Sevginin Büyüsü Beth Hoffman Baskı: Mart 2015 ISBN: 978-605-9144-04-9 Yayınevi Sertifika No: 31594
Copyright © BETH HOFFMAN Bu kitabın Türkçe yayın hakları Akcalı Telif Hakları Ajansı aracılığıyla İndigo Kitap Yayın Dağ. Paz. Rek. Ltd. Şti.’ne aittir. Yayınevinden izin alınmadan kısmen ya da tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğlatılamaz ve yayımlanamaz.
Orijinal Adı: Saving CeeCee Honeycutt Çeviren: Esra Yüksel Editör: Arzu Sarı Redaksiyon: Hakan Aydın Kapak Tasarımı: Yasin Öksüz Baskı Ezgi Mat. Teks. Pors. İnş. Sna. Tic. Ltd. Şti Matbaa Sertifika No: 12142 Sanayi Cad. Altay Sok. No: 14 Çobançeşme - Yenibosna / İSTANBUL Tel: 0 212 452 23 02
İNDİGO KİTAP YAYIN. DAĞ. PAZ. REK. LTD. ŞTİ. Oruçreis Mah. Tekstilkent Cad. No:10 D:Z01 Esenler/İSTANBUL Tel: 0 212 438 17 83 • Fax: 0 212 438 17 84 www.indigokitap.com • info@indigokitap.com İK İNDİGO Bir İndigo Kitap Yayın Dağ. Paz. Rek. Ltd. Şti. markasıdır.
Bu kitap Marlane Vaicius’a ithaf edilmiştir. Kendisi bir kızın bu dünyada bulabileceği en harika dosttur. Marlane, sen benim Dixie’msin. Ve ayrıca Kentucky, Danville’de yaşayan büyük teyzem Mildred Williams Caldwell’in sevgili hatırasına adanmıştır. Kendisi bu kitabın yazılmasına ilham veren iyi kalpli ve bilge bir insandır. İçimdeki ateşi keşfetmeme ve bu romanı kaleme almama sebep olduğun için sonsuz teşekkürler.
TEŞEKKÜR Bu kitabı eline alan değerli okuyucular da dahil olmak üzere kitabın ortaya çıkma sürecinde doğrudan ya da dolaylı olarak emeği geçen bütün güzel insanlara sonsuz teşekkürler. Inkwell Management’ın olağanüstü yayın temsilcisi Catherine Dray; pencereyi açıp baktığım gökyüzüne bir yıldız yerleştirdiğin için sana minnettarım. Yayın dünyasının mucize kadınlarından Pamela Dorman; bu kitabın düzeltisinde verdiğin parlak fikirler ve yardımın için sana bütün kalbimle teşekkür ediyorum. Sen eşine az rastlanır türden bir yetenek ve özel bir ruhsun. Desteğini benden esirgemeyen Leigh Butler, Hal Fessenden, Julie Miesionczek, Nancy Sheppard, Shannon Twomey, Carolyn Coleburn, Randee Marullo, Veronica Windholz, Dennis Swaim ve Andrew Duncan… Sizlere ne kadar teşekkür etsem azdır. Clare Ferraro, Susan Petersen Kennedy ve Pamela Dorman Books/Viking Penguin’in bütün çalışanları CeeCee’ye ve bana inandığınız için kocaman teşekkürler. Özel bir teşekkür de keskin gözlemleri, yüksek mizah anlayışı ve arkadaşlığı için Robin Smith’e… Bu arada hazır arkadaşlıktan bahsetmişken; Marlane Vaicius, Debra Kreutzer, Margaret Vincent ve Marie Behling, siz yanımda olmasaydınız Idaho’da bir yerde makarna yapıyor olurdum.
9
Sevginin Büyüsü Ve gerçek bir centilmen olan sevgili kocam Mark; dürüstlüğün, iyiliğin ve sonsuz sevgin için sana da yürekten teşekkür ediyorum. Hayatta hep son bir söz söyleriz, benim de son sözüm “İyi ki!” olsun. Bir gün şapkam Dan isimli adamın olduğu yöne doğru uçmasaydı, belki de elime geçen fırsatın değerini bilemeyecektim. Sevgili Dan, sen neyi kastettiğimi biliyorsun.
