Söz Dergisi Sayı 4

Page 1

SAYI:04

Merhaba Üniversiteli Yök Kaldırılsın Deneylerimizin Işığında Yeni Bir Döneme Başlarken Suçtur Umutsuz Olmak Harf İnkılabı

Sayfa 3 Sayfa 4 Sayfa 15 Sayfa 28 Sayfa 30


2

Merhaba, Yeni bir döneme dördüncü sayımızla başlıyoruz. Dergimizle ilgili yaşadığımız teknik sıkıntılarımıza rağmen dördüncü sayımızla tekrar merhaba diyoruz. Abartmayalım ama hakkını da verelim dört sayımızda önemli bir birikim yaratmışız, biriktirmeye de devam ediyoruz. Doğal olarak bu sayımız, öncekilere göre daha çok öğrenmiş bir şekilde, amatör ruhumuzu koruyarak, niteliğini arttırdığımız bir sayı oldu. Faaliyet alanlarımız olan üniversitelerde ve eğitim sistemine bağlı yaşadığımız sorunları ve itirazlarımızı farklı boyutlarla paylaşmaya çalıştık. Kadın arkadaşlarımız geçen sene 8 mart dolayısıyla başlattıkları çalışmaları, gençlik kampımızla birlikte ortaklaştırmaya başladılar, Kampımız ve kampımızdan artan deneylerimiz, birikimi ortaklaştıran, bundan sonra da düzenli devam edecek bir adım oldu. Aramıza yeni katılan farklı şehirlerdeki arkadaşlarımızın merhabaları da var bu sayımızda. Konser vesilesiyle devrimci tarihimizin önemli bir kuşağı ile yan yana geldik, tarih ile gençliğin yan yana bir etkinliğini paylaştık bu sayımızda. Tarih sayfamız kendi tarzı ile istikrar kazanmış durumda. bu sayımızda konumuz oldukça hassas; “Harf İnkılabı”. Dergimiz etrafından toplanan üniversiteli gençler olarak, hedef olarak koyduğumuz bir gençlik hareketi yaratımı adına tartışmalarımıza ve değerlendirmelerimize devam ediyoruz bu sayımızda. Dedik ya biriktiriyoruz ve büyüyoruz diye, bu sayıda karşılıklarını daha net görüyoruz artık. Eksiklerimiz çok. Neler olduğunu çok iyi biliyoruz. Hata da yapıyoruz ama bunlardan ders alarak adım adım aşıyoruz. Yeni bir sevdaya başladık, yürüyoruz. Kutup yıldızına doğru yürüyoruz, güneş ülkesini yaratacağız diyoruz. Hayallerimiz büyük, inatla büyük hayaller kuruyoruz. Tarihimizden, öncülerimizden öğrendiğimiz çok büyük bir şey var;

İçindekiler Merhaba Üniversiteli…………......……….........…3 Yök Kaldırılsın…………………………........…4-5 Seçme Skandaları…………………………...........6 “Herkes Hakkını Helal Etsin. Bu Duruma Daha Fazla Dayanamayacağım.” ...…7 Korkular…………………………………..............8 O Kadar Güzel Unutmuştuk Ki, Hatırlatmaya Kıyamadım………..............……….9 Öğretilmiş Korkular…………………….........10-11 Geçmişe Mazi Demiyoruz, Geleceği Geçmişten Öğreniyoruz……...........12-13 Neden Söz………………………………………14 Deneylerimizin Işığında Yeni Bir Döneme Başlarken………………..…………15-18 Yeniden Başlamalı…………………........………19 Manisa, İstanbul Merhaba……………............…20 Adana, Merhaba……………………………........21 Sakarya Üniversitesi Sorunlar Mıknatısı .........…22 “Taraf”Tar-Zı………………………………...….23 Üniversite A.Ş………………………………..…24 Ölü Şair Ve Şeytan………………………….......25 Nefret Suçları……………………………….......26 Kadın Ve Şiddet………………………………...27 “Suçtur Umutsuz Olmak”……………...........28-29 Harf İnkılabı………………………………....30-31

“GERÇEKÇİ OLUP İMKANSIZI İSTİYORUZ”. Su Yayıncılık adına sahibi ve sorumlu yazı işleri müdürü: Erman CAN İletişim: İstiklal Caddesi Rumeli İşhanı No: 88/18 Beyoğlu - İstanbul 0212 252 44 90 Baskı: Mattek Matbaaclık GMK Bulvarı Akyol İşhanı 83/23 Maltepe / Ankara Tel: 0312 229 15 02 E-posta: sozumuzvar@yahoo.com facebook.com/soz Hesap Numarası: İş Bankası Mithatpaşa Şubesi - Erman Can 4228 0918632


3

Merhaba Üniversiteli* Evet, istediğin oldu. Üniversiteye girmeyi başardın. Binlerce rakibinin üstüne basarak, bu at yarışında onları geride bıraktın. Ve en nihayetinde, beş çayı muhabbetlerinin değişmez konusu, ailenin göz bebeği oldun. Üniversiteye kapağı attın, artık gerisi kolay diye düşünüyorsun, çünkü sen nice zorlu aşamaları atlattın. Rahatsın. Umutla bakıyorsun önündeki yıllara. Ayağının altına serilmiş kırmızı halıda yürüyeceğin, hayata atılacağın günleri sabırsızlıkla bekliyorsun. Hayallerine dokunacak kadar yakınsın. Bizi dinle. Bağırıyoruz. Kral çıplak. Uyan artık. Artık “Harikalar Diyarı'ndan” dönme zamanı. Ünlü bir Türkiyeli düşünürümüzün!!! de dediği gibi: “Tozpembe hayallerin vardı. Pembesi gitti, tozu kaldı”. Söyle. Üniversiteye iş bulmak, ilerde iyi bir yaşama sahip olmak için geldin değil mi? Evet haklısın. Üniversite sana sonsuz çeşitlilikte iş bulur. Hatta seni işkolik yapar. Sen eğitim fakültesinden mezun olursun pazarda limon satarsın, felsefe okursun kırtasiyecilik yaparsın. Yani üniversite senin yeteneklerini bulmada çok başarılıdır. John Lennon: “Hayat, sen başka planlar yaparken başına gelenlerdir.” diyor ya, işte üniversite bu konuda hayatı oldukça geride bırakıyor. Hem üniversite sadece senin için değil, mesela esnaf Hayri Amca, memur Kemal Efendi, tüccar Recep Bey için de çok yarar lı.

“Alın, verin. Ekonomiye can verin.” şiarıyla yola çıkan üniversitemiz, senin harçlıkların, senin paranla, senin katkılarınla esnafın, Anadolu kaplanlarının, TÜSİAD'ın, MÜSİAD'ın yüzünü güldürüyor. Değil mi, sen olmadan nasıl dönecek bu ekonominin çarkları? Üniversite sürprizleri çok sever. Sen diyorsun ki: “Ben Lys'ye, Ygs'ye girdim. Bitti gitti. Başka sınav yok artık.” Olmadı. Yanıldın. TUS, KPSS, ALES, ÜDS vs gibi envai çeşit seçeneğiyle bu sistem, seni o çok sevdiğin soru banklarından, test kitaplarından ayırmamaya niyetli. Unutmadan, her gün e-postalarını kontrol et, çünkü seni çok seven birileri, her an sana bu sınavların cevap anahtarını yollayabilir. Senin kutu gibi evinden 35 tane KPSS şampiyonu çıkabilir. Ama öte yandan, binlerce insan da bu sınavlara girer fakat hiçbir yere yerleşemez. Kimi intihar eder, kimi grev yapar kimi de geleceksizliğin ve işsizliğin ruhunda yarattığı derin yaralarla yaşar durur. Artık iş senin ne kadar şanslı olduğuna kalmış. Gelelim kampüslere. Kampüsler çok otantik yerlerdir. Hayatında hiç kale gezdin mi? Gezmediysen üzülme çünkü kalelerin o huzur dolu atmosferini kampüslerde bulabilirsin. Adım başı yerleştirilmiş kameralarla kendini BBG evindeymiş gibi hissedersin. Kampüsün giriş kapılarında, bahçesinde, binalarında üniformalı, düdüklü, şapkalı, telsizli insanlar göreceksin. Evet, nasıl ki eskiden kale muhafızları vardı, şimdi de onlar var. Sen yine de bu muhafızlar sürüsüne dikkat et. Onlar kendilerini kampüsün sahibi sanıyorlar. Bu muhafızlar sürüsünden başka, Robocop'a benzeyen, ellerinde kalkanları, topları, tüfekleri, biber gazlarıyla her daim kampüsün önünde hazır bekleyen bir yığın adam var.

* Bu yazı Ankara Üniversitesi öğrenci kayıtları sırasında bildiri olarak dağıtılmıştır.

Onlar okuldaki huzuru ve asayişi sağlıyorlar. Evet, çok çelişkili gibi görünebilir ama onlar kendilerini asayişi sağlamak için yeryüzüne gönderilmiş seçkin kurtarıcılar olarak görüyorlar. Çok kalabalıklar, çekirge sürüsü gibi mübarek. Saymaya parmakların yetmiyor. Bir emirle içeri girip, taş üstünde taş, gövde üstünde baş bırakmıyorlar. Evet, sayın üniversiteli. Pink Floyd'un meşhur Another Brick in The Wall şarkısını biliyorsundur belki. Hani o şarkının klibinde mini mini yavrucaklarımız okul elbiseleri, sıraları, kalemleri ve silgileri ile birlikte üretim tezgâhından geçerler ve en sonunda sosis olurlar. Üniversitelerimiz, o klipte anlatılan okullar gibi acımasız değildir. Üniversite A.Ş.'nin ürünleri çok kalitelidir. Sen o tezgâhta ilerlerken, sana İngilizce, Kalkülüs, Kuantum Fiziği, Roma Hukuku öğretirler ve senin pazardaki fiyatın gitgide artar. Klipteki yavrucaklar sıradan birer sosis olurken, sen çok nitelikli bir meta olursun. Pazardaki alıcıların, patronların gözleri kamaşır seni görünce. Üniversite A.Ş.'nin vitrinlerinde sahibini beklersin. Arkadaş. Durum bu. Sana, daha okula yeni başladığın ve en mutlu olduğun bu zamanda, kara tablolar çizdik diye bize kızma. Bu kapandan kurtuluş yok mu? Var! Alternatif bir üniversite, daha iyi bir yaşam mümkün. Bizler, SÖZ DERGİSİ okurları, yönetiminde söz sahibi olduğumuz, halkımıza ve tüm insanlığa yönelik yararlı çalışmalar yapacağımız, Türkiye'yi saplanıp kaldığı bataklıktan kurtaracak bir üniversite istiyoruz. Hakkımız olan Özgür ve Özerk bir üniversite istiyoruz. Üniversiteleri özgürleştireceğimize dair SÖZ veriyoruz. SÖZ DERGİSİ


4

YÖK YÖ K

YÖK nedir? YÖK'ü anlatabileceğim özel bir tanımım yok. YÖK nedir ne değildir söyleyebileceğim kesin bir çerçeve de yok. Söyleyebileceklerim harçlara zam yapıyor, disiplin ve ceza işlemleri hakkında yönetmelikleri var, üniversitelere kamera ve sivil polis koyma merakı içinde, eskilerden aklımda kalan yüzlerce akademik personeli işinden edecek kadar özlük haklarına dokunabildiği ve az sonra anlatacağım Yusuf Ziya Özcan' a dair hatıralarım. Lise yıllarında okumuş olmak için okuduğum gazetelerden, izlemiş olmak için izlediğim ana haber bültenlerinden aklımda kalan birkaç şey… Maliye Bakanı Kemal Unakıtan az sonra bilmem hangi konu hakkında basın açıklaması yapacak. Önüne bir dizi mikrofon konmuş ve açıklama beklenmekte. Bu arada mikrofonlardan birinin açık olma ihtimalini düşünmeyen bakanın yanındaki bürokratla yaptığı konuşmaya bütün Türkiye şahit oluyor. Bürokrat: Yeni YÖK başkanının havası değişmiş, gayet güzel şeyler

söylüyor. Kemal Unakıtan: İsterse söylemesin. 24 saat sonra bu sefer Kemal Unakıtan ile YÖK başkanı Yusuf hoca kameraların karşısında ve Unakıtan olayla ilgili açıklama yapıyor(gülümseyerek). -Ben o sözleri söyledim ama YÖK başkanını kastetmedim, başka bir şeyle ilgili sözler onlar. Siz almışsınız o sözleri yorumlamışsınız.(Sanki çocuk kandırıyorsun) Ve objektifler hemen Yusuf hocaya döner ve sorulur: -Peki siz bu sözlerden rahatsız mısınız, kırgın mısınız? -Hayır.(yalnızca kupkuru bir 'hayır' demişti aklımda kaldığı kadarıyla) O zamanlar Yusuf hoca YÖK başkanı yeni olmuştu, alışık değildi tabi kameralar ve olan oldu yine. Meclis başkanı Köksal Toptan' la kameralar önünde sohbet ediyorlar. Daha doğrusu edemiyorlar… Köksal Toptan: Bazı olaylar karşısında yorumunuzu göstermeniz lazım. Y. Ziya Özcan: Başbakanım ve

Cumhurbaşkanımla görüştük, bana 'aman hocam çok konuşma ipimizi çekerler' dediler. YÖK başkanlığına daha alışamamıştı, acemilik başa belaydı ve basına ara elemanı sıkıntısı v meslek liselerini etkinleştirilmesiyle ilgili bulduğu çözümle ilgili verdiği demeç ten bir bölüm: -Üniversitelerin bağımsızlığa kavuşması gerekir. Özellikle mali bağımsızlığa… Okullar bedava. Hiçbir yerde görülmemiştir. Şunu yapmak istiyoruz. Üniversiteleri paralı yapalım. İhtiyacı olana burs verelim. Hiç olmazsa üniversiteler ayağının üzerinde dursun. Sonra insanlar çalışınca bu parayı ödesin. ABD 'de olduğu gibi (Laf kalabalığı. Parası olan ve borçlanmaya niyeti olan okusun de geç). Planlarından biraz erken söz etmişti. Gerçi çok üzerinde de durulmadı, geçti gitti… Şaşırtıcı da değildi zaten ilk YÖK başkanının aynı zamanda ilk vakıf(özel mi deseydim?) üniversitesinin kurucusu olduğu düşünüldüğünde. Lise bitti, üniversiteye geldim. Yusuf hoca da boş durmadı tabi.


5

Mesela bu yıl türbanlı arkadaşlarımızı kampüs içine almak için çabalıyor. İşin garibi sonunda tüm bu yaşananları sineye çekip “ Hocam hele şükür, aynı saftayız galiba sonunda, kampüse özgürlük geliyor.” Derken araya bir de genelge sıkıştırdı. “Güvenli olmayan yerde özgür düşünce olmaz.” diyordu. “Sivil kolluk güçlerine yer tahsis edin.” diyordu. Öğrencileri ailelerine şikayet etmek gibi bir şeyler de vardı. Halbuki türbanlı arkadaşımla aynı sınıfta okumayı çok isterdim. Tıpkı benim bir defada okuyup anladığımı 3 defa okumak zorunda olan Kürt arkadaşımın anadilde eğitim alma hakkına sahip olmasını istediğim gibi… 300 kişilik bir sınıfa hitap eden bir hocayı değil yuvarlak masa etrafında öğrencisiyle, hocasıyla eşitlerarası bir ilişkiye dayanan bir sınıf istediğim gibi. Tabi özgür üniversitede öğrenci de yönetime katılacaktır elbet. O zaman 2 ay yaz okuluna gidip daha sonra ,” dersi seçtiğiniz sırada not ortalamanız 1.8 'in altındaymış, dersi vermiş olmuyorsunuz böyle” diyen öğrenci görevlisine “ O zaman niye listeye adımı yazıyorsunuz, yoklama listesinde de adım var.” dediğimde karşımda elinden hiçbir şey gelmeyen bir memur olmayacak. Belki derslerin içeriğine de müdahale edebiliriz. Mesela Roma Hukuku dersinde princeps, senato, yok şunun görevleri yok bunun görevlerinden ibaret bir ezber yerine” Roma hukuku köleleri tanır ama kölelerin hukuk değildir. Roma Hukuku'nun

yeni genelgeyle kayıtdışı bile olmayacak. Anadilde eğitim isteyen esmer arkadaşlarımız terörist; türbanıyla girmek isteyen arkadaşlarımız irticacı, gerici; dersin içeriğiyle ilgili değişiklikler isteyen ben de muhtemelen dersin huzurunu bozan bir anarşik olacağım. Bizler aldığımız cezalar, uzaklaştırmalar ile bize ait olan kampüslerimizi ÖGB ve sivil polis eşliğinde terk ederken yokluğumuzla birlikte iyice grileşen, alelade bir devlet dairesine dönüşen okullarımızı ÖGB ye, sivil polise ve güvenlik kameralarına bırakacağız… Kimseyi mücadeleye davet Spartaküsü senden daha çok bilmiyorum.) veya mülkiyeti önkabul etmiyorum, gelin zincirleri kıralım, 6 Kasım da alanlara demiyorum. Gelin olarak alan Eşya Hukuku dersinde kendi öz örgütlülüğümüzü kurup ufak önce mükiyetin kendisini tartışmak ufak bir şeyler yapmaya başlayalım da daha doğru olacak veya TCK'nın bilmem kaçıncı maddelerinde hırsızlık demeyeceğim. Bunları yazan benim bile içimden bir şey yapmak gelmiyor. suçu düzenlenmiştir deyip Edilgenlikten kurtulup bir şeylerin geçmeyeceğiz. Borsada birileri zaten öznesi olabilme fikri bana da en az az olan parasını hızla kaybederken sizin kadar uzak. 6 Kasım da birileri o çok büyük paralarını aynı hızla artırırken, kredi kartı mağdurları muhtemelen evimde öylece oturacağım. Biri gelip “Bugün YÖK çığ gibi büyürken hırsızlığın tanımın kuruldu” dese “Öyle mi, tarihini yeniden yapacağız. “Nasıl yani unutmayayım genel kültür olur dışında hırsızlık nitelikli olunca suçtan sayılmıyor mu?” diyecek birimiz veya söyleyebileceğim çok bir şey yok. Şairin “ Susmanın su kenarındayız bir başkası ” Yoksun olandan namus beklemek en büyük namussuzluktur.” bugün, acılar da acılaşıyor gittikçe, sanki bir azarlanmayla ölümünü diyecek. Özgür düşüncenin, özgür düşünen çocuklar gibi…” demesi toplumun yaratıcısı olacak belki de umurumda değil. Şu anda tek yapmak üniversitelerimiz. istediğim yeni aldığım Eşya Hukuku Ama bu biz öğrencilerin, fasiküllerini okumak… Selametle… hocalarımızın değil ancak YÖK ün Murat Ankara; cebeci istemesi durumunda gerçekleşecek ve kayıtdışı olan bu taleplerimiz galiba karşısında her zaman Spartaküs olacaktır.” önermesi üzerinden işlenecek bir ders daha doyurucu olacak(Spartaküs ü bildiğimden,derste bilgimi satmak istediğimden değil,bu yazıyı okuyan arkadaşım, emin ol,


