czz’2 subat 2017 kutsal vadedilmis cosmic topraklarda yola cçĹkan zine ruhu
sayi 2 de beles
C o s m i c Z i o n pZ i n e Ooo buyur buyur, seni şöyle alalım. Selam, sevgi! Zira CosmicZion Zine’nin ikinci sayısının ilk adımındasın. Burada konuşmayı çok seviyoruz da fazla uzatamıyoruz. İlk sayıyı Ocak’ta bıraktık, seninle ve Atlas’la birlikte. Şimdi Şubat’a esas duruş, seninle ve Odin’le birlikte. Çünkü biz, “Burnumuzu düşürmek üzere olan soğuklarda nerelere gidelim?” dedik ve hep bir ağızdan cevap: İskandinavya! Karşımıza kapı gibi Odin çıktı. Yanında kunduzu, kargaları, altında tahtı. Odin’e bizim buraları gezdireceğiz. Eminiz üçüncü gün memleketine kaçacaktır, ki haklı da. Birinci sayıda değer görüp iki görüş bildiren herkese galaksi dolusu teşekkür! Buraya da bekleriz Biz bu sayı iyi toplaştık. Nasıl mı? Böyle;
d i n ’ e i t h af O cosmic yazı ve s. iirler cosmic çizimler-resimler Gökmen Akça Rüveyda Gizem Balcı İlhami Batı Elihu Onur Selamet Berkay İçen Erhan Mındız Necip Fazıl Say Yalım Aydın Nocturnal Nida Seda Küçükşahin Contraceptive Yalçın Şentürk Can küçükoğlu Alev Özkiraz Osman Alp Denizler Zapkinus Zeki Savaş
Tugay Doğrayıcı Melodi Edremit Sena Ulusu Etrafi Yiğit Gönlügür Jonathan Edward Guthmann İthaf Elihu Doa Gorbehaye Eda Serhat Yüzer Şeymanur Sarıkaya Ceren Bulbun
KAPAK: Tugay Doğrayıcı ARKA KAPAK: Ayberk Oğuz usulsüz, sertifikasız, cosmıc zıne mini mini
2 oldu
Cermen Topraklarından Fırlamış iskandinav Mitolojisi’nden Óðinn(Alföðr) ve Tayfası İskandinav Mitolojisi, yaşadığı coğrafyanın tam aksine, mitoslarıyla tarihin en sıcak, hareketli mitolojilerinden biridir. Aslında İskandinav Mitolojisi, Cermen Mitosları içindeki İskandinav ülkelerinin halk efsanelerinden oluşmaktadır. Cermenler, Kuzey ve Güney olarak ikiye ayrılır. Kuzey kısımda karanlık ve soğuk hakimken Güney tarafa şiddetli sıcaklar ve yoğun bir aydınlık hakimdir. Kuzey Cermenleri, İskandinav, Danimarka ve Baltık kıyısında yaşarlar. Güney’deki Cermenler ise, Almanya, Avusturya, Hollanda ve Belçika topraklarında yaşarlar. İskandinav ve Alman Mitolojileri’nin bu kadar iç içe, birbirine benzer olmasının temel sebebi de budur. Aynı efsaneler üzerinde şekillenmiştir. Kuzey ve Güney ülkelerinin ortak inançları, efsaneleri ve dinleri üzerine şekillenen Cermenler, ortak pagan dinine sahiptiler. Elbette tüm bunlar Hristiyanlık öncesi dönemdeydi. 8. yüzyılda Hristiyanlık yayılmaya başladı ve 10. ve 14. yüzyıllarda bu topraklarda Hristiyanlaşma başlayana dek Cermen Mitolojisi’ne dair yazılı örnekler de silinmeye başladı. Kuzey Cermenlerinden olan İzlanda, efsaneler ve destanlar bakımından en güçlü geleneğe sahip ülkeydi. İzlanda’da pek çok manzum eser ve şarkılar mitoljik efsaneleri anlatır. Snorri Sturluson’un Eddası (1179-1241) bunların en güçlü olanlarındandır ve efsanelerin çoğunu barındırır: “Başlangıçta boşluk vardı (Ginnungagup). Dünya daha var olmadan önce 11 nehir akan Niffleheim’da ölüm var oldu. Niflheim’ın güneyinde başka bir sıcak dünya daha oluştu; Muspell; Devlerin koruduğu yer. Devler buraya Stur yani Siyah dediler. Niflheim’ın nehirleri donmuştu. Bu nehirlere Ginnungagup dendi. Günün birinde Muspell’deki kıvılcımlar nehirlerin üzerine düştü ve nehirleri eritti. Erimiş nehirlerden oluşan damlacıklar Ymir’i şekillendirdi ve Ymir’in terinden diğer dişi ve erkek devler oluştu.”
İskandinav Mitolojisi’nin Óðinn’i ve Tayfası
İskandinav Mitolojisi’nde öyle tek Tanrı ya da Tanrıça yoktu. Tüm Tanrı ve Tanrıçalar, dünyanın korunması üzerine Asgard’daki kurulda toplantılar yapmışlardır. Haklarını vermek lazım gelirse temel alınacak Tanrılar öncelikle Æesir ve Vanir’dir. Marvel’de de Æesir ve Vanir savaşı konu alınmıştır. Ama İskandinav Mitolojisi’nde Odin, en güçlü Tanrı’dır; Tanrıların babasıdır. Tanrıların atası olan Buri’nin torunudur. Bor ve Bestla’nın üç oğlunun en büyüğüdür. Kardeşleri Vili ve Ve ile birlikte dünyayı yaratmışlardır. Odin nasıl biri? Yakışıklılığı ile herkesi etkilediği söylenir. Mavi bir pelerini vardır ve pelerini bulutlardan oluşur. İkna ediciliği, akıcılığından ve inandırıcılığından gelmiştir. Odin, her kapısından 96 savaşçının geçebildiği, 640 kapılı sarayı Valhala’da, oturduğunda dokuz dünyada olanları görebildiği tahtı Hlidskjalf’a sahiptir. Dünyayı gözlediği bu kulesinden bazen ayrılır. Ayrıldığı zamanlar zarif kadınları ziyaret etmek için dünyaya gelir... Odin hem iyi hem de kötü özelliklere ve güçlere sahip olan bir Tanrı’dır. İskandinav panteonundaki diğer birçok ilahi varlık gibi karmaşık bir rol üstlenir. Şöyle ki; hem hastalıkları iyileştirebilen, tek sözüyle fırtınaları dindiren ve uğursuzlukları engelleyebilen bir Tanrı, hem de birinin aklını çelebilen, uğursuzluk getirebilen, hastalık getirebilen bir Tanrı düşünün... Hem şiir ve bilgelik Tanrısı hem de savaş ve ölüm Tanrısıydı. Ölüleri darağacında diriltebildiği söylenir... Yemek yemez ve şaraptan başka bir şey içmezmiş. Odin’in toprak Tanrıçası Jörd’den olma oğlu Thor ve ailenin ve kadınların Tanrıçası olan Frigg’den olma oğlu Balder vardır. Kesin başka çocukları da vardır, hayta biri. Bazı efsanelere göre Jörd, toprağın kişiselleştirilmesidir ve Frigg’in kılık değiştirmiş halidir. Frigg’in Odin gibi sık sık kimlik ve kılık değiştirdiği söylenir. Eski İskandinav dilinde “sevgili” anlamına gelen Frigg, deniz salonlarında yaşayan ve şahin elbisesiyle uçarak dünyayı ziyaret eden ailenin ve kadınların Tanrıçası’dır. Odin’le sürekli Odin’in kaçamakları yüzünden tartışır ama kendisinin de kaçamaklar yaptığı söylenir. Odin ve uçarı tayfası en ilgi çekici mitolojiyi oluşturmaktadır.
. DINLE İ İskandinav Mitolojisi ve Vikingler için dinlenecek müzikleri toparladık ki okurken dinle! Dinle dinle, sen seversin. Ortaçağ ve İskandinav Mitolojosi’sindeki olayların bi’ hayli düşkünü olan heavy metal grubu Manowar, 2006 yılında “The Sons of Odin” adında bir EP albümü yayınladı. Bununla da yetinmedi, 2007’de “Gods of War” albümünü yayınladı. Manowar neredeyse tüm şarkılarıyla İskandinav Mitolojosi’ni çalmış, söylemiş olan bir grup. Mesela neler neler? Sons of Odin, Die With Honor, Gates of Valhalla, Warriors of the World... Bu böyle gider. Manowar’ı İskandinav aşkına dinle! Başka başka kim? Amon Amarth da Odin, İskandinav Mitolojisi ve Viking delisi melodik death metal grubu. Hatta “Twilight of the Thunder God” şarkısında Odin’in ölümünden ve Odin’i öldüren kurtu Thor’un nasıl öldürdüğünden bahseder. Şu şarkılara bakalım: Guardians of Asgard, With Oden on Our Side, Eyes of Horror, Versus of World, War of the Gods. Amon Amarth vokalisti Johan Hegg, Viking temasının vc İskandinav Mitolojisi’nin onun için yaşam felsefesi haline geldiğini bile söylemiş... Black metalin kurucu gruplarından olan Bathary de Viking metal grubudur. Şarkılarında genelde Vikingleri, Odin’i, Thor’u ve Valhalla’yı anlatır.