10
BİR Annemin kırmızı saten ayakkabıları yolun ortasındaydı. Üç görgü tanığı, polise verdiği ifadede böyle söylemişti. Annemin kırmızı ayakkabı giydiğini ilk kez 1962 yılının aralık ayının karlı bir sabahında görmüştüm, o zaman yedi yaşındaydım. Mutfağa gittiğimde onu masada otururken buldum. Işıkları yakmamıştı, ancak buz tutmuş pencereden giren hafif gün ışığı sayesinde, sabahlığının eteklerinden ucu görünen kırmızı, yüksek topuklu ayakkabılarını fark etmiştim. Kahvaltı henüz hazır değildi, temiz ve ütülü okul kıyafetleri de kapı tokmağına asılmamıştı. Annem orada öylece oturmuş, boş gözlerle pencereden dışarı bakıyordu. Elleri dizlerinin üstünde duruyor, hiç dokunmadığı kahvesiyse buz gibi olmuştu. Annemin yanına gidip sabahlığının yakasına bulaşan lavanta esanslı talk pudrasının tatlı kokusunu içime çektim. “Neyin var anne?” Cevap gelmesini bekledim, bekledim. Sonunda pencereden gözlerini ayırdı ve dönüp bana baktı. Elini yanağımda gezdirip, “Cecelia Rose, seni Georgia’ya götüreceğim. Gerçek dünyanın nasıl bir yer olduğunu görmeni istiyorum. Oradaki bütün bayanlar çok şık giyinir. İnsanlar da gayet kibar ve dost canlısıdır. Orada hayat buradan
11
Sevginin Büyüsü çok farklıdır. Kendimi daha iyi hissettiğimde birlikte bir yolculuğa çıkacağız; sadece sen ve ben,” derken sesi fısıldar gibi çıkıyordu ve cildiyse kâğıt bir peçete kadar narindi. “Peki, ya babam ne olacak, o da bizimle gelecek mi?” Gözlerini sımsıkı kapatıp tek bir kelime bile etmedi. Annem kışın geri kalanında hep üzgündü. Tam onun bir daha asla gülmeyeceğini düşünürken bahar geldi. Leylaklar morun değişik tonlarında çiçek açınca, annem evdeki her oda için leylaklardan ayrı ayrı demetler yaptı. Tırnaklarına parlak pembe oje sürdü, saçını yaptı ve üstüne çiçek desenleri olan bir elbise giydi. Odadan odaya koşturarak perdeleri çekip bütün pencereleri açtı. Ardından radyonun sesini açarak elimden tuttu. Birlikte evin içinde dans ettik. Salonun ortasında, yemek odasındaki masanın etrafında hızla dönüp durduk. Sonra annem dönerken aniden durarak, “Vay canına!” dedi kapının yanındaki aynayı gösterip derin bir nefes alarak. “Birbirimize ne kadar benziyoruz böyle. Ne ara bu kadar benzedik? Sen hangi ara büyüdün?” Annemle yan yana durup aynadaki yansımamıza baktık. Aynada, kalp şeklindeki yüzleri, mavi gözleri ve uzun kahverengi saçları aynı olan iki insanın gülümsediğini görüyordum. Annemin saçları yüzüne dağılmışken, benimkisi arkadan atkuyruğu şeklinde toplanmıştı. “Bu çok hayret verici,” dedi annem benimkine benzesin diye eliyle saçlarını atkuyruğu yapıyormuş gibi toplayarak. “Bize bir baksana CeeCee. Her türlü bahse girerim ki bir yetişkin olduğunda, insanlar bizi kardeş zannedecek. Bu sence de çok eğlenceli olmaz
12
