Söz Dergisi

Page 1

Dünya Gençliği Sokakta İsyan Bizi Çağırıyor


SÖZ

2

Merhaba, Yeni bir döneme yeniden merhaba! Yürüyen insanların ayak sesleri gelirken bir yandan, Şili'de parasız eğitim için sokağa dökülen öğrenciler, İngiltere'de harç zamlarını isyana çevirenler, Yunanistan'da kapitalizmin kölesi olmayı reddedenler, Anadolu'da tektipleşmeye, türk-erkek-sünni devlete başkaldıran halklar, var gücüyle sokaklara taşan kadınlar, HES'lere karşı köyünde yaşam hakkı için, barikatta direnenler selamlıyor bizi. Ve biz böylesine hareketli bir dönemde altıncı sayımız ile iradi müdahalede bulunma niyetindeyiz. Üç yıllık pratik ve ideolojik süreçte geldiğimiz nokta doğrultusunda, yaz sürecinde söz dergisi okurlarının buluştuğu ikinci kampımızı yaptık. Yerellerde yürüttüğümüz tartışmaları kampa ve daha sonra dergimizin altıncı sayısına taşıdık. Kampımızda şunu gördük ki “insan ihtiyaçları sınırsızdır” diye naralar atan iktisatçılar yanılıyormuş. Çadırlardayken paraya ihtiyaç duymadan yaşanabileceğini gördük, daha iyi markaya ya da daha üst bir model teknolojik alete gerek duymadık. “Kolektif yaşamak” diye ezberlediğimiz şey; gece soğukta battaniyemizi, akşam az kalan yemeği bölüşmekmiş. “Emek çelişkisi”, bulaşık yıkamamak için saklanan arkadaşlarımızmış ve devrimci eleştiri-özeleştiri bu arkadaşlarımızın utancından yanaklarının kızarmasıymış.” Eğlenirken öğrenmek” diye ta çocukluğumuzdan beri anlatıp durulan şey, voleybol, oyun turnuvalarında ezilen takımı tutmakmış. Tabii bunların yanında yaz sürecinde tartıştığımız konuları atölyelerde, toplu tartışmalarda ortaklaştırmaya çalıştık. Ekoloji tartışmalarımızda, Hopa'da Metin Lokumcu'dan öğrendiğimiz direniş ve köyünde yaşama hakkı için kolluk kuvveti ile kavga edip, taş atan teyzeden öğrendiğimiz gözü karalık ve HES'ler vardı. Kadın atölyesinde her gün kocası, sevgilisi, ya da abisi tarafından öldürülen, otobüste, okulda, yolda, sokakta ve kendi evinde bile tacize uğrayan, enseste maruz kalan, bir korucunun, asker yada bir “adamın” tecavüzüne uğrayan kadını, kadın olmayı ve kadın mücadelesini tartıştık. Bütün kimliklerimizden öte kadınız dedik. Panellerle, film gösterimleriyle, oyunlarla dolu dolu bir kamp yaptık. Ve öne çıkan tartışmalar; Anadolu halk gerçekliği, kongre girişimi hareketi ve gençlik mücadelemizde geldiğimiz noktada acil sorunlarımız ve üniversite mücadelesine ideolojik bir bakış tartışmalarıydı. İkinci kampımız nitelik olarak, ilk yaptığımız kamptan bir adım daha ileri ve hem özelde bireyler üzerinde hem de genelde geliştirici oldu. Bizler hem düşünsel hem de kolektif bir ruh yaratma yolunda bir adım daha ileri taşıyan kampın birikimleriyle ve dünya genelindeki isyan dalgasının coşkusuyla, yeni bir sayımızla yeni bir döneme merhaba.

İçindekiler Merhaba ................................. 2 Yök......................................... 3-4 Evre ....................................... 5 Adaklık Kuzu, Koç Bulunur .......................... 6-7 Alternatif İftar ....................... 8-9-10 Herkes Kadar Esmer

11

Eskiyen!-Ortadoğu

12-13-14

Halklar

15-16

Ne Amaçlıyoruz Nasıl Yapacağız

17-18-19

Anapotamya

20

Sol Anahtarı

21-22-23

Hes

24-25

Sivil Cuma

26-27

Kadın+Film

28-29-30

Yabancılaşma

31

Tarih

32-33-34-35

Su Yayıncılık adına sahibi ve sorumlu yazı işleri müdürü: Erman CAN İletişim: İstiklal Caddesi Rumeli İşhanı No: 88/18 Beyoğlu - İstanbul 0212 252 44 90 Baskı: Mattek Matbaaclık GMK Bulvarı Akyol İşhanı 83/23 Maltepe / Ankara Tel: 0312 229 15 02 E-posta: sozumuzvar@yahoo.com facebook.com/soz Fiyatı: 1,00TL'dir Hesap Numarası: İş Bankası Mithatpaşa Şubesi - Erman Can 4228 0918632


SÖZ

3

Öğrenciler Aç, Mezunlar İşsiz İşte SİZİN YÖK DÜZENİNİZ! YÖK (Yüksek Öğrenim Kurumu) 2547 sayılı kanunla 6 Kasım 1981'de Prof. Dr. Ali İhsan Doğramacı'nın başkanlığında kuruldu. 12 Eylül faşist cuntasının ardından toplumdaki tüm muhalefet odakları bastırılmış bütün toplum büyük bir biçimde baskı altına alınmış, binlerce kişi tutuklanmış, yüzlerce kişi işkencehanelerden geçirilmiş, gazetelere yayın yasağı gelmiş v.s bu listeyi uzatmak elbette mümkün ama esas konumuzdan uzaklaşmamak için kısa kesiyoruz. Baskı ortamından üniversitelerde nasibini almıştır. Çünkü üniversiteler toplumun kalesidir, sistemin ideolojik propagandasını yaparken bir taraftan da sistem için tehlike oluşturmaktadır. 12 Eylül öncesi de böyle bir durum söz konusuydu. Üniversite öğrencileri kendi haklarına sahip çıkarken, toplumun diğer kesimleriyle de haklar mücadelesi konusunda birlikte hareket etmekte, onların mücadelelerine de destek vermekteydi. Öğrenciler var olan sistemi sorgulamakta ve bu sistemi yanlış bulmakta, buna müdahale etmek istemekte, onun yerine başka bir toplumsal düzen inşa etme düşüncesinde birçok üniversitede bir çok öğrenci mücadele yürütüyor, tartışıyor, sorguluyor, örgütleniyor, sorunlarına sahip çıkıyor, hakkını arıyor ve diğer kesimlerle de bu hususta birlikte mücadele örmeye

çalışıyordu. Eğitim sorunlarının da esasında toplumsal sorunlardan farklı olmadığını düşünerek toplumsal bir muhalefetin paydası oluyordu. Zaten toplumsal muhalefet de egemenler için tehlikeli bir duruma gelmişken 12 Eylül faşist cuntasıyla toplumdaki muhalefet yukarda belirttiğimiz gibi bastırıldı ve bundan üniversitelerde nasibini aldı. YÖK kanunu parlamentodan geçmeden 1982 anayasasıyla güvence altına alınıp uygulamaya konuldu. YÖK'le birlikte üniversitedeki akademik kuralların etkisi azaltılırken yetki rektörlerde toplandı ve merkeziyetçi bir anlayışa teslim edildi. Yöneticilerin göreve gelmesinde kullanılan seçim yöntemi terk edildi ve atama yöntemi uygulamaya geçirildi. Rektörler cumhurbaşkanlığı tarafından atanmaya başlandı ve üniversiteler direkt olarak devletin tümden her koşulda baskı uyguladığı kurumlar haline geldi. Üniversiteler kışlaya çevrildi, har(a)çlarla sermayeye peşkeş çekildi, muhalif öğrenciler üzerinde soruşturma terörü arttı. Araştırmalar YÖK'ün kontrolü altına alındı ve YÖK'ün ilkeleri doğrultusunda eğitim verilmeye başlandı. YÖK'ün kurulmasıyla öğrencilerden har(a)çlar toplanmaya başlanıldı, velhasıl YÖK asker postalı gölgesi altında kuruldu. Süreç ilerledikçe YÖK her geçen yıl daha da pervasızlaştı. Bu sefer YÖK'ün kurucu başkanı şahsı muhterem- Ali İhsan

Doğramacı tarafından 1984'te Türkiye'nin İlk özel üniversitesi olan Bilkent Üniversitesi kuruldu ve böylece de üniversitelerin kapısı sermayeye aralanmaya başlandı. Daha sonra ki süreçlerde devlet üniversitelerine yönelik planlarını da ortaya koyan YÖK 1995-1996 sürecinde har(a)çlara yaptığı %400'lük zam öğrenci gençlik içinde büyük tepkiye yol açtı. Bir çok üniversitede açlık grevleri yapıldı, bazı üniversitelerin fakülteleri işgal edildi ve mecliste pankart eylemi olarak akıllara kazınan o eylem gerçekleşti. Bunun üzerine binlerce öğrenci sokaklara döküldü. Öğrenci gençliğin ortaya koyduğu direniş sonucu YÖK zamları geri çekti ve planları bir süreliğe sekteye uğradı. Eylemler sonucunda anlamış olacak ki YÖK esas niyeti olan devlet üniversitelerini de özelleştirme planını bir süreliğine rafa kaldırmak zorunda kaldı. Bu eylemler sonucunda vermek zorunda kaldığı tavizlerin acısını çıkarmaya kararlı olan YÖK, saldırılarını artırarak devam etti. Okula ÖGB'leri (Özel Güvenlik Birimi) doldurdu. Daha sonra bu yetmeyince her daim elinin altında olan kolluk güçlerini devreye soktu. Bunlar da yetmiyormuş gibi soruşturmalar açtı, cezalar yağdırdı ve


SÖZ bu soruşturmalar sonucu birçok öğrenci üniversiteden atıldı. Yakın tarihimize de bakacak olursak, bunun için çok uzağa gitmeye gerek yok, 2-3 yıl öncesine döndüğümüzde yine YÖK'ün o süpersonik icraatlarını göreceğiz. 2009 yılında har(a)çlara bu sefer %500 zam yaptı. Ankara'da, İstanbul'da ve birçok kentte öğrencilerin yaptığı eylemler sonucu har(a)ç zamları yine geri çekildi. YÖK bu sefer 2 yılda yaptığı şaibeli sınavlarla gündeme oturdu (KPSS, YGS-LYS) daha sonra birçok üniversitede siyasetçilerin protestolara uğramasıyla YÖK çaresizliğini ortaya koyan bir açıklamayı bu kez siyasetçilere yaptı; “Bu süreçte üniversitelere gitmeyin”. ODTÜ'de yaşanan 5 Ocak eylemi ve diğer pek çok üniversitelerde gerçekleşen eylemler üzerine, YÖK kampüslerde sivil polise kontenjan açma fermanıyla gündeme oturdu. Neticede YÖK 30 yıllık tarihi boyunca her dönem protestoya uğradı, har(a)çlarla bir çok arkadaşımız yaz sürecini çalışarak geçirmek zorunda kaldı. Bunun sonucunda bir arkadaşımız çalıştığı inşaatta yaşamını yitirdi. Yani YÖK içimizden birisini katletti. YÖK'ün kurulduğu 30 yıllık süreç boyunca bu ülkenin üniversitelerinde yani esasında hep bizim olan üniversitelerimizde uslandıramadığı

4 istenmeyen çocuklar oldu. Bu çocuklar hiçbir zaman bunları unutmadı. Belki dönemsel olarak tepkiler önceki süreçler kadar geniş çerçevede olmadı, belki YÖK'ün bir çok uygulaması alışılmış hale geldi ama bu direnişler tarihin sayfalarına yazıldı. Ve o uslandırılamayan çocuklar YÖK'ün planlarını bozarken bizlere de deneylerini miras bıraktı. Bu deneyler geri çevireceğimiz reddeceğimiz deneyler olmadı. Bunlar her zaman sırtımızı dayadığımız her zaman referans aldığımız ve ileriye dönük adımlar atacağımız dersler oldu. Ve bu yaşananlar kaybolmadı, bunları biliyoruz, bize yapılanları biliyoruz. Üniversite kapılarında başörtüsüyle fakülteye giremeyen buna siyasal simge diyip kadın arkadaşlarımızı polise coplatan, anadilde eğitim isteyen Kürt arkadaşlarımızı soruşturma terörüne boğup üniversitelerden atan yine YÖK oldu. YÖK hiçbir zaman farklılıklara tahammül edemedi oysa bizim sorunlarımız hep ortak. YÖK üniversitelerimizi sermayeye peşkeş çekerken bizi geleceksizliğe mahkum eden sistemin üniversite eli olarak bizi boğmaya çalışırken, kendi çizdiği kalıplarıyla biz ne dersek o olacak dedi. Biz bilimsel eğitim dedikçe onlar "böyle bir durum söz konusu değil" dedi, "üniversitelerde illa bir şeyler yapacaksa nız gelin bizim koyduğum uz sınırlar içerisinde yapın", "bakın size ÖTK'lar" dedi, "gelin burada arkadaşlar ınızı temsil

edin haklarınızı bizim koyduğumuz sınırlar içerisinde arayın" dedi. Tabi ÖTK'lara seçilenlerin ne kadar temsiliyet hakkı varsa. "Buda yetmiyorsa illa bir şeyler yapacağız diyorsanız gelin topluluklarda yapın" dedi. "O da bizim sınırlarımız içerisinde" dedi. "Bilimsel eğitim yerine ezberleyin". "Hocalarınızın istediği ideal cevapları yazın kâğıtlarınıza". Oysa biz bilimsel eğitim isteğimizi her seferinde yineledik. Üniversitelerde bilimsel eğitim ve demokratik özerk üniversite talebimizi ortaya koyduk. Bizim öz örgütlülüklerimizle üniversitemizde esas söz sahibinin bizim olduğumuzu söyledik. YÖK hep bunları kulak ardı etti, tepkilerimizi hep saldırılarıyla bastırmaya çalıştı, biber gazına boğdurttu, coplattı, soruşturmalara boğdu, cezalar yağdırdı. YÖK bugün bizim için geleceksizliktir, YÖK bizim hakkımızda soruşturmalar açıp eğitim hakkımızı gasp edendir, YÖK bizim için hapishanelere çevrilen üniversitelerimizde özel güvenlikleriyle kafa kâğıdımızı kontrol eden, buna itiraz ettiğimizde gözünü kırpmadan güvenliklerini üzerimize salandır. YÖK bugün bizim için topladığı har(a)çlarla arkadaşlarımızı yazın çalışmak zorunda bırakıp, katledendir. Onun içindir ki YÖK aramızda birisini katletti, YÖK bizi kavgaya davet etti. O halde sorunlarımız ortaksa mücadelemizde ortak. O halde karşımızda duran güç ortada bu gücü alt etmek bizim elimiz de hepimizi geleceksizliğe mahkum ederken, topladığı paralarla cebimizi boşaltırken, hepimiz benzer sıkıntıları yaşadık. O halde birimiz hepimiz, hepimiz birimiz içindir. Davetleri kabulümüzdür. Kavgaysa kavga, mücadeleyse mücadele. Bunlar olmadığı sürece onların bu bezirgân saltanatı devam edecektir… DTCF Turgut


SÖZ

5

Doğduğumda çırılçıplakmışım. Tek yaptığım nefes almak, uyumak ve yemek yemekmiş. Yaşamak için bunlar yeterli olabiliyordu demek ki bebekken. Sonrasında yine her şey çok güzeldi. Aslında hâlâ nefes alıyor, yemek yiyor ve uyuyordum. Bir de bunlara ek olarak öğreniyordum. Ali'nin karnı acıktı. Ali'nin annesi. Ali'nin oyuncağı. Buradaki Ali'nin ben olduğumu sonradan öğrenmiştim. Ben. Benim. Benim annem. Benim oyuncağım. Benim karnım acıktı. İçerisinde benim'in ağırlıklı olduğu cümleler kurabildiğimde bir şey farketmiştim. Artık konuşabiliyordum. Yeni bir şeyler… Aslında okula gitmeyi ben de istemiştim. Böylece oyun oynayabileceğim daha çok arkadaşım olabilirdi. İlk dönemler zor gelse de zamanla alışıyordum okula. Hepimiz aynı kıyafeti giyiyor, hepimiz aynı saatte okula geliyor, aynı sıraya giriyorduk. Aslında bunlar o kadar da eğlenceli değildi. Ama beraber yemek yemek, beraber oyun oynamak, sohbet etmek güzeldi. İlkokulu sevmiştim. Rehberlik öğretmenlerinin dersleri hep keyifli olmuştur. Çünkü istediğiniz kadar gırgır şamata yapabilirsiniz. Fakat bu kez öğretmenin sorduğu sorular yüzünden kafam biraz karışıktı... Boş zamanlarınızda ne yaparsınız? Boş zamanlarımda kitap okuyabilir, arkadaşlarımla gezebilir, fotoğraf çekebilir, müzik dinleyebilir, herhangi bir müzik aleti çalabilir, resim yapabilir, pikniğe gidebilir kısacası aklıma gelen ve mutlu olunabilecek her şeyi yapabilirdim. Fakat üzücü olan bunları sadece boş zamanlarımda yapabiliyor olmamdı ve bunlar kendim için bir şeyler üretebildiğim zamanlardı. Buna neden BOŞ zaman diyorlar ki? Okul zamanı, uyku zamanı, annem ve babam için iş zamanı vardı ve bu zamanlar öyle büyüktü ki! Bu korkunç ve kendim için bir şeyler yapıyor olduğum zamana boş zaman diyerek içi boş şeylermiş gibi göstermelerine de gıcık olmuştum. Büyüyünce ne olacaksın? Bu soruya herkes öğretmen, doktor, avukat gibi kısa cevaplar vermişti ve ben bu soruyu ilk defa o an düşünmüştüm.

EVRE

Daha sonra lise boyunca bunu düşünecek çok fazla vaktim olmuştu. Aslında yine de kesin bir karara varamamıştım. Ne olacağımı belirleyecek olan benmişim gibi gözükse de bunu girecek olduğum sınavlar belirleyecekti. Sınavlardan iyi notlar almak da benim elimdeydi elbette. Gelecek, bu haliyle çıkmaz bir döngüydü benim için. Artık ne olacağımı düşünmekten kendim olmayı unutmuştum. Okul dershane ev üçlemesinde geçirdiğim zamanlarımı özleyeceğimi hiç sanmıyorum. Üniversite… Yazısını gördüğümde aslında bir piyango bileti bana çıkmış kadar sevinmiştim. Tüm sülaleden tebrikler yağacak, arkadaşlarımla doyasıya kutlama yapacağım hatta devlet yetkililerinden birileri her an beni arayıp tebrik edebilirlermiş gibi hissediyordum. Bu heyecanımı paylaşacağımı umduğum dostlarımın yarısı sınavı kazanamamıştı ve beraber geçirdiğimiz vakitlerde onları teselli etmeye çalışırken bulmuştum kendimi. İşin garibi kendimi arkadaşlarımın en ezeli düşmanıymış, hatta kıyasıya bir yarışta onları alt etmiş gibi hissediyordum. Amfi... Girdiğim ilk dersti; devlet yetkililerinden birilerinin beni arayıp, tebrik edeceğini düşünmüş olmamın tam bir saçmalık olduğunu anlamak fazla uzun sürmedi. Yüzlerce kişiyle aynı bölümü okuyordum, binlerce öğrenciyle aynı okulu paylaşıyordum ve milyonlarca üniversitelinin olduğu bir ülkede yaşıyordum. Hayallerimin suya düştüğü zamanlar yaşıyordum diyebilirim. Kayıt işlemleri, harç parası, ders kaydı vs. ile uğraşırken büyük camekanın önündeki küçük pencereden kafasını uzatmış ve acele etmem konusunda beni uyaran memurlar sanki bir pislikmişim gibi davranıyorlardı. Yüzlerinde üniversiteyi kazanmış olmamı tebrik eden en ufak bir gülümseme dahi yoktu. Harç parası için bankaya koşturmak, okul kimliği için sayfalarca bilgi doldurmak, yurt başvurusu için dilekçe yazmak ve bu koşturmaca içerisinde kampüsü öğrenmeye çalışmak. Duygular…

Kendimi borsada değer kaybeden bir kağıt parçası gibi hissediyordum. Ödediğim yüzlerce lira harç parasından sonra kalacak bir yer istiyordum devletten. Küçücük bir oda ver bana devlet baba. Bu hiç komik değildi. Babam ve Oğlum filmindeki yalnız başına kalan o küçük çocuğu oynuyordu sanki hayallerim. Hayallerimi yaşatacak bir üniversite istemiştim ve artık buradaydım. Küçük de olsa hâlâ umudum vardı aslında. 4 kişilik küçük odamızda yurt arkadaşlarımla beraber kalırken 6-8 kişilik odalarda kalan arkadaşlarıma göre daha şanslı hissediyordum artık kendimi. Bunu ilk kez KYK'ya yaptığım kredi başvurusunun kabulüyle fark etmiştim. Şanslı olduğumu düşünüyordum. 4 yıl sonra üniversite bittiğinde (ki finallerden sonra 4 yılda bitirebileceğimden o kadar emin olmasam da) kazanmış olmamı tebrik etmeye gelmeyen yetkililerin bu parayı istemeye geleceklerini düşünmediğim zamanlarda üniversite daha güzeldi benim için. Sıradan günler.. Genel olarak vize, final, dersler ve arkadaşlarımla yaptığım komik sohbetlerle sıradan bir öğrenci oluvermiştim. Yemekhanedeki kalabalık yemek sıralarında, kırtasiyelerde geçen ders notu sıralarında ve amfi sıralarında geçireceğim üniversite hayatımdan sonra yapacağım iş başvurusu sıralarında yaşlanıp gidecektim. Büyüyünce ne olacağım sorusunun yanıtını da yavaş yavaş çözmeye başlıyorum. Büyük olasılıkla "işsiz" olacağım. Fizik, kimya, biyoloji, tarih, matematik gibi bölümlerde okuyan arkadaşlarım hâlâ kendilerini şanslı hissediyorlar. Dershanelere dönmekte o kadar istekli olmasalar da buralarda iş bulabilecekleri konusunda ısrarcılar.. Söylediğim gibi üniversite günlerimiz böyle geçiyor. Sıradan günler. Bu arada.. Üniversiteye bu sene gelmiş arkadaşlar, HOŞ GELDİNİZ. İstanbul Mustafa Mumlu AYDOĞDU


SÖZ

6

ADAKLIK KUZU, KOÇ BULUNUR Başka bir arzunuz? Aslında bu durum Hasankeyf'i yok eden Garanti bankasının sloganına oldukça benziyor. MYO'lar dan (Meslek Yüksek Okulları) ve yeni açılan üniversite bölümlerinden bahsediyorum. Durum öyle vahim ki ne içi belli ne de dışı! Ancak içine girince anlıyorsun durumu. Ee kim anlamaz ki prefabrik binaya girince kurban olduğunu? Hayır bi saniye daha geriden anlatmaya başlamalıyım. Tam 4 yıldır üniversite hayali kuruyorum. Hayal kurarken hiçbir şey gerçek görünmüyor. Sanki her şey uzakta her şey kopyasının kopyası gibi. Birçok kişi gibi ben de üniversite yaşamını ve akademik eğitimi kurgulayan birisi olmuştum. "-Hayır insan yanlış hayaller kurmaktan ölmez" diyordu bu konuda uzman birisi. - Peki ya hayal kırıklığı? Hayal kuruyor ve garip yerlerde uyanıyorum (üniversite)! Oraya nasıl gittiğimi hiç bilmiyorum. Nasıl oldu da üniversiteye böyle karga tulumba gittiğimi hatırlamıyorum. Tek hissettiğim üniversitenin dayanılmaz acıları! Uzman "Biraz gevşemen lazım" diyor. Prefabrik binada, küçücük derslikler içerisinde, bölüme dair hiçbir bilimsel imkan olmadan mı? Pek sanmıyorum. Bunun bir ilacı, bir devası yok mudur? Böyle akademik eğitim mi olur? Lisedeyken bile meslek dersliklerimiz buradan daha orantılı geliyordu. En azından kendimi avuttuğum hayallerim vardı

