52 - ÖZRÜ OLMAYAN SUÇLAR

Page 1

Makale ve Analizler - 2019

ÖZRÜ O L M AY A N S U Ç L A R

Mart - 2019 Makale ve Analizleri

1


2

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ÖZRÜ OLMAYAN SUÇLAR

BULTURK BGSAM Yayınları Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi - BGSAM -52 BULTÜRK Adına Genel Başkanı: Rafet ULUTÜRK Basım: Mart - 2019 Koordinatör: Dr. Nedim BİRİNCİ Editör: Raziye ÇAKIR İnternet sorumlusu : Kapak Tasarım: Murat ULUTÜRK Pazarlama Sorumlusu: Hamiyet ÇAKIR Arşiv: İbrahim SOYTÜRK İsteme Tel: 0212 511 63 47 www.bulturk.org; www.bghaber.org; info@bulturk.org İnternet sitesinin yazıları Adres: Yıldırım Mah. Şehit Kamil Balkan cad. No.114/A Bayrampaşa İstanbul Tel: +90 (212) 511 63 47 Belgegeçer: +90 (212) 526 51 98 https://bgsam.org/, https://issuu.com/bulturk, https://bulturk.org.tr/ Baskı : DİNÇ OFSET MATBAACILIK SAN. ve TİC. LTD. ŞTİ. Adres: Davutpaşa Cd. Emintaş San. Sit. No: 103/580-581 Topkapı - İstanbul Tel: 0090 212 493 24 67 TÜRKİYE CUMHURİYETİ YASASI GEREĞİNCE BU ESERİN YAYIN HAKKI BULTÜRK’ten İZİNSİZ KISMEN VEYA TAMAMEN ÇOĞALTILIP YAYINLANAMAZ

Web: www.bghaber.org ; E.Posta: rafetuluturk@yahoo.com


3

Makale ve Analizler - 2019

“Bilgi Ordusu, Bizim Ordumuz, Bildiğimizi Öğretmek,Bizim Borcumuz.” Rafet ULUTÜRK

Düşünceler dizisi olan elinizdeki eserin anlamı derin bir uğraşın ancak başlangıcıdır. Bulgaristanlı Türk Müslümanların başına 1970-72, 1984-85’te düşen yıldırımın bir daha düşmemesi için bir uyarı ve ışık niteliğindedir. Saygılarımızla, B U LT Ü R K İ st a n b u l


4

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2019

5

Önsöz Yerine Yıl 2018 2016 yılı Bulgaristan Türkleri ve soydaşlarımız için umut dolu gelmişti. Cumhurbaşkanlığı seçimi ve siyasi dönüşüm amaçlayan bir halk oylaması yapılacaktı. Vatandaşlar siyasi sistem değişikliğinin seçim sisteminden geçtiğini kavramıştı. Ancak parti listelerinde gösterilenlerin seçildiği “çoğulcu” uygulamadan kurtulup, seçmen tarafından gösterilecek ve seçmenin iyi tanıdığı kişilerin meclise gönderileceği mutlak ekseriyet (salt çoğunluk) sistemine geçişin müjdesini bekliyordu. Bu değişiklik için 2 milyon 500 bin seçmen oy verdi.Seçmen, meclis seçimlerinde parlamentoya giren siyasi partilere oy başı 11 leva verilmesine yani milyonlar ceplemesine son verilmesini ve seçimlerin zorunlu olmasını istedi. 2 milyon 500 bin seçmenin oyu mahkeme kararıyla rafa kaldırıldı. Siyasi sistem değişikliği için “izin veremeyiz” dendi. Bunu deyen ise, 1989 yılından sonra, “ben artık öldüm” aldatmacası yaparak, Bulgar toplumu içine boydan boya uzanan kaskatı totaliter sistemin yarattığı oligarşi ve sözcüleri oldu. Onlar aynı yıl Bulgar aşırı sağcılarını birleşmeye çağırdılar. Giderek birleştirdiler ve onlara “yolunuz iktidar basamaklarından tırmanmaktır” dediler. Avrupa’nın kaderi de kötüydü. Sığınmacılar, savaş kaçakları, kitle göçleri, kıta değiştirenler çatır çatır kıvılcım saçan faşizm her günümüzü zehir etmeye başladı. 1989’da parçaları anmalık olarak satılmaya başlayan Berlin Duvarı’ndan parçaların yerine yeni duvarlar çekmek için yeni duvarcılar belirdi. Doğu Avrupa ülkeleri aralarındaki sınırlara boydan boya tel duvar gerdiler. Tarih ayıbın böylesini daha önce görmemişti. Sınırları kaldırıp özgür bir dünyada yaşama hevesiyle birleşmeyi seçenler insanlara, “Toplama Kamplarını”, yargısız idamları, Nazileri, faşistleri anımsattılar. Avrupa Konseyi 3 Bulgar siyasi partisine, “Ataka”, İç Makedon Devrim Hareketi (VMRO) ve “Bulgaristan’ı Kurtarma Hareketi” ve bu üçlünün “Yurtsever Cephe” ortaklığı Türk, Müslüman, İslam,


6

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

sığınmacı, göçmen ve öteki düşmanlığı aldı yürüdü. Düşmanlık yılan zehrinden kötü olan... Müslümanları hem isteme hem de istememe siyaseti karıştıkça anlaşılmaz oldu. Avrupa Birliği üyesi 28 devlet Türkiye Cumhuriyeti karşısında boyun eğdi ve bir gün “ama şu göçmenleri durdurun, bizi çökertecekler” dedi. 2016 ve 2017’nin en büyük olayı buydu. Dev adımlarla büyüyen ve güçlenen Türkiye’ye daha önce 28 devlet birden yalvarmamıştı. Diz çöktüler ve 2016 ve 2017’de durumun özünü fark edemediler. Çökenler Güneşten uzaklaştıklarını fark edemezler. Kuşkusuz, önüne eğilmiş kafalardan biri olan Bulgaristan’dı. Hem Brüksel’e ve hem de Ankara’ya bakarken Bulgaristan Türklerini görmezden geldi. Onları siyasi olarak parçalayarak ve parçaladıkça ezerek mecliste faşistlere daha geniş yer açanların ve faşistleri 1944’ten beri ilk defa iktidar koltuklarına davet edenlerin tam olarak ne düşündüklerini ve ne istediklerini anlamak çok zor olmadı. Artık göç durmuş, doğal olarak geri göç başlaması zamanı gelmişti. Faşist düşmanın kafasında iki hedef birden doğdu. Camiler ve mezarlıklar. Camilerin içinde de Türkçe konuşmayı yasaklamak, Türkler için Vatan kalesi olan, mezarlıkları daraltmak hatta vakıfları kabristanlık olarak ayırdıkları bütün arsalara el atıp, onları cesetlerini gömecek bir insan boyu topraksız bırakmayı düşündüler. Sofya Türk Mezarlığı 28 yıl önce dolmuştu. Bunu Ahmet Doğan’a, Lütfi Mestan’a, Osman Oktay’a, Kasım Dal’a vb asla anlatamadık. Yakın geçmişte mecliste yaşlanan Ramadan Atalay’ın eşi vefat etti. Bir mezar yeri bulamadık, doktor hanım Bulgar mezarlığına gömüldü. Yazarlarımızdan İsmail Çavuş öldü, Sofya dışında Bankiya kasabasındaki Hıristiyan mezarlığına gömdük. Bu şehirde zengin Müslümanlar için de mezar yeri yok. Sofya kenarında 52 dönüm bir yer alındı. Toprak sahibi Bulgar komşular vakıf malımıza, kendi mülkümüze mezarlık yapılması için gereken “razıyım” belgesini vermedikleri için, 20 yıldır boş duruyor o kutsal toprağımız. Karşımızdaki devlet kale gibi! Püskülü faşist. Ortada kaldık. 2016 - 2017 bizim için çok zor yıllardı. Mezarlıksız Vatan olmaz!!! Mücadele devam ediyor. Raziye ÇAKIR


Makale ve Analizler - 2019

7

Önsöz: Elinizdeki kitapta, biz Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği BULTÜTK’ün aydın kadroları ile Bulgaristan Stratejik Araştırmalar Merkezi BG-SAM ekibinin kaleme aldığı yazıları bulacaksınız. Size değişen dünyamızı kendi açımızdan anlatmaya çalıştık. Bulgaristan’da ve Türkiye’de yaşamış ve eğitim almış bir ekip olarak öncelikle her şeyimizin ortak olduğu inancından çıkarak, ne kadar istesek de birlikte yürüdüğümüz yolu ve içinde birlikte olduğumuz zamanı zorlayabilmemizin mümkün olmadığını ama bu yol ve zamanın kendi kuralları olduğunu ve bunlardan akıllıca yararlanarak birçok işler yapılabileceğini açmaya çalıştık. Bu kitabın zaman kesimi 2018 yılının Ocak ve Şubat aylarıdır. Bu kısa dönem bizim BULTÜRK olarak 2002’den beri izlediğimiz yolun iki aylık devamıydı. Bizim için çok önemliydi. Bulgaristan’ın başkenti Sofya’da Avrupa Konseyi’nin (AK) 6 aylık dönem başkanlığını Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov yapacaktı. Siyasi öngörümüzde, ilk kez olmak üzere, Bulgaristan kurumları ve vatandaşları Avrupa Konsey, Komisyon ve Birlik yönetimiyle yüz yüze gelecek ve askıdaki problemlere çözüm aranacak ümidi vardı. Bulgaristan Balkanların büyük ülkelerinden biri olsa da, Avrupa Birliği bileşiminde orta boyutta, tarımı ve sanayi bunalım içinde, işsizlik oranı yüksek, eğitim sistemi kriz yaşayan, çok yoksul ve çaresizlikle boğuşan bir ülkeydi. Bulgaristan’ı 2009’dan beri yöneten halkın Avrupa vatandaşlığı seçeneğini temsil eden GERB partisi, 24 Mart 2017’i erken genel seçimlerinden sonra 3 aşırı milliyetçi partiyi kabineye almış ve AK’nin “faşist” olarak nitelendirdiği bu partilerle yönetimi paylaşmıştı. AK Başkanlığının “faşist” olarak damgaladığı güçlerin iktidarda bulunduğu bir ortamda 6 aylık dönem başkanlığını dağıtması ve yeni seçim yapılarak adalet ve demokrasi güçlerinin hükümet kurmasını istemesi beklenirdi. Ne yazık ki, AK’yi üyeleri dönem başkanlığı için keçi kılından elbise giyip samsak kolonyası kullandılar ve faşizm yılanına kendileri ısırtmadan işe varıp geldiler. AK başkanlığı Sofya’da büyük protesto gösterileriyle başladı. Bulgar başkenti köpürdü. Dönem toplantıları başkanı Boyko Borisov zulayı açtı ve karanlık güçlerin hiçbir zaman yenilgi kabul etmediğini kanıtlarcasına, bir çuvalda bir milyon leva olduğunu kabul etsek, 100 çuval leva dağıtarak önce polis ve jandarmayı yatıştırdı. Diğerleri beklemeye devam ediyor.


8

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu 2 ay BULTÜRK etkinlikleri için çok önemliydi. İlk kez olmak üzere Başkan Rafet Ulutürk yönetiminde bir heyetimiz Sofya Büyükelçimiz Sayın Hasan Ulusoy Beyi makamında ziyaret etti ve iki halk ve iki ülke, özellikle de Bulgaristan Türkleri, dostluk, barış ve güvenlik davası yararına başarılı çalışmalar temennilerinde bulundu. Bulgaristan Müslümanları Diyanetini ve Başmüftülüğü ziyaret etti. Sofya Kültürel Etkileşim Derneğinde yararlı bir görüşme gerçekleştirdi. Elinizdeki kitapta, Bulgaristan’da 2018 atılımlarına, oradaki kardeşlerimizin yaşam ve etkinliklerine, büyük bir hevesle başlattıkları aydınlanma sürecine ilk kez yayınlanan yazılar da bulacaksınız. Rafet ULUTÜRK BULTÜRK / BG-SAM 07.08.2018


Makale ve Analizler - 2019

9

Değerli Hemşehrilerim, Bulgaristan’da hepimiz zor günler yaşadık, itildik, ezildik, çiğnendik, hatta gün geldi vurulduk, şehitler verdik. Bu nedenle bizler kendi içimize kapanarak, yaşam mücadelesi vermeye çalıştık. Ancak bu içine dönüklükten kurtulmalıyız ve Türkiye’de yaşadığımıza göre, yasaların bize verdiği tüm haklardan bizlerde yararlanmalıyız. Peki, neden bunu yapamıyoruz? 1877-78 Rus-Türk savaşından sonra Osmanlının Balkanlardan çekilmesiyle birlikte, savaş esnasında işlenen akıl almaz katliamlar nedeni ile atalarımız asırlarca yaşadıkları yerleri terk ederek göç yolunu tutmuşlardır. Geride kalanlar ise Bulgaristandevleti’nin uygulamaya başladığı soy kırım politikalarına karşı direnmiş ve hayatta kalmaya çalışmışlardır. Şimdi ise burada Türkiye’de yaşayanlar oralara yardım edebilmek için, burada ilk önce bir araya gelmek ve bir merkez oluşturmalıyız. Artık bir kurum altında toplanmalı ve birlikte hareket etmeliyiz. Bu birliğe hepimizin ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Artık bir birimizi kötülemekten vaz geçmeliyiz, birisi için yanında konuşamayacağımızı başka bir yerde konuşmamalıyız, yani kısaca arkasından konuşmamalıyız. En önemlisi samimi, hoşgörülü ve ahlaklı olmak. Zamanla her şey yerine geleceğine inanıyorum, ama tabi ki bu dava üzerinde kafa yoran, stratejiler üreten ve devamlı bunun üzerinde çalışan olursa. Bizim savaşımız insanlarımızı ahlaklı yetiştirmek olmalı, birlik ve beraberliğe kendi insanlarımızla başlayarak tüm Türk Dünyasına taşmalıyız. Bizler burada Türkiye’de yaşayan Bulgaristanlılar büyük bir kitle haline gelmiş durumdayız. İşte bu nedenle şimdi bu kitleyi yani kendi hemşerilerimizi, bir araya toplayarak bir merkez, bir güç birliği oluşturmalıyız, tabi ki bu bizim doğal tabii hakkımızdır. Bizler de artık toplum gücünü kullanabilmeliyiz. Toplum olarak haklarımızı elde etmek zorundayız ve bu yönde çalışmalıyız. Biz bunu söylerken, önderlerimizi seçerken, başkaları kötüdür demiyoruz. Biz bu işi onlardan daha iyi yapabileceğimize, Türkiye Cumhuriyetine ve Türk Dünyasına daha verimli olacağımıza, buralarda bu bölgelerde yaşayan Türklerin daha iyi, daha güvenilir, yaşamalarını sağlayacağımıza inandığımız için, Önderliğe, Yönetime talibiz. Bu arada Bulgaristan’da kalan kardeşlerimizin hepsinin siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel kimliklerini,


10

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

muhafaza edebilmeleri için mücadele etmeliyiz ve bu konuda gerekeni yapmalı ve gerekli yardımları yapmalı ve yaptırmalıyız. Aramızda Ahlâklı, Adaletli olanları seçmenli ve yüceltmeliyiz. Geçmişi konuşmaktansa, gelecekten söz etmeliyiz, bugünü değil, yarınları görerek hareket etmeliyiz. Aramızdan stratejistlere imkân ve fırsat vermeliyiz ve onları bizler yetiştirmeli yön verebilmeliyizkısa-10 ve uzunvadeli -50 yıllık hedefleri gösterebilmeliyiz. Aramızda kötü niyetli insanları tespit etmeliyiz, bilmeliyiz ki, onların kusurlarından dolayı değil, bu güne kadar yapılması gerekenleri engelledikleri için aramızdan uzaklaştırmalıyız. Bu güne kadar neler yapılmamış, onları araştırmalı, bilmeliyiz ve neler yapılması gerekir onları söylemeliyiz ve bunları bir an önce hayata geçirmeliyiz. Bizler gözyaşları dindirmek için, yaralara mehlem olmak için, her yüke ortak olabilmeliyiz. Gençlerimize, sadece balık pişirmesini değil, balık tutmasını da öğretmeliyiz, insanlarımızı denizlere, okyanuslara açılmalarını sağlamalıyız. Aramızda Tek Lider değil her sokakta, her mahallede bir lider yetiştirmeliyiz, biz dünyayı yönetmek için oğullarımızı yetiştirmeliyiz. Bizim insanlarımız yani Bulgaristan Türkleri şahsi başarıları Türkiye’de belkide en çok olanlardanız. İşte artık bizler toplum olarak haklarımızdan yararlanmasını bilmeliyiz. Her şeyden önce siyasi haklarımızı toplum olarak kullanmalıyız, daha sonra ekonomik ve kültürel haklar onu takip edecektir. Hepimizin gördüğü gibi, tarihte büyük güçler çok defa kötü politikaların kurbanı olmuşlar ve bunlar devam edecektir. Bir toplumun Lideri olmadan hiçbir şey olmaz, bu lideri de toplum çıkarmalıdır. Siyaseti güvenilir, sevimli hale getirmek bizim hedefimiz olmalı, bu gün çok zor, imkânsız olarak görünse de, yarınlara umutla bakabilmeli ve baktırabilmeliyiz. Var olabilmemiz için, var kalabilmemiz için, öncelikle temel hususlarda anlaşma sağlamalıyız. Aramızda bir birimize güveni kaynaştırmalıyız ve samimi olmalıyız. Her şeyden önce özgüvenimizi kazanmalıyız, birlik ve beraberliği ön planda tutarak insanları insan oldukları için sevip saymalıyız. İçimizde barışı sağlayıp, tek merkezde bir çatı altına toplanmalıyız.


Makale ve Analizler - 2019

11

Bu çatı da “BULTÜRK Derneği” olmalıdır. Buradan tüm dünyaya sesimizi duyurabiliriz. Balkanlar konusundaki politikalarda etkili olabilmek için yolları aşındırmalıyız. Çünkü gelişmiş ve Bulgaristan’da etkili bir Türkiye Balkanlara tamamen hâkimiyet kurabilecektir. En önemlisi kararlı olalım ve birbirimize samimi, saygılı olmayı ve bir birimizi sevmeyi öğrenmeliyiz. Bizim derdimizi ve problemlerimizi en iyi anlayabilecek zaat bizden olduğunu idrak etmeliyiz. Bulgaristan Türkleri konusunda teşhisi bizler kendimizi yetiştirerek yetki mercileri alarak son noktayı biz koymalıyız, bu güne kadar ki eksikliğimiz budur. Ayrıca Balkanların anahtarı Bulgaristan’da yani Bulgaristan Türklerinden geçtiğini de öğrenmeli ve öğretmeliyiz. Sevgili dava arkadaşlarım. Kendimizde özgüveni, aramızda güveni ve merkezioluşturduktan sonra, kimsenin aramıza nifak tohumları ekmesi mümkün değildir. Bizim için önemli olan, eksiklerimizi bulmaktır. Geçmişi bırakarak artık bizler aydınlanma dönemine bir an önce geçmeliyiz. Halimizi tespit etmek çok kolay, gazete, dergi yayın hayatımız nerede, kaç gazete, tv, radyo bizimle ilgili haber yapıyor.Burada suçlu değil, sebepleri aramalıyız. Gelin bunları tartışalım, niçin bu güne kadar bir Bulgaristan Kültür Merkezi olmamış, bunu şimdi nasıl gerçekleştirilebiliriz, bunlara yönelik çalışmalar toplantılar yapmalıyız. Hedefimiz Türkiye Cumhuriyetini daha güçlü, daha huzurlu ve daha iyi yarınlara götürmek için olmalı. Güçlü bir Türkiye Bulgaristan da yaşayan Türklerede güven ve huzur verecektir, onların daha rahat yaşamalarını hep birlikte sağlayabiliriz. Bunlar zannetiğiniz kadar zor işler değil. Dünyada insanlar bir iş için değil, bir İdeal için hayatını feda ederler. Bunun için güçlü olmak sesini duyurabilmek için öncelikle bir Kurum ve bunun Merkezini oluşturmalıyız. Çünkü Merkezi olmayan hiçbir topluluk bir yerlere gelmesi mümkün değildir. Bu güne kadar konuşmalar tartışmalar yapılmış fakat bir ağıç ekilmemiş işte bu gün bunu yaptık BULTÜRK tüm Bulgaristan Türklerinin biz öncelikle sadece Bulgaristanlıyız. Bizler elimizdeki kıt kaynaklarla bir merkez oluşturmaya çalıştık, bunda da muhafak olduk. Bu merkeze ulaşmakta büyük güçlükler ile karşılaştık bu konuda bizlere yardımcı olan emeği geçen herkese teşekkür ediyoruz. Ayrıca bizlere kendi yerini veren Mümin Hocamıza huzurunuzda kendisine tekrar tüm halkımız adına buradan teşekkür ediyoruz. Bundan son-


12

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

raki hedef de Türkiye’nin her yerine ulaşmak ve bu birlikteliği her yerde tesis etmektir. Bu merkezimizde artık kendimize ait bir kültür merkezimiz oluştu toplantı salonumuz da mevcuttur her 15 günde bir toplanıyoruz. Amacımıza ulaşabilmek için devletin bir şeyler yapmasını beklememeliyiz. Birlikten kuvet doğar Atasözünde olduğu gibi güçlerimizi birleştirerek devlet yönetiminde söz sahibi olmalıyız ve geleceğimize kendimiz yön vermeliyiz. Gençlerimizin devlete girmelerinin yolunu aydınlatmalıyız. Artık bizim de Ankara’da TBMM’de kendi temsilcilerimiz olmalı. Bizler de buralara kendi içimizden birilerini gönderebilmeliyiz. Aramızda birlik ve beraberliğimizi oluşturduğumuz takdirde kendi içimizde samimi olduğumuzda başarıların ard arda geldiğini göreceğiz bunu başaracağımıza eminim. İhtiyacımız olan tek şey kendi içimizde daha adaletli olabilmek. Sevgi ve saygılarımı sunarım, Genel Başkan Rafet ULUTÜRK


Makale ve Analizler - 2019

13

Yolumuzu Kesen Kanun Ve Güçler Yazan Rafet ULUTÜRK Konu: Avrupa Parlamentosu seçimleri 26 Mayısta.

Kanun yolu halktan başlar, kanunlar mecliste görüşülür, onaylanır, son imza için Cumhurbaşkanı’na sunulur, imzalarsa “Resmi Gazete” basılır ve yürürlüğe girer. Cumhurbaşkanı “veto” koyarsa, yanı onay vermezse, kanun meclise geri döner, tartışılır, değişiklikler görür ve Cumhurbaşkanına yeniden sunulur. Bu anayasal yolun başka seçeneği yok gibidir. Aslında bir seçenek daha var. Halk ayaklanır, kanunların hepsini arşive kilitler, geçersiz kılar ve yenilerini yazar. 1989 Mayıs’ta Kadınlarımızın öncülüğünde ayaklanmamız, aynı yılın 10 Kasım günü Komünist Partisini, Devlet Başkanı ve Parti Genel Sekreteri totaliter diktatör Todor Jivkov’u görevlerinin tümünden aldı. Yetkilerine de paydos dedi. Bu başarılı bir siyasi darbe oldu. Neticesinde 1971 Anayasası (sosyalist Bulgaristan Anayasası) geçersiz oldu. 25 Şubat 2019’da Sofya meclisinin kapıları halka açıktı. Salonların birinde, 1879’da Veliko Tırnovo şehrindeki Kaymakam Konağında 240 vekilin kabul ettiği Birinci Bulgar Anayasası’nın el yazısı sergilenmişti. 10 bin kişi gördü. Olayı şöyle değerlendirmemiz yerinde olur kanısındayım: Birinci Anayasa’nın hukuksal temelinde, Rusya’nın Osmanlıya 1877/1878 saldırı savaşından (93 Harbi) sonra toplanan Büyük Devletlerin Berlin Konferansında alınan kararlar gereği kurulan Bulgar Prensliği’nin ilkeleri yer aldı. Dikkatle okunduğunda ilk anayasayla ilan edilen Prenslik göbekten Osmanlı’ya bağlı,ensesinde Rus Çarının çizmesi, halkı temsil eden aydın tabakanın gözü ve gönlü ise Batı Dünyasındaydı. İşinde gücünde olan halk değişiklik istemiyor gibiydi. Şu hususa işaret etmek istiyorum: Anayasa halkın iradesini yansıtır ama bu nasıl olsun, 1879‘larda Bulgar dilinde “anayasa” sözü bile yoktur. Latinceden ve dolayısıyla Fransızcadan gelen “konstitution” benimsenmiştir. Bulgarların yaşadığı ilk anayasal düzenli devlet Osmanlıdır.


14

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

23 Aralık 1876’da ilan edilen Osmanlının ilk ve son anayasası Kanun-i Esasiye – “Temel Kanun” – yani Anayasa anlamındadır. Bu Anayasa Bulgarlar da dâhil imparatorlukta yaşayan tüm vatandaşlara hiçbir ayırım gözetmeksizin dil, din ve azınlıklara kolektif haklar, her bakıma eşitlik tanımıştır. Bu bakıma, Bulgarların Veliko Tırnova’da kabul ettiği Anayasa, insanların bireysel ve kolektif hakları açısından, insan kardeşliği ve eşitliği bakımından Osmanlı Anayasasından fersah fersah geridir. 44.Meclis salonuna sergilenen Tırnova Anayasası’nın el yazısı nüshalarında görüldüğü üzere, çalma kapma fikirler, Batı demokrasisinin kara kalıp değerleri ve Rus Ortodoksluk tek yanlı hak ve özgürlük dogmaları bu temel yasanın esasını oluşturmuştur. Çok daha önemlisi, Tırnovo Anayasası Osmanlı mirasını ve ata-vatan topraklarda kalan Müslümanların yaşam, mal-mülk hakkını, dil, din ve kültür erdemlerini kesin güvence altına almamıştır. Azınlıklara vatandaşlık hakkı tanırken, etnik azınlıklara mensup olanları öz vatanlarında sıkıştırma ve göçe zorlama zulmünden asla vaz geçmemiştir. O gün bu gün 4 defa değişen Birinci Anayasa, aslında Bulgar Prensliğinde devlet başkanı olan Prens’in (Knyaz) haklarını belirlerken sınırlama amacıyla hazırlanmış ve devlet biçimi olarak parlamenter demokrasi ilan etmiştir. Seçim kurallarını, vatandaşların haklarını ve yükümlülüklerini de sıralayan anayasada, Prensin temel ödevi, mecliste kabul edilen kanunları onaylamak ya da “veto” hakkını kullanarak meclise çevirmek olarak biçimlenmiştir. Bulgaristan’da 1879 kurulan devlet biçimi Anayasal monarşidir. Anayasa, Prensin haklarını düzenleme aracı rolü gördü. Prens de uygun görmediği yasa maddelerini onaylamama ve meclise geri çevirme hakkını kullanabilme hakkını elde etti. Bu hak halen bugün de geçerlidir. Demek oluyor ki, bu bakıma olmakla, 16 Kasım 2016’da seçtiğimiz Bulgaristan Cumhurbaşkanı Rumen Radev’in hak ve yükümlülükleri özde 140 yıl önce taç giyinen Prens’in hak ve yükümlülüklerinden pek farklı sayılmaz. Bulgaristan monarşi tarihi 70 yıl sürdü. Başlıca anayasa, kanun ve kanun hükmünde karar değişiklikleri bu yıllarda Prens ve Çarlar, hükumetler düşürdü. Askeri darbelere neden oldu.


Makale ve Analizler - 2019

15

Birinci Prens Aleksandır Batenberg anayasa değişikliği isteyince taçını çıkarıp (1886) Bulgaristan’ı terk etti. Birinci Bulgar Çarı Ferdinand Tacını (1918) oğlu III. Boris’e devredip, felakete ittiği ülkeden kaçtı. Çar III. Boris’in (1943) öldürüldü. Oğlu II. Simyon halk oylaması sonucu (1948) 50 yıl ülkeden uzakta kaldıktan sonra, 2001 ‘de geri dönebildi. 25 Şubat 2019’da Cumhurbaşkanı R. Radev meclisin kabul ettiği SEÇİM YASASINI “halkı demokratik ve şeffaf bir seçim sürecinden uzaklaştırdığı” gerekçesiyle yeniden görüşülmesi için meclise geri gönderdi. Radev, yapılan değişiklerin seçmeni istediği kişiye oy verme hakkından mahrum ettiği gibi, şahsiyetlerin meclis yolunu kapadığını, ancak siyasi parti iradesine öncelik tanıdığını belirtti. Değişiklikler, aşamalı olarak elektronik oy kullanma yolunu açmadığı gibi, köylerde 300 seçmen çıtası uygulanarak, seçimde İnternet üzerinden, bilgisayar, posta aracılığıyla oy kullanma gibi yeniliklerin uygulanmasını kesinlikte hasır-altı edilir iken, seçmen listelerini önceden açıklayıp herkesin görebileceği bir yere astı. Bulgar dilini kullanmada güçlük çekenlere anadillerinde açıklamalı yardım yapılmasını da kaldırmıştır. Bu değişikliklerle, seçim sonuçlarından kuşkulananların yargıya başvurması yolu da kesin tıkanmış ve anayasal insan hakkı olan seçime katılma hakkı, hukuksal savunmadan mahrum bırakılmıştır. Bu arada, Merkez Seçim Komisyonu kararları ile ilgili “yargılanamaz” kıstasının getirilmesi de, seçim sürecinde yasallık lehinde değildir. Radev, “onurlu bir seçim süreci garantilemeyi zayıflatan değişikliklere” işaret ettikten sonra “veto” hakkını kullanarak, yasayı geri çevirmiştir. Böylece mecliste sağlanan derme toplama çoğunluk seçim yasasını uygulama konusunda Anayasal usulü bozmuştur. Bu arada, bir hafta içinde aynı milletvekillerinin birbirine tamamen zıt düşen seçim yasası maddelerine lehte oy vermeleri de kuşku uyandırmıştır. Meclisin tavrı, Bulgar seçmeninin parlamenter düzene olan güvenini birden bire % 8’e düşürürken, Meclis Başkanı Karayançeva’ya güven % 1’e inmiştir.


16

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Namuslu, şerefli, şeffaf seçim yapılamayan bir ülkede politik yönetimin saygınlığı yerle bir olur, çünkü siyasetin anlamı, aklıselim düşünen, öğrenimli, deneyimli, onurlu ve dürüst şahsiyetleri yönetime seçmekten başka bir şey değildir. Namuslu seçimler demokrasiyi tüm diğer yönetim biçimlerinden ayırt edendir. Bu Bulgaristan seçimlerinde yöneticilerimizi onurlu bir şekilde seçme hakkımızı yitirdiğimizde, son 30 yılda elde edebildiğimiz tüm haklarımızı kesin yitirmiş, ateşe atmış oluruz. Bu hakların başında seçme ve seçilme hakkımız gelir. Bulgaristan’da veya Türkiye’de yaşasak da biz Avrupa Birliği vatandaşıyız ve seçme ve seçilme hakkımız bizim kutsalımızdır. Geçen 26 Mart 2017’de erken genel seçimlerinde temel hakkımız çok büyük bir yara aldı. Bir defa, faşizan partilerden biri olan “Bulgaristan’ı Kurtarmak için Milli Cephe” (NFSB) Türkiye Cumhuriyetinde açılan seçim bürolarında baskı uygulamak, Bulgarca yazmayı sökememiş yaşlı seçmenimizin oy kullanmasını engellemek için gönderdiği kalın enseli sopacı gençlerin kabalığı yenir yutulur değildi. Bu baskı unsurlarının Türkiye’ye örgütlü bir şekilde girmeleri seçim günü kurallarına yüzde yüz aykırı olduğu gibi, seçim bürolarından terör estirmeleri de cezasız kalmıştır. Hatta Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği BULTÜRK Bayrampaşa dışında hiçbir dernek ve Federasyon hiçbir yerde tepki göstermemiştir. Konsoloslukları ve Bulgar Büyük Elçiliğini arayıp olayları kınamamıştır. Protesto mesajı yayınlamamıştır. Bunlar, siyasi olarak çok derin bir uykuda olduğumuza kesin kanıttır. Oy sayımlarda kapıları kapatmak istemişlerdir Bayrampaşa’da kapatılmamıştır, kapattırılmamıştır. Bunun dışında Bulgaristan Türkiye sınırına büyük sayıda aşırı saldırgan sopalı tipler yığılması, seçmen dolu otobüslerin durdurulması, Bulgar vatandaşı Türk seçmenlerin otobüslerden indirilmesi, yaşlı bayanların annelerimizin ırkçı Valeri Simyonov gibi faşist parti başkanları tarafından tartaklanması unutulamaz. Parti lideri olarak böbürlenen faşist Krasimir Karakaçanov, Volen Siderov, AP milletvekili Angel Cambazki ve daha birçok politik şahsın, polisler, jandarmalar olaya seyirci kalmış, kışkırtıcılık yapmıştır. Bu asla kabul edilebilir bir olay değildir. Seçim günü propaganda yapmak, oyunu kullanmaya giden vatandaşları durdurmak, dövmek, baskı uygulamak, tartaklamak, parayla oy satın almak anayasaya ve seçim yasalarına tamamen terstir ve bunları yapanların tutuklanıp yargılanması şarttır.


Makale ve Analizler - 2019

17

Biz böyle düşünürken ne yazık ki, Bulgaristan’da savcılık olayı görmezden gelmiş, tutuklanan, yargılanan ve içeri atılan hiç olmamıştır. Hatta daha sonra “Kapı Kule”de seçmen avına çıkan ve vatandaşları tartaklayanlardan ikisi – Krasimiz Karakaçanov ile Valeri Simyonoıv – ödül olarak Başbakan Yardımcısı görevlerine atandığında, sağduyulu kamuoyunu ürpertmiştir. Pek tabii ki son 30 yılda Bulgaristan’da anayasal ve en kutsal insan haklarından biri olan seçme ve seçilme hakkının engellenmesinde, özgürce ve seçmenin istediği biçimde kullanılmasına engel yaratılmasında 2 çok büyük engel vardı. Seçmenin halk meclisine ulusun ve azınlıkların en yetenekli, en irdeleyici, bilge, yürekli ve ahlaklı, dürüst kadroları gönderilmesi öncelikle Hak ve Özgürlük Partisi (DPS) ile Bulgaristan Sosyalist Partisi’nin (BSP) tarafından engellendi. DPS ve BSP totaliter-komünist dönem suçlularının cezasız kalması konusunda el ele verdiler. Bulgaristan’da adalet ve demokrasiyi kötürüm ettiler. Azınlık haklarına mezar kazdılar. Anadilimizde konuşmamız, okumamız halen bugün de yasaktır. Bu bir vahşettir. Bu siyasetin arkasında duran faşist zihniyetlilerden mutlaka hesap sorulmalıdır. İşte bu hesap sorulur ve uygulanır ise o zaman yüzde yüz demokrasi gelecektir. 14 Şubat 2019’da mecliste onaylanan ama 2 hafta sonra Cumhurbaşkanı tarafından geri çevrilen seçim yasası değişiklikleri suçluları korumayı, halkın iradesini yok saymayı, gerçekleri gizlemeyi, zulüm yılları korkusunu yaşatmayı hedefliyordu. Rüyalarında 2 milyondan fazla gurbetçimizin hakkını yemek vardı. Niyetlerinde yıllar önce hayata gözlerini yummuş vatandaşları sandıkta canlandırmak vardı. Seçim komisyonu üyelerinin evde hazırladıkları bültenleri donlarında seçim bürosuna götürüp kimse görmeden sandığa doldurmak, “tek nüsha hazırlanan tutanakları” oy çuvallarını taşırken değiştirmek ve daha bin bir tuzak vardı. DPS partisi, Müslüman seçmenin istediği adayı Brüksel parlamentosuna göndermesini önlemek, niyetini baltalamak, yol vermemek için yılana sarılıyor. Her biri halkımızı çoktan unutmuşlar. Gözleri parada. Saray bekçisi haine köle olmuşlar. Kardeşlerimiz seçme ve seçilme hakkını özgürce kullanabilseler tarıma gelen teşviklerin % 80’ni 5-10 kişi arasında paylaşılamaz. Dolandırıcının yolu kesilir. Romenlere ev, anaokulu, anadillerinde ilk ve ortaokul, lise, kül-


18

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tür merkezleri, meslek okulları için Brüksel’den gelen paraları çalanlardan hesap sorulur. GETTO zulmü kalkar. Mahalleler gül bahçesi gibi açar. Son 12 yılda Bulgaristan’a iş yeri açılması, sağlık ocakları ve hastanelerin, okulların modernleştirilmesi için 29 milyar Euro para geldi. Meclise halkın en aydın ve dürüst kadroları girebilseydi “Nerde bu paralar?” diye soracaklardı. Evet hırsızlar korkuyorlar. Yol kesiyor. En fazla korkanlar ise DPS, GERB ve faşistler arasındaki rüşvetçi, gön surat, şerefsiz dolandırıcılardır. Memlekette 14 000 (on dört bin) diplomalı avukat var. Fakat adalet zafer çanı çalamıyor, çünkü yarısı polis akademilerinden gelme ve gördüklerini itiraf etmek istemiyorlar. Bize engel olan kötülüklerden biri de, ülkede adaleti sırtlayıp taşıyacak aydın kadronun olmayışıdır. Hukukun üstünlüğü hala kitaplara bile yazıl(a)mamıştır. Adalet mülkün temelidir ilkesi ne anayasada ne de yasalarda, hatta mahkeme duvarında bile yazılı değildir. Zaman yol kesenlerin yolunu kesme zamanıdır. Dizimiz devam edecek. Yeni konumuz: “Brüksel parlamentosu koltukları için siyasi kavga.” Okudunuzsa, okutun, tartışın, sorular için bizi arayın. Seçme ve seçilme hakkı bizim öz davamızdır. Geri adım atamayız. Birleşme yollarını açabilirsek Brüksel meclisine 6 milletvekili gönderebiliriz. Lütfen dostlarınızla paylaşınız. Teşekkür ederim.


Makale ve Analizler - 2019

19

Beyaz Bayrak

Tarih. 01 Mart 2019 Yazan: Nazım ÇAVUŞ Konu: Bulgar parlamentosu ölüm yatağında! G S Siyasi söyleşi:GERB partisi politikacılarından Georgi Markov. Soru: Sayın (GERB partisi milletvekili, eski Anayasa Mahkemesi yargıcı) Markov, GERB- sözüm ona “Yurtsever Cephe” yönetimi cidden yerinde sayıyor. İktidar, yönetim içindeki gerginliğe ve merkezkaç güçlerin baskısına dayanabilecek mi? Cevap: – Ne yazık ki, koalisyonlarla ortaklık yapmak zorundayız. Bulgaristan politikasını önümüzdeki 10 yıl boyunca yönlendirecek olan modelin – GERB, sosyalist parti BSP ve Hak ve Özgürlük Hareketi DPS – gibi 3 partili olduğunu itiraf etmek zorundayım. Yönetime katılmak için üçten yedi partiye kadar partilerin seçim ortaklığı için de barajın % 4 olduğu, çok kötü bir seçim sistemimiz var. Ne ki, bu alelacele kurulan ortaklıkların ömrü pek az. Ben, “yurtseverler” gibi bir parlamenter ortaklıktan 3 partinin başka bir seçime ayrı ayrı katılmasını normalmiş gibi kabul edemiyorum. Onlar, ayrılmayı ve ayrı ayrı seçime gitmeyi normalmiş gibi karşılasalar da ben tuhaf buluyorum. Bir yandan ayrı ayrı, rakip taraflar olarak seçime gidiyorlar, aynı zamanda ülkeyi beraber yönetmek istiyorlar. Söyleyecek sözüm yok. Bulgar işi… Kendileri bilir… Soru: Ne var ki biz aynı zamanda bu “yurtsever” ortaklığın büyük ortağı kenara sıkıştırmaya çalışıyor, meclis çoğunluğunu öne sürerek elini kolunu bükmeye çalışıyor ve bu da meclisi başı sonu görülmeyen kavga meydanı haline getirmiş bulunuyor. Bu durumdan vatandaş iğreniyor, Halk meclisinin reytingi ‘ 8’e düşmüş bulunuyor, kavgalar durmuyor, aklıselim bir şey kalmadı. Neden? Cevap: Ortaklık içinde ortaklık olan bir koalisyona nasıl bel bağlayabilirsiniz, naz dinlemek zorundayız. Bir önceki parlamentoda – Reformcu Blok’ta 7 parti vardı – Boyko Borisov “ileri” dedi “geri” dedi olmadı, en sonra tekme attılar. Teşekkür etmeden alıp başlarını gittiler. Ben GERB partisinden milletvekili olmaktan fazla, Başbakan Borisov’un dostuyum, 19966’dan beri beraberiz, o beni karşıladıkça, her defasında şöyle demiştir: “Joro, dostum, söyle şimdi ne yapayım?!” Artık şu cevabı veriyo-


20

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

rum: “Boyko, beyaz bayrağı at önlerine! 60 yaşına bastın. Çekil ve tarihte en büyük galip olarak kal. Bütün Avrupa seni sayıyor. Yaptıkların ortada! At önlerine beyaz bayrağı, bırak hükümet çoğunluğunu başkaları bulsun! Bankiya’daki konağına çekil. İstediklerini yapsınlar!” Biz dikenli yolda yürüyoruz. Bulgar parlamentosu olüm yatağında can çekişiyor. Soru: – Mecliste en uzun mesaisi olan, deneyimli bir milletvekilisiniz, böyle bir değerlendirmede bulunduğunuza göre, durum çok ciddi demektir. Cevap: – Evet, meclisimiz ölüm yatağında can çekişmektedir. Geçen mecliste durum aynıydı. Soru: Geçen meclisteki durumun böyle olmuş olması kimseye huzur vermez! Cevap: Durum pattır. Çoğunluğun ipe asılmış olmasına sebep, halk oylaması yapılmış olmasına karşın, Bulgaristan’da geçerli olmaya devam eden, şu deliler tarafından hazırlanmış olan seçim sistemidir. Bizim bu sisteme göre yeni bir seçim yapmamız tamamen anlamsızdır. Gün gelecek, Bulgaristan’da Avrupa Birliği’nin bütün kanunları ve tüm direktifleri kabul edilmiş olacak ve bizim kendimizi işte göstermek için kanunları değiştirmemiz mümkün olmayacaktır. Soru: İşe gelmeyen milletvekillerine maaş ödenmemesi için Halk Meclisi kurallarının değiştirilmesi gerekir mi? Meclisi boykot eden, Bulgaristan Sosyalist Partisi’ni (BSP) cezalandırmak amacıyla güya Bulgaristan’ı Kurtarmak İçin Milli Cephe (NFSB) bunda ısrar ederken, Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) çok ciddi mukavemette bulundu. Anlayabildiğim kadarıyla GERB milletvekilleri de durumdan memnun değil, fakat görüş beyan etmiyorlar. Cevap: Merkez ve Batı Avrupa’da milletvekillerinin işi yalnız mecliste olmakla kalmaz, vatandaşlar arasında da çalışırlar. Bundan dolayıdır ki, ben bir milletvekili statüsünün bir memur veya bir iş sözleşmesine göre çalışan bir emekçinin durumuyla mukayese dahi edilemez. Parlamento milletvekillerinin işvereni değildir! Onların statüsüne göre, görevleri yasamayla birlikte ve parlamento dışı görevler de kapsar. Bu net olarak anlaşılmalıdır. Bundan dolayıdır ki, Bulgar Anayasasında, bileşimin 240 değil, 121 milletvekili olduğu yer almıştır.


Makale ve Analizler - 2019

21

Altını kalın çizgiyle çizerek söylüyorum: Biz milletvekillerinin meclisteki işine son veremeyiz. Bulgar meclisindeki tartışma buna yöneldi! Her işimiz bitti ve biz artık milletvekillerinin görev statüsüyle meşgul oluyoruz! Soru: – GERB meclis grubu başkanı hükümet ortakları tarafından sürekli baskı altına alınıyor. Normal yasama çalışmaları yürütmek için, Meclis çalışmalarını örgütlemek çok zor oldu. Cevap: – Başbakan Borisov’a tavsiyem ya beyaz bezi ortaya atması ya da bu parlamentoda azınlık hükümeti kurması veya GERB partisinin kazanacağına inandığım, erken yeni meclis seçimine gitmeyi seçmesidir. Hükümet ortaklı, sürekli haraç kopartmak, hatta bir köy mahkemesi demek istediğim, bir yargı organı haline getirilemez! Biz, meclise sunduğum bir gerekçeyle daha Büyük Halk Meclisi zamanında “arkadaş mahkemeleri” sayfasını kapatmıştık. Son yıllarda başbakan Borisov’un çabalarını ve Balkanlarda elde ettiğimiz önemli başarıları bir anda kaybedebiliriz. Durum çok naziktir. Soru: – Şu anda devletin en büyük sorunu, mecliste çoğunluk sağlamaktır. Bunu yapabilmek için yasalar hasıraltı ediliyor, meclis iç tüzüğü rafa kaldırılıyor, çoğunluk her geçen gün eriyor. Bu olamaz. Ne zamana kadar dayanabiliriz? Cevap: – Çoğunluk sağlamak için Anayasayı, milletvekilinin mevcut durumu çiğneyemeyiz. Politika reel bir etkinliktir. Şu an mecliste çoğunluk sağlanabiliyor. Sanki tehlike altında değil. Sorumlu olan, mecliste çoğunluğu sağlayamayandır. Şu bilinmelidir: Hükümet istifa etse bile, Anayasa çarkı döndüğünde, görev süresi sahibi olduğu müddetçe yine önce GERB önünde duracaktır. Bu parlamentonun görev süresinde GERB partisinin ikinci bir hükümet kurabileceğine de inanıyorum. Aslında ben, yapılacak olan erken genel seçimin, Bulgaristan için şimdi olduğundan daha iyi bir çözüm getirebileceğine inanmıyorum. Yeni bir seçime gitmek, ilkemize gelecek yeni yatırım umutlarından vaz geçmemiz anlamına gelir. Seçime gidersek, herkes bize yüz çevirir. Çünkü 2019’da yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimlerinden sonra Avrupa değişecektir. Batı ve Merkezi Avrupa’da geleneksel partilerin o kadar çok işleri var ki, bize kimse dikkat çevirmeyecektir. Bulgaristan’da geniş bir koalisyon kurulabilmesi olanaksızdır. Soru: – Kör sokakta mı bulunuyoruz? Cevap: Yapmamız gereken, Bulgaristan’da parlamentarizmi güçlendirmektir, bunu yapamazsak daha iyisinin geleceğine inanmıyorum. Çar artık


22

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

yaşlandı. Tahta çıksa bile yönetmeyecek, Çarlığını sürdürecektir. Cumhurbaşkanı Cumhuriyeti olmamız da olası sayılmaz, çünkü Büyük Halk Meclisi seçmemiz gerekir. Bulgaristan’ın Anayasa değişikliği yapabilecek, 400 milletvekili çıkaracak kapasitesi yoktur. Topu aynı yerde tutmak zorundayız. Biz, Boyko Borisov sayesinde başarılı olduk ve kendimizi komşu Balkan devletlerinden bir boyut daha üstün gösterebildik, şu bir gerçektir, başı çeken durumdayız, elde ettiğimiz parlamenter süreyi sonuna kadar çıkarmak için bizim sabır ve akıl küpü olmamız gerekir. Çok basit bir meclis çoğunluğuna dayansak da, elde kalan çok kıt meclis güvenini koruyup meclis kurallarına uymak zorundayız. Soru: – Çalışmayan meclisimiz, üzerinde oturduğu dalı kendi kesiyor. Cevap: – Ne yazık ki öyle! Soru: – Meclisin hükümdarı artık Valeri Stoyanov’tur. Şartlar koşan o. Tehdit ediyor. Çoğunluk oyunu oynarken, GERB milletvekillerini istediği gibi oynatıyor. Cevap: – GERB’in ortaklarının tavrını yorumlamak istemiyorum. İstanbul Sözleşmesi ile Birleşmiş Milletlerin Göçmenler Paktını ve Avrupa Birliği’nin Macaristan’a yaptırımlarının reddedilmesinde yardımcı oldular. Onlar oldukça çelişkili bir ortaklık. Bizim için şimdiye kadar yaptıklarına saygı duyuyorum. Ortakların arasındaki çatışmalar artık bütün yönetimi etkiliyor ve GERB’in sırtına biniyor. EPİZENTER-Bulgaristan


Makale ve Analizler - 2019

23

BULGARİSTAN TÜRKLERİNİN TRAJEDİSİNİN GALİP SERTEL

BULGARİSTAN TÜRKLERİNİN TRAJEDİSİNİN GALİP SERTEL’İN ŞİİRLERİNDEKİ YANSIMALARI Doç. Dr. Mehmet GÜNEŞ Marmara Üniversitesi Giriş ¨¨¨¨¨¨¨ Toplumların/halkların yaşadıkları acıları edebî eserlerden izlemek mümkündür. Bazı şair ve yazarlar, özellikle var olma mücadelesi verilen günlerde içinde yaşadıkları toplumun sözcüsü olurlar. Ait oldukları millet ya da toplumların acılarını, sevinçlerini, millî hislerini eserlerinde çoğu zaman romantik duyuş tarzını öne çıkararak yansıtırlar; duyguların bu şekilde ifade edilmesi “milli romantik duyuş tarzı”1 olarak adlandırılmıştır. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren Balkan/Rumeli coğrafyasında siyasi istikrardan söz edilemez; bu topraklar sürekli kan gölüne çevrilir. Özellikle 1877-1878 yıllarında gerçekleşen literatürde daha çok 93 Harbi olarak bilinen büyük savaş esnasında bu coğrafyada büyük acılar yaşanır, katliamlar gerçekleşir. Bu tarihlerden sonra çoğu bölge/yörede Osmanlı’nın yönetimi teslim etmesi üzerine Türkler buradan göçe başlar. Asırlardır bu topraklarda yaşayan Müslümanların birçoğunun bu toprakları terk etmesine karşın azımsanamayacak sayıda Müslüman/Türk burada yaşamakta kararlılıklarını sürdürür. Onca baskı ve zulme rağmen bu topraklarda yaşamaya devam eden Müslüman Türkler, bu coğrafyada Türk varlığını korumak için direniş gösterirler. 9 Eylül 1944 ihtilali sonrasında Türklere ait dernek ve kurumların kapatılmasına, Türk okullarına gelir sağlayan tarlalara el konulmasına, özetle Türk halkının can ve mal güvenliğinin kalmamasına karşın Türkler her türlü tehlike ve işkenceyi göze alıp mücadelede kararlılıklarını sürdürürler. 14 Mayıs 1945 günü Sofya’da Işık gazetesinin yayınlanması ve faaliyetleri millî uyanış bağlamında çok cesur bir harekettir.2 1984’ün sonu 1985 yılının başında askeriye ve milis kuvvetlerinin işbirliğiyle, ülkede yaşayan iki milyon “millî Türk azınlığı” nın Türkçe adları değiştirilir. Son derece zorbaca gerçekleştirilen bu uygulamaya direnen Türklerin yüzlercesi öldürülürken bir o kadarı da kayıplara karışır. Binlercesi işkence kamplarına sürülür ya da cezaevlerine gönderilir; kız/kadınlara da tecavüz edilir. 3 Bul-


24

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

gar hükûmetinin bu uygulamaları ani bir gelişme ve kararın ürünü olmayıp alt yapısı hazırlanan uzun bir sürecin sonucudur. 4 Daha öncesinde de sürekli bir göç dalgası yaşanmakla birlikte1985 yılında Bulgar hükûmetinin asimilasyon politikasıyla Türklerin adlarını değiştirmeye karar verip mezarlardaki adları bile kazımasıyla başlayan işkence ve zulümler sonrasında burada kalan Müslüman/Türklerin çoğu Türkiye’ye göçmek zorunda kalır. 1989 yılı, “Bulgaristan Türk halkının hayatında bir dönüm noktası” olup “kanlı işkenceler” halkı uyandırır. 1942 yılında Bulgaristan Dobruca bölgesinin Silistre ili Akpınar köyünde doğan şair Galip Sertel, kendisi de Müslüman/Türk olarak maruz kalınan duruma bizzat tanık olur; kendilerine reva görülen yaşama biçimine tepkilerini, Taş Toprak Dobruca adlı eserindeki şiirlerde son derece sade bir anlatımla ifade eder. Sertel’in şiirleri, biyografik ve sosyolojik okumaya müsaittir. Bugün/2016 yılından bakıldığında oldukça sert bir eleştiri ya da hamasi metin örneği olarak görülebilecek olan bu şiirlerin döneme özgü şartların dikkate alınıp okunması gerekir. Galip Sertel; dört bölümden oluşan Taş Toprak Dobruca adlı şiir kitabının “Dönüşümler” bölümünde Dobruca yöresi özelinde Bulgaristan Türklerinin 1985 yılında başlayıp 1989’da Türkiye’ye göçe kadarki süreçte maruz kaldıkları işkence ve zulümleri, yaşadıkları acıları son derece sade bir anlatımla aktarır. “Göç 89” bölümünde öz yurt Dobruca’dan ana yurt Türkiye’ye göç süreci ve göçün muhacirlerin ruhî dengesini nasıl sarstığı dramatik biçimde ifade edilirken; “Unutamadıklarım” ve “Hasretiyle Bir Daha Geçmiş Zamanlar” bölümlerinde de maziye ve öz yurt Rumeli’ye duyulan özlem işlenmiştir. Sertel’in şiirlerine bugün/2016 yılından bakıldığında duyguların son derece keskin bir dil ve sert üslupla ifade edildiği hükmüne varılabilir. Ancak bu metinlerin yazıldığı/hadiselerin yaşandığı dönem ve şairin biyografisi dikkate alındığında şairin niçin böylesine sert bir dil kullandığı daha nesnel bir yaklaşımla okunabilir. Şüphesiz ki bu şiirler, kurgusal metinlerdir bu metinlere sosyal tarih belgesi olarak bakılamaz. Bununla birlikte “sanatçıya dönük eleştiri” yönteminin edebî metinlerin sanatçının biyografisinden, yaşadığı dönem ve çevreden bağımsız düşünülemeyeceği şeklindeki yaklaşımı göz ardı edilmemelidir. “[S] anatçının kişiliği ile eserleri arasında sıkı bir bağ olduğu ilkesine dayan[an] ” bu eleştiri yönteminde sanatçının biyografisinden yararlanılarak eserleri değerlendirildiği gibi, eserlerinden hareketle onun psikolojisi, kişiliği ve hayat hikâyesine ilişkin saptamalarda bulunulur. 6 1985-1989 yılları arasında kendisi ve soydaşlarına uygulanan


Makale ve Analizler - 2019

25

baskı ve zulümlere bizzat tanık olan, acılar yaşayan şairin aradan uzun yıllar geçse de kendilerine reva görülen yaşama biçimini unutması mümkün ol(a)maz, bu durum şiirlerine de doğrudan yansır. Bulgaristan Türklerinin 1985-1989 Yılları Arasında Maruz Kaldığı Zulümler Galip Sertel “Zamanla Beş Gerçek” üst başlıklı şiirin altına yazdığı uzun epigrafta Dobruca’da yaşayan Türklerin 1985 yılında maruz kaldıkları uygulamaları özlü biçimde ifade eder: “… ve gelmiş geçmiş bütün peygamber ve azizlerin hüsnüniyet buyruklarına rağmen, İsa’dan bin dokuz yüz seksen beş yıl sonra, ve tuna boylarında ve Dobruca’da binlerce Türk’ün köyü, evi, bağı bahçesi kuşatıldı tankla, topla, tüfekle, askerle… yolu, suyu, rızkı, kesildi… bir komünist hükümetinin emriyle Müslüman adlar değiştirildi Hıristiyan adlarla… direnenler oldu, tutuklananlar oldu, hunharca öldürülenler oldu… sığına bildiğim ve kucaklayıcı Zaman’a yakarıştır bu şiir… Âmin Ocak 1985, Silistre”7 Bu sözler asırlardır Türk olarak yaşadıkları topraklarda, kültürel soykırıma uğrayan halkın duygularına tercüman olmaktadır. O tarihlerde Bulgarların zulmüne maruz kalan Müslüman/Türklerin tepkileri de bu sözlerden farksızdır. Osmanlı Devleti, Rumeli’nin yönetimini terk ettikten sonra öksüz/yetim çocuktan farkı olmayan Bulgaristan Türkleri, Bulgar hükûmetinin ani ve keskin bir emirle Türkçe adlarını değiştirme kararı alıp mezarlardan bile atalarının isimlerini kazıması üzerine karşılaştıklarını, ölümden beter bir durum olarak görür. O tarihte kendisi kırk üç yaşında olan Galip Sertel, “Zaman’la Beş Gerçek” şiirinde adeta suçlu gibi görülen masum halkın karşılaştığı durumu şu şekilde ifade eder: “Tuna Boylarında gecelerin boyu kısa Babaları kayıp çocukların öyküleri uzun ‘Soya Dönüşlü’ soy kırımlı Zaman’da Ölüm geldi kapımıza haykırdı usul usul…”8 Baba, Osmanlı/Türkiye’yi, “çocuklar” ise Bulgaristan özelinde Balkanlarda kalan Müslüman Türkleri sembolize eder. Bulgaristan’daki Türkleri sahipsiz gören Bulgar hükûmeti adeta modern bir soykırım uygular. Şair “Mezar taşları kırılmış gömütlükte/feryat ediyor sükût içinde yatan…”9 mısralarıyla Bulgar hükûmetinin sadece yaşayanları değil, ölü Müslümanları


26

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

dahi huzursuz ettiğini ifade eder. Çaresiz Türkler için tek umut Türkiye’dir. “Bir yol var / Gidelim mi dostlar?/ Bir yol güneye/ Güneşe…/ Bir yolculuk yalınayak/ Çırılçlplak”10 mısralarıyla kendileri için tek kurtuluş yolunun Türkiye1ye göç olduğunu işaret eden şair, bu durumda da bütün maddi varlıklarını bırakmak zorunda kalacaklarını ifade eder. Galip Sertel “bütünü kara soya dönüş” şiirinde de Bulgar hükûmetinin masum halka uyguladıkları baskıları şu şekilde anlatır: “bütün coplarım geldiler o gün tanklarım, toplarım, kalaşnikoflarım bütün Kurt pınar üstünden geldiler ansızın biraz korkak, biraz zalim bir şeyler istediler benden benden beni istediler ben gibi beni kelimelerimi aldılar kelimelerle adımı ve adımı türkülerimi aldılar türkülerim acı tatlı alıp götürdüler Sofyalı mankurt tanrılarına meziyetsiz tanrıları memnundu, memnundular çok o benim yakındakiler o benim uzaktakiler kifayetsizler, kozmopolitler, komünistler çok çok”11 Bulgar hükûmeti, ansızın Kurtpınar şehri taraflarından Dobruca üzerine gelerek Müslüman Türklere zulme başlar. Zulüm ve işkenceye maruz kalan Müslüman Türklerin sözcüsü olan şair “ben” kişi zamiriyle kendilerine nasıl bir muamelenin reva görüldüğünü ifade eder. Müslüman Türklerin Türkçe kelimeler ellerinden alınarak ana dilleriyle konuşmaları yasaklanmıştır. Şair “türkülerimi aldılar türkülerim acı tatlı” mısraıyla millî değerlerini ve inançlarını “türkü” kavramıyla sembolize eder. Türk milleti asırlardır acılarını, sevinçlerini kısacası tüm samimi duygularını çoğunlukla millî nazım biçimi olan türkülerle dillendirmiştir. Yeryüzündeki farklı coğrafyalardaki Türk halkları gibi, Bulgaristan Türkleri de acılarını, sevinçlerini, kahramanlıklarını, mağlubiyetlerini hep türküleriyle dillendirmişlerdir. 1985’teki zulüm de birçok türkü/şiirde işlenmiştir. Çaresiz Türk halkının acılarını yüreğine gömüp mısralara yansıtmasına karşın onlara zulmeden komutanların önderleri ise uygulamalardan çok memnundur. Şair, bu kişileri “Sofyalı mankurt tanrı” şeklinde niteler. Bulgarlar; asırlarca Osmanlı


Makale ve Analizler - 2019

27

hâkimiyetinde ana dillerini konuşup Hristiyan inancına uygun biçimde huzur ve barış içinde yaşadıklarını unutarak ilk fırsatta Osmanlı çocuklarına/ evlatlarına zulmetmeye başlayıp Müslüman Türklerin dinlerine uygun biçimde yaşamalarına, ana dilleriyle konuşmalarına tahammül edememektedirler. Bu nedenle şair onları mankurtlara benzetir. Galip Sertel “o gece” şiirinde de Dobruca’daki Müslümanlara yapılan zulümleri dramatize eder: “ve Kurt Pınar üstünden eserken Dobruca’nın poyrazı yediden yetmişe Koyunlu köylüler köy meydanına dikildiler adlarını savunuyorlardı adlarını ve Sarı Saltuk Baba’dan kalan mirası… adları suydu, ekmekti, topraktı, taştı köy meydanı dolup dolup taştı, taşıp şaştı…”12 Sakin bir hayat süren Türkler, Bulgar hükûmeti/yetkililerinin kişisel hırs ve öfkeleri sonucu huzursuz edilir, çaresiz bırakılırlar. Türkler bu coğrafyada, millî değerlerini koruma mücadelesi verirken, en aslî kimlik unsurları olan Türkçe isimleri ellerinden alınacaktır. İnsan hayatında su, ekmek, toprak, taş nasıl maddi öneme sahipse isim de manevi/millî olarak o kadar hayatidir. Şairin de dikkat çektiği üzere manevi önder olan Sarı Saltuk ve onun etrafında gelişen menkıbe/anlatmalar, bu toprakların Müslümanlaşmasında nasıl tesirli olmuşsa, onca olumsuz gelişme ve dayatmaya rağmen halkın kültürel değerlerini ve özlerini korumasında da hâlâ tesirlidir. Galip Sertel, tabiata kişisel anlam yükleyerek çaresiz halkla tabiat arasında benzerlik kurar: “ay habersizdi bulutlar koynunda deniz uzak ve kirliydi çocukların ve balıkların rüyalarına kirli sular akıyordu bir yerlerden ay kara, deniz kara, dünya kara Koyunlu köy köy meydanı kapkaraydı Ve hep o gece Dobruca…”13


28

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Şiirde geçen “deniz” umudu, kurtuluşu sembolize eder. Ne yazık ki o tarihlerde Dobruca’daki Müslümanlar için kurtuluş eli, barış ve huzur da deniz gibi çok uzak ya da kirletilmiştir. Dobruca’daki Türklere umudu çağrıştıran tüm nesne/varlık unsurları hep karanlık içindedir. Galip Sertel’in “Hikâye” şiirinde şair anlatıcı, 1985’te yaşadıkları acıları, asırlar önce yaşadığına inanılan “Aliş ile Zeynep” adlı ünlü aşk hikâyesinin/ efsanenin kahramanı Aliş ile paylaşır: “Alişim, Alişim, civan Alişim Bu kaçıncı bozgundur Tuna Boyları’nda melem melem Ve dedemin mezarından yükselirken bir ah O günleri ben nasıl anlatam?”14 Bu şiirde Aliş bir sembol olup Rumeli coğrafyasında medfun bulunan Müslüman Türkleri temsil eder. Ne yazık ki asırlardır Balkanlar/Rumeli coğrafyası bitmeyen kavgalara, trajik vakalara tanık olmuştur. Bu coğrafyada yaşamakta kararlı davranan Müslümanlar hep bedel ödemek zorunda kalmışlardır. Durumu dramatize etmek isteyen şair, yaşanan trajedinin sadece yaşayanları değil, ölüleri de acılara boğduğunu ifade eder. Galip Sertel “Dönüşümler” şiirinde de hâlihazırdaki durumla mazide yaşanan trajediler arasında benzerlik kurar. 93 Harbi olarak bilinen 18771878 Osmanlı Rus Harbi yıllarında Müslümanların maruz kaldığı işkence ve şiddet dilden dile dolaşarak yaralı anılar antolojisine döner. Şair, Dobruca bölgesinde o yıllarda da benzer acıların yaşanmış olma olasılığına dikkat çeker: “Anılarım savruluyor karanlıklar üstüne Sabaha karşı uykusuz gecenin kahve telvesinde Bir çocuk sarılmış boynuma Bin dokuz yüz seksen beş’te Silistre’de… Cehennem korkuları demir atmış Masum gözlerinin büyüyen karasına Kıyamet mi geldi Tuna yalısına Kalmış “nalla mıh” arasında”15


Makale ve Analizler - 2019

29

1985’ten yaklaşık bir asır önce de bu topraklarda çetin çatışmalar olunca büyük acılar yaşayan Müslüman Türklerin büyük çoğunluğu buradan göçmek zorunda kalmıştır. Uğrunda büyük bedeller ödeyip burada yaşamakta kararlı davrananlar da acılar çekmeye devam ederler. 1985’te durum öyle hâl alır ki modern bir soykırım yaşanır, insanî duygularını/duyarlılığını yitiren Bulgar hükûmeti dünyaya meydan okuyarak asimilasyon politikası uygular. Uygar dünya masum halka yardım eli uzatmakta çok geç kalmıştır: “Anlatamıyorum bir türlü Bunlar birer bahtsız öykü Bunlar kör kaderin bilmecesi… … Yirminci asrın “Soya Dönüş” düzmecesi Hıristiyan adları yazıyorlar ezanlı adlarımız üstüne Kırarak mezar taşlarını geceleri Şeytanca sırıtarak… Anıların mahşeri çığlık çığlık Nuh’un gemisi alıp da bizi Umut denizlerine götürmüyor artık. Yelkenlerini korsanlar yakmış Korsanlar vahşi bakışlı Dalgalarda ölüm kalım telaşı Ve orada sahilde Amaz yeli çalmış uçurtmasını çocuğun Dinmiyor gözünün yaşı… Tuna ağlıyor dizimde “Akmam” diyerek Dalından kopmuş Hıdırellez salıncağı Beyazlar içinde çırpınıyor bir beyaz melek.” Bulgar hükûmeti, Türklerin adlarını değiştirip o toprakları Müslümanlardan tamamen arındırmayı planlar. Şair, halkın durumunu deniz metaforuyla yansıtır. Kendilerinin uçsuz bucaksız denizi andıran bir çıkmazın içinde olduğuna hükmeden çaresiz halk, hükûmet yetkilileri/güçlerini “vahşi bakışlı korsanlar”a benzetir. Çaresiz halk, kendilerini bu afetin içinden alıp götüre-


30

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

cek bir kurtuluş gemisi bekler. Çıkmazın içindeki yetişkinler gibi çocukların da umutları çalınmış, istikballeri karartılmıştır. Şair, bu şiirinde de tabiata kişisel anlam yükleyerek Tuna nehrinin akışındaki değişimi, onun yapılan zulme üzüldüğü şeklinde yorumlar. Metinler arasılık tekniğiyle Plevne Savaşı için yazılan marştaki “Tuna nehri akmam diyor” mısraına göndermede bulunarak yaklaşık yüzyıllık zaman dilimine rağmen bu coğrafyada benzer acıların yaşandığına dikkat çeker. Kenan Hulusi Koray’ın Osmanoflar romanından alıntılanan “Osmanoflar’ın oturduğum yerlerden yol geçecek, her şey silinmelidir, hiçbir şey hatırlanmamalıdır.”17 şeklindeki epigrafla başlayan “Türk Kahvesi” şiirinde Bulgar hükûmetinin Türk adını ve Türklüğü çağrıştıran her ne varsa hepsinin izlerini bu coğrafyadan silmek istediği vurgulanır. 1985 yılında bir akşam vakti tam kahve içme saatinde gelen milis güçleri huzur içinde kahvesini yudumlayan halkı nasıl huzursuz ettiği gösterilir: “Geldiler Kahvenin adı ne dediler Bildiği Türk kahvesiydi, Türk dememeliydi… Suç işlemiş gibiydi aldılar içeri… Güneş kaldı fincanda kocaman kocaman Fincanda güneş kıpkızıldı utancından…”18 Kendi halinde yaşayıp milletine/kültürüne ait kahveyi yudumlayan masum halka ne yazık ki bir suçlu muamelesi yapılmıştır. Zağara Müftüsü H(üseyin) R(aci) Efendi’nin “Aziz-i vakt idik a’dâ zelil kıldı bizi”19 şeklindeki meşhur mısra-ı bercestesinin epigraf olarak kullanıldığı “Taş Toprak Dobruca” şiirinde de Bulgaristan’daki Müslüman Türklere yapılan zulümler dramatize edilir. Şair “metinler arasının belgesel bir betisi olarak karşılaşılan”20 alıntılama yöntemiyle Hüseyin Raci Efendi’nin mısraına yer vererek yaklaşık bir asırlık farklı zaman diliminde gerçekleşen iki olay arasındaki benzerliğe dikkat çektiği gibi, bir zamanlar bu toprakların yönetimini elinde tutan Osmanlı’nın torunlarının o tarihlerde ise öteki muamelesi gördüğünü ifade eder. Zağra Müftüsü Hüseyin Raci Efendi, anılarında 93 Harbi yıllarında, Bulgaristan’daki Müslümanlara yapılan zulümleri ayrıntılı biçimde anlatır. Aniden o toprakları işgale başla-


Makale ve Analizler - 2019

31

yan Ruslar, masum halkları acımasızca katlederek o toprakları Müslüman/ Türklerden arındırma planını eyleme geçirmeye başlar. Galip Sertel, epigraf olarak kullandığı mısra ile benzer trajedinin yaklaşık yüz yıl sonra tekrar yaşandığına dikkat çeker: “Delik deşik karlı gecenin içi Kar üstüne ateş düşmüş Ateşe abanmış kaçak üç kişi… Ve taş toprak Toprak ben, toprak sen, toprak biz Taşın toprağın dili tutulmuş köy meydanında Köy meydanı köylülerle tanklara tutsak… Ve yıl bin dokuz yüz seksen beş Ve Ocak Soykırımı sırıtıyor ceviz dallarında çırılçıplak Kanlı kar taneleriyle soykırımı salkım saçak… (…)”21 Osmanlı Devleti bu toprakları kaybettikten sonra, kendilerini bu coğrafyada öksüz, garip hisseden Müslüman Türkler; adları değiştirilerek millî kimliklerinden ve köklerinden tamamen koparılıp asimile edilmeye çalışılınca şaşkına dönerler. Şair bu şiirde durumu dramatize etmek için taş, toprak vb. tabiat unsurlarına kişisel anlam(lar) yükler, onların da şaşkınlık içinde oldukları yorumu yapar. Galip Sertel “beddua ‘85” şiirinde de asimile politikasında kararlılık içinde olan Bulgar hükûmetinin uygulamaya karşı direnen Süleyman adlı kişiyi nasıl katlettiklerini, halka nasıl korku saldıklarını şu şekilde aktarı “Bay Süleyman” dediler, “malumunuz değişecek bu Türk adlarınız” sağında asker, solunda asker kendisi değil ölüsü çıktı kapıdan kapı gibi adam solunda asker, sağında asker gittiler gidip gidip korkuyorum çok şimdi galip…22


32

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Katledilen Süleyman, millî kimliğini korumak için ölümü göze alarak mücadele eden Müslüman Türkleri sembolize eder. O, bu eylemiyle millî varlığını koruma mücadelesi veren halkına öncü ve örnek olur. Keder, Hüzün ve Umut Arasında Bir Yolculuk: Muhaceret ¨¨¨¨¨ yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı Devletinin kaybettiği topraklardan göçler başlar. Balkanlardan göçün en büyük nedeni, Rusya’nın Panslavizm akımının tesiriyle oluşan Türk düşmanlığıdır.23 1877-1878 savaşı esnasında Ruslar, Müslümanları göçe zorlayacak etkili planlarını yürürlüğe koyarlar.24 Rusların desteğini alan Balkan kavimleri o coğrafyada yaşayan Müslüman topluluklara işkenceye başlarlar. Bu topraklarda yönetimi ele geçiren hâkim güçler, bu coğrafyada Müslüman Türklere yaşama hakkı tanımazlar.25İşkence ve katliamlar katlanılmaz bir hâl alınca halk zorunlu olarak göçe başlar. O tarihlerden sonra Balkanlardan sürekli göç dalgası olur. 1985 yılında başta Türkler olmak üzere “Pomak”, “Çingene” (Roman) yurttaşların da işkenceye maruz kalması, öz dillerindeki adlarını değiştirmeye zorlanması ve daha nice zorluklar üzerine26 Türkler buradan Türkiye’ye göçer. Kendisi de bu tarihteki göç kafilelerinden biriyle İstanbul’a gelen Galip Sertel şiirlerinde bu tarihsel süreci dramatize eder. Galip Sertel “Ve Dobruca ‘89” şiirinde öz yurtları Dobruca yöresinden anayurt Türkiye’ye göçü tasvir eder. “Ve Dobruca’nın köyleri yepyeni Yeni kiremitler örtmüş evleri Çoluk çocuğu göç yollara dökmüş Yolların üstünü gam keder örtmüş”27 Daha önceki muhaceretlerde olduğu gibi, 1989 yılında Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç edilirken bazı Müslüman Türkler o topraklardan göç etmek istemez, onca zulme vebaskıya rağmen öz yurt olarak gördükleri toprakları bir anda terk edemezler. Yıllardır komşuluk yapan ya da akraba olan kişilerden bazıları göçerken bazılarının orada kalması büyük acı ve kederlerin yaşanmasına neden olur. Şairin bu şiirinde de “Rüzgârın sesinde bir garip koku/ Ayrılık dokuyor akşamın ufku”28 mısralarında görüleceği üzere, durumu dramatize etmek için rüzgâra kişisel anlam yüklediği görülür. Bu topraklardan göçenler


Makale ve Analizler - 2019

33

de kararlarının ne kadar doğru olduğu hususunda da tereddütlüdürler. Galip Sertel “Ve Yol 89” göç sürecinde yaşanan çatışmalar ve yüreklerde oluşan sızıları aktarır: Bu yol uzun upuzun Uzanıp serilmiş Dobruca’nın düzüne Başımı alıp da gidemiyorum Gidilmiyor bir türlü Kalanların vebali üzerimde… (…) Bu yol uzun upuzun Bir yanımda uçan atlarıyla uç beyleri Konargöçer tarihe… Öbür yanımda üç günde terk edilmiş Türk köyleri Acısı zehir zıkkım damlıyor yüreğe Yuvamı yıkıp da bırakamıyorum Bırakılmıyor bir türlü Ata yadigârı Dobrucam ele güne”…29 Öz yurttan göçe karar verenlerin çoğu bu şiirdekine benzer duyguları yaşar. Asırlardır Türk yurdu/Türklere ait eser ya da kültürlerin hâkim olduğu Dobruca bölgesini tamamen terk etmeyi kabullenmek oldukça zor olur. Öyle ki burada kalan son Müslüman Türklerin de bu coğrafyayı terk etmesi durumunda, Müslümanlığa/Türklüğe ait izler kısa süre içinde tamamen yok edilecektir. Olası tehlikenin idrakinde olan göç kafilesi, atalarının kendilerine bıraktığı emanete sahip çıkamadıklarını düşünmektedirler. Bu elim hadiselere bizzat tanık olan şair, yaşanan trajedi ve duyguları son derece gerçekçi ve çarpıcı biçimde yansıtmıştır. “Ve Anadolu ‘89” şiirinde de göçün yarattığı travma “Nice yas tutup yollara yaslanmalarını…/ Yürürler ihsan ile/ Yürürler isyan ile bebekleri beşikte ağlaya ağlaya/ Yürürler Anadolu’ya”30 mısralarıyla ifade edilir. Günler süren göç yolculuğu, birçok kayba da neden olur. Önceleri rüyalarına giren, hülyalarını süsleyen İstanbul şehri/Anadolu, öz yurdun yerini ne yazık ki dolduramaz. Hasret ve Özlem: Yüreklerde Bir Sızıdır Rumeli ………….


34

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Galip Sertel “Eller Seller” şiirinde Rumeli Türklerinin folkloruna ve Rumeli’nin siluetini biçimlendiren İslami eserlere göndermede bulunarak onca tahribata rağmen Rumeli’nin hala Türklere ait izler taşıdığını vurgular: “Hani benim civan Alişim Tuna boyunda mı deme? Müridem’in etekleri alaylı Şimdi nerelerde? (…) Mostarlar, Dramalar bizim Bizimdir o iki yakayı bir eden köprüler Ya Silistre’de Bayraklı Cami’yi Bir gecede yerle bir eden eller? “31 “Ve Hüzün ‘89” şiirinde muhacirlerin öz yurtlarına özlemleri ifade edilir. Silistre’nin Akpınar köyünü terk edip Türkiye’ye göçenler, aradan yıllar geçtiğinde de mutlu ve huzurlu vakitler geçirdikleri, mahremiyetlerini gizledikleri evlerini ve topraklarını hatırlar, en güzel anılarını gizleyen evlerinin hâlihazırda ne hâlde olduğunu merak ederler: “Sararınca yaprakları evvel zaman göçlerinin hele hele Bir köy atılır yabana Tuna Boyları’nda selzede Adı Akpınar Ak pınarlarında kara sevdalı kızlar çeyiz yıkar. Esince pelin kokulu akşam yelleri asmalı bahçelerde Yıllanmış bir hüzün çöker terk edilmiş evlere hane hane Oyalanıp durman bu yâd ellerde neye? (…)”32 Galip Sertel’in muhacirlerin öz yurtlarına dinmeyen hasretlerini son derece gerçekçi ve dramatik biçimde ifade ettiği bir diğer şiiri de “Ve İhtiyar Muhacirler’dir. Kırk yedi yılını geçirdiği Dobruca topraklarını istemeye istemeye terk etmek zorunda kalan Sertel, göçün üzerinden yirmi yedi yıl geçmesine rağmen hâlâ o topraklara büyük hasret duymaktadır. Sertel bu şiirinde sadece kendisinin ve dost/yakınlarının değil tüm muhacirlerin duygularını dile getirir:


Makale ve Analizler - 2019

35

“İhtiyar muhacirler otururlar Avcılar Parkı’nda Yüreklerinde Tuna kocaman bir yara Akar durur sabaha sabaha Bir yudum çay, bir acı sigara Hatıralar demlenir bin bir aha… Giderler giderler Tuna Boyları’na El yüz yıkanır Fatihalar okunur unutulmuş mezarlar başında Bir acı kahvesi içilir Osman Paşa’nın Pilevne’nin ortasında Çalar karavana borusu Karınları tok Delikanlıdırlar yüzleri ak pak. Saçına gül takmış, sudan gelir Suna Türküler yankılanır kanı kaynayan zamana “Tuna, Tuna kanlı Tuna Attın beni tundan tuna”” Şair, meşhur Rumeli türküsünden alıntıladığı mısralarda türkünün özgün hâlinde geçen “Tuna Tuna şanlı Tuna” ya da “Tuna Tuna dalgalı Tuna”34 söz gruplarında değişiklik yapar. Rumeli Osmanlı hâkimiyetinde huzur ve barış içinde iken yazılan. Tuna’nın dalgalı ve şanlı özelliklerini yitirip “kanlı” bir görünüm aldığını ifade eder. İhtiyar muhacirler, Dobruca yöresinde yaşadıkları güzel günlerini hatırlayarak hasret giderseler de yaklaşık bir asırdır Müslüman Türklerin o topraklarda yaşadıkları acıları hatırlayınca kahrolurlar. Şiirdeki “Bir kurşun bile atmadan/ Teslim olur Silistre kalesi” mısralarından da anlaşılacağı üzere, 93 Harbi sonrasında Silistre’nin tek bir kurşun atılmadan ya da hiç savaşılmadan teslim edilip bu topraklardaki Müslüman Türklerin kaderlerine terk edildiği gerçeğini de asla unut(a)mazlar. “Bir Osmanlı Sedasıdır Mısralarda” şiirinde de Silistre’nin Bulgaristan’a teslim edilişinin aradan bir asır geçse de unutulmadığına dikkat çekilir: “Rivayet olunur ki Doksan üç harbi zehiri zemheri Serhat şehri Silistre ve kalesi Mecit Tabiye o gün Bir mütareke terekesi tevekkül


36

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Teslim olur Uras’a ağlıya ağlıya Ve yağız atlı süvarileri çıkıp da Edirnekapı’dan Çekilirken Uşumnu’ya (…) Yağız atlar görmesin bu hüznü, bu matemi Ve askeri mızıka durmasın çalsın Çalsın Tuna yalısında üzgün üzgün”35 “Ve Korkularım Üstüne” şiiri ise şairin Dobruca’daki çocukluk günlerine özlemini, kaderine terk edilen Dobruca’nın perişan hâli karşısında duyduğu üzüntü ve suçluluk duygularını yansıtması bakımından çarpıcıdır. Şair henüz çocukken kendisine kurt ile kuzu masalları anlatılır. Çocukken dağlık bölgede yaşayan şairin masallardakine benzer/yakın hadiselerin gerçekleştiğine tanık olması olasıdır. Masallardaki kuzular, masum Müslüman Türkleri, kuzuları acımasızca yiyip yok eden kurtlar da onları ve onlara ait değerleri yok etmek için her türlü yönteme başvuran Bulgar hükûmetini temsil eder. Masum kuzulara yaşama hakkı tanımayan kurtlar gibi, Bulgar hükûmeti de Müslümanlığı çağrıştıran her türlü nesneyi ya yok etmiş ya da kaderine terk etmiştir. Bedensel olarak Türkiye’de ya da İstanbul’da yaşamakla birlikte ruhen hep Dobruca’da yaşayan şair, o toprakların perişan hâlini şu şekilde tasvir eder: “Bir korku var içimde hala anlatamadığım Dobruca’nın düzüne konmuş o köyde Minaresi yıkık caminin Yıllardır ezanı yok İbadete davet eden İnşa edecek kolların kudreti kesilmiş neden? (…) Bir korkum daha var Hasreti hasret, yolu yol, tarlası tarla Terk edilmiş ata yadigârı Dobruca’da Bir kurt kuzu masalı da mı anlatılmayacak çocuklara Kuzu kıran kış akşamları camal dibinde Anadilim Türkçemle…”36


Makale ve Analizler - 2019

37

Şair zaman içinde Türklerin tarihî eserler, kişisel mekânlar gibi somut kültür varlıklarının tamamen kaybolmasından ve somut olmayan kültür varlıkları olan masal ve efsanelerin unutulup hafızalardan silinmesinden endişelenir. Galip Sertel’in “Özlem” şiiri, öz yurdundan göçmek zorunda kalan muhacirlerin çocukluğunun geçtiği mekâna duyduğu özlemini dile getirmesi bakımından çarpıcıdır. Şair, çocukluk günlerini ve o günlere ait anıları çağrıştıran her türlü maddi ve manevi unsurları hatırlayıp teselli ve huzur bularak bütün keder ve sıkıntılarını unutmaya çalışsa da Dobruca’daki evin artık kendisinin olmadığını düşününce yüreğinde sızı oluşur: “Dağ başındaki ev benim evim değil Dalı görmez Kuşu bilmez içindekiler. İçerdeki benden gayriler Yerler içerler”.37 Şair “Hasretiyle Bir Daha” şiirinde Dobruca’daki Türklerle Karabağ Türklerinin benzer kadere sahip olup yaşadıkları acıların farksız olduğuna dikkat çeker. Osmanlı’nın yitik coğrafyaları olan bu topraklar, Osmanlı Devleti buraları terk ettikten sonra, hep hüzün ve keder yurtları olur: “Düşmüşem de hasretin ateşine bir daha Yaş dökülür gözden gün bağlar bin bir cefa Sen Karabağlı bahtı karalı Men Dobrucalı yüreği yaralı Yıl mı oldu Yıllar mı? Yardan, yurttan olalı…”38 Duyguların daha tesirli olması için Azeri Türklerinin kendisiyle dert kardeşi olduğunu ifade eden şair, Azeri şivesini de kullanır. Nasıl ki Rumeli Türklerinin hayatında Tuna nehri önemli bir yere sahip olup rüyalarını/hülyalarını süslüyorsa, Azerbaycan Türklerinin hayatında da Kafkas Dağı benzer işleve sahiptir. Rumeli Türkleri Bulgarların, Karabağ Türkleri de Ermenilerin işkenceleri katlanılmaz hâl alınca öz yurtlarını, tüm maddi varlıklarını terk etmek zorunda kalmıştır. Bulgaristan Türklerinin yaşadığı acıya ortak ve tanık olan Galip Sertel, yıllardır öz yurduna hasret yaşar; şiirinde de öz yurda hasreti


38

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

insanî duyarlılığı öne çıkarak son derece dramatik bir anlatımla ifade eder: “Kanlı Karabağ’da Karalar bağlamış geçen ağlar kara kara… Karalar bağlamış geçen ağlar kara kara… Sen Karabağlı Karabağsızan Men Dobrucalı Dobrucasızam Hasretlerdeyiz Hasretiyle bir daha Hasretiyle bir Hasretiyle…”39 Şair, durumu dramatize ederken resme ve sinemaya özgü anlatımdan yararlanarak; öz yurduna hasret duymasına karşın, orada yaşama imkânı bulamayan çaresiz insanların yüreklerinde nasıl bir sızı oluştuğunu hissettirir. Sonuç ¨¨¨¨¨¨¨¨¨ Galip Sertel, 3 perdelik tiyatro metnini andıran Taş Toprak Dobruca adlı şiir kitabında Bulgaristan Türklerinin 1985-1989 yılları arasında maruz kaldıkları işkenceleri, yaşadıkları acıları son derece trajik bir anlatımla ifade eder. Sertel; her bir şiir, tiyatro sahnesini andıran birçoğu şiir-hikâye örneği olan bu metinlerde Bulgaristan Türklerinin asimilasyon karşısındaki tavırlarını, göç sürecini, ana vatana uyum sağlama çabalarıyla öz yurda dinmeyen hasret duygularını psikolojik ve sosyolojik boyutlarıyla destansı bir anlatımla dramatize eder. O coğrafyadaki Türk yurttaşlara uygulanan asimile politikasının -özellikle de Türkçe adlarının değiştirilmesinin- onların ruhî yapısını nasıl sarstığını canlı biçimde yansıtır. Kendisi de bu uygulamalara tanık olan/maruz kalan Sertel, “değişecek Türk adlarınız” vb. söz gruplarını izlek olarak kullanarak kendilerine nasıl bir korku salındığına dikkat çeker. Şairin bizzat kendisinin elim hadiselere tanık oluşu, bu duyguları bizzat kendisi ve yakınlarının yaşamış olması şiirleri daha canlı kılmaktadır. Bu şiirler, şairin kişisel duyguların basit biçimde ifadesi ya da öznel bakışın yansıması şeklinde yorumlanmaktan çok,şairin biyografisine ve o coğrafyanın siyasi-toplumsal tarihine kaynaklık etmeye uygun metinler olarak okunmaya daha müsaittir. Bugün/2016 yılından bakıldığında oldukça sert bir eleştiri ya da hamasi metin örneği olarak görülebilecek olan bu şiirlerin, döneme özgü şartlar dikkate alınıp okunduğunda ait olduğu halkın acılarını destanlaştır-


Makale ve Analizler - 2019

39

dığı görülür. Avrupa’nın ortasında gerçekleşen bu katliam karşısında uygar dünya sessiz kalır. Bulgaristan’daki katliam karşısında sessiz kalan uygar dünya, ne yazı ki yaklaşık yedi yıl sonra 1992 yılında Bosna’daki “Srebrenitsa” katliamı karşısında da farklı bir tavır sergilememiştir.

