2
Merhaba, Başkaldırıyoruz, baskılara, sömürü düzenine, geleceksizliğe, adaletsizliğe, edilgenleştirilmeye karşı özgürlüğümüzü isyanda arıyoruz. Bizden başka üç tarafımızın da başkaldırı ruhu ile tutuştuğu bir dönemden geçiyoruz. Kuzey Afrika ve Ortadoğu halklarının ayaklanmaları, kürt halkının hiç de yeni olmayan bu dönmede daha da yükselen serhıldanları, yunanistan'dan başlayan avrupa'daki isyanlar… Yeni sayımızı tam da başkaldırı ruhunun bu kadar yüksek olduğu bir dönemde çıkarıyoruz. Dergimizi de bu dönemin özelliklerine ve yükselme eğilimi gösteren, özelde öğrenci muhalefeti ve genelde de toplumsal muhalefet içindeki gelişimimize uygun hazırlamaya çalıştık. Bu açıdan bu sayımızın önceki sayılara göre nitelik olarak farkı hissedilecektir. Bu sayımızda yükselen öğrenci eylemleri ile ilgili değerlendirmelerimizi paylaştık. Ortadoğu ve Kuzey Afrika isyanlarına ve bu isyanların etkisi altında kalmış olmasına rağmen Avrupa'da gelişen hareketliliği yansıtmaya çalıştık. Hem öğrenci eylemlilikleri hem de dışarıda gelişen isyanlarla ilgili farklı boyutlarda tartışmalar olduğunu bildiğimiz halde temel yaklaşım noktamızı ezilenler ve savaşanların isyanı, coşkusu ve önceki düzeye göre yükselişi üzerinden belirlemeye çalıştık. Bu atmosferin etkisiyle, SÖZ DERGİSİ olarak inşa sürecinde olduğumuz gençlik hareketi tartışmalarımızda bu sefer de örgütlenmeye ve topluma yaklaşım konusunda bir giriş mahiyetindeki tartışmamızı açmaya çalıştık. Bunlara ek olarak karakter niteliğindeki yazılarımızı da korumaya çalıştık. Gençlik tarihinde önemli önderlerimizden biri olan MAHİR'i hikâyeleştirdik. Bu sayımızın Tarih sayfasında, popülerleşen Osmanlı tartışmasında ezilenlerin tarihinden Patrona Halil Ayaklanması ile tarafımızı ortaya koyduk. Kadın, Ekoloji, Üniversite, Anadil, Kültür-Sanat sayfaları bu sayıda oldukça canlı, vd. yazılarımız. Velhasıl dönemin ruhunu biz de elimizden geldiğince yansıtmaya çalıştık. Önümüz 1 Mayıs ve bu 1 Mayıs toplumsal muhalefet için büyük bir fırsat. Baskı ve sömürü düzenine, geleceksizliğe, adaletsizliğe isyanı yükseltmek, özgürlük taleplerini haykırmak için bulunduğumuz her yerde tüm bölgemizi saran başkaldırı ateşini büyütmeye çalışacağız. Özgür yarınlar için isyan ediyoruz, başkaldırıyoruz.
İçindekiler Başkaldırı Vakti…………………….……3 Kapitalizmin Kucağında Üniversite…......7 Umudu Kadının Çığlığı Yeşertecek….….8 Faili belli Kadın Cinayetleri………….….9 Nükleer Cinayet………………………...10 Kişiliklerde Devrim Yapmak; Mahir Çayan …………………………..11 Ders; Çağdaş Türk Dilleri Konu: Doğu Türkistan………………….13 Başkaldırı, Devrim ve Özgürlük………..15 Özgürlüğümüzü İsyanda Arıyoruz, “Başkaldırıyoruz”………………………19 “Devrimci” Kemal……………………...20 Edirne'de Son Dönem Eylemleri……….21 “Gök Kubbenin Altında Her Yer Kaos! Bu Müthiş Bir Şey”…………………….22 Hekim Olamamak………………………26 Ev İçi İşçileri Sendikası………………...27 “Kaydet Arabım…”…………………….28 Film Tanıtımı; Der Baeder-Meinhof Komplex…………29 Bir Ayaktakımı İsyanı; Patrona Halil Ayaklanması……………..30
YAŞASIN 1 MAYIS Su Yayıncılık adına sahibi ve sorumlu yazı işleri müdürü: Erman CAN İletişim: İstiklal Caddesi Rumeli İşhanı No: 88/18 Beyoğlu - İstanbul 0212 252 44 90 Baskı: Mattek Matbaaclık GMK Bulvarı Akyol İşhanı 83/23 Maltepe / Ankara Tel: 0312 229 15 02 E-posta: sozumuzvar@yahoo.com facebook.com/soz Fiyatı: 1,00TL'dir Hesap Numarası: İş Bankası Mithatpaşa Şubesi - Erman Can 4228 0918632
3
Başkaldırı Vakti... Dünya ve Türkiye hızlı bir politik süreçten geçiyor. Bir yandan Avrupa'da başlayan ve gelişen eylemler, diğer yandan bütün Ortadoğu ve Kuzey Afrika'yı saran büyük halk isyanları, ve son olarak da gözümüzün önünde Kürt halkının Newroz serhıldanları, bu baş döndürücü hızla birlikte Türkiye'de de farklı kanallardan olsa da gelişen politik atmosfer… Bizim ülkemizde de öğrenci gençlik, son dönemlerdeki birkaç aylık eylemleriyle politik gündemin önde gelen aktörlerinden biri oldu. Bu eylemler genel olarak toplumda biriken huzursuzluğun bir sonucu olması itibariyle de toplumun geniş kesimlerinden ilgi gören eylemlerdi. Bu eylemler birden ortaya çıkan bir huzursuzluğun değil, 2010 yılında da görülen ve bugüne kadar birikerek gelen huzursuzluğun bir sonucu. Geçen yılın başından itibaren yaşanan önemli gelişmeler vardı. Ankara'da şehir merkezini çadırlarıyla işgal eden TEKEL direnişi tüm ülkede toplumsal muhalefet alanında bir hareketlilik ve bir duyarlılık yaratmıştı. Bu direniş uzun süreden beri siyasal ortamın sessiz olduğu ülkemizde, politik durağanlığı hızlandıran etkiye sahip bir eylemdi. Burada ortaya çıkan hava, toplumun geniş kesimlerini etkilemekle birlikte daha çok lise ve yüksek öğrenim
gençliğinin önemli ölçüde sorumluluk almasıyla gelişmişti. Bu havanın etkisiyle ve taksimde 1 mayıs kutlaması yapabilmek için üç yıllık mücadele birikiminin sonucuyla, İstanbul'da 32 yıl sonraki ilk 1 Mayıs Taksim Mitingi'ne yaklaşık 300-400 bin civarında insan katıldı. Bu eylemde de öne çıkan önemli hususlardan biri de yoğun bir gençlik kesiminin katılımıydı. Bu iki eylemlilik süreçleri toplumda biriken huzursuzluğun isyancı bir birlikteliğe taşındığı önemli duraklardı. Geçtiğimiz yıl, bu açıdan bizlere bir hareketliliğin geliştiğini özellikle de genç bir nüfusla birlikte geliştiğini bize gösteriyordu. Toplumda yaşanan huzursuzluk her geçen günle birlikte etkisini daha da arttırıyor. Bu huzursuzluğun nedenlerine baktığımızda; Ekonomik krizin geldiği düzeyin birçok boyutuyla, toplumsal hayatta kendini hissettirdiği görülmektedir. Her ne kadar sayısal verilerle oynama yapılarak durum gizlenmeye çalışılsa da halının altına süpürülen pislikler halının rengini oldukça değiştirmiş durumda. Durumu kavramak için öyle çok da sayısal verilere başvurmaya gerek yok. Biraz dikkatli bir göz birçok şeyi net bir şekilde görebilir. İşsizlik cumhuriyet tarihinin en yüksek seviyelerinde dolaşıyor. İş başvuruları için, yeşil kart alabilmek
için veya herhangi bir sosyal yardıma ulaşabilmek için insanlar birbirini ezme pahasına yarışa giriyor. Ailelerin azalan gelirlerine karşılık pahalılaşan hayat, orta sınıf kesim için yaşam standartlarının düşmesi, daha yoksul kesim için de açlıkla karşı karşıya kalma tehlikesini ortaya çıkarmış durumda. Emekliler, işçiler, memurlar işsizler, küçük esnaf, toplumun geniş kesimleri bir cendere içinde yaşamaya mahkum edilmiş durumda. Bu durumun da uzunca bir süre bu şekilde daha da sıkıntılı devam edeceği de ortada. Genel anlamda toplumdaki bu sıkıntılara ek olarak öğrenci gençlik için farklı kaygılar da söz konusu. Birçok sıkıntı, birçok maddi ve manevi fedakârlığa rağmen gelecek karanlık görünüyor. Üniversite eskiden iş bulma için garanti olarak görünürken, bugün açılan birçok yeni üniversite ve arttırılan kontenjanlara rağmen istihdamın azalması, üniversitelerin gelecek kaygısını azaltmada etkisini yitirmesine neden oluyor. Söz gelimi atanamayan öğretmen sayısı üçyüzbini geçmiş durumda ve her geçen yıl bu sayı hızla artıyor. Bununla birlikte öğrencilerin kaderini belirleyen ÖSYM-YÖK gibi kurumlardaki kokuşma sisteme olan güveni iyice azaltıyor. Gelecekle ilgili bu tablo günlük yaşamı saran sıkıntılara göğüs germeyi de
4
zorlaştırıyor. Birçok öğrencinin karşılamakta zorlandığı harçlar, çözülemeyen barınma sorunu, çok ciddi külfetlere neden olan ulaşım sorunu vs. Bunların dışında öğrenci gençlik aynı zamanda mevcut çürümeye ve tıkanıklığa karşı kendisini ifade edip, kendisini var etme kaygısı da taşıyor. Zira bütün karar alma mekanizmalarının dışında tutulan, yaşamı ve geleceği ile ilgili her konuda edilgenleştirilmiş gençlik, söz hakkını ve özgürlüğünü de istiyor. Her ne kadar bugün birçok araçla uyuşturulmuş veya enerjisi risksiz alanlara akıtılmış olsa da doğrudan sisteme karşı yönelen tepkiler gözle görülür bir şekilde birikiyor. Bugün neoliberal politikaların ve devletin yeniden organizasyonun bizzat yürütücüsü olan Akp, toplumdaki bu bıkkınlığın esas muhatabı durumunda. Akp, politikalarını uygulayabilmek ve devletin dönüşümünün öncüsü olabilmek için kendisine benzemeyen bütün muhaliflerine karşı, özellikle de başta baskı kurumları olmak üzere devletin bütün kurumlarını iyice hareket ettirmiş durumda. Öğrencilere, işçilere, memurlara, Kürtlere, toplumun bütün muhalif kesimlerine karşı baskı düzeyini her geçen gün daha da arttırıyor. Tutuklanan basın çalışanları, soruşturmalara ve cezalara maruz kalan öğrenciler, direnişçi işçilerin direnişini kıracak hamleler ve tabi ki güvenlik kurumu olan polisin hiç fark gözetmeden ölçüsüz saldırganlığı. Bu dönemde bu baskı uygulamalarının daha bir görünür
olması, hükümetin toplumdaki meşruiyet kanallarını da eritiyor. Toplumdaki bu bıkkınlık, işsizlik ve gerilim, egemenlerin bir başka kanadında hazırlığı da beraberinde getiriyor. 90 yıllık devlet partisi statükonun yılmaz bekçisi CHP 5 ay gibi kısa bir sürede hem de iki operasyonla (Baykal ve Sav tasfiye operasyonu) “yaptırmayacağız” politikasından, biz yapacağız demeye başlaması ihmal edilmemesi gereken bir başka husus. Birden “Devrimci Kemal”in ortaya çıkması, devrimci sloganların yükselmesi yükselen tepkilere bir kanal yaratma hazırlığı olduğu çok açık. Yine radikal gazetesinin de yeniden sola göz kırpan pozisyonuna yerleşmesi tesadüf olmasa gerek. her iki durum birlikte göz önüne alındığında egemenlerin hazırlığı daha iyi görülmektedir. Öğrenci eylemlilikleri de tam da böyle bir ortamda kısa bir sürede yükselme gösteriyor. Hatırlamak için tarihsel gelişimine baktığımızda çok gerilere götürmeden, Yıldız Teknik Üniversitesi'nde yumurta eylemine katılan öğrencilere hapis cezası istenmesine karşı verilen tepkilerle başlayabiliriz. Hapis cezası istemine karşı, öğrenciler hep bir ağızdan tepkiyi dillendiriyordu. Referandum sonrasında devletin kurumlarına daha da yerleşen Akp'ye karşı tepkilerin yoğunlaşmaya başladığı bu dönemde, İstanbul'da Akp'nin üniversite rektörlerini bir araya getirip yapacağı toplantıyı protesto etmek isteyen öğrencilere polisin verdiği sert tepkiler, birden ülkede birinci gündem maddesi oldu. Polisin bu şiddeti sonrasında bir öğrenci polisin attığı tekmeyle bebeğini kaybetti, bir öğrenci de sağlam bir şekilde girdiği gözaltı aracından iki gözü patlamış, burnu kırılmış bir şekilde çıkmıştı. Bu görüntüler, hükümete ve polise karşı duyulan güvensizliğin ve tepkilerin iyice artmasına neden oldu. İstanbul'daki bu olaylar sıcaklığını
korurken bu sefer Ankara'da SBF'de Burhan Kuzu ve Süheyl Batum'un katıldığı panelde salondaki 200'e yakın öğrencinin tamamının katıldığı protesto, bu protestonun ardından polisin müdahalesi, bunun üstüne sayının 500-600'lere varan basın açıklaması, üniversite gençliğinin isyanını dışa vuracağı kanallar bulmasını sağlamıştı. Çok geçmeden başbakanın Ödtü'de protesto edilmesi, 30'dan fazla gözaltı ile bastırılmaya çalışıldı. Ancak bu öğrencilerin daha da hareketlenmelerini sağlamaktan başka bir işe yaramadı. Nitekim polisin bu saldırılarını, hükümetin uygulamalarını protesto edip ve taleplerini belirtmek isteyen ODTÜ, Ankara Üniversitesi ve Hacettepe Öğrencileri, Odtü önünden Akp genel merkezine yürümek istedi. Polis buna da müdahale etti. Fakat isyan ve talepler tüm ülkede gündemleşecek kadar haykırılmıştı. Öğrenci gençlik tüm ülkeye “EŞİT, PARASIZ, BİLİMSEL ve ANADİLDE EĞİTİM” için “BAŞKALDIRI” ruhunu yaymıştı. Odtü önünde 2200 polisle yapılan müdahale sadece öğrencilerin yürüyüşünü engellemek için değil aynı zamanda isyan edenlere hıncın iyice ortaya çıkmasıydı. Daha sonra da başbakan isyancı öğrencilerin korkusuyla okul yönetimlerinin ve Yök'ün memuru! anlayışında olan öğrenci temsilcileri ile yapacağı görüşmeleri İstanbul'dan Erzurum'a taşısa da hiçbir kar etmedi; bu sefer de
5
Yök'ün önünde, Cumhurbaşkanlığı'nın önünde, İstanbul'da Ankara'da yapılan eylemlerle hükümet kaçıyor öğrenciler kovalıyor görüntüsü ortaya çıkıyordu. Bu şekilde özetleyebileceğimiz eylemlerle şu net bir şekilde görülüyor, öğrenci gençlik mücadelesi büyüyen ve militanlaşan yükselişle devam ediyor. Eylemlerin kaba haliyle tarihsel gelişimi böyle olmakla birlikte bu eylemlerin kendisi birçok tartışmayı da beraberinde getirmiştir. Bu hareketlilik birçok risk ve olanağı da ortaya çıkarmıştır. Geçmiş deneylerden çıkarılan dersler ışığında önümüzdeki dönemde de gelişme potansiyeli yüksek bu hareketlilik için bilinçli bir müdahale, dersler ışığında mümkün olacaktır. Bu açıdan eylemlere ilişkin bazı değerlendirmelerin yapılması sağlıklı olacaktır. Bu eylemler, uzun süredir algısı bizden yana kapalı olan, boyalı basının da dikkatinin üzerimize toplanmasını sağlamıştır. Keza 5 aylık kısa bir sürede devletin kurucu partisi olan CHP'nin “devrimcileşmesi” ve öğrenci gençlikle yakından ilgilenmesi gözden kaçmayan bir durumdu. Devletin Kemalist modernist kanadı bu isyanla ilişki kurmaya, kendisine yedeklemeye çalışırken, hükümet bu hareketliliği darbe planlarıyla, Ergenekonla, şer odaklarıyla ilişkilendirmeye çalışıp bu
isyanı sulandırmaya çalışmıştı. Hükümete yakın medya, her eylemin örgütsel analizini yapıp tek tek öğrencileri etiketleyecek kadar ileri gitse de bunda çok da başarılı olduğu söylenemez. Bu eylemlerde öncülük yapma iddiası olan bizlerin, bu isyanların sistemin içine akması için çaba sarf eden egemenlerin oyununa gelmemesi çok önemlidir. Öğrenci gençliğin sıkışan öfkesini sistem içi kanaldan gelişmesini engellemek da ancak bu gelişen hareketlerin içinde ve öncü bir pozisyonla yer almakla mümkün olacaktır. Öncülüğün de ben öncüyüm diyen herkese verilen bir rol olmadığı düşünülecek olursa, kitleyi küçümsemenin veya kitleyi yüceltmenin iki uç yaklaşım olduğu unutulmadan, öncülük, gelişen hareketi doğru kavrayıp enerjisini anlayan ve kendini kitle içinde ifade edip, kitleyi daha öne taşıma niyetini hayata geçirmekle mümkün olacaktır. Bu eylemler sonrasında basında daha çok, bir grubun öne çıkması normaldir. Elbette ki yumurta eylemleri bazı eylemlerde öne çıkmıştır. Ve atılan bu yumurtalar
egemenlerin cilasını da bozmuştur. Ancak sadece bir grubun eylemleri değildir. Bu eylemler aynı zamanda üniversitede faaliyet yürüten tüm muhalif öğrenci gruplarının mücadelesi ve çok önemli sayıda bağımsız muhalif öğrencinin katkısı ile gelişmiştir. Sırf bu açıdan bile baktığımızda örgütlü muhalefet eden sayının çok üstünde bir sayının bu eylemlere katkı verdiğini görmek, örgütlülüğün zayıf olması açısından kötü bir durum olsa bile muhalefetin daha da gelişeceğini görmek için bize bir ışık olabilir. Eylemler ilk bakışta sadece Akp karşıtlığında ilerliyor görünmektedir. Tabi burada tepkilerin ve protestoların Akp'ye yoğunlaşması son derece makuldür. Zira Akp 9 yıllık hükümeti ile bizzat bu sistemin uygulayıcısı ve yürütücüsü konumdadır. Bu açıdan hiçbir sıkıntı yoktur. Egemenlerin diğer kanadı olan Chp'nin buradan kendine pay çıkarmaya çalışması ise sistemin başka bir oyunudur. İki seçeneğe mahkûm edip seçeneksiz bırakmak. Üniversite gençliğinin modernist gelişim kanalları da hesap edilirse bu, çok da zor bir durum değildir. Ancak gerek Ankara SBF'de gerekse de ODTÜ'deki eylemlerde Süheyl Batum ve Çetin Soysal ağzının payını yeterince almıştır. Hatta cebeci
6
siyasalda Süheyl Batum'un bütün ülke kamuoyunda 1971 devrimciliğine küfredip faşistler diyecek hale gelerek teşhir olması CHP'den solculuk bekleyen Modernist sol yapılar ve sola meraklı öğrenciler açısından gerçeklikle yüzleşmeleri için iyi bir fırsat olmuştur. Bu eylemlerde öğrenci gençliğin en öne çıkan talebi Söz, Yetki, Özgürlük ve Demokrasi olmuştur. Nitekim bu talebi gören cumhurbaşkanı biraz gaz almak biraz da kamuoyunda itibar kazanmak adına rektörlerin sözcüsü pozisyonunda olan öğrenci temsilcilerini kahvaltıya çağırmıştır. Ancak jaguarlı öğrenci temsilcisi kendiliğinden komikliği açığa çıkarmıştır. Bununla birlikte Öğrenci gençliğinin haykırdığı özgürlük talepleri, özellikle Odtü'de herkesin görebileceği şekilde Anadil'de eğitim talebi ile birlikte haykırılması ve kamuoyuna bu şekilde taşınması Kürt gençliğinin mücadelesi ile yan yana mücadelenin kamuoyunda daha da meşrulaşmasını sağlamıştır. Bu açıdan da önemlidir. Bu eylemlilikleri yetersiz görenler olabilir. Kemalist ve yasalcı anlayışların hakim olduğu iddia edilebilir. Şüphesiz eylemliliklerin eksiklikleri de çoktur. Eleştirilerin değerlendirmelerin haklılık payları da yüksektir. Ancak bu değerlendirmeler bir o kadar yetersiz
değerlendirmelerdir. Zira eylemliliklerin niteliğinin artması ve gelişmesi bu eylemliliğin, hareketliliğin devam etmesine bağlıdır. Bu açıdan bu süreçlerdeki devrimci sorumluluk bu hareketliliğin ve eylemliliğin devamını sağlamaya çalışmaktır. Bu eylemlere katılan öğrencilerin önemli bir kısmı örgütsüz olan ve tepkisini vermek isteyen öğrencilerden oluştuğu unutulmamalıdır. Her dalganın bir sonraki büyük dalgayı hazırlayan bir aşama olduğu unutulmadan her türlü hareketin bu isyanı büyütebilecek etkiye sahip olabileceğini bilmek gerekir. Bu açıdan eksikliklerin giderilmesi ve kitlenin devrimcileşmesi ancak bu hareketliliği ciddiyetle dikkate alıp ve bu hareketlilik içinde kapsayıcı, ilişkileri sıcak ve katılım kanallarını açık tutan bir şekilde aynı zamanda da militan bir öncülükle bir devrimci bir nüve olarak konumlanmak ve eylemliliği geliştirmek ile mümkün olacaktır. Bugüne kadar bu şekilde gelişen öğrenci gençlik eylemleri önümüzdeki dönemde seçimlerin ve 1 Mayıs'ın etkisiyle daha da yükselecek gibi görünmektedir. 1 Mayıs bayramının son üç yıllık yükselen gelişim seyri ve toplumun ve öğrenci gençliğinin artan politik duyarlılığı hesaba katılırsa bu 1 Mayıs'ın oldukça coşkulu geçme olasılığı yüksektir. İsyan ve Başkaldırı
ruhu bütün politik öğrenci gençliğinin içine işlenebilir sloganlar haline gelmiştir. Bugün içinde olduğumuz coğrafya isyan ve başkaldırı ruhu ile alev alev yanmaktadır. Batıda Yunanistan gençliğinin öncülüğünde mücadele gittikçe sertleşmektedir. Güney'de Kuzey Afrika ve Ortadoğu'da halklar adım adım özgürleşmenin bayrağını dalgalandırmaktadır. Yanı başımızdaki Kürt halkının on yıllardan beri süren serhıldanlarıyla da bölge komple alev topuna dönmüştür. Egemenler hem bütün bu havayı gizlemek için hem de kendisine yönelen muhalefeti susturmak ve bastırmak için her türlü bilgi kirliliği, soruşturma ve ceza yöntemlerini kullanmaktan geri durmamaktadır. Ancak mevcut sistemin çevresel felaket, savaş, işsizlik ve geleceksizlikten başka bir şey vaad etmediği her gün daha da net görünmektedir. Bu atmosfer tam da öğrenci gençliğinin haykırdığı gibi “isyan” ve “başkaldırı” ruhunun vaktidir. Vakit “isyan” ve “başkaldırı” vaktidir. İsyanı ve başkaldırıyı büyütme vaktidir. Özgürlüğü, geleceği, bugünden isyan ederek başkaldırarak kazanma vaktidir. Özgürlüğümüzü isyanda arıyoruz, yarınlar için başkaldırıyoruz.
