tasvirlerden mürekkep
her ayın ‘yirmibir'inde yayınlanan ‘www.tasavvur.org' adresli sanal mekânın matbû halidir.
bir
tasavvur |
bir mart 2 0 0 8
yayın editörleri : yahya kurtkaya bünyamin kasap yayın kurulu : burak tabaş, hasan şen, tarkan tek, m. taceddin kutay, bünyamin kasap, yahya kurtkaya tasarım-dizgi : burak tabaş fotoğraflar : islam şensöz reklam-tanıtım : ihyanur bağce, tarkan tek tashih : tasavvur son okuma : halil bacacı muharrem ballı e-mektup : heybe@tasavvur.org sanal mekân : www.tasavvur.org
basım : ravza yayınları büyük reşit paşa cad. no: 22/42 vezneciler - eminönü / istanbul +90 212 5284617 www.ravzayayinlari.com
iletişim adresleri : kreitnergasse 4-6 1160 vienna / austria zafer mh. çalışlar sk. no: 14-1 yenibosna - bahçelievler / istanbul yalnız bırakmayanlar : ali çiçek, kemal bulut, mehmet kandemir, elif zehra aydın, ayşe serra dilek, ayşe nur çelikdemir, hatice zühâl, ibrahim gülle, 'yenilgi’ tâifesi, halil ibrahim doğan ‘tasavvur’lar, tasavvur edenlerin insiyatifinde ve sorumluluğundadır.
es’selâm! insan, tasavvur eden bir varlıktır. tasavvur etmek, deniz kıyısında tek başına kalmış bir çocuğun, ceplerine doldurduğu çakıl taşlarını denize atarken, sahildeki taşların bitmesini değil de cebindeki taşların bitmesini düşünüp, denizdeki sonsuz suya rağmen yanaklarındaki damlalarla ‘ben de varım!’ demesinin hayat hâlidir. hayat hâli olmak bir şeyin, aynı çocuğun deniz soğuğunu alnına alıp da içinden ısınmasıdır. saçlarını savuran rüzgârın içine dolmasıdır. suya yaslanırken güneş olan, içinden aydınlanmasıdır. ve nefes... kararırken vakit ve su, biterken sonsuzu denizin ve vururken kıyısına denizin balıklar; çocuğun, gözyaşlarından denizler yapıp balığı hayata döndürmeye gayret etmesidir! nefes almak; yaşıyor olmaktır! aralık ikibinaltı idi vakit. dünya’nın viyana mekânından ‘söz kervanı’ kurup yola çıktı tasavvur. önce, sanal bir mekân olan ‘tasavvur.org’ adresinden ‘yirmibir günde bir’ biriken hâli arz etmeye çalıştı. bu gürültülü dünyada, serseri çığlıkların ayyuka çıktığı vakitte, hâli arz etmenin, hâli ‘güzel’ arz etmenin önemine inandı. iş yapmadan ziyâde, işi sağlam ve güzel yapmanın daha efdâl olacağını bildi. bu bilgi, büyüdü büyüdü ve bunu şuur edinen birçok kimseye kadar ulaştı. sonra, buluşma vakti, her ayın ‘yirmibiri’ olarak değişti. vakit değişirken, tasavvur da gelişti, büyüdü, güzelleşti, sağlamlaştı. buna inanırken, bir bahar çadırı kurup da içerisinde ‘yaşamacılık’ oynamayı asla düşünmedi. hayatın gerçek yanında var olmaya gayret etti. hâdiselerin edebî kelâma akseden güzel taraflarını terennüm ederken; hadiselerin edebî kelâma aksetmesi gereken ‘acı’ yanlarını da bildi. hayata karşı duyarlı bir duruşla durmanın elzem olduğuna inandı. mütefekkir diyor: “dergi, hür tefekkürün kalesi. belki serseri; ama taze ve sıcak bir tefekkür. kitap, çok defa tek insanın eseri, tek düşüncenin yankısı; dergi bir zekâlar topluluğunun. bir neslin vasiyetnâmesidir dergi; daha doğrusu mesajı. kapanan her dergi, kaybedilen bir savaş, hezimet veya intihar.” tasavvur öyle geniştir ki; temellük edemediği şeyleri insanın kılar. güneş benimdir diyebilirsiniz; güneşten tam istifâdeniz kimsenin istifâdesine mânî olmadığı için kimse tekzip edemez sizi. fakat tüm gücünü edebiyata teksif etmiş bir dehâ da olsa, kişinin edebiyat benimdir demesi edebe münâsip olmasa gerektir. bakî’nin şehrinden gelen, goethe’nin dilinin konuşulduğu bir şehirden, dünyanın kalbi olan şehre değen fikrimiz, sesimiz ve dahi sözümüz ulaşır başka bir tasavvur ehline, dünyanın herhangi bir yerinde mukîm. zaman, mekân, hâl, sayı önemli değildir. kemmîyet keyfiyet muhabbeti... bahar geldi zamana. mevsimlerin de fikirler gibi birbirine karıştığı bir zaman içre; baharın esas anlamının uzağında olduğumuzun bilincindeyiz. yine de baharı, allah’ın ‘rahmetimden ümit kesmeyin!’ buyurmasına ilişkin olarak bir ‘dua aralığı’ olarak biliyoruz. hoş gelsin bahar! bu ilk matbu ‘tasavvur’a renk getirsin. şuura güneş, geceye sabah getirsin. insana ses, hayata tepki getirsin. tasavvur etmenin kaçınılmaz gerçekliğini anlayıp, itikadî yanında güneş’e sarılmaya vesile olsun. bildirsin ki: insan zindanda da olsa tasavvur eder; meğer meşrikte, meğer magribde… ves’selâm!
| genel muhtevâ nefes 5 | fikir 38 | insan'a dair 68 | dilmaç 78 | kırâathâne 94
nefes | beyaz, tasavvur ve niyet mirat bârân 7 | vavla nun arasında m. taceddin kutay 8 | hafî elif zehra aydın 9 | tekrir sümeyye betül 10 | ağırdan aldı tarih mehmet şâmil 11 | özlemin reçetesi kaç dirhem hasan şen 12 | iri gül sebahattin şentürk 14 | makâm elif naime arslanoğlu 15 | acı kahve yasin çetin 16 | nâkıs suretim osman gürsoy 18 | tiryâki gibi mehmet türkmen 19 | sıfırın doğumu şeyma konak 20 | yaşarken sonbaharı yılmaz topal 22 | üç şiir kemal bulut 23 | üç el ağıt mehmet fatih k. 24 | kayıp yusuf dursun 25 | mevsim, tahassür ve efendim yahya kurtkaya 26 | serçe kuşu ısıtan esra kurtkaya 28 | 14 ersin dursun 29 | kış söylencesi eda aktaş 30 | sükût âsmân gûn 31 | bir sükût rüyâsı bilal can 32 | buğulu camda görünenler melike beşer 34 | akisler bünyamin kasap | 35 hâl bu ki; ... burak tabaş 36 | 5
tasavvur
beyaz, tasavvur ve niyet | mirat bârân düş taşıyan kervanın ipekten kanadında kırıldı küle döndü kumun kalbi cam gibi pas tutan tasavvur’u bestelerken bir siyâh kalbine göçüverdi beyaz niyet sahibi alnı ak tuttu vakit dinlendi oldu sabah! dedi kırık kelime bana masal anlatır camda kalan elimden sızan rengin derini veremli bir çiçektir dudakları intizâr hüzün bahislerinde büker kirpiklerini! bir köşesinde dehrin makâm arar sesi zâr hangi kervan dar geldi söyle nedir acıtan kırık tırnaklarında asılırken bu masal hadi bitmeden kumlar o’na duâ edelim bu hicret bâri olsun niyetiyle hem visâl bir tasavvur süresi içe doğru gidelim! ... 7
tasavvur vavla nun arasında | m. taceddin kutay dokuz doğurmuş on başlı dev kartallar ülkesinde süt içmek gibi râhibe memesinden bu garip haletlerde bâri sen anla beni târif dediğin ne kadar kifâyetsizdir terkipler ne kadar başka tahminler ne kadar isâbetsizdir hazzolunmamış aşka gezegen misâli yan yanayız oysa birbirimizden bîhaber tabure misâli dip dibeyiz sessiz kıç kıça aynı safta kıblesiz bu mâbedler içinde bâri sen anla beni sen dön benimle aynı kıbleye aynı ikonaları sen öp benimle lügatsiz şehirlerde, tabirsiz lîsanlarla kâf dağının ardında en müşkil insanlara açılmadık bahislerde seni terviç edişim hep senin günâhındır bu nefiylere tehammül hep senin için vav, re hürmetine yahut nun aşkı için bu hitâm-i kemâlde bâri sen anla beni amentüsüzdüm evvel, tehammülüm çoktu meziyetti yokluğunda aşkı istikmal etmek, eshâr rüzgârlarına selâm emânet etmek, her mütebessim çehreye yabanca dudak bükmek müşkilpesent fıtratların üzerinden akardım, içlerine yağardım dağdaki oyukların ağlasan iniltini ta fizandan duyardım hülâsâm, ben seni filhakîka sevmiştim lâkin takat bitince sevgi kalp oluk akçe dilde söz biter elbet, tende nefes bitince ne devlet bulsam seni son deminde mecâlin bir ömür aradığım o seyyal çingeneyi rûhum râhına düştü bu maksat binâberin müşterek dillerde iki sevgili, müşterek hallerde refîk-i hayat, müşterek makâmda şarkı söyleyip, müşterek günleri kutlayacak, bir sen kaldın diye benî beşerde bilârehber rûhum râhına düştü bu eyyâm-ı garipte bâri sen anla beni. ... 8
tasavvur
hafî | elif zehra aydın
kalbin haritasını ser ahşap tahtaların üstüne de, kuşbakışı / azâmet şahikası yön tayin et askerlerine.. hayretle ikrar edersin ki senden gayrı ne düşman vardır, ne senden bîhaber tedarik edilmiş levâzımat. adına ‘cihâd-ı kübrâ’ dedikleri bu sa’y; sırtını senelerdir dayadığın mefhumlarla cenkten ibarettir… -aynanın sırrı nedir? -camın arkasına çekilir ki onun varlığı, sırrıyla mûkimdir. -ya sır çekilirse? -ayna olmaz. -ayna olmazsa? -aksolmaz. -kâlb nedir? -tecellîgâhtır ki ilâhi nûr onda zuhûr bulur. -aks için ne gerekir? -sır. -ayîne-i kalbin sırrı nedir? -cehâletim bahr-i bîpâyândır. yanlış kişiye suâl edersin. -ayîne-i kalbin sırrı çekilirse? -aksolmaz. -tecelli sükûn bulmaz!.. sır çekilse de tecelli devam etse? -şüphesiz ki o’nun bana bildirdiği dışında bir bilgim yoktur. -tecelli saydam kalbe nüfûz etse?.. -bilmediğim bir şeyi söylemekten yine o’na sığınırım. -kul bir günah işlediğinde, kalbinde siyah bir nokta belirir. eğer o günahından tevbe edip uzaklaşırsa kalbi saydamlaşır. eğer tövbe etmeyip günah işlemeye devam ederse o siyah nokta artar ve kalbi istilâ eder. ...günâh kalbe sır mıdır? -o, her şeyi hakkıyla bilendir… hüküm ve hikmet sahibidir. -ayîne-i kalbin sırrı günah mıdır? -… -günah olmasa?.. -şüphesiz ki o’nun bana bildirdiği dışında bir bilgim yoktur -âh!.. hallâc’ın feryâdı.. tecelli saydam kalbe nüfûz etse.. -yeter ! -sır da kalksa.. ayna da.. nefs sicimlerinden azâd olsan?.. -yeter, yeter!.. belindeki zünnâr mıdır, yoksa hikmet kuşağı mı?! -ya senin sırrın nedir? her isabet edene musîbet gözüyle bakmaya devam et.. tâ kafan bir kayaya isâbet edende! “nitekim, ne gören ile görmeyen bir olur; ne de aydınlık ile zifiri karanlık.. ne (serinletici) gölge ile yakıcı sıcak; ve ne de yaşayan ile (kalben) ölmüş bulunan.“ (fâtır sûresi; 19-22) … 9
tasavvur
tekrir | sümeyye betül ne kaçtığın deniz ne yakın tufan uzak değil kayalıklara git ve gör damarında serumlar sancı çoğaltsın söyledi atalar dini bu katliam sana ya şahsından tekil ihtilâller kılacaksın ya bildiğin çoğulları saf saf yık ve geç ama geç, uçurum bir tek adımla başlar kavmimin ihânetini güç belâ hatırladım ki tevekkül birleşmezse ellerimden sen yetiş! okyanus taşındım mekândan işaretin gibi diyorum deniz yutar mı bir an dönersem taşındım, bu bağdaşa ikâmet çek yüreğimi okyanus! taşındım diyorum nefsim diyorum diyor: putları reddet; idealleri koru!* şimdi bize taş atana gemi mi yakalım nuh’u unutup yağmuru kutsarken tanrılar sanat diye asacaklar gökdelenlere bileklerimizi boş bakışlara râm utanç bize ey peygamber tahammülü sabra maya tutmayan şehirlerde yine de tufan damarlarımızda terkipte *aliya izzet begoviç
... 10
tasavvur
ağırdan aldı tarih | mehmet şâmil yüzünü öfke yuttu gülüşlerimin buzdan alevler verdim soluduğum nefese hayat bir çocukken kabzaların ucunda kırıldı dalları ağaçlarımın yuva bildi kalbimi en zengin hamle ağırdan aldı tarih vuruldum bir çırpıda ey yağmurun ritmiyle ağlayan çocuk yüzlüler ruhumun dehlizinde kaybolan acılarım gök/yüzümdeki sâlâ söyleyin nedir bahanesi toprakta kanın bir kar tanesi gibi yığılan yüreğime kuşları yaklaşmıştı teker teker ölümün ruhumu kapısında buldum secdenin başlayınca bir harften yangını kelimenin ağırdan aldı tarih öpüldüm bir çırpıda yankısı suya vuran gölgelere baktıkça damarımda dolaşan hüznüydüm bekleyişin kavruldum ateşiyle bir kum tanesi gibi içimdeki sahranın ayak izlerindeyken ne yana bakar şimdi avucumda sır gibi eriyen güneşlerim / başımda ulu çınar / ardımda gül derenim ağırdan aldı tarih gömüldüm bir çırpıda ... 11
tasavvur özlemin reçetesi kaç dirhem | hasan şen ruhun işgal altındayken , kaç metre bez sarar seni? ı. gün giden sensin; kalan benden bana ne… ıı. gün üzerimdeki yorgan ıslanmış. balıklar tatlı sulara kaçıyor. yanaklarım bulgur bulgur yağmuru arşınlıyor. eriyorum… yeni depremler şekillendirmekte üstüme yok. yıkık binalar, toz bulutları, henüz ölmüş birileri, henüz ölmemiş birilileri ve…… ve can kurtaranların hepsi uzakta. iki yoldaş, iki sırdaş, iki candaş, iki… ellerimi sıkı tutmalıyım! ellerimi sıkıca… neyleyim hasretsizliğini senin/az lira bile etmez anahtarsız kelepçe ellerin/bırakmam-bırakamam denizler içine alır beni dakikalar tik tak geçiyor. geleceğim onların gözlerinin önünden... büyücü değiller. kâhin değiller, ileri görüşlü belki!.. yoruluyorum… bir sesi bu kadar çok özlerken hüzünlenmemek elde mi? ııı. gün ateş sobasından kaçmış. ben barut olmaktan bir türlü çıkamamışım… nerdesin! nerdesin? biliyorum benlesin… yorgunum sadece…yoruldum her gün farklı bir şeye yorulmaktan. hele sen benimle ve benden uzaktayken… ıv. gün kelimeler. ki şimdi ateş halkalarıdır. uçarlar göçmen kuşlar gibi sessiz ve iz bırakarak… canım yanıyor! canım yanıyor da bir türlü canavar olamıyorum… git demeli miyim? bütün gülleri bir tabutun içine koyup, git demeli miyim?.. v. gün ibibikler ötmedi. horozlar bu işi yerine getirmiş olabilir, olmaya da… betondan düşlerin sığınağıdır buralar. çiçekler taştan oymalı desendir. insanlar ruhunu pazara çıkarmış heykel. ötmedi ibibikler. sen de gelmedin. gecenin omurgasını parçalayan bir yıldız olarak kaldın… gecenin omurgasını parçalayan iki hülyaydık biz tam sabah olacak derken uyanıvermişiz
12
tasavvur vı. gün yalnızlık arkadaşım olmaktan sıkılmış, yalnız kalmak istiyor… sorular ve tekrar tekrar sorular. niye mesela? tuz bağlamak yar(ay)a aşık saltanatıdır kanım akmıyor damarlarım buruş buruş yeni masallar dinlemeliyim. içinde geleceğin olmadığı, günümüze dair masallar… vıı. gün bugün bayram günü. yenilerimi giyip de çıkmalıyım sokaklara. kısa pantolon, elma şekeri ve hilâl şeklinde saçlarım. sevgi kokan her eli öpmeliyim. ceplerim liralarla dolmalı. bugün bayram günü. yenilenmeliyim… ne olmuş kimse elini uzatmamışsa. elbiselerim eskiyse, kimsesizse. hiç olmamışsa kısa pantolonum. ne olmuş çıkamamışsam sokaklara, dolmamışsa ceplerim, elma şekerimi kuşlar yemişse ve saçlarım hala karışıksa… bugün bayram günü. sevinmeliyim… nerdesin içimi dağlıyor sesin bugün bayram günü. gül/me/li/yim. nefes vermeliyim. nefes… vııı. gün dişimi çekmediler. ipimi çekmediler(!) çektiler dar ağacı üstünden brandayı. şimdi hangi rüzgâr sürükler iskemleleri? künyesine ne yazılır ayrılığın?... canımdan öteye cansın denizleri bırakarak bu karaya varmalısın ağlama gözlerim. sen bu nakaratı bilmezsin. sus! sus ve bekle… son. gün gelecek –olan– sensin; kapanan kapılardan bana ne… ...
13
tasavvur
iri gül | sebahattin şentürk aynı hava, aynı iklim, aynı su, verimler değişik, mahsul sayısız. gül avı... kurulmuş güzele pusu, avcıda tasa yok, şikâr kaygısız, aynı bahçe, aynı toprak, aynı su! kiminin üstünde feyiz buğusu, ıtırları tüter gider göklere. kimileri gül’ün beyaz kuğusu, nazarları dalar gider köklere, aynı bahçe, aynı toprak, aynı su! iri gülde olmaz nefs uğultusu, arınır, arınır, saf olur gider. iri gülün cennet tüter kokusu, ezel onda, ebet bağrına siner, aynı bahçe, aynı toprak, aynı su! damarına çöktü günah tortusu, cehennem çekiyor iki yakanı. ezer bir gün seni ruh burkuntusu, tek şifa damlası iri gül kanı, aynı bahçe, aynı toprak, aynı su! görmedin mi iri gülde doğrusu! gönülden bağlan ki geç hezeyanı. ebedî kör elbet şeytan uğrusu, tebliğ nedir anla, kavra beyânı, aynı bahçe, aynı toprak, aynı su! ... 14
tasavvur
makâm | elif naime arslanoğlu çizgi çizgiyim bağrında kanarım her âh okunuşumda pişmek bu da yanmak ne ola ki yanında? acziyetim kapılışımda câha düştüm dergâhında geçit yok parlayan zifirdi, yakamoz yakamoz avuçlarımda neydi yüreğinin makâmı; çalamadığım ve vuramadığım teline; sazımın mihrâbı dokunmak ve titretmek telini ser-hoş eden benliğimi bir bûselik ve bir muhayyerkürdî bir defa daha şimdi; son defa vur telime okut pul pul biriktirdiklerimi bağrındakiler gibi boğazıma durup aklıma vuranlar gibi çizgi çizgi, ince ince vur telime; adım gibi ... 15
tasavvur acı kahve | yasin çetin hep kaval olsun isterdi düğününde çalan. halay çekilmesin, huzur bulunsun. davulun sesi kime hangi mesafede hoş geliyorsa da oturduğu cam kenarına hiç de hoş gelmiyordu. hoş, gelinliği de hoş değildi, gelin olması da, bundan sonraki her şey gibi... çeyiz merakı yoktu; ama olaydı saklı tutardı el emeğini. hele ki bu düğünde olaydı hepsini yakardı, kendi gibi. o nasıl yandıysa havlu kenarı da yanardı, elbezleri de, yemeniler, patikler, çarşaflar da düşerdi bir bir aynı ataş’ın içine. ‘a’, çünkü şive böyle çıkartıyordu alevin ismini ağızdan. ‘a’ çünkü azaltmıyordu acının şiddetini hiçbir yumuşama. halay başını çeken yorulmuyordu ki dursun şu debelenme. ortamcı çocuk herkesi oyuna davet ediyordu. kimse kalkmayınca kendi oynuyordu, yorulmuştu ama durmuyordu… çocuğun yorgun yüzüyle etrafı neşelendirmesi, belki de tanımadıklarının düğününde halay çekmek zorunda oluşu tuba’ya tebessüm ettirdi. ne acayipti bir düğünde zoraki halay çekmek, ne acayip işti zoraki bir düğünde halay çekenleri izlemek. bugünün ikinci tebessümüydü o an yüzünde duran. ilk’i ana’sınaydı evden çıkarken. tebessüm ki; ağlasa daha az üzülecekti ana’sı. tebessüm ki; tüm ağlayanları utandırdı gözyaşlarından. o tebessüme karşılık görümcesi güldü ona. aynı acıyla. kardeşten sonra kardeş olmuştu ona. en az onun ki kadar acı dökülmüştü yüzünden tebessüm. o da nefret etmişti bu kararı alanlardan, o da hiç haz etmezdi davullardan. şayet olacaksa onun da bir düğünü, o da oturacaksa bir odada telli-duvaklı, keman olsun isterdi. televizyonda görmüştü de pek beğenmişti sesini. hayallerinde hiç düşürmezdi omzundan. ilk o zaman nefret etmişti omzunu ağrıtan su bidonlarından... tuba’nın yanına gidiyordu. kapı çaldı. gözlerinden habersizdi tuba. aynaya baktı önce ağlamış mıyım diye. esma da üzgündü, biliyordu. onu daha çok acıtmak istemiyordu. yüzüne halaydakilere benzer bir ifâde taktı. kapıyı açtı. ikisi de birbirine gülümsüyordu. ikisi de gülümsemelerinin ardını görebiliyordu. daha fazla kandırmadan kendilerini asıl yüzlerini döktüler. kaç adet gerekiyorsa döktüler gözyaşlarını. âdet yerini bulmadan doğu’da hiçbir şey olmuyordu nitekim. sadece ağlıyorlardı. kim, kimi nasıl teselli edecekti ki… odaya giren davul seslerini bastırmak için arttırdılar hıçkırıklarını, ancak ölüm tamir edebilirdi iç kırıklıklarını. tuba da biliyordu tamirciyi, azrail’i düşünüyordu ağlarken… duvağına gözyaşlarını silerken esma da arkasını dönmüştü. o da siliyordu gözyaşlarını koluna. aslında utandıkları çaresizlikleriydi… tuba, esma’dan eve gitmesini istedi, evdeki bütün kıyafetlerini toplamasını söyleyecekti tuba’nın annesine. evvela bir kahve rica etti. esma ayağa kalkarak neden eşyalarının toplanmasını istediğini sordu. ‘belki atarım, belki yakarım. acele etmene gerek yok.’ cevabını aldı. tuba’nın kaderine teslim olmamasına bir şekilde isyan etmesine belirsiz sevinmişti. ilk önce kahve yapacaktı. ‘nasıl olsun kahve’ dedi. ‘çok yap, herkese yetsin, acı olsun/bırad talbe’ dedi tuba. (acı kahve; acı sözün, olayın, aslında acı olanın ardından verilirdi. içteki acının asıl acı olduğu, kahvenin ardından içilen suyla acının geçebileceği; ama tek bir su haricinde hiçbir suyun içteki acıyı götüremeyeceği mesajını veriyordu. 16
tasavvur ancak bir su -bir su götürebilirdi- acıyı bedenden alır; başkalarına nakşederdi… ölümden sonraki banyo suyu.) ortamcı çocuk yorulmuş, davulcu ve zurnacıyla demleniyordu. zaten kimse kalkmazdı kurt dökmeye artık. vakit geç olmuştu. aşiretin büyükleri kalkmak üzereydi. ev’e doğru yürüyorlardı, önden hanımlar haber verecekti gelin’e. odanın kapısı açılmıyordu. gelinin ahaliye yaptığı bir şakaydı aslında bu, ‘âdet’tendi. kapıyı açmak için para istemesi gerekiyordu. gülüşmeler başladı, erkekler de ordaydı. derken kahveler geldi. kahve, görülmezdi aslında düğünlerde; şerbet içilirdi. gelinin ne isteyeceği konuşuluyordu. büyüklerden biri “fazla istemesin de… zaten bir sürü masraf yapıldı düğüne.” dedi. esma tubagillerden dönmüştü o sıra; fakat tuba’yı görememişti gülüşenlerin arasında. kapı da kilitliydi. adet’le falan uğraşmazdı tuba, istemediği bir düğünde bir de milleti mi eğlendirecekti. mutfaktan odanın anahtarını aldı esma, kapıyı açtı. kapattı ve dışarıya doğru koştu. çocuklardan biri odaya girdi ve ağlamaya başladı. “gelin kendini asmış-gelin kendini asmış!” diye bağırmaya başladı. kahveler döküldü, odaya koştu herkes. kimse konuşmuyordu, kimse hiçbir şey yapmıyordu, ağlamıyorlardı da. düğünde ağlamak olmazdı çünkü, adet böyleydi… zoraki düğünde ölmek de adettendi… doğu’da bir çok şey adet üzerineydi… tuba’nın gelinliği şimdi yakışmıştı yüzüne. istenmeyen bir düğünde. kefenin rengine de soluk bir yüz yakışırdı.. başı öndeydi yine, artık bilinçli değildi hiçbir şeye, önemi yoktu davul sesinin, gözlerine bakmazdı ağlamış mıyım diye, ağlamak da yoktu artık… avluda biri feryat ediyordu. esma’ydı. yere bir şeyler döküyordu söve söve. “alın, alın işte tuba’nın asıl istediği budur, alın bu ateşte sizde yanın, alın da törenizi başınıza çalın, alın bu ateşi yakın, alın bu ateşi, alın bu ateşi yakın!..” iki elini başına bağladı, ağlıyordu. tuba’ya değil çaresizliğine yanıyordu. tek yapabileceği kıyafetlerini yakmaktı. tuba’nın dediği gibi ya atacaktı -ki az gelirdi- ya da yakacaktı ve öyle yaptı. o ateş’i onlar yakmıştı ama esma’nın kararıydı. o ateş esma’nın kararıydı ama tuba yakmıştı. avlu da yanan ateş bu düğüne bir takıydı… acı kahve acı olanın lafıydı. ...
