İÇİNDEKİLER Birgün onun çatı katında O, Perihan Hanım ben ve oturmuş lâflıyoruz. O bir şeyler anlatıyor. Her tümcesinin sonunda “Ölüyordum ulan!” demeyi ihmal etmeden...
06 Acının görüntüleri değişime yol açabilir – ama etik mi? - Şeyma Merve Kaymaz --->
G Ö LG E FA Z İ N - 2
04 Susan Sontag ile edebiyat ve fotoğraf üzerine bir söyleşi - Geoffrey Movius sordu Susan Sontag kendine has üslubuyla soruları içtenlikle cevapladı. Peki biz bu işten ne anladık? <---
14
A Small Voice: Conversations With Photographers, Bölüm: 135, Sabiha Çimen - Ben Smith
38 Fotoğraf Üzerine (Bir Kayıt Cihazı Olarak Fotoğraf ) Ulus Baker --->
20 yüreğim, hayatın sattığı her şeyi satın alıyor, alab i l i yo r a r t ı k … ve b u küçükkocaman güzellik karanlıktan korkmaktan vazgeçiyor bu yüzden… gidebilecek çok yer varken gözlerime, ellerime yüreğim hiç vazgeçmiyor gençliğinden, gençliğinde öğrendiklerinden… <---
48
41 Fotoğraf: Nereden Nereye Bulent Sankur - Bu yazıda kısaca fotoğraf teknolojisinin başlangıcından bugüne evrimini ve bunun sosyal yankılaşımlarını ele alacağız.
G Ö LG E FA N Z İ N - 3
B
ir gün onun çatı katında O, Perihan (Kuturman) Hanım ve ben oturmuş, lâflıyoruz. O b i r ş e y l e r a n l a t ı y o r. Her tümcesinin sonunda “Ölüyordum ulan!” demeyi ihmal etmeden. O böyle dedikçe Perihan kardeş ağzını yüzünü eğip b ü k ü y o r. S o n u n d a “Amaan Ozan” dedi, “Bilmez misin, Ara İstiklâl caddesinden geçse üç kere ölüm tehlikesi atlatır.” Ara, bu söz üzerine ciddi ciddi “Ne yani, İstiklâl caddesinde ölüm tehlikesi yok mu yahu” dedi, “Kafana kiremit düşer ölürsün, tabela düşer ölürsün, ne bileyim ulan, tramvay altında kalır yine ölürsün!” demez mi sonunda… Ozan Sağdıç
G Ö LG E FA Z İ N - 4
©Steve G Ö LGMcCurry E FA N Z İ N - 5
SUSAN SONTAG İ L E E D E B İ YAT V E F OTO Ğ R A F ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ
G Ö LG E FA Z İ N - 6
G Ö LG E FA N Z İ N - 7
Geoffrey Movius: The New York Review of Books da fotoğraf üzerine yazdığınız son makalelerinizden birinde, “hiçbir kurgusal edebi eser bir belge ile aynı özgünlüğe sahip değildir” demiş ve “Amerika’da edebi görünen herhangi bir şeye karşı kin dolu bir şüphe” olduğundan bahsetmiştiniz. Sizce kurgusal edebiyat için yolun sonu göründü mü? Basılı söz için yol göründü mü? Susan Sontag: Kurgu yazarları bir güvenilirlik sorunu yüzünden son derece gergin bir hale getirildiler. Birçoğu, kurgulamayı doğru yaptığını düşünmeyip bunun rahatsızlığını hissediyorlar ve kurguya kurgu dışı bir karakter vermeye çalışıyorlar. Bunun son zamanlarda ortaya çıkmış bir örneği Philip Roth’un My Life as a Man isimli üç kısa romandan oluşan kitabıdır: ilk iki kitap, sözde üçüncü romanın birinci tekil şahıs başkişisi tarafından yazılmıştır. Yazarın kendi karakterine ve deneyimine dair bir belgenin kurgulanmış bir metinden daha fazla yetkiye sahip olduğu düşüncesi, bu ülkede dünyanın başka herhangi bir yerinden daha çok yaygındır ve bu durum her şeye psikolojik yönlerden bakmanın bir zaferidir. Kurgu yazarlarının ilgilerini çeken tek eserlerinin mektupları ve günlükleri olduğunu söyleyen arkadaşlarım var. Movius: Bunun sebebinin, insanların geçmiş -kendi geçmişleri ya da başka insanların geçmişleri- ile bağlantı kurma ihtiyacını hissetmeleri olduğunu düşünüyor musunuz? Sontag: Bence bu insanların geçmişe ilgi duymalarından daha çok geçmiş ile olan bağlarının eksikliğinden kaynaklanıyor. Birçok insan, dünyanın ya da toplumun hesabının verilebileceğine inanmıyor, yalnızca benliğin “dünyayı nasıl gördüğünün” hesabının verilebileceğine inanıyorlar. Yazarların yaptığı işin itiraf etmek değil tanıklık etmek olduğunu varsayıyorlar; bir eser dünyayı nasıl gördüğünüze ve kendinizi nereye koyduğunuza dair birşeyler söyler. Kurgunun “hakiki” olması beklenir. Fotoğraflar gibi. Movius: The Benefactor ve Death Kit otobiyografik kitaplar değiller. Sontag: İki romanımda, kurgulanmış malzeme otobiyografik malzemeden çok daha fazla sınırları zorluyordu. Bazı yeni hikayeler, mesela Atlantic Monthly dergisinin 1973 Nisan sayısında yayınlanan Project for a Trip to China hikayesi, olduğu gibi benim hayatım ile ilgiliydi. Ancak, kurgusal ya da gerçek, kişisel tanıklık ya da itiraflardan alınan tadın okuyucuları ve azimli yazarları harekete geçiren başat güç olduğunu da kastetmiyorum elbette. Gelecek bilimden ya da bilicilikten, alınan tadın da en az o derecede önemli olduğunu düşünürüm. Ancak bu tat, gerçek tarihsel geçmişin gerçek dışılığını da doğrular niteliktedir. Geçmişte kurgulanan bazı romanlar, mesela Thomas Pynchon’ın eserleri, gerçekten de birer bilimkurgu eseridirler. Movius: Otobiyografi yazarları ile bilimkurgu yazarları arasında işaret ettiğiniz zıtlık New York Review makalelerinden birisindeki bir pasajı hatırlattı, orada bazı fotoğrafçıların kendilerini bilim adamı, bazılarının da ahlakçı olarak konumlandırdıklarını yazmıştınız. Bilim adamları “dünyanın envanterini çıkarırken” ahlakçılar “ağır vakalara yoğunlaşırlar” demiştiniz. Bu noktada ahlakçı fotoğrafçıların ne tür vakalara yoğunlaşması gerektiğini düşünüyorsunuz? Sontag: İnsanların ne yapması gerektiğine dair teşhise dayalı ifadelerde bulunma konusunda pek istekli değilim zira insanların daima birçok farklı şey yapıyor olmasını umuyorum. Bir ahlakçı olarak fotoğrafçının temel ilgi alanı savaş, yoksulluk, doğal felaketler, kazalar, afetler ve toplumsal çürüme olagelmiştir. Fotojurnalistler “fotoğraflanacak bir şey yok” dediğinde, bu çoğu zaman fotoğraflanacak bir felaket olmadı manasına gelir.
G Ö LG E FA Z İ N - 8
Movius: Ya bilim adamı fotoğrafçılar? Sontag: Sanırım fotoğraftaki ana gelenek, eğer bir şeyin fotoğrafını çekerseniz, onun ilgi çekici olabileceğine dair düşüncedir. Bu düşüncenin temeli güzelliğin keşfi meselesinde yatar, herhangi bir yerde var olabilen ama özellikle de sıradan ve bayağı olanın içinde varlığını sürdürdüğüne inanılan güzelliğin. Fotoğraf “güzel” ve “ilginç” kavramlarını bir noktada buluşturur. Dünyayı estetize etmenin bir yoludur bu. Movius: Niçin fotoğrafla ilgili yazmaya karar verdiniz? Sontag: Çünkü geçmişte fotoğraflara takıntılı olmak gibi bir deneyimim vardı. Ve çünkü neredeyse tüm önemli estetik, ahlaki ve politik meseleler –“modernite” sorununun kendisi ve “modernist” zevk sorunu- fotoğrafın nispeten kısa tarihinde kendine bir yer bulmuştu. William K. Ivins, fotoğraf makinesini baskı makinesinden sonraki en önemli icat olarak adlandırmıştı. Duyarlılığın evrimi açısından, fotoğraf makinesinin icadı belki de çok daha önemliydi. Elbette fotoğrafı bu kadar ilgi çekici kılan ve bu kadar güçlü kılan şey, kültürümüzde, tüketim toplumunda, fotoğrafın farklı kullanım alanlarıdır. Çin Halk Cumhuriyetinde, insanlar “fotoğrafik olarak” görmezler. Çinliler birbirlerinin, ünlü alanların ve anıtların fotoğrafını çekerler, aynen bizim gibi. Ama, eski püskü, her tarafı dökülen bir çiftlik evi kapısının fotoğrafını çekmek için telaşla koşuşturan yabancıları görünce de şaşırıp kalırlar. Bizdeki “pitoresk-resimsellik” kavramı onlarda yoktur. Fotoğrafı, gerçekliği –parça parka- uyarlama ve dönüştürme yöntemi olarak anlamaz ve uyarlanamaz-uygunsuz ya da değersiz maddenin varlığını reddederler. Polaroid SX-70’in şimdilerde görünen bir reklamında söylediği gibi “Durmanıza izin vermez. Aniden baktığınız heryerde fotoğraf görürsünüz”. Movius: Fotoğraf dünyayı nasıl değiştirir? Sontag: “Normal olarak” bizim deneyimimiz olmayan sonsuz sayıda deneyimi bize vererek. Son derece yanlı ve ideolojik olan deneyimlerin bir seçkisini yaparak. Bir taraftan, fotoğrafın yutup içine alamayacağı hiçbir şey yok gibi görünürken, diğer taraftan fotoğraflanamayan her ne varsa daha da az önemli olmaktadır. Malraux’un duvarları olmayan müze düşüncesi fotoğrafın sonuçlarına dair bir düşüncedir: resime ve heykele bakışımız, şimdi artık fotoğraf tarafından belirlenmektedir. Yalnızca sanat dünyasını, sanat tarihini birincil olarak fotoğraf yolu ile tanımakla kalmayız, daha da ötesinde sanat dünyasını ve tarihini bizden once kimsenin tanımadığı bir şekilde tanırız. Bir kaç ay once ilk kez Orvieto’ya gittiğimde, katedralin ön cephesine bakarak saatler geçirdim ancak bir hafta kadar sonra katedral üzerine yazılmış bir kitap aldığımda gerçekten –görmenin modern anlamı ile- katedrali görmüş oldum. Fotoğraflar, “çıplak” gözümün “gerçek” katedrali göremeyeceği bir şekilde görmemi sağladı. Movius: Bu fotoğrafın kelimenin tam anlamı ile yeni bir görme biçimi yarattığını da gösterir. Sontag: Fotoğraflar, sanat eserlerini bilgi taşıyan varlıklara dönüştürürler. Bunu da parçaları ve bütünleri eşitleyerek yaparlar. Orvieto’da bulunduğum sürede, biraz geride durarak katedralin tüm cephesini görebiliyordum ama ayrıntıları göremiyordum. Sonra biraz daha yaklaşıp 2-3 metreden daha yüksek olmayan ne varsa tüm detayları ile görebildim ama o halde iken gözümün bütünü görebilmesinin bir yolu yoktu. Fotoğraf makinesi parçayı ayrıcalıklı bir konuma yükseltir. Malraux’un da söylediği gibi, fotoğraf bir heykelin tek başına muhteşem görünen bir parçasını –bir başı, bir eli- gösterebilir ve bu on kat daha büyük olabilecek başka bir nesne ile birlikte –bir kitap formatının içinde mesela- yan yana yeniden üretilebilir ama bu sefer aynı miktarda alanı kaplar. Böylelikle, fotoğraf, ölçekleme hissimizi ele geçirir.
G Ö LG E FA N Z İ N - 9
Ama aynı zamanda zaman algımıza da garip şeyler yapar. İnsanlık tarihi boyunca hiç kimse daha önce çocukken neye benzediğine dair bir fikre sahip değildi. Zenginler, para karşılığında çocuklarının portrelerini yaptırıyorlardı ama Rönesans’tan 19. yüzyıla kadar portre resminin gelenekleri tamamen sınıf kavramı etrafında belirlenmişti ve insanlara gerçekten neye benzediklerine dair güvenilir bir fikir vermiyordu. Movius: Portreniz bazen başkasının gövdesi üzerine sizin başınızın yerleştirilmesinden ibaret olabiliyordu. Sontag: Doğru. Ve insanların büyük bir çoğunluğunun, portrelerini yaptırmaya güçleri yetemeyecek olanların, çocukken neye benzediklerine dair bir kayıtları yoktu. Bugün, hepimizin kendimizi altı yaşındayken görebileceğimiz, yüzlerimizin neye dönüşeceklerine dair birer fikir verdiği fotoğraflarımız var, ebeveynlerimiz ve büyük anne ve babalarımıza dair de benzer bilgilere sahibiz. Ve bu fotoğraflarda büyük bir dokunaklılık vardır; bu insanların bir zamanlar gerçekten de çocuk olduklarını fark edersiniz. Bir insanın kendisini ve ebeveynlerini çocuk olarak görmezi zamanımıza özgü bir deneyimdir. Fotoğraf makinesi beraberinde insanların kendileri, fiziksel görünüşleri, yaşlanmaları ve ölümlü oldukları gerçeği ile yeni ve temel olarak hastalıklı, bir ilişki kurmalarını getirdi. Bu daha once hiç var olmamış bir hastalıklı durumdu. Movius: Ama söylediklerinizde fotoğrafın bizi tarihsel olaylardan kopardığına ve uzaklaştırdığına dair yerleşmiş düşünce ile çelişen bir şey de var. Bu sabah Anthony Lewis’in New York Times taki köşesinde yer alan bir alıntıyı not almıştım. Alıntı, Harvard Üniversitesi’nin Çin-Vietnam çalışmalarında uzman bir isim Alexander Woodside’a ait. Woodside diyor ki: “Vietnam tarih bağımlısı, tarih takıntılı bir toplum olmanın çağdaş dünyadaki en saf örneklerinden birisi muhtemelen… Birleşik Devletler, tarihi sürekli olarak yok etmek isteyen, tarihsel kavramlarla düşünmekten kaçınan ve dinamizmi hafıza kaybı ile ilişkilendiren bir toplumun çağdaş dünyadaki en saf örneğidir”. Bana çarpıcı gelen nokta şu: siz de makalelerinizde, Amerika ile ilgili olarak, köklerimizden yoksun olduğumuzu ve geçmişimizin sahibi olmadığımızı ileri sürüyorsunuz. Belki de kendi fotoğrafik kayıtlarımızı tutmamızda, bu köksüzlüğümüzü bağışlatmasını umduğumuz bir itki var muhtemelen. Sontag: Amerika ve Vietnam arasındaki zıtlık daha çarpıcı bir şekilde ifade edilemezdi. 1968 yılında Kuzey Vietnam’a yaptığım ilk yolculuk sonrası yazdığım Trip to Hanoi isimli kısa kitapta, “biz onları her ne kadar kaba ve basit bulursak bulalım-Vietnamlıların tarihsel bağlantılar ve analojiler-paralellikler kurma konusundaki tarzlarından ne kadar etkilendiğimden bahsetmiştim. Amerikan saldırganlığından bahsederken, Vietnamlılar Fransızların yaptığı bir şeyden ya da Çinlilerin binlerce yıllık işgalleri süresince olan bir olaydan bahsederlerdi. Vietnamlılar kendilerini tarihsel bir süreklilik içinde konumlandırmışlardı. Bu süreklilik tekrarları da içerir. Amerikalılar, olur da geçmişle ilgili düşünürlerse, tekrarlarla ilgilenmezler. Amerikan Devrimi, İç Savaş ve Bunalım yılları gibi önemli olaylar sanki tekmiş, sıra dışıymış ya da birbirleri ile hiçbir bağlantıları yokmuş gibi ele alınırlar. Deneyimlerle farklı bir ilişki kurma yöntemidir bu: hiç tekrar kavramı yoktur. Amerikalılar tamamı ile çizgisel bir tarih anlayışına sahiptir ve tarihleri de olabildiğince çizgiseldir. Movius: Ve fotoğrafların bundaki rolü ne olacaktır? Sontag: Amerikalıların geçmişle temel ilişkisi geçmişi büyük ölçüde geride bırakmaktır. Geçmiş eylemi sekteye uğratır, enerjiyi tüketir. Bir yüktür çünkü iyimserlik duygusuna şekil verir ya da tezat düşer. Şayet fotoğraflar bizim geçmişle olan bağlantımız ise, son derece özel, kırılgan ve duygusal bir ilişkidir bu.
