se-a, ses deneme bir ki se se se-a... 1. sayı açılış konuşmasına hoş geldiniz! Selamlar şehir şehir insan, sevgiler fanzincilik! Nefesleri tuttuk, biz geldik! CosmicZion, kutsal vadedilmiş cosmic topraklarda yaşama hedefiyle yola çıkan zine ruhu. Ne diye geldik? “Seviyosun bu hayatı!” değil sadece, “Mitolojik bahçelerde top koştururken edebi röveşatalar atalım mı?” diye sorup kendimizi onayladık ve şimdi ilk sayımızla buradayız. Neler yapacağız? Aklımıza ne eserse onu yapacağız. Sokakta dolaşan fanzinin izahat vermesi gerekmez diye, kendine bile. Birkaç hedef belirlemedik değil; mitolojinin Yunan’dan ibaret olmadığı hakkında epey konuşacağız. Kazak Tanrılara saygı duruşunda bulunurken İskandinav Tanrıçalarına göz kırpacağız. Tabii ilk sayıyı Atlas’a ithaf ettik en Yunanından. Ama onun özel durumundan kaynaklı; gök küreyi omzunda taşıyor, önceliği kendinde. Bazen ise uzayı ters yüz edip evlere servis edeceğiz. “Bunu asla yazmayız/yapmayız” demeyeceğiz; kalem bu, kıvrılır… Hatır-gönül fanzinciliğine de nokta. Evet, böyle; ”.” Öyle. Kim kimiz?
O İİR C
-Ş YAZI
e
tin men
Cle
NLER
LEYE SMİC
aş Akt Can ee et Ce h elam S r Onu Diga ydın ay mA ıl S Yalı Faz p i c kça Ne en A m k Gö atı mi B a h l İ lu f koğ İtha üçü K Can s kinu alis Zap at H n h r Se İçe kay Ber ra Kah ürola G Can Yiğit t Mer
CO S Oğ
Mİ
CG
ÖR SE Şe ulca LL y n Se man Sa ER lih rh u r İlh at A S k a İth mi B Yüze arık boy a a r a ya un f tı Et ra fi Ed a
Ön kapak Sercan Salkır’dan Arka kapak Ayberk Oğuz’dan
ATLAS’IN KOCA TANRI ZEUS İLE SAVAŞI “Dünyanın bittiği bir yerlerde Güzel sesli akşam perilerinin karşısında Dimdik durup ayakta tutuyor göğü Başı ve yorulmaz kolları üstünde. Akıllı Zeun’ un ona ayırdığı kader bu. Bu Atlas görür denizin bütün uçurumlarını, Ve koca direkleri omuzlarında taşır, Yeri göğü birbirinden ayıran direkleri” ( Odysseia I, 53-55)
Titanomakhia ya da Titan Savaşları, temelde Olimposlular lideri olan Zeus ve bir Titan olan babası Kronos arasında başlar. Bir büyücünün, çocuklarının kendisini tahttan indireceğini söylediği Kronos, hakimiyetini güvene almak adına Rheia’dan olan tüm çocuklarını -Zeus, Hades, Poseidon ve Hera- yutar. Fakat Rheia, Kronus’un bunu yapacağını bildiği için kundağa bir taş koyar ve Kronus’un taşı, oğlu Zeus sanarak yutmasına yol açar. Zeus, kardeşlerini babasının karnından kurtarmak için büyümeyi bekler. Sonra Titanlara karşı bir savaş başlatır, kardeşlerini babasının karnından çıkararak Kronos’u tahttan indirir ve baş Tanrı olur. Sonucunda Hades ölülere hükmeden yeraltı Tanrısı ve Poseidon denizler, depremler ve atlar Tanrısı olur. Tarih boyunca ileri kuşaklar bu savaşın devamını getirmiştir.
Atlas ise Titan Iapetos’un Klymene’den doğma oğludur. İkinci kuşak bir Titan’dır. Klymene’nin 13 çocuğundan en güçlü olan çocuğu olduğu söylenir. İnsan yaradılışından önce, iki ilahi ırk arasında çıkan savaşa; yani Titanların büyük Tanrılara karşı açtığı savaşa, erkek kardeşi Menoetius ile birlikte katılmıştır. Titanlara önderlik eden Atlas’ın saldırdığı Olympos’ta savaşı Olymposlu Tanrılar kazanınca Zeus, Atlas hariç tüm Titanlıları Tartaros’a kapatmıştır. Atlas’a ise başka bir ceza vermiştir: Bu zamandan itibaren Atlas, gök kubbeyi bir an olsun sırtından indirmeden taşıyacaktır. Ve bu zamandan itibaren göksel küre ve yer küre -Uranos ile Gaia- bir daha asla bir araya gelmeyecek biçimde birbirinden ayrılmıştır. Olymposlular ve Titanlar arasındaki savaş böylece sona ermiştir; Titanlar tarihe gömülmüştür. Göğü ve yeri ayırmanın tüm yükünü ve Olymposlular’a yenilme yıkıntısını omuzlarında taşıyan Atlas, günümüzde var olan birçok yere adını vermiştir: Atlantik, Atlas’ın denizi, Atlantis de Atlas’ın adasıdır. İlelebet gök eksenini temsil etmeye zorunlu kalan Atlas, aynı zamanda astronomi bilgisine sahip Tanrı da olmuştur.
2
MİTOLOJİ YENİ BİR DİLE GİRİŞTİR Mitoloji, yeni bir dile giriştir. içinde birçok kavram ve anlam saklıdır. İnsanın doğa, insan ve kendisi ile ilişkisini anlatır. Ama en çok da doğa ile ilişkisini anlatır. Paglia’nın dediği gibi “insanoğlu doğanın gözdesi değildir”, ancak doğa insanOĞLU için en gözde düşmandır. Yapıntıların hepsi doğaya karşı bir savaşın sonunda oluşur. Kaostan Kozmosa geçiş de böyledir. Evrenin boş, karmaşık, akışkan, geçişli ve kontrol edilemez oluşumu kozmosla düzene, birliğe, biçime kavuşur. Doğa kültürlenir, çekişme başlar. Mitos; doğanın, kaosun sesinin logos ile kavranması ve anlatılmasıdır. Bu yüzden de insana ait her şeyi buluruz içinde. “Ben kimim, nereden geldim, bulunduğum yerle ilişkim ne, ölümle nasıl başa çıkabilirim....” Tüm bu sorular, mitosları doğurur ve asla sona ermeyecek bir anlatı haline getirir. Kitonyen doğanın daemonikliğini hep unutmak isteriz ve bu istek mitleri daha güçlü hale getirir. Hesiodos, “Khaostu hepsinden önce varolan, sonra geniş göğüslü Gaia, Ana Toprak” der ve parthenogenesis başlar. Her tarafı saran Gaia’ya eşit yıldızlı gök Uranos, azgın dalgalarıyla şişen Pontos. Böylece kozmos oluşur. İnsanın kendini güvende hissedeceği, düzenin, iyiliğin(!), Apollon’un dönemi. İşte, dünya böyle bir yerdir. Kaos ile kozmosun; Dionysos ile Apollon’un, doğa ile kültürün dikotomisi ile beslenen mitlerle dolu bir düzendir. Mitler yok olmaz, şekil değiştirir, uyum sağlar, zamanın ruhuna göre çekişmede öne çıkanlar olur, arkada kalanlar. Mitler, ideolojiyi simgesel anlatımları ile aktaran önemli belgelerdir; çağdaş akıl, mitolojiyi, doğanın dünyasını açıklamak için ilkel, arayış içindeki bir çaba (Frazer); sonraki çağların yanlış anladığı, tarih öncesi zamanlardan gelen şiirsel fantezinin bir ürünü (Müller); bireyi topluluğa göre şekillendirecek bir alegorik(resim/heykel/ canlandırma) bilgi yığınağı (Durkheim); insan ruhunun derinliklerindeki arketipsel dürtülerin belirtisi olan bir dizi düş (Jung); insanın en derin metafizik sezgilerinin geleneksel aracı (Coomaraswamy) olarak açıklar. Bu yaklaşımlar hiçbir zaman tam bir fikir birliğine ulaşamaz, çünkü mitik yapı sanılanın aksine meta anlatından mikro anlatıya sızar ve tanımlanması ve tanınması zor bir hale gelir. Modern, Apollonik mitlerin, postmodern ise Dionyzyak mitlerin dönemidir. 3
Cl em e n ti n e
รงizim
oฤ ulcan salih akboyun