17
tasavvur nâkıs suretim | osman gürsoy -gonca kelebeğeyalın ayaklı şehir gez(dir) beni.. yol kesen köprüler /kurulur gözlerimin üstüne gül dağımdan kopan beyaz /âhıma bedel rengini biliyorsun ölümün /mahremi senin teninde düşler tasviri bir hece ve yaz tecrübesiyim aşkın ipi çeken teselli.. bir tasma boynumda ölüm kendini hayâlime sar kalpten isa gibi geleyim ihânetin arzından yükseleyim semâya sinelere sapladığın tebessüm /hâlâ sıcak yüzümde, kalbime akar nasıl kıyılırsa bir nikâh öyle kıy bana /anla(t) sırrımı çatlasın mâdem yangınlı bağrım sana sûret verildiyse ezelden /kime aşığım bin leylâ geziniyor yüzünde gözümle bakıyor mecnûn! kalbimi okşadıkça sıcacık bir el /sin kayboluyorum tayfasız gemisiyim tûfanın güvercin avucumda/müjde yaprağı sustum hemen/herkese -yokluk göründü! eller âmâ sesim karanlık mı? insanı resmeden kalem siliyor beni aynaları yankıla gonca kelebeği bul yalın ayaklı şiir gez beni... …
18
tasavvur
tiryâki gibi | mehmet türkmen anılar tanığıdır geçmiş/im/in ucuz sızılardan değil bu kemiklerimin terini sil beyaz üniformamla beklerken ışınsız odamda sabahı adın dakikayla erirken gözyaşlarım dökülür küllüğe mıknatısın hangi kutbusun geceden kalma cilvenle gelsen de ilk gün yıpratan bir yolculuksun pazartesi güneş şehrin yüzüne doğarken gözüm/d/e batar 'hayat kaldığı yerde... yoksun gibi' tavır alamam tiryâki gibiyim ...
19
tasavvur
sıfırın doğumu | şeyma konak - anne, bugün okulda rasyonel davranmayı öğrendim. ne yapıyorsun? temizlik mi? e hadi kolay gelsin, benim işim var. rasyonel çocuk odasına gitti ve gayet akılcı bir seçimle boş zaman ile çalışma arasındaki bağıntıdan kendi çıkarına olan fayda ne ise o yönde bir girişimde bulundu. çocuk evde paralarını sayarken bulunmadı tabiî ki... sadece ve sadece kendine odaklanan bu insan modeli kendi kuyusunda boğuldu. bir yusuf olmalıydı kuyudan çıkabilmek için... yusuf olmadan girse bile o karanlığa... ve keşfetmedi, uydurdu “kendi çıkarıma olanı yaparsam mutlu olurum!” denksizliğini. bu uyum kendi içindeki sese göre dengeliydi, mutlak bir sese göre değil. denge çok bilinmeyenli bir denklemde sadece bir değişkene bağlı olarak kurulabilir miydi? - anne, ne yapalım senin görevin bu; benimkisi de bu. herkes kendi bacağından... - biz koyun değiliz yavrum, insanız... - !!! - peki o zaman nasıl mutlu olabiliriz anne? ben gibiler denklemde bir dengesizlik olursa ve sen gibiler denklemi eşitlemeye çalışırken? herkes kendini kurtarmamalı mı? 20
tasavvur - denklem bir bütündür, çözüm bulunamaz ise hepimiz muammâ oluruz evlâdım. o nedenle sen kendi değerini denkleme göre düzenleyeceksin ve unutma ki her denklem, daha üst kanunlar ile sabittir. bu kanunlara tâbi olunca birbiri ile bağlantılı tüm sorulara cevap yolu açılacak. sonra çözmek hem herkese hem de sana bağlı. bazen sadece bir bağımlı değişken olmadan tüm denklem çözülemez. sen o esas çözüm yolunu bulmalısın. sonunda senin ve tüm değişkenlerin değeri bütün denklemin sonucu değerince artacak. yavrum, sadece bir değişken olarak kalmamalısın artık. eğer kendini bütün çözümün bağlı olduğu biri olarak görürsen hepimizin sonunu düşünürsün. - ama anne ben... - ben değil, biz... - ya bizden bir ‘ben’ çıkıp da benim gibi kuyuya düşerse anne? denklem onun yüzünden bozulursa bunu kim düzeltecek? herkes aynı hataya düşerse herkes sadece kendini kurtarırsa anne, ya sadece biz kalırsak çözümsüz? - yavrum nereye gidersen git, denklemin dışına çıkamazsın, o bulduğun geçici değer herhangi bir çözüm değildir, çünkü onun doğru çıktığı bir küme yoktur bu âlemde... yanlış değerler ile yanlış sonuçlara gidersin. söyler misin taşların kuşlara bağlı olduğu bir âlemde sen seni nasıl benden âzâde düşünebilirsin? sen bana bağımlı bir değişkendin. seni rasyonel büyütmedim. öğrendiğin matematiği ait olduğu kanunlara göre sınamadan, sağlama yapmadan kabullenme... yoksa hayatın alt küme bile olamamış bir ‘boşküme’ olarak kalabilir. - anne, ben aslında bir hiçim. -buldun evlâdım... - ... ...
21
tasavvur
yaşarken sonbaharı | yılmaz topal sonbahar dem biriktiriyor sevdiğim dudaklarına sıra yapraklar serviler içre ebâbiller ıssız hükümranları âli âli bitimsiz mevsimlere uçarlar aşklara uçarlar âşüfte çılgın bir mûsîki duyulur serin ve mâhur yel eser yakar ol saçları mahînin duman tüter topraktan sel olur dağ taş götürür iner ol tepelerden bir yavru ceylan işveleri çalımları sana muvâzî bir şubat aldanışına durur çiçekler -bin belâdan arta kalmış adamımyılan çıplaklığına soyunur ağaçlar tüm suskunluğum yankır korularda geceyim ben bir buğu gibi yükselmişim topraktan sonbaharı yaşıyorum ... 22
tasavvur
üç şiir: | kemal bulut yalnızlık yalnızlık su gibidir akar, akar, birikir bir kuytuda. umut gittiğin yöne bakıp her geçeni sana benzetmekten, yalvarırcasına dön demekten başka ne gelir ki elden. korku karanlıktan değil, yalnızlıktan ve korkarım umudumun tükenmesinden. ... 23
tasavvur
üç el ağıt | mehmet fatih k. - ve anneler dizdövme rekortmenidirler tüm şefkatler adına cafer turaç g. davran dilinin kemiğine, bıraktığımız yerden sivrilsin söz dizimleri. kalk ki göndere çekilmiş birer isyan olsun soluğumuzun ritimleri. mevsimlerden memleket, iklimlerden genç ölümler devşiren sistemli zamanların hesap tutmaz çarklarını ünlemlerle durdurmanın patika yollarında ismimizi kodlayıp alınların çatına, iki kaş arasına seferler düzenlemeliydik. kanı yerde kalmış yüreklerin hesaba gelmez kaderlerinde nice ovalar gördük de, sol yanımıza düşen dağlardan incindiğimiz zamanlara iki kelâm etmenin o reddedilmez kanamasına şahit tutulduk, gereğince. b. hangi bakışa asmalı yasımızı ki ayaklanmasın her biri bir mermi soğukluğunda ölümü kıskanan yanlarımız. namlu dediğin bir zehir, içimize çöreklenen. ölüm kusan dillerden sakınmanın son raddesinde, göz yaşlarında boğdurulmuş annelere iflâh olmaz karanfiller gönderin! yazıklanmış yanlarımız basılsın tütünlerle, bin acı tadında gölgelenen yüzlere göz hizasından kalbe doğru yol alan bir kardeşlik coğrafyasının yer altı zenginlikleri işlensin, yerin üzerinde yaşayabilsin diye alınlarında topraklarının topografik yapısını canlandıran çocuklar! ve tek soru saplanmakla kalmaz kalbe, incitir mevsimlerden yontulmuş memleketleri: gelecek zamanlarda yer altı zenginlikleri listesinde ilk sıralara yükselecek mi ölü(m)lerimiz? r. notalar kâr etmez ağıtlara; ölüm, sus payıdır hayatın. es. ... 24
tasavvur
kayıp | yusuf dursun 1. kayıp bir ses çıkıyor kemandan şarkımda yalnızca senin ismine yer verdim biliyorum keman kadar güzel değil sesim seni sevmediğimi söyledim eskidi işte aşk da aşk eskir mi deme! hayat bu, yalnızlık içre su vermeyen ve çoğalan ünsüz bir kelime… aşk, eflâtun bir kuş lâkin beraberliğimiz buraya kadarmış. suç ortağım, yalnızlık kristal kerpetenim… yalnızlık bir, seni ilk gördüğüm yer iki, seni ilk gördüğüm yer üç, seni ilk gördüğüm yer… 2. ferhaaaaaat yak beni bu eski erkekliğimi terledim gece koşumda öyle çalkalandım öyle eskidim şiriiiiin vaktimiz kısa tart buğumu sev beni dokun bana terk et beni… ... 25
tasavvur
mevsim, tahassür ve efendim | yahya kurtkaya -birinci gazelbir damla kucağında ateş söner efendim bağıştır kelâm güne akşam döner efendim parmağımdan yorgunluk şiir emziren âh’ın mihrâbına dökülsün teker teker efendim çöl kırığı mecâlken hasret büyütür dünya sadağında gül bile acı çeker efendim çatlamak şöyle dursun sağında melâlimin buz kesip hicrân olur öyle gider efendim lâl makamına meyyâl bilse garîb hâlini mahzûn renkli vechinde sürûr eder efendim mümkünse çoğalayım nisan altında imlâ sırrımı öpüverdi oldu miğfer efendim hurûfat kervanında heyhat nâkıstır gâye! tekmil nazar kapında eşya nefer efendim makbûl niyâz bahsinde tebessüm kirpiklerim yükselir mâbedine eşref iner efendim arz-ı hâlim ne cüret âciz kelâm ve dilim andıkça mesrûr olup derdim diner efendim
26
tasavvur
-ikinci gazelkervan suda eğleşti rüzgâr poyraz efendim çöl nihâyet eyledi zaman mecaz efendim şiltesinde ağaran dervişâna gül gerek ecrin bahis anında bize niyaz efendim tırnağımla kazıdım içerime melâli kirpiklerim aczine derman biraz efendim tasvir için zülâli ar gerek hurûfâta nazar buyrun o vakit size iyâz efendim dökülür yaprak yaprak zamanın taneleri esridikçe sükûnet ‘kabuldür’ yaz efendim sözümüz kadar yazık düştüğümüz karanlık ışık sizden vurmalı biraz beyaz efendim efendim, hicâb olsun gayrı hâlet afâki teskin olayım sözle zaman araz efendim -son beytbir kapı aralandı geldik dünyâ efendim sizden gayrı ne varsa bildik hülyâ efendim ... 27
tasavvur
serçe kuşu ısıtan | esra kurtkaya en çok mavisini yitirmiş göklerde uçardın sen. beyaz kar üzerinde kan izleri... vurulup düşmeler avucunun çizgilerine işlenmiş diye düşünürdün. oysa yağmura dönmedin sen hiç yüzünü. içini yıkamadın bir akşamüstü hüznün usulca kalbine bıraktığı yalnızlıkla. ben göklerden çaldığım ateşi unuttum bu şehrin tenhâlarında. seninle karşılaşmadığım bir köşe başında kaldı kalbime ait ne varsa. içimin sancısını kaybettim. arka sokakların birinde ağır ağır düştü bir duvardan sevdânın gölgesi. acı çizikler bıraktı hayat gözlerimde. vuruldu sevda. kızıl bir aşk kokusu ve bıçaklanan gülüşlerim. tenimi sızlattı bu hazin son. yokuşu çok; inişi yok bir yol bu. yerde kalanları sayma; her dönemeçte birilerini bırakıyorum ardımda. ikindide gidenin dönüşü yetişmiyor güne. kör alacalarda tanıyamam ki yüzleri. sebepsizim, neresinden tutayım yaşamın?.. hadi küs bana! umarsız gülüşünle dağıt beni. toz duman içinde yıkılan binaların enkazında kalan kırık bir çerçeve; üzerinde gülüşünü taşımayan fotoğraf. hadi küs bana! gürültülü bir sükût olsun günlerden arda kalan. oysa deli taylar koşardı bu mevsimde içimde. ben seversem kuru dallarla su yürürdü. zemheride üşümezdi hiçbir serçe. şimdi kırılganım, uçurum kenarlarından korkular çalıyorum. yüksek yerlerden düşüyorum düşlerimde. karabasanların getirdiği bir sabahı ayakta alkışlıyorum. uyanmak istemiyorum uykularımdan. o çok tanıdık tenhâ hissedişler dolacak içime. uyurmuş gibi yapsam da dışarıda gün alabildiğine hükmünü sürmeye başlamış bile. bu ıssızlık, bu kimsesizlik nöbeti. yağmur, bir kelime düşür ellerime. sabahın ilkinde hüznün bu en koyusu nereden? ‘gitmeler...’ dedi ‘içimde ağrıyan bir yer, gitmeler…‘ gözlerimi aynalardan uzak tutmaya çalışıyorum artık. kendime yakalanmaktan korkuyorum en çok. suç üstü yapılmaya müsâit bir yaşamım olunca kendimden kaçak yaşıyorum. oysa ben biliyorum serçe kuş üşümelerinin kanımı donduran soğuğunu. saçlarım tutuşuyor zemheride. avuç içlerim hala yağmura dönük… ben kalbimi seviyorum. ... 28
tasavvur 14 | ersin dursun s lösemili çocuklar bırakır dünya, avucuna vicdanımın: sıfır negatif kırmızı bültenler sesimde sesimde radyo programları çareye beton döker doktorlar. ondört dua çıkar, şarjöründen yüreğimin ki bilirim bir tek rahman verir. tekbir! rahman! ö öyle duyulur ki haberin karası, şaşar şaşar şaşarım. ondört öfke doldurur bir filistin bebesi şarjörüne yumruğumun ki bilirim emirdir buğz, öfkedir öfke ateş ateş kurşun a biter "elim sende" oyunu gün kaçar. gece ebe sabaha kadar ve yalnızlık yara ve yalnızlık acı ve yalnızlık yarasa aşk yara/sa yıkılır kaşlarımın arasındaki ciddiyet ülkesi boşanır ondört yağmur şarjöründen gözlerimin ki bilirim oynaşmak yokluğunla yüzyıllık hazine gökkuşağı dibinde dua, öfke ve gözyaşı. ondört eylül yıldızkentte ... 29
tasavvur
kış söylencesi | eda aktaş
kar yağsa, çizsem bir sevgili kardan ayak izlerim süslese saçlarını şehrin gidip gelse mevsimler, her dilin tarlasında kış tohumu yutkunsam ve geçse bu vecâ, sana dönük bir yan bulsam evimde seccâdem yeşil deniz, ellerim menevişe yâr! beni kış oku, beni yâr kış anla şimdi bu gördüğüm beklenmedik bir durum ihtimaller geride kaldı, yaşasın ‘geliyorum’ demeden gelen kaza yaraya astar ipekten m’olur leylim leylim dağlar başın duman alır, kışta kalır mevsim sen’siz açıkta kalmış düşlerim titriyor bak bir yanımda fırat, bir yanım üşengeç kalkıp da iki güzel kelam yazamıyorum sana kuşların dilinden bana şans dile, mavi çaldım yazıma sararmış resimleri bir araya topladım, baktım sana bir de toz ve hatıranın avucundan mevsim kış olursa kardan sevgilim olur gülüyorlar bana, kardan sevgili mi olur? sevgili dediğin bir acı masal, kendini kayba vuran değil mi? kar da gidiyor, dönünce devran, sevgili de aradaki fark ne öyleyse? kar yağacak ve kalbime kardan bir sevgili vereceğim sana dağların neden bu kadar söze değmişliğini anlatacağım, mastar’ın eteğinde, tutuşmuş cümlelerle. üstüne kar koklarım, hıncımı heceler güneş perdenden öfkenin kanallarından sana bir hat çekerim ihanet dersin, sırtımda hâin bir bıçak vurdun gittin bir haziran, gözünün kara sürmesine bulandım ömürlük sevgilere göz dikmem, ben kardan sevgililer isterim terk edilmek ansızın, zamanın âhirinde büyüyen yaralarıma seni okudum, ne çâre yağmur yağdı, sel eğildi iklimime gökte kuşak sen oldun, yerde cemre gözlerin kar yağsın, mevsimsiz, âniden, yine varsın kara olsun bir yüzüm, kardan sevgililer isterim /her haliyle sana benzeyen/ ... 30
tasavvur
sükût | âsmân gûn her hissedilen dillendirilebilseydi, şiirler kaleme gelmez, türküler yürek yakmazdı.. ancak yüreğinin içine aldığın görür o anlatamadığını.. onun için de sükût kâfi olsa gerek.. sesler vardı.. çok renkli bir ebru gibi, çok sesli bir kalabalık gibi.. aklının içinde dört başlı canavarlar vardı.. ellerine yapışan, her yapacağına engel olan sanki.. sesler vardı, yabancı gibi gelse de en yükseği kendi sesi.. düşüncesine haykıran kalbinin, yüreğini azarlayan fikirlerinin sesleri.. ve sorular soruyordu durmaksızın ve ağlıyordu şimdi damla, damla, damla.. sesleri mi döküyordu gözlerinden.. yoksa taşları mı gövdesinden.. ve kalktı, âniden, hem düşünerek hem hissederek; ama beklemeden.. tasalanmadan üşümekten, korkmadan ıslanmaktan, kaygı duymadan meraklardan, attı adımlarını damla damla; ama peşi sıra, sekmeden.. bakmadan adımlarının çiğneyeceği yolun sonuna, sadece bastığı taşları sayarak; çünkü yürümeye çıkmıştı, koşmaya.. dönmeyi aklına koymayarak.. dönmemeyi de düşünmeyerek.. sadece adımları vardı bazen yorgun bazen de güçlü yumruklar gibi arzın bünyesine.. esen sert soğuk yüzünü çizmiş, yakmış, yaralamıştı; rüzgâra karşı yürüdüğü belliydi.. hızlandı, hırslandı, karar vermekten kaçtı, seslendi, çağırdı, bağırdı, baktı, bakmaktan kaçındı, nefret etti, gördü, korktu, ürktü, sevmedi, istemedi, düşünmedi, vazgeçmedi, kabullenmedi, sustu, yatıştı, yürüdü, yürüdü.. tûfandan çıkan nûh’un gemisi gibiydi; çetin bir yol, fırtınadan kurtarılmış b i r k a ç ş e y .. yol bitmez ya, yolculuk bitmişti.. aynı mekânına döndü aynı olmayan kendi. ama değil miydi ki mekân önemsizdi. şimdiye kadar gittiği her yere şimdi yollara döktüklerini sırtlanıp getirmemiş miydi?.. üstelik de yükünün ağırlığından bile anlayamadan ne taşıdığını bunca zamandır.. anladı.. terk etti.. kızmadı kendine, şimdiye kadarki hiçbir hatasına, yanılgısına, şüphesine, kızgınlığına kızmadı, sustu bunun yerine.. sırt üstü uzandığında yüksekten bıraktığı başı yastığa düşerken gözlerini huzur-âver gibi yanıp süzülen muma dikti, duruldu.. bir nefes huzur çekti içine.. yine sustu.. ... ... ... neden sonra garip bir sızı hissetti yüzünde, ince bir sızı.. çiziklerin derinlikleri yanıyordu… ... 31
tasavvur
bir sükût rüyâsı | bilal can ı. bir ölünün cesedine gömülürsek eğer morgların adresini ezbere bilenler bozacak rüyâmızı …/sus işte kaldırım taşlarına bir tarafı denizdir oysa rüyâların hangi geceden kaçmışsam tut ve oturt ocağına harâmîler talân etmeden kesik nöbetler sarar çorağımı nöbetleşe yağmurların sevincinde ellerime dokunan yeminlerin haddi vardır gözlerinde sevdiğim bırak ölgünce yaşasın sesim susmak susmak değildir ki sevincin olmadan. ıı. …/düş atacağım birazdan. saracak terennüm ıslak seyirlerin ardında mahpushane çökecek duvarları bir isyânın haddidir…/su işte hayat ver, gözlerinin menbâıdır denizler korkulu rüyâların adına iliştir yalnızlığın heyetine ‘tam yalnızlık’ dedirten aheste sükûtumu açtır kucak dolusu sevgilere anlağına değsin sevdiğim… daha da beterim sözlerinde kaç harâmî yerleşti kaç günün sabrına iliştirdin yetimleri hangi mahrumiyette yittin sevdiğim hasret ocaklarından gurbete düşerken kaçıncı sessizliğim oturdu kulaklarına
32
tasavvur
ııı. …/bilmelisin… sus biraz, kalabalıklar kaçarken aydınlığın meşâlesini hangi gün taşıyacak tutsak güvercinlerin mâteminde, yokluğun kadar içime kim dinletecek intizar yangınlarını dokun sevdiğim, kaçamak bakışlarını otağıma yerleşkesini yapıp kurulsun hasretine rakkas kesilsin ateşine düşen pervane ne dem, müstehak işve, naz yapma ateşin içinden çıkmış bir dumanım sevdiğim ve de sen, gezinirken serinliğimde içimin bayramında kaç pâre top kaçıncı sirtoda şen, nakaratında gizem mahşer edecek, gün tanzim ederek ebede gidecek. ıv. …/s… biraz yaklaşsın, içimin harında grizu su biraz neşe ve getir ocağıma baharın şarkısında sen gönlüme kement at sıcaklığı kıştır, mahrum bırakma ateşi merhametinle inkişâf tanıt kendini âleme. seyrinde suluğuma erdir sevdiğim vuslat olsa, firâkında anlat kendini. ... 33
tasavvur
buğulu camda görünenler | melike beşer modern hayat avuntularının bizi oyaladıkça oyaladığı bir çağda tütsüler, is mürekkepleri ve hokkalarla kutsal bir gövdeyi yeniden diriltmek istiyorum. geçip giden zamanı kovalamak istemiyorum ki üzerimden bir sel gibi akıp gitsin, gökleri delen bir minârenin kazandığı zafer kalsın alnımda. bir ezan sesi gelsin kulağıma ardından zaman geriye aksın hızla, ve kendimi bulayım bitmez tükenmez bir tılsımın tam ortasında. fânî dünyadan bâkî kalsın dediğim bir bebeğin annesinin koynunda bulduğu, huzur ve sükûnet gibi işte öylesine mâsumca… ... 34
tasavvur
akisler | bünyamin kasap burası büyük şehir, baş şehir. aksi ki modern bir şehir. şükür ki metropol değil. etrafda tedbirli insanlar dolaşıyor. cüzzamlı gibi, sağa sola bakmıyor. kendinden korkan insan, aynada dönüp kendine bakamadığı gibi başkalarına da bakamıyor. her tarafta herkes! kalalabalık... insan olanın başı dönüyor. sokakta insanlar eylem hazırlığındaki bir örgüt gibi aynı yöne hızlı ve uygun adım... ilk hefef otobüs. otobüste bir uğultu. hâl bu ki konuşan yok! motor sessiz, yeni dönem, teknolojik. ama yine bir uğultu. bitmez bir uğultu. hiçbir sesin bastıramayacağı kadar bas, tiz, her tondan bir uğultu... bir kafe. köşedeki masa. masanın dayandığı duvarda asılı lamba; sarı, loş bir ışık. sigara dumanları. yalnız insanlar; biranın sıkı dostları ve tabii tütünün... geceye doğru, sokakta, hava havada, müziğin ritmine uyarak, uygun adım, biraz da titreyerek yürümek şehri tâ dibinden solumak demektir... hânendesi kayıp bir ekip, sazları akort tutmayan; pamuk ipliğiyle bağlı müzisyenleri. tanrım! ne garip bir senfoni var gözlerinde, karşıma çıkıp boş bakan insanların... ... her an yaratmakta olan her an da bir ‘şey’ sunmakta. insan kendine ancak hüzünler icat edebilen meczub bir mûcid. bu böyle! herkes gibi olup hiç kimse gibi yaşamak hayatı. cam fanus içinde dış dünyayı seyreylemek. birileri buna fildişi kule de diyor. asıl sancı burda başlıyor. insan, susabildiği ama yüreğini açabildiği kadar insan! : -yüreğimizi açabildiğimiz kadar gerçeğiz! -öyleyse gerçek değiliz. -gafil! biz zaten hiç’iz, unuttun mu? - ... ... bir günahtan arınmak için secdeye kapanıp bir damla gözyaşı akıtabilmek için rabb’e yalvaran bir çocuğun, sabah ‘ezan’ının sesine çizdiği ve ötelerde bir yerlere yolladığı hüznün, çocuğun yüreğindeki aksidir tüm bunlar: yânî; bu harfler! her harfin her kıvırımında ellerinin titrekliği vardır. tüm sahteliklerinden ve dahî gerçekliklerinden sıyrılmış hâlde bahşedilen bir dost. lâl dil çözülür, çözülür de genişler yürek... kafiîdir! ... 35
tasavvur
hâl bu ki; ... | burak tabaş ne öldüm, ne dirildim, ne sevebildim... hâl bu ki; geçmişti saatlerim. geçmiş miydi saatlerim?.. geçen tek şey saatlerim miydi?.. mezarlar... bir güzel zâtın iki gülüşü. göz bile kırpmıyordu artık. ne idi mânâsı? bilemedim. mânâsızlığının nedeni aldırmazlığım mıydı?.. aldırmazlığımın nedeni mânasızlığı mıydı?.. şüpheye düştüm sonra. duvar oldum, lâl oldum, âmâ oldum. nefesim boyunca kendimi mânasızlaştırmışım meğer. ne hâlde yaradan’dan ötürü güzelliğim var ise eğer?.. ‘bezm-i elest’den sözümüz vardı bir kere. peki, şimdi nerede?.. sabrın bana... nefes alıyorum. şükrüm sana... evet yaşıyorum. ama uğruna; ne ölüyorum, ne diriliyorum, ne de sevebiliyorum... hâl bu ki; geçiyor saatlerim. ... 36
tasavvur
37
tasavvur
fikir | Kelime Taşlarımız Var Bayım! Yahya Kurtkaya 40 | Mart Kedisi Hacı Kalfa 41 | Religia M. Taceddin Kutay 44 | Lisân-ı Cedîd ve Müceddidlik Telakkisi Elif Zehra Aydın 46 | Yazmak Yaşatmaktır M.Nihat Malkoç 48 | ‘Üçüncü göz’ün yitimi! Muhammed Nur Anbarlı 50 | İslam Düşüncesinin Gerilemesi ve Sebepleri Salih Aydın 51 | Televizyon Apışkanlığı Yasin Çetin 54 | Gaye: Yaradılış Gereği Güzel Ölmek Burak Tabaş 55 | Allah Aşkı ve Sevgisi Sebahattin Şentürk 56 | Kavmiyyetçilik Süleyman Boynukara 58 | İlkelin Dini Abbas Yolcu 60 | Doğu ve Batı Bağlamında Merkez Konumu Halil İbrahim Doğan 63 | Müslümanın Tarih Tasavvuru Emrah İstek 65 | Kaplumbağalar da Uçar Ömer Beyoğlu 66 | 38
39
tasavvur Kelime Taşlarımız Var Bayım! | Yahya Kurtkaya Biz, kelimelerden kurduğumuz bir devrânda yaşarken; birileri, kelimelerini soyduğu bir meyve gibi algılıyor hayatı! Oysa biz, kelimelerin kalbinde aradığımız bir hakîkatin en sağlam yanından yamalıyız hayata! Hayat bize, kirpik uçlarımızdan bağlı! Bizim kirpiklerimiz kaldırır dünyanın tüm ağırlığını bayım!!! Söylemleri erittiğimiz bir hâr kavurur kelimelerimizi. Biz, kelimelerimizden bağlıyız dünyaya bayım! Biz, kavlimizde sakladığımız bir hakîkatin mutluluğunu sürüyoruz! Mutluluğumuz sizi ürkütmesin bayım! Biz biliriz en iyisini üzülmenin de sevinmenin de! Biz ki öfkeyi kalbine mûtedil indirmiş bir kavmin çocukları... Fikrimizin en ince gülüdür kelimelerimiz. Ceplerimizde taşırız bazı da; bazı parmak uçlarımızda biriktiririz kelimelerimizi. Deniz üstü sektirdiğimiz kelimelerimiz var bizim bayım! Diz üstü duruşun şerefinde sükûna erdiğimiz bir inancın kelime taşları... Biz, kelâm ve selâm arasındaki bağda büyütürüz kelimelerimizi. İrfanî bir bilginin toprağında, kutsi minerallerin yüreğine kadar işlediği bir bitkidir bizim kelimelerimiz. Kalem bir yaydır bizim için. Kelimelerimiz de oklarımızdır bayım! ‘O insana kalem ile öğretti’ hikmetinde sükûn bulur bizim sancımız! Bizim sancımız kelimelerin rahminde varlık sancısıdır! Bir ömür sürer bu sancı! Biz, bu sancıda kelimeler ile besleriz varlık fikrimizi. Sancının durulması ‘insan’ olmaktır bayım! Biz, kelime ile gıdâlanmış bir annenin rahminden düşen kelime çocuklarıyız!!! Kâküllerimiz değer alnımıza, alnımızdaki hurûfat kokusu bundandır! Biz severiz hurûfat kokusunu bayım! Kelime taşlarımız var bayım! Sadağımız hazır bu savaşta. Biz savaşta yaşamayı kelime devrânlarında tedris ettik. Rahlemizde manâ kokusu! Seherlere dek harflere râm olmanın verdiği huzuru siz bulamazsınız bayım çok ışıklı mat bir dünyada! Biz, kelimelerinden emzirilen bir dünyanın müdâvimleri... Biz, kelimelerden kurduğumuz bir devranda yaşarken, birileri kelimelerini soyduğu bir meyve gibi algılıyor hayatı! Biz, kelimeleri sevdikçe, hayatın da bizi algıladığına imân ediyoruz! Biz, algılanmadığımız bir hayatı zarar sayarız! Bizim algılanış algımız, rızâdır bayım! Biz, kelimelerimizi boynumuzda bir kolye olsun deyû saklamayız; rızâya ersin diye gireriz kelimelerimizle halvete! Kelimelerimizi severiz bayım! Kelime taşlarımız var bizim bayım! Isırıyoruz taşları! Dişlerimizden dökülen gül kuruları... Biz gülleri seviyoruz bayım, bir de kelimelerimizi. Bir kelimenin devrilmiş diğer bütün kelimeleri ayağa kaldıracağına imân ettiğimizden beri, bu aşkın avlusunda büyütüyoruz sol yanımızı! Sol yanımız yanardağ bizim! Kelime taşlarımız var bizim bayım! Kelime sarıyoruz yaralarımıza da; kelime alıyoruz koynumuza geceleri! Her savaşta kelime hâr’lıyoruz da; her gidişte kelime döküyoruz sevdiklerimizin arkasından! Biz bu sevdâdan vazgeçmeyeceğiz bayım! Siz yaşayın durun hayat dediğiniz zanla! ...