G Ö LG E FA Z İ N - 10
Bir şeyi yok etmeden önce fotoğrafını çekersiniz. Fotoğraf, gösterdiğinin ölümden sonraki varlığıdır. Movius: Niçin Amerikalıların geçmişi bir yük olarak hissettiğini düşünüyorsunuz? Sontag: Çünkü Vietnam’ım tersine, bu “gerçek” bir ülke değil, tam tersine uydurulmuş, zihinde kurgulanmış bir yarı-ülkedir Amerika. Çoğu Amerikalı, Amerika’ya gelme kararını geçmiş ile bağlarını kesmek üzerine vermiş göçmenlerin çocukları ya da torunlarıdır. Eğer göçmenler geldikleri ülke ya da kültür ile bağlarını bir şekilde korudular ise bile bu son derece seçici bir eylem olarak kaldı. Ana dürtü unutmaktı. Ben yedi yaşında iken hayatını kaybeden babaanneme nereden geldiğini sormuştum. “Avrupa” demişti. Altı yaşında bir çocuk için bile iyi bir cevap sayılmazdı bu. Ben de “Ama neresi, büyükanne?” dedim. Biraz rahatsız olmuş bir şekilde “Avrupa” diyerek tekrarladı. Ve bugüne kadar babamın akrabalarının hangi ülkeden göç ettiğini bilmem. Ama onların fotoğrafları bende var, kendimi içinde bulduğum, onlara dair bilmediğim ne varsa tümüne dair gizemli ıvır zıvırlara benzeyen fotoğraflar. Movius: Fotoğraflardan sanki zamanın güçlü, kontrol edilebilir, birbirinden farklı ve “düzgün nitelikli” parçaları gibi bahsediyorsunuz. Tek bir poz imgeye, hareketli imgelerden daha çok mu tutunduğumuzu düşünüyorsunuz. Sontag: Evet. Movius: Neden tek bir fotoğrafı daha iyi hatırladığımızı düşünüyorsunuz? Sontag: Sanırım bu görsel hafızanın doğası ile ilgili bir şey. Sadece fotoğrafları hareketli imgelerden daha iyi hatırlamakla kalmam. Daha da ötesinde bir filmden aklımda kalan tek karelik imgelerden oluşmuş bir derleme olur. Hikayeyi, diyalogları ve ritmi anımsayabilirim. Ama görsel olarak hatırladığım durağan görüntülere indirgediğim seçilmiş anlardır. Herkesin hayatı için de geçerlidir bu. Çocukluğumuzdan bize gelen her bir anı ya da yakın geçmişte yer almayan herhangi bir dönem bir film şeridinden ziyade durağan bir fotoğraf imgesidir. Ve fotoğraf bu görme ve hatırlama biçimini somutlaştırır. Movius: “Fotoğrafik” olarak görür müsünüz? Sontag: Elbette. Movius: Fotoğraf çeker misiniz? Sontag: Bir fotoğraf makinem yok. Bir fotoğraf müptelasıyım ama fotoğraf çekmek istemem. Movius: Neden? Sontag: Belki de muhtemelen kendimi kaptırabileceğim için. Movius: Bu kötü mü olurdu? Bu yazar olmaktan başka bir şey olmaya doğru yol almak anlamına mı gelirdi?
G Ö LG E FA N Z İ N - 1 1
Sontag: Kesinlikle fotoğrafın dünyaya yaklaşımının yazarın görme biçimi ile rekabet halinde olduğunu düşünüyorum. Movius: Ne açıdan farklılar peki? Sontag: Yazarlar daha fazla soru sorarlar. Herhangi bir şeyin ilgi çekici olabileceği varsayımı üzerine çalışmak bir yazar için zordur. Birçok insan yaşamını sanki fotoğraf makineleri varmış gibi yaşarlar. Ama birşeyi görebiliyorken, onu sözle ifade edemezler. İlginç bir olayla ilgili bilgi verirken, söyledikleri en sonunda şu ifadeye gelir dayanır: “Keşke fotoğraf makinem yanımda olsaydı”. Anlatım becerilerinde genel bir kırılma var ve çok az insan artık hikayeleri güzel bir şekilde anlatıyor. Movius: Bu kırılmanın fotoğrafın yükselişi ile aynı zamana denk düştüğüne mi inanıyorsunuz yoksa doğrudan bir nedensellik ilişkisi var mı sizce? Sontag: Anlatı çizgiseldir. Fotoğraf değildir. Şimdi çok sayıda insanın ilerleme ve hayatın geçiciliğine dair son derece gelişmiş düşünceleri var ama bir başlangıç, gelişme ve sonucu neyin meydana getirdiğini anlamıyorlar. Bitişler ya da sonuçların güvenilirliği kalmadı. Her anlatı, her psikoterapi seansı gibi, potansiyel olarak sona erdirilemez gibi görünüyor şimdi. Bu sebeple de, herhangi bir son nedensiz gibi görünür ve sadece kendi bağlamında anlamlıdır ve kendimizi rahat hissettiğimiz anlama biçimi -olayları daha büyük bir bütünün parçaları olarak ele aldığımızda- sonsuz bir potansiyele sahip. Sanırım bu hassasiyet, daha önce de bahsettiğimiz tarih kavramının yokluğu ile bağlantılı. Çoğu insanın sahip olduğu ve her şeyi kendi kişisel ilgileri ve meselelerine indirgeyen bu son derece öznel dünya görüşü beni şaşkınlığa uğratıyor ve cesaretimi kırıyor. Ancak bu, bir kez daha söylemek gerekirse, tamamı ile Amerikan tarzı bir davranış biçimi. Movius: Tüm bu konuştuklarımız özellikle de sizin öncelikle kurgu yazındaki kendi deneyiminize güvenme konusundaki isteksizliğinizle bağlantılı. Sontag: Temel olarak kendimle ilgili yazmak, yazmak istediğim şeylere varmanın dolambaçlı bir yolu gibi geliyor bana. Yazar olarak evrimim “ben” öznesi ile daha özgür olmaya ve kendi özel deneyimlerimi daha fazla kullanmaya doğru ilerlese de, benim zevklerimin, benim talihimin ya da talihsizliklerimin örnek bir karakter oluşturabileceğine ikna olmuş değilim. Hayatım benim sermayem, imgelemimin sermayesi. Ben başka hayatları sömürgeleştirmeyi severim. Movius: Yazarken bu soruların farkında mısınız? Sontag: Yazarken tam anlamı ile değil. Yazma üzerine konuşurken, evet. Yazmak, gizemli bir edim. İnsan kavram ve uygulamanın farklı seviyelerinde, son derece aşırı bir uyarılmışlık ve bilinç halinde, büyük bir naiflik ve bilmezlik halinde olmak zorunda. Aslında bu sanatın herhangi bir alanı için geçerli olabilirken, bence konu yazma olunca daha da doğru çünkü yazar –ressamın ya da bestecinin aksine- insanın sürekli içinde olduğu, yaşamını yoğurduğu bir ortamda çalışır. Kafka “Konuşma düşündüğüm her şeyin önemini, ciddiyetini ve hakikatini alıp götürür” demişti. Sanırım birçok yazarın konuşma ve dilin sıradan kullanımları sırasında kaybedilenler konusunda şüpheleri var. İnsanlar bu mesele ile farklı şekillerde başa çıkıyorlar. Bazıları nadiren konuşuyorlar. Bazılar bir gizlenme ve ifşa etme oyunu oynuyorlar, benim de, hiç şüphe yok ki, sizinle oynadığım gibi. İnsanın ortaya koyacağı o kadar çok şey var ki.
G Ö LG E FA Z İ N - 12
İnsanın kendini her ifşasında, aynı zamanda kendini gizlemesi de gerekiyor. Yazım edimine hayatını adamak bu birbiri ile uyumlu olmayan ihtiyaçların da dengelenmesini getiriyor. Ama kendini ifade yöntemi olarak yazma edimini çok kaba buluyorum. Şayet yazarken yaptığım şeyin kendimi ifade etmek olduğunu düşünseydim, daktilomu çöpe atardım. Bu düşünce ile yaşanmaz. Yazmak bundan çok daha karmaşık bir eylemdir. Movius: Bu bizi sizin fotoğraf ile ilgili belirsizliğinize getirmiyor mu? Fotoğraf sizi büyülüyor ama siz onu tehlikeli biçimde basit buluyorsunuz. Sontag:Fotoğraf ile ilgili sorunun onun çok basit olması olduğunu düşünmüyorum aksine bir görme biçimi olarak çok buyurgan. “Var” olma ile “yok” olma arasında kurduğu denge bir tavır olarak genelleştirildiğinde çok yüzeysel ve kolaycı- ki bu durum artık kültürümüzün bir parçası. Basitliğe karşı değilim. Basitlik ve karmaşıklık arasında diyalektik bir değiş-tokuş var, kendini ifşa etme ile gizleme arasında olduğu gibi. İlk doğru her durumun son derece karmaşık olduğu ve insanın düşündüğü her şeyin de bu sebeple karmaşık olacağıdır. İnsanların herhangi bir konuda –tarihsel bir olay ya da özel hayatlarında olan bir olay olsun- düşünürken yaptığı temel hata olayın ne kadar karmaşık olduğunu görememeleridir. İkinci gerçek ise, insanın algıladığı her karmaşıklığın üstesinden gelemeyeceği ve zeki, olgun, etkili ve kucaklayıcı hareket edebilmenin büyük bir basitleştirmeyi gerektirdiğidir. Bu sebeple bazen karmaşık bir algıyı aşmak için onu unutmanın-bastırmanın, ötesine geçmenin- zorunlu olduğu zamanlar vardır. Çeviren: Umut Hepvar – fotoritim.com edebiyathaber.net (7 Mayıs 2012) Bu yazı Boston Review dergisinin Haziran 1975 sayısında yayımlanmıştır. Gölge Fanzin’in 13. sayısında yer almıştır. Önemi sebebiyle tekrar yer varilmiştir. §
G Ö LG E FA N Z İ N - 1 3
ACININ GÖRÜNTÜLERİ DEĞİŞİME YOL AÇABİLİR – AMA ETİK Mİ? Bununla birlikte, aynı zamanda, fotoğraf çekme hakkına etik sınırlamalar getirilmesi gerektiğini düşünüyorum.
B
ir seri kışkırtıcı fotoğrafta, sahte yiyeceklerle kaplı süslü masaların önünde Hindistan’daki yoksul çocukların pozvermeleri sağlanmış. Ödüllü bir İtalyan fotoğraf sanatçısı Alessio Mamo, bu fotoğrafları 2011’de “Dreaming Food” adlı bir projenin parçası olarak çekti. Dünya Basın Fotoğrafları Vakfı (World Press Photo Foundation), fotoğrafları Instagram’da paylaştıktan sonra tatsız bir tartışma başlattılar. Birçoğu, bu fotoğrafları etik açıdan uygun bulmadı ve saldırgan olarak kabul etti.
M
amo, özür yazısında, Batılı bir dinleyiciye “yiyeceklerin israfını provokatif bir şekilde” gösterme arzusunu anlattı. Kültürel duyarlılıktan yoksun ve 21. yüzyıl fotoğrafçılığının etik kurallarını ihlal ettiği için saldırıya uğradı.
G Ö LG E FA Z İ N - 14
B
Şeyma Merve Kaymaz
u tür risklere rağmen, bir kamu hukuku uzmanı olarak, bu ıstırap görüntülerinin genellikle insan hakları kampanyalarının bir parçası olduğunun farkındayım. Görsel sunumda da dahil olmak üzere ifade özgürlüğü, Birleşmiş Milletler Antlaşması ve birçok ulusal anayasa tarafından korunmaktadır.
B
ununla birlikte, aynı zamanda, fotoğraf çekme hakkına etik sınırlamalar g e t i r i l m e s i gerektiğini düşünüyorum.
§
G Ö LG E FA N Z İ N - 1 5
Ahlaki Sorular Mamo’nun sözde “yoksulluk pornografisi” görselleri hakkındaki tartışmalar, bu tür soruların ilk kez ortaya çıktığı yer değildir. Böyle bir durum, Florence Owens Thompson’ın 1936 yılındaki siyah-beyaz fotoğrafı, Depresyon sırasında “Göçmen Annenin” ikonik resminde meydana gelmiştir. Fotoğrafçı Dorothea Lange,bu fotoğrafı, yoksul ailelerin yerini değiştirmeye yardım eden Yeni Deal ajansı olan Yeniden Yerleşim İdaresi için çekmiştir. Thompson, çocukları ile birlikte yoksulluk içinde yaşadı. Aile donmuş sebzeler ve avladıkları kuşlar ile hayatta kalmış. Bu fotoğrafın, sosyal refah politikaları için destek oluşturması amaçlanmıştır. Fotoğraf bazı ahlaki soruları gündeme getirdi. Lange şöhrete kavuşurken, hiç kimse kadının adını bilmiyordu. On yıl sonra Thompson’ın izi bulundu ve hikayesini anlatmayı kabul etti. Sonuç olarak, Thompson “Göçmen Anne”den yararlanmadı ve ailesini bir arada tutmak için çok çalışmaya devam etti. Sonra da dediği gibi, “Bunun dışında hiçbir şey anlamadım. Keşke resmimi çekmeseydi. … İsmimi sormadı. Fotoğrafları satmayacağını söyledi. Bana bir kopya yollayacağını söyledi. Ama o hiçbirini yapmadı.” Thompson, görüntüsünün “metalaştırılması” üzerine “acı, öfkeli ve yabancılaşmış” hissediyordu; Robert Hariman ve John Louis Lucaites güçlü görüntüler üzerinde yaptıkları çalışmalarda yazmışlardı. Thompson, Depresyon için poster çocuğuydu ve bununla gurur duyuyordu. Onun bu fotoğrafı çok yararlı oldu. Ancak, bir muhabire “Bana ne yararı var?” diye sordu. Bir Fotoğrafçının Rolü Nedir? Bir başka çarpıcı örnek ise, 1993’te Güney Afrikalı fotoğrafçı Kevin Carter’ın genç bir Sudanlı kızı ve onun hemen yanına tünemiş bir akbaba ile bir arada gösteren fotoğrafıdır. Bu simgesel görüntü, kıtlık dönemindeki çocukların sıkıntılarına odaklanarak kamuoyunun dikkatini çekmiştir. “Gözlerinde sinekler uçuşan” aç çocukları tasvir eden diğer fotoğraflardan farklı olarak, bu kişi Güney Sudan’da Ayod’daki bir yiyecek istasyonuna emekleyerek ulaşmaya çalışan savunmasız bir kıtlık mağdurunun sıkıntısını vurgulamıştır. Fotoğraf 1994’de Carter Pulitzer Ödülü’nü kazandı; ama aynı zamanda eleştiri çığını da çökertti. Carter akbabayı korkutup uzaklaştırsa da, kızı yakındaki yiyecek istasyonuna götürmemiştir. Bu kızın kaderi hala bilinmemektedir. Görselle ile ilgili eleştirel bir yazıda akademisyenler Arthur ve Ruth Kleinman sordu: Fotoğrafçı, yırtıcı kuşun çocuğa bu kadar yaklaşmasına neden izin verdi? Akrabaları neden hiçbir yerde görülmüyor? Fotoğrafçı, fotoğrafı çektikten sonra ne yaptı?