Bir İblis Tiyatrosunda Yaşanan Terör Saldırısında Hayatta Kalanlardan Mektuplar İblisler, o gece başlığı güzel olan tüm mezarlardan birer kavanoz toprak almışlardı. Mutlu bir şekilde mezarları dolaşıyorlar, her toprağı başka bir memleketten aldıklarının hayalini kuruyorlardı. Frenk memleketinden bir avuç toprak aldıkları sırada bir iblis, içindeki tüm medeniyet aşkıyla buna karşı koymak istedi. Ona göre, sanki tüm sanatlar o toprakla birlikte sökülüyordu ancak kelimeler ağzından dökülmedi, sustu ve intikam almayı düşündü; medeniyet için bunu yapmalıydı. “Keder mevsimi” isimli tüm hayal kırıklıklarını anlatan oyunlarının sonunda kavanozları kıracaklar ve kozmopolit bir yaşam isteyeceklerdi. O an geliyordu. Medeniyet aşığı iblis, kötü haberler getiren kargalarla birlikte volta atıyordu, tek bir seferde bunu yapmalı ve başarılı olmalıydı. Tüm ruhları söndürmeliydi. Kavanozlar kırılırken içimdeki tüm kin ve nefretle sahneye atladı. Bütün kuvvetiyle kinini kustu. Yer ve gök titriyor, insanların ruhları çekiliyordu. Zaman manasını kaybetmiş, geçmiş ve gelecek birbirine karışmıştı. İşte bu patlamadan geri kalanlardan mektuplar: 1
Bana son görüşmemizde “Seninle bir Arap ile bir Yahudi’nin dost olduğu kadar dostuz ve ben bir Yahudi’yim. Ancak üzülme, seni bu hastalıktan kurtaracağım…” demişti. O günden beri rüyalarda onun Tanrı mavisi gözlerine bakmak istiyor ancak gerçek kimliğime kavuşamadığım için buna cesaret edemiyordum. Bu Yahudi, beni gerçeklik kimliğime kavuşturacağını sanıyordu ama asıl kavuşacağım şey onun gözleri olacaktı. O sözlerinden sonra ağlama duvarını keşfetmiş gibi mutluydum. Onu bir daha görememiştim. Tüm gizli ilimlerin anlam bulduğu yerleri kulağımda onun sesi ile arıyordum. Fransa’da bir gettoda Tanrı mavisi gözleri aradığımı söylediğimde nasıl da gülüyordu bana koca kıçlı madamlar. Oysa o gözler madamların fuhuş kariyerlerini tek bir hamlede silecek kadar güçlüydü. Ancak böyle bir kariyeri ruhum kaldıramazdı. Muhtemelen salonun ortasında çıplak bir şekilde intihar ederdim. Tüm bu arayışların sonunda umutsuzlukla yere çöktüğüm sırada bu tiyatronun afişini gördüm. Bütün ilimlerden uzaklaşmak biraz da rahatlamak için iblisleri izlemek istemiştim. 2
Deniz altında bir teğmenim ve kapalı alanlardan korkmam. İçimde kalbe dokunan bütün asker şarkılarından bir şeyler var. Sonsuz bir maviliğin tam içindeyim. 5
Yanımda mataram, bıçağım, tüm o asker teçhizatları ve özlediğim kokun var. Üstünü örten tüm çıplaklığa hayranlığım hâlâ geçmedi. Bana kötü sesli bir adamın avaz avaz bağırarak okuduğu şarkılarda bile güzellikler buldurabiliyordun. Son bir kez yıldızlara bakabilmek ve sana sarılmak isterdim. Şimdi içimde tuttuğum o kelimeleri sana yazmaktan bile korkuyorken hayatıma son vermeyi düşünüyorum. İntihar ettikten sonra sonsuzluğa göçmeden -belki de hayatı kavramak için- bu tiyatroyu izlemek istedim. 3
Floransa’da, Rönesans döneminde, Da Vinci’ye poz vermiş bir kadınım. Kentin tüm telaşından kaçabilmek, sadece bilinmezliği düşünmekle olabiliyordu ve bunu düşünmek benim için en zevkli şeydi. Medici Ailesi, her sokaktan çıkan hiçbir şey ve içinde bulunduğum evreni anlamaya çalışmak benim sonum olmuştu. Şimdi bir başka evrende klişe olan her şeye baş kaldırdığım için öldürüleceğim. Son isteğimi sordular nezaketen son kez küfür edebilmek için bu tiyatroyu izleyenler arasına katılmak istedim. “Bir mana var elbet asılı duran bulutta Telaş içinde bulutları izleyen çiçekte Yutmak her bir zerreyi tek solukta Bir mana varsa o elbette sevmekte” 4
‘’Seneler geçiyordu. Ben ise mezarının başında aklımdan geçen marşlarla, seninle birlikte yürümenin hayallerini kuruyordum. Senin mezarının başında geçirdiğim son saatler bunlar. Sana sarılamadan ölmüş olmanın burukluğu her yanımı her geçen dakika daha çok saracak ve bir nehir kenarındaki darağacında sallanan bedenim omuzlarında biriken tüm sorumluluğa senden cevap almak için yapışacak.’’ Ben sade bir insanım. Bu tiyatroya yüzyıllar önce bir nehir kenarında can veren atalarımı anmak için geldim. 5
Gösterişsiz gömleğim ve alnımda boncuk boncuk birikmiş ölülerle bir golem sırtında dünyayı dolaşıyorum. İçimde tüm medeniyetlerin kiri, doğamadan ölmüş tüm çocuklar ve yağmur altında barut kokusu var. Yolculuğum sırasında gördüğüm tüm o kültürlerden ve insanlardan o kadar sıkıldım ki kendimi iblislere yakın görmeye başladım ve bu yüzden bu tiyatrodaydım. İblisler aramızdalar…
6
Etrafi
Göksel Küre
Üç erkek kardeş dünyayı yönetmenin üç yolunu bulup üçü arasında bölüştürdü, üç büyük sorunun üç düğümü çıktı ortaya; gökler, denizler, yerin yüzünden cayanlara yerin altı. Zeus aldı gökleri, Poseidon denizleri, yeraltı Hades’e düştü. Ve ben, göksel küre; hiyerarşiye başkaldıran Atlas’ın omuzlarına yıkıldım. Ben Zeus’un üstündeyim; Zeus, Poseidon’un; Poseidon Hades’in. Yerkürenin aksine, buralar havadarmış gibi görünse de, buharlaşıp bana karışan tüm tuhaflıklar bünyeme doldu. Her şeyin aksine, akıp giden zamanın zıddına, tam tepesinde seyirdeyim yer küreyi. Yeryüzü, istediği gibi yaşamasına karşı koyduğu tüm varlıkları bana kavuşturur. Yanınızdan ayrılıp buradan sizi izleyen bir ölmüş de yok. Ölümsüz Atlas, ölenlerin sırtının yüküyle ölenleri kıskanırken, onları gökte çok aramayın. Yerin üzerine düşmeme gücümü Atlas’ın omuzlarından, Herakles’in düzenbazlığından alırım. Şimdi burada olsa, ejderhanın koruduğu üç altın elmadan dem vurur, eksenin günlük devinimlerini haksız çıkarırdı. Yine de teslim olmam ona. Burada durmanın da birkaç formalitesi var; ilk önce tahammül edeceksin. Neticede buradan nasıl göründüğünü bilemezsiniz; bir serüven tadında, görülmeye değer bir şenlik görüntüsündeki büyük kaos.
Katlanamam sandım başta, öyle bir kapı aradım ki; göğü içine sığdıracaktım. Öyle bir kapı; yeri, yerde bırakacaktım. Akıl dışıydı bütününü aynı anda görmek. Göğün diğer katları da tanık olmasın diye bu rezalete, tez elden örttüm üstünü. Büyük dalgalar arasında yelkeni çekmiş göğüs geren, sürüp giden bir savaşın gemisi gibi. Aymazlıkla dönmek ve ilelebet durmamak fırsatı verdiği için büyük Tanrı’ya kerteriz aldım. Onu, bulmam gereken yerde aradım: Atlas’ın nefesinde. Titanların öfkesi, onunla beni, gök kubbe ile yeryüzünü, birbirinden ayırdı diye bir hürriyet seziyorum, akla uygun düşmüyor. Beni o uydurdu; o ve onun içinde olup onu çözmekle uğraşanlar. Ben, dönerken ve onları içimde döndürürken –zaman- dedin adına. Zaman yoktu, Atlas yorulup sendeledikçe sarsıldım omzunda, sonra küçük adımlarla dik durmak için doğruldu, düz durdum omzunda. “Dünya’nın kendi ekseni etrafında 23 saat 59 dakika” diye uzayıp giden –zaman- saçmalarından söz ediyorum. Pürtelaş sağa sola savrulan ve göğüs kafesime dolan varlıklarından söz ediyorum. Üç erkek kardeş dünyayı yönetmenin üç yolunu buldu; beni buraya hapsetti. Atlas’ı bana, kalanlar Tartaros’ta. Ben, yerkürenin tam aksine göksel küre. Tutturduğum seyrüsefer, sabretmesini öğrenmeyen aceleci insanlar için fazla uzundu, zaten onlar da çok kalmadılar.