40
tasavvur Mart Kedisi | Hacı Kalfa Soru şöyle: Aydın, herhangi bir …izm’e veya herhangi bir kiliseye tâbi olmayan adamdır, önermesi muhkem midir, izâfî mi? Yâhut; bazılarının iddia ettiği gibi ‘…Kapitalist cemiyet geliştikçe burjuvazi, vazifesi burjuva ideolojilerini olgunlaştırmak olan bir aydın zümre yaratır. Proleter sınıfı da ihtilâlci bir ideoloji geliştirecek olan bir aydınlar grubu çıkarır sinesinden…’ Yaratabilir veya çıkarabilir mi? Sorunun kısa olanı ise şöyledir: “Aydın kime denir?” Ansiklopedinin tarifine göre: “Kültürlü, okumuş, görgülü, ileri fikirli, merakından veya mesleği gereği çeşitli bilgilerle aydınlanmış, münevver kişi...” Esâsında, böyle mes’elelerle iştigal etmek, fazlaca lükse kaçıyor. Çünkü hayat devam etmektedir. Kimi, ‘ekmek parası’ peşindedir, kimi, ‘hanlar, hamamlar inşaa etmenin…’ Artık, meydan yerinde veya cam ekranda cinsî mukârenet ayıp değil; asıl ayıp, bu ve benzeri sorular sorup, onlara cevap aramak… Dalgaları taşlamak, akıp giden suları bulandırmak… Tekerleğe takoz olmak, vesaire… Fakat, insan bu ya, sormadan edemiyor: Ansiklopedinin tarifini yaptığı okumuş, yazmış, görgülü, meraklı kişiler, konuştukları ana dillerini bilmeli midirler, yoksa bilmeseler de olur mu? Dilini bilmeyen, bildiği halde kullanmayan veya kullanamayan kültürlü, ileri fikirli, çeşitli bilgilerle donanmış zatlara aydın denilebilir mi? Bir de ahlâk mes’elesi var, yeni deyişi ile aktöre… (Aktöre galiba birleşik bir kelime. O halde ‘logik’ olarak kara-köre’nin de varlığına bir yerlerde rastlamak gerekir.) Başka bir soru ise: “Aydın diye vasfedilen (kendisi veya başkaları tarafından) şahsın/şahısların ahlâka uygun konuşmaları, yazıp çizmeleri ve hatta yaşamaları gerekir mi gerekmez mi?” Kısaca, aydınlardan herhangi bir aydın, lüks mekânların birinde; midesinde birikmiş yemeklerin üstüne viski yahut (kırmızı, beyaz) şarabını aktarırken, bir başka lüks mekânda tıkınanları (tıkındıkları için) ayıplamak hakkına sahip midir, değil midir? Lüks mekânlarda, hayattan kâm alanları tenkid edebilmek için, damda veya Kastamonu’nun herhangi bir köyünde yaşamış olmak ve lüks mekânların mumlu masalarında ayş-u işret etmemiş olmak, gerekir mi gerekmez mi? Sorulan sorular, akla Râgıp Paşa’yı getirmektedir, herkesçe bilinen: “Miyân-ı güftu güdâ bed-meniş ihâm eder kubhun, şecâat arz ederken merd-i kıptî sirkatin söyler…” diyen Râgıp Paşa’yı… Dile gelince; Aydınlığı kendisinden menkûl bir aydın, namlı yapıtlarında ara ara şunları yazmış: “… Denediğim cümlelerle, parantezsiz parantezlerle, dipnotlarla, metin içi eklerle çok sesli bir sunuşa yaklaşmak istedim.” 41
tasavvur “…Türk diline teorik anlatım gücü kazandırma çabalarımı burada da sürdürdüm. Cümleler denedim.” “…Bir kez ve doğrudan doğruya daktiloya yazıyorum. (Papirüse, deve kemiğine, hurma dalına, ceylan derisine de Ahmet’e, Mehmet’e, Hasan’a, Hüseyin’e de yazmıyor.) Yazdıklarımı bir daha okumuyorum(!..) Bana eleştirilerini bildirenlerin eleştirdikleri bölümler dışında daktilo düzeltmesi için bile yazdıklarımı okumak bana zor geliyor.” Önce: ‘Daktiloda yazmak’ yerine ‘daktiloya yazmak’ şeklinde bir ifâde biçimi ‘çok sesli bir sunuşa yaklaşmak istediğinin’ gerektirdiği ifâde biçimi midir? Sonra: Bir yazarın, aydının, fikir sahibinin, “Yazdıklarımı okumuyorum.” “…Yazdıklarımı okumak bana zor geliyor.” şeklinde itirafta bulunması; okuyucuyu adam yerine koymamak veya yazmak fiilinin, başkalarını aydınlatmaktan ziyâde para ve şöhret kazandırıcı tarafının ön plana çıkartılması manâsına gelmez mi? Bazı sinema zenaatkârları da rol aldıkları filmleri seyretmezlermiş. Yâni onlar, mes’elenin ‘rant’ kısmı ile alâkadar olurlarmış. Aydın zat, oldukça kalın yapıtlarının birinde, okuyucularına şöyle bir vak’a anlatır: “…Alemdar Mustafa Paşa, Sultan Selim’i Yeni Düzen’e, Nizâm-ı Cedid inanıyor, yeniliklerini sürdürmesi için Selim’i tekrar tahta çıkarmak üzere ve açıklıkla yazmak gerek, çok büyük bir ustalıkla İstanbul’a sızıyor.” Diğer bir yerde ise: “…1920 yıllarının başında, 1940 yıllarının ortasında, 1960 ve 1970 yıllarının ortalarında Türkiye dört dalga yaşadı.” diyor. Hanım romancının ‘iğne vurmak’ şeklinde ifâde ettiği yanlış kullanımı belki haklı olarak tenkid eden aydın zat, (iğne vurmak, halk arasında kullanılmaktadır.) ‘dalga yaşamanın’ doğru bir ifâde olup olmadığını hesaba katmamış görünmektedir. Ayrıca ‘1920 yılları’ ifâdesi bazı dilcilere göre ‘tamamen yanlış’ kullanılan bir ifâdedir. Çünkü, mîlattan sonra sadece bir tane 1920 yılı vardır. Veya sadece 1940, 1960, 1970 … “… Aydının yıkım on yıllarında veya dönemlerinde Orhan Veli şiiri piyasasını buluyor.” Ve daha pek çok acaib, garaib tümceler... Kendi diline bu denli ihânet etmek, sonra kalkıp, mart kedisi cinsinden, “Dilimizi yanlış kullanıyorlar; dilimizi bilmiyorlar.” diye feryâd etmek aydın olmanın bir gereği midir? Victor Hugo ‘otuz bin sayfada konuşmuş’ kitaba göre. Binlerce sayfa yazı yazmak (roman, hikâye, hâtıra, deneme, araştırma vs.) düşünebilmenin bir neticesidir elbet. Kabul; ama tuğla gibi kitaplar yazabilmek (bu, ister para kazanmak, ister şöhret kazanmak, ister insanlığın acılarını paylaşmak) maksadı ile yola çıkanların, kendi kendileriyle tenâkuza düşmemeye azamî gayret göstermeleri aktöre (!) gereğidir. 42
tasavvur Böyle bir cümleye şâyet dizgi hâtası yapılmamışsa, ancak zekâsı ortadan aşağı bir orta mektep talebesinin kompozisyon imtihanlarında yazdıkları yazılarda rastlanabilinir. “Kim neye inanıyor?” belli değil. “Yenilikler sürdürmek isteyen kim?” Allah’a malûm… Aynı zat, çağdaş bir romancıyı, bir başka kitabında dil bakımından tenkid ederken; romancının kullandığı yanlış ifadelere dipnotlarda işaret ederek: “… Soyundurup, sabahaca, iğne vurmak yazılı Türkçe’de iğne yapılır ve daha sonraki sayfalarda keşifledi, gıcığına giden, oturanları kesti, çaktı anlamak anlamında (çaktı) yazılı Türkçe’de yer almıyor. Latife Tekin’in Türkçe bilmediğine ve Türkçe’yi sevmediğini, Türkçe’ye hiç saygısı olmadığını gösteriyor.” demiş. Ve dip notunun sonunda hazret: “…Türkçe’ye saygı diliyorum.” diye buyurmuş… Zavallı Türkçe… Zavallı dil… Türkçe’ye saygı dileyen bir zâtın tenkid ifâdelerini meydana getiren cümlenin, Türk diline yapılan hakaretlerin en büyüklerinden biri olduğu ortada değil mi? Her tarafı çarpık biri, Bektâşi’ye gelerek: “Beni düzeltmesi için Allah’a duâ et.” diye ricâda bulunmuş. Bektâşi, çarpık adamı bir müddet süzdükten sonra: “Şimdi ben sana ne diyeyim?” demiş ve eklemiş: “Sen en iyisi git Allah’a isyan et, belki çarpar, o zaman düzelirsin.” Aydın zâtın tenkid ettiği hanım romancı, belki Türkçe’yi bilmiyordur. Ancak; “…Türkçe bilmediğine ve Türkçe’yi sevmediğini… gösteriyor.” şeklinde yazılan çarpık bir cümle, neyi gösteriyor? Mezkûr zât ya tenkidini yaptığı romancı gibi kendisi de Türkçe’yi bilmiyor; ya biliyor, ama her ne hikmetse yanlış kullanıyor; yahut okuyucu ile dalga geçiyor. Karanlıkta kalmış zihinleri aydınlatmayı üzerine vâcib addeden zât, başka bir yerde: “Bilim temel eksen ile bundan çıkan ve buraya yönelen seslerden oluşuyor.” Hikmeti ile düşündüklerini meydana koyuyor. ‘Bilim’den sonra olması gereken virgül (şâyet dizgide hata yoksa) konulmadığından manâ buharlaşmış. Kitap, anlayana çok şey söylemektedir: “…Cümle bazen bir çığlıktır, bir şimşek pırıltısıdır, yanar söner. Ama her fikir, bir şimşek değildir ki, bocalayışları, arayışları, kendi kendini düzeltişleri, çeşitli tecrübeleri ile bütün bir arayış… Sonra kendi dillerinden habersiz bir alay hödük, bir alay gogmagog cümleyi yok etmekte, namuslu bir papağanın dahi tekrarlamaya tenezzül etmeyeceği garip ve müteneffir bir gıcırtıya, testere gıcırtısına, diş gıcırtısına bir düzine sese… irca etmektedir…” ...
43
tasavvur
Religia | M. Taceddin Kutay Münekkid arkadaşlarımın nazarlarından kaçmamış bir şeydir, ki mâziye müfritâne bağlıyım. Bu bağlılık eski eşyaya karşı duyulan bir alâka nev’inden daha ziyâde bir şeydir, daha çok şahsî mâziye atıfta bulunur; bir öykünmeden ziyâde bir merbutiyet rengi taşır. Hâsılı, hülâsası dahî can sıkacak kadar uzun bir hasretler silsilesinin hep en son halkası bu tahassür hissidir. Bu latîfe, zamanı mâziye boğmak gibi gaddarâne anlaşılmayacak kadar ulvî bir latîfedir. İnsanın gözünün kıçında olmasını değil; gözünün önünde aynacıklarının, mâzi memleketine açılan pencereciklerinin olmasını gerektirir. Bu hissin ne derece doğru bir şey olduğu ayrı bir bahis; gerçi hissin yanlışı olmaz; fakat tekâbül ettiği yer bence mühimdir. İnsanın mâziye meftûn tarafının, onun fıtratına dercedilmiş bir habbeden nemâlandığı çok zamandır tefekkürümde vardığım bir çıkarsama... “Taleb-i İlâhi bizlerden acaba nedir?” suâli ile aslında ne kadar da ilintili... ‘Kâl-ü Belâ’ acaba hiç hatırlamayacağımız tarihi bir olay olduğu için mi kitapta zikredilmiş, “Bakın, böyle böyle olmuştu.” diye, yoksa o ân-ı mesudâne(mes’ulâne)nin üzerimize hamlettiklerini taşıma vazifesini âsân edecek bir fıtrat verdiği insana, fıtratını anlaması için verilmiş bir ipucu mudur bu ahitleşmenin tahkiyesi? Haddime düşmeyerek Taleb-i İlâhiden anladığımın ahde vefâdan başka bir şey olmadığını söyleyebilirim. İrcı’i deyip ‘geri dön’ fermân buyuranın ‘dön’den kastı göçmek kadar başka bir şey midir? “Bezm-i Elest’teki ahdine dön.” diye anlasak o emri, kimse bize sövmese gerektir. O söyleşmenin (sözleşmenin) şuûr altındaki tezâhürleri vicdandan başka nedir? Sanırım fıtratımıza işlenmiş olunan mâziyi tahattur lüzûmu aslında o ilk ana mâtuf bir başka şeydir de, biz o tarafını mühmel bırakıyoruz. İşte bu hengamda, “Acaba fıtratımızda Hakkı ân-ı hazıra kadar mâzide de aramayı iktiza ettiren bir cihaz var mıdır?” sorusu kafamın bir kenarına rabtolunur. Râh-ı hayâtın her iki adımında bir kafamı geriye çevirmemin kaynağı acaba nedir? Ve her mukaddem vakte duyulan hasret, bu ân ile tatmin olamama, bîkarar dünyanın bizlere öze rucû etmememiz mukâbilindeki bir cilvesi midir? Tüm bunları bir kenara bıraksak dahî kendi vicdânım içre bir taraf görüyorum, ki târifi çok zor, hissettirmesi gayr-ı kâbildir. Ancak ufak ipuçları ile şahsî âlemime pencerecikler açabilirim. El’ân âidiyetlerim içinde en mühim renk olan dindarlığımı her ân tekmil eden şey çocukluk demlerinde zevkettiğim dindarlığın, kafamın bir köşesine nakşolunmuş olan dini motiflerin, hâsılı her bir tarafı dindarlık kokan o masûmiyet demlerinin yâdının genzime bıraktığı o kudsî hazlardır. Her yıl Ramazan ayı gelir, evet gelen bir başka Ramazan’dır; fakat her yıl çocukluğuma geniş menfezler açan o mübârek ay, sadece bereketi ile değil; çocukluğumun ramazanlarının tahassürü ile dahî dindarlığımı kurtarır, vicdânımı tâzeler ve geçer. Bir yıl ramazan gelmese; bir sonraki seneye acaba ben hangi ben olarak girerim; beni o demlere hangi vesile vâsıl eder de içimdeki kaleleri sükût etmekten kurtarır? Cevabı Allahça mâlûm; bence meçhûldür. 44
tasavvur Avrupa dillerine din kelimesinin karşılığını kazandıran Latince ‘Religia’ kelimesinin ne mânâya geldiğini bilmemiz, mâzi ile arayı tutmanın anormal bir şey olmadığını anlamada bizlere yardımcı olacaktır. ‘Özüne merbût olmak’dan başka bir anlama gelmeyen ‘Religia’ kelimesini Avrupalı, diline ‘din’ diye rabtetmiş. İstikbâle yâhut şimdiye değil de mâziye yapılan bu atıf mezkûr lakırdılardan sonra bence çok mânidardır. Dindarım dediği zaman “Özüme bağlıyım, ahdimi tutuyorum.” lafzını şuurlu şuursuz kullanan Avrupalılar acaba Bezm-i Elest’ten tamamen bîhaber sayılabilirler mi? Bizim derûnumuza onu derceden, onların derûnunu gedik mi bırakmıştır? Neyi hissettiler de böyle isimlendirdiler, Allah bilir. Laf buraya gelmişken bir ilginç noktayı daha beyân edelim. Zikrettiklerimden sonra dindarları mürtecî olarak adlandıranların aslında bir hakikati kıçından da olsa anladıkları ironik; ama bence gerçektir. Dindarlık hakîkaten irticâya tekâbül eder; tahkîr olarak kullanan da aslında hakîkati beyân eder. Bir öze müteveccihlik ne olacağı meçhûl âtiye maftûniyetten bin kere daha evlâdır vesselam! Hâsılı: ‘İrcı’i’ derler vakit dolunca, biz de döneriz… ...
45
tasavvur Lisân-ı Cedîd ve Müceddidlik Telakkisi | Elif Zehra Aydın “İbtidâ sükûnet vardı.” der Ahmet Turan Alkan, Dede Efendi’nin musikîsinden aldığı hazzı târife azmettiği bir yazısında. Ve mûsıkîden meselleme ile şöyle devam eder: “...Bizim musikimizin evvelinde ve âhirinde sükûnet vardı; sessizlikten başka bir şeydi; zamanın başlangıcından önceki ve nihâyetinden sonraki iklimi tedâi ettiren bir hâletti ve bu hâlette hayat, musikînin paranteze aldığı husûsî bir macera gibi görünüyordu.” Mûsıkîyi de kelâmdan bir cüz addedip bir faraziye ortaya atacak olursak; Âdem’in yaratılışından önce arzda sadece sükût vardı: İfâdeden yoksun, dehşet-engiz bir sükût.. Sesten yoksunluğun bitişi ile Hz.Âdem’in yaratılması aynı âna tekabül eder. Yani vakt-i bî kelâm arefe ise; ilk insanın yaratılışı curcunalı bir bayramdır ki ses, düzgün artışı engellenemeyen, değişen, dönüşen bir mefhum olur bu hilkatten itibaren. Bahsi edilen ‘big-bang’vâri bu dil doğuşu, Lafzullah’ta şöyle izâh edilir: Bakara 31: Ve O, Âdem’e her şeyin ismini öğretti, sonra onları meleklerin önüne koydu ve “Dedikleriniz doğruysa haydi bu(şey)lerin isimlerini bana söyleyin bakalım!” dedi. Bakara 32: Onlar: “Sen kudret ve egemenlikte kusursuz ve eksiksizsin! Senin bize bildirdiğin dışında bir bilgimiz yoktur. Doğrusu yalnız Sensin her şeyi bilen, gerçek hikmet sahibi!” diye cevap verdiler. 33. O: “Ey Âdem bu (şey)lerin isimlerini onlara bildir!” buyurdu. (Âdem) isimleri onlara bildirince [Allah]: “Size, ‘göklerin ve yerin gizli gerçekliğini, açıkladıklarınızın ve gizlediklerinizin tümünü yalnız “Ben bilirim.” dememiş miydim?” “Buradaki Esmâ’dan murâd dil değil, eşyanın duyguları, diğer deyimle o duygulardan oluşan ilmî suretlerdir, diye tefsir edilmiştir. Fakat bunun ilimden çok kelâm, hiç olmazsa kelâm-ı nefsî (zata mahsus kelâm) olan zihin olması gerekir. Her ne olursa olsun burada kat'î olan nokta, Hz. Âdem'e -az veya çok- lisan öğretilmiş ve onun ilim ve kelâm sıfatlarına mazhar kılınmış olması, kelâm ve dil meselesinin hilafet işinde önemli yerinin bulunmasıdır.” * Yine bu Ayet’in rehberliğinde lîsan mefhûmunun beşeriyetin ortak bir vasfı olduğunu söyleyebiliriz yâhut nesilden nesile intikal eden bir kod olduğunu. Nitekim Elmalılı Hamdi Yazır bu ifâdeyi doğrular nitelikte şöyle der: “Ve burada, bu öğretimin geçmişinin takdiri ve bizzat Âdem'in kendine özgü sıfatı açıklanıyor ki, bu sıfat beşer türünün mahiyet ve ilk fıtratı demektir. Zira Âdem bu türün ilk ferdidir ve türe ait duyguların aslı ondan miras kalmıştır.” * Lisanın doğuşu, ortaya çıkışı ve sâir konular hakkında fikir beyân etmektense; Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne doğru garip bir değişim geçiren Türkçe’nin âkıbeti hakkında birkaç şerh düşme niyetinde olan işbu yazı, asıl mecrâsını yukarıdaki izâhatlerden sonra bulacaktır. … Herkes tarafından malumdur ki kelime; manâdan âzâde harfler sistematiği değildir. Her kelimenin kendisine has anlam ihtiva etmesi haricinde, yanında/yöresinde bulunan kelimelere tutunma gibi bir özelliği de mevcut. 46
tasavvur Yani bir kelimeyi tedavülden kaldırmaya çalışmak demek, ağacın bir uzvunu sökme mesâbesindedir. Muvaffak olunursa; ağaç zarar görür, hırpalanır. Türkçe’nin geçirdiği değişim bu nedenle acıklıdır. ‘Akıl’ yerine ‘us’, ‘mükâfat’ yerine ‘ödül’ü benimseyen kişi; sadece hanesinden bir kelime yolculayıp, bir kelime kabul etmekle kalmamış; zihin melekesindeki bir tuğlayı çıkarmaya çalışırken, koca bir duvarı da yerle yeksân etmiştir. Çünkü Heidegger’in tanımıyla; dil değişince, varlığın meskeni de değişir. (Bu genelleme “Sprache ist das Haus des Seins” düstûrundan çıkarılmıştır.) Bir gecede, konuşulan dile yabancı kalan cemaatin, bir süre sonra kıyafetinin, dinlediği mûsıkînin, mimârisinin değişmesi de bununla alâkalıdır; toplum tarafından mühim sayılan şeylerin ‘mâlâya’nileşmesi’ de (yâhut tam tersi). Değişim ve yenileme denilince Hz.Peygamberin: “Şüphesiz ki, Allah her yüzyılın başında bu ümmete dinî işlerini yenileyecek bir müceddid gönderecektir.” hadisini anmakta fayda görüyoruz. Lisan-ı cedid hakkında telaşa kapıldığı anlarda müellif bu hadis-i şerifi hatırlayıp, her şeyin yolunda olduğunu telkin eder kendine. Yani ki değişimin her hal ü kârda gerçekleşeceğinin ihtarını asırlar evvelinden vermiştir Allah’ın Resulü. Dil değişecek, soyut yahut somut bütün mevcûdat daimî bir kımıldanma içerisinde olacak (Değişimin illâ tekamül olmasına lüzum yok). Ama mânâsını yitiren (aslında “manası yitirtilen” yahut “mânâsı yitirtilmeye çalışılan” demek daha münâsiptir) kelimelere rağmen insan, kendisine bildirilenlerden daima muvazzaf olacaktır. Neticede bulutların pamuk olmadığını öğrenen bir çocuğun dünyasındaki dil değişimiyle, okulun (artık) “mektep” olmadığını öğrenen çocuğun dil değişimi arasında hayli fark vardır. Birindeki anlam değişimine muhabbetle tebessüm edilirken, ötekinde istihzânın hakimiyeti hissedilir. Acıdır, gariptir, alâkasızdır vesselâm.. ...