7
KAPİTALİZMİN KUCAĞINDAKİ ÜNİVERSİTE Üniversite kelime kökeni olarak lonca meslek birliği anlamına gelen ''universitas''tan gelmektedir. Universitasın kökeninde ise evrensellik bütünlük bulunmaktadır. Bilginin düşüncenin evrenselliğini ima etmektedir. Üniversiteler toplumsal iş bölümünün gelişiminde okulun uzantısı olarak ortaya çıktılar. Ve sınıflı toplumlarda bu çıkış kurumun sistemle ilişkilenmesini ve muhafazakar nitelik kazanmasına neden oluyordu. Üniversite yüzyıllar boyunca mevcutta bulunan sistemin ideoloji üretim merkezi oluyordu. Bununla birlikte sistemin bilgi ve ideoloji üretimi olduğu halde bu üretimi özgün bir tarzda yaptığı ve bazı dönemlerde kısmen de olsa özerklik taşıma imkanı bulması üniversiteleri aynı zamanda mevcuttaki düzene ''ihanet'' potansiyeli içeren, kurumlar haline getiriyordu. Bundan kaynaklı da daha başlangıcından itibaren, yerleşik iktidar nezdinde kuşku ve endişe kaynağı oluşturmuştur. Bu toprakların tarihinde bunun bir çok örneği yaşanmıştır. (Osmanlı da idam edilen ''alimler'', suhteler ve 68 öğrenci hareketi kendisine dayatılan ideolojiyi sistemin karşısına çevirmiş ve egemenleri titretmiştir.) Ama sonuç olarak bu durum üniversitelerin işlevini ortadan kaldırmamıştır. üniversiteler sistemlere göre şekil almış ve almaya devam eden bir kurumdur. Feodal sistemde feodal üniversite, kapitalist sistem de kapitalist üniversite… İçinde yaşadığımız kapitalist dünya sisteminde de bu durum farklı değildir. Ve bu sistemin kar etmeyen hiçbir şeyden hoşnut olmadığını da biliyoruz. Son yıllarda üniversitelerin üzerinde karabulutlar dönmektedir. Bu yaşadıklarımız ve yaşayacaklarımız sel veya deprem gibi bir felaket değildir. Ancak onlardan daha sürekli olmasıyla öne çıkan, sermaye eliyle yaratılan bir felakettir. Bu yaşanan felaketler müdahale etmediğimiz sürede devam edecektir. Eğitimin piyasayla
buluşması, sadece egemenlerin çıkarına hizmet etmektedir. Fakat bunu bütün toplumun yararlanabileceği bir şeymiş gibi sunmaktalar. Seçim sonrası süreçte patronlar üniversitelerin devletten (özellikle mali anlamda) özerkleşmesini, sermaye-üniversite ilişkisinin artık dolaysızca gerçekleşmesini istiyorlar. Böylece bilgiyi satılan ve sadece parası olanların yararlanabileceği bir meta haline getirecekler. Üniversiteleri (ne kadar özgür bilim deseler de) basit bir işletme gibi yönetecekler. İçinde Koçların, Doğanların olduğu mütevelli heyetleriyle patronları direk olarak üniversite yönetimine alacaklar. Yukarıdaki alıntılarda geçen “çeşitli finansman kaynakları”, “devlet dışı fonlar”, “kurum dışı paydaşlar” söz öbeklerinin hepsinin aynı şeyi, yani sermayeyi işaret ettiği çok açık olsa gerek. Kısacası devlet üniversitelerin finansmanından çekilecek, yerini sermaye dolduracak. Sonra da parayı veren, düdüğü çalacak. Üniversitelere kapitalistlerin çıkarları doğrultusunda bir yaşam alanı tanınacak Eğitimde yaşanan süreç, eğitimin piyasalaştırılması yanında okulların işlevini de değiştirdi. Bu yüksek öğretimde “girişimci üniversite” kavramıyla tanımlandı. Böylece üniversite ile sermayenin bağının güçlendirilmesine dönük adımlar hızlandırıldı. Bir yandan sermaye kendi istekleri doğrultusunda okullara kaynak aktarırken, bunun karşılığı olarak kendisi için ağırlık-yüksek maliyet oluşturan bazı konularda yüzünü üniversitelere dönmüş, üniversiteleri AR-GE laboratuarları olarak kullanma
yoluna gitmiştir. Burjuvazi için AR-GE faaliyetlerini kendi işletme bünyesinde yürütmesi oldukça masraflıydı. Hem olanakların sınırlılığı, hem de olumlu sonuç elde edilememe ihtimali nedeniyle bu işlev üniversitelere verildi. Burjuva ideologlarından R.Overts bunu; “Özellikle rekabetle artan AR-GE maliyetlerinden sermayenin kurtulması ve uzmanlaşmış birimler olarak üniversitelerin kaynak ve olanaklarına yönelmesi ve bunları piyasaya sunması için yeni bir üniversite modeli geliştirilmesi önem kazanmıştır” biçiminde dile getiriyor. Bu söylem aynı zamanda son dönemde gündeme gelen üniversite-sermaye işbirliğinin temel argümanlarından biri oldu. Öte yandan biz üniversite öğrencileri şirketlerin ihtiyaç duyduğu görece yüksek vasıflı emekçiler olarak yetiştiriliyor, bilimsel araştırmalar için kullandığımız alanlar ve araçlar sermaye güdümüne sokuluyor. Örneğin İTÜ de otomotiv sektörü araştırma laboratuarı kurulmuş AR GE (araştırma geliştirme) projeleri yürütmüştür. Bu problemlerin bir çoğu bu gün üniversitelerde özlü sözlerle anlatılan BOLOGNA SÜRECİNİN ürünü olmakla birlikte mevcut YÖK ve düzeninden bağımsız ele alamayız. Nasıl YÖK'ün üniversitelere karşı tavrı yalnızca YÖK'ün üniversiteye ait olmadığının kanıtıysa bugün BOLOGNA SÜRECİ (sistemin dayattığı neoliberal politikaların eğitimde yansıması) daha başından itibaren milyonlarca arkadaşımızın harç parası bulamayarak okula gidememesi, harç parası için çalışırken ölmesi,bilim yuvalarında kendi paralarımızla vasıflı emekçi olması, rekabetin arttırılması Bologna sürecinin üniversiteye ait olmadığını göstermektedir. Bugün üzerinde söz ve karar sahibi olmayan üniversitelinin yarını da belirleme gücü olmayacaktır. Yani bugün bizim için hazırlandığı söylenen geleceğin hayalleriyle oyalanıyoruz. Artık anlaşılmalıdır ki bizler için hazırladıkları gelecek bu gün yaşadıklarımızdır. özgün, tandoğan, ankara
8
Umudu Kadının Çığlığı Yeşertecek Her gerçeğin iki yüzü olduğu söylenir; görünen ve görünmeyen. Bir gerçek var ki artık görünmez halde değil o kadar açık ki kılıf uydurur oldu insanlar sapıklıklarına. Çok yüzeysel bir söyleyişle; bu sorunun konusu kadınlar. Cinsiyet benlik sunumunun bir parçasıdır toplumda. Erkek ve kadın ayrımı yaparak cinsiyet kategorileşmesi yapıyoruz ve bu kategorilere yüklediğimiz kişisel özelliklerle kalıp yargılar oluşturuyoruz kendimize. Yetişkinlerde değil sadece erken yaşlarda bile çocuklar bu kalıp yargılara sahip. Çocuklar, oyuncak bebekleri ve pişirme araç ve gereçlerini kızlar; oyuncak kamyon ve silahların da erkekler için olduğunu öğrenirler. Kadın ve erkek işlerinin ayrı olduğu fikri yetişkinlikte de devam eder ve birçok meslek cinsiyet damgalı olarak algılanır. Sadece bunlarla değil, toplumsal cinsiyet kalıp yargıları, kitle iletişim araçlarıyla da desteklenir. Gazete ve dergilerde fotoğraflar erkeklerin genellikle yüzlerini vurgularken, kadınların daha çok vücutları gösterilir. En yaygın reklamlar erkek bir uzmanın kadın tüketiciye bir ürün hakkında yönerge verdiği reklamlardır. Genel olarak değerlendirirsek erkek her zaman yetke, kadın ise itaat edendir. Erkek güce sahip olan, yöneten, emreden olurken kadın güçsüz olan, susması gereken, söyleneni uygulayan kişidir bunlara göre. Böyle bir algının oluşmasında kültür, din vb. etkenler de oldukça başarılı! Bu kalıp yargıların sonuçlarını çok acı bir şekilde görüyoruz her gün: bir öğretim üyesi meslektaşı bir kadını taciz ediyor şikâyetlere rağmen taciz edilen kadın hakkında soruşturma açılıyor, Elazığ'da Gülhan Alkan babası tarafından eşinden boşandığı için öldürülüyor, Siirt'te 7 ilköğretim öğrencisine 14-70 yaş arası onlarca erkek tecavüz ediyor kimsenin sesi çıkmıyor şehrimizin adı kötüye çıkmasın diye, Adana'da sokak ortasında polislerin gözü önünde bir kadın vahşice bıçaklanıyor, bir kadın hâkim eteğinin boyu yüzünden neredeyse mesleğinden oluyor, töre ve namus cinayetleri hala devam ediyor, kadınların %97si şiddet görüyor, kadınlar taciz ediliyor, tecavüze uğruyor, öldürülüyor… Bu olaylar karşısında Selçuk üniversitesinde ilahiyat
fakültesi anabilim dalı başkanı olmuş Orhan Çeker ''sorunun odağını'' bulmaya çalışıyor ve diyor ki: ''Sorunun odağında kadın var. Kardeşim sen dekolte giyinirsen bu tür çirkinliklerle karşılaşman sürpriz olmayacaktır. Tahrik ettikten sonra sonucundan şikâyet etmen makul değildir. Bu konuda suçu işleyenleri savunduğum anlaşılmasın. Elbette işlenen suç son derece iğrençtir. Bu konuda tabii ki erkek suçludur ama kadının da suçu göz ardı edilirse meseleyi çözümde yanlış adım atmış oluruz. Bu olayda her iki taraf da suçludur''. ''Sorunun odağını'' şaşıranlar az değil; kadınların yurt giriş saatini belirlerken verdiği ''öğütlerle'' Kredi Yurtlar Kurumu Genel Müdürü Hasan Albayrak da bunlardan biri. Bu kişiler devlet kurumunun temsilcisi olan iki isim sadece. Bunlardan ibaret değil bu düşünceye sahip olanlar. Öyle ki kadına yönelik siyasi ve toplumsal baskı, şiddet artıyor. Rakamlarla ifade edelim bu durumu ve anlayalım gerçeği: son 7 yılda kadın cinayetlerinin sayısı %1400 arttı,her üç kadından biri eşinden şiddet görmekte, bunların yarısı durumdan kimseye söz etmiyor, her 10 kadından yalnızca üçü eşinden izin alma ihtiyacı duymadan ailesini ziyaret edebilmekte veya alışverişe/çarşıya gidebilmekte, dördü eşinin iznine tabi olmadan komşu/arkadaş ziyareti yapabilmektedir, kadınların aileye kocalarından daha çok gelir getirmesi, fiziksel şiddet riskini en az iki misli artırmakta. Bu odağı belirleme meselesinde şaşırmış, kendini kaybetmiş insanlar, kurumlar(hatta devlettir asıl şaşıran) yargı tarafından da desteklenmekte. Bunu görmeyi sağlayacak rakamlardan, kararlardan bahsetmek yerine bir kitaptan bahsetmek istiyorum ben. Hep ihtiyaç olur ya bir konuyla ilgili uyarılmamız gerekir farkına varmak için, rahatsız etmeli bir şeyler bizi ki sesimiz çıksın.''Çarpıcı'' demekle yetinemediğim, gerçek bir olaya dayanılarak yazılan bir kitap Asılacak Kadın. Melek var kitapta. Önce üvey babası tarafından dayakla, sonra da üvey babasının önce hizmetçilik için gönderdiği sonra satıldığı yalının sahibi kocasının, eve getirdiği bir adam tarafından iki bacağının arasından, kanı dökülüyor. Melek ne yapabilirdi ki üvey babasına karşı, kocasının eve getirdiği adamların tecavüzüne karşı. Kaçsa ne olacak sadece koşarak gidilecek yer bulunmaz ki. Üveyden beter dediği annesi de ilgilenmez ki onunla. Gördüğü sevgi hatıralarında, ölen dedesinden kalan bir türküden ibaret.
Ecel tuzağını açmaz mısın / Açıp da içinden kaçamaz mısın/Azad eyleseler uçamaz mısın / Kırık mı kanadın kolların hani. Uçamazdı melek. Öyle bir imkânı olsaydı da bilemezdi. Kocası Hüsrev beyin buyruklarına itaat eden bir robot olmuştu çünkü artık. Hem nereye giderdi kime sığınırdı. Aç mısın yok mudur ekmeğin aşın / Odan ne karanlık yok mu ataşın /Hanidir güveyin hani yoldaşın / Hani kapın bacan yolların hani. Sözde onu kölelikten kurtaracak olan, Yalçın seviyorum seni der Hüsrev beyle eve gelip diğer adamlar gibi onun üzerine çökmesine rağmen. Sevgi bu türküdür Melek için. Gül kokularıyla kendisini birine teslim eden kadınların sevgisi değil. Yalçın da şüphe eder gerçekten bu mudur sevgi diye ama kurtarmak ister Melek'i yine de kölelikten. Onun ideolojisinde yoktur kölelik, yoktur sömürü. Çözümü Hüsrev beyi öldürmekte bulur ancak sonradan bu yaptığıyla aslında kimseyi kurtaramadığını anlar. Melek'in tek kaçış yerine, türküsünü söyleyip huzur bulduğu yere gömerken Hüsrev Beyi buraya gömülen senin köleliğin der ama mahkeme asılacak olanın kadın oluğunu söyler ve evet yaşamıyla birlikte biter Melek'in köleliği. Ağır ceza başyargıcı Faik İrfan Elverir Melek'i kadın olduğu için baştan asmaya karar vermiştir zaten. Yalçın'ın Melek'in hiçbir suçu yok hiçbir talebi olmadı demesi bir işe yaramayacaktır. Faik irfan annesinden, kız kardeşlerinden, karısından, kadınlardan neredeyse nefret eden bir hâkim. Ona göre bütün kadınlar pisliğin ta kendisidir. Melek de öyle. Mahkeme boyunca konuşmaması, ağlamaması batar gözüne sürekli. Ona göre rezil kadınlar ağlamazdı. Oysa melek ne diyebilirdi karşısındaki karalar giymiş ona kötü kötü bakan kocaman adamlara. Hele de biri bütün geçmişinin, kadınlara olan düşmanlığının intikamını ondan almaya çalışırken. Soruyorum ben de bu kitabı okurken bir insan bir insana bunu nasıl yapar, başka bir kadın nasıl der kocasıdır istediğini yapar diye!! Eve Hüsrev Beyle gelen adamlar kızın istediğini zannediyorduk şeklinde ifadeyi nasıl verir! Koca bir mahalle bilmesine rağmen nasıl susar, insan nasıl susar bu olanlar karşısında! İnsanlıktan bahsedilirken birilerine bir yandan niye kırılır kolu kanadı birilerinin. Gerçek gözlerini bana aç diyor bağırarak. İnsanlıktan, sevgiden, umuttan daha çok söz etmeli belki de. Ama sakat bırakmamalı düşünceleri ki kapanmasın gözlerimiz ve uzak zamanların yankısı güzelliklerle vursun kıyılarımıza. merve, cebeci, ankara
9
FAİLİ BELLİ KADIN CİNAYETLERİ Her gün yaklaşık 3 kadın abisi, sevgilisi, babası, kocası vb. bir erkek tarafından öldürülüyor. Gazete manşetlerinde ya da 3.sayfalarında görmeye alışık olduğumuz; kadın cinayetlerinin, tecavüzlerin, şiddet ve tacizin eksik olmadığı bir gün yaşayamıyoruz. Toplum olarak duyarsızlaştığımız kadın gerçeğiyle, her gün yüzümüze tokat gibi çarpan şiddet haberleriyle güne başlıyoruz... İstatistikler içimizi sızlatacak, artık bir dur dedirtecek cinsten! "Dünyada her gün 6 kadından biri tecavüze uğruyor… Her 4 kadından biri hayatı boyunca en az bir defa tecavüze ya da cinsel istismara maruz kalıyor. Geçtiğimiz yıl 381 kadın ve çocuk tacize; 207 kadın ve çocuk tecavüze maruz kaldı. Tabi bu tablo buz dağının görünen yüzü, yani resmiyete geçen kısmı. İşin korkunç tarafında ise her gün görmediğimiz, duymadığımız şiddete, tacize, tecavüze uğrayan yüzlerce kadının olması. Çocukların da cinsel istismara maruz kalması cabası… 12 yaşında bir çocuğa tecavüz eden asker ve çoğu kamu görevlisi olan 31 kişi iyi hal indirimi alabiliyor ve çocuğun rızası varmış kabul edilip en alt cezaya çarptırılarak beraat ettiriliyorlar. Çocuğun tecavüze uğraması, yaşadıkları yetmezmiş gibi bir de yasalar tarafından bir travma daha yaşatılıyor, her gün yeni haberle yeni bir mahkeme kararıyla tekrar tekrar tecavüze uğruyoruz. Odtü'lü bir kadın öğrenciyi kaçırıp tecavüz edenlere mahkeme bu seferde adli tıp kurumundan geç gelme ihtimali olan
raporu gerekçe göstererek tecavüzcülerin mağduriyetini gidermek için tecavüzcüleri tahliye etti. Yasalar erkekleri daha da cesaretlendiriyor. İyi hal, tahrik vs. gibi birçok uydurma indirimden yararlanıyorlar. Bilim insanı olarak adlandırılan profesörler bile kadının dekoltesini, kıyafetini tecavüz nedeni olarak gösterip, tüm kamuoyuna pervasızca ilan etmesi tecavüzü aklayan, erkek egemen zihniyetin acı bir örneğidir. Bunun yanı sıra tecavüzün sanki biyolojik bir sorunmuş gibi hadım yöntemine başvurularak çözülmeye kalkılması yine aynı zihniyetin ürünüdür. Ya küçük yaşlarında çocukluğuna veda edip evlendirilen çocuk gelinlere ne demeli… Oyun çağında, kendilerinden yaşça büyük erkeklere verilip, çocuk yaşta anne olmaları, evi geçindirmeleri bekleniyor… Daha kendileri çocukken büyük sorumluluklar altına girip, yaşam mücadelesi veriyorlar. Bu yaşadığımız topraklarda kadın olmaktan kaynaklı sorunların sadece bir kaçı… Kadınlarımız ölüyor, öldürülüyor. İstanbul Ümraniye'de Sabahattin Alkan karısı Ruzkat Alkan'ı ve hamile olan kızı Sevgi Aslan'ı “rüyasında çıplak gördüğü'' gerekçesiyle gece yarısı boğarak öldürdü. İzmir'de dokuz yaşındaki E.Ö. babası tarafından dövülerek öldürüldü. 17 Mart 2010 da Gaziantep'te kocasından boşanıp ailesiyle yaşamaya başlayan 7 çocuk annesi Fatma Esenboğa'ya bu kez de babası mahallede yayılan “dedikodular” yüzünden şiddet uygulamaya başladı. Daha sonra, babası Fatma'nın çocuklarının gözü önünde kızını öldürdü. Eşinden ayrıldıktan sonra babasının evine taşınan iki çocuk annesi Sakine Akkuş eski eşi tarafından göğsünden ve başından silahla vurularak öldürüldü.
