Yasak Cennet

Page 1

“Tanrı Aden bahçesine bakması, onu işlemesi için Adem’i oraya koydu. Ve ona, “Bahçede istediğin ağacın meyvesini yiyebilirsin” diye buyurdu, “Ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme. Çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün.” Yaratılış

5


6


HER ŞEYDEN ÖNCE

Hava karanlıktı ve kırık beyaz oymalı pencereler sımsıkı kapalıydı ama odada belli belirsiz bir ışık vardı. Bir gece lambasından daha narince bir aydınlık, geniş odayı kaplamıştı yine de duvarlara yansıyan muazzam tabloları belirginleştirecek kadar değildi. Bu ışık, bir güneşten çıkıyormuşçasına güzeldi ama ondan çok daha az parlak ve narindi. Bakan bir göz için o kadar güzeldi ki bu aydınlığın huzur dolu bir yanı da vardı ve bir fetüs pozisyonunda devasa yatağına uzanmış bir adamdan geliyordu. Leonardo Maximillian’ın sırtındaki ağrı artmıştı. Çok uzun süren hayatını düşündü ama gitmek için hazır olmadığını biliyordu. Mutlaka bir yol bulmalıydı ama bir yolu olduğunu da sanmıyordu. Bir gün öleceği gerçeği, onu kahrediyordu. Hayata veda etmek, ölümün kendisini alacağı düşüncesini daha önce hiç aklına getirmemişti ve şimdi kendi bedeninden çıkan ışık yavaş yavaş azalırken göz kapaklarına bir ağırlık çöküyordu. Direnmeye bile çalışmadı, uyku onu şefkatle çocuğunu öpen bir anne gibi kollarının arasına aldı. Bu, onun için neredeyse bir rahatlamaydı. 7


Karanlıkta ilk başta hiçbir şey yoktu. Boş, sonu belli olmayan bir yerdeydi sanki. Zaten nerede olduğunu da merak etmiyordu, onun aradığı şey başkaydı. Ve her zamanki gibi oluyordu işte. Kendisine hafifçe yaklaşan ayak sesleri işitti. Her gün aynı kâbusu görüyor ve ayak sesleri kendisine daha çok yaklaştığı sırada uyanıyordu. Bundan nefret ediyordu, bilseydi bir bilebilseydi rüyanın kendisine anlatmak istediklerini ama olmuyordu. Zaten sadece bir haftadır rüya gördüğü düşünülürse bu durum kendisi için çok tuhaf kaçmıyordu. Ama olsun, bilmeye ihtiyacı vardı. Yaşadığından beri ilk defa aciz düştüğünden dolayı uykuya teslim olduğu için ne yapması gerektiğini bilemiyordu. Ayak sesleri yaklaştı, yaklaştı ve yaklaştı. Leonardo Maximillian, uyanmamak için kendisini zorladı ama bugün uyanmayacağını biliyordu, bunu hissedebiliyordu. Kendisine yaklaşan narin ayak sesleri aniden durdu. “Ah Leonardo,” dedi tanımadığı çok güzel bir kadın sesi ve bunu söyledikten sonra sustu, kendi ismini o kadar içli telaffuz etmişti ki Leonardo Maximillian şaşırdığını hissetti. Etraf hâlâ zifiri karanlıktı ve düz bir zeminde duruyorlardı, aslında ayakta durduğu bir yer olduğundan bile emin değildi. Çevrelerindeki hava ağır gibiydi, sanki başlangıcı ve bir bitişi yoktu. “Sonunda geliyor,” diye devam etti kadın. “Hep beklediğin ve istediğin.” “Kim geliyor?” diye sordu Leonardo hemen. Uyanmak istemiyordu. Kadının hüzünlü sesi boşlukta yankılandı ve uzadıkça uzadı. “Gerçek ailen.” 8