*Elmalılı Hamdi Yazır, Kur’an tefsiri
47
tasavvur Yazmak Yaşatmaktır | M. Nihat Malkoç Sözlerin, nefes olmaktan çıkıp kalıba dökülmesidir yazmak… Bu anlamda yazı, sözlerin geleceğe taşınmasını sağlar. Eğer yazı olmasaydı hayat ne kadar da eksik olurdu. Bir düşünün… Orhun Abideleri olmasaydı Göktürklerin yaşayışları ve savaşları hakkında bu denli geniş bilgilere sahip olabilir miydik? Çinlilerle olan ilişkiler bu kadar teferruatlı bilinebilir miydi? Taşa işlenen bu kıymetli yazılar Türk dilinin ilk yazılı metinleri olarak tarihe geçmiştir. Oysa onlardan evvelki Türk topluluklarının yaşantıları rivâyetlerden ibarettir. Söz konusu âbideler, sözün bengü taşlarda ebedileşmesini sağlamıştır. İnsan yaşadıkça, nefes aldıkça yazmalıdır. Yazmak nefesle birlikte, yaşamanın en esaslı belirtisidir. Yaşadıklarını içine atanların, yazıya dökmeyenlerin günleri ziyân olmuş demektir. O günler süzgeçte tutunamayan su misalidir. Su süzgeçten nasıl akıp giderse o günler de ömürden öylece akıp gider, yok olur. Yazılmayan hayatlardan iz kalmaz geriye... Yazan insanlar geçen günlerini sözcük kalıplarına koyup dondururlar. Kitap şeklini alan bu buzdan kalıplar okundukça sökülür, gözlerimizde ve gönüllerimizde canlanırlar. Yunus’un dediği gibi “Söz uçar yazı kalır.” Sözün harflerle sabitleşmesi günlerin kalıcılığını sağlar. Sözden abideler okuyucuların zihninde yükseldikçe yükselir. Her gün yüzlerce cümle kurar, derdimizi muhataplarımıza anlatırız. Söz tarlası her gün ekilir, biçilir. Fakat hasat ürünü olarak nitelendirebileceğimiz söz yığınları, kitap sayfalarında endâm göstermedikçe kalıcılık sağlayamazlar. Kumdan dağlar gibi şiddetli rüzgârlarla başka tepelere taşınırlar. Her biri bir tepeciğe savrularak bütünlükleri bozulur. Havayla beraber atmosfere yükselen sözler belli bir zamandan sonra izini kaybettirir. Aslında onlar da yok olmazlar. Onlar da gök boşluğunun bizler tarafından bilinmeyen bir yerinde saklanırlar. Bu, bilimin konusu olsa da sözün bir madde olarak da kalıcılığını ispat için dillendirilmesi gereken bir hakikattir. Zira hiçbir şey kaybolmaz bu sonsuz kâinatta… Yokluk yoktur, şekil ve mekân değiştirmek vardır. Sözleri de bu kapsam dâhilinde sayabiliriz. Arkalarında onlarca, yüzlerce cilt eser bırakan yazarların bir anlık da olsa hiç yazmadığını düşünün… Kültür, sanat ve edebiyat hayatımızda ne büyük boşluklar olurdu. Bununla birlikte her biri birer şöhret abidesi olan o söz ustaları sıradan bir insan olmanın ötesine geçemezlerdi. Adları dudaktan dudağa gezmez, şanları kulaktan kulağa duyulmazdı. Onların adlarını baki kılan hayat dairesi içerisinde yaşadıkları değil, yazdıklarıdır. Yazmak hem yaşamak, hem de yaşatmaktır. Bembeyaz kâğıtlara kalem çalmak, diri kalmak ve diri kılmaktır. Ebedi hayatla kıyaslandığında an mertebesinde olan kısacık ömrünüzün asırlara hükmetmesini ve fani bedeninizin ruh kalıbında ebedileşmesini istiyorsanız kalemi ve kâğıdı yanınızdan ve yakınınızdan eksik etmeyin. Yanınızda suyla beraber bir hokka mürekkep de olsun. O siyah nurla bembeyaz hayalleri bir nakkaş titizliğiyle işleyin. Amatör olsun, profesyonel olsun bütün yazıcılar, hayata imzasını atmış kişilerdir. Onların bedenleri bu fâni dünyayı terk etse de adları asırlara hükmeder. Yunus Emreler, Ahmet Yesevîler, Mevlânalar, Karacaoğlanlar yazdıklarıyla geçmişten bugüne gelerek çağları aşıyorlar, gönülleri mekân ediyorlar. Kapkaranlık nurlara kandil oluyorlar. Onların et hükmündeki bedenlerinin aramızdan ayrılması gerçek mânâda kayıp sayılmaz. Çünkü o asil ruhlar, yaşadıkları süre içerisinde söz adına vereceklerini verip tertemiz ruhlarla dünya denen bu güzergâhtan ukbâ denen ebedî bir güzergâha meyletmişlerdir. 48
tasavvur
Onları sıradan insanlardan ayıran, bâki ve diri kılan yedikleri, içtikleri ve dünyada edindikleri malları değil, Allah için kurdukları dostlukları, infakları ve asırları aşıp günümüze gelen birbirinden kıymetli anıt eserleridir. Ne mutlu fânilikten bâki bir unvan ve örnek bir hayat çıkarabilenlere!... Yazın dostlar, çalakalem de olsa yazın. Yazdıkça hayatınız renge ve ahenge bürünecektir. Yazdıklarınızdan nice zihinler ve yürekler faydalanacaktır. Yazdıkça yaşamanın mânasını idrâk edeceksiniz. Yazdıkça yaşayacak, yazdıkça yaşatacaksınız. ...
49
tasavvur
‘Üçüncü göz’ün yitimi! | Muhammed Nur Anbarlı Bir ezoterik inanışa göre, tarihin hiç bilmediği çok eski zamanlarda insanlar üç gözlüydü. İkisi hâlihâzırda şimdiki durdukları yerde duruyorlardı; üçüncüsü ise tam anlımızın çatında, iki kaşımızın arasında idi. Söylendiğine göre, simetrik olan iki gözümüz maddi dünyaya dönüktü. Alnımızın çatındaki diğer göz ise manevî dünyaya dönüktü. Sezgiler, algılar, hisler, öteki boyutlar bu gözümüzle görebildiğimiz dünyalardı. Mevcut boyutumuza ait olanları ise zaten iki gözümüzle görüyorduk. O dönemlerde insanlar, konuşarak iletişmiyorlardı. Sadece bakışmaları yetiyordu.. Denir ki; bir bakışla, bugün ciltler dolusu kitapla anlatılamayacak kadar yoğun ve çok şey anlatılabiliyordu... Ne zamandır ki insan ‘ses’ çıkarmanın ötesine giderek, ‘dil ile ifâde etme’yi, ardından da ‘konuşma’yı öğrendi... Yavaş yavaş üçüncü gözleri kaybolmaya başladı. İnsanoğlu ‘dil’ geliştirdikçe, ‘üçüncü göz’ünü yitirdi. Günümüzde artık ‘üçüncü göz’, sadece ezoterik merakları olan sınırlı sayıda insanın bildiği bir ‘şey’... İnsanoğlunun dağarcığından tamamen silinip gitti. Çünkü konuşma, belâgat, retorik en ihtişamlı yüzyılını yaşıyor. ... 50
tasavvur
İslam Düşüncesinin Gerilemesi ve Sebepleri | Salih Aydın Medeniyetler bileşik kaplar gibidirler; doluysa hepsi dolu; boşsa hepsi boştur. Herhangi bir toplumda düşüncenin bir anda gelişmesi söz konusu olmayacağı gibi, bir anda da gerilemez. Bu nevi iniş ve çıkışlar sessiz ve yavaş olur. Bir diğer husus da; önemli hiçbir toplumsal vâkıa tek nedenle açıklanamaz. V. Paretto buna basitleştirici teoriler olarak eleştirir ve haklı olarak bir sosyal değişimde bütün faktörlerin karşılıklı tesir icrâ ettiklerini söyler.(1) İslam düşüncesi felsefi, kelamî ve tasavvufi bütün veçheleriyle kötürümleşmiştir ve bunun sosyo-politik birçok nedenleri bulunduğu gibi bu çöküşün bireysel anlamda insanın elinde olan ve olmayan yönleri de bulunmaktadır. Yani olaya Sünnetullah çerçevesinde bakmak gerektiğini söylemek istiyorum. Çöküşün en temelli nedeni tembelliktir, bu psiko-sosyal yani beşeri bir olaydır; Sünnetullah diğer bir anlamda Allah, kulunu tembelliğe mecbur etmez fakat zirvede oluşu yaşayanlar rehâvete kapılırlar. Rehâvete karşı uyanık olanlar da sonucu değiştiremezler. Uyanıkların gayret ve uyarıları bu kanunu iptal etmez belki sadece yavaşlatırlar. Çünkü zihin artık çok üretip az tüketme şeklinde değil üretmeden tüketme ve selefin mirâsını yeme tarzında çalışır. Ayakları üzerinde durmaya değil; birilerine yaslanmaya ve bir yerlere oturmaya alışır. Hep kolaya kaçar sarp yokuşa tırmanmak istemezler. Böylece gece ile günüz gibi bu sosyal kanunlar işler. Gece ve gündüz uzun veya kısa olabilir; fakat gece ve gündüz kaçınılmazdır. İyi ki bir taraf karanlıkken diğer taraf aydınlık olmaktadır. Bu bile ilâhi lütûf olarak bize yeter. İyi yönde veya kötü yönde olsun toplumsal değişimlerin ilk ve esaslı nedenini kişilerin anlayış kalitelerinde aramak gerekir. Zira kişiler kendi içlerinde olanları değiştirmedikleri müddetçe istenen yönde toplumsal değişim gerçekleştirilemez. Bu nedenle biz bu faktörleri üçe ayırarak işlemeyi düşünüyoruz: Psikolojik faktörler, sosyolojik faktörler ve politik faktörler. Psikolojik faktörlerin başında tembellik, hazırcılık gibi rûhi hastalıklar, mezhepçilik, particilik gibi zihniyet yanlışları ve farkları zenginlik değil ayrılık ve düşmanlık nedeni olarak görme, kendi çaba ve gayretini değil geçmişiyle ve ırkıyla övünme vs. sayabiliriz. Problem zihniyet problemidir. Zihin yanlış çalışmaya başlayınca zararlı etkisi ulûhiyet anlayışından tutunda ahlâk, siyaset, ekonomi ve toplumsal hayatın bütün alanlarına sirâyet eder. Artık aynı düzlemdeki bileşik kapların hepsi boşalmaya başlar. Bütün bunlardan önemlisi kişi özgürlüğünü kaybeder, benliğini yitirir ve kendini hep bağımlı yaşamak zorunda hisseder. Kimliğini kurucu unsurlarını kendi özünde değil yabancı unsurlarda arar. Derin bir kompleks hissiyle kendi öz değerlerine yabancılaşır ve derin bir özgüven problemi yaşar. Sosyal faktörler olarak şunu tespit etmeliyiz ki; çöküşü yaşayan toplumlar yükseliş değerlerine önem atfetmezler ve böylece o değerlerin yaşamasını zeminini ve iklimini yok ederler. İlmin önemine ve gücüne inanılmadığı için gerekli ve yeterli bütçe ayrılmaz ve ayrılan bütçe de yanlış projelere kanalize edilir. Halkın anlayış ve kavrayış seviyesi düşeceği için kaliteli ve değerli kitaplar kulesine çekilir; piyasayı rüyâ tabirleri, yemek tarifleri, gizli ilimler, düşmanlık eken ama reyting yapan söz dalaşı türü kitaplar kaplar. Eğitim kurumları siyasete angaje olurlar. Her tür emanet kendi ehline değil toplumun sıradanları konumunda olan siyasilere tevdi edilirler. 51
tasavvur Siyasi anlayışta zaten psiko-sosyal hayatın bir nevi fotoğrafıdır ve malzemenin rengi ne ise bina da o renge bürünecektir. Yukarda işaret ettiğimiz ruhi hastalıklarla mustarip fertlerden oluşan toplumun siyâsileri bilim ve düşünceyi geliştirecek proje ve kurumlara destek olmaları şöyle dursun bir şekilde onları ya yıkacak ya da işlevsiz hale getirecek karar ve uygulamalara girerler. Elbette ki İslâm düşüncesinin gerilemeye başlamasında, Doğu’dan gelen Moğol ve Batı’dan gelen Haçlı saldırıları gibi menfi siyâsi olaylar etkilidir. Bu meşum olaylarda ki başarısızlıklar imân zayıflığıyla yorumlanmış bütün lüks kavram ve kurumlarıyla medeniyetin taşınması o kadar da gerekli olmayan yük olduğu, Kur’an ve Sünnet’e ve o Asr-ı Saadet’teki sâdeliğe dönmek gerektiği düşünülmeye başlanmıştır. Bu zihniyet sapmasında genelde Eşarilik özelde Gazâliciliğin yanlış anlaşılmaya müsait ve zihni tembelliğe itici ara-nedenciliği etkin işlev görmüştür. Aslında Eşariliğin atomizmi denilen olayların bölünemez küçük birimleriyle beraber her şeyin nedenini Allah’ta görmek ve Gazâliciliğin okazyonalizmi denilen bütün olayların nedenini yalnızca Allah’ın irâdesiyle açıklamak, bilimi ve bilimsel çalışmaları anlamsızlaştırmıştır. Zira bu anlayışla her olayın nedeni tek kelimeyle açıklanacaktır. Allah. (cc) Sadece din adına değil aynı zamanda dindarlık adına artık bütün hata ve başarısızlıklarımız Allah’ın irâdesine bağlanacağı bir kapı aralanmıştır. Artı bu tembelliğin meşruiyet zemini ve başarısızlığın teolojik mazereti olabilecektir. Açlık ve sefaletin sebebi nedir, niçin geri kaldık, kıtlık ve kuraklık vs. bütün bu fiziki ve sosyal alana ait soruların bir cevabı bulunmakta: Allah’ın irâdesi. Aslında Gazâli her şeyi ikincil nedenlerle açıklayan ve asıl nedeni geri plana atan böylece din aleyhine bilimi yeğleyen naif bilimciliğin zararına dikkat çekiyordu. Yağmurun yağışı bilimcilik adına sadece yoğunlaşmayla, genleşmeyle, ısıyla, buharlaşmayla dolayısıyla özgül ağırlıkla yer çekimiyle ve rüzgârın gücüyle açıklanamaz. Bütün bunların gerisinde bunların böyle cereyan etmesini ezelî irâde ve kudretiyle isteyen Allah’ı da unutmamak gerekir. Gazâli’nin vurgusu budur. Onun İslâmî anlamda silkiniş ve uyanış için ön gördüğü proje din ilimlerinin canlandırılmasıdır ve dini bakış açısının ön plana alınmasıdır. Bunu için halka aynı kitabı üç kez yazmıştır. Kitabu’l-Erbain, Kimya-yı Saadet ve İhya-yı Ulumiddin adlı kitaplarının felsefesi budur. Yaşadığı yüzyılda bilimsel bakış açısı diyebileceğimiz olayı ve olguları yakın sebepleriyle açıklamada ki aşırılık; olayları ilk nedeniyle açıklamak anlamındaki dini bakış açısını anlamsızlaştırmaya başlamıştır. Mucizeler bilim adına inkâr edilir olmuş dolayısıyla nübüvvet ve şeriat inkâr edilir olmuştur. Gazâli’nin yaptığı sebeple sonuç arasında ki bağı inkâr etmek değildi. O sadece bu bağın zorunlu bir bağ olmadığını söylemek istiyordu. Dolayısıyla Gazâli haklıydı. Bu haklı davasında o dini siyasi ve kişisel bütün güçlerini harekete geçirmişti. İslâm düşüncesine darbeyi vuran, onu bilimin önünde engel gören, dinde hüccet kabul edip kalkan gibi kullanan dolayısıyla onun şahsında dini bilimin karsısına koyan Gazâlici zihniyeti. Oysa Allah ve O’nun okunan (Kur’an) ve yaşanan (Peygamber) kelâmından başka hiçbir kimse dinde hüccet kabul edilmemeliydi. Çünkü Gazali bir insandı ve zamanının problemlerine göre projeler üretiyordu. Zaman ve şartların değişmesi hâlinde bu projelerin tarihi ve nostaljik değerinden başka hiçbir anlamı kalmıyordu. Oysa onu dinde hüccet kabul etmek onun hatalarını ve mahallî çözümlerini evrenselleştirmek demekti. İşte bana göre İslâm düşüncesini kötürümleştiren en önemli nedenlerden birisi Sünnî dünyanın hemen hemen hepsine sirâyet eden Gazâlciliğin zihniyet sapmasıdır. Gazâli’ye olduğundan fazla değer verilmesi, onun bir beşer olarak zaaflarının ümmete yansımasına neden olmuştur. 52
tasavvur Onun dur durak bilmeyen fırtınalı kişisel hayat tecrübesi, her hangi bir İslâmî disiplini beğenen, yücelten ve imrendiren bir hakikat arayışı tecrübesine sahip olmayışı, sonuçta tasavvufu yani kişisel dindarlığı adres göstermesi, bütün bunlar dış düşmanların saldırılarından, içteki yaşanan mezhep çekişmelerinden ve parçalanmış fotoğraf arz eden İslâm dünyasından halinden rahatsız olan müslümanları kendi iç dünyalarının imarına çekmiş, post üstünde dindarlık arayan bir ümmet inşa etmiştir. Zira kelâm ilmi akıllılara yarar sağlamaz, felsefi akıl tek başına yeterli olamaz, Batıniliğin yolunda hiçbir gerçek ve tutar taraf yoktur, fıkıhçıların detayları abartan yıkıcı ve itham edici tartışmaları hiçbir yararı yoktur. Tasavvufi yol ve kişinin kendi rûhî terbiyesiyle uğraşması en akıllıcasıdır. Dikkat edilirse Gazâli aslında kendi rûhî hastalıklarına çâre aramaktadır. Benim ilacım budur ve her ilaç her hastaya çare olmaz demektedir.(2) Ümmet sufi yolu her derde devâ zannetmiştir. Bir medeniyetin hayatiyeti için gerekli olan bütün alanda çalışma görevi terkedilmiştir. Bütün bunlara ilâveten Gazâli’nin İslam filozoflarına ve felsefeyle bir şekilde irtibatlandırılan guruplara din ve siyaset adına hücum etmesi, sadece felsefe ve kelâm çalışmalarını değil aynı zamanda bu zeminde gelişecek olan ilmi araştırma ve buluşları da sekteye uğratmıştır. Zira bilimsel bilginin öncesi felsefi derinlik, doğal sonucu ise teknolojik gelişmedir. Bu ümmet Gazâli’yi yanlış yorumlamıştır. Onun otoritesini aşılmaz görmek bu sonucu sağlamıştır. Oysa hiçbir müslüman İslâm’ın hücceti olarak alınamaz. Şia’ya ve Ta’limiye’ye karşı olan ümmet, Gazâli’yi yanılmaz imam kabul etmiştir. Onun aşılmaz otorite şemsiyesi altında Eş’ariliğin cebri anlayışı ve Hanbeliyenin selefçi anlayışı Maturidi ve Ebu Hanife’yi imam kabul edenler arasında bile yayılmıştır. Dolayısıyla onun yanılgıları ve zaafları bütün ümmete sirâyet etmiştir. Özgün İslâmî düşünceyi yavaşlattığı gibi Müslümanların zihinlerinin yanlış çalışmasına da yol açmıştır. Toplumun mâneviyatı için ön gördüğü proje din ilimlerinin canlandırılması, kendi rûhî sağlığı için ön gördüğü reçete de tasavvuftu. Birinci proje, ilmi araştırma bolluğu ve bilimcilik söz konusu olan o gün için faydalı işlev görebilirdi. İkinci proje ise o konumdaki hastalar için geçerliydi. Artık toplumda selefçilik yayılıyor tekke ve zaviyeler dinamik ve inşacı insan yetiştirmiyordu. Tasavvuf erbâbı ilmi talep etmek yerine miskince Allah katından ilim gelmesini bekliyordu. Diyar diyar gezip Peygamber’in hadislerini tespit ve tahkik etmek yerine; yatakta rüyâ ile bu işi yapıyorlardı. İstişârenin bir sistem dâhilinde bütün Müslümanları içine alacak şekilde işletilmesi yerine, şeyhten istihare istirham edilerek hayata yön veriliyordu. Zihin yanlış çalışmaya başlayınca artık lokal iyileştirmeler fayda vermez. ...
1-Freyer, Hans, İctimai Nazariyeler Tarihi, çev.Tahir Çağatay, III. Baskı, İkbal Matbaası, s.156,157, Ankara 1977. 2-Abdulhalim Mahmut, el-Münkız mine’d-Dalal ve Tasavvufi İncelemeler, s. 115.
53
tasavvur
Televizyon Apışkanlığı | Yasin Çetin Önce Zeki Müren’i göreceklerine sevindi insanlar. Brezilya maçını izleyebileceklerdi artık. Sabaha karşı boks maçlarına çay demliyorlardı. Cenk Koray programda kutu açıyordu. Hava durumu bile pür dikkat izleniyordu. Yeniydi o zamanlar televizyon ve Dallas dizisinde Suelın çok güzeldi. Sonra Banu Alkan’la tanıştılar. İşte o zaman apıştı yurdum insanları. Televizyondaki çok geçişli hızlı hareketlere alışmış çocuklar için kitap okumak sıkıcı gelmeye başladı. Kavga-dövüş filmlerinin yerini alamayan saklambaç, körebe, yakartop gibi aksiyondan nasibini alamamış oyunlar rafa kaldırıldı. Sokakta hortumla külâh atmayı tecrübe edememiş çocuklar var ki; en üzücü durum onlarınkidir. Futbol meraklısı oldu birçoğu ‘iddaa’ kuponu doldurdular. Son zamanlarda da sihirli cadıların dizilerin de insan olmaktan sıkıldılar. Televizyon yüzünden sokağa çıkmadı evde tıkıldılar yurdum çocukları. Aslında zamâne gençlerimiz için her şey ‘biri bizi gözetliyor’la başladı. Tam o zamana denk geliyordu asgarî ücretle çalışan birinin milyarlık cep telefonu taşıması. İnsanlar ayağına donunu geçirip çıkmaktan utandı sonraları, jöle olmayan da briyantin, briyantin olmayan da jöle muhakkak vardı; olmadı dolapta limon vardı. İşte televizyonla birlikte başladı burjuva budalalığı ve dahi beyin hamallığı. Dizilerden kişilik seçtiler; kimi ‘aynalı tahir’ oldu kimi ‘memoli’ yurdum gençlerinin. Ve ‘tarafsız ve doğru haber’ vtr’sinin ardından başlanıyor insanlar kandırılmaya. Hipnoz etkisi yapıyor sanki insanlarda ana haber bültenleri. Halbuki kırpıp kırpıp istedikleri hale getiriyor iş bilenler. Dağda gezinenlerden daha etkili çalışıyorlar. Kürde kürt diyen de onlar, ermeniyi düşman eden, kendi ülkesinin olumsuz reklamını yapan, şehit cenazelerinde bile propaganda yapmaktan çekinmeyen ve bütün bunlara bir yandan kılıf diken de… ve aklıma gelmeyen ya da bu yazıda sansürlenecek ne kadar kötü sıfat varsa pek de yakışıyor yurdum medyasına. Aracı olan televizyona. Ey Türk insanlığı! Kayıtsız şartsız medyaya inanan, magazin programları yüzünden kendi hayatından tiksinen, cinnet haberleriyle yaşamdan soğuyan, yalan haberlerden kaynak-yorum yapan, gözünü futboldan ayırmayan ve her gün futbol yorumu yapan, ...insanlar! Birinci ve devam-i vâzifenizi unutmayınız. ... 54
tasavvur
Gaye: Yaradılış Gereği Güzel Ölmek | Burak Tabaş ... Fikir nedir?.. Zarûrî midir, keyfî midir? “Düşünmek istemiyorum.” ya da “Düşünmeliyim.” cümlelerinden yola çıkarsak, zarûrî olanın insana daha çok şey kattığını söyleyebilir miyiz?.. Peki götürdüğü şeyler... Meselâ “Düşündükçe yerin dibine giriyorum.” desem... ... Yalnızlık... Ne geleneğimde duydum ne dinimde. Anasız, babasız yaşamak; çocuksuz yaşamak, bana yabancı kelimeler. Hele hele de evi yalnız kurma hayalleri, evlenmeden bir köpek alma fikirleri, alın tersiz bir iş... türünden uydurmaca terimlerle hiç karşılaşmadım. Bizde muhabbet vardı, gülmek vardı yüz yüze bakarken. Anaya sormak vardı karar verirken ya da anadan babaya söyletmek. Utangaçlık vardı babaya; evin büyüğüne, evin direğine. Anaya da samimilik vardı sonuna kadar. “Hanımım!” demesi vardı, çocuklar yataklarına gittiğinde... Kalmadı. Ağlayın arkasından. Geri de gelir mi bilemem... İsteyen var mı ki gelsin?.. ... Susamadan su içmiyorsun. Acıkmadan yemiyorsun. Arzu duymadan tatmin olmuyorsun. Hey bre tembel! Gelmeyince içine bir istek, bir arzu, bir his, bir ihtiyaç yerinden bile kalkmayacak mısın? ... Dükkana girdim, dükkandan çıktım. Velhâsıl düşündüm: Alacaklı var; borçlu var, anlaşmalar var, sözler var, arada imzalar bile var ama para yok. Ne borçlu geliyor, ne de alacaklı borçtan geçiyor. Arada ikinci kez verilen sözler bile eskiyor. Düşün, düşün... Hele hele bir de televizyona seyre dalıp takip edince paradır, ekonomidir, vesâire... Şeytan diyor ki: “La bugün de Allah’tan bekle.” Bismillah de hele! Aç kepengi! ... “Ne, neden sevilir? Nasıl sevilir? Ne zaman sevilir? Ne zamana kadar sevilir?” diye sorsam. Cevap istesem. Gönülde olan ‘ne’ ise, var ise ve yer etmiş ise, cevap verir mi? Sualleri cevaplandırmak gönül işi mi? Peki sâdece akıl işi mi? “Kalpten akla, akıldan kalbe ince bir çizgi var.” desek; düşünsek... Ve şimdi diyorum ki: “Aklımın yok olduğunu sanıyorsam; yani kullanamıyorsam, yarım kalmışım. Kalbimin ihtiyacı aklımın ihtiyacından az ise yine yarım kalmışım, yanmışım.” Ya Rabb! Aklımızın ya da kalbimizin yanılmışlıklarını (acziyetlerini); aklımızın ve kalbimizin tasdik edeceği senin doğrularınla karşılaştır. O güzellik her ne ise bize nasip et. ... 55
tasavvur Allah Aşkı ve Sevgisi | Sebahattin Şentürk Yeryüzünde ve gökyüzünde, buutlar içinde ve buutlar ötesinde hangi varlıkta “rahmet, aşk, muhabbet ve sevda” varsa, biliniyor ki bu Allah’ın Rahman isminin tecellisidir. Bu sıfat; yeri, göğü ve bütün mümkinât âlemini nûra boğacak kadar tecelliyi yalnız Son Resûl’de bulmuştur. Muhabbetin aslı ve hakikati Allah’ta, O’nun izniyle Son Resûl’de ve zerreler halinde de diğer bütün mahlukatta toplanmıştır. “Sevilenden bir şey gelmeyince seven sevemez.” hükmü içinden bakarsak görürüz ki, muhabbet Allah’tadır ve Allah’tandır. Böyle olunca bütün mahlûkatta ve husûsiyle insanoğlunda Allah ve Resûl aşkı bir fıtrat olarak ortaya çıkar. Bütün mevcudat Allah’ı sevmek için yaratıldı; sevmekte bilmek, sevmekte ibadet gizli... Sevmemek mahlûkat için takat dışı... Mahlûkat sevecek, insan sevecektir! Kin, nefret, adâvet ve öfkelerin içinde de “gizli bir sevememek ve sevilmemek ıstırabı” yatar. İnsanoğlu sevmek için yaratıldı. Sevecek, sevecek, sevecektir. Kimi? Tereddütsüz, şeksiz, şüphesiz tek cevap: Allah ve Resûl’ünü... Ondan sonrası ise sadece mecâzî titreyişlerdir. Mahlûkata düşürülen ışık pırıltılarıdır; fakat asıl projektör bütün gücüyle Allah ve Resûl’üne perçinlenecektir. Tasavvuf, Allah’ı sevmenin mektebi, Allah’ı sevmeyi öğrenmenin mektebi... Bütün oluşlar ve erişlerin iç yüzü, hakikati, özü, kalbi orada... Orası kalbin vatanı... Kalp ise Allah’ın nazargâhı, yani sonsuzluğun ta kendisi, ebediyetin ta kendisi... Hikmetin başı Allah korkusudur; korku ise haşyet-ürpertidir. Ürperti yalnız kahhar olan karşısında değil, ekmel karşısında da duyulur... “Allah’tan nasıl korkmaz insan, O’nu sever de?” Ürperti, hakîkat ve güzellik karşısında duyulan korkudur; yani heybet ve ihtişamın insan gönlünde teşekkül ettirdiği râşedir, titreyiştir. Her şey aşktan meydana geliyor; âşık olan dağları deliyor, göklerde uçuyor... Allah ve Son Resûl aşkı insanda vecd (heyecanın sınır ötesi) hâlini uyandırır ve insanı kemâle erdirir... “Sevende benlik, kibir, miskinlik barınamaz...” O, devamlı kaynayış ve yükseliş içindedir... Allah sevgisi insanda riyâ, gıybet, kibir, gurur, haset, kin vs gibi ifrat hücrelerini öldürür; insanda sadakat, hakikat, vecd, güzellik, hikmet vs gibi kemal peteklerini ihyâ eder. Allah sevgisi olmayan insandır ki, belhum adaldır... 56
tasavvur Allah ve Resûl’ünü sevmek için yaratıldın ey insan!.. Bütün mahlûkat, taştan ceylana, zerreden küreye, dâhiden zırdeliye kadar her şey Allah-Resûl aşkı içinde yüzüyor... Ya sen? ...