üniversiteye dair. Lisedir diyordum, "Bu eğitim sisteminde, bir meslek lisesindeki imkan ancak bu kadar." diyor, üniversitenin o büyülü adına aldanıyordum. Mesleki derslerin laboratuarları gözümde o kadar büyüyordu ki sunduğu imkanlar sınırsızmış gibiydi ama ilk derslere girmeye başladığımda kırılan hayallerim mızrak gibi yüreğime saplandı. Çünkü dersliklerin liseden farkı yoktu hatta liseden kötü olduğumuz durumlar da yok değil! Laboratuar sayımız yetersiz, üstüne bir de laboratuar imkanları o kadar kısıtlı ki. İlla bizi mi kurban etmek gerekiyor? Derdimin devası kanımız mı? Uzman şöyle diyor: "Seni kurban etmek senin acılarına son vermeyecek, sen akademik kurbansın, senin hayallerin kurban ediliyor fikirlerin ve zihnin". Lisedeyken mesleki derslerimize o dersin akademik eğitimini almış o dersin öğrenciye aktarım tekniklerini öğrenmiş, öğretmenlerimiz vardı. MYO da bu imkanımız yok. Anlamadığım ya da anlamak istemediğim akademik eğitim veren bir kurumda nasıl olur da anlattığı dersin uzmanı olmayan hocalar o derslere girebilsin? Liseyi özlemiyor değilim… -Hayır. Sabretmen lazım, belli bir öğrenci sayısına ulaştıktan sonra bütçe gelecektir, biz de diğer bölümler gibi akademik eğitimler alabileceğiz diyor. -Hadi ama acı çekiyorum, böyle eğitim olmaz. (Uzman) bana acıdan bahsetme, boş zamanında Karaisalı MYO'suna git,

eğitim kanseri olan insanları gör, gerçek acı orada. İşte büyülü sözcükler sarf edilmişti artık. Senden kötüsü de var, haline şükret psikolojisi yine enjekte ediliyordu… O an dejavu oldum işte. Karaisalı Toroslar'ın eteklerinde, etrafı gür çam ormanlarıyla ve mısır tarlaları ile çevrili küçücük bir belde. Tarlaların bittiği yerde ormanlar başlıyor. Böyle bir manzarayı en son Stephen King'in mahşer romanında rast geldim. Romanda insanların ortak gördükleri bir rüya vardı. Dağların eteklerinde etrafı mısır tarlaları ve tarlaların bitiminde başlayan gür ormanın çevrelediği, küçük köyün doğayla bir bütünmüş gibi görünen kereste köy evlerinin birinin sundurmasında oturmuş kendisi gibi yaşlı gitarıyla blues ezgileri çalan ihtiyar siyahi kadın. Bu rüyayı gören insanlar o yaşlı siyahi kadının yanına gitmek istiyorlardı. Ama ne şekilde gideceklerini yolu nasıl bucaklarını bilmiyorlardı. Orayı, o köyü kurtuluş mekanı, ihtiyar kadını ise kurtarıcı olarak görüyorlardı. Oysaki benim Karaisalı'ya gidebilme imkanım var. Eziyetli ve pahalı da olsa, o bir saatlik yolu gidebiliyorum ve dersler bitince de aynı eziyet ve pahalılıkla Adana'ya dönebiliyorum. Ama ne romandaki gibi Karaisalı bir kurtuluş mekanı ne de bizi bekleyen güzel sesli bir kurtarıcı. Çekilen yol eziyetinden kat ve kat büyük sorunlar var ve kulağımıza çalınan ses kasabın ağzından kızgın yağ gibi dökülen besmele sesi. Ne de olsa


SÖZ

7 adet böyle, besmelesiz kurban kesilmez. Yol eziyetini çekme sebebim; Karaisalı MYO' da KYK yurdunun olmaması ve maddi imkanlarımın orda bir ev kiralamaya ya da özel yurtta kalmama yetmemesi. 4 arkadaş ev tutmaya kalktık. Kirasıdır, elektriktir, suyudur, mutfak masrafıdır, yakıtıdır derken bir baktık ki Adana'dan ev tutsak aynı masrafa denk geliyor. Üstüne bir de Karaisalı'da sosyal yaşamımızın kısıtlanması durumu var. Kısıtlanıyor derken gezilecek görülecek alan bol aslında ormanda pikniktir, Toroslar'da mağaraları dolaşmaktır… vb. Ne yazık ki bunları yaparken yeni insanlarla tanışamazsın. Toroslar'daki yaban hayatı popülasyonundan hayvanlarla sıkça karşılaşma imkanın vardır. (Mağara gezileri konusunda dikkat etmek gerekli. Mağaraya girerken mağara sakinlerini içerde olup olmadığını kontrol etmek gerekiyor. Yoksa her an bir ayı ile yüz yüze gelebilirsiniz.) Okulu yaparken yemekhaneyi yapmayı unutmamışlar. Bunu nasıl unutmamışlar şaşırtıcı doğrusu! En şaşırtmayan kısmı ise yemeklerin samandan farksız olmaması. Gerçi kesimi bekleyen kurbanlık için yediği son saman en lezzetli olanıymış. Bizim kasaplar işi ağırdan aldığından, daha doğrusu diploma denilen kesim emrini bekliyorlar, desek yerinde olur. Diploma demişken MYO' larda akademik eğitim önlisans düzeyinde. Bu şu kapıya çıkar; siz akademik hayatınızı lisans programında sürdürebilirsiniz. Bu üniversite tüzüklerinde ve YÖK kararnamelerinde böyle. Gelgelelim ki durum pek böyle işlemiyor. MYO'nuz ilçelere ve beldelere yeni taşınmış ise ya da açılalı bir 15 yıl geçmemiş ise gördüğünüz akademik

eğitim lisedekinden pek farklı olmuyor. Önlisansa hazırlık seviyesinde akademik eğitim koşullarınız vardır. Bu MYO' nun size sunduğu imkanlardır ve bu eğitim seviyesinden ve koşullarından geçebilmek için kişisel birtakım niteliklerinizin olması gerekir. Bu nitelikler ÖSYM' nin tercih kılavuzunda yazmasa da! Sen bunları kendinde arayacaksın, şayet bu nitelikler sende yoksa en yakın üniversite sınav tarihine kadar dershanelerde sömürüleceksin! Yok buna gelemem dersen bu onların işine gelir, hiç üniversitedir, mezun olunca iş bulma derdidir bunlara maruz kalmadan işsiz olmayı başardın demektir. Lafı uzatmadan niteliklere geçelim. İdealist olacaksın ki MYO'da okuduğun bölümü bitirdiğinde herhangi bir üniversitede lisans programı bulamayacaksın. Çünkü o kadar öngörüşlü MYO tasarıları var ki çoğu önlisans programlarının lisans düzeyinde programları yok. Psikolojik açıdan sağlam olman gerekli. Seni asosyal olmaya, bencilleştirmeye çalışacaklar. Sen buna inat, sosyal olmaya çalışacaksın. Bunu yaparken de gene seni sistemin "sosyalleşme böyle olur" diyerek çarpık insan ilişkileri sunarlar. Bizim adımıza geleceğimizi ilgilendiren konular hakkında karar alırlar ve bunu bizim yararımıza olduğuna inandırmaya çalışırlar. Bunlara da insanı insan yapan değerlerimiz ile karşı koymak gerekir. İtaat ettirilme karşısında başkaldırmalı, bizlere kendileri gibi şu anki

dünya sistemindeki onlar gibi düşünen insan olmayı empoze etmek için çabalarlar. Buna karşı özgür düşünceyi savunmak ve kendi sorunlarımızı kendimiz kafa yorup, çözüm yollarını aramaktan geçer. Bencil insanlar yapmaya uğraşırlar bizleri oysa paylaşmanın ve beraberliğin tadına varmalıyız, ancak bu şekilde kendi özgür ve güvenilir yarınlarımızı kurabilir ve insan olmanın onurunu kendi benliklerimizde somutlayabiliriz. Hasankeyf'i yok etmek için gereken bütçeyi sağladık. Başka bir arzunuz ? Hikaye burada başlamıştı, değil mi ? Anlaşılan güzellikleri yok edip ve "Başka yok etmemizi istediğiniz var mı?" diye soruyorlar şimdi de bana. Teşekkürler, yıkılan hayallerim geleceksizliğim, güvencesizliğim bana yeter! Adana Koray - Doğan


SÖZ

8

ALTERNATİF

İFTAR SOFRALARI

SÖZ: Kendinizi tanıtır mısınız? Kadir BAL: Ben Kadir Bal. İnşa Yayınevi çalışanıyım. www.adilmedya.com sitesi yazarı ve emektarıyım. Emek ve Adalet Platformu'nu omuzlayan bir telaşın teriyim. SÖZ: Ramazan ayını nasıl anlamlandırıyorsunuz? Kadir BAL: Ramazan ayı Kur'an'ı Kerim'in Hz.Muhammed aracılığı ile insanlık ailesine geldiği bir aydır. Bu ayı sadece midenin aç bırakıldığı ve buradan yola çıkılarak fakirlerin, açların, yoksulların halini "anlama"ya indirgenmiş bir ay olarak görmüyorum. Anlamak işin bir parçası. Ama kalan tarafı ise "itiraz" ve "kıyam"dır.Yani bir ayaklanış. Silkeleniş ve başkaldırı... Bu kıyam bilincin kıyamıdır. Ruhun kıyamıdır. Bir ahlaki kıyamdır. Bir vicdani kıyamdır. Öfkenin ayaklanmasıdır. Birileri hemen vandalizm suçlaması yapabilir. Ama zulümleri ateşe vermek için ezilenin yanında, ezenin karşısında iyiliği ve eşitliği örgütleme kıyamıdır. Eşitliği matematiksel eşitlik olarak kullanmıyorum. Ya da Liberalizmin

arkadaşlarımız olduğu gibi kendisini sol eksende tanımlayan arkadaşlarımız da vardı. Lakin onların solculuğu Türkiye'de alışılagelen aydınlanmacı, ilerlemeci tarih algısı üzerine kurulan, laik nosyonlu bir sol değil, ezilenler ortak paydasında, İslam'a da kulak veren, erdemliler topluğunun bileşenleri idiler. O yüzden var olan tartışmalar "ne yapıyorlar"dan ziyade "kim yapıyor"lara takıldı kaldı bazı çevrelerde. Hatta diyebilirim ki bu protestoların sarsıcılığı karşısında şapkalarını önlerine alıp düşünmekten de kaçabilmek için, protestoları tartışmaya açarak aslında kendi kaçışlarını maskelediler. Buradan iyi niyetli ve gerçekten bizlere katkıda kanatları altından konuşlanan ağızların bulunmak amacı ile çeşitli çevrelerden gelen eleştiriler içinse canı gönülden dile getirdiği gibi "fırsat eşitliği" teşekkürler. O eleştirileri aldık ve olarak da kullanmıyorum. Allah'ın kendi içimizde değerlendirdik. yeryüzünde insanlar için yarattığı Protestoları yapma sebebimiz nimetlerden mahrum bırakılanların kerameti kendinden menkul bir hakkını anlatmaya çalışıyorum. gençlik heyecanı değildi. Hele hele SÖZ: Lüx otellerin önüne iktidarın muhafazakar görüntüsü kurduğunuz mütevazi sofralar neyi karşısında ramazanı kullanmak hiç ifade ediyor? İftar protestolarını değildi. Bizler Ramazan'ın bir vicdan neden yaptınız? Neyi protesto işi olmadığını, bilakis vicdanla ediyorsunuz? başlayan bir iş olduğunun bilincinde Kadir BAL: Lüks otellerin olan insanlarız. Ramazan'ın ahlaki önünde kurduğumuz sofralar öfkesinin, sınıf çelişkisine olan "Mağrurlanma Padişahım senden itirazının, irfani derinliğinin, Cennet büyük Allah var."ı anlatmaya ve Cehennemle olan bağıntısının da çalışıyordu. Bu sofralar bizim farkındayız. Ramazan'ın Kur'an'la ve şahidliğimizi, tavrımızı ezilenin sokakla olan ilişkisini bilen insanlarız. yanında kurduğumuzu ifade ediyordu. Ramazan algımız Allah-Ekmekİftar protestolarımız yaftalar ile Özgürlük bağlamında ele aldığımız bir alkışlar arasında bir yerde kaldı. aydır. Yaftaların İslamcı cephesi "ulusalcı Bizler üzerimizde dönen din solu" diyerek ezmeye kalktı. Sol dolapların farkındayız. Ramazan'ın cephesi ise "İktidara karşı din aracını bize sağlamış olduğu itiraz zeminini kullanma gericiliğinin tuzağına değerlendirdik. Lakin bu itirazı ve düşmek" olarak yaftaladı. Fakat onların yaftaları onlara, bizim çilemiz protestoda ortaya koyduklarımızı 1 ayla sınırlı kılıp kalan 11 ay boyunca ve tebliğimiz bizedir. Medyanın sosyal gevezelik yapacak değiliz. "Müslüman-Sol" olarak tanımlaması Bizler var olan Ramazan ayının yılın ise bu yaftalamaların çıkış noktası diğer 11 ayının bir provası olduğunu oldu. Aramızda kendisini İslamcı ya düşünüyoruz. O yüzden otel önü iftar da Müslüman olarak tanımlayan protestolarında haykırdığımız


9 elbette ezberleri bozula bozula gelip katılım gösterdiler. Zira Sol, bu topraklarda laikliği kendisine tampon yaparak güya gericilik adı altında dinle hesaplaşmaya kalktı. Haliyle statükonun sol refleksi haline geldiler. İslami değerler ile de savaşmayı ilericilik zannettiler. Bunun yanlışlığını farkedenler ise en azından İslam'ı saygı duyulacak bir nesne haline indirgeyip, biz dine saygılıyız gerçekler tüm zamana yayılacak olan peçesi altında İslam'a olan mesajımızın ve duruşumuzun bir ön yabancılıklarını meşrulaştırmaya provası idi. gittiler. O yüzden biz SÖZ: Protesto için yapmış muhafazakarların ekmek diyemediği, olduğunuz iftar yemeklerine, katılım bir çok sol çevrenin Allah diyemediği ne boyuttaydı, kimler katıldı? bir iklimden kaldırdık başımızı. Protestonuza solcular da katılıyordu Birileri iftar sofralarımız sokağa bununla ilgili ne düşünüyorsunuz? inmek, halka inmek olarak okumuş Kadir BAL: Katılım yüksekti. olabilirler. Bizler hiç bir zaman sokağa Toplamda 3 protesto gerçekleştirdik. ve halka inmedik. Bizler zaten Son 2'si 1000 civarında idi. Yer sokaktaydık. Sokağın vicdanı olarak sofralarımıza değişik çevrelerden vardık. Ve bizler zaten halkın insanlardan katıldı. Beklediğimiz çocuklarıydık. Bu protestolar insanlar kadar beklemediğimiz muhafazakarlara ekmek ve emek çevreler de ilgi alaka gösterdi. Bu ilgi zulmünün Allah'ın bir kaderi alakaların bir kısmı kendi açısından olmadığını, bilakis ezen-ezilen iktidara karşı yükselen güçlü bir itiraz çelişkisi içinde okunabileceğini iftarlar sesinin cazibesinden dolayı gelmiş üzerinden gösterirken, Allah olabilirler. Lakin biz tüm insanlara diyemeyen ve dini hep laik bir zihin açık bir sofra sermiştik. O yüzden kayması ile okuyan solculara da bizler gibi düşünmeyen, sadece iktidar Allah'ın dolayısı ile dinin ezenlerin karşıtlığı üzerinden sofralarımıza halkları sindirmek için kullandığı bir gelmeye kalkmış insanlar da vardı. aygıt olmadığını gösterdi. Hayır Protestoya katılan solcular ile kardeşim! Allah demek ekmeğin ilgili ne düşündüğüme gelirsek: kavgası demektir. İftar sofrası demek; Solcular derken Sol açısından elbette sadece lüks otel iftarlarını değil, genelleme yapmış oluyoruz. evlerimizdeki şatafatlı sofraların, israf Türkiye'deki Sol, ne kadar Sol, bunu ve azgın üretim-tüketim şeytanının da tartışmak lazım belki ama ben yine yakasına yapışan Ademoğlunun de "hangi sol?" diye bir soru şerhi elleridir. Bu sadece fakirlerle "aaaa düşeyim sorunuza. Zira çok değişik bakın sizi anlıyoruz, demek böyle aç sol çevrelerden gelen insanlar vardı. aç dolaşıyorsunuz" basitliğinde bir Sol'un radikalinden liberal yelpazesine empati değil. Bu Ebuzer'in haklı kadar şahsen karşılaştığım insanlar da öfkesini günümüze taşıma telaşıdır. Bu oldu. Yurtsever gençler de vardı. Allah Rasulu'nun "Bu kız çocukları Aleviler vardı. Kendilerini Anarşist Hangi suçundan dolayı diri diri olarak tanımladıklarına şahit olduğum toprağa gömülüyor" sorusunun gençler vardı. TKP'li olduklarını bugünki karşılığına çığlık zemini söyleyenler olduğu gibi, Parti-Cephe'li hazırlayan bir sofradır. kimseler de vardı. Daha sayamadığım Bu arada soframıza ideolojik kimlikler sol çevrelerden insanlar gerek merak kadar arka sokakların cehenneminden dürtüsü ile gerek yerinde görmek için katılan insanlar da vardı. Çıkıp

SÖZ konuşma yaptılar. Tinerli titreyen elleri ile "Polisler bizi dövmesin. Biz de bu halkın çocuğuyuz. Bizler sizin gibi okumadık ama bizler hayat okulundan geliyoruz. Bizler bu lüks sofralara asla oturamayız ama sizlerin sofrası bize açıktı. Allah razı olsun" diyen sokak çocukları vardı. Ülkelerindeki Tarlabaşı'ndan kaçıp, insan kaçakçalarına avuç dolusu paralar dökerek İstanbul'un Tarlabaşı'sına gelmiş ve buralarda İstanbul'un pisliğinde plastik kağıt toplayan Afrikalı gençler vardı. Onlar da konuşma yaptılar. Yine Balat'dan Tarlabaşı'ndan, Tophane'den gelen yoksul aileler vardı. Ve onlar bizlere "biz de bu ülkenin Somali'siyiz. Bizleri unutmadığınız için teşekkürler"dediler. Teşaron İşçiler vardı. Kimsesizler vardı. Yalnızlar vardı. Ruhu kırk yerden bıçaklanmış yaralılar vardı. Ezberi allak bullak olmuş İslamcılar ve solcuların yaftalama ya da alkış sesleri arasında bu insanları gözden kaçırmayalım lütfen. Biz öyle bir iftar sofrası serdik ki, Mustaz'af'lar, miskinler, Beled suresinde geçen erdemlilerle oturduk o sofraların etrafına. Sol jargonla söylemek icap ederse; devrimci proleterya ve de lümpen proleterya ile oradaydık. Ya da düşman kesilenlerin de gönlü olsun haydi: "Tüm kafası karışıklar(!)", "Ne yaptığını bilmezler(!)", "Dini kullananlar(!)", "Müslüman-Sol(!)"olarak oradaydık.


SÖZ Abdestsiz Kapitalizm'e ve onun dayattığı yaşam tarzına olan itirazımız aynı zaman da el değiştiren iktidara yani Abdestli Kapitalizm'e de esaslı bir itiraz olması açısından salt AKP ve mütahit olmuş Mücahidlere olan itirazımız değildi. Devrimcilikten reklamcılığa, mücahitlikten mütahitliğe evrilen, dini zengin eğlencesi haline getiren, bunlara kızıp da aydınlanmayı ve devrimciliği din düşmanlığı zanneden her kesime karşı ezilenlerin sesini kuşanarak ezenlerin karşımıza çıktığı sembollere tokat attığımız bir sembolik iftar protestosu idi. SÖZ: İktidarın din ile ilişkisini değerlendirir misiniz? Kadir BAL: İktidarların dinle olan ilişkisine dair söylenecek çok şey var elbette. Dinler halkın afyonu olması açısından bir uyuşturucu gibi görülerek, İktidara karşı halkın itirazlarını hadım etmek amaçlı yaklaşılmıştır çoğunlukla. Lakin kazın diğer ayağı öyle değil. Dinin bir afyon yüzü vardır. Bir de vicdan yüzü. Bu sizin dini nasıl değerlendirdiğiniz ve yaşadığınızla alakalıdır. Yukarıdan aşağıya baskı, uyuşturma amaçlı egemenlerin eli ile şırınga edilen din bu sefer de aşağıdan yukarıya o şırıngayı alıp egemenlerin suratında paramparça eden "Lehül Mulk(Mülk Allah'ındır) ve La İlahe İllallah" (Allah'tan Başka ilah yoktur) itirazları ile somutlaşır. O yüzden din bir iktidar için ne kadar kullanışlı ise de tersinden de o kadar iktidarı tehdit eden bir şeydir. Biz Emek ve Adalet Platformu olarak "Mağrurlanma Padişahım Senden büyük Allah var." derken aşağıdan yukarı bir itiraz yükselttik. Yukarıdan aşağıya ise "sabredin", "kader", "Allah müslümanın zenginini sever" "Müslüman güçlü olmalı" gibi argumanlarla Abdestli Kapitalizm'in sofralarını Allah'ın nimeti gibi pazarlamaya çalışanların karşısına aşağıdan yukarıya "İstanbul İçin Utanç Vakti", "Liberalizm Fıtrat Değildir", "İsraf değil İnsaf", "Orucunu