Ankara'da Ayşe Paşalı, eski kocası tarafından tehdit edildiğini bildirip koruma talep etmesine rağmen sokak ortasında bıçaklanarak öldürüldü. Paşalı'nın can güvenliği olmadığı için savcılığa suç duyurusunda bulunduğu ve iki kez koruma istediği; ancak savcılığın eski kocayı gözaltına almadığı, mahkemenin ise koruma talebini “aralarında evlilik bağı kalmadığı'' gerekçesiyle reddettiği ortaya çıktı. Mersin'de ekim ayı içerisinde müzik öğretmeni kadın, sevgilisi tarafından kemerle boğularak öldürüldü… Abinin, babanın, kocanın, oğlun “kutsal sevgisi'' onlarca kadını ölüme götürdü. Erkek devlet koruma talep eden kadını ciddiye almadı, göz göre göre ölümünü izledi. Erkek polis, 19 yaşındaki genç kadın eylemcinin karnındaki bebeğinin katili oldu, devlet onurlandırdı.14 yaşındaki kız çocuğunu taciz eden Hüseyin Üzmez tahliye edildi. Ve biz, Ayşe Paşalı'nın, Güldünya'nın katilinin suç ortaklığını yapmış olacağız sustukça, sokakta tokat yiyen kadını görüp de kafamızı her çevirişimizde… Geçtiğimiz 2010 yılında 23 kadının intihar ettiği öne sürüldü. Türk ceza kanununda töre cinayetlerinde katillere verilen ceza ağırlaştırıldı. Bunun hemen ardından KADIN İNTİHARLARININ artması tesadüf değildir. Öldürülen kadınların katilleri, cinayetleri farklı bir boyuta taşıyıp deyim yerindeyse ceza almaktan paçasını kurtarıyor. Evde, sokakta, iş çıkışında biz kadınlar her an ölümle burun burunayız. Kimi zaman kocamız, kimi zaman sevgilimiz, kimi zaman abi yada babamız tarafından katlediliyoruz. Cellatların öldürme gerekçeleri bazen tuzsuz yemek, bazen erkekliğine edilen hakaret bazen de sözüm ona namus oluyor. Erkekler öldürüyor, şiddet uyguluyor, tecavüz ediyor; devlet ise koruyor. Bu cinayetler biz kadınların kaderi değildir, erkek egemen düzenin sistematikleştirdiği katliamlardır. Bu sorun sistem sorundur, kapitalizm kadını bu kadar metalaştırmışken erkeğin de kadını bir mal olarak gördüğü bu dünyada bunca şiddet elbette tesadüf değildir. Sorun erkek egemen sistem ve yarattığı zihniyettedir. Samsun Söz
. NÜKLEER CINAYET
Devlet yine kimi zengin ettiğini, aslında kimin iyiliğine yaptığını gizleyerek bir işe girişiyor. Evde tüpgaz bulundurmakla karşılaştırabilecek kadar nükleerden habersiz olan adamlar bizim adımıza yaşadığımız çevreyi, sağlığımızı, çocuğumuzu, geleceğimizi çoktan satmış birilerine. Nedir ki bu nükleer,sadece santralin patlaması ile mi tehlike oluşturur, hangi ülkeler enerji ihtiyacının ne kadarını nükleer santrallerle karşılıyor, nükleer atıklar ne yapılıyor…..? Bu soruların kaçını cevaplar ki sağlaması cesetler olan devlet. Nükleer santraller nedir ne değildir ona bakmalı önce; Nükleer santraller basit bir şekilde uranyumdan elde edilen nükleer enerjiyi elektriğe dönüştürmeye yarar. Ülkemizde ''temel amacı'' budur. Türkiye Erdoğan'ın açıklamalarına göre 15 milyar dolarlık bir nükleer pazara sahiptir. Bu enerjiyi pazarlayan ülkeler için de ülke dışındaki pazarlarda başarılı olmak, bu endüstrinin yaşamsal desteğidir. Neredeyse 30 senedir yenisi kurulmayan bu geri ve sorunlu teknoloji ''az gelişmiş'' ülkelere ithal edilmek isteniyor. Sadece nükleer santralin kurulması ile karşılaşacağımız sonuçlar ise şu şekilde :uluslararsı atom enerjisi kurumunun yaptığı araştırmalara göre nükleer santrallerin civarında yaşayanlarda kanser vakalarında %400'lük artış, genetik mutasyonlar sonucu normal olmayan doğumlar, yaygın lösemi hastalıkları tespit
edilmiştir. Santrallerde çalışanla için durum daha vahim tabiî ki: 1991'de ABD'deki Oak Ridge Ulusal Laboratuvarı'nda çalışanlar üzerinde yapılan incelemelerden sonra, lösemiden ölüm oranlarının, beklenenden %63 fazla olduğu saptanmıştır. ABD'de 1993 yılında yayınlanan Güneydoğu Massachusetts Sağlık Raporu'na göre, Pilgrim Nükleer Santrali'nin yaydığı radyasyona maruz kalanlar, bu emisyona daha az oranda maruz kalanlardan 4 kat daha fazla lösemi riski taşımaktadır. İngiltere'de bu duruma en az bizim nüfus planlamamız için 3 çocuk yapma fikri kadar parlak bir fikir gelmiştir ve önce İngiliz hükümet yetkilileri, ardından da bizzat Kraliçe, İngiltere'deki Sellafield Santrali'nde (eski adı Windscale olan bu santral, 1957'de yaşanan nükleer felaketten sonra adı değiştirilerek, kamuoyundaki kötü imajı silinmeye çalışılmıştır) çalışanlara, çocuklarında görülen yüksek lösemi oranları ile ilgili araştırma sonuçları ışığında, çocuk yapmamalarını tavsiye etmiştir. İnsana gelecek zararlar dışında nükleer santralin soğutulması için kullanılacak soğutma suyunun toplayacağı radyasyon çevreye zarar vermekte, bu suyun buharlaşması ile küresel ısınmanın hızlanmasına neden olmaktadır. Ayrıca bir yılda reaktör suyundan geçip ölen larva sayısı, California'da hazırlanan resmi bir rapora göre 1 milyar 481 bindir. Nükleer santrallerden radyasyon sızması kaçınılmazdır. Bugün dünyanın
10
elektrik ihtiyacının %15'ini sağlayacak kapasitede çalışan 400'den fazla nükleer enerji santrali var. En ufak bir sorunun bu kompleks yapılarda felakete yol açabileceği bilinmesine rağmen nükleer santral savunucuları hala güvenlik önlemlerinden bahsediyor. Bu güvenlik önlemlerinin işe yaramaz olduğunu ortaya koymak için küçük bir örnekten başlayalım. ABD'de ohaiodaki nükleer santralde paslanan bir kapak son anda fark edilmiştir ve felaket önlenmiştir. önlenemeyenler de var. Sadece Abd'de bugüne kadar NRC(nükleer denetleme komisyonu) kayıtlarına göre felakete yol açabilecek derecede 169 kaza olmuştur. Japonya'da 1992 yılında tam 20 tane önemli kaza rapor edilmiştir.1992 yılında Rusya uluslar arası kuruluşlara 205 kaza rapor etmek mecburiyetinde kalmıştır. İngiltere'de ise gizlenmeye çalışılan 17 ciddi nükleer kaza yaşanmıştır. Uluslar arası atom enerjisi ajansına rapor edilen bilgilere göre ise Çernobil'den bu yana resmi olarak yaklaşık 800 dikkate değer kaza olmuştur. Günümüze kadar çok bahsedilir 3 kaza söz konusu: 1957 İskoçya Windscale, 1979 ABD Three Mile İsland kazası, 1986 Çernobil. Bunlara bir yenisi eklendi: 2011 Japonya Fukuşima. Bizi de doğrudan etkileyen Çernobil'den bahsetmeli önce. Bu patlama sonrasında 336.000 insan tahliye edildi, 56 kişi öldü, 4000 doğrudan ilişkili kanser vakası yaşandı ve 600.000 kişinin sağlığı ciddi şekilde
11 etkilendi. Nükleer kalıntıların ürettiği radyoaktif bulut patlamadan sonra Türkiye'de özellikle Marmara ve Karadeniz bölgesi üzerine yayılmıştır. Ukrayna çevre bakanı 1992'de yaptığı bir açıklamada ülkesinde meydana gelen Çernobil felaketi sebebiyle 6000 kişinin öldüğünü ve ölü sayısının 40.000e varacağını, ayrıca yüzbinlerce insanın da kansere yakalanacağını söylemiştir. Çernobil felaketinin hesaplanmış mevcut zararı ve gelecek nesillere maliyeti 350 milyar dolar olarak hesaplanmıştır. bizde sonuç ise kanserle anılan bir bölgedir. Çernobil yüzünden, İnsanlarımızı kaybediyoruz Kazımlarımız kaybediyoruz… Günümüze gelelim: Fukuşima. 11 mart Cuma günü 8.9 şiddetinde deprem ve gerçekleşen tsunami sonrasında 10 reaktörü bulunan santralin 1. Ve 2. Ünitelerinde önce sızıntı saptanırken 1. Ünitede daha sonra patlama meydana geldi. Nükleer ve endüstri güvenliği ajansı 1. Ünitenin kontrolünde normal değerlerin 1000 katı radyasyon değerinin ölçüldüğünü belirtti. Amerika'da nükleer santraller civarında yaşayan halk için bir yılda kabul edilebilir doz miktarı 100 miliremi geçemez. Ancak ilk 5 günü içinde Fukuşima'da yayılan radyasyon dozu bir senede alınanın 3600 misline ulaştı. Fukuşima'daki felaket sadece deprem ve tsunami ile ilgili değildir. Soğutma sorunu da dahil bu reaktör modellerinde tasarım hatası var. ABD'de 107 nükleer reaktörden 23'ü Fukuşima'daki ile aynı, dünyada ise bu modelde toplamda 32 santral var. Bu hatalar şirketler
tarafından bir şey olmaz denilerek geçiştiriliyor. Bütün bunların ardından yeni nükleer santral projeleri gözden geçiriliyor, askıya alınıyor. İtalya bir yıl erteledi projeleri, Almanya'da eski 7 reaktör kapatıldı ve 2020'ye kadar ömürleri dolmadan diğerleri de kapatılmak isteniyor. Bizim ülkemizde ise santral kurmak için girişimler başladı ve bu santrallere karşı çıkan çeşitli örgütlerden yaklaşık 50 kişi yargılanıyor. Akkuyu'daki santral için ihalesiz Rusya ile Rusya'daki en pahalısının bile iki katı fiyatta bir anlaşma yapıldı, yer lisansı ve yakınındaki fay hattı tartışmalarına rağmen. Nükleer enerji pahalıdır ve fazlasıyla tehlikelidir. Nükleer enerji ve nükleer silah birbirinden ayrı değerlendirilemez. Bu nedenle bu enerjinin sadece barışçıl kullanımı sözkonusu olamaz. Nükleer santral atıkları nükleer bomba hammaddesidir. Nükleer enerji yok edilemeyen ve zararı çok uzun yıllar süren ölümcül radyoaktif atık üretir. Atom enerjisi ajansı 1977 yılı sonunda reaktör sahalarında ya da geçici depolarda 200 bin ton(onbin kamyon) tükenmiş yakıt çubuğu olduğunu hesaplamıştır. bu rakam yılda ortalama 10.500 ton artıyor. 1998 yılında İstanbul'da bir basın toplantısı düzenleyen Akkuyu nükleer santralı ihalesine Fransızlarla ortak olarak giren siemens firmasının temsilcisi Türkiye radyoaktif atıklarını toroslara gömebilir demiştir. Daha sonra
da dalga geçerek Türkiye'nin parlak zekalı insanları 20 yılda nükleer atıkların çözümünü bulacaktır beyanında bulunmuştur. Bugün Rusya ile yapılan anlaşmada ise nükleer atıkların Rusya'ya iade edileceği söylenmiştir. Ancak Rusya'nın iç hukukuna göre bu durum, bu atıklar bize geri satılacak ise mümkündür. Nükleer savunucuları atıkların sanayide kullanıldığını ya da bu sorunu çözecek teknolojinin geliştiğini söylüyor ancak ortada öyle bir şey yok. Gerçi söylenen yalanlar bunlardan ibaret değil. Ülkemize yapılacak santrallerin 3. Nesil olduğu, toryumun hammadde olarak kullanılacağı ve atıkların depolanmasında hiçbir sorun olmadığı yalanlarını unutmamak gerek. İşte bütün bunlar yüzünden nükleere hayır diyoruz. Sormalıyız kimin için yapılıyor bu. Enerji açığını biz mi oluşturuyoruz ki evimizdeki ampullere takmış durumda bunlar. Soruyorum kimler zarar görecek sonuçta! Ucube yalanların önünde ardında olanlar hesabını verecek mi sanki daha anne karnında şeklini bozduğu çocukların. Susmayalım işte, susmayalım bir kez olsun ki sesimiz çığlık olup inletsin canımızı feda edenlerin dünyalarını. merve, cebeci, ankara
12
Kişiliklerde Devrim Yapmak;
Mahir Çayan Devrim, bir inşa etme sürecidir. Her an her saniye bitmek tükenmek bilmeyen bir devrim, yeniden yaratma eyleminin adı. Devrimin bir tarafı gelecekle, tasarılar ve hayallerle sıkı sıkıya bağlantılıdır, fakat bu asla sığ bir romantizm ve ütopyacılık değildir. Devrim, gökten İsa'nın dönüşünü beklemeye benzemez. Esirmişçesine bir beklenti durumundan öte, yaşanılan her an, her alan devrimci bir atılıma sahne olabilir. Ayrıca, devrimden muradımızı açık seçik ortaya koymamız gerekmektedir. Kimin için, neyin devrimi, nasıl? Siyasi rejimdeki değişim mi, kültürel yapının yeniden tasarlanması mı, üretim araçlarındaki mülkiyetin el değiştirmesi mi? Devrimin öncelikli işi yıkmaktır, fakat daha mühim olan, yıkılan köhne düzenin yerine daha adil, eşit, ileri bir sistemin yaratılmasıdır. Karl Marx, Fourbach üzerine tezlerde 11. tezde “ Felsefe bugüne kadar dünyayı anlamaya çalıştı, fakat asıl mesela onu değiştirmektir” diyor. Devrimden kastımız dünyayı temellerinden oynatmak, mevsimleri hayallerimize göre yeniden yaratmaktır. İktidar denilen illeti parçalamak, ekonomik sömürüye son vermek, özgürlüğü ve adaleti tesis etmek asla değişmeyecek amentülerimizdir. Amacımız dünyayı değiştirmektir. Geriye cevaplanması gereken bir soru kalıyor: Dünya nasıl değişir? İngiliz müzik grubu The The bir şarkısında “Dünyayı değiştiremiyorsan, kendi dünyanı değiştir“ diyordu. Ben tam tersini söylüyor, baş aşağı duran bu cümleyi ayakları üstüne oturtuyorum. Kendi dünyasını değiştiren dünyayı değiştirir. Che Guevara bunun kanlı canlı örneği değil midir? Motosikleti ile Latin Amerika'yı dolaşan bu genç adam,
gördüğü sefalet ve sömürüyü sorgulaması, insanın insana kulluğunun bir alın yazısı olmadığını anlamasıyla tüm dünya devrimcilerinin bir idolü haline dönüşmemiş midir? Ernesto adlı maceraperest bu genç, nasıl ve ne şekilde Commandante lakabını almış, Küba'da, Kongo'da ve en sonunda Bolivya'da savaşıp kahramanca can vererek Che olmuştur? Çünkü ilk devrimi kendi bedeninde ve ruhunda yapmıştır. İnsan, dünyanın küçük bir izdüşümüdür. Dünyada cereyan eden her türlü olay, etkisini insan bedeninde ve psikolojisinde gösterir. Bilinç, maddi dünyanın karmakarışık yansımalarından oluşur. Lakin tüm diğer canlı varlıklar içinde insanı ayıran bir özellik vardır bu da onun iradi yönüdür. İrade koyabilen varlık, öznedir. Anlar, sorgular, bilir ve değişir. İnsan kendini yeniden yarattığı sürece insandır. Bilincin ve iradenin yardımıyla yaptığı her seçim onu özgürleştirir. Varoluşunu sağlayamayan, her an, herkese karşı sorumluymuşçasına hareket edemeyen insan, nitelik ve karakter anlamında bir hiçtir. Yeryüzüne ve insanlığa karşı sorumluluğunu yerine getirmeyen insanın yaşamı, doğumu ile ölümü arasındaki kısa çizgiden ibarettir. Mahir Çayan, “Kişiliklerinde devrim yapamayanlar, devrimci olamazlar.” diyerek can alıcı bir tespit yapıyor. Dünyayı değiştirmek, 2000'lerin Türkiye'sinde devrim yapabilmek için, öncelikle kendi bedenlerimizi ve benliklerimizi birer cepheye dönüştürmeli, önce kendimizle savaşmalı, kendimizi yeniden yaratmalıyız. Devrim ateşini kendi bedenlerimizde yakarak tüm dünyayı aydınlatabiliriz. Olimpiyat oyunlarında
ödül töreninde sıkılı yumruklarını havaya kaldıran zenci atletler, İsrail'e taş atan akademisyen Edward Said, Vietnam'da savaşa katılmayı reddeden Muhammed Ali, gibi ölümsüz örnekler, insanın verdiği kararlarla nasıl daha üst bir düzeye sıçrayacağının örnekleri ama hiçbirisi devrimci bir tavır takınmada, kişiliğini devrimci temeller üzerine inşa etmede Mahir Çayan kadar ileri bir noktada değildirler. Yazının devam eden bölümleri, Mahir Çayan'ın 27 yıllık yaşamı üzerinden yola çıkarak, onun bizim nazarımızda neden bu kadar mühim ve önemli olduğunun sebeplerini açıklamaya çalışacak. Mahir'in çocukluk ve gençlik yıllarındaki en belirgin özellikleri, haksızlığa tahammülsüzlük, lafını esirgememe, gözü karalıktır. Bir anlamda, Mahir'deki tavizsiz duruşun ilk izlerine, Mahir ortaokuldayken rastlamak mümkündür. Mahir, kendisine haksızlık yapan okul müdürüne hakaret eder, o, son sınıfta olması sebebi ile okul müdürü faturayı kardeşine keser. Henüz ortaokul sıralarında olan bir çocuğun, müdür gibi hiyerarşinin en tepesinde olan bir kişiye karşı hakkını araması takdire şayan bir meziyettir. Lise yıllarında Mahir fırtına gibidir. Futbolda oldukça ustadır. Amcası Enver Çayan'ın teşvikleri ile kitaplara olan tutkusu gelişir. Dönemin ileri düşünceli aydınları ile sohbetlere katılır. Genç yaşlarda kabuğunu çatlatan Mahir, ağzı laf yapan, kendini karşısındakine dinleten, etkileyici ve derin bir insan olmaya başlar. Siyasal Bilgiler Fakültesi(SBF), Mahir Çayan'ın hayatında bir dönüm noktasıdır. SBF, o dönem oldukça popüler olan bir okuldur. Demokratik ve özgürlükçü bir atmosfere sahiptir.