G Ö LG E FA Z İ N - 16
Ayrıca Pulitzer Ödülü’nün “isimsiz küçük bir kızın mutsuzluğu (ve muhtemelen ölümü)” nedeniyle kazanıldığını yazdı. Bazıları Carter’ı “akbaba gibi yırtıcı” olarak adlandırıyordu. Pulitzer’i aldıktan iki ay sonra, Temmuz 1994’te Carter intihar etti. Kendi zorlu kişisel koşullarının yanı sıra, intihar notunda, tanık olduğu bu ıstırabın onun hayatına musallat olduğunu yazmıştır. Hayır İçin Fotoğraflar Kuşkusuz kıtlık, yoksulluk ve felaketlere dikkat çekilmesi için eylemlere ihtiyaç vardır. Bilim insanı David Campbell’ın da belirttiği gibi gazetecilerin zorlu görevi, halk tepkilerini, çok geç olmadan harekete geçirmektir. Bu felaketlere, insan hakları uzmanı Thomas Keenan ve diğerlerinin “utançları harekete geçirmek” olarak adlandırdıkları şekilde, devletler ve yardım kurumları tarafından hızlı müdahalede bulunulmasını gerektirmektedir – bu, devletlerin harekete geçmeleri ve korkunç şartlardan onları kurtarmaları için baskı uygulayan bir yöntemdir. Görüntüler kullanıldığında böyle bir çaba genellikle daha etkilidir. Londra merkezli yeni bir insan hakları örgütü olan Afrika Haklarının ortak direktörleri olan Rakiya Omaar ve Alex de Waal şuna işaret ediyorlar: “Açlık görüntülerini seçici bir şekilde sunmak için en saygın mazeret, bizim hayırseverliğimizi ortaya çıkarmak için gerekli olduğudur.” Gerçek şu ki, bu görüntülerin bir etkisi var. Amerikalı bir fotoğrafçı olan James Nachtwey, Somali’deki kıtlığın fotoğraflarını çektiğinde, tüm dünyaayağa kalktı. Kızıl Haç, kamu desteğinin İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük operasyon olduğunu söyledi. Carter’ınfotoğrafıileaynı etki ileSudan’a yardımın canlandırılmasına yardımcı olmuştur. Bununla birlikte, Campbell’in de belirttiği gibi, medya ilgisikıtlığın bir ikonografisi veya Afrika gibi “uzak” yerlerde açlık çekenlerin fotoğraflarıyla olumsuz stereotipleri pekiştirebilir. Campbell, bireylerin Kleinmans’ın “ideolojik olarak Batı tarzı” dediği şeyleri insanlara sunmaya devam ettiğiniöne sürer. Bu çerçevede birey, bağlamdan kopuk, genellikle yalnız ve bağımsız hareket etme yeteneği olmadan ortaya çıkar. Değişen Gösterimler Farklı bağlamlardaki görüntülerin gücüne dair daha fazla farkındalık, STK’lar ve gazetecilere “acıma politikasından” “haysiyet politikasına” geçme konusunda baskı uyguladı. 2010 yılında Uluslararası Af Örgütü,çekilen acılarıgösterengörsellereilişkin kurallar yayınladı. Save the Children (Çocukları Kurtarmak) ayrıca dünyanın çeşitli yerlerinde görüntü ahlakı üzerine araştırmalar yaptıktan sonra bir el kitabı hazırladı. Açık kurallar,kişilere poz verdirmemeyi, çıplaklıktan kaçınmayı ve anlatının görsel olarak sunulması gerektiğine dair fikirlerikonusunda kişilere danışılmasını kapsar.
G Ö LG E FA N Z İ N - 1 7
Başlıca bir mesele, bazen bir görüntüyü düzenlemek içinöznelerinve sahnenin nasıl manipüle edilebileceği olmuştur. Bunun yansıttığı, fotoğraflardaki bazı öznelerin istikrarsız durumuna daha fazla duyarlılık gösterme arzusudur. Ancak konuşmak, yapmaktandaha kolay. Uzak acıların röntgenci yorumunun rahatsız edici olduğunu kabul etmek, bu uygulamanın sona ereceği anlamına gelmez. Asıl zorluk en nihayetinde, dünyaya “acınacak” kurbanlar sunan etik olarak sorunlu görüntülerin, genellikle kamuoyunun dikkatini çeken unsurlar olmasıdır. Sonunda, çoğu fotoğrafçıların kendileri için belirledikleri sıkı etik standartlarabağlı kalıyorlar. Hatırlamaları gereken şey, çoğu zaman, iyi niyetlerin,çekilen acıların sorgunabilirgörüntülerin kullanımını haklıçıkarmadığıdır. Yazar: Muhammad A Sayeed Çevirmen: Şeyma Merve Kaymaz Kaynak: https://theconversation.com/images-of-suffering-can-bring-about-change-but-arethey-ethical-100809
G Ö LG E FA Z İ N - 18
TABULARI DEVİREMEZSE DE KEMİRECEĞİ KATİ BİR FOTOĞRAF PROGRAMI PEK YAKINDA YAYINDA! Bölümler; https://www.facebook.com/cenkmiratpekcanatti adresinden yayımlanacaktır. “Deviremediğin tabuyu kemireceksin... “
TAKİPTE KALIN! G Ö LG E FA N Z İ N - 1 9
ÇEVİRİ: - A SMALL VOICE: CONVERSATIONS WITH PHOTOGRAPHERS, BÖLÜM: 135, SABİHA ÇİMEN Ben Smith
Belgesel fotoğrafçı Sabiha Çimen, 2020 Canon Kadın Foto Muhabiri Ödülü sahibi. ‘Hafız: Kuran’ın Muhafızları’ projesi Sabiha için çok şey ifade ediyor. Çünkü çocukken ikiz kız kardeşi ile birlikte İstanbul’da bir Kuran kursuna gittiler.
G Ö LG E FA Z İ N - 20
Sabiha Çimen, (1986 - İstanbul) Alaylı bir fotoğrafçıdır. Daha ziyade İslam kültürü, portre ve still-life fotoğrafçılığı üzerine odaklanmış. Kendini bir 28 Şubat mağduru olarak tanımlıyor. Yasaklar sebebiyle açık öğretim lisesinden mezun olmuş. Ardından aynı sebeple üniversite öncesinde eğitimine 3 sene (kimi kaynaklara göre 4 sene) ara vermiş. 5 yıl boyunca Özgürder’de fotoğrafçı olarak çalışmış. Haksöz’de fotoğrafları ve bazı yazıları yayınlanmıştır. Sabiha Çimen,, İstanbul Bilgi Üniversitesi ‘Uluslararası Ticaret ve İşletmecilik’ bölümünden mezun olmuş. Bu bölümde eğitimine devam ederken, Erasmus’a giden ablasının peşinden fotoğraf eğitimi almaya bir sene Edinburgh’a gitmiş. Lakin bu konuya dair fazla bir ayrıntı bilinmiyor. Ardından ‘Kültürel Çalışmalar’ alanında Yüksek Lisans eğitimini tamamlamış. Fotoğraf öyküsünü içeren maduniyet çalışmaları üzerine yaptığı yüksek lisans tezi ‘Simüle Bir Ülke Olarak Türkiye’ başlığını taşımaktadır. Bu çalışması, Cambridge Scholars Publishing* tarafından 2019’da yayınlanmıştır. *Cambridge University Press herhangi bir ilişkisi bulunmayan, akademik yayınlar basan bir ‘yağmacı yayınevi’dir. Genellikle Ortadoğulu yazarlar tezlerini kitaplaştırmak için bu yağmacı yayınevini kullanıyorlar. Yağmacı yayınevlerinden çıkan çalışmalar akademik yükseltmelerde kullanılamamaktadır. Diğer yağmacı yayınevleri için Beallslist’i aşağıdaki bağlantıdan inceleyebilirsiniz. https://beallslist.net/ 2017’ yılından beri ‘Hafız: Kuranın Muhafızları’ adlı projesi için Türkiye’de 5 farklı şehri dolaşarak, orta format makinesiyle portreler çekiyor. Bu proje ile 2018 yılında World Press Photo Foundation’ın ‘Joop Swart Masterclass’ına katılmış, ‘2019 World Press Awards Uzun Vadeli Proje’ kategorisinde 2.lik, ‘PH Museum’s Women Photographers Grant’te ise 3.lük ödülü almış. Sabiha, Magnum Photos’un adı açıklanan son beş yeni aday adaylarından biri. Kısa süre önce, Hafız projesinin çalışmalarına devam etmek için kullanacağı, ‘2020 Canon Female Photojournalist Grant’e layık görüldüğü açıklandı.
G Ö LG E FA N Z İ N - 2 1
©Sabiha Çimen, 2011, İslami Okullar ve Sene Sonu Müsamereleri Serisinden, Sandalyesiz İzleyici
Bu Bölümde Konuşulan Konu Başlıkları:
Röportajda Adı Geçenler:
• Neden Henüz Bir Kişisel İnternet Sitesi Yok?
• Tanya Habjouqa
• Projesi; ‘Hafız: Kuran’ın Muhafızları’
• Jason Eskanazi
• Türkiye’deki Başörtüsü Yasağı Hayatını Nasıl Etkiledi?
• Paul Klee. Angelus Novus.
• ‘Kentli Mülteciler’ Projesi ve Bu Projeyi Neden Geceleri Çekti? • Maduniyet Çalışmaları Üzerine Yaptığı Yüksek Lisans Tezi (1.Bölümün Sonu) • WPP Foundation Joop Swart Masterclass’a Katılışı • World Press Photo Ödüllerinde Aldığı İkincilik Derecesi • Sevdiği Fotoğrafçılar Kimler? • Yeni bir Magnum Photos Aday Adayı Olma Konusundaki Düşünceleri G Ö LG E FA Z İ N - 22
• Walter Benjamin • Philip Montgomery • Ksenia Kuleshova • Tasneem Alsultan • Sohrab Hura • Valentina Piccinni ve Jean Marc Caimi • Andres Gonzalez, Amerikan Origami
Ben Smith: Pandemi halen sürerken, şimdilerde İstanbul’da durumlar nasıl? Sabiha Çimen: Haziran… Temmuz gibi durum iyi... sayılarda artmıyor gibiydi. Günlük tablolara göre durum stabildi. Bu günlerde rakamlar yeniden artışa geçti. Evet, halen maskelerimizi takmaya devam ediyoruz ve çok dikkatliyiz. Turistler nadiren İstanbul’a geliyorlar. Evet, pandemiyi yaşıyoruz. Ben Smith: Normalde İspanya’ya giden İngiliz turistlerin, şimdilerde Türkiye’ye geldiklerini duydum. Çünkü sanırım burada karantina altına alınmak zorunda değiller? Sabiha Çimen: Türk Hükûmetinin bu konuda neden bu denli katı olduğunu anlayamıyorum. Bunu, burada söylemek ne kadar doğru bilemiyorum ama kamuoyuyla gerçek rakamları paylaştıklarını zannetmiyorum. Ben Smith: Bu muhtemelen doğru... Her yer için de geçerli... Evet, daha başka… geçenlerde Tanya Habjouqa ile konuşuyordum. Onu tanıyorsun, öyle değil mi? Sabiha Çimen: Evet, tanıyorum. Ben Smith: Onunla Beyrut için düzenlediği baskı satışından bahsedeceğiz. Sanırım sende... Sabiha Çimen: Bende dahilim... Ben Smith: Bu harika! Sabiha Çimen: Her şeyi biliyorsun... Ben Smith: Evet biliyorum. Aslında bilmiyorum. Biliyor musun? Yarın Tasneem Alsultan ile konuşacağım. Tasneem’i tanıyor musun? Sabiha Çimen: Evet, tanıyorum. Word Press Photo, Joop Swart Masterclass’ta beraberdik. Oradan arkadaşım... Ben Smith: Bu harika! Yarın onunla sohbet edeceğiz. Sabiha Çimen: Ne zaman ilan edecekler? Aslında Tasneem şimdi yazdı. Paylaştığı postta beni de tagledi, ardından da sildi. Sanırım bu baskı satışını şu anda açıklıyorlar. Bunun bir parçası olmaktan ötürü mutluyum. Hoş bir şey! Ben Smith: Evet bugün duyuracaklar... ve bende Tanya ile bunun hakkında konuşacağım. Sabiha Çimen: Bu harika! Ben Smith: Peki şu sıralar ne yapıyorsun? Korona Virüsü olmasaydı ne yapardın? Yine İstanbul’da olur muydun?
G Ö LG E FA N Z İ N - 2 3
Sabiha Çimen: Hayır, muhtemelen New York’ta olurdum. New York’a gitmeyi planlıyordum. Çünkü kocam Jason Eskenazi yılın bir yarısı orada, diğer yarısındaysa burada yaşıyor. Henüz bir yıldır evliyiz. Onunla birlikte yaşamak için 6-7 aylığına oraya gitmeyi planlıyordum. Korona Virüsü sebebiyle uçuşumuza bir hafta kala her şey iptal oldu. Bizde burada (İstanbul) kaldık. Neyse ki fotoğraflamayı düşündüğüm her şey bu ışıkta… Türkiye’de… Bu yüzden belki de hayırlısı bu oldu. Bilemiyorum... Ben Smith: Jason, New York’ta mı? Ayrı mı düştünüz? Sabiha Çimen: Hayır. Burada… O da Korona’dan ötürü seyahat edemedi. Bizde birlikte burada kaldık. Ben Smith: En azından birliktesiniz... Sabiha Çimen: Evet, en azından birlikteyiz. Ben Smith: Virüs yüzünden ayrı kalmadınız. Biliyorum birçok dinleyicim onun (Jason Eskenazi) işlerini takip ediyorlar. O da harika bir fotoğrafçı. Ben onun işlerinin hayranlarından birisiyim. Sabiha, sen ilginç bir şekilde hakkında pekte bir şey bilmediğim birisin. Bir kişisel internet siten dahi yok. İşlerini sergileyeceğin bir siteyi yakında görebilecek miyiz? Sabiha Çimen: Çok yerinde bir tespit. Evet… evet... Bir internet sitem yok. Bir albümüm yok. Bu sektörde oldukça yeniyim. Fakat albümüm yayınlandıktan sonra… yakında kişisel internet sitem faaliyete geçecek. Fotoğraflarımın hepsini birden internette yayınlamak istemiyorum. Basılmadan önce onların internette yayılmalarını istemiyorum. Yani öncelikle basılacaklar. Ambargo altındalar... Bende fotoğraflarımı ve diğer şeyleri internette yayımlamak için bu sürecin tamamlanmasını bekliyorum. Bir şekilde bunları daha önce organize edemedim. Tasneem de beni “Yapmalısın canım!” diyerek sürekli dürtüyor. Sürekli ısrar ediyor. Ben Smith: Evet, pekala... açıkçası bu alışılmadık bir durum çünkü hemen herkesin işlerini paylaştıkları bir internet sitesi var. Lakin senin de bir siteye sahip olmamakla ilgili iyi bir sebebin var gibi görünüyor. Bu çok mantıklı. Ama şimdi gördün. Sabiha Çimen: Bu benim ana projem ve tabi ki yüzlerce fotoğrafım var. Bunların altında adım olacak şekilde İnternet üzerindeki bir platformda yayımlanmasını elbette isterim. Fakat basılmadan önce tüketilmelerini de istemiyorum. Ben Smith: Neyin basılacağını ve bunun ne vakit olacağını söyleyebilir misin? Bir fotoğraf kitabından mı bahsediyorsun? Yoksa başka bir şeyden mi? Sabiha Çimen: World Photo Press’i kazandığım Kur’an kurslarındaki kızların yaşamından kesitler sunan; ‘Hafız: Kur’an’ın Muhafızları’ 2021 yılı sonunda bir kitaba dönüştürmeyi planladığım ana projem... Bu projem ana akım dergiler tarafından 1 yıldır ambargo altında. Bundan ötürü çok fazla görülmelerini sağlayamadım. Sadece bazıları online platformlarda görülebildi. Bu yüzden bir İnternet sitesi yapamadım. Elbette başka projelerim, rastgele tekil fotoğraflarım da var. Bilemiyorum. Hazır olduğumu düşünmüyorum. Ayrıca bunun gerçekten ama gerçekten de şart olduğunu düşünmüyorum. Özellikle Magnum Photos aday adaylığımın açıklanmasının ardından, birçok insan bana bir internet sitem olup, olmadığını sıklıkla soruyorlar. Sormakta da haklılar...