——— 1 “Milli romantik duyuş tarzı” hakkında ayrıntılı bilgi için bk. Şerif Aktaş, “Milli Romantik Duyuş Tarzı ve Türk Edebiyatı I”, Edebiyat ve Edebi Eser Üzerine Yazılar, Kurgan Edebiyat Yayınları, Ankara 2011, s. 29-39.; Şerif Aktaş, “Milli Romantik Duyuş Tarzı ve Türk Edebiyatı II”, Edebiyat ve Edebi Eser Üzerine Yazılar, Kurgan Edebiyat Yayınları, Ankara 2011, s. 40-46. 2 Bilal N. Şimşir, Bulgaristan Türkleri (1878-1985), Bilgi Yayınevi, İstanbul 1986, s. 168170. 3 Ahmet Şerif Şerefli, Bulgaristan’daki Türkler (1879-1989), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2002, s. 183. 4 1985 yılında Bulgar Türklerinin maruz kaldıkları uygulamalara ilişkin ayrıntılı bilgi için bk. Orlin Sabev (Orhan Salih), “Osmanlı Sonrası Bulgaristan’da ‘Yeniden Doğuş’ Süreçleri”, 89 Göçü Bulgaristan’da 1984-1989 Azınlık Politikaları ve Türkiye’ye Zorunlu Göç, Editörler: Neriman Ersoy Hacısalihoğlu-Mehmet Hacısalihoğlu, Yıldız Teknik Üniversitesi Balkan ve Karadeniz Araştırmaları Merkezi (Balkar)/Yıldız Teknik Üniversitesi Basın Yayın Merkezi, İstanbul 2012, s. 121-136. 5 Kendisi de bu uygulamalara tanık olan Ahmet Şerif Şerefli Türk Doğduk Türk Öldük adlı eserinde Bulgaristan Türklerinin uzun yıllara yayılan trajedilerini ayrıntılı biçimde anlatır. Bk. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990, s. 471-476. 6 Berna Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, Cem Yayınevi, İstanbul 1991, s. 118. 7 Galip Sertel, Taş Toprak Dobruca, Bay Balkan Aydınları ve Yazarları Yayınları, PrizrenKosova2007, s. 8. 8 Galip Sertel, age., s. 9. 9 Galip Sertel, age., s. 11. 10 Galip Sertel, age., s. 12. 11 Galip Sertel, age., s. 15. 12 Galip Sertel, age., s. 16. 13 Galip Sertel, age., s. 16. 14 Galip Sertel, age, s. 17. 15 Galip Sertel, age., s. 20. 16 Galip Sertel, age., s. 20. 17 Osmanoflar romanında Bulgaristan’da Karnabad kasabasını mamur hale getiren Osmanof ailesi, kasabanın Müslüman kimliğini kaybetmemesi için direnseler de zaman içinde Bulgarlar birçok bölgede yaptıkları gibi, o kasabayı da değiştireceklerdir. Ayrıntılı bilgi için bk. Kenan Hulusi Koray, Osmanoflar, Haz. İsmail Dervişoğlu, Kapı Yayınları, İstanbul 2014. 18 Galip Sertel, age., s. 22. 19 Arif Nihat Asya da bu mısraı nakarat olarak kullandığı bir mersiye yazar. Hem Arif Nihat Asya’nın hem de Galip Sertel’in şiirinde “aziz-i vakt” şeklinde geçen terkip orijinal metinde “aziz-i kavm” şeklindedir. Zağra Müftüsü Hüseyin Raci Efendi’ye ait dörtlüğün orijinali şu şekildedir: “Aziz-i kavm idik a’dâ zelil kıldı bizi, Esîr-i bend-i belâ vü sefîl kıldı bizi; Bi-gayri hakkin atıp habse bir nice eyyâm Mudîk-i ye’s ü sitemde alil kıldı bizi”


40

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ayrıntılı bilgi için bk. Hüseyin Raci Efendi, Zağra Müftüsünün Hatıraları Tarihçe-i Vak’a-i Zağra, Haz. Ertuğrul Düzdağ, İz Yayıncılık, 2012, s. 36-56. 20 Kubilay Aktulum, Metinlerarası İlişkiler, Öteki Yayınevi, Ankara 2000, s. 99. 21 Galip Sertel, age., s. 23. 22 Galip Sertel, age., s. 28. 23 Nedim İpek, İmparatorluktan Ulus Devlete Göçler, Serander Yay., Trabzon 2006, s. 52-61. 24 Justin MacCarthy, Ölüm ve Sürgün, Çev. Bilge Umar, İnkılâp Yayınları, İstanbul 1995, s. 148. 25 H. Yıldırım Ağanoğlu, Osmanlı’dan Cumhuriyete Balkanların Makûs Talihi Göç, Kum Saati Yayınları, İstanbul 2001, s. 78-93. 26 Ahmet Şerif Şerefli, Bulgaristan’daki Türkler (1879-1989), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara2002, s. 183. 27 Galip Sertel, age.,s. 31. 28 Galip Sertel, age.,s. 31. 29 Galip Sertel, age., s. 30 Galip Sertel, age., s. 39. 31 Galip Sertel, age., s. 25. . 32 Galip Sertel, age., s. 35. 33 Galip Sertel, age., s. 41-42. 34 http://www.turkuler.com/soz…/turku_tuna_tuna_sanli_tuna.html. 35 Galip Sertel, age., s. 67. 36 Galip Sertel, age., s. 44-46. 37 Galip Sertel, age., s. 44-53. 38 Galip Sertel, age., s. 61. 38 Ağanoğlu, H. Yıldırım, Osmanlı’dan Cumhuriyete Balkanların Makûs Talihi Göç, Kum Saati Yayınları, İstanbul 2001. Aktaş, Şerif, “Milli Romantik Duyuş Tarzı ve Türk Edebiyatı I”, Edebiyat ve Edebi Eser Üzerine Yazılar, Kurgan Edebiyat Yayınları, Ankara 2011, s. 29-39. 39 Galip Sertel, age., s. 61. Kaynakça Aktaş, Şerif, “Milli Romantik Duyuş Tarzı ve Türk Edebiyatı I”, Edebiyat ve Edebi Eser Üzerine Yazılar, Kurgan Edebiyat Yayınları, Ankara 2011, s. 29-39. Aktaş, Şerif, “Milli Romantik Duyuş Tarzı ve Türk Edebiyatı II”, Edebiyat ve Edebi Eser Üzerine Yazılar, Kurgan Edebiyat Yayınları, Ankara 2011, s. 40-46. Aktulum, Kubilay, Metinler Arası İlişkiler, Öteki Yayınevi, Ankara 2000. Hüseyin Raci Efendi, Zağra Müftüsünün Hatıraları Tarihçe-i Vak’a-i Zağra, Haz. Ertuğrul Düzdağ, İz Yayıncılık, 2012. İpek, Nedim, İmparatorluktan Ulus Devlete Göçler, Serander Yay., Trabzon 2006. Koray, Kenan Hulusi, Osmanoflar, Haz. İsmail Dervişoğlu, Kapı Yayınları, İstanbul 2014. MacCarthy, Justin, Ölüm ve Sürgün, Çev.: Bilge Umar, İnkılâp Yayınları, İstanbul 1995. Moran, Berna, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, Cem Yayınevi, İstanbul 1991. Sabev, Orlin (Salih, Orhan), “Osmanlı Sonrası Bulgaristan’da ‘Yeniden Doğuş’ Süreçleri”, 89 Göçü


Makale ve Analizler - 2019

41

Bulgaristan’da 1984-1989 Azınlık Politikaları ve Türkiye’ye Zorunlu Göç, Editörler: Neriman Ersoy Hacısalihoğlu-Mehmet Hacısalihoğlu, Yıldız Teknik Üniversitesi Balkan ve Karadeniz Araştırmaları Merkezi (Balkar)/Yıldız Teknik Üniversitesi Basın Yayın Merkezi, İstanbul 2012, s. 121-136. Sertel, Galip, Taş Toprak Dobruca, Bay Balkan Aydınları ve Yazarları Yayınları, PrizrenKosova 2007. Şerefli, Ahmet Şerif, Bulgaristan’daki Türkler (1879-1989), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2002. Şimşir, Bilal N., Bulgaristan Türkleri (1878-1985), Bilgi Yayınevi ——— Not : “Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu Hatıra Kitabı, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul 2017,s. (524-538) Galip SERTEL ( özgeçmişi ) Galip SERTEL 16 Ağustos 1942 yılı, Bulgaristan’ın Silistre ili Bistra (Akpınar) köyünde doğdu. İlkokulu köyünde, ortaokulu Bezmer (Abdullah)köyünde tamamladı. 1960 yılında Dobriç (Hacıoğlu Pazarcık) şehri Pedagoji Öğretmen Okulu’ndan mezun olup Dobruca’nın muhtelif köylerinde öğretmenlik yaptığı yıllarda Dobruca ve Deliorman yöresinde Ahmet Cebeci’nin kurduğu illegal Bulgaristan Türk Gençlik Hareketi’ne katıldı. Silistre sancağında Türkçe yayınlanan “ZİYA” gazetesinde çalıştığı 1968 yılında” rejim karşıtı aksi inkılâpçı, Türk milliyetçisi” vb suçlamalara maruz kalarak görevden alındı. Bulgar Komünist Partisi gençlik kolları Komsomol teşkilâtından ihraç edildi… Çeşitli kurumlarda memur, işçi olarak çalıştı.1985 yılı Bulgaristan’da komünist rejim tarafından dünya camiası önünde tantanalı söylemlerle propagandası yapılan, aslında azgın şoven, koyu ırkçı, dini İslâm olan azınlıklara karşı uygulanan “soya dönüş” adlı soykırım sürecinde Roman toplama kampında tutuklu kaldı. Bulgaristan’ın demokrasiye geçiş günlerinde Silistre şehri Hak ve Özgürlükler Hareketi kurucularından olup, İl Koordinatörü ve HÖH Merkez Yürütme Kurulu üyeliğine seçildi. 1990 yılı Ekim ayında Ana Vatan Türkiye Cumhuriyeti’ne göç etti. İstanbula yerleşti. Eyüp, Avcılar ilçelerinde öğretmenlik, okul idareciliği sonrası 2005 yılında emekli oldu. Edebiyat ile uğraşıları öğrencilik yıllarına dayanmakta. Türkçe, Bulgarca gazete ve dergilerde, şiir, hikâye, röportaj yazıları basıldı 2007 yılında BAY Yayınları tarafından “Taş Toprak Dobruca” adlı şiir kitabı yayınlandı.


42

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Olumlu Gelişmeler Basamağından Yakın Tarihimize Farklı Bir Bakış

Bultürk Dernek Başkanı Sn. Rafet Ulutürk ile “3 Mart Bulgaristan Ulusal Bayramı” konulu söyleşimiz OLUMLU GELİŞMELER BASAMAĞINDAN YAKIN TARİHİMİZE FARKLI BİR BAKIŞ Bultürk Dernek Başkanı Sn. Rafet Ulutürk ile “3 Mart Bulgaristan Ulusal Bayramı” konulu söyleşimiz – Sn. Başkan, Bulgaristan’da bazı çevreler Osmanlı’nın Bulgaristan’ı kaybettiği gün olan 3 Mart gününü Ulusal Bayram olarak ilan ettiler. Nedir bu 3 Mart sırrı, bu konuda görüşünüzü almak istiyorum? – Şöyle başlayayım. “93 Harbi” olarak bildiğimiz, 1877-78 y. Rusya – Osmanlı Savaşı, Bulgaristan’da daha ziyade “Plevne Savaşı” adıyla anılır, bu aslında bir saldırı savaşıdır. 18. ve 19. Yüzyıllarda Rusya’nın Osmanlıyı yok etmek, Boğazları ele geçirmek, sıcak denizlere inmek ve 3. Roma İmparatorluğu çanlarının İstanbul’da yeniden duyulması için açtığı 15. Savaştır. Dediğim gibi, bu bir saldırı savaşıdır. 3 Mart tarihi de, bu çılgın savaşa son veren, Rusya İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu arasında San Stefan’da – bugünkü Yeşil Köy ’de ateş kes ve geçici barış tutanağının imzaladığı tarihtir. Bu ikili protokolün ömrü 3 aydır. 1878’in Temmuz ayında Büyük Güçler Berlin Kongresi’ni toplamıştır ve Berlin Kongresi’nde alınan ilk karar, San Stefano Geçici protokolünü geçersiz ilan etmesi olmuştur. Büyük devletler yuvarlak masaya oturduklarında 3 Mart Protokolünü arşive vermişlerdir… Ayrıca şu da var. San Stefano ateşkes görüşmelerinde ve protokolün imzalanmasında tek bir Bulgar veya bir Bulgar temsilci hazır bulunmamış, hiçbir evrakta Bulgar imzası yoktur. Rusya Mütefikleri Romanya, Sırbistan ve Kara Dağ imzası vardır, fakat Bulgar imzası yoktur. Protokol’ün 6. Maddesinden 11. maddesine kadar, “Bulgar toprağının Osmanlı devletine vergi ödeyeceği” kaydı bulunur. Bağımsız bir “Bulgar devletinden” tek söz edilmemektedir… Atalarımızın Osmanlı Ordusu saflarında savaştığı 93. Harbinde, Bulgar kiliselerinde “II.Aleksandır Ayini” dinlemeye, kutlamalara, atalarımızı öldürenlerin anıtlarına çiçek – çelenk taşımaya zorlanması vs. vs. akıl alır


Makale ve Analizler - 2019

43

şeyler değildir. 3 Martta okullarda bize “Plevne” ve “Şipka Gönüllüleri” şiirleri okuttular. Atalarımızı öldürenleri “kahraman” olarak sevip saymamızı kabul ettirmeye çalıştılar.1878’de Rusya Bulgaristan’ı “kurtarmamış,” Rusya Bulgaristan’ı işgal etmiştir. Bugün Bulgaristan kamuoyu bile bu konuda ikiye bölünmüş ve sert bir çatışma içindedir. Soydaşlarımız ve Bulgaristan Müslümanları bu cephede gerçekçi bir pozisyon almıştır. – 3 Mart’ın Ulusal Bayram olarak kutlanmasına, Bulgaristan’daki Türklerin bayağı tepkili olduklarını biliyoruz. Ya sizler, Bulgaristan Türklerini temsil eden bir sivil toplum kuruluşu başkanı olarak, bu tepkileri nasıl değerlendiriyorsunuz? – 3 Mart’ın anılması ilk önce Ortodoks Kilise ayinlerinde, Rus Çarı II. Aleksandır’ın adının kutsanmasıyla başlamıştır. Bulgaristan Türk köylerinde kilise olmadığından, bu kutlamalar tatil günü olarak ilan edilmediğinden dolayı, 3 Mart Müslümanlar arasında önce hiç hissedilmemiştir. Zaten bu savaşta 17 000 Bulgaristan Türkü şehit düşmüş, 1878’de Bulgaristan Prenslik nüfusunun % 52’sini oluşturan Müslüman Türkleri göçe zorlandıkça, topyekun Anadolu’ya akmaya başlamıştır ve kısa bir sürede yarı yarıya azalmıştır… “93 Harbi’nden” sonraki yıllarda Ruslar, Sofya’da 2, Plevne ve Kızanlık’ın Şipka köyünde olmak üzere, kubbesi altın kaplı büyük Rus kiliseleri dikmişlerdir. Sözü edilen “Şipka anıtı,” 1934 yılında – yani monarşi döneminde, Çar III. Boris devrinde – taştan yapılmış ve 31 metre yüksek ve görkemlidir. Şipka Geçidi bölgesinde toplam 26 anıt, heykel ve Rus savaş konumlarının yapısı vardır. Günümüzde bu tarihi anıtlar, “Şipka-Buzluca” Milli Park-Müzesi’ne dâhil edilmiştir. Burada ne gibi kutlamalar yapılıyor? Birkaç gün önceden, otobüslerle, motorlarla ve bisikletlerle buraya ulaşan turistler, yaya olarak Şipka Tepesine tırmanmaya başlıyorlar. Bulgaristan ordusu bölgeye çadırlar, kamplar kuruyor, eskiden kurulmuş birkaç da otel var. Gelenler besleniyor ve 3 Mart sabahı bayrak sallayarak törenlere katılıyorlar…Bu geçidin bulunduğu yer ilginçtir. Koca Balkan dediğimiz, Tuna düzlüğünden Güneye – Trakya’ya geçit vermeyen bir sıra dağlardır. Osmanlı’da, Şipka bir “Bekleme” imiş. Bu tepe aynı zamanda Tuna’dan Rusçuk’tan, Plevne’den İstanbul’a götüren en kısa ve düzgün yolun doruğudur. 3 Mart milli kutlamaların yapıldığı “Şipka Anıtı” burada bulunur. Ben bugüne kadar bu kutlamalara katılan Bulgaristan Türkü tanımadım. Fakat günümüzde, televizyonlar olayları herkesin evine taşıyor. O zaman, Plevne’yi savunan Osman Paşa Ordusu’na yardıma giden Süleyman Paşa, Rus General Skobelev güçleriyle, 1877’i yazında 1300 metre yüksekte – burada yüzleşmişlerdir. Te-


44

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

peye çıkmazdan önce, Süleyman Paşa düşmanı Eski Zara (Stara Zagora) şehrinde ve Koca Balkan eteklerinde 2 defa yenmiş, iki defa da geri püskürtmüştür. Tepeye mevzilenmiş, orada savaşmış, fakat Plevne cephesinin söküldüğü, Osman Paşa’nın yaralı esir düştüğü, düşmanın Sofya’ya yöneldiği haberlerini aldıktan sonra, ansızın Trakya’da Meriç nehri boyuna inmiş ve Filibe’yi (Plovdiv) savunmak için mevzilenmiştir. Demek istediğim, Şipka Tepesinde kazanılmış bir Rus Zaferi yoktur. “Şipka Savaşı” Bulgarların abartmasıdır. Her yıl Ağustos ayında bu tepeye toplanıp anma törenleri düzenlenmesi sebebi ise şudur: 1. Rus General Skobelev’in komutasında bulunan ve Şipka Geçidi’ne 9 binlik güç, bugünkü Moldova’da bulunan Besarabya Bulgarlarından toplanmıştır. Bunlar Bulgar edebiyatında bilinçli olarak destanlaştırılmış bir güçtür. Örneğin Bulgar şiirinin atası İvan Vazov’un “Şipka Gönüllüleri” şiiri onlara adanmıştır. Okulda bunu ezberleyemeyen sınıfı geçemezdi. Fakat bize bu “gönüllü” gücün dışarıdan toplandığı asla anlatılmazdı. 140 yıl boyunca bir şeyi yanlış anlatınca, bakmışsın, herkes Rus-Osmanlı Savaşı’nda yerli Bulgarların Rus ordusuna gönüllü verdiği, yardım ettiği yalanı gerçek oluvermiş… Sözü edilen “Bulgar Gönüllülerin” Bulgaristan’da kökleri ve yakınları yoktur. Bu soylar Besarabya’ya 17.Yüzyılda yerleşmişlerdir. Bakın bir yalan da, Rus ordusunun “kurtarıcı” olduğu iddiasıdır. “93 Harbi’nde” Ruslar saldırgandır. Hedeflerinde sıcak denizlere çıkmak vardır. Bulgaristan savaş planlarında yer almamıştır… Aslında Bulgar milli hareketinin ideoloğu Georgi Sava Rakovski, komitacıların başı Levski, çeteci Botev, Karavelov ve diğerleri bir dış gücün Bulgaristan’ı Osmanlı’dan koparmasını istememiştir. Bulgar bağımsızlığı evrimsel bir süreç olarak görülmüştür onlar tarafından. Hatta Rakovski: “Tamam Ruslar bizi Osmanlı’dan kurtaracak da, bizi Ruslar’dan kim kurtaracak?” sorusunu sormuştur. 140 yıldan beri Bulgar halkının bu kazanda kaynadığına şahidiz. 2. Şöyle bir duruma da işaret etmemiz iyi olur. “Şipka – Buzluca Milli Parkı” dedim. “Buzluca,” “Şipka’ya” bakan bir tepedir. Orada, Hacı Dimitır adlı bir çete başının mezar taşı var. 1868’de Romanya’dan bir çete getirmiş ve Osmanlı zaptiyeleriyle savaşta ölen bir asidir. Bu şahıs milli kahraman ilan edilmiştir. Yine aynı yerde, 1891 yılında, Bulgaristan İşçi Sosyal Demokrat Partisi kurulmuştur ve şimdi burada uzay gemisine benzeyen bir büyük anıt bulunuyor. 1970’li yıllarda kurulan bu anıt sosyalizm döneminden kalma bir ideolojik anıttır. Bulgar tarihçiler, bu iki anıtı, gerçekçi bir açıdan değerlendirmemiştir. Bunlar 150 yıl gerilere giden bir çağın sembo-


Makale ve Analizler - 2019

45

lüdür. Bu anıt parkıyla telkin edilmeye çalışılan “Rusların Bulgar halkının kardeşi, kurtarıcısı, ağabeyi ve koruyucusunun Ruslar olduğu kuyruklu yalanıdır.” Bu anıt kompleks de, Bulgar halkını Rusları sevenler – “Rusofiller” ve Ruslardan hoşlanmayanlar – “Rusofoblar” olarak ikiye ayırmıştır. Rusofoblar, Şipka anma törenlerine katılmaz, 3 Mart’ı kutlamaz… Koca Balkan doruklarındaki bu alametlerin, dolayısıyla 3 Mart’ın bir “kurtuluş” günü olarak kutlanması ve 1991’de kurulan Bulgar İşçi Sosyal Demokrat Partisi’nin, kendisi 7 defa parti isim değiştirdikten sonra, 1962’de Romenleri, 1972’de Pomak Müslümanların, 1984-1989 zulmüyle de yerli Türklerin isimlerini ve kimliklerini değiştirme yeltenişleri tarihe bakış açımızı tamamen uzaklaştırmıştır. Bizim istilacı dediğimiz güçlere, onlar “kurtarıcı” diyor. Müslüman Türklerini, isimleri ve dinleri değiştirilmiş Hıristiyan olarak tanıtıyor. Dolayısıyla anadilde konuşmamızı, dinimizi, kültürümüzü, adetlerimizi ve geleneklerimizi yasaklıyor. Bu, katil zihniyet, Bulgaristan halkını tamamen zehirlemiştir. Son 30 yılda toplum arınamadı. Bulgaristan diplomatik misyonları tarafından 3 Mart kutlamalarına davet edilmemiz, Türk kimliği olarak yok olmaya hazır olup olmadığımızı yoklamaktır. Geçen sene, 3 Mart’ta ’İstanbul Konsolosluğu’na kutlamaya giden soydaşlarımız bunu fark edemediler. Çok üzgünüm, akşam evlerine döndüklerine torunlarına acaba neler anlattılar?Bizim beyinlerimiz ve şuurumuz zehirlenmiş ve kanımca arınmamız uzun sürecektir. Bizler, BULTÜRK Derneği olarak, Şipka’ya, Buzluca’ya çiçek ve çelenk taşıyamayız. Kimliğimizi, dilimizi, dinimizi ve kültürümüzü koruyarak, yaşatma mücadelemizde düşen bizim şehitlerimizin anıtlarına, ben çelenk koyan bir Bulgar görmedim… – Efendim, Bulgaristan’ın asıl kuruluş tarihi ne zamandır? – Tarihte, birçok Bulgar devleti bilinir. Birisi Kazan’da kurulmuş ve devlet dini olarak, Türk soylulardan ilk İslam’ı kabul etmiştir. İlk Müslüman Türk devleti olarak bilinir. Başka birisi bugünkü Ukrayna-Karpat yöresinde kurulan Bulgar Türkleri devletidir. Büyük Bulgaristan, yine Dnepır-Drestır nehirleri boylarında Kaan Kubrat tarafından kurulmuştur. Kaan Kubrat Atilla Soyundan olup, Bizans’ta yetiştirilmiş bir hükümdardır. Atilla’nın 9.Kuşak torunu olan, Kubrat’ın en küçük oğlu Asparuh Bulgar kavmini Tuna boylarına getirendir.


46

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Balkanlar’da, Birinci Bulgar Devleti 681 – 1018 yılları arasında var olmuştur. Kurucusu I.Boris (Mihail) Orta Asya Altaylar’dan gelen Dulo soyundandır. Hıristiyanlığı ve Kiril Alfabesini kabul etmiştir. Başkentleri Pliska, Preslav (bugünkü Bulgaristan’dadır), Üsküp ve Ohri ise (bugünkü Makedonya’da) bulunur. İkinci Bulgar Devleti’nin Bizans’tan koparılması 1185 yılına rastlar. 1396’da Osmanlı devletine katılana kadar yaşamıştır. Başkenti Tırnova, dili, eski Bulgar dili, dini Hristiyan’dır. Üçüncü Bulgar Devleti, 22 Eylül 1908’de Bulgaristan’ın Osmanlı’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle yaşam hakkı kazanmıştır. Berlin Kongresi’nde Mizya ve Sofya ovasında kurulması kararlaştırılan Prensliğin 6 Eylül 1886’da Doğu Rumeli ile birleşmesinin doğal devamıdır. Devlet şekli parlamenter monarşidir. Son 140 yılda, devlet yönetim biçimi olarak monarşi, tek kişilik yönetim, sosyalizm, totalitarizm ve Cumhurbaşkanı gözetiminde parlamenter demokrasi biçimi uygulanmıştır. Gerçekçi olması gerekirse, Bulgaristan Milli Bayramı olarak 3 Mart tarihi değil, ya 6 Eylül, ya da 22 Eylül tarihleri kutlanmalıdır, çünkü Bulgaristan’ın bağımsızlık ve egemenlik davasıyla dolaysız ilintili olan aşamalardır. 1879 – 1908 yılları arasından Bulgar Prensliği Osmanlı vasılıdır, Osmanlıya vergi ödemektedir, henüz bağımsızlığını elde edememiştir. 6 veya 22 Eylül günleri kabul edilmezse, Dünya Barış Günü de olabilir… – Bulgaristan Anayasası’na göre, 3 Mart’ın anlamı nedir ve neler belirtilmiştir? – İlk kutlama, Sofya’da yapılmış ve “Bulgaristan’ın Kurtarıcısı olarak tanıtılan” Rusya imparatoru II. Aleksandır’ın tahta çıkmasının yıldönümü anılmıştır. 1888 yılında ilk olarak Bulgaristan’ın Osmanlı hükümdarlığından kurtuluş günü olarak anılmıştır. 10 yıl sonra, 1890’da Milli Bayram ve tatil günü ilan edilmiştir. İlk kutlamalar Plevne’de yapılmıştır. – Bulgaristan’da 3 Mart ne zamandan beri kutlanıyor? – 1888’den 1944’e kadar, 3 Mart gününde Bulgaristan’ın Osmanlı köleliğinden kurtuluş günü olarak anılmış, 1944-1978 yılları arasında bu kutlamalar yasaklanmış ve savaşın 100. Yıl dönümü vesilesiyle, Sofya’da savaş gazileri anıtına ancak çelenk konmuş. 1990 yılına kadar, bu anma törenlerinde sadece 20 pare top atışı yapılmıştır. 1991’de, 3 Mart Milli Bayram ve tatil günü ilan edildi. Böylece toplum tamamen parçalanmış oldu.


Makale ve Analizler - 2019

47

Bu bakıma göre, 3 Mart’ın Bulgar tarihinde yeri yoktur. Milli Bayram olarak kutlanması anlamsızdır. II.Aleksandır Rusya’da toprak kölelerini serbest bıraktığı için “kurtarıcı” unvanına laik görülmüştür, Şipka’dan geçtiği için değil. Bulgar Anayasası’nda bile bu konuda madde yoktur. – 3 Mart kutlamalarına, bu yıl Bulgaristan Başbakanı katılmayacağını açıkladı, bu doğru mu ve neden katılmıyor? – Bu konu Bulgaristan’da can alıcıdır. 2018’de, 3 Mart kutlamalarına Moskova’dan hükümet ve devlet heyeti gelmedi. Sadece Rusya Federasyonu Doğu Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu Kiril geldi. Şipka’da yaptığı konuşmasında “Biz sizi kurtardık ve ebediyen minnettar olmanız gerekir!” dedi. Başbakan Borisov bu törene katılmadı. 2016’da ise Bulgaristan Cumhurbaşkanı Plevneliev katılmamıştı. 93. Harbi’nde Rusya’nın rolü üstüne, Bulgaristan’da yeni bakış açısıyla yazılmış kitaplar çıktı. Araştırmacı Yazar İvo İncev, “San Stefano Yalanı” ve 3 cilt olan “Sıvı Dostluk” araştırmasıyla, 3 Mart yalanını okurlarına anlattı. Bulgar kamuoyu gerçekleri öğrendikçe, 3 Mart törenlerinden uzaklaştı ve daha da uzaklaşacaktır… – Sn. Rafet bey, geçen yıl Edirne Konsolosluğu kokteyl vermedi, Büyükelçilik de kutlama yapmadı ama İstanbul Başkonsolosluğu nedense her sene hiç kesintisiz kutluyor, ilginç bir durum… – Biz gitmedik. 3 Mart’ı Milli Bayram ve Rusya saldırganını da “kurtarıcı” olarak tanımadığımızı ve saymadığımızı BGSAM ve Bultürk olarak duyurduk. Bulgaristan Türklerinin Sesi Gazetemizde ve “ www.bghaber.org elektronik politika ve aktüel haber yayınımızda görüşlerimizi açıkladık. Davet edilen her yere koşarak gidenlere, “uyanın”, “kendinize geliniz” uyarısında bulunduk ama kim dinler… Yazılarımız ve uyarılarımız destek buldu. Ne yazık ki, bizi vatanımızdan kovanların her çağrısına uyan bir sürü gibiyiz. Türk milli bilinciyle dolmamız, belki bir kuşak daha sürecek. 100 yıl Rusya’nın propagandasından 3 günde kurtulunmuyor. Olay politiktir, konsolosluk bu töreni bile bile yaptı, sanki bizi ne kadar zehirleyebildiklerini yokladılar. Gözümüzün açılıp açılmamış durumunu sınadı. Soydaşlarımı temsil eden dernekçi, federasyon başkanı ve bazı aydınlarımızın tavrından utanıyorum. 30 yıl geçti hala akla karayı seçemiyorlar. Şimdi de gitmeyin diyorum. Gidilecekse bize konuşma hakkı tanınsın ve 3 Mart’ın ezilip köle edildiğimiz gün olduğunu anlatalım. 3 Mart olmamış olsaydı, biz Bulgaristan’da en az 5 milyon Müslüman Türk olacaktır. 3 Mart, 4-5 milyon şehidimizi anma günüdür. Bizim için başka bir anlamı olamaz…


48

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

– Bulgar tarih kitaplarında, 3 Mart ile ilgili neler yazıyorlar? – 141 yıldan beri Bulgar tarih kitapları geçmişin tek duvarını örüyor. Bu bir Bulgar milli çıkarları duvarına olumlu harç taşıyan tek yanlı yaklaşımdır. Bulgar etnik uyanışı, Osmanlı devrinde Payisiy Hilendarski’nin kaleme aldığı “Islav-Bulgar Tarihi” eseriyle başlamıştır. Bir asır sonra, 1872’de Bulgar Ulusal Hareketi’ni sahnede görüyoruz. 1879’da da Bulgar milli devlet mayalanmasını görebiliyoruz. Bulgar milli devlet modeli, Batı devletleri ile Rusya’nın Bulgaristan’a dayattığı bir tek dilli, tek uluslu, tek kültürlü devlet monarşik devlet modelidir. Batı ve Doğu’nun kabul ettiği, Osmanlı’nın da onay verdiği bu modelin özündeki eksiklik şudur. Tarihinde 7 defa kırılan, çarpışmaları hep kazansa da, hiçbir savaştan galip çıkmayan Bulgarlardan yabancı bir modele göre milli devlet kurmalarının istenmesidir. Bilirsiniz, modern çağda olgunlaşmamış uluslar istidatlı devlet kuramaz. Üstelik her ulusta devlet kurma istidadı da yoktur. Vurgulamak istediğim, Osmanlı’da ulusa mayalanan Bulgar kavmi, 3 Mart 1878’de ancak milliyet olabilmiştir ve ne yazık ki, arkasında kalan 141 yılda da olgun bir millet olamamıştır. Artık beş kuşaktır, yaşadığımız olumsuzluklar, Bulgar’ın Bulgar olarak öz kimliği ile uyanıp toparlanmasına en büyük katkılarda bulunan – 1972’de Doğu Ortodoks Bulgar Kilisesi’ne bağımsızlık tanıyan, Kiril alfabesiyle yazılıp okutulmasına olanak sunan, Bulgar köylüsünü şehirli yapan, Bulgar köylüsüne modern çiftçiliği, bağcılığı, bahçeciliği öğreten, hep Osmanlıdır. Dolayısıyla Türk hizmetleri, hoşgörüsü, iyi komşuluğu ve hayırseverliği bütünüyle reddedilip, yerine Rus kurtarıcıları tarafından iri dikenli düşmanlık ekilmiştir. 141 yıldan beri Bulgarlar Türklerden kurtulma sıkıntısı içine düşmüşlerdir. Yalanla dolanla Bulgarların dünyada ilk düşmanı Türkler oluvermiş. Ulusal olgunlaşmalarını tamamlayamadıkları, devlet olarak adil kurumsalaşamadıklarından dolayı, tüm etnik azınlıklara, onların dillerine, dinlerine kültürlerine karşı acizdirler. 2007’ye kadar kitaplar; “Osmanlı Esaretini”, “Osmanlı zulmünü”, 20 haydutun katıldığı, İngiliz parasıyla kışkırtılan Nisan 1876 ayaklanmasında 30 bin kişinin öldürülmesi, “Batak Katliamı” diye anlatılan olayları sürekli körüklediler. Köy mezarlarını açarak, topladıkları kafataslarını Batak’ta “Türkler bizi kesti” diye okuttular. 2004 y. NATO üyeliğinden ve 2007 y. Avrupa Birliği üyeliğiyle düşmanlık kusan taş plak kaldırıldı. Söylemde gerçekçilik ve yumuşama hissediliyor. Örneklersek, 93. Harbi’nde Bulgaristan’ı kurtarmak için savaşan Rusya’nın, 220 bin asker kaybettiği tedavülden kaldırıldı. Rusya ordusu Romen, Leh ve Finlerle birlikte zaten 180 bin kişiydi. Müsaadenizle, bir mi-


Makale ve Analizler - 2019

49

sal daha: Bulgar milli uyanışında büyük kahraman-komitacı Vasil Levski’yi Sofya konağında yargılayan, kalem kıran, mahkeme heyeti başkanının, Osmanlı Divanı üyesi, Bulgar Hacı Pençociç ve yargıçların da Bulgar asıllı olduğu arşivlerden çıkarıldı. Buna benzer birçok örneği biz de yayınlarımıza alıyoruz, duyuruyoruz. Gerçeklerin bilinmesinde yarar görüyorum. Buzları eritmek zorundayız… Bu olaylardan biri de 3 Mart yalanıdır. Çünkü 3 Mart’ta Ruslar hiç kimseyi kurtarmamış, ancak Marmara’ya inmişler ve Büyük Devletlerin kararlarına uymak için, Berlin Konferansı’na gitmişlerdir. Berlin Konferansı’nda Bulgar temsilci yoktur, fakat olay dünya büyüklerinin Bulgar sorununu çözmek için toplandıkları ballandıra ballandıra anlatılmıştır. Türkleri, Müslümanları ve İslam’ı kötüleyerek Büyük Bulgar Kimliği yaratmanın mümkün olmadığını anlatmakla büyük, güçlü ve adil olunamayacağını, 141 yıldan sonra bile anlayamamışlardır… Bütün çelişki ve sıkıntıların temelinde, Bulgar toplumunun kendini arıtamaması, işlediği kötülüklerden ve kötü niyetlerinden vazgeçememesidir. En parlak örnek, isim değiştirirken, asimile ederken, kültürel soykırım yaparken ve 1 milyon soydaşımızı zoraki sınır dışı ederken işlenen suçlar ve kardeşlerimizi öldüren katillerin cezalandırılmadan kalmış olmasıdır. Son dönemde olumlu bir olay oldu. Türkiye Cumhuriyeti Başkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan ile Başbakan Boyko Borisov arasındaki iyi ve dostane ilişkiler sonucu olacak, İstanbul Balat’ta Demir Kilise’nin onarılmasından sonra, “Şipka Buzluca Milli Parkı’nın” bakımı 35 yıllığına bir Türk firmasına veriliyor. Bu parka bir cami, 10-15 türbe kurulacak, şehitlerimizin kabirleri düzenlenecek ve tarihte hak ettikleri yere layık olacaklar. Tabii, bizim arzumuz, Şipka Tepesine bir de görkemli Süleyman Paşa Anıtı dikilmesidir. – Bulgaristan’daki Müslüman-Türklerin kimliklerini muhafaza etme mücadelesinde yaşadıkları genel sorunları nelerdir? Bu sorunların çözümü için neler yapılabilir? – En başta gelen sorun okullarımıza dönebilmemizdir. 70 yıldan beri karanlık içindeyiz. Devlet okullarında Türk çocuklarının, azınlık çocuklarının anadilde eğitim ve öğretim alması engellenmiş, okulda ve sokakta, oyun esnasında Türkçe konuşmaları yasaklanmıştır.


50

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

26 Mayısta Avrupa Parlamentosu seçimleri var, seçmenimize olayları, programları, hedefleri ve oyunları anadilimizde anlatmamız yasaklanmış durumdadır. En başta okul problemimiz çözülmelidir. İkinci olarak halk törelerimizle, gelenek ve göreneklerimizle, adetlerimize dayanarak, Türk kimliğimizle yaşamak istiyoruz. Bizim Türk kimliğimiz devlet tarafından tanınmalı ve anayasada ve yasalara işlenmelidir. Azınlık haklarımız tanınmalıdır. Bireysel ve kolektif (ortak) haklarımız tanınmalıdır. Dinimize tüm saldırılar, ezan yasaklamaları, cami taşlamalar, vakıflarımızın geri verilmemesi, mezarlarımızın talan edilmesi, maddi ve manevi sıkıntılar aşılmalıdır. Biz Bulgaristan Türk edebiyatı yarattık. Halk yaratıcılığımızla kaynaşmış bir kültürümüz var. Yaşam hakkı istiyoruz. Bulgaristan’da yaşayan her vatandaş birinci sınıf vatandaş olsun istiyoruz. Sanatımızın serpilip açmasında ısrarlıyız. Belediyelerde, bakanlıklarda, devlet kurumlarında, sosyal, ekonomik, sağlık, eğitim, kültürel ve diğer alanlarda devlet kurumlarında hak ettiğimiz oranda katılım hakkı istiyoruz. Bulgaristan’ın değişmesini, adaletin üstün gelmesini, demokratik toplumun ortak değer olmasını, hak ve özgürlüklerimizin eksiksiz tanınmasını istiyoruz. Biz çok kültürlü bir vatan kurma davasına dört elle sarılmışız. Biz Bulgaristan’ı 1989 yılında terk ettik, ama 30 yıldır devlet kendine gelemiyor, yok olmaya doğru hızla ilerliyor, bunu ancak birlikte durdurabiliriz. Sloganımız: Çeşitlilik içinde birlik ve ya birlik içinde çeşitliliktir. Bu sloganda 3 Mart’ta yer yoktur… – Rafet Bey, Bulgar Halk Meclisi, Sofya Müslüman mezarlığı üzerine kurulmuş diyorlar, bu doğru mu? – Teşekkür ederim, sorunuzun cevabı – Evet! Fakat her gün böyle fırsat bulamıyoruz. Bulgar parlamentarizmini kısaca anlatayım. Bulgar parlamenter yaşamı seçim yapmadan başlamıştır. 10 Şubat 1879 sabahı, Osmanlı’dan önce son Bulgar başkenti olan Tırnovo şehrinde toplanan 229 temsilci (mebus) Bulgar’dır. Vidin ve Varna Müftüleri davet edilmiş, gelmemişlerdir. O zaman seçim yapılmış olsa, Prenslik topraklarında nüfusun %52’si Müslümandır, Kurucu Meclis bileşiminin yarısının Türk olması gerekirdi. Bileşime 10 bin kişiye bir temsilci katılırken – bunlar 1000 vekildir, diğerleri de bugün STK dediğimiz Bulgar cemaat, okul, manastır ve kurum temsilcileridir. Bulgaristan’ın bu ilk meclisin ömrü 2 ay oldu. Berlin Konferansı’na göre, Anayasa kabul etti ve 16 Nisan 1879’da dağıldı. Bulgar meclisinin aldığı ilk kararla, Aleksandır Batenberg, Bulgaristan Prensi atanmıştır. Anayasa’dan ve meclisteki çoğunluğun liberallerden oluşmasından pek memnun olma-


Makale ve Analizler - 2019

51

yan Batenberg, hükümeti tutuculardan kurabilmek için ilk dönemde meclisi 2 yıl dağıtmıştır. Bulgar yasama organının Sofya’ya taşınması hazırlıklarına 1984’te başlanmıştır. Bugün de yasama görevi yapan, Sofya Meclis binasının temelleri 1884 yılında Prens Aleksandır Batenberg tarafından atılmıştır. Parlamento binası inşaatı için Sofya Belediyesi’nin özel kararıyla tesis edilen arsa, Sofya’daki Rumeli Vali Konağı’nın güneyinde bulunan Müslüman Mezarlığıdır. Viyana’da hazırlanan bir plana göre, meclis binası Müslüman Mezarlığı üzerine 1 yılda inşa edilmiştir. Açılışı, 28 Mayıs 1885 tarihinde yapılmıştır. Bileşim salonunda 320 milletvekili ve 600 izleyici için yer vardır. Bir yıl sonra – 1886’da – Güney Rumeli’nin Bulgar Prensliği tarafından ilhan edilmesiyle cümle kapısının üzerine “Birlikten Güç Doğar” yazılmıştır. O dönem Bulgaristan’da liberaller ilk kez hükümet kurmuştur. Başbakan Dragan Tsankov’tur. Prens Aleksandır Batenberg ise, Müslüman kabristanlığı üzerine bina edilen tartışmalara hakim olamayacağını anlayınca, 26 Ağustos 1886’da tacını indirmiş ve Bulgaristan’ı terk etmiştir. Bu Meclis burada olduğu sürece Bulgaristan rahata kavuşamaz, bir an önce bu meclis buradan taşınmalı ve Müslümanların mezarlığı sahiplerine geri verilmelidir. Böylece orasının bir Türk mezarlığı haline getirilerek, buradan geçen Müslümanlar da geçmişte şehitlerimize bir Fatiha okuma fırsatı bulabileceklerdir ve hak yerini bulacaktır… – Sn. Başkanım, kusura bakmayın ama biraz uzunca bir söyleşi gerçekleştirdik. Bizlere çok değerli ve yararlı bilgiler sunmuş oldunuz. Sizin yüzünüzde umut verici bir dava adamı gördüğümüzden dolayı mutlu olmaktayız. Yolunuz açık olsun! Bütün okuyucularım adına Sizlere, bu söyleşi için çok teşekkür ediyorum. Mümin TOPÇU Alıntı: http://www.misyongazetesi.com/Hbr-877-OLUMLUGELISMELER-BASAMAGINDAN-YAKIN-TARIHIMIZE-FARKLIBIR-BAKIS.html


52

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Köstebek Kanı

Tarih: 02 Mart 2019 Yazan: Sevilcan YÜCE Konu: Umutla yaşayan zavallılar durumuna geldik. Bulgaristan / Pernik şehrinde Bayan yazar Zdravka Eftimova’nın “Köstebek Kanı” efsanesi 1 milyon basıldı, büyük devletlerin dillerine çevrildi. Birleşik Amerika’da 9 sınıf edebiyat derslerinde “Umutla yaşama” bölümüne alındı. Bulgaristan’da büyük ilgi uyandırdı. Çevirisini sunuyoruz. Mağazama uğrayan müşteriler azdır. Gelenler biyoloji derslerine deney hayvanı arayan öğretmenlerdir. Kurbağa, böcek, kertenkele satıyorum. Kayıplarımı yakında kapatabileceğim gibi. Ne ki ben bu küçük odaya, karanlığa ve formelin kokusuna artık çok alıştım. Bir gün dükkâncığıma bir kadın girdi. Ufak tefek, bahara kalmış bir küme kar gibi büzülmüştü. Yüzüme bakmadı. Bir şey almaya gelmediği belliydi, sönmüş olabilirdi. İleri geri sallandı. Elini tutmasaydım, düşecekti. – Köstebek var mı? Diye sordu ansızın yabancı kadın. Gözbebeği, tam ortasında küçük bir örümcek olan bir örümce ağı gibi parladı. – Köstebek mi? Durdum. Hiçbir zaman köstebek satmadığımı ve hatta köstebek görmediğimi söylemem gerekirdi. Kadın başka bir şey işitmek istiyordu – bakışları gözlerimin içini yaktı. – Yok. Dedim, İç çekti. Sonra aniden yana döndü. – Şey dursanıza – diye haykırdım: Bende köstebek olabilir. Durdu. Bana baktı. – köstebeğin kanı tedavi ediyormuş diye fısıldadı kadın. Üç damla içince… Korkuttum. Keder gözlerini oyuyordu – Kısa bir süre için de olsa acıyı kesiyormuş… diye fısıldadıktan sonra sesi kesildi. – Siz mi hastasınız? Diye sordum. – Oğlum. Kurumuş çırpı gibi ince ellerini, tezgâhtan çekti. Onu sakinleştirmek, ona bir şey, en azından bir bardak su vermek istedim. Koyu mavi paltonun içinde kaybolan omuzları dardı.


Makale ve Analizler - 2019

53

– Su ister misiniz? Bardağı alıp içince, gözlerinin etrafındaki kırışıklar titredi. Yok, bir şey, siz sakin olun dedim. Nasıl devam edeceğimi bilmiyordum. Dönüp kapıya yöneldi. – Size köstebek kanı vereceğim, diye haykırdım arkasından. Arka odaya koştum. Ne yaptığımı düşünmüyordum. Bayana söyleyeceğim yalan, umurumda değildi. Kan alabileceğim bir yer yoktu. Köstebek de yoktu. Kadın bekliyordu. Ne yaptığımı görmesin diye kapıyı kaktım. Balık yemi çekmecesinin yanındaki küçük bıçakla bileğimi kestim. Kesikten yavaşça kan gelmeye başladı. Ayırmıyordu, fakat ben şişeye akışına bakmaktan korkuyordum. Dibe birazcık, belki e iki üç damlacık toplandı. Arka odadan çıktım, Bayana döndüm. – Köstebek kanı! Köstebek kanı! dedim. Bileğimde kan damlacıkları olan elime baktı. Şişeye uzanmadı. Eline sıkıştırdım. Şişeye dokundu. İçinde sönen bir ateş gibi kan parlıyordu. Hemen ardından eski çantasından para çıkardı. – Hayır, Ben istemiyorum. Dedim Kadın yüzüme bakmadı. Paraları masaya bıraktı ve yine kapıya yöneldi. Onu uğurlamak, hiç olmadı, yine bir bardak su vermek istedim. Bana, hatta hiç kimseye ihtiyacı yoktu. Bunu hemen anladım. Güz, sisli günleriyle şehre hakim olmaya devam ediyordu. Mağazayı kapama zamanı yaklaşıyordu. Hava sertti. İnsanlar vitrin önünden sık ayak geçiyorlardı. Bu soğukta müşteri yoktu. Bir sabah kapı sert açıldı. O, ufak tefek Bayan gelmişti yine. Yanıma sanki koştu. Yan koridora saklanmak istedim ama o bana erişti. Boynuma sarıldı. Ağlamaya başladı. Düşmesin diye tuttum. Takatsiz görünüyordu. Sol elimi ansızın kaldırdı. Kesik yarası silinse de, o yerini buldu. Dudaklarını bileğime yapıştırdı. Gözyaşları kolumu ve mavi iş elbisemin yenini ıslatıyordu. Oğlum yürüdü, dedi gülümseyen ve gözyaşlarını elinin tersiyle silerken. Bana para vermeye çalıştı. Büyük bir sırt torbası içinde bir şey getirmişti. Küçük parmakları sertti, titremiyordu ve ben onun daha iyi olduğunu anladım. Onu uğurlasam da, uzun zaman ufacık ama gülümseyerek köşede kaldı. Mağaracık’ta kendimi iyi hissediyordum. Eski ve anlamsız formelin kokusu bana tatlı geldi. Aynı gün öğleden sonra tezgâha bir adam geldi. Uzun boylu, kambur ve ürkmüştü. Köstebek kanı var mı? Diye sordu, yüzüme yapışmış gözleri kırpmıyordu. Yok, ben burada hiç bir zaman köstebek satmadım.


54

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Var, sizde var köstebek kanı. Karım can çekişiyor. Üç damlacık istiyorum. Sol elimi tuttu, bileğimi büktü. Yalnız üç damlacık! Karımı kaybedeceğim! -Kanım kestiğim yerden yavaşça gelmeye başladı. Erkek şişeyi tutuyor ve damlacıklar dibe doğru karınca gibi yuvarlanıyordu. Sonra o masaya para bıraktı. Ertesi sabah dükkânımın kapısı önünde uzun bir kuyruk oluşmuştu. Ellerindeki küçük bıçakları ve ufacık şişeleri sımsıkı tutuyorlardı. – Köstebek kanı. Köstebek kanı! Diye haykırıyorlar, bağırıyorlar ve kakışıyorlardı. Hepsinin evinde bir dert ve elinde bir bıçak vardı. *** Bayan Zdravka Eftimova çaresiz halkımızın kandırılmak istendiğini, yalana, efsane dinlemeye açlığını iyi kavramış. 30 yıldan beri hiç bir şey düzelmeyen, katiller kahraman gibi yaşayan, uydurmalarla geçinenlere ödül verilen ülkemizde, halk hayallerin hamalı olmaya hazır. Baştan sona yalan olan umut olmuş. Hatta hayat hakkı kazanmış. Hayal edenlere motor olmuş. Motorun ateşi, gücü o olmuş. 3 Martta Çarlık Rusya’nın imparatorluk orduları bizi istila etse de kurtarıldığımıza inananlar % 50’den fala. 1972’de Hitler ordularıyla birlikte Makedonya’yı istila eden Bulgar ordusuna “kurtarıcı” olarak tanıtanlar hala ödül bekliyorlar. Türkleri vatanlarından kovanlar “onlar Bulgar” diyorlar. Her şeyi ters söylemekle insan ancak kendini anlatır. Ne ki her yalanda bir umut var. Umut ise insanı yaşatandır. O dükkânda köstebek olmaması, köstebeğin damarında kan dolaşmaması hiç önemli değildir. Önemli olan insanın inanmak istediği bir şeyden büyülenmiş olmasıdır. Bu korku, öfke, nefret, hınç için de geçerlidir. Bulgarlar, tarihlerinde Osmanlı devrinde en iyi, en gönençli yaşamış olmalarına rağmen, kafalarına “Rus kurtarıcılığı” aşılanmış ve bu telkinin hayali onları kör etmiştir. 141 yıllık Bulgar tarihinin farklı bir bakış açısından görülebilmesi bu efsanede gizlidir. Bizim dilimizde bu gerçek şu atasözünde yaşar: “Yüzün görmeye, yalanlarını dinlemeye ihtiyacım var.”


Makale ve Analizler - 2019

55

Bulgaristan’da 3 Mart

Tarih: 03 Mart 2019 Yazan: Raziye ÇAKIR Konu: Yalan üstüne büyük devlet kurulamaz. Her millet kendi devletini kendisi kurar. Bu yıl 3 Mart’ta devlet ve hükümet büyüklerinin Koca Balka’nın “Şipka” Tepesine çıkması beklenmiyor. Memleket 3 gün tatilde, 100 bin kişi Yunanistan’ın Ege sahiline, 30 bin kili de Edirne – İstanbul’a yöneldi. Şehirler köylere aktı. 26 Şubat günü Sofya’daki Rusya Büyük Elçiliği Rus Kültür Merkezinde “Graf İknatiev” filmi gösterdi. 1864 – 1877 yılları arasında Rusya İmparatoru’nun İstanbul Büyükelçisi olan General Nikola Pavloviç İgnatiev, “Bulgaristan’ın Osmanlı’dan Kurtuluş Günü” olarak anılan ve Bulgaristan’da Milli Bayram törenleriyle kutlanan 3 Mart 1878 tarihinde İstanbul kenarında bugünkü “Yeşil Köy” de imzalanan ve “93 Harbini” sonlandıran “Barış Protokolü” nün mimarlarından biri olarak anılır. Bu kutlamada, Bulgar Milli Deviminin Sofya’daki en önemli anıtlarından biri olan iç devrim örgütü lideri “Vasil Levski” anıtı yanına, bir de “Graf İgnatiev” anıtı dikilmesini önerenler oldu. Aslında Sofya’da bir “Graf İgnatiev Sokağı” var. Olay çok farklı yorumlara neden oldu. Bu yorumların başında İstanbul’daki Rus diplomatın III. Bulgar devletinin kurulmasına somut katkısı olmuş mudur, düğümünde gizlidir. Olayı 141.defa ballandıra ballandıra anlatmaları için Graf N. İgnatiev’in torununun kızı olan Olga Çevska’ya ile Moskova’da; Osmanlı Merkez Ordusu Komutanı Veysel Paşa’nın torununun oğlu Rauf Versan ile de İstanbul’da söyleşi yapıldı. Hepiniz bilirsiniz gerçekler torunlarla söyleşilerden fazla, tarih arşivlerinde gizlidir. Generallerin ve Büyükelçilerin birçoğunun yaptığı gibi Graf İgnatiev de, not ve hatıra devleri yazmıştır. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, İstanbul’daki Osmanlı arşivinden bir kısmının vagonlara doldurup Şişli Garı’ndan Bulgaristan Çarlığı / Belovo kasabasındaki Alman Kağıt Fabrikasına hurda olarak gönderileceği, vagonlardan birinin Bulgar askeri istihbaratı tarafından katardan koparılıp ayrı bir depoya indirileceği ve bir cihan imparatorluğunu anlatan değerli belge tepesi içinde Rusya diplomatı Graf İgnatiev’in özel arşiv belgeleri, yazışması, aldığı mektuplar ve notların da


56

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

bulunacağı kimin aklından geçebilirdi? Bugün artık bu belgeler tanzim edilmiş ve depolanmış olup ilgi duyan tarafından okunabilir. Anlatmaya çalıştığımız şudur: Rusya İmparatoru II. Aleksandır’ın (1855-1881) Osmanlı’nın Rumeli ve İstanbul kilise ve komita merkezlerinde her papaz ve haydutta para verdiği yıllarda başkentte istasyon şefi Graf İgnatiev’tir. Büyük bir Bulgar devleti kurma gibi bir ödeve yardımda bulunmak gibi bir derdi olmadığını belgelemiştir. 3 Mart’ın Bulgarlar tarafından Milli Bayram olarak kutlanmasının anlamsızlığını kanıtlamak ve devlet ve hükumet yönetiminin 2019’da Şipka Tepesi törenine neden katılmayacağını açıklamaktır. 13 yıl İstanbul’da Büyük Elçilik yapan General İgnatiev’in toplu hatıratı ilk kez 1914 yılında Sank-Peterburg’da “Tarih Gazetesi” yayınında “San Stafano. Graf N.P. İgnatiev Notları” başlığı altında yayınlandı. Bu çalışmamızda Sofya’da ki arşivden 8 alıntı vermek istiyoruz: Bir) “Rusya Kara Deniz’de sıkışık durumdadır. Rusya Kara Denizin çıkışlarını ele geçirmelidir. Yani Boğazları dolaylı veya dolaysız ele geçirmelidir. Bunun gerekçesi yalnız Güneye çıkmak değil, politik ve ekonomiktir.” “Rusya nihayet İstanbul’u ve Boğazları ele geçirmelidir. Akdeniz’in giriş çıkışlarına hakim olmalıdır. Orada kuracağımız iktidarın güçlü olması ve devamlı destek sağlamamızı gerektirmemesi için İstanbul’a ve Boğazlar’a komşu bölgeleri manevi olarak kontrolümüz altında bulundurmalıyız. Bir yandan Bulgar ve Yunan nüfusu ve öte yandan da Ermeni nüfusu Rusya politikasına boyun eğmiş bir maşa ve daimi müttefik haline getirilmeli ve bunların düşman cephesine geçmesine asla olanak tanımamalıyız.” İki) “İslav probleminin Rusların anladığı gibi çözülebilmesinde ve İslavların doğal müttefikler olarak var olabilmelerini sağlama çabalarımızda önümüzdeki en büyük engel Lehler ve onların Katolik fanatizmi, Batıcı olmaları ve Ortodoksluğa olan Latin düşmanlığıdır.” “Merkez konumlu olan eski Avusturya, Almanya ve İtalya’daki eski konumunu korumaya çalışırken, kolayca bizim müttefikimiz olabilir. Şu da var. Ege Denizine yönelmiş, Habsburgların Doğu İmparatorluğunu oluşturmaya ve Macarlarla Lehlere İslavlar karşısında öncelik tanıyarak İslav halklarını egemenliği altına almaya çalışan bir Avusturya doğal hasım ve düşmanımızdır ve asırlarca verilen çabalarla elde edilen ve Tanrı tarafından Rusya’ya tahsis edilen tarihsel birinciliği korumak için kıyasıya savaş-


Makale ve Analizler - 2019

57

mak zorunda kalacağız. Rusya Ortodoksluğun ve en büyük ve en güçlü İslav kavminin temsilcisidir.” Üç) “Biz düşman olan politikaya hizmet vermeleri için ve kendileri için elde edecekleri hümanist başarılardan sadece zevk almaları için İslavları kurtarmamız dikkate alındığında araçları hedef gösterme yanlışı yaparak, olağan üstü değerli Rus çıkarlarını kurban etmemiz çılgınlık olur ve yargılanmalıdır.” Dört) “Gençler artık bize değil Batı’ya bakıyor. Şimdi Romanya’da olan yarın Sırbistan’da ve Bulgaristan’da da olacak. Avrupa’da bize düşman olan her şey yarın Balkan devletlerindeki Hıristiyan nüfusu bizden koparmaya çalışacaktır. “ Beş) “Müslüman devletlerin uzlaşıp anlaşmalarını ve Suniler ile Şiiler arasında dini yakınlaşma sağlanmasını engellemek amacıyla Asya’da İngilizler tarafından ekilen fikirlerin yeşermesini elimizden geldiğince desteklemek zorundayız. Ben, Türklere karşı kışkırtmak niyetiyle Kürtler’e özel dikkat çevrilmesini hep öğütledim ve eski Kilikya’daki Dağlı Ermenilerin desteklenmesini önerdim.” Altı) 1871-1875 yılları arasında Osmanlı yönetimiyle, Avrupa halklarının gıpta ettikleri ve bütün Balkan halkları üzerinde büyük etkimizin kaynağı olan, daha iyi olanı dileyemeyeceğimiz çok mükemmel ilişkiler geliştirdik. Sultan Rus Büyükelçisine yüzde yüz güven besliyor. Batının bizim için zararlı olan etkisini etkisizleştirme ve Doğu Sorununu kışkırtmak için Rusya için en uygun bir zamanda aynı soy ve dinden olan yandaşlarımızı uyanışa hazırlamayı aşama aşama ve barışçı yollardan yapılabilirdik. “ Yedi) “Rusya Dış İşleri Bakanlığında, benim kişisel görüşlerimi bilenler, bana Türk sever diyordu. Böyle ithamları Petersburg ve Moskova’dan başka Viyana’da da işittim.” Sekiz) “Değişik nedenler yüzünden olmak üzere, Avrupa devletlerinden daha fazlasının Rusya’ya düşmanlığı bir tesadüf değildir, bunun gerekçileri vardır.


58

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

“Boğazları ele geçirmek, İstanbul’a yerleşmek, Türkiye ve Avusturya harabeliği üzerinde Rusya yönetiminde İslavları kurtarmak stratejik hedefimizde, ancak temel çıkarları bizimkilere ters olmayan ve belirli bir dönemde bize bilinçli olarak yardım eden ya da bizim tarihsel ödevimizin gerçekleştirilmesine yaklaşan Avrupa devlet ve halklarını bize dost ve müttefik olarak kabul ederiz.” *** Bu alıntılar 3 Mart 1878’de San Stefano’da barış protokolünün imzalandığı günlerde Rus diplomat Graf İgnatiev’in yazdığı notlardan alınmıştır. Bulgaristan, Bulgar halkı, bağımsız ve egemen Bulgar devleri kurma vb fikirler bu belgelerde yer almıyor. 3 Mart’ta imzalanan tutanak geçici bir belgedir ve 3 ay sonra açılan Berlin Konferansında geçersiz kılınmıştır. 3 Mart 2019’da konuyla ilgili Bulgar Cumhurbaşkanı Rumen Radev’in güncel siyasi son tavrı şöyledir: 4 gün önce Bulgaristan, Romanya, Çek, Estonya, Macaristan, Polonya, Slovakya, Litvanya, Litva Cumhurbaşkanları Koşitse kentinde bir ortak bildiri imzaladılar. Bu bildiride, Merkez ve Doğu Avrupalı NATO ülkeleri Baltık Denizinden Kara Denize kadar ABD ve Kanada güçlerinin etkisinin artmasını isterken, Rusya’nın Kırım Yarım adasını ilhak etmesini ve Ukrayna’nın bazı eyaletlerini işgalini yeniden kınadılar. Kara Denizde barış ve güvenlik sağlamada birleştiler. Devam edecek; Yeni bölümde, Graf İgnatiev’in İstanbul dönemindeki tuzaklarından yenilerini anlatacağız. Bu General’in Sofya’da Anıtı olmasına karşıyız. Lütfen çevrenizle paylaşınız.


Makale ve Analizler - 2019

59

Bön Bön Değil, Derine Bak!

Tarih. 03 Mart 2019 Yazan: Oya CANBAZOĞLU Konu: Anlamsız anlamsız işler yapmaya devam ediyoruz. Tarihi bilmeyenlerin Tarih törenlerine katılma hakkı haramdır. Biz hepimiz Bulgaristan’ın İstanbul Başkonsolosu Sayın Angelov’la dostuz. Öyle bir zaman kesiminde yaşıyoruz ki, dün akşam Türkiye Cumhuriyetindeki soydaşlarımızı temsil ediyoruz diye kravat takıp Ulusta Konsolosluğa toplananlar, ancak kendilerini ve kendi gölgelerini temsil ediyordu. “Şerefe”, “şerefe” dedikçe, yüzü kızarmadan içenlerle, Plevne savaşında, Şipka Doruğun’da, Stara Zagora (Eski Zara) çarpışmasında atalarımıza kurşun sıkanlarla, kundakta yavrularımızı kılıca takanlarla, nenelerimizi kurban edenlerle ve bu savaşta şehit düşen 17 bin Bulgaristanlı Müslüman’a bir anıt, bir türbe, bir Cami bina yapmamıza izin vermeyenlerle birlikte içerken vicdanınızı dinlediniz mi? Bu nasıl bir aymazlık… İsimlerimizi zorla değiştirenlerle, kolumuzdan tutup bizi MVR (Polis) bodrumlarına atanlarla, kafamızın üzerine nal çalı kundura ile basanlarla, 37 Türkü sokakta kurşunlayan ve katillerden hiç birini bulmayanlarla, sorgulanmayanlarla, cezalandırmayanlarla içerken “aman Allah’ım ben ne yapıyorum?” dediniz mi? Dedenizi, babalarımızı “Belene” kampında ezenlerle, 141 yılda 1 milyon kardeşimizi “vatan” deyip sevdiğimiz, ata-toprağından kovanlarla, orada kalan mezar taşlarımızı kıranlarla şak şak resim çektirip zevk doruğu aramamıza diyecek sözüm yok. Sizin de olmaz İnşallah! Bizde “pasata” adında bir kumar oyunu vardır. Aldatan aldatana, dolandırılan dolandırılana kazanma umudundan beslenir ve kazanamayanların küfrünü savurmasından sonra, yalnız acısı kalır. 3 Mart – Türklük tarihinde bir Bulgaristan topraklarında yaşayan TürkMüslümanların katliam günüdür. Yas günüdür! Mevlit günüdür! 3 Mart 2019 sabahı “Alfa” televizyonuna ilk çıkan uzun yıllar Sofya’da Rusya Dış istihbaratı (KGB) istasyon şefliği yapan General V. Raşetnikov


60

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

çıktı. Emekli olmasına rağmen, hala Kremlin’e bağlı dış stratejik araştırma merkezinde Bulgaristan ve Balkanlar masası baş danışmanlığı yapıyor. “Alfa” sözcüsü: Sayın General Reşetnikov, bizim ordumuzu dağıttılar. Bizim, bizi savunacak ordumuz yok. Bir gece Türkler bizi ilhak ederse, biz ne yaparız. NATO bizi korumaz. Biz ne yaparız? General Reşetnikov: Korkmayın! Sakin olun! Huzurlu olun! Biz sizi NATO-ya rağmen, koruyacağız. Biz Türklerle 44 savaş yürüttük. Bizim bu topraklarda 400 anıtımız var. Biz sizi kurtarmak için 166 bin şehit verdik….Türklerden korkmayın. Sofya’da 3 Mart kutlandı. Demeç verilmedi. Bayrak göndere çekildi. Yan Gönderde Avrupa Birliği Bayrağı vardı.. Milli Marş dinlendi. Akşam saat 8’de 20 pare top atışı yapılacak. Devlet ve hükümet erkânı “Şipka Tepesi”ne çıkmadı. Şipka’da ancak Moskof parasıyla semiren “Volya” (İrade) partisi Başkanı Mareşki ve bir sürü emekliden başka kimse yoktu. Bu defa en aktif grup, bizden olup yön kaybetmiş olanlardı. “Şükür kurtulduk!” deyip İstanbul’a yerleşenler hareketlendiler. Ruslar aslında gönderdiklerini 3. Kuşakta aktifleştirir. Bulgarlar dayanamadı “eğitip yetiştirdiği” ve gönderirken ardından bir bakır su attığı “koçlarını” 30 yıl sonra dürttü ve uyandırdı. Bu emekli maaşlarıyla mı yaptı, TELK-raporlarıyla veya sosyal yardım programlarıyla mı yaptı, yakında çıkar kokusu… 30 yıldan beri kahvelerde tabla, iskambil, belot, pişti oynarken, medeniyet sembolü olan masaları kırıp perişan eden, vicdanlarını Türk hamamına girip sırtlarını şöyle bir keseletip sabunlu köpüklü temizletemeyenleridir sözüm. Ben dışı temiz olmayan bir kişinin içinin temiz olduğuna inanmam. İki votka her şeyi hal eder sözü de boş. Bulgaristan’da halkın boş verdiği bir günde, 3 Mart’ta yemeye içmeye davet edilenler, kendilerini adam sandılar. Başbakan Boyko Borisov 3 Mart’ta “Şipka”ya çıkmazken, sizin Konsoloslukta dedenizin öldürüldüğü günü kutlanırken ne işiniz olur. Gözleriniz fal taşı gibi patladı. Buyurun ofisimize hepinize “SİZ BİZDEN DEĞİLSİNİZ. BUNDAN SONRA NE B.. YERSENİZ YEYİN!” sertifikası vereceğiz. Kim çıktı bu yıl “Şipka” ya? Aşırı milliyetçi uyuzunu kaşıyacak yer bulamayanlar. Türk, Müslüman, Cami gördükçe köpürenler.


Makale ve Analizler - 2019

61

Ve en fazla da İvan Vazov’un “Esaret Altında” romanının, Hristo Botev “Şiirler” inin kilosu 20 stotinkaya (kuruşa) hurdaya taşınmasını asla hazmedemeyenler. “Bulgarların Osmanlıda yaşadıkları hayatı bir daha hiçbir yerde bulamadığını” işittikçe kuduranlar. Rusların ayak bastığı yerde hayat ölür. Sözlerine inanmayanlar. Boğazlarına kadar yalan dolmuş zavallılar. Bu kadar zulümden sonra Türklerin Bulgaristan’da dobro dobro dolaşmaya devam ettiğini gördükçe baygınlık geçirenler, Türk dilinde ısrarla okul isteyişlerini işittikçe, ezan sesi duydukça kuduranlar. Bizim sözümüz adreslidir. Şimdiye kadar sırtlarını sıvazladıklarımızadır. …. Biz sıvazladıkça onlar kendilerini adam sananlaradır… Boşuna vakit kaybetmişiz!!! *** Ey Beleneciler! Sizin siyasi fonksiyonunuz yalnız ve bir tek tazminat beklemek mi? Ne kolay unuttunuz çekilerinizi? Bulgar-Romen sınırında Tuna akmaya devam ediyor. Ve utançtan “dayanamıyorum kıyımı yıkacağım” diye haykırıyor sesi çıktığı kadar. Maalesef, Boş gaz tenekesi olduğunuz ortaya çıktı! “Seve seve ajanlık yaparım!” imzanızdan mı çekiniyorsunuz? Çekinmeyiniz! Dosyalarınız açık. “Belene” kampına düşüp de, Mestanlı’lı Bayan Hüsniye öğretmenden başka “ajanlığı kabul ediyorum” belgesini imzalamayanız yok. Unutmayınız! Ajan olsanız da yine bizimsiniz. Hepinizin na’şını biz kaldıracağız. Henüz “Hain Kabristanlığımız” yok. Bizim kabul edemediğimiz, hasımlık ateşini söndürmeyenlerle bayram etmenizdir. Ey şairler, yazarlar, imam geçinenler, böbürlenmeyi sevenler, yoksa aldandık mı sizi tanımakla! “Belene”de üç defa isyan ettiğiniz, sofrada domuz gördüğünüzde burun kıvırdığınız belgelidir. Kayıp yana yıkılanlara yani sorumlu olanlara 2 çift sözüm var. Türkiye Cumhuriyeti‘nde namaz saatlerinden, hele de Cumalardan sonra ve özellikle Bulgaristanlı soydaşlarımızın yaşadığı semt ve mahallelerde kahveler ve çayhaneler 1 saat kapansın.


62

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Kiloluların 1 saat yürüdükleri, fazla günahlıların saatlerce teşbih çektiği gibi, onlara camilerde 21. Yüzyıl Türk bilinci, Türk kimliği ve Müslüman ahlakı konferansları sunulsun. Düşman ruhuyla kaynaşmanın tövbesi olmayan cehennemlik bir suç olduğu anlatılsınlar. Kanıtlar sunulsun. Bulgaristan’da işlenen günahların sınır geçince aklanmadığına işaret edildin. Neyin afsız günah olduğu tek tek sıralansın! Her birine her hafta “Türk Kimliği” el kitabı dağıtılsın, mutlaka okumaları şart olsun…. Laftan anlamayanlara anlayacakları dilden konferanslar verilsin… hem de uzuuuunca!!! *** Şimdi geçelim konumuza: 3 Mart kutlamalarına neden katılmamalıyız! Anne Annem bana, 3 Mart için gâvur bayramıdır. Bize yaramaz! Derdi. 3 Mart bir Bulgar bayramı da değildir. 3 Mart 1878 tarihinde bugünkü “Yeşilköy” de Rus ve Osmanlı devletleri arasında bir “Barış Tutanağı” imzalanmıştır. Bu tutanağın imza altına alınmasıyla “93 Harbi”, “Plevne Savaşı”, “Osman Paşa muharebesi” ve 1877-1878 Rusya İmparatorluğu Osmanlı İmparatorluğu arasındaki son savaş sona ermiştir. Protokolün altına Rusya adına imza atanlardan biri olan o yıllardaki Rusya İmparatorluğu İstanbul Büyükelçisi General N. P. İgnatiev imzalama töreninin 3 Mart günü olmasında ısrar etmiştir. Çünkü 3 Mart, 1855 yılında Rusya İmparatorluğu tahtına II. Aleksandır’ın çıktığı ve on yıl sonra 1861’de Rusya’da toprak köleliğini kaldırdığı ve toprak kölelerine özgürlük tanıdığı için minnettar Rus halkının bu jestinden dolayı kendisine KURTARICI lakabını taktığı tarihtir. Bundan dolayı Sofya’da Halk Meclisi önündeki meydandaki at üzerindeki II. Aleksan’dır anırına “Kurtarıcı Anıtı” demek doğru olmaz, o Bulgaristan’a ayak basmış biri değildir. Rus Ordusu’nın 1877-78’de Bulgaristan’dan geçmesi, Bulgar halkını “Rusyayı sevenler” (Rusofiller) ve “Rusya’dan nefret edenler” (Rusofoblar” olarak ikiye bölmüştür. Bu yara bugün de açıktır ve çok derindir.


Makale ve Analizler - 2019

63

2012-2016 yılları arasında Bulgaristan Cumhurbaşkanı olan Rosen Plevneliev 3 Mart kutlamaları için “Şipka Tepesine” asla çıkmamıştır. Rusya hakkında asla “kurtarıcımızdır” dememiştir. 2009’dan beri Bulgaristan’da 3 defa Başbakan olan Boyko Borisov da “Şipka kutlamalarına” katılmamıştır. Ülkedeki Rus anıtları her gün değişik boyalarla lekeleniyor, kaldırılmasını isteyenler çoğalıyor. Bir milliyetin halk olabilmesi için vatandaşlarda “BİZ” duygusu yaratabilmek gerekir. Bulgar vatandaşlarında “BİZ” duygusu yaratılamamıştır. 1990’dan beri Bulgaristan Milli Bayramı olarak anılan Yeşil Köy “Barış Protokolü” ancak 3 ay, 13 Haziran 1878 tarihine geçerli olmuştur. 3 ay ömrü olan bir belgenin imzalandığı bir tarihin, halk tarafından lanetlenmesine karşın, 30 yıldan beri Milli Bayram olarak kutlanması anlamsızdır. Hele Moskova iradesiyle ata-vatandan zorla kovulan soydaşlarımız arasından “kravatlıların” bu kutlamalara katılması hainlikte başka anlam taşıyamaz…. Üstelik bu “geçici belge” Bulgar topraklarını 5 bölgeye parçalamıştır. Aslında 3 Mart’ta Rus Çarı II. Aleksandır’ın 1855’te tahta çıkmasını kutlamaya devam ediyoruz. Bir tarihin yanlış belirtilmesi, dayatılmasıyla bağlayan terslikler bugün de devam ediyor. Yarın Rusya Federasyonu Başbakanı “93 Harbine” katılan Yüzbaşı Georgi Mamarçev’in kitaplara geçmiş ve belleklere kazınmış şu sözleri 3 Mart’ta gazete başlıklarına düştü: “Hey Bulgarlar. Durduğunuz yerde kalınız. Siz Rus “sevgisinin” ne olduğunu bilmezsiniz.” Hatırlatma yerinde olur: Osmanlı Rusya Savaşlarından sonra, birisi 14 Eylül 1829’da ve ikincisi de 3 Mart 1878’de olmak üzere 2 protokol imzalanmıştır. Bu belgelerin ikisinde de “Bulgarların Osmanlı’dan kurtarılması veya bir bağımsız Bulgar devleti kurma” gibi sözler geçmemiştir. Oradan ötesi yalan işitmeye susamışların beynine akıtılandır. Okuduğunuz için teşekkür ederim. Bu bizim devamlı konularımızdan biridir. Çünkü insanların beyinlerini esir almış yalanları temizlemek, çok ama çok farklı bir şeydir… Siz de görüyorsunuz. Lütfen dostlarınızla paylaşınız…


64

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Niçin “Türk Dünyasında Kadın” Konulu Konferansı? Nevzat ÖZTÜRK İlahiyatçı, Eğitimci Yazar

Bulgaristan Stratejik Araştırmalar Merkezi(BGSAM) ile Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği(BULTÜRK) 09 Mart-2019-Cumartesi Saat 12:00’de Bayrampaşa Belediyesi Mehmet Akif Ersoy Kültür Merkezinde “Türk Dünyasında Kadın” konulu konferans düzenliyor. Konferansa alanında araştırmalar yapmış, akademisyen, yazar ve uzman kişiler konuşmacı olarak katılıyor. Niçin böyle bir konferans, nerden çıktı? BULTÜRK Genel Başkanı Basın Bildirisinde, “…Burada amacımız, sadece tarihi bilgi vermek değil, Türk Dünyasında bu günkü kadının yerini tespit etmek ve geleceğe yönelik hedeflerini belirlemektir. (Bu konferansımızda bu alandaki bilimsel çalışmaların mesajları milli ve Milletlerarası ortamlara aktarılacaktır.) Derneğimizin buradaki hedefi, bu etkinlik ile uluslararası bir platform oluşturmak, bu konunun sadece bizim toplumun duvarları arasına sıkışıp kalmasını engellemek uluslararası ortamlara da iletilmesini sağlamaktır. Bunun gayreti içindeyiz. Bu nedenle, Türkiye’de akredite olmuş basın-yayın kuruluşları aracılığı ile evrensel mesajların ve bildirilerin dünya medyasına aktarılmasını arzu etmekteyiz. Sesimizi ancak basın-yayın aracılığı ile insanlığa, dünyaya duyurabileceğimizin bilincindeyiz. Konferans sonunda da ayrıca bir sonuç bildirgesi yayınlayarak tespitlerimizi ve isteklerimizi kamuoyu ile paylaşacağız. Aynı şekilde, sosyal medya aracılığı ile de sadece İstanbul’da 1 milyon, Türkiye de genel nüfusun %10’nu oluşturan Bulgaristanlı soydaşlarımıza, Bulgaristan’da ve Avrupa’da yaşayanlara da duyurulacak, konuşma içerikleri ve etkinlik fotoğrafları onlarla paylaşılarak bilinçlenmelerine katkı sunulacaktır. Ayrıca, bu toplantı sebebi ile, önümüzdeki Mayıs ayında Bulgaristan’da yapılacak olan AB Parlamento seçimlerinde özellikle kadın adayların ön plana çıkarılması konusunda duyarlılık oluşturulacaktır. Bu konferans, Bulgaristan’ki tüm siyasal partilerin kadın aday göstermeleri konusunda teşvik edici ve itici güç olacaktır.


Makale ve Analizler - 2019

65

Ülkemizde ise, “31 Mart 2019’da Yerel Seçimler” nedeni ile Bulgaristan Türklerinin varlığının hissedilmesi, Türkiye’de yaşayan, göçlerle 10 milyonu aşan Bulgaristan Türklerinin Türkiye’de oy bilinçli oy kullanmaları konusunda bilinçlenmeleri sağlanacak, uluslararası kazanımlarına yenileri eklenecektir. En büyük isteğimiz sesimizin ülkemizde ve dünyada duyurulmasıdır. Bu konuda siz değerli basın-yayın kuruluşlarının büyük desteğine ihtiyacımızın olduğunu özellikle belirtmek isteriz. Neden İstanbul: Sadece İstanbul genelinde 93 harbinden günümüze kadar göçlerle 1 milyonu aşan Bulgaristan Türklerinin etkisi büyük olacağı kanaatindeyiz. Bizim soydaşlarımız derneklerimizin kararına büyük ölçüde katılmaktalar. Yeter ki bizlerin açıklamaları insanlarımızın faydasına olsun bu güne kadar herkes kendi şahsi çıkarlarını düşünerek “günlük çıkar” peşinde koştular. Bizler bunu medya ve internet araçları bunun için güzel bir fırsat bizlerde elimizden gelen gayreti göstereceğiz. “diyerek bu sorunun cevabını verirken; 1-Sadece tarihi bilgi vermek değil, Türk Dünyasında bu günkü kadının yerini tespit etmek ve geleceğe yönelik hedeflerini belirlemek, 2- Bu etkinlik ile uluslararası bir platform oluşturmak, bu konunun sadece bizim toplumun duvarları arasına sıkışıp kalmasını engellemek uluslararası ortamlara da iletilmesini sağlamak, 3-Evrensel mesajların ve bildirilerin dünya medyasına aktarılmasını gerçekleştirmek, 4-BGSAM ve BULTÜRK’ün sesini basın-yayın aracılığı ile insanlığa, dünyaya duyurabilmek, 5-Önümüzdeki Mayıs ayında Bulgaristan’da yapılacak olan AB Parlamento seçimlerinde özellikle kadın adayların ön plana çıkarılması konusunda duyarlılık oluşturmak, 6-Bulgaristan’ki tüm siyasal partilerin kadın aday göstermeleri konusunda teşvik edici ve itici güç olmak, 7-Bulgaristan Türklerinin Türkiye’de oy bilinçli oy kullanmaları konusunda bilinçlenmelerini sağlamak, 8- Bu güne kadar kendi şahsi çıkarlarını düşünerek “günlük çıkar” peşinde koşanları ,çıkar gruplarının niyetlerini deşifre etmek, bunlara prim verilmesinin önüne geçmek, 9-Uluslararası kazanımlarına yenilerini eklemek hedefini göstermektedir.


66

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bize düşen, bu hayırlı etkinlikten beklenen faydanın elde edilmesine katkı sunmak, etkinliğin yapılacağı Bayrampaşa Belediyesinin Mehmet Akif Ersoy Kültür Merkezi’ni hınca hınç doldurabilmektir. Bize düşen, işin kolay olanıdır. Alt yapısı hazırlanırken bin bir fedakârlığa katlanan BGSAM ve BULTÜRK Yöneticilerini mahcup etmemektir. Konferansa katılacak akademisyen, uzman kişiler, emeklerine karşılık dolu ve dinamik bir salona hitap etmeyi tabi ki arzu ederler. Salon ne kadar dolu ve canlı olursa, onlar daha istekli ve verimli olabilirler. BULTÜRK Genel Başkanı Rafet ULUTÜRK ve ekibi, dur durak bilmeden insanlık, Türk-İslam ve HAK davası için çabalıyor. Son derece isabetli ve önemli konferansa iştirak etmek, teşvik etmek bize düşendir. Salonu daha önce etkinliğe katıldığım için biliyorum. Boş olunca sahneden hitap etmek son derece güçleşiyor. Peki ne yapalım? Her birimiz en 10 kişiyi bu salona getirebilirsek sanırım salon hınca hınç dolabilir. Sadece Yönetim-Denetim Kurullarında görevli fedakâr dostlarımız 10’ar kişiyi salona getirebilseler. 100×10=1000 (Bin) rakamına ulaşmak hayal değil. Bu demek değil ki, bu yük sadece Yönetim-Denetim Kurullarının işi, elbette “Hayır” Şahsen Düzce’den, uzak diyarlardan söylediğim rakamı birkaç kez katlayan sayıda seyirciyle orada olacağım inşallah. Halep uzakta olabilir, ama arşın burada, salonda buluşalım. Örnek olsun, iyi bir başlangıç olsun istemez misiniz? Selam ve saygılar Düzce’den…..