13
Hocalarla öğrenciler arasındaki ilişkiler oldukça samimidir. SBF, 60'lı yıllarda kendi alanında alternatifi olmayan, çok üst düzey bir kurumdur. Her öğrenci, bir süre sonra Türkiye'nin yönetimini devralacağı bilincini taşır. Müfredattaki konuların sosyal ve ekonomik meselelere dayanması, öğrencilerin politik bilincini yükseltmektedir. 60'lar Türkiye İşçi Partisi'nin(TİP) meclise 16 milletvekili sokmayı başardığı dönemlerdir. Vietnam'ın, Ho Chi Minh'in, Mao'nun, Beatles'ın bu kuşak için çok büyük anlamları vardır. Dünyanın kabuk değiştirdiği bu yıllarda, her genç gibi Mahir'de özgürlüğün gücünü hissetmiştir. İyi bir hatip ve karizmatik bir kişilik olan Mahir, bulunduğu her ortamda ağırlığını hissettirir. 1965'te SBF Fikir Kulübü başkanı seçilir. Kısa bir süreliğine Fransa'ya gider. Döndüğünde TİP adına Zonguldak'ta çalışmalar yürütür. Zamanla TİP çizgisinden uzaklaşarak Milli Demokratik Devrimci(MDD) saflara katılır. Arayışını sürekli canlı tutan Mahir, yabancı dili sayesinde dünyadaki diğer sol akımları da takip etmektedir. Latin Amerika modelinden(foko) etkilenir. MDD'nin dar ufkunu aşmaya çalışır. İdeolojik birikimi meyve vermeye başlar ve 1971 kopuşunun mimarlarından biri olur. Kopuş keskindir. Mahir, Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi'nin(THKP-C) kurucuları arasında yer alır. Türkiye'de oligarşik diktanın hüküm sürdüğünü, halk ile oligarşi arasındaki suni dengeyi bozmanın yolunun politikleştirilmiş askeri savaş stratejisinden geçtiğini anlatır. Şehir gerillası modelini benimseyen örgüt, sansasyonel eylemlerde bulunur. Dönemin önde gelen zenginlerinden Kadir Has'ın oğlu Mete Has rehin alınır ve fidye karşılığında serbest bırakılır. İsrail Başkonsolusu Eprahim Elrom öldürülür. 1972 yılının 26 Mart'ında
Ünye Radar İstasyonu'nda çalışan 2 İngiliz ile 1 Kanadalı'yı kaçırırlar. Amaçları Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu liderleri Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan'ın idamlarını durdurmaktır. Niksar'ın Kızıldere köyünde saklandıkları ev kuşatılır. Çatışma sonucu Ertuğrul Kürkçü dışındaki THKP-C'li ve THKO'lu 10 devrimci katledilir. 30 Mart 1972'de Türkiye on yiğit evladını kaybeder. Mahir Çayan, katledildiğinde 27 yaşındadır. Bugün, Cebeci Kampüsü, SBF, hala ayrıcalıklı ve özel bir yerde duruyorsa, diğer üniversitelere / kampüslere nazaran daha özgürse ve canlı bir politik havaya sahipse, hiç kuşkusuz bunda Mahir Çayan'ın ve adını sayamadığımız bütün devrimcilerin katkıları büyüktür. Bu amfiler, Mahir'in “Biz genciz, düzene bağlı değiliz” dediği, öğrencilerin dünya ve memleket meselelerine çözüm aradığı, DEV-GENÇ'in kurulduğu yerlerdir. Adım attığımız alanlar, boykotlara, direnişlere, işgallere sahne olmuş alanlardır. Burası, bizim ADA'mızdır. Mahir'i mitleştirmiyor, tanrılaştırmıyoruz. Tarihi sadece kahramanlar yazmaz, kahramanları tarih seçer. Bu bağlamda, Mahir 60'lar Türkiye'sinin bir gerçeğidir, fakat alçaklığın evrensel bir gerçek olduğu, sömürünün, baskının, faşizmin olduğu her yerde Mahirler olacaktır.
Mahir, iradeci tavrı sayesinde kendini aşmış, kuşağı arasında sıyrılan gençlik liderlerinden biri olmuştur. Arayışını ve merakını her fırsatta canlı tutan, öğrenmeye ve uygulamaya meraklı biridir. 1971 kopuşunu sağlayan liderlere baktığımızda, hepsinde en başta gelen özelliğin cüret olduğunu görüyoruz. Cüreti olan, merakı olan, isteyen, korkularından sıyrılan bir avuç genç neleri başarmış, çok iyi biliyoruz. Kahramanımız, arkadaşımız ve hocamız Mahir Çayan'ı, 30 Mart'ta katledilen 9 yoldaşını unutmadık, unutmayacağız, unutturmayacağız. harun, cebeci, ankara
14 Ders:
Çağdaş Türk Dünyası Tarihi
Konu:
Doğu Türkistan...
Projeksiyondan yansıyan elleri, ayakları kesilmiş bedenler bir şerit halinde uzayan ve kurşuna dizilmeyi bekleyen insanlar, Doğu Türkistanlılar... Çin sınırları içerisinde bugün özerk bir bölgede yaşayan bir halk, Çine karşı sürekli ulusal mücadele vermiş, dilini ve kültürünü korumuş, uzun yıllar süren halk mücadelesi sonucu ancak Çin yönetiminden SİNCAN-UYGUR özerk bölgesini kazanabilmiştir. Burada belirtmek gerekir ki o bölgeye Çinliler bu ismi bulmuştur. Çincede Sincan (ShinChan) sömürge demektir; işte bu yüzden oranın halkı ülkelerinin bu isimle anılmasını reddediyor. Onlara göre oranın adı Doğu Türkistan. Aynı dersin bir başka konusu da Balkanlarda yaşayan ve talihi bir türlü gülmeyen Türklerden bahsediyor. Hoca o bölgede Türklere karşı tüm insan haklarının çiğnendiği, işkencelere uğradığı, ulusal baskı uygulandığı, Türklerin anadilinin yasaklandığı ve hatta bu yasağa karşı Türklerin anadilde eğitim mücadelesi verdiğini söylüyor. Hoca gözlerinde konunun büyük gururuyla sona ekliyor; insanların anadillerini yasaklamak ne kadar da vahşice birşey değil mi? Halbuki anadilde eğitim talebi kesinlikle çok doğal bir talep ve temel bir haktır. Allahtan Türkiye'de böyle bir sorun yok. Bunlar Türkiye'de yaşayan ve hatta büyük bir devlet üniversitesinde akademisyenlik yapan birinin ağzından çıkıyor. Hoca doğu Türkistan'da yapılanları ağlamaklı anlatırken yapılan işkencelere inanamazken; 38 Dersimini, Ağrı isyanını, Koçgriyi, Maraşı, Çorumu, Sivası, Gaziyi, 19 Aralık hayata dönüş(!)ü bilmediğini haykırıyor adeta. Balkanlarda anadilde eğitim mücadelesi veren Türklerden bahsederken insan hakları savunucusu kesiliyor; ancak Türkiye'de anadilde eğitim için eğitim- öğretim yılının ilk günlerinde okula gitmeyen çocuklara cahil , beyni yıkanmış terörist diyebiliyor kolayca. Halbuki yaşadığı topraklarda da yok sayılmış, bastırılmış, ötekileştirilmiş haklar bulunuyor. Bizim topraklarımızda silahıyla, vergisiyle, katı bürokrasisiyle halkına dikta kurmuş sürekli halk korkusuyla yaşayan ve bu nedenle her daim saldırgan olan bir
devlet yapısı var. Selçuklu devletinden devralınan bu yapı tüm refleksleriyle canlılığını korumaktadır. Halkına yabancı, halkın kültürüne düşman, emperyal kültürlere özenen, zorbacı ve korku salan hiçbir zaman halkla masaya oturmayacak bunu kendine yediremeyen bir devlettir bu. Mesela bilir misiniz? Selçuklu yöneticileri konar-göçer (ki o dönem birçoğu öyleydi ) Türklere "Karabudun" derdi; cahil halk demek. İşte Türk devlet yapısının bu karakteri sırasıyla Selçuklu, Anadolu Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere birbirinin ardılı olan devletler arasında dönemsel olarak değişik biçimlere bürünse de devam etmiştir. Aslında bugün yaşadığımız birçok sorunun temelini devlet geleneğinin kastlaşmış köklü bürokratik yapısında aramak gerekiyor. Mesela Selçukluda ya da Osmanlıda fazlaca belirginleşmemiş; ancak tarihsel olarak birikip büyümüş ve bugün önümüzde çözülmesi, hayati bir sorun olarak süren uluslar sorunu T.C tarafından kozmopolit ve kendi olmaktan çıkarılmış yapay bir Türk kimliği yaratılarak üzeri kapatılmaya çalışılmıştır. Cumhuriyetin kuruluş yılları adeta halkların tasfiyesi ya da kimliksizleştirilmesi üzerinden geçmiştir. Bugün kendini maalesef binlerle (ya da yüzlerle mi demeli) ifade eden birçok topluluk Cumhuriyet öncesi dönemden başlayarak Cumhuriyet sonrası döneme kadar çeşitli biçimlerde asimile edilmiştir. Devlet gerçekten de Anadolu'da yaşayan bazı halkların (Çerkez, Ermeni, Laz, Süryani, Rum) dillerini, kültürlerini unutturmayı başarmıştır. Ancak tüm bu uluslardan daha büyük olan Kürt ulusunun renklerini bu topraklardan silememiştir. Yaşadığımız zaman diliminde kendi talepleriyle birlikte ezilen tüm ulusların ortak taleplerini dillendiren Kürt Ulusal Hareketi artık Türkiye halkları nezdinde de kendi meşruluğunu sağlamıştır. Kendi diliyle konuşmak, kendi kültürüyle yaşamak isteyen bu ulus biz sosyalist öğrencilerin mücadelesine de ilham kaynağı olmaktadır. Bulunduğumuz her alanda anadilde eğitim talebini en zor şartlarda dahi dillendirmekten geri adım atmıyoruz. Bunun bir sebebi de bir ulusun kendini ısrarla var etmek istemesi ve bu
talebi dillendirmesidir. Bu sayede enternasyonalist kimliğe sahip sosyalist öğrenciler de milyonların dilinden düşmeyen bu talebi büyük bir umutla mücadele alanlarına taşımaktadır. Şunu burada belirtmek gerekir ki anadilde eğitim talebi akademik-demokratik mücadele verdiğini iddia eden tüm gençlik hareketleri için birincil taleplerden biri olmalıdır. Bunu değişik gerekçelerle ikincil bir talep olarak dillendiren her kurum Anadolu Halklarının gerçekliğini anlamaktan yoksun ve sisteme yedeklenmeye mahkumdur. Biz SÖZ DERGİSİ olarak özgürdemokratik-halk üniversitesi için anadilde eğitim hakkının kendini var etmek isteyen tüm uluslara verilmesinden yanayız. İnsanların anadillerinde kendini ifade edemedikleri, bu yüzden de niteliksiz bir öğrenim sürecinin yaşandığı yerleri akademi olarak görmüyoruz. Bizim için akademi; bilimin idaresinde, çok sesli ve çok renkli bir koronun geleceğin ve emeğin türküsünü dillendireceği yerdir. Bizim için akademi; sermayenin ideolojik yeniden üretiminin sağlandığı ve para ve kar hırsı odaklı eğitimin verildiği yer değil, ezilenin, yoksulun, bilimin, kültürün üretildiği yerdir. İşte bu yanıyla mücadele alanına yeni adımlar atan bizler, safımızı; alın teriyle yaşayan, hergün devlet tarafından ideolojik saldırıya maruz kalan yoksul Türk halkından yana, devletin süngüsüyle, mermisiyle kanı akıtılmış "Devlet Türklüğünün" dayatmasıyla benliğini yitirmiş emekçi Türkiye halkalarından yana belledik. Ve onların diline, kültürüne sahip çıkmak en az onlar kadar bizimde vazifemizdir.
YAŞASIN EŞİT, PARASIZ, BİLİMSEL, ANADİLDE EĞİTİM MÜCADELEMİZ Samsun Söz
15
BAŞKALDIRI, DEVRİM… VE ÖZGÜRLÜK Burjuvazinin sınıf savaşları bitti diyerek “tarihin sonu”nu ilan etmesinden henüz fazla bir zaman geçmeden yeryüzünün lanetlileri yeniden tarih yazmak için sokaklara çıktı. Daha düne kadar “adam olmaz” damgasıyla hor görülen Arap halkları, Avrupalı modern toplum bilimcilerin bütün tezlerini yerle bir edercesine kendi kaderlerine sahip çıkmaya başladı. Açlık, yoksulluk ve yok sayılmaya karşı demokrasi ve onurlu bir yaşam için kendini yakan Buazizi'nin alevleri Tunus'tan Mısır'a, tüm Arap dünyasını ve Orta Doğu'ya yayılarak insanlığın ufkunu aydınlatmaya başladı. Tarihin gerçek öznesinin kim olduğunu bir kez daha gösteren bu BAŞKALDIRI dalgası dünyanın aynı 1800'lerin ortalarında ve 1900'lerin başındakine benzer bir kaç on yıl sürecek bir döneme girdiğinin habercisidir. Nasıl bir alt üst oluş sürecine girildiğinin anlaşılması için kullanılan bu benzetme, bir özdeşlik veya aynısının tekrar yaşanacağı anlamına gelmemelidir. Çünkü tarihte hiç bir dönem bir diğerinin aynısı değildir. Deneyler ve dersler çıkarmak anlamında benzetmeler yapılabilir ama aynen tekrar etmek, trajediden başka bir sonuç yaratmayacaktır. Tarihin geneli için geçerli olan bu durum, sıçrama dönemleri olan devrimler için de geçerlidir. Çünkü devrimler,
zamanın ruhunu yakalayabildikleri için zafer kazanmış sınıf mücadeleleridir. Bu anlamda her devrim kendi topraklarının ve zamanın ürünü olarak biriciktir, yani tektir.
öncülükten yoksun, sonuçsuz ve lokal isyanlar olduğuna ilişkin çokça değerlendirmeler yapılmaktadır. Bu türden küçümseyici yaklaşımlar asıl olarak yaşamla teorinin, gerçeklerle kurguların ne kadar ayrıştığını göstermektedir. Yaşanan büyük bir çarpılma, yaşam dışına düşme halidir ve maalesef ki solun geneli için geçerlidir. Tarihin “normal” dışına çıkığı ve hızlı akmaya başladığı böylesi dönemler eski düşünüş kalıplarıyla tam olarak kavranamaz. Sol hareketin bu durumunu Goethe'nin Ekonomik, politik ve ideolojik bir sözüyle tarif edersek: “Dönemler olarak bütün değişmezlerin yerle bir çökerken bütün eğilimler özneldir. Öte olmaya başladığı bu alt üst sürecine yandan yeni bir çağın koşulları ilişkin kesin öngörülerde bulunmak olgunlaşırken bütün eğilimler şimdilik mümkün olmamakla birlikte nesneldir.” Sol hareket, bir dönem şurası kesindir ki artık hiç bir şey bitip yeni bir döneme girilirken yeni eskisi gibi olmayacaktır. Hiç bir dönemin nesnel doğasını tereddüde gerek yoktur; bu büyük alt kavrayamamaktadır. Çünkü hala eski üst sürecinin temel belirleyeni sınıf dönemin çöküş ve yenilgi koşularında mücadelesidir. Eskiyi yıkacak ve uç veren öznel eğilimlerin yeniyi kuracak olan; baskıya, egemenliğindedir. sömürüye, yok sayılmaya Şurası bir gerçektir ki; içine BAŞKALDIRAN emekçilerin ve girdiğimiz bu alt üst oluş sürecinde ezilen halkların devrimci ezilenlerden yana bir alternatifin mücadelesidir. yaratılması, solun, bugünkü bu öznelliğini aşmasına bağlıdır. Solun, Çöken Dönemlerin Öznel sınıf mücadelesinde yeniden sahici bir Eğilimleri güç olmasını engelleyen bu öznelliğin Latin Amerika'dan Avrupa'ya, aşılması ise onun kitlelerle yani gerçek Ortadoğu'dan Afrika'ya kadar yaşamla kuracağı sahici ilişkilere dünyanın hemen her yanında görülen bağlıdır. başkaldırı dalgasına ilişkin ülkemizde Kitlelerle ilişki meselesi ve dünya genelinde, bunların doğru bir geçmişten getirdiğimiz bütün kalıpları
16
ve şablonları aşma pahasına, oluşum haline olan hareketin içine girmekten başlar. Gerçek bir devrimci öncülük hareketin kendi istediği biçim ve içerikte oluşacağı o muhteşem anı bekleyerek değil; değişmeyi de göze alarak hareketin içine girme cüretiyle kazanılır. Bu anlamda devrimcilik için birincil olan harekettir.
Geçmişe Nasıl Yaklaştığımız Geleceğimizi Belirlemektedir Tartışmaya daha somut devam edebilmek adına konuyu yaşadığımız coğrafya ile sınırlandırırsak: Türkiye devrim mücadelesi tarihi, kökleri çok daha eskilere dayanmakla birlikte, sadece son 40 yıllı itibariyle bile birçok farklı alanda çok önemli deneyim ve birikimler yaratmıştır. Bu tarih, kanla ve canla yazılmış, artık yok olması mümkün olmayan ve bugün hala sırtımızı dayadığımız temeldir. Bununla birlikte durgun bir gölde yosun bağlayan taş misali, bu tarih de arınacağı dalgalarla buluşamadığı için üzerine basılarak geleceğe uzanılacak bir taş olmaktan çıkmıştır. Böylesi bir durum pek tabi ki binlerce bedel pahasına bu tarihi yaratanların suçu değil, sürekli geçmişe özlem güzellemeleriyle bir hayal âleminde yaşayanların suçudur. Geçmişi, sürekli yeniden
yaşamak istenilen bir efsaneler toplamı haline getirerek, tarihi hiçleştiren bu anlayışın aşılması, öncelikle bugünkü toplumsal gerçeklikle yüzleşmeyi gerektirir. Böylesi bir yüzleşmeyle birlikte sürdürülen anlama uğraşısı, geçmiş birikimlerin de kendini anlamlandırdığı bir müdahale yeteneği kazandıracaktır. Bu müdahale bütün bir devrim tarihinin mirasını sahiplenip, dersler çıkaran ve daha ilerilere sıçramak amacıyla devrimci yürüyüşü yüklerinden kurtaran bir müdahaledir. Bu anlamda bu müdahale, tarihsel birikimin bir reddiyesi değil, bu birikimin bütün olumlu yanlarını sahiplenip içererek geleceğe uzanmak adına onu aşmaktır. Nasıl ki fizikte kuantum'la birlikte Newton, reddedilmemiş ama pozitron, quark gibi yeni atomaltı parçacıkların keşfedilmesiyle klasik proton-elektron modelinden daha üst ve gelişkin bir atom modeline ulaşılarak aşıldıysa; toplumsal mücadeleler de gelişmek için geçmişi aşmak zorundadır. Bu kapsamda Sovyet devrimi ve reel sosyalizm bizler için içerilip
aşılması gereken önemli bir tarihsel deneydir. Ezen-ezilen savaşında bir asra yakın bir süre ezilenlerin önde olduğu reel sosyalist deney, bizler açısından hala sahiplenilmesi gereken çok ileri değerler ortaya çıkardığı kadar, aşılması gereken bazı hastalıkların da oluşmasında etkili oluşmuştur. İleri değerler, tüm insanlığın ileri değerleridir. Hastalıklar ise bizim önümüzde çözülmesi gereken sorunlardır. Örneğin; “hareket”, “canlılık” ve “değişim” bilimin ve mücadelenin olmazsa olmazları olduğu halde, mücadelenin uzunca bir süredir en önemli sorunlarından biri “donukluk” ve “mekaniklik” olmuştur. Üstelik de mücadelenin en yüksek olduğu dönemlerde bile. Teoride, pratikte ve örgütlenmede, yerel dinamiklerin göz ardı edildiği, tek bir şablonun bütün mücadele arayışları için değişmez yasa kabul edildiği anlayış, her ne kadar farklı söylemlerle içeriklendirilmeye çalışılsa da aynı sonucu doğurmuştur. Hâlbuki gerek Sovyet devriminin öncüsü Lenin'in, gerekse de tarihin diğer devrimci
17 öncülerinin farkı; sisteme topyekûn bir savaş ilan etmenin yanında, mücadelenin donmuş kalıplarını da kırmalarıdır. Bu sadece devrim mücadelesi için değil, insanlık tarihinin önemli birikimleri olan dinler tarihi için de geçerli bir durumdur.