10 Kapitalizmle Bozma" "İşçinden değil Dişinden arttır" "Dikkat ahiret tehlikesi" ve benzeri dövizlerimizle sofralarımızın çığlığını yükselttik. Ne oldu? Devrim mi oldu? MÜSİAD çok mu memnun oldu? TÜSİAD tükkanı kapatıp gitti mi? Tabiki hayır! Bu iftar protestolarındaki amacımız zaten tartışmaları kışkırtmak, ezberlerin biraz olsun bozulmasına katkıda bulunmak ve pranga vurulmuş düşüncelere biraz olsun oksijen koridorları açmaktı. Bu yüzden biz yukarıdan aşağıya, zenginden yoksula bağış modunda bir paylaşımın da hırsızlığın maskesi olduğunu iddia ettik. O yüzden iftar protestomuz sadece zenginliğe ya da israfa bir itiraz değildi. Eşitsizliğe de bir itirazdı. Bazı çevreler mevzuyu israfa indirgeyip sanki derdimiz yemek israfı yapılmasa sorun olmayacakmış gibi değerlendirdiler. Biz İstanbul'un bağrına bir hançer gibi sokulan Ali Ağaoğlu ve benzerleri inşaat zebanilerinin kibir kulelerinin arkasındaki iktidarın şehvetine de, şöhretine de, siyasetine de, servetine de gelmişine de geçmişine de... bir sembolik tokat attık. İktidarın dünü iftarları maymuna çevirmişti. Abdestsiz Kapitalizmin Laik nosyonlu saldırıları karşısında iftarlar altan alta aşağılanan, alay edilen, Ramazan ortasında dansözlü içkili eğlencelerin insanların gözüne sokularak onların değerlerini hırpalayan bir konseptin içinde yer alırken; iktidarın bugünü ise Abdestli Kapitalizmin muhafazakar nosyonlu saldırısı karşısında "Altı Paris Üstü Mekke" bir şarlatanlık ile karşımıza çıktı. Yani üstü cami altı Avm bir zihniyet dinin tüm değerlerini alınıp satılan ve eğlence haline getiren bir konsepte sahip. Dün Şefaat Ya Rasullullah diyen muhafazakarların bugün ki iktidarı "İhale-İnşaat Ya Rasullullah" diyor. Laik nosyonlu iktidarlar iftarları camilere hapsederken- hoca camide sloganından hatırlayınız!- biz iftar protestolarında ilahiyatçı hocalarımız, öğrencilerimiz, ev kadınlarımız, işçi

kadınlarımız, emekçi babalarımız, kağıt işçileri, sokak çocukları, afrikalı göçmenler ve varoşlar ile oturduk o sofraların başına. Haliyle hem Abdestsiz Kapitalizmin hem de Abdestli Kapitalizmin kafası karıştı. Zira biz onların ezberledikleri ve üzerinden rantlar devşirdikleri Müslümanlar yahut solcular - aleviler - emekçiler vs. değiliz. Bu bir insanlık ve vicdan iftarıydı. İktidarların göz boyadığı çadır iftarları değildi. O yüzden arkamızda iktidarın belediyelerinin sponsorluğu yoktu. Zengin bursları, şirket artıkları da yoktu. Ne vardı biliyor musunuz? Allah vardı. Ve emeğimiz vardı. Ve kıt kanaat geçindiğimiz maaşlarımızdan arttırdıklarımız vardı. Harcımız vardı. Borcumuz vardı. Allah'a hamdolsun ki haram para yoktu. İktidarın dinle ilişkisi ne ise bizim iftar soframızın da iktidarla ilişkisi oydu. Yani iktidar dini ve dinin ritüellerini kendine bir maske yaparak hayatla bir sömürü ilişkisi kurarken, biz aynı dinin aynı ritüelleri ile o maskeye kendi okuduğumuz ezanımızla Allahuekber-La İlahe İllallah dedik. Son sorunuza bizzat pratiğimizden yola çıkarak cevap vermeye çalıştım. Son olarak: İftar Protestolarını canla başla götüren Emek ve Adalet Platformu ve Özgür Açılım grubundaki tüm kardeşlerime de teşekkür ederim. Kendi adıma ise röportajınız için sizlere teşekkür ediyorum ve kanayan tüm yaralarınıza ve ezilenlerin yanına koyduğunuz telaşınıza selam ediyorum. Röportaj: Cihan ODABAŞ İstanbul Üniversitesi


SÖZ

11

Herkes Kadar Esmer:

Mülteciler İç savaşta annem ve dokuz yaşındaki kardeşim dışında, babam dahil dört aile ferdimi kaybettim... Kaçıp çalışmam, biraz olsun yaşamam gerektiği fikrini, aynı kabileden olan yakınlarımdan edindim. Kaçtım... İstanbul'a ayak bastığımda yağmur yağıyordu, suyu bu kadar fazla gördüğüm ilk gündür. Aracı kişi (aynı zaman da akrabam olur) beni tarla başında izbe bir eve getirdi. Elektrik yok, su akmıyor, yataklar yerde ve bana benzeyen teni, aynı dili, aynı 18 benzerimle, aynı evi paylaşmam gerekti. En kötü koşullarda yaşamak ölmekten iyidir, gibi geldi. Savaşı görmüş, birçok sevdiğini toprağa gömmüş insanların gözlerinde, hala korku olmasını anlayamamıştım. Ölmekten daha korkunç ne olabilirdi ki?.. İlk tedirginliği attığım gece, koridorda, yerde küçük bir yatağın üzerinde uyuma fırsatı bulduğum için şanslı olduğumu, daha sonraları kuru yerde uyuyanları gördüğümde anladım. Bir an önce çalışıp kazandığım parayı anneme yollamayı, eğer işler güzel giderse de küçük bir ev tutup, annemi ve kardeşimi yanıma almayı düşünüyordum. (Bu fikirden ilk onbeş günde vazgeçecektim). Bir kaç gün sonra, çöpte eline batan iğneden enfeksiyon kapan bir benzerim yerine işe çıktım, onun arabasını kullanacaktım. Burada, bu kısa zamanda araba edinmek kolay değildi. Kısmen kendimi şanslı hissettim. Benden yaşça büyük, evdeki birçok işin çekip çeviren kişi, bana kısaca yapacağım işi anlattı: Yalnızca kartonları, pet şişeleri, bir de bulabilirsen, kitap ve antikaları

topla. Çevreden sana laf atanlara bakma, zabıtadan ve polisten olabildiğince uzak dur. Kolay bir iş olacağına kanaat getirdim. Dik durduğu zaman boyumdan büyük olan arabayı sırtlandım, bir kaç manevra yapıp kolay kullanma yollarını arıyordum. İlk iş günümün bilançosu; 70 kilo karton, 15 kilo pet plastik, onlarca kez işittiğim küfür, üç tekme ve hemen herkesin takındığı bakışlar. Ha! Bir de 14 Türk lirası... Diğer günlerde aynı bilançoyla kapanıyordu. Yani karnımızı doyurduğumuzda şanslı sayılabilirdik. Yukarıdaki hikâye tamamıyla gerçektir ve her gün yaşanmaktadır. Kara Kıta Afrika'dan savaştan, kıtlıktan kaçan göçmenler, insani şartların uygun olmadığı yerlerde kalıyor. Bir çok işletmede aynı işi yapan 'beyaz'dan üçte bir fiyatına çalıştırılıyor. Patronlar, herhangi bir sağlık güvencesi olmayan insanların üzerinde birçok hak iddia ediyor. Bu yalnızca uzak kıtalardan, Türkiye'ye çalışmaya gelenler için

değil, çatışmalar ve köy boşaltılmalar sonucu, büyük kentlere göç eden Kürt halkı için de geçerlidir. Bu konuyu Sırrı Süreyya Önder şöyle özetliyor: “Önce kendi yurttaşını öz yurdunda sürgün edersin. Onlar da 'Türklük gurur ve şuuru ile İslâm ahlak ve faziletine sahip olmadıkları' için, gidip senin öz toprağını sattığın yabancının tarlasında, Türk işçisinin yarı parasına amele olur. Bir yandan işsizlik oranı azalmış olur, diğer yandan necip milletimiz “bu Kürtler geldi, her şey bozuldu” diyerek milli (!) hislerle galeyana gelir.” Taşeronlaşmanın, geleceksizliğin, savaşın ve insani hakların gaspının ne olduğunu anlamak için, böyle hikâyeler okumak yerine, bulunduğumuz çevreye biraz başka gözle, belki biraz alıcı gözle bakmak yeterli olacaktır.


SÖZ

12

E S K I Y E N

Ortadoğu'daki isyanları değerlendirmek için öncelikle bir bakış açısına sahip olmamız gerekir. Sonucu ne olursa olsun devrimcilik açısından önemli halk hareketidir bunlar. Tunus, Mısır, Libya, Suriye gibi ülkelerde yolsuzluğa, açlığa, otoriteye karşı isyan ediliyor ve bunun sonucunda “eski” yavaş yavaş ölüyor ama önemli olansa “yeni” olan doğmuyor. Tunus'ta isyan ateşinin yakılmasıyla başlayan ayaklanmalar Arap ülkelerini büyük bir hızla sardı. Yoksulluğun hatsafhada olduğu bu ülkelerde halk beklemekte oldukları bu isyana hızla bir karşılık vererek isyan ateşini yaydı. Özgürlük için diktatörlüğün yıkılması adına yürüyüşlere başladılar. Amerika ve Avrupa devletleri böyle bir ayaklanmayı beklemiyorlardı. Bu olayları algılamak için bir kaç gün bekleyen emperyalist devletler meydana gelen bu gelişmeler için bir çıkar yol aramaya giriştiler. Tunus ve Mısır'da yaşanan olaylar çürümüş Bin Ali ve Mübarek yönetiminin getirdiği işsizlik, yolsuzluk, din ve vicdan özgürlüğüne konan yasaklardan dolayıydı. Halklar

meydanlarda toplandı ve isyan baş gösterdi. Bu isyanların sonucunda Bin Ali görevini bıraktı ve Mübarek'de etkisiz bir karşı koymanın ardından kaçarcasına görevini teslim etti. Görevini teslim ettiği kişi Tantavi'ydi. 20 yıldır savunma bakanlığı yapan Tantavi, Mübarek'in yakın dostu ve danışmanıydı. Tunus ve Mısır da halk isyanı olarak başlayan bu olaylar Suriye ve Libya da aynı halk hareketi olarak devam etmedi. Çünkü emperyalist devletler aradıkları çözümleri uygulamaya koydu. Esad ve Kaddafi gibi kuklalarının yerine, yenilerini koymak için çalışmalara başladılar ve bu yeniler eskilerinden daha sorunsuz olmalıydı. Kaddafi 1969'da aldığı Libya liderliği makamını anti-emperyalist bir biçimde sürdürdü. Petrolü millileştirdi. Emperyalist şirketleri ülkesinden kovdu ve böylece halkını bir süre refah içinde yaşattı. Ancak 1986'da Lockerbie olayından sonra Libya'ya ambargo başlatan emperyalist devletler bu facianın katillerini teslim etmek şartıyla ambargoyu kaldıracaklarını belirttiler. (Bu olay Londra-New york seferi yapan Panam 103 adlı uçağın 21 Aralık 1988 tarihinde havada infilak etmesiyle meydana gelmiştir ve 275 kişinin ölümüne sebep olmuştur. Patlayıcıyı uçağa yerleştiren kişinin Libya asıllı olmasının anlaşılmasının ardından suçlunun Amerika'ya teslimi talep edilmiş ancak bu uzun yıllar gerçekleşmemiştir.)

Petrol geliri dışında nerdeyse bütün ihtiyaçlarını dışarıdan karşılayan Libya halkı bu ambargoyla büyük bir sarsıntıya uğradı. Ve bunun sonucu olarak Kaddafi hükümeti bu ambargoya 17 yıl dayanabildi. Kaddafi bugünlere hiç de kolay gelmemişti. Bir nevi suçunu kabul edip Lockerbie eylemcilerini emperyalist ülkelere teslim etti, ancak içindeki anti-emperyalist tutumundan vazgeçmedi. Geçen yıl, BM Genel Kurulunda kürsüde dünya düzenine hakaret edip BM sözleşmesini yırtıp atması buna bir örnektir. Çünkü Kaddafi bu krallığı büyük aşiretlerle savaşarak onları ezerek ele geçirmişti ve boyunduruk altında yaşamak ona göre değildi. Kaddafi'yi uslanmaz ve şımarık bir çocuk olarak gören emperyalist devletler şimdiki Arap isyanlarını arkalarına alıp Kaddafi'nin yıllar önce "başını ezdiği" bu aşiretleri galeyana getirerek Arap halkını Kaddafi'ye karşı kışkırttı. Tunus ve Mısır gibi ülkelerde olan isyanın bir devamı olarak gözüken Libya'daki ayaklanmayı kendi yönüne çeviren emperyalist devletler aşiretlere bağlı olan halkın otoriteye karşı vermek istediği savaşı kullanmaya başladı. Suriye'ye geldiğimizde durumun


SÖZ

13

Libya'dan biraz farklı ama sonucun aynı olduğunu görüyoruz. Suriye' de başlayan ayaklanmalar Esad döneminin getirdiği kapitalizmin sonucu olarak orta sınıfı büyütmüş fakat halkın neredeyse % 50'si olan yoksul kesimin yoksulluk çizgisinin

daha da altına gerilemesine sebep olmuştur. Bu duruma karşı koymak için ayaklanan halk harekete geçmiş, ancak, isyan gelişme sürecinde emperyalist planların, kurguların kurbanı edilmeye başlanmıştır. Suriye'deki hareket henüz rejimin varlığına yönelik bir tehdit üretebilmiş değildir ve zaman geçtikçe de emperyalist müdahaleler dahilinde isyanın bir halk hareketi olmaktan çıkma yoluna girdiğini görüyoruz. Suriye'deki Müslüman Kardeşler yıllardır batılı istihbarat örgütleriyle içli dışlı, ve başından itibaren Amerika gibi emperyalistler ve Türkiye gibi de emperyalizmin güdümünde olan devletlerle ilişkili bir örgüt ve ne yazık ki Müslüman Kardeşlerin Suriye'de etkili olduğu çok açıktır. Örneğin; New York Times'ın konuyla ilgili haberinde bilgi alınan Humuslu muhalifler, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar'dan büyük miktarlarda silahın kente aktığını belirttiler. Wall Street Journal'a konuşan Halepli İmam Akkam ise Türkiye, Lübnan ve Irak'tan silah geldiğini belirtti.

Bunun yanı sıra BAAS'ın tarihinde de aynı Kaddafi hükümeti gibi anti-emperyalist çıkışların da olduğu gözüküyor. Bütün radikal Filistinli örgütlerin Bahreyn'den Kürdistan'a kadar bütün bölgenin ulusal kurtuluş hareketlerinin üssü olma rolünü sürdürmesi buna bir örnektir. Bu bakımdan BAAS yönetimi özellikle İsrail ve ABD'yi rahatsız eden bir güç konumundadır. İsyanın açlığa, eşitsizliğe, otoriteye karşı çıktığını biliyoruz fakat şimdiki isyan sürecine baktığımızda halkın aşırı silahlandığı ve bu ağır makineli silahları insanların BAAS yönetimine ve onların polislerine karşı rahatça bulup kullandıkları görülüyor. Bu da rejim değişikliği isteyen Müslüman Kardeşlerin Emperyalizmin çıkarına yeni bir sistem yaratmak amacıyla halkı silahlandırdığını göstermektedir. Genel olarak, Arap isyanlarına baktığımızda asıl problem halkın örgütlenememesi olduğunu görüyoruz. Yani ortada ideolojik bir boşluk vardır. Bu yüzden halkların isyanı yoksulluğa ve otoriteye karşı başlamış ancak emperyalist oyunların kurbanı olma yolunda kullanılmaktan kurtulamamıştır. Bizce bu konuda alınacak tavır, ne halkı isyan noktasına getiren eski rejimin ve liderlerinin ne de şu an ki emperyalist oyunların yanında olmaktır. Biz sadece orada bulunan ve yüreğinde haklı mücadelesine inanmış ve bu mücadeleyi sürdüren halkın yanında olmaktır. Türkiye yönünden baktığımızda ilk olarak akla T. Erdoğan'ın

PKK için ramazan sonunda söylemiş olduğu cümle geliyor. Ne demişti Erdoğan : “ Artık bıçak kemiğe dayanmıştır. Ramazan'a hürmeten, biz şu anda sabrediyoruz ama Ramazan'ın bitiminden sonra bunun faturası ağır olacaktır. “ diye konuşmuştu. Ama bundan önceki konuşmalarının birinde yine T.Erdoğan bu sefer Ortadoğu'daki isyan için “ Halkını katleden meşruiyetini kaybeder” demişti ve Ramazan'dan sonra Irak sınırı içine ve ülke sınırı içine bombalar yağmıştı. Yani Erdoğan bir halkı vuruyordu. Türkiye'deki ve Ortadoğu'daki isyanların amaçları farklı olsa da her iki tarafta otoriteye karşı isyan ediyor. Fakat T. Erdoğan Kürt halkını halktan saymadığı için tükürdüğünü yalayıp Kürt halkına silah doğrultuyor. Bu yüzden T. Erdoğan'ın ve AKP hükümetinin söylediği her söz ve giriştiği her faaliyet gösteriş ötesine geçmemektedir. Bu gösterişlerin ilki Davos ile gelmiştir. Davos'ta planlanan senaryo Ortadoğu'daki halkların gözünde yeni bir Türkiye yaratma çabasıdır. Oratadoğu'da isyan ateşinin yakılmasıyla da AKP hükümeti Davos'da yaptığı çıkışı da kullanarak Ortadoğuyu kucaklayıcı senaryolar edinmiştir. Ancak asıl amaç Ortadoğu'da uyandırılmaya çalışılan neo-Osmanlıcılık hayalleridir ve


SÖZ bunları emperyalist güçlerden destek alarak ve tabi ki yine emperyalist çıkarlar adına yapmaktadır. Bu yüzden neo-Osmanlıcılık düşüncesi halkların kafasında sadece büyük müslüman güç olarak uyandırılmakta olayın gerçek yüzü gösterilmemektedir. Asıl amacın Ortadoğu'ya yapılacak olan silahlı müdahaleye zemin hazırlamak olduğu açıktır. AKP, Ortadoğu hakkında ikiyüzlü olduğunu, sadece emperyalist devletlerinin çıkarları ve kendi çıkarları için çalıştığını Mavi Marmara olayında da kanıtlamıştır. Yakın zamana kadar Türk bandıralı olan Mavi Marmara gemisi, Gazze'ye yola çıkmadan kısa süre önce Komor Adaları bandırasına geçmişti. İsrail'in askeri gücüyle saldırarak 9 sivilin ölümü ve onlarcasının yaralanmasına sebep olduğu Mavi Marmara gemisinin sorumluluğunu Nato'ya bırakmamak için değiştirilen bandıra, olayın sadece Türkiye - İsrail siyasi gerilimi olarak kalmasına sebep oldu ve şimdilerdeyse lâkayt bir özür dileme faslına dönüştü. Ancak, eğer o gemi Türk bandırası taşısaydı, uluslararası sularda gemiye yapılan bu saldırı, Türkiye topraklarına yapılmış bir saldırı olacaktı ve NATO üyesi olan Türkiye Nato'nun Kuzey Atlantik Antlaşmasının 5. Maddesinden dolayı yani “Askeri bloğa üye olan devletlerden birine yapılan saldırıya her zaman topluca yanıt verilecek.” kuralından dolayı NATO devletlerinin de başını ağrıtmış olacaktı. Bu yüzden uslu çocuk olup abisini kızdırmayı istemeyen AKP hükümeti abisinin, yani NATO'nun başını belaya sokmamak için böyle bir uyanıklılık sergilemiştir. Buradan da anlaşılacağı üzere

14

Mavi Marmara olayının da kendi halkını öldürtmek pahasına planlı olduğunu görüyoruz. Çünkü bu olaydan sonra İsrail'e karşı tamamen sert bir cephe almış gibi gözüken AKP aynı anda Ortadoğu'ya şu mesajı veriyordu. “ Düşmanımız ortak bu yüzden güç birliği yapalım.” Ama asıl oluşturulmak istenense Ortadoğu'da yeni bir lider profili yaratma çabasıdır ve bu yolun da İsrail düşmanlığından geçtiğini bilen AKP, Davos'tan sonra Mavi Marmara olayında da aynı mesajı vermiştir. AKP'nin Ortadoğu planının ilk somut adımı ise füze kalkanıyla gelmiştir. Füze kalkanı AKP hükümetinin, ABD taşeronluğu yaptığını kanıtlar nitelikte. Küçük ABD yapılmaya çalışılan topraklarımıza kurulacak olan füze kalkanının amacı; halkımıza zulmetmek ve İran, Suriye gibi komşu ülkelerin NATO ülkelerine ve yahut İsrail'e bir savaş anında yapacağı füze saldırılarında, bu füze kalkanlarını kullanarak saldırıları engellemektir. Kürt sorununun çözümü artık uluslararası bir düzleme kaymış durumdadır. Türkiye sınır dışındaki rollerini yerine getirebilmek için uluslar arası düzlemde Kürt sorunun çözümüne katkı istiyor. Bunu aktif rol oynayacağı yeni Ortadoğu düzeni için istiyor. Bu yüzden ABD, Türkiye'nin kafasını rahatlatmak ve Ortadoğu'da daha kolay hareket etmesini sağlamak için Kürt sorununu hafifletmeye çalışacaktır. Bundan dolayı, füze kalkanı Kürt hareketi için direkt olmasa da dolaylı yönden önemli bir tehdittir. Çünkü artık Kürtler tek bir emperyalist ülke ile değil Nato ülkeleri ile de savaşmaya zorlanacaktır. Olaya İran yönünden

baktığımızda, yine durumun emperyalistlerin Ortadoğu'daki projelerine katkı sağlayacağını görüyoruz. Şöyle ki, İran'ın İsrail'e yapacağı herhangi bir füze saldırısında Türkiye'de bulunan füze kalkanı bu saldırılara engel olacak. Yani, bir savaş durumunda İran komşusu Türkiye tarafından bizzat köşeye sıkıştırılmış olacak. Füze kalkanı için İran yetkilileri müslümanların başka bir müslüman devlete karşı, İsrail ve ABD gibi yabancı devletlerle yaptığı anlaşmayı içler acısı olarak nitelemiştir. Ancak biz biliyoruz ki T.C. devletinin ve AKP'nin vicdanı veya dini yoktur. AKP kendi çıkarları ve akıl hocalarının çıkarları için her türlü ikiyüzlülüğe, siyasal oyunlara hazırdır. O nedenle neo-Osmanlıcılık diye nitelenen hâkimiyet çabalarının sınırını emperyalist ilişkiler belirler. Son olarak, isyandan sonraki gelişmelerin Ortadoğu halkları için pek iç açıcı olmadığını görüyoruz. Bu bakış açısı elbette ki yukarıda belirttiğimiz emperyalist devletlerin ve T.C.'nin aldığı tavırdan dolayıdır. Ancak, bu durum Ortadoğu halklarının nezdinde ve bizim algımızda bir karamsarlık düşüncesi olarak yer etmemelidir. Çünkü haksız durumlara karşı gerçekleşen bu isyanda halkın gücünü, onların nasıl tek bir yumruk olup otoriteye karşı durduğunu gördük. Bu yüzden, bundan sonraki süreçte yeniden doğabilecek olan isyanlar daha hızlı ve daha etkili olacaktır. Ankara-ERDİ