6

SEÇME SKANDALLARI Sınavlar sınavlar sınavlar öğretim hayatımız boyunca nefes almamıza fırsat vermemiştir sınavlar… Sonu o kadar çok S ile biten şey duymuşuz görmüşüzdür ki artık o sonu S'li biten kısaltmalar bizim için kabus haline gelmiştir YGS, LYS, ALES, KPDS, DGS ve KPSS bu sırayı çoğaltmak mümkün. Ne kadar çok sınav var hayatımızda, okulda girdiğimiz sınavlar yetmez. Onları geçeceksin sonra YGS, LYS'ye girip üniversiteye yerleşeceksin işte bu noktada oh be! kurtuldum diyebilmek mümkün değil. Çünkü sistem buna izin vermiyor önüne yeni bir sınav koyuyor KPSS (Kamu Personeli Seçme Sınavı) insan soramadan edemiyor KPSS gibi bir sınav neden var, acaba sistem üniversitelerde verdiği eğitime güvenmiyor mu? Galiba bunun cevabı evet güvenmiyor olmalı. Çünkü 8 yıl ilköğretim ardından 4 yıl lise ve ardından azami 4 yıl üniversite eğitimi görüp sistemin bir çok sınavını ve hayatını belirleyecek olan en önemli sınav YGS ve LYS'yi de geçtikten sonra üniversiteye giriyor ama sistem birde KPSS'ye gireceksin diyor o halde verdiği öğretime güvenmiyor yada başka bir yanıt bizim sürekli sınavlarla boğuşmamızı istiyor… Yalnız bu yıl için bu sınavların bazılarının büyük önemi var. Bu yıl gördük ki hiç de masum olmayan sınavlara girmişiz. KPSS'de yaşanan kopya skandalı ardından YGS'de de kopya çekilmiş olması ihtimali gerçekten herkesin kafasında soru işaretleri oluşturdu biranda sisteme var olan güveni yerle bir etti. Eğer güven sarsılmamış olsaydı ÖSYM oluşabilecek

baskılardan çekinip kopya iddiası olabilir diye diğer sınavları da iptal etmeyip yeni bir takvim hazırlamazdı. Onca insan tüm umutlarını KPSS'ye bağlamışken, bu sınava yıllardır giren insanlar varken, geleceklerini, böyle neden yapıldığı ”belirsiz” bir sınava bırakırken, sistem binlerce insanın hakkını gasp etme cüretini gösterebiliyor. Onca insanın hayalleriyle oynuyor, kimse bu sınava keyfinden girmiyor ama herkes bu sınavın gereksiz olduğunu biliyor ama yine küçük gruplar dışında sınava karşı muhalif bir ses yükselemiyor. KPSS'de bu yıl 350 aday sınavda 120 sorunun 120'sinide doğru işaretli KPSS'de daha önce hiç soruların tamamını doğru cevaplayabilen olmamıştı. Bu yıl anlaşılan bazı adaylar çok iyi çalışmış çünkü daha sonradan yanlış olduğu anlaşılan soruları bile doğru yapmışlar. Bu o kadar da basit bir olay değil, burada o kadar açık ki her şey, bu olay sistemin nasıl çürüdüğünü yozlaştığını gözler önüne seriyor. Yaşanan skandalın ardından, KPSS eğitim bilimleri sınavı iptal edildi. Niye iptal edildiğine dair yapılan açıklama ise şu yönde oldu.“10-11 Temmuz 2010 tarihlerinde yapılan Kamu Personel Seçme Sınavının (KPSS-Lisans) Eğitim Bilimleri Testi, sınav sürecinde bazı usulsüzlüklerin meydana geldiği kanaatine varıldığından, telafisi mümkün olmayan zararların ortaya çıkmasını engellemek için iptal edilmiştir. Bu sınav ve daha önce ertelendiği açıklanan diğer sınavların yeni tarihleri yakında açıklanacaktır. Kamuoyuna ve ilgililere duyurulur.” Telafisi mümkün olmayan zararların ortaya çıkmasını engellemek için iptal edildi. Peki gerçekten emek

K OPYAYLA P ARAYLA S EÇME S INAVI

vererek hazırlanan onca insanın hakkını kim verecek onlar için zarar oluşmadı mı? Ya bir daha çalıştığı halde aynı puanı alamayacak insanlar ne olacak? “Nerden baksan tutarsızlık nerden baksan ahmakça”. Zarardan bahsediliyor buradaki en büyük zarar bu ve bu gibi sınavların ta kendisidir. Zarardır çünkü insanların ömrünü yiyor, geleceğini çalıyor, hayatını karartıyor. Bu sadece bir sınavın eğitim bölümlerini iptal etmekle çözülecek iş değildir… KPSS dışındaki diğer bir sınavda YGS'de de bir kopya skandalı yaşanıyor. Ancak soruşturma bir sonuca varmadığı için bir işlem yapılamıyor. Bu durumda da sıralamada binlerin oynaması söz konusu ve büyük bir kaos. YGS'deki kopya iddiasının üzerinin örtülmesi de buna dayanıyor… İşte gördüğümüz üzere bu skandallar ÖSYM'nin herkesin gözünde iyice meşruluğunu güvenini kaybettiğini gösteriyor. Eminim ki herkes birbiriyle konuşmalarında bu sisteme lanetler yağdırıyor, içindeki kini birbirine kusuyor, demediğini bırakmıyor. Acaba birbirimize çok mu yabancıyız? Niye böyle ayrı duruyoruz, bu sorunlardan hepimiz şikayetçiyiz o halde niye hep birlikte haykırmıyoruz? Bu yıl gördük işte TEKEL işçilerinin mücadelesini. Birlikte hareket ederek bize hak arama bilincini hatırlatmadılar mı? Eminim ki arkadaşlar hepimizin yüreğinin bir yerlerinde bu sisteme karşı bir öfke kırıntısı var. Eğer hepimiz bu adaletsizliğe ve çürümüşlüğe karşı yap-bozu tamamlarsak onlar bu yapıyı bu bilinci bir daha bozamaz !!! Turgut, Ankara, dtcf


7

“Herkes hakkını helal etsin. Bu duruma daha fazla dayanamayacağım.” Bu yıl Üniversiteye giriş sınavında olanlar ve eğitim sisteminin tümünde yaşananlar, yapılan katsayı tartışmaları, buna eklenen kpss kopya skandalı hepimizin dikkatini çekmiş ve gündemini meşgul etmiş olmalı. Bunların hepsi aslında kokusu iyice keskinleşen çürümüş bir eğitim anlayışının görünen yüzleri. Bir de bu vahşi sınav düzenin sonucu olarak gerçekleşen intiharlar… Soner Sipahi hepimiz gibi sınava hazırlanan bir arkadaşımızdı ve ailesi onu güç bela dershaneye kayıt ettirmişti yalnız dershane parasını ödeyememişti ve karşılığında arkadaşımızın annesi dershanede senet imzalamış ve borcu ödeyemeyince icraya verilmiş ve buna rağmen ödeme gerçekleşemeyince arkadaşımızın annesi zindana atılmıştı. Soner annesine onu kurtaracağını, parayı bulacağını söylemiş ama tüm çabalarına rağmen bunu başaramamış ve bu notu bırakarak intihar etmişti. “Herkes hakkını helal etsin. Bu duruma daha fazla dayanamayacağım.” Burada ne yapacağını şaşırıyor insan, Soner'in yerinde biz de olabilirdik, böyle bir durumda kimin yakasına yapışabilirdik? milli eğitim bakanlığının mı? Dershane patronun mu? Ya da ailemize bunları yaşattığımız için kendimizi mi suçlardık? Soner ne yazık ki son seçeneği yapmış, yalnız burada sorumlu ve suçlu ortada; var olan sistem ve onun sorumluluğunu taşıyan kurum Milli Eğitim Bakanlığıdır. Ne kadar trajikomik bir durumdur ki arkadaşımızın intiharından sonra Milli Eğitim Bakanlığı dershaneye borcu ödeyip arkadaşımızın annesinin cezaevinden çıkmasını sağlıyor. Bu paranın ödenmesi, yardımın yapılması için arkadaşımız Soner Sipahi'nin intihar etmesi mi, gerekiyordu yada illa dershanelerin olması şart mı? dershaneler olunca daha mı iyi

öğretim veriliyor burada şöyle bir sonuçta çıkıyor hepimiz Devlet okullarına gidiyoruz ama bir de dershanelere gidiyoruz. Acaba okullarıyla övünen devlet bize yeterli öğretimi veremiyor da bu sebepten mi dershanelerin açılmasını sağlıyor yoksa zengin para babalarına rant alanı açıp onların kasalarını mı doldurmak istiyor bunu sorgulamamız en meşru hakkımızdır. Ancak değişmeyen bir sonuç Soner'in katili açıkça ortadadır . Bu sistem bu sistemin kurumu Milli Eğitim Bakanlığı'dır. Yalnız ölüm makinesine dönüşen Eğitim sistemi insanların psikolojilerini bozup onları strese sokarak katliamlarına devam edebiliyor ama neyse ki Adana'da YGS, LYS stresinden intihara kalkışan iki kız arkadaşımızın içtiği ilaçları ailesi fark edip hemen hastaneye yetiştirip, YGS ve LYS'nin onları aramızdan ayırmasına engel oluyor. Ama İzmir'in Buca ilçesinde yaşayan ve Seviye Belirleme Sınavında (SBS aynı zamanda liselere giriş sınavıdır) düşük puan aldığı belirtilen Yalçın Gencay Öktem arkadaşımız bu kadar şanslı değildi Yalçın daha 14'ünde Eğitim sisteminin bu zulmüne dayanamamış intihar etmişti bu ilk intihar değildi elbette bundan öncesi de vardı. SBS'de başarısız olduğu için bunalıma girdiği öne sürülen 14 yaşındaki Tansu Özdemir arkadaşımız, aile fertleri ile birlikte çalıştığı tarla yanındaki kendilerine ait seranın çatısına kendisini iple asarak intihar etmişti. 2008 yılı temmuz ayında Ağrı'nın Doğubayazıt ilçesinde 15 yaşındaki M.D. adlı arkadaşımız OKS'de başarısız olduğu için bunalıma girip kendini asarak intihar etti. Van'da 2007'de Büşra Önem arkadaşımız, OKS'de düşük puan alınca ilaç içerek intihar etti. Bunlar SBS'nin önceki ismi OKS'de gerçekleşen basında yer almış intihar haberleridir… Bundan önceki adı ÖSS olan

Üniversiteye giriş sınavlarında da tablo pek farklı değildi. Adana'da ikinci kez girdiği ÖSS'yi kazanamayan18 yaşındaki Seren Buluç arkadaşımız , 4. kattaki evlerinin penceresinden atlayarak intihar etti. Ordu'nun Çaybaşı İlçesi'ne bağlı İlk üvez Beldesi'nde 2006'da ÖSS'den düşük puan alan 18 yaşındaki Tuğba A. arkadaşımız babasına ait tabancayla intihara teşebbüs etmişti. Ankara Ümit köy Anadolu Lisesi'nde geçtiğimiz yıl üçüncü kez ÖSS'ye giren Pelin D. arkadaşımız, sınavı kötü geçince sınavın bitiş saatinden kısa süre önce okulun üçüncü katındaki pencereden atlayarak intihara kalkıştı. Arkadaşımız yaralı olarak kurtuldu… İşte sınav sistemlerinin biz öğrenciler üzerindeki yarattığı tahribat ortada. Eminim bu haberleri duyduğumuzda da hepimizin içi acıyor bu sisteme içimizden kin kusuyoruz ama hepimiz bu sınavlara girerek aslında bu kanlı sınavlara girerek ne yazık ki bizde ortak oluyoruz işte her yıl mutlaka bu sınavlara kan bulaşıyor her yıl bu sınav sistemi eğitim sistemi can almaya devam ediyor ama bu haberlerde Tarkan'ın yaptığı konser kadar yer almıyor, eğer yer alırsa toplumun vicdanı bu duruma cüretkar bir şekilde ses çıkartabilir bunları son dakikaya sıkıştırmak yada 1-2 dakika içinde verip geçmek keşke bu üzücü olaylar yaşanmasın diyerek yatıştırmak bazılarının işine geliyor ve en acı durumlardan biride bu kurumların başında duran yetkili kişilerin hiç bir şey olmamış gibi davranması rahatça elini kolunu sallayarak dolaşabilmesidir işte arkadaşlar sorumlular açık ve net olarak ortadadır arkadaşlarımızın katili bu köhnemiş sistem ve ona bağlı kurumlardır hepimizde bu adresleri bilmekteyiz bu eli kanlı kurumlar ve o kurumların başında oturan yetkililerden hesap sormak arkadaşlarımıza olan borcumuzdur. Arjin, Ankara, dtcf


8

KORKULAR

Ülkemizin en büyük gerçeklerinden biridir korkular. Öyle bir gerçekliktir ki; toplum olarak korkuların tutsağı olmuş, onunla yaşamaya alışmış, hatta korkuların faydalı olduğuna bile inandırılmışız. Doğumla başlayan korku eğitimi, sokak, okul derken adım adım hayatımızın her alanında alenen sürmeye devam eder. Asker ocağında bile peşimizi bırakmaz. Sağımıza, solumuza selam vermek korkularla öğretilir. Sokaktaki arkadaşına güvenme, adres sorana yaklaşma, kimseye yardım etme, kendi bacağından asıl, başkasını düşünme, hiçbir şeyi sorgulama, şüphe etme yoksa… Korkular bilimsel bir nedene bile dayandırılır; “dayak cennetten çıkma” denir. Atasözlerine bile girer, “testiyi kırmadan önce dövmeli çocuğu; kırdıktan sonra bir anlamı olmaz” , “kızını dövmeyen dizini döver” denir. Daha bir sürü atasözü, deyimler sayılabilir; korkular cennetti bir ülkenin gerçekliğini anlatmak için. Sonuçta; toplum olarak korku içimize yerleştirilmiş, korkularla büyütülmüş, korku imparatorluğu yaratmış bir ülkeyiz. Toplumu kontrol etmek için “korku” özel olarak şırınga edilmiştir. Hani derler ya; “toplum kontrolden çıkar” her toplumun düzenleyicileri vardır. Geri kalmış ülkelerin sığındığı bir limandır işin doğrusu. Cahillik, en büyük koruyanı, destekleyenidir.

Karanlıklar büyütür korkuyu. Bizim ülkemizin de korkulardır düzenleyicisi. Yoksa… Korkularla uzun bir yolculuk yapan ülkemiz ve insanlarının geldiği nokta ortadadır. Kendisiyle barışık olmayan, her şeye ve herkese şüphe ile bakan; birbirine güvenmeyen, ast üst ilişkilerini korku aracı olarak kullanan; kafasını kaldıranın kafasının ezildiği bir yaşam düzeni ve her alanda geri kalmış bir ülke gerçeğidir. Korkarak umut edilir; kahkahayla gülmek, sınırsız sevinmek, doyasıya yemek, sevmek ve ne bileyim; kısacası her şey kokuların izin verdiği ölçüdedir. Hayattan güzel bir şey beklemekte korkular ölçüsündedir. Peki korkulan kimdir? Yerine göre bilinmeyen, yerine göre görünmeyen, yerine göre de somut olanlardır. Her duruma göre oluşturulmuş korkular emre hazır ve nazırdır. Korkular ülkeyi bir yere götürmez. Hiçbir alanda ciddi adımlar atılmaz. En önemlisi de korkularla yaşamak, insan psikolojisini bozar, hasta insanlar ve hasta toplumlar yaratır. Normalleşmek, bu toplumun en öncelikli ihtiyacıdır. Kumaş pantolon, sisteme itaati; kot pantolon ise, sisteme isyanı temsil etti yıllarca. Böyle bir korku gerçeğiyle yaşadı bu ülke yıllarca ve hala yaşamaktadır da. Resmi yerlere giremeyen bir kumaş parçasıdır korkuyu temsil eden. Farklı etnik guruplarda korkunun bir parçası olmuştur. “ağlama çocuk! Ağlarsan Çingeneler götürür seni” denmiştir. Kot pantolon, bir kumaş parçası ama Çingeneler, bu ülkenin mozaiklerinden birisidir. İnsandır, halktır. Onurlu, namuslu, alnı ak, yüzü pek, elleri nasırlıdır.