girmeyen her hangi bir özne bütün devrimci niyetlerinden bağımsız bir şekilde, öznel idealler dünyasında kulaç atmaktan, yani kumda yüzmekten, kurtulamayacaktır. Mücadeleye böylesi bir bakış, “örgütlenme” konusunda da her zaman geçerli donuk kalıplar yerine hareketin Mücadeleye Gelecekten Bakmak akışı içinde zamanın ve mekanın gereklerine göre değişim gösterme Devrimcilik için asıl olan mücadeleye gelecekten bakabilmektir. yeteneği olan ama her bir adımda daha gelişen biçim ve yöntemler gerektirir. Çünkü geçmişin tarihsel birikimi tek Örgütlülük, sistemin saldırılarına karşı başına bize yeterli donanım ve bakış varlığı koruma için olmazsa olmazdır. açısı sağlamaya yeterli değildir. Yani post modernizmin ideolojik Mücadeleye gelecekten bakmak saldırılarında söylendiği gibi bireyi bugüne kadar ki birikim ve değerler topluluğa heba eden bir anlayış değil; toplamını sürekli gelişen ve zenginleşen bir bilgi ve bilinçle gerçek tam tersi bireyin özüne yabancı olarak zorla kurumsallaştırılan ve sürdürülen hareketin içinde ileriye doğru sınıflı toplumsal yapıya karşı kendini sıçratmaktır. Zamanın ruhunun koruduğu anlayıştır. Bu sadece bugüne yakalanması anlamında da özgü bir durum değil, insanlığın kullanılacak mücadeleye gelecekten tehditle karşı karşıya olduğu bakmak, hareket halinde oluşmakta olan sürecin içine girerek, akışı içinde dönemden bu yana zorunlu bir ihtiyaçtır. o anki tüm çelişkileri bağrında Sınıfların ayrışmasından ve toplayan devrimci halkanın devletli yapının ortaya çıkışından bu yakalanmasıdır. Yoksa önsel olarak yana toplumun komünal değerlerini hesap edilen ideal bir durumun sürdürmek için kullandığı örgütlenme gerçekleştirilmesi uğraşısı değildir. Oluşum halinde gerçek hareketin içine konusunda maalesef ki bugün sol
olarak önemli sıkıntılar yaşamaktayız. İnsanlar sol örgütlere mesafeli durmakta, buralarda örgütlülüğü seçenlerin önemli bir kesimi ise çok sürmeden hayal kırıklığına uğramış bir şekilde yeniden sistemin kucağına savrulmaktadır. Yaşanan bu sıkıntıda sistemin, yaşamın her alanında kesintisiz sürdürdüğü ideolojik ve politik saldırıların ve zor uygulamalarının önemli bir payı olmakla birlikte asıl sorun solun bugün zamanın ruhunu yakalayabilmiş örgütsel biçim ve yöntemler geliştirememesidir. Yani sorun, kitlelerin mevcut sistemin baskı ve zulmüne karşı isyan etmemeleri ve kendilerin sığınacakları bir alternatif aramamaları değil; bu isyanlarını ve arayışlarını solda ifade etmemeleridir. Ezilenler, egemen sistemin saldırılarına karşı tarihin her döneminde kendi öz örgütlülüklerini kurmuş ve direnmişlerdir. Bizim istediğimiz ve ya beklediğimiz biçim ve tarzlar da olmaması bu gerçeği değiştirmez; olsa olsa bu durum bizim, yaşadığımız toprakların toplumsal gerçeklerinden ne kadar kopuk olduğumuzu gösterir. Şüphesiz bu
18
durumun birçok nedeni vardır. Bu durumun bizce en önemli nedenlerinden biri topluma ve kitlelere yaklaşımdır. Bu yaklaşım modernizmin gözleri kör edecek sol hastalığından başka bir şey değildir. Türkiye solu, Türkiye devleti'ni Mustafa Kemal'den, toplumsal mücadele tarihini de Mustafa Suphi'den başlattığı için de bu hastalıktan bir türlü kurtulamamıştır. Hâlbuki toplum bu kadar hafızasız değildir. Kendi içinde, kimi zaman dışarı açtığı kimi zaman da gizlice yaşattığı bir tarihe sahiptir. Ama sol toplumun tarihsel değerlerine modernizmin seçkinci anlayışı ile baktığı için bunları görememiştir. Bu bağlamda tam bir toplum mühendisliği ürünü olarak biçim içeriğin önüne geçmiş, toplumun komünal ve dayanışmacı değerleri feodal biçimlerde ortaya çıktığı için geri ve değersiz olarak kabul edilmiştir. Söz konusu bu yabancılaşmanın aşılması için kitle hareketleri önemli tarihsel fırsatlardır. Böylesi dönemler kitlelerin normal zamanlarda dipten
sürdürdükleri direniş dalgalarını suyun yüzüne vurdukları patlama anlarıdır. Toplum gerçekliği ve zamanın ruhu bu anlarda kendini açık eder; bu yüzden gerçekten devrimcilik için, bütün tahayyülleri yerle bir eden bu süreçlerin içine girmek zorunludur. Türkiye devrimci gençlik mücadelesi tarihinde halen aşılamamış bir deney olan Dev-Genç, böylesi bir patlama anı olarak değerlendirilebilecek 1516 Haziran eylemlerinde sokakları zapt eden emekçilerin ellerindeki Türk bayraklarına ve Allah Allah nidalarıyla yürüyüşlerine aldırmadan içine atlayarak onun bir parçası olabilme cesaretini gösterdiği için Dev-Genç'tir.
İsyan Tsunamisi Yaratımına giriştiğimiz gençlik mücadelesinin de, kurucu bir parçası olduğu Türkiye devrimci hareketinin ideolojik ve politik yeniden kuruluşu da; yukarda işaret ettiğimiz tarzda mücadeleye gelecekten bakabilme becerisini gösterebilenlerin ürünü olacaktır. Bunun için basit ve sıradan tepkiler üzerinden başlasa dahi hiç bir
kitle hareketliliğini küçümsemeden, içine girmek gereklidir. Başta basit ve küçük görülen hareketlenmeler, devrimci mücadelenin birikim sürecinin bir parçası olarak kabul edilip, hazırlık ve geçmişin aşılması anlamındaki yenilenmenin gerçekleştirileceği tek canlı alanlardır. Latin Amerika'dan Avrupa, Ortadoğu'dan Kuzey Afrika'ya yayılan ve hızla bütün dünyayı etkisine alan; Türkiye'de de yıllardır devam eden Kürt halkının özgürlük mücadelesinde ve son süreçte öğrenci eylemlerinde görülen BAŞKALDIRI dalgası da bu kapsamda değerlendirilmelidir. Bütün ezberleri bozarak yükselmeye devam eden bu dalgaya, etki çeperi ve düzeyini de göz önüne alınarak “İsyan Tsunamisi” de diyebiliriz. Yeni bir çağ dönümünün başlangıcı olarak da kabul edilebilecek bu Tsunami karşısındaki tek devrimci seçenek; hali hazırda oluşmakta olan bu hareketin içine girmek ve onun içindeki devrimci halkanın yakalanması için mücadele etmektir.
19
ÖZGÜRLÜĞÜMÜZÜ İSYANDA ARIYORUZ,
“BAŞKALDIRIYORUZ” “Bak İşte Yaklaşıyor Fırtına” Murathan Mungan'ın 1980 faşist askeri darbesinden sonra 1984'de başlayan ilk öğrenci hareketliliği için kaleme aldığı şiirdir. Yıl 2011, gelişen eylemlerle bu şiir akla gelmektedir. 2000'lerden sonra ivme kaybeden gençlik hareketi 2010'da tekrar kıpırdanmaya başlamıştır. İstanbul'da Recep Tayyip Erdoğan'ın rektörlerle buluşmasını protesto etmek için İstanbul'a gitmek isteyen öğrencilere İstanbul kapılarının kapatılıp kolluk güçlerinin saldırması, İstanbul'daki protestocu öğrencilere yine kolluk güçleri saldırmış ve olaylar medyada gözle görülür bir hal almıştır. Ardından Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde(SBF) Süheyl Batum ve Burhan Kuzu'ya yönelik gerçekleştirilen eylemlerden sonra bu kez basında “ikinci bir 68'mi geliyor?” tartışmaları başladı. Daha sonra 5 Ocak'ta ODTÜ'de Ankara'da ki diğer öğrenci arkadaşlarımızın da katılımıyla ”Eşit Parasız Bilimsel Anadilde Eğitim İstiyoruz” “BAŞKALDIRIYORUZ” diyerek ODTÜ A1 kapısından AKP Genel Merkezi'ne yürümek istedik ancak devlet bu yürüyüşe engel olmaya çalışsa da isyanımızın yayılmasına engel olamadı. ÖZGÜRLÜĞÜMÜZÜ İSYANDA ARIYORUZ, “BAŞKALDIRIYORUZ” çünkü düzen her yerde saldırılarına devam ederken biz bu saldırılara boyun eğmeyenler olarak bunlarla mücadele etmekten başka çaremiz yok. Zincirlerimizden başka kaybedecek hiçbir şeyimiz yok. Biz kendi geleceğimizi kendi ellerimizle kuracağız. Olaylara da değinecek olursak öncelikle İstanbul'a giden ve İstanbul'da protesto gerçekleştiren arkadaşlarımız için Başbakan yardımcısı Hüseyin Çelik şu değerlendirmede bulundu. “Çok vahim olayların olacağı istihbaratı alınmışsa biber gazı nihai olarak kullanılabilir. Üniversitelerde bu işi meslek edinmiş kadrolu öğrenciler var. Bu çocukların giydiği montlar bile aynı.” Başbakan yardımcısına sormak gerekiyor, acaba burada vahim olan ne? Kolluk güçlerinin bu denli şiddet gösterip kudurmuş köpekler gibi arkadaşlarımızın üzerine saldırması mı? Yoksa öğrenci gençliğin talepleri olan “Eşit Parasız Bilimsel Anadilde Eğitim ve Özerk Üniversite” talebi mi? Ayrıca Başbakan yardımcısı Hüseyin Çelik o nihai olarak kullanılacak biber gazından azıcık yesin de görelim boyunun ölçüsünü. Oturduğu yerden konuşmak kolay tabi. Zaten daha sonra ki açıklamalarında Başbakanda protesto eden arkadaşlarımız için bunlar “ marjinal gruplar bunların arkasında gizli güçler var” diyerek sözlü bir saldırıda bulunup bakışı açısını tüm açıklığıyla tüm kamuoyuna göstermiştir. Arkasında gizli güçler olan öğrenci gençlik değil başbakandır.
ABD'den icazet aldığı günleri unutmasın. Bizim gücümüz tüm gençliğin ortak paydada birleşmesidir. Bu alçakça saldırılarla başbakan ancak gerçekleri manipüle edebilir fakat ortadan kaldıramaz. Daha sonra A.Ü SBF' de Süheyl Batum'a ve Burhan Kuzu'ya yönelik protestodan sonra iktidar odaklarından -takdire şayanaçıklamalar gelmiştir. Öncelikle protesto eden biz öğrencilere yönelik “faşistsiniz” yaftalamasını yapıştıran Süheyl Batum ilk bombayı anında patlatmıştır. Ayrıca protesto esnasında dönemin gençlik liderleri Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya'ya da söylemleriyle saldırıp protesto eden öğrenciler için “ Bunlar 1971'de kurulan terör örgütlerinin devamcılarıdır. Bunlar sizi gerillaya davet ediyor. Bunlara inanmayın” diyerek saldırmıştır. Öncelikle sonradan solculuğu keşfedilip CHP'nin başına gökten zembille indirilen Süheyl Batum kendi partisinin tarihine baksın. Faşizmin ne olduğunu ve Faşistin kime deneceğini daha iyi anlar. Ardından yumurtalanarak SBF'den kovulan Burhan Kuzu ise “…Bu kadar beyinsiz öğrenci grubunu ilk kez bir arada görüyorum. Bu yumurtaları yeseler beyinlerine daha iyi gelir... Bu öğrenciler fikir üretemiyorlar..." diyerek ikinci bombayı patlatmıştır. İşte iktidar partisinin temsilcisinin öğrenci gençliğe dair fikirleri açık ve nettir öğrenci gençliği beyinsiz olarak niteleyip gençliğe sözlü olarak saldırmaktır. Eğer bir kişi bir üniversitenin konferans salonunda konferans salonundaki bütün öğrenciler tarafından protesto ediliyorsa dönüp kendine bakmalıdır. Bu arada BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş'ın grup toplantısında yaptığı açıklama gerçekten Başbakana cevap niteliğindedir "AK Parti'nin şu anda üniversitelerde uyguladığı politikalar hiç de tesadüf değildir. Bir tek slogana dahi tahammülü olmayan bir iktidardır. Slogan atmak demokratik hak değil, pankart, afiş demokratik hak, yumurta atmak demokratik hak değil. Nedir demokratik hak? Özgürlüklerin sınırını çizecek kişi Başbakan değildir. Özgürlüklerin sınırını halklar çizer, yasalar da değil. Sizi bir toplantıda övmek ne kadar meşru ise, aynı toplantıda sizi protesto etmek de o kadar meşrudur, demokratik bir hak olarak öğrencilerin hakkıdır" dedi ve salondaki gençlerin Mahir Çayan'ın arkadaşları olduğunu ekledi. Biz de Demirtaş'a gönülden katılıyoruz. Bu olaylardan sonra gençliğin eylemleri basında da gözle görülür bir hal almıştır ve bazı yazarlar “ikinci bir 68'mi geliyor?” sorusunu tartışmaya başlamıştır. Çünkü hemen hemen o dönemlere tanıklık etmiş yazarlar biliyorlardı ki 68 kuşağı tüm siyasi
partileri reddetmiş öğrenci sorunları üzerinden çıkıp aslında bunları toplumsal birer sorun olduğunu saptayıp toplumsal yaşamdaki sorunlarla da müdahale etmeye başlayarak kendi sorunlarına sahip çıkmıştır. Bunu bilenler gençlikteki bu refleksleri görünce kafalarına acaba sorusu takılmıştır. Ayrıca 68 dönemi kuşağının yaptığı bu tespit bugün de geçerlidir. Eğitim alanındaki sorunlar bugün toplumsal sorunlardır, bozuk düzende sağlam çark olmaz. Bu düzeni baştan sona değiştirmenin bir yolunu bulmalıyız. Daha sonra 5 Ocak günü ODTÜ A1 kapısından toplanan öğrenci gençliğe kolluk güçleri TOMA'lar, biber gazları ve gaz bombalarıyla saldırmıştır. Çünkü polis görüyordu ki akıntıya karşı kürek çekenler vardı hem de cüretkâr bir biçimde “ BAŞKALDIRIYORUZ “ diyerek. Çünkü bunu söyleyenler biliyorlardı ki tarihimiz bu cüretimize ışık tutuyordu. Denizlerden Mahirlerden İbolardan aldığımız miras bizim şanlı tarihimizdir. Nasıl onlar birleşip sorunlarına sahip çıkmışsa bugün bizim için de bu geçerlidir. Şu bir gerçektir: tarih elbette kendini tekerrür etmez. Lakin 68'in ruhu eylem alanlarındaydı çünkü hala oralarda Denizler, Mahirler, İbolar için sloganlar atılıyor ve yaptıkları anlatılıyor. İşte bugün hiç kimse onlar için öldü diyemez. Eğer bunu diyen varsa koca bir yalan söylüyor, çünkü Denizler İstanbul'daki Başbakan ve Rektörler Toplantısını protesto eden öğrenci eylemlerinde yaşıyorlar. Çünkü onlar SBF' de Süheyl Batum'u ve Burhan Kuzu'yu protesto eden öğrenci eylemlerinde yaşıyorlar. Çünkü onlar ODTÜ'de ki polis saldırısına karşı elinde neyi var neyi yoksa direnişe geçen ve polisle çatışan öğrencilerin içlerinde yürüyorlar ve yaşıyorlar. Taleplerimiz açık ve nettir “ Eşit Parasız Bilimsen Anadilde Eğitim ve Özerk Üniversite” istiyoruz. Bu taleplerimiz gerçekleşene kadar mücadelemiz sürecek bu taleplerimizi her alanda dillendireceğiz. Şunu da çok iyi biliyoruz ki egemen düzenin hizmetçisi olan iktidar partisi ve diğerleri bize her alanda saldıracaktır. Onlar da biliyorlar ki; taleplerimiz toplumsal alandan ayrı talepler değildir eğer bu taleplerimiz gerçekleşirse toplumsal alanda da taviz vermiş olacaklar. O zaman hep birlikte mücadeleye… Bugün direnmezsek, yarın yok… İsyan yoksa yarın yok…
BAŞKALDIR, İSYAN ET, ÖZGÜRLEŞ… ÖZGÜRLÜĞÜMÜZÜ İSYANDA ARIYORUZ,
“BAŞKALDIRIYORUZ” turgut, DTCF, ankara
20
DEVRÝMCÝ KEMAL!
Kılıçdaroğlu ile CHP içinde yeni düzene bir Göçebe hayattan yerleşik atılım gerçekleşti. CHP klasik ve geçe kalıplaşmış söylemlerinden sıyrılarak, yoksulluğa, işsizliğe, gençliğin sorunlarına ve ülkedeki olmayan demokrasiye dem vurarak, yeni bir çıkışla Türkiye siyasetinde sahne aldı. Kemal Kılıçdaroğlu'nun CHP Genel Başkanlığına geldiği kongre seçimlerinde salon “Faşizme Karşı Omuz Omuza”, “Devrimci Kemal”, “Başbakan Kemal” diye inledi ve Kılıçdaroğlu'nun genel başkanlığa gelmesi ve devam eden süreçte CHP içinde iki önemli değişim yaşandı. Önce Deniz Baykal ardından Önder Sav ve ekibi tasfiye edilmiş oldu. Deniz Baykal'ın genel başkanlıktan istifasından sonra, Baykal'ın genel başkanlığa geri dönmesini isteyen CHP'li bir grup t-shirtlere Deniz Baykal'ın ve DENİZ GEZMİŞ'İN fotoğraflarını yan yana bastırarak altında “DENİZLERE SEVDALANDIK” sloganıyla Baykal'ın evine yürüyüş yaptılar tabi bu Baykal'ı genel başkanlığa geri döndüremedi. Daha sonra da Önder Sav'ın tasfiye edildiği kongrede “68'in ruhuyla iktidara yürüyoruz” , “Halkın iktidarını kuracağız” pankartları asıldı. Burada belirtmek gerekir ki bu büyük bir küstahlıktır. Deniz Gezmiş, Deniz Baykal gibi yıllarca burjuvazinin uşaklığını yapmış bir “düzen solcusuyla” aynı kefeye koyulamaz. Bizim Deniz'imiz ABD emperyalizmine karşı tepeden tırnağa silah kuşanıp devrim ve sosyalizm için mücadele etmiştir. Deniz Gezmişlerin idamlarının gerçekleştiği 6 Mayıs tarihinden bir gün önce yani 5 Mayıs CHP'nin olağanüstü kongresi yapılacakken İsmet İnönü'nün rahatsızlığından dolayı kongre 24 saat ertelenerek. 6 Mayıs tarihine alınmış ve 2 gün sürmüştür. Kendi “sosyal demokrat, sol” olarak adlandıran CHP Deniz Gezmişlerin idamına dair tek kelime dahi söylememiştir. Burada samimiyetsizlikleri ortadadır. Zaten bizde CHP gibi bir düzen partisinin Denizleri sahiplenmesini hem istemeyiz hem de beklemeyiz. Çünkü onların kanlı tarihi bizim değerlerimizi kirletecektir ve zaten bizden önce değerlerimizi savunanlara saldıran da yine CHP'dir. CHP 68'in ruhunu sahiplenemez, CHP devrimci mirasın sahibi olamaz, halkın iktidarını kuramaz. CHP 68 kuşağının,
devrimci hareketin ve halkın düşmanıdır. CHP Kemalist diktatörlük tarafından kurulmuş emekçilere, yoksullara, devrimcilere ve halka saldırmış bir partidir. Devletin tarihi bir anlamda CHP'nin tarihidir. Tek parti diktası döneminde Kürtlere ve Müslümanlara saldıran, onları her türlü haktan ve kamusal alandan mahrum bırakan, siyasal iktidarda olmadığı dönelerde bürokrasideki gücüyle, Cumhuriyet tarihindeki birçok yolsuzluktan, hukuksuzluktan, sömürüden sorumlu olan zihniyet CHP ve Kemalist zihniyettir. CHP tepeden tırnağa kana batmıştır. Onlar kendi çıkarları için ellerinden geleni yaparlar ve her yolu mübah görürler. “Onlar insan eti yerler ve içtikleri kandır.” Kılıçdaroğu'nun çıkışı 70'lerde “Karaoğlan” sıfatıyla yükselen devrimci hareketinin önünü kesmek için ortaya çıkan Bülent Ecevit'e benzemektedir. 70'lerde yükselen devrimci hareket halkın öfkesini arkasına almış, yoksullara umut olmuşken, elbette Türkiye burjuvazisine bir kukla lazımdı. Bu kukla da Bülent Ecevit olmuştur. “Karaoğlan” sıfatıyla pohpohlanmış kitlelerin gözüne sempatik gösterilip, “Halkçı Ecevit” sahtekârlığına boyanıp, “Ne Ezen, Ne Ezilen, İnsanca Hakça Bir Düzen”, “Toprak İşleyenin, Su Kullananın” gibi sloganlarla sahneye çıkmış kitlelere umut vaat edip, kayda değer hiçbir başarı gösterememiştir. Zaten onun gibi burjuvazinin hizmetinde piyasaya sürülmüş birinin de bunları yerine getirmesi beklenemez. Kılıçdaroğlu'nun çıkışı da buna benzemektedir. Tabi bu dönemin öznel koşullarını da göz önünde bulundurup Kılıçdaroğlu'nu bu şekilde ele almak gerekir. Elbette günümüz devrimci hareketi 70'lerde olduğu kadar güçlü değildir. Yalnız son dönemlerde yaşanan kıpırdanmalar ve her ne kadar “kriz bizi teğet geçti” dense de bunun böyle olmayışından kaynaklı yükselebilecek bir halk öfkesinin sistem kontrolünde bir kanala aktarılabilmesi ve AKP'nin de miadını doldurması egemenleri böyle bir atılıma itmiştir. Kılıçdaroğlu'na gelecek olursak Dersimli bir Kürt Alevisi'dir ve dedeleri Dersim İsyanı'nda ilk fitili ateşleyenlerdendir. Yalnız Kılıçdaroğlu dedelerine layık bir torun olamamıştır. Onun “halkçılığı” da “devrimciliği” de koftur. Kılıçdaroğlu kendi aslını söyleyemeyecek kadar utangaç, pısırık ve liderlik vasfı taşımayan pasif bir tiptir. Bu tip de tam Türkiye egemenlerinin istediği tiptir, onların her dediğini yapacak mırın kırın etmeyecek bir kukladır. Kılıçdaroğlu Kürt'tür ama anadilde eğitim talebine karşıdır, bu ona göre “bölücülüktür”, bu tarzını da diğer düzen siyasetçilerininkinden hiçbir farkı yoktur.
