CosmicZion Zine '4 Hubel

Page 1

Uçuş Kodu: 4

Temmuz 2017

kutsal vadedilmiş cosmic topraklarda yola çıkan ruh


Bu defa sahiden kutsal vadedilen yollara düsenler, czz’nin derdi oldu. . CosmicZion, Arap topraklarının gizemini, tehlikesini avuç içlerinize kadar getirdi. islamiyet öncesi zamanda tapılan putların hazin bir öyküsü var.

Bu sayıda sizi Hubel bekliyor Arapların en büyük putu Hubel Arap Ay Tanrısı Hubel La ilah Hubel

Cosmic Yazılar Czz4-Hubel Özel Arap Tanrı-Tanrıçaları Nida Seda Küçüksahin . Onur Selamet Elif the Cosmic Oçokoçi Gökmen Akça Burak ipek Cosmic Uzay Takvimi Cosmic Efsane Servisi (CES) Alev Özkiraz Oçokoçi Johann Wolfgang von Goethe Ahmet Soykarcı Can Küçükoglu Atakan Güngör Cozmik Uzay Istasyonu

Yandaki dörtlük “Baal” için akrostis. . Çünkü Hubel’in adı Mezopotamya’daki Baal lahı’ndan türemistir. .

i

The Baal=Ha Baal=Hubel

Cosmic Çiziler

Seungyeapark Akın Altınyıldız Cansu Dinç Necip Can Karakus Selahattin Akman Furkandusk Ceren Bülbün

Kapak-Arka Kapak: Aslı Ekim

CosmicZion Zine Hubel sayısına hos. geldiniz. Sıkı tutunun! czz, iyi ucuslar . diler!


Arap Mİtolojİsİ ve İslam Öncesİ Putperestlİk Üzerİne: Baş Put Hubel

İslamiyet Öncesi Arap Yarımadası, küçük şehir devletleri, küçük kabileler şeklinde, bütünleşmiş bir devlet olmaktan uzak, yerleşik hayattan uzak, göçebe Arapların, yani Bedeviler’in oluşturduğu bölgedir. Bölgenin sosyal ve ahlaki yapısına, İslamiyet’i benimsemeden önce çok çeşitli din ve kültürlerin etkisi altında kaldığı için karmaşa hakimdi. Arap Mitolojisi, birçok kültürün mitolojisinin ve dini inancının etkisiyle oluşmuştur. Arapların İslamiyet öncesi çoktanrıcı inanç ve söylencelerini konu alan Arap Mitolojisi, Hıristiyan, Yahudi ve İran dinlerinin, Sümer ve Mezepotamya Mitolojisi’nini etkisinde kalmıştır. Araplar’ın tümü, İslamiyet Öncesi inanışlarında Pagan değildi. Aralarında Zerdüştlük, Yahudilik, Hıristiyanlık hariç, Antik Roma ve Yunan dinlerinden etkilenen Araplar bile bulunabiirdi. Temel olarak inandıkları din, çok tanrıcılıktı. Akad, Asur, Sümer ve Babil paganizmi, Arap Yarımadası’nın büyük çoğunluğuna hakimdi. Mekke, Pagan Bedevileri ve tüm Pagan Araplar için kutsal sayılırdı. Çünkü Mekke, çok önemli bir ticaret merkeziydi. Arap Mitolojisi, çeşitli kültür mitolojisinden birçok tanrıyı ve tanrıçayı sahiplenmiştir. Kabe’de bulunan 360 put vardı. İslamiyeti benimsemeden önce sosyal hayatta tapınma şekillerine dair kimi farklılıklara rastlanırdı. Bireysel ya da toplu tapınmalar olarak ayrılan ibadet şekilleri mevcuttu. Neredeyse her evde birseysel ya da ailevi tapınmanın gerçekleşeceği put köşesi bulunurdu. Yolculuğa çıkarken ve yolculuktan dönünce evdeki put köşesine dokunarak tapınma gerçekleşirdi. Toplu tapınmalarda ise kâbeye, yani tapınaklara gidilirdi. Küp şeklinde olan tapınakların adına “kâbe” denirdi. En büyük kâbe ise Mekke’de bulunan Kâbe’ydi. Kâbe’de bulunan yüzlerce put vardı. Çeşitli Arap Kabileleri’nden yolu Mekke’ye düşenler, kabilelerinin inandığı puta gelir, tapınırdı. Hubel Bunun Neresinde? Hubel, İslam öncesi Arap Yarımadası’nın çoğuna hakim olan putperestlikte, Kâbe ve çevresinde tapınılan yaklaşık 360 putun en büyüğüdür. Kureyş Kabilesi’nin en önemli putu olan Hubel, ilk olarak Amr B. Luhay tarafından Suriye’den Mekke’ye getirilirken sağ kolu kırılmıştır.

2


Kırılan sağ kol yerine altından bir kol takmışlardır.Hubel, kırmızı akik taşından insan suretinde yapılan, altın kollu biri puttur. Mekke’nin koruyucu ilahıdır. Neredeyse tüm Arap Kabileleri’nde tapınılan en büyük put, Kâbe’nin Baş Tanrısı’dır. Hubel, Arap Ay Tanrısı’dır

Diğer Pagan inanışlarında baş tanrı Güneş’tir ama Arap Kültürü’nde baş tanrı Ay’dır: Arabistan’ın sıcak iklim koşullarıyla ilişkilendiriliyor. Hubel/Hubal, Arap Yarımadası’ndaki söylenişidir. Mezopotamya’daki Baal İlahı’ndan türemiştir. The Baal->Ha Baal->Hubel/Hubel diye değişmiştir. Simgesi Hilal’dir. Hubel, Ay tapınmasıyla Asur Ay Tanrısı Sin’e benzetilir. Al ilah (Al Lah) olarak Kabe’de baş tanrı olmuştur. Czz-3’ün konuğu Kybele’nin Arap Kültürü’ne yansımasıdır. Kybele, matriarkal yani Ana Tanrıça’ya tapan inanışken, konu Araplara gidene dek “patriarkal”, yani, Baba Tanrı’ya tapan bir hâl almıştır. Hubel’e Arabistan’ın en uzak yerlerinden bile tapınmaya gelinirdi ve kuraklık, bereket gibi konularda Hubel’e ve diğer 360 puta tapınılırdı. İslam öncesi zamanda Hubel, “Al İlah, El İlah” isimleriyle de anılmaktaydı ve Kâbe’nin içinde kırmızı taştan yapılma heykeli bulunmaktaydı. Kur’anda Mekkelilerce “Allah’ın kızları” oldukları ifade edilen Lat, Menat ve Uzza üçlüsünün babası olarak görülüyordu. Hubel’e çok önemli olaylarda danışılırdı. Hubel’in “Ezlâm” adı verilen ve 7 oktan oluşan fal okları vardı. Hubel’in yanındaki görevli tapınmaya, dilek dilemeye gelenler için okları çekerdi ve Araplar bir işi yapıp yapmaması gerektiğini öğrenirdi. Ay kültü Arap Tanrısı Hubel, Muhammed önderliğindeki Müslümanların Mekke’yi ele geçirdiği 630 yılında, 360 putla birlikte imha edilmiştir. Aynı zamanda Hz. Muhammed’in babasının, Hz. Muhammed’in dedesi Abdülmuttalip tarafından Hubal’e kurban edilmek sebebiyle öldürüldüğü çeşitli kaynaklarda yer alır. Hz. Muhammed’in Mekke ele geçirildiğinde Kabe’deki diğer putlarla beraber Hubal’in putunu da kırması buna bağlanmaktadır. Kur’anda, Saffat suresi 125. ayette de Hubel’in adı (Baal) geçer.

3

CZZ


Arap Mİtolojİsİ Tanrı ve Tarıçaları Al-İlahel(Tanrı), ālihah, ilah: İslâmın yaygınlaşmasından önce Araplar, Alilah olan Ay Tanrısı’nı 360 putun en yüksek ve en güçlü olarak görürlerdi. İslamiyet öncesi Araplar’a göre Al-ilah, “Dünya’nın yaratıcısı, havadan yağmur indirici, yerden dane çıkarıcı ve Kâbe’nin efendisi”dir. Al-ilah’ın üç tane kızı var: El-Lât, El- Uzzâ, El-Manât El-Lât Al Laht, Allāt: İslâmiyetin kabulünden önce Arabistan’daki kader, kısmet ve bereket tanrıçasıdır. Allah’ın kızı olduğu bilinmektedir. Mekke’nin üç baş tanrıçasından biridir. Allāt, Taif isimli en büyük tapınakta bulunuyordu. El- Uzzâ: Al-ilah’ın kızlarından biridir. Arabistan’daki bereket tanrıçalarından biridir. El-Manât: Manat veya Manah, Mekke şehrinin üç baş tanrıçasındandır. Kader Tanrıçası’dır. Arap putlarının en eskisi Manat’tır. Üç baş tanrıçanın en yaşlısıdır. Hubel: Arap Ay Tanrısı olduğu söylenir. Al ilah (Al Lah) ismi, Kâbe’nin baş tanrısı olan Hubel’e ünvan olarak verilmiştir. Yani El-Lât, ElUzzâ, El-Manât baş tanrı ve en büyük erkek put olan Hubel’in kızlarıdır. BaalShamin: Antik Suriye’de İslâm öncesi Palmira adıyla Gökyüzü Tanrısı olan BaalShamin iki yüce tanrıdan biridir. Adının anlamı Cennetin Efendisi’dir. Baal, Malakbel ve Agribol Üçlemesi: Antik Suriye’nin ticaret merkezi olan Palmira kentinde bulunmaktadırlar. Parmirlilerin yaklaşık 60 tanrısı bulunmaktadır ve insan suretiyle tasvir edilirler. Baal, sonsuzluğun sahibi olarak anılmaktaydı. Malakbel ile Agribol ise çift tanrı olarak çok fazla saygı görmekteydiler. Bel tapınağı Palmir’lerin resmi ibadethanesiydi. Ar-Rahman / Rahmanan: Orta Arabistan’da baş tanrının ismidir. İslâm öncesi tapılan tanrılardan biridir ama İslâm sonrası da Allah ile Rahman isimlerinin kullanıldığını bilmekteyiz. İsâf ve Nâile: İsâf, Cürhüm kabilesindendir. Nâile ise Zeyd’in kızıdır. İsâf, Nâile’ye aşık olmuştur. İsâf ile Nâile, Kâbe’de yalnız kaldıklarında cinsel ilişkiye girmişlerdir ve taşa dönmüşlerdir. Onları Kâbe’den çıkaranlar, halka ibret olsun diye bir taşı Kâbe’nin yanına, ötekini ise zemzem kuyusuna yakın bir yere bırakmışlardır. 4


İsâf ile Nâile, bir başka anlatıya göre, günaha girmeden önce Al-İlah tarafından taşa döndürülmüştür. İsâf , Safâ’ya, Nâile ise Merve’ye dikilmiştir ve bu taşlara, hâlâ tapılmaktadır. Ta’lab: Arabistan’ın güney kısmında tapılan bir Ay Tanrısı’dır.

Dhul Khalasa: Kehanet tanrısıdır. Yemen’de tapılmaktadır. Dhul Khalasa’nın tapınağı beyaz taştan yapılmıştır ve Yemen’in Kâbe’si olarak bilinir. Manaf: Bir Mekke tanrısıdır. Tasvirleri kadınlar tarafından taşımmıştır. Güneş tanrısı olduğuna inanılırdı. Manaf putuna adet kanaması geçiren kadınların dokunması, yaklaşması yasaktı. Muhammed’in dedesi Abd Manaf ’n adının anlamı “Manaf ’ın kölesi” anlamına gelmektedir. Shams: Aşk tanrıçasıdır. Güneş ile ilişkilendirilmektedir. Wadd: Adı aşk anlamına gelmektedir. Tapınılan bir Ay Tanrısı’dır. İnsan şeklindedir. Al-Qaum: Gece ve savaş tanrısıdır. Kervanların koruyucusu olduğu düşünülür ve El Kaim olarak da anılmaktadır. Bes: Mısır’da tapınılan, ev halkını, yeni doğanları ve çocukları koruyan bir tanrıdır. Adına Bisu da denilmektedir. İyiliklerin koruyucusu ve kötülüklerin savunmacısı olarak bilinip tapılırdı. czz

co smi c d er leme

çizim Necip Can Karakus

5


Zeus’un Lanetİ ve Ters Tepen Şİmşek Eski zamanların birinde insanlar çift uzuvla, tek vücut yaşarlarmış. Dolayısıyla ne kadın ne erkek olurlarmış. Hem kadın hem erkek olan bu cins androjeni olarak bilinirmiş. Kendileriyle müşterek olarak huzurla yaşayıp giderken onların çok güçlü ve kimseye ihtiyaç duymayan yapıları, tanrıları çok korkutmuş. Tanrılar çözüm aramaya başlamışlar. Önce bu insanları topyekün yok etmeyi düşündülerse de kendilerine tapacak ve saygı duyacak kimsenin kalmaması düşüncesi, tanrıları bu çözümden caydırmış. İşin içine ego girince Zeus’un bundan mahrum kalması yakışık almayacağından hemen menfaatine denk düşen fikirlerle devreye girmiş. Başında bir düşünce şimşeği çakmış ve aynı şimşekle o anda tüm çift uzuvlu, tek vücut insanları ikiye ayırmış. “Güçleri bu sayede azalır, hem de sayı olarak çoğalırlar ve bize tapanlar, saygı duyanlar da kalabalıklaşır.’’ düşüncesi, Zeus’un mutluluğunu katlamış. Ama düşündüğü gibi olmamış. Hatta düşündüğünün tam aksine ikiye ayrılan insanlar, eksik, mutsuz, huzursuz ve yalnız hissetmeye başlamışlar. Zeus’un lanetli şimşeği her birini dünyanın ayrı bir tarafına savurmaya yetmiş. Bu yüzden şimdi herkes daha güçsüz ve yalnızmış. Tanrılara saygı duyacak ve tapacak hâl, insanlarda kalmamış. Ne kendi iç huzurunu inşa edebilen ne de düştüğü aşkları idame ettirebilen Zeus ise, insanların bu mutsuzluğundan beslenerek bir nebze mutlu olabilmiş. Yeryüzü artık, kendinden koparılan eşleri sebebiyle mutsuz ve hep arayış içinde olan insanlarla doluymuş. Fakat Zeus’un atladığı ve vakıf olamadığı bir konu varmış: Şimşeğin isabet etmediği insanlar, tek vücut olarak kalmışlar. Bu, şans olarak gözükse de büyük bir talihsizliğe yol açmış. Çünkü o insanlar seneler ve asırlarca bütün olarak yaşadığından hep bencil ve umut etmenin heyecanından uzak bir hayat sürmüşler.