SÖZ

15

Büyüklere Halklar Masalı ve Küçüklerİn Aklına Takılan Sorular Bir masal mı yoksa tarihin derinliklerinde kalmış çok eski ve artık unutulmuş ya da unutulmaya yüz tutmuş ve bu sebepledir ki hiç değinilmemesi normal doğal karşılanan, bu toprakların “yaşandı ve bitti” denilen bir gerçeği mi? İnsanlar tarihin nasıl yazıldığını, ne zaman yapılıp yazıldığını bilmeden ve düşünmeden, genel olarak çok farkında olmadan, artık oluşmuş halin içinde, zamane tarihin içinde, şimdiki zamanda tükettiğinin ya da tarih yaptığının çok farkında olmadan öyle, tarih içinde uyku hali diyebileceğimiz bir halde yaşayıp giderler. Oluşan, ortaya çıkan tarihin, somutluğun nelerden oluştuğunu, parçaların nerelerden nasıl gelip kaldığını, tarihin yaşanan somutluğun alt yapısında, içinde nelerin olduğunu, nelerin gizlenip başka haller altında, başka isimlerde yaşatıldığını, kendini yaşatmak için gizlenmek saklanmak zorunda bırakılmalarını pek bilmezler ve anlamazlar. Bu saklanan, gizlenen kendi olamayan başka hallerde, başka biçimlerde örtüler altında yaşamak yaşatmak zorunda kalanların, güvenlerini güvensizliklerini o tarifsiz travmalarını, eciş bücüş hale getirilmenin gelmenin nasıl bir aşağılama, küçültme olduğunu bilemezle bilmezler. Ve ne acıdır ki, bu duruma düşenler de, bu duruma halkları düşürmek için adları, güçleri, kimlikleri kullanılanlar da, ortaya çıkan bu düşkün, düşürülmüş kimliği, kültürü yaşamaya, yaşatmaya canla başla uğraşırlar. Peki, yaşadığımız zaman ki ciddi, ağır olayları ne kadar sürede unuturuz ya da sahiden unutur muyuz ki, unutulabilir mi ki? 50 - 100 yıllık kısa bir zaman içindeki olayların unutturulduğunu veya unutulduğunu söylemek saflık değilse insanlıkla dalga geçmek değil midir? Öyleyse insanlar kendi kimliklerini, dillerini, dinlerini, kültürlerini, kendi gerçekliklerini, komşularını, akrabalarını dile getiremiyor, büyük bir sır saklıyor gibi gizliyorsa bunu doğal, normal karşılayabilir, görebilir miyiz? Bunları doğal görmüyorsak, neler oldu da böyle

bir zavallı hal içinde yaşanıyor diye düşünmek gerekmez mi? Ve öykülerinde, romanlarında, koca koca kitaplarında bunları yazmayan, görmeyen, göstermeyen aydınımız, sanatçımız, profesörlerimiz ve daha bilumum. Kişiler gerçekten ne yapmışlar, neye kime hizmetkârlık yapmışlar o zaman? Peki, bir de neler oldu diye düşünmek yerine, yalnızca önümüze konulmuş verileri alıp yaşıyor ve o verileri yorumlayarak yaşadığımız toprakları, tarihi, toplumu, insanı anlamaya, tanımaya çalışıyorsak gerçekten bunu başarabilir miyiz? Tüm o arka plandan, altta yatan gerçeklerden, yaşananların, olanların gerçeğinden habersiz teorilerle, politikalarla, koca koca laflarla bir yerlere ulaşmaya, bir şeyler yapmaya çalışıyorsak başarılı olma şansımız nedir? Bir yeri acıyan insanın, neresinin acıdığını, neresinden dertli olduğunu, neyden rahatsız olduğunu bilmeden, o acıyan yerine merhem, derdine derman, rahatsızlığına tercüman olma şansımız var mı? Her şeyi bildiğimizi sandığımız bir anda, birileri çıkıp bize “hayır hiç de öyle bildiğinizi sandığınız gibi olmadı, tüm o yazılanlar yalan yanlış! Yalanla yanlışla yaşıyor, düşünüyorsunuz” derse ne deriz, ne yaparız? Çok ayrıntıya girmeden ve istatistik batağında boğulmadan baktığımızda, 1000 yıldır Türk ve Müslüman yurdu olduğu söylenen, şu an üstünde yaşadığımız sınırlar içinde, çok değil sadece ve sadece 100 yıl önceki nüfus dağılımı koca bir yumruk gibi birçok bilgiyi, yazıyı çiziyi darmadağın ediyor. Nüfus 16 milyon kadar ve bunun yaklaşık 3 milyonu Rum, 2 milyonu Ermeni, 500 bin kadar Müslüman olmayan diğer halklardan, 500 bin kadar Arap, 4 milyon Kürt ve 6 milyon kadar Türk. Dinsel olarak baktığımızda 6 milyon kadar Hıristiyan, 4 milyon kadar Alevi ve 6 milyon kadar Müslüman. Türkleştirilen Müslümanlaştırılan bir topraktan değil, bu toprakların sahipleriyle birlikte bir hayattan, birlikte bir kültürden bahsetmenin mümkün

olduğu bir gerçeklik. Dayanamayıp yine soruyoruz büyüklerimize, yazarlarımıza, aydınlarımıza, sanatçılarımıza: BİLMİYOR MUYDUNUZ? Neden söylemiyorsunuz, neden yazmıyorsunuz gerçeklerimizi? Biz kimiz? Yok yok ASIL SİZ KİMSİNİZ KİMLERDENSİNİZ KİMDEN YANASINIZ? Unutulduğunu sandığımız, egemenlerce, unutturulup, eritilmeye, üzerine beton dökülüp, sessiz, dilsiz bırakılmaya çalışılan halklar, topluluklar kültürünü, dilini, dinini hemen terk ederler mi? Yoksa zalimlerin zulmünden kurtulmak, kaçınmak için kendilerini, dillerini, dinlerini, kültürlerini yaşatacak, yaşayacak değişik yol ve yöntemler üretip, tek kabul gören kimliğin altına, kültürün içine gizlenip yaşarlar mı? Bir kültür, dil, din, halk veya onların etkileri 50 - 100 yılda yok edilebilir mi? Yoksa değişik biçimler, formlar altında yaşarlar mı? Türk Halk Müziği, Türk Sanat Müziği olarak dinlediğimiz, Türkçe söylendikleri için Türk sayılan, ama söyleyiş farkları, ezgiler nedeniyle Karadeniz, Ege, Trakya, Akdeniz, Doğu Anadolu diye ayrılmak zorunda kalan bu müziklerin içlerinde aslında o yörelerin asıl sahipleri olan halkların müzikleri, ezgileri, duyguları mı saklanmış da biz görmüyoruz, asıl sahipler kendilerini görüp acı duysalar da ufak bir avuntu mu buluyorlar? O yöredeki halklar, kendi müziklerini, kendi kültürlerini baskıdan zulümden sürgünden ölümden kurtularak, kaçınarak yaşatmanın yolunu böyle mi bulmuşlar? Düğünler, kutlamalar, halk oyunları, cenaze törenleri, taziyeler, mezarlar, evler, bahçeler, yapılardaki mimariler, el işçilikleri, zanaatlar, yemekler ve daha niceleri, aslında orada kimlerin yaşadığını ve halen gizli de olsa, kendilerini sakınarak, ürkekçe de olsa kimlerin olduğunu gösteren işaretler, yol gösteren deniz fenerleri değil midir? Ve bizlerin her kuşakta her on yılda bir, bu halklar kültürler deryasında, denizinde yolumuzu kaybetmemizin nedeni


SÖZ halkların bıraktığı bu izleri, işaretleri, ışıkları görmeyip, başka yerlerden önümüze atılan sahte işaretlerin ardına takılmak mıdır? Ve yani, kendimizi akıllı, zeki, müthiş bilimsel, mürekkep yalamış sayarken, oyuna mı geldik, kandırıp yoldan mı çıkarıldık? Bu tekçi, her şeyi tek bir potada tek bir kimlikte, tek dilde tek dinde eritmeyi kendine anlayış yapan ve bu anlayışla kurulup halen bu anlayıştan bir cm taviz vermeden süren, kendinden başka doğru ve gerçek tanımayan, kabul etmeyen, farklı bir şey söyleyen, savunan kişiyi, kurumu kim olursa olsun derbest eden, cezalandıran, cüzamlı muamelesi yapıp dışlayan bu 90 yıllık sistemin oyununa mı geldik, onun etki alanından çıkamadık mı? Her şey bir masaldan mı ibaret, yoksa her taşın altında, her kapının arkasında derin bir acı, hüzün, gözyaşı mı gizli? Ve ortaya çıkmak için, acılarından sıyrılıp özgürce, korkusuzca, ürkmeden yaşamak için, onu anlayan gerçeği arayan sahici, samimi, güven veren yürekler, eller mi bekliyor? Nedir bu olanlar ve daha ne kadar sürecek? Ancak fıkralarda, horonlarda yer bulan “Karadenizliler”, ne zaman gerçekler denizinde hak ettiği yeri gerçek kimlikleriyle alacaklar ve dilleriyle, dinleriyle, müzikleriyle, kültürleriyle özgürleşecekler? Filmlerde, dizilerde, tiyatrolarda aşağılanıp, gülmek için gerekçe yapılan Rumlar ne zaman bu toprakların yaşayan en eski sahibi olduğunu haykırıp, bu kültürün içindeki birçok şeyin ondan kalan, sirayet etmiş kültür olduğunu söyleyebilme, dillendirebilme koşullarına sahip olacaklar? Her kime ne için kızılırsa kızılsın orada adı küfür olarak karşıdaki için sarf edilen Ermeniler, zanaatta, müzikte, mimaride olduklarını, yaşadıklarını ne zaman rahatça, korkusuzca, güven içinde söyleyebilecekler? Ve daha niceleri, Kafkas halkları, Çerkezler, Gürcüler, Arnavutlar, Pomaklar, Abhazlar, Araplar, Aleviler… Ne zaman özgürce ve korkusuzca var olduklarını, yaşadıklarını anlatıp, söyleyebilecekler? Kürtleri unuttuğumuz sanılmasın; onların lafa, söze ihtiyacı yok, onlar var olduklarını ve olacaklarını dosta da

16

düşmana da hem de hiçbir destek, yardım görmeden, hiçbir şüpheye mahal vermeyecek şekilde, duymayan kulaklara, görmeyen gözlere anlamayan beyinlere zorlaya zorlaya girmiş ve kanıtlamışlardır. Evet, daha ne kadar masal dinleyeceğiz, masal çağımız yaşımız geçmedi mi? Büyüklerimizin, yazarlarımızın, aydınlarımızın, sanatçılarımızın inandığı, savunduğu veya sessiz kalıp onayladığı o masallara bizler de inanıp sürmesine katkıda mı bulunacağız? Bizler 20 yaşlarında, sol olarak da 90 yaşındayız, 90 yıldır sol olarak sürmesine, yayılmasına, pekişmesine göz yumduğumuz, destek olduğumuz bu masala dur deme, yeter deme vakti gelmedi mi? Yoksa kandırılmaya, kandırmaya devam mı? Tarih Payımıza Bu Düşmedi Mi? Rahmetli Mihri Abi (Mihri Belli), Yunanistan iç savaşına katıldığı yıllarla ilgili anılarında, Yunanistan komünistlerinin içlerinde öncü ve önderler arasında Türkiye'den sürülmüş Rum komünistlerinden söz eder. Bizim Rumlar olarak onlardan söz edilir ve bir övünme payı çıkarılır. Ama ne hikmetse, o Rumların buradayken komünist birikime, mücadeleye kattıkları aklımıza gelmez. Belki de diyorsun, halkların öldürülmelerini, sürülmelerini bilmiyorlardır veya biliyorlardır da “yoldaşları öldürülürken, sürülürken sessiz kalanların suçluluğuyla, utancıyla” hiç böyle bir şey olmamış gibi davranarak kendilerine katlanmaya çalışmışlardır. Ama bilmiyorlar mı ki, “hiç böyle bir şey olmamış” gibi yaşamak, bir süre sonra hafızayı da siler, kendine güveni de bitirir, halkların da sana güvenmesini engeller. Güveni az olanın gururu yüksek olur, güven boşluğunu gururla doldurmaya çalışırlarmış; güveni aşırı olanda da kibir ve yüksekten bakma olur derler ve bilemeyiz belki de doğrudur; tarihe, topluma, çevremize ve solumuza bir de bu yandan baksak mı? Nice katkıları, bu toprakları mücadeleyi üreten, büyüten, diri tutan, mücadeleye karınca kararınca kendinden bir şeyler katan halkları, toplulukları göz ardı etmişiz, yok saymışız. Mücadele eden, bu sistemden rahatsız olanları sayarken bile Türk-İslam aramış, öyle

bir mücadele tarihi yazmışız. Sanki bu topraklarda yalnız onlar vardı veya kurulu devletlerden yalnız ve yalnız onlar şikâyetçi, onlar rahatsızdı. Peki, bu anlayış, bu toprakları 1000 yıldır Türk ve Müslüman sayan o resmi görüşten ne kadar, kaç adım uzakta? 1900'lerde çıkarılan Rum Ermeni gazetelerini, matbaalarının, kitaplarının hiç mi buraya, mücadele tarihimize katkısı, desteği olmamıştır da 1920 TKP'si kurulduğunda hiç bunları anmaz, hiç onların başlarına getirilenleri yazmaz, sanki bu toprakta yaşayanların hiç mücadeleleri yokmuş gibi onlara değinmez. Ve hala TKP'nin o ilk bildirileriyle, yalnızca Türk ve Müslümana seslenen ve yaşayan diğer tüm halkları yok sayan bildirileriyle övünülüp, her konuşmada örnek verilir. Aslında her haliyle Cumhuriyet'in halklara yabancı, halkları yok sayan, tekçi, inkârcı, asimilasyoncu, halkların birikimine, halkların değerlerine saygısız, değer vermeyen, onları ezilmesi yok edilmesi değiştirilmesi gerekli geri, ilkel unsurlar olarak gören Cumhuriyet rejimini olumlayan ve onun değerleriyle hareket eden bir TKP. Masal mı? Yoksa inkılâp tarihi kitabından farksız tarih anlayışına sahip bir sol mayalanma mı? Halkların başına getirilenden, gelenlerden habersiz, haberi olsa bile ilgisiz kalan, halkların bu toprağın acısını, dramını, derdini, yarasını bilmeyen, bilse bile anlamayan ve tüm bunları bilmediği ve anlamadığı için acılara, yaralara, dertlere derman olamayan bir sol anlayış. Güven mi? Umut mu? Evet, tarih payımıza bu düştü! Tüm bunları ve daha nicelerine kafa yorarak hatta patlatarak eğilmek, bu tarih anlayışını en başta kafalarda dağıtarak ne menem bir düzende olduğumuzu görmek, göstermek ve halklara güven verecek umut verecek bir sol anlayış inşa etmek görevi ve sorumluğu önümüzde duruyor. Her taşı bilen, her taşı dinleyen, bu toprakları, bu toprakların bağrındakini arayan ve ortaya çıkaran, gerçeğin peşinden ayrılmadan inatla, dirayetle ve dervişane tavırla yürüyen bir sol…


SÖZ

17

NE AMAÇLIYORUZ? NASIL YAPACAĞIZ? Arap baharından Avrupa'ya oradan Amerika kıtasına dek tüm dünyayı etkisi altına alan büyük bir altüst oluş sürecinden geçmekteyiz. Marx'ın 1948'de Avrupa'da dolaştığını söylediği hayalet yeniden ortaya çıktı ve bu sefer sadece Avrupa'da değil tüm dünyada geziniyor. Geride bıraktığımız sene Tunus ve Mısır'da ortaya çıkan hayalet yaz döneminde İspanya meydanlarında, sonrasında Şili sokaklarında, Yunanistan'da ve Kürt coğrafyasında gençliğin boykotunda isyan, isyanda barikat, barikatta molotof oluyor ve başkaldırı her geçen gün daha da büyüyor. Bugün için daha çok gençlik eylemi olarak görülen bu başkaldırı dalgası toplumun bütün alanlarındaki isyan tohumlarını çatlatıyor. Henüz ne istediği konusunda net olmasa da mevcut düzeni istemediklerini açıkça ilan eden dünyanın dört bir yanındaki dili, dini, rengi farklı gençler kendiliğinden gibi başlayan her bir başkaldırı hamlesinde kendilerinin daha çok farkındalığına ulaşıyor. Bugüne dek bir yol yok diyerek geçmişin yenilgilerine hapsedilenler Kartacalı komutan Hanibal'ın sözlerini tekrarlarcasına yeni bir yol açıyor. Bu zamana kadar bütün yazılarımızda yinelediğimiz gibi böylesi büyük altüst oluşların yaşandığı fırtına süreçlerinde asıl olan hareketin içinde yer almak olmakla birlikle söz konusu bu hareket içinde öğrendiklerimizin geçmişin birikimleriyle harmanlanarak biriktirilmesi yolun sürekliliği açısından önemlidir. Bu kapsamda bu sayımızda pratik içerisinde inşasına giriştiğimiz gençlik hareketinin yakın geçmişin deneylerinin güncel izdüşümlerinden çıkardığımız bazı köşe taşlarını belirtmeye çalışacağız.

Gençliğin Devrimci Eylemi Türkiye gençlik hareketi her dönem toplumsal muhalefetin en diri ve dinamik kesimini oluşturmuştur. Üniversitelerin toplumsal yaşamın ideolojik yeniden üretiminde oynadıkları rol ve Türkiye'nin toplumsal yapısının çeşitli özelliklerine bağlı olarak öğrenci gençliğin taşıdığı “aydın karaktere” bağlı olarak söz konusu bu gençlik hareketi esas olarak öğrenci gençliğe dayanmaktadır. 12 Eylül sonrası YÖK aracılığıyla geliştirilen baskı, sindirme ve üniversiteleri askeri yönetimin öngördüğü şekilde yeni bir kalıba dökme politikasına 1980'li yılların ikinci yarısında eklemlenen üniversiteleri neo-liberal ideolojiye ve sermaye politikalarına uygun bir şekilde yeniden yapılandırma siyaseti, üniversitelerin ve öğrencilerin toplumsal kimliklerinde ciddi bir değişim süreci yaşanmasının önünü açsa da öğrenci gençliğin toplumsal muhalefet içindeki rolünü değiştirmemiştir. Üniversitelerin ideolojik üretimde oynadığı rolde yaşanan değişim gençliğin aydın karakterinin farklılaşsa bile devam ettirmiş; neo-liberal dönüşüm sürecinde ortaya çıkan okul döneminde çalışma zorunluluğu ve okul sonrası işsizlik öğrenci gençliğin

yarı proleterleşme sürecine dahil olmasına kapı aralayarak onun ezilen sınıflarla doğrudan bağ kurmasına neden olmuştur. Bu bağlamda üniversitelerin ve gençliğin toplumsal kimliğinin geçirdiği dönüşümü gençlik hareketinin dezavantajı olarak değil, yeni koşullarda ortaya çıkan bir avantajı olarak görülmelidir. Bu avantajın devrimsel bir süreci dinamize edici bir etken olarak değerlendirilmesi gençlik hareketinin “içerden” yürütülecek çalışmalarına bağlıdır. Bu kapsamda SÖZ Dergisi, gençliğin yeniden toplumsal muhalefetin en gelişkin ve dinamik gücü olabileceğini, üniversitelerin gençlik hareketinin temel alanı olarak sahip olduğu konumunun ortadan kalkmadığını, öğrencilerin aydın kimliğinin yaşadığı erezyonun kapitalist toplumsal örgütlenmenin geçirdiği değişime paralel bir süreç olduğunu öngören ve üniversite içinde yürütülecek çok yönlü çalışmalara dayanan yeni bir gençlik siyaseti izlenmesi gerektiğine inanmakta, bununla birlikte öğrenci gençliğini de sadece öğrenci kimliğiyle görmeden, onu asıl olarak toplumsal bir kimlik oluşumu olarak ele alan bir yaklaşımı paylaşmaktadır. Gençliğin toplumsal kimliğinden hareketle de devrimci eylemin mevcut dünyayı algılama ve gelecek kurgusunda aramayı somut bir siyaset yaklaşımı olarak belirlemektedir. Nasıl Bir Siyaset? Siyaseti bugünkü algılanış biçimi olan sadece belli kişilerin tekelinde ve daha çok insanı kendine yabancılaştıran bir etkinlik olmaktan çıkarıp, katılanın kendini toplumsalın içinde yeniden keşfettiği ve buradan da tüm toplumun katılmak istediği bir etkinlik haline getirebilmek; onun daha


SÖZ özgürlükçü ve eşitlikçi bir ilişkiler bütünü içinde kodlanmasıyla mümkün olacaktır. Bunun için öncelikli olan, siyasal faaliyetin o etkinliğin içerisinde yer alan, onun öznesi olan insanların yaşam deneyimleri temelinde yürütülmesidir. Bu kapsamda siyasal faaliyeti ilgili tüm kişilere açık kılmak için siyasal alanda eşitlikçi ve katılımcı bir bilgi ve tecrübe paylaşımını yaşanılır hale getirerek, siyasal etkinliği katılanların hayatlarını değiştiren, zenginleştiren özgürleştirici bir deneyim haline getirmek gerekiyor. SÖZ Dergisi olarak bizler, yaşama müdahale anlamında giriştiğimiz her türden siyasal faaliyette temel olarak, katılanların potansiyellerini gerçekten ortaya koyabildikleri ve gönüllü iş/düşünme birlikteliklerini devam ettirebildikleri, içerisinde yer alan tüm bireylerin kendilerini gerçekten parçası hissettikleri ve bu doğrultuda sahiplendikleri yapılar oluşturabilmeyi amaçlıyoruz. İnsanları tahakküme karşı çıkmaya ve kendini yaratmaya çağırdığımız yerde esas olan kendi siyasal ufkumuzu, değerlerimizi, ilkelerimizi kendi yaşantımıza, günlük ilişkilerimize de taşımaktır. Bu kapsamda bizler için 'örgütlü olmak' söz dinleyen değil söz söyleyenlerin birlikteliğidir. SÖZ Dergisi siyaseti, gençliği, gerçekliğiyle yüzleştirip kırıntıların peşinde, birbirini ezen bir yarıştan çıkaran bir aksiyon olarak; mevcut gerçekliğin içinde insanca bir yaşamın olmadığını işaret ederek, gençliğin kapitalist sistemin ideolojik-politik-ekonomik ve askeri, zora dayalı kulluğuna başkaldırısının çağrısı olarak kabul etmektedir. Siyaseti, postmodernizmin küçük kırıntılarına inat, özgür yarınlara dair tüm dünyayı istemenin sloganı olarak kabul edip, kendi tarihimize

18

ve toplumumuza dönen kolektif öznenin yaratımının adımı olarak görüyoruz. Yani bizce, suskunluğun onaylamak, uysallığın ortak olmak olduğu, bu vahşet çağında, insan kalabilmenin isyan edip taraf olmakla, kabul etmeyip tavır almakla başlayacağının bilinciyle başkaldırının adı olmalıdır siyaset. Böylesi bir siyaset algısı söz ve eyleminde, ilişkilendiği kişilerin gündelik yaşamını sarsarak, sistem tarafından yaratılan gelecek kurgusunu yıkmaya yönelen bir faaliyeti esas almaktadır. Bu amaçla, kendimizi genel gençlik kitlesine yabancılaştıran, yukardan bir dil kullanımı yerine, gündelik, basit bir dil kullanımını önemsiyoruz. Bize göre siyaset, bireyin günlük yaşamında etki yaratıp, sıradanlığı bozabilmelidir. Bu yüzden siyaset yaparken geleneksel, alışılmış kalıpları aşan, araç ve yöntemleri geliştirerek, bilgi bombardımanı altında körleşen bireylerin ilgisini çekerek, onların kayıtsızlığını bozacak tarzların zorlanması gerektiğini düşünüyoruz. Yaşamın karşısında nesneleşmenin farkındalığı arkasından, bu edilgenliğe müdahale gücü olabilecek ve kendi alternatifini yaratacak kolektif bir özne yaratılmalıdır. SÖZ Dergisi, kapitalizmin dayattığı yaşama

başkaldırıyı, sözü ve eylemiyle somutlamaya çalışırken, başka bir dünyanın ve başka bir yaşamın yaratımına, şimdiden girişmeyi hedeflemektedir. Bu amaçla; bilim, felsefe, tarih, ekoloji, kadın, sanat gibi alanlarda yaratılan atölyeler üzerinden, mevcut sistemin tek boyutlu düşünce dünyasını aşma gayretindedir. Bunun yanında, atomize olmuş toplumsal yapı içinde, yalnızlaşan bireyin somut yaşantısını etkileyen, maddi ve manevi sorunların çözümü konusunda kolektif duruşların yaratılmasını önemsemektedir. Bu amaçla mevcut sistemin sıkışmışlığı içinde, nefes alacak ortak mekânlarda, kolektif üretimlerle maddi ihtiyaçların karşılanmasına katkı sağlanırken, aslında yapılmak istenen; büyük bir hayali paylaşmanın ve bunun peşinde omuz omuza koşmanın heyecanını büyüterek, daha fazlasına kucak açmaktır. Nasıl Bir Örgütlülük? SÖZ Dergisi, eşitlik temelinde, katılımcılığı esas alan, özgürleştirici ve bu anlamda özne kılan bir siyaset tarzını, günlük ilişkilerinde ve dilinde somutlamayı amaçlamaktadır. Bu mantıkla, siyaseti yukardan dikte eden öğretmen tarzıyla değil, karşılıklı öğrenme ve öğretme ilişkisini hayata geçiren tarzda üretmeyi hedeflemektedir. Kapitalizmin bütün renkli yalanları ardındaki tekçi anlayışına karşı, çoğulcu bir kolektif duruş yaratabilmek amacıyla, farklılıkların kendisini ifade edebildiği, katılımcılığı esas alan bir demokrasi kültürünü yaşanılır kılmayı amaçlıyoruz. Farklılıkları zenginliğimiz olarak kabul ediyor, bütün farklılıkların bir arada yaşayarak ortak bir düş uğruna yoldaşlık ettiği çoğulcu yapılar yaratıyoruz. Bu amaçla birbirinden farklı özgünlükleri olan yerelleri, siyaset yapmanın temel ayakları olarak görüp, bu