Bu kral üç gruptan sonra patır patır döküyorum: nRebellion- Ynglinga Saga (to Odin we call) nRebellion-Odin nBlack Sabbath’ın “Tyr” albümü komple! nTherion-Thor nMonegarm- Odin Owns Ye All nIron Fire - Hail to Odin nOdhinn - Speech Of Odin nFaun-Odin nUtstøtt - Legender Odin nSacrifist-Odin nNordwind-Word of Odin nOdhinn-Elder Gods of the North nBifröst-Odins Söhne nBurzum-Heill Odin nAsgard-Odin nJudas Priest- Halls of Valhalla
3
. iZLE Bu kadar müzik dinledikten sonra Vikingler ve İskandinav Mitolojisi hakkında bir şeyler izlemek istersen diye, izle izle seversin, izleyebileceklerini şöyle sıralayayım: Belki hiç yazmama bile gerek yok ama olsun; “Vikings” dizisi. Vikings, buraya yazıp yazabileceğim en mantıklı dizi olur. Ragnar Lothbrok’un maceralarının anlatıldığı dizide karakterler, İskandinav Tanrıları ile oldukça yakından ilişkili. Nasıl mesela? Şöyle ki; Ragnar, kuzgunuyla, sol gözünden çıkan ateş ile Odin’i temsil etmektedir. Ragnar’ın mızrağı, Odin’in elindeki Orion Takım Yıldızı sembolünde olan Gungnir’dir. Ayrıca Vikings’de Athelstan, tek elli olarak görülmektedir. İskandinav Mitolojisi’nde Tyr, tek elli bir Tanrı’dır. Dizide Rollo bağlı olarak görülmektedir ve İskandinav Mitolojisi’nde Loki, Tanrılar tarafından bağlı tutulmaktadır. Sonra, Marvel Comics tarafından yaratılan aynı isimli çizgi romandan filme uyarlanan “Thor” filmi ve Thor ile ilgili bir başka film olan “Thor: The Dark World” de listeye girebilir. Northmen - A Viking Saga, bir Viking topluluğunun Kral Harald’dan kaçarak güneyde bulunan Viking topraklarına ulaşmak isterken gemilerinin şiddetli fırtınanın etkisiyle batması ardından kendilerini İskoçya topraklarında bulmalarını anlatıyor. John Ronald Reuel Tolkien, fantastik kurgu eserlerini yaratırken, Cermen Mitolojisi’nden yararlanmıştır. Cermen simgelerinden olan elfler, dünya ağacı, ragnarökte ortaya çıkan düşmanlar... Tolkien, bunları çok kullanımştır. Aynı zamanda Tolkien’in eserlerindeki Midgrad, onun hayali kıtasıdır. “Orta Dünya Kıtası” anlamındadır. Orta Dünya evrenine mekan olan hayali kıtada Hobbit romanı ve Yüzüklerin Efendisi romanları vardır. Yüzüklerin Efendisi’nde de Hobbit’te de İskandinav Mitolojisi etkileri görülür. Cermen Mitolojisi’nde Tanrı ya da Tanrıçalar, iyi ya da kötü diye ayrılır. Şeytan yoktur. Tolkien’in eserlerinde de iyilik ve kötülüğün rekabeti söz konusudur. Ayrıca Marvel’in evrenlerinde de İskandinav Tanrıları kullnılmıştır. Böyle. Şimdi şuna bi’ bakalım: “Valhalla Rising “ filminde tek gözlü (acaba kim gibi) dilsiz bir savaşçı, yıllarca Normanlar tarafından tutsak edilmiştir. Aynı yerde tutsak olan 11 yaşındaki bir çocukla birlikte kurtulup İskandinavya’ya gitmeye çalıştıkları zorlu bir yolculuğa çıkarlar. Tamam, son: Filmin adı “Boewulf: Ölümsüz Savaşçı”. Boewulf aslında bir Anglosakson destandır. İçinde İskandinavyalılardan bahseder çünkü neden? Çünkü Anglosaksonların anayurdu İskandinavya’dır. Film de Boewulf’un korkusuzca, her türlü güce başkaldırabildiğini anlatan fantastik ve animasyon filmdir. Sayfa bu kadarına yetti, daha çoğunu sen bul, izle!
. . CZZ Diyo ki
4
RAGNARÖK
Kurtlar, güneşin ve ayın, gecenin ve gündüzün peşini bırakmış, yer altına çekilmiş gibiler. Belki Loki’nin oğlu olan şu vahşi kurt Fenris’in yanına, Midgard’a gittiler. Belki orada Yggdrasil’in çürümek üzere olan kökünü solucanlarla birlikte kemiriyorlar. Kim bilebilir ki? Kurtların kadim dostu kargalar da gözlerden ırak şimdi. Ufukta bir yerdeler. Her gün insanlardan biraz daha uzaklaşan dişbudak ağaçlarına korkunç kara meyveler gibi sığınmışlar. Hiç susmadıkları o günler ne kadar uzak şimdi... Eskiden, yani dünyanın, baharının hiç bitmeyecekmiş gibi sürdüğü günlerde, her çeşit canlının içinde yaşadığı ve renkleriyle boyayıp sesleriyle dansa kaldırdığı ormanlar, insanlara daha yakındı. Titreyen kayalıklar, onların üzerine düşecek gibi olurdu, aralarındaydı. Her yeri kuşatan denizse içindekilerle birlikte Randrasill ağacı kadar canlıydı ve her daim insanların gemilerini koynunda yüzdürmeye hazırdı. Oysa şimdi her şey donmuş ve dünyayı denizinden toprağına bembeyaz bir düzlük kaplamıştı. Üç gün mü olmuştu, yoksa üç yıl mı? Kimse bilmiyordu. Sanki zaman kaybolmuştu. Ymir’in beyni olan bulutlar gökte donmuş, onlardan sarkan dev şimşekler zikzak merdivenleri andıran buzlara dönüşüp yere saplanmıştı. Kar ve buz, uçsuz bucaksız düzlükte var olan tek dokuydu ve canlıların arasında açlık kol geziyordu. Belli ki korkunç Fimbulkışı gelip çatmıştı. Belli ki yıkım başlamıştı. Bütün bitkiler soğuk örtünün altında kaskatı ve ulaşılmazdı. Aç kalan hayvanlarsa ya ölmüş ya da sonsuz bir kış uykusuna yatmış gibi ortalıktın kaybolmuştu. Acımanın çağı geçmişti. Gururun yerinde soğuk yeller esiyordu. Uğursuz bir ölüm çemberinde sıkışıp kalan insanlar, bulabildikleri son hayvan leşini de kemirmişlerdi. Geride maharetli Thor’un bile artık diriltemeyeceği iskeletlerden başka bir şey kalmamıştı. Demek ki Ragnarök günü yaklaşıyordu. Demek ki Tanrıların son savaşı gelip çatmıştı. Anne karnındaki bebekler bile kâbus görüyordu artık. Çocuklar ölümden başka bir şey düşünmüyor, buza kesmiş yeryüzü yetişkinlere bile Thöck’ün zifiri karanlığından daha parlak gelmiyordu. Hissettikleri tek şey korkuydu. Fakat son nefeslerinde de kendine katan hortumlardan değil birbirlerinin gözlerinden korkuyorlardı. Çünkü onlar Tanrılardan da önce savaşacaklardı, biliyorlardı. Uyuşuk elleriyle kılıçlara ve baltalara sarılacak, birbirlerini öldürüp etlerini yağmalayacak ve içine düştükleri bu sefil halde bile son kez eğlenip güleceklerdi. Ve öyle de oldu. Kadınlar ve erkekler, yaşlılar ve çocuklar birbirini öldürdü. Kimi kılıçla, kimi baltayla ve kimi de kargıyla can verdi. Daha şanssız olanlarsa dişleri en güçlü ve keskin olanlar tarafından diri diri yendi. Yine de kimse doymak nedir bilmedi. Geriye kalanlar hala Midgard yılanı kadar açtı. Günler böylece geçti ve daha azaldılar. Bir elin parmakları kadar kaldıklarında birbirlerini daha fazla doyuramayacaklarını da anladılar. Artık yorgun ve bitkin bir halde beyaz ufuklara bakıyor, güneşin Odin’in tek gözü gibi yeniden doğması, donduran fırtınaların dinip bitkilerin ve hayvanların geri dönmesi için Tanrılara yalvarıyorlardı.
5
Kalan son kadın kucağındaki son üç bebeği emzirip öldü. Kadını yemeye, çocuklarını öldürmeye kıyamayan son erkek, kılıcıyla kendini öldürdü. Bebeklerin ağlamaya bile gücü yetmezken her yeri titreten sarsıntısıyla sonunda Yggdrasil ağacı da devrildi, kurumuş dalları kargalar gibi her yana savruldu, çürümüş kökleri açığa çıktı. İşte, Ragnarök günü gelmişti. Ölülerin tırnağından yapılmış Naglfar adlı gemi, buz devlerinden ve ateş devlerinden oluşmuş mürettebatıyla doğuda belirmiş, denizin buzlarını kırarak yaklaşıyordu. Tanrılar ve Valhalla’dan çıkan savaşçılar savaşa tutuşmak için yarışıyordu. Bu son savaştı. Devler ve cüceler, kurtlar ve ejderler teker teker bu savaşta öldüler. Loki’nin oğlu Fenris, tek gözlü Tanrı Odin’i yuttu. Odin’in oğlu Widar, Fenris’i öldürerek babasının intikamını aldı. Thor, öfkeyle yılan Jörmungandr’ın başını ezdi fakat kendisi de ondan sıçrayan zehirle son nefesini verdi. Tyr ve zebani köpek Garm birbirlerinden aldıkları yaralarla öldü. Heimdall ve Loki de aynı şekilde can verdi. Surtr önce Freyer’i kılıcıyla doğradı, ardından alevleriyle Yggdrasil’den son kalanları küle çevirdi. Randrasill’i suyun içinde haşladı. Frigg, Odin’in ve çocuklarının yanına bu alevlerle gitti. Bütün Tanrıların ölümünün ardından sonunda alevler de söndü ve geride yalnız Surtr kaldı. Koynunda alevlerden koruduğu üç bebek vardı. Adlarını Odin, Hönir ve Loki koymuştu.