6


Eşlerinden ayrılan insanlar devamlı olarak arayış ve umut içindeyken, bütün olarak yaşayanlar ise çoğunlukla yalancı ve “ikiyüzlü” olarak yollarına devam etmişler. Diğer yarısını bulup tekrar bütün olmanın sevincini yaşayanlar, bu sayede aşkı da tanıyıp sevmeyi öğrenmişler ve o sevginin kolay bulunmadığını bildiklerinden tek bir zerresine zarar vermeden sevmeye çalışmanın hazzını yaşamışlar. Bulamayanlar ise avare olup, biraz umutlu ama mutsuzca arayışlarına ve yollarına çıkan her insanı diğer parçası sanmaya devam ettikleri bir hayatın içine hapsolmuşlar. Bu durum onları her geçen gün biraz daha yalnızlaştırmış. Asıl olan, bir cinsi değil, eşini bulmakmış. Çünkü öğrenmişler ki; sevginin cinsiyeti olmazmış. Bir kısım mutlu diğer kısım umutluyken değişmeyen tek şey, insanları lanetleyen Zeus’un insanların lanetinden ilelebet kurtulamamaları olmuş.

Nida Seda Küçüksahin .

7


รงizim Necip Can Karakus

.


Yıldız Yağmurunda Bacak Araları “Herhangi bir çocuk kadar ben de zalim!” Kayra - “Palto”

Yıldız falan yağacaktı. Öyle bir geceydi. Haberlerdeki tüm ciddi insanlar söylemişti. Gözle görülebilecek kadar yakından geçeceklerdi. Söylemişlerdi bunu! Caddelerden süzülüp kırmızı ışıkta duracaklardı! Önce sola, sonra sağa, sonra tekrar sola bakan yayaya yol verecekler, apartmanların arasından akıp camdan sarkan küçük çocukların saçlarını karıştıracaklardı. Tüm bunlara inanmıştım, dedikleri kadar yakından geçeceklerse böyle geçmeliydiler. Bunun raconu böyleydi! Bekledim. Uyumadım. Gece denen canavar, dokuz yaş için erken başlardı. Sabahın dördünü hayatımda nerde görmüştüm ki daha evvel? O saate kadar uyumamayı başardım, nasılını hiç bilmiyorum. Her on dakikada kalkıp kontrol ettiğim perdeyi sessiz alkışlar eşliğinde sonuna kadar açtım. Vakit gelmişti. Dışarıda her şey olağandı. Böylebir gecede her şey nasıl olağan kalabilirdi? Gözümü dikip uzayı izledim. Koyu lacivertti. Bir iki yıldız kırpışıp duruyordu, dede bile yoktu. Dakikalarca bekledim. Gelmediler. Ama böyle konuşmamıştık abiler? Ağlayarak uyudum. Uyandığımda Zafer beni aşağı çağırıyordu. Annem, daha kahvaltı etmediğimi öne sürerek arkadaşımı kovaladı. Hızlı bir kahvaltıdan sonra Zafer’in yanına indim. Dün geceki olmayan olaya, önceki gün birlikte heyecanlandığımız için tepkisini merak ediyordum. Zafer’i çoğu zaman severdim, bazense sevmezdim. Ama o an neden sevmediğimi hatırlamadığımdan benim için her şey normaldi. Yine de temkinliydim. Dokuz yıllık hayat tecrübem bana temkinli olmayı öğretmişti. Ağzını yoklamak için sordum: “Nasıldı ama?” “Annen niye kovdu beni yaa…” “Bilmiyorum, önemli bi işim vardı herhalde ondan kovdu. Söylesene, nasıldı dün gece?” “E güzeldi? Sen sanki izlemedin, ne soruyon?” “Sen de beğendin mi diye merak ettim.” “Birkaç tanesi çok yakınımdan geçti lan, dokunsam dokunurdum ama korktum. Hatta bi tanesi şu sokak lambasının tepesine çarptı da yere düştü.” “Hangisi lan?” “Bak şu.” Gösterdiği lambada hiç de yıldız çarpmış bir hal yoktu. Haliyle inanmadım: “Sallama lan hani!”

9


Lambanın yanına kadar gelmiştik şimdi. “Bak hâlâ sıcak,” dedi. Direğe ben de dokundum. Ilıktı. Ama sıcaklığın yıldız çarpmasından mı yoksa bahar mevsiminden mi kaynaklı olduğunu anlamadım. Kurcalamamaya karar verdim. “Çarpıp düştüyse yıldız nerde?” Ayağımla yeri eşeliyordum. Yerde de herhangi bir iz yoktu. “Kaçıp gitmiştir herhalde.” Dediğini aklımda tarttım. Temkin. Onca gök varken direğe çarpıp düşecek kadar akılsız bir yıldızın, daha sonra kaçıp gidebileceğine pek aklım kesmiyordu. Ayrıca, dün gece bir şey yaşanmamıştı ki? Biz de izlemiştik o kadar! Bütün gece hiçbir şeyi nasıl da oturup izlemiştik! Sonra Zafer’i neden sevmiyordum? “Bence var ya, sen yalancının tekisin!” diye kustum. Bu ithamım karşısında donarak can vermesini bekliyordum. Aksine güldü. Kodumun Zafer’i bu ağır suçlamama sadece gülerek karşılık verdi. Yarım ağız, “Bak sana ne göstercem!” dedi. Eli arka cebine giderken Zafer’in yalancılığını unutmuştum bile. Gözlerim Zafer’e kilitlenmişti. Yine de elini arkasından çıkartıp nah falan çeker diye arada bakışlarımı kaçırıyordum. Zafer bana nah çekmedi. Elinde çokça katlanmış bir gazete sayfası vardı. İyice meraklandım. Kâğıdı hediye paketi açar gibi özenle açtı, bir yandan da beni dikizliyordu. Bir gazete sayfasında görmemi istediği ne olabilirdi? Bacaklar. Memeler. Kadınlar. Büyük memeli ve az giyinmiş kadınlar. Kulaklarım ısındı, gözlerimi kaçırdım. Sağa sola bakıp bizi izleyen var mı, görmeye çalıştım. Zafer deli gibi sırıtıyordu. “Ne diyosun?” “Ne diyim olum, nerden buldun onu?” “E gazeteden?” Yüzsüz herif. Sizin eve böyle sayfaları olan gazeteler alınmaz, sanki bilmiyorum. Bize alınmıyorsa, size hiç alınmaz. Seni hiç sevmiyordum Zafer. Yine de elinde tuttuğun sayfa değerli. Bakmalıydık ve görmeli. Onca gizemin ardındaki sır neydi, çözmeliydik. En azından denemeliydik. Günün tamamını, genelde bisiklet sürmek için gittiğimiz çamurlu arsada, gazete sayfasına bakıp tahminler yürüterek geçirdik. Bacakların altında telefon numaraları vardı. Biliyorduk ki yıpranmış sayfada yazan o numaraları evlerimizden arayamazdık. Gelmesi olası faturalar ocak söndüren cinsten olurdu. Eğer telefon faturası bu denli yüklü gelmişse herkes tarafından bilinirdi ki siz o numaraları aramış ve aramayanlara karşı büyük ayıplar etmişsinizdir.

10


En sonunda kartlı telefonlara diktik gözümüzü. Ucuzundan bir kart için para denkleştirip numaralardan birini arayacaktık. Kaç dakika olursa olsun konuşacak, gerçekten resimlerdeki gibiler mi, anlayacaktık. Resimlerdeki gibi değillerse gücenip belki biraz da küfredecektik. Ona tam karar vermemiştik. Sonra, daha bir sürü şey işte. Yeni bir dünyanın kapısı parmaklarımızın ucundaydı. O ara akşam ezanı mahalleye yayılmaya başladı. Kulaklarım yeniden ısındı, istemsizce kâğıdı Zafer’in eline tutuşturdum. “Al sende kalsın, kartı alınca getirirsin yine.” “N’apıcam olum bunu, evde dört kardeş bekler.” Durup düşündüm. Haklıydı. Gizlemeniz gereken bir şey olduğunda evdeki hiçbir yer yeterince güvenli gelmezdi. Gömelim dedik biz de. Arsadaki yalnız çamın dibine gömdük. İçgüdüsel miydi bilmiyordum ama gömünce hazinemiz güvendeymiş gibi hissettik. En azından ben öyle hissettim. Eve gittiğimde annemden telefon kartı için nasıl para isteyeceğimi düşünüp durdum. *** Avucumda bozuk paralar koştur koştur apartmanın merdivenlerinden indim. Belki de ilk defa sokağa Zafer’den önce çıkıyordum. Onların apartmana varınca bağırdım. Annesi çıktı cama. Zafer’in annesini üçüncü defa görüyordum, mahallemizin saklı güzellerindendi. Erkek gibi kısa saçları vardı, sarı. Bence kısa saçlar ona ayrı bir hava katıyordu. Gelemeyecekmiş Zafer, çok hastaymış. Anneye anlayışlı bir ifadeyle el sallayıp kan ağlayan yüreğimle oradan ayrıldım. Zafer’i sevmiyordum. Hevesim kursağımdan aşağı insin diye tüm paramla jelibon ve kola aldım. Gazoz Dönemi yeni bitmişti, artık kola içiyorduk. Aldatılmışlık hissi damarlarımdan eksilmeye başladığında son jelibon paketini açmış, yalnız çamın gölgesinde pinekliyordum. Yağmayan yıldızların ve aşağı inmeyen arkadaşların ayıbını unutmak üzereydim. Fakat bir an, ne olduysa oldu ve gözüm gazete sayfasını gömdüğümüz çukura kaydı. Toprak taze kazılmış gibiydi. Beynimin içindeki iyi niyet kapıları çarparak kapandı. Çukuru kazarken ne göreceğimi -ne göremeyeceğimi- biliyordum. Başımı geri attım, neredeyse, “ZAFEEEEEEEEEER!” diye uluyacaktım. Utandım. Bütün mahalleyi baştan aşağı koştum. Zafer’in evde yatıyor olmadığından, bir telefon kulübesinde ateşli sohbetlere dalıp gittiğinden adım gibi emindim.

11


Yıldız çarpmış sokak lambasının önünden geçerken yavaşlayıp durdum. Çizgi filmlerdeki gibi birkaç kare seke seke geri geldim. Gözlerimi lambanın kalbine dikip görmeye çalıştım. Hiçbir şey olmadı. Lamba sönüktü. Dokundum: Artık ılık bile değildi. Zafer’i bulamıyordum, mahallede bakmadık telefon kulübesi bırakmamıştım. Yediğim jelibonlar ağzıma geliyordu. Yağmayan yıldızların lambasına son kez baktım. Havlu atmak üzere yere çöktüm. Lamba cızırdadı. Başımı yukarı kaldırdım. Biraz daha cızırdayıp yandı, söndü ve tekrar yandı. Hiç böyle kuvvetli ışık verdiklerini görmemiştim. Parladı, parladı, par… Işık kıvrılıp büküldü, taşarcasına üzerime yığıldı. O an kendime dışarıdan bakabiliyor olsaydım kuşkusuz bir süper kahramana dönüşmek üzere iki büklüm parlayan bir çocuk görecektim. İçerideyse bedenimden bağımsız başka şeyler seyretmekteydi. Aslında yalnızca Zaferlerin arka bahçesini, bahçede yanan küçük ateşi, Zafer’i ve annesini görüyordum. Bana yetmişti.Derin bir nefesle normale döndüm. Ne olduğunu sorgulayacak vaktimin olmadığını biliyordum. Zaferlerin apartmanlarının arkasındaki ufak bahçeye doğru koşmaya başladım. Annesinin orada ne yaptığını, Zafer’in kadınlardan birini arayıp aramadığını öğrenmeliydim. Ayrıca içimde, bir yalanı gün yüzüne çıkartmanın haklı gururu vardı. Zafer’i nasıl da sevmediğimi hatırlayınca bu gurur biraz daha pekişti. Sonunda apartmanın arkasındaki bahçeye ulaşmayı başardım. Dar bir kapıdan bahçeye çıkılıyordu. Çıktım. Zafer’in güzel annesinin eli belinde, arkası bana dönük. Zafer’in boynu bükük, yüzü düşük. Bir fatih edasıyla bahçeye süzüldüm. Zafer’in annesi beni fark edince bana döndü: “İşte suç ortağı da geldi! Beyefendi çok ısrarcı.” Bir anda ne olduğunu bilmediğim bir suça ortak olmuştum, üstelik ısrarcı bir şekilde. Anlamaz gözlerle kadına baktım. O bana gayet anlayan, parlak gözlerle baktı. Zafer’in yanına geçmemi işaret etti. Zafer’e baktım, soru işaretlerime ünlemlerle cevap verdi. Kadın elindeki gazete kâğıdını top yapıp ateşe attı. Bir şey söyleyecekmiş gibi ağzını açtı, sonra vazgeçti. Asla iflah olmayacağımızı duvarlara kazıyan iç çekişiyle arkasını döndü, güzel kalçalarıyla birlikte oradan ayrıldı. Evde onu bekleyen adamın ben değil de bir başkası olmasının hüznü ve siniriyle arkadaşıma döndüm: “Oğlum sen mal mısın, niye söyledin annene?” “Para isterken çok üstüme geldi, anlatsam belki kızmaz sandım.”