57
tasavvur
Kavmiyyetçilik | Süleyman Boynukara 21. asırda ümmet anlayışını yıkan temel hastalık milliyetçiliktir. Tarih boyunca emperyalizmin İslâm Ümmeti üzerindeki en büyük fitnesi, hiç şüphesiz ki kavmiyyetçilik entrikası olmuştur. Müslümanın tek derdi İslâm’dır. Kavmiyyeti esas alan bütün sistemler bâtıldır. Evrensel İslâm kardeşliğini sekteye uğratan müzmin bir hastalıktır. İslâm’ı din addeden her müslümanın temel ülküsü İslâm’dır. 21.asrın çağdaş firavunları günümüzde artık Lat, Uzza, Hubel vb. putlardan bahsetmiyor. Asrımızın yeni putları komünizm, nasyonalizm, kapitalizm, faşizm vb. beşeri ideolojilerdir. Artık, yeni putlar dikiyor asrın putperestleri. Büyük İslâm şâiri Muhammed İkbal bu konuda ne güzel söylemiş: “Ey azâmetli tevhid servetinin sahibi müslüman, İslâm’dır sana vatan! Sen Muhammedî uyruklusun. Ey Muhammedî müslüman, yıkmalısın kavmiyyetçilik putunu. Çünkü biz Hz.İbrâhim’in milletinden, Hz.Muhammed (s.a.v.) ümmetindeniz. Asırlardan beri ümmet anlayışı içerisinde dünyaya hükmetmiş İslâm âleminin, birlik ve beraberliğini nakzetmek için tek uygun yolun kavmiyyetçilik olarak siyonizm mihrakları tarafından seçilmesi, bu hastalığın ümmet açısından ne kadar büyük bir tehlike olduğunu ortaya koyma açısından önemli bir ipucudur. Hz.Âdem'le başlayan insanlık tarihi HAK-BATIL mücâdelesinin tarihi olarak süregelmiş ve kıyamete kadar bu şekilde devam edecektir. Yeryüzünde bâtılın ilk temsilcisi ve Allah’a karşı ilk savaşı başlatan hiç şüphesiz ki şeytandır. Dolayısıyla yeryüzündeki bütün beşeri sistemlerin kaynağı şeytandır. Bâtıl, tarihi seyir içerisinde farklı isimler altında ortaya çıksa da temelde gâye aynıdır. Allah’ı inkâr, o’nun sistemini reddederek kendi saçmalıklarını Allah’ın nizâmına tercih etmek, tağûtî doktrinlerin temel hedefi olmuştur. Asrımızdaki faşizm anlayışını, sistematik bir düzlemde toplumun gündemine oturtan Roussau’dur. Vatan, millet, sevgi ve bağlılık gibi ifâdeleri ırk esasında şekillendiren kişidir. Bu kavramları, dinin önüne geçirerek İslâm ümmetini parçalamaya yönelik ciddi ve tehlikeli bir akımın başmîmârı olmuştur. Aslen yahudi olan bu düşünürün esas hedefi, dünya milletlerini küçük devletlere ayırıp güçlerini zayıflattıktan sonra yeryüzünde siyonizmin hedeflediği yolda ilerlemesini kolaylaştırmaktır. 58
tasavvur 1789 Fransız ihtilaliyle fiilen başlayan milliyetçilik hareketi, daha sonra Bismark önderliğinde Almanya’da süratle gelişerek Adolf Hitlerle birlikte zirveye tırmandı. İtalya’da da Mussuloni önderliğinde bu hareket şekillendi. Avrupa’dan başlatılan bu hareket kısa zamanda bütün dünyayı etkisi altına aldı. Bu akım, İslâmî hassasiyetini kaybetmiş ve İslâm Ümmeti’ni birarada tutan mukaddes değerleri zayıflamış bir mekanizma oluşturarak, İslâm âlemini paramparça etti. Değişik bölgelere gönderdikleri ajanlarla İslâm toplumlarını birbirine düşman yaparak sinsi emellerini adım adım tahakkuk ettiler. Mânevi alt yapıdan yoksun batı, içinde bulunduğu bataklıktan milliyetçilik anlayışı ile kurtulacağını düşünerek, âdeta can simidi gibi sarıldığı milliyetçiliğe müslümanların da bulaşması, İslâm âleminin sonunu getirdi. İslâm’ın ümmet anlayışı ile dünyada en büyük medeniyetleri kuran müslümanlar, bu sinsi oyunla mukaddesâtından ve değerlerinden uzaklaşarak yozlaşma sürecine girdi. En şuurlu, en seçkin İslâm toplumlarını bile yaralayan bu akım, her geçen gün müslümanlara kan kaybettiriyor. “Muhakkak ki müminler kardeştir.” ilâhî prensibini kalbine işlemeyen bir müslümana bulaşan milliyetçilik virüsü, hiç şüphesiz bir müddet sonra o kalpte tedâvisi mümkün olmayan kronikleşmiş bir hastalığa yol açıyor. Allah’ı Rabb; Hz. Muhammed (s.a.v.)’i önder; Kur’an’ı rehber; dünyayı vatan; tevhidi bayrak olarak kabul etmeyen müslümanların Allah’ın vâdettiği zafere kavuşmaları asla mümkün olamaz. Allah’ın dini, ilâhi sistemin dışındaki bütün beşeri sistemleri reddederek, yalnız ve yalnız Allah’a kayıtsız şartsız teslim olmakla mümkündür. ...
59
tasavvur
İlkelin Dini | Abbas Yolcu Bahse değer olmayan herhangi bir kitabın yazılış maksadından birisini, bütün değerlere düşman, tarih öncesi bir yaratık, şöyle izah ediyor: “…Kemalist cumhuriyetçilerin ikinci amacı ise, Tevrat’ın bir tekrarı olarak gördükleri Kur’an’da yer alan evrenin ve insanın yaratılmasına ilişkin görüşleri çürütmek ve bilimin verilerini ortaya koymaktır. Kutsal kitapların eski Babil Efsaneleri’ne kadar uzanan tanrısal açıklamalarının karşısına doğa bilimleriyle çıkmaktadırlar. Böylece Cumhuriyet’in yetiştireceği yeni kuşaklar, dinin ‘bâtıl fikirlerinden’ kurtularak tarihin, sosyolojinin yasalarını kavrayacaklardır.” Mezkûr tarih öncesi yaratık, Kemalist cumhuriyetçilerin iddiaları diye ortaya koyduğu bu görüşleri aynen paylaşmaktadır, onlarla birlikte… Ve paylaşmak zorundadır. Zira, kendisinde 19. asır pozitivizmini kavrayabilecek ne ilim, ne irfan, ne zeka yoktur. Ancak başkalarını taklide gücü yetebilirdi ve gücü yettiğini yapabilirdi: Mukallitlikte karar kıldı. Ve orada çakıldı, kaldı. Pozitivizmi hâlâ ‘ilim’ zannediyor; herhalde pozitivizmin bir ideoloji olduğunu da hiçbir zaman öğrenemeyecek. Dinî tâbiriyle irtidad ettiği iddia edilen bir başka zat, inkârını ispat gailesiyle yazdığı sekiz ciltlik Kur’an Ansiklopedisi için “…İslâm’ın çağdaş yorumlarla yorumlanmasını ve bu yolla dinsel bağnazlıktan uzaklaşmasını ( uzaklaşılmasını veya uzaklaştırılmasını demek istedi herhalde -çünkü burada dizgi hatası yoksa ansiklopedist zât, Türkçeyi bilmiyor demektir-) sağlamak gibi bir amaçla hazırlamadım.” derken, ansiklopedinin kapağına bakıp te’lif ettiği eserinin yazarı hakkında okuyucunun “Demek ki bu herif, müslüman bir herifmiş.” yanılgısına kapılmasına mâni olmak için, “Haberiniz ola! Ben müslüman değilim.” mânâsına, eserini niçin yazmadığını, niçin yazdığından daha önce beyan buyurmuş. Ve devamında bir yarı hakikati ifşâ eylemiş: “…Bu ansiklopediyi okuyanlar, İslâm’da, kutsal kitabı olan Kur’an’da neler bulunduğunu çok açık biçimde görecekler; o zaman islamcıların islamı yeniden insanlarımıza devlet ve yaşam biçimi olarak sunarken (İSLAM AKIL DİNİDİR, BİLİM DİNİDİR, ADALET DİNİDİR) gibi propagandaların gerçek olmaktan ne denli uzak olduğunu daha iyi bilip, anlayacaklardır. Ansiklopedi, bu yolla aydınlanmanın gerçekleşmesine önemli katkı sağlayacaktır.” Demek ki her iki zâta göre din ile ‘akıl’ ve ‘bilim’ birbirine (birbirlerine) ters düşmektedir. Onlardan birinin doğruluğu, diğerinin yanlışlığı demektir; birinin tutarlılığı demek, diğerinin tutarsızlığı… Ve mâdem ki ‘akıl’ ve ‘bilim’ in verileri doğrudur, öyleyse dinin ve bilhassa Kur’an’ın verileri yanlış ve tutarsızdır. Mes’eleyi bu kadar temelden alıp, basite indirgeyen zekâlara hayran kalınmaz da ne yapılır? 60
tasavvur Fakat, neticede her iki zât da hiç gelişmemiş ve asla gelişemeyecek bir cemiyetin tabiî azasıdırlar. İçinde yaşadıkları cemiyet, diğer bütün cemiyetlerde olduğu gibi fertlerine ayna vazifesi görmektedir. Pozitivist olmak, pozitivist yaşamak, pozitivist kalarak ölmek, kişilerin kendi tercihleridir. Ve hiç kimseyi uzaktan ve yakından alâkadar etmemelidir. Ancak pozitivist kuşaklar yetiştirmek, pozitivistleri acaba niçin çok alakadar ediyor? Kaldı ki kafalarındaki idolleri bir nev’i dipçik darbesiyle yâhut postal tabanıyla başkalarına kabul ettirmeye çalışmanın adına, hiç gelişmemiş ve asla gelişmeyecek olan cemiyetlerde ‘aydınlanma’ mı diyorlar? İslâm’ın, ‘akıl’ ve ‘bilim’ dini olmadığını çok geç anladı zavallı mürted. Ayrıca ömrü din ilimlerini tahsil etmekle geçmiş bir müfti eskisinin, ‘bilim’ ve ‘bilimsel bilgi’ ile muârefesinin derecesini keşfetmek de hayli müşkil. Yani soru şudur: “Maktûl müfti eskisi, din ile ilim zıtlığını hangi bilimsellikle fehmetmiştir?” Pozitivizmin ve bilimselliğin sırtını dayadığı –çok uzağa gitmeye gerek yok- 16. asır mekanizmine 20. asırda karşı koyan Heisenberg yâhut F. Capra’nın ileri sürdüğü yeni görüşleri nakzedecek daha yeni bir görüş ortaya koymadan ‘kral daima haklıdır’ doğruluğu ile insan, hangi bilimsel temelin altına şüphesiz, şeksiz imza atabilir? Pozitivizm (dini deyişi ile dehrîlik yâhut ilhâd) de peşin hükümleriyle nasslarıyla, kiliseleriyle, tabiata taabbüdüyle zaten bir din değil midir? Eğer öyleyse mes’eleyi ‘dine karşı din’ olarak ele almakta bir yanlışlık olmasa gerekir. Osmanlı Padişâhı’nın posterine yumurta atmayı aydınlanmanın vücubiyyetinden sayanların peşine takıldıkları, insan tarihinin en aydın(!) politika adamı, “…doğa üstü bir varlık bulunmadığını kanıtlarıyla açıkladığını… kabileler arasında çatışmalar sonucu hakim duruma geçen kabilenin, kendi ilahını önce ilahların en büyüğü haline getirerek, daha sonra diğer kabilelerin ilahlarını temizleyerek, rakipsiz, sınırsız, bölünmez, mutlak ve en üstün iktidarın ideolojik kaynağı yaptığını…” belirttiğini belirtiyor, lüzûmsuz basılmış kitaba yazdığı ‘sunuş’ yazısında. Rasyonalizm de denilen akılcılığın temsilcilerinden hangisi, ‘yokluğun kanıtlarının’ varlığını aklın hangi prensibi ile kanıtlamışlar? Yokluğun tarifini yapmaktan âciz olan akla böylesine ağır bir yük yüklemek, akıl ve akılcılıkla ne kadar bağdaşır? Değil mi ki ‘kanıtlamak’ aklın işidir. Yokluğun en iyi tarifini ancak totoloji yoluyla yapabilen Sartre’ı anlamadan, dinlemeden ortaya atılan “Yokluk kanıtlanmıştır!” iddiası ile Babil Efsâneleri arasında herhangi bir fark var mıdır? Bazıları Kur’an’da ontolojik, bazıları epistemolojik temeller aramak suretiyle ömürlerini hebâ eder, bazıları da nasslara akılcı temeller ararken kıymetli zamanlarına yazık etmekle meşguller. Mütefekkir, akıl için ‘insiyaktan daha ahmak bir meleke’ doğrusunu söylemiştir.
demiştir. Galiba en
Elbette, ahmaklar için akıl, mühim bir meleke… Çünkü ahmakların akıldan başka sermayeleri yoktur. Capra, “…Eşyanın temel mâhiyeti, ne zaman akılla analiz edilse ortaya çıkan şey, saçma veya paradoksal görünecektir.” demiş. 61
tasavvur Diğer yandan hiç gelişememiş ve asla gelişemeyecek olan cemiyetin, omurgasız tarih öncesi hayvanına inat, Werner Heisenberg, “…Doğunun kadim öğretileri ile Modern Kuantum Teorisi’nin felsefî sonuçları arasındaki ilişkilerden daima büyülenmişimdir.” derken ilmin henüz son sözünü söylemediğini kastediyor olmalıydı. İnanmak, aklın değil; gönlün işi. Sadece insiyakları ile yaşayanlar, ister istemez bu gönül zenginliğinden mahrûm kalacaklardır. Çünkü insiyaklar, sahibini sadece hazların peşinden koşturur ve cehennemin dibine postalar. ...
62
tasavvur Doğu ve Batı Bağlamında Merkez Konumu | Halil İbrahim Doğan Bir kelime söylendiğinde insanın zihninde o kelimenin medlûlü, dalâlet olunanı canlanır. Ağaç dediğimizde, hemen zihnimizde kendi oluşturduğumuz, genel olarak bir ağaç resmi çiziliverir; ya da kitap dediğimizde bizde daha önceden oluşmuş bir kitap resmi hatrımıza gelir. Bunlar bir dilin ortak kabulleri sonucunda zihnimizde müştereken oluşturduğumuz kodlardır. Biz ‘ağaç’ kelimesi yerine ‘mağaç’, ‘tree’ ya da ‘baum’ deseydik ve yâhut ‘kitap’ kelimesi yerine ‘mitap’ deseydik, bunu mutâbakatla aynı manâyı taşıyacak şekilde kararlaştırsaydık yine bizim kafamızda aynı resim şekillenecekti. Bu kadar lâf-ı güzâfdan anlatmak istediğimiz husûs, kelimelerin değil de medlûllerinin ehemmiyete vâkıf olduklarıdır; fakat medlûllerinde anlaşmamız için bir kelimeye ihtiyaç vardır, bunun unutulmaması gerekir. Peki mutabakâta varmışlığımızı bugün her kelime için kullanabilir miyiz? Buradaki kelimelerden kasıt günlük hayatımızı idâme ettirmek için sarf ettiğimiz kelimelerden ziyâde düşünsel mâhiyette kullandığımız kelimelerdir. Cevabı nedir; tabiî ki hayır. Bu ‘hayır’ sözcüğünü hem kendi topraklarımızda yaşayanlar hem de sâir milletler için söyleyebileceğimiz gibi hem kendi zamanımızda hem de sâir zamanlarda yaşayanlar arasında da söyleyebiliriz. Onun içindir ki bugün, çoğu kimsenin (aydın mı demeliydim?) kendi kafasındaki anlamları birtakım sözcüklere yükleyerek üzerinde söz sarf ettiği ve böylece kavram hakkında bir mutabakâta varamadıkları bir vakıa olarak karşımızda durmaktadır. Doğu ve Batı sözcüklerini de yukarıda bahsi geçen kavramlar zümresine dâhil edebiliriz. Doğu nedir? Batı nedir? Bu kelimeler sadece coğrafî ayrımlar mıdır? Coğrafî ayrımlar ise izâfilik gerektirmez mi? Yoksa konuştuğumuz düşünsel ayrımlar mıdır? Düşünsel ayrım ne demektir? Bu ayrımın kıstası nedir? Nerenin/kimin doğusunda? Nerenin/kimin batısında? ‘Doğu’ ve ‘Batı’ sözcükleri merkez konumunu gerekli kılmaz mı? Bizim konumumuz neresidir? Biz kendimizi nerede hissediyoruz? Biz dünyanın neresinde yer alıyoruz? Biz kimiz? vs... Bu sorular husûsen bahsi geçen kavramları ilgilendirdiği gibi umûmen de genel bakış açımızı, duruşumuzu, konumumuzu ya da kendimizi nerede konumlandırdığımızı göstermektedir. Başkalarının kavramlarıyla düşünmek: ‘Doğu’ ve ‘Batı’ kavramları bulunduğumuz merkezi yer ile alâkandırılabilir. Çin’den baktığımız zaman ayak bastığımız topraklar batıdadır. Atlantik ötesinden baktığınız zaman doğudasınızdır. Ve bugünkü hâkim bakış olan İngiltere eksenli baktığınız zaman yanı başınızdaki komşunuz Ortadoğu’dur; sizin atayurdunuz Orta Asya’dır; atayurdunuzda tarih boyunca ilişkide olduğunuz Çin Uzak Doğu’dur. Meridyen başlangıç noktanız girinviçdir (greenwich). ‘Doğu’ ve ‘Batı’ kavramlarını coğrafî, düşünsel ne şekilde ele alırsanız alın -ki birbirlerinden farklı, bağımsız değildirlerkişinin taşıdığı dünya tasavvurunda, bu kavramların ne şekilde hayat bulduğunu gösterir. Tabii yukarıda kişi üzerinden söylediklerimizi cemiyet bazında da düşünmek zorundayız. Doğal olmayan bu ayrımlar insanın tanımlama ihtiyacından hâsıl olmaktadır. İnsan tanımlayamadıklarından daima ürkmüştür. Doğası gereği ilişkiye girdiği her nesneyi, olayı tanımlama ihtiyacı hissetmiştir. Coğrafî sınırlarımız genişlediği zaman yeni yerlere ad koyma, karşılaştığı gruba, kabileye, millete isim bulma gibi... Tanımlanmayan her şey karanlıktır ve insan karanlıktan korkar... Peki ayak bastığımız, pergelin ayağının konduğu yer olan bu topraklar doğuda mıdır? Hayır. Batıda mıdır? Hayır. 63
tasavvur ABD’deki haritaların tam ortasında Amerika kıtasının yer aldığı, Asya ve Avrupa’nın da ikiye ayrılmış şekilde konumlandırıldığını ilk duyduğumda çok şaşırmıştım. Sonradan birkaç kez müşahade etme imkânı bulduğumda anlaşıldı ki bu davranış bilinçli bir duruş sergileme çabasının göstergesiydi. Yukarıda bahsettiğimiz ayak bastığımız toprakları merkezi konuma yerleştirdiğimiz kaziyesi, ABD’deki gibi bir hüsnü kuruntunun eseri midir? Hayır! Tarihi sürece baktığınızda tarihe yön verebilecek bütün olayların bu coğrafyada, yâni; Akdeniz Havzası’nda cereyan ettiğine tanık oluruz. Bâbil, Mısır, Yunan, İslâm, Batı (Endülüs’ü hatırınıza getiriniz.) Medeniyetleri’nin burada neşet ettiğini görebilirsiniz. Onun içindir ki sıcak denizlere inme politikalarından tutun da, Atlantik ötesinden gelip buralara yerleşme arzularının hep merkeze sahip olma düşüncesinin payı olduğunu unutmamak gerekir. İster doğu-batı, meşrik-magrib yada east-west diyelim medlûlleri bir yön işaretinden daha da öte biz ile alakalıdır. Bundan 200 sene evvel bu topraklarda yaşayan birine “Ortadoğu neresidir?” diye sorulsaydı muhtemelen bizim bugün Orta Asya dediğimiz yeri “Herhalde burası Ortadoğu dediğiniz yer olmalı.” diye cevap verirdi. Babanzâde Ahmet Nâim Efendi’nin dediği gibi . “Vazifemiz vâz-ı cedid değil, keşf-i kâdîmdir!” ...
64
tasavvur Müslümanın Tarih Tasavvuru | Emrah İstek “Ey ahâli! Duydunuz mu?” diyerek başladı Herodot, gezip gördüklerini, duyup işittiklerini, Eski Yunan’ın meydanlarında anlatmaya. Kendisi de farkında değildi yaptığı işin tarih olduğunun, ona biçilecek vasfın ‘tarihçi’ olacağının. Karadeniz kıyılarından, Anadolu (Küçük Asya) içlerinden, Pers topraklarından, Firavunlar diyârından geçti. Sultanlarla, prenslerle konuşup; keşişlerle, kahinlerle oturup kalktı ve döndü: “Ey ahâli!” diye başladı anlatmaya. Evet, girizgâhta biraz hikâyeci, biraz abartılı olsa da Herodot’tan bahsettik. Anlaşıldığı üzere Antik Yunan’da böyle ‘tarih anlatıcıları’ vardı. Bu insanlar gezip gördükleri her şeyi biraz da üstüne katarak meydanlarda anlatır ve bundan geçimlerini sağlarlardı. Belki bunun adına ‘tarih tiyatroculuğu’ da denilebilir. Çünkü insanlar dinlerken eğleniyorlardı da. Burada Jean Paul’un şu sözü daha çok o döneme hitap ediyor galiba: “Tarih, şimdiye kadar okuduğum en güzel, en zengin, en iyi ve en gerçekçi romandır.” Eski Yunanlar böyle öğrenmişler tarihi. Bu yolla tanımışlar Persler’i, Mısırlılar’ı. O dönemleri biz de onlar gibi biliyoruz. Kimse iddia etmesin farklı olduğunu. Birkaç yeni bulgudan yola çıkarak yürütülen yorumlardan öteye geçmeyen popüler bilgiler dışında yeni bilgi yok. Bu kadar şeyi anlatmamızdaki gaye şu soruların cevabını verebilmektir: Peki ya biz, nasıl bir tarih tasavvuruna sahip olmalıyız? Neyi, kime hangi maksatla anlatmalıyız? Tarih bilgisinin bize olan faydası nedir ve acep bu bilgiyi aktarmak sırf bilgi olsun diye mi; yoksa güzel hikayeler, kıssalar anlatıp da Herodotlar, Thukydides’ler gibi insanları eğlendirmek mi? Tabiî o dönemin şartlarını göz önünde bulundurduğumuzdan bu tarihçileri hafife aldığımız düşünülmemeli. Her şeyden önce tarih bana göre ‘Bezmi Elest’ten başlar. Biz orada Rabbimiz’e bir söz verdik: Kulluk sözü... Tarih ile uzaktan yakından ilgilenenler şu genel tarih tanımını bilirler: “Tarih, geçmişte yaşamış insan topluluklarını, yer-zaman göstererek; sebepsonuç...” Bu tanıma göre tarih, geçmişte yaşayan insanların ne yaptıklarını bir bilgi sistematiği içerisinde, şu dönem insanlarına aktarmaktır. Ve sadece dünyevi ilişkilerin bildirilmesinden ibarettir. Bana göre bizim tarihimiz, bizi yaratanla olan ilişkimizle başlar. O'na olan kulluk bilincini yerine getirebilmek için O’nun yarattıklarını canlı, cansız bilgisine vakıf olmak ve şu Ayet-i Kerime'de de özellikle belirtildiği gibi ibret alabilmektir tarihin müslüman için tanımı: “Göklerin ve yerin yaradılışında, gece ile gündüzün birbiri ardında gidip gelişinde, akl-ı selim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır.” İlk tarihçiler, muhakkak peygamberlerdi. Hz. Adem’den Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav)’e kadar... Çünkü onlar, ‘tarihin her şeyini bilen’den haberleri anlattılar. “O (nun konuşması, kendisine) vahyedilenden başkası değildir.” Allah (cc) insanlığa sürekli geçmişten kıssalar bildirmektedir. Bu, bir müslümanın tarih bilmesinin ne kadar önemli olduğunun; gerek okuyup ders alması, gerekse okutup ders vermesi noktasındaki temel mükellefiyetleri arasına girdiğinin en asli göstergesidir. “Yoksa siz, sizden önce gelip geçmiş kavimlerin başlarına gelenler, size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?...” ...
65
tasavvur
Kaplumbağalar da Uçar | Ömer Beyoğlu Efsaneye göre... Göl kenarında yaşayan bir kaplumbağa sürekli çevresindeki kuşları izler, istedikleri zaman uçmalarına, gitmelerine imrenirmiş... Zamanla bu kuşlarla arkadaş olmuş kaplumbağa ve onlarla hislerini paylaşmış: “Ben de gölün diğer tarafına gitmek istiyorum!” Kendi gidecek olsa bir ömür sürermiş bu gidişi... “Keşke sizin gibi uçabilseydim.” demiş onlara... “Keşke ben de gölün diğer tarafına istediğim vakit gidebilseydim!” Kuşlar, üzgün kaplumbağanın bu dileğini yerine getirmek istemişler ve “Sen de uçabilirsin!” demişler ona. “Kaplumbağalar da uçar!” Bir dal almış iki kuş, niyetleri dalı iki yanından tutup kaplumbağayı karşıya geçirmekmiş. Kaplumbağaya “Tek yapman gereken dalı sıkıca ısırmak.” demişler. Dalı sıkıca ısırmış kaplumbağa da... Sonra göl üzerinde kuşlar dala ısırarak tutunan kaplumbağa ile birlikte havalanmışlar, yükseldikçe yükselmişler... 66
tasavvur Bir vakit gittikten sonra ise kaplumbağa korkmuş yükseklerden..! Durumunu unutup, heyecanla bağıracağı bir an çenesi açılmış ve suya düşmüş..! Düşerken düşünmüş “Uçmak benim neyime?” diye... Suya, yâni ait olduğu yere, kendi yavaş, imkânsız hayatına... ... Bahman Ghobadi önceki filmi “Sarhoş Atlar Zamanı” ile mest etmişti. Görsellik şahâneydi..! Bir doğu filmiydi ve bütün büyük doğulu yönetmenlerin filmlerinde görülen şiirsellik de fazlasıyla vardı. Bir ‘kış hikâyesi’ dinler gibi izlemiştik filmi... “Kaplumbağalar da Uçar” ise yönetmenin son filmi. Görsel olarak önceki filmindeki başarı bu filmde de ziyâdesiyle var. Oyuncular tıpkı ‘Emir Kusturica’ filmlerinde olduğu gibi profesyonel olmayanlardan seçilmiş ama performanslar kusursuz. Hikâyeye giriş, genişletme, verilmek istenen mesaj, makûl ölçülerde ve estetik bir anlatıma sahip. vs, vs, vs... Ez-cümle genelde doğu filmlerinde olan becerisizlik kaynaklı (bizim anlamamamız değil!) yavaş ve kasvetli anlatım bu filmlerde yok..! Diğer taraftan; İran kürtlerinden olan yönetmenin ikinci filmi de ilk filmi gibi yine Kuzey Irak’ta geçiyor. Bu herhalde iyi bildiği bir coğrafya da çalışma isteğinin yanında başka nedenleri de içinde barındıran bir durum..? Tam kestiremiyorum... Çok ödüllü bir yönetmen olması kuşku uyandırıyor; fakat filmde ‘batıcı bir hümanizm’le birlikte ‘doğulu bir kadercilik’ de yok değil... Ne demek bu ? Şöyle: Filmde tıpkı yukardaki hikâye de verilen mesaj gibi aslında o coğrafyanın (ve belki de herkes için diyordur?) insanının mâkus talihinden kurtulmak için çırpınışının (?)kaplumbağanınki gibi sonuçsuz olacağı mesajı veriliyor, bu duruma da ‘kader’ diyor... Kader bu yaşananlar, müzmin tâlih... Ve bu coğrafya üzerinde yapılan hesapların savaşların da (Irak savaşı bu!) kişisel hırslar ya da geçici iktidarların konjektüre dayalı manyaklıkları olduğu vurgulanıyor. Bu ikinci kısım ‘el-hak’ doğrudur nitekim ..! ...