Bu topraklarda yaşayan her insan onurlu, namuslu, tertemiz bir halkın birer dallarıdır. Korkular yaratma uğruna, insanları, eşyaları, toprakları, bitkileri küçük düşürmenin, aşağılamanın, düşmanlaştırmanın, bu ülke halkına ne faydası olabilir? Korkular üretilir ve öğretilir, bir toplumu yönetme şeklidir. Korku, ölümü gösterip sıtmaya razı ederek yönetmektir. Ve insanlar da öğretilmiş korkuların esiri edilir. Bunun için sistemin her hücresi harekete geçirilir. Bir otorite yaratılır ve otoritenin çizdiği alanların dışına çıkmak yasaktır. Aile, okul, işyeri, din, cemaat, devlet vd. her türlü yapı içinde otorite güvenliğini korku ile sağlar. Bir aleviyi yönetebilmek için gereklidir, korku. Veya bir işçiyi asgari ücrete çalışmaya ikna etmek için gereklidir. İşçileriişsizleri ayırmak için gereklidir. Kadını tacize, şiddete, itilmeye mahkum etmektir. Öğrencileri birbirine rakip yapmak içindir. Korku üretmek için her yol kullanılır. Öğrenci notla tehdit edilir, kar etmez fişlenip işsizlikle tehdit edilir, o da kar etmez uyarılır, uzaklaştırılır ya da tamamen atılır. İşçimemur için işten atılma en büyük tehdittir bunların hiçbiri yetmez polisler mahkemeler cezaevleri bunun için yapılır. Bir ülkenin siyasal tarihinde kısa zamanda bu kadar askeri darbenin olması tesadüf değildir. Bu güzel ülkede, beraber huzur içinde özgürce yaşamanın tek yolu; korkuları büyütmek değil, korkuları yok etmekten geçer. İnsan ya tanımadığı için korkar ya da kendini yalnız savunmasız hissettiği için. Biz de bu korkuları birbirimize güvenerek, inanarak, destek olarak, dayanışma ile paylaşarak, özgür ve demokratik bir ülkenin temellerini atacak isyanı oluşturabiliriz. Özgün, Ankara tandoğan


9

O KADAR GÜZEL UNUTMUŞTUK Kİ, HATIRLATMAYA KIYAMADIM… Şimdi size 'İstanbul' desem, kalabalık sokaklardan, bin bir renkli ışıklardan cezp edici gece hayatından, tarihi ve kültürel dokusundan bahsedersiniz. İştihamız kabarır. Bir çoğu doğru belki ama eksik… Bir başka tarafıyla anlatayım İstanbulu, bu anlatacağım yalnız İstanbul'a özgü bir hikaye değildir belki. Ama en çok burada kaçamadım bu gerçekten, nereye gözümü çevirsem görüyordum çünkü… Kağıt işçilerinden… Yani çöpten beslenenlerden. Ne kadar uzak geliyor bize değil mi 'çöpten beslenmek'. Hele ki her akşam yemek programlarını izleyen, diyet programlarını takip eden ışıltılı hayatlara özendiren dizilere odaklı bir ülkede… Kimilerimizin oyun olsun diye çizgilere basmadan yürüdüğümüz kaldırımları bir de onlardan dinleyebilsek keşke. Hep çizgilerin üzerinde yaşayan insanlardan. Bu ışıltılı İstanbul'un karanlık kalan tarafında 100 bin kağıt işçisi yaşıyor. Yani ortalama 400 bin kişi bu yolla 'doyuyor.'. ve bu insanlar hiçbir sağlık güvencesi olmadan, bulaşıcı hastalık riskine karşı çalışmak zorunda. Genelde gece çalıştıklarından bir çok faili meçhul cinayetin de 'kurbanlarılar'.

Bunlarda yetmez gibi belediye baskı ve tehdidi, polis copu da cabası… Çaresizliğin işsizliğin ve açlığın doğurduğu bu sektör hiç de azımsanamayacak büyüklükte. Yıllık 9,5 milyar dönüyor bu sektörde. Ama kağıt işçisinin bundan kazancı günde 12 saat çalışır ve 250 kilo kağıt toplarsa, yaklaşık 20 lira… ve bu oran kış aylarında 15 lira civarına düşüyor. Öyle bi sektör ki bu kimilerinin 'hızla büyüyoruz!' 'kriz teğet geçti' söylemlerine aldırmadan büyüyor. Kimler yok ki bu sektör içerisinde kadınlar, çocuklar emekli memurlar, işten atılan muhasebeciler, atanamayan üniversite mezunları, iflas etmiş küçük esnaf, eski gazino sanatçıları ve daha birçokları… Geleceksizlik yalnızca onların mı sorunu sizce? Okuduğumuz bölüm mezunlarının, yüzde kaçı iş bulabiliyor ki. Yani her an meslektaşımız olabilecek insanlar, tabi bu iş kolunda çalışmak da kolay değil, Evet sayfa sayfa CV doldurup başvuracağınız bi yer yok, ama zabıtalardan kaçabilecek kadar kondisyon, polis dayaklarından yıkılmayacak kadar direnç ve kağıt toplama arabası almak için 100 TL ye ihtiyaç duyuluyor.

Bir kâğıt işçisinin şiiri; … Gezdiğim her yolda Çıktığım her yokuştu Açtığım her poşette Biraz sen varsın Sen pet kadar masun plastik kadar mütevazı Naylon kadar sempatiksin, Sen alüminyum kadar değerli Bakır cinsinde bulunmayansın Sana olan sevgim bir kâğıtçının sokakta gördüğü Bir plastiğe yaklaşması Gördüğü bir antikayı alması gibidir San olan sevgim, Kâğıtçının yokuşlarda akıttığı ter kadar kutsaldır. Söz, İstanbul,


10

ÖĞRETİLMİŞ KORKULAR benim hayatım böyleydi annem beni böyle yetiştirdi ve bende onlarla birlikteyken EDEPLİydim... Ama artık onlarla birlikte değilim... Babam beni korumuyor!!! Sokağa o olmadan çıkıyorum... O beni koruyor muydu gerçekten yoksa onlar yüzünden mi, kendimi Kadın olarak geldim dünyaya ve savunmayı öğrenemedim? Babam bu benim "suç"um değildi. Ta annemi de koruyordu. Ama annemi küçükken korumaya başladı babam babamdan koruyacak kimse yoktu. beni. Babamın olmadığı yerde abim Ben annemden gördüm itaat vardı beni koruyacak. "Kimseden etmeyi o da annesinden görmüştür şeker alma, tanımadığın insanlarla büyük ihtimal... ben annemden konuşma" derlerdi. Ve böyle gördüm EDEPli olmayı o da büyüdüm ben. İlkokulda sıra annesinden… arkadaşımda benim gibi biriydi. ÖĞRETİLMİŞ Teneffüslerde erkekler top KORKULAR...!! oynarken, biz ip atlardık. Erkeklerin Yüzyıllardır ip atladığını hiç görmedim ben de bilinçaltımıza yerleşmiş, bu yüzden top oynamadım... annem hayatımızın her alanına beni her okula uğurlayışında edepli, yansıyan toplumsal hanım hanımcık bir kız çocuğu ol rollerimiz ve bizim de derdi. Merak ederdim acaba nedir içselleştirdiğimiz sistemin bu edep, nedir bu hanım hanım değerleri... "Kadın, olmak. Annem evde hep yemek kadındır.", “Kadın yapar, bulaşık yıkar ve temizlik zayıftır” korunmaya yapardı. Babam da işe gider, çalışır ihtiyacı vardır. Ve didinir bizi geçindirmek için para cinsiyetinden kaynaklı bir kazanmaya çalışırdı. Babamın işi de rolü vardır. Kadın, oldukça yoğun ve stresliydi, annem cinsiyetinden kaynaklı ise çok rahattı! Babam da dışarıda "doğal olarak" evine, gerildiği ve yorulduğu zamanlarda çocuklarına, kocasına eve gelip gerginliğini annemle bakmakla yükümlüdür, paylaşırdı! Tabi annemin anlayacağı evin sorumluluğu ona aittir. dilden. Annem de benimle! İşte

Bir anne, sabah uyanınca önce okula gidecek çocuğunun ve işe gidecek kocasının kahvaltısını hazırlar, ütülü gömlekleri çıkarır, kahvaltı masasına oturtmak için canından çok sevdiği yavrusunun peşinde koşar. Onları yolculadıktan sonra, başlar bir sıradan koşuşturmaca...Sofra toplanır, bulaşık yıkanır, ev temizlenip toplanır,sonra öğle yemeği hazırlanır...Ve akşam yorgun eş ve ev ahalisi gelince aynı koşuşturmaca..Bir dahaki sabah aynı, akşam aynı gün..Ve karşılığı olmayan, görünmeyen emek.. Tabi sevgiye sarıp sarmalanmış… Çocuğuna bakmak zorundasın, çünkü o senin küçük yavrun, kocana


11

İş ararken “presentable” (sunumu iyi) olmak zorundayızdır. Neyi sunacaksak. Biz tüm bunları, toplumun bize yüklediği ve irademiz olmayan bütün rolleri reddediyoruz ve doğal karşılamıyoruz yaşadıklarımızı… tacizi, tecavüzü, beceriksiz kabul edilmeyi, hava kararınca sokağa çıkamamayı, şiddetin hiçbir çeşidini, giydiği kıyafetinden tecavüzü hak etti anlayışını, namus cinayetini kabul etmiyoruz. Kadın olmaktan kaynaklı yaşadıklarımızı Gazetelerin 3. sayfa haberlerinde itaat etmek zorundasın çünkü o "Kader"imiz olarak görmüyoruz. kocası tarafından dövülen ya da senin bir erin… Yani bu işleri Yaşadıklarımızı anlamak ve "doğalında" yaparsın, çünkü onları öldürülen, ağabeyi tarafından namus anlatmak adına birinci gençlik adına katledilen, enseste uğrayan, seviyorsun, çünkü bir annesin, kampımızda kurduğumuz Dır Dır sokakta taciz edilen biz kadınlar, çünkü bir kadınsın… bunlar ev Kadın Atölyesi ile birlikte ve kadınıysan söz konusu. Çalışan bir suçlanmaktan korktuğumuz için kadınlar olarak yaşadığımız kadınsan işin daha da zor. Bu sefer sesimizi çıkaramıyoruz. Tüm suç sorunlara karşı mücadele ederek patron da devreye giriyor. Şurayı da bizimdir. Ya tahrik edici giyinmişiz zincirlerimizi kıracağımızı ya da kuyruk sallamışızdır. O atlamayalım; eğer varlıklı bir haykırıyoruz. yüzden hak etmişizdir başımıza kadınsan, sabah ve akşam bu rutin gelenleri! işleri yapmak zorunda kalmazsın, SÖZ DERGİSİ KADIN Şartları kötü bir iş buluruz çünkü bir "ücretli kölen" vardır. ATÖLYESİ “beceriksizizdir”, iyi bir iş buluruz Bulaşıkları yıkar, evi temizler vs.. “Allah bilir ne olmuştur”. Sadece senin sevdiğin kadar, çocuğunu sevemez o kadar. O zaman da başka rutin işlerin vardır..Erkenden kuaföre gidip fön çektirir, manikür yaptırırsın, akşam da restorantta bir yemek yersin o kadar.. ama sonuçta yine de kadınsın. Rollerin vardır. Ve ERKEKin vardır. Ancak, "Eğer bir kadın yemek yapabiliyorsa bir erkek de yapabilir, çünkü yemek yapmak için rahim gerekmez." "SESSİZ BİR ÇIĞLIK BÜYÜYOR BU TOPRAKLARDA"


12

GEÇMİŞE MAZİ DEMİYORUZ, GELECEĞİ GEÇMİŞTE ARIYORUZ

dedik ya budandıkça fışkıran bizleriz diye. Onlar bu yolda düştükçe yerlerini yeni siper arkadaşlarına bıraktılar, yeni gelen eskilerden ders çıkardılar. Tüm önceki mücadeleyi sahiplendiler ve onu bir adım daha ileriye taşıdılar. Tarihin Denizlerin, Mahirlerin, İboların sonu diye ölümünün üzerinden kırk yıla yakın çığıran felaket tellalları bunu bir zaman geçti. Bu zaman zarfında anlayamazlar. Onlara göre yenilgiler dünya çok değişti. Sovyetler Birliği mutlaktır, fakat bizim için yenilgiler dağıldı, Berlin duvarı yıkıldı, birçok birer tecrübe, birer öğretmendirler. ideolog artık tarihin sonuna geldik Hakları ve özgürlükleri uğruna diye avazı çıktığı kadar bağırmaya mücadele edenler ilk yenilgide başladı. Hâlbuki tarihin sonuna dağılmazlar. falan gelindiği yoktu. Mücadele Geçmiş, olmuş bitmiş bir olgu bitmemişti, mücadele bundan böyle değildir. Biliyoruz ki, geleceği tarzını ve söylemini değiştirecekti. kuran geçmiştir, ama yarınları Eskiye nazaran cılızlaşmış ve bir yaratmak, sadece ölçüde güç kaybetmiş olabilirdik. geçmişin basit İsmet Özel, bir şiirinde ne diyordu: bir tekrarını “ Ama budandıkça fışkıran da yaparak bizleriz/ Ölüyoruz demek ki mümkün olamaz. yaşanılacak” (2). Spartaküs Bizler, 68 öldürüldü diye, kölelerin eşitlik kuşağının mücadelesi bitecek miydi? Ya da yöntemlerini, Mazdek, Şeyh Bedrettin, Pir Sultan kullandıkları dili, Abdal, Rosa Luxemburg kaybettiler mücadele diye uğrunda yaşamlarını verdikleri metotlarını birer bu dava son mu bulacaktı? Hayır, ayetmiş gibi “Baba, Mektup elinize geçmiş olduğu zaman, aranızdan ayrılmış bulunuyorum. Ben, ne kadar üzülmeyin desem, yine de üzüleceğinizi biliyorum. Fakat, bu durumu metanetle karşılamanı istiyorum. İnsanlar doğar, büyür, yaşar ve ölürler… Önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığı süre içinde, fazla şeyler yapabilmektir. Bu nedenle ben, erken gitmeyi normal karşılıyorum. Ve kaldı ki, benden önce giden arkadaşlarım, hiçbir zaman ölüm karşısında tereddüt etmemişlerdir. Benim de etmeyeceğimden şüphen olmasın. Oğlun, ölüm karşısında aciz ve çaresiz kalmış değildir. O, bu yola bilerek girdi. Sonunda da bu olacağını biliyordu.”(1)

kabul edemeyiz, zaten bu yola çıkmışların da kopyacı, dogmacı olmamaları gerekir. Eskinin mücadele biçimleri bizim için bir deneyimdir, ama daha da önemlisi o kuşağın azmi, cesareti, fedakârlığı ve hayatı yeniden kurmaya yönelik o büyük cüretleri her zaman yolumuzu aydınlatan birer ışıktır. İşte Denizler, Mahirler, İbolar kısacık yaşamlarında kendi bedenlerinde yeni insanı yarattılar. Yeni insan, kariyerci hayallere sahip olmayan, dostluğu bilen, fedakâr, ve cesur insandır. Şimdi yeni insanı daha iyi anlayabilmek için o kuşağın yaşamından kesitlere bakalım: Onlar toplumun sorunları ile ilgileniyorlardı. Köprüsü olmayan Zap suyuna köprü, evleri olmayan yoksullara Mamak'ta gecekondu yapan onlardı. Onlar, toplumdaki sorunları gördükleri zaman: ” Biz kimiz, ne yapabiliriz, elimizden ne gelir, gücümüz yeter mi?” demeden kendine güvenle ve cesaretle kollarını sıvayıp işe koyuluyorlardı.


13

DEV-GENÇ, evi yıkılan yoksulun, patronundan parasını alamamış işçinin, kocasından şiddet gören kadının hakkını arayacağı bir yerdi. Adaletin adresiydi. Anadolu halkları onları çok sevdi, onlar için “dev gibi gençler” tabirini kullandılar. Halkın umudu gençlikti. Ağa babaları, bezirgânlar, hortumcular, vatanı faşizme ve emperyalizme peşkeş çekenler alçaldıkça, alçak olukça, gençler halkın nazarında gün geçtikçe devleşiyorlardı. 68 kuşağı için eğitim önemliydi. Eğitim almayı, halkın sorunlarını çözebilmek için ciddiye alıyorlardı. Şimdiki gençler gibi tek hedefleri kendi ceplerini şişirmek değildi. 68 kuşağının devrimci gençleri, şerefli ve erdemliydi. Onların karakterleri, hayalleri satılık değildi. Devrimci gençler üniversitelerde kendi temsiliyetleri, hakları için mücadele ediyorlardı. Onlar, müfredatın nasıl olması gerektiğine karar veriyor, şehirlerin daha iyi tasarlanmasını, yönetimin nasıl daha iyi olacağını, sağlıktaki sorunları, üretimdeki sorunları önemsiyorlar, kısacası toplumun her sorunuyla ilgileniyorlar, fikirlerini ortaya koyuyorlardı. Denizler, Mahirler, İbolar yalnız Türkiye'yi değil tüm dünyayı faşizmden ve emperyalizmden kurtarmak için sınır tanımamışlardı. Filistin özgürlük mücadelesini ilk sahiplenenler, siyonizme savaş açanlar da onlardı. İlklerin günahı az olur. Onlar elbette ki kusursuz, hatasız değillerdi fakat bu hatalar onların iradelerinden çok içinde bulundukları hızlı dönemin etkisinden kaynaklanmaktaydı. Kaldı ki o kuşak hatalarını

perdelemedi. Her zaman hataları ile yüzleşti ve o hataları aşabildiği ölçüde, ölümsüzleşti. Eğer gençlik için, “iyi” insan olmanın tanımı yapılacaksa. Referansımız, Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya ve adını sayamadığımız diğer tüm devrimcilerdir. Onların yaşamı

bugünkü yoz, kokuşmuş hayata karşı, gençliğe bir reçetedir. Kimse dokunamaz suçsuzluğumuza…(3) 1 Deniz Gezmiş'in son mektubu 2 İsmet Özel-Yıkılma Sakın 3 Cemal Süreya

