SAYI:03
Üniversitedeki Kimselerin Dikkatine! Gelecek(İş)sizlik Günleri ve Mevsimleri Hayallerimize Göre Yeniden Yaratacağız Yeni Bir Gençlik Hareketi Doğrultusunda Sesli Düşünceler
Sayfa 5 Sayfa 6 Sayfa 16 Sayfa 18
2 Merhaba
Bir Gün Mutlaka... Beklemek usandırıyor, telaşlı telaşlı bir şeyler anlatıyorum sağda solda Bir otobüse biniyorum, inceliyorum bir böceği tutarak kanatlarından merakla Yürürdüm eskiden baharda, o yıkıntıların ve çayırların olduğu alanlara Aklıma şiiri gelirdi o yaşlı Amerikalının, sonbaharı anlatan şiiri Çayırlar vardı o şiirde, baharı anımsatan ne de olsa Böylece yeniden hazırlanıyorum bir coşkuya, yeniden sokaklara fırlamaya Kendimi atmak için bir uçurumdan balıklama Büyük ve mavi bir şey izlenimi var bende, gördüğüm filmlerden mi ne Bir şapka, telaşlı bir gök, sıcak yapay bir dünya Anlat anlat bitmiyor, bitmiyor bendeki daüssıla Bütün sevgilerimi harcayabilirim bir çırpıda, yağmurlu o yollar geliyor aklıma Benzin kokuları, ıslak direkler, babamın esmer bir somun gibi tombul ve sıcak elleri Uyurdum. Bir de bakmışsın yeni bir film sinemada, şehirde yeni bir kız, kahvede yeni bir garson O üzgün ve sabahlıklı dururdu balkonda... Şimdi ne var hüzünlenecek burda, nedir bu çatlatan yüreğimi bu telaş Sanki ölecek gibiyim, sanki birazdan polisler gelecek ya da Gelip alacaklar kitaplarımı, bu şiiri, sevgilimin fotoğrafını duvarda Soracaklar babanın adı ne, nerde doğdun, teşrif eder misiniz karakola Dünyanın öbür ucundaki dostları düşünüyorum, öbür ucundaki ırmakları Bir kız sessizce ölüyor, sessizce Vietnam' da Ağlayarak bir yürek resmi çiziyorum havaya Uyanıyorum ağlayarak, bir gün mutlaka yeneceğiz! Bir gün mutlaka yeneceğiz! Bir gün mutlaka yeneceğiz! Bunu söyleyeceğiz bin defa! Sonra bin defa daha, Sonra bin defa daha, çoğaltacağız marşlarla Ben ve sevgilim ve arkadaşlar yürüyeceğiz bulvarda Yürüyeceğiz yeniden yaratılmanın coşkusuyla Yürüyeceğiz çoğala çoğala... Ataol BEHRAMOĞLU
Yeni bir döneme yeniden merhaba Farkındayız biraz geç kaldık ama güç olmadan hemen başladık. Daha yolun çok başındayız, yeni bir ses yeni bir arayışın peşindeyiz. Hatalarımız ve bundan çıkardığımız sonuçlarla devam ediyoruz bu yolda yürümeye. Acemiliktir işte, şimdi üçüncü sayımız elinizde. Eksiklerimizin, hatalarımızın, doğru ve yanlışlarımızın bir sentezi aslında bu sayı. Dedik ya en başında “yeni” diye; yeniyi aramanın heyecanı ve acemiliği ile birlikte hareket etmeye, teorimizin doğruluğunu pratikte görmeye çalıştık. Eylemliliklerimizden bahsettik bu sayıda. Süreç ve sonuçları, buna dair kazanımlarımızı anlattık. Geçmiş tarihimizin birikimi ve mirasıyla, günümüzün yeni arayış ve öfkesiyle çıkıyoruz bu yola. Amacımız var olan bir öfkeyi, memnuniyetsizlikleri daha da açığa çıkarmak ve yaymaktır dört bir yana… Küçük uğultularımızı gelin hep birlikte çevirelim kocaman bir çığlığa…
İçindekiler Ezberler Bozulurken.......................................................................3 Haince Planlanmış Olay.................................................................4 Üniversitedeki Kimselerin Dikkatine!...........................................5 Gelecek(İş)Sizlik...........................................................................6 Dersimiz İktisat..............................................................................7 Kullanılan Madde: Beyinlerimiz....................................................8 Sebep Başka; Sebep ''Kerpiç''.........................................................9 Hangisi ?.......................................................................................10 Facebook.......................................................................................11 “Özgürlük İstiyorum”...................................................................12 Direnişin Simgesi..........................................................................13 Tekel İle Yeşeren Umutlar .......................................................14-15 Günleri ve Mevsimleri Hayallerimize Göre Yeniden Yaratacağız................................16-17 Yeni Bir Gençlik Hareketi Doğrultusunda Sesli Düşünceler......................................................................18-19 Okul Dağda Bayırda, Yaşam Şehir Merkezinde...........................20 Kaçak Bile Yaşayamayanların Ülkesi...........................................21 Sirk..........................................................................................22-23 Silahların Gölgesinde, Kardeşliğin Ötesinde!..............................24 Bir Sembol Olarak Lilith..............................................................25 Bugün Kutlu Olsun Günümüz Öyle Mi? Ya Yarın?................26-27 Sınavlar Özgürlükmüş !..........................................................28-29 Film Tanıtımı: Yüreğine Sor........................................................30 Mecbur Bir Adamın Hikayesi: İnce Memed................................31 Duvar Yazıları..............................................................................32 23 Nisan "Çocuk" Bayramı, 19 Mayıs "Gençlik" Bayramı..................................................33-34 Mekik...........................................................................................35
Su Yayıncılık adına sahibi ve sorumlu yazı işleri müdürü: Erman CAN İletişim: İstiklal Caddesi Rumeli İşhanı No: 88/18 Beyoğlu - İstanbul 0212 252 44 90 Baskı: Mattek Matbaaclık GMK Bulvarı Akyol İşhanı 83/23 Maltepe / Ankara Tel: 0312 229 15 02 E-posta: sozumuzvar@yahoo.com facebook.com/soz Hesap Numarası: İş Bankası Mithatpaşa Şubesi - Erman Can 4228 0918632
3
EZBERLER BOZULURKEN... Merhaba arkadaşlar. Ben size göre muhafazakâr bir ortamda yetiştim. Ve sizinle tanışmam beni bazı konuları daha dikkatli düşünmemi sağladı. Bu benim için hiç kolay bir durum değil. Ancak bunları düşünürken yaşadıklarımı da sizinle paylaşmak istedim. Ben Ankara'ya gelmeden önce gerek hocalarımdan duyduğum gerekse de yetiştiğim çevreden dolayı solcu insanlar hakkında; bunlar komünist, bunlar inançsız, işleri güçleri huzursuzluk çıkarmak, eğer bunlar bu ülkeyi yöneltmeye kalkarsa ezan bile okutmazlar, insanların inançlarına saygı duymazlar diye düşünüyordum. Ama sizleri tanımaya, sizlerle konuşmaya başladıkça öyle olmadığınızı düşünmeye başladım. Sizleri diğer sağ görüşlü partilerle ve arkadaşlarımla karşılaştırdım, onlar insanların dinini, insanların vatan sevgisini kullanarak bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Arkadaşlarım bana, senin onlarla ne işin var senin yanın bizim yanımız, yani sende bizim gibi ülkücü ol, seni kaybetmemek için çok uğraşıyoruz, onlar seni kendileri gibi yapmaya çalışıyo dediler. Biz sana çok değer veriyoz falan ama kısa bir zaman sonra gördüm ki bana ne kadar az değer veriyorlarmış onlar gibi düşünmediğim için artık benle konuşmuyorlar şimdi hatta tekel işçilerinin kurduğu kampa sürekli gittiğim için de solcularla eyleme gidiyormuşum diye beni tehdit bile ettiler. Kendilerine vatanını seven, imanlı diyen bu arkadaşlarım bundan önce de sen beş vakit namazdan başka ne bilirsin diyen bu arkadaşlarım, vakitlerini akşama kadar kafede oyun oynayarak ve gereksiz sohbetler ederek geçiriyorlar. Sizlere baktığımda çok kitap okuduğunuzu, gerçekten yardıma ihtiyacı olan işçileri (tekel işçileri olayında yakından gördüm), sokaklarda çöplerden bişey toplayarak hayatını sürdürmeye çalışan insanları (katık diye kâğıtçıların çıkardığı dergiye baktım), buna rağmen lüks ciplere binen çok zengin insanları tartıştığınızı gördüm. Ve bu adaletsizliği nasıl giderebileceğiniz hakkında konuştuğunuzu gördüm. Bana en ilginç geleni de kızların üniversiteye başı kapalı giremeyişini eleştirmeniz ve isteyenin başı kapalı da girebileceğini savunmanız. Ayrıca tekel işçileriyle birlikte sabahladığınızı gördüğümde ne düşündüğünüzü anlamam daha kolay oldu, samimi olduğunuza inandım. Tekel çadırlarında sizine birlikte gittiğimde, bir konuda ne kadar kandırıldığımızı gördüm. Tekel işçilerinden kürtle türkün, sunniyle alevinin arasında hiç bir sorunun olmadığını, çok farklı kültürden insanların oturup nasıl dertleştiğini, aynı kaptan yemek yediklerini birlikte mücadele ettiklerini gördüm. Benim bugüne kadar hiç kürt arkadaşım olmamıştı. Hem tekel çadırlarında tanıştığım Kürtler hem de sınıfta beni dışladıkları gibi dışladıklarını gördüğüm bir kürt öğrenci ile kurduğum arkadaşlık benim birçok fikrimi değiştirdi. Sizinle birlikte zaman geçirmemle birlikte ben başkalarından duyduğuna değil kendi okuduğuma inanmam gerektiğini, karşıt görüşe saygı göstermeyi, insanların vicdani duygularının sömürülmeyeceğini, insanların dış görünüşüne göre yargılanamayacağını öğrendim. amca, ankara
4
HAİNCE PLANLANMIŞ OLAY … 21.Yurdun içinde ve dışında iffete aykırı harekette bulunmamak, 22.Her ne sebeple olursa olsun, idareci ve görevlilerin görevlerini yapmasına engel olmamak ,rencide edici davranışta bulunmamak,tehdit etmemek,fiili saldırıda bulunmamak, 23.Yurt idaresinden izin almadan yurt içinde toplantı veya tören düzenlememek,idare ve idareciye protesto maksadıyla gösteri düzenlememek,gösteriye katılmamak, 24.Yurt içinde veya dışında Devletin Güvenlik Kuvvetlerine karşı gelmemek,hakaret etmemek,müessir fiilde bulunmamak veya silah kullanmamak, 25.Yasa dışı örgütlere her ne şekilde olursa olsun katılmamak veya faaliyette bulunmamak … KURALLARA UYMADIĞIM TAKDİRDE, YURT İDARE VE İŞLETME YÖNETMELİĞİNİN DİSİPLİNLE İLGİLİ HÜKÜMLERİNİN TARAFIMA UYGULANACAĞINI BİLİYOR VE KABUL EDİYORUM. İMZA ……………
İşte, önüme verilen sarı kağıtta bunlar yazıyordu. Ama önce yurtta barınabilmem için gerekli olan(!)175TL'yi ve de yanında 3 aylık yurt parasını ( yaklaşık 252TL) vererek ilk adımımı attım yurt hayatına. Sonra kalacağım odayı, kantini kısaca yaşam alanımı(!) görmeme izin verdiler. İçimde aslında aileden, büyüdüğüm şehirden ayrılmanın burukluğu ve hiç bilmediğim bir yaşama dair heyecanla karışık bir duygu vardı. Aslında asıktı suratım biraz da. Ama hiç silinmezcesine kazıdım aklıma bu sarı kağıttaki kurallar yığınını… Uslu, iffetli, sakin, uysal(!)bir öğrenci olmam gerekiyordu. Yoksa… İmzamı atmıştım birazda tereddüt ederek. Bir an sinirlendiğimi fark ettim, kızdım bir şeylere elimde olmadan.”İffetli olmak” nedir acaba? Neyse, daha ilk günüm alışırım ilerde. Sonra vedalaştık aileyle, sımsıkı sarıldık birbirimize. Artık onların küçük kızı değildim, büyümeliydim, sorumluluklarım vardı kendime ve onlara karşı. Oda arkadaşlarımla tanıştım sonra, odada tam 12 yatak vardı şaşırdım birden. Ama tabi zamanla alıştım ona da. Paylaşmayı öğrendik hep birlikte. Bazen yorganın altında ağladık bazen de balkonda fısır fısır dedikodu Zaman geçiyordu yavaş yavaş. Koşuşturmaca falan derken, yurtta açığa çıkmaya başladı sorunlar. İlk
önce gözümüzü kapayıp, uysal öğrenciliğimizi yaptık. Baktık ki düzelmiyor ve de koltuğunda rahat, halinden memnun olanlar da düzeltmiyor. Eee ne yapalım bizde suç yok!!. Baktık ki, bizim yurt yemeklerinde sorunlar almış başını gidiyor. 1.ayda gündüz saat 3te gelen yemekler, akşam saat 6da 7de kalmıyor. 2.ay, 3.ay hep aynı… Dedik ki bir şey yapmalı… Aynı odayı paylaştığımız, aynı makineye parmak bastığımız… arkadaşlarımız da şikayetçi bu durumdan. Dersten yorgun argın gelip de doğru düzgün bir yemek yiyip, biraz dinlenmek odamızda istediğimiz. Ama izin yok buna. Zaten ay sonunun gelmemesi ya da gelip de kendini pek fazla hissettirmemesi(!) için çabalarken, anormal yemek fiyatları da şaşırtıyordu bizi. Gülüp geçmek, katlanmak bir yere kadar. Yemek sırasındaki çatık kaşlar, bir sorunun cevabını arayan bakışlar: Acaba kendime bir kıyak yapıp İzmir köfte mi alsam? Ama 3 lira. Akşam yemeği fişi 2.40 !!O zaman ben bir pilav bir de çorba alayım;2.50 lira.Evet evet bugün de böyle olsun!.. Eee insanlar zaten öfkeli.Küçücük bir kıvılcım…Acaba ne yapabiliriz??? Bulduk tabi biz de: Küçücük bir kağıda sadece 3 soru: *HER GÜN SAAT 3'TE GELEN AKŞAM YEMEĞİNİ YEMEKTEN
MEMNUN MUSUNUZ? *VE ÇOĞU GÜN SAAT 7'DE DAHİ AKŞAM YEMEĞİ BULAMAMAKTAN MEMNUN MUSUNUZ? *PEKİ TÜM BUNLARA RAĞMEN YEMEK FİYATLARI SİZCE NORMAL Mİ? Astık yurdun her yerine… Sabah insanlar anlam veremedi önce. Şaşkındık, ama gözlerimizde bir onaylama, yüzümüzde belirsiz bir gülümseyiş vardı. Tabi idare boş durmadı… Aradı taradı buldu bizi. “Çocuklar, neden böyle bir şey yaptınız? Kimse yemeklerden şikayetçi değil, amacınız çok başka sizin…” Sonra soruşturma geldi tabi.. Ama tesadüf mü bilemedik, birden yemekler düzelmeye başladı, yurda sık sık teşrifler, hal hatır sormalar… Dedik ya az önce, aynı yaşam alanını paylaştığımız arkadaşlarımız sahiplendi bizi. Tabi kızdılar da biraz. Ama yalnız değildik, ”bizim yapamadığımızı siz yaptınız” dediler bize. Sonra da ne hikmettir, yurt müdiresi ve idareciler düzenleyiverdiler bir toplantı. Az gittiler, uz gittiler, dere tepe düz gidip lafı bizim “HAİNCE PLANLANMIŞ” olayımıza getirdiler. “Kızlar, sakın onların oyununa gelmeyin, sizi yanlış yola sürüklüyorlar, kışkırtıyorlar sizi. Sanmayın ki onlar cezasız kalacak…” tehdit edildik açık açık. Ama bir sürpriz yaptı kızlar onlara: “onlar hepimizin sorununu, cesaretle dile getirdiler… bunu yapmaya hakkınız yok!!!” Şaşırdılar tabi. Sonra kalkıp gittiler alelacele. İşte böyle. Artık sıcak yemek yiyoruz akşamları saat 8 de bile!!! Olay sonuçlanmadı tabi. Verildi elimize “KINAMA ya da YURTTAN SÜRESİZ UZAKLAŞTIRMA” diye bir kağıt… Allah sonunu hayırlı getire!!! Fatoş,eylem ankara
5
Üniversitedeki Kimselerin Dikkatine! Canlı bir bomba gibi atıyorum kendimi tam ortanıza, hızla fırlatıyorum! Duydunuz değil mi patlamayı? Ben yaptım; evet, bağıran benim. Ben de senin gibi üniversiteli kimselerdenim. Fakat söyleyeceklerimle rahatsız edeceğim biraz seni, izin istiyorum aslında… Sen, üniversiteli kimse, bu gün de öncekilerden farksız olan sıradan bir güne uyandın yatağından işte. Yine her zamanki gibi, önü barikatlı o büyük yapının önüne gidip; eli coplu, beli kelepçeli adamlara kimlik gösterip girdin içeri. Sınıfa doğru yollandın inceden inceye, o ara koyu Fener, Cimbom sohbetleri işittin, akşam kim hangi bardaymış, kiminle partideymiş öğrendin. Kimin kafası ne kadar güzelmiş, o sırada kim kiminle sevgili olmuş, kim kimi götürmüş onları da duydun mutlaka. “İşsizlik ne boyuttaymış, toplum son yıllarda ne kadar yoksullaşmış, üniversiteler geleceksizmiş” maazallah- böyle şeyler konuşulmaz üniversite koridorlarında. Duymamışsındır kesin. Dersine girdin sonra. Rutindir, hoca konuştu, hayatta karşılığının ne olacağı bilinmeyen şeyleri anlattı ve gitti. Okuldaki gün, dersi dinler görünmekle ya da kantinde karşı cinse olan ilgini sergilemekle geçti