SÖZ

19 alanlarda meclis tarzı öz örgütlülükler yaratılmasını önemsiyoruz. Güçlü Yerel Güçlü Merkez Yerellerin kendi özgünlükleri üzerinden, farklı yerellerle etkileşime girip, genel iradeyi oluşturarak, aşağıdan yukarıya bir tavır alışın örülebileceği düşüncesiyle, güçlü bir merkezi iradenin, güçlü yerellerden geçtiğine inanıyoruz. Yerellerin kendini ifade edebildiği, kendi özgün söz ve eylemlerini üretebildiği faaliyetler üzerinden bir biriyle koordinasyon içinde merkezi bir irade yaratmaya çalışıyor, böylesi bir irade üzerinden genel bir başkaldırının örüleceğine inanıyoruz. 'Güçlü yerel güçlü merkez' mantığıyla, yerel merkez ilişkisini karşılıklı etkileşime açık, diyalektik bir süreç olarak görüp, demokrasinin her adımda yaşanılır kılınacağı, ülke ve bölge genelinde söz ve eylem üretebilen bir gençlik duruşunu amaçlıyoruz. Bu amaca paralel bir şekilde bugün SÖZ Dergisi okurları olarak kendini ifade eden hareketimiz, gençliğin farklı alanlarında ve bölgenin farklı yerellerinde yerel-merkez diyalektiğinin yaşamsal kılınacağı en geniş örgütlülük olarak, etkisi Anadolu ve Mezopotamya sınırlarını aşan, bölgeselleşme perspektifi olan bir gençlik federasyonunun oluşturulmasını önüne hedef olarak koymaktadır. Kampüs Duvarlarını Aşmak SÖZ Dergisi, kendi yaşam alanlarımız olan üniversitelerde yaşadığımız akademik ve demokratik bütün

sorunları ülkemizin sorunlarının, birer parçası olarak algılayıp, çözümün iç içe olduğuna inanmaktadır. Üniversitelerin bugün sistemin, ideolojik planda ve kalifiye emek gücü kaynağı olarak, kendini yeniden ürettiği alanlar olması bağlamında, üniversitede uygulanan her tür baskı ve tahakküm politikası, genel olarak kapitalizm mantığının alan somutunda kendini yeniden üretmesidir. Bu gerçeklikten hareketle, üniversitelerde kapitalizmin genel çelişkisini görmeden veya genel çelişkinin farklı toplumsal-sınıfsal katmanlarda yeniden üretilmesini bilince taşımadan geliştirilecek her tür gençlik hareketi 'öğrenci hastalığının' ötesine geçemeyerek, kampüs duvarlarına hapsolacaktır. Bu hastalık, geçmişte yapıldığı gibi farklı toplumsal muhalefet alanlarında misafir olarak destekçi olmakla aşılacak kadar basit değildir. Kendi yaşam alanlarında yaşanılan sorunlara en küçük birimden başlayarak çözüm arayan ve sistem karşıtı bir yaşamsal duruşu buralardan başlayarak örmeyi amaçlayan hareketimiz; her adımda, sorunların genel ile bağlantısını kurarak, siyaset tarzında bu bağların somut köprülerini kurmayı da dikkate alan bir pratik geliştirilmesini amaçlamaktadır. Bu anlamda SÖZ Dergisi gençliğin temel sorunlarını, Türkiye'nin temel sorunlarıyla iç içe görmektedir. Bu akış açı

sıyla, Türkiye'de toplumsal mücadelenin temel sorunlarını da gençlik hareketinin temel sorunları olarak alıp, Türkiye devriminin yaşadığı teorik ve pratik, ideolojik ve politik, stratejik ve taktik, her tür sorunu kendi sorunu olarak kabul etmektedir. Söz konusu sorunların çözümünde ertelemeci, başkalarına devretmeye meyilli, kendine salt takipçilik misyonu biçen türden yaklaşımları mahkûm ederek; gençliğin devrimci eyleminin özellikle bu topraklardaki tarihsel ve güncel sorumluluğuna uygun bir duruşun yaratımını amaçlamaktadır. Bu Toprakların Eylemi Bugün ülkemizde toplumsal mücadelenin diğer alanlarında olduğu gibi üniversitelerde de geliştirilen birbirinden farklı her türden muhalif hareketlilik kent orta sınıfı temeli üzerinde boy vermektedir. Avrupa merkezli modernite etkisiyle karakterize olan kent orta sınıfı siyaseti, kendi topraklarında şekillenen tarihsel, toplumsal, sınıfsal ve kültürel gerçekliğe yabancılığı, kemalizmin ilerici-gerici paradoksunda ve batı taklitçiliğinde üretmektedir. Böyle bir zemine yaslanan solculuk ise hiçbir zaman toplum ile yaşadığı doku uyuşmazlığını aşamamaktadır. Yaşadığı toplumu kentli orta sınıfından ibaret gören bir sol anlayış, Anadolu'nun yoksul halklarını pek tabi ki batıcı modernite penceresinden bakarak 'medenileştir ilecek' cahiller topluluğu olarak görecektir. İşte bundan dolayı da en güçlü olduğunu düşündüğü dönem bile bu coğrafyanın ana gövdesiyle doku uyuşmazlığını aşamayıp, dışarıdan yabancı bir şarkı tutturmuştur. Eğer bugün bu toprakların gençliğinin devrimci eylemi örgütlenmek isteniyorsa, bu


SÖZ topraklarda yaşanan gerçekliği anlamak ve buna inkârcı değil devrimci yaklaşımların getirilmesi olmazsa olmazdır. Bu konuda girişilen samimi her gayret, kentli orta sınıf tekelinden kopuşu ve bu toprakların emekçileriyle yakınlaşmayı beraberinde getirecektir. Türkiye devrimci hareketi için yapılan bu tespit gençlik hareketi için de maalesef geçerlidir. Üniversiteyi ülke gerçekliğinden koparıp, öğrenciyi de tarihsel toplumsal kimliğinden ayrı düşünerek geliştirilen bir siyaset tarzının, öğrenci muhalefetini aşamayan kent orta sınıf karakterli bir solculuğa gömülmesi kaçınılmazdır. Mevcut kentli orta sınıf karakterinin aşılması anlamında bizim de bir parçası olduğumuz solun, kendisini top yekûn bir değişim ve dönüşüm sürecine yatırması bir zorunluluktur. SÖZ Dergisi bu zorunluluğun bilinciyle, bu toprakların tarihsel bilincinde köklü bir yer edinmek adına bu topraklarda boy verecek, bu tarihin ürünü, bölge halklarının özgün renkliliğini yansıtan bir eylem ve söylemin yaratımına girişmektedir. Türkiye Soluna Dair Bugün solun içinde bulunduğu dar grupçu, kendine özel tarih okumalarını, parçayı bütünden kopararak, bütünü parça içine hapsetme olarak yorumluyoruz. Böyle bir tarih okumasının, geçmişi objektif bir değerlendirmeye tabi tutarak, gerçekçi sonuçlar çıkaramayacağı çok açık ortadadır. Doğru bir tarih yaklaşımı ve buna bağlı olarak, gerçekçi bir tarih okuması bugün gelinen durumu, nereden, nasıl gelindiğinden hareketle, daha doğru anlamamıza yarayacaktır. Tarihin biriktirdikleri üzerine oturarak, geçmişin tekrarında ve darlıkta ısrar siyaseti, bugün için toplumsal yaşamda bir karşılık bulamamaktadır. İdeolojik, politik ve örgütsel boyutları olan bu kriz hali tüm, biriktirdikleri ve değerleriyle, bizim olarak kabul ettiğimiz Türkiye Devrimci hareketinin her geçen gün daha da tükenmesine neden olmaktadır.

20

Bütün iyi niyetlerine ve can siperane direnişlerine rağmen sol önüne, geldiği duvarı aşamamaktadır. Sol adına bugün var olan duvarların aşılamamasının sebebini, siyasetin eksik veya kararsız yapılması ile açıklamak ve çözüm olarak daha güçlü duruşlar geliştirilmesi gerektiğini savunmak, var olan sorunun boyutunu anlamamaktır. Yaşanılan kriz hali, konjonktürel dalgalanmalara bağlı kalan hareketlenmelerle veya mevcudun korunmasına dayalı, doğrusal büyüme yaklaşımlarıyla değil; geçmişin bütün olumlu mirasının ayrımsız bir şekilde sahiplenildiği, top yekûn bir yeniden yapılanmayla aşılabilir. Bu anlamda çözüm, geçmişin daha güçlü ve kararlı bir şekilde yeniden tekrarı değil; bugün var olan siyasetin aşılarak, çağa ve topraklara göre yeniden üretilmesidir. Başka bir dille, siyaseten yenilenmektir. Bir soruna yönelik çözümler, sorunun boy verdiği tarihsel ve toplumsal koşullara göre geliştirilir. Lenin'in somut durumun somut tahlili olarak formüle ettiği bu yaklaşıma göre, geçmişte geliştirilen örgütsel ve ideolojik yaklaşımlar o çağın tarihseltoplumsal koşullarının ürünüdür. Yani aynı yaklaşımları bugüne uyarlama gayreti, taklitçilikle birlikte zorlama olacaktır. Buradan hareketle, bugünün ihtiyacı olan günün koşullarını doğru anlayıp, uygun ideolojik ve örgütsel

yaklaşımlar geliştirmektir. SÖZ Dergisi , birçok farklı kanaldan akarak birikimler yaratan Türkiye Devrimci Hareketi tarihini bütünsel olarak ele alıp, doğrusuyla yanlışıyla hepsini kendi tarihi olarak görmektedir. Bu anlamda, kendisini bu tarihin bir uzantısı olarak kabul etmekle birlikte, mevcut soldan ayrı olarak, var olan tüm birikimi kapsayıp aşacak tarihsel yürüyüşün gerekliliğine inanmaktadır. Buna bağlı olarak SÖZ Dergisi, bugün Türkiye devrimci hareketinin tıkanıklığı bağlamında kendisini, var olan tüm siyasal yapılardan organik olarak, bağımsız kabul etmektedir. Ama bu durumu, kendisini böylesi bir tarihsel yürüyüşün kurucu öznesi olarak görmesi bağlamında, konjonktürel olarak ele almaktadır. SÖZ Dergisi, bugün toplumsal yaşamda etki gücü olabilen bir gençlik hareketinin, farklı toplumsal kesimleri dinamize edici bir rol oynayarak, toplumsal mücadeleye olumlu bir etkisi olacağını düşünmektedir. Ayrıca böylesi bir girişimin, siyaseten tıkanıklık içinde boğulan solun mevcut dar kalıplarını sarsarak, yeniden yapılanmanın zorunluluğu konusunda önemli gelişmelere vesile olacağına inanmakta, bu nedenle kendisini Türkiye Devrimci Hareketinin yeniden yapılanma sürecinin kurucu bir öznesi ve bunu paylaşan her girişimin yoldaşı saymaktadır.


SÖZ

21

Anapotamya Özlemi Gerçek Oluyor Bir özlemin vuku bulduğu anlara tanıklık etmek. Yıllarca içlerinde olan bu özlem için mücadele eden ama bugünleri göremeyenlerin yerine o havayı solumuş olmak. Deniz Gezmişlerin, Mahir Çayanların, Haki Karerlerin, Sevgi Soysalların, Kemal Pirlerin, Musa Anterlerin, Mihri Bellilerin, Suzan Zenginlerin hayalinden bahsediyoruz. Kendileri göremeseler de ilmek ilmek ördükleri sosyalist ütopya ve onun Türkiye'deki tüm halklarla buluşmasına Türkiye bu hafta sonu tanık oldu. Yıllardır bu uğurda mücadele edenler Kongre Girişimi ile ortaya çıkan fotoğraftan sonra sevinç gözyaşlarını tutamadı. Dünyaya Kafa Tutanların Hayali: Anapotamya Özellikle bu ilk toplantının Anatolia Kültür Sanat Merkezi'nde olması, Anadolu ve Mezepotamya halklarının tüm renklerinin salonda yerini alması, Anadolu ile Mezepotamya sözcüklerinin birleşmesi ile ortaya çıkacak olan Anapotamya ütopyasının muştusunu veriyordu sanki. Belki bu ütopyanın adı henüz konulmadı. Belki başka bir isim kullanılacak. Ama Anadolu ve Mezopotamya halklarının buluşması, bu sözcüklerin birleşmesi ve onun içinde yer alan şifreler bu hareketin özünü ortaya koyuyordu. Çünkü Anapotamya hayali bu dünyaya kafa tutacak kadar sosyalist ütopyaya sevdalı, bu uğurda derin bir çukurda yalnızlığa cesaret edecek kadar iddialı, bu uğurda hayatlarını kaybedenlere vefa borcunu ödemek için hala çırpınan Bilge İnsan'a yakışır bir ütopyaydı. Evet şimdi Anapotamya hayali her zamankinden daha yakındı. Yeni Bir 17 Ekim Devriminin Ayak Sesleri Geliyor 17 Ekim'de tüm dünyaya yeni bir umut ve sosyalist ütopya yolunda bir durak olan Bolşevik Devrimi'nin gerçekleştiği bir güne denk gelmesi ise tarihin ayrı bir cilvesiydi adeta. Kongre Girişimi Hareketinin bileşenlerini en temel noktası bu ütopyaya inanan insanların buluşmasıydı. "Bu girişimde diğer girişimler gibi sönük mü olacak yoksa?" şeklinde ki sorulara tanıklık eden

kaygılı yüz ifadelerinin yanısıra ilk defa kendi diliyle bir kürsüden konuşacak olmanın heyecanını yaşayan İmrozlu Rum kadının heyecanı, her kesimden insanın karşısında konuşacak olan LGBT bireyinin mutluluğu, konuşurken gözlerinden yaşlar akan Laz Mektebi kurucularından Selma Koçiva'nın sevinci, Nusayrilerin coşkusu, Alevilerin vakurluğu, Çerkezlerin mağrurluğu, delege oldukları halde elde olmayan sebeplerden dolayı gelemeyen Hemşinlilerin yokluğunun hissedilmesi, Zazaların çokluğu, Yezidi delegenin 'Ahuramazda ve Melek'e Tavus adına sizi selamlıyorum" derken ki duruşu, salonda çokluğu ile dikkat çeken kadınlar, Osmanlı döneminde köle olarak satılan bir Afrikalı'nın "Size Türkçe hitap ediyorum. Çünkü rengimizden başka bir şey bize bırakmadılar" deyişiyle salonda kopan alkışlar ve daha nice renk Kongre Girişimi'nin geleceği konusunda umutların daha da çoğalmasını beraberinde getiriyordu. Ankara Halkların Kardeşliğine Tanıklık Etti Lazca, Rumca, Türkçe, Kürtçe, Ermenice, Yunanca, Suryanice ve Arapça olmak üzere 14 ayrı dilde yazılmış olan "Birleşiyoruz" sözcüğü şimdi Anatolia'nın temel renklerini temsil ediyordu. "Halklara ve inançlara eşitlik, özgürlük için", "Demokrasiyi kazanmak için", "Erkek egemenliğine cinsiyet ayrımcılığına ve eşitsizliğe karşı", "Kürt sorununda barışçıl ve demokratik çözüm için", "Ekonomik yıkıma ve doğanın talanına karşı", "Emperyalist saldırılara ve işgallere karşı", "Homofobi ve transfobiye karşı birleşiyoruz" yazılı renga renk Kongre Girişimi'nin iddiasını pekiştiriyordu. Daha öncekilerden farklıydı. Sırf yapılması gerektiği için yapmıyorlardı. Bu ülkenin vatandaşı oldukları halde hala yaşadıkları Gökçeada'da mal varlıkları olmayan Rumların ortak talebiydi. Dilini konuşamayan Hemşinlilerin arayışıydı. Laz Mektebi kuranların özgür istemiydi. Bu girişim her gün nefret cinayetlerine ve artık namus cinayetlerine kurban giden

ama buna rağmen haber değeri dahi olarak görülmeyen LGBT'li bireylerin özgür platformuydu. Bu girişim yıllardır Kürt Siyasal Mücadelesine sempati duyan ama o mücadele ile dayanışması eksik kalan sosyalistlerin hayaliydi. Laz, Suryani, Mahalmi, Ermeni, Çerkez, Gürcü, Alevi, Nusayri, Roman, Arap, Rum, Pomak, Kurmanci, Afrikalı ve Ezidi delegelerin salonu kendi anadillerinde selamlamaları coşku ve mutluluğun gözyaşlarına karışması ve "Yaşasın Halkların Kardeşliği", "Biji Bratiya Gellan" sloganının salonda dakikalarca yankılanmasını beraberinde getirdi. Anatolia Kültür ve Sanat Merkezi halkların kardeşliğine tanıklık etti. İlhamını Kürt Siyasal Hareketinden alıyor Daha öncesinde de bu konuda alınan toplantılar vardı. Ama hepsi sonuçsuz kalmıştı. Bunun yarattığı bir kaygı olsa da yüreklerde bu girişim onlardan farklıydı. Burada tekrara girmiyorlardı. Burada yeniden keşfetmeye çıkıyorlardı. Burada hep birlikte hem düşünüyor, hem tartışıyor, hem de pratiğe geçmek için atacakları ön adımların hazırlıklarını yapıyorlardı. Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloğu'nun seçimlerde elde etmiş olduğu başarı bu kaygıyı hafifletiyordu. Kongre Girişimi'nin ilhamını Kürt siyasal hareketinden aldığını itiraf ediyor olması bu kaygıyı azaltıyordu. Evet en önemli noktalardan birini de bu oluşturuyordu. Çünkü bugüne kadar Türkiye devrimi için mücadele eden bir çok örgütün bir araya gelememesindeki temel çelişki Kürt siyasal hareketi ile aralarına olan mesafeden kaynaklanıyordu. Ama şimdi bu konuda bir inanç bir güven oluşmuş, tek parti diktatörlüğüne giden Türkiye'nin tek nefes yolunun bu olduğuna dair bir konsensüse ulaşılmıştı. Sahidende tarihi günlere tanıklık ediliyordu. Türkiye 17 Ekim sabahı Kongre Girişimi'nin gelecek yıllara damgasını vuracak belki de bir Anapotamya'nın kurulmasına vesile olacak tarihi kararlarıyla uyanacaktı. Nagihan AKARSEL (Demokratik Yaşam 17-23 Ekim 2011 tarihli sayısından alınmıştır)


SÖZ

22

YAŞAM ALANLARIMIZ İÇİN DİRENİŞ Göçebe hayattan yerleşik düzene Kapitalizmin kar hırsı eksenli geçe üretimi doğa talanı ile kaçınılmaz biçimde iç içe yürüyor. Bu talan öyle bir boyut aldı ki; her şeyi tüketme hırsı içerisinde olan kapitalist sistem halklara yaşayacak yer bırakmayacak biçimde saldırıyor. Termik santraller, Hidro elektrik santraller, nükleer santraller… Kapitalizmin doğa üzerinde enerji politikaları merkezli tahribatı saymakla bitmiyor! Esas sorunumuz enerji! Bir enerji darboğazındayız ki sormayın! İhtiyacı karşılayamıyoruz; geceleri evimizde lamba yakamayacağız! Ülkemizin enerji sorunu var! Siyasal iktidar şimdiden bunu milli mesele ilan etti bile! Çevreye sözüm ona duyarlılığı olan kesimler temiz enerji tartışmasının içine girdiler ki göz yaşartıcı bir duyarlılık! Akil insanlar enerji sor

ununu baştan veri olarak kabul edince bize kırk katır mı kırk satır mı tartışmasından başka bir şey kalmıyor. Bir bakalım milli mesele olan enerjiye kimin ihtiyacı var? Bizim kişisel ihtiyaçlarımız için kullandığımız enerji mi doğayı tüketen ve tüketmek zorunda olduğu savlanan yoksa kapitalistlerin kendi ihtiyaçlarını karşılamak için hırsla sarıldıkları bir de üstüne üstlük muhteşem karlar elde ettikleri enerji üretimi mi? Bugün açık var diye sözü edilen enerji ihtiyacı kapitalist çarkın yarattığı üretim anarşisinin, kaosunun gerektirdiği enerji. Yani halklarımız enerji ihtiyacı içerisinde değiller ama sermayedarlar çarklarını döndürmek için enerji ihtiyacından bahsediyorlar. Bu tartışmalarda çevre duyarlılığına sahip kesimler(!) henüz bir yere varamamışken, yaşam alanlarına ilişkin mücadeleyi halklarımız en ilerden başlattı ve sürdürüyor. Ülkenin dört bir yanında doğa ve yaşamın savunusu üzerinden yürüyen; tarihsel ve kültürel öğelerin de belirgin olduğu bir mücadele hattı gelişiyor. Köyü, vadisi, yaşam alanları ile kurduğu ilişkilerin kendi bilincini, tarihini, kültürünü oluşturduğunda ısrar eden halklar son dönemdeki direnişleriyle Hidro Elektrik Santralleri (HES) karşıtı hareketin

HES projesi ile talan edilecek yerlerden yanlızca biri.

nasıl olması gerektiğini dosta ve düşmana öğretiyorlar… Kadını, erkeği, yaşlısı, genci tek yürek süren bu direnişler su hakkı, suyun ticarileştirilmesi politikalarına bir de halklarımızın gündeminden bakmamız gerektiğini gösteriyor. Suyun meta haline getirilmesi ve kapitalistlerin yatırım ve planlarının devasa boyutlara ulaşması nedeniyle bu alanda çok yoğun bir saldırı yaşanmakta. Hidro Elektrik Santralleri (HES) şirketler açısından düşük maliyet ve yüksek kardan fazlasını ifade ediyor. Su kullanım anlaşmaları ile derelerin 49 yıl ve sonrasına da kapı açan bir mülkiyeti söz konusu. Bu; suyun bölgede yaşayan insanlardan uzaklaştırılıp, tel örgü ve demir borularla çevrilerek mülkiyet edinilmesi demek. Su kaynakları, geri dönüşü olmayacak biçimde kapitalistlere devredilerek suyun yalnızca elektrik üretimi için bir araç olarak değil; uzun sürelerle mülk edinilen sınırlı doğal kaynakların olağanüstü karlarla bir meta olarak sunulması amaçlanıyor. “Yüzyıllardır Bu Dereler Bizim” Kapitalizmin mülk edinme sevdasına karşı yerli halkların verdikleri cevap ise şu “yüzyıllardır bu dereler bizim!” Kolektif mülkiyet altında suyu yaşamsal ihtiyaçları için kullanan insanlar, su üzerinden yürüyen savaşları anlamakta güçlük çektiler. İneğini suladığı, çamaşırını yıkadığı, bahçesine evine su aldığı derenin mal olarak satılmasına yabancıydılar. İhtiyaçları için kullanımın dışında üstüne türkü yazdığı, yaşam alanını şekillendiren, hayatının ayrılmaz bir parçası idi


SÖZ

23

dereleri onlar için. Gün geçtikçe, devlet destekli HES projeleri pıtırak gibi yayıldıkça, derelerinin satılmasından, üzerinde HES yapılmasından sonra yaşam alanlarında bir yabancıya dönüşen ya da terk etmek zorunda kalan insanların yaşadıklarını tecrübe edince derelerini sattırmamakta direndiler. Çünkü anladılar ki, kendi tarihine, kültürüne, doğasına bir darbe olacak HES'ler. Memleket dedikleri, atalarını gömdükleri, ağıtlar yaktıkları topraklar bir daha asla aynı olamayacak. Artık türkülerini söyledikleri, ineklerinin ve çocuklarının birlikte yıkandığı dereler, doğayla kurdukları iç içelik canavar makinelerle ellerinden alınacak. Sürgün gidecekler topraklarından, köklerinden,

kendilerine dair olan her şeyden yani yaşamlarından! Tarihten, doğadan, kültürel öğelerden ilham alan direnişler dört bir yanda filizlenmiş durumda. Şimdilik birbirinden kopuk ve hepsi kendi yereliyle sınırlı olmak gibi olumsuz özellikleri içinde barındırsa da gerçekten köklü bir direniş gerçekleşiyor yaşam alanlarının savunusu üzerinden. Direnişin kendi olabildiğine politik ancak dili öyle söylemediği için a-politik olarak nitelendiriliyor klasik yaklaşımlar tarafından. Salon toplantılarında kavramların içinden çıkılamazken halklarımız, her yaştan ve kesimden insanlarıyla direniyor. Pasif-aktif her türlü direniş yöntemini geliştiriyorlar. Solu aşan pratikleri bünyesinde barındıran, solun

ezberlerini ve birikimini aşan, kendi tarihi, kültürü ve insanıyla barışık, bunlara dayanan bir halk hareketi filizleniyor. Niye bunca şeyi yazdık çizdik şimdi ona cevap verelim. Kaybolmadık mı bizde kapitalist ilişkilerin yabancılaşma dayatması altında? Edilgenlik, daha baştan yenilmişlik, kendine kültürüne, diline, tarihine ve doğasına yabancılaşmak… Yerel direnişlerin bize anlattığı şey şu; yaşam alanların senindir, sahip çıkmalısın! Bu dereler, bu köy, bu sokaklar, bu üniversite, bu şehir, bu ülke senindir! Bizimdir, hepimizindir. İnsana düşman, doğaya düşman bu sisteme inat; hep birlikte yaşam alanlarımızı savunalım!