Harun, Ankara cebeci


14

NEDEN

NEDEN SÖZ? Gibi bir soruyla yazıya giriş yapılacak olursa öncelikle gençliğin, özelde üniversite gençliğinin genel durumuna bir göz atmak gerekecektir. Günümüz gençliği 80 öncesi gençliğe göre 'politika'nın daha dışında, daha içine kapalı, bireysel, tüketen konumunda bir görüntü çiziyor. Bunun sebepleri konumuz dışında olduğu için girmiyoruz. Gençlik bugün siyaseti olduğundan farklı anlıyor. Özellikle 12 eylül sonrası siyaset, sadece bir kasta teslim edildi. Siyasetin kirli bir iş olduğu bilinçlere kazındı. Siyaset, ya pis insanların yapacağı ya da başını belaya sokmak isteyenlerin uğraşacağı bir iş olarak sunuldu. Tabii olarak, gençlik de bu politikalardan nasibini aldı. Günümüzden bir örnek verecek olursak; referandum sonucunu tartışan arkadaşlarımız bile aslında siyaset yapmadıklarına iddia eder oldular. Gençliğin siyaseti yukarıda tanımladığımız gibi algılaması, ona tavır almasını da beraberinde getiriyor. Gençlik bugün üretime değil tüketime özendirilmiş bir durumdadır. Tüketim sistem tarafından özgürlükmüş gibi gösterilerek, gençliğin üretkenliğinin önüne geçiliyor. Gençlik; bugün tükettiği kadar özgürdür. Günlük yaşamın çıkmazlarını fark etmeyelim diye hep tüketime zorlanıyoruz.(paramızın yettiği her şey bizimdir.)Böylece; sahte bir özgürlükle yozlaştırılıyoruz, hayallerimiz daraltılıyor, yeni bir dünya hayali kurmamızın böylece önüne geçiliyor. Bugün gençlik bireyselliğe mahkum edilmiştir. Gençliğin

yaşamında kolektiflik, paylaşım yerine rekabet daha güçlü bir şekilde yer bulmuştur. Her şeyin maddi varlıkla ölçüldüğü sistemde, gençlik de geleceğini sadece bireysel çaba ile kurabileceğini düşünmeye başlamıştır. Paylaşımın enayilik olarak algılandığı bu dönemde gençlik, bireyselliği toplumsallığa tercih etmiş konumdadır. Gemisini kurtaran kaptan misali yola devam etmektedir. Bireyselliğe mahkum edilen gençlik, her türlü çabaya rağmen yaşamında aradığı anlamı bulamadığı için de bugün karamsardır, yalnızdır ve mutsuzdur. Sahte arkadaşlıklar içinde yalnızdır. Yaşamı ile ilgili sıkıntılara geleceği ile ilgili kaygılarına özgür bir müdahale imkanı verilmediği için nesneleşmiştir. Kendi yaşamının yörüngesi sitem tarafından belirlendiğinden, günlük yaşamda hiçbir şeyin öznesi olamamaktadır. Sistemin ona yüklediği anlama karşı çıkmayışı onu nesneleştirmiştir. Gençlik, bugün önünde, sistemin dışında, başka bir alternatifin olmağını düşündüğü için umutsuzdur. Siyasetin yukarıda bahsettiğimiz gibi algılandığı ve tavır alındığı bu dönemde, siyaseti, günlük yaşamın ta kendisi olarak gören, onu yaşama müdahale sanatı olarak anlayan ve herkesin siyasetin istese de istemese de bir parçası olduğunu savunan bir anlayış doğru bir anlayış olacaktır. Bu yüzden SÖZ'cüyüz. Politika yapmaktan adeta bir öcü gibi korkulurken, ısrarla politikadan uzak durulurken, SÖZ'ün bugün savunduğu siyaset anlayışıyla bu algıyı kırmaya çabalayan gerekli bir anlayıştır. İnsanların yaşamlarını bire bir ilgilendiren sorunları renkli ve algı sarsıcı biçimde yansıtmak ve eyleme dönüştürmek, gençliğin siyasetin öznesi olma sürecinde önemli bir adımdır. Her alanın öz örgütlülüğünü savunarak, dar grupçu, yani, örgütsel çıkarcı olmayan

gençliğin geniş bir kesimine hitap eden anlayış mücadelede ön açıcı olacaktır. Söz bu anlayışta olduğu için SÖZ'cüyüz. Gençliğin an'a sıkıştığı bugün, gençliğin yeni bir dünya hayali kurmasını sağlamak ancak günlük yaşamda genci kapsayacak ve özneleştirecek politikalarla mümkündür. İnsanın kurduğu hayale inanması ve bunun mücadelesini vermesi, mücadeledeki küçük kazanımlarla mümkündür. Bu yönüyle küçük gibi görünen araçlar(mekik,kanka,yarasa,ıslık) aslında önemli araçlardır. Bugün hiçbir genç asli unsuru olmadığı bir işe, bir oluşuma gönülden bağlanarak katılmaz. Mücadelede genç söyleneni yapan konumda değil, kendi alanının kararlarını alabilecek bir irade konumunda olmalıdır. Genç, kendi alanının asli unsuru olarak karar alabilmeli, sürece yön verebilmeli, düşüncesini özgürce söyleyebilmeli ve alanını sahibi olmalıdır. Gencin özne olması sorunu SÖZ'ün temel meselelerinden biri olduğu için SÖZ'cüyüz. Bugün gençlikten başlayarak, tüm toplumun örgütlenmesi sorunu kaçınılmazdır. Söz bugün yeni bir gençlik hareketinin kapılarını aralamaktadır. Bu gençlik hareketi; hem gençliğin öz örgütlülüğü olacaktır hem de Türkiye Devrimi'nin sorunlarını aşmasında önemli rol oynayacaktır. Böyle büyük bir iddianın temsilcisi ve sahibi olduğu için SÖZ'cüyüz. Sistemin, ahlakları darmadağın ettiği , değerlere saldırdığı, insanların benliklerine saldırdığı, insanın bencileştirdiği böylesi dönemde, biz yeniden insanlaşmayı, sistemin yüklediği pisliklerden kurtulup yeni insanı yaratmayı ve devrimi bugünden ve kendi benliğimizden başlatmayı hedeflediğimiz için SÖZ'cüyüz. Bireyselliğe karşı kolektifliği savunduğumuz için SÖZ'cüyüz. SÖZ EDİRNE


15

Deneylerimizin Işığında Yeni Bir Döneme Başlarken...

Toplumsal mücadelenin bugün yaşadığı kriz haline gençlik cephesinden bir müdahale olması amacıyla yaratımına giriştiğimiz devrimci gençlik hareketinin güncel ifadesi SÖZ dergisi etrafında sürdürdüğümüz faaliyetleri, deneyleri ve tartışmaları dergimizde değerlendirmeye devam ediyoruz. SÖZ dergisi olarak bugüne kadar ki süreçte yaşadığımız alanlarda kitlelerle birlikteliği esas alan tarzda ürettiğimiz pratiklerinden çıkan sonuçları “nasıl yapmalı” sorusuna cevap niteliğinde tartışarak yaratımına giriştiğimiz devrimci gençlik hareketinin pratik-politik omurgasını geliştirmeye çalışıyoruz. Bu tartışmalar bir önceki sayımızda değerlendirdiğimiz bölümün devamı nitelikte tartışmalardır. Geçtiğimiz dönemde dergimizde de örneklendirdiğimiz birkaç deney, yapmaya çalıştıklarımızı ve hedeflerimizi sağlıklı bir şekilde

değerlendirme imkânı yarattı bize. Genel hatları ile geçtiğimiz dönemde biriktirdiklerimize bakarsak; Edirne'deki arkadaşlarımızın iki sayıda kısmen paylaştıkları “KANKA” Edirne'deki öğrenciler arasında yaygın kullanılan bir hitap şeklini araçlaştırarak, güncel sorunlardan hareketle gençliğin geleceğine sahip çıkması çağrısıydı. Öğrencilerin kendi dünyalarından çıkarak “KANKA BİZ 20 BİN ÜNİVERSİTELİ, EDİRNEDEKİ EKONOMİYE KATKI YAPMAKTAN BAŞKA NE YAPIYORUZ” başlığıyla sorunu geleceksizliğe işaret eden faaliyet,

yazınsal ve görsel propaganda tarzıyla günlük algıları sarmayı amaçlamış, şehir merkezinde yapılan tabutlu kefenli eylemle de kamuoyunda yankı bulmuştur. Edirne yerelinde yapılan bu faaliyet kitleleri güncel sorunları üzerinden yaşamına müdahale etmeye çağırırken nasıl bir tarz izlenmeli konusunda önemli deneyler yaratmıştır. Bu faaliyet, alanda geniş bir kitle tarafından sorun olarak tarif edilen bir konunun, kitlelere yabancı ve yukardan olmayan bir söylem ve görsellerle, sade, net ve anlaşır bir şekilde ifade edilirken aynı zamanda yaratıcılığı da zorlayarak sıradanlığı bozan, görenin ve ya okuyanın algısını sarsan bir propaganda tarzının çok rahat etki alanını genişletebileceği ve soruna müdahale etmeye dönük bir hareketlilik yaratacağını göstermiştir. Bunun yanında bu faaliyet, sürecin başından sonuna kadar planlı ve programlı halde sürdürülmesi, sürece katılanların takipçilikten işin öznesi olması -dolayısıyla örgütlenmeye katılması-, plan ve programın mümkün olan en geniş katılımla birlikte sürekli güncellenerek, genişletilmesi, sürecin her adımında daha genişleyen ilişki ağının belli bir merkezde toplanmasına dönük iradi müdahale yapılması, bütün bu sürecin sürekli kontrol edilerek aksaklıkların büyümeden telafi edilmesi, eylem ve etkinliklerin zamanlama ve hazırlık süreçlerinin iyi planlanması gibi bir faaliyet için olmazsa olmaz kabul ettiğimiz kolektif çalışmanın temel unsurlarının ne kadar önemli olduğunu olumlu olumsuz deneylerle bir kez daha yaşayarak hatırlamamıza vesile oldu.


16

Samsun'daki arkadaşlarımızın kendilerinden çok solun genelinin kitlelere olan yabancı kalma hastalığına bulaşık olmalarının yarattığı bir sonuçtan kaynaklı Samsun'daki öğrenci kitlesiyle yeterli düzeyde ilişki kuramama sorununu aşmaya dönük müdahalesi de oldukça öğretici bir deneydi. Arkadaşlarımız, 19 Mayıs üniversitesinde öğrencilerin kampüste eşit bir şekilde ücretsiz kullanabilecekleri iki araçtan biri olan kampüs içi ring aracı “MEKİK” (diğeri WC -tuvaletler-) isminde bir fanzin çıkararak bunu binin üzerinde öğrencinin okumasını sağladılar.

Okulda yaşanılan sorunları ve bunların genelle bağlarını öğrencilerin yabancı olmadığı mizahi bir dille anlatan MEKİK, gerek yazılarının içeriği, gerek merkez katinde herkesin içinde hazırlanarak yine hep beraber dağıtılmasıyla, meşru bir faaliyetin buna uygun açık ve katılımcı bir tarzda sürdürülünce çok kolay bir şekilde kitlelerce de sahiplenildiğini gösteren önemli bir deneydi. Yine alandaki kitlenin gündelik sorunlarına farklı ama anlaşılır tarzda bir müdahale çağrısı yapan ve kendi meşruluğuna güvenle kitlelerin içinde hazırlanan böylesi açık ve rahat bir faaliyetin her hangi bir farklı sese tahammülü olmayan idare ve onun güvenlik görevlilerinin bile kabul etmek hatta muhatap almak zorunda kalacağı bir etki yaratması ayrıca

değerlendirilmesi gereken bir sonuçtur. Devrimcilerin, toplumun genelinde yaşadığı gibi, üniversitelerde de kitlelere yabancı yukardan bir eylem ve söylem üzerinden, kendi kendine kalma ve dolayısıyla sistem için kolayca marjinalize edilerek, tecrit edilme sorununu uzunca bir süredir yaşadığı bilinmektedir. Bu sorunun aşılmamasından dolayı her hangi bir hareketlenmenin kitleselleşmeden, egemenler tarafından kolayca sönümlendirilebildiği, bu yüzden de hareketler için kısa süreli canlanma dönemlerini takip eden dağılma süreçlerinin artık bir rutin halinde yaşandığı bir gerçektir. Bir adım ileri iki adım geri şeklinde ve zamanla mevcut mevzilerin de kaybedilmesi pahasına yaşanan bu sürecin durdurularak ilk olarak tersine dönüştürülmesi gençlik mücadelesinin olduğu kadar devrimci mücadelenin geneli için de temel bir konudur. Kendi özelimizde, devrimci bir gençlik örgütü yaratımına soyunan bir hareketin, iniş ve çıkışları olan uzun soluklu bir faaliyetin gerekliliği bilinciyle öncelikle bu tekrar çemberini kırmaya yönelik araç ve yöntemler geliştirmesi, buna uygun olarak kendini re-organize etmesi gerekmektedir. Bu bağlamda, kitlelerin güncel sorunlarını anlamak ve onların içinden bir tepki yaratımına girişmek faaliyetin kitleler tarafından sahiplenilmesi sorununa müdahale olurken, kullanılan propaganda tarzının egemenlerin hoşuna gitmese de kolayca saldıramayacağı bir biçimde, kitlelerin içinde açık ve rahat bir şekilde yapılması karşı tarafça marjinalize edilme sorununa bir müdahale olarak değerlendirilebilir.

Burada egemenlerin kolayca saldıramaması adına faaliyeti “etli sütlüye dokunmayan”, “sevimli çocuklar işi” liberal bir biçimde sürdürmenin kastedilmediği açıktır. Bu bahiste faaliyetin her aşamasında sağ ve sol sapma tehlikesine karşı devrimci duyarlılığın sürekli diri tutulması vurgusunu yaparak, asıl olarak kitle içinde kitlelerle faaliyetten söz ettiğimizin altını çiziyoruz. Kitle içinde kitlelerle faaliyet, söz konusu alanın sorunlarını dışarıdan değil içerden, o sorunları yaşayanlarla bire bir ilişkilenmeler üzerinden anlayan ve bu sorunlara kitlelerin üzerinden yani onlara yukardan değil, onların sorunlarına sahip çıkmasına yönelik aktif ve canlı bir propaganda ile onlarla birlikte bu sorunlara müdahale etmeyi temel alır. Siyasal faaliyeti bu temel üzerinden geliştirmeyi amaçlayan hareketimiz, kitlelere öncülüğün; farklılıkları ortaklaştırmada, sorunları genelle ilişkilendirmede, yaratıcılıkta, her alanda görünür olmakta, girişkenlikte ve cüretkârlıkta kurulacağı bilinciyle halka rağmen halk için iktidar anlayışını red etmekte, kitlelerce kabul edilen doğal önderliği kabul etmektedir. Samsun yerelinde sürdürülen MEKİK pratiği kimi eksikleri ve sorunları da olsa asıl olarak böylesi bir faaliyetin bir adımı olması anlamında oldukça öğretici ve geliştirici bir deneydir. Yine Mersin'deki arkadaşlarımızın “ISLIK” adıyla çıkarttıkları fanzin de benzer bir arayışın ürünü olarak kendisini var etmiştir. ISLIK etrafında toparlanan bu faaliyet, içeriğiyle ve biçimiyle alanda belli bir ilgi ve etki yaratmakla birlikte süreklilik, biriktirme, yaratıcılık gibi konularda kimi aksaklıklar yaşamış olsa da farklı


17

bir yerelde oranın özgünlüklerinin ifadesi olarak genele dair önemli bir deney yaratmıştır. Üç tane devlet üniversitesiyle gençlik mücadelesi tarihinde her zaman merkezi bir rol edinmiş Ankara'da, bu nesnelliğinin yanında hareketimiz açısından da öznel olarak belli birikimin yoğunlaştığı bir alan olması bağlamında daha hızlı ve

yakalanmıştır. SÖZ'ün üniversitelerde kampüs duvarlarını aşan bir gençlik eylemi yaratma anlayışının politik sınanmasına aynı zamanda da gelişmesine katkıda bulunan bu süreç her ne kadar plan ve programlı hareket etme, harcanan emeği kazanıma dönüştürme ve biriktirme gibi konularda bazı aksaklıklar barındırsa da hareketin düşünce ve eylem tarzını geliştiren önemli bir deney yaratmıştır. Bununla birlikte yurttaki ve kampüslerdeki öğrenci gençliğin kendi günlük sorunlarından hareket eden ve onlarla birlikte mücadeleyi adım adım büyüten faaliyetler de Ankara'da ki gelişimin önemli dinamikleri olmuştur. Bu kapsamda dergimizin geçen sayısında değerlendirdiğimiz gelişkin bir birikim sağlanabilmiştir. yurt örneği ve Tandoğan Bu birikim de belli bir tarihsel kampüsündeki “YARASA” pratiği birikimin rolü olmakla birlikte asıl dışarıdan önemsiz ve değersiz görünen olarak bunu güncelle buluşturan sorunların kitleleri nasıl harekete kadroların planlı ve programlı yoğun geçirebildiği, kitlelerle ilişkinin emeği belirleyici olmuştur. Bununla gelişmesine paralel olarak eylem ve birlikte geçtiğimiz sene Ankara'nın söylemde nasıl doğal öncülüğün TEKEL işçilerinin direnişi merkezi yakalanabildiği ve böylesi bir kitle mitingler gibi önemli toplumsal faaliyeti içinde planlı programlı eylemlerin de sahne olması bu gelişmede önemli bir katkı sağlamıştır. hareket edebilmenin örgütlenmeyi nasıl geliştirdiği yaşanılan pratiklerde TEKEL işçilerinin günlerce süren deneyimlenmiştir. Tandoğan çadır eylemi Ankara'yı emekten ve demokrasiden yana bir politik havanın pratiğinde kampüste yaygın ilişki ağı kitlenin sorunlarının doğru tespit içine soktuğu günlerde edilmesini, sınıflara varıncaya kadar arkadaşlarımızın direnişi doğrudan iletişim ise yapılan imza güçlendirmek ve büyütmek adına kampanyası vb. etkinliklere yüzde işçilerle birlikte olması ve bu 80'in üzerinde katılım sağlayarak kapsamda daha geniş bir öğrenci kitlesiyle işçilerin kendi çadırlarından faaliyetin kitlelerce sahiplenmesini sağlamıştır. Yine bu faaliyet sürecinde biri olarak kabul ettiği bir öğrenci öğrencilerce sahiplenilen haklı talepler çadırı kurması, direnişin içinden bir özne olmayı sağlamıştır. Böylece hem uğruna dekanla ve idarenin temsilcileriyle açıktan kapışmayı göze direnişteki işçileri yakından tanıma, alan sınıf konuşmaları ve sınıf onların yaşamından öğrenme ve temsilcileri üzerinden örülen meclis direnişin bir parçası olma, hem sınıf tipi örgütlemeler hem alanın doğal hareketi açısından son dönemin en öncülerinin ortaya çıkmasına hem de önemli eylemini üniversitelere, öğrencilerin yaşamına taşıma olanağı alanda belirleyiciliğin yakalanmasına

dair somut başarılardır. Her ne kadar, dekanlığın oyalama yönlü adımları karşısında zamanında ve güçlü tepkiler örülerek faaliyeti bir adım öteye taşınması ve yine faaliyeti ikinci öğretimlerden tüm kampüs öğrencilerine yayılması konularında bazı eksiklikler yaşanmış olmasına rağmen söz konusu faaliyet önemli deneyler yaratmıştır. Yerellerin faaliyetleri yanında merkezi olarak gerçekleştirilen eylem ve etkinliklerde politik olarak hareketin gelişimine önemli katkılar sağlamıştır. Bu kapsamda 1 Mayıs'ta belli yerellerden belli bir katılımla merkezi olarak Taksim'e çıkılması, hem farklı yerellerin ortak hareket ederek birlik duygusunun perçinlenmesine hem de 33 yıl aradan sonraki Taksim coşkusunun bir parçası olarak mücadele azminin

güçlenmesine katkı sağlamıştır. Süreci daha erken öngörüp buna uygun daha kapsamlı bir hazırlık sürecinin örülmesi, afiş, bildiri pankart gibi görsel ve yazınsal propaganda araçları ve eyleme gidiş dönüşlerde coşkunun sürekli diri tutulmasına yönelik iradi müdahalelerde yaşanan bazı aksaklıklara rağmen Taksim eylemi dönemin kapanışına yönelik önemli bir sıçrama tahtası sağlamıştır. Nitekim 1 Mayıs sonrası Ankara'da ve diğer yerellerde anma, şenlik, miting gibi eylem ve etkinliklere katılımdaki düzey bu sürecin devamı niteliğindedir.