Leonardo hayal kırıklığı içinde bir nefes verdi. Bunca zamandır beklediği rüyanın müjdecisinin bir aile olduğuna inanamıyordu. Konuştuğunda ses tonunda küçümseme vardı. “Onlar hep gelirler.” Ama sonra kadının sözlerini yeniden düşündü. Gerçekle kastı neydi? Kadının sesi artık uzaklaşmıştı. “Anlamıyorsun. Bu bir kız çocuğu. Acizliğin belki de sana en büyük hediyedir.” Leonardo öyle büyük bir şaşkınlık geçirdi ki boşluk titrer gibi oldu. İğrenmişti. “Benim nasıl bir kızım olabilir? Biz insanlara yaklaşmayız ve benim türüm…” Birden sözü kesildi. Kadının hüzünlü sesi sertleşmişti. “Bir kız. Bir insan. O kadar güzel ki onu çok seveceksin. Müjden budur.” Leonardo Maximillian ona soru sorma fırsatı bulamadan nefes nefese uyandı, bedeninden gelen aydınlık tamamen yok olmuş yerini aynı rüyasındaki gibi bir karanlığa bırakmıştı ve onun türü rüya gördüğünde bunun gerçekleşeceğini de biliyordu. Işıkları açmaya gerek duymadan, yatağından kalktı ve dimdik ayakta durdu. Bedeninden yeniden zarif bir aydınlık yayılmaya başlamıştı ve orta yaşlarındaki adamın çehresi daha da gençleşmiş gibiydi. Şimdi oymalı bir aynanın karşısında duruyordu. “Yaşlanıyorum,” dedi ellerini yumruk yaparak. “Bunu durdurmalıyım. Durdurmak zorundayım.” Leonardo Maximillian, aynadaki görüntüsüne sanki söküp atabilirmiş gibi uzun ince parmaklarını uzattı. Rüyasındaki kadının sesi hâlâ kulaklarındaydı. “Bir kız. Bir insan. O kadar güzel ki onu çok seveceksin. Müjden budur.” 9


“Benim nasıl bir kızım olabilir?” diye tekrarladı. “Üstelik ben bunu yapmaktan acizsem? Ve üstelik de bir insan kızı nasıl bir müjde olabilir?” Son kelimeleri iğrenir gibi söylemişti. Belki de rüyalarında bir yanlışlık vardı, keşke sorabileceği biri olsaydı ama bu acizliğini kimsenin duymasına tahammülü yoktu. Leonardo Maximillian düşünmemeye çalıştı ama olmadı. Yaşlanmasının ona en büyük lanet olduğunu sanmıştı. Tüm bu yaptıklarından sonra belki de bir cezaydı ve anlaşılan henüz hatalarının bedelini ödememişti. Leonardo, buna karşı koymak için her şeyi yapmaya razıydı. Ama içinden bir ses böyle yapamayacağını söylüyordu ve farkındaydı ki uzun hayatı boyunca bir ailenin eksikliğini duymuştu; gerçek bir ailenin.

10


BÖLÜM 1 VENEDİK

Venedik’i sevmiştim. Gerçekten de filmler ve belgesellerdeki kadar güzeldi. Burada adeta kendimi evimde hissediyordum. Henüz küçük bir apartman dairesine taşınalı iki ay olmuştu ancak kaldığım diğer yerlere nazaran buraya alışmıştım ve yazmak için yeterince zamanım oluyordu. Editörüm benden haber bekliyordu ve ikinci kitabımı yazmam için sürekli sıkıştırsa da ben acele etmiyordum. Yerimden kalkıp oturma odamdaki beyaz modern perdeleri araladım. Venedik bu erken Eylül sonbaharında bile yine her zamanki gibi âşıklar, turistler ve romantiklerle doluydu. İç çektim. Tüm o âşıkların birbirlerine mum ışığında verdiği romantik sözler bana iyi prova edilmiş bir tiyatro sahnesini hatırlatıyordu. Yavaş yavaş etkisini arttırmaya başlayan güneşe karşı perdeleri çektim ve karşı dairede oturan arkadaşım Mark’ı uyandırmaya gittim. Mark ile buraya ilk taşındığımda tanışmıştım. İngiltere’de üniversiteyi bitirdikten sonra ani bir kararla Venedik’e yerleşme kararı almıştım, bana kitabımı yazabilmek için müthiş bir ilham kaynağıydı burası, 11


şikâyet edemezdim. Mark’ın şehrin iyi konumunda sayılacak bir bölgesinde dayısıyla beraber işlettiği güzel bir kafesi vardı. Yirmi beş yaşında ve Paris’te aşçılık eğitimi almış, farklı bir sürü hobisi olan yani biraz benim gibi o tuhaf sayılacak tiplerdendi. En büyük hayali, bir gün ünlü bir şef olup kendi restoranını açabilmekti. Şimdi yarı ortağı olduğu Antonio’nun kafesi de onun bir yerlerden başlaması için en büyük fırsattı. Hani bazı insanlar vardır, onları ilk gördüğünüz anda eskiden beri tanıyormuş gibi hissedersiniz, Mark ile bana da aynen öyle olmuştu. Bizim arkadaşlığımız yıldırım çarpması gibi hızlı olmuştu. İtalya’da uzun sürede yalnız kalacağımı düşünürken, şimdi onların kafesinde çalışıyordum ve her ne kadar istemesem de maaş bile alıyordum. Doğrusu daha fazlasını ancak hayal edebilirdim. Mark’ın zilini zorlayarak bastım, bir daha ve bir daha. Dördüncü çalışımda, sesini işittim ve kendi kendime gülümsedim. Kapıyı açtığında yüzünde çarpık bir gülümsemeyle bana baktı ve onu kıskandığımı hissettim. Mark, günün yirmi dört saati son derece çekici olan insanlardandı; bir kere uzun boyluydu, kelimenin tam anlamıyla sırım gibiydi, güzel bir burnu, çıkık elmacık kemikleri ve derin ela gözleri vardı. Ben ise sabahları kalktığımda genelde bir zombi olmanın evresinde birisi gibi görünürdüm. İç çektim. “Bu haksızlık.” Kaşlarını kaldırdı ve kumral kısa saçlarını yeterince düzgün değilmiş gibi düzeltti ve tembelce sordu “Ne haksızlıkmış?” “Sabahları bu kadar iyi görünmen.” “Ne bekliyordun ki?” diye gülümsedi. 12