G Ö LG E FA Z İ N - 24
©Sabiha Çimen, Kentli Mülteciler, 2014 Ben Smith: Bunlar hakkında belli ki konuşacağız. ‘World Press Photo Uzun Soluklu Projeler’ dalında ikincilik ödülü aldığın proje hakkında konuşmak istiyorum. Bu büyük bir başarı ve önemli bir kategoride kazanılan... büyük bir ödül. Ve şu anda Magnum’a aday adayı olan küçük bir grubun içindesin. Tüm bunlar için seni tebrik ediyorum. Sabiha Çimen: 2 önemli ödül geliyor. Ben Smith: Gerçekten mi? Bu harika! Sabiha Çimen: Bilmiyorum… acaba şimdi bahsetmeli miyim? Ben Smith: Bu ne zaman açıklanacak bir haftaya kadar mı? 10 gün? Sabiha Çimen: 10 gün… Evet. (bip sesi - Sabiha Çimen’in hakkında konuştuğu ödülün adı biplenmiş.) Ben Smith: Bu harika! Sabiha Çimen: Ardından bu yıl Canon Female Photojournalist Grant’i almaya hak kazandım. Bu sene benim senem…
G Ö LG E FA N Z İ N - 2 5
Ben Smith: Dur… dur… Diğer insanlarında kazanabilmeleri için yarışmalara katılmayı bırakmalısın. Bırakmalısın... Sabiha Çimen: Evet. Muhtemelen bu hafta her ikisini de açıklayacaklar. Bu hafta duyurmaları gerekiyor. Ben Smith: Bunların hepsini bir anda elde etmek gerçekten de inanılmaz bir başarı... Sabiha Çimen: Teşekkür ederim. Ben Smith: Hemde daha sadece birkaç büyük proje yapmış olmana rağmen... Sanırım bu daha ziyade şimdi bahsedeceğimiz projenin (Hafız: Kur’an’ın Muhafızları) tanınmasıyla gerçekleşti. Sabiha Çimen: Evet, Kuran kursu kızları... Ben Smith: Evet, biraz senin deneyimin hakkında konuşalım. ‘Kur’ân’ın Muhafızları’ ne hakkında? Sanıyorum küçük bir kız olarak seninde tecrübe ettiğin bir deneyimdi bu öyle değil mi? En güzeli bunu kendi sözlerinle sen bize biraz daha açıklayabilir misin? Bunlar Türkiye’deki genç kızların Kur’an öğrenmeleri için gönderildikleri okullar, öyle değil mi? Sabiha Çimen: Elbette. Kızlar için Kur’an kurslarından, Türkiye’nin dört bir yanında binlerce var. Hem kızlar hemde erkekler için… ama çoğunlukla kızlar için… Kızlar ana gerekçe olarak Kur’an’ı öğrenmek üzere bu kurslara katılıyorlar. Kur’an’ın 604 sayfası var. Hatırladığım kadarıyla bu sayfalarda 6000’in (Kur’andaki toplam ayet sayısı 6236’dır. Kaynak: Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı) üzerinde ayet bulunuyor. Kızlarda bunları ezberlemeye çalışıyorlar. Kabiliyetlerine bağlı olarak bu ortalama 3-4 yıl sürüyor. Bu süreç tam bir özveri, disiplin ve dikkat gerektiriyor. Başka hiçbir şeye odaklanmadan kapasitelerinin elverdiği ölçüde Kur’an’ı ezberlemeleri gerekiyor. Bu maksadın dışında da kurslara gidenler oluyor. Mesela güzel Kur’an okumak için… Çünkü Arapça… başka bir alfabe… hızla okuyabilmek ve okudukların anlamını bilmek istiyorlar. Farklı... başka gerekçeler, lakin ana neden Kur’an’ı ezberlemek. Bu aslında bir yandan da benim hikayem... Bende 12 yaşındayken ikiz kardeşimle birlikte 3 yıl boyunca İstanbul’daki bu tür okullardan birine gittik. Kardeşimle birlikte kursa gittiğimiz bu süreçte sınıf arkadaşımız olan kızlar, mezun olduktan sonra bu kurslarda idareci oldular. Kur’anı ezber ettiler. Ben beceremedim. Başarılı olamadım. Sürekli ceza alıyordum. Disiplinsizdim. Berbattım. Punk kıyafetler giyiyordum. Asiydim. Ben Smith: Ooo, evet... Tamam. Sabiha Çimen: Bunu gerçekten de yapmak isteyen kızlar vardı. Bu adanmışlığa sahiptiler. Bazı kızlarsa diğer tüm öğrenciler gibi sadece okulu asmanın peşindeydiler. Bu sadece Kur’an kurslarıyla ilgili değil, aslında seküler okullarda da oluyor. Yani her yerde söz konusu... o zamanki sınıf arkadaşlarım şimdilerde bu Kur’an kurslarında ya eğitmen oldular ya da idareci... Bende bu iletişim ağını kullanarak, mevcut fotoğrafçı kimliğimle geri dönerek bu yerleri fotoğraflamak istedim. Çalışmam kapsamında bu yerleri yeniden tasvir etmek istedim. Bu arada bu bir tür yatılı okul... kızlar orada kalıyorlar. Bu da oldukça önemli... haftada.. hatta belkide 15 günde ya da ayda bir eve gidebiliyorlar. Doğudan batıya doğru değişiyor... Örneğin; İstanbul ve Kars arasındaki fark gibi... kurallar ve sıkı yönetim değişiklikler gösterebiliyor.
G Ö LG E FA Z İ N - 26
©Sabiha Çimen, 15 yaşında utangaç bir kız yüzünü bir palmiye yaprağı ile kapatmak istedi. Kuran kursundaki 1. yılı - İstanbul
Ben Smith: O zaman sizinde oldukça dindar bir yetiştirilme tarzınız oldu? O okula gittiğinize göre bu ailenizin oldukça dindar Müslümanlar olduğunu gösteriyor. Yoksa bu genel olarak normal… (Sabiha Çimen lafa giriyor.) Sabiha Çimen: Evet, ailem (çn: İsmailağa cemaatine yakınlığı bilinen) oldukça muhafazakar bir aile. Bende Müslümanlığı yaşıyorum. Ben Smith: Sanırım sen geçmiş deneyimini yeniden yaşamak istedin. Peki bu nasıldı? Açıkçası, bu yerlere nasıl erişebildiğini şimdi açıkladın. Bu sana sormak istediğim başlıca sorulardan biri, kızlar tarafından nasıl karşılandın? Hoşgörülü şekilde karşılayıp, varlığını kabullendiler mi? Yoksa bir şekilde güvenlerini kazanman gerekli oldu mu?
G Ö LG E FA N Z İ N - 2 7
Sabiha Çimen: Bu oldukça güzel bir soru. Oraya giderken başta orada kalmayı planlıyordum ve onlarla kişisel ilişkiler kurmayı tasarlamıştım. Fotoğraf makinemi ortaya çıkarana kadar güvenlerini kazanıyorum. Onlarla sürekli iletişim halinde oluyorum. Onları tanımaya çalışıyorum. Tüm Kur’an kurslarında bir mescit bulunur. Mescit, zemini halıyla kaplı çok büyük bir dua odasıdır. Tüm kızlar orada dua ederler. Namazlarını eda ederler. İlk olarak mesela Türkiye’nin doğu taraflarındaki örneğin; özellikle Kürt öğrencilerin bulunduğu fiziksel koşullarını bilmediğim okullara gittiğimde önce mescide gidiyorum... büyük dua odasına... Öğretmenlerinde yardımıyla mikrofonda kendimi tanıtıyorum. “Merhaba kızlar! Ben bir fotoğrafçıyım. 15 yıl önce sizlerden biriydim. İkiz kardeşimle birlikte Kur’an kurslarında eğitim aldım. Burada bir araya gelip, Kur’an’ı ezberlemenin zorlu bir süreç olduğunu biliyorum. Fakat yıllar sonra bu çok hoş hissettiriyor.” Onlara samimi, onları anladığımı ve empati kurabildiğimi hissettiren hoş bir konuşma yapıyorum. Sahnedeyken onların yüzünden her şeyi anlayabiliyorum. Kimi gülümsüyor. Kimi ‘Sen kimsin ki şimdi elinde bir fotoğraf makinesiyle bizim okulumuza geliyorsun’ dercesine sinirli bir biçimde bana bakıyor. Onların yüzlerinden bunu okuyabiliyorum. Ve bir süre sonra fotoğraf makinemle bir hafta boyunca koridorlarda olacağımı söylüyorum. “Sizleri tanımak istiyorum. Birlikte uyumak istiyorum. Tabii ki sizde bunu isterseniz. Sizleri zorlamak istemiyorum. Bu sizin hayatınız.” Bana yaklaşıyorlar, çünkü dışarıdan gelen birisi onlar için; çok hoş. Bu onlar için ağır yükümlülüklerinden uzaklaşacakları bir tatil… bir kaçış noktası oluyor. Benimle birlikte zaman geçirmekten hoşlanıyorlar, ki bende buna bayılıyorum. Her biri ayrı bir karakter, inanılmaz kızlar, inanılmaz derecede yaratıcı kadınlar. Onların öykülerini dinlemeyi seviyorum. Her şeyi akışına bırakıp, ilişki kuruyoruz. Ardından fotoğraf makinemi çıkararak tepkilerini görmeye çalışıyorum. Oldukça arkadaş canlısılar... Fotoğraflamayı seviyorlar. Her birinin Instagram hesabı var. Yüzlerini ifşa ediyorlar. Bazen profesyonel bir fotoğrafçıyla karşı karşıya geldiklerinde ise korkuyorlar. Ailelerinden, ağabeylerinden, babalarından ve toplumun tepkilerinden çekiniyorlar. Fakat her nasılsa, sonunda kendi talepleriyle onları fotoğraflamamı istiyorlar. Gerçekten de çok samimi... Ben Smith: Evet… bu çok güzel… evet. Bu çok önemli. Seni kabullenecekleri ve güvenecekleri noktaya gelmek sürecin en önemli kısmı... Senin geçmişteki kişisel tecrüben nasıldı? O zamanlarda sen nasıl hissederdin? Orada olmak hoşuna gider miydi? Sabiha Çimen: Hımm… evet… belki de ben bu konuda sağlıklı bir örnek olmayabilirim. Belki de öyleyimdir. Tam olarak bilemiyorum! Benim kişisel tecrübemi yaşadığım süreçte ben sürekli olarak ikiz kardeşimle, en iyi arkadaşımla birlikteydim. Bir Kur’an kursunda en iyi arkadaşa… ruh arkadaşına sahip olmak çok hoş bir şey. Yatılı bir okulda bu sizi güçlü kılıyor. Çok sıkı kurallar var. Kendi tecrübe sürecimde bazen gitmek bazense gitmemek istiyordum. Çünkü ben tam olarak onlar gibi değildim. Belki duymuşsundur, o zamanlarda Türkiye’de türban yasağı vardı. Çok sıkı bir türban yasağı vardı. Müslüman kızların üniversitelerde eğitim görmesi yasaktı. Avukat olamıyorlardı. Sosyal alanlarda var olmalarına müsaade edilmiyordu. Bundan ötürü 4 yıllık bir kaybım var. Bu yüzden liseyi bırakmak zorunda kaldım. Sistematik eğitimi bırakmak zorunda kaldım. Evde eğitim aldım. Bu zaman zarfında Kur’an kursu benim hayatıma bir tür eğitim alternatifi olarak girdi. Fakat tüm Müslüman kızlar, yatılı ya da yazlık Kur’an kursu gerçeği ile yüzleşiyorlar. Sıkı ya da görece daha yüzeysel biçimde hepimiz bu eğitimden geçiriliyoruz. Benim Kur’an kursu tecrübem, türban yasağına denk geldiğinden ötürü benim için biraz travmatikti. Liseye gitmek isterken, kendimi Kur’an kursunda bulmuştum. Hoş Kur’an kursunu seviyordum. Şayet bu kurslara gitmeseydim, böylesi hayatların yaşanmakta olduğunu nasıl bilebilirdim? Nihayetinde şimdi bu benim kişisel öyküme dönüştü. Gerçekten de dinimi seviyorum. Kur’an öğrendim. Ayetleri belledim. Bu eğitim sürecini seviyordum. Sürece dair hayal kırıklıklarım yok. Bu dinimin ve hayatımın bir parçası... Bu anlamda bazen o zamanları özlüyorum. Kızları ve onlarla beraber ibadet edişimizi… inanılmazdı.
G Ö LG E FA Z İ N - 28
©Sabiha Çimen, Gençler Konuşuyor. Genç kızlar hafta sonu planlarını konuşuyorlar - İstanbul Kur’an kursunda yaptığımız şeyler, mesela benim disipline gitmeme sebep olan hatalarım… bir şeklide bazen o zamanları özlüyorum. O zamanları güzel hatırlıyorum ve o zamanları aklımda kaldığı şekilde fotoğraflamak istiyorum. Ben Smith: Evet. Bana kalırsa bunu başarmışsın… hayatın tuhaf bir evresi... özellikle genç bir kız için… Bu fotoğrafların birçoğunda karşımıza çıkıyor. Tuhaf zamanlar… Belki bu konuyu tekrar konuşuruz. Fakat tekrar senin öyküne dönecek olursak, sanırım ‘Uluslararası Ticaret ve İşletmecilik’ alanında üniversite eğitimi aldın. Fotoğrafla en ufak bir alakası yok. Finansla ilgili bir alanda çalıştın mı yoksa böyle bir şey hiç olmadı mı? Sonrasında mastır yaptığını biliyorum. Tüm bunlar nasıl sonuçlandı? Sabiha Çimen: Türban yasağı boyunca evde eğitim aldım. Türban yasağı sonrasında ticaretle ilgilenmeyi düşündüm. O anda ki mevcut durumla başa çıkmaya çalışıyordum. Tamam mı?
G Ö LG E FA N Z İ N - 2 9
Ben Smith: Elbette. Harika. Sabiha Çimen: 2004 (Diğer bazı kaynaklarda bu yıl 2002 olarak yer almış.) yılında dinsel sebeplerden ailece gittiğimiz Suudi Arabistan, Mekke’de ilk dijital fotoğraf makinemi aldım. Üniversiteye gidemediğimden ötürü alternatif bir şeyler yapmak istedim. Bir şeyler öğrenmek istedim. Sanat eğitimi almak… fotoğraf eğitimi almak… bu içimden gelen bir şeydi. Kendimi ifade etmek istiyordum. Bende kendime bir makine aldım. Bir çeşit günlük tutar gibi fotoğraflar çekiyordum. En azından kendi başıma bir şeyler yapmak istiyordum. 4 yıl sonra, 2006 yılında annemi kaybettim. Kendisi kanserdi. Son aylarında bana ve ikiz kardeşime, bir başörtülü kız olduğunu ve üniversite sınavına girmesine izin verildiğini söyledi. Bize “Sizde deneyin kızlar” dedi ve kısa bir süre sonra aramızdan ayrıldı. Bu konuşması bizim aklımızda takılı kaldı. Ben ve ikizim oldukça liberal, Amerikanvari bir okul olan İstanbul Bilgi Üniversitesi’ne kabul edildik. Her türden insanı kabul ediyorlardı. Kızları... erkekleri… Türbanlı Müslümanları… Çok serbesttiler… Bir şekilde türban yasağını deliyorlardı. Oraya girdik. 4 yıllık koca bir kaybım vardı. İstediğim bölümü kazanabilmek için gerekli puanları nasıl alabilirdim? Bilinçsizdim. Gerçekten de bunun için çok sıkı çalıştım ve ‘Uluslararası Ticaret ve İşletmecilik’ bölümüne girdim. Babam bunu çok istiyordu. Bana “Bu bölümde okumalısın” dedi. Bilemiyorum kendisi bir iş adamı olduğundan ötürü belki de bu onun için oldukça mantıklıydı. Bende bu bölümde okudum. Ancak bu alanda faaliyet göstermedim. Bölümü güç bela... ama gerçekten de zar zor bitirdikten sonra, ‘Kültürel Çalışmalar’ alanında master eğitimi almaya başladım. Bu alanda kendimi yeniden keşfettim diyebilirim. Çünkü disiplinler arası bir bölümdü. Tarih vardı... felsefe, sosyoloji, psikoloji ve sanat vardı. Bu master programı sürecinde geçmişte kaybettiğim tüm yılları telafi ettim. Boşa geçen yıllarımı telafi edebilmek için çok sayıda ders seçtim. Ben Smith: O zamanlarda master için bu bölümü seçmenin ardında, boşa geçen süreci telafi etmek fikrin vardı. Karakter olarak bağımsızlığına çok önem veriyorsun. Peki fotoğrafçılık?... potansiyel bir kariyer seçimi olarak fotoğrafçılık senin için ne vakit ciddileşmeye başladı? Sabiha Çimen: Evet, bu da güzel bir soru. Hasselblad fotoğraf makinemi aldıktan sonra profesyonel olarak düşünmeye başladım. Evet bundan önce de başka bir proje yapmıştım ama beni yansıtmıyordu. 2014 ya da 2015 yılında kullanılmış, 2.el bir Hasselblad aldım. Filmli fotoğraf makinesine geçtiğimde kolaylıkla duygularımı aktarabildiğimi hissettim. Bir şekilde vücudumun bir parçası haline geldi. Gerçekten makineye bağlandım. Neyi aktarmak istiyorduysam, bunu kolaylıkla yapabildim. Birlikte iyiydik. Ardından bu işe kendimi adadığımı… yoluma bundan sonra fotoğrafçılıkla devam edeceğimi hissettim. Tabi ki bundan önce de... 2012’de... Suriye’den Türkiye’ye kaçmış, dul Suriyeli kadın mültecilerle ilgili bir portre projesi üzerinde çalıştım. Oldukça entelektüel kadınlar... Örneğin; Dermatolog, doktor… işlerini ve tüm varlıklarını kaybetmiş ve Suriye’den Türkiye’nin kuzey kesimlerine kaçmışlar. Aynı zamanda dullar, eşlerini yitirmişler. Kebapçılarda, kuaförlerde çalışıyorlardı. Hayatları ilgimi çekti. Onların portrelerini bir dijital Canon ile çektim. Sonrasında kendimi çok geliştirdim. Onlar benim erken dönem çalışmalarımdı. Kendimi keşfediyordum. Ben Smith: Evet. Tabi ki… Bu senin mültecilerle ilgili bir çalışmandı. Bu fotoğrafları geceleri çekmeyi tercih ettin. Ve söylediğin üzere bu bir portre projesiydi. Geceleri çekim yapmanın ardındaki düşünce neydi? Sabiha Çimen: Evet, bu da güzel bir soru… Bilirsiniz Paul Klee’nin ‘Tarihin Melekği’ adında bir tablosu var. Bu meleğin suratı şimdiye... geleceğe bakar. Gözleri ise geçmişe dönüktür. Walter Benjamin bundan bir yazısında bahseder, ayrıca bu resmi ben çok severim. Maduniyet Çalışmaları üzerine master tezimi yazarken, Paul Klee’nin bu işiyle ilgilendim. Aralarındaki bağlantı...