18

Bir yıllık bir süreçte yakalanan düzeyin ciddiyet ve sorumluluğuyla; geçmiş faaliyetlerimizi değerlendirmek; örgütlülüğü derinleştirip merkezileştirmek ve önümüzdeki döneme ışık tutmak hedefleriyle yaz döneminde İzmir Selçuk'ta bir yaz kampı gerçekleştirildi.

bir muhasebesi üzerinden örgütlülüğümüzü karakterize eden ve pratik yaşamda karşılığı olan bu ilkelerimizin daha derli toplu ifade edilmesi kendini dayatıyordu. Yola ilk çıktığımızdan itibaren tekrarladığımız ve bizler için olmazsa olmaz olan bir husus var ki “sorgulamayacağımız, tartışamayacağımız tanrı vergisi hiçbir ilkemiz yoktur.” Bu, “bugün bizi tarif eden örgütlülüğümüzün hiç bir ilkesi yoktur” demek değil pek tabi ki. Yaşadığımız, Ortadoğu ve Mezopotamya topraklarından başlamak üzere dünya genelinde insanlığın özgür bir biçimde, insanca yaşamak için sürdürdüğü tarihsel Birçok ilkin yaratılmasına vesile kavgalardan gelen değerler olan kamp, farklı yerellerden gelen vazgeçilmez temel ilkelerimizdir. arkadaşlarımızın ortak bir yaşam Bunlar amentülerimizdir ve bu etrafında bir birini daha yakından anlamda tartışma konusu bile edilmez. tanımasına, münazaralar, turnuvalar ve Ancak aynı ilkelerden birbirine zıt sohbet üzerinden kaynaşmasına ve farklı iki sonuç çıkarılabilen bugün ki atölyeler, paneller gibi tartışma devrimci siyasal karmaşaya bir cevap programlarıyla da fikirlerimizi derinleştirerek örgütlülük bilinci ve anlayışının gelişmesini sağlamıştır. Kampta hareketin ortak örgütlenme ve yayın aracı olan SÖZ'ün ideolojik ve politik çizgisi ilgili tartışmalar da geçmişten bugüne taşıdığımız ve bugün daha da güncellenen bazı ilkelerin daha belirgin bir şekilde altı çizilmiş oldu. Aslında örtük olarak uzlaştığımız temel ilkelerimiz vardı ve bundan önceki üç sayımızda ve kendimizi ifade ettiğimiz eylemlerimizde bu ilkeler yaşam bulmuştu. Bunlara ek olarak hayatın içinde hareket ile içselleştirdiğimiz ortaklaştığımız yeni ilkelerimiz de ortaya çıkıyordu. Hareketin gelişimine bağlı olarak güncel durağımızda biriktirdiklerimizin

olarak hareket ve eylemlerimizde merkezimize insanı ve mücadeleyi koyarak ilkelerimizin kurumsallaşmış ifadelerini sözümüzde ve eylemlerimizde adım adım içeriklendirerek ifade etmeyi tercih ettik. Bu yaklaşım doğrultusunda kampta, geçmişten bugüne taşıdığımız temel ilkeleri, hareketimizin bu çağın eylem ve söylemini geliştirebilen devrimci bir gençlik hareketi yaratma amacına bağlı olarak, güncel izdüşümlerini ve geçmişin birikimini aşan yeni ilkeler belirleyerek bunların bütünsel bir ifadesini oluşturmaya çalıştık. Yeni bir dönem başlarken, hareketimizin bir yılda biriktirdikleri önümüze yeni sorumluluklar ve görevler koymuştur. Bu sorumlulukların en başında, yaşadığımız topraklarda onca bedel pahasına biriktirilen bütün devrimci değerleri sahiplenen ve enerjisi ve algısıyla bunları yaşanılan çağa güncelleyerek aşmayı amaçlayan yeni bir gençlik eyleminin yaratımının tarihsel bir zorunluluğu gelmektedir. Bunun öyle hemen ve ya kendiliğinden gerçekleşmeyeceğini, inişleri ve çıkışları olan uzun bir yolculuk gerektirdiğini biliyoruz. Bunun için, en küçük soruna ve olaya küçümsemeden yaklaşmayı, bunlar üzerinden faaliyeti sabır ve inatla geliştirmeyi önümüze koyuyoruz.

Artık bitti diyerek yılgınlık türküleri söyleyenlere inat gerçekçiyiz ve imkansızı istiyoruz....


19

YENİDEN BAŞLAMALI... Sabahın yedisinde bu şarkıyla uyanmak... gece soğuktan kalma bel ağrısı... Sonrasında deniz ve kırk kişiyle kahvaltı yapmak... İlk bir iki gün zor ama sonrasında eğlenceli ve verimli bir kamp ve kollektif bir yaşam... İlk gençlik kampımız olmasından kaynaklı heyecan ve merak yerini yavaş yavaş coşkuya bırakıyordu. Acaba bugün ne olacak? Televizyon yok, internet yok, güzel ve rahat ev yaşamı yok...Tutsak olduğumuz 'vazgeçemediğimiz' eşyalarımızı (telefon, internet, parfüm, saç maşası :)..) bir kenara atmaya ve onlardan geri kalan hayatı anlamaya çalıştık bu kampta... Altı güne alıştığımızın tersi ve dopdolu bir hayatı sığdırmaya çalıştık... Kimi zaman bir arkadaşımızdan gece nöbetinde boğuştuğu canavarların hikayesini dinledik, kimi zaman da da yemek sırası beklerken 'kaynak yapmaya çalışanları' yuhalayıp, protesto ettik. Münazaralarımızda kendimizi tutamayıp yaptığımız kavgadan sonra slogan attığımız zamanlar da oldu veya maç yaparken attığımız golden sonra halay çektiğimiz zamanlar da. Metin Yeğin ile başka bir dünyanın hikayesini Latin Amerika'yı tartışırken neden bir benzeri bizim coğrafyamızda yaşanmasın ki, diye dert ederken, bu sorumuzun cevaplarını Mehmet Güneş ile söyleşimizde Türkiye Devrim Tarihi'ni, bu topraklardaki isyan geleneğini tartışmaya çalışarak mirasımızdan dersler çıkarmaya çalıştık. Atölyeler kurduk kampımızda. Kadın atölyesinde mora boyadık her yeri.'kadın bulaşık yıkar,erkek evine ekmek getirir' fikriyatını, erkek

egemen sistemi(ataerkilliği), kadının, annelerimizin görünmeyen emeğini tartıştık. Farkındalığa dair ilk örgütlü adımımızı attık, paylaşabilmenin, anlatmanın ve anlaşılabilmenin tadını çıkardık 'Dır Dır Kadın Atölyesi'nde. 'Yarin yanağından gayri herşeyi paylaşabileceğimiz bir dünya ' diyen Bedrettin'i, Babaileri Anadolu isyan geleneğini tartıştık, çarpıtılmış tarihe mahkum edip, bizi 'tarihsizleştiren' resmi tarihi sorguladık tarih atölyesinde... Üniversite atölyesinde YÖK'ü, konuştuk. Üniversiteler 'bir bilim yuvası' mıdır yoksa birilerinin at koşturduğu 'ticarethaneler' mi? Neden bir öğrenci harç parasını ödeyemediği için okulundan atılır? YÖK nedir, niye ve kimin için vardır?...gibi soruların cevabını bulmaya çalıştık bu atölyede.. Basın yayın atölyesinin hazırladığı video hepimizi oldukça eğlendirdi. Hepimizin, farkında olmadan, komik yanlarını yakalaması özellikle de bir arkadaşımızın tartışma sırasında, tartışma yöneticisi olduğu halde hayali bir mangalda hayali bir kebap pişirmesi, veya bir arkadaşımızın hayalinde yaşattığı canavar hikayesini gizli kamera ile bizimle paylaşması arkadaşlarımızın hayal gücünü anlamamız için oldukça öğreticiydi! Yaratıcı drama atölyesi ve müzik atölyesi kampımızı renklendiren diğer atölyelerdi. 'YENİ BİR SEVDAYA BAŞLIYORUZ...' Bu sadece ne beyaz bir bez üzerine yazılan kuru bir slogan ne de sıradan bir pankarttı... Bu bir

toplamın örmeye çalıştığı mantığı, düşünceyi özetleyen anlamlı bir vurgu... Dergimizde, bildirilerimizde, eylemlerimizde sıkça bahsettiğimiz 'geçmişin birikimi ve mirasıyla yeni bir sevdaya başlıyoruz' bu slogan vücut buldu kampımızda... Geçmişi reddetmiyor ve sahipleniyoruz Denizleri, Mahirleri, İboları... Birikim diyoruz çünkü, biz mücadeleyi, kavgayı geçmişimizden, hatalarımız ve doğrularımızdan öğreniyor ve yeniyi arıyoruz yani kendi benliğimizle, rengimizle, sözümüzle çıkıyoruz bu yola... Bu kamp bizim için ilkti. Verimli ve anlamlı bir başlangıç oldu... Farklı yerellerden farklı insanlar, ortak bir amaç için altı günümüzü paylaştık... Çok şey öğrendik, aynı zamanda birbirimize çok şey öğrettik... Hem öğretmen hem öğrenciydik... Bu topraklarda yüzyıllardır varolan mücadele geleneğine yeni bir ses, yeni bir renk ve bu uzun yolun yeni yolcuları olmak adına sözümüz var Güneş Ülkesini yaratana dek... İnsanlığın bütün deneyimleriyle Yeni bir sevdaya başlamak... Hırçın, umutlu, heyecanlı ve inatçı Büyük denizlere kavuşma hayaliyle Nehirlere dalmak... Ve insan olmak, İnsan kalmak, insanlaşmak İşte yaşamak...!


20

GELECEĞİ SATIN ALMAK Geleceksizliğin, geleceği için Göçebe hayattan yerleşik düzene amansız bir çabaya girişmiş her yaş geçe kesiminden insanlar… Bu belirsizlik içindeki en ufak bir umut bile onları bu hayal peşinden koşturmaya yetiyor. Ekmeğini kazanabilmek, hayata tutunmak ve bir şekilde hayat içinde var olabilmek için her umut kıvılcımına sımsıkı tutunmak zorunda kalınıyor. İnsanların bu çaresizliğini çok iyi bilip, gören bir kesim ise ne yöne çekse oraya geleceğini bildiği bu insan yığınına her türlü çile ve sıkıntıyı reva görüyor. Bu insanlar ekmeğini kazanabilmek için çalışmak zorunda olduğu işlere bile binlerce sınav ve mülakatlardan sonra girebilme hakkını kazanabiliyor. Doğar doğmaz bir gelecek planı hazırlanıyor bu küçücük bedenlere, sonra adım adım uygulanmak zorunda kalınıyor. Çalışmak zorunda olduğu işlere

girebilmek amacıyla geçilmesi gereken sınavları atlatmak için dershane dershane sürükleniyor nice insan yığını. Tüm bu çileleri tamamlayanlar bir işe girebilme mertebesine ulaştıktan sonra ise komik diyebileceğimiz ücretler karşılığında geri kalan ömürlerini de burada çürütüyorlar ne yazık ki. Güvencesiz ve çoğu zaman da tehlikeli olan bu işlerde kalıcı olmak da zor oluyor genellikle. Her an işten kovulma tehlikesiyle yaşayan bu insanlar; ne denilse yapıyor, ne kadar verilse kabul ediyor, etmek zorunda kalıyor. Gelgelelim bu durumu kabullenemeyenler haklarını savunmak için aylarca grev yapıp bu haklı direnişin yerine ulaşması pahasına aç kalsa bile kimse gözlerinin yaşına bakmıyor. Onları yok saymaya devam ediyor devlet

destekli kurumlar. Kutsal meslekler diye kabul ettiğimiz çoğu mesleklere adım atmak için verilmesi gereken sınavlara bile torpil karışmış durumda. Günümüze en yakın örnek kpss ve tus sınavı… bu sınava giren insanların bir kısmı para vererek garantisi olmayan geleceklerini satın almak istediler. Para kazanmak için, para yediriliyor bu çoğu insanın sığındığı sistem yanlısı kurumlara… ne tuhaf değil mi durumumuz. İnsanlar trajikomik bir halde doğrusu… her tarafı çürürmüş, karanlık bir düzen anlayacağınız. MANİSADAN MERHABA Gözlerimizi açtığımızda karanlığa uyandık. Ya bu karanlık çarkta yok olacaktık ya da bir kıvılcım da biz yakacaktık bu karanlığın aydınlaması için. İşte biz bu kıvılcımı başlatmak ve büyütmek umuduyla SÖZ deyiz. Manisa SÖZ

İstanbul'dan merhaba Bir tıkla başladı İstanbul ve üniversite maceram yerleştiniz yazısını gördükten sonra, evde burukluk ve sevinç karışımı hava hâkimdi. İlk başta anlam veremediğim bu burukluğu yeni yeni anlıyorum… İlk sevinci atlattıktan sonra hazırlıklar başladı tabi. Nerde kalacaksın, nasıl olacak masraflar soğuklar bin bir ihtimal düşünülmeye başlandı derken sonunda kaydımı yaptırdım okula Temel ihtiyaçlarımızdan barınma sorunu baş gösterdi, işte ben devlet yurdu çıkmayan bahtsız kesimdeyim. Okul yurtlarını deneyeyim dedim orda da bir sürü usulsüzlük… Anlayacağınız orda da kapandı yüzüme kapılar. “mega şehirde kaldık mı sokakta…” mecburen özel bir yurda yerleşmek zorunda kaldım. Fiyatlar ateş pahası, daha okula başlamadan öğrenci olmanın zorluğuyla karşı karşıya kaldım. üstelik dar gelirli bir aileden çıkıp bu denli pahalı bir

şehirde okuma cesaretini gösteriyorsanız zeki olmanın yanında maceraperest de olmanız gerekiyormuş. Hâlbuki ne güzeldi üniversite hayalleri… İstanbul da tek başınasın sonra ışıl ışıl caddeler şaşalı yaşamlar sahte dünyalar. Taşı toprağı “yaşam derdi”. Sanki burada yemek fiyatları öğrenci yemesin diye belirlenmiş. Öğrenci dayanabilse günde bir öğünle günü geçirecek. “yahu okumaya mı geldik geçinmeye mi “serzenişleriyle isyan ediyorsunuz bu duruma. Temel sorunlarımızdan bahsettikten sonra ne umup ne bulduğumuzdan bahsedeyim üniversitede. Öncelikle özgür bilim yuvası olduğu konusundaki düşünceleriniz bertaraf oluyor, lise hatta ortaokuldan farkı olmayan ezberci bir eğitimin devamını görüyorsunuz. Vasıfsız bir öğrenci olmamak için kendinizi geliştirmekte yükümlü oluyorsunuz. Artık kurslara mı yazılırsınız özel ders mi alırsınız o sizin

bütçenizle alakalı. Bu durumdan biraz şikâyetçi olursanız okul ağaları (profesör dekan) hemen tepenize biniyor. Parasız, bilimsel, anadilde eğitim taleplerini dillendirmek düşünülmesi imkansız istekler. Sonra yemekle ilgili sorunlar burada da karşımıza çıkıyor, okul kantinleri neredeyse normal fiyatların iki katı. Haliyle biz bütçeye uzun uzun kafa yoran öğrenciler yemekhanenin yolunu tutuyoruz ama orda da binlerce kişilik kuyruk bizi yıpratıyor. Bu sıra bitsin diye beklediğinizde derslere geç kalıyorsunuz burada da küçük ağalar karşınıza çıkıyor yani asistanlar. Sanırım özgür düşünce yuvalarında etliye sütlüye karışmayan (ensesine vur lokmasını al) tipinde insanlar olmamızı istiyorlar. İstiyorlar istiyorlar da, bakalım biz onlara ne vereceğiz. İstanbul'dan merhaba İTÜ, SÖZ


21

ADANA'DAN MERHABA Gözüm televizyona takılıyor. Afrikalı çocukların kemikleri... Ölü değil yanlış anlamayın ama ölümden beter bir yaşam onların ki.. Hala aklımdadır o çocukların hali.. Kimsesiz dünyanın ve hatta başka bir deyimle Tanrının bile unuttuğu o çocukların hali.. Muhtemelen bunu izleyen insanlar da vah vah yazık deyip ondan sonra x adlı mankenin y ile nasıl ayrıldığı polemiğine gireceklerdir.. Onlar neden o halde, bizim suçumuz var mı diyecekleri yere.. Aklıma başka bir görüntü geliyor. Türkiye'den... İstanbul'daydı sanırım, bir kumsalda biri ölmüştü ve insanlar gidip nesi var diye bakmıyordu. Ölen kuş olsa birileri olurdu ama o ölen İNSANIN yanında kimse yoktu... Kimse basit bir merak dışında yanına bile yaklaşmıyordu.. Yine karamsar günümdeyim sanırım. Aklıma başka bir görüntü daha geliyor. Amerika Felluce'yi bombalıyor. Askerler ise her atılan bombadan sonra ''wooooww'' vs. gibi sesler ve alkışlarla eşlik ediyor. Biz ise elimizde çekirdeklerimiz izliyoruz sanki bir spor maçı ya da bir sinema filmi izler gibi.. Kaçımızın yüreği gerçekten acıdı acaba insanların ölüşüne? Yoksa efekti yüksek bir tv showu gibi mi düşündük? Hepimiz suçluyuz arkadaşlar. O insanların o halde olması ve bizim burada rahat yataklarımızda uyuyuşumuz..