Makale ve Analizler - 2019

67

Bizi Türk Dünyasına Taşıyanlar Tarih: 04 Mart 2019 Hazırlayan: Neriman Kalyoncuoğlu Konu: Nazım Hikmet Silistre’de

(Silistre 1930 doğumlu emekli öğretmen Hakkı Boşnak’ın hatıralarından) Silistre şehri Kaza (ilçe) Parti Komitesi’ne çağrıldık. Benden başka Silistre Namık Kemal Türk Okulu müdürü Hüsnü Efendi, Silistre Müslüman Cemaati yöneticilerinden Ahmet Varnalı, Hacer Akifova da vardı. Kaza Parti Komitesi sekreteri Nikolof:

– Arkadaşlar, diye söze başladı, yakında, birkaç hafta sonra Nazım HİKMET Silistre’ye gelecek ve karşılanıp ağırlanması sizlerden oluşturduğumuz bu dört kişilik komisyon tarafından gerçekleşecek. Derhal çalışmalara başlayın ve programınızı hazırlayıp en kısa bir sürede onayımıza sunacaksınız, dediler. Komisyon üyelerinden en yaşlısı, Silistre Türk Müslüman Cemaati Başkanı Ahmet Varnalı:


68

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

– Nikolov yoldaş, dedi, Nazım HİKMET dünyaca ünlü bir komünist şair. 1951 yılında ziyaret etmişti şehrimizi ve şimdi bir daha onurlandırması çok sevindirici bir olay ve böyle değerli konuğun karşılanma görevini bize havale etmeniz beni gururlandırıyor, lâkin aslen Parti Kaza Komitesince yapılacak olan bu faaliyeti Müslüman Cemaati’ne ve iki Türk Okulu’na havale etmeniz biraz tuhaf değil mi?, demesiyle o gün bu gün hep daha kulağımda, unutamıyorum Parti sekreteri Yovço Nikolof’un çok düzgün bir Türkçe ile söylediği sözleri: – Varnalı, Varnalı, eyyy Ahmet Varnalı, dedi. Sen nerden bileceksin, bilemezsin zaten… Evet, doğru Nazım Hikmet çok büyük bir komünist şair ama 1956 yılı Macaristan olaylarında hiç kalemini oynatmadı. Kalem oynatmamasını bırak bir yana, daha da kötüsü, o Budapeşte olaylarının bir emperyalizm oyunu olduğunu kavrayamadı, daha da ötelere giderek,” Bir Komünist Partisi hata yaparsa, halk düzeltir” diyerek, düzen bozguncularını desteklercesine yan çizdi. Bunun için bizler, komünistler kırgınız Nazım’ a ve dediğim gibi bu karşılama töreni, Namık Kemal ve Mustafa Suphi Türk Okulları öğrencileri ve öğretmeleri ile Nazım’ın geldiği gün limanda, akşamı da Müslüman Cemaati binasında olup bitecek…Anlaştık mı arkadaşlar ?… 1957 yılı Mayıs ayının bir son cuma günüydü. Silistre Namık Kemal ve Mustafa Suphi Türk Okulları öğrencileri nefis kıyafetleri ile Silistre limanına renk atmışlar, söyledikleri şarkılarla bir bayram havası yaratılmıştı. Saat dokuz sıralarında beyaz martıyı andıran şirin deniz otobüsü rıhtıma yanaştı. “Hoş geldiniz” sedaları ve alkışlar içinde gemiden ilk inen Nazım Hikmet’ti. Bir elinde mantosu diğer eli havada bizi selamlıyordu… Karşılama protokolünün uzamasından, resmiyetten sıkılmış olacak belki, bir aralık orayı terk edip öğrencilerin arasına girdi, onlarla sarmaş dolaş: -Çocuklar, dedi, Sizi şöyle bir kucaklasam, kucaklayıp Anadolu’ya bir atıversem…Oralarda okulları olmayan kardeşleriniz var, onlarla bir haşır neşir olasınız…Siz çiçek demeti gibisiniz… Çocukları çok seviyordu şair, “çocuklar da şeker yiyebilsinler” diye haykırışını şiirlerinden biliyorduk.. Sonra kendisine tahsis edilen gösterişli bir fayton, neden otobüs değil diye defalarca sormuşumdur kendi kendime ve hep daha çözemiyorum… Tahsis edilen faytona bindik… Nazım Hikmet ve karşısına Rus doktor hanımı, Parti sekreteri, Nikolov ve ben, tercüman olarak oturduk, şehrin içinden geçtik. Bilenler, işitenler, görenler durup alkışlıyorlardı… Şair planımızı sormuştu ve her şey altı üst oldu…


Makale ve Analizler - 2019

69

Beni otele değil, Küçük Mustafa’ya götürün, dedi. Oraya vardık. Küçük Mustafa dedikleri Silistre’nin güney batısında, yemyeşil bağlar, meyve ağaçlarıyla süslü yüksekçe bir tepe, mesire gezi alanıdır. Osmanlı zamanından kalma ve Romen idarecileri tarafından onarılmış bir hükümet konağı binasının yanı başında şirin bağ evleri vardı buralarda ve şehir yeşillikler içinde yüzer gibi görünüyordu aşağılarda…Öğle güneşi, Nazım’a otur diye davetiye çıkarır gibi, yeşil çime serilmiş, ayaklarımız altında Tuna sakince akıyor, doğu tarafımızda Mecidiye Tabiye kalesi yüksek taş duvarları ile bize el eder , yüz yıllar ötesinden seslenir gibi duruyordu.. Nazım Hikmet birden: – Buraya, Küçük Mustafa’ya ikinci defa geliyorum, dedi. Dünyada gezip dolaştığım yerlerden ikisi bende derin izler bıraktı. Biri, Venedik şehrinin gecesi, su, ay, yıldız, ışık, karanlık ve diğeri de şu Silistre’nin Küçük Mustafa’nın gündüzü…İşte şu kuzeye doğru gözün gördüğü yerlere kadar düzlük, ağır ağır kıvrım kıvrım akıp giden bizim Tuna, yeşillik, bağ bahçe, küçücük bağ evleri, serince esen rüzgâr ve Mecit Tabya…Eh o Mecit Tabya!… Namık Kemal Sofya’da iken, dedesiyle bu yerleri gelip görmüştür, bu havayı soluyup ciğerlerine doldurmuştur, bu eşsiz güzellik esir etmiştir de çocuk ruhunu rastgele mi haykırdı “Vatan Yahut Silistre” diye….Şimdi buradan kalkıp, İslâm Bey’in Manastırlı Zekiye’ye anlattığı o Arap Tabya ’sına gidelim…Orada, suyu şifalı çeşmeyi görelim, dedi Mecit Tabya kalesine vardık. Nazım Hikmet kale duvarlarının yosun bağlamış taşlarına dokunuyor,” Ah Namık, Namık” diyor r mırıldanıyor, muhakkak vatan şairi Namık Kemal’i düşünüyor, eliyle kuzey doğu tarafını göstererek, heyecanlı bir sesle: -İşte, diyor, orası Arap Tabyası… İslâm Bey düşmanın cephaneliğini orada havaya uçurdu, orada yaralandı vatan için, vatan için mermisi orada bitti, kılıcı orada ikiye bölündü düşmanla çarpışırken… Koca şair bir huşu ve uhuvvet içinde durup dururken, birden bire göğsünü tuttu, bakışı bir tuhaf oldu, donakaldı eğilerek. Doktor Hanım koştu, telaşla Rusça bir şeyler söyledi şairi kınar gibi. Nazım’ı usulca yere oturttu, çantasından bir takım ilâçlar verdi. Biz refakatçılar korktuk… Şairin o koca kalbi dayanamıyordu artık sınırsız heyecanlara… Zaten sağlığının İyi olmadığı biliniyordu… Biraz rahatlanıp bir müddet dinlendikten sonra: -Boş verin çocuklar, dedi. Bazen olur böyle şeyler… Biz yolumuza devam edelim…


70

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Silistre’nin doğusunda, Romanya sınırı üzerinde o tarihi çeşmeye doğru yola koyulduk. Faytoncu ve atlar sabırlıydı. Akşamı Silistre Türk Cemaati folklor ekibinin gösterisi vardı. Çok mutlu ve neşeli görünen Nazım Hikmet: -Soydaşlarım, aranızda çok mesudum. Anadolu’da gibi hissediyorum kendimi, dedi. Ama yorgun bir hali vardı. Besbelli hastalığı, kalp ağrıları onu boşlamıyordu. Şurup istedi, limonata getirdiler, beğenmedi. -Ben sizden Türk Şurubu rica ettim, dedi. Ve her marifeti ile ünlü, gönlü geniş, ayağı tez, eli çabuk Silistreli Kalaycı Hüseyin bakırcılar çarşısındaki dükkânına koştu, şurup getirdi. Pek mutlu görünen Nazım Hikmet sohbet esnasında, ön sıralarda oturan bir kıza ne iş yaptığını sordu. Zebure adlı o kız: -Namık Kemal Okulu’nda “drujinna rıkovoditelkayım,”dedi… Nazım Hikmet: -Kızım, bizim dilimizde böyle bir kelime yoktur, deyince araya Ahmet Varnalı girdi: -Nazım yoldaş, bizim okullarımızda öğrenci teşkilatları vardır. Kızımız Zebure, okulda böyle bir teşkilatta yöneticidir… -Öyle ise, rehber öğretmen deseniz ya, dedi. Türkçemiz zengindir, güzeldir, vazgeçilmezdir dostlar… Folklor ekibinin gösterilerinden sonra, dar bir çevrede akşam yemeği esnasında Ahmet Varnalı: -Nazım yoldaş, dedi. Şayet bir gün, Türkiye’de Komünistler idareye gelirse, Atatürk’e karşı tavırları nasıl, münasebetleri ne türlü olacak? Ne gibi, nasıl bir tutum sergilenecek? Nazım Hikmet içerdeki bizleri hepimizi dikkatlice süzdü ve: -Varnalı, seninle bir dostluğumuz var 1951’lerden beri…Dost acı söyler, doğru söyler, dedi…Biz kim oluyoruz da, Ata’yı değerlendireceğiz… Ondaki o cevher, o yürek, o ciğer, o ciğerin çeyreği, çeyreğinin çeyreği yok bizlerde Varnalı… Konuşulanlara bakma sen… Ata’yı Türk milletinin gönlünden kim söküp atabilir? O, herkesten çok, hepimizden çok yaptı yapacağını bu Vatan için…Buradan ötesini biz devam ettireceğiz…. Dinliyor musun Varnalı?… silistre eski ile ilgili görsel sonucu


Makale ve Analizler - 2019

71

Atatürk’ün adı öyle rastgele, yerli yersiz ağıza alınacak ad değil… Ve Nazım Hikmet 1957 yılının Mayıs ayında Silistre’de bir gece konaklayıp, ertesi günü, karşılandığı gibi yine sesiz sedasız Silistre limanından uğurlandı. Ayrılırken tek tek sarmaş dolaş olduk… O, nehir otobüsüyle İsmail, İbrail, İsakça, Tulça gibi Türk adlı şehirlerden geçerken yaralı yüreği kim bilir nasıl çarpacak, neler düşünecekti?…Sovyetler Birliği’ne doğru uzun ve nihai bir yolculuğuna devam ediyordu. Türk Dünyası Şair ve Yazarı Galip Sertel Yıl: 2019


72

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Hayaller Dünyasında Boğuşuyoruz

Tarih. 04 Mart 2019 Yazan: Hamiyet ÇAKIR Konu: Bulgar halkı 141 yıldan beri zihinsel travma yaşıyor. Bulgaristan Cumhurbaşkanı R. Radev 3 Mart arifesinde yaptığı konuşmada 1877-1878 Rusya İmparatorluğu – Osmanlı İmparatorluğu Savaşının Bulgaristan’da yürütülen çarpışmalarında 220 000 (iki yüz yirmi bir) “Rus Askerinin Bulgaristan’ın kurtuluşu için can feda ettiğini” söyledi. Bu rakam, 2018 yılında 3 Mart törenleri için “Şipka Tepesi” kutlamalarında konuşan Rusya Federasyonu Doğu Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu K. Gundaev tarafından da ifade edilmişti. Bu yılki kutlamalara Rusya’dan devlet ve kilise heyeti gelmedi. Sofya resmi törenlerine Rusya Büyükelçisi katıldı, fakat 4 Mart 2019 günü Rusya Federasyonu Başbakanı Medvedev Sofya’ya uçakla indi. Yazımı yazarken bu ziyaretin neticeleri henüz masaya yatırılmadığından, BulgarRus ilişkilerinde yeni düğümlere işaret etmezden önce, çok önemli kabul ettiğimiz olayların derinliklerine bakmaya devam ediyoruz. İrdelemek istediğimiz konuda, Bulgarların kafasında (sıradan insanların zihinlerinde tasarlanan, canlandırılan, gerçekleştirilmesi özlenen şey, düş, simge, hülya, hayal) üzerinde duracağız. Şöyle ki 141 yıllık tarihlerinde bu gül kokan, mesh eden pembe hülya Bulgar halkını aforoz etmiştir. Bu durumu gören Bulgaristan Türk aydınları kaleme, sağ eli geçmişimizde sol eli geleceğimizde halk ozanlarımız saza sarılınca “düşman” bilindiler, halkı uyandırmalarından korkanlar zulme başladı ve göçlerin ardı arkası kesilmedi. Bu arada araştırmacı yazar İvo İncev ve Anton Todor da “Bulgar özlemini” eserlerinde anlattılar. Toplumun parçalanmışlığı derinleşti ve gerçeği öğrenmek isteyenler çoğaldı. Her şeyin yalan olduğuna vurgu yaptılar. Bilirsiniz, bizim göçler sel gibi oldu ve beraberinde her defasında “özlenen şeyi düşünme hastalığına” yakalanmış ve zihinleri aforoz olmuş kardeşlerimizi de ana-vatana getirdi. Kendileriyle ilgi kesilse de, onlar hep çalımlıydılar. Ben onları dünkü gün yazdığım yazımda “kravatlılar” değimiyle süsleyerek anlatmaya çalıştım. Kendilerini haklı çıkarmak için “ Bulgaristan’da herkes gibi biz de pastırma fıçısı içindeydik, tuzlanmış olmamız doğaldır” sözleri günahlarını asla aklayamaz. Çünkü ilgisizlerin tövbesini Allah kabul etmez!


Makale ve Analizler - 2019

73

141 yıl sonra 3 Mart Bulgar tarihinde bir küflü düğümdür. Belki de “Bulutsuzluk özlemi” desem çok daha isabetli olur. Daha doğrusu “Bulgarları mutlu yaşatan bir hayal” ve insanlar yalana alıştırıldıklarından, maskelerin düşmesinden korkuyorlar. Hayal perezler kaderlerinin yeniden yazılmasını istemiyorlar. Geri dönmek istemiyorlar, özlerine dönerken bile, kendi özlerine değil, başka bir öze, özledikleri ümide geri dönmek istiyorlar. Bu çok acı bir gerçek aslında… Son 30 yılda “Plevne Savaşı” ve “3 Mart 1878 San Stefano Protokolünün imzalanması” ile ilgili Bulgarca 20 kitap çıktı. Bunlar genelde bu savaşa katılanların Rusça anlatımlarından çevri eserler. Bulgar milli bilincini uyandıran ve örgütlemeyi vatan davası eden Vasil Levski, Hristo Botev, Sava Rakovski, Lüben Karavelov, Zahari Stoyanov ve diğer komitacı ve havailerden hiç biri yaşlılıktan ölmediğinden dolayı, gerçekleri yazma açısından Bulgar zihninde çok uzun bir durgunluk devri yaşandı. Şimdi başa dönelim ve ilk büyük yalanın maskesini çekip alalım. Rusların 141 yıldan beri “Sizi kurtarmak için Osmanlıya savaş açtık ve 220 bin kurban verdik” yalanından “Kurtarıcınız biziz” yalanı ve ardından da “siz bize ebediyen borçlusunuz!” yalanı geliyor ki, bu da “Bulgaristan Moskova’ya bağımlı köle durumunda bir ülkedir” iddiaları savunuluyor. “93 Harbi” ndeki ölü ve yaralılarla ilgili Rusya İmparatorluğu Tuna Ordusu’nun zayiatıyla ilgili hazırlanan resmi raporda şu rakamlar yer alıyor. Toplam ölü sayısı 67 000 kişidir. Bunlardan 11 905 kişi cephede ölmüş, 49 000 kişi hastalıktan kırılmış diğerleri de sakat dönmüştür. Ölüler arasında birkaç bini Leh asker ve subayı, bin kişi de Finlandiyalı askerleridir. Can veren subayların üçte biri Leh asıllıdır. Moldova ve Ukrayna’dan toplanan yerli Bulgar “gönüllülerden” 6 bini cephede kalmıştır. Belirtmek istediğim, Bulgar Cumhurbaşkanı Radev, Rusya Federasyonu Başpiskoposunun 2018’de “Şipka” tepesinde vurguladığı yalanı, 2019’da Sofya’da tekrar etmiş olmasıdır. 3 Mart 2019’da “Yeşil Köy” Geçici Barış Protokolü” nü hazırlayan ve imzalayan Rusya’nın İstanbul Büyükelçisi Graf İgnatiev, Bulgarların kafasına asla gerçekleşmeyecek bir umut telkin etmeyi başarmıştır. Bu, Karadeniz’den Ohri’ye “Büyük Bulgaristan” kurma yalan umududur ve bugünkü Bulgar siyasetini de belirleyendir. Herkesin bildiği bir gerçektir ki, Cumhurbaşkanı Radev, Makedonya’nın bağımsızlık ve egemenlik sınırlarını çizen “Kuzey Makedonya” ismini kabul etmediği gibi, ülkenin egemen bir devlet olarak NATO ve Avrupa Birliği’ne üye olma çabalarına da olumlu bakmamıştır.


74

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu ukde, 1945 yılında Sırbistan ve Bulgaristan arasında Balkan Federasyonu kurma planlarına temel olmuş, Stalin “olmaz” deyince de bozulmuştur. Bugünkü “Batı Balkanlar Projesi” de aynı hayalin erişilmez son ufkudur. Bu ay, Bulgar basını ve sosyal medya Rus askerlerin “kurtarıcı mı?” yoksa “Bulgar halkını soyan ve zulmeden çapulcu sürüsü mü?” olduğu konusunu hararetle tartışmaya devam ediyor. Bir defa Bulgaristan 3 Mart 1878’de Osmanlı devletinden koparılmamıştır ve Berlin Kongresi (1878) kararlarına göre Bulgar prensliği Osmanlıya bağımlıdır, Sultana vergi ödeyen bağımlı bölgedir. Bulgaristan bağımsızlığını 22 Eylül 1908’de ilan etmiştir. Kitaplara geçen ve 10 kutu içinde, bin çarşafa sarılmış gerçekler ortaya çıktıkça ilk önce “Rusofil” sözünün özü açılacaktır. Rus devlet kayıtlarında “Rusofil” (Rusya’yı seven) kişi şöyle tarif edilmiştir: ”Rusya İmparatorluğu Maliyesindeki Giderler Cetvelinde ismi olan kişidir.” Yani bu kişilere Rusya Çarlığı maaş ödemektedir. Rusya İmparatorluğu Tuna Ordusu’nun Bulgaristan’a girmesiyle kiliselerde çan çalan, ayin okuyan papazların hepsinin Rusya istihbaratına maaşla bağlı olduğu açıklanmıştır. Bulgar okullarında milli şairlerden biri olarak okutulan P.R. Slaveykov, 1877’te Şipka Tepesinde kurulan Rus General Skobelev’in karargâhında maaşlı tercüman ve kâtiptir. Savaşa katılan Rus Yazar Dobkin, “Bulgaristan’dan Mektuplar” eserinde Rusların Bulgarlara çok kaba davrandığını, erkekleri öldürüp kadın ve kızlarla izdivaç ettiklerini yazıyor. “Bulgarlar çok aptal bir halk”, onların kafasına ve sırtına her gün 200-300 kam-şık azdır, dedikten sonra, onlar için en iyi olan kam-şıktır” sözlerine yer vermiştir. Graf İgnatiev’in Bulgaristan hatıratında, Tuna Ordusu, Zistovi (Sviştov) üzerinden Bulgaristan’a girerken gördükleri evlerden, bağ ve bahçelerden, koyun ve sığır sürülerinden dudak ısırdığını yazdıktan sonra, kasabanın son evlerinde yaşayan bir Bulgar hayvanlarını meraya çıkarırken Rus subayın seçtiği bir düveyi vermeyince, Rus kılıcının tek vuruşta Bulgar’ın kolunu kaydırdığını anlatıyor. Bu savaşa er olarak katılan Vereyçagin, günlüğünde, Kazak ve Rusların Bulgar köylerinde tavuk, ördek, kaz, küçük ve büyük baş hayvan hırsızlığını anlatıyor.


Makale ve Analizler - 2019

75

Bu savaşta askeri sağlık personelinden olan hemşire Duhonina, not defterinde, “gittiğim her yerde Bulgar köylülerin Ruslar’dan kat kat iyi ve zengin yaşadığını gördüm” cümlelerini kaydetmiştir. Bir askeri doktor olan Balkin, 1877’de Rusçuk (Ruse) yöresinde bulunan Blaya kasabasında bulunmuş ve Bulgar köylülerin kendi evleri, tarlaları, tarım araçları ve ev hayvanları olduğuna vurgu yapmıştır. Saldırgan Rus İmparatoru Ordusunda muhasebe ve maliye işlerinden sorumlu Mihail Grozin Kimf ise, savaştan sonra da Bulgaristan’da belirli bir süre kalmış ve bazı araştırmalar yapmıştır. O, Bulgar tarımsal üretimiyle ilgilenmiş, Bulgar köylüsünün ektiği her buğday tanesinden 50 tane elde ettiğini, Rusya’da ise bunun 2 tane olduğunu, Osmanlı köylerindeki ineklerin “büyük” olduğunu, Bulgar köylülerin her yıl kurbanda İstanbul pazarına 2 milyon koyun indirdiğini vs yazmıştır. Tüm bu gerçekler, Rusya diplomatları ve siyasetçilerinin Bulgar halkının gerçek durumunu değerlendirdikten sonra, bu bilgileri ve izlenimleri amansız bir Osmanlı ve Türk düşmanlığı körüklemek için kullanılmışlardır. Asla erişilemeyecek bir hayali ufuk yaratılmıştır. “Osmanlı Köleliği”, “Büyük Bulgaristan”, “Ebedi Rus himayesi”, “Türklerden kurtulma”, “İslam’ı yasaklama” vb değişik yalanlarla hayali hedefler belirlemiştir. Bu tablo 141 yıldan beri duvardadır. Bu düşmanlık Müslüman Türklerin zorla asimile edilmesine kadar uzanmıştır. Osmanlıda uyanan Bulgar milli bilincini baltalayarak yerine pembe hayaller umudu sıkıştırılmış ve bunu bu gün de besliyorlar. Günümüzde Bulgaristan ile Rusya ilişkilerinde maskeler indikçe gerginlik artıyor. Başbakan Medvedev’in Sofya ziyaretinin bu gibi boş hayalleri beslemeyi hedeflediğine kesin inanıyorum. Konumuza devam edeceğiz. Okuyanlar, paylaşsınlar, anlatsınlar, tartışsınlar. İlginize teşekkür ederim.


76

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

DOĞU VE BATI

Tarih: O5 Mart 2019 Hazırlayan: Nedim AKIN Konu: Bulgar yakın Geçmişi bu güne ne kadar çok benziyor. Yanko Yankov 20 Kasım 1900 yılında Petriç’te dünyaya geld. O yıllarda Petriç Osmanlı İmparatorluğuna bağlıydı. Bulgar Hegelcilerinin temsilcisidir. “İnsan ve Süper İnsan” konulu doktora tezini Almanya’da savunmuştur. 1934 yılından sonra Almanya’da yaşamış ve Berlin Üniversitesinde Bulgaristan’ın Kültürel Tarihi konusunda konferanslar vermiş yazılar yazmıştır. 14 Şubat 1945’te Müttefik Güçler uçaklarının Drezden’i bombalaması esnasında ölmüştür. Doğu ve Batı – 1933’te yazılmıştır. 1.Bizim politik ve manevi hayatımızda en fazla eksik olan tarihsel düşünebilmedir. Bulgar ruhunun kendi yaratıcı güçlerini ifade etme biçimleri nasıl olursa olsun, onun hareketini gerekçelendiren ne olursa olsun, Bulgar maneviyatı her zaman iç gereksinim ve devamlılık duyumsamadan tesadüf eseri olarak gelişmiştir. Hayatın tarihsel anlamının bilincine varamadığımızdan dolayı olmasa gerek; dünyanın tarihsel kaderi olduğuna inanmadığımızdan ötürü de değil; hayatımız yaprak salmazdan önce sararıp solduğundan; her yeni ve hayat taşıyan atılımı kin ve hıncın boğduğundan dolayı da olmayabilir; öncelikli olarak, bizim bir ortak tarihsel hedef oluşturamadığından dolayı olacak yaşayan en tarihsiz halk biziz. Her bir milli organizmanın şeklini belirleyen, belirli bir yolda gelişmesi gereken bir organizmanın güçleri ve olanaklarına ilişkin tarihsel bilinçten başka hiçbir şey olamaz. Önünde herhangi bir yol göremeyen, başına gelen felaketlerin, kendi keşmekeşinin, kendi kişiliksizliğinin baskısı altında var olmaya devam eden bir halk, yok olmaya mahkûmdur. Bizi kader belirleyen bir zaman kesiminde yaşıyoruz. En nihayet zaman ve uzamın değişe bildiği bir ortamda, onların ikisiyle birlikte sosyal yaşamın, duygusallığın ve fiziksel dünyanın yasalarının da değiştiği ve iki çağın tam arasında, çaresiz panikleme ortamında, biz korku nedir bilmeyen atalarımızın torunları, kendimize yol bulamadan ortada kalmış duruyoruz. Yeni dünya tarihinde en korkunç zamandır bu. Kasırgalar, sosyal politik ve sosyal olmayan bilincin dünya görüşlerinin hepsini kökünden ırgaladı. Şimdi insanın özü ve anlamı, büyük kent, soyup soğana çevrilmiş ve hiçliğiyle yaşayan kitlesel işsiz, çarpılan ahlakın büyülenmiş düşünü işlevleri, bugüne kadar bilim adamı olanın esnaflığı, bu-


Makale ve Analizler - 2019

77

güne kadar eğitimci olanın, önderlerin büyük buyruğu, milli ve kahraman kişinin uyanması yeni değer arıyor. Halkımız daha önce, hatta yabancı boyunduruğuna düştüğü devirlerde bile, hiçbir dönemde böyle bir yolsuzluk içine düşmedi. Bu bir rastlandı değildir. Olanın kökleri dünde değildir. Bu çok eskilerde hazırlanmıştır. Bizim kültürel ve politik yaşamımız en şiddetli rüzgarların hızıyla bu yolsuzluğa, Bulgar milli bilincinin şimdiki bunalımına doğru yönelmiştir. Tüm bunların başat nedeni bugünkü ekonomik ve manevi çaresizlik değil, Bulgar halkının kaderini yönlendirdiklerini sananlarda tarih bilincinden iz bile olmamasıdır. Bütün feci durumun kaynağında olan, bizim etkinliklerimizin hepsindeki tarihsellik eksikliğidir. Bir rastlantı eseri, ilkeleri hiçe sayarak, yaratıcı gelenekleri olmadan, halkın gerçek ve doğal yapısına ilişkin hiç bir şey duyumsamadan gelişen bir politika varsa, işte o Bulgar politikasıdır. Bizim politik hayatımızda öncülük eden birinin olmamasını ancak tarihsel eksikliklerimizde görmeliyiz. Çünkü öncülük her şeyden önce bir ulusun tarihsel perspektifi (derinliği) ve onun Mesih kahramanlığında gizlidir. Kısaca söylemek gerekirse, Osmanlıdan ayrıldıktan sonra, geleceğimizle ilgili belirleyici olan tarihimizin ve programımızın olmaması sayesinde biz çağdaş dünya yaşam sürecinde gereksiz olduğumuz hissini geliştirmişizdir. Yurtsever (milliyetçi) duygularımız ne kadar yüksek olursa olsun, milli efsaneye inançtan ve onun şu dünyada ne pahasına olursa olsun muzaffer olacağından kaynamıyorsa, yalnızca bir hayaldir ve hiçbir anlam taşımaz. Ve biz en nihayet kendi kendimizi anlamak istiyorsak ve her halkın içine düştüğü var ile yok arasında, derme çatma bir yığına, topluluğa benzediği durumdan kurtulmayı amaçlıyorsak, ileri bakıp hangi yolu seçeceğimize karar vermek zorundayız. Bizim tarihsel yararlılığımız böyle bir ruh hali oluşturmakla başlamalıdır. Bir milli bünye olarak varoluşumuz ve bizim uyanışımız ancak o zaman yeniden başlayacaktır. Hangi yolu seçelim? Bu soru bugüne kadar böyle bir kararlılıkla hiçbir yerde ve daha önce masaya yatırılmamıştır. Çünkü bu güne kadar bizim Bulgar tarihi felsefemiz yoktu. Çünkü bu soruya şimdiye kadar ancak pedagojik, ahlaksal ve tutuculuk açısından bakılıyordu. Bu sadece politi-


78

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

kamızı ilgilendiren bir problem değildir, Kültürümüzü ve milli yaşayışımızı da ilgilendirir. Her şeyden önce şunun bilinmesi gereklidir. Biz başka bir halkla özdeştirilebilecek bir halk değiliz. Biz, birincilimiz ve özelimiz olan kendi başımıza kendimizi temsil edebilen bir halkız. İslav dünyasına ne kadar yakın olursak olalım, Biz sözün gerçek anlamında İslav olmadığımız gibi, Batı halklarından her hangi biri de değiliz. Doğu ekstatikası ile ortak bir şeyimiz olmadığı gibi, Batı uygarlığının mekanik formalizmiyle de dokunma noktamız yoktur. Ne mistik ne de rasyonel başlangıç Bulgar ruhunda öz değildir. Bundan dolayıdır ki, problemimiz Doğu ile Batı arasında dolaşandır; o gizem dünyasıyla örtüşmediği gibi, bilgi dünyasıyla da örtüşmez; o ne Tanrısal nede İnsansal, ne yalnız ruhsal ne de sadece maddi bir andır. Biz, ne bir çöl yaratığı ne de hayatın tutsaklarıyız, gökyüzünün başlangıcı ile dünyanın başlangıcı arasındayız. Kuşkusuz bizde de yaşayan İslav güçleri vardır. Onlar, kadar güçlü olursa olsunlar, üzerimizde birincil etkileri yoktur ve bizim bundan sonraki gelişmemiz üzerinde belirleyici olacak etkide bulunamazlar, çünkü organik olmadıkları gibi, bizim birincil özsel özelliğimizden değillerdir. Bu güçler bize irsi olmayan yoldan (kalırım yoluyla) gelmiştir. Boş verip İslav olduğumuzu düşünsek, biz bugün İslavlardan ne bekleyebiliriz ki? İslav Krallığı neresidir? İslav’lık dediğimiz, bir soyutlamadan başka bir şey değildir, ancak tarihte yaşamı ve gerçekliği olan bir tarihsel sofik düşünce kategorisidir. Doğu’nun kalbi kendini İslav hissetmez olmuştur. Bundan dolayı biz İslav Doğu’dan kurtuluş bekleyemeyiz. Bu yanlış olur. Geleceğimiz için başka bir derinlik aramak zorundayız. Osmanlıdan sonra biz Rusya’ya yalnız dıştan dışa ayak uydurmaya çalıştık. Bulgarlardan bazıları İslavların gönüllerinin boş, mantıksız ve özde çelişkili olduğunu anlayabilmek için onlara gerektiği kadar yaklaşabilmiş olabilir. Yalnız Bulgarlar değil, Batı dünyasında yaşayan başka biri de, başka bir insan için erişilmez ve çözülmez olan kendi içine kapanmış yaşayan İslavları anlayabilmekte ve bu gerçekleri görebilmekte güçlük çekebilir. Batıya gelince? Öz bilincimiz probleminin en karmaşık yanına burada dokunmuş oluyoruz. Çünkü politik kurtuluşumuzun daha ilk başlarında Avrupa medeniyet biçimleri bizde etkili olmaya başladı. Politikada ve kültürde, kurumlarda gelenek oluşturulmaya başlandı, yeni dünya görüşü, eğitim ve öğretim programları Batıdan alındı. Fakat bu sorumsuz ve hatta gülünç bir biçimde yapıldı. Özellikle onun klasik ve romantik çağında izler bırakan Batı ruhunun etkisinde belki de hiçbir zaman sıyrılamayacağız. Bizim metafiziğimizin ve müziğimizin, eğitim kurumlarımızın örgütlenmesi ve bi-


Makale ve Analizler - 2019

79

çimlenmesinin, kişiselliğimizin sanat aşkının, sanat bilincimizdeki eleştirelliğin Batıdan geldiğini tanımak zorundayım. Biz Batı kültürüne minnet borçluyuz. Ne ki, bu minnettarlığımız ne kadar büyük olursa olsun, ilk Rus etkisi gibi, Batı etkisi de, Bulgar ruhunun kendi ayakları üzerine sapa sağlam basamamasına ve kendinden sorumlu yolda emin ilerlemeye başlaya bilmesine en büyük engel oluşturmuştur. Batının bizde kendi düşünce ve maneviyat derinliklerinden çok daha fazla teknik etkide bulunmuş olması dikkate alındığında, tarihsel bakımdan bilincimizdeki kaotiğin güçlenmesinde Batı tesiri de Rus etkisi kadar rol görmüştür. Aydınlarımızın tarihi yabancı etkisinden faydanın zarar kadar büyük olduğu ile mutlaka yüzleşecektir. Kuşkusuz yeni hakların hepsi işe etki, taklit ve ortaklaşmayla başlar. Ne ki batının büyük şehirlerine akın eden aydınlarımız, tekniği ve medeniyetin ruhuyla tanışmazdan öncekinden çok daha saf, aptal ve gülünç döndüler geri. Batıyı gerçek algılamanın yolu başkadır. Batıya ayak uydurmanın ve onunla yararlı alış verişte bulunmanın yöntemleri de tamamen farklıdır. Bu, milli öz bilinci yükseltme ve ehlileştirme adına, iç dünyamızda kaynayan, bizim soy yaşamımızın güçleriyle kaynaşanlarla olmalıdır, kopyalamakla, çalma kapmayla asla değil. Biz Batı medeniyetinden çalarak günümüzün ulusal sorunlarını çözemeyiz. Kafası karma karışık olan Avrupa, gözlerinde alev parlamayan, çok çirkin ve kamburu çıkmış bir Tarıçayı andırıyor. Tarihin bütün fırtınalarının harman dövdüğü eski kıtada bugün dinsiz, dogmasız, dayanaksızdır. Son yoluna giden bir kıtadan ne bekleyebiliriz. Orada hayat cebir, özgürlük şiddet olalı çok olmuş. Biz bu Avrupa’dan bir şey bekleyemeyiz, ancak cenazesine gideriz. Ve işte böyle, biz iki dünya arasına sıkışmışız ve ne İslav Doğusundan ne de ılımlı Batı hakları toplumundan yardım bekleyemeyiz. Bir tek yolumuz kaldı. Kendi özümüze dönüş yolu. Barbarlığın bedelini ödeme yolu. Kendi kurbanlarımızı verme ve kendi zaferlerimizi kutlama yoludur bu. Kavmimizin gerçek derinliği ve ufku açısından bu yolun önemi şu olabilir: Bu yol aydınsa ve kararlılıkla çizilmişse ve Bulgar ruhunun şaşmaz yolu olarak izlendiğinde başarılı olabiliriz. Bu yol, ancak ve yalnız bir tarihsel derinlik ve ufuk olarak bizi daha aydın ve daha da aydınlanacak günlere götürecekse… Bir halk uyanmaya başladığında, işe tarihsel olarak kendi Kimliğini bulmaya yönelmekle başlar. Ve bizim milli irademizin ifadesi aranıp bulunmalıdır. Bu uydurma, yalan bir teori, bir politik inanç olamaz. İslavcılığın mistik dünyası ve Batı insanının entelektüel mekanizması ile hiçbir ilintisi olmayan, kavmin iç özelliklerinde, kozmik ilk anne özünde koşullanmış,


80

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

daha sonra kültürel politikasında ve arı Bulgar ırk bilincinde düğümlenmiş olandır. Öz olarak Bulgar ruhu putperesttir. Bu anlamda o yasal olan işe anarşinin, bilgi ve duyumsamanın, İslav ve Batı başlangıcın sentezidir. Bundan dolayıdır ki, onu ne German veya Kuzey-Got kültürüne, ne de Roman ve klasik bilince dahil edebiliriz. Bundan dolayı onu tarihsel-felsefi düşüncenin kategorilerinden her hangi birine katamayız. O birisinden ve ötekisinden daha fazladır, çünkü bunların ikisi de onun suyunda vardır ve er ya da geç uyanacak ve meyvelerini verecektir. Bulgar dirilişinin tüm güçleri bu dahi sentesin içinde gizlidir. Ne var ki bizim burada tartışmaya açtığımız sorun ruhun bu Batı İslav yapılanışı fikriyle kesin çözüm bulmuyor. Her şeyden önce bu problem gündem olmalıdır. Bu sorunun çözümü aydınlarımızın hepsinin gücünü seferber etmelerini gerektirebilir. Bulgar halkının yeni çağı böyle açılabilir. O yeni bir ruhsal ve politik güç olarak tanımlanabilir. Bulgar halkı kadim bakire, henüz sözünü söylememiş bir halktır. Yeni tarihimiz kendi özümüzü algılamamızla bundan böyle başlayacaktır. Metne sadık kalınmıştır.


Makale ve Analizler - 2019

81

İyi Komşuluk Aranıyor

Tarih: O7 03 2019 Yazan: Dr. Nedim BİRİNCİ Konu: 3 Mart gelip geçti. Vatan tartışmaları başladı. Pazarda olmayanı ve satılmayanı arayıp bulmak zor! Bulgar pazarında “iyi komşuluk” aradım. Ne dökme ne de paketli bulamadım. Oysa arayan bir tek ben değilmişim. Bulgarlar kendileri de yerde gökte iyi komşuluk arıyorlar. Bu konuda ilk anket de yapılmış ve “Türklerle iyi komşuluğa, ne dersiniz?” sorusuna % 60 olumlu cevap gelmiş. Çok kesin bir şekilde olmak üzere„ Türklerin komşuluğunu istemeyenlerin öncelikle ve başlıca Birinci Dünya Savaşından sonra Bulgar topraklarına ve Varna ve Burgaz yöresine yerleştirilen göçmen Bulgarlar olduğu ortaya çıktı. Düçmanlıkların başlıca VMRO – İç Makedon Devrim Örgütü ve güya “Bulgaristan’ı Kurtarmak için Milli Cephe” partisi ile 20-25 aşırı milliyetçi dernek ve hareketin etkisiyle kızıştığı kendini gösterdi. “Volya” partisi de öncelikle Varna bölgesinde “Türk Düşmanlığı” temelinde örgütlenmiştir. Bu inceleme Bulgar Bilimler Akademisi Demografi ve Yabancılar enstitüsünde yapılmıştır. İyi komşuluk nerede olgunlaşır diye düşündüm. Daha önce bu konuyu işleyenleri bulamadım. İlk cevap bizden oldun: Gönüllerde… Tuhaf olsa bile, şimdiye kadar yerli Türklerle dostlukları ve iyi münasebetleri çöplük haline getirenlerin, kendi irade ve elleriyle yarattıkları hurdalıkta bir lale açtığını görünce, dillerini yutması dikkat çekti. Güzele uzananlar, güzelin geçtiği yolun uzunluk ve sarplığından ilgilenmiyorlar. Toplum çiçeklerinden en güzeli iyi komşuluk olabilir.. Hele de özellikle İYİ KOMŞULUK ÇİÇEĞİNİN vatanıma bizimle geldiğini düşündükçe gönlüm şerefleniyor. Gurur duyuyorum. 1984-1989 zulüm devrinde İYİK KOMŞULUK ÇİÇEKLERİ yolunmuş, İYİ KOMŞULUK İLİŞKİLERİ soldurulmuştu. Bulgaristan Müslümanlarıyla ilişkiler koparıldı. Minnettarlık, yardımlaşma, hoşgörü ve iyi komşuluk ilişkilerini hayat hakkını kaybetti. Bizim olan her şey buzdolabına, doğrudan derin dondurucunun en dibine depolandı. 3 Mart 2019 geçti. Bu sene, Koca Balkan’ın “Şipka” Tepesinde dalgalanan en büyük bayrak Ukrayna’dan getirildi. Lugans asileri BÖLÜCÜLÜK BAYRAĞI dalgalandırdılar. Bu bayrak ay yıldızlı olsaydı veya terörcü bir


82

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

gücün bayrağını bir Türk dalgalandırsaydı, bak sen olana… Bulgar savcılığı Lugansk grubunun bayrağını açanları aramıyor, tutuklamadı. Bulgaristan’da iri Rus anıtları 400 iken, Rus sokak, meydan, okul, kulüp vb atlarını bir araya toplasak 100 binden fazladır. Memleket sanki işgal bölgesi… Bu sene 3 Mart’ta Bulgarlar Rus anıtlarına çiçek taşımadı. Sofya Meclisi karşısındaki atlı “II. Aleksandır” anıtından başka bir yerde Sovyet anıtına çiçek ve çelenk konmadı. TV-ler birkaçı dışında 3 Mart’ta Rus ve Sovyet şarkıları çalmadı, savaş filmi gösterilmedi, Osmanlıyla savaştan Rus kahramanlık efsaneleri anlatılmadı. İvan Vazov’un kan kabartan şiirleri okunmadı. Hatta Bayram gecesi meclis karşısında Cumhurbaşkanı Radev kutlama mesajı okurken, Başbakan Borisov havaya baktı. Rusya hayranları (Rusofiller) ile Rusya’yı istemeyenler (Rusofoblar) arasındaki amansız çelişkinin daha da alevlenmesine vesile olmamak için Rusya Federasyonu Başbakanı Dimitriy Medveden Bulgaristan ziyaretini 3 Mart törenlerinden bir gün sonraya çekti. Artık Bulgaristan’da herkesin anlayabildiği ve Rusya’nın bile istemeye istemeye kavradığı şöyle bir gerçek var: “Bulgaristan iyi niyetli tarafsız kalabilir!” İyi niyetli tarafsızlık Avrupa tarihinin tam hangi döneminde belirdiğini ve tam hangi dalında yer aldığını yazmakta zorlanıyorum, çünkü Bulgar – Rus ilişkilerinin yeni adı iyi niyetli tarafsızlıksa, şahsi fikrime göre, şu dönem bunu uygulamak zor olabilir. Ne dersiniz? Bazı arkadaşlar “Bulgaristan’da bir şey olmaz. 30 yıl geçti demokrasi yolunda bir arpa boyu yol alınamadı” deseler de, gerçekler tam da öyle değil. Örneğin eskiden iyi kötü ülkede yaşayan insanlar 500 sene Türklerle birlikte olmuşlar, gidip gelmişler ama her geri dönmüşler. Fakat şimdi 3 milyon vatandaş sınırdan çıktı ve geri dönmek istemiyor. Yeni olan bu! Seçimlerde oy kullanmaya dönenler olsa da, sayıları 100 bini aşmıyor, yani 2 milyon 900 bini rejimden ve vatanında tövbe etmiş. Evet, yeni olan bu! Bunu siz de görebiliyorsunuz. Eskiden tek fikirli, tek kalem, kavak ağacı gibi meyve vermeyen bir devlet ve ülkeydik. Rusya’ya karşı söz söylemek, Sovyet halkıyla dostluğa toz düşürmek, Rusya ve Sovyetler Birliği konusunda BKP’nin “dediğinden” farklı bir söz söylemek kimin haddineydi. Buna cesaret edenlerin kalemi kırılır, hapishaneden çıkamaz ya da ömür boyu çakış taşı kırardı. Üstelik öz geçmişine bir siyah mühür vurulur ve ayıkla birincin taşını ayıklayabilirsen. Bir de yıldızıyla doğmuşlar vardı. Dünya yıkılsa onlara ve sülalesine hiç bir şey olmazdı.


Makale ve Analizler - 2019

83

Bugün artık yavaş yavaş uyanan bir halkın hareketlenişinden söz edebiliyoruz. Varna, Burgas ve Pomoriye – Sozopol gibi Karadeniz şehirlerimize yerleşen ve kumsallarımızın en güneşli yerlerindeki gölgeleri kapan Rusların Bulgaristan’da işe el sürmeden yaşama emellerinin sönmeye başladığını, yerlilerle iyi komşuluk ilişkileri kuramadığını, yerli Bulgarların “daimi turistlere” iyi gözle bakmadığını görüyoruz. 21. yüzyılda “Rus Dostluğu” tutmuyor. Öte yandan Bulgar gençler Rusya Üniversitelerinde okumaya hevesli değil… Dostoyevski ile sönen ateş, Solcanitsi’nin “Gulak”ı” ile korkuya dönüştü. Hatta çok ileri gidenler var. Eski Dış İşleri Bakanı Pasi, Bulgaristan’a “atom bombası” üslendirilmesini istedi. Sebep. Rusya korkusu. 1990 senesinden beri yetişen nesil, Rus çizmesini ensesinde hissetmemiş olsa da, 1878 ve ardından 1944 kırılmasını biliyor, totalitarizm yıllarında (1973-1989) yaşanan Sovyet baskısını da işitmiş. Özellikle 2 000 yılından sonra Rusların Bulgaristan’a akmasına teşvik sağlayan Rus Bankaları da “uzun vadeli faizsiz yakın ve uzak dünyaya yayılma” kredilerini geri istemeye başladı. Rus sokakları boşalıyor, rüzgârın yönünü değiştirdi. Ruslar Karadeniz tatil köy ve kasabalarındaki evlerini, dairelerini pazara çıkardılar. Yani bizde aradıklarını bulamadılar. 50 bin şirket kurmuşlardı, çalıştıramadılar. Votka içip hayal kurarak geçinmek zor! Sonra şu iyi komşuluk ilişkileri kitaptan okumakla tesis edilecek bir şey değil, insanın öz suyunda olmalı ki tutsun. Anlaşılan Ruslar Bulgaristan’dan sökülecek. Tabii ki bu yeni gelişme Rus devletinin Bulgaristan’da ilişkilerinden vaz geçeceği anlamına gelmiyor. Fakat Moskova Bulgaristan’a artık “Bizim 16. Eyaletimiz”, “Rusya’nın Tuna Eyaleti” ya da “16. Cumhuriyetimiz” gözüyle bakamıyor. Her şey birdenbire çok değişti. Anma yıldönümünde Sofya’daki kültür forumunda, “vatan”, “atavatan”, “Avrupa vatanı” gibi kavramlar tartışıldı. Vatan’a – vatandaşların beraberce ve özgürce yaşamak istedikleri yer desek, belki en isabetli olur. Vatanseverlik ile milliyetçiliği (patriotizmi) aynı görmüyoruz. Aşırı sol ya da sağ milliyetçilikten faşizm doğuyor. Bulgar milliyetçiliği tarihi henüz kaleme alınmadı. 1870’te Osmanlı, Bulgar kiliseleri (Doğu Ortadoksluk) çanları Kara Denizden Ohri Gölüne kadar çalsın dediğinde, “oteçestvo” (Papazın Diyarı) sözü türemiş ve bizde yaşadığımız topraklara ata-toprağı, ata-vatanı demişiz. Yine aynı yıllarda Bulgar edebiyatından “Oteçestvo na Levski”, (Levski’nin Vatanı) kavramı belirmiş ki, anlamı özgürlüğün vatanıdır. Bu nedenle, biz Bulgaristan Müslümanları ile Bulgarların özgürlük özlemimi-


84

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

zin örtüştüğünü görebiliyoruz. O zaman kalemi elinden düşürmeyen komitacı Zahari Stoyanov, “Türkler bu özgürlük diyarında her zaman var olacaklardır. Bu onların hakkıdır” demişti. “Avrupa vatan” kavramı ise Fransız Devrimizle (1795) doğmuştur. Avrupa özgürlüğü için Avrupalıların özlemi büyük ve gizlidir. Bu bakıma aşırı milliyetçilikle örtüşen Bulgar yurtseverliği ancak kültür süzgecinden geçince gerçek anlam kazanır. Bu olmazsa faşizmleşir. Bundan dolayı bizr Bulgaristanlı Türkler vatandaş toplumunda oluşan bir yurtseverlik ve milliyetçiliğinden yanayız. Vatan, özgürlük gibi çok kıymetli bir ortak değerdir. Ne Bulgar’ın ne de Türk’ündür. Şimdi bize mezar yeri bile çok görülüyor, fakat bu bir çarpıklıktır. Ve iyi komşuluğa yakışmayan bir tavırdır. Rusya Başbakanı Medvedev’in ziyareti “Bulgaristan artık tarihten bir parça” tezine kanıt getirdi. Geldi gitti. Bulgar-Rus ilişkilerindeki sorular cevapsız kaldı. Çözüm beklemeye devam ediyor. Çözülemeyen düğümü görelim: Sofya’da Cumhurbaşkanı Radev ve Başbakan Borisov’la görüşmeden şu cümle çıktı: “Rusya Bulgaristan’ın stratejik enerji partneridir.” “Türk Akım” borusundan gelen doğal gazın Bulgaristan üzerinden Batı Balkanlara ve Merkez Avrupa’ya taşınması gündemde. İhaleler açıldı. Bu işe 2.2 milyar Euro gerek. “Belene 2 Nükleer Elektrik Santrali” büyük politikaya ve Bulgaristan’ın ceo-politik çıkarlarına bağlandı. Nükleer Santrala da 20 milyar Avro gibi bir paraya ihtiyaç var ki, bu işler için artık 5-6 milyar Avro harcanmış ve işler tabuda sığmaz ve unutulabilir safhayı aşmış duruma gelmiş. Çelişkinin düğümlendiği nokra şurasıdır: Bulgaristan bir defa NATO ve Avrupa Birliği (AB) ülkesidir. NATO ve AB Rusya düşmanıdır. Aynı zamanda ““Rusya Bulgaristan’ın stratejik enerji partneridir.” Bu 2 değer aynı çuvala sığar mı? AB’den gelen haber ve delillerde, Moskova’nın Avrupa’daki demokratik medeniyete kuyu kazdığı, siber saldırılar düzenlediği bildirilirken, AB üyelerinden birinin Moskova’yı stratejik enerji partneri ilan etmesi, tuhaf düşmüyor mu? Bir yandan Kırım Adası, Kerç Geçidi ve Ukrayna’nın Lugans bölgesinin ilhak edilmesine konan yaptırımları desteklerken, aynı zamanda “stratejik partnerlik ilan edilmesi” Ukrayna gibi iyi komşu bildiğimiz ülkeleri uyandırdı. Bölücülük bayrağının Şipka’da dalgalanması tepki uyandırdı. Yeni durumda, “hem Kremlinle hem de Batı ile iyi olmamız” olabilir bir şey mi sorusunu getirdi. Bulgaristan bir denge unsuru olabilir mi sorusunu yorumlayanlar, dayanamaz, çatırdar ve çöker derken,


Makale ve Analizler - 2019

85

ceo-stratejik denge noktalarının Gibreltar, Çanakkale Geçidi, Boğazlar gibi Kıbrıs ve Malta gibi coğrafik merkezlerin olabileceğine işaret edildi. Bir de kendi kendine gelin güveyi olan Bulgaristan’ın aslında elinde avucunda hiçbir şey olmadığı, “Türk Akım” borularının Bulgaristan’dan geçmesinin Avrupa Konseyi (AK) karar ve iznine bağlı olduğu, “Belene 2 NES” finansmanının da dış kaynaklar tarafından sağlanacağı gün ışığına çıktı. Tüm bu gelişmeler şu dönem yani 21. Yüzyılda Bulgaristan’ın ve Bulgaristan halkının Türkiye Cumhuriyeti’nden ve Türk halkından daha yakın, daha iyi, daha güvenilir komşusu olmadığını bir daha kanıtladı. “Türk Akım” gaz boru hattını Bulgar kapısına kadar getiren Türkiye’dir. Saatte 200 kilometre hızla Bulgar sınırına uzanan modern tren ulaşımını Türkiye sağladı. Her gün 22 uçak seferiyle Sofya’ya bağlanan Türkiye’dir. İstanbul Uçak alanı bir ulaşım devi olarak Bulgaristan’ı da dünya merkezi yaptı. Cebi daralan Bulgarların Edirne pazarına uğraması çok geniş olanaklar sunuyor. Binlerce Türk şirketi Bulgaristan’da iş yeri açtı, iş ve sosyal hizmetler sunuyor, kültürel etkileşim yeni sayfa açıyor. İşte bu ve daha birçok yeni gelişme tarihi 19. Ve 20. Yüzyıllarda bırakırken, 21. Yüzyılda iyi komşuluğun yeni kapısını ticari, turistik, ekonomik, kültürel ve başka projelerle açıyor. Yukarıda işaret ettiğimiz ankette, Bulgar vatandaşlarından % 69’u T.C.’nin Avrupa Birliği üyeliğinden yana olduğunu ifade ederken, 2019’da en fazla Türkiyeli turistler tarafından ziyaret edilen Avrupa Kültür Merkezi Filibe (Plovdiv) şehrinde, bu ankete katılanlar, Türkiye vatandaşları için, AB vizelerinin kaldırılmasını istemişlerdir. Kuşkusuz bu gelişmeler aynı zamanda 26 Mayısta Yapılacak olan Avrupa Parlamentosu seçimleri arifesinde ve etkisi altında gelişmektedir. Bu gelişmelerin birçok noktada Bulgaristan’ın elini kolunu bağlaması da, Bulgar halkının yakın komşularına yeni bir bakış açısı ve değerlendirme ölçütleriyle bakmasına olanak veriyor. Bu değerlendirmede Türkiye ve Türk halkı gerçek değerleri ve nitelikleriyle iyi bir komşu olarak her gün daha parlak bir ufuk açıyor. Olaylar yeni yönelim alıyor. İzlemek zorundayız, çünkü hepimizi ilgilendiriyor. Okuyun ve görüşlerinizi iletin tartışın ve paylaşınız. Teşekkür ederiz.


86

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Masalımsı Gerçekler

Tarih: 05 Mart 2019 Hazırlayan: Ertaş ÇAKIR Konu. Bizi Türk Dünyasına Taşıyanlar – 2 Türk Dünyası Şairi Recep Küpçüyü anıyoruz. “Kimi başında taçla doğar, kimi elinde kılıçla.. Ben kalemle doğmuşum. İnsanlar kıyıcıydılar, kitaplara kaçtım. Kelimelerle sevimli yapmak istedim düşman bir dünyayı..” Cemil Meriç Ve ömrü vefa etseydi. Ve o totaliter rejimlerde “Büyük Birader” denilen düşünce polisinin uyanık gözlerinden, çok uzunca ahtapot kollarından bir sıyrıla bilseydi, ünü doğduğu toprakların sınırlarını çoktan aşmış, Bulgaristan Türklerinin önde gelen şairi Recep Küpçü (1934-1976) bugünlerde 85 yaşlarında olacaktı. Belki de müdavimi olduğu o şiirin deniz şehri Burgas’da aşina olduğu Malina (Ahududu) kahvehanesinin camlarını zangır zangır yine çatlatırdı o okkalı gevrek gülüşüyle. Belki de yine haykırırdı o iman, inan dolu gür sesiyle: “Bulgaristan ben senin yabancın değilim bir evladınım senin ve gergeflerde işlemeli çevreler güzeli gecelerinin gökyüzü bilir beni şu tozu dumana kattığım yollar senin yolların ellerimle mezara indirdiğim anam babam senin toprağında ve ister neşeden ister kederden olsun gözyaşlarım senin göz yaşın…


Makale ve Analizler - 2019

87

Bulgaristan yabancın değilim ben bir evladınım senin benim de yolumdur senin yolların.” Her halde böyle haykırırdı, çünkü düşüncelerine özgürlük, duygularına güzellik hakimdi. Çünkü emeğinde dürüstlük, davasında başkaldırı bir gerçeklik vardı. Belki bu nedenlerle bilincinin bilenmiş devrimci tutkularına ömrünün son anlarına kadar sabahları martıların kaygısız çığlıklarıyla uyanan, kah durgun, kah azgın dalgalar üstüne pırıl pırı güneşi ansızın doğan bir deniz şehrini mesken tutmuştu şair Recep Küpçü. Şahsının bilenmiş tutkuları gereği, şair mizacına en uygun, evrensel güzellikleri, özlem dolu özgürlükleri bağrına yâr etmiş, mutluluklara “Vira Vira” yelkenler açan bir deniz şehri olmalıydı Burgaz. Lâkin, ille velâkin ne yazık, ne yazık ki: sevinç, neşe yerine sitemlerle yüklü dizelerde bir hüsran olgusu ile geliyor şair: “Örneğin, Madem ki limanına demir atmışım bir şehrin O şehir güzel olmasın olamaz, Güzeldir. Burgaz şehri güzel değil mi yoksa? Yalnız bir kusuru var Limana yakın bir camisi varmış minareli İşte onu yıkmışlar. Diğer türlü Burgaz güzel şehirdir. Şu veya o ne diyecekmiş Bilir misiniz beni ne kadar ilgilendirir?” Diyor “Düşündüklerimde Özgürlük, Duygularımda Güzelliği Savunma Yeteneği” adlı şiirinde.


88

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Yıkılan cami değil. Cami sadece özgün bir simge, ustaca oturtulmuş şiirin evrensel yuvasına. Yıkılan ümitler, özlemler, yaşam bin bir boyutuyla. Yakıp yıkılıp yok edilmek istenilen Balkanlar’da ezeli bir Türk varlığıdır. Halbuki yüz yıllardır ora insanı o toprakların haşin ve cömert havasında özgür ve cesurca yetişip, alın teriyle o verimli kara toprakları sulayıp, namusluca yaşayan, tarlasını ekip biçen, yüce Tanrıya dilince, dinince yakarışlar sunan, yağmur dualarına birlikte koşup uğurlar dileyen, yalvaran, köyde kentte Bulgar, Türk, Hristiyan, Müslüman kardeşçe yaşayıp giden o insanlar arasına, harici emperyalist güçlerce serpilen düşmanlık tohumları bugünden dünden değil. Çok ötelerden, batı Hristiyan devletlerin Osmanlı’ya karşı Kutsal İttifakı ile başlayan İslâm ve Türk düşmanlığı o gün bu gün aynı inat, aynı yöntemlerle Balkanlar’daki Türk varlığını silme savaşındadır… Bal ve kan sözcüklerinin bir iyi niyet ihtimali bir arada oluşu güzel de, zaman yelkovanın ibresi yine kandan kinden yana olduğu için Recep Küpçü, bu tür soykırımcı, şoveni uygulamalara yeşil ışık yakan totaliter rejime karşı vicdanının duyarlılığıyla, sanat kimliğiyle, var sesiyle haykırmaktaydı: “Şiir elimde silah Savaş başlıyor: Bismilâh!” -Neyim Var” şiirinden – Bal ve kan sözcüklerinden oluşan Balkanlar’da eylemler bal değil, kan, yine kan, yine savaş. Neyin savaşı? Hangi savaş? Şairin dediği gibi elde insanlığı yitirmemek adına, yaşam adına, güzellik adına, insanlık adına Bulgar Komünist Partisi’ Todor Jivkov yönetiminde başlattığı birtakım ırkçı, şoveni uygulamalara karşı verilecek bir savaş…O dönem, yani 1960 yılları ve sonrası şair Recep Küpçü’nün özgün yaratıcılığının doruk noktalarıydı ve şair bu uygulamalara karşıydı… Neydi o uygulamalar? Söz gelimi Türk öğrencilerine kaliteli bir eğitim verme bahanesiyle müstakil Türk okulları kapatılıp Bulgar okullarıyla birleştirildi; gericilik bahanesiyle Türk anane ve dini geleneklerin uygulama alanları daraltıldı veya kısmen yasaklandı; camilerin Cuma günleri hariç ibadete kapıları kapatıldı; ilkokullarda ilk önce, Bulgar okullarıyla birleşmeden sonra haftalık 4 saat mecburi Türkçe eğitim devam ederken birdenbire bir nevi kaldırıldı… Daha ileri zamanlarda Balkanların puslu havalarında, “soya dönüş” safsatası ile vahşi bir soykırım zeminin köşe taşları tek tek döşeniyor ve şair bu uygulamalara karşı şiirini silah olarak gördüğü için milliyetçilikle damgalanmıştı. Suçlamalara elbette şairin de cevabı olacaktı:


Makale ve Analizler - 2019

89

Onurumla yaşamak istedim Adım Recep Küpçü Recep Küpçü kalmasını istedim adımın “ef”siz,”of”suz yazılmasını istedim Milliyetçisin dediler Türkçemi savundum Milliyetçisin dediler Bu işler böyle giderse Ne dilimiz, ne de geleneğimiz kalacak dedim Milliyetçisin dediler Ben ne dedimse insanlık adına Hep milliyetçi çıkardılar beni Bütün bu insan haklarından Beni yoksun edenler Kendilerine enternasyonalist dediler. 2 Aralık 1966- Burgaz -“Benim Milliyetçiliğim ve Bana Milliyetçi Diyenlerin Enternasyonalistliği Üstüne” şiirinden – Recep Küpçü yaratıcılık ve özel hayatında saygın, onurlu, cesur duruşuyla bizlere, ardından gelen Bulgaristan Türk aydınlarına bir kahramanlık örneğiydi o günler ve bu nedenle sosyalist rejimin hasımı gibi damgalandı… Milliyetçi ve karşı devrimcidir denildi… Rejim aleyhtarı gibi gösterilip bin bir eza ve mahrumiyete maruz kalarak, mağduriyetlere terk edilip, yaratıcılığının en verimli ,en olgun çağında, adı vatan haine çıkartılarak, kırk yaşlarında alçakça ölümüne gidildi…Oysa her yönüyle, eksiği artısıyla, doğduğu köyünün havasına, suyuna aşina yüreğini şu dizlere koyan şair nasıl bir vatan haini olabilirdi: “Yaktı yine burnumu köyümün burcu burcu kokusu


90

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bizim ev Bizim sokak Köpük köpük kaynayan kıvram dolan akan Gürsu.” -“Yine Köyüm Üstüne” şiirinden – 1960/1970 yılları arasında “Ötesi Var” ve “Ötesi Düş Değil” şiir kitapları yayınlanmıştı ve şiir sever okurlar tarafından sıcak bir ilgiyle karşılanmış, edebiyat muhabbetlerinin, tartışmaların vazgeçilmez konusu olmuştu… Şiirlerde konu zenginliği, patetik anlatış tarzı, içtenlik ve samimiyet hakimdi. Hele hele günün resmi edebiyat akımı, “sosyalist gerçekliğe” aykırı bir duruşla adeta meydan okurcasına, gerçekleri tozpembe değil, övgülü abartmalardan arınmış, bütün çıplaklığı ile dile getiriyordu. Resmi bayramlarda caddelerde, göğüsleri hamleci nişanlarıyla süslü, nümayiş edenleri, çağdaş bir esir pazarı insanlarını andırdığını, o “cennet” dedikleri, dillere destan sosyalizmin bir “angarya sosyalizmden” ibaret olduğu, bir totaliter rejimden başka bir şey olmadığını anlatıyordu… Belki bu nedenlerle rejimin sadık bekçileri ve koruyucuların örümcek ağı beyinlerinde kuşkular oluşuyor: “Acaba Recep Küpçü’nün şu “Ötesi Var”, “Ötesi Düş Değil” dediği kapitalist Türkiye midir?” gibi bir dalkavukluk ve kıskançlık abidesi sorular oluşuyor, gazete ve dergilerde aleyhine eleştiriler yazılıyordu . “Hasbihal” başlıklı şiirindeki, “Hadi dost bildiklerim/yürüyelim.” mısraları şöyle eleştiriliyordu: “Bizi nereye götürmek istiyorsun Recep Küpçü? Söylesene! Bilirsek erk bildiğin ufukları, biz geliriz seninle. Sonra sen kimsin? Hangi toplumsal gücün sembolüsün?” Şair, sen kimsin sorularını yine şiiriyle şöyle yanıtlıyordu: “Velev ki garip bir Türk ozanıyım, Burgas kentinde yaşayan, ama ben bir insanım, tüm evreni gönlünde taşıyan…” veya: “İşte ben böyle çocuksuyum, boyanmayan suyum.


Makale ve Analizler - 2019

91

Şair kalmanın en güç yönü burası, Gönlümde dünyayı kucaklamak sevdası, ne yazık yaşadığım çağda kimilerin gözünde gerçek sanat etmez para pul müzevirler şairlerden daha makbul; ama müzevir anıtı yoktur yeryüzünde!..” Şairin bu insani haykırışı rejimin o resmi ideolojisi tarafından reva görmedi, göremezdi de… Kısacık ömrü maddi sıkıntılar içinde geçti, susturuldu, sindirildi. Ve Recep Küpüçü’den, Recep’ten, Ereccep’ten, Erecebimizden “Düşüncelerimde Özgürlük, Duygularımda Güzelliği Savunma Yeteneği” gibi ölümsüz şiirler yadigâr kaldı nesillere… Şiirinde konu ettiği insanların bir esir pazarının insanları gerçekliğini, o “gelişmiş sosyalizm” söylencesi bir masalımsı gerçek olduğunu, Bulgaristan Türkleri Edebiyatı’nın en güzel eserlerinden biri olan, “SEN, BABA KAYGISINDAN YOKSUN ÇOCUKLAR BÜYÜTEN/ CANIMIN İÇİ, RODOPLAR” dizeleriyle başlayan RODOPLAR şiiriyle yâd edelim çileli yılların cesur şairini: RODOPLAR Sen, baba kaygısından yoksul çocuklar büyüten canımın içi Rodoplar, babaları gurbetten topladın mı bağrına artık? Elverir elverir bunca üzüntüler bunca ayrılıklar!.. Sende büyür canımın içi Rodoplar uykuları tütünden talan edilen, yollar yapan, temeller kazan


92

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) benim fakir, garip kardeşlerim! Çam ormanı havası kadar temiz yürekli kardeşlerim! Nerde olursa oturup çıkının açan, sofra kurup peynir ekmek yiyen, gençlik çağını yaşamadan vakitsiz yere düşen, ahlat örneği yüzleri kırışan, halleri güz rüzgarına tutulmuş yapraklar gibi per perişan, yolda belde evindeymiş gibi konaklayan, canım kardeşlerim!.. …Senin her manzaran, her bakışın, her ağacın her taşın duygusal! Sen hem yeni bir gerçeksin hem eski bir masal! Ben de senin eteklerinde doğmuşum tahtımı gönlümde özlemden kurmuşum. Elverir, elverir bunca ayrılıklar eyyy devler, cüceler diyarı canımın içi Rodoplar!.. Galip Sertel


Makale ve Analizler - 2019

93

Kadınlarımıza Gönül Selamı

Kadınlar Günü: Tarih: 8 Mart 2019 Yazan: Raziye ÇAKIR Konu: Dünya Kadınlar Günü ve Güzellerimiz.

Kadınların hak ve özgürlüklerinin tanındığı, Kadınlarımızın mutlu yaşadığı, Kadınlarımızın çocuklarını sevdikçe yetiştirdiği, Kadınların vatansız kalmadığı, Kadınların evlerinden ve işlerinden kovulmadığı, Kadınların her gün ocak yaktığı, Kadınlarımızın şiddet ve baskı görmediği, Kadın ölümlerinin olmadığı, Anaların çocuklarını ana dillinde eğittiği, Özgürlüğün ve emeğin en yüce değer olduğu, Kadınlara ve erkeklere eşit işe eşit ücret ödendiği, Yaşanabilir bir dünya için mücadelede kadınlarımızla birlikte olduğumuz bir dünya için el ele, omuz omuza ve her zaman her yerde ileri! 8 MART DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜNÜ kutlarız. Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği: BULTÜRK. *** Biz edebiyata ruh vermiş bir halk topluluğuyuz. Biz kadın dünyamızı yansıtmış ve güzellik dünyası yaratmışız. Biz sevda, aşk ve ayrılık şarkıları söylerken gülüp ağlamışız. Biz yıl boyu söylemediklerimizi 8 Mart’ta söyleyebilmişiz. *** Bulgaristanlı Türk şairlerin 8 Mart dünyası:


94

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) SENİ BEKLERKEN Kaç defa bahçemde açtı güller Kaç mevsim kokular saçtı sumbüller Ben seni sevgi yolunda beklerken Kaç defa kavuştu başka gönüller. Güneye göçtü bütün göçmen kuşlar Dizlerimi yordu uzun yokuşlar Ben seni bahçelerde beklerken Kaç defa kapımı çaldı soğuk kışlar. Bak saçlarıma düştü ak teller Anılarımı aldı karlı yeller Ben seni bizim yollarda beklerken Sabrımı tüketti sensiz yıllar.

1974 – Karalar – Akkadınlar (Dulovo) Ali Rizaev Aşıkov *** Kendi kendine bir hikâye yazabilir misin? Sevgiline başrole koyabilir misin?

DOBRUCA’NIN ŞEN KIZI Sana derler Dobruca’nın şen kızı. Bahtiyarsın yüreğinde yok sızı. Parlıyorsun sanki sabahyıldızı. Pek dilber Dobruca’nın şen kızı.

Tel, tel olur ipek saçın örülür. Fidan boyu servi gibi görünür. Kaş altından ela gözler süzülür. Pek dilbersin Dobruca’nın şen kızı. Neşelisin kalbin değil yaralı Hüner dolu ak ellerin kınalı Ümit dolu bakışların sevdalı Pek dilbersin Dobruca’nın şen kızı. Sen çiçekli bahçelerin bir gülü Dobruca’nın tatlı öten bülbülü. Emek aşkın coşturur hep gönlümü. Pek dilbersin Dobruca’nın şen kızı. Ahmet Hüseyinov Muradov 1965 Paisevo *** Olmuyor, Ne yapsam olmuyor. Belki de hiç dönemem, Hasretin bitince… ***

ANA Yana bakma evladım Bana bak Anana bak. İçim yaprak, yaprak açılsın dünya. Bir kitap gibi bütün dillere yazılı Bir kitap ki, herkes okuyabilir onu. Hey. Anayım ben insanlar Zamanların en mukaddes kitabı *** 1955 Sofya Mefkure Rıza Mollova


Makale ve Analizler - 2019 BENİM YARİM

95

Deliorman Güzellerine

Benim yârim incelerden incedir Mutlu günün koynunda çalıyor İpek fistan giymiş görsen nicedir sazlar Sıra, sıra dizilmiş nar gibi kızSaçı sümbül başı dağdan yücedir lar Ferace altından çıkalı beri Bahara dönmüş burada tüm kışGizli bir yedekti şimdi gül açar lar yazlar Gönlümün aşk bağları tel tel çöBeş yıllı üçe yaslayıp geçer zülür. Başucunda telli turnalar uçar Yükseliş bağında açalı beri Kardeşçe kenetlenmiş şakır ak eller. Feraceli der ki gözü bir ırmak Saçlarını taramış seherde yeller Bana haram oldu bu yerde durNice nazla kıvrılır incecik belmak ler Ne meşgul dert imiş yardan ayAh çekip bir canan gönlüm sürılmak zülür Başıma ferace koyalı beri

Kirpikler bir ok olmuş sineme Lütfi der ki yere göğe yıldızlar batar Size kurban olam gelinler, kızlar. Ela göz, siyah kaşın canlar yaKara giyinmeyin ciğerim sızlar kar Size yeni gözle bakalı beri. Ak germanın altında neler mi yatar Analar balar size sözüm var Söylesem deli gönül durmaz üzüKadının gözünü yenilik açar lür. Bir menekşe olur, buna kim koşar Medeniyet seli akalı beri 1965 Silistra Lütfi Ahmedov Demirov Latif Aliev ***

***


96

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) KADIN

tır o

Önümüzde giden bir aydınlıkKutsal ve bilge Koltuğumuzdayken eş Ardımızdan gelirse Gölge Tel, tel pullanır Gül, gül sallanır her gün İncinir üreyen yalnızlığa Türeyen darlığa

Etkilerse kadındır erkileyen Devrimleri uygarlığa Ve doyup bitiremediğimiz Öpmeylen, okşamaylan, sevmeylen

Ama başlık parası değil, Babalık hakkı hiç Yüz görümlülüğü asla. Gün olur daha yittir Erkeğine kıyasla Eşitlik, zarafet, Hazine. Kadın Yuvayı yapan en büyük özne! 1974 Kıca Ali Durhan Hasan Hatipoğlu SON


Makale ve Analizler - 2019

97

Dünya Kadınlar Günü Nedir? Tarih: 08.03.2019 Yazan: Raziye ÇAKIR

8 Mart Dünya Kadınlar Gününde, hepinize sağlık ve mutluluk dolu bir gelecek diliyorum. Kısaca tarihçesi. 8 Mart 1857 tarihinde ABDnin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başladı. Ancak polisin işçilere saldırması ve işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, arkasından da çıkan yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda çoğu kadın 129 işçi can verdi. İşçilerin cenaze törenine 100 bini aşkın kişi katıldı. 129 İŞÇİ YANARAK CAN VERDİ Kadınların örgütlediği eylemi durdurmak isteyen polis, kadın işçilere saldırmış, fabrikanın patronlarının da desteğiyle binlerce işçi fabrikaya kilitlenmişti. Bu sırada çıkan yangında içeride kilitli kalan işçilerden 129’u yanarak yaşamını yitirmişti. BASININ SANSÜRÜ ABD basını bu olaya neredeyse hiç yer vermemişti. Buna rağmen, işçilerin cenaze törenine 100 bini aşkın kişi katılmıştı. VE KADINLAR SOKAĞA ÇIKIYOR


98

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Uluslararası anlamda ilk emekçi kadınlar günü 19 Mart 1911’de düzenlendi. Avusturya, Danimarka, Almanya ve İsviçre’de gösterilere katılan on binlerce kadın seçme ve seçilme hakkının yanı sıra kadınlara iş ve mesleki eğitim verilmesi, çalışma alanlarında kadınerkek eşitliği sağlanmasını talep etti. Bir kadın yazar 1911’deki gösterileri anlattığı yazısında şu ifadeleri kullanmıştı: “İlk Uluslararası Kadınlar Günü 1911’de gerçekleştirildi. Başarısı, beklenenin çok üstündeydi. Her yerde toplantılar düzenlendi. Küçük yerleşimlerde, hatta köylerde bile salonlar öyle tıklım tıklımdı ki kadınlar toplantılara katılan erkeklerden kendilerine yer vermelerini istedi. Bu gün kesinlikle çalışan kadının ne kadar militan olduğunun ilk göstergesi oldu. Erkekler evde çocuklarıyla kalırken kadınlar toplantılara koştu. Hatta o gün yaklaşık 30 bin kişinin katıldığı sokak gösterilerinde polis pankartları toplamaya karar vermişti, ancak kadınlar polise direndi.” Sonraki yıl Fransa, Hollanda ve İsveç de kadınların mücadele gününü kutlamaya başladı. Yapılan gösterilerde kadınların gündeminde her an patlak vermesi muhtemel olan dünya savaşı vardı. 1913’te 8 Mart’ta düzenlenen kadınlar günü Rusya’da da kutlandı. Çarlık Rusyası şartlarında açık gösteri düzenlemenin neredeyse imkansızdı. Ancak birkaç yıl sonra devrim saflarında savaşacak öncü sosyalistler, kadınlar gününün gizli etkinliklerle kutlanmasını, iki yerel işçi gazetesinde günün anlam ve önemini anlatan yazılar yayınlanmasını sağladılar. Hatta bu yazılarda Clara Zetkin’in dayanışma duygularını ilettiği ifadelere yer verdiler. Bir kadın yazar 1920’de yazdığı bir yazıda, 1913’te gerçekleşen Rusya’daki ilk kadınlar günü kutlamasını şu sözlerle anlattı: “O karanlık yıllarda toplantı yapmak bile yasaktı. Fakat Petrograd’da partili kadınlar “Kadın Sorunu” başlıklı bir etkinlik düzenledi. Bu illegal bir etkinlikti ama salon tıklım tıklım doluydu. Parti üyeleri konuşmalar yaptı. Fakat bu gizli toplantı polis baskını ile yarıda kesildi ve konuşmacıların çoğu tutuklandı. Bu etkinlik Çarlık baskısı altında yaşayan Rusya’daki kadınların Uluslararası Kadınlar Günü’ne katılımı ve desteği açısından önemliydi. Bu Çarlık hapishanelerinin, idam sehpalarının Rusya’daki işçilerin mücadele ruhunu öldüremeyeceğinin, Rusya’da bir şeylerin sarsılmakta olduğunun ilk işaretiydi.”


Makale ve Analizler - 2019

99

TÜM DÜNYADA KUTLANIYOR Her yıl 8 Mart tarihinde kutlanan Dünya Kadınlar Günü aslında Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak kutlanıyor. Türkiye’de 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü ilk kez 1921 yılında “Emekçi Kadınlar Günü” olarak kutlanmaya başlanmıştı. İLK KEZ 1911 YILINDA KUTLANMAYA BAŞLADI… 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü ilk kez 19 Mart 1911’de Almanya ve İsviçre’de anıldı. Anmaların 8 Mart olarak değiştirilmesine 1921’de Moskova’da düzenlenen 3. Uluslararası Kadınlar Konferansı’nda karar verildi. ABD’de de ise 1960’lı yıllarda anılmaya başlandı. Birleşmiş Milletler, 66 yıl sonra 8 Mart’ın ‘Dünya Kadınlar Günü’ olarak kabul etti. 8 Mart’ın hikayesi pek çok insan tarafından pek de bilinmez. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü neden kutlanıyor? İşte, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü hakkında birçok kişinin bilmediği gerçekler! Takvimler 8 Mart 1857’yi gösteriyordu...8 Mart 1857’de New York’ta tekstil işçisi kadınlar, 16 saatlik çalışma saatleri, düşük ücret ve insanlık dışı çalışma koşulları sebebiyle greve çıktı.


100

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu grev, ABD’deki işçi mücadelesinin önemli eylemlerinden biri oldu. Kadınların ayaklanmasıyla büyük bir işçi dayanışması doğdu.8 Mart tarihçelerinde, karşımıza çıkan pek çok kaynakta 1857 yılında meydana gelen bir yangında, greve çıkan kadınların fabrikaya kilitlenmesi nedeniyle hayatını kaybetmesinden söz edilir. Bu yangınlar içerisinde, tarihçede anlatıldığı gibi, bir grev ve kapıların kilitli olmasıyla örtüşen tek yangın 1911 yılında Triangle Gömlek Fabrikası’nda çıkıyor... 5 Nisan’da 80.000 bin kişilik bir cenaze yürüyüşü düzenlendi. Kadın Sendikalar Birliği ve Local 25 Sendikası matem yürüyüşünü protestoyla birleştirdi.Yüzbinlerce işçi o gün iş bırakarak protesto yürüyüşüne katıldı. Dünya Kadınlar Günü ilk kez 19 Mart 1911’de anıldı... Dünya Kadınlar Günü ilk kez 19 Mart 1911’de Avusturya, Danimarka, Almanya ve İsviçre’de anıldı. 60’lı yılların sonunda ABD’de de anılmaya başlandı ve daha güçlü bir şekilde gündeme geldi.BM tam 66 yıl sonra 8 Mart’ın ‘Dünya Kadınlar Günü’ olarak kabul etti. BM 16 Aralık 1977 tarihinde 8 Mart’ın “Dünya Kadınlar Günü” olarak anılmasını kabul etti. Ancak 8 Mart’ın tekrar anılması için 54 yıl geçmesi gerekti...1975’te Ankara ve İstanbul’da İlerici Kadınlar Derneğinin girişimiyle 8 Mart ilk kez kamuya açık olarak 400-500 kadının katılımıyla kutlandı. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü hediye önerileriBütün dünya kadınlarına sağlık, mutluluk ve esenlik dolu günler diliyor, 8 Mart Dünya Kadınlar Gününü kutluyorum.


Makale ve Analizler - 2019

101

8 Mart’ı Anarken

Tarih: 08.03.2019 Yazan: Rafet ULUTÜRK Aydın kadınlarımız eğitilmiş bir gruptur. Yeni Tarihin önemli evrensel bayram günlerinden biri 8 Mart Dünya Kadınlar Günüdür. 1910’dan beri 5 kıtada kutlanan 8 Mart’ı emekçi kadınların eşit hak ve özgürlük uğruna direniş ve dayanışma günü olarak Birleşmiş Milletler tanımıştır. Bulgaristan’da kadınların hakları uğruna dünyaca dayanışma günü halen bir aile bayramı olarak kutlanıyor. Resmi bayram olmamasına rağmen 8 Mart, analarımızın, kadınlarımızın ailede, toplumsal yaşamda ve politikadaki rolünü hatırlamamıza, takdir etmemize ve kendilerine sonsuz sevgi ve saygımızı ifade etmemize iyi bir vesiledir. Biz Bulgaristan’da yetişen ve yaşayan Türkler anaerkil bir aile ortamında yetiştik. Hafızamızdaki en belirgin çizgide, analar aile ocağını yönetir, babalar işe gider. Yeri yurdu ayakta tutan anadır. Analarımız, kadınlarımız hiç okula gitmemiş de olsalar, alaylı entelektüellerdir. Hayatın her yönünü bilen, herşeyi kulaktan öğrenen, işleri hem gören hem yöneten onlardır. Bizi eğiten ve hayatımıza yön veren büyük aydınlar ana-larımızdır. İnsanlar öncelikle iki gruba ayrılırlar: “Ot gibi bitip, ot gibi gidenler!” birinci gruptur. Bu grupta Bulgaristanlı Müslüman- Türk kadını yoktur. Onları “Biz bu dünyaya neden geldik?” sorusunu soranların saflarında buluruz. Bu ikinci grubun bilinçli nüvesini oluşturan kadınlarımız. Zekâlarını devamlı uyanık tutan, “Biz bu dünyayı öğrenip değiştirmeye geldik!” gerçeğidir. Onlar, “Bilen ve bildiğini de öğreten!” Bu yüzden onların sesi dinlenmeli ve izlerinden yürünmelidir. Kadınlarımızla ilgili bu düşüncenin içindeki bir başka dinamik de çocukları ve bir arada olanları eğitmektir. Çocuğun ilk çığlığına kulak verirsek, bizde o “ben dünyayı öğrenmeye geldim!” haykırışıdır. Çocuk bilgiye susamış olarak doğar ve onun en güvenilir eğiticisi ve öğreticisi anasıdır. Çocuğunu kitleden ayıran, yücelten, her bakıma bilgilendirici olan anasıdır. Bilgiyle donatılacak olan analardır. Eğitim felsefesinde, en başarılı öğretmen, öğrencisi öğretmeninin hatalarını, yanlışlarını bulup onu eleştirebilecek duruma gelmişse, o öğretmen başarılı öğretmendir. Bunun olması için karşılıklı tolerans, hoşgörülü eğitim felsefesi olması şarttır. Bu ana kucağında alınan ilk derslerle başlar.


102

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ülkemizin somut koşullarında, okullarımızda ana dilde eğitim ve öğretimin zorunlu hale getirilmesi sorunun resmen çözülememiştir. Burada Bulgaristan’da çocuklarımızın Anadillerini öğrenebilmeleri, kendi isimlerine ve kültürüne sahip çıkabilmelerinde annelerin büyük rolü değerlendirilerek somut girişimlerde bulunulması karara bağlanmalıdır. Bulgaristan Türkleri arasında analarla başlayan yeni aydınlanma hareketi bir an önce başlanmalıdır. Bütün analar iyidir. Herkesin kendi anası gibi yoktur. Zaman ruhunu en iyi okuyan analar arasında Bulgaristan Türkleri Tarihi’ne adları altın harflerle yazılmış olanlar da var. 1984-1990 arasında Todor Jivkov zülmüne dayanan ve “Belene” ölüm kampında bile ismini değiştirmeyen kahraman kadınlarımızla gurur duyuyoruz. Onlardan biri Mestanlı’nın Hayranlar köyünden Hayriye Hanımdır. O, oldü diye morga atıldı, ölmedi, Türklüğümüzü yaşattı. Bu yüzden biz kadınlarımız hakkında “doğa gibidirler, üretkendirler, bir fidandan orman yaratan onlardır” derken, her zaman ve her yerde onurlanıyoruz. Şunu da ilave edelim. Bizim kadınlarımız cömerttir. Erkeğine yaratıcılık kaynakları, gönül bahçeleri sunan onlardır. Aynı zamanda, sevdiklerimizin bir şiirlik, şefkat dolu dört mısralık canı vardır. Kadınlarımız için aşkın anlamı, kollarında öleceği erkeği doğru seçmektir. Analar, alnında ışığı, gelen yenilikleri ilk hissedendir. 8 Mart üstüne yazarken, 21. yüzyılın aradığı, hayata davet ettiği kadın tipine de değinelim. O, proplemleri doğru algılayan ve başarılı çözen olacak. O, doğuran, eğiten ve hayata doğru yönlendiren olacak. Aile içinde eleştirel düşünen, yönlendiren ve doğru olumlayan, kadınlar hayatın her dalında yaratıcı olanlardır. O, hoşgörülü olup işbirliği kurabilen yeni tip insandır. Hem ana dilinde hem de vatan dilinde, hem evde hem de işte verimli iletişim kurabilendir. O, saygıya ve sevgiye layik olan sevilen insandır. Onun çok önemli özelliklerinden biri de, gayet sabırlı, cesur ve yürekli olmasıdır ki, biz bunu 1989 Mayıs Ayaklanmasında; 1994’te tütün paralarını İsviçre bankalarına kaçırmaya yeltenen HÖH liderlerine karşı, Kırcali Cebel yoluna yatan, tütün katranlı ellerini kara asvalta yapıştıran gelinlerin kararlılığında gördük. O direniş ilk defa A. Doğan’a geçit vermedi. O, artık HÖH Başkanlığı’ndan itildi. Mayıs 2013 seçimlerinde özgürce seçim yapanlar kadın dayanışmasında çıkan kıvılcım HÖH’ü sarstı ve hala kendine gelemiyor. Gerçekler su üstüne çıktı gizlenecek tarafı da kalmadı. Bu kararlılık, uyanıklığını her zaman en yüksek düzeyde tutan Bulgaristanlı tüm Müslüman -Türk kadınlarımızdır.


