CosmicZion Zine '7 Hades

Page 1

1


Hades, üç başlı köpeği Kerberos’u gezdirmeye çıkarmışken CZZ’ye uğradı. Epey kaldı. 2018’in sonbahar sayısı olmak üzere davet ettiğim Hades, yine canı ne isterse onu yaptı. 2019’un meçhul bir ayında çıkacağından emindim. 2020 oldu.

CosmicZion Zine

CosmicZion Zine Sayı: 7/Kış 2020 cosmiczionzine@gmail.com adresine çalışmalarınızı ışınlayın!

2


Bu Sayi Ön-Arka Kapak

Özgür Puluç

Hades ve Persephone

Mark Daniels

4

Yeraltı, Hades ve Yunan Mitolojisi CZZ 7 Türk ve Yunan Mit. Yeraltı Tanrıları

Nur Emine Koç

10

Sihrin Teknik Gelişimi

Jacgues Ellul

14

Ceneviz Sındığı

Mehmet Berk Yaltırık

22

Endişeni Dolabın Elif Şeyda Altına Sakla, Geliyolar Doğan

26

Serikli Halil’in Tanışma Seansı

Özgürcan Uzunyaşa

31

Balçık

Türke r Be şe

37

Hades’in Haset Günlüğü

Ozan Aydeğer

41

Ölümcül Mikro Öyküler

Gökmen Akça

43

Le the

Me lisa Yılmaz

48

3


Hades ve Persephone

Tanrılar ve Tanrıçalar Yunan tanrıları intikam peşindeki azgın bir çete gibidir. Burada tek tek ele alamayacağımız kadar çokturlar, bu nedenle Titanların devrilmesinden sonra hüküm süren on iki tanrıdan oluşan Olimposlulara odaklanmayı seçtim. Bu on iki tanrıdan on biri Olimpos Dağı’nda yaşardı, on ikinci tanrı olan Hades ise yeraltında yaşamaya mahkûm edilmişti. Tanrıların hepsi birbiriyle didişir, kavga ederlerdi; aralarında büyük aşklar başlayıp kısa zamanda sönerdi. Birbirlerine hissettiklerini dışavurup birbirlerinden intikam almaya çalışırken ölümlülerin hayatlarına da karışırlardı. Yunan yazarları göklerdeki bu anlaşmazlıkları ve duygu fırtınalarını tasvir ederek savaşın, aşkın ve doğal afetlerin arkasındaki sebeplere geniş bir bağlam kazandırmaya çalışmıştır. Yeraltının Efendisi Hades’in öfkeli bir mizaca sahip olduğunun düşünülmesine şaşmamak gerek. Hades ismi, herkesin ölümden sonra gönderildiği yeraltı dünyasına verilen addır. Hıristiyanlıktaki cennet ve cehennemin aksine Yunanlıların ölüler için tek bir mekânı vardır. Ama Hades’te de birçok farklı yer bulunur, bunların bakısını da diğerlerinden çok daha caziptir. Yunan mitolojisine göre Hades’e girip de oradan sağ dönmeyi başarabilen pek az kişi vardır, söz konusu yolculuğun çetinliği düşünülürse, bu pek şaşırtıcı da değildir. Yolculuk, tanrı Charoriun küreklerini çektiği bir kayıkla suları kapkaranlık Acheron nehrinin geçilmesiyle başlar. Bu, ucuza kapatılabilecek bir hizmet değildir, bu nedenle Yunanlılar -ve Romalılar- ölen yakınları yakılmadan önce ölünün ağzına bir sikke yerleştirirlerdi. Acheron’un öte yakasında her şey daha da zorlaşır. Üç kafalı vahşi köpek Cerberus (edebiyatta o zamandan beri kullanılagelmiş bir Figürdür, hatta Harry Potter romanlarının ilkinde de küçük bir rolü vardır), Erebus bölgesine giden geçiti bekler. Erebus’ta, ölenlerin ruhlarının dünyadaki hayatlarını unutmak için suyundan içtikleri Lethe nehri bulunur. Hades in sarayının karşısında, içeri girenlerin hayatları yargılanır; varılan kararla da ahireti nerede geçirecekleri belli olur. Tartarus dehşetli cezaların evidir, Elysium ’um tarlalarında (Paris’teki en meşhur caddelerden olan Champs-Elysees’nin ismi de buradan gelir) ise çayırlarda, çi-

4


çekler içinde oturmak mümkündür. Hades’in kelime anlamı “görünmeyen, görünmezlik” olarak tanımlanmıştır. Burada kendisinin görünmemesini sağlayan bir miğfere sahiptir. Hades aynı zamanda yeraltı zenginliklerin ve elementlerin de tanrısıydı. Bu bağlamda Roma mitolojisinde kendisine “Pluton” denilmiş ve bu Pluton kelimesinin anlamı da “değerli” ve “varlıklı”dır. Yeraltı zenginliklerinden dolayı da kendisini aynı zamanda bolluk, çokluk ve servet tanrısı yapmıştır. Hades Yunan mitolojisinde yeraltının, ölülerin tanrısıdır. Asa ve taç kullanan sakallı bir erkek görünüşü vardır. Sembolleri Kerberos ve görünmezlik miğferidir. Olympos tanrılarından biri olup tanrıların babası olarak bilinen Zeus’un kardeşidir. Kronos ve Rhea’nın oğulları olan Hades, kardeşleriyle birlikte ataları olan titanlara karşı savaşta galip gelmiş ve Zeus’un dünyayı kadeşleri arasından paylaştırırken Zeus’a gökyüzü, Poseidon’a denizler ve Hades de yeraltı düşmüştür. Kronos ve Rhea’nın oğlu olan Hades Zeus’un yanı sıra Poseidon, Hera, Hestia ve Demeter’in kardeşidir. Hades’in eşi Persephone’dir ve Melinoe adında bir çocuğu vardır. Persephone, Zeus ve Demeter’in kızıdır. Asıl ismi Kore’dir. Persephone ismini Hades onu yeraltına kaçırdıktan sonra onun tarafından almıştır. Persephone bir kuralın kurbanı olmuştur denebilir. Hades onu kaçırdıktan sonra bir nar ikram etmiştir. “Ölüler ülkesinde bir şey yiyenlerin yeryüzüne çıkma hakkı bulunmamaktadır,” kuralını bilerek Hades’in ona nar vermesi Persephone’yi ölüler ülkesinde kalmak zorunda bırakmıştır. Annesi Demeter’in ısrarlarıyla Persephone yalnızca kış dönemini yeraltında geçirmeye, kalanında yeryüzünde olmaya hak kazanmıştır. Bu durum mevsimlerin oluşumuyla ilişkilendirilir. Kış mevsiminin kurak geçmesinin sebebi Demeter’in kızının bu mevsimde ölüler ülkesinde olması ve onun yas tutmasıdır. Tüm bunların yanında şaşırtıcı olarak ölüler ülkesinin tanrıçası Persephone’nin hiçbir çocuğu Hades’ten değildir. Persephone: Biraz hüzünlü bir karakter olan bahar tanrıçası Persephone, Zeus ve Demeter in kızıdır ve hikâyesi mevsimlerin değişimini açıklamak için kullanılır. Demeter kızını ona şehvetle yaklaşan tanrılardan korumaya çalışsa da, Persephone birgün çayırda çiçek toplarken yeraltı tanrısı Hades ortaya çıkıp onu kaçıra-

5


rak karısı yapınca Demeter in tüm çabaları boşa gider. Bu tecavüz karşısında öfkeden deliye dönen Demeter, Hades’ ten kızını geri getirmesini ister. Hades er geç merhamet edecektir fakat o arada Persephone kocasının lezzetli narlarından tattığı için artık senenin yarısını orada, Hades’ in karısı ve yeraltının kraliçesi olarak-geçirmeye mahkûmdur. Onun yokluğunda ölümlü dünya kışa bürünür ve o tekrar yerin üstüne dönünceye dek bahar ortalıkta görünmez. Mark Daniels

6


Yeraltı, Hades ve Yunan Mitolojisi Her kültürün mit anlatılarında, görünenin zıddından, yeraltından söz edilmektedir. Efsanelerde ve mitolojilerde yeraltı, kötülüklerin, ahiretin, ölülerin mekânıdır. Kimi zamansa yeraltı cehennem anlamına gelmektedir. Yeraltı, genellikle bu dünyaya paralel olan bir mekân, kendine ait hükümdarları olan zıt bir dünya olarak görülür. Pek çok kültürde yeraltında ölülerin ruhları vardır ve çevresinde yaşayan ölümlülerin içeri girmesini engelleyecek şekilde nehirler, duvarlar ve alevler bulunmaktadır. Ruhlar ya yeni bir hayata giden yolları için buradan geçerler ya da bu karanlık cehennemin canavarları arasında sonsuza dek kalırlar. Yunan mitolojisinin yeraltı dünyası Hades’in hakimiyeti altındaki ölüler ve hayaletlerin diyarıdır. Hades, Zeus’un kardeşi olmak gibi ağır bir statüye sahip olmanın yanı sıra yeraltı dünyasının karanlık atmosferine de hâkim olur. Yunan mitolojisinde yeraltı dünyası anlatımında ölüm bir son değil, yolculuktur. Yeni bir hayatın başlangıcı olarak addedilen ölüm diyarında kurallar yeryüzündekine göre biraz farklıdır. Hades’in yeraltı dünyasında ahiret kötülükle anılırken cehennem sadece ölülerle anılmamaktadır. Yeraltının birçok katmanı vardır. Kimi özel durumlar dışında yalnızca hayatını yitirmiş olanların yer alabildiği bu dünyayı bazı hayatta olan kahramanlar da görebilmiştir. Bu yaşayan kahramanlardan en iyi tanıdıklarımız arasında Odysseus, Herakles, Orpheus, Polluk, Aineas ve Psykhe var. Hades İle Tanışalım Bildiğimiz ve yaygın anlatısı itibariyle Yunan mitolojisinin temel çatışması Zeus ile babası Kronos arasında geçmiştir. Zeus, annesi Rhea’nın yardımıyla babasına kurduğu tuzak sonucunda, babasının karnındaki kardeşleri Hades ve Poseidon’u kurtarmışmış. Kronos’u alt ederek en yüce hakimiyeti ele geçiren Zeus, diğer hakimiyet bölgelerini de kardeşleri arasında bölmüştür. Bundan sonra Hades yeraltının, Poseidon ise denizlerin hâkimi olacaktır. Hades, dünyanın hâkimiyetini üstlenen üç kardeşten biri olsa da, hâkimiyet alanının yeraltı olmasından muzdarip ve öfkelidir. Sa-

7


hip olduğu görünmezlik pelerini ile sık sık yeryüzüne çıksa da genellikle yeraltı dünyasına ölüme ve ölülere hükmektedir. Yeraltı dünyası üç başlı köpek Kerberos tarafından korunan Hades’in yeraltı dünyasına kendisinden ve ölülerden başka kimselerin girmesi mümkün değildir. Yukarıda bahsettiğimiz özel durumlar ve özel kişiler dışında orayagirenler gölgeler halinde dolaşırlar ve yeryüzüne bir daha asla çıkamazlar. Hades, Yunan tanrıları arasında oldukça cezalandırıcı kişiliğiyle tanınır: Kızdığı ölümlülerdenyeraltı dünyasına gelen olursa onlara inanılmaz işkenceler yapar. Hades’in Koruyucusu Kerberos Kerberos, Hades’in yönettiği yeraltı dünyasının üç başlı koruyucu köpeğidir. Ayakları aslan pençesi, kuyruğu yılan şeklindedir. Kerberos’un fiziksel özellikleri konusunda kesin yargılar üretmek doğru değildir çünkü kaç tane başı olduğu konusunda bile tartışmalar sonuçlanmamıştır. Latin şair Horatius,Kerberos’un 100 başı olduğunu söylerken, Hesiodos 50 der. Fakat yaygın inanışa ve Hades ile Kerberos’un resmedildiği çoğu görsele göre koruyucu köpek üç başlıdır. Köpeğin sahip olduğu üç kafa bazı anlamlar

8


taşımaktadır. Bu anlamlar yine ortak bir ifadeye sahip değildir. Kimilerine göre Kerberos’un üç başı geçmişi, bugünü ve geleceği sembolize etmektedir. Birtakım inanışa göre ise bebeklik, gençlik ve yaşlılık olmak üzere hayatın üç aşamasını işaret etmektedir. Kerberos, Hades’in ve yeraltının koruyuculuğu görevini üstlenmesinin yanı sıra, yeraltı dünyasına giren ölülerin yeryüzüne geri dönmesini engellemekle de sorumludur. İsmi Yunancada “çukur iblisi” anlamına gelen Kerberos tüm kapıların ve sınırların bekçisi olmakla özdeşlemiştir. Yine bu özellikleri doğrultusunda Dante’nin İlahi Komedya’sına konu olmuştur. İlahi Komedya’nın “Cehennem” bölümünde Kerberos, açgözlülük günahını taşıyan ruhların gözetimini yapmaktadır. Kerberos ne Yunan mitolojisinde ne de edebi eserlerde yer almakta yetinmiştir. Ayrıca Harry Potter ve Felsefe Taşı adlı kitabında, felsefe taşını koruyan bekçi olarak karşımıza çıkmaktadır. Günümüzde ise MİT tarafından geliştirilen, güvenlik ve savaş alanında kullanılan Kerberos protokolü mevcuttur. CosmicZion Zine

9


Türk ve Yunan Mitolojisinde Yeraltı Tanrıları-Erlik ve Hades1 Doğum ve ölüm, dünyanın başlangıcından beri konuşulan ve sırlarına akıl erdiremediğimiz birbiri ile bağlantılı iki doğaüstü olaydır. Bu iki doğaüstü olay birbirini tamamlayarak bir harmoni içinde insanığı hem dehşete düşüren hem de olağanüstülüğüyle büyüleyen unsurlar olmuşlardır. Hayatın anlamı ve çözümü hep bu iki kavram üzerinden tartışılmış ve yorumlanmıştır. Matrix filminin sonunda Kâhin’in dediği gibi: Her başlangıcın bir sonu vardır ve bu son er ya da geç gerçekleşecektir. Doğum nasıl bir hayatın başlangıcı ise, ölüm de onu tamamlayan bir ritüeldir. İnsanoğlu hayatının her evresinde ölümü sorgulamış ve bu olayı hayatının merkezine yerleştirmiştir. Yeraltı Tanrıları Ölüm bazı toplumlarda yeni bir hayata geçiş ve sonsuz huzur bulma olarak algılanmış, bazı toplumlarda ise hayata farklı şekillerde geri dönme olarak kabul görmüştür. Fakat insanlığı en çaresiz hale düşüren şey ölümün boşluk olduğunu düşünmek olmuştur. İnsanlar yaşam amacı olarak daha çok tek Tanrılı dinlere sarılmış ve hayatlarının sonunda mükâfatlandırılacaklarını ya da cezalandırılacaklarını düşünmeyi kendilerine daha yakın bulmuşlardır. Böylece ölüm sonrası hayat ile ilgi spekülasyonlar da ortaya çıkmıştır. Bunlar her toplum için farklılık göstermektedir. Ölüm bazı toplumlarda bir Tanrı ile özdeşleştirilmiştir, bazı toplumlarda ise doğrudan şeytana bağlanmıştır. Fakat her iki inanca göre de Ölüm Tanrısı ya da Şeytan hep kötülükle anılmıştır. Yeraltı Tanrısı ya da ruhlar denildiğinde Yunan mitolojisinde aka gelen ilk karakter Hades yeraltı tanrısı ve bekçisi olur. Yunan mitolojisinde ölüm bir yolculuk olarak anlatılmıştır. Yok oluştan ziyade yeni bir hayata başlangıç olarak algılanmıştır. Yerin altında katmanları bulunan ve bazı özel durumlar dışında sadece dünyada hayatını yitirmiş insanları içine alan yeraltı dünyasına Hades adı verilmiştir. Buraya eğer izin verilirse bazı yaşayan kahramanlar da Nur Emine Koç, Türk ve Yunan Mitolojisi’nde Yeraltı Tanrıları-Erlik ve Hades, İstanbul Aydın Üniversitesi Dergisi,13, s.21-25 1

10


girmiştir. Örneğin, Odysseus, Herakles, Orpheus, Polluk, Aineas ve Psykhe. İşte bu kahramanların aşağı inişiyle biz de yeraltı hakkında bilgi edinebildik. Hamilton’un tasvirine göre Hades’te ölülerin geçmesi gereken bir nehir vardır. Adı Styriks’tir. Bu nehir ölüler ülkesinin çevresini dolanır. Bu nehirden ise bir kayıkçı vasıtasıyla geçebilirler. Ölen kişinin ruhu nehrin yanına gelir. Nehrin kıyısında Kharon isimli “iskelet bir kayıkçı” vardır. Ölen kişinin ruhu nehrin kıyısında Kharon isimli bu kayıkçı tarafından nehrin karşı kıyısına yani Hades ülkesine geçirilir. Ama karşıya geçmek, yani Hades’e ulaşmak için, kayıkçıya yani Kharon’a mutlaka rüşvet vermek gerekir. Rüşvet vermezse, uzun süre nehrin kıyısında bekler ve ruhu rahata kavuşmaz. Bu sürenin yüzyıl olduğu Mitologya kitabında belirtilir. Hatta nehrin karşı kıyısına geçemez ise, ölünün ruhu, sonsuza dek, nehrin kıyılarında dolaşmak zorunda kalır. Kharon sadece Hades’in hizmetkarlarından biridir ve Tanrı niteliği taşımaz. Fakat birçok edebi eserde adı geçmiş olup resimlere de konu olmuştur. Mesela ünlü ressam Michelangelo kendisini resmederken acımasız, zalim ve oldukça cüsseli hayal etmiştir. Bunun yanında ünlü yazar/ şair Dante 14. yüzyılın ilk yarısında yazmış olduğu, dünyanın önemli bir başyapıtı olan, hala üzerine yorumlar yapılan ve İtalyan edebiyatının en meşhur epik şiiri sayılan İlahi Komedya’da da Hades ve Kharon geçer. Şiir neredeyse birebir Yunan Mitolojisi’nin cennet, araf ve cehennem tasvirleri ile örtüşür. Hatta Kharon orijinal ismiyle ve kayığıyla cennet, cehennem ve araf’a yolcu taşır, fakat Dante’yi cehennem bölümüne götürmeyi reddeder. Şiir her ne kadar da Yunan Mitolojisi ile örtüşse de en çok Hıristiyanlığın el kitabı gibi düşünülmüş ve bu sebeple de ünlü yazar Boccaccio tarafından “İlahi” ismi eklenerek Hıristiyanlaştırılmıştır. Ayrıca adının “Komedya” olmasının sebebi o zamanlarda, sonu ölüm ile bitmeyen eserlerin bu nitelikte kabul edilmesidir. Hades, Yunan mitolojisine göre yeraltındaki ölüler ve hayaletler ülkesinin Tanrısıdır ve Zeus’un kardeşidir. Zamanla yeraltı ülkesine de bu Tanrının adı verilmiştir. Adı, kendisini görünmez kılan bir başlık taktığı için “görünmeyen” anlamına gelen Yunanca Ai’des sözcüğünden gelir. Roma mitolojisinde Plüton Hades’le özdeşleştirilmiştir. Hades ile karısı tanrıça Persephone çok katı ve acımasız

11


olarak bilinmelerine karşın, Yunan dininde “şeytan” olmadığından, bu acımasızlık bir kötülük kavramını simgelemez. Yeraltındaki ölülerin yeryüzündeki yaşamlarının bir çeşit benzerini yaşadıklarına inanılırdı. Tanrı Hades hiçbir zaman bu karanlık ülkesinden yeryüzüne çıkarak öbür Tanrıların arasına karışmazdı, çünkü yeraltı gizliydi ve çirkindi. Hades ülkesinden utanırdı. Hades’in en bilindik ve hemen hemen tüm mitoloji kitaplarında geçen hikayesi ise Demeter’in kızı Persephone ile ilgilidir. Bu hikaye mevsimlerin oluşumunu insanoğluna eski Roma ve Yunanistan’ da mitolojik bir inanışla anlatmaktadır. Mevsimlerin oluşumu ölüm ve yeniden doğuşla ilişkilendirilmektedir. Ölüm, tarih boyunca birçok toplumda bir yok oluş değil yeni bir hayata başlangıç şeklinde kabul edilmiştir. Ölümün bir yok oluş olmadığını insanoğluna hissettiren nedenlerin başında doğanın mükemmel işleyişi gelir. Bu kusursuz işleyiş karşısında insan, ölümsüzlük arzusuna kapılmıştır. Nur Emine Koç

12


13


Sihrin Teknik Gelişimi İlkel Teknik Burada, az önce tanımladığımız biçimiyle evrensel boyutunda tekniğin tarihini anlatmak mümkün ama zor. Mekanik tekniğin tarihine dair pek az bilginin ancak şimdilerde bilmeye başlıyoruz. Andre Leroi-Gourhan, Richard Lefebvre des Nöettes, Marc Bloch ve diğerlerinin eserlerini hatırlatmak yeterli. Ancak tekniğin tam tarihi henüz yazılmadı. Benim kitabım bir tarih kitabı değil. Tarihsel bakışı, sadece bugün toplumdaki teknik problemini anlamada gerekli olduğunda kullanacağım. Teknik eylem, insanın en ilkel eylemidir. Avlanma tekniği: balık tutma ve yiyecek toplama tekniği vardır. Sonraları, silah, giyim ve inşaat yapma tekniği söz konusudur. İşte burada bir sır var. Bu eylemin kökeni nedir? Bu, eksiksiz bir açıklamayı kabul, etmeyen bir olgudur. Sabırlı bir araştırmayla, taklit etme alanlarını, bir teknik biçiminden diğerine geçişleri ve nüfuz etmenin örneklerini buluruz. Fakat merkezde, kapalı bir alan vardır; o da icat (buluş = invention) olgusudur. Tekniğin insanın psikolojisine, soğurulduğu, o psikolojiye ve teknik motivasyon denen şeye de bağlı olduğu gösterilebilir. Ama bir zamanlar var olmayan bir eylemin nasıl var olmaya başladığına dair hiçbir açıklamamız yok. İnsanoğlu nasıl oldu da hayvanları evcilleştirdi; ekip biçmek için belli bitkileri nasıl seçti? Bize söylendiğine göre, burada motive edici güç dini idi ve ilk bitkiler, birtakım büyülü amaçlar gözetilerek yetiştirildi. Bu muhtemeldir, fakat seçim nasıl yapılmıştır? Ve nasıl oldu da bu biticilerin çoğunluğu yenebilir bitkilerdi? İnsanoğlu nasıl oldu da madenleri işlemeye, bronz yapmaya başladı? Fenike camının bulunması efsanesinin söylediği gibi, şans mıydı? Elbette ki cevap bu değil. Bir muamma ile karşı karşıyayız. Ve bu noktada, bizatihi hayatın ortaya çıkmasında olduğu gibi bir aynı gizem boyutunun var olduğunu vurgulamakta yarar var. İnsanın her ilkel işlemi, içgüdü ve teknik eylem arasındaki muazzam uçurumun kapatıldığını ima eder. Öyle ki, sonraki tüm gelişmelerin etrafında mistik bir hava dolaşır. Bizim modem zamanlarda tekniğe tapışımız, insanoğlunun atalarının kendi el işlerinin gizemli ve olağanüstü karakterine hayranlığından

14


kaynaklanmaktadır. Tekniğin birbirinden farklı iki ayrı yolda evirildiği yeterince vurgulanmamıştır. Somut homo faber (yapan insan) tekniği vardır ki aşinası olduğumuz, normal olarak incelemeye tabi tuttuğumuz sorunları yönelten teknik budur. Aynı zamanda, aşağı yukarı manevi düzenle ilgili teknik de vardır ki buna da sihir (büyü: magic) diyoruz. Bununla birlikte, sihrin kelimenin dar anlamında bir teknik oluşu sorgulanabilir -Marcel Mauss’un açıkça gösterdiği gibi. Sihir, başka tekniklerle beraber, insanoğlunun manevi bir düzenin belli sonuçlarını elde etme iradesinin bir ifadesi olarak gelişti. Bu sonuçlan elde etmek için, insanoğlu bir yığın ayin, reçete ve yolu kullandı. Bir kere oturduktan sonra bunlar değişmezler. Biçime kesinlikle uymak, sihrin özelliklerinden biridir: hiç değişmeyen biçimler, ritüeller, maskeler; aynı türden ibadet halkalan; mistik ilaçlar, kehanet reçeteleri için aynı muhtevalar vesaire. Tüm bunlar yerleşti ve somaya devredildi. Söz veya hareketteki en ufak bir değişme, sihir dengesini değiştirebilirdi. Hazır reçete ile kesin sonuç-arasında bir ilişki vardır. Tövbe edilen tanrılar, böyle bir duaya zaruri olarak, yani dua doğru biçimde formüle edilmediği için icabet etmekten kaçınmalarına fırsat verilmemesi sebebiyle icabet ederler. Bu sabit oluş, sihrin teknik karakterinin bir göstergesidir. Arzulanan sonucu elde etmenin mümkün olan en iyi araçları bir kere bulununca, neden değiştirilsin ki? Her sihir aracı, onu kullananın gözünde en etkili olandır. Manevi alanda sihir, bir tekniğin tüm özelliklerini sergiler. İnsanoğlu ile “yüce güçler” arasında bir aracıdır. Aynen diğer tekniklerin insan ile madde arasında bir aracı olması gibi. Sihir fayda doğurur, zira tanrıların gücünü insanın gücüne tâbi kılar; önceden belirlenmiş bir sonucu hâsıl eder. Tekniğin tabiatı itaat ettirmesi gibi, sihir de tanrıların insana tâbi kılmayı amaçlaması açısından insanın gücünü doğrular. Sihir, ilkel tekniğin özelliklerini taşır. Teknik, insan için bir giysi, kozmik bir elbisedir derken Leroi-Gourtlıan bunu göstermektedir. Madde ile çatışmasında, hayatta kalma mücadelesinde insanoğlu, kendisi ile çevresi arasında arabulucu bir konuma yerleşir. Bu konumun ikili işlevi söz konusudur. Bu konum, bir korunma ve savunma aracıdır. İnsan tek başına kendisini savunmak için çok zayıftır. Aynı zamanda bir asimilasyon aracıdır da.

15


Teknik aracılığıyla insan, yabancı yahut hasmane olan kendi fayda güçlerini kullanabilmektedir. Çevresini manipüle edebilir ki artık sadece onun çevresi olmasın, bir denge faktörü haline gelsin ve ona yarar sağlasın. Böylece, tekniğin bir sonucu olarak, insanoğlu düşmanlarım müttefike dönüştürür. Maddi tekniğin bu özellikleri, sihir tekniğinin özellikleriyle mükemmel bir benzerlik taşımaktadır. Bu alanda da insafı, dışsal faktörlerle, gizem dünyasıyla, manevi güçlerle ve mistik akımlarla çatışma içerisindedir. Yardım almayan kendi aklıyla kendini nasıl savunacağım bilemediği için insan burada da kendi etrafına bariyerler kurar. Hem savunmaya hem de kendini alıştırmaya yarayan her aracı kullanır. Düşman güçleri kendi yararına çevirir; sihirli reçeteleri sayesinde ona itaat etmeye mecbur kalırlar. Yakınlardaki bir çalışmasında Masson-Oursel bunu teyt ediyor. O, insanın çevresine karşı kullandığı bir araç olarak sihrin temelde “etkinliğin skolastisizmi” olduğunu; sililin pragmatik olduğunu, bununla birlikte objektif denmesi gereken bir kesinliği (hassaslığı) olduğunu ve de o etkinliğin yalnızca belli “kutsama ve ehliyetsizleştirmelerde” gösterildiğini ortaya koyuyor. Masson-Oursel, doğru biçimde, sihrin teknikten önce var olduğuna, aslında sihrin tekniğin ilk ifadesi olduğuna inanıyor. Açıkçası, ta başlangıcından bu yana iki teknik mecrası olmuştur. Nasıl oluyor da ikincisine hiç önem vermiyoruz? Bunun birkaç nedeni var. Modem psikolojiden kaynaklanan nedenleri bir yan bırakabiliriz. Çünkü kafamız materyalizme odaklanmış ve sihri ciddiye almak istemiyoruz. Bizi pek ilgilendirmiyor. İnsanla alâkalı tekniklerini (büyük sihir teknikleri akımını) incelediğimiz bugün bile haberdar değiliz. Fakat bu ihmal objektif nedenlere de dayanıyor. Tümüyle maddi faktörlerle ilgili olarak, her ortamın bir başka toplumsal veya etnik grubun tekniklerini taklit etmeye direndiği gösterilmiştir. Elbette bu direnç sihir teknikleri alanında çok daha güçlüydü. Tüm tabu ve yasaklamalar, sihir muhafazakârlığının muazzam gücü buradaydı. Sonra, maddi teknikler görece birbirinden farklı ve bağımsız iken sihir teknikleri hızla katı bir sistemde genişletilir. Her şey bir parçadan ibarettir; her şey bir başka şeye bağımlıdır. Sonuçta hiçbir şey karıştırılamaz; hiçbir şey tüm inanç ve eylemler yapısını tehdit etmeden değiştirilemez. Böylece, yayılma güçleri zayıf, ya-

16


bancı sihir tekniklerine karşı da kuvvetli savunma gücüne ulaşır. Sihrin uygulama alanı sınırlıdır ve çok az yayılma vardır ya da hiç yoktur. Yayılma, özel sihir ayinleriyle bağlı olmayan “maneviyatçı” dinlerle başlar. O halde farklı rakip sihir teknikleri arasında hiç tercih yapma imkânı yoktur. Yine de, yayılma ve tercih, teknik ilerlemede belirleyici faktörlerdir. Sihir alanında gerçek bir ilerleme yoktur; temel farklılığı da buradadır. Mekânda bir ilerleme, zamanda bir ilerleme söz konusu değildir. Gerçekten, sihir gerileme eğilimindedir. Ve sihir tekniği bir etnik gruba, verili bir medeniyet biçimine bağlı olduğu içindir ki o grup yahut medeniyet kaybolduğunda tamamen kaybolur. Bir medeniyet öldüğünde, mirasçılarına onun maddi aygıtı geçer, manevi olan değil. Araç gereçler, evler ve üretim yöntemleri sürer; yeniden hayata gelmişçesine tekrardan karşılaşılır. Büyük yıkım dönemlerinde geçici bir maddi gerileme olabilir ama kaybolan zemin yeniden bulunur. Sanki kolektif bir tarih hafızası, birkaç kuşak önce kaybedilmiş olanının yeniden bulunmasını mümkün kılmış gibi. Fakat sihir teknikleri, ayinler, reçeteler ve kurban verme uygulamaları bir daha geri gelmemek üzere kaybolurlar. Yeni medeniyet, eskisiyle ortak çok az yönü bulunan kendine ait yeni bir sihir kümesi oluşturur. Sadece, hiçbir anlam ifade etmeyen büyüle genellemeler ve aceleci benzetmeler, sihir biçimlerinin ölümsüzleştiği ve yenilendiği inancını yaratır. Gerçekten, sihir biçimleri yalnızca “üyelerin” zihninde sürer, herhangi bir insan veya toplumsal gerçeklikte değil. Sonuç olarak, zaman ve mekânda geçiş yapmayan bir sihir tekniği, maddi teknikle aynı evrim eğrisini izlemez. Birbiri üzerine bina edilen ve keşiflerden oluşan bir ilerleme yoktur. Daha ziyade, keşifler yan yana kalırlar ve birbirini etkilemezler. Sihir tekniklerinin gerilemesinde bir başka faktör daha vardır; o da kanıt meselesidir. Maddi tekniklerde tercih görece basittir. Her teknik kendi yalan sonucuna bağlı olduğu için, mesele, yalnızca en tatmin edici sonucu doğuranı seçme meselesidir. Ve maddi alanda bu sonuç kolayca görülebilir. Bir balta çeşidinin bir başkasına üstün olması, normal, bir insanın ötesinde olmayan bir yargıdır -böyle bir tercihle karşılaştığında ilkel insanın katlandığı muazzam güçlüğe rağmen. Fakat sihir tekniklerinde aynı kesinlik yahut kanıt gücü mevcut de-

17


ğildir. Görece etkinliklerine kim karar verecek? Sihre dayak etkin olma, her zaman yağmur yağdırma gibi açık bir maddi sonuçla ölçülmez. Tamamen manevi bir olguyla, hatta uzun bir zamana dayalı maddi olgularla da ölçülmek durumunda olabilir. Burada mesele açık değil; tercih de kolay değil. Başarısızlık nedenlerinin kesin olmayışını düşündüğümüzde zorluk daha da kesinleşir. Sihir tekniği gerçekte etkili olmadı mı? Yoksa tekniği kullanan ehil değil miydi? Yaygın tepki, teknikten çok sihirbazı suçlamaktır. Ve burada da yine sürürde bir hareketsizlik unsuru görüyoruz. Başlangıç dönemlerine ilişirin bilgiler verdiğimiz iki büyük sihir akımı, tamamen farklı iki yolda evirilmişlerdir. Maddi teknikte bir artıştan sonra buluşlarda bir çoğalma (her bir buluşun bir diğerine dayanmasıyla) gözlemliyoruz. Sihirde ise sadece sonsuz yeni başlangıçlar görüyoruz, zira tarihin kısmetleri ve sihrin kendi etkisizliği yöntemlerinin sorgulanmasına yol açıyor. Sihir alanında da bizim kendi çağımızın ezici bir üstünlük kazandığını, sihir tekniklerimizin gerçekten etkili hale geldiğini kaydedince açıklama çok daha zor hale geliyor. Bu teknikler elbette ki dini hayatla ya da ona benzer bir şeyle karıştırılmamalıdır. Bu, gerek amaç gerekse biçim açısından tamamen sosyal bir fenomendir. Bununla birlikte, her ikisi de sosyal nitelikli olmasına rağmen tekniğin iki boyutu kesinkes aynıdır ve her yerde çokça etkileşime girdikleri görülüyor. Yunanistan Teknik esas itibariyle Doğuludur (Oriental).Tekniğin ilk geliştiği yer, büyük ölçüde Yakın Doğu olup, bilimsel, temel açısından çok az özellik taşıyordu. Tamamen pratik uygulamaya dönüktü ve bilimsel hareketleri tek başına ortaya çıkaran genel teorilerle ilgili değildi. Doğu’da tekniğin bu hâkimiyeti, tüm Batı düşüncesinde görülen bir hataya işaret etmekte, O da. Doğu aklı mistik olana dönük olduğu, somut eyleme hiç ilgisinin olmadığı, buna karşılık Batı aklının “know-how” ve eyleme, sonuçta da tekniğe yönelik olduğu düşüncesidir. Oysa Doğu (the East), tüm eylemin beşiğiydi. Aynı zamanda, kavramın bugünkü anlamıyla, geçmişteki ve ilkel nitelikteki tüm tekniklerin, daha sonradan da manevi ve sihre dayalı tekniklerin de beşiğiydi.

18


Bununla birlikte Yunanlılar, tutarlı bir bilimsel faaliyete ilk sahip olanlardı ve bilimsel düşünceyi ilk özgürleştirenlerdi. Fakat daha sonra, hâlâ tarihçileri şaşırtan bir olgu gerçekleşti ki o da, bilim ile tekniğin neredeyse tamamen ayrılmasıydı. Kuşkusuz bu a3rnşma, Arşimed örneğinin tarihçileri inandırdığından daha az mutlak bir ayrışmaydı. Fakat maddi gereksinimlerin küçümsenerek ele alındığı, teknik araştırmanın kafa yormaya değmez görüldüğü, bilimin amacının uygulama değil tefekkür olduğu düşüncesi kesindir. Eflatun, uygulamayla her uzlaşmadan kaçındı -hatta bilimsel araştırmayı geliştirmek için bile. Ona göre, yalnızca aklın mümkün olan en somut kullanımı önemliydi. Arşimed daha da ileri gitti. Onun pratiği rasyonelleştirdiği, hatta bir dereceye kadar “uygulamalar” yaptığı doğrudur. Ancak onun mekanizması, rakamsal hesaplamalarının kesinliğini gösterdikten sonra tahrip edilecekti. Yunanlılar, eyleme karşı neden bu Malthusçu davranışı benimsediler? Buna iki türlü cevap vermek mümkün: ya istekli değillerdi ya da buna muktedir değillerdi. Ve her ikisinin de doğru olması büyük ihtimal. Abel Rey, Science Technigue (Bilim Tekniği) adlı çalışmasının beşinci cildini Yunanlılara ayırdı. Ona göre, gerileme döneminde Yunanistan, “kuvvetli ve tarafsız bir emek idealini (aslında tüm faydayı küçümseyen, düşünceye dalmış bir akıl idealini) sürdüremez hale geldi. Soma da Doğu’nun tekniklerine başvurdu. Doğu’nun tekniklerine kendisininkileriyle başvuruyordu, zira her ne kadar küçümsese de insanın hayati ihtiyaçlarını yine de tatmin etmeye çalışıyordu”. Teknik zorunluluklarla yüz yüze gelen Yunanistan yenilikçi dehasını kaybetti, yüzünü Doğu tekniğine döndürdü. Abel Rey’in söylediği gibi, “know-how” ile “know-why” arasındaki köprüyü nasıl kurması gerektiğini bilmiyordu. Bu çöküş dönemi için, M.Ö. 2. ve 3. yüzyıllar için doğrudur ama bunu önceleyen dönem için geçerli görünmüyor. M.Ö. 5. yüzyılda Yunanistan hızlı bir teknik kalkınma yaşadı; her ne kadar daha sonraları ani bir duraklamaya girdiyse de. Bilimlerinin altın çağında Yunalılar, bilimsel faaliyetlerinin teknik sonuçlarını çıkarabilirlerdi. Ama bunu istemediler. Walter şöyle soruyor: “Ahenge kafayı takmış olan Yunanlılar, tam da araştırmanın aşırıya kaçma riskini taşıdığı ve medeniyetlerine bir ucube yaratık yerleştirme tehdidini getirdiği bir dönemde kendilerini

19


frenlediler mi?”. Bu, çoğu felsefî nitelikte bir dizi faktörün sonucuydu. Bir kere onlarınki, maddi ihtiyaçlara ve pratik hayata tepeden bakan bir hayat anlayışıydı. Kol gücüne dayalı emeğe (kölelik uygulamasından dolayı) itibar etmiyorlar, tefekkürü zihinsel eylemin gayesi olarak görüyorlar, gücün kullanımını reddediyorlar, doğal şeylere saygı duyuyorlardı. Yunanlılar teknik faaliyetten kuşku duyuyorlardı çünkü teknik faaliyet, kaba kuvvetin bir boyutunu temsil ediyor, itidal gereksinimini ima ediyordu. Teknik ekipmanları ne kadar mütevazı olursa olsun insanoğlu ta başlangıçtan bu yana makine ile ilişkisinde sihirbazın çırağı rolünü oynamıştır. Yunanlılar açısından bu duygu, ilkel insanın anlamadığı bir şey karşısında duyduğu korkunun (bazı kişilerin tekniklerimizden korkmasına bugün yapılan açıklama da böyle) bir yansıması değildir. Aksine, mükemmel bir şekilde ölçülüp biçilen belli bir yaşam anlayışının sonucuydu. Bir medeniyetin, bir aklın zirve noktasını temsil ediyordu. Burada karşımıza Yunanlıların yüce erdemi, öz-denetim karşımıza çıkıyor. Tekniğin reddi, bilerek yapılan pozitif bir eylemdi ve kendine hâkim olmayı kaderin tanınmasını ve verili bir hayat anlayışının uygulanmasını içeriyordu. Yalnızca en mütevazı teknik yönetmelerine izin veriliyordu: onlar da maddi ihtiyaçlara (ihtiyaçların üstün gelmemesi için) doğrudan cevap veren tekniklerdi. Yunanistan’da araçlarda iktisat yapmak ve tekniğin nüfuz alanını daraltmak için bilinçli bir çaba sarf edildi. Hiç kimse bilimsel düşünceyi teknik açıdan uygulamaya çalışmadı, çünkü bilimsel düşünce bir hayat anlayışına, hikmete tekabül ediyordu. Yunanlıların büyük zihinsel meşgalesi, denge, ahenk ve itidal idi. Bu yüzden de tekniğin doğasında var olan sınırsız güce şiddetle direndiler, tekniği potansiyeli yüzünden reddettiler. Aynı nedenlerle sihir de Yunanistan’da görece az bir öneme sahipti. Jacques Ellul

20


21


Ceneviz Sındığı “Ortaçağ’da Karadeniz’in ha bu mıntıkasi korsan yatağiydi deyiler. Ceneviz gadırgalari zamanında…” Bölgedeki jandarma karakollarının tanıdık siması olan definecilerden Zülküf -ekseriyetle yerel tarihçi ve koleksiyoner olduğunu söylerdi- denize doğru uzamış muhtelif ebatlardaki sivri uçlu kayalıkları gösterirken böyle demişti.Tarihçi –araştırma görevlisikayalıklara doğru kayıtsızca bakarken adamın aksanlı tarih anlatımının tesirinde kalmıştı. Kıyıda köşede kalmış alelade bir forum sitesi yazışmasının akabinde buralara yolu düşmüştü. Karadeniz’de faaliyet göstermiş Ceneviz korsanlarıyla ilgili tez çalışması çerçevesinde kaleme aldığı bir makale, “define forumlarından” birine düşünce sitenin müdavimlerinden biri e-posta atarak kendisine ulaşmıştı. Adam makalesinde bahsettiği korsanlardan birinin armasını gördüğünü söyleyerek kendisini muazzam bir keşfe çağırmıştı. Teklif ettiği iş birliği alelade bir define arayışı gibi görünse de iki taraf için de kârlıydı. O saha araştırması esnasında tezine konu olmuş korsanlarla ilgili keşfedilmemiş bir bilgi kullanacaktı. Defineci ise merak ettiği arayışlarından birini neticelendirecekti. Kasabaya gelir gelmez Zülküf’ün peşinden deniz kıyısındaki aşılmaz kayalıkların yolunu tutmuştu. Bahsettiği işareti –kayaya kazılı vaziyette asırların etkisine direnen Ceneviz armalarından birigörür görmez tanımıştı: “Enrico Palamede Gattilusi! Nam-ı diğer Kapitan Hades!” “Meşhurlardan midur?” “En meşhurlardan! Ailesinin diğer üyelerinin aksine Adalar Denizi’nden yani Ege’den çok Karadeniz’de faaliyet gösterip Ceneviz kolonilerinin, Bizanslı tüccarların başına bela olmuş. Ganimetlerinin fazlalığından gemisini altın işlemeli heykellerle süsletmiş, zenginliğine atfen Rum tayfalarca kendisine “Hades” denilmiş.” Hades kimdur?” “Yunanlıların eski yeraltı tanrısı. Romalılar Pluton da dermiş. Yeraltının zenginliklerine sahip olduğu için, Enrico’ya da KapitanHades demişler. Hakkında kaynaklarda geçen son bilgi bu civarda görüldüğü üzerinedir.” “Ne olmiş?”

22


“Kimse bilmiyor. Bir tahmine göre kadırgası bu civarda batmış. Diğer bir tahmine göre batırılmış. Burada böyle bir işaretin olması hayli manidar…” İşareti görmesinin akabinde vaktiyle bilumum İtalyan arşivinden kopyalanmış yüzlerce mektup ve haritayla defineci Zülküf’ün evinde geçirilen iki gecenin neticesinde hayli önemli bir ipucuna rastlamıştı. Bölge haritalarında o bölgeye “Ceneviz Sındığı” deniyordu. Bunun manasına tarihten fazlasıyla aşinaydı. Ceneviz’in kıstırıldığı yer. Muhtemelen KapitanHades’in bertaraf edildiği yerden alıyordu adını zira bu isimlendirme onun meşhur kadırgası “Charon”un –ölüler dünyasının nehri Styx’in kayıkçısı Charon’a atfen- son görüldüğü zamandan sonrasına aitti. Belgelerden birinde “Charon”un bir hilesine de denk gelmişti tarihçi. KapitanHades, kadırganın ucuna yeraltının kapısını koruyan üç başlı köpekCerberos suretinde üç başlı, tek vücutlu korkunç bir köpek tasviri yaptırmıştı. Sisli havalarda birine veya bir yere saldıracağı zaman bunların ağzından duman çıkarmalarını sağlayarak tıpkı adını aldığı tanrı Hades gibi bir nevi “görünmezlik” örtüsü altında hücum ettiğinden ürkütücü namı birçok limana yayılmıştı. Normal şartlarda alelade bir işaret deyip fotoğrafını çekip tezinde kullanabilecekken bu denli üzerinde durmasının boşuna olmadığını düşünüyordu tarihçi. Çalışmalarına ve hayatına etki edecek muazzam bir keşfin başlangıcında olduğunu hissediyordu. İşaretin olduğu mıntıkayı hem karadan hem de denizden tarassut ettikleri esnada kayalıkların sayısız fotoğrafını çektiklerinde, kasten patlayıcılarla infilak ettirilmiş bir noktaya denk gelmişlerdi. Kayanın tam altındaki bu yere indiklerinde infilak ettirilen kısımda denk geldikleri bir delikten hareketle tabakanın hayli ince olduğunu, genişçe bir mağara ağzını kapattığını tespit etmişlerdi. Halatlarla sarkarak indikleri bu yerde nöbetleşe çalışarak deliği genişletmişler, başka maceracıların emeklerini heba etmesini engellemek için geceyi arabalarında geçirmişlerdi. Delikten içeriye inmeden ve lambalarıyla göz atmadan evvel olası bir kazayı önlemek için güneşin doğmasını beklemişlerdi. Heyecandan yarı uyur yarı uyanık geçirilen saatlerin ardından bellerinde halatlarla lambalarla işaretli kayanın başındalardı şimdi. Tarihçi güneşin ilk ışıklarını seyrederken Zülküf de çömeldiği yerde bir sigara yakmıştı. “İnmeyecek miyiz?” “Güneş az daha yükselsun. Ha bu garaltida girersek başımı-

23


za bir iş gelir…” Tarihçi güneşin yükselmesini beklerken kayanın üzerindeki bir kayanın üzerindeki asırlık işarete, bir daima coşkun Karadeniz’e baktı. Okuduğu baskınlar, vurgunlar, yağmalar, korsan hikâyeleri birer birer aklından geçti. Havanın yeterince aydınlandığına kanaat getirdiklerinde deliğin başına dikkatli adımlarla indiler. Güçlü el fenerlerini içeriye tuttuklarında alelade bir su birikintisi haricinde bir şey göremediler. Halatı içeriye sarkıtıp rutubetli mağara ağzına indiklerinde, çökertilmiş kayaların ardından süzülüp gelen gün ışığında azametli Ceneviz kadırgası “Charon”la karşı karşıya geldiler. Pruvadaki Cerberos’un üç başının korkunç gözleri sanki canlıymışçasına ileriye bakmaktaydı. Tarihçi heykelin ateş mekanizması işlediği zaman ağzından saçılan dumanları, göz boşluklarındaki kızıl parıltıları hayal ederek ürperdi. Kadırganın etrafındaki küçük adacıklarda örümceklerin hâkimiyetindeki fıçılar, çürümüş kazma kürekler ve başka silahlar duruyordu. Dizlerine kadar gelen deniz suyunun içinde dikkatli adımlarla ilerleyerek kadırganın yanına yanaşıp, küreklere tutuna tutuna güverteye tırmandılar. Çürük halat yığınları ve bir vakitler kılıçlarıyla, hançerleriyle, arbaletleriyle arz-ı endam eden eskinin korsanlarından kalma iskeletlerinin arasında altın ve gümüş sikkelerin, testilerden sarkan gerdanlıkların, artık delik deşik olmuş renk renk ipekli kumaşın serili vaziyette yattığını gördüler. Zülküf gördüklerini rüya zannettiğinden dokunmaya çekiniyordu. “Ha buriya boşuna Ceneviz Sındıği dememişler…” Zülküf’ün sözleri karanlığın içinden ıslak çalarak fırlayıp gelen bir şeyin böğrüne saplanmasıyla kesildi. Haykırmaya mecal bulamadan yine benzeri şekilde fırlayıp gelen bir cismin Zülküf’ün göğsüne saplandığını gören tarihçi korkuyla kendini yere attı. Kemik ve altın yığınlarının arasında yatarken definecinin kanlar içinde gerisingeri yıkılıp olduğu yerde hırıldayarak can verdiğine tanık oldu. Korku dolu gözlerle onu izlerken karanlığın içinde alenen işitilen adım sesleri duydu. Olduğu yere doğru kararlı adımlarla yürüyen birisi vardı ama ses yaklaşmasına rağmen kimseyi göremiyordu. Göğsünde sivri uçlu bir cismin ağırlığını hissedince duraksadı. Elleriyle yokladığında görünmeyen ama dokunabildiği bir cismi tuttuğunu fark etti. O esnada gözünün önünde yavaş yavaş bir şeklin vücut bulduğunu gördü. Tepeden tırnağa kadi-

24


min Ceneviz asillerinin kılığına bürünmüş, uzun kıvırcık saçlı, ürkünç bakışlı bir adam, bir elinde tuttuğu iki uçlu pirinçten, eski bir asanın dibindeki sivri ucu göğsüne bastırıyordu. Diğer elinde de eski Yunan savaşçılarının miğferlerini andıran bir başlık vardı. Adamın başlığı çıkardığı zaman cisimlenmeye başladığını fark ettiği esnada Ceneviz giysili adam hayli aksanlı bir Türkçeyle ağır ağır konuştu: “Pluton’unbidentinin iki ucu ölüm ve hayat manasındadır Türk!” Tarihçi ölümün kıyısında olmasına karşın merakına yenik düşerek Hades’e ait tılsımları elde eden korsana, kanlı canlı bir Cenevizliye peşi sıra sorular yağdıracakken adamın asayı sertçe göğsüne saplamasıyla yutkundu. Boğazından fışkıran kanlar, asırlar sonra kadırganın zemininde yayılırken KapitanHades’in, tanrıların büyüsüyle delirmiş bu korkunç Cenevizlinin, asırlarca altınlarını bekleyeceğini anladı. Tıpkı yeraltının zenginliklerine hakim olan Hades gibi… Mehmet Berk Yaltırık

25


Endişeni Dolabın Altına Sakla, Geliyorlar İçinde donakaldığın fotoğrafı asfalta yapışmak üzereyken bulmuştum. İstifçi tarafım gevşek sırıtmasıyla durduk yere beni dürtmeye başladı. Önce susturabildim. Lakin daha sonra, özellikle sen de fotoğrafın orta yerinde bir şey umar gibi gözlerime bakmaya başladığında, istifçi omzuma çıktı. Orada tepiniyordu. Bacaklarını sallıyordu. Fotoğrafı yerden al, al, al, almayan kişner, gibi şeyler demeye başladı. Olmadık yerlerde, beklenmedik taraflarımın ortaya çıkıp bana bir şeyler yaptırması sık rastlanır bir durumdu. Her seferinde isteklerine bir karşılık bulduğum bu taraflarımdan istifçi olanının hiçbir dediği makul gelmemişti. Nitekim çizgisini bozmadı. Fotoğraf çok kalabalıktı. Kimin, fotoğraftaki hangi insandan nefret ederek, hatta yüzüne tükürerek onu sokağın ortasına attığını bilmiyordum. Bu şekilde, sahibi tarafından sonsuzluğa uğurlanmış kimsesiz fotoğraflara da ilgim yoktu. Hayır, almak istemiyordum. Kesinlikle arka cebime sıkıştırıp dik yokuş boyunca eve taşımayacaktım. Daha sonra evin en işlek noktasında, göz hizasına yerleştirmeyecektim onu. Kararlıydım. Benden daha kararlı olan istifçi, elleriyle sırasıyla gözlerimi, kulaklarımı ve ağzımı kapatıp en masum bakışını attı. Görmedim. Duymadım. Bilmiyorum. Eğilip fotoğrafı aldım. Ağırdı. Tozluydu. Elimi fotoğrafın üstünde gezdirdim. Rengi açıldı. Yine de eski bir kare olmasından ötürü kahverengi tonlarında ve sert bir yapıdaydı. Parmaklarımla tozları sildikçe karedeki insanlardan birkaçının da silindiğini gördüm. Tedirginlikle etrafına bakan kadınları fark ettim. Kafamın içi çalkalanan bir suluk kadar hareketliydi. Dehşet anlarında eriyik lavları orada hissederdim. İstifçiyi düşündüm. Fotoğrafı elime tutuşturan şeytan icadını. Bir köşeden çıkıp göz yanılgıma ortak olmalıydı. Silindiler. Tek tek. Eve koşmaya başladım. Bir yandan fotoğrafa bakıyordum. Üç kere düştüm. Birkaç kişinin omzuna çarptım. İstemeden bir adamın kucağında buldum kendimi. Fotoğrafın içinde birbirlerinin kulağına fısıldayıp bana bakan insanların arasında elindeki kâğıtlara notlar alırken kimsenin onları görmediğini fark eden ukala beyaz önlüklüleri tespit ettim. Beni izliyorlardı. Beni inceliyorlardı. Korktukları belliydi ama hiçbiri saklanmıyordu. Kimileri bunu

26


nasıl beceriyordu? Ben korktuğumda aklımdaki arası açık penceremden içeri tüylü örümcekler tırmanıyor. Sayamadığım kadar çok bacakları olan başka böcekler de onlara eşlik ediyor. Hepsi göğüs kafesime yerleşiyor. Orada durmaksızın kıpırdıyorlar. Fotoğrafta kalabalığın arkasında bir leke gibi görünen kapıdan insanlar girip çıkmaya devam ediyordu. Benimle işi bitenler silindikçe yenileri geliyordu. Boş sandalyelere rastgele oturuyorlardı. Fotoğrafı neden gelişigüzel bir yere atmamıştım? Denediğimi inkâr edemem. Kaldırım taşına bıraktım. Aklıma yatmasa da fotoğrafın içinde canlılar olduğu için yukarıdan bırakmaya ya da buruşturup fırlatmaya cesaret edememiştim. Bıraktığım kaldırımdan söylenmeler yükselince durup dinledim. Bu da korktu, diyordu biri, yanındakini dirseğiyle dürterek. “Peh, kalıbına bakan da ne zanneder,” dedi diğeri. Bir bacağını öteki bacağının üstüne öyle bir attı ki, sol kalçası yüksek tavana bakar oldu. Bu defa istifçiye gerek kalmadan geri aldım fotoğrafı. Yükselen sesleri ellerimin arasına sıkıştırdım. Kendi elimi tutarak yürüyordum. Bunu bir tek gereğinden fazla sessiz gecelerde, yorgana dahi çaktırmadan yapıyordum. Söylenmeler boğulur gibi çıkan seslere dönüştü. Eve çok az kalmıştı. Merdivenler. Hem alttan hem üstten kilitli kapı. Ev. Geniş girişi geçip pencerenin gördüğü en güzel manzarayı, iki ağacı, seyredebildiğim odaya geçtim. Fotoğrafı duvara, sıkça oturduğum koltuğa göre göz hizama yapıştırdım. Tüm odaya sırtım dönüktü. Fotoğrafa önce yakından baktım. Bir başka fotoğrafla karıştırmış olmalıydım. Az önce orada gördüğüm hiç kimse yerinde yoktu. Eşyaların da yerleri değişmişti. Not alan dört beyaz önlüklü, kısa boylu ikiz kadınlar, tek kollu ve tek bacaklı. Hiçbiri. Başkaları vardı. Kamburlu birileri. Otomattan kahve alan genç oğlan, yere boylu boyunca uzanmış hemcinsine gülümsüyordu. Fazlasıyla içten ve davetkâr. Demir rafların altında bir çocuk dimdik duran vücudunu duvara yapıştırmıştı. Dadısı olduğunu düşündüğüm, siyah jile etek ile beyaz gömleğine uyumlu rugan çizmeleriyle bir kadın tebeşirle duvarda, çocuğun başının ulaştığı son noktayı boyuyordu. Biri albümünü sokağa saçmış olmalıydı. Bir tek kapı aynıydı. Üzerinde parmaklarımı gezdirdikçe silinen insanların yerlerini başka insanlarla

27


dolduran kapı. Pencereye yönelip eve geldiğim yolda hiç fotoğraftan birilerini düşürmüş müyüm diye bakacaktım. Arkamı döndüm. Evdeydiler. Fotoğrafta eksik olan kim varsa. Cezasına razı suçlular gibi çıt çıkarmadan oturuyorlardı. Kısa boylu ikizlerin arkasında not alan beyaz önlüklüler ayaklarıma bakıyorlardı. Ayakkabılarımı çıkarınca ortaya çıkan birbirinden farklı, mavi ve yeşil çoraplar dikkatlerini çekmişti. Toplam sekiz kişi. İkizler, dört beyaz önlüklü, tek kollu ve tek bacaklı. Korku üst katın banyosundan damlayan kirli suyun kokusuyla içime damlıyordu. Fotoğrafa tekrar baktım. Boyunu ölçen çocuk ve dadısını fotoğraftaki kapıdan çıkarken yakaladım. Arkamda, gittikçe kalabalıklaşan odada bir kıpırdanma, çocuk sehpanın üzerindeki vazoyu indirip kendine yer açıyor. Dadısı çocuğu koltuk altlarından kaldırıp sehpaya oturtuyor. Elini çocuğun omzuna atıp bir yandan onu kontrol ederken diğer yandan odadaki yaygın sessizliğe ve ifadesizliğe katılıyor. On oldular. Çocuk ve dadıyla. Bir süre nefes dahi almadım. Uyuşan bedenime mukayyet olamıyordum. Elimi tutunacak bir dayanak arayarak boşlukta gezdirdim. Kitaplığı yakaladım. “Şimdi burası da örümcek yuvalarına benzedi,” dedi beyaz önlüklülerden biri. Sonra yanındaki diğer önlüklünün kulağına eğilerek, “Korkunun içine yuva yaptığı o yuvalara,” dedi. Biliyorlardı. Bana ne yapabileceklerini biliyorlardı. Korkumun farkındalardı. “Hatta şimdi pencereni biraz daha aralayabiliriz, geliyorlar,” dedi kısa boylu ikizlerden bir diğerinin aynısı olanı. Fotoğrafa döndüm. Demir raflardaki kitapları karıştıran yirmili yaşlarında biri. Kucağındaki incecik beyaz bir ipin çevrelediği iri bir örümceğin sırtını işaret parmağıyla seviyordu. Arada sırada örümceği yere indiriyordu. Tasmasının uzadığı ölçüde uzaklaşmasına izin veriyordu. O da yüzünü bana döndü. Gözlerinden birinin yerinde su yeşili bir sonsuzluk vardı. Görebilen tek gözünün bakışıyla insanın zihnini kırbaçlayabiliyorsa, diğer gözünün eksikliği hissetmiyordur, diye düşündüm. Kapıdan fotoğrafa giren bir başka kadının suratındaki yarayı gördüm. Alnının ortasından çenesinin altına kadar inen derin bir yarık. Tekrar arkamı döndüğümde elinde otomat kahvesiyle genç oğlan, halımın üstünde sere serpe uzanan diğer gence bakıyordu.

28


Gözümü kırptım. Haber değeri olmayan bu eylemim eve bir başka fotoğraf sakinini daha getirmeseydi gözümü kırptığımı katiyen belirtmezdim. “Endişeni dolabın altına sakla, geliyorlar,” dedi sehpanın üzerindeki çocuk, “ayrıca, bence sen de saklan.” Duvardan yükselen bir gümbürtü duyuldu. Bir çekicin ısrarlara rağmen duvarı delmeyen bir vidaya karşı savaşının sesleriydi. Aksi olan, hiçbir şey duvara girmeye çalışmıyordu. Duvara asılı fotoğraftaki örümcek terbiyecisi ile yarık surat fotoğrafın önündeki görünmez engeli pençeleriyle delmeye çalışıyorlardı. Gözümü kırptım. Haber değeri olmayan bu eylemim eve bir başka fotoğraf sakinini daha getirmeseydi gözümü kırptığımı katiyen belirtmezdim. “Endişeni dolabın altına sakla, geliyorlar,” dedi sehpanın üzerindeki çocuk, “ayrıca, bence sen de saklan.” Duvardan yükselen bir gümbürtü duyuldu. Bir çekicin ısrarlara rağmen duvarı delmeyen bir vidaya karşı savaşının sesleriydi. Aksi olan, hiçbir şey duvara girmeye çalışmıyordu. Duvara asılı fotoğraftaki örümcek terbiyecisi ile yarık surat fotoğrafın önündeki görünmez engeli pençeleriyle delmeye çalışıyorlardı. Duvardan yükselen boyaları söktüğünü gördüm. Arkamda bir sürü insan vardı. Sızı dolu bir koku kalabalığın arasından yükselerek tavana çarpıp daha da hızlanarak tepeme yıkılıyordu. Ezgili çığlıklar duyulmaya başladı. Gregorio Allegri-Miserere’deki gibiydi. Bir yas töreninden gelen ölü yakarışlarına benziyordu. Yardım çağrısıyla öfke karışıktı. Kulak asmamaya çalıştım. İkizler yanıma gelmişlerdi. Beni duvara doğru itiyorlardı. “Çıkar endişeni,” dedi dadı. Buyurgan sesini mesleğine verdim. Fotoğraftaki kapıdan çıkıp gitmek istiyordum. Fotoğrafın büyüdüğünü gördüm. Duvarda genişliyordu. Yaralı yüzlü kadın elleriyle iki yanından çekiştiriyordu fotoğrafı. Sığmaya çalışıyordu. Oradaki kapıdan siyah gövdeli, kocaman başlı, iri ayaklarının üzerindeki damarlarla çevrili bacaklarıyla biri girdi. Kalıba vurulmuş demir yığını kadar ağır görünüyordu. Kafasında bir miğfer gördüm. Tam karşıdan, hiçbir şey dikkatini çekmeden bize doğru geliyordu. “Soyun,” dedi otomat kahvesini höpürdeten genç. Sesinde en

29


ufak arzudan eser yoktu. İfadesiz suratım devam etmesini sağladı: “Endişeni sıyır, dolabın altına sakla, geliyorlar.” Gözlerimi büyüdükçe duvardan taşmaya başlayan sahneden alamıyordum. Bir fotoğraf olmaktan çok uzaktı artık. Ellerinden tutup dışarı çıkarabileceğim birine dönüşüyordu. İtildiğimi hissettim. Orası bomboş kalmıştı. Az evvel miğferiyle dikkat kesilmiş ağır görünümlü kişi de yoktu. En çok onun ellerini sırtımın ortasında hissediyordum. Ayaklarımı yere sabitlemiştim. Yalnızca belimden yukarısı karşımdaki görüntünün içine girmişti. Ölü yakarışlarını daha iyi duymaya başladım. Erkek-kadın karışık bir koro ellerinde tutmalarına rağmen bir kez olsun bakmadıkları ağdın sözlerini derilerinin altında hissettikleri acıyla söylüyorlardı. Kendimi tamamen yüksek, beyaz duvarların arasında bulduğumda sırtımdaki itici güç sona ermişti. Eşyalar yoktu. Fotoğraftakiler yoktu. En kötüsü, kapı da yoktu. Arkamı döndüğümde onları gördüm. Fotoğraftakileri. Sonradan kapıdan girenleri. Dadıyı. Miğferli adamı. Küçük çocuğu ve yaralı yüzü. Hepsi, en kötü huylarını içlerinden koparım bir çukura atmış gibi bakıyorlardı olduğum yere. Kapanmaya başladı. Evimle burayı ayıran o görünmez eşik her neyse, beyazlaşıyordu. Tiz sesler aynı tonda devam ediyordu. Eski evimde yeni bir kalabalık bırakmıştım. Yeni dört duvarımda eski kalabalıktan izler arıyordum.

30

Elif Şeyda Doğan


Serikli Halil’in Tanışma Seansı Serikli Halil, kırk dört yaşındayken karısını kaybetti. Karısının onu uğruna terk ettiği adamı tanımak için senelerce çalıştı. Zengin bir müteahhit oldu. Serikli Halil, zengin bir müteahhit. İki tane oğlu var. Dünyanın görmediği hiçbir biçimi olmadığına inanıyor. Birçok apartman dikti. Üç, beş, yedi ve on bir katlı. Asal sayıları seviyor. Karısının onu uğruna terk ettiği adamı görmek için Himalaya Tuzu getirtiyor. Geceleri yatağının başucundaki tuz lambasını yalıyor. Tuz gölüne geziler düzenliyor. Turist Ömer Uzay Yolunda filmini çok seviyor. Karısının onu uğruna terk ettiği adamın boyunu çok merak ediyor. İzmir’i hiç sevmiyor. Yunanları denize döktüğüne inanıyor.

I. Serik Restorasyon “Iıı… Şimdi bizim işimiz aslına bakarsan restorasyon,” Serikli, çayından bir yudum alıyor. “Yani, zaten bakanlıktan da bunun için şey ediyoruz, yani bakanlıkla da bu minvalde çalışıyoruz.” “Yahu bu nasıl restorasyon? Hayır camekan-“ Avukat Hanım’ın böyle laflara karnı tok. Isparta üzerinden gelmiş, Isparta Şiş yemiş. Restorandaki adam, bunun aslında Burdur şiş olduğunu söylemiş. Ama fark etmezmiş yani hepsi aynıymış. Avukat Hanım, Burdur ve Isparta arasındaki mesafeyi düşünüp gülmüş. Burdur şiş yemiş. Karnı tok. “Ya şimdi camekan orada güzel bir dokunuş olarak uluslararası platformlarca da kabul edildi.” Serikli arkasındaki rafa uzanıyor, belgeleri karıştırıyor. “Hiç boşuna arama beyefendi. Biz biliyoruz hangi uluslararası platformlarla işbirliği içinde olduğunuzu. Dolar-“ “Avukat Hanım neden maruzatınızı dilekçeyle falan anlatmıyorsunuz ya? Allah Allah, iş adamıyız biz.” “Burası ikinci derece sit alanı! Sizin tarihe hiç mi saygınız yok! İki apartman diken kendini restorasyon şeyi sanıyor ya!”

31


“Bizim tarihe saygımızı sorgulayamazsınız. Siz benim bu işlere ne kadar yatırım yaptığımı biliyor musunzu hem. Hepsi belgeli, ben bir kuruş haram yemedim.” “Tarihin hakkını yediniz!” “Sen ne anlatıyorsun be kadın?” “Terbiyenizi takının!” Avukat Hanım ayakta. Serikli bu görüntü karşısında adeta huzurlu bir vampir. Yüzündeki gülüş, dişlerini saklamak için. “Mezarlık restorasyonu almak ne demek Halil Bey?” “Görürsünüz.” Avukat Hanım, hiçbir şey söylemeden çıkıyor. Kapıda bir süre duruyor. Telefonunu çıkarıyor. Taksi çağıracak. Sonra küçük yerlerde taksilerin daya pahalı olduğunu hatırlıyor. Yürümeye karar veriyor. Öfkesi var. Kaldırımın kenarından akan pis bir su. Mazgallar. Saat kulesi. Pis suda saat kulesinin yansıması yok. Bir çikolata ambalajı var. O da mazgala giriyor. Kayboluyor. Avukat, gideceği yere on beş dakika yürüyecek. Çok terleyecek. Otelde bir duş alıp, ortaokuldan arkadaşıyla buluşacak. Onun buraya taşınmış olmasına şaşıracak. Bilmeden gülümseyecek. Bilmediği şey, yıllar sonra onun da bir ilçeye taşınacağı. Muhalefet partisinden belediye başkanı adayı olmaya çalışacak. Ama onu birinci aza yapacaklar. Bir sonraki seçimde kesin belediye başkanı olacağını söyleyecekler. Olmayacak. Tekrar şehre gidecek. Sonra tekrar ilçeye dönecek. İlerleyen yaşında, kansere yakalanıp ölüverecek. II. Yerkubbe Projesi Serikli inşaat alanında. Bir anıt mezarın başı. Görmeden varlığına inanmayacağınız bir güzelliğin yitim sonrası akıllara kazınmış somut varlığının bir delili. Yitimin gücü karşısında hayrete düşen, acısını sert şeylerden çıkarıyor. Üst üste konan kayalar, taşlar, savaşlar, din adamları, uyuşturucu, kötü Ankaralı şarkıcılar, büyük mimari eserler. Anıt mezarı kendisi buldu. Hakkı olduğunu iddia ediyor. İzinleri nasıl çıkardı? Kimse bilmiyor. Kafasında baret var. Mezarın kapısına sürme kapı yapılmış. Neredeyse her şey bitmiş. “Açık mı şimdi kameralar?” diye soruyor, güvenlik uzmanına.

32


“Yok Halil Bey daha açmadık. Şimdi daha inşaat devam ettiği için…” “Yahu restorasyon.” “Restorasyon devam ettiği için.” “Açın siz açın. Ayrıca şu saatten itibaren geceleri kimse bu alanda kalmayacak.” Eliyle işaret ediyor. Bir güvenlik görevlisi koşturarak geliyor. “Sen mi kalıyorsun geceleri burada?” “Evet abi…” Bir şeyler daha diyesi var. Kendi varlığını bildirmek isteyen bir çalar saat gibi. Uzun uzun ötse de sadece tek bir ses çıkarabilir. Bunu biliyor. Fakat pili bitmediği için içindeki itki onu kaşıyor. “Tamam kalma artık. Al şunu.” Seriklinin eli yine bol. “Sağol abi, bir kusur mu ettik?” “Estağfurullah kardeşim, gerek yok bu saatten sonra. Ben kalacağım. Gelen giden oluyor mu?” “Hafriyatçılar gelir arada-“ Serikli eliyle gitmesini işaret ediyor. Görevli uzaklaşıyor. Önce hızlı adımlarla. Sonra duruyor. Öylece duruyor. Etrafına bakıyor. Eline tutuşturulan kağıtlar topluluğu. Hafriyatlar. Gökyüzünde birkaç parka bulut. Yerde taşlar. Üzerinde güvenlik görevlisi kıyafeti. Göğsünde şirketin adının yazılı olduğu saçma sapan rozet. Yavaş yavaş yürümeye başlıyor. Siteden çıktıktan sonra bir süre otobüs bekleyecek. Otobüs gelmeyecek. Bu saatte çıkmadığı için bilmiyor. Bu saatte buraya otobüs yok. Gelen bir çiftçiden bir dal sigara isteyecek. Sigara içerken eski model telefonundan karısına sms atacak. Kovuldum, diyecek. Sonra bir traktöre otostop çekecek. Yıllar sonra, köyünde, öylesine, sebepsiz yere, dördüncü torununun doğmasını beklerken ölüverecek. III. Gece Salonu Serikli, gece salonu adını verdiği, kümbetin orta yerindeki yere mesajını bırakmış. Kamerasının karşısına oturmuş izliyor. Ekranda, çok şık bir salon var. Öznel bir tanımlama. Betimlemeye lüzum yok. Tam ortasında, ilkel bir mızrağın ucuna takılmış bir koç kafası. Koçun diline, çengelli iğne ile tutturulmuş bir not var. Notta ne yazdığını Serikli biliyor. Mızrağın etrafı on üç mumla dolu.

33


Kameradaki görüntü kayboluyor. Serikli oturduğu yerden kalkıyor. Gece salonuna gidiyor. Sürgülü kapı açılırken tekliyor. “Bir işi de düzgün yapın amına koduklarım…” diyor. Merdivenleri iniyor. Anıt mezarı baştan yaptı. Gurur duyuyor. Burada aylarını geçirdi. Her detayını planladı. Hiç umrunda değil. Salona giriyor. Koç kafası gitmiş. Not havada asılı duruyor. Etraftaki mumlar sönmüş. Serikli hiç ışık olmadığını fark ediyor. Yine de görebiliyor. İşte buna şaşıyor. Sonra fark ediyor. Arkasındaki bir yerden ışık geliyor. Arkasındaki bir şeyden. Arkasındaki birinden. “Seni tanımak için senelerce bekledim…” diyor. “Değdi mi?” diye soruyor yeraltından gelen. “Şöyle bir bakayım, ama göz kamaştırıyorsun.” “Bir ışık gördüm derler ya…” Gülüyor efendi. Gönenli bu gülüşü duysa beti benzi atar. İğneadalı bu gülüşü duysa çıldırır. Erbaalı bu gülüşü duysa yok olur gider. Serikli ona karşılık olarak gülüyor. “Demek bu göz alıcılıktı her şeyin sebebi. Oysa bana ışığı sevmediğini söylerdi. Karanlıkta otururduk.” “Belki de yüzünü görmek istemediği için yalan söylüyordu.” “Söndür şunu.” Saçları alevden olan, parıltılı varlığını biraz solduruyor. Şimdi daha çok insana benziyor. Yine de sakalları var. Onlar da alevden. “Ne bu? Yanaklarındaki sakalları lazerle mi aldırdın yoksa?” Seriklinin pasif agresif tavrı tanrıyı kızdırmıyor. “Ölümün keskin bıçağını hatırlatsın diye öyle orası.” “Ölümün keskin bıçağını ölenlere hatırlat sen. Vallahi çok akıllısın.” Serikli sigara çıkarıyor. Üzerinde çakmak arıyor. “Ne istiyorsun?” Tanrı biraz alındı mı acaba? “Ateş. Çakmağı yukarıda unutmuşum.” Alevden saç savruluyor. Serikli çevik bir hareketle geriye sıçrayıp sigarasını yakmayı başarıyor. “Eyvallah. Dik dur bakayım. Evet, boyun benden uzun.” “Bunun için dik durmama gerek yoktu. Her halim senden uzun.” “Vücut mu yapıyorsun?” Serikli sigarasını çok hızlı içiyor. Bunu yapmamalı. Şu soruların kayıtsızlığını yok eden bir kaygı belir-

34


tisi. “Sen nasıl hayal ediyorsan öyle. Bunu öğrenemedin mi?” “Ne önemi var ki? Zaten o kas sevmez.” Tanrı yine gülmeye başlıyor. “Sen de seviyorsundur belki. Gel göğsüme, seni teselli edeyim.” Serikli, sigarasından büyük bir nefes alıyor. Sonra yere atıyor. “Gerek yok. İyi oldu gördüğüm. Siktir git şimdi.” Serikli, salonun çıkışına gidiyor. Hades, olduğu yerde kalıyor. Serikli çıkmadan önce sesleniyor. “Şu mektubu yak da gideyim. İşim gücüm var.” Serikli onaylayarak başını sallıyor ve geri dönüyor. Yazdığı şeyi yakıyor. Hades, bir kağıdın küllerine dönüşüyor. Kahkaha atıyor. Serikli duymuyor. Her yer kararıyor. Yukarıdan gelen ay ışığını görüyor. Salondan çıkıyor. Bunun ay ışığı değil, inşaat alanındaki projektörler olduğunu fark ediyor. Sürgülü kapı tekliyor. “Beceriksiz herifler…” Özgürcan Uzunyaşa

35


36


Balçık quantus tremor est futurus, quando iudex est venturus, cuncta stricte discussurus! Zebaniler hükümlüleri tef gibi çalmaya başlamıştı. Hükümlüler ve infazcıları iç içe durarak iğrenç, kırmızı bir balçık oluşturuyordu. Zebanilerin nerede bitip hükümlülerin nerede başladığını anlamak mümkün değildi. Balçık şimdi milyonlarca kalbin aynı anda atması gibi gümbürdüyordu. Bunun bitmesi için ya düzenli bir isyan ya da düzensiz bir direniş lazımdı. İsyan olmayacaktı, çünkü hükümlüler buradan daha iyi bir yer olmadığını biliyorlardı. Bu kıpkırmızı balçığın adı cehennemdi ve artık buradan başka yer yoktu. Cehennemin çeşitli kısımlarında geçirdikleri on binlerce yıl, yaşadıkları katrilyonlarca eziyet bunu onlara öğretmişti. İsyan olmayacaktı, çünkü hükümlüler bunun hiçbir işe yaramayacağını biliyordu. İsyanları muhatap bulamayacak, hatta bastırılması için kimse çaba göstermeyecekti. Belki bastırma çabası merhamet bile sayılabilirdi. Ama burada merhamet sadece etlerinin lime lime doğranması, tırnaklarının tek tek çekilmesi, kemiklerinin un ufak olana dek kırılmasıydı. Zebaniler iblislere teslim etmek için balçığa şekil verdiğinde hükümlüler başlarına gelecekleri anlıyor, zavallılar daha fazla işkence görmek için ağlıyor, yakarıyor, dövünüyordu. Yeter ki bu işkence fiziksel olsun. Balçıktan kopan bir parça yavaşça şekil almaya başladı. Sonsuzluğun ve ıssızlığın ortasındaki bu yerde zamanı ölçmek mümkün değildi, o yüzden balçık öbeğinin nihai haline varması için ne kadar süre geçtiği anlaşılamazdı. Kütlenin silüeti önce kambur bir sırtlana benzedi, sonra acı çekercesine iki ayağının üzerinde dikilen sırtlanın kanatları sırtını parçalayarak aniden boşlukta belirdi. Kanatlar belirdiğinin tam aksi hızda yok olurken, sırtlan başı bir insanın kafasına dönüştü. Silueti bir insanı andırsa da, ayakta duran şeyin insanla ve insanlıkla uzaktan yakından alakası yoktu. Kor alevler gibi parlayan gövdesi kendi bütünlüğünü ve biçimini bozmadan içten içe hareket ediyor, sanki tamamen lavla dolu göv-

37


desindeki katı ateş rastgele yönlere hareket ediyordu. Yaratığın yüz hatları da bir insanı andırıyordu ancak olması gereken şeylere sahip değildi. Göz çukurları yerindeydi ancak görmesini sağlayacak herhangi bir açıklık yoktu. Burnu yoktu. Ağzı ve dudakları yoktu. Zebani ellerini balçık kütlesine daldırıp iki avuç çamur çıkartarak ayaklarının önüne çaldı. Eğilip avuçlarıyla sıkıştırarak öbeği bir araya topladı ve bir adım geri çekildi. Çamur öbeği içten gelen bir ışıkla parladı ve sonra biçim değiştirmeye başladı. Gittikçe büyüyor, büyürken şekilden şekle giriyordu. Hiç ses çıkarmasa da bu süreç ona acı çektiriyor gibiydi. Sanki acıdan çırpınıyor, her çırpınışıyla daha çok insanı andırıyordu. Nihayet, yerde cenin pozisyonunda yatan bir erkek halini aldı. Dikkatli bakılırsa ağlarken kendini sıkmaktan gelen omuz sarsıntıları görülebilirdi. Zebani adamın omzuna iki hızlı dokunuş kondurdu. Adamın ayağa kalkmaktaki korkulu acelesi, bu durumun tanıdık olduğunu gösteriyordu. Hiçbir söz ve bakış olmadan yürümeye başladılar. Arkada yürüyen zebani ne kadar ilgisiz ve rahatsa adam da o kadar korku doluydu. Kim bilir ne kadar yürüdükten sonra kapılarla dolu uçsuz bucaksız bir duvarın önüne vardılar. Buraya gelince adam durdu, zebani onun önüne geçti. İki yanına umarsızca kafasını çeviren zebani, rahat bir tavırla yaptığı hareketle adama kendini takip etmesi gerektiğini anlatarak sağa doğru yürüdü. Bazı kapıların önünde yavaşladı, hatta bazılarının önünde durdu. Ancak hiçbir odadan ses gelmiyordu. Nihayet bir kapıyı açarak adamın içeri girmesini bekledi. Adamın korkarak girdiği ince, uzun oda masif gri kayanın içine kabaca oyulmuştu. Oda bir masa, iki sandalye ve kapının karşısındaki kısa duvarın ortasına alay edermiş gibi kurulmuş şömine dışında bomboştu. Şömineye kayıtsızca arkasını verip masanın başında oturan iblisse bambaşka bir konuydu. İblis odayı aydınlatan, hem her yerden geliyormuş gibi hem de hiçbir yerden gelmiyormuş gibi görünen o rüyalardaki ışığa benzeyen odanın aydınlığından muaf, kapkaranlık bir insan sureti halinde duruyordu. Vücuduna dair hiçbir detay yok gibiydi veya varsa bile seçilemiyordu. Kütlesi ve silüeti dışında hiçbir detayı ışığı yansıtmadığı

38


için gözle görülmesi imkânsızdı. Bulunduğu yer bilinen evrende olsaydı, insan suretine bürünmüş bir karadelik benzetmesi yapılabilirdi. Hükümlüye balçıktan şekil verip buraya kadar getiren zebani, iblisin yanında pembe göbeğinde henüz tüy bitmemiş bir kedi yavrusu gibi kalırdı. Hükümlü burayı çok iyi biliyordu, başına gelecekleri de. Burası cehennemin dibi, yani kendi zihniydi. Burada göreceği işkence fiziksel değildi, hatta bir fiske bile yemeyecekti. Sadece konuşacak, doğumundan ölümüne kadar yaptığı, yaşadığı ne varsa anlatacaktı. Her anlattığında, durgun suya atılan taşın yarattığı gittikçe genişleyen halkalar gibi, eylemlerimin oluşturduğu sonsuz halkaları da seyredecekti. En büyük ceza buydu. Zebani adamı sert bir hareketle içeri soktuktan sonra olmayan gözlerini iblisten kaçırarak odadan sıvıştı. İblis zarif bir el hareketiyle adama karşısındaki sandalyeyi işaret etti. Adamın korkusu, oturmak kadar basit bir eylemi bile zorlaştırıyor, titreyen elleriyle sandalyeyi çekmek bile işkence hâline geliyordu. Odaya girdiğinden beri yere dikili gözleri, şimdi masanın üzerinde sımsıkı kenetlediği gözlerine kilitlenmişti. Uzun bir sessizlik oldu. Kim bilir ne zaman sonra, boşluktan gelen davudi bir sesle “Burada zaman izafidir,” dedi iblis. Türker Beşe

39


40


Hades’in Haset Günlüğü Sevgili günlük, Ben Kronos’tan olma Rea’dan doğma, ölümün ve görünmeyenlerin efendisi, Olympos Apartmanı’nın kapıcısı, Tanrı Hades’im. Yeraltına bahşedildiğim bu sonsuz hayatımda günlük tutmak ne denli zor bilemezsin. Asla yetmeyecek sayfalara, hiçbir sıradan varlık tarafından okunamayacak bu cümleleri, ölen babamdan kalan boş zamanlarımda yazmayı planlıyorum. Ve ben çok sıkılıyorum. Aşk gibi dünyevi bir hissiyatı ölüm kadar erdemli bir gerçeğe dönüştürebilen bu genç kızlardan nefret ediyorum. Bir sürü ilaç içip yutmak için içme suyu kullanıyorlar ve birçoğu intihar edenlerin kaynar kazanlarda sonsuza dek yandığını sanıyor. Ama yanılıyorlar. Ölümün dünyasına ölümü seçerek gelenler cenneti yaşayarak acı çekerler zengin faniler gibi. Gerçek cehennem gökyüzünde, denizlerde. Günahkarları sonsuz gökyüzünde kanatsız bir kuşa veya dipsiz bir denizde yüzgeçsiz bir balığa dönüştürüyorlar. Ve bana gelen herkes hayran oluyor-du. Bugün bir çocuk getirdiler huzuruma. Huzurumu daha da kaçırmak için belki. Üç kardeşin en küçüğüymüş. Ortanca abisi şakalaşırken suda boğmuş. “Senden büyük Allah var.” diye bağırdı bana. “Benden büyük abim var benim de. Gücüme gitti. Kardeş katline pek de soğuk olmayan ben, bugün ilk defa bu çocuğa ne yapacağımı bilemedim. Persephone’nin sadık aşığı, baharın sonsuz kovalayıcısı, Titan karnından kopan ben, Hades, ne yapacağım hakkında bir fikrim yok. Sana sığınıyorum sevgili günlük. Tartarus’ta helak olan tüm yarı-tanrıların, beyaz yakalıların ve Styx’ten şarap içerek sonsuza dek keyif süreceğini sanan çember sakallıların cansız bedenleri elimde. Elysium’da seksek oynayan, varlığından da ölümünden de haberi olmayan, olmayacak olan çocukların cansız bedenleri elimde. Bir de Mecidiyeköy’de birileri var. Fani yılıyla sonsuz süredir vasat ebedi ıstıraplarını çekiyor. Çünkü yeraltında zaman yok, uzaya çıkan ilk insan, bir otobüs şoförü ve Homeros aynı cehenneme katlanmak zorunda.

41


Hasedimden çatlıyorum. Yabam yok, şimşekler ellerimi yakar. Heykellerim mezarlıkları ve nice kahramana mezar olacak arenaları süsler. Habeş memleketlerinde çakıla boğarlar beni. Gökyüzünde namımı yürütebilecek tek gezegeni osuruk ilan ederler. Benim hakkım üçtür. Üçünü de alıp tek bir tazıya kelle eylerler. Tanrıların Tanrısı Kronos’tan, yeraltından, mavi renkten, görünen ve görünmeyen her şeyden, kardeşlerimden ve onların aciz kullarından nefret ediyorum. Söyle bana günlük! Bana şirk koşan bu garip faniyi nereye atayım? Ozan Aydeğer

42


Ölümcül Mikro Öyküler 1. O öleli yıllar oldu. Bu gezinen, gölgesi. 2. Mezarlık bekçisi parasını peşin aldı, konuklarını en yeni mezara götürdü ve “Bir saatiniz var,” dedi. Sonra ekledi: “Afiyet olsun!” 3. Bir naylon torba havalandı rüzgârla. Gökyüzünde bir kuş belirdi. Yeryüzünde bir çocuk eksikti. 4. Ayak sesleri duydu. Bir elin kapıya uzandığını hissetti. Fakat kapı öylesine yavaş itildi ki, gelenin kim olduğunu öğrenmeye ömrü yetmedi. 5. Aşk için bir mezar aradı. Mavisine kadar toprağı kazdı ve atladı. 6. Hayalet kahkahaları yükseliyordu. Sisler içindeki bir köşkten değil, kendi ölü bedeninden. 7. Tüm gövdesini, dallarını, yapraklarını ve hatta kökünü çiçeğe çevirdi. Son baharıydı bu. Çıldırmışçasına. 8. Mezarında kemik rengi bir ağaç filizlendi. Ona benziyordu. Oydu. 9. Toz oldu kuş. Yine uçuyor. 10. Kendi kolunu keman sandı deli. Bıçak kemiğe değdiğinde içinde titreşen ilahi bir nota duydu. Ölümü kendi elinden ve korkunç oldu. 11. Nehir kenarında durdu, suya evini gösterdi yaşlı kadın. Sonra da atladı. 12. Bedeni sıcacıktı. Kalbi hala atıyordu. Sadece gördüğü bir rüyada ölmüş ve bir daha uyanmamıştı. Kimse bilmiyordu. 13. Gözündeki makası çıkarıp birkaç kere göz kırptı maktul. Kanlı göz-

43


yaşlarını sildi. Kimseye görünmeden makası dikkatlice geri yerleştirdi. 14. Herkes tek tek gizemli kulübeye giriyor, beş on saniye sonra da aynı yüz ifadesiyle dışarı çıkıyordu. Sıra ona geldiğinde dünya yok oldu. 15. Korkunç şimşekler altında gömdüler onu ve bir an önce eve döndüler. Çok değil, birkaç saat içinde o da döndü evine. 16. Kızını karanlık evlere götürüp ete susamış adamlara satıyordu. Bir sabah öldürüldü ve parçalandı. Parça parça karanlık evlere postalandı. 17. İzi yerde kaldı. Kuşun. 18. Demir Bakire diyordu kendine. Daha on dördünde, jiletli bir tüpü vajinasına yerleştirip karanlık sokaklarda göz kırpıyordu, sert erkeklere. 19. Hayatta kalmak istedi ve yemeye başladı, kendi etini. 20. Bağırdı, defalarca katilinin adını haykırdı. Duymadılar. Organlarını geri doldurup karnını diktiler. Dosyası kapatıldı: İntihar. 21. Baktığı yerde olmak istedi onun. Bir heves, bir heyecan, bir tutku… tüm naifliğiyle taradı ışıltılı ufku. Bir darağacında durdu. 22. Yazık ki ölünce keşfetti. Altıncı hissini. 23. Zehri dudaklarına sürdü, ardından panzehri içti küçük kız. Yine yaşlı bir erkeğe yalvaracaktı, öpmesi için kendisini. 24. Saat on birdi. Üç saat sonra on oldu. Uyudu. Yirmi yıl sonraki bir güne uyandı. Aldırmadı. Ölüm anına rastlamadığı sürece ölümsüz sayılırdı.

44


25. Zamandan ömür çalan o hırsızlar, yakalandılar. 26. “Sonsuza dek yaşamak istiyorum,” dedi Kukla. “Üzgünüm,” dedi Kuklacı, “Üzgünüm!” 27. Savaştan sonra gerindi, yüzünü kaşıdı çocuk. Önce parmaklarından birini düşürdü yere, ardından da çürümüş yanağını onun üzerine. 28. Bu evin geceleri gıcırdayan döşemeleri eski bir korsan gemisinden. İçinde gezinip duran hayaleti de öyle. 29. Yüzünün izi yerden silindi. Her zaman bulunurdu, göğü seyredecek başka biri. 30. Ölüm gezgin kokular gibi yakaladı onu, çocukluğunun bütün sokaklarında gezdirdi. 31. Elbiselerini çıkarır gibi bir bir vazgeçti hayallerinden. Çırılçıplak bir gerçeğe dönüştüğünde teni de artık soğumuştu. 32. Aklı kafatasının içinde bir koku gibi kaldı. Tüm hayatı, etinin an be an çürümesi ve beş bin yılın iskelet aroması ondaydı. Düşündü ki: “Uçup gidebilsem!” 33. Ömrü oyalanmalarla geçti. Ona ölüm bile, zikzaklar çizerek geldi. 34. Kapıyı kilitliyor, önüne eşya yığıyor, yoluna iğne döşüyor. Fakat nafile! Her gece yatağında uyusa da her sabah bahçedeki mezarda uyanıyor. 35. Yaşarken bir eşyadan farkı yoktu. Eskidi ve öldü. Sadece çürüdü. İskeletinden bir sandalye yaptılar, hiç olmadığı kadar mutlu göründü. 36. Ses ve dans gitti. Bakış ve aşk, tohum ve doğum gitti. Gelmek

45


üzereydi artık, cesetlerin isyanı. 37. Yarasından kan değil gece aktı. Kesintisiz, acelesiz, sessiz… Her şeyi yerine çağıran bir ince rüzgâr gibi. 38. Ölmek üzereydi bir yılan. Süründü, milyon yaşındaki bir elma ağacının kovuğuna sızdı. Ağaç titredi, sarsıldı, ısındı. Elmaları kurtlandı. 39. Bir gece Ay saçlarını döktü denize. Sessizce. Bir serinlik… Bir ölünün gözyaşları süzüldü sonra, Ay’ın saçlarından denize. 40. Karanlığın baharı geldi. Siyah çiçekleri, görünmez kökleri, kapkara kokusu ve isli gölgeleri… Almadan gitmeyecek renklerden birini. 41. Pencereden kuşları seyrediyordu. Rüzgâr azıcık şiddetlense bir yerlere tutunuyor, uzaklarda bir yabancı görse hemen perdeyi çekiyordu. Hayat onu bu eve kadar getirmişti. Ölüm kapı dışarı edecek diye korkuyordu. 42. Uçtu. Keyfince uçtu. Yuvasına dönebileceğini düşünüyordu. Gökmen Akça

46


47


Lethe Ölüm, kimsenin konuk olmak isteyeceği türden bir ev değildir. Bir kez içine girildi mi bütün kapılar yok olur ve duvarsız, penceresiz,zamansız, belirsiz bir boşluk her şeyi kuşatır. Sanki dışarısı hiç var olmamış, orada hiç kimse hiçbir zaman yaşamamış gibidir, orada olan her şey orada bırakılır ve ruhun kendini adadığı o hem kısa hem çok uzun düşten mahmur bir hüzünle uyanılır. Ruhlar, oraya hiç kimse tarafından çağrılmaz, öylesine bir uğrayıp geçmek için giremez, yanlarında bir vakitler sahip oldukları bedenin soluk birer hayalinden başka hiçbir mülk getiremez. Yalnızca ansızın; bazen bundan haberleri bile olmaksızın, bazen uzun zamandır olmasını dileyerek, bazense olmaması için nice hikayeler düzerek gelirler.Ve eve, Hades’in evine vardıkları zaman, ancak o zaman, nihayi yolculukları başlar. Dönüş gidişe gebedir; yok oluş var oluşa, yıkılan anlamlar bulunanlara ve elbette, unutulacaklar hatırlanacaklara. Ne var ki sonsuzluğun bir parçasında, aslında hiçbir farka sebep vermeyen ve aynı anda pek çoğunuyordayan bir şey oldu. Ölümün daim, değişmez durağanlığı, zamansızlığında incecikten bir çatlakbelirdi. Kayan bir yıldızın gökyüzünü bir an ışıtması gibi öngörülmemiş,vuku bulması engellenemez bir şey, Hades’in evinde sessizce peydahlandı. Ölmek zorunda olan herhangi bir şeyin kullandığı hiçbir yolu, hiçbir kapıyı kullanmamış; hiçbir ölümlü veya ölümsüzün daha önce yapmadığı biçimde, oraya öylece düşmüştü. Lebadeia’nın yakınlarında, ölüler diyarının ebedi sessizliği içinde, düşüşüne has o huşu verici gürültü yankı bulduğunda, Tanrı Hades tahtından kalkıp geldi, işiten bütün ruhlar korkuyla ürperdi, soğuk bir anlamsızlığın tuhaf fısıltısı diyar boyunca gezinip sıradanlığın ince çatlağını genişletti. “Sen kimsin?” diye sordu Tanrı Hades davetsiz misafirine; karanlık ve yarı görünmez ürpertici bir surete bürünerek. Önünde durmakta olan biçare ruh gözlerini kaldırıp onun karanlığına baktı; hiç etkilenmeden, geri adım atmadan, ifadesizliği bir an olsun bozulmadan. Uzun boylu, ince yapılı bir kadının görünüşü içindeydi; uzun dalgalı saçları gümüş rengi, gözleri dünyevi olamayacak kadar derin, anlamlı ve griydi. Çırılçıp-

48


laktı ve iri dolgun göğüslerinden ince uzun parmaklarının uçlarına dek bembeyazdı, Olimpos’un ebedi karları kadar beyaz. “Artık bilmiyorum.” dedi kadın neden sonra, bir cevap vermesi gerektiğini yeni fark etmiş gibi. Sesi insanoğlunun veya ölümsüzlerin kullandığı hiçbir sese benzemiyordu; sözcükleri doğanın seslerini ödünç almış, sanki tek başına bir doğaymış gibi şırıldayarak, eserek, gürleyerek ve çıtırdayarak konuşuyordu. Tanrı Hades o zaman anladı, kadın onlardan değildi, onların var oluşuna ait değildi ve hiçbir zaman da olmayacaktı. “Eskiden isimlerim vardı. Pek çok ismim vardı ve aynı zamanda da ben bir isimsizdim, hiçbir ismin sınırlayamayacağı bir isimdim. Sonra düştüm. Artık bilmiyorum.” “Nerede olduğunu biliyor musun?” diye sordu tanrı Hades, bu kez daha yumuşak ve anlayışlı şekilde. Korkunç suretinde bir şeyler titreşti, çözüldü ve yeniden biçim buldu, şimdi kadının boylarında bir adam görünümünde az önce olduğu aynı noktada ayakta duruyordu. “Burası benim ülkem. Bu toprakların büyük kısmı hiçbir zaman yeşermez, hasat vermez, ışımaz. Burada yalnız ölüler yaşar, yalnızca kendi ölümlerini yaşarlar, hak ettikleri ölümlerini, ebediyen.” “Demek artık buna inanıyorlar…” Kadın sessizce mırıldandı, yüzü gizlemediği bir kederle doldu ve keder, onu bir an evvel olduğundan daha güzel, daha bilge kıldı. “Bana inandıkları zamanlar böyle bir ölümü mümkün görmezlerdi, onlar için ölüm yeniden doğuş demekti. Asla bir ölüler diyarını düşlemediler ya da ölülere hükmeden bir varlığa dua etmek istemediler. Ben onlara ölümü ve yaşamı birlikte, iç içe sunardım, taze bir meyvenin iki yarısı gibi. Ama sanırım bu onlara yeterli gelmedi. Demek inanmak istediler, bir sonun varlığını bilmek istediler, bir son yaratmak… Ve bu yüzden, benim de sonum geldi, onların yeni son verme biçimiyle, demek böyle…” “Yaşamı hiçbir zaman sandıkları kadar çok sevmediler.” diye onayladı tanrı Hades, gözlerini kadının gözleriyle birleştirerek. “Ona taparken, onunla savaşırken bile bir parçaları ondan kurtulmayı istedi, çok ağır bir yüktü, taşırken belleri büküldü. Yaşlandılar ve yaşlılığın geri dönüşü yoktu, öyleyse bir devamı olmalıydı. Yeniden doğmak zorunda olmadıkları ve birlikte olabilecekleri bir

49


yer, yaşam kadar çok şey beklemeyen ve sadece itaat etmeleri gereken bir yer. Başta yalnızca bu kadarını istediler. Ve sonra sözcükler, dualar, hayatlar, dilekler bu ilk arzudan köklenip gürbüzlendi, ölüm kendi içinde bir dünya oldu, hükmümdeki bir diyar.” “Peki ama ben şimdi ne olacağım?” diye sordu kadın, bir su kıyısı melteminin hafif iç çekişiyle. “Artık inanılmayan bütün tanrılar gibi kendi yok oluşumda kaybolmam veya dönüşmem gerekirdi. Oysa bu tamamen yeni düzen için yaratılmış bir son ve ben… Yok olamadım. Buraya düştüm, hiç bilmediğim bir başka var oluşa. Bu yanlış.” Hades düşündü, zamanlarca düşündü, sonra aklına bir şey geldi, gelebilecek tek şey. “Bu yüzden unutman gerek.” dedi kadına, varlıkların pek azının onda görebildiği bir yakınlık ve açıklıkla. “İsmini unuttuğun gibi, diğer her şeyi unutman gerek. Bir yaratıcı olduğunu, yaratıcısı olduğun düzeni, kendini… Kendinin her parçasını. Unutman ve yok oluşunu yeni var oluşun parçası kılman gerek, denge ancak o zaman yeniden sağlanabilir.” Tanrı Hades kadına elini uzattı, kadın onun elini bir annenin çocuğunu, bir çocuğun babasını tuttuğu gibi tutarak teslim oldu. Karşı çıkmadı, başka bir şey önermedi, şikayet etmedi. Böylece, Tanrı Hades onu; bir zamanlar ölümün ve doğuşun tek doğası olmuş kadını, bir tüy kadar hafifçe alıp bir nehrin kıyısına getirdi. “Hazır olduğunda yapacağım.” dedi Hades kadına ve kadın, dizleri üzerine çökerek nehre, onun dalgasız, sakin, huzurlu sularına baktı. Dudakları bu kez çok daha içinden yükselen, başka bir dünyanın sesiyle kıpırdadı ve kadın şarkı söylemeye başladı. Şarkısında, bütün bir kaosun gürültüsü, bütün bir düzenin sessizliği vardı. Ve orada olan, olmuş, olacak hiçbir ruh, daha önce onunki gibi bir şarkıyı duymamışlardı. Kadının ağıdı perde perde yükseldi; ölülere, öleceklere, ölümün kendisine seslendi. Ve sonra, ansızın bittiğinde, tanrı Hades ilk ve son kez, ölümün o kekre acısını, sona varışın yalnızlığını, yine de başka hiçbir şeyin veremeyeceği tarifi imkânsız huzuru bütünüyle yüreğinde duyumsadı. “Son hatıramı suya ver.” dedi kadın ona, sessizliğin en yüksek, en parlak, en paylaşılan noktasında. “Ve su gibi akayım. Su gibi unutayım. Çünkü bir yaratıcıyı unutacak son varlık kendisidir.”

50


Tanrı Hades onun gözlerine son kez baktı, onu bütün ölümsüzler ve ölümlüler adına selamlayarak tekrar uzandı. Var oluşu büktü, kıymık kıymık ayırdı, avuçlayıp yeniden dokudu, düzenin gediklerini durağanlıkla örterek bütün kırık parçaları yerine koydu. Bir nefes sonra, az önce orada durmakta olan kadından geriye ne bir iz ne de tek bir anı kalmıştı. İsmi artık Lethe olan nehrin, suları demin olduğu kadar pürüzsüz, güzel ve sükûnet doluydu ve yeni bir amaca hizmet ediyordu. Ölümün evine gelen herkes, daha önce sahip oldukları bütün evleri unutmak üzere, onun kucağında yıkanacaktı. Nehir kadının yok oluşa, hatıraya, söze ve sözsüzlüğe söylediği ağıdın her bir notasını, durağını yutmuştu. Kadın oydu, o da kadın. Böylece, ölüme has unutuş doğumun ve yaşamın, yeniden var olmanın ve bir kılınmanın son hatırasıyla, mütemadiyen mühürlendi. Çünkü tanrı Hades’in söylediği gibi, dengeyi sürdürmenin tek yolu buydu: Dengenin bir parçasına dönüşmek. Melisa Yılmaz

51


Son derece Ăœcretsizdir. 52


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.