Geçtiğimiz günlerde iş makinelerini bölgeye sokmamak için direnen halkın mücadelesi ile gündeme gelen Trabzon-Çaykara Derebaşı.


SÖZ

24

Sol Anahtarı Modern Batı Müziğinde Muhalefet “Music doesn't lie. If there is something to be changed in this world, then it can only happen through music.” Jimi Hendrix Muhalif müzik diyince akla Ahmet Kaya, Grup Yorum vs. gelebilir, bu oldukça normal. Bu toprakların insanları çalıp söyleyince bizim için daha da etkileyici olabilir, bu da normal. Ama dünya çapında ses getiren müzikler de, sektör gereği, artık Batı'dan çıkıyor. Bu karşı çıkılamaz bir gerçek. Birkaç istisna dışında, bu bilinen şarkılar İngilizce. Birkaç tane de İspanyolca veya 'Ciao Bella' gibi bir İtalyan türküsü. Dünyanın en mükemmel ve anlamlı protest müziği Yemen'den, Zimbabwe'den çıkıyor olabilir, ama yapacak bir şey yok; dünya onları anlamaz. Bu sebeple, bu yazının da ağır popülizmden muztarip olması kaçınılmaz. O hâlde başlayalım: Amerika'da genelde II. Dünya savaşı sonrası ve Soğuk Savaş sırasında ortaya çıkan eğilimler bir sürü sistem karşıtı grup ortaya çıkardı. Aynı şekilde Latin Amerika'da iç savaş/darbe zamanlarında da muhalif müzisyenler görünmeye başlar. Mesela Victor Jara. Jara, sadece hayat hikâyesiyle bile büyüleyici bir etkiye sahip. Pinochet yönetimi tarafından, cezaevine dönüştürülen stadyuma hapsedilmiş ve burada gitar çalıp söylemeye devam ettiği için önce elleri kırılmış sonra da öldürülmüştür ki 2003'te adı bu öldürüldüğü stada verilmiştir, ne de olsa hayat hiçbir zaman erken kalkmaz. Jara, birçok Latin Amerika devrimci marşını, şarkısını seslendirdiği gibi kendisi de besteler yapmıştır. Şili Komünist

Partisi'nin duvar resimleri yapan Ramona Parra Tugayı'na, Şilili Komünist politikacı Recabarren'e ithaf ettiği şarkılar var. Kendisi, Yeni Türkü'nün de etkilendiği hatta ismini borçlu olduğu Nueva Canción akımının önemli bir parçasıydı. Burada işin içine Inti-Illimani'yi de katsak iyi olur. 2008'de ODTÜ'ye de gelen bu grup, Jara'yı ölümüne götüren '73 Pinochet darbesinde yurtdışında olduğundan dolayı Şili'ye dönememiş ve '89 yılına kadar sürgün turlarına devam etmiştir. Yine de insan üzülüyor: herhangi bir gruptan daha farklı işlemeyen, paranın döndüğü konserler veriyorlar; 2000li yıllarda grup ikiye ayrılmış falan filan. İsteseler de istemeseler de romantik solculuk denince verilebilecek en güzel örneklerdendir bu grup. Rahatlatıcı bir müzik, Latin ezgileri ve konserlerini darbe sırasında ölenlere adayan, 'Venceremos' diye sadece söyleyen bir grup. Bunlara bir itirazım yok, elbette hareketlerinin ne derece sert olacağını ve nerede çekinmeleri gerektiğini kendileri bilir. Ama, kendini kontrol eden bir grup insanın efsanevi niteliklere bürünmesi biraz garip. Her neyse, dinleyenler dinlemeye devam edip üç dakikalığına herkesin mutlu şarkılar söylediği komünist bir dünya hayal ettikten sonra karnının acıktığını fark edebilir, sigara içmeye çıkabilir. Ne de olsa devrimcinin önde gideni olduğunu her fırsatta dile getirip, yüzeysel fikirlerini tüm ateşiyle gözümüze sokup, orak çekiç

dövme leri yaptırı p hepimiz gibi yaşayan çok fazla insan tanıdım. Her neyse. Amerika Birleşik Devletleri'ne dönecek olursak… Rage Against the Machine ve bu grupla beraber doğrudan akla gelen solistleri Zack de la Rocha. Zaten bu zamanlarda Amerika'da ne varsa Hispaniklerde var. Bu grubun ne kadar olumlu ya da olumsuz bir yanıdır bilmem, ama '90 sonlarında Amerikalı muhalif gazeteci-yazar Michael Moore bunların birkaç klibini yönetmiştir. Bunun dışında grubun yaptığı müzik Rap-Metal gibi bir şey. Belki de sahip oldukları oldukça öfkeli tarzı sadece bu tür bir müzikle yansıtıyorlar, bilmem. Ama öfkeden başka bir derinlik hissettirmekte o kadar başarılı sayılmazlar. Böyle olunca da, her ne kadar şarkılarında güzel sözler söyleseler de itici, kafa ağrıtıcı yanları da oluyor. Ha, bunlar da Guitar Hero oyunlarına şarkılarını vermekten çekinmezler mesela. Ama, basçıları gidip Grammy ödüllerini sabote eder. Aksiyonlu olmaları kendileri için bir artı. Öfkeleri daim olsun, çünkü kendilerine muhalif denebilmesinin en önemli (belki de tek) nedeni. Sonuçta, amiyane tabirle gaza getirebilmek, kim ne derse desin, önemlidir. Mesela, Killing in the Name şarkıları adeta Wall Street'i İşgal Et eylemlerinin marşı oldu. Bunun dışında, gereksiz bir bilgi ama, solistleri De la Rocha da bir ara


SÖZ

25 gruptan ayrılanlardan. Kendisinin ayrıldığı esnada Rage Against the Machine önlerine Chris Cornell'i alarak Audioslave'e dönüştü. De la Rocha ise, konserlere “Fuck Bush” tişörtüyle çıkan eski The Mars Volta grubu bateristi Jon Theodore'yle ve dinle, sekse geleneksel bakışla, politikayla kavgalı olma görünümü taşıyan The Locust grubunun klavyecisi Joey Karam'la beraber One Day as a Lion adlı bir grup kurdu. Neyse, sonuçta Rage Against the Machine, sırf ciddi saldırganlığıyla ve agresifliğiyle bile, mesela, Green Day gibi uyuşuk, sözde punk ve sebepsizce türlü türlü şebekliklerde bulunan bir gruptan ayrı tutulabilir. Bir de System of a Down var. Ermeni asıllı üyelerden oluşan, Kaliforniya'dan çıkmış bir grup. Özellikle ABD ve Türkiye hükümetlerine karşı oldukça düşmanca tutumları var. Yakın geçmişe kadar, “Konserlerinde 'Köpekler ve Türkler giremez ' yazıyormuş”, “Türk bayrağı

yakıyorlarmış” türü kulaktan kulağa yayılan efsanelerden dolayı çoğu insan, bu söylentilerin doğruluğuna yanlışlığına bakmadan, galeyana gelirdi. Buralarda hepimizin bildiği bir ruh hali vardır: Hani, Türklere yabancı birinden tercihen ünlü yönelik en ufak eleştiride 'Bunlar da faşist. Herkes Kürtleri, Ermenileri görüyor ama başkaları bize sataşınca adı düşünce özgürlüğü oluyor,' denir. Böylece bir savunma mekanizması

denen zımbırtı oluşturulur, kendi yaptığın zulmü unutmaya ve unutturmaya bir fırsat bulmuş olursun. İşte bu gruba karşı Türkiye'de oluşan kanaat, tam da bunun güzel bir örneği. Her ne kadar grup yaptığı açıklamalarda dertlerinin Türk halkıyla değil, hükümetle ve 1915 olaylarıyla ilgili olduğunu söylese de, buradaki Beyaz-Türk-Sünni-Laik millet gaza gelip 'bayrak yakıyorlar' diye duyduğu andan itibaren hiç düşünmeden küfür saydırmaya başlıyor, “Onlar bize sataşırsa biz de onlara sataşırız. Pısıp kalacak mıyız?” diye kendi nefretini meşru kılıyor. Yine de tüm bunlar, System of a Down'ı muhteşem bir grup yapacak değil. Yüksek güvenlikli, öten dedektörlü mağazalarda satılacağını bile bile“Steal this Album” diye CD çıkardıktan sonra 'Fuck the System' diye şarkı yazsan ne çıkar. Doğal olarak, tüm gruplar tamamen sistem karşıtı müzik yapmıyorlar. Ama bazı büyük grupların arada muhalif şarkılar yapması da oldukça yaygın. Mesela İngiltere'nin en çok satan albümü olan 'The Dark Side of the Moon'u yapan Pink Floyd'un 'Another Brick in the Wall' gibi bir parçası var. Herkes bilir, geçen Serdar Ortaç da bir kuple de olsa okudu bu şarkıdan (gerçi grubun basçısı ve vokalisti olan Roger Waters bu aralar kraliçeninkiyle yarışan eviyle, Manhattan'da bir ev için çat diye saydığı 15 milyon dolarla göze batıyor). Diyeceğim şu ki, aynı şarkıyı dandik bir grup yapsa ben bilmezdim. Benzer şekilde, Birleşik Devletler'de yoğun bir Vietnam Savaşı travmasıyla dolmaya başladığı yılların büyük gruplarından The Doors'un, savaştaki askerlere değindiği 'The Unknown Soldier' ve

özellikle ilk kısmıyla sağlam bir sistem karşıtlığı ve gençliğe övgü taşıyan 'Five to One' gibi şarkıları var. Queen'in, her ne kadar yakınmadan öteye gitmese de, Soğuk Savaş'ın verdiği korkuyu anlattığı 'Hammer to Fall'u ve amacını aşarak Güney Amerika halkları için özgürlük marşı hâline gelen 'I Want to Break Free'si var. Bunun etkisine göz atabilmek için internetten grubun Rock in Rio '85 konseri izlenebilir. Az önce saydığım şarkı ve grupların etki alanı geniş olabilir, ama saygı duruşunu hak edenler varsa hayat tarzları ve fikirleriyle de sistem karşıtı olup bunları ayrıca müziğe aktaranlardır. The Beatles belki de dünyanın en çok bilinen müzik grubu. Solistleri John Lennon, '60lar ve özellikle '70lerdeki aktivisitliğiyle ve oluşan karşı-kültüre (isterseniz hippilik diyelim) katkısıyla çok önemli bir figür hâline geldi o olmasaydı kimse o yuvarlak gözlüklerden takmazdı ayrıca. Lennon'un 'Imagine' şarkısından gerçek bir romantik solcu marşı olarak bahsedebilirdik, ama bu noktada babanın müziğiyle yaşamı arasındaki uyum ve böylece halkın gözünde oluşturduğu 'herif özgürce yaşıyor yahu, ben de yapabilirim' izlenimi oldukça önemli. Saçta,

yatakta ve her şeyde barış isteyen Lennon, medyanın da kendisine gösterdiği yoğun ilgiyle, hippi imajının yayılmasına ve kurallara karşı durabilen ve kendisi olmaya


SÖZ çalışan gençlerin ortaya çıkmasını tetikleyenlerden olmuştur. Nihayetinde Amerika'da tekrar muhafazakâr akımlar başlasa da Lennon dinleyerek ülkesiz bir dünya hayal edenlerin soyu hâlâ tükenmedi. Özü-müziği bir sanatçılardan lâf açılmışken Bob Marley'i anmamak olmaz. Hakların alınması yolundaki savaşı destekleyen 'Get Up, Stand Up' şarkısını not düşüp geçelim. Bob Marley'in cemalini görmek isteyen gördüğü ilk salaş bara girip karşı duvara baksın, mücadelenin illa ki somurtarak yapılmayacağını düşünenlerse bir-iki şarkısını dinlesin. Ne yazık ki, herhangi bir filozofun da diyeceği gibi, dünya ideal bir şey değildir. Böyle olunca muhalif olarak ün salmış bazı gruplar da zamanla sırtlarını verecek duvarlar bulup gitarlarını öyle çalmaya devam ettiler. U2 adlı İrlandalılardan oluşan grubun solisti Bono, geçen sene konser için geldiklerinde, Boğaz köprüsünden yürüyerek geçmek istemiş ve kendisine hatırlayamadığım bir bakan eşlik etmişti (ki kim olduğu pek de önemli değil). Bunlar zamanla oldu. Eskiden Türkiye'ye asla gelmeyecek birkaç grup sayılsa biri U2 olurdu. Bono artistinin bu davranışları, Paul Wolfowitz denen eski Dünya Bankası başkanına desteği ve buram buram gösteri kokan konserleri kendisinden tiksinmeye başlamak için yeterli

26 olabilir. Bu kadar grup vesaire var, daha da Frank Zappa, Anti-Flag vesaire var; ama bir de bunları yaratan ya da bunların yarattığı akımlar var. Bir defa Rock müzik ortaya çıktığı tarih itibariyle muhalifliğin bir diğer anlamı olagelmiştir. Hâlâ da duyarız, Rock yapan kişinin sadece müziğiyle değil sisteme karşı duruşuyla da değerlendirilmesi gerektiğini söylenir. Doğrudur. Tıpkı eylem yapıp rahatlayan ve gevşeyen solcular gibi, artık Rockçılar da yardım amaçlı konser düzenleyip sistemi iki-üç eleştirip işlerine dönüyorlar.

Rock'la yakın zamanlarda ortaya çıkan bir diğer müzik türü de Punk. En önemli temsilcisi Sex Pistols. Bunların 'Anarchy in the UK', 'God Save the Queen' gibi İngiltere'yi yerin dibine sokan eserleri mevcut. Punk'ın Rock'tan ayrılan yanı ise dünyada ortalığın durulduğu '70 sonları ve '80 başlarında yok olması. Punk, Rock kadar bükülmedi ve ait olduğu yerde kaldı. Günümüzde neoPunk adı altında birtakım grupların müzik çalışmaları mevcut, ama genel olarak müzik tarzı ve saç-sakal-

giyim şeklinden öte Punk'la alakaları yok. 'Ben her şeye karşı olabilirim' duruşu kayıp. Şimdi sorsanız 'Punk nedir' diye, benim aklıma diken diken pembe saçlı gençler gelir ama Punk çok daha ötesiydi. Ayağa düşen bir tür müzik türü, ama 30 yıl kadar önce ölüp o zamandan beri mezarında sessizce duran bir yaşam şekli. İsyan diyince akla ilk gelecek şeylerden biri de elbette Rap. Eskiden 2pac gibi iyi abiler varmış, sonra 50 Cent gelmiş, Kanye West doğmuş. Bizde de Ceza vardı, Sagopa Kajmer vardı. Allah için iyi küfrederlerdi, ama bu küfürlerin yarısı düzeneyse yarısı da birbirlerine olurdu; fakat bu başka bir hikâye. Bir-iki satır önce bahsettiğim, para kazanmaktan ve bunun getirdiklerinden başka amaçları olmayan 50 Cent ve benzerleri, bu türün de piyasalaşma konusunda bir istisna yaratamadığını gösteriyor. Rap, uyuşuk ve ağlak isyanın müziği. Kubarcıların favori sanatsal hobisi. Her mahallede bir rapçi var, en azından bizimkinde birkaç tane var. Yine de nerede bir ezilmiş halk olsa orada rap yapan birileri olur. Derde derman olur mu, yoksa isyanı başlatıcı/geliştirici bir rolü olur mu? Bunun cevabını zaten verdim. Ankara Vahdet


SÖZ

27

KENDİ SESİ OLMAK Korkularla kısırlaşıp körleşiyoruz hergün. Kafka'nın Gregor Samsasına benziyoruz. Sevdasız, hiçci Samsa'ya... Samsa gibi tarihten kopuk beynimizde yarattığımız küçük odacıklarda başkalaşımlarla bedenlerimizi birer yanısıma gibi hissediyor; iradesizleşiyor karamsarlaşıyoruz. İçerimizdeki ''insanın'' en büyük paradoksu, herkese, herşeye ''dışarıdan''dan ve kendi dışından bakmaya başlıyor olmamız öznelciliği aşarak herkesi - herşeyi bir nesne haline dönüştürüyoruz. Her bir şey hiç bir şey oluyor hayatımızda... Yabancılaşıyoruz... Yani bi anlamda duygusuzluk, karamsarlık, var olmanın dayanılmaz hafifliği Karamsarlık bizi bizden eden illet... Karanlığın diyalektiğini çalıştırıp yok oluşa süren bir var oluş biçimimiz. Bize toplumsal ilişkilerin bütünü olduğumuzu unutturan olgu. Kaçışlara ve vazgeçişlere bahane yaratarak, teslimiyeti körükleyen ruh halimizi ortaya çıkaran yılgınlık. Kurtulmanın tek yolu, bilinçle eyleyen sevdalarla, düş kırıklıklarından düşü yaratmaktır. Düşlerimiz kaçamadığımız bilincimiz tutsağı olduğumuz vicdanımızdır. Hepimiz dünyayı değişik biçimlerde yorumluyoruz. Yorumlamak ile kendimizi bir süreliğine var ediyoruz; mühim olan onu değiştirmektir diyor filozof.

Kalıcılığı değiştirmek ile sağlamıyor muyuz hayatımızda? Yani dünyayı değiştiren insanlık başkaldırılarıyla biçimlenmiyor mu? Eski bir söz vardı ''ya barbarlık ya sosyalizm'' diye bence artık tam da bunun biz gençliğe uyarlama dönemi diye düşünüyorum. ''Ya yaşamı tatsız tuzsuz anlamsızlıklar deryasında boğmak yada olup bitenlere karşı Don Kişot olmak...

uzanabilir. Sahte yazgıları paramparça etmenin bir yolu değilmidir? Mazlumların şovalyesi Che'nin dediği gibi ''gerçekçi olup imkansızı iste ''Yani kavramlar dünyasından kavrama dünyasına geçebilmek. görsel doyuma ulaşmadan genişletmek: her dünyada (hayallerimiz ve maddi dünyanın maddi koşulları) aynı anda yaşayabilmek... Hayallerimizde eksik olan şey az ya da çok uzak geçmişinin olmaması, bugünün tüketim görselliklerinin olması nesnel bir hayal kurmamıza engel oluyor olabilir. Bugün varlığımızı ''düşünüyorum öyleyse varım'' mantığıyla yaşatmak kendi iç buhranlarımıza bizi yöneltiyor. Halbuki buhranlarımız dış dünyanın gerçeği Bugün düşünüyorum özgürce yaratıp, hayallerimi ortaya koymanın ve varım demenin dönemindeyiz. Kahrolası dünyanın en temel ilkesi olan ''hayatta kalmak için çalış, tüketmek için hayatta kal'' döngüsünü yıkmanın tek yolu hayali inşa etmek. İnşa etmek içinse dünyanın bütün eşyalarını kırmalıyız çünkü insanları eşyalardan daha az seviyoruz. Yok etmek Bu gününün Don Kişot'u olmak ne zorunda olmadığımız herşey, en özlü yaşadığımız hayata ne de ruh biçimiyle de korumalıyız. İşte bizim hallerimize böyle gelmiş olsa da böyle ceza yasamız bu olmalı. Can gitmez bu saçmalık demek değilmidir? sıkıntısından başka kaybedecek bir Bu günün Don Kişot'u olmak; şeyimiz yok, oysa kazanacağımız mümkün olanı yaptığımız ölçüde bugünümüz var. Ya ölü yıldızlara hayaller kurmamızdır. Hayallerimiz iç götüreceğiz hayatı ya da ölüm dünyamızdaki karabasanlara boyun dünyamıza inecek.” eğmemenin bir yoludur. Çukurova Üniversitesi Hayallerimiz serpilip gelişen edeltamm filizdir, kayga boylarına kadar