ve yavaş yavaş ayrıldın geleceğinin garantisi sandığın o büyük yapıdan. Ya da öyle olmadığını bildiğin… Geleceğin (geleceksizliğin desek daha doğru belki) üzerine düşündün mü hiç? Yarın ne olacağını, öteki gün işsiz kalacağını, alacağın diplomanın aslında işsizliğin belgesi olduğunu, yarın doğacak çocuğun nasıl bir dünyaya doğacağını… Hele ömrüne 50 yıl biçilen dünyayı, nükleer silahlanmayı, savaşta ölen çocukları, dünyada her yıl açlıktan ölen 800 bin insanı aklının ucundan bile geçirdin mi(Ama az çok ve tek tük dillendireniniz vardır belki içinizde) Ama yok senin aklın başka yerlerde değil mi? Daha mühim meseleler var senin aklında; örneğin akşam DİNLENTİ Cafe'de kiminle tanışacağında, senin kime ya da kimin sana yazacağındadır değil mi? Ve ya hafta sonu BAR fly'da yapılacak partiyi düşünüyorsundur belki de. Yarın PALMİYE'de mi takılsam PUZZLE'mı gitsem diye kafa yoruyorsundur. Sen yakışıklı Berk'i', sende güzel Işıl'ı düşünüyorsundur şimdi. Tabi ki bu önemli ve yoğun gündeminde duvarlarda asılı üzerinde ”KANKA. Biz 26 BİN ÜNİVERSİTELİ EDİRNE EKONOMİSİNE KATKIDAN BAŞKA NE YAPIYORUZ” yazan
yeşil afişi görmemişsindir. Görsen de önemsememişsindir. Kim, bunu neden sorar diye hiç düşünmemişsindir. Belki yırtmışsındır bile, hiçbir arkadaşına hiçbir şey için “FARKINDA MIYIZ” diye sormamışsındır eminim. ”FARKINDAMIYIZ? FARKINDA MIYIZ” ? Evet FARKINDAYIM; ilk olarak biraz çok olduğumun farkındayım. Haddimi de aştım biliyorum. Ama başta söylemiştim. Bende sizin gibi üniversiteli kimselerdenim. Ama dayanamıyorum artık ve YETER diyorum, YETERRR… Geleceğimizin her gün daha da karanlıklaştırıldığı bugünlerde, işsizliğin ensemizde olduğu bugünlerde, açlıktan çocukların öldüğü bugünlerde sadece bugünü düşünmek ”an”ı yaşamak yerine, yarını düşleyip “an”ı aşmayı denersek ve birlikte olursak… Belki karaya oturmuş gelecek gemimizi engin denizlere yüzdürebiliriz. Belki de yanınızda oturan, aranızdan bir olarak biraz sesli düşündüm galiba, vaktinizi aldıysam özür dilerim… üniversiteli bir kimse(siz),edirne
6
GELECEK(İŞ)SİZLİK İŞSİZLİK 24 yaşındaki Fikret Ercan geçtiğimiz günlerde “Artık yoruldum. Yaşamış olsam bile yine başarılı olamayacaktım'' diyerek intihar etti. Fikret Ercan ataması yapılmamış bir öğretmen. Bursa'da bir okulda vekil öğretmenlik yapıyordu. KPSS'de atanmak için gerekli puanı alamamıştı ve tekrar hazırlanıyordu. Fikret öğretmen ataması yapılmamış 300 bin öğretmen gibi işsizliğe ve sefalete terk edilmişti, geleceğe dair umutları yok edilmiş, bunalıma sürüklenmişti. Daha 24 yaşındaydı , “Artık yoruldum” dedi. Gazete sayfalarında Fikret öğretmeninin ölüm haberi' kpss'den başarısız olan öğretmen' 'atanamayan öğretmen' suçlu Fikret öğretmen durumuna düşürülmüştür. Kimse Fikret öğretmeni intihara sürükleyen etmenlere değinmedi. Onun gibi yüzlerce genç işsiz bırakan umutsuzluğa ve yalnızlığa iten bu sistemden bahsetmedi. Fikret öğretmen KPSS düzeninin 13. kurbanı. Bütün topluma dayatılan işsizlik ve sefalet açmazında verdiğimiz kurbanların, yaşanılan bunalımların sayısı ise yüzleri aştı. Cendereye alınan hayatlarımız her geçen gün daha da ağır ve içinden çıkılmaz koşullara sürükleniyor. İntiharlar ve toplumsal bunalım ücretli kölelik düzeninin sonucudur. Fikret öğretmenin
katili, işsizlik ve sefalet sistemidir. Bugün biz öğrencilerin içinde bulunduğu geleceksizlik tablosunu Fikret öğretmenin intiharı en iyi biçimde anlatıyor. Yükseköğretim diploması alabilmek için yıllarca çalışıyor, emek harcıyoruz. Eğitim masraflarımızı karşılamak için emekçi ailelerimiz her gün kemeri daha fazla sıkıyor çoğunlukla bu da yetmiyor, eğitim masrafları için okul yıllarında çalışmaya başlıyoruz. Kan emici patronlar sınıfı bu fırsattan istifade bizi üzerimizden büyük karlar elde ediyor, bizi ağır sömürü koşullarına mahkum ediyor. Nihayetinde diplomamızı almayı başarabilsek de ezilen sınıf olarak kaderimiz değişmiyor. İşsizlik, geleceksizlik, sefalet, belirsiz bir hayat, bunalımlar, intiharlar… Açlık sınırının altında ücretle saatlerce en ağır işleri yapmaya
mahkum bırakılanlar genellikle en şanslılarımız oluyor. Kpss birincisinin bile atanamadığı bu sistemde her birimiz her gün içi boşaltılmış yalanlarla avutuluyoruz.(kimya okuyorum. iş alanı geniş bir bölüm olmadı öğretmen olurum ya) Dipsiz bir kuyu içinde küçük bir iğne deliğinden gösterilen ışıkla kandırılıyoruz. Çıkışı olmayan çaresiz umutsuz bir yaşama mahkum edilmek isteniyoruz. özgün,uğur ankara tandoğan
KPSS
7
DERSİMİZ İKTİSAT Size kişisel tarihimin küçük bir kısmını anlatıp biraz vaktinizi çalacağım. Hikayem 350 kişilik bir amfideki iktisat dersinde geçiyor, saat tahminen 11-12 arası. Saat önemli; çünkü o an üniversite kültü benim için boş bir çuvala dönüştü! Sınıfta yerimi almışım ön sıralardan, Türkiye'nin sayılı hukuk fakültelerinden birindeyim, herkes biz özel öğrencileriz, siz özel öğrencilersiniz, ilk 2000' e girdik, girdiniz diyip duruyor. Bu gururla pürdikkat dersin başlamasını bekliyorum. Dersimiz İktisat… Dersin başlarında hoca biraz bizi övüyor, biraz okulu övüyor derken derse başladık. Hoca kitabı açtı, bense kulaklarımı dört açmış hocanın söyleyeceği bir kelimeyi dahi kaçırmamanın derdindeyim. -Evet arkadaşlar, kısaca iktisatın tanımını yapacak olursak, iktisat: sınırsız insan ihtiyaçlarının, sınırlı kaynaklarla nasıl karşılanabileceğini kendine görev edinmiş bir bilim dalıdır. dedi ve kitaptan bazı şeyleri okumaya devam etti hoca. İnsan ihtiyaçlarını sınırsızlığı kısmını anlamamıştım. Düşününce aklıma yemek, su, barınma dışında bir şey gelmiyordu. Acaba dedim daha çok
müzik yükleyeceğimiz bir mp3 player mı insanlığın ihtiyacı. Nedendir bilmem aynı anda kafamda bir sağlık ocağının camında gördüğüm Pulitzer ödüllü o fotoğraf geldi. Açlıktan ölmek üzere olan bir zenci bebek ve hemen arkasında onu yemeye hazırlanan bir akbaba… Fotoğrafı gördüğümde muhtemelen ben de herkes gibi artık tabağımda yemek bırakmayacağım, yemek seçmeyeceğim, bak ne durumda olan insanlar falan var diye düşünmüşümdür. Ama o an farklı düşünmem istenmişti. O bebek için yapabileceğim-iz hiçbir şey yok. Çünkü ihtiyaçlarımız o kadar sınırsız ki ve biz onları maksimum düzeyde karşılamakla o kadar meşgulüz ki o bebeği o an için düşünemezdik, aç kalmaması için bir şey yapamazdık. ne o bebek için ne de siyah kıtadaki milyonlarcası için. Asyadakiler için de, Amerikadakiler için de… Ülkemdekiler için de… Yurdumda da açlıktan ölen insanlar var. Eğer açlıktan ölmeyi mide kazınmasından ibaret değil, yetersiz beslenmeden kaynaklanan hastalıkları da kapsar sayarsak. Bir şey yapamazdık ama… Çünkü başta bilim adamları olmak üzere herkes BMW arabaları yolu
nasıl daha iyi tutar, en hızlı bilgisayarı kim yapacak, en şık kıyafetleri kim tasarlayacağın derdindeydi veya öyle bir lcd tv yaratmalıydık ki hayat oturma odamızın içinden akmalıydı ve o esnada biz o bebeği doyuramazdık. Doyuramaz mıydık? Gerçekten daha iyi bir BMW miydi ihtiyacımız. Değildi. Çk fazla düşünmeye bile gerek yoktu. Çok basit, sade bir gerçeklikti karşımızdaki. Sadece bir dilim ekmekti insanlığın ihtiyacı o an. İktisat dersinden o yıl kaldım. Lisedeyken ne zaman envai çeşit türev-integral alma problemlerinden şikayet etsek hocalarımız sabredin, sınavdan sonra hepsi bitecek ve üniversitelerinizde güzel güzel istediğiniz gibi okuyacaksınız diye bizi motive ederlerdi. Üniversiteden liseye bakınca şimdi çok rahat sırf düşünmememiz için uydurulmuş bir sürü safsata diyebiliyorum. Şimdi üniversiteme bakarken de yanlış düşünmemiz için uydurulmuş bir sürü safsata diyebilir miyim diye ilk o zaman düşündüm. Hala daha arıyorum cevabı. murat ankara cebeci
8
KULLANILAN MADDE: BEYİNLERİMİZ Hep duyardım güreşçi Mehmet'in adını, küçük sınıflara karışanlara o müdahale ederdi. Kısa boylu esmer ne zayıf ne şişman denebilecek yapıda Mardinli bir çocuktu. Onu tanıdığımda 11 yaşındaydım o da en fazla 12-13 civarı... Civan güreşçiydi, tuttuğunu yere seren. Beden eğitimi öğretmeni olmak istiyordu. Herkes ondan çok şey bekliyordu iyi bir gelecek ve en önemlisi dürüst bi insan... Hayat kırılma noktalarında geri dönüşü affetmeyecek anlar sunabiliyordu insana. O ana kadar normal bir yaşamdayken o andan sonra tahmini edilemez bambaşka olaylarla yaşam altüst olabiliyormuş, o zamanda öğrenmiştim bunu. Oturduğu yer uyuşturucunun, fuhuşun, gasp ve hırsızlığın bol olduğu bi yerdi. Mahalle ortamında bu pis işlerle uğraşan adamlar genelde güçlü kuvvetli kavgacı kişileri yanında isterdi ki, sözleri para edebilsin. Hep Mehmet'i çekmeye çalıştılar. O da merak ediyordu nedir neyin nesidir bu? Artık yanında farklı insanlar görür oldum, derslere pek girmemeye başladı. Geç gelip erkenden gidiyordu anlamıştım merak ettiklerini tatmaya başlamıştı. İlerleyen zamanda güreşi bıraktı okulda da devamsızlığı artınca sınıfta kaldı. Bunun en üzücü yanı ise artık umurunda değildi arkadaşları, çevresi, ailesi... Sadece ot değil hapta almaya başladığını duydum ardından sattığını evet o çocuk artık bu illet maddeleri satıyordu. Önceden mahallede güvenilmez çocuklar görürken artık büyük adamlar beliriyordu yanında, sert bakışlı cüsseli tipler. Bir sene geçmemişti henüz; bi akşam gene atmışlar hapları kafaları güzel bağıra çağıra geçiyorlar sokaktan, amcanın biri evinden onlara: bağırmayın diye seslendi bunlar devam edince aşağı indi ve onları uyardı. Uyarıdan sonra mehmetler dayanamayıp amcayı dövdüler. Evet büyüğünün karşısında saygıda kusur etmeyen Mehmet ve arkadaşları gürültüden dolayı kendilerini uyaran
amcayı evire çevire dövdüler amca bir şekilde ellerinden kaçıp eve gitti. Gururuna yedirememişti mahalle itlerinden dayak yemeği. Hemen silahını alıp peşlerine düştü. Ertesi gün okula gittiğimde herkes bi köşede fısır fısır... bi tuhaflık var seziyorum ama anlayamadım. Sınıfta arkadaşlarım Mehmet'in öldüğünü söylemişti. O amca o akşam 3 kişiden 2sini kendi silahıyla öldürmüş diğer çocuğu da yakalayamamıştı. Birgün bunun kaçınılmaz bir son olacağını farketmiştim mehmet açısından ama bu kadar erken olmasının şokundaydım. Ve Mehmet artık yoktu. Tek bildiğim mehmetin katili o amca değildi. O maddeleri ona içiren sattıran o büyük sert lüks arabalarla mahalleden geçenlerdi. Belki de onlarında katili daha büyükleriydi... Mehmet gibi bir çok genç eğer biraz daha varlıklı olsalardı yada biraz daha para bulabilselerdi sigaradan haplardan daha da çoğunu bulabilirlerdi. Örneğin kokain, eroine başlayabilirlerdi..Tıpkı yazar Kanat Güner gibi.. Kanat'ta gençliğinin baharında bulaşmıştı bu işlere. Üniversite sınavını kazanmıştı hemde Cerrahpaşa Üniversitesi Tıp Fakültesiydi kazandığı bölüm. Babasıyla İstanbul'a geldi ama ne hikmettir babası Taksim'in göbeğinde onu tek başına bırakıp geri döndü. Hem de ona ne dedi biliyor musunuz : kızım burası Taksim orası Kadıköy. Karşıdan
karşıya geçmek için arabaların durmasını bekleme, sen geç onlar sana yol verirler... İşte onun hayatı da tam burada başlıyordu..Üniversiteyi kazanmıştı yurda yerleşti pek iyi bir yurt değildi burası kafadar arkadaşları da yoktu burada. Ama gün geçtikçe çevreden arkadaşlar edindi..Fakat bunlar esrar eroin kullanan arkadaşlardı. Kanat da zaten yalnızdı, e bir merak ta vardı onda arkadaşları sayesinde o da sonucunu tahmin edemeden başladı bu işe.. Gün geçtikçe daha da fazla saplanıyordu bu batağa. Ama her seferinde de kurtulmak için çareler arıyordu, buluyordu da ama her seferinde de arkadaşları onu yanlarına çekmeyi başarıyordu. Bu böylece sürüp gitti. Yeni arkadaşlar yeni ortamlar her seferinde de daha da girdi içeri bir o kadar da bırakmak istemesine rağmen. Yinede acı son onu da bekliyordu ve sanki oda bunun farkına yavaş yavaş varıyordu. Ve sonunda son kitabını -Eroin Güncesiyazdıktan 1 yıl sonra kanat hayata veda etti nasıl mı tabi ki yüksek dozda eroin... Hayatın neresinde olursak olalım Mehmet gibi sokakta veya Kanat gibi üniversitede eğer uyuşturuluyorsak yaşamımız tehlikede demektir. Sadece esrar, eroin, hap değil toplumun diğer kesimlerine de ulaşmak için, medya, şans, oyunları, kumar gibi etkenlerde kullanılıyor. Yaşamın doğalında uyuşturucu araçları bu noktalarsa hep, bir taraftan da uyuşturuluyoruz demektir. Kullanalım yada kullanmayalım hepimiz uyuşturulmuyor muyuz? Ama neden? Kim bir başkasının beyninin uyuşmasından haz alır? Ona huzur, rahatlama bahanesiyle işkence niteliğinde bir hayat sunar? Bu iş neden hep para üzerinden döner ? Neden sürekli gençlik üzerinde oynanır bu kirli oyunlar ?? uğur-eray mersin üniversitesi
9
SEBEP BAŞKA; SEBEP ''KERPİÇ'' Herkesin dilindeki deprem mevzusu benim de düştü aklıma, aklımın en uçlarına. Deprem değil diyorlar aslında, olanlara sebebiyet veren için; kerpiç diyorlarmış. Kerpiç; nasıl da ölümcül bir icatmış böyle. 51 kişiyi ölüme ne de kolay götürürmüş böyle. Kulağa tuhaf gelmesi normal mi desem, ne desem.. Bilemedim... Aklımda bi kız takılıverdi en çok; ölen yakınlarını, sabahın kör saatinde andımız'ı okur gibi sayan bir kız… Ne de ruhsuz dedim görünce; nasıl da hissiz, neler hissettiğini bilemeden.. 6 şiddetindeki bir deprem oysa bunca ölüme neden olan, başka ülkelerde Tom amca yatağından kalkar mıydı bu şiddete bilemedim bi an, cidden öldürür müydü 6 şiddetli deprem bunca insanı. Öldürmez dediler, öldüren o değil dediler. Kulak verdim söylenenlere sorular kafamda öylece kala kala. Ya nedir dedim, neden ölür bunca insan, bunca hayvan. Can kurtarma çalışmalarının yarısı kadar bir vakit hayvan kurtarma çalışmaları vardı oysa, bileniniz var mı? Bina yığınlarından değil bu kez; gördüğüm topraktı sadece, kerpiçti. O öldürücü dedikleri kerpiç.. Şehir merkezlerinde bu derece hissedilmeyen deprem köylerde ne de can alırmış oysa.. O da işini biliyor galiba, o da biliyor kimin ölmeyi hak ettiğini (!) Ben bilemezken.. Deprem değil bina öldürür dediler, inandım o söylemlere... Bina da öldürmedi, kerpiç öldürdü bu kez.. Deprem de işini biliyor galiba, o da biliyor kimin ölmeyi hak ettiğini… diğer tüm felaketler gibi o da biliyor önce yoksulların ölmesi gerektiğini. Bir yandan gözüm kaydı binalara, bir yandan kerpiç evlere... burcu, ankara, cebeci
10