Ayrıca “Gandi Kemal” ismiyle piyasaya sürülen bu insan yılbaşında maden işçilerini ziyaret edip onlarla dertleşen ama İzmir'de belediyesinde çalışan Kent A.Ş işçilerini işten atan, taşeronluğa karşı olup Ankara'da Çankaya Belediyesinde en çok taşeron işçi çalıştıran, yine Ankara'da “Kentsel Dönüşüm” adı altında Yeni Mahalledeki yoksul halkın evlerini yıkan, Mersin'di belediyeyi işgal eden işçileri polise dövdüren partinin genel başkanıdır. “Gandi Kemal'in” marifetleri bununla da sınırlı değildir. TÜSİAD'a gidip “AKP ekonomiyi sıcak paraya teslim etti, biz sanayiciye teslim edeceğiz.” diyerek Nasıl yoksuldan(?), emekçiden(?), ezilenden(?) yana olduğunu göstererek TÜSİAD'a teminat verendir. Burada açıkça tarafını ilan etmiştir. "Yalnızca iki sınıf vardır, işçi sınıfı ve burjuvazi ve her kim bunlardan birinden yana değilse, ötekinden yanadır.” ve Kılıçdaroğlu yaptıklarıyla tarafını belli etmiştir, yani burjuvaziyi seçmiş ona uşaklığı yeğlemiştir, onun için ezilenden yanayım, halkın iktidarını kuracağım söylemleri kocaman bir yalandan ibarettir. “Bize sorarsanız sizin asıl yeriniz bataklıktır. Ve oraya varmanız için size her türlü yardımı yapmaya hazırız.” İşte CHP'nin olması gereken yer bataklıktır. Çünkü onlar şarlatandır. Yoksulu, emekçiyi ve halkı sömürüp en kanlı katliamları yaparak bu düzenin koruyuculuğuna soyunmuştur. Bunun içinde onlar gerçek halkın iktidarını kuramazlar devrimci tarihi asla sahiplenemezler. Kurulduğu tarihten bugüne CHP Türkiye Halklarının “DÜŞMANIDIR”. arjin, DTCF, ankara
21
EDİRNE'DE SON DÖNEM EYLEMLERİ Edirne'de son dönemde şehir içi ulaşım hattına %50'yi aşan bir zam yapıldı. Zamların ardından son dönemlerin moda eylem örgütleyicisi facebook iletişim aracını da kullanarak eylemler örgütlendi. İnternet üzerinden eylem çağrıları geliştirildi. Yapılan çalışmalar sonucu kitlesel eylemler örgütlendi ve eylemler ulusal medyada da yer buldu. Eylemlere katılanların %100'e yakın bir bölümü üniversite öğrencilerinden oluşuyordu. Zamlar tüm halka yapıldığı halde eylemlerin üniversite öğrencileri tarafından gerçekleştirilmesi üzerine düşünülmesi ve tartışılması gereken bir konudur. Gençlik bu deneyden de anlaşıldığı gibi dinamik ve hareketli olandır. Herhangi bir sorunda gençliğin müdahalesiz kalmayacağı bu pratikte açıktan ortaya çıkmıştır. Üniversite gençliği, gençliğin sorunlarına sessiz kalınmayacağını, hakların sokakta aranmaya cüretin olduğunu göstermiştir.(Bu belirtmeyi yaparken yerel halkın fiili olarak eylemlere katılmamasından halkı suçladığımız asla anlaşılmamalıdır.) Edirne'deki eylemlilikleri birden ortaya çıkan bir durum olarak algılamıyoruz. Sadece 50 kuruşluk bir zam tepkisi olarak da algılamıyoruz. Bu tepki, birikmiş bir tepkidir ve coğrafyamızın ve dünyanın hareketliliğiyle ilintilidir. Son dönem ülkemizdeki gençlik hareketlilikleri Edirne'de kendisini ulaşım eylemleriyle açığa çıkardı. Ülke gençliğinin eylemli duruşu genel gençliğin psikolojisini etkileyen bir durum yaratıyor. Bu psikoloji Edirne'de öğrencilerin eylemleriyle açığa çıktı. Edirne'deki durumu değerlendirirken dönemin etkisini vurgulamayı çok önemli buluyoruz. Bu zamlar geçen yıl yapılmış olsa idi tepkilerin böyle olmayacağı açıktır. Merkezlerdeki hareketliliğin yerellerde de yankı bulduğu çıkarımını yaptıktan sonra devam edelim. Doğallığında gelişen kitlesel eylemler sırasında sergilenen tavır ve yapılacak kitle tahlili devrimciler için önemlidir. Yapılan eylemler sonucu eyleme katılan örgütsüz kitleye apolitik demek doğru değildir. Apolitik bir
insan herhangi bir amaçla herhangi bir eyleme katılmaz. Bu anlamda eyleme katılan kitle politiktir. Bu eylemlilikler Trakya Üniversitesi'nde yıllardır görülmemiş kitlesellikte eylemliliklerdir. Eyleme katılan kitle, dönemin de etkisiyle müthiş bir heyecan ve coşku içindeydi. Bu devrimciler açısından müthiş bir şeydir. Yapılan ilk eylem “devrimciler” için kötü bir sınavdı. 1500 kişilik bir kitle, önce Saraçlar Caddesi'nde toplanıyor, ardından çarşıyı sallayarak belediyeye yürüyüşe geçiyor. Yürüyüş sırasında yol kapatmak istiyor, engelleyen “devrimci” eylem komitesi. Kitle belediye önünde yol kapatıyor, engelleyen “devrimci” eylem komitesi. Polisin tek sözüyle yolu açan “devrimci” eylem komitesi. Kitle belediyeye bozuk para atıyor, engelleyen yine “devrimci” eylem komitesi. Karara göre eylem bitiyor fakat kitle dağılmıyor, dağılın diye kitleye çıkışan yine “devrimci” eylem komitesi. Kitle tekrar yürüyüşe geçiyor, yürüyüş sırasında yolu trafiğe kapatmak istiyor, polis yola barikat kuruyor, kitle yola çıkmasın diye kitleyle kavga eden, kitleye provokatör diyen, hatta bununla kalmayıp kitlenin yola çıkışını engellemek için polisle kitle arasına zincir kurup kitleye müdahalede bulunan “devrimci” eylem komitesi. Bunları yaparken gelen kitleye “ apolitik, örgütsüz, ilginç tipler, ne yapacakları belli olmaz.” diyen yine “devrimci” eylem komitesi. Kimse kusura bakmasın! Kitlenin duruşu devrimciydi. Hatırlatmak isteriz bu tür durumlar karşısında devrimcilerin yol kapatmak isteyen kitleyi engellemek gibi ivedi bir görevi yoktur. Bu eylem sırasında ve sonrasında yaptığımız iradi müdahaleler etkili olmuştur ve sonraki eyleme yansıması önemli olmuştur. İkinci eylemde de kitlesel bir katılım vardı. Eylem yine ortak örgütlendi. Kampus içinde bir oturma eylemi
yapılacak ve basın açıklaması okunacaktı. Bunlar yapıldı ancak kitle yürüyüşüne devam etmek istediğini belirtince eylem komitesi o yönlü bir karar aldı. Yürüyüş başladı ta ki polis barikatına kadar. Bir grup polis barikatına yüklenip devam etmeyi seçti, diğer grup kaldırımdan yürümeyi seçti. Barikata yüklenmekte zerre kadar tereddüdümüz olmamıştır ve safımız bellidir. Tekrar söyleyelim kitleye polislik yapmakla devrimcilik yapılmaz! Bu ayrışmadan sonra eylemler çift yönlü yapılmaya devam ederken bir eylem daha polisle sert çarpışma şeklinde geçti. Eylemler devam ediyor ancak nasıl devam edeceğine ilişkin görüşlerimize yazımızın konusu dışında olduğu için girmiyoruz. Sonuç olarak kitlenin devrimci duruşunu anlayıp ona göre tavır almak esastır deyip bu bahsi kapatıyor ve eylemlerle ilgili başka bir bahsi açıyoruz. Eylemlerin Trakya Üniversitesi'ne getirmiş olduğu politik hava çok önemli ve değerlidir. Ulaşım eylemleri üniversiteyi politize etmiştir. Yıllardır yapılamayan kitlesel eylemlilikler yapılmaya başlanmıştır. Kitlesel katılımlarla gerçekleşen eylemlilikler üniversitede bir silkinme yaratmıştır. Sınırlı katılımda da olsa yemekhane eylemliliklerinin de kazanımla sonuçlanması kitlenin inancının artmasında önemli bir adımdır. Son olarak son dönemde yapılan eylemlerin etkisiyle fazlasıyla, hatasıyla, günahıyla, Trakya Üniversitesi'nde yeni bir eşik yaratmıştır. Edirne Söz
22
''Gök Kubbenin Altında Her Yer Kaos! Bu Müthiş Bir Şey.''
Avrupa, Yunanistanlı bir genç ile başladı hareketlenmeye. Polis tarafından öldürülen yunan gencinin ardından Yunanistan halkı ve gençliği Yunan kolluk kuvvetlerine dar etmişlerdi Yunanistan'ı. Epeyce izledik Anarşist yoldaşları. Aklımızda isyanıyla kalan Yunanistan, küresel krizin ilk etkileri ve tepkileri ile de öne çıktı. Hükümetin krizi ''kemer sıkma politikaları'' ile aşma girişimi, Yunanistan halkından döndü. Üniversiteli, liseli işçi, işsiz, emekçi herkes sokaklardaydı ve devletin kara kâbusu olmuşlardı. Son dönemlerdeki hareketliliğin kıvılcımı oldu Yunanistanlı dostlar. Ülkelerinde kıvılcımdan doğan ateşi yangına çevirmeye devam ediyorlar. Yanlarındayız yüreklerimiz onlarla atıyor. Yunanistan isyanı Avrupa'nın fitilini ateşledi ve neredeyse tüm
Avrupa ülkelerinde isyan sesleri yükselmeye başladı. Fransa da krizden etkilenerek ekonomik reformlara gitme yolunu seçti. Bu doğrultuda devlet ilk adımı emeklilik yaşını 60 dan 62 ye çekerek attı ve bunu yasalaştırdı. İşte Fransa bu yasa tasarısı meclise sunulduğu anda yanmaya başladı. Petrol işçilerinin başlattığı eylemler, çok geniş katılımlarla devam etti ve ülke çapında grevlere dönüştü. Grevler Fransa'yı felç etti, neredeyse hayat durma noktasına geldi. Liseler işgal altında kaldı. İsyan geleneğinin güçlü olduğu Fransa'da, devlet bakanı, yakanın ucuz olmadığını anlamış olmalı. Bizce gökyüzüne bakmaktan kaçınmalı; ''sakallı amca'' ona göz kırpıyor olabilir. Küresel kapitalizm buhranı egemenleri korkutuyor ve adına reform dedikleri uygulamalara götürüyor. Bu uygulamalar genelde gelecek törpüleme şeklinde çıkıyor Avrupalıların karşısına. Fransa'dan sonra İtalya'da da sokaklar hareketliydi. Hükümet burada krizin faturasını öğrencilere kesti. Hazırlanan eğitim
reformunda, eğitime ayrılan ödenek azaltılacak, harçlar yükselecekti. İtalyalı üniversite öğrencileri ve öğretim üyeleri buna karşı eylemler başlattı. Üniversiteler işgal edildi. Sokaklarda polislerle öğrenciler arasında sert çatışmalar yaşandı. Tren istasyonları ve anayolların da işgal edildiği eylemler günlerce devam etti. Başta Roma olmak üzere günlerce alevin kızıllığını seyir ettik İtalya'da. Pisa kulesini işgal ederek, aşağıya üzerinde ''istikbalimiz üzerinden kimse kar etmeye kalkmasın'' yazılı pankart sallandıran üniversiteli dostlar, adeta bizlere selam gönderiyorlar. İtalya'da resmi dairenin önüne bırakılan bombalı pakette İtalya'da işlerin devlet adına iyi gitmediğini işaret ediyor. O bombaların yarattığı tahribat, gençlerin geleceğinde yaratılan tahribattan daha etkisiz olacaktır.''İki-üç bişey olmaz, metanetli olun!''diyerek kapatıyoruz. Bizlere selam yollayan bir başka Avrupa ülkesi de İngiltere. Burada harçlar üç katına çıkartılıyor ve yine eğitim ödeneği azaltılıyor. Bunun üzerine İngiltere sokakları da son zamanların en kitlesel eylemliliklerine sahne oldu. Burada da bir çok üniversite işgal
23
altındaydı. Meydanlar öğrencilerle doldu ve meydanlardaki merkezi binalar öğrencileri ağırlamak zorunda kaldı. İngiltere'de eylemler birçok kente yayıldı ve kitleselleşerek devam etti. Burada öğrenciler halk kitleleriyle bağ kurmanın çalışması içersindeler, bu çalışma başka bir özlemin ifadesi oluyor bir anlamda. Avrupa Birliğinin ekonomik krizden büyük yara aldığını, ekonomisi çöken bir diğer ülke olan İspanya'nın hallerinden anlıyoruz. Orada da reformlar iş başındaydı. Başkan, Zapetero orda bir yoksulluk paketi hazırlamıştı. Bu pakette maaşlarda kesintilere kadar varan, tutumluluk örneklerine rastladık. İşsizlik oranının da çok fazla olduğu İspanya'da emekçiler sokaklardaydı. Barselona, Madrid, Zaragoza, Valencia, Coruna gibi ülkenin büyük kentlerinde, ülkenin sendikalarının çağrılarıyla binlerce emekçi alanlardaydı. Yapılan grevler İspanya emekçilerinin emeklerine yabancılaşmayacaklarının açık göstergesiydi. Emekçilerin seslerini yükselttiği bir Avrupa ülkesi de Portekiz'di. Portekiz'de hükümet tarafından krize karşı önlem paketi hazırlandı. Paketin içinden yine emek düşmanlığı ve emek sömürüsü çıktı. Pakette memur maaşları %5 kesilecek, sosyal yardımlar kısılacak, emekli maaşlarının dondurulması ve
vergilerin %5 arttırılması vardı. Bu paketin açıklanmasıyla birlikte,10 milyon nüfusu olan bu ülkede 3 milyon çalışanın katılımıyla bir grev gerçekleşti ve emekçiler Potekiz'de hayatı durdurdu. Avrupa kıtasından izlenimlere bakıldığında, Avrupa'da ibrenin emekçilerden yana dönemeye başladığı görülüyor. Avrupa emekçileri, öğrencileri geleceklerinin sahibi olduklarını 12 aylık zaman diliminde göstermiş oldular. Kriz derinleştikçe kapitalizmi korumaya çalışarak, önlemlerini almaya çalışan kapitalist devletler emekçilere, öğrencilere saldırılarına devam edeceklerdir. İlerleyen dönemde bunlar adeta aç kurtlar gibi emekçilerin üstüne üşüşeceklerdir. Şimdiden emekçilerin maaşlarına, sosyal güvencelerine, haklarına göz diken, öğrencilerin eğitim harcamalarına göz diken Avrupalı kapitalist devletleri gelecekte daha zor günler bekliyor. Emekçiler, ve öğrenciler ise bu uygulamalara karşı yaptıkları grevlerle, attıkları taşlarla ve yaktıkları ateşlerle adeta güzel günlerin kapısını aralıyor. Avrupa halkları, bir çilingir edasında “özgürlük kapısı”nın anahtarının yapımına soyunmuş durumdadır. Avrupa semalarında ''bizimkiler'' dolaşmaya başladılar, güzel günler mutlaka mücadele eden halkların olacaktır. Bahsimize dünyanın ortasından, acının hiç dinmediği bir
yerden, emperyalistlerin yüz yıllardır üzerine çökmek için plan yaptığı bir coğrafyadan devam edeceğiz. Ortadoğu ve Kuzey Afrika. Bu coğrafyaların son dönemlerde bir ortak özelliği var: Kaos ve isyan. Hep geri olarak görülen, küçümsenen, her fırsatta batıya göre bilmem kaç yıl geride denilen coğrafya Ortadoğu ve Kuzey Afrika. Avrupa'ya öykünenlerin göz ucuyla dahi bakmadığı coğrafya, "gerici!",İslamcı arap coğrafyası. Son günlerde Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri içeride tüm bileşenleriyle (Hıristiyan, Müslüman, emekçi, öğrenci) diktatörlerine kan kusturuyor. Günlerce sokaktaydılar, kanlarını döküyorlar, ölüyorlar... Karşılarında hiçbir kuvvet duramıyor. Açlığa, sefalete, ayrımcılığa, zengin-yoksul uçurumuna karşı meydanları zapt ettiler, anne, çocuk direniyorlar. Direniyorlar, direndikçe güçleniyorlar, on yıllardır emperyalistlerin üzerlerinde kurdukları planları altüst ediyorlar, ''gerici'' coğrafyaların yeniden şekillenmesinde özne rolü oynuyorlar. Emperyalizme karşı, tiranlara karşı, diktatörlerin halklar üzerindeki tahakkümüne karşı böyle bir ''gerici''liği biz de istiyoruz. Tunus. İsyan bayrağı alevler içinde çekildi buradan. Yanıyordu isyan, yanıyordu devrim, yanıyordu Buazizi. Ve arkasından ruhun bedenden öte olduğu, toplumun
24
çıkarlarının, bireyin çıkarlarından değerli olduğu onlarca Buazizi, bütün coğrafyayı alev alev sararak devrimin bayrağı oldular. Darbeye devlet başkanı olmuş bir adam. 24 yıldır ülkeyi dikta ediyor. Kişisel mal varlığı servet derecesine ulaşmış. Ülkede yoksulluk, açlık seviyesine gelmiş. Ülkede hiçbir muhalefete izin verilmiyor. İşsizlik, açlık, yoksulluk diplomalıların geleceksizliği iktidarda saltanat hükmü, adaletsizlik... İktidarı, işsizliği engellemek isteyenleri, siyasal, etnik, kültürel ayrımcılığı yok etmek isteyenleri, toplumsal adaleti sağlamak isteyenleri yok etmek için kullanan emperyalistlerle işbirliği yapan bir diktatör Bin Ali. Ta ki yoksullaştırdığı ve işsizleştirdiği bir genç kendisini ateşe verip, ülkesini aydınlatana kadar. Buazizi'nin bedenindeki bu alev topu Ortadoğu'nun fitili oldu. Açlar, sefaletten, işsizlikten bunalmış olan Tunus halkı. Buazizi ile beraber geleceklerinin sokakta olduğunu anladı.