12


Söylediğine gerçekten inandığı gözlerinden okunuyordu. Yine de sinirim geçmemişti. Onun yüzünden dakikalarca koşmuş, ayrıca tüm paramı da abur cubura harcamıştım. En azından bir özrü hak ediyordum: Hem yıldız yağmuru yalanı hem de bu salaklığı yüzünden kırılan hevesim için. “Annenden daha fazla para kopartıp kendin arayacaktın di mi? Hem yalancısın hem hırsız!” Ondan beklediğim sadece yalan dolandı ve bu şekilde davranmamış olma ihtimali beni çıldırtmıştı. Alınmış gözlerle baktı: “Ne yalanımı gördün lan!” “Yıldız falan da yağmamıştı!” Bunu söyleyince Zafer’i ilk defa kırdığımı hissettim. Ne yapacağını bilemeden sağına soluna baktı. Sonra iki adım yaklaşıp ağzıma bir yumruk geçirdi. Bahçe kapısına doğru koşmaya başladı. Yere yapışırken hırçınlığını annesinden aldığını düşünüyordum. Yanan ateş, son kez çıtırdayarak en değerli hazinemizi öğüttüğünü gururla ilan etti. O kalleş yangına verebileceğim en acımasız cevabı vermek istedim. Ateşin son demlerinin üzerine işerken içten içe Zafer’in pencereden beni izliyor olmasını umdum. İzliyor olmasını ve kederlere boğulmasını. Zafer’i sevmiyordum.

o nur Selamet

13


Kızıl Hava Poenka ve Fal Okları

Bugüne kadar dilediklerimin yarısının bile gerçekleşmesi için Dünya’nın vidalarını gevşetmem gerekir.

Evde gün erken başlamadı. Bu yaş günümün, ilk on beşinden farklı olacağı, sanki sabahından belliydi. Onlu yaşlarımı hızla ilerliyorum diye miydi, bilmiyorum ama eskisi gibi değildi işte. Doğum günü sabahları uyansam da gözlerimi açmazdım. Evde erken uyanan diğerlerini uyandırırdı. Hepsi birlikte yatağıma kadar gelirdi. Uykumdan uyandırmamaya çalışarak beni havaya kaldırırlardı. Aslında uyumadığımı bildiklerine yemin edebilirim. Daha sonra senelerin kendiliğinden oluşturduğu bir ayin rutini gibi, odanın içinde adımı melodilerle söyleyerek beni uyandırırlardı. Hep bir ağızdan: “İşte Poenka, sen doğdun, bugün doğdun. Bu kutlu güne başla. Uyan Poenka.” Bu sabah kimse gelip beni uyandırmadı. Erkenden kalkıp gözlerimi aralamadan bunun olmasını bekledim. Bir tuhaflık vardı. Kalktım. Sakin bir sabahtı. Evin tüm perdeleri kapalıydı. Uyanmaları gerektiğini düşünüyordum. Artık herkesin gözlerini açması gerektiğini biliyordum. Uyanık olduğu halde salonun ortasında gözleri kapalı, kendi etrafında dönen altı yaşındaki kardeşim hariç. Bunu neden yaptı, henüz anlamamıştım. İnce ıslıklarla kendi etrafında dönüyordu. Bir şey söylemek istiyor ya da söyleneni sessizce dinliyor gibiydi. Ellerini cebine sıkıştırdığından dengesini kuramıyordu. En garip doğum günümün habercisi hareketler olduğunu birazdan anlayacaktım. Evdeki gariplik yalnızca doğum günümün her zamanki gibi kutlanmıyor olmasında değildi. Yatağına fare girmediyse, kardeşim bu kadar erken uyanmazdı. Tüm perdeler kapalıydı ama evin içi aydınlıktan göz alıyordu. İçimde tuhaf bir his vardı. İçimden ne geçirsem, bir yüce onu yakalayıp gerçekleştirmeye yer arıyor gibi. Heyecanlı ve ürkmüş bir his. Kardeşim Menat ve ben, birbirinin üstüne son sürat giden arabalar gibiydiz. Ben bu sabahı ne kadar yadırgasam da eminim o, yaşadığı en normal sabah olduğunu iddia edecektir. Halının üstünde yalınayak dönerek ıslık çalmasında ne var diye merak edecektir. “Üstelik bugün özel bir gün mü? Hayır mı? Öyleyse niye kaybolmuş

14


Tüm sorularını hiç cevap vermeden ağız dolusu iade etmek istediğimden, “Kaplumbağanı da bu sorularınla boğarak mı öldürdün yoksa su çok mu derindi?” diye soracağım. Kardeşim üzülürse dağ yarılıyor gibi gelecekti. Öyleyse yüzüne kaybolmuş köpek yavrusu gibi bakmayı hemen bırakmalıydım. Yanına yaklaştım. “Menat,” dedim. Aniden durdu. “Durdum” diye bağırdı. Üzeri bomboş halının üzerinde adımlarını öyle düzensiz attı ki, kaç saattir böyle dönüp durduğunu kestiremedim. Masaya zar zor yanaştı. İki eliyle sandalyenin sırtına tutundu. Sandalyeden yükselen tozları gördüm. Aydınlıktan boğulan odanın içinde sandalyeden ağır ağır uçan senelerin tozuydu. Menat hapşırmadı. Masadaki sürahiye uzandı. İki avuç içiyle kavrayıp ağzına götürdü. Ağzının yerini bulması tek seferle sınırlı olmadı. Bunları görmek pek sevimli değildi. Gizli bir coşku duyuyordum. Görseniz, çöllerle dolu ülkelerin seneler önce yollara düşmüş insanları gibi su içiyordu odanın ortasında. Bir yutkunsa içine nehirler dolacaktı. Adımlarını seziyordum sadece. Yine çarpık attığı adımları sessiz evde yankılandı. Perdeye kadar yürüdü. İki kolunu kapalı perdenin iki kanadına astı. Sağ kolu gözüme çarptı. Omzunda, kardeşimde daha önce görmediğim bir dikiş izi vardı. Ne olduğunu anlayabilmek üzere, yanına kadar yürüdüm. Onunkilerin aksine hızlı ve düzenli adımlarımla kaygıyla gurur arası bir şeyler doldurdu içime. Menat’ın kolundakini anlamak için dokunmam gerekliydi. Şimdi yanındaydım. Yanına ulaşmam bir işe yaramadı. Aynı anda iki koluyla iki kanadı ters yönlere savurdu. Kızıl gökyüzü gözlerime çarptı. Daha sert bir darbe alsaydım ve bu fiziksel olsaydı, yere yapışmıştım. Şimdi sadece kan damlamış gibi kırmızı gökyüzü, gözlerimi çok acıtmıştı. Uzun zamandır görmediğini düşündüğüm gökyüzü, Menat’ı sıçratmıştı. Yere düşüşünü gördüm. Devamına bakamadım. Ellerimle gözlerimi kapattım. Bu kez ben bağırdım: “Menat!” “Durdum,” dedi usulca. Durduğunda yerdeydi. Ellerimi uzattım. İki elimi birden uzattım ama onu tek elinden çekerek kaldırdım. Yeniden kolundaki dikişi görmek istedim. Bir kolu düştüğü yerde kaldı.

15


Perdeler bu yüzden mi kapalıydı? Kolunu görmeyelim diye. Odanın nasıl böyle aydınlık olduğu konusu ise hâlâ nihayete ermemişti. Kızıl hava ile birlikte öyle ekşi bir koku ve sıcak bir hava girmişti ki odaya. Onu durdurduğuma pişmandım. Menat çok sakin bir çocuktu hâlbuki. Bir kez bile düşmeden büyümüştü. Sürekli evde oturabildiği en yüksek yere oturur ve bağdaş kurardı. Önce annemi, sonra babamı, en son da beni yanına çağırıp bir şey isteyip istemediğimizi sorardı. Bu sıralama, evdeki en sevdiği kişiden başlayan bir sıralamaydı. İşin garip yanı, karşısında durup yalandan dilediklerimiz gerçekten oluyordu. Fakat o zaman iki kolu da yerindeydi. Şimdi istediğim soruyu sormanın tam sırasıydı. “Kolun düştü, farkında mısın?” “Senin kolun düşse fark etmeme ihtimalin var mı Poenka?” “Benim kolum düşse bu kadar sakin kalma ihtimalim de olmazdı.” “Seninle aynı tepkileri vermemiş olmak beni hep gururlandırmıştır zaten.” “Annemle babam bu gürültüye kesin uyanacaklar.” “Onlar burada değil.” Bu kadarı fazlaydı. Ama Menat devam etti: “Ülkemizde değiliz. Sadece evimizin bir odası görünümü hâkim buraya. Bir başka kıtadayız. Hükmün putlarda olduğu bir başka zaman.” Nerede ve hangi zamanda olduğumuzu sordum. Koluna ne olduğunu da sordum. “Poenka, burası hakkında böyle alenen konuşmak güvenli değil. Bir başka yer işte. Ve yaşının hep on beş kalacağı bir zamandayız. Bu konuyu bir daha açma. Kolumu mu soruyorsun? Beni buraya getirirlerken oldu. Zaten takmaydı. Hiçbir şeyin tekrarı, ilki gibi olmuyor.” Bu son dediği, bir çeşit laf sokma mıydı? Benden dokuz yaş küçük olduğu için kendince öç mü alıyordu? Bu, ona sormayacağım sorulardan biriydi. Bu yüzden sorularım burada bitti. Onu kimin, nereden getirdiğini, bu sırada koluna ne olduğunu henüz öğrenemedim. Kana kana su içmesinden hayli sıcak bir yer olduğunu çıkarttığımı söylesem tek düzeliğimle dalga geçecekti. Kızıl hava, buraya getirilirken kolunun kırılması… Aklımın tüm düğümleri çözüldü. Odaya dolan kızıl ışık yavaş yavaş soluyordu. Sanki perdeler kalkandı da içeriyi, dışarıdan koruyordu. Perdeler açılmadan önceki yoğun aydınlık da birlikte kaybolduğu için her şey daha seçilir oldu.

16


Bu odada senelerdir yaşanmamıştı. Raflardaki örümcek ağları, tozla kaplı avizeler, masa lambası, eski görünümlü ahşaplar… Hepsi bunun birer kanıtıydı. İçerideki ekşi kokunun tek kaynağı da hava değilmiş öyleyse. Küf kokusuydu. “Menat, rüyadan nasıl uyanılacağını biliyor musun?” dedim. Umutsuz değildim. “Ben o işlere bakmıyorum.” dedi. Gerçeğe dair son umudum da tükendi. “Ha-hangi işler?” diye sorabildim. Tek seferde değil. “Ben olmasını istediklerinize bakarım,” dedi. “Tam şurada.” Oturup dileklerimizi sorduğu yeri gösterdi. Evimi ilk kez görmüyordum. Ama bu gördüğüm, evim de değildi. Türbe gibi dekore edilmiş bir duvarın tavana yakın konumunda bir raf vardı. Rafın üzerinde insanın uykusunu getirecek rahat görünümde bir minder. Duvarlar kırmızı akik taşıyla kaplı. Hayır, bu taşı tanımıyordum. Menat, “Kırmızı akikler bu kokuyu emip bitirecek,” diyeli birkaç dakika olacaktı. “Şimdi,” diyor, “Evden gitmeden önce, Poenka’nın gününü kutsayalım.” Ben neden evden gidiyormuşum ya? Bana, benden üçüncü şahıs olarak bahsettiğini anlamak istemedim. “Durdum, diğerleri!” diye bağırdığı an ne saçmaladığımı düşündüm. Kardeşimin bir kolu yok ve içerdeki diğerlerine -durdum- diye bağırıyor. Tanrım, artık yeni yaşıma girmek istediğimden emin olamıyordum. Kapıdan tek tek girenleri saydım. Dört kişilik küçük ailemize kimi zaman küçük gelen evimiz şimdi içeride üç yüz kişiyi taşıyordu. Taş görünümlü giysiler mi giymişlerdi? Bence hayır. Yürüyüşleri de bi’ garipti. Kapıdan son kişi de girince kardeşimi görmek için döndüm. Yerinde yoktu. “Çıktım Poenka!” diye bağırdı. Şu bağırma işi canımı sıkmaya başlamıştı. Etrafta meşaleler ve mumlar yandı. Bu yükseklikteki rafa çıkmıştı. Etrafta tırmanacak bir yer yoktu. Çıkabileceği bir merdiven de yoktu. Kardeşimden korkuyordum. Çünkü bir kolu da yoktu. Altı yaşındaki kardeşimi doğanın dengesine karşı çıkarken görmek aklımın sınırlarını zorluyordu. “Her buraya çıktığında annemle babam gelirdi benden önce,” dedim. Hangi saçmalığın içinde olduğuma dair ipuçları aradığımı anlamış olmalı: “Bugün sadece senin doğduğun gün. Annemle babam bu olayın sadece fani aracıları.”