G Ö LG E FA Z İ N - 30
©Sabiha Çimen, Kuran Okulu’na yeni öğrenci olan Elif (9), hayatında ilk kez tesettür giyiyor. - Rize Suriyeli kadınlarda İstanbul’un keşmekeşine dahil olmak için koşturuyorlar... nasıl desem? sistemine dahil olmak işin koşturuyorlar ama vücutları şimdiye bakarken, onların da gözleri ve zihinleri sürekli geçmişteydi. Bu resim bana Suriyeli kadınları hatırlattı. Bu kadınlarla çalışırken, tezimi Walter Benjamin’in Paul Klee’nin bu başyapıtı hakkındaki düşünceleri üzerine kurdum. Mastır tezimi maduniyet çalışmaları hakkında hazırladım. Fotoğraf ve metinleri bir araya getirdiğim bu çalışma; Cambridge School Publish tarafından bir kitap olarak basıldı. Bunun ardındaki düşünce buydu. Ben Smith: Kitabın adı ‘Turkey as a Simulated Country’ Sabiha Çimen: Rüyaya benzer bir ülke…
G Ö LG E FA N Z İ N - 3 1
Ben Smith: Bunun ne demek olduğunu açıklayabilir misin? Tam olarak anlayamadım. Sabiha Çimen: Kaçtıkları bir ülke var. Fakat burası bir şekilde onlar için bir simülasyon. Gerçek değil… İşleyen bir sistem var ama ne kadar isteseler de bunun içine bir türlü dahil olamıyorlar. Bu onlar için bir simülasyon... Bu simülasyonu vurgulamak istedim. Fotoğraf tekniği olara,k karanlık saatlerde ve flaş ışığıyla çalışmayı tercih ettim. Çünkü onları gün ışığında fotoğraflayabileceğimi düşünmüyordum. Onların hayatları böyle fotoğraflanmalıydı. Bir tür simülasyon gibi... Orada bir yerlerde... ama aslında değil… Dahilinde... ama değil… Bunu belirtmek istedim. Ben Smith: Peki projen dahilindeki bu insanlara nasıl ulaşabildin? Sabiha Çimen: 2012-13 yıllarında muhafazakârların yaşadığı Fatih semtinde ikamet ediyordum. Buradaki bir kebapçıda Suriyeli bir kadın görerek onunla konuşmaya başladım. Bana bir mühendis olduğunu, eşinin havalimanı yöneticisi olarak çok güzel bir statüsü olduğunu... ve O’nu... kurulu hayatını... işini kaybettiğini... ardından İstanbul’a geldiğini söyledi. Öyküsü beni adeta büyüledi. ‘Vay be!’ dedim. Burada para kazanmak için koşturuyordu. Gülümsüyordu. Tüm sahip olduğu travmalara rağmen güçlü görünüyordu. Onun sayesinde çok iyi arkadaşlıklar edindim. O, sonrasında Almanya’ya kaçtı. Hatta O’nun yaşamıyla ilgili küçük bir belgesel de yaptım. Ama bu projeyi hayata geçirmek konusunda şimdiye kadar bir girişimde bulunmadım. Bu bir videografi... bir multi-medya işi… Onun sayesinde, eğitimli ve formasyonları dışında başka işlerde çalışan Suriyeli kadınlarla tanıştım. Ben Smith: Anladığım kadarıyla onun öyküsünün mutlu bir sonu olduğunu söyleyebiliriz. Peki portrelerini çekmiş olduğun diğer insanlarla süregelen ilişkilerin var mı? Sabiha Çimen: Suriyeli kadınları mı kastediyorsun? Ben Smith: Evet. Sabiha Çimen: Evet. Halen birçoğuyla iletişim halindeyim. Örneğin; telefonlaşıyoruz. Bazen bir takım şeyler gönderiyor. (Almanya’ya kaçtığı söylenen kişi kastediliyor.) Birinin bir yere gitmesi gerektiğinde… bunu pek açmak istemiyorum ama... tıpkı Kur’an kurslarında yaptığım fotoğraf çalışmalarında da olduğu gibi öznelerimin hayatlarında sadece bir turist olmak istemiyorum. Onlar hayatımın bir parçası haline geliyorlar. Buna gerçekten de ihtiyacım var. Bundan hoşlanıyorum. Bana zengin bir çevre sağlıyor. Kendimi onlarla besliyorum. Ben kendimi onlardan biri olarak hissediyorum. Gerek mülteci gerekse Kur’an kursu projesi, halen yaşamımın içine dahil. Onlarla halen bağlantılıyım. Geçen hafta sonu 5 kız birlikte vakit geçirdik. Bu benim çalışma şeklim… Ben Smith: Olay bittikten sonra özneleriyle hiçbir işi kalmayan, gelip geçen türden bir fotoğrafçı figürü olmak istemiyorsun. Sabiha Çimen: Evet. Ben Smith: Daha önce söylediğin bir şeye geri dönmek istiyorum. Hasselblad’ını aldığında her şey ciddileşmeye başlamış. Bu nasıl oldu? Filmle çekmenin doğasından sebeple aniden hissettiklerin mi değişti? Ya da daha ciddileşti? Bunu nasıl tecrübe ettin?
G Ö LG E FA Z İ N - 32
Sabiha Çimen: Benim için filmli bir makineyle çalışmak... basitçe benim için daha elle tutulur, daha boyutsal. Ayrıca bekleme süreci, sürecin gelişimi ve nihayetinde sonuçları almak benim açımdan çok zevkli… Bu biraz durumu sindirmek gibi… Bu daha çok benim stilim… Benim ruhumla uyuşuyor. Cevabım oldukça basit... Ben Smith: Kimi yıldızı parlamak üzere olan kimi gelecek vaat eden fotoğrafçıların katılmak için kendi mücadelesini verdiği, WPP Foundation’ın bir markası olan Joop Swart Masterclass’a davet edildin. Bu senin için nasıl bir deneyimdi? Sabiha Çimen: Evet, World Press Photo’nun organizasyonunda yer almak oldukça güzeldi. Çünkü her sene çok iyi mentorlar ayarlıyorlar. Çok iyi isimleri getiriyorlar. Bazen kendinizi projenize kaptırıyorsunuz. Bu açıdan ‘master class’ organizasyonları güzel oluyorlar. Joop Swart Masterclass tanınmış, en iyilerinden ve prestijli bir master class... Çok güzeldi ve çok deneyimli insanlar, mentorlar bir araya geliyorlar, bundan bu kadar hoşlanmamın arkasında yatan mantık da bu... Bazen fotoğrafçılar projeleriyle çok iç içe geçiyorlar. Onlar ise dışarıdan bakıyorlar. Direkt tak!.. tak!.. bir şeyler söylüyorlar. Ardından bu!.. bu!.. diye başka bir şeyler söylüyorlar. Bazen körleşebiliyorsunuz. Bu tutum insanı tazeliyor. Bir şeyler katıyor. Güzeldi. Bu deneyimden hoşlandım. Joop Swart Masterclass bana bazı kapılar açtı. Sergi teklifleri aldım. Gerçekten güzel şeyler oldu. Oldukça prestijli... Ben Smith: Bu onun bir parçası, öyle değil mi? Faydalı bağlantıları olabilecek ilginç insanlarla tanışıyorsun. Fakat her nedense bana senin halihazırda projenin nasıl olması gerektiğine dair çok güçlü bir fikrin varmış gibi geliyor. Ve gerçekten de bu proje açısından ve ona nasıl devam etmen gerektiği konusunda akıl hocalığına pek ihtiyacın varmış gibi görünmüyor. Sabiha Çimen: Kuran kursu projemle katıldığımda birçok görüntü ürettim. Oraya gidene kadar daha da fazla görüntü ürettim. Zengin bir portfolyom vardı. Bunu sundum. Philip Montgomery, Ksenia Kuleshova, Tasneem Alsultan gibi halihazırda belirlenmiş, camiada tanınan diğer iyi fotoğrafçılar vardı. Söylediğim gibi o zaman diliminde bu projem için iyi bir mecraydı. Elbette bir şeyler elde ediyorsunuz. Bu oldukça prestijli. Bir parçası olduğum için mutluyum. Ben Smith: Evet, bunun bir parçası olmak çok güzel… Sonrasındaki en büyük adımın World Photo Press Ödüllerinde ikincilik almandı. Ödülü kazandığını öğrendiğin ilk andan bahsedebilir misin? Bu mutlu anların nasıl yaşandığını duymaktan her zaman çok hoşlanıyorum. Sabiha Çimen: Ermenistan’daydım. National Geographic fotoğrafçısı John Stanmeyer ve Anush Babajanyan ile birlikte bir workshop çalışmasındaydım. Amerikan elçiliği tarafından destekleniyorduk. Sanırım Haziran ayıydı. Bilemiyorum. Öğrencilerin sergisinin açılışındaydık. Akşam mentorlar ve öğrenciler hep birlikteydik. Bir e-posta geldi. Böylelikle öğrendim. “Vay! Bu harika bir haber” dedim. Hep birlikte kutladık. Elbette böylesi prestijli bir ödül kazanmaktan ötürü çok mutlu oldum. World Photo Press benim için hep önemli oldu. Joop Swart Masterclass’ın ardından böylesi bir ödül kazanmak inanılmaz bir şey... Vakfı seviyorum. Fark edilmiş olmak hoşuma gitti. Bu elbette inanılmaz. İstanbul’da yakın çevremle birlikte kutladık. Çok güzeldi… Bu paha biçilmezdi. Ben Smith: Bu ödülü aldıktan sonra tanınman açısından gerçekten bir şeyler değişti mi? Kim olduğuna ve işine dair artan bir ilgi fark ettin mi? Herhangi bir spesifik örnek verebilir misin?
G Ö LG E FA N Z İ N - 3 3
Sabiha Çimen: Elbette örnekler verebilirim. Dünya çapında sergilenen, İtalya… Amsterdam, Paris’te bir World Press Photo sergisine dahil oldum. Ziyaretçiler bana yazıyorlar. Örneğin öğretmenler... Milan’dan fotoğrafçılık eğitmenleri, çok geniş bir yelpazeye yayılan insanlar yazıyor. Çok güzel mesajlar alıyorum. Bazı dergiler bana ulaşıyor. Kesinlikle fark edilmemi sağlıyor ve ilgiyi olumlu yönde arttırıyor. Ben Smith: Seni kendine çeken, hoşuna giden fotoğraf çalışmaları var mı? Bunlar çoğunlukla bir tür belgesel çalışma mıdır? İşlerini gerçekten sevdiğin, keşfettiğin belli fotoğrafçılar var mı? Sabiha Çimen: Sohrab Hura’yı beğeniyorum. Geçmiş yıllardaki işlerini biliyorsunuzdur. Hatırlıyorum ‘The Coast’ adında sevdiğim bir fotoğraf kitabı var. Aperture Foundation Photobook Awards’ı aldı. Sohrab’ın çalışma stili, boyutluluğu, renkleri ve ele aldığı konular her zaman beni büyülüyor. Valentina Piccinni ve Jean Marc Caimi İtalyan bir fotoğrafçı çift... sevdiğim iki fotoğraf kitapları var. ‘Rhome’ ve İstanbul’da yaptıkları bir kitap olan ‘Güle Güle’ Onları çok beğeniyorum. Çok zekice buluyorum. Çok iyi fotoğraflar... stil olarak ta tutarlı. Andres Gonzalez’in American Origami’sini beğeniyorum. Paris Photo’da iken görme şansım oldu. Jason Eskenazi’nin birkaç haftaya yeniden basılacak olan ‘Wonderland’ini beğeniyorum. Wonderland’ın tanıtım filmine aşağıdaki bağlantıdan erişebilirsiniz. https://player.vimeo.com/video/445191505 Ben Smith: Çok heyecanlıyım. Charcoal Book Club’a üye olduğum için albümü edineceğim. Bunun için çok heyecanlıyım. Geçenlerde Vanessa ile onun yerinde kitaba bir göz attım. “Tanrım, nasıl ya? Neden bu kitabı almadım?” diye düşünüyordum. Bu kitabı sevdim. Ve sonra, kelimenin tam anlamıyla birkaç gün sonra, Charcoal Book Club’ın bana göndereceğini öğrendim. Bu heyecan verici... Yazılışlarını becerebilirsem, yayım notlarında adını andığın tüm isimlere bağlantılar ekleyeceğim, böylelikle insanlar bakabilecekler. Dinleyicilere daha önce adlarını duymadıkları insanları tavsiye etmekten her zaman hoşlanıyorum. İstanbul’dayken, şu anda bir şey üzerinde çalışıyor musun? Ne tür projeler devam ediyor ya da şu aralar özellikle üzerinde çalıştığın bir şey yok mu? Sabiha Çimen: Aslında her zaman bir şeyler üzerinde çalışıyorum. Kur’an kursları haricinde yakın çevremin günlük hayatını fotoğraflıyorum. Bir tür günlük gibi… tıpkı rastgele fotoğraflar gibi. Belki belli bir planım yok ama hepsini bir araya getireceğim. Şimdilik çok net değil ama fotoğraflamaya devam ediyorum. Bana daha önce “Kur’an kursundaki kızlarla arkadaş mısın?” diye sormuştun. Evet, hikayelerinden gerçekten büyülediğim bazı kızların hayatlarını da takip ediyorum. Mesela eğitimleri sonrasında ne yapıyorlar? Bazılarının hayatları büyük ölçüde değişti. Bunu bazı projeler kapsamında fotoğraflamak istiyorum. Ara... ara gidiyorum. Küçük saha araştırmaları yapıyorum. Sonra onlarla vakit geçiriyorum. Korona sürecinde İstanbul’u ve yakın çevremi fotoğraflıyorum. Bilemiyorum. Korona’yı çok hissedemedim. Onu nasıl fotoğraflayacağımı, derinine nasıl ineceğimi pek bilemedim. Belki de benim için değerli olanda budur... daha derinine inmemek... Bilemiyorum. Bu süreçte bir şeyler yapıyorum. Halen Kur’an kursu projem bitmedi. Onları ziyaret etmem gerekiyor. Pandemi nedeniyle geçici olarak kapandılar. Belki Ekim ayı gibi açılırlar. Emin değilim. Şu anda onların takvimine bağlıyım. Yani yapacak işlerim var.