Buazizi'den sonra onlarca insan kendisini yaktı ve bu alevler ülkeyi kısa zamanda sardı. Halk sokağa indi ve haftalarca güvenlik güçleriyle çatıştı, onlarca insan polis tarafından öldürüldü ve bu ölenler arasında halk arasında devrim şehidi ilan edildi. Önce hükümet düştü, sonra diktatör. Tunus'ta bir devrim yaşanıyor, medya adına değişik şeyler söylüyor. Facebook, tiweter devrimi, yasemin devrimi. bu harekette iletişimin etkisi vardır. Ama salt iletişime indirgersek, devrime ve halkların mücadelesine gölge düşürmektir. Bu devrimin bir adı vardır, açlığa, yoksulluğa, işsizliğe karşı duruşun simgesi, Bouzazi Devrimi. Tunus'taki devrimin ateşi tüm Ortadoğu'da domino etkisi yarattı. Cezayir, Ürdün, Fas, Mısır... ve isyanın hızına yetişemediğimiz bütün coğrafya. Elbette bunların en önemlisi Mısır olarak göze çarpıyor. Bölgenin en büyük ülkesi. Karakol devlet İsrail'in ve Abd nin bölge müttefiki. Burada olacak herhangi bir şey Ortadoğu'nun kaderi olabilir. Ve Mısır'da da çok büyük bir açlık isyanı başladı. İsyanın 18. gününde 30 yıllık diktatör Mübarek devrildi, ve mısır halkı ilk raundu
kazandı. Şimdi başka sorunlarla, dostu düşmanı birbirinden ayırmaya çalışıyor. Mısır halkı da Ortadoğu halklarıyla kader birliği içerisinde. Yoksulluk adaletsizlik, işsizlik insanların yaşam direncini kırıyor. Onlar da bunu tersine çevirmek için daha güzel bir ülke özlemiyle günlerce sokaklarda çatıştılar ve bu uğurda yüzlerce insanlarını kaybettiler. Yeni bir Mısır yaratmak için Tahrir Meydanı'nı kale yaptılar. Her gün çatışıp, her gün öldüler. Açlığa, yoksulluğa karşı diktatörleriyle savaşıyorlar. Hükümeti düşürdüler, diktatörün başkan adayı oğlunu istifa ettirdiler, diktatörü devirdiler, egemenler direniyor Mısır halkı saldırıyor. Halklar birbirleriyle kardeşleşerek savaşıyorlar. Onları birbirine düşürüp isyanı kırmak isteyenlere inat onlar da birleşiyorlar. Cuma günleri, cuma namazı sırasında cemaatin güvenlik çemberini Mısır'lı Hıristiyan'lar oluşturuyor, pazar günleri Hıristiyanların ayinleri sırasında aynı görüntüler oluyor. İşte bu emperyalizmin ve diktatörlerin korkularını on katına çıkarıyor. "Kardeşleşip isyanlaşmak" Tunus'da başlayan Mısır'da büyüyen isyan bütün Ortadoğu ve Kuzey Afrika'yı sarmış durumda. Halkların, ezilenlerin isyan birliği bütün bu bölge de ateş topu olmuş yanıyor. Ortadoğu'da bir devrim
25
yeşeriyor. Bu devrim, yenilebilir ya da zafer de kazanabilir. Hareketliliğin sonucunu kestiremiyoruz. Fakat; şunu iyi biliyoruz ki; isyan öncesi Ortadoğu ile isyan sonrası Ortadoğu arasında çok büyük farklar olacak. Halklari diktatörlere boyun eğdirmeye başladı bile. ''hiç bir ordu zamanı gelmiş bir düşünceye karşı duramaz'' sözü hiç bu kadar geçerli olmamıştı. Emperyalistlerin bu isyandan ürkmemelerini, kendilerine pay çıkarmamalarını beklemek büyük saflık olacaktır. Nitekim bizim devletimizin de ortağı olduğu NATO ittifakı Libya'ya saldırmaya başladı bile. Ve ortalığı iyice bulandırmaya ve vahşi yüzlerini göstermeye başladılar. Bütün bu isyanlarda bizim rotamız ezilen ve direnen arap halklarıdır. Ne bölge diktatörleri ne de uluslar arası emperyalistler, Arap Halklarının isyanına, ayaklanmasına olan inancımızı ve güvenimizi sarsmayacaktır. Ülkemizde bir Ortadoğu ülkesidir ve halklarla kader birliği aynıdır. Aynı yoksulluk, aynı işsizlik burada da vardır, diplomalılar burada da gelecek kaygısı içersindedir. Türkiye'de halk açlık sınırındadır. Kriz etkisini gösterdikçe yoksullaşma daha da
artmaktadır. Buranın devlet yapısı biraz daha farklılık göstermektedir. Demokrasicilik oynamayı sever. Fakat; özündeki halk düşmanlığıyla Mısır ve Tunus devletleriyle benzeşmektedir. Bunu 20 yıl içerisinde üç darbe yapmasından ve bilmediğimiz sayıdaki darbe girişimlerinden anlıyoruz. Ortadoğu'nun domino etkisi hemen aynı şekilde buraya yansımayabilir. Ama; Türkiye'nin de aynı çizgiye kayacağı açıktır. Bundan sonraki hükümetlerin de halklara açlık, yoksulluk, zam ve savaştan başka bir şey vermeyeceği açıktır. Ülkemizde son dönem gerçekleşen eylemlilikler göz ardı edilmemelidir. Üniversitelerden başlayan hareketlilik tüm egemenleri kaygılandırdı ve günlerce tartıştılar. Artık muhalefet olan herkes kolluk kuvvetleriyle karşılaşıyor. Üniversitelerdeki hareketlilik umut vericidir, önümüzdeki süreçte kavganın daha da kızışacağını görüyor gibiyiz. Ülkemiz halkları, egemenlerine karşı zaferi, özgürleşmeyi, en çok hak edenlerdir. Ve bu öyle bir zafer olacaktır ki, egemenler için korkunç, halklar için bayram günü olacaktır o gün. Ve ''o gün'' , anlamını Kürdün deng bej ve zılgıtında, Türkmenin kilim ve çorabında, Laz, Hemşin ve Gürcü'nün tulumunda, kemençesinde, Çerkes'in estetik, sert mizaçlı ve coşkulu folklorunda, Süryani'nin kılı kırk yaran ince işçiliğinde, Sünni Türk'ün toprakla dostluğunda ve Alevi halkın ''Benim Kabem İnsandır''
anlayışında bulacaktır. Bizim meydanlarımızda, Mısır meydanları gibi kardeşleşecektir. Tulum sesi, bağlamaya, horonlar, halaylara karışacaktır, Semahlar, semalara karışacak, meydanlarda namaz kılınırken Aleviler güvenlik olacak, cemler tutulurken, bunun asi savunucusu Sünniler olacak. Bu ülkede meydanlar kardeşleşecek sınıflaşacak ve isyanlaşacaklar. Edirne Söz
26
GÜNÜMÜZDE HEKİM OL(AMA)MAK Tıp biliminin ''babası'' sayılan Hipokrat'ın yemini şu an Türkiye'de her tıp fakültesinden mezun olan öğrencilere biraz revize edilmiş haliyle ettirilir. Bizler de coşkuyla bu yemini ederiz:"Tıp fakültesinden aldığım bu diplomanın bana kazandırdığı statü, hak ve yetkileri kötüye kullanmayacağıma, hayatımı insanlık hizmetlerine adayacağıma, hastalarımı memnun edeceğime, insan hayatına mutlak surette saygı göstereceğime, mesleğim dolayısıyla öğrendiğim küçük sırları saklayacağıma, hocalarıma ve meslektaşlarıma saygı ve sevgi göstereceğime dil, din, milliyet, cinsiyet, takım, ırk ve parti farklarının görevimle vicdanım arasına girmesine izin vermeyeceğime, mesleğimi dürüstlükle ve onurla yapacağıma namusum ve şerefim üzerine yemin ederim." Günümüzdeki hali orjinalinden biraz farklı. Hipokrat yemini, zamanın koşullarına göre daha farklı bir haldeyken şu an revize edilmiş ve biraz ''çağdaşlaştırılmış'' halini kullanırız. Peki günümüzde bu yemine uymak ne kadar mümkün? Bir hekim gerçekten idealist bir şekilde, hayatını yeminin en başında görülebileceği gibi insanlık hizmetlerine adayabilir mi? Bireysel olarak bu mümkün görünmekte ki aslında bu yemini eden her hekimin aynı zamanda zorunluluğudur hayatını, insanlığa hizmete adamak. Ancak ne yazık ki kapitalist sistemlerde, yani her şeyin maddiyata ve kar-zarar ilişkilerine döküldüğü, parası olana sağlık anlayışı gibi insanlık ve vicdan düşmanı anlayışlar, ilaç şirketlerinin sadece kar etme mantığıyla kurulmuş olması, bireysel olarak vicdanlı hekimleri zor durumda bırakıyor ve ne yazık ki bu yemine uyulması, yeminin edilmesi kadar kolay olmuyor. Buna en çarpıcı örneği Akdeniz Anemisi(talasemi)ni tedavi eden ilaçla ilgi araştırmacı Nancy Olivieri'nin yaşamında görebiliriz aslında. Toronto
Üniversitesi'nde profesör olan Olivieri çocuk kliniğinde araştırmacı. Olivieri ilacı piyasaya süren bir ilaç firmasıyla sözleşme imzalıyor. Ve bu sözleşme, Olivieri'nin sonuçları şirketin izni olmadan yayınlamasını önleyen bir maddede içermekte. Ancak Olivieri ilacın tahmin edilenden daha az yararlı aynı zamanda tehlike içerebilecek bir ilaç olduğunu araştırmalarıyla ortaya koyunca bu sözleşmeye rağmen bulgularını yayınlıyor. Peki sonra ne oluyor? İlaç firması Olivieri'yi anlaşmaya uymamakla suçlayıp sözleşmeyi iptal etmekle tehdit ediyor, hastane kurallarını çiğnemekle suçlanıyor, program yöneticiliğinden alınıp bu olayı kamuoyuna açmaması yönünde baskı kuruluyor. Olivieri'nin çalıştığı Toronto Üniversite'si ise bu anlarda sessizliğini korumakta. Çünkü sonradan anlaşılacağı üzere- üniversite ve ilaç şirketi birkaç milyonluk dolarlık bağış için görüşmekteler! Olay elbette basına yansıyor, oldukça yankı uyandırıyor ve sonunda önde gelen bilim insanlarının tepkileriyle Olivieri klinikte eski pozisyonuna kavuşuyor. Bu anlatılan sadece tek bir öykü. Emin olun bunun gibi pek çok öykü vardır. Günümüz ekonomi düzeni ve ilişkileri içinde aslında insan hayatının pek bir değeri yok. Bir ilaç kar getiriyor mu? Sür piyasaya, Hastaya olan etkilerini olabildiğince manipüle et. Ve bunun önünde duran ilkeli, meslek etiğine uygun hareket eden insanları da paranın gücüyle, baskıyla sindirmeye çalış. Bu sadece sağlık için değil aslında günümüz sistemindeki tüm bilimler için geçerli olan bir durum. Ama sağlıkta çok para döndüğünden dolayı (örneğin İsviçre'li Novartis ilaç şirketinin geçen yılın son çeyreğinde ''net karı'' 2,32 milyar dolar, İngiliz AstraZeneca'nın 1.63 milyar dolar, Pfizer'in 2.89 milyar dolar vs.....!) Yukarıda yazdığım ve örnek verdiğim olay aslında sağlık sisteminin ve onun düzen içinde ki yeri ve
ilişkilerinin bir yansıması. Ama ne yazık ki olay sadece burada da bitmiyor. Aynı zamanda insanlarda ki ahlaki çöküntünün olumsuz etkileri pek tabii ki hekimlerde de görülebilmekte. Ve bu nedenle ettiği yemine sadık kalmayı pek önemsemeyen ve vicdanen rahatsız olmayan hekimler de çıkmakta ortaya. Bu konuda örneği ise isim üzerinden vermeye gerek yok aslında. Günümüzde gazeteleri biraz takip ediyorsanız zaten pek çok örnek bulabilirsiniz. İşkence görenlere sağlam raporu veren hekimlerin varlığını hepimiz biliriz. İnsan olanın her görüştekine, her inançtakine, her etnik kökenindekine eşit hizmet sunacağı konusunda yemin edenler dudağı şiş, gözü mor, burnu kırık kişilerin ''sağlam'' olduğuna dair rapor verebilmekte... Elbette ki çürümüşlük,hak ihlalleri,meslek etiğine aykırılık sadece bunla kalmıyor. HIV (+) olan 85 hastada hak ihlali tespit edilmiş ki bu çok şaşırtıcı bir rakam değil; asıl şaşırtıcı olan bu kişilerin 28 i hak ihlalinin bir sağlık kurumunda olduğunu söylüyor. (ki bu en yüksek paydayı oluşturmakta) HIV(+) hastaların en fazla şikayetçi olduğu konuların başında; özel hayata saygısızlık geliyor; bunu tedavi alamamak izlemekte. Günümüzde -örneğin bizim ülkemizde- tıp fakültesine girmek zaten zor(güzide sınav sistemimiz sağolsun) girdikten sonra bitirmek ayrı bir zor( ki bu anlaşılabilir).. Ama en zoru gerçek hekim olmakta. Çünkü siz ne kadar etik değerlere sahip, başı dik bir insan da olsanız bu pislik size bir şekilde bulaşabilmekte... Adana Söz
27
Örgütlenme ve Mücadelede Yeni Alanlar; “Ev içi işleri sendika girişimi” Toplumsal mücadele yeniden yükseliyor, bu yeni yükseliş döneminde eski örgütlenme anlayışlarımız yeterli olmuyor. Ve ezberler bozuluyor, örgütlenmenin birlikteliğin alanı bizim de bilmediğimiz yeni yerlere taşınıyor. Eğer bir erkek olarak dünyaya gelmişsen her an ev içinde verilen emeği de görmezden geliyorsun. Sanki doğalında kadının yapması gereken bir işmiş gibi geliyor bulaşık yıkamak çamaşır asmak, en duyarlıyım diyen de, söz konusu yerleri silmek olduğunda, kısmi bel ağrıları yada baş ağrısı oluşuveriyor ansızın. İnsan hep kendi tarafındadır, oradan bakıp eleştirir, üstelik tadını beğenmediği yemeği. Bunca zamandır kadınların “asli görevi” olan ev içi işleri toplumun sınıf farklılığından dolayı ojesinin çıkacağından endişelenen ya da gömleğinin ütüsünün bozulacağından korkan insanlar tarafından bir sektör olarak değerlendiriliyor. Eğer bu ülkede bir işçi ve işveren olur da orada hukuksuzluk sömürü olmaz mı ? Uzun bir süredir örgütlenmeye çalışan, bu günlerde sendika olma yolunda sağlam adımlarla ilerleyen “ Ev içi işçileri sendika girişimi” görmezden geldiğimiz emeklerini gözümüze sokuyorlar. Hayatları iki uzlaşmaz dünya arasında her gün yolculuk etmekle geçiyor. Gecekondu bölgelerinde ya da apartmanların bodrum katlarında oturup, her sabah erkenden şehrin varlıklı
kesimlerinde yaşayan patronlarının evine temizliğe giderler. Hanımın işine gelince “aileden biri”, gelmezse aynı tabaktan yemek bile yenmeyecek kirli oluverirler. Şimdi onlar kuralsızlığa, güvencesizliğe, itilip kakılmaya karşı örgütleniyorlar. Yaşamlarıyla, hayalleriyle, kaygılarıyla, beklentileriyle. Yapılan bir röportajda iki ev içi işçisi şunları söylüyor ve durumu özetliyor
Yıldız A.: Fiziksel olarak çok yıpranıyoruz, duygusal olarak aşağılanıyoruz. Ben size hangi birini anlatayım! Mesela bir kadın beni bir doktorun evine koymuştu. Bir süre sonra beni her gün arayıp evde neler olup bittiğini anlatmamı istemeye başladı. Beni ajan diye tutmuş. Çok aşağılandığımı hissetmiştim. Bir başkası da yüzüğünü kaybetmiş, beni suçladı, dünyam başıma yıkıldı. Nasıl bir şey bilmem ama
koca dört katlı köşkün her köşesini aradım. Ertesi gün dedi ki, “Köpeğin mamasının içine düşürmüşüm, buldum.” Bunlar en sıradanları. Tacize, tecavüze uğrayan arkadaşlarımız da var. Gülhan B.: Onların köpekleri hatta koltukları bile sizden daha değerlidir. Ünlü bir kadın programı sunucusu, arkadaşımı mutfaktaki çikolatayı yedi diye mahvetmiş. Yahu bir çikolata, ben alayım, yığayım senin kapına, nedir yani! Her gün eve gelince çöpleri karıştırıyormuş; ne yediler, ne kırdılar diye. Kiloluysan almıyor, çok yer bu diyor, zayıfa iş yapamaz diyor, örtülü arkadaşlarımızı istemeyen oluyor ya da mesela beni esmerim diye işe almıyor. Bir televizyon sunucusu beni işe alacaktı, anlaştık. Kocası esmerim diye beni istememiş. O da işvereni arayıp demiş ki, Gülhan sayesinde eşimin nasıl bir ırkçı olduğunu öğrendim, teşekkür ederim. Bu alan Türkiye toplumsal muhalefet alanında bugüne kadar çok dikkate alınmayan bir alan olarak öne çıkıyor. Bu alan bir bakıma bu ülkede yaşanan gelir adaletsizliğin, sınıf farklılığının en somut görüntülerinden biri. Bu açıdan toplumsal muhalefeti yükseltme derdi taşıyanlar için bu yeni alanların gelişimi, örgütlenmesi ve birlikte mücadelesinin sağlanması çok önemli görünüyor. İstanbul Söz
28
Kaydet Arabim… Kütükte kayıtlıyım, Arabım! Kartımın numarası elli bin Sekiz çocuğum var, dokuzuncusu yolda Yazdan sonra burada, kızıyor musun? Kütükte kayıtlıyım, Arabım! Bir işim var, çalışıyorum Arkadaşlarım var acı çeken Sekiz de çocuğum Taştan çıkarıyorum ekmeklerini Üstlerini, başlarını, defterlerini taştan çıkarıyorum Dilenmiyorum kapı kapı Olmuyorum eşiğinde iki büklüm senin, kızıyor musun? Kütükte kayıtlıyım, Arabım! Halktan biriyim, sabırlıyım Öfkeyle kaynayan topraklara salmışım köklerimi Çağlardan çok uzaklara bağlı babam benim Uzuvların doğuşundan çok uzaklara Selvilerden, zeytinlerden çok uzaklara Bütün bitkilerden çok uzaklara Soylu efendilerinden değil, Kara saban sürenlerden Büyükbabam da köylüydü, yoktu soy ağacı Başımızı sokacak bir kulübe benim yuvam Kamışlardan, dallardan Hoşnut musun benim bu halimden? Halkım ben! Kütükte kayıtlıyım, Arabım! Saçlar kara, gözler kahverengi, Özel belirtiler: alnında bir çatkı, El ayası deniz kabuğunun içi gibi kırmızı Uyuşturur tuttuğu eli bu eller Ayrıca, zeytinyağını bir de kekiği severim çok Arayan bulsun beni bir yitik köyde Haçsız yollarda unutulmuş. Tarlalarda ter döken insanların Taş ocaklarında ter döken, özleyen insanlar… İnsan gibi yaşamayı Kütükte kayıtlıyım, Arabım! Atalarımın üzüm bağlarını sen aldın ellerimden Çocuklarımla ektiğim toprağı sen aldın Bıraktın bu taşları bize, çocuklarımıza Alacak mısınız elimizden bu taşları da? Bir daha diyorum bir daha Kütükte kayıtlıyım birinci sayfanın ta başında Nefret etmem insanlardan, saldırmam hiç kimseye Ama aç korlarsa beni, korlarsa çırılçıplak Yerim etini beni soyanın Hem de yerim çiğ çiğ Açlığımı kolla benim ve öfkemi Damarıma basma Mahmut Derviş
Arap coğrafyası, zulmün ve sömürünün coğrafyasıdır. Roma'dan başlayan ve bugün İsrail ve ABD tarafından sürdürülen bin yıllık bir işgal tarihi vardır. Araplar-Batılı ve Aydınlanmacı bir dille konuşursakiğrenç, geri, cahil, medeniyetten bihaber, vahşi, ilkel vs insanlardır. Gerçekten öyle mi? Tüm bu aşağılık sıfatların altında yatan sebep, bu bilinçli karalama ve yok saymanın sakladığı hakikat nedir? Arap coğrafyası, acının coğrafyasıdır. Napalmlerin, Misket bombalarının, örülen duvarların, tüm dünyanın gözleri önünde katledilen milyonlarca insanın vatanı. Fas'tan başlayıp, Basra Körfezi'nde son bulan 22 devletin sınırları-Mısır hariçemperyalistler tarafından cetvelle çizilmiştir. Aynı dili konuşan, bir elin parmakları gibi birbirine benzeyen koca bir ulus, 22 yapay devlet içinde birbirlerinden kopartılmıştır. Zengin yer altı kaynakları ve merkezi bir coğrafyada yer almasından ötürü, savaş bu topraklarda hiç eksik olmamıştır. Doğu (Orient) Batılı için vardır ve Batı ile ilişkisin içinde ve onun tarafından inşa edilir. O, Batı'ya yabancı olan diğeri (Other) ve onun altı (inferior) olanı yansıtan bir aynadır. Edward Said'in işaret ettiği Doğu'dan kasıt Arap topraklarıdır. Uzak doğu, Hindistan, Türkler, Osmanlı da zaman zaman Doğu diye uydurulan hayali coğrafyanın isimleri olmakla beraber, Avrupa edebiyatı ve bilimsel(?) araştırmalarına detaylı bir bakış, Doğu'nun öncelikle Arapları ve İslam Kültürünü işaret ettiğini gösterecektir. Batı'nın dünyanın efendiliğine soyunabilmesi için, hali hazırda bir kölenin olması gerekir. Bu köle de, Araplar ve İslamiyet'tir. Bir taraf kuralları koyarken, diğeri de güçsüz olduğu için bu kendine biçilen sefil role boyun eğer. Batı'nın parlak tarihini kazırsanız, savaşlar, yağmalar, yalanlar ve sayısız alçaklıklar görürsünüz. Araplar'ın ezilmişliğinin tarihsel arka planı budur. 20. yy'ın ortalarına değin