Makale ve Analizler - 2019

103

Herkes 1984-1989 yıllarını bir daha hatırlamalıdır. Devri geçen totalitarizim yıkılıp gitti, ama o kan, o gözyaşları, o göçler, o ölümler, o üzüntüler hep hafızalarda canlıdır. Kökleri sökülenler bizlerdik, en büyük acıyı çeken analarımızdı. Geleceğin dersleri o acı dönemden çıkarılıyor. Ardından hiçbir iş yapmayan, hiçbir işe yaramayanların dönemi geldi çattı. Yıllar yılı dolandırıcıların yalancıların sahte boruları öttü. Halkı soyanlar saraylara taşındı. Halkla yüzleşmekten korkanlar intihar etti. İsyan eden gençler kurultaylarda silah çekti. Ne var ki, “soyanlar hiçbir miras doğruluk kadar zengin değildir!” sözlerinin derin anlamına inemeden tarih oluyor. Bulgaristan’ı derin bunalımlara sürükleyen ve hiç bir şeyden ders almayanların dönemi bitti bitecek. İşte bunun için en iyi fırsat 26 Mayıs’ta seçim hesaplaşması geliyor. Ruhumuzu okuyamadan iktidardan devrilenlere birkaç sözümüz daha var: Bir arada bayram edelim derken, sözümüz size değildir. Bizim dünyadır memleketimiz, insanlıktır kardeşimiz, erdemli ahlaklı ve doğru dürüst olmak, meshebimizdir, dinimizdir. Bizler bu inançla yoldayız. Analar, en büyük eğitmen ve öğretmenler, Türk kadını ham bir mermer olsak dahi, hepimizin kalbinde büyük bir cevher parlatacaktır, buna inanıyoruz. Ve şu bayram gününde hep şiirlerdir aklımızda: Sen Vatanım gibi güzelsin Doğduğum Köseler köyü, barajıyla, çiçekleriyle güzeldi Sen de anlat doğduğun yerleri yaylaları, pınarları, yılanlık dereleri susadın-sa, köşderenin suyundan içsene… Benim okuduğum okulda Yerine otel yapılmış Bir içim su gibi içip bitirirdin beni, şimdi de mektep kuyusundan içsene… Saygılarımla, Paylaşmayı unutmayınız bir birinizi bilgilendirmeyi-de.


104

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Türk Dünyası’nda Kadın

“TÜRK DÜNYASINDA KADIN” KONULU KONFERANS (09/03/2019) BULTÜRK GENEL BAŞKANI RAFET ULUTÜRK’ÜN KONUŞMA METNİ Öncelikle BULTÜRK adına başta Türk dünyası kadınları olmak üzere bütün Türk kadınlarının gününü kutluyorum. Uzak diyarlardan “Türk Dünyasında Kadın” konulu konferansına hoş geldiniz, şeref verdiniz. Değerli Üyeler, Kıymetli misafirler, Bu anlamlı günde Türk Dünyası Kadın temsilcisi olarak aramızda bulunan, konferansımıza değerli fikirleri ile katkı yapacak olan, Kafkasya-Azerbaycan kadınlarını temsilen Bakü’den teşrif eden Türk Dünyasının Medar-ı iftiharı Sayın Ganira PAŞAEVA’ya, Akdeniz Türk Kadınlarını temsilen konferansımıza katılan KKTC’nin Medar-ı iftiharı Sayın Emete GÖZÜGÜZELLİ’ye Orta Asya Türkistan Kadın Dünyasını temsilen aramızda bulunan Sayın Cemile Kınacı’ya; Balkanların Mücadeleci Kadın Dünyasını temsilen teşrif eden Bulgaristan’ın Medar-ı iftiharı Sayın Av. Seniha Rasim SABRİ’ye Avrupalı Türk kadınlarımızı temsilen davetimize icabet eden Hollanda’nın Medar-ı iftiharı Sayın Fatma AKTAŞ’a ve Çuvaşistan Kadınları adına Medar-ı iftiharı Sn. Nadina CAVADOVA’ya Kazakistan’ın Saygın Vatandaşı Sn. Fatma SÖNMEZ’e Güneyazerbaycan Türklerinin adına Sevinç AZER’e Gagauzya Kadınları adına Sn. Vera ERTUĞRUL’a Doğu Türkistan’nın Medar-ı iftiharı Sema Uygur BUDAK’a Bulgaristan Kadınları adına Havva ÖZGÜR’e Yunanistan Türklerinin Medar-ı iftiharı Sn. Işık SADIK AHMET’e Türkiye Kadınları adına Konferansımızı şereflendiren Sayın Prof. Dr. Hasine ŞEN’e Şükranlarımı arz ediyor, hepinizden bu Türk Dünyasının Asenalarına coşkulu bir alkış rica ediyorum. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü bir kere daha kutlu olsun.


Makale ve Analizler - 2019

105

Sevgili Bayanlar, anneler, kız kardeşlerim, değerli konuk hanımefendiler, Dünya literatüründe sizler bugün “emekçi kadınlar” olarak anılıyorsunuz. Elbette bu, sizin büyük fedakârlıklarınızı, hayata kattıklarınızı açıklamaya yetmez. Özellikle son yıllarda Türk dünyasında kadın hareketinin pozitif yöndeki toplumsal katkısı takdire şayandır. Bu olumlu sürecin devamı için BULTÜRK olarak üzerimize düşen her türlü katkıyı yapmaya hazır olduğumuzu huzurlarınızda bir kere daha ifade etmek isterim. Zira BULTÜRK, kadının yer almadığı ve katkı yapmadığı, daha doğrusu kadın elinin değmediği hiçbir milli davanın başarıya ulaşamayacağına samimi olarak inanmaktadır. Ayrıca BULTÜRK misyonunun dayanaklarından biri olan 1989 Bulgaristan olayları, bir kadın hareketidir. Çünkü; 1989’da Bulgaristan’da ilk olarak Müslüman Türk kadınları ayaklandı. Gönülleri kenetlendi, ruhları birleşti. 72 bin Bulgaristanlı Türk kadını yolları ve meydanları doldurdu. Erkekleri hapishanelerde, toplama kamplarında ve sürgünlerdeydi. Bu ayaklanma hiç kuşkusuz bir devrim niteliğindeydi. Nihayetinde totaliter bir rejim devrildi. Fakat dönemin Bulgar toplumu bu devrimi algılayamadı. Bulgaristan Türkleri baskı ve terörle vatanlarından sökülüp atıldılar. Bu büyük dramdan kalan bugün sadece Türkiye’de 1 milyonu aşmıştır. Her gün memleketimiz kokuyor burnumuzda. Bulgaristan Türkiye ve Avrupa Birliği vatandaşıyız fakat düşlerimiz arkamızda kaldı. Vatanı, tüm bereketini, tüm çiçeklerini, tüm kokularını, suyunun tadını beraberinde getiremezdik. Duygularımızdaki hasrettir. Yürek acımızdır. Türk kimliği ve ruhundan koparılmak istendik, fakat başta kadınlar olmak üzere direndik, canımız tenden ayrılıncaya kadar da direnmeye de devam edeceğiz. Atılımlarımızın ana hedefini; Türkiye, Türk Dünyası, Türk kimliği ve ruhuyla kaynaşmak ve bütünleşmek oluşturdu. İşte bugün burada bizi Türk Dünyası Kadını konferansında buluşturan bu büyük özlemdir. Aynı emellerle aynı bayrağın altında var olmaktır. Şu gereceği de huzurlarınızda ifade etmek istiyorum; Mensubu olduğum için Rabbime Hamd ettiğim İslâm dini; câhiliyyenin de, muharref ehl-i kitâbın da modern câhiliyyenin de kadına çizdiği hakir ve perişan rolü reddetti ve kaldırdı.


106

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Onu şerefli ve kıymetli mevkiine yükseltti. Rahmet Peygamberi, “Cennet annelerin ayakları altındadır” diyerek bakışını açıkça ifade etmiştir. İslam’a göre; erkek ve kadın, kulluk plânında Allah katında eşittir. Kadın, kadın olduğundan dolayı Allah katında asla eksik ve kusurlu görülemez. Bugün kadına şiddet uygulayan insanlar, İslâm terbiyesiyle, Muhammedî ahlâkla yetiştirilmiş insanlar değildir. Aksine televizyonlardaki menfî programlar, ahlâksız diziler ve filmler, teşhir ve aile değerlerini tahkir mevzuunda telkin bombardımanına tutulmuş kişilerdir. Kıymetli konuklar, Türk dünyası kadın hareketine katkı yapacağını umduğumuz konferansın toplanmasında emeği geçen kardeş Dernek ve şaıslara, özellikle de Türk Dünyası Gençlik ve Kadın Örgütlerine huzurlarınızda minnet borçlu olduğumu ifade ederken özellikle teşekkür ediyorum. Elbette her şartta Balkan Türklüğünün güçlü destekçisi olan Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’a kalpten teşekkürlerimi arz etmeyi vazife sayarım. Bu vesile ile bize bu olanağı sağlayan Bayrampaşa Belediyesine, Büyük şehir Belediyesine şükranlarımı sunarım. Son olarak “Türk dünyasının birleşme umudunun taşıyıcısının kadınlarımız” olduğuna inandığımızı ifade ederken, konferansımızın başarılı ve verimli geçmesini dilerim. Hepinizi en kalbi duygularımla hürmetle selamlar, saygılarımı sunarım. Paylaşmayı unutmayınız.


Makale ve Analizler - 2019

107


108

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bayramınız Ve Türk Dünyası Kadınlarının Birlik Yolunda Ilk Adımları Kutlu Ve Başarılı Olsun:

Av. Seniha Rasim SABRİ’nin “Türk Dünyasında Kadın” Konferansında konuşması Tarih: 09 Mart 2019 İstanbul 30 yıl öncesine kadar, Türklüğünü yakıp külünü savurmak isteyenler Bulgaristan Türk kadınından bugün utansın. Bulgaristan’daki Türk kimliği mücahitleri ve Avrupa’daki soydaşlarım adına, öz dernek ve örgütümüzün adına İstanbul’da yapılan Türk Dünyasında Kadın konulu konferansına bizi davet ettiğiniz için teşekkür ederim. Türkiye’de BULTÜRK Derneğinin girişimiyle toplanan Türk Dünyasında Kadın İstanbul Konferansına dünyanın çeşitli yerlerinden gelen, siz değerli konuklarımıza HOŞ GELDİNİZ selamı ve başarı dilekleri sunmak, şahsen benim için büyük bir şeref, hepinizi gurur dolu bir yürekle, heyecanla ve kalpten kutluyorum. Bir ilk olan bu Konferansın, bir gelenek olacağına ve her yıl devam edeceğine inanıyorum.

Konuşmama başlarken, müsaadenizle, 8 Mart – Türk Dünyası’nda İlk ORTAK Kadın Konferansının girişimcisi olan, Avrupa’da Bulgaristan Türkleri Derneği Başkanı ve öncüsü olarak ayrıca izlere bu imkanı sunan BULTÜRK Genel Başkan Sayın Rafet ULUTÜRK Beyi yoğun çabalarından ve elle tutulur başarılarıyla kutlamak istiyorum.


Makale ve Analizler - 2019

109

Değişen dünyada, birinci olmak, örgütleyici olmak, öncü olup, esin kaynağı olup Türk Dünyası Kadınları arasında Birlik Volkanı Parlaması – gurur verici bir olaydır. Oluşan yenilik Türklük kaynağıdır. Bu girişimleri yönlendirip yönelmek takdire laiktir. Lütfen Rafet Bey için büyük bir alkış…. Ben Almanya’nın Frankfurt şehrinde kurmuş olduğum Avrupada Bulgaristan Türkleri derneği adına söz aldım. 1989 göçüyle biz çok dağıldık. Buna rağmen, Bulgaristan, Türkiye, Almanya, Birleşik Amerika, Avustralya, Kıbrıs, Kanada’da ve birçok başka yerde çalışıp yaşarken, gerçeğin sesi ve ağaran yeni ufuk olarak bizi arayan ve sürekli izleyen kardeşlerime, onların ailelerine, Bulgaristan’da kurulan ve etkinlik haberlerini her gün aldığımız tüm derneklerden, Türk Dünyasında Kadın Konferansına selam ve başarı dileklerini, sunuyorum. *** İlk ve son hedefimizde, aydınlarımızı, aydınlanmak isteyen kitleyi yoğun bilgilendirmek var. Kardeşlerimizi faşist ve komünist, totaliter dünya görüşünün yıkıcı etkisinden kurtarmak, barış, demokrasi, adalet, insan kardeşliği, hak ve özgürlük fikirlerini yaymak var. Bulgaristan tarihsel gerçekliğini, ellerimizle yoğurup mayaladığımız Bulgaristan Türk Kimliğini, onun geçmişini ve geleceğini her gün bina etmek var. 200 şair ve yazarla, ozan, sanatçı ve halkla kaynayan binlerce özenciyle yarattığımız Bulgaristan Türkleri edebiyat, sanat ve kültürünü yaşarmak ve yaymak var. Çocuklarımıza Türkçe öğretmek, başta Türkiye’yi, Türk Dünyasını, Türk Dünyasında Kadını öğretmek var. 4 kuşak, 100 yıldan fazla süren faşist ve totaliter zulüm devri kalıtından, kokuşmuş bir ölü ceset olarak, zihinsel durgunluk yaratan ve toplumumuzu boğan her şeyden kurtulmak ve arınmak gibi bir başat hedefimiz var. Mutlu gelecek, en zengin ve en derin tarihi olan biz Türklerin, Türk kadınların hakkıdır. Biz bugün temel hücresi, aile ilişkisi çözülen, kültürü ve medeniyeti kokuşan bir dünya izliyoruz. Yok oluşu örnek alamayız. Kadınların gönlünde yaşayan sevgi, aşk para ile satın alınabilir bir değer değildir, olamaz. Kutsalımız olan HAYATI korumak ve yaşatmak; dilini, dinini, kimliğini koruyarak yeni bir kuşak yetiştirmek Türk Kadınının en büyük ödevi, misyonudur. 5. Kuşak teknolojik devrimi yapan, Aya ve Çoban Yıldızına ayak basmayı düşünen, Suriye’ye barış götüren, PKK, PYD, DEAŞ ve FETO gibi terörcü cellatlarla başa çıkan, bizim doğurduğumuz, bellediğimiz, okutup eğittiğimiz yavrularımızdır. Türk ana-


110

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lar, sonsuzu, Türkiye’yi ve Türk dünyasını yaratan ve yaşatanlardır. Yalnız akıncılar, emirler, paşalar, nazırlar, vezirler, hakan yaratan ve yetiştiren değil, Türkiye Cumhuriyetini kuran Mustafa Kemal ATATÜRK ve yine 21. Yüzyıl Türkiye Cumhuriyeti zeki, bilge ve öngörülü Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ı yücelten de bir Türk ana, Türk kadındır. *** Vurgulamak istediğim şudur: Ödevimiz, öz geçmişimizi, içinde yaşadığımız ortamı, tarihimizi, tarihi ve bugünü farklı, gerçekçi, kanmadan, aldanmadan, sapmadan algılayan ve yorumlayan, bir gençlik yetiştirmektir. Bu ancak Türkçe olabilir. Bizim çorbamız bizim kaşığımızla içilir…. Biz özellikle Bulgaristan dışında yaşayanlar, biz iç içeyiz, birbirimize tamamen bağımlıyız. 1990 yılında Bulgaristan’da Hak ve Özgürlük Hareketi kurulurken patlayan ilk çelişki – Bulgaristan Müslüman Türkleri Türk halkında mı, yoksa Bulgar halkında mı oluşturucu bir öğedir, bir topluluktur, kavgası başlattı. Bugüne kadar ana çelişki olarak devam ediyor. Bize Türkleştirilmiş Bulgarlar deyip asimile edilmemiz, eritilip yok sayılmamız aslında Milli Kimlik kavgamızdır. Türk ve Müslüman olma ve kalma kavgasıdır. Biz Türk kadınlarının cevabı: Bir Türk kadını Hıristiyan Bulgar doğuramaz oldu. Kimlik tarihimiz şehit kanlarıyla yazıldı. Bir Tuna adası olan “Belene” Ölüm kampına atılanlar 3 defa ayaklandı, 12 500 Müslüman Türk tutuk evlerinde, hapishanelerde, karanlık hücrelerde kaldı, aileler sürgün edildi, çok ezildik, çile çektim ama asla yılmadık, Türklüğümüzden vazgeçmeyi aklımızdan dahi geçirmedik. Hayat ateşimiz, gönül motorumuz Türk olmak, Türk kalmak ve Türk olarak yaşamaktı. Doğurduğumuz çocukların hepsi Türk’tür. Türklük davası eridir. Algıladığımız dünyayı Türkçe, Türk bilinciyle, Türk ana algısıyla okumak, duyumsamak, sentez etmek ve yorumlamak ana ödevimizdir. Tükenmezimin ucundan akan birikim, Türk Dünyası Kadını menfaatleri de bu arada, Türk milli çıkarlarını ve Türk Dünyası Çıkarlarını biçimlendirip bina etmektir. ***


Makale ve Analizler - 2019

111

141 yıllık III. Bulgar devleti tarihinde, 1878’de biz Bulgaristan’da kalan Müslüman Türkler nüfus içinde çoğunluk idik. Bugün Müslüman Pomak ve Romen kardeşlerimizle beraber 3 milyon civarına erişmiş durumdayız. Bulgaristan’daki etnik azınlıklar arasında, dikey kültür ve kimlik oluşturma istidadına sahip olan yalnız biziz. Yedi etnik azınlık topluluğu olsak da, halk bilgeliği çok zengin, adetleri, gelenekleri yerleşmiş, edebiyat dili, yazı kültürü, kendi yazılı edebiyatı ve yaygın kültürü olan bir tek biz varız. Bir cihan imparatorluğu medeniyetinin devamıyız. Öyle sarsılmaz bir temel üzerinde diğer azınlıklar arasında başı çeken, aydınlık veren, kimlik belirleyen, anadili ve dinine bağlı bir topluluğuz. 1985’ten sonra illegal ve yarı gizli örgütlenerek politik kimlik oluşturup siyaset sahnesine çıktık. Son 140 yılda çıkardığımız 186 gazete, 58 dergi, 400 den fazla kitap fikirsel ve ruhsal bütünlüğümüzü oluşturdu. Bu gün Bulgaristan’da BULTÜRK ve BGSAM yayınları bu öz davanın devamı oldukları için kendilerini kutluyorum. Alınan yol uzun ve çelişkilidir. Osmanlı ümmetinden Bulgaristan Müslüman Türk kimliği doğdu. Baş Müftülükte, Diyanetimizde, okullarımızda, özendirici sanatımızda ve tiyatro ve okuma evlerimizde, gazete ve radyo yayınlarımızda kurumsallaştık. 1929’da Bulgaristan Türkleri ilk Milli Kongresi yapıldı. Bugünkü değimle, STK toplumsal tabanında birleşme beden eğitimi, sportif ve Turan örgütlerinde gerçekleştirmişti. Milli edebiyat ve sanat etkinliklerimiz Bulgaristan’da Türklerin yeni ruhunu oluşturdu. Osmanlı yazısını tarihe katıp Latin alfabesine geçtik. Atatürk ve Türk milliyetçiliğinden ilham aldık. Bugün fikir merkezimiz Türkiye’ye kaysa da, politik kavgamızı Bulgaristan’da ve dünyanın neresinde olursa olsun, her Türkün kafasında veriyoruz. Tarihi revize edip, yenidünya görüşü arıyoruz. *** Osmanlı’dan Bulgar devletine 2 700 okul ve medreseyle, 2 537 cami ve mescitle, köy ve kasabalarda aydın tabakamızla geçtik. 1951-1958 yılları arasında, kültürel kalkınma açısından “lale devri” yaşadık, yapılandık. 140 yıldan beri deniz gibi dalgalandık.


112

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

21.Yüzyılda en modern araçlarla mücadele veren biziz. Bugün Bulgaristan’da ve Türkiye’de dünyanın hangi noktasında bulunursak bulunalım, beyinlerde arı kovanı gibi vızıldayan, Bulgaristan’da Bultürk ve BGSAM yayınlarıdır. Bende bu yazılardan çok şeyler öğreniyorum. Bunları anlatmamın nedeni, Türk Dünyası kadınına, Birinci Konferansımıza yön vermek, hepinizi ortak iletişim ağına davet ederek bizleri buluşturan ve bir birimizle yakından tanıştıran BULTÜRK yöneticilerine bir kes daha huzurunuzda teşekkür ediyorum. *** İzninizle biraz da Bulgaristan Türk kadınından söz edeyim. Bizi tanıdıkça yakınlaşırız. Çok çalışkan bir zümreyiz. Yıllar içinde kendi doktor, mühendis, öğretmen ve sanatçılarımızı yetiştirdik. Sağ eli geçmişte, sol eli gelecekte, sözleri ballı, gözleri nemli kadın ozanlarımız da var. BULTÜRK Başkanı Sn. Rafet Beyin değindiği, 1989 Ayaklanmamız, bir kadın ayaklanmasıdır, hak ve özgürlük, adalet ve demokrasi davası olarak siyasi niteliklidir, rejim devirmiştir ve bu Ayaklanma ve daha sonra Hak ve Özgürlük Hareketi program ve hedeflerini kitle mitinglerini halka indirirken, halk sanatımız yeniden harmanlandı. Gönül tellerimizi çalan hapishanelerden çıkan kadınlarımızdı. Demek istediğim davamızın mayası, tuttuğu ayardır, Türk kadını çile ve alın teriyle karılmış ve kabarmıştır. Bugün, burada, bu konferansımız aynı ruhun yeniden şahlanmasıdır. *** 8 Mart havasına dönerek, Bulgaristan Türk kadınını anlatan bir şiirle bitirmek istiyorum. BULGARİSTANLI TÜRK KADINI Önümüzde giden bir aydınlıktır o Kutsal ve bilge Koltuğumuzdayken eş Ardımızdan gelirse Gölge… Tel tel pullanır Gül gül sallanır her gün Etkilerse kadındır etkileyen Devrimleri uygarlığa…


Makale ve Analizler - 2019

113

Ve doyup bitiremediğimiz, Öpmeylen, okşamaylan, sevmeylen Ama başlık parası değil, Babalık hakkı değil, Yüz görümlülüğü asla. Gün olur daha yiitir Erkeğine kıyasla Eşitlik, Zarafet, Hazine. Kadın yuvayı yapan En büyük özne. *** Acılarımız kadar, başarılarımız da var. Yalnızca son başarımızı bildirmek istiyorum. Tırgovişteye bağlı “Krepça” köyünden 16 yaşındaki NURGİL SALİMOV’a dünya gençler satranç şampiyonu oldu. Bu başarının kökünde bir Türk ananın onuru, Türk kadının şerefi, zekası ve bilgeliği var. Gelecek bizimdir. Gelecek Tüm Türk Dünyasının burada olan hepimizindir. Son olarak bu büyük organizasyonu yapan BULTÜRK ekibine bizleri de aralarına aldıkları için kendilerini teşekkür eder ve nice başarıları hep birlikte yapmamızı arzu ediyorum. Bu ilk başlangıç bu ilk kıvılcımın büyük çok büyük bir yangına dönüşmesini ve tüm dünyayı ısıtmasını arzu ediyorum. Saygılarımla, Tekrar Hepinizi kutluyorum.

Av. Seniha RASİM SABRİ Avrupa Bulgaristan Türkleri Derneği Genel Başkanı


114

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Özrü Olmayan Suçlar

Fakti. Bg. 10 03 2019 Tarih: 10 mart 2019 Yazan: Ertaş ÇAKIR Konu: Tartışması devam eden, Bulgaristan Yahudileri sorunu. Biz, kimlik ve din tarihimizi ne kadar yetersiz, üstün körü ve bilgisi derin olmayan, çıkarcı anlatan veya dinleyicilerini yanıltmak için propaganda yapanların ağızından dinlersek, yazdıklarını okursak, yanılma payımız ve hatta suç işleme, günahkâr olma ihtimalimiz o kadar artıyor. Bir misalle açıklayayım. Totaliter komünist rejimin işlediği sayısız suçların hepsi, bu arada sözüm ona “soya dönüş süreci” olarak 35 yıldır yutturulmaya çalışılan ağır kitle cinayetlerinin, kültürel katliamın, artık toplam sayısı 600 bin olan zoraki göç kurbanlarının, affı asla mümkün olmayan vahşi suçlara kılıf bulup suçsuzluk kefeni giydirmeye çalışıyorlar. Bulgaristan’da bu bir feryat halini aldı. Vuslatın, cennet ve cehennem sorgusunun ve katran kazanda kaynamanın ne olduğunu bilenlerin gözüne uyku girmiyor. Hainlik için ceza yasası olmayan bir ülkede gölgelenseler de, iç sızılarını yalnız kendileri bilir. Bugünkü anma, 10 Mart tarihiyle ilgilidir. 13 Şubat 2003 yılında, Bulgaristan Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu kararıyla, 10 Mart tarihi “Holokos Günü yani İkinci Dünya Savaşında Yahudilerin Öncelikle Yakılarak Yok Edilmesi Ve İnsanlığa Karşı İşlenen Cinayetleri Kınama Günü” ilan edildi. Okul kitaplarına girdi. Anma törenleri yapılıyor. Olayın tarihçesine geçmezden önce, şu anımsatmada bulunmak istiyorum: 2002’de Avrupa Konseyi üyesi ülkelerin Eğitim ve Öğretim Bakanları toplantısında, 2002 yılına kadar “Yahudilerin Yok Edildiği Gün” olarak anılan 27 Ocak tarihinin, 2003’ten sonra, her ülkenin milli özelliklerine göre farklı bir günde anılması kararı alındı. Bulgaristan’da bu tarih, 17 Mart 1943 tarihinde 25. Halk Meclisi Başkan Yardımcısı Dimitır Peşev tarafından kaleme alınan ve 42 milletvekili tarafından imzalanan – evlerinden toplanıp tren garlarına ve Tuna’da – Lom limanı yakınlarında bir kampa toplanan yaşlı ve çocuk, erkek ve Bayan Yahudilerin yük treni ve nehir gemisi ambarlarına tıkıştırılıp, yaka-


Makale ve Analizler - 2019

115

rak yok etmek üzere Avrupa’daki değişik Nazı kamplarına gönderilmelerinin durdurulduğu gün olarak anılıyor. Uluslararası camia bunu böyle kabul edip, İsrail hükümeti Bulgaristan Başbakan ve papazlarını Tel Aviv’e davet edip her defasından yüksek ödüllerle ödüllendirse de, Bulgar Yahudiler ve onların manevi liderleri, Bulgaristan’ın Yahudilerini “kurtardığını” kabul etmiyorlar. Çünkü yaşananların tekrar etmesinden korkan Bulgaristan Yahudileri (Osmanlı devrinde yerleştikleri ve 400 sene barış içinde yaşadıkları toprakları) 1946’da, 48 bin kişi olarak ülkeyi topluca terk etmiş ve İsrail’e yerleşmiştir. Olayın özü daha derindedir: 1942’de Alman Nazileri Vardar Makedonya’sı ile Ege Trakya’sını işgal etmiş ve idaresini Bulgar Çarlığına devretmiştir. Bulgar Çarı III. Boris ve Sofya hükümeti bu 2 bölgede yaşayan Yahudi ve Romen (Çingene) vatandaşlara Bulgar Çarlığı tebaası tanımamış, Nazilerin isteğine uyarak, Yahudi ve Romenleri toplanarak Nazi insan yakma kamplarına sevk etmeyi kabul etmiştir. 19 Mart 1943’te, ilk parti olan, 7 144 Yahudi Vardar Makedonya’sından, Bulgar asker ve subayların nezaretinde, gece gece at vagonlarına bindirilmiş ve Viyana üzerinden Polonya’nın “Treplika” Yahudi imha kampına yola çıkmıştır. 12 Mart 1943’te yine aynı şekilde günümüzde Sırbistan’da bulunan Pirot şehri tren garından 161 Yahudi de aynı istikamette, fakat Lom nehir limanında gemi ambarına yüklenerek, Viyana üzerinden aynı ölüm kampına yola çıkarılmıştır. (toplam 11 343 Yahudi gönderilmiş ve aralarından geri dönen olmamıştır.) Aynı gün Sofya Yahudileri evlerinden zorla çıkarılmış, erkekler taş ocaklarına işe, kadın, yaşlı ve çocuklar da Tuna’ya yakın “Dolna Mitropoliya” toplama kamplarına gönderilmiştir. Bu baskı ve terör olayı bütün Bulgaristan’ı sarmış, Yahudilerin yakasına sarı işaret takılmış, okulları kapatılmış, çocukları Bulgar okullarından çıkarılmış, Yahudi dükkanlarından alış veriş yasaklanmış, Yahudilerin sesi kesilmiş, kulakları tıkanmış, birçokları Dağa çıkarak anti-faşist ve monarşiye karşı silahlı direniş partizan çetelerine katılmıştır. Bu yılkı Sofya’daki anma törenlerine Dünya Yahudi Kongresi Başkanı Ronald Lauer de katılacak. Birinci sınıf “Koca Balkan” ödülüyle taltif edilecek. Ayrıca Sofya Yahudileri “Bulgaristan İçin Birlikte!” ve “Avrupa İçin Birlikte!” sloganlarıyla Bulgar halkıylan hoşgörü ve birliği için gösteri yürüyüşü düzenleyecek. Bu inisiyatife Bulgaristan Yahudilerinin “Şalom” örgütü öncülük edecektir.


116

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Katliamın hukuksal temellere oturtulması: 24 Aralık 1940 tarihinde 25. Halk Meclisindeki hükümet çoğunluğu “ Bulgaristan Yahudilerini vatandaş ve politik haklardan mahrum eden, onları ülkenin ekonomik hayatından söken ve mallarına ve mülklerini gasp eden” kanun tasarısını onaylamıştır. Bu yeni yasanın adı “Milleti Koruma Yasası” dır. 1 Mart 1941 tarihinde Bulgaristan Üçlü Mihver Anlaşmasını imzaladıktan sonra Hitler Almanya’sının daha büyük baskısı altına düşmüştür. 1942 yılının ilk günlerinden başlayarak Yahudi erkekler toplanıp karayolu, demir yolu ve taş ocakları gibi kamplara kapanmıştır. Bu arada, karşı koyanlar yargısız idam edilmeye başlanmıştır. 22 Şubat 1943’te Sofya’daki GESTAPO temsilcisi T. Daneker ile Bulgaristan Avrupa Sorunları Komiseri Al. Belev arasında Ölüm kamplarına 20 000 kişinin gönderilmesi anlaşması imzalanmıştır. Aynı dönemde Bulgar Milli Lejyonu, “Otes paisiy” adlı Bütün Bulgaristan Birliği ve başka sağcı örgütler tarafından Yahudi evlerine ve dükkanlarına gece baskınları düzenlenirken, birçok yangın olmuştur. Aynı güçler her yıl 17 Şubat gecesi Sofya’da fener alayları düzenlemeye devam ediyorlar. Şu da var, faşist nitelikli “Milleti Koruma Kanunu” nun kabul edilmesiyle Bulgaristan’da ayrımcılık siyaseti olağanüstü şiddetlenirken, demokratik Bulgar aydınları ve kamuoyu Yahudilerden yana konum almıştır. 19841989 isim ve kimlik değiştirme zulmünde bu olay yaşanmadı. Bulgar halkı Müslüman Türklere karşı devlet şiddetini 1972 -1989 döneminde kınamadı, başkaldırmadı, dayanışmayı ve terörizmle mücadeleyi seçmedi. 1943’de demokratik kamuoyunun, Yahudilere arka olan partizanların baskısına dayanamayan III Boris ve hükümeti, Hitler Almanya’sı ile imzaladığı anlaşmayı tek taraflı olarak yerine getirmemiş ve Bulgaristan Yahudilerini kamplarda çalıştırmış ama “Treplika” insan yakma fırınlarına gönderme cesareti gösterememiştir. Fakat 1990 yılından sonra ve önceleri azınlık hakları ve insan hakları, adalet ve demokrasi konularında Helsinki ve Viyana’da imzalanan uluslararası belgeler Bulgar meçlinde onaylanmamış ve azınlık hakları sürekli ihlal edilmiştir. III. Boris’in Yahudiler için yaptığını Avrupa Birliği üyesi Bulgaristan 2017’den beri Türkler ve diğer azınlıklar için yapmayı kabul etmemiştir. Ve bugün de Bulgaristan’dan sürekli kitle göçü oluyorsa bu korkudan kaynaklanıyor. Gidenler geri dönmüyor.


Makale ve Analizler - 2019

117

1943 yılında işgal edilen topraklardan at vagonlarına yüklenen Yahudiler, “Bulgaristan’ın eski topraklarına yerleştirilme yalanıyla” aldatılmışlardır. Vagonlara ve Lom’da gemi ambarına atılan toplam Yahudi sayısı 11 836’dır. 1943 ‘te Berlin ile Sofya arasında imzalanan ikinci bir anlaşmaya ve hazırlanan 2. Plana göre, gönderilecek olan Yahudi sayısı 8 560 kişidir. Bulgar halkının tepkisi bu ikinci sevkiyatı durdurmuştur. 1989’da Türkler kovulurken benzer olay yaşanmadı. Bulgarlar terörcü devletten yana çıktılar ya da seyirci kaldılar. Bu trajik olayın içinde, çok acı bir gerçek daha var. 1942’de Vardar Makedonya’sı ve Ege Trakya’sından 6 bine yakın Çingene (Romen) de toplanmış ve kamplara kapanmış, aldatılarak onlarda at vagonlarına bindirilmiş, sonra da gemi ambarlarına salınmış ve “Treplika” ölüm kampına gönderilerek hepsi yakılmıştır. Sofya’daki şimdiki törenlerde, Meclis Başkanı Karayançeva konuşmasında “Çingene katliamından” söz etmedi. 1962’den başlayarak 1989’a kadar devam eden Bulgaristan Müslümanlarını okullarını kapatarak, camilerinin kapısına kilit asarak, dillerini yasaklayıp kitaplarını yakarak, halk kültürünü yasaklayarak, Türkleri 1951’de 115 binlik, 1964-1976 arasında 150 binlik, 1989’da 360 binlik kitleler halinde göçe zorlayarak aynı zorbalığa bu defa kendi akıl ve girişimleriyle devam ettiklerinden söz edilmiyor. Hatta biz Moskof aklına uyduk demeye dilleri dönmüyor. Türk, Çingene, Pomak, Tatar, Gagavuz, Ulah, Makedon ve başka azınlıklardan çocukları okul dışı ve cahil, ana-dilsiz bırakma, azınlıklarımızı Avrupa’nın en yoksul, en fakir, en sefil insan toplulukları durumunda bırakmayı başardıklarından söz bile etmedi. Aynı zamanda, Başkan Karayançeva, 10 Mart’ın, başkanı olduğu meclisin 2003’te aldığı özel bir kararla İnsanlığa Karşı İşlenen Cinayetleri Kınama Günü olduğunu hatırlatmadı. Hatta Bulgar “ğst akılı” tarafından yetiştirilip şımartılan, dış işleri bakanı atanan Pasi gibi Yahudi kopillerinin, Bulgaristan’a atom bombası yerleştirilmesini istemesine bile seyirci kalıyor, kınamıyor. 1946’da 48 bin Yahudi, 1989’da 360 bin Türk gibi Bulgar rejimleri zulmüne dayanamayan 3 milyon vatandaşımız yurt dışına kaçtı. Karayançeva bunun sebeplerini de görmüyor. Baskı ve terörün çok değişik biçimlerde, özellikle de Türklere karşı şiddetlenerek devam ettiğine değinmiyor. Zulmün köklerini görmek istemiyor.


118

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Holokos – Yahudilerin yakılarak yok edilmelerini kınama günüyse, Bulgar totaliter rejiminin Müslüman Türleri eriterek yok etme çabalarını da kınama günüdür. Katilleri ve suçluları kınama ve lanetleme günüdür. Suçlu ve katiller tutuklanıp yargılanmalıdır. Zülüm gören tüm azınlıklarla davamız ortaktır. Faşizme ve aşırı milliyetçiliğe, ırkçılığa asla yol veremeyiz. Adalet, demokrasi, azınlık ve insan hak ve özgürlükleri yolumuzda ayrı gayrı yoktur. Okumaya ve paylaşmaya devam ediniz. Teşekkür eder, sağlık ve başarılar dilerim.


Makale ve Analizler - 2019

119

Yemleniyoruz

Tarih. 11 Mart 2019 Yazan: İbrahim SOYTÜRK Konu: Daha tehlikeli bir döneme girdik. 11 Mart 2019 sabahı Bulgaristan Cumhuriyeti Başbakanı Boyko Borisov Ortodoks Patriği Neofit ile Baş Müftü Mustafa Hacı’yı kabul etti. Görüşme esnasında, Bakanlar Kurulu’na gazeteci alınmasa da dijital basın anında çıkardığı birinci haberine- tam metin – şöyle dedi: “Avrupa’nın en fakir halkından 8 milyon levayı “yasal yollardan” çalma konusunda anlaşmak üzere Baş Müftü, Devlet Güvenliği DS ajanı “Andrey” (Mustafa Hacı) ve Başpiskopos Devlet Güvenliği DS ajanı “Smeonov” (Neofit), Başbakan ajan “Buda” (Boyko Borisov) ile görüştüler.” – Fakti.bg Yalnız bu cümle bile Bulgaristan’da kişilere değil, hükümete ve kurumlara hiçbir konuda asla güven kalmadığına yeni bir kanıt oldu. “Btv” – yayını sabah sabah Bulgaristan Diyaneti Baş Müftüsü Mustafa Hacı’nın renkli Baş Müftü kıyafeti ile ajan dosyasını çıkardı ve halka Velingrad Belediyesi, Draganovo köyünden olduğunu bir daha hatırlattı. Bu işleri bilen ve Bulgaristan’da hazırlanan evrakların sahte mi gerçek mi gizemini çözebilenler, gösterilen evrakın sahte olduğunu hemen anladılar, çünkü DS ajan kimliği sertifika şeklinde hazırlanmadığı gibi, tükürükle yapıştırma resim de yeni çekilmiş ve henüz kurumamıştı. Yani 20 yıl önce çekilmiş bir fotoğraf değildi. Ne yazık ki artık ülkemizde Baş Müftülük ve Müftülüklerle uğraşan ve bu işten geçinen devlet memurları dışında, sırtlarında yalan torbası büyük bir “avukat-uzman” grubu da var. Demek istediğim, bu olay devlet, yürütme ve kurum yönetimindeki kişilerin ajan olup olmadığı safhasından çoktan aştı. Bulgaristan Müslümanları Diyaneti Baş Müftülüğü ’nün mallarını ve mülklerini savunma ve yasal yollardan geri alma konusunda 28 daha kazanmış olmasına rağmen, hiçbir mülkünü geri alamamış olması, ülkemizdeki 14 bin avukattan en az bininin bin bir yoldan Baş Müftülükle, Müftülüklerle, camilerle, mezheplerle, medreselerle, imamlarla, hafızlarla, hamamlarımızla, cami bekçileriyle vb uğraştıklarını kanıtladı. Bu bakıma Bulgar hukuku gelişti. Ata mülkümüz olan 2353 cami ve mescit, 4 700 tapulu mülk, yüzlerce gayrı menkul Müslümanlarımızın olmasına rağmen, çöp parasını ödeyemez duruma getirildik, imamlara maaş ödeyemez, maaşını ödediklerimizin sigortasını ödeyemez


120

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

duruma getirilmiş bulunuyoruz. Ki Başbakan Borisov ile yapılan görüşmenin anlamı budur. Akciğerimizi dinlediler, nefes alan son hücrelerin yeri tespit edilip onları da “ölü canlı” duruma getirilecektir. Eli açık yere yaslanmış durumdayız… Çünkü Bulgaristan 140 yaşında yeni ve genç bir devlet, eski tarihinde birkaç dinli devlet yönetmemiş, öteki dinlere karşı hoşgörülü olma kültüründen yalnız reddetmeyi almış ve uyguluyor, çünkü daha I. Boris Hıristiyanlığı kabul ederken 52 zengin Bulgar sülaleyi 7. Köke kadar kesip doğramış ve aynı mezara gömmüş. Halka baskı yaparak mezar taşı dikilmemiş, hepsinin adlarını unutturmuştur. Kanla, zulümle başlayan bugün yasaklarla, taşla sopayla, icra memuru baskısıyla, taşınmaz gaspıyla, çalıp kapmayla devam ediyor. Bu baskıcı ve terörcülerin hepsi devlet memuru, olmasalar bile devlet tarafından kışkırtılan delibaşlar ve sonunda yürütmenin başı “aman gelin ben size bir iyilik yapayım” diyor. 1878’de Osmanlı’dan kopmuş, Rusya’ya bağlanmaktan kaçmış, Almanya’ya gönül vermiş, 1944’te oradan da koparılmış, 1990’a kadar yine Rusya koynunda sıvazlanırken, 2004’den sonra NATO ve 2007’de Avrupa Birliği’ne gönül bağlanmış olan bir devlet, vatandaşlarından kimin kim olduğunu bilmek zorundadır. Çünkü bu işleri yapanların hepsi insanlardır. Bu bakıma, devletten başka hiçbir kimsenin, onun bunun ajan olmuş olmasına diyecek lafı olmamalı. Devlet ise, ajanlığın kökünü kazımak istiyorsa, “devlet çıkarına” tanım getirmelidir. Çünkü bulanık suda yüzen balık yönünü bilemez. Yoksa biz yelkeni rüzgâra açık ama dümensiz bir kayık mıyız? Korku, kertenkeleye kuyruk kopartabiliyorsa, insanları da kimlik değiştirmeye zorlayabiliyor. Aslında insan kendi yaptıklarından kendisi sorumlu olmayabilir. Ateşe itilen yanar. Hainlik tuzağına düşen, öter. Bulgar tarihi hiçbir konuda mutlak gerçek olmadığına sayısız örnek ve kanıt verir. III. Boris zamanında partizan olup hapiste yatanlardan birçoğunun “özgürlük” dedikleri komünist dönemde kurşuna dizildiğine tanık olduk. 1944-1948 döneminde 260 idam cezasının altında adına atılmış imza olan II. Simeyon’un 2001’de Bulgaristan Başbakanı oluşu alkışlandı. Ortak hükümet kurduk. Yaşadığımız toplumda “ayıp” ve “günah” kavramları ne yazık ki anlam yetirmiştir. Ne ki, şu iyi bilinmelidir. Bu halkı besleyen ajanlar veya onların burnuna halka takıp onları ayı gibi oynatanlar değil, halkın kendisidir. Üzgünüm, 140 yıldan beri Bulgar halkı, devlet anlamında 2 katlı bir buna dikemedi, ikinci kata başlarken, birinci kat hep çöktü, yıkıldı. Anlatmaya çalıştığımız, Bulgaristan’ın en varlıklı, en zengin kurumu olması gereken Müslüman vakıflarını “çöp parasını”, “ çalıştırdığı persone-


Makale ve Analizler - 2019

121

lin “sağlık sigortasını” ödeyemeyecek duruma getirildi, olay her sözümüze kanıttır. Kilise ve camilerde dua edip halkın iyiliğini isteyenler ajanlar değil, müminlerdir. Ajan bir bakıma aracıdır ki, Allah aracı kabul etmez. Suçlular ve işine bakmayanlar hemen istifaya zorlanmalıdır. 2019’un Martında, Bulgaristan halkı Müslüman Diyanet İşlerine, din kurumlarına devlet bütçesinden mali yardım yapmaya niyetlendi. Bir adamın, bir kurumun tüm gelirlerine, malına mülküne el atan, mağduru beslemek zorundadır. Geç bile kalındı. Özellikle dini kurumların ve özellikle de Bulgaristan Müslümanları dini kurumlarının Devlet Vergi Dairesi (NAP), Ulusal Sigorta Ajansı (HOİ), Milli Sağlık Sigortası (NZOİ), belediyeler vb olan borçlarının bir defalık olmak üzere ödenip, borç defterinin kapanması mecliste görüşüldü ve birinci oylamada kabul edildi. Kendini bilmeyenlerden kudurmayan kalmadı. Bu öneri halktan önce Katolik ve Protestan kiliselerinden ve Bulgaristan Suni (Hanefi) Baş Müftülüğü (Nedim Gencev) tarafından tepkiyle karşılandı. Onlar da para istediler. (Paralel Baş Müftülük). Silinmesi öngörülen 4 milyon 240 bin avroluk borcun, 4 milyon 157 bin avroluk kısmının Müslüman Baş Müftülüğüne ait olduğu bildirildi. Sofya Müftülüğünün borcu 600 000 levadır. Diğer borçlar il ve belediye müftülüklerinindir. İmamların sağlık ve emeklilik sigortaları ödenmemiştir. Meclisteki oylamada hükümet partisi GERB ve Müslüman Türkleri temsil eden DPS lehte oy verip (104 oy) öneriyi ilk oylamada yasalaştırırken, Sosyalist parti (BSP) meclise girmedi, hükümetin ortağı olan İç Makedon Devrim Örgütü (VMRO), sözde yurtsever “Bulgaristan’ı Kurtarmak İçin Milli Cephe) ile “Ataka” partisi ile muhalefet olan “Volya” – (İrade) partisi karşı oy kullandılar. 1990’dan önce şu sıralanan son dört parti politik sahnede yoktu. Ayrı ayrı yaşlı üyeler, 1972 ile 1984-1989 isim ve kimlik değiştirme zulmüne fiilen katılmıştır, dedik. Ne ki, eski adı Bulgaristan Komünist Partisi (BKP) olan şu Sosyalist Parti (BSP) iri babaları 37 şehidimizi öldüren asker ve polisin eline silah verendir. Kararları çıkarandır. “Belene” ölüm kampını açıp işletenler, hapishanelerde 12 500 Türkü çalıştıran ve pek çoğunu da sürgünde tutanlardır. Özleri değişmemiş ki, Baş Müftülük Borçlarının ödenmesi yasası görüşülürken meclise gelmediler, konuşmadılar, kaçtılar. Bu bakıma biz, 2005 yılında Sofya’da DPS Başkanı Lütfi Mestan ve BSP lideri Sergey Stanışev öpüşmesi “sahtedir” derken haklıymışız. Ahmet Doğan gibi L. Mestan da baştan beri bize oyun yaptılar, davamıza hainlik ettiler. Hal-


122

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

kın gözüne kül attılar. Sonuçları ortadadır. Onlar bizi tükürükte boğmaya çalışıyorlar. Çöp yığınında yakmak istiyorlar. Şöyle bir hatırlatmada bulunmak istiyorum. 3 Nisan 1990’da Sofya’da BSP kurulurken şöyle bir olay yaşanmıştı. BKP MK üyeleri gizli toplandı. Toplantıya parti militan kadroları ile İç İşleri Bakanlığı, milli güvenlik, askeri istihbarat, 6. Şube ve diğer genel amirliklerden generaller gelmişlerdi. BSP Genel Başkanı Aleksandır Lilov konuştu ve totaliter dönem suçlarını ve özellikle 1972-73 ve 1984-1989 suçlarının hepsini İç İşleri Bakanlığı yönetimi ve karolarının üstlenmesini istedi. Gerekçesi sosyalist partisi olarak, sosyal demokrat ideolojiye dönerek BKP-yi korumak ve yaşatmaktı. İç İşleri Bakanlığı generalleri bu öneriyi kabul etmemişlerdi. O zaman yeraltına giren ve siyasetten uzaklaşan, örgütlenmeyen İç işleri Bakanlığı kadroları – güçler ancak 2005’te Birleşik Amerika ve Almanya yönetimiyle Almanya – Münih’te uzun süren görüşmelerden sonra, 2007’de politik sahneye çıktılar. GERB partisi kuruldu. 1984-1989 yıllarında Zulmü bizzat işleyen kolluk kuvvetler olsalar da, 2014’ten sonra Müslüman Türkler Deliorman ve Dobruca’da GERP partisine kaymaya başladı. Şimdi Baş Müftülük borçlarının silinmesi konusunda şahsen Başbakan Borisov, Müslümanlardan yana çıktı. Yasayı GERB ile DPS birlikte onayladılar. Borisov da isim değiştirme baskınlarında Deliorman’daydı. Sosyal medya yorumlarında aşırı milliyetçiler “dinsel kurumlara dış ülkelerden yardım gelmesine sert karşı çıkarken”, örneğin diyanete para veren devletin diyaneti denetleyebileceği konusunda eleştirilerini şiddetlendirdi. Irkçılar ve İslam düşmanları Türkiye Diyanetinin Bulgaristan’daki lise düzeyindeki din okullarına (Mestanlı, Şumen ve Rusçuk İmam Hatip okulları) ile Sofya’daki Yüksek İslam Enstitüsü’ne mali yardımların kesilmesinde ısrar ediyor. Bu paraların Bulgar devleti kontrolünde olmasında direniyorlar. Bulgaristan bir Layık devlet olmasına ve din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmış olmasına rağmen, devletle dinlerin bütünleşmesini isteyenler de yok değil. Anarşist kesim ve politikaya girmiş ama siyaset ilkelerini bilmeyenler ortamı karıştırıyorlar. Özellikle vurgulanması gereken şöyle bir durum var. Borçlar dünden bu günden değildir. Nedim Geneçev’in Baş Müftü olduğu dönemde yapılması istenen bir mali denetimden kaynaklanmakta, 2005 ile 2010 dönemini kapsamaktadır. Şu da bilinmeli ki, 2005-2009 arası


Makale ve Analizler - 2019

123

dönemde Bulgaristan Başbakanı BSP lideri Sergey Stanışev’tir, sosyalist parti iktidardadır, Nedim Gencev Baş Müftülüğe geri dönmek istenmektedir. Görüldüğü üzere geçen haftaki meclis oylamasına BSP yine katılmamış ve farklı iddialarla çelişkinin derinleşmesinden yana tavır almıştır. O dönemde Başbakan olan Stanişev, Cumhurbaşkanı olan Pırvanov bu borçları bir imzayla silebilirdi, ama yapmadılar, Baş Müftülüğü kurban görüp kasaba çekmeye tuzak kurdular. Olayın derinliğine inebilmemiz için, şu gibi bir özelliği de birlikte hatırlayalım: N. Gençev Baş Müftülük yaptığı dönem (2010-2011) Sudi Arabistan Vakıflarından büyük miktarda para almıştı. Bu parayı kişisel ihtiyaçlarına kullandığından dolayı, Sofya’da basılmış, yaşadığı daireye ve Deliorman – Glodjevo köyündeki dede mirası çayır ve tarlalarını, her şeyini satmak ve borcu iade etmek zorunda kalmıştı. Onun, bugün devletten bir para koparma işindeki dayanağı ise, Bulgaristan’da yapılan son sayımda, 5 bin küsur kişinin kendini Suni Hanefi mezhebinden yazdırması ve dini olarak N. Gencev Müftülüğü tarafından temsil edildiklerini kaydettirmesidir. Bu konuda bir dava açılmazsa ve olay Strazburg’a gitmezse, şimdilik devlet ancak Dr. Mustafa Hacı’nın yönettiği Baş Müftülüğün borçlarını sıfırlamak istiyor. Mecliste ikinci oylamayı sabırsızlıkla bekliyoruz. Olay yalnızca boç ödemekle ve bataktan çıkmakla noktalanmamalıdır. Vakıf mallarının iadesi ve verimli işletilme konusu milli dava haline getirilmelidir. Korkulacak olan din adamlarının ajanlığından fazla, işlerine bakmamalarıdır. Paylaşmayı unutmayınız


124

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Sultanbeylide Konferansta Konuşma Rafet ULUTÜRK

Saygıdeğer konuklar; bizler Türklüğün meyvesi olan Orta Asya Bozkırlarından yola çıkarak Anadolu’dan önce Türkleşen Bulgaristan’a ulaşan bu toprakları da Türk-İslam Âlemine katan EVLAD-I FATİHANLARIZ. Öncelikle Bulgaristan’ın DÜNÜ, BUGÜNÜ’NÜ anlatmak üzere yapmış oldukları davetten dolayı Furkan Kardeşime ve emeği geçen tüm ekibine huzurunuzda teşekkür etmek isterim. Öncelikle, Bulgaristan göçmeni olarak soydaşlarımın karşılaştıkları sıkıntı ve sorunlar beni de yakından ilgilendirdiğinden bu sorunların çözümüne katkı sağlamak adına Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği “BULTÜRK” çatısı altında hem Genel Başkan olarak hem de BULTÜRK gazetesi sahibi olarak faaliyetlerimizi sürdürmekteyiz. Değerli katılımcılar; Uzun yıllar boyunca bu faaliyetlerden elde ettiğim birikimler çerçevesinde Bulgaristan’ın DÜNÜ, BUGÜNÜ VE YARINI konusunu burada sürem el verdiği ölçüde özetlemeye çalışacağım. Bulgaristan benim memleketimdir. Toprağını sürdüğüm, ekmeğini yediğim, suyunu içtiğim memleketine âşık biri olarak doğduğum evin kapısı açık, lambası yanık olarak bırakarak buraya göç ettik. Atalarımın mezarları ve mirasları, çocukluk hatıralarım, “vatan” sevgim orada kaldı.


Makale ve Analizler - 2019

125

Konum itibariyle dünyadaki sayılı girift coğrafyaların birinde bulunduğumuzdan çokça ezildik, sürgünlere maruz kaldık. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı arası dönemde monarşi zulmünü yaşadık. Ama bununla da kalmadık. Gerek Çar Ferdinand, gerek Çar III. Boris veya komünist diktatör Jivkov dönemlerinde Türklerin maruz kaldığı zulümler, tahammül sınırlarını epey zorlamış ve dönem dönem büyük göçlerin yaşanmasına neden olmuştur. Osmanlı yüzyıllarca yatırım yaparak Bulgaristan’da ticari, zirai ve kültürel olarak kalkınmasında gösterdiği atılımlardan sonra, Rus istilası sonrası 1878’de çekilirken ardında binlerce cami, saray, konak, mescit, medrese, köprü, çeşme, geçit, köy ve kasaba miras bıraktı. Bulgar tarihinde en önemli yıl 1878 Rus-Türk harbi sonrasıdır. O, bir sayfanın kapandığı ve yeni bir sayfanın açıldığı yıldır. Dönüp geriye bakmak, bazen insanları ikiye, üçe, beşe böler, birbirine düşman eder, toplumu karıştırır ya da kaynaştırır, birleştirir veya birbirine düşman eder. Bulgaristan ve Türkiye aynı aileden bir birinden koparılmış kardeş iki komşu devlet. İnsan kardeşini ve komşusunu kendisi seçemez. Ne var ki, dünyadaki acıklı kavga, kardeş kavgasıdır. Bunu da en iyi bilen Türklerdir. Basit bir husumetten savaşa kadar uzanan çizgide tarihimiz boyunca pek çok devlet kardeş kavgası sonucu yıkılmıştır. 1877–78, Ruslarla Osmanlının son kez birbirine kıyasıya girdiği zamandır. Ardından iki imparatorluk da çökmüş ve dağılmıştır. Osmanlıdan doğan devletlerin toplamı 44’tür. Bulgaristan, bu “kardeş-devletçikler ailesine” Yunanistan ve Sırbistan’dan sonra girmiştir. Balkanların göbeğinde, Osmanlı devletinin ve O ZAMANLAR Rumeli Beylerbeyliği topraklarında bulunurdu. Bulgaristan’ın doğum tarihi 1878’dir. Okul yıllarında, bizi, Bulgar öğrencilerle birbirimize düşüren hep “93 harbi” olmuştu. Bu savaşın “bir saldırı harbi mi?” yoksa bir “ kurtuluş savaşı mı?” olduğunu tartışırdık. Tarihin genel geçerli gelişim yasaları, kategorileri, kıstasları, değer yargıları, süreçleri, devrim, isyan ve evrim gibi temel değimleri vardır. Biz o zaman bunların ne anlama geldiğini pek bilmesek de arasız bir birimizle didişiyorduk. Osmanlı ile Rusya imparatorluğunun iki feodal saltanatlık düzeni olduğunu öğrenmiştim. Türkiye tarih literatüründe pek kullanılmayan Fransız kökenli “ Formasyon” deyimini de o zaman öğrenmiştim.


126

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Çağları birbirinden ayıran, belli bir şekillenme, oluşma ve olgunlaşma süreçleri olarak benimsedim. Anlamı, yeni olan her zaman eskinin bağrında oluşur ve hayat hakkı ister, şeklinde girdi kafama. Bulgaristan yeni olansa, neden “Plevne Savaşında”, neden “Şipka Tepesinde” doğdu? Yeni olanın ebesi SAVAŞ mıdır? Gibi sorunlar beni çok ilgilendirmiştir. Bir de, aklımdan çıkmayan, dedemi öldüren, soyumu vatan toprağından söküp atan Rus Çarına “kurtarıcı diyemezdim” O benim atalarımın katiliydi…. İşte bu tabloda, ölümüne birkaç yıl kalan Rus Çarı 2. Aleksandır, 1877’de Tuna’dan, Kara Deniz ve Kafkaslar üzerinden Osmanlı’ya saldırıya geçerken her iki imparatorluğun da tarih takvimindeki zamanı dolmuştu. Her ikisinin de, yılları sayılı, eski büyük devletler olduğunu öğrendiğimde, parçalanma anlamına gelen yok oluşun, yeni ekonomik, siyasi ve kültürel ilişkiler doğurması zorunluluğunu ise, henüz anlayamıyordum. Bir de Osmanlı’da farklı dinlerin ve milletlerin kokuşmuş bir “ümmet topu” içinde barındığı gerçeği vardı. Bulgaristan için, eski olanın sonu ve yeni olana hayat hakkı tanıma anlamına gelen “93 harbi” tam bir asır önce 1774’te, Silistre yakınlarındaki “Küçük Kaynarca’da”imzalanan bir anlaşmada mayalanmıştı. Ruslara Osmanlı topraklarındaki Hristiyanları denetleme ve koruma hakkı tanıyan bu antlaşma, Osmanlının ümmet topunu delmişti. Başka bir değişle, o zamana kadar yekpare olan OSMANLI MERMERİNİ çatlatmıştı. Halk dilimizdeki “dananın kuyruğunun koptuğu yer” işte bu anlaşmada Rus Çarına tanınan haklardı. Kritik nokta, diplomatların gözden kaçırmadığı noktadır. Osmanlı hanedanı bu hassasiyete duyarlı olup, bir büyük savaş patlamasına yol vermemek için, 1872’de özel bir fermanla Bulgar Doğu Ortodoks Kilisesi’ni Rum kilisesinden ayırmış ve Ohri Gölünden Kara Denize kadar Bulgar kilise ve manastırlarından Rum Papazları kovmuştu. Fakat Osmanlıya saldırmak için fırsat kollayan Rus Çarı’nın stratejik hedefi, sıcak denizlere inmekti, savaşa vesile yaratmak için dini azınlık hakları telini çalıyordu. Yalnız bu mu? Hayır, şu da vardı. “Küçük Kaynarca” dan tam 50 yıl evvel, “Aton” Manastırı ruhani liderinden olan Payisiy Hilendarski, “Islav Bulgar Tarihi” eseriyle Bulgar maneviyatına etnik diriliş suyu vermişti. O, Bizans ve Osmanlıda uzun süre kalan ve öz tarihini unutmak üzere olan Bulgar hafıza küpünün dibine inmeyi


Makale ve Analizler - 2019

127

başarmış ve “Bulgarların soyu sopu, dil, din, alfabesi, hatta Bizans İmparatoru 1. Nıkifor’u yenen ve kellesini şarap tası yapan Krum gibi ünlü Çarları olduğunu gün ışığına çıkarmış ve kulaktan kulağa yaymıştır. Böylece Bulgarlar bizim tarihimiz var bilincine uyanmıştır. Çocukluğumdan kalan işte bu öykülerde, Rus Çarı’nın Osmanlıya saldırısı Bulgarları kurtarmak için özel olarak yapılmıştı. Büyük bir fedakârlıktı. Hatta bedeli asla ödenemeyecek kadar büyük olan, bir “Kurtarıcılık Misyonu” idi. Dolayısıyla benim Ruslara olan “minnet borcumuz” onların dedemi katletmesinden kaynaklanıyordu. Beynime çizilen tabloda, hep boynu bükük olmak Türklere haktı. Çünkü biz Bulgaristan’da kalan Osmanlı kırıntılarıydık. Bizim uyanıp bilinçlenmemiz içinse, sürekli baskı altında, suçlu durumunda, ezilmeyi hak etmiş mahkûm vaziyette olmamız isteniyordu. İyilik ile kötülük arasındaki bitmeyen kavgada, insan düşmanlığı, tatmin olmayan bir hırs ve sürekli böbürlenme ihtiyacı ve her defasında haklı ve bataklığın üzerinde leke gibi ama mutlaka üstte olmak bir nitelikse, TARİHANA İRADESİNDE VE RUHUNDA BİR EKSİKLİK YA DA FAZLALIK OLAN İNSAN TİPİ YARATMA KABİLİYETİ Mİ GİZLİYOR? İnsan doğuştan kimseye düşman değildir. İnsan doğduğunda kim olduğunu bilmez. Sevgi, saygı, adıl olma, dostça davranma ve kardeşçe yaşama gibi, kin, nefret, öfke, tahammülsüzlük, düşmanlık, ayrımcılık, ırkçılık vesaire eğitim sonucu ve yaşadığı çevresi ve kısaca toplumun ürünüdür. Olumlu olan ve Olumsuzluk tarih küpünde gizlidir. Onları bireysel ve toplumsal hafıza küpüne depolayan da tarihtir. Ne yazık ki, yalnız tek kişinin değil, kavimlerin, soyların, milletlerin ve halkların da hatıra havzası böyle oluşur. Belki de, insanoğlunun en üstün hünerlerinden biri, gerçek bir mücevher olan anılardan, herkese ve tüm topluma yararlı, ustaca yararlanmaktır. Bizim analiz nesnemiz Bulgaristan ile Türkiye’dir Bulgaristan’da değişen pek bir şey yok. Benim gençliğimde, kitapların resimlediği, radyoların anlattığı, gazetelerin yazdığı, tarih ve edebiyat hocaları tarafından bilmemiz istenen ne varsa bugün de az farkla yine aynıdır. Her yıl, milli bayram, 3 Mart’ta “Şipka” tepesine çıkıp 20–30 fesli ve sarıklı askerlerin boynu kılıçla kesilir. Ruslara teşekkür edenler yeni sözler bulmakta zorlanırlar. Biz, Türk olsak da, Bulgaristan Halkı Adına teşekkür edilirken, paketin içindeyiz. Dedelerimizi kıyıp geçen Moskoflara aman ne


128

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

iyi ettiniz de Osmanlıyı Plevne’de yendiniz, Osman Paşayı Şıpka’dan kovdunuz, Bulgar halkını sözüm ona “esaretten” kurtardınız diye sevinemeyiz. Kendini bilen, dedelerini öldüren katile hiç minnet duyar mı? Bir bakıma, biz Bulgaristan’da kalan Türk ve Müslümanlar, tamamen çarpık ve iliklerine kadar Osmanlı Türk ve Müslümanlık düşmanlığı dolu bir ruhla oluşan Bulgar kimliği karşısında, hep ezilmişlik hissine kapıldık. Ancak dirilen Bulgar ulusal kimliğinde asla yerimiz olmadığını anladığımızda Türklük bilinci yeşererek bünyemizde filizlendi. Bizleri sönmüş olan ümmet bilincinden uyandıran Bulgar milli duygusunun kabarmasıdır. Bu 140 yıldan beri devam eden “etki-tepki” şeklinde gelişen iki taraflı bir süreçtir. Ana dil, din, kültür ve tarih ve perspektif olarak tamamen farklı olmamız ve birbirimizin içinde eriyerek bütünleşmemizin mümkün olmaması gerçeği, bu süreci pekiştirmiş ve ulus Bulgar devleti yapısının “çok kültürlü yapılanmayı kabul etmemesi” de kızışan çekişmelerin kopma noktasına taşımıştır. Atalarımız, Bulgaristan koşullarında “ümmet” kabuğu içinden Türk kimliğini böyle çıkardı. Aynı topraklarda reformcu Rusçuk Valisi Mithad Paşa tarafından ekilen yenileşme tohumlarında, Türkler için herhangi bir ayrıcalık olmadığından, Biz Bulgaristan Türklerinin Türk kimliğini çağıran milli uyanışımız Bulgarlardan 60–70 yıl geç olmuştur. Bu bakıma biz yenilenme sürecinde, dönüşüm hamlelerinde taşıyıcı rol üstlenemedik, kendimizi icraata geçemeden hamasi sözlerle avuttuk. Kendimizi tanımlamak bir tarafa başkaları tarafından Bulgaristan Müslümanları, Bulgaristan Türkleri vsy. olarak tanımlandık. Benzetmesi şudur. Biz Bulgaristan Türkleri kilise avlusuna bırakılmış bir Müslüman çocuk olarak yetişmek zorunda kaldık. Ayinlere katılmasak da, ortak sofrada yemeyi kabul ettik. Çölde susuz kalanlar olarak tarihimizden ve dinimizden gelen serap pınarlarıyla avunduk. Tarih boyu mayalanıp oluşan Bulgar milli bilinç tohumunu “çatlamasında” iç faktörler kadar dış etmenler de rol oynamıştır. Bu bilincin içine Osmanlı düşmanlığı zehrinin şırıngalanmasında 19. yüzyıl Batı ve Doğu burjuva aydınları bu ocağa kömür atmışlardır. Volter’den, Victor Hugo’dan Dostoyevski’ye kadar keskin kalemlerin hepsi birlik olup Boğazlardaki “hasta adamı öldürmek” istemiş tirler. Yani Türklüğü ve İslamiyet’i yok etmek uğruna eylem birliği yapmışlardır.


Makale ve Analizler - 2019

129

Ters bir örnek vermek istiyorum. Belki konu daha açık görülebilir: Klasiklerinden Karl Marks ile Fridrih Engels bile “Orient” ve Rus – Osmanlı Savaşı üstüne yazılarında, “bir saldırı savaşıdır”,“Rus İmparatoru 2. Aleksandır’ın kanlı istila savaşıdır” gerçeğinin altını kalın çizmişlerdir. Sosyalist bir ülkede eğitim alsak da biz bunları çok sonradan öğrendik. Bulgaristan’da yaşayanlar hala hakikati okuma veya işitme imkanı bulamıyordu. Çünkü baş tacı edilen bu iki deha toplu eserleri Bulgarca 56 cilt olarak basılmıştı. Oysa orijinali 153 cilttir. Marks’ın “cennet” olarak tanımladığı Osmanlı üstüne yazılanın da yer aldığı 97 cilt rafa kaldırılıp, yok sayılmıştı. Yani Bulgarcaya bu 97 cilt tercüme edilmemişti. “Gerçekleri karartma” ile tarihi çarpıtan makinenin kapasitesi büyük, dişleri kocamandı. Zavallı insanlarımızı çarpık, eksik ve yanlış bilgilendirme, gerçekleri öğrenme yolu tıkalı, korku ortamı toplumun bilgilenerek uyanışına büyük bir settir. Bizde de öyle olmuştur. Şimdi sizlere tam bu konuda tezimi destekleyici bir somut örnek sunmak istiyorum. Plevne kuşatıldığında yerli Bulgar erkân, çorbacılar, Papaz önde Osman Paşa kurmayına gider. “Koruyun, kurtarın bizi” diye söze başlayan Papaz, 3 torba altın çıkarır. “Buyurun Paşam, uygun gördüğünüz gibi harcayın ama bizi savunun!” Şu örneğim de Plevne’den. Bulgar Çarı Ferdinand Londra ziyareti esnasında Lortlar Kamarasında şöyle bir ricada bulunmuştur. “Beyler sizden Plevne toplu mezarındaki Osmanlı kemiklerini almanızı rica ediyorum. Çünkü Bulgar halkı uyuyamıyor, Osmanlının hortlamasından korkuyorlar.” Lortlar, bu ricayı ciddi bulup gereğini yapmışlardır. Bir kısım toplu mezarlar açılmış, kemikler çıkarılıp sandıklar içinde Varna limanından İngiltere’ye taşınmış ve öğütülüp ormanlara saçılmıştır. Bir not: İşte yeni Büyük Türkiye olduğumuz takdirde bu kemiklerin serpildiği ormanları bulup oraları TÜRK ŞEHİTLİĞİ YAPMAMIZ GEREKİR. İşte ancak o zaman Büyük Türkiye olmuş sayılırız. Not: Plevne toplu mezarda 123 bin Osmanlı askeri gömülüdür Bir örnek daha ilave ederek, Bulgar devlet adamlarının Osmanlı mirasçısı yerli Türkler hakkında düşündüklerini ve aldıkları tavrı açıklamak istiyorum.


130

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Osmanlıdan koptuktan sonra Bulgar Prensliğine en uzun zaman Başbakan olan Stefan Stanbolov öldürüldükten sonra Mecliste okunan raporda, Osmanlı Bankasından 80 bin altın borç aldığı ve bu parayla göçe zorlanan Türklerin tarla, çayır, koru ve ormanlarını aldığı açıklanmıştır. Bu zihniyet 140yıldır süre gelmektedir. İnsan ve toplum gücünü geçmişinden, tarihinden alır. Plevne yamaçlarında yükselen ve Tuna’dan görünen bir Osman Paşa anıtı, Şipka Doruğunca göklere uzanan bir Süleyman Paşa anıtı dikilemedi. Anıtlar taş ve beton yığını değil, tarihin sembolleri, şehitlerin ruhu ve tarihsel bütünlüğümüzün simgesidir. Mezarlıklarımızın sürülüp tarla yapılmasına göz yumamayız onlar bizim tapumuzdur. Ana konu budur. Biz, 20. asır boyunca “Türk tehlikesi”, “5-inci kol ordu” ve halen “Ilımlı İslam tehlikesi” gibi her gün yağan ideolojik zehir yağmuru altında yetiştik ve yaşıyoruz. 1878’de biz Türkler Bulgaristan nüfusunun % 64’ünü oluştururken, şimdi % 15’e düştük. Bulgaristan’da Malımızı mülkümüzü bıraktık da kaçtık. Tazminat almayı düşünen dahi olmadı. Her şeyimiz onlara Bulgar Devletine kaldı. Oysa şimdi yine Rusçu, sol marjinal zümre, Bulgarların 1912’de Edirne saldırısından geri çekilmelerinden sonra uğradıkları kayıplar için 10 milyar dolar talep etmeye hazırlanıyorlarmış. Bu hortlama sahnesi, Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın Başbakan sıfatıyla Sofya meclisine yaptığı ziyaret sırasında da oynanmıştı. Oysa iki devlet arasındaki geçmişe ait sorunlar 1925 Ankara Antlaşmasıyla kesin çözüm bulmuştu. Onlar 1912 yılı mağduriyetlerinin giderilmesini talep ediyorlar, ama bizler 1877’den günümüze kadar yaşadığımız mağduriyetleri dile getirmekten bile aciziz. Tarih kaşımaya uygun bir yaradır. Çünkü Bulgaristan kurulduğundan beri Bulgar Devlet Ağcı Türklere karşı hep dikenli, meyveleri hep acıydı. Geçmişe daha farklı bir açıdan da bakabiliriz. Tarih akışı içinde olayların çarpıtılması. Bilirsiniz San Stefano–(Yeşil Köy) Antlaşması din ve dili bilinen ve Osmanlıdan önce aynı topraklar üzerinde tarihi olan, Doğu Ortodoks Hıristiyan Bulgar ırkına kendi başına ruhen var olma hakkı tanıdı. O zaman Rumeli’de kalan Müslüman halk topluluklarına, yuvanızı bozmayın,


Makale ve Analizler - 2019

131

kalın kaldığınız yerde, dendi. Ne var ki, Osmanlı Padişah’ının Rum Papazları Bulgar kilise ve manastırlarından kovan 1872 Fermanına göre çizilen San Stefano sınırları, Batılı Büyüklerin gözüne battı. Hemen toplanan Berlin Konferansı, “Bize Padişah’ın yaptığı iyiliği kimse yapmamıştır” anlamındaki Bulgar minnettarlığı yerine, yeniden çizip biçerken Bulgar Prensliği sınırları içine Türk düşmanlığı tohumu ekildi. Bulgar Prensliği’ne ancak Tuna boyu ve Sofya ilinin tahsis edilmesi SÖNMEYEN BİR HUSÜMET OCAĞI ATEŞLEDİ. Bu ateşi yakan Osmanlı Padişahları değildi. “Daha fazlasını hak etmek için Padişaha küfredeceksiniz, Türklere kök söktürecek-siniz” diyen “kurtarıcılar” ve “uyumlu yaşama ihtimalinden endişe duyanlardı. Osmanlı devrinde Balkanlarda kurulan iyi komşuluk ve yardımlaşma ortamından korkanlar vardı. Olayı daha büyük bir mercek altına çekelim. Bulgar tarihinin daha da derinlerine inip birkaç özelliğe işaret edelim. Bulgarlar, Payisi Hilendarski’den sonra, tarihini bilen bir millettir. Hazar bozkırında komşuluk yapmış olsak da Balkanlara bizden 700 yıl önce gelip 861’de Birinci Bulgar Çarlığı Kurdular ve 3 sene sonra Bizans dinini devlet dini ilan ettiler. O dönem tarih yazan kılıç Bizans’ın elindeydi. Gelen göçebelerin çadır kurduğu topraklar onundu. Bulgarlar, bir de kalem tutmayı ve okumayı sever. O zamanlardan kalan büyük eserlerden biri Kiril Alfabesidir. Bu yazım, Çar I. Boris’in oluşturduğu Preslav ve Ohrid aydın ruhunda yetişen Kiril ve Metodiy kardeşlerin yaktığı sönmez çıradır. Yeri gelmişken, değinmeme izin veriniz, geçmişte Bulgaristan’a karşı şiddetlenen siber saldırı, Bükreş’te düzenlenen uluslararası güvenlik konferansında eski Cumhurbaşkanı Rosen Pleneliev tarafından kınandı. O, siber saldırının Moskova’dan geldiğine işaret etti. Kendine has megalomanlıkla, hemen cevap veren Putin, “unutmayın yazdığınız yazının harflerini biz verdik” dedi. Büyük aydınlıkçı Kiril ve Metodiy kardeşlerin dev eserini çalmakla, Yakın Doğu petrolünü çalmak arasında fark göremiyorum. Bu örneklemeyle de tarihin kesintisiz bir süreç olduğunu, derinliklerinden kötülük, husumet ve düşmanlık mayası çıkarılabileceği gibi, iyilik örneklerinin çıkarılmasının da mümkün olduğunu söylemek istedim. Evet, Devam edelim,


132

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ne var ki, güneş batımından önce meydana gelen, değineceğim olay, karanlığın 168 sene sürmesine neden oldu. 29 Temmuz 1014’te Bulgar Çarı Samuil “Belasitsa” Savaşı’nda Bizans İmparatoru 2.Nikifor’a yenik düştü. 14 -15 bin Bulgar esirden yüzde biri tek gözlü bırakıldı. Ötekiler hepsi kör edildi. “Hıristiyanlığı kabul etmezseniz kaderiniz budur!” dersi orada verildi. Bulgar köylerine birer birer dağıtıldılar. Halkın ruhu ve iradesi kırıldı. Askerlerinin halini gören Samuil kayıp gitti. Rumeli’de 200 yıl kuş uçmamıştı. Evet, gerçekleri gün ışığına çıkartma zamanı geldi. Bulgar halkına bu acı sanki azmış gibi, ruhu daha da oyuldu. Balkanlara ruhsal iyiliği seven “Tangra” Tanrısıyla gelmişlerdi. Canları pahasına dayatılan Tanrı, Baba ve Oğul imanı, din ve ibadet dillerini değiştirdi. Bulgarların Hristiyanlığı gönüllü kabul ettiklerini yaza yaza yazar olan bilim adamlarına selamım var. O iş, o zaman, dediğiniz gibi olsaydı, 1168’den, yani İkinci Bulgar Çarlığı’nın dirilmesinden – 1396’da Bulgarların Osmanlıya katılmasına ve Rum Papazları Bulgar kilise ve manastırlardan kovan 1872 Padişah Fermanına kadar, din özgürlüğü ve DOĞU ORTADOKSLUĞU OLUŞTURMA mücadelesini anlamak mümkün olamaz. Olaya böyle baktığımızda, Küçük Kaynarca’dan “93 harbine” kadar Rus İmparatorlarının Bulgarlar arasında neden din kışkırtıcılığı yaptığı da kolayca anlaşılmaktadır. Eğer Bulgar halkının özünde Tangra’dan gelen iyilik kutsallaşmamış olsaydı; bu halkın Bizans’ta her gün yaşadığı bitmeyen ve din değiştirme zorbalığından kaynaklandığına inandığı eziyete şeytan çilesi demezlerdi, isyan edip BOGOMİL HAREKETİ – (Tanrısını sevenler hareketi) alevlendirmez ve yanmaya gönül vermezdi. Bu olay 1000 yıl önceki Bulgar toplumu için ruhsal olanı belirleyendir. Buralara gelen dervişler doğanın felsefesinde sevgi ruhunu güneşle kavuşturdu Karşımıza çıkan Bulgar ruhunun bir milenyum boyu süren, ezen ile ezilen boğuşması sahnesinde, şu gerçek yani Tırnono Patrikliği’nin “Tanrı sevenleri” bir “tarikat”, bir “eres”olarak lanetleyip, taşlatması, Batılı Kralların ise “yakalandıkları yerde yakın” buyruğu belirleyici oldu. İyilikleri yaşatmak için çıkarılan fermana rastlamadım. İYİLİĞİN geçmişe ait olduğu kadar, bugüne ve yarına da ait olduğu için ölümsüz bir umut, en ağır balyoz altında bile asla ezilip yok olmayan, bir cıva tanesi gibi an-


Makale ve Analizler - 2019

133

cak saçılan, saçılıp zaman içinde hep var olan, olduğunu görebildikleri için, Osmanlı dervişlerine huzurunuzda teşekkür etmek istiyorum. Ayrıca 1952’de Bulgaristan’a gelen Nazım Hikmet Dobruca’yı köy köy gezerken yaptığı konuşmalarında, Bulgar idaresinin Türk-Bulgar ayırımı siyasetini tuzla buz etmiş, ektiği fikirler 5-6 senede yeşerince, Bulgaristan’da medeni anlamda Türk kimliği yaratılmasında, okul, lise, pedagoji mektepleri ve din okullarımız ve hatta Sofya Üniversitesinde Türkçe tedrisatlı 4-5 fakülte açılmasına temel olmuştu. Nazım’ın fikirlerinin Türklük çırası gibi yandığı yıllar “Bulgaristanlı Türklerin altın çağıdır.” Totalitarizm karanlığına rağmen bizi ısıtan ruhsal ocağımızdır. Bir örnek, kısa zamanda birçok Türkçe gazete ve dergi ve 560 Türkçe kitap basılmıştı. Bizler iyiliğin ölümsüzlüğüne inanıyoruz. Bulgarların bizi, bizim de onları anlayabilmemizin ve kardeşçe, komşu komşu beraber yaşamamız için gerçeğin 2 yüzünü de tarih suyunda yıkamak zorundayız. Analizimiz, Bulgar gerçekliğinde bu iki yüzden birinin küflenip paslandığı, propaganda ile karartılan, ters yüz gösterilen dünya ve tarihin gün ışığına çıkarılabileceği inancımı artırıyor. İşte böylece BUGÜN VE YARIN bölümüne geçtik. 1908’de Çarlık olarak dirilen Bulgaristan bugün bir parlamenter cumhuriyettir. 140 yıllık yeni tarihinde 3 Anayasa değişti. 1-Birincisi monarşiyi yasallaştırdı. 2-1947’de kabul edilen ikincisi Komünist Partisi yönetiminde halk idaresi, dedi. 3-1992’de kabul edilen üçüncü anayasa sosyal, demokratik düzen dese de, hiç birinde “adalet, mülkiyetin temelidir” ilkesine yer verilmedi. Bu anayasaların hepsinde belirtilen, yasama, yürütme ve yargı ayrımı asla uygulanmaması, anayasada yer almayan “kişisel idare”, “şahsi rejim”, “diktatörlük”, “faşist monarşi”, “totalitarizm” ve bir otokrasi erki için kullanılan diğer tanımlarla zulme, baskı ve teröre dayanan rejimler hep iktidarda bulundu. Zorbalığın sivri ucu tek uluslu Bulgar devleti kurulurken hep etnik ve dini azınlıklara yöneldi. Bogomil ruhuna kazınmış “eşitlik ve kardeşlik”ilkesi, 1795’te Fransız burjuva devriminde de, ana slogan olsa da, Bulgaristan’da hep, daha kötü günler için, bir yerlere saklanmış kaldı. Bu dönemde azınlıkların, Türklerin ve diğer Müslümanların menfaatlerini de gözeten başbakanlar görev başına gelmedi mi? Geldi.


134

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Aleksandır Stanboliyski – Bulgaristan Çiftçi Partisinin lideri öyle biriydi. Türklerin ekonomik ve kültürel haklarını destekledi. Türk okullarına birçok yerde devlet ve belediye mülkünden toprak verdi. Sonra Vılko Çervenmkov da 3-5 sene özgün kültürümüzün serpilip açmasına olanak verdi. İlkokullardan başka liselerimizi açtık, gazetelerimizi çıkardık, büyük sayıda kitap bastık, radyo yayınlarımızı başlatmıştık, özenci sanat canlandı, tiyatrolarımız açıldı. Ama çok kısa sürdü ve artık 60 yıldan beri özlediğimiz yıllara dönemiyoruz. 1878’de Osmanlı’dan kopan Prenslikte bir etnik ve dini azınlık olarak kalan Türklerin geleceği anayasaya ve yasalara işlenmedi. Çok etnikli oluş ve farlı kültürlülük yasalara girmedi. Osmanlı feodalizmi içinde uyanan, Aydınlanma Çağı yaşayan Bulgar milletinin kapitalist bir düzen kurmaya, yani demokrasiye, yani toplumsal ayrışıma, yani tüm azınlıkların haklarını tanımaya açılması gerekiyordu. Beklenen buydu. Hayal edilen ile uygulanan birbirini tutmadı. Aslında Bulgar ulusal devrim hareketi programını Yunandan kopyalamıştı ve bu bakıma baştan aşağı aldatmacaydı. 16 Nisan 1879’da Tırnovo’da toplanan Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilen BURJUVA ANAYASASI, Hollanda Anayasası’ndan kopyalanmıştı, Hollanda sömürge metropolü, azınlığı olmayan bir devletti. Fakat anayasal Prenslik hedeflendiği için bize en uygundu. Bu anayasa 68 yıl yürürlükte kaldı ve Berlin Anlaşması maddeleri değiştikçe, o da ayarlandı. Bugünümüzün daha kolay anlaşılması için bir örnekleme yapıyorum. Berlin Anlaşmasının ilk şeklinde “Bulgaristan’a Bağımsızlık Tanınması” maddesi yoktur. Rus İmparatoru 2-nci Nikolay’ın dayatması sonucu bu yöndeki değişiklik yapıldı. Başka bir misal: Anayasası’nın orijinalinde Prensi’nin Doğu Ortodoks Dinden olması şartı vardır. Ferdinand Katolik’ti. 1908 – 1918 arası Üçüncü Bulgar Çarlığının ilk Çarı olabilmesi için veliahdın Doğu Ortodoks Dininden olması şartını yine Rus Çarı İkinci Nikolay getirdi. Oğlu Üçüncü Boris vaftiz etti. Tangrı ilahının Hıristiyanlıkla değiştirilmesinden sonra, Rumeli’de din, dil, mezhep değiştirme işlerinin başka renkler alıp, “çıkar gereği” yapıldığını da görüyoruz. Kuşkusuz ardından daha 1912’de tüm Pomakların vaftiz edilişi, minarelerin yıkılıp, camilerin kiliseye döndürülmesi trajedisi yaşandı. 1936 ve 1942’de vsy. Pomakların isim ve dinlerine daha şiddetli bir saldırı geldi. 1950’lerden sonra Çingeneler Bulgarlaştırıldı. 1972’de Pomakların tamamına din ve dil haklarını yeniden kaybetti.


