaladı ve geri uzattı. Silahlı jandarmalar kelepçeleri açtılar. Tutukluyu muhtara doğru ittiler. Beklerken lastik ayakkabılar kara yapıştığından toparlanamadı. Kardan koparacak takati de olmadığından bir ağaç gibi düşerken muhtar onu kolundan tuttu ve jandarmalara “Allah ısmarladık” dedi. Aksakallı, beyaz kuşaklı yaşlılar heyeti toplandı. Aydan aya nöbetleşerek bakalım bakmasına da önce… önce sirkeden, bitten, kile-den, pastan püsten temizleyelim ve yüzü gözü açılsın, iyi oğlana benziyor, kararı aldılar. Köy kenarında at ahırına götürdüler oğlanı, katıkla terbiyeli tarhana, tere yağda pişirilmiş yumurta ve taş fırınında iyice kabarmış bir somun geldi. Kazanlardan en kalaylısında su kaynatıldı. Berber Ali oğlanı baştan aşağı soydu, sabunladı köpürttü, baştan aşağı tıraş etti, saçları kılları tırnakları yaktı. Beyaz Amerikan dokumadan don, uzun gömlek, aba potur, yün çorap, başına ve beline beyaz kuşak sarılınca sürgün, sürgün olmaktan çıktı, Caferli gençlerden biri oldu. Yerliler ona, o da onlara, işe, köye, hayvanlara iyice alıştı. Yel değirmeni gövdesi ve pervaneler rüzgârdan yana döndürülürken her defasında onu da çağırıyorlardı. Caferler ağızı Türkçeyi sökmüş, pervane ayarı yapmayı öğrenmiş ve hatta bu işi yapabildiğinden gururluydu. Çocukluğunun geçtiği Harmanlı ’da su değirmenlerine “Karaceyka” diyorlardı, aynı işi görseler de yel değirmeni ayarları farklıydı. O, 1985’in soğuk Şubat sabahından birinde bir askeri Jeep’le gelip stop ettiği “Değirmen Alanı”ndan lambalarını ve ocaklarını henüz yakmamış, olacaklardan habersiz Caferlere bakarken, rüzgârın taşıdığı donmuş kar tanecikleri yüzüne saçma gibi vuruyordu. Ötmeye usanmayan rüzgârın sesi ise ona “Sen ne yapıyorsun? Yıllarca bu köyün ekmeğini yemedin mi? Onlar senin canını kurtardılar!” uyarısında bulunuyordu. Durdu! Bir sigara, iki sigara daha… ve sonunda onu okutan, ona maaş, sıcak daire, istikbal veren, onu General yapan totaliter yükün altında tamamen ezilmiş olduğunu fark etti. Donmuş kirpikleri birbirine yapışmış gözlerinin önüne beyaz sarıklı, beyaz kuşaklı köy muhtarı dikildi. Öteki dünyadan gelmiş biri gibiydi. Yaşlı muhtarın ayağı kaydı ama o elini uzatıp onu tutamadı.


Makale ve Analizler - 2019

165

Emirlerini verdi. Sabah saat yediydi. Köyün hayvan çiftliğinde süt sağma ve buzağıları emzirme işi bitmişti. Fatma kız elindeki kürekle ahırı temizliyordu. Jandarmanın ahıra girdiğini fark etmemişti. Üniformalı genç elini kızın sarı saçlarına dolamaya uzanırken, Fatma’nın savurduğu kürek kafasına rastladı. Meraklı oğlan hayvan pisliği içine boylu boyunca uzandı. Fatma tutuklandı. Aylarca sorgulandı. İsim değiştirme işinden, köyün kuşatıldığından, hiçbir şeyden haberi olmadığını tekrar tekrar anlattı. Dinleyenler hep yazdı. Sonunda Sofya Askeri Mahkemesinde devlete el kaldırma, isim değiştirmeye karşı çıkma ve bir jandarmayı “istemeyerek” öldürme suçundan 9 yıl ağır hapis aldı. İslimye (Sliven) Kadın Hapishanesine kapandı. Bu gelişmeleri uzaktan ama adım adım izleyen General Diçev Fatma’nın salıverilmesi için uğraştı. Her işte geçen sözü bu defa geçmedi. Bir defasında Sliven Hapishanesine uğradı. Hapishane gardiyanlarının odasında Fatma ile görüştü. Aylarca tarak görmemiş sarı saçları kış sonu birbirine dolanmış kirli yün gibiydi. Gözleri ağlamaktan çökmüştü. Elleri nasırlı, parmakları yara bereliydi. “Sana ne iş yaptırıyorlar?” diye sordu gelen. “Tabut yapıyorum!” cevabını aldı. Takım elbiseli adamın bir general olduğunu, onların köyüne sürgün edildiğinde hanelerinde kaldığını, yemeklerinden yediğini bilmediği gibi, köylerini basan silahlılara emri veren subayın da o olduğunu nereden bilebilirdi? General “Tabutlar çok mu, büyük mü!” dedi hafifçe… “Tii!” dedi Fatma, “Adaleti gömeceklermiş, çok büyük!” General rüzgârın tamamen döndüğünü sanki yeni yeni anlıyordu. İki gün önce gazetede okuduğu bir haberden, Caferler Yel Değirmeninin kuzey rüzgârına dayanamayıp yıkıldığını öğrenmişti. Okurken, artık insanların rüzgârın nereden estiğini bilmeleri istenmiyor, diye düşünmüştü. Rüzgar dönecekti, ama ne zaman?! O, o an General olduğundan utandı. Saygılarımla, Paylaşmayı unutmayınız…


166

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2019

167

Oyumuzun Değeri Ne?

Tarih: 26 02 2019 Yazan: Rafet ULUTÜRK Konu: AB seçimleri – Genel Bakış 1991’de Bulgaristan’ın 7. Büyük Halk Meclisi’nde (BHM) hazırlanıp 400 milletvekilinin 309’u tarafından imzalanan ve bugün hala geçerli olan 4. Anayasasında Avrupa Birliğine katılma hedefi yoktur. Bu yönde ilk değişiklik 24 Eylül 2003’te yapıldı. Bu değişiklikle yargıçların 7 yıllık görev süresi, dokunulmazlığı ve değiştirilmelerini imkânsızlaştırarak yasallaştırdı. İkinci değişiklik 18 Şubat 2005’te yapıldı. Bulgaristan Cumhuriyeti’nin temel yönelimine Avrupa Birliği’ni eklendi. Yalnız AB’ne üye ülkelerden “yabancılara ve yabancı tüzel kişilere olmak üzere Bulgaristan’dan toprak satın alma hakkı” tanıdı. Avrupa Parlamentosu’na ve yerel organlarına Bulgaristan vatandaşları da oy verme hakkı tanıdı. 30 Mart 2006’da onaylanan 3. Anayasa değişikliği ile milletvekillerinin ve (Anayasa Mahkemesi Üyelerinin) dokunulmazlığı sınırlandı. Milletvekillerinin asli suçlardan cezalandırılması yasallaştı. 2 Şubat 2007’de yapılan dördüncü değişiklikle, milletvekillerinin genel kurulda bulunmayan başka milletvekillerinin kartlarını kullanarak oy kullanması yasaklandı. AB üyelik anlaşması anayasanın olağan meclis tarafından onaylandı. Anayasanın 10. maddesi şunu buyurur: “Seçimler, milli ve yerel halk oylamaları gizli oy kullanma usulüyle genel, eşit ve dolaysız seçim hakkına göre yapılır.” Bu hak Bulgaristan ve AB vatandaşı olan hepsine tanınmıştır. Bu anlaşmaya dayanarak İstanbul, Bursa, İzmir, Ankara’da ve diğer bölgelerde Bulgaristan kökenli çifte vatandaşlar için ilk AB seçim sandıkları açıldı ve oy kullanıldı. Önümüzde 26 Mayısta bu hakkımızı yeniden kullanmaya hazırlanıyoruz. Yukarıda açtığım anayasal değişiklikleri yapılmazdan önce, Anayasa, Bulgaristan’ı birleşik bir devlet olarak görüyor, bölgesel otonom otonom örgütlenme hakkı tanımıyor, başka bir ülkeye ya da uluslararası birliğe katıl-