G Ö LG E FA Z İ N - 34
Ben Smith: Bir hikayenin bir başka hikayeye vesile olmasının bir yolu bu, öyle değil mi? Demek istediğim, bu bir bakıma yan ürün. Bizimle tanıştırdığın bu harika karakterlere sahipsin ve şimdi bizler onların bazılarına daha sonra ne olduğunu bilmek istiyoruz. Onları takip etmen, en azından bazılarını takip etmen mantıklı geliyor. Bizim neler olup bittiğini görmemiz için bu harika. Hepimizin bilmek istediği bir şey bu... beşeriyet öyküleri ve insanların hayatları, öyle değil mi? Genellikle insanlar daha çok bunlarla ilgileniyor. Sabiha Çimen: Aslında beni eşsiz kılan yerlerde çalışmayı seviyorum. Yakın bağlantılar kurabildiğim yerleri seviyorum. Benimde bir zamanlar içinde bulunmuş olduğum yerleri seviyorum. Çünkü burada cereyan eden öykü aynı zamanda benimde öyküm. Kendimden bir şeyleri de katabileceğim yerler. Bu bir tür alışveriş gibi… bilemiyorum. Bir şeyler verebilirim. Süjelerimden bende bir şeyler alabilirim. Bu yerlere adım atıp, etrafa bakınmayı seviyorum. Çünkü bu yerleri çok iyi biliyorum. Hala bazı güzel duyguları dönüştürebilirim. Bunu hissedebiliyorum. Ben Smith: Evet, demek istediğim sende biliyorsun ki, birçok insanın kafa yorduğu bir soru bu... “Anlattığın hikaye, senin hikayen mi?” Bu soru sıklıkla gündem gelir. Ve tartışmayaa açık olabilir. Sanırım bazı insanlar, herhangi birinin, herhangi bir hikayeyi anlatmayı deneme hakkına sahip olduğu görüşünü benimsiyor. Fakat diğerleri bunun aksini düşünüyorlar. Sadece belirli insanların anlatması gereken belirli hikayeler olduğunu savunuyorlar. Ama açıkçası bahsettiğiniz şey, fotoğrafçının hikayenin farkında olduğunu hissetmek ki, sen zaten bunu çok iyi biliyorsun. Buralara girebilsem bile ben ortaya senin yaptığın gibi bir iş çıkartmayı beceremezdim. Zaten bundan dolayı da bu senin anlatman gereken bir hikaye. Bunu sevdim. Sabiha Çimen: Teşekkürler. Ben Smith: Bu yüzden de bu büyük haber hakkında konuşmalıyız. Magnum haberi... Magnum Photos’a girmeye aday adayı beş yeni fotoğrafçıdan biri olduğu gerçeğinden bahsetmeliyiz. Bu başlı başına büyük bir olay. Magnum’a başvuru sürecin nasıl başladı? Mevcut üyelerden biri tarafından başvuru yapman için davet mi edildin? Ya da tüm bunlar nasıl oldu? Kariyerinin bu aşamasında gerçekten de inanılmaz derecede iyi bir iş çıkardığın, bir tek projeyle başvuruda bulunman oldukça sıra dışı… Bundan biraz bahsedebilir misin? Sabiha Çimen: Evet… Benim Magnum hikayem... Aslında bazı üyeler tarafından teşvik edildim. Evet, bir yıl kadar önce Amerika ve Paris’te bir yerlerde bazı üyeler tarafından teşvik edildim. Sonrasında başvuruda bulundum ve de girdim. Bu kadar basit oldu. Ben Smith: Demek bu kadar basitti... Fakat öyle sanıyorum ki, projeni World Photo’daki başarısından ötürü görmüşlerdi. Seni bundan ötürü biliyorlardı. Sabiha Çimen: Aslında beni World Photo Press’in bir yıl öncesinden biliyorlardı. Ben Smith: Bir yıl önce mi? Sabiha Çimen: Evet. Joop Swart Masterclass’tan beri biliyorlardı. Ben Smith: Bu projeyi göndermiştin öyle değil mi?
G Ö LG E FA N Z İ N - 3 5
Sabiha Çimen: Evet. Kur’an kurslarını göndermiştim. Farklı türlerde portfolyolar yaptım. Bunları düzeltmem konusunda bana yardımcı oldular. O aşamada çok iyilerdi ve işime inanıyorlardı. Beni çok cesaretlendiriyorlardı. Bu yüzden onların yardımları ve erdemiyle bu benim için çok güzel bir süreç oldu. Böylelikle süreç sorunsuz geçti ve adaylardan biri olduğumu öğrendim. Bu ailenin bir parçası olduğum için çok mutluyum. Bir sürü inanılmaz yetenek... harika insanlar... Ama elbette bunun büyük bir sorumluluğu da var. Ben Smith: Elbette... Peki, bu tam da benim sana soracağım sıradaki soru olacaktı. Seni başvurmaya teşvik eden kişinin kim olduğu bir sır mı? Hani bilemiyorum. Çünkü böyle bir şeyin asla gizli olup olmadığını bilemiyorum. Hayır, ne de olsa sürecin nasıl işlediği bir sır değil. Bunu internet sitelerinde zaten ifade etmişler. Daha dün baktım. Herhangi bir kimse katılabilir deniyor. Fakat şayet bir üye tarafından aday gösterilirsen bu çok şeyi değiştirir. Bu hep böyle olmuştur. Bunun neden bu kadar gizemli bir durum olduğunu gerçekten de anlamıyorum. Sabiha Çimen: Biliyorsun her şey böyle ilerliyor. Her şey iletişim ağıyla ilgili… Ben Smith: Elbette... Sabiha Çimen: Örneğin; bir master class’a katılmanız, ödüller almanız sayesinde insanlar sizi tanıyorlar... işlerinizi fark ediyorlar... Sizinle şahsen tanışıyorlar. Ama elbette bu birisi sizi tanıyor diye ödül kazandığınız anlamına gelmiyor. Öyle bir şey yok! Bu işler öyle dönmüyor. Samimi bir şeyler yapıyorsanız... uzun vadeli bir proje yapıyorsanız... samimi bir hikaye gibi değerli ve eşsiz bir şeyi ele alıyorsanız... Ve bazı iyi insanları tanıyorsanız, onlar size tavsiyelerde bulunuyorsa... Örneğin bir dummy* yapıyordum ve camiada kendilerine hayran olduğum birçok isme bunun gösteriyordum. Spesifik bir isim vermeyeyim ama birçok isme gösteriyordum. Bunun benim kişisel hikayemde bana çok yardımcı olduğunu söyleyebilirim. Kur’an kurslarında yeni bir şeyler hissettiler. Yeni bir hikaye anlatma tarzını… gerçekten de projeyi sevdiler ki, bu beni oldukça mutlu etti. Bu bana daha çok sorumluluk verdi. Yaptığım şeye karşı sorumluyum. Ben zaten bunu yapıyorum. Ve yapmakta olduğum şeyi sürdüreceğim. Bir şeyleri değiştirmeyeceğim. Magnum’dan önce ya da Magnum’dan sonra diye farklı planlarım yok. Yapmakta olduğum şeyi devam ettireceğim. Benim takip edeceğim süreç bu olacak... *taslak ya da maket kitap Ben Smith: Sadece sana nasıl hissettirdiğini merak ediyorum. Sorumluluk açısından bundan bahsettin. Baskıyı hissediyor musun? Her şey yolunda giderse, bu süreç ne de olsa senin bir Magnumcu olmanı sağlayacak. Sanırım bu hem heyecan verici hem de bir o kadar korkutucu. Sen bu durumu kendi içinde nasıl yaşıyorsun? Sabiha Çimen: Evet, baskıyı hissediyordum. Ama sonra elimde ne var olduğuna baktım. Planlarıma baktım, gelecek planlarıma... yakın gelecek için planlarım var. Ve Sabiha olarak yaptığım işe devam edeceğimi de biliyorum. Yani ne yapıyorsam onu yapmayı sürdüreceğim. Bu iyi olacak ayrıca Magnum’un zaten istediği de aslında bu... evet... yani mükemmel olacak. Öyle hissediyorum. Bilemiyorum. Bu tüm fotoğrafçılar içinde geçerli… Evet, böyle olmak istiyorum. Ben Smith: Kendi kariyerin açısından… bilirsin işte onlardan ne elde etmek istiyorsun? Demek istediğim, aslında söze bile gerek yok ve bu belki de biraz aptalca bir soru çünkü ne de olsa herkes bilir ki Magnum Photos için bir fotoğrafçı olmak büyük bir olay ve çok büyük bir başarıdır. Ve biliyorsun ki, bu sana her türlü kapıyı açacak. Ama şahsi durumunda bu konu hakkında ne hissettiğini merak ediyorum. Bu ilişkiden neler edinmeyi umuyorsun?
G Ö LG E FA Z İ N - 36
©Sabiha Çimen, Kentli Mülteciler, 2014 Sabiha Çimen: Aslında, şimdiye kadar ki kişisel hikayem boyunca hiçbir fotoğraf topluluğuna dahil olmadım. Memleketimde de yurtdışında da... hiçbir zaman bir fotoğraf topluluğuna dahil değildim. Bu iyi mi kötü mü? Bilmiyorum... ama her nasılsa bu bir şekilde böyle oldu. Bunu savunmuyorum ama ardında her zaman tam desteklerini hissedeceğim bir fotoğraf ailesine sahip olmayı umuyorum. Gerçekten de inanılmazlar. Bir ajansa dahil olmanın nasıl olduğunu bilmiyorum. Yolculuğum esnasında öğreneceğim. Akışına bıraktım. Söylediğim gibi daha önce bir fotoğraf topluluğuna dahil olmadım. Ülkemde yaptığım çalışmalar boyunca daima özgürdüm. Sonuçta her şeyi yolculuğum esnasında öğreneceğim. Olasılıkları, sonuçları ve diğer her şeyi deneyimleyerek öğreneceğim. Şahsen böyle hissediyorum. Bilemiyorum... Ben Smith: Benimle konuştuğun için sana teşekkür ederim. Sana birkaç ekstra soru soracaktım. Senin için uygun mu? Sabiha Çimen: Tabi… şimdi bir tane seçtim. Bu olur mu? (Ç.N: Sabiha Çimen ekstra sor ya da sorular için onay veriyor. Lakin soru sorulmadan röportaj tamamlanıyor. Soruların ‘off the record’ olma olasılığı söz konusu olabilir.) Ben Smith: Elbette... Sana tekrar teşekkür etmek istiyorum. Sonunda benimle konuşmaya vakit ayırabildin. Seninle tanışabilmek ve işlerin hakkında konuşmak çok hoştu. Ve bunun için gerçekten sana minnettarım. Sabiha Çimen: Bende davetin için sana teşekkür ederim.
G Ö LG E FA N Z İ N - 3 7
“BİR CÜMLE GÖSTER!..” Atakan Baykoçak
A_ yüreğim, hayatın sattığı her şeyi satın alıyor, alabiliyor artık… ve bu küçük kocaman güzellik karanlıktan korkmaktan vazgeçiyor bu yüzden… gidebilecek çok yer varken gözlerime, ellerime yüreğim hiç vazgeçmiyor gençliğinden, gençliğinde öğrendiklerinden… insanların şarkılarına, yüzlerine, gözlerine sığmıyor aklım aklım sığmıyor sözlerine, yüzlerine, şarkılarına insanların… benim deliliğime çok çabuk sırt dönülebiliyor ben de, dönemiyorum işte!..
G Ö LG E FA Z İ N - 38
B_ Zamanı geldiğinde herkes kendi iç seslerine saygı limitlerini artırmaktadır… B a ş k a l a r ı n a y a d a k e n d i n i z e, b i r ş e k i l d e anlatmak istediğiniz şeyler, bazen, kelimeler sizi terk ettiği için belk i de, tuhaf bir sessizlik yaşatır size; içinizdeki duyguların tanımlanamayan bir hacmi olduğunu ve bir balon gibi şişerek iskeletinize baskı yaptığını ama bir türlü tanımlayamadığınızı hissedersiniz... Kıyısında dikilip, ufkunda sudan başka bir şey göremediğiniz bir denize uzun sürelerce kımıldamadan bak ar gibi… O az diyaloglu filmlerde, yanınıza sokulup, neyin var diye sorduklarında hani; kamera heykelimsi bedeninize yaklaşır ve ifadesiz gözlerinize odaklanır gibi… Sonra, yanınızdaki, omzunuza eliyle hafifçe dokunup sessizce uzaklaşır… Arkanızı dönemezsiniz… Güzel insan Tuğrul Çakar, “söyleyecek sözünüz yoksa neden fotoğraf çekiyorsunuz?..” diye sorardı, gitmeden önce…
Fotoğrafa bakan, müziği dinleyen, kitabı okuyan, filmi izleyen insanlarız. Böyle algılıyor ve haz alıyoruz. Eğer anlam arıyorsak da, daha yoğun düşünmemiz, bir çözümleme yapmamız gerekiyor. Buna da okumak ve yorumlamak diyoruz. Müziği, sinemayı okuyanlar sanırım bu anlamların peşindeler. İçerik, biçim, teknik unsurları betiml e n m e s i n i y e t e r l i b u l m a y a b i l i r, b e t i m l e n e n unsurlar ışığı altında anlamı ortaya koymaya çabalayan biri olabilirsiniz. Yani görüntüden anlam üretip yorum yapmayı tercih edebilirsiniz. Peki bunu fotoğrafçı kendi fotoğrafı için yaparsa ne olur?!... Fotoğrafı yorumlayan k işinin k ültürel yapısı, fotoğraftan ürettiği anlamı da belirler, başka bir izleyicinin yorumundan farklılaştırır. İzleyicilerin kültürel farklılıklarından kaynaklı farklı yorumlar sonucunda aynı görüntüye bir çok farklı düşünce eklemlenebilir. Genelde kullanılan kriterler teknik, içerik, kuramsal ve özgünlük kriterleridir: Teknik kriterde zanaatkarlık boyutu, içerik kriterinde fotoğrafın ardındak i dünya görüşü ve fikirsel altyapı, özgünlük kriterinde fotoğrafın kendisinden sonra gelen çalışmalara ne ölçüde yön verdiği, kuramsal kriterde ise fotoğrafın gerçekçilik, dışavurumculuk, biçimcilik, işlevsellik gibi sanat kuramlarını ne ölçüde desteklediği üzerine değerlendirme yapılır. Fotoğraf okuru olabilmek için tüm bunlarla etkileşimde olmak gerekir. Zaten bir fotoğrafçı, her şeyden önce bir fotoğraf okuru olmalıdır. Baktığı fotoğrafı okuyamayan, onun üzerine yorum yapamayan bir kişinin, fotoğrafla bir şeyler anlatmasını beklemek doğru değildir...
Kısaca, edebiyat ile fotoğrafı, kendisini yaratan insan duyularına ait olmaları nedeniyle, birlikte düşünebilmek zor değil... Zaten, insanın kendinden başk a paylaşabileceği nesi var!?... Birbirimize gösterdiğimiz şeyler, orada uzakta duran ve aynı yerden ve aynı açıdan hepimize benzer görünebilecek olan bir manzara olmamalı sadece… Örneğin şu satırlar: “uzun bir zaman hiç bir cümleyi seslendirmemiş olmaktan kaynaklanan belki de, yokluk içinde dudaklar... uzun zaman okşanmadığından sanki; taranmamış gibi duran saçlar.... devrilmiş ama ölmemişbir ağaç sanki; kırık ama affetmiş bir kadın gibi bakan gözler...” Gözleri, dudakları, dağınık saçları ile bir kadın portresine bakarken, sizin böyle düşünmenizi bekleyemeyiz ama fotoğrafçı kendi içindeki coşkuyu böyle göstermek istediğinde, onun gibi bakmaya çalışarak bir zihin egzersizi yapma şansınız doğabilir. Elbette hislerimiz de çoğu şey gibi kültürden beslendiğinden sonuçları farklı olacaktır. Ancak, yaşadığınız dünyada böyle düşünen biri olmasını fark etmek de kötü bir şey olmasa gerek… Dünden bir gün daha fazla yaşamışsam; her şey ileriye yön almışken, bugün dün olmadan önce bugüne dair bir cümle kurmak, düşünüp konuşan insanın olağan bir eylemiyse, ve fotoğrafı hayatıma sokmuşsam, kendi hayatım gibi kişisel bir fotoğrafım olması da normalse, normal olmayan şey, bana ait olamayan bir fotoğraf sahibi olmamdır… Fotoğrafı bana ait yapacak şey ise, benim kelimelerimden oluşmuş olmasıdır…
Fotoğrafçı kendi fotoğrafını yorumlarsa ne olur?!... maiorehendi debit abo. Olupti tem as inciantia dipsa Dinlediğimiz bir şarkıya neden klip çekiyorlar?... Gelişen teknolojinin bize dayattığı tüketme biçimlerine beynimiz olumsuz yanıt verse, kabul görmezdi sanırım!... Sessiz sinema, izleyicisine çok şey anlattı; ağlattı da güldürdü de. Teknik yetersizlik aşıldığı anda ses, müzik ve kelimeler olarak görüntülerle buluştu. Eğer görüntü insana yeten bir şey olsaydı, sinema sessiz kalmayı da seçebilirdi…
“Söyleyecek sözünüz yoksa neden fotoğraf çekiyorsunuz?” Tuğrul Çakar
G Ö LG E FA N Z İ N - 3 9
Fotoğraf, görsel cümledir; elbette edebiyatın konusudur. Yazarı anlamak, okuyucunun kültürü ile ilişkilidir. Fotoğrafı anlamak da aynen böyledir. Her cümlenin bir fotoğrafı olabilir. Her fotoğrafın da en az bir cümlesi vardır... Edebiyatın da tekniği var fotoğrafın da; “yazar” istediği tekniği kullanır. Bunun adını okuyucusuna söylerse hem sorumluluk almış olur, hem de anlam vermesi izleyiciye, kolaylaşır. Sonrasında, kalp eleştirilere açıktır zaten... Fotoğraf sahibinin bir derdi varsa, izleyicinin iç dünyasındaki fırtınanın kaderine terketmek istemeyebilir fotoğrafını. Anlaşılmasını istediği şey için cümle de kurabilir veya kurduğu cümleye bir görüntü de üretebilir. Elbette yine, izleyicinin algı çemberinin çapı ile orantılı bir risk alınmaktadır. Sizden çıkıp diğerine ulaşana dek, duygularınıza yeni bir biçim verilebilir ama bu da almanız gereken bir risk zaten... Anlaşılmasını istediğiniz duyguyu ifade ettiğine inandığınız bir isim vermek bile bu açıdan bir yönlendirme sayılır. Hatta, altına yazacağınız bir cümle ile yönlendirmeyi artırmak da mümkün… Bir yandan da, fotoğraf zaten kendini anlatır, anlatabilir, anlatabilmelidir diyenlerle de tar tışmak gerekecek elbette. Evet, çerçeveniz, renk seçiminiz bile bir yönlendirme aslında ve okuyucu bunu çözebilir diyenler çok olacaktır. Ama sizin için çizilen çerçeve ile yönelen anlamın kendi edebi cümleleriniz ile destek lenmesi arzunuz varsa ve okunmasını istediğiniz kendi cümleniz ise, o zaman yazın yazabildiğiniz kadar! Teknolojinin güzelleştirdiği fotoğrafı iyi yapan şey, benim ruhumdur. Her kese göre değişen anlamların peşinde değilsem, fotoğrafa bir cümle kurmamayı tuhaf bulurum asıl!... Bize “bakış açısı” sağlayan bir optik düzene sahip olduğumuzda, bunu bir araç olarak kullanmaya başladığımızda, yeni bir kalem, yeni bir sözlük alıp yeni bir yere gitmiş gibi olmak gerektiğini düşünürüm… Bazı fotoğraflar gösterir; sadece gösterebilir… B a z ı l a r ı i s e a n l at ı r ; “o k u m a k ” i s te r s i n i z … İ y i “okumalar”!...