67
tasavvur
insan'a dair | ‘garip’ bir öykü ‘orhan veli’! hasan şen 70 | hacı ârif bey ayşe serra dilek 72 | rainer maria rilke bünyamin kasap 74 | 68
tasavvur
69
tasavvur ‘garip’ bir öykü ‘orhan veli’! | hasan şen “bir veli pâk-ı nihâle lütfedip rab-bı celîl; verdi bir mahdûm-u mergûb kim misal-i afitâb; nûr-u ahmed pertevinden halk olan orhan'ın hak; ömrün-efzûn eylesin, hem kendin alicenâb.” aylardan nisan... arılar, yeşermiş çiçeklerin avucuna yeni konmuş, konmamış. yıl 1914. yer medeniyetler şehri, yâni is tanbul. mehmet veli’nin büyük oğlu orhan, hayata gözlerini açıyor. beykoz’da karpuzdan fenerler… mevsimler dönüyor. cihangir ve beşiktaş gülerek karşılıyor, balonunu gökyüzüne kaçıran çocuğu. gözyaşını silmek yine annesine düşüyor. fatma nigâr hanım’a… emekleme günleri çabucak geçiyor. bir, iki, üç, dört... sonrası beş, altı, yedi… mevsimler yeniden dönüyor ilerki zamanlara. horoz şekerini kemirmekten yorulan orhan, kitap kemirmek istiyor artık. seçtiği mekân, galatasaray lisesi... istediği gibi oluyor. çokça kitap kemiriyor yatılı kaldığı okulun duvarlarına karşı. çokça… bir gün nasrettin hoca hınzırca gülüyor ona kitap aralarından. “beni de anlar mısın?” diyor. “beni de bir gün yazar mısın?” yazmak onun için ödev oluyordu artık. hiç bitmeyecek ve hiç silinmeyecek… yaşı 10. takvim 1925’i gösteriyor. mehmet veli, cumhurbaşkanlığı bando şefi olarak ankara’ya atanıyor. ve başlıyor orhan için gezginlikler, avârelikler! önce ankara gazi okulu’nun beşinci sınıfı. ve ertesi sene ankara erkek lisesi… ankara erkek lisesi ve orhan’ın edebiyat yemişlerini -yavaş yavaş- toplama yılları... şiirler ve diğer yazı türleri... bir günlük değil bir ömürlük dostluğun ilk tohumları... oktay rıfat ve melih cevdet onun artık en yakın arkadaşları... (‘sesimiz’ dergisini çıkarır bu üç arkadaş. ileride çokça hissedilecek bir depremin ilk hareketleridir bunlar.) lise hayatı bitmiştir. cumhuriyetin dokuzuncu yılı. gezginlik dönemi tekrar başlıyor orhan’ın. yeni mekânı, dinle(n)diği şehir istanbul… istanbul üniversitesi edebiyat fakültesi felsefe bölümüne kayıt yaptırır. yine şiirler ve yine karakalem çalışmaları… ve ilk göz ağrısı kitaplar düşmez elinden. bir türlü bitiremez okulunu; ancak, şiire düşkünlüğünden mi, yoksa melih cevdet’in belçika’da oluşundan mı bilinmez!.. takvim, mîlâdi 1935’in sonları… ne atom bombası, ne londra konferansı; bir elinde cımbız, bir elinde ayna; umurunda mı dünya! istanbul’u kuşatmaya başlamıştır avârelikleri orhan’ın; şiirleriyse varlık, insan, ses, gençlik gibi dergileri... yıl 1936’ya varmış. bir de garipliğine inat, bir gölge bulmuş! mehmet ali sel… ve yine gezginlik dönemi. yer doyacağı (!) şehir ankara. ptt genel müdürlüğü’nde memurluk görevi… 70
evraklar, efkârlar, allı pullu gemiler, kullanılmış kafiyeler ve diğerleri…
tasavvur
mevsimler yine dönüyor. çiçekler ve arılar kaldığı yerden devam ediyor hayata. yapraklar düşüyor sararmış ve solgun. karlar yağıyor. abdülhak hamit tarhan ölüyor. ve -bu günlerde- melihle orhan aynı kızı seviyor… dokuzyüzotuzsekiz, dokuzyüzotuzdokuz, dokuzyüzkırk... kırk’ının da kulpu kırık değil!.. orhan; melih cevdet ve oktay rıfat’la yeni âvâreliklerin peşinde... yıl 1941’e varmış. üç kalemşör iş başında. orhan komutanlığında ‘garip’ adlı şiir kitabını çıkarıyorlar. edebiyatta taş üstünde taş kalmıyor… ‘garip’ diye adlandırılıyorlar sonralardan… harbe giden sarı saçlı çocuk! gene böyle güzel dön; dudaklarında deniz kokusu, kirpiklerinde tuz; harbe giden sarı saçlı çocuk! gelmiştir askerlik günleri orhan’ın. bir kış. derken iki. derken üç… kışlada baharı beklerken bitmiştir askerliği. ve dönmüştür yeniden ankara’ya… tarih 1943’ün hemen ertesi. milli eğitim bakanlığı tercüme bürosu’nda çalışma günleri. azra erhat, oktay rıfat, erol güney ile ortak çevirileri. yeni yazıları ve yeni şiirleri… gezginlikleri, yol türküleri. edirne, istanbul, bolu …….. sonra denizi görmesi gemlik’e doğru… havalar kötüleşmeye başlamış. bundan olacak ki orhan, mahvolmuş durumda. memuriyetinden istifası ve yeniden gelen âvârelik günleri. yıl 1947… mehmet ali aybar’ın yayımladığı hür ama zincirli hürriyet gazetelerinde eleştirileri, kültür sanat yazıları, çevirileri… orhan 35 yaşında. aylardan ocak. zemheri, yürekleri dondurdu donduracak. bir ışık, bir kibrit, bir sıcaklık arıyor herkes… derken alev alev, kelime kelime parlıyor orhan’ın kaleminden ‘yaprak’. ve sönmüyor ışığı ikinci haziran’a dek… haziran geçiyor. istanbul düşüyor yüreğine taze ve berrak. boğaziçi düşüyor… ankara’yı bırakıp istanbul’u mekân ediniyor yeniden… sucular(l)a türkü söylüyor. balıkpazarı’nda canan’ı bekliyor. derken zil zurna, nazlı nazlı, aheste beste yürüyor… takvim 1950’yi gösteriyor. orhan bir haftalığına ankara’da. 10 kasım gecesinde, yolda, onarım için kazılmış bir çukura düşüyor. ayağında çocukluk izleri… istanbul’a dönüyor. daha urumelihisarı’nda otur(a)madan; başlıyor cerrahpaşa hastanesi’ndeki misafirlik günleri(!).. ‘rakı şişesinde balık olsam’ demesinden mi bilinmez, beyin kanaması geçirdiği geç anlaşılıyor. takvim 14 kasım 1950’yi gösterdiğinde, doğduğu şehirde hayata gözlerini yumuyor… ölünce biz de iyi adam oluruz mevsimler bir yerde durup kalıyordu. çiçekler açmıyor. arılar uçmuyordu. yeni mekânı rumelihisarı mezarlığı oluyordu. ağlamıyordu… ... 71
tasavvur hacı ârif bey | ayşe serra dilek
“iltimas etmeye yâre varınız yalvarınız kula kul oldum aman kurtarınız etsin azâd beni yâr yalvarınız kula kul oldum beni kurtarınız” hacı ârif bey... 1831 senesinde, eyyüp’te açmış gözlerini dünyaya. önceleri sadece mehmed ârif olarak bilinirmiş; daha sonraları hacı ârif diye anılır olmuş. yüzü bembeyaz ve ilk su kadar duruymuş. sesinin yumuşaklığı, eserleri eşsiz güzellikte okuması, ‘ol’ emri verildikten sonra ola gelen hacı ârif’e rabb tarafından verilmiş eşsiz bir lütûfmuş. öyle güzelmiş ki sesi, ne dinlemeye doyulurmuş ne de dinlerken gözyaşları eksik olurmuş. fasıllarda mûsıkî âşıkları hacı ârif’i dinlemeden edemezlermiş. aslında fasıllarda şarkı okunmazmış; ama hacı ârif’in sesini duymadan da faslı sona erdirmek istemezlermiş. o zamanki istanbul’da, hacı ârif’in adını duymayan ve sesinin güzelliğini bilmeyen kalmamış. şânı dönemin pâdişâhı sultan abdülmecid’e kadar ulaşmış. dinlemiş sultan hacı ârifi ve “bundan sonra mızıkay-ı hümâyûn'da meşk et demiş”. hacı ârif böyle girmiş saraya, henüz onaltı-onyedi yaşlarında… zaman, çok çabuk akmış; acelesi varmış gibi hızla yol almış. göz açıp kapayıncaya kadar yıllar geçmiş. hacı ârif bey, kendini, sarayın câriyelerine mûsıkî dersi verirken, gözleri dillere destan ‘çeşm-i dilber’ adlı çerkez kızının karşısında bulmuş. elde olmayan kader ilahî kazaya dönüşmüş ve çeşm-i dilber hacı ârif bey’in yüreğine kazâra bir bakışla düşmüş. dilberin bakışları dipsiz ve kör karanlık bir kuyuya hapsolmuş. uğraşmış kuyu sahibi bakışların bendeki mânâsını dile getireyim, ilân-ı aşk edeyim, kör karanlığımı aydınlatayım demiş; ama boşa uğraşmış. anlatamamış derdini. ne dili dönmüş ne de sözcükler kâfi gelmiş. her gün yeni bir gün doğmuş, güneş tepedeki yerini almış; ama kuyunun zifiri karanlığını bir türlü aydınlatamamış. kuyu karardıkça kararmış, derinleştikçe derinleşmiş. derinlik dile gelemeyince, çerkez kızı da bilememiş derin ne kadar derinmiş. “bu hâle tek dermân gözlerin sahibi” demiş kuyu sahibi kendi kendine. asıl dermânın gözlerin görmesine kâdir olan olduğunu bilirmiş de unutmanın insanoğlunun en korkunç hastalığı; ama bir o kadar da olmazsa olmazı olduğunu da unuturmuş. en nihâyetinde o da bir insanmış, bir an için unutmuş, hatırlayamamış. hatırlamak için gözlerde kalmayıp kuyunun en derinine inmeliymiş; fakat en derine inmek için gözlerden geçmesi gerekirmiş. gözleri geçebilmek ise herkese nasip değilmiş... güneşin doğduğu günlerden, haftanın yedi gününden biriymiş. si ve mi bemol okunmuş, bir de lâ bemol olunca, hacı ârif bey’in yüreği artık kül mü olmuş bilinmez; ama kürdilihicazkâr makâmı dilber için yürekten bestelenmiş, sazlarda tellere vurulur olmuş. ilk defa duymuş etraf bu makamı, çok beğenmiş. okunan şarkılar dile getirebilir gibi olmuş dilberin gözlerinin yüreğindeki manasını. sultâna kadar gitmiş haber. evlendirmiş sultan, çeşm-i dilber ile hacı ârif beyi. ama bir kez olsun çeşm-i dilber’in yüreğine “senin yüreğin de hacı ârif bey için yanar mı?” diye sormamış. sorulmayınca soru, cevabı veren de olmamış. sorulsa bile verilen cevap ne olurmuş; sultana karşı gelinmez bilinirmiş… 72
tasavvur uğraşmış çeşm-i dilber, yüreğinde hacı ârif bey’in hissettiklerini hissedebilmek için. ama biliyormuş; yüreklere hükmedenin aslında onu taşıyanın değil de yürekleri yaratanın olduğunu. ne yaptıysa olmamış, yüreğindeki tüccârı çıkarıp hacı ârif bey’i onun yerine koyamamış. yüreğine hükmedememiş. kaçmak istemiş; aklı ile yüreği arasında kalmış. aklının yapma dediğini yapmış ve hacı ârif bey’i geride bırakıp kaçmış. geride kalan hacı ârif bey’e ise dilin anlatmakta âciz kaldığı acıyı anlatmak için yedi tane nota kalmış. onu en iyi anlayan ve anlatan onlar olmuş. işin garibi; hacı ârif bey nota bilmez saz da çalamazmış, tek bildiği yüreğinin ona söylediği şarkılarmış… çeşm-i dilber’in kaçışı çok üzmüş hacı ârif bey’i. bir süre dolaşmış etrafta, yanında iki küçük çocukla. pâdişah onca yılın hatırına hacı ârif bey’i yeniden aldırmış saraya ve tabii o güzel sesi tekrar duymak aşkına. bir daha yanmaz bu gönlüm demiş hacı ârif bey; ama gönül bu, en fazla da yanmak için yaratılmış, bir değil dört defa yanmış. her defâsında yakan ateşin büyüklüğü târif edilemeyecek kadar, yaktığı yer ise sâdece bir elin yumruğu kadarmış. fakat bilinmezmiş hangi ateşin en çok yaktığı, yakması gerekenin yakıp yakmadığı… allah-u â’lem. ...
73
tasavvur
rainer maria rilke | bünyamin kasap rilke’ye bir biyografi denemesi aylardan aralık, muhtemelen soğuk bir gün... isa’dan sonra binsekizyüzyetmişbeşinci yıl... yer; prag, o dönem avusturya’ya bağlı... annesinin tüm ümitlerini suya düşürerek erkek bir çocuk olarak dünyadaki yerini alır. erkek oluşunu kabullenemeyen annesi ona esasen kız ismi olan ’maria’ ile hitap eder. nitekim kafa kâğıdında da bu isim ikinci ismi olarak geçer. ama annesi olayı o kadar abartmıştır ki belli bir yaşa gelene kadar rilke’ye kızlara has kıyafetler giydirir... avusturya’ya bağlı st.pölten’de asker olan babasının isteğiyle askeri okula başlar; hastalıktandır, yarım bırakır. linz’e gider; ticarî akademi okulu’na başlar. sebebi meçhuldur –muhtemelen ticaret hoşuna gitmemiştir- yarıda keser; prag’a geri döner. prag üniversitesi’nde felsefe, sanat ve edebiyat tarihi okur. yarım bırakır; hukuka geçer. bu döneminde birçok şiir ve öykü yayınlar. binsekizyüzdoksanyedi yılında venedik’e gider. burada hayatının insanı lou andreas salomé ile tanışır. eğitimini devam ettirmek için berlin’e gider. sürekli şehirden şehire geçer. italya ve almanya arasında gel-gitleri çoktur. binsekizyüzdoksanda prag’a döner ve sonrasında yine ayrılır; viyana’ya gider. burada arthur schnitzler ve hugo von hofmannsthal ile tanışır. bindokuzyüzonda paris’e ikinci kez gider; andré gide ile tanışır. burada otobiyografik özelliği olan tek romanı ‘malte laurids brigge'nin notları’ı yayınlar. ertesinde italya üzerinden mısır’a gider. sonra tekrar italya, almanya üzerinden viyana’ya varır. bu sefer de sigmund freud ile tanışır. savaş arşivinde yazıcı olarak zorunlu görev yapar. bindokuzonaltı’da stefan zweig ile tanışır. zweig, onu ‘şiiri şiirde arayan bir sanatçı’ olarak tarif eder. seyahatlarının ardı arkası kesilmez. bindokuzyüzyirmidört’te sancılı ilişkisinin baş kahramanı clara westhoffla tanışır. evlenirler; ama ne beraber olabilirler ne de ayrılabilirler. son seyahatı valmont’a olur. hayatı boyunca hep farklı şehirlerde bulunur. ‘militan yalnızlığım’ dediği yalnızlığını paylaşmak istercesine yeni dostluklar arar. tabii ki yalnızlığını paylaşacak kimseyi bulamaz ki haberi yoktur ‘yalnızlık paylaşılmaz’ demiştir özdemir asaf. 74
tasavvur
bindokuzyüzon ve onbir yılları arasında mısır’a gider. arap-islâm uygarlığı ile tanışır. diğer bütün gezilerden daha çok bu geziden etkilenir. ’muhammed’in yalvarması’ isimli şiiri bu gezinin tohumlarındandır. lou andreas salomé... hayatını şekillendiren, kendisi gibi birçok yazarın ve düşünürün de âşık olduğu tiyatrocu... nietzsche’ye ve freud’a rağmen kendisine evlenme teklif eder; kabul edilmez. ama beraberdirler yine de uzun bir süre, büyük yaş farkına rağmen. sonu, tabii ki ayrılık... giderken salomé’nin son sözü şu olur: “sana ancak çok gerektiğim zaman, en kötü saatinde arayacaksın beni.”. ayrılıklarından birkaç yıl sonra rilke, ona yazdığı mektubunda cevâben şöyle der: “o zaman da hissetmiştim, bugün de biliyorum ki seni kuşatan o sonsuz gerçek, o son derece iyi, büyük ve üretici dönemin en önemli olayıydı. beni yüz yerimden aynı anda kavrayan o değiştirici yaşantı, senin varlığının büyük gerçeğinden doğuyordu. daha önce, o aranan durumsayışlarım sırasında, hiç o kadar duymamıştım hayatı, o kadar inanmamıştım şimdiye, geleceği o kadar tanımamıştım. sen bütün kuşkuların tam karşıtıydın; dokunduğun, uzandığın ve gördüğün her şeyin var olduğuna tanıklık edendin. dünya bulutlu görünüşünden sıyrıldı, zavallı ilk şiirlerimin belirli özelliği olan o birlikte akış ve çözülüşten kurtuldum; nesneler doğdular, yavaş yavaş ve güçlükle öğrendim her şeyin ne denli yalın olduğunu; ve olgunlaştım, yalın şeyler söylemeyi öğrendim. bütün bunlar, kendimi şekilsizlik içinde yitirme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğum bir sırada seni tanımak mutluluğuna erdiğim için oldu.” şiir yazmadan yaşamasının mümkün olup olmadığını kendine sorar; ‘hayır’ cevabını alınca kendisini şiirine adar, ozanca seyyahî bir hayat sürer. ozan olarak yaşamını devam ettirip ozanca ölen nadir insanlardandır. amacı insan duyarlılığını, içselliğini bir şair ne kadar yapabilecekse daha fazlasıyla artırmaktır: “budur benim çabam, bu: adanmak özlem çekerek dolaşmaya günler boyu. güçlenip genişlemek derken, binlerce kök salarak kavramak hayatı derindenve ortasından geçerek acının olgunlaşmak hayatın ta ötesinde ta ötesinde zamanın!” rilke’de ölüm... insanlar ölümü kabullenmek zorundadır, insanın en büyük kavgasının fânilikle boğuşmak ve onu aşmak kaygısı olduğunu; bilinçsiz olmalarına rağmen ölümü umursamayan ve dünyada özgürce yaşayan hayvanların tanrıya ölüm bilincine ulaştığını düşünen insanlardan daha yakın olduğunu dile getirir ve bu konuyu derin bir umutsuzlukla işler: “ölüm büyüktür ve biz o’nunuz gülümsemelerle dudaklarımızda yaşamın tam ortasında sanırken kendimizi ölüm hıçkırır birden içimizde ta içimizde…” bilimsel gerçekliği başka her türlü şeye kapalı olarak rehber edinen çeşitli akımlara karşın güzellik idealini alternatif olarak getiren sembolizm, rilke sayesinde mallarme’nin koyduğu noktadan daha ileriye ulaşmıştır. herhangi bir objenin fânilik duvarlarının aşılarak özüne inmeye çalışıldığı ve özündeki bâkilik sırrı anlaşılmaya çalışıldığı sürece kavranabileceğini savunur. 75
tasavvur çok ilginç ve eserlerinin içeriği ile pek de ilgisi olmayan bir özelliği de eserlerini, bilhassa şiirlerini, ayakta yazmasıdır. bazı –sözümona- otoriteler burun kıvırır kendisine ki sebebi almanca’ya diğer şairler kadar hâkim olmayışıdır. lou andreas salomé’ye yazdığı mektuplarında almanca dilbilgisi kurallarını hiç’e sayarak lou’ya ithafen kullandığı zamir, sıfat vb. kelimelerin ilk harflerinde büyük harf kullanır. misâl: “Du, Dir, Dein, Dich...” türkçe’de şiirleri en çok okunan alman edebiyatçılardandır. cahit zarifoğlu’na ilham vermiştir hatta onu en çok etkileyen batılı şair olmuştur. türkçeye çevrilmiş başlıca eserleri: “auguste rodin, bana tören, beyaz mutluluk, duino ağıtları, malte laurids brigge’nin notları, sancaktar, tanrı’dan öyküler ve saatler kitabı“dır. ‘saatler kitabı’ mistik arayışın başlangıcı bağlamında rilke şiirinde en önemli dönüm noktasıdır. bir dostuna şöyle yazar: “ah kendilerini boşa, olmadık insanlara harcayan bu şairler”. ölürken "bana salomé'yi getirin, beni bir tek o anlar" deyişi bu satırları teyit eder nitelikte... eserlerine dair silinmez imzasını zihnimize atarak uzaklaşır dünyamızdan... aralık yirmidokuz; yıl bindokuzyüzyirmialtı, yer valmont... mezar taşına da ölüm’e dâir söylediği şu dizeler kendi isteği üzerine yazılmıştır: "gül, ey saf çelişki, nice gözkapağının altında hiç kimsenin uykusu olmamanın sevinci."
yalnızlık yalnızlık yağmur gibidir. denizden gecelere yükselir; ıssız, uzak ovalardan, çıkar göğe, ait olduğu yere, oradan çöker şehrin üstüne. belirsiz saatlerde yağar, sabaha dönünce bütün sokaklar hiçbir şey bulamamış bedenler, umutsuz ve kederli ayrılınca; ve birbirinden nefret eden insanlar, aynı yatağı paylaşmak zorundaysa: nehirlerle karışıp yalnızlık, akar gider... (almanca ‘Einsamkeit’ aslından kemal bulut tarafından tercüme edilmiş olup; çeviri, ilk olarak ‘bir nokta dergisi’ temmuz 2007 tarihli 66. sayısında yayınlanmıştır.)
76
tasavvur güz-akşam aydan esen rüzgâr, ansızın duygulanan ağaçlar ve dokunulduğunda düşen bir yaprak... sönükçe bir fenerin aralığında sıkışmış ve kara bir uzak manzara bîkarar şehirde. (almanca ‘Herbst-Abend’ aslından kemal bulut tarafından tercüme edilmiş olup; çeviri, ilk olarak ‘bir nokta dergisi’ eylül 2007 tarihli 68. sayısında yayınlanmıştır.)
âşıkân benim pencerem.. mûnis bir şekilde uyandım. sanki semada arz-ı endâm ediyorum. ömrümün ihâta hudûdu nedir? ve leyl nerde başlar? her şeyi çepeçevre kuşattığımı tahayyül ediyorum şeffaf bir kristal gibi derin, zifiri, ketum yıldızları da istivâ ederim, anda dahî kalbim tebellür eder sonra belki aşk-ı hakîkîden belki aşk-ı mecâzîden kalkıştığı o cevheri âzâd eder. feleğin tavsifinden berîyim. ben.. ki günbatımını başka bir ruhta tarife azmetmiş salınışıyla rayîhasını yayan ve o mâlum çağrıyı duymaktan muhavvef bu sonsuz gök kubbe altında ne arıyorum? (almanca ‘die Liebende’ aslından çeviren elif zehra aydın)
...