8
ATLAS, ÇANAK ANTEN NEDİR BİLMİYORDU Sen rahat rahat çizgi film izle diye ben, o anteni, o kör çatıda, tek ayak üstünde saatlerce tuttum geceleri. Güneş battıktan sonra çizgi film izleyebilecek kadar zengindin. Ben hiç geceleyin çizgi film izlemedim. Bunu problem de etmedim. Sen ediyordun. Ertesi gün suratın hep asık oluyordu. Suratın bir kere asıldığında çekilmez biri oluyordun. İnan bunu da problem etmiyordum ama çevrendeki prenseslerle girdiğin münakaşalar kanıma dokunuyordu. Sokaktaki bütün kızlar o gün senden nefret ediyordu. Sen bundan zevk mi alıyordun emin olamıyorum. Ama insanlar seni sevsin istiyordum. İnsanlar oturup saçını başını karıştırsın, yanaklarını sıksın; sen mutlu ol, sonra da hemen köşelerine çekilsinler. Senin için planladığım hayatta bu yaşadıklarının hiçbiri yoktu. On bir yaşında haddimden büyük planlar yaptığımın farkına çok geç vardım. O gün bayat ekmek gibiydin. Fakat nasıl olurdu, tüm gece çatıda nöbet tutmuş, en sevdiğin çizgi film -Aaahh Real Monsters- bitene kadar soluksuz anten sırtlamıştım. Öyle anlarda kendimi dünyayı sırtlayan Atlas gibi hissederdim. Atlas’la da senin izlediğin çizgi filmlerle tanışmıştım. Herkül’deydi galiba. Seni bu kadar dikizlediğimi bilsen bana kızar mıydın? Yine de perdeleri kapama, karınca dolabilir ekrana. Madem filmini izlemiştin, neden canın sıkkındı? O günlerde sana öyle sorular sormanın cezası çıplak ayağa yüz falakaydı. Ama inan, sormasaydım dişlerim dökülürdü. Benim parçası olamadığım bir kötülük yaşamıştın. Öğrenmeli ve telafi etmeliydim. Sordum ve söyledin. Bu kadar kolay olmasını planlamamıştım. Şaşkınlığım o yüzdendi. Babanla ilgili anlattıklarına şaşıramazdım. Sanki, “Aaahh Real Monsters bittikten hemen sonraydı” diye başladığın o cümle, “babamla mutfakta karşılaştık, su içiyordu, sonra uyumaya gitti” şeklinde devam etmişti. Aaahh Real Monsters’ın o bölümünü beğenmiş miydin? Hayır, ikinci sorum bu olamazdı. Sen de bunları yaşamamıştın zaten. Siz biraz zengin olduğunuz için baban evde röpteşambırla gezebiliyordu. Biz pek zengin olmadığımız için, röpteşambır nasıl yazılır diye sözlüğe bakmam gerekmişti. Annen yoktu. Bu ne demekti? Annen olsa fena olmazdı. Ölü müydü, yoksa sadece evde mi değildi? Babandan ayrı olsa seni o canavarın eline bırakır mıydı? Aaahh Real Monsters. Onu sana hiç soramadım işte. -Röpteşambır- derken güneşe benziyordun. Kimi sözcükler ağzına çok yakışıyordu. Eve gidip ayna karşısında “röpteşambır’”dediğimde kendimi sirkten kaçmış çıplak bir cambaz gibi hissetmiştim.
9
Kimi kelimelere bazı anılar yapışıp kalıyor. Anlattıklarından sonra zenginlik gösterileri, benim için sapkınlığın ta kendisine dönüşmüştü. Aaahh Real Monsters gerçekten bitmişti. Yatmaya hazırlandığını görebiliyordum. Çatıdan usulca inmiştim. Sen de mutfağa süzülmüşsün. Bana öyle anlattın. Aslında, “Su içmeye mutfağa gittim.” dedin sadece. Ben süzüldüğünden emindim. Baban da oradaymış. O da su içiyormuş. Neden hâlâ uyumadığını sormuş. Cevabını beğenmemiş. Sana yaklaşmış. Babanın gözlerinde o parıltılı bakışı daha önce de görmüşsün ama hiç bu kadar uzun sürmemiş. Sen sadece azarlanmayı beklemişsin, öyle olmamış işte. Bunları bana sırf ben sorduğum için mi anlatmıştın? O gün sana kim sorarsa sorsun anlatacak mıydın, yoksa yalnızca bana mı güvenmiştin? Sonra utandım. Anlattıklarından değil, aklımdan geçenlerden. Sen, sesin bile titremeden, olanı biteni tüm çıplaklığıyla anlatmıştın. Ben, senin için üzülmek, sana çözümler üretmek yerine kendimi ucuz bir şirket gibi özelleştirmeye çalışıyordum. Anlık utancım bittiğinde sana hayatının teklifini yapmaya karar verdim. Teklifim, bir çizgi film, bir ardiye, bir buzdolabı ve bir kanepe içeriyordu. Demek istiyordum ki: O eve bir daha dönme. Babamın çalıştığı yerin ardiyesinde çok güzel bir televizyon var. Buzdolabı ağzına kadar dolu ve geceleri orada kimse olmuyor. Kanepede uyuyabilirsin. Ben mi? Ben kendime bir yer yatağı yapacağım. Fikir hoşuna gidiyor. Günün geri kalanı için tazeleniyorsun. Akşam buluşmak üzere sözleşiyoruz. Vaatlerimi yerine getirmek için plan yapmalıyım. Senin aksine, evde kurulu bir düzenim var. Akşamları hangi çatılara çıktığımla pek ilgilenmeseler de, gece eve dönmezsem olay olur. Hem o ardiyenin anahtarlarını da aşırmam gerek. Ayrıca buzdolabı dolu falan değil, birkaç parça bozuk gıda dışında bir şey bulabileceğimize inanmıyorum. Ardiyeye uzanan yolu nasıl gideceğiz, kapıdaki canavarı nasıl geçeceğiz derken içim kararıyor. Bulunur, diyorum. Her şeyin bir çaresi bulunur. Sen yeter ki gülüşünü gökyüzüne asmaktan çekinme.
Çocuk muyuz biz? Her şey hallolur.
Babam eve döndüğünde ceketinin cebinden anahtarları söküp aldım. “Ben,” dedim. “Bu akşam bir arkadaşımda kalacağım.” Kimde kalacağımı bile sormadılar. Kurulu olduğunu sandığım düzenim bir saniyede başıma yıkıldı. Şapkamı alıp çıktım.
10
Şapkam maviydi ve Ash Ketchum bu şapkayı giyseydi Charizard ona asla naz yapamazdı. Bodruma inip bir el arabası kaptım. Gözlerimi bodrumda hızlıca gezdirip işe yarar başka şeyler aradım. Birkaç yastık ve bir levye buldum. Yastıklarla el arabasının içini bir güzel döşedim. Levyeyi kemerime taktım. Bakkaldan veresiye birkaç günlük nevale yaptırdım, kasaptan çöpe gidecek etlerden iki yüz elli gramlık paket istedim. Yarım kilo verdi. Kasap halden anlıyordu. El arabamla seni kaçırmaya hazırdım işte. Güneşi batırarak geldin. Yemyeşil giyinmiştin. Arabayı işaret ederek, “Bu ne?” diye sordun. “Yolumuz uzun, atla!” dedim. Israrla ardiyenin nerede olduğunu sordun, söyleyince dudak büktün. Uzak olmasa seni kaçırmış sayılır mıydım hiç? Hak verdin. El arabasına atlamadan önce yastıkları aşağı attın. Sanırım o noktada biraz küçümsendim. Ben, dedi bakışların, ben yer miyim bu numaraları? Yemin ederim numara falan yaptığım yoktu. Sözsüz münakaşamız aynı sözsüzlükle son buldu. Yolun yarısında inip, “Şimdi senin sıran,” dedin. İtiraz bile edemedim. Yokuş yukarı olmasına rağmen gıkını çıkarmadan ittin beni. “Geldik,” deyip aşağı atladığımda gözlerin en sevdiğin çizgi filmin yeni bölümüne kilitlenmiş gibi ardiyeyi kesiyordu. Tellerin arasındaki gedikten geçerken yeşil elbisen bir an için paslı tellere takılır oldu. Benimse aklım bütünüyle canavardaydı. Elbiseni yırtıp tellerden kurtardığında sanki bir yaş daha büyümüştün. Canavarla burun buruna geldiğimde sanki altıma kaçırıyordum. Yağlı etleri paketinden çıkartıp olabildiğince uzağa fırlattım. Fakat Bay Canavar, bana bakmaya devam ediyordunuz? Et parçaları dikkatini bir nebze olsun çekememişti. Yağlı ellerimi levyeme uzatmak istedim. Bay Levye, Bayan El Arabası’yla birlikte tellerin hemen dışındaydı. Bay Canavar ve Bay Levye’nin iyi bir ikili olacağına asla inanmamıştım. Ağzınızdaki salyalar bir an sonra bacaklarımızı ve de kollarımızı nemlendirecek kremlere dönüşecekti ki bizi ayırdılar Bay Canavar. Aramıza girdiler. Kara kedi değildi. Saçları kum rengiydi ve aramızdaydı işte. Elleri sana uzandığında patilerinle ağzındaki salyaları saklamaya çalıştığına yemin edebilirim. İşte doğa, ona göstermesi gereken saygıyı sonunda fark etmişti. Bana dönüp, “Çok sevimli değil mi?” diye sordu. (Bay Canavar burada zamirleri değişelim lütfen, kafam karışıyor. Ona sen, sana da o diyeceğim artık, böyle olmuyor.) Başımı salladım. O esnada levyeyle aramızdaki santimleri saymaktaydım. Canavarı o kadar kolay evcilleştirdin ki içgüdülerim ayaklarına kapanıp sana tapmamı emretti. Dik durup, “İçeri geçelim,” dedim. 11
Ardiyenin içi serindi. Boğuk bir yaz akşamı için ilaç gibiydi. Kanepeye oturdun. Ben, buzluğun fişini taktım, bakkaldan aldıklarımı içine yerleştirdim. Sen televizyonu açtın. Televizyon evinizdekinden büyüktü. Bununla gururlandım. Birkaç kanal zapladın. Kalbimi çöpe attın: “Bunda çizgi film kanalı yok ki.” “Olması lazım,” dedim. Kumandayı hızla elinden alıp birkaç zap da ben yaptım. Gerçekten de senin geceler boyu çizgi film izlediğin kanallar burada karınca belgeseli yayınlıyordu. “Çatıya çıkıp bir bakayım,” dedim. İnanamadın. Israr edince “lütfen saçmalamamamı” istedin. Canavar tatlı tatlı hırıldıyordu. Ben onu dert ediyordum, sense çatıya çıkmamın absürtlüğünü göstermeye çalışıyordun. Canavar umurunda bile değildi. Televizyonu kapatıp, “Ben acıktım.” dedin. Sana yiyecek bir şeyler hazırladım. Sen yemek yerken sokaklar biraz biraz karışmaya başladı. Bunun, senin yemek yemenle doğrudan alakası olduğuna gönülden inandım. Her lokman caddeleri kaosa sürüklüyordu ve bu çok olağandı. Sandviçin bittiğinde, ellerime sağlık dileklerini ilettin. Ellerim çılgına döndü.