Gençlik suçlu,yaşlılar suçlu..İnsanlık suçlu dostlar.. İnsanlığımız 2000 li yıllarda can çekişiyor dostlar. Hatta belki de gömdük de haberimiz yok. Gelelim bize... Neden böyle bir giriş yaptım? Gençlik nedir dostlar? Sadece bir yaş ölçütü mü? Yoksa çılgınca davranıp sorumluluk almamak mı? Gençlik gelecektir arkadaşlar. Biraz sloganvari belki ama biz geleceği yaratacağız. Bundan 50 yıl sonra olacakların hepsi bizim suçumuz veya bizim mücadelemizle olacak. Gençlik insanlığı öğretecek ya da insanlığın üstüne son bir kürek toprak atacak. Merhaba arkadaşlar tekrardan.. Daha iyi bir insanlık için merhaba... Bireyselleşmiş, sokakta biri ölse, yaralansa kafasını çevirip yürüyen insanlara tepki ve o insanlara insan olduğumuzu hatırlatmak için merhaba... Afrika'da ölen çocuklara beraber gözyaşı dökmek için merhaba... Ama sadece gözyaşı dökmemek, gençliğin gücünü tekrardan hatırlamak ve bizim dünyayı değiştirebilecek kıvılcım

olabileceğimizi birbirimize hatırlatmak için merhaba.. Geleceğimizi inancımızla, yüreğimizdeki ateşle kurmak için merhaba.. Ve bunları yaparken beraber olmak, kardeşçe oturup kardeşçe paylaşmak için merhaba.. Çoğunuzu görmedim, ama aynı ateşi paylaştığımız için yüreğimizde, Aynı sorunlarla yüreğimiz yandığı için, Hepimizin geleceği karanlıkta olduğu için, Kendimden ayrı göremiyorum sizleri, sizler bensiniz ben de sizim çünkü.. Adanamın tüm sıcaklığıyla tekrardan merhaba diyorum bu yolda dost, kardeş, yoldaş olmak için... ÇUKUROVA SÖZ


22

SAKARYA UNİVERSİTESİ: Bir üniversite hocamız üniversiteyi, "Üniversite kelimesinin kökeni Latincede "bağımsız tüzel kişiliğe sahip ve müşterek çıkarları olan kişiler topluluğu" anlamına gelen "üniversitat" kelimesine dayanmaktadır. Topluluğun müşterek çıkarları "bilgi"yi aramak-araştırmak; bulmak ve yaymak olarak özetlenebilir. Bugün bütün dünyada yüksek öğrenimin eğitim ve öğretimindeki temel amacı, salt bir öğretim kurumu değil, aynı zamanda hedefi, işlevi ve yükümlülüğü; bir ülkenin nitelikli yetişmiş insan gücünü sağlamak, insan gücünü yetiştiren bilim insanı veya öğretim üyesi yetiştirmek, evrensel ölçekte araştırma faaliyetleri ile bilgi üretmek, üretilen bilgiyi teknolojiye dönüştürmek ve topluma aktarabilmektir." diye ifade ediyor. İstanbul'a sadece 180 km. uzaklıkta kendisine çağdaş uygarlığın gerektirdiği her türlü donanıma sahip bireyler yetiştirmeyi amaç edinmiş Sakarya Üniversitesi'nin çekirdeğini 1970 yıllara dayandığı belirtiliyor. 8292 yılları arasında İstanbul Teknik Üniversitesine bağlı bir Fakülte iken 3 Temmuz 1992 yılında Sakarya Üniversitesi adı altında kurulmuştur. İnternet sitesini gezindiğinizde Duyurular ve Haberler linkleri adı altında kalite ödülleri, bilişim ödülleri vs. mükemmel yetkin üniversiteler (!) arasında bulunduğundan tutun, mükemmelliklerinden atılımlarına uzanan koskoca bir yığıntı ile karşı karşıya kalacaksınız... 2008 Yılı eylül ayında öğrenime başladığım bu üniversitede, öncelikli olarak hissedilen Irkçı -Şoven Milliyetçi karışımı hegomanyaydı. 29

SORUNLAR MIKNATISI

Mart 2009 yerel seçimler ile Sakarya Büyük Şehir Belediyesi koltuğuna yerleşen Ak Parti ile birlikte ırkçışoven-milliyetçi hegemonyaya birde cemaatleşme kesimi ekledi. Bu süreç üniversitede etkisini öyle bir gösterdi ki, yıl içerisinde Fakültelerde görev değişikliklerine kadar gitti… Üniversitenin tanımına dönecek olursak öyle ki bağımsız",öyleki"tüzel kişiliğe sahip" ve yine öyle ki öyle ki, öyle kileri doldurmaya açılacak paragraflar yetmez. Türkiye'nin dört bir yanından gelmiş ve Sakarya'nın bu karışımı ile karşı karşıya kalmış ötekilerden(!) bahsetmemek imkânsız... Bu üniversitede Kürtseniz ciddi bir kimlik sıkıntısı yaşıyorsunuz. Sadece öğrenciler arasında değil aynı zamanda hocalarınızla da. Kürtçe konuştuğu için minibüsten atılan mı dersiniz, kaşı gözü siyah diye doğuludur, kürttür, teröristtir gibi aşağılanmalara maruz kalmak kaçınılmaz durumdadır. Şehir merkezinde de simanız tanınmışsa bir şiddet spiraline alınmışsınızdır. Liberalizmin dallanıp kök saldığı bu üniversitede yaşanılan sadece kimlik sıkıntısı değil... En basitinden sınav döneminde kesinlikle rahatsızlanmamanız gerekiyor, o dönemde hastalanma hakkınız yok. Çünkü alacağınız raporla birlikte bölüm sekreterliğine gittiğinizde herhangi bir sağlık kuruluşundan aldığınız rapor burada kabul görmüyor. Öncelikle raporunuzu alıp Üniversitenin Medikosuna gideceksiniz ve medikoda zorunlu olarak bağış adı altında on lira para vereceksiniz karşılığında üç tane imza alacaksınız. Sağlık durumunuza ilişkin durumu tasvip etme ise yok. On liralık

imzalardan(!) sonra bölüm sekreterliğinde dilekçe yazmanız gereklidir.A4 kağıdına basılmış dilekçenizi parasını ödeyip dolduracaksınız ancak bu şekilde raporunuz onaylanacak ... Kültürel yaşamınız ise seksen dokuz tane klube sığdırılmış ki seksen dokuz kötü bir rakam değildir ama problemimiz rakamlarla değil sorun. Belirtilen bu seksen dokuz tane ayrı kulübün sadece dokuzunun işlev halinde olması. Siz bir kulüp kurmak istersiniz bu kulüp var diye sizi redderler oysaki kulüp işlev halinde değildir ve hocaların da özverisi ile bu kulüpler hiçbir şekilde işlevselliğe geçemezler... Ulaşım bahsi ise tam bir felaket. Üniversite ve Merkez arasında dokunan mekikler eziyete donuşmuş bir vaziyette. Merkezden Kampüse çıkmak için iki seçeneğiniz var. Belediye otobüsleri ve minibüsler... Belediye Otobüslerinin sayısı Öğrenci sayısına oranla, yetersiz.. Seferler ise sınırlı yetişmiyor. Minibüslerde ise durum pek parlak değil... Balık istifi hal ve Belediye otobüsleri fiyatının iki katı malumunuz fahiş fiyat politikası... Üç senedir okul kontenjanlarının arttırılmasıyla birlikte eziyet dahada çekilmez duruma geldi. Geçen sene kış ayında öğrenciler güç bela toplanmaya çalıştı ve imzalar toplandı. Belediyeye gidildi ve durum görüşüldü. Ek olarak ufak belediye otobüsleri tahsis edildi. Fakat ne görelim bu ufak belediyecik araçları da kaldırılmış yani anlayacağınız eziyet katmerdendi, göbeklendi... Sakarya'dan kendi yaşadığımız sorunlarla ve sorunlara birlikte çözüm bulma umuduyla merhaba diyoruz. Sakarya Üniversitesi SÖZ


23

“TARAF”TAR-ZI "Futbol asla sadece futbol değildir" diyor Simon Kuper, daha önceleri bu cümlenin tam olarak ne anlama geldiğini anlayamadım taa ki istanbuldaki UPS işçilerinin eylemine kadar. Önce size UPS hakkında kısa bilgi vereyim Türkiye'de özellikle son süreçte uluslararası tekeller birçok sektörde hâkim olmaya başladı.

dünya çapında 408 bin civarında işçi çalıştırıyor ve bir Amerikan şirketi. Sadece geçen yılki cirosu 46 milyar dolar. Yani neredeyse bir ülkenin bütçesine eşdeğer bir cirosu var. Fakat bizim ülkemizde bu tekellerin hemen hemen tamamında taşeron işçi çalıştırılıyor. Çok düşük ücrete günde 101214 saat kölece koşullarda işçi çalıştırılıyor. Bu işçilerin sendikalaşmasını istemeyen UPS yönetimine karşı uzun süredir başlatılan direniş devam ediyor. Ups işçilerinin istiklal caddesinde yürüyüşüne taraftar gruplarının destekleyeceğini duyduğumuzda bizde formalarımızı giydik ve ordaydık. Aslında tekel işçilerinin Ankara direnişi sırasında öğrendiğimiz paylaşımı, birlikteliği ve sloganları bir de formalarımız ve atkılarımızla Birçok sektörde artık küçük ve orta atalım dedik. Evet, futbolun asla ölçekli işletmeler tasfiye oluyor. sadece futbol olmadığını, statlardaki Uluslararası tekeller bu sektöre gitgide ezeli rakip taraftarlarının işçi hâkim oluyor ve ele geçiriyor. UPS eyleminde kol kola girdiğinde anladık.

Ne rekabet ne düşmanlık her şey unutulmuştu aynı ağızdan aynı sloganları attığımızda. Çünkü bu oyun taç çizgisinin dışındaydı. Futbol statlardan taştığında toplumsal bir muhalefeti oluşturabileceğini gösterdi bize. Daha önce çok şahit olamadığımız bir kitleyle eylem yapmanın güzelliği bizi futbola ve futbolu da eylem alanlarına ısındırdı. Eylem bittiğinde bütün taraftar gruplarının söylediği tek şey vardı “ işçiler kolkola taraftarlar alana” İSTANBUL SÖZ


24

ÜNİVERSİTE Globalizmin ve neoliberalizm'in dünya üzerinde bu kadar etkili olduğu bir dönemde üstü örtülmek istenen “ekonomik kriz” maalesef bizi ve diğer sömürge ülkeleri teğet geçmedi. Yüksek enflasyon ve çığ gibi büyüyen işsizler ordusu halkımızı delip geçti. Halkımızın bu çıkmazına rağmen çok uluslu şirketler ve büyük holdingler “başarılı öğrenciler” ile geleceğini sağlamlaştırmak arayışında. YÖK başkanı, ülkemizin daha çok “piyasa öğrencisi”ne ihtiyaç duyduğunu açıkladı. Bu “başarılı piyasa öğrencileri” ise okumayan, düşünmeyen ve sorgulamayan buna karşın, dersleri çok iyi olan, çok donanımlı ve piyasaya uygun öğrenciler imiş! İşte, köhne düzenin gösterdiği küçücük umut, bizzat YÖK Başkanı tarafından empoze ediliyor. Bu umut öğrencilerin davranışlarını ve yaşamlarını kısıtlıyor. Bir umut göstermek, zengin olmuş örnekler bulmak zorundalar çünkü umutsuzluk, okumanın yetmeyeceği bilinci ve işsizlik gerçeği gün yüzüne çıktığında öğrencilerin bu köhne düzeni yıkacağı bilincindeler ve bunu 68 efsanesi ile tecrübe ettiler. Yasal Öğrenci Katliamı, devrimci demokrat hocalarımızı bizden ayırdı, disiplin suçlarıyla bizi sindirmeye çalıştı, okuldan atmayla, uzaklaştırmaya korkutmaya çalıştı bizleri ve evlerimize bizim “tehlikeli” arkadaşlıklar edindiğimize dair mektuplar gönderdi. Şimdi de okullarda daha fazla sivil polis istiyorlarmış. Bizi bizden koruyacaklarmış! Düşünmekten ve sorgulamaktan korkutan YÖK, düşünüyorum öyleyse varım felsefesi yerine “düşünmüyorum öyleyse YÖKüm!”

A.Ş.

felsefesini benimsemiş! Düşünmeyi yasaklatanlar bu işi daha kolay yapabilmek için özel üniversiteleri kurdu. Sert disiplin kuralları ve ağır ödevlerle öğrencileri siyasi yaşamdan uzak tutan bu üniversiteler ise sadece zengin ve anti-politik öğrenciler yetiştirmeye başladı. Tüm bunların yanı sıra, üniversiteler ticarethane ve darphane olarak görülmeye başlandı. Bursların geri alınması, imzalatılan senetler, gelen hacizler eğitim bedeliymiş! Her yıl yapılan fahiş fiyatta zamlar, bütünlemeler yerine paralı yaz okullarının açılması özel üniversite kapılarını emekçi çocuklarının yüzüne bir kez daha çarpıyor. Üniversiteler artık bilgi edinme yeri değil bilgi satılan bir yer haline geldi. Derste anlatmadığı yerleri özel derslerinde anlatıp ve buralardan soru soran “hoca”lar ise “prof”luk ile ödüllendiriliyor. Derste not tutulmasını engelleyen ve ses kaydı yaptırmayan hocalar notlarını fotokopicilerle anlaşıp notları onlara satarak arabalarını yeniliyor. Korsan ya da fotokopi kitapları çöpe atıp öğrenciyi derse almayan hocalar yayınevi ile anlaşma yapıyor. Öğrenciler ise, bilgi alışverişi yerine özel ders veriyor, makaleyi sayfası 4050 milyondan yazdırıyor, sınava çalışmak yerine başarılı bir öğrenciyi para karşılığı sınava sokuyor. Bu “gereksiz” işlerle zaman harcamak yerine okula gelmeyip araba fuarlarına, moda haftalarına, gece kulüplerine ve kumarhanelere gidiyorlar. Kütüphaneler kullanılmaz,

tiyatrolar zaman kaybı, konserler gereksiz olarak görülüyor. Okumak, araştırmak ise “anarşik faaliyet”… “böyle gelmiş böyle gider”ler, “bu dünyayı biz mi değiştireceğizler ise ağızlarda sakız.. gençlik dinamizmi yerini küçük burjuva pasifizmine bırakmış, hayatı akışına bırakan gençlik yaratılmıştır. Fakat! Tüm bu pasifizmi bir kenara bırakıp onurlu bir gelecek için mücadele edenler de var! Köhne düzenin gösterdiği iğne ucu kadar umudu hiçe sayıp, eşit, özgür ve sömürüsüz bir dünya hayalini kuranlar da var! Böyle gelmiş böyle gitmez yerine “biz feleğin şu çarkına çomak sokarız”, “bu dünyayı biz mi değiştireceğiz” yerine “kanımızla ruhumuzla direnişçinin yanındayız” diyenler de var! Elit zümrenin geleceği olmak yerine halkına yararlı olmak için okuyanlar da var! Biz, bizden sonraki nesillere yani çocuklarımıza onurlu bir gelecek ve mücadele bırakacağız. Biz, kampüslerden sokağa zincirleri kırmaya gidiyoruz. Ya siz?! Berdan, Ankara