Makale ve Analizler - 2019

135

1984-85’te 1 milyon 250 bin Türkün isim, baba adı ve soy atlarının 3 ayda değiştirilmesi, dil ve din yasağı, Müslüman ahlakı kapısına anahtar vurulması sabır taşırdı. Halk ayaklandı ve totalitarizm başı Todor Jivkov’u 10 Kasım 1989’da devirdi. Bulgaristan anayasal-demokratik bir ülkedir diyoruz da, 20. yüzyıl boyunca başımıza gelen şu sıraladığım vahşetin bir harfi, bir virgülü anayasada ve yasalarda yoktur. Olaya olumsuzlama açısından bakarsak, Bugünkü Bulgaristan topraklarındaki Osmanlı devlet yapısının, kültür ve uygarlığının kökten ret edilmesi “93 harbi” ve ilk Bulgar Anayasasıyla hemen, birden bire olmamıştır. Bir defa Doğu Rumeli Osmanlıya bağlı kalmıştır. İkinci, Osmanlıya karşı gelişen Bulgar milli kurtuluş hareketi, komitacılık, aydınlanma süreci geçmişi ret etme açısından, azınlıklara, Türklere, Yahudilere, Ermenilere vb. milli azınlıklarla ilgili “vatandaşlık haklarını yitirirler” gibi bir aşırılığa takılmamıştır. 19. yüzyılın ikinci yarısında Bulgar ruhunu saran bu hareketlenmeyi adım adım kaleme alan, komitacı, Diyarbakır mahkûmu, Krallık döneminde meclis başkanı Zahari Stoyanov, Bulgaristan Türklerini anlatırken “memleketimizde her zaman var olacaklardır” cümlesini kullanmıştır. Olağanüstü çalışkan, namuslu, vatansever, dürüst insanlar olarak bilinen ve toplu halde yaşayan Bulgaristanlı Türkler, yakın tarihimizde, başlarına gelenlere rağmen, Bulgar devletinin yüzünü defalarca ak etmişlerdir. Bir defa, isimleri değiştirilmezden sadece bir yıl önce Bulgar döviz gelirinin % 49’una tekâmül eden tarım ve sanayi üretimini onlar sağlamıştır. Birçok kez düşmanlıkları emek ve insan sevgisiyle yenmişlerdir. Spor dalından örneklersek, ağır sıklet serbest güreşte Lütfü Ahmedov Olimpiyat ve dünya şampiyonu altın madalyalarını Sofya’ya getirendir. Naim Süleymanoğulu, Halil MUTLU hepimizin gururudur. Müzik dalında, Mesru Mehmedov New York filarmonisiyle dünyayı ayağa kaldırdı. Şumnulu ikiz kardeşler İbrahim ile Hasan Malta’da düzenlenen EVROVİZYON yarışında ikinci oldular. Kırcaaliye bağlı Çernooçene (Karagözler) lisesinden Bayse kızımız Dünya Satranç Birincisi oldu. Bu başarılarımızı saymakla bitiremeyiz. Geçen hafta 15 yaşında Nurgül SALİMOVA Dünya satranç Şampiyonu oldu. Şimdi biraz politik yapıdan söz edelim: Osmanlının bağrında mayalanan Bulgar politik yapılanması Tırnovo meclisinde “liberaller” ve “muhafazakârlar” olarak iki renkte ortaya çıktı. Sonlara onlara Dimitır Blagoev’in, sosyal demokratları, “geniş” ve “dar


136

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

sosyalist-komünistleri” karıştı. 1990’da Bulgaristan Halk Çiftçi Partisi kuruldu. Faşizm döneminde “lejyonerler” ağırlık kazandı. Sosyalizm yıllarında Çiftçiler komünist partisine “koltuk değneği” oldu. Şimdi Bulgaristan’da tescili yapılmış 150 den fazla politik parti var. Bunlardan 8’i mecliste temsil ediliyor. 1890’dan beri kurulan dağılan ama nasılsa bugünlere erişen siyasi parti ve fraksiyonların arasına 1990’ın 4 Ocak günü Bulgaristan Türklerinin Hak ve Özgürlük Hareketi katıldı. Parti, 1960’lardan sonra Komünist Parti’nin Bulgaristan’da yaşayan Türk ve Müslümanların özgün kültürel hakları ve ibadet özgürlüğü ve Müslüman yaşam tarzına, adet ve geleneklerine bağlı olarak yaşamaya devam etme arzusunda kurulmuştu. Direniş yıllarında toplam 44 dernek, kulüp, birlik, örgüt ve parti kurulmuştur. Şunu önemle belirmek istiyorum. Hak ve Özgürlük hareketi kurulmasına giden yol Bulgaristan’ın totalitarizmden kurtuluşu ve demokrasiye açılma yoludur. Bu direnişlerde Bulgarlar da atılım içinde olsalar da, Türklerin ve Pomakların direniş örgütleri ile Bulgar demokrasi ve insan hakları örgütleri arasında organik bağ kurulamamıştır. 1990’dn sonra Bulgar kamuoyu parçalanırken bu kopukluk hemen belirdi. Demokratik güçlerle Türk özgürlük hareketi kaynaştırılmadı. Söylemek istediğim bir gerçek daha var. Gerek Bulgar, gerekse Türk ve Pomakların insan hakları ve demokrasi mücadelesi Bulgar gizli polisinin ve Rus dış istihbarat örgütü KGB gözünden kaçmamıştır. Bu yıllarda Türklerin ve diğer Müslümanların arasından toplam 3 bin 16 hafiye, rejim lehinde çalışmaya zorlanmıştır. Aynı kişiler Büyük Göçte halkın evini, yurdunu elinin tersiyle itip, yola düşmesinde de kışkırtıcı rol görmüşlerdir. Bulgaristan’da toplumsal ilerlemenin mezarını totalitarizm kalıntılarıyla BSP-DPS hep birlikte kazdı. Diğer partilere gelince, bilinmesi gereken şunlardır. 1989’da totaliter rejimin çökmesi ve 1992’de Anayasa’nın 1. maddesi değiştirilerek. BKP’nin toplumdaki yönetici rolü kaldırılınca, Komünist Partisi hemen kılıf değiştirdi. Bulgaristan sosyalist partisi oldu. BKP’nin ordu ve polis dışı, işçi köylü kadroları ve kitlesi partide kaldı. BSP 26 yılda 3 hükümet kurdu. 2 dönem Cumhurbaşkanı HÖH-DPS ile birlikte çıkardılar. Son seçilen Cumhurbaşkanı da HÖH oyları ile seçilmiştir.


Makale ve Analizler - 2019

137

Halen iktidarın orta direği ve ülkenin ana siyasi partisi olan Avrupa Vatandaşlığı İçin Bulgaristan Partisi –GERB Başkanı ve Başbakan Boyko Borisov Hükümeti devam ettirmekte. Yıllar yılı yaptığı iş Todor Jivkov’u korumak olmuştu. GERB – Bulgaristan emekli Ordulu, polis, itfaiyeci, jandarma, onların yakınları vesaire tabakasının partisidir. Bu, yaşlanan ve güçsüz kalan komünistlerin, belki de sahaya çıkarabildiği amma kontrol edemediği bir takım haline dönüştü. Türk ve Müslüman Pomak tabanında büyük bir hareketlenme olduğuna, bilinçlenme ve Türk kimliğini pekiştirme sürecinin yalnız kök değil, artık dal budak saldığına kesin işarettir. BULTÜRK yönetimi olarak gedip yeni seçilen başkanları kutladık, kendilerine moral verdik. Bulgaristan’da adalet ve demokrasi için isyan eden Türkler gerçek demokrasi yolunu açmaya başladı. Halk savcısını, polis şefini, belediye başkanını ve milletvekilini çoğulcu sisteme göre (majoriter) kendisi seçmek istiyor. Bu uzun ve dik bir yol, bilinçli mücadele yoludur. Gördüğünüz üzere, Bulgaristan’ı, devlet yapısını, seçim sistemini, Bulgarları anlatmak pek öyle kolay değil. Çok problemli küçük bir ülke soğuk rüzgârların geldiği kuzey komşumuz. Artı konuşmamı toparlıyorum. En çok kullandığım sözlerden birisi Bulgaristan, ikincisi de ANAYASA oldu. Anayasa her devletin ADALET DİREĞİDİR. Bulgar devlet ağacı bir akasya gibi, bir kaktüs gibidir. Küçük iken ilk dokunuşta dikenleri kadife gibi görünse de, büyüdükçe amansız batıyor. Ne var ki, insan anasını ve memleketini seçemiyor. Çok derinlerine dalarak, Bulgarların tarihinden değişik çarpıcı örneklerle size, bir ulusal karakterin oluşumunu, etkilenişini ve bize olan yaklaşımını anlatmaya çalıştım. Yeni Bulgaristan’ın daha demokratik, Türk ve Pomaklarımızın devlet yapısına daha aktif katılacağı, ekonomisinde payımızın artacağı, bugün aşamadığımız sorunları aşacağımızı ve adaletin her yerde ve her bakım hakim olacağına inanıyorum. Şuna da fazlasıyla inanıyorum. Büyük Türkiye emelimizin gerçekleşmesiyle Bulgaristan’da yaşayan kardeşlerim daha rahat, daha güvenli ve yarınlarından daha emin yaşayacaklar. Biz Büyük Göçle sınır kapısını açtık. Bu kapıda her iki taraf da yatırımların artmasını beklerken, turist kafilelerinin daha kalabalık olmasını bekliyoruz.


138

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Hükumetten Bulgaristan’la ilgili özel yaklaşım programı bekliyoruz. Bulgaristan’ın özellikleri dikkate alınarak faklı bir yaklaşım hak ettiğine inanıyorum. Başarıya götüren yol somut yaklaşım yoludur. Çok büyük bir hamle içindeyiz. 1990’da 2 milyar olan Türkiye Bulgaristan ticareti 6 milyarı Doları aştı. Sanayicilerimizin atılımı sıradadır. Ben tarihin tekerrür edeceğine de inanıyorum. Başımıza gelen tüm kötülükleri bizim iyiliğimiz olumsuzlaşacak ve çöpe atacaktır. Teşekkür ederim. Rafet ULUTÜRK BULTÜRK Genel Başkanı Not: Yeniden Refah Partisi Sultanbeyli İlçe Başkanı ve ekibine misafirperverliğinden dolayı kendilerine teşekkür ediyoruz. Kendilerine bu yeni görevinde başarılar dileriz. Allah yar ve yardımcıları olsun.


Makale ve Analizler - 2019

139

Geri Takla Attılar

Tarih: 14 Mart 2019 Yazan: İbrahim SOYTÜRK Konu: Bizi biz yapan temel kültür hazinemize nefes aldırmak istemiyorlar. Beden eğitimi hocam bize kapalı spor salonunda 2 minder üzerinde takla attırırdı. Kimimiz ileri, kimiz de geri yuvarlanıyorduk. O ise, Nasreddin Hoca’dan esinlenmiş olacak “Hepiniz ileri yuvarlansanız, dünyanın dengesi bozulur” diyordu. Sonra büyüdük ve politikada “bir adım ileri 2 adım geri” taktiğini öğrendik. Geçen hafta sonu, Bulgaristan iktidar partisi GERB ile Hak ve özgürlükler Hareketi (DPS) milletvekili oylarıyla Baş Müftülük borçlarının “affı”, dolayısıyla tamamen “silinmesi ve yok sayılması” yasa önerisi Halk Meclisinde onaylanmıştı. Biz ”Yemleniyoruz” başlıklı yazımızı kaleme aldık. Siyasetten anlamayanlar ve Bulgarları tanımayanlar çok sevinmişti. Hatta sakal heveslileri bile hemen tıraş oldular ve bayramlık elbiseleriyle gezip dolaşmaya başladılar. Havaları birden bire değişiverdi. Bir tek ceplerine kabak çekirdeği doldurup çöplenmeleri kaldı. Hatta bazıları el sallayarak konuşmaya başladılar. 8 milyon levalık olay, yalnız köfte ve bira için 100 milyon leva harcanması beklenen Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerine bağlandı. Bulgaristan Türkleri oylarıyla tüm dengelerin değişeceği gibi bir hava 3 gün yani çarşambaya kadar – yaşadı. Türk-Müslüman-İslam düşmanlığının kazan kaldırması için bu 3 gün yeterli oldu. DPS partisi liderinin bahçemizde bir de eşek dikeni olsun hevesiyle 2005’te parasını ödeyip kurdurduğu “Ataka” partisi lideri Volen Siderov Bulgaristan siyasetinde çok önemli bir kişi olduğunu Salı gün (12 03 2019) geç saatlerde, Başbakan Boyko Borisov ile dört göz arasında yaptığı görüşmede kanıtladı ve “borç affı” oyununu bozdu. Aynı günün sabahı Başbakanlık önüne park eden 2 Mercedes araçtan Başpiskopos ile Baş Müftü inmiş ve Başbakan Borisov’la görüşmüşlerdi. Baş Müftülüğün biriken borcunun affı, silinmesi, sürekli sızlayan eski bir mayasılın sökülüp atılması ve yerenin ilaçlanması konusunda anlaşmışlar ve el sıkışmışlardı.


140

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Biz gözlemciler, bu dengenin siyaset dengesini sağlayan “üst akıldan” gelen telefonlarla sağlandığını düşünmüştük ve en nihayet Bulgaristan Müslüman Türklerini düşünen biri olduğunu düşünüp bir az da sevinmiştik. Oysa işler hiç de öyle değilmiş. Uyuyanlar uyumaya devam ederken dengeler değişmiş ve siyaset geri takla atmaya başlamış. Çarşamba sabahı GERB Meclis Grubu Başkanı Stvetanov ile Maliye Bakanı basın toplantısı verdiler. Baş Müftülük Borçlarını af etmeyeceklerini açıkladılar. Borçlara karşı ipotek altında bulunan Bulgaristan Müslümanları Diyaneti mal ve mülkünün, tüm taşınmazlarının ipotekli tutmaya devam edileceğini, borçlar üzerinde bundan böyle de faiz işleyeceğini, Bulgaristan Bakanlar Kurulu Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından 2019’da Baş Müftülüğe verilecek ödeneklerle de önce borçların faizleri, ardından da anaparanın ödeneceği duyuruldu. Sağ ve sol siyasi kanat, hemen kadeh kaldırdı ve Bulgar milliyetçiliğinin Müslümanları ezerek bitirme stratejisini bir daha kutladı. Yine bu hafta, Türk dilini, Bulgaristan Türklerinin halk kültürünü, halk bilgeliğini tamamen yok etme planlarının da hazırlanıp dosyalandığı kulaktan kulağa dolaştı. Bize, 4 Türkçe lehçemiz ve sayıları 600 ile 1000 arasında olan şarkı ve türkülerimiz, 2 234 atasözümüz, 7 656 değimimiz önce tamamen unutturulacakmış. İstanbul ağızı olarak da anılan edebiyat dilimiz yaşamaya devam edecekmiş, Bulgaristan’da 200 kişinin Türkçe edebiyat dilince yazıp okuması ve konuşmasında sıkıntı olmadığı sonucuna varmışlar. Nihayet her şey gün ışığına çıktı. Müslümanlığımız suni yaratılan borç batağında boğulurken, anadilimiz de cahillik içinde çırpınmaya ve bocalamaya devam ediyor. Bu gerçek bir halk bilinci olmadan durumu değiştiremeyiz… Öte yandan, bazıları ileri geri takla atarken hareketlenenler de oldu. Devlet Güvenliği (eski gizli servis) DS subayı, eski Baş Müftü ve halen Bulgaristan Suni Hanefi Baş Müftülüğü Baş Müftüsü olan Prof. Dr. Nedim Gençev’in avukatı ve sözcüsü Nikolay Pankov 12 Mart 2019 sabahı Sofya Şehir Mahkemesinde 2 davayı birden açtı. Bir yandan “borçların affının durdurulmasını” isterken, öte yandan Bakanlar Kuruluna bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Sofya Baş Müftülüğüne tahsis edilmesi öngörülen yıllık ödeneğin kendilerine verilmesini istemiş, gerekçelerinin hepsi yalan olsa da kabul edilmiş. Bu konuda Bulgar basını yorum ardından yorum bastı. Doğruluğuna inanmadığımız Baş Müftülüğün 4 700 mülkten her ay “30 000 leva rant ve kira geliri aldığı, gelir kaçırdığı” gibi uydurma iddialar ne yazık ki mahkemede gerekçe olarak kabul edildi. ***


Makale ve Analizler - 2019

141

Bulgaristan kamuoyunu birkaç günde karıştıran bu konu çok eskidir ve daha 1929’da Sofya’da toplanan Bulgaristan Türkleri Birinci Milli Kongresinde görüşülmüştür. Yoğun göçler ve Romen (Müslüman Çingene) nüfusun hızla çoğalması dikkate alınarak, altı çizilerek, Kongre belgelerinde ve kararlarında şu cümlelere yer verilmiştir: “Müslüman Çingenelerin encümenliklere girmeleri, yönetime alınmaları vakıflarımızın mahvedilmesine neden oluyor.” Baş Müftülük Tüzüğü iyi okunmalı ve taviz vermeden uygulanmalıdır. Biz ırkçı veya kardeş düşmanı değiliz, ama durumun vaziyeti ortadadır. Perişan olan biz Bulgaristan Türkleriyiz… 1929 Türk Kongresi kararlarından aktarıyorum: “Vakıflar Türk varlığıdır. Dedelerimizin mirası olan vakıflarımızı idare ile mükellef cemaat heyetlerine, Türk’ten farklı başka unsurlar asla karışamaz. Kongre, bu mesele etrafındaki kararlarına amil ve saik olan sebepleri kaydederken, vakıfları ‘sırf milli Türk serveti’ diye tavsif etmekte, bizim varlığımızın ilmi ve hukuki ifadesini kaydetmiş oluyordu.” O zamandan beri yeni Kongre yapılamadığına göre, biz bu ilkesel tespitlere tamamen bağlı kalmak mecburiyetindeyiz. Kimse yanlış anlamasın, fakat bir çöküş sarmalı içine düşmüş bulunuyoruz ve her neden ve unsur üzerinde ayrı ayrı durmak zorundayız. Taşıma suyla değirmen dönmez. Başkasının aklıyla iş görülmez. Sofya Mahkemesinde açılan davada “kötü işletmecilik” dava gerekçesi olmuştur. Bu tuzaklar, oyunlar, yüzkarası işler totaliter dönemde de yaşanmıştı. O zaman Baş Müftülük Kurumu Dış İşlerine bağlıydı ve İslam dini ile Müftü ve imamlardan Dış İşleri Bakan Yardımcısı Lübomir Popov sorumluydu. Her ay 335 Müftü ve imama maaş ödeniyor, sigorta ve sağlık primi kesintisi yapılıyordu. İmamlar “maaş damlasın” diye istenene uyuyorlardı. Mevlit dinleyenlerin sayısı üçe beşe indirilmiş, helalleşme de “öteki dünyada anlaşırsınız” temennileriyle kısadan kesiliyordu. *** O yıllarda imam tayini işlerinin nasıl yapıldığını belgelerle anlatmak istiyorum. Bu konuda “dsbg.com” yayınlarında fazlasıyla bilgi var. Dosyalar kurumu 2 cilt evrak yayınladı. 2. Ciltten bir belgenin aslını ve Türkçe tercümesini sunuyorum.


142

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Tercümesi: asrın 60-lı yıllarında gizli polis (DS), komünist rejime iyi gözle bakmayan imamları komünist idareye sadık ve dürüst bağlanmaya hazır imamlarla değiştirebiliyordu. Geçen yüzyılın 60’lı yıllarında Bulgar gizli polisi (DS) Bulgaristan Halk Cumhuriyetinde Müslüman Diyanetini tamamen kontrol altına almış ve (İslamin manevi önderleri olan) imamları görevden alıp yerlerine Bulgaristan Komünist Partisinin totaliter yönetimine sağdık kalmayı kabul edenleri atıyordu. Bu gerçekleri, DS arşivleri kanıtlıyor. Bunlardan biri onlayın yayınlandı. Bu belgelerden biri gizli polis (DS) Üçüncü Şubesi – Karşı Devrimle Mücadele Amirliği tarafından 1960’ın Ocak ayında İç İşleri Bakanlığı (MVR) – DS Blagoevgrad İş Amirliğine gizli bir belge olarak gönderilmiştir. Bu mektupla, o dönem İl Müftülüğünün bulunduğu Paşmaklı (Smolyan) MVR-DS İl Amirliğinden “yoldaşların” İslam’a inanan Bulgaristan vatandaşlarının düzenledikleri değişik etkinliklere etkin müdahalede bulunma olanaklarına sahip oldukları bilgisi iletiliyor. Bununla ilgili olarak Blagoevgrad ilinde görev yapan fakat (DS) nin kendileri hakkındaki kanatta “uygun olmayan kişiler” olarak nitelendirdiklerinin “görevden uzaklaştırılmaları amacıyla” listeler hazırlanması istenmiştir. Bu mektup, resmi bir evrak olarak “Devlet Güvenliği ve Diyanetler 1944 – 1991 Bulgaristan’da Müslüman Diyaneti ve Katolik Kilise” derlemesinin 2. Cildinde almıştır. Bu gibi yüzlerce örnek var. Bulgaristan Müslümanları içinde dengeyi bozan “DS” ajanlığıdır. Bu örneklemelerin temelindeki gerçekse totaliter dönemde Müftülüklerimizin malına mülküne el konmuş, gelirlerinin sıfırlanmış olmasıdır. O yıllarda imamlarımız cenaze paralarıyla camilerin suyunu, elektriğini, ufak tefek onarımlarını yapıyor, bayram bağışlarıyla da geçiniyorlardı. Devletten gelen para devede kulaktı. Fakat para (maaş) bir baskı aracı olarak kullanıldı. 1990’dan sonra Müslüman Diyanetin ve vakıfların mülklerinin geri verilmemesi, kazanılan mahkemelerin, mahkeme kararlarının tanınmaması, askıya alınması ya da yüksek mahkemelerce bozulması durumu daha da zorlaştırdı. Büyük göçler dengeleri iyice bozdu.


Makale ve Analizler - 2019

143

Prof. Dr. Nedim Gencev ve ekibinin elindeki evraklar Bulgaristan Müslüman Diyanetindeki gerçek durumu yansıtmasa da, toplumun aşırı milliyetçi, ırkçı ve faşist kesimini Müslümanlara ve özellikle de Türklere karşı hortlatma aracı olarak kullanılıyor. Bu haftaki gelişmeler, GERB yönetimi ile Bakanlar Kurulu’nun geri takla yapması hepimizin bildiğimiz bir gerçeği yeniden kanıtladı. Bir taraftan da iyi oldu. Her kötülükte de bir hayır vardır. Şimdi bizim, ilgililerin oturup ince ince düşünmemiz gerekecektir. İlgili makamlar inisiyatif kullanarak, herkesten imkanı kadar bağış ve yardım toplayarak bu 8 milyonu kapatıp, ateşin bacayı sarmasını önlemeliyiz. Bu kampanyaya Bulgaristan kimliği ve pasaportu olan Türm binden fazla olması dikkate alındığında, Bulgaristandaki kardeşlerimizle, Batı ülkelerindeki gurbetçilerimizin de katılımıyla bu ödevi kolaylıkla ve alın akıyla hal edeceğimize inanıyorum. Bu konuda bir Milli Komite kurulmasını öneriyoruz. Soydaşlarımızı davet ediyoruz. Sayılarınızın 600 Dikkat edilmesi gereken özellik, tamamen hesaba kitaba dayanan bir eylem yürüterek, olay kendi gücümüzle ve kendi irademizle kapatılmalıdır. Şu an itibarıyla denge yeniden bozulmuş bulunuyor. Bizi uyutup aldatanlar, umut uyandıranlar bayram ediyor. En kötüsü de parçalanmamız ve birbirimize düşmüş olmamızdır. Okuduğunuz için teşekkür ederiz.


144

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Vur Türklük Aşkına / Vur Allah Aşkına Nevzat ÖZTÜRK

9 Mart 2019-Cumartesi günü İstanbul Bayrampaşa Belediyesi Mehmet Akif Ersoy Kültür Merkezinde düzenlenen “Türk Dünyasında Kadın” Konferansını değerlendirmek, aldığım notları yazıya dökmek istedim. Öncelikle Konferansı düzenleyen; BULTÜRK Dernek Yöneticilerine, katkı sunan kurum ve kuruluşlara, katılımcılara, izleyicilere teşekkür ediyorum. Konferans katılımcılar açısından; son derece zengin mozaği esas alarak alanında uzman kişiler davet edilmiş, her biri alanında nitelikli çalışmalar yapmış, hazırlıklı ve donanımlı kişilerdi. Her ne kadar organizasyonların öngörülmez aksaklıkları nedeniyle kendilerini tam olarak ifade edememiş olsalar bile, fedakârlık yaparak uzak diyarlardan davete icabet ederek geldikleri için takdire şayan, onurlu bir davranış göstermişlerdir. Dava ruhu ile yola çıkan yiğitlerimizi kutluyorum. Her birerleri müstefit olmak için program sonuna kadar bıkmadan bekleyen izleyicilerin duruşu da unutulmamalıdır. Salonun doluluğu/boşluğu yapılan güzel etkinliğin değerini düşürmediği gibi, konferansı düzenleyen, ev sahipliği yapan BULTÜRK’ün değerli yöneticilerinin kusuru değildir. Her şeye rağmen konferans amacına ulaşmıştır, bildiri ve konferans metinlerinin yayınlanması ile de tarihe not düşülecek, daha fazla insanımızın istifadesine sunulmuş olacaktır.


Makale ve Analizler - 2019

145

BULTÜRK Genel Başkanı Rafet ULUTÜRK selamlama konuşmasında; “BULTÜRK kadının yer almadığı ve katkı yapmadığı, daha doğrusu kadın elinin değmediği hiçbir milli davanın başarıya ulaşamayacağına samimi olarak inanmaktadır” diyerek derneğin kadına bakış açısını haykırırken, “Mensubu olduğum için Rabbime Hamd ettiğim İslâm dini; câhiliyyenin de, muharref ehl-i kitâbın da modern câhiliyyenin de kadına çizdiği hakir ve perişan rolü reddetti ve kaldırdı. Onu şerefli ve kıymetli mevkiine yükseltti. Rahmet Peygamberi, “Cennet annelerin ayakları altındadır” diyerek bakış açıkça ifade etmiştir. İslam’a göre; erkek ve kadın, kulluk plânında Allah katında eşittir. Kadın, kadın olduğundan dolayı Allah katında asla eksik ve kusurlu görülemez. Bugün kadına şiddet uygulayan insanlar, İslâm terbiyesiyle, Muhammedî ahlâkla yetiştirilmiş insanlar değildir. Aksine televizyonlardaki menfî programlar, ahlâksız diziler ve filmler, teşhir ve aile değerlerini tahkir mevzuunda telkin bombardımanına tutulmuş kişilerdir.” diyerek çok önemli bir konuya dikkat çekmiştir. Bu gün İslam dünyasında kadının içinde bulunduğu durum, İslam’ın, İslam Peygamberinin bakış açısını maalesef yansıtmamaktadır. Kadın, kadın olduğundan dolayı Allah katında asla eksik ve kusurlu görülemez. Kadına şiddet asla tasvip edilemez. Televizyonlardaki menfî programlar, ahlâksız diziler ve filmler, teşhir ve aile değerlerini aşağılama, hafife alma(tahkir) mevzuunda telkin bombardımanı aileyi zedelemiş, kadına şiddeti körüklemiştir. BULTÜRK Bilim Kurulu Başkanı Prof.Dr.Ali FUAT ÖRENÇ Hocam,” Üç önemli değer vardır: Birincisi ailedir, atom parçalanır, Türk Ailesi parçalanamaz. İkincisi vatandır. Üçüncüsü devlettir. Türk yaşadığı yeri vatan yapar, müstemleke kabul edemez. Vatan annedir, devlet Türk kültüründe babadır. Türkün müthiş kimliğinin sırrı, ailesine, vatanın, devletine sadakatidir. Türk milletinin bu değerleri kadın ve erkeğin eşit olarak omuzlarında yükselmiştir. Aklın ve bilimin ışığında yolumuzu aydınlatmaya, insanlığın sorunlarına çözüm üretmeye devam etmeliyiz” şeklindeki ifadesi ile aile, vatan ve devletin Türklerdeki değerini, Mustafa Kemal’in, “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” hakikatini bir kez daha hatırlatarak aslında insanlığın aklın ve bilimin yol göstericiliğini bıraktığı için sorunlarla karşı karşıya kaldığını işaret etmiştir. Yüce Yaratıcının nimeti olan, kainatı anlama, anlamlandırma ve yaratılış hikmetlerini çözerek iyi insan/iyi müslüman olmanın temel anahtarının “aklı” kullanmak olduğu gerçeği zihinlere kazınmalıdır.


146

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Türk Dünyasının Medar-ı İftiharı Azerbaycan Milletvekili Ganire PAŞEYEVA Hanımefendi’nin verdiği mesajlar, gösterdiği hedefler son derece hayati öneme sahiptir. “Türklükten, Türkün değerlerinden bahsediyoruz. Bununla gurur duyuyoruz. Acaba çocuklarımıza Dede Korkut’u, Balasagunlu Yusuf’u, Divanı Lügatit Türk, Manas Destanını okuyor muyuz? Bu değerlerimize ait külliyatımız kütüphanelerimizde, evlerimizde var mı? Maalesef yok. Okumuyoruz, çocuklarımıza okutmuyoruz. Böyle olmuyor. Niçin Kaşgarlı Mahmutları yetiştiremiyoruz bu sorunun cevabı burada aranmalıdır. Çocuklarımıza kültürümüzü öğreteceğiz, buna evimizden başlayacağız. Sivil toplum örgütleri olacak, herkes kendi davası peşinde koşmayacak. Temel değerlerde birliktelik olmalı. Biz Azerbaycan Türkleri için Karabağ çok önemlidir, Hocalı unutulmaz ama biz sadece bunları konuşursak diğer Türk kardeşlerimizin meselelerini dert etmezsek, STK’larımız olaya sadece kendi davası olarak görürülerse dışarıya ne mesaj veriyoruz. Aziz milletimizin, Türkün nerde bir sorunu varsa bunu bizim derdimiz, sorumuz olarak görmeliyiz. Ben bu gün bunu çok iyi anlıyorum, ızdırabını yaşamış biri olarak Kerkük Türklerini… çok iyi anlıyorum. Bir zamanlar Azerbaycan toprakları işgal edilirken kendime sormuştum “nerde bu büyük Türk Milleti?” Hani dünyanın en büyük milleti bizdik! Aliya İzzet BEGOVİÇ, “savaştan önce dostlar ve düşmanlar vardı, şimdi savaştayız, düşmanlarımız karşımızda dostlarımız hani?” müthiş bir sözdür. Zor durumda kaldığınızda sizi üzen düşmanlarınızın yaptıkları değil, dostlarınızın suskunluğudur. Bizler Hocalı’da, koca şehir yıkılırken, yerle yeksan edilirken, çocuklar, kadınlar katledilirken, mescitler yakılırken yalnızlığın acısını çok derin yaşamıştık. Biraz kardeş Türkiye, gücünün yettiği kadar yanımızdaydı. Allah razı olsun. İşte biz o zaman koskocaman Türk dünyasını biz hissetmedik. Azerbaycan kurulurken Türk kadını öndedir. Bizler tarihimizi çok iyi okumalıyız. Birbirimizin derdini, ızdırabını hissetmeli, dile getirmeli, yazmalı, okutmalıyız. Uluslarası örgütler barışı sağlayacakmış falan bu bitmiş, asıl amaçları güçlülerin yanında olmak, onların çıkarını korumaktır. Bakın bu gün Karabağ’ı Azerbaycan iki günde geri alır, bu güce sahibiz, Türkiye Cumhuriyeti PKK’yı beş on günde tarihe gömer, ama bunların arkasında ABD, Rusya, Almanya, İngiltere vb.var. Büyük düşünmeliyiz. Azerbaycan’ın gücü Türkiye’nin, Türkiye’nin gücü Azerbaycan’ın gücüdür. Türkiye Cumhuriyeti zayıflarsa Azerbaycan sahipsiz ve güçsüz kalır.


Makale ve Analizler - 2019

147

Aynı şekilde Azerbaycan güçlü olamazsa Türkiye’yi başka tehlikeler bekler. Güney Kafkasya’da önemli koridorda söz sahibi olamaz. Türkiye Azerbaycan arasında çok güzel ilişkilerimiz var, bir millet iki devletiz, ancak bu ilişkilerimizi, gücümüzü daha da iyileştirmeliyiz. Çanakkale’de sadece Türkiye Türkleri yoktu. Türk Milleti vardı. Dünyanın her yerinden gelerek Çanakkale’de birleşmişlerdi. Kadınlar olarak çok çalışmalıyız, evimizde çocuklarımızı yetiştirerek hangi kurumda olursak olalım en iyisini yapmak, milli meselelerimizi dile getirmeliyiz. Çalışacağız, çalışacağız, okuyacağız, uyumak hakkımız yok, Türk kadını olarak eğlenme hakkımız hiç yok. Ben inanıyorum ki bir uzakta değil, Türk Dünyası daha da güçlenecek biz Bayramlarımızı Karadağ’da Türkmen Dağında da, Bakü’de de birlikte kutlayacağız. İngilitere’ye gidin güzeldir, gezin. Ama Bakü çok daha güzel hepinizi Nevruz Bayramını kutlamak üzere Azerbaycan’a/Bakü’ye bekliyorum, hepiniz gelin sizi misafir edeyim. Göreceksiniz, bu insanlar bizim gibi konuşuyor, bize benziyor, bizden bu insanlar diyeceksiniz….Bir şiirde; aile için bir kişiyi feda et, toplum için aileni feda et. Ruh için her şeyi feda et. Çünkü ruh olmayınca ne sen, ne aile, ne de toplum kalmaz. Bu toplantılar ruhumuzun yaşanmasına, canlanmasına vesile olacaktır. BULTÜRK’e teşekkür ediyorum. Allah Türk Dünyasını, Türk Milletini korusun, başarılarınız bol olsun..” şeklinde son derece heyecanlı ve anlamlı konuşma yaptı. Azerbaycan’a, Bakü’ye davet etti. Arzum odur ki, Nevruz Bayramına bir heyetle iştirak edelim. G.PAŞEYEVA kelimenin tek anlamıyla muhteşem bir konuşma yaptı. Hal-i pür melalimizi özetlerken, yol yordam ve Türk Dünyasının ayağa kalkmasının formülünü de verdi. Uyumadan, eğlenmeden çok çalışmak, çok okumak herkesin derdiyle dertlenmek…” Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinden katılan Doç.Dr.Emete GÖZÜGÜZELLİ,” “… yandım deyince çoluk çocuğunu bırakarak koşan Anavatan’ın evlatlarına minnettarım. Türkiye Cumhuriyeti Akdeniz’de doğalgaz, petrol arıyor, yakında sondaj vurulacak, her türlü karşı çıkmaya rağmen…Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı kendi Cumhurbaşkanımıza rağmen dik duruyor, yanımızda duruyor..” dedikten


148

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

sonra Atatürk’ün vatanın her tarafından toprak getirmelerini istediğini, törende ileri atılan Kıbrıs Türkleri ile diyaloğunu hatırlatarak bu ruhun Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini kurdurduğunu, ilelebet yaşayacağını haykırırken duygulu anlar yaşadığını müşahede ettik.

Balkanlar-Bulgaristan Av.Seniha RASİM SABRİ Hanımefendi konuşmasında, Türk kadınının; gerek sevgi ve şefkati ile, gerek çalışkanlığı ile, gerek bu topraklardaki zorlu hayat koşullarına ve hatta yok edilmeye karşı dik duruşu ve mücadelesi ile Bulgaristan`da Osmanlı mirasi olan bizleri ve Türklüğü geçmişten geleceğe taşıyp yaşatmaktaki rolü büyüktür. Osmanlı zamanından bu zamana kadar, Anadolu`dan Bulgar ve genel olarak Balkan topraklarına, belli aralıklarla kimi yeniden Anadolu`ya, bizim tabirimizce Anavatan Türkiye`ye, ve dünyanın başka bir çok ülkesine türlü göçlere ve asimilasyon zulümlerine maruz kalmış olsa da; anadilimizi, dinimizi, örf ve adetlerimizi hapis cezası ve işkence tehlikesi altında bile gizli gizli öğreterek türklüğümüzü yaşatan gelenekçi ve ayni zamanda öngörüşlü aydın türk kadınlarımızdır. Bulgaristan’daki yedi etnik azınlık topluluğuklarından biri olsak da, halk bilgeliği çok zengin, adetleri, gelenekleri yerleşmiş, kendi yazılı edebiyatı ve yaygın kültürü olan bir tek biz varız. Bir cihan imparatorluğu medeniyetinin devamıyız. Öyle sarsılmaz bir temel üzerinde diğer azınlıklar arasında başı çeken, aydınlık veren, kimlik belirleyen, anadili ve dinine bağlı bir topluluğuz. 1985’ten sonra illegal ve yarı gizli örgütlenerek politik kimlik oluşturup siyaset sahnesine çıktık. Son 140 yılda çıkardığımız 186 gazete, 58 dergi, 400 den fazla kitap fikirsel ve ruhsal bütünlüğümüzü


Makale ve Analizler - 2019

149

oluşturdu. Baş Müftülükte, Diyanetimizde, okullarımızda, özendirici sanatımızda ve tiyatro ve okuma evlerimizde, gazete ve radyo yayınlarımızda kurumsallaştık. Osmanlı’dan Bulgar devletine 2 700 okul ve medreseyle, 2 537 cami ve mescitle, köy ve kasabalarda aydın tabakamızla geçtik. Politik kavgamızı Bulgaristan’da ve dünyanın neresinde olursa olsun, kadın erkek demeden her Türkün kafasında veriyoruz. Tarihi revize edip, durmuyor, yenidünya görüşü arıyoruz. Bulgaristan‘daki kadın yümresi çok çalışkandır. Yıllar içinde kendi doktor, mühendis, öğretmen ve sanatçılarımızı yetiştirdik. 1989 Ayaklanmamız, bir kadın ayaklanmasıdır, hak ve özgürlük, adalet ve demokrasi davası olarak siyasi niteliklidir , rejim devirmiştir. Bu öngörüşlü kadınlarımız ne şartlar altında, hangi politik rejimde ve hangi ülkede yaşarsa yaşasın geçmşiten günümüze türk kimliğimizi yaşatmak için kenarda köşede başını eğip sıkışıp durmamış, hayatımızın hem edebi, hem sosyal hem politik her alanında; barış, demokrasi, adalet, insan kardeşliği, hak ve özgürlük fikirlerini hedef edinip yaymak amaçlı aktiv olarak gerek dernekler kurarak, gerek tankların karşısına dikilerek, ölüm kamplarını göze alarak, hatta işkence gördü; oğlunu kızını bebeğini şehit verdi lakin türklüğümüzden vazgeçmeyi aklından dahi geçirmedi. Dünya şampiyonalarında bir çok Bulgaristanlı türk gencimiz, kimi spor dalında, kimi satranç, kimi bilimde başarılara imza atmıştır. Bu başarıların kökünde bir Türk ananın onuru, Türk kadının şerefi, zekası ve bilgeliği var. Gelecek bizimdir. Hayat ateşimiz, gönül motorumuz Türk olmak, Türk kalmak ve Türk olarak yaşamak. Doğurduğumuz çocukların hepsi Türk’tür. Türklük davası eridir. Algıladığımız dünyayı Türkçe, Türk bilinciyle, Türk ana algısıyla okumak, duyumsamak, sentez etmek ve yorumlamak ana görevimizdir. diye bitirdi. Ardından Prof.Dr.Hasine ŞEN’in akademik katkısı, Dr. Fatma SÖNMEZ’in YESEVİ Yolu ve aşkı konusundaki azmi,Çuvaşistan’dan Nadina CAVABOVA, Şehit Sadık Ahmet’in eşi Hanımefendi Işık AHMET’e güzel sunumları için teşekkür ederken Dr.Fatma SÖNMEZ’i YESEVİ Yolunu anlatmak için başka bir platformda dinlemek, konul etmek isterim. İkinci oturumda; kısıtlı zamanla yarışarak güzel sunumları yapan Saniha Rasim SABRİ (Balkanlar), Fatma AKTAŞ(Avrupa), Sema Uygur BIDAK(Doğu Türkistan), Vera ERTUĞRUL(Moldova-GAGAUZYA), Sevinç YUSUF (Güney Azerbaycan) Cemile KINACI(Türkistan), Havva PEHLİVAN(Bulgaristan)’a da ayrı ayrı teşekkür ederken Doğu Türkistan konusunda doyurucu sunumu için Sema Uygur BIDAk Hanımefendi’ye ayrıca teşekkürü bir borç bilirim.


150

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Rahmeti Rahman’a kavuşan iki yiğit dava adamının şiirleriyle son verelim yazımıza: Bir haber dolaşır semada pulpul; Kılınçlar bilensin akın var Çin’e. Yiğitler at sürer düşman içine; Tarihe hükmeden bir ses duyulur: – Vur! TÜRKLÜK aşkına vur! ……………………………………………… Ya… işte tarihin böyledir oğul! Geçmişten hız alsın geleceğin de.. Göster Türklüğünü tunç bileğinle! Bu dine, bu ırka ve bu toprağa Sataşmak isterse herhangi gavur: – Vur! ALLAH aşkına vur! VUR EMRİ-Abdurrahim KARAKOÇ TURAN Ayşe, Fatma değil beni ağlatan! Gülmeden ölürsem, ona yanarım!


Makale ve Analizler - 2019 Ağlatan TURANDIR! Başka bir vatan! Bulmadan ölürsem, ona yanarım! ……………………………………….. Silinen gözlerin hasreti katı, Kırım’dan Hazar’a koştursam atı! Taşkent Yaylasında madımak otu, Yolmadan ölürsem, ona yanarım! Madımak toplasam, yesem o anda. Yola revan olsam aynı zamanda.. Bir gece misafir Azerbaycan’da, Kalmadan ölürsem, ona yanarım! Azerbaycan’dan da Kerkük’e varıp, Orda gardaşımın yarasın sarıp, Musul’da sazıma bir düzen verip, Çalmadan ölürsem, ona yanarım! Saz çaldıktan sonra Musul şehrinden, Ayrılsa da Aşık ölmez kahrından.. Abdestimi Yeşil Tuna Nehrinden! Almadan ölürsem, ona yanarım! Abdesti alınca duyarım hazı, Ozan Arif ya Şehit ol ya Gazi! Çin seddinde bir gün sabah namazı! Kılmadan ölürsem, ona yanarım! OZAN ARİF Allah’a emanet olunuz. Saygı ve selamlar.

151


152

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2019

153


154

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İstiklal Marşı Ve Derin Manasını Anlamak Nevzat ÖZTÜRK İlahiyatçı, Eğitimci Yazar

Bu yıl (12 Mart 2019) İstiklal Marşı’nın Kabulü’nün 98’nci yılıdır. Seneler geçse de o bizim için hep yeni ve diridir. Böyle olmaya da devam edecektir. İstiklal Savaşında Anadolu’da yakılan kurtuluş meşalesini daha da ateşleyecek, mücadeleye katılanların heyecanını, vatan sevgisini ve inançlarını canlı tutacak bir millî marşın eksikliği hissedilir. Türk “İstiklâl Marşı” da böyle bir dönemde bu ruhla yazılmıştır. Dolayısıyla yazıldığı dönemin endişeleri ve karamsarlıkları yanında, Türk Milletini tarihler boyu diri ve güçlü tutan değerlerle örülmüştür. İşte istiklal Marşı’ndaki derin manaları anlamak, anlatmak herkesin görevidir. Bir vefa ve görev olarak İstiklal Marşı’mızın derin manalarını anlamaya katkı sunmak istiyorum. “Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak; Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak. O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak; O benimdir, o benim milletimindir ancak” İstiklal Marşı yazımının henüz söz konusu olmadığı bu günlerde Mehmet Âkif, Anadolu’yu gezerek halkı milli kuvvetlere katılmağa ikna için nutuklar ve vaazlar vermekte idi. İstiklal Marşı yazmadan istiklal mücadelesine başlayan Mehmet Âkif, bayrak, istiklal, Hakk, vatan, din, îman konularında çok hassas olan ve bu değerlerini kaybedeceği endişesi taşıyan Türk milletine, cesaret, metanet ve sabır aşılamak, daha doğrusu onda mevcut bulunan bu duyguları harekete geçirmek üzere şiirine “korkma” sözüyle başlamıştır. Bayrak, bir milletin istiklâlinin sembolüdür. O elden ele dolaşan bir meş’ale gibi nesilden nesile, sönmeden, yere düşürülmeden devredilecek kutsal bir emanettir. Yurdun üzerinde tek bir Türk kalmayıncaya kadar bağımsızlığın sembolü olan bu “al sancak” dalgalanmalıdır ve dalgalanacaktır. Kesin, kararlı ve kendinden emin bir üslupla söylenen bu ilk dörtlük, bağımsızlık mücadelesindeki kararlılığını ve azmini sergilemesi açısından önemlidir. Kadın erkek, yaşlı-genç bütün milletin katılımıyla yürütülen İstiklal mücadelesinde Atatürk’ün söylediği “Ya istiklal, ya ölüm!” sözü dörtlüğü veciz bir şekilde özetlemektedir.


Makale ve Analizler - 2019

155

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl! Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celâl? Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl… Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl! Şâir ikinci kıtada; bayrağımızı kırgın, küskün, öfkeli bir sevgiliye benzetmiştir. Hepimiz biliriz ki insanlara yabancının kahrından daha çok sevdiğinin sitemi ağır gelir. Şaire göre Bayrak; “hilal” kaşlarını çatarak adeta millete sitem etmekte, kızgınlığını sergilemektedir. Bu durumu gören millet de haliyle üzülmektedir. Bayrak bu siteminde haklı mıdır? Milletinin duygularına tercüman olarak milleti adına konuşan şaire göre “hilal” bu davranışında haklı değildir. Çünkü millet hilalin gülmesi, göklerde nazlı nazlı süzülüp salınması için çok bedeller ödemiş, nice şehitler vermiş, kanlar dökmüştür. Bütün bunlara karşılık milletin ondan beklediği hilalin yüzünün gülmesidir. Uğruna dökülen kanlar ancak o zaman helal olacaktır. O gün Türk vatanının bâzı bölgeleri istilâ edilmiş hatta bazı yerlerde bayraklarımız indirilmiş, yerlerine düşman bayrakları çekilmiş olabilir. Bu durum tabiî ki üzücüdür, ama geçicidir. Türk Milleti hiçbir zaman Hakk’tan ayrılmamıştır. “Hakk” Tanrı, adalet ve hakikat gibi üç derin anlamı içinde barındıran bir kelimedir. Hakk’a tapan bu millet kimseye haksızlık etmemiştir. Milletin inancına göre Hakk’ın olduğu yerde bâtılın yeri yoktur. Yine inanca göre, eninde sonunda bu zulüm bitecek ve Haktan adaletten ayrılmayan bu millet, kesinlikle bayrağını yere düşürmeyecektir. Bu dörtlükte görülen Bayrağa yakarış ve sitem esasen, yüzyıllardır “hilal” uğruna, hak dini korumak ve yaymak için onca kan dökmüş, şehit vermiş Türk Milletinin sıkıntılarının bitmesi, yüzünün gülmesi için Allaha yapılmış bir duadır. Türk Milletinin Hakk’tan istediği bayrağını tekrar göklerde dalgalanır hâlde görmektir. Bunu görmek milletin en tabiî hakkıdır. Çünkü, Türk milleti, asırlarca İslâm dînini ve adaletini dünyaya yaymak için savaşmıştır. Bu uğurda pek çok şehit vermiştir. Böyle bir milletin düşman istilâsına uğraması haksızlıktır. Türk Milleti hiçbir zaman Hakk’ın yolundan ayrılmadığı için bu cezayı da hak etmemiştir. Onun hakkı istiklâldir. Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım. Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım! Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım. Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.


156

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Dörtlükte “ben” kelimesi “biz” anlamıyla Türkleri karşılayacak şekilde kullanılmıştır. Türk Milleti ezelden beri hür yaşamış, ebede kadar da hür yaşayacaktır. Bundan kimsenin endişesi olmamalıdır. İstiklal Savaşı Türkleri sömürge yapmak isteyen emperyalistlere karşı açılmış bir savaştır. Türkler tarihin her devrinde İstiklâl’i kendileri için en yüce değer olarak kabul etmişler, uğruna savaşmaktan da asla çekinmemişlerdir. Türk Milletine zincir vurup köleleştirme düşüncesi aklı başında bir insana ait olamaz. Bu, düpe düz çılgınlıktır. Tarih, Türklerin bağımsızlık uğruna yazdığı destanlarla doludur. Orhun Âbideleri, bağımsızlık uğruna yapılmış savaşların eski bir belgesi olarak tarihe tanıklık eder. Ergenekon Destanında dağları eriten azim ve gücü bugün de engelleyecek, durduracak hiçbir güç yoktur. Dörtlük Atatürk’ün “Özgürlük benim karakterimdir” veciz sözüyle adeta özetlenmiş gibidir. Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar, Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var. Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar, “Medeniyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar? Dörtlükte üstünde durulmağa değer kelimelerden biri “çelik” kelimesidir. Bu kelime sağlamlığı, sanayileşmeyi ve silahı çağrıştıran simge bir kelimedir. Batı’nın maddî ve askerî (metalik ve mekanik) gücü bu kelimeye yüklenerek, “çelik zırhlı duvar”a benzetilmiştir. Böylece taraflar arasında maddî açıdan bir güç karşılaştırması yapılmıştır. Bu karşılaştırmada Batı’nın üstünlüğü açıktır. Bu Büyük güç karşısında Türk Milletinin yegâne güvencesi kalbindeki inancıdır. Avrupa mevcut teknik imkânlarını seferber ederek, topuyla, tüfeğiyle bir milleti yok etmek gayretindedir. Avrupa, her türlü medeni imkânlarını, Türkleri dünya haritasından silmek için, bir vasıta olarak kullanmaktan geri durmamaktadır. Mehmetçiğin süngüsüne; topla, tüfekle karşılık vermektedir. Avrupalı kendini çelik zırhlarla korurken Mehmetçik, onun modern silâhlarına ancak îman dolu göğsüyle karşı koymaktadır. Dörtlüğün dikkat çeken kelimelerinden biri de “medeniyet” kelimesinin kullanımıdır. Bu kelime şiirde sözlük veya terim anlamıyla kullanılmamıştır denilebilir. Mehmet Âkif; sanayileşen Avrupa toplumlarının, hem ham madde arayışı hem de sanayi ürünlerine pazar bulmak için çoğu Müslüman ve geri kalmış memleket ve milletlere yaptıkları uygulamaları hatırlatmak istediğini söylemek mümkündür. Sanayileşen Batı, bu milletleri kendine bağlamak ve sömürmek için her yolu kullanmıştır. Bu sömürgecilik hırsı Batı’nın insani erdemlerini yitirmesine sebep olmuştur. Bu değerlerini yitirmiş Batı artık doymak bilmeyen obur bir canavara dönmüştür. Canava-


Makale ve Analizler - 2019

157

rın ilgi alanı sadece Anadolu ile sınırlı değildir. Hindistan ve Pakistan’ın istiklal mücadelelerinde, Endonezya’da, Tunus’da Fas’da görülen hep aynı, adına “medeniyet” denilen tek dişi kalmış canavardır. Mehmet Âkif, Batıya ve medeniyete düşman bir insan değildir. Buradaki kullanma biçiminde ironi vardır. Batı, Türkleri Çanakkale’de yenemedikleri halde, müttefikleri yenildiği için onları da yendiklerini sanan, İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunanlılar: “Biz Türkiye’ye medeniyet götürüyoruz” yaygaralarıyla işgale başlamışlardır. İşgallerin arkasından bu medeniyet temsilcilerinin millete yaptıkları akıl almaz zulüm ve vahşetlere karşı kullanılmış acı bir alaydır. Neticede iman dolu göğüsler karşısında yenilen tek dişi kalmış canavarların bir kısmı Ege’den denize dökülürken, bir kısmı da Türk Bayrağını selamlayarak ülkelerine dönmüşlerdir. Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın. Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın. Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın… Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın. Bu kıt’ada, Mehmet Âkif genel bir hitap şeklinde herkese seslenmektedir, Bu hitabın muhatabı asker olduğu kadar aynı zamanda sivildir. Gençyaşlı, kadın-erkek Türk milletinin hepsidir. Çünkü Mîsâk-ı Millî sınırları içinde yürütülen İstiklal savaşının stratejisi Atatürk’ün ifadesiyle: “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. Bu satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı yurttaş kanıyla sulanmadıkça düşmana terk edilemez”. Bu durumda herkes bulunduğu köyü, kenti gövdesini siper ederek durduracaktır. Girmelerine değil! Şehit gövdeleriyle düşmanın önüne setler çekilerek, geçerken şöyle bir “uğrama”larına bile izin verilmeyecektir. Hakk, mutlaka doğrunun ve mazlumun yanındadır. Sabretmek, sebat etmek gerekir. Bastığın yerleri “toprak!” diyerek geçme, tanı: Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı. Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı: Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı. Bize atalarımızın teslim ettiği “toprak” değil, vatandır. Vatan milletin evidir, yurdudur. Yurt Türkçede ev, bark demek olup mahrem sayılır. Yurdumuz atalarımızın anıları bulunan tarihimizdir, Çocuklarımızın yaşayacağı geleceğimizdir. Bugün bizlere şehitlerin emaneti olan bu yurdu onları incitmeyecek şekilde korumamız gerekir. Bedeli kanla, canla ödenmiş bu vatan mukaddestir. Tanrı, kendisi için can vermekten çekinmeyen şehitleri, yine kendisinin ödüllendireceğini söyler. Bu ödül doğrudan cennettir. Tanrı ifa-


158

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

desiyle söylemek gerekirse; “Şehitler Ölmez!” Onun için herkese uygulanan dînî formaliteler onlara uygulanmaz ve elbiseleriyle gömülürler. Tanrının şehitlere vaat ettiği “cennet” şehitlerimizin bulundukları yerdir. Şehitlerimiz bu topraklarda yattıklarına göre; yurdumuzun her tarafı cennettir. Dünya fânî, cennet bâkîdir. Şehit canlarıyla, gâzî kanlarıyla meydana getirilen bu cennet vatanın değeri ölçülebilir mi? Bâkî vererek fânî almak bir aldanmadır. Böyle bir hata hem şehit atalarımızı incitir hem de doğru olmaz. Buradaki hatırlatma böyle bir yanlış alışverişi önlemek için yapılmaktadır. Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda? Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda! Canı, cananı, bütün varımı alsın da Huda, Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda. İstiklal Savaşı sırasında Anadolu’yu âdeta yürüyerek gezen Mehmet Âkif, “cennet vatan”ın düşmanlarca harap edilmesine rağmen, hâlâ duran güzelliğini yakından görmüştür. Önceki kıt’a ile benzer duyguları işleyen bu kıt’a, Vatanın güzelliğini hatırlattıktan sonra, onun uğruna verilen canların çokluğunu “Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda!” diyerek çarpıcı bir şekilde ortaya koymuştur. Dünyada her şeyin bir bedeli vardır. “Cânân”ın bedeli “can”dır. Bu topraklar nice sevgililerin aziz canları verilerek vatan haline getirilmiştir. Bu sebeple vatan ile sevgili arasında değer bakımından bir fark yoktur. Hattâ bu şiirde vatan, sevgiliden daha kıymetli düşünülmüştür ki, doğrudur. Sevgili de, yurt da kişilerin mahremidir. Vatan sevgilinin yaşadığı yer, onun barınağı olduğuna göre; vatan olmazsa sevgili nerede barınacaktır? Böyle bir durumu yaşamak bir tarafa, hayal bile etmek insanları çok üzer. Bu sebeple Allah canımızı, canımızdan çok sevdiğimiz insanları, varımızı yoğumuzu her şeyimizi alsın, ama bunlara karşılık; bizi yaşadığımız sürece “tek” vatanımızdan ayrı düşürmesin!. Bu bizim O’ndan “tek” isteğimizdir. Bu ifade hem duâ hem de vasiyet gibidir. “Tek” kelimesi hem “tek istek”, hem de “tek vatan” anlamını verecek şekilde kullanılmıştır. Ruhumun senden, İlâhî, şudur ancak emeli: Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli. Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli. Milleti oluşturan faktörlerden biri de dindir. Din toplumları bir arada tutmada önemli bir harçtır. Türk milleti tarih boyunca bütün dinlere saygılı ve hoş görülü olurken, kendi dinine bağlı yaşamış bir toplum olarak bilinir. Mehmet Akif’in hayatı incelendiğinde onun aynı duygular içinde bulunan


Makale ve Analizler - 2019

159

samimi bir müslüman olduğu görülür. Şâirimizi bu dörtlükte samimi bir şekilde dua ederken görüyoruz. Duâlar ya sıkıntıdayken, o sıkıntıdan kurtulmak için; veya huzurlu iken sıkıntıya düşmemek için yapılır. Bu kıt’ada ve İstiklal Marşının genelinde kullanılan yakarışlar zor günlerden kurtulmak içindir. Allah, Kitabında “Kullarıma söyle; Ben (onlara) çok yakınım. (Onlar) Bana dua ettiği vakit, dua edenin dileğine karşılık veririm.” demektedir. Bunun için zayıfın, mazlumun duası önemlidir. Peygamberimiz de bu anlamı pekiştirecek şekilde “Dua inananın silahıdır” demiştir. Çanakkale Savaşından sonra, İstiklal Savaşında da düşmanın “çelik zırhlı duvar”larının yıkılması, “îman dolu göğüs”lerden göğe yükselen dualarla olmuştur dense hata olmaz sanırım. Aynı dörtlükte, Hakk için, Hakk din için şehadetin eşiğinde bulunan bir insanın, dua şekline gelmiş bir vasiyeti ile karşılaşıyoruz. Dînî duygulara önem veren bir milletin dünyada göreceği en büyük zulümlerden biri, “Kelime-i Şehâdet”leri ve “Tevhîd”i ile günde beş defa müslümanlara “sulh/barış” telkini yapan ezanın susmasıdır. Değişik vakitlerde değişik makamlarla ve yüksek sesle okunan bu ezanlar, dîni ve istiklâli dünyaya haykıran bir serenâttır. Yine ezan, bir müslümanın dinlemeğe doyamadığı, duymaktan bıkmadığı dünyanın en güzel güfte ve bestesidir. Dizedeki “şehâdet” kelimesi de ustaca kullanılan kelimelerden biridir. Kelimede kullanılan birinci anlam, ezanda geçen “eşhedü en lâ ilâhe illâ’llah” ve “eşhedü enne Muhammeden resûlü’llâh” söyleyişini hatırlatırlatacak şekilde kullanılmış olmasıdır. İkinci anlam ise; ezanın duyulması dînin var olduğuna ve istiklâle “şehadet/tanıklık” eder anlamını verecek şekilde kullanılmasıdır. Bu iki anlam birbirine bağlı gibidir. Çünkü “kelime-i şehadet” getirmeden müslüman olunmaz, ezan olmayan ülkede İslamiyet’in varlığı belli olmaz. O zaman vecd ile bin secde eder-varsa-taşım, Her cerihamdan, ilâhî, boşanıp kanlı yaşım, Fışkırır ruh-ı mücerret gibi yerden naaşım; O zaman yükselerek arşa değer belki başım. İnsanın dualarının kabul olduğunu görmesi büyük bir mutluluk sebebidir. Secde bir teşekkür eylemidir. Şairin esasen Allah’tan istediği ülkesini huzur ve mutluluk içinde yaşatmasıdır. Bu gerçekleşirse yaşayanlar kadar, Hakk için, bu vatan için canını verenler şehitler de mezarlarında huzurlu ve rahat olacaklardır. Bu mutluluğun tek formülü “Bayrak inmemeli, Ezan susmamalıdır”. İşte o zaman, sevinçten, bütün varlığı ile kanlı göz yaşları içinde, -eğer kalmışsa- mezar taşının bile secde ettiği, Allaha şükür ettiği görülecektir. Bu sevinç ve mutlulukla mezardaki naşı dahi kütlesine bakmaksızın soyut bir rûh gibi göklere yükselip, “başı göğe erecektir.” Dört-


160

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lükte isteğin ısrarı açıkça görülmektedir. Mehmet Âkif, isteklerinin gerçekleştiğini görmeden ölmesi durumunda âdetâ “gözleri açık gideceğini”, mezara girse bile bu temennilerinden vaz geçmeyeceğini güçlü bir ifâde ile belirtmektedir. Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl! Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl. Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl: Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet; Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl Şiirin son kıt’asında şâirimiz zafere ve milletine duyduğu güven ve içinde duyduğu huzurla seslenmektedir. Şairin ve milletin beklentisi şudur: Şanlı hilâl göklerdeki yerini alacak, al şafaklar gibi gururla dalgalanacak, buna karşılık milletin de onun uğruna döktüğü kanlar helâl olacaktır. Şiirin ilk kıt’asında görülen endişe, bu kıt’ada yok olmuştur. İlk kıt’ada ifade edilen korkunun kaynağı gece öncesi gurûp vakti şafağının kızıllığı iken, bu kıt’ada genellikle müjdeli zamanlar için kullanılan sabah şafağı kızıllığıdır. Bu kullanımda hem zafere olan inancı, hem de karamsarlığın yerini alan güçlü umut duygusunu buluruz. Bu dizelerde hilâlin çatık kaşlarını değiştirip, milletine eskisi gibi tekrar gülerek bakmasını sağlayacak güvence verilmektedir: “Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl”. Bu güvencenin arkasında hiç şüphesiz Hakk’a duyulan güven vardır. Esâsen zafer, Hakk’a tapan ve doğruluktan ayrılmayan büyük Türk milletinin en tabiî hakkıdır. Zafer günü heyecanı içerisinde olan şâir; Bu dörtlük aracılığıyla, Türklerin istiklâle olan tutkunluğunu bir kez daha bütün dünyâya haykırmıştır. Mehmet Akif’i hayırla yad ederken “Kur’an Şairi: Mehmet Akif “ başlıklı yazımı tekrar okumanızı öneririm. “Allah bir daha bu millete İstiklal Marşı yazdırmasın” Mehmet Akif ERSOY


Makale ve Analizler - 2019

161

Yeni Zelanda Saldırısının Hedefi “Güçlü Türkiyedir” Nevzat ÖZTÜRK İlahiyatçı, Eğitimci Yazar

Batı ülkelerinde artan İslamiyet düşmanlığı, göçmen karşıtlığı ve ırkçılık korkunç bir hâl aldı. “Özgürlükler Adası” diye yansıtılan Yeni Zelanda, dün utanç verici bir katliama sahne oldu. Christchurch şehrinde 28 yaşındaki Brenton Tarrant isimli bir genç ellerinde makineli tüfeklerle cuma namazı kılınan ibadethaneleri bastı ve 17 dakika arayla iki camiyi kan gölüne çevirdi. 49 Müslüman dua ederken şehit düştü. Yeni Zelanda’da yaptığı katliamla dünyayı sarsan Brenton Tarrant isimli teröristin, korkunç planını iki sene önce yaptığı ve bunları YouTube kanalında 73 sayfalık açıklama ile duyurduğu belirlendi. Katil, açıklamasında geçmişi, planları ve düşünceleri hakkında da detaylı bilgiler paylaştı. Kendisini “sıradan bir beyaz adam” olarak tanımlayan 28 yaşındaki terörist, “ düşük gelirli bir aileye mensup olduğunu, halkının geleceği için bir şeyler yapmaya karar verdiğini” ifade ederken katliamı doğrudan “Avrupalı topraklara olan yüksek göç oranını azaltmak için” işlediğini dile getiriyor. Katliamın gerekçelerini; “İşgalcilere topraklarımızı asla ele geçiremeyeceklerini, topraklarımızın bize ait olduğunu göstermek” olarak belirtiyor. Terörist, saldırı yeri olarak Yeni Zelanda’yı seçmesini de şu sözlerle açıklıyor: Yeni Zelanda’daki bir saldırı, dikkatleri medeniyetimize yapılan saldırıya, dünyanın hiçbir yerinin güvenli olmadığına, her yerde topraklarımızın işgal edildiğine ve dünyanın en uzak yerinin bile kitlesel göçten azade olmayacağına dikkat çekecektir.” Kendisini “milyonlarca Avrupalı ve diğer etno-milliyetçi insanların” temsilcisi olarak gösteren terörist “Halkımızın mevcudiyetinin devamını ve beyaz çocukların geleceğini sağlamalıyız. Bu eylem, tarih boyunca yabancı istilacıların Avrupa topraklarına saldırıp yüz binlerce kişiyi öldürmesine, milyonlarca Avrupalıyı köleleştirmesine, Avrupa çapında terör saldırılarıyla binlerce Avrupalının öldürülmesinin intikamıdır” ifadesini kullanıyor. Yeni Zelanda katliamı Batı ülkelerindeki Müslüman toplumunu endişeye sevk etti. Yaklaşık 25 milyon Müslüman’ın yaşadığı Avrupa’da 2017 yılında İngiltere’de 2 binden fazla İslamofobik saldırı gerçekleşti. Almanya’da 950, Polonya’da 664, İspanya’da 546, İsveç’te 439, Hollanda’da 364, Avusturya’da 256, Fransa’da ise 121 saldırı kayıtlara geçti. Yaklaşık 3,4 milyon Müslüman’ın yaşadığı ABD’de 2017 yılında 2 bin 600 saldırı olur-


162

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ken; bir milyon Müslüman’ın yaşadığı Kanada’da ise 70 İslamofobik saldırı meydana geldi. En son İsveç’te ‘Yakınındaki camiyi yak’ sloganı yazılı tişörtler yapılmış, bunlar internet üzerinden satışa sunulmuştu. İsveç’te 2018 yılında 38 cami ve mescit saldırıya uğradı. Avrupa Parlamentosunun skandal Türkiye Raporu’nda, “Ayasofya’nın camiye dönüştürülmemesi” ifadesi yer almıştı. Yeni Zelanda’da onlarca kişiyi öldüren Brenton Tarrant da ‘katliam manifestosu’nda “Ayasofya’yı minarelerden kurtaracak ve Konstantinopol’ü yeniden bir Hristiyan şehri yapacağız” satırlarına yer verdi. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun oğlu Yair Netanyahu da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı hedef alırken “Ona, İstanbul’un adının Konstantinopol olduğunu ve Türk işgalinden önceki bin yıl boyunca Bizans İmparatorluğu’nun ve Ortodoksların başkenti olduğunu hatırlatırım” diyerek saldırıda bulunmuştu. Camiye saldıran terörist Tarrant’ın nefret manifestosundaki suikast listesinde, Cumhurbaşkanı Erdoğan, Almanya Şansölyesi Angela Merkel ve Londra Belediye Başkanı Sadık Han gibi isimler de bulunuyor. Terörist, Erdoğan’la ilgili olarak “İnsanlarımızın en eski düşmanı ve Avrupa’daki en büyük İslami grubun lideri” yorumunu yapıyor. Katil, Avrupa’da yaşayan Türkleri “etnik düşman” diye niteliyor. Terörist, Türkler için “Topraklarınızda huzur içinde yaşayabilirsiniz, size zarar gelmeyecek. Boğaz’ın doğu yakasında. Ama Boğaz’ın batı yakasında bir yerde yaşamayı denerseniz Avrupa’ya gelirseniz sizi öldüreceğiz’ ifadelerine yer veriyor. Teröristin katliama imza attığı makineli tüfekleriyle şarjör ve yeleklerini yazılarla donattığı belirlendi. Yazılarda geçmişte Avrupa’nın Müslümanlara karşı verdiği savaşların tarihleri, bu savaşlarda yer almış Batılı figürlerin isimleri, Nazi sempatizanı ve İslam karşıtı ifadelerin yer aldığı görüldü. Tarihte Osmanlılara karşı savaşmış Lazar Hrebeljanovic, Milos Obilic, Baja Pivljanin ve Novak Vujosevic gibi Sırp figürlerin isimleri ile Osmanlı donanmalarını yok eden muharebelerin tarihleri ve amirallerin isimlerinin yer alması “Katil, Batı’da artan İslam düşmanlığının bir yansıması. Mesajlarla ırkçıların reklamını yapıyor” dedirtti. Şarjörlerden birinin üzerinde Kiril alfabesiyle Miloş Obiliç yazıyor. Obiliç, Kosova Savaşı’nda Sultan Murat’ı şehit eden Sırp olarak biliniyor. Yine aynı şekilde 1683 Viyana yazısında ise başarısız olan II. Viyana Kuşatması’na atıfta bulunuyor. Silahın üzerinde yer alan “14” yazısı, bu kuşatma sırasında öldürülen 14 bin Hristiyan’ı temsil ediyor.


Makale ve Analizler - 2019

163

Silahta yer alan bir diğer isim ise Antonio Bragadin… O da Osmanlıda esir aldıkları bütün Türkleri öldüren, ardından Lala Mustafa Paşa’nın emriyle ağaca asılan Venedikli bir komutan. Dmitry Senyavin ise 1787-1792 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Rus cephesinde yer alan bir amiral… Silahtaki 1770 tarihi ile de Rusya-Osmanlı arasında yapılan ve Osmanlı donanmasının yok edildiği Çeşme Deniz Muharebesi’ne atıf yapılıyor. Hunyadi János ise II. Murad’a karşı Belgrad Kuşatması sırasında direnen Macar bir komutandı. Alexandre Bissonette de Kanada’da 2017 yılında yine bir camiye girip silahlı saldırı düzenleyen bir katil. Bahadır DİNÇASLAN Milli Düşünce.com’daki analizinde[1] ; “Tarrant 74 sayfalık psikoz belgesinde Avusturalya’nın, Yeni Zelanda’nın birer “Batı ülkesi” olduğunu doğru olarak tespit ediyor; bu yüzden buradaki “Batı” coğrafi bir ifade değildir. Hatta Batılı devletler kendi aralarında savaşmış, birbirlerine karşı topyekûn yok etme planları yapmış dahi olsalar, bir “Batı” vardır ve gerçektir. İşte bu tarihin gördüğü en tuhaf milletler üstü medeniyet birlikteliğinin tarih boyunca çeşitli spazmları oldu; fakat her spazm o medeniyet havzasını yahut geniş kültürel çerçeveyi daha öteye taşıyan yakıtı da ihtiva etti. 19. Yüzyılın iğrenç sanayisi ve kapitalizmi, Marksizmi yarattı ve Marksizm “Doğulu Rusya”nın başına bela olan bir heyulaya dönüşürken, sözgelimi İngiltere’de, Almanya’da işçi hakları ve sosyal demokrasi olarak bir “çıkar yol”un bulunmasına hizmet etti. Bugün Avrupa’da yeni bir spazm var: Kitlelerin spazmı. Köylülerin, burjuvaların spazmı değil, zira Avrupa’da sınıflar klasik tasnifin konturlarıyla çizilemeyecek bambaşka bir görünüm kazanmıştır ve Florian Geyer komutasındaki Alman köylüler yahut soylu kellesi isteyen Fransız burjuvaları basitliğinde ele alınamayacak bir giriftlikteki mahiyete erişmiştir. Kitlelerin spazm geçirmesinin temel sebepleriyse, muhtemelen göçmen/sığınmacı sorunu, borç sarmalı ve hayal kırıklığı olarak üçe indirgenebilir. Göçmenler/sığınmacılar, “uyum”a imkân vermeyecek kalabalıklar söz konusu olduğu için, ekonomik, siyasi, sosyal birçok soruna yol açıyorlar. Ortalama bir “Batılı işçi”, göçmenlerin işini elinden aldığını düşünüyor ki, haklıdır. Türkiye’de özellikle vasıfsız eleman gerektiren işlerde Suriyeli işçilerin ciddi bir ağırlığının olduğunu ve fiyatları/işçi ücretlerini aşağı çektiğini söylemek mümkün. Benzer bir durum Avrupa’da da yaşanıyor ki, otomasyonun ve dijitalleşmenin işçi ihtiyacını azalttığı tespiti doğruysa, Avrupalı “alt sınıf” iki keskin


164

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

bıçaklı devasa bir makasın kıskacının elinde demektir. Bunun ötesinde, göçmenlerin yaşam tarzı farklılıkları ve gettolaşma, ekonomik çatışmanın yanında sosyal/ırki bir çatışmayı da yanında getiriyor; sol-liberal politikaların göçmen dostu, hatta yerli düşmanı tavrının da bu çatışma ya da göçmen kaynaklı sorunların neticeleri üzerinde anlamlı bir farklılık yaratan etkisinin olduğunu söylemek zor. Kadının aşağılandığı, ikinci sınıf sayıldığı bir düzenden henüz gelmiş bir göçmen, İsveç’in sokaklarına salındığında, “eski dünya”sında aşifte gibi giyindiği varsayılan bir kadına aşifte muamelesi yapmaktan alıkonmuyor; bunu yapmaması gerektiğini öğretmekse post-modern bakış açısına göre ırkçılık kabul ediliyor. Tecavüz vakaları, hırsızlıklar yahut benzeri adli olaylar yaşandığındaysa, sosyal tansiyonu zaten yüksek, diğer hayal kırıklıklarının elinde psikolojisi bozulmuş, üstüne yanlış uyum politikaları nedeniyle öz vatanında ikinci sınıf hisseden orta ve alt sınıf “beyazlar” ayaklanıyor, ciddi bir yabancı düşmanlığı körükleniyor ve bu siyasete de yansıyor. Borç sarmalı başka bir sorun. Tüketici borcu gitgide artıyor ve orta/alt sınıflar bununla başa çıkmakta zorlanıyorlar. Sınıflararası mobilite azalmış durumda, borçla tüketime dayalı bir sistem var ve bu serbest piyasanın öngördüğü yahut bencileyin liberallerin arzu ettiği gibi bütün bir cemiyet yararına işleyen kapitalizmi imkânsız kılıyor. Sermaye birikimi imkânsızlaşıyor, üstelik istatistikler hesaplanırken refah/sermaye dağılımındaki eşitsizlik kabul edilmeden nicel paydalar kullanıldığı için, gerçekte yaşanan borç/varlık oranı istatistiklerin gösterdiğinden çok daha fazla. Bu durum hayatını sürekli borcun ve faizin kamçısı altında sürdüren, bu yüzden sürekli ve daha fazla çalışmak zorunda hisseden, mola veremeyen, kendisine sunulan rahatlatıcılarda da teselli bulamayan kitlelerin öfkelenmesine neden oluyor. Bu ikisinden, yani ekonomik/yapısal nedenlerden kaynaklanmayan hayal kırıklıkları da var. Post-modern dünyada yaşıyoruz ve büyük dinlerin de, büyük ideolojilerin de devri geçti. Yeni anlam arayışları var, bir yandan “aşılan” geleneksel değerlerin tesellisinden mahrumiyet, diğer yandan yeni kazanılan özgürlük alanının da geleneksel değerlerin tesellisinden çok daha kıymetli/faydalı olduğunu idrak ediş. Bu, kitleleri meşrep ve mezheplerine göre bambaşka çözüm yollarına itebiliyor. Bir “öze dönüş” imkânsız, ancak “yeniye tapış” da söz konusu değil. New age akımları, etnik temalar, yeni oryantalizm diyebileceğimiz doğu dinleri merakı… Bunlar buzdağının yalnızca görünen yüzü. Her devirde, gerçi, insanlar eskinin daha iyi olduğundan şikâyet etmişler ve değişime kısmi de olsa direnç göstermişlerdir. Fakat insanoğlu değişim ivmesinin bu kadar yükseldiği bir dönemi hiç tecrübe etmedi, dolayısıyla daha yüksek yer çekimli bir alanda yaşıyormuşçasına biyolojik ve psikolojik refleksler veriyor. Batının


Makale ve Analizler - 2019

165

kitleleri hayal kırıklığı yaşıyor, yeni bir büyük anlatı yok, küçük anlatılarda ve zaman zaman marjinal, radikal sığınaklarda kendisine teselli arıyor. Tarrant’ın “Manifesto”su Baştan sona illüzyonlar, psikoz ve nevroz emareleriyle dolu bir metne “manifesto” demek yanlış, ancak Yeni Zelanda’daki meşum katliamı yapan Tarrant’ın yayınladığı metin yaygın olarak böyle adlandırıldı. İç içe geçmiş haleler gibi kara mizahçı internet grupları/alt-right/ yeni ırkçılık kümelerinin en iç çekirdeğinde yer alan bir eylemcinin halet-i ruhiyesini ortaya koyan bu belge, dünyanın bütün öfkeli kalabalıklarının içinde bulunduğu durumu çok net gösteriyor. Özetle, ülkesinde yaşayan “Avrupalı olmayan”’ları işgalci olarak görüyor ve kadın, çoluk çocuk demeden öldürülmeleri gerektiğini zira bu unsurların doğurganlığının “Avrupalılar”dan fazla olduğunu ve bu “silahsız işgalciler”in nüfus silahıyla “Avrupalılar”ı yerlerinden, yurtlarından edip topraklarını ele geçireceğini söylüyor. Bir “sözde rasyonellik” çerçevesi içinde kendisine mantıklı gelen argümanlar sunuyor: Herkes kendi toprağında yaşasın ve mutlu olsun, ama benim toprağıma gelirlerse öldürürüm. Fakat bazı sembolik kaygıları yok değil: Türkler Boğaz’ın doğusunda yaşadıkları sürece sorun yok ama İstanbul’u Avrupalıların geri alması gerektiğini savunuyor, mesela. Avustralya’yı Avrupalı görüyor, Aborijinlerin hak ve tarihsel mirasını göz ardı edebiliyor, fakat İstanbul’u edemiyor. Metinde sözde-rasyonel bakışla çizilen ve duygusallıktan uzak durmaya çalışan, handiyse akl-ı selim bir poz vermeye çabalayan üslup devamında gitgide sivrileşiyor. Arzu ettiği “dönüşüm”ün gerçekleşmesi ve “savaş”ın başlaması için gereken tedhiş ortamını yaratmak üzere böyle bir eylemi gerçekleştirdiğini söylüyor ve ardından geleceklere birtakım taktikler veriyor. Metnin devamında “Tapınak Şövalyeleri” ve onların reisi, Norveç’teki çocukları katleden Anders Behring Breivik’ten bahsedilmesi ilginç. Basitçe kendisini gizli, “ideal”, yüksek ahlak ve amaç sahibi, “ayrıcalıklı” bir yapının parçası görüyor. Sosyal medya ortamlarında kara mizah ve ırkçı “mem”ler yoluyla kazanılan sempatinin bir diğer faza geçmesi gerektiğini, bunun yalnızca sempatizan toplamak için ilk basamak olduğunu söylüyor. En önemli ifade de burası. Merkel ve Erdoğan önemli düşmanlar arasında gösterilmiş. Takipçilerine bunları öldürmeleri için çağrıda bulunuyor. Türkiye’nin NATO üyesi olması bir felaket olarak niteleniyor. Daha sonra zaten AB, BM, NATO gibi kurumlar düşman gösteriliyor. Ciddi bir küresellik karşıtlığı ve piyasa düşmanlığı var. Küresel sermayenin “Avrupalı”ya kâr için soykırım yaptığını iddia ediyor. Tarrant yalnız mı? Metin bir bütün olarak ele alınıp, ana hatlarıyla değerlendirildiğinde, Tarrant’ın bir komünist, anarşist, İslamcı yahut faşist örgüt mensubundan farksız olduğunu görebiliyoruz. Örüntü hep aynı: “Bir kötü


166

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

düzen var, onun gizli bir komplosu var, bu komployu fark edip uyanan yüce ruhlu azınlık mücadeleye başladı, sen de gelip katılırsan zafer inananların olacaktır.” Sözgelimi Ortadoğu’da bir pazar yerine bombalı saldırıda bulunan İslamcı bir militan da, göçmen vurguları hariç Tarrant’la aynı arkaplanı paylaşıyor, fark etmemiz gereken birinci husus bu. Düzen kötüdür, ona karşı her türlü yola başvurmak mubahtır. Bunun yanında Tarrant olayı yeni bir sosyal medya fenomeninin karanlık yüzünü gözler önüne seriyor. Mevcut düzenin bozukluklarına ve millet/milliyetçilik düşmanlığına karşı doğan tepkinin neticesi olan, bir şemsiye tabirle “alt-right” olarak tanımlayabileceğimiz fenomen. Her ne kadar ortaya çıkışı makul, mantıklı, hatta şahsen desteklediğim saiklerden ötürüyse de, alt-right kısa sürede yeni bir terör ve yıkım dalgasının sempatizan toplama havzasına dönüştü. Bunun başını çeken ülke, tabii ki Rusya. Hem “Batı”yı zayıflatmak, hem de nüfuz alanını genişletmek için Rusya, bu yeni tür “ırkçılık”ı destekliyor, koruyor. Hatta, göçmen meselesinin çözülmemesi, krizin derinleşmesi ve bu sayede bu “desentrist ırkçılık”ın yükselmesi için elinden geleni yapıyor. Batı blokunun küreselciliğine karşı, fıtrat itibariyle ulus-ötesi ittifaklar kurması mümkün olmayan ama bir merkezden yönetildiğinde küresel ölçekte zayıf da olsa bir network yaratan bu milliyetçilik bir güç olarak besleniyor. Katil, ırkçı forumlardan, alt-right kültürünün bileşenlerinden ve internet-altı ırkçı networklerden beslendiğini kendisi itiraf etmiş. Ortadoğu’daki yahut Avrupa’daki İslamcı terörist kardeşiyle zihin dünyası ve düşmanları ortak. Diğeri nasıl özellikle Batılılar tarafından bir maşa, araç ve taşeron olarak kullanılıyorsa, bir başka blokun kullandığı yapının piyonlarından biri. Sırp şarkıları dinleyerek komşu ülkede Müslüman avına çıkan, NATO Müslümanlarla kol kola Avrupalıları öldürdü diyen bir adam… Sonuç İslamcı, solcu, sağcı terörizm; yeni dünyanın vekalet savaşları, hibrit savaşları ve yumuşak güç savaşları açısından büyük önem taşıyor. Üstelik sadece Batılı alt sınıf yahut Ortadoğulu, savaş ve yıkım travması yaşamış gençler değil, bütün dünyanın yeni kuşakları, hayal kırıklığı, aidiyetsizlik ve öfke krizlerinden mustarip. Sosyal medya bunun emarelerini çok güzel yansıtıyor: Anlamların içinin boşaltıldığı, akl-ı selimin kötülendiği, limitsiz bir istihzanın, kara mizahın, pespayeliğin kol gezdiği internet-altı ortamlar, marjinal yapılar olmaktan çıkıp norm oldular. Tarrant bunun tipik bir örneği. Dünya bu işi “İslamcı terörizm”, “hayır, bak Hıristiyanlar da terörist olabiliyor!”, “katil zaten Tapınak şövalyesiymiş”, “işte Batı’nın gerçek yüzü!” vs. tartıştıkça, bu sorun çözülmeyecek. Sanıyorum ki, cephe gerisinde partizan faaliyetleri düzenlemek savaşın bir gereğiyken ve büyük savaşlar yaşanırken dahi, “ortalama sivil”i sürekli hedef alan bu denli yaygın ve büyük çaplı terör eylemleri bu denli


Makale ve Analizler - 2019

167

sık yaşanmamıştı. Bütün dünyayı kuşatan bir terörle karşı karşıyayız ve sorunun kendisi de çözümü de basit değil. Dünyanın paradigmasını Batı belirlediğine göre, yaydığı ve hatta dayattığı paradigmanın çıkmazlarının yarattığı bu düzenin sorumlusu Batıdır, çözümü de Batı bulmalıdır. Fakat Batı çözüm bulacak mı? Ya hem Ortadoğulu teröristlerin, hem Batılı teröristlerin haklı olduğu noktalar varsa, daha doğrusu bu terör, haklı bir takım hususları manipüle etmeye dayanıyorsa?” Başkan Recep Tayyip ERDOĞAN yaptığı açıklamada:[2] “Katil, silahını tüm Türk ve Müslüman düşmanlarının isimleriyle süslemiştir. İstanbul’a geleceğiz tüm camileri yıkacağız diye zırvalamış. Be namussuz Yeni Zelanda nere, İstanbul nere? Nasıl oluyor da dünyanın öteki ucundaki bir cani kafası bunca fesatlıkla harekete geçebiliyor. Bugün Türkiye’ye, Erdoğan’a saldırılıyorsa bunun sebebi güçlü Türkiye’dir. Biz adım adım 2023 hedeflerimize yaklaşıyoruz. Önümüze kurulan tüm tuzaklara rağmen bunu yapıyoruz. Yeni Zelanda’daki saldırı ve onun üzerinden mesajlar ilk değildir. ‘Zulüm 1453’te başladı’ diye Geziciler yazmadı mı?” Bu işin bir siyasi boyutu var, yanı var. Yan tarafta Sultanahmet’i doldurmayacaksın, ‘Ayasofya’yı dolduralım’ diyeceksin. Bu oyunlara gelmeyelim. Bunların hepsi tezgâh. Biz ne zaman neyin nasıl yapılacağını çok iyi biliyoruz. Bu namussuzlar böyle dedi diye biz adım atmayız. Bunların derdi Tayyip Erdoğan değil, doğrudan doğruya Türkiye’dir, Türk milletidir. Bunların derdi Rabia’dır Rabia.” İşin aslı, bu tür olaylarla “İslami Fobi” yaratılmak isteniyor. Bu siyaset Orta doğu üzerinden yürütülüyor. Bir zamanlar Rusya ve Kominizim tehlikesiyle dünyayı oyalayanlar, şimdiler de İslami Fobi ile oyalıyorlar. Orta doğu cehaleti ve din saplantısı bu duruma maşa oldu ve İslami Fobi maşası emperyalizmin eline verildi. Batıların yaptığı ortada, derin milliyetçilik yani ırkçılık. İslam tu kaka durumuna düşürüldü. Bir de buna Rusya yerine birinci sıra Suriye ikinci sıra Türkiye oturtturuldu. Türkiye için “Türko Fobi”, Cumhurbaşkanı için “Erdoğan Fobi” söylentileriyle gündeme yerleştirilen Türkiye üzerinden oyunlar oynanıyor. Danimarka, İsveç, Avusturya, Almanya ve Belçika sırasıyla Türkiye karşıtı bir tavrı geliştirmektedir. Avrupa birliği 2004 ‘de Türkiye’yi yapılan reformular sayesinde izlemekten çıkarmıştı. Tahmin edilen önümüzde, Nisan ayında tekrar bu izleme sürecinin başlamasıdır. Buda Avrupa birliği sürecinin dondurulmasıdır. Yapılan bunca hatalı ve haksızlığa rağmen; gerek AB ve gerekse NATO devletlerinin bu durum karşısında sesiz kalmaları manidar ve düşündürücüdür. Türkiye yalnızlaştırılmak isteniyor.