Beth Hoffman mı?” Kıkırdayarak ellerimden tutup ayaklarım yerden kesilinceye dek beni döndürdü. Dansımız bittikten sonra annem çok mutluydu. Beni kasabaya götürüp çeşit çeşit yeni kıyafetle saçlarım için de renkli kurdeleler aldı. Kendisine de bir sürü yeni ayakkabı aldı. O kadar çok ayakkabı satın almıştı ki satıcı adam gülerek, “Bayan Honeycutt, sanırım Bolşoy Balesi’nden bile daha çok ayakkabınız oldu,” diye espri yaptı. Annem de, ben de adamın ne demek istediğini anlamadık, ama adam zeki olduğundan son derece emin duruyordu. Dolayısıyla biz de paketlerimizi arabaya götürmemize yardım eden satıcı adamla birlikte güldük. Bagajı alışveriş çantaları ve paketlerle doldurduktan sonra, caddenin karşısına geçip ucuz bir restorana girdik. Tezgâhın önüne oturup sipariş ettiğimiz çizburgeri, patates kızartmasını ve çikolatalı milk shake’imizi paylaştık. O bahar kesinlikle bir şey olmuştu. Daha önce annemi hiç bu kadar mutlu görmemiştim. Her günümüz büyük bir kutlama havasında geçiyordu. Okuldan eve döndüğümde, annem giyinip kuşanmış, yüzünde kocaman bir tebessümle beni bekliyor oluyordu. El çantasını kaptığı gibi aceleyle beni arabaya götürüyor ve ardından çılgınlar gibi alışveriş yapıyorduk. Sonra babamın üç haftalık bir iş seyahatinden döndüğü o gün geldi. Annem ve ben mutfaktaki masanın etrafında oturuyorduk. O dergi okuyor, bense pastel boyalarımla boyama kitabımı boyuyordum. Babam ceketini asmak için dolabın kapağını açınca, üstüne çığ gibi düşmek üzere olan ayakkabı kutularını fark etti, öylece kalakaldı.
13
Sevginin Büyüsü Anneme bakarak, “Tanrı aşkına!” diye bağırdı. “Ne kadar para harcadın böyle?” Annem cevap vermeyince, pastel boyamı bırakıp gülümsedim. “Baba haftalardır alışveriş yapıyoruz, ama aldığımız her şey bedava.” “Bedava mı? Sen neden bahsediyorsun?” Bilmiş bir edayla başımı salladım. “Evet. Bunları alırken annemin tek yaptığı satıcılara kare şeklinde bir plastik vermekti, onlar da istediğimizi almamıza izin verdiler.” “Tanrı aşkına, neler oluyor böyle?” Babam ağır adımlarla mutfakta dolaşmaya başladı. Sonra annemin kapının yanındaki kancaya asılı el çantasını hızla çekip aldı. Cüzdanından kare şeklindeki plastiği çıkardı. “Kahretsin Camille,” diye bağırdı plastiği makasla doğrarken. “Sana daha kaç kere söylemem gerekiyor? Buna bir son vermelisin. Artık kredi kartı kullanmak yok. Böyle devam edersen beş parasız bir halde fakir bir evde yaşamak zorunda kalırız. Beni duyuyor musun?” Annem parmağını yalayıp derginin sayfasını çevirdi. Babam anneme doğru eğilip yüzüne baktı. “İlaçlarını alıyor musun?” Annem onu duymazlıktan gelip tekrar derginin sayfasını çevirdi. “Camille, seninle konuşuyorum.” Babamın sert sözleri annemin gözlerindeki ışıltıyı yok etti. Babam kafasını sallayarak buzdolabından bir bira çıkardı. Oflayıp poflayarak mutfakta gezindi. Salona doğru giderken önüne çıkan ayakkabıları tekmeledi. İri yapılı vücudunun televizyon koltuğunda yığılışını ve kendi kendine söylendiğini duydum. Ne zaman
14