168

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

mayı da asla öngörmüyordu. Politik sistem çok partili, iktidar ise yasama, yürütme ve yargı olmak üzere, üçe bölünmüştü. Görüldüğü üzere, 26 Mayıs 2019’da 27 Avrupa Birliği (AB) ülkeleriyle birlikte Bulgaristan’da da yapılacak AB parlamentosu seçimlerinde Avrupa’ya bir Başkan ve 750 milletvekili seçilecektir. Bu seçimde de AB yasalarının milli yasalardan üstün olduğundan başka genel geçerli bir kural yoktur. AB terimi ilk kez 7 Şubat 1992’de Maasrricht Anlaşmasında kullanıldı ve 5 yıl arayla yapılan parlamento seçimlerine özel bir istem getirmedi. Bulgaristan 2007’de birliğe üye alındı ve uluslararası doğrudan seçime ilk kez 2009’da katıldı. Bir önceki AB seçimleri 25 Mayıs 2014’te yapıldı. Seçim günü Bulgaristan’da 12 bin sandık açıldı ve oylama 60 bin gözlemci tarafından izlendi. Seçime 15 siyasi parti ile 5 koalisyon katıldı. Aktiflik oranı % 36 idi. Bulgaristan’ın Avrupa Vatandaşları GERB 6; Bulgaristan için Koalisyon 4; Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH-DPS) 4; Sansürsüz Bulgaristan 2 ve Reformcu Blok 1 milletvekilini (toplam 17) Brüksel meclisine gönderdi. DPS partisinden İlhan Küçük, İskra Mihaylova, Necmi Ali ve Filiz Hüsmenova seçildiler. (Yeni liste 30 Mart günü açıklanacak.) Seçimle ilgili partinin yayınladığı haberlerde 400 bin oy arandığı ve Kırca Ali bölgesinden 50 bin oy için mücadele edileceğine vurgu yapıldı. Avrupa Parlamentosunda Sosyalist, liberal, halkçı ve tutucular olmak üzere 4 ana politik akım bulunuyor. 10 yıldan beri İktidarda bulunan GERB partisi Avrupa Halk Partisi, ana muhalefet oluşturan Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) Avrupa Sosyalistleri (PES) grubuna, Hak ve Özgürlükler (DPS) milletvekilleri de Avrupa Liberalleri meclis grubuna katılıyor. Mayıs ayında yapılacak AP seçimlerinde barajın yükselmesi (5,9) ve bu ay Bulgar meclisinde yapılan ve Cumhurbaşkanı Rumen Radev tarafından veto edilen seçim kanunu değişikliklerinden sonra ilginin birden bire azalması sonucu ancak GERB, BSP ve DPS partilerinin Brüksel meclisine üye gönderebileceğine kesin gözle bakılıyor. Hükümetin aşırı sağcı ortakları arasında dış politika konularında 2018’den beri kızışan anlaşmazlıklar, sözüm ona “Yurtsever Birliğin” – “Ataka” partisi, “Bulgaristanı Kurtarmak İçin Milli Cephe” (NFSB) ve İç Makedon Devrim Örgütü (VMRO) – üyeleri arasında çok kızıştı ve fiili parçalanmaya neden olurken, yaklaşan seçimde ortak aday çıkarmalarını olanak dışı bıraktılar. Bulgaristan’daki çelişkilerin kızışması bu yönde olsa da, Mayıs ayından sonra Avrupa meclisine girecek olan vekillerin üçte birinin aşırı sağ ve faşi-


Makale ve Analizler - 2019

169

zan kanattan olacağı tahmin ediliyor. Değişen siyasi şartlarda faşizan güçlerin ana kaynağı Fransa’daki “Le Pen Hareketi”, Almanya’da “AfD” hareketi, İtalya ve Hollanda aşırı sağcı hareketleridir. Buna rağmen 2019 AP bileşiminde Almanya, Fransa, İtalya, İspanya ve Polonya % 51’in üstünde bir çoğunlukla ana gücü oluşturmaya devam edecektir. Gelişmeler bu yönde olsa da AB’nin içten dinamitleyen güçlerin topluluğu zayıflatarak dağıtma çabalarına devam edebilmelerine gerekli olan üçte bir potansiyelinin şu sonuçları doğuracağı gün gibi ortadadır. Bu konuda Avrupa Dış Politika Birliği tarafından yapılan bir araştırma şöyle raporlanmıştır: 2019 Avrupa Seçimleri AB düşmanı partilerin yıkıcı saldırı hedefleri: Çin ve ABD’den AB’ye karşı güç toplayan tehlikelere birlik adına toplu yanıt verileceğine milli yanıtlar verilerek, NATO gücünü zayıflatmak; Rusya’ya konan yaptırımları kaldırmak için baskıda bulunmak; AB içinde yasaların üstünlüğünü rafa kaldırmak insan haklarının korunması uğrunda çalışmaları engellemek; Brekziten sonra İngiltere ile serbest ticaret görüşmeleri yürütülmesini ve antlaşma imzalanmasını engelleyerek AB ekonomisinin gelişerek daha rekabetçi olmasına engeller yaratmak; Raporda Avrupa karşıtı partilerin etkin olmaya çalışacakları alanlardan biri ticari etkinliklerdir. AB’nde yabancılar, sığınmacılar ve kaçaklar sorunlarına kesin çözüm olarak iç sınırlara sıkı kontrol getirmek ve dolayısıyla eski durumlara geri dönmeyi sağlamak. Paris İklim ve Çevre Anlaşması gibi uluslararası sözleşmelerden AB ülkelerinin ve Birliğin çekilmesinde ısrar ederek ikilik sorunlarıyla ilgili dünya problemlerinin çözülmesine engel olmak; Avrupa Birliği’nin dağılmasından yana çabalara hız kazandırmak. Bunun için şu ya da bu Avrupa komiserinin seçilmesini engellemek; Bazı konularda üye ülkelerde halk oylamasına sebebiyet vermek. Çok ağır bir sorun 2 000 000 (iki milyon) gurbetçinin seçeneksiz durumdadır. Bunlara oy kullanmaları yolu kapalıdır. Borisov hükumeti 10 yıldan beri ölü canlıların oylarıyla iktidarda kalırken, gerçek seçmen oylarına, göçmenlerimiz, soydaşlarımızın sorunlarına, gurbetçilerimizin oy kullanma so-