Ona dil çıkarma isteğimi bastırdım. “Hadi, geç kalıyorsun.” Birden ciddileşerek başını salladı. “Dikkatli sür. Aslında düşündüm de birlikte daha sonra gidebiliriz. Biliyorsun, yollar burada biraz karışık.” Bu tartışmadan sıkılmıştım. Bugün eğer Mark’ın dayısı Antonio kendini iyi hissetseydi, ikimiz beraber şehrin epey uzağında bulunan sevimli bir çiftçi ailesine ait olan meyve-sebze bahçesine gidecektik. Aslında kafede Mark’ın yerine ben de bekleyebilirdim ama onun yerine elli kilometre yol sürmeye razı olmuştum. “Merak etme, gidince ararım.” Gözlerimi devirdim. Mark ise gülümsedi ve başını salladı. “Bana gözlerini devirmek üzere olduğunu görebiliyorum Aden Maynard. Bu arada sabahları sen de güzel görünüyorsun, sevimli pijamalarınla bile.” “Tam bir gıcıksın Mark,” dedim kendi kapıma doğru ilerleyerek. “Ve sakın tekrar uyuma.” Sadece iki odadan ibaret olan evimde, mutfağın tamamen ayrı bir odada olmasından memnundum. Venedik’e taşındığımdan beri pek yemek yapıyor olmasam da hoş mavi bir renge boyanmış ahşap mutfak dolaplarımı ve severek aldığım iki kişilik masamı seviyordum. Duvara asılı duran berbat görünen natürmort tabloyu ben yapmıştım ama Mark her zaman bunun harika olduğunu söylerdi. Hemen kendime su ısıtıp bir poşet çayı bardağıma koydum ve mutfağın penceresinden gelen geçen insanları izlemeye koyuldum. Saat dokuza çeyrek vardı ve ben on birde orada olmalıydım. Yatak odama koştum ve üzerime ince mavi bir kazak ve dar siyah kot pantolonumu geçirdim. Aynadaki 13


görüntüme iç geçirerek baktım, tek iyi tarafımın uzun kahve saçlarımın olduğunu biliyordum. Ama yüzüm bu sabah her zamankinden de solgun görünüyordu ve böyleyken açık buğday tenim neredeyse gri bir renk almıştı. İç çektim ve favori fondötenimi yüzüme uygulamaya başladım. Mor gözaltılarıma biraz kapatıcı sürdüm, yanaklarımı şeftali tonu allıkla renklendirdim. Şimdi en azından solgun görünmüyordum. Sandalyenin üzerine bıraktığım sarı işlemeli fularımı aldım ve artık hazırdım. Dışarı çıktığımda küçük sarışın bir kız çocuğu anne ve babasının elinden tutmuş mutlulukla yürüyordu. Böyle görüntüler normalde beni hiç rahatsız etmezdi ama şu anda öyle hissettirmişti. Anne ve babam ben bir yaşındayken bir araba kazasında ölmüştü ve arkalarında bana yüklü bir miktar servet bırakmışlardı. Onlar gittikten sonra bana babamın ailesinden büyükannem bakmıştı. Ondan başka akrabam da yoktu. Babam bir İngiliz ve başarılı bir mimardı, annemle Türkiye’de bir iş gezisine geldiğinde tanışmışlardı ve annem edebiyat eğitimine devam ederken de İstanbul’da evlenmişlerdi. Daha sonra çok fazla otoriter olan büyükannem beni, Londra’ya götürmüştü ve hayatımın büyük bölümü yatılı okullarda geçmişti. Bundan tam iki sene önce o da bu dünyaya veda etmişti ve kimsem kalmamıştı. En başından beri yalnız olmaya alışık olduğum için bu durum beni üzmüyordu ama bazı zamanlar oluyordu ki kendimi tüm bunları düşünürken buluyordum. Düşüncelerimden silkinmek için henüz bir ay önce aldığım sıfır Audi A3 model arabama atladım ve kendime alternatif bir radyo kanalı bulup dinlemeye başladım. Tarihi binalar yerini yeşil Akdeniz bitki örtüsüne bırakırken içimdeki burukluk çoktan yok olup gitmişti bile. 14


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.