G Ö LG E FA Z İ N - 40
FOTOĞRAF: NEREDEN NEREYE Bulent Sankur
İlk özçekimlerden iki örnek. İngiliz fotoğrafçı Joseph Byron 1920’de arkadaşları Pirie MacDonald, Colonel Marceau, Pop Core ve Benjamin Falk ile birlikte grup özçekimi yapıyor. Byron ve Falk kameranın iki yanından tutmuşlar. https://www.diyphotography.net/66423-2/
Bu yazıda kısaca fotoğraf teknolojisinin başlangıcından bugüne evrimini ve bunun sosyal yankılaşımlarını ele alacağız. Fotokimyasal kuşak Teknik olarak dagerreyotipi [3] ile fotoğrafın başlangıç tarihi 1839’a kadar götürülebilse de fotoğraf çekme uğraşını stüdyo profesyonelinin tekelinden çıkıp sıradan insanın erişebileceği bir düzeye geldiği 1890’ları başlangıç olarak almak daha doğru olur. Anımsarsanız, dagerreyotipi, Fransız Louis-Jacques-Mandé Daguerre tarafından geliştirilmiş olan, bakır levhalar üzerinde gümüş nitratın önce ışığa, sonra cıva buharına tabi tutularak geliştirilen ilk fotoğraf tekniğidir. 1890’lar Kodak’ın sunduğu ucuz film ve makul kamera fiyatları ile fotoğrafçılık bir noktada herkes için olanaklı hale gelir. Böylece profesyonel olmayanlar da artık günlük hayatın ve ritüellerinin fotoğrafını çekebilir olurlar.
G Ö LG E FA N Z İ N - 4 1
Fotoğrafın ilk yüzyılı: 1890-1990 arası olarak tanımladığımız bu dönemde, bir kamera sahibi olmak, ev, araba, televizyondan sonra sırada gelen statü simgesi olarak algılanıyor. Böylece gelir düzeyi ile doğrudan ilintili; kamera sahibi olup bol bol fotoğraf çekenler genellikle okumuş, kentli, hali vakti yerinde ve hobiye zaman ve para ayıracak kadar meraklı kişiler. Yani sosyal statü ve gelir durumuyla kamera sahipliği arasındaki pozitif korelasyon var; bu da toplumsal eşitsizliklerin modern tüketim kültürünü biçimlendiren temel etkenlerden biri olduğunu hatırlatıyor bize. 1960’larda Fransa’da yapılan bir ankette, esnaf ve fabrika işçilerinde pek düşük oranda olan kamera sahipliğinin tüccar ve iş sahiplerinde artarak, memurlar ve genç yöneticilere gelindiğinde bir hayli daha yüksek bir orana vardığı görülüyor. Emekçi sınıfı bu “pahalı” uğraşıyı kendileri için erişilemez görüyor. 1950’lerde bu sınıflardan insanlarla yapılan mülakatlarda “fotoğrafçılık hobisi bizim gibilere uygun düşmez” ya da “daha iyi fotoğraflar çekebilmem için birçok rulo yakmam, projektör, perde, banyo, kimyasallar gibi özel donatım kullanmam gerekir” gibi cevaplar öne çıkıyor [1]. Bu sınıfın insanları için düğün, büyük buluşmalar, doğum gibi olaylar sırasındaki fotoğraf gereksinimi genelde semtin fotoğrafçısı tarafından karşılanıyor. Fotoğrafın işlevi ve albümler: Fotokimyasal kuşak için fotoğraf hep yaşamın özel bir durumunu yakalamayı amaçlamıştı. Bu anlamıyla fotoğrafın, sıradanı, aleladeliği ayıklayıp hayatın yüce, biricik anlarını kayıt altına alması beklenirdi. Bunlar düğünler, mezuniyetler, akraba hısım buluşmaları gibi insan hayatında tekrarı mümkün olmayan geçiş törenlerini ya da turizm, dinlenme, eğlence gibi günlük yaşamın dışındaki sıra dışı anları yansıtırdı. Dolayısıyla neyin fotoğrafının çekilmesinin anlamlı ve uygun (photographable), neyin çekilmesinin absürt, hatta yakışıksız olduğu zaman içerisinde değişebilen sosyal normlar ile belirlenirdi. Başka bir deyişle, fotoğraf karesine girecek olanın seçiminin ve kamera karşısında dizilme, bakış ve poz vermeyi de içerecek şekilde biçimine karar vermenin hep bir adabı olagelmiştir [2]. Fotoğrafın bir diğer odak noktası da özel hayat, ev yaşamı ve aile enstantaneleriydi. Bunlar yaşamın belleği, ailenin kolektif anlatısı ve aile kimliğinin belgeleri niteliğini taşırdı. Hatta bu belleğin inşasında ve dolayısıyla aile anlatısının ve kimliğinin şekillenmesinde rol oynardı. Bu yönüyle fotoğrafın sosyal kimlikleri arzulanan yönde temsil etmesi, idealleştirilmiş birliktelik anlarını saptaması, ailenin kendini nasıl görmek istediğinin ve herkese göstermek istediği hallerinin bir aracısı olması beklenirdi. Özünde fotoğrafın zamanı dondurmak, değerli anları seçip görüntüleyerek bellek olmak gibi bir işlevi vardı. Albümler ve bazen de kutularda saklanan fotoğraflar ailenin “mahremi” sayılırdı. İnsanlar ister her gün baksınlar ister yılda bir kez baksınlar, albümlerine çok değer verirlerdi. Öyle ki, yaşamlarının özeti gibi gördükleri fotoğraflarını yitirmek en korktukları şeyler arasındaydı. Birçok insanın albümlerini giysilerinden de, mücevherlerinden de daha değerli addettikleri, günün birinde tek bir bavulla bir yere göçmek, kaçmak zorunda kalsalar evlerinden yanlarına alacakları nadir eşyalardan birinin albümleri olduğu saptanmıştı [2]. Elektronik (sayısal) fotoğraf kuşağı: Fotoğraf artık sınırlı ve ayrıcalıklı bir azınlığın ve/veya amatör meraklının tekelinde değil. Göğsünde bütün aile namına fotoğraf makinesini taşıyan baba figürü çok daha ender görülüyor bugünlerde. Çünkü nineden yeniyetmeye kadar herkesin elinin altında bir mobil kamera* var.
G Ö LG E FA Z İ N - 42
* Bu
yazıda Kamera, fotoğraf kamerası ya da fotoğraf makinesi ile eşanlamda; Elektronik kamera ya da sayısal (dijital) kamera, mercekten giren ışınların kayıt ortamının elektronik olduğu, bunun yanında, çekilen fotoğrafları depolayabilen, saçma atışı gibi çok sayıda çekim yapabilen kameralar anlamında; Mobil kamera ise, kompakt hale getirilmiş, hafif, küçük hacimli kameraya, daha çok cep telefonlarında karşılaştığımız görüntü kayıt aygıtları anlamında kullandık.
Elektronik fotoğraf, her gelir sınıfından, her yaştan, teknolojiye yakınlık ya da uzaklıktan bağımsız olarak her kültürden insanın, her gelişmişlik seviyesindeki ülkenin kullandığı bir teknoloji artık. Başta değinildiği gibi fotoğrafta ilk büyük köktenci değişim 1890’larda Kodak teknolojisi ile ortaya çıkmıştı; ikinci ezberbozan değişime ise 1990’larda sayısal kameralar yol açtı. Sayılar kameralar birden birçok teknik zorluk ve masrafı ortadan kaldırdı. Ardından evrimleşerek karşımıza cep telefonu kameraları olarak çıktı. Artık bu kameralar sadece fotoğraf çekmekle kalmıyor, üzerinde düzenlemeler yapılmasını, depolanmasını, sosyal ağlar üzerinden dağıtımını da sağlıyor. Özel durumlar ve zamanlar için, özene bezene mizansen hazırlanarak çekilen, zamanın akışını durdurmayı amaçlayan aile, anı ve gezi gibi hayatın özel anlarını belgeleyen fotoğraf çekimleri bugün yok demek değil. Ama bu amaçların dışında her gün, her an, her yerde, her fırsatta, geçmişteki fotoğraf adabına genellikle uymayarak çekilenlerin sayısı, bu ikinci fotoğraf yüzyılında çok çok daha fazla. Günlük, sıradan yaşamın her edimi fotoğrafın konusu olabiliyor. Bir turist gezdiği anıtsal yapıların da fotoğrafını çekiyor, otel kahvaltısındaki tabağının da; bir öğrenci yerleşkede arkadaşlarıyla anı fotoğrafı da çekebiliyor, not almaya üşenip bir hocanın tahtaya yazdıklarının da. Telefonda hatır soran veya bu yönde kısa mesaj atan yakınına, onu sözlü/yazılı yanıtlamak yerine o anda yapmakta olduğunun veya bulunduğu yer ve halinin fotoğrafını çekip yollamayı yeğleyebiliyor. Fotoğraf içeriği özel anla ve yerle sınırlı değil artık; aleladeleşiyor. Özçekimler bu görüntülerin önemli bir kısmını oluşturuyor. Artık özel bir mizansen gerekmiyor; günlük hayatın her bir anı fotoğraf için bir mizansen olabiliyor. Fotoğraf çoğunlukla özenle tasarlanan bir faaliyet değil artık, kendiliğinden, tasarsız, fevri bir eylem haline geliyor [7,8].
Konserlerde, sergilerde ânı yaşamaktansa resim/video çekimi yapmayı yeğleyenler. Solda Selanik’te bir konserden, sağda Louvre Müzesinde Mona Lisa tablosu önünde turistler (Shutterstock)
G Ö LG E FA N Z İ N - 4 3
Ânı paylaşmanın değişen halleri Yazının başında fotoğrafın temel işlevinin zamanın gelip geçiciliğini, hayatın dönüşü olmayan akışını durdurmak olduğunu belirtmiştik. Yaşamın kilit geçiş noktalarını ya da yaşamımızdaki olağandışını yakalayan, zaman ekseninde seyrek alınan örneklerdi bu fotoğraf kareleri. Bunlar zamanın ankraj noktaları, geçmişin anımsanmasını ve tekrar zihinde yaratılmasını kolaylaştırıcı referanslar, ipuçlarıydı. Biyolojik belleğin kalıcı ve hatta güvenilir bile (İbrahim Tatlıses’in hafızası) olmadığını, her anımsama eyleminin bir yeniden yapılandırma, yeniden kurgulama olduğunu anımsayalım. Fotoğraflara baktıkça anılarımız bizim ve başkalarının bizle paylaştığı fotoğraflarla uyumlanıyor, yeniden yapılandırma süreci ortak yaşanmış deneyimlere dönüşüyor. Bu aşamada fotoğrafların bize geçmişi daha iyi hatırlatmak gibi bir yararı var. Her ânın bir imgeye kaydedilebildiği akıllı telefon ve mobil kamera çağında da, insanlar bilinçli olarak ya da duygularının güdümünde hâlâ yaşamlarından akıp giden zamanı durdurmayı istiyorlar. Her ânı belgelemenin bir uç örneği, beden üstünde, göğüste ya da bir kask ile başın üstünde taşınan video kayıt aygıtları [4] . Bunlar kişinin beden veya başının doğrultusunda bakıyor, geniş açılı olarak kişinin gittiği her yeri, bulunduğu her mekânı, yaşadığı her ânı kayıt edebiliyor. Sosyal ağlar üzerinde imgeler: Öte yandan günümüzde fotoğrafla ilgili pratiklerin fotokimyasal yüzyıla göre önemli farkları bulunuyor. Örneğin, fotoğrafın bellek işlevi yanında, belki de daha ön planda olan bir iletişim ve paylaşım işlevi doğdu. Milenyum kuşağı fotoğrafı uzun dönemde albümde saklamak için değil, kısa dönemde bir sosyal ağda paylaşmak, gündelik iletişimin bir parçası olması için kullanıyor. Bulunduğu ânı, yaşarken deneyimlediğini, nerede olduğunu ve ne hissettiğini bildirmek ve iletişim kurmak için kameradan yararlanıyor. Başka bir deyişle, elektronik fotoğraf kuşağını ayırt edici önemli bir özellik, fotoğraf ve videolarını anında çok büyük kitlelere YouTube, Flicker, Facebook, Twitter, Instagram gibi nice nice sosyal ağlar üzerinden internet aracılığıyla ulaştırabilmeleri. Olayın boyutu hakkında bir fikir vermek için her gün Facebook’a 350 milyon fotoğraf aktarıldığı, halen bu tür veritabanlarının 250 milyar fotoğraf barındırdığı, YouTube’a yılda 250 milyon-saatlik video yüklendiği ve yılda 2 trilyona yakın video seyredildiği, bir yılda insanların 2 trilyona yakın sayısal fotoğraf çektiği gibi istatistikleri belirtebiliriz [5]. Bütün bunlardan hareketle, geçmişte fotoğraf albümlerinin mahremiyeti ile kıyaslandığında bugün sosyal ağlarla iyice yoğunlaşan fotoğraf ve görsel paylaşımının çelişkili yaklaşımlara işaret ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. İlk olarak, günümüzde fotoğraf olsun video olsun çekilen görüntünün değeri, sosyal medyadaki paylaşım miktarına oranla artıp azalabiliyor. Dolayısıyla geçmişte bir fotoğrafın değeri en azından çeken açısından daha çok öznel ve kişisel bir dizi etken tarafından belirlenirken, günümüzde bu değeri belirleyen öznel ve kişisel olanın çok daha ötesine geçen, kimi zaman içerisinde ticari kaygıları da taşıyan süreçler olabiliyor. Sosyal paylaşım ağları ile albümler ortaya döküldü, bu mecralarda kişisel fotoğraflar çok daha büyük sayıda tanıdık/tanımadık bir çevreyle paylaşılabiliyor, hatta bazen dünyadaki herkesle. Bu da akla ister istemez özel alanın nerede başlayıp bittiği sorusunu getiriyor. Başka bir deyişle, günümüzde artık özel alanla kamusal alan arasındaki sınırlar da giderek daha az belirgin hale geliyor; özeli kamusal olandan ayırmak giderek zorlaşıyor. Bu durumun hukuki, siyasi ve kültürel yankılaşımları olduğu da elbette çok açık.
G Ö LG E FA Z İ N - 44
Dahası, fotoğraf ve bireysel bellek arasındaki ilişkinin nasıl dönüştüğü/dönüşeceği de üzerinde düşünmeye değer başka bir soru. Mobil kamera bugünlerde salt bir iletişim aracı olmasının ötesinde ikincil bellek olarak da işlev görüyor. İnsanlar hatırlamak istedikleri şeyleri, örneğin arabalarını park ettikleri yerin numarasını ya da bir müzeyi gezerken gördükleri tabloları adeta ikincil bir belleğe kaydeder gibi fotoğraflıyorlar.