170

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

rununa asla çözüm aramadı. Posta ile oy kullanma yolunu tıkadı. Sağ bakıp sola vurduğunu herkes gördü. Bunlar Avrupa Birliğine giden ve oradaki çalışmaların bugünkü yol taşlarıdır. Bu arada, Bulgaristan’da da gözlendiği gibi AP seçimlerinde elde edilecek sonuçlar erken genel seçim yapılmasına da kapı aralayabilir. Güçler dengesinin değiştiğini gösteren barometre olabilir. Ülkemizde AP seçim hazırlıkları artık tamamlanmış, pankartlar basılmış, aday listeleri açıklanınca kampanya alevlenecektir. Böyle bir gelişme sadece Bulgaristan’da değil meclis dengeleri oynamış olan Danimarka, Estonya ve Slovakya’da da bekleniyor. Bu adımlarda aşırı milliyetçilerle ittifak kuranlar AP’nun yeni dönem çalışmalarını zorlaştıracaktır. AB’nin surları olan Almanya, Fransa, İtalya ile Polonya bu çarpışmalara çok ciddi hazırlık görüyor. Bulgaristan’da şu dönem ayrışma adımları atılırken, seçim kanunu değişikleri bocalamasında tamamen toslanmışken ve özellikle de kendileri tercihli seçim sistemine göre seçilen 26 milletvekilinin seçim kanunu değişiklinde ısrar etmesi hayal kırıklığı yaratırken, düş kırıklığından söz edenler artıyor. AB milletvekillerinin Brüksel’den en az 500 biner Euro ile dönmesi, toplumda “aman bana ne” bezginliği yaratmış bulunuyor. Özellikle İsveç, Hollanda, Hırvatistan, Estonya gibi faşizmden ve milliyetçilikten çok ağır yaralar alan ülkelerde faşizan güçlerin durdurulması inancı her geçen gün taraflar topluyor. AB’nin faşist hortlama ocağı olmasına asla yol verilmemelidir. Bulgaristan’da AP kampanyasının ilk perdelerinde, yine Romen GETTO mahallelerinin kaldırılması yeniden istendi. 80 bin kişinin ağır yoksulluk koşullarında yaşadığı Avrupa’nın kültür merkezi Filibe (Plovdiv) Yeni Mahalle (Stolipinovo) sorunları gündeme getirildi, çözüm yolları gösterilemedi. Oy satın alma, seçmeni boş vaatlerle aldatma, eski seçim komisyonunun çevirdiği dolaplar, yardım paralarının birkaç kişinin elinde toplanması, sağılık ve eğitim reformu, işsizlik sorunları vb konularda ustalaşmış yeni konuşmacılar dikkati çekti. Daha iyi bir ortamda yaşamak istiyorsak, emelimiz geçim, iş, sağlık, eğitim ve açıl sorunları çözmek ise birleşmemiz, karar almamız ve tek yumruk olmamız gerekiyor.


Makale ve Analizler - 2019

171

Herkesin dikkatini çekmiştir, aşırı milliyetçiler sosyal yardım ve TELKgeçim yardımı olarak her yıl ödenen (2 300 000 000) iki milyar üç yüz milyon leva paranın durdurulması isteniyor. Bu paranın (1 700 000 000) bir milyar yedi yüz milyon levası direk olarak yıl içinde ödeniyordu. (600 000 000) altı yüz milyon leva ise araç, gereç, araba, ilaç ve başka satın alırken yine sosyal ihtiyacı olanlara sosyal yardım olarak veriliyordu. Şimdi bu yardımları kesmek için yol aranıyor. TELK-raporlu olanlar evlerinde ziyaret edilecek ve durumları yeniden değerlendirilecektir. Bu yazı dizimizde Avrupa Parlamentosu seçimlerini ayrıntılı ve geniş bir şekilde anlatmak istiyorum. Faydalı olabilirsem ne güzel. Bizim oyumuz çok değerlidir. Ortak irademizin ifadesidir. Bir oy bir şey değil diyenler yanılgı içindedir. Biz bu seçimlerde birlik kurabilsek 2. Parti çıkar ve Bulgaristan’da her şeyi istediğimiz hale getirebiliriz. İkinci yazımız yolda başlığı da “Yolumuzu kesen seçim kanunları.” Okuyunuz, okutunuz ve tartışınız, tartışınz ki gerçekler ortaya çıkıversin.Teşekkür ederiz! Dostlarla paylaşmayı da unutmayınız.


172

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2019

173

Yolumuzu Kesen Kanun Ve Güçler Tarih: 27 Şubat 2019 Yazan Rafet ULUTÜRK Konu: Avrupa Parlamentosu seçimleri 26 Mayısta.

Kanun yolu halktan başlar, kanunlar mecliste görüşülür, onaylanır, son imza için Cumhurbaşkanı’na sunulur, imzalarsa “Resmi Gazete” basılır ve yürürlüğe girer. Cumhurbaşkanı “veto” koyarsa, yanı onay vermezse, kanun meclise geri döner, tartışılır, değişiklikler görür ve Cumhurbaşkanına yeniden sunulur. Bu anayasal yolun başka seçeneği yok gibidir. Aslında bir seçenek daha var. Halk ayaklanır, kanunların hepsini arşive kilitler, geçersiz kılar ve yenilerini yazar. 1989 Mayıs’ta Kadınlarımızın öncülüğünde ayaklanmamız, aynı yılın 10 Kasım günü Komünist Partisini, Devlet Başkanı ve Parti Genel Sekreteri totaliter diktatör Todor Jivkov’u görevlerinin tümünden aldı. Yetkilerine de paydos dedi. Bu başarılı bir siyasi darbe oldu. Neticesinde 1971 Anayasası (sosyalist Bulgaristan Anayasası) geçersiz oldu. 25 Şubat 2019’da Sofya meclisinin kapıları halka açıktı. Salonların birinde, 1879’da Veliko Tırnovo şehrindeki Kaymakam Konağında 240 vekilin kabul ettiği Birinci Bulgar Anayasası’nın el yazısı sergilenmişti. 10 bin kişi gördü. Olayı şöyle değerlendirmemiz yerinde olur kanısındayım: Birinci Anayasa’nın hukuksal temelinde, Rusya’nın Osmanlıya 1877/1878 saldırı savaşından (93 Harbi) sonra toplanan Büyük Devletlerin Berlin Konferansında alınan kararlar gereği kurulan Bulgar Prensliği’nin ilkeleri yer aldı. Dikkatle okunduğunda ilk anayasayla ilan edilen Prenslik göbekten Osmanlı’ya bağlı,ensesinde Rus Çarının çizmesi, halkı temsil eden aydın tabakanın gözü ve gönlü ise Batı Dünyasındaydı. İşinde gücünde olan halk değişiklik istemiyor gibiydi. Şu hususa işaret etmek istiyorum: Anayasa halkın iradesini yansıtır ama bu nasıl olsun, 1879‘larda Bulgar dilinde “anayasa” sözü bile yoktur. Latinceden ve dolayısıyla Fransızcadan gelen “konstitution” benimsenmiştir. Bulgarların yaşadığı ilk anayasal düzenli devlet Osmanlıdır.


174

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

23 Aralık 1876’da ilan edilen Osmanlının ilk ve son anayasası Kanun-i Esasiye – “Temel Kanun” – yani Anayasa anlamındadır. Bu Anayasa Bulgarlar da dâhil imparatorlukta yaşayan tüm vatandaşlara hiçbir ayırım gözetmeksizin dil, din ve azınlıklara kolektif haklar, her bakıma eşitlik tanımıştır. Bu bakıma, Bulgarların Veliko Tırnova’da kabul ettiği Anayasa, insanların bireysel ve kolektif hakları açısından, insan kardeşliği ve eşitliği bakımından Osmanlı Anayasasından fersah fersah geridir. 44.Meclis salonuna sergilenen Tırnova Anayasası’nın el yazısı nüshalarında görüldüğü üzere, çalma kapma fikirler, Batı demokrasisinin kara kalıp değerleri ve Rus Ortodoksluk tek yanlı hak ve özgürlük dogmaları bu temel yasanın esasını oluşturmuştur. Çok daha önemlisi, Tırnovo Anayasası Osmanlı mirasını ve ata-vatan topraklarda kalan Müslümanların yaşam, mal-mülk hakkını, dil, din ve kültür erdemlerini kesin güvence altına almamıştır. Azınlıklara vatandaşlık hakkı tanırken, etnik azınlıklara mensup olanları öz vatanlarında sıkıştırma ve göçe zorlama zulmünden asla vaz geçmemiştir. O gün bu gün 4 defa değişen Birinci Anayasa, aslında Bulgar Prensliğinde devlet başkanı olan Prens’in (Knyaz) haklarını belirlerken sınırlama amacıyla hazırlanmış ve devlet biçimi olarak parlamenter demokrasi ilan etmiştir. Seçim kurallarını, vatandaşların haklarını ve yükümlülüklerini de sıralayan anayasada, Prensin temel ödevi, mecliste kabul edilen kanunları onaylamak ya da “veto” hakkını kullanarak meclise çevirmek olarak biçimlenmiştir. Bulgaristan’da 1879 kurulan devlet biçimi Anayasal monarşidir. Anayasa, Prensin haklarını düzenleme aracı rolü gördü. Prens de uygun görmediği yasa maddelerini onaylamama ve meclise geri çevirme hakkını kullanabilme hakkını elde etti. Bu hak halen bugün de geçerlidir. Demek oluyor ki, bu bakıma olmakla, 16 Kasım 2016’da seçtiğimiz Bulgaristan Cumhurbaşkanı Rumen Radev’in hak ve yükümlülükleri özde 140 yıl önce taç giyinen Prens’in hak ve yükümlülüklerinden pek farklı sayılmaz. Bulgaristan monarşi tarihi 70 yıl sürdü. Başlıca anayasa, kanun ve kanun hükmünde karar değişiklikleri bu yıllarda Prens ve Çarlar, hükumetler düşürdü. Askeri darbelere neden oldu.