HANGİSİ ????????? İnsan dünyaya geldiğinde çaresizdir. Platon'un da belirttiği gibi tutunacak bir dal arar. Annesini babasını görür."Beni koruyun, bana sahip çıkın." der ağlayarak. Peki ailesini kim koruyacak? O da diğer ailelerle birleşir ve bir bütünlük oluşur. Böylece dışarıdan gelen tehditlere karşı korunurlar. Kendi içinde değerler oluştururlar: Sevgi, saygı, hoşgörü bunlardan birkaçı. Daha sonra ahlak kurallarına dönüşen bu değerler onları düzenler ve biçim kazandırır. Artık hayata karşı duruşları daha diktir. Biri diğerinden daha güçlü diğeri daha zayıf fark etmez. Güçlü olan daha ağır şartlarda çalışır, zayıf olansa kendine göre bir işte... Küçük büyüğe saygı duyar. Büyük de küçüğe destek olur, hayatı öğretir. Hiç kimse oflaya puflaya yapmaz bunları. Herkesin içinden gelir; çünkü doğal bir süreçtir. İlla ki bir sorun olursa da toplum denetler bunu.. İnsan doğasındaki yapılanma budur. Bundan dolayıdır ki insan zorlu doğa şartlarına dayanmıştır, hiç pes etmemiştir. Bütünleşmiş, tek yumruk olmuş, doğanın üstünlüğüne karşı amansız mücadeleye soyunmuştur. Daha sonra bilimi kullanarak yaşam standartlarını yükseltmiştir. Barınma, hastalık, taşkınlar, vahşi hayvanlar gibi birçok konuda önlem almış ve daha emin adımlarla yürümeye başlamıştır. Doğaya "Ben de varım." demiş ve sadece bununla kalmamıştır. Doğaya üstünlüğünü kabul ettirmeye başlamıştır. Bu hareket zarar boyutuna ulaşmıştır. Göller kurutulmuş, ağaçlar kesilmiş, atmosfer kirlenmiş, hayvan türleri azalmıştır. Acaba insan doğaya üstünlüğünü kabul ettirince ne oldu? Doğanın üstünlüğüne karşı birleşen insan doğayı yenince de bütün olmayı başardı mı? İşte tüm sorun burada başladı. Yaşam standartı yükselen insan daha fazlasını istemeye başladı. Birinin daha fazla kazanması diğerinin kaybetmesi demektir. Bireysel nitelikler ön plana çıktı. Doğaya karşı
onu koruyan toplumun yerini bilimin yarattığı araçlar almaya başladı. Bunun rahatlığıyla insan topluma muhtaç olmadığını düşünmeye başladı. Diğer insanlar kandırıldı ve yeni bir düzen kuruldu. Bu düzen niteliklere göre kazanımlar verdi. Böylece bireysel rekabet doruğa ulaştı. Marx'ın belirttiği gibi insanlık toplumsal duyguları kaybedip ayrışmaya başladı. Bunun devamını bilimin yarattığı araçlarla yapılan savaşlar aldı. Bilim çok faydalı bir uğraştı; fakat kötü kullanıldı. Eee pergeli tutanda sorun oldu mu, onun çizdiği çember de yuvarlak olmaz. Bilim gibi birçok değer insanları ezmek için kullanıldı. Bu şekilde giderse artık bunun önü kesilemez. Bir taraf kazanana kadar bu devam edecektir. Hani demiştik ya: Birinin kazanması diğerinin kaybetmesi demektir.İşte burada kaybeden insanın olmazsa olmazı yaşadığımız dünya olacak. Peki insanlık dışı yöntemlerle birinin kazanırken masum olan diğerinin kaybetmesine göz mü yumacağız? Tabii ki hayır. Peki bu nasıl olacak? Yaşanmış tarihin belli başlı bazı örnekleriyle... Somut olarak ele alırsak; gayrimeşru yollarla mücadele ettiğimiz devlet denen kurumla korunan, gözünü para hırsı bürümüş zümre mücadelenin özünü oluşturuyor. Güçlünün yanında yer almak her zaman kolay olmuştur. Güç: Güçlü olduğunu bildiği halde güçsüz olanı ezmemektir. Bugün dünyada ana hedef olan sermaye ve buna sahip olan 250 kişinin gücü diğer milyarlarca kişinin açlığına ve sefaletine eşittir. Yani: 250. S = İnsanlık. Emek Bunun ana nedeni rekabettir. Devlet denen kurum bile bu rekabetin içerisinde yer alıyorsa mücadelenin boyutu, emeğin değeri gün gibi ortadadır. Sağlığın rekabeti olur mu? Halkını düşünen bir devlet, bu rekabetin içerisinde yer almayan, bireyinin yaşam standartlarına ve yaşam kalitesine göre hareket eden
devlettir; yurttaşını hasta olduktan sonra değil hastaneye gelmeden önce düşünen devlettir. Amerika'da, Türkiye'de ve dünyanın diğer kapitalist ülkelerinde birey hasta olduktan sonra hastanenin kapısındadır; çünkü o noktaya gelince 'düzen' bilir ki; bireyin cebinden para çıkacaktır. Halbuki Küba'da yurttaş hasta olmadan, artık yaşamın son safhasına gelmeden, kapı kapı dolaşılarak tedavi edilmektedir. Uygulanan ahlaksız, insanlık dışı, ilaç, gıda gibi temel ihtiyaç maddelerinin ambargolarına rağmen..Küba bugün bebek ölüm oranın en az olduğu ülkedir. Neden dersiniz? Güçlü olduğundan mı? Tabi ki hayır çünkü; kübadaki insan gerçek insandır, kübadaki devlet de gerçek devlettir. Bu uygulamanın aynısı geçmişte SSCB'de de uygulanmıştır. Küba' da sokaklarda caddelerde dolaşan vasıtalar kaç model dersiniz? 1960 ı geçen araç turistlerinki hariç neredeyse yok gibidir. Bi ara referandum oldu Küba' da. Konu şu: Çin'den yeni otobüs mü alalım, yoksa ilkokuldaki çocuklarımıza ücretsiz dağıtılan sütten vaz mı geçelim? Sonuç: Otobüsler kalsın... Hangisi erdemli, ahlaklı ve de olması gereken sizce? Cevabınızı vicdanlarınızda saklamayın dilinize yüreğinize ve emeğinize dökün... özgür anadolu
11
Yaklaşık 2,5-3 senedir yaşamlarımızda olan ve neredeyse bütün yaşamımızı kapsayan son yüzyılın en büyük icadı; FACEBOOK Bu facebook öyle bir şey ki insanın hep çevrimiçi kalası geliyor. düşünsenize yüzlerce grup var, yüzlerce sayfa var, binlerce video var ve istediğiniz kadar arkadaş… Kebap valla!! Böyle bakınca durum insana çok güzel geliyor gerçekten ama güzel ve cazip gelmemesi imkansız adeta facebooktaki yaşam dışarıdaki yaşamdan daha özgür, istediğin gruba üye olup kendini istediğin gibi ifade edebiliyorsun karışan kızan bağıran yok… istediğin videoyu paylaşıp istediğin yorumu yapabiliyorsun. Hatta sırf ilişki durumunu değiştirmek için biriyle çıkıyorsun çünkü ilişki durumunu ´ilişkisi yok' dan ´ilişkisi var' a çevirince ve bütün arkadaşların anasayfasında kalpli amblem görününce bir prestijin oluyor. Yav bu meret doğum gününü bile unutmuyor bütün arkadaşlarına haber veriyor hatta arkadaşların sana hediye bile gönderiyor. Evet bunlar çok hoş şeyler peki bilgisayarı kapattıktan sonra
gerçek hayata döndüğümüzde neler oluyor? Yine okuldan çıkıp yurda dönüyor yine bütün gün ayakkabılarla dolaşmak zorunda kalıyor yine yemek fişlerimizle en ucuz yemeği almak zorunda kalıyor ve yine dolaplarımızdaki yiyeceği arkadaşlarımızdan saklıyoruz. Halbuki facebookta böyle değil ki orda paylaşmak daha basit geliyor çünkü orda bir şey paylaşınca somut olarak ne eline bir şey
geçiyor ne de elinden bir şey gidiyor. Ama dolabındaki yarım ekmeği arkadaşlarınla paylaşırsan karnın doyması gerekenden daha az doyuyor. O zaman bize küçüklüğümüzden beri anlatılan paylaşmak meselesi facebooktaki gibi olmuyor. Bu dinine yandığımının facebookunu icad edenler buna bir çare bulamamış tühh… Neyse artık paylaşacağız ekmeği mecburen. Bide facebookun oyunlarında biz balıklara
istediğimiz kadar yem veriyoruz ama yemekhanenin sahibi bize istediğimiz kadar yemek vermiyor sadece kuponun yettiği kadar veriyor bu ne biçim yaşam yavv, valla insanın tamamen sanal yaşayası geliyor. Gerçek yaşamda bir yere gitmek için otobüse ya da dolmuşa binmek zorundasın üstelik indirimli binmek için öğrenci kartının olması gerekirken facebookta herhangi bir gruba gitmek için bir kere tıklamak yetiyor. Offf böyle konuştukça internet olup sanal alemde kalasın geliyor ama olmuyor işte olmuyor. bunun bir çaresi var mıdır acaba, acaba sanal alemdeki sanal özgürlüğün gerçeğini dışarıda da bulabilir miyim? Kafam bulaşık teli gibi oldu sanırım bize acilen gerçek ilişkiler ve gerçek bir özgürlük lazım. o.m.ü okan/samsun
12
“özgürlük istiyorum” berivan 28 mart 2006 tarihinden 28 mart 2010 yılına kadar geçen dört yıllık tarihte 28000'den (yazıyla yirmi sekiz bin) fazla çocuk TMK(terörle mücadele kanunu) çerçevesinde yargılandı binlercesi tutuklandı, yüzlercesi sokakta veya cezaevlerinde işkenceye maruz kaldı( en son Maltepe çocuk cezaevinde açlık grevi devam ediyordu) onlarcası da vuruldu. Uğurlar, mizginler, ceylanlar, mehmet uytunlar, mehmet nuriler… Nasıl bir hukuktur, nasıl bir sistemdir, nasıl bir adalet nasıl bir vicdandır bu. Akıl yetmiyor bu durumu anlamaya, vicdan yetmiyor kabul etmeye, kelimeler yetmiyor öfkeyi anlatmaya. Bu mektup polise taş attığı için 8 yıl hapis cezası alan 15 yaşındaki Berivan'ın özgürlük feryadı. Biz de bu feryada ses veriyoruz, Berivan ile birlikte bütün TMK mağduru çocuklara özgürlük istiyoruz.
13
Direnişin Simgesi Okuldan çıkmıştım her zamanki gibi Sakarya'dan dolaşıp yurda gidiyordum…. Sakarya o gün diğer günlerden farklıydı, biraz daha kalabalıktı, amcalar kaldırımda oturmuşlardı. Hiç aklıma takılmadı o insanların neden orada oturdukları yada kim oldukları… O hafta bu olay sürekli bu şekilde devam etti. Ben her okula gidiş dönüşümde aynı kaldırımda aynı insanları gördüm, yüzleri değişse bile insanlar ordaydı… Tuhaf olan bir şeyde vardı; o insanlar orda sadece oturuyorlardı başka hiçbir şey yapmıyorlardı. Sonra bir arkadaşımdan öğrendim ki tekel işçileri “4-C” diye bir uygulamaya karşı çıkmak için gelmişler. Şaşırdım doğrusu bu olaya, maaşı çok iyi olan bir kurumdur tekel bizim bildiğimiz kadarıyla ve anlayamadığım bu insanlar daha fazla ne isteyebilirdi ki? Ortalıkta o kadar işsiz varken ve tekel işçilerinin maaşı bu kadar yüksekken bu insanlar ne istiyorlardı, bir şey istemeye hakları var mıydı?!!! Günler günleri kovalıyordu ama bu insanlar o soğukta betonlarda oturmaya devam ediyordu. Bir çelişki vardı ortada anlam veremediğim… Haksız insan bu kadar direnmez diyordum kendi kendime… En azından o kadar sert müdahalelere katlanamazdı!!! Sonra çadırlar kuruldu başkentin göbeğine, sobalar kuruldu o küçücük çadırların içine. Artık ayrı bir havası vardı Sakarya da ki barlar sokağının… Çadırkent oluvermişti kendi kendine, tapuları bile olmuştu zamanla çadırların… Çok garipsedim tüm bu yaşananları. Bu insanlar deli miydi? Hangi akıllı yapardı böyle bir şeyi, kim kışın ortasında bir çadırda yaşardı ki?
Cevap veremiyordum bu sorulara…. Artık gelip geçerken çadırlarda ki insanlarla konuşuyordum, hiç tanımadığım insanlar çadırına davet edip çayını, yemeğini, sıcacık sobasını ve çadırını paylaşıyordu. Önyargılarım vardı tabi hala… Öğrendim ama gerçekleri çok kısa zamanda. Bize anlatıldığı gibi değilmiş hiçbir şey çokta farklıydı yaşananlar… Deli değildi o insanlar! Babaydı, anneydi onlar… Evleri, çocukları vardı. Ekmek kavgasıydı onların yaptıkları. “Çocuğum olmasa gelmezdim” dedi birisi, haklıydı… Geleceksizlik kaygısı vardı hepsinde, bizim içinde oradaydı onlar… Kendi özlük haklarını savunurken bizimde geleceğimiz için savaşıyorlardı. Önyargılarım yoktu artık, hepsinden kurtulmuştum. Her şey net bir şekilde ortadaydı. Kızdım o an kendime ve insan zihnine. Neden sormadan, öğrenmeden öğretilenlerle yetiniriz ki neden? Çok şey öğrettiler bize, meraktan ziyade destek olmaya gidiyorduk artık. Biz olmuştuk artık; ben, sen, o diye kavramlar yoktu aramızda. Bir şey yapılacaksa hep birlikte yapılmalıydı, ancak bu şekilde kurtuluş yolu bulunabilirdi… Her insan, her sohbet, her çadır ayrı bir kültür, ayrı bir bilinç oluşturuyordu kafamda… Herkesin hayat hikayesi, geldiği yer, kendini ifade ettiği dil çok farklıydı ama direnişin nedeni ortaktı ekmek kavgasıydı!!! Diyarbakır ve Trabzon çadırı karşılıklıydı, bir çadır horon teperken diğeri halay çekiyordu ama çaylarını beraber içiyorlardı, yemeklerini paylaşıyorlardı, gece birlikte üşüyorlardı. Belki çadırın önünde içilen
bir sigara yada bir çaydı onları karşı karşıya getiren belki de farklılıklarıydı… Ama en önemlisi kardeş gibiydiler! Oysa biz asla birleşemeyecek 2 kutup olarak bilirdik onları… Daha çok şey öğrendik orda. Paylaşmak çok güzel şeymiş aslında, hiç düşünmeden içinde art niyet olmadan ve karşılık beklemeden paylaşmak da varmış yeryüzünde. Ötekileşmeden de yaşayabilirmiş insan isterse. Üşüdük, üşümeyi öğrendik. Ankara nın ayazında bir sobanın etrafında 20 kişi oturmayı öğrendik. Elindeki eldivenin tekini hiç tanımadığın birine vermeyi öğrendik. Sis kokusunu benimsedik. Etrafta parfüm değil sis koktuk ve bunu garipsemedik… Tüm bu olanların yanında, öğrenemeyen, öğrenmek istemeyen birçok insan da vardı tabi. Benim en başta ki önyargılarımın hepsi onlarda da vardı. Aynı okulda aynı sınıfı paylaştığım birçok arkadaşım tüm bu olayların dışındaydı ve onlara anlatamıyordum en acı olanda buydu zaten. Ben önyargılarımdan kurtulmuştum ama bunu onlara anlatamıyordum. Zamanla destek oranı arttı, evinde yemek pişiren yaşlı teyzeler çadırlara tencerelerle yemek getirdiler. Esnaf elinden gelenin en iyisini yaptı, işçiler beklide hayatları boyunca girmedikleri barlarda namaz kıldılar, yemek yediler, uyudular. Öğrenciler ders çıkışı cafeye, bara değilde çadırkente geldiler. Kimliği, yeri, düşüncesi, inancı ne olursa olsun herkes geldi. Çadırkent herkesin kentidi…. eylem,ankara,dtcf
GERÇEK YAŞAMI ÖĞRENDİK ORDA… OKULDA ÖĞRETİLENLER GİBİ DEĞİL, ELLE TUTULUR, GÖZLE GÖRÜLÜR GERÇEK YAŞAMI…
14
Tekel ile Yeşeren Umutlar Tarihte önemli kilometre taşları vardır, bu taşların kendi zamanlaması içinde değeri, toz bulutu içinde yeterince anlaşılması zordur. Ancak geçen zamanla birlikte toz bulutunun dağılması ile gerçek değeri, anlamı daha iyi anlaşılır; sanat eserleri gibi. Tekel direnişi de her ne kadar şuan hala devam ediyor olsa da, ülkenin başkentinde uzun süre, yağmur çamur demeden sayıca oldukça fazla olan işçileri ile kurduğu kamp önemli bir enerji açığa çıkardı. Ve bu enerji ile uzaktan veya yakından, az veya çok temas eden herkesin hayatında önemli bir renk olarak yer aldı. Şimdiden sonucu ne olursa olsun tarihte benzer nitelikte öne çıkan diğer önemli örneklerin arasında yerini aldı. SÖZ olarak bizim tarihimizde oldukça değerli bir yerde durması da bizim açımızdan önemini arttırıyor. Zira kimliğimizin şekillenmesinde bu ana kadar çok etkili oldu. Türkiye'de gerek toplumsal muhalefetin gerekse de öğrenci muhalefetinin en önemli sorunu örgütsüzlüğü. Örgütsüzlük aynı zamanda birlikte mücadele edilecen topluluğun dışında gelişmeye ve buna bağlı olarak da içinde yaşadığımız topluma da yabancılaşmayı doğuruyor. Halbuki gerek Türkiye toplumu gerekse de onun bir parçası olan öğrenci topluluğu adı konmamış olsa bile tarih içinde biriktirmiş olduğu alışkanlık ile bir örgütlü yaşamın içinde yer alıyor. Tabi bu örgütlülüğün çok büyük bir bölümü bugüne kadar düzen güçlerinin etkisi ve yönlendiriciliği altında sürekli bir kontrol mekanizması altında tutuluyor. Başka bir dünyanın mümkün olduğunun anlaşılmasını isteyen bizler bu adaletsiz çarkın kırılmasını sağlayamıyoruz. Ve birçok şey irademiz dışında kendiliğinden gelişiyor. Tekel direnişi de böylesi bir kendiliğinden hava ile gelişimini devam ettiriyor.