Ellerim sihirli bir asaydı.
Canavar dışarıda ulumaya başladı. Siren sesleri duyuluyordu. Bana baktın ve ilk defa küçüldün: “Yeterince uzağa kaçamamış mıyız?” Sana baktım ve ilk defa büyüdüm. Cevap vermek yerine televizyonu açtım. Ellerimi karıncaların arasına daldırıp onları kenara ittim. Boşlukta bir geçit açıldı, içerisi rengârenkti. “Benimle gel,” dedim. Karıncaları zaptettiğim ellerimden birisini sana uzattım. Elimi tuttun. İçeri girdik. Bir çizgi filmin taa içine savrulduk! Umarım Herkül’dür, diye düşündüm. Belki seni Atlas’la tanıştırabilirim. Sen ne düşünüyordun bilmiyorum, ama mutluydun. Ardiyeye girdiklerinde polisler açık kalmış bir televizyon ve hızlıca hazırlanmış bir sofra buldular. Canavar dışarıda kuyruğunu sallıyordu. Polislerden biri televizyonu kapatırken, “Bu saatte ne çizgi filmi lan?” diye mırıldandı. Ekranda Atlas, çanak anten mağazasında çocuğun biriyle pazarlık yapıyordu. 30.07.2015 12
Panoptikon Canoptikon İsmini bilmediğim bir şarkıyı dinlerken uyumuşum. Gözlerimi açtığımda otobüs mola için bir yere giriyordu. Terme Soğancı Park yazan büyük bir tabela gördüm. Altında otobüs firmalarının binbir heyecanla yaptırdıkları ışıklı tabelalar mola yeri hakkındaki ipucunu tamamladı. Belli ki çorba içilebilen bir yerdi burası. Çorba içmeyecektim. Daha çok burada mola verip çorba içen insanlar göreceğim içindi bu merakım. Neyse indim otobüsten, ilk hedefim tuvalete kapanıp kallavi bir sigara sarmak. Girdim heyecanla, gözlerim dikkatle tavanda geziyor. Kameralara alerjim var da. Bir çift göz beni izlediğinde hiçbir problemim yok aslında, ama o tek gözlü canavarlar rahat hissettirmiyor, bir muhatabın yok yani en baştan. İzlenmek sorun değil de, işin ucunda sevgili yerine nezarete gitmek var. O yüzden her ihtimal değerleniyor işte, kavuşmamız gerek. Neyse ki kamera yok, şu ana kadar girdiğim hiçbir tuvalette rastlamadım zaten. Olsa da şikâyet ederdim sanırım çünkü kamera başında beni izleyip şikâyet edecek birilerinin gizlice yerleştirilmiş tuvalet kamerasını izliyor olması gerekiyor. Tuvalet tam bir leş olmasa da, hiçbir yeri andırmasa da Trainspotting geliyor aklıma. Sigarayı sararken kapının buzlu camında izliyorum zihnimde açılan bu sahneyi. Mutlu bir şekilde çıkıyorum, elimi yüzümü yıkayıp içerde sigara sardığım için 1 tl veriyorum. Bazı hayatlar böyle pazarlıklarla geçiyor, gizli pazarlıklar, hissettirmeden, kimsenin bir zararı olmadan bitiyor bu alışverişler. Sigara içerken sevgilim beni üç öpücük emojisiyle öpüyor, sanırım biri başıma isabet ediyor. Öpüyorum aşkım diye cevap veriyorum. Bir emojinin anlattığını 13 harf ve bir boşlukla anlattığım için çağ dışı hissediyorum kendimi bir an. Belki de hiçbir mantığı yokken; sadeleşmek, basit anlatım, görsel anlatım falan geliyor aklıma. Her ne kadar kendi kendime yaptığım bir şaka olsa da anlıyorum ki aslında dijital gelişim dediğimiz şey bu. Teknolojiye uydurulan ayak, yaşam tarzı ve alışkanlık gibi birçok etken yatıyor diyorum burada. Küçük bir farkındalık oluyor, uzatmıyorum. Keyfini alıp bırakıyorum bu olayı orada. Sigara bitince otobüse giriyorum. Orta kapının olduğu koltukta kolu kırık 9-10 yaşlarında bir çocuk ben merdivenleri çıkarken sabırla ve sessizce beni izliyor. Bu çocuk normalde arka çaprazımda bir yerde oturuyordu. Çocuğun gözleri bana 7 yıl önce psikiyatri kapısında kendinden geçen bir adamın bakışlarını hatırlatıyor. Sonradan yaşlı annesinin sesini duyuyorum arka taraftan, Hüseyin diyor, çocuk dördüncüde tepki veriyor annesine, bir şey demeden yanına gidiyor. Çocuk içinden ruhu alınmış bir beden gibi hareket ediyor, korkunç biraz. Belki de bir rahatsızlığı var diye düşünüyorum. Şimdi yerime oturup tüm düzeni kurup dış dünyaya kapalı ve sessizce zihnime gömülme zamanı. Kulaklığı takıyorum, üç ses geliyor oğlum diye. İki ses daha geliyor arka arkaya abi diye. Hüseyin’in sesini de duyuyorum böylece, bana sesleniyorlarmış. 13
-Buyur ablacım -Yastiğu nerden aldun? -Dışarıdaki işletmeden ald... -Ne kadar verdun? -5 lira abla -Bana bir tane getirir misin? -Sen bunu al abla, ben kendime bir tane daha alıp geleyim. Sana yastık getirmem mi be abla. Sorduğun da soru şimdi. Elimden gelse de size visco yataklar alsam habersiz. Otobüsten iniyorum, yastığı almaya giderken o yaşlı kadının binbir zorlukla bir araya getirdiği buruşmuş 5 lirayı hayal ediyorum. Bence abla o buruşmuş 5 lirayı bana düzgün verebilmek için düzeltmekle uğraşıyor. Elinde olsa ütüler de öyle verir bahsettiğim insanlar. Takıntıdan değil, incelikten. Belki de çok parası var ve ihtiyacı falan yok, banane. Zaten bunların hiçbirinden haberi yok ve hiçbir zaman da olmayacak. İçimde bir savaş olsa, kadının o parayı düzeltme hareketini yapma ihtimalini düşünmek bile bu savaşı bitirirdi. Tek isteğim şu, ben bir şey söylemeden kendisi hiç para vermesin bana. Kasaya giderken bacaklarım titriyor, su içmem gerekiyor. O yastığı kendime alıyor olsam o kafada her şeyden vazgeçip otobüsün merdivenlerinde uyurum herhalde. Ama bu kutsal görevin herkesin mutlu olacağı şekilde bitmesi gerek. Kutsal görevler o an kafa seviyesine bakmaz, hava durumuna, o gün hangi gün olduğuna ve görevin büyüklüğü ya da küçüklüğüne de bakmaz. Otobüse geldiğimde yerime doğru geçiyorum hızlıca, kadın sesleniyor, alır mısın? Yok abla diyorum lafı mı olur, parayı uzatıyor -para tam yarıdan ikiye katlanmış ve buruşmuş hayatından yeni çıkmış görünüyor- olur mu diyor. Tatlı ısrarlar başlıyor işte. Az önce içtiğim şeyi bilsen bir abla, benim suratıma bakmazsın. Bu düşünceyi hemen geçmişte bırakıyorum ki geri gelmesi uzun sürsün, biraz barışalım dünya ile. İyi ki ışıklar kapalı da kimse gözlerimin, sevgilimin pembe çantasının renginde olduğunu görmüyor. Buldum diyorum içimden, çocuğu öne sür Diga. Abla diyorum yastık çocuğa hediyem olsun kabul et lütfen. Ve kazanıyorum, ama neyi? İsmini bilmediğim bir şeyleri, seviniyorum. Annemin beş lirayla hayatımızı kurtardığı zamanları hatırlıyorum. 5 lira asla zengin etmedi ama yoksulluktan kurtarır biliyorum. Bir an kurtulmak o yoksulluktan, gerçek bir zenginlik sınırıdır. Bir annenin çocuğuna bir çikolata ve kendine pazardan üç çift çorap almasıdır en basitinden. Ben 5 lirayla 5 yaşıma dönmüşken, bir ses duyuyorum: “Hah şöyle rahat yat oğlum.” Çocuğun rahat yatışını önümdeki koltuğa yerleştirilen kapalı ekrandan hayal gücümle izliyorum. Tam da darbe haberlerinin işgal ettiği bir medya aracının ekranında bir çocuğun rahat bi uykuya geçişini izlemek iyi hissettiriyor. Dolunay katıldığını göstermek için başını sallıyor, şehrine gelmeye devam ediyoruz. 14
i l l ü stra s y o n
ITHAF
Evim Yıkık demonstratif, progresif, hit meraklısı serkeş, özenti ilgililiği ve mutfak, altı üstü bir, krina mrina bizim altı, üstü bir hiciv kisvesiyle muhabbet tellalının aynı isimdeki kuşu, bir kuş türü ve raylı sistemler üzerinde, devlet erkanı, ekran karşısında. -böyle erkan mı olur?diye sorulmuyor zap edilirken anaakım kanallar, gasp ederken ruhunu, anaakım medya, içinden. ve bilmediğim dildeki tüm şarkılara anlam yüklüyor sesin, ben en demodesinden bir nefis terbiyecisi, megaloman ve yangın bölgesinde en şairane gasplara imza atan, bir deprem bölgesindeyim, evim yıkık.