168

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

AB ülkeleri hatta dünya ülkelerinin birçoğu; ekonomik sıkıntılarının temelinde mülteci sorununu, dolayısıyla İslam’ı sorun olarak görüyorlar. Kendilerine göre AB içinde 25 milyon İslam yaşıyor ve bu sayı onları korkutuyor. Çünkü AB ve dünya devletlerinin çoğu yeni nüfus olarak çoğalmadıklarını, aksine İslam devletlerinin çoğaldığını, ekonomi politikalarını geliştirmekte olduklarını, yakın gelecekte dünya üzerinde bir yoğunluk ve hâkimiyet sağlayacaklarını görmenin korkusunu yaşıyorlar. İşte bu gerçeği “İslami Fobi” ile örtmeye çalışıyorlar. Peki, İslam ülkeleri ne yapmalı? Terörizmin kıskancından, AB ülkelerinin ve ABD’nin maşası olmaktan kurtulmalıdırlar. Ekonomik döngülerini ve buna bağlı politikalarını kendi içlerinde yapacakları devrim ve birlikte ticaret ile geliştirmelidirler. Kültürel ve eğitim devrimlerini süratle geliştirmelidirler. Yıllardır birlik ve beraberlik yoksunluğunun içerisinde kaybettikleri irtifayı geri getirmelidirler. İşte örnek sayacağımız gerçekleri; Ortadoğu ve İsrail gerçeği. Dünyayı üç kademeli yönetime götürmeye çalışan emperyalistlerin düşmanlığını görmek ve bu oyunu bozmak gerçeğinden uzaklaşmamak gerekiyor. Türkiye Ortadoğu’daki varlığının dışına atılmaya, hatta müttefik diye adlandırılan ABD ile Türkiye arasında ki stratejiyi yok saymaya başlayan bir durumla karşı karşıyadır. Şimdilerde DEAŞ korku politikalarıyla, YPG ve PYD varlıklarıyla dengeleri değiştirmeye çalışan ABD; Türkiye’yi yalnızlaştırma politikasının kendisini uygulamaya başlamıştır. Artık bu çıkmazdan çıkışın Türkiye’nin birlik beraberliği ile başlayacağı, hayırlara vesile olacağı gerçeği görülmelidir. Rabbim güçlü Türkiye yolunda hepimize kolaylıklar ihsan eylesin. “Yeni Zelanda’nın Christchurch şehrinde iki camiye gerçekleştirilen terör saldırılarında hayatını kaybeden Müslüman kardeşlerime Allah’tan rahmet diliyorum; İslam âleminin ve tüm dünyada insanlık vicdanına mensup herkesin başı sağ olsun.” [1] http://www.gazete2023.com/dusunce-analiz/avrupanin-yeni-hayaletiyeni-zelanda-katliaminin-analizi-h85991.html Erişim Tarihi:16/03/2019 [2] https://gazetemanifesto.com/2019/mansur-yavastan-hdpnin-destekaciklamasina-yanit-teror-orgutleriyle-aralarina-mesafe-koymayanlar-uzakolsun-248626/


Makale ve Analizler - 2019

169

Teröristin Dini Ve Milleti Olmaz

Yeni Zelanda:17 03 2019 Yazan: Şakir ASLANTAŞ Konu: Avustralyalı katile Türk düşmanlığı zehrini akıtanı bulmak lazım!

Bulgaristan eski Kültür Bakanı, kançılaryası Sofya merkezindeki Cumhurbaşkanlığı Karşısındaki “Büyük Cami ”de bulunan Arkeoloji Müzesi Müdürü Prof. Dr. Bojidar Dimitrof’la lafladığım olmuştur. Ben Sofya’da Maden Mühendisliği okurken, genç bir tarih asistanı olarak, konferanslarımıza katılır ve Bulgar tarihi üstüne henüz olgunlaşmamış fikirlerini önümüze döker ve “hadi ayıklayın pirinci taşını” dedi. Yanına bir kutu lokumla geleceğimi bildiğinden, telefon açtıkça, “Hadi buyur, müsaidim!” davetini sanki aceleden söylüyordu. Bir defasında, kahvemizi yudumlarken Boji, sen akıllı adamsın, saksı içinde ya da başkasının avlusunda kimse büyük ağaç yetiştiremez, bir Osmanlı camiine sıkıştırdığın bu Bulgar tarihini burada büyütemezsin, camiden çıkar da hava alsın! Yüzüme uzun zaman baktıktan sonra, Halk Meclisi de Müslüman Mezarlığı üstünde, ölülerin ruhu çalışmalarına engel mi oluyor? Razgrat ve Nevrekop (Gotse Delçev) top sahaları (stadyumlar) da mezar taşları toplanan Müslüman mezarlıklar üstünde, onun için mi oyuncularımızın bacakları birbirine dolaşıyor ve gol atamıyorlar? Gibi sert cevap verirken, sanki bana “sen çok bilme” der gibi bakmıştı. Bojidar Dimitrov, Bulgar kavminin Pers toprağında 2 500 sene devlet yaşattığını ve daha sonraları Müslüman ordular tarafından kovulunca Rumeli’ye gelip yerleştiğini anlatan ve kendi tezini kendisi kanıtlamaya çalışan kitaplar yazdı. Aslı, Rum kökenli olan bu bilim adamı çok popülerdi. Farsça bilmese de, Persler’in kadim imparatorluğunu ballandıra sulandıra anlatıyor ama Bulgarları “toplum olarak mayalandıkları topraklardan” taşla sopayla kovanlardan düşmanca söz etmiyordu. Varsa yoksa Türklerle, İslam’la, Osmanlıyla meşgul oluyor, geceleri ellinde kazma kürek, definecilerle gömü ararken sanki kazmayı Osmanlı Hanedanı’nın başına vuruyor ve “sen bir küp altını da neden buraya saklamadın?” sorusu ağızından çıktıkça birkaç damla ter toprağa düşüyordu…


170

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bojidar Dimitrov, Sofya’da kurulan ve sonra totaliter dönemde ordu ve kol orduların konuşlandığı şehirlere de yayılan “Diriliş” (Vızrajdane) adlı kışla dışı örgütlenmeyi başlatanlardan biriydi. Henüz meclise giremeyen bu aşırı milliyetçi örgütlenme, geçen sene Bulgaristan’a gelen ve 1877-78 Osmanlı Rus İmparatorlukları savaşında çarpışmaların yürütüldüğü dere tepeleri ve tabyaları birer birer gezip gören ve Rus anıtlarına çiçek ve çelenk koyan bir konuk ağırlamıştı. Ona eşlik edenlerin bu örgütten olduğu artık açıklandı. Bulgaristan’da aşırı milliyetçilik, ırkçılık ve yabancı düşmanlığından beslenen birçok örgüt var. 28 yaşındaki Brenton Tarrant isimli bir genç Avustralyalının ellerinde makineli tüfekle Yeni Zelanda’nın Christchurch şehrinde cuma namazında ibadethaneleri bastı ve 50 Müslüman öldürerek “Özgürlük Adası” olarak bilinen Yeni Zelanda turist cennetinde daha önce rastlanmamış bir katliam işledi. Bulgar siyasi gözlemciler bu olayı Brenton Tarrant isimli İskoç asıllı katilin 2018’de yaptığı Bulgaristan gezisine çok sıkı bağladılar ve “sorgulama gerçekleri ortaya çıkarmalıdır, “ dediler.

Foto Factor: Yabancı aşırı milliyetçi “turistlere” rehberlik eden Bulgar rehberler. Bulgar istihbarat örgütünün eski şeflerinden Dimo Gaurov, bu konuda görüş açıkladı ve şöyle dedi: “Olayın bir kışkırtma olduğu görüşündeyim. Fakat Yeni Zelandalı bu teröristin Osmanlı İmparatorluğu ve günümüz


Makale ve Analizler - 2019

171

Türkiye’si üstüne gerçek olmayan bir görüşü var. Onun arkada bıraktığı izlerde Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ve Londra Belediye Başkanı’na mesajlar var. Avrupa için neden öç almak istiyor? Balkan Savaşına neden müdahalede bulunuyor?” Gaurov, bu katil, “Balkanları dolaşırken öyle kişilerle görüşmüş ki, ona etnik olarak ve Balkan sorunu olarak bazı imalarda bulunulmuş ve yönlendirilmiş,” dedikten sonra Bulgaristan’daki soruşturma hakkında şunu söylüyor: “Soruşturma, katile bilgi sunan, ordu dışındaki aşırı milliyetçi asker kıyafetli yapılanmaya, örgütlere yönelmelidir. Çünkü katilin Bulgaristan ziyareti örgütlü olmuştur.” Bulgaristan eski Meclis Başkanı Aleksandır Yordonov, konuyu özel olarak işlerken şu görüşleri paylaştı: “Ben, en kısa zamanda, bu terörist katilin anasından emdiği süttü de anlatacağına ve ona Müslüman düşmanlığının Bulgaristan ve Sırbistan’da teldin edildiğinin ortaya çıkacağına inanıyorum. Müslümanlara kin ve öfkenin katile ona rehberlik edenler tarafından anlatılanlardan ve ona gösterilen anıtlardaki yazılardan geçtiği de doğru olabilir. Burada işaret etmek istediğim özellikle Sofya ve Plevne Müzeleridir. Video kayıtları açılsın ve Bulgaristan’da, bu müzelerde teröristin kiminle temas ettiği açıklansın. Bizde, bu kişiye “Müslüman düşmanlığı” aşılandığı ortadadır. Şimdiye kadar toplanan kanıtlar bunu doğruluyor. Bulgaristan’da Türk ve Müslüman düşmanlığı propaganda eden çevreler biliniyor. Türk ve Müslüman düşmanlığı kaynakları Türk ve Müslüman düşmanlığından rahatlamak için silah şarjörünü boşaltan tipler bizde çoktur. İç İşleri Bakanlığı’nın her birini bilmesi gerekir. Üstelik bu tüplerin daha fazlası eski Orduludur, eski milistir (polistir), hepsinin iplerini çekenlerse güvenlik örgütü (DS) subaylarıdır. Bu katil ile Bulgaristan’daki Türk Fob ve Müslüman FOB örgütlenme arasındaki bağları tespit etmek zor olmasa gerek. Avrupa’ya Müslüman akınından dem vuran politikacılar ile bu aşırı milliyetçi ırkçı örgüt temsilcilerinin kullandığı dil aynıdır. Bulgaristan’daki Rus anıtlarını gezip görmesi bir Avusturalyalıyı katil etmeye yeterlidir. Anti-Müslüman propagandadan zehirlenen bu tip katlettiği 50 kişinin İNSAN olduğunu göremeyecek duruma getirilmiştir. Naziler de o duruma getirilmişti. Yahudileri ve Çingeneleri insandan saymaz olmuşlardı. Bu katliam, çok büyük bir problem doğurdu. Irkçı katil “Bulgaristan’ı tek başına dolaştı” iddiasında bulunursak, bu yüz karası olayı da hasıraltı etmiş


172

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

oluruz. Bizde ırkçılık, aşırı milliyetçilik ve öteki düşmanlığı telkin eden örgütler var. Bulgaristan’da vatandaşlar arasında barışı ve huzuru ve demokrasiyi tehlike altında tutan onlardır. Savcılık ve Polis gücü el ele verip Bulgaristan vatandaşlarını ve demokrasi değerlerini korumak ve savunmak zorundadır. Onları bunu yapmaya çağıran ve zorlayan önce Anayasa’dır.” Mascid Al Nur Camiindeki cumaya bütün dünyadan Müslümanlar toplanmıştı. Öldürülenler arasında Ürdünlü, Endonezyalı, Suudi Arabistanlı, Pakistanlı, Filistinli vb var. Katil bir Avusturalya vatandaşıdır. Aşırı sağcı bir saldırgan, terörist katil olduğu duyuruldu. İnternet haberinde, saldırıyı Müslümanları öldürmek amacıyla düzenleyeceğini duyurdu. Kullanılan silahın üzerine Müslümanlara karşı en büyük saldırıları yöneten ve bunlara bizzat iştirak eden Hristiyanların adları yazılmıştır. Bunlardan biri 1877- 1878 Savaşında Bulgaristan’da Koca Balkan’ın “Şipka” Tepesinde Osmanlı Generali Süleyman Paşa ile çarpışan Rus General Gurko’nun ismidir. Gurko bir Rus Generalidir. Bulgaristan’ı işgal etmeye gelmiştir. Bulgaristan 140 yıldan beri Rusya işgalindedir ve Bulgar halkı 140 yıldan beri onun anıtına çiçek ve çelenk taşımaktadır. Belki de terör olaylarının ana kaynaklarından biri tarihsel gerçeklerin ters ve çarpık öğretilmesinden kaynaklanıyor. Son günlerde yalan tarih yazarı Prof. Bojidar Dimitrov bu sebepten olacak, aklımdan çıkmıyor. Okuduğunuz için teşekkür ederim. Akan su mutlaka durulur. Paylaşmayı unutmayınız


Makale ve Analizler - 2019

173

Çanakkale Zaferinin Manevi Dinamikleri Nevzat ÖZTÜRK

Bu yıl(18 Mart 2019) 18 Mart Çanakkale Zaferi ve Şehitleri Anma Günü’nün 104.’ncü yıldönümüdür. Bu anlamlı günü daha iyi anlayabilmek adına “ Çanakkale Zaferinin Manevi Dinamikleri” ni ele almak, sizlerle paylaşmak istiyorum. Çanakkale savaşı 1915 yılında Osmanlı o Çanakkale Savaşı Birinci Dünya Savaşı’nın kaderini tayin eden en kritik savaşlardan biriydi. Osmanlı Devleti’nin çarpıştığı cephelerden biri de Çanakkale ‘ydi ve en başarılı olduğu cephe de buydu. Belki denilebilir ki diğer cephelerden daha ziyade imparatorluğun uzak topraklarının, ücra köşelerinin devletten kopması kaçınılmaz görülen toprakların savunulması söz konusu idi. Çanakkale ‘de ise ana vatanın savunulması vardı. Yani buradaki bir yenilgi, boğazların, başkentin düşmesi, ülkenin yenilgiye uğraması hatta kısacası bütün ülkenin elden çıkması demek olacaktır. Bu psikolojik etkinin verdiği moral ve güç ile Türk milleti, Çanakkale ‘de binlerce şehit vermesine rağmen ülkesini savundu ve bunda başarılı oldu. Çanakkale Harbi bir çok noktalarda, diğer harplerden farklıdır. Türkler Cihan harbine tam anlamı ile Çanakkale ve Galiçya’da varmışlardır. Kafkasya ‘da Irak ve Suriye’de olan savaşlar genel harbin gösterdiği özellikler değildir. Fakat Çanakkale ‘de Türkler dünyanın en kuvvetli ve en büyük orduları ile çarpışmışlar, daha önce savaşlarda kullanılmayan teknik ve taktiklere karşı koymaya çalışmışlardır. Böylece Türk Milleti ‘nin savaş karşındaki psikolojisini Çanakkale’de bulabiliriz. Çanakkale savaşan iki tarafın da savaştan önce, savaş anında, savaş sonrasındaki psikolojileri aynı değildir. Türk milletinin psikolojisini şekillendiren olgu vatan bilincidir. Çanakkale muharebesi tamamı ile Türk topraklarında geçtiği için savaşın getirdiği tüm olumsuzlukları da Türk milleti çekmiştir. Kurtuluş Savaşı ve sonrasında gelişen milli bilincin uyanması Çanakkale Savaşı’nda oluşmuştur. Çanakkale Savaşı’nda itilaf devletleri Çanakkale Boğazı’nı zorlayıp içeri girmek istedikleri zaman Türk Milletinin bunlara karşı koyacak sağlıklı araçları yoktu. Çanakkale istihkâmları eski toplarla eski araçlarla savunuluyordu. Kalelerimiz betonarme bile değildi. Bu kalelerin sağlıklı ve


174

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

kuvvetli bir donanmaya karşı koyamayacağı herkesçe biliniyordu. Aynı zamanda düşmanın karaya asker çıkarmasına engel olacak savunma araçlarımız yeterli değildi. Yalnız boğazı torpille doldurmuştuk, düşman bunları torpil aracılığıyla gemilerle topluyordu. Donanmamız Yavuz ve Midilli’den ibaret gibiydi. Yani düşmana göre zayıf bir mevkide gibiydik. Yalnız boğazın coğrafi özelliklerinden faydalanacağı ümit ediliyordu. Böylece savunma araçlarımız bugünkü bilimsel gelişmelerden ve savaş tekniklerinden çok uzaktı. Fakat bütün bu eksikliklere rağmen başarı Türk Ordusu’nun oldu. Bu başarıda Türk Ordusu’nun manevi üstünlüğü etkili oldu. Türk Ordusu yüksek bir maneviyatın gerek gördüğü bütün şartları bünyesinde toplamıştı. Öncelikle ordu, dini, vatani milli hislerle dolu insanlardan oluşuyordu. Atalarımızın miras bıraktığı bu toprağı bu duygularla müdafaa ediyorlardı. Türk Milletinin geleceğini tehlikede gören insanlar her türlü fedakârlığı göze almaktan çekinmiyorlardı. Yıllarca yaşanmış ortak kan ve dil birliği bütün orduyu birbirine bağlıyor. Bütün orduyu birbirine bağlıyor, bütün bu etkenler tek amaç etrafında birleşiyordu. Orada birey değil, millet mevzu bahisti. Böylece bireyde korkaklık ve kişisel çıkarlar söz konusu değildi. Türk Milletinin bu maneviyatını yaratan etkenlerden biri de elbette dini duygularıydı. Din insanları, yüksek düşüncelere, bağımsızlığa güdüleyen önemli unsurlardan birisidir. Türk Milleti dinine düşkündür. Maddi kuvvetlerden ziyade manevi kuvvetlere inanır. Çanakkale harbi, Türk ordusu ile itilaf devletleri arasında geçen en büyük muhârebelerden biridir. Düşman iki gün içinde İstanbul’u almayı ve Rusya’nın yolunu açmayı düşünüyordu. Bu savaşta Osmanlı cephede 250 bin şehit ile en seçkin, en gencecik evlatlarını kaybetti. Mehmetçik silah olarak güçsüzlüğünü imân gücüyle telafi ederek destan yazmıştır. Bu savaşta dünyanın en güçlü donanmaları, en güçlü orduları büyük hüsrana uğrayarak gerisin geriye dönmüştür. Çanakkale tam bir insan öğütme makinası haline gelmişti, giden gelmiyordu. Yığınla gencimiz gönüllü gidiyor “ölürüz ama bu vatanı düşmana çiğnetmeyiz” diyorlardı. Şehit kanları yerde birbirine karışıyor, gül yüzlerindeki gülümsemelerin anlamı vardı. Gök ekinler gibi nice yetmeden biçilmişler vardı. Sönmüş ocaklar, yetim yavrular, desteksiz kalmış ana babalar vardı. Çanakkale diplomalı askerleriyle çok konuşuldu. Bunlar Osmanlı’nın geleceği, eli kalem tutarken silah altına girmiş mektepli Mehmet’lerdi. Yeni nesiller, istikbâl onlarla şekillenecekti. Onların hepsi gönüllü olarak katıldı ve şehit oldular. Bu savaşta askerimiz yokluklar içinde olmasına rağ-


Makale ve Analizler - 2019

175

men yaralı ve esir aldıkları düşman askerine de insanlık elini uzatmış yardım etmişlerdir. Bu savaşta müslüman müslümana bilmeden kurşun sıkmıştır. Ölen Fransız üniformalı zenci bir askerin üzerinden Kur’an-ı Kerim çıkmıştır. Sömürgeci İngiliz ve Fransızlar bunları cepheye sürmüşlerdir. Onlar destan yazmışlardı. Onların yazdıklarından bir tanesini okuyalım: Yarbay Hasan Bey birliğinin önünde atıyla ilerliyordu. Kilitbahir köyünde meydan çeşmesinin yanından geçiyorlardı. Çeşmenin etrafında kadınlar çocuklar vardı. O sırada yara bere içinde, tüyleri dökülmüş, iki büklüm bir köpek su içmek için çeşmeye yaklaştı. Oradaki kadınlar çocuklar hayvandan ürkerek onu kovaladılar. Zavallı hayvan tam boynunu bükmüş uzaklaşırken olayı takip eden Yarbay Hasan Bey atından indi, yaralarından akan cerahata aldırmadan köpeği kucakladı, ona su içirdi, yaralarını temizledi, karnını doyurup köpeği yanına alarak birliğiyle birlikte oradan uzaklaştı. O günden sonra Hasan Bey köpeği hiç yanından ayırmadı ve adını Canberk koydu. Canberk kısa zamanda iyileşti, Mehmetçiklerin yanından ayrılmıyordu. 11 Temmuz 1915 günü Kerevizdere’de saldıran Fransızlara gün biterken büyük kayıp verdirildi. Fransız ölüleri siperlerimizin önünü doldurmuştu. 17. alay komutanı Yarbay Hasan Bey yerde yatan Fransız ölüleri arasında bir kıpırdama gördü, eğildi ve yaralı askeri omuzundan tutarak çevirdi. Yaralı Fransız ani bir hareketle elindeki süngüyü Yarbay Hasan Bey’in göğsüne sapladı. Alay komutanı gafil avlanmıştı, yere yıkıldı “Allah Şahidimdir ki Fransıza yardım edecektim” diyebildi. Alay imamı başında Kur’an okumaya başladı. Yarbay Hasan Bey “İmam efendi La havle vela kuvvete illa billahil Aliyyil azim” duasını 33 kere okuyunuz” dedi. Kendisi de okudu. Sonra “Beni ayağa kaldırınız” dedi. Koltuk altlarından tutarak ayağa kaldırdılar. Yarbay Hasan Bey birden “La ilahe illallah Muhammedün Rasulullah” dedi. Gözlerini ileriye dikmişti… Yüzünde bir tebessüm belirdi ve yüksek sesle “Niçin zahmet buyurdunuz YA RASULALLAH” dedi. Bu sözler Hasan Bey’in son sözleri olmuştu. O; Kâinatın Efendisiyle birlikte ötelere doğru kanatlanmıştı. Mehmetçikler acı gözyaşlarıyla Hasan Bey’i yere uzattılar, üzerine bir Türk bayrağı örttüler. Bu arada Hasan Bey’i ebedî istirahatgahına yerleştirmek için bayrağı açtılar ve Canberk’i yan tarafa çekmek istediler. Ama köpek kımıldamıyordu. Tutup kaldırdıklarında Canberk çoktan hayata gözlerini yummuştu… Yüzbaşı Dimitroyati İstanbullu bir Rum aileden ve Osmanlı ordusunda tabip yüzbaşıdır. Çanakkale savaşı patlayınca gönüllü Çanakkale’ye koşar, canla başla yaralılarımızı tedavi eder. İnsanımızın insana verdiği değere hay-


176

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

randı. Öyle sevmişti ki bizi vatanımızı vatan, bayrağımızı bayrak bellemişti. Bizi öyle sevmişti ki şehitlerimizle birlikte ölüme koştu. Son nefesini verirken Ali Çavuş’a şunları söyledi: “Sakın ha sakın Ali Çavuş, gavur mavur dersiniz başka yere gömersiniz, beni sizlerden, şehitlerden ayırmayın.” Hz. Peygamber (s.a.v)’de Çanakkale’deydi. O (s.a.v) ümmetine çok düşkündü. Bu dini söndürmeye çalışan düşmana karşı göğsünü siper etmiş asker evlatlarını yalnız bırakmaya gönlü razı olmamıştı. Bunun hikâyesi şöyle anlatılır: “1915 yılı haccına Allah dostu, âlim, aşık Hintli bir zat gelir. Rasulullah’ı türbe-i saadetlerinde ziyaret etmiş, arkasından derin bir hüzne kapılıp acı gözyaşları dökmeğe başlamıştı. Bu zatın bu hali gittikçe artıyordu. Sebebini kendine sorduklarında şöyle cevap verdi: “Bana bunca yıl sonra hac nasip oldu. Güzeller güzeline ziyarete geldim, huzurunda özlem giderecektim, ama müşahede ettim ki O makamında değil. İşte bu düşünceyle perişanım.” Düşünceli bir şekilde Hintli zattan ayrılan türbedar o gece rüyasında Sevgili Peygamberimiz (s.a.v)’i görür ve türbedara şunları söyler: “Evet ben şimdi Medine’de değilim, Çanakkale’de çok zor durumda olan asker evlatlarımın yardımına geldim.” Bu savaşta Mehmetçikteki sahabe şuurunu M. Akif şöyle dile getiriyor: Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi Bedr’in aslanları ancak bu kadar şanlı idi. Çanakkale savaşının ardından Mehmetçik ve onunla aynı ruh yapısına sahip olanları cephede yenmenin mümkün olmadığını anlayan “Çanakkale geçilmez” fikrine sahip olan düşman kuvvetleri 9 Ocak 1916 da çekilerek gittiler… Ve onların komutanları “Biz Çanakkale’de Türklerle değil Allah’la harb ettik, tabii ki yenildik” diyorlardı.Bu savaşta yaşanan ulvi hadiseler Allah Teâlâ’nın ordumuza iyilik ve yardımını açıkça sergilemektedir. Bu savaşta madde ötesi olağan üstü hadiseler olmuştur, manevi dinamikler devreye girmiştir. Geçmişimizi ayakta tutan manevî dinamikleri bilmek, onları güçlü yapan unsurları göz önünde tutmak bugün başarıya ulaşmak için gereklidir. Çeşitli harplerde olduğu gibi, Çanakkale muharebelerinde de bir takım fevkâlade olaylar görülmüştür. Meselâ bir askerin tek başına 276 kiloluk bir top mermisini kendi başına kaldırıp, basamaklardan çıkıp topun namlusuna sürmesi, fevkalâde bir olaydır. Bunu bir insanın tek başına başarması mümkün değildir. Çünkü, bu olay, en kuvvetli insanın takatinin da üstündedir. Nitekim aynı kimse harpten sonra, aynı şeyi denediği halde mermiyi yerinden kaldıramamıştır. Demek ki ortada bir fevkalâdelik vardır.


Makale ve Analizler - 2019

177

Burada esas mesele, manevî gücün maddî güce nasıl üstün geldiğidir. Nasıl oluyor da teknik medeniyete, teknolojinin üstünlüklerine insan galip gelebiliyor? Bir atom bombası, bir kimyasal silah, bir anda milyonları mahvedebilirken, insan maddî-bedenî güçsüzlüğüne rağmen nasıl mücadele edip galip gelebiliyor? Onun için, insana madde ve makine gözüyle bakan sömürgeci zihniyet, teknik üstünlüğüne güvenerek, Çanakkale’ye çullanmıştı. Bunların hesapları sağlamdı, teknik ve teknolojik üstünlük ile sayıca fazlalık, her şeyi halledecek, düşmanlarını yerle bir edeceklerdi. “Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ” olan sömürgeci ve kaba kuvvete tapan kişiler, kısa zamanda hesaplarının tıkandığını anladılar. Gerçi tarihte de bunun örnekleri çoktur. Alparslan’ın ellibeş bin kişilik ordusu, vaktiyle, ikiyüzbin kişilik Bizans ordusunu yenmişti. Kanunî Süleyman’ın ikiyüzbin kişilik ordusu, beşyüzbin kişilik Macar (Haçlı) ordusunu perişan etmişti. Mehmetçik ismi Muhammed’ten gelir. Asker ocaklarına Peygamber ocağı denmesinin sebebi budur. Savaş illa topla tüfekle olmaz. Bugün hepimiz Mehmetçiğiz, mesleğiyle, ilmiyle, kitabıyla, kalemiyle, her şeyiyle. Vatan, millet, din, hizmet denildiğinde “Ben varım” diyebilenlere ne mutlu! Onlar bizlere bu hayatın yeni sahiplerine inandıklarını teslim etmeye yürüdüler. Vatan denilen bu mukaddes taht birçoğu isimsiz olan şehitlerimizin omuzunda yükselmiştir. Bugün sahip olduğumuz varlık onların mirasıdır. Bu mirasın sahiplerine vefa borcumuzu ödeyebiliyor muyuz, yoksa bu mirası sahte mirasçılara mı kaptırdık? Her Türk evladının bu soruyu kendisine sorması gerekir. İnsanlık tarihinin en büyük ve en kanlı savaşlarının yaşandığı Çanakkale’de ecdadımız tarihimizin en şanlı destanlarından birini yazmıştır. Çanakkale savaşlarında 250.000 şehidimizin ve sayısız gazimizin vatan, bayrak ve Allah aşkıyla ulusumuza bahşedilen Çanakkale ruhu aziz milletimizin manevi dinamiği olmuştur. 18 Mart Çanakkale Zaferi ve Şehitleri Anma Günü’nün 103.’ncü yıldönümünde Gazi Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere, vatan için canlarını feda eden tüm şehitlerimizi rahmet, gazilerimizi minnetle anıyorum. Ruhları şad olsun….


178

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Kırcaali’de Yapılan Yeni Caminin Kaba Inşaatı Bitmek Üzere…

Durmuş Ardakırcaali yeni cami ile ilgili görsel sonucuBursa Büyükşehir Belediyesinin katkılarıyla, Kırcaali’nin Salifler semtinde 2015 yılında temeli atılan yeni cami, tamamlandığında 1 400 m2 kapalı alanıyla, 1 200(bin iki yüz) kişilik ibadet kapasitesiyle, kültür merkeziyle, kütüphanesiyle, kuran kurslarıyla, çay ocağı vs gibi tesislerle, Bulgaristan’da külliyesi olan tek cami olma özelliğini taşımakla birlikte, Balkanların da en büyük camilerinden birisi olacak. Bilindiği gibi, Bulgaristan’ın Sofya, Filbe gibi büyük şehirlerde, Osmanlı döneminden kalan camilerin çoğu yıkılmış, yapı taşları kilise veya devlet binaları yapımında kullanılmış olup, arsaları ise gasp edilmiştir. Örneğin Sofya’daki 67 caminin 64’ü yıkılmıştır, bugün sadece üç cami binası ayakta kalabilmiştir. Bunlardan birincisi 1494 yılında ibadete açılan ve 1878 yılından sonra Arkeoloji müzesine çevrilen Büyük camii, ikincisi 1528 senesinde Mimar Sinan tarafından yapılan ve 1878 yılından sonra at ahırına, daha sonra (1901 yılında) Sv. Sedmoçislenitsi kilisesine çevrilen Kara camii, üçüncüsü ise 1566 senesinde ibadete açılan ve halk arasında “Hamambaşı camisi” olarak bilinen, şimdi tek ibadete açık olan Seyfullah Efendi camiidir. Sofya’da şehir planlaması yapılırken, Sofya’da ibadete açık olan tek caminin külliye kısmı kademe kademe daraltılarak gasp edilmiş. Bununla da yetinilmeyip, caminin revak(sundurma) kolonlarından birisi tamamen cami dışına bırakılmış olup, iki revak kolonlarının arası ise kaldırım yoluna çevrilmiştir. Hatta cami revakının bir bölümü, yağmurlu havalarda yoldan geçenlerin sığınma yeri olmuştur. Cami dışında bırakılan revak kolonlarından birisi ise, – uygun zamanda – arabalar “ kazara” çarpsın diye yoldan sadece 50 cm mesafede bırakılmış… Bugün 500 kişi kapasiteli ibadete açık tek Kırcaali merkez camisinin külliyesi de yıkılıp, gasp edilmiştir… Onun için, Kırcaali bölgesinde yaşayan Müslümanlar, Kırcaali’nin yeni camisinin bir an önce ibadete açılmasını, külliyesinde yapılacak olan kültür faaliyetlerini de sabırsızlıkla bekliyorlar… İki minareli yeni Kırcaali camisinin bitmiş hali böyle olacak.


Makale ve Analizler - 2019

179


180

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Kitle Uyanıyor

Direk yönetim: Tarih: 17 Mart 2019 Yazan: Dr. Nedim BİRİNCİ Konu: Yeni Anayasa için Halk Oylaması ve Erken Seçim. Cumartesi günü Sofya İmamı ikindi ezanını okurken Halk Meclisi önündeki meydan bayraklı gençlerle dolmaya başladı. Güneyden esen ılık bahar rüzgârı 3 renkli bayrakları kuzey yönde dalgalandırdığından dolayı, etraf sokaklardan meydana yönelen polislerin neyi korumak için mevzilendiğini kestirebilmek güçtü. Göstericiler “Yeni Anayasa!”, “Borisov İstifa!”, “Dolaysız Demokrasi!” ve “Seçim Sistemi Değişsin!” gibi pankartlar gerdi. Yazılar fazla kalabalık olmayan gösterinin siyasi niteliğini ortaya koydu. Ne yazık ki, bu gösteride Bulgaristan’daki etnik nüfustan hiçbir temsilci yoktu. Olayı yansıtmaya gelen gazeteci ve fotografçılar Meclis basamaklarına mevzilenirken ve kameramanlar objektifleri fokuz ederken, ansızın arbede yaşandı. Göstericilere göz yaşartıcı gaz sıkan polis saflarından “yandım” feryadı yükseldi. Şiddetlenen esinti zehirli gazı maskesiz polislerin yüzüne vurmuştu. Protestocular güvenlik engellerini aşıp Bakanlar Kurulu, Cumhurbaşkanlığı ve şehrin ana caddelerini dolaştıktan sonra Meclis önünde miting yaptılar. Bu gösteri Fransa’da “sarı yeleklilerin” sokağa çıktığı ve bir kilise yaktığı, komşu Belgrat’ta Cumhurbaşkanlığı binasını kuşatan kalabalığın da polis kordonunu ezip geçtiği anlara rastladı. Sofya gösterilerinin ardında duran politik güç meydanda yoktu Yeni hareketlenme, Sosyalist Parti (BSP) ile “Volya” adlı Mareşki partisinin Meclisten dönmemek üzere çıktığı, Hak ve Özgürlük Hareketi (DPS) 26 milletvekilinin de kayıt yaptırmadan meclis salonunda oturduğu yeni dönemi simgeliyor. İktidar ortaklığı – GERB ile 3 sözde “yurtsever” aşırı milliyetçi ve ırkçı ortağının (toptan 122 milletvekili varken) 240 kişilik mecliste her sabah 121 kişilik çoğunluk toplayabilmek için ter dökülürken patlak veren bu hareketlenme bir başlangıç oldu ve Pazar gün tekrar etti. Duyurulan gerekçelerden biri de, 26 Mayıs’ta yapılacak olan Avrupa Parlamentosu (AP) seçimiyle birlikte erken genel seçim yapılması zamanının kaçırılmış olmasıdır. Yeni ortamda ana talep, “Erken Seçim!” ve “Yeni Anayasa!” olsa bile, basında vurgulandığına göre, “dolaysız demokrasiye geçişi sağlayacak bir sistem değişikliği için milli halk oylaması istendi.”


Makale ve Analizler - 2019

181

Bugün Bulgaristan 1991 Anayasasına göre parlamenter demokrasiyle yönetilen bir sosyal devlettir. Ne var ki, son 30 yılda ülkede adalet sağlanamaması ve dolandırıcılık ile rüşvet çetelerinin hükumeti ve devleti esir aldığından dolayı, demokrasi kurulamadığı gibi, hukukun üstünlüğünden söz edilmesi de olanaksız oldu. Gösterilerde tempo ile haykırılan slogan “Borisov İstifa!” olduğu için siyasi bir uyanış ve hareketlenmeye işaret ediyoruz. Başbakanın Şubat ve Mart aylarında aldığı kararlar, mesela 8 adet US “F-16” savaş uçağı için 1 800 000 000 (bir milyar sekiz yüz milyon) ödenmesi kararı ansızın değişti. Savunma Bakanı aşırı milliyetçi K. Karakaçanov’un birden bire 2 800 000 000 (iki milyar sekiz yüz milyon) gibi yeni bir rakamdan söz ederken Bulgar levası mı, ABD Doları mı yoksa Euro mu demeden konuşması, işitenlerin dilini damağına yapıştırdı. Bununla birlikte, bir parlamenter demokrasi ülkesinde, Halk Meclisi Müslüman Diyaneti Baş Müftülüğünün 8 milyon leva birikmiş borcunu “silme” kararı almışken, Başbakan’ın bu kararı sabah onaylayıp akşam bozması, politik yönetimde ve devlet zirvesinde diktatörlüğün kapı açtığına yeni kanıt oldu. Kuşkusuz bu gelişmeler, anı, tesadüfi, akla esince hemen olmuş bitmiş türden değildir. Her birinin çok derin kökleri ve öz niteliği var. Aklıma, Avrupa’da 30 ve 80 yıl süren din savaşlarını ve reform sürecini noktalayan Vestfalya Antlaşması olarak tarihe giren, 1648’de Münster’de imzalanan belge geldi. Milli Devlet fikri Avrupa’da o zaman doğmuştu. Ne yazık ki, bu olaydan sonra millet olamamış birçok Avrupa kavmi “kendi” devletini kurdu. Almanya’da 36 eyalet devleti kurulmuştu. Eski kıta yerli diktatörlerin zulüm eden iktidarlarınca yönetildi. Devlet dikmeyi kendi iradeleriyle yapabilecek durumda olmayan Bulgar kavmi gibi kavimlere Avrupa Krallıkları Aleksandır Batenberg, Ferdinand Saks Koburrgotski, II. Simeyon gibi Kont, Prens, Knyaz, Çar, Kral vs gönderdiler. Gelenlerin ve gönderenlerin iki büyük eksikliği vardı. Bir, işgal ettikleri topraklardaki sosyal ve nüfus yapısını bilmiyorlardı. Örneğin 1878’de Rus çizmesinin bastığı Balkan topraklarında Müslüman, Hristiyan ve Katolik olmak üzere 3 din, 20’den fazla etnik unsur, bir resmi dil ve konuşulan 80 lehçe vardı. Çok dinliliği, çok dilliliği, çok kültürlülüğü yok etme ve bir millet, bir devler formülü seçildi ve dibe çeken bunalım sarmalı dönmeye başladı.


182

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İki, Avrupa krallıklarında farklılıkları yönetme kültürü olmadığından işgal ettikleri topraklarda da milli unsur dışındaki azınlıkları reddetmeyi, hatta yok etmeyi seçtiler. Günümüzde Bulgaristan’da en fazla tartışılan konu olan, “Yahudi ve Çingene soy kırımı olmuş mudur, olmamış mıdır? Çar III. Boris Yahudileri Nazi kamplarında yakılmaktan kurtarmış mıdır, kurtarmamış mıdır?” kızışmaya devam ediyor. III. Boris’in oğlu olan II. Simyon, 50 yıl mültecilikten sonra 2001’de dönünce Başbakan (2001-2005) ve daha sonra da Sosyalistlerin Stanişev hükümetine (2005-2009) Türk partisi (DPS) ile birlikte ortak oldu. 2019’da II. Simeyon yeni bir kitap bastı. Bu eserinde, Bulgar Yahudi ve Çingenelerinin Hitler faşizminden kurtarılmasında babası III. Boris’in çözümleyici rolünü anlatıyor. Ne yazık ki, III. Boris ordularının Vardar Makedonya’sı ve Ege Trakya’sını silah gücüyle işgalini “kurtardılar” ifadesiyle açıyor. Babası tarafından yönetilen Bulgar Çarlığının işgal edilen bölgelerde yaşayan Yahudi ve Çingenelere vatandaşlık hakkı tanımadığını yazmıyor. Onları tutuklatarak yük vagonlarına doldurup aralarında yaşlı ve çocuklar da olan mazlumları “Treplika” ölüm kampına gönderdiğini, belgeleri babasının bizzat imzaladığını, bu faciadan geri dönen olmadığını gizliyor. 1943 yılında Sofya Yahudileri bire dek evlerinden çıkarılmış ve kamplara sürülmüştü. Her Yahudi’nin yakasında bir sarı rozet vardı. Dükkânlara girip alış veriş yapmaları bile yasaklanmıştı. Bu olayları anımsatmamın esaslı nedenleri var. 1648 Vestfalen Anlaşması Milli Devletlerde etnik, din ve dil farklılıkları görüp azınlık haklarını tanımamıştı. 291 yıl sonra İkinci Dünya Savaşı’nda meydana gelen parçalanma da bir türlü bütünleşmedi. Bizdeki Yahudiler 1946’da gemilere binip Bulgaristan’ı terk ettiler. Sultan Süleyman zamanında Rumeli’ye İspanya’dan yine gemilerle 5 bin kişi olarak gelmişlerdi. Giderken 50 bin kişiydiler. Bu vahşetin temelinde Nazilerin yarattığı kanımızdan ve dinimizden olmayanı yok etmeyi öngören faşist ideoloji vardı. 1942-1944’te İnsan düşmanlığı Bulgar Çarı’nın da kanına işlemişti. Almanlar “Almanya Her Şeyin Üstünde!” diye ulurken, Bulgarlar da “Bulgaristan Her Şeyin Üstünde!” diye bağırıp çağırıyordu. Bölünmüşlük bugüne kadar derinleşti. 1913’te isimleri ve dinleri değiştirilen, camileri yıkılan, 1934-1944 yılları arasında isim ve din değiştirip eritilmek istenenleri, 1964’ten sonra isim değiştirip dinden uzaklaştırılıp, ateist ve deist yaparak kimliksizleştirerek asimile edilmeye çalışılanları – Müslüman Pomaklar – Bulgar Milli Devleri ile bütünleştirebilir mi? Aynı kişiler ve aileler 1972-73 zulmünde isim, din ve kimlik değiştirme saldırı-


Makale ve Analizler - 2019

183

larında çok kurban verdiler. Halkın özünden çıkan Ay Yıldızlı bayrak Kornitsa köy cami minaresinde dalgalandı. Bu azınlık Milli Bulgar devletiyle bütünleşe bilir mi? Ruh hali belirleyen bu tabloyu Türker’de, Makedonlar ’da, Ulahlarda, Romenlerde, Gagavuz ve Tatarlarla Çerkezlerde de izliyoruz. Farklı olduklarından dolayı Milli Devletin özü ve gölgesi dışında kalanların öz yönetim aradığını 3 milyon vatandaşımızın yurdu terk etmesinde, gurbetçiliği kader kabul edenlerin gözlerindeki yaşta, Türkiye’deki soydaş kitlesinde görüyoruz. Bu soruna çözümün çok kültürlü, .çok etnikli, çok dilli ve farklı gelenekli bir Bulgaristan’da gördüğümüzü daha 1990’da beyan etmiştik. Bulgar milli çıkarlarının tanımlanmasını ve ders kitaplarının, anayasanın birinci sayfasına yazılmasını istemiştik. 29 yıl sonra, Hak ve Özgürlük Partisi Başkanı Mustafa Karadayı köyü Barutin’de “isim değiştirmeyi lanetleme” ve “şehitlere saygı mitinginde” yaptığı konuşmada bu isteklerimizi hatırlattı. O, politik partileri yuvarlak masa etrafında toplanmaya ve mecliste ve meclis dışında bunalımlar sarmalında kıvranan ve geleceği karanlık olan ülkemizde “politik önceliklerin tanımlanmasında” ısrar etti. Bu isteği biz, “Bulgaristan milli menfaatlerinin tanımlanması” şeklinde dile getirmiştik. Ve bu isteğimizin bir an önce yerine getirilmesinde birlik kurmaya el uzatanların hepsi ile işbirliği yapmaya hazırız. Bulgaristan, milli devletinin ayakta durabilmesi için, tüm azınlıkları, dilleri, kültürleri ve dinleri kucaklamalı ve ulusun milli menfaatlerinin kırmızı çizgisini çizmelidir. Bu yapılmadıkça yol ırkçılığa, milliyetçiliğe ve ötekileştirmeye çıkıyor ki, ufuk karanlıktır. Okuduğunuz için teşekkür ederim. Dostlarınızla Paylaşınız lütfen.


184

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Yeni Bir Dünya Doğuyor

Tarih: 19 Mart 2019 Romenler Yazan: Hamiyet ÇAKIR Konu: Gurbetçi mahallelerinde Vatan kokusu ve filizlenen umutlar. Bugün memleketim Bulgaristan’da at koşuları yapılır. Sevinç, coşku göktedir. Koşumları mavi boncuklu atlar ve levent gençler yıl boyu bu günü bekler. Anılarım Hacıoğlu Pacarcık ve Varna köylerindendir. Oranın tava dibi düzlüklerinde at arabası koşuları da yapılırdı ki, coşkusu bir başkaydı diye anlatırdı hep büyüklerimiz. Şimdi biraz da Avrupa’yı dolaşıyorum. Bazen Bulgaristan’ın Avrupa’ya taşındığı hissiyle uyanıyorum. Buraya gelenlerin insan hakları kavgası alevleri sanki kendiliğinden sönüyor. İnsanlarımızsa buraya yığılmaya devam ediyor. Yeni gelenler, 70 yıl öncesi özellikle Almanya harabeliğini kömür ve demir kokusuyla Avrupa Birincisi yapan Anadolu gurbetçilerinden kalan 3-4 katlı “heim” yurtlara yerleşiyorlar. Saçları siyah, briyantin sürünce parlak, ciltleri fırında fazla kalmış çavdar ekmeği renginde, bizim “millet”, yerli basında ise “Türkische Zigeuner” (Türk Çingeneleri) adıyla tarif edilenler, “çok çocuklular” lakabıyla da ünlendiler. At koşuları burnunda kokanlar bugün heyecanlı. Köyü arayıp haber çekiyorlar. Hasret ciddi bir duygu ve telefonla giderilemiyor. Gençleri buraya tutunduran birçok neden var. İş seçmediklerinden dolayı kolayca iş başı yapabiliyorlar. Aileler kalabalık. 2-3 çocuklu kadınlar adres kaydı yaptırınca beraberlerinde getirdikleri evrakları sunup daha fazla çocuk parası, sağlık ve sosyal yardım almak için Alman makamların AB’li gurbetçiler arasında ayrım yapmadan işlem yapması hepsine moral veriyor. Kendilerini eşit haklı şahıs his etmeleri hepsini gururlandırıyor. Hatta Almanların onlara “Mein Her!” (Bayım!), (Efendim!), “Meine Dame!” (Hanımefendi!) şeklinde hitap etmesi daha önce yaşamadıkları yeni bir hava ve ortam yaratıyor. Yani kısaca insan yerine konduklarını yeni hissediyorlar. (Çünkü Bulgaristan’da bunu görmedikleri için…) Son izlenimlerim Kuzey Rein Vestfaliya eyaletinin Deusburg kenti işçi mahallelerinden. Birkaç gün önce oradaydım. Burada iş ve işçi bulma kurumunda beliren sorunların, çocuk parası, sosyal ve sağlık yardımı, kira ödemeleri gibi takıntılı problemlerin çözümüne ek evraklar sunarak müdahale


Makale ve Analizler - 2019

185

etmem gerekiyordu. Alman Belediyelerinde deneyimli uzmanların çalıştığı Entegrasyon Şubeleri var, hemen yardımcı oluyorlar. Belediyelerde Bulgaristan’dan gelen Müslümanların okul görmemiş, kültür seviyeleri tamamen Müslüman aile ahlakına dayanan, başıboş yetişmiş gençler ve genç aileler dikkat çekiyor. Türkçe konuşan fakat Türkçe yazıp okuması olmayan çok kalabalık bir genç grup var. Almanca bir yana Bulgarca ve Türkçe evrak doldurmada zorlanan, daha önce eli kalem tutmamış gençler burada sorun yaşıyor. İşler tercümanların boyunu aşıyor. Bulgar makamların kendilerine her konuda olumsuz yaklaşmış olması onlarda kurumlara güvensizlik yaratmış. Almanya’ya gelince özgür nefes alan bu insanların anlattıkları Almanları sarsıyor. Bulgaristan’da 2017 yılında sona eren “Romenleri Entegre Etme On Yıllığında” Avrupa Birliği sosyal, sağlık ve eğitim programlarından Bulgaristan’a gönderilen paraların adrese, bireylere, ailelere, yerel kurumlara, getto mahallelere, muhtarlara – ulaşmamış olması ortaya çıktıkça, kuşku ve tiksinti uyandırıyor. Burada yapılan araştırmalar, Brüksel’den gönderilen yardım paralarından % 52’sinin Bulgaristan’da kullanılmadan geri çevrildiğini ortaya koydu. Bu paralar adres değiştirip az gelirli yaşlı Bulgarlara, sözde huzur evlerine yardım olarak verilmiş. Gettolara giden paralarla polis karakolları kurulmuş, giriş çıkışlara demir kapılar takılmış, her tarafa gözetleme kameraları monte edilmiş, bekçi ve polislere araba, araç gereç alınmıştir. Kuşkusuz bunlar çok acı gerçekler… Almanya’da oluşan ve yerleşen kesin görüşte, Bulgar yönetimin Romenleri bütünleşmiş (entegre etme) programlarını yanlış anladığı, entegre etmekle asimile etmeyi birbirine karıştırdığı artık açık açık görülebildi. Bulgar makamların AB paralarıyla Romenleri Bulgarlaşmaya zorladığına inandılar. Yapılan anketlerde Romenlerden yalnız % 28’i evlerinde Bulgarca konuşuyor. Almanya’da Bulgarca konuşanlar az. Türkçe çok yaygın! 4-5 milyon Türkün etkisi manavda, köfteci ve dönercide hissediliyor. Türkler kendiliğinden entegre olurken, dillerini koruyup geliştirmiş ve Almancayı da sökmüşler. Bulgaristan’a azınlıkları entegre etmek için gönderilen paralarla Gettolara ve Romenlerin yaşadığı mahallelere elektrik, su, sağlık merkezi kurulması, okullar açılması ve kültürel atılımlar beklenirken, alt yapı tesislerine el bile sürülmedi. Ana dil eğitimine ve aynı zamanda resmi dil olarak Bulgar dilinin öğretilmesine öncelik tanınacaktı bu da olmadı. Okula gitmeyen çocuk kalmayacaktı. Anan-babalara çocuklarının okula gidiyor diye para verdiler, hatta birçok çocuğa ortaokul diploması dağıttılar, fakat gençleri yetiştirme-


186

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

diler. Bunun yerine, anadil ve halk kültürü yok edilirken, Bulgar kültürünü dayatma yöntemlerinin duvara çarptığına burada herkes inandı. Deusburg şehir merkezine yakın Bulgaristanlı Romen mahallelerinde davul zurna müziği eksik olmuyor. Burada özgürlüğün adı müzikle yaşamak! Almanlar Bulgarlar gibi “çalga” müzikten rahatsız olmuyorlar. Birkaç yıl önce bol sulu Rein ırmağı boyu kentlerinin köprübaşlarında Haskovolu Jigoli de akordeon çalıyor, yerlileri eğlendiriyor, ustalığına diyecek yoktu, “virtüöz” diyen Almanlar yanı başına koyduğu yumuşmuş melon şapkaya birkaç Euro sent atmadan geçmiyorlardı.. Romen kimlik ve kültürünü geliştirmek için Bulgaristan’a gönderilen paraların kayıplara karışması veya yerli kodamanların cebine dolması Almanlarda tepki uyandırıyor. Çünkü Almanya’ya sosyal yardım için yığılmaya devam eden kitlenin durumu ortada… Deusburg Belediye Başkanı Yohaim Ştamp, “Bulgaristan’ı yoksul Romenler için gönderilen AB paraları sunulan planlara uygun harcanmamış, ben bu sorumsuzluğa akıl erdiremiyorum. 10 yılda okuryazar bir yeni kuşak yaratılabilirdi, oysa tam tersi olmuş… Bir şeyler yapmak lazım. İnsana yatırım fonları, Almanya’ya yerleşenlerin yaşadıkları semtlere yönlendirilerek, onların buradaki hayatını yeni baştan örgütlemek gerek. Avrupa Birliği ülkelerindeki yoksulların yaşadığı ülser yuvalarını kurutmak zorundayız,” diyor. Avrupa Konseyi’nin Romenleri Entegre Etme İşine Ayırdığı Fonlar Bulgaristan’da neden kullanılamadı? Bu sorunun cevabını yalnız Bulgaristan’daki ırkçılık ve aşırı milliyetçilikte aramak yanlış olur. Örneğin, Bulgaristan’ın AB’ye üye olduğu 2007’den 2013 yılına kadar Romen azınlık bir şeyler olacağına inanmadığından ve benzet kapsamlı program hazırlayacak avukatlara ve program uzmanlarına verecek parası olmadığından eli kolu bağlı kalmış. Ülkede belediyeler ve devlet kurumları dışın bu işlerde uzmanlaşmış ofisler olmadığından ve bu konuda kendilerine uzatılan evin “su, çöp ve elektrik borcu” ödemekten ileri gitmediğinden dolayı olacak, işler hep yüz üstü kalmıştır. Avrupa Konseyi entegre programlarını uygulamak yüksek kalifiye kadro ve ekip işidir. Hala tamamen eğitimsiz olan Romen kitle içinde bu gibi kadrolar aramak yanlış olur. Bu yüzden biz onların hem Bulgaristan’da hem de Almanya’da bütün işlerini üslenmek zorundayız. AB’ye entegre olabilmenin temeli eğitimdir. Vatandaş olmayan Doğu Av-


Makale ve Analizler - 2019

187

rupalıların okullara kaydı da oldukça zor bir iş. Burada her şey Alman dilini kavramakla başlıyor. Duetsburg dışında, Dortmund, Gelzenkirchen ve Esen gibi Bulgaristan’dan akın eden yoksul ve görgüsüz göçmen kitlelerin yoğun olduğu şehirlerde aynı sorunlar yaşanıyor. Bu arada çok iyi duruma gelenler de var tabi ki. İş bulabildiğine sevinen gençler bazı bölgelerde 10 kişi bir büyük odada kalsalar da şikâyetçi değil, bataktan çıkmaya, yoksulluktan kopmaya çalışıyorlar. Bu kentlerdeki temaslarımda Alman Belediyecilerin Bulgaristan gerçekliği hakkında yeni yeni bilgilendiğine ve uyandığına şahit oldum. Cahillik, 2 söz Almanca bilmeden Rein nehri boyundaki yıllar önce boşalmış sanayi şehirlerine yerleşip, Allah bin bereket versin, buradaki Türk Şirketlerinin uzattığı ele tutunarak, iş başı yapıp sosyal yardım veya çocuk parası almaya başlayanlar çok mutlu. Bulgaristan’da birinci çocuk için 90 leva (45 Euro), ikinci ve üçüncü çocuk için 40-ar leva (yirmişer Euro) alanlar, burada çocuk başı 187 Euro alıyorlar ve çok çocuklu ailelerin, işe gitmeden, yalnız çocuk parasıyla geçinebildiğini görebiliyoruz. 2018’de Alman Belediyeler Güney Doğu Avrupa ülkelerinden gelen 268 336 çocuk için çocuk parası ödemişler. Almanya maliye Bakanı Olaf Şolz bu haftaki TV açıklamasında, Mart 2019’un başında yaptığı bir açıklamada, bu sene çocuk sayısının 2018’e kıyasla % 10 arttığına işaret etti. Orta ve Güney Doğu Avrupa’dan gelen göçmenlerin Almanya’da doğan çocukları için 2018’de 600 milyon Euro ödenirken, bu paralardan 343 milyon Euro’nun Almanya’da dünyaya gelen ama Almanya dışında yaşayan çocuklara havale edildiği bildirildi. Çocuk 2-3 yaşına girince ve anne Almanya’da bir iş bulunca, çocuklar Bulgaristan’daki gettolara gönderiliyor. Çok çocuklu Romen kadınlara “sokakta dolaşan kösenmiş domuz” diyen Bulgaristan eski Başbakan Yardımcısı Valeri Stoyanov’a Almanlar gülüyor. Çünkü burada anaya, çocuklu bir kadına saygı büyük! Bir çocuklu Bulgar kadına göre 4 çocuklu bir Romen kadın çok daha saygın ve yüksek statüye sahip, birçok indirim ve sosyal hizmetten yararlanabiliyor. Duisburg ve Dortmund özel TV programlarında hamile kadınlar ve çocuk bakımı programları var. Bulgaristanlı Romenlerin hayatı 2 uzun söyleşide anlatıldı.


188

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bulgaristan Gettolarındaki hayatla Almanya’daki gurbetçilerin aile hayatı mukayese edildi. 2019 Avrupa Kültür Merkezi Filibe “Yeni Mahalle” (Plovdiv, Stolipenovo) gettosuna özel bir programla yatırım yapılması ve yaşam koşullarının kökten değiştirilmesinde ısrar edildi. Eğitim ve sosyal yardımlar konusunda çözüm yoluna işaret eden derin yorumlar yapıldı. Örneğin yardımlar Almanya’da kalırsa Pazarcık şehrinin “İzgrev” mahallesinde biriken 100 bin leva elektrik ve su parasının nasıl ödeneceği sorusu tartışıldı. Almanya’ya gelen ve Türkçe’den başka dil konuşmayan Bulgaristanlı ailelerle çalışmalarımıza bir Avrupa Bulgaristan Türkleri Derneği olarak ağırlık veriyoruz. Beliren sorunların çözümü için örgüt ağımızı sıklaştırarak genişletiyoruz. Başarıya götüren yolun el ele vermek olduğunu hepimiz biliyoruz. Almancayı ve Alman yasalarında göçmen haklarını bilen ve Almanya ortamında faydalı olabilen kardeşlerimizle yardımlaşıyoruz. Çalışmalarımızın temelinde Avrupa İnsan Hakları, Avrupa Birliği insani hukuku ve sosyal programları var. Birbirimizi ve ortak sorunları tanıdıkça başarılı olacağımıza ve umut dolu günler yaşayacağımıza inanıyorum. Hak ve Özgürlük, adalet ve demokrasi davamızda uyanış ve başarı yolumuz ortaktır. Konumuza devam edeceğiz. Sadece Almanya’da 86 bin Bulgaristanlı soydaşımız var. Davamız ortaktır. Demokrasiyi Almanya’da öğrenmek nasipmiş deyip devam edeceğiz. Okuduğunuz için teşekkür ederim. Dostlarınızla paylaşmanızı arzu ederim.


Makale ve Analizler - 2019

189

1972 Barutin Katliamı

Barutin: Tarih: 19 Mart 2019 Yazan: Nazım ÇAVUŞ Konu: Dikilecek çok anıt, okunacak çok mevlitlerimiz var. Barutin köyü Orta Rodoplarda, Paşmaklı (Smolyan) iline bağlı bir madenci köyüdür. Bu yörede Rodop Dağının bağrından çıkarılan maden uranyumdur. Nükleer elektrik santralleri kalbinde yanan cevherdir. 1972’de devletin baskı ve terör güçlerinin en keskin ucu ve en ezici saldırgan grupları köyü bastı. Zırhlı birliklerle destekli saldırganlar madencilere karşı kullanmak üzere otomatik silahlıydı. Beraberlerinde bir sürü kurt köpeği getirmişlerdi. Baskına hazırlananlar önce köy yakınındaki büyük madenden çıkacak gece nöbetini beklediler. Hamamı yakınında pusuya yattılar. Yüzü gözü çamur içinde madenciler köye dönmezden önce hamamdan geçiyorlardı. Hamamdan çıkanlar birer ikişer tutuklanacak, isim değiştirmeyi kabul etmeyenler toplanacak ve Devin ve Smolyan’a götürülecekti. Köpek sesinden uyanan kadınlar, kuşkulandı ve madencileri hamama gitmeden tozlu çamurlu köye dönmeleri için uyarmak üzere yola çıktılar. Toplu halde yürüyen kadınlara ateş açıldı. İkisi bu saldırıda, Barutin’de 6 kadın kurşunla yaralandı. 2 madenci şehit düştü. Yüzlerce köylü dayaktan geçirildi. Analar çocuklarından ayrıldı. Tutuklu kadınlara Smolyan’da işkence yapıldı. Birçok aile yargılanmadan sürgün edildi. Sabah köyü tanklar sardı. Tanklarla birlikte kaynak su dolu itfaiye araçları geldi. Kavgada sarnıçlar delindi. Direnişçilerin üzerine sıkmak üzere getirilen kaynak su cami önüne aktı. Hiçbir şey isim ve din değiştirip Müslümanları Bulgar ve Hıristiyan yapmak isteyenlerin planladığı gibi gitmedi. Çocukları kundaklayıp sırtlayan yaşlılar dağa çıktı. Madenciler örgütlü karşı koydu. İlk silah kuşluk vaktinde köy uyurken patladı. Hamamın soyunma bölümünde sivil polislerle işçiler arasında yüz yüze göz göze yumruk dövüşünden sonra kanlı olay köyü bir anda uyandırdı. Maden deliğinden çıkanlar köye koştu. Dövlen (Devin) ve Nevrekop (Gotse Delçev) kışlalardan getirilen askerler Barutin’i kuşatmış, giriş çıkış kesmişti. İsmini değiştirmeyen tutuklanıyor ve bir zırhlı araca iti-


190

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

liyordu. Barutin köylülerine zorlama, şantaj, baskı, dayak ve işkence yapılacak mahzen odaları Smolyan ve Devin Milis Amirliklerinde önceden hazırlanmıştı. Bu olaylardan sonra birçok kişi sakat kaldı. Köy bir bütün olarak yaralandı. Yeni isimler asla kabul edilmese ve 1989 sonuna kadar sert baskı ve denetime karşın hiçbir Müslüman musalla taşına yatırılmadan, helallik alınmadan ve beyaz kefene sarılmadan vuslata gönderilmese de, bu dağ köyünde çekileni ancak kendileri bilir. Kahramanları anma törenlerinin yapıldığı Orta Rodoplar’da Barutin köyünde zorla isim değiştirme saldırılarında şehit düşenlerin anıtı. Bu anıt ve şehitlerimiz için diktiğimiz tüm öteki anıtlar, mezar taşlarımızın kutsallığı bütün toplum tarafından kabullenilmeden ve saygı görmeden Bulgaristan’da milli birlik ve beraberlik kurulamaz. Her anıt kutsaldır. Anıtlarımıza saygı olmadan, toplumda adalet olamaz, dolayısıyla demokratik düzen kurulamaz. Yaralar sarılmadan, travmalar savmadan Bulgar toplumu birleşemez. Ve 1989 yılının sonunda isimleri geri alma mücadelesinin son aşaması olan başkent Sofya’da parlamentoyu kuşatanlardan yüzden fazla kadın ve erkek Barutin’den gelmişti. Nakışlı torbalarını yiyecekle doldurmuş, Bulgaristan’da hak ve özgürlük mücadelesine öncülük ettiler. Sofya’ya toplandıklarında da hava sert ve karlıydı. Barutin kuşatması 3 gün üç gece sürmüştü, 27 Aralık 1989’dan başlayan direniş de 3 gün üç gece devam etti. 17 yıl devam eden ve pek çok Rodoplu Müslümanın hayatına mal olan bu isim ve din mücadelesi aslında Bulgaristan’da hak ve özgürlük, adalet ve demokrasi, dinlerin eşitliği, inananların eşitliği, din haklarının en kutsal insan hakları olduğu ve dinin devletin üstünde olduğu anlayışını bütün ülkeye yayma savaşımıydı. O zaman bu direniş, değişik dinleri, farklı kültürleri, gelenek, ahlak ve medeniyeti beraber, olumlu ve yararlı etkileşim içinde yaşatmayı beceremeyen Bulgar devletine çok sert bir ders oldu. Din kurallarının devletin çıkardığı kanunlardan çok daha geçerli ve işe yarar olduğunu herkes gördü ve inandı. Bu arada totaliter rejimin dayattığı ateist görüşün bir din olmadığı, uydurma kuralların tutmadığı ve devleti ve rejimi çökerttiğini de görmeyen kalmadı. O yıllardaki büyük sayıda kurban verilerek yürütülen bir adalet mücadelesiydi. Müslümanlara karşı kin ve nefretle kışkırtılanlar bu çatışmalarda 5 defa yenik düştüler. İlk kanlı çatışma yine aynı bölgede 1913’te yaşandı.


Makale ve Analizler - 2019

191

Avusturya’dan gelen ve kendi devletini kendileri kuramayan Bulgarların başına Çar kesilen Ferdinand, ruhu İslam ve Müslüman düşmanlığıyla zehirlenmiş bir kişiydi. Müslüman Pomakları asker gücüyle, top tüfekle ezip geçerek Bulgar ve Hıristiyan yapma hevesi ilk yenilgide söndü. 1918’de tacını indirip Bulgaristan’ı ebediyen terk etmek zorunda kaldı. Tahta oturan oğlu III. Boris, babasının izince yürüdü. 1934’ten başlayarak, yine Paşmaklı (Smolyan) ilinde “Vatan” adlı bir faşist örgüt kurdurup Müslüman Pomakları ikiye böldü, okumak isteyenlere ismini değiştirmeden imkân tanımadı, iş isteyenlere Bulgar ismi almadan ve camiye gitmekten vaz geçmeden yol vermedi, 1942’de saldırıları yasalaştıran bir yasa çıkardı. Faşistlerken çıkardığı “devleti koruma kanununun” sivri ucunu azınlıklara, özellikle Müslüman Pomaklara yöneltti. O da dayanamadı 1943’te kaydı gitti. 1925 ve 1934 askeri darbeleri de Rodop Türklerini çok ezdi. 1945’te Müslüman Pomakların değiştirilen isimleri yeniden iade edildi. Ne yazık ki, Bulgar sosyalist devleti de farklı kültürlerin, din ve dillerin kardeşçe birlikte yaşayacağı bir devlet kurma hevesinden daha 1958’de vaz geçti. 1964’te Müslüman Pomakların isimlerini değiştirme ve Müslümanlardan deist veya ateist yaratıp camilerin kapılarına kilit takma, ya da cami, mescit ve medreseleri tarım kooperatifi ahırı, saya veya samanlık, hiç olmadı tütün deposu haline getirme hevesi yeniden alevlendi. Barutin’e yakın olan bir doruğa yerleşmiş Avramovo köyü milis ve askerle kuşatıldığında, Sofya devletinin hedefinde yine Müslüman isimleri, ezan sesi, musalla taşı, mezar taşlarındaki ay yıldız, Kuran yazıları, kadın ve kızların elbiseleri, yemek yerken kullandığımız tas ve sinilerdeki işlemelerdeki laleler ve dualar vs vardı. Avramovo köyü teslim olmadı ve kâfirleri geri püskürtü. O zamanlar madencilik zamanıydı. Rusya’ya çalışan GORUPSU maden şirketi, Müslüman Pomakları çalıştırıyor, ailelerin eline para veriyor, maddi yaşam değişirken, İslam dininin manevi yaşamdan çıkmasında ısrar ediyordu. 1972 saldırısına, katliam birikimine, kim ve nefret dolu, İslam düşmanlığı telkini ile zehirlenmiş sürüler saldırıya geçtiği günlere böyle gelindi. Bunun tarifi şöyleydi: “Ben sana iş ve para vereceğim ama sen de Müslümanlıktan vaz geçeceksin.” Müslüman olmaktan vaz geçmek Bulgar ismi almayı kabul etmek anlamına geliyordu. Bu kavgada kaç kişinin köy ortasında kurşunlanarak öldürüldüğü, kaç kişinin yargısız idam edildiği, kaç kişinin evini ailesini bırakıp sınır dışına çıktığı ve asla geri dönmediği, manevi sakatlar, yaraları savmayanlar, ömür boyu sürünenler vs bilinmiyor. Ve belki de asla öğrenilemeyecek çünkü 100 yıl dağıtılan, sürülen, kayıplara karışan ya da eriyip gidenler bilinmiyor. 4. Saldırıyı püskürten Avro-


192

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

movo köyünden 6 gencin polisten kaçarken “Studena” barajı buzunu kırıp altına saklandığını biliyorum ama bugüne kadar barajın kenarında bir anıt yok. 5. Çarpışmada Kornitsa köyünde Cumhuriyet ilan edildiği, mescide ay yıldızlı bayrak asıldığı ve otonom köy öyküsü yazıldığını bilenler yaşıyor ama henüz Bulgaristan’ın ilk otonom köyü anıtı dikilmedi. Sofya merkez meydanı olan meclis önü, 1989 Aralığı göstericilerini, 37 yıl zulmeden sonra totaliter devleti geriletenleri ve BKP MK Politik Bürosu’nu Müslümanların isimlerini ve din haklarını geri veren kanunu yazmaya zorlayanları bir levha ile ebedileştirilmedi. Meclis duvarında bu levhanın asılmasını bekleyen yer hala boştur. Ne yazık ki 1879’da kabul edilen ilk Bulgar anayasasının birkaç maddesinde adalet ve demokrasi sözlerine yer verilmiş olsa da, bu memleketin hiçbir köyünde veya kentinde ADALET ANITI, DEMOKRASİ ANITI yok. Her yerde, Barutin merkezinde olduğu gibi Şehitler Anıtı yükseliyor. Oysa 100 yıl kavgadan sonra artık Farklılıkların Birliği ve Halkın Kardeşliği Anıtını dikme zamanı geldi. Okuduğunuz için teşekkür ederim. Bilinnçlenmek isterseniz BGSAM yayınlarını takıp ediniz. Gerçekleri bilen güçlü olandır.


Makale ve Analizler - 2019

193

Bulgaristan’da Stratejik Konsey

Cumhurbaşkanlığı stratejik merkezi Tarih: 19 Mart 2019 Yazan: Rafet Ulutürk Konu: Devlet ve Toplum Halkın Akıl ve Vasıflarıyla Yönetilmelidir Bulgaristan’da Cumhurbaşkanlığına bağlı yeni bir Stratejik Konsey kuruldu. Ödevi ülkede var olan duruma (statüko) seçenek üretmektir. 8 kişiden oluşan konseyi Cumhurbaşkanı Rumen Radev’in Özel Kalem Müdürü İvo Hristov yönetecek. Konsey ekibi şahsen Cumhurbaşkanı tarafından seçildi. Perde ardında bir de paralel-uzman-hükümeti var. Bu hükümetin kimlerden oluştuğu, kadro sayısı henüz bilinmiyor. Bilinen bir şey varsa o da, bu kadroların gönüllü çalıştığı ve yeni bir hükümet krizinin belirmesi durumunda parlamento dışından bir uzman ekibin yürütmeyi ele almaya hazır bulunmasıdır. Bu gelişmelerin Anayasa ve yasalara uygun olup olmadığını iddia etmek zor olduğu gibi, Cumhurbaşkanı Radev’in konsey kurmakla bir hükümet darbesine mi gittiği sorusu gündem oldu. Yeni gelişmeye Bakanlar Kurulu ve meclis henüz tepki göstermedi. Başbakan Borisov ve parlamento başkanı Karayançeva susuyorlar. Son 3 ayda Bulgaristan Cumhurbaşkanlığı doruğunda böyle bir hamle olduğu ve temaslar yürütüldüğü biliniyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nde bulunan ve sayıları 600 binden fazla olan Bulgaristanlı soydaşların en aktif ve kamuoyu görüşü belirleyen kitle örgütü olan BULTÜRK yönetimi de bu konuda birkaç defa bilgilendirilmiş ve BULTÜRK’ün görüşlerine de baş vurulmuştur. Görüşmelere Başkan olarak bizzat ben yapmıştım. Konsey kurma çabaları hükümet ve meclis dışında yoğunlaşmıştı. Konsey katlarında temsili-yetin hangi kriterlere göre gerçekleştirildiği henüz açıklanmadı. Konsey içinde etnik azınlıklar, nüfus katmanları ve dinlerin hangi kriterlere göre temsil edileceği de bildirilmedi. Bulgaristan Müslümanlarını müstakbel konseyde temsil edecek olan kişi henüz bilinmese de sızan haberlerde şunu görebiliyoruz. 1980’li yıllarda güya “isim değiştirme sürecinde” yani isim, din ve kimlik değiştirerek Müslüman Türkleri Bulgar milliyetine asimile etme kalıbı hazırlanırken ve kurulan tuzaklarında Bulgaristan Halk Cumhuriyeti (BHC)


194

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Devlet Konseyi Başkanı Yardımcısı Georgi Cagorov’un danışmanı olarak görev alan, eski “Beleneci”, şair ve araştırmacı yazar, teorisyen Dr. Şükrü Tahirov’un ismi geçti. Fakat resmi açıklama henüz yapılmadı. Yine hazırlık döneminde, Bulgaristanlı Türklerin devlet gölgesine alınması için bir konsept (görüş) hazırlandı. Yayınlanan 50 sayfalık bu kitapçık Razgrat başta olmak üzere, bazı merkezlerde aydınlara tanıtıldı. Bu bilgilendirme görüşmelerine HÖH partisi Başkanı, AP milletvekilleri ve uzman ekibi de katıldı, anlatıldı ve dağıtıldı. Geliştirilen görüşler geniş kitleye bu güne kadar inmedi, yurt dışındaki soydaşlarımızın da son gelişmeler üstüne bilgi sahibi olmadığı ortadadır. “Konsept” (Görüş) adlı belge kitle örgütlerinde, öğretmenler birliğinde, aydın kesim arasında, muhtarlıklarda ve göçmen dernek ve kulüplerinde görüşülmemiştir. Kitlemiz bu konuda görüş beyan etmemiştir. Anlayabildiğimiz üzere, 16 Kasım 2016’da Cumhurbaşkanı Radev seçilirken kendisine oy veren, Müslüman nüfustan, seçmeni teşvik eden Hak ve Özgürlük Hareketi (DPS) partisinden yeni kurulan stratejik konseyde temsilci yoktur. Cumhurbaşkanı kararıyla kurulan bu danışma organı Bulgaristan Cumhuriyetinin gelişim stratejisine göre yakın ve uzun vadeli programlar hazırlayacaktır. Ülkedeki durumu “bataklık” olarak değerlendiren R. Radev henüz bataktan çıkış yolunu gösterememiştir. Konsey başkanı olarak seçilen İvo Hristov, bu organın şimdilik bir politik partiye dönüşmesinin, seçime girmesinin vs öngörülmediğini açıkladı. 26 Mayısta yapılacak Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerine katılması da planlanmıyor. Konseyin kuruluş gerekçelerini Başkan İvo Hristov şöyle açıkladı: “3. Borisov hükümeti, 1. ve 2. Borisov hükümetinin tekrarıdır. Dev altyapı projelerinin hepsi çökmüştür. Bu yıl turizm de boğuluyor. Eğitimöğretim işleri suya düştü. Sağlık hizmetlerinden memnun olan Bulgar vatandaşı tanımıyorum. Basın yayın ve fikir özgürlüğü hayal oldu. Milli ekonomik kalkınmanın başını çekecek güç yok. Bu nedenle başa dönüp, yeniden başlıyoruz.” Rumen Radev tarafından seçilen konsey üyeleri bilinen siyasetçi, diplomat, iktisat ve bilim adamlarıdır. Geliştirilecek yeni devlet stratejisi bütün halkın çabalarıyla oluşturulacak ve her vatandaşı seferber edecektir.


Makale ve Analizler - 2019

195

Demek oluyor ki, konsey bir Büyük Halk Meclisi ve yeni Anayasa habercisi olarak ortaya çıktı. Bulgaristan’da bu adım, Borisov hükumetinin istifasından sonra bir Program Hükumetiyle de atılabilir. Ufukta, parlamenter demokrasi yerine bir Başkanlık Sistemi mi var, bunu önceden söylemek henüz zor. Milli bir örgütlenmeye gidilmesi ve halka baş vurulması söz konusudur. Bu gelişmede nüfusun neredeyse yarısını oluşturan azınlıkların, dış ülkelerdeki gurbetçilerimizin ve Türkiye’deki soydaşlarımızın rolü ve kaderi ilgi uyandırıyor. 400 bin Bulgaristanlıya ekmek veren İspanya’dan sonra 260 bin Bulgaristan vatandaşını barındıran Almanya’da etnik azınlıklarımızın iyi örgütlenmiş olduğu ve ülkemizin geleceğinde söz sahibi olmak istediği dikkati çekiyor. Bu konuda İ. Hristov aynen şöyle dedi: “Duygusuzlaştırılmış bir halk kurtarılamaz, fakat ben Bulgar halkının kendi kaderini kendi ellerine alacağına inanıyorum!” Ülkeyi 10 yıldan beri yöneten B. Borisov hükumetinin Bulgaristan halkına sanki uyuşturucu verdiği, halkın ruhunu uyuttuğu ve milleti sindirdiği gün ışığına bir daha çıkmış oldu. Avrupa Birliğinde en fakir, en yoksul, çaresiz ve sefil olan Bulgar nüfustan 1 milyon kişinin emekli maaşı ve sosyal yardımla geçinmeye çalışması ve 2019 yılının ilk gününden beri emekli maaşlarının yeniden hesaplanacağı ve yarı yarıya azalacağı gibi söylentiler, halkın sıkıntısını daha da arttırırken, huzursuzluk tırmandırıyor. Cumhurbaşkanının özel kaleminden Hristov, Bakanlar Kurulu, meclis başkanlığı ve Cumhurbaşkanlığı makamı arasındaki kesilen ilişki ve temasla ilgili şunları açıkladı: “ “Cumhurbaşkanı Radev, skandallardan baş kaldıramayan, batmış, kabul ettiği yasaları bir hafta sonra kendisi bozan, milletvekili ve bakanları istifa dilekçesi sunmuş kişilerden oluşan bir yürütme ve yasamaya destek vermeyecek. Tokalaşıp, sarmaşıp öpüşüp af etme olmayacak. Kimseye manevi destekte bulunulmayacak! Cumhurbaşkanı yorumlama ve tepki hakkını kullanacaktır!” Bulgar basını, halkın, toplumun ve kamuoyunun parçalanmış ve siyasi iradede birlik sağlamanın imkansız olduğu, her gün 240 milletvekiliğinden 118’inin mecliste kayıt yaptırmadığı bir durumda Cumhurbaşkanlığına bağlı bir stratejik konsey kurulduğuna dikkat çekti ve yeni dönemde en önemli sorunun Bulgar halkının birliğinin sağlanması ve güçlendirilmesi olduğunun altını çizdi.


196

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İdeolojik akımlardan birine ya da büyük devlerden veya ceo-stratejik güçlerden birine bağlı olduğunu açıklamayan Bulgar Stratejik Konseyi politik gözlemcileri düşündürdü. Köşe yazarları, eklektik bütünlük dediğimiz, toplum içinde seçmeli ideolojik kaynaştırma aranacağını yazdı. Yeni hareketlenmenin sosyal temelde bütünleşme araması ise zor bir hedeftir. Etnik azınlıklar konusunda çok kültürlülük formülünün açılması ise kaçınılmazdır. Eğitim ve öğretim çok dilli ve farklı kültürleri taşıyan ve birleştiren bir esas üzerine oturtulmalıdır. Entegre etme dendiğinde, asimile etmek değil, farklılıkları tanımak, kabul etmek ve geliştirmek anlaşılmalıdır. Devlet politikası özellikle eğitim, öğretim ve kültür alanında bir tek bu temel üzerine bina edilmelidir. Politik gözlemcilerden Kalin Manolov (Faktor.bg) şunları yazdı: “Cumhurbaşkanı Rumen Radev Bulgaristan’ı ileri götüremez ve kalkınmasını sağlayamaz, bizi ancak 19 Mayıs 1934 askeri darbesine geri götürebilir.” Hatırlatılan darbede, Moskova ajanlarından Albay Kimon Georgiev Başbakan olduğu dönemdir. Bulgar Çarı III. Boris de birkaç yılda ”bütün yönetime el koymuş ve ülkede faşist monarşi diktatörlüğü kurulmuştu. Komünist (partizan) silahlı güçler ile monarşinin dayanağı olan faşistler arasında 9 Eylül 1944’e kadar süren silahlı çarpışmalarda birinci taraf 5 bin, ikinci taraf da 8 bin ölü vermişti. Türklerin okulları yarı yarıya kapanmış, zoraki göç devam etmiş, Beden Eğitimi ve Turan gibi Müslüman Türk örgütleri kapatılmıştı”. Öte yandan, Alman “Fridrich Ebert” Vakfı’nın “Galıp İnternational” sosyolojik araştırma ajansıyla birlikte gerçekleştirdiği ve Sofya’daki “İvan Haciyski Enstitüsü” tarafından analiz edilen bir milli araştırmanın sonuçlarında, Bulgar nüfusta Avrupa Birliği üyeliği NATO üyeliğine kıyasla daha büyük rağbet görüyor. Nüfusun % 38’i NATO lehinde tavır alırken, % 41 AB taraftarı olduğunu ortaya koydu. Bulgaristan NATO’dan çıksın mı sorusuna % 45 “hayır” derken, ankete katılanlardan % 26 sı da “hemen ayrılsın,” cevabında birleşti. Bulgaristan 2004 yılında NATO’ya 2007’de de Avrupa Birliğine alındı. Gerçek şu ki nüfusun yarıdan fazlası hala Moskova’ya bakıyor ve bir Rusya saldırısından endişe ediyor, korkuyor. Stratejik konsey işte böyle bir ortamda kuruldu ve durumu değiştirme yönündeki adımlarını ilgiyle bekliyoruz. Bizi izlemeye devam ediniz. Okuduğunuz için teşekkür ederim. Dostlarınızla paylaşın.


Makale ve Analizler - 2019

197

Çarparım Ulan Aşkım(?) Alptekin CEVHERLİ

Bundan bir kaç gün önce elimde bir kitap, il halk kütüphanesine doğru gidiyorum. Önümde de 17 – 18 yaşlarında bir kız, bir erkek el ele tutuşmuş yürüyorlar… Kütüphanenin bahçesine onlar önde, ben arkada girdik. Öndeki delikanlı kıza sanki vuracakmış gibi birden elini havaya kaldırdı ve bağırdı: – Çarparım ulan aşkım! Ben tabi arkada şoke olmuş vaziyette bakıyorum… Kız ise istifini hiç bozmadan: – Öküüüz, seni seviyorum lan! Deyip uzandı ve gencin yanağına bir öpücük konduruverdi… Sonra kol kola girip, kütüphane kapısından içeri daldılar… Ben mi? Kıyıdaki bir banka oturup, şu anda sizlerle paylaştıklarımı düşünmeye başladım… Aklımın almadığı bir iltifat tarzını; anlayamadığıma mı yanayım, yoksa kütüphaneye giden gençlik böyle ise … diğerleri ne âlemdedir diye kafamın zonklamaya başlamasına mı yanayım, kararsız kaldım… İş yerindeki stajyer öğrencilerin ara sıra birbirleriyle olan diyaloglarına tanık olduğum için “Yaşamaya Başlatılan Türkçe”yi az çok algılayabiliyorum, ancak işin bu boyuttaki övgü ve sevgi kısmına ilk kez tanık olduğum için, sindirmek biraz zor oldu tabi… Bunun için şöyle okkalı bir Yemen kahvesi ve hatta bir de Beypazarı Maden Suyu içmek gerekir… Dünyamız nereye götürülmüş, biz hangi dünyada yaşıyoruz? Hatta yaşıyor muyuz? Yoksa ot gibi nefes alıp mı veriyoruz? Bir de kalkmış diyoruz ki cep telefonlarındaki kısa mesajlarda, gençler sesli harfleri kullanmıyormuş da efendim, “Ç” yerine “C” yazıyormuş filan… Yeni nesil aşmış artık, “Öküz, seni seviyorum lan” iltifatın mazhar olmuş bir gencin, gönlünde yanan o aşk kıvılcımının, o sevda tutkusunun yerini kızlar hâlâ:


198

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

“Yârim İstanbul’u mesken mi tuttun? Gördün güzelleri beni unuttun. Sılaya dönmeye yemin mi ettin? Gayrı dayanacak özüm kalmadı, Mektuba yazacak sözüm kalmadı. İğde çiçek açmış dallar görünmez. Dağlar diken olmuş kervan oturmaz. Benim bağrım yufka sitem götürmez. Gayrı dayanacak özüm kalmadı, Mektuba yazacak sözüm kalmadı” diyen Kayserili büyük Ozan Ahmet Gazi Ayhan’ın mısralarında filan mı aradıklarını sanıyorsunuz? Yoksa Vatan Şairi Nâmık Kemâl’in Hacı Arif Bey Bestesi ile bilinen şiirindeki gibi: “Olmaz ilaç sine-i sad pâreme, Çare bulunmaz bilirim yâreme. Baksa tabiban-ı cihan çareme, Çare bulunmaz bilirim yâreme.” Mısralarındaki gibi delikanlıların kızlara şiir filan mı okuduğunu zannediyorsunuz? Zaten okusa yarısını yanlış telaffuz edeceği için, bence de böyle bir şiiri okumamakta fayda var… Oysa “Kara gözlerine kurban olduğum güzel” diyeceğine günümüz kızlarına “Çarparım ulan aşkım!” demek size en azından bir buse kazandırıyor(muş)… Ondan sonda kadın dernekleri sokaklarda bas bas bağırıyor: “Kadına kalkan eller kırılsın!” İyi de ablam, bizzat bayanların öpücükle ödüllendirdikleri “çarparım ulan” gibi bir ‘edebî iltifata’ mazhar olmuş kızlarımız varken, bu eller nasıl kırılacak? Eski filmlerde bilindik sahnedir, saf delikanlı gider bıçkın, çapkın arkadaşından aşkını açamadığı kızın kalbine girmek için formül, şiir filan ister. Seyretmişsinizdir… Şimdi internet olduğu için, bıçkın delikanlılara gerek olmadığı gibi, delikanlılığa da gerek yok! Birkaç küfü ve argo kelime öğren, şöyle bir kaşın kalkık vaziyette kızları tersledin mi, tamam gönlünü çaldın gitti… Tabi ‘gönül’, filan neymiş derseniz, siz de haklısınız. Onlar tarih oldu…


Makale ve Analizler - 2019

199

İnanın doğru söylüyorum. Çevrenizde şöyle 15 – 18 yaş arası gençlere bir sorun bakalım; “Onur, şeref, haysiyet, izzet-i nefis, hayâ, gönül, edep vb.” gibi kelimelerin anlamını, yüzde kaçını bilebilecekler? Her şeyin gittikçe maddeye indirgendiği, insanın sistem tarafından aynen bir makine gibi görüldüğü ve Allah’ın halifesi olarak dünyada bulunan insanın, ‘şerefini kabul ettirmek için’ yaşayacağı yerde; ‘çalışmak için yaşamaya’ maruz bırakıldığı bir çağda kalkıp, “Vücud ikliminin sultânı sensin. Efendim derdimin dermânı sensin…” demek epey bir ‘ütopya’ oluyor. Fakültede CMUK dersinde bir araştırma incelemiştik. Tahsil seviyesi yükseldikçe kadına karşı olan şiddet de artıyordu… Yani hani tabir vardır ya “Dağdaki çoban” diye, kadınlar ‘o çobana’ kurban olsunlar. Okuma yazması olmayan erkeklerde eşine karşı şiddet % 1’in altındaydı. Üniversite mezunlarında yanlış hatırlamıyorsam % 66’ydı eşine karşı şiddet uygulama oranı. Neyse, siz yine de iyisi mi, “Lambada titreyen alev üşüyor, aşk kâğıda yazılmıyor mihriban” diyerek sevdiğinize yaklaşın, belki de nesli tükenmekte olan bir ‘kız’dır, kaçırmayın bari derim… Yoksa “Çarparım ulan aşkım”a tav olan ‘kız’ çok…


200

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

1648 Rastlantı Bir Tarih Değildir

Konferansta konuşma – Rafet ULUTÜRK (BULTÜRK) Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği – Genel Başkanı

Çok Değerli konuklar, kıymetli basın mensupları ve katılımcılar. Konferansımızı, 31 Mart yerel seçimler arifesinde, özellikle de 50 Müslüman kardeşimizin şehit olduğu Yeni Zelanda katliamının hemen ardından, bir de, bir damla suda Güneşin görülebildiği misali, bu iğrenç saldırıda emperyalist dünyaca kap heliğini görmeyen kalmadı. Bu münasebetle, konuşmama başlarken, Yeni Zelanda’nın Kristçurç şehrinde iki camiye gerçekleştirilen terör saldırılarında hayatını kaybeden Müslüman kardeşlerime Allah’tan rahmet diliyorum: İslam âleminin, Türk Dünyasının ve tüm dünyada insanlık vicdanına mensup herkesin başı sağ olsun! Değerli konuklar, Bir parçası olduğumuz ve içinde yaşadığımız modern çağın başlangıcı, dinin ulustan ve devletten üstünlüğünün tanınmasına yani 1648’de Westfalya Anlaşmasının imzalanmasına, başka bir değişle egemen ulus-devlet sisteminin doğuşuna rastlar. 1648 rastlantı bir tarih değildir. Batı kültür ve medeniyet kulesi çatısında son çivinin çakıldığı zamandır. 2 Kralın, 1 Papanın katılıp yönettiği, Frankların, Templier şövalyelerin katıldığı 8 Haçlı seferi bitmiş, 80 sene ve 30 yıl savaşlarında akacak kara kan akmış, Avrupa’da Roma İmparatorluğu parçalanmış, ulusal devletler kurulmuş, Katolik kilise içinde ve gölgesinde Lüterci, Evanjelis, Protestan ve başka dini mezheplere yaşam hakkı tanınmıştı. Doğudan sabırlı ve onurlu yükselen İslam Güneşi ve medeniyetiyle uzlaşılıp ortak yaşam formülü bulunabilseydi, beldi de biz bugün bambaşka bir dünyada yaşar olurduk. Ne yazık ki insan ve toplumlar kendi köklerini ve Kimliklerini değiştiremiyor. Bu, bugün de böyle. Tarihin zaman ve mekân içinde kilit noktaları var. Kudüs, Yeni Çağda önemini asla kaybetmeyen bir simge!