Beth Hoffman sinirlense ya da kötü hissetse kendi kendine söylenip dururdu ki hatırlayabildiğim kadarıyla neredeyse her zaman sinirli olurdu. Babam kahkahalarla gülmez ya da pek tebessüm etmezdi. Kendimi kaldırımda bulunan bir sent kadar önemli hissetmem için bile çok çaba harcamazdı, bana ayıracak vakti ya da enerjisi yoktu. Ne zaman ona yaptığım bir resmi göstersem ya da okulda öğrendiğim bir şeyi anlatmaya başlasam, kıpırdanıp durur ve “Çok yorgunum. Başka zaman konuşsak daha iyi olur,” derdi. Ancak o başka zaman bir türlü gelmezdi. Babam imalat aletleri satıyordu ve zamanının büyük bölümünü Michigan ve Indiana gibi yerlerde geçiriyordu. Hafta içi genellikle seyahatte olur, ancak hafta sonları eve gelebilirdi. O hafta sonları da cumartesiden başlayarak çoğunlukla gergin ve huzursuz geçerdi. Annem süslenip püslenip salona gider, onu dışarı çıkarması için babama yalvarırdı. “Hadi ama Carl,” derdi babamın kolundan çekiştirip, “Hadi, eskiden olduğu gibi dans etmeye gidelim. Artık hiç eğlenceli bir şeyler yapmıyoruz.” Babam yüzünü ekşitir ve “Hayır Camille. Kendine çekidüzen verene dek seni hiçbir yere götürmeyeceğim. Şimdi git ve ilaçlarını al,” derdi. Annem ağlayarak ilaçlara ihtiyacı olmadığını söylerdi. Babam ise öfkelenip televizyonun sesini açtıktan sonra, peş peşe bir sürü bira içerdi. Ben de yukarı çıkıp odama saklanırdım. Aylar böyle geçip giderdi, birbirleriyle kibarca konuştuklarını nadiren duyardım. Bir-
15
Sevginin Büyüsü birlerine dokunduklarını da neredeyse hiç görmezdim. Aralarındaki gerginlik son bulduğundaysa, babam çoktan gitmiş olurdu. Annem, babamın sürekli dışarıda olmasından gayet memnun görünürdü. Bir gün annemin yatak odasında yere oturmuş, kâğıttan bebekler yapıyordum. Annem de tuvalet masasına oturmuş, makyaj yapıyordu. “Zaten ona kimin ihtiyacı var ki?” dedi parlak kırmızı rujunu düzeltmek için aynaya yaklaşırken. “Sana bir şey söyleyeceğim Cecelia Rose. Kuzeyli insanlar, tıpkı yaşadıkları yerin havası gibi soğuk ve sıkıcılar. Ve sana yemin ederim ki hiçbirinin edep ve görgü kurallarının ne olduğuna dair en ufak bir fikri yoktur. Biliyor musun, Tanrı’nın belası bu kasabada kimse benim bir güzellik kraliçesi olduğumu bilmiyor. Hepsi tıpkı baban gibi uyuşuk insanlar.” “Artık babamı sevmiyor musun?” “Hayır,” dedi bana dönerek. “Sevmiyorum.” “Eve çok sık gelmiyor. Babam nerede anne?” Annem kâğıt mendille rujunun taşan kısmını sildi. “O ahmak baban mı? Burada değil çünkü gidip mezarlık geziyor, bir ayağı çukurda. Ayrıca bir şey daha. Asla senden yaşlı bir adamla evlenme. Çok ciddiyim CeeCee. Eğer kalbini yaşlı bir adama kaptırırsan, hemen ayağa kalk ve koşabildiğin kadar hızlı kaç.” Makasımı yerine koydum. “Babam kaç yaşında?” “Elli yedi,” dedi annem, sonra yanağına sürdüğü ruju yaydı. “Bana ne yaptığına bak lütfen.” Aynadaki yansımasına bakıp somurtarak kafasını salladı. “Sadece otuz üç yaşında olmama rağmen daha şimdiden yüzümde çizgiler oluşmaya başladı. Baban yalancı
16