SÖZ

28

KADINLAR… BİZİM KADINLARIMIZ Bütün çabalara rağmen kurtarılamayan kadınlar dolduruyor gazeteleri. Rakamlardan ibaret bu ölümler, günde kaç defa öldüğü önemli kadının, şiddetin ulaşabileceği son noktayı görebilmek için. Daha da kötüsü bazen bir fotoğraftan ibaret kadının ölümü, sırtından bıçaklanmış, kanlar içinde sedyede yatarken, ölürken. Olanları tüm çıplaklığı ile ortaya koymayı amaçladığını iddia edenler gazetelerinin hep üçüncü sayfasında olan haberi ilk sayfaya, en tepeye, kocaman koyunca kadın cinayetlerine karşı olduklarının düşünüleceğini sanar. Ölümün, çaresizliğin fotoğrafını bile dolar işaretleriyle görenlerden gerçekleri ortaya koymalarını beklemek, cinsiyetçi, kadını aşağılayan, ikinci cins kabul eden yayınlar yaparken, kadın cinayetlerine karşı olduklarına inanmak imkansız oluyor. Ana akım medyanın bütün çıplaklığıyla gerçekleri ortaya koymak ile yaptığı, kadının üzerine bir kürek toprak atıp, adı olmayan mezar taşının fotoğrafını çekmek ve bunu kendi çıkarına kullanmaktan ibarettir. Medyada Ayşe, Meral, Fatma, Aşkım, Remziye, M.L., F.K. oldu kadınların adı. Dört gün bir odaya kapatıldı biri. O dört gün içinde aç, susuz kaldı, tecavüze uğradı. Bir otobüs durağına bırakıldı, ölmesi için, onu çok seven sevgilisi tarafından. Kırk sekiz gün hastanede kaldı, tüm çabalara rağmen kurtarılamadı. Biri onu çok seven adamla evlendi, çocuğu oldu, dayak yedi, bir gün bayıldı, bir gün burnu kırıldı. Annesi sabret düzelir dedi ama değişen bir şey olmayınca boşandı, hem de anlaşarak. Tehdit edildi önce sonra dokuz bıçak

darbesiyle öldürüldü hala namusu olduğu eski kocası tarafından. Arkalarından kardeşi, olmasın artık bu cinayetler dedi kimisinin, kimisinin annesi ''Benim beyim de yoktu burada, Bursa'daydı, ben Meral'in çobanıydım, kurt aldı götürdü, sağ çıkmadı, parçaladı yavrumu, acımadı. Sahip çıkamadım, uçtu Meral. Böyle olmasın ne olur” dedi ağladı, elinden başka bir şey gelmedi. Her gün beş kadın ve hergün şiddet, baskıyla geçmiş bir hayattan sonra tek sonuç; ölüm. Kadına yönelik aile içinde kalmayan şiddet ve toplumsal cinsiyet ile kadına biçilen rol bütün “çaba”larına rağmen elinden bir şey gelmeyen devlet/sistem tarafından kader kabul edilmiş durumda. Ne de olsa mö.4000-2000lerden kalma erkek atalarının mirasını sahiplenmiş, öteki olarak kabul ettiklerini yok sayan, gerekirse yok eden, kölenin kölesi kadını da gerek bedeniyle gerek emeği ile sömürmekten başka çıkar yolu olmayan bir devletten/sistemden bahsediyoruz. Bunu kadını şiddete karşı korumayan poliste, esneklik adı altında cinsiyetçi iş bölümünü ve toplumsal cinsiyeti destekleyen bir Torba yasada, Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı'nın Aile ve Sosyal Politikalar bakanlığı yapılıp kadının değil ailenin korunacağının söylenmesinde, kadının ve devlet büyüklerinin ve aynı ataerkil kafada olanların açıklamalarında görüyoruz. Geçtiğimiz zamanda söylenmiş kadını sorunlar odağı olarak gören Selçuk üniversitesinde ilahiyat fakültesi anabilim dalı başkanı olmuş Orhan Çeker'i, kız öğrenci dediğin yurdunda oturur diyen Hasan Albayrak'ı unutmadan, hergün gerçekleşen kadın cinayetlerine münferit bir olay deyip geçiştireni, DİN-BİR-SEN Genel Başkanı Lütfi Şenocak'ın tek tuşla polis çağırma uygulamasına karşı ne gerek var, ailede olan aile içinde kalır deyip imama başvurulması, karı koca arasında bir hakemin sorunu çözmesi, kısaca kadının susması, çok konuşup şikayet etmemesi (ne

de olsa aile birliği daha önemli)fikrini ortaya atması, kadın ortada kalmasın, erinin emrinde yaşasın diye erkek için çok eşliliğin yasal hale getirilmesi gerektiğini açıklayan Sibel Üresin'i, eylemde polis şiddetiyle çocuğunu kaybeden bir kadın için orada ne işi vardı veya o çocuğu nasıl yaptıyı, Hopa eylemi ardından gerçekleşen protesto yürüyüşünde kalça kemiği kırılan bir kadının kız mı kadın mı olduğunu merak eden, en az üç çocuk diyerek aslında doğurganlığını kendisi kontrol etmesi gerekirken bunu kadınların elinden alıp, ev işçiliğine devam etmesini emir veren Başbakan Recep Tayyip açıklamalarını da eklemeli, unutmamalı. Bu cümleleri unutsa bile bir kadının günlük yaşamında cinsiyetçi tutumları görmemek, unutmak gibi bir durumu yok. Yediklerimizden (örneğin kadın soğan yer mi?), mesleğimize, giydiğimiz kıyafetlerden, vücut ölçülerine, karakter özelliklerine kadar her şey cinsiyet damgalı. Toplumsal cinsiyet algısının içinde olan bu tutum, kalıp yargılar biyolojik özellikleri taşıyan cinsiyetten tamamen ayrı. “Doğal olan cinsiyet yapay bir toplumsal cinsiyete dönüştü, erkeği 'erkek', kadını 'kadın' yaptı. Gerçekte ise erkek insan ırkına, kadın da yalnızca bir cinsiyete dönüştü. Ve sonuçta, bu düzen kadınları ve erkekleri ekonomik olarak sömürülebilir


SÖZ

29 kılmak için, kendi yarattığı farklılıkları tekrar doğal ilan etmekte.”1 Bu doğal olduğu kabul ettirilen toplumsal cinsiyet algısı çocukluktan yetişkinliğe kadın ve erkeğin ve hatta lgbtt bireylerin yaşamının içinde. Çocukken kız/erkek çocuğuna alınan oyuncaklarda, giydirilen kıyafetlerde, hitap şekillerinde, verilen roller ve sorumlulukta içselleştirilen tutum, yetişkinlikteki algıyı oluşturur. Kadın ev içinde, düzenleyen, duygusal, zayıf, itaatkar kabul edilirken, erkek mantıklı, güçlü ve otorite sahibi olur. Hatta bir erkeğin kadın işiyle uğraşması veya 'kadınsı' bir davranışta bulunması aşağılanma, toplumdan dışlanma, komedi konusudur. Dikkat edilirse kadın taklidi yapan erkeğin çoğu zaman komedi aracı olarak kullanılması da

şunu gösterir: kadın gibi olmak aşağılayıcı, dalga geçilecek bir durum. Yemek yapmak, çocuk bakmak için rahim gerekmediği2 gayet açık. Bu algıyı aşılayan aile, toplum, medya, din ve daha bir çok etken var. Medyaya bakarsak, kadının televizyonda yüzünden çok vücudunun gösterilmesi, temizlik ürünü reklamlarında ortaya çıkan güçlü bir adam tarafından öğütler verilmesi, film karakterlerinde çoğu zaman kadının yine güçlü bir erkek tarafından kurtarılması ufak örnekler. Medya aracılığı ile kadın sex sells matığıyla vücuduyla hem bir meta olarak, moda ile de bir tüketici olarak sistemin parçası haline getirilmekte. 1)Maria Mies-Son Sömürge Kadınlar 2)Kamla Bhasin-Toplumsal Cinsiyet, “Bize Yüklenen Roller”

FİLM TANITIMI:

Made in Dagenham

Made in Degenham, 1968'de İngiltere'deki Ford fabrikasındaki 185 kadının direnişini anlatan bir film. Fabrikadaki erkeklerle aynı koşullarda ve aynı saat çalışmalarına rağmen, fabrikada çalışan kadınlara erkeklerle aynı ücret verilmemektedir. Kadınlar da bu durumdan rahatsızlıklarını dile getirmek, yapılan haksızlığa karşı gelmek ve tepkilerini ortaya koymak adına, iş bırakma eylemleri, fabrika önünde eylemler ve yürüyüşler düzenlemişlerdir. Film, o zamana kadar kadını, her zaman erkeğin egemenliği altında olan, pek fazla söz söylemeye hakkı olmayan, evinde yemek ve temizlik yapıp, çocuk büyüten kadın modelini kafalarımızdan silmiştir. Ayrıca filmde evli ve üniversite mezunu bir burjuva kadın yer almaktadır. Kadın çok iyi bir üniversiteden mezun ve maddi olarak her türlü imkana sahiptir. Ancak bunlara rağmen

kadının kocasıyla problemler, fabrikada çalışan kadınların yaşadığı problemlerden pek de farklı değildir. Üniversite mezunu ve bir mesleği olmasına rağmen ekonomik özgürlüğü olmayan, kocasından gelecek parayı bekleyen, ev işleri dışında yapacak pek fazla bir işi olmayan, kocası tarafından yönlendirilen, ezilen bir kadın. Filmde anlatılanlardan şunu görüyoruz ki, hangi sınıftan olursa olsun, kadının kadın olmasından kaynaklı yaşadığı problemler diğer kadınların yaşadığı, problemleriyle, sıkıntılarıyla ortaktır. Kadınlar, kocalarının ve sevgililerinin onların bu mücadelesine karşı gelip, üzerlerinde baskı kurmalarına rağmen, büyük bir kararlılıkla mücadelelerini sürdürmüşlerdir. Onların bu kararlı duruşu sebebiyle direniş diğer ülkelerdeki Ford fabrikalarına da sıçramış ve başarıyla sonuçlanmıştır. Ülkenin birçok yerinde kadınlar ayağa kalkmış bir haldedir. Hemen her gün sokaklarda yürüyüşler yaparak taleplerini dile getirmişlerdir. Ve bu kararlı mücadelenin sonunda bakan ile görüşme talepleri kabul olmuştur. Bu görüşme sonunda, ilk zamanlar kadınlarla erkekler arasındaki ücret farkı çok fazla iken, kadınların bu mücadelesi sonucunda, ücretler arasında çok az bir farkla kadınlar tekrar çalışmaya başlamıştır. Ve aradan geçen 2 yıl sonunda artık kadınlar ve erkekler aynı ücrette çalışmaya başlamıştır. Bu 185 kadın sayesinde artık birçok ülkede kadınlarla erkekler eşit ücrette çalışma hakkına sahip olmuştur. Herkese şimdiden iyi seyirler. NOT: Filmde anlatılanlar gerçek bir olaydan yola çıkarak yazılmıştır.


SÖZ

30

SİVİL CUMA

Meselesi

Bilindiği gibi, yakın bir dönemde devletin camilerini boykot eden Kürt halkının sokaklarda, geniş alanlarda ''sivil Cuma'' tanımı ile namaz kılıp bağımlı bir inanç anlayışının en büyük tabularından birini yıkarak, ezberleneni bozup ibadetlerini egemen yoz anlayışın tersine sokaklara taşıdıklarını, çeşitli semtlerde, burjuva ve devrimci basın vb. bir çok alanda gördük. Egemen ideolojinin, günümüze kadar Türkiye halklarının yaşadığı bölgelerde ve Kürt coğrafyasında, din'i şekillendirerek bunun üzerinden bir uyuşturma çabasının olduğu yıllardır açıktır. 12 Eylül darbe sürecinde Kürt coğrafyasında ilk işlerden biri olarak cemaatlerin devlet eliyle güçlendirilmesi, bu durumu doğrulayacak en net örneklerdendir.

Devlet eliyle gerçeğinden çok uzak olarak şekillendirilip yaratılan ''itaatkar'' İslam anlayışı 12 eylül darbesinde fark ettirilmeden, gizli efendisinin Kemalizm olarak tayin ettirildiği o dönemlerden günümüze, mevcut iktidar eliyle çeşitli politik hamlelerle, yine egemenlere ve onların düzenlerine itaatkar bir çerçeveden çıkmadan günümüze kadar, içi boşaltılarak değiştirilmeye devam edilmektedir. Egemenlerin buradan sağladıkları kazanç, Sömürünün doğalında halkta uyandırdığı tepkiyi devrimci bilinç anlamında adlandıramadığı ve konumlandıramadığı öfkeyi, olası bir örgütlülük kazanmadan sisteme yedekleyip kendi gücüne kanalize etme çabasıdır. Ve bu öfkeyi kullandıkları yer yine halk'ın kendisidir. Sistem taşeron egemenleri, toplumsal hafızayı bulandırmada ve bunu kendi lehine yararlı hale getirmekte profesyoneldir. Sorun görmediği oranda ezilen ulus ve halklara politikalarını yer yer esneten diktatör anlayışın egemenliklerine, düzenine

tehlike görmediği oranda dostluk portresi çizmesi olağandır. Fakat bu durum egemenlerin vicdani bir gereklilik olarak gördüğü hamle değil aksine sertleşebilecek olası süreçlerde sömürdüğü halk'a söyleyecekleri ''size dostluk, barış, kapılarını açtık'' yalanlarını meşrulaştırmaları için zemin hazırlama çabalarıdır. Sürece göre gelişen bu hamle değişikliklerinin en büyük sahnelerinden biri gerçekliğinden çok uzaklaştırılın camilerdir. Egemenlerin çıkarlarına ters düşebilecek herhangi bir şey gözetildiğinde bu camileri sistemin esaslı mevzilerine dönüştürebilmek çok kolaydır. Böyle bir politik hamle ancak, içi boşaltılıp, yerine "egemenliklerine itaat eden bir İslam" ile mümkündür. Sistemin İslamı şekillendirme gereksiniminin esas sebebi budur. Bu nedenle günümüzde Kürt halkının kendilerinde ve toplumun bütününde yıktığı tabular kitlesel umutlu bir devinimin önemli evrelerindendir. Görülmesi gereken esas meselelerden biri, Kürt halkının çoğunluk oranda toplumsal önceliklerinden biri olan, yüklü bir


SÖZ

31 güçle aslından uzaklaştırılarak empoze etmek istenilen ''Egemen ideolojiye itaat eden İslamcılığı'' reddedebiliyor olmasıdır. Bunu görebilmek için konuya samimi yaklaşmak şarttır. Yıllardır taşeron egemenlerin, faşizmin düştüğü yanılgı buradadır. Sonuç olarak devletin, Türkiye'deki halklar üzerindeki, ''Türkleştirme”, asimilasyon ve sindirme politikaları şimdilik kısmen başarılı görünse de bu durum Kürtler üzerinde biraz daha farklıdır. Uzun yıllardır devlet'in Kürtler üzerindeki politikaları refleksif görünsede bu sadece milliyetçiliği kabartmak, yükseltmek adınadır. Fakat bütün politikaları ve hamleleri sistemlidir. Devletin bu politikalarının Kürtler üzerindeki etkisi diğer halklara oranla daha pasif sonuçlar almasının sebebi yıllardır süren savaş'ın karşısında güçlü bir örgütlülüğün olmasıdır. Sürdürülen savaşın bilançosu ciddi halde kanlıdır. Ve halk bu tablonun dışında değil aksine tam ortasındadır. Devlet'in düştüğü yanılgıda tam olarak buradadır. Sayısı milyonlar olan bir halktan, kimliğinden kültüründen vazgeçmesini bu savaşın bedelini ödeyen bütün ilişkilerinden tümüyle kopmasını ve sebep olduğu bu kanlı tarihle Hesaplaşmadan kendine yedekli bir köle olarak yaşamasını isteyerek. Büyük bir yanılgı içine düşmektedir. Çünkü bir halk'ın ne kimliği, ne kültürü, ne de kendini var eden bütün değerleri bu kadar çabuk vazgeçilecek kadar değersiz değildir. Devletin bunu kısmen kabul ettirdiği halklar ile Kürt halk'ı arasındaki fark, örgütlü-örgütsüz olmanın önemi ve yıllardır süren savaşın sürekliliğidir. Sistemin eski

taşeronları gibi mevcut hükümette bu kanlı tabloya ak denilmesini istiyor. Türkiye halklarıyla Kürt halkının ortaklaştığı bir nokta, toplumsal hafıza kaybı politikalarından kısmen başarı elde etseler bile silemeyecekleri mutlaka bir gün açığa çıkacak olan kanla yazılı failinin ortak olduğu tarihleri vardır. Ve birçok halkta olduğu gibi egemenlerin Kürtler üzerinde izledikleri bu kirli politika çok sistemli ve yönlüdür. Kürt halkında toplumsal önceliklerden biri olan İslam bu nedenle çok yönlü kullanılabilmekte veya kullanılmaya çalışılmaktadır. Devletin tayin ettiği imamların devletçi bir mantıkla görev yapması sistemin Kürtler üzerindeki politikasının bir yansımasıdır ve inanç önderlerini bu politikaların kurmayları olarak kullanmaktadır. İslam inancında bir insanın cenazesinin camilerden kaldırılması için Müslüman olması yeterli bir sebeptir fakat son dönemlerde bir gerilla cenazesinin Kürt coğrafyasındaki bir cami imamı tarafından cenaze namazının kılınmasını reddetmesi cenazeyi camiye almaması devlet imamının

İslami yorum farkının hangi eksende olduğunu açıklamaktadır. Bu cumhuriyetçiler tarafından sıkça dillendirildiği gibi, din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması değil devletin, din'i kendi ideolojik ekseninde şekillendirmesidir. Bu nedenle açıkça görülebilmelidir ki; faşist egemenlik kendini yok ettirilebilecek her alanda yoğunlaşmıştır. Ve Kürt halkının bu kitlesel camileri boykot hamlesi çok önemli ve yerindedir. İslami inanç merkezi olarak kabul edilen camilerde alenen Türkçülük yapılması ve siyasal gündemin içeriğine göre camilerin bir sistem kürsüsü olarak kullanılmasından sonra bu durumun Kürtler adına doğalında böyle bir hamleyi gerektirdiğini görebiliriz. Egemenler sistemlerini çok yönlü kullanırlar. En çok neye zarar verirlerse en çok neyin içini boşaltırlarsa onda kendini yoğunlaştırır sistemine yararlı olabilecek her şeyi yerleştirir ve kendini en çok orada var ederler. İstanbul Onur


SÖZ

32

HAİN ÇERKES! Bir tarihsel muhasebe süreci bir yüzleşme yaşamadan Anadolu ve mezopotomyada yaşayan halklar olarak belimizi doğrultmamız mümkün olamayacak. Tarih konusunda bildiğimiz neredeyse bütün doğruları kendimizi kanatıp iltihabı akıtana kadar yeniden gözden geçirmek zorundayız. Zira mevcut tekçi ve asimilasyoncu sistemin çarpıtmadığı, kendine yontmadığı veya kirletmediği hiçbir doğru kalmamıştır. Hikâyemize bir trajediyle Nazım ustamızın dizeleriyle başlıyoruz. "Ve 29 Aralık Kütahya 4 top ve 1800 atlı bir ihanet yani Çerkez Ethem bir gece vakti kilim ve halı yüklü katırları koyun ve sığır sürülerini önüne katıp düşmana geçti Yürekleri karanlık kemerleri ve kamçıları gümüşlüydü atları ve kendileri semizdiler... Ateşi ve ihaneti gördük" Ateşi ve ihaneti gördük diyordu “kuvayı milliye” destanında Ethem bey için Nazım Hikmet. Ünlü Alman Nazi Komutanı yargılamalar yapılırken mahkeme heyetine ”galipler her zaman yargıçtır, mağluplar sanık” der. Milyonca katliam yapan nazizmin komutanı mevcut sistemin evrensel yargılama hukukunu çok açık ifade eder. Yargılayan ve hükmü verenler kazananlardır. Dolayısıyla yargılama sonucunda ortaya çıkan hüküm bize sadece kazananın kim olduğunu gösterir. Bu açıdan Çerkes Ethem ile ilgili mevzu bir dönemin, özellikle de ülkenin bugüne kadar devam eden tekçi asimilasyoncu yanına ışık tutan bir iç savaş döneminin tartışılması olarak da değerlendirilebilir. Ethemin Hayatı Ethem Bey Türkiye'de yaşayan birçok Çerkes gibi 1864 büyük Kafkas sürgününde egeye gelip yerleşen Ali Bey'in beşinci oğludur. Diğer dört erkek de subay olup İlyas ve Nuri beyler 1900'lerin başında yitip gidince Ali Bey Ethem'in subay olmasını istemez. Geriye kalan iki erkek Tevfik Bey ve Reşit Bey İttihat ve Terakki ve Teşkilatı Mahsusa'da yer alan subaylardır. Reşit Bey sonraları mebus da olacaktır. Ethem bey babasının isteğine karşı gelip 1905 yılında İstanbul'a kaçıp 19 yaşında askeri okula kayıt yaptırıp mezun olur

olmaz da Haziran 1913'de patlak veren Balkan Harbi'ne ağabeyleri Reşit ve Tevfik beylerle birlikte katılır. 1914'te başlayıp dört yıl süren Brinci Dünya Savaşı'nda da Teşkilat-ı Mahsusa içinde yer alıp Kafkas, İran-Afganistan ve Irak cephelerinde savaşır ve daha sonra Kuvay-ı Seyyare'nin savaş tarzı olan “gayri-nizami harp” tarzını öğrenir. Mondros Mütarekesi ile birlikte Ethem bey köyüne döner. İzmir'in 15 Mayıs 1919'da işgali ile birlikte Ethem Bey'in hayatı bir dönüm noktasına gelir. Miralay Bekir Sami Bey Ethem Beyi 22-23 Mayıs 1919 tarihinde “milli mücadeleye” davet eder. Esasen Ethem Bey başından beri güçlerinin çoğunu gönüllülerden oluşturan içlerinde asker kaçağı, hapishane kaçağı olanların da olduğu, Kuvay-ı Seyyare adı altındaki ordusuyla yerel planda ve özerk çalışmaktadır. Bu davet Ethem Bey'in faaliyetlerine resmiyet kazandırmıştır. Bekir Sami ayrıca faaliyetlerin yürütüldüğü bir merkezden bahsetmektedir. Bu merkez içerisinde Rauf Orbay, Mustafa Kemal, Kazım Karabekir, Bekir Sami gibi şahsiyetlerin olduğu düşünülmektedir. Ümid-i Halas(Kurtuluş Ümidi) Ethem Bey görevi resmileşmesi ile birlikte Bolu, Adapazarı Düzce ve Anzavur ayaklanmalarını bastırdıktan

sonra, önce Ali Fuat Paşa aracılığıyla Mustafa Kemal'den bir tebrik telgrafı alır ”Pek samimi tebrik ve teşekkürlerimizin bütün Millet Meclisi namına kendilerine ulaştırılması hususunda delalet-i devletlerinizi rica ederiz” . Daha sonra da Yozgat'taki isyanı bastırması için İsmet Bey'den bir telgraf alır.”…….Asıl gaye ve amacımız, vatanı düşman ayağından temizlemektir. Yunan Ordusu en tehlikelisidir. Bu böyle olmakla beraber, iç sorunlar da çok önemli bir esas teşkil eder. Bizim Yozgat ve civarındaki isyanı kökünden söndürmeye maalesef bir kuvvetimiz kalmamıştır. Bu gerçekleri acı da olsa, aramızda itiraf etmeliyiz. Evet Yozgat cihetindeki bela önemsizdir denilebilir. Fakat birlikleriniz gibi morali yerinde olan bir kuvvet için……”Ethem beyin cevaben yazdığı telgraf ileriki bölümde de aktaracağımız üzere bir anlamda sonun başlangıcı olarak da kabul edilebilecek bir cevaptır. “…şimdi görüyor ve siz de itiraf buyuruyorsunuz ki, Orta Anadolu'da bir köşede hiçbir yabancı ve İstanbul Hükümeti ile irtibatı kalmayan Yozgat İsyanı'nı söndürmekten acizsiniz. Anladığım şudur ki, başlangıçtan beri hala gerçeği kavrayamadınız veyahut kişisel ve daha önemsiz şeylerle uğraşıyorsunuz. Ve belki de Heyet'i