Makale ve Analizler - 2019

201

Unutmayalım, Hristiyanların, karadan ve denizden Haçlı seferlere çıkarken, göğüslerine ve kalkanlarına, seferden dönerken de sırtlarına kırmızı birer haç işareti koyuyorlardı. Bu kanlı seferlerin sebepleri vardı: Onlar, Kudüs başta olmak üzere, kutsal saydıkları yerlerin mutlaka alınması gerektiğine, Tanrı’nın ve Hz. İsa’nın bunu istediğine inanır ve halka bunu telkin ederlerdi. Ayrıca Hristiyan inancına göre, Hz. İsa’nın uğruna ölen bir kimse GÜNAHLARINDAN kurtulacağı gibi, doğruca cennete gidecekti. 1648 Westfalia Anlaşması, aynı zamanda bir din reformudur ve günah bağışlamanın parayla olabileceğini getirmiştir. Dolayısıyla para gücüyle sanki kanlı kıyımların yolunu kesmişti. Anlattıklarım doğru olsa bile, Kristçurç katliamından sonra, ne yazık ki, maalesef demek zorundayız. Yeni Zelanda Başbakanı gibi, ben de, Müslüman katilinin adını ağızıma almak istemiyorum. T.C. Başkanımız Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN’ın da işaret ettiği üzere, Tapınak Şövalyeleri, tarih karanlığında asırlarca yaşattıkları hülyaları, kendini “milyonlarca Avrupalı ve diğer etno-milliyetçi insanın” temsilcisi olarak gösteren caninin silahına ve elbiselerine yazarak; sosyal medyada yayınlanan 73 sayfalık Manifestoda duyurdu. Hedeflerinde, Ben, Sen, Hepimiz, Büyük Türkiye, Balkanlar’daki Müslümanlar, Bulgaristan’daki Kardeşlerimiz, Yakın Doğu Müslümanları var. Katliamcının Manifestosunu mercek altına alıp inceleyenler, İslam Fobisi, Müslüman Fobisi, Türk Fobisi ile zehirlenmiş bir uluslararası katilin, kör niyetli Hristiyanlığın, Sultan Süleyman’dan 1529 Birinci Viyana Seferinde ölümcül yara aldığını, yaranın bugün de savmadığını ve bununla ilgili bir tarihsel itiraf görebiliyoruz. Özellikle 19-uncu ve 20-inci yüzyıllarda Birinci ve İkinci Avrupa Savaşlarında çok kan kaybedenlerin – kültür, medeniyet ve derinlik olarak – yarınımızla -şanların can çekişini izliyoruz. Katil ve onu ateşe atanlar geleceksizliğin korkusuyla tutuşmuştur. Kristçurç katliamı, 500 yıl biriken kin, nefret ve öfkeyle intikam alma çaresizliğinin ateşini Balkanlara ve Türkiye’ye püskürtmek hayaline kesin işarettir. Avusturalyalı 28 yaşındaki caninin dünyayı sarsan katliamı, 200 etniğin yaşadığı ve 160 dil konuşulan Yeni Zelanda’da gerçekleştirilmesi çok anlamlıdır. Düne kadar bir İngiliz kolonisi olan Avustralya ve Yeni Zelanda Milliyetçi Kimlik Eğitimi ANZAK-ların 1915 Çanakkale yenilgisi acısıyla yapılır.


202

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Yüksek sesle söylenemeyen ayinler Türk, İslam ve Müslüman düşmanlığı adalıdır. Fikirsel kaynağı İngiltere olan Müslüman düşmanlığını bugün de yaşatılan bir örnekle anlatmak istiyorum. Katilin atalarının memleketi olan İskoç’ta, İngiltere’de ve listesi uzun daha birçok yerde, her yılın 25 Mayıs günü, takvimde kaydı olmasa da, Müslüman düşmanlığı günüdür. Avrupa’daki Türkleri “etnik düşman”, Büyük Yeni Türkiye Cumhuriyeti kurucusu Başkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ı, savaş kaçağı, sığınmacı Müslümanlara kapı açan Almanya Başbakanı Merkel’i ve Londra Belediye Başkanı Pakistan kökenli Müslüman Sadık Han’ı nefret Manifestosunda hedef alan bu katil, Avusturalya’da yetişmiştir. Müslüman düşmanlığı gününde, camilere taş atarak, kuran kurslarının yapıldığı odalara kertenkele, fare ve yılan salarak, Müslüman kızların başörtülerine saldırarak puan almış ve ödüllendirilmiştir. Müslüman düşmanlığını, ırkçılığını bilemek için, Kosova, Sırbistan, Bulgaristan ve Türkiye’ye turistik “geziye” gönderilmiştir. Türkiye’de Tapınak Şövalyeleri’nin istila ettiği, kaldığı, yerli halka zulüm edilen yerleri, İstanbul, Konya ve Antakya’yı seçmesi ilginçtir. 1204’te Konstantinapol’ün Latin Haçlılar tarafından yağmalanmasından gurur duyduğunu defalarca belirtmiştir. Müsaadenizle, halk ruhuna açılan zulüm yarasının dermansızlığına ilişkin Bulgaristan’dan bir örnekle devam edeyim. Bizde, Haçlıların Haliç Yolu üzerinde bulunan, Sakar Dağı’nın hemen ardında, Burgaz iline bağlı “Bılgarevo” köyünde, Tapınak Şövalyeleri’nin konakladığı anlatılır. Devine arayanların çıkardığı demir parçaları da bunu kanıtlıyor. Bu köyde, kız ve kadınlar belli bir yaşa gelince yavaş yavaş deliriyor. Psikologlarca yapılan araştırmalar rüyalarında, üzerinde kırmızı haç olan beyaz mantolu silahlı sürülere esir düştüklerini ve şiddet gördüklerini saptamıştır. Ama memleketimdeki travma yaraları bir olsa beş olsa, al da başına sür. Yeni Zelanda katilinin ilham almak için ziyaret ettiği, 1877-78 Rus saldırısında, “93 Harbinden” iki savaş cephesi olan Plevne ve Şipka Geçidinde biz – yerli Türkler – 17 bin şehit verdik. Deliorman, Dobruca, Tuna vadisi, Rusçuk eyaleti işgal edildiğinde, Müslüman nüfusun yarısı zoraki göç yaşadı. 1878’den başlayan göç kapısı hala kapanmadı, sel durmadı. Gelenler, 500-600 yıl ıslah ettikleri toprakları – Osmanlının Avrupa bahçesini – bırakıp da geldiler.


Makale ve Analizler - 2019

203

1913’te Batı Rodoplar’da yakılan “siz Bulgarsınız ateşi” Müslüman Türk-Pomaklar kardeşlerimizi vatan bildikleri dağlardan söktü. 1912-14 savaşlarında Bulgaristan Türkleri silahaltına alındı ve Büyük Bulgar devleti hırsına kapılan Bulgar şovenizminin emelleri uğruna Edirne ve Makedonya Savaşına sürüldü. 9 656 şehit verdik. 1925 ve 1934 Askeri darbeleri tek dilli, tek uluslu devlet kurma hırsını kamçıladı. Aydınlarımız, öğretmenlerimiz, esnaf ve varlıklı köylülerimiz göçe zorlandı. 1944’te gelen komünist – Moskoftu iktidar, tavuktan öküze, tütün iğnesinden sabana, tarlalardan derelerdeki suya kadar her şeye el koydular. 1951’de 130 binimiz yine anavatana geldik. Parçalandık. 22 Mart 1968 “Bulgaristan Türkiye Parçalı Aileleri Birleştirme Anlaşması” 150 bin Bulgaristan Türkünü ana-vatanda buluşturdu, topladı. Büyük Şairin, başka bir vesileyle söylemiş olmasına rağmen kullanıyorum, o zaman Bulgaristan’da “hava kurşun gibi ağırdı.” 400 bin Bulgaristan Türkü Sofya, Plovdiv ve Burgaz Konsolosluklarımıza, “göç vizesi” için müracaat etmişti. Her 3 Bulgaristan Türkünden birine tası tarağı toplayıp yorgan döşeği denk ettiren gizli gücün “korku” olduğunu söylesem, hiç birinizin şaşırmayacağına eminim. Bu “korku kazanı” 1879-1944 monarşi döneminde, 1648 Vestfalya Anlaşmasından esinlenerek, o tarihten 231 yıl sonra, Bulgarlara tek dilli, tek milletli, ulus devlet kurmaya gönderilen Prensler tarafından kaynatıldı. Vestfalya Antlaşmasını Almanya adına III. Ferdinand imzalamıştı. Torunlarının torunu olan Bourbon Prensi Ferdinand Saks Koburrgotski 28 Nisan 1887 günü Bulgaristan’a geldiğinde bir Üst Teğmendi. Gelen, kadim hedeflerine sadık Saks- Koburg ve Gotha hanedanındaydı. 1908’de Çar ve Mareşal oldu. Çatalca’ya inse ve Bolayır çarpışmasını kazansa da, tüm savaşları kaydettiği için ve ülkeyi felakete sürüklediğinden dolayı, tacını oğlu III. Boris’e giydirip 1918’de bir daha geri dönmemek üzere Bulgaristan’ı terk etti. Ne ki, şu asla unutulmamalıdır. Ferdinand, 1912’de Balkan Haçlı Birliği kurarak Osmanlı’ya savaş açtı. İstanbul’u işgal edip, “Aya Sofya” çanlarını kaldırmak, şehri Ruslara (1877-78 savaşı tazminatı karşılığı) Rus Çarına hediye etmeyi, üstelik tüm Müslümanları ve Türkleri Anadolu’ya paketlemeyi hayal eden bir Bulgar Çarıydı. Şahsen ben, onun uygulamaya koyduğu fakat tosladığı savaş ma-


204

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

cerası ile Avrupa Tapınak Şövalyeleri kazanında kaynatılan ve Yeni Zelanda katili Manifestosuyla dünyaya duyurulan alçaklığın nihai hedefleri arasında hiçbir fark göremiyorum. O zaman yıllar 1912-1914 idi, şimdi ise 2019. Devran 100 yılda döndü. Devam ediyorum: Bulgaristan’da 4 Türkçe lehçe var ve hepsinde “Her kes her işi yapamaz!” atasözü yer almış. Sık kullanılır. İstanbul’da çaycıda, kahvede Bulgaristanlı kardeşlerim hakkında “fazla dayanamadı, gözü yoldaydı, kayıp gitti” gibi sözler konuşulduğu dikkatimi çekiyor. Son 1989’da 3 ay içerisinde gelen 360 bin kişiden hiç birinin elindeki nasır hala sökülmedi. Bizim orada 2 700 okulumuz yıkıldı. Osmanlıdan kalan 2 353 büyük Allah Evimizin camilerimizin minaresine ya bomba ya yıldırım düştü, ya öküzün boynuzları oynadı da (yani depremden) yıkıldı, ya samanlık, ya ahır ya da depo yapıldı. Sadece Sofya’da 72 camiden 1 tane, Filibe’de 34 camiden şu anda 2 tane ve saire kaldı. Yalnız bu gerçekler değil, insanın bahçesine diktiği ağaçların çiçeklerini koklaması gelir baharda içinden…. Güzün meyvesinden koparmak, suladığın çiçeklerden demet derlemek gelir içinden… Hayat budur. Çünkü o çiçek açan, meyve ren ağaçlar, kardeşlerimin ellerindeki nasırın ürünüdür. İki gün önce Sakarya Şehitlerini andık. Benim oluşum Kırca Aliye bağlı Köseler köyündendir. Hayatımı “50 Yıl Mücadele” kitabımda anlattım. O çalışmamda kendisine bir iki sayfa ayıramadığım, aklıma geldikçe esef ediyorum. Çanakkale gazisiydi. Bizim köyde ne kadar eski nal, yüzü bitmiş tırpan, kırık kürek, yapa ve kundura nalı varsa toplamış ve cepheye mermi dökülsün diye İstanbul’da bir hurdacıya teslim ettikten sonra, Gelibolu’na gitmiş. Çarpışmalardan birinde Anzaklara esir düşmüş. O zaman, 6 yıl Büyük Britanya’nın Hindistan sömürgesinde bir eyalet olan, bugünkü Bangla Deş’e götürmüşler. Önce Müslümanlar üremesin, çoğalmasın diye burmuşlar Kamil Dayımı, sonra bir avuç pirinçle karın tokluğuna 6 yıl altın madeni ocaklarında çalıştırılmışlar. Sonra 6 ay Mısır’da kum eletmişler ve İstanbul’a döndüğünde bizim Güney Doğu Rodoplar. Arda nehri boyları Bulgar Çarlığına bağlanmış. O vatan toprağı kokusunu, bülbüllerimizin şarkısını, Arda balıklarını özlemiş ve geri gelmiş. Çocukluğumda hep Anzakları dinledim, o onlara “hınzırlar”, pis, imansız herifler, fitneciler diye hitap ederdi. Türk olmanın büyüklüğünü onda gördüm. Yanağın-


Makale ve Analizler - 2019

205

dan bir parça ve kulağının biri Çanakkale’de kalmıştı. Uzun saç ve gür sakal ardında, kulaksız ve yanağı olmayan kahraman bir kişilik gizlendiğini kimse göremiyor ve bilmiyordu. Yaşlı ortamında sohbet koyulaştığında, “Osmanlı tokadı yediler ve yarısı Gelibolu’da kaldı” diye anlatıyordu. Geçen hafta Yeni Zelanda’da otomatik silahla cami tarayan düşmanlık doldurulmuş ve intikam almak istiyordu. Şimdi herkesin sorduğu bir soru var. 50 kişi öldüren ve dünyayı yakma niyet, heves ve planlarını sosyal medyaya sunan katile kesilecek ceza ne olabilir? Teşekkür ederim Paylaşınız


206

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Çöken: Apartman Mı? Hükümet Mi? Tarih: 24 Mart 2019 Yazan: Şakir ARSLANTAŞ Konu: Adalet nerede başlar?

Bulgaristan’da TV’lerde ve sanal medyada adalet konularını izlemeyi severim. Vatanım Bulgaristan’daki gelişmeleri takip etmeye imkan dahilinde zaman ayırıyorum. Hafta sonunda Adalet Bakanı Bayan Tsetska Tsaçeva’nın aniden istifa sunup meclisten ayrılmasına önce bir anlam veremedim, sonra kafamda ikili cevap doğdu. 26 Mayısta Yapılacak Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinde Liste Başı gösterilecek ya da “ne oldu acaba?” Kendiliğinden gelen sorunun cevabı gecikmedi. Bakanın Yaşadığı apartmanı inşa eden ARTEKS şirketi Yüksek Temyiz Mahkemesi Savcılığı tarafından denetleniyor. Aynı apartmandan 2016 yılında GERB partisinin meclis grubu sekreteri görevinde bulunduğu sürede 665 bin levaya 230 metre kare büyüklüğünde bir daire alan, şimdiki Spor ve Turizm Bakanı Yardımcısı Bayan Vanya Koleva da istifaya zorlandı. Bu apartmanda büyük bir dairesi olan eski Kültür Bakanı ve halen milletvekili sandalyesinde oturan Vejdi Raşidov da çok rahatsız. Sıkıntısı en büyük olan ise, GERB partisi kurucularından, Eski İç İşleri Bakanı, halen GERB parlamento grubu başkanı görevindeki Tsvetan Tsvetanov’tur. Garajdan yatak odasına çıkan özel asansörlü, birbirine bitişik iki garaj ve 2 lüks daire için 1 200 000 (bir milyon iki yüz bin) leva yani 600 000 Avro civarında ödeyeceğine, evirip çevirip sadece 100 000 leva (50 bin Avro) ödeyince balon patladı. Bunların önünden şeytan mı geçti diye düşünenler olabilir. Fakat görülen ciddi bir patlamadır. Açıklandığına göre sıra dalaverelerin, meclis komisyonlarında yasa değişiklikleri yapılarak inşaat şirketine istedikleri kolaylıkları ve imtiyazları sağlama yoluyla gerçekleştirildiği ortaya çıktı. Yüz karası olayın adına “İmtiyaza karşı lüks daire” de diyebiliriz. Hükumet ve meclis rüşvet ve dolandırıcılık kazanı kaynatmaya devam ediyor. Daha önce istifasını sunan 5 bakandan yalnız ikisi görevden alınmıştı.


Makale ve Analizler - 2019

207

Cumhurbaşkanı Rumen Radev’in ifade ettiği üzere, ülkemiz istifa dilekçelerini sunmuş ama henüz kabul edilmemiş bakanlar tarafından idare ediliyor. Son 2 dilekçeyi Başbakan Borisov Brüksel’den “telefonla” imzaladı. Mart ayının başından beri Sosyalist Parti (BSP) milletvekillerinin parlamentoya girmemesi, ayrıca Meclis Başkan Yardımcısı Mareşki’nin “Volya” (İrade) boş milletvekili sırasına bakmaya artık alıştık. Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS) milletvekilleri ise, meclise girerken kayıt yaptırmıyor. 2 kişilik çoğunlukla idare eden GERB- aşırı sağcı sözde “yurtseverler” grubunun dalavere ve dolandırıcılık çarşafını daha da geniş açmasına olanak mı yaratıyor diye düşünenler çoğalıyor. Bulgaristan’da adaletsizliğin meclisten mi yoksa mahkemelerdeki duruşma salonlarında mı başladığını açıklayıp gösterebilmek çok zor. Madde değişiklikleriyle ve tanımlamalar üzerinde oynayarak kanunları anlaşılmaz hale getirenler aslında dıştan gelen hedefli önerileri olmuş ahududu gibi çiğnemeden yutan ve sonra da onaylayan ve yasalaştıran milletvekillerinin kendileridir. Bu işler para karşılığı mı yapılıyor? Ya da 1 200 000 leva değerinde bir mülk 100 000 levaya satılarak nasıl gerçekleştirilebiliyor. Dolandırıcılığın masa üstünde kalemle, mecliste oylamayla ya da çanta dolusu yapıldığını herkes öğrenmeye veya görmeye mi başladı. Bu olay, 26 Mayıs’ta olağan Avrupa Parlamento seçimleri öncesi, ardından kapı çalan yerel seçimler ve bu gidişle yüzde yüz erken seçim konan politik havayı iyice bunalttı. Bulgaristan’da bu tür olaylar halkı sıktı. İktidardaki GERB partisi, normal bir politik parti olsaydı bu durumda olmuş karpuz gibi çatlardı. Birkaç parçaya bölünürdü hatta dağılırdı. Çünkü demokrasinin temel taşı adalettir. Bu çatlama adalet kıstası üzerinden olmalıdır. Ne var ki Bulgaristan’da bu ol(a)mıyor. Şimdiki ortamda hak, hukuk, adalet nefes al(a)mıyor. Sebebine gelince, GERB dikey yapılı, ideolojisi olmayan, ahlak kıstasları ve derinliği de olmayan bir partidir. Biz “halk partisiyiz” sözleri, halktan tamamen kopmuş olduğunu gizlemek için kullanılıyor. Bu büyük gerçek şöyle anlaşılmalıdır. GERB eski polis, emekli ordulu, para-mili ter, itfaiyeci, dövizci, sigortacı, piyasa zalimi kırıntıların, devlet ve kamu güvenliğiyle görevli 350-400 bin kişi ile onların beslediği yakınlarının partisidir. Bir üreticiler partisi de-


208

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ğil, üretmeyenler hazır yiyenler, devlet memesi emenler fıkrasıdır. Maddi çıkar ve gelir kaynağı, devleti emme, soyma, çalıp çırparak bitirme fikri etrafında birbirine örülüp yere yaslanmış yatay bir sürüngenler sürüsüdür. Bu yapı ne çatlar, ne bölünür ne de parçalanır, çünkü böyle bir partinin üyeleri ve sempatizanları birbirlerine çamur besinli bir ortamda birbirine sarılıp topaç olmuşlardır. Beş bakan, birkaç da bakan yardımcısı ya da genel müdürün solucan yumağından alınmasıyla bu yumak dağılmaz. Bu çok ilginç ve nereden örnek alındığı gizli tutulan bir örgütlenme biçimidir. Solucan yumağı biraz sağ uca ya da biraz merkeze yuvarlansa bile kendisiyle birlikte merkezi ve ucu da değiştirdiğinden dolayı dağılmıyor. Faşizan aşırı sağcı “yurtsever” maskelilerle aynı bataklıktan beslendiklerinden kavga çıkarmıyor. Şu apartman dalaveresi, vatandaşlık satma, Türk sınırını korumaya memur edilen sınır askerleri ve polislerin eski başbakan yardımcısı Valeri Simyonov’un Malko Tırnovo kendindeki otelinde konakladı ve benzer olaylar patlak vermese bizim bataklıkta kimin ne kadar çaldığını kimse anlayamaz… Kimin ne kadar fazla dolandırdığı, halka ve devlete ne kadar zarar verdiği gizli kalır. Şu apartmanların hükumete deprem yaşatmasına gelince, yukarıda işaret ettiğim üzere bu işin ardında başka tuzaklar da olabilir. Sonra bu çakalların hepsinin aynı ine toplanması ve her sabah sözde işe giderken aynı marka zırhlı ve siyah camlı araçlarla trafiği kilitlemesi yaşanmasa sanki değişen ve huzur bozan bir şey olmayacak. Bu gelişmelere pek çok yerden hele Brüksel’den ard arda sinyaller geliyor. Tencerenin kapağını kaldırıp yemeğin dibe yapıştığını haber verenler lanetleniyor. Geçen hafta Birleşik Amerika Dış İşleri Bakanlığı (Devlet Sekreterliği) makamından gelen bir uyarı mektubu basına düştü. Bulgaristan hakkında 2018 değerlendirmesi yapılmış. ele alınan ana konu adalet olmayışıdır. Gözü üzerimizde olan Amerikan Dış İşleri Bakanlığı önce hükumetin ve meclisin kamuoyu güveninin çok düşük olduğunu kaydettikten sonra, rüşvetçilik ve dolandırıcılığın dev boyutlara ulaştığı Bulgaristan’da hapishanelerde ve tutuk evlerinde neden cezasını çeken 1 bakan yok? sorusuna vurgu yapılmış.


Makale ve Analizler - 2019

209

İnşaat şirketlerinden rüşvet almayan, Sofya’nın “Mladost” (Gençlik) Semti Belediye Başkanı Bayan İvançeva’nın olağanüstü ağır hapishane koşullarında ne zamana kadar tutulacağı sorusuna yer verilmiş. ABD’li yetkililerce hazırlanan raporda “Bulgaristan’da adalet ve yasalar üstü oldukları duygusuyla yaşayan ve bizi kimse cezalandıramaz havasına girmiş, bir kabadayı şebekesi oluşmuştur” deniyor. Tutuklanmayacaklarını, sorgulanmayacaklarını, yargılanmayacaklarını bilenleri koruyan yeni totaliter zümre kol geziyor. Amerika’dan gelen uyarı mektubundan sonra, ulusal TV ekranına davet edilen, Adalet Bakanı Yardımcısı Prof. Nikolay Prodanov’a, “Amerikan Devlet Sekreterliği Bulgar hapishanelerine düşenlerden % 40’na fiziksel ve manevi baskı yapıldığı, tutukluların dövüldüğü, olağanüstü kötü hijyen ortamında tutuldukları iddia ediliyor, cevabınız ne olur,” sorusu yöneltildi. Bakan Yardımcısı, “İnsan hakları, özellikle de tutukluların hakları konusunda Bulgaristan’da durum çok kötüdür. İşaret edilen baskı gardiyanlar tarafından uygulandığından fazla, hapishanedeki çetelerin işi ve biz henüz bunun önüne geçemiyoruz,” dedi. Geçen ay Almanya Adalet Bakanlığından bir heyet Bulgaristan’ı ziyaret etti. Sofya Merkez Hapishanesini gezip gördü. 100 yıl önce inşa edilen bu hapishane binasının küf koktuğu, artık onarılacak duvarı ve çatısı kalmamış, su boruları dökülmüş, elektrik tertibatı ona göre, dört yanda fareler, keneler, kertenkeleler bayram ediyor, gece boyu yıllan ıslığı dinmiyor gibi tespitlerde bulunuldu. Son 2 ayda Bulgar basınında ve elektronik ortamda arasız tartışılan 2 büyük mülkiyet konusu var. Biz Türkler için “Mülk Adaletin Temelidir.” Mülküne el konan, varı yoğu gasp edilen vatandaş adaletsizliğe uğramış kabul edilir. Bu, bir halk kanısı olarak oluşmuş ve yerleşmiştir. Bulgar Çarı II. Simeyon, 50 yıllık gurbetten 2000 yılında döndüğünden beri dedesi Ferdinant ile babası III. Boris’in “malını mülkünü, konaklarını, saraylarını, dağ evlerini, çam korularını ve daha neleri neleri” geri almaya çalışıyor. 2001 -2005 arası başbakan olan Simeyon yürütme gücünü kullanarak sözde hanedan mülkünü kendi üstüne geçirmeyi başarmıştı. Ardından oyun bozuldu. Sözü edilen bu sınırsız ve sayısız mülklerin devletleştirilmesi ve dolayısıyla monarşi idaresinin halk idaresi biçimiyle değiştirilmesi için 1946 yılında yapılan halk oylaması (referandum) ile devletleştirildiği savı öne sürüldü.


210

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

1946’da Bulgaristan’da 1879 Anayasası yürürlükteydi ve bu Anayasada halk oylamasıyla rejim değiştirme ve mal mülk gasp etme maddesi olmadığını herkes bilir. Halkın iradesine karşı gelinemeyeceği savıyla ortaya çıkan ve monarşinin tüm mal ve mülküne, Filibe – Karlova Belediyesine bağlı “Banya” kasabasındaki “Konak” hariç el kondu. Bu konudaki beyanlarda, 1946 yılında siyasi partilerden hepsinin Çar taşınmazlarının devletleştirilmesini istediği, 2019’da siyasi görüşün değişmediği savunuluyor. İkinci konu ise, Müslüman Diyaneti Baş Müftülük vakıf mallarının ve il müftülükleri borçlarının “silinmesine” ilişkindir. Bu konuda Bulgar parlamentosu sabah “silinsin” kararı alırken, akşamüstü aman “silinmesin” 10 yıl daha sürüm sürüm sürünsünler kararına imza attı. Olay o kadar gülünç ki: Sofya’daki “Banya Başı” (Hamam Başı) Caminden 600 bin leva çöp parası isteniyor. Her ay için 50 bin leva. Etrafta bir tek çöp tenekesi var. Camiyi ve avlusunu, dolayını müminler kendileri temizliyor. Cami karşısındaki eski Yahudi halı olan “Hal” adlı kapalı çarşı mekânı ve etrafındaki park yeri, mal indirme ve yükleme rampaları ile yeşil saha içinde ancak 3 bin leva talep ediliyor. Sözüm Adalet üstünedir. Yazımı BULGARİSTAN’DA ADALLETSİZLİĞİN SINIR YOK tespitiyle bitirmek istiyorum. Yoksa bu işlerin ardından başka bir şeyler mi gizli!? Çözüm: Adaletsizliği çökertmeyi hedef edelim! Okuduğunuz için teşekkürler. Yeniden buluşmak üzere… Paylaşmayı da unutmayınız


Makale ve Analizler - 2019

211

Seçim Sizin! Tarih: 24 Mart 2019 Yazan: Dr. Nedim BİRİNCİ Konu: Hangi iple kuyuya inilir? Bulgaristan’da mutluluğu kuyunun dibinde olduğunu öğrenmeyen kalmadı. Prensesler, arzu edeni doğan ufka götürecek akbabalar ve kara kartalların hepsi orada. Şimdi hangi iple kuyunun dibine inilecek sorusuna yanıt arıyoruz. İpler duvara asılı seçmek bize kalmış. Tabii bu işin de şartı şurtu var. Önce bir hayır yapmak, şöyle bir dikkat çekmek, aniden parlamak, herkesin ağızına bir parmak bal sürmek gerek. Masalların yazıldığı ve efsanelerin anlatıldığı devirde de masal yazılıyordu. Daha süslü, daha allı pullu olmalarının nedeni bu! İnsanlar pulun Güneşi yansıttığı için parladığını anlayana kadar yüzyıllar geçmiş. Masallar da anlatılırken kurulmuş ve en sonra bu günlü birinci dinlemede insanı büyüleyip hayal kuyusuna atabilen duruma gelmiş. 1950 Bulgaristan Halk Cumhuriyeti’ne Başbakan seçilen Vılko Çervenkov, 1948’de Y.V. Stalin’in 70. Doğum gününe katılmak üzere Moskova’ya gitmiş. Tam o zaman Stalin kendisini “Halkların babası” ilan etmişti. Bulgaristan halkı Stalin’i bu vasfıyla şöyle kabul etti. Birinci defasında 1977’de II. Aleksandır’ın gemi toplarından; ikinci defasında ise 1939-1945 Dünya savaşında olmak üzere Varna şehri 2 defa şiddetli bombalanmıştı. Çervenkov, Bulgar halkının Varna şehrinin adının değiştirilmesini ve “Stalin” adını almasını istediğini kanıtlamak amacıyla imza toplatmıştı. Ev ev, köy köy, şehir şehir eli kalem tutana boş kâğıda imza attırıldı. İmzalı kâğıtları başına BULGARİSTAN HALKININ KUTLAMA MESAJI yazıldı. O, bu mesajı halkımız adına Stalin’e sundu ve Bulgaristan’a başbakan oldu. Şimdi bu gerçek unutulsun diye, kitaplar yeniden yazıldı, eski kitapların o sayfaları koparıldı, hatta Stalin 3-4 defa mezarından çıkarıldı, anıtı kaldırıldı, yeniden kondu vs. Önemli olan Stalin’i tanımayanlar onu sevip saymaya devam ediyorlar. Kuyunun dibi gibi, cesaret bulup inip görmeyenler hayallerle yaşıyorlar. Kuyunun dibinde yaşayan ise korkunun kendisi! Şimdi Bulgaristan’da yeni ulusal imza kampanyası başladı. Kahveler kaynıyor. Demokrasi için Sorumluluk, Hoşgörü ve Özgürlük Partisi -DOST – Lütfü Mestan partisi adıyla bilinir, BULGARİSTAN’DA TÜRK AZINLIĞI OLDUĞUNU kanıtlamak için imza topluyor. Atasözümüz “Gözle


212

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

görülen köy kılavuz istemez” dese de, Bulgar devleti, kamuoyunun ezici çoğunluğu ülkede Türk nüfus olduğunu tanımıyor. Camiye gidenlere “Müslümanlaştırılmış Bulgar” diyor. Bir yandan Bulgarlaştırma süreci usul usul devam ederken, alttan arkadan imza atarak Türklüğümüzü kanıtlamak peşindeyiz. Öyle de, bizim amcalar imzayı Türkçe atarsa, tanınacak mı? Yoksa “Burası Bulgaristan, Türkçe imza geçmez!” mi diyecekler. En iyisi biz hepimiz önce bir Strazburg’a gidelim ve Uluslararası İnsan Hakları Mahkemesi UİHM İmza Tahkiki Uzmanlarına imzalarımızın ve parmak izlerimizin aslını bir sunalım. Her şetimiz güzelce dosyalansın. Çünkü L. Mestan Bulgaristan’da hiçbir mahkeme kazanamadı. Dava dosyaları hep Strazburg UİHM’de sıra bekliyor. En az 2 milyon kişi imza atarak “Biz Türk’üz!”, “Türklüğümüz tanınsın!” desek “Ne olur?” bilemem. Çünkü 2016’da politik sistemin ve dolayısıyla seçim sisteminin değiştirilmesi için halk oylaması yapıldı, 2,5 milyon vatandaş oy verdi. Sonunda bir şey olmadı. İmzaladığımız ve mühürlenen listedeki 3 sorudan biri yanlışmış. Hangisi biliyor musunuz? Hani bizim verdiğimiz her oy için partiler 11 leva para alıyorlar ya, işte o soru çok tehlikeli bulunmuş. HÖH de karşı çıktı. Çünkü her sene 3-5 milyon çeliyor ve odun parası, kömür parası demeden kışı çıkarıyor. Ofis olarak kullandığı Baş Müftülük mülklerine de kira ödemiyormuş, çöp, elektrik, su, hava kirliliği borçları hep mülk sahibi Müftülük vakıflarına yazılmış. Vay be! Ben şimdiye kadar okuduğum kitapların hiç birinde “beleşten yaşama” konusunun derinliğine işlendiğine rastlamadım. Bu bedavacılar yukarıda değindiğim kuyunun dibinde ne yapar acaba? Şu da var. Şimdiye kadar Baş Müftülük kadrosundan HÖH kör sofrasına oturan olmamış. Hesapları ödeyen hep Baş Müftülük! Geçen ay Bulgaristan’da “Siz bizi aptal mı sanıyorsunuz?” anketi düzenlendi. Anketin sonuçları bazı gerçekleri ortaya çıkarmış bulunuyor. Henüz yayınlanmasalar da artık herkes her şeyi öğrendi. Olay şu: 1990’lı yıllarda elinde kasetli teyp olan herkes, köftecide ve lokantada orkestra, taksi ve otobüste teypte, daha sonra cep telefonlarında, aklınıza neresi gelse her yerde “Kamanite padat!” (Taş Yağıyor!) şarkısı dinleniyordu. Bu şarkı nedense dilimize çevrilmedi. “Taş Yağıyor!” benim uydurmam. Yudumunu yudumlayan, kollarını kaldırır, hem söyler hem sallardı. Şimdi size bu şarkının nasıl doğduğunu anlatmak istiyorum. Baharda Kuzeye, Güz sonunda da Güneye uçan göçebe kuşlar, Sofya kenarındaki “Kremikovtsi” Demir Çelik Kombinası ile Filine (Plovdiv) – İstanimaka (Asenovgrad yolu üzerindeki Renkli Metal Kombinası bacaları üzerinden


Makale ve Analizler - 2019

213

geçerken acı gazlardan zehirlenip taş gibi patır patır yere düşüyordu. Şarkı bir sembol ve çevreci protestosudur. Aslında Bulgaristan’da Romen (Çingene) Protesto müziğinin ilk parçası, esin kaynağı ve dayanağı bu şarkıdır. Çevreciler bizdeki protesto hareketinde ilk halka ve giderek omurga olan özdür. Günümüzde çevreciler Hak ve Özgürlükler Hareketi temel parti örgütlerine girip yerleşmişler. Yerel örgüt başkanların yarısı çevreci! Çevreciler liberal midir? Onu bilemiyorum. Bunlar serçe yuvasına yumurta bırakan kuşlar gibi. İşi biliyorlar. Türk partisinde kanatlanıp devlet makamlarına, meclise uçuş yapıyorlar. Hatta 2005-2009 BSP-Stanişev hükümet ortaklığında Çevre Bakanı olan ve halen Avrupa Parlamentosundaki 4 HÖH-lüden biri olan Bayan İskra Mihaylova, bu hamlede başarılı olanlardan biridir. HÖH partisi yabancı unsurlarca içinden alınıp çökertme tuzağına düşmüş olabilir. A.Doğan denizde, sarayda, M. Karadayının kafası kaf dağında, bu bir komplo da olabilir. Bu kuyu da çok derin. Kuşkusuz, Türklerin Hak ve özgürlük davası bir yana bırakıldı ve biz artık “Taş Yağmuru” ve böceklerle mi uğraşıyoruz, gibi soruların başımızı zorlamasını da belki doğal karşılamalıyız. Aynı zamanda, yaş yelkovanı 40-ı zorlayan, Avrupa Liberalleri Başkan Yardımcılığına atanan, HÖH Partisi Gençlik Kolları Başkanı ve Avrupa Parlamentosu milletvekili İlhan Küçük bu hafta Sofya’da 27 AB üyesi ülkenin liberal partilerinin gençlik kolları heyetlerini karşıladı. Lüks bir otelde kendileriyle İngilizce bir Konferans düzenledi. Konusunu öğrenemedik. Dedikoducu basında ya da kulak fısıltılarında bildirildiği üzere “yemek saati olmayan açık büfelerde sınırsız yeme içme kültürü” konusunda pratik uygulama yapmışlar. Bir defa İlhan Küçük doğmazdan önce yalnız onun köyünde değil bütün Bulgaristan’da “liberal” sözü yoktu ve olsa bile kullanması yasaktı. Önce yoncaya giren bu dananın hangi ineğin buzağısı olduğunu öğrenmemiz gerekir. 1990’dan önce bizdeki daha öğüten ideolojik değirmen taşlarının adı “Mark” ve “Engels” unu çuvala akıtan oluğun adı da “Lenin”di. Nasıl oldu da, Liberaller kendileri “bir köylünün bir kasabalıya akıl öğretmesi için önce 3 nesil kasabalı olması gerekir derken”, bizim İlhanço birden bire Avrupalı Genç Liberallerin akıl hocası oluverdi. Buna akıl erdirmek özellikle zor. Çünkü o, bu Konferansı toplayıp ilk Viski kadehini kaldırmazdan 2 hafta önce, biraz halk havası nefes almak ve Rodop Dağlarında esinlenmek için Karasu (Mesta) nehir boyu incisi Satovça’ya gitmişti. Tütüncü ve patatesçi köylüler “işimiz olmaz” deyip onu kabul etmediler. Hak ve Özgürlükler partisini Hasan ağaları “liberalleşmek” için değil,


214

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

temel insan haklarını elde etmek ve sosyal ve manevi yaşamda özgürleşerek devlet yönetiminde kendimiz eşit olmak için kurmuştuk. Bu gerçek İlhançoya hatırlatmıştır. O Sofya’ya döndiğinde, başlarıyla konuşmalarında, cebi boş Bulgaristan köylüsüne Liberalizmi anlatmanın çok zor olduğunu paylaşmış. İlhan Küçük Beyin bildiklerini köylülerin de bildiğini düşünmesi çok köylülerin onun aldığı maaşı alması gerekiyor. Oysa köylü emekçilerimiz ondan 500 defa daha düşük maaş alıyor. İlhanço para sayarken, köylüler yalnız sayıklıyor. Onun, önce Bulgaristan’da Liberalizm ve etniklerin durumu, hak ve özgürlükleri konulu bir kitap yazması, Bulgarca ve Türkçe basması ve bütün ülkeye bedava dağıtması bekleniyor. Sol Liberal, Sağ liberal derken partinin ve davamızın içine yapıldı bu da kaydedilsin. Öte yandan Stratejik Konsey kuran Cumhurbaşkanı Radev’in siyasi hayatın figürleri ve bir işe yaramayan partilerin bundan sonra ayaklarına dolaşmasını önlemek için çabaları devam ediyor. 2017’de göreve başlar başlamaz sipariş ettiği 29 lüks Jeep Sofya’ya geldi. Park edecek kapalı ve bakımlı garaj arıyorlar. Hayat sürprizlerle dolu! Kimileri sanki bir cennet olduğu anlatılan kuyunun dibine inmeyi başarmışlar gibi… Sıra sizde. Okuyanlar paylaşsınlar. Konumuz devam edecek. Teşekkürler. Paylaşmayı unutmayınız


Makale ve Analizler - 2019

215

Adaletin Gözleri

Tarih: 25 Mart 2019 Yazan: Raziye ÇAKIR Konu: Bulgaristan’da durum ansızın değişebilir. Daha önce yazdığım yazılarda birkaç defa bir “darbeden” söz etmiştim. Son günlerde art arda gelen “reket” açıklamaları ise bana, yaz yağmurlarını ve kabarcıkları hatırlattı. Kabarcıklar çoğaldıkça “İyi boşandı, rahmet bol olacak!” denir. “Reket” sözü Bulgarcaya İngilizceden girmiş ve dilimizdeki anlamı “rüşvet” ten fazla” “haraca bağlamak”, “haraç yemek” veya “haraç kesmek” – zorbalıkla imtiyaz ya da para koparmak anlamındadır. Biz Bulgaristanlı Türkler buna halk dilimizde şantajcı ve dolandırıcı deriz. Anlatmaya çalıştığımız olan politiktir, çünkü GERB bir iktidar partisi olmasa bu baskıyı uygulayamaz ve inşaat şirketlerini harca bağlayamazdı. Adalet Bakanı ve Bakan Yardımcılarının art arda istifa etmesinin nedeni budur. GERB meclis grubuna “daire grubu” adı verildi. Olay politika diline “stil reket” olarak girdi. III. Borisov hükümetinin 2017’den beri etkinliklerini belirleyen çalışma usulü olarak nitelendi. Başbakana Dobriç’ten getirilen 400 kilo sucukla sökülmeye başlayan haraç düğümü şimdiye kadar birer ikişer milletvekili, 3 bakan birden, bir başbakan yardımcısı gibi siyasi figürlerin kellesini alırken, bu defa 8 kalburüstü iri politik figürü yan yana çengele astı. Teslim bayrağını son kaldıranlardan biri olan Veselin Boşkov, “Belene” NES davasını Strazburgta kaybeden ve Rusya’ya 1,2 milyar Avro ödememizde neden olan bir yüksek devlet memurudur. Sekizincisi ise Yüksek Yargı Konseyindeki GERB adamı Bayan Gergana Mutafova’dır. İnşaat şirketlerinin zayıf noktasını bulup onları iktidar korosundan belirli kişilere ucuz daire dağıtmaya zorlayan mekanizmadan yararlananlardan adalet Bakanı Bayan Tsetska Tsaçeva, Turizm ve Spor Bakan Yardımcısı Bayan Vanya Koleva hemen istifaya zorlandı. Bu istifalar kolay oldu. Aynı bal kazanından kaşıklayan eski Kültür Bakanı Vejdi Raşidov şu an memlekette değil. İki daire birden kapan GERB Başkan Yardımcısı ve iktidar partisi meclis grubu başkanı Tsvetan Tsvetanov Amerika’da oyalanıyor. Fakat Enerji Bakanı Yardımcısı Krasimir Pırvanov’un bacakları titredi. Telefon elinde “Hadi bakalım yeter bu kadar” diyecek sesi bekliyor. İşin bir de gecen sene “Haraç yiyenlerle mücadele” komisyonu başkanlığına getirilen


216

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Plamen Georgiev olayı sivrildi. Onu bu yüksek ve sorumlu “temiz elleri” görevine atayanlar, “biz seni görüyoruz, ama sen bizi asla görmeyeceksin” demişlerdi. Bu işin yemini buymuş. Adam yemini etmiş, “İri haraççıların” apartmanının 250 metre ötesinde ona da ucuzdan ve gönlünce lüks büyük bir daire vermişler. Kurdun gözleri: Bulgaristan’a bakan kurdun gözleri korku dağının bekçisidir. Bunlar zifiri karanlıkta ve sisli havada görebiliyor. Bu gözler, Birleşik Amerika hükümetinin gözleridir. Gözlükleri ise, Sofya’daki “Özgür Avrupa” radyosudur. Konuyu açalım. Bulgar dolandırıcılık yumağını söken kurt bakışı dışardan geldi, konusu tartışmaya açılmıyor, çünkü doğrudur. Temyiz Mahkemesine bağlı “Haraçla Mücadele Fonu” “Bulgaristan’ı Seven Amerika” Vakfı tarafından finanse ediliyor. 2016 yılında Amerika merkezli “Sivil Toplum ve Demokratik Kurumlar” programından bizimkilere 902 960 bin leva yardım gelmiştir. AB seçimleri arifesinde birdenbire alevlenen “Evet, Bulgaristan” partisi başkanı eski Adalet Bakanı İvan İvanov ile İvo Prokopiev’in “İkonomediya” kurumu da bu işlerin dibindedir. İstenen nedir mi diyeceksiniz: Çok açık. ABD’nin Bulgaristan’da 3-4 hava ve kara üssü var, şimdi bir de Karadeniz limanlarımızdan birinde ABD Deniz Üssü kurulacakmış. Borisov hükümetinin iş başına gelmesi bu üsler sayesinde olmuştu. 10 yıldan beri üslerden kira almıyoruz. Şimdi Pentagon Bulgaristan’daki üslerin tüm masraflarını Bulgaristan bütçesine yüklemek istiyor. Üslerdeki US askerleri bizim suyumuzdan içmiyor, yemeğimizden yemiyorlar. Her şey Amerika’dan geliyor. Başbakan Borisov bu gerçeği halka açıklayamıyor. Durum “kurşun gibi ağır” – yaprak dökümü gibi Bakan dökümü başladı. Açıklasa hükümet anında dağılır, ortaklıklar bozulur. Bulgaristan’da benzer bir olay daha önce de yaşanmıştı: Bi Bi Ci’nin kudreti: Daha totaliter dönemde, Todor Jivkov’un damadı İvan Sl avkov’u Uluslararası Olimpiyat Komitesi yönetiminden atan Bi Bi Ci radyosu olmuştu. O, para karşılığı, olimpiyat oyunlarında karşılaşma sırasını karıştırmıştı. Bi Bi Ci’nin diline dişti ve istifa etmek zorunda kaldı. Sani olay tekrar ediyor. “Özgür Avrupa” radyosunun vuruşu öldürücü.


Makale ve Analizler - 2019

217

İki hafta önce, Maliye Bakanı Goranov’un satın almadığı, kira ödemediği, yeğeninin adına görünen bir büyük lüks dairede yaşadığı açıklanmıştı. Onun bedavadan daire sahibi olmak için kullandığı formülse çok farklı. O, başkasının üstün görünen dairenin elektrik, su, çöp, asansör faturalarını ödüyor ve içinde oturuyor. 10 yıl bu ödemeleri yaptığında ve itiraz olmadığı halde, daireyi kendi üstüne geçirebilir. Bu da haraç toplamanın başka bir yolu… Binden birkaçını anlatmaya çalıştığımız ve ülkemizde iş hayatına karayılan gibi dolanmış ve geleceğimizi boğan bu olaylara iyi ki Amerika “Nedir bu rezillik!” dedi. Bulgaristan’da Amerika dendiğinde GERB partisinin kurucusu Tsvetanov anlaşılır. 2005’te Münih’te GERB partisi kurucu görüşmelerini o yürütmüştü. Bu ayın başında HÖH lideri Mustafa Karadayı’yı Başkan D. Trımp’la “kilise avlusunda sabah kahvaltısına” götüren de odur. FBR ve CİA’den kimlerle tanıştırdığını bilmiyoruz tabii. Kiminle tanıştırmış olursa olsun, Amerikan hükümetinin radarına düşmüştür Tsvetanov ve kurtuluş yoktur. Bu öyle bir şey ki, yaz yağmuru gibidir yağdıkça kabarcık çıkar ve her yeni kabarcık çok yağacağını müjdeler. Tsvetanov olayında, eğer o değişik gerekçeler öne sürerek işin içinden çıkmaya çalışırsa, Avrupa Parlamentosu seçimleri yaklaşıyor, güze yerel seçim olacak, ben çekilirsem partinin kaderinden kim sorumluluk taşıyacak gibi gerekçeler sunsa da hepsi geçersizdir. İstekler kabul edilmezse eşinin ve kızının dünya gezileri ve başka deliller birbirini izleyecektir. Planlar önceden yapılmış ve tencerenin kapağı kalkmıştır. Bulgaristan’da bu gidişi durduracak güç yoktur. Yukarıda “Darbe” dedim. Ne var ki, Bulgaristan’da darbe yapacak ordu yok. Asansör son kara çıkmış ve aşağı inecektir… Borisov’un rolü nedir. Şubat ayında yapılan GERB kongresinde Başbakan Borisov 2 ışıktan söz etti: “Kırmızı ışık” ve “Mavi ışık”. Borisov’a kırmızı ışık yandı. GERB partisini haraççılardan temizlemek zorundadır. Bunu yapmazsa kırmızı ışık sönmeyecektir. GERB dışındaki sağ kanatta diriliş var. Bulgaristan Sosyalist Partisi BSP veya Mareşki’nin “İrade” hareketi esaslı bir şey yapabilecek durumda değildir. Haraç yumağı ipuçlarını yakalayanlar SOROS parasıyla geçinen ve “Bulgaristan’ı Seven Amerika” vakfına çalışan siyasetçilerdir. Başbakan Yardımcısı Borislav Donçev “iktidar” ve “ekonomi” gibi konularda GERB partisinden atılan ve sokakta kalan ama


218

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

okyanus ötesine hizmet sunan ajanlarla yakın işbirliği halindedir. Bu durum, Donçev ile Tsvetanov’un arasını açmıştır. Donçev, GERB ekonomik modelinin tosladığını iddia ederken, Tsvetanov “petekte daha bal var” tezini savunuyor. GERB içinde aylardan beri Başbakan Borisov’un yerine kim geçecek tartışması var. Sözde Borisov, Avrupa Birliği katında bir yüksek göreve atanırsa, aklında olan, Partisi Ts. Tsvetanov’a, Hükümet Başkanlığını da B. Donçev’e devretmek var. Fakat Tsvetanov her iki görevi de istediği için son 6 ayda kavga iyice kızışmıştır. Aslında, “Özgür Avrupa” radyosunun açıkladığı daire haracı dosyası geçen yılık Ekim ayında hazırlanmıştır. Olayın seçimlere yansıması ne olur. 26 Mayıs AP seçimlerinde GERB partisi Seçim Komisyonu Başkanı Ts. Tsvetanov’tur. Seçimler kaybedilirse çekilmek zorunda kalacaktır. Seçimlerden önce çekilirse sorumlu olan yine o olacaktır. Her iki durumda da Tsvetanov’un politikadan çıkması istenecektir. Borisov’un suçu nedir? 15 yıldan beri GERB partisi politik sahnededir. Fakat Borisov bu 15 yılda kendine güvenilir yardımcı yetiştiremedi. Bugün Bulgaristan’da yerel devlet idaresi Tsvetanov’un avucunun içindedir. Böylece Bulgaristan’da 2. Bir iktidar oluşmuştur. TV ve miting konuşmalarında sıkça “ben yönetim işlerini Todor Jivkov’tan öğrendim” diyen B. Borisov aslında bir dersi kaçırmış gibi. Onun, ikinci bir merkez oluşmasına yol vermesi en büyük yanlışı oldu. Durum ortadadır. Şu cümle de Borisov’undur: “Bu partiyi ben kurdum!” Borisov bu cümleyi tamamlamak istese şunu söylemesi gerekir: “Partiyi ben Tsvetanova devretim ve o parti ile istediğini yapıyor.” GERB artık yalnız seçim kazanmak için çalışan bir paralı askersel örgüte dönüştürülmüştür. Fakat bu yerel örgütlenme de kendi içinde Borisov’un adamları, Tsvetanov’un adamaları ve Donçev’in adamları olarak üçe bölünmüştür. Araları kibritlidir. Görüldüğü üzere, Borisov ve partisi gece gündüz ona bakan parlak gözlerden çok korkuyor ve korkmaktan yorulmuştur. Demokratik Güçler Birliği CDC ve Sosyalistlerin Partisi BSP aynı korkudan ve aynı gözlerden yıprandı ve büyük ölçüde dağıldı. Şimdi sıra GERB partisindedir o da dağılacak ve yok olup gidecektir. Partinin içi kokuşmuş ve skandallar patlamak üzeredir. Yağmur yağdıkça kabarcıklar büyüyor.


Makale ve Analizler - 2019

219

Borisov’un karar alması zordur. GERB öfke dolu ve huzur göremiyor. Hırslı kitle öç almak isterken, kendini aldatılmış, oyuna getirilmiş hissediyor. Bulgaristan’da 2014’te de böyle bir durum yaşanmıştı. O zaman Borisov istifa etmişti. Çok yakında Amerikan Büyükelçisi Bulgaristan Halk Bankası Genel Müdür yardımcısı D. Kostovo ziyaret etti. Kostov aynı gün istifasını sundu. Halen Washington’da bulunan Tsvetanov, orada destek bulur ve istifa etmezse, Borisov da beyaz mendil kaldırmazsa ne olacak? Devam edecek. Bizi izlemeye devam ediniz. Bilgi güçtür. Dostlarınızla paylaşınız


220

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Yalancı Faşistler

Tarih: 26 Mart 2019 Yazan: İbrahim SOYTÜRK Konu: Faşistler Romen Sorunları Kongresi topladı. Yazımın başlığında neden “faşistler” dediğimi sonuna kadar okuyunca öğreneceksiniz. Bulgaristan’da Romen kardeşlerimizin hak ve özgürlüklerinin üzerine en sert basan ve Filibe’nin (Plovdiv) Meriç (Maritsa) belediyesinin Voyvodino köyünde Romen evlerini sıfırın altında 10 derecede, karlı buzlu bir ortamda vinçlerle yıktıran faşist Krasimir Karakaçanov’tur. Bu şahıs, bugünkü Bulgaristan iktidarında Başbakan Yardımcısı, bu NATO ve Avrupa Birliği ülkesinde Savunma Bakanı olup aynı zamanda İç Makedon Devrim Hareketi (VMRO) başkanıdır. Bu hareketin yetiştirdiği katiller 1894’te Bulgar Prensliği Başbakanı Aleksandır Stanbolov’u başını satırla ikiye yararak öldürdüler. Sofya’da “Kristal Parkında” abidesi ve bu acı olayı yeni kuşaklara anlatıyor. Yine bu hareketin yetiştirdiği katiller 14 Haziran 1923 tarihinde Tatar Pazarcığı (Pazarcık) iline bağlı, doğduğu köy olan, Slavovitsa köyünde Bulgar Krallığı Başbakanı, Bulgaristan Halk Çiftçi Birliği Başkanı (BZNS) Başkanı Aleksandır Stanboliyski ‘yi elişi kolunu ve başını keserek öldürenlerdir. Stanboliyski, Bulgar halkının bir bütün olarak yücelttiği sevilen ve sayılan bir önderdi. Halk önderleri kolay yetişmez. Önderin katledilmesinden sonra BZNS Bulgar Çiftçi Partisi yasaklanmıştı, 20 yıllık yasallığa ve teröre rağmen bu parti 1944 yılına yaklaşık 1 milyon Bulgar, Türk, Pomak, Romen, Makedon, Tatar, Ulah, Gagavuz vb üyeyle gelebildi. Bu gerçekleri değerlendirenler, 1925 ve 1934 askeri darbeleri arası çeteleşen, silahlanan ve pek çok cana kıyan bu örgüt hükumet kararıyla kapatmıştı. Sosyalizm yıllarında (1944-1989) VMRO yasaklı bir örgüttü. Kominternden para, Rusya’dan silah aldığı ortaya çıktı. Hal vicdanında da, Bulgar halkının bekası için tehlikeli görünmüştü. Biz Bulgaristan Türkleri bu partiyi bugün de Bulgaristan’ın milli menfaatlerine, halkın birlik ve beraberliğine, güvenlik ve huzur için tehlikeli ve son derece büyük endişe verici buluyoruz. Aynı zamanda VMRO “yurtseverliğinin” sahte ve tehlikeli olduğu görüşünde olduğumuzdan dolayı, iktidardan hemen istifa etmesinde


Makale ve Analizler - 2019

221

hatta Avrupa Birliği seçimlerine katılmasının yolunun kesilmesinde, seçime aday gösterip katılmasına izin verilmemesinde ısrarlıyız. Ülkede ve AB parlamentosundaki tüm etkinliklerinin Avrupa Birliğinin ve Avrupa halklarının geleceği için tehlikeli ve zararlı buluyoruz ve buna inanıyoruz. Yeni yazılarımda VMRO – silahlı örgütünün monarşi döneminde yasaklanmaz-dan önce elinde bulunan ve ülkemizin dört bir yanına sakladığı ağır ve hafif silahlarla ilgili kaynakları göstererek bilgiler de sunacağız. VMRO güçlerinin 1913’te Pomak saldırılarına ve 1984-1989 isim değiştirme şiddetine baştan sona katılmıştır. Olaylar şöyle ki bu örgüt günümüzde para-mili ter bir alt yapıya sahip olduğunu binlerce silahlı ve silahsızı Ocak ayında Voyvodino köyüne birkaç gece toplayarak, etniklerimize karşı küflü zehirle doldurduğunu hepimiz gördük. Romen çocuklarını yalın ayak karlı sokağa atarak evlerini yıkandan medet uymak en büyük yanlış ve günah olur. Çok yüzlü bir saldırganla yüz yüzeyiz. Sofya’da Romen Konferansı 26 Mart 2019’da Sofya’da Romenleri dize getirme programı açıklayan Başbakan Yardımcısı ve Savunma Bakanı Karakaçanov’un 1 Nisan’da Bakanlar Kuruluna sunmak ve onaylatarak uygulamaya koymak istediği programın bazı maddelerinden “inciler” sunmak istiyorum. Önce bu program Romen parti ve derneklerinin hiç biriyle danışılmadan hazırlanmış ve dayatılıyor. 48 devlette Romen yaşadığını herkes bilir. Bu etniğin Hindistan’da yapılan son Kongresinde Bulgaristan Komiseri seçildi. Bu yetkili dahi Karakaçanov’un çağırdığı kongreye davet edilmedi. Gözlerinde Romen düşmanlığı parlayan Karakaçanov, sadece ve yalnız aşırı milliyetçi Bulgar ilgilileri, para-mili-ter küstahlar, şov meraklıları ve votkayı çok seven bakanın bir pot kırmasını gözleyen gazetecilerle sözde “Etnik Sorunlar,” “GETTO Problemleri,” “Aile Planlaması” gibi devletin bir işe yaramayan yüksek maaşlı uzmanları dinlediler. Karakaçanov, önce Romen sorununu çözmek yani GETTO-larda doğumu önlemek için çalışanlara ve 10 yıl devam eden ve onun iddiasına göre “1 (bir) milyar leva harcanıp da hiçbir sonuç alınamayan” ÇİNGENE ONYILLIĞINA yeni yöntem ve yollardan devam edilecek ve Bulgaristan’da “Çingeneler adam edilecekmiş.” Onun savunduğu görüşlere göre 25 yıldan beri entegre edilen Bulgaristan Çingeneleri topluma entegre olmaktan kaçıyor ve Bulgarlardan uzaklaşıyorlar. En büyük sorun Çingene nüfusun üremesi ve çoğalması olarak gösteriliyor. Problemin büyü ise, Helsinki ko-


222

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

mitesi gibi “sahte insan hakları savunucularının gettolarda yaşayan “pis Çingeneleri” savunmasından kaynaklanıyor. Hemen ardından “Çingenelere” “Çingene” demenin bundan böyle “suç” olmayacağı, “Çingene” adının Rumcadan geldiği, anlamının da fala bakıp geleceği tahmin eden hatta görebilen kişi demek olduğu açıklandı. Benim anlayabilmemse Bulgarlar ve özellikle de iktidarda bacakları sallanıyor ve çok sıkışmış olacaklar ki, “Çingeneler için Avrupa’dan bir vagon daha para çekip ömürlerini uzatmak” istiyorlar. Sıradaki konu, sağlık hizmeti göremediklerinden hastalıklı doğan ve sakat kalan bir türlü de sıhhatine kavuşamayan, Karakaçanov konuşmasında 15 tür hastalık saydı ve bunların hepsinin devleti soymak için kullandıklarını açıkladı. Bakanın ifadesine göre, 300 – 350 bin gettoda yaşayan çocuk bahis konusudur. Doktorlar bu yavrucuklara daha çocuk yaşında “işe yaramaz,” sosyal yardımlardan yaşasın teşhisi koymuş. Şimdi Karakaçanov bu paralara göz dikmiş, kısmak, kapmak, el atmak havasında. İkinci olarak da, gettolarda yaşayanlara polis 50 levadan 2 000 levaya kadar ceza kestiğinde ödeyemiyor-larmış, fakirlik işte. Şimdi bu erkekler toplanacak, toplama kamplarına kapanacak ve bedavadan “taş kıracaklarmış”. İnanmak istemiyorum ama 20. yüzyıl geri dönüyor kardeşlerim. Bakan Karakaçanov’ un Çingene nüfusa büyük hediyesi var. Kız ve gelinlerin çocuk aldırmasını bedava ilan etti. “Millet” bir masraftan daha kurtuldu. Gettolarda doğan ve bakılamayan çocuklar toplanacak ve devlet yetimhanelerinde yeni kimlikle yetiştirilecekler. Romenler ve Çingeneler konusunda bir sayfa açılıyor. Bulgarlar bu sayfayı kendi ellerini kirletmeden VMRO-culara açtırıyorlar. “Üst aklı” tebrik etmek gerekir. Bu olay bana çok eski bir tarihi hatırlattı. 1204 Kuman asıllı Bulgar Çarı Kaloyan’ın Edirne’de Kuman devlet kurup taç giymesini, İkinci Bulgar devleti böyle dirilmişti. Bu hikâye uzun! Başka zamana bırakalım. Anlaşılan Çingenelerin bir kısmı ( % 28’i) Bulgar ve Hristiyanlığı sözde kabul ettiğine göre, birer yeni barınak da hak ettiler demektir. Bunu kabul etmeyenler için vinçler yıkıma hazır… Oyunu VMRO’ya vermeyenlere de ceza fişleri basıldı. Gel keyfim gel. Önemli olan baskı olmayan özgür bir ülkede yaşıyoruz… Aslında bu yazıma eklemem gereken bir incelik daha var.


Makale ve Analizler - 2019

223

Karakaçanov, Çingeneleri kaynaştırma programına son olarak Romen Konsepti dedi. Yakın geçmişte Doç. Dr. İbrahim Yalamov da 50 sayfalık bir Bulgaristan Türkleri Konsepti yazmıştı. Pek tutmasa da, demek emirler hep aynı merkezden geliyor. Perde açıldı. Eskiden Pomaklara bakan başımıza gelenleri düşünürdük. Şimdi Çingenelere bakıp kaynayan kazana bakacağız ve sayıklayacağız. Vay be… Okuduğunuz için teşekkürler.


224

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ümitsizlik Yok

Tarih : 28 Mart 2019 Yazan: İbrahim SOYTÜRK Konu: GERB partisi budandı. Bulgaristan’daki “didişmeyi” dikkatle izlerken, Türkiye’deki yerel seçimlerle aynı günde – 31 Mart’ta – Ukrayna’da Cumhurbaşkanı seçimleri yapılacak. Bu haberle birlikte Başkan adaylarından Oleg Lyaşko’nun rüşvet, dolandırıcılık ve haraç konusunda söylediği şu sözler dikkatimi çekti: “Seçilirsem, 2019 Ekiminde milletvekillileri ve devlet memurlarına rüşvet, dolandırıcılık ve haraç için ölüm cezası verilmesi konusunda halk oylaması (referandum) yapılacak. İdam cezası alanlar kurşuna dizilecek ve infaz filme çekilecek. TV programlarında günde 10 defa gösterilecektir.” Bulgaristan’da “Arteks” şirketini sıkıştırıp ucuz lüks daire alanlardan GERB partisi Başkan Yardımcısı Tsvetan Tsvetanov’un milletvekilliği, GERP Partisi meclis grubu başkanlığı, Meclis Komisyon Başkanlığı ve bir de komisyon üyeliği elinden alındı. Adalet Bakanı Ts. Tsaçeva ve 2 bakan yardımcısı istifaya zorlandı. İktidar partisinde bahar budanması yapıldı. Ucuz daireler haraççıların yanlarına kaldı. 26 Mayısta yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimleri arifesinde bu olay erken seçim umudu uyandırmıştı, fakat şimdilik biraz daha yamalanan hükümet görevine devam etme kararında ısrarlı görünüyor. Olan oldu da, şu sorulara kim cevap verecek: İktidar partisi meclis grup başkanı ucuzdan ucundan 11 daire sahibi olmuş. Her birini halkın satın aldığı fiyattan 10 defa daha ucuza almış. Bu olay, oyunu alıp milletvekili olduğu insanlara ihanet değil mi? Mecliste adaletın kurallarına uyulmuyorsa, o ülkede adalet olabilir mi? Demokrasi olabilir mi? Yasaların üstünlüğünden söz edilebilir mi? Halkın hakları tamamen rafa kaldırılmış değil mi? Bir milletvekilinin temel iç güdüsü inşaat şirketlerini haraca bağlayıp daire toplamak olabilir mi?!!! Yoksa bu adına kleptoman dediğimiz bir tür hırsızlık hastalığı mı ve bizi ve devleti son 10 yılda yönetenler gerçekten ruhen hasta insanlar mı? Hayatın anlamı bu olabilir mi? Daha da ileri gidersek öleceğimizi bildiğimize göre, hırsızlık yaparak, insanları haraçça bağlayarak yaşamanın ne anlamı var?


Makale ve Analizler - 2019

225

Konu hayatın anlamıdır. Bu bir kişisel var olup daha iyi, daha dertsiz tasasız ve lüks ortamda yaşama derdinden daha derin bir konudur. Milletvekilleri, bakanlar, bakan yardımcıları haraçla geçinmeyi ana konu etmişse, milletin, halkın, toplumun ve devletin var olabilmesi söz konusudur! Haraç üzerine devlet kurulmaz. Politik elit bunu sorgulamalı ve her gün pirincin taşını ayıklamalıdır. Ben Bulgaristan’da bunun yapıldığına inanmıyorum! Dolayısıyla Bulgar halkının ve Bulgar devletinin daha öte var olmasını düşünen bir politik elit kesimin var olduğuna inanamıyorum. Çünkü bu konular dışında yani haraç kovalayarak, Bulgaristan’ın milli öncelikleri, milli menfaatleri belirlenemez, dolayısıyla milli beka olamaz. Meclis sınıfının daire haracıyla yönlendirme zihniyeti bir aptallıktır ve son 10 yılda Bulgaristan politik sınıfı kendi kendini üretirken aptallıktan başka hiçbir şey üretmemiştir. Bu bizim fikrimiz değil, toplumun kanısıdır! İnsanlar artık Tsvetanov’un 11 değil, 11 000 dairesi olsa da, tek başına yaşayabilmesinin mümkün olmadığını anladılar, Jivkov’un terörü, Borisov ekibinin yolsuzlukları derken 3 000 000 (üç milyon) vatandaş ülkeyi terk etti. İnsansız halk olmaz, toplum olmaz, devlet olmaz, adalet olmaz, hiçbir şey olmaz. Yarın olmaz. Yapılan kötülüğe bak sen! Bulgarcada “gön surat” sözü var. Sözler Türkçe olsa da, bizdeki anlamı “yüzüne tükürdüm, yağmur sandı” dır. Bu nedenle anlamını açmama gerek yok kanısındayım. Daire haracından geçinenlerin bahar budamasından sonra da, birkaç dala birden örülmüş olmalarından dolayı, ağacın dallarında kalanlara da “gön suratlılar” diyorum. Ne ki, yeni durumda da onların halkın huzuruna çıkmalarını sakıncalı bulmuyorum, çünkü halkımız gön suratları kahraman görmeye alıştı. Daha doğrusu halkı buna alıştırdılar. Hepimizin yalanla yaşamaya alıştığımız gibi… Bilmem farkında mısınız, toplum her gün biraz daha zehirleniyor. Çalma kapma, haraca bağlama, alıp aşırma ve aldatan aldatana ortamında sürünme yaşam tarzı olmuş. Çok acı bir durum… **** Tabii biz görünenleri yorumluyoruz, yani dereye tekerlenen taşın üzerindeki yosunları. Birde taşın altından çıkan solucan sürüsü, kaçışan tarla fareleri, kertenkeleler, irili ufaklı yılanlar, uykusu bozulan kaplumbağalar ve daha neler neler var. Kısaca özetlemek gerekirse, son 10 yılın birikiminden leş kokan “daire çiçeği” Bulgaristan’ın yeni bir devlete ihtiyacı olduğunu gösterdi. Üstelik kanıtladı. Meclis, hükümet ve yargının kokuşmuşluğu ortadadır. “Daire harcı” örneklerinin meclisten, bakanlar kurulundan ve yüksek mahkemeden olması bu gerçekleri ortaya koydu.


226

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Hemen belirteyim, yeni devlet kurma yada devleti kökten yenileme zihniyeti Bulgaristan’da yaşayan bütün vatandaşların, bütün etniklerin ortak eseri olması gerektiğini herkes görebildi artık. Hırsızlar, dolandırıcılar devlet yönetemez. Bugün talancı, plaçkacı, çapulcu, yağmacı alayı devleti kuşatmış bulunuyor. Bunu da görmeyen kalmadı. Amerikan hükümetinin diline düştük gitti. Bulgarların devlet yönetme işini kendi başlarına ve ruhunu satın aldıkları birkaç haini beslemekle de yapamayacaklarını gün ışığına yeniden çıkarmış oldu. Bu yeni devlet, tüm etniklerin, kültür ve dinlerin ortak eseri olmalıdır. Bu olmadan bizim Avrupa Birliğinde de işimiz olmaz. Bugün yarın kimliğimiz ortaya çıkar ve atılırız. Her dilin konuşulduğu, farklı dillerde türkü söylendiği bir bahçe olmalıdır. Yeni devletin kaldırması gereken yasakların başında dil ve geleneksel kültürlere konan yasaktır. Bugün hepimizin eli kolu bağlıdır. Avrupa’da konuştuğumuz dil tercümeye gelmiyor, ne derdimizi anlatabiliyoruz ne de bize anlatanı anlayabiliyoruz. Aynı topraktan gelsek de “Bulgaristan vatandaşı” dendiğinde karşımızdakiler gülümsemeye başlıyor. Faşizm ve totalitarizm hepimizi hayvanlaştırmış ve biz bunu yeni yeni anlamaya başlıyoruz. Okullarında tüm etniklerin anadilinde okuyabildiği bir kurumsallaşma yerleşmelidir. Hor görülecek dil ve kültür yoktur. Hırsızların ve dolandırıcıların dil, din ve kültürünü öğrenmek istemiyoruz, hepsi ahlaksız ve vicdansız kişilerdir. Anayasa değişmeli ve etniklerin kimliği resmen hemen tanınmalıdır. Bu yapılmadan, vatandaşların hepsi göçe veya gurbete zorlansa da, devlet her defasında çökecek, çökmeye mahkûm olacaktır, çünkü yarattığı toplum çürüktür. En iyi olarak kabul edip meclise ve bakanlıklara gönderdiklerimizin durumunu görüyorsunuz. Tepeden tırnağa rüşvet kokuyor ve haraçtan yaşıyorlar… Burada anlatmak istediğimizin özünde olan, yeni Bulgar devletinin 1879’da Berlin Kongresinin dayatmasıyla olduğu ya da 1944’te Stalin’in diktesine ve buyurduklarına uyularak olduğu gibi değil, yeryüzündeki en demokratik çok etnikli devlet örneğine göre, halkın zihinsel birikimine ve ruhsal zenginliğine, kutsal emellerine bağlı kalarak kurulmalıdır. Düşmanlık kutsal bir emel olamaz. Hele hele İslam ve Türk düşmanlığı, her gün tırmanan Romenlere öfke ya da başkalarından kurtulma hırsı, güvenlik ve huzur düşmanıdır ve devletimizin en büyük iç düşmanıdır. Hiçbir güç vatandaşı vatanından kovamaz. Hiçbir güç vatandaşın haklarını kısıtlayamaz. Hiçbir ırk diğer ırklardan üstün değildir. Biz ırkçı bir hırsız sürüsünün eline düştük ve sonumuz karanlıktır.


Makale ve Analizler - 2019

227

O, bu çaktırılarak, Müslümanlar yok sayılarak, Romenler dikkate alınmayarak değil, hepsinin nefes etmesine hak tanınarak yeni bir çok kültürlü, çok dinli, resmi dili olan ama her kişi de anadilinde konuşup yazabilen, maddi ve manevi dünyada eşitlik ve hukukun üstünlüğü olan bir devlet kurulmalıdır. Nüfusunun yarısı farklı etniklerden oluşan bir halkı entegre etmenin kısa yolu haklarını, özellikle kültürel kimliklerini ve dini kimliklerini tanımaktır. Bu olmadan ortak ruhsal durum ve denge kurulamaz. Her medeniyetin en üstün nitelikleriyle yetiştirilen, adaletin üstünlüğüne inanan, yeni yargıçlar, halka ihanet etmenin cezasının idam olduğu bilincinde olan yeni milletvekilleri, yemine sağdık yeni savcılara, belki daha sert ama yeni ve işleyen yasalara ihtiyacımız var. Bu devlet korucular, bekçiler, çobanlar ve kapı kulları tarafından yönetilemez. Aç insanın gözü asla doymaz. Durum ortadadır. Pek tabii ki bu yasaları oradan buradan kopyalamayacak yeni ruhlu ve bilinçli, namuslu ve bilirkişi vatandaşlara ihtiyacımız var. Kuşkusuz bu anlamda, devletin yemlediği siyasi partilerin dağılması ve halktan gelen ve halkın ruhunu yansıtan yeni siyasi partilere de ihtiyaç var. Bu yıl Sofya “Kliment Ohritski” Üniversitesinde 16 fakültenin kepenk salması, var olan başıbozuk düzeninde hiç kimsenin tarihe, sosyolojiye, psikolojiye, felsefeye ve hukuka gerek duymadığını doğruluyor. Bu dersleri okusan ve üstün başarıyla diploma alsan bile ömür boyu sürünmen kader oluyor. Doktorların açlık grevi başlattığı, hemşirelerin süresiz yürüyüşe geçtiği, özürlülerin sokaklarda yattığı ve vs bir ortamdayız. Bir daha belirtiyorum. Son olaylar Bulgaristan’da yeni bir düşünme tarzına ihtiyaç olduğunu kanıtladı. Sen kalk ben oturayım anlayışının zamanı doldu. 26 Mayıs Avrupa Parlamentosu seçimlerinde bir şey değişeceğine inanmıyorum. Çünkü Bulgaristan’ın sorunu Shengen’e katılmaktan, Levayı yakıp Avroya geçmekten ve sınırlarına tel örgü örnekten çok daha ciddi ve büyüktür. Sorun yeni devlet sorunudur. Demokrasi ve adalet sorunudur. Soracağınız sorular kulaklarımda çınlıyor: Bu nasıl olacak. Bulgaristan’da imkânsız. Doğrudur. İnsan neyi özlerle ona yürürmüş. Bilen bilir. Sen de bilirsin. Ümitsizlik yok! Biz ümit dolu olduğumuz için haklıyız. Okuyanlar paylaşsın lütfen. Zaman ayırdığınız için teşekkür ederim. HakkındaSon Yazıları


228

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bahar Şiirlerimiz

Tarih: 20 Mart 2019 Yazan: Raziye ÇAKIR Konu: Ümit şiirleri çiçekleri, renkleri ve kokuları anlatır. İlk çiçeklerle şairlerimizin kalemi sivrilir, ozanların tellere dokunuşu değişir. Ümit ve bekleyişin çok derinlerde kalp gibi atan bir özü vardır. O atışın sesine kulak veren Büyük Önder Atatürk 1923’te şöyle demiştir: “Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak, evvela bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen, bütün iş ve hareketlerimizle gösterelim. Bilelim ki, milli benliğini bilmeyen milletler, başka milletlerin avı olur.” 140 yıldan beri bu duygu ve düşünceleri Bulgaristan Türklerine aktarmayı aşılamayı ana ödev ve kılavuz bilen yazar ve şairlerimiz, halk sanatçılarımız, öğretmen ve ozanlarımız çok şükür büyük yol aldılar. Baharın gelişiyle hepsini kalpten kutluyoruz. Gelsin Bahar Geldi kışın son günleri Unutalı son çiçekleri Parlak güneş ufuklardan Bıktık artık soğuklardan Mart geliyor, savrulsun kar Gelsin artık sıcak bahar. Saçaklardan aksın sular Bahar gelsin sel olsun kar. Lodos essin erisin kar Gülsün kırda fundalıklar. Gitsin bu kış, dinsin rüzgâr Gelsin artık sıcak bahar. 1930, Vidin Ahmet Hasip Sefettiev


Makale ve Analizler - 2019 Ana Toprağım Menekşe kokulu ovalar sende Göklere yükselen dağlar sende Otların var derman olur her derde Gülümün bahçesi ana toprağım. En derin hislerle bağlıyım sana Nöbetinde durmak şereftir bana Canım kurban olsun senin uğruna Gönlümün bahçesi, ana toprağım. 1983, Kemaller (İsperih) Mehmet Hüseyinov Muradov

Güller ve Bülbüller Gencelen hayatın Bahar Bayramı En güzel gelenek şu festivaller Ruhlara bahşeder sonsuz ilhamı, Maviler, beyazlar, yeşiller, allar!… Öz vatanda her yıl açmadan bahar, Sahnelerde açar umut gülleri!… Kararlı kalplerle sahneye konar, Nameler döktürür Yurt bülbülleri. Renkten renge girer Yurt çiçekleri Sahnede kalıyor onların izi… Gönülleri saran hoş nameleri Renkler ülkesinde gezdirir bizi.

229


230

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Işıklı ülkede bülbüller şakır, Şarkı dalgaları kaplar salonu. Dinleyicileri hayran bırakan, Alkış tufanının gelmiyor sonular. Söylenir mutluluk türkülerimiz, Özgür yaşamamız hep dile gelir. Demokratik düzen ülkülerimiz Yürekten yüreğe, nakış dile gelir. Hayat bahçemizde açın ey güller! Bahtımız bizlere ebedi güler… Gönüller bağına uçan bülbüller Özgürlüğümüze yakın türküleri! 1993, Kıca Ali Rasim Nacifov Bilazerov

Çiçek, Kız ve Barış Kız bir çiçeğe hasret Çiçek güneşe Yağmur çocuğa Hasret… Çiçek bir kıza hasret Kız sevgiye Sevgi huzura Hasret.


Makale ve Analizler - 2019 Çiçek, kız, sevgi Hepsi, hepsi her an Barışa hasret Barış özgürlüğe… 14 Eylül 1968, Sofya İbrahim Efendiev

231


232

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Kızıl Kırmızı

Tarih: 29 Mart 2019 Yazan: Neriman Kalyoncuoğlu Konu: Bahar Bayramında saraya değişmem kır neşesini. Bulgaristan Türklerinde Nevruz Bayramının diğer bir adı Kızıl Kırmızı, bir başka adı da Mart’ın Dokuzudur. Nevruz günün döndüğü gündür. Her yerde ateşler yakılır. Çocuklar ateş üzerinden atlar. Yalnız kötülüklerin ateşle kovalandığı gün değildir Nevruz bizde, hayvanların iyi döl vermesi, doğanın bol tozlaşması ve bereket yüklenmesi için dualar edildiği kutsal günümüzdür. Nevruz günü Bulgaristan’da Cemal şenlikleri yapılır. Aslına bakılırsa aynı gün Bulgarların kötülükleri kovmak için düzenledikleri “kukeri” (cemal) yürüyüş ve şenlikleri, özel oyunları, oyun esnasında çıkardıkları sesler, onların köklerinin Orta Asya’ya uzandığına, bizim yürüdüğümüz yollardan onların da geçtiğine, onların bizden birileri olduklarına en parlak örneklerden biridir. Bulgaristan Türklerinin halk edebiyatı Nevruz izleriyle doludur. İşte bir halk türküsünde Nevruz: “Nevruz der ki ben nazlıyım, Sarp kayalarda gizliyim. Mavi gözlü, gün yüzlüyüm, Benden ala çiçek var mı? Çayır çimen dolu dağlar, Yârim gurbet elde ağlar.” Bir halk şairi olan Pir Sultan Abdal’ın şiirinde ise Nevruz ile ilgili duygular şöyle ifade edilmiştir:


Makale ve Analizler - 2019

233

“Sultan Nevruz günü candır erenler, Gönüller saz dolu ehl-i imanın Cemal yeri görüp doğru bilenler, Himmeti erince Nevruz Sultan’ın” Halk kültürümüze gelen ve yıllar süren kutlama yasaklarından sonra bugün de Nevruz Nedir? Sorusuyla karşılaştığımız oluyor. Nem (yeni) ve ruz da (gün) kelimelerinin birleşmesinden meydana gelen ve “Yenigün” anlamını taşıyan Nevruz, kuzey yarımküresinde Türkler başta olmak üzere birçok halk ve topluluk tarafından Yılbaşı olarak kutlanır. Gece ile gündüzün eşitlendiği 21 Mart ile birlikte havalar ısınmaya, karlar erimeye, ağaçlar çiçeklenmeye, toprak yeşermeye, göçmen kuşlar yuvalarına dönmeye başlar. Bu nedenle 21 Mart bütün varlıklar için uyanış, diriliş ve yaradılış günü olarak kabul edilerek, Yenigün Bayramı adıyla kutlanır. Orta Asya’da yaşayan Türkler, Anadolu Türkleri ve İranlıların yılbaşı olarak kabul ettikleri güne Nevruz adı verilir ki, yeni gün anlamına gelir. Gece ve gündüzün eşit olduğu Miladi 22 Mart, Rumi 9 Mart gününe rastlamaktadır. Bulgaristan Türkleri lehçelerinde nevruz Mart Dokuzu olarak da anılır ve atasözü şöyledir: “Martın Dokuzu Attı Topuzu!” yani kış soğukları bitti, bahar geldi anlamındadır. On iki hayvanlı Türk Takviminde görüldüğü üzere, Nevruz Türk kültüründe çok eskiden beri yer almakta, bilinmekte ve halk törenleriyle kaynaşmış kutlanmaktadır. Türk birlik ve beraberliğinin, ortak kadere inancın simgelerinden biridir. Öte yandan, Nevruz bir kurtuluş günü olarak da kutlanmaktadır. Bu kışın güçlüklerinden ve dertlerinden kurtuluş günü olarak algılanır. Aynı zamanda Ergenekon’dan çıkıştır. Anadolu ve Balkan Türkleri, özellikle Bulgaristan Türkleri Nevruz geleneğini canlı olarak günümüze kadar yaşatmışlardır. Türk Dünyasında Nevruz dendiğinde, milletleri millet yapan değerlerin en önemlisi kültürdür ve bizim Türk kültürümüzün özünde Nevruz – Yenigün Bayramı vardır. Kültürümüzün bünyesinde, dilimiz, dinimiz, geleneklerimiz, inanç, örf ve adetlerimiz, töre, güzel sanat ve edebiyatımız gibi sosyal değerler belirleyicidir. Bu bakımdan milletin varoluş sebeplerinin başında, milli toplumun sosyal dokusunu oluşturan kültürün oluşturucu un-


234

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

surları gelir. Biz, Bulgaristan Türkleri bu nevruzda anadilde anaokulu, okul ve anadilimizde edebiyat ve kültür davamıza ateş verdik. Memleketimizde, AB üyesi Batı Avrupa ülkelerindeki gurbetçilerimiz ve Türkiye Cumhuriyetinde ikamet eden soydaşlarımız arasında Türk kimliği bildirisini imzalama ve azınlık haklarımız davası genişleyerek güç topluyor. Türk milletinin ayrılmaz bir parçası olan Bulgaristan Türkleri Uluslararası Türk kültürünü oluşturan ve biçimlendiren halk topluluklarından biridir. Bizim kültür değerlerimiz arasında en uzun ömürlü olanları dilimiz, örf ve adetlerimizdir. Aynı zamanda Bulgaristan Türkleri kültüründe Yenigün sevinç, coşku ve gurur günüdür. Nevruzla ilgili İslami rivayetler de vardır. . Allah dünyayı gece ve gündüzün eşit olduğu nevruzda yaratmıştır. . İlk insan olan Hz. Adem’in çamuru Nevruz’da yoğrulmuştur. . Allah Hz. Adem ile Hz. Hava’yı Nevruz günü Arafat’ta buluşturmuştur. . Hz. Nuh Nevruz günü yere ayak basmıştır. . Allah, yıldızları burçlarına Nevruz’da dağıtmıştır. Selçuklular, Takvim-i Celali isimli takvimi kabul ederek, Nevruz yılbaşı olarak kutlanmaya başlanmıştır. Nevruz geleneği, Osmanlılarda daha da gelişerek, halk arasında olduğu kadar saray ananelerinde de yer almıştır. Eski metinlerde Nevruz adı “Nevruz-i Sultani” olarak geçmektedir. Büyük Türk seyyahı Evliya Çelebi’nin ünlü Seyahatnamesinde, “kullanılan takvime göre, yılın ilk günü Nevruz’a denk getirilmiş ve bugün yılbaşı olarak kabul edilmiştir. Alev-ş Bektaşi Türk topluluklarında 21 Mart Nevruz Bayramı bizde de büyük törenlerle kutlanır. “Ayin-i cem” icra edilir. “Ali’nin mevlidi” okunur. Türenler sabaha kadar devam eder. Önce değimlerimiz vardın Nevruzu anlatan: İğde çiçeğine arıdan Ayva çiçeğinde kardan Nevruz gülünde attan, Kendini savun.