Makale ve Analizler - 2019

175

Birinci Prens Aleksandır Batenberg anayasa değişikliği isteyince taçını çıkarıp (1886) Bulgaristan’ı terk etti. Birinci Bulgar Çarı Ferdinand Tacını (1918) oğlu III. Boris’e devredip, felakete ittiği ülkeden kaçtı. Çar III. Boris’in (1943) öldürüldü. Oğlu II. Simyon halk oylaması sonucu (1948) 50 yıl ülkeden uzakta kaldıktan sonra, 2001 ‘de geri dönebildi. 25 Şubat 2019’da Cumhurbaşkanı R. Radev meclisin kabul ettiği SEÇİM YASASINI “halkı demokratik ve şeffaf bir seçim sürecinden uzaklaştırdığı” gerekçesiyle yeniden görüşülmesi için meclise geri gönderdi. Radev, yapılan değişiklerin seçmeni istediği kişiye oy verme hakkından mahrum ettiği gibi, şahsiyetlerin meclis yolunu kapadığını, ancak siyasi parti iradesine öncelik tanıdığını belirtti. Değişiklikler, aşamalı olarak elektronik oy kullanma yolunu açmadığı gibi, köylerde 300 seçmen çıtası uygulanarak, seçimde İnternet üzerinden, bilgisayar, posta aracılığıyla oy kullanma gibi yeniliklerin uygulanmasını kesinlikte hasır-altı edilir iken, seçmen listelerini önceden açıklayıp herkesin görebileceği bir yere astı. Bulgar dilini kullanmada güçlük çekenlere anadillerinde açıklamalı yardım yapılmasını da kaldırmıştır. Bu değişikliklerle, seçim sonuçlarından kuşkulananların yargıya başvurması yolu da kesin tıkanmış ve anayasal insan hakkı olan seçime katılma hakkı, hukuksal savunmadan mahrum bırakılmıştır. Bu arada, Merkez Seçim Komisyonu kararları ile ilgili “yargılanamaz” kıstasının getirilmesi de, seçim sürecinde yasallık lehinde değildir. Radev, “onurlu bir seçim süreci garantilemeyi zayıflatan değişikliklere” işaret ettikten sonra “veto” hakkını kullanarak, yasayı geri çevirmiştir. Böylece mecliste sağlanan derme toplama çoğunluk seçim yasasını uygulama konusunda Anayasal usulü bozmuştur. Bu arada, bir hafta içinde aynı milletvekillerinin birbirine tamamen zıt düşen seçim yasası maddelerine lehte oy vermeleri de kuşku uyandırmıştır. Meclisin tavrı, Bulgar seçmeninin parlamenter düzene olan güvenini birden bire % 8’e düşürürken, Meclis Başkanı Karayançeva’ya güven % 1’e inmiştir.


176

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Namuslu, şerefli, şeffaf seçim yapılamayan bir ülkede politik yönetimin saygınlığı yerle bir olur, çünkü siyasetin anlamı, aklıselim düşünen, öğrenimli, deneyimli, onurlu ve dürüst şahsiyetleri yönetime seçmekten başka bir şey değildir. Namuslu seçimler demokrasiyi tüm diğer yönetim biçimlerinden ayırt edendir. Bu Bulgaristan seçimlerinde yöneticilerimizi onurlu bir şekilde seçme hakkımızı yitirdiğimizde, son 30 yılda elde edebildiğimiz tüm haklarımızı kesin yitirmiş, ateşe atmış oluruz. Bu hakların başında seçme ve seçilme hakkımız gelir. Bulgaristan’da veya Türkiye’de yaşasak da biz Avrupa Birliği vatandaşıyız ve seçme ve seçilme hakkımız bizim kutsalımızdır. Geçen 26 Mart 2017’de erken genel seçimlerinde temel hakkımız çok büyük bir yara aldı. Bir defa, faşizan partilerden biri olan “Bulgaristan’ı Kurtarmak için Milli Cephe” (NFSB) Türkiye Cumhuriyetinde açılan seçim bürolarında baskı uygulamak, Bulgarca yazmayı sökememiş yaşlı seçmenimizin oy kullanmasını engellemek için gönderdiği kalın enseli sopacı gençlerin kabalığı yenir yutulur değildi. Bu baskı unsurlarının Türkiye’ye örgütlü bir şekilde girmeleri seçim günü kurallarına yüzde yüz aykırı olduğu gibi, seçim bürolarından terör estirmeleri de cezasız kalmıştır. Hatta Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği BULTÜRK Bayrampaşa dışında hiçbir dernek ve Federasyon hiçbir yerde tepki göstermemiştir. Konsoloslukları ve Bulgar Büyük Elçiliğini arayıp olayları kınamamıştır. Protesto mesajı yayınlamamıştır. Bunlar, siyasi olarak çok derin bir uykuda olduğumuza kesin kanıttır. Oy sayımlarda kapıları kapatmak istemişlerdir Bayrampaşa’da kapatılmamıştır, kapattırılmamıştır. Bunun dışında Bulgaristan Türkiye sınırına büyük sayıda aşırı saldırgan sopalı tipler yığılması, seçmen dolu otobüslerin durdurulması, Bulgar vatandaşı Türk seçmenlerin otobüslerden indirilmesi, yaşlı bayanların annelerimizin ırkçı Valeri Simyonov gibi faşist parti başkanları tarafından tartaklanması unutulamaz. Parti lideri olarak böbürlenen faşist Krasimir Karakaçanov, Volen Siderov, AP milletvekili Angel Cambazki ve daha birçok politik şahsın, polisler, jandarmalar olaya seyirci kalmış, kışkırtıcılık yapmıştır. Bu asla kabul edilebilir bir olay değildir. Seçim günü propaganda yapmak, oyunu kullanmaya giden vatandaşları durdurmak, dövmek, baskı uygulamak, tartaklamak, parayla oy satın almak anayasaya ve seçim yasalarına tamamen terstir ve bunları yapanların tutuklanıp yargılanması şarttır.