16
çizim
Seymanur Sarıkaya
Yürüyen Merdivene Bin Yürü Git Ya İşinin ehli bir terzi eline makası almış da Sanki ruhumu daraltıyor, Esnaf lokantalarının siftah yaptığı saatlerde uyanıyorum Uyandırılıyorum, hiç uyutulmuyorum aslında Kendime Orta Doğu diyorum İçimdeki savaşa bakıp Ölüyorum, kimsenin umurunda değil Ölüyorum, umarım Tanrım varsın! Kafamı yastığa koyup düşünmek restoranında Hesabım hep kabarık, cüzdanım boş Göğe dokunulabilir derken yeryüzünde yürüyemez, Yalpalarım, arşa boyumun uzunluğuyla rakip olduğum Hayaller kurarım, sonra çıkarır çekmecemden tabancamı Vururum kendimi, bilirim kendini boş hayallerle aldatmak da Namus meselesidir, uyanır görürüm gerçek dünya vardır Gerçek bir şiir yazdığımı düşünecek kadar Yalan yaşamam hayatı Doğru insanı bulduğumu sanacak kadar Yanlış seçmiyorum yapmam O kadar süslenip çıktığım sokak Beni tüm pisliğiyle karşılar Yağmurluklar gibiyim güneşli havalar Utanır dolaplara saklanırım O zamanlar böyle miydi? Çocuklarının yırtılmış pantolonlarına Yama diye çaresizliklerini dikerdi anneler Yalın ayak gidilen meyhanelerden Ayaklarda ayakkabılarla çıkılır Elbet sırtında buzdolabı taşıyana Güzel bir bahşiş bırakılırdı ama Şimdiler öyle mi? Bir binanın 4. katındayız ve Ben hiç bir kuşun cıvıltısına uyanamadım
18
Krizin Takım Elbisesi Televizyonda bir adam. Bir ekonomi kanalında, takım elbiseli, düzgün bir adam. Sapına kadar modern. Kravatı öyle güzel! Fakat sesi titriyor konuşurken. Sanki ölüm döşeğindeymiş de bir ömür boyu üzerinden inancını eksik etmediği ruhunu teslim etmek üzereymiş gibi. Sanki ölüme değil, ölmemeye kızıyormuş gibi bir adam. Ne olacaksa olsun hadi! Her şey bitsin ve yeniden başlasın! Bu sırada bahçeme bir köpek geliyor. Birkaç çalıya işedikten sonra otların arasında bulduğu kemiği kemirmeye başlıyor. Sanırım krizden haberi yok bu köpeğin. Her neyse. Televizyonda bir sürü ekonomik adam, bir sürü ekonomik kadın! Bir gün seviniyor, bir gün üzülüyorlar. Her şey nasıl da bir pamuk ipliğine bağlı diyorlar. Dananın kuyruğu koptu kopacak. Dünya, Atlas’ın sırtından düştü düşecek. Borsalar yine alt üst olacak. Bir dakika! Bakın şu arsız köpeklerin yaptığına! Ne zaman iki tane oldu bunlar? Televizyondaki adamın takım elbisesine takmış durumdayım. Sanki koskoca insanlık tarihi bir kravata dönüşmüş karşımda duruyor. Önce başıboş göçebelik, sonra yerleşik hayat: İnsanın durarak ilerleme çabası. İnsanın diken üstünde oturmaya alışması. En kadim kavgaların şafağı. Tarım ve hayvancılık. Davarolar Hıyarolar’a karşı. Bir de Yeşil Vadi mevzusu var: Verimli toprak Seferoğulları’nın mı olacak, Tellioğulları’nın mı? Varın gerisini siz düşünün! Dünün göçebeleri artık birer din ve ırk savaşçısı. Daha bu işin emek ve sermaye boyutu var. Bir de ideolojiler, atalarımızdan bize yadigâr. Dünyada herkese yetecek kadar ideoloji var. Hepimize yeter de artar. Köpekler şimdi ne yapıyor merak etmiyor musunuz? Hayır, size felsefeden bahsedecek değilim ya da bilim tarihinden, evrim teorisinden… Tanrı’nın varlığı konusuna hiç girmeyeceğim. Benim derdim şu televizyondaki ekonomik adamla. Ben ona insanlık diyorum, siz de öyle deyin istiyorum. Bu takım elbiseli insanlık adamın derdi neymiş, anlayalım istiyorum. Dünya niye diken üstünde be arkadaş? Kulak verip bir öğrenelim: 19
Yunanistan’la başlayan, İrlanda, Portekiz, İspanya’yla devam eden, İtalya’ya sıçraması an değilse bile ay meselesi olan, sonra kimleri önüne katacağı bilinmeyen bir finansal tsunami ile karşı karşıyayız. Sizi bilmiyorum ama son yıllarda ne zaman biri “Yunanistan” dese, aklıma hep şu anarşist köpek geliyor. Televizyondaki insanlık adam özetle şöyle diyor: Bu dünya 7 milyar insana yetmiyor. Bir kısmının kurban edilmesi gerek. Ve işte yeryüzünün tek tartışmasız gerçeği; kurbanların kimlerden seçileceği. Hayır hayır, şimdilik kurbanlar köpekler değil. Eskiden olsa kurbanlar gerçekten kurban edilirlerdi. Hani dünyanın 7 milyon insana yetmediği çağlarda. Bir tapınağın önünde tek sıra halinde on binlercesi dizilir, teker teker başları kesilirdi. Böylece hem nüfus azalır, hem de gelecek yıl Tanrılar bu cömertliği bollukla şereflendirirdi. Dünyanın 2 milyar insana yetmediği daha yakın zamanlardaysa bir dünya savaşı, kurbanları elemek için yeterliydi. Sonra birden kurbanları öldürmek bize barbarca geldi. “Refah ekonomisi” diye bir şey icat edildi. Bugün, dünya bu kez 7 milyar insana yetmiyor fakat artık kimseyi öldürmeye de gerek kalmıyor. Yine de bizi öldürmeyen bu şey, bize güç de vermiyor. Siz hiç demokrat bir köpek gördünüz mü? Her neyse, Televizyondaki insanlık adama ben bazen “demokrasi adam” da diyorum. Takım elbisesi ve modern görünüşüyle öyle adil görünüyor ki, bazen onun refahından ben de pay almak istiyorum. “Bizde niye yok?” diyorum! Balkondan köpeklere püskevit atıp geliyorum… Kendi kendime soruyorum: Nedir şu refah? “Platon’un İyi İdeası” gibi bir şey mi? Herkes aynı payı alabiliyor mu bu refah denen şeyden?Kurbanlar da pay alabiliyor mu örneğin? Daha Yunan bir deyişle: Çamur da İyi İdeası’ndan pay alıyor mu? Bunlar kadim sorular. Bunları ancak kadim insanlık adam cevaplar. Bu krizi atlatmanın tek çaresi var: Kamunun kemerleri sıkmayı ertelemesi. Düzlüğe çıkış ancak ve ancak yeniden ekonomik büyümenin sağlanmasından geçiyor. 20
Bu arada; döngüsellik, kedilerin nereye bırakılırlarsa bırakılsınlar geri dönmesi gibi bir şey değildir. Bahçeye gelen dev bir kedi, köpekleri kovalarken aklıma geldi bu. 7 miyar insana yetmeyen dünyanın refahı, balon gibi şişip duruyor. Herkese yetecek kadar şişirildiğinde kimin balonun ağzına yakın olduğunun ne önemi var! Haydi, şimdi gidip açları ve vicdanlarımızı doyuralım! Balonu patlamadığı sürece herkese yetecek kadar refah üretilmeli.
Üretilmeli ki gelecekte dünya 10 milyar insana da yetmeyebilsin ve balon biraz daha şişirilebilsin. İşte size herkese yetecek kadar bir refah ideolojisi! Kriz mi? O sadece bu ideolojinin süsü. Nasıl dikilmeli sistemin söküğü? Televizyondaki ekonomik adam bir terzi gibi biliyor: hangi kumaş hangi müşteriye dikilmeli? Takım elbiseyi kimler giymeli? Peki ya patlatmadan bu balon nasıl şişirilmeli? Her neyse. İğnesi olan var mı? Televizyonda bir adam var. Bahçemde köpekler ve bir kedi.