Gökmen Akça
6
รงizim
Jonathan Edward Guthmann
Keçelİ Resİm polisin başını ağrıtan postmodernizm kör dönüşleriyle dolduruyor aşık olmak lüks kaçar yaralara kapı konuşur sorguya alırlar gözleri kumandalar hatırlatıyor bunu bana her tuşa bir sırt her tuşa bir kanal her hayalete bir yüz bu sevaba dönüştürüyor beni bu içimin kaynayan sularını soğutuyor sokağın sosudur kan, ekle biraz getirerek söyle kusmuk marşlarını bana gard olamayacak bu çizgi ile kırmızı ışıkta duruyor geçmiyorum hızlanarak soyunuyorum bu bir şiiri kapatır bunun siyerdeki yerini bilemem, gözlerimi utanmadan gösteremem ve şiir iliştirdiğim bir gerçek “görene tanıklığım” sınıf sustu vira limonata yepyeni bir aşı bu ıslak sandalyeler ve lagasız kadınlarla karanfiller örüyorum ağzımla aha lavanta ağzım yapıyor bunu lavanta baksana, bulamıyorum opak bir günaydın içinde kendimi ama hesabımı ödeyerek kalkıyorum masadan çiçek gibi yararını gördü ses, yüzün işitiyorum, hissetmeden önce suratıma atılıyor tenbirsizliğimden utanmayarak söylüyorum ne olacağını bilmediğim kadar yaklaştım kesilen bileğim açılan penceremden büyük bu somut bir benzetme, somurtarak kedi karnım yanıt veriyor ve çoğu kez başını ışığa koyuyor his o odada tektim teneffüs etti çıt, fallar çıkmaza dahi çıkamadı kan ile suratıma atıldı, dışarda dolu vardı insan on dördünde lütfen demeyi akıl edemez sustum yüzüm duymadı ellerimi ikrarla tutuyorum çok çocuğum çığlığım duyulmadı sustuğum duyuldu daha çok tutuyorum, tamam bu büyük bir keskinlik ama zamandı yumuşatan onu
8
ve renklendiren hacmini, zamanım olmuyor benim atlıyorum eşiğimle aynı boydayım yeni bir heves ile sulu boyayım, suslu ve akışlı geçeyim istiyorum artık. silemiyorum terli alnımı ellerim birbiri ile öğle tenkitleriyle devirseler geçecekler üstümden bağlı bir terazinin iki yanı benden sadece şikayet etmeden bekletiyorlar tuvalet kuyruklarında “yalnızım, bir uzak kadar neden yapışkanı” gocunmadan sadece bir miktar kusacaktım demek istiyordum diyecek kadar sadeceyim ben içselbirçöple yandım mahalleyi kokuttum intihar sanırdı sarardı ahmaklar bu yağmura niyetimden büyüdükçe sömürge cinsiyetleri, aynı öğretilerle konuldu yazımıza. yine koruyamadık kendimizi bağırarak koşamıyorum yapabilseydim eğer zarflarım içinde saklanırdım üşüyen yerlerimi sürerdim yüzüne sanat, bağırarak koşamıyorum sadece bu bağırarak tırnaklarımı avuçlarıma saplıyorum -hayal etmemekne hoş kalıyor saksılarda çiçekler dipdiri ve dünyalarca plütonlar çocuk olanları aldılar beni kopartıyorlar bi bu doğru anne senim.
Rüveyda Gizem Balcı
9
Sayıya adanan adam ve Rodin Yakalandık ve o iletişimsizlikten öngörülen öncülerin hizasından geldik buralara Bir çok şeylere şiirsel yaklaşılması gerekirken keşke etkenliğimizi sınamasaydık da biraz Ondan birçok Akademik yaklaşmak istemem ama uzağım mitlere yakın olduğum kadar Tüm düşünen adamlara üşüşen cinlere adanmışlık bu ama halim pozitif doktorumdan teyidli İlk eli ayırmak bana mı kaldı insanlar kızının adını aya kazıyor Ve ben çocukları yeni yeni sevmeye başlıyorum Boş dolduruyorum olmadıkça ve kim gelirken dolu geliyorlar Seveni saydırdığımlayım ayakta alkışlanacak çok insanım var ve hepsi gerçek ve tıkılılar Mantık kendini inkar ediyor artık Dadadadadadadadadadadadadada (burası okunmasa da o kur) Dünya değişti ve biz o sıra büyümekle görevliydik o yüzden çok özeliz Ne dört dörtlük rönesans geçmiş olsa da Tarihten Evveliyatının Hacmine Sığdıramazsın Görünmeyen ve görülende kusurlu olanın samimiyetlerine inanıyorum paydalar ortak Ben aralarında Bu sefer bağcıklarım bağlayabilinmiş Çikolata tatlı görünse de bana hüznü hatırlatır Bir kez daha söylüyorum belki hep söylerim Şiir de intihar gibi an meselesidir Ve sinema bilir ki belki yine bilebilir İki an bir zaman demektir
ilhami Batı
10
aynen
kesin
viking kafalı kızgın odin’dir bu
Etrafi
arşa marş ey, haha! çok meneviş var üstümde aman elemtere fiş çevre hep kenevire yüklenmiş ve çöküşe gidiş düşeş gelince koştu, düşüş vurunca durdu hasmı pes diyince içi kurt tuttu ve kudurdukça kudurdu hissi kapalı hırsı açık, körlemesine yaklaştı –vurdu, kaçtı! dönem değişmekte ve ritmim ne olacak sanırım bana bakanların hepsi bi solacak istemedim isim, imza ve dravdan şöhret hiç demedim “tavım”, kör zihnine hükmet! ne bu yükseliş masalı ve adeta çiftlik havası etrafına set çekip içine töhmet martavalları, protest kararlı, oldukça yararlı, haha sandı ki budala ismiyle müsemma, aa-ha al sana dikenli taç lan, geldi bence punch line! meşguldüm ama hep uğraştım, haklısın bence de epey yakıştım geldi fırsat -sandın ki koştum aydınlattım, ov, yanılttım, karanlığına selam de tatlım! okusaydın bilirdin, bak zamanında ne doğdu, ne! takır tukur nedir hatır, sorsan değişim der, oysa değiştim der, hadi zorsa eğil şimdi! beis peşinde koşanlar, kör usturayla hat çekerler işte zahiri sihirim, sahirler anırır, sanırım dağılır sanrın kaçarsa yıkar geçer bahçeleri geceleri işte! delilerin delilleri! bıkacaksın naçar, sonunda sen hissiz kaçak bence gözü dönenlerle közü sönenlere yıkılacaksın bedduadan kaçar senin sözün ve ikiyüzlü suratın yutuverir bu neslin nesirlerini, katıksız sarım sarım sanrı sanırsın ama yanılırsın küçük kralcılıkla küçük krallıklar, yokuz! hepsi garip, hep yalan ve bok yoluna yan çizip bünye bence bunca mavala bayağı bi alışık, basit diyince suratı asılır skit yakınca iyice bi kasılır, süküt artık anca zaman kaybı, ezberbozan agarta bak açtı kaydı! adım attıkça pisliği arkasında dağılır iş yapma sakın ha, adım başı söz aşır seni sefil afacan, hadi şimdiden şaşır kimi yeraltına kimi yerin dibine yakışır paçavra çöp miden anca punch’la yatışır!
12
Mimir, Mimisbrunnr’a kadar kuyunun suyundan içip bilgelik elde etmeye geldim. Bana Mimisbrunnr’dan su ver!
Hayata dair tüm gizemleri öğrenebileceğin bilgeliğe seni eriştirecek olan suyu, tek gözünü feda ederek kazandın.
Odin, bir şeyleri feda etmediğin de Mimisbrunnr’dan su içemez, bilgeliğe erişemezsin
Ben, sonsuz bilgelik arayışında bir gözümü feda ederek, güneş gibi parlayan tek gözümle Hlidskjalf’tan Dokuz Dünya’nın hepsini gözeten Odin!
ç i zg i - h i ka y e
Yigit Gönlügür - i t G ö nl ü g ü r Yig
AUDHUMLA VE ÜÇ KÖKLÜ KADER AĞACI YGGDRASSIL Audhumla, çılgın bir inekti. Moskenesøya’nın bomboş, kimsenin yaşamadığı ada topraklarında otlarken gözüne kestirdiği tüm tepelere çıkar, her gün yeşilin en az yedi farklı tonunda yeşillik yemek için kendine söz verdiğinden karış karış yeşillik çeşidi arardı. Bir aralık bulup da kendi ailesinin gözünden ne zaman kaybolsa sütlerinin sağılmaması için, büyük ağaçların altına giderek ağaç köklerine sütlerini bırakırdı. Kendi çocukları bile sekiz bacaklı atlara binip öbür tarafa gittiğinde, Audhumla, hala bu sütlerden içerek hayatta kalacağına inanırdı. Bu şekilde, inek türünden başka bir tür canlının bu topraklarda yaşadığını görmeyi bekleyecekti. O güne kadar... O gün yine süt sağımı esnasında annesine yakalanmamak için yüksek tepelerin olduğu kuzey tarafa doğru gitmiş ve daha önce görmediği türden yeşillikler, taşlar ve ağaçların olduğu bir yere gelmişti. Kendi köyünden iyice uzaklaştığına ikna olunca etrafa bakınmaya ve uygun bir ağaç kökü aramaya başladı. Moskenesøya’nın bu tarafını hiç görmemişti. Çeşit çeşit ağacın olduğu büyük alanda başını yukarı doğru kaldırdığında bak bak bitmeyen yaprakların, başını yere eğdiğinde gözünün alamadığı uzaklıklara kadar uzanan ağaç köklerinin olduğu bir ağacı seçti. İşte tam o an dank etti. Heyecanlı ama aynı zamanda ürkek bir sesle bağırdı “Burası Reine olmalı, adım atmanın yasak olduğu sihirli diyar!” Bir inek için iddialı bir cümle. Ne de olsa sütünü bırakıp gidecek ve belki sonsuza kadar buranın yolunu bir daha bulamayacaktı. Tabii bu kadar meraklı olmasaydı... Ağaç gövdelerine sarılan solucanları ve kanatları uzun tüm sinekleri yok sayarak sütünü sağdığı ihtişamlı, göğe dek uzanan ağaç kökünde çok üşümeye başlamıştı. Bu yaşına kadar, bu ineğe ailesi tarafından kendine konmuş tek yasak: “Reina topraklarına adım atarsan meme uçlarına taş tıkarız Audhumla!” olduğu için yanlışlıkla da olsa buraya kadar gelmişken etrafı iyice gezmeden gitmeyecekti. İlgisini çeken ağacı incelemeye koyuldu önce. Bilerek ya da bilmeyerek, gözlerini hiç kırpmadan ağacın her noktasına özenle bakmaya başladı. Gövdesi, sıradan ağaçlar gibi kahverengi ya da tonlarından değil, griydi. Çok yaklaşınca ineği hapşırtmaya yetecek kadar tozlu, yok yok külle kaplıydı. Audhumla, ağacın gövdesine sarkık kulaklarından birini kaldırıp yaslandığında derin nefes alma sesleri geldiğini fark etti. Başını hafifçe gökyüzüne doğru kaldırıp bu sesin yapraklardan gelip gelmediğini kontrol edecekken bir şey daha gördü; gözlerini aşağı devirmiş süt dolu inek memesine, kıçı göğe dikilmiş bir ineğe bakan ve gövdesine yaslanmış inek kulağından rahatsız olduğu her halinden belli olan bir çifte ağaç gözü. Gözgöze geldiklerinde, ağaç, Audhumla’nın gözlerinen kaçtı. O zaman Audhumla anladı ki nefes alıp görebiliyor olmasını geç, bu ağaç düşünebiliyor da! Audhumla’nın aklında hemen o an dedesi Ottar’ın onu büyüttüğü masallar canlandı: “Audhumla, o ağaçlar öyle büyük ama öyle büyüktür ki seni de, sütünü de yutarlar. Gözlerini gözlerine asla değdirmezler. Değdirdikleri an bil ki kökleri tuzlanır. Hem de gözlerinden akan damlalarla. Kökleri tuzlanırsa yerden kopma tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. Üç yüz yirmi dokuz yücenin, devin ve cücenin yaratılması, bu ağaç için hiç iyi olmayacaktır. Ağaçtan kaçılmalı Audhumla, kaçılmalı ki sihirli diyarın, sihirli ağacına, dünyanın asıl sahipleri dadanamasın...” Bu masalı bir inek sesinden dinlediğiniz zaman, Audhumla’nın çocukluğunun nasıl travmatik olduğunu fark edeceksiniz. İşte, Audhumla, bu masalı hatırlamasıyla, sihirli Reine’de üç köklü kader ağacı Yggdrasil’le karşı karşıya olduğunu anladı. Görkemli dalları, yeşilin her tonuna sahip olan yaprakları ve göğe kadar uzanan gövdesiyle bulutların üzerinde mahsur kalan “dünyanın asıl sahiplerinin” tek devası kader ağacı Yggdrasil...