Makale ve Analizler - 2019

177

Biz böyle düşünürken ne yazık ki, Bulgaristan’da savcılık olayı görmezden gelmiş, tutuklanan, yargılanan ve içeri atılan hiç olmamıştır. Hatta daha sonra “Kapı Kule”de seçmen avına çıkan ve vatandaşları tartaklayanlardan ikisi – Krasimiz Karakaçanov ile Valeri Simyonoıv – ödül olarak Başbakan Yardımcısı görevlerine atandığında, sağduyulu kamuoyunu ürpertmiştir. Pek tabii ki son 30 yılda Bulgaristan’da anayasal ve en kutsal insan haklarından biri olan seçme ve seçilme hakkının engellenmesinde, özgürce ve seçmenin istediği biçimde kullanılmasına engel yaratılmasında 2 çok büyük engel vardı. Seçmenin halk meclisine ulusun ve azınlıkların en yetenekli, en irdeleyici, bilge, yürekli ve ahlaklı, dürüst kadroları gönderilmesi öncelikle Hak ve Özgürlük Partisi (DPS) ile Bulgaristan Sosyalist Partisi’nin (BSP) tarafından engellendi. DPS ve BSP totaliter-komünist dönem suçlularının cezasız kalması konusunda el ele verdiler. Bulgaristan’da adalet ve demokrasiyi kötürüm ettiler. Azınlık haklarına mezar kazdılar. Anadilimizde konuşmamız, okumamız halen bugün de yasaktır. Bu bir vahşettir. Bu siyasetin arkasında duran faşist zihniyetlilerden mutlaka hesap sorulmalıdır. İşte bu hesap sorulur ve uygulanır ise o zaman yüzde yüz demokrasi gelecektir. 14 Şubat 2019’da mecliste onaylanan ama 2 hafta sonra Cumhurbaşkanı tarafından geri çevrilen seçim yasası değişiklikleri suçluları korumayı, halkın iradesini yok saymayı, gerçekleri gizlemeyi, zulüm yılları korkusunu yaşatmayı hedefliyordu. Rüyalarında 2 milyondan fazla gurbetçimizin hakkını yemek vardı. Niyetlerinde yıllar önce hayata gözlerini yummuş vatandaşları sandıkta canlandırmak vardı. Seçim komisyonu üyelerinin evde hazırladıkları bültenleri donlarında seçim bürosuna götürüp kimse görmeden sandığa doldurmak, “tek nüsha hazırlanan tutanakları” oy çuvallarını taşırken değiştirmek ve daha bin bir tuzak vardı. DPS partisi, Müslüman seçmenin istediği adayı Brüksel parlamentosuna göndermesini önlemek, niyetini baltalamak, yol vermemek için yılana sarılıyor. Her biri halkımızı çoktan unutmuşlar. Gözleri parada. Saray bekçisi haine köle olmuşlar. Kardeşlerimiz seçme ve seçilme hakkını özgürce kullanabilseler tarıma gelen teşviklerin % 80’ni 5-10 kişi arasında paylaşılamaz. Dolandırıcının yolu kesilir. Romenlere ev, anaokulu, anadillerinde ilk ve ortaokul, lise, kül-


178

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tür merkezleri, meslek okulları için Brüksel’den gelen paraları çalanlardan hesap sorulur. GETTO zulmü kalkar. Mahalleler gül bahçesi gibi açar. Son 12 yılda Bulgaristan’a iş yeri açılması, sağlık ocakları ve hastanelerin, okulların modernleştirilmesi için 29 milyar Euro para geldi. Meclise halkın en aydın ve dürüst kadroları girebilseydi “Nerde bu paralar?” diye soracaklardı. Evet hırsızlar korkuyorlar. Yol kesiyor. En fazla korkanlar ise DPS, GERB ve faşistler arasındaki rüşvetçi, gön surat, şerefsiz dolandırıcılardır. Memlekette 14 000 (on dört bin) diplomalı avukat var. Fakat adalet zafer çanı çalamıyor, çünkü yarısı polis akademilerinden gelme ve gördüklerini itiraf etmek istemiyorlar. Bize engel olan kötülüklerden biri de, ülkede adaleti sırtlayıp taşıyacak aydın kadronun olmayışıdır. Hukukun üstünlüğü hala kitaplara bile yazıl(a)mamıştır. Adalet mülkün temelidir ilkesi ne anayasada ne de yasalarda, hatta mahkeme duvarında bile yazılı değildir. Zaman yol kesenlerin yolunu kesme zamanıdır. Dizimiz devam edecek. Yeni konumuz: “Brüksel parlamentosu koltukları için siyasi kavga.” Okudunuzsa, okutun, tartışın, sorular için bizi arayın. Seçme ve seçilme hakkı bizim öz davamızdır. Geri adım atamayız. Birleşme yollarını açabilirsek Brüksel meclisine 6 milletvekili gönderebiliriz. Lütfen dostlarınızla paylaşınız. Teşekkür ederim.


Makale ve Analizler - 2019

179

Şiir Şairin Kendisidir

Tarih: 28 Şubat 2019 Hazırlayan: Raziye ÇAKIR Konu: İç aleme gider bütün esrarlı yollar. Şair Galip Sertel’i saçına kar düşmezden önce tanısaydım, belki de bambaşka şeyler yazmış olurdum. Şairin içi ve dışı bir değildir. İçi kaynar kaynar, dışı hep aynıdır. Sertel, savaşlarda Rumeli Atlıları ile Anadolu Atlılarının ayrı mevzilendiği zamanlara kadar gerilere döner. O yazmaz, ama Rumeli atlısı nefesinden oluşan ruh ile Anadolu atlısının ki farklıdır. Atla koşan kılıç da farklı parlar. O kılıcı havada tutan toprak, at ve iradedir. Kılıcın kudreti son üçün birleşmesidir. Bu duyguya ulaşamayan zafer kazanamaz… “Minnet etmem ağasına beyine ” Deli Boran Şiir arsız olur biraz Zeus’ten habersiz renk aşırır gök kuşağından şelâleden köpük denizden dalga aparır kösnük kösnük bir yaz yağmuruna tutulur da akşam üstleri salman saçları ıslanır sırılsıklam rahmeti saçılır çorak tarlalara elvan elvan şamanları gelir uzak bozkırdan teflerle defi belâ Firavunlu günahları yıkanır “ecel bilmez” ak sularda… Sevdanın kılıcıdır şiir Havva’nın aldanışı Adem’in yorgun sabrı sarı buğday tarlasında ve iğdişli ihtişamlar sırrını çözemez de bir türlü başı döner azar durur keser durur bir tunç kafiyenin mavi koyunda huzur bulur konaklar


180

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) ağaların beylerindir konaklar kitaplar ezelden ezelden beri bunu hep böyle yazar çıldırasıya devinir de derinden derinden eviremez bir türlü… Şiir pervasız olur bazen Gülhane Parkı’nda Nazımca durup dururken bir deli boran estirir yiğit başa açılır da cömertliğin kapıları paşa paşa sofralar yazılır kuş sütü bal şerbet cümle yoksulların karnı doyar nihayet ve gün gelir gül mekan gölgelerde rehavetle bilmukabele şiir unutulur cümle cümle.. —————–

İnsanların en kara günlerini yazması zordur. G. Sertele de zorlanmış zifiri karanın daha da karasının tonunu bulmakta. Gerek yok çünkü o tonu arayan biz değil onlar ve insanın aradığı her zaman içindedir. Dürter insanı aratır kendini. Kimse bulamaz onu. İnsanı kötü eden içindeki ihtiyaçtır. Hamlık acıdır. Akıtıp yerine bal dolduramazsın. Acının bala dönmesini beklemek bir erdemdir. Bekleyemeyen katil cani ve vahşidir. Bütünü kara”soya dönüş” bütün coplarım geldiler o gün tanklarım, toplarım, kalaşnikoflarım bütün ansızın geldiler Kurtpınar üstünden biraz korkak biraz mert hem korkak hem mert korka korka mertçe bir şeyler istediler benden ben gibi beni benden istediler ben gibi beni aldılar benden adımı aldılar adımı ve kelimelerimi aldılar türkülerimi aldılar türkülerimi acı tatlı