Tekel'in özelleştirilmesi ile işçilerin ilk tepkilerini vermesi, açıkça bizim dünyamızda son zamanlara kadar çok da bir yankı uyandırmadı. Bugün ara ara basına yansıyan, çabuk parlayıp sönen, diğer tepkilerden biri olarak anlaşıldı. Hatta kışın başlangıcında abdi ipekçi parkında polisle karşı karşıya gelip, biber gazı yiyip, o soğukta suyun içine düşüp, yine de yılmamaları, “helal olsun bak ekmek mücadelesi böyleymiş ısrarla duruyorsun” dedirtmesine rağmen yine de çok bir etki yaratmadı. Polisin saldırısının, öfkeyi arttırıp, işçilerin türk iş'in önünde her gün eylem yapmalarına neden olması, yavaş yavaş sol muhalefette “bişeyler olabilir, dikkatli olalım işçilerin yanına gidelim” şeklinde bir ilgi yarattı. Ancak bizim o an için bile açıkçası çok bir beklentimiz yoktu ve bu işin uzun süreli gelişeceğini öngöremiyorduk. Tabi bütün bu süreçleri de yakından takip etmeyi de ihmal etmiyorduk. İşçilerin 15-17 ocak tarihlerinde oturma eylemi yapma kararı alması ile mücadelenin seyri birden değişti. 17 ocak Pazar günü de miting günü olarak belirlenmişti. Bu eylem, “SÖZ” olarak kendi pankartımız ile yürüdüğümüz ilk eylem oldu. Bu üç günlük oturma eylemine türkiye'nin çeşitli yerlerindeki tekel işçilerinin çok büyük bir bölümü gelmişti. Üç gün türk-iş'in önündeki küçük alanda oturulup sendikanın aldığı kararla memleketlere dönülecekti. Ancak Ankara'ya gelen işçilerin önemli bir kısmı bütün soğuk ve yağmura rağmen Ankara'da kalma iradesi gösterdi ve yavaş yavaş herkesin heyecanla ziyaret ettiği o çadırlar ortaya çıktı. Çadırlar artmaya, memleketlere göre kurulmaya başladı, sobalar yanıyordu ve her işçi mücadelesini kendi gelenek ve göreneklerinden öğrendiğiyle kendi hemşerilerinin olduğu çadırlarda diğer çadırlarla dayanışmayı unutmadan
yaşatmaya başlamıştı. Bu durum onlarca gün devam etti. Yukarda değindiğimiz örgütlenme sorunu burada kendini çok net gösterdi. İşçiler gelenekleri ile getirdikleri bir alışkanlıkla bir arada duruyor. Ancak bu bir aradalık, böylesi elverişli ortamda bile var olan örgütlülüğü geliştirecek, sendikanın ve devletin ayak oyunlarını boşa çıkaracak, derinliğine nüfuz edecek, örgütlenme anlayışının ortaya çıkmasına yetmiyordu. Bunu kırma isteyenler açısından, ortada, sadece ezbere, yaşamda karşılığı zayıflamış sloganlar vardı. Tabi bu yazıda amacımız tekel direnişinin eksiklerini veya artılarını tartışmak değil. Şüphesiz bu kadar uzun süre devam edip ülkenin gündemini sarsan ve hala devam eden direnişin, birçok önemli özelliği olduğu kadar, yaşanan sıkıntılar, bir türlü belli bir sınırı aşmaması, sendikanın işçi karşıtı tavrı gibi birçok çözümsüz kalmış eksiklikleri de var. Buna ek olarak bu direnişi yaygınlaştırma iddiası olan, içinde bizim de bulunduğumuz sol siyasetlerin tavrını da tartışma niyetimiz yok. Bunların değerlendirilmesi önemli ve geliştiricidir. Ancak biz, yazıda esas olarak anlamını arayan gençliğin, toplumsal sorunlarla buluştuğu zaman ortaya çıkan anlamı ve buna ek olarak gençliği örgütleme niyeti olan SÖZ olarak bizim kimlik kazanmamızda önemli etkisi olan bir direnişi, bizim durduğumuz yerden değerlendirmeye çalıştık. Biz haklıyız, biz kazanacağız!, ölmek var dönmek yok! tekel işçilerinin en özgün sloganlarıydı, herhalde. Haklı olanın kazanacağı fikri ve içselleştirilmiş bir mücadelenin inanç düzeyi, sınırı ölüm bile olsa devam kararlılığı. Nitekim herkesin saygısını kazanan açlık grevleri. Uzun süredir unuttuğumuz tartışmaları
15
yeniden gündeme getirdi. İşçi sınıfı ölmemiş yaşıyordu. Ezilenler bir araya geldiğinde, öfkesi bir kesim için heyecan ve anlam yüklü olduğu kadar, başkaca bir kesim içinse telaş ve korku yaratıyordu Bir dönem fabrikalardaki grevlerde, tarlalardaki direnişte, depremlerde, felaketlerde hep önlerde duran bir kesim öğrenci gençliği gerçekten de apolitikleşmemişti. İnanabileceği doğrularla yaşamın içinde karşılaştığı zaman, çay dağıtmadan, eylem örgütlemeye çeşitli düzeylerde sorumluluk almaktan çekinmiyordu. Açıkça söylemek gerekirse bu küçük kıvılcım bile bizi yeniden heyecanlandırmak için yeterli oldu. Bir de bunun sürekliliğinin sağlanabildiğini düşünsenize… Tekel direnişi üniversite gençliği açsından da bunca dağınıklığa rağmen önemli bir toparlayıcı etki yarattı. Üç ay boyunca birçok eylem ile muhalif gençliğin bir araya gelip sorumluluk almasını sağladı. Gençlik, karakteri gereği arayışın en yoğun olduğu yaş kategorisi. Bu arayış farklı birçok alanda ifade ediliyor. Müzik, spor, sanat, eğlence gibi sosyal alanlarda, ve milliyetçilik, cemaatçilik ve Kemalizm gibi siyasal alanlarda çoğu kez karşılık bulan bu arayış sürekli olarak kimi yerde uyuşturularak kimi yerde de enerjisi boşaltılarak kontrol altında tutuluyor. Buna rağmen mutlak kontrol imkanı olmadığı da bilinen bir gerçek. 78 gün süren, tekel işçilerinin bu direnişinde özellikle de çadır kampında önemli sayıda bir gençliğin, yaşamın çıplak çelişkisi ile karşı karşıya gelmesini ve işçilerin öfkesi, sabrı, azmi gibi özellikleri ile temas ederek kendi ile yüzleşme imkanı yakalamasını sağlamıştır. Nitekim tekel çadırlarının kurulduğu andan itibaren işçilerle dayanışma amacıyla birçok öğrenci arkadaşımızla kurduğumuz “öğrenci durağı” isimli çadırda yaşadıklarımız bu söylediklerimizi destekler durumdaydı.
Birçok farklı ideolojide kendini ifade eden birçok öğrenci ile birlikte orada bulunan bütün arkadaşlarımız, ideoloji perdesinden sıyrılıp gerçeği kavrama düzeyini arttırma şansını yakaladı. Kimisi sakarya'da içtiği biranın ardından geliyordu. Kimisi camide kıldığı namazdan sonra geliyordu. Kimisi de kendini solcu ifade ettiği için geliyordu. Ortak bir amaçta ve alanda buluştuğunda birçok cümlenin, kavramın içinin ne kadar boşaltılmış olduğunu, ekmek kavgası ve gelecek denen şeylerin ne kadar gerçek ve yakıcı olduğunu, var olan bu sistemin ne o an orada olan işçiler için ne de desteğe giden gençlik için iyi bir seçenek olmadığını o hava çok net hissettiriyordu. Gazeteler çok dikkatli okunuyor, televizyonlar çok seçici izleniyor, işçileri uyutmak için getirilmek istenen Alişan ve onu getirmek isteyen sendika paşaları kendini zor kurtarıyordu. Direniş alanındaki sohbetler, geyikler, eğlenceler yaşamın bu gerçekliğinden beslenmek zorunda kalıyordu. Memleketin birçok farlı kesiminden gelen ve farklı aidiyetleri taşıyan işçiler ile her bir sohbet bu toplumu daha iyi tanımayı sağlıyordu. Kürt işçilerin, politikaya olan yatkınlığı ve diğer işçilere göre örgütlü yapısının nedenleri tartışılıyordu, kimliğinden kaynaklı “terör”le ilişkilendirdiğimiz insanların ne kadar misafirperver olduğu görülüyordu. Diyarbakır çadırı gelen misafirlere saygıdan kaynaklı kar ve yağmura rağmen hiçbir zaman kapanmadı, batman çadırı önündeki soba gün boyu çadırlara girmekten çekinen birçok insanın sığındığı ateş oldu. Milliyetçi hassasiyetler taşıyan Karadeniz işçilerinin, milliyetçilik olarak tanımladıkları “duygu”nun altında yatan özün, doğru bir mücadele ile birleştiği durumlarda, sistem için geri dönüşünün oldukça sert olduğu çok net görülebiliyordu. Hele ki kürt gibi öteki ile de yakınlaşması, tepkinin
ırkçı boyuttan sıyrılıp tamamen sisteme yönelmesini sağlıyordu. Trabzon ve Samsun çadırlarının en yakın ilişki geliştirdikleri çadırlar Batman ve Diyarbakır çadırlarıydı. Sosyete İzmir diye önceleri hepimiz tarafından küçümsenen İzmir'in kampın son anlarında gerek cenaze gerekse akp işgali eylemlerindeki öcülüğünü üstenmesi birçoğumuzu utandırırken, küçümsemenin yerini saygıyla dolduruyordu. Nispeten, daha bir kendi halinde görünen Tokat gibi, Malatya gibi Denizli gibi Hatay gibi çadırlardaki işçilerin sessizliği altındaki biriken sabır ve öfke, sessiz görünen çoğunluğun veya biat kültürüyle yetiştiği iddia edilen halkın, gerçekte içerisinde nasıl bir direniş potansiyeli taşıdığını görmemizi sağlıyordu. Velhasıl tekel direnişi, bu direnişi tanıyanlar açısından önemli bir deneyim oldu. Hiç şüphesiz örgütlü bir gençlik hareketinin güçlü olduğu bir döneme denk gelseydi egemenler açısından kontrolü çok zor olan eylemlerin gelişmesi içten bile değildi. Tarihin birçok örneği Osmanlı'daki suhteler, denizler, en büyük yakıcılığı toplumun dinamikleri ile birleşip kendi arayışlarını, ezilenlerin arayışları ile ortaklaştırdıkları zaman gerçekleştirmişlerdi. Biz bu direnişi gençliğin yakıcı ve yıkıcılığı ile birleştiremedik ancak bu direniş, arayışımızı, isyanımızı içinde yaşadığımız toplumun arayışına, binlerce yıldır biriktirdiği adalet arayışına daha da yakınlaştırdı. Son olarak bitirirken tekel işçilerinden öğrendiğimiz ve onlara atfettiğimiz SÖZ'ümüzü söyleyecek olursak;
Bu zulmü unutmadık, unutturmayacağız!!! Görmeyen göz görecek, duymayan kulak duyacak, zafer işçilerin olacak!!!
16
Günleri ve Mevsimleri Hayallerimize Göre Yeniden Yaratacağız Özgürlük insanlığın en temel tutkusudur. O, insanı diğer varlıklar arasında ayrı bir yere koyar, yaşamı en doğru ve dolaysız biçimde algılama yeteneğini kazandırır. Özgürlüğe olan sarsılmaz inancımız ve tutkumuzla, bizler inandığımız değerler uğruna cesaretle kavgaya atılır, önce kendi hayatlarımızı değiştirir, sonra da tarihin akışını düze çıkarmaya çalışırız. Yaşamı anlamada, onun dinamiklerini çözmede kullanacağımız en önemli silahımız özgürlüğümüzdür. Yaşamların en güzeline yalnızca özgürlük yoluyla ulaşılır. Ataol Behramaoğlu hayat hakkında şunları söylüyor:“Çünkü ömür dediğimiz şey hayata sunulmuş bir armağandır. Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana.”. Bir başkasına devredemeyeceğimiz ve yalnızca büyük insanlık davası için vazgeçeceğimiz bu hayatı anlamlı kılmanın yolu vereceğimiz kararlardan geçer. Hayat her zaman kendi dinamiklerini yaratır ve bir nehir gibi hep ileriye doğru akar, her an değişir. İşte bundan dolayıdır ki hayattaki ve toplumdaki çelişkileri doğru okumak, dinamikler arasındaki ilişkiyi doğru kavramak, doğru ve mantıklı kararlar verebilmek için büyük önem taşır. Özgürlük dünyayı istediğimiz renklerle boyamaktır. Çünkü varlığını tüm benliğimizle hissettiğimiz bu kısacık yaşam bizimdir ve doğaldır ki
yaşamımız üzerinde söz söyleme yetkisi yalnızca bizimdir. Buraya kadar değindiğimiz konularda eminim herkesle bir fikir birliğine varmış durumdayız. İşin zor kısmı ise şimdi başlıyor. Yani hepimizin 21.yy burjuva sisteminin küçücük köleleri olduğu gerçeğini gördüğümüz zaman.
(1)
mutlu olmak için tüketmemiz, daha fazla tüketmemiz gerekiyordu. Çünkü o kalın kitaplarda insan ihtiyaçlarının sınırsız olduğu yazıyordu. Hiçbir zaman tatmin olmayacağımızı bildiğimiz halde tüketmeye devam ettik. Haftanın Pazar günlerine sıkıştı koca beklentilerimiz. Bizler bilimi bile para kazanmak için okuyan ölü doğmuş çocuklar, asla bir Garcia Lorca şiirinin tadına doya doya varamadık. Çünkü şiir okumanın bu yüzyılda bir kazancı, dişe dokunur bir yararı yoktu tıpkı âşık olmanın, devrimci olmanın da gereksiz olduğu gibi. Kapitalizm, bize pazara hitap etmeyen, tüketime sunulamayan her şeyin bir işe yaramadığı yalanını söyledi. Daha başka yalanlar da söylendi bize, ülkemizin bağımsız olduğu bir yalandı, çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşmak için bilimde ve fende ilerlemekten fazla şeyler yapmalı, en ileri kapitalistleri bile geri bırakmalıydık ki bu da ancak emperyalizmle mümkündü. “Türkiye Bizler yani kapitalist sistemin Türklerindir” en büyük yalanlardan kuklaları, her şeyin metalaştığı bir biriydi mesela. Bırakın 1915'te çağda büyüdük. Aile içi Ermenileri, daha 1970'lerde Maraş'ta, ilişkilerimizde, camide, cem evinde, Çorum'da, Sivas'ta, Malatya'da okulda, atölyelerde kısacası adım Alevilerin nasıl öldürüldüğünü bile attığımız her yerde iliklerimize kadar konuşamıyoruz. Mazlum doğan'ın bir allahsız ve ahlaksız bir sisteme sattık Newroz öncesinde kendini asmasını, ruhumuzu. Çoğul ekleri kullanmanın mahir ve 9 yoldaşının Kızılderede'de yadırgandığı, en iyi, en güçlü, en güzel katledilmesini, 6 Mayıs'ta denizlerin olmanın her şey olduğu bir zamanda idam edilmesini ve ser verip sır bulduk kendimizi. Yaşam aslında vermeyen yiğit İbrahim'in Diyarbakır bizim için küçücük bir fare kapanıydı,
17
zindanlarında işkenceyle öldürülmesini bugün büyük bir çoğunluğumuz hatırlamıyoruz. Ya da hatırlasak bile bu namuslu ve onurlu, bu büyük özgürlük savaşçılarından solcu, komünist, dinsiz, allahsız, Kürt,
merkezlerinde yani kendi yarattıkları ve bize bahşettikleri(!) açık hava cezaevlerinde... Bu yolla bizlerin toplumla olan ilişkilerimizi suni bir dengeye oturtup, öfkemizi kanalize edebileceğimiz alanlar hazırlıyorlar. Yanılıyorlar, çünkü bizlerin onların kurduğu bu sömürü ve zulüm sistemine karşı olan öfkelerimizi küçümsüyorlar. Unutuyorlar ki, bizleri adaleti arama yoluna iten olaylar, öfkelendiğimiz ve kinlendiğimiz olaylardır. Örnek verecek olursak: 68 kuşağının ve ve Türkiye devrim tarihinin büyük önderlerinden Mahir Çayan'ı unutulmaz kılan, onu devrimci bir özneye dönüştüren yolu açan ilk olay 5-6 Eylül olaylarına karşı duyduğu öfkedir. Bir diğer öğrenci Alevi vs vs oldukları için nefret lideri Yusuf Küpeli ise, gençliğin ediyoruz. Çünkü birileri bizlerin onları getirdiği dinamizmin cuntacılar sevmesini, onların davasına omuz tarafından kullanılmasından sonra tüm vermemizi istemiyorlar. Çünkü gücünü sakat ve yapay devlet korkuyorlar. Bu toprakların köklü mekenizmasını isyan geçmişini ve insanlık tarihinin ortadan kaldırmak en büyük eserlerinden biri olan için kullanmıştır. sosyalizmi hayata yansıttığımız, Onlar, kendileri için aktardığımız zaman bizlerin artık kolay ve rahat bir sıradan bireyler olmaktan çıkıp, hem yaşamı ellerinin kendi benliklerimizi hem de bütün tersiyle itmişler, toplumu değiştireceğimizi çok iyi kendilerini Türkiye biliyorlar. Ondan dolayı baskı halklarına araçlarını her zaman kullanıyor, bizleri adamışlardır. Eğer gittikçe yalnızlaştırmaya çalışıyorlar. başka bir yolu seçse Bu yüzden bireyleri kalabalık içinde önde gelen yalnızlaştırarak sinemada, alış-veriş mimarlardan ve
sayılı zenginlerden biri olabilecekken, halkı ve devrim uğrunda Nurhaklarda can veren Sinan Cemgil'in kişiliği, bizlere nasıl yaşanılacağını ve nasıl mücadele edileceğini göstermiştir. Bizler Gençlik Hareketleri dizisinin bu ilk kısmında özgürlük kavramını ve onun yaşantılarımızla olan ilişkisini ele aldık. Hepimizin yaşadığı veya ilerde yaşayabileceği sorunları anlattık. Halil Cibran bir yazısında “Sen dünyaya nasıl bakarsan, dünya odur.”. Dünyaya tüm tutukularımızla ve samimiyetimizle baktığımızda, etrafımızı örmüş olan duvarların yerle bir olduğunu göreceğiz, o duvarlardaki sıradan bir taş olmaktan çıkacağız. Mevlana'ya kulak verecek olursak:“Ben insanım.” ve eklersek; yaşamak, hayatı kendi ellerimle yaratmak en büyük hakkım. (1) nolu söz Paul Eluard'a ait.