17
Audhumla, üç kökü olduğunu hatırlayınca, dedesinden dinlediği masalın devamını hatırlamaya çalıştı. “... ve Audhumla, korkarım ki oraya her kim giderse gitsin, asla doğru köklere basamayacaktır. Çünkü kimse Yggdrasil’in hangi kökünün neye sebep olduğuna daha önce tanık olmamıştır. Köklerden biri, kötülüğün meskeni olan cehenneme kadar uzanır. Buna basılmamalı Audhumla. Ve ikinci kök, devler ülkesine gider. Ve Audhumla, sonuncu kök ise insanların dünyasına gider. Ömrün, üçüyle de karşılaşmaya yetmemeli Audhumla... Özellikle üçüncüyle...” Dedesinin bu masalı yüzünden hayatı kararan inek, bundan sebep, sütünü sağıp, saklayıp insanı, devleri ve cehennemi görene dek yeryüzünde otlamayı hayal ediyordu. Başlangıçta boşluk gibi gelen bu topraklarda Audhumla, şimdi yeni bir dünyaya adım atmaya başladığını sezdi. Az evvel köklü kader ağacı Yggdrasil ile gözgöze geldiği için kalbi ağzında atıyordu. Hemen kulağını ağacın küllü gövdesinden ayırıp köklere doğru indirdi. Yggdrasil, tıpkı dede Ottar’ın masalındaki gibi biriyle gözgöze geldiği için gözlerinden tuz damlatmaya başlamıştı. Tam üç saniye bakıştıkları için üç damla gözyaşı damlatan ağacın altında duran Audhumla, masalın devamını hiç hatırlamadığı için toprak damlaları emmeden bir şeyler yapmak zorundaydı. “Ne yapmalı? Ne yapmalı? Ne? Ne? NE?” diye kendi etrafında debelenirken bir ayağı cehenneme giden birinci köke, diğer ayağı ise devler ülkesine giden ikinci köke bastı. Üç tuz damlasını, vücuduna göre epey büyük kalan diliyle tek seferde yaladığında, gözleri, ayaklarına takıldı. Nereye bastığını, damlaları yuttuktan sonra anladı. Suratı morardı çünkü beyninde salisede binlerce kez, art arda yankılanan tek şey Ottar’ın “Ömrün, üçüyle de karşılaşmaya yetmemeli Audhumla...” cümlesiydi. Audhumla, ayağını köklerden çekip tuzları tükürmeye başladığı an, etrafındaki her şey bir hortuma kapılarak havada dönmeye başladı. Yggdrasil,üç kökü ve Audhumla hariç Reine’nin toprakları üzerinde ne varsa havalandı ve gök ikiye ayrıldı. Yggdrasil’in tuzları, köklerine çok nüfuz etmeden yutulduğu için yerden kopmadan üç yüz yirmi dokuz yücenin, devin ve cücenin yapacaklarına maruz kalacaktı. İşe Thor başladı. Tuzların yalanmasıyla çekicin ve göğünTanrısı Thor, çekiciyle bulutların üstünden, gök mavisine tüm gücüyle vurdu. Gök yarıldı ve ilk olarak Reine’ye, Yggdrasil’in hemen dibine biri düştü. “Ben,” dedi, tabii o sıra Audhumla sekizinci kalp krizini geçiriyor, “Ben, gerçek toprağı ve denizi, rüzgarı ve sonsuz balıkları Moskenesøya’ya getirdim.” Audhumla, kendisinin bile duyamayacağı bir sesle “iyi halt ettin” dedi. Okyanus kıyısındaki üst üste taşlar, büyük bir gürültüyle kırılarak yerini sapsarı toprağa bıraktı. Deniz, içini çeke çeke kendini yutarak, yerini, rengini gökten alması imkansız olan sihirli bir maviliğe bırakırken gökten ikinci Tanrı indi. Audhumla’nın gözleri, Yggdrasil’e dikildi. Çünkü birden bire az önceki hortumla soluk yeşile dönen yaprakları canlanmış, gövdesindeki küller havalanmıştı. Gelen, yücelerin en zengin gönüllüsü, bereketlisi ve doğurganlık gücü elinde olanından başka biri değildi. Kısa kaldı. Ardından etraf birden devler ve cüceler ile dolarak Audhumla’nın sağılmak üzere olan tüm sütünü korkudan içine geri kaçırdı. Hala dedesi Ottar’ın masalının devamını hatırlamaya, ne yapacağına karar vermeye çalışıyordu. Sinirli hareketlerle artık gövdesinde kül kalmayan Yggdrasil’e tırmanma kararı alsa da aksi bir sesle “Buraya değil” diye tepindi üç köklü kader ağacı. “Kaderimin içine yaptın Audhumla!” dedi sonra. “Nah içine yaptım! Dedem Ottar burada olsaydı senin bu korkaklığına pamuk inek kalbi dayanmazdı!”
18
Ama ağaç zaten bu yükü kaldıramazdı. Audhumla, çömelerek olacakları beklemeye başladı sonunda. Ginnungagap uçurumu yönünden gelen gürültüye kulak verdi. 11 nehrin aynı anda aktığı Niffleheim’den büyük bir çığlık yükseldi. Ardından Thor’un çekici, göğü biraz daha açtı. Çünkü Niffleheim’den yükselen çığlık, ölümden başka birine ait değildi. Ölüm, Reine’ye doğdu. Audhumla’nın düştüğü hali gören teselli Tanrıça’sı, “Demişti demeyi pek sevmem ama Ottar demişti” demeye iniyordu. Audhumla, “hay senin teselline” demeye kalmadan tombul sessizlik Tanrıça’sı, dinmeyen ölüm çığlığını yutmak için Reine’ye indi. Kuru gürültüleri, gereksiz sesleri yuta yuta en tombul Tanrıça olmuştu. Audhumla’nın, Thor’un aşağı indireceği tek bir Tanrı ya da Tanrıça’yı görmeye gücü kalmamışken ihtiyat Tanrısı, Yggdrasil’e olanlar için Audhumla’yı sakinleştirmeye geldi. Audhumla, sanki derdi Yggdrasilmişcesine onun dediklerini kitlenmiş biçimde dinledi. Aslında tek derdi gidip Ottar’ın arka bacağına başını koyarak olanları unutmaktı. Yukarıda Thor’un kimleri aşağı indirdiğini ve aşağıda neler olduğunu gözlemledikten sonra, yücelerin hainleri tarafından herkesin babası Odin’e haber salındı. Thor’un kendi tayfasını izinsiz aşağı saldığını öğrenmek için kimsenin gammazlamasına ihtiyaç duymayan Odin, atının kuyruğunu çoktan düğümlemiş, doğru zamanı bekliyordu. Odin, tüm bu olanları 640 kapılı sarayı Valhalla’da, dokuz dünyayı aynı anda izediği tahtı Hlidskjalf’tan, ta Audhumla Reine topraklarına adım attığından beri izliyordu.Kunduzları, dünyada ne olup bittiğini her an ona haber vermekle çoktan görevlendirilmişti. Koltukaltlarındaki sihirli ter sularının damlamasıyla yaratılan devleri de peşine taktıktan sonra, Yggdrasil’in Mimir kuyusuna değen köklerine kadar inmeye ve aşağıda kim varsa toplayıp dünyayı gerçek sahiplerine, cücelere bırakmaya karar vemişti. Audhumla, hala Ottar’ın hikayesinin sonunu hatırlayamamıştı. Kendisini yok sayılmış gören Odin’in, terlerden yaratılmış birkaç dev ile aşağı inmesine huysuzlanmış olacak ki, aşağıyı olduğundan daha da karışık hale getirecek hamleyi yapmıştı. Audhumla, artık son çare, ağacın altında sağlam kalan birkaç metre toprağı kazıp aslında sütünü bırakmak için geldiği yere kendini gömmeye karar verdi. “Bari ölümüm kendi elimden olsun, buradan kurtulsam da Ottar beni kesecek, hortum bizim ordan zaten görülmüştür.” diyordu. Üç köklü kader agaçı Yggdrasil, artık kimle gözgöze geleceği konusunu toptan koyvermiş, sağda solda gezip duran yücelere, devlere ve cücelere bakıyordu. Thor elinde avucunda kim varsa, fırsat bu fırsat gökten aşağı indirmekteydi.Neyse, ne diyorduk? Yücelerin hainleri, devlerin Asgard’a saldırması içinThor’u hedef göstermiş ve Odin’in aşağı inmesini engellemek istemişti. Bu sırada az önceki hortum, üç köklü ağaç Yggdrasil’i içine almasa da dallarını Asgard’a değdirdi ve yeraltındaki tüm kökleri ve Mimir’in kuyusundaki suları iyice hareketlendirdi. Sular, insanların yazgılarını belirleyen, hayatlarını veren Nornlar’ın pınarını sulandırdığı için insan ırkı, Reine’de canlanmaya başladı. Yggdrasil’in kütüklerinden şekillenen insan, iki şekilde türedi. Askr (erkek) ve Embla (kadın)... Audhumla, hazır Reine’ye ölüm yeni gelmişken kendi mezarını kazmaya koyulmuştu ama Yggdrasil’in kütüklerinden şekillenip türeyen insan ırkını gördükten sonra bir türlü hatırlayamadığı dedesi Ottar’ın masalının sonunu hatırladı, tabii inek sesinden: “ Audhumla... Ne Thor, ne Loki, ne de aklına gelebilecek hiçbir Aesir veya Vanir Tanrıları onlar kadar sakıncalı değildir yeryüzünde... Tanrıların alacakaranlığı olan ragnarök, sadece Tanrıları yıkar. Biz ineklerin sonunu ise insan ırkı getirecek... Buna ne sebep ol, ne de şahit Audhumla, ömrün bunu görmeye yetmesin...”