Makale ve Analizler - 2019 alıp götürdüler mankur tanrılarına Sofyalı meziyet siz tanrılar memnundu memnundular çok o benim yakındakiler o benim uzaktakiler kifayetsizler kozmopolitler komünistler çok çok ve canım kuşlarım öldü o günü çığlık çığlık sürü sürü elâ gözlü renklerim sarardı soldu bütün karaya bulanık büsbütün gecelerce karanlık karardı ümitlerim kara kara gece gece hem o Tuna Boyundakiler hem o Rodoslardakiler bir “soya dönüş” cehenneminde kara kayıp bütün bütünü kara kara gibiler… ———————–

O Gece O geceyle başladı her şey ve yine o gece kirlendi mumların aydınlığı şamdanlarda sütler bozuldu güğümlerde kazaen öten horoz sesleriyle yağmalandı ekmekte umut

181


182

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) ebedi sükût ve Dobruca’nın poyrazı eserken Kurtpınar üstünden yediden yetmişe Koyunluköylüler köy meydanına dikildiler adlarını savunuyorlardı, adlarını Saru Saltuk Baba’dan kalan mirası… Taş topraktı, ekmekti, suydu ezanlı Türk adları köy meydanı ilk defa böyle ilk defa böyle köylüleriyle dolup taştı, şaştı kaldı ay habersizdi bulutlar koynunda deniz uzak ve kirliydi lâğım suları akıyordu bir yerlerden bir yerlere uykulardaydı çocuklar ve balıklar kirli sular akıyordu çocuklu, balıklı rüyalara ay kara deniz kara dünya kara Koyunluköy meydanı kapkaraydı ve yine o gece Dobruca…

Zulmün büyü küçüğü olmaz. Zulüm marşı da yoktur. Ama silinmeyen karalar vardır. İnsan aklında mühür! Unutamaz zulmeden yaptıklarını. Amerika’ya Kanada’ya kaçan zalimler oraları da lekelemişler. Bir suçtur zulüm ve nereye gitsen bırakmak peşini. Geçmişte kalmaz, kaybolmaz, anı yaşar ve asla ihtiyarlamaz. Yer zülmedeni zülüm, tuza bala bana bana yer ve bitirir. Sözler: 1.Saru Saltuk Baba – 1263-1264 (H.662) yılları Rumeli,Tuna boyu,Dobruca,Deliorman yörelerinin ilk müslüman fatihi,pir,derviş. 2.Dobruca – (Rumence: Dobrogea ; Bulgarca: Dobrudja), Karadeniz ile Tuna Nehri arasında kalan, Romanya’nın Köstence ve Tulça illeri ile Bulgaristan’ın Dobriç ve Silistre illerini kapsayan yoğun Türk nüfusun yaşadığı tarihi bir bölge; 3.Kurtpınar (Tervel),Koyunluköy (Bonevo) – Dobruca yöresinde şehir ve köy adları ———————-


Makale ve Analizler - 2019

183

Devredilen değerdir. Herkes her değeri taşıyamaz. Yusuf sevgidir, Demir Baba adalet. Nerde gezer cehalette onları taşıyabilecek erdemliler. Ağacın şekli köküne benzer. Yapraklarını çekmekle büyümez. Kökler de bir yönde bir sere uzar. Biçim değişir öz değişmez aslında her şey duygularda ve bellekte yaşar. Akan ve gönül dolduran su için çeşmenin adı önemli değildir. Bir Yusuf Hikâyesi Suyunu içiyorum çeşmesinin Adının yazılması unutulmuş nişan taşına Olukların nakşını süslemiş gözlerinin nuru Tan yeli sevdasına düşmüş bir hüzün yağmuru Kuyusu kazılıyor Yusuf’un Ve birazdan bir azdan benliği nokta nokta Yosif’e tebdil edilecek çeşmeci Yusuf Usta. Alevler sarmış türbesini Demir Baba Teknesi’nin Mezatta çıkmış Sarı Saltuk Bey’in Tuna Boyu mirası Tenhalarda sineye çekilmiş ahu gözlerinin bin bir ahı Şarabın gazabında boğulmuş haramiler meclisi Kuyusu kazılıyor Yusuf’un Ve birazdan bir azdan erliği pafta pafta Yosif’e tebdil edilecek çeşmeci Yusuf Usta. Başına vurulmuş altı patın altın kabzasıyla Umudu tükenmiş Kanagöl deresinde ak suların Soykırım tuzağında Deliorman Kuş cıvıltısına konmuş bir kuşluk vakti kan revan Kuyusu kazılıyor Yusuf’un Ve birazdan bir azdan yüreği hasta hasta Yosif ‘e tebdil edilecek çeşmeci Yusuf Usta. Sözler:


184

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Deliorman – Bulgaristan’da, Aşağı Tuna Ovası’nda Türker’in yoğun olarak yaşadığı bölge. Ağaç Denizi, Divane Orman da derler. Demir Baba Tekkesi – 1490’larda Deliorman yöresinde Horasanlı Ali Dede’nin oğlu Hasan Demir Baba adına yaptırılan Bektaşi tekkesi. Sarı Saltık – 1263-1264 (H.662) yılları Rumeli, Tuna boyu, Dobruca, Deliorman yörelerinin ilk Müslüman fatihi, pir, derviş. Herkes herkesle konuşabilir. En etkilisi bakışmaktır. Bir bakışla ölür ve bir bakışla dirilirsin. İlaca gerek yok. Kötülüğün panzehri insanın içindedir. Siz birbirinizin dilinden anlamayan bir üçlüsünüz. Aralarında konuşamayanlar birlik kuramaz, toplum olamaz ve gerektiğinde bir volkan gibi patlayamaz. Dil bir kıvılcımdır. Zaman gelir yakar, zaman gelir kuş tüyü gibi sıvazlar, sever… Dil, Su ve Sen Balkan suyu içerler gümüş bakraçlarda altın testilerde türküleri söylenir Rodop dağı eteklerinde türküleri Necibe bir umut bulut bulut yayılırken dal yeşil yamaçlara şen şakrak sen pınar başlarını tut dilbaz dereleri bana bırak ne de olsa çağıl çağıl akan suların dilinden anlarım biraz yiğittirler cömerttirler bilmezler ihaneti çiy olup gül yaprağa düşerler tan vakti… Bakarsan bağ, bakmazsan dağ mı olur araz araz kama kamayı söker dil acıyı bal eder derler dil deyince Necibe şamanların gizli dillerinden anlarım biraz


Makale ve Analizler - 2019

185

Kıpçak bozkırından gelirler tefleri süslü süslü teflere vururlar, sulara üflerler bir büyük büyü ne kiri kalır yaban ellerine küfrü gazabı gavat dillerin ve “çökmedikçe mavi gök, delinmedikçe yağız yer “ konar göçerler çocuklarca inatçı kuşlarca hür sevmezler hudutları akarsuları sevdikleri kadar akarsuları ki bir umut bulut bulut kirlenirken hoyratça günbegün giderayak sen pınar başlarını tut dil baz dereleri bana bırak… ———————–

Döner Höyükler Dertli kendini anlayamaz, derdini anlatamaz, derde alışmış yanamaz. Her sesin bir titreşimi vardır. İnsanları anlaştıran veya düşman eden o titreşimdir. Anlamı taşıyan da odur. Dalgaları küçük ve büyüktür. Söz kalabalığı ve çokluğu kendiliğinden bir anlam taşımaz. Bunca ses bunca söz dil de şimdi pıtrak pıtrak diken olmuş neden neden anlamaz oldum torunların dilinden… ——————— İnsan anasını babasını, kardeşlerini ve komşularını seçmeden gelir dünyaya. Onu yalanla besleyeni de tanımaz. İyi çıkarsa kısmete, kötü çıkanlar nasibe. Ve döndükçe devran, iyilikler yine buluşacaktır muhakkak. Ne ki durmuyor işte zaman, ne de mekân aynı mekân, zamana uyan ancak biz, gece gündüz demeden bulmuşuz zaman ve mekânı ve bedava yüzen hep biz.