SÖZ

33

Temsiliye ve Ankara Hükümeti namına yaptığınız tamimlerle, tebliğilerle, konferanslarla her şey olup bitiverecek sandınız ve aldandınız. Af buyurur, bu serzenişten muradım, bu gafletler tekerrür etmesin dileğine yöneliktir. Ben bu kalan isyan meselesini de emriniz üzerine uhdeme alıyorum. Ve sizleri beladan kurtaracağımı sanıyorum.” Bu tarihlerde Ethem bey bir kahraman olarak gösterilmektedir. Mecliste bazı mebuslar tarafından Ümid-i Halas(Kurtuluş Ümidi), Münc-i Millet (milletin kurtarıcısı) Kahraman-ı millet isimleri ile anılıyordu. Ankara'ya gelişini Halide Edip “Ethem Ankara'ya silahlı kuvvetleriyle girdiği zaman sokaklar doldurulmuştu. Adamları arasında kadınlar da vardı. Ethem büyük şevkle karşılandı. Mustafa Kemal paşa otomobilini ona verdi. Bu Ankara'da bulunan tek otomobildi. Ethem TBMM'e geldiği zaman coşkunlukla karşılandı." sözleri ile anlatacaktı. Ethem bey Yozgat isyanını bastırdıktan sonra isyanda sorumluluğu bulunan Yozgat mutasarrıfının yargılaması sırasında, Ankara valisi Yahya Galip Bey'in de Divan'i Harpte sorgulanabilmesi adına yozgat'a gönderilmesini talep etmişti ancak bu talep Yahya Galip Bey'in sağlık sorunları bahane gösterilerek geri çevrilmişti. Ethem bey talebinin geri çevrilmesinin nedenini çok sonraları başka şekilde yorumlamıştır. “Mustafa Kemal Paşa'nın bütün telaşına neden, Yahya Galip beyi korumaktan ziyade, Yahya Galip beyin ifadesine başvuracak olan yetkili ve adil bir divan'ı harp heyetinin sonradan kendisini de sorgu altına alacağını bildiği ve her

sorumluluğun doğal olarak kendisine yükleneceği ve yöneleceğinden korktuğu anlaşılmıştı” Mustafa Kemal yukarıda Ethem Bey'in görevi kabul ederkenki çıkışına rağmen gerek Ethem Bey'in gücü ve başarısı gerekse meclisteki ağırlığı nedeniyle bir telgrafla tebrik etmiştir.”Son Arap Seyfi Boğazındaki üstün başarınızdan dolayı şahsınızı ve yiğit arkadaşlarınızı tebrik ederiz.” Ancak Nutuk'ta yer alan “kendisini abartılı olarak övenler de şüphesiz olmuştur. Daha sonra gösterdikleri tavırlardan, gördükleri övücü davranışlardan gurura ve hatta bazı hayallere kapıldıkları anlaşılıyor………Yozgat'ta “Ankara'ya dönüşümde Büyük Millet Meclisi başkanını meclis önünde asacağım” yolu yakışıksız sözleri duyulmuştur…………Biz bütün bilgimize ve aldığımız haberlere rağmen 'kardeşleri' her zaman yararlanabilir durumda bulundurmayı yeğledik. Bu sebeple kendilerini idare ettik”) sözleri aradaki çarpışmanın ve karşılıklı niyetlerin ne durumda olduğunu göstermektedir. “Ankara'ya dönüşümde Büyük Millet Meclisi başkanını meclis önünde asacağım” Ethem Bey'e ait olduğu iddia edilen bu sözler hiçbir zaman ispatlanabilmiş sözler değildir. Ethem Bey risalesinde böyle bir söz söylemediğini aradaki dalkavukların bir uydurması olduğunu açıkça belirtiyor. Yeşil ordu Bu dönemler içerde olduğu gibi tüm dünyayı kasıp kavuran bir kaos hali de yaşanmaktadır. Kuzeyde bütün dünyanın dikkatlerini üstüne toplayan Bolşevik devrimi henüz gerçekleşmiştir. Gerek

içerdeki mücadele döneminin yaratığı hava gerekse kuzeydeki gelişmelerden heyecanlanan kişilerin varlığı Ankara'nın bu gelişmelere kayıtsız kalmasını engellemiştir. Bu duruma bağlı olarak bu dönemde ortaya çıkan önemli bir olgu da Yeşil Ordu'dur. Kurucuların tümü eski ittihatçılar olan yeşil ordunun temsil ettiği “sosyalizm” için Ethem bey “Bolşeviklik bütün dünyaya hakim olacak, eğer biz ona münasip duygularla hüsn-ü kabul gösterirsek, millet her halükarda saadete ulaşır. Sükun sağlandığı takdirde, Bolşevizm istikbalimiz için çok faydalı ve verimli olacaktır” demektedir. Buna karşılık Ankara'nın ekim devrimine yaklaşımı hem kendi politik görüşleri kem de kaotik durumun vermiş olduğu boşluk çerçevesinde faydacı bir tarzda olmuştur. Mustafa Kemal'in birbirleri ile çelişen iki ifadesi bu durumu daha da somutlamaktadır. Hem “islamiyetin en yüksek kural ve kanunlarını kapsayan Bolşevizm'in bizim bile varlığımıza kastetmiş olan ortak düşman aleyhinde, bugün elde etmiş bulunduğu zafer, bizim için de teşekkür edilecek bir sonuçtur.” Hem de “Türkiye'de Komünizm yoktur. Bütün cihan bizi milliyetçi olarak bilir. Milletimizin istiklalin, haklarını ve menfaatlerini müdafaa eden kimseler olarak öyleyiz de…diğer taraftan biz dinimize de bağlıyız. Milli ve dini ruha aykırı olan komünizmin bizde nasıl bir tatbikat sahası bulabileceğini de anlamam.” demektedir. Ancak yeşil ordunun ve içindeki bir kanadın hızla gelişmesi üzerine Ankara karşıtı örgütlü bir odağın çıkmasını engellemek amacıyla resmi Tkp'nin Hakkı Behiç Bey aracılığıyla kurulmasını sağlamıştır. Eskişehir'de Ethem Bey'in de desteklediği Seyyare Yeni Dünya gazetesini de Ankara'ya getirtmiştir. Bu dönemde Mustafa Kemal'in Ethem Bey'e gönderdiği mektup özellikle son ifadesi ile oldukça ilginçtir.”….şunu belirtmek gerekir ki, III. Enternasyonale'e bağlı Ankara'da bir genel merkez kuruldu,bu cemiyet merkezine ben, sen ve Refet bey dahi alındık. Yeni Dünya gazetesi işte bu cemiyetin fikirlerini yayacaktır. Hakkı Behiç Bey, cemiyetin genel sekreteri olmuştur. Buna ciddi surette çalışmak bilimsel ve pratik gayret lazımdır. Çünkü genel çıkarlarımız bunu gerektiriyor. Hazırlanmakta olan program tamamlandığı anda size de gönderilecektir. O zaman okur ve derhal gereken merkez ve mevkilerde şubeler açılmasına lütfen çaba ve yol gösteriniz.


SÖZ Matbaanın hemen Ankara'ya taşınmasını buyurunuz. Hacı Şükrü bey matbaanın taşınmasına memurdur. Hakkı Behiç bey kardeşimizin hamiyetine ve beceri derecesine benim kadar sizin de emin bulunduğunuza inanıyorum. Sıhhat ve afiyet dileğiyle muhterem yoldaş.” Yeşil Ordu içerisinde önemli bir ayırım vardır. ”radikal” ve “ılımlı” nitelenecek bu ayrımın bir tarafında resmi TKP kanadında yer alan “ılımlı” Yunus Nadi, Hakkı Behiç vs. ile gizli TKP ve daha sonra THİF kanadında yer alacak “radikaller” Nazım Bey ve Reşit Bey vs. ve hatta ayırım arasındaki çatışma 6 eylül de Mustafa Kemal'in bütün muhalefetine rağmen iki kere meclisin çoğunluğu ile İçişleri Bakanı seçilen radikallerden biri konumundaki Nazım Bey'in seçiminde iyice açığa çıkmıştır. Ancak Mustafa Kemal Ethem Bey'e rica ederek Ethem Bey'in Nazım Bey üzerindeki ağırlığını kullanarak İçişleri Bakanlığını teslim etmesini sağlamıştır. Bunun dışında Ethem Bey ve Mustafa Kemal arasındaki ayrıma güzel bir örnek Hasan İzzet Dinamo'nun “Kutsal İsyan” adlı romanında yer alır. Romanda anadoluda komünizmin lideri gözüken Tokat Milletvekili Nazım, Hacı Şükrü aracılığıyla tanıştığı Ethem Bey'le şöyle konuşturulur.”yeni orduyu neden örneğin, sizin kişiliğiniz çerçevesinde kurmak istemiyorlar da, yetenekleri ve güçleri üstüne hiç kimsenin bir şey bilmediği eski Osmanlı Ordusu'nun general ve albayları çerçevesinde yaratmak istiyorlar? İç ve dış düşmanlara ilk doyurucu yumruğu indiren sizsiniz. Şimdiye dek yenilgi nedir bilmediniz… ……………… bizim Osmanlı ordusu paşalarımızın tutulacak tek yanları, emperyalizme karşı çıkmış olmalarıdır. Kazım Karabekir, Mustafa Kemal, Ali Fuad Paşalar üstün nitelikler taşıyan bu Osmanlı Subayının başında bulunmaktadır. Ne yazık ki, bunlar bütün iyi niyetlerine karşın, yetişmeleri gereği bizim istediğimiz toplumsal devrime yabancıdırlar. Yarın Türkiye düşmandan temizlendiğinde Osmanlı ordusunun paşaları burada ancak bir burjuva devleti kuracaklar, bütün ağalık, derebeylik gibi kuruluşları olduğu gibi bırakmak zorunda kalacaklardır………Mustafa Kemal Paşa, salt bir siyasal güç, emperyalizme karşı savaşın bir sembolü olarak biliniyorsa da,elinde asker gücü olmadığından sahip olması gereken gücün yarısını yitirmektedir. Yalnız, gördüğümüze göre, Mustafa Kemal'in gittiği yol, tam anlamıyla bir diktatörlük yoludur.”

34 Ethem Bey uzun bir süre meclisten ciddi destek görmektedir. Ethem Bey'in Ali Fuad Paşa ile birlikte Moskova'ya gönderilmesi düşünülünce burada bir komplo olabileceğini sezinleyen Hacı Şükrü, Mustafa Kemal'e “Etem Bey'in Ali Fuad Paşa ile birlikte Rusya'ya gideceği haberleri cephe ve cephe gerisindeki halk arasında dedikoduya yol açmış ve bu gibi kimselerin çevremizden uzaklaştırılmasından sonra diktatörlük ilan edeceğiniz kanısını meydana getirmiştir. Tarafınızdan böyle bir önerinin yapılmayacağını affınıza sığınarak soranlara bildiriyorum” demektedir. İç savaş Ethem Bey ile Mustafa Kemal ve İsmet Bey arasındaki çatışma artık su yüzüne çıkmış bilinen bir gerçektir ancak Mustafa Kemal bir türlü istediği kararı uzun süre meclisten alacak gecü henüz elde edememiştir. Bu durumu Doğan Avcıoğlu “Atatürk'ün hayli güvendiği milletvekili arkadaşları dahi, ona bağlılıklarını sürdürmekle birlikte, dikkat çekici bir Etemist eğilim

israfat içinde milletin savaşa devam imkanı kalmıyor. Bir yıldan beri düzenli olarak toplanı halinde bulunduğumuz halde, bu müddet zarfında en büyük icraatınız kendi maaşlarınızı 3-4 yüz liraya çıkarmak olmuştur. Vatanın yüksek menfaatlerini siyasetle halle yetkili, devletin selametin tartışmak için Ankara'ya kadar gelen İstanbul heyetinin tevkifi tarihte görülmemiş bir olaydır………”. diye başlayıp devam eden telgraftır. Bu arada Ethem Bey'in hain ilan edilip tasfiye edilmesinin, Londra Konferansı öncesi Ankara'daki komünistlerin tasfiyesi, tutuklanmaları ve Mustafa Suphi'nin 28-29 Ocak'ta karadeniz'de boğdurulması ile aynı döneme denk gelmesi dikkat çekici bir tesadüftür. Bu andan itibaren Ethem Bey resmen bir haindir. İsmet bey'in ithamlar içeren ve son selam diye biten mesajına karşılık Ethem Bey'in “Ama inanılmasını zor görüyorum, Köprüyü geçinceye kadar öyle olsun diyorsunuz, ama bilmiyorsunuz ki köprünün binde birine ulaşmamışsınızdır. Ah içleri fesat dolu

göstermişlerdir.” Sözleri ile yansıtmıştır. Ancak 29 Aralık'ta Doğan Avcıoğlu'nun deyimiyle “Atatürk'ü Meclis'te bir yenilgiye uğramaktan kurtaran budalaca telgraf” meclis'te Mustafa Kemal tarafından okunur. Fakat telgraf içeriği hakkında ne meclis tutanaklarında ne de Mustafa Kemal'in eseri Nutuk'ta bir bilgi yer almamaktadır. Bu telgraf isyan belgesi olarak kabul edilir. Meclis tutanaklarında sadece okundu ibaresi vardır ve bu telgrafa binaen iki oy farkla Ethem Bey hain ilan edilir. Telgrafın içeriği çok sonra Yunus Nadi tarafından ihanetin belgesi olarak açıklanacaktır“bu

yurtseverler; zavallı Millet Meclisi, sizin askeri sahte ünlerinizi anlamış değil. Bundan ötürü yurtseverlik duygularım şu sözleri söylememi emrediyor. Bana karşı güven verici bir durum alınız, aksi halde gerçek ve hak başarı kazanacaktır. Tarih bana az, size çok lanet edecektir. Baki ilk selam” cevabıyla uzun süre sürtüşme halinde yürüyen çarpışma savaş haline dönüşmüştür. Savaş halini almış bu çarpışmada kuvvetler Ethem Bey'in öncülüğündeki Kuvayı Seyyare güçleri ile İsmet Paşa'nın öncülüğündeki Mustafa Kemal'e bağlı güçlerdir. İsmet bey komutasındaki birlikler Ethem beyi


SÖZ

35 Eskişehir üzerine yürümesini engellemek ve birlikleri iki kuvvet arasında Yunan ve Ankara kuvvetleri arasında sıkıştırmak istemektedir. Buna karşılık Ethem Bey de Yunan birliklerinden destek ister. Yunan birliklerinin arkadan Ethem Bey birliklerine saldırmaması, sağ kanat üzerinden saldırı ve cephane desteği temel unsurlardır. Ancak Yunan birliklerinin ihtiyatlı yaklaşması sonucu Yunanlılar küçük bir keşif birliği göndermişlerdir. 6 ocak'ta keşif birlikleri ile Ankara kuvvetleri İnönü'de 5-6 günlük bir çatışmaya girerler. Bu 5-6 günlük çatışmanın ardından Yunan birliklerinin geri çekilmesi ile Refet Paşa komutasındaki grup Ethem bey'i takip ederler. Takip sırasında Refet bey komutasında yer alan Derviş bey Ethem bey'e şu mektubu gönderir. “17.1.1921 Ahval ve vaziyet uygun değildir, Şerefli bir geçmişe ve hayata sahipsiniz. Sizin için tutulacak yol şu olmalıdır; top ve ağırlıklarınızı bize iade ederek yine yunanlılarla mücadeleye başka şekilde devam etmek üzere Yunan işgal mıntıkasına geçmeniz çok iyi olur zannederim. Sizin hasmınız Refet Bey değildir. Millet meclisi ve hükümetidir. Askerlik müktezası, aldığımız emri icraya mecburuz.” Ethem bey takip sonucunda Yunanlılara geçiş hakkı talebiyle teslim olur. Resmi tarihte Yunanlılara karşı kazanılmış birinci İnönü zaferi olarak geçen bu çatışma Ethem Bey'in kuvvetleriyle İsmet Bey öncülüğündeki Ankara kuvvetleri arasında yaşanmıştır. İsmet Bey daha sonra Lozan antlaşmasına konan bir hükümle kendisi gibi hain ilan edilen kardeşleri Reşit ve Tevfik bey'le Türkiye'ye girmeleri yasaklanmıştır. 1938 yılında çıkan bir afla geri dönebilmeleri mümkün olmuştur ancak ”Herkesin beni hain bildiği memleketime af yoluyla dönmem, ihaneti kabul etmem demektir, hakkımdaki gerçeği umuyorum ki, tarihçiler yazacaktır“ sözleri ile bu aftan yaralanmayı reddetmiştir. Hain Çerkes! Böylelikle Anadolu'daki bu iç savaş sürecinde diğer unsurlar gibi Ethem Bey ve kuvvetleri de tasfiye edilmiştir. Dikkat edilirse olay akışında Ethem bey'den Ethem Bey olarak bahsedilmiş bugün bilinen kimliğini ifade eden “Çerkes” kimliği hiç kullanılmamıştır. Bunun nedeni bizim tercihimiz değil, bu çatışmalar sırasında Ethem Bey'in bu kimliği ne kendisi tarafından ne de başkaları tarafından kullanılmamıştır. Her ne kadar halkçı unsurlar taşısa da

kendisi de İttihat ve Teşkilatı Mahsusa terbiyesi almış biri olarak Nutuk'ta bile kendisinden 'Çerkes' diye söz edilmediği halde resmi tarihte 'Çerkes' diye anılmasını 'hayatında maruz kaldığı en büyük haksızlıklardan biri' olarak nitelediği söylenir. Kendisi de bir Çerkes olan teşkilatın önde gelenlerinden Eşref Kuşçubaşı'nın “Ben ne Dağıstan rüyalarını gören bir Çerkes, ne Arap, ne de Rum'dum. Ben Türkçe konuşan Müslüman bir Osmanlı'ydım.” Sözleri bahsi geçen terbiyeyi anlatan çok önemli bir örnektir. Gerçekten de, her ne kadar birliklerinde çok sayıda Çerkes kökenli milis içerse de, mücadelesinde hiçbir zaman kimliğini öne çıkarmamıştır. Hatta, Çerkes asıllı olan Anzavur Ahmet'in isyanını o kadar kanlı biçimde bastırmıştır ki, bu olayın Çerkes toplumu üzerindeki yıkıcı etkisi hâlâ sürdüğü bilinir. Ethem Bey'in Çerkes kimliği bilinen bir durumdur, ancak bu kimlik. Ancak oldukça tartışmalı olan hain yakıştırmasının özellikle de Çerkes kimliği ile birlikte kullanılması Ethem bey nezdinde tüm Çerkes halkının hain ilan edilmesi niyetiyle olmuştur. Cumhuriyet tarihindeki iç mücadele döneminde birçok isyanı ve neredeyse tamamı merkezi Ankara hükümeti karşıtı olan isyanı, almış olduğu ve yukarıda değindiğimiz terbiye doğrultusunda çok kanlı ve acımasız bir şekilde bastıran Ethem bey 'Belki çok hatalarım oldu, fakat asla vatan haini olmadım' demiş ancak bir dönem paralel hareket ettiği ve en sonunda onu tasfiye ede anlayışı sonradan fark etmiştir. Son sözler Risalesinde “Örneğin ilkokullardan başlayarak masum vatan çocuk ve gençleri arasında düşük ve bozguncu ahlakı üstün kılmak, din derslerini yasaklamak ve daha da ileri giderek evlerinde bile çocuklarına, evlatlarına din ve ahlak dersi veren bazı ana babaları sanki yenilikçi hükümete karşı çıkmışlarmış gibisinden resmen gibisinden rahatsız etmekte ve cezalandırılmaktalar. Gene okullarda aşağılık iftira ve hezeyanlarla, Çerkez Ethem'i “Türk düşmanı, vatan haini diye öğretirken, diğer yandan Mustafa Kemal'i de kahraman ve ululuk derecesine çıkaran kitap ve broşürleri Ankara Milli Eğitim Bakanlığı'nın izniyle okutmaktalar.tam bir tarihçe diyerek, ilim ve irfandan yoksun, dolayısıyla ibret verici hiçbir olayın yazılmadığı bu girişimlerle de yetinmeyerek, ben Türk, sen Kürt, o Çerkez, Laz Gayri-Türk diyerek ve daha

da ötesi, burası Türk Yurdu'dur, sokakta bile olsa Türkçeden başka dilde konuşulmayacaktır denilmesi gibi benzer uygulamalarla resmen bölücülük yapılmaktadır………… Anadolu'da başlayan milli hareketimizin en sadık, en onurlu, ve samimi yandaşı olmak konusunda tereddüt etmeyen asil Kürt unsuru aleyhine, sonradan yani vatanın tehlikelerden kurtarılmasından sonra, Ankara'nın zorba hükümeti tarafından yapılan saldırılar, gerek insanlık, gerek vatanseverlik ve gerekse yöneticilik adına kabul edilebilir küstahlıkta mıdır?” ilerleme ve aydınlanmanın şapka giymekle, dinsizlikle, gösteriş ve şarlatanlıkla mümkün olamayacağını, deli olmayan en basit insan bile anlayabilir. Tarih bilimi özellikle şu son sırda her toplumun önünde çok yararlanılması gereken bir kaynak kabul edilegeldiği halde Türkiye'de resmi usul kabul edildiği yönüyle “tarihi eski masalları tekrar etmekten ibarettir.”” Trajedi Çerkes Ethem'in içine düştüğü durum bir yenilgidir. Girişte değindiğimiz trajedi ise bugüne kadar bizi esir eden anlayışın kendisidir. Bir kişi üzerinden bir halkı düşkün ve hain ilan eden bu anlayış bu olayların yaşandığı dönemden bugüne kadar bu ülkedeki tüm halklar üzerinde kabus gibi çökmüş, ve bu ülkedeki tüm aşağılayarak utanılacak kimliler haline dönüştürmüştür. Çerkes Ethem'in yaşadığı bu yenilgini tarajedi boyutu ise ve en kötüsü maalesef halklar üzerindeki bu hakaret ve aşağılamayı ustalarımız aracılığıyla yapmıştır. Sonra da aynı cendereye atarak hain ilan etmekten geri durmamıştır. Çerkes Ethem için “ateşi ve ihaneti gördük” diyen Nazım Ustamız, kendisini hain ilan eden aynı anlayışa aşağıdaki cevabı vermiştir. vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan, ben vatan hainiyim. Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla : Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ. kadim KAYNAKÇA; AVCIOĞLU D. (1997) Milli Kurtuluş Tarihi c.2, İstanbul, Tekin AYKOL H. (2001) Çerkes Ethem, İstanbul, Belge CİLASUN E. (2004), Çerkes Ethem, “baki ilk selam” İstanbul, Versus ÇERKES ETHEM (2005) Anılarım, İstanbul, Berfin MUSTAFA KEMAL(2007) Nutuk, İstanbul, Bordo Siyah


BİZ KİMİZ? “Biz kimiz” sorusu en zorudur aslında, “Sen kimsin?!”lerle vururken herkes diğerine, Gerek duymadı kimse kendine, “Siz kimsiniz”ler yakarken hep karşıdakini, Kimse fark etmedi kendi benliğini.. Kolay olan hiçbir zaman bizim olmadı, Bizden olan hiçbir zaman kolaya kaçmadı, Taşıdı güzel günlerin hayalini, Sıktı yumruğunu ve haykırdı “Bizler, gökyüzünü işgale giden Komünarlarız!” “Bizler, toprağı kanlarıyla sulayan feda kuşağının evlatlarıyız!” Darağacında bir Deniz, Kükreyen bir Aslan, Korkusuz bir Çayan, Ser verip sır vermeyen İbrahim, Kibrit alevinde Mazlum Ve mazlum halkların umuduyuz biz.. Köyü yakılmış bir Kürt, Sürgün edilmiş bir Çerkes, Ülkesini yitirmiş bir Arap, Katledilmiş bir Ermeni, Gök kubbenin altında birleşmişleriz biz..

Küba'da bir sakallı, Vietnam'da bir Vietkong gerillası, Rusya'da bir Bolşevik, Filistin'de bir fedai, Türkiye dağlarında amansız-inkarsız halk savaşçılarıyız biz.. Aşağılanan bir cinsiyet, Ötekileştirilen bir halk, Yok sayılan bir inanç, Öldürülen bir renk, Unutturulmaya çalışılanlarız biz.. Kampüse alınmayan bir öğrenci, Topraksız bir köylü, Fabrikadan kovulan bir işçi, Atanmayan bir öğretmen, Yok edilmeye çalışılanlarız biz.. Biz, hatasıyla-yanlışıyla, eğrisiyledoğrusuyla, devrimcileriz! Biz, çocuklarımıza en nihayetindeonurlu bir gelecek bırakacaklarız. “Çıkar göğsünden yüreğini, at bizimkilerin yanına” demiş ya Nazım Usta, Çıkar işte sen de, at bizimkilerin yanına, Gel bizim yanımıza, Gel ki, beraber yıkalım köhne düzeni, Gel ki, beraber kuralım mutlu, umutlu, güzel yarınları..


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.