bu kötü gidişatta bir değişim gözlemlenmezken, feleğin tekerine çomak sokan 1960'larda Cezayirli Araplar olmuştur. Fransa'yı topraklarından kovan Cezayirli devrimciler tüm Arap halkları için bir umut olmuşlardır. Ardından gelişen, tarihin gördüğü en büyük direniş: Filistin! Alçaklığın evrensel bir gerçek, zorbalığın da tek makul yönetim biçimi olduğu bu lanet dünyada, elbette emperyalistler, yerli işbirlikçileri, kapitalistler, hainler de boş durmadı. Televizyonlarında, gazetelerinde, radyolarında yalanlarını akıttılar, Arapların üstüne bombalarını yağdırdılar, Şabra'yı, Şatilla'yı, Ramallah'ı, Doğu Kudüs'ü, Felluce'yi, Beyrut'u, Gazze'yi, Bağdat'ı, şehirleri, mülteci kamplarını, camileri, çocukları, kadınları, milyonlarca sivili, direnişçiyi, devrimciyi yaktılar, yıktılar, katlettiler. İnsanlık tarihi bu büyük lekeyi asla temizleyemeyecek. Arapların haklı öfkesi ve direnişi ise hiç bitmeyecek. Bitmiyor da… Bugünlerde konuşulan tek konu var: Arap İsyanları. Tunus'ta kendini yakan gencin bedeni umudun meşalesi oldu. Önce namlı diktatör Zeynel Abidin Bin Ali kovuldu. Ardından Tahrir ve Mısır. İsyanın 18. Gününde Hüsnü Mübarek Mısır'dan kaçtı. Lübnan'da halk hükümetteki Hariri'yi devirip desteğini Hizbullah'a verdi. Yemen ve Bahreyn de isyan bayrağını açtı. Libya'da halk hala sokaklarda, siperlerde. Burjuva işbirlikçi diktatörler kağıttan kaplandır! Araplar bunu öğrenmiş oldu. Geleceklerinin kendi ellerinde olduğunu biliyorlar. Önce içlerindeki hainlerden başladılar hesap sormaya. Emin olun sıra İsrail'e, ABD'ye, emperyalizme kapitalizme de gelecek. “Yaşamak bir sanrı değilse, öç almak gerekir” diyor şair. Araplar kendi geleceklerinden söz etmek istiyorlarsa öç almak zorundalar. Alacaklar da. Bu Arap 1848 dalgası, tüm dünyayı saracak. harun, cebeci, ankara
29
FİLM TANITIMI:
Der Baader-Meihhof Komplex
Der Baader-Meihnof Komplex 2008 yapımı bir Alman filmi. Gösterime girdiği birçok ülkede ses getirdi. Kızıl Ordu Fraksiyonu'nun(RAF) ve 68 Alman gençlik hareketinin hikâyesini anlatan bu film, gerçeğin bazı yönlerini çarpıtmış, Hollywood tarzı bir görsellik ve kurguyla aksiyon sahnelerine ağırlık vermiş olsa da, genel bir değerlendirme sonucunda, konusu ve oyunculuklarıyla oldukça sağlam ve iddialı bir film. Film, RAF'ın liderleri olan Andreas Baader ve Ulrike Meihnof üzerinden bir dönemin devrimciliğini anlatıyor. Kızıl Ordu Fraksiyonu, 1970'te Federeal Almanya'da kurulmuş Marksist-Leninist bir örgüt. Örgütün kurucu kadrosunun büyük bir kısmı öğrencilerden oluşuyor. Bu gençler Avrupa refah toplumunun pek de matah bir şey olmadığını, insanlık, demokrasi gibi ağdalı sözcüklerin içinin boş olduğunu, kapitalist sistemin tüm bireyleri kendi gerçeklerine yabancılaştırdığını anlıyorlar. Vietnam'da gerillalarının ABD'ye karşı birçok
cephede zaferlere imza atmaları, keza Afrika'daki Ulusal Kurtuluş Hareketlerinin başarıya ulaşması ve kapitalizmin krize girmesi ile dünyanın her yerinde yükselen sol dalgadan etkilenip Federal Alman devletine karşı savaş açıyorlar. Hedefleri; sosyalizm ve özgürlük. İran Şahı Rıza Pehlevi'yi Berlin'de protesto eden, Vietnamkongress'i düzenleyen, alış-veriş merkezlerine sabotaj eylemleri yapan, arabaları ateşe veren gençler büyük bir coşkuyla kendilerini kavgaya atıyorlar. Ürdün'de Filistin Kurtuluş Örgütü'nün kamplarında eğitim aldıktan sonra banka soygunları, Amerikan üslerinin bombalanması, işbirlikçi Alman medyasına yönelik saldırılarla adını duyuran örgüt ve lider kadro, dünya devrimci gençliğinin idolleri oluyorlar. Rock'n Roll, hız, dinamizm filmin diğer unsurlarını oluşturuyor. Bob Dylan, Beatles, otobanda yüksek hız yapmak gibi birçok detay, gençlerin gündelik hayatlarına bakış imkânı sağlıyor. Mao'nun,
Troçki'nin, Marcuse'nin kitaplarını okuyan bu gençler için hayat ve teori iç içe geçmiş, birbirlerini dışlamayan bir yapıya dönüşmüş durumda. Gelelim filmdeki bazı yanlışlara… Filmde RAF liderlerinin intihar ederek yaşamlarına son verdikleri anlatılırken, yapılan incelemeler sonucunda, hapishanede öldürüldükleri ortaya çıkıyor. Bazı sahnelerde özellikle Andreas Baader üzerinden küçük burjuva tipolojisi çizilmesi, RAF'ın devrimci sol yanlarına değinilmekten imtina edilmesi, kuru bir aksiyon üzerinden şekillenen kurgu, bizim nazarımızda filmin değerine gölge düşürüyor. Der Baader-Meinhof Komplex, anlatılanların aksine bir “terör” filmi değil. Objektif bir yaklaşım sonucunda, anlatılan hikâyenin, 68 dönemi Alman devrimci gençliğinin büyük cüreti, tutkuları, özlemleri olduğu ortaya çıkacaktır. İyi seyirler. harun, cebeci, ankara
30
Bir Ayaktakımı FİLM TANITIMI:İsyanı;
TARİHTEN YAPRAKLAR
PATRONA HALİL AYAKLANMASI Bu yılın popüler dizisi muhteşem yüzyıl gösterime girdiğinde bir kesimin ciddi bir tepkisi gündeme geldi. Tarihi, resmi ideoloji üzerine kurup, çarpıtılmış bir resmi tarih kuran anlayışın tepkilerine alışmıştık. Bu sefer başka bir kanadın Osmanlı'yı bir anlayış merkezi olarak alıp, kendisine pay çıkarmaya çalışan başka bir ekibin tepkisiydi söz konusu olan. Ecdadımızın yanlış gösterildiği, ecdadımıza saygısızlık yapıldığı başta hükümet ve Erdoğan'dan Arınç'a, Saadet Partisinden BBP'ye geniş bir çevrede bir rahatsızlık yarattı. Ecdadını saraylarda arayanlar için, haremleri görmek acı gelmiş olabilir ancak biraz daha kurcalasalar saraylarda daha başka neler görecekleri tüm tarih kaynaklarında açıktır. Bir başka konu da ezilenler adına tarihin karanlık olduğu bir dönemde, büyük bir ateş yakıp tüm dünyaya ışık ve sıcaklık saçan Mısır Ayaklanması üzerinden Ortadoğu ve Kuzey Afrika halk ayaklanmaları. Hem de hiç kimsenin beklemediği bir yerden, hiç kimsenin beklemediği bir zamanda. Emperyalistlerin ve yerli işbirlikçilerinin çöplük olarak kullandığı, itaatın çok güçlü olduğu bir yerden ezilenler, açlar, yoksullar, evsizler, işsizler, işçiler, memurlar, öğrenciler, kadınlar, Müslümanlar, hiristiyanlar… günlerce isyan etti, meydanları işgal etti, bir diktatör devirdi. Biz de bu sayımızda bu iki konunun kesiştiği bir döneme gidiyoruz. Bir tarihte Osmanlı tarihi, diğer tarafta başta Mısır olmak üzere bütün Ortadoğu ve Kuzey Afrika isyanı; Çıplak Ayaklı Patrona Halil Ayaklanması. Ecdadımızın kim olduğunu soranlara, bugün tam da Mısır'da olduğu gibi haftalarca İstanbul'u ayaktakımı ile birlikte işgal edip Osmanlı'nın dize geldiği dönemle yanıt veriyoruz. 1718-1730 yılları arasında Osmanlı'da yaşanan sefahat dönemi olan Lale Devri'ni bitiren Patrona Halil Ayaklanması: 1714-1717 yılları arasında yaşanan Osmanlı-Avusturya harbinden sonra Avusturya'ya yenilginin kabul edildiği anlaşma olan 1718 tarihli Pasorafça Antlaşması ile başlayıp 1730 Patrona Halil İsyanı ile sona eren dönem. Osmanlı'nın genel anlamda batıya özel anlamda Avusturya'ya karşı yaşadığı bu yenilgi, Osmanlı için
kendini koruma altına almaya başladığı yenilgi olarak kabul edildiği gibi Osmanlı'nın batının ideolojik egemenliğini kabul etmeye başladığı dönem olarak da kabul edilir. Bir diğer ifade ile kapitalizmin hızla kurumsallaştığı Avrupa'ya, Osmanlı'nın eklemlenme arayışına girdiği dönem olarak da kabul edilir. Geri düşmeye başlayan Osmanlı, reform adı altında batıyı hızla taklide yönelmiştir. Bu taklit, her benzeşme arayışında olduğu gibi, biçimin öne çıktığı bir taklit olmuştur. Biçimsel taklit olarak başlayan bu dönemde saray ve çevresinde zevk ve eğlence öyle bir noktaya varıyor ki ramazan ayının geldiği dahi fark edilmemiştir. Bu dönemde sanatta kullanılmaya başlanan laleler, İstanbul'un her tarafına donatılır. Lalelerin öne çıktığı bu dönem Lale devri olarak adlandırılır. Bu dönemin bir başka önemli etmeni de batıda yenilgilerle gerilemeye başlayan Osmanlı, doğuda da İran üzerine yaptığı seferlerde hayal kırıklığına uğramaktadır. Osmanlı'nın kaynak olarak talan(ganimet) üzerine kurulan ekonomisi, hem saray ve hem de savaş harcamalarını karşılayabilmek için halkın ödediği vergileri önemli bir oranda arttırmıştır. “imdadiyye'i seferiyye ve hazerriye” adlı ağır vergiler, halkın yükünü önemli derecede arttırdığı için Osmanlı'ya karşı olan öfkeyi de iyice arttırmıştır. Bunlara ek olarak belli aralıklarla 16. yy'dan beri devam eden Celali Ayaklanmaları'nın tesiriyle İstanbul'a göç edenlerle birlikte, istanbul'da işsiz, güçsüz, aç ayaktakımının sayısı da hızla artmaktadır. O dönemde yazılmış bir kaside de “Odun ateş bahasına çıktı, tütsülük dut ağacı gibi dirhemle satılıyor, kömürün tozunu bulsak, sürme diye yüzümüze çekeceğiz, gözde arpacık çıksa, insan bir torpa arpa bulmuş gibi sevinecek… … zira ortada halkı koruyacak, ahvalini sorar izler kimse yok” geçen
anlatımda bu durum açıklanmaktadır. Sarayda ise bambaşka bir yalancı bahar havası hâkimdir. Alınan yenilgiler, yenilgilerle daralan topraklar ve ekonomi ve halkın kamburunu büyüten vergilerle oluşan hava, sarayın etrafını iyice sarmasına rağmen sarayın “güvenli” duvarları bu havayı bir türlü içeri sokmamaktadır. Bu buhran havasının uğramadığı saray hayatında sanatın ve edebiyatın da önde olduğu, lalelerin sembolleştiği bir zevk ve eğlencenin dönemi yaşanmaktadır. Resimler, heykeller, şiirler vd. sanat eserleri üretilirken, divan edebiyatının ünlü ismi Nedim'in şiirleri sarayın bu hayatının ürünü olup bu hayatı anlatmaktadır. Dönemin bu sefahatını en iyi anlatan örnek, şüphesiz tebaasının çok büyük kısmının Müslüman olduğu Osmanlı Sarayının zevk ve eğlenceye düşkünlüğünden ramazan ayını fark etmemesidir. Üstelik bu zevk ve eğlencenin bütün masrafları halkın boynuna bindirilen ağır vergilerdir. Tabi bu buhran etkilerine, ve sarayın bu aldırmazlığına yönelik huzursuzluklar 12 yıllık dönemde iyice yükselirken, küçük küçük patlamaların birikmesiyle en sonunda 1930 yılının 28 eylül Perşembe günü büyük isyan patlıyor. Patrona Halil önderliğinde “şeriatı muhammediye'nin tatbiki için” Beyazıd Camii'ninde önünde toplanan ve çoğunluğu ayaktakımının oluşturduğu isyancı grup, üç ayrı
31 koldan çarşıya girerek açtıkları bayrak altında esnafları da kendilerine katarak çarşıyı kapatırlar. Çarşıdan üç koldan büyüyerek “Et Meydanı”nda toplanırlar. 29 eylül Cuma günü yeniçerilerin de katılımıyla zındanları boşaltıp, minarelerde ezan okunmasını ve o gün Cuma namazının kılınmasını yasaklarlar. Bu üç uygulama saraya karşı önemli bir güç gösterisidir. Böylesi bir meydan okumadan sonra konaklar yağma edilir. Nitekim yukarıda değindiğimiz dönemin saray şairi Nedim'in isyanlardan kaçarken damdan düşüp öldüğü söylenir. Patrona Halil önderliğindeki isyanın en somut talepleri; ağır vergilerin kaldırılması ve kötü yönetimin sorumlusu olarak gördükleri başta Nevşehirli Damat İbrahim Paşa olmak üzere vezirlerin kellesinin verilmesidir. İstanbul'da artık sarayın egemenliğini tanımayan bir hava hakimdir. Sarayın karşısında Patrona Halil önderliğinde çoğunluğu ayaktakımından oluşan halk vardır. İsyancılar başta sadrazam Damat İbrahim Paşa, Şeyhülislam Abdullah Efendi, Kethüda Mehmet Paşa, Kaptan-ı Derya Mustafa Paşa'nın da içinde olduğu 37 kişinin kendilerine verilmesini istemektedir. Bu talep yerine getirilir ve 1 Ekim 1730 gecesi sadrazam Damat İbrahim Paşa, Kethüda Mehmet Paşa ve Kaptan-ı Derya Mustafa Paşa sarayda idam edilip öküz arabalarına yüklenerek isyancılara gönderilmiştir. 37 kişinin tamamı da idam edilmiştir. 1703 yılında tahta oturan III. Ahmed daha fazla tahta duramayıp canının kurtarmak için tahtını I. Mahmud'a bırakmıştır. 6 Ekim 1730'da yeni padişah olan I. Mahmud'un kılıç kuşanma töreninde, padişahın önünde, atının üstünde çıplak ayağıyla elinde kılıçla isyanın önderi Patrona Halil durmaktadır. Bu görüntü isyanın geldiği noktayı, gücünü çok net gösteren bir görüntüdür. “Koskoca” Osmanlı padişahının yanında durmak mümkün değil iken, isyanın önderi Patrona Halil padişahın karşısında atının üstünde, çıplak ayağıyla, kılıcıyla durması Osmanlı'nın acizliğini ve isyanın gücünü çok iyi göstermektedir. Patrona Halil isyanı 25 kasım günü saraydaki divan toplantısına çağrılan bir kumpas sonucu Patrona Halil'in katledilmesine kadar devam etmiştir. 28 eylül'den 25 Kasıma kadar süren bu iki ayda İstanbul'u asiler yönetmiş, padişah tahttan düşmüş, başta sadrazam ve şeyhülislam olmak üzere 37 yönetici idam edilmiştir. Zevki ve eğlenceyi temsil eden köşkler ,yapılar yıkılmış, laleler sökülüp
parçalanmış, halkın üstündeki ağır vergiler kaldırılmıştır. Gelelim isyancılara. İsyancıların önderi “Patrona” isimli gemide daha önce levendlik(deniz askeri) yapmış, hamamda tellaklık yapan bir Arnavut olan Patrona Halil'dir. 28 Eylül'de Patrona Halil ile isyanı başlatan diğer isyancılardan bir kısmı, Oduncu Ahmed, Kutucu Hacı Hüseyin, Manav İsmail, Cambaz Emir Musa, Turşucu İsmail vd.'dir. Çıplak ayaklı Patrona Halil'in etrafında, “elde süpürge sapının ucuna geçirilmiş çuldan bayrakla” yürümeye başlayan isyancıların sloganı “Şeriat-ı Muhammediye'nin tatbiki”dri. Yamaklar, uşaklar, işsizler, esnaflar vd. oluşan ayaktakımı isyana katılmıştır. Çingeneler, göçebeler, ve başka gruplar da “şeriat isteruz” diye ayaklanmaya katılmıştır. “Şeriatı Muhammediye”, hukuk demektir, adalet demektir. İsyancılar, yönetenleri adalete, hukuka davet etmektedir. Dönemin çıplak ayaklı ezilenleri, dönemin egemenlerine isyan edip iki ay boyunca memleketi zapt etmiştir. Padişahtan sadrazama, şeyhülislamdan kaptan-ı deryaya sarayın bütün yönetimini devirmiş, yeni padişahı da çıplak ayaklı önderlerinin arkasında yürütmüşlerdir. Bize dayatılan tarih kaynaklarında “25 Kasım günü Patrona Halil ve arkadaşları saraya çağrıldı , sünnet odasında öldürüldüler.Cesetleri parça parça saraydan dışarı çıkarılınca , zorbalar korkup dağıldılar. Bu şekilde , III Ahmet döneminde , Osmanlı İmparatorluğu'ndaki ekonomik canlanma, bilimsel çalışmalar , batı ile yumuşama sürecine de uzun bir süre için ara verilmiş oldu.” diye geçer. Batılılaşma çalışmalarının başlangıcı
sayılan “lale devri” ve onun bilimi, sanatı, eğlencesi, kültürü, yasası ilerici, onu beğenmeyen daha fazla sömürüyü kabul etmeyen, adalet isteyen, ekmek isteyen ayaktakımının isyanı gerici olarak kabul edilmiştir. Ancak egemenler için tarih ne kadar net ise bizim için de o kadar nettir. Saraylardan, hükümet konaklarından yazılan tarih, çıplak ayaklıların korkusuyla yazıldığı düşünülürse, çıplak ayaklıların da kendi tarihleri vardır. Bu tarihte de çıplak ayaklı Patrona Halil İsyanı, birlikte savaşınca cihan imparatorluğu Osmanlı'nın bile çaresiz kalıp diz çöktüğünü yazmaktadır. Tarihsizlik, soysuzluk bir canlının başına gelebilecek en kötü şeylerden biridir. Köklerini derinlere salabilenler ancak fırtınalara direnip, güneşli günleri görebilir. Son günlerin popüler dizisi olan Muhteşem Yüzyıl'da ecdadımızı kötü gösterdikleri için bir çok “sıkıntı” yaşandı. Osmanlı yeniden gündeme geldi. Diziden geçen hikayenin egemenlerin ecdadını anlattığı açıktır. Bu soy, kendini haremlerde, lale devrinde, saraylarda, köşklerdir, konaklarda, plazalarda yaşatır. Yüz binlerce asker ve polisle korunur. Bizim ecdadımız ayaktakımıdır tarihimiz köklerimiz de ayaktakımının tarihidir. Kendini sokaklarda yaşatır. Bir araya gelip ayaklandı mı düzenin altını üstüne getirir. Anadolu'da yaşanan birçok dönemde olduğu gibi, Tam da bugün Mısır'dan başlayarak tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da olduğu gibi… kadim Kaynakça; Tavır dergisi ağustos 2009 Teori ve Politika sayı 39 Patrona Halil, Reşat Ekrem KOÇ 1967
Yanı başımızdakini ezip yarışta, bizden öncekine el pençe dururken; hayata dair bir tercih yapamayıp, sınavda en doğru seçeneği seçmeye uğraşırken; iş kuyruğunda umutsuzluğumuza mahkum bastırırken boğazımıza düğümlenenleri ve ya işyerlerindeki bölmelerde çürürken en canlı yanımız; nasıl kurarız büyük düşler? Her fırsatta çarpar yüzümüze iki kelime; yarın yok… İşsizlik sadece birer veri, felaketler ve cinnet görüntüleri sadece bir haber karesi kadar yer bulabiliyorken ömürde; kan deryasına dönmüş topraklar üzerinde savaş senaryoları yarıştırılırken kendi sonunu hazırlayan insanlık için yarın yok… Savaşın çirkin yüzü karartırken göğü; Kürt, Türk, Rum ve ya Arap olmak fark etmiyor artık; Ölümlerin başında yakılan ağıtları duymayan kulaklar için yarın yok… Sermayenin doymak bilmeyen kar hırsı uğruna nükleer santral tarlasına dönen dünya dört bir yanda felaketlerle haykırırken isyanını, kayıtsızlığımızın kör ettiği gözler için yarın yok… Bin bir bedel pahasına kazanılan özgürlük değerlerini bile tüketim nesnesi haline getirerek yabancılaşıp çürüyen insan için yarın yok… Sona geldik artık, YARIN YOK! Duyduğun, korkulara teslim olmuş vicdanının sesidir. Artık kaçacak bir yer kalmadı, kendinle yüzleşmekten başka bir yol yok! Tarih seni uysallıkla sorumluluk arasında bir tercihe zorlarken, gerçek özgürlük için tek yol isyanda… Şimdi değilse hiçbir zaman, burada değilse hiçbir yerde… Ya şimdi, burada sorumluluğu seçecek ve başkaldıracağız zamana ya da uysallığımızın teslimiyeti altında tükeneceğiz yaşamla… Geçmişin uysallık öğütleyen masallarını kaldırmıyor artık zaman. Kuzey Afrika'dan Latin Amerika'ya, Ortadoğu'dan Avrupa'ya yeni türküler yapıyor özgürlüğü isyanda arayanlar Umudun türküsü, kavganı türküsü, zaferin türküsü… Alev alev olmuş yer küre kabuğunu çatlatmanın eşiğinde. İsyana durmuş toprak doğum sancılarıyla yankılanırken, tarih hızlanmış; devrim, yapıcılarını çağırıyor… Kulak ver sen de bu çağrıya, saç göğe, acılarla kavurduğun yüreğini ve sen de haykır göğün tahtına oturanlara…
Özgürlüğümüzü isyanda arıyoruz, yarınlar için BAŞKALDIRIYORUZ