186

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Biz

bir akşam üstü çeşme başından al beni kaçır demişti…

önceleri hem Akpınarlılar, hem Ekincekliler baba yadigârı bu topraklarda Türk’ü, Bulgar’ı dal budak diş dudak, ne ayrı ne gayrı bu Küçük Kıpçak Bozkırı Dobruca’da

Andon’un Mito’su koşmuştu arabayı bana. Bir Bulgar komşumuzdu köyümüz köy olalı doduğum doğalı bildim bileli köyümüz köy olalı

olan biten, iyi kötü her şeyden kızların çeşme başında bir hercai gülüşünden haz alır huzurlu olurduk…

komşuyuz zira ezelden bu yana varımız yokumuz birkaç dönüm tarla Şavklıda Koca Mera ve Döner Höyükler yollarında

Güz çıvgınlarından evvel buğdayı eker kuzu kıran Dobruca kışlarını ağırlar muhabbetle misafirlik köy odalarında geceler boyu nazlı nisan yağmurları fısıltısında

çalkalanırken tekerleklerin çalparaları çeşme başında kaldı Adeviye’nin kalaylı bakırları… Günahımız oldu Döner Höyükler o gece Andon’un Mito’su köye döndü habere

ansızın çıkıverirdik yaza… Ağustos’ta orak biçer gün boyu demet bağlar can-i gönülden ardımızdaki anıza nur topu dokuz almalar dizilirdi sıra sıra ve saçılıp çatmalar düğülünce harmanlar kız kaçırırdık tınazlar arasından tınaz yelleri peşinden usulen… Neyleyim şimdi bunca sesi bunca sözü

bizim gene başlarımız döndü döndük durduk dolunaylı bir geceyle Adviye’yle rüya gibi karabasan gibi uyandım sabahın ilk horozunda uyuyakalmışım sevda kuşanmış gecenin beyaz kollarında…

Rivayettir


Makale ve Analizler - 2019

187

odalarda anlatılırdı Şimdi bunca söz, bunca ses dilde diperiler yurduymuş Döner Höyükler ken diken ormanı ateistler, kozmopolitler, komünistler peri güzelleriymiş seyran eden geceleri mülklüyü mülksüz eden Marksist devçalgı sesleriyle salım salım rimler yaka paça “soya dönüşlü” yıldızsız geceler aklı çelinir, tersi dönermiş insanın ölüm kampları Tuna üstünde soy kıtersi döner rımlı döner kalırmış döne döne Döner Tuna boyundan Anadolu’ya Höyükler’de… Ters döndü bizim işler

Türk göçleri gözü yaşlı gözü yaşlı gönüller göynüdü durdu Adeviye’yi bana çok gördüler gönenmeden aldılar, everdiler başkasıyla gönündü durdu biz hapis yattık Andon’un döndü durdu ihtişamla iğfal yüklü seMito’suyla… neler o bir yıl üç ay beleşe Döner Höyükler’de gibi aldana alben kuru kuru üç buçuk sene dana ama biz o günler ve her şey reva görüldüyse bize harp sonrası o kıtlık yılları eğer her şey seninse Ya Rabbim arpa başaklı aç harmanları yok diyeceğim hem Akpınar’da hem Ekincek’de Türk’ü Bulgar’ı yok ama neden dal budak diş dudak, ne ayrı ne neden bunca ses, bunca söz gayrı şimdi dilde diken diken… iyi kötü, her şeyden ——————— İnsanın yaşadığı her yer kutsalçeşme başında kızların hercai gülüdır. Altı üstü cennet. Ve kavga cenşünden net seçme kavgasıdır. Aydınlıkta dohaz alır ğan gündüzleri sever. Gece doğan huzurlu olurduk, karanlığı… Koza içinde tırtıl aydınanıza toza basar lığa çıkmak için ustura icat etmiştir. Uçan kuş yerde gıda gökte cennet taşı toprağı kutsar arar. Kutsal olan kaybolmaz. O hahamt olsun derdik… yatın kendisidir.


188

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Ev

Bu ev! Sabahtan beri bu evin içine bir ihanettir akan sarı kara senin bildiğin yanık anızdan daha isli kara

bir cennet yazılı mıydı o zaman kapılarda? Küçüktük büyüdük kapıları kapattık

göç gemileri gelir geçer biz hep geç kalırdık çocuklar gene hep öyle güle oynaya ve şimdi oralarda Tuna boylarında ne kadar gül bağlamışlar uçurtmaya ne kadar cehennem varsa sen yolla inip biniyor bulutlara bana “Hayra alâmettir” diyor ihtiyarlar ve lâ illâhe illâllâh biz kıyametlere alışık soy kırımlı sürgünlerde ölümleri aştık… şimdi bu bir yağmur duası Demokrasiler ve semada bulutların en âlâsı varsın ağlasın bugün sular buz tumısır tarlasının başına konmalı tunca yakarışlar su olmalı ey Fuzuli sevilen toprak aynı topraktı çok görüldü ömür boyu talihsiz özveriler dil dağlandı acı sözlerle yokuşlar burcunda Ne oldu da Ya rabbim yazılanlar hep yokuşları iniyorum oldu. Bir cennet yazılıydı o zaman evin ka- yokuşlardan inenleri biliyorum pısında sürü sürü avara tarlalar bile umutlanırdı yazçığlık çığlık dan yaza renkleri biliyorum su kasidesi bol bol su… Ne oldu?

açtık çıplaktık soğuktuk kurtlar ulur Türk’ü, Bulgar’ı birbirimize çoook çok sokulurduk. Gerçekten

renkler biraz daha soluk renkler biraz daha sarı karaya çalık ve uzadıkça bu yağmur duası biraz daha uzaklaşıyorum bu evden daha birazcık… Bu evde her şeyimiz satıldı mezatla evin içi boş


Makale ve Analizler - 2019

189

dolaplar, raflar, duvar yastıkları boş Türküler yankılanır kanı kaynayan dışarıda tarlalar, başaklar, bulutlar boş zamana uğursuz bir boşlukta “Tuna, Tuna, kanlı Tuna Attın beni tundan tuna” oyalanıp duruyor çocukların uçurtması Ve bir sitem yıllar sonrası umut dolu Çatal dilli sarı yılan yarası gül kokulu Nuh’un gemisi geldi gelecek Gece demez, Gündüz demez kalk gidelim Necibe sen bilirsin bu zaman Sızıldanıp durur geldi gelesi bu zaman oyalanma zamanı değil hiç de değil bu evde… Bir azılı ihanetler ötesi Tek kurşun bile atmadan —————————Teslim olur Silistre kalesi…

İhtiyar Muhacirler

İhtiyar muhacirler otururlar Avcılar Parkı’nda İhtiyar muhacirler otururlar Yüreklerinde Tuna kocaman bir İstanbul’da Avcılar Parkı’nda yara Yüreklerinde Tuna kocaman bir Akar durur sabaha sabaha yara Bir yudum çay, bir acı sigara Akar durur sabaha sabaha Hatıralar demlenir bin bir aha… —————— Bir yudum çay, bir acı sigara İnsan gördüğü her şeyi gönlünde Hatıralar demlenir bin bir aha… taşır. Çok görenler kocaman gönüllüGiderler giderler Tuna boylarına dür. Ancak hayat ne geçmiş ne gelecek ancak yaşanandır. Andır. Özlem bir daha görmek ve bir daha canlı duEl yüz yıkanır Fatihalar okunur unutulmuş mezar- yumsamaktır. Ne Tuna, ne Plevne ne de Filibe özlemi silemez. Özlem alın lar başında Bir acı kahvesi içilir Osman teri ile beslenir. O toprakların tuzu ve mayasında alın terimiz var. Tuz maPaşa’nın yadan, maya undan ve sudan ayrıPlevne’nin tâ ortasında lamaz. O topraklarda yenmiş ekmeÇalar karavana borusu ğimiz, geleceğimiz var. Cennet olan Karınları tok Ana-vatan var. Delikanlıdırlar yüzleri ak pak… Sarı gül takmış saçına sudan gelir Suna