77
tasavvur
dilmaç | gece türküsü Johann Wolfgang von Goethe 80 | hür zihin Johann Wolfgang von Goethe 81 | 23. sone William Shakespeare 82 | bûse Gotthold Ephraim Lessing 83 | sis içinde Hermann Hesse 84 | niyâza niyet James Wright 85 | bir katre yaş döktü semâ Friedrich Rückert 86 | fragman Henry Wadsworth Longfellow 87 | seni seviyorum birader Phil Bosmans 88 | hayata dair Sir Walter Raleigh 89 | sükûnet Ernest Radford 90 | çocuğun şarkısı Algernon Charles Swinburne 91 | hiçbir şey ölmeyecek Alfred Lord Tennyson 92 | 78
tasavvur
79
tasavvur
gece türküsü | Johann Wolfgang von Goethe tüm zirvelerden ötededir ruh tüm ağaç tepelerinde bir an soluğunu duyarsın ve kuşlar ormanda sükûta râci. sadece bekle, yakında sen de huzura kavuşacaksın. ... (Almanca ‘Abendlied’ aslından çeviren Elif Zehra Aydın)
80
tasavvur
hür zihin | Johann Wolfgang von Goethe yalnız, atım kâfi bana! siz kalın mekânınızda! ben giderim uzaklara bahtiyâr, başucumda yalnız, yıldızlar... denizle arza rehber kıldı size bahşettiği yıldızları; her dâim semâya bakın da râm olun diye o’na! ... (Almanca ‘Freisinn’ aslından çeviren Mehmet Kandemir)
81
tasavvur
23. sone | William Shakespeare acemi bir oyuncu sahnede nasıl beceriksizse korkudan eli ayağı nasıl dolaşırsa nasıl içindeki öfkesi artıp taşarsa yüreği gücünden zayıflarsa benim de unutmalarım hep kendime güvensizliğimden işte ve aşk oyununun sözlerini de aşkımın gücü öyle âciz göstermiş ki beni sevgimin tüm yükü omuzlarıma kalmış âh! izin ver en güzel aşk sözlerini bakışlarım anlatsın konuşan gönlümün sessiz işaretidir onlar onlar, sevgi dilenir ama karşılığını bekler gönlün sözü hepsinden daha ziyâde âh! öğren sessiz aşkın yazdıklarını okumayı aşkın nârin nüktesinin gözleriyle öğren, duymayı… ... (İngilizce ‘23rd Sonnet’ aslından çeviren Fatma Bülbül)
82
tasavvur
bûse | Gotthold Ephraim Lessing bir bûsecik, minicik bir çocuktan hediye ki öpmek onun melâbegâhıdır ve öperken düşünmez bu nedir diye mâdem ki hissetmedi öpmek olmamalıdır bir bûse bir dostun beni şereflendirdiği bir selâmdan başka nedir ki aslında hakîki öpmeye ait hissettirmediği soğuk iklimlerden bûse makâmında bir bûse ki babamdan oğluna gelmiş tavsiyedir, nâsih bir bûsedir bu bedîhi mâdem oğlunu sevmiş ve medhetmiş sevilesi bir şeydir kıymeti bilinesi bir bûse, vedia kız kardeş sevgisinden ne de uzak olmadık şeyler düşündürmeye o şehvetli sıcak ateşli dürtülerden hani bir kız görüp de başlarsın düşünmeye bir bûse bir kadının beni tezyin ettiği hainler görmeye destûr olmayan bûse güvercin öpücüğün terazide denkliği işte bu bûsedir hakîki bûse! ... (Almanca ‘Die Küsse’ aslından çeviren M. Taceddin Kutay)
83
tasavvur
sis içinde | Hermann Hesse garip, sis içinde yürümek! her çalı, her taş münzevi görmüyor hiçbir ağaç bir diğerini yapayalnız her biri dostlarımla doluydu bana dünya hayatım henüz aydınlıkken artık görünmüyor hiçbiri sadece sis çöktüğünden ama aslında karanlığı tatmayan hiç kimse bilge değildir kaçınılmaz ve hafifliktir onu her şeyden ayıran garip, sis içinde yürümek! hayat, münzevi oluş! tanımıyor hiç bir insan bir diğerini yapayalnız her biri ... (Almanca ‘Im Nebel’ aslından çeviren Yahya Kurtkaya)
84
tasavvur
niyâza niyet | James Wright bu sefer bıraktım bedenimi ardımsıra, ağlayarak kapkara sancılar içinde. yine de vardır dünyada güzel şeyler, alacakaranlık... güzel olan karanlığıdır bir kadının ellerinin, rızkına varan. ruhu bir ağacın, harekete geçer yaprağa dokunurum gözlerimi kaparım, suyu düşlerim... ... (İngilizce ‘Trying to Pray’ aslından çeviren Bünyamin Kasap)
85
tasavvur
bir katre yaş döktü semâ | Friedrich Rückert ummanda yitip gitsin diye bir katre yaş döktü semâ. su diyârında bir midye hapsetti onu yurduna : gel, benim incim ol ve dalgalardan sakın korkma taşıyayım seni içimde. benim neş’em, benim sızım gönlümdeki gözyaşı semânın! en saf ab-ı dîdeni ver ki bana bu pâk hâlimle koynuma alayım. ... (Almanca ‘Der Himmel hat eine Träne geweint’ aslından çeviren Mehmet Kandemir)
86
tasavvur
fragman | Henry Wadsworth Longfellow uyan! diril yeniden! vakit geçmekte! ölüm bir adım ötende! kapıdayken melekler, bekleyemezler, yoktur dönüş bir kez bile geriye uyan! diril yeniden! nasıl ki savaştıkça bilenir mızrak sürülmemiş bahçe, ekilmemiş toprak en iyi çayırı verir ancak! … (İngilizce ‘A Fragment’ aslından çeviren Semra Altuntaş)
87
tasavvur
seni seviyorum birader | Phil Bosmans bir ikinci daha var mıdır ki sen gibi yektâsın, yegânesin, biricik, bitanesin özsün hem özdensin, tekerrüre gelmezsin inanmazsın belki lâkin eşsizsin hemi ezel, hemi ebed ve her beşer meğer ki onu sen sevdin fenâ bulur insanî alelâdelikleri ve bir nâdir cezbe sudûr eder zâtından ve bir yol fark bulursun onunla nidâ bile edebilirsin hatta: ey sen, benimçin ne hatasızlığın zarurî ne mükemmelliğin elzemdir alâ küllihâl severim ben seni ... (Almanca ‘Mensch, ich hab dich gern’ aslından çeviren M. Taceddin Kutay)
88
tasavvur
hayata dair | Sir Walter Raleigh hayat, hırs dolu bir oyundan başka nedir ki? kahkahalarımız bu oyun için bir fon müziği gibi... kılık değiştirdiğimiz soyunma odaları olan ana rahmi, bu kısa komedi için hazırlandığımız yer sanki. cennet, keskin bakışlarıyla oyunu izleyen bir seyirci, oturduğu yerden kusurları düzelten bir bekçi, tıpkı oyun bittiğinde üzerimize kapanan perdeler misâli, mezarlarımız, izimizi süren güneşten kaçtığımız saklanma yeri. yine de hâlâ yürüyoruz, oynuyoruz adımlarımız son istirahatin habercisi, sadece ölürken şaka yapamayacak kadar ciddiyiz, çünkü oyun bitti... ... (İngilizce ‘On The Life of Man’ aslından çeviren Rızkan Tok)
89
tasavvur
sükûnet | Ernest Radford zihin yoruldu! bir yer var sükûn için bu arayışı teskin edecek toprağın geniş göğsünde sâkin bir yer! bir yer ki duyulmayacak ‘demir pençe’nin gürültüsü âh! bir yer ki: biz orda ırmakların şarkısı denizin terennümü ile olacağız sükûnet ki hayâlimi tatmin edecek yanıp kavrulan bu tasavvurun müsekkini olacak! ... (İngilizce ‘Quiet’ aslından tercüme eden Yahya Kurtkaya)
90
tasavvur
çocuğun şarkısı | Algernon Charles Swinburne zenginlik nedir, söyle değer mi emeğe, eğlenceye esirgemeye, vermeye, tutmaya, savurmaya beklemeye, korkmaya? aşk nedir allah aşkına değer mi göz yaşına? toprağın üstünde parlayan ölü yapraklar yalandır! saran ormanı, sarı yapraklar ve sonbahar güvercinsiz ağaçlar; servete gönül gerekir aşka yalnız aşk! ... (İngilizce ‘Child’s Song’ aslından çeviren Semra Altuntaş)
91
tasavvur hiçbir şey ölmeyecek | Alfred Lord Tennyson ne zaman yorgun düşecek ırmaklar, gözlerim altında akmaktan? ne zaman yorgun düşecek rüzgarlar, gökyüzünde esmekten? ne zaman yorgun düşecek bulutlar, devrân etmekten? ne zaman yorgun düşecek kalpler, çarpmaktan? ve doğa ölür mü hiç! aslâ, hayır, aslâ; ölmeyecek hiçbir şey; akacak ırmaklar, devrân edecek bulutlar, çarpacak kalpler ölmeyecek hiçbir şey... ölmeyecek hiçbir şey her şey değişecek sonsuzluk yolunda. budur dünyanın kışı; sonbaharı ve yazı geçtiler çok zaman önce. kurudur dünya merkeze gittikçe, ama menbaâdır bu merkez başka pınarlarabir pınar zengin ve farklı rüzgârları estirir devrân ede ede, içten içe, oraya buraya tâ ki hava ve yer dolana dek hayatla yeniden... dünya yaratılmadı ki hiç, değişecek; ama yok olmayacak. bırak rüzgârı salınsın gece ve gündüz her dâim sonsuza doğru. hiçbir şey doğmadı; ölmeyecek hiçbir şey; her şey değişecek. ... (İngilizce ‘Nothing Will Die’ aslında çeviren Bünyamin Kasap)
92
tasavvur
93
tasavvur
kırâathâne | 94
tasavvur
95
tasavvur
Marifet ve Hikmet | İbn Arabî İz Yayıncılık Çeviren: Mahmut Kanık Fütûhâtü’l-Mekkiyye, Muhyiddin İbn Arabî’nin şeriat ve hakîkâtin bütün meselelerine işaret ettiği en geniş eseridir. Bu büyük eser 1202-1231 seneleri arasında telif edilmiştir ve orjinal nüshası 37 cilttir. Yazıldığı dönemden bu yana -özellikle Osmanlı- tasavvuf düşüncesinin temel taşlarından biri olarak kabul edilmiştir. Sadece Süleymâniye Kütüphanesi’nde yüzden fazla yazma nüshasının bulunması bunun bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Fütûhât’ın bu denli geniş kapsamlı olması bütüncül bir tercümesinin henüz bulunmayışının en büyük sebebidir. Bu yüzden İbn Arabî üzerine araştırma yapan ilim erbâbı Fütûhât’ın ancak belirli kısımlarını ele alabilmişlerdir. ‘Marifet ve Hikmet’, Fütûhâtü’l-Mekkiyye’nin 1., 2. ve 3. cüzleriyle 20., 166., 177., 420. bâblarının ve 558. bâbın bir bölümünün tercümesidir. Çeviri, İbn Arabî eserlerine yaptığı çalışmalarla tanıdığımız Mahmut Kanık’a ait. Marifet ve Hikmet’in muhtevası Fütûhât’ın sadece Marifet ve Hikmet kısımlarının tercümesinden oluşmuyor. Mahmut Kanık kitabın en başında bir kısmının çevirisini yaptığı bu büyük eserin önsözüne de yer ayırmış. Bununla birlikte, okuyucunun zihnindeki karışıklığı gidermek adına kitabın en sonuna eklenmiş olan Fütûhât’ın bütün bablarının fihristinin yer alması ciddi bir katkı olmuş. Muhyiddin İbn Arabî Hz. birçok eserinde olduğu gibi Fütûhât’ın belirli kısımlarında da sembolik bir dil kullanmıştır. Okuyucunun her zaman bunun bilincinde olarak eseri incelemesi ve anlaşılmayan bir cümle veya paragrafa rastlanıldığında sıkılmadan sabırla devamının okunması kişinin kabına göre bu kitaptan alacağı zevk ve ilmin şartıdır. 96
tasavvur Ben Kur’an’ım ve Sebul-mesâni’yim Ben ruhun ruhuyum, kapkaçağın ruhu değilim Gönlüm bildiklerimin yanında mukîmdir Dilim sizin yanınızda olduğu hâlde, onu müşahede ederim Öyleyse benim cismime doğru yan gözle bakma Mânâlarıyla birlikte say onca nimetleri Zâtın zâtı denizinde boğul ki göresin acayiplikleri Onun apaçık ortaya serdiği Ve o sırlar ki müphemlikler olarak gözüken Oysa mânâların ruhlarıyla örtülü olan Öyleyse kim bu işareti anladıysa, saklasın onu Yoksa dilinden ötürü öldürürler onu Tıpkı Hallac gibi, onun için ortaya serince sevgisi Yaklaştıkça yaklaşan, hakikat güneşini Ve ‘Ene Hüve’l-Hakk!’, yani, ‘Ben Hakk’ım Zamanla zâtı değişmeyenim.’ ... (Hazırlayan: Ali Çiçek)
97
tasavvur Nefes | Nuriye Akman Doğan Kitap Nefes, kelimeleri tümleyen ve tümlerken de yeniden doğan bir roman. Soyut bir roman telakkisi demek istiyorken birden ayaklarını yere bastırıyor insanın. Zamanın şimdisinden iktibas ettiği haller, elini kalbine götürmesine vesile oluyor insanın. Soyut ile somut dengesinin kurulduğu bir hikâye alıyor götürüyor sizi bir nefesin sonsuz derinliğine. Nuriye Akman, mesleği ile yoğuruyor sanki romanı. Sanki sorular sorulmuş hayata da cevaplardan müteşekkil bir kitap çıkmış ortaya. Sanki çift boyutlu bir roman. Genel itibariyle konu, doğumu esnasında annesini kaybeden ‘gârib’ bir çocuğun etrafında geçiyor. Birbirlerini sevip de vuslatı yaşamamış olan bir çift kendisine ‘anne’ ve ‘baba’ oluyor. Bu anne ve babanın özelliği ise birinin ebe, diğerinin de gassal oluşu. Ve hayatlarına bir de dilbilimci yabancı bir profesör bir vesile ile müdâhil oluyor. Çocuğun ‘sırrı’, kendine has bir dil ile konuşuyor olması. Ya da diğer insanlara göre konuşmuyor, bir şeyler geveleyip duruyor olması. Tahmin edemeyeceğiniz dillerde kurulan cümlelerle konuşturuyor Akman çocuğu. Ve böyle bir çocuğa da öyle bir dilbilimci nasip olması ve aralarında geçen olaylar ziyadesiyle enteresan. Hikâyenin içene yerleştirilen bir de kedi var ki, onun da olaylara karşı verdiği tepkiler ve kendi hayatı aralarda anlatılıyor. Bunun, hikâyeye zamanın farkına vardırmalık ve gerçeği bir de başka boyutuyla görebilmelik olarak koyulduğunu hissettiriyor insana. Bir şeyler akıp giderken bir başka bir yerde de başka bir şeyler olabileceğini mim’liyor gibi... Akman, kahramanların dillerini, kalplerini, ellerini, bakışlarını öyle bir donatmış ki ‘bu kadarı da pes yani’ diyebiliyorsunuz. Çok geniş bir bilgi birikimin yanında çok da geniş bir hayal gücüyle müzeyyen bir kitaptır Nefes velhasıl. Okunması şiddetle tavsiye olunur. “Zahirde herkesin bir arkadaşı vardı. Sırrı’ysa yalnızdı. Bâtında ise oğlan çok kalabalıktı, çok meşguldü. Yalınayak yürürken, taşlara, yapraklara basarken, derenin çakıllarıyla oynaşırken her birinin ayaklarına anlattığı hikâyeleri dinliyordu. Gönlü hiç boş kalmıyordu.” “Siyah kedi okulun direğinde dalgalanan bayrağa baktı. Üstündeki ay-yıldız şıkır şıkır oynuyordu. Hareket edenin onlar mı yoksa rüzgâr mı olduğunu bir türlü anlayamadı.” ... (Hazırlayan: Yahya Kurtkaya)
98
tasavvur Zengin Hayaller Peşinde | Cahit Zarifoğlu Beyan Yayıları “Bir plan yapmalı mı yazar yazmaya başlarken?” Cevabı yine Zarifoğlu, kendisi veriyor: “Yazdığım hiçbir şey için plan yapmadım ama nedense hep bir planı olmalı yazılacakların diye tutturuyorum. Belki yeni yazılanların bir an önce disiplinli olmalarını istediğimden. Bilemem. Bunları tartışacak birini bulursam, konuşacaklarımızı aktarırım.” “-Ne dersin Rasim, konuşalım mı üzerinde? -Hay hay.” “Bugün istiyorum ki bir hikâye kotaralım ve bu hikayeyi enine boyuna tartalım. Adı ‘hidâyet’ olsun. Beraberce düşünüp yazalım.” ‘Zengin Hayaller Peşinde’ Cahit Zarifoğlu ismini zikrettiğimizde aklımıza gelen romanlarından yâhut hikâye kitaplarından değil. Zarifoğlu’nun sanat, toplum, edebiyat, tiyatro, siyaset ve yazıldığı dönemin güncel konuları üzerine kaleme aldığı denemelerinin ve bunun yanı sıra eleştiri yazılarının, kendisinin ölümünden sonra derlenmesiyle oluşturulmuş ‘Zengin Hayaller Peşinde’. Kitapta tek tek üzerine düşünülmüş kelimeler ve bir kelime üzerine yazılmış farklı konular da var. İspata ihtiyaç lüzûmsuz dahî olsa da bu, Cahit Zarifoğlu’nun paletinde ne çok renk olduğunu gösteriyor. Kitap okundukça düşünce kuyusu gibi okuyanı içine çekiyor. Çıkmak için yeni düşünceler üretmek zorunda kalan okuyucu, ürettiği düşünceler yenileriyle ayaklarından usulca tekrar kuyuya bırakıyor, her defasında da kuyunun ayrı rengine boyanıyor. Yani Zarifoğlu’nun kastettiği; okumaya başlarken aynı zamanda düşünmeye de başlamak aynen böyle bir şey. Cahit Zarifoğlu’nun Mavera’daki etkili sesi bu kitapta okuyucudan yankı buluyor. Kitabın kendisini okuyanla konuşur bir havada seyrediyor olması da birinci sebep. Zarifoğlu’nun düşüncelerinden faydalanmak için açmışsınızdır sayfayı ama o size aniden bir soru sorabilir, fikrinizi talep eder. “Öyle bir şair-şiir tanımı bulalım ki tek dizesi bulunmayan bir şairi de yazılmamış ve şairi bulunmayan şiiri de kapsamına alsın.” Çünkü ona göre eleştiri bu şekilde yapılmalıdır. Öyle ya, istişare ekmeğimizin mayası diye boşuna dememiştir Üstad. Yazı dahî olsa da… “Ortadaki eserin başına toplanmış, yazarı da dâhil birkaç kişi, islamî bir sıcaklık içerisinde, dikkatli bir topluluk önünde görüşmekte, istişare etmektedirler.” “Galiba yola bir duvar ördük. Ve onu önümüzü göremeyecek kadar yükselttik. Zira, her şeyde, her zerrede yaratıcıyı hatırlatan pırıltıların, şiirin ana damarına, özüne sahip olduğunu anlatmaya kalkacak ve zorlanacaktır.” “Onlara ilk hamlede, bildikleri kelimeleri, şimdiye kadar aşinası olmadıkları şekilde kullanmayı öğret. 99
tasavvur Sen aşk deyince, bilsinler ki artık o şimdiye kadar bildikleri değildir. Sen görev deyince ellerindeki görev demetleri buruşsun. Başlarının üzerinde ilâhî nazarın bir tek an bile eksik olmadığını yaşamaya başlayarak, gerçek bir sorumlulukla belleri ikiye katlansın. İşlerinde nedâmetin güçlü alevi yanmaya başlasın. Ve tevbe sancakları açılsın.” Kendi tâbiriyle yakındığı ‘geniş düşünüp büyük yazılamıyor.’ İfâdesini şöyle değiştiriyorum: Üstad Zarifoğlu bu kitapta geniş düşünüp büyük yazmıştır… Son olarak: “...tefekkür edersek, hayret verici güzelliklerin, oluşların kalbi rikkatte getirici gerçeklerin, her an, her yerde bulunduğunu, her saniye ortaya çıktığını görebileceğiz. Yemek, içmek, giyinmek, ibadet etmek, vakit öldürmek için bütün günümüzü dolduran ve bizi bizden alan her şeye, bütün teferruatlara rağmen, hayret makamının sırrını sezer gibi olacağız.” “Eser ortaya atılmış bir soru olsun...” Bu açık bir davettir; o halde buyrun çözmeye…
... (Hazırlayan: Hatice Kübra Soyhan)
100
tasavvur
İslam'da Şehir ve Mimari | Turgut Cansever Timaş Yayınları “Turgut Cansever, kuşkusuz kelimenin dar anlamıyla bir ‘yazar’ (ercit) değil. Yani yazı yazmak, yazdığı yazının zevkine varmak için yazan bir insan değil. Yazı yazmak düşüncelerini açıklamakta bir amaç ona göre.” * ‘İslam’da Şehir ve Mimari’ Cansever’in çeşitli sempozyum ve konferanslarındaki tebliğlerinden oluşuyor. Mimarlık ve sanat alanında yetkinliği herkes tarafından kabul gören Cansever, bu eserinde “Neden İslâm Mimarisi?” sorusuna cevap arayanlara derin muhayyilesi ile tatmin edici açılımlar sunuyor: “İslam mimarisi bir ‘irade’ yahut ‘kudret’ sembolü değildir. Başka bir deyişle bir fetiş (şirk) nesnesi haline gelmemiştir..., makineyi, verimliliği, konforu, tekniği, malzemeyi insanı kurtaracak temel ilgi alanları zannetme, ve öze erişim amacıyla başvurulan epistemolojiye dayalı rasyonalizm ve deneycilik yönündeki fetişistik yaklaşımları reddeder.” “...Kararların ürünü olarak yalnızca maddi, teknolojik ve biyososyal varlık düzeyleriyle sınırlı olan bir bina, teknolojik muvaffakiyetlerin bir ürünü olmaktan öteye geçemez ve bir mimari eser hüviyetini kazanamaz. Çünkü mimari varlığın bütün yönlerini kucaklayan bir disiplindir... Mimari beşeri çevrenin bütünüyle yani varlığın bütünüyle alakalı problemleri çözen bir sanattır.” Eserde, İslam Mimarisi’nin üslûp özelliklerine değinilmiş olmasının yanında; yazar, çeşitli mimari akımlar ile İslam Mimarisi’ni mukayese etmek sûreti ile İslam kültürünün özünden beslenen çeşitli ve değişik mimarî formların ancak Tevhid ve onu tesis eden genetik temelin anlaşılması halinde kavranabileceğini belirtiyor: “...zira İslam’daki tezyinîlik, aşkın (transcendental) kozmolojik idrakin objektif varlık üzerine, inşa edilen dünya üzerine yansımasıdır... İlave alabilen kümülatif birliği oluşturan aşkın, tezyini tektonikler İslam mimarisi ve sanatının üslûp özellikleridir.” “Renkli, aydınlık ve ümitvar ifadesiyle İslami tezyinilik, İslam'daki Rahman, Kadir-i Mutlak, her yerde hazır ve nazır ve herşeyi bilen (Alim) Allah telakkisinin yansıması olan zevkli bir niteliğe sahiptir. Bu zevkli niteliğiyle İslami tezyinîlik benzersiz bir ilahi güzellik ve sükun duygusu geliştirmiştir çağlar boyunca; bunun insanlık tarihinde başka bir örneği de yoktur.” 101
tasavvur Kitabın ‘İmam Buhari Türbesi Restorasyonu Çevresindeki Düşünceler’ bölümü, Cansever'in savunuculuğunu yaptığı İslami Mimari görüşünün pratikte yansımalarının nasıl olması gerektiği konusunda somut bir fikir ortaya koyuyor. Cansever eserin ilerleyen bölümlerinde Türk Sanatı ve Türk İslam Mimarisi, mimarlık mirasımız ve kültürümüzün geleceği, Türk Evi ve konut sorunu ve mesken mimarisi alanlarındaki ufuk açıcı tespitleriyle, okuyucular için temel teşkil edecek entellektüel birikimin yanı sıra ‘Geleceğimiz Mimarisi’nin nasıl olması konusunda sahip olunması gereken anlayışa da öncülük ediyor “Kendine özel bir düşünme sistematiğini yine kendine özel bir sesle dile getiren Turgut Cansever, Türkiye'nin yetiştirdiği ender düşünür-sanatçılardan birisi. ‘Sanat Güneşi’ teranelerinin giderek ayyuka çıktığı sanatın şarkıcılıkla eşitlendiği bir ortamda has sanatın ve saf düşüncenin ayak seslerini duymak için Turgut Cansever'e kulak vermenin yeterli olacağı kanaatindeyim.” * ... (Hazırlayan: Zeynep Şeyma Ünal)
*Mustafa Armağan, Kubbeyi Yere Koymamak, Önsöz
102
tasavvur Afrikalı Leo | Amin Maalouf Yapı Kredi Yayınları Çeviren: Sevim Raşa Öncelikle; yazarın, Lübnan doğumlu olduğunu, sonradan Paris’e yerleşip gazetecilik yaptığını ve şimdi de vaktinin çoğunu yazmaya ayırdığını belirtmek isterim. Kitabın, kültürleri, dinleri konuşmasından, tartışmasından, konuşturmasından, anlatmasından dolayı ortaya konan renkliliği, bir zenginlik. Ve araya eklenen, kısa tutulmuş, değişik, bir sürü macera dolu sayfa, sürekli, “Bu kitabın satırlarını atlamadan sonunu getirmeliyim.” dedirtiyor. Bir aileden başka bir aileye, bir yaşayış biçiminden bir başkasına, bir beylikten bir imparatorluğa, maceradan başka bir maceraya sürüklüyor sayfalar sizi. Kitap bittikten sonra “Aslında yaşadıkları genel hatlarıyla hep aynı; zorluklar karşındaki tavır ve davranış, başa gelenler, değişik zamanlarda evlilikler, ticaret yöntemi, olaylardan sıyrılışı...” diyebilirsiniz ama bunu kesinlikle kitabı okurken fark etmiyorsunuz. Kitap dört bölümden -kitabın deyimiyle dört kitaptan- ibaret. Birinci kitapta -Granada Kitabı- Hasan ibn Muhammed el-Vezzan ez-Zeyyati olarak Granada’da dünyaya gelir kahramanımız. Ve kendisine anlatılanları okuyucuya aktarır çoğunlukla. Müslüman bir ailede, müslüman bir çocuk olarak yetiştirilir. Aile yaşantısından, Granada’nın Kastilyalılar tarafından işgâline, köyün imamının direnişe çağırmasından ailesi ile birlikte göç edişine kadar ki olayları konu alıyor. İkinci kitap -Fas kitabı-, Fas’a yerleşmelerini ve gelişen olayları konu alıyor. Granada’lıların Büyük Türk diye adlandırdıkları Osmanlı’dan beklentilerinden, en iyi arkadaşı Gelincik Harun ile beraber okula gidişine; kız kardeşinin, haksız kazanç sağlayan bir tüccarla, bir ticaret dolayısıyla evlenmesine isyânından, dayısıyla birlikte kervanla ilk yolculuk edişine; ilk evliliğinden, dayısının vefâtı üzerine, yerine getirilmesi gereken elçilik vazifesini sürdürmesine, ikinci evliliğinden, ilk varsıllığına (zenginlik) kadarki zaman dilimini anlatıyor. Üçüncü kitap’ta -Kahire Kitabı- ise veba olayları ile tanışmasından, ticaretine; üçüncü evliliğinden, Osmanlı’ya karşı tutumunun değişmesine; kaçırılmasından, bir köle gibi satılışına tanık oluyorsunuz. Dördüncü ve son bölüm olan Roma Kitabı’nda ise papanın elini öpüşünden, hıristiyanlık öğrenimine; Luther yanlılarıyla ilk tanışmasından, Roma adına Osmanlı’ya karşı elçi oluşuna; Giovanni Leone de Medici adını almasından, Afrika’ya geri dönüşüne kadarki olaylar anlatılıyor. Genel itibâriyle sürükleyici, etkileyici ve şaşırtıcı bir roman. Okuyup da beğenmeyeceğiniz bölümler olabilir; ama bir roman olduğu için fazla üzerinde durmanın gereksiz ve yersiz olacağına inanıyorum. ... (Hazırlayan: Burak Tabaş)
103
tasavvur
Aşkın Halleri | Hüseyin Su Hece Yayınları “Sen hiç kalbini bir taş gibi göğsüne bağlayıp da kendini suya salıverdin mi?” “Hüseyin Su, değişik sebeplerle aşk yaralısı, mağduru ya da talihsizi tiplerin ilginç kişiliklerini hikâyeleştirmeyi seviyor. Aşka, sevgiliye doymayışın, kırılganlıkların, sızıların, bir ömür boyu süren aşk cezbelerinin hikâyeleri bunlar. Yalnız burada onun ayrıcalıklı bir tutumu var. Aşk acılarının ve ayrılıkların terbiye ettiği kişiler kendilerini kapıp koyuvermiş, dağıtmış ya da çok olumsuz davranışlar içine girmiş bohem tipler değillerdir. Yazar, bu temayı olumsuz boyutuyla değil bilakis olumlu sonuçlarıyla irdelemeye çalışıyor. Bu tür aşk vurgunu tipleri biz genellikle yaşadıklarından, görüp geçirdiklerinden ders almasını bilen, yaşantılarından felsefe üretebilen, hikmetli cümleler kurarak çevresinde üstün ve saygın bir kişilik sergileyen kişiler olarak görüyoruz. Bunlar âvam arasında ârif, havas arasında ise bilge kişilikleriyle karşımıza çıkıyor ki bu yazarın özgün bir yaklaşım tarzını ortaya koyuyor.” * Bir öyküyü okurken, yazarı işinin ehliyse eğer, öyküdeki şahıslar birer birer etrafımızda beliriverir. Hatta bazen, o derece canlanırlar ki kitabı bırakıp bir kenara, onlarla sohbet edesiniz gelebilir. ‘Hüseyin Su Öyküleri’ böylesi öykülerden… ‘Aşkın Halleri’ beş ayrı aşk öyküsü. Öyküler, bizi yalnızca aşk kavramını değil, genel anlamda kavramlarımızı, kabullerimizi, bakış açımızı yeniden düşünmeye, sorgulamaya teşvik ediyor. “Babaannemin söylediklerini dinleyip, onun yaşadıklarını düşündüğümde, sevgimin sevgi olup olmadığından kuşku duyardım. Tutkum bir çember gibi sürekli daralıyordu eşimin çevresinde. Bu çemberin içinde tutuyordum onu. Peki yıllarca konuşmadığı halde, üstelik bir başka kadınla da evli olduğu halde dedemi çeke çeke getiren nasıl bir şeydi dersiniz? Hayır hayır, böyle olmamalıydı. Benimki gibi yani. Hissediyordum, zaman zaman nefes alamayacak hale geliyordu eşim. Babaannem nasıl dayanıyordu dedemin evliliğine? Hâlbuki bir denizin med ve cezri gibiydiler ikisi. Evet, her zaman öyleydiler. Bense eşimin bir kadına imrendiğini hissetsem, ürperiyordum. Kalbimin kırıklarını hiç kimse toplayamazdı kesinlikle. Davranışlarımın, sözlerimin insanî boyutları aştığını gören babaannem, bütün bunları bir de sevgiyle açıklamama dudak büküyor; “Üstüne çıkıp tepindiğin yer yeşersin, üstelik de orada gül bitsin istiyorsun sen.” diye acırcasına gülümsüyordu bana.” 104
tasavvur Bu karşılaştırmaların yanında bilgece yapılmış genel tespitlere de rastlıyoruz: “Hayat fotoğrafımızın düzgün çıkması için kaderin karşısında teslimiyet pozuyla durmak gerekiyordu. İnsan en güzel fotoğraflarını böyle verdiği halde, yine de her defâsında ince iğnenin deliğinden geçiriyoruz kendimizi.” “Biz böyleyiz işte, düşlerimizle süslediğimiz dümdüz bir yol isteriz önümüzde. Sonra da o yola gözlerimizi diker, kulağımızı tutar dinleriz bütün gün.” Hüseyin Su öykülerini okurken, düşünmeden edemiyorum: Nasıl bir gözlemdir ki bu, böyle güzel resmettirmiş! Sanırım, öykü yazarları için özel bir uyaran olmalı: “Dikkat, öykü yazarıdır!” gibi… ... (Hazırlayan: Zeynep Şanlı)
*Hüseyin Su Kitabı, Hazırlayanlar : Kemal Aykut, Ömer Lekesiz. Syf,12
105
tasavvur Kayıp Atlar Haritası | Şaban Abak Ebabil Yayınları “/ o ki onu kaybetmek bile bir şeref bazen bir zamanlar bulmuştum, ne mutlu bana! /” Yıllanmış bir çağrının yıllara yayılmış yankısı. “Gelin gülle başlayalım şiire atalara uyarak.” Bu çağrıya kulak verenler ve dahî ağzıyla söyleyip kalemiyle mühürleyenler bildik: Cahit Koytak, Necat Çavuş, Ebubekir Eroğlu, Şaban Abak ve diğerleri… Her biri hâlâ işlemekte ustadan miras kalan o yankıdan iplerle diriliş gergefini! Şaban Abak, iş bu yankı ipleriyle bir harita işlemiş: Kayıp Atlar Haritası... Kitabın kahramanı Durmuşoğlu Duran, ilk koşulu yerine getirmiş görünüyor. Aramanın şiirine ustaya bir saygı geçişi halinde kaybettiği atının adıyla başlıyor: Gülşâh! “nasıl yetişilir sana ki aşkla koşuyorsun kalbi dahi yaya bir yolcuyum ben” İlk şiirleri ‘keder sarhoşluğuyla umut coşkunluğu dalgalanışı içinde’ söyleyen duran, Gülşâh’ını ararken uğradığı harita düzlemlerinde artık uğrak umutlar olmasalar da Duran’a kapılar aralayan ışıltıları gördükçe ‘yaya’ bir söylemden ‘atlı’ bir şahlanış güzellemesine meyletmekte. İlk durak ‘atının şeceresini sayarak eşkâlini verdiği’ Palandöken Dağları’na seslenme rıhtımıdır. Bir iz yoktur. Allahuekber Dağları’ndan aşar iken, ‘sarığının arasında katmerli bir gül bulunan Zât’tan Gülşâh’ı sorması ‘Meded Şeyhim’ nidâsıyladır. Suskunun cevabının âhirinde “/at mı istemeli himmet mi/” ibre şaşkınlığıyla çıkar huzurdan. Ankara’ya uğrar yolu, Hacı Bayram Velî türbesine. Söz kılıcı keskindir: “Ve putlar yayadır atlı da olsa”. Tuna’ya sorar, bir sırra ulaşmak için bir kadem olsun diye Tuna kıyısında Türkçe koşan at’tır Gülşâh! Anadolu’ya dönen Duran’ın Akşehir’e varması, ardından Kadir Gecesi’nde hilâli gözleyenlerle beraber olması, görünen her şeyde Gülşâh’ının izlerini görmesi umuda kapı aralar. Kayıp Atlar Haritası’nın ilk cildi sona ererken, şâir ileri cilt(ler)de sanki bu ördüğü haritanın yaralarını yamayacak bir bir. O harita ki hâlâ ‘atlar’ın tutsaklığının prangalarla tastiklendiği bir coğrafya bilgisinden gayrı bir acı değil! İkinci cilde bir açık kapı aslında kitabın sonuna konulan: “batıklar, kayıp atlar ülkesinin dürülmüş haritasını bir sûr gibi üfleyen bediüzzaman” ... (Hazırlayan: Mehmet Fatih K.)