25

ÖLÜ ŞAİR ÖLÜ ŞAİR VE VE ŞEYTAN ŞEYTAN

Kurnaz şeytan canı sıkılmış kendine oyun arar. “Bu gün hangisiyle uğraşsam” diye mezar taşları arasından bir tanesini seçmeye uğraşır. “ Hah!” der. “Buldum! Bu gün zorlu bir rakip seçmeliyim kendime.” Bir ağacın altında yatmakta olan şair gelir aklına. Neler çekmişti o şair değil mi? Onu rahatsız etmeliyim bugün, kötü günleri gelsin aklına der. Biraz gezindikten sonra, dalları çıplak ağacın altındaki mezar taşına yaklaşır. “Beyefendi! Beyefendi! Kalkın biraz laflayalım. Size güzel bir haberim var!” Bir anda, karanlığı az da olsa tutuşturamayan sokak lambalarını kıskandıracak beyazlıkta, mavi gözleri ışıl ışıl şair çıkar mezarından. İlk işi mezar taşına bakmak olur, bakıp, hafif tebessümle başını şeytana çevirir. Şeytan pis pis sırıtarak tüm kötülüğünün imgesini kaşlarına yükleyip konuşmaya başlar: “Sizle daha önce hiç konuşamadık ama bakın size bir müjdem var.” Şair ölü bir insanı mutlu edebilecek şey ne olabilir diye

düşünmeye başlarken, şeytan: “Artık şiirlerinizi okumak yasak değil ülkenizde ve ne mutlu ki size kitaplarınız daha çok satılıyor.” Diye lafa başlar. Şair yine hafif tebessüm eder ve ses çıkarmaz. Şeytan sinirlenir. Yahu bu şair değimliydi şiirleri yasaklanıp onca sene hapishanede yatmak zorunda kalan? Sahi neden bahsediyordu bu şair şiirlerinde diye düşündü ve sormadan edemedi, o günleri hatırlatıp üzecekti şairi. “ Ya azizim siz neden bahsediyordunuz şiirlerinizde o kadar işkence çektiğiniz halde sakınmadınız, devam ettiniz söylemeye?” Şairi sinir edip beslenecekti şeytan, çünkü hep hor görülmüştü şair yaşarken, hep sindirilmeye çalışılmıştı şeytan gibiler yüzünden. Tabii bunları hatırlatmak şeytanı sevindiriyordu. Şair umursamaz halde gözlerini mor dağların doruklarına dikti ve başladı konuşmaya: “Ben şiirlerimde elma yanaklı çocuklardan bahsettim, evine mutlu dönen madenci ve işçilerden söz ettim… Ben şiirlerimde herkesin

serbestçe istediği kitabı okuyabilmesinden bahsettim. Ben şiirlerimde kendi dilinde şarkı söyleyebilen insanlardan bahsettim. Sanma o kadar hapis yatımda beni üzdü. Sen değil misin mi biraz önce yasak kalktı artık daha çok insanlara ulaşıyorsun diyen? Ben ölmüş olabilirim ama uğrunda öldüğüm dizeler amacına ulaşıyor artık. Okuyan her insan anıyor adımı, sanma öldüm diye üzülüyorum. Yaşarken de üzülmedim. Yaşarken sevindiren şey umudumdu beni, şimdi ise umudumun büyümesidir. Hadi bakalım artık daha rahat uyuyacağım ha mezarımda ?” Şeytan afalladı, bu gün görevini yerine getirip rahatsız edememişti ölüleri. Söylenerek kendine başka bir mezar aramaya koyuldu. Terk etti hemen şairin mezarını. Şair ise sakince girdi mezarına, emanetine iyi bakılıyordu bu yüzden daha da huzurluydu. Yarım bıraktığı işleri sahiplenenler vardı ve çoğalıyorlardı günden güne… Manisa SÖZ


26

NEFRET SUÇLARI İnsanın ırk, din, cinsel yönelim, özürlü olma, etnik farklılık, milliyet, yaş, cinsiyet kimliği veya politik düşüncesinin varlığı nedeniyle maruz kaldığı suçun adına nefret suçu denir. Kürşad Kahramanoğlu'nun deyimiyle; çoğu zaman 'önyargının tetiklediği suçlar' adı altında bilinen nefret suçları git gide artmakta ve yasaların yetersizliğinden işlenen suçlar cezasız kalmaktadır. Nefret suçları dünyanın birçok yerinde uzun yıllardır işlenmekte, kimi zaman soykırımlarla kimi zaman katliamlarla kimi zamansa işlenen bireysel cinayetlerle tarihe adını kanla yazmaktadır. ABD'de ve bazı Avrupa ülkelerinde gerekli yasalar mevcut olsa da sonuç değişmemekte işlenen suç oranı gün geçtikçe artmaktadır. Yıllarca ülkelerindeki zencilerle dalga geçen, onları aşağılayan, ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapan, onları katleden, yok sayan ABD 1980 yılında nefret yasalarını yürürlülüğe koymuştur.Gelelim demokratikleşmeye, bulunduğu kalıbı genişletmeye çalışan güzel ülkemize.! 2 Temmuz 1993'te Sivas ilinde Madımak Oteli'nde, Çorum' da Maraş'ta tek tek evleri işaretlenerek diri diri yakılan aleviler nefret suçuna kurban giden, mezhepsel farklılıktan canları çok yanan kesimdir. Sivas'ta Çorum'da diri diri yakılarak öldürülmüşler ancak yıllardır olayı tezgahlayanlar bulunamamıştır!! Alevi kimliği hala devlet tarafından tanınmamaktadır. Gerek din derslerinin zorunluluğu gerekse cem evlerinin ibadethane olarak kabul edilmeyişi Alevilere yönelik nefret suçlarının varlığını sürdürdüğünü göstermektedir. Nefret suçlarıyla yıllardır başa çıkmaya çalışan bir diğer gözü yaşlı halk ise kürt halkı. Asimilasyon, inkar ve yok etme politikalarına yıllardır boyun eğmeyip kendi hakları için büyük bedeller ödediler. Bu insanlık dışı zulümlerle önce Dersim'de vahşice katledilirken tanıştılar, sonra Diyarbakır cezaevinde tek tek tırnakları sökülüp işkence hanelerde umutları öldürülürken anladılar milliyetçiliğin insanları nasıl canavarlaştığını. Anadilini konuştuğu için öğretmeninden dayak yiyen rojdalar, baranlar, polise taş attığı için sorguda polis tarafından tecavüze uğrayan kürt kızları, gözü yaşlı ak yemenisi al kanlara bulanmış barış anneleri, Halepçe'de katledilen bebekler, yaşından fazla kurşunla

öldürülen uğur kaymaz, okumaya gittiği şehirden tabutuyla dönen şerzan kurt, panzerin ezip geçtiği Fırat basan ve her gün silah, postal ve jet sesleri ile uyanan bütün kürt çocukları.. Nefretin, milliyetçiliğin, şovenizmin kurbanları... Agos gazetesi genel yayın yönetmeni Hrant Dink' e yönelik işlenen cinayet Türkiye'deki etnik kökenli nefret suçunun en bariz örneğidir. Katil Ogün Samast yakalandıktan sonra emniyette krallar gibi karşılanmış, Türk Bayrağı önünde emniyet mensuplarıyla hatıra fotoğrafı çekilerek kahramanlığı (!) belgelenmiştir. Böylelikle işlenen cinayet meşru kılınmıştır. Ne yazık ki cinayetin ardındaki sır perdesi hala aralanamamış üstelik Hrant Dink'in avukatı Hakan Karadağ geçtiğimiz Haziran ayında evinde ölü bulunmuştur. Gelelim nefret suçlarının bir başka çeşidine; cinsel kimlik nedeniyle yaşanan suçlara. Bir kimlik olarak kabul edilmeyip hastalık olarak görülen eşcinsellik ve transeksüellik sadece toplumumuzda değil dünyanın bir çok ülkesinde hala bir tabudur. Onları bir birey olarak toplumda kabul etmiyor bu da yetmezmiş gibi her fırsatta onları dışlayıp, aşağılıyoruz. Halbuki onlara yaşama şansı, kendilerini ifade etme ve toplumda her yönüyle bir birey olma şansı versek belki cinsel kimlik tercihini tedavi edilmesi gereken bir hastalık olarak görmekten vazgeçebiliriz. Eşcinsellere nazaran nefret cinayetleri ve suçları transeksüeller için daha büyük bir tehdit oluşturuyor. Toplumun her tabakasında homofobi ciddi anlamda varlığını korumakta. Homofobi ve nefret suçlarına savaş açan Lezbiyen Gay Biseksüel Travesti Transeksüel (LGBTT) çeşitli eylemler düzenleyerek topluma sesini duyurmakta, işlenen her nefret cinayetini unutturmamaya çalışmaktadırlar. Aylık Kaos GL dergisi ise eşcinsellerin transeksüellerin seslerini duyurmaya çalışmakta, yaşanan her türlü nefret suçunu yüzümüze vurmaktadır. Nefret suçundan bahsedip AHMET YILDIZ'dan bahsetmemek olmazdı. Ailesi tarafından infaz edildiğinde 26 yaşındaydı Ahmet. Öğretmendi, her genç gibi hayalleri, geleceğe dair ümitleri vardı. Ama eşcinseldi. 'Ama'.. Oğullarının eşcinsel olmasını kaldıramayıp namuslarını temizlemek için oğullarının katili oldular. Hangi ana, hangi baba kıyabilirdi ki evladına. Göğsünden emzirdiği süt hiç mi aklına

gelmemişti o katledilirken, canından bir parçası giderken hiç mi içi sızlamadı babasının… Bir türlü yedirememişlerdi Ahmet'in eşcinsel oluşunu. 'Zaten küçükten beri normal değil' diyordu babası. Normal değil. Neydi normal olan? Neye göre, kime göre normallikti bu. Bir kadının gözlerine bakınca illa heyecanlanmak mıydı normal olan ya da bir erkeğin kollarında mutlu olmak mıydı anormal olan, ölmesine, geleceğini yitirmesine sebep olan… Kutsal kitapların, Tanrı'nın, toplumların ve normal insanların dayatmasıydı aslında bütün bunlar. İnsan bir erkek bedeninde bir kadın gibi hissedemezdi, erkek bir erkeğe ilgi duyamazdı..Toplumdaki mevcut ataerkilliğe tamamen ters düşen bu cinsel seçimler ataerkil yapıyı sarsacak nitelikte görüldüğü için her zaman yok edilmeye mahkum bırakılmıştır. İşte Ahmet Yıldız'da o mahkûmluğun ilk kurbanıydı. Ne yazık ki son olmayacaktı. Doğada olduğu gibi toplumda da güçlü olan daima kendisinden güçsüz olanı eziyor. Erkeklerin kadınlara uyguladığı baskı ve şiddet, töre ve namus cinayetleri, türk ırkını korumak adına yapılan katliamlar, cinayetler, Kürtlere yönelik ulusal baskı ve yaşamsal tehditler, mezhep düşmanlarının mağdurları aleviler, yetimhane veya huzurevlerindeki dayak, korku ve baskıyla yaşayanlar bu suça maruz kalmaktadır. Hem toplumun arkalarında olmayışı hem yasaların yetersizliği hem de devletin kendilerine sahip çıkmayışlarından dolayı gün geçtikçe daha da büyük tehdit altındadırlar. Cinsel kimlik, din, ırk, etnik köken üzerine işlenen suçları önlemek için acilen toplumun her tabakasını bu konularda bilinçlendirmeli ve de uygun yasalar düzenlenmelidir. Son olarak yukarıda adı geçen yazarın deyimiyle 'Türkiye`de çok nefret ve ikiyüzlülük var. Nefret suçlarını işleyen insanlar iki yüzlülükle saklanıyor ve korunuyor. Nefret suçlarını ciddiye almayan, bu suçlara karşı sesini yükseltmeyen, kanunlarla bu suçları önce tarif sonra yasaklanmasını istemeyen hiçbir yazar, sanatçı, gazeteci, asker, bilim adamı, politikacı veya vatandaş kendisinin "daha demokrat, sivil, insan haklarına saygılı, özgürlükleri genişletici" bir anayasadan yana olduğunu iddia edemez. Sıdıka, Ankara, tandoğan


27

Kadın ve Şiddet Şiddet... Biz kadınlar hayatımızın her alanında ve her safhasında şiddetle karşılaşıyoruz. Evde, okulda, sokakta, işyerinde aklınıza gelecek her alanda... Bir kadın olarak bize uygulanan fiziksel, psikolojik, ekonomik, sözel şiddete karşı sessiz kalmam imkânsız. Ben de öyle yaptım ve kadına karşı uygulanan şiddet hakkında okuduğum makalelerden bazı kesitler paylaşmak istiyorum. İlk önce aslında araştırmaların “toplumsal cinsiyete bağlı şiddet” konusunda yapılmaya başlandığı ve bunun git gide kadına yönelik şiddete dönüştüğü dikkatimi çekti. Yani ailede eşlerden şiddet gören taraf kadındır. Bu bunun açıklamasıdır. Türkiye de her üç kadından biri fiziksel şiddet görmektedir ama hiçbir kadın bunun doğru olduğunu düşünmez ve kabul etmez. Bunu açıklayan sonuçta: on kadından dokuzu da bu fiziksel şiddetin haklı olmadığı konusunda hemfikir olduğudur. Bu araştırmalarda kadının en güvenliksiz olduğu yer kendi evi çıkıyor... Konu böyle olunca araştırmaların odak noktası “koca şiddetine” dönüşüyor. Kadın ilk önce evde şiddet görüyor kocasından, sokağa çıkınca diğer erkeklerden, işyerinde diğer erkeklerden ve bu böyle sürüp gidiyor. Ama kadınlara sorulduğunda kadınlar, ev içinde başlayan şiddetin ev içinde değil, hükümette, yerel yönetimlerde, devlet kurumlarında çözüleceğini gerekli eğitimin ve korumanın

onların sağlayacağını düşünüyor. Peki, bunun için bu kurumlar kendine düşen görevi yapıyor mu? Tabii ki hayır! Bir örnekle açıklamak gerekirse 5393 sayılı Belediye Kanunun 14. Maddesi gereğince nüfusu 50000 aşan belediyeler kadınlar ve çocuklar için sığınma evlere açmakta yükümlüdür diyor fakat bunun uygulanmadığı apaçık... Aslında çok derinlere inmeye gerek yok diğer örnekleri her TV izlediğimizde, gazete okuduğumuzda, nette vb. yerlerde görüyoruz. Dayak yiyen kadın polislere sığınması ve eşi ceza almadığı gibi devletin aile

kurumuna zarar gelmemesi (!) için barışın diyip eve göndermesi. O kadın şiddete maruz kalmaya devam ediyor. Kadınların insanlar için en doğal hak olan yaşama hakkı şiddet nedeniyle örseleniyor. Töre adıyla kılıflanmış namus cinayetleri hala devam etmektedir. Ama biz kadınlar hak verilmez alınır cümlesini en iyi pratiğe döken kesimiz. Türkiye de 1980lerden sonra kadın hareketi git gide hızlanıyor. Gaddar erkek hegemonyası her zaman engeldir ve

fakat bu engeller kadınların örgütlenmesiyle ve dayanışmasıyla aşılıyor. Örnek verecek olursak 1987 de “kadının karnından sıpayı sırtından sopayı eksik etmeyeceksin” düşüncesiyle hamile eşine dayak atan adama karşı eşinin açtığı dava Çankırılı bir “erkek” hâkim tarafından kabul edilmiyor. Kadınlar direnişin en güzel örneğini göstererek o hâkime manevi tazminat davası açıyor. Kadınlar git gide şiddete karşı örgütleniyor ve bu örgütlenme gitgide büyüyor ve büyüyecek de. Sivil toplum kuruluşları devletleştirilmeye çalışılıyor ama bu sistemin kadına karşı şiddete duyarsız olmasından ileri gelen bir şey olduğundan yapılamıyor. Sadece birkaç yasa var fakat pratik sıfır... 26 Kasım 1990 a kadar kadınlar dışarıda çalışmak için eşlerinden izin almak zorundaydılar. Böyle bir yasa vardı. Bu da sistemin kadınlara karşı uyguladığı psikolojik ve ekonomik şiddetin en güzel örneklerindendir. Ama kadınlar mücadeleleriyle bu yasayı kaldırttılar. Ve bunun gibi daha birçok örnek vardır kadınların başarısı olan. Günümüzde de kadınların haklarını kazanmak içi örgütlenmeleri, kadınların haklı mücadelesinde bilinçlenmesini ve güçlenmesini sağlıyor. Bugün örgütlenme zayıf da olsa, kadınlar bilinci ve iradesi ile tüm engellere rağmen mücadeleyi büyüterek devam edecektir. Manisa SÖZ


28

“SUÇTUR UMUTSUZ OLMAK” Bu yazı Ankara'da yapılan, Wernicke Korsakoffluların organize ettiği dayanışma konserinde, sürecin en başından en sonuna kadar övünçle sorumluluk alan Söz Dergisi olarak, yapmış olduğu uzun süreli ölüm orucu eyleminden dolayı bir Wernicke Korsakoff hastalılığına yakalanmış olan Barbaros Yılmaz ile yapmış olduğumuz söyleşi sonrasında kaleme alınmıştır.