Elihu 19
KORSAN
MAVİSİ
Tren yolunun oradaki alt geçitte bir korsan sidici vardı. İlk korsan filmlerimi oradan almıştım. Kendisi dürüst bir korsandı. “Abi bu film açılmıyo” ya da “Abi ikinci sidi bozuk çıktı” dedim miydi, eyvallah kardeşim, der, sidileri gözümün önünde kırardı. O gün dilediğim iki filmi evimin sinema salonuna bedavaya götürebilirdim.
Bazen sırf bu yüzden aldığım filmin bozuk çıkmasını umduğum olurdu. Gel gör ki bozuk sidiler nadiren denk gelirdi. Hatta zaman zaman aslında sidilerin gayet iyi çalışıyor olduğunu, fakat bizim dandik sidioynatıcısının onları oynatamadığını düşünürdüm. Korsan abi sanki bir yerlerden bu gerçeği seziyor, yine de benim ergen kalbimi kırmamak adına sidileri tek tek boşluğa gönderiyordu. Ama ben de az değildim. Korsan abinin övdüğü bi filmi, o aralar sevgilim olmasını umduğum kızla izlemeye karar vermiştim. Evde. Yalnız. Fakat film o kadar sessiz ve uzaklar o kadar dumanlıydı ki, olası kız arkadaşımın yanında guruldayan karnım bizi başlamadan bitirmişti. Öfkeyle sidici abiye gittim. Abi, dedim, bu sidiler yalan. Bizim kızla izleyecektik, valla rezil oldum ya. Kardeşim, dedi. Ben şimdi sana bi paket yapıcam, kızı mızı unutacaksın. Yaptı da. O dönem filmler çift sidili olurdu. Sadece bazı uzun filmler -mesela Matrix- üç sidiliydi. Bana Matrix 1 ve 2’yi verdi. Dedi ki: Bu filmleri izleme. Bahçene gömüp sula. Adama apartmanda yaşadığımızı, bahçemizin falan olmadığını bir türlü anlatamadım. Ama öyle ikna edici konuştu ki, binanın önündeki otoparkın toprak kısmına sidileri gömüp bir güzel sulamaktan geri kalamadım. Gömmeden önce filmleri izlemeyi denemedim değil. Altı sidinin yalnızca ilk ikisi çalıştı. Onlar da az çalıştı. Geri verip on iki sidi almak ile gömmek arasında tökezledim fakat ikincisi daha cazip geldi. Sonuçta otoparka her gün sidi ekmiyoruz. Toprak sidileri yuttuktan sonra dile gelir sanmıştım, olmadı. Eve dönüp teleteksten maç sonuçlarına baktım, annemin telefonundan yılan oynadım. Sonra da yattım. Dolunay odama dolarken sonunda uyuyabilmiştim. Kısa sürdü. Pencerem içeri doğru patlayarak aralandı ve bir fasulye sırığı kollarıyla evime yığıldı. Yaprakları mavi ve kırmızı haplar açmıştı. Dışarı baktığımda sırığın göğe doğru uzandığını gördüm. Tırmanmaya müsaitti. Evin içinde kısa bir hareketlilik oldu, koridorun ışığı asabi bir şekilde yakıldı. 21
Kendimi fasulye sırığına tırmanırken buldum. Sırığın en tepesine varmam iki dakikamı aldı. Şimdi bulutların arasındayım. Dolunay var. Siyah deri ceketli ve güneş gözlüklü adamlar var. Az ileride korsan abi. Tezgâhı önünde bana el sallıyor. Ceketli adamlar beni alıp ona götürdü. Hayır, götürmeseler de ben zaten giderdim yani abiyle onca zamanlık bi samimiyetimiz var. Abi ne iş ya, karıştırmışsın yine ortalığı, dedim. Güldü sadece. Sanki tüm filmleri asıllarından çok daha iyiymiş ve ben bunu hiç anlamamışım gibi güldü. O gülerken gökyüzünden ince şeritler halinde bir ve sıfırlar yağmaya başladı. Sayılar tezgâhın hemen yanında ağır ağır cisimleşti. Sevgilim olmasını dilediğim kız şimdi korsan tezgâhının önünde film seçiyordu. Bir tanesini çekip bana döndü. Sanki varlığımı o sidi ile fark etmişti. Bunu, dedi. İzleyelim mi birlikte? Filmin adını okuyamadım. Korsan abi, tezgâhını bırakıp bana doğru yürüdü. Kırmızı mı, mavi mi? Abi allah aşkına, sidilerine yalan dedim diye mi böyle yapıyorsun ya, dedim. Hapları gösterdi. Kırmızıyı seçtim. Filmin adı okunur olmuştu: “Matrix 3”
Ama o daha vizyona girmemişti ki?
Hızlısın abi.
Sevdiğime baktım. 1 ve 0’ların arasından bana gülümsedi.
Onur Selamet
22
illĂźstrasyon
Ceren Bulbun
MedusaDan Ayaklarım büyük değil inandıramıyorum, İnandıramıyorum. Ne kocaman düşler kurar içimdeki peri, ne umutlu petrol yatakları, Bütün arabaları satın alır , özellikle de büyük arabaları Medusa’nın her yılan teli için, İçimdeki perinin özel büyüsü, zehirden kötüdür yeryüzü laneti Ve içimdeki peri, bu laneti kırmak için ne çok çabalar Her Çarşamba bir kez toplantı yapılır, ben ve diğer benlerle, insanlar beni oylayıp yine alçak olduğuma karar verirler. Ben, dikenli yapraklarda, pamuk yapraklara düşmüş bir tırtılı ezme cürretinde dahi bulunamam, icabında 30 enlemlerinde bir çöl tilkisi benden yüce. Üflesem orası burası incinecek biliyorum, insanların plastik yanlarında asit nefesim cam kıracak, can yakacak, durmadan susacak,düşürecek onları, binalarına zarar verip çocuklarını kaçıracak, Üff, demek nefes vermekle eş! Sadece alıyorum havayı ve karbondioksit midemin tahta kutucuklarında. Onlar kilisemin kapısını kırıp beni öldürmeye gelen şovalyelere evrildiğinde, beni boğacak bir zehire dönüşecek Medusa’nın saçlarına Yılan büyüttüm size, yılan. Bakma sevgilim bana Taş kesileceksin, Yansımanda dahi güzelliğin var, dokunamayacağın bir lanetliyi sevmek neden? Onlar içinde papatyalar ve orkideler varken, bir savan sarısını istemek neden? Kendini alçak sayma! Fiyonk takılı kapılar, şeker kamışlı yerlere açılacak gibi bakmıyorlar mı? Oysa her gün isleşen bir döngüye açılıyorlar; okullara, evlere, işlere, zindanlara, parklara, halılara, bürolara ve bu döngüde asla öldüremeyeceğimiz bir ejderha uyukluyor. Göl kenarındaki dünya, düşü geride , Buz kesiği, ellerden sıcak Konuşmayan dudağımı somutlaştırıp, edebiyattan atıp, iple dikesim var Dişlerimde üç cin cüce yetiştirdim, söylemem! Alırsınız. Uyanılacak bir sabah dahi kalmasın artık, şarap dökülü, rakı kokulu gecede şarkılarla kalmak istemi! İstemi! Bilmiyorum omuzlarım hangi zamanda kırıldı, Bilmiyorum işitilmeyecek olan sözleri nereden edindim, Ve bilmiyorum annem benden neden bu kadar nefret ediyor. Oysa ben, her gün aslanın yelelerini temizliyorum. Hangi din senin benden uzak olmanı söyleyen? N’olur... İnanmayalım. 26
Pembe tutuklu bir filmde, repliklerim bitiyor benim Ne yapacağım, diyorum, gitmemi söylüyorlar. Gitmem gerektiğini biliyorum, ben bu susmakla ne yapacağım ? Doğanın muhteşem gücü beni kendime getiren Tek inancım doğaya, büyülere, şifalara... Buraya kadar hiçbir somutluk iyi gelmedi kimseye Tek gözümle , bu dünyaya bakakalıyorum , İkisini açsam, dayanamayacak, kaskatı bir surata sahip olacağım Perşembe’ye top koşturacaklar , Perşembe’yi korumaya gideceğim, gelsene sen de Hiçbir günün incinmesini istemiyorum, hepsine şuruplar içiriyorum portakallı Bar taburesinin altında, şovalyemi unutuyorum, Kara orman benzeri dünyaya, dört duvarlarla çıkmak gerekecek şimdi Ev yanacak Ev ısınacak. Kendine kendine olacak her şeyin iyiliği, bencil bir düşes gibi Buharlaşan suyu kıskandığım günler oldu Sonra ben, o suyun yeniden aynı döngüye tabi tutulduğunu öğrendim En çok ona üzüldüm, en çok ona... Suyu biz nasıl kurtaracağız Biz, bir şeyi bizden nasıl kurtaracağız , Bu kez biliyorum; Şifalı bitkiler, Bana kapılarını kapattı. Çirkin, tekir saçlarım, çöplükte, fanusta bir balık arıyor.