106
tasavvur İslam Sosyolojisi | Dr. Ali Şeriati Birleşik Yayıncılık Çeviren: Kenan Sökmen Şehit Ali Şeriati’nin başucu kitabı olacak eserlerinden yalnızca birisidir ‘İslam Sosyolojisi’. Şeriati, İslam Sosyolojisi hakkındaki görüşlerinin bir kısmını bu eserinde toplamıştır. Konferanslarından oluşan bu kitapta, İslam ve Din Sosyolojisi, insan-bilim, muvahhid dünya görüşü, Tarih Felsefesi, sosyolojinin diyalektiği, ideal toplum ve ideal insan gibi birçok konuda Kur’an’a dayalı görüşler geliştirmiştir. O, her şeyden önce, sosyolojiye bir dil meselesi olarak yaklaşmaktadır. Şeriati’nin çalışma alanı din sosyolojisi olduğu için, Kur’an’ın ve İslam’ın terminolojisinden yararlanıp, İslam’a dayalı bir din sosyolojisi geliştirmeye çalışmıştır. Bunun için de önce din sosyolojisinin dilini İslamileştirmekle işe başlamıştır. Şeriati, mevcut gerçeklerin çözümlenebilmesinin yabancı dillerdeki karşılıklarından çok, daha zengin ve anlamlı olan kendi felsefemizin, edebiyatımızın, dinimizin ve kültürümüzün kavramlarına dönmekle mümkün olacağını düşünmektedir. Batı sosyolojisinin basmakalıp kavramlarını dilimize çevirip tekrar etmek bize hiçbir şey kazandırmaz. Zira bu kavramların, bizim çağdaş hayatımızla hiçbir ilişkisi yoktur. Biz kendi toplumumuzda ortaya çıkıp biçimlenen, kendi toplumsal yapımızın niteliğine, kendi mânevî yapımıza, kendi toplumsal davranış kalıplarımıza, kendi toplumsal gerçeklerimize denk düşen değerleri, ilişkileri ve bireylerimizin bütün bu değerlere, ilişkilere gösterdikleri psikolojik tepkileri incelemeliyiz. (1998:34) Ona göre bir sosyolog, sosyolojide tarafsızlık düşüncesinin hiçbir zaman olmayacağını bilmeli ve sadece bir toplum gözetleyicisi olarak kalmamalıdır. Şeriati’nin hicrete verdiği anlam ise bambaşkadır. Hicretin felsefî ve sosyal açıdan çok derin bir kavram olduğunu belirtmiş ve hicretin tanımını da şöyle yapmıştır: “Tarihte bildiğimiz yirmi yedi medeniyetin hepsi, bir hicretten sonra ortaya çıkmışlardır. Bunun bir tek istisnası bile yoktur. Bir başka deyişle, ilkel bir topluluğun, yaşadığı yurdu bırakıp bir başka yere göçmeden medenileşebildiğini gösteren bir örnek yoktur.” (1998:45) Şeriati, Tarih ve Sosyoloji açısından büyük önem taşıyan hicret konusunu Kur’an’ın hicretten söz eden, geçici ve yaygın hicret emreden ayetlerinin üslûbundan çıkardığından bahseder. Şeriati’ye göre bir insan hakkında bilgi edinmenin iki temel yöntemi vardır: Birincisi, onun düşünce ve inançlarını araştırmak; ikincisi ise bastan sona biyografisini incelemek. Şeriati, İslam’ı anlamanın yolunu da şöyle tarif etmektedir: Birincisi Kur’an’ı İslam’ın ilmî ve edebî ürünlerinin icmâali gibi ele alıp incelemek; ikincisi de İslam Tarihi’ni, Hz. Peygamber (sav)’in görevini yerine getirmeye başlamasından günümüze kadar olup bitenlerin yekûnü gibi ele alıp incelemektir. (1998:67) Ona göre İslam’ı öğrenip anlamak için tipoloji yöntemini kullanmalıyız. 107
tasavvur Pek çok sosyoloğun etkin yöntem dediği bu yöntemde konular tiplerine göre sınıflandırılır ve bu temel üzerinde birbiriyle karşılaştırılır. Şeriati, İslam’ın insana verdiği değeri “İnsana bir soyluluk verip; onu faziletlerinden haberdar eder.” cümlesiyle özetlemektedir. Bir dini anlayabilmemiz için o dinin tanrı anlayışına, kitabına, peygamberine ve yetiştirdiği örnek insanlara bakmamız gerektiğini söyler. (1998: 86) Yine Şeriati’ye göre tevhide inanan birçok insan vardır. Buna karşılık “Ben tevhidi bir dünya görüşü olarak benimsiyorum.” der ve tevhidi şöyle anlar: “Bütün varlıkta evrensel bir vahdet olduğunu gösteren özel bir dünya görüşünü temsil eder.” (1998: 90) Şeriati’ye göre her toplumda, her çağda düşünce ve mâneviyat kargaşasının, dengesizliğinin sürüp gitmesinin nedeni ‘kâbil’in toplum, yönetim, ‘din’, ahlâk ve dünya görüşünün evrenselleşmesidir. Ve ona göre toplum ‘kâbil kutbu’ ve ‘hâbil kutbu’ olmak üzere iki yapılı bir kutuptadır. (1998:106) Şeriati kitabının son kısmında ideal toplumu ümmet olarak tanımlayıp, ümmeti de ortak bir inancı, ortak bir amacı paylaşan insanların bu ortak amaçlarına doğru birlikte yürümek niyetiyle, ahenkli bir biçimde bir araya geldikleri toplum olduğunu söyler. (1998: 123) Şeriati, bilim adamını aydın sorumluluğunu da üstlenmiş bir ahlâk adamı olarak görmek ister. Bu onun ideal insan tanımıyla da uyumludur. Ona göre ideal insanın üç özelliği vardır: Doğruluk, iyilik ve güzellik. Bir başka deyişle bilgi, ahlak ve sanat. O, Allah'ın halifesidir. (1998:128) Şeriati’nin İslamî bakış açısı ve düşüncesiyle kendi toplumunu incelerken pozitivist ve marksist sosyolojiye itibar etmemiş; tarihî ve dinî yöntemleri uygulayarak Çağdaş İslam Sosyolojisine yeni boyutlar katmıştır. Şeriati, sosyolojiyi hep muvahhid dünya görüşü açısından incelemiş ve düşüncesinin kaynağı da Kur’an olmuştur. ... (Hazırlayan: Tarkan Tek)
108
tasavvur
Mahrem | Elif Şafak Metis Yayınları “Kırk yamalı tek iplikli kisvesi gibiydi ayna kırıklarındaki aksi İpliği çekince dağılacaktı, dağıldığında bile bir aradaydı Gelişigüzel saçılmıştı gelişigüzelliğinde bir nizam vardı. Sonsuzdu zaman, sınırsızdı mekân Öyleyse bu kalıpta niçin sıkışıp kalmıştı? Makas aldı ve İsmiyle mühürlenmiş hikâyeyi kırptı; kırpıkları zamanlara ve mekânlara saçtı. Bir başka zamanda, çok çok sonra ya da pek yakında, Ve bir başka çok mekanda, Bir daha dönmek üzere bu dünyaya hemen şimdi yok olmalıydı.” Elif Şafak üslûbu: ‘nev-i şahsına münhâsır’ Mahrem, üçüncü romanıdır yazarın. Üçüncü aşmışlığıdır klişeleşmiş roman anlayışını. Hapsetmeden kelime içlerine anlamı, sonsuz zaman ve sınırsız mekân mikyâsında, hudutsuz mânâ açılımlarıyla döker içinde biriktirdiklerini. Yuğar motif ve desenlerle rengi de tutkallayıp parçalanmışlıkları en ummadık yerinden sunar okuyucusuna ‘âlem’ diye. Her kitabında, ayrı gibi görünen aynı âlemler mahfuzdur Elif Şafak’ın, kurgusu tanımlanamaz zekâ ürünüdür. Değiştikçe gözlem, özlem değiştikçe gelişen söylem tadını barındırır romanları gözbebeğinde. Sonu yok dolambaçlı bir labirent gibidir Mahrem. Her cümle grift bir bilmece, her çevrilen sayfa cevabı aranan soru gibidir. Sanki tüm cevaplar en son sayfada vücut bulacakmış gibidir de göz kırpar aheste gelme diye. Halbuki roman bittiği yerde başlayacaktır. İşte tam bitti dediğimiz o anda sondan başa roman yeniden okuyası gelir insanın. Sanki eksik kalan bir şeyler vardır; didik didik edilesidir… Roman; tüm unsurlarının dillendirildiği, her dillenişin bir görmekten ibâret olduğu, konusu itibâriyle kelime oyunlarının sık sık karşımıza çıktığı ve hatta aynı kelime öbeklerinin yer yer sanki hâfıza dikkatini ölçüyormuşçasına yinelendiği bir dairesel halka... “çocukluğun arka bahçesi vişne eksisi tadındadır. hatırlamak, bayramlık elbiselerde leke bırakır. oysa her şeyi unutmak kabildir. iyidir unutmak, göz temizliğidir. 109
tasavvur insan unutunca ve unuttukça, bir kedi gibi kendi kabahatinin üzerini örtebilir. yeter ki hafıza ususun. ne zaman mevsimlerden kış, olanca beyazlığına rağmen kara diye anılacak kadar zorlu geçse, yakacak bulmak için kömürlüğe inmek gerekir. kömürlüğün çıraları, odunları ve kömürleri, hatıralardan mürekkeptir. kolay tutuşur hatıra çıraları; onlar tutuştukça, hâfızanın kim bilir hangi vakitte, kim bilir nerede donakalmış damarlarına kan yürür. çıralardan çıkan kesif duman göz yaşartır gerçi ama iyidir ağlamak. ağladıkça temizlenir gözbebeği, arınır. ağladıkça, kireç, katran ve balçık; çalı çırpı börtü böcek ve toz toprak akıtır. akıttığı kömür tozları, savatlanmış yollar çizer gümüşi teninin üzerinde. geceyi andırır. ve ne büyük bir tesellidir gece, nasıl da güzeldir. güzelliğini nakşeder karanlığa, tıpkı bir simkeş gibi sırma tellerini çeke çeke. çocukluğun arka bahçesi vişne ekşisi tadındadır. tadına bakanın dişleri kamaşır.” Genel olarak konu, en çok görünen ve gören iki tip insanın hikâye içre hikâye esrârı ile müzeyyen öyküleridir. Bu öyküde bir giz vardır. Beklenir. Mahrem, aşikâr olduğunda hikâyeleri, olayları ve hatta kelimeleri dahî birbirine öyle bağlar ki yazar, başından sonuna kadar ördüğünüz ağ bir anda düğüm düğüm bulaşır. Aslında hiç var olmamış ‘bir’ bitmeyen ‘iki’dedir sobelendiği ‘üç’ün. Efsûnu rakamlarında mahrem öykülerin bütünüdür sır. “oysa her şeyi unutmak kabil değildir. göz dedikleri şu hayatta tekmil gördüklerini unutmayı becerebilir de, görüldüğünü bir türlü çıkaramaz aklından. şahitler olmasa geçmişini unutabilir insan. şahitler varsa iş değişir. çünkü onların her bakışı bir itham, varlıkları unutmaya engeldir. bu yüzden işte, bir türlü sayamıyordu birden üçe. bir'i bir kenara kaldırmıştı, iki'yi bir kenara. habire savruluyordu ikisinin arasında; eksiliyordu, toplamlarına varamadıkça.” Bir de ‘nazar sözlüğü’ barındırır roman bağrında. Her kelimenin kapısı görmeye ve görülmeye açılır. Mahremin teyididir tanımlar. Sadece sözlük Elif Şafak’ın kitabı yazmadan nasıl bir ön çalışma yaptığının göstergesi, birikiminin yansıtıcısıdır. “ay çiçeği: ay çiçeği güneşe aşık olunca, gülmekten kırılmış bütün bitkiler. ‘güneş gökyüzündeki tahtından bir an bile ayrılmaz. kudretli ve ulaşılmazdır. sen kim, o kim. vazgeç bu sevdadan,' demişler hep bir ağızdan. ay çiçeği sesini çıkarmamış. sevdalı gözlerini dikmiş güneşe; bakmış bakmış bakmış. uzun müddet hiçbir şeyin farkına varmayan güneş, nihayet bir gün, ay çiçeğinin bakışlarını hissetmiş üzerinde. önce geçici bir heves sanmış ama zamanla yanıldığını anlamış. ay çiçeği öyle inatçıymış ki, güneş tahtını nereye taşıdıysa, yılmadan usanmadan o yöne çevirmiş başını. derken bir öğleden sonra, artık bu takipten bıkan güneş sapsarı gazabıyla kavurmuş ay çiçeğini. daha ay çiçeğinin üzerinde simsiyah duman tüterken, insanlar akın etmişler olay mahaline. 'yaşasın!' demiş içlerinden biri. 'şimdi ne güzel çitleriz bu aşkı.’ aynı gece televizyonun karşısında acıklı bir aşk filmine gözyaşı dökerken, çitlemişler ayçekirdeklerini.” Sineye damlayan bir kitap. Ama ne kan ne yağ ne gözyaşı ne de su gibi. Bunlardan ziyâde bir mum gibi. Damladığı yerde öylece kalıyor ve dönemedikçe bağrından koptuğu sıcaklığa kaskatı kesiliyor. “merak ediyorum arka bahçelerde sırlanmış sırlar, işlenmiş kabahatler, yarım kalmış satırlar kaydediliyor mu satır satır, kelime kelime? 110
tasavvur bilmek istiyorum bir mahremiyeti var mı insanoğlu-insankızının, insan olmanın? ara sıra da olsa, gözlerden kaçabileceğimiz, görülmekten kurtulabileceğimiz gececil bir an, karanlık bir nokta kadid bir boşluk, belirsiz bir yırtık, ufacık bir çatlak, önemsiz bir kaçak... hani sanki, bit ısırmış, kene yapışmış, tırtıl kemirmiş, sülük emmiş, güve yemiş, gökten düşen üç elmanın birinden kurt çıkıvermiş kadar küçük, küçücük bir mahremiyet var mı bu seyirlik dünyada.” ... (Hazırlayan: Hatice Zühâl)
111
tasavvur Derviş Hüneri | Nuri Pakdil Edebiyat Dergisi Yayınları İlk kez 1997 yılında basılmış Derviş Hüneri. Fakat kaleme alınış tarihi daha eski... 26 Temmuz-30 Aralık 1983 tarihleri arasında, ne deneme ne şiir ne günlük tarzında yazılmış bir eser. Kitap, yazarın gün gün tuttuğu notlardan oluşuyor. Zaman aralığının kısa oluşuna aldanmamak gerek; her günü, her gecesi, her saniyesi o kadar İstanbul, o kadar Nuri Pakdil ki ince bir kitap olmasına rağmen uzun bir zaman diliminde okunan bir kitap oluyor… İstanbul’u anlatan, daha doğru bir ifâde ile anlatmaya çalışan her türde eser ortaya konulmuştur şu zamana kadar; şiirler, romanlar, denemeler vs… İstanbul’u anlatabilmek mümkün mü bilmiyorum; ama İstanbul’u yaşayan bir adam gördüm kitabın ilk sayfasından son sayfasına kadar. İstanbul’a dair en ufak bir tasvir yok kitapta, İstanbul’un anlattıkları, anımsattıkları Pakdil’in derviş haliyle satırlara dökülmüş; sokaklar, caddeler, vapurlar, Erenköy, Süleymâniye, Sultan Ahmet, Viyana, Kudüs, Filistin, Bağdat, Abdülhamit, Hz. Ebubekir, Mehmed Geylânî,… ve tabiî baştan sona kadar Nuri Pakdil; İstanbul’da gördükleriyle, hissettikleriyle, yaşadıklarıyla ve kendiyle… Kim istemez ki İstanbul’da yaşamayı, İstanbul’u böyle yaşamayı… Bir de ‘can’ isterse, İstanbul’da yaşanmaz mı? … Kitaptan birkaç alıntı; İstanbul’a ve Pakdil’e dâir: “Yaslandım Üsküdar Alanına. 1453 koluma girdi, vapura bindirdi. Burun buruna geliyorum Süleymâniye ile -ki Eminönün’nün kalabalığı bile ayıramıyor bizi- iskeleden Mısır Çarşısı’na değin derin bir söyleşi. Taşa taş.” “Sıcak bir salep: gibi: Feneryolu’nda- önümde hep Akdeniz’in Filistin kıyıları- ÖZSU TALEBİ” “Minyatür kibarlıklar(dı) uygarlığımız(dı) : gözyaşımı koyacak yer olmayınca çıkarmadım artık: kalabalıktı: iskele: beklerken.” “Filistin’i biraz daha sıkıştırdım derime. Başkan Abdülhamid’in marangozhanesine inip çivi çakışı geliyor aklıma.” “İnsanın, içinden kurduğu cümlelerin ağırlığını omuzlarında hissettiği vakitleri iyi yaşaması gerekiyor. İçimiz: büyük şansımızdır çünkü” Kitaba ve yazara dâir söylenebilecek son söz, Pakdil’in kendi ifâdeleri ile: “Dilimin döndüğü kadar sustum…” ... (Hazırlayan: Ayşe Serra Dilek) 112
tasavvur
Modern Dünyada Müslümanlar | Abdurrahman Arslan İletişim Yayınları Abdurrahman Arslan, sosyologların müslüman olanlarından bir za’t. Birçokları gibi pek fazla tanınmıyor, tanınmayınca okunmuyor; ama kâfî derecede biliniyor. Muhammed İkbal, İbn Haldun, Bediüzzaman, Muhyiddin Arabi’den gelen bir mirasın son temsilcilerinden. Fikir arkadaşlarından birisi Ali Bulaç. Bindokuzyüzdoksanüç yılında, dergi-kitap formatında Bilgi ve Hikmet’i çıkarmaya başlıyor. Savunulan birçok şeyden en mühimi: Sanıldığının aksine geri kalmışlığın sebebi İslâm değil! Kitapta şöyle geçer: “Müslümanlar bütün tarihleri boyunca hiç düşünmedikleri bir şeyi yapmaya kalkarak, mağlubiyetin sebebini hep kendilerinde bulurken, bu kez başka yerde arayacaklar. Ve ilk defa mağlubiyetin sebebini kendi dışlarında; yani dinlerinde görecek, dinlerini tartışma konusu yaparak onu suçlayacaklardır. Bunun modernitenin ilk ve büyük sersemletici sonuçlarında biri olduğunu vurgulamak gerekmektedir.” ‘Modern Dünyada Müslümanlar’ doksanlı yıllarda Bilgi ve Hikmet, Birikim, Gelecek, Köprü, İlim ve Sanat, Umran gibi dergilerde yayınlanmış makalelerin toparlanması ile oluşturulmuş, sıkıntılı bir zamanın ertesinde yayınlanmış bir kitap.... Modernizm ne ile yaşar? Akılla... Akıl, şüphe yok ki Batılı insana kadim Grek’ten kalmış bir miras. Ve yine şüphe yok ki; modernizmin tohumu atan da onu sulayıp geliştiren de yine bu ‘akıl’ olgusu idi. Aydınlanma, Tanzimat, Cumhuriyet... Akıl furyası dalgalanıp devam ededuruyor. Karanlığı doğuran ne hazindir ki ‘Aydınlanma’ oluyor. 113
tasavvur Kitabın bir bölümünde yeni bir gelecekten ziyâde eskiye dönerek geleceği keşfetmekten bahseder. Modernizme bir cevap vererek gelecek kurmak gerekse, za’t’ın cevabı gayet sarih: “Modernizm’e cevap gerekecekse; Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v) yaşayarak bize örnek olduğu o yalın ve ‘fakir’ hayatına talip olarak işe başlayabiliriz. Şüphe yok ki, böyle bir hayatın ödenmesi gereken ‘bedeli’ çok yüksek olacaktır. Fakat yeni bir gelecek için ödenmesi gereken ‘pahalı’ bir bedel kadar tabiî ne olabilir ki!” Günümüz İslâmcılık düşüncesine de sair eleştiriler sunar. Misalleri çokçadır: İslâmcı partiler, modern müfredatlı İmam- Hatip okulları ve çeşitli kolejler, manasından arındırılarak mankenlere podyum kıyafeti olan ‘tekbir’ markalı giysiler, plajlarda boy gösteren yanmaz-yapışmaz ve dahi su geçirmez şer’i mayolar, radyolarda hidayetten uzaklaşanlar için istek yapılan yeşile boyanan pop şarkıları, Kur’an’ı Kerim ve İstiklal Marşı ile açılan televizyonlar, vs, vs, vs... konuya dair kitaptan alıntı: “... moda tesettüre bürünerek podyumlarda arz-ı endam ederken; yaşlı yeryüzünün bütün bir ömrü boyunca Yesrib varoşlarında ancak bir kez şahit olacağı o görkemli karşılamanın nağmeleri, ‘tala’el Bedru’, mankenler için fon müziği olmaktan kurtulamayacaktır... israf için üretim krizine yakalanmış ekonomide, Allah’ın büyüklüğüne vurgu yapan ‘tekbir’ kelimesi içerik anlamını terk ederek patentlenecek ve ticari mülkiyetin ‘metaı’ haline gelecektir. Öte yandan İslâm, Müslümanlar’a bir eğlenme ve dinlenme kültürü ‘sunmadığı’ halde; metropolden başlayarak deniz kıyılarına uzanan modern hayat biçimlerinin özellikle denize dönük kültürü ve bu hayatın mevcut kurgusu gözardı edilerek, HakikiŞeriatMayo yapılıp denize sokulmaya başlanır.” Durum budur ve acıdır! Abdurrahman Arslan, modern dünyada hikmeti arayan bir bilge’dir. Ehemmiyetle okunması gereken eseri Modern Dünyada Müslümanlar’dır. Böyledir! ... (Hazırlayan: Bünyamin Kasap)
114
tasavvur
115
tasavvur
ravza yayınları büyük reşit paşa cad. no: 22/42 vezneciler - eminönü / istanbul +90 212 5284617 www.ravzayayinlari.com
116
tasavvur
katkılarından dolayı Şükrü Gülle Ahmet Kurtkaya Yusuf Kara Nadire Kara Şevket Tabaş Haydar Kasap Vahit Toy
İHH Avusturya Temsilcisi
Mustafa Kasadar
Ravza Yayınları Sahibi
Bizim Kitabevi Schellhammergasse 10 1160 Viyana/Avusturya Tel: 0043 699 128 13 446 Aziziye Kitabevi Preysinggasse 27 1150 Viyana/Avusturya Tel&Faks: 0043 1 990 83 53 Anadolu Kitabevi Gudrunstrasse 115 1100 Viyana/Avusturya Tel: 0043 1 602 02 296
teşekkür ederiz
117