17


Bahsettiği şey dünyaya gelmeme sebep olan eylem olduğu için odadaki üç yüz yaratık tipliden ve kardeşimden utanıyordum. Çıktığı yere yerleşip bağdaş kurdu. Gözlerini devirerek odadaki diğerlerine ne yaptıysa tekrarlamalarını söylemişti. Kardeşim yetenekleri olan biriydi. Artık odaya tamamen toz ve kızıl renk hâkimdi. Toplam üç yüz bir put kılıklı ve ben birbirimize bakıp alışmaya çalışıyorduk. Menat, “Başladım!” diye bağırdı. Lütfen artık bağırma, dedim. Kendimi ben bile duymadım. Menat birden gözlerini ve ağzını sımsıkı kapattı. Birisi gıdıklıyor da gülmemeye çalışıyor gibi görünüyordu. Kardeşime bakarken fark etmedim; diğerlerinden en uzun boylu olanı burnumun dibine kadar girmişti. Sonradan Menat’ın baş yardımcısı olduğunu öğrendiğim bu kişi yapacaktı her şeyi. Bir aralık bulup kapıdan çıkmak istedim. Odanın yerlileri gibi davranan üç yüz puttan beni tutan daha arkaya attı. En sonunda odada kapıya en uzak yerdeydim. Doğduğuma pişman oldum. “Poenka!” diye bağırdı. İrkilmedim. Bağırmasa neden derdim. “Poenka, dilek tutacak mısın?” dedi. Beni hâlâ nasıl tanıyamadığını düşündüm. Tamam, beni pek sallamazdı. Ama bunu da soramazdı. “Saliseye bir dilek düşecek şekilde, üflemeye başlamamdan mumların söndüğü ana kadar aklımda ne var ne yoksa dileyeceğim,” dedim. Hiçbir şey üflemeyeceğimi çoktan anlamam gerekirdi. Dilek tutmaya bayılıyordum. Konuşmaya başladığımdan beri hep sesli biçimde istediklerimi söyleyip olmasını beklediğim anlatılıp dururdu. Menat da bunu çok iyi biliyordu. Şimdi çakma bir ayinin ortasında bana dilek tutacak mısın diye sorma cesareti nereden geliyordu? Kızmaya başlamıştım. Bütün istediklerimin olacağı fısıldanıyordu. Arkadan gittikçe yükselen ve fısıltı olmaktan çıkan sözler, Menat’ın bir dilek Tanrısı olduğunu söylüyordu. Diğerlerinin en uzun boylu olanı ukala cevabımı beğenmemiş olacak ki beni kaldırıp omzuna koydu ve Menat’la eşit boya getirdi. Şimdi kardeşimle yüz yüzeydik. Odanın içinde yanan meşaleler, kızıl renkle birleşip yüzüne vuruyordu. “Bugüne kadar çok saçma şeyler diledin,” dedi, “Her dileğin gün sonunda önüme dökülürdü. Hiçbirini yaşamaya değer görmediğim için kabul etmedim Poenka, kusura bakma.” İnsan kardeşine bunu da çok görmesin. Sen koskoca dilek Tanrısı ol, bir tane bile değer görme. “Eee?” dedim. En uzun diğeri kendini şöyle bir salladı. “Evet canım kardeşim, yani?” diye düzelttim.

18


“Yani, nihayet sana maziyi unutturacak bir fırsat Poenka. Odadaki her bir puttan bir dilek dileme hakkın var. Hiçbirine de değer mi diye bakmayacağım. Fakat yapman gereken tek şey; ayın hilal olduğu vakit, yani bu gece, yedi fal oku içinden en kısa olanı, odadaki üç yüz putun birinin arka cebinde bulmak. Neşeli durumlar yaşadığımızı mı düşünüyordu? Oda kaynamaya başladı. Yüzlerce arka cebi karıştırıp birkaç denemede en kısa fal okunu bulmam lazımdı. En iyi arka ceplerini seçmem daha farklı sıkıntılar doğurabilirdi. “Başka bir teklifim var,” dedim. “Menat, bana iki farklı boyda fal oku ver. Arkamda tutayım. Kısa olanı çekersen senin dileğin, çekemezsen benim dileğim gerçekleşsin . Kabul mü?” Gözleriyle emri çaktı hemen. Biri diğerinden biraz uzun iki ok verdiler. Ellerimi arkaya götürüp karıştırdım. Uzun olanın omuzlarında oturuyordum. Sırtımda iki fal oku tutup kardeşimi yenmeye ve eve gitmeye çalışıyordum. Kaldığım yerden doğum günü hediyelerim için heyecanlanmak çok iyi bir fikir gibi geliyordu. “Seçtim,” diye bağırdı. Suç bu kez benimdi. Sağ kolumu gösterdi. İki elimi yan yana getirdim. O an, odadaki diğerleri çıkıp gitti. Menat, yere, asıl boyumuza indi. Acelesi varmış gibi kıpırdanmaya başladı. Oklara baktım. Uzun olanı seçmişti. Ne dileyeceğimi iyi biliyordu. “Kardeşim olmasan Tanrılığı yedirtmezdim sana,” dedi. Vurgun yemiş gibiydi. “Menat, evimize dönelim,” dedim. Bunun zaten olacağını söyledi. “Kazandın, bari şimdi düzgün bir şey dile Poenka.” “Evimize dönelim ama bunları da hatırlayalım öyleyse.” İşte zor bir şeyler istemiştim. Bunu istemesem bir milyon dilek hakkı isterdim. Yedi fal okunu bulsaydım Menat bana üç yüz bir dilek hakkı verecekti. Mecbur kabul etti. Şimdi eve dönecek, bu sabaha yeniden uyanacaktık. Menat halıda dönmüyor olacaktı. Dünya üzerinde olup da bana ait olmak isteyen hiçbir şey yoktu. Bu yüzden hiçbir dileğim kabul olmuyordu. Bugüne kadar dilediklerimin yarısının bile gerçekleşmesi için dünyanın vidalarını gevşetmem gerekirdi. Ben bunları düşünürken Menat bir asayı yere vurup tozu dumana kattı. Gözlerimi araladığımda annem, babam ve Menat, odanın ortasında beni döndürüyordu: “İşte Poenka, sen doğdun, bugün doğdun. Bu kutlu güne başla. Uyan Poenka.” İşte on beşinci yaş günüm böyle başlıyordu.

19

Elif the Co smic


çizim Akın Altınyıldız


Takasya Adaları Perİlerİ Ege Denizi’nde dalgalar henüz kendi boy rekorunu kırmamışken, vapurlar her yarımda bir iskeleye yaklaşırdı. İki kardeş tarafından iskele kenarında birkaç dakikadır beklenen vapur, bu Perşembe biraz huysuzdu. Yaklaştıkça kenarlarından anlaşıldı ki vapurun dalgalarla arası pek iyi değildi. Ama sanki bugün başka bir şey vardı.Yükselip çarpan dalgalar, ulaştıkları son noktada izlerini bırakmışlardı. Oçokoçi ile Papit, dirsekleriyle birbirlerini dürterek aynı yeri işaret ediyorlardı. Oçokoçi siyah boynuzlarına doladığı sarı saçlarını dağıtır şiddette başını sallayarak: -Papit! Bak bak! Bana kalırsa yazacaklarımız dalgaların şu öfkesinde gizli. - İki dalga izine fazla anlam yükledin, önce saçlarını topla. Oçokoçi’nin heyecanı yanaklarından anlaşıluyordu. Vapur yaklaştıkça derisi kırmızı ve beyaz arasındaki tüm tonlara büründü. Papit ise, tüm huysuzluğu üstünde, denizin onu tutmamasını ümit ediyordu. Vapur nihayet iskeleye yanaşıp durdu. Oçokoçi koşar adım vapura ilk binenlerden olmak için etrafındakilerle yarışıyordu. Papit’in ayakları ise eve dönmesi için ona yalvarıyor gibiydi: - Evden çıkarken ne konuştuk? Çabuk döneceğiz uslu durun işte! Oçokoçi çoktan vapurun ikinci katına çıkmış ve heyecanla korkulukların hemen dibindeki banka oturmuştu bile. Papit arkadan geldiği için önce kardeşi Oçokoçi’nin nereye oturduğunu görmeye çalıştı. Ama kalabalıklar arasında parmak uçlarında kendini yükseltemiyordu. Çünkü az önce ayakları ona küsmüştü. Sonunda kardeşini buldu: - Çok aradın mı burayı? - Hayır, ilk gördüğüm yer burasıydı. Huysuzluk etme Papit. - İyi. Burada mı yazacağız ne yazacaksak? Sence de burası biraz fazla sallanmıyor mu? Üstelik korkuluklar ikimizi de yutacak kadar geniş aralıklara sahip değil mi? - Sanmam Papit. Zaten sen son günlerde biraz kilo aldın. En azından seni yutamaz korkma. Papit vücuduna bakıp sessizce Oçokoçi’nin yanına oturdu. İkisi de aynı anda korkulukların arasından bacaklarını denize sarkıtı. Karşıdan epey tekinsiz görünen bu iki kız kardeş, Egetos’un dikkatini çekmişti. Egetos, Ege Denizi’nin su üstünde görünmeyi pek tercih etmeyen denizaltı egemeniydi. Bedeni iki bölümden oluşuyordu. Kafa tarafı martı, kuyruk tarafı balık olan Egetos, bunun ekmeğini çok yiyordu.

21


Su üstüne çıkmaya karar verdiği zaman, vücudunun kuş kısmını çıkartıp kimseyi korkutmadan avına yaklaşıyordu. Şimdi, uzun bir zaman sonra yeniden su üstüne çıkmaya karar vermişti. Ama kendini onlara göstermesi için önce vücudunun martı kafası tarafının mı yoksa balık kuyruğu tarafının mı günün bu saatlerine uygun olduğuna karar vermesi gerekiyordu. Egetos’u bu anlık düşüncelerinden kurtaran şey ise içinde barınan öfke oldu. Evet, insanlara öfkeliydi. İnsanlar onu gözünde sadece tüketen, tüketirken doğada bulunan her şeyi yok eden ve kirleten varlıklardı. Onun ülkesine ve halkına hiç saygıları yoktu. Yemek için halkını katlediyorlar ve tükettikleri her şeyden geriye kalanları onun ülkesine acımasızca döküyorlardı. Egetos, Ege’nin kralı ve en güçlü kişisiydi. Öyleyse adalet talep edebilirdi. Bu sırada Papit ve Oçokoçi günler sonra Takasya Adaları’ndan çıkmanın ve sonunda normalliğe dahil olmanın neşesini yaşıyorlardı. Takasya Adaları, yeryüzünün mistik cenneti, bu iki kız ise cennetin küçük, şirin perileriydi. Diğer periler gibi sihirle yetinemiyorlardı. Onlar için hayal, hayattan bile kıymetliydi. Bu yüzden her fırsat bulduklarında Takasya Adaları dışına çıkıp sihirli güçlerini kaybederek denizin sonsuz düş dünyasına dalarlardı. Adadan ayrılıp bir şeyler yazar, bir yerleri gezer sonra yoklukları anlaşılmadan geri dönerlerdi. Oçokoçi ile Papit daha öyküye nasıl başlamaları gerektiğini tartışırken vapur, kıyıdan oldukça uzaklaşmıştı. Dalgaların şiddeti ile sarsılan vapur, Papit’in küskün ayaklarına bir fırsat yaratmıştı. Papit’in ayakları, eğilen vapurdan faydalanarak onu hızla aşağı çekti. Öykünün girişine dalan Oçokoçi kardeşinin aşağı kayması ile kendine gelip onu tutmaya çalıştı. Oçokoçi başarılı olamadı ve Papit ile beraber o da aşağı kaydı. Takasya Adaları perileri şimdi Ege Denizi!nin serin sularında birbirlerini arıyorlardı. Papit denizin tuzluluğuna rağmen Oçokoçi’yi bulmak için gözlerini araladı. Gördüğü şey ise yalnızca kardeşi Oçokoçi’den ibaret değildi. Egetos, martı kafasına hiç yakışmayan yüzgeçleri ile Oçokoçi’yi ensesinden yakalamıştı. Oçokoçi cebinden sihirli değneğini çıkarıp Takasya Adaları dışında çalıştırmaya çabaladı. Unuttuğu şey ise adadan çıkış sebeplerinin sihirsiz birkaç saat geçirmek olduğuydu. Papit, az sonra ne ile mücadele edeceğini bilmeden bağırdı: - Oçokoçi’nin ensesini bir tek ben ısırabilirim! Papit bunu söylemeye çalışırken yuttuğu suları ciğerlerinden çıkarmaya uğraşıyordu. Oçokoçi sanırım bu durumun farkında değildi: - Sana öyküye öyle başlamayalım demiştim.

22


-Ben de sana oraya oturmayalım demiştim. Ensen acıyor mu? - Bırak ensemi, o geçer. Söyle bakalım öykünün girişini unuttun değil mi? - Tek derdin bu değil mi? Hayır bak söylüyorum işte: “Ege Denizi dalgaları henüz kendi boy rekorunu kıramamışken...” Bak unutmadım, gördün mü? Oçokoçi’yi bir gülme aldı. “…Ama Papit’in ayakları dalgalardan güçlü çıktı.” diye devam etti. Egetos, Oçokoçi’nin ensesindeki dişlerini yavaşça gevşetti. İnsanlığa bu iki kızı esir alarak kendini göstermeyi planlıyordu. Ama tek dertleri öykü yazmak olan Oçokoçi ve Papit’e fazla acımasız davrandığını fark etti. Elbette henüz onların Takasya Adaları perileri olduğunu bilmiyordu.

23

Oçokoçi Devamı czz*5’te


รงizim Selahattin Akman


Mİt Çok iyi hatırlıyorum, dedi Yaşlı Bilge, ben bebekliğini bilirim Evren’in, emekleyişini, ilk adımlarını... Hatırlıyorum, sonsuz karanlığın ve yaşamsızlığın içinde ilk önce Kaos vardı. Kaos’u, iki karşıt güç; Sevgi ve Nefret yönetirdi. Sevgi, Kaos’u düzene sokar, yıldızları ve gezegenleri yaratırdı. Nefret ise Sevgi’ye üstün geldiği zamanlarda her şeyi dağıtır, Kaos’a dönüşü sağlardı. Milyarlarca yıl böyle sürdü bu savaş ve Nefret, Sevgi’nin yarattıklarını bozmaya yetişemez oldu. Evren, yavaş yavaş kuruluyordu. Yıldızlar ve gezegenler eskimeyi öğreniyordu. Sevgi’den en son bir alev topuna benzeyen Dünya oluştu. Sevgi’nin maharetli ellerinde yoğruldu ve cevherini saçması için kozmik bir tohuma dönüştürüldü. Fakat Nefret, onda sonsuza dek yenileceğini görmüştü. Sevgi, Dünya’yı yoğururken o da gizlice Dünya’nın içine sızmış ve Dünya’nın kalbini söküp çıkarmıştı. Ay, işte böylece oluşmuştu. Ve Sevgi’nin bütün çabaları boşa gitmiş, Dünya’da Nefret’in saltanatı kurulmuştu. Aldatılan Sevgi, kendi dalgınlığına kızıyordu. Ay’ın üzerinden Dünya’yı seyrediyor ve onun haline üzülüyordu. Fakat çok geçmeden Nefret’i nasıl yenebileceğini de bulmuştu. Ay’ın yüzeyine eğilip ona kendi kalbini yedirmişti. Ay’ın karnı büyümüş ve toprağından Aşk’ı doğurmuştu. Kalplerin kalbi olan Aşk, tutkusuyla Sevgi’den bile üstündü. Ve Nefret’i yenebilecek kadar, tüm Evren’i bir arada tutabilecek kadar güçlüydü. Çünkü Aşk, kusursuz Sevgi’yi görür görmez vurulmuştu. Gücünün kaynağı işte buydu. Ve Aşk, Nefret’i Dünya’dan böylece kovmuştu. Yaşlı Bilge susmuştu. Dakikalardır kendisini sessizce dinleyen çocukları seyrediyor ve ne düşündüklerini sezmeye çalışıyordu. Hepsi de mutlu sonla biten bu küçük hikâyeden memnun kalmış, gülümsüyordu. Sadece bir tanesi gözlerini Yaşlı Bilge’ye dikmiş, şüphe duyan bir ifadeyle bakıyordu. Çocuk sonunda cesaretini toplayıp bilgeye sordu: Aşk gerçekten Nefret’i Dünya’dan kovduysa, neden insanlar, benim gibi küçücük çocuklar bile, hala Nefret’i yüreklerinde hissedebiliyorlar? Yaşlı Bilge elbette ki yanıtı biliyordu. Gülümsedi, dinle öyleyse, dedi, öyküm henüz bitmedi. Aşk da senin gibi bir çocuktu ve hep bir çocuk olarak kaldı. Ve bir gün tıpkı senin gibi o da yüreğinin derinliklerine Nefret’i çağırmıştı. Çünkü Aşk, kendisini böylesine büyüleyen Sevgi’nin artık kalpsiz olduğundan habersizdi. Ve Sevgi, kalpsiz de olsa Sevgi’ydi, ama asla Aşk değildi.

25


Aradan ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum, dedi ve devam etti Yaşlı Bilge, Aşk, Sevgi’yi kovalamaktan artık yorulmuştu. Sevgi’den başka hiçbir şey umurunda değildi, fakat Sevgi onu hep reddetmişti. Ve Aşk sonunda Sevgi’den şüphelenmişti. Ancak bir kalp Sevgi’yle Nefret’i karıştırabilirdi. Ve böylece Aşk, onun Sevgi değil de Nefret olduğunu düşündü. Sevgi’yi itti ve yere düşürdü, öldürmek istedi. Fakat Sevgi kalpsiz de olsa Sevgi’ydi ve asla Nefret değildi, Aşk’ın yıkıcı gücüne hiç direnmedi ve Ay’ın pürüzsüz yüzeyinde kendinden geçti. Artık Aşk eski Aşk değildi. O Nefret’in esiriydi. Ve Aşk umutsuzca kaderine ağlıyor, gözyaşları birikip bir pınara dönüşüyordu. Sevgi pınarda yıkanıyor ve tüm geçmişini, Aşk’ı ve Nefret’i, kendi yarattığı Evren’i unutuyordu. Yaşlı Bilge soluğunu dinlendirmek için bir kere daha sustu. Çocukların yüzüne tek tek baktı. Az önceki gülümsemelerin yerini endişe ve merak almıştı. Soru soran çocuğunsa gözleri öfkeyle parlıyordu. Sonra, dedi Yaşlı Bilge, pınar bir şelale olup Ay’ın üzerinden Dünya’ya döküldü. Dünya’nın yüzeyindeki okyanus işte böylece oluştu. Ve Nefret, çirkin, dev bir balık olan Hybris’e dönüşüp okyanusa daldı, Sevgi’yi yuttu. Sevgi, Hybris’in karnında uyandı ve orayı Dünya sandı. Ölçüsüz Aşk hiç durmadan ağlıyor, okyanus büyüyor, anbean güçlenen Hybris, okyanusu boydan boya yüzüp gördüklerini Sevgi’ye anlatıyordu. Dinlediği masallar Sevgi’yi fazlasıyla mutlu ediyordu. Bu kadar yeter, dedi Yaşlı Bilge, öykünün sonunu tahmin etmek zor olmasa gerek. Çünkü Nefret’in Sevgi’yi nasıl alt ettiğini herkes kendisinden bilir. Peki ya Aşk, dedi öfkeli bir ses, ona ne oldu? Boş ver onu, dedi Yaşlı Bilge, biraz da okyanusta gördüklerimi anlatayım size.

Gökmen Akça

26


Küçük Mavİ Nokta Küçük Mavi Nokta’dan bir kez daha merhabalar! Bu ay yine birbirinden heyecan verici uzay haberleriyle sizlerleyiz. Dilerseniz kimseyi daha fazla bekletmeden başımızı göğe kaldıralım ve olup bitenlere hep birlikte göz atalım. Kara Deliklere Yaklaşmak Kara delikler hakkında neler biliyorsunuz? Şimdiye kadar gösterilen resimlerin ve fotoğrafların, yalnızca birer kurgu olduğu gerçeğiyle yüzleşmeye hazır mısınız? Gerçek bir kara deliğin fotoğrafı ne yazık ki hâlâ çekilebilmiş değil. Etrafta dolaşan, filmlere konu olan şeyler sadece bir düşüncenin ürünü. Çizerler kara delikler hakkındaki düşüncelerimizi alıp onları en yakın gerçeklik formuna büründürüyorlar. Ancak artık buna gerek kalmayabilir. Yakın zamanda bir kara deliğin neye benzediğine dair güzel bir fotoğrafımız olabilir! Bu sizi biraz heveslendirmiş olabilir, farkındayım, ancak her zaman olduğu gibi bir hayal kırıklığı yaşamamız da olası. Teoride bir dünya boyutunda olacak teleskop modeli Samanyolu Galaksisi’nin ortasındaki bir kara deliğe odaklanacak. Ancak kara deliğin devasa kütlesi yüzünden (yaklaşık 4 milyon güneşin kütlesine eşit), kâğıt üstünde, ışığın kaçamadığını bildiğimizden teleskopumuz onun etrafını görecek. Bu bile şimdiye kadarki en net kara delik fotoğrafını elde edeceğimiz anlamına geliyor. Teleskopun boyutlarına gelirsek; elbette tek bir kütle olarak dünya boyutunda bir teleskop yapmak günümüz teknolojisiyle imkânsız. Astronomlar bunun için Very Long Baseline Interferometry adlı, bir noktayı birden fazla yerden çeken birkaç farklı teleskopun kullanıldığı bir teknik kullanacaklar. Bu teknikle teleskoplar arasındaki mesafe ne kadar uzun olursa alınacak görüntü de o kadar detaylı olacak. Olay Ufku adı verilen bu teleskop projesinde birbirine bağlı sekiz adet teleskop kullanılması planlanıyor. Bir kara deliğe bu kadar yakından bakmak kesinlikle büyüleyici olacak! Kuiper Belt Plüton’un gezegenlik ehliyeti elinden alındı alınalı astronomi camiası yerinden oynuyor.

27


Şimdi de kendisinden az ileride olan, uzayın Kuiper Belt olarak adlandırılan kesiminde bulunan iki yeni gezegenin daha keşfedildiği düşünülüyor. Güneşten 60 astronomik birim uzaklıkta ve Dünya ve Mars boyutlarında olduğu tahmin edilen bu iki gezegen, güneş sistemimizin dokuzuncu ve onuncu gezegeni olmaya aday. (Plüton âşıkları içinse onuncu ve on birinci diyelim). Yeni gezegenlere asla hayır demeyiz, değil mi? Peggy Whitson Geçtiğimiz ayların bir diğer güzel haberi ise uzay aşığı Peggy Whitson’ın kırdığı rekor oldu. Gün olarak toplamda en uzun süre uzayda kalma rekoru 534 gün ile Jeff Williams’ın elindeydi. Peggy Whitson onu geçerek bu gururlu bayrağı kapmış durumda. Kendisi aynı zamanda en çok uzay yürüyüşü yapan kadın olarak da biliniyor. Kendisini kutluyoruz efendim! Her zaman olduğu gibi, Dünya birkaç gün daha döndükten sonra yeniden buluşmak üzere!

28

Burak ipek


çizim Ceren Bülbün


TEMMUZ AYI GÖK

0LAYLARI

Venüs: Sabahları gün doğumundan önce doğu ufkunda 2 saate varan sürelerde gözlemlenebilecek. 14 Temmuz’da Boğa Takımyıldızı’nın parlak 14 Temmuz: Venüs ve Aşdebaran yıldızı Aldebaran’a yakın konumda olacak.

gün doğumunda doğuda çok yakın Merkür: Temmuz’da Merkür, ayın görünümde ilk yarısından sonra gün batımında batı 20 Temmuz: Ay, Venüs ve Aldebaufkunda gözlemlenebilir. Ufuktan fazla ran gün doğumunda doğuda çok yükselmeyecek olan Merkür’ü gözlemleyakın görünümde mek için yüksek bir gözlem yeri ve temiz 28 Temmuz: Ay ve Jüpiter çok yakın bir ufuk gerekiyor. görünümde Jüpiter: Gün batımında gün30 Temmuz: Merkür en büyük doğu eyde yükselmiş olan Jüpiter’in göuzanımında zlemlenebildiği süre giderek kısala21 Temmuz: Ay, Dünya’ya en yakın cak. Ayın ilk haftası gece yarısında konumunda sonra, ayın sonlarına doğruysa gece 25 Temmuz: Ay, Merkür ve Reguyarısından önce batacak. lus gün batımında batıda çok yakın görünümde Mars: Gökyüzü konumu güneşe yakın olan gezegen bu ay İlkdördün gözlenemeyecek. 1 Temmuz Dolunay Satürn: Gün batımından önce 9 Temmuz doğudan yükselmiş olan gezegen, Sondördün gecenin büyük bölümünde gö16 Temmuz zlemlenebiliyor. Gözlemleneceği Yeniay süre giderek artan gezegen, gece 23 Temmuz yarısından 3 saat sonrasına kadar İlkdördün gökyüzünde olacak. 30 Temmuz

30


Lur da Lur

Kürt Destanı Kim duymamış ki Lur da Lur’u? Hangi taş yürek dayanabilir ona? Onu duyan sevgi dolu gönül titrer, yanar. Onu duyan âşık kız aklını yitirir, mâşukuna koşar. * * * Orada, Karasu’nun eşsiz kıyılarında yaşardı Haso. Memleketin sevimli ve yiğit delikanlısıydı o. Kimse bıraktıramazdı ona silahını. Ne hırsız onun sürüsünün etrafında dolaşacak yüreğe, ne de kurt onun koyunlarının yanından geçecek cesarete sahipti. Haso iyilerle iyi olduğu kadar kötülere karşı da bir o kadar acımasızdı. Üstelik yeni doğan güneş kadar güzel ve de sevimliydi Haso. Memleketin kızları çıldırırdı onu gördüklerinde. Ya lurunun ezgileri? Melekler bile sahip değildi onun kavalından çıkan aşk dolu, şırıldayan dere, şakıyan bülbül nağmelerine. İnsan olsun, hayvan olsun, kavalının sesini her duyan ister istemez yaklaşır, taş kesilir, hiçbir nağmesini kaçırmamaya çalışırdı. Gözlerini geniş ufka diker, otururdu Haso kayalığın tepesinde. Karası, yılan gibi ayaklarının dibinden kıvrılır gider, serin meltem alnındaki kâküllerle oynaşırdı. Ve o... Kavalını çalardı. Görmeye değerdi o akılsız koyunların otlamayı unutup yanında bitiverişini. Böyleydi işte Haso. Böyle, insanlardan uzak, doğanın koyunda, dağların böğründe mutlu mesut yaşardı Haso. Sürüsü tarafından sevilen, kendisini şarkısına adamış haliyle bir prens kadar mutluydu. * * * Günün birinde ağasının biricik kızını gördü ve vuruldu ona ilk bakışta. Güzeldi Zalhe. İnsanı büyüleyen gözleri vardı. Boyu selvi, kaşları kemer, yanakları al aldı. Zalhe de gördü Haso’yu. Zalhe de Haso’yu sevdi o ilk anda. Tarumar oldu Haso. Hüzünlendi. Gücünü yitirdi. Neşesini yitirdi. Günlerce koyunlarının yiyecek bir şey bulamamasına aldırmadan dolaştı durdu konağın etrafında. Gözleri kulede, keder içinde, yüreğini ezginin içine koydu da çaldı, çaldı, ağladı. Zalhe de acı çekiyordu. Perdenin ardına saklanıyor, gözünü Haso’dan, kulağını ezgiden ayırmıyordu. Ne yiyor, ne içiyor, kahroluyordu yalnızca. İkisi de biliyordu birbirine nice uzaklıkta olduklarını, ağanın kızının çoban karısı olmayacağını. Fakat aşk bu, Tanrı’nın ateşi. O, tüm uzaklıkları aşıyor, en derine ulaşıyordu. Aşk bu, ne mesafe tanır ne de ayrı gayrılık. Sezgileri güçlüydü ağanın ve kurnazdı da. Çabuk fark etti Haso’nun aşkını. Kızdı, köpürdü, öldürmek istedi küstah çobanı. Fakat temkinliydi. İstemedi soyunun adına ilelebet taşınacak bir çoban katili lekesini sürmeyi. Beri yandan, ya bir çobanın kızının peşine düştüğü duyulsa?

31


Haso’yu uzaklaştırmak gerekti; kendi isteğiyle, kurnaz bir oyunla. Öyle bir oyun düzenlemek gerekti ki, Haso kendi gitsin uzaklara ve bir daha dönmesin. Düşündü ağa, çok düşündü. Sonunda buldu çareyi. Adamlarını gönderip Haso’yu çağırdı yanına ve şöyle dedi ona: -Haso, bilirim ki kızımı seviyorsun. Yiğit delikanlısın sen, duymuştum ki güzel de kaval çalarsın. Kızımı sana veririm, yalnız bir şartla. Bak, şu yüksek kuleyi görüyor musun? Yerden bir ağaç merdiven koyduracağım. Sen orada, yukarı oturacaksın. Koyunlar da aşağıda toplanacak. Şartım şudur: Eğer sen yukarıdan kaval çalarak koyunları merdivenden çıkarıp yanına getirirsen, o zaman kızım sana helaldir. Yok başaramazsan, rezil olursun ve neyin var, neyin yok toplayıp buralardan uzaklaşırsın. Bir çoban ağaya damat olmaz, bunu da aklından çıkarma.” Haso gülümsedi, başını yere eğdi: “Sahibimsin ağam, isteğin başım üstüne.” Ve ağaçtan merdiveni yaptırdı ağa. Doksan dokuz basamağı vardı merdivenin. Haso’dan gizli kırdı ortasındaki bir basamağı, sonra da belli etmeden yerli yerine koydu. Öyle ki hiçbir tuhaflık gözükmüyordu. Fakat en küçük bir zorlama o basamağı düşürmeye yetecek ve bir basamaktan diğerine arşından fazla açıklık olunca da koyunların buradan geçmesi mümkün olmayacaktı. Kötü kalpli ağa, icadıyla gurur duyuyordu. Ve rezil mi rezil, hileli düzeneğini kurduktan sonra Haso’yu kulenin ucuna çıkardı. Zalhe’yi de balkona. Seslendi çobana: “İşte Zalhe, yüreklen, dediğimi yaparsan eğer, o sana helaldir.” Çoban anladı onun da kendisini sevdiğini. Yüreği mutlulukla doldu. Aldı kavalını, ağzna götürdü. Başladı çalmaya. Dağ, taş inledi, ağaçlar sallandı, kayalar titredi. Kötü kalpli ağa heyecanlandı. Aklı başından giden Zalhe, az kalsın aşağı atlayacak ve koyun gibi Haso’nun ayaklarına kapanacaktı. Yürüdü koyunlar. Bir bir yaklaşıp merdivene ve birbiri peşi sıra yukarı tırmanmaya başladılar. * * * Lo, lo, lo Karasu’nun çobanı, dağ, taş inleten civan, canavarın kalbini yumuşatan, ağaç, çiçek coşturan çoban, nasıl da inandın ağaya aptal gibi? Niye tırmandın kulenin tepesine? Keşke su olaydın ananın karnında Haso! Gelmez olaydın ağalarla dolu bu dünyaya. Aşkla alay edecek kadar soysuz muydu Kürt? Vicdanını yitirdi, Allah’ını mı unuttu hepten yoksa? Niye zavallı Haso’yu şeytana pay biçip de dünyayı yasa boğdu? Habire tırmanıyordu koyunlar! Birbirini itiyor kaval sesinden büyülenmiş bir halde, aşağıdaki uçurumu unutmuş, gözlerini Haso’ya dikmiş, tırmanıyordu peş peşe. Herkes şaşkın, herkes hayran izliyordu. Kötü kalpli ağa taş kesilmişti. Zalhe, yarı beline kadar sarkmış ellerini Haso’ya açmış haykırıyordu: 32


“Ben seninim Haso, sonsuza kadar senin. Seviyorum seni, Leyla’nın Mecnun’u sevdiğinden daha çok seviyorum. Seviyorum seni Haso, kelebeğin ışığı, bülbülün gülü, dünyanın güneşi, bitkinin toprağı sevdiği kadar seviyorum. Sen benim ışığım, benim gülüm, sen benim güneşim, benim toprağımsın...” Duyuyordu Haso, yüreği burkuluyor, çalıyor, giderek daha güçlü üflüyordu kavalını.Sürünün önderi boz teke ulaştı kırık basamağa. Hissetti gözünün önündeki ölümü, ama büyülenmişti bir kez. Ayağını koydu basamağın üzerine. Kımıldadı tahta, acı acı meledi güzelim boz teke, havada döne döne uçurumun kayalarına, parçalanmaya gitti. “Hey vah! Benim güzel boz tekem!” diye inledi Haso. Fakat başını kaldırıp Zalhe’yi gördüğünde unuttu tekeyi. Yeniden kavalı ağzına götürüp çalmaya başladı. Tekenin hâlini gören koyunlar durdular. Geri dönmeye yeltendiler. Fakat büyülenmişlerdi bir kez. Ve ilerlediler. Denedi birinci koç, geri geri çekilip ön ayaklarını kaldırdı ve sıçramak istedi, o da acı acı meledi ve tekenin ardından gitti. “Vah vah günahsız koyunum benim!” diye inledi Haso. Zalye’ye döndü, unuttu koçu, üfledi kavalını. Üçüncü koyun denedi, hatta atladı, yapıştı bir an basamağa, döndü, acı ile yukarıya ve gitti uçurumun derinliğine. “Atlayın, geçin, güzellerim benim,” diyor, çalıyordu Haso, “Atlayın kara kuzularım, gelin sahibinize.” Koyunlar hareketsiz kaldılar ve geri geri çekildiler. Öfkelendi Haso, eksik basamağı göremiyordu. Tüm sevgi ve hissini üfledi kavalına. Cıvıltılarıyla taş kesti doğa. Ama geri geri gidiyordu koyunlar.Utandı ağa yaptığından.Umutsuzluktan öleyazdı Zalhe. Değiştirdi ezgiyi Haso. Artık ne çaldığını kendi de bilmiyordu.Rüzgâr esmiyordu, sular durmuş, her şey susmuştu. * * * Kim duymamıştır Lur da Lur’u? Hangi taş yürek dayanabilir ona? Onu duyan aşk dolu kalp titrer, yanar. Onu duyan kız aklını yitirir de sevdiğine koşar. Harikuladedir o, şarkıların onurudur. Meleklerin mırıltısı, Haso’nun has ruhudur o. Koştu koyunlar, çoğu uçuruma yuvarlandı. Eğildi Haso, gördü merdivendeki açıklığı. Anladı her şeyi, baktı ağaya. Zalhe de fark etti, baktı ağaya, baktı Haso’ya. Hissetti Haso’nun kendisi için, kendisinin de dünya için yittiğini. Ve sustu her şey. Lur da Lur da sustu. Ezgisinin son titreşimi havada, ölmeye gitti. Sonra... Bir çığlık koptu.Ve birbirine sarılmış iki vücut, havada döne döne, birlikte gittiler uçurumun derinliğine, tek vücut halinde parçalanmaya. Onlar, Haso ile Zalhe idi.

Çeviri: Vrtanes papazyan Cosmic Efsane Servisi -CES-

33


รงizim FurkanDusk


Dİke En güzeli dürüstlüktür, sonunda adalet kazanacaktır. Aptal insanlar yaptıklarını görüp kendilerini toplar. Kötü karar verildikten sonra yeminler edilir.

İşte o zaman adalet ortaya çıkar ve sesini yükseltir rüşvet yiyenlere karşı gürültü çıkararak peşlerinden gider. Hesiodos

Hesiodos böyle yazmıştı ‘’İşler ve Günler’’ adlı tragedyasında Dike için. Tam tamına 180 dizeye yakın bölüm ayırmıştır Dike için. Yunan Dili’nde birçok anlamı taşır Dike. Ama ben ona, güneşin doğuşu ile batışı arasındaki o eşsiz zaman dilimden doğan Tanrıça demek istiyorum. O muhteşem anın kızıllığını yeryüzüne bağışlayan Adalet Tanrıçası, yani Dike. Dike, Themis’le Zeus’un kızı, aynı zamanda Eunomia ve Eirene’yle birlikte Horaların biridir. Sanırım en çok bundan dolayı adaleti temsil etmesini doğal karşılıyorum: Onun doğanın bir parçası olmasından ve doğayı da temsil ediyor olmasından dolayı. Ancak bir şey ya da bir kötümserlik karışır yeryüzüne. Pandora’nın işlediği suç ya da tedbirsizlik sebebi ile yoksulluk, umutsuzluk sarmıştı her bir yanı, ne kadar kötülük varsa yeryüzünde hepsini salmıştı üstlerine. İşte o zaman bir ok fırladı çarkın tam ortasına. Kurtuluş, adalete güvende görüldü, yani Dike’de. O, doğaya karşı gelinen tüm adaletsizliği parçalayacak ve taşlar nereye aitse oraya koyacaktı. Dike’nin adalet çarkı, Kratos’la Bia’yı kendine yardım etmesi için yanında tutan Zeus’u zorbalıktan çıkarmasıyla dönmeye başlamıştı bile. Zeus artık insanlara yardım ediyor ve iyilik getiren Tanrı oluyordu. Doğa, kendini adalete, yani olması gerekene teslim ediyor, gök, hiç olmadığı kadar kızıl oluyordu.Şiirlere konu olmuş bu Tanrıça’nın adaleti, Aiskhylos’un da onu benimsemesine ve şiirlerinde yer vermesine sebep olur. Bugünlerde en çok ihtiyaç duyduğumuz söz adalet. Kötülük çitlerler sardı her bir yanı, mutluluk boğazımızda tıkalı kaldı, doğa hiçe sayıldı ve amansızca katledildi. Bir meleğin yeryüzüne inmesini bekliyor iki çift göz. Peki, biz tekrar nasıl teslim edeceğiz adaleti doğaya? Dike’yi bekleyerek mi yoksa yeryüzündeki o üçlemeyi kendimiz yaratarak mı?“Adalet dağıtmayan kanun, kanun değildir” Dilerim ki Dike’yi beklemeye gerek kalmaz. Ya da şunu sorsam daha anlamlı olacak: Dike kim?

35

Alev Özkiraz


Hubel’İn Bİlİnmeyen Şİfası

Topraktan çıkarılan ve onun özünden doğan her şey kıymetli. Düşmüşken insanoğlu ziynetin kıymetine, varsaymadı taşın ona vereceği huzuru. Her zamanki gibi yine bilmişlik taslayarak göz ardı ettiği şey, taşların uğuru ve o, etten kemikten olan fakat mükemmel bir işleyişe sahip olan sisteme sağladığı faydaları oldu. Henüz yaşamanın daha karmaşık bir yapısı olduğunu ve evrende bulunan her şeyin kullanım alanlarının maksimum seviyelere ulaşarak çok fonksiyonlu olduğunu anlayamayan insanoğlu, korunma barınma ve yemek gibi temel ihtiyaçlarını karşılamaya yardımcı olan, dayanıklı olmasının en önemli özelliği varsayıldığı altını, bakırı, gümüşü ve çeliği gözleri ışıldayarak topraktan çıkartıp işlediler. Başlarda insanoğlu için farklı görünümlere sahip taşların dikkat çekici tek özelliği görseliydi. Hele ki yağmur yağdığında eriyip onu korumuyorsa o taş pek bir değersizdi veya bir çakaldan kaçarken arkasını dönüp de fırlattığı taş, çakala ulaşana kadar havada un ufak oluyorsa ondan işe yaramazı yoktu şu hayatta. Çok zaman sonra midesi ağrıdığından mıdır bilinmez acılar içinde sıçrayarak dolaşan bir keçi kayaları yalamaya başladı. İçgüdüsel olarak keşfettiğini varsaydığımız bu keçi derdine deva bulmuştu ve artık hiç acılar içinde görünmeyen bir tavır ile hayatına devam ediyordu. Gözlemleri ile evrendeki varlığını korumaya çalışan ve bu keçiyi takip eden insan, biraz zaman alsa da sonunda keçinin problemlerinin kayaları yalayarak çözdüğünü tecrübe ile sabitleyerek öğrenmiş oldu. Bir taş, bu gün isminin mide olduğu bilinen organa, o dönemde; “Tam şuram da bir ağrı var.” diye konumunun gösterildiği bölgeye şifa vermişti. Bu sayede insanlar artık taşlara saygı göstermeye başlamışlardı. Dertlerine derman olan taşlar sadece ellerinde onları yontarak kullanabilecekleri ve üzerine tasvirler çizebilecekleri gereçler olmaktan çıkmıştı. Topraktan geldiği iddia edilen insanoğlu, toprağın özünde ki şifayı keşfetmişti. Artık bazı mağaralarda uyumanın neden onlara huzur verdiğini de bir süre sonra anlayabileceklerdi. Evrende gerçekleşen büyük bir patlamanın sonucu sönmeye başlayan bir yıldız olan dünyamız, bu sönme hareketi ile birlikte üzerinde sert bir katman oluşturdu.

36


Bu sert katman, kayaçlardan oluşuyordu ve rüzgarların etkisi ile un ufak olan kayaçlar, insanın özü olarak tabir edilen toprağı oluşturmuştu. Peki insanın özü olan bu kayaçlardan kopan toprak ve biz, bu toprağın doğurduğu çocuklar isek bizler yıldız tozu değil de neyiz? Tabii ki dünyanın doğurduğu ve günden güne evrilerek farklılaşan çocuklarız. Yapı olarak bolca mineral içeren ve farklı yapısal formlarda olmasına rağmen aynı içeriğe sahip olan kayaçlar taşlar ve toprak, mekanizmamızda oluşan aksaklıklara çözüm oluyor. Tabii tıpkı bir mıknatısın işleyişi gibi bazı maddeleri çekip bazı maddeleri ittiğimizi de varsayarsak her taşta narin sistemimize iyi gelmiyor. Üstelik vücudumuza etki eden bu taşların bazıları zihnimize de etki etmekte. İçeriğinde bulunan minerallerin sistemimizi rahatlatması ve hormonlarımızın işleyişine müdahale etmesi, zihinsel akışımızda da izler bırakıyor. Evrenle bir bütün olarak var olmamız tüm bu etkileşimlerin canlı varlıklara sağladıklarındandır diyebiliriz. Akik taşı, birçok niteliği bulunan gerek bedensel gerekse zihinsel olarak güçlü etkilere sahip olan bir taştır. En güzel yanı ise oral olarak tüketilmediği taktirde her soruna özüm üretebilecek nitelikte olmasıdır. Dünyada en çok bulunabilme ve bir çok eşsiz renge sahip olma özellikleri de ününe ün katan etkenlerdir. Ağrıları geçirme, cilde olumlu etkileri olması, cinsel gücü arttırıcı etkileri gibi canlı varlıklara iyi gelen özellikleri sayesinde ürettiğimiz tanrılar için hammadde olma ayrıcalığını kazanmıştır. Evet, biz insanoğlu tanrılar ürettik. İnandık, diledik, istedik, çare aradık ve bu eylemlerin hepsini bizlere sağlayabilecek olan tanrılar var ettik. Akik taşı tanrı üretebilmemiz için paha biçilemez bir kumaştı. Sorunlar ile uğraştığımız, kaoslara kurban gittiğimiz ve tanrıların bizleri kurtarması için yalvardığımız dönemlerde kırmızı akikten üretilmiş olan Hübel, Ortadoğu’ da insanlığa çare olmak için üretildi ve beklentileri karşılamak için elinden geleni ardına koymadı. Akik taşının güzelliklerini Hübel’e ithaf etmekten asla çekinmedik. Her dönem, her soruna kendince çözümler üreten insan, Hübel’i çok sevdi. Hatta Mekke’ye taşınırken kırılan koluna en değer verdiği maden olan altından bir kol bile yaptı. Sonuç olarak; Hübel memnun, herkes memnun: Yaşasın tanrılar! Yaşasın Hübel!

37

oçokoçi


รงizim Cansu Dinรง


Prometheus karart göklerini Zeus, şu benim yüreğim değil mi, duman duman bulutlarla; kutsal bir ateşle yanan yüreğim, her işi başarmış olan? diken başlarını yolan çocuk gibi de oyna meşelerin, dağların doruklarıyla. o değil mi coşup taşarak, ama benim dünyama dokunamazsın, yukarda uyuyanı aldatarak başımı beladan kurtaran? ne senin yapmadığın kulübeme benim seni kutlamam mı gerek? niçin? ne de ateşini kıskandığın ocağıma. hiç derdine derman oldun mu sen şu evrende siz tanrılardan derdine derman bulamayanın? daha zavallısı var mı bilmem: gözyaşını sildin mi hiç kurban vergileri başı darda olanların? dua üfürükleriyle beslenir kim adam etti beni? haşmetli varlığınız zar zor. güçlüler güçlüsü zaman size umut bağlayan budalalar, ve önü sonu gelmeyen kader, değil mi? çocuklar, dilenciler olmasa onlar değil mi yok olur giderdiniz çoktan. senin de benim de efendilerimiz..? ben de bir çocukken sen yoksa beni yaşamaktan bıkar mı sandın? ne yapacağımı bilmez olunca kaçak çöllere giderim mi sandın çevirirdim güneşe doğru açmıyor diye görmediğini gören gözlerimi; bütün düş tomurcukları? yakarışımı dinleyecek bak işte, yerli yerimdeyim; bir kulak varmış gibi yukarda; insanlar yetiştiriyorum bana benzer; varmış gibi derdimle dertlenecek bütün bir kuşak benim gibi, benimkine benzer bir yürek yukarda. acılara katlanacak, ağlayacak, azgın devlere karşı kim yardım etti gülecek, sevinecek, bana? ve aldırış etmeyecek sana kim kurtardı beni ölümden, benim gibi! kim kurtardı kölelikten?

Çeviren: Sabahattin Eyüboglu Johann Wolfgang von Goethe

39


Dİonysoscu Olumlama Nietzche’nin “Benim felsefem kötümserliğin tam zıttı olan şey, yani itiraz, istisna ve seçim olmaksızın, olduğu haliyle evrenin Dionysoscu Olumlaması’na varmayı ister.” demesi, sadece Apollon’a karşı bir Dionysos fanatikliği midir, yoksa tıpkı Dionysos’un asma ağacı gibi ölüp yeniden dirilen bir felsefe olmasına referans mı? Şarap, neşe ve şenlik tanrısıdır Dionysos. Şehvet düşkünü Olympos On İkilisi’nden Zeus, bir gün Semele adında bir ölümlüye aşık olur. Kandırarak ilişkiye girdiği onca kadının aksine Semele’ye kim olduğunu söyler. Bu ilişkiden haberi olan Hera, yaşlı bir kadın kılığına bürünerek Semele’nin aklını karıştırır. Ona aşığının, sevdiğinin yüzünü görüp görmediğini sorar. Semele, Zeus’u sadece kartal formunda görmüş ve Dionysos’un tohumlarını da karnına öyle almıştır. Semele, istediği bir şeyi yapması için, bunun ne olduğunu baştan söylemeden, sevgilisi Zeus’tan Styx Yemini etmesini ister. Bu yemin, Yunan Tanrıları’nın üzerinde bağlayıcı yeminler ettiği Styx Nehri için edilirmiş. Yemini ettirdikten sonra Zeus’a onu gerçek formunda görmek istediğini söyler. Bir ölümlünün küle dönmeden Tanrıların Tanrısı Zeus’u bütün kudretiyle görmesi mümkün değildir. Hıristiyanlık öncesi stoacılığın içerisindeki kozmos nasıl ki insani ve dünyevi aşk olan göklerdeki babamız tarafından yok edildiyse Nietzsche’nin felsefesine gebe Semele de Zeus’u görünce bir yıldırımla yanarak küle dönüşür. Zeus, cenin halindeki Dionysos’u Semele’nin karnından alır ve yeniden doğana kadar bacağına diker. Dünyevi ve insani aşkını ve tanrı fikrinin içinde bizi “tepkisel güçlerin ikiyüzlülüğünden kurtaracak, kendimizi geçmişin ve geleceğin ağırlığından özgürleştirecek” Dionysos büyür.İkinci doğumundan sonra Zeus oğlunı Hera’nın gazabından korumak için Nysa Dağı’ndaki orman perilerine teslim eder. Nysa Dağı’nda insanlara kendilerini tanrılar kadar güçlü hissettiren şarabı yapmayı öğrenir Dionysos. Belki de Dionysos’un şarabından içince haykırmıştır Nietzsche, “Tanrı öldü!” diye. Nitekim Dionysos’un Hera’dan kurtuluşu o kadar kolay olmaz. Frigya topraklarında Rhea’nın (Kybele) koruması altına girene kadar Hera’nın nefesi ensesinde yaşayan Dionysos, ancak burada kendi kültünü oluşturabilmiş. Şarap içen insanların etrafında çılgınca dans edip avladıkları hayvanları çiğ çiğ yedikleri, bir çocuğu paramparça ettikleri ritüelleri yaşayabilmiştir. Zerdüşt’ü doğuran adam anlamdan yoksun bir gönderme mi yaptı, yoksa “Dionysoscu Olumlama” diyerek bizim bütün bir Antik Yunan’a yapı sokumu yapmamızı mı istedi bilemeyiz ama ağzımıza değen ilk Dionysos’un şarabıyla haykırabiliriz..

40

Ahmet soykarcı


Türkİye Kadar Bİr Pırasa Hayırlısı kelimesi herhangi bir çekim kuvveti içermez. onu olunca göremeyiz. olunca anlayamayız. Dileğimize gerçekle birlikte yamayamayız. Kelebek dürbünü değildir. Ortadan kaldırıp yerine yenisini koymaz. Hayırlısı kelimesi olanı açar. Açık olan, olanı alır, olana Ay sokar çıkarır. Güneş’e bandırır. Toprağa sürter, çiçek koklatır olana. Olana put temin eder. Hayvan eşya edinmek gibi. Mal olan eşyayı parayla tavlamak gibi. Olanın açılmışlığına takıp çıkarılabilir. Türlü renk ve renk edinememişlikle düşünceyi anlamsız görünümü suya götürür kılar. Ve sağlanan putlar olana tanrı aktarmaz. Hayal mülk edinmez. Sorumluluk kabul etmez. Mevki iddia etmez. Hatta biz Allah’ı da severiz ki putları yarattığından ötürü. Hubel kırıldıktan sonra tesbih oldu mesela. Çekiyoruz. Kabe’ye gidecek kadar zengin olmak zorunda kalmadık. Hubel ile Allah çekiyoruz akik akik, kırmızı kırmızı. Capceylicalaculalalicabuceylicapcup. Hayatın anlamını açıklayan sesler varmış gibi. Beni dinlemenizi seviyor. Ve putur putur deniz kaydediyorum sizlere. Canım insan olarak dünyaya gelmişlerim. Boynunda iki gözüm görmüyor tabelalılar. Ve bunu boynuna yazmamak için çalışanlar. Hayatınız instagram videolarım kadar güzel olsun. Taktik maktik yok; tükür yala, tükür yala. Putla parlat yalancılığı. Ta-put olana kadar sarılım icat etmek imandandır. Deniz kaydeden tütüne sarılır. Türkiye Kadar Bir Pırasa güzel başlıktı, kabul buyrun lütfen. Hayırlısı olsun deyince herkes için olmasını istemek bana mitoloji tarihinden bir maaş bağlamadığı için üzgün değilim, üzgün değilim, üzgün değilim çünkü. Bir de kendime seni yerim deme meditasyonuma bütün putperest kardeşlerimi beklerim. dik not: Vitamini ejderhasında gizlidir. Bunları okuyamayacak kadar fakir yahut yoksun durumda olanları çok severiz, pek severiz, şiire koyarız, romana basarız ,sergileriz onları. Bu sayede envai çeşit putla seviştiğimiz olur, haklarını helal etsinler. Bunları okumaya tenezzül etmeyecek denli put edinme maddi imkanına sahip olanlar ve ölmeden önce puta dönüşünüz ayetine bunları okumayacak kadar secde etmişler şeytana dahil değildir. Albus Dumbledore sesiyle: SILENCEEEEEEE

41

Can Küçükoglu


รงizim Seungyepark


Çİftlİk Gemİsİ

İnsanlar, Güneş Sistemi’ne yayıldı. Başka gezegenlere, başka uydulara, hayvansal besin ihtiyacını karşılamak için balık gemileri, çiftlik gemileri, sürüngen gemileri gibi gemilerle her türden ekolojik dengeye yardımcı olan canlıları Güneş Sistemi’ne yaymak, Salih’in ve diğer mürettebatın göreviydi. Yolculuk yeri sırasıyla; Mars, Ganymede Lo’ydu. Birisi dişi, birisi erkek olmak üzere ikişer adet inek, boğa, koyun ve keçilerdi. Bu yerleşimsilerde insan nüfusu 995.000’e yaklaşmıştı. 2120 yılında, yerleşimsilerde patates, fasulye, nohut ve mercimek stokları, bu nüfusa yetmeyecek kadar azdı. Geriye kalan protein ihtiyacı için ne yazık ki Dünya’dan gelen et çeşitlerine ihtiyaçları vardı. Bunun için konserveler gönderilebilirdi ancak, konserve suyu insan sağlığına zararlı olduğu kanıtlandığı için yasaklanmıştı. Buzluk içerisinde saklayıp göndermekte, uzay yolculuklarının bir yıldan uzun bir biçimde sürmesinden dolayı, etler eksi altı derecede en fazla altı ay dayanabilir. Canlı hayvan embriyosu götürüp orada çiftleştirerek büyütmek daha mantıklı bir hareketti. Bu sebeple biri dişi, biri erkek olmak üzere, domuz, tavuk, inek, boğa gibi hayvan embriyolarını, yapay anne rahimlerinde belirli zamana dek dondurarak veya gelişimini sağlayarak bu hayvanları gidilecek gezegenin yerçekimi ortamına uygun biçimde yaşayabilmeleri hedefleniyordu. Gemi, SSALCA61, eski bir savaş gemisiydi. Mürettebatı da zorunlu bir şart olarak askeri birlikten oluşmaktaydı. Önceleri Mars ile Dünya arasındaki bir alanda AEB, CSA ve ISRO ortak bir açıklamayla bu gezegenler arasındaki iki asteroitten, gizemli sinyaller alındığını açıklamıştı ama ne kendileri, ne de diğer uzay ajansları bu sinyalleri araştırmıştı. Bütün öncelik başka yerleşimsiler kurmaktı. Bu çiftlik gemisinin altı kişilik mürettebatından Şefika, nöbetçi asker olması sebebiyle restoran bölümüne gitti. Burada yemeklerin hazır olabilmesi için, her gün ayrı bir nöbetçi askerin, restoran bölümünde, yemeklerin hazır olabilmesi için bazı işlemler yapması gerekliydi. Bu işlemleri yaptıktan sonra, iklim ve havalandırma bölümüne giderek içerisinin hava durumunu yirmi üç dereceye çıkardı. Sıradaki işi ise uyandırma servisini devreye sokmaktı. Gidip onu da devreye soktu. 43


Bütün mürettebat uyanıp ana mürettebat odasına gittiler. Uzay şartlarında kas kütlelerini kaybetmemek için üç saatlik bir antrenman yapacaklardı. Buradaki antrenmanlar, PÖH ve JÖH askerlerinin yapmış olduğu antrenmanlara benzemekteydi. Yerçekimsiz ortamda dönme egzersizleri, koşu, uzay ortamında -gemi dışı- otuz dakika kalmak bunlardan yalnızca bazılarıydı. Bu antrenmanlardan sonra Serkan, çiftlikteki yapay anne rahimlerini kontrole gitti. Burada erkek bir keçinin, dişiye oranla daha hızlı büyümüş olduğunu gördü. Vücudunda yeşil benekler ortaya çıkmıştı. Bu durumu elindeki tablet bilgisayar ile bu hastalığın ne olduğunu bulamadı. Göğsündeki telsiz ile veteriner olan Venüs’ü yanına çağırdı. Ancak, bu sorunun çözümünü o da bulamadı ve yapay rahmin işlevselliğini sona erdirdi. Keçi, büyümeye devam etti. Büyümeye devam etmesi onu keçilikten uzaklaştırıyor, başka bir canlı olmaya yakınlaştırıyordu. Beyaz kürkü ortadan kalkmış, ön ayakları ise elleri olmuştu. Elleri yeşil renkliydi. O pislik ellerden, karbondioksit ve hidrobromik asit salgılanmaktaydı. Serkan, yerdeki yanmayı fark edince, Venüs’ün ellerinden tutup kendini dışarıya attı. Eline telsizi alıp bağırdı: “Haluk! Çiftliğin kapısını kapayıp uzaya sal! Haluk! Haluk!” Cevap veremiyorlardı. Çünkü diğer taraftakiler ilk defa bir düşünebilen, dünya dışı varlıkları tespit etmişlerdi. Uzaylıların gemileri, dünya iletişim araçlarının frekansını kesmekteydi. Venüs, eline almış olduğu bir tabanca ile o canlıya doğru sıktı. Ancak olmadı. Canlı ikisine doğru yürüyüp, ellerinden hidrobromik asidi sıktı. Önce üstlerindeki tişörtler, pantolonlar, sutyen ve boxerları yandı, sonra ise yavaş yavaş tenleri. Yere yığılıp kaldılar. Öyle bir acı hissediyorlardı ki, tenlerinin beyaz renkleri, kırmızıya dönemeye başlamıştı. Yaratık, ince bir kalsiyum tabakası kalana dek hidrobromik asidi üzerlerine yağdırmaya devam etti. Asitten dolayı zırhı dayanamayan çiftlik gemisi, delinmiş ve içerisindeki tüm oksijeni aniden dışarıya bırakmıştı. Geminin uyarı sistemleri, uzaylı gemisindeki sinyal kesme sistemlerinden dolayı çalışmıyordu. Altı kişilik geriye kalan mürettebat, nefesleri kesildiği için ölmüştü. Yaratık, beş dakika sonra o delikten dışarıya doğru sonsuzluğa uçmuştu.

Atakan Güngör

44


Uzay Kokar mı? Astronot Scott Kelly “Ne zaman birisi uzay yürüyüşü yapsa, döndüğünde o koku üzerine sinmiş oluyor. Ne zaman (uzaya çıkılan oda olan) basınç odasının kapaklarını açsak, içeri o koku doluyor.” demiş. Uzay kokar. Sigara dumanı, araba egzostu, yanmış et gibi kokar. Çünkü uzayda serbestçe dolaşan hidrokarbonlar yani uzay boşluğunda gezinen polisiklik moleküller ile alakalı. İngiliz parfüm markası Omega Ingredients’tan Steven Pearce adlı kimyagerle anlaşan NASA, astronotları eğitmek için aynı kokunun üretilmesini istedi.

Sovyet Uzay İstasyonu: Mir Mir, daha önce Sovyetler Birliği tarafından gönderilmiş olan Salyut serisi uzay istasyonları baz alınarak yapılmıştır. İnsanlığın uzayda uzun süre düzenli olarak içinde yaşadığı ilk uzay araştırma istasyonudur. Rus Devrimi öncesinde “mir”, bir köylü topluluğu tarafından işlenen toprak parçalarına verilen isimdi. Bu topraklarda yaşayan köylülere, yüksek vergiler alınarak çok büyük bir sosyal baskı uygulanırdı. Eğer bazı köylüler miri terkederlerse, kalanlar daha yüksek vergi ödemek zorunda kalırdı.

Astronomi’nin Doğuşu ve İlk Rasathane Astronomi tarihöncesi varo Goseck çemberi yakınlarında lan nadir bilimlerdendir. Mitolojik, bulunan Nebra gök tekeri ise Almandini ve astrolojik yorumlarda yoğunya’da bulunan başka bir tarihöncesi ca kullanılmıştır. Bazı ilk uygarlıklar astronomiyle alakalı bir arkeolojik yıldızları tanrısal obje ve ruh olarak bulgudur. Nebra gök tekeri yaklaşık tanımlamıştır. antik çağdalarda en 30 cm çapında, mavi-yeşil kayaç kiri yoğun anlamda icra edilen, bilimlerkaplı, üzerinde güneş ya da dolunay in anası olarak görülen bir bilimdir. olduğu sanılan, ayrıca içlerinde Ülker İnsanların gökyüzüne olan ilgisi, yuyıldız kümesinin de bulunduğu yıldıkarıda asılı duran cisimleri incelemzlar ve çok kürekli bir güneş teknesi eye itmiş ve teleskobun bulunmasıyolduğu düşünülen birçok çizgi, hilal la bu gözlemler daha etkin bir hâl şeklinde altın işleme işaretler bulunan almıştır. Dünya’daki ilk rasathane bronz bir tekerdir.[2] Ve Almanya’da olan Goseck çemberi M.Ö 4900 yıl2011 yılında Magdalenenberg’de bir larında Almanya’da kurulmuştur. Bu ay takvimi keşfedilmiştir. gözlemevi 1991’de keşfedildi.

45


Ay’da Tuvalete Gitmek Ay, insanların üzerine iniş yaparak yürüdükleri tek gökcismidir. Astronot Ay’da yürürken tuvalete gitmek isterse ne olur? Astronotun tuvalet ihtiyacı için özel keseler vardır. Ayrıca eğer yemek yemek isterse, ki ister, sırt çantasında komprime yiyecek ve içecek de bulunur. Bunlar özel bir bağlantı ile ve bir düğmeye dokunmakla astronotun ağzına gelir.

Kehanet Sanatı ve Kâhinlik czz, iki yıla kalmadan tüm kıtaların en ısrarla beklenen fanzini olacak dersek, bu bir kehanette bulunmak olurdu mesela. Yani, kâhinlik, meydana gelecek olayları birtakım yöntemlerle önceden bilmeye çalışma olarak tanımlanır. Eski uygarlıklar içinde kâhinlik çalışmalarına önem vermemiş bir uygarlık hemen hemen yok gibidir. Fransız hekim, eczacı, kâhin ve astrolog olan Nostradamus ya da tam adıyla Michel de Nostredame, başlığı görür gürmek akla gelen ilk, bilemedim ikinci isimdir. Nostradamus, kehanette bulunurken, konuyla ilgili mitolojik referans verirdi. SSCB ve Amerka Birleşik Devletleri’nin Soğuk Savaş Dönemi Uzay Yarışı -en heyecanlı kısım geldi ABD ile SSCB arasındaki bu yarış 1957’den 1975’e kadar sürmüştür. Uzay yarışı, ABD’nin teknolojik açıdan SSCB’den ileride olduğunu öne sürdüğü dönemde, SSCB’nin 4 Ekim 1957 yılında uzaya attığı Sputnik-1 adlı ilk yapay uydu karşısında, Sputnik-1’in fırlatılması uzay yarışının başlangıcına ve ABD’de Sputnik krizine neden oldu. Sputnik’den sonra çalışmalarını hızlandıran ABD Explore-1 adlı uyduyu fırlattı. Bu uydular bilimsel çalışmalarda kullanıldı. Her ne kadar uluslararası jeofizik yılına katkı amaçlı atıldığı söylendiyse de uyduların asıl amacı; uzay yarışını devam ettirmekti. Sovyet Uzay Köpekleri Yarışı Ateşlemiş: 1950’li ve 60’lı yıllarda Sovyetler Birliği yörünge altı ve yörüngesel uzay uçuşlarında insanlı uçuşların mümkün olup olmayacağını belirlemek için pek çok köpek kullandı. Bu dönemde SSCB’nin uzaya fırlattığı araçların toplam kapasitesi en az 57 köpeğe yetecek kadardır; ama bazı köpekler birden fazla defa uzaya gönderildiği için aslında uçuş gerçekleştirenlerin sayısı daha azdır. A6D’nin ve SSCB’nin Dünya yörüngesine uydu göndermeyi başarmalarının onlara kazandırdığı tecrübe önce SSCB’ye daha sonrada ABD’ye uzaya canlı gönderme cesaretini verdi. SSCB,1946’da gönderilen meyve sineklerinden sonra, Sputnik-2 uçuşu ile yörüngeye gönderilen ilk canlı olan Laike adlı başıboş gezen “fox terrier” cinsi köpeği 1957 yılında uzaya gönderdi.

46


Son derece Ăźcretsizdir.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.