Beth Hoffman bir Yankee’den* başka bir şey değil. Sırf onunla evleneyim diye bana verdiği sözlerin sayısını ben bile hatırlamıyorum. Beni bu iğrenç kasabada yaşamak zorunda bıraktı. Verdiği onca söz beş para etmedi, ama adi bir çanta bile beş yüz dolar ediyor.” Tam ne demek istediğini soracaktım ki annemin yüzünde garip, buz gibi bir ifade belirdi. Tuvalet masasındaki düğün fotoğrafına baktıktan sonra fotoğrafı yavaşça eline aldı. Rujla babamın fotoğraftaki yüzüne kırmızı bir çarpı çizdi. Katıla katıla gülmeye başladı. Saçını kabartıp odadan çıktı. Neden böyle olduğunu bilmiyordum, ama annemin ruh hali günden güne değişiyor, yoyo misali bir inip bir çıkıyordu. Bir gün kötü hissedip eline geçirdiği her şeyi kırıyor, ertesi günse bir bardak su kadar sakin oluyordu. Sonra birden ayağa kalkıp ortadan kayboluyordu. Ben, kalbim göğsümden çıkacakmış gibi hızla atarken, panikle anne diye bağırarak caddenin aşağısına koşuyordum. Sonunda annemi mahallede kapı kapı komşuları gezerken buluyordum. Daha önce kimsenin adını duymadığı bir yardım derneği için bağış toplamaya çalışıyordu. Birkaç insan annemin haline üzülüp elindeki kavanoza biraz bozukluk atıyor, ama çoğu kapıyı yüzüne kapatıyordu. O kadar öngörülmez şeyler yapıyordu ki okuldan eve döndüğümde beni neyin beklediği hakkında hiçbir tahmin yürütemiyordum. Bazen az pişmiş vıcık vıcık kurabiyelerle dolu bir tabakla, bazen de yatak odasının kapısı ardından gelen hıçkırıkla karışan * İngilizler tarafından Yeni İngiltere’de sömürge bölgelerinde ayaklanan insanlara, sonra da Amerikan İç Savaşı’nda Kuzeyli askerlere ve genel olarak Kuzeylilere verilen ad. (Çev. n.)
17
Sevginin Büyüsü ağlama sesleriyle karşılaşıyordum. Annemin ne gibi bir sorunu olduğunu bilmiyordum. Ancak bildiğim bir şey vardı, o da kasabadaki hiçbir çocuğun annesi benim annem gibi davranmıyordu. Diğer anneler taze pişmiş küçük keklerle dolu bir tepsiyle okula geliyordu. Bazen onları çocukları ve köpekleriyle kaldırımda neşeyle yürürken görüyordum. Diğer anneler mutluydu ve çocuklarıyla zaman geçirmekten hoşlanıyorlardı, ama benim annem artık hiçbir şeyden keyif almıyordu. Hatta bazen o kadar tuhaf davranıyordu ki beni çok korkutuyordu. Annem gerçeklik duygusunu her yıl biraz daha fazla yitiriyordu. Elimden gerçeklikten kopuşunu izlemekten başka bir şey gelmiyordu, ama çöküşünün en kötü kısmı rüzgârlı bir bahar gününün öğleden sonrasında gerçekleşmişti. O zaman dokuz yaşındaydım. Yüzüme vuran ılık rüzgârın tadını çıkara çıkara okuldan eve dönüyordum, üç çocuk yanıma geldi. Çocuklardan biri omzumu dürterek, “Hey Honeycutt, Noel’de değiliz. Peki, neden ön bahçenizde büyük meyveli bir kek var?” diye sordu. Çocuk küstahça gülüp köşeyi dönerek gözden kayboldu. Caddenin aşağısına doğru yürüyünce annemi gördüm. Yanaklarımı bir ateş dalgası bastı. Benim esmer annem saçlarını beyaza boyamıştı, üstüne sarı renkli mezuniyet balosu elbisesini giymiş, ön bahçede dikiliyordu. Elbise ona o kadar dar gelmişti ki bazı yerleri büzüşmüş, bazı yerleriyse tam kapanmamıştı. Beyaz kombinezonu elbisenin etek kısmının altında kat kat olmuştu. Annem meyveli kek gibi görünmüyordu, hayır, kesinlikle öyle değildi. Daha çok büyük, limonlu bir pastaya benziyordu. Bu manzara