190

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Özlem Rüzgar bazen uyanır da uykusundan kapıma yaslanır yağmurla sırsıklam acelesi varmış gibi bir yerlere saçak altında ha bire coşar durur avare avare. Zerdali dalında yaprak çırçıplak mest olamamış su ile geç kalırmış gibi bir yerlere yağmurla sırsıklam delilenir durur deli divane. O an bir şaman duasında arınmış gibi günahlardan yağmurla sırsıklam ateşi bir sultan-i yegâh kopar dudaktan nar yüklü bahçelere nur ile dökülür durur ve çok ötelerde ebemkuşağının göründüğü yerlerde aşmak istercesine bir uzunca bir yolu çocukluğum koşar durur koşar durur deli dolu. ——————-

Hayat dalgalı bir deniz! Kötülükler altı boş kaldırım taşları. Kısmetimizde olanı değiştirmemiz belki de imkânsız. Rüya da hayat gibi, çarpıyor kendini delicesine karşı taşlara ve köpürdükçe ağlıyor pişmanlıktan. Aynı denizin dalgalarının başka bir denizin taşlarına toslayıp köpürmesine imkân yok. Bizim keder, bizim gönül, parçalanan umutlar ve büyüyen gözyaşları hepsi bizim ve sadece bizim…


Makale ve Analizler - 2019

191

Silistre’de Sabah 85 Uyandım kaldırımların elini yüzünü yıkamış yağmur mahallede çiçek açmış o bizim yaşlı ıhlamur. Uyandım ne bir soykırım kâbusu, ne de yüreklerde çamur çocuk sofrada aşure kaşıklıyor şapur şupur. Uyandım Silistre’de köşe bucak her yer bu sabah pürneşe ah bir uyana bilseydim, uyana bilseydim keşke… ——————–

Her şeyin bir vesile, neden ve sonucu vardır. Onlarda her şey gibi sonsuzdur. Başka bir değişle durup nefes bile almadan sürekli ürerler. Bu üremek sayısızdır. Sonsuzdur. Güzellik gibidir. Zaman ve mekan içinde hepimizin ve her şeyin birbirini kovaladığı bir alemde yaşıyoruz. Bu koşturma içinde kuralları, ahlakı, düzeni görebilmek en büyük mucizedir. Görünen de hemen söner, yok olur. Bir sonraki an yeni bir şeyin doğmasına vesiledir, neden belirir ve sonuç doğurur. Bunu kavrayamayan ebediyen bocalar, zulüm eder, özüne dönemez ve barsak gibi uzar durur, rezil olur. Sen Sebepsin Ey İstanbul “Bu şehr-i Sitanbul ki bî – misl ü behâdır” Nedim Sen sebepsin de ey İstanbul Sarı Saltuk diyarı Dobruca’dan abdallar piri Otman Baba yürür Fatih otağına deruninde debelenen ezeli aşkı Hakk ile ve nice masum yüzlü hayırhah dervişlerin fenafillâh olur yedi tepe yedi iklim Bellini fırçası ile… Sen sebepsin de ey İstanbul


192

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Tuna Boyu Rusçuk Yaran’ından Gentile Bellini : 1480-1481 yıllaAlemdar Mustafa Paşa yürür Top- rında İstanbul’da bulunan Venedikli kapı sarayına ressam vebalinde “Sened-i İttifak” ile fenâfillâh : Tasavvuf inanç sisteminde Tanrıda yok oluş ve nice Sened-i İttifak : Sultan II Mahmut küskün şehzadelerin helâk olur ile ayanlar arasında 29 eylül 1808 taçıldırmış konaklarında sarı sırma sırihli bir anlaşma rım ile… Hürriyet Kasidesi: Vatan şairi Namık Kemal şiiri. Sen sebepsin de ey İstanbul Makedonya dağlarından ——————————— Resneli Niyazi Bey yürür Yıldız saKuş uçar daldan dala mutludur. rayına İnsan göçer yerden yere mutludur. tüfeğinin namlusunda ihtilâl tebliğ Boynu bükük kalan arkada kalan ile ocaktır. Çekip gidenler sönmüş birer yuva bırakmıştır vatan toprağında. ve nice tahtı tacı yüce sultanların feSesleri işitilmez, sağır, dilsiz ve kör rağ olur isyankâr meydanlarında “Hürriyet bir diyar kalmıştır arkalarında. Onlar olmadan bu toprak kısırdır. ÇoKasidesi” ile… cuk sesi yoktur köylerde. Tuna balıkları bile öksüzdür. Başaklar kılçıksız, Sen sebepsin de ey İstanbul gelincikler renksiz, arılar vızıltısızdır. soykırımlardan arta kalan Kaçıp gitmek kolaydır. Ağlayan argazap rüzgarlarından feyz alan kada kalan öksüzlerdir… nice evlâd-ı fatihanın döner de Rumeli bozgunlarından tarumar gönülleri sinende iflâh olur yedi iklimden evlâ bir nefes aşkın ile…

Sözler: “Bu şehr-i Sitanbul ki bî – misl ü behâdır” : “Bu İstanbul şehri ki misli benzeri yoktur”

sen gidersen bu yerlerden bulut çekilir penceremden dul kalır evimde zaman yılkı bir at kişner dere boyunda çaresiz yağmur duasına durur yılgın sazlar vakitsiz…


Makale ve Analizler - 2019 Göç olup sen gidersen bu yerlerden çimenler boy verip yeşil yeşil diz boyu yüzüme bakmazlar böyle sevdalı selâmımı almaz olur asmada üzüm salkımı kapılanır kapıma yazgısı hüzün bir hazan Necibe sen bilirsin bu zaman bu zaman bir başka zaman yılların bin dokuz yüz seksen dokuzu bu bir kadir bilmezler oyunu bu tutsak almış Tuna yalısını göç adlı bir hain pusu ve göç olup sen gidersen bu yerlerden beddualar eder lânetlerim yolları yıkılsın köprüler… ————————–

Taş Toprak Dobruca “Aziz’i vakt idik a’da zelil kıldı bizi” Zağara Müftüsü H.R.Efendi Delik deşik karlı gecenin içi Kar üstüne ateş düşmüş Ateşe abanmış kaçak üç kişi… Ve taş toprak Toprak ben, toprak sen, toprak biz Taşın toprağın dili tutulmuş Köy meydanı köylülerle tanklara tutsak… Ve yıl bin dokuz yüz seksen beş Ve Ocak

193


194

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Soykırımı sırıtıyor ceviz dallarında çırılçıplak Kanlı kar taneleriyle soykırımı salkım saçak… Ve biz Ve onlar Ve kızlarımız Ve gelinlerimiz Ve çocuklarımızın istenilmeyen Türk adları… Ve sen Ve ben Ve kuşatmadan kaçan üç kişi Ve Dobrucam Karlar altında kanı donmuş bir ahir zaman… Delik deşik karlı gecenin içi Kar üstüne ateş düşmüş Ateşle oynuyor kaçak üç kişi… ——————————– Ve Hüzün 89 Sararınca yaprakları evvel zaman göçlerinin hele hele Bir köy atılır yabana Tuna boylarında selzede Adı Akpınar ak pınarlarında kara sevdalı kızlar çeyiz yıkar. Esince pelin kokulu akşam yelleri asmalı bahçelerde Yıllanmış bir hüzün çöker terk edilmiş evlere hane hane… Oyalanıp durman bu yad ellerde niye? Baba ocağından kalkar gelir bu çağrılar Tozlu yolun taşı topacı bile hasretinden çatlar. Galip Sertel


Makale ve Analizler - 2019

195


196

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2019

197


198

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2019

199


200

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.