harun-bilkent, eren-odtü ankara
18
YENİ BİR GENÇLİK HAREKETİ DOĞRULTUSUNDA SESLİ DÜŞÜNCELER Genel olarak Türkiye devrimci mücadele tarihinde özel olarak da Türkiye gençlik hareketinde bir tıkanma olduğu sağır sultanın bile duyduğu dillendirilen bir gerçek. Bu tıkanma birçok çevre tarafından farklı düzeyde tartışılmakta ve çeşitli çözüm önerileriyle aşılmaya çalışılmaktadır. Farklı içerik ve biçimlerde tezahür eden bu çözümlerin ortak noktası hepsinin kendisini “yeni” olarak tarif etmesidir. Bu durum bir yanıyla eskinin aşılmasına dair en azından söylem düzeyinde bir farkındalığı işaret etmekle birlikte sadece söylem düzeyinde kalmasıyla birlikte bir eskinin makyajlı bir tekrarı olmaktan kurtulamıyor. Son süreçte giderek daha fazla yaşanılan bu durum; “yeni”ye karşı ikircikli bir önyargının oluşmasına neden oluyor. Başında “yeni” sıfatı olan birçok şey gibi “yeni bir gençlik hareketi” de bu ikircikli yaklaşımdan nasibini alıyor. Bunun nedeni de bu “yeni”lerin önemli bir kısmı reddiyeci mantıkla beslenen, içi boşaltılmış eskiden başka bir şey olmaması. Ve biz de kullanırken tereddüt etmiyor değiliz. Tarih birikerek ilerleyen bir bilimdir. Ve yeni olarak ortaya çıkacak her şey eskinin birikimlerinin üzerinde boy verir, yani geçmişin birikimi yeninin doğum rahmidir. Bu genel de bütün toplumsal mücadeleler için olduğu gibi gençlik mücadelesi için de geçerlidir. Bu bağlamda; “Çatlat Şu Kabuğu Başlasın Artık Doğum” diyerek başlattığımız yeni bir gençlik hareketi ile kastettiğimiz; eskiden kopuk ve onu red eden değil, geçmişim bütün deneylerini kendi koşulları içinde anlamaya, anladıkça da kapsamaya çalıştığı bu deneylerin güncel sentezi ile yaşadığımız dönemin devrimci gençlik eylem ve söylemini üretmektir. Bu yürüyüşte bize ışık tutacak ilk şey geçmişin kendi koşulları içinde doğru değerlendirilerek bugünkü yeni yaratımına harmanlanmasından başka bir şey değildir. Bu sayımızdan itibaren, gençlik
hareketinin mevcut tıkanıklığının aşılmasına yönelik birinci sayımızda giriş yaptığımız geçmişin değerlendirilmesine devam ederken; yeni bir gençlik hareketi oluşturma amacı ile bugün yavaş yavaş gelişmeye başlayan deneylerimizden arta kalan sonuçları tartışmaya çalışacağız. Çalışmamız asıl olarak pratiklerin değerlendirilmesi üzerinden pratiğin teorileştirilmesi olup kimi zaman da salt teorik ve ya pratik değerlendirmeler olacaktır. Amacımız; mümkün olduğunca Türkiye'nin çeşitli illerinde ve üniversitelerinde çeşitli düzeylerde yürüttüğümüz ve gelişmeye başlayan faaliyetlerin soyutlaması üzerinden yeni bir gençlik hareketine dair teorik belirlemeler yapabilmektir. Bir kız öğrenci yurdunda bir deneme: “Aslında kendi kafamızda oluşturduğumuz korkularımız ortaya çıktı bu süreçte. Sözü, içinde bulunduğumuz hareketi hala meşru olarak algılamakta zorlanıyoruz. Korkularımız var. Biraz olsun bu korkuları sorgulamaya başladık ve çözüme yönelik adımlar atmamız gerektiğini anladık. Kafamızda oluşturduğumuz kurgunun dışına çıktı bu olay, daha doğrusu beklentilerimizi aştı. Birçok insanla tanıştık, ortak sorunlara çözüm aradık, öne çıkan insanlarla başka şeyler konuşmaya başladık. Bu yurtta yaptığımız olay; algı sarsan, insanları sorgulamaya iten bir hal aldı. Yurtta ortak sorunlar üzerinden bir hareketlilik yaratabildik. Yemekle ilgili başka eylemlerde yaptık; hep birlikte fiş kullanmadık, bu da toplu bir duruşun göstergesiydi. İnsanlara bilinç verme mantığıyla hareket etmedik. Ortak bir sorun üzerinden örgütlendik, değişebileceğini daha doğrusu değiştirebileceğimizi gördük ve insanlara bunu gösterdik. Bu da bir özgüven yarattı. Daha sonraki süreçte fikirler iki kişinin değil kolektifin yani bir toplamın fikirleri olmaya başladı…”
Bu değerlendirme baskı durumu bilinen ve yaygın siyaset algısı taşıyanlar açısından elverişsiz bir ortam olarak değerlendirilen kız öğrenci yurdunda faaliyet yapan, yemek sorunu üzerinde geliştirdikleri faaliyet sonucu sorunun kapsamı dahilinde kazanım elde eden arkadaşlarımızın değerlendirmesi… Bugünkü öğrenci gençlik için; aynı ortamlarda bulunsa da farklı algı düzeyinde sahip olması ve oldukça dağınık ve parçalı bir durumda yaşaması itibariyle, ortak tepki verme kültürü oldukça zayıflamış durumda diyebiliriz. Buradan hareketle; öncelikle ortak bir tepki verilmesinin bir kültür olarak gelişmesini sağlayabilmek için; öncelikle kısık sesle dinlendirilen rahatsızlıklar arasından uğultu haline dönüşmüş en yaygın sorunların tespit etmeyi denedik. Bu noktada doğru tespitin yapılabilmesi öğrenci dünyasının dışına düşmeden huzursuzluğu birlikte yaşamaya bağlıdır. Aksi halde sorunun içselleştirilmemiş olması, tepkinin örülmesi sırasında ilişkilerde ortaya çıkacak ciddi bir engel oluşturacaktır. Unutulmamalıdır ki herkes, ancak ihtiyacını hissettiği sorunun çözümü için sorumluluk alacaktır. Tespit edilen sorunun herkesin ortak bir sorunu olduğunu hissettirilebilmek ve algıları bu noktaya odaklamak adına küçük semboller, işaretler, sesler gibi uyarılar vermeye çalıştık. Bu uyarıların insanların algılarını sarsacak uyarılar olmasına özen gösterdik. Bu sarsılma sonrası, dikkatin belirli bir yere toplanması ve tepkinin daha sesli bir niteliğe dönüşmesi mümkün oldu. Bunun ardından, tepkilerin daha sesli dillendirilmesini sağlayacak ve insanların sorunu ve sahiplenme ve çözüme yönelik güvenini geliştirecek küçük hedefli eylemlere girişmeye başladık. Bu eylemler o ana kadar sorunu sadece gözlemekle ve şikâyetle yetinen bireylerin hareket içinde aktifleşmelerini sağladı. Bütün bu süreç
19
bir arada sorumluluk alan arkadaşların birbirlerine yakınlaşıp ekipleşmeleri yanı sıra; çevrede duran ve gerek kişisel ilişkilerden gerekse yapılacak olan işin fikrine saygısından süreci gözlemleyen kişilerin sorgulama düzeyini arttırmalarını ve yavaş yavaş sorumluluk almalarını sağladı. Ve en nihayetinde sorunu, diğer sorunların çözümüne açık kapı bırakacak şekilde yönlendirerek, çözmeye dönük ve mümkün olan en az zararla tamamlanmasını sağlamak adına hedefe yoğunlaştık. Sabırsızlığın erken kırılmalar yaratacağı, buna karşın sürecin uzamasının da dikkatin dağılmasına, motivasyonun azalmasına neden olabileceği düşüncesiyle sürecin takibine ve zamanlamasına özen gösterdik. Sürecin örgütlenme faaliyeti, gündelik sorunlar üzerinden bir araya gelmiş toplamla, yaşamın içinden kopmadan ortak bir işin örülmesi ve işbölümünün yaratılması üzerinden kurgulandığı için doğalında gündelik sorunların ve çözümlerin derinleştirilme kaygısını da doğurdu. Şüphesiz ki, sorunların tıkandığı veya çözümsüz kaldığı dönemler de oldu. Böylesi dönemlerde sorunun adım adım genişletilmesi; gündelik sorunlardan hareket ederek ülkenin genelini kapsayan sorunların daha rahat tartışılıp kavranması olanağını yarattı. Dergimizin bu sayısında yer alan “Haince Planlanmış Olay”da anlatılan faaliyetin değerlendirilmesi kısaca bu şekilde soyutlanıp özetlenebilir. Bize Kalan Sonuçlara Bakacak Olursak; Siyaset veya politika günlük yaşamın örülmesi ve karşılaşılan sorunlara çözüm üretme faaliyetidir. Tarihin ezen ile ezilenin (yöneten-yönetilen, kadınerkek, öğrenci-idare, işçi-patron, insandevlet vb. her düzeyde ilişki kastedilmektedir) savaşımı ile ilerlediğinin farkında olan bizler için, bu faaliyetin, tarafsız veya bu savaşımdan bağımsız olması mümkün değildir. Yaygın bir alışkanlığın ürünü olarak, bütün sorunları sisteme havale etmek ve
üzerine kafa yormamak iki belirgin sıkıntıyı ortaya çıkarmaktadır: Birinci sorun, mevcut sistemin atomize ettiği bireylerin kolektif düşünme ve kolektif hareket etme karakterleri gelişmiyor. Bu da, sistemden canı yanmış bireylerin sistemin yarattığı kültür olan bireyselliği, örgütlülüğe tercih etmesine neden oluyor. İkinci sorun olarak da, hepimizin canını yakan mevcut kapitalist sistemin gönlük yaşamda teşhiri sağlanamadığı için daha üst boyutta bir mücadele gelişemiyor. Bu anlamda, özellikle ortak sorunların çözümünde geliştirecek her türlü ortak arayış, siyaseten oldukça değerlidir. Birinci adım kurulmadan atılan ikinci adımlar yaşama nüfuz etmeyen sürekliliği mümkün olmayan ezberler olarak yansıyor. Bu da sistemin etkisini daha da arttırıyor. Sadece yukarda anlatılan bu küçük deney bile özelikle 12 Eylül sonrası gençlik kuşakları için sürekli yapılan (yapanların çoğu da eski solcular!) gençliği apolitiklikle değerlendiren yaklaşımın aksine gençliğin kendi sorunlarına duyarsız olmadığını gösteriyor. “Yoktan var etmek” bilimin dışına itilip Allaha özgü bir yetenek olarak kabul ediliyorsa bizim de bilimsel alanda hareket etmemiz zorunludur. Nasıl ki olmayan bir şeyin yaratılması mümkün değilse, örgütlenme faaliyetinin de, günlük yaşama yansıyan tepkilerin örgütlenip niteliğini geliştirilme çabası olduğunu unutmamalıyız. Bir başka ifadeyle siyaseti asıl olarak akış halinde olan bir nehre yön verme uğraşısı olarak kabul ediyoruz. Yani biz beğensek de beğenmesek de var olana bakmak, ona dokunmak, anlamak ve değiştirmek. Bu nehrin akışı kimi zaman oldukça hızlı ve güçlüdür kimi zaman da fark edilemeyecek kadar yavaştır. Ancak hiçbir zaman durağan değildir. Bugün akıntının geçmişe göre yavaş olduğunun farkındayız Yapmamız gereken akışın hızının farkına varıp ona uygun araçlar ve içeriklerle yön vermeye çalışmak. Bugünkü solda hâkim olan anlayış, akıntının hızlı
olduğu dönemde ortaya çıkmış ve şekillenmiş anlayıştır. Dil o dönemin dilidir, araçlar, bildiriler, afişler hızlı dönemin araçlarıdır. Bu ise nehrin akışına uygun olmayan bir tarz olduğu için kitlelerin algı düzeyleriyle örtüşmemekte ve marjinalleşme kaçınılmaz olmaktadır. Biz ise henüz kıramadığımız karakterimiz olan küçük-burjuva tepkilerinden (utanma sıkılma gurur) sıyrılıp, yaşamın akışına kendimizi bırakabilme cesareti göstermemiz gerektiğini düşünüyoruz. Akışa bırakma, boğulma, savrulma tehlikesini içinde barındırdığı kesindir. Ancak canlılığın da bu akış içinden çıkacağı başka bir kesinliktir. Nehre ayağını bile sokamadan, akışın dışından yapılan bütün büyük tespitler ve bunlara bağlı uygulamalar kumda kale yapmaktan öte bir anlam taşımamaktadır. Nitekim nehre girip de akışı hissetmeye başladığımız anlarda akışa yön verme yeteneğimizin de gelişip, sonuçlar alabildiğimizi gözlemlemeye başladık. Yukarıda değindiğimiz belki küçük bir örnek ancak mantığın anlaşılması adına önemli bir örnek olmuştur. Edirne'deki arkadaşlarımızın bir önceki sayıda aktardıkları “KANKA” faaliyeti veya bu sayıda Samsun'daki arkadaşlarımızın aktardıkları “MEKİK” faaliyeti ya da şuan burada paylaşmadığımız ve yeni gelişmekte olan diğer faaliyetlerimiz farklı özgünlükler taşısa da ortak olarak bu anlayışın yaşamda karşılığını üretme ve yeniden deneyleme çabasıdır. İnsanlığın bütün deneyimleriyle yeni bir sevdaya başlamak... hırcın, umutlu, heyecanlı ve inatçı… Büyük denizlere kavuşma hayaliyle nehirlere dalmak.... ve insan olmak, insan kalmak, insanlaşmak... işte yaşamak...!
20
OKUL DAĞDA BAYIRDA, Göçebe hayattan yerleşik düzene YAŞAM ŞEHİR MERKEZİNDE geçe 81 İlde 81 üniversite parolasıyla yola çıkanlar eğitim seviyesini arttıracaklar çok iyi çoook... Ne yani eylem yapan hak hukuk arayan ezilenlerin yanında olan geçmişin ve bugünün dinamizmini ama doğru ama yanlış kanalda yaşayan ve içinde barındıran gençliğin 'Akademik Merkezi' üniversitelerimi artıracaklar allah allah kafalarına saksı düşmüş olmalı. Birazda içeriğini incelemek gerekir. Önce meslek yüksek okulları merkezden ayrıştırldı sonra 2 yıllık öğrenciler meslek liselerinde eğitim görmeye başladı artık 4 yıllık lisans eğitimleri de merkez kampüslerden uzaklaştırılıyor. Kampüste olan bölümler merkezden koparılıyor, yeni bölümlerde direk ilçelere dağıtılıyor. ilçelere dağıtılan bölümlerde ilçelerin merkezinde değil dağın başına kuruluyor. Yani 12 sene okuduktan sonra üniversite sınavını kazanmak için döktüğümüz paralar, alınteri sonucu bir ilçenin tepesinde kuru bir binayla karşılaşabiliyoruz. Bize verilen yanıtsa 'e sen yaptın tercihini' edasında... Ayıplarını bize mal ederken vicdanları sızlamıyor doğal olarak. Tabi küçük yerlerin dağında tepesinde sosyalleşme olanağı malum. Gençlik toplumsal sorunlar yönünden değil sadece, kültürelsosyal etkinliklerden de uzaklaştırılıyor. Bırakalım il merkezlerini, ilçe merkezlerinde bile yokuz. Peki neden? Niye merkezde değiliz? Hayatın akıp geçtiği kalabalığın içerisinde neden yok bu üniversite gençliği, sorusunu sorduğumuzda aklımıza pekte olumlu olasılıklar gelmiyor.
Bazı Köşe yazarları, aydın tayfası, toplumuna üstten bakan marjinal kesimler seçtikleri yaşam tarzları doğalında tercihlerini yaptılar. Şimdi doğalında değil planlı bir şekilde kendi oyun parkında koşturan gençlik yaratma çabasındalar. Bunun yöntemi olarak da bahsettiğimiz dağıtma tarzı hedeflenmiş. Bu dağıtma politikasıyla bulunduğu toplumun sorunlarından uzak, kendini ilgilendiren sıkıntıların okul duvarlarını aşamayan bir üniversite hayatıyla, bizi toplumumuza yabancılaştırmaya çalışıyorlar. Bu yaptıklarıyla gençliğin yaratma yetisini de günbe gün yok ediyorlar. Ekonomik boyutu da cabası tabi ki. İlçeleri de kalkındıracaklar ya 'devlet büyüklerimiz' bundandır genişletme(dağıtma) politikası. Yani siz öğrenciler köylerin kasabaların velinimetisiniz diyorlar. Küçük bir ilçede normal bir ev kirası 150-200 lira civarındaysa öğrenciye en az 350 lira oluyor. İşte velinimetin somutlaşmış durumu. Merkezde olsak hergün sorunların, yoksulluğun içerisinde ve pençesinde yaşayan bizler oranın sorunlarıyla karşılaşacağız, duyarlı olmasa da çoğunluğumuz gerçeklerle yüz yüze olacağız ve ister istemez bir yerinden müdahil olacağız mevcut duruma. Bunu engellerken anı kurtarmış olmayacaklar yalnızca, ilerleyen süreçte de bencil, bireysel bir kuşak yaratmış olacaklar. Toplumsallaşmaktan uzaklaştırılan sadece öğrenciler değil toplumun temel değiştirici dinamizmi olan işçilere de yapılanlar dikkatimizi çekiyor. Dağıtma emelleri önce emekçilerin üzerinde
denendi ve devam ettiriliyor. Haklarını talep etmemeleri için bir arada olup sendikal hareket sürdürmemeleri için formülleri de var. Özellikle büyük firmalar da mevcuttur. Örneğin; 500 işçisi olan bir firma iş bölümünü 10 ayrı parçaya bölüyor ve taşeron firmalar 50şer çalışanıyla işe başlıyor. Yasaya göre de bir işyerinde sendika kurabilmek için oradaki çalışanların yarısının örgütlenmesi gerekiyor bir taşeronda çalışan 50 kişinin hepsini de örgütlesen de 250 kişi olamadığın için sendika kuramıyorsun yani bu durum matematiksel olarak imkansızlaşıyor. Bir arada durmamaları için öğrencileri ilçelerin dağına tepesine işçileri de taşeronlarla örgütsüzlüğe itiyorlar. Devlet işçisinden ve öğrencisinden bu denli mi korkuyor acaba? Medyayla, uyuşturucu olan her şeyle, bizi uyuttuğu yetmiyormuş gibi parselleyerek de birbirimizden mi koparıyor? O zaman şu sonuç çıkıyor; "İnsanı insan yapan toplumsallaşabilme farkını ortadan kaldırıp, insan olamama durumu yaratılıyor." miraç,mersin üniversitesi
21
KAÇAK BİLE YAŞAYAMAYANLARIN ÜLKESİ İl jandarma komutanlığının yaptığı yazılı açıklamada durumun kaza Ne zamana kadar sürecek bu? Bir sonucunda gerçekleştiği söyleniyor. Mehmet Nuri kaçakçılık yaparken alın yazısı mı, yoksa adı konmamış yakalanmış. Sonra bindiği atını alışkanlık mı? Benim yavrularım benim ülkemde ne zamana kadar böyle korkusuzca askerin üzerine sürmüş(!)(yaşı 14 olsa da). Ne olduysa canice, hesapsız, daha yaşamlarının o anda olmuş; boğuşma yaşanmış ve baharına bile gelmeden, gözlerini birden askerin silahı nasıl olduysa ateş karanlığın apansız kuytusuna almış. Mehmet Nuri kazayla(!) kapatarak, yaşamı bu şekilde ardında vurulmuş. Daha sonra üzgün bırakıp, yasaklı bir dilde feryad-ı olduklarını dile getirerek bunun figanlarla çekip gidecek? Daha geçenlerde ceylanın ardından kendilerine mal edilmemesi gerektiğini söylemişler. yazılan isyankar ve acı dolu o sessiz Kaçakçıymış Mehmet Nuri, çığlıkların haykırdığı yazıları okuyup aslında kendi de kaçakmış kendi çektiğim acıları dile getiremeden, yurdunda vatanında kaçak yaşıyormuş. içimde kopan fırtınalara engel Nereye kadar devam edecek bu zulüm, olamazken, bir ceylanım daha düştü kimse duymayacak mı bu sesleri ufacık gözlerini yumarak karanlık görmeyecek mi ölümleri, yaşıtları toprağın bağrına. Bir ceylanım daha okuldan çıkıp oynarken Mehmet kahpe kurşunla sırtından vurularak o Nuri'ye yaşamak bile çok görüldü. çelimsiz vücuduyla yerlere serildi. o.m.ü. samsun Mehmet Nuri'ydi adı. Henüz on dört yaşındaydı, Van'ın bir köyünde yaşıyordu. Ailesinin ekonomisi de çevresinde yaşayan çoğu aileler gibi Kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız kötüydü ve kıt kanaat geçiniyorlardı. Karşıyaka köyleri, obalarıyla Mehmet Nuri ailesinin geçimine Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu, yardımcı olabilmek için amcalarına Komşuyuz yaka yakaya yardıma(kaçakçılık yapmaya!)gitmişti. Birbirine karışır tavuklarımız Sınırda biraz mazot alalım. Alalım da Bilmezlikten değil, satıp bir kaç kuruş kazanalım diye Fıkaralıktan çıktığı yoldan geriye cansız bedeni Pasaporta ısınmamış içimiz döndü sadece. Çünkü 14 yaşındaydı Budur katlimize sebep suçumuz, Mehmet Nuri ölümü hak edecek ne Gayrı eşkiyaya çıkar adımız yapabilirdi ki? Kaçakçıya Çoğumuz bilmiyoruz belki de Soyguncuya Mehmet Nuri'yi nedenini bilmiyorum Hayına... ama üstü kapatılmaya çalışılıyor olayın olduğu günden beri. Bu ölümü bazı gazeteler kaçakçılık olarak haber ederken; bazıları da Mehmet Nuri'yi yayınlayacak değerde görmüyor bile. Ne de olsa o doğuda öldürülen onlarca çocuktan sadece biri.
Kirvem hallarımı aynı böyle yaz Rivayet sanılır belki Gül memeler değil Domdom kurşunu Paramparça ağzımdaki...