Evimde bir kriz var. Bahçemde bir oyun.
Ben televizyondaki adama köpek demiyorum. Siz de demeyin.
* Bu yazı 2011’de yazıldı. Yıllar içinde değişen bir şey olmadı. Kriz korkusu sürüyor. Atlas’ın yükü şimdi daha ağır, ama merak etmeyin, steroid kullanıyor. Ayrıca bacakları rahtlasın diye dünya üzerinde yeni balonlar şişiriliyor.
21
çizim
Serhan Yüzer
Sp
ko
z
mik
irit
sti
sp
irt
o
an stl
li üa
tı
ra Gündemden bir düşs ün de
dim ya da sadece alsa na kozmik rastlantı:
toplu halüsinasyon/sel yayıncılık sf.187. 186 da olabilir . Bir servis. Pencere ağzı kolonlarından bir yer. İki yüz. İki ayrı yüzeyde. Birine güneş vuruyor. Diğerine vurmuyor güneş. Zaten birine güneş vuruyorsa diğerine vuramaz haliyle. Güneşin varamadığı o yüzeyde “günaydın canım” yazıyor. Al sana kozmik rastlantı.
eşe eşd eğ renkle er fizik öted rin en kızmay tavan yapm beridir ış oldu a ğu dur ateş ya caksın umlara nmazk en de a teştir
ilhami batı
kadrajd i Ked
a
kendine
antÄą! l t s a r mik z o k a Al san
edinir
ki ben uçarken görece kördüm
25
Etrafi
Ancient One Sendin Aşkım uyuduğunu bilmeden öpücükle uyandırıldığın rüya söylüyor tanımadığını sandığın şeyleri görüyorsun uyan uyan rüyalarımızda da birlikte uyuyalım, ins algıların nev bebekliğiyle cana avuçlarında kısıran o sevme hakkı piç edilmiş muhnis çekirgek doğru suyun şarkısıyla atlatabilir üç küllüğünü
şimdi, dişlilerinin dik inişine gülen selamı takip et kahin atlarını suçsuz uçsuzluğuyla arıtacak bir ayrılıktan ayırılma ayarlarına dön topraklım gayb eri sandığın sesçil baş dönmesinden siyah çekişim kristallerinin dengesini dilersen anlayacaksın, boynun tek boynuzlu atların kalbinden daha çirkin değil dahası çirkin yok dilersen eksik olan kolunu marvele gösteririz bir evet körlüğü kaç renk görmek istediğine göre değişir dil dilini direktlerinin arasından çıkarabilirsen söyle de, kışını kışa dönüştürsün alnındaki damar mütercimleri
ama ben ne biçim bir insanım kalkmış sana alınları birleştirince nereye gider ay kayıp olma künyem nereye kaybolur termal olmayan bakışımım kalmadı anlıyor musun?
27
benimle sonsuzluğun beslenme zincirine gel benden vazgeçme hiçliğinden arapça “inandık” anlamına gelen sözcükle öpüşerek geçebiliriz gözlerini kapama yaşarım ha beş yaşında sigara içilen çocuk epifizindeki “ne fark eder” sapmasını ölüm sanmasın ölüm gerçek ölüm sevgi ile diyerek yüzüne açtığım orijinal gelecek dalgası yayındığım kavgamdır beni yanlış anlamaz isen ölümden kurtulmayalım ölümü tavlayalım ve keyfimizden kurtaralım gözlerini kapama gözlerini kapama dahası çoçuğun şapkası güzel neydi dahası var güzeli yok dünyanın güzeli sensin güzeli, sensin ol ol ol ol
Ca n Kü ç ü k oğl u
i l l ü stra s y o n
oğ ulcan salih akboyun
Ve Buradan Gidiyorum “kuşlara yaslanıyorum havalanıyorlar” S.Sal
Bir erkeğin öfkesinde, Bir kadının incitilmişliğinde Daha iyi duruyorum şimdi Gömleğimin eteklerini topluyorum Pantolonumun içine Daha dalgın görünüyorum artık Ellerim ceplerimde, Hiç olmadığı kadar ellerim Betona düşen çiçek gibi çarpıyor İçimde bir anı tökezleten Bir kadının daha renkli bir kazağı Bir diğerine tercihi gibi çarpıyor İçimde bir kaza bırakıyor Telaşlı bir karşılaşma Korkmuş ve çekingen Ve o tavrı da var Şimdi duygulara daha sert hareketlerle Çözülen düğmelerimi İlikleyecek elleri Biliyorum yakamı Yüzümde birinin soluğu, Kuytusu, yarası içimde Kabuğu, çatlaması birinin Yuvasında dönen anahtarının çığlığı Tutkuyla yüzünü çeviriyorum hayatın yüzüme Kalbime dayanıyorum Ellerim kocaman oldu dokunmaya Tutmaya, becerikli bir şeyler yapmaya Maharetle sıyırmaya etinden kemiğinden Ruhuna dokunmaya Tutkuyla saçlarından sürüklüyorum Dudaklarından başlıyorum ısırmaya Dişlediğim elmaya yaklaşıyorum Gitgide yaradılışıma, Atlıyorum Atlas’ın omuzlarına
Z a p ki n u s 29
Uzay-Zamanda Mutsuzluk Yer yer yükselen dozajlarda bir can sıkıntısı içindeydim ve sanırım çok mutsuzdum. Uygun bir yere oturup, uzun zamandır çantamda taşıdığım popüler bilim kitabına bakmak iyi gelecekti. Dipten akan ılık müziğiyle bir “kitap cafe” bunun için en ideal mekândı. Herkesin kitabına gömüldüğü keskin kahve kokulu bir yerde buldum kendimi bir süre sonra. Kahve söyleyip, kitabı elime aldım sonunda. Karşı masadaki küçük çocuk sakallarıma bakıyordu şaşkın bir edayla. Tamam, bir fizikçi değildim belki ama kitabın ilk cümlesi üzerine bu kadar kafa yoracağımı da hiç düşünmezdim. “Zamandan ve mekândan bağımsız hiçbir şey mümkün değildir” diyen o cümle bir sürü küçük kıvılcımın çakmasına neden oldu zihnimde. Şu durumda mutsuzluğumun nedeni de zaman ya da mekân olmalıydı. Mekânla ilgili bir sıkıntım yoktu. Olsa olsa zamanla ilgiliydi tüm buhranım. Aynı mekânda onlarca mutlu insan vardı zira. Bu, mekâna bağımlı bir buhranı namümkün kılıyordu. Geriye ise tek bir seçenek kalıyordu; zaman! Buhranın kaynağı zamanla alakadar olmalıydı. Mekândaki diğer insanlar mutluydu. Peki ama bu insanlar aynı mekânda benden ayrı bir zamanı mı yaşıyorlardı? Onları görüyordum, duyuyordum ve istersem dokunabilirdim. Uzayda bir kütleye ve hacme sahiplerdi. Çeşitli biçimlerde iletişim kurabiliyordum onlarla. Bu demekti ki, farklı zamanlar yaşamıyorduk şu anda. O halde, ‘zamanın mutsuzluk etkisi’ herkes için geçerli olmalıydı. Lakin görünen gerçek bunun aksini söylüyordu. Güler yüzüyle sevimli bir garson getirdi kahvemi. Teşekkür ettim. Karşımdaki ufaklıkla göz göze geldik. Utandı, başını annesinin koluna yasladı. Uzay-zamanda, mekândan ve zamandan bağımsız hiçbir şey olamazdı. Aynı zamanda, ben ve onlar biçiminde ayrılan mutlu ve mutsuz insanlar varsa ve benim mutsuzluğumun nedeni zamansa, o insanların da mutsuz olması gerekmez miydi? Yoksa zaman herkes için aynı etkiler yaratmıyor muydu? İyi ama aynı etkileri yaratmayan zamanın ‘aynılığından’ bahsedilebilir miydi? Demek ki, birey üzerinde aynı etkileri yaratmayan bir zaman vardı ve bu, kişiye özel bir karaktere sahipti. O halde herkesin kendine ait bir zamanı vardı. Herkes kendi zamanını yaşıyordu. Ben de kendi zamanımdaydım. Herkes kendi zamanında yaşıyorsa; başkalarıyla münasebeti nasıl sağlıyorduk? Yoksa başkaları dediğimiz şey bir yanılsama mıydı? Teorik olarak zamanları farklı olan ya da farklı zamanlarda var olmuş bireylerin herhangi bir bağlamdaki karşılıklı iletişimi imkânsızdır. Anlaşılıyordu ki; herhangi bir şeyin zamanı, herhangi başka bir şeyin zamanına paralel akar. Şu halde bir şeyin, başka bir şeyle münasebeti için, faklı zamanların belirli an’larda kesişmesi gerekirdi. Zamanda kesişme olmadan, iletişim mümkün değildi. Kesişme bir karşılaşmadır aynı zamanda ve tüm karşılaşmalar bir mekân içinde gerçekleşmek zorundadır. O halde kesişen zamanlar ancak bir mekânda bunu başarabilirlerdi.
30
Yer yer birbiriyle kesişen ve yer yer birbirine paralel akan zamanlar... Şu an burada, bu insanlarla kesişmişti işte zamanlarımız. Oysa ontolojik olarak farklı zamanlardaydık ve mekân bizim zamanlarımızı aynı kaba sokuşturmuştu şimdi. Zamanlarımızı birleştirmişti. Mekân, zamanı büken bir şeydi işte. Teori doğrulanmıştı. Anlamadığım bir şey vardı yine de; madem zamanlarımız aynılaşmıştı, o halde zamanın üzerimizdeki etkisi de aynı olmalıydı. Ama insanlara bana davrandığından daha cömert davranıyordu hala zaman. Teknik olarak onların da benim gibi olması gerekirdi, ya da benim onlar gibi olmam… Hiçbiri olmadı; onlar hala mesuttu, ben ise mutsuz. Yoksa buhranın nedeni zaman değil de mekân mıydı? Madem zaman aynılaştığı anda ve oranda bile insanlar üzerinde aynı etkiye sahip değildi, şu halde geriye sadece bir belirleyici kalıyordu; mekan! Öyleyse mekân, herkeste aynı etkiler yaratan bir temel moment olmalıydı. İçinde bulunan herkes mekanın etkilerinden benzer şekilde etkilenmeliydi. Öyle de oluyordu zaten. Belirli aralıklarla yanıp sönen ısıtıcıların ortamda yarattığı etkiye göre, insanlar soyunup dökünüyor ya da giyinip kuşanıyordu. Kolonlardan mekâna yayılan müziğin sesinin ani yükselişine verilen tepki de herkeste aynı olmuştu. Bunlar, mekânın, zamandan daha fazla bir şekilde insan üzerine ortak etkilere sahip olduğuna kanıttı sanırım. Ancak yine de mekanın bu ortak etki kudreti, mutluluk ve mutsuzluk bağlamında bir anlam ifade etmemişti. Madem ortak mekan ortak zamandan farklı biçimde, ortak iletişim halinde olduğu insanlarda ortak etkiler yaratıyordu, neden hala ortak mekanda mutlu ve mutsuz insanlar vardı? Belki de insanlar ortak mekânda değildi. Ortak mekânda olduğumuz bir sanıydı. Paralel evrenlerde ya da paralel mekânlardaydık belki de? Aynı mekânda aynı anda bulunmak aynı etkiler yaratmalıydı. Bu olmadığına göre aynı mekânda değildik. Ancak insanları görebiliyor ve yukarda da dediğim gibi belirli bağlamlarda iletişim kurabiliyordum. Şu halde onlarla paralel olan evrenlerimiz/mekânlarımız bir noktada kesişmişti. Paralel mekânlar ortak zamanda kesişiyor muydu yoksa? Ya da uzayın zamanı bükmesinin aksine, zaman mı uzayı büküyordu? Zaman birbirine paralel akan mekânları belirli noktalarda birleştiriyor da olabilirdi. E şu anda paralel mekânlara sahip insanlar olarak aynı mekânda isek bu mekânlarımızın kesişmesiyle mümkündü. En az iki mekanın kesişmesi ise bir karşılaşmaydı ve her karşılaşma spesifik bir zaman içinde gerçekleşmek zorundaydı. Şu halde teori doğrulanıyordu. Zaman, paralel evrenleri bükebilen ve belirli noktalarda aynılaştıran bir araçtı. Zihin ambarımıza depoladığımız bu bilgi yine de mutsuzluğuma dair bir şey söylemiyordu. Kesişen mekânlar da kesişme içinde bulunan bireyler üzerinde ortak bir habitat sağlamamıştı. Bu işte bir yanlışlık vardı. Ya “zamandan ve mekândan bağımsız hiçbir şey mümkün değildir” diyen teori doğru değildi, ya da karşımda gördüğüm mutlu insanlar aslında mutlu değildi. Teori mi yalandı, insanlar mı bilemedim, ama havada ağır bir mutsuzluk vardı. Kahvem çoktan bitmişti ve küçük çocuk hala sakallarıma bakıyordu… 31
S e r h at H al i s
A UZ
Y
N MA
DA
y za
da
k u rı rla a a l p t ir no lar b o z k m oz alnı pe k a y us r y “r k bi dün u ” pe ’dan yord rsın ay rünü n va UZAY ZA MANDA iç bükü lmesi gö a se his bos lugu am
ZA O EG OK KA Y ESE M
A UZ
MU
Y
ZAMANDA
TS
UZ
LU
K
bir gün uyandım sandım ben de siz bir gün uyandım sandım ben de siz oldum m sa
i ded le böy e He E mi
ı tı B a y a pt
ım
be
um us old ym iz k bu e e s n d elirm d
ATLAS VAR
C
Ilha
nd
ı nd a y n u ndım ü sa r g bi
le böy
Kozmik Melankoli haplarlayım... haplar bana incecik bir dansı getiriyor, çevresinde dönüp durduğumuz güçsüz bir ateşin de bulunduğu, kırmızı bir dansı bir fotoğraf oluyoruz sonra biz haplarla, ne geçmişte ne gelecekte, inim inim inlemeyen, sızısız da olmayan bir fotoğraf oluyoruz, bu fotoğraftan ben ilk kez , taşmıyorum dalgalarıma bir Poseidon kiralayıp ufalıyorum onları taşan her şey ufalanmalı; ben ufalanmalıyım, sen ufalanmalısın, babamın gözleri ufalanmalı, annemin karnı ufalanmalı, haplarlayım... birazdan , ertesi gün için hazırlanacağım, beni kabilemden sökülüp gittiğim o iplikte, bir okla vuracakları o güne gece sana kal demiştim, neden kalmadın ? sabah bir olsaydık beni hiçbir şey götüremezdi o zamandan... ben olmak istediğim kimseyle yan yana olamıyorum! haplarlayım. biliyorsun böbreğim bile yetemeyecek zamanı gelince bana... diğer her şey gibi. kükreyen bir mont giyeceğim yarın , beni korkutacak kükreyen bir mont giyeceğim kimsenin sarılamayacağı, sarılınıldığımda dikleşen bir öfkem var, açılan yaram, isleşen yüzüm var sarılmak iyi şeyler uyandırmıyor bende dikenli teller ördüğüm dirseklerimi aşamayacak o karıncalar bu kez sözzzzz! ben kendi tasarım olan evrende , silik bir hologram gibi kalmayayım artık çocuğu fırtına olan, geldiğinde çatısı uçuracağını bildiği halde gelmesini isteyen oğlunu, bir anne olmayayım artık... her şey düzeldi, düzgündü, uyum içinde, ne umut dediğim anda, yerin varlığını bir kez daha hissettim, kokular beni yeniden korkutuyor... bu hücreli uçurum dünyada , düşleyecek bir gökyüzü kalmadı. sokağa salacağım ayaklarımı, alkollü sürücüler ezecek, hangi gözlükle baksam, uzakta da yakında da kötüsünüz, avucumun içinde gezinen tırtılın ayakları olsaydım ... ne umutsuz bir yazı! 33
sevgilim, hiçbir alfabede yeri olmayan, hiçbir sesi çıkaramayan o harf olmak istiyorum toplum bir pornoyu doğuruyor, sevgi kalan biz kaldık ağza alınacak ve alınması gereken fakat biliyorum; sen de dönüyorsun arkanı bana ben arkaya bağlılıkla lanetlendim! haplarlayım ottan ve kainattan yapılan haplarla ekvatorda gezerken, doğa ananın kalbine uğruyorum , uzanıyorum göğsüne onun saçlarımı dikensiz otlarla okşuyor yüzüme üflüyor avcısız bir ormanın güzel şarkısını sevgilim, ben burda seni de istemiyorum, sen siktir git ateş edilip tüm organlara, vurulmayı canı çeken o uzvum cennetin bahçesinden çaldığım elmayı ekip bine katlıyorum günahı tanrı hıçkırarak ağlıyor, kalpsiz biri ağlayamaz inanmayınız... cennetin elmasını ben yine anneme veriyorum birazdan travmay geçecek beynimi yola bağlıyorum haplarlayım, haplarlayım, haplarlayım yanımda uyuyorlar artık, üzerimde tepiniyorlar, ellerimi yalıyorlar, gözlerimin içine bakıyorlar ben de toplumun gözlerinin içine bakıyorum , sanki benim anladığımı onlar da anlıyor gibi bir umutla doğarken şurama saplanan bıçağı bir başkasında hangi zamanda göreceğim? yaşam ne göreceli, gündüz ne gündüz, saat ne televizyon, düpedüz sıkıcılık. ve bu sıkıcılıkta durmaktan, üf! durmaktan, of ! yetti. haplarlayım, kafamı koca bir fiziki haritaya daldırdım, bana iyi gelecek bir şehri ağzımla yakalayacağım. konumum bundan böyle uzaydadır.
34
B e r ka y I çe n
ARCTURUS’UN GÖBEĞİ Uzayın derinliğini hiç gördünüz mü? Peki boşlukta asılı gibi duran o ışık taneciklerini? Gecelerin en karanlık olduğu anlardan sizi aydınlatanı? Kaç kişi nerde yaşadığını merak etti? Kaç kişi bulunduğumuz yerden baktığımızda yukarda dönen şenlikten haberdar oldu? Karanlıkta bir nimet vardır oda uçsuz bucaksız görünen derinlikte varlığını açık açık eden küçük ışıltılardır. Dünyadan baktığımızda görünen bu parlak küreleri insanoğlu olarak biz hep merak etmişizdir. Güneş’e, Ay’a ve yıldızlara bakmışızdır, onların hareketlerini anlamaya çalışmakla gecenin öyküsü yazılmaya başlandı. Yıldızların evrimi, günlerin doğumu ve batımı, bir kürenin içinde yaşadığımızı öğrendik. Gecede kendini gösteren bu parlak küreleri kendi hayal dünyamızdan şekillere benzettik ve onlara takımyıldızı dedik. Ay’ın ve Güneş’in döngülerine bakarak mevsimleri takip edip, doğanın kendisiyle uyum içinde yaşadık. Sonra doğanın ömrünü yedik. Tüm bunlar olurken Güneş’in bizim etrafımızda dönmediğini söyleyerek doğaya çıplak gözlerle bakmayı ve olduğu gibi görmeyi deneyimlemeye başladık. Bu, insanın hayal dünyasından çıkıp gerçekliğe olan yolculuğunun bir parçasıydı belki. Karanlıktaki ışıltalara bakarken hayallere daldığımız gerçekliği çözüme ulaştırmanın naif bir savaşıydı. Sonra sonra çok olduk. İnsan çoğaldıkça soy ağacı genişledi. Bu ağacın her bir dalı bir yerlere uzandı. Bu dallardan bir tanesi gökyüzüne uzandı ve evrene baktı. Dünya’ya benzetmekten ziyade artık onu perdesiz bir görüntüyle görmeye başladı ve onların yaşam öykülerine değindi. Her gökyüzüne değen ağacın dalı ,bir yıldızı keşfetti. Dalın bir diğeri, dengenin bir özelliğini keşfetti. Yıldızların doğup öldüklerini ve ölen yıldızların arkalarında bıraktığı kalıntılarla yeni bir yıldızın doğumu gerçekleştiğini gördü. Evren, göründüğü kadar sessiz değildir. Evrenin bir sesi vardır ve bizim kulaklarımızın ses frekansı bunu algılayacak alıcılara sahip değildir. Uzayın bu sihirselliğine insanın ulaşması biraz zaman alıyor. Ne de olsa zaten her gece kafalar uzaya çıkıyor. Sanıyoruz ki uzay bu kadar. Herkes bilir o tarafları.
KAHRA 35
resim
E DA
Zayıfın Arkeolojisi Tarihin kırılma anları dediğimiz zamanlarda kitlelerin politikleşmesi kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıkar. Zaten o kırılma anının kendisi bir sonuçtur, politikleşme bunun katalizörü olarak görev yapmaktadır. Bu politikleşmenin kitlenin zihninde yarattığı keskinlik bazen uzlaşılmaz bir hale bürünür, herkes kendi gerçeğini görmeye başlar. Sıkıntı hepimizce malum, rasyonel olanın, gerçeğin bir süreç belirleyici olmaktan çıkması. Örneğin bu domateslerin fiyatlarının 2002 öncesi alım gücünle karşılaştırıldığında şu an 5 kat daha pahalı olması gerçeğini söylediğinde karşılaşılan inatçı inkar. Niye peki böyle? Canetti’nin “Körleşme” kitabında tarif edilen özne ve onun kendi suretinde kurduğu dünya bugün Türkiye’nin salt gerçekliği haline gelmiş durumda. Öznenin kendi dünyasını kendi inisiyatifiyle belirlediği bir gerçeklikti romanın konusu. Burada yaşanan sürüklenme sınırları dış dünya tarafından belirlenmiş olsa dahi kişinin kendi tercihlerine bağlıydı. Bugün bizim yaşadığımız gerçeklik ise maalesef bundan çok daha katı. Mahallede oluşturulan sosyal ağın ne kadar etkin olduğunu Sevinç Doğan’ın Mahalledeki AKP kitabında görmek mümkün. Medyasının Kurtlar Vadisi ve Diriliş Ertuğrul yoluyla verdiği siyasi propaganda ve bilinç akışı zaten bu sosyal ağla iyice onanıyor. Camide, kahvede sürekli konuşulan değil, konuşturulan bir propaganda var. 1300 lira maaşla geçinen ve her gün daha çok fakirleşmesine rağmen hala militan bir biçimde aynı gerici görüşleri savunan kişinin hangi saikle bunu yaptığını anlamak işte tam bu noktada başlıyor. 1930’ların faşizminin yükselişinin arkasında aranacak dinamik küçük burjuvazinin ekonomik felaket korkusuysa, 2000’lerin Türkiye’sinde yaşanan örgütlü cehaletin mobilizasyonu ve durmadan taarruzunun arkasında da aidiyet duygusu var. Aidiyet duygusu ki hiç ulaşamadığı ve içine doğduğu çevreyi kıramadığı için bu şartlarda ulaşması mümkün gözükmeyen modern yaşama ve onun sahiplerine monşer diyen bir dil. Aidiyet duygusu ki emekli maaşıyla Cumhuriyet okuyan, öğrenci kredisiyle geçinip festivale gidenlere elit diyebilen bir öfke. Aidiyet duygusu ki sürekli zenginleşen yağlı ve şişko burjuvaziyi es geçip, yan tarafta kredi kartı borçlarıyla boğuşan ve rakı içen beyaz yakalıya ‘terörist’ diyen bir öfke. Çünkü kimsesizlik belirleyicidir. Çünkü 1978’de mahalleyi örgütleyen, fabrika fabrika varlığını gösteren solun üzerinden tanklar geçmiştir senelerce. Çünkü kendini ait hissedebileceği ve ona değer verilen bir ortam çok uzaktadır, Gebze’nin Kadıköy’e, Yenibosna’nın Beşiktaş’a uzaklığı gibi. Kuşkusuz E.H. Carr’ın kitabında yer alan, 1870’lerin romantik devrimcileri gibi oralara misafir ruhuyla gidip olmadık propagandalar yapmak değildir çözüm. Bir liberal gibi bu hastalıklı ruh halini ‘demokratik refleks’ gibi kabul etmek hele hiç değildir. Ama çözüm kesinlikle onlarla bir iletişim kurmaktır. Zayıfın kendini bir yere ait hissetmesi, işte bu belki de bizim anahtarımız olacaktır. Sorun tam olarak bunu nasıl yapacağımızdadır.
Ca n G ü rol a
37
Hayat Burzum’dan Geldi Lise yıllarımın ilk dönemleri “gerçek bir lise hayatı” yaşayabilmek için askeri okul yerine tercih edilmiş standart bir anadolu lisesinde her anlamda standart bir öğrenciydim. Ta ki bir kıza gönül verene kadar. Aslında bu gönül verme durumu, daha çok karşıdaki insanın hayattaki statüsüne duyulan bir hayranlık duygusuydu. Ancak kan basıncı, farklı bölgelerde tek partili dönemlerine yeni yeni başladığından o zamanlar pek farkında değildim bunun. Gün aşırı Amerika Batı yakası rap müzikleri ile Türkçe rapin ilk dönemlerini harmanlayıp vücuduma zerk ederken, Yeşilçam tadında hayallerimle kültür mozaiği ruhumu yarak kürek işler peşinde koşturuyordum; kızdan çok güzel bir siktir yiyene dek. Hayatımın en açık ve sağlam siktirini yememle birlikte bir marifetmiş gibi kendimi alkole vurup daha karanlık müzikler peşinde koşarak ruhumu karartmaya başlamıştım. İşte böyle saçma sapan bir dönemde tanıştım Burzum’la. Adamlar İskandinavya’nın bağrından çıkıp black metalin Allah’ını yapıyorlardı. Sürekli kiliseler yakıyorlar ve bütün kinlerini notalarına, sözlerine işliyordu. Bulunmaz bir nimetti benim ergen ruhum için, Sürekli sağa sola küfürler edip Vark Vikernes ve yoldaşlarının nefretine ortak oluyordum. İçselleştirdiğim bu nefretle büyüdüm, Burzum’dan daha sert gruplara gönül verdim, daha nefret dolu rifflere headbang yaptım ama hiçbiri gönlümdeki Burzum bağlılığını söküp atamadı.95’in Mart’ında yayınlanan “Det Som Engang Var” sanki hayatımın soundtrack albümüydü. Ara sıra kurucu Varg Vikernes’in gitarist Euronymous’u öldürmesi suçlamasıyla girdiği hapiste kaydettiği ve yayınladığı Daudi Baldrs ve Hlidskjalf albümleri de Det Som Engang Var’a eşlik ediyordu. İnsanların “Ergen misin amk kaç yaşına geldin hala metal dinliyorsun?” vızlamlarına aldırmadan her kavgamda ,her siktir yiyişimde son ses açtım Dunkelheit’i. Artık üniversitede ikinci yılım. Ergenlik dönemini geride bıraktım. İş görüşmelerine gidip projeler sunuyordum, sözüm ona kariyerime odaklanmıştım ama hala standart insan çerçevesinde görünsem de vazgeçemedim bu Kuzey’li manyaklardan. Yeri geldi iş verene sövmek için açtım Last Wisdom’u, yeri geldi kaldığım dersten sonra. Ama içimdeki nefret dolu “ergeni” öldürmedim ve gelecek 50 yılda da (ki o kadar yaşamam) öldürmemeyi düşünüyorum. Eğer hala bir yerlerde içindeki nefret dolu ergeni öldürmeyenler varsa, onlardan tek bir isteğim var: Öldürmeyin ağzı bozuk, ruhu karanlık ergeninizi. Bu dünyanın fazlasıyla nefrete ihtiyacı var.
M e rt Y iğ it 38