Direnmek… İnandığı uğruna sonuna kadar savaşmak, sağlığını yitirmek ve belki de öleceğini bile bile direnmek… Bir insan koşulsuz, çıkarsız nasıl inanabilir? Nasıl bu denli bağlanabilir mücadelesine. Kaybedeceklerini hesaba katmadan ve belki de sevdiklerini karşısına alarak dört elle nasıl sarılabilir davasına, hiçbir bireysel çıkar gözetmeden nasıl savaşabilir. İşte ölüm oruçları da bunun en büyük örneği… birlikte yaşadığı toplum için adil ve eşit bir yaşamın mümkün olduğuna inanıp, özgürlük arayışlarından taviz vermeyip ellerinde savaşmak için kullanabilecekleri son araç olarak bedenlerini, inandıkları yaşam uğruna ortaya koymaktan çekinmeyen insanların hikayesi. Ne pahasına olursa olsun sömürü düzenine karşı sessiz kalmayan, özgür yaşamı, uğruna ölecek kadar çok seven

insanlar… bir yerde sömürü ve zulüm varsa aynı yerde ezilenlerin devrimcileri vardır diyenlerin hikayesi, Cezaevleri dünyanın değişik ülkelerinde olduğu gibi Türkiye'de de her zaman ciddi insan hakları ihlallerinin yaşandığı yerler arasında olmuştur. 1980 ve öncesinde de var olan toplumu hücreleştirme, yalnızlaştırma, yabancılaştırma ve kendi sorunları içinde boğarak onları bireyselleştirme projesi özellikle 1980 faşist darbesiyle yaşam bulmaya başladı. Bu proje 1990'ların sonuna vardığında iyice hızlanmış bir şekilde devam ediyordu. Bu planın hayata geçmesi adına egemenler, zamanın başbakanı Bülent Ecevit'in söylediği “ içeriyi halletmeden dışarıyı halledemeyiz”, sözü temel alarak cezaevlerinden başlayan, yaşamı hücreleştirme politik anlayışı sonucu saldırıya geçtiler. Cezaevleri bu

anlamda hücrelerin cisimleşmesi konusunda önemli bir noktada duruyordu. Ezilen toplumun direncini örmeye çalışan, toplumun muhalif öncüleri, zulmün egemen olduğu tarihin her döneminde cezaevlerinde tutsak edilir. Bu öncülerin hücrelere atılması sonucu, iradeleri kırılıp, yalıtılıp, yalnızlaştırılırsa toplumun da yalıtılıp, yalnızlaştırılması daha kolay olacaktır. Bu sayede iradesi kırılmış ve yalnızlaşmış toplum, zihinsel anlamda iyice kötürümleşip, sömürülmeye uygun hale gelecektir. Nitekim bugün yaşadığımız sorun da bu projenin hayatın her alanında hayata geçmiş olmasıdır. İçeriden dışarıya doğru hayata geçirilen F tipleştirme, hücreleştirme projesini, bugün hayatın her alanında görebiliyoruz. Ecevit'in ifadesiyle “İçeriyi halleden” egemenler aynı hızla, vakit kaybetmeden dışarıyı halletmeye devam ediyorlar. Özellikle


29

üniversitelerdeki güvenlik kameraları, okulun etrafını saran demir parmaklıklar, tel örgüler F tipleştirilen hayatın, üniversitelerin en somut görüntüleri. Cezaevlerinden dışarıya doğru hayata geçirilen bu projeye karşın, cezaevlerindeki siyasi tutsaklar baskı ve işkencelere karşı büyük direnişi başlatıp, topluma seslerini ulaştırmak adına elerinde kalan son araçlarını, çıplak bedenlerini ölüme yatırdıkları ve 122 kişinin de hayatını kaybettiği ölüm orucuna giriyorlar. Ölüm oruçları sırasında doğrudan yapılan, yanlış veya bilinçli zorla serumla müdahaleler Wernicke Korsakoff sendromu adında hastalığın ortaya çıkmasına neden oluyor. Bu hastalık, hafıza kaybı, beyin fonksiyon bozuklukları, denge-yürüme sorunu, konuşma-duyma-görme bozukluklarına neden olur. Bu hastalık sonucunda kısmi düzelmeler olsa bile bu hastalık kalıcı ve sürekli bir hastalıktır. Wernicke Korsakofflular, zulme sömürüye karşı direndikleri gibi, kendilerini tutsak eden bu hastalığa

karşı da direnmeye devam ediyorlar. “ÇELİĞE SU VERENLERLE EL ELE” adında bir platformda bir araya gelerek, Wernicke Korsakoff hastalığına yakalananların kendi yaşamlarını sürdürüp, hayata tutunmalarını sağlayacak bir “yaşam evi”nin İstanbul'da kurulabilesi için çeşitli etkinlikler-konserler düzenleyip dayanışmayı büyütmeye çalışıyorlar. Bu etkinlikler kapsamında biz de Söz Dergisi olarak bu arkadaşlarımızla birlikte etkinlik ve organizasyonlarda sorumluluk alıp “çeliğe su verenlerle el ele vermeye” çalıştık. En başından beri birlikte astığımız afişlerle, birlikte dağıttığımız broşürlerle, birlikte açtığımız masalarla vs. yan yana durmaya çalıştık. Bu bizim için sadece vicdani veya ahlaki bir sorumluluğun sonucu değil. Bu aynı zamanda devrimci bir tarihle devrimci bir kültürle devrimci bir gelenekle buluşabilmenin de bir

fırsatıydı. Geçmişle bugünü bir arada birlikte yürütmenin bir fırsatıydı. Tarih bize öğretiyor. Bir yerde sömürü varsa aynı yerde devrimciler de vardır. Haklar, özgürlükler savaşarak kazanılır, savaşarak korunur. Şimdi bizler karşıyız bu sömürü düzenine. Geçmişten aldığımız mirasla yürüyoruz. Gençlikten başlayarak, devrimcilerden başlayarak topluma giydirilmeye çalışılan tek tip elbiseyi parçalayarak, geleceği kurmak için yürüyoruz. Bu konuyla ilgili son sözü de bu konser sürecinin en başından itibaren yan yana emek verirken deneyimlerini bizimle paylaşan bir Barbaros Yılmazın sözüyle bitirelim. Son olarak söylemek istediğim Wernicke Korsakoff'lularla dayanışma konserinde, Wernicke Korsakoff'lularla gençliğin, yani geçmişle geleceğin elele yan yana dayanışma içinde olması büyük umuttur. Umudun, direncin hala ayakta olduğunu göstermektedir. Ve bu durum karşısında “SUÇTUR UMUTSUZ OLMAK” SÖZ, Ankara


30

HARF İNKILABI

FİLM TANITIMI:

Son zamanlarda popüler bir tarih tartışma nesnesi haline gelen bu önemli konuyu kendi meşrebimizce değerlendirmek istedik. Ntv tarih dergisinin ekim ayı konusu olan bu değişim radikal gazetesinde Avni Özgürel'in anlatımları ile de ilgi çekici bir hal aldı. Biz de bu vesile ile kendi imkanlarımız doğrultusunda bu konudaki çalışmamızı paylaşalım istedik. Aslında bu konu yıllarca cumhuriyet tarihi boyunca bir tabu halinde etrafına kimsenin yaklaşmadığı bir konuydu. Bu tabu hali, bu konu ile ilgili kaynakların sınırlı ve yetersiz olmasından bile anlaşılabilir. Türkiye'de alternatif tarih okumaları ve tartışmaları yapan kişiler, topluluklar, platformlar dahi bu konuyu yeterince ciddiye almayıp bilince çıkarma ihtiyacı hissetmemişler. Bu konudaki çalışmaların çoğu muhafazakar kesime ait çalışmalar. Bizim cenahımızda ise bu ve benzer konular hakkında yeterli bir çalışma/değerlendirme olmaması tarihsiz ve hafızasız bir anlayışın ortaya çıkmasına neden oluyor. Gelelim şimdi esas konumuza; Konuyu ilginç kılan bir örnekle başlayalım. Avni Özgürel Radikal gazetesindeki köşesinde konuyu değerlendirirken, tarihi Sultanahmet'i gezinirken bir turistin, bir kitabe üstündeki yazıyla ilgili rehberine sorduğu soruya cevap alamamasını garipsemesinden bahsediyor. Tarihi önem ve değeri olan Sultanahmet'te yüzyıllar boyunca kullanılan bir yazıyı insanların anlayamaması turistimizi şaşırtmış. Biz de buna ilgi çekici iki örnekle devam edelim. Rivayet odur ki, Nazım Usta, Sovyet günleri sırasında ünlü şair Mayakovski ile görüşmelerinin birinde Mayakovsi sorar; ülkenizin en ünlü şairi kimdir diye. Nazım Usta da duraksamadan Şeyh Galip yanıtını vermiş ve Şeyh Galip'e ait birkaç dizeyi okumuş. Mayakovski de şiirdeki derinlikten etkilendiğini belirtmiş. Şuan kaçımızın Şeyh Galip'ten haberi var. Tarihimizin en önemli şairlerinden biri olan Nazım Hikmet'i bu kadar etkileyen şair Şeyh Galip'in az biliniyor olması

TARİHTEN YAPRAKLAR

sizce de anormal değil mi. Bir diğer örneğimiz Şeyh Bedreddin ile ilgili. Adalet ve eşitlik arayışında olanların, bu topraklardaki en büyük duraklardan biri olarak, kabul ettiği bir gerçek. Bu gerçekle tanışmamız ise gariptir ki yine Nazım Ustamızın Sovyet yılları sırasında bir Türkolog olan Radi Fiş'i tanıyıp yazdığı ölümsüz “Şeyh Bedreddin Destanı”ndan mümkün olabiliyor. Radi Fiş'i çoğumuz “Ben De Hallimce Bedreddinem” isimli kitabından tanıyordur. Cemil Meriç, Türk düşünce tarihini, ülkesiyle göbek bağını koparan bir intelijansiyanın dramı olarak tanımlar. Şüphesiz bunun temel nedenlerinden biri, buradaki tarihsel değerleri ve kökü dışarıda aramasından kaynaklanmaktadır. Bu durumun belirli bazı kırılma noktaları vardır. İşte bu kırılma noktalarından başlıcası Harf İnkılabı'dır. Bir yasa ile yüzyıllardır kullanılan bir alfabeden çok kısa bir sürede vazgeçilip yerine sadece çok dar bir elitin bildiği bir alfabeye geçilmiştir. Böylesi radikal bir değişiklik hangi gerekçelerle savunulmuş bir bakalım. Harf inkılabı'nı savunanlar, bu değişikliği savunurken öne sürdüğü temel gerekçeler; “Batı medeniyetine dahil olduğumuzu düşünen bizler, Batı'dan hiçbir şekilde geri kalmamak için; Batı'nın medeniyetinin yazı şekli Latin Harfleri'ni de benimsemeliyiz.” “Arap harfleri geri kalmışlığımızın nedenleri arasındadır. Sadece bizim değil Müslüman ülkelerin de geri kalmışlığı nedenleri arasındadır.” “Halkımızın cahil kalması, Arap harflerinin zorluğu yüzündendir. Latin alfabesini benimsediğimizde, ilk mekteplerde okuma-yazma öğrenmek kolaylaşacaktır.” olmuştur. Bu konuda araştırma yapan Geoffrey Lewis'e göre, “Alfabe değişikliğinin amacı Türkiye'nin İslami Doğu ile olan bağlarını koparmak, Batı dünyasıyla olan iletişimi kolaylaştırmaktı”. (Trajik Başarı, TÜRK DİL REFORMU) Buna karşılık, öne sürülen bütün gerekçelere karşı ise harf inkılabına karşı

HARF İNKILABI

en önemli itiraz bu değişiklik ile büyük bir kütüphanenin ve tarihin yok olacağı şeklindeydi. Dönemin “Akşam” gazetesinde yayımlanan Necip Asım'ın makalesinde “Taraftar değilim. Çünkü laakal(en az) üç yüz asırlık kütüphanemize veda etmek icap edecektir” (H.Yorulmaz,Tanzimattan Cumhuriyete Alfabe Tartışmaları) sözleri bu itirazı gündeme getirmiştir. Kazım Karabekir bile İzmir İktisat Kongresinde yaptığı konuşmasında “her şeyden sarf-ı nazar bizim kütüphanelerimizi dolduran mukaddes kitaplarımız, tarihlerimiz, yazılarımız ve binlerce cilt eserlerimiz ve bu lisanla yazılmış iken büsbütün başka bir şekilde olan hürufu kabul ettiğimiz gün en büyük bir felakete maruz kalacağız” diyerek itiraz etmiştir. Buna ek olarak diğer itirazlar; da“Halkın cahil kalması iktisadi gerilikten ve eğitimin yetersizliğindendir. Alfabenin zorluğunun bunda etkisi yoktur. Mektebi olmayan, muallimi bulunmayan bir toplum hangi alfabeyi kabul ederse etsin, sonuç aynı olacaktır. İlerlemenin ve gelişmenin , alfabe ile doğrudan bir ilişkisi yoktur.” şeklindeydi. Bu konudaki tartışmalar sırasında dönemin edebiyatçılarından ve lise edebiyat kitaplarının önemli isimlerinden Ahmet Haşim de konuya kendi düzeyi anlayışıyla katkıda bulunmuştur. Kuruluş dönemi Türkiye aydını olarak, o da İkdam Gazetesi'nde görüşlerini ifade etmiştir. “ bir gün Paris'te, hayvanat bahçesinde, maymunlar kafesi karşısında dururken,


31 hatırıma gelen bir şeyi defterime yazayım dedim. Daha ikinci satırı tamamlamadan, etrafımda tabi olmayan bir süküt hasıl olduğunu hissettim. Başımı kaldırdım. Bir de ne göreyim; herkes maymunları bırakmış, sağdan yazı yazan adama hayretle bakıyor. Hemen defterimi cebime koydum ve çoluk çocuğa tuhaf bir manzara arz etmiş olmaktan mahcup. Oradan süratle uzaklaştım. bu suretle öğrendim ki, eski yazımızın, yazılırken temaşalı bir Avrupalı seyirci kitlesini maymunlardan bile daha fazla eğlendiriyor.” (H.Yorulmaz, Tanzimattan Cumhuriyete Alfabe Tartışmaları syf.316-31.) nasıl? Ne kadar bilimsel ve edebi bir değerlendirme değil mi? Maymun izlemekten daha eğlenceli bir yazı stili. Dönem Türkiyesini ve aydın anlayışını yeterince ele veren bir açıklama. Burada aşağılananın sadece bir alfabe olmadığını unutmamak lazım. Bir tarih, bir kültür ve Avrupa merkez alınarak aşağılanan Doğu. Böylesi bir tartışma(tartışma dememiz aldatmasın yasa ile birlikte tartışmalar da bıçak gibi kesilmiştir!) ortamının adından 8 Ağustos 1928 tarihinde Mustafa Kemal'in ilk defa yazı reformu ile ilgili konuşması ile “Arkadaşlar!Bizim kıvrak ve zengin dilimiz yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Yüzyıllardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulundurmaktan, aslında iyi anlaşılmayan, bizim de anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak zorundayız…”(Atafürk'ün Söylevleri, 1968, Sadeleştiren, Behçet Kemal ÇAĞLAR) değişiklik kesinleşmeye başlamıştır. 1 Kasım 1928 tarihinde kabul edilip yasalaşan Harf İnkılabı ile birlikte, Latin Harfleri yürürlüğe girmiş oldu. Bu

yasaya göre ilan gününden itibaren kamu ve özel kurumlarda uygulanması zorunlu olacak ve 1 Ocak 1929'a kadar genel bir mahiyet kazanacaktır. 1 Ocak 1929 tarihine kadar vatandaşların devlet kurumlarına verecekleri Arap harfleriyle yazılmış dilekçeler kabul edilecektir. 1 aralık 1928 tarihinden itibaren duvar ilanları, tabelalar, levhalar, gazete ve dergiler, film yazıları vs. yeni harflerle basılmış olacak. Daha önce basılmış neşriyat 1930 yılının başına kadar yürürlükte kalacak. Okullarda dersler yeni alfabeyle yapılacak eski yazıyla yazılmış kitapların derste kullanılmaları yasaklanacak. 1 Aralıkta kanunun öngördüğü şekilde bütün gazeteler yeni düzenlemeye uygun basıldı. Bazı dergiler ve birçok mahalli gazete yayım hayatına ara verdi. Gazete tirajları yüzde ellinin üstünde bir oranda azaldı. Sınırlı sayıda olan film izleyicisi için de sinema izleme oranını çok büyük bir oranda düşürdü. Alt yazılar artık Latin harfleri ile yazılıyordu. Yeni yazı için muhalif seslerin susturulması da unutulmamıştı. Yeni yazı ile ilgili kanun yürürlüğe girmeden önce, Bursa'da iki subay yeni yazı aleyhtarı görüşlerinden ötürü yargılandı. İstanbul'da bu nedenle birisi tutuklandı. Dönem basını üzerindeki ağır sansür baskı dolayısıyla zaten muhalif yazılar artık yayımlanamıyordu. Ancak Ankara'da yayımlanan İkdam gazetesi, Akşam gazetesi ve Son Saat gazetesi Sivas'ta yeni yazıdan ötürü duyulan huzursuzluğu kargaşayı haber yaptığı için haklarında yargılama yapıldı. Bu değişiklik ile birlikte tartışmalar bıçak gibi kesilmişti. Ancak sorular ortadan kalkmış değildi. Görüldüğü gibi aradan geçen 82 yıla rağmen yine ortaya çıkabiliyordu. Geri kalmışlığın nedeni olarak alfabenin zorluğu olarak gösterilip, hızlı bir şekilde çok kısa bir sürede Latin Alfabesine geçilmesi geri kalmışlığı ortadan kaldırmış mıydı? Latin Alfabesi kullanmayan alfabeleri daha zor kabul edilen Yunanistan, Rusya, Çin, Japonya, İran geri mi kalmıştı? Okulu olmayan bir ülkede (dönem kastedilmiştir), eğitime bütçe ayrılmayan bir ülkede insanların nasıl okuma yazma öğrenmesi bekleniyordu? Eski alfabe ile yazılmış bir külliyat, nasıl bugüne

taşınacaktı, ve bugüne taşınacaklara kim nasıl karar verecekti? Görüldüğü gibi soruları arttırmak mümkün. Sonuçlara bakıyoruz, gazete trajları düşmüş, okuma-yazma oranı iyice azalmış, kitap sayısı azalmış. Bunların artması ancak okul-öğretmen altyapısının oturmaya başladığı çok sonraki tarihler. Eğitim alt-yapısı pek ala yukarıda saydığımız ülkelerde olduğu gibi burada da eski alfabe ile yapılabilirdi. Ancak bu yeni durum tercih edilmişti. Düşünün dönem şartlarında hasbel kader okuma yazma öğrenmişsiniz ve bir sabah uyanıyorsunuz, alfabenin değiştiğini öğreniyorsunuz.. Dar bir elit çevresinde yetişmemiş ve batı dillerinde bir eğitiminiz yoksa bütün öğrendikleriniz yalan olmuş. Geriye kimler kalıyor, yeni alfabeye hakim, eski alfabe ile yazılmış kitapları çevirebilecek bir elitler iktidarı. Sonuç mu? Şeyh Galip bilmeyen, Şeyh Bedreddini resmi tarih kitaplarında basit bir hain olarak öğrenen, doğrusunu öğrenmek için de Türkolog olan bir Rus'un araştırma yapmasını beklemek zorunda kalan, tarihsiz hafızasız olmaktan da öte, tarihine küfür eden bir devşirme kültürle yetişmiş insanlar topluluğu. Yapılan sadece basit bir Harf İnkılabı değildi, büyük bir katliamdı aslında. Gerçekten de çok trajik bir başarı ortaya çıkmıştı. yapılan sonuçları bugün de hayatımızda olan bir bilinç katliamı, tarih katliamıydı… kadim



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.