22
. SIRK Umut ilkokulu yeni bitirmiş şimdi de yeni başlayacak olan ortaokul için babasıyla beraber alışveriş yapıyordu. Umut'un içinde büyük bir merak ve korku vardı. Babası çalıştığı fabrikadan 2 aydır maaşını alamamış bu süre içinde 'hazıra dağ dayanmaz' diyerek bankerlere para yatırmıştı. Kelek çıkan banker babasının varını yoğunu batırmış ve bu olayların sonucunda; Umut ve ailesi oturdukları mahalleden taşınmak zorunda kalmış. Umut'un içindeki merakta işte tam bu noktada beliriyor, korkusu alevleniyordu. Umut'u en çok annesi etkilemişti kadın bu bedbaht dönemde durmadan ağlıyor normalde güçlü iradesiyle dikkat çeken baba
sadece susuyordu… Umut ortaokuldan, yeni arkadaşlarından, şekilsiz gecekondu mahallesinden, komşu çocuklarında korkuyordu. Yapısı gereği çok sessiz fazla konuşmayan etrafını seyretmekten büyük keyif alan bir çocuktu. Bu yeni mahallede de onun için seyredilecek çok şey vardı fakat bunlar Umut'u tedirgin edebiliyordu. Mahalleye taşındıkları ilk hafta daha sonra da hatırladıkça hep onu irkiltecek bir olayla karşılaşmıştı. Evin penceresinden dışarı bakarken sokak lambasının altında ne büyük ne küçük boyutlarda denilebilecek tüyleri yer yer dökülmüş, boynunda çamaşır ipi olan bir köpek dikkatini çekmişti. Umut arkası dönük olan köpeği izlerken köpekçik ani bir hareketle kafasını
Umut'a çevirmiş kan çanağı gözlerini adete 'beni unutma' der gibi çocuğun gözlerine mıhlamıştı. Umut uzun süre gözlerini köpekten kaçırmak istemiş ama sanki bir büyünün etkisi altındaymış gibi öylece kala kalmıştı. Bu kısa ama ikisi içinde aslında çok uzun geçen zaman köpeğin kafasını mahcup bir tavırla aşağıya indirmesiyle son bulmuş fakat o anlar çocuğun aklından bir türlü silinememişti… Kırtasiyeci defterleri Umut'un önüne koydu -Nasıl bunlar? Diye sordu babası -Zaten gazeteyle kaplarız, fark etmez baba. Diye silik bir karşılık verdi. Babası cüzdanını çıkardı içinde parasını arıyordu, adam parayı ararken kırtasiyeci dikkat kesilmiş cüzdana bakıyordu, cüzdanla haddinden fazla uğraştı ki bu babasının en sevdiği huylarındandı cüzdanla gereksiz yere oynamaya bayılırdı. Sonunda parayı yakalayıp nasırlı elleriyle meraklı kırtasiyeciye uzattı. Dükkandan ayrıldılar tam çıkarken Umut yeni taşındıkları mahalledeki komşu çocuğunu gördü bir an uyuz köpeğin hayali aklında canlandı içi ürperdi. Aynı gün eve geldiklerinde dayısını evde buldular. Dayıları yeni taşındıkları mahallede hatırı sayılır bir adamdı. Taşındıklarından beri haftada en az iki kez Umut'lara uğrar bunların birinde mutlaka Umut'a harçlık bırakırdı. Çocuk parayı annesine vermeyi diretse de annesi kabul etmez “para senindir” derdi. Umut da dayısından aldığı paraları biriktirerek kendisine
yeni bir ayakkabı almayı aklına koymuştu. Başlarda bu ayakkabı Umut için o kadar önemli olmasa da sonradan büyük bir öneme kovuşmuş ayakkabıya kavuşacağı günlerin hesabını yapar olmuştu. Hesaplarına göre ayakkabı 2 ay sonra onun olacaktı.O günde dayısı her zamanki merasimle Umut'u yanına çağırmış bağıra çağıra, gösterişli bir şekilde çocuğa parasını takdim etmişti. Umut mağrur bir tavırla parayı almış teşekkür etmek yerine minnet içeren bir baş selamı vermişti. Daha sonra anne araya girerek -Yavrum sen biraz dışarı çıksana, geldiğimizden beri çıkmadın kukumav kuşu gibi evde oturuyorsun. Umut'un aklında da bugün kesinlikle dışarı çıkmak mahallede çevrilen oyunlara bir şekilde karışmak vardı. Dışarı çıktı sokakta o kadar çok çocuk vardı ki her yer çığlık çığlaydı. Akranları saydığı bir çocuk grubuna mesafeyi koruyarak yaklaştı. Çocuklar daha önce görmediği bir oyun oynuyor ve kıya sıya dalaşıyorlardı. Bu dalaşmaların sonunda çocukların oyunları bozulmuş aralarında birinin maç yapmayı teklif etmesiyle hepsi başka bir havaya girmişti. Umut bu yeni oyunu duyunca heyecanlandı,
23
aralarına katılmak istiyor vücudunu bir ileri bir geri oynatıyordu. Sonra ani bir kararla çocuklara yanaşıp oyunlarına katılma isteğini belli etti. Grup lideri olduğu tafrasından anlaşılan gürbüz bir çocuk -Oynarsın ama kaleci olur musun? -Olurum Maça başladılar Umut aralarına katıldığına şimdiden pişman olmuştu, çocuklar çok hırslıydı. Umut üstünde büyük bir sorumluluk duyuyor hatalı bir gol yerse şimdiden duyacağı hakaretleri düşünüyordu. Maç Umut'un takımının yenilgisiyle sonuçlandı neyse ki fatura Umut'a patlamamış gerçekten maç boyunca çok hata yapan pısırık bir çocuğa kesilmişti. Umut maç esnasında çocuklara kendini sevdirdi beraber 3-4 oyun daha oynadılar. Oyunlara verdikleri bir arada Umut'un mahalleye yeni taşındığını söylemesiyle onu soru yağmuruna tuttular. Umut'da kısaca eski mahallesini ve kendini onlara anlattı çocuklar pür dikkat onu dinledikten sonra yarın mahalleye gelecek olan sirkten haberi olup olmadığını sordular. Umut'dan olumsuz cevap alınca kendi aralarında koyu bir sohbete daldılar. Bu sohbet arasında Umut sirkin mahalleye her sene geldiğini, çocuklarının aylar öncesinden para biriktirip sirke hazırlandığını ve bu sirkin anlatılanlara göre hayal dünyası gibi bir yer olduğunu anladı. Umut sirki anlatılanlardan hareketle kafasında canlandırmaya çalışıyor içini çok büyük bir merak sarıyordu. O sırada annesi camda belirdi yemek için eve çağırıyordu, bütün çocuklar kafalarını kaldırarak annesine dikkatle baktılar Umut da onlara veda edip evin yolunu tuttu. Yemekte sessizdi sirki düşünüyordu oraya gerçekten çok gitmek istiyordu parası vardı ama o para ayakkabı içindi bu parayı sirke verirse
en az 1 ay geri gidecekti ayakkabıya kavuşmak için. Bir şeylere sinirlendi ne olduğunu anlamadan, para denilen şeyin bir yerlerde basıldığını daha önce işitmişti bu paralardan orda ne kadar çok olacağını düşündü.Tüm gece bunları düşünerek uykusunu kaçırdı. Ertesi gün sanki bir faciaya uyanır gibi uyandı, şaşkındı… çığlıklar arasında bütün çocuklar sirkin mahalleye geldiğini ama her zaman yaptıklarının aksine onlardan para almadan sokaklarda dolaştığını haykırıyordu. Umut kalkar kalkmaz kendini sokağa attı babası onu
kolundan yakalamak istediyse de başarılı olamamıştı , Umut arkasından babasının acı yakarmalarını işitti. Umut dışarı çıkar çıkmaz yaşadığı duyguyu daha önce sadece bir doğum gününde babasının ona hediye olarak aldığı mitsek takımına kavuştuğu zaman yaşamıştı. Sirk üyelerine doğru koştu koşarken aklında bir şey vardı “hiç anlattıkları gibi değil daha güzel daha güzel”. Sirk soytarıları ellerine oyuncak silahlar almış eylülün döktüğü yaprakları
çiğneyerek yürüyor ve kocaman namluları, paletleri olan çok ilginç savaş araçlarıyla mahalleden geçiyorlardı. Çocuklar merasimi şuursuz çığlıklarla selamlarken mekanik araçların paletlerinden çıkan ses müthiş bir gök gürültüsü gibi kulakları çınlatıyordu… Umut yeşillilere yaklaşarak durdu, o sırada babası onu omzundan yakaladı çocuk babasına baktı suratından sanki Umut babasına kötü bir şey yapıyor da babası bunu yapmaması için ona yalvarıyormuş gibi bir ifade anlaşılıyordu. Çocuk çevresini çekinerek süzdü etrafta merasim kıtasının yanındaki çocuklar hariç konvoyu kayıtsız bir korkuyla saklanarak izleyen birkaç yetişkin vardı. Babası Umut'u çekiştirirken çocuğun gözü daha önce tanıdığı birine takıldı, boynunda çamaşır ipiyle karşısında duruyordu. Karşı kaldırımda ara sıra geçen yeşilliler arasından çocuğa bakıyordu ama köpekte geçen seferki gibi insanı rahatsız eden bir ezilmişlik yoktu kafasını havaya dikmiş yarım oturur vaziyette gururla duruyordu. Umut eve doğru sürüklenirken sokaktaki çığlıklar birden feryatlara dönüştü, uyuz köpek alev alev yanan gözleriyle tekrar çocuğa baktı, çocuk büyünün etkisinden bu sefer kendi kurtulup yeşillilere baktı sanki bir şey keşfetmiş gibi -Komik değil onlar! diye haykırdı Ve bu öyküyü seneler sonra yine bir eylül akşamı televizyondaki tekaüt generallerden ilham alarak kaleme alan yazar öyküsünü bitirdiği zaman aynı şekilde bir şey bulmuş gibi sevindi “Bir şeylerin farkına varmak için köpek olmaya gerek yok” diye kendi kendine fısıldıyordu. kemal, edirne
24
SİLAHLARIN GÖLGESİNDE, KARDEŞLİĞİN ÖTESİNDE! Bugün bütçemizin büyük bir kısmını teröre ayırıyorsak, acılar hala tükenmediyse ve yüreği sızıyla dolu nice analarımızla doluysa bu vatan, tartışmaya hiç gerek yok. Ne bir kitap okumaya, ne bir araştırma yapmaya ne de bir açık oturumu izlemeye hiç de gerek yok. Ortada herkesin bildiği bir gerçek var. Bunun adı ister “kürt sorunu” olsun, isterseniz “pkk” diyelim. isterseniz “terör, faşizm ya da sosyalizm” de diyebiliriz. Adının bir önemi yok, gözyaşları dinmediği sürece! Bu savaştan ne batıda yaşayanlar ne de doğuda yaşayanlar kârlı çıkacaktır. Eğer bu gemi batarsa sağcısı da solcusu da kürdü de türkü de esir olmaya mahkûmdur. Bu düzen, bizde gözü olan emperyalist devletlerin hoşuna fazlasıyla gitmektedir. Bize karşı alet ettikleri saf unsurlarla bizi bize düşman ediyorlar. Hayalimizdeki kalkınmanın ve tam bağımsız bir ülkemizin olabilmesi için bu savaşa dur dememiz gerekmiyor mu? Çok derinlere inmeyle de çözemiyoruz bu savaşı. Ne zaman bir kürt-türk tartışması içinde bulsak kendimizi ne yazık ki çözüme ulaşamıyoruz. Çünkü kalıplaşmış düşünceler var. Yaşadığım en basit bir olayda da konuşmaların artık şiddete dönüşeceği bir anı hiç unutamıyorum. İki arkadaşım tartışıyordu. O olayda birine kızamıyordum çünkü kuzeni yakın bir zamanda şehit olmuş. Diğer arkadaşıma da ne kızıyor ne de hak veriyordum. Çünkü o da doğu illerinden birinde yaşamış ve günümüzde adı Bdp olan partili olduğunu söylüyordu. Doğuda doğup büyüyen bir insanın suçu ne olabilir? O kültürü ruhuna işleyen bir insanın? Onun da bir ailesi var onun da bir
hayali var ve o da bizim gibi bir üniversiteli. Şehit yakını ona kin püskürüyordu. Peki şehit yakının ya da şehit olan insanın ve ailesinin ne suçu var? Onlar mı açtı bu kavgayı? Yapılması gereken tek şey vardır o da bu kavganın bitmesidir. Bir gün ben de askere gideceğim. Doğuda askerlik yapmak ister miyim? Kim ister ki? Kim kendini bile bile ölüme atar?
Kim nedenini bile bilmediği bir savaşın ortasına atar kendini? Her arkadaşım gibi ben de vatanımı çok seviyorum. Eminim herkes bu cennetvatanı canı pahasına korumak isteyecektir. Ama durumumuz içler acısı… Binlerce yıl birlikte yaşamış birbirine karışmış insanlar neden son yıllarda birbiriyle kavga içinde? Çünkü bu toplum 12 Eylül'ü yaşadı! Yaralarımız üstünü örterek kabuk bağlamaz! Çok acı çektik. Bu yarayı temizlemenin zamanı çoktan geldi. İş işten geçmiş değil… Ne yazık ki tekrar klişe lafımızı söyleyeceğim. “Artık Dur Diyelim.” Agire Jiyan'ın Helin'ini dinlediniz mi siz ya da Aynur'un Darhejiroke'sini ? Orda hissedilen duyguları Kürtçe de anlatamaz Türkçe de… Duygular bir bütün oluşturduğunda savaşın bitimi hızlanır. Yöneticiler nice
açılımlar da yapsa asıl açılım vicdanlarda olmalı. İnsan önce kalbinde hissetmeli sızıyı, sonra içinden gelenleri mantığıyla yoğurmalı. Tanrı'nın bize vaat ettiği yaşamlar bunlar olmamalı. Biz sadece Tanrı'nın kölesi olmalıyız. Katillerin değil! Aynı güneşin altında aynı toprağın üstünde aynı havanın içindeyiz. Biz kardeşiz. Bundan önce böyleydi. Bundan sonra da böyle olacak. Şimdi ihanetlerle dolu günler geçirsek de yarın güneş bir başka doğacak! İnce Bir Not: Ne kadar becerebildim bilmiyorum arkadaşlar fakat içimden geçenleri daha çok somut olaylarla anlatmaya çalıştım. Yazımda, terörden uzak bir ilde yaşadığım zamanlarda içimde birikenlerden bahsetmeye çalıştım. Batıdan Doğuyu kitaplarda, filmlerde ve ya sanatçılarımızda gördüm. Elbette Doğuya gitmeden böyle yazıları yazmak kolaydır. Belki oraları görüp de yazsam farklı cümleler kuracaktım. Bu yüzden daha çok Kürtçe bilmeyen, doğuda yaşamayan arkadaşlara hitaben oldu bu yazı. Umarım bir yazı da doğulu bir arkadaşın dilinden bizlere hitaben yazılır… Sevgiler… ahmet, trabzon
25
BİR SEMBOL OLARAK Belki de çoğumuzun duymamış olduğu bir isim Lilith; fakat o bugün hala etkisini sürdüren bir mit. Peki, Lilith bugüne kadar nasıl geldi. Bugünün insanını nasıl etkiledi ve sembol olarak kadınların hayatındaki rolü ne? Lilith miti aslında bir başkaldırının hikayesidir. Havva'dan önce Lilith vardı hikayeye göre. Tanrı adem ile Lilith'i aynı anda, aynı şekilde yaratmıştı. Beraber mutlu mesut yaşasınlar diye onları cennete yerleştirmişti. Fakat zamanla ilişkileri zamanla bozulmaya başladı. Neden? Adem erkeklik içgüdüleriyle kadından güçlü olmak istiyordu. Her anlamda Lilith'e baskı uygulamaya başladı. Fakat boyun eğmesi gereken kadın Lilith'ti ve bu da Lilith'e oldukça aykırı bir durumdu. Lilith özgürlüğünü elinde tutabilen, erkeğe boyun eğmeyen bir yapıdaydı, ayrıca güzelliğinin ve çekiciliğinin de farkındaydı. Öyle ki Lilith tasvirleri onu upuzun kırmızı saçlı, elinde afrodizyak etkisiyle dolu bir şarap kadehiyle gösterir. Hikayeye dönecek olursak Lilith için Adem'in davranışları katlanılamayacak kadar kısıtlayıcıydı, Lilith bunu kendine bir hakaret olarak kabul ediyordu ve bir gün dayanmayıp Tanrı'nın söylenmemesi gereken adlarından birini söyleyip göğe yükseldi. Lilith'in bu adı bilmesi elbette kadın konumuyla(!) biraz garip görünüyor fakat bunun bir açıklamasına rastlayamadım. Lilith göğe yükseldikten sonra yalnız kalan Adem Tanrı' ya yakarıyor. Lilith'i geri istiyor. Bunun üzerine Tanrı üç meleğini Lilith'i bulmak için görevlendiriyor. Geri dönmediği takdirde de her gün yüz çocuğunun
. . LILITH
öleceğini söylüyor Tanrı. Üç melek Lilith'i bugünkü Kızıldeniz yakınlarda bir yerlerde buluyorlar ve ona Tanrı'nın buyruğunu iletiyorlar. Lilith yine de geri dönmeye razı olmuyor ve her gün yüz çocuğunu kaybetmeyi göze alıyor; ama bu ona o kadar büyük acılar veriyor ki, o gün Lilith kötüler tarafına geçiyor ve Ademoğularının doğduklarında canlarını almaya kara veriyor. Fakat ona gelen üç meleğin resimlerini, isimlerini çocuğun yakınında bir yerlerde görürse, o çocuğa dokunmayacağına dair söz veriyor meleklere. Bunun sonucunda da Tanrı bir gün Adem uyurken onun kaburga kemiğinden bir parça alıp Havva'yı yaratıyor. Havva ikinci kadın olarak Adem'e itaat etmesi için yaratılmış oluyor. Anlattığım hikaye Tevrat'ta geçen hikaye. Yahudiler bugün hala çocuklarını Lilith'den korumak için özel tılsımlar yapıyorlar. Yahudi kadınlar aynı zamanda kocalarını da Lilith'den korumak için çabalamak zorundalar çünkü Yahudilerdeki Kabala yazmasında Lilith'in Adem'i terk ettikten sonra tekrara geri dönüp Adem uykudayken ondan hamile kaldığı söyleniyor. Erkekleri gece uykularında ziyaret ederek onlardan çocukları oluyor ve sonrasında da erkekleri cehenneme gönderiyor. İşte bu yüzden kadınlar kocalarını Lililth'den korumak için, yatak odalarını girişine “ Adem'le Havva buyursunlar içeri, girmesin içeri 11 “ yazan bir tabela asıyorlar. Buradaki 11 Lilith' i temsil ediyor. Numeroloji' de 11 sayısı kötü olan her şeyi temsil ediyor. Tevrat'ta özellikle durulan Lilith Hristiyanlık' ta çok az bir yere sahip,