Berkay içen
27
gangari, ganglari, gangleri bir kurt kaptı güneşi, gurup bitti tan gitti unutuldu aydınlık zamanları şehrin, sis yağdı iyi tanrılar ve kötü tanrılar çarpıştı gök toprağa devrildi, yer yarıldı ben yerin içine girdim, kayboldum gangari, ganglari, gangleri yola düştüm, irili ufaklıydı taşları yüzüme çarptı, at izi it izine karıştı odin sislerin arasında atı ve mızrağı toprağa sapladı ve çıktı topraktan ağaç doğa kutsaldır benim tarihimde fi tarihi de olsa filler yok edilmez dişi için dişi bozuk çivisi çıkmış oysa şimdinin gangari, ganglari, gangleri tüm zamanları gezdim de geldim boynuzlu insanlar gördüm loki gibi bir kurt kaptı güneşi, gurup bitti tan gitti
Erhan Mındız
Oğ ulcan Salih Akboyun
M el o d i E d r e m i t
Memleketİmden İnsan Safsataları Boyna fular takınca entel olunur Kafaya bir kızı takınca şair Elinde kumandayla öylece koltuğa uzanıp Televizyon zaplamak için de baba olmak gerekir ve Babaların bir huyudur, daha yemeğin Tadına bakmadan sofraya tuzluk isterler Bu coğrafyada Alman çikolatası giren evlerden Gurbet hasreti çekmiş olanlar çıkar Öyle ki kime hasretten söz etmeye kalksan Yüreğinden Almanya’ya işçi götüren bir tren kalkar Ve hangi ihtiyarla konuşursan konuş, konu devlet olur Çorum’daki leblebiden çok devlet mağduru var Bu memlekette Marksist fırıncılar yeşil parkalı poğaçalar üretmektedirler ve Sunmaktadırlar tam tersi istikametlilerin midelerine, Ucuz ideolojiler pahalı kitaplarla sunulur Ve çok konuşmak eyleme dökmekten kıymetlidir Ve cehalet, atom bombasından hallicedir Ve intikam da baş başa yenmeyen bir yemektir Bu coğrafyada Ne zaman biri zengin olmak istese Bir fabrika inşasına başlanır Ne zaman bir iş adamı denize yakın bir yer beğense Bir orman yangını daha
Necip Fazıl Say
30
ithaf
zamanım zİyan oldu üç kerpeten sipariş ettim, dayıoğlum avazyan avazınca bağırır kerpetenler nerede ama öyle böyle olmaz iş, kahpe ve bok çukurundan hallice bir yer, değil dersaadet, mefhum, yüce, anlamsız şiirlerden hallice, tekrar, tekrar ve tekrar tekrar lizbon’da bir kayıkla üç tur attın, estadio del bilmem ne, beş yüz dolar bir maç sansar cemaati, nur dağıtmaz hayvan yemi, sansar cemaati, cemaat-i sansar, nuri’nin kızları, nurcu değil kurcu hepsi, parkta sabahlarlar, ters yakarlar sigaralarını, bir ece ayhan dizesine konuk olmazlar, ajanslarda boktan ajanslarda boktan ajanslardan boktan iş teklifleriyle ayrılırlar ajanslarda haspam ajanslarda haspam ajanslarda haspam dışarılarda kasvet, lağım ve leğen, iki sesli bir ünlü harf komplimanlarıyla ünlüdür nehir, mütemadiyen sürer gider mütemadiyen durmaz akar mütemadiyen bir ermeni kadın ismi nedir?
Yalım Aydın
32
Fırtına Öfkesİ Sinirlerimi zorlayan yaklaşık bir buçuk saatlik bekleyişin ardından hali hazırda açık olan iş pozisyonu için yaptığım başvuru sonrası mülakat sırası bana gelmişti. Bakışlarını devirerek adımı seslenen sekreterin çağrısı ile mülakat salonuna nihayet girebilmiştim. Devasa odaya girdiğimde karşımda sessiz ve huzursuz bir şekilde oturan 22 kişilik genel kurul yöneticilerinin fısıldaşmaları dışında duyabildiğim tek şey, odanın camdan duvarları dışındaki kar fırtınasının gergin ıslık sesiydi. Jilet gibi giyinmişlerdi, güç tartışmasız olarak buradaydı ama nedense yüz ifadeleri için aynı şeyi söyleyemezdim… Yay şeklinde tasarlanmış toplantı masasının tam ortasında oturan adam bana doğru işaret etmişti “Yaklaş, yüzünü seçemiyorum.” Bana seslenen yaşlı adamın duruşundan, masada aldığı mevkiden onun şirketin yöneticisi olduğunu anlamam zor olmamıştı. Altın sarısı zeminde attığım adımlardan çıkan sürtünme sesleri diğer yöneticilerin midesini bulandırmışçasına bir yüz ifadesi almalarını sağlamıştı. Yanılıyor olabilirdim. Heyecanım ve özgüvensizliğim bunları bana düşündürüyor da olabilirdi. Nihayet masaya yaklaşmıştım. “Özrümü mazur gör delikanlı”, ellerini masanın üzerinde kavuşturdu, “Tek göz ile bu kadar görebiliyorum…” Gülümsedi. “…ayrıca senin gibileri görmek her zaman ilgimi çekmiştir.” Masadaki tüm yöneticiler şeytani bir kahkahayla güldüler. Eğlendiklerini anlamamak için ahmak olmak lazımdı. Küçümseyişlerini görmemek için de… “Sorun değil… Sizin gibi yüksek mevkide bulunan kişilerin gülüp gülemediklerini hep merak etmişimdir.” Cevabım karşısında başta tek gözlü olmak üzere hepsinin kahkahası yarım kalmıştı. Şimdi ise suratlarındaki öfke açıkça okunabiliyordu. Ölümcül bir hata yapmıştım ve daha başlamadan bitecek bir mülakatın pişmanlığını saniyeler içerisinde yaşayacaktım. Ancak hiç de öyle olmamıştı… Küfürler ve bağırışlar arasında dışarıda kopan fırtınadan bile daha şiddetli bir öfke seli içerisinde yaka paça dışarıya atılmıştım. Yüksek mevkiye verdiğim karşılık, kendi aralarında benim gibi aşağı varlıkların şirkete adım atıp atamaması konusunda tartışma yaratmış, yöneticiler birbirlerini suçlamış ve hatta bu işi kavga boyutuna kadar vardırmışlardı. Temiz bir uyku çekmiştim. Ertesi gün açık olan TV ise bir son dakika haberi veriyordu… “…durum oldukça kötü görünüyor. Evet, bir kez daha tekrar edelim: Aralarında üst düzey yöneticilerin de bulunduğu Æsir Holding binası çöktü. Korkunç kazanın üzerinden 22 saat geçmesine rağmen görevliler kazadan kimsenin kurtarılamadığını ifade ediyor.”
TV’yi kapatmıştım, hem Çarşambaları tv izlemek pek adetim de değildi…
N o ctu r n al 33
M el o d i E d r e m i t
Varlığı Nefes Kesen Yokluklar Akşamlar vardı, sabaha ulaşıp ulaşmamak kararsızlığıyla rengi solup eskimiş siyahlıkta. Kimsenin birbirine çarpmadan yürümeyi becerebildiği ışıksız aydınlıklar vardı. Bir melankoliğin ağlayarak vazgeçtiği intiharlarda saklıyken çaresizlik, mutluluğu anlatan şarkıları mırıldananlar vardı. Sonra hatırlayamadığı için nakaratını eksik bırakanlar... Mürekkebi tükendiğinde kalemin, konuşmak için can atan cümleler vardı bir yerlerde. Sonra tekrar hatırlanamadıklarından sustu hepsi birer birer. Sarı sonbaharlar vardı yaşlı yapraklarıyla ve bir de pembe ve genç ilkbaharlar. Büyümek için can atan ellerimin şikayeti vardı erişememekten göklere ve uçsuz bucaksız denizlere. Naftalin kokan tozlu ahşaplarda kaldı nostalji. Yâd edileni vâd eden eskicilerin sesleri yankılandı sokaklarda. İstemeyenden alıp özleyene satan eskicinin evindeydi en güzel gramafon ve sararmış defterlerindeydi hala nefes alabilen şiirler. Sıktığı avuçlarından uçuracaktı bir gün hürriyeti, mevsim tecelli etmeden susuz Haziran’lara...
N i d a S e d a Kü ç ü ks a h i n ‘
çizim
S e n a Ul u s u
Şarapçı Odİn
Kuzey ışıklarının altında Tanrısal bir edayla uzanıyordu Odin. Eski serseriliğinden ve gücünden eser kalmamıştı. Zira İskandinav coğrafyasında ateizme yönelik eğilimler, diğer ülkelere göre oldukça fazlaydı. “Hain Norveçliler!” diye haykırdı gökyüzüne, Kuzey ışıkları dalgalandı, “Size güç ve kudret verdim!” Verdiği bir şey yoktu halbuki, bunu kendisi de biliyordu. Kendisi ileri düzeyde bir sanatçılığın ürünüydü, dünyanın en mutlu insanlarının yaşadığı İskandinav coğrafyasında var olmuştu. Şimdi başka sanat dallarında, bilimsel çabalarda kaybolmuş olan insanların unuttuğu bir figürdü. ‘Odin mi? Evet, evet… Şu eski masallardan biliyorum.’ diyerek geçiştirilen sakallı amca. İnanışa göre Alfa Tanrı’ydı o, Batı’nın Zeus’u neyse, kendisi de oydu. İnancın azaldığı ve yok olduğu kalplerde Odin, sadece mitolojik bir figürdü. “Adiler!” diye bağırdı ve şarap şişesini fırlattı, cam parçalarının dağıldığını duydu, ağzını sildi. “Beni yok edemeyeceksiniz!” Kimsenin Odin’i yok ettiği yoktu halbuki. Yine de güç, Tanrıların olmazsa olmazıdır. Kendi çevresinde dönen popülasyonlar olmadığı sürece, Odin, sarhoş bir bunaktır. Batı’daki kadim dostu kudretli Zeus’u düşündü. Geçen gün onu ödemeli aramak istemiş ancak çağrısına yanıt alamamıştı. Yunanistan’daki ekonomik kriz sonucunda “inanç” sistemi bir köşeye fırlatılmıştı. E haliyle Zeus’un yurtdışını arama lüksü yoktu. Bir taşa yaslanmış, kafasını gökyüzüne kaldırmış, tarihin bütün çağlarında güzelliğini koruyan Kuzey ışıklarına bakmaya devam etti. Tanrı, doğa kadar baki kalamamanın acısını çekiyordu. Bu sırada küçük bir silüet, bir karaltı önünde durdu. “Thor? Sen misin evladım?” diye sordu Odin; yarı sarhoş, yarı baygın. Açık avcunda metalik bir cisim hissetti. Çekiç kadar ağır değildi, hatta hiç ağır değildi. Kafasını indirip elindeki cisme baktı; iki Norveç Kronu tutuyordu elinde. Çocuk yürüyerek ayrıldı yanından, ileride duran annesinin elini tutmaya gitti. “BU NASIL BİR SAYGISIZLIK, EY ACİZ İNSANLAR!” diye bağırdı çocuğun arkasından, kadın şaşkınlıkla Odin’e baktı. “Benim paraya ihtiyacım yok, anlıyor musunuz! Kıyametiniz yakındır!” diye bitirdi konuşmasını. Kadın, çocuğunun elinden tutarak hızlıca yürüdü ve gözden kayboldu. Odin çıldırmak üzereydi, belki de çıldırmıştı. Hatta, bir deli olarak var olmuş, bir deliliğin sonucu olarak şu zamana kadar varlığını sürdürebilmişti. Öfkeyle kalktı yerinden, iki Kronu cebine attı ve en yakındaki bara yöneldi.
Contraceptive
36
Doa Gorbehaye
nezaket, hürmet, sahtekar, korkak. hiçlik ve piçlik ve altına giyilmiş çelikten içlik. bilmediğimiz işler, sıkılmadığımız dişler, yılmadığımız klişeler. iş, fiş, fetiş. devrimin evrimi, evrimin devrimi, ölü tanrıların devinimi. isterik, nevrotik, panik, manik, kritik bir erotik. etçil portatif, hiperaktif prezervatif. otobüsteki adam, asansördeki madam. duraktaki acemi kevaşe, kaldırımlardaki telaşe. önsöz, sonsöz, dansöz.
Kaynayan Kazan
sınıfsız hiyerarşi, demokratik monarşi, evrensel oligarşi. tuğlasız duvarlar, kolsuz kapılar, kapı duvar suratlar. sıfır model antikalar, sekiz şeritli patikalar. yüzük, tüzük, büzük. tuzlu su sazanları, mezarlık abazanları. bir içim biçim, genel bir seçim. geçiş dönemi düzüşmeleri, bitiş dönemi gülüşleri. hayasız, faydasız ve aynasız. fütursuz, huzursuz ve lüzumsuz. iç ses, dış ses, pes artık yahu pes. nar ekşisi, tavşan dışkısı. seyrek cam telleri, paramparça saç kırıkları. kişilik, dişilik, psişik. direniş, diriliş, yükseliş, şahidi de tek bir fotofiniş. keklik, ekinlik, erkeklik. duyumsamadan umursamak, umursamadan duyumsamak. kırbaç, vur kaç, saklambaç. sürünmek, sürdürmek, süründürmek. su değil kaynayan, kan değil kaynayan, kay-na-yan içi boş bir kazan. bitti, bittim, bitirdim.
memesiz inekler, pipisiz binekler, alkolik kediler, mücahit develer. gemici güğümü sütçü düğümü. edilgen, ettirgen, oldurgan bir kemirgen. pasif agresif, agresif pasif, pasif aktif, aktif pasif, topyekûn kasvetli resif. proletarya, tragedya, komedya. sünnetsiz padişahlar, zürafadaki karargahlar. cühela feriştahlar, frak giymiş magandalar. empati, telepati, antipatik bir sempati.
Yalçın Sentürk , 38
Kozmoz Polİtİk Zİon Neredeysen sadece orada oluşunda Sızıyorum, sana tohum at Kış kışlama hoş hoşla şeklini diye Seni kendinin kal kanlığı olarak yarattım Gölge yuvarların içinde hiç dem yabancı arama bulamazsın Senin şeklin sana doğru ki istismara gelen senden sıyrıla ıskalaya Ve sendeki yol benine uğraya içi Dışın uydurma ihtiyaçsız an saracı koşa sen Senin ancak gözlerinin yokluğundan geçilebilir Varlığın toplam gözü uyarabilir sevge sustalısı Kütlesizlik üzre bir parçamın ıslanarak bilinebilir sırcânısın Bu taşınakta yaşama teğet geçmeyen her ölü Aşka adanarak adsızladı adan A’dan başlayan en seksi şey akıl etmektir Rahim ve rahmanı hiç ayrılmamış olarak Önce iki çift eldiven vardı İki elin örüp bir elin aldığı İki elin ördüğü iki çift eldiveni alan el iki çift eldiveni iki çift ele ulaştırdı Ve iki çift el iki çift eldiven ellerinde tutuştular Sonra Elleri eldivensiz olan bir çift elle karşılaştılar tutuşan iki çift eldivenli iki çift el birer ellerindeki eldiven Eldivensiz olan bir çift ele verdi Ve bir elleri eldivenli bir elleri eldivensizler tutuşurken Eldivensiz bir çift el çift eldivenli bir çift el oluverdi Saat üçü on gece bir apartmanın 3.katında elektrik nasıl kesilmez Diyeceğim o ki hayvan gibi şeapıyorsunuz Bir müslüman da müslüman uyuma dedikten sonrasını unutmuş Ben de öyle unuttum adımın Odin olduğunu Sevişmek güzeldir nefesle Islık sarmak Tütün söylemek Yağmur yürümek ve o havaya konmaya çalışan Kuş tüyü mü diyerek koşmaya başlıyorum Kaynağı Türkiye olan bir iyimserlik olarak dünyanın çekirdeğiyle konuştum Kaçın Kulhuvallahu dedi Dedim kaçamak biziz Nereye Elhamdülillah
Can Küçükoglu
39
Serhan Yüzer
Kendimizi tanımamız gerektiği için, mitlerle oyalanmayı bir yana bırakmak gerektiğini düşünmüyoruz, tam aksine; mitoloji, dünyaya ve yeryüzündeki çevreye ilişkin, kesinlikle yararlı bir düşünce olduğu kadar, kendimizle olan ilişkilerimizin en önemli veçhelerinden biridir.
Adonİs
YVES BONNEFOY
Mitoloji, mithos, yani; ‘’söylenen ya da duyulan söz’’ ve logos, yani ‘’konuşma’’ kelimelerinin birleşiminden oluşmuş olup Eski Yunan’da ‘’geçmişte söylenenlerin tekrar edilmesi’’ gibi bir anlam barındırmaktayken zamanla Doğu dillerinde efsane, Batı dillerinde is mit anlamını kazanmıştır.Tekrar tanımlayacak olursak; mitoloji, mitleri konu alan, doğuşlarını araştıran, anlamlarını inceleyen yorumlayan bilim dalıdır. Günümüzde bilimin kabullenmediği bu terimin, daha derine indiği zaman insan hayatının günümüze kadar olan kısmında hala etkisinin olduğu yalanlanmayacak bir gerçektir. Duygularımızın, evcilleşmemizin, hareketlerimizin ve günlük yaşantımızın içindedir mitler. Birçok şiirin, bestenin, tablonun doğuşuna öncülük etmiştir. Sayılamayacak derecede kavramı barındıran mitoloji, bakışmalarımızın sebebidir de aynı zamanda. Kuşlar, ağaçlar, aşklar, tutsaklık, bayramlar... Evet sayılamayacak derecede çok değil mi? Ne kadar da günlük şeyler oysa ve ne kadar da içsel... Hepsini inceleme fırsatımız şimdilik yok elbette, bir kâğıda birçok kavramı yazıp parçalara ayırdıktan sonra kavanozun içine koyup rastgele birini seçmek gibi. Ben de rast gele bir kağıt parçası çektim ve ADONİS’i inceleme fırsatı buldum. Öfkeli bir yabandomuzunun Aphrodite’den (Afrodit) ayırdığı yakışıklı sevgili ya da yeniden doğmadan önce dünyanın nimetleri ortasında ölmüş delikanlı Tanrı: Adonis. Afrodit’in Mersin Ağacı’na dönüştürülmesi sonucunda, ağacın gövdesinde oluşan Tanrı. İki tanrıçanın arasında kalmış bir mevsim. Yeraltına girdiğinde kışın başlamasına, yeryüzüne çıktığında yazın başlamasına sebeptir.Bu böyle gitmez elbet, bir yabandomuzuna kurban gider Adonis, buna üzülen Afrodit çirkinleşir ve yalvarır Zeus’a Adonis’i geri getirmesi için. Olimpos Dağı’nın zirvesinde yeniden can verilmiştir. Tekrar can bulur, öyle ki; hava ısınır, güneş etrafı kaplar, çiçekler açar, yani güzel bir baharın gelmesine sebeptir. Yani umudun temsilidir Adonis. Bu sebeptendir; Atinalıların, güneşin en kızıl olduğu günlerde Adonis Bayramları’nı kutlamaları. Bir aşkı mı temsil eder Adonis, yoksa baharı mı? Bahar mıdır bir aşka eşlik eden, dünyanın güzelleşmesine sebep olan? Afrodit bu kadar istemeseydi Adonis’i, gelmeyecek miydi bahar? Evet, soru soruyu doğuruyor, aslında yanıtı olan bir sürü soru... İnanılmaz kelimler ve şeylerin yaşandığı bir dünya bir düzene aşk bırakıyor dünyaya. Bize de okumak düşüyor. Kim bilir belki bir gün yaşarız?
Alev Özkiraz 41
Kendİnİ Isıran Vampİrler Vampirin kendi kanını emmesi Yağmur damlalarının şemsiye açması Kuşun çareyi denizde araması Balığın yüzgecini kanat sanması Güneşin ısıtmaması, yakması Çileğin kışın evimize girmesi Gözlerin dahi yalan söylemesi artık Çocukların, eve ekmek getirmesi Oyunu değil, savaşı bilmesi… Bağırması, korkudan, anne diye Kanların içine mıhlanmış annesine Ve ağlaması feryat figan Ve sonra, sesinin kesilmesi. Dünyanın tersine dönmesi Midesinin bulanıp da kusamaması kendini Her taşın altında bir acı Her taşın altında bin insan Bini de birbirine anne, baba Dost, abi, bacı
O sman Alp Denizler
42
E DA
“ben buraya aslında kal diyen her yerden çıkıp geldim” S.Kömürcü
Put Önceden sessiz bir müşterekti dünya Ve herkes puta bakardı Her yoldan çıkıldığında Daha suçlu, en baştan çıkarıcı Her yoldan bir yere varıldığında Masumca kabahatler işleyerek İçinde yılgın arzusu basit, küçük bir günahın Kehanetine adım adım yaklaştığını Bilemezdin Çünkü puta bakardın İnsana ve onun ne olduğuna, Başkasının hikayesinde ne aradığında Ve umulmadık bulduğunda Bir yerde rastlaşır gibi birinde Kendini yabancılaman, Kıyımlardır geçmeyen öfken Zamanına bilenen hırçın bir çocuksun! Ağzına zorla soktukları bir emziğe Kendini zapt etmek için ihtiyacın var Namlulara çiçekler tıkıldığında Kesik kesik soluyan bir hayvanın Aynı anda İnip çıkan göğsünde uyunduğunda Yani o izdiham O gürültünün ortasında Biri daha yalnız olduğunu unuttuğunda Önceden sessiz bir müşterek olan dünyada Puta bakıyorsun bu yüzden Hala
Zapkinus
44
Sanat
Güneşi
Sanat, genel anlamda, herkesin kendi çerçevesinde değerlendiği bir konu. Burada aslında sanatın kendisi ile değil, onun, zamanın kendi döngüsü içinde yarattığı olgusu ile ilgileneceğim. Şöyle ki; tarihsel bir alanda konuşlanan insan varlığını, bir sanat ile birlikte zaman içinde oluşturduğu izi, kendi tabirimle, sanatın gölgesi içerisinde araştıracağım. Zaman olgusu, kendi başına sadece bir sosyal varlık olan insana dair göreceli bir olgudur. Dünyada var olan varlıkların, insan haricinde, zamana dair bir problemi yoktur. İnsanlığın zaman ile olan ilişkisi, aynı zamanda onun sosyal bir tabakalaşma içerisinde kendini ifade etmeye çalıştığı soyut bir kavramdır fakat bir o kadar da gerçekçi bir kavramdır. İşte zamanın bu farklı yönü –soyut ve gerçekçi tarafı- her zaman önemli bir nokta olmuştur. Öyle ki, her insan, varlığını, kendini, zamanın şimdiki halinde bulur. Zamanın gerisine veya ilerisine gidebilmek için akıl almaz bir çabanın içinde bulur kendini. Şimdiki nesnel koşullarda bununan birey özelinde -fiziksel olarak- imkansız olduğu aşikardır. Fakat zamanın geçmiş haline gidebilmenin periyodik koşulları vardır. Yani bir birey olarak zamanın gerisine gidemeyiz. Fakat koşulları olgunlaştırdığımızda zamanın gerisine kendimize yarattığımız bir zaman makinesi ile gidebilmenin yolları vardır. İnsanlık için zamanın gerisinin adı da tarihdir. Fakat sosyal bir varlık olan insanlık, zamanın gerisini “ezen-ezilen ilişkisi” çevresinde, resmi olarak yeniden yorumlar ve bunu bize belirli araçlar ile –eğitim gibi- dayatır. Böylesi yanlı bir tarih anlayışı içerisinde zaman billürlaşır ve tarih, gerçekliğin dışına çıkar. İşte bizim bu belirsizliği ortadan kaldırabilmemiz için kendimize yeni bir zaman makinesi yaratmamız gerekmektedir. İşte bu noktada sanat, bizim tarihin periyodik koşullarını anlamamıza yardımcı olacak bir zaman makinesini doğallığında, tarihin içerisinde kendiliğinden yaratılır. Yani sanat, aynı zamanda toplumsal koşulların –dönemin- bir resmini çizer. Böylesi bir çizelge içerisinde şimdiki zamanda, geçmiş olarak, bütünden parçaya doğru kendimizi zamanın gerisinde koşullandırabilmenin yolunu buluruz. Bu, tabii ki fiziki bir zaman yolculuğu olmayacaktır; sadece soyut olarak kendimize zamanın içerisinde yer edinebilmenin yollarını açacaktır. Ki zaten geçmişe yolcuğu soyut olarak başarabildiğimizde geleceği de soyut olarak görmek, imkansızlık özelliğini kaybedecektir. Peki, sanatın gölgesi ne oluyor? Aslında bu sorunun cevabı aynı zamanda yazının ana bakış açısının da anlamını oluşturuyor. Öyle ki, geçmiş zaman, anın kendisi olan şimdiki zamana iz bırakabilmişse değer kazanıyor. Bu kısas, yalnızca tarihsel bir periyot için değil, aynı zamanda bireysel olarak yaşadığımız zamanın bütünün anlamını ifade eden bir değeri oluşturuyor. Bunun bireysel örneklemesi, bizi psikolojik bir çözümleyeme doğru götürür. Bu sebeple bu noktayı okuyucunun zihnine bırakarak zaman makinemize geri dönelim.
45
Geçmişinin kendisi, yaşananların toplamı gibi görünse de, aslında toplamın kendisi geçmişe iz bırakabilendir. İşte bu tarif, bizi sanat’ın dışına çıkarak onun gölgesi ile yani periyodik zamanda yaşanan toplumsal tabakalaşmanın izlerini yansıtabilen ve dönemim sosyal koşullarına cevap verebilenler yöneltir. Bu da bizim zaman makinemizin ana motor gücünü oluşturur. Öyle ki kendi toplumuzun yakın tarihide –ki resmi tarih öğretisinde hiçbir şey bulamayız, sıkıcı bilgiler haricinde- nasıl bir toplumsal anlayışın, tabakalaşmanın hakim olduğunu ve şu andaki fikri bulunduğumuz koşula göre dönemin neresinde bulunacağımızın izlerini verir-göreceli olarak-. Misal ki kendimiz tarihin 1950’lerine attığımızda Yeşilçam’ın klasiklerin içinde kendimizi dönemim egemen ve ezilen ilişkilerin içerisinde buluruz. Öyle ki vizyona giren sinemalar içerinde toplumun gerçekliğini oluşturun köylülerinden uzak daha çok batının etkinsin yarattığı bir yaşam forumun, Türkçenin uzağında bir resmi bir sinema anlayışını görürüz. Tabi ki dönemin Ayhan Işık’ları belirgin bir özellik kazanır. Fakat Ayhan Işık’lar sadece egemen olanın resmini çizer bize. Peki tarihselliğin aslın özenlerini yani dönemim yaşayanlarının sorunlarını gerçekliğini ortaya çıkartacak gerçekliği nerede bulacağız. İşte bu nokta da sanatın hakim olan egemen tarafına değil toplumsal gerçekleri oraya koyan ve egemen olan karşına duran sanatın gölgesine bakmak lazım. Eğer ki 1950-1980’lere kadar bir döneme gideceksek toplumsal sorunlara cesurca açığa vurabilen sanata, sanatçılara ve onun karşısında egemenin dilinin kuruna sanata ve sanatçılara bakmak lazım. Bu bizi zaman yolcuğu içerisinde ki konumuzu belirleyecektir. Yani bir tarafta Ayhan Işık’ların dünyası bir tarafta Yılmaz Güney’in dünyasına bakmak lazım. Ve Şimdi zaman da ki yaratığı etkiye bakmak lazım. Bu açının kendisi tarihsel bir periyodun koşulların ip uçlarını verirken aynı zamanda kendimizi şimdiki zamanda ve geçmiş zamandaki konumuzu belirler. Tabi ki bu kısas sinema alanına ait değildir. Şiiri Müzik ve diğer alanlarda kendini gösterinin. Bugün gerçek anlamda ölümsüzleri geçimin tarihsel koşullarına kendi tarafını seçenler arasında çıkmadır. Resmi tarih ne kadar resmileştirilmek isten de gerçek daima gerçektedir. Bu sadece yakın tarih için geçerli değildir. Renesansı anlamak için Shakespeare’den Goethe’den geçmeden anlayamayız. Tabi ki bu konuları açmak tartışmak yazıya dökmek sayfalarca yol isteyen bir uğraştır. Fakat bu yazının amacı sayfalarca yazı yazmak değil bir yol açabilmektedir. Ve son olarak zamanın yolcuğunda tarihsel bir söz ile yolculuğumuza son verelim. “Kişiler Tarih Yaratmaz, Tarih kişileri Yaratır”..
Zeki Savas 46