Makale ve Analizler - 2019

235

Böyle kışın böyle olur Nevruzu. Ramazanın aşından, pilavından, Kurbanın etinden Kendin koru. Görüldüğü gibi, özünden ve bünyesinden bir parça olduğumuz Türk Dünyasının bütünüyle benimsediği kutladığı bir bayramdır Nevruz. Öyle ki, Nevruz Bayramını Türkler aleminin birlik, beraberlik, kardeşlik dostluk ve dayanışma vesilesi olarak kutluyoruz. Nevruz Bayramınızı bir şiirle kutluyorum. Bahar Olsun Da Mevsim olsun, dal olsun, yeşil olsun, Akan ırmak akar, akar denizi bulur. Yeşil çimen püfür, püfür kabarır durur. Yeşil olsun, güneş olsun, su olsun da… Leylek uçar, kırlangıç uçar, gök olsun da Yüzler güler, gönül hazla dolsun da İnsan yorgunluğunu unutur, nağmeler alsın da Bahar olsun, yeşil olsun, çiçek olsun da. Mutluluğundan yüz güler, hayat gülsün de Gönül coşar, kaderi neşe silsin de Bahar olsun, güneş olsun, ışık saçsın da Mutluluk bahçesinde çiçekler açsın da. 1967 Kırca Ali Hasan M. Hasanov


236

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Gerçeğin Yaşı 146

Tarih 30 Mart 2019 Tercume: Raziye ÇAKIR Alıntı: Ognyan Stanboliev Konu: Vasil Levski’nin ölümünden suçlu olan Rus diplomat İgnatiev Not: Son yıllarda Bulgaristan’da sık sık halk oylamasından ve önemli konularda imza toplama kampanyasından söz ediliyor. Bu girişimler şimdiye kadar başarı getirmiş olmasa da, durum aktüel nitelik alınca kamuoyu ve toplum her defasında ikiye bölünüyor. Can alıcı konulardan birisi Bulgaristan Osmanlı devletindeyken İstanbul’da bir Rus diplomat olan Prens İgnatiev’le ilgilidir. Her defasında bu konunun ucunda halk kahramanı Vasil Levski’nin ölümü, 3 Mart 1878 San Stefano barış protokolü, 1878 Berlin Konferansı, Bulgaristan Ruslar tarafından “kurtarıldı mı yoksa işgal miedildi?” gibi sorunlar sivriliyor. Komitacı Levski’nin halktan topladığı altınlarla ilgili gizem artık kitaplara girince çözüldü. Levski toplam 4.5 kg altın toplamış, bunlar 1 340 akçe imiş, o bunları eritip iri saçmaların içine akıtmış. 1972 yılında Lofça’nın (Loveç) bir köyünde toprak altında 30 sm derinde bir kutu içinde Tsanka Petkova adında bir Bayan tarafından bulunan bu servet, şimdiye kadar halka açıklanmamıştı. *** Bulgaristan Milli Diriliş ve Örgütlenme Devri Önderi komitacı Vasil Levski’nin Ölümünden Sorumlu Olan Kişinin, O Dönem İstanbul’da Rusya Diplomatı Olan Prens İgnatiev olduğu artık belgenmiş bulunuyor. Rus Diplomat İgnatiev, Osmanlı Sultanını Levski’nin sözde düşman ve suçlu olduğuna ikna etmiştir. *** Yeni dönemde Sofya merkezindeki “Graf İgnatiev” sokağının adının değiştirilmesi için imza toplama kampanyası başladı. Şu bir gerçektir. Varna ilinde Prens İgnatievo şehri ve Filibe (Plovdiv) ilinde “Graf İgnatievo” köyü bu bu sinsi ve hilekâr Rus diplomatın adını taşıyor. Haskovo, Panagürişte, Pomorye ve Şumen şehirlerinde bu kişinin adı sokaklara verilmiştir. Sofya’da bir okul da onun adını taşıyor.


Makale ve Analizler - 2019

237

Öyleyse bu adam neden sinsi bir haindir? İmza toplama kampanyasının yazılı gerekçesinde, Sofya’da “onarılan yolun yeni onarımını yaparken” bilinen bir sokak olan “Graf İgnatiev”in adını da değiştirelim, yazıyor. Kampanyayı yürütenlerin kesin kanısına göre, hürriyet havarisi V. Levski’nin ölümünden direk olarak sorumlu bulunan bu kişi, bir Bulgaristan düşmanıdır ve bir sokağımızın onun adını taşımasını kabul edemeyiz, sözlerine yer verilmiştir. Rus diplomatın bir Bulgar düşmanı olduğu gerçek olsa da, halkımız tarafından henüz gerçek bütünüyle bilinmiyor. Rus İmparatorluğunun ve özellikle de diplomasisinin Bulgaristan kaderinde ikiyüzlü rol gördüğünü kavramak için, “Bulgaristan’da Rus-Tuna Eyaleti oluşturulması için tescil edilen, İstila Vakfı” kurulduğunu duyuran ve son aylarda ikinci baskısı yapılan bir belgesel eserin bazı sayfalarına göz atmamız yeterli olabilir. Sözünü ettiğimiz ünlü diplomat Prens Nikolay İgnatiev’dir (1832-1908). İstanbul’da çok büyük etkiye sahip olduğundan dolayı Rusya’da ona İmparator Vekili dendiği bilinir. Vefasız ve acımasız bir rol üstlenen ve oynayan bu şahıstır. Daha Osmanlı Sultan’ının Bulgar Piskoposluğu kurulmasına yol veren, Kilise bağımsızlığını tanıyan Ferman’ını yayınladığı 1970’te hemen sonra, 1972’de o Bulgar papazların “imparatorluk düşmanları” olarak Anadolu’ya sürülmeleri için hükümdarı ikna edebilmiştir. Büyük bir şanstır ki, Petko Raçev Slaveykov ile Nikola İkonomov öncülüğünde Osmanlı hükümetinin bu kararı aleyhinde 3000 İstanbullu Bulgar’ın gösteri yürüyüşüne geçmesi etkili olmuştur. Başbakan Nedim Mahmud Paşa sürülen papazların serbest bırakılmasına ve başkente dönmelerine onay vermiştir. Ne var ki, Prens İgnatiev Bulgarlara karşı hınçlı etkinliklerine bir an bile ara vermemiştir. 1872’de Rus Kilisesi ve Fener Patrikliği onun etkisi altında kalarak Bulgar Kilisesine dinsel uzlaşmazlık ilan etmiştir. Osmanlı Başbakanı Fener Patrikliğine bir ültimatom göndererek, Bulgar Doğu Ortodoks Kilisesini tanımasını istemiş ve bunun sonucunda Bulgarlara Baş Piskoposu kendilerinin seçmelerine hak tanınmıştır. Bir ay sonra Rus diplomatı İgnatiev Başbakan Nedim Paşayı Sultan katında kötülemeyi de başarmış ve Baş Vezir Paşa görevinden alınmıştır. XIX. yüzyılın 70’li yıllarında Bulgaristan’da milli kurtuluş hareketi ateşlenmiştir. Komitacıların önderi Vasil Levski örneği, çağın önemli direniş yöneticileri Rusya’ya inanmadıklarından ve güvenmediklerinden dolayı “Bulgaristan’ın Osmanlı’dan ayrılmasının kendi milli güçleriyle, dış müdahalesiz olmasını” istemişlerdir. Onlar “İvan Dede” hakkında anlatılanların


238

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

bir efsane olduğunu biliyordu. Rusya’nın gerçek hedeflerinin ardından duranın “İslav Kardeşleri Kurtarmak” olmadığını görüyordu. XVII ve XIX. Yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğuna karşı, hiç birinin hedefinde asil bir yön olmayan, toplam 11 savaş yürüten Rusya’nın daha Büyük Petre zamanında stratejik amaç olarak Boğazları ele geçirip, sıcak denizlere inmeyi hedef olarak benimsediklerini de biliyorlardı. Rusya hakkında anlatılanlara asla inanç yoktu. Osmanlı İmparatorluğu ve özellikle de Bulgaristan’daki durum üstüne bol bilgi sahibi olan Prens İgnatiev, Bulgarların kurtuluş mücadelesini yöneten önderin Vasil Levski olduğunu öğrenmişti. Rusya’nın hedefi ve diplomat İgnatiev’in ise ödevi, Vasil Levski’yi öldürmeye ve Bulgar milli kurtuluş hareketini başsız bırakmak ve tarafsızlaştırmak noktasında düğümlenmişti. Diplomat İgnatiev, Osmanlı Sultanına “Levski çok tehlikeli bir düşman ve suçludur” fikrini telkin etmeyi başardı. “Onun idamı için” elinden geleni ardına bırakmadı. Sofya’da görülen davanın örgütleyicilerinden biri odur. Mahkeme heyetini kendisi belirlemiştir. Levski’nin yargılandığı davada mahkeme heyeti üyelerinden biri olan, Rusçuk (Ruse) zenginlerinden hukukçu, Paris’in Sarbon Üniversitesinde hocalık yapmış İvanço Hacı Pençeviş şu iftirada bulunmuştur: “Baksanıza ne oldu. Prens İgnatiev bize basit bir hırsız yargılanacak dedi, oysa işin içinde iş varmış.” 1876 Aralığında, Bulgar Nisan Ayaklanmasından sonra, Bosna ve Hersek’te (1975) Ayaklanması vesilesiyle, ayrıca da Sırbistan ve Kara Dağ’ın Osmanlıya açtığı savaşla ile ilgili olarak Büyük Güçlerin İstanbul Konferansında Prens İgnatiev çok feci bir rol oynamıştır. Haritacılara göre, Balkan Yarımadasının daha büyük kısmında (yüzölçümü 220 000 metre kare üzerinde) 4.5 milyon Bulgar nüfus yaşıyordu. Rusya bu gerçeği tanımak istemedi. Rusya’yı temsil eden diplomat, Petersburg’a bağlı küçük bir eyalet kurulmasında direndi. Makedonya, Trakya, Rodopları, Ege Bölgesini olmak üzere gelecekte kurulacak olan Büyük Bulgaristan’a verilmesine karşı çıktı ve bu toprakların Osmanlı’ya bırakılmasını sağlamaya çaba göstermeyi seçti. Bu, Prens İgnatiev tarafından Osmanlı Sultanına iletilen Rusya teklifidir. Bulgaristan’ın Prenslik ve Doğu Rumeli olmak üzere parçalanmasından Prens İgnatiev memnundu. Bütün bunlar, bir Bulgar Fob olan Rus diplomatın Not Defterinden alınmıştır. Kuşkusuz o, yıllar sonra Osmanlı arşivinden bir bölümün bir Alman Kâğıt Fabrikasında eritilmek üzere vagonlarla Bulgaristan’a gönderileceğini ve Osmanlı İmparatorluğu arşivinden Bulgaristan’ı ilgilendiren bir bölümün


Makale ve Analizler - 2019

239

ve bu arada Rus diplomatın özel notları ve yazışmaları da içinde olan vagonun, Bulgar askeri istihbaratının eline geçeceğini nereden bilebilirdi. Prens İgnatiev arşivinden bir bölümde şunlar yazmıştı: “Yaklaşan savaştan sonra Bulgarların kaderi bağımlı (vasal) tebaa durumunda olacaktır. Rusların idaresinin güçlü olması için ve Ruslar tarafından her defasında o bölgelerin olağanüstü müdahale gerektiren durumlar yaşanmasını önlemek amacıyla, komşu bölgelerde ikamet edenlerin sert ahlaki baskı altında bulundurulması gerekecektir. Bulgar nüfus Rus siyasetinin asla itiraz etmeyen bir aracı ve emin müttefik durumuna getirilip, Avrupa’da herhangi bir düşman kampa geçmesine hiçbir zaman imkân tanınmamalıdır.” Yazan: Ognyan Stanboliev


240

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Nevruz Bayramı Kutlu Olsun Nevruz , Türk Dünyasının Bayramı Kutlu Olsun Raziye ÇAKIR (9 Mart-21 Mart)

Dünyanın en eski bayramı İlkyaz (Nevruz), Türk dünyasında Göktürkler’in Ergenekon’dan çıkışı ve 12 hayvanlı Türk takviminde yeni yılın başlangıcı olarak binlerce yıldan bugüne kutlanıyor. “Yeniden Doğuş, Yeniden Diriliş, Yeni Hayat, Yeni Gün” anlamlarında olan NEVRUZ; Türklüğün Sevincidir. Türklerin Birliğidir.

Atatürk Nevruz kutlamalarında Kaşgarlı Mahmut, Divan-ı Lügati’t Türk isimli eserinde “Türklerde yılın başlangıcı Nevruz’dur” demektedir. Atatürk de, 22 Mart 1922 günü Ankara Keçiören’de Nevruz Şenlikleri düzenletmiş ve bizzat katılmıştır. İlk Türk topluluk ve devletlerinde olduğu gibi M.Ö. 3.Yüzyılda Mete Han zamanında da bu kutlamaların büyük şenliklerle yapıldığına ilişkin bulgular mevcuttur. Selçuklu ve Osmanlı’da da milli bayram olarak kutlanmıştır.


Makale ve Analizler - 2019

241

2010′da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, asırlardan beri kutlanmakta olan Türk kökenli bu şenliği, Dünya Nevruz Bayramı ilan etmiştir. Bu suretle Türklerin, dünyaya bir medeniyet hediyesi daha olmuştur. Nevruz, Ergenekon, yeşil-sarı-kırmızı renkli atkılar Türklerin ortak malı ve bayramıdır. Tamamen Türklere özgüdür. Türk adet ve geleneklerinden kaynaklanmıştır. Tarih boyunca gelmiş geçmiş bütün Türk Devletlerinde kutlanmış ve kutsanmıştır. Türk Kültüründe Nevruz En eski Türk geleneklerinden biri olan Bahar Bayramı (Nevruz), baharın gelişiyle doğaya gelen canlanmayı, toprağa ve bitkilere yürüyen yeni yaşam ile bereketi simgeler. Bu yönüyle Ergenekon Destanının içinde yer bulur. Bozgunculardan ve düşmanlardan kaçıp yüzlerce yıl erişilmez dağlar arasındaki ovada gelişen Türklerin, yeniden dünya yüzüne çıkmaları, yeniden yaşam bulmaları aynı anlayışa dayanır. Ergenekon Destanı resmi belgelerde ilk defa Büyük Hun Devleti döneminde geçer. Çin generali Çian Kien M.Ö. 119 yılında İmparatoruna sunduğu raporda, Ergenekon Destanından da bahseder. Buradan biliyoruz ki; Mete’nin babası Teoman (Tu-men/Duman) Han zamanında 21 Mart’ta kırlara çıkıp toylar düzenlenerek bahar bayramı kutlanırdı. Nizami Gencevi ise “İskendernâme” adlı eserinde, M.Ö. 350 yıllarından bu yana Türklerin bahar bayramını kutladığını bildirir. Genel Türk kültürü 21 Mart tarihini Ergenekon’dan çıkış günü sayar. Türk tarihi üzerinde önemli kaynakların ortak görüşü, Ergenekon’un al bin yılın üzerinde bir geçmişi olduğu yönündedir. Zaman içeresinde baş gösteren kıtlıklar, sert geçen kışlar, otlak yetersizlikleri, nüfus artışı sebebiyle bulunduğu alana sığamama gibi ekonomik sebepler ve Tanrıdan geldiğine inanılan kut gereğince cihan hâkimiyeti ülküsünü gerçekleştirme gibi nedenlerle, kabından taşarak güney ve özellikle batıya hareketlenen Türk boylarınca gittikleri coğrafyalara da götürüldüğü görülür. Günümüzde, Çin Seddinden Adriyatik kıyılarına kadar geniş coğrafyada, birçok farklı ülkede yaşayan Türk toplulukları tarafından benzer motiflerle kutlanır. Tarihi belgelere göre; Türkler 12 hayvanlı takvimin yılbaşını 21 Mart olarak belirlediler. Selçuklu Sultanı Melikşah ünlü matematikçi Ömer Hayyam’a hazırlattığı ve kendisinin “Celâl-üd Devle” ünvânı sebebiyle “Celâli Takvimi” adı verilen takvimin yılbaşı yine 21 Marttır. İbrahim Hakkı Hazretleri “Maarifetnâme” adlı eserinde yılbaşını günesin koç burcuna girdiği 21 Mart


242

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

olarak verir. Ömer Hayyam “Nevruznâme”, Selçuklu Veziri Nizâmül-Mülk “Siyasetnâme”, El Biruni “Eski Halklardan Kalan Yadigarlar” ve Kâşgarlı Mahmud “Divân-ı Lügât-it Türk” adlı eserlerinde, Nevruzun Türklerin yılbaşı günü olduğunu, Orta ve Ön Asya ile Uzak Doğu Türk topluluklarında coşku ile kutlandığını bildirirler. Nevruz sözcüğü Farsça nev (yeni) ve ruz (gün) sözcüklerinin birleşmesinden meydana gelmiş olup yeni gün anlamına gelmektedir. Eski İran takvimine göre yılın ilk günüdür ve güneşin Koç burcuna girdiği ilkbaharın başlangıcı sayılan bir gündür. Güneş 21 Marta kadar güney yarımküreye daha çok ışık ve ısı verirken, 21 Mart tarihinden itibaren kuzey yarımküreye daha çok ısı vermeye başlar. Bu nedenle kuzey yarımkürede yaşayan bazı halklar için 21 Mart günü uyanış ve yaradılışın sembolü olarak kutlanmaya değer bir gün anlamı taşımaktadır. İran mitolojisine göre Tanrı dünyayı, insanı ve güneşi bu günde yaratmıştır. İran’ın efsanevi padişahı Kiyumers tahta oturarak bugünü bayram ilan etmiştir. İran’da ihtişamın sembolü olan Cemşid de aynı gün tahta oturmuştur. Ayrıca Hz. Adem’in 7. torunu olan Cem 21 Mart günü Azerbaycan’a gelmiş ve bugünü bayram ilan etmiştir. Anadolu’da Nevruz-i Sultan, Sultan Nevruz, Navrız, Mart dokuzu gibi adlar verilen Nevruz, farklı yörelerde değişik biçimlerde kutlanır. Tarımsal uğraşın yoğun olduğu yörelerde bir tür bolluk ve bereket töreni olma özelliği de taşımaktadır. Alevi-Bektaşi topluluklarda ise inanca dayalı bir anlam da ifade etmektedir. Alevi-Bektaşi topluluklarda Nevruz, Hz. Ali’nin doğum günüdür, Hz. Ali ile Hz. Fatma’nın evlendikleri gündür, Hz. Muhammed’in veda haccı dönüşü Hz. Ali’yi kendine halife tayin ettiği gün olması özelliğini de taşımaktadır. Bu günün sabahı mürşidin okuduğu duadan sonra süt içilir, Nevruziye adı verilen şiirler, nefesler ve Hz. Ali’nin Mevlidi okunur. Nevruzda önceden hazırlanmış olan çöreklerle mezarlık ziyaretine gidilir,ölüler ziyaret edildikten sonra orada çörekler yenilir. Osmanlı Devleti zamanında Nevruz gününe özel bir önem verilmiştir. Padişahlara Nevruz günleri “nevruziye” adı verilen kasideler sunulurdu. Bu kasidelerde ağaçların yeşermesi, çiçeklerin açması, havanın ısınması gibi konulara yer verilirdi. Nevruz günü Adem’in yaratıldığı, Nuh’un gemisinin karayı bulduğu, Hz. Ali’nin doğduğu, halife olduğu anlatılırdı. Nevruz gecesi bütün yaratıkların Tanrı’ya secde ettiği, dileklerin yerine getirildiği belirtilirdi.


Makale ve Analizler - 2019

243

Nevruz günlerinde müneccimbaşı, yeni takvimi padişaha sunar, bahşişini de alırdı. Buna da “nevruziye bahşişi” adı verilirdi. Saray hekim başıları tarafından hazırlanan ve Nevruziye denen çeşitli baharatlardan yapılmış macunlar, padişah ailelerine ve büyüklere sunulurdu. Bugün için yapılmış macunlar, porselen kapaklı kaseler içinde sunulur ve günün hangi saatinde yenmesi gerektiğini yazan bir kağıt da kaselere iliştirilirdi. Nevruziye adı verilen macunun kökeni, kimi araştırmacılar tarafından Persler dönemine kadar götürülebilmektedir. Persler zamanında Nevruz günlerinde hekimler ve eczacılar toplanarak bu özel macunu hazırlamışlardır. Bu macundan yiyenin bütün yıl boyunca hastalıklardan korunacağına inanılmıştır. Zamanla bu gelenek değişime uğramış ve Nevruziye Nevruz günlerinde yenen özel bir tatlının adı olmuştur. Son zamanlarda bu geleneğin bir uzantısı olarak 21 Mart günü Manisa’da mesir macunu halka dağıtılmaktadır. Doğu Anadolu halkı için sadece Nevruz günü değil, Nevruz gecesi de kutsallık taşımaktadır. Bu gece canlı cansız bütün varlıkların Tanrı’ya secde ettiğine inanılır. O gün herkesin bir yıllık kısmeti ve geleceği belirlenir. Herkes güzel ve yeni elbiseler giyerek yeni yıla hazırlanır. Evlerde yemekler yapılır, karşılıklı ziyaretlerde bulunulur. Mart ayı içerisinde Anadolu’nun bazı yörelerinde görülen bir diğer gelenek de “Kara Çarşamba” geleneğidir. Mart ayının ilk çarşambası olan bu günde çeşitli törenler yapılır, çeşitli yiyecekler hazırlanarak birlikte yenir. Gençler bir dilek tutarak komşuların kapısını dinlerler. Nevruzla ilgili geleneklerden biri de “Mart ipliği”adı verilen uygulamadır. 21 Marttan itibaren ısınmaya başlayan havalar nedeniyle ağaçların güneşten etkilenmemesi için bez bağlanır. Giresun’da uygulanmakta olan “Mart bozumu” adı verilen gelenek de Nevruzla ilgili önemli geleneklerden biridir. Mart bozumunda akarsulardan alınıp getirilen su evlere serpilir. Ayağı uğurlu bir misafirin gelmesi ve “Martınızı bozuyorum” demesi beklenir. Nevruz İç Anadolu Bölgesi’nde “Mart dokuzu” olarak bilinmektedir. 21 Mart günü sabah erken kalkılır, mezarlık ziyareti yapılır, niyet tutulur. Niyetlenecek kişi mezarlardan birer taş alarak kırka tamamlar. Bir torbaya doldurup evinin duvarına asar ve bu arada bir niyet tutar. Bir yıl sonra torbaya baktığında taşlar kırk bir olmuşsa niyetinin gerçekleşeceğine inanır. Bir daha ki Mart Dokuzunda taşlar iade edilir. Nevruz günü ziyaretler esnasında çeşitli yemeklerden oluşan sofralar hazırlanır, oyunlar oynanır, eğlenceler düzenlenir, boyalı yumurtalar yenir ve büyük ateşler yakılır. Her toplumun kendine özgü nedenlerle kutladığı Nevruz, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Özbekistan, Tataristan, Uygur Bölgesi,


244

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Anadolu ve Balkanlarda geleneksel kutlamalarla canlılığını günümüzde de sürdürmektedir.

YURDUMUZDA VE ORTA ASYA’DA KUTLAMALAR Yurdumuzda ve Orta Asya’da Nevruz Kutlamaları Orta Asya’da yaşayan Türkler, Anadolu Türkleri ve İranlıların yılbaşı olarak kabul ettikleri güne, Farsça Nev (yeni), Ruz (gün) kelimelerinin birleşmesinden oluşan ve yeni gün anlamına gelen Nevruz adı verilir. Nevruz, gece ve gündüzün eşit olduğu Milâdi 22 Mart, Rumi 9 Mart gününe rastlamakta olup, Nevruz-i Sultani, Sultan Nevruz, Sultan Navrız, Mart Dokuzu gibi adlarla da anılmaktadır. Nevruz İranlılara mal edinmekte ise de, ” On iki Hayvanlı Türk Takviminde” görüldüğü üzere, Türklerde de çok eskiden beri bilinmekte ve törenlerle kutlanmaktadır.Türklerde Nevruz’la ilgili başlıca rivayet, bugünün bir kurtuluş günü olarak kabul edilmesidir. Yani Ergenekon’dan çıkıştır. İşte bu nedenle Türklerde Nevruz, yeni bir yılın başlangıcı olarak kabul edilmiş ve günümüze kadar bayramlarla kutlana gelmiştir. Orta Asya’daki Türk topluluklarından Azeri, Kazak, Kırgız, Türkmen, Özbek, Tatar, Uygur Türkleri, Anadolu Türkleri ve Balkan Türkleri Nevruz geleneğini canlı olarak günümüze kadar yaşatmışlardır. KAZAKİSTAN Kazaklar, Nevruz törenlerinde Mevlit okuturlar. Evler baştan başa temizlenir, herkes en iyi elbiselerini giyer. Nevruz törenleri sırasında ev duvarlarına veya çeşitli eşyalar üzerine kil kaplar atılarak parçalanır, ateş üzerinden atlanır. Ateşten atlamaların, eski yılın kötülüklerinden ve hastalıklarından


Makale ve Analizler - 2019

245

sıyrılmak, yeni yıla sağlıklı bir şekilde girmek için yapıldığı tespit edilmiştir. Kazaklar, Nevruz’da yaptıkları yemeğe “Nevruz-köcö” adını verir. Ayrıca nevruz çorbası veya lapa adı verilen başka bir yemek de yaparlar ve bunları o gün komşularına dağıtırlar. KIRGIZİSTAN Kırgızlar, yeni yılın ilk gününe Nooruz adını verirler ve o gün “Nooruz köcö” denilen özel bir yemek yerler. ”Köcö”, darı yarması yahut bulgur konulmak suretiyle yapılan bir nevi tirittir. ”Auz köcö” denilen “kavut” da bu günün özel yemeklerin dendir. Kırgız yılı, gece ile gündüzün bir olduğu günde yapılan Nevruz Festivali ile başlar ve Yılbaşı bayramı 21 Mart’ta kutlanır. ÖZBEKİSTAN Özbekistan’ın Semerkand, Buhara, Andican taraflarında Nevruz törenleri, Nevruz günü başlar ve bir hafta devam eder. Halk, bu Nevruz eğlencelerine “Seyil Eğlenceleri” adını verir ve Seyil Yerleri dönme dolaplar, çalgıcılar, beççeler, seyyar satıcılarla dolar. Nevruzun birinci günü, halk çadır çadır gezerek birbirlerinin bayramını kutlar. Bu ziyaretler sırasında ikram edilen yemek,”aş” adı verilen pilavdır. Ayrıca çay ve çeşitli meyveler de sunulur. İkramların yanısıra, Köpkari, güreş, at yarışları ve horoz dövüşleri gibi spor gösterileri düzenlenir, Nevruz kutlamalarından esinlenmiş tiyatro eserleri sahnelenir. TÜRKMENİSTAN Türkmenler, yeni yılın ilk gününe Novruz adını verirler. Novruz’dan beş altı gün önce, her Türkmen ailesi temizlik yapmaya başlar. Novruz için Türkmen çöreği, Türkmen petiri, külce, yağlı börek, şekşeke, koko, bovursak, Türkmen palovu hazırlanır. Ne kadar çok yiyecek hazırlanırsa, yeni yılın o denli iyi geçeceğine inanılır. Semeni, Novruz’un özel yiyeceğidir. Birkaç aile birleşip büyük bir kazanda buğday özüne, un, su ve şeker ekleyerek hazırlarlar. Bir gün önceden pişirilmeye başlanan semeni,21 Mart sabahı hazır olur. AZERBAYCAN Azerbaycan’da Nevruz, üç gün sürmektedir. Her yıl Mart ayının 21-23. günleri, büyük törenle kutlanır. Nevruz’dan sonraki en önemli gün,”ahir çerşenbe / son çarşamba” dır. Bu güne, “ılin ahir tek tek” günü de denir. Bayram ayı içindeki dört haftanın Çarşamba günleri de önemlidir. Buna “üskü” denilmektedir.”Ahir çerşenbe”den önceki Salı günü mezarlığa giden erkekler, Fatiha okuyup dönerler. Kadınlar ise mezarlığa, hazırladıkları helva, pi-


246

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lav ve daha başka yiyecekler ile giderler. Mezarlıkta Kuran-ı Kerim okunur, Fatihaların ardından yemekler fakirlere dağıtılıp,1-2 saat sonra mezardan ayrılınır. Böylece Nevruz’da Kabir-üstü uygulaması da sona erer. SELÇUKLULAR Selçuklular’da ve Anadolu Beylikleri’nde yılbaşı olarak Nevruz kabul edilmişti. Osmanlı Devletinde Nevruz halk arasında olduğu kadar saray için de önemliydi. O dönemde Nevruz için yazılan şiirlere “Nevruziye” denir ve Hekimbaşı her 21 Mart’ta çok özel Nevruz Macunu yaparak padişahtan “Nevruz bahşişi” alırdı. Osmanlı ailesinin mensup olduğu Kayı Boyunun Karakeçililer kolu, 21 Mart tarihinde Ertuğrul Gazi’nin türbesi etrafında toplanıp birlikte bayram yaparlardı. Padişah şenliklere katılarak halkın bayramını kutlar, bu sebeple de o güne “Nevruz-i Sultanî” adı verilirdi. Veziriâzam ve devlet erkanı tarafından padişahlara donanmış atlar ve pahalı kumaşlar hediye edilir, adına da “Hediyye-i Nevruziye” denilirdi. II. Abdülhamid Han zamanında Ertuğrul Gazi’yi anma törenleri Nevruzda yapılırdı. XVI. Yüzyılda başlayan Manisa Mesir bayramı da aynı geleneğin devamıdır. Nevruz, Anadolu’nun bazı bölgelerinde “Yörük Bayramı, Hıdırellez, Bettem” gibi farklı adlarla kutlanır. Sonuç: Bayram günü erkekler ve kadınlar, ayrı ayrı toplanarak bayramlaşırlar. O yıl ölenlerin, evleri ziyaret edilir ancak o gün yas tutulması günah sayılır. Evler dolaşılarak şeker, pirinç, yumurta vb. yiyecekler fakirlere dağıtılır. Hasta ve dost ziyaretleri önemlidir. Nevruz: Bulgaristan’da ilk yaz, Karapapaklar’da Nevruz, Kırım Türkleri’nde Navrez, Gündönümü; Batı Trakya Türkleri’nde Mevris, Makedonya ve Kosova Türkleri’nde Sultan-ı Navrız adlarıyla kutlanmaktadır. Nevruz’da sabahı erken kalkılır. Yeni ve temiz elbiseler giyilerek, önceden hazırlanan yiyeceklerle birlikte mezarlığa gidilir. Mezarlığın başında bulunan ocaklarda kahve pişirilir, sohbet edilir. Herkes komşu mezarları ziyaret etmek ve çay, kahve içmek zorundadır.Daha sonra topluca yemek yenir. Bu arada sazlar çalınır, şarkılar, türküler söylenir, ağaçlarda salıncaklar kurulur ve çocuklar “bayrak” adı verilen uçurtmaları uçururlar. Öğleden sonra kadınlar geniş bir tabağa çerezler koyarak, “hak üleştirir” ler. Yiyecekler gelen geçene dağıtılarak,”ölünün ruhuna değsin” dileğinde bulunur. Yemekten sonra aile fertleri teker teker mezar taşını öperler, daha sonra mezarlıktan dönülür.


Makale ve Analizler - 2019

247

Akşam komşu ve akrabalar, eğlencelerini ve sohbetlerini, yeme ve içmelerini sürdürürler, sohbetler sabaha kadar devam eder. Bu bayramda herkes güler yüzlüdür. Suçlar bağışlanır. Bayrama katılmak zorunludur, katılmayan köy halkınca dışlanır. Yörükler arasında; Nevruz ile birlikte kışın bittiği ve bahar mevsimin başladığı kabul edilir. Köy ve yaylalarda 22 Mart’ta şehirlerde ise Nevruz Pazar gününe rastlamazsa, bu tarihi takip eden Pazar günü kutlanır. Köy halkı, 22 Mart sabahı yaylalara doğru yola çıkar, daha önceden “davar evleri” ne yerleşmiş olanlar, köyden gelen akraba ve komşularına ev sahipliği ederler. Köylerden gelen grupla yayladakiler karşılaştıklarında, bir el silah atarak “Nevruzunuz kutlu. Dölünüz hayır ve bereketli olsun” şeklinde selamlaşırlar. Gelen misafirler çadırlara yerleşir, kendilerine ikramlarda bulunulur. Sürü sahipleri tarafından kesilen kurbanlar, hep birlikte yenilir. Sünni olan Yörüklerde, imamlar tarafından yapılan dualara halk da katılır ve şükredilir. Gençler tarafından yapılan eğlenceler düzenlenir, yemekler yenir, şarkı ve türküler söylenir, oyun oynanır. Eğlenceler geç saatlere kadar devam eder. Bilindiği üzere eski takvim, Mart ayından başlardı. Mart ayının ilk on iki günü ayrı ayrı ayları temsil etme suretiyle, o yıl içinde neler olacağı ilk on iki günden tespit olunurdu. O gün yedi çiftin, bir tek baş harfi S ile başlayan yiyeceklerden yemesi gelenektendir. Osmanlı Padişahlarınca da Nevruz’a özel önem verildiğini görüyoruz. Padişahlara Nevruz günlerinde “Nevruziye” adı verilen telhisler yazılarak, padişah kutlanırdı. Nevruz günlerinde müneccimbaşı, yeni takvimi padişahlara sunar, o anda aldığı bahşişe de “Nevruziye Bahşişi”adı verilirdi. Saray hekimbaşları tarafından hazırlanan ve Nevruziye denen çeşitli baharatlardan yapılmış macunlar, padişah ailelerine ve büyüklere sunulurdu.O gün için yapılmış olan macunlar, porselen kapaklı kâseler içinde takdim edilir ve müneccimbaşılar tarafından Nevruz günün hangi saatinde yenmesi gerektiğini yazan bir kağıt, bu kâselere iliştirilirdi. Geçmişte Nevruziyeler sadece fakirlere ve hastalara verilirken, zamanla (silindi) talebin artması nedeniyle, haksızlık olmaması için çevreye saçılmaya başlanmıştır. Mesir ile Nevruz Macununu aynı uygulamadan kaynaklanmakta ve her ikisinin de sağaltım niteliği bulunmaktadır. Nevruz geleneği, uygulamada bazı farklılıklar görülmekle birlikte, Orta Asya Türk Toplulukları, İran, Anadolu ve Balkanlarda, aynı tarihler arasında her toplum tarafından kendine özgü bir nedene dayandırılarak kutlanan, geleneksel bir bayram niteliği kazanmıştır.


248

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İran’da günümüzde de kutlanmakta olan Nevruz, efsanevi bir niteliğe sahiptir. Bu efsanelerde ateşi bulduğuna inanılan Cemşid, ağırlık taşımaktadır. İran’da Tanrı’nın, Adem’i Nevruz günü yarattığı ve yıldızların o gün, burçlarına ayrıldığına inanılmaktadır. İran’da Nevruz, 13 gün sürer. Selçuklular’da ve Anadolu Beylikleri’nde yılbaşı olarak Nevruz kabul edilmişti. 1) Azerbaycan 21 Mart Nevruz Bayramı (Resmi Tatil) 2) Kazakistan 21 Mart Nevruz Bayramı (Resmi Tatil) 3) Kırgızistan 21 Mart Nevruz Bayramı (Resmi Tatil) 4) Özbekistan 21 Mart Nevruz Bayramı (Resmi Tatil) 5) Türkmenistan 21 Mart Nevruz Bayramı (Resmi Tatil) 6) Türkiye 21 Mart Nevruz Bayramı 7) Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti 21 Mart Nevruz Bayramı

ERGENEKONDAN ÇIKIŞIMIZIN 4 656. YILI KUTLU OLSUN


Makale ve Analizler - 2019

249

TÜRKLERDE NEVRUZ DUASI Hazırlayan: Sakin ÖNER

Bütün Türk Dünyasının Nevruz Bayramı kutlu olsun inşaallah… İlgili resimBİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM ESİRGEYEN VE BAĞIŞLAYAN ALLAHIN ADIYLA… EY HANLAR HANI…EY ULULAR ULUSU… KÂDİR TANRIM… SEN YÜCELERDEN YÜCESİN, KİMSE BİLMEZ, NİCESİN? NİCE CAHİL SENİ GÖKTE ARAR, YERDE İSTER, SEN BÜTÜN İNANANLARIN GÖNLÜNDESİN… SEN ANADAN DOĞMADIN, SEN ATADAN OLMADIN, HER YERDE TEKSİN, YÜCELERDEN YÜCESİN! HANİ ÖĞDÜĞÜMÜZ BEYLER, ERENLER? DÜNYA BENİM, DİYENLER? ECEL ALDI, YER GİZLEDİ, FANİ DÜNYA KİME KALDI? GELİMLİ GİDİMLİ DÜNYA SONUCU ÖLÜMLÜ DÜNYA ALLAH ALLAH DENMEYİNCE İŞLER ONMAZ. KÂDİR TANRI VERMEYİNCE ER BAYIMAZ. ECEL VADE GELMEYİNCE KİMSE ÖLMEZ. EN NİHAYET UZUN YAŞIN UCU ÖLÜM, SONU AYRILIK! YERİMİZ BU KARA YER…


250

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

HER ŞEYE KÂDİR TANRIM, BİZİ EN SONUNDA ARI İMANDAN AYIRMASIN… AK PÜRÇEKLİ ANALARIMIZIN YERİ UÇMAK OLSUN, AK SAKALLI ATALARIMIZIN YERİ CENNET OLSUN… CÜMLE GÜNAHLARIMIZ DERLENİP TOPLANSIN, ADI GÜZEL, KENDİ GÜZEL HAZRETİ MUHAMMED MUSTAFA AŞKINA BAĞIŞLANSIN… EY GÖZDEN UZAK, GÖNLE YAKIN, HER ŞEYE KÂDİR OLAN YÜCE TANRIM… KARŞI YATAN KARA DAĞIN YIKILMASIN GÖLGELİCE AĞAÇLARIN KESİLMESİN KARLI BUZLU AKAN GÖRKLÜ SULARIN KURUMASIN EKTİĞİMİZ GÖVERSİN, DİKTİĞİMİZ YEŞERSİN… ÇEVREMİZ BİÇİM BİÇİM AĞAÇ, RENK RENK ÇİÇEK DOLSUN… ALTIN PERÇEMLİ OĞULLAR, SIRMA SAÇLI KIZLARIMIZ OLSUN.. BOZKURT SOYUMUZ ARTSIN, ÇOĞALSIN… DÜNYA DURDUKÇA DÜNYAYA YAYILSIN… UZAYAN KOL BİZDEN OLSUN… GÖRKLÜ TANRIM, AK YÜZÜMÜZE KARA ÇALINMASIN… YEŞİL UMUTLARIMIZ KIRILMASIN… BİZLERİ ELSİZ VE AYAKSIZ BIRAKMA… BİZLERİ NAMERDE MUHTAÇ ETME… MALIMIZ ÇOK, DÜŞMANIMIZ YOK OLSUN… HASTALARIMIZA ŞİFA EYLE, DÜŞMANLARIMIZA CEFA EYLE, SOYUMUZU REHA EYLE… BÖLÜCÜYE, YIKICIYA AMAN VERME… ONLARI KAHRET, YER İLE YEKSAN EYLE…


Makale ve Analizler - 2019

251

EVİMİZ YIKILMASIN…OCAĞIMIZ SÖNMESİN… YİĞİTLERİMİZ ÖLMESİN… VATANIMIZ BÖLÜNMESİN… AYIMIZ GÜNÜMÜZ DÖNMESİN… ÜSTTE MAVİ GÖK BASMAYIP, ALTTA YAĞIZ YER ÇÖKMEYİNCE İLİMİZ, TÖREMİZ BOZULMASIN… ALNIMIZA KARA YAZI YAZILMASIN… DARDA KALIRSAK, ELİMİZDEN TUT, KALDIR… MİLLETİMİZİ EREKSİZ, YİĞİTLERİMİZİ YÜREKSİZ BIRAKMA… MEYDANLARIMIZI PEHLİVANSIZ, VATANIMIZI KAHRAMANSIZ BIRAKMA EY TANRIM!… EY HANLAR HANI…EY YÜCELER YÜCESİ… HER ŞEYE KÂDİR TANRIM… GÖKYÜZÜNDE PARILDAYAN GÜNEŞİN DAİM BİZİ ISITSIN, IŞITSIN, AYDINLATSIN, SÖNMESİN… AY YILDIZLI AL BAYRAĞIM, NAZLI NAZLI GÖKLERDE DALGALANSIN, BİR AN YERE İNMESİN…


252

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

EZANIMIZ, DÜNYA DURDUKÇA OKUNSUN, GÖKKUBBEDEN HİÇBİR VAKİT DİNMESİN… ÇİN DENİZİNDEN ATLANTİK’E, KUZEY BUZ DENİZİNDEN AKDENİZ’E, BALTIK’TAN HAZAR’A, YEDİ DENİZ, YEDİ İKLİMDE TÜRK DÜNYASI, HEM DİLDE, HEM FİKİRDE, HEM DE İŞDE BİRLİK OLSUN… KIZIL ELMA, HAYAL DEĞİL, GERÇEK OLSUN… BİR OLALIM, İRİ OLALIM, DİRİ OLALIM… GELECEĞİMİZ AYDINLIK VE MUTLU OLSUN… NEVRUZ TEPSİSİNDE BOLLUK OLSUN.. GÖNÜLLERDE HOŞLUK OLSUN… BARIŞ OLSUN, BİRLİK OLSUN, DOSTLUK OLSUN, BEŞBİN YILLIK KÖKLERİYLE, ERGENEKON GELENEĞİYLE, TÜRK’ÜN KADİM KÜLTÜRÜYLE… TURAN ELİNİN, TÜRK DÜNYASININ, ERGENEKON’DAN ÇIKIŞ BAYRAMI, NEVRUZ YENİ GÜN BAHAR BAYRAMI, NEVRUZ TOYU KUTLU OLSUN… ULU TANRIM! TÜRK MİLLETİNİ KORUSUN VE YÜCELTSİN… “BÜYÜK TÜRKLÜK” DÂVASINA ÖMRÜNÜ FEDÂ EDENLERİN ALLAH YARDIMCISI OLSUN, BU UĞURDA ÇALIŞIRKEN VEFAT EDENLERİN RUHU ŞÂD, MEKÂNI CENNET OLSUN… ÂMİN… ÂMİN… ÂMİN… EL-FÂTİHA…


Makale ve Analizler - 2019

253

Bulgarlar Osmanlıda N a s ı l Ya ş a d ı l a r

Deutsche Welle: Tarih: 27 Mart 2019 Çeviri: Raziye ÇAKIR Konu: Anlaşmanın yolu tarihsel belgeleri çarpıtmadan okumak ve yorumlamaktır. Ülkelerinin boyunduruk altına girmesi ile ondan kurtuluşları arasındaki beş asırda Bulgarların yaşayışına ilişkin oldukça gerçekçi bir tablo ancak Osmanlı egemenlik çağından belge ve delillerin tarafsız bir gözle yorumlanmasıyla çizilebilir. Birinci baskısı birkaç gün önce çıkan Bulgar topraklarında demografik gelişimin bütünsel incelenmesi günümüz Bulgar ulusunun nasıl oluştuğunu anlamamıza katkı sunuyor. Bulgar ulusunun oluşum ve güçlenme sürecinde demografik yönlere adanmış olan ve Bulgar Bilimler Akademisinde (BAN) görevli Prof. Ştelyan Ştereonov tarafından gerçekleştirilen bu araştırma, Osmanlı idaresinde Bulgarların durumuna ilişkin birçok uydurma ve basma kalıp iddiayı dağıtıyor. Bulgarların Sultan’a karşı fakirlik ve açlık nedeniyle ayaklanmadığı, ulusal öz bilincin uyanışı ve özgürlük ve bağımsızlık istekleriyle baş kaldırdığı eserde temel sonuç olarak ortaya çıkıyor. Bulgar tarihinde baştan sona açlık ve gıda yetersizliği nedeniyle halkın kırıldığına rastlanmamıştır. Bulgar nüfus 1 milyon artmıştır. Sultan fermanıyla kurulan otonom Bulgar Bu dönemin daha büyük periyodunda Bulgar Hıristiyanlar nüfus olarak artış tempoları İslam’a bağlı Sultan tebaasından yüksektir. Bulgaristan ekonomik olarak ise imparatorluğun en gelişmiş bölgelerinden biridir. Bulgar zanaatçı ve çiftçilerinin kaliteli ve çok değerli ürünleri geniş Osmanlı pazarları dışında da rağbet görmüştür. Osmanlı güçlerinin egemenliği altına girmezden hemen öncesi dönemde Bulgar nüfus 1.4 milyon kişidir. Osmanlıdan ayrıldıktan hemen sonra Bulgar Prensliği ile Doğu Rumeli’deki Bulgar nüfus 2.4 milyon kişidir. Döneme ait büyük sayıda belge ve irdelemenin kanıtladığı üzere Hıristiyan Bulgar arasındaki üzeme oranı Müslümanlara kıyasla daha yüksektir. XIX. Yüzyıl ortalarında 1000 kişiye 53 kişi gibi bir orana erişen üreme, Avrupa açısından da rekor kırmıştır. Günümüzde düşünemediğimiz bu oran aslında çok yüksek olan çocuk ölüm oranına bir yanıttır.


254

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Osmanlı dönemine ilişkin bazı başka veriler: Bu araştırmayı yapan Prof. Şterev, öldürülmüştür oranının ise o devirde Avrupa ortalamasına eşit olduğuna işaret ediyor. Sofya Üniversitesinden Prof. Hristo Matanov, konuya ilişkin yaptığı ilavede, 1876 Nisan Ayaklanması esnasında can verenlerin 30 – 35 bin kişi arasında olduğuna, 1863’te Rusya’daki Leh Ayaklanmasında General Gurko Ordularının 60 bin kişiyi katlettiğine vurgu yapıyor. Osmanlı egemenliği yıllarında bir tek XVII. yüzyıl ortaları ile XVIII. Yüzyıl başı arasında Bulgarların yaşadığı topraklarda nüfusun azaldığı kaydedilmiştir. Prof. Şterionov, iklim şartlarının kötüleşmesi ile salgın hastalıkların artışını bu gerilemenin kabul edilir nedenlerinin başında gösteriyor. Araştırmada zikredilen belgeler, o dönemde Bulgarların sıhhi olmayan ve hastalıklı ortamlarda yaşadığına işaret ediyor. Bulgarların yaşadığı topraklarda aynı dönemde kaydedilen 11 büyük veba salgını 300 000 kişiyi hayatından etmiştir. Tarih demografisi uzmanı doç. Vensislav Muçinov ise, Ortaçağda Bulgarların daha fazla köy ortamında yaşadıklarından ötürü, aynı dönemde ölüm vakalarının daha az olduğuna vurgu yapıyor. Kentlerde yaşayan ve salgın hastalıkların Tanrı tarafından gönderildiğine inanmalarından dolayı, kendilerini ve ailelerini korumak için pek bir şeyler yapmayan Müslüman nüfustan farklı olarak, Hıristiyanlar salgın merkezlerinden hemen uzaklaşarak, doğal ortama kaçıyorlardı. Doç. Muçinov’un açıkladığına göre, imparatorlukta Batı sağlık standartlarına uygun inşa edilmiş olan iki bölge vardı: Birisi İstanbul’un Galata semti ve ikincisi Tuna kenti Rusçuk’tu. Örgütlü tıp hizmetlerinden ancak XIX yüzyılın başlarında söz edilebilirdi. Bazı hastalıklarla örgütlü mücadele ve salgın hastalıklarıyla savaşımla ilgili ilk hükümet kararları ve emirler aynı döneme rastlar. Prof. Şterionov’un kayıtlarında, imparatorlukta pratisyen doktorların hemen yarısı 150 kişi Bulgardır. Aşı yapılan çocuklar için birer gümüş para ödül veriliyordu. Bununla ilgili olarak Şterionov çiçek hastalığının kol gezdiği bir dönemde 1846’da Sultan Abdul Mecid’in Tırnova kentine yaptığı bir ziyareti anlatıyor. O zamanlar yerel nüfusun Osmanlı makamlarının çiçek aşısı yapılması amacıyla aldığı önlemlerin yerli ahali tarafından desteklenmediğine işaret ediyor. Bu ortamda Sultanla gelen heyet çocuğuna aşı yaptırana bir gümüş para ve bir de mendil vaat etmiştir. Aynı dönemde hijin amaçlı alınan önlemlerden biri de büyük sayıda toplu hamam inşa edilmesidir. Bu bakıma Osmanlı imparatorluğu, Uyanış Devri yıllarında çok seyrek hamam yapan Batı devletlerini fersah fersah geride bırakmıştır.


Makale ve Analizler - 2019

255

Birinci ve XVIII yüzyıllarda Bulgarların ikamet ettiği yerlerde toplam yerleşim yeri sayısı 5 500’e düşmüştür. Bulgaristan’da günümüzdeki yerleşim yeri sayısı da bu kadardır. Bulgar yaşayan kent sayısı 80 adettir ve bunlarda nüfusun % 10’u oturur. Doç. Muçinov, Müslüman, Hıristiyan ya da Yahudi olduklarına bakmaksızın Osmanlılar veri gelirlerini arttırıp hazineyi doldurmak amacıyla nüfusun çoğalmasına özen göstermiştir. Osmanlı egemenliğinin ilk yıllarında, İstanbul nüfusu, stratejik önem taşıyan Deliorman ile Meriç ırmağı boyuna yerleştirilmiştir. Zamanın geçmesiyle bu akım durmuştur. Yerini Osmanlı toprakları ile Rusya ve Avusturya-Macaristan arasında nüfus değişimi almıştır. Kırım Tatarlarından 300 000 kişi ve İslam’ı kabul etmiş Kafkas grupları Bulgaristan’a yerleşmiştir. Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya ve Avusturya-Macaristan monarşileri arasındaki savaşlarda Bulgar Hıristiyanlar da Rusya’ya göç etmiştir. Bulgaristan topraklarının Osmanlıdan koparılmasından önceki yıllarda Doğu Bulgaristan toprakları Rusya-Osmanlı savaşları neticesinde insansız kalınca vergi indirimi gibi teşviklere baş vurularak Rusya ve Ulah bölgelerinde nüfusun geri döndürme yolları denenmiştir. Çöküş döneminde Osmanlı İmparatorluğu nüfusu seyrelen bölgelere yerleştirecek nüfus bulmakta güçlükler yaşamıştır. Bulgar zanaatları ve ticaretinin yükselmesi. Ekonomik olarak ayakta kalıp gelişme kaydetme açısından Osmanlı imparatorluğunun bel bağladığı XVI. Yüzyılda İspanya’dan getirilen Yahudi nüfus ticaretin, mali hizmetlerin ve zanaatların gelişmesine çok önemli katkı sunmuştur. İspanya’dan gelenler Bulgaristan toprakları da bu kapsamda Osmanlı’nın dört bir yanında her eyalete yerleştirilmişlerdir. Bulgar üreticiler Aba, şayak, gaitan, yünlü kumaşlar, metal aletler, seramik ve gül yağı gibi değişik Osmanlı ürünlerini üreten kesimdir. Prof. Hristo Matanov, bir Fransız şirketinin Gabrovo atölyelerinde üretilen hançerleri alıp kendi üretimiymiş gibi Fransa’ya götürmüştür. Matanov, kendi ürünlerini uçsuz bucaksız Osmanlı pazarına sunan Bulgar zanaatçı ve tüccarlarının zengin olduğunu yazıyor. O yıllarda Bulgar uyanış çağı köy ve kasabalarında inşa edilen çardaklı konaklar ve köşkler, bunların iç donanımı görmeye değerdir. Uyanış Çağı döneminde Bulgaristan’da köyden kente akım yaşanmış ve birçok şehir Bulgar nüfusla dolmuştur. Deutsche Welle / “Almanyanin Sesi” Radyosu Bulgaristan.


256

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Soykırım Günü 31 Mart 2019

Tarih: 31 Mart 2019 Milli Soykırım Günü Vesilesiyle Azerbaycan Cumhuriyeti İnsan Hakları Ombudsmanın BİLDİRİSİ 1918 soykırımı da bu arada Azerbaycanlılara karşı zaman zaman soykırımlar, uluslararası boyutta bir değerlendirmeyi henüz bulamadı. XIX yüzyıldan başlayarak binlerce Ermeni ailesi, Türkiye ve İran’dan, tarihsel Azerbaycan toprağı olan, Karabağ, Nahcivan, Eğedur, Erivan eyaleti ve başka bölgelere yerleştirildi. İki yüz yıldan beri Ermeni milliyetçiler ve onların yardımcıları Azerbaycanlılara karşı soykırım, etnik temizlik ve sürgün politikası uygulayarak soydaşlarımızı tarihte kendilerinin olan topraklardan kovup bizim olan topraklar üzerinde “Büyük Ermenistan” devleti kurmaya çalışıyor. Sonuçları olağanüstü ağır olan Azerbaycanlar üzerinde uygulanan 1918 soy kırımı bu siyasetin en kanlı ve feci halkalarından biri olmuştur. Ermenilerin, 1917 Şubat ve Ekim Devrimlerinden yararlanarak ve Bolşevik sloganlar aradına gizlenerek kirli emellerine ulaşmaya çalıştığını tarihsel kanıtlar doğrulamıştır.


Makale ve Analizler - 2019

257

1918 Martından başlayarak, Taşmak ve Bolşevik çeteleri ve Ermeni milliyetçileri milli ve etnik mensubiyetlerinden dolayı insanları yakarak, tarihsel ve kültürel anıtları, hastaneleri, okulları, cami ve kabristanları yıkarak amansız yok etme denemesinde bulunmuşlardır. 31 Mart ile 1-2 Nisan günleri arasında Bakü şehrinde ve Bakü eyaletindeki diğer şehirlerde kanlı olaylar kitlesel nitelik alırken Ermeni silahlı birlikleri 30 bin sivil vatandaşa kıymıştır. Bu arada top atışlarıyla dünya yüksek mimarisinin göz bebeklerinden biri olan İsmailiye ibadet hanesi ile Cuma ve Tazapir camilerinin minareleri de aralarında büyük sayıda tarihsel hapı harap edilmiştir. Ardından Azerbaycan vatandaşlarına karşı Şemahin, Gubin, Kürdamir ve Salyan kazalarında ve Karabağ, Eangezur, Nahçivan, Erevan, Şirvan, Lenkoran ve diğer eyaletlerde de çok vahşi soykırım olayları yaşanmıştır. Bu olaylar esnasında Şemah’ta 70 köy yerle bir edilirken, 7 bin sivil vatandaş da canından olmuştur. Daha Mart ayı ortalarında Şemah yerleşim merkezine 2 bin Ermeni asker, silah ve mühimmat gönderilmesi kanlı olaylar için hazırlık görüldüğüne tarih kaynakları da kanıtlar sunuyor. Aralarında çocuk ve kadınların da olduğu yüzlerce suçsuz insan öldürülürken evleri soyulmuş, Gubin kazasında 122 ve Lenkor kazasında da 40 köy yıkılıp yakılmıştır. Halkımızın belleğinde kanlı izler bırakan bu soykırım vahşeti yıllar geçse de asla unutulmamıştır. Azerbaycan Cumhuriyeti’nin devlet bağımsızlığını yeniden elde etmesi ve tarihsel geçmişimizi daha derinlik ve teferruatı öğrenebilme olanakları belirmesiyle yıllarca saklı kalan gerçekler git gide gün ışığına çıkarılarak, daha önce çarpıtılmış olan bu olaylarla ilgili birçok delil, halkımız tarafından öğrenilip anlaşılmıştır. 31 Mart olaylarından 80 yıl sonra, 26 Mart 1998’de Cumhurbaşkanı Haydar Aliev tarafından “Azerbaycanlılara Yapılan Soykırım” Kararını imzalamasıyla bu dehşetli olaylara siyasi değerlendirme yapıldı ve 31 Mart “Azerbaycanlılara Yapılan Soykırım” günü olarak her yıl bu tarih ülkemizde devlet düzeyinde anılmaya başlandı. Geçen yıl 1918’de Azerbaycanlılara yapılan soykırımın 100. Yıldönümü münasebetiyle Azerbaycan Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı İlhan Aliev’in buruğuna uyularak insanlığa karşı işlenen bu suçların Azerbaycan kamuoyuna ve halkına daha iyi duyurup mal etmek amacıyla bir plan uygulandı. 1918’in Mart ve Nisan aylarında ve daha sonraki dönemde, Ermeni milliyetçileri tarafında gerçekleştirilen soykırım çok daha geniş bir coğrafyaya yayılmış olup feci olaylar sırasında defalarca daha büyük sayıda kur-


258

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ban verildiği araştırmalar sırasında ortaya çıkmış ve bunları kanıtlayan pek çok belge ve delil toplanmış ve yayınlanmıştır. Ermeni katiller tarafından gerçekleştirilen kanlı 1918 olayları esnasında, Hube’deki kitle imhada pek çok yeni kanıt ortaya çıkmış bulunuyor. Bu kanlı olaylarda Ermeni katillerin vandalizm’ini meydana koyan büyük sayıda insan vücudundan kalıt bulunmuştur. Bu yörede insanların toplu halde öldürülmelerini anımsatmak üzere ve kurbanlarımızın aziz hatırasını ebediyen yaşatmak amacıyla Hube Soykırım Anıt Kompleksi kuruldu ve ülkemizin vatandaşlarına ve yabancı konuklarımız için kapılarını açmış bulunuyor. Kısa bir süre önce, Moskova ve Tüm Rusya Başpiskoposu Kiril Azerbaycan’ı ziyareti esnasında Anıt Kompleksi ziyaret etti. Birleşmiş Milletler Teşkilatı Genel Kurulu’nun 11 Aralık 1946 tarihli ve 96 (1) n.o.’lu kararında, grup halindeki insanların yaşam hakkının ihlali olan, soykırımın, insanlığa karşı en acımasız cinayetlerden biri olduğu belirtilmiştir. Birleşmiş Milletler Teşkilatı Genel Kurulu’nun 9 Aralık 1948 tarihli ve 260 (III) n.o.’lu kararıyla “Soykırım Suçları Uyarısı ve Soykırım Cezaları” Sözleşmesinde soykırım cinayetinin belirtileri sıralanmıştır. Herhangi bir milli, etnik, ırk, din gruplarına dahil insanların tamamen veya kısmen yok edilmesi amacıyla planlı ve hazırlıklı işlenen cinayetlerin cinayetler bu Sözleşmede soykırım olarak tanımlanmıştır. 1918’in Mart ve Nisan aylarında Ermeniler Azerbaycanlılara karşı bu suçların her biri Sözleşmede yer aldığı şekilde işlenmiş olduğundan, kanlı olaylar hukuksal olarak bir soykırım olarak değerlendirilmiş bulunuyor. Ermeni milliyetçilerin daha sonraki yıllarda da hukuk dışı niyetlerinden asla vaz geçmediğini, sivil yurttaşlarımızı kitle halinde yoık etmeye yeltenmeye devam ettiklerini tarih sayısız kanıtlar sunsa da, işledikleri cinai olayları sürekli gizlemeye ve yalanlamaya çalıştıkları ortadadır. Ülkemizin kopmaz bir parçası olan topraklarımızın % 20’sinin işgal edilmesi, 20 bin sivil vatandaşın hayatını kaybetmesi, hakları en kaba bir şekilde çiğnenmesi neticesinde, 1 milyon kişinin sığınmacı durumunda kalınca sürgüne katlanmaya zorlanması, 1988’den beri devam eden Ermenistan tarafından izlenen etnik temizlik uygulayan saldırgan siyaset sonucunda Yukarı Karabağ ve sınırları dışındaki Laçin, Kelbacar, Agdam, Cabrail, Fizulin, Hubadlin ve Eangel belgeleri ele geçirilmiştir. Bu zaman kesiminde ve işgal süresince Ermeni milliyetçiler ve terörcüler soykırım işlerken Hocalı şehrinde ve Kargicahan, Malıybeyli, Kuşçular, Karadağlı, Agdaban ve başka köy ve yerleşim merkezlerinde hiçbir suçu olmayan sivilleri öldürmüştür.


Makale ve Analizler - 2019

259

Birleşmiş Milletler Teşkilatı Güvenlik Konseyi’nin 11 Aralık 1993 tarihli ve 822,853,8 84 ve 884 n.o.’lu bilinen kararında, Birleşmiş Milletler Teşkilatı Genel Kurulu’nun 14 Mart 2008 tarihli “Azerbaycan’ın İşgal Altındaki Bölgelerinde Durum” kararında; Avrupa Sosyalistler Birliği PASE’nin 2005’te onayladığı 1416 n.o.’lu kararında ve 1690 n.o.’lu Önerisinde; Avrupa Parlamentosunun Yukarı Karabağ konusunda aldığı 23 Ekim 2013 tarihli kararı da bu kapsamda olmak üzere Devlet Hukuku ilkeleri işgal edilen Yukarı Karabağ ile yukarıda sıraladığımız 7 bölge Azerbaycan Cumhuriyeti topraklarının ayrılmaz bir parçasıdır. Ne var ki Ermenistan tarafı her defasında olduğu gibi yapıcı olmayan bir tavra saplanmış bulunuyor ve ateş kes rejimini sürekli ihlal ederek, bölgede barış kurulmasına engel yaratıyor. Sivil halkımıza karşı uygulaman ve Ermenistan tarafından sürdürülen soykırım politikası, çocuklar da bu arada, sivil nüfusun ölümüne sebebiyet vererek sürdürülmeye devam ediyor. Bu cinayetleri işleyenlerin cezasız kalması, onaylanmış bulunan barışçı önceliklere, Birleşmiş Milletler Örgütü ilkelerine ve İstikrarlı Gelişim Hedeflerine ters düşmektedir. Azerbaycan Cumhuriyeti Devlet Başkanı İlham Aliev, 30 yıldan beri devam eden işgal durumuna son verilmesine, ülkemizin toprak bütünlüğünün sağlanması çerçevesindeki isteklerimize bağlı kalarak, Azerbeycan topraklarını ele geçiren yabancı işgal güçlerinin hemen topraklarımızdan çıkmasında ısrar ederken, topraklarından kovulan sığınmacıların kendi ocaklarına dönmesi güvence altına alınarak, uluslararası hukuk normlarına uygun bir şekilde olmak üzere uzlaşmazlığın barışçı yollardan sona erdirilmesi uğrunda yoğun gayretlerine ara vermeden sürdürmekte olup, bu çabalar uluslararası kararlarda yansımıştır. Ancak Birleşmiş Milletler Örgütü Güvenlik Konseyi’nin 4 kararına; İslam Devletleri Örgütü, PASE, Bağlantısızlar Hareketi ve diğer uluslararası örgütlerin kararlarına rağmen, Yukarı Karabağ uzlaşmazlığı, o gün bu gün devletler hukuku norm ve ilkeleri ve ülkemizin uluslararası düzeyde tanınmış toprak bütünlüğü ve egemenlik sınırları çerçevesinde henüz çözüm bulmamıştır. Neticede, 1918 yılında gerçekleştirilen soykırım şehitlerimizi derin bir hüzünle yeniden anarken, yukarıda sunulana ve devletler hukuku norm ve ilkelerine sıkı bağlı kalmak suretiyle, devletleri ve ilgili uluslararası örgütleri adalet adına olmak üzere, 31 Mart 1918’de Azerbaycanlılara karşı işlenen kitle kıyım cinayetlerini bir soykırım olarak tanımaya ve bizim adil


260

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

konumlarımıza destek vererek bu yöndeki dayanışmamıza güç kazandırmaya davet edelim. Bir soykırım olan ve bu soykırımı yapan Ermenistan’a karşı olmak üzere, yaptırımlar uygulanmasının ve uluslararası belgelerin gereği olan hususların mutlaka uygulanmasının zorunlu olduğu inancıyla hareket ederek, insanlığa karşı işlenmiş ağır bir ağır suç olan bu cinayetlerle ilgili uluslararası boyutlarda siyasi ve hukuksal değerlendirmede bulunulmasını işbu Bildiriyle talep ediyorum. Azerbaycan’ın toprak bütünlüğü, sığınmacı olan ve zorla sürülen vatandaşlarımızın çiğnenen hakları iade edilmesini, rehin ve tutuklular serbest bırakılmasını ve vatan ocağına dönmelerini talep ediyorum. Hiçbir suçu olmayan barışçı insanları katleden suçlular adil bir mahkemede yargılanmalı ve cezalarını çekmelidir. Bütün uluslararası mercilere gönderilmiştir. Elmira Süleymanova İnsan Hakları Yetkilisi, Azerbaycan Cumhuriyeti


Makale ve Analizler - 2019

261

Onlardan Her Şey Beklenir

BGSAM: 31 03 2019 Tarih: 31 Mart 2019 Konu: Bize dil uzatan şaşkınlık siyasi saldırganlıktır. Totaliter rejimde “Bilimsel Komünizm” hocası olan, şimdi ise siyasi bilimler profesörü geçinen Ognyan Minçev, Bulgaristan’ın Türkiye’nin desteklemesi ve garantörlüğünde NATO’ya alınmasından hemen sonra (2005) Ankara’yı bir bilirkişi heyetiyle ziyaret etmişti. SAM Enstitüsü Müdürü Büyükelçi Murat Bilhan bu görüşmede ona şöyle bir soru sormuştu: “Siz Amerika Birleşik Devletlerine Güney Doğu Bulgaristan’da (Bezmer ve Aytos) asker üs kurmalarına neden izin veriyorsunuz? Sizdeki yabancı üsler size olduğu kadar, bize de tehdit oluşturuyor? “ Siyaset bilimci Minçev’in yanıtı şu olmuştu: “Sayın Büyükelçi, Bulgar milli çıkarlarına tehdit Moskova ve Ankara’dan olmak üzere, 2 yönden gelir. Birleşik Amerika’nın bizdeki üsleri bizim güvenliğimiz ile sizin hevesleriniz arasındaki tampon bölgedir.” – “Faktor. Bg” Bu yabancı askeri üslerin daha da genişlemesini kabul eden en sıkı Moskofçu olan yeteneksiz güçler 2009’da Sofya’da hükümet kurdu. Hemen ardından Filibe (Plovdiv) “Rakovski” hava üssü, Şabla ve Burgas “Atiya” askeri deniz üssü, “Kavarna” hava savunma üssü, talim poligonları, tank tamir atölyeleri, tatil merkezleri vs vs aldı gitti. (Bulgaristan’da ABD güçlerinin kullanacağı üsler arasında doğudaki Sliven kenti yakınlarındaki Novo Selo askeri üssü ve güneydoğudaki Yambol yakınlarındaki Bezmer ile güneydeki Plovdiv yakınlarındaki Graf İgnatievo hava üslerinin yanı sıra Karadeniz liman kenti Burgaz yakınlarındaki bir depo yer alıyor. Son yıllarda Novo Selo’da düzenlenen Bulgar-Amerikan ortak askeri tatbikatlarının Bulgaristan’a 3 milyon doların üzerinde toplam yatırım getirdiği söyleniyor. Bezmer Hava Üssü strateji dergisi Foreign Policy tarafından ABD’nin dünya çapındaki en önemli altı üssü olarak gösterildi. Bezmer’in şimdiye kadar Irak’a teçhizat gönderilen Burgaz’ın yerini alması planlanıyor, ama bu üssün bir kötü tarafı var. O da Karadeniz’deki turistik merkezlerin tam ortasında yer alıyor olması.)


262

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Arkada kalan 14 yılda Birleşik Amerika Sofya iktidarında “erişilemezlik”, “her zaman ve her yerde haklısınız”, “sizi kimse cezalandıramaz”, “yaptıklarınızdan kimse hesap soramaz” duygusu ve tavrı yarattı. Tarihinde 7 defa kırılmış, yalnız XX. Yüzyılda 3 defa felaket yaşamış, 141 yıldan beri azınlıklarıyla ruhen kaynaşamayan ve manevi parçalanmışlık yaşayan küçük bir ülkesi ve yaralı bir halk olan Bulgarlar tarihlerinin en huzurlu ve güvenli devrini Osmanlı döneminde yaşadılar. Osmanlı onlara manevi uyanış ve gelenekleriyle yaşama ve bir milliyet olarak dirilme, kendi kiliselerinde dinsel adetleriyle yaşama olanakları oluşturmuş. Kilise ve manastırlarını, okullarını bir tarafta Rum Papazların diğer tarafta Rus baskısından kurtardı ve özerk yaşamalarına ufuk açmıştı. 160-170 yıl öncelerinde meydana gelen bu gelişmelere Batı güçlerinin (öncelikle İngilizlerin ve Rusların) Bulgarları kışkırtmalarını izledikçe ve bugünkü belirtilerle karşılaştırdığımızda benzerlik görüyoruz. Bugün yabancı üslerle doldurulan Bulgaristan topraklarında o zamanlar silahlı çeteler kuruluyor, dağlarda dolaşıyorlar, ayaklanma kışkırtıyorlardı. Ve bu yüreklendirmenin özünde batılıların ve Rusların “ayaklanın, saldırın, öldürün, arkanızdayız, burnunuzun kanamasına müsaade etmeyeceğiz” vaatleri vardı. 1876 Nisan Ayaklanmasını kışkırtan Sofya’daki İngiliz konsolosları Bulgar aslilere kese dolusu para dağıtmışlar, halkı yalan vaatlere boğmuşlardı. Her ayaklanmanın ideolojisi, ülküsü vardır. Bulgar ülküsüne Osmanlı, İslam ve Türk düşmanlığı zehri aşılayanlar da aynı güçlerdi. 1905’te Genç Türklerin, Makedon asileri adam sayıp İstanbul’da kurulan İkinci Meclise davet etmesinden sonra Türk ve İslam düşmanı zehri çok keskinleşen İç Makedon Devrim Hareketi, günümüzde Sofya hükumetinde ortaktır. Günümüz Bulgar aşırı milliyetçiliği Müslüman ve İslam düşmanlığı siyasetinde ve yerli yersiz Türkiye Cumhuriyeti’ne saldırılarda çok önemli bir yer alıyor. VMRO hareketi liderlerinden şunu işitiyoruz: “Türkiye Bulgaristan’daki Müslümanları “Türk” yapmak istiyor. Bulgaristan tek milletli bir devlettir. Bulgaristan Türklerini azınlık olarak tanımıyoruz. Kişisel haklarını tanıyor, kolektif haklarını, ortak haklarını, azınlık haklarını tanımıyoruz. Modern demokrasi bireysel haklara yöneliktir, Türklere toplumsal azınlık hakkı tanıyamayız. Dolayısıyla anadil, okul, kültür ve din haklarını da tanımıyoruz…” İçten ve dıştan kışkırtıldıkları bir yana, onlar bu sözleri söylerken, topraklarımıza konuşlanan Amerikan üslerinden güç alıyor, arka buluyorlar. Olayın yeniden patlaması T.C. Dış İşleri Bakanımız M. Çavuşoğlu’nun Tekirdağ’da soydaşlarımıza konuşmasıyla başladı.


Makale ve Analizler - 2019

263

Son 5 yılda Bulgar sözde “yurtsever” aşırı milliyetçi, hatta faşist güçlerin Avrupa Parlamentosundaki temsilcisi ve 26 Mayısta yapılacak seçimde yine aday gösterilen İç Makedon Devrim Hareketi (VMRO) Başkan Yardımcısı An. Cambazki Bulgaristan Müslüman Türkleriyle ilgili yeni bir teori (kuran) geliştirmiş ve açıkladı. Brüksel’de kimin elinden su içtiğini henüz bilmiyoruz. Fakat saçmalıklarını açıklamak istiyoruz, çünkü o artık “Avrupa TV” yayınına çıktı ve şöyle saçmaladı: “Bulgar Prensliği topraklarında yaşayan Türklere 1878’de sahip olduk. O zaman Osmanlı imparatorluğu vardı. Türkiye Cumhuriyeti yoktu. Türkiye Cumhuriyeti 1923’te kuruldu. O, Osmanlı imparatorluğunun varisi değildir. Bizdeki Türkler üzerinde hak iddia edemez. Onlarla ilgili konuşamaz. Bu nedenle Bakan Çavuşoğlu, Bulgar meclisinde Müftülük borçlarıyla ilgili kabul edilen kanun konusunda “müdahalede bulundum“ sözlerinden ötürü ‘özür’ dilemelidir. Biz egemen bir devletiz. Türkiye iç işlerimize karışamaz!” Politik sahneye 5 sene önce çıkan bu sözde siyasetçi hedefinde olanı açıkladı ve önlüğündeki taşları döktü. Bulgaristan Türklerine hiçbir hak tanınmayacak, dedi. Daha önce CHP’li Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce de Kırca Aliye gelmişti o da bize “Yorulmadan çalışın ve vergilerini ödeyin!” demişti. Şahsen aralarındaki farkı gösterebilmekte zorlanıyoruz. Bu tezi alenen savunan bencil küstah Cambazki, 26 Mart 2017’de Bulgaristan’da erken seçimlerde Türkiye’den oyunu kullanmaya gelen soydaşlarımızı “Kapı Kule” girişinde durdurmuş, yaşlılara saldırmış ve tartaklamıştı. O günden beri Türkiye Cumhuriyeti’deki 39 sandığa sopacı kadro gönderdiklerini ve soydaşların serbestçe oy kullanmalarını değişik bahanelerle engellemeyi başardıklarından fırsat buldukça övünmeye devam ediyor. Bulgaristan kuruluşundan beri hedeflerinde Bulgaristan’da yaşayan Türklerle, anavatanda yaşayan kardeşlerimiz arasındaki bağları kesmekti. Türk Milli Birlik ve bütünlüğünün pekişmesini engellemek amacıyla kışkırtmada bulunmak ve bizi birbirimizden kopararak tüm imkânlarla hepimizi ezmeye çalışmaktır. Bu düşmanlık dış kaynaklı kışkırtıldığı için bitmez… Ne var ki bu gelişmeler ülkeyi iyice parçalarken Bulgar devletine ve milli menfaatlerine de çok ağır yaralar verecek niteliktedir. Yukarıda adı geçen siyaset bilimcisi Prof. Minçev, konuyu şöyle yorumluyor:


264

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

“Baş Müftülüğe ilişkin olan diyanet yasasının amacı, diş güçlerin, özellikle Türkiye Cumhuriyetinin Bulgaristan’daki din işleri pratiği üzerindeki etki ve kontrolünü kesip yok etmeyi amaçlıyordu. Hedefimizdeki, bilhassa Türkiye diyaneti vardı, onun Bulgar devletinin denetimi dışındaki yıllardan beri devam eden mali yardımlarını kesip durdurmaktı. Bulgar Ortodoks Kilisesi de Moskova’dan para alıyor. Bu da durdurulmalıydı.” Son 30 yılda izlenen politikanın geniş etnik kitleleri cahil, dinsiz, ahlaksız, örf ve adetsiz bıraktığı ortadadır. Üç milyon vatandaşın memleketi terk etmesi nedenlerinin başında gelen manevi yaşamsız kalma ve hayvanlaşma tehlikesinden kopuk kaçma gerekçe olarak gösterilmektedir. Etniklerle Bulgar milliyetinin birbirine düşürülmesi bir iç savaşa kibrit de kıvılcım çakabilir. Bulgar soyu diğer etnikleri kucaklayıp yönlendirebilmekten acizdir. Bunun bedeli ağır olur. Bu, iyilik bilmezliğin iki özelliği daha var. Birincisiyle Arnavutluk, Makedonya, Kosova, Sırbistan, Ukrayna, Avusturya, ABD, Kanada ve Moldova’daki Bulgar azınlıklara “milli azınlık” hakları tanınması ve oralarda okul, kültür evi, sağlık ocağı vs açılması ve bu işler Bulgar devleti tarafından 152 milyon leva ile finanse edilirken, öğretmen, eğitmen, doktor ve sanat adamları gönderilmesi ön plana çekiliyor. Aynı zamanda azınlıklardan vergi toplayan devlet, çocuklarımızın anadilimizde konuşmasına izin vermiyor. Milli kültürel azınlık haklarımızı tanımıyor. İkincisiyle, vatandaşlara ve azınlık mensuplarına kolektif haklarını tanıyan ve derneklerde, kulüplerde, federasyon ve konfederasyonlarda, toplumsal hareketlerde örgütlenme haklarını tanıyan Uluslararası İnsan Hakları Çerçeve Anlaşmasını imzalamış olsa da, uygulanmasına izin vermiyor. İnsanlarımız baskı altındadır. Avrupa Birliği üyesi olmamız bizim bu temel sorunumuzu çözmemiştir. Bulgar Devleti çöküyor, milli menfaatlerimiz de sökülme var, huzursuzluk ve gerginlik aldı yürüdü. Bu nedenle, Türkiye devlet ve hükumet yetkililerine dil uzatanların eli kolu bağlanmalı ve tarihsel deneyimlere başvurularak halkın istekleri ve hakları uygulamaya geçilmelidir. Birkaç örnek vermek isterim: 31 Mart 1923’te Bulgaristan Başbakanı V. Radoslavov ve 6 bakan 1918’de ülkeyi yıkıma sürüklediklerinden dolayı ömür boyu hapse mahkûm edilmiş, kabinenin diğer üyeleri de 10-15 yıl hapis cezası almıştı. Anlaşılan


Makale ve Analizler - 2019

265

o zaman Bulgaristan’da yargı bağımsızmış ki, başbakan, bakan ve yüksek memur demeden suçlular içeri atılabiliyormuş. 1944’te kurulan “Halk Mahkemesi” devlete karşı işledikleri suçlardan dolayı 5 başbakana ve birçok bakana ağır ceza kesmişti. 1956’da başlayan T. Jivkov döneminde suçüstü yakalanan iri Bulgar bürokratlar, parti yönetiminden kadrolar daha yüksek göreve atanarak ya da uzak bir devlete Büyükelçi olarak gönderilerek, olayın üstü kapanıyor, gitgide unutturuluyordu. Son 29 yılda Bulgar devlet politikasını alabildiğine karıştıran, vatandaşlık işleridir. Hele son yıllarda Bulgar kimlik, vize ve pasaportu satan ve bu dalavereler toplam 28 milyon Euro haraç ve rüşvet alan, halkın vatan toprağını, öz haklarını, öz menfaatlerini pazara süren Brüksel ve Sofya milletvekillerinden, başbakan, bakan ve politikacılardan tutuklanan, yargılanan ve içeri atılan olmadı, yok. Neden korkmuyorlar? Neden çekinmiyorlar? Çünkü onları koruyan birileri, düzen, rejim var. İşte Bulgaristan’ın asıl düşmanları bu kişilerdir. Çünkü bunlar korunmamış olsaydı, bu gün Bulgaristan çok derin bir bunalım ve facia içinde olmazdı. Cumhurbaşkanı R. Radev Bulgaristan’a “bataklık” demekten çekinirdi. İktidarın zenginleşme, çalma, kapma ve haraç toplama karargâhı olduğunu göremeyen kalmasa da yargının bir tek kişinin bileklerine kelepçe takmaması, aslında önce yargıçların ve savcıların içeri atılması gerektiğine kanıt taşımaya başladı. Bulgaristan’da bir Bankadan 7 milyar 200 milyon çalındı, banka çöktü, tutuklanan yok. Başbakan İv. Kostov zamanında 15 banka iflas etti, yine yakalanan yok. Başbakan Kostov kendisi 2000 yılından beri sanki baş boş, fakat çöken bankadan ayda 25 000 leva haraç aldığını işitmeyen kalmadı. Bulgaristan Vatanımız Avrupa’nın fakir, en çaresiz, en cahil, nüfusu en hızlı azalan ve en hızlı çöken ülkesi oldu da adalet mekanizmasında henüz tepişme yok. Önce 500, ardından 1000 iri baş hayvanlık çiftlikleri, 1 milyon 600 bin ineği ve 15 milyon koyunu yok edenler mutlaka cezasını bulur diye dualar ettik. Amma tutmadı. Dünyanın en modern metal kesme makinaları, dökümhaneleri, insan eli değmeden makine yapan bantları çalışan şehirlerinde bugün hastaneler ve okullar kapandı. Bulgaristan’da çöküşü durduramadık. Bulgaristan’ı bu duruma itenler isimlerimizi ve kimliklerimizi değiştiren de hep aynı düşünce aynı takımdır. O zaman birbirine sarılmışlardı. Şimdi de saldırılarına devam ediyorlar. Bulgaristan’da Türklere bir dernek


266

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

kurma hakkımızı, kimliğimizi, çocuklarımızın okula gitmesini ve anadilimizde okuma yazma öğrenmesini çok görüyorlar. Şimdi Amerikan askerleri çağırdılar. Avrupa Birliği paralarına kondular. En pahalı “F-16”ları devlet parasıyla satın alıp günahlarını af ettiriyorlar. Washington parayı görünce çok cömert. Türklere, İslam’a ve Türkiye’ye dil uzatanların cepleri Amerikan Dolarları ve Evrolarla dolduruyorlar. Eskiden bu tiplere Pound veriyorlardı. Bulgaristan’ın son çöküşü isim, din, adet, töre, kimlik değiştirme baskın ve zulmüyle başladı. Ülke 1989’da sadece 3 ayda 350 bin civarında Türkün kovulmasıyla bu büyük felaketi yaşadı. Ağır ve hafif sanayi, kooperatifleşmiş tarım, tarım ürünlerini işleme endüstrisi çöktü, dış ticaret bağları koptu. Eğitim, sağlık, kültür ve sosyal siyaset her geçen yılla geriledi ve can çekişenler arasında hala kendilerinde güç bulanlar dört yana zehirli ok atmaya devam ediyorlar. Bunlardan her an her konuda her şey beklenebilir. Onların vicdanında hiç bir konuda hiçbir zaman haklı bir Türk olmamıştır ve olmayacaktır. Bu tiplerin sadece kalın kafaları değil onların uşaklığı asla değişmez. Değişen sadece Rusya uşaklığından ABD uşaklığına değişiklik beklenebilir onlardan. Çok değerli okuyucularım artık uyanık olmak zorundayız ve bildiğimiz gibi Türk-İslam yolumuza devam edelim. Türkiye Cumhuriyeti Başsavcısı Sofya ziyaretinde 80 Fetocunun iadesini istedi. Bunlar hep Türk düşmanlığı bataklığında yetiştiler ve Bulgar aşırı milliyetçileriyle aynı sofrayı paylaştılar ve paylaşmaya devam ediyorlar. Bulgaristan’da FETO ayağını kırmadan ileri gitmemiz mümkün değildir. Yaşanan her günümüz yapılan her işte hep biz TÜRK-İSLAM ümmeti zarar görüyoruz. Belalar bir değil beş değil. Neden? Niçin? Nereye kadar bu devam edecek. Bunu sonu yok mu? Evet işte bunun için bizler artık aklı önümüze almalıyız ve her yapılan işleri sorgulamak altını arkasını araştırmak zorundayız. Yeter artık Birlik olalım beraber olalım. En önemlisi ise birlikte hareket etmeyi öğrenmeliyiz. Birlik ve beraberlik ölümden başka her şeyi çözebilir. Saygılarımızla, Güç bilgidir, bunun için çevrenizle ve dostlarınızla paylaşmayı unutmayınız.


Makale ve Analizler - 2019

267


268

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.