18
Beth Hoffman yeterince kötü değilmiş gibi, başına sahte elmaslarla süslü, renkli, saçma sapan bir taç takmış, yoldan geçenlere öpücük gönderiyordu. Üstü açık bir arabadaki genç çocuklara, “Sizi seviyorum,” diye seslendi. Sürücü çocuk aniden frene basarak durduktan sonra geri geri geldi. Arkaya doğru taranmış briyantinli saçları güneşin altında parıl parıl parlıyordu. Kalın sigarasından derin bir nefes çektikten sonra izmariti caddenin orta yerine attı. “Selam bebek. Garip bir giysi, neler oluyor böyle?” dedi anneme. “Lütfen bana oy verin,” diye seslendi annem çimlerden. “Georgia eyaletinde yaşadığınız için gurur duymanızı sağlayacağım.” Çocuklar kahkaha attı, içlerinden biri, “Georgia mı? Ne demek şimdi bu, sen iyi misin? Burası Willoughby, Ohio,” dedi. Annem çocuğun söylediği sözlerin doğruluğuna kayıtsız kalarak ona bir öpücük gönderdi. “Şimdi, sakın bana oy vermeyi unutmayın.” Arka koltukta oturan çocuklardan biri anneme bakıp bir hareket yaptı. “Tabii ki benim oyum sana tatlım. Haydi, gel ve kucağıma otur,” dedi. Annem kıkırdayarak arabaya doğru yürüdü. Tam kaldırıma vardığı sırada sürücü gaza basıp caddede patinaj çekti. Arabanın egzozundan çıkan duman havayı kapladı, ama annem hâlâ öpücük göndermeye devam ediyordu. Çok ama çok utanmıştım. Hemen oracıkta, kaldırımın üstünde öleceğimi düşündüm. Onu kolundan çekip eve götürmem gerektiğini bilmeme rağmen, duyduğum utanç yüzünden aksi istikamete doğru
19
Sevginin Büyüsü yürüdüm. Kitaplarımı göğsüme sımsıkı bastırarak halk kütüphanesine kadar tam gaz koştum. Kütüphanenin ağır ahşap kapısını itip doğruca kadınlar tuvaletine girdim, bölmelerden birine saklanıp bir kitap açtım. Elimden geldiğince hızlı bir şekilde kitabı okumaya başladım, adeta sayfaları yalayıp yutuyordum. Kalbimin deli gibi atan sesini duymayana, kendi gerçeğimi unutup da okuduğum hikâyenin gerçekliğine kendimi kaptırana dek hızla okudum. Artık kitap gerçek, benim hayatım bir hikâye haline gelmişti, hem de doğru olamayacak kadar kötü bir hikâye. Hayır, az önce olanlar gerçekten olmuş olamazdı. Tuvaleti temizleyen hizmetli adam yerleri silmek için gelip beni dışarı postalayana dek kadınlar tuvaletinde kaldım. O günün üstünden çok zaman geçmemişti. Annem bağışlanan ikinci el eşyaların satıldığı Goodwill adlı dükkâna gitmeye başladı. Çeşit çeşit balo elbisesiyle düzgün sabahlıklar aldı ve eğer aldığı eski elbiselere uygun bir ayakkabı bulursa, onları da almayı ihmal etmiyordu. Ayakkabının ayağına çok büyük olmasının bir önemi yoktu, her durumda alıyordu. Bir öğleden sonra yatağıma uzanmış, Küçük Kardeşim isimli kitabı okuyordum. Birden annemin merdivenlerdeki ayak sesleriyle kâğıttan alışveriş poşetlerinin hışırtısını işittim. Bu son gözdesi Goodwill isimli dükkândaki alışveriş maratonunun verimli geçtiğine dair bir işaretti. Gardırobuna eklediği yeni parçanın verdiği keyifle bir kahkaha attı. Birkaç dakika sonra beni çağırdı. “Cecelia Rose, buraya gel tatlım. Gel, bak, ne buldum,” diye seslendi. Kafamı kitaba daha çok gömüp duymamış gibi yaptım, ama annem ısrarcıydı. Tekrar seslendi. Benden cevap gelmeyince, yüksek