Bir karikatür: Yurttaş Gazeteciliği
G Ö LG E FA N Z İ N - 4 5
Mobil kameranın politik etkisi: Mobil kameranın toplumu bir dava etrafında mobilize etme, örgütleme ve uzun vadede etkileşimli, katılımcı yönetime, yani yönetişime elverme potansiyeli anlaşıldı; o bir sosyal ve kültürel etmendir artık. Kimi olaylarda kamera görüntüleri birer enformasyon taşıyıcısı gibi toplumun politik ve kültürel damarlarında dolaşmaya başlar. Söz gelimi, bir protesto gösterisinde polisin oransız güç kullanımı ile fotoğrafın hem bilgi taşıyıcı bir niteliği vardır, hem de haber metninden öte duygulanım içerikli (affective) bir mesaj taşır [6]. Bu anlamda kameralar sosyal belgeleme aracı olma işlevini üstleniyor. Bunun birey – devlet otoritesi (örneğin, polis) ilişkisini değiştirme potansiyeli bile var, çünkü mobil kameralar resmi kanalların görmek istemediği olayların, diyelim ki bir çatışmanın, bir protestonun detaylarını yakalayıp medyaya mal eder. Güncel olarak George Floyd’un öldürülme videosunu milyarların seyrettiğini örnek olarak verebiliriz. Aşağıdaki video da buna bir örnek. https://www.bbc.com/news/av/embed/p07y3057/50809936 Bir sahneyi cep kameralarına kaydeden “yurttaş gazeteciler” sayesinde olayların nasıl ve niye olduğunun detayları, özellikle demokrasi darboğazı yaşayan ülkelerde herkese daha açık kılınır. Çok sayıda kameranın yakaladığı imge ve videoların toplanması, arşivlenmesi, medyada dolaşımı, düzenlenmesi sonucunda bir vakada ne olup bittiğinin daha büyük bir resmi, daha doğru ve detaylı kanıtları sağlanabilir. Uzun soluklu olarak, her yurttaşın birer haber fotoğrafçısı olma potansiyelini, demokratikleşmeye giden çetrefil yolda yapıcı bir faktör olarak görebiliriz. Fakat bir fotoğrafın kurcalanarak içeriğinin değiştirilmesi ve tekrar aynı ortama salınması, yani sahte haber veya asparagas haber, sosyal zararlı sonuçlar da doğurabilir. Örneğin, kişi veya kurumlar haksızca itibarsızlaştırılabilir, habercilikte sansasyon yaratılabilir, internette tıklama istatistiği artırmanın haksız bir yolu olabilir vb. Kameraların heryerdeliğinin ürkütücü bir olumsuzluk potansiyeli daha var: 1984 romanındaki “Büyük birader seni izliyor” olgusu. En somut örneği Çin’de olmak üzere, kameraların insan davranışlarının tümünü izleyerek, belgeleyerek ve bu kayıtlardan bilgiler elde ederek baskı ve kontrol aracı olarak kullanıldığına tanık oluyoruz. Üstelik bu kamera sistemleri yüz tanımadan beden hareketlerini ve davranışlarını anlamaya kadar akıllı yazılımlarla donatılmış durumda. Güvenlik gereksinimlerinin nerede bittiği, temel hak ve özgürlüklerin nerede başladığı çok tartışılan bir konu. Sonuçta, teknolojik altyapıdaki her değişiklik, bir bocalama ve işlevini bulma çabasından sonra eninde sonunda kendi üstyapısını, değerler sistemini oluşturur. Sayısal kameralar ve sayısal fotoğraf teknolojisi için de böyle olacaktır. Nitekim sosyal medyada ya da buluta yükleyerek paylaştığımız imgelerin, şimdiden insanlar arasında yeni bir iletişim şeklini almış olması bu oluşumun ilk belirtileri arasında. Kaynakça: https://sarkac.org/2020/06/fotograf-nereden-nereye/ Bülent Sankur Bilim Akademisi üyesi, Boğaziçi Üniversitesi emeritus öğretim üyesi
G Ö LG E FA Z İ N - 46
Kaynaklar: [1] Bourdieu, P., Photography: A Middle-brow art, Polity Press, 1996 [2] Don Slater, Domestic photography and digital culture, The photographic image in digital culture Ed. Martin Lister, Rutledge, 1995 [3] Dagerreyotipi https://tr.wikipedia.org/wiki/Dagerreyotipi [4] We are a camera; https://www.newyorker.com/magazine/2014/09/22/camera [5] How Much Data is Created on the Internet Each Day? https://blog.microfocus.com/howmuch-data-is-created-on-the-internet-each-day/ [6] The Smartphone Camera and the Material Politics of Visibility: https://www.icp.org/perspective/the-smartphone-camera-and-the-material-politics-of-visibility [7] Patrizia Faccioli, La sociologie dans la société de l’image, https://www.cairn.info/revuesocietes-2007-1-page-9.htm [8] Peters, C. and Allan, S. (2016). Everyday Imagery: Users’ Reflections on Smartphone Cameras and Communication. Convergence. DOI: 10.1177/1354856516678395 https://www.researchgate.net/publication/310835409_Everyday_imagery_Users_reflections_on_ smartphone_cameras_and_communication [Erişim Şubat 04 2020]. [9] Feiyan Hu and Alan F. Smeaton, Image Aesthetics and Content in Selecting Memorable Keyframes from Lifelogs. Available from: https://www.researchgate.net/publication/322434296_ Image_Aesthetics_and_Content_in_Selecting_Memorable_Keyframes_from_Lifelogs [Erişim Feb 04 2020].
G Ö LG E FA N Z İ N - 4 7
Fotoğraf Üzerine (Bir Kayıt Cihazı Olarak Fotoğraf ) Ulus Baker
Susan Sontag “fotograf” üstüne yazısında Platon’un (bundan sonra Eflatun demeyi tercih edeceğim) ünlü “mağara benzetmesi”ne gönderme yaparak tartışmaya başlıyor. Öte yandan fotografla ilgilenen bütün filozof ve tarihçilerin sordukları ve henüz cevap bulamadıkları bir soru var: fotograf, Nicéphore Niepce tarafından 1831 yılında icat edilmek için neden o kadar bekledi? Karanlık Oda ilkelerinden Aristo’nun bile haberdar olduğu anlaşılıyor. Ve ilk karanlık odanın (camera obscura) 11.Yüzyılda Araplar tarafından inşa edildiği de biliniyor. Camera obscura Rönesans ve sonrasında ressamların ve askeri efradın vazgeçemedikleri bir cihazdı. Torino’daki şüpheli “kayıt” dışında (İsa’nın imajı olduğu iddia edilen) bütün Antik ve Ortaçağ simyası, elementlerin sayısız özelliklerinin bilgisine vakıf olmalarına rağmen ışığın maddedeki etkisini bir “kayıt” aracı olarak tutmaya kalkışmadılar. Bir tarafta koskoca bir “bilimler akışı” varken öte tarafta 1830’lu yıllarda kötü bir ressam olan, biraz da amatör kimyager olan Niepce’in, en az kendisi kadar kötü bir ressam olduğu anlaşılan oğlunun manzara resimlerini doğru dürüst çizebilmesine yardım etmek üzere icat etmiş olduğu anlaşılan fotografın o tuhaf tarihçesi var.
G Ö LG E FA Z İ N - 48
Fotograf gibi bir aygıt gerçekten camera obscura geleneğine mi ait? Ya da “yansıma” ve “taklitlerin” tar tışıldığı Eflatuncu bir dünyadan gerçekten başlatılabilir mi fotograf tarihi? Açıkçası fotografın oluşması için iki bilimin biraraya getirilmesi gerekti: optik ve kimya. Buna hareket yanılsamasını, yani algılar psikolojisini eklerseniz sinemayı, elektronik “ikili” şemaları eklerseniz dijital imajı elde edersiniz. Ama iki bilimi bir araya getirmeye kim ne zaman kalkışır? Unutmayalım ki Descartes, Spinoza ve Leibniz döneminde, yani Klasikçağda felsefe, yani dünyaya zihinsel bakış biçimi henüz doğa bilimlerini kapsıyordu –hem de tümünü. Ama aynı zamanda ileride doğa bilimlerini bağımsızlaştıracak ve departmanlara ayıracak bir süreç de aynı çağda başlamıştı: tasnif. Buffon ile Linnaeus canlı varlıkları, insanı da içerecek bir şekilde kendilerine göre “tasnif” ettiler. Burada “tasnif” fikrini ciddiye almak gerekiyor: Antik Yunan felsefesi --tabii ki Eflatun-- “ayrım” mantığıyla işliyordu: insanları hayvanlardan, siyaset adamını çobanlardan, özeli genelden, kategoriyi mutlaktan ayırdeden nedir --işte ona bakmak gerekiyordu.
Dolayısıyla her “bilme” (episteme) kendi alanında başka bir “bilmenin” kendine ait alanda yaptığını yapacaktı. Aristo bunu neredeyse kozmik bir ilke haline getirmişti ve sonradan Aquino’lu Thomas gibi bir Hıristiyan filozof tarafından bu ilke yeterince kötüye kullanılacaktır: Tanrının bu dünyada ne işi var? İşi var, çünkü ruh vücut üzerinde ne yapıyorsa o da bu dünyada öyle bir iş görüyor.
Ekonomi politikten önceki bir rejim “zenginliklerin tasnifi” üzerinde işliyordu: doğal ve beşeri kaynaklar, para ve hazinenin unsurları, kadastral ve mülki k aynak lar vesaire... Ekonomi politik işin içine “öznel” değerleri ve değer biçmeleri de soktu: yani tasnif edilen, kaydedilen şeyler sadece “bilinebilir” şeyler değildiler, üstelik toplumsal “arzuların” nesneleri olarak “değerler” idiler.
Unutmayalım k i ayrım yoluyla sadece “analo jiler” kurulabiliyordu: A; B için neyse C de D için odur gibisinden. Oysa analojik düşünce “tasnife” pek olanak sağlamıyor. Foucault’nun muhteşem çalışması Kelimeler ve Şeyler bir şeyi son derece d e a ç ı k g ö s te r i yo r : a n a l o j i l e r, t a k l i t l e r ve simülasyonlar çerçevesinde işleyen bir düşünme tarzı mutlaka hiyerarşik bir sisteme ihtiyaç duyar: Tanrının düzeni ve sonra, insanların dünyevi düzeni. Analoji her şeyi tek bir hiyerarşik düzen içinde kapsamanın bir aracıydı... Sonluluk... Tasnif ise bambaşka bir düşünme tarzını gerektiriyor: her şeyden önce tasnif ile “kayıt” arasındaki içkin bağı çözümlemek gerekir. Şeyleri tasnif ettikten sonra rahatça her şeyi o kategorilere kayıt edebilirsiniz --kadastro idaresinden canlı varlıkların anatomik, mor folojik ve jenealojik tasniflerine varıncaya kadar.
Binyıllar boyunca “kaydetme” aracı yazıydı. İcat edildiği anda bile en azından bir “sınıflaşma” süreci yaratmış olmalı: yazıya sahip ve onu gizli tutan, nüfus nezdinde yazıyı kutsallaştırmakta bir çıkar görebilen bir rahipler kastı --ve yazı varolduğu anda bir anda “cahilleşen” halklar, kabileler, kavimler. Sonuçta yazı bir üst kodlamadır: bu halkları, hayatı ve zenginlik kaynaklarını kategori haline getirir. “Kayıt toplumları” bir bakıma Foucault’nun “disiplin toplumlarıyla” örtüşür ve Ondokuzuncu yüzyılı belirler. Napolyonik iktidar kadastral sistemler kurarak işler: kurumsal tasnif ve k ayıt mekânları. Hukuki tasnifler, idari bölgelendirmeler. Ama aynı zamanda Foucault’nun gösterdiği gibi vücutların, giderek kollektif vücudun tasnifi, ayrımlanması, analizi, kısacası iktidarın dolaysız hedefi haline getirilmesi. Fotoğraf bu noktadan itibaren bir “teleskopaj” aracı olarak iş görmeye başlayacaktır.
K aydetme ampir ik nesneler i devralır ken tasnif kendi başına bir lojik oluşturur --neye göre k a y d e d e c e ğ i n i z . . . B u f f o n’d a n K a n t ’ a t a s n i f mantığının bir mutlak laştırılmasını yaşıyoruz: K ant ’ın “ k ategor iler ” öğretisi nesne ile özne arasındak i fark ı ve mesafeyi garantiye almak içindir --k ategoriler “mümkün bütün deneyim n e s n e l e r i n e” u yg u l a n a b i l e c e k ö n e r m e l e rd i r : mesela her şeyin bir adedi, nitelikleri, kapsamı, beraberliği, ayırdedilebilirliği vardır ve bu k av ra m l a r d ü nya d a k i h e r ş e ye u yg u l a n a b i l i r --gül kırmızıdır dediğinizde bir kategori değil, tikel nitelik bulursunuz. Ama “gülün bir sebebi var” dediğinizde sebebin bir nitelik değil bir kategori olduğunu hissedersiniz. Bir kategori her şeyi “kaydedebilecek ” olan bir kavrama biçimi demektir. Heidegger’in ünlü “kapsama-kavramak a p m a” m e f h u m u o l a n E re i gn i s ( İ n gi l i zce’ye Apprehension diye çevriliyor) hala bu düşünce doğrultusundadır. Ama “k ayıt ” olmasa sistem işlemez. Sistem her şeyi kaydetmek ve bu kaydı mutlak bir biçimde her nesne için sürdürmek zorundadır. Sistem değişebilir ancak kaydetme zorunluluğu baki kalır. Modern toplum düzenlerinin nasıl şekillendiğini hissedebiliyor musunuz?
K a p i t a l i z m i n o k u r ya z a r b i r s i s te m o l d u ğ u n u asla düşünmemek gerek ir. “ Yazıya k arşı” olan Antik Yunan toplumu, Or taçağ’ın D oğusu ve Batısı, sonuçta daha “okuryazar ” idiler ve bunu sezmek için edebiyatlarının yüksek kalitesine bir göz atmak yeterlidir. Sorun kapitalizmle kaydın da rasyonelleşmesi, artık bir yaşantının aktarımı, iletimi olmayı yavaş yavaş bırakmasıdır. Kapitalizmin tek “yazısının” banknotlar ve pullar üstünde olduğunu söylesek yeridir.Ama bu hali sonuçta Jean-Pierre Faye’ın daha önce or tamlara göndermiş olduğum metninde olduğu gibi yaşıyoruz: kölenin yazılı dili ile efendinin konuşkan dili arasında pek de diyalektik bir karakter taşımadığı anlaşılan çok özel, biricik ve “olay oluşturan” (kelimenin Nietzscheci anlamında) bağla. İşte gittikçe daha az okuyup, daha fazla seyrettiğimiz gibisinden neredeyse her dersin girişinde vurgulamayı adet edindiğim mesele bu bağlamda ifade edilebilir. Sonuçta görsel-işitsel medyumun böyle bir yükselişi “görmenin” ve “işitmenin” yükselişi değildir, onlarla ters orantılıdır daha çok. İşte bu yüzden Leroi-Gourhan’ın, daha önce değindiğimiz “paradoksuyla” karşı karşıyayız:
G Ö LG E FA N Z İ N - 4 9
g ö r s e l - i ş i t s e l k ay ı t, a k t a r ı m ve e n fo r m a s yo n araçlarının mutlak realizmi –ve simülatif karakterleri. Görsel-işitselin olağan dinamiklerinin heder olması değil midir bu durum aynı zamanda? Ar tık her şey kayıttır --ve bu kayıt salt “tasnif ” fikrinin ötesine geçmektedir: tasnif Klasikçağda (Foucault’nun gösterdiği gibi) ikili bir rol oynuyordu --bir bilme ve iktidar cihazı. Tasnif etmek nesneleri bilmek demekti ve böylece modern bilimlerin temeli atılıyordu: “dil unsurlarının tasnifi” (Port-Royal Grameri), “canlı varlıkların tasnifi” (Linnaeus ve Buffon), ve son olarak “zenginliklerin analizi” (Petty ve Law). Kısaca söylemek gerekirse tasnif artık arkaikleşmiş bir bilme biçimidir. K ayıt ise tasnife verilen yeni insicamdır : tasn i f i n k ate g o r i l e r i n e u z a k t a n ya d a ya k ı n d a n cevap veriyor gibi görünse de sonuçta her şeyin kaydedildiği olgusu ile karşı karşıyayız ve bu tasnifin kategorilerini her an çözüp dağıtmaya aday bir durumdur. Bilim tarihçileri bu durumu “sürekli variyasyon” temasıyla k arşılamaya çalışıyorlar (özellikle Isabelle Stengers ile Ilya Prigogine). Her kayıt kendi çizgisine sahip biricik bir olay, belki de bir titreşimler ve değişkenlikler çizgisi oluşturur. Para arzı ile talebi arasındaki gerilimler ekonomide mesela artık buna tekabül eden modellerle araştırılıyor. Ulus Baker’in Bandista Müzik Grubu için sözlerini yazdığı Her Şeyin Şarkısı’yla baş başa bırakalım sizleri.
G Ö LG E FA Z İ N - 50
-PODCAST-
MİRAT’IN PUSLU FOTOĞRAF ATLASI
https://anchor.fm/cenk-mirat-pekcanatti
“Otostopçu her fotoğrafçıya az bir galaksi rehberi olmaya çalışmam, fotoğrafa olan aşkımdandır.” - C.M.P
G Ö LG E FA N Z İ N - 5 1
G Ö LG E FA Z İ N - 52