Müslümanlıkta ise yok. Bugüne kadar kadınların üzerine pek çok suç yapıştırıldı, sanki kadın erkekten daha az insanmış gibi kadın hor görüldü, eğitimden, toplumdan uzaklaştırıldı… Bazı yerlerde eve kapatıldı, evlattan sayılmadı… Bunu kaynağına inecek olursak her şeyin yasak elmayla başladığını görürüz. Yasak elmayı Adem de Havva da yedi ama suçluluk oranı eşit dağılmadı hiçbir zaman. Elmayı ilk ısıran, şeytanın aklına ilk uyan, Adem'i yemesi için teşvik eden Havva'ydı. Adem ise eşiyle arasındaki ilişkiler bozulmasın diye ısırmıştı. İşte kadının bugüne kadarki yerini belirleyen hep yasak elmaydı. Erkekler daha iyi bir konumda olduklarını sürekli kadına baskı uygulayarak gösteriyorlar. Kendileri çabalayıp da kadının üstüne çıkmak onlar için zor, bunun yerine kadını geriye itmeyi tercih ediyorlar. Bu yüzden erkeğin hiç ilerleme kaydetmediğini söylemek yerinde olur. Bugünün kadınları bastırılmayı kabullenmek yerine karşı çıkmaya başladılar. Feminiz akımı başladı ve ilerliyor. Lilith feminizmin sembolü haline geldi, her ne kadar davasında başarılı olmasa da, Lilith özgür, erkeğe muhtaç olmayan, cesur bir kadındı. Haklı mücadelesin bugün hala Yahudilere korku vererek sürdürüyor. Erkekleri cehennemin en dibine gönderiyor. Aynı zamanda Lilith'in Adem'den sonra şeytan Samael'den çocukları olduğu ve şeytanın eşi olduğu söylenir. Kısacası her kötü sıfat Lilith' e uğramadan geçmemiştir. şeyma, ankara, dtcf
26
Bugün Kutlu Olsun Günümüz Öyle Mi? Ya Yarın? New York'ta dokuma işçisi kadınların uygun çalışma şartları istemi ve ücretlerini alamadıkları gerekçesiyle yaktıkları direniş ateşi hala yanıyor. İsyanlar, barikatlar ve haykırışlar eşliğinde emek mücadelesi uğrunda canlarını veren dokuma işçisi kadınların katledilişinin yüzüncü yılındayız. Yüzyıldır kadın mücadelesi adına birçok adım atıldı. Bunlardan en önemlisi 1910 yılında 2. Enternasyonale bağlı kadınlar toplantısında (Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı) Almanya Sosyalist Demokrat Partisi önderlerinden Clara Zetkin' in 8 Martı Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak anılmasını önermesidir. Bu öneri kabul edildi. Ancak burjuvazi tüm silahlarını ortaya çıkararak 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü'ne savaş açarak 8 Mart'ı kendi çıkarları için kullanmak istedi. 8 Mart elleri nasırlı, makineye kolunu kaptıran,
evinde ana, tarlada ırgat, daha 18 ine varmadan umutları makinelerin başında sönmüş kadınlarımızın günüyken, burjuvazi tüm iğrençliğiyle 8 martı elleri pırlantalı, üzerilerinde milyonluk kürkleriyle bir vitrin mankeni edasıyla alanlarda boy gösteren kadınların günü haline getirdi. Günümüzde ise artık öyle bir hale geldi ki anılması gerekirken, hediyelerle kutlanılması gereken bir eğlence günü oldu. Bu durum kapitalizmin çirkin yüzü sermayenin emekçi kadınların gününe indirdiği büyük ve onarılması güç olan darbedir. Kadının varoluşundan itibaren yüzyıllardır karşılaştığı sorunların en başında ''şiddet '' geliyor. Erkeklerin yaradılışları gereği vücutlarının kadınlara göre daha güçlü olmasıyla kadını yönetmek ve onu boyunduruğu altına almak istemesiyle şiddet doğmuştur. Kadın, yaşamı boyunca farklı alanlarla şiddete maruz kalıyor. Çok küçük yaşlardan itibaren şiddetle aile içinde tanışıyor. Ailesinin onu istediği doğrultular çerçevesinde yetiştirmesi ve onun hareketini kendilerinin koordine etmesi küçük yaşlardan itibaren şiddeti doğuruyor. Daha sonralarda ise gerek evlilik hayatında gerekse geçiş sürecinde sosyal yaşamda şiddetle iç içe yaşıyor. Kadınlarımızın karşılaştığı bir diğer sorunlardan birisi de kadınların bile kabul etmiş olduğu '' eşitsizlik''. Bu
öğrenilmiş çaresizlik kadınların toplumsal yaşam alanlarını kısıtlamış, kendilerini iyi ifade etmelerini engellemiş ve bu durumun değişmez bir ''kader'' olduğunu kabul etmeye
mahkûm edilmişlerdir. Bu kabul edilmiş ortamda kadının doğal hakkı olarak algılanmayan ancak daha sonradan erkek egemenliğin kendi insiyatifleri doğrultusunda kadını aşağılarcasına haklar verilmesi de bir başka acı gerçektir. Bunun yanı sıra gerek toplumumuzda gerekse muasır medeniyetler seviyesine erişmiş olarak adledilen 'çağdaş' toplumlarda dahi bu tablo değişmemektedir. Örneğin ülkemizde Cumhuriyet Devrimleri çerçevesinde kadına verilen seçme ve seçilme hakkı , 'çağdaş' bir avrupa toplumu olan Fransa' da 1945 yılında verilmiştir. Çağdaş olarak nitelendirilen toplumlarda kadına 'hak' vermek bu denli geç tarihlerde gündeme geliyorsa ilkel toplumlardan ne derece bir beklentimiz olmalıdır? Kaldı ki bir başka tartışılası konu da KADININ DA İNSAN OLDUĞU GERÇEĞİ GÖZ ÖNÜNDE
27
aşk, töre cinayeti, ekonomik özgürlük, şiddet, cinsel taciz, eşitsizlik, berdel ve kreş hakkı gibi kelimelerin ne ifade ettiğini sorduk. Gelen cevaplar bizleri şaşırttı, apolitik ve toplumsal sorunlardan uzak BULUNDURULARAK ONLARA HAK VERME CÜRRETİ NASIL OLUŞUYOR? Kadının karşılaştığı diğer sorunlardan birisi de eğitim. Bir erkek çocuğunun geleceği doğduğu günden itibaren şekillenirken bir kız çocuğunun geleceği çevre şartlarına göre değişiklik göstermektedir. Berdel, töre cinayetleri, aile içi cinsel istismar gibi sorunlarda ülkemizde kadınlarımızın karşılaştığı sorunlardan bir kaçını oluşturmaktadır. Yukarıda anlattığımız kadın sorunları hemen hemen her kadının karşılaştığı sorunlardır. Bizler de söz kadınları olarak her gün karşılaştığımız bu sorunları kendi yaşam alanımız olan üniversitemiz de tartışarak kampüsteki kadın arkadaşlarımıza kadın olduklarını hatırlatmak istedik. Bu amaçla okulda 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü etkinliği çerçevesinde gezici bir fotoğraf sergisi hazırladık. Kadının toplumdaki bütün yüzünü gösteren fotoğraf sergisi kantinde akşama kadar batak oynayıp, sohbet eden toplum sorunlarından uzak arkadaşlarımızın bir hayli ilgisini çekti. Serginin ardından içerisine kadının karşılaştığı temel sorunları yazdığımız tuzluklarla kadın arkadaşlarımızla sohbet ettik. Onlara
olarak gördüğümüz Tandoğan kampüsünün aslında hiç de gözüktüğü gibi olmadığını gördük. Kadın arkadaşlarımızdan bazıları bu sorunları kendilerinin yaşamadıklarını dolayısıyla kendilerini ilgilendirmediğini belirtti. Bu tarz olumsuzluklarla karşılaşsak da bizler amacımıza ulaşmıştık. sıdıka,gülcan,aydan ankara, tandoğan
Onlara 8 Mart'ın Atarlalarda çalışan hem ırgatlık hem analık yapan toprak analarımızın, Aevde abisinden, babasından, kocasından şiddet gören, abisinin günahını berdel gibi insanlık onuruna sığmayan bir bedelle ödeyen körpecik kızlarımızın, Aiş yerinde mobbinge, otobüslerde fordçuluğa ve her yerde cinsel tacize maruz kalan kadınlarımızın, Avücudu zevk aracı ve maddi araç olarak kullanılan kadınlarımızın, devrimci tutsak kadınlarımızın, Abuharlaşmış oğullarını arayan cumartesi annelerimizin, Adoğduğu toprakların akıl almaz oyunlarının, insanlığın yüz karası törelerle canından olan, acı çeken, göz yaşı döken kadınlarımızın, Afabrikalarda tütün saran, makineye kolunu kaptıran, evde anne, iş yerinde köle, toplumda aklı yetmeyen, halbuki dünyalar kadar geniş yüreğe sahip kadınlarımızın, Atecavüze uğrayıp bedenleri bir et parçası gibi sokağa atılıp öldürülen kadınlarımızın, Aaile içi cinsel tacize maruz kalmış ve bunun bedelini canıyla ödemiş kadınlarımızın, güldünyalarımızın, Abambaşka vatan özlemiyle yola düşmüş bu uğurda can vermiş, devrimci kadınlarımızın Asibel yalçınlarımızın, ayçe idil erkmenlerimizin, ayşe gülenlerimizin, Akapitalizmin en büyük silahlarından birisi olan populer kültürün kurbanı olan kadınlarımızın, Atoplumda sadece cinsel bir obje olarak görülen, bedenlerinin arkasında bambaşka dünyalar yaşayan hayat kadınlarımızın, Adünyadaki bütün emekçi kadınlarımızın günü olduğunu hatırlattık. A8 Mart'ı bir kutlama havasında geçirmeye çalışan burjuvaziye; BUGÜN KUTLU OLSUN GÜNÜMÜZ ÖYLE Mİ? YA YARIN? Diyoruz.
28
SINAVLAR ÖZGÜRLÜKMÜŞ ! Ceza Hukuku sınavı sonrası okuldan ayrılırken yine gördüm o aracı ; Tam da geçen gün gördüğüm yerinde.. Siyasal Bilimler Fakültesinin bahçesinde.. Bir cezaevi aracı ; Hani şu 'maviyi neden kurban edersiniz ki bu kasvete' dedirtecek türde mavi olanlardan.. İlk gördüğüm gün, neden burada acaba diye düşünmüştüm Kendimce mümkün olabilecek nedenler çerçevesinde.. Üstünde çok fazla duramadan, tekrar gördüm işte.. Aptallığıma hayıflanarak biraz da Bu kez kalabalıktı etrafı, birkaç öğrenci birikmişti çevresinde Çoğunlukla kızlar.. Penceresine uzanan eller vardı aracın Bir yandan da görevlilerin 'temas yasak' sesleri.. Nasıl bir ahmaklıktır bu Bir cezaevi aracı neden gelir ki buralara, nasıl da düşünememiştim ben bunu.. Cezaevi aracı nedendir ki, hay ahmak aklım ! Bir mahkumu getirmişlerdi işte sınava.. Beş adımda geçilecek yerdi, bense saatlerce kaldım oysa.. Bedenimden çok zihnim olsa gerek.. Geçemedim galiba o cezaevi aracını O havadaki elleri, temas yasak diyen askerleri Temas; ne olabilir ki uzanan ellere dokunmakta Oysa yasakmış temas, yasakmış bir zamanlar kucaklaşılan arkadaşlara el vermek.. Ne tuhaf.. Adım atıyorum bense bilinçsizce Uzaklaşıyorum, görmüyorum artık olanları; Ama o görüntü donup kalıyor nedense gözümde İletişim Fakültesinin önünden geçiyorum Kapıda birikmiş olağan kitle orda yine Bu kez duyuyorum konuşulanları: ''Üçtür geliyor bir konuşamadık'' ''Kahretsin be yine denk gelemedik!'' ''Kim'' diyorum içimden, koca bir 'neden' sorusu yükseliyor seslendiremediğim düşüncelerimden Ceza Hukuku sınavından çıkmışken Suçlu kimdir diye çözmeye çalışırken İrade özgürlüğü, düşünce serbestisi gibi kavramları kendimce bellemişken... Bir 'suçlu' işte ! Sınav sonrası uygulama kısmı mı yoksa Bir mahkum var karşımda işte; gerçek bir mahkum!
29
''Sınavlar özgürlüktür'' diye iç geçiren bir akıldır belki de onunki Kim derdi, kim inanırdı sınavların özgürlük olduğuna Oysa o an inandım ben.. Kalem tutan elin özgürlüğüydü sınavlar O üretken genç beyinlerin sınırlanmış özgürlüğü.. Hayata dair bahşedilen özgürlüğün simgesi olmuş bir sınav: ''Keşke bitmese şu sınav, keşke geçmese zaman.. Şu sırada kalsam, kalabilsem.. İmkanı var mı ki.. Asıl ceza bu değil mi, verilen ceza asıl bu ! Ah evet, önümde sınav kağıdım, okulumdayım işte.. Neden kayıyor ki gözüm dışarıya Kuşların uçuşunu kıskanır mı insan Kıskanır ; kıskandım bugün.. O erkenden kağıt teslim ettiğim sınavlar geldi aklıma Şimdi olsa ya, yine hemen verip çıkabilir miydim kapıdan Zaman ne çabuk geçiyor bugün.. İlk soruyu üçüncü okuyuşum oysa henüz.. Keşke bakmasam saate sürekli Az kaldı.. '' Uzaklaşırken adım adım, son bir kez arkama baktım, o cezaevi aracına Tek yönlü kampüs yolu gereğince bana doğru geleceğini sanarak.. Ama gelmedi, kuralların aksine geldiği kapıdan çıktı Bir kuralı çiğneyerek, bir başka kuralıysa geciktirmemek adına.. Benim ağır adımlarıma karşılık hızlıca.. Uzaklaştık birbirimizden... Neden suçlu ki o , Neden mavi bir araçla gidiyor Gitmek istemediği bir yere... burcu, ankara, cebeci
30 FİLM TANITIMI:
YÜREĞİNE SOR Bir masal; destanlaşmış, yüzyıllardır anlatıla gelir Karadeniz köylerinde. Asiliği ve hırçınlığı içinde barındıran Karadeniz büyük aşklara da yer açmış gönlünde. Karadeniz'in mavisi, yeşili, dumanlı dağları büyülüyor önce sizi, sonra sıcak insanları, türküleri ve şiveli konuşmalarıyla film sizi tamamen içine çekiyor. Masum bir aşk gözlerinizin önünde yaşanıyor. Karadeniz'in o muhteşem doğası bu aşka eşlik ediyor sanki. Destansı bir öykü başlıyor. Onu bu kadar destanlaştıran sevdiği uğruna yanmayı göze alması belki de. İzlemeye başladığımız andan itibaren bir serüvene kapılmış gidiyor gibisiniz. Film izledikçe anlamaya başlıyoruz, Karadeniz sadece sevgiyi, aşkı, mutlulukları değil o yeşilliklerin ardında acı ve kederide besliyor bağrında. Peşi sıra dökülüyor önümüze azar azar, aşkı ve acısı büyük, Karadeniz… Esma Müslüman bir ailenin kızı, ama Mustafa öyle mi? Filmde Mustafa'nın tek suçu Müslüman olmayışı aslında. O ve onlar gibi Müslüman olmayan birçok aile kendi topraklarında dinlerini gizleyerek yaşamak
zorunda bırakılmışlar. Neden mi? Bunun aslında bilinen cevabını görüyoruz filmde. Kendi kültürlerine ait birçok şeyi yaşamaktan korkuyorlar. Bulundukları köyde dışlanmak, oraları terk etmek en büyük korkuları. Film de tam olarak bunlar yaşanıyor. Ortodoks olmalarının ortaya çıkmasıyla dışlanıyorlar O güne kadar mavisiyle yeşiliyle onları bağrına basan Karadeniz bir karabasan gibi çöküyor ailenin üzerine. Yıllardır yaşadıkları toprakları terk etmeyi bile düşünüyorlar. Filmde Osmanlı döneminde yaşanan bu olayların günümüzde de pek yabancısı sayılmayız. Kendi kültürlerini yaşayamayan, dillerini konuşamayan bu nedenle dışlanan, ötekileştiren insanlara hiç yabancı değiliz. Başka bir dili veya dini kabullenmekte zorlanıyoruz. Onların bizim gibi konuşmalarını, bizim gibi yaşamalarını ve bizim gibi inanmalarını bekliyoruz. Hatta gerekirse bunun için zorluyoruz. O günlerden bu günlere değişen bir şey yok aslında. Karadeniz'de büyüyen aşka yanarak dumana karışıyor ve bize Yüreğimize sormak kalıyor…
31
İnce Memed
MECBUR BİR ADAMIN HİKAYESİ
İnce Memed Mecburiyet, çaresizlikten ileri gelen bir durumdur. Çaresizlik ise insanı içten içe kavuran, eriten, kimi zaman içindeki direniş ve isyan ateşini körükleyen bir unsurdur. Zulme rıza göstermeyen, zulme karşı koymaya mecburdur. Aksi halde zulme rıza gösterip, zulme ve zalimin şerrine ortak olmuş olacaktır. ''İnce Memed'', Yaşar Kemal'in de dediği gibi mecbur bir adamın öyküsüdür. Mecbur bir adam sözü ne de çok şeyi anlatıyor... Annesi fukaralık, açlık, dayak ve zulümden ölmüş biri. Ayağına çakır dikenler bata bata çocuk yaşta Abdi Ağa'nın tarlasını sürmeye mahkum biri. Abdi Ağa tarafından aç bırakılan, sevgilisi elinden alınan biri... İnce Memed sıradan bir eşkıya değildir. Aslında bana kalırsa eşkiya bile değildir. Görenlerin ''el kadar çocuk'' dediği, efsaneleşmiş bir mecbur adamdır. Onu sıradan insanlardan farklı kılan ne onun boyu, posu, ne pazular, ne de başka birşeydir. Onu farklı kılan zulme rıza göstermemiş olmasıdır. Kaybedeceği birşey olmadığının farkına varmış olmasıdır.”Dövüş Kulübü”ndeki gibi... Romanın edebi boyutu şöyle dursun, konusu ve karakterleri üzerinde yoğunlaşmak istiyorum... İnce Memed, belli bir yöreyi, o yöre insanlarını işleyen bir roman gibi görünse bile işlediği değerler itibariyle daima güncelliğini, geçerliliğini koruyacak bir başyapıt. Aç insan neden isyan eder, emeğinin karşılığını alamayan insan neden başkaldırır? Her şeyden önce emek nedir? Sömürü ne demektir? Zulmün insan üzerindeki etkisi nasıl bir şeydir ve esaret nedir? Pek çok sorunun
cevabı mecbur bir adamın hikayesidir. Bir insan neye ve neden mecburdur! Yakın zamanlardaki olaylar ve direnişlerle iç içe devam edelim. Henüz ara verilmiş olan ve haftalar süren tekel direnişi ile birlikte düşünelim ''İnce Memed''i. Bu adamların derdi ne, bu insanlar neden yağmur, ayaz demeden, baskı, tehdit demeden o çadırlarda sabahladılar. Direniş sürecinde çoluk çocuğundan, ailelerinden ayrı kaldılar; çünkü buna mecburdular. Yoksulluğun, çaresizliğin, açlığın ne olduğunu, bir tekel işçisinin gazeteye verdiği röportajda bulmak mümkün: Ölüm orucuna hazırlanan bir tekel işçisine gazeteci;''Neden ölümü göze alacak kadar karalısınız?'' diye soruyor, tekel işçisi ise ''Bu düzende devam ederse alacağım maaş aylık 700TL;fakat direnişimiz olumlu sonuçlanır ya da sonuçlanmadan ölürsem aileme bağlanacak maaş aylık 1200TL.''diye cevap veriyor. İşte yoksulluğun, mecburiyetin öyküsü. İşte emeğin karşılığını alabilme mücadelesinin bedeli. İşte özlük haklarından yoksun bırakılmak ve düşük bir maaşa çalıştırılmak istenen tekel işçisinin ailesi aç kalmasın diye ölümü göze alabilecek mecburiyeti... Başka bir olayla devam edelim:Aralık direnişi ve Hayata Dönüş operasyonları. Ceza evlerindeki insanlık onuruna aykırı yaşam koşullarının siyasi mahkumlar tarafından protesto edildiği ve pek çok mahkumun hayatını kaybettiği meşhur Hayata Dönüş operasyonları. Esareti, Cesur Yürek'teki tanımlarından biri ile anlatalım.
Esaret, sevdiğin, evlendiğin kadının, seninle birlikte olabilmesi için ilk önce sana hükmedenle, esiri olduğunla yatmak zorunda kalmasıdır. Bu çaresizlik, özgürlüğün kutsallığını kavratır. Özgürlüğün gerekliliğini aşılar. Hayata Dönüş operasyonlarında yaşamını yitiren insanlar, onurlarının esaretine, gördükleri insanlık dışı muameleye başkaldırdılar. İnce Memed gibi... Örnekler pekala çoğaltılabilir. Ne zaman ki saygı duyulası bir direniş veya bir çaresizlik görsem hemen aklıma İnce Memed gelir. Lakin şunu da belirtmek gerekir ki ''Abdi gitti, Hamza geldi.'' hummasına düşmemek; fikirsel ve eylemsel örgütlülük, zihinsel ve ruhsal muhakeme ve kanımca diyalektik materyalizm ile mümkündür...
32
DUVAR YAZILARI Merhaba arkadaşlar. Bu sayfayı duvar yazılarının yayınlanacağı yer olarak tasarladık. İlk yazıları da örnek olması ve bizim için önemli bir konu olması dolayısıyla TEKEL DİRENİŞİ'nde aklımıza ilk gelenleri yazdık. Bu her zaman belirli bir konu etrafında olması zorunlu değil. Siz de bundan sonrası istediğiniz herhangi bir konuda duvarımıza yazabilirsiniz. zca a, korkusu ç t a h a r a şım ! 3'te tek ba IRKENT!! D A Ç Gece saat t n e iğim tek k dolaşabild
-Çadıra g irebilmem için çadır yoktu, ba dan olma şımı içeri ma gerek ye uzatm am yeterli ydi.
-Hiç aklıma gelir miydi kar altında çorba dağıtırken eğlenmek... -''Bu zul mü unut mayacağ ız, unutturm ayacağız .''
-İşçiler in send ''uyan ikaları ık'' olm n bekl ası sen ediğin den da dikala r ha ı n oyunla bariye rına iy r olmu i bir ştu.
diği bir i'nin söyle b a n u .'' h y ından Ce da gördüm r ır u d b a ç u n n o u z olduğ -Trab ardeşimiz k .. in r le t r rdığı puşi. a s a söz:''Kü n u n y Ve bo
şına uy a n ı n i l e tır, k -Te rıcalık y a r i ak b u ve katılm an, bir coşk ü; yec bir he r çünk u: u d u k ş so r bir ku lar şu a c r e u ızı k üzerin n ı n aklım a s r sini sa i? kendi ecek m yürüy
-Mesele işçilere bildiri dağıtmak değildi, çadır çadır dolaşıp bilinç verme de! Yapılabilecek tek şey onlarla soğuğu paylaşmaktı.
lay o kadar ko in n e m r ti ş kle alleri gerçe rendim. --ğ ö i y e m -Büyük hay ü ş gördüm. Ü olmadığını
-Direnişin son günlerine doğru, bir işçi ağabeyle konuşurken, o kadar gün orada polis cobuna, biber gazına, hükümetin ve yaltakçılarının adice saldırılarına karşı görkemli bir direnişi tüm insanlara gösterdiklerini söylediğimde, yüzü asıldı, kaşları çatıldı ve sinirle: "Yook! Orada dur! Eğer bir şey başardıysak, bu hiç kimsenin tek başına yaptığı bir şey değil. Hiç kendinizi küçümsemeyin, çok şey öğrendik sizden." dedi. Benim bu durumu inkar eden bakışlarımın ardından: "Gel yemek yiyelim karnım acıktı orada konuşuruz." dedi. Ben gitmek istemedim, belki benden daha fazla ihtiyacı olan biri olur ona kalsın diye düşündüm. Durdu, sinirlendi, ve "Bizim masamız dostluğun, kardeşliğin masası. Buradaki herkesin ihtiyaçları eşittir." dedi. Tüm hak aramalardan, ekmek kavgasından, onurlu bir gelecek kavgasından uzakta, İzmir'den Adıyaman'a, Samsun'dan Muş'a, Tokat'tan Diyarbakır'a kadar tüm işçilere, insanlara kardeşliği hatırlattıkları için minnettarım.
-An k üşü ara'nı düğ n ümü o soğu bek leye z için d ğunda me ço em unu diğimi lenme k tulm z si az k çayın ni o eyfi .
-Mücadele toh umlarının filizlendiği, fid anların büyüd üğü yerdi çadırke nt…
a sabrı ve Ankara halkın z i b “ i: b a et d -Nec halkı ve tiyoruz, Ankara e r ğ ö ı ığ l ı rl ra ığı ka mayı, tanımad ş ı n ya a d e iz b ayı öğrenciler de ir şeyler yapm b z sı k ı ıl rş a k insanlar için öğretiyor!”
-15 yaşındaki oğlunun lösemi'den kaybedip , lösemi hastası olan bırakıp cenazeden bi kızını da ardından r hafta sonra direniş e devam eden Batman abinin, sabır dolu hınc 'lı tekel işçisi Hüseyin ıydı, öfkesiydi. “Kaybe ttiğim oğlum ve kızım ın geleceği için direniyorum”.
33
YAPRAKLAR 23 Nisan TARİHTEN "Çocuk" Bayramı 19 Mayıs "Gençlik" Bayramı
Bugün ''resmi bayram'' diye kutladığımız bayramların nereden ve nasıl geldiğini, ne zamandan beri bayram diye kutlandığını birçoğumuz merak ediyoruz. Bir ülkenin kuruluş yıldönümünün resmi bayram olarak kutlanmasından daha tabii bir şey olmasa gerek. Fakat diğer resmi bayramlar itibari ile ''resmi bayram'' kavramı belki de hiçbir ülkede olmadığı kadar farklı algılanıp, farklı kutlanmaktadır bizde. Yine bu kavramı farklı algılayıp yorumladığımızdan olacak ki bu bayramların sayısı da içeriği de dikkat çekici bir boyut kazanmıştır. İlköğretim yıllarında bize;Atatürk'ün dünya çocuklarına armağan ettiği belirtilen 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'yla başlayalım.Bayramın çıkış noktasıyla ilgili bildiğimiz, bize öğretilen temel husus Atatürk'ün ''yarının büyükleri'', ''cumhuriyetin yılmaz bekçileri'' olacak çocuklara armağan ettiği bir bayram. Bir de meclis açılışıyla aynı günde kutlandığını biliyoruz. Peki başka?... ''23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'' çocukken kulağa çok hoş gelen birşeydi. Çocuk
olmanın, ruh haline en katışıksız, en saf yansımasıyla bugünün çocuklar için eşsiz bir güzellik ifade ettiğini düşünürdük hep. Fakat bir sorun vardı sanki, bir yerlerde bir eksik var gibiydi. Yıllar geçip ''çocuk'' kimliğinden sıyrıldıkça tokat gibi yüzümüze çarpan bir sorun... Çelişkilerle örülü bir durum vardı ortada... Bir gerçek... Devletin resmi bayram olarak kabul ettiği, kutlayıp kutlattığı bugünde, çocuklar için gerçekten bir ''bayram'' var mıydı? Törenlerde bizi gaza getirip, çocuk ruhumuzu okşamak için bize okutulan şiirlerin birinde: '' Geleceğin umudu, sevinci, mutluluğu, çocuklar sizlersiniz; sakın unutmayınız!'' diyordu... Şüphesiz çocukken en hoşa giden durumlardan biri ciddiye alınmaktı ve bu resmi bayram ile ciddiye alındığımızı düşünürken, çelişkiler de kendisini hissettirmiyor değildi... Bugünün bayramlığı bir resmi kutlamadan
ibaretti: Saatlerce güneşin altında bir düzende yürümekten ibaretti... Törene katılmayan ''çocuklar'' ise azar işitecek , ''disiplin cezası'' alacaktı... Evet ciddiye alınıyorduk(!) Devletin çocuklara bedava elma şekeri dağıtacak gücü yoktu, pamuk
helva da alamıyordu. Bedava sinema bileti de veremezdi, çünkü memlekette sineması olmayan o kadar çok yer vardı ki! E bedava tiyatro biletini hiç veremezdi, ülke çapındaki tiyatro sayısı sinemadan bile azdı... Verilecek en güzel hediye askeri nizamdı... 23 nisan 2009 tarihindeki iki kare bile birçok şeyi görebilmek için yeterliydi. Birisi hakkari'de çekildi birisi van'da. Birincisinde polis bir çocuğu kafatasını kırıp bayıltacak şekilde elindeki silahın arkasıyla vururken, diğerinde parçalanmış ayakkabısıyla küçük bir kız öğrenci yoksulluğu şölenle gizlemeye çalışıyordu. Neyse esas mevzuya dönelim: Araştırmacı Nevzat Sakaoğlu'nun kaynakları(1) ile başlayalım mevzuyu irdelemeye. Sakaoğlu, ilk 23 Nisan'ın , 23 Nisan 1921'de ''bayram'' olarak değil ''tezahürat olarak kutlandığını belirtiyor; tabi bu sırada henüz çocuk bayramı değildir. 23 Nisan'ın çocuk bayramı olarak kutlanması ilk kez 1929 yılında gerçekleşmiştir; bu da TBMM'nin 9. açılış yıldönümüdür. Araştırmacı Mustafa Armağan ise, belgelerle desteklediği Küller Altında Yakın Tarih kitabında şu şekilde anlatmıştır durumu; ''Teneffüs Atatürk 23 Nisan'ı çocuklara armağan etti mi? İlk 23 Nisan 'Çocuk Bayramı' 1929'da, bugünkü adıyla Çocuk Esirgeme Kurumu'nun Genel Merkezi'nde başlayan törenlerle kutlanmış, kurumun başkanı Doktor Fuat(Umay)'a tebrikler iletilmiş, devlet erkanı (örneğin Başvekil İsmet İnönü, bir sepet içinde
34
çocuklara şeker dağıtmıştır) Meclis Başkanı törenlere ve ardından ''çocuk baloları''na katılmışlardır.” Mustafa Kemal'in 1929'dan ölümüne kadarki süreçte sadece ''iki defa''çocuk balolarına katıldığını öğrenmemize rağmen, ne bayramla ilgili bir demecine, ne de herhangi bir nutkuna rastlanmamaktadır. Bugün Çocuk Esirgeme Kurumu olarak adı değiştirilen Himaye-i Etfal Cemiyeti, 1921 yılında esas olarak gazi ve şehit çocuklarının bakımını üstlenmek amacıyla kurulmuş devlet destekli hayır kurumlarından biridir.(2) 1929 yılına kadar sadece Hakimiyet-i Milliye Bayramı olarak kutlanan 23 Nisan'ın çocuk bayramı haline gelmesi de Himaye-i Etfal Cemiyeti'nin bir genelgesiyle gerçekleşmiştir. Himaye-i Etfal Cemiyeti, teşkilatın tüm birimlerine yolladığı bir genelge ile 23-29 Nisan günlerini ''çocuk haftası'', 23 Nisan'ı çocuk bayramı ilan etmiştir. 23 nisanın resmi bayram kabul edilmesi tamamıyla spontane gelişen bir durumdur. İlk etapta şehit ve gazi çocuklarına bakmak, işçi ve yoksul çocuklara kol kanat germek için çocuk esirgeme tarafından kutlanıyorken, zamanla amacından saptırılmış; yetim, işçi ve yoksul çocuklardan oluşan kortejlere vali ve bürokratlar çocuklarını süsleyip
püsleyip katmıştır. Kutlamalar zamanla yetim, işçi ve yoksul çocuklardan uzaklaştırılarak balolara ve benzeri kutlamalara, gösterilere dönüştürülmüştür. Bu durum 1930 yılında ''Resimli Ay''adlı dergide Sabiha Zekeriya Sertel tarafından da sert bir dille eleştirilmiştir. Kimsesiz, yoksul ve çalışan çocukların bayramı olan 23 Nisan, acaba stadyum kutlamalarıyla amacının neresinde şu an? 23 nisan kutlamaları ile ilgili son olarak; Mustafa Kemal'in dünya çocuklarına armağan ettiği yönünde 1983 yılına kadar hiçbir kaynak yoktur. 1983
yılında cuntacı yönetim tarafından iddia edilip kabul ettirilen bir ifade olmuştur. Ve bir diğer resmi bayram olan 19 mayıs gençlik bayramı, 1916 yılında Selim Sırrı beyin öncülüğünde kutlanmaya başlayan “İdman Bayramı”nın devamından ibarettir. “Dağ başını duman almış” diye başlayan gençlik marşı da bu tarihe ait bir marştır. 1917 yılında savaş dolayısıyla ara verilen idman bayramı, uzun süre “idman şenlikleri” olarak kutlandıktan sonra 1938 yılında resmi bayram olarak kutlanmaya başladı. Uzun süre gençlik ve spor bayramı olarak kutlanan bu bayramın adı 12 Eylül cuntasının zihniyetiyle bir daha değiştirilerek 17 mart
1981 çıkarılan kanunla “Atatürk'ü anma ve Gençlik ve Spor Bayramı” olarak son halini almıştır. Bugün her iki bayram da devletin “sarsılmaz ve görkemli” askeri gücünün, disiplininin yansıtıldığı bir gün olarak kutlanırken çocukların ve gençliğin durumunu yukarıda da değindiğimiz 23 nisan 2009 tarihli iki kare çok iyi gösteriyor. Resmi tarihin böylesi iki konuda bu kadar basit doğruları yıllardır hasıraltı etmesi, birçok konu ile ilgili şüpheleri arttırıyor. 1920'den öncesini yok sayan bu anlayış için 1916 veya 1917 ya da diğer tarihler ayrı bir konu olarak anlatmaya çalışıyor. Bu da sağlıksız bir tarih ve toplum bilinci gelişmesine neden oluyor. Kaynaklar: 1)Necdet Sakaoğlu, ''Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nın tarihinden'', Toplumsal Tarih, sayı:52, Nisan 1998, s.4-12. 2)Özbay Güven,''Osmanlı'dan Cumhuriyete gençlik ve spor bayramları'', Toplumsal Tarih, sayı:65, Mayıs 1999, s.33-38. Nevin Yurdsever Ateş,''19 Mayıs nasıl bayram oldu'',Toplumsal Tarih, sayı:113, Mayıs 2003,s.34-37 ***http://www.taraf.com.tr/makale/624.h tm
kadim
35
. MEKIK Biz Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi'nde okuyan Söz Dergisi okurları olarak dergimizin Türkiye'deki tüm üniversite öğrencilerinin sesi olabileceğine inanıyor ve bu yönde çalışmalarımızı başlatmış bulunuyoruz. Söz Dergisi her ne kadar tüm üniversite gençliğinin sorunlarını kapsayıcı bir biçimde dile getirse de bazı şehirlerin kendine has problemlerini dillendirememektedir. Çünkü; Söz'ün amacı tek bir üniversitenin sorunlarına dikkat çekmek değil,genel sorunlarına vurgu yapmaktır. Bundan yola çıkarak,kendi okulumuza özgü problemleri,yine kendi okulumuza özgü bir araçla dile getirmek istedik.İşte bu aracın adı da “Mekik”tir. Mekik Söz'den bağımsız değil ve Söz'ün hareket alanını okul içersinde genişletecek bir araçtır. Sizlere Mekik'in içinden küçük bir bölüm sunmak istiyoruz… NEDEN MEKİK ? Öncelikle tüm OMÜ ahalisine merhaba diyoruz. Elinizde tutmuş olduğunuz bu kağıt parçası bazı yanlış giden işlerden rahatsız olan bir grup OMÜ 'lü öğrenci tarafından çıkarılmaya başlanmıştır ve bu ilk sayısıdır (umarım son olmaz ). Bu çalışmanın çıkmasındaki temel amaç okulumuzda yaşanan bazı trajikomik olayları herkesin fark edeceği bir şekilde mizahi ama bir o kadar da eleştirel bir üslupla yansıtmaktır. Dedik ya biz bazı şeylerden rahatsızız ve sizin de rahatsız olmanızı istiyoruz işte bunu size yapmak istediğimiz için biz kötü,e-e,kak çocuklarız. Ne
yapalım bunu biz söylemesek yönetim söyleyecek. Bir öğrenci günlük yaşantısının çoğunu yemeğini daha ucuza nasıl yiyebileceğini, eve ya da yurda daha ucuz nasıl gidebileceğini ve gittiği yerde en aşağıya çekilmiş yaşam alanını nasıl genişletebileceğini düşünerek geçirir. Biz kıpır kıpır olmamız gereken bu yaşlarda adeta
bir aile reisi gibi hareket ederiz. İşte bizim sözümüz bizi bu duruma getirenlere olacaktır rahatsızlığımızın önemli bir bölümü budur. Herhalde bunlardan rahatsız olmayan bir tane bile öğrenci yoktur katılıyorsunuz değil mi? Güzeel hepinizin beynini yıkadık bile Eveet rahatsızlığımızı anlattık ee peki bu derginin adı niye Mekik? İşte dananın kuyruğunun koptuğu ve veterinerliğe inceleme için gönderildiği yer burası. Arkadaşlar elbette hepimiz OMÜ'ye geldiğimizden beri belli gözlemlerde
bulunmuşuzdur. Biraz dikkat edecek olursak OMÜ'de iki tane şey ücretsiz biri tuvalet biri de Mekik ,derginin adını tuvalet koyamayacağımız için Mekik koyduk. Çünkü Mekik belki de OMÜ'de işimize en çok yarayan araçtır. O komik minibüsü gördüğümüzde içine tıkış tıkış da binsek yüzümüz gülüyor. Ee bizim derginin amacı da bir türlü yüzü gülmeyen OMÜ'lüyü güldürmekse tam ismini bulmuşuz demektir. Son olarak bu dergi tamamen OMÜ'nün ve OMÜ 'nün öğrencilerinindir. Fen-Edebiyat' ından Mühendisliğine, Eğitim'den Oydem'e, İlahiyat' tan Tıp'ına kadar her fakülteye aittir. OMÜ sınırlarında gerçekleşen tüm çarpıklıkları acımasızca mizahlayacak ve herkese duyuracaktır. Şimdiden hepimize kolay gelsin... Bizler Omü'de okuyan öğrenciler olarak okulda rahatsızlık duyduğumuz şeyleri adını Mekik verdiğimiz dergimiz aracılığıyla herkese duyurmak,bu sorunlara çözüm bulmak amacıyla okulda olup biten her şeyi mizahi bir dille anlatmaya karar verdik... Bilindiği üzere okulda paralı olmayan bir tuvalet ve bir de fakülte içi gezinen Mekik adında otobüs var, derginin adını tuvalet koyamayacağımıza göre Mekik koyalım dedik.. umarız hepiniz beğenirsiniz… NOT: Umarız beğenmişsinizdir; çünkü OMÜ öğrencileri çok beğendi. samsun