20
Beth Hoffman topuklu ayakkabılarıyla odama doğru yürümeye başladı. Tak tak tak, bu ayakkabıların sesini hemen tanırdım. Odamın kapısını açıp yüksek sesle, “Annene cevap verme zahmeti gösterecek misin? Deminden beri sana sesleniyorum,” diye bağırdı. Kapının eşiğinde dikildi, alışveriş çılgınlığından yorgun düşen gözleri fal taşı gibi açılmıştı. 1 dolara yeni aldığı renkli tuvaletin yırtık pırtık eteklerini tutarak odama girdi, kendinden geçmiş gibi odamın içinde dönüp duruyordu. “Pembenin bu tonuna bayılıyorum. Bana da çok yakışıyor,” deyip gardırobumun aynasındaki görüntüsüne hayran hayran baktı. Annemin aynada onu bu denli mutlu edecek nasıl bir yansıma gördüğünü bilmiyordum, ama aynada benimle aynı şeyi görmediği kesindi. Ellerini kalçalarına koyup omzunun üstünden bana baktı. Ona ne kadar güzel göründüğünü söylememi bekliyordu. İçimde bir yerlere ulaşıp doğru kelimeleri bulmalı ve ona duymak istediği şeyi söylemeliydim, tek yapmam gereken buydu. “Güzel görünüyorsun anne,” dedim mırıldanarak. İkimiz adına da utanıyordum. Sonra kafamı eğip kitabımı okumaya devam ettim. “Üzülme CeeCee. Bir gün sen de güzellik yarışmasında kazanacaksın ve o zaman bu güzel tuvaletlerden sen de giyeceksin. Bunları o güne dek senin için saklayacağım tatlım. Söz veriyorum.” Gülüp süzülürcesine odamdan çıktı. Nihayet gittiği için memnundum. Yataktan inip arkasından kapıyı kapattım.
21
Sevginin Büyüsü Annem eski püskü tuvaletleri haftada birkaç gün giymeye başladı. Onları giyme sıklığı arttıkça, kasabada daha çok dikkat çekmeye başladı. En kibar ve düşünceli komşularımız bile, evlerinin ön bahçesinde dikilip ona bakmaktan kendini alamıyordu. Hışırdayan tafta elbisesiyle kaldırımda yürüdüğünü gören insanlar gözlerine inanamıyor, ağızları bir karış açık halde onu izliyorlardı. Onları kim suçlayabilirdi ki? Annem gibi bir komşusu olan birinin televizyon izlemesine gerek yoktu. Okulda taç takan, garip rujlar süren deli bir annenin sıska kızıydım. Test sorularından birinin cevabına ihtiyaç duymadıkları sürece kimse benimle konuşmaz, öğle yemeğinde kimse benim oturduğum masaya oturmazdı. Aslında Oscar Wolper dışındaki çocuklar demek daha doğru. Oscar kirli çorap gibi kokan, inanılmaz derecede çok Mr. Potato Head’e* benzeyen bir çocuktu. Bir süre sonra sınıf arkadaşlarımla ilişki kurmak için çok da çabalamamaya başladım. Annem hakkında söyledikleri ya da onun taklidini yapmaları artık umurumda değildi. Sınıfa girip yerime oturuyor, gözlerimi tahtadan bir an bile ayırmıyordum. Ayrıca her pazar gülümseyerek beni bekleyen birini tanıyordum.
* Plastikten yapılmış patatese benzer oyuncak. (Çev. n.)
22