SayI 6-BabBa Yaga CZZ//-YAZ
CosmICZION ZINE - BABA YAGA
CosmicZion Zine’in Slav topraklarInIn amansIz cadIsI Baba Yaga sayIsına hoş geldiniz. Bilmenizi isteriz ki, czz artIk mevsimlik olarak çIkacaktIr. Zaman aralığımız sihirli çalışmalarınızı bizimle paylaşmanız için yeterince geniş, bekliyoruz. Bu sayı, cadıların büyülü dünyasını gezeceğiz. Herkes en yakınındakinin elini tutsun, zira Baba Yaga’ya yakalanırsanız yerlerde kemiklerinizi ararız. Baba Yaga yaz sayIsInI kavuracak!
Uçuş Ekibi
Kapak/Arka Kapak
Öykü: Gökmen Akça Mehmet Berk Yaltırık Mark Kaufman Elif Şeyda Doğan Şiir:
Can Küçükoğlu
İnceleme: Aydın Kocabaş Uzay:
Necipcan Karakuş
Burak İpek
İmzasız tüm inceleme ve araştırmaları czz’yi hazırlayanlar araştırmıştır. Özgün çalışma değil derlemedirler.
COSMIC TAKİP Twitter: @cosmiczionzine Instagram: cosmiczionzine Issuu: Issuu.com/cosmiczionzine Facebook: facebook.com/cosmiczionzine cosmiczionzine.com Bize; yazın, çizin, söyleyin: cosmiczionzine@gmail.com
Araştırma
SLAV MiTOLOJiSi CADI FiGÜRÜ: BABA YAGA Baba Yaga, Slav mitolojisinin kötülük tanrıçasıdır. Doğa Ana’nın karanlık yüzünü temsil etmektedir. Baba Yaga’nın mevsimlere ve doğal güçlere hükmetme gücü vardır. Büyücülüğü de bunlara dahil ettiğimizde, Baba Yaga ile Yunan mitolojisindeki Hekate’yi birebir benzetmemiz kaçınılmaz olacaktır. Baba Yaga efsanelerindeki kahramanlar genellikle karanlık güçlerle yüzleşerek dönüşürler. Baba Yaga’nın emrinde üç atlısı vardır: Kırmızı Süvari, Siyah Süvari ve Beyaz Süvari. Sırasıyla gündüz, gece ve güneşi sembolize ederler. Baba Yaga, Slav tanrıçası olmasına rağmen çoğunlukla masal kahramanı olarak kendini gösterir. İsmi bölgelere göre farklılık gösterebilir: Baba Jaga, Jezi Baba, Jaga Baba, Baba Yaha, Baba Jaha, Baba Jahinia. Baba, Slav dillerinde yaşlı kadın, nine anlamına gelmektedir. Yaga ise illet, şeytani hastalık, musibet anlamın taşımaktadır. Bulgarcada Baba Yaga, kötü ruh anlamına gelmektedir. (Kimilerine göre bu kelime Tatarcada Şaman’a kötü ruhları kovmada yardımcı olan Yula adlı yılan şekilli ruhtan gelmektedir.) Baba Yaga, çirkin, vücudu deforme, yaşlı kadın olarak betimlenir; siyah giysiler giyer, gri saçlı ve gaga burunludur. Bir oturuşta bir düzine insanın yiyeceği kadar yemek yer. Yemekleri arasında en lezzetlisi kaçırdığı çocukların bedenleridir. Yüzünde siğiller vardır ve derisi kabuk denilecek derece sertleşmiştir. Kahverengileşmiş kirli ve uzun tırmakları vardır. Tavuk ayaklarını andıran dört ayağa sahip bir kulübede yaşar. Baba Yaga’nın evi’ndeki kapı ve pencelerin pervaz ve sürgüleri insan kemiklerinden, kilitler ise vahşi hayvan dişlerinden yapılmıştır. Ev tavuk ayaklarını andırır, pullu sarı ayakları üzerinde hareket eder, gerinir, hatta dans eder. Baba Yaga, kimi varyantlarda havana benzeyen bir kazanla gezer ve havan tokmağını kürek olarak kullanır. Kimi varyantlarda bir akçaağaçtan yapılmış süpürgeye binerek uçar. Kazanla uçtuğu efsane varyantlarında, arkalarında ölü saçlarından yapılmış süpürge bulunur ki geride bıraktıkları izleri silmektedir. Bu özellikleri ile de Baba Yaga mitleri modern cadı sembolizmin kökenlerini bünyesinde barındırır. Baba Yaga; Pagan kült kalıntısıdır ama zamanla Ortodoks Hristiyanlığın etkisiyle şeytanileştirilmiştir.
2
Araştırma
-
ORTA VE DOGU AVRUPA Orta ve Doğu Avrupa, bölgenin zengin doğal ortamıyla birlikte animizmden Hıristiyanlığa kadar uzanan farklı inanç sistemlerinin mirasını yansıtan büyüleyici bir halk hikayeleri ve efsaneler dizisine ev sahipliği yapar. Batıda Çek Cumhuriyeti’den başlayıp doğuda Rusya’ya kadar uzanan coğrafya, değişik halkları ve kültürleri içinde barındırır. Bölgenin batı kısımlarında yaşayan halklar Kelt köklerinden geldiklerini düşünürler ancak orada hakim olan mitoloji, 5 ve 7. yüzyılda ata toprakları olan Bulgaristan, doğu Slovakya’dan Avrupa’nın her yerine ve komşu coğrafyalarına dağılan Slavlara aittir. ERKEN DÖNEM SLAV MİTOLOJİSİ Slavların erken dönem inançları ve efsaneleri iyi ve kötü kavramları ile atalarının rollerine odaklanmıştır. İnsan hayatı karanlık ve aydınlık arasındaki mücadele olarak anlaşılmakta ve ölüler yuvalarını koruyan ruhlar olarak görülmektedir. Bu atalar Öte Alem’de yaşarlar. Onlarla ancak diğer kültürlerde Şamanların oynadıklarına benzer bir rol oynayan rahipler aracılığıyla temas kurulabilir. Erken dönem slavları aynı zamanda elementler ve doğa üzerine egemenlik kuran bir grup tanrıyı da tanımışlardır. Bu tanrıların en güçlüsü olan Svarog, gökyüzü ve ışık tanrısıdır. Sırasıyla güneşi ve ateşi yöneten, Dazhbog ve Svarozhich adlarında iki oğlu vardır. Gökyüzü tanrısı Perun ve rüzgârın tanrısı Stribog da Slav tanrılar aleminin bilinen tanrılarıdır. Bir çift bereket tanrısı olan Rozhanitsyler de tahılların ve ekinlerin büyümesinden sorumludur. Tanrılara ek olarak Orta ve Doğu Avrupa mitolojisi, belirli yerlere ait cinler olarak hareket eden doğaüstü varlıklarla doludur. Karanlık, yıllanmış ormanların, derin göllerin ve pek çok nehrin bulunduğu bir kırsal alanda bunların çoğunun ağaç ve su cinleri olmasında şaşılacak bir şey yoktur. Su cinleri, ufak su perileri ve göllere dadanan benzer yaratıklar bölgenin pek çok efsanesinde yer alırlar. Yolcuları suya çekmek için büyüler yaptıklarından tehlikelidirler. Orman cinleri de benzer şekilde çalışırlar: İnsanların yollarını şaşırtarak ormanda kaybolmalarını sağlarlar.
3
Araştırma KÖTÜ VARLIKLAR Avrupa’nın bu bölümü başta cadılar olmak üzere kurtadamlar ve vampirler gibi güçlü ve genellikle kötücül, evlerinden çok uzakta ünlü olmuş doğaüstü varlıklara da ev sahipliği yapar. Bunlar aynı zamanda 9 ve 10. yüzyıllarda Slav dünyasını etkisi altına alan Hıristiyanlık inancının da düşmanları olarak görülürler. Hıristiyan misyonerler eski tanrıları ve cinleri kovmuşlarsa da Slavların çoğu eski ve yeniyi birleştirmeyi tercih etmişlerdir. Vampirler haç çıkararak etkisiz hale getirilebilirler ve Paskalya’da, paganlarda yeniden doğuşun ve yenilenmenin sembolleri olan boyanmış yumurtalarda kutlanabilirler. Paskalya’da yumurta boyamak Çek Cumhuriyeti’nde geleneksel bir adettir. Günümüzde dirilişin sembolü olsalar da bu yumurtalar Hıristiyanlık öncesi dönemde yeniden doğuşu temsil ederlerdi.
4
Şiir
RE-Lovetion Kon yaya Dal dal atla danları Çatladıklarını taramalı sabrın Canan ne demek sormadan önce Dumansız ateşlerde uyanmalı Ey Uykusuzluğun batmayan gemisinin malı Sorubu sormadan sormadan önce Kafa tasını neyle doldursam sevinirsin Düşlemcelerin giriş anahtarım olmaya hazır mı Ölüm var hattıma ekleyebilirim damarlarını Havanıma tav olmayı mı dilersin Yoksa havvanın gün ahını çıkartmayı mı Kon yaya Dal dal atla danları Şivanın sağ elinin işaret parmağı Kelebeklerin diliyle anlat zeusun yanar taşlarını kirpiklerim yanıyor yeryüzünde bir deli ağlayınca An asını S....oracağı olmayan Delisinin anasını ağlatmaya geliyor Delisinin anasını ağlatmasınlar Onların derisinden davul yapıp çalarım dümtektek Kemiklerinden çay demlerim İçeriz gelecekleriyle birlikte Yas kah iner helva kavurur Kah çıkar niyesinden dem vurur Tüm yaşananların her hali için Cama dönüşmek isteyenlere duyurur sevda çıkrığını Bizim derdimiz de birin yarısını piç etmemekti Ondan piçin allahı Yine ondan vızın tiridine bandrolduk Aslında ne biliyor musun Ilim kedin bilmektir Divaneler kudurmayın Aşka sâla
Can Küçükoğlu
5
Araştırma
SLAV GÜÇ TANRILARI
Rusya’nın içinde ve civarında yaşayan Antik Slavların yeryüzünü büyük bir güçle yöneten tanrıları vardı. Egemenlikleri, gök gürültüsü tanrısı Perun’un hüküm sürdüğü gökyüzünden Mati Syra Zemlya’nın hakimiyetindeki Yeryüzü’nün derinliklerine kadar iniyordu. Slav tanrılarına adaklar adayıp inancı tatille birleştiren özel günler tahsis ederek tapıyorlardı. Efsaneleri ağızdan ağza aktarılsa da bu etkileyici hikâyelerin pek çoğu Hıristiyanlığın gelişiyle hayatta kalmıştır. Perun, gökyüzü ve şimşek tanrısıdır. Esas olarak savaş tanrısı olup dehşet verici bir gücü olsa da aynı zamanda iyi güçleri de temsil ederdi. Güneş, fırtına bulutları ile gölgelendiğinde Perun onları yıldırımlarıyla yok eder. Güneşin yeniden görünmesini ve yeryüzündeki hayatın devamını sağlar. Aydınlık Tanrısı, Antik Slavlar, özellikle de uzun, soğuk, karanlık bir geceden sonra, ışık ve sıcaklık veren güneşi yardımsever tanrı Byelobog’a özdeşleştirmişlerdir. Gökyüzü Tanrısı, silahlarına ve kartalına ek olarak Perun’a atfedilen başka pek çok nesne vardı. Bınlar arasında en önemlileri Slavların silah yapımında kullandıkları taş ve metaldi.
Dünya Agacı, Slav mitolojisinde dünya, köklerinde Yeraltı’nın bulunduğu geniş bir meşe ağacı ile sembolize ederdi. Perun’u da ağacın en üst dallarında oturan bir kartal temsil ederdi.
Ejderha Veles, Slavların Yeraltı tanrısı Veler’i, zamanının çoğunu kutsal meşe ağacının köklerine çöreklenerek geçiren bir ejderha ya da yılan olarak tasavvur ederlerdi.
6
Araştırma
Karanlık Tanrısı, Chernoborg’un karanlık tanrısı olarak en güçlü olduğu zamanlar, gecelerin uzun gündüzlerin kısa olduğun yılın sönen dönemidir. Byelobog ve Chernobog, yardımsever bir tanrı olan Byelobog ve kurnaz bir tanrı olan Chernobog, Slav mitolojisinin en eski tanrılarından ikisidir ve bazı yaradılış hikâyeleri çiftin evreni birlikte nasıl yarattıklarını anlatmaktadır. Ancak ikisi münakaşa etmişler ve belirli aralıklarla sürekli birbirleriyle savaşmaya mahkum edilmişlerdir. İnsanlar onun aynı zamanda gün ışığı ve sıcaklık tanrısı olduğunu ve eğer ona tapınılırsa onun buğdaylarını koruyacağını ii bir hasadın garanti olacağını da söylemektedirler. Bazen kibar, beyaz sakallı, yaşlı bir adam, bazen de güçlü bir ışık olarak tasvir edilir.
Mati Syra Zemlya, Slavların yeryüzü tanrıçaları Mati Syra Zemlya (Nemli Toprakana) adını taşır. Bir şekli olmamasına rağmen kanlı canlı yaşayan bir varlık olarak görülür. Topraktaki her şeyin hayat bulmasını sağladığına inanılır. Belirli durumlarda insan şekline girdiği zaman koyu toprak renkli tenli, geleneksel giysiler giyen, insanların evlerini ziyaret edip onları kutsayan biri olduğu söylenir. Göründüğü kutsal günlerde (özellikle 1 Mayıs ve 24 Haziran’da) kimsenin toprağı sürmesine izin verilmez. İnsanlar ona, yerde bir delik açarak içine koydukları şarap ve ekmekle taparlar. Kurent, Slavların şarap tanrısıdır. Çok bilinen bir efsaneye göre ilk insanlar bir yumurtadan çıkan yedi ırmağın aktığı bir vadide gayet kolay bir hayat sürmektedirler. Daha çok su için açgözlülük yapıp yumurtayı kırınca büyük bir sele neden olurlar. Herkes boğulur. Bir tek Kurent tarafından kurtarılan muhafız Krantyaz sağ kalır. Krantyaz daha sonra dünyayı kimin yöneteceği konusunda tanrıyla kavga eder. Pek çok sınavdan galip olarak çıkar. Ancak tanrıların yaşadığı dağa götürülür ve oraya tırmanır. Onlara ait etten yer ve Kurent tarafından kendisine verilen şaraptan içer. Tanrılar onu dağdan aşağı iterler ve böylece gücünü de kaybeder. Slovenya’da ilkbaharın gelişini kutlamak için düzenlenen Kurentovanje karnavalında Kurent’i tasvir eden koyun derisinden yapılmış masklar giyilir. Slovenya’da ilkbaharın gelişinin kutlandığı Kurantovanje Karnavalı’nda Kurent’i tasvir eden koyun derisi maskeler takılır.
7
.
.
.
Araştırma
DÜNYA MITOLOJILERI ASK TANRI VE TANRIÇALARI Dünya mitolojilerinin çoğunda, hayatlarna bereket tanrıarı veya tanrıçaları olarak başlamış, aşktan sorumlu tanrılar vardır. Pek çok aşk tanrısı “önüne gelenle” cinsel ilişkiye girer Başkalarının birlikteliklerini teşvik ederken -hatta bazen birbirlerine uymayan kişileri eşleştirip hatalar yaparken bir yandan da kendi keyiflerinin peşindediler. Diğer aşk tanrıları ise hamilelik ve doğum konusunda kadınlara yol göstermekle ilgilenirler.
Eros: Savaş Tanrısı Ares’le Aşk Tanrıçası Aphrodite’in oğullarıdır. Eros Yunanlıların cinsel arzu tanrısıdır. İnsanların aşık olmaları için altın oklar atar. Cupid: Eros’un Romalı özdeşi olarak Cupid pek çok aşka öncülük etmiştir. İstekli kurbanlarından biri ölümlü bir kadın olan Psyche o kadar güzeldir ki ona kendisi aşık olmuştur. Semara: Bali Aşk Tanrısı Semata, yeryüzünün üzerinde yer alan cennetlerden biri olan Dalgalı Gökyüzü’nde yaşar. İnsanların çocuk sahibi olmayı istemeleri için aşkı fiziksel bir zevk haline dönüştürmüştür. Şiva: Hintli tanrı Şiva bazen dünya nimetlerinden elini çekmiş gibi gösterilir ama aynı zamanlar erotik aşkla eşleştirilir ve linga (fallus) şekline tapınılır. Oenghus: İrlandalı tanrı Oenghus aşık olanlara yardım eden tanrı olarak tanınır. Kendisi de bakire bir kuğuya aşık olmuştur. Onu ziyaret edebilmek için bir kuğu şekline girmiştir. Kama: Vişnu ve tanrıça Lakshmi’nin oğulları olan Hintli aşk tanrısı Kama bir papağanın sırtına binen yakışıklı ve genç bir okçudur. Rati (tutku) ile evlidir. Aphrodite: Güzelliğinin yanı sıra ölümlüler ve tanrılarla olan ilişkileriyle tanınan Yunanlıların aşk tanrıçası Aphrodite, çoğunlukla oğlu Eros’a eşlik eder.
8
Araştırma
Venüs: Romalıların aşk tanrıçası Venüs ilk başta ilkbahar bereket figürü ve bahçıvanların koruyucusu iken daha sonra Aphrodite’le özdeşleştirilmiştir. Inanna: Inanna ismi erken Mezopotamya devrindeki aşk tanrıçasına aittir ve pek çok Sümer kentinde İştar ve Astarte olarak bilinen tanrıça için kullanılır. Bastet: Bastet bir aslanın bedenine sahip kavgacı bir tanrı olarak başlamış ama Mısır cinsel aşk tanrıçası olarak evcil bir kedinin sevecen biçimini almıştır. Hatta bazen bereket tanrıçası rolünü sembolize etmek için yavrularıyla birlikte görünür. Hathor: Genellikle bir ineğin şekline bürünen Mısır tanrıçası Hathor kadınların koruyucusu, âşıkların hamisi, döllenme ve doğum tanrıçasıdır. İştar: Babil savaş ve bereket tanrıçası İştar aynı zamanda aşk tanrıçasıdır. Filistin ve Mısır’da “Astarte” olarak tapınılır. Güzel olduğu kadar da cesur olan İştar zaman zaman VEnüs gezegeniyle özdeşleştirilir. Freya: Adının anlamı lady olan Nors tanrıçası genellikle aşkla eşleştirilir. Tanrılar kadar ölümlüler arasından da pek çok âşığı vardır. Xochiquetzal: Xochiquetzal ve eşi Xochpilli Aztek çiçek tanrısı ve tanrıçasıdırlar. Xochiquetzal’ın aşk ve doğum tanrıçası olarak ikinci bir rolü vardır.
9
Slav Miti
Anka Kusu Slav mitolojisi anka kuşunu uzun kuyruklu, kırmızı, sarı ve turuncu tüyleri yanıyormuş gibi parlayan son derece güzel bir yaratık olarak tasvir eder. Anka kuşu kendisini gören herkeste bir mucize etkisi yaratır. Onu arzulamalarına neden olur. Ancak onu yakalamak hiç de kolay değildir. Bunu başarabilenler de genellikle ardından birçok sorunla karşı karşıya gelirler. Ressamlar anka kuşunu kırmızı ve turuncu renklerin baskın olduğu, göz şeklindeki desenlerle süslü uzun bir kuyruğu olan tavuskuşuna benzer bir yaratık olarak çizerler. Mit: Bir zamanlar çok güzel bir elma bahçesine sahip olan ve ağaçlarından birinin verdiği altın elmalarla övünen bir kral vardır. ,ancak her gece elmalarından bir kısmı kaybolmaktadır. Bunun üzerine kral, ahırlarda çalışan genç Ivan’a geceleri ağacın yanında nöbet tutmasını emreder. Ağacın başındaki ilk gece bir anka kuşu gelip elmalardan bazılarını çalar. Ivan kuşu yakalamaya çalışır ancak yaratık öylesine süratlıdır ki o uçup giderken Ivan’ın elinde sadece kanatlarından kopardığı tek bir tüy kalmıştır. Ivan bu tüyü krala götürür. Kral tüyün güzelliğinden etkilenerek Ivan’a kuşu bulup yakalaması için emir verir. Anka Kuşu Yakalanıyor : Anka kuşunu aramaya çıktığının ilk gününde IVan gri bir kurda rastlar. Kurt ona anka kuşunu nasıl yakalayacağını anlatır. Ivan bir parça peyniri biranın içinde ıslatacak ve bunu kuşu çekmek için bir yere bırakacaktır. Ivan kurdun direktiflerini dinler ve biralı peyniri yiyen kuşun sarhoş olması neticesinde peşinde olduğu avını kolaylıkla yakalar.
10
Slav Miti
Daha sonra kurdun sırtına biner ve kurt onu kralın sarayına götürür. Kral çok mutlu olur ve anka kuşunu özel yapılmış altın bir kafese kilitler. Kral, anka kuşunu istemektedir çünkü onun sahibine mutluluk getirdiği söylenir. Ama bu kendisi için geçerli olmayacaktır. Kral gibi mitolojik figürler, anka kuşu gibi fantastik yaratıklardan başka kimsenin giremediği yerler olan masal şatolarında yaşarlar. Ivan ve Yelena: Kral Ivan’ı bu kez başka bir işi yapması için gönderir. Ivan, okyanusun ötesindeki uak topraklarda yaşayan ve kralın evlenmek istediği Yelena adlı bir prensesi getirecektir. Gri kurt yine Ivan’a yardım eder, onu Yelena’ya götürür ve ikisini birlikte geri getirir. Gri kurdun sırtında gece vakti hızla yolculuk eden genç âşıkların hikâyesi çok uzun bir zamandır ressamlar için popüler bir konu olagelmiştir. Bu yolculuk sırasında Ivan ve Yelena birbirlerine âşık olurlar. Ancak kral Yelena ile evlenmek istediği için büyük bir çıkmazla karşı karşıya kalmışlardır. Kurt ise Ivan’a yardım etmek için bir kez daha plan yapmıştır. Saraya vardıklarında kurt kendisini çok güzel bir prensese dönüştürerek Ivan!ın krala onu takdim etmesini sağlar. Kral “kurt-prenses”e evlenme teklifi eder ve prenses kabul eder, kiliseye giderler. Nikahtan sonra kral gelini öpmek üzereyken prenses birden tekrar kurt olur ve kral geçirdiği şok yüzünden oracıkta ölüverir. Kralın ölümünden sonra Ivan onun topraklarında hükümdar olur ve sevgilisi Yelena ile evlenir. Evlenmesine ve tahta oturmasına vesile olan anka kuşuna minnet borçludur. Bu yüzden de onu serbest bırakır. Altın elmalarının sık sık ortadan kaybolmasına göz yumar. ********************************************************************* Anka kuşu hikâyesinin pek çok anlatımı vardır ama bunların hemen hepsinde karakterler aynıdır. Anka kuşu, Ivan, kral, gri kurt ve Yelena. Ortak bir konu da Yelena’nın isteği dışında kralla evlenmesi için söz verilmiş olmasıdır. Bu nedenle Ivan’la gri kurt onu kaçırırlar. Bazı hikâyelerde Yelena’nın Ivan’a olan aşkının istemediği bir evlilikten kaçmasını kolaylaştırdığını söylenir. Başka anlatımlarda ise Ivan kralın oğullarından biridir ve kralın tacında hak iddia edebilmesi için anka kuşunu yakalaması gerekmektedir. Ivan bunu başarır ve prensesi kazanınca ağabeyleri tarafından öldürülür. Ancak gri kurt onu tekrar hayata döndürecektir.
11
Slav Miti
Doğaüstü Dünya Bu efsanede hayvan ve bitkilerin dünyası olayların akışını etkileyen doğaüstü güçlerle doludur. Bunların başta geleni anka kuşunun kendisidir. Tüyleri yanıyormuş gibi görünmekte ve gagasından inciler dökülmektedir. Elmaların da özel oldukları söylenmektedir. Bu elmalar yiyenlere gençlik ve dayanıklılık vermektedir. Bu yüzden de anka kuşu elmaları çalarak sembolik olarak kralın gücünü de çalmaktadır. Son olarak kurt diğer masallarda olduğu gibi netameli bir yaratık değildir. Kılık değiştirme yeteneğini Ivan’a yardım etmek için kullanır. Sihirli kurt hem ölüler hem kötüler dünyasıyla bağlantılı ama hem de iyilerle ve zorlukların üstesinden gelmeyle ilişkili olan karmaşık bir semboldür. Sonsuz gençlik elmaları, altın elmalar, ise sadece gençlik gücü değil aynı zamanda tehlike ve çılgınlığı da ifade etmektedir. Slav Hayvan Efsaneleri Anka kuşu Slav mitolojisinde kırsal alanın tehlikelerini ve doğal hayatın gizemli gücünü aynı anda yansıtan pek çok efsanevi yaratıktan biridir. Slav masallarında folklorda belirli karakteristikleri üstlenmiş pek çok tanıdık kuş ve hayvana sıklıkla rastlanır. Atasözlerine geçecek kadar kurnaz kurtlar, çevik ve hızlı atlar. Kılık değiştiren kurtlar ve bir kralı düşman istilasına karşı uyarmak için öten horoz gibi. Sadık Horoz Bir kralı düşmanlarının gelişini haber vererek uyaran altın horos, Rus besteci Rimsky-Korsakov (1844-1908) tarafından yazılan bir operanın en önemli öğesi olmuştur. Kötü niyetli olmayan ayılar Bazen çok yavaş ve aldatılması kolay ama her zaman güçlü olan ayılar bir zamanlar tüm Avrupa ve özellikle Slav efsanelerindeki ortak figürden biriydi.
12
Slav Efsanesi
CADI EFSANELERi Slavların folkloru genel olarak atalarının kötülükler, bilinmeyenler ve ormanın derinliklerinde yaşayan tehlikeler hakkındaki korkularını yansıtmaktadır. Slav mitolojisinde bu ormanlarda yaşayan netameli kadınlar olduklarına inanılan cadıların masum insanları avlayıp aile ilişkilerini veya sosyal düzeni bozmaya çalıştıkları pek çok hikâye vardır. Bu tür kötü karakterlerin en başında da Rus efsanelerinde ve ismi biraz farklılık gösterse de Orta Avrupa’da bulunan benzer hikâyelerde ortaya çıkan Baba Yaga gelmektedir. Her ne kadar kurbanlarının çoğu onu alt etmeyi başarsalar da onun küçük çocukların etine olan doymak bilmez iştahı hiç değişmez. Baba Yaga Baba Yaga adındaki cadı, hikâyelerde genellikle ya tahtadan bir banka oturan yada bir sobanın başında kendisini ısıtmaya çalışan kırış buruş yaşlı bir kadın olarak tasvir edilmektedir. Yolculuk ederken geniş bir havan topunun üzerine oturur ve elindeki havan tokmağıyla kendisini gökyüzüne doğru fırlatır. Uçarken ardında vahşi fırtınalar yaratır. Özellikle yakalayıp yiyebileceği küçük çocuklar arar. Bazı insanlar bakışlarıyla insanları taşa çevirdiğinde ve eve döndüğünde yemek için onları tekrar insana döndürdüğüne inanırlar. Baba Yaga yediği insanların kemiklerini, kendine insanların yüzlerce mil öteden bile ödlerini patlatacak korkunç görünüşlü ve tılsımlı bir ev yapmak için kullanır. Bahçesindeki çit öldürdüğü çocukların kafa taslarıyla dekore edilmiştir ve cadı onları fener gibi yakmaktadır. Kötü kalpli yaşlı cadı ormanda dolaşmak için havan topu ile tokmağını kullanır. Orada ağaçların arkasına saklanarak önünden geçen her şeyden habersiz kurbanlarını pusuya düşürür. Baba Yaga efsanelerinden bazıları ona güller sunulursa cadının insanların isteklerini yerine getirdiğini söylerken çoğu hikâye de cadıya güvenilmemesi gerektiği hakkında uyarılar yapar. Vassilisa: Vassilisa ailesiyle köyde yaşayan genç bir kızdır. Annesi hastalanır ve ölmeden evvel Vassilisa’ya sihirli bir oyuncak bebek verir. Bebeğe yemesi için iyi şeyler verildiğinde o da Vassilisa’ya öğüt verecektir. Vassilisa’nın babası yeniden evlenir ancak üvey annesi ve üvey kardeşleri Vassilisa’dan hiç hoşlanmaz. Evdeki tüm zor işleri ona yıkar lar. Bir gün
13
Slav Efsanesi
evdeki lambaları yakmak için bir mum gerektiğinde üvey annesi onu Baba Yaga’ya gönderir. Ancak cadı ona mum vermek yerine haşhaş ve bezelye tohumlarıyla dolu bir kaptaki bezelyeleri ayıklamak gibi imkânsız bir görev verir. Vassilisa tüm görevleri bebeğinin yardımıyla başarıyla tamamlar ama Baba Yaga ona iş çıkarmaya devam eder. Kaçmaktan başka yol kalmadığını anlayan Vassilisa gece cadı uyurken çitin üzerindeki kafataslarından birini de yanına alarak evden kaçar. Vassilisa eve elinde Baba Yaga’nın çitinden çaldığı kafatasıyla döndüğünde kafatasının parlak gözleri üvey annesi ve üvey kardeşlerinin üzerinde yanıp sönerek onları küle çevirir. Hikâyenin bazı versiyonları Vassilisa’nın kaçışından sonra cadının bir kargaya dçnüştüğünü ve tüm güçlerini kaybettiğini söyler. Bir başka versiyonu ise Baba Yaga’nın kara kedisine çok kötü davrandığını, bu nedenle de kedinin Vasilisa’nın kaçmasına yardım ettiğinden bahseder. Dehşet Evi: Baba Yaga’nın evi, cadının bir emriyle etrafta koşarak insanları yakalabilecek bir çift tavuk ayağının üzerinde durmaktadır.
Mariassa: Bir zamanlar Mariassa adında bir kızı üvey annesi Baba Yaga’ya iğne iplik almaya gönderir. Şansına kız daha önce teyzesini aramıştır ve o da Mariassa’ya Baba Yaga’nın köpeğinin çenelerinden nasıl kurtulacağını ve kedisiyle nasıl konuşacağını anlatmıştır. Mariassa, cadı kendisini hapsetmeye kalkıştığında kediye oradan nasıl çıkacağını sorar, kedi de kıza elinde bir fırça ve havlu ile kaçmasını söyler. Mariassa kaçarken cadının arkasından yaklaştığını duyunca havluyu arkasına atar. Havlu bir denize dönüşür. Ardından da fırçayı atar ve fırça da bir ormana dönüşür ve Baba Yaga’yı hapseder. Cadı nehrin akıntılı suyunda tuzağa düşer ve tokmağıyla Mariassa’yı yakalaycak kadar hızlı kürek çekemez. Cadı Yakma: Hıristiyanlığın Orta ve Doğu Avrupa’ya gelişi ile birlikte cadılara, şeytanın işini yapan kötü ruhlu kadınlar olarak bakılmaya başlanmıştır. Cadı olduklarından şüphelenilen ama cadılıkla uzaktan yakından ilişkisi olmayan pek çok kadın kazıklara bağlanarak yakılmışlardır. Bahar Bayramı’nda cadı maketlerini yakmak Orta Avrupa’da hâlâ popüler bir adet olarak sürdürülmektedir. İlkbaharın gelişini kutlayan ve birçok ritüelde birleştirilen bu tür âdetler ölenleri anmak için düzenlenmektedir.
14
Slav Miti
Ben Ölümsüz Koschei’yim, Kimse Beni Öldüremez, Ruhum Çok Uzak Bir Diyarda Saklı
ÖLÜMSÜZ KOSCHEI Koschei (Eski Kemikler) Slav mitolojisine ait bir efsanenin kötü ruhlu, tanınmış bir karakteridir. Baba Yaga gibi ona da şeytanın cisimleşmiş hali olarak bakılır. Savunmasız genç kızları kaçırmak gibibir alışkanlığı olduğundan ve onu öldürmenin neredeyse imkânsız olduğuna inanıldığından, bu iskelete benzer figürden çok korkulur. Koschei, hakkında en çok bilinen hikâyelerden biri, kaçırdığı kocasını kurtarmak için yılmadan kendisini takip eden cesur bir savaşçı kraliçeyle karşılaşıp dengesini bulmasını anlatır. Önemli Karakterler Marya Morevna ve İvan hayli kolay anlaşılır figürlerdir ancak Koschei dikkate alınması gereken bir karakterdir. Bazı versiyonlara göre ruhunu bedeninden ayırdığı ve başka bir yere sakladığı için ölümsüzdür. Ruhu bir yumurtanın içindeki iğnededir. Yumurta da demirden bir sandığın içindeki bir yabani tavşanın içindeki ördeğin içindedir. Demir sandık bir adadaki meşe ağacına saklanmıştır.Koschei’yi ölümsüz yapan da işte bu koruma katmanlarıdır. Örneğin eğer tavşan kesilirse ördek uçacaktır. Ancak bazıları eğer yumurta Koschei’nin kafasına vurarak kırılırsa onun öleceğini söylemektedirler. Diğer kaynaklarsa Koschei’yi gerçekten öldürmek için bedeninin yakılması gerektiğini öne sürmektedirler. Marya Morevna çok kuvvetli, güçlü ve becerikli bir savaşçı kraliçedir. Koschei’yi de bu üstün nitelikleri sayesinde yenebilmiştir. İvan, efsanenin tipik yakışıklı, genç prensidir. Bu hikâyede maceraperest, cesur, iyi yürekli ve âşık ama merakı yüzünden başını belaya sokan biri olarak ortaya çıkar. Tekrarlayan Figürler Halk hikâyelerinin genellikle tekrarlayan figürleri vardır. Bunlar hikâye boyunca bağlantılar sağlayan karakter ve hayvanlardır. Efsanenin başka bir anlatımında Koschei, Marya’yı kaçırır ve İvan onu kurtarmak için peşlerine düşer. Baba Yaga’nın sihirli bir atı olduğunu öğrenir ve onun evine gider.
15
Slav Miti
Yolda bir kuşa, bir arıya ve dişi bir aslana iyi davranır. Baba Yaga atlarına üç gün bakarsa onu ödüllendireceğini söyler. Bu görevinde daha önce karşılaştığı hayvanlar ona yardım ederler. Daha sonra Baba Yaga’nın tayını çalar ve Marya’yı kurtarıp Koschei’yi öldürür. Kuş, İvan’dan yumurtalarını esirgemesini ister ve İvan da öyle yapar. Daha sonra Baba Yaga’nın atlarını koruma işinde İvan’a yardım eder. Arı, İvan’dan balını almamasını rica eder. Daha sonra İvan’a atları toplarken yardım eder. Dişi aslan, İvan’ın atları tavlaya getirmesine yardımcı olur çünkü daha önce aslanın ricası üzerine yavrusunu öldürmemiştir. Hikâyeleri Toplamak İvan ve Koschei’ninkiler gibi Rus hikâyeleri sadece belirli bazı kasaba ve köylerdeki insanlar tarafından bilinirler. Rusların çoğu ülkelerinde ne kadar zengin bir efsane geleneği olduğunu bilmezler. 19. yüzyılda akademisyenler kırsal alanları gezmeye, yerel hikâye anlatıcılarını dinlemeye ve anlatılanları yazıya dökmeye başlamışlardır. Bu tür folklor araştırmacılarından biri de Alexander Afanasiev’dir (1826-1871). Rus mitleri ve efsanelerinin günümüze kadar korunarak gelmesinin en büyük nedenlerinden biri de onun pek çoğu “ilkel” olarak tanımladıkları kültürün yayılmasını istemeyen Rus kurumları tarafından muhalefetle karşılaşan çalışmalardır. Eski Rus köylerindeki çiftçilerin genellikle zor bir hayatı vardır. Geleneksel hikâyeleri genellikle Marya’nınkinde olduğu gibi sonu başarıyla biten tehlike araştırmaları ve zorlu yolculuklar konu eder.
MİT
Bir zamanlar İvan adlı genç ve yakışıklı bir prens kırlarda ata binerken cesetlerle dolu bir savaş alanına rastlar. Biraz araştırma yapınca bu askerlerin savaşçı kraliçe .narya Morevna’nın yakalayıp yendiği, Ölümsüz Koschei’nin ordusundan olduklarını anlar. İvan çok geçmeden kraliçenin kendisiyle de karşılaşır ve birbirlerine âşık olurlar. Evlenerek Marya Morevna’nın sarayına gider ancak bir süre sonra kraliçenin başka bir savaşa katılması için gitmesi gerekir. Saraydan ayrılmadan evvel İvan’a bir odada duran kilitli bir dolabı göstererek burayı asla açmamasını sıkı sıkı tembih eder.
16
Slav Miti
Marya Morevna gittikten sonra İvan dolabın içine bakma isteğine daha fazla direnemez ve anahtarı bularak dolabın kapağını açar. İçerde bir direğe zincirlenmiş, su diye yalvaran, yaşlılıktan buruşmuş bir adam vardır. Ona acıyan İvan biraz su verir. Adam suyu içer içmez zincirlerini kırar ve İvan’ı da alarak saraydan kaçar. Marya Morevna olanları öğrenince kocasını kurtarmak için atına binip onları aramaya başlar. Ancak Koschei onu beklemektedir ve kraliçe ona saldıramadano kraliçeyi parçalara böler. Ancak Marya Morevna’nın kılık değiştirici ağabeyleri -şahin, kuzgun ve kartlal- parçalanmış bedene hayat suyu serperek onu yeniden diriltmişlerdir. Koschei İvan’la birlikte ışık hızıyla giden atına binip ortadan yok olur. Marya Morevna, Koschei’nin atını yakalayabilecek kadar hızlı atların sadece bir kişide, Baba Yaga’da olduğunu bilmektedir. Kraliçe cadının yanına koşar. Cadı ona Koschei’yi yakalaması hayal gibi görünen çelimsiz bir tay verir. Ancak Marya Morevna ona bindiği anda tay mucizevi şekilde müthiş bir ata dönüşerek kısa bir süre sonra Koschei’ye yetişir. İvan’ı kaptığı gibi atını geriye döndüren Marya Morevna kaçmaya başlar, tabii Koschei de peşinden. Ormanların içinde peşi sıra giderlerken Koschei’nin atının ayağı bir taşa takılır ve sonsuza dek ondan kurtulmak için de onu yakar. Daha sona çift saraylarına döner ve o andan itibaren huzur içinde yaşarlar.
17
-
İran Efsanesi
KAFDAGI EFSANESi Halk inanışına göre dünyanın etrafını çevreleyen dağın adıdır Kafdağı. Dünya, M.Ö. 8. yüzyılda İzmir’de ya da Sakız Adası’nda yaşadığı sanılan Yunan duygu ve düşüncesinin ilk ürünleri olan İlyada ve Odysseia adlı destanların derleyicisi olan Homeros, Yunan didaktik şiirinin babası olarak anılan ünlü ozan Hesiodos ve İonialı fizikçiler zamanındaki İbranilar ve Yunanlılar gibi Araplar tarafından da düz olarak kabul ediliyordu. Bu düşünceye göre Dünya’nın çevresi Okeanos (Okyanus) adı verilen, gemilere geçit vermeyen, karanlık, kıyıları görülemeyen bir su tabakası ile örtülüdür. Bu su katmanı sonrasında Kafdağı, kara ve denizi çevreler. Ya da on üçüncü asırda yetişen astronomi, coğrafya ve tıp âlimi Zekeriyyâ bin Muhammed bin Mahmûd el-Kûfî el Kazvînî ve asrın önde gelen tarihçi ve ediplerinde biri olan İbn-ül Verdi, Kafdağı’nın yeşil zümrütten olduğunu söylerler. Gökyüzünün yeşil rengi ise dağın yansıması sonucudur. Bununla birlikte başka bir söylenti daha vardır. Buna göre dağın dayandığı kaya, zümrüdün bir türündendi. Kafdağı, boşlukta sallanan, kendi kendine duramayan dünyanın desteği olan bu zümrüt kayadan başlamaktaydı. Başka bir düşünceye göre öteki dağların yeraltı damarlarıyla bağlı bulunduğu Kafdağı, dünyadaki bütün dağların anasıdır. Yine bir başka rivayete göre Kafdağı, görülen ve görülmeyen (bu dünya ile öteki dünya) dünyalar arasında bulunmakta ve arkasında ne olduğu hakkında herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Bir başka rivayete göre cinlerin ikâmetgâhı olan Kafdağı ile arkasında yer alan bölge, aynı zamanda Simurg’un yaşadığı yer olarak da bilniir. Arap masal edebiyatında önemli yeri bulunan Kafdağı’nın adı Binbir Gece Masalları’nda sıkça geçmektedir. İslam’ın Kafdağı’na ilişkin düşüncesi, genel hatlarıyla İranlılardan alınmadır. İranlılara göre Elburz (Heraberezaiti) Dağı, Tanrı saraylarının yer aldığı, dünyanın uç kısmında yer alan bir ana dağdı. Öteki dağlar Elburz Dağı’na kollarla bağlıydı. Buna benzer söylentilere Hintilerde de rastlamak mümkündür. Yazılanlarda bu dünya ile öteki dünya arasında “Lokaloka” adı verilen bir dağdan söz edilir. Mandeilerin bu konudaki düşünceleri Müslümanların düşüncelerine bağlıdır. Asya’da ve Eski Doğu uluslarında Dünya’ya sınır teşkil eden dağınkuzeyde yer aldığı inancı yaygındır. Bu düşünceye Babil, İbrani evrenbiliminde (kozmogoni) de rastlamak mümkündür.
18
Slav Efsanesi
ORMAN VE SU EFSANELERi Slav coğrafyası gerek doğal gerekse insan yapımı kesif ormanlarla ve sisli göllerle doludur. Bu yerlerin ilkçağlardan beri kendilerine ait özel cinleri olduğuna inanılır. Bu cinlerden bazıları ormanda kaybolmaktan veya bir gölü geçerken boğulmaktan korkan yolcuların kaygılarını cisimlendiren tehdit edici varlıklardır. Bölgelerinin ormanlarını ve göllerini bilen kırsal kesim insanları bile bu cinlere karşı tedbiri elden bırak mazlar.
Rusalkalar: Rusalkalar, güzel şarkılarıyla bilinen çekici su perileridir. Muhtemelen belirli göllerle ve suyun hayat verici gücüyle ilişkilendirilmiş bereket cinleri olarak yaratılmışlar ancak daha sonraları küçük yaşta ölen çocukların veya kendilerini boğan kadınların ruhları oldukları söylenmiştir. ŞArkıları gelip geçenleri suya çeker. Hikâyelerden birinde bir Rusalka’nın ölümlü bir prense âşık olup suyu nasıl terk ettiği anlatılmaktadır. Hava soluyabilmek için sesini kaybetmek zorunda kalmış ama bir süreliğine mutlu olmuştur. Ancak âşık olduğu prens onu ölümlü bir
Slav Efsanesi
kadın için terk etmiş ve o da bir kez daha suyun derinliklerinde kaybolmuştur. Bir Rusalka ve Kurbanı: Rusalka’nın şarkılarına vurulan bazı ölümlü erkekler onunla birlikte olmak için usya dalarlar ama orada onları boğulma sonucu acı bir ölüm beklemektedir. birine opera
Antonin Dvorak: Çek besteci Dvorak (1841-1904) bir su perisinin ölümlü birine âşık olarak evini terk etmesini anlatan Rusalka adında ünlü bir yapmıştır.
Kurtadamlar: Orta ve Doğu Avrupa efsanelerinde sıklıkla kendilerini kurda dönüştüren insanlar olan kurtadamlara da rastlanır. Kötü niyetli ve kana susamış dolunayda ortaya çıkarlar ve her şeyden habersiz kimseleri avlarlar. Doğum lekeleri ile doğan bebeklerin kurtadam olma olasılıklarının fazla olduğu söylenir. Ökseinciri ve çavdar gibi bitkilerle kurtzehri olarak bilinen şifalı otların kurtadam saldırılarını püskürtmekte faydalı olduğuna inanılır.
Slav Efsanesi
Su Cinleri Rusalkalar gibi su cinleri ve su perileri de göllerde, özellikle de değirmen havuzlarında yaşarlar. Güneydoğu Avrupa’ya ait bir efsane ölümlüye yardım eden su perisini anlatır. Genç bir değirmen işçisi değirmencinin kızına aşıktır. Ancak değirmenci kızının civardaki şatonun sakinlerinden zengin biriyle evlenmesini istemektedir. Bir gün iki rakip dövüşürler ve değirmen işçisi havuza itilir. Orada bir su perisi tarafından bulunur. Genç adam su perisini kemanıyla eğlendirir. İkisi o kadar iyi anlaşırlar ki değirmen işçisi sudan ayrılmak üzereyken dost su perisi ona takanın üç dileiğini gerçekleştirecek sihirli bir yüzük verir. Böylece havuzdaki su perisi sayesinde değirmen işçisinin değirmencinin kızıyla evlenme dileği yerine getirilir. Vodyanoi Vodyanoi Rusya’nın en çok bilinen su cinidir. Kibar su perisinin aksine gelip geçenleri sudaki inine çekerek boğulmalarına neden olan tehlikeli bir yaratıktır. Sazan Su cinleri havuzdaki balıkları genellikle sınıflarına göre ayırırlar. Sazan yakalamak isteyen balıkçılar cinleri memnun etmek için suya bir tutam tütün atarlar. Sadko En popüler Slav mitlerinden biri, bir su cini tarafından sarayında çalması için davet edilen saz şairi Sadko’nun hikayesini anlatır. Cinler Sadko’nun müziği eşliğinde yorulana ve daha fazla çalamayacak hale gelene kadar dans ederler. Bilge bir su cini Sadko’ya dansı bitirmek için lavtasının tellerini koparması gerektiğini söyler. Eğer bunu yaparsa deniz tanrısı ona çalması karşılığında bir eş önerecektir. Ancak onun kendisine teklif edilen son kadını seçmesi ve ona asla dokunmaması gerekmektedir. Kendisine söyleneni yapar. Ama gece yatarlarken sağ ayağı yanlışlıkla ona dokunur. Şaşırtıcı bir şekilde Sadko nehir kıyısında yalnız başına uyanır ve sağ ayağının artık topal olduğunu fark eder. Sadko zor günler geçiren bir saz şairidir. En değerli varlığı müzisyen olarak geçimini sağladığı gusli ya da lavtasıdır. Sadko’nun hikayesinin müzikal teması onu besteciler için çekici hale getirmiştir. Rus besteci Nikolai Rimsky-Korsakov (1844-1908) hikayeyi esas alan bir opera yazmıştır.
21
Slav Efsanesi
Ağaç Güvercini Orman ve suyun sihri bir Slav efsanesi olan ağaç güvercininin hikayesinde biraraya gelir. Bir zamanlar aşık olduğu genç ve yakışıklı adamla evlenmek için oduncu kocasını zehirleyen kötü kalpli bir kadın vardır. Onun ölümünden kısa bir süre sonra kadın aşığıyla evlenir ve çok zengin bir düğün ziyafeti verirler. Başlarda çok mutlu olurlar. Bu arada oduncunun mezarında da çimenler büyümüş ve bir meşe ağacı kök salmıştır. Kadın ne zaman mezarın yanında geçse ağaca tünemiş bir güvercin ona itham eder şekilde bakarak ötmektedir. Kadın güvervinin ötüşünü her duyduğunda bu sesin öldürdüğü kocasının sesi zanneder. Sonunda bu işkenceye dayanamayarak kendimi ırmağa atıp boğularak ölür. Kuşlar halk hikayelerinde genellikle konuşurlar. Oduncunun suçlu karısı için güvercinin sesi bile kendisini itham eder gibi gelmektedir. Ormanlar Slav halkları için yakıt ve inşaat malzemesi kaynaklıdırlar ve oduncular da orman mitlerinde sık sık karşılaşılan figürlerdir.
22
Öykü
23
KOZMik MiKRO ÖYKÜLER 1. Bütün yıldızları saydı zaman. Hiç üşenmeden. 2. İki evren bir anlığına kesişip ayrıldı. Ne yıkımdı bu ne de ölüm. Sadece sonsuz bir özlemin başlangıcı. 3. Yıldız tozlarıyla gelip kalbine oturdu istilacı tohum. Damarlarını sardı, bedenini yere serdi ve kök saldı. Ondan yeni bir evren yarattı. 4. Gezegenlerin küçülüp misket kılığında dünyamıza sızdığını fark etmiyor değildi çocuk. Farkındaydı elbet, fakat elleri yoktu tutacak. 5. Dünyada sıradan bir gündü. Herkes küçülen yataklarda uyandı, küçülen evlerden çıkıp küçülen sokaklarda yürüdü. Onlara göre her şey aynıydı. 6. Genişliyordu ve genişledikçe evrene benziyordu, zihni. 7. Sınırları öyle belirsizdi ki, düşündü, yalnız bile olabilirdi. 8. Dünyaya kar yağıyordu. Bir milyar yıl aradan sonra ve kırmızı. Uzak bir gezegendeyse eski vatanlarını seyredip aşkla sevişiyordu böcek ırkı. 9. Varlığıyla ürpermek istedi filozof. Buza kesmiş ellerini evrene uzattı. Kendi sırtına dokundu. 10. Bedeni savruk bir yaratıktı. Trilyonlarca hücresi vardı ve her biri başka bir galakside kök salmıştı. Derin’di adı. 11. Elini uzatmak isterken taklalar atıyor, susmak isterken çığlıklar atıp koşuyordu. Deli dediler ona, ama değildi. Varlığına kaos bulaşmıştı.
12. Eyledi. Eylemi evreni sürükleyendi. 13. Sıradan bir gün değildi. Bir tören düzenlenmişti ve dans ediyordu herkes. Dünyanın sonu gelmişti. 14. Herkes nefesini tuttu. Koca bir uzay gemisine dönüştürülmüş olan Dünya sonunda başka galaksilere gitmeye hazırdı. Düğmeye basıldı. Gidildi. 15. Haberi yoktu. Pantolonunun cebi bir solucan deliğiydi ve uzak bir galakside, ufak bir gezegenin göğünde, ara sıra görünüp kayboluyordu eli. 16. Başladığı hiçbir işi bitiremedi. Paralel evrenlerde bile. 17. Çok ama çok uzaklardan, en uzak yıldızların karanlık arkasından dünyaya bir mesaj geldi: “DÜNYAYA YARDIM EDİN!” 18. Yıl 2216. Değişen bir şey yok. Ay kolonisinde yüz bin aile var. Dünyadaysa onların geleceği için çalışan yüz elli milyar köle. 19. Gökte bir yıldız da onun için vardı. Bir ölüm de onun için. 20. Dünyayı ayaklarının altında tutamadı. Uzandı, biraz da sırtında taşıdı. 21. Kökleri yıldırımdı. Gökteki ağacın. 22. Uzay paslandı. Gezegenler ve yıldızlar gıcırtılar içinde yavaşlayıp durdu. Öncekiler gibi 21 Numaralı Evren de testi geçemedi. Sıradaki! 23. Korku ve ürperti sonradan geldi. Ölüleri Ay’a gömme fikri ilk başlarda sadece romantikti.
Öykü
24
Öykü
25
24. Farklı boyutlarda yaşayıp karşılıklı bir aşka tutuldular. Nasıl seviştiklerini kendileri bile bilmiyordu. 25. Hızlı bir gündü. Yürüyenler yalpalıyor oturanlar kusup duruyordu. Öğleye doğru güneş battı. 26. Sonunda gidildi o uzak gezegene. Dünya’ya. 27. Dönüp dolaşıp unuttuğu bir ana döndü. Dalgın Evren, sonsuzluğa takılıp kaldı. 28. Güneş doğdu ve yükseldi, fakat gece bir türlü geri çekilmedi. Gerçeği masmavi bir çocuk söyledi: “Gökyüzü çatırdadı önce. Ve düştü üzerime.” 29. Öldü. Gömüldü. Çürüdü. Bunlar kesindi. Fakat gökyüzünden o kapsülle gelen de yine oydu. Bu da kesindi. 30. Bir kere daha dağıttı evreni çocuk, karanlık zemini temizledi, yeni baştan dizmeye başladı zerreleri. Rastgele. 31. Dünyaya dev bir meteor düştü. Ne gören ne de duyan oldu. Kimse kaçmadı ve kimse ölmedi. Saf bir bilinçti o. 32. Fırlatıldı, bir gezegene kök saldı tohum. Büyüdü. Tüm madenleri emip dev bir ağaca dönüştü. Bir başka gezegene fırlatıldı, sıradaki tohum. 33. “Bu bir uçuş,” dedi kuş, göğe. “O bir düşüş,” diyemedi gök, kuşa. 34. Avucunda ipi yok. Göğü uçuruyor çocuk. 35. Okyanusları gökteki bir yere kaldırdı. İnsanları ve köpekleri tek hamlede toplara ve yumak
lara çevirdi. “İşte!” dedi, “Kedi Gezegeni hazır.” 36. Hüznün keşfi dediler ona. O uzak gezegende, göğe yetişememiş o merdivene. 37. Nefesinde bulutlara değen bir şey vardı. Bir nefes daha aldı, gözlerinde yıldızlara değen bir şey vardı… 38. Delirmesi, evrendeki bir çatlağa denk gelmesindendi. 39. “Nihayet buldum,” dedi doktor, parmağını hastasının kozmik haritasında sürükledi, Dünya’nın üzerinde durdurdu: “İşte, kanserli hücreniz bu!” 40. Sabah cesedini buldular. Gece, damdan düşmüş Ay.
Öykü
Gökmen Akça
26
Öykü ÇiTTEKi KURUKAFALAR Dağlı eşkıyasının Rumeli dağlarını kasıp kavurduğu senelerde muazzam çeteler kasabaları, şehirleri dahi ezip geçer, bunların dişinin kovuğuna gitmez neviden ufak köyleri de leşe üşüşen kurtçuklar misali haramiler, hayduklar vururdu. Çakal dişlerinden kurtularak ezkaza kaburga kemiklerine yapışabilmiş et parçalarını andıran bu köyler için Balkanların azılı dağ canavarları kıyasıya mücadele eder, geçtikleri mıntıkalardan kan dereleri akardı. Nasıl ki kurt sürüleri ulumalarıyla hasımlarını etraflarından uzak tutup gönüllere dehşet salar işte bu eşkıya gruplarının en eften püften olanları dahi “nam” demirine sarılarak kayalıklardaki, ormanlardaki saltanatlarını berkitmek isterlerdi. Haraminin nam salmışı, reayadan, devletlüden çok kendileri gibi olanları korkuya saldığından en ufak vurgunlarını, öçlerini dahi temaşaya çevirirlerdi. Yürürlerken attıkları adımlarla şeytanı korkutur, gaddar bakışlarının nazarı idam hükmü addedilirdi. Ancak dağda gezenlerin sayısı arttığından bu kâr etmeye başlamayınca temaşalar kadınlı, çocuklu hesaba kitaba gelmez insanın tavuk misali boğazlanması söz konusu olmuş, en korkunç kanlı facialar dahi vaka-i adiyeden addedilince korku salmak için en erişilmez, dokunulmaz yerlere el uzatmaya başlamışlardı. Müslümanı imamı asar, Hristiyanı kilise basar bu taifenin cami duvarına işeme korkusu nâmevcut olduğundan en büyük çeteler, paşaların, çiftlik ağalarının başına bela oluyor, devlete diş geçiremeyenler de o nispette büyük avlar peşinde dolanıp duruyordu. En ziyade kan dökenin esamesi okunmuyor, kese kese altınları pençsesine geçirenin ardından destanlar, horolar yazılıyordu.
O vakitlerde daha ziyade Tuna Nehri’nin bataklıklarında dolaşan ve bahtsız yolcularla, insan ayağı değmez mıntıkaların korkulu rüyası olan Atanas Voyvoda adında namlı bir hayduk yaşardı. “Atanas Voivoda blatistata dyavola! Kato zhestoko kato rekata!” türküsü Bulgar ahalinin dilinde dolanırdı ki manası: “Bataklık şeytanı Atanas Voyvoda! Nehir kadar acımasızdır!” demekti. Azgın Tuna Nehri’nden daha fazla insan öldürmesiyle ünlendiğinden böyle söylenirdi. Günün birinde Atanas Voyvoda, Tuna boylarındaki sazlıklardan birine alıcı kuş misali adamlarıyla pusu kurdu. Patikadan üstü türlü avadanlıkla, hediyeyle, eşyayla dolu katırını çeke çeke geçip gitmekte olan bir Türk çerçinin önünü kesti. Aynalarına, taraklarına, güzel kumaşlarına, bakırdan küpelere dokunan, katırın dahi dişlerini yoklayan
27
Öykü
hayduklara öfkeyle beddua etti: “Te benım servetıme dokundugunuz gibı kavuşasınız Deliorman’ın kocakarisının altınlarina!” Atanas Voyvoda gür sesiyle güldü, kahkahası bataklığın sisleri arasında yitip gitti: “Göklerdeki babamıza haykırıp bela okumaysın da altın bahşedersın! Ey Türk, hiç beddua mı bilmezsın yoksa sizin orada altına dokunmayi lanetten mi sayarlar?” O esnada Atanas Voyvoda’nın dikkatini adamlarından bazılarının istavroz çıkardığını fark etti. Besmeleler ve kyrie eleisonlar fısıltı halinde Tuna’nın şıpırtılarına karıştı. Hayduklar Balkan ahalisinin çoğunluğu misali inanç ve batıl itikat sahibiydi. Bir tek Atanas böyle şeylere metelik vermezdi ki batıl itikatları olmadığından bataklık cinlerinden ve kefeniyle gezen hortlaklardan korkmadan bataklıkları, peri kızlarının yıkandığı su kıyılarını mesken tutabilmişti. Atanas bu sefer adamlarına güldü: “Siz de eşkıyadan korkmadan ormanda ve dagdaa gezen her kadından korkarsinız be! Olsun ne cadi ne hortlak!” Türk çerçi sanki sislerin ardında kendini dinleyen birileri varmışçasına etrafına bakınarak ağır ağır konuştu: “Bre koca voyvoda! Benim dedigım alelade bir kadın degıldır, hem kadına benzemez. Deliorman’in kocakarisi dolaşalı nice seneler vardır ki Razgrad ormanlarina gelmez ne cadi ne hortlak! Kalkmış gelmiştır ta Moskof memleketınden. Kozaklarin, Moskofların papazlari hem Tatarların imamları okumuş üflemış kaçırmışlardır cadinin azametlısıni. O da gelip konmuştur Deliorman’a!” Çetede Deliorman taraflarında bir çiftlikte vaktiyle yanaşmalık etmiş bir Türk vardı, o da sislere bakına bakına konuştu: “Çok eskiden duyar idım ba! Urmanda gezermış Deliurmanın kocakarisı. Dolaşırken duyulmaz imış sesı gelir insanın uyurkena sıkarmış bogazıni! Urmanda saklı ne ka ‘azine var ise dermış ona yerıni urmanın cinleri!” Deliorman dedikleri mıntıka zaten tekinsiz addedilirdi zira neredeyse her köyün falcısı, büyücüsü olurdu. Çerçinin yüzünde tehditkârane bir sırıtma peyda oldu: “Bak bu çıtak bile bilır kocakarıyi! De bana bre koca Bulgar hiç mi işitmedın Moskofların da Lehlerin de “Baba Yaga” dedıgi acuzeyi?” Baba Yaga adı zikredilir zikredilmez sanki Tuna dahi şırıltısını kesti, sislerin kulakları dikildi. Haydukların kimi art arda istavrozlar çıkarıp koyunlarındaki çarmıhları ve aziz tasvirlerini öptü, Türkler
28
Öykü
“Şeytan kulagina kurşun bre!” diyerekten kulaklarını ikişer üçer kere hafifçe çekip tüfeklerinin, piştovlarının ve kılıçlarının ahşap kabzalarına vurdular. Çocukluklarında çokça duymuşlardı adını. Ormanda upuzun tahtadan süpürgesinin tepesinde usulca süzülmesi kaç defa rüyalarına girmişti. Atanas Voyvoda adamlarının salma saldığı köylüler misali böyle acizleşmesi karşısında tiksindi. Köyünün keşişlerine hem Türk hem Hristiyan mermisine, nazarına karşı tılsımlattırdığı meşhur tüfeğini havaya doğrultup ateşleyerek sessizliği ve fısıltıları bıçak gibi kesip attı: “Baba Yaga dokunmaz imış cesur olanlara be! Atanas’ın hayduklari korkmaz birangi bir şeyden! Sizın çalımli yürümenızden ürker şeytanın kendısi! Düşün ardıma, Baba Yaga’nın altınlarına el uzatmaya!” Çerçi alay eder gibi kıkır kıkır güldü: “Bre koca gavur sen diledın buni! Razgrad ormanlarına varınca arayasin tavuk ayaklari üstünde duran kulübeyi! Kapısınin delıgi vampir dişlerinden sökülme keskın dişlerle çevrilıdır. Kaçırdıgi kızanların kızçelerın kemiklerınden çitle sarılidır kulübesi. Her çitın tepesinde vardır bir kafatasi! Bir tanesıni boşta bırakir kocakari. Kalbinız temiz ve cesur isenız ilişmez size. Lakin kararmış ise kalbinız kaçırdıgi kızanlar gibi yer sizı, kafatasınızi koyar o boş çitın tepesıne. Kendiniden emın degıl iseniz kap kare giyinmış, ak saçli, gaga burunli o acuzeden kaçın bre! Bir elınde süpürgesi, kızanlari kızçelerı attıgi kanli kazana biner de uçar o cadi! Sen beklersın o çıkarsın çıtırti lakin uçtugundan etmez patırti!” Hayduklar yüreklerinde korku, ağızlarında dua, çerçiyle katırını salıp Tuna Nehri boyunca yürüdüler. Tutrakan ile Rusçuk arasında bir emin mıntıkada nehri aşıp Razgrad yolunu tuttular. Yalnız geceleri yürüdüler ki bir dönemler eşkıyalık eden namlı ayanlarına, paşalarına, Rumeli derebeylerine görünmeden geçip gittiler. Deliorman’ın köylerine sokulmadan dipsiz ormanlarında dolaştılar. Kuytu köşelerde Atanas hariç her biri boğazlarına dolanacak ince parmakların hayaliyle huzursuz tavşan uykuları uyudu. Bir tek Atanas yerini sadece Baba Yaga’nın bildiği hazinelerin, definelerin düşlerini gördü. Nihayetinde Bulgar ahalinin yaktığı türkülerde “bataklık perilerini saçlarından tutup sürüyen korkunç Atanas”tı. Keşişlere okuttuğu tılsımlı tüfeği elinde olduğu sürece ne şeytandan ne cadıdan ne de vampirden korkardı. Güneş ışıklarının sarmaşıklarla kaplı zemine ancak ulaştığı, her yanı yosunlu asırlık ağaçların arasında dolanırken buldular tavuk ayaklı
29
Öykü
kulübeyi hayduklar. Çocuk kemiklerinden çitleri ve boş gözleriyle adeta kendilerine bakan kurukafaları korkuyla seyrederek ellerinde tüfeklerle kulübeye yaklaştılar. Tavuk misali tünemiş kulübenin kapısının önünde sıralanıp beklemeye başladılar. Kulakları gelebilecek en ufak çıtırtıdaydı. Atanas tam ortasında vampir dişlerinin fırladığı büyükçe bir ağızın anahtar deliği misali durduğu yere doğru eğildi. Tüfeğini yere koyup kapının önünde diz çökerken belinden sıyırdığı kamayı dişleri arasına sokup karıştırmaya başladı. Adamlar yaptığı bu hareketten ürkseler de voyvodalarının öfkesini üzerlerine çekmemek için belli etmemeye çalıştılar. Kamayı sağa sola kanırta kanırta anahtar deliğini genişleten Atanas pencerelerinden güneş ışığının girdiği kulübenin içerisini ve Baba Yaga’nın altınlarını görebilmek için temkinle sağ gözünü deliğe yaklaştırdı. Vampir dişleri tenine batıncaya dek kapıya sokuldu. Gözü sağa sola devrilerek içeriye bakarken kapının dişleri birden kapanıverdi. Atanas’ı gözünün etrafından yakalayıveren dişler ne kadar çırpınıp gürlese de koca eşkıyayı bırakmadı. Hayduk bir yandan boştaki eliyle kendini kapıda uzaklaştırmaya çalışırken bir yandan da kamayla dişleri yeniden kanırtmaya uğraşıyordu. Dişlerin acısından tek söz etmeksizin yalnız çığlık atıyor, sesi Deliorman’ın o mıntıkasına yankılanıyordu. Adamlarından yardım beklediği o esnada kendisininkinden daha korkunç ve yürek sızlatan çığlıkları arkasından işitmeye başladı. Tüfek ve piştov gümbürtüleri, ayak patırtıları, Türkçe ve Bulgarca küfürler ortalığı bayram yerine çevirmişti. Atanas’ın sağ gözü akan kanlardan tamamen kapanmıştı. Bir süre sonra arkasında daha farklı sesler duyulmaya başladı: Birbirine çarpan dişlerinin, etin kemikten sıyrılmasının, iştahlı bir ağız şıpırtısının tedirgin edici sesi. Burnuna şimdi buram buram kan ve sidik kokusu çarpıyordu. Çocuklar misali altlarına yapan ve ölmemek için yalvaran adamlarının ürkünç bağırtıları kulaklarını tırmalıyordu. Canını daha anasından doğuştan beri pahalıya satmaya niyetli ve yeminli Atanas kamayı da bırakıp her iki eliyle ve sağ diziyle kapıyı itmeye başladı. Yüzünün bir parçasını ve sağ gözünü acıyla vampir dişleriyle bezeli anahtar deliğinde bırakıp yere yığıldı. Suratından akan kanları camadan yeleğinin ucuyla silerken olduğu yerde çömelmiş vaziyette doğrulup etrafına kulak kabarttı. Sesler kesilmişti. Hareketlilik yoktu. Tek gözü kapının önünde yerde duran tılsımlı tüfeğindeydi. On altı yaşından sonra hayatında ilk kez istavroz çıkararak tüfeğini kucağı
30
Öykü
na aldı. Gerisine dönüp bahçeye bakacağı esnada üzerine doğru eğilmiş bakan acuzeyle yüz yüze geldi. Kan lekeli kocaman kazanın içinden adeta sarkan kara urbalı Baba Yaga, bir eliyle kocaman çalı süpürgesine dayanmışken öteki elini Atanas’a doğru uzatmıştı. Kurumuş ağaç dallarına benzeyen uzun, sivri tırnaklı parmaklarından kan damlıyordu. Gagavari burnuyla uzun çenesinin arasındaki kocaman ağzı ardına kadar aralanmıştı. Asırlar boyunca çocuk kanlarıyla, etleriyle kirlenmiş, kararmış eğri büğrü dişleri haydukun midesini bulandırmıştı. Simsiyah gözleri ifadesizdi ancak insanın içine işliyordu. Yüreğinin neredeyse ağzında attığını hisseden Atanas tüfeğinin namlusunu bir anda Baba Yaga’ya çevirip ateşledi. Barut dumanları göğe karıştığında yaratığın simsiyah kanlar akan delinmiş karnının yeniden hiç vurulmamışçasına kapandığını görmesi kısa bir an sürdü. Heyula tüfeği küçük bir çocuğun oyuncağını alır gibi elinden alıp bir tarafa fırlattı. Atanas tek gözünden yaşlar akmaya başladığı esnada: “Yakti benı keşışler…” deyiverdi. Ormanın kocakarısı kapı gıcırtısını andıran sesiyle: “Seni keşışler yakmadi! Kibrın yakti! O getirdı buraya ka seni!” diye karşılık verdi. Hayduk acuzenin kan ve sidik kokan çürük dişleriyle burun burunaydı şimdi. Sağlam gözünden damlayan yaşlar dışında yalvarmaya mecal bulamadı. Çığlıklarını ormanın kurtları kuşları dahi duyamadı. Boş çite diğer kafatasları gibi dikilmiş tek gözlü bir kelle artık kıyamete dek Tuna’nın akıntıları yerine Deliorman’ın bu uğursuz köşesini seyredecekti. SON
31
Mehmet Berk Yaltırık 23 Ocak 2018 – Edirne
Öykü BABUSKA , Kloroform kokusunun sindiği koridorda yürüyorum, burnumun aldığı tek koku ölüm. Bu kısım diğerlerine kıyasla daha sessiz, bir belirsizlik yok çünkü. Belirsizliğin olmadığı yere sessizlik hâkim olur, çünkü kabulleniş bunu gerektirir. İnanmayan kadın doğum kısmında şöyle bir on dakika turlasın. Yoğun sancılarla haykıran kadınlar, viyak viyak ağlayan bebekler; bunların acı yüzünden mi bağırdığını sanıyorsunuz siz? Hayır, belirsizlikten ötürü ağlıyorlar çünkü kocaman bir hayat var önlerinde yaşamaları gereken. O’nun lâfları bunlar, yoksa ben böyle şeyleri pek düşünemem, aptalım çünkü. 109 numaralı odada babuşkam yatıyor. Daha doğrusu yatıyordu, bu geceye kadar. Bu odayı vermeleri kasıtlı mıydı bilmiyorum, ama komik olduğu kesin. Yani... başta gülmüştüm, o da gülmüştü hatta, çünkü babuşkam yüz dokuz yaşındaydı. Esen rüzgarla birlikte yapraklar hışırdar, o da her seferinde Urallardan bu rüzgar Urallar’dan, vakit geliyor derdi. Ve babuşkam bu gece hayatını kaybetti. Son ânında onunla birlikteydim, oysa hep benimle birlikteydi. Çarlık Rusyası’nın Sovyetler Birliği’ne, Sovyetler Birliği’nin Rusya Federasyonu’na dönüştüğünü gören gözlerine baktım ölü hücrelerin sardığı ellerini tutarken, yüzü gülmüyordu, gülse dahi görebilir miydim bilmiyorum. Ağlamamak için kendinizi tutarsınız, yaşlar göz pınarlarınızı doldurur ve görüşünüzü bloke eder, o anlardan biri işte. Ağlamak için dışarı çıkıyorum, vücudum sıcak, paltoma ihtiyacım yok. Dışarıya çıkıp kapıyı ardımdan kapatıyorum ve koridorun sonunda Katya’yı görüyorum. İlk kez üç ay önce babuşkayı yatırdığımızda görmüştüm kendisini, tanışmamsa iki haftamı almıştı. Babuşkanın arası iyiydi de, kızcağız anlayamıyordu söylediklerini. Kadının ağzındaki son diş, faşizmi Berlin’e gömdüğümüz vakit düşmüş, nereden baksan epey eski ve Moskova’ya ters bir köylü Rusçası konuşuyor, e o da bana soruyordu. Ben de açık pembe dudaklarının büzüşmesini, gülümsediğinde ortaya çıkan nar tanesi gibi dişlerini hayranlıkla izlerken bir yandan söylediklerine kulak veriyor, sonrasında da tercüme ediyordum. O da tipik bir slavdı benim gibi, beyaz tenli, renkli gözlü, kemik yapısıyla göz dolduran kadın gibi bir kadın. Ben daha bi’ slavdım ama. Yanları açılan saçlarım, kemikli suratım, trefoil logolu adidas ceketim, daha doğmadan önce bana özel biçilmiş hayatı eşsiz bir şekilde yaşıyordum, tıpkı Katya gibi. Sürekli onu hayâl ettim burada kaldığım sürede, hastanede başka hemşireler de vardı, fakat Katya bambaşkaydı. Bir keresinde babuşkanın yatağına koyduğu stetoskop yere düştüğünde dizleri-
32
Öykü
Mark Kaufman
ni kırarak son derece usturuplu bir şekilde eğilmişti. Sıyrılan eteği müsaade edince bacaklarını saran jartiyeri görmüştüm ve bu bende bir travma yaratmıştı. Bizi biz yapan travmalarımızdır, başka hiçbir şey değil. Birbirimizin yüzüne uzaktan kitlenmiş hâlde yürüyoruz bir süre koridorda, sonrasında adımlarımızın sıklığı ve aralığı azalıyor. Sonunda duruyoruz. “Başın sağ olsun,” diyor, gözlerimi kapatarak kafamı sallıyorum hafifçe, bir yandan da beni tenhaya çekip sevmesini istiyorum. Cinsellik değil istediğim, yanlış anlamayın, sevgi. Saf sevgi. Kafamı tutup göğsüne yaslamasını, pek sık olmayan saçımı okşamasını, dudağını öne uzatarak yarım yamalak beni kafamdan öpmesini, bana bakmasını, yemek yapmasını, zor vaktimde yanımda olmasını, sevgisini istiyorum. “N’olacak şimdi?” diye soruyorum, lâf olsun diye sorulmuş bir soru değil bu, amacım muhabbeti uzatmak da değil, çünkü şu an en çok istediğim şeyler sıralı olarak açık havada ağlamak, bir sigara ve Katya’nın sevgisi. Hastalık ve ölüm kokan bir koridorda lak lak değil. “Babuşkayı soyacağım, sonrasında da morga taşınacak.” diyor, üzgün bir ifade var suratında, sevdiğini biliyorum babuşkayı. “Tamam,” diyorum, ben bi’ sigara içip geleceğim. Dışarıya çıkmazdan birkaç adım önce başlıyor yaşlar gözümden akmaya, koca yağmur taneleri istemsiz bir şekilde açılan çenem ve büzüşen ağzıma damlıyor, şöyle bi’ tadına bakıyorum dilimle, tuzlu, fakat gözyaşlarım kadar değil. Allah’tan kimse yok çevrede ki rahat rahat bırakabiliyorum kendimi. Gecenin köründe yalnız kalmakta sorun yaşadığımız bir zaman ben dünyada yapayalnızım artık. Sigarayı ağzıma alıp yakıyorum ve ilk nefesi çekiyorum. Verdiği hissiyat tarifsiz, dingileştiriyor beni, ne olursa olsun hayatın devam ettiği gerçeğinden uzaklaştırıyor az da olsa. Zaten bu tür durumlarda varsa sigara içiyorum, yoksa kulaklarımın içindeki kıtırtının ahengine bırakıyorum kendimi. İnancım tam, bir gün bir mucize olacak ve kulaklarım açılacak hiçbir tıbbî müdahale gerekmeden ve şimdikinden çok daha net duyacağım. Damlaların ulaşamadığı kör noktaya geçerken beni ıslatan yağmurla vücut sıvılarım birbirine karışıyor, yapış yapış bir hâldeyim. Elimi alnıma sürdüğüm vakit parmak izlerimin araları yağla doluyor, kotumun kıç tarafına siliyorum, oturmaktan ve sürtünmekten parlamış kıç tarafına. Kata ulaştığım vakit odayı karşımda görüyorum, bi’ ağlama gelecek gibi oluyor ama sonrasında kendimi kontrol ediyorum. En fazla ağlayacakmış gibi yapıp ağlayamayan çocuk ağlaması yaparım, dışarıda çok fazla gözyaşı döktüm çünkü. Kapı açılıyor, çıkan Katya,
33
Öykü
elinde bir temizlik kovası, onun içinde de vileda var. Beni görmezden gelerek kadın doğum tarafına giden kanada yöneliyor, garip bulmuyorum desem yalan olur. 109 numaralı odaya vardığımda derin bir nefes alıyorum. Şöyle bi’ yüzümü siliyorum ellerimle, iyiyim, iyi olmalıyım. Babuşkanın da bu dünyanın zırvalıklarından kurtulma hakkı var sonuçta, ne de olsa yüz yılı aşkın süredir hayatta. Kapıyı açıp içeri giriyorum, ışığı o kadar uzun süredir kullanmadım ki bu odada, varlığını unutuyorum. Ama artık açmamda bir sorun yok, çünkü ışıktan rahatsız olan babuşkam öldü. Gece vakti çok daha farklı gözüküyor oda ya da bana öyle geliyor. Cansız bir şekilde yatıyor babuşka yatakta, son bir kez yanağından öpmeye yanına gidiyorum. Orada öylece yatıyor, kurutulmuş elma gibi buruşuk, tenle dudak izinin yok olduğu ağzıyla gülümsüyor. Urallar’dan bir rüzgar esiyor ama hiçbir yaprak hışırdamıyor.
Mark Kaufman
Öykü
HAYAT AGACI PRENSESi VE SEYTAN iKiZLER Şeytan ikizler Hayat Ağacı Prensesi’ne ulaşmak için yürüyorlar. Yol boyu ölüyorlar. Şanslılar ki canları kolay kolay tükenmiyor. Parlak zırhlarının ağırlığına daha fazla katlanamıyorlar. Yumuşak tabanlı ayakkabılarını da çıkarıyorlar. Ne kadar hafif o kadar hızlı. Büyülü kasketlerinden söz etmiyorum bile. Ne kadar sihirsiz o kadar olağan. Onlardan biri değilim. Onları takip ediyor da değilim. Yalnızca ışıklı bir gecede, görkemli evimin ufak balkonunda bunları uyduruyorum. Fakat ben de parlak zırhımı çıkardım. Size karşı olabildiğince açık olmak için. Büyülü kasketimi de. Yumuşak tabanlı bir ayakkabımsa hiç olmadı. Bu hikâyenin anlatıcısı ve dinleyicisiyim en az sizler kadar. Dinlerken uyuyakalanlar Baba Yaga’nın bir öğünü olur.
Efsanelerde olduğu kadar güzel bir prenses değil. Aksine, bin yıllık bir ağacın çürümüş gövdesinden ibaret bedeni kokuyor. Saçları kurumuş ve sararmış yapraklardan oluşuyor. Omuzları zamanın ağırlığıyla eğilmiş. Hepimiz gibi. Yaramaz çocukların üzerine oturup kırdıkları dallara benziyor. Sanırım bu yüzden de bağımlı. Yaşamaya. Başka türlüsünü bilmeyen çaresiz müptelalara hep acırım. Kalede yaşamıyor. The Fountain’deki gibi yıldızlardan birinde de sayılmaz. Hoş, yerini bilsem zaten böyle bir hikâye olmaz. Elimdeki tek bilgi, onun lanetlenmiş olduğu. Cadıların dünyasının en çalışkan, en kötücül cadısıyken ayağını kaydırdılar. Başlarını Baba Yaga çekiyordu. Hayat Ağacı Prensesi, cadılar dünyasındaki adıyla Kavesis, cadıların kötülüklerinin çocuklara bulaştırılmaması dair özel bir yasayla yasak getirilmesi için var gücüyle çalışıyordu. Engel oldular. Yutkunmasına bile izin vermeden büyülerini sınadılar. Tariflerindeki malzemeleri silip yerine saçma sapan bir şey yazıp üst düzey cadılardan ikaz almasına sebep oldular. Onu birkaç defa açık açık uyardılar. Sonunda, bir sonraki hatanda her neredeysen adım attığın son noktada kök salarsın, dedi üst düzey cadılar. Son tuzak bu ikazdan sonra kuruldu. Uzun bir gezintiye çıkıp kafasını boşaltmak istediği bir gün kuralları çiğneyerek mahzenden birkaç şişe şarap çalarak yasaklı büyüden yapmış süsü verip onu şikayet ettiler. Epey uzaklaşmıştı. Nereye geldiğini kendi bile bilmiyordu. Başkalarının içinde size dair tüm saygı ve güvenin sonsuza kadar derin dondurucuya atıldığını fark ederseniz elinizden hiçbir şey gelmez. Onun için de durum böyleydi. Ellerini arkasında bağlamış, ufak fakat zekâ vadeden başını sağ omzuna doğru bükerek yürürken olduğu yerde ağaca döndü. Kaç milenyum geçti. Hayat Ağacı Prensesi hiç meyve vermedi.
35
Öykü
Şeytan ikizler, cadıların dünyasından geliyor. Onları anlamak için ayak işlerine bakan tehlikeli ufaklıklar düşünebilirsiniz. Doğanın şartlarında hayatta kalmak için kendi yöntemlerini bularak kötüleşenlerden. Aslında içi temiz olan ama kötülere ayak uyduranlardan. Binlerce kalpleri var. Bugüne dek yüzlerce kez öldüler. Ölmeye devam ediyorlar. Şahidin gözleri hep onların üzerlerinde geziniyor. Yani... Cadılar dünyasından üstlerine eğilen bir çift büyük gözden söz ediliyorum. Bir gün cadıların kötü işlerine alet olmak yerine başka görev almak istediklerini söylediklerinde sürgün edildiler. Bir görev verildi. Uzun, çok uzun zaman önce ceza alan ama artık dönebilecek eski bir cadının izini süreceklerdi. Onu bulup geri dönmeye ikna ederlerse onlar da evlerine gelebilirlerdi. Eski cadıyı nerede bulacaklarına dair verilen tek ipucu ise ‘çürük kokusu’ oldu. Sürgün edenlerden biri, “Yanmış karpuz ya da ne bileyim çürümüş canlı kokusu alırsanız takip edin. Başka bir gezegenden buraya dek gelebilecek tek koku ona aittir.” demişti. Ah ne kibar! Bu devirde kim kime böyle bir ipucu verir? İkizlerden daha saf olanı, “Henüz çok gencim,” diye sızlanıyor. Diğeri, “Yüz seksen üç yaşındasın,” diyor, “yüz sekseninde gidene göre epey yaşadın sayılır.” On adımda bir aynı cümleler tekrarlanıyor. Cennet vaat edilen diyarda baş kaldırmanın kimi sonuçları olacaktı. Sürgün edilirken sesleri ayyuka çıkana dek kötülüklere aracı olmak istediklerini bağırıyorlardı. Nafile. Geri dönmek istiyorlar. Belki. Tek şart var. Hayat Ağacı Prensesi’ni cadılar dünyasına döndürmek. Fakat sürgün edilirken bu şartı koşanlar, yeryüzlerinde kimsenin bu işi beceremeyeceğinden eminlerdi. Şeytan ikizler tek bedende birleşseler dahi onu bulabileceklerine, üstüne üstlük bir de döndürebileceklerine inanmıyorlardı. Hayat Ağacı Prensesi, idam edilmekle bitkisel hayatta bekletilmek arasında bırakılan biri gibi sonunun onu bulabilecek kişilerden mi yoksa olduğu yerde dikilmekten mi geleceğini düşünüyordu. Bulunduğu dünyada adına insan denen canlılar ondan birkaç mobilya, kötücül bilgilerle dolu sayfalar ve artan ahşapla da rahat yataklar için iskelet yapabilirlerdi. Paramparça biçimde yaşayacaktı. Aldığı her nefes beş yer dolaşarak altıncı yerdeki parçasına ulaşacaktı. Kimsenin eline geçmese bile ağaçkakanın ya da tahta kurusunun kemirme hızında talaş yığını hâline gelene dek ufalanacaktı. Tek istediği üçüncü bir ihtimal. Bunun için şarkılar mırıldanıyor. Kalelerde yaşayan prenseslere övgüler yağdırıyor. Madem parçalanacak, bir kitap olmak, sayfalara bölünmek istiyor.
Şeytan ikizler başka bir diyardan, yalnızca onların görebilecekleri
36
Öykü
bir yoldan, dünyanın soğuk coğrafyalarından birine gelmeye çalışıyorlar. Şeytan ikizler başka bir diyardan, yalnızca onların görebilecekleri bir yoldan, dünyanın soğuk coğrafyalarından birine gelmeye çalışıyorlar. Yalnızca burunları yardımıyla. Yola çıkmalarından bu yana koku alma yetileri acayip gelişti. Aynı anda duydukları on kokudan en cılızı çürük kokusu olsa dahi yolu takip etmeyi öğrendiler. Kimi zaman biri diğerini sırtına alıyor, birkaç saat olsun dinlenmesine izin veriyor. Akçaağaç kokuları geldiğinde ancak hayat ağacının bu kadar güzel kokabileceğine inanıp ayılıyor. Birisinin ona hayat ağacının altı yüz sene önce küflenmeye başladığını anlatması gerekiyor. Tıpkı dediğim gibi oluyor ve diğeri, “Akçaağaç çürük kokmaz. Biz kokuşmuş, üstü at sineği kaplı bir ucube arıyoruz,” diyor, sonra eski bir cadı hakkında böyle konuştuğu için utanıyor. Üstelik ikisi de içten içe ona saygı besliyor. Cadılar dünyasından sürgün edilmek için çok doğru bir şey yapmış olması gerekir diye düşünüyorlar. Yolun nerede biteceğini bilmeden yola koyulanlar için kokular önem arz ediyor. Kötü kokular geldiğinde yanlış yolda oldukları yanılgısına düşüyorlar. Bir yola giren herkes, varacağı yeri asma bahçeymiş gibi hayal ediyor. Her seferinde devreye öteki giriyor. Şeytan ikizler gökyüzünden başkalarının dünyasının yeryüzüne indiklerini fark ettiklerinde yol üstü bir yerde manzaraya karşı mola veriyorlar. Çok zamanları olmadığını bile bile soluklanmak için zaman ayırsalar hiçbir cadının bunu onlara çok görmeyeceğini düşünüyorlar. Şahidin gözleri, yeniden ayağa kalkmalarına dek sürecek bir acı veriyor. Yüreklerine kirpiler dolduruyor. Karnın gıdıklanması gibi iflah olmaz durumlardan biri. Fakat aksine derin bir sızı veriyor. Şeytan ikizlerden biri aldığı nefesin aşağı inmediğini fark ediyor. Soluğu bir kirpiyle tıkanmış. Diğeri ona yardım etmek için davrandığında farklı bir şey olmuyor. Ellerini boğazlarına sarıyorlar. Dışarıdan kirpiyi öldürebilecekmiş gibi kendilerine saldırıyorlar. Boğuşurken biri ayağa kalkıyor ve bir anda geçiyor. Diğerinin elleri hâlâ kendi boynunda, kendini boğazlıyor. Diğeri kolundan tutarak çekiyor, zorla ayağa kaldırıyor ve onunki de bir anda geçiyor. Boğulmaktan kurtulup bu kez öksürüğe boğuluyorlar. Ciğerleri kendine gelmek için maçı durduruyor. Bir süre elleri boğazlarında, yarı eğik derin nefesler alıyorlar. Zırhları ve kasketleri olsa daha iyi savaşacaklarını düşünüyorlar. Kirpiler arkalarına bakmadan kaçıyor. Nihayet rutin kalp atışları ve ciğer şişmeleri yerlerini alıyor. İkisi de oturmuyor. Birkaç dakika içinde yüzer defa öldüklerine eminler. Bin insan ömrü kadar canları kaldığına da. Aşağı inmeye devam ediyorlar. Sonsuz mavilik içinden artık çok uzak görünmeyen kara parçasına iniyorlar. Gördükleri manzaranın bütününü birbirlerine anlatırken,
37
Öykü
“Sanki devasa bir toprağa bir devin ayağı basmış ve parçalamış,” diyorlar. Biraz sonra aşağısı hayal güçlerini tetiklemiş olacak ki, “Her biri bulutlardan sarkıtılan iplerle hareket ettirilen kuklalar olmalılar,” diyorlar kıtalar için. Bütün gevezeliklerinin ardından hayat ağacının olduğu kıtaya gidiyorlar. Yoğun koku oradan tütüyor. Tüm kıtalar içinde kuzeydoğuda kalan topraklara iniyorlar. Kıtalar için birkaç gereksiz ve edebi benzetme yapıyorken yolculuğun son saatleri hızla geçiyor. Tekinsiz, bomboş ve karanlık, uçsuz bir araziye iniyorlar. İkizlerden biri, diğerine çocukken dinlediği masallardan bildiği kadarıyla buranın adına dünya denen bir masal diyarı olduğunu, içinde de insan denen küçük şeylerin yaşadığını anlatıyor. Öteki masallara inanmayan bir şeytan. Çocukken de babası uyurken şarap şişesini aşırıp o uyanana kadar güzel hatları olan genç cadılar içinde kafayı çekip keyif yapmakla meşguldü zaten. Masallara hiç inanmadığı için, “Zırvalarla ilgilenmiyorum,” diyor, “o kadar biliyorsan insan denen şeylerin ışıkları neden kapattığını söyle.” Herhangi bir kalbin buna kırılmaması mümkün değil. Nitekim böyle oluyor. “Böyle bir zırvayla kıymetli ve kısıtlı zamanını alacağıma ayağıma diken batmaması için uğraşırım,” diyor masallara inanan şeytan. Az evvel ikiz şeytan böyle davranmasaydı ona insanların, hayvanların, bitkilerin ve taşların günün bir kısmında tüm ışıkları kapatıp dinlendiğini anlatırdı. Bu bilgi onların da dokuz saatlik sağlıklı bir uyku uyumasına ortam sağlardı. Fakat böyle olmadı ve şeytan ikizler önlerini göremedikleri belirsizlik içinde yaşamlarının devamını arayacaklardı. Çürük kokusu burunlarının yere düşmesine neden olacak kadar artmıştı. İnce, keskin ve çirkinliğine rağmen şehvet uyandırıcı bir kokuydu. “Cadının eski güzelliğinden kaynaklı olacak,” diye düşündüler. Onu hiç görmediler. Ama onu hayat ağacına çevirdilerse yaşamayı seven birinin nefes alırken ki mutluluğu kadar güzel olması gerekirdi. Aksine, hayatını sevmeyen birinin hisleri kadar çirkin, diyenleriniz çıkacaktık. Eski cadı, çok kötü bir hayatın ölmeden önce güzelleşmesi ümidi kadar da iç açıcı olmalıydı. Onu görmeyi sabırsızlıkla bekliyorlar. Huyunu suyunu bilmedikleri canlıların sahip olduğu topraklarda etrafta hiç ışık yokken adım atmak epey zor. Birkaç dakikada bir aynı kavgayı veriyorlar. Durup beklemek ve devam edip onu bulmak arasında karar veremiyorlar. Sesleri kimi zaman yükseliyor. Böyle anlarda diğeri kendini kaptırıp bağıranın ağzına tükürüyor. Böylelikle kesinlikle susmak zorunda kalıyor.
38
Öykü
Böyle geçen saatler boyu koku giderek artıyor. Bedenlerinin her yanı sızlamaya başlıyor. Bu koku iğneleyici, kendine getirici keskin naneli şekerlerin boğazı yakması gibi kendilerinden geçiriyor. Sızım sızım sızlarken gözlerini acı-ekşi karışık kokudan açamaz hale geliyorlar. Elleriyle gözlerini ovalayarak yürürlerken bir anda ikisinin de ayağı takılıyor. Git gide karanlık çöküyor. Zifiri karanlıkta kendilerini yerde buluyorlar. Kalkmak için yerden güç alacaklarında ellerini bastırdıkları yerde tümsekler fark ediyorlar. Damarlı, tozlu ve yapış yapış yükseltiler. Ellerini kaldırdıklarında salya gibi uzuyor. Zor kopuyor. Bir ellerini çekerken öteki ellerinden destek almak zorunda kalıyorlar. Bu kez diğer elleri yere yapışıyor. Doğrulmayı başardıklarında başlarını çarpıyorlar. Biri diğerine yana kaymasını söylüyor. Gözleri karanlığa alışmaya başladığında daha iyi görür oluyorlar. Yana kaydığında daha saf olan şeytan yeniden yükseltiye takılıyor. Bu kez yüzü çamur gibi olan kısma denk geliyor. Ağlamaklı ses tonuyla, “Eve dönmek isteyen kim? Sürgün iyidir,” diyor. Öteki şeytan yüzünü kollarına silip temizliyor. Gözlerini daha büyük açabiliyor. Şimdi üçüncü bir ses ödlerini koparıyor: “Sürgün her zaman en kötü fikirdir, hele ki ailen orada kaldıysa.” Gerisin geri kaçışıyorlar. Üçüncü ses heyecanla lafa yeniden giriyor, “Durun durun,” diyor, “çürümüş köklerime basıyorsunuz!” Bunu söylerken gülümsüyor. Şeytan ikizlerin nereden, ne için geldiklerini biliyor. Şeytan ikizler doğru duyup duymadıklarını anlamak için birbirinin yüzüne bakıyor. Sonunda! Bu Hayat Ağacı Prensesi! Fakat bedeni sahiden feci derecede berbat kokuyor. Gözlerini ona sıkı sıkı bakmak için kaldırdıklarında bitmek tükenmek bilmeyen kupkuru bir ağaç görüyorlar. Metreleri bulan eni ve boyu karşısında küçücük kalıyorlar. Hayat ağacı, gölgesinin uzunluğundan bile daha uzak mesafelere dek kök salmış. Diğer ağaçların aksine dallarından sarkan köklerle de toprağa bağlı. Onu cezalandıranlar kudretinden çekinecek olmuşlardı ki, kıpırdayamaması için durumu biraz abartmışlardı. Yani, şeytan ikizler böyle düşündü. Karşılarında duran eski bir cadı mı? Cadıya bu ceza verildiyse görevi başaramadıklarında ayakçılara ne tip bir ceza vereceklerini düşünüyorlar. Hızlı olmalılar. “Sen, yani siz...” diye kekeleyerek söze girmeye çalışıyor biri. Ellerini göğsüne silip ona yaklaşıyor, “Tam olarak... duyamadım belki de,” Diğer şeytanın ağzı yarım açık, başı hafif yana eğik şekilde çok yukarılara bakıyor. Hayat Ağacı Prensesi, “Tırmanın,” diye fısıldıyor. Sesi tılsımlı. Rüzgarın kulağınıza mırıldandığı bir ninniyle hamakta sallanıyormuşsunuz gibi bir ses. Hiç eskimemiş. Çatallanmamış. Kokusu-
39
Öykü
na göre epey cazip. Şeytan ikizler onun gövdesinden çekiniyor. Çürümüş köklerle ayakta kalan bir gövdeye nasıl tırmanacaklarını bilmiyorlar. Bir dal, aralarında en sağlam kalmış dal, eğiliyor. Onları kucaklayıp yukarı taşıyor. Şeytan ikizler bir çift güzel göz ya da tılsımlı sesin sahibi dudakları arıyor. Hiçbir şeye rastlamıyorlar. Ağaç konuşmaya devam ediyor.
“Gövdem köklerim kadar çürük değil. İnceden inceye çürüyorum.” diyor. İkizlerden çıt çıkmıyor. Bir dalın üzerinde yan yana oturmuş hayat ağacının herhangi bir yerine bakıp dinliyorlar. Eski cadı devam ediyor. “Sizi evinize kavuşturmak isterim. Cesaretle uçup topraklarımıza telaşla inmeyi, her şeyi yüzyıllar önceki hâlinde görmeyi de. Fakat hiç olmadığım kadar hâlsizim.” Bunları söylerken bazı kelimeleri unuttuğu anlaşılıyor. Kelimeler arasında uzun esler verip düşünüyor. Sesindeki tılsımın asırlar boyu konuşmamasından kaynaklandığını anlıyor ikizler. Söze girecek gibi oluyorlar. Sonsuza kadar bu sesi dinleyebileceklerini fark edip vazgeçiyorlar. “Kim olduğunuzu, neden geldiğinizi biliyorum. Ama gelemem. Burada çürürken daha mutluyum.” Şeytan ikizler mest olmuş dinliyorlar. Ses gittikçe yaşlanıyor. Hayat Ağacı Prensesi’nin onlarla gelmeyeceği fikri dahi onları harekete geçirmiyor. Giderek alçaldıklarını fark ediyorlar. Hayat Ağacı Prensesi, ağaca çevrilişinden bugüne dek ilk defa konuşuyor. Son sözlerini söylerken bedeni küçülüyor. Eski cadı, bir ağaç olarak ölüyor. “Herhangi bir normal cadı, ağaca çevrildiğinde yavrarırdı. Ağlar ve önündeki tüm asırlar boyu kötülük saçacağına yemin ederdi. Kimseye acımaz, tırnaklarını uzatır, kapkara boyalar sürünüp arada sırada başka dünyalara musallat olurdu. Bunu seçmek isteseydim sesimi oraya dek duyurabilirdim, emin olun. Ben burada çürümeyi tercih ettim. Belki bir gün beni bulmaları için sizin gibi iki ufaklık gönderirler ve ben onları dönmemeleri için tembihlerim diye.” Şeytan ikizlerin ayakları yere değiyor. Hayat Ağacı Prensesi’nin sesi gittikçe daha uzaktan gelmeye başlıyor. Ve sesi artık, takma dişlerini ağzında zor tutan birinin konuşmalarını andırıyor.
40
Öykü
“Sizinle gurur duyuyorum. Benimle geri dönemediğinizde onlara yalvarmayı tercih etseniz de böyle olacak. Ama iki ağaç olup etrafı olanca yükseklikte izleyip birkaç asırda bir mutlu olmanın daha iyi olduğunu bilin.” Şeytan ikizler ayağa kalktıklarında etrafı simsiyah bir toz bulutu kaplıyor. Hayat Ağacı Prensesi’nin eriyik bedeni tuzla buz olmuş havada uçuşuyor. Şeytan ikizler sessiz bir anlaşmayla eski cadının az evvel dikili olduğu yere geçip el ele tutuşuyorlar. Gözlerini kapatıp tekrar açtıklarında gövdeleri yapışık büyümüş iki ağaç olarak büyüyor. En tepelerinden tüm kıtayı rahatlıkla izleyebileceğimiz kadar. Cadılar diyarındaki bir başka sürgüne kadar meyve verebilmeyi umuyorlar.
Elif Şeyda Doğan
41
İnceleme
SERAFIMA’NIN ÖYKÜSÜ Lara Croft ve Baba Yaga Mitolojik öğelerin yoğun kullanımının olduğu alanlardan biri olan video oyun sektöründe, Slav mitolojilerinin kullanıldığı oyunlara örnek verebileceğimiz Witcher serisine bir oyun daha eklendi diyebiliriz: Rise of the Tomb Raider. Değerli bir medya markası olarak kabul edeceğimiz Tomb Raider’ da, 1996’ da yayınlanan ilk oyunun ardından bugüne kadar, ana karakter İngiliz arkeolog Lara Croft’ un peşinde Hindistan’ da ormanlar içine gizlenmiş tapınaklarda, Tibet’ de budist rahipler arasında, Güney Amerika’ da İnka ve Mısır’ da piramitlerde onlarca korku, keşif ve macera dolu hikayelerde yıllar geçirdik.
Tomb Raider oyunları kendi içinde farklı hikaye serileri barındırmakla beraber son hikaye serisi Tomb Raider (2013) ve Rise of the Tomb Raider (2016) ve Shadow of the Tomb Raider (2018) şeklinde ortaya çıkıyor. Çin tarih kayıtlarına göre 2. Yüzyılda, bölünmüş Japon krallıklarının en güçlüsü olarak tanımlanan, Yamatai adasında bulunan, Himiko adında şamanist güçlerini kullanarak yönetilen bir krallıktan bahsedilmesi, fakat bu krallığın yeri ve şaman kraliçesi hakkında net bilgilerin olmaması halen tarihçiler arasında araştırma ve tartışmalara sebeb olmakta, Japon mitoloji anlatımlarında bu krallık, ada ve şaman kraliçe sıkça geçmektedir. Tomb Raider (2013) oyununda hikayenin tamamı bu adada, şaman kralice etrafında olmaktadır. Slav mitolojisinin önemli öğelerinden Baba Yaga’ nın ortaya çıktığı oyun ise Rise of the Tomb Raider, fakat burada oyunun tamamına etki eden bir hikayede değil, sadece DLC olarak yayınlanan ek bir görev/ hikayede kullanılmış. Bu oyunda, yine arkeolog olan Lara croft’ un babası Lord Richard Croft’un keşfettiği, fakat kimsenin inanmadığı, ölümsüzlük gücü veren Divine Source’un peşine düşüyoruz. Ölen babasının çalışmalarını inceleyerek yolumuz önce Suriye’ ye çıkıyor, oradan Sibirya’ da bulunan bir köye adım atıyoruz ve macera burada başlıyor. Bu köyün sakinleri, yüzyıllar boyunca Trinity adında bir örgütün, daha öncesinde Bizans’ ın yok etmek ve Divine Source u ele geçirmek için onlarca defa ordu gönderdiği bir tarikatın üyelerinin soyundan gelen insanların yaşadığı bir köy. Köyde ve çevrede mezarlarda, değişik tarihi kalıntılarda, yazıtlarda,
42
İnceleme
kişisel anı defterlerinden okuduklarımızdan bir hikaye öğreniyoruz. Buna göre Hristiyanlığın ilk dönemlerinde Divine Source u ele geçirmiş bu insanlar, ki İsa’ nın ölüyü diriltme mucizesine de atıf var, bunu ele geçirmek isteyenlerden Trinity örgütünden korumaya çalışıyorlar, bir yandan da kendilerini kafir ilan eden Bizans’ ın gazabından kaçıyorlar. Kaça kaça Sibirya’ da bir köye kadar geliyorlar fakat ne bu mesafe, ne aradan geçen binlerce yıl onları ne Trinity örgütünün emellerinden ne Bizans’ ın gazabından kurtaramıyor. Divine Source arayışı içinde buraya Moğollar ve Sovyetler de gelmiş, fakat hiçbiri emeline ulaşamamış. Bir gün önce öldürdüğü birisinin ertesi gün kendisine tekrar saldırdığını gören ve bunu defterine yazan, ölmekte olan yaralı bir Moğol askerin anılarını dağ başında bir mağarada, görevinde başarısız olup, açlık ve soğuktan ölmeden önce anılarını yazan, buzullar arasına sıkışıp kalmış Bizans gemisi kaptanının hikayelerini okumak oyuna tarih ve arkeoloji severler için güzel bir hale getiriyor. Örneğin ilk başlarda okuyamadığımız Moğol dikilitaşlarını ilerleyen bölümlerde bulduğumuz eski eşya ve antik kalıntıları inceleyip okumaya başlıyor, bu yazıtlardan öğrendiklerimizle oyunda yeni yerler keşfediyoruz. Oyun, oynayanı sürekli keşif modunda tutuyor, sadece keşif için bile oynanabilecek bir oyun olduğunu düşünüyorum ki yüzlerce madeni paraların hepsini yazıtları ve antik kalıntıları okuyarak, mezarları keşfederek yerlerini tespit edip topladım. Merak edip baktığımız her köşede antik bir esere denk geliyor, oyunun ve bölgenin geçmişi hakkında daha fazla bilgi ediniyoruz.Oyun temelinde adventure oyunu olduğu için bol bol vahşi hayvanlarla mücadele, silah yapımı ve Trinity örgütünün adamlarıyla çatışmalar var. Şimdi gelelim Baba Yaga’ nın Lara Croft ile hikayesine. Burada oyunun tamamı için spoiler olmayacak, ama Baba Yaga bölümü için olabilecek bir anlatım var, bilginize. 43
İnceleme
Oyun esnasında bu köy sakinleri bizden yardım istiyorlar, ve tercihen yardım etmeyi kabul ediyoruz. Nadia adında ufak bir kız çocuğu dedesi Ivan’ ın köyün yakınlarında bulunan vadiye Baba Yaga’ yı öldürmeye gideceğini söylediği bir not bırakıp ortalıktan kaybolduğunu söyler ve dedesini bulmamız için yardım ister. Çünkü Ivan genç bir adamken Baba Yaga Ivan’ ın karısı Serafima’ yı kaçırıp öldürmüştür, yıllardır intikam isteğini içinde tutan fakat bir Rus olarak içinde Baba Yaga korkusunu hep taşıyan Ivan şimdiye kadar cesaret edememiş, köye saldıran silahlı Trinity adamlarını görünce başka fırsatı olmayacağını düşünerek böyle bir yola başvurmuştur. Biz küçük kız Nadia’ nın dedesini bulma yardım talebini kabul edip dede Ivan’ ı bulmaya vadiye doğru yol alırız. Yola bulduğumuz kişisel eşya ve defterlerde öğrendiklerimize göre hikaye derinleşir. Gulag (Sovyet döneminde oluşturulan esir çalışma kampı) olarak kullanılan köyün yakınlarında bulunan Sovyet üstünde Serafima fikirlerinden dolayı esir olarak tutulmakta, Kimya Mühendisi olduğu için bölge araştırmalarında kullanılmaktadır. Ivan ise Kominist partiye masabaşı rahat bir iş bulmak için katılmış tembel bir Rus gencidir fakat kendini bu Gulag da gardiyan olarak bulur. Ivan ve Serafima birbirlerini severler, çocukları olur fakat, vadide araştırmalar yapan Serafima’ yı Baba Yaga cadısı kaçırır ve kimse bir daha haber alamaz. Yine yolda bulduğumuz bir Sovyet çalışanın anısında kuş ayakları olan, konuşan, ağzından ateşler saçan bir evden, tüm arkadaşlarının Baba Yaga tarafından ya öldürüldüğü ya da köle yapıldığından bahsetmektedir. Vadiye gittiğimizde sık ağaçların arasında ilerlerken kabusu andırır bir ortamda hareket eden ağaçtan sallanan, bize fısırdayan iskeletleri görürüz, ortaya çıkıp üzerimize atılan ve bir anda kaybolan boynuzlu Baba Yaga görürüz, ölen babası ağaçların arasından Lara’ ya seslenmektedir. Tabi rasyonel bilimin beşiği Avrupalı, İngiliz Lord babası Lara’ ya her şeyin bilim ve rasyonel akılla açıklanabileceğini söylemektedir. Daha sonra kendimizi domuza benzer kafası iskelet şeklinde canavarların ve bize ateş fırlatan, hızlı hareket eden, kuşa benzer ayakları olan evi ve içindeki Baba Yaga ile mücadelen kaçarak kurtuluruz. Vadide sovyetler döneminden kalma borular ve damıtma borularını gören, vadide yetişen ve çok hafif halüsinasyona sebeb olan çiçeklerin bulunduğunu öğrenen Lara, çiçeklerde ki bu etkiyi yaratan maddeyi kullanarak birisinin kendilerine ve köy halkına yıllardır oyun çevirdiğini düşünür. Eski Sovyet kampında yaptığı araştırmalarda halüsinasyonu engelleyecek panzehirin formülünü öğrenip, gerekli malzemeleri toparlayıp panzehirle beraber Baba Yaga’ nın karşısına çıkar.
44
İnceleme
İyi bir mühendislik zekası ve sıkı çalışmayla kurgulanmış, ahşaptan yapılmış kuş ayaklı evin, üzerinde hareket ettiği halatlardan yapılmış mekanizmanın, ağaçlara asılmış Baba Yaga görünümlü korkulukların, kaçırdığı ve halüsinasyonlarla köleye çevirdiği insanların, çocukluktan itibaren insanların kalbine atılmış Baba Yaga korku tohumlarını filizlendirmek için yeterli olduğunu görür. Karışık puzzlelar ve mücadeleler sonunda panzehir kullandığımız için korkuya kapılmadan Baba Yaga maskeli kişiye kadar ulaşırız, son anda panzehirimiz bitse de kabus dolu anlar içinde Baba Yaga görünümlü düzenbazı etkisiz hale getirir, Ivan Dede’ yi de oralarda sefil halde buluruz. Baba Yaga’ nın maskesini çıkardığımızda, altından çıkan yaşlı kadın, Dede Ivan’ ın yıllar önce Baba Yaga tarafından kaçırılıp öldürüldüğünü düşündüğü, ve sırf bu yüzden intikam almak için Vadiye geldiği Serafima’ dır. Öğreniriz ki yıllar önce gardiyan ve tutuklunun birlikteliğinden rahatsız olan yönetim Ivan’ ı uzak bir göreve yollayıp Serafima’ ya Ivan’ ın öldüğünü söylerler. Artık kendisini kimsenin korumayacağını ve infaz edileceğini düşünen Serafima çocuklarını alıp, yetişen çiçeklerden dolayı insanların hafif halüsinasyon gördüğü ve korktuğu vadiye kaçar, kimya ve mühendislik bilgisini kullanarak buradaki çiçekleri damıtarak etkisi güçlü hale getirir, Baba Yaga hakkında bilinenleri kurgulayarak insanları korkutan bir mekanizma yapar, yıllarca burada saklanır ve insanları korkutur. Daha doğrusu hayatta kalmak için bunları yapmıştır. Hikaye’ nin sonunda Ivan ve Serafima yıllar sonra da olsa kavuşurlar. Gerçekte olduğunu düşündüğümüz Baba Yaga, fiziksel gerçeklikten kalplerdeki korku tohumlarına dönüşür tekrar. Oyunda, özellikle Baba Yaga bölümünde, hikayeyi kendi araştırmalarımız ve bulduklarımız üzerinden öğrenmemiz, kulaktan kulağa gelen anlatımlarda gerçekleşen gizemin artması, korkulan mistik olayı yaşayan insanların korku dolu duygular içinde yazdıklarını iskeletlerinin yanı başında okumamız hikayeyi ve oyunu sürükleyici hale getiriyor. Oyunun ana hikayesinde de Baba Yaga bölümüne benzer bir sürpriz hikaye akışıyla karşılaşırız. Yalnızca zaman bir insan ömrü değil birkaç bin yıldır. Spoiler vermemek adına burada bahsetmeyeceğim, ama spoilera yakın olabilecek şunu söylüyorum, The Man From Earth filmine benzer bir his yaşıyoruz.
45
Aydın Kocabaş 15.05.2018
Uzay KÜÇÜK MAVi NOKTA Merhaba adına Dünya dediğimiz garip kayanın yolcuları! 7 Haziran günü NASA tarihi bir açıklama yaptı. Şirin Mars robotumuz Curiosity Mars jeolojisinde organik moleküller bulmuştu! Bunu duyan büyük bir kesimin “Mars’ta yaşam” diye düşündüğünü duyar gibiyim. Ancak ne yazık ki bulunan metan ve organik bileşikler bunu işaret etmiyor. Dünyamızda metanın büyük bir kısmı organik moleküller tarafından ortaya çıkarılıyor. Bu bağlamda düşünüldüğünde bu iki buluşun Mars üstünde eskiden canlılık olduğuna veya şu anda yaşandığına işaret ediyor olabilir. Ancak bu iki molekülün de oluşumu biyolojik olmayan yollar ile de gerçekleşebiliyor. Bu yüzden çıkarım yapmak için çok ama çok erken. Böylesine çığır açan bir buluştan sonra bilim insanlarının aklını kazıyan bir soru daha var; daha detaylı incelenmesi için Mars’taki örnekleri nasıl Dünya’ya getirebiliriz? Mars yüzeyine yolladığımız araçlar kendi başlarına bir laboratuvar. Ancak elbette bu araçların içine koyulabilen şeyler sınırlı. Yapılmak istenen her deneyi yapamıyorlar. Bunun için çok farklı yollar düşünülüyor. Genel konsepti şöyle özetleyebiliriz; Yollanan Mars aracı bir sonraki göreve kadar örnekleri toplayacak. Toplanan örnekler bir roket ile Mars yörüngesine oturtulacak ve daha sonra bir uzay aracı o roketi yakalayarak gezegenimize doğru yol alacak. Bu düşüncenin ilk adımı Mars 2020 göreviyle başlayacak. 2020’de yollanan araç örnek stoklamaya başlayacak. Örneklerin ne tip bir roket ile yörüngeye atılıp geri getirileceği şu an kesinlik kazanmış değil ancak bilim insanları örneklerin Dünya’ya götürülmesinin büyük bir öneme sahip olduğu konusunda hemfikir. Uzay araçlarından bahsetmişken; Uzay istasyonumuz artık tatlı bir droide ev sahipliği yapacak! Daha doğrusu droid astronotlarımıza bakacak diyebiliriz. Dünyanın ilk yapay zekaya sahip otonom astronot yardımcısı yakında arkadaşlarıyla buluşmak için uzaya çıkacak. CIMON adı verilen droid Airbus ve IBM işbirliği ile yaratıldı. Uluslararası Uzay İstasyonundaki görevler ve uçuşlar konusunda yardımcılık yapacak. CIMON 5 kilo ağırlığında ve gülümseyen bir yüz şeklinde bir top. Kendisi bu ay SpaceX’in 15. ikmalini Dragon aracıyla diğer ekipmanlar ile birlikte istasyona girecek. European Space Agency astronotu Alexander Gerst ile iletişim kurmak için eğitilmiş droid Ekim’e kadar test edilecek.
46
Uzay
Umuyoruz kendisi istasyonun vazgeçilmezlerinden olur!
Haziran ayında uzay konusunda bir şey yazıyorsak unutmamamız gereken bir isim var. Valentina Tereshkova: Uzaydaki ilk kadın. Valentina Tereshkova 16 Haziran 1963 tarihinde uzaya çıkan ilk kadın oldu. Vostok 6 göreviyle uzaya çıkan Valentina tek başına, 70.8 saat boyunca dünya etrafında 48 kere döndü. Bu görevin amacı kadın bedeninin uzay uçuşlarına verdiği tepkinin anlaşılmasıydı. Nitekim sonuçlar zamanına göre çok tartışmalıydı. Tereshkova’ya geri döndüğünde Sovyet Birliği Kahramanı nişanı verildi. Uzay korkutucu derecede boş ve karanlık. Biz ise onu son 100 yılda anlamaya başladık. Geçen yüzyılda yola ilk adımımızı atmıştık. Yolumuz ise oldukça uzun ve zorlu. Ancak bu küçük başarılar bizleri motive edip heyecanlandırıyor. Dönüşümüzün başka bir gününde, heyecanlı haberlerle görüşmek üzere!
Burak İpek
47
GEZEGENLER Merkür: Ayın ortalarına kadar giderek azalan sürelerle gün batımında batı ufkunda gözlenebilecek olan gezegenin parlaklığı da yavaş yavaş azalıyor. Ayın sonuna doğru ufaktan fazla yükselmeyecek. Venüs: Aslın Takımyıldızı’na geçmiş olan parlak gezegen ay boyunca gün batımında batı gökyüzünde iki saate varan sürelerle gözlenebilecek. Ayın 10’unda takımyıldızın parlak üyesi Regulus ile yakınlaşması görülmeye değer. Mars: GEcenin hâkim gezegeni omaya başlayan gezegen ayın ilk gününde Ay ile birlikte gün batımından yaklaşık iki saat sonra doğudan yükseliyor. Parlaklığı Haziran ayına göre daha da artmış olan gezegen teleskoplu gözlemciler için de iyi bir gözlem fırsatı sunuyor. Jüpiter: Geçtiğimiz ay gözlem süresi kısalmaya başlayan gezegen artık gece yarısından birkaç saat sonrasına kadar gökyüzünde. GEce yarısından sonra Mars ve Satürn’ün de eşlik ettiği gezegenin parlaklığı da hafifçe azalmaya başlıyor. Ayın son haftasında ise gezegen artık gece yarısında batıyor. Satürn: Gün batımı ile birlikte doğudan yükselecek olan gezegen tüm gece göküzünde. Ufuktan yüksekliği fazla olmayan gezegenin en iyi gözlenebileceği konum ise gece yarısı civarı meridyende bulunduğu zaman olacak.
.
Uzay
ASTRONOMiK OLAYLAR
01 Temmuz - Ay ve Mars yakın görünümde 06 Temmuz - Dünya Güneş’e en uzak konumunda (152 milyon km) 09 Temmuz - Venüs ve Regulus gün batımında birbirine çok yakın görünümde 10 Temmuz - Merkür en büyük doğu uzanımında (26°) 13 Temmuz - Ay Dünya’ya en yakın konumunda (357.430 km) 16 Temmuz - Ay ve Venüs gün batımında yakın görünümde 21 Temmuz - Ay ve Jüpiter yakın görünümde 25 Temmuz - Ay ve Satürn yakın göünümde 27 Temmuz - Ay Dünya’ya en uzak konumunda (406.210 km) 27 Temmuz - Ay ve Mars yakın görünümde 31 Temmuz - Mars Dünya’ya en yakın konumunda (58 Milyon km) AY’IN EVRELERİ Sondördün: 6 Temmuz Yeniay: 13 Temmuz İlkdördün: 19 Temmuz Dolunay: 27 Temmuz GÖKTAŞI YAĞMURU 27-28 Temmuz - Delta Aquarid (Delta Kova) Meteor Yağmuru
48
Astrolojik Mit
YEDiNCi AYIN YEDiNCi GÜNÜ Yaz gecelerinde gökyüzünde ışıl ışıl parlayan üç yıldız Vega, Deneb ve Altair yaz üçgenini oluştururlar. Doğudan yükselmeye başlayan yaz üçgeni Samanyolu’na yakın konumlanır. Lir/Lyra (Çalgı) Takımyıldızı’nın en parlak yıldızı olan Vega ile Aquila (Kartal) Takımtıldızı’nın en parlak yıldızı Altair’in yakınlaşması Samanyolu’nun da rol oynadığı birçok Çin mitosunda hikâye edilmiştir. Bu iki yıldızın yılın yedinci ayının yedinci günü birbirine yakınlaşması Çin’de Qixi adlı bir bereket festivali olarak kutlanırdı. Hatta bu festivali Çin Sevgililer Günü olarak adlandıranlar da vardır.
Vega yıldızı Çin mitolojisinde cennette yaşayan Zhinu adlı dokumacı bir kızdır. Zhinu gökyüzünde ipek ipliklerden mevsime göre renk değiştiren bulutları dokumaktadır. Bu bulutlardan da gök elbiseleri örülür. Gök elbiseleri gökle yer arasında yolculuk yapabilmelerini sağlayan bir sihre sahiptir. Zhinu cennetteki yaşamını çok sıkıcı buluyordu. Hayatında hiçbir renk yoktu. Bir gün gök elbisesini giyinip yıkanmak için yeryüzüne indiğinde bir sığır çobanı olan Niulang’la karşılaştı ve ona âşık oldu. İki sevgili gizlice evlendier, çok mutlu oldular. Ancak ya göktanrı ya da Zhinu’nun annesi cennetin tanrıçası, dokumacı kızın bir ölümlüyle evlendiğini öğrenince çok öfkelenmişti. Ayrıca dokunacak onca bulut Dokumacı Kızı beklemekteydi. Zhinu, tanrısal müdahaleyle yerden çekilip gökyüzüne alındı.Niulang ise eve dönüp Zhinu’yu bulamayınca gözyaşlarına boğuldu. Onun göğe döndüğünü ve kendisinin bir ölümlü olarak oraya asla çıkamayacağını biliyordu. O zaman ihtiyar öküzü ondan kendisini kurban etmesini ve derisini giyinmesini istedi. Çünkü göğe çıkabilmesi ancak bu şekilde mümkündü. Niulang yine de öküzü kesmeye yanaşmadı fakat ihtiyar öküz boynuzunu defalarca yere vurarak kendisini öldürmüştü. Üzgün çoban çaresizce hayvanın derisini yüzmeye koyuldu. Onu kuşanıp çocuklarını da bambudan bir sepete koyarak göğe çıktı. Niulang nihayet dokumacı kızı bulmuştu ancak göğün tanrıçası kavuşmalarına mani olmak için saç tokasını çıkarıp ikisinin arasında uzun bir çizgi çekti. Bu çizgi onları ayıran bembeyaz vahşi bir nehre, Samanyolu’na dönüşmüştü. Çoban Niulang çocuklarıyla birlikte nehrin sularını boşaltmak için var gücüyle didindi durdu. Onları böyle çaresiz gören saksağan kuşları yardıma uçup birleşerek nehrin üzerinde bir köprü oluşturdular. Bunun üzerine tanrılar da insafa geldi ve iki âşığın senede bir gün, ye-
49
Astrolojik Mit
dinci ayın yedinci gecesinde gökyüzünde kavuşmasına müsaade ettiler. Dokumacı Zhinu (Vega) ve Çoban Niulang’ın (Altair) kavuştuğu bugün Çin’de bir bereket ve aşk festivali gibi kutlanır. İki âşığın buluşmalarından bir gün önce 6 Temmuz’da çocuklar dileklerini küçük kâğıtlara yazıp bambu çubuklarının ucunda bahçelere bırakırlar. 7 Temmuz sabahı kâğıt dilekler bambu çubuklarla bahçelerden toplanıp tanrılara ulaşsın diye nehrin sularına bırakılır. Bugün kutlanan festivale Qixi, Saksağan Festivali veya Yedilerin Gecesi adı da verilir. *** Kuğu ve Mitoloji Yaz Üçgeni’ni oluşturan üç yıldızdan biri olan Deneb, Kuğu Takımyıldızı’nın (Cygnus) en parlak yıldızıdır. Yaz gecelerinde gözlenebilecek başlıca takımyıldızlarından biridir. Onu kolayca bulabilmek için Yaz Üçgeni’nden yararlanmak gerekir. Üçgenin bir köşesini oluşturan Deneb, Kuğu’nun kuyruğuna denk gelir. Cygnus Takımyıldızı pek çokları gibi adını mitolojiden alır. Kyknos, Yunanca kuğu demektir. Güneşin oğlu Phaethon’un (Auriga Takımyıldızı) yakın arkadaşı olarak tanınır. Phaethon babasının arabasını sürdüğü bir gün zodyağı oluşturan hayvanları görüp yönünü yeryüzüne çevirince az kalsın tüm canlıların yanıp kül olmasına neden olacaktı. Phaethon’u durduran Zeus’un yıldırımları olmuştu. Arkadaşının ölümüne çok üzülen Kyknos ise acısı hafiflesin diye tanrılar tarafından bir kuğuya dönüştürüldü. Kuğu ve mitoloji deyince akla gelen ilk isimlerden biri de Leda’dır. Zeus’un bir kuğu kılığına girerek çiftleştiği ve bunun sonucunda meşhur ikizleri (Gemini Takımyıldızı) yumurtlayan Leda. (Auriga/ Arabacı için 9 Ekim, Leda ve Gemini İkizler Takımyıldızı için 13 Ekim’i bekleyin.)
50
Son Derece Ucretsizdir